Genç Birikim`den... - Genç Birikim Dergisi

Transkript

Genç Birikim`den... - Genç Birikim Dergisi
Genç Birikim’den...
Değerli Genç Birikim okuyucuları,
S
izlerle görüşmeyeli bir ay oldu; bu süre
zarfında gündemdeki olaylarda yine pek
fazla değişiklik olmadı. Gerek dünyada
gerekse Türkiye’de daha önce gündem yaptığımız olayların ya uzantısı ya da farklı bir tezahürü
şeklinde ortaya çıkan gelişmeler var.
Van’da meydana gelen depremin artçı sarsıntıları hâlâ devam ediyor. Van’da yapılan yardımların koordinasyonunda ve dağıtımında meydana
gelen sıkıntılar, aşırı soğuklar, mevsim koşullarına uygun olmayan çadırlar Van’ın boşalmasına ve adeta bir hayalet şehre dönmesine neden
oldu. Gerek Van’ı terkeden gerekse Van’da hayatlarını sürdürmek zorunda olan kardeşlerimize
Allah (C.C.) yardım etsin. Elbette bizler de ellerimizden maddi-manevi ne geliyorsa Vanlı kardeşlerimiz için yapmalıyız.
İçeride çokça gündemi meşgul eden konuların
başında spor olaylarında şike yapanlara verilen
cezaların düşürülmesi için kanun değişikliği yapılmasıydı. Kamuoyunda şu anda şike yapmak
suçlamasıyla tutuklu olan insanları kurtarmak
adına bu kanunun çıkarıldığına inananlar çoğunlukta. Ancak Cumhurbaşkanı bu kanunu veto
etti. Hemen hemen tüm partilerin ittifakıyla çıkan bu kanun muhtemelen aynı şekilde tekrar
Cumhurbaşkanına gidecek. Amacımız bu olayı
size aktarmak değil. Bu olayın, düzenin bazı kodlarını bize ifşa etmesi. Birincisi; bu ülkede kanunlar güçlüden yana çıkar ve gariban, kimsesi
olmayanların yanında gerçekten kimse yoktur.
Bu konuda düzen partilerinin hepsi de aynı tavrı
gösterirler. İkincisi AKP’nin sadece Recep Tayyip
Erdoğan tarafından yönetilebileceği ortaya çıktı.
Bu olayla, ilgili AKP milletvekilleri farklı açıklamalarda bulundular ve değişik fikirlerde olduklarını
ifşa ettiler. Ta ki Recep Tayyip Erdoğan konuyla
ilgili kararını belli etti, o zaman farklı açıklamalar
Yıl: 14
Sayı: 151
Sahibi ve
Sorumlu Yazı İşleri
Müdürü
İbrahim Hakkı Toprak
Genel Yayın
Yönetmeni
Ali Kaçar
sona erdi. Üçüncüsü AKP içindeki farklı görüşün
daha çok belirli bir cemaatin görüşü olması.
Bir diğer gündem maddesi de Dersim tartışmalarıydı. CHP’den Kemal Kılıçdaroğlu’nun da
akrabası olan bir milletvekilinin Dersim’le ilgili
açıklamalarının ardından CHP’nin klasik diktacı
kafalarından bir güruh karşı açıklamalar yaptı.
Tartışmaların büyümesi üzerine de Recep Tayyip
Erdoğan tarafından Dersim’de devlet tarafından
yapılanlar için özür dilendi. Bir Dersimli olarak bu
özrün altında kalan Kılıçdaroğlu üste çıkabilmek
adına Devlet arşivlerinin açıklanmasını istedi. Bildiğiniz üzere Dersimde yaşananları bütün çıplaklığıyla Dergimiz gündeme getirmişti ve gerçekleri
sizlere ulaştırmıştık. Ali Kaçar’ın bu sayımızda da
yer alan “Neden Sadece Dersim Katliamı?” başlıklı yazısında Türkiye’nin yakın tarihinin, kan ve
gözyaşı ile yazılmış bir tarih olduğu anlatılmış,
sadece Dersim’in değil birçok başka olayın da bu
tarihte yerini aldığı ifade edilmiş.
ABD ordusuna ait insansız Predator uçakları, 16 Kasım’da Afganistan sınırına 3 kilometre
mesafedeki Pakistan’ın Baber Ghar bölgesindeki
Taliban’ın üssünü vurdu. Saldırıda 21 kişi şehid
düştü. Vurulan Taliban üssünün Taliban’a bağlı
“Türk birliği”nin merkezi olduğu ortaya çıktı. Şehit düşen 18 militanın da Türk olduğu anlaşıldı.
Şehid olan kardeşlerimize Allah’tan (C.C.) rahmet diliyor, yakınlarına sabrı cemil diliyoruz.
Suriye’de de olaylar devam ediyor. Eli kanlı
Beşşar Esed kendi halkını/Müslümanları katletmeye devam ediyor. Fakat bir yandan da sonu
yaklaşıyor. İnşaallah Suriye’de kazanan Müslümanlar olur ve çektikleri bunca zulüm ve sıkıntılar boşa gitmez.
Dergimizin gündeme ve İslami konulara ilişkin yazılarını merakla okuyacağınızı ümid ediyor,
hepinizi Allah’a (c.c.) emanet ediyoruz.
Yönetim Yeri
İlkiz Sokak No: 22/B
Sıhhiye - ANKARA
Tel : (0312) 229 67 18
Fax: (0312) 229 67 19
Dizgi & Tasarım
Genç Birikim
Yazışma Adresi
İlkiz Sokak No: 22/B
Sıhhiye - ANKARA
Baskı
Sistem Ofset
Strazburg Cd. No: 7/A
Sıhhiye - ANKARA
Tel: (0312) 229 18 81
Yayın Türü
Yerel, Süreli
Baskı Tarihi:
13.12.2011
web
: http://www.gencbirikim.net
e-mail : [email protected]
Abone Şartları:
Yurtiçi abonelik için 6 aylık abonelik ücreti olan
24.00 TL’yi Yurt dışı abonelik için 6 aylık abonelik
ücreti olan 35.00 TL’yi Yapı Kredi Bankası, Sıhhiye
Şubesi (Şub. Kod. 309, Hes. No: 69405472)
no’lu hesaba veya Ramazan DEMİRHAN 6157119
no’lu posta çeki hesabına yatırmanız ve Posta
Çeki alındı belgesinin fotokopisini ve adresinizi
İlkiz Sokak No: 22/B Sıhhiye /ANKARA adresine
göndermeniz yeterlidir.
1
3
9
Bu sayımızda...
Suriye’ye Müdahale mi? Ali KAÇAR
Arap Baharı Sürecinde İran ve Türkiye
Süleyman ARSLANTAŞ
13
Yoksul Ülkelerden Toprak “Araklanıyor”
15
Bir Proje Olarak Değişim
Hayriye BİCAN
18
Radikal İslam’ın ve İslamî Terörün Panzehiri: Ilımlı İslam(!) - 3
22
Cumhuriyet Dönemi İslamî Hareket - I 26
Neden Sadece Dersim Katliamı?
32
AK Parti ABD’nin Küresel Yürüyüşünün Türkiye’deki Sesidir
Necdet YÜKSEL
34
Bilderberg Lideri Mario Monti, İtalya’da Darbeyle Yönetimi Ele Geçirdi
Çev: İsmail CEYLAN
36
Yaratana Kulluk Ya da Sorumluluklarımızın Bilincinde Olmak - I
42
Televizyon ve Çocuklarımız
46
Mürteci Eğitim
49
Cihad’a ve Cihad Cephelerine Karşı Önyargılar
54
Sömürgeciler Aklın/Kalbin Ayarlarını Bozarlar
56
“Ba,ba”...
58
Açık Tut Kapıyı
Aktaran: Celal SANCAR
Ubeydullah TOPRAK
Ömer KÜÇÜKAĞA
Ali KAÇAR
İsa MEMİŞOĞLU
İdris GÖKALP
M. Cihat BATMAZ
Selman GAFFAROĞLU
Necdet YÜKSEL
Zeyneb SONGÜR
Ayfer TOPRAK
59
Altın Oran
62
Bir Kitap Bir Düşünme Biçimi
64
Terörist ve İşgalci ABD, 21 Türkiyeli Kardeşimizi Şehid Etti
Derleyen: İsmail CEYLAN
Muhammed ÇELİK
Basın Açıklaması / Genç Birikim
ARALIK 2011 / Sayı 151
Suriye’ye Müdahale mi?
Ali KAÇAR
[email protected]
K
uzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyasında meydana gelen halk ayaklanmaları bir yılını doldurmak üzere olmasına
rağmen bazı ülkelerde hala yoğun bir şekilde
devam etmektedir. Tunus, Mısır ve Libya’da diktatörlüklerin devrilmesine neden olan bu ayaklanmalar, Suriye’de iç savaşa dönüşmek üzere
iken, Bahreyn’de -Suudi hükümetinin müdahalesiyle şimdilik- durulmuş gibi, Yemen’de ise,
yönetim değişikliği gerçekleşmek üzeredir. Bir
taraftan da ayaklanmaların gerçekleştiği ve diktatörlüklerin devrildiği bu ülkelerde halkın yoğun
katılımıyla seçimler yapılmaktadır. Tunus’ta yapılan seçimlerde halkın taleplerine uygun olarak
Gannuşi’nin yönetimindeki Nahda’nın, Fas’ta ise
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin1 seçilmiş olması,
Mısır’da ise üç aşamalı seçimlerin ilk aşamasında Müslüman Kardeşlerin %40’a yakın oyla
birinci olarak çıkması, halen iktidarda olan diktatörler ile Siyonist ve Emperyal işgalci güçleri
korkutmuş ve endişelendirmiştir. Çünkü Arap
Baharı olarak adlandırılan ayaklanmaların öncesine kadar kendi güdümlerinde olan bu ülke
yönetimleri, yapılacak her seçimle birlikte bir bir
ellerinden çıkmakta ve halkın taleplerine uygun
yeni yönetimler belirlenmektedir. Oysa Siyonist
1 Adalet ve Kalkınma Partisi (Hizb al-εadala wa at-tanmia;
Fransızca: Parti de la Justice et du Développement, kısaltması: PJD), Fas’taki iktidar partisidir. Dr. Abdelkrim Al
Khatib tarafından MPDC (Fransızca: Mouvement populaire
démocratique et constitutionnel) adıyla 1967’de kurulmuştur. Parti uzun süre boyunca kabuk/içi boş olarak kalmış,
daha sonra MUR (Fransızca: Mouvement unité et réforme)
partisini kuracak gizli bir dernek (Chabiba islamia) üyelerinin partiye katılmaları ile bir devinim almıştır. 1998’de ismini
PJD’ye çevirmiştir. Bkz: http://tr.wikipedia.org/wiki/Adalet_
ve_Kalk%C4%B1nma_Partisi_(Fas)
ve emperyal güçler, böyle bir sonuçla karşılaşmamak ve sömürülerini devam ettirmek için on
yıllardan beri bu işbirlikçi ve hain kralları ve diktatörleri var güçleriyle desteklemişlerdir. Hatta
ayaklanmaların başladığı ilk haftalarda bile bu
desteklerini devam ettirmişlerdir. Çünkü onlar
da çok iyi biliyorlar ki, halkın özgür iradesine
başvurulduğu zaman, kendilerinin desteklediği
yerli işbirlikçilerinin hiçbirisinin yeniden seçilmesi mümkün olmayacaktır. Nitekim bunu, 19911992’de Cezayir’de, 2006’da ise Filistin’de yapılan seçimlerle denemişlerdi. Bundan sonra gerek
Mısır’daki seçimlerin 2 ve 3. turlarında ve gerekse bundan sonra halkın özgür iradesiyle yapılacak bütün seçimlerde halkın taleplerine uygun
neticeler çıkacağı muhakkaktır. İşte, Siyonist ve
emperyal Batılı ve Doğulu güçleri asıl korkutan
da bu neticelerdir.
Emperyal güçler hiçbir zaman sadece mevcut
iktidarlar üzerinde plan ve proje yapmazlar. Kendi güdümlerinde olan ülkelerde çeşitli varsayımları göz önünde tutarak, çok uçuk, hatta bazen
birbiriyle çelişkili gibi görünen plan ve projeler
üretirler. Bu nedenle çok sık anketler, kamuoyu araştırmaları yaparak halkın eğilimlerini tesbit etmeye çalışırlar. İstihbarat örgütleri, yerel
STK’lar, ulusal ve uluslararası Think Tank kuruluşları bu amaçla birbirine zıt gibi görünen sayısız projeler üretirler. Bu projeler doğrultusunda
mevcut iktidarlarla ve bu iktidarlara karşı oluşan
ya da oluşma ihtimali olan muhalif güçlerle ayrı
ayrı ilişkiler geliştirmeye çalışırlar. Şayet oluşan
muhalif güçlerin karşısında kendi güdümlerindeki iktidarları koruyamayacak hale gelirlerse,
hemen bu iktidarları gözden çıkararak, muhalif
3
GENÇ BİRİKİM
4
güçlerle işbirliğine giderhalk
ayaklanmasında
ler. Çünkü emperyal güçve Mısır ayaklanmasının
ler için önemli olan kendi
da ilk bir iki haftasında
Emperyal güçler için önemli olan
hegemonik menfaatlerihiç bir etki ve yönlenkendi hegemonik menfaatlerinin zarar görmemesidir.
dirmelerinin olmadığını
nin zarar görmemesidir. EmperEmperyal işgalci devletaçıkça
belirtmektedir.
yal işgalci devletler için, işbirlikler için, işbirlikçi iktidar
Bu, elbette böyle deya da muhalif güçlerin
çi iktidar ya da muhalif güçlerin
vam edecek anlamına
sağcı ya da solcu olması
gelmeyecektir. Mısır’da,
sağcı ya da solcu olması veyahut
veyahut laik, demokratik
Libya’da ve Suriye’de
laik, demokratik veya şeriatla (!)
veya şeriatla (!) yönetildevam eden halk ayakyönetilmeleri menfaatlerinin demeleri menfaatlerinin delanmalarını etkilemek ya
vamına zarar vermiyorsa, önemli
vamına zarar vermiyorsa,
da en azından –kontrolönemli değildir. Nitekim
değildir. Nitekim bu emperyal
lerinde olmayan- İslabu emperyal devletlerin,
mi kesimlerin iktidara
devletlerin, Ortadoğu’da ya da
Ortadoğu’da ya da başka
gelmelerini engellemek
başka coğrafyalarda, krallıkla,
coğrafyalarda,
krallıkiçin yönlendirmeye çaşeylikle, diktatörlükle ve hatla, şeylikle, diktatörlükle
lışacakları muhakkaktır.
ta –güya- şeriatla idare edilen,
ve hatta –güya- şeriatla
Nitekim Mısır’da, Mübaidare edilen, halklara kan
halklara kan kusturan despotik
rek rejimi devrilmiş olkusturan despotik yönemasına rağmen, mevcut
yönetimlerle ilişkilerini devam
timlerle ilişkilerini devam
askeri cunta yönetimini
ettirmelerinin nedeni de budur.
ettirmelerinin nedeni de
kalıcılaştırmak için birMenfaatleri uğruna, yıllardır
budur. Menfaatleri uğruçok oyun tezgâhlanarak
na, yıllardır güdümleringüdümlerinde olan yönetimlere
iç kargaşalık çıkarılmışde olan yönetimlere karşı
karşı gerektiğinde halkı kışkırttır. Amaç, Mübarek songerektiğinde halkı kışrasında 6 ay içerisinde
maktan, hatta darbe yapmaktan
kırtmaktan, hatta darbe
yönetimi sivillere devasla çekinmezler.
yapmaktan asla çekinretmek üzere yönetime
mezler. Amaç, yıpranmış
gelen askeri cuntanın
ya da halkın istemediği
vesayetini kalıcılaştıraişbirlikçi yönetimlere karşı kontrolsüz halk ayakrak Mısır’daki halk devrimini boşa çıkarmaktır.
lanmalarını önlemek ve kendi kirli ve karanlık
Ancak Mısır’da, Nasır’dan beri devam ede gemenfaatlerinin kalıcılığını sağlamaktır. Bu kirli ve
len kanlı diktatörlüğü deviren ve Mübarek ile
karanlık projelerin, Türkiye başta olmak üzere
iki oğlunu demir kafesin içinde mahkemenin
kendi arka bahçelerine düşen birçok ülkede dehuzuruna çıkaran ‘Tahrir Ruhu’, bu oyunu ve
falarca uygulandığını görmek mümkündür. Örarkasındaki karanlık güçleri de tıpkı çağdaş Fineğin Türkiye’de 1960’da Menderes’e, 1971 ve
ravun Mübarek gibi tarihin çöplüğüne gömmek
1980’de Demirel’e karşı yapılan darbeler, bu emiçin yeniden eyleme geçmiştir. Bugün Mısır’da,
peryal güçlerin desteği olmadan gerçekleşmesi
tekrar başlayan eylemler, aslında sadece askemümkün olmayan darbelerdir. Oysa Menderes
ri cuntaya karşı değil aynı zamanda, bu cuntayı
de, Demirel de, ABD tarafından desteklenen ve
destekleyen Siyonist ve emperyal güçlere karşı
2
himaye edilen yöneticilerdi. Aynı şekilde, Surida yapılmaktadır.
ye, Irak, Libya ve diğer bölge ülkelerinin tarihSURİYE’DE İÇ SAVAŞA DOĞRU MU?
lerine bakıldığı zaman yapılan bütün darbelerde,
ne yazık ki bu emperyal işgalci güçlerin yardım ve
Bilindiği gibi Tunus, Mısır ve Libya’daki halk
desteği bulunmaktadır. Bazı kesimler bu nedenayaklanmalarına benzer bir ayaklanma da
lerden dolayı, Arap Baharı olarak adlandırılan bu
Suriye’de meydana gelmiş ve 15 Mart 2011’den
ayaklanmalarda da, bu geçmiş kirli ve kanlı praberi de kesintisiz devam etmektedir. Mart ayıntiğe bakarak bu işgalci güçlerin karanlık izlerini
da başlayan olaylar, azınlık Nusayri yönetiminin
aramaktadırlar. Ancak birçok Batılı gözlemci, Babasiretli davranmaması nedeniyle, bugün ülkeyi
tılı ve Doğulu emperyal güçlerin, özellikle Tunus
bir iç savaşın eşiğine getirmiştir. BM’nin, Suriye’deki olayları bir iç savaş olarak değerlendir2 Süleyman Demirel’in, hatta bir zamanların Karaoğlan’ı ormesi, yangına körükle gitme anlamına gelse de,
tanın solcusu Bülent Ecevit’in ABD ilişkileri için bkz: Taha İsaslında olayın ulaştığı vahameti de göstermeklam, Zirvedeki Mankurtlar, 2. bsk. Mayıs 2006, Ankara, s.112
tedir. Baas diktatörlüğünün Suriye’deki iç savaş
ve 131
ARALIK 2011 / Sayı 151
görünümündeki olaylar karşısında takındığı acımasız tavır, yakın dönemde akıbetleri linçle ya
da zindanla sonuçlanan diğer diktatörlerin takındığı tavrı göstermektedir. Çünkü diğer diktatörler gibi Baas diktatörlüğü de, askeri yöntemle
ele geçirdiği yönetimi, yine askeri yöntemle devam ettireceğini zannetmektedir. İran Şahı’ndan
tutun, Romanya’daki Çavuşesko’ya ve Libya’daki
Kaddafi’ye kadar ve daha birçok diktatör, aynı
yol ve yöntemi denemiş, akıbetleri ise hep aynı
olmuştur. Kimisi linç edilerek öldürülmüş, kimisi
de kalan ömrünü ya zindanlarda ya da sürgünde
tamamlamak zorunda kalmıştır. Kaddafi, olayların başladığında basiretli davranmış olsaydı,
bugün, ne emperyal ülkelerin leş kargaları gibi
Libya’ya çöreklenmesine, ne de kendisinin linç
edilerek öldürülmesine fırsat vermiş olurdu.
Bugün, bunca örneğe rağmen aynı basiretsizliği Beşşar Esad göstermektedir. Dera’da başlayan olaylara kardeşi Mahir Esad kanalıyla kanlı
bir şekilde bastırmayı denememiş olsaydı, belki
olaylar bugünkü kadar içinden çıkılmaz hale gelmemiş olacaktı. Peki, ne oldu da Suriye bugünkü
hale geldi? Baba Esad, 1970’de bir darbeyle Salah Cedid’den, oğul Esad ise 2000 yılında baba
Esad’ın ölümüyle yönetimi devraldığından bu
yana ülkeyi kan ve gözyaşıyla yönetmiş eli kanlı
diktatörlerdir. Yaratılmış her varlığın bir zevali olduğu gibi, elbette diktatörlerin de bir zevali
vardır. Üstelik artık halklar uyanmış ve yıllardan
beri devam eden baskı ve zulüm, halkta bir öfke
birikimine neden olmuştur. Tunus’ta kabaran
bu öfke birikimi, şimdiye kadar genelde ölümle
ya da bir darbe ile el değiştiren diktatörlükleri,
artık mazlum halkların eliyle değiştirme yolunu
açmıştır. Bu yolun öncüsü olan Tunus, Mısır gibi
ülkelerde halkların elde ettikleri başarılar, başta
Suriye olmak üzere diğer ülke halklarına cesaret
ve güven vermiştir. Her gün onlarca masum sivil
insan, gerek Suriye ordusu ve gerekse diğer ülkelerde baltacılar olarak da adlandırılan Şebbiha
çapulcuları tarafından işkencelerle vahşi bir şekilde katledilirken, korkmadan, ölümüne direnmeye devam etmektedirler.
Nusayri diktatörlüğünün sokaktaki bu masum ve barışçıl eylemlere yönelik ölçüsüz saldırılarını aralıksız devam ettirmesi, ülke içinde
muhalif bir tepkinin de oluşmasına neden olmuştur. Bu tepki, sadece sivil halkta değil, aynı
zamanda Silahlı Kuvvetlerin içinde de oluşmaya
başlamıştır. Nitekim bugün Suriye’de, stratejik
bir takım hedeflere saldırılar gerçekleştiren ve
basına muhalif silahlı bir güç olarak yansıyan
Özgür Suriye Ordusu böyle bir tepkinin neticesinde meydana gelmiştir. Çeşitli iç ve dış basın
yayın organları tarafından, bu muhalif ordunun
Hatay’da ve Türkiye sınırına yakın yerlerde bulunduğu, buralarda eğitim gördüğü hatta Türkiye tarafından da himaye edildiği iddia edilmiştir. Bu iddialar, Özgür Suriye Ordusu komutanı
olduğu yazılı ve görsel basına yansıyan Riyad
Asad’ın açıklamalarıyla da teyid edilmiştir. Ayrıca Türkiye’nin, özellikle de Ramazan ayından
bu yana Suriye’ye karşı sert tavır takınması ve
Suriye rejim muhaliflerinin Türkiye’de toplantılar
yapması, Dışişleri bakanlığınca da bu muhaliflerin kabul edilmeleri, iç ve dış basının iddialarını
daha da güçlendirmiştir. Bu, artık Türkiye’nin
Suriye’yi gözden çıkardığı anlamına gelmektedir.
Peki, çok kısa bir süre öncesine kadar Suriye’yle
Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi çerçevesinde ortak Bakanlar Kurulu toplantılarını düzenleyen, vizeleri karşılıklı olarak kaldıran Türkiye, nasıl oldu da bu kadar kısa bir sürede, Suriye
yönetimini bütünüyle gözden çıkarabilecek bir
noktaya gelmiştir? Elbette Suriye yönetiminin
savunulur hiçbir yanı, dün de yoktu, bugün de
yoktur! Çünkü Suriye yönetimi, baba Esad döneminde de, oğul Esad döneminde kan içici, zalim ve diktatoryal bir yönetimdir. Türkiye yöneticileri bunu bilmiyor değildirler. Acaba, Suriye
yönetimine karşı takınılan bu tavır, Türkiye’nin
özgün, kendi menfaatlerinden kaynaklanan bir
tavır mıdır? Yoksa tıpkı, Füze kalkanı olayında
olduğu gibi, başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin baskı ve yönlendirmesiyle mi alınan bir
tavırdır? Aslında kendi halkına karış katliam gerçekleştiren Suriye yönetimi, Türkiye’nin takındığı bugünkü tavırdan daha ağır bir tavır takınılmasını hak eden bir yönetimdir. Ancak gönül
isterdi ki Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi kurulurken de, ilişkilerin bütünüyle kesildiği
bu yeni dönemde de, Türkiye kendi menfaatleri
gereğince ürettiği politikalar doğrultusunda tavır
geliştirebilsin. Evet, ne yazık ki, Türkiye’nin Füze
kalkanı olayında olduğu gibi, bu son tavrında da
başta ABD olmak üzere diğer Batılı devletler etkili olmuştur. Çünkü Türkiye’nin bölge ülkeleri
ile geliştirdiği sıfır sorun politikası ve özellikle
de Türkiye, İran ve Suriye arasında ilişkilerin
çatışma politikasından ortak stratejik ilişkiler
seviyesine çıkarılmış olması başta ABD olmak
üzere Siyonist İsrail, Fransa ve İngiltere’nin hiç
hoşuna gitmemiştir. Bu nedenle Türkiye’nin, bölge ülkeleriyle geliştirmeye çalıştığı bu politikanın
akamete uğraması için, bu emperyal ülkeler tarafından çeşitli entrikalar çevrilmeye başlanmıştır. Bu entrikaların başında ise, Türkiye ile bölge ülkelerinin ve özellikle de İran ve Suriye ile
ilişkilerin bozulması gelmektedir. Türkiye, gerek
sıfır sorun politikası ile ve gerekse Siyonist İsra-
5
GENÇ BİRİKİM
il karşısında söylem bazında da olsa geliştirdiği
politika, bölge ülke halkları nezdinde takdire şayan bulunmuştur. Hâlbuki Türkiye’nin geliştirdiği
bu politika ABD’nin bölge politikalarına ters bir
politika değil, aksine uyumlu bir politikaydı. Ancak buna rağmen gerek Füze kalkanı dolayısıyla
ve gerekse İran ve Suriye ile ilişkilerinin geldiği
seviye, Türkiye’nin, Ortadoğu halkları nezdinde popülaritesinde bir düşüşe neden olmuştur.
Aslında sadece Türkiye’nin değil, aynı zamanda
nükleer silahlar konusunda ve diğer bölgesel
menfaatlerde, emperyal ülke menfaatlerine aykırı davranan, hem Türkiye ile hem de Suriye ile
ilişkilerini stratejik düzeyde geliştiren İran’ın da
güçlenmesi istenmemiştir. Kısacası, Türkiye ile
İran ve Suriye’nin ilişkilerinin bozulması ve tekrar düşman komşu ülkeler haline gelmeleri için,
Siyonist ve emperyal ülkeler tarafından etnik ve
mezhebi kavgalar kışkırtılmaktadır.
Nitekim Türkiye’nin son aylarda Suriye’ye
yönelik takındığı tavırdan dolayı, ikili ilişkiler
Suriye ile tamamen kopmuş, İran ile ise kopma
aşamasına gelmiştir. Türkiye, Suriye ile sadece
ikili ilişkileri koparmakla kalmamış, Arap Birliği3
ve ABD başta olmak üzere İngiltere ve Fransa
ile birlikte Suriye yönetiminin düşürmek için de
alenen işbirliğine gitmiştir. Ancak Suriye yönetimi, gerek bölgesel şartlar ve gerekse yıllardan
beri içeride kurduğu baskı rejimi nedeniyle kolay düşeceğe benzememektedir. BM ya da NATO
şemsiyesi altında müdahale ile düşürmenin de
zor olduğuna göre geriye iç savaş çıkartarak
Baas rejimini düşürmek kalıyor. Bunun için de,
Türkiye ve Arap Birliği’nin işbirliğiyle muhalifleri
desteklemek ve aynı zamanda Türkiye sınırında
5 ile 15 km derinliğinde oluşturulacak tampon
bölgede de muhalifleri destekleyerek Baas rejimini düşürmeye çalışmak. Batılılar tarafından
Baas rejimini düşürmek için yapılan bütün planlarda Türkiye bulunmaktadır.
TÜRKİYE, SURİYE BATAKLIĞINA
SÜRÜKLENMEK İSTENİYOR!..
Suriye’de de, tıpkı Libya’daki gibi, yıllardır
halkı üzerinde baskı kurarak, halkını katlederek
6
3 Arap Birliği veya Arap Ligi, 22 Arap ülkesinin üye olduğu
milletler arası bir örgüttür. Arap Birliği; Mısır, Irak, Ürdün,
Lübnan, Suudi Arabistan, Suriye ve Yemen devletleri tarafından 22 Mart 1945’te kuruldu. Arap Birliğinin merkezi 1979’a
kadar Kahire’de, bu tarihten itibaren ise Tunus’ta bulunmaktadır. Arap Birliği’nin bugün 22 üyesi mevcuttur. (Irak,
Suriye,Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Yemen, Kuveyt, Mısır, Libya,
Tunus, Cezayir, Fas, Moritanya, Sudan, Somali, Filistin, Cibuti
ve Komor) Örgüt, Arap ülkeleri arasında ekonomik, kültürel, siyasi ve sosyal ilişkileri düzenlemek amacındadır. Birliğin genel sekreteri Nebil El Arabi’dir. Türkiye daimi gözlemci
statüsündedir.
diktatörlüğünü devam ettiren totaliter bir yönetim vardır. Bu yönetim, halkına ve halkın özgürleşmesine 40 yıldan beri düşman olan ve ancak
halkın %7’sini temsil eden Nusayri (Alevi) azınlığına dayanan bir yönetimdir. 1998 yılına kadar
Türkiye ile Suriye iki düşman ülke konumunda
idi. Hatta 1998 yılında iki ülke savaşın eşiğine
gelmişti. Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkması ve Hafız el-Esad ölünce yerine 34 yaşındaki
göz doktoru Beşşar Esad 2000 yılında geçmesiyle ilişkiler giderek yumuşamaya başlamıştır. 16
Eylül 2009’da Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği
Konseyi Anlaşmasını imzalamaları, ilişkilerin geldiği seviyeyi göstermesi açısından önemlidir.
Türkiye ile Suriye arasında ilk gerilim, Başbakan Erdoğan’ın, Suriye’deki katliamların sorumlusu olarak gördüğü Mahir Esad’ın görevden
alınmasını istemesi ve “Yeni Hama’lar istemiyoruz” şeklindeki uyarısı ile başlamıştır. Hele Cumhurbaşkanı Gül’ün “Ramazan ayına daha kanlı
ortamda girilmesi asla kabul edilebilecek ve sessiz kalınabilecek gelişme değil’’ şeklindeki açıklaması ile Dışişleri Bakanı Davudoğlu’nun “başta Hama olmak üzere bütün Suriye’de, bütün
Ortadoğu’da sivillerin hayatlarını kaybetmesine
yol açan saldırılar derhal durdurulmalı” şeklindeki ikazı, bu gerilimi daha da arttırmıştır. Türkiye ile Suriye arasındaki ipler ise, Davudoğlu’nun
Beşşar Esad ve yönetimi ile 9 Ağustos 2011’de
yaklaşık 6,5 saat süren görüşmesinde yaptığı
uyarıların hiçbirisinin dikkate alınmaması üzerine kopmuştur. Türkiye, bu son görüşmesi ile de
Suriye rejimini yumuşatamayınca, Arap Birliği’ni
devreye sokmak için, Birlik ülke yöneticileriyle
görüşmelere başlamıştır. Bu görüşmelerin neticesinde Arap Birliği, Suriye’de devam eden katliamı durdurmak için peş peşe toplantılar yapmıştır. Bu çerçevede ilk toplantı, Kahire’de, 16 Ekim
2011’de Suriye özel gündemi ile yapılmıştır. Arap
Birliği bu toplantı sonucunda, Suriye Baas rejimine, Suriye’deki şiddet olaylarının durdurulması, sivillere karşı sürdürülen askeri operasyonlara son verilmesi, siyasi tutukluların ön koşulsuz
serbest bırakılması ve muhalefet grupları ile
Arap Birliği’nin gözetiminde ulusal diyalog toplantılarının başlatılması çağrısında bulunmuştur.
Ayrıca bu toplantıda, Suriye sorunu ile doğrudan
ilgilenecek ve Katar Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Başkanlığında, Cezayir, Mısır, Umman ve Arap
Birliği Genel Sekreterinden oluşan bir Komitenin
de kurulmasına karar verilmiştir. Bu komite 26
Ekim’de, Suriye’ye ziyaret etmiş, 30 Ekim’de ise
Suriye temsilcinin katılımıyla Katar’da bir toplantı gerçekleştirmiştir. Arap Birliği tarafından
Suriye’ye verilen 15 günlük sürenin bitmiş olmasına rağmen Suriye’nin tavrında bir değişikliğin
ARALIK 2011 / Sayı 151
olmaması üzerine 12 Kasım’da yapılan bir başka toplantıda Suriye’nin üyeliği askıya alınmıştır.
Buna rağmen Suriye’nin tavrında bir değişiklik
olmamış, aksine 13 Kasım’da, Suriye’deki Türkiye, Suud ve Katar Büyükelçiliklerine saldırıların
düzenlenmesiyle daha da sertleşmiştir. Arap Birliği, Suriye rejimini daha da sıkıştırmak için 27
Kasım’da, Lübnan, Yemen ve Irak hariç geriye
kalan 19 üye ülkenin katılımıyla yaptırım kararlarını açıklamıştır. Türkiye, Arap Birliği’ni sadece sözlü değil, 30 Kasım’da, 9 maddelik benzer
yaptırım kararlarını açıklamakla fiili olarak da
desteklemiştir.
Suriye, bu yaptırım kararları üzerine özellikle
Türkiye’ye karşı daha da sertleşmiş; Büyük Elçilikteki bayrak indirilmiş, Suud’dan dönen hacılara ve transit geçiş yapan kamyon ve tırlara
fiili saldırılar yapılmıştır. Ayrıca Suriye Hükümeti, iki ülke arasındaki serbest ticaret anlaşması
kapsamındaki tüm çalışmaları askıya alarak, bu
anlaşma çerçevesinde, Cilvegöz/Hatay, sonra
Nusaybin/Mardin ve Akçakale/Urfa sınır kapıları
kapatılmış, %0 oranına yakın gümrük vergileri
de %30’a yükseltilerek, Türkiye’ye karşı kendi
yaptırımlarını devreye sokmuştur. Karşılıklı sert
açıklamalar da buna ilave edildiğinde iki ülke
arasında başlayan bahar havası, kısa bir sürede kışa dönüşmüştür. Batılı emperyal devletlerin Suriye’deki halk katliamını ancak Türkiye
durdurabilir tarzındaki pohpohlamaları da buna
ilave edilince, iki ülke arasında savaş çıktı çıkacak noktasına gelmiştir. Aynı şekilde İran’ın
ve Hizbullah’ın (buna Irak’ın Malik’i hükümetini
de ilave etmek gerek) Suriye’ye her halükarda
destek vaadleri ve Rusya ile Çin’in de Suriye’ye
yapılacak müdahaleye karşıyız tarzı açıklamaları Suriye’yi daha da pervasızca davranmaya
itmiştir. Dolayısıyla bir taraftan Suriye ve onu
destekleyen İran, Hizbullah, Rusya ve Çin var,
diğer taraftan ise Arap Birliği ve Türkiye cephesini destekleyen ABD, Fransa ve İngiltere bulunmaktadır. İran, Suriye’nin bu haliyle devam
etmesini kendisi için stratejik olarak çok önemli
görmektedir. Çünkü Suriye’de bir rejim değişikliği, hem kendisi, hem de Hizbullah açısından
çemberin daha da daralacağı anlamına gelecektir. Rusya açısından ise, Suriye ile baba Esad
döneminden beri devem ede gelen siyasi, askeri ve ekonomik ilişkileri bulunmaktadır. Hatta
Rusya’nın Akdeniz’e açılan tek kapısı Suriye’deki
Tartus limanıdır. Aynı şekilde Çin’in de Akdeniz’e
açılan tek kapısı Suriye’dir. Ayrıca Çin’in son yıllarda Suriye ile geliştirdiği ilişkiler neticesinde
rafineri kurmak dahil ekonomik anlamda birçok
anlaşma imzalanmıştır. Gerçi bu iki ülkenin de,
bu menfaatleri Baas rejiminden sonra da sağlanacağı taahhüt edildiği takdirde Suriye’ye verdikleri destekten vazgeçeceklerine kesin gözüyle
bakılmaktadır. Nitekim İran’ın nükleer enerji konusunda da bu iki ülke daha sonra ikna edilmişti.
Türkiye’nin içinde bulunduğu cepheye gelince, bir kere Arap Birliği’ne mensup ülkeler; Suud,
Kuveyt, Yemen, Umman, Katar ve diğerleri her
biri ya diktatörlükle ya da krallıkla idare edilen
ülkelerdir. Yani her biri, en az Suriye yönetimi
kadar kendi halkına zulmeden totaliter ve baskıcı yönetimlerdir. Hepse de ya ABD ve dolayısıyla Batı’nın, ya da Rusya’nın kuklası konumunda
olan yöneticiler tarafından idare edilmektedir.
ABD, Fransa ve İngiltere ise, zaten bölgenin bu
7
GENÇ BİRİKİM
halde diktatörlüklerle yönetilmesinin tek müsebbibi olan emperyal ülkelerdir. Birinci Dünya
Savaşı’ndan sonra bölgenin bu şekilde parçalanarak şekillenmesi, bu emperyal ülkelerin uyguladıkları politikalar sonucunda gerçekleşmiştir.
ABD ise bölgede meydana gelen her olumsuzluğun müsebbibidir. Siyonist İsrail’i ve bölgenin
diğer despotik yönetimlerin desteklemekte ve Afganistan, Irak işgalinde yüzbinlerce masum insanın katlinden sorumludur. Eğer bu ülkeler, bugün,
Esad diktatörlüğüne karşı çıkıyor görünüyorlarsa, aslında bu Suriye halkını düşündüklerinden
dolayı değil, yine kendi kontrollerinde daha ılımlı
bir yönetimin işbaşına gelme istekleridir. Şayet
Esad rejimi bu güvenceyi verirse bu ülkeler, Esad
rejimine karşı takındıkları bugünkü tavırlarından
hemen vazgeçecekleri muhakkaktır.
Aslında Türkiye de, bu emperyal politikalar
neticesinde kurulmuş bir ulus devlettir. Başlangıçta ve halen, Batı güdümünde otoriter ve askeri vesayete dayanan bir yönetim söz konusudur. Bu yönetim, zaman zaman uyguladığı baskı
politikalarını yumuşatsa da, aslında bunun geçici
olduğu unutulmamalıdır. Köprülerin altında çok
sular geçti denebilir. Ancak, Batılıların ve özellikle de ABD’nin üsleri Türkiye topraklarından sökülüp atılmadan, hiç kimse Türkiye’nin bağımsız
olduğunu ve bağımsız politikalar ürettiğini iddia
edemez. Dolayısıyla bugün, Suriye’ye karşı geliştirilen politikaları da bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Türkiye, Suriye’deki katliamları, bütün sıkıntılarına rağmen ancak bölge ülkeleriyle oluşturacağı ortak politikalarla durdurabilirdi. Türkiye,
bunu yapar gibi göründü; ama yapmadı. Batılıların da pohpohlamasıyla yalnız başına Suriye’yi
durdurabileceğini zannetti, ancak buna gücünün
yetmeyeceğini çok geç anladı. Bu arada Suriye’ye
ilave olarak İran, Hizbullah ve Rusya ile de bazı
sıkıntılar yaşamaya başlandı. Türkiye, sıfır sorun
politikasından, komşularıyla tekrar çatışmacı bir
politikaya doğru evrildi. Oysa Türkiye dış politikasını, sadece komşularıyla değil bütün bölge
ülkeleriyle yumuşak ve çatışmasız bir politika
üzerine bina etmişti. Ancak bugün gelinen noktada, Suriye, İran, Irak, Rusya ve Hizbullah’ın
kontrolündeki Lübnan dâhil neredeyse ilişkileri
bozulmayan ülke kalmamış gibidir. Neden böyle
oldu? Bu nedenleri şöyle sıralamak mümkündür:
8
1-Türkiye, Batı’nın özellikle de ABD’nin baskısıyla Füze Kalkanı’nı İran ve Rusya sınırına yakın bir bölgeye kurmayı kabul etmesi, İran ve
Rusya ile ilişkilerin bozulmasına neden olmuştur.
Bu durum, Suriye ile olan ilişkileri de menfi yönden etkilemiştir. Füze Kalkanı, bölgede Siyonist
İsrail’in ve dolayısıyla Batılı ülkelerin menfaatinin dışında Türkiye dâhil hiçbir bölge ülkesinin
menfaatine değildir.
2- Başbakan Erdoğan, Suriye bizim iç meselemizdir ve sabrımız tükenmektedir tarzındaki
açıklamaları, ilişkilerin bozulmasında atılan diğer bir adım olmuştur. Türkiye laik ve ırk esasına
göre kurulmuş bir devlettir. Dolayısıyla, Suriye
ile uzun sınırından ya da tarihi geçmişinden dolayı Suriye’yi bir iç mesele olarak değerlendiremez. Çünkü Suriye ve Türkiye -şeklen de olsabağımsız ve ayrı devletlerdir. İç meselemizdir
sözü, iç işlerine müdahale anlamına gelir. Kaldı
ki, Erdoğan’ın bu sözünün üzerine şu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen Suriye’de olaylar
durmamış, bilakis artarak devam etmektedir.
3- Türkiye’nin, bölge halkları nezdinde itibarı,
Erdoğan’ın Davos konuşması ve Mavi Marmara
gemisi dolayısıyla bir hayli yükselmiştir. Siyonist
İsrail’le ikili ilişkilerin Maslahatgüzarlık seviyesine düşürülmüş olması, Türkiye’nin itibarını daha
da arttırmıştır. Ancak, Mısır’da, Batılı emperyal
devletlere hoş görünme adına bölge ülkelerine
laiklik ve demokrasiyi önermesi, bölge halkları
nezdinde soğuk bir duşa neden olmuştur.
4- Batılı emperyal devletler, Türkiye’yi pohpohlayarak Suriye’ye müdahaleye ya da insani
koridor açmaya zorlamaktadır. Türkiye, şayet bu
dolduruşa gelirse, bu bölgede halklar arasındaki düşmanlık bir yüzyıl daha devam eder. Ayrıca
Türkiye, bu bataklıktan da asla çıkamaz ve bütün bölge bir kan gölüne dönebilir.
5- Suriye ile muhalefetin bir araya gelmesi,
diyalog kurulması çok zordur. Ancak buna rağmen Türkiye, İran, Rusya ve Hizbullah dâhil bölgenin diğer ülkeleriyle bu yangını söndürmek
için ciddi, güvenilir ve komşuluk ilişkilerine yakışır adımlar atmalıdır. Bunun için de Türkiye’nin,
bölge ülkeleri nezdinde Batılıların ileri karakolu
görünümünden mutlaka kurtulması gerekir. Bu
nedenle, Füze Kalkanı dâhil diğer ikili ilişkilerini
bu çerçevede yeniden gözden geçirmelidir.
6- Suriye rejimi ve benzeri diğer ülke rejimlerinin bir gün dahi devam etmesi, en hafifinden
ölümüne direnen bu halk ayaklanmalarına bir
saygısızlıktır. Ancak, Türkiye’nin Batılı emperyal devletlerin pohpohlamasıyla ya da onların
yedeğinde bir işgal veya müdahale girişiminde
bulunması, aynı şekilde bu ayaklanmalara bir
saygısızlık olacaktır. Netice olarak Türtkiye’nin
mutlaka bölge ülkeleriyle ve bütün baskılara
rağmen halen faaliyet gösterebilen ve halkın genel kabulünü kazanmış İslami örgütlerle işbirliği
yaparak bu yangını söndürmeye çalışmalıdır.
ARALIK 2011 / Sayı 151
Arap Baharı Sürecinde
İran ve Türkiye
Süleyman ARSLANTAŞ
[email protected]
A
rap Baharı denilen süreç Suriye’de kilitlendi. Bu süreç ne kadar sürecek,
bu kilidi kim açacak, açıldıktan sonra
ortaya ne çıkacak? Keza Suriye’nin de emsalleri
gibi bertaraf edilmesinden sonra, İran’ın bölgesel konumu ne olacak, Hizbullah bu güne kadar
elde etmiş olduğu İsrail karşıtı duruş ve başta
Lübnan halkı olmak üzere Filistin’e karşı gösterdiği duyarlı tutumu nedeniyle elde ettiği tahtını
koruyabilecek mi? Arap Baharı sürecinde adeta
bir eksen görünümünde olan İran-Irak-SuriyeHizbullah dörtlüsünün Irak kanadı ne yapacak,
Amerika sonrası Irak yönetimini neler bekliyor,
asırlar sonrası Irak iktidarında dolaylı da olsa söz
sahibi olan Şiiler huzurlu olabilecekler mi?
Devrimin başından beri İran’a karşı ciddi hiçbir problem çıkarmamış olan Türkiye, özellikle
son yıllarda İran’ın nükleer enerji çalışması nedeniyle gerek UEAK’nın ve gerekse Amerika,
AB ve İsrail’in gösterdiği saldırgan politikalarına
karşı neredeyse tek başına mücadele etmiştir.
NATO üyesi bir ülke olmasına rağmen NATO’nun
patronu ABD ve onun lideri ile de karşı karşıya
gelmekten kaçınmamıştır. Bilhassa BM’de İran’a
karşı başlatılan her yaptırım hamlelerinde İran’ın
yanında yer alan Türkiye, ABD’nin suçlamalarına
karşın; ‘Öncelikle siz İsrail’in nükleer silahlarını ortadan kaldırın.’ diyebilen bir ülke iken, İran
Türkiye’nin bu yaklaşımlarına nasıl cevap veriyor?
İran’ın siyasi ve bürokratik yetkilileri ile İran
medyasının Türkiye’nin dostane yaklaşımlarına,
desteklerine verdikleri cevaplar aşağı yukarı biliniyor. Mesela bunlardan bir tanesi; Başbakan
Tayyip Erdoğan’ın; ‘Osmanlı hayalleri’ kurması
şeklinde. Bir diğeri İran Hava Kuvvetleri komutanı General Hacızade’nin NATO konsepti kapsamında Türkiye’nin Malatya ili Kürecik mevkiine
yerleştirilecek olan ‘Füze Kalkanı Projesi’ nedeni
ile yapmış olduğu tehdit konuşması..
Devrimin üzerinden 32 yıl geçti. Bu 32 yılda
eğer Türkiye devlet refleksi ile değil de, rejim
refleksi ile hareket etmiş olsaydı en azından 8
yıl süren İran-Irak savaşı sürecinde İran’a, devrime, rejime çok önemli zayiat verirdi-verdirirdi.
Türkiye’nin İsrail ile en sıkı-fıkı olduğu 28 Şubat
sürecinde ve yine ‘İsrail-Türkiye askeri eğitim
ve işbirliği anlaşmasının imzalandığı (24 Şubat 1996) dönemde bile hem İsrail’e karşı hem
de diğer İran düşmanlarına karşı ‘dik’ durduğu
bilinmektedir. Bazılarınız; ‘bu nasıl dik duruş,
Sincan’daki Kudüs gecesi nedeniyle yapılanları
unuttuk mu?’ diyor olabilir. Doğru, unutmadık.
Ama bu olayın bile etkisi kesinlikle İran’a zarar
verici, İran’ı dışlayıcı bir boyuta taşınmadı. Sonuç itibarı ile o süreç rejim refleksi önde olan
askeri bürokrasinin, yargı ve idari bürokrasinin
bazı önde gelenlerinin ve yine bunlara meydan
sazı çalan emperyal güç odaklarının yerli sözcüsü bir kısım medya ve mensuplarının marifeti
ile ortaya çıkan bir süreçti.. Arızi bir süreçti ve
geçti-gitti. Üstelik sürecin failleri de gitti.
Biliyoruz İran’ın Osmanlı’nın en güçlü olduğu
dönemden beri bir Osmanlı takıntısı var. Bilhassa Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra hedefin
Roma İmparatorluğu olduğunun anlaşılması ile
birlikte tarihin neler kaydettiğini biliyoruz. Keza
Sofi Beyazıd’ın 25 yıllık iktidarında AvrupalılarHaçlılar Cem Sultan’a oynadılar, bir kısım Müslüman kardeşlerimiz de İslam coğrafyasını karış-
9
GENÇ BİRİKİM
tırarak Fatih’in yarım kalan projesinin devamına
izin vermediler. Sonrası? Sonrası daha berbat!
Yavuz ve Kanuni ne zaman dedelerinin projesini
gerçekleştirmek için Batı’ya yönelseler Safevi ve
Sasani kardeşlerimiz her ikisinin de eteklerinden
çekerek Orta doğu’da kalmalarını sağladılar. Biliyorum bunları hatırlamanın da, hatırlatmanın da
hiçbir faydası yok ama gerek İran medyasının
ve gerekse Beşşar Esad’ın; Türkiye’nin, Türkiye
başbakanı Tayyip Erdoğan’ın ‘Osmanlı hayallerine dalması..’ Şeklindeki suçlamaları ister-istemez tarihi biraz hatırlamamızı beraberinde
getirdi. Oysa İran’ın da Türkiye’nin de bugüne
ve geleceğe bakarak dostlukları pekiştirme günü
değil mi?
10
Osmanlı Orta doğu’yu 400 yıl idare etti.
(1517–1917) Osmanlı yönetiminde Osmanlı hiçbir gün İslam coğrafyasının önemli bir parçası
olan Orta doğu’nun Müslüman ahalisine en ufak
zulüm yapmadı. Yediğinden yedirdi, giydiğinden
giydirdi. Anadolu’nun kaderi ile Orta doğu halklarının kaderini bir gördü ve yıkılıncaya kadar da
adı geçen coğrafyadan ve halkların üzerinden
elini çekmedi. Girdiği hiçbir yere emperyal arzularla girmedi. Girdiği, etkin olduğu her yere gücü
nispetinde hizmet götürdü. Balkanlar, Kafkaslar,
Orta doğu bunun örnekleri ile dolu. Bütün bu tarihi vakıalar ortada iken; niçin İran ve Suriye Osmanlı karşıtlığında birleşiyor, neden mevcut TC.
Hükümetinin Osmanlıyı hatırlatmasından rahat-
sızlık duyuyorlar? Bilhassa İran asırların devlet
birikimi olan bir ülke olarak bölgede halkı Müslüman olan keza yönetim biçimi İslam olmasa
da komşuları ile dostluk ve dayanışma ilkesini
öne çıkartan Türkiye’den niçin rahatsızlık duyuyor? Suriye’deki Baas rejimini, Nusayri azınlığının Esad iktidarını anlıyorum, onların düşmanlık
nedenini de anlıyorum. Ama insafla yaklaşalım,
İran ve Suriye aynı kefede tartılacak iki ülke değil. İran ve Suriye mukayese bile edilmez. İslam
adına inkilab yapmış, binlerce şehit vermiş bir
İran, 55 yıldan bu yana halkına ve halkının değerlerine, İslam’a düşman olan Nusayri iktidarı
ile Baas ideolojisi ile bir olabilir mi?
Beşşar Esad diyor ki: “Bu başkaldırı Arap milliyetçiliğine karşı İslamcıların bir başkaldırısıdır,
bunlarla sonuna kadar savaşacağım.” TC. Başbakanı Tayyip Erdoğan da diyor ki: “Ölünceye
kadar savaşacağını beyan ettiğin kimler? Kendi halkın değil mi? Kendi halkına karşı ölünceye
kadar savaşacağına; 44 yıldır İsrail’in elinden
kurtaramadığın Golan tepelerini kurtarmak için
savaşsaydın ya!”
Peki, İran ne diyor? İran’ın özellikle hükümete
yakın olan medyası Esad’ı olabildiğince destekliyor. Nitekim İran’ın önde gelen gazetelerinden
Keyhan 27 Kasım’daki nüshasında; Esad’ın ‘Arap
liderleri şimdi Şam’a özür dilemeye geliyorlar’
şeklindeki sözlerini manşete çekerek stratejik
gerekçenin de ötesinde tam bir gönüllü destek
ARALIK 2011 / Sayı 151
getirdiği stratejik nedenlerden dolayı da Suriye
Bu günkü İran yönetiminin,
ile olan ittifaktan bahisle;
İran medyasının her gün onlarca
Esad rejimine karşı başArap
birliğinin
latılacak olan bir harekeMüslüman’ı katleden, İslamcıSuriye’ye yönelik yaptıte destek olamayacağını
lara karşı Arap milliyetçiliği refrım kararı alma görüşve böyle bir hareketin
melerinde Türkiye adına
leksi ile sonuna kadar mücadele
ertelenmesinin
uygun
Dış İşleri Bakanı Davuedeceğini deklare eden Beşşar
olacağını ifade etmişti.
toğlu da oturumlara kaO gün merhum İmam’ın
Esad rejimine arka çıkmanın,
tıldı. Yaptırım maddebu yaklaşımı fevkalade
leri ortaya konulurken
destek olmanın hiçbir stratejik
doğru idi. Ama bu günDavutoğlu’nun
bilhassa
nedeni olamaz. Şunu söyleyebikü
İran
yönetiminin,
alınacak kararlardan Suİran medyasının her gün
lirsiniz: Mevcut Şam yönetimi
riye halkının hiçbir şekilonlarca Müslüman’ı katHizbullah ve Hamas’a önemli
de zarar görmemesi için
leden, İslamcılara karşı
yaptığı uyarılar fevkalade
yardımlarda bulunuyor. Bu yöArap milliyetçiliği reflekönemli ve nitekim Arap
netim giderse İsrail’i frenleyen
si ile sonuna kadar müBirliği’nden çıkan kararda
cadele edeceğini deklare
Hizbullah
çöker,
Hamas
hamisiz
da Suriye halkının günlük
eden Beşşar Esad rejimikalır.. Hayır. Nusayri iktidarıihtiyaçlarını zora sokacak
ne arka çıkmanın, destek
hiçbir karar çıkmamışnın alternatifi İslami duyarlılığı
olmanın hiçbir stratejik
tır. Zira Türkiye, Suriye
olan Müslümanlar ve bu Müslünedeni olamaz. Şunu
halkı ile Anadolu halkını
söyleyebilirsiniz: Mevcut
manlar
kesinlikle
Esad
rejiminayrı görmüyor. Daha dün
Şam yönetimi Hizbullah
den çok daha tutarlı bir şekilde
değil miydi İstanbul’un
ve Hamas’a önemli yarkaderi ile Şam’ın kadeHamas’ın da, Hizbullah’ın da
dımlarda bulunuyor. Bu
ri bir, Halep’in kaderi ile
elinden tutar, bundan kimsenin
yönetim giderse İsrail’i
Gaziantep’in kaderi bir
frenleyen Hizbullah çöşüphesi
olmasın.
diyen,
Türkiye’nin
ve
ker, Hamas hamisiz kaSuriye’nin yetkilileri değil
lır.. Hayır. Nusayri iktimiydi?
darının alternatifi İslami
Maraş 1919’da Fransızlar tarafından işgal
duyarlılığı olan Müslümanlar ve bu Müslümanlar
edildiğinde, işgalci Fransız general ve kurmaykesinlikle Esad rejiminden çok daha tutarlı bir
larını karşılamak için Maraş’ın yerlisi Ermeniler
şekilde Hamas’ın da, Hizbullah’ın da elinden tuAbdal Halil Ağa’ya gelirler ve derler ki: ‘Fransıztar, bundan kimsenin şüphesi olmasın.
lar geliyor onları karşılamak için davulcu-zurnacı
Aslında ‘Arap Baharı’ fırtınasının tusunami’ye
ekibini topla.. ‘Fakat Abdal Halil bunu reddeder.
dönüştüğü bu günlerde İran ve Arabistan ciddi
Çeşitli vaad ve tekliflere rağmen Halil Ağa, Erşekilde panikliyorlar. Özellikle İran tıpkı devrimeni Hırlakyan’a olumlu cevap vermez. Hırlakmin ilk aylarında olduğu gibi çeşitli ataklar yayan bunun üzerine Halil Ağa’ya der ki: ‘Bre Abdal
parak içeride kenetlenmeyi hedefliyor gibi.. HaHalil! Başın mı büyüdü, ne diye teklifimi kabul
tırlarsanız 4 Kasım 1979’da Amerika’nın Tahran
etmiyorsun?’ ve Halil Ağa cevap verir: ‘Efendi!
Büyükelçiliği İran’lı öğrenciler tarafından işgal
Bu din bahsidir teklifini kabul edemem.’
edilmişti ve bu işgal 444 gün sürdü. O dönemin
Şimdi düşünüyorum Esad rejiminin alternatifi
Amerikan Başkanı Carter’ın başını yedi. Ve daŞii olmasa da Sünni olan ve Müslüman kimliklehası devrimden sonra İran yönetiminin kendileri ile bilinen İHVAN olacak. Dilim varmıyor ama
rine teslim edildiği Mehdi Bazergan, Beni Sadr,
yoksa Sünni İslami yaklaşımı önemli ölçüde sağKutbizade, Ali Rıza Nobari gibi demokrat ya da
lıklı olan İHVAN’a karşı Şii–Nusayri dayanışmasosyal demokrat olan kabine üyeleri ve yöneticisı mı var? Bunu asla düşünmek istemem. Zira
ler bu işgale karşı gösterdikleri refleksler nedeİran’daki o şanlı devrimin büyük önderi İmam
niyle tasfiye edildiler. Kutbizade Amerika ile işHumeyni: ‘Şiilik de yok, Sünnilik de yok ancak
birliği yaptığı gerekçesi ile idam edildi. Ama İran
İslam var.’ Ve yine ‘Tevhid’de vahdet’ onun en
bu işgalle birlikte içeride sıkı sıkıya kenetlendi
büyük şiarı ve çabası idi. Keza 1982’de Hama
ve ardından 23 Eylül 1980’de başlayan İran-Irak
katliamı öncesi kendisini ziyarete gelen İHVAN
Savaşını bu kenetlenmeyle göğüsledi. İç çatışönderlerinin temsilcilerine İran-Irak savaşı, onun
malar, dış düşman olgusu öne çıkartılarak önlenortaya koyuyor. (Selahaddin Eş / secakirgil@
yahoo.com.28.11.2011)
11
GENÇ BİRİKİM
di. Bu gün de İran’ın iç dünyası sağlıklı gözükmüyor. Zira 2009 seçimlerinden bu yana kimin
yönetimde söz sahibi olacağından çok, kim, ne
ile hükmedecek sorusu öne çıkmıştır. Amerika
ve benzeri ülkeler tıpkı Arap Baharı’na muhatap
olan ülkelerde olduğu gibi İran’da da Batı’nın kokuşmuş değerlerinin egemen olmasını istiyorlar.
Yani yönetimin ve yöneticilerin bütüncül İslam
yerine ılımlı, bireysel boyutlu, hümanist görünümlü bir İslam anlayışının ve keza demokrat
Müslümanların olmasını istiyorlar. Zaten Amerika devrimin başından beri bu arzusunu hiç saklamadı ki!
12
İran’ın mevcut yönetim kadrosu ve rehberiyet
makamı bunları gayet iyi biliyor. Ve onlar bir şeyi
de gayet iyi biliyorlar; yönetiminden sorumlu oldukları İran halkının önemli bir kısmının (Azeriler, Beluciler, Araplar ve Kürtler başta olmak
üzere) mevcut yönetimden rahatsız olduklarını.
Ve yine mevcut yönetimin önde gelenleri rehbere yakın olan Cennetî–Şahrutî gibi Ayetullahlar
da biliyorlar ki; kendilerinin dinin değişebilirlerini
de adeta değişmezlerden addetmeleri nedeniyle
Kum başta olmak üzere çeşitli yerlerdeki ruhaniler, kanaat önderleri, Siyasiler ve Üniversite
camiası bu durumdan oldukça rahatsız. Allah
rahmet etsin İmam Humeyni Allah’ın kitabı ve
Resulü’nün (a.s) sünnetini geleneksel Şia fıkhının üzerinde görüyor ve bu yüzden de mezhepleri yok sayarak İslam’a vurgu yapıyordu. Ne var
ki bugün İran yönetiminin zihin dokusunda Şia
bir din’dir ve her şeyin belirleyicisi Şia söylemleri ve kaynaklarıdır. Bugün için İran ekonomik,
siyasi ve dini anlayış ve uygulamalarından dolayı
yeni bir iç çatışma ve sıkıntısının içerisindedir. Bu
yüzden de oluşturmuş oldukları İran-Irak-Suriye-Hizbullah ekseninde olağan olmayan ataklar
yapıyorlar. Mesela son İngiltere Büyükelçiliğinin
işgali. Ne ile izah edeceksiniz bunu? Dün, devrimin ilk aylarında Amerikan elçiliğinin işgalinin
bir anlamı vardı. Ama bu gün İngiltere elçiliğinin
işgalinin bir anlamı var mı? Yine Irak’taki Şii yönetimle Suriye’deki Esad rejimine karşı başlatılan mücadelede birlikte hareket etmelerini nasıl
izah edeceğiz? Türkiye’nin en azından mevcut
AK Parti iktidarı boyunca uluslararası her platformda İran’a arka çıkmasına rağmen Türkiye
karşıtı söylem ve eylemlerin bir anlamı var mı?
Ya da TC. Başbakanı’na: ‘İkinci bir Kerbela istemiyoruz.’ Demenin bir mantığı var mı? Allah’tan
TC. Başbakanı daha akl-ı selim davranarak: ‘Merak etmeyin, hiçbir zaman ikinci Kerbela faciası yaşatılmaz, buna izin vermeyiz ama ikinci bir
HAMA katliamına da müsaade etmeyiz.’ Diyerek
olaylara yaklaşımdaki İran-Türkiye farkını net bir
şekilde ortaya koymuştur.
31 Aralık 2011 Amerika’nın Irak’ta bulunan
lojistik ve karargâh hizmeti gören 32 bin askerinin Irak’ı terk ediş tarihidir. Şimdi soru şu,
Amerika’nın terk ettiği bir Irak’ta İran yanlısı
Şii bir yönetim nasıl bir tutum ortaya koyacak.
Ve yine Amerika’nın tasvip ve isteği ile işbaşında bulunan Şii Nuri el-Maliki İran’la Amerika’ya
rağmen mi işbirliğini sürdürüyor, yoksa onların
bilgisi dâhilinde mi? Eğer bilgisi dâhilindeyse
zımnen İran’ın ve Irak’ın Suriye politikaları biraz daha farklı anlaşılmaya müsait hale gelmiyor mu? Arap Baharı’nın etkili olduğu ülkelerdeki Amerika ve NATO destekli operasyonların
Suriye’de olmamasının bu düşündüklerimizle
ilgisi var mı? İsrail’in İhvan korkusu İran-İsrail
ilgi ya da ilgisizliklerini nasıl etkiliyor? Ortadoğu
için öngörülen ve San-Remo haritasının değişimini içeren yeni harita taslakları İran’a, Irak’a,
Suriye’ye ve en önemlisi de Ürdün’e ne getirecek–ne götürecek?
Sonuç olarak şunu ifade edebilirim ki; Arap
Baharı çerçevesinde bölgemiz için bu günler iyi
günler. Gelecek günler ve aylar daha kaotik ve
sıkıntılı olacağa benziyor. Suriye fazla uzak olmayan bir gelecekte değişecek, rejim çökecek.
Amerika’nın ve İsrail’in ideolojik olarak fazla bir
endişesi yok. Zira Arap Baharı’na muhatap olan
ülkelerin rejimlerinin alternatifi İSLAM değil,
Müslümanlar!
Alternatif olan Müslümanlar ise Allah’ın şu
hükmünü ne kadar tefekkür ediyorlar bilemiyorum: “Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidar sahibi kılarsak, dosdoğru namazı
kılarlar, zekâtı verirler, mârufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah’a
aittir.” (Hac/41)
ARALIK 2011 / Sayı 151
Yoksul Ülkelerden
Toprak “Araklanıyor”
Aktaran: Celal SANCAR
[email protected]
2
27 milyon hektarlık arazi emperyalist
ülkelere satıldı. Dev arazilerdeki yerli halk yerlerinden sürülüyor. Tapusuz
halk, hak da iddia edemiyor. İşte tarım emperyalizmi.
2001 yılından bu yana sanayileşmiş ve kalkınmanın eşiğindeki ülkeler, geri bırakılmış
ülkelerde yaklaşık 227 milyon hektarlık arazi
satın aldı. Buralarda üretilen gıda maddeleri, sadece yatırımı yapan ülkeye ihraç ediliyor,
dev arazilerdeki yerli halk yerlerinden sürülüyor, tapusuz halk, bir hak da iddia edemiyor.
Gelişmekte olan ülkelerde ekilebilir nitelikteki
arazileri satın alan uluslararası şirketlerin ve ülkelerin sayısı artıyor.
BM de küçük çiftçileri zor duruma düşüren
“toprak araklama”ya karşı yasal önlem almak
istiyor. Dünya ekonomisinde söz sahibi olan
ülkelerin gözü, büyük tarım arazilerinde. Mali
açıdan güçlü, kalabalık nüfusa sahip, ancak su
kaynakları veya tarım arazileri açısından yoksul
olan ülkeler, fakir ve gelişmekte olan ülkelerde
hızla toprağa yatırım yapıyor. İleride çıkabilecek bir kıtlık veya gıda mahsulleri fiyatlarındaki
artışlara karşı korunmak amacıyla uluslararası dev şirketler ve ülkeler tarafından fakir ve
kalkınmakta olan ülkelerde yapılan toprak satın alımlarına İngilizce’de “land grabbing” yani
“toprak koparma” veya “toprak araklama” adı
veriliyor.
Oxfam gibi yardım örgütleri bu uygulamanın açlık ve yoksulluğu artırdığına dikkat çekiyor. BM Gıda ve Tarım Örgütü kapsamında ise
gelişmekte olan ülkelerde halkın geçimini teh-
dit eden bu alımlara karşı ne gibi önlemler alınabileceği tartışılıyor.
Halk yerinden sürülüyor
Çin, Güney Kore, Körfez ülkeleri ya da Hindistan gibi ülkelerden kamu yatırımcıları ya da
özel şirketler, gelişmekte olan ülkelerde satın
alma ya da kira anlaşmalarıyla dev tarım arazilerini kendine bağlıyor. Buralarda üretilen gıda
maddeleri, sadece yatırımı yapan ülkeye ihraç
ediliyor. Dev arazilerde yerli halk yerlerinden
sürülüyor, en büyük zararı fakir ve kalkınmakta
olan ülkelerdeki halk görüyor.
Yardım örgütü Oxfam’ın Almanya temsilciliğinden Marita Wiggerthale, kuşaklar boyu
aynı aile tarafından ekilen, ancak tapuda kaydı olmayan bir arazinin günün birinde yabancı
bir şirkete geçebildiğine dikkat çekiyor. Wiggerthale, “Bu vakalarda çoğunlukla toprakları
kullanma hakkı çiğneniyor, tarım yapan aileler
yerlerinden sürülüyor ve sonuçta tüm geçim
kaynakları ellerinden gidiyor” diyor. Böylelikle
savaş ya da kıtlık olmamasına rağmen yoksulluk ve açlık da artıyor.
Oxfam, Uganda’da bu tür bir vakayı belgelemiş. İngiliz bir yatırımcının Ugandalı yetkililer
ile yaptığı anlaşma yüzünden, dev bir çam ve
okaliptüs plantasyonuna yer açmak için 22 bin
500 kişi, yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda
kalmış. Bu çiftçilere ne önceden sorulmuş, ne
haber verilmiş, ne de tazminat ödenmiş.
Alman Federal Tarım ve Tüketiciyi Koruma
Bakanı Ilse Aigner, son yıllarda fakir ve gelişmekte olan ülkelerde 50 ila 80 milyon hektar
13
GENÇ BİRİKİM
toprak satıldığını belirtiyor, ancak yine de gıda
üretimi alanında özel yatırımın önemine dikkat
çekiyor. “Prensipte ziraat alanındaki özel yatırımcılara tamamıyla kötü gözle bakmamak gerek” diyen Aigner, “Ancak bu yatırımların, bölge
halkının da kârına olması gerek. İşin zor tarafı
da bu” şeklinde konuşuyor.
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü, hükümetler ve sivil toplum örgütleriyle birlikte bu
sorunu çözmek için uluslararası bir düzenleme
üzerinde çalışıyor. İtalya’nın başkenti Roma’da
bu amaçla yapılan görüşmelere katılan Alman
Bakan Aigner, “En önemlisi, toprak alımının
yapıldığı ülkelerdeki hükümetlerin yatırımların
ülkedeki ziraatın geliştirilmesi için kullanılması
yönünde bilinçlenmesi ve halkın yaşadığı, ekim
yaptığı toprakları terk etmek zorunda kalmaması ya da en azından bu ticaretten kârlı çıkması” dedi. Bu arazilerin satışı çoğunlukla gizli
yapıldığından boyutu ile ilgili kesin rakamlar
verilemiyor. Oxfam yardım örgütünün tahminlerine göre, 2001 yılından bu yana sanayileşmiş
ve kalkınmanın eşiğindeki ülkeler, kalkınmakta olan ülkelerde yaklaşık 227 milyon hektarlık
arazi satın aldı. Bu neredeyse Batı Avrupa büyüklüğünde bir alana denk geliyor.
14
Yardım örgütleri, bu yatırımların bölge halkına çoğu zaman pek bir yarar sağlamadığını
ortaya çıkarmış. Oxfam yardım örgütünden
Wiggerthale, “Verilen istihdam sözü tutulmuyor. Ayrıca yatırımın hacmi de başta vaat edildiği oranda olmuyor. İçi boş sözler bunlar. Araziler, karşılığında pek bir şey yapılmasına gerek
kalmadan ucuza satın alınıyor” diyor. Roma’da
yapılan görüşmeler şimdilik bir sonuç vermedi.
Geniş arazilerin satışı sırasında kullanıcıların ve
bölge halkının haklarının nasıl korunacağı konusunda gelecek yılın başında BM Gıda ve Tarım
Örgütü kapsamında, uluslararası bir düzenleme
için yeni görüşmelerin yapılacağı belirtiliyor.
Afrika’yı aç bırakan
‘Tarım Emperyalizmi’
Nasıl oluyor da Etiyopya, çok geniş tarım
arazilerine sahip olmasına karşın, kıtlık sorunu yaşıyor? Mısır ve tahıl ekili hektarlarca genişlikteki tarım alanları yemyeşil bir manzara
oluşturuyor. Bu ekili alanlar, ne Avrupa’da ne
de Amerika Birleşik Devletleri’nin batısında yer
alıyor. Tarlalar, çok sayıda insanın kıtlıkla karşı
karşıya olduğu Etiyopya’da bulunuyor. Ülkede
tarım yapılabilecek yeterli arazi olmasına rağmen, insanlar açlık çekiyor. Bu tarlalar ise yabancı yatırımcılar tarafından satın alınarak veya
kiralanarak, endüstriyel tarım için kullanılıyor.
Bu, uzmanlar tarafından “tarım emperyalizmi”
olarak adlandırılıyor. (Turquie Diplomatiquie
Dergisi/ http://trdiplo.com/Haber1.html /02
Aralık 2011)
ARALIK 2011 / Sayı 151
Bir Proje Olarak Değişim
Hayriye BİCAN
M
ihverini kaybetmiş bir dünyada yasini. Bu yanlış algı dünyasında, yaratılışındaki
şıyoruz. Çünkü bu dünyanın yaşam
öze sadık kalmayan insanoğlu yaratılış hakikaiçin ortaya koyduğu net ilkeleri yok.
tinden kopmuştur. Bu durumun doğal sonucu
Değerler skalası gittikçe zayıflıyor, hatta dibe
olarak insan huzursuzluk limanlarına sürüklenmiştir. Sanallığın ve görselliğin nam saldığı
vurma anları yaşanıyor. Aklıselime karşı çıkıyaşantılar, insanı mekanikleştirdi. Kalbi sökülen
larak, fıtrata savaş açılıyor. Normal olandan,
insana tenekeden mamul kalpler monte edildi.
özden uzaklaşan insan bu yeni kaotik duruma
Hayata madde hâkim oldukça mana daraldı ve
“değişim” diyor. Modernlik ambalajıyla servis
azaldı, bileşik kaplar misali.
edilen her şey sorgusuz kabul görüyor. Yenilik ve değişim adı altınToplumdaki emperyada toplumda derin yaralist, kapitalist yapılanma
lar açılıyor. Seküler hayat
projeleri sebebiyle insaModern dünya egemenleri,
tarzları dayatılarak insan,
noğlu krizler yaşamakgüç ve iktidarlarını devam
yaratıcısına, kâinata ve
tadır. Modernizm’in krizi
kendisine
yabancılaştırıettirmek için her şey üzerinetkisinde kalan insan ahlıyor. Allah ile yakınlığını,
laken yok olmanın eşiğinde istedikleri gibi oynarlar.
tabiatla alâkasını koparan
dedir. Hızın ve hazzın liModernleşme, değişim ve geinsan sorumluluklarını ve
mitsizliğine rağmen insan,
lişim iddiasıyla her şeyi ifsat
varoluş amacını unutuyor.
yalnızlık bulvarlarında huFıtratı yıpratarak, kul olma
ederler. Normali bozup, anorzursuzluk
yudumlamakfikrini yitiren insan her
ta her adımında. Fizik ve
mali yenilik ve gelişmişlik
şeyi tanrılaştırarak hevasımetafizik arasındaki kuvolarak gerçeğin yerine ikame
nın ve nefsinin esiri oluyor.
vetli bağ göz ardı edilince,
etmeye çalışırlar. Çeşitli vaBöylece tüm bağlarından
daha doğrusu yok sayılınkopan insan çılgınca bir
sıtalarla insanın kimliği, kica fıtrat fireler vermeye
“özgürlük” projesinin pebaşlamıştır. Sanal yaşanşiliği, duygu ve düşünceleri
şinden sürükleniyor.
tıları patlatıp, fıtrat kodüzerinde etkin olurlar. İnsan
larına uygun gerçek haModern dünyanın çağruhunun yozlaşmasını, çölyat tarzlarına dönmeden
daş insanı, unutmanın
leşmesini ve bayağılaşmasını
de bu kaostan kurtulmak
pençesine düşerek bahtmümkün değildir.
isterler.
Çünkü
fıtratla
ilişkisızlığa duçar olmuştur. Mosi bozulan insan benliğinde
dernite rüzgârıyla savrulan
Fıtrattaki teoriyi pratize
insan
postmodernitenin
edemeyenler, sanal pratikarızalar ortaya çıkar.
belirsizlik ve kuralsızlıkteki teoriyi içselleştirerek
larında bulmuştur, kendipratize ediyorlar. Hedefin
15
GENÇ BİRİKİM
kaybolduğu, hayat felsefesinin bittiği anda taklit
ve yozlaşma başlıyor. Yaşama, hakikate dair ulvi
değerler katamayan, hakka doğru rota belirlemeyen insan çaresizdir, aslında. Yaşam hakkında doğru, gerçek, şaşmaz ilkeleri ancak insanı
yaratan Allah (c.c) koyar. Vahyin aydınlığında bir
yaşam programlayanlar, insan kalmanın koordinatlarını yakalarlar. Doğru olanla alâka kuramayanlar, yanlışa kayar ve yanlışları hayatın ilkeleri
sayar. Sonrasında yanlışın, yenilik ve değişim
olarak lanse edilmesi zor bir iş değildir. Elbette ki, yenilik ve değişim hayatın karşı konulmaz
gerçekliği. Ancak değişim/tağyir hakikatini doğru okumak lazım. Aksi durumda değişim, gelişmeden ziyade bozulmaya ve yozlaşmaya denk
düşer. Ne olursa olsun gelişim olsun diye sorumsuz bir gelişimci kompleks ise, toplumda tahrip
ve tahrif edici bir misyon yüklenir.
16
Modern dünya egemenleri, güç ve iktidarlarını devam ettirmek için her şey üzerinde
istedikleri gibi oynarlar. Modernleşme, değişim ve gelişim iddiasıyla her şeyi ifsat ederler.
Normali bozup, anormali yenilik ve gelişmişlik
olarak gerçeğin yerine ikame etmeye çalışırlar.
Çeşitli vasıtalarla insanın kimliği, kişiliği, duygu ve düşünceleri üzerinde etkin olurlar. İnsan
ruhunun yozlaşmasını, çölleşmesini ve bayağılaşmasını isterler. Çünkü fıtratla ilişkisi bozulan
insan benliğinde arızalar ortaya çıkar. Toplum
bünyesindeki hastalıklı durumlar, anormallikle-
rin yaygınlaşmasında müsait ortamlardır. Hiçbir şey, insan ruhuna, arızalı bir insan benliği
kadar zarar vermez. Çünkü insandan başka
hiçbir varlık bozma kabiliyetine bu denli sahip
değildir. Modernleşme krizi böyle bir bozulmayı
çabuklaştırır.
Demokrasi, özgürlük ve modernlik adına
Müslüman toplumlarda değişim projeleri servis
ediliyor. Değişim paketleriyle amaçlanan ise,
ana yapısı İslam üzere kurulan toplumun temel
değerleri sarsarak fıtri özelliklerde bozulmalara
yol açmaktır. Kâinatın ritmine kulak vermeden,
yaratılış ilkelerine riayet etmeden yapılan değişim planları fıtrat üzerinde derin yıkımlara yol
açar. Bu bağlamda son kertede üzerinde çalıştıkları proje kadın erkek kimliklerine yöneliktir.
Her boyutta kadın ve erkek kimliklerini azaltarak, rolleri karıştırarak cinsiyet farklılıklarını
deforme etmeye yöneliktir. Cinsiyet üzerine yapılan müdahaleler emperyal emellerin gerçekleşmesi ve sürdürülmesi için müsait vasatlar
oluşturur. Bu amacı güden Modernite de liberal
anlayışla hayata sınırsız bir özgürlük empozesi
yapmaktadır.
Modern hayat tarzı aileyi bir yük olarak görür. Ev hanımı olan, anne olan kadın reel bir
hizmet üretmediği gerekçesiyle atıl olmakla
suçlanır. Eş ve anne olan kadını kapitalist bir
bakışla değerlendirerek, üretici olmak adına
evin dışına çekmek için çalışırlar. Anneyi evin
ARALIK 2011 / Sayı 151
dışına atmak için bir kurumda işçi olarak çalışmayı her fırsatta teşvik ederler. Kadını ev dışında çalışmaya teşvik için, kreş ve çocuk yuvaları
özendirilir. Annelik aşağılanarak, anaokulu öğretmenliği, anneliğin önüne çıkarılır. Ev hanımlığına ve anneliğe hayır denilir. Ama çocukları
bakıcıya veya kreşe emanet etmek cazip gösterilir. Anneliğin bağlayıcılığına karşın kreşe emanetin özgürlüğü teşvik edilir.
Kapitalist sistem kadının iş gücünden yararlanmak için, çalışan kadını özgür ve bağımsız olarak lanse eder. Hâlbuki kapitalist düzene bağımlı kadın, fıtratına aykırı davranarak,
anne olmak gibi en temel duygularından uzak
kalır. Anne olmak en değerli hizmeti üretmek
demektir, aslında. Çünkü annelik, hayatı ilmek
ilmek sevgi ve şefkatle örmek demektir. Sabırla umutla bir hayatı kucaklayıp, yeşertmektir.
Hevanın esiri olmadan, fıtrat iksirini içen kadın
özgürlüğün ve bağımsızlığın ne olduğunu çok
iyi bilir. Bu sebeple, vahiyle çarpan kalbinin
ritmine kulak vererek, onu bozmadan sabırla,
azimle fıtratta kalmak için çalışır.
Kapitalizm, kadın ve erkeğiyle insanı geleneğin esaretinden kurtarmak gayesiyle, toplumu emellerine uygun değiştirip dönüştürmeyi
arzular. Bu bağlamda değişim ve yenilik maskesiyle, her boyutta sosyal yapıya müdahale
ederek ciddi yıkımlara sebep olur. Sivil toplum
kuruluşları, kadın dernekleri, televizyon dizileriyle dayatılan modern hayat tarzları değişimin en bariz yüzünü ortaya koyuyor. Kadına
pozitif ayrımcılık, kadının güçlendirilmesi gibi
gündemden düşmeyen konular, sadece kadının mağduriyetini önlemek için yapılan masum
bir çalışma değildir. Kadının toplumsal alanda
söz sahibi olması adı altında bir kandırmaca ile
sosyal-kültürel yapıyı bozup, kadını gelecekteki
projeleri için araçsallaştırmaktadırlar. Çünkü fıtratından soyutlanan kadın, emellerine ulaşmayı kolaylaştıracaktır. Müslümanlar, kapitalizmin
estirdiği bu liberal rüzgâr önünde sürükleniyor,
maalesef. Unutmayalım ki, Müslümanların kendilerine has bir insan/kadın-erkek tasavvuru
var. Müslümanlar olarak yeniden, medeniyet
köklerimizde var olan bu imkânı işlevselleştirerek, modernitenin yıkıcılığına karşı özgün bir
duruş ortaya koymak zorundayız. Egemenlere
ve nefse esir olmadan, kadın-erkek kimliklerini
sadece Allah’ın rızasına uygun olarak gözden
geçirmeliyiz.
Metafizik alanı hiçe sayan modern mantık
seküler yaklaşımlarla insanı doğal bağlamından
kopartmak ister. Dünya ayrı ahiret ayrı diyerek
hayatı parçalar. Bu boyutta yapılan değişim ha-
reketleri, insan fıtratını etkin bir biçimde sarsarak, yaratılıştan gelen özü etkiliyor. Bu noktada
değişim salt tahrip ve ziyan oluyor. Vahiy bağlamından koparılarak yapılan değişim projeleri
fıtratı bozuyor. Fıtratı bozmadan yaşamak için
temel prensipler nedir, bunları çok iyi bilip, bu
minval üzere bir yaşam projesi geliştirmek gerekir. Mü’min zihnin sabiteleri ve değişkenleri
hakkında bilgi sahibi olmadan, bu anlamda etkin bir bilinç geliştirmeden fıtrat üzere kalma
imkânı zayıflar.
Fıtrat
bilgisini
yaşama
aksettirmeyen
mü’min için çeşitli sıkıntılar ortaya çıkar. Seküler hayat tarzı içindeyken, İslami düşünceye
sahip olan insan devasa bir ikilem içine düşer.
Seküler hayatın yanlışlarından etkilenerek yozlaşmaya doğru kayabilir. Bu zehre karşı panzehir olan fıtrat şuuru insanı yanılmalara karşı
korur. Bunun için değişimin gücüne karşın, değişmeyenin konumunu çok iyi bilip, belirlemek
gerekir. Müslüman’ca var olmanın değişmez,
sabit taraflarına göre bir hayat tarzı konumlayıp, fıtrat üzere kalmak için çalışmak gerekir.
Çünkü fıtrat; ruh ile insicam içinde olmaktır,
adalet tecellisidir, güzel ahlaktır, itaattir, sevgidir, şefkattir… Fıtrat, insanlığın ihtiyaç duyduğu
diriliş imkânının tüm nüvelerini bağrında barındırır. Tevhidin ruhu fıtratta saklıdır. Fıtratı ıskalayanlar tevhid şuurundan da mahrum kalırlar.
Fıtratla ilişkisini koparanlar, varoluş hakikatini
fark edemezler.
“…Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı
değiştirmez…”(Rad 11)
17
GENÇ BİRİKİM
Radikal İslam’ın ve İslamî Terörün
Panzehiri: Ilımlı İslam(!) - 3
Ubeydullah TOPRAK
Y
azı dizimizin bu bölümünde “Ilımlı İslam” projesinde Türkiye’ye biçilen rolü,
Türkiye’nin model ülke olarak seçilmesinin arka planını ve bu projede Türkiye’den seçilen kişiler hakkında bilgi vereceğiz:
ABD, küresel egemenliğini süresiz kılmak
amacıyla stratejik önemdeki Büyük Ortadoğu
coğrafyasına hâkim olma ve kendisine rakip olabilecek güçleri engelleme stratejisi izlemektedir.
Bu çerçevede 11 Eylül ertesinde estirilen terör, savaşlar, medeniyetler çatışması, iç ayaklanmalar ve renkli-kadife devrimler rüzgarları
eşliğinde dünya, yeni bir savaş-kaos ortamına
taşınmıştır. Komünizm tehdidinin yerini radikal
İslam almış, “Komünist Doğu-Kapitalist Batı”
Blokları bu kez dinler üzerinden, “Hıristiyan Batı-Müslüman Doğu” olarak ikiye ayrılmıştır. Medeniyetler çatışması/çatıştırılması sadece dinlerle sınırlı kalmamış, mezhepler arası çatışmalar
artmış/arttırılmıştır. Atlantik ve Avrasya Blokları
güçlendirilmiştir. NATO, Büyük Ortadoğu coğrafyası üzerinde küresel etkileri olan askeri ve siyasi bir güç olarak yükselmiştir. Dünya yeni bir
savaş/çatışma ortamına girmiştir.1
ABD bölgede izlediği politikaları Batı dünyasının güvenliği, demokrasi ve insan hakları gibi
değerlere dayandırırken, Uluslararası İlişkiler
Uzmanları ABD politikalarına yön veren faktörleri petrol, petrolle bağlantılı ekonomik çıkarlar ve
İsrail’in güvenliği olarak sıralamaktadır.2
Bütün bu gelişmeler özelde Ortadoğu’da genelde bütün İslam âleminde Amerikan düşmanlığını her geçen gün arttırmaktadır. ABD böyle
bir gelişmeden ciddi bir rahatsızlık duymaktadır.
Bu gelişimin büyük bir güç haline dönüşmeden
1 Ayfer Selamoğlu, ABD’nin Büyük Ortadoğu Politikası Ve küresel Yansımaları, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sh: 6–7,
İstanbul,2007
18
2 Tayyar Arı, Irak, İran ve ABD, Sh:179, Alfa Yayınları, Ankara, 2004.
kontrol edilmesini arzu etmektedir. Amerikan dış
politikasının en etkin isimlerinden stratejist Brzezinski3 yazdığı Büyük Satranç Tahtası adlı kitabında bu duruma özellikle dikkat çekmektedir:
“Amerikan önceliğine İslamcı köktendincilikten gelebilecek olası bir meydan okuma,
bu istikrarsız bölgedeki sorunun bir parçası olabilir. İslamcı köktendincilik, dinsel
düşmanlığı Amerikan yaşam biçimine karşı
istismar ederek ve Arap-İsrail anlaşmazlığından yararlanarak çeşitli batı yanlısı Ortadoğu hükümetlerine zarar verebilir ve
nihayet özellikle Basra Körfezinde Amerikanın bölgesel çıkarlarını tehlikeye atabilir”4
ABD bütün bu düşüncelerden ve gelişmelerden hareketle, bölgedeki tehdit unsurlarıyla etkin
bir biçimde baş edebilmek için bölge ülkelerinin,
çağın gereklerine uygun olarak, demokratikleştirilmesi(!) ve bu amaçla sosyal, ekonomik ve
siyasal reformlar gerçekleştirilmesi ihtiyacının
ortaya çıktığı sonucuna varmıştır. Ayrıca, terörle
mücadele kapsamında bölgedeki radikal İslam
ve Amerikan karşıtı rejimlerin, ılımlı İslam olarak
nitelendirilen yönetimlerle değiştirilmesi gereği
ortaya çıkmaktadır.
ABD, 11 Eylül’den sonra küresel liderliğine ve
kendi liderliğindeki uluslararası sisteme en geniş
ve etkili muhalefet ve tehdit kaynağı olarak gör3 1928’de Polonya’da doğdu. McGill University’de Siyaset
Bilimi dalında lisans, Harward’da yüksek lisans ve ardından
Harward’da hocalık yaptı, Colombia Üniversitesi’nde Komünist akımları inceleyen bir enstitüye (the new Institute on
Communist Affairs) başkanlık etti. 1958’de Amerikan vatandaşı oldu. 60’lı yıllarda Kennedy ve Johnson’ın kadrolarına danışmanlık yaptı. 1973’de, halen dünyayı yöneten en
büyük gizli oluşumlardan biri olduğuna inanılan Trilateral
Commission’un ilk yöneticisi oldu. Carter’ın dış politika danışmanı, 1976’daki seçim zaferinin ardından da ulusal güvenlik
danışmanı oldu. Amerika-Çin ilişkilerinin geliştirilmesinde ve
Sovyetlerle nükleer silahların kontrol altına alınmasına dönük
girişimlerde etkin oldu.
4 Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, s:8-9’den
naklen Abdullah Urul, ABD’nin büyük Ortadoğu Projesi Ve
Türkiye, Basılmamış Doktora Tezi, Sh:202, İstanbul, 2008
ARALIK 2011 / Sayı 151
düğü İslam’ın ehlileştirilmesini(!) de hedefleri
arasında saymaktadır.
Bu aşamada önemli bir soru ortaya çıkmaktadır. Demokrasi ve modernizm ile daha uyumlu
İslami anlayış nasıl olacaktır? Model olarak alınabilecek bir ülke var mıdır? İran, Afganistan,
Filistin ve Körfez’deki İslam anlayışından memnun olmayan ABD için alternatif nedir?
Bu sorunun cevabı olarak Türkiye’nin model
olabileceği, değişik platformlarda ve çalışmalarda gündeme getirilmiştir. ABD, Türkiye’nin
Müslüman çoğunluklu laik devlet yapısını, Genişletilmiş Orta Doğu Projesi içinde model olarak
görmek istemekte, Türkiye’yi bu proje içinde,
jeostratejik açıdan önemli bir bölgede olması ve
stratejik yetenekleri nedeniyle kilit ülke olarak
tanımlamaktadır. Bunu Amerikalı ünlü siyaset
bilimci Samuel Huntington5 şöyle ifade ediyor:
“Türkiye gerçekten Avrupa ile Asya, İslam ile laiklik.. vs. arasında bölünmüş bir
ülke. Bu bakımdan uygarlıklar arasında bir
köprü olabilir... İslam dünyasında Türkiye
liderlik rolü oynayabilecek eşsiz bir ülke...
Eğer Türkiye bir Batılı ülke olma ısrarından
biraz vazgeçer; modernleşme ve demokrasinin bir İslam ülkesinde de mümkün olduğunu göstermeye çok daha ağırlık verirse,
bütün dünyaya ve İslam’a büyük bir model
olur. Türkiye, işleyen bir demokrasiye sahip tek İslâm ülkesi. Demokrasinin mutlaka
laik bir temele dayanması gerekmez, İslam
ile demokrasi bağdaştırılabilmeli. Ilımlı İslamcılar eğer demokratik sürece katılıyor
ve başarılı oluyorlarsa, iktidara gelmelerine izin verilmelidir.6 ...İnanıyorum ki Türkiye bu yüksek gayeye sahip çıkacaktır
ve eğer İslami bir anlayışla kalkınmayı ve
demokrasiyi birleştiren bir model olabilirse, bundan hem Türkiye, hem de dünya
faydalanacaktır.”7
5 1929 yılında doğdu. Harvard Üniversitesi Politik Bilimler
Akademisi Profesörü olan Samuel Huntington, aynı üniversitede Uluslararası İlişkiler Direktörü, Harvard Uluslararası
ve Alan Çalışmaları Başkanı, 1986–1987 yıllarında Amerikan
Politik Bilimler Birliği’nin başkanlığını, 1977–78 yıllarında Beyaz Saray’da Ulusal Güvenlik Konseyi ve Güvenlik Planlama
bölümünün koordinatörlüğü görevlerini üstlendi. Dış Politika
dergisinin kurucusu olan Huntington pek çok sayıda çalışmaya imza atmış olmakla birlikte, ülkemizde ve dünyanın
çeşitli yerlerinde daha çok Medeniyetler Çatışması adlı kitabıyla tanınmaktadır. Asker ve Devlet, Asker-Sivil İlişkileri
Politikaları ve Teorileri, Ortak Savunma: Ulusal Politikalarda
Stratejik Programlar, Değişen toplumlarda politik sistem gibi
kitapları da bulunuyor. 24 Aralık 2008 tarihinde Massachusetts eyaletinde öldü.
6 Murat Yılmaz, “Samuel P. Huntıngton İle Mülakat; Türkiye Islâm’ın Lideri Olmalı” , Medeniyetler Çatışması, Sh:105,
Vadi Yayınları, Ankara, 2000
7 Murat Yılmaz, A.g.e., Sh: 171.
Bir dönem New York Times’in Türkiye’de büro
şefliğini de yapan Stephen Kinzer de aynı paralelde görüşlerini şu şekilde ifade etmektedir.
“Coğrafyanın ve Osmanlı geçmişinin bir sonucu
olarak Türkler, İslam bilincinde özel bir konuma sahiptir. Eğer bir ülke İslam’ın çağdaşlık ve
demokrasiyle birlikte yaşayabileceğini kanıtlayacaksa, bu ülkenin Türkiye olması en yüksek
olasılıktır. Bu başarı Türkiye’yi dünyanın her yerindeki dinsel köktenciliğe karşı paha biçilmez
bir karşı denge haline getirecektir. Gerçek bir
demokrasiye sahip olan bir Türkiye, yalnızca
çevresindeki Müslümanlar için değil bütün İslam
dünyası için bir yol gösterici olacaktır. Onun ortaya koyacağı örnek, Fas’tan Endonezya’ya uzanan coğrafyada ağırlıklı olarak Müslüman olan
51 ülkede yaşayan bir milyardan fazla insan için
son derece önemli olacaktır. Eğer Türkiye bu ülkeleri demokrasiye doğru yönlendirebilirse tüm
dünyayı yeniden şekillendirecektir.”8
Ünlü strateji ve İslam uzmanı Graham
Fuller9’de Türkiye’nin model olabileceği görüşündedir. Amerikan Ulusal İstihbarat Kurulu
(CIA) adına Türkiye ve pek çok Ortadoğu ülkesinde görevler yapmış olan Graham Fuller,
1980′li yılların ortalarından beri “Ilımlı İslam”
projesi üzerine çalışmaktadır.
Fuller, Ortadoğu’daki anti-Amerikancı radikal
İslamcı (yani bizim gibi düşünen Muvahhid Müslümanlar) akımları önleme ve geriletmenin yolunun, laik sistemleri desteklemekten değil, aksine
radikal İslamcı partileri küresel kapitalist sistem
içine çekecek ve özlerini dönüştürecek bir yaklaşımı benimsemekten geçtiği tezini yıllardır savunmaktadır.
Amerika’daki
“neo-con”10larla
tartışmaya
8 Kinzer, Stephen, Hilâl ve Yıldız İki Dünya Arasında Türkiye,
Sh: 42, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002
9 Graham E. Fuller Amerikan Rand düşünce kuruluşunun daimi politik danışmanı, ABD Merkezi Haberlama Teşkilatı’nın
(CIA) eski Milli Haberalma Konseyi yardımcı başkanı, Harward
Üniversitesinden Rusya ve Orta Doğu çalışmaları ile mezun
oldu. 20 yıllık dışişleri görevlerinin 17 senesini Almanya, Türkiye, Lübnan, Suudi Arabistan, Kuzey Yemen, Afganistan, Hong
Kong gibi ülkelerde geçirdi. 1982 yılında yakın doğu ve güney
Asya’dan sorumlu CIA’nın Milli Haberalma görevine atandı.
1986 yılında ulusal seviyede stratejik tahminler umumi sorumlusu olarak CIA Milli Haberalma Konseyi başkan yardımcılığına getirildi.1988 yılında doğrudan devlet ile çalışmalarını
sonlandıran Fuller, Rand Şirketine esas olarak Orta Doğu, Orta
Asya, Güney ve Güneydoğu Asya ve Sovyetler Birliği etnik
problemleri ile ilgili çalışmalar yapmak göreviyle katıldı.
10 Amerikan siyaset terminolojisinde ‘Neo-Con’ ve ‘NeoCons’ diye kısaltılan yeni muhafazakârlar (Neo-Conservative) hareketinin önemli isimlerinin çoğunu Yahudi kökenliler
oluşturuyor. Genellikle enstitüler, vakıflar, üniversiteler, halkla ilişkiler şirketleri, dergiler, gazeteler ve genel olarak medyada yer alan yeni muhafazakârlar, G. W. Bush iktidarıyla
kendine Amerikan siyasetinde buldu. Yeni muhafazakârlar
özellikle Amerikan dış politikasını belirler hale gelmişlerdir. Richard Perle, Donald Rumsfeld, Paul Wolfowitz, Dick
19
GENÇ BİRİKİM
giren Fuller, “İslam’a karşı savaş” mantığının çok
anlamlı olmadığını, şiddetin artmasına yol açtığını söylüyor. ABD’nin teröre karşı savaş söyleminin çözüm üretmediğini belirten Fuller çözüm
için iki temel yöntem öneriyor. “Müslüman topraklarında artık yabancı postalların dolaşmaması
ve yabancı askerlerin daha fazla askeri saldırı
düzenlememeleri” gerektiğini söylüyor ve ekliyor: “İkinci olarak, kendi toplumlarında terörle
gerçek anlamda mücadeleyle ilgili düşünce yapısını sadece Müslümanlar değiştirmeye başlayabilirler. Aslında radikalleri fikri ve fiziksel olarak
silahsızlandırma, İslam’a başvurmakla elde etmeye çalıştıkları meşruiyeti gayrimeşru kılabilme konusunda en donanımlı olanlar muhtemelen ılımlı İslamcılardır.”11
Fuller Amerikan dış politikasının en önemli
hedeflerinden birinin özünde İslamcı fakat aynı
zamanda liberal bir İslami reformu teşvik etmek
olduğunu belirtmekte ve buna uygun olarak
Türkiye’nin örnek olabileceğini özellikle de Fethullah Gülen hareketinin desteklenmesi gerektiğini belirtmiştir. Fuller 2008’de yayımladığı bir
kitabında “Türkiye sadece kendisi için değil,
çağdaş İslam dünyası için de çok önemli
olan iki dinamik İslami hareket üretmiştir;
Bunlardan ilki siyasi alanda AK Parti, öteki
ise çok daha büyük ve apolitik bir toplumsal hareket olarak Gülen Hareketi’dir.”12 demekte ve “Ilımlı İslâm” projesinde kimlere destek verdiğini ifade etmektedir.
Fuller, Türkiye’deki 236 okulu, yurtdışında
280 okulu, 200 dolayında dini vakfı ve 211 ticari şirketi (Bu rakamlar 1993 yılına aittir) ile
Gülen’in BOP’un kapsama alanında etkili olabilecek liberal bir İslamcı hareket olduğunu ifade
etmektedir.13 Fuller’e göre, Gülen hareketi her
türlü aşırılık ve şiddeti reddetmekte, bunların
İslam’ın hakiki mesajıyla uyuşmadığını belirtmekte ve dini cemaatler arasında hoşgörünün
geliştirilmesi üzerinde durmaktadır. Ortodoks
Rum Patriği, Yahudi liderleri, Papa ve benzerleri
Cheney, Douglas Feith, Harold Rhode, R. James Woolsey
yeni muhafazakârların önde gelen temsilcileridirler. Yeni
muhafazakârlara göre, ABD’nin önünde kocaman bir soğuk
savaş sonrası yönsüz bir dünya ve elinde büyük bir ordu
vardır. Kullanılmayan güç anlamsızdır. Bu yüzden ABD, gücünü tüm dünyaya ispat etmeli, hegemonyasını her yerde
hâkim kılmalıdır. “Yeniden Amerikan yüzyılı” gibi projelerle
yola çıkan yeni muhafazakârlar, ABD’nin yeniden bir meydan
okumaya maruz kalmaması için şimdiden harekete geçmesi
ve karşı çıkması muhtemel devletlere ve çevrelere şimdiden
müdahale etmesini önermişlerdir.
11 Graham E.Fuller, İslamsız Dünya, Sh:318, Profil Yayınları,
İstanbul,2011
12 Graham E.Fuller, Yükselen Bölgesel Aktör Yeni Türkiye
Cumhuriyeti, Sh:117–118, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008,
20
13 Graham E.Fuller, Siyasal İslam’ın Geleceği, Sh:20–36, Timaş Yayınları, İstanbul, 1993
ile toplantılara önem vermekte ve dinler arasındaki toleransa vurgu yapmaktadır.14
Bu bölümde Graham Fuller’in fikir babalığını
ve teorisyenliğini yaptığı “Ilımlı İslam” projesinin Türkiye kısmı hakkında sizlere geniş bir özet
sunacağız:
ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) 1989
yılında Rand Corporation15 adlı kuruluştan,
Türkiye’de İslam radikalizminin geleceği” konulu bir rapor istedi. Rand Corporation, CIA’nin en
önemli isimlerinden Graham Fuller başkanlığında bir ekip kurdu. Ekipte bazı Türk uzmanların
yanı sıra CIA’nın Ankara İstasyon Şefi Paul Henze gibi istihbaratçılar da bulunuyordu. 1960’lı
yıllarda Türkiye’de CIA görevlisi olarak bulunan
Fuller, bu kuruluşun 14 yıl Türkiye ve Ortadoğu
masası şefliğini yürütmüştü.
79 sayfadan oluşan söz konusu Türkiye raporunun son bölümünde, şu öneriler ortaya atılıyor: “Türkiye’de İslam’ın yükselmesi olgusuna
dikkatli ve seçici bir şekilde yaklaşılmalıdır. Ancak, ihtiyatlı ve alçak perdede kalarak Amerikan
çıkarlarına en iyi hizmet mümkündür. İslam’ın
rolünü etkileme konusunda en ufak bir açık Amerikan girişimi, ABD’nin çıkarlarına hizmet etmez.
Yönetim konuya dönük politikalarını formüle
ederken hem Türkiye’de laik modeli destekleyen, hem de İslami güçlerle açık bir çatışmadan
kaçınan nazik bir denge yakalamak durumundadır. Öte yandan, Türkiye’deki irticanın başlıca
dış politika amacı, Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin gerginleşmesidir. O halde ABD bu olasılığı en
azına indirmeye çalışmalıdır. Türkiye’ye NATO
çerçevesinde daha fazla yükümlülükler verilmeli, NATO stratejileri konusunda Türk resmi
makamlarına daha fazla danışılmalıdır. İkincisi,
ABD laik devlet şeklini desteklerken Türkiye’deki
Amerikan menfaatlerine daha iyi hizmet edecek
politikalar geliştirme olanağı güçtür. Buna ek
olarak İslami hareketin ılımlı üyeleri ile ihtiyatlı
ve gayri resmi temaslar kurulması öğrenme süreci için yararlı olabilir.”16
Rand Corporation’ın “İslami hareketin
ılımlı üyeleri ile ihtiyatlı ve gayri resmi temaslar kurulması öğrenme süreci için ya14 Graham E.Fuller, Yükselen Bölgesel Aktör Yeni Türkiye
Cumhuriyeti, Sh:117–118
15 RAND şirketi (Araştırma ve Geliştirme anlamında, İngilizce Research ANd Development başharflerinden) ilk önceleri Amerika Birleşik Devletleri silahlı kuvvetleri için araştırma ve geliştirme yapması maksadıyla 1946 yılında Project
RAND ismiyle Douglas Havacılık Şirketi tarafından ABD Santa
Monica’da kurulmuştur. Organizasyon ABD hükümetine, Milli
güvenlik konularında stratejiler üretme konularındaki çalışmalarını yoğunlaştırmıştır. Şirket eğitim, sağlık, hukuk ve
bilim alanlarında da araştırmalar yapmaktadır.
16 http://www.iktibasdergisi.com/news_detail.php?id=610
ARALIK 2011 / Sayı 151
rarlı olabilir” tavsiyesini emir telakki eden
dönemin ABD Büyükelçisi, Türkiye ve Ortadoğu stratejisti Morton Abromowitz17,1992 yılında
o tarihte henüz Refah Partisi’nin Beyoğlu İlçe
Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan ile Kasımpaşa’daki özel bir vakıfta buluşmuştu. Görüşmeyi
ayarlayan kişi İslami çevrelerle yakın ilişkileri
olan, ancak “solcu” olarak tanınan bir gazeteci
Ruşen Çakır’dı.18
Abramowitz’in Erdoğan’la görüşmeleri, Tayip
Erdoğan’ın İstanbul belediye başkanı seçilmesi öncesi ve sonrasında da devam etmiştir. Bu
görüşmelerden en ilginci 15 Ekim 1996 tarihinde Büyükşehir Belediye Başkanlığı makamında
yapılanıydı. Ziyaret hayli uzun sürmüştü. Erdoğan görüşme sonrasında “Abromowitz’in olumlu ve sıcak bir mesaj getirdiğini” ifade etmiş
ve eklemişti: “Mesajı kendi adıma değil, partim adına alıyorum.” Abramowitz’in, görüşme
sırasında sarf ettiği söylenen “Siz İstanbul’u
yönetip yıldızınızı parlatabildiğinize göre,
Türkiye için de çok şey yapabilirsiniz. Siz
Türkiye’nin geleceği için çok önemlisiniz”
sözleri basında yer almış ve “Tayyib Erdoğan’ın
bazı şartları kabul etmesi halinde, ABD’nin kendisini başbakanlığa hazırlayabileceği mesajı”
şeklinde yorumlanmıştı.19
Bu dönemde Tayyip Erdoğan’ın Amerika ziyaretleri başladı. İlk defa 17–21 Nisan 1995’te
başlayan, daha sonra 17–22 Kasım 1996, 20–23
Aralık 1996, cezaevine girmeden hemen önceye
rastlayan 1 Mart 1998 ve yine 16 Temmuz 2000
tarihlerinde tekrarlanan ABD gezileri, bunlardan
sadece birkaçıdır. Londra Üniversitesi öğretim
üyelerinden Türkiye Uzmanı Dr. Andrew Mango
da, Abdullah Gül’ün sık sık ABD ve İngiltere’ye
giderek görüşmeler yaptığını açıkladı.20
AKP kurulmadan önce ABD’nin önde gelen
Yahudi kuruluşlarından Anti-Defamation League
(ADL)21 Başkanı Abraham Foxman, sadece Erdoğan ile görüşmek üzere İstanbul’a gelmişti.” 22
1999 yılında dönemin ABD Başkanı Clinton,
Türkiye ile İslam’ı özleştiren yeni bir terim üreterek, Türkiye’yi “Laik bir İslam Devleti” olarak tanımlamıştır. Bu tanım, Büyük Ortadoğu
Projesine bağlı “Ilımlı İslam” fikriyatının ne zaman şekillenmeye başladığının açık bir işaretidir.
ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde, Müslüman kimlikli tüm ülkelere kısaca vermek istediği mesaj sudur: “Müslüman bir halk, laik ve
demokratik bir sistemle yönetilebilir. İşte
size bir örnek: Türkiye...”23
2002 yılında o zaman Türkiye’nin ABD’deki
büyükelçisi Faruk Loloğlu’nun ‘Şu anda, en
az 100 devlet başkanı randevu bekliyor,
kaldı ki Tayyip Erdoğan ne devlet başkanı ne de başbakan, bu işler işadamlığına
benzemez’ dediği bir zaman diliminde Tayyip Erdoğan’ın, ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’in önayak olmasıyla, henüz
Başbakan olmamasına karşın Beyaz Saray’da
özel protokolle karşılanması ve iddialara göre
Beyaz Saray’da yapılan görüşmede George W.
Bush’un, Tayyip Erdoğan’a “Ben, bir tek Tanrı’ya
inanıyorum; sizin de öyle olduğunuzu duydum.
Tanrı’ya inanan iki insan olarak, birlikte çok iyi
çalışabileceğimizi umuyorum!” sözleriyle karşılamış ve konuğunu en üst düzeyde ağırlamış
olması; Siyasi yasaklı olunca “Muhtar bile olamaz” denilen Tayyip Erdoğan’ın, kısa zamanda
başbakanlığa yükselmesinin arka planını bizlere
göstermektedir.
(Devam Edecek)
17 Morton Isaac Abramowitz, 20 Ocak 1933 tarihinde New
Jersey’de doğdu. 1953 yılında Standford Üniversitesi’ni BA
derecesi ile bitirdi. 1 Şubat 1985 ve 19 Mayıs 1989 tarihleri
arasında Ronald Reagan başkanlığı döneminde ABD Haberalma Araştırma Dairesi direktörlüğünü (Bureau of Intelligence
and Research) yaptı. 1989 ile 1991 yılında, Türkiye’nin Ankara Büyükelçiliğini yaptı.1991- 1997 yılları arasında Carnegie
Vakfı’na bağlı uluslararası çatışma ve krizlerin önlenmesi için
çalışan Carnegie Uluslararası Barış için Bağış Komitesi’nin
(Carnegie Endowment for International Peace) Başkanlığı’nı
yaptı. 1997–1998 yıllarında Uluslararası Kriz Grubu (İnternational Crisis Group) Başkanlığı’nda bulundu. Dış İlişkiler Konseyi (Council on Foreing Relations (CFR)) kıdemli üyesidir.
CFR’nin yayını olan Dış İlişkiler (Foreing Affairs) dergisinde
yazmaktadır.
18 Ruşen Çakır, 1992’de Türkiye’ye gelen CIA Ortadoğu
şefi Graham Fuller ile görüşüp, Türkiye’deki İslami akımlar
hakkında bilgiler verip, hazırladığı raporu sunmuştu. Hemen
bunun ardından Çakır, Graham Fullerin etkili olduğu “Rand
Corporotion”dan burs alarak Amerika’ya yollanmıştır. Türkiye
dönüşünde Milliyet gazetesinde yazmaya başlayan Çakır, şu
an Vatan gazetesinde yazmaktadır.
19 http://www.cihandura.com/index.php?option=com_cont
ent&task=view&id=755&Itemid=60
20 http://www.cihandura.com/index.php?option=com_cont
ent&task=view&id=755&Itemid=60
21 Anti-Defamation League yani İftira ve İnkârla Mücadele Birliği (ADL), 1913 yılında B’nai B’rith örgütü tarafından
ABD’de kurulan bir Yahudi lobi örgütüdür. Kuruluş senedinde
açıklanan gayeleri, “Yahudi toplumuna karşı yapılan karalamaları durdurmak, karalama sebeplerine ve inanışlarına itiraz etmek ve gerekiyorsa karalama eylemlerini kanun önüne
getirmektir. 10 Haziran 2005′te New York’ta Yahudi Örgütü
ADL’nin verdiği Üstün Cesaret Ödülü’nü Abraham Foxman’ın
elinden alan T.C. Başbakanı R. Tayyip Erdoğan, bu ödülü
alan 11′nci kişi oldu. ‘Üstün Cesaret Madalyası’nın bir diğer
özelliği de, Yahudilerin dışında ilk kez bir başka dinden kişiye özellikle de Müslüman ve Türk bir kişiye verilmesi. Çok
önemli bir detay ise, bu ödülün İsrail devletinin 1948 yılında
kurulmasını sağlayan ABD ve İngiliz devlet adamlarına bile
verilmemiş olması.
22 Turan Yavuz, Çuvallayan İttifak, Sh:119, Destek Yayınları, Mart 2006 Ankara, 1.Baskı,
23 Şule Şahin, 11 Eylül 2001 Sonrasında ABD’nin Ortadoğu Politikası, Sh:83, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara–2006
21
GENÇ BİRİKİM
Cumhuriyet Dönemi
İslamî Hareket - I
Ömer KÜÇÜKAĞA
Bismillahirrahmanirrahim.
D
eğerli kardeşlerim, bugün sizinle 45
dakikalık iki bölümden oluşan bir seminerde beraber olacağız. Sohbet süresince bir ara vereceğiz, en sonunda yetişirse
soru-cevap kısmımız olacak.
Sözlerime başlaman önce Allah-u Teâla hazretlerine hamdu senalar ediyorum. Rasulullah ve
arkadaşlarına selat-u selamlar olsun diyorum.
Bugünkü konuşmamızın onun rızasına uygun olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum.
Konumuz Türkiye’deki İslami hareketin gelişim sürecini kapsıyor. Tabi Türkiye dediğimize
göre konuyu Osmanlıdan başlatmamıza gerek
yoktur herhalde. Cumhuriyet sonrası İslami hareket dediğimiz zaman karmaşık ve zor bir konuyu kapsıyor. Biz özellikle 1960 ve sonrasını
canlı yaşadığımız için hatıralarımızdan da yararlanacağız. Konuyu dört başlığa ayırmayı uygun
buldum:
1- Şahıslar
2- Kurumlar
3- Yayınlar (dergiler)
4- Türkiye’deki İslami hareketi dışarıdan etkilemiş olan kişiler.
Biz bu konuyu anlatırken birçok kurumdan ve
kişiden bahsetmiş olacağız, tabi bu bahsetmiş
olacağımız kişi ve kurumların hepsini tasvip ediyoruz diyemeyiz. Fakat bunlar kitleleri etkilemiş,
birçok insanın İslam’la ilk tanışmasına vesile olmuş kurumlar ve kişilerdir.
22
Türkiye’de İslami hareketler organize olmaya
1950’lerden sonra başlasa da bu yıllarda kitle-
leşme gerçekleşmez. 1970’lerden sonra ülkemize tercüme eserlerin girmeye başlamasıyla
kitleleşme başlar. Biz yine de öncesinden de anlatmaya başlayacağız.
Türkiye’de İslami gelişim dediğimiz zaman bu
sürecin bir milat diyebileceğimiz başlangıç noktası alabiliriz. Bu da cumhuriyetin kuruluşudur.
Cumhuriyetin kuruluşu birçok şeyi bıçak gibi kesip, başka süreçleri başlatmıştır. Osmanlı’yı her
ne kadar tam bir İslam devleti olarak tanımlayamasak ta, cumhuriyet rejimi bir İslam devletini
ortadan kaldırmıştır. Cumhuriyetin kurulması ile
İslami hareketler hemen başlamıyor, arada sekteye uğrayan bir zaman dilimi var. Bu uzun bir
zaman dilimi.
Cumhuriyet; İslam’ı medeniyet olarak, dil
olarak, vahiy olarak toplumdan silme projesidir,
bunu da ilk yıllarında büyük ölçüde başarmıştır.
İslam karşıtı inkılâplar buna en güzel örnektir.
Bu dönemde Kur’an okumak yasaklanarak toplumun İslam’la bağı kesilmeye çalışılmıştır. Kur’an
okuyanlara ciddi işkenceler yapılmıştır. Örneğin ben Kur’an okuduğu için tırnakları sökülen
insanlara şahit oldum. Erzincan’ın bir köyünde
bu işkenceye uğrayan bir kişiden bizzat dinledim. Dini toplumdan uzaklaştırmak için her yola
başvurulmuştur. En önemlisi de Kur’an harfleri
yasaklanmıştır. Zamanın aydınları, İslam’a alternatif dinler gündeme getirmişlerdir. Hatta durum
komik boyutlara ulaşmıştır. Düşünebiliyor musunuz, Tanrısı balık olan bir din bile gündeme
gelmiştir. Bunları konuşanlar koca koca adamlar.
İslam düşmanlığı adeta gözlerini kör etmiş.
Cumhuriyetle birlikte sekteye uğrayan İslami
hareket süreci, Allah, din, vahiy, medeniyet gibi
konulardan bahsetmeye başlayan bazı insanlar
ARALIK 2011 / Sayı 151
sayesinde tekrar canlanBÖREKÇİ’ gibi garip isimler
gelmiştir. Ama bu kurum zamıştır. Cumhuriyet sonrası
Türkiye’de İslami gelişim
manla düzelme göstermiş,
vaziyet hoş değil: sinmiş,
kurumun başına ‘Ömer Nakorkmuş bir halk, unutuldediğimiz zaman bu süresuhi BİLMEN’, ‘Lütfü DOĞAN’
maya yüz tutmuş bir İslam,
cin bir milat diyebileceğigibi isimler getirilmiştir. Süjandarma görünce “Tanrı
miz başlangıç noktası alaleyman ATEŞ’i de sayabiliriz.
uludur” diye bağıran insanÖzellikle son dönemde Ali
lar… İşte böyle bir kaos orbiliriz. Bu da cumhuriyetin
BARDAKOĞLU kurumu epey
tamından sonra bazı insanlar
kuruluşudur. Cumhuriyedüzeltmiş, şimdiki başkan
çıkıp yeniden Allah’ın dinine
tin kuruluşu birçok şeyi bıda (Mehmet GÖRMEZ) iyi
insanları çağırmaya başlıyor.
çak gibi kesip, başka süreçbir âlimdir. Hadis konusunBu insanların ve kurumların
da hâkim bir insandır. Çok
bazılarında eksiklikler, yanleri başlatmıştır. Osmanlı’yı
tanımamakla birlikte güven
lışlıklar, hatta aşırılıklar var.
her ne kadar tam bir İslam
veren bir yapısı vardır. Yani
Fakat bu yönlerin üzerinde
devleti olarak tanımlayacumhuriyet kadrolarının infazla durmayacağız. Büyük
sanları dinden soğutmak
masak ta, cumhuriyet rejiçoğunluğunun yanlışları var
amaçlı kurdukları bir kurum
ama bizim düşman gözü ile
mi bir İslam devletini ortazamanla düzelmeler gösterbakmadığımız kesimler. Her
dan kaldırmıştır.
miş, ama bu durum biraz
onaylamadığımız düşünceyi
siyasetle ilgili olmuştur. Ben
düşman ilan etmek yanlıştır.
rahatlıkla şunu söyleyebilirim
Akidelerin bir olması yeterliki şu anki Diyanet İşleri Başkanlığı kurum olarak
dir. Allah’u zül-celal, Yusuf süresinin 108. Ayet-i
Mısır’daki El-Ezher şeyhliğinden daha müstakil,
kerimesinde şöyle buyuruyor: ‘De ki: Benim yodaha güvenilirdir. Tabi bizim bazı arkadaşlarımız
lum budur. Basiretle Allah’a çağırıyorum. Ben
El-Ezher’e bir şey söyleyemiyor ama diyanet işve bana uyanlar da. Allah’ı tenzih ederim. Asla
lerine gelince çok acımasız eleştiriler yapıyorlar.
Allah’a ortak koşmam.’ Burada Allah basiretle
Fakat biz El-Ezher’in de nasıl fetvalar verdiğine
çağırıyorum derken, bilerek, hikmetle, gönül
şahit oluyoruz.
gözüyle çağırıyorum demektedir. Gönül gözü ile
görülmez demeyin sakın. Gözlerimizi kapatsak
bile görebiliriz bazen. Kur’an’da ‘asıl kör olanlar
bu gözler değil, göğüslerdeki gözlerdir’ demiyor
mu? Yine yüce kitabımızda kâfirlerden söz ederken: ‘onlar kördür, sağırdır’ demiyor mu? İşte
burada kastedilen de kalp gözüdür. Esasen gören gönül gözleridir, öbürleri iki cam parçasından
ibarettir.
İslami harekette kurumlardan bahsedecek
olursak; ilk dönem kurumlarından benim canlı
şahit olamadığım ama araştırınca rastladığım
“İttihad–ı İslami” diye bir kurum mevcut. Üstad
Said Nursi tarihçe-i hayatında kendisine sorulan
bir soruya cevap verirken bu kurumdan bahsediyor. Soru ittihad-ı İslami’ye niye dâhil olmadınız
şeklinde. O da kendine göre sebepler öne sürerek niye bu kurumla birlikte hareket etmediğini
anlatıyor. Şahsen bu sebepler beni pek tatmin
etmedi ama Said Nursi kişilere, kurumlara pek
dâhil olmamışlar kendi kendilerine yetmişlerdir.
İkinci bir kurum olarak Diyanet İşleri
Başkanlığı’nı sayabiliriz. Diyanet işleri esasen
Cumhuriyet projesinin ruhuna uygun biçimde
kurulmuştur. Amacı Müslümanları dinlerinden
uzaklaştırmak ve bu konuda yanlış bilgiler yayınlamak olmuş, nitekim başlarda da başarılı olmuştur. Kurumun başına ilk olarak ‘Rıfat
Yine cumhuriyet bürokrasisinin kurduğu lakin zamanla İslami gelişime hizmet etmeye
başlayan bir kurum da İmam Hatip’lerdir. İmam
Hatip’ler yüzde yüz düzeldi diyemeyiz ama Türkiye’deki İslami gelişimin hammadde kaynağı
olmuştur diyebiliriz. En kitlesel İslamileşmenin
odak noktasını imam-hatipler oluşturur. Gerek
28 Şubatçıların, gerekse 80 darbesini yapanların
bu okullara yönelik tırpanlama faaliyetleri boşuna değildir. Bu kurumlar aslında İslam’ı yozlaştırmak için devlet eliyle kurulmuş ama hızlıca
müspetleşme göstermişlerdir.
23
GENÇ BİRİKİM
Peki, düzelme nasıl oldu? Çünkü bu okullarda
çocuklar Kur’an’la muhatap oluyorlardı. İlk sene
yüzünden okuyorlar, sonra mealini, daha sonra
tefsirini okuyorlardı. Kur’an’la meşgul olan kişinin düzelmesi kaçınılmazdır.
Bir de yaşamını İmam Hatip’lerin ve Diyanet’in
düzelmesine adamış bir kişi vardır: Hayrettin
KARAMAN. Bu hocamız diyanet işlerinin uçuk
kaçık fetvalar veren bir kurum olmaktan çıkması
için ilmi ağırlığını kullanmıştır.
Çok sözü edilen ama çoğunuzun yaşınız itibari ile hatırlayamadığı bir kurumu da dördüncü olarak zikretmek istiyorum: Milli Türk Talebe Birliği. Bu kurumun tarihçesini Medeniyet
Derneği’nin bülteninde bulabilirsiniz. 1916’da
kurulan çok eski bir kurumdur. Ambleminde ilk
başlarda uluyan kurtlar vardı, sonra değişti. Hilal geçti kurt’un yerine, İslamlaştı. Tarih içinde
birçok ideolojinin tekeline geçmiştir. Mesela bir
dönem milliyetçilerin eline geçmiş, bir dönem
Marksistlerin eline geçmiş, ama 70’lerden sonra
İslamcılarda kalmıştır. Tabi İslamlaşması birden
bire olmamıştır. İlk olarak milliyetçiliğini azaltmış, daha sonra ümmetçilik fikrini geliştirmiş,
sonra da İslamcılık şiarını benimsemiştir. Düzelmesinde etkili olarak; Rasim CEMŞİT, İsmail
KAHRAMAN, Burhanettin KAYHAN gibi isimleri
sayabiliriz. Bu aciz kardeşiniz de 1975 yılında İzmir MTTB başkanlığını yürütmüştür.
24
Bizim neslin tamamı dört kurumdan yetişmiştir. Nurculuk, Büyük Doğu, MTTB, MSP. Hatta MSP
bizim nesilden faydalanmıştır. MTTB 1970’lerden
sonra Necip Fazıl’ı kendisine fikir babası kabul etmeye başlamıştır. O zamanlar MTTB 25’li yaşlarda insanların yönettiği bir kurumdu. Ben mesela
İzmir’de başkanlık yaptığımda henüz 23 yaşında
idim. Konu İzmir’e gelmişken bir anımı anlatmak
istiyorum: Biliyorsunuzdur, İzmir İslami çalışmaların en zayıf olduğu yerlerden biridir. Yeni evlendiğim zaman İzmir’in en modern yerlerinden
biri olan Karşıyaka’ya taşınmıştık. Eskiler asortik derler. İnsanlar durmadan fotoğrafımızı çekiyorlardı. Şaşırdığımı gören eşim açıklama yaptı:
“Görmüyor musun? Herkes yarı çıplak nerdeyse,
bizi böyle görünce şaşırdılar.” Belki de o zamanlar
Karşıyaka’da oturup da dindar yaşamaya çalışan
tek aileydik. İnsanlar nesli tükenmekte olan bir
mahlûk gibi bize bakıyorlardı. Sonra annem de
yanımıza geldi, annem kara çarşaflıydı. Komşular sırf meraklarını gidermek için bizim eve gidip
geliyorlardı. Daha sonra eşim kadınlara Kur’an
dersi vermeye karar verdi. “Ben bunlara Kur’an
öğretemem” diye tepki gösterdi bir zaman sonra. Nedenini sorunca “Yahu bunlar Kur’an dersine
açık saçık elbiselerle geliyorlar” dedi. Ben yine de
devam etmesini söyledim.
İşte biz o zamanlar bu ortamda, böyle bir
İzmir’de MTTB olarak sesimizi duyuracak bir eylem yapma kararı aldık. Bütün İzmir’i afişleyip
eylemin reklâmını yapmıştık. Bunu duyan Vali
beni huzuruna çağırdı. Dedi ki: “Biliyor musun?
Bütün Marksistler ellerinde çapalar, kürekler siz
eylem yapınca size saldıracaklar.” Ben 23 yaşındayım, Vali de 40’lı yaşlarda. Dedim ki: “sen
benim yaşımı küçük gördün, kandırmaya çalışıyorsun galiba.” Tabi bu tehditler bize engel
olmamıştı. İzmir’de belki de ilk İslami kitlesel
eylemi gerçekleştirdik. Tabi bu bizim kişisel başarımız değildi, bu ruhu bize MTTB veriyordu. O
dönemde MTTB dışında kitleselleşmeyi yakalayabilen kurumlar başka yoktu. Daha sonra müthiş bir kitleselleşme içine giren Fettullah Hoca
cemaati o zamanlar MTTB’nin yaptıklarını daha
sonra taklit etmiştir. Türkiye’de ilk üniversiteye
hazırlık kurslarını, ilk öğrenci evlerini, ilk öğrenci yurtlarını MTTB açmıştır. Mesela ben İzmir’de
iken hatırlarım bizim etki alanımız Fettullah hoca
cemaatinden fazla idi -ki o yıllar hocaefendi İzmir’deydi. Hatta bunu söylemek hoş değil ama
bir keresinde boykot kararı aldığımızda boykotumu delmeye çalışmışlardı. O zaman rica ettik,
adam yolladık, boykotu delmeyin dedik. Dinlemediler, kavga etmek zorunda kaldık. Sağlam
bir dayak yiyince bir daha böyle işlere kalkışmadılar. Boykotun içeriğine gelince; enstitü olan
ilahiyat’ları fakülte yapmaları için hükümete
baskı yapmayı amaçlıyordu. Hatta o dönem DEMİREL İzmir’e geldiğinde bizzat yakasına yapışıp: “Bu enstitüleri ne zaman fakülte yapacaksınız” dedim. “Yapacağız, yapacağız” demişti.
Bende “hep öyle diyorsunuz ama bir şey yapmıyorsunuz” demiştim. Sonradan fakülte olmuştu
ilahiyatlar.
O yıllarda bir kuruluş vardı, bunu da söylemem lazım. Adı TMTF. Yeri MTTB’nin binasına
yakın bir yerdeydi. Tasarruf Mevduatı Sigorta
Fonu değil tabi ki. Birçoğunuz ismini yeni duymuşsunuzdur. Türkiye Milli Talebe Federasyonu. Cağaloğlu’nda halk evleri binası vardı, yeri
oradaydı. İzmir’de ise fuar’ın tam yanında. Bizim hatta o sıralar kiramız 1 lira idi, şimdinin
parasıyla 10 liraya denk gelirdi. Özel tutmuştuk
o paraya. TMTF’nin yeri ise biraz ileride İstanbul Erkek Lisesinin karşısındaydı. Bu arkadaşlar
o dönem çok hızlıydı. MTTB’yi korkaklıkla suçluyorlar, hatta tekfircilik hastalığına da tutulmuşlardı. Genelde tarikatları tekfir ediyorlardı.
Kısacası gayri İslami değil, İslami kesimle uğraşıyorlardı. Bu kuruluş da zamanla düzelme gösterdi. 3–4 tane dergi çıkarttılar. Dergilerinden
bir tanesi “Kadro” diğeri “Yeniden Milli Mücadele” adındaydı. Biz bu guruba kısaca ‘mücadeleciler’ derdik. Ezberden sloganlarla konuşurlardı.
ARALIK 2011 / Sayı 151
Okuyarak tartışarak ikna yoluna gitmezlerdi. O
zamanki ağabeylerinden hatırladığımız, şimdi de
Millet Partisi başkanı ‘Aykut EDEBALİ’ var. MTTB
kadar kalıcı olamadılar, çünkü insanlara güven
veremediler. Şu anki PINAR yayınları bu gurubun
uzantısı sayılır, HAKSÖZ de uzaktan bağlantılı
sayılır, İKTİBAS’ı da bunlardan sayabiliriz. Kim
ki kurulduğu andan itibaren İslami meseleler
yerine Müslümanların şahıslarıyla uğraşırsa onlardan şüphe duymuşumdur, ama bunlar zaman
içinde düzelmişlerdir.
Son olarak kurumlar arasında “Milli Görüş”
diye bir kurum var ki; Türkiye’yi derinden etkilemiş bir kurumdur. Doğrusu ERBAKAN’ı da rahmetle anmak gerekir bu noktada. Kimilerine göre
İslam’ın gelişmesini engellemek için bazı güçler
tarafından getirilmiş –böyle düşünen insanlar da
yok değil- bir insandır. Ben hiçbir zaman böyle bir kanaate varmadım. Dört defa partisi kapatılmış, horlanmış, hakaret görmüş bir insan.
Kendi getirdikleri birini bu kadar ezmezlerdi herhalde. Kaldı ki sistemin kendi getirdiği insanlar
da var, bunlara son derece saygı gösteriyorlar.
Belki onlardan da anacağız birkaç tane. Mesela
genelkurmayın resmi internet sitesinde bir tarikat şeyhi ile ilgili övgü dolu sözler yayınlanmıştır.
Erbakan ise hayatı boyunca horlandı, dışlandı,
kovuldu ve kapatıldı. Belki eksikleri vardı ama
hem Türkiye’de hem de Almanya’da çok etkili
olmayı başardı. Ayrıca Arap dünyasında ilk defa
Türkiye’den bir insanın sözü dinlenir oldu, bu da
önemli bir olaydır.
Milli Görüş, hatasıyla sevabıyla Türkiye’yi derinden etkilemiştir. Nitekim ben Erbakan’ın cenazesinde bunu hissettim. Muhtemelen cumhuriyet tarihinin en kalabalık cenazesi idi. Özal’ın
cenazesi bile böyle değildi. Onun cenazesinde
hayatında ona oy vermemiş insanlar bile vardı.
Galiba insanlar onun adanmış olduğuna inandılar.
Bu anmış olduğumuz kişilerin hepsini Allah
affetsin. Bizler kalplerde olanları bilmiyoruz, zahire bakıp yorum yapıyoruz. Böyle baktığımızda da kitleleri etkilemiş, zaman zaman da zarar
vermiş insanlar vardır; Erbakan da bunlardan
biridir.
Milli Görüş kadar etkili olmasalar da
‘Akıncılar’dan da bahsedelim. MTTB ile aynı
dönemde faaliyet göstermişler ama farklı olarak dönemin siyasi olaylarına da karışmışlar.
Akıncılar’ın 4–5 tane önemli başkanı olmuştur, bunlardan en sağlam çizgide gördüğüm ise
‘Mehmet GÜNEY’dir.
Şu sıralar “İnsan Ve Medeniyet Hareketi”
isimli bir çalışması vardır. Akıncılar’ın başkanlı-
ğını yaparken birkaç arkadaşı ile birlikte yurt dışına çıkmıştır. Afganistan’da birkaç sene kaldılar
ama sonra dönüp faaliyetlerine devam ettiler.
Son bir kısım kurumlar var ki üzerinde durmak istiyorum. Bunlar genelde İslamcı arkadaşlar arasında küçümsenmiş fakat benim hiç
de küçümsemediğim, ‘İlim Yayma Cemiyeti’
ve benzeri kurumlar. Bunlar çok iddialı olmayan ama samimi olan, samimi oldukları için de
Allah’ın zenginlerin kalplerini onlara yönelttiği
kurumlardır. Aşağı yukarı 40–50 senedir bu ve
benzeri kuruluşlar öğrencilere burs ve barınma
hizmeti verdiler. Okul, cami, Kur’an kursu yaparlar ve bunlara hizmet götürürler. Aslında “İlim
Yayma” en belirgin kurum olduğu için söyledim, bir de isimsiz cisimsiz; Hasan ağa, Mehmet
efendi ve başka isimlerde, ellerinde klasik evrak
çantalarıyla dolaşan, ellerinde makbuzlarıyla camiye yardım toplayan, imam-hatip yaşatma derneğinin muhasibi, az eğitimli ama çok samimi
Müslümanlar. Bunlar çok eğitimli, çok konuşan,
çok daha iş beceriyormuş gibi davranan insanlardan daha faydalı olmuşlardır İslami gelişime.
Mesela benim şahsen tanıdığım bir Halil amca
vardı, eğitimsiz bir adam vardı. Kendi çabaları ile
2 tane İmam Hatip Okulu bir tane de cami yaptırdı. Sürekli koşturarak 25–30 sene uğraş verdi.
Bu okullardan bir tanesi de 1500–2000 nüfuslu
Çengelköy İmam-Hatip Lisesidir. İnşallah biz de
bu kurumları ve insanları örnek alır, hizmetlerini
küçümsemekten de vazgeçeriz. Çünkü bu kurumlar ve kişiler zor zamanlarda çalıştılar.
Seminerimize burada ara vereceğiz. Buraya
kadar daha çok kitlelere mal olmuş kurumlar
ve kişilerden bahsettik. İrili ufaklı saymadığımız
birçok kurum daha vardır mutlaka.
Devam Edecek
25
GENÇ BİRİKİM
Neden Sadece
Dersim Katliamı?*
Ali KAÇAR
[email protected]
T
dolusu paralar harcanarak
ürkiye’nin
yakın
Güneş Dil Teorisi ve Türk Tatarihi,
Kemalist
Resmi tarihe göre, bir yurtrih Tezi gibi ilimden ve bilimiradenin istek ve
den uzak, uyduruk tezler gebuyruklarına uygun olarak
severler var, bir de hainler
liştirilmeye çalışılmıştır. Bir
oluş(turul)muş bir tarihtir.
ve işbirlikçiler var. Aslıntaraftan da Bizans entrikaBu nedenle bu tarih, olayda Mustafa Kemal’e itiraz
larına taş çıkartacak tarzda
ları, gerçek ve bilimsel oleden, ona karşı çıkan herhile, desise ve ayak oyunlagulara uygun olmaktan öte,
kes, en yakın silah arkadaşrıyla muhalefetsiz bir toplum
Kemalist iradenin belirlediği
oluşturmanın zemini hazırbir çerçevede ele almıştır.
ları bile olsa, onlar haindir,
lanmıştır. Yıllarca bürokrat,
Yani, beyazlar siyah, siişbirlikçidir, dolayısıyla da
senatör ve Türkiye’nin Dışişyahlar da beyaz gösterileölümü hak etmiştir. Bu neleri eski bakanı olarak görev
rek kitleler adeta hipnotize
denledir ki, Kemalist yöneyapan İhsan Sabri Çağlayanedilmiştir. Bu nedenledir ki,
gil de, ‘yakın tarih, daha çok
halk –en azından küçümtim tarafından Cumhuriyeresmi tarihtir. Bürokrasinin
senmeyecek bir kısmı- on
tin kuruluşundan itibaren
izin verdiği tarihtir’1 diyerek
yılda on beş milyon genç
masum ve mazlum birçok
yetiştirdik ya da emperyal
bu durumu teyid etmiştir.
muhalif, kimilerinin yaşdevletlere yani yedi düveResmi tarihe göre, bir
ları küçültülerek, kimilerile karşı savaşarak ezilmiş
yurtseverler var, bir de hainve mazlum ülkelerce örnek
nin ise yaşları büyütülerek
ler ve işbirlikçiler var. Aslında
alınan bir ülke olduk veyadarağaçlarında sallandırılMustafa Kemal’e itiraz eden,
hut da kulluktan vatandaşona karşı çıkan herkes, en
mıştır.
Amaç;
küçük,
bülığa çıktık türü martavallara
yakın silah arkadaşları bile
yük
bütünüyle
muhalefeti
inandırılmak zorunda bıraolsa, onlar haindir, işbirlikçiyok etmektir.
kılmıştır. Oysa Türkiye’nin
dir, dolayısıyla da ölümü hak
yakın tarihi, kan ve gözyaşı
etmiştir. Bu nedenledir ki,
ile yazılmış bir tarihtir. Bu
Kemalist yönetim tarafından
tarih, Resmi ideolojinin otoCumhuriyetin kuruluşundan itibaren masum ve
riter ve jakobenist bürokrat kadrolarınca germazlum birçok muhalif, kimilerinin yaşları küçülçeklerin üstü örtülerek, olaylar kararttırılmak
tülerek, kimilerinin ise yaşları büyütülerek darasuretiyle oluşturulmuş resmi bir tarihtir; Kemağaçlarında sallandırılmıştır. Amaç; küçük, büyük
list iradenin yaz yediği yazılmış, yazma dediği
bütünüyle muhalefeti yok etmektir. Ne yazık ki,
ise gizlenerek yok sayılmıştır. Bu amaçla, etek
26
*Genç Birikim Dergisi 2009 Aralık sayısında yayınlanmıştır.
1 İhsan Sabri Çağlayangil, Anılarım, Güneş Yayınları, 1. Bsk.
Şubat 1990 s. 41
ARALIK 2011 / Sayı 151
uygulanan baskı ve zulüm yöntemleri ile geçici
de olsa bu amaca ulaşılmıştır. Ama alttan alta
gelişen muhalefet, Kemalizm’in ülkede oluşturduğu demir yumruğa rağmen hiçbir dönem bitmemiştir; fırsatını ya da baskının çok yoğunlaştığı her dönemde bir silahlı/silahsız ayaklanma
başlamıştır. Her ayaklanmanın neticesinde ise,
binlerce masum ve mazlum sivil halk; kadın, çocuk, ihtiyar gözetilmeden katledilmiştir.
Türkiye’de ilk faili meçhul/meşhur cinayetler, Mustafa Kemal döneminde işlenmiştir.
Mustafa Suphi ile 14 arkadaşı, Yahya Kâhya,
Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey, Topal Osman
ve diğerleri, faili meçhul cinayetlerin Türkiye’deki ilk akla gelen örnekleridir. Mustafa Suphi ve arkadaşları Trabzon’da kayıkçı esnafının
başı olan eski İttihatçı Yahya Kâhya tarafından
28/29 Ocak 1921 tarihinde bıçaklandıktan sonra denize atılarak öldürülmüştür. Yahya Kâhya
İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanmış, ancak, ne
söylediyse tutuklanmayarak ve elini kolunu
sallayarak mahkemeden çıkmıştır. Ancak, Mustafa Suphi ile 14 arkadaşının öldürülmesinden
bir, bir buçuk sene sonra 3 Temmuz 1922’de
Yahya Kâhya’nın kendisi de faili meçhul bir cinayette öldürülmüştür. Trabzon milletvekili Ali
Şükrü Bey ise, Meclis tarafından Yahya Kâhya
cinayetini araştırmak üzere görevlendirilmiş ve
o da belirli bir süre sonra faili meçhul bir cinayete kurban gitmiştir. Bugün, Ali Şükrü’nün
hazırladığı belgelerin ne olduğu hâlâ bilinmiyor.
Aslında bu cinayet de, diğerleri gibi faili meçhul
değil, faili meşhur, bilinen bir cinayettir.
Kemalist rejimin zulüm tarihi deşildikçe,
sadece Dersim’le ya da Şeyh Said kıyamı ile
karşılaşılmaz. Bu dönemde onlarca ayaklanma gerçekleştirilmiştir. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığınca yayımlanan ve 1924-1938
dönemini kapsayan Türkiye Cumhuriyetinde
Ayaklanmalar isimli kitapta, kalkışmaların sayısının 17 olduğu belirtilmektedir. 1924’den
önceki ayaklanmaları da sayarsak bunun sayısının bir hayli kabarık olduğu görülecektir. Nitekim sadece 1919 ile 1921 sonu arasında 23
ayaklanma/kalkışma gerçekleşmiştir. Bu ayaklanmalardan sadece dördü Kürtlerin oturduğu
bölgelerde gerçekleşmiş ve sadece üçüne Kürt
aşiretleri katılmıştır. Kürt aşiretlerinin katıldığı
ayaklanmaların en önemlisi ise 1921’in Mart
ve Haziran ayları arasındaki Koçgiri aşiretinin ayaklanmasıydı...3 Diğer ayaklanmalar ise
Türkler ve Çerkezler tarafından çıkarılan ayaklanmalardı. Demek ki Türkiye’de, sadece Kürtler değil, Türkler de ayaklanmıştır.
NEDEN SADECE DERSİM KATLİAMI
KONUŞULUYOR?
CHP’li Onur Öymen’in 10 Kasım’da Meclis’te
konuşmasıyla Dersim olayları ve Dersim’de
işlenen insanlık dışı katliam, Türkiye kamuoyunun gündemine girmiştir. Oysa Türkiye’de
Dersim’de ne olup bittiği, bırakın sıradan insanları, okumuş, aydın geçinen birçok kimse
tarafından bile bilinmiyor. Araştırıldığı zaman
bırakın aleyhte, lehte bile, yani resmi görüşü
yansıtan kitap bile neredeyse yazılmamıştır,
daha doğrusu yazmaya kimse cesaret edememiştir. Kemalistler ise, yazmamakla, Dersim
katliamını unutturmaya çalışmışlardır. Çünkü
Türkiye’de yakın tarih, özellikle de Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün tek parti dönemi ya
tamamen kararttırılmış ya da gerçekler ters
yüz edilerek, emirle/buyrukla tarih yazdırılmıştır. Kısacası Resmi tarih, Kemalist bürokrasinin olayları ters yüz ederek yazdı(rdı)ğı tarihtir. Halen bugün bile, Kemalistler tarafından
bu katliamların gündeme getirilmesi tehditle,
şantajla engellenmeye çalışılmaktadır. Gündeme getirilen kısmıyla da ya Celal Bayar ya da
İsmet İnönü suçlanarak Mustafa Kemal temize
çıkarılmak istenmektedir. Oysa mızrak çuvala sığmamaktadır. Herkes biliyor ki, ne İsmet
İnönü, ne de Celal Bayar, Mustafa Kemal’in izni
ve onayı olmaksızın bu katliamları gerçekleştirmesi mümkün değildir. Neşe Düzel’in bir soru-
İşin en ilginç yanı faili meçhul olarak öldürülenler ya Mustafa Kemal’e muhalif olan kişilerdir ya da bu muhalifleri öldüren tetikçilerdir.
Tetikçilerin öldürülme sebebi, işlenen cinayetlerin asıl faillerine ulaşılmasının engellenmesidir. Oysa bu cinayetlerin asıl failleri yaygın
kanaate göre Mustafa Kemal ve kadrosu idi.
Bu bakımdan asıl faillerin bulunmaması için
de tetikçilerin öldürülmesi gerekiyordu. Güzel
bir plandı ve sonuna kadar uygulandı ve hâlâ
işlenmiş bu cinayetlerin üzerindeki sır perdesinin aralanmamış olması, Türkiye’deki baskıcı
ve totaliter rejimin devam ettiğini açık bir şekilde göstermektedir. Nitekim Dr. Rıza Nur, bu
çirkin planı, Mustafa Kemal’in muhalefete olan
tahammülsüzlüğünü, tetikçi Topal Osman’ı ve
arkadaşlarını nasıl kullandığını, Meclis’e baskın
planını, bu gerçekleşmeyince Ali Şükrü Beyin
öldürülmesi ve daha sonra da Topal Osman ve
arkadaşlarının öldürülmesi olayını Hatırat’ında
uzun uzun anlatmaktadır.2
Genç Birikim Yayınları, 2. bsk. Mayıs/ 2006, Ankara s.61 vd.)
2 (Daha geniş bilgi için bkz: Taha İslam, Zirvedeki Mankurtlar,
3 Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek, Doğan
yayıncılık, 5. Bsk. Kasım 2007, İstanbul, s.83
27
GENÇ BİRİKİM
su üzerine Taha Akyol bile (18.11.2009, Taraf
Gazetesi); “Atatürk’e yöneltilmeyen eleştiriler İsmet paşa’ya yöneltildiği için İsmet paşa
Atatürk’ten daha otoritermiş gibi bir imaj oluştu” şeklinde cevap veriyor. Akyol, aynı röportajında; “Kemalizm’in otoriter bir rejim olduğunu,
halka dayanmadığını, silaha dayandığını, Yurtta
sulh’dan kastın, halkın yurtta itaatinin sağlanması olduğunu, Mustafa Kemal’in mecbur olduğu için değil, kafasındaki proje tek parti idaresi olduğu için tek partili rejimi oluşturduğunu,
sorunların çözümünde askeri metodlara alışkın
olduğunu” dile getirmesi, Kemalistlerin hoşuna
gitmese de önemlidir.
Mustafa Kemal, ‘tek adam’dı, ‘ebedi şef’ti,
totaliter ve jokabenist bir anlayışa sahipti; bundan dolayı da asla eleştirilemezdi; eleştirenlerin ise ya zindanlarda ya da idam sehpalarında
hayatları son buluyordu. Nitekim Taha Akyol
aynı röportajında; “Atatürk’ü eleştirmenin cezası döneme göre değişir. Mesela İttihatçılar
arasında siyasi ve iktisadi bakımdan en liberal olan Cavit Bey, darbe girişimi suçlamasıyla
idam edildi. Aslında öyle bir şey yoktu” diyerek, aslında Atatürk’ü eleştirmenin bedelinin
ağır olduğunu ve hatta eleştirenin hayatına mal
olduğunu ifade etmektedir. Ne yazık ki bugün,
yıl 2009’da da Mustafa Kemal’in eleştirilemez
olduğu kamuoyuna baskıyla, tehditle, şantajla dayatılmaya çalışılmaktadır. Kemalist Onur
Öymen, “cesaretiniz varsa Atatürk’ün dönemini eleştirin” demesi, bir taraftan bir gerçeği
dile getirirken, diğer taraftan da aba altından
sopa göstermeye çalışmaktadır. Gerçekten de,
Atatürk’ü ve dönemini eleştirmek bir cesaret
işidir. Bu ülkede, 10 Kasım günü sokakta saygı
duruşunda bulunulmadığı için az mı insan apar
topar gözaltına alınmıştır. Bütün darbecilerin,
özellikle de 12 Eylül darbecilerinin kendilerini
kanun zırhına büründürmelerini eleştirenler,
nedense 5816 sayılı Mustafa Kemal’i koruma
Kanunu’nu gündeme bile getirmek istememektedirler. Dünyanın en totaliter, en baskıcı ülkelerinin hiçbirisinde bile benzeri bulunmayan bu
kanun, ne yazık ki, Türkiye’de demoklesin kılıcı
gibi halkın tepesinde sallandırılmaktadır.
28
Türkiye’de sivil halka yönelik katliamlar
1921’de Koçgiri (Zara) isyanı ile başlamıştır.
Aslında Koçgiri’de isyan ya da ayaklanma denilebilecek tarzda bir olay da gerçekleşmemiştir.
Bu durum, Cumhuriyet Gazetesi yazarı Oktay
Akbal’ın dedesi Ebubekir Hazım Tepeyran’ın
anılarında şöyle dile getirilmektedir; “… Koçgiri aşiretleri arasına sokulan bazı arabulucu
kötü amaçlı kişilerin kandırdığı bu aşiret reis-
lerinden çoğunun rıza ve muvafakatleri dışında bir kısım ayak takımı Kürtler, Ümraniye’deki
askeri müfrezeye saldırmış ve bazı subaylarla
Ümraniye’de bulunan Zara ilçesi kaymakamını
tutuklamışlardır. Kısa bir süre sonra da ileri gelenlerden oluşan ‘Öğüt Kurulu’nun devreye girmesiyle de tutuklananlar geri bırakılarak olay
sona erdirilmiştir. Ancak bölgeye gelen Sakallı
Nurettin Paşa ‘Öyle ama bu kadar asker toplandı, ben buraya kadar geldim; bir şey yapılmazsa
olmaz’ diyerek yüzden fazla köyü yakıp, yıkmış
ve yüzlerce insanı ise katletmiştir.”4 Meclis’te
yapılan tartışmalarda ve sonrasında ise, Sakallı Nureddin Paşa’yı Mustafa Kemal korumuş ve
ceza almasını engellemiştir.
Son zamanlarda Dersim olayları, Kürt açılımı dolayısıyla da olsa yoğun olarak gündeme
getirilmiş olması iyi de olmuştur. Çünkü bu vesileyle hem Dersim’de gerçekleştirilen katliam,
hem de diğer katliamlar gündeme getirilerek,
tek parti döneminde, üstü örtülen, gizlenen
zulümler kısmen de olsa kamuoyunun gündemine girmiştir. Bilindiği gibi, tek parti yani
Mustafa Kemal döneminde sadece Dersim’de
katliam gerçekleştirilmemiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Genelkurmay kaynaklarına göre
1924–1938 tarihleri arasında 17 kalkışma gerçekleşmiştir. Bunların ilki 13 Şubat 1925 tarihinde Şeyh Said Kıyamı’dır. 3 Mart 1924’de
Hilafet kaldırılınca Kürtlerin Mustafa Kemal’e ve
ekibine güveni kalmamıştır. Kürtleri Türklerle
birlikte olmaya sevk eden yegâne saik İslam
ve onun yönetim şekli olan Hilafet idi. Hilafet
de kaldırılınca, Kürtlerle Türkleri bir arada tutan yegâne bağ da kopmuş oldu. Oysa Milli Mücadele Kürt-Türk ayrımı yapılmadan başlatılan
Saltanat ve Hilafetin kurtarılması hedefini gerçekleştirmeye yönelik olarak birlikte verilmiş
bir mücadele idi. Mustafa Kemal’in o dönemdeki konuşmalarında, yayınladığı genelgelerde
Kürt-Türk kardeşliğinin yanında İslam vurgusu
yoğun olarak yapılmaktaydı. Taha Akyol, Neşe
Düzel’in bir sorusu üzerine ‘Mustafa Kemal’in
Milli Mücadele döneminde Abdülhamid’den
daha İslamcı gözüktüğünü söylemesi boşuna
değildir. Hilafetin kaldırılması, Müslüman Kürtlerin Kemalizm’den kopmasına neden olduğu
gibi, Şeyh Said kıyamını da tetiklemiştir. Nitekim Şeyh Said, İstiklal Mahkemesi’ndeki ifadesini; “Yüce Şeriatın hükümlerini uygulamayan
bir hükümete karşı ayaklanmak vaciptir. Bu,
bizim fıkıh kitaplarımızda yazar. Biz de bunun
için kıyam ettik ve hükümete biraz olsun şe4 Oral Çalışlar, Dersim’den Önce Koçgiri Katliamı, Radikal,
17.11.2009
ARALIK 2011 / Sayı 151
riat meselesini anlatmak istedik. Hiç olmazsa
şeriatın bir kısmını uygulamalarını teklif edecektik. Hilafet kaldırılmıştır. Zamanın İmam’ı
kalmamıştır. Hâlbuki zamanın İmamı’na bey’at
etmeden, ona bağlanıp, onu tasdik etmeden
ölen Müslüman, Peygamber Efendimizin şefaatinden mahrum kalır!” şeklinde dile getirmiştir.5
Uğur Mumcu da, kitabında Şeyh Said’in ifadesini ‘Amacım Şeriat’tı başlığı altında incelemiştir.6
Ancak Kemalist yönetim, Şeyh Said kıyamını
çarpıtmış ve Türkiye’nin batısında Kürt ayaklanması olarak sunarken, Batılı ülkelerde ise şeriatçı bir ayaklanma olarak sunmuştur. Üstelik
Şeyh Said kıyamını iç kamuoyu desteğinden
mahrum bırakmak için de İngilizlerin bu Kıyamı
desteklediği yalanını yaymıştır. İngilizlerin parmağı vardır diyenlerin, o dönemde İngilizlerle
Mustafa Kemal’in kurduğu ilişkileri incelemeleri
gerekir. Milli Şef İsmet İnönü bile “Şeyh Sait isyanını doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı
veya meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunamamıştır” (İnönü, Hatıralar, 2. Kitap,
s. 202) itirafında bulunmasına rağmen, halen
bugün Kemalistlerin bu yalanın arkasına sığınmaları, kendilerinin İngilizlerle olan ilişkilerinin
ortaya çıkacağı endişesinden kaynaklanmaktadır. Ömer Kürkçüoğlu da “Halifeliğin kaldırılmış
olması, Kürtlerin ayaklanmasında önemli rol oynadığı gibi, Kürt unsurunun çoğunlukta bulunduğu Musul üzerindeki Türk iddiasını da zayıflatmıştır. Milliyetçi düşünceye yabancı olan Musul
Kürtleri’nin, Türkiye’yi Irak’a tercih ettikleri söylenebiliyorsa, bunun başlıca nedeni, Halife’ye
yani İslam’a olan bağlılıklarıydı. Musul sorununun çözüme kavuşturulmamış olduğu bir sırada
Halifeliğin kaldırılması… Türkiye’nin Musul tezine manevi bir darbe indirmişti. İngiltere’nin Musul’daki bir görevlisi, Halifeliğin kaldırıldığı yolundaki haberleri hayretle karşılayıp, inanmakta
güçlük çektiklerini yazmaktadır. Bu İngiliz görevlisi, o zamana kadar ‘Kürdistan’ı patlamaya
hazır bir volkan gibi kaynaştıran Türk propagandasının, Kürtler’in Halifeye kesin bağlılığına dayandırıldığını, Türklerin kendi bindikleri dalı kesmelerinin ise, İngiltere için inanılmayacak kadar
mükemmel bir şey olduğunu’ belirtmektedir.”7
Şeyh Said ile birlikte 46 kişi daha idam cezasına çarptırılmıştır İstiklal Mahkemesi’nce.
İdam esnasını Lord Kinross şöyle anlatmaktadır: “Diyarbakır’ın Büyük Camii önünde asıldı5 Yakın Tarih Ansiklopedisi, Vakit yayınları, 3. Cilt, s.377
6 (Kürt-İslam Ayaklanması, 1919–1925, Tekin Yayınevi, 3.
bsk. 1992 İstanbul, s.123)
7 Türk-İngiliz İlişkileri, AÜ SBF Yayınları, 1978, s. 309–310
lar. Çoğu cesaretli bir şekilde öldü. Şeyh Said,
sonuna kadar istifini bozmadı. Sehpaya çıkarken, mahkeme başkanına gülümseyerek, ‘Senden hoşlandım’ dedi. ‘Ama kıyamet gününde
hesaplaşacağız.’ “Askeri komutana takılarak,
‘paşa’ dedi. ‘Gel düşmanınla vedalaş.’ “Gömlek
üzerine geçirilirken, kımıldamadan durdu. Ve
başka bir şey söylemeden asıldı.”8 Şeyh Said kıyamı ile idam edilenlerin sayısı her ne kadar 47
ise de, ancak bu sayının binlerce olduğu, köylerin boşaltıldığı, binlerce masum çocuk, kadın ve
ihtiyar insan, bilmedikleri, tanımadıkları Batılı
illere sürgün edilmişlerdir.
Mayıs 1926 ile Eylül 1930 yılları arasında
fasılalarla gerçekleşen üç Ağrı ayaklanması
(1. Ayaklanma 16 Mayıs–17 Haziran 1926; 2.
Ayaklanma, 13–20 Eylül 1927; 3. Ayaklanma
7–14 Eylül 1930) dolayısıyla olaylara müdahale
eden güvenlik güçlerinin nelerden muaf olduğuna dair 1930 tarihli 1850 sayılı son derece sert
bir yasa çıkarılır. Bu yasa gereğince hükümet
güçleri, gerçekleştirdikleri katliamlardan dolayı suçlanmayacaklardı. Üçüncü Ağrı Ayaklanmasını izlemek üzere bölgeye giden yarı-resmi
Cumhuriyet gazetesinin yazarı Yusuf Mahzar, 16
Temmuz tarihli haberinde müjdeyi verir: “Ağrı
Dağı tepelerinde kovuklara iltica eden 1500 kadar şaki kalmıştır. Tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı
Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türk’ün demir kartalları asilerin hesabını
temizlemektedir. Eşkıyaya iltica eden köyler tamamen yakılmaktadır. Zilan Harekâtı’nda imha
edilenlerin sayısı 15.000 kadardır. Zilan deresi
ağzına kadar ceset dolmuştur...”9
TC AÇISINDAN DERSİM BİR
ÇIBANBAŞIDIR!..
Kürtler, Osmanlı İmparatorluğu döneminde
özerk beylikler halinde yaşamakta idiler; kendi
dillerini, örf ve adetlerini rahat bir şekilde yaşayabiliyorlardı. Bu yaşantılarını TC döneminde de
devam ettirmek istiyorlardı. Dersim’de yaşayan
Kürt aşiretleri de, Osmanlı Devleti’ne vergi ve
asker vermeyen özerk beyliklerdi.10 Oysa 1926’lı
yıllardan itibaren Kemalist Yönetim’e göre ise
Kürt yok, Türk vardı ve Kürtler mutlaka ezilerek
Türkleştirilmeliydiler. Aslında TC’nin Kürt politikasının temelleri 24 Eylül 1925 tarihli ‘Şark
Islahat Planı’ ile atılmıştır. 20’den fazla mad8 (Lord Kinross, Atatürk, Sander yayınları, 4.bsk. s.611)
9 Ayşe Hür’ün, 12.02.2006 tarihli Radikal’deki Şeyh Said’den
Dersim’e başlıklı makalesi.
10 Ayşe Hür, 21.10.2008 tarihli Taraf Gazetesi, Osmanlı’dan
bugüne Kürtler ve Devlet–2 konulu makale.
29
GENÇ BİRİKİM
memleket selameti için mutlaka lazımdır” şeklinde yansımıştı. Aynı şekilde Erkânı
Harbiye Reisi’ne sunulan bir
başka raporda ise: “Dersim’li
okşanmakla kazanılmaz. Silahlı kuvvetlerin müdahalesi Dersimliye daha çok tesir
yapar ve ıslahın esasını teşkil
eder. Dersim evvela koloni
gibi nazarı itibara alınmalı.
Türk camiası içinde Kürtlük
eritilmeli, ondan sonra ve
tedricen öz Türk hukukuna
mazhar kılınmalıdır…”12 denilmekteydi. İsmet İnönü de
bir konuşmasında “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik
ve ırksal haklar talep etme
hakkına sahiptir. Başka hiç
kimsenin böyle bir hakkı
yoktur” diyordu. (Milliyet, 31
Ağustos 1930)
Aralık 1935’de çıkarılan
Tunceli
Kanunu ile Dersim’in
Seyit Riza (ayakta sakallı) ve diğer Dersimli tutuklular
adı
Tunceli
olarak değiştiElazığ’da mahkeme karşısında (22.10.1937)
rilmiştir. Dersim’li Kürtlere
deden oluşan bu plan; “Olağan ve Olağanüstü
yönelik baskının şiddeti gittikçe arttırılarak demahkemelerde Kürt hâkimlerin atanmayacağı,
vam ettirilmekteydi. Amaç, Dersim’de çıbanbaYugoslavya’dan getirilen Türklerin belirlenen
şı olarak görülen Kürtlerin ezilmesiydi. Mustafa
Doğu illerine yerleştirileceği, Kürt isyanlarına
Kemal’in, 1936’da yaptığı açıklama, Dersim’li
katılanların yakınları, yandaşları ve aşiret reisKürtlerin başına geleceklerin habercisi idi. Muslerinden şarkta kalmaları uygun görülmeyenletafa Kemal bu açıklamasında şöyle diyordu; “İç
rin Batı illerine sürgün edilmeleri, vilayet, kaza
işlerimizde en önemli safha varsa, o da Dersim
merkezlerinde, hükümet ve belediye dairelesorunudur. İçte bulunan iş bu yarayı, bu korrinde ve diğer kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve
kunç çıbanı temizleyip koparmak ve kökünden
pazarlarda Türkçe’den başka dil kullananların
kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılcezalandırılacakları, bölgede Türk Ocakları, yamalı ve bu hususta en acil kararların alınması
tılı bölge okulları ve kız okulları açılarak yöre çoiçin, hükümete tam ve geniş yetkiler verilmecuklarının eğitim yoluyla eritilmeleri, askere alılidir.”
nan Kürt gençlerinin belirli bir süre için silahsız
Dersim’de yapılan askeri manevraların bihizmetlerde bulundurulmaları”nı kapsıyordu.11
risinde
Dersim’in kaderi belirlenmişti. Olayın
Bu nedenle de bu yıllardan itibaren bu ırkçı, şogelişimini
Celal Bayar şöyle anlatmaktadır:
venist politikalar radikal bir şekilde uygulanma“Şimdi,
Mareşal,
Erkan-ı Harbiye Reisi (Genelya konulmuştu. Bu uygulama Dersim’li Kürtlekurmay
Başkanı),
ben başbakanım. Atatürk
rin hoşuna gitmemişti. İşte Dersim’li Kürtlerin
malum...
Üçümüz
Dersim’de yapılan büyük
çıbanbaşı olarak değerlendirilme nedenleri, bu
ordu
manevralarındayız.
Manevranın da sonuna
anlayışa sahip olmaları idi. Bu durum, “Mülkiye
gelmek
üzereyiz.
Üçümüz
bir arada ‘Ordunun
Müfettişi Hamdi Bey, Şubat 1926’da hükümete
emniyeti
bakımından
strateji
ne olmalıdır?’, onu
sunduğu rapora, “Dersim, Cumhuriyet hükümegörüşüyoruz.
İkisi
de
Birinci
Cihan Harbi’nde
ti için bir çıbanbaşıdır. Bu çıban üzerinde kesin
muharebe etmişler. Ben daha çok izleyiciyim.
bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek,
Malumatları geniş... Oradaki her şeyi biliyorlar.
30
11 Daha geniş bilgi için bkz. Editör İsmail Beşikçi, Resmi
Tarih Tartışmaları–6, Resmi Tarihte Kürtler, Özgür Üniversite
Yayınları, 1.bsk, Şubat 2009, Ankara, s.389
12 Ayşe Hür, Taraf Gazetesi, 16.11.2008 tarihli 19371938’de Dersim’de neler oldu? Makale.
ARALIK 2011 / Sayı 151
Hatta şahsen casusları bile biliyorlar. Dersim’in
o halde kalırsa her zaman ordunun emniyeti
bakımından tehlikeli olacağını görüşüyorlardı...
O sırada biz konuşurken, Dersimlilerin jandarma karakollarımızdan üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk’le göz göze geldik.
Birbirimizi anlıyorduk. Atatürk benim yüzüme
baktı. ‘Ne olacak?’ dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. ‘Anlıyorum
efendim, bana hitap edişinizin manasını’ dedim. Atatürk: ‘Sorumluluğu üzerime alıyorum,
vuracağız Dersim’i’ dedi ve vurduk...” (Kurtul
Altuğ, “Celal Bayar Anlatıyor”, Tercüman, 17
Eylül 1986.)
DERSİM KATLİAMI DA KEMALİST
YÖNETİMİN ESERİDİR!..
Dersim katliamında Mustafa Kemal’in haberinin olmadığı, Mustafa Kemal’in olaylar esnasında hasta yatağında yattığı söylenerek
temize çıkarılmaya, olayda dahlinin olmadığı
anlatılmaya çalışılmaktadır. Oysa yukarıdaki
alıntılardan da anlaşılacağı üzere katliam emrini
Celal Bayar’a ‘Sorumluluğu üzerime alıyorum,
vuracağız Dersim’i’ diyen Mustafa Kemal’dir.
Yıldıray Oğur’un belirttiği gibi (Taraf Gazetesi,
15.11.2009) “Dersimlilerin üstüne uçaklarla
“Teslim olmazsanız cumhuriyetin kahredici ordusu tarafından mahvedileceksiniz” bildirilerinin atıldığı 4 Mayıs 1937 günü Dersim’in kaderini belirleyen Bakanlar Kurulu toplantısına
Atatürk başkanlık etmiştir. Atatürk bazı manevraları bizzat izlemiştir. Operasyonu harita başından bizzat takip etmiştir. Çatışmalarda devlete yardım eden kişileri tanıyacak kadar olan
biten hakkında saat saat malumat sahibiydi.
Atatürk o dönemde hasta yatağında da değildi.
Seyit Rıza ve adamlarının asılmasının ardından
hem de yanına Dersim’i bombaladığı için gazetelerin manşetlerinden inmeyen manevi kızı
Sabiha Gökçen’i alarak Elazığ’a, Dersim’e giderek köprü açmıştır. Ve başta Sabiha Gökçen olmak üzere ‘Tunç Eli’ denilen operasyona katılan
askerlere madalya takmıştır.
13 Kasım 2008’de Avrupa Parlamentosunun
ev sahipliğinde düzenlenen ‘Dersim Soykırımı’
konferansında bir konuşma yapan Prof. Dr. Ronald Mönch, Dersim’de yaşananların ‘insanlık
suçu’ olduğunu savunarak, Atatürk ve dönemin
Bakanlar Kurulu üyeleri ile üst düzey askeri
yetkililer için, “Yaşasalardı savaş suçlusu olarak yargılanmaları gerekirdi” dedi.13 Elin gâvuru
gerçeği kavramış da, niçin yerlileri hâlâ kavra13 Zaman Gazetesi 14.11.2008
18 Aralık 1937’de idam edilen Seyit Riza
mamakta direniyorlar, bunu anlamak mümkün
değildir.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen,
bu katliamdaki açık rolüne rağmen Mustafa
Kemal’in eleştirilemeyeceğini söylüyor. Akşam Gazetesi’nde (16.11.2009) Özlem Çelik’in
“Dersim’de 90 binden fazla insan öldürüldü.
Masum insanlar da vardı aralarında. Tarih, canlı tanıklar böyle anlatıyor. Siz bunları yok mu
sayıyorsunuz?” şeklindeki sorusuna ise, “Ben
mi bastırdım Dersim isyanını? O zaman Atatürk
niye böyle davrandı? Celal Bayar Başbakan’dı.
Fevzi Çakmak da Genelkurmay Başkanı. Onlar
da mı faşistti? Biz kimseyi üzmemek için bildiklerimizi kendimize saklıyoruz. Kimseyi rencide
etmemek için tarihi kurcalamıyoruz.” Bir başka
soruyu da “Atatürk’ün Dersim’de yaptıklarını
anlatırken bize faşist diyorlar. Ben faşistsem
Dersim isyanını bastıranlar neydi?” şeklinde cevaplandırıyor. Onur Öymen, hâlâ gerçeklerin ve
Tek Parti döneminde işlenin zulümlerin üzerinin örtülmesinin derdinde. Çünkü o da biliyor
ki, tarihi gerçekler bilinirse, o çok kutsadıkları,
dogmalaştırdıkları Kemalist Sistem, kendilerinin ve partilerinin üzerine çökecektir. Ama Onur
Öymen bilmelidir ki, korkunun ecele faydası
yoktur. O, tabulaştırdıkları sistemleri bildik anlamda çökmemiş olsa da, artık uzatmaları oynamaktadır. Unutulmamalıdır ki, küfür devam
edebilir ama zulüm asla!
31
GENÇ BİRİKİM
AK Parti ABD’nin
Küresel Yürüyüşünün
Türkiye’deki Sesidir
Necdet YÜKSEL
A
32
BD/AB/Siyonist rejimin iyilikten yana
nun aşılamamasıdır. Avrupa Birliği kriterleri bu
adımları olabilir mi? Bu üçlünün iktiengeli ortadan kaldırmaya aday mıdır? Sayın
darları başka coğrafyaları dizayn etbaşbakan bir yandan talebini kamuoyuna açamelerine bağlıdır. Nüfuzlarını gösterdikleri yerrak aşinalık kazandırırken bir diğer yandan da
lerde çıkarlarını garantiye almakta ve sonrası
“hayır olmaz” noktasındakilerin argümanlarını
içinde temelleri sağlamlaştırmaktalar. Malûm
geçersizleştirici politikalar/ ayarlamalarla meşbloğun Ak Parti hükümetinin son icraatlarından
gul. Genelkurmay başkanı ve komuta kademehoşnutluk duyup destek mesajları yayınlamalasindeki düzenleme bu anlamda görülebilir mi?
rına şer saçıcılıkları itibariyle itidalle/ dikkatle/
Başkanlık sistemini istemeyenler başka hangi
şüpheyle
yaklaşılmalıdır.
cihetten korkmaktalar? Ya
Sorular işin başında soruda başkanlık sistemi teklifini
lursa çıkmazlar önlenebilir.
Recep Tayyip Erdoğan değil
Ülkedeki genel gidişat
Tam da bu dönemde Ak
de CHP’den ya da laikliğine/
başkanlık sistemine adım
Partinin ülkenin hiyerardemokratlığına/ askerlerle
adım yaklaşıldığına işaretşisinde başlattığı yeniden
ilişkilerine yani onların varler taşımaktadır. Tezimiz
yapılandırmaları duygusallıklarına sıcak bakan başka
lıktan uzak değerlere/aklıbir başbakan yapsaydı benAk Parti iktidarının küreselime muvafık ele alınmazer tepkiler yine sudur eder
sel büyük dönüşüme soyulıdır. Zira Ak Parti ABD’nin
miydi?
nan emperyalist güçlerin
küresel yürüyüşünün TürÜlkedeki genel gidişat
özel bir hamlesi yönündeykiye’deki sesidir.
başkanlık
sistemine adım
se, o zaman başkanlık sisRecep Tayyip Erdoğan’ın
adım yaklaşıldığına işaretteminin ileri sürülmesini
Türkiye’ye başkanlık modeler taşımaktadır. Tezimiz
de aynı mantaliteye göre
lini getirmek istediği bir sır
Ak Parti iktidarının küresel
değerlendirilmelidir. Başdeğildir. Yıllardır gündembüyük dönüşüme soyunan
deki bu husus kimi çevreemperyalist güçlerin özel
kanlık sisteminde son söz
lerce enine boyuna anabir hamlesi yönündeyse, o
başkanda ve meclis şimlizlerden de geçirilmekte.
zaman başkanlık sistemidiki gibi belirleyici irade
Varılan ortak ya da ağırlıklı
nin ileri sürülmesini de aynı
olamamaktadır. ABD başgörüş başkanlık sistemimantaliteye göre değerlenkanlık modeline geçmiş bir
nin Türkiye’nin şartlarındirilmelidir. Başkanlık sisteminde son söz başkanda ve
da
uygulanamayacağıdır.
Türk devletine/ Ak Parti ikmeclis şimdiki gibi belirleyiBuna hangi eksikler izin
tidarına neler yaptırmaz ki.
ci irade olamamaktadır. ABD
vermemektedir. En başta
başkanlık modeline geçmiş
“demokratikleşme” sorunu-
ARALIK 2011 / Sayı 151
bir Türk devletine/ Ak Parti iktidarına neler yaptırmaz ki.
ABD Ortadoğu’da adına iş yaptırabileceği bir
mikro modelini üretmek mi istemektedir? Mali
krizin girdabına doğru çekilmekle karşı karşıya geldiği izlenen ABD büyük harcamalarında
tasarrufa mecbur. Şu anki envanterde en fazla gider ise deniz aşırı ülkelerdeki işgalci askeri varlığı için gerçekleştirilmekte. Obama ve
kurmayları ekonomiyi yeniden ayağa kaldırmak
için planlar yaparken ortaklarına da önemli/
özel görevler düşecektir. Çin’in ve Rusya’nın
dengelerde oynadıkları inkârı imkânsız baskın
rol ABD’nin kaynaklarını iyice zorlayacak mesabededir. İleri çıkartılacak bir Türkiye bu düzlemde ABD’nin hem siyaseten açığını kapatacak ve hem de ödemelere ilişkin dolaylı katkı
sağlayacaktır. ABD için mühim olan netice almaktır; nasıl alındığı daha çok kullandıklarını
ilgilendirir…
Türkiye’deki yapısal şekillendirme kasten
hızlandırılmış mıdır? Böyle bir müdahale varsa geri planındaki zorlayıcı odakların ulaşmayı
arzuladıkları hedefler nelerdir? Açıkçası zuhur
eden gelişmelere bakarak “yok” demek için
kör/ sağır/ bilinçsiz olmak lazımdır. ABD irade-
sini AB üzerinden bazen de doğrudan muhataplarının alanlarına aktarmakta. Türkiye ise
yıllardır Avrupa Birliğine tam üyelik sevdasıyla
adeta mecnûnlaştı. Beklemek dış politikasının
söylemini de/ tavrını da kendini kabullendirme
psikolojisi gereği tamamen batıya endeksleştirdi. Başka alternatiflere pek itibar etmemesi Ortadoğu/ Asya/ Afrika/ Kafkasya’ya birinci
dereceden sıcak bakmaması Türkiye’yi batıdan
gelecek emirler karşısında zayıf/ çaresiz/ boyun eğici bir konumda tutmaktadır. Ak Parti hükümetinin, TC’nin geleneksel dış politikasını alt
üst edici açılımları/genişletilmiş ilgisi/bölgesel
ilişkilerdeki yoğun aktivite nihai anlamda Avrupa Birliğinin dikkatlerini üzerinde toplamanın/
vazgeçilmezliğini vurgulayarak pazarlık gücünü
artırmanın yansımalarıdır.
Ak parti hükümeti acaba dünyaya, ürettiği
“milli” siyasetleri mi taşımaktadır yoksa dışarıdan yüklenilen verilere/ paket buyruklara göre
hareket mi etmektedir? ABD/ AB/ işgali, Siyonist rejimle iç içe girmişliği Türkiye’ye bağımsız
davranma yolunu kapatmıştır. Başkanlık sistemi de tıpkı, ülkede peş peşe hayata geçirilen
toplumun akıl bedenine büyük gelen reformlar
gibi küresel projelerle doğrudan bağlantılıdır.
33
GENÇ BİRİKİM
Bilderberg Lideri
Mario Monti, İtalya’da
Darbeyle Yönetimi Ele Geçirdi
Alex NEWMAN / www.globalresearch.com
Çev: İsmail CEYLAN
İ
talya’da Berlusconi uzun süreli iktidarına
kendi isteğiyle son vermiş gibi görünse
de, çoğu çevreler bu olayı bir darbe olarak
yorumluyor. Yeni başbakan Mario Monti, finansal
dünyada kabul görmüş elit bir bürokrat. Monti’nin
asıl ilginç özelliği ise dünyadaki en etkin iki komplo kuruluşunda (Rockefeller tarafından kurulmuş
olan Bilderlberg Grubu ve Trilateral Komisyon) lider pozisyonunda olmasıdır.
Lakabı “süper mario” olan Monti aynı zamanda, dünyadaki en güçlü finans kurumlarından
olan Goldman Sachs’ın uluslararası danışmanlığını yürütüyor. Bu bankanın finansal dünyadaki
lakabı ise “kan emici” ve bu bankanın devletler
içindeki uzantıları üst düzeyde.
İTALYA’DAKİ POLİTİK KRİZ
İtalyan hükümetinin ekonomik darboğaza girmesi sonucunda euro bölgesi de tehlikeye girdi
ve Berlusconi istifa etmek zorunda kaldı. Bunun
üzerine başkan Giorgio Napolitano, Monti’ye yeni
hükümeti kurma görevini verdi.(herhangi bir seçim yapılmadan)
16 Kasım’da ise İtalya’nın yeni başbakanı
(aynı zamanda ekonomi bakanı) olan Monti yeni
hükümete bir grup bankacı, teknokrat ve avukat
atadığını açıkladı. Bu hafta ise planlanan reformların devreye sokulmasından sonra Monti Hükümeti güven oylamasına gidecek.
Ülkedeki bazı politik partiler yeni hükümete destek verdiklerini açıkladılar. Fakat diğerleri,
özellikle Berlusconi’nin parti üyeleri, yeni hükümetin Avrupa Birliği ve bankerler tarafından dizayn edilmiş bir darbe hükümeti olduğunu iddia
ediyorlar.
34
Eski
İçişleri
Bakanı
Roberto
Maroni,
Berlusconi’nin 1969 yapımı, “İtalyan işi” filmindeki senaryoya benzer bir şekilde istifaya zorlan-
dığını ve bunun büyük bir operasyon olduğunu
iddia ediyor. Maroni, “Berlusconi teknik olarak
istifaya zorlanmadı ama bir sorumluluk davranışı
olarak bunu yapmak zorunda kaldı” diyor.
MONTİ: EKSTRA TORPİLLİ BAŞBAKAN
Bilderberg’in resmi sitesinde yönetim komitesinde adı geçen Monti, bu camiada çok etkin bir
isim. Bu gölge grubun; medya patronları, kraliyet
üyeleri, askeri liderler, büyük bankacılar, önemli
konumdaki devlet görevlileri, anahtar konumdaki CEO’lar ve birçok benzer güç sahipleriyle sıkı
bağlantıları var.
Bu elitler grubu yılda bir kez, gizli bir şekilde toplanarak birçok konuda teoriler üretiyorlar.
2011’de grup, İsviçre’de toplandı ve geçmiş yıllara göre daha hummalı bir çalışma yürüttü.
Fakat dünyaca ünlü kişilerin bu toplantıya katılmış olmasına rağmen kamuoyunun bu toplantıdan pek haberi olmadı. Buna rağmen Brüksel’deki, güçlü uluslar üstü rejimin güçlendirilmesi ve
devamlılığında Bilderberg’in oynadığı önemli rol
herkesçe bilinir.
Yine bu organizasyonun web sitesindeki bilgilerde Monti, Trilateral Komisyon’un Avrupa Grup
Başkanı olarak gösteriliyor. Üyelerinin çoğunluğu
dünyadaki elitlerden oluşan bu ketum grup Kuzey
Amerika Avrupa ve Japonya hattında sıkı ilişkiler
kuruyor.
Bu komisyon 1973 yılında, kötü şöhretli bir
bankacı ve power-broker (politikacıları etkileyerek yönlendiren) olan David Rockefeller tarafından kuruldu. Rockefeller 2002 yılında yazdığı
biyografisinde “bazıları beni ve ailemi internasyonalist (ülkelerin beraberce ve barış içinde çalışabileceğini savunan kimse, bir nevi globalizm
savunucusu) olarak tanımlıyor ve bizim ABD çıkarlarını gözetmeyen gizli bir örgüt kurduğumuzu
ARALIK 2011 / Sayı 151
iddia ediyor. Ayrıca daha entegre bir global ve politik yapı için komplo kurduğumuzu düşünüyorlar.
Eğer suçumuz tek bir dünya oluşturmak ise, suçluyum ve bununla gurur duyuyorum” diyor.
Monti ayrıca; daha fazla entegrasyon, büyük
devlet ve globalizm fikrinin reklamını yapan bir
takım think thank kuruluşlarında da liderlik yapıyor. Aynı zamanda AB’nin “ekonomik bir devlet”
yönünü destekleyen ve sosyal politikalarda Brüksel yanlısı bir isim.
Kariyerinde ekonomik, politik ve akademik
görevler almış aynı zamanda AB’nin ekonomik
yapısında çeşitli üst düzey görevler yapmış birisi.
KURTARMA PLANI
Monti, geçenlerde yaptığı açıklamada “tüm
kapasitem ve inancımla ülkemin, içinde bulunduğu bu zor dönemin üstesinden gelmesi için çalışacağım” dedi. Bu konuda çokça yardım alacağı
da aşikâr.
Avrupa Merkez Bankası, müsrif İtalyan
Devleti’ni kurtarmak için elinden gelen her şeyi
yapmaya başladı. Bloomberg’in haberine göre,
Avrupa Merkez Bankası bu hafta büyük miktarda
İtalyan bonosu almaya başladı.
Avrupa Faiz –oranı Strateji Şefi Mohit Kumar
ise, “aslında gerçek bir alım söz konusu değil”
diyor. Uzmanlar ise; Avrupa Merkez Bankası’nın
bu hareketinin, yeni İtalyan Hükümeti ve liderine
cesaret aşılamak için dizayn edildiğini iddia ediyorlar.
Monti’nin ilk işi ise AB yetkililerini memnun
etmek için İtalyan halkının üzerine yeni vergiler
yüklemek olacak. Bunun devamında ise kemer
sıkma politikaları gelecek. Monti önceliğinin daha
fazla büyüme olduğunu söylüyor (tabi bu da, yeni
ve daha yüksek vergiler anlamına geliyor).
Monti, AB işadamlarıyla yaptığı toplantı sonrasında “ümit ediyorum ki ülkeyi doğru yöneterek
huzur ortamının oluşması ve politik güçlerin kaynaşmasını sağlayabiliriz” dedi.
Şu an İtalyan Hükümeti’nin düştüğü çıkmaz,
trilyonlarca euro değerinde ve bu zararı kapatmak için AB desteğinden daha fazlasına ihtiyaç
var.
Elbette AB ve euro bölgesi savunucuları, uluslar üstü güçlerini ve bölgesel bağlantılarını zora
sokmamak için olası bir felakete yönelik ellerinden geleni yapmaya çalışacaklardır. Fakat İtalya,
euro bölgesinin üçüncü büyük ekonomisidir. Dolayısıyla şu an İtalya’da olduğu gibi seçim yapmadan diktatörce bir mekanizma kurmak, hükümetlerin ve bankaların batmaması için vergi
mükelleflerine yüklenmek, bu boyutta ekonomisi
olan ülkeler için yeterli olmayacaktır.
Monti’nin reformlarını gerçekleştirmek için
2013’e kadar vakti var gibi görünüyor. Muhalifler
ise en kısa zamanda yeni bir seçim yapılmasını
istiyorlar.
MUHALİFLER, YUNANİSTAN VE GELECEK
İtalya’nın şu an, alenen torpilli bir başbakanı
var. Yunanistan’da da durum bundan farklı değil. Yeni başbakan Lucas Papademos AB Merkez
Bankası’nın başkanıydı ve federal rezervde de
çalışmıştı. Papademos, aynı zamanda on yıldan
fazladır Trilateral Komisyon’un bir üyesi.
New York Şehir Kolejinden Sosyoloji Profesörü
Costas Panayotakis, “İtalya’da ve Yunanistan’da
seçilmemiş bankacılar ve teknokratların iş başına
gelmesiyle, mevcut ekonomik krizin euro bölgesinde demokrasiyi devre dışı bıraktığını” söylüyor.
İtalyan aktivistlerden Dünya Bankası için Reform Kampanyası lideri Antonio Tricarico “bize
dayatılan Mario Monti koalisyon hükümeti,
İtalya’nın geleceği için ölümcül bir tuzaktır. Eğer
sağ ve sol politik güçler bu hükümeti desteklerse, İtalya gelecekte Avrupa Komisyonu ve Avrupa
Merkez Bankası tarafından yönetilecektir ve demokrasinin uygulanılabilirliği minimum seviyeye
inecektir” diyor.
Uzmanlar, İtalya’daki ve Yunanistan’daki mevcut durumun euro bölgesinin yok olmasına engel
olabileceği konusunda şüpheliler ve ekonomik
krizin AB dışına da sıçrama ihtimalini göz ardı etmiyorlar.
35
GENÇ BİRİKİM
Yaratana Kulluk Ya da
Sorumluluklarımızın
Bilincinde Olmak - I
İsa MEMİŞOĞLU
H
esab sorulmadan önce nefsinize
hesab sorunuz. Tartılmadan evvel kendinizi tartınız, büyük hesab günü için hazırlık yapınız.
rumluluğundan korktular, ama onu insan
yüklendi. İnsan (bu emanetin hakkını gözetmediğinden) cidden çok zalim, çok cahildir.” (1) (Ahzâb Suresi 72)
Hz. Ömer
İnsan ilk olarak Allah’ın yeryüzünde halifeliğini üstlenmiştir. Yeryüzünün halifesi olan insan bir emanet yüklenmiştir. Yüklendiği emanet
nedeni ile dünyada imtihan olmasının bir gereği
olarak irade (seçme) ve tercih (farklı alternatiflerden birini alma/kabul etme) özgürlüğü verilmiştir.
İnsana, yaratıcısı olan Allah(cc), dünyada
imtihan olmakta olduğunu, bu iki yoldan hangisinin iyi, hangisinin kötü olduğu bilgi ve bilincini,
vahiy ve yaratılışla vermiştir. Allah insana, iyinin ve kötünün bilgisini ve bunları birbirlerinden ayırt etme kabiliyetini bahşetmiştir.
Yeryüzünün halifesi olan insan bir emanet
yüklenmiştir. Yüklendiği emanet nedeni ile dünyada imtihan olmasının bir gereği olarak irade
(seçme) ve tercih (farklı alternatiflerden birini
alma/kabul etme) özgürlüğü verilmiştir.
İrade (seçme) ve tercih (farklı alternatiflerden birini alma/kabul etme) özgürlüğü verilen
insan yaptığı tercihlerden sorumlu tutulmuştur.
Sorumluluk, bireyin uyum sağlaması, üzerine düşen görevleri yerine getirmesi ve kendine
ait bir olayın başkaları üzerindeki etkilerinin sonuçlarını üstlenmesi, başkalarının haklarına saygı göstermesi ve kendi davranışının sonuçlarına
sahip çıkabilmesi şeklinde tanımlanabilir. Sorumluluk; kişinin kendi davranışlarını
veya kendi yetki alanına giren herhangi bir olayın sonuçlarını üstlenmesidir.
36
“Biz emaneti göklere, yere, dağlara
teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten/
sorumluluk almaktan kaçındılar. Zira so-
“İnsanlar, İnandık demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler.” (2)
(Ankebût Sûresi 2)
İnsan, özgür irade, kavrama yeteneği, kişisel girişim ve sorumluluk yüklenme vasıfları ile donatılmıştır.
İnsan, yeryüzünün halifesi olması nedeni
ile kendisine doğal olarak verilen “irade özgürlüğü” (iki veya daha çok alternatiflerden birini
seçme) emanetini, doğru bir şekilde ve büyük
bir sorumlulukla kullanarak, tevhidi(Allah’ı birlemeyi) ve adaleti gerçekleştirmelidir. Emanet
sorumluluğu aslında insanı böyle bir davranışa
yönlendirmektedir.
İnsanın işleri iki kısımdır:
Birincisi, kendi isteği dışında olan işlerdir.
Bir hastalıktan dolayı elinin titremesi, kalbinin
çalışması, boyunun kısa veya uzun olması gibi.
Bunlar doğrudan doğruya Allah’ın dilemesi ve
yaratması ile meydana geldiğinden insan bu işlerden sorumlu değildir.
ARALIK 2011 / Sayı 151
İkincisi, insanın isteğine bağlı olarak meydana gelen işlerdir. İnsanın oturup kalkması, yürümesi, elleri ve diğer organları ile yaptığı işler
kendi isteğine göre Allah›ın yaratması ile meydana geldiğinden insan bu işlerden sorumludur.
Her şeyi takdir eden ve yaratan Allah›tır. Ancak, tasarladığı herhangi bir işi yapıp yapmamakta Allah insana bir irade, yani seçme hürriyeti vermiştir. İnsan bu irade ile iyilik etmeyi
seçer, gücünü de bunu yapmak için kullanırsa
Allah, iyiliği yaratır. Eğer insan kötülük yapmayı
seçer, gücünü de bunu yapmak için kullanırsa
Allah kötülüğü yaratır.
Görülüyor ki, insan neyi yapmak isterse Allah
onu yaratır. «Hayır ve şer Allah›tandır. Yâni iyilik
ve kötülük Allah›ın yaratması iledir.» Sözünden
bunu anlamalıyız.
İnsanın yaptığı işlerden sorumlu tutulmasının
sebebi, işte bu seçme hürriyetine sahip olması
ve gücünü tercih ettiği şeyi yapmak için kullanmasıdır. Bunun içindir ki her insan iradesi ile
yaptığı işlerden sorumludur. Hayır/iyilik işlemiş ise, mükâfatını, şer/kötülük yapmışsa cezasını görecektir.
Bizim irademizin geçerli olduğu ve olmadığı
alanlar vardır. Önceden belirlenen değişmezlerde irademiz geçerli değildir. İrademiz sonradan
kazanılan değişkenlerdedir. Bunlar;
ÖNCEDEN BELİRLENENLER
DEĞİŞMEZLER)
İnsan olarak dünyaya gelme
Ailemiz
Irkımız
Doğum yerimiz
Cinsiyetimiz
Akıl sahibi olmamız
Özgür iradeye sahip olmamız
SONRADAN KAZANILANLAR
(DEĞİŞKENLER)
Bilgi
İnançlar
Eylemler
Kararlar
“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz.
Ancak bize döndürüleceksiniz.” (3) Enbiyâ
Sûresi 35. Ayet
İnsanı yaratırken Allah (c.c.), onun nefsine
“fücûr” (kötülük, Allah’a isyan etme) ve “takva”
(iyilik, Allah’tan sakınma, Allah’a itaat etme)
eğilimini (kabiliyetini) ilham etmiştir.
İnsan, fıtraten temiz olarak yaratılmıştır.
İnsan bu temiz fıtratı muhafaza edebilecek,
fıtratın yolu olan tevhid, adalet, iyilik yolunda direnmesini sağlayacak tüm imkân ve yeteneklerle donatılmıştır.
İnsan, irade serbestisi, tercih özgürlüğü
sebebiyle bu imtihan dünyasında, dilerse inkar
edip, kötülüğe, fesada ve küfür yoluna yönelecektir.
İnsan, irade serbestisi, tercih özgürlüğü
sebebiyle bu imtihan dünyasında dilerse iman
edip iyiliğe, adalete, takva yoluna yönelebilecektir.
Kur’an’da bu iki yol şu adlarla ifade edilmektedir:
1- Doğru/Hakk Yol/Allah’ın Yolu
Hak, Maruf, Takva, Nur, İslam, Allah’ın
Şeriatı
2- Batıl/Yanlış Yol/Şeytanın Yolu
Batıl, Münker, Fücur, Zulümat, Bilmeyenlerin hevası, Cahiliye,
İnsan bu iki yolun başında ve özgür iradesiyle, ikisinden birisini tercih etmek üzere, serbest
bırakılmıştır.
İnsan, Hak ve batılın oluşturduğu bu iki yolun
kavşağında, hiç şüphesiz, yol bilmez bir başıboşluk içinde de bırakılmamıştır.
«İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?» (4) Kıyamet Suresi, 36. ayet
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla,
bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.” (5)
Bakara suresi, 155
37
GENÇ BİRİKİM
İnsana, yaratıcısı olan Allah(cc), dünyada
imtihan olmakta olduğunu, bu iki yoldan hangisinin iyi, hangisinin kötü olduğu bilgi ve bilincini,
vahiy ve yaratılışla vermiştir. Allah insana, iyinin ve kötünün bilgisini ve bunları birbirlerinden ayırt etme kabiliyetini bahşetmiştir.
Bütün yerler, gökler ve içindekiler, Rabbimizin lütfü olarak insanoğlunun hizmetine, faydalanmasına verilmiştir Onun ihtiyaçları için feda
edilmiştir İnsan her şeyi ile hazır bir âleme getirilmiş ve kendisine üstün kabiliyetler, geniş yetkiler bahşedilmiştir
Bütün bunların sonucunda da kendisinden iki
büyük vazife beklenmektedir
Birincisi, kâinattaki bunca rahmeti görüp, hikmeti anlayıp, sahibini tanımak,
O’na teslim ve emirlerine tabi olmaktır
İkincisi de, bu teslimiyetin bir sonucu ve
akl-ı selimin gereği olarak, canlı cansız varlıklara
edeple muamele etmek, yaratılış hedefine uygun olarak şükretmektir
İslam, işte bu iki sorumluluk alanı ile ilgili vazifeleri, edepleri, doğru anlayış ve doğru uygulamayı bütün insanlığa öğreten ilahi bir reçetedir
Allah, Peygamber’ler ve kitaplar göndererek
insanlardan kötüye, isyana gidenleri uyarmıştır.
Allah, insanın iyi yola gitmesi ve kurtuluşa
ermesi, dünya ve ahiret saadetini yakalaması
için her türlü tedbiri almıştır. İyiye gidenleri teşvik etmiş ve cennetle müjdelemiştir.
“Yoksa siz, sizden öncekilerin başına
gelenler, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Peygamber
ve onunla beraber mü’minler, “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek kadar darlığa ve
zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi
bilin ki Allah’ın yardımı pek yakındır.” (6)
Bakara suresi 214
“O (Allah) hanginizin güzel ameller yapacağınızı sınamak için hayatı ve ölümü yarattı.” (7) Mülk Sûresi, 2
“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve
sizin hakikatten huzurumuza getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (8) (Mü’minun Suresi
115)
“İnsanlar
imtihandan
geçirilmeden
‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?”(9) (Ankebut Sûresi 2)
38
Sadece Allah’a kulluk etmek üzere yaratılmış
ve yeryüzünde halifelik görevi ile onurlandırılmış
varlık olarak insan(bizler);
Acaba bu halifeliğin gereğini yerine getirerek
sadece Allah’a kulluk yapmak, sadece Allah’ı ilâh
edinmek hususundaki ahdimize sadakat gösterecek miyiz?
Yoksa, başta kendi arzu ve isteklerimiz olmak
üzere Allah’tan başkasını da ilah edinip, yüklendiğimiz emanete ihanet edecek miyiz?
Bu iki hususta imtihan olmaktayız.
Bu açıdan bakıldığında, dünya bir çeşit okul
görünümündedir. Bu okul hayatında, insanın kemale ermesini, gelişmesini en sağlıklı bir biçimde tamamlayabilmesi, dünya imtihanında başarılı olabilmesi için gerekli olan tüm araç-gereçler
ve ona her türlü güvenliği, ihtiyacı olan olumlu
ortamı temin eden şartlar, imkânlar Allah tarafından bahşedilmiştir.
Tüm insanlara yaratıcı tarafından bahşedilen
bu donanımlara insanın temel hakları diyebiliriz.
Kur’an, bunları insanın temel sorumlulukları,
görevleri ve kulluk vazifeleri olarak zikretmektedir.
“Ben, cinleri ve insanları sadece bana
ibadet etsinler diye yarattım.” (10) (Zâriyât
Suresi 56)
İnsan, en üstün yeteneklerle, akıl ve ruh gibi
görkemli nimetlerle ve değişim/gelişim/ olgunlaşma sürecini en mükemmel şekilde tamamlaması için gerekli olan temel hak ve özgürlüklerle donatılmıştır. Peygamberler, kitaplar
gönderilmek suretiyle yolu gösterilen, yapması
ve yapmaması gerekenlerin bilgisi verilen insan, hak ve batıldan oluşan iki yol kavşağında
dilediğini tercih özgürlüğüne sahip bir şekilde
bırakılıyor.
Artık, dileyen iman edip, ahdine sadakat
gösterip, halifelik onurunu hak etmiş olacaktır.
Dileyen de inkâr edip, bu onurdan uzaklaşarak
aşağıların aşağısına esfelesafiline sürüklenecektir.
Rabbimizin Kur’an’da açıkça beyan ettiği üzere;
Ahdine sadakat gösterip Allah’ı tevhid edenler/birleyenler,
Allah’tan başkasına kulluk ve itaati reddedenler,
Dünya hayatlarını sadece Allah’ın hükümlerine göre düzenleyenler (ki Allah, bireysel ve
toplumsal hayatın, ekonomik, sosyal, hukuki ve
siyasi tüm alanlarını düzenleyen nass’lar vazetmiştir)
ARALIK 2011 / Sayı 151
Allah’ın yeryüzündeki halifeleri olmak onuruna hak kazanıp, meleklerin bile gıpta edecekleri
bir konuma yüceleceklerdir.
“Ey Muhammed! Sana da o Kitab’ı
(Kur’an’ı) hak, önündeki kitapları doğrulayıcı, onları gözetici olarak indirdik. Artık
Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet ve
sana gelen haktan ayrılıp ta onların arzularına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat
ve bir yol koyduk. Eğer Allah dileseydi elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı. Öyle ise iyiliklerde yarışın.
Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman anlaşmazlığa düşmüş olduğunuz şeyleri size
bildirecektir.(11) (Mâide Sûresi 48)
Yine Rabbimizin Kur’an’da açıkça beyan ettiği
gibi;
Özgür iradeleri ile yaratıcılarına başkaldıran,
Tuğyan
edip/haddi
“tağut”laşan insanlar,
aşıp/azgınlaşıp,
Bireysel ve toplumsal hayatlarından “Allah’ı
kovma” teşebbüsüne girişenler,
bilinciyle doğru bir şekilde kullanmazsa hayvanların bile yapmadıklarını yapar. Rabb’ine isyan
ederek, doğaya ve kendinden başka insanlara
arzu ve isteklerine göre tahakküm etmeye, zulüm yapmaya başlar.
Hayvan sadece karnını doyurmak için avlanıp, öldürürken, hayvanlardan aşağı konumları tercih eden insan, insanlık tarihi boyunca on
milyonlarca hemcinsini yemek için değil, sadece
hırsını tatmin etmek, sömürü ve tahakkümünü
sürdürmek adına katletmiştir.
Yüz milyonlarca hemcinsinin yaşadığı ülkeleri sömürge edinip, emperyalist emelleri uğruna,
yaratıcının tüm insanlara lütfettiği en temel haklarını sorumsuzca ortadan kaldırabilmiştir.
Aslında, Allah’ın insana verdiği irade özgürlüğü emaneti bir yandan insana bir “özgürlük”
getirirken, diğer yandan imtihan yükümlülüğü
ile birlikte muazzam ve gerçekten ürkütücü bir
“sorumluluk” da getirmiş bulunmaktadır.
İnsan bu sorumluluğunun gereğini yerine getirip;
Doğru tercihi yaptığında,
Temiz fıtratını bozmadan,
Kendilerinin veya diğer hemcinslerinin sınırlı ve kirlenmiş akıllarının ürünü kanun, kural ve
modellerini esas alarak “hevayı/arzu ve isteklerini ilah edinenler”
Aklının ön yargılarla kirlenmesine fırsat vermeden,
Hilafet emanetine ve Allah’la ahidlerine ihanet edenler,
Vahyin en güzel şahidliğini oluşturan
Rasulullah’ın (SAV) güzel örnekliğini esas aldığı
zaman,
Kötü/yanlış/sapık tercihleri yüzünden Allah’ın
“onlar hayvanlar gibidirler, hatta tercih ettikleri yol bakımından hayvanlardan bile
daha aşağıdırlar” (12) hitabına muhatap
olanlar, (A’râf Sûresi 179)
Bu tür insanlar artık fıtratlarını bozarak, tevhid, adalet ve fıtrat yolunu terk ederek kendi
arzu ve isteklerini esas aldıkları için, Allah’a,
hemcinslerine ve doğaya karşı sorumluluklarının/halifeliğin gereğinden uzaklaşmışlardır.
Bu tür insanlar, Toplumsal hayatı kendi çıkarları ekseninde yaptıkları beşeri kanun ve kurallarla yönetmeye başlarlar ve geniş kitlelere her
türlü zulüm ve işkenceyi yapmaktan çekinmemişlerdir. Bu sebeple de hayvanlardan bile aşağı
bir sapıklığa sürüklenirler/sürüklenmişlerdir.
Hayvanlar yaratıcının takdir ettiği misyona
isyan edemezler, kendilerine çizilen program
dâhilinde fonksiyonlarını itirazsız yerine getirirler.
Ama insan imtihan sebebiyle kendisine verilen irade özgürlüğü emanetini sorumluluk
Vahye tabi olmayı esas aldığı zaman,
Sadece Allah’a kulluk çizgisini tercih ettiğinde,
Gerçek özgürlüğü yakalamış olacaktır.
Yeryüzüne tevhidi ve adaleti ikame etme
sorumluluğuna ve hilafet misyonuna uygun
davranmış olacaktır.
Kendisinin veya hemcinslerinin “hevasının” (Allah’ın hükümlerine ters düşen arzu
ve isteklerinin) kulu olmaktan kurtularak
özgürlüğün zirvesine ulaşacaktır.
Gerçek özgürlüğe eriştiğinde insan;
Kula kulluktan kurtulacak,
Sadece -bütün evreni ve bütün inanları yaratan- Allah’ın kulu haline gelecektir.
İslam, şirke bulaşmış Hıristiyanlık inancının
aksine, bütün insanların günahsız ve tertemiz
bir şekilde dünyaya geldiklerini, sorumluluğun
ise ergenlik çağından itibaren başladığını kabul
etmektedir.
39
GENÇ BİRİKİM
İslam inancına göre, bütün insanlar topraktan yaratılmış olan Adem’in çocukları olup bir
tarağın dişleri gibi eşittirler. Aynı topraktan
yaratılmış aynı anne babanın çocukları olup
eşit temel haklara sahip olarak doğarlar.
Hiçbir kavim diğerlerine üstün görülmediği gibi, yaratılış itibariyle ve dünya okuluna
başlarken hiçbir insan diğerinden üstün kabul edilmemektedir.
İslam’ın ilk doğuş yıllarında, İnsanlar arasında çok boyutlu ayırımların yapıldığı, zulüm,
haksızlık ve işkencelerin doğal karşılandığı, güçlünün haklı sayıldığı yüzkarası bir ortamda,
İslam insanlar arasında;
Dua, Allah’ın bağışlama ve esirgemesine yöneliştir, Allah’ın yardıma çağırılmasıdır.
Dua, Kulun halini Allah’a arz etmesi, ona yakarması ve ona sığınmasıdır:
“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına
cevap veririm. O halde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana
iman etsinler.” (14) Bakara suresi, 186
Temel haklardaki eşitliği,
İNSANLARA KARŞI
SORUMLULUKLARIMIZ
Özgürlüğü,
İnsan-İnsan İlişkisi,
Adaleti,
İnsan onuruna saygıyı gerçekleştirdi.
Yüce Allah, İnsanı bu kadar mükemmel bir
biçimde yaratıp ona “bilgi”yi ve bilgiye ulaşma
potansiyelini bağışlamıştır.
Yüce Allah, fıtri ve yaratılışında var olana ilaveten vahiyle her şeyin hükmünü, ölçüsünü ve
hudutlarını da insana bildirerek tekâmül ve kurtuluş yolunu göstermiştir. Bu yolun güvenliğini
sağlayacak normları/kanunları/kuralları/yasaları
oluşturup ona ulaştırmıştır.
İnsanın yeryüzündeki bu serüveninde/imtihanında, Allah’a, hemcinslerine, eşya ve doğaya
karşı sorumlulukları ve bu çerçevede çok boyutlu ilişkileri söz konusudur.
BU İLİŞKİLER/SORUMLULUKLARIMIZI
ŞU BAŞLIKLAR ALTINDA TOPLAYABİLİRİZ.
ALLAH’A KARŞI SORUMLULUKLARIMIZ
İnsan-Allah İlişkisi,
İnsan-Allah ilişkisinde kuralları çiğneyen ve
sürekli hata yapan insan, affeden, bağışlayan
ise, Allah’tır. İnsanın hatasında ısrar etmemesi
gerekir. Kur’an, ne kadar kusurlu olursa olsun,
insanın Allah’tan bağışlanma dilemesini ve hiçbir
zaman ümidini kesmemesini öğütler. Eğer kul,
Allah’a yönelir, yürekten tövbe eder, özür dilerse, Allah da onu boş çevirmez:
40
Dua, insanla Allah arasındaki ilişki ve iletişimi
sürekli canlı tutar.
Kur’an insanın sorumluluk bilinci üzere yaratıldığını ifade eder. İnsan bu sorumluluk bilinciyle hareket ettiği zaman, çevresine karşı çok
önemli görevleri olduğunu anlar.
Kur’an, toplum yaşamının önemine ve gereğine değinerek ahlaklı ve ideal bir toplumun nasıl oluşturulabileceğinin yöntemlerini açıklar.
“Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın. Nerede olursanız olun, Allah sizi bir araya toplar.” (15)( Bakara Sûresi, 148)
Tarih boyunca bu ilkeye uyan toplumlar, yaşamlarını devam ettirebilmiş ve başarıya ulaşmışlardır. Bu amaçla Kur’an
“Mü’minler ancak kardeştir” (16) (Hucurat Sûresi, 10)
Kur’an, mü’minlerin yalnız kendi dininden
olanlara karşı değil, bütün insanlara karşı ölçülü ve eşit davranmaları ilkesini getiriyor. Güzel
ahlakın gereği de budur. Kur’an, insanın hem
başkalarına haksızlık etmesine ve hem de başkaları tarafından kendisine haksızlık edilmesine
izin vermez.
“Kim bir kötülük yapar yahut kendine
zulmeder, sonra da Allah’tan bağışlama dilerse, Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulur.” (13) (Nisâ Suresi, 110)
İnsana diğer canlılardan farklı olarak akıl,
şuur, irade, zekâ ve idrak verilmiştir. İnsan
anlar, anlatır karar ve hüküm verir. İnsanın beş
duyusu, konuşma kabiliyeti ve düşünme yeteneği vardır. İnsan yapısında kendinden başka bütün canlılardan bir numune taşıyan bir varlıktır.
İnsanda ilahi üstünlüklerin benzerleri, yerde ve
gökte bulunan her şeyden bir zerre, meleklerdeki iyilikler ve iblisteki kötülüklerden numuneler
vardır.
İnsan-Allah ilişkisinde duâ, çok önemli bir
yere sahiptir.
İnsan bu özelliklerinin yanında sosyal bir
canlıdır. Pek çok ayet ve hadislerde toplumsal
ARALIK 2011 / Sayı 151
hayatı düzenleyen hükümlerin bulunması bunun
bir göstergesidir.
sinden öte onlara bir ibadet telakkisiyle bakılması gerektiğini ortaya koymaktadır.
Kur’an-ı Kerim’e ve peygamberimizin yaşantısına baktığımız zaman, ideal insanın; toplum
içinde yaşayan, hayatın olumlu ve olumsuz
şartlarıyla yüz yüze gelen ve insanlığın
mutluluğu için gayret gösteren kişi olduğu
rahatlıkla görülebilir.
“Onlar kendilerine bir sıkıntı isabet ettiği zaman yardımlaşırlar.”,
Toplumdan kendisini soyutlamış, dünya ve
hayata sırtını dönmüş, münzevi bir hayat yaşayan kimsenin; olgun bir insan ve kâmil bir
mü’min olduğunu söylemek mümkün olmaz.
İnsanın hayatı boyunca bütün ihtiyaçlarını
kendisinin karşılaması imkânsız denecek kadar
zordur. İnsanın sağlıklı bir yaşam sürdürebilmesi
için kendi dışındakilere de ihtiyacı vardır. Dolayısıyla insanın kendi dışındakilerle bir ilişkisi söz
konusudur. Bunun için insanın öncelikle kendi iç
dünyasında ve bulunduğu ortamda huzurlu, çevresine ve tüm insanlığa faydalı bir fert olabilmesi
için kurulacak olan ilişkinin kurallarına uygun olması gerekmektedir.
Bir insanın çevresiyle sağlıklı ilişki kurabilmesi için öncelikle o insanın sorumluluk bilinci
taşıması , “Ben kimim, niye yaratıldım, diğer
canlılardan farkım ne, kendime ve çevreme karşı nasıl faydalı olabilirim?” gibi soruların cevabını
araması gerekir.
Kur’an insanın sorumluluk bilinci üzere yaratıldığını ifade eder. İnsan bu sorumluluk bilinciyle hareket ettiği zaman, çevresine karşı çok
önemli görevleri olduğunu anlar. Çevreye karşı
olan sorumluluk aynı zamanda Allah’a karşı olan
bir sorumluluktur. Zira Allah’a karşı olan sorumluluklar sadece ibadetlerden müteşekkil değillerdir. Nitekim bütün zamanını ibadet ve taatle geçiren bir sahabiye peygamberimiz : “sırf ibadetle
meşgul olman doğru değildir. Çoluk çocuğunun
senin üzerin de hakkı vardır. Her hak sahibine
hakkını vermelisin.” Demek suretiyle sorumluluğun farklı boyutlarına dikkat çekmiştir.
Kur’an’da Beşeri İlişkiler
İslam, insanın beşeri ilişkilerini belli bir düzene koymuştur. İnsan hayatının her alanına
müdahil olan İslam, yaşamın en önemli unsurlarından olan beşeri ilişkilere kayıtsız kalması
düşünülemez.
Lokman as’ın çocuğuna nasihat ederken, iyiliği emredip kötülükten sakındırmayı, insanlardan gelecek olan sıkıntılara sabretmeyi namazla
birlikte zikretmesi beşeri ilişkilerin önemsenme-
“Akrabaya fakirlere ve yolda kalanlara
hakkını ver ve saçıp savuranlardan olma.”
“Kim sabreder ve affederse şüphesiz bu
hareketi, yapılmaya değer işlerdendir.”,
“Rahman’ın kulların yeryüzünde tevazuyla yürürler ve cahil kimseler onlara sataştığında onlar “selam” deyip geçerler.”
“Ey iman edenler kendi evinizin dışındaki evlere gireceğiniz zaman, izin almadan
ve ev halkına selam vermeden o eve girmeyiniz.”
Bu ayeti kerimeler, beşeri ilişkilerin önem ve
gereğine vurgu yapmaktan öte beşeri ilişkilerin
düzeltilmesi hususunda nelere dikkat edileceği
insani ilişkilerin kötü olması halinde durumun
nereye varacağı gibi konularda bizlere yol göstermektedir.
Hz. Peygamberin İnsan İlişkilerine
Verdiği Önem,
Olgun bir Müslüman iki önemli hususta sorumluluğunu bilmeli ve en güzel bir şekilde bu
sorumluluklarını yerine getirmelidir.
Birincisi, dinin temelini oluşturan ibadetlerini
ifa etmesi,
İkincisi, insan ve çevreye karşı sorumluluk
bilinciyle hareket etmesidir.
Peygamberimiz yaşantılarının her alanında
olduğu gibi beşeri ilişkiler konusunda da bizim
için en güzel örnektir.
“Sizden biriniz kendisi için istediğini din
kardeşi için de istemedikçe gerçek mümin
olamaz,”
“İman etmedikçe cennete giremezsiniz.
Birbirini sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.”
“Müslüman insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.”
Birçok ayet ve hadiste tanımlanan Müslüman, Allah’a ibadet görevinin yanında insanlarla
ilişkilerin de dürüst, samimi, hoşgörülü başkalarına yardım eden, kimseye kötülük etmeyen,
kendisine yapılan kötülüğü bağışlayan, başkalarına yük olmamaya çalışan olgun kimsedir.
Devam Edecek
41
GENÇ BİRİKİM
Televizyon
ve Çocuklarımız
İdris GÖKALP
Y
unanca “uzak” anlamındaki “tele” ve
Latince “gör” anlamındaki “Visio” sözcüklerinden, 20. yüzyıl başlarında türetilmiş ve “uzaktan görmek” anlamına gelen;
1923 yılında, İskoçyalı Mühendis John Logie Baird tarafından İngiltere’nin Hastings kasabasında icat edildiği yıldan günümüze değin, hemen
hemen tüm dünyayı çepeçevre kuşatan ve derinden etkileyen bir aygıtla karşı karşıyayız. Bu
aygıt 20. yüzyılın en önemli icatlarından ve kitle
iletişim araçlarından biri olan televizyondur.
Günümüzde gerekli gereksiz her yerde ve
her biçimde tartışılan televizyonu iki körün
tuttuğu fil örneğine benzetmek mümkün. İcat
edildiği günden bu yana televizyon hakkında
çok şey söylendi. Bu etkili araçla ilgili çeşitli nitelendirmeler yapıldı. “Sihirli kutu” da denildi, “aptal kutusu” da. Televizyona “şeytan
icadı” diyen de oldu, “teknoloji harikası” diyen
de. Yazar Şükrü Hüseyinoğlu’na göre “Bu toplumun hayatında televizyon ne yazık ki kendisinden faydalanılan bir araç olmaktan çok öte,
kendisine tabi ve teslim olunan bir modern put
durumundadır. İnsanların gün boyu en çok yöneldikleri, tüm duyu organlarıyla en çok karşısında sessiz sedasız teslimiyet gösterisinde
bulundukları sahte bir rab ve ilah konumunda.
Gündelik hayatın kendisine göre şekillendirildiği, evlerin ona göre dizayn edildiği, insanların
programlarını ona göre belirlediği, onunla ağlayıp onunla güldüğü bir modern zaman tanrısı.
42
Evet, televizyon insanın kendisine gönüllü
olarak esir olduğu bir sihirli kutu. İnsanlar zihinlerini, gönüllerini televizyona teslim ediyor,
fakat ellerine aldıkları kumandayla kendilerinin
televizyona hükmettiğini vehmediyor! Televizyon insanları seyircileştiriyor. Yüce Allah’ın
yeryüzüne halifeler kıldığı, hakikate şahitlik
misyonu biçtiği insanları, olup bitenin seyircisi
olmaya mahkûm ediyor.”
Televizyon konusunda her kesimden insanın kendi düzeyi ve beklentileri çerçevesinde konuya yaklaşımları farklı olabilmektedir. Ben bu yazımda daha çok
Allah’ın bizlere emaneti olan ve geleceğimiz, umudumuz ve yarınlarımız olan çocuklarımızın televizyonun etkisi altında
kaldığı tehlike ve tehditlerden bahsetmek
ve âcizane ebeveynleri bu konuda uyarmak ve bilgilendirmek istiyorum.
Bugün ülkemizde televizyon olmayan ev neredeyse yok gibi. Sanki televizyonla bütünleşmiş bir yapımız var. Bu durumdaki bir insandan
veya aileden televizyonunu kapatmasını istemek, bebekten sütü esirgemek gibi algılanıyor.
Çünkü artık televizyonsuz eğlenemez, televizyonsuz gülemez, yemeğini dahi yiyemez, kısacası televizyonsuz yaşayamaz hale geldik.
Televizyona bu derece bağımlılığın altında
yatan sebeplerin başında tembellik var. Aslında
tembellik televizyon seyretmenin hem sebebi, hem sonucu. Bir kere televizyonun başına
geçince gerisi geliyor. Gönüllü olarak karşısına
geçiyor, gözümüzü ona dikip, âdeta hipnotize
oluyoruz.
Televizyonun giderek aileleri esir alması, tüm dünyanın dikkatini televizyonun kişiler üzerindeki etkileriyle ilgili düşünmeye ve
bu konuyla ilgili çalışmalar yapmaya yöneltti.
ARALIK 2011 / Sayı 151
Batıda televizyonun aile
içinde bu denli etkili olmasının gelecek nesilleri
nasıl etkileyeceği üzerine
çok ciddi araştırmalar yapılıyor. Öyle görünüyor ki
yakında sigara bağımlılığı
gibi televizyon bağımlılığı
da psikiyatri kitaplarına
girecek. Aşırı derecede
televizyon izlemek kişinin
konsantrasyon becerisini
bozmakta, beynini tembelleştirmekte ve pasifize
etmektedir. Çünkü televizyon beyni yormadan bilgi
verir. Hâlbuki beyni en çok
geliştiren şey konuşmak
ya da dinlemek değil, düşünmektir, yorum yapmaktır. Televizyon işte bu
becerileri azaltmaktadır.
Bugün ülkemizde televizyon olmayan ev neredeyse
yok gibi. Sanki televizyonla bütünleşmiş bir yapımız var. Bu durumdaki
bir insandan veya aileden
televizyonunu kapatmasını istemek, bebekten sütü
esirgemek gibi algılanıyor.
Çünkü artık televizyonsuz
eğlenemez, televizyonsuz
gülemez, yemeğini dahi yiyemez, kısacası televizyonsuz yaşayamaz hale geldik.
Birincisi, televizyon kişilerde zihinsel tembellik yapar. Beynin yorumlama ve düşünme
ile ilgili kısımlarının gelişmesini engeller. Kişinin
yorum yapma, analitik düşünme, sentez yapma, zihinsel beceri yönüyle öğrenme gücünü
azaltır. Bireysel yaratıcılığı köreltir. Bu durum,
çocuklarda daha da belirgin bir biçimde gözlemlenmektedir. Televizyonun ikinci olumsuz
etkisi ise aile içi iletişime ve etkileşime zarar
vermesi yönünde olmaktadır. Bu durum ailedeki sevgi, saygı ve güven bağını zayıflatmakta ve
aile içinde psikolojik bir duvar örmektedir.
diğer çocuklarla oynaması,
onlara dokunması, onlarla
konuşması, yani etkileşim içinde olması gerekir.
Fakat sürekli televizyon
izleyen çocuklarda bu etkileşim olamıyor. Çocuk
sadece mesaj alıyor, hiç
mesaj veremiyor. Zamanını sürekli televizyon karşısında geçiren çocuklarda
mutsuzluk, doyumsuzluk
ve yalnızlık gözleniyor.
Diğer yandan haberlerden filmlere, dizilerden
çizgi filmlere kadar neredeyse bütün programlarda
şiddet unsuru gözlemlenebiliyor. Uzmanlara göre bu
kadar sıklıkla şiddet sahnesini takip eden çocuklar
için, şiddet âdeta sıradanlaşıyor. Böyle çocuklar
hem yetişme dönemlerinde, hem de ileriki yaşlarda büyük çaplı psikolojik bunalımlar yaşıyorlar. Diğer insanlarla uyum sağlamada zorlanıyorlar. Daha da kötüsü, toplum için sürekli bir
tehdit unsuru haline gelebiliyorlar.
Televizyona karşı belki en savunmasız durumda olanlar çocuklarımızdır. Hele bir de televizyonu bebeklik çağından itibaren bir tür
çocuk bakıcısı olarak kullanan anne-babalar,
en değerli varlıklarını kendi elleriyle canavara
teslim ediyorlar. Çocukların hemen her türlü
programı kontrolsüzce seyretmeleri, ruh dünyalarında tamir edilmez yaralar açıyor.
Günümüzde görüyoruz ki televizyon çocukların zihinsel gelişimini ve dil gelişimini sekteye
uğratıyor. Konuşması gerekirken konuşamayan, hece kurması gerekirken hece kuramayan,
2,5 yaşında olmasına rağmen 5 kelime bilen
çok sayıda çocukla karşılaşıyoruz. Konuyu biraz
araştırınca ortaya çıkıyor ki bakıcısı yahut annesi çocuğu bütün gün televizyonun karşısında
bırakıyor, onunla konuşmuyor, bunun sonucunda da çocukta etkileşim ile ilgili beyin alanları
gelişemiyor. Çocuğun dokunarak, oynayarak,
kırarak vs. öğreneceği motor beceriler gelişmiyor. Çocuğun sosyal gelişiminin olması için
43
GENÇ BİRİKİM
44
Televizyonu, eğlence ve
çok çarpıcı. Unutmayalım
tüketim aracı olarak görki, Rabbimiz Allah, bizleÇocuğun aşırı bir biçimde
menin yanında, modern
ri zamanımızı nerelerde
çağda egemen sistemleharcadığımızdan da hesatelevizyon izlemesi, onu
rin ve kapitalist şirketlerin
ba çekecektir. Dolayısıyla
okumaktan, hatta çoğu
insanları ve özellikle de
zamanın bilincinde olan
kez oyun oynamaktan bile
çocukları
nesneleştirme,
Müslüman’ın
televizyon
yoksun bırakmaktadır. Çotek tipleştirme ve değerkarşısında saatlerini geçirsizleştirme aracı olarak ta
mesi son derece vahim bir
cuğun sosyal ilişkileri zagörmek gerekir. Bilhassa
durumdur.
yıflamakta ve içe kapalı bir
televizyondaki reklâmların
Aile olarak televizyon
hale gelebilmektedir. Öyle
çocukları pek çok progbaşında ayırdığımız zamaramdan daha çok cezp
ki çoğu kez yemek yemek
nı ailece kitap okumaya
ettiğini ve dakikalarca
için bile anne babasının
hasretsek ve bunu günde
gözlerini ayırmadan soüç saat değil, yalnız bir
yanına gitmemekte ve yenuna dek izlediklerini
saat yapsak bile inanın
görüyoruz. Bu da henüz
meği tepsi içinde sunulamüspet anlamda çok hataze çocuk beyinlerin
rak televizyonu izlerken
yırlı değişikler olacaktır
tüketim arzusu ve marhayatımızda.
yemesi
sağlanmaktadır.
ka istekleri ile doldurulYapılan
araştırmalar
masına neden olmaktatelevizyonun
çocukların
dır. Dolayısıyla çocuk,
fiziksel gelişimini de olumsuz etkilediği yönünçalışmak, başarılı olmak, erdemli olmak
dedir. Mesela radyasyon yayması nedeniyle baş
gibi insani boyuttaki pek çok değer yargıağrısı, göz yanması, halsizlik ve baş dönmesi
sının yerine salt tüketerek mutlu olunacayaratması, uyku bozukluğu, yorgunluk, stres
ğı yolundaki düşünceye inandırılmaktadır.
ve depresyon, bağışıklık sisteminin zayıflamaÖzellikle son zamanlarda çocukların
sı ve daha geç saatte yatma, uykuya geçişte
idolü ve kahramanı haline gelen ve diğer
zorlanma, uyurken daha fazla uyanma gibi soçizgi filmlere nazaran ehveni şer hükmünrunlara neden olabilir. Bunun yanında sağlıksız
de olan Caillou(kayu) adlı çizgi filmin bile
beslenmeyi teşvik etmesi ve şişmanlatması ve
nasıl popüler kültürün reklâm malzemesi
olumsuz beden imajına neden olması televizyohaline getirildiğini müşahede ediyoruz.
nun fiziksel zararları arasında sayılabilir.
Maalesef kendi dinimizin, değerlerimizin
Televizyonun salt zararlı bir araç olduğunu
ve tarihimizin kahramanlarını ve örnek
dile getirmek elbette ki haksızlıktır. Özellikle
şahsiyetlerini bu sektörde üretemezsek
vurgulamaya çalıştığım, televizyonun bağımlılık
kapital sektörler çocuklarımıza kendi kahyapar derecede hayatımıza girmesi, çocukları
ramanlarını(!) her daim dayatacaklardır.
onun insafına(!) teslim etmemiz ve programlar
Çocuğun aşırı bir biçimde televizyon
konusunda pek seçici olmadığımız gerçeğidir.
izlemesi, onu okumaktan, hatta çoğu kez
O halde televizyonu çocukların hayatından
oyun oynamaktan bile yoksun bırakmakbaskı yoluyla çıkartamayacağımıza göre
tadır. Çocuğun sosyal ilişkileri zayıflamakyapılabilecek şeyler nelerdir?
ta ve içe kapalı bir hale gelebilmektedir.
Prof. Dr. Nevzat Tarhan’a göre; bu durumda
Öyle ki çoğu kez yemek yemek için bile
yapılması gereken çocuğun mümkün olduğunanne babasının yanına gitmemekte ve yeca iyi yönde etkilenmesini sağlayabilmektir. Bir
meği tepsi içinde sunularak televizyonu
çocuğun sağlıklı bir kişilik geliştirebilmesi için
izlerken yemesi sağlanmaktadır.
yetiştiği ortamda sevgi kadar disipline de ihtiEndüstriyel dünyada bireyler günde ortalayacı vardır. Her evin kendi içinde belirlediği bazı
ma üç saatlerini plansız olarak televizyon seykuralları olmalıdır, kuralsızlık doğru değildir. Bu
retmeye ayırıyorlar. Bu saatler, bir gün içinde
kurallar televizyon konusunda da alınmalı ve
çalışma ve uyuma dışında tek bir faaliyet için
muhakkak televizyonla ilgili bazı sınırlar konayrılan en büyük zaman dilimini oluşturuyor.
malıdır.
Düşünün, yetmiş beş yaşına geldiğinizde, her
Televizyon seyretmenin kötü sonuçları uzun
gün yalnızca üç saat televizyon seyrettiysevadede ortaya çıkar. İlk anda görünmeyen bu
niz, yaklaşık dokuz yılınızı televizyon karşısonuçlar hakkında baştan bilinçli olup ona göre
sında geçirmiş oluyorsunuz. Rakam gerçekten
ARALIK 2011 / Sayı 151
davranmak
gerekir.
Anne baba olmanın
yüklediği
sorumluluk
bu konuda da hassas
olmayı gerektirir. Aile,
televizyon
izlemede
seçici ve yönlendirici
olmalıdır.
Büyükler çoğunlukla televizyonu eğlenmek amacıyla, çocuklarsa dünyayı anlamak
ve tanımak amacıyla
kullanırlar. Bir eğitim
aracı haline geldiği için
televizyon
çocuklar
açısından daha önemli
bir konumdadır. Çocuğun o yaşlarda öğrendiği her şey kendi dünyasına iyi veya kötü olarak girer ve ileriki yıllarda
yansıma halinde ortaya çıkar. O nedenle “Çocuk
televizyonun karşısında çok iyi vakit geçiriyor,
ben de rahat ediyorum” diye düşünmek yanlıştır. Çocuğun o anda dünyayı tanıma çabası içinde olduğu ve doğru mesajlar alması gerektiği
gözden kaçırılmamalıdır. Anne ve baba bunun
sorumluluğunu hissetmeli, çocuğa hangi programı izleyip hangisini izleyemeyeceğini öğretmelidir. Önemli olan çocuğa bu anahtarı vermek ve neyin iyi, neyin kötü olduğunu doğru
bir şekilde gösterebilmektir.”
Ailelere düşen öncelikle çocuğu televizyon karşısında yalnız ve savunmasız bir
biçimde bırakmamak, mümkün olduğunca
birlikte izlemek. Konuşarak, anlatarak ve
paylaşarak. Sonra da çocukları okumaya
sevk etmek ve televizyon izlemelerine belli ölçülerde sınırlandırmalar getirmek.
Aslında gönül ister ki televizyonu hayatımızdan tamamen çıkaralım ve yerini
daha hayırlı şeylerle dolduralım. Biz, televizyonu ne kadar aklamaya çalışırsak çalışalım günümüz gerçekliği televizyonun
çocuklar ve hatta yetişkinler üzerinde hiçte hayırlı olmayan tahribatlara neden olduğudur.
Hülasa televizyonun insanı esir alan ve okumaktan-düşünmekten önemli ölçüde alıkoyup
enformatik cehalete mahkûm eden sihirli gücü
karşısında insanlığı yeniden akletme ve okumanın aydınlığına çağırmamız gerekiyor. Nesillerimizin seyircileştirilmesi karşısında, okumayı, düşünmeyi, sorgulamayı güçlü bir şekilde
insanlığın gündemine taşımamız icap ediyor.
Çocuklarımızı, televizyonun uyuşturan, tembelleştiren atmosferinden, Kitab’a, okumaya,
akletmeye, üretmeye
taşıma konusunda öncülük yapmamız temel
bir sorumluluk olarak
önümüzde duruyor.
Öncelikle evlerimizdeki televizyon iktidarına zaman geçirmeden
son vermemiz gerekmektedir. Evlerimizde
televizyon dizileri değil,
Allah’ın ayetleri yankılanmalı. Evlerimiz şeytani Batı kültürünün işgaline açık olmamalı. Televizyonun evlerimizde
Truva Atı işlevi görmesine ve bizi yönetmesine,
esir almasına izin vermemeliyiz. Ya onu kontrol etmeyi öğrenmeliyiz, o bize değil biz ona
hükmetmeliyiz ya da evlerimizden çıkarıp atmalıyız.
Tedbir almazsak gözlerimiz önünde çolukçocuğumuzun televizyon tarafından nasıl esir
alınıp mankurtlaştırıldığını, bize yabancılaştırıldığını seyretmek zorunda kalırız. Bu konuda
üzerimize düşeni yapmazsak, kendi paramızla
evimize soktuğumuz bu “sihirli kutu”nun ne tür
olumsuzluklara yol açtığını bizzat yaşayıp görmek durumunda kalırız ki o zaman da geç kalmış oluruz.
Hanelerimiz şeytan ve dostlarının değil,
Yüce Allah’ın sözünün geçtiği, Allah’ın ayetlerinin hükümran olduğu birer İslam kalesi haline gelmelidir. Ahzab Suresi 34. ayet-i kerimede Yüce Rabbimizin buyurduğu gibi, evlerimizi
Kur’an ayetlerinin okunduğu, onlar üzerinde tefekkür ve sohbet edildiği güzide mekânlar haline getirmeliyiz. Evlerimizi cennetin dünyadaki
şubelerine dönüştürmeliyiz.
Kendimizi ve ehlimizi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem azabından korumamızın tek
yolu budur.
KAYNAKLAR:
“Evlerimizdeki Truva Atı: Televizyon”, Şükrü HÜSEYİNOĞLU, İtidal Yay.
“Aile okulu”, Nevzat TARHAN, Timaş Yay.
Televizyonun Çocuklar Üzerindeki Olumsuz Etkileri”, Yrd. Doç. Dr. Huriye KURUOĞLU
45
GENÇ BİRİKİM
Mürteci Eğitim
M. Cihat BATMAZ
E
ğitim kelimesinin hayatımıza girmesi pek de eski tarihlere uzanmaz.
Avrupa’da 15. Yüzyıldaki reformasyon
çalışmalarıyla birlikte ilk kez kürsülerde konuşulan bu kelimenin, devlet veya başka sistemlerin politik ve ekonomik aracı haline gelmesi
17. Yüzyıldan öteye geçmez. Bu tarihlerden
itibaren devletler veya başka büyük sistemler kendi istedikleri tüketici tipini yetiştirmesi
amacıyla tedrisatın tekelleşmesine gitmişlerdir.
Bizim gibi bazı ülkelerde ise tedrisatın tekelleşmesi kurdukları rejimleri sağlama almak ve
ömrünü uzatmak maksadı ile yapılmıştır. Bundan ötürü bizim ülkemizde bu tekelleşme belli
bir sistematikten yoksun ve tepeden inme olduğu için, global manada eğitimin geldiği noktayı değerlendirmek ve eleştirileri buna göre
yapmak daha sağlıklı olacaktır.
46
19. Yüzyıldan itibaren geliştirilen eğitim
müfredatları genelde ürün odaklı olmuştur.
Lakin zaman içinde ürünün mahiyeti ve tanımı sıkça değişmiş, günümüzde ise öğrencilerin
ürün haline geldiği eğitim müfredatları kullanılmaya başlanmıştır. Bu müfredatları insanın
ne kadar ürün olarak değerlendirirsek insan o
kadar merkezli diye niteleyebiliriz. Bu yaklaşımların aslında insan-ürün merkezli olduğu su
götürmez bir gerçek ama asıl tartışılması gereken yetiştirilen insan-ürün ideal birey mi yoksa
ideal tüketici mi. Günümüzde eğitim kurumlarını ya direk şirketler finanse ediyor, ya da eğitim
kurumlarını tekeli altında bulunduran devletleri
şirketler finanse ediyor. Dolayısıyla finansörler,
ürünün erdemli bireyler olmasından çok sadık
birer tüketici olmasını tercih etmeleri çok do-
ğal. Sözgelimi dünyanın hiçbir yerinde eğitim
müfredatlarının içeriğinde nasıl iyi tüketici olunacağı gibi konular bulamazsınız ama gel gör
ki bu eğitim müfredatlarından yetişen bireyler
tam da finansörlerinin istediği biçimde sadık
müşteriler oluyorlar. Bu da bizi bu eğitim müfredatlarının içinde bir de ‘’gizli müfredat’’ mı
var sorusuna götürüyor. Viyanalı sosyolog İvan
İllich bu soruya evet demekle beraber bu gizli
müfredat kavramını da ilk kullananlardandır. Bu
‘’gizli müfredat’’larla yetişen bireyler bazı özellikler gösterirler:
Herkes yoksuldur
Günümüz eğitim kurumlarında yetişen bireyler kendilerini her ulaştıkları makamdan,
mülkten veya hedeften sonra başka bir beşeriyetin yoksulluğunu çekmeye mahkûm hissederler. Bu noktada bir sınır olmamasının sebebi ise yoksulluğun son derece göreceli bir hal
almış olmasıdır. Söz gelimi büyük bir plazanın
önünde pilav nohut satan bir adam, o plazada
personel olamadığı için yoksulluk hisseder. Plaza personeli ise çalıştığı bölümün şefi olamadığından yoksul bir şekilde eve döner her akşam.
Personel şefi şirket CEO’su olmadıkça, CEO da
şirket sahibi olmadıkça yoksuldur. E bunca yoksulluk ancak daha fazla mesai ve daha fazla
tüketimle giderilebilecektir! Yetiştikleri eğitim
ortamı bu insanlara biriktirmekten önce paylaşmayı, empatiyi ve yükselme hırsının bir kara
delikten ibaret olduğunu öğretmemiştir. Şükretme erdemi ise Freud’un eğitim felsefesine
armağan ettiği ‘’pollyannacılık’’ savunma mekanizması adı altında lanetlenmiştir.
ARALIK 2011 / Sayı 151
Herkes tüketicidir
Çağımızın ‘’eğitimli’’ bireyinin sahip olduğu yadsınamaz bir özellik
de; bütün toplum bireyleri tüketicidir ve ulaşılması gereken her hedef daha fazla hizmet satın almakla
mümkündür düşüncesidir. Bu özellik
örneğin; insanları sağlık hizmetini
satın alırken yaşam kalitelerini yükseltme amacı değil daha farklı bir
statü kazanmak için satın almaya
itmiş veya herhangi bir endüstriyel
ürünün daha alt modeli ihtiyaçlarımıza daha iyi cevap vermesine aldırmaksızın, yeni çıkan üst model
garip bir illüzyonla gözümüzü kamaştırarak satın almamıza itmiştir.
Bu durumun sonucunda çıkan en
önemli insani problem ise; eğitim,
sağlık, endüstri gibi hizmetlerin ihtiyacı olan insanların daha fazla yararlanması
yerine, tüketme ve gösteriş yarışına giren insanların statü kazanma hırslarının kurbanı olmasıdır.
Yeni Ruhban Sınıflarımız “uzmanlık’’
Bu kavramın bana ait değil yine İvan İllich’e
ait olduğunu belirtmem gerekir. Günümüzde
statü kazanmak için kayıtsız şartsız hizmet satın almanın yanında satın aldığımız hizmetin
kaynağının niteliği de önemlidir.
Sayısız köye ve kırsal yerleşim alanlarına
doktor uğramamasına rağmen, doktor sayısınGeleceğimizi şekillendiren eğitim müfredatdaki artışı nasıl açıklarız. Acaba mevcut eğitim
larının bireyi sayısız imtiyazlara sahip olacağı
müfredatları ile yetişen doktorlar mesleklerini
bir uzmanlık alanına acıne kadar etik değerlerle
masızca yöneltmekte ve
anlamaktadırlar, ne kadar
ayrıca toplumsal konum
Günümüz
eğitim
kurumlastatü kazanma aracı ve
kazanma yarışında kutsal
rında yetişen bireyler kendilepara biriktirme aracı olaaddedilen “uzmanlar”dan
rak görüyor. Estetik cerrini her ulaştıkları makamdan,
hizmet almasını salık verrahlığı, boş kürsüleri işgal
mülkten veya hedeften sonra
mektedir. Tüketim bağımetme gibi durumlar neden
lılığını çağımızın büyük
başka
bir
beşeriyetin
yoksuldaha fazla ilgi görüyor.
dinlerinden biri olarak
luğunu çekmeye mahkûm hisBurada verdiğimiz doktasavvur edersek, uzman
sederler. Bu noktada bir sınır
torluk örneğini hemen her
sınıfları da tıpkı orta çağ
mesleğe
uyarlayabiliriz
olmamasının sebebi ise yokAvrupa’sındaki kendilerive aynı sonucu alabiliriz.
sulluğun son derece göreceli
nin şefaati olmadan cenÜniversite okumak için
bir
hal
almış
olmasıdır.
Söz
genete girilmeyen ve kendigittiği şehirlerde, o toplulerinin onayı olmadan bu
limi
büyük
bir
plazanın
önünmun gelecek ufku olarak
dünyadaki statülerin bile
görülmek yerine o şehrin
de pilav nohut satan bir adam,
şüpheli konuma düşmesigelir kaynağı olarak göo plazada personel olamadığı
ne yol açan ruhban sınıfrülmesi; farklı kültürleri
için yoksulluk hisseder. Plaza
larına benzetebiliriz.
tanımak ve insanlık tarihipersoneli ise çalıştığı bölümün
ne olan borcunu ödemek
Söz gelimi şehrin en
şefi olamadığından yoksul bir
gibi samimi hisleri olan
mütehassıs
doktoruna
turistlerin gittiği ülkelerşekilde eve döner her akşam.
gitmeden
hastalığınızın
de yolunacak kaz gibi göşifa bulması ne sizi ne de
Personel şefi şirket CEO’su olrülmesi de çağdaş eğitim
çevrenizdekileri rahatlatır.
madıkça, CEO da şirket sahibi
sistemlerimizin nasıl biYa da alanında “uzman’’
olmadıkça yoksuldur.
reyler (tüketiciler) yetişbir dershane ile anlaştirdiğine işaret olabilir.
madan velisi olduğunuz
47
GENÇ BİRİKİM
Günümüzde eğitim müfredatlarının da insani ve vicdani ihtiyaçlar ışığında hazırlanmadığı
ve egemen güçler manipülesi ile gelecekteki
ihtiyaçlar adı altında tek tip insan yaratma projeleri olduğu aşikârdır. Biz tabii ki çağdaş eğitim anlayışlarının bütün kaygı verici yönlerini
ele alamadığımız için sadece bizi nasıl tüketim
budalalarına çevirdiğinin üzerinde durduk. Üstü
çizilen ve MÜRTECİ damgası yemekten kurtulamayan her eğitim müfredatının yerini alan yeni
programın, insanı daha makineleştirdiği ve iyi
olanı arama çabasından, daha da önemlisi insandan ve insan olandan uzaklaştırdığı bir gerçektir.
çocuğun üniversite sınavlarına hazırlanması
pek bir şey ifade etmez. Ya da satın aldığınız
araba ihtiyaçlarınıza cevap veriyor hatta lüks
denilebilecek özelliklerin hepsine vakıf dahi
olsa, aldığınız marka piyasada kutsal “uzman’’
unvanına sahip değilse arabanız ayağınızı yerden kesmeden başka işe yaramaz ve tüketim
yobazları tarafından ayıplanırsınız. Daha basit
bir konuda değerlendirirsek; a ve b şahıslarının bir konuda tartıştıklarını düşünelim. A şahsı
savunduğu savlarda daha akla yatkın görüşler
belirtse, daha ikna edici konuşsa da, b şahsı
konuşulan konuda potansiyel olarak ruhban
sınıfına ait bir seçkinse (uzman) tartışmanın
galibi baştan bellidir. Eğitim müfredatlarımızla
yetişen toplum unsurları bu basit tartışmada
bile aklı ve mantığı değil! Kutsal ağızdan çıkan
sözleri doğru ve tartışılmaz sayar. Belki de insanın yobazlık hastalığı bakidir ve çağlara göre
yer değiştiriyordur. İnsanların bu eğilimlerini
bilen zihin mühendisleri de piyasanın çıkarına
kutsallar yaratıyordur.
Çözüm eğitimin mürtecileşmesi mi?
48
Verdiğimiz örnekler ve yaptığımız değerlendirmeler bilinen piyasa ve kapital sistem
eleştirirli olarak yorumlanabilir. Çağdaş insanın
tüketim bağımlısı yaratıklar haline getirme çabası zaten malum olan bir durumdur, amacımız
da malumu ilan etmenin yanında bu durumun
oluşmasında eğitim sistemlerinin özellikle müfredatlarının büyük payı olduğunu söylemektir.
Mürtecilikten münezzeh ilerici eğitim müfredatlarının hepsinde yetişen insan fedakârlığı
değil, bireyselciliği, içe dönük huzur arayış meşakkatlerini değil, çabuk bulup çabuk tüketme
hafiliğini, tek kutsal kaynak dışında gelen bütün önermelere şüphecilikle yaklaşmayı değil,
sayısız idoller oluşturmayı ve bunlara bağlanmayı, çok için gayret etme ile az ile yetinme
arasındaki huzuru değil, sürekli önündekini az
görmeyi, gidilen yolu önemsemeyi ve itidali değil, varılacak hedefi ve bu hedefe varmak adına
yapılanları önemsememeyi öğretiyor. Görünen
şu ki; önümüzde ciddi bir şekilde tartışılmayı
bekleyen bir konu durmaktadır: Acaba insanlığı
bu hastalıklardan kurtaracak şey eğitimin mürtecileşmesi midir? Kastettiğimiz elbette eğitimde kullanılan metot ve yöntemler değildir.
İnsanın bilgiyi daha iyi şekilde kullanacağı,
depolayacağı ve yorumlayacağı çağdaş metotlara her zaman ihtiyaç vardır. Lakin şunu
da sorgulamaktan geri durmamalıyız; insan
refahını yükseltme vaadi ile önümüze konan
her yeni eğitim müfredatı acaba bizi insanî ve
vicdanî mecradan biraz daha mı uzaklaştırıyor
ve egemen zihniyetlerin istediği kalıba sokmaya çalışıyor. Biz tüketici olmaktan önce insan
olmayı tercih edeceksek şu gerçeği unutmayalım mahlûkatın insan olma süreci tüketici olma
sürecinden daha eskidir. Dolayısı ile eğitim anlayışımızda geriye gitmekte hiçbir beis yoktur.
Zaten gördük ki tek başına kullanıldığında ilericilik denilen mefhum sonu olmayan ve geniş insan yığınlarının fazla bir yararına olmayan, sadece belli azınlıkların ayrıcalıklarını korumaya
yarayan bir olgu olmaktan öteye geçmemiştir.
Artık özellikte eğitimde belli konularda mürtecileşmekten bahsedilmesi, en azından tartışılması lazımdır ve geçmişe terk edilmeye çalışılan,
insani erdemlerden söz edenlerin yakılmasında
yanlış görülmeyen cadı muamelesine uğramaması gerekir.
ARALIK 2011 / Sayı 151
Cihad’a ve
Cihad Cephelerine
Karşı Önyargılar
Selman GAFFAROĞLU
“Kim cihad etmeden ve cihada niyet de
etmeden ölürse, nifaktan bir şube üzerine
ölmüş olur” (Mesâbîhü’s-Sünne)
I
lımlı İslam projelerinden belki de en
çok nasibini alan ülke Türkiye oldu.
Türkiye’de demokratikleşen bildik kesimlerin yanı sıra, Muhammedî yaşayışı örnek
alan ve O’nun metodunu uygulayan davet ekollerinin de cihad kültürünü yavaş yavaş hayatlarından çıkardıklarını üzülerek gözlemliyorum.
İnsanlarımız artık, sıcak çatışmaların yaşandığı cihad cephelerinde neler olup bittiğine dair,
merak edip araştırma zahmetinde bile değiller.
Hal böyle olunca mücahitler dualarda bile yer
almıyor. Maalesef ülkemizde cihad ve şehadet,
marşlar ve ezgilerle kalpleri coşturan bir modadan başka bir anlama sahip değil artık. Marşlar, ezgiler genç gönüllerde yapması gerekeni
yapıyor ama şehadet özlemiyle yanıp tutuşan
kalbin üstüne su serpen, kanaat önderleri, ağabeyler, anne babalar hiç eksik olmuyor. Özellikle aileler tağutun ordusuna evladını gönderirken bile hiç tereddüt etmezken, iş Allah (c.c.)
yolunda savaşma isteğine gelince bin bir türlü
bahane arayışına giriyorlar. Bunun başlıca sebepleri arasında, cihad cepheleriyle ilgili oluşturulan çeşitli manipülasyonlar yer alıyor. Ben
bu yazıda cihadın önemini anlatmayacağım, cihadın İslam’da yeriyle ilgili hiçbir Müslüman’ın
kafasında bir şüphe olduğunu zannetmiyorum.
Bize cihadı unutturan fitnelerden, Müslümanların cihad cepheleriyle ilgili kafalarındaki şüphelerden ve Allah (c.c.) rızası için sefere çıkmaya
niyetlenenleri vazgeçirmek için ortaya atılan
söylemlerden birkaçına değinmeye çalışacağım
inşallah.
1. Şimdi cihad zamanı değil
Bu söylem çoktan demokratikleşen kesimlerin söylemlerine benzemekle beraber maalesef
daha bilinçli Müslümanlar tarafından da kullanılmakta. Söyleyenler ne amaçla söylerlerse
söylesinler, bu söylemin alt metninde milliyetçi
bir tavır vardır. Söylem sahibi kendi toprakları
için Kıtal (vuruşma, savaş) anlamındaki cihad
zamanı olmadığını söylediğini düşünmektedir.
Az biraz düşünmeyle bu bakış açısının ümmet
bilinciyle çeliştiği gözükebilir. Daha baştan ümmet olamadığını göstermiştir bu lafların ardına
gizlenenler. Tüm yeryüzü bizimken ve kazanılmış İslam topraklarının tamamı işgal altındayken, kadınlarımıza tecavüz edilip kundaktaki
yavrularımız katledilirken, ümmetin hayırlı evlatları Allah’ın (c.c.) düşmanlarının ellerinde,
soğuk zindanlarda ciğerleri üşüyerek ağlarken
mi? Şimdi mi cihad zamanı değil! Sizin cesaretiniz olmayabilir ama biraz vicdanınız varsa
bu yola sevdalanmış olanları engellemek için
çabalamayın.
“Allah, içinizden (savaştan) alıkoyanları ve kardeşlerine, “Bize katılın” diyenleri
gerçekten biliyor. Zaten bunların sadece
pek azı savaşa gelir. (Gelseler de) size
karşı cimrilik ederek gelirler.” (Ahzab 18)
2. Nereye gideceksin, kimin kiminle savaştığı belli değil?
Benim gözlemlerime göre cihadı hayatımızdan silen piyasadaki en etkin şüphe tohu-
49
GENÇ BİRİKİM
50
mu bu söylem. Nereye
gideceksin, kimin kiminle
savaştığı belli değil? Bu
cümlenin ardından gelen
pekiştirici ifadeler de genellikle “şimdi gideceksin
öleceksin, sanacaksın ki
şehit olacaksın, oysaki laik
Türk ordusunda ölen askerlere söylenen şehitlikten farksız bir dava uğruna ölmüş gitmişsin” Oh ne
güzel, sırf bencilce evladını kendine saklayan aile
ya da cemaat önderi için,
cihad ehli bir gruba iftira
atmak ne kadar kolay değil mi? Bugün İslam coğrafyalarının tamamı kan
ağlıyor ve Allah’ın (c.c.)
yardımıyla fitnenin olmadığı, düşmanın belli olduğu onlarca cephe mevcut.
Somali, Afganistan, Irak,
Filistin, Kafkasya, Yemen,
Pakistan, Moro, Patani ve
daha birçok cephede mücahitler, haçlı-siyonist it-
Bugün İslam coğrafyalarının tamamı kan ağlıyor ve
Allah’ın (c.c.) yardımıyla fitnenin olmadığı, düşmanın
belli olduğu onlarca cephe
mevcut. Somali, Afganistan,
Irak, Filistin, Kafkasya, Yemen, Pakistan, Moro, Patani
ve daha birçok cephede mücahitler, haçlı-siyonist ittifakına ve işbirlikçilerine karşı
şerefli bir mücadele veriyorlar. Tevhid bayrağını yüceltmek için savaşan kardeşlerimize iftira atmak öyle kolay
olmamalı. Kolay olmamalı
çünkü cihad meydanında
münafık, facir, kötü niyetli ve
sevaptan nasipsiz kesimler
bulunması bile cihaddan geri
durmak için bahane olamaz.
tifakına ve işbirlikçilerine
karşı şerefli bir mücadele
veriyorlar. Tevhid bayrağını yüceltmek için savaşan
kardeşlerimize iftira atmak öyle kolay olmamalı.
Kolay olmamalı çünkü cihad meydanında münafık,
facir, kötü niyetli ve sevaptan nasipsiz kesimler
bulunması bile cihaddan
geri durmak için bahane
olamaz. Bütün bu kesimler
Rasulullah (s.a.v.) zamanında da olmuştur. Rasulullah (s.a.v.) zamanında
ordunun saflarında bu kesimler bulunduğu halde cihad yapılmıştır.
“Hele korku gelip
çattı mı, üzerine ölüm
baygınlığı çökmüş gibi
gözleri dönerek sana
baktıklarını görürsün.
Korku gidince ise, mala
düşkünlük göstererek
sizi sivri dilleri ile incitirler. Onlar iman etmiş
ARALIK 2011 / Sayı 151
değillerdir; bunun için Allah
onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır. Bu, Allah’a göre
kolaydır.” (Ahzab 19)
Bu ayet, Hendek Savaşından bir tablo çizmektedir. Müslümanlarla aynı safta görülen
münafıklar, savaşmak yerine
kaçmanın yollarını aramaktadırlar.
“Onlardan öylesi de var
ki, ‘Bana izin ver, beni fitneye düşürme’ der. Bilesiniz ki onlar zaten fitneye
düşmüşlerdir.” (Nisa 141)
Bütün fitneleri yok eden cihad, nasıl fitne
olabilir ki?
“Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.” (Enfal 39)
Bu mazaretle ilgili ibn-i Teymiye’nin (Rahimehullah) şu sözlerini aktarmak konunun daha
net anlaşılmasını sağlayacaktır inşallah.
“Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in ilkelerinden
biri, iyi ve kötü her komutan ve emir ile beraber
savaşmaktır. Şüphesiz Rasulullah’ın (s.a.v.) bildirdiği gibi, Allahu Teala bu dini facir bir adamla
ve nasipleri olmayan topluluklarla da destekler.
Çünkü facir komutanlar veya facir askerlerle
beraber savaşmak uygun görülmezse, mutlaka
şu iki durumdan biri meydana gelir: Ya onlarla
beraber savaş yapılmaz ki bu durumda din ve
dünya konusunda onlardan daha zararlı olan
düşman ülkeyi istila eder. Ya da facir olan komutan ile beraber savaşılır ve en kötüleri olan
düşman defedilerek İslam ahkâmının tamamı
uygulanamazsa bile, uygulanabilenler yerine
getirilir. Bu ve benzeri bütün durumlarda vacip olan budur. Hatta Raşid Halifeler devrinden
sonra meydana gelen savaşların çoğu bu şekilde yapılmıştır.”1
3. Peki tamam gittin, adamlara ayak
bağı olmaktan başka neye yarayacaksın?
Bu iki aşamayı atlatan şehadet sevdalısına
yeni bombardımanlar hemen hazırdır. Sen ne
anlarsın savaşmaktan laflarından, yokluk içindeki mücahitler bir de seni mi beslesin laflarına kadar, çeşitli caydırma cümleleri ardı ardına
sıralanmaya başlanır. Kimse anasının karnından savaşçı olarak çıkmamıştır. Gitmeye niyet1 İbn-i Teymiye, Mecmuu’l-Fetava, 28/506–507
lenen kişi zaten bedenen kendini hazırlamış,
dayanıklılığını artırmıştır. Ayrıca rızkı veren de
Allah’tır(c.c) ve böyle yüce bir amaç için çıkılan
yolda rahmetini, bereketini ve yardımını esirgemeyecektir.
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve
ayaklarınızı sabit kılar.” (Muhammed 7)
Bu sözleri sıralayanlar birazcık düşünseler,
caydırmaya çalıştıkları şeyin Allah’ın (c.c.) bir
emri olduğunu hatırlayacaklardır, ama nedense
her konuda dillerinden düşmeyen söylemler, bu
konuda sanki başka bir inancın sözcüsüymüşçesine unutulur ve cihada teşvik etmeleri gerekirken Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ümmetine
yakışmayan eylemlerde ısrar ederler.
“Mü’minleri savaşa teşvik et.” (Enfal 65)
“Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar sizde
bir sertlik bulsunlar.” (Tevbe 123)
“Her ümmetin ruhbanlığı vardır, bu ümmetin ruhbanlığı ise cihad’dır.” (Mecamu’zZevaid, 5/278)
“Kıyametin kopmasına yakın bir zamanda kılıçla gönderildim. Ta ki sadece
Allah’a ibadet edilsin ve O’na ortak koşulmasın.” (İmam Ahmed)
4. Mücahidlerin adamdan çok paraya
ihtiyacı var, sen de malınla cihad et
Allah (c.c.) katında en değerli amel olduğu
âlimlerin ittifakıyla kabul edilen cihadın önündeki en büyük fitnelerden biri de bu söylemdir.
Evet, mücahidlerin durumu değerlendirildiğinde maddi yardıma ihtiyaç daha çoktur. Evet,
cihad yalnızca cephede olmaz, malınla canınla,
dilinle cihad edebilirsin. Yaşantında Emr-i bil
51
GENÇ BİRİKİM
mâruf nehy-i ânil münker’i uygulayarak da cihad edebilirsin, ama bu ameller Kıtal anlamındaki cihadın gerekliliği ve önemini eksiltmez
bilakis artırır. Bilinmelidir ki adam ihtiyacından
çok maddi yardıma ihtiyaç duyulan cepheler olduğu gibi, bir avuç olmaktan dolayı operasyon
yapamayan cepheler de mevcuttur.
Malınla cihad et! Çok büyük servetler kazan
maddi olarak destekle! Bunlar çıkış noktası olarak güzel teşvikler, kulağa da pek hoş geliyorlar ama bizim kültürümüzle çok uyuşmayan bir
noktaya varmaktalar. Bu söylemlerin bir sonraki aşaması tüccarın, sanayicinin, bilmem ne
zengininin savaşmaktan geri durmasını öğütler.
Gerek Peygamberimizin (s.a.v.) hayatında gerekse sahabenin hayatında konuyla ilgili güzel
örnekler bulunmakta. Dönemin en zengin tüccarlarından Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman (Radiyallahuanhuma) kaç savaştan geri kalmıştır? Onlar; ‘yâ Rasulullah ben malımla cihad ediyorum,
savaştan geri durayım’ demişler midir? Ayrıca
İslami literatürde rızkın en yücesi Rasulullah’ın
(s.a.v.) kazancı, yani ganimetler olarak tanımlanmaktadır.
52
“Rızkım mızrağımın gölgesi altında kılındı. Zillet ve aşağılık ise emrime karşı
gelene geldi.”
Rasulullah (s.a.v.) Ensar’dan birilerinin kapısında bir saban demiri görmüş ve şöyle buyurmuştur: “Bu hiçbir eve girmemiştir ki o
eve zillet girmiş olmasın.”
Hz. Ömer’e mücahitlerin Filistin’i fethettikleri, özellikle Hule ovasını alıp oraya Şam’ın
esmer buğdayını ektikleri haberi ulaştığında,
bir kişi gönderip o buğdayları yaktırmış ondan
sonra da kendilerine şu sözleri içeren mektubunu göndermiştir: “Yemin olsun ki eğer cihadı bırakır ziraatla uğraşırsanız size cizye
vururum ve ehli kitap muamelesi yaparım.
Sizin azıklarınız düşmanlarınızın ağzından
aldığınız yiyeceklerdir.” Yine Hz. Ömer’e komutanlarından biri olan Anbese bin el-Esved
el-Ansi’nin çalışıp bir bahçe veya çiftlik yaptığı
haberi ulaşınca (ki bu zat Humus kentinin emiriydi) O’na; “Sen kâfirlerin boynunda bulunan
zillet ve aşağılığı alıp kendi boynuna taktın öyle
mi!” diye mektup yazmıştır.
İnsanları cihaddan alıkoyan her şey bir zillettir ve helak olma sebebidir.
“İ’yne ile alışveriş yaptığınız, öküzlerin
peşine takılıp çiftçilikle yetindiğiniz ve cihadı terk ettiğiniz zaman Allah size bir zillet verir ve yeniden dininize dönmedikçe
sizden onu gidermez.” (Ebu Davud)
ARALIK 2011 / Sayı 151
5. Düşman güçlü, biz zayıfız
Bu ifadeyi “düşman güçlü biz zayıfız, daha
fazla yiyip göbeğimizi büyütmeliyiz” cümlesinin
kısaltılmışı olarak görerek, bu söyleme başka
bir değer biçilmemesi gerektiğini düşünüyorum.
“Ey Peygamber! Mü’minleri savaşa teşvik et. Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer
içinizde (sabırlı) yüz kişi bulunursa, inkâr
edenlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü
onlar anlamayan bir kavimdir.” (Enfal 65)
“Evet, siz sabır gösterir ve Allah’tan sakınırsanız, onlar (düşmanlarınız) hemen
şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder.”
(Ali İmran 125)
Bu söylenmeler Allah’ın sabır göstermemiz
karşılığında bize müjdelediği yardımı ve zaferi inkâr etmek değil midir? Biz zayıfız diyenler,
düşmanlarımızın gücü, orduları, süpersonik füzeleriyle meşgul olacaklarına, öncelikle Allah’ın
(c.c.) kudreti, azameti ve ordularının kuvvetine
ve Rasulullah’ın (s.a.v.)müjdelediği haberlere
tam olarak iman etmelidirler.
6. Önce burayı bitir hele (tebliğ görevini) sonra cihad edersin
Bu tabir cihad etmeye niyetli gencimiz için
son vazgeçirme çabalarındandır. Önce akrabana davet et sonra… Önce kendini tam anlamıyla
düzelt sonra… Önce cemaatini güçlendir, adam
kazan sonra… Bunlar yanlış sözler değil ama
söz konusu çaba için sarf edildiğinde “cihad
amellerin zirvesiyken” şeytanın altıncı fitnesi gözümde canlanıyor.
“… başka ibadet ve itaatlerle meşgul olmayı
gerekçe göstererek hiçbir Müslüman cihaddan
ve askeri eğitimden geri kalma hakkına sahip
değildir. Çünkü böyle bir şey, İblisin saptırması ve yanıltması olur. İbnu’l-Kayyim’in belirttiği
gibi; şeytanın, kulun yoluna çıkaracağı engellerden altıncısı budur. Birinci engel, şeytanın kişiyi küfre düşürme çabasıdır. İkincisi, bid’atlara
düşürme çabasıdır. Üçüncüsü, büyük günahları
işletme çabasıdır. Dördüncüsü, küçük günahları işletme çabasıdır. Beşincisi, itaatler yerine
mübah şeylerle meşgul etmesidir. İbnu’l Kayyim (Rahimehullah) şöyle devam eder: “Altıncı
engel, kişinin itaat cinsinden olan ameller içerisinden ikinci dereceden öneme sahip bir
ameli birinci dereceden öneme sahip başka bir
amele tercih etmesidir. Şeytan en üstün ve en
yararlı işler yerine bunlarla meşgul etmek için
onları kul için süsler, içerdiği üstünlük ve yararları öne çıkararak sevdirir. Çünkü sevabın
aslını kaybettirmeyi başaramayınca, en üstün
ve en mükemmel olanı kaybettirmeye, en üstün derecelerden yoksun bırakmaya çalışır. En
üstün ve en iyi yerine, Allah’ın (c.c.) en çok
sevdiği ve razı olduğu şeyler yerine, üstün ve
iyi olanla meşgul eder. Başka bir hadiste “Cihad amellerin zirvesidir” denir. Bu engeli ancak
basiret sahipleri, başarı yolunda ilerleyen doğru âlimler aşabilirler. Bunlar amellere gerçek
değerlerini veren ve her hak sahibine hakkını
veren kişilerdir.”2
Burada ortalıkta dolaşan ve etkisi büyük
olan söylemleri anmaya çalıştım sadece. Müslümanların dillerinde burada anmadığım daha
bir çok şüphe ve manipülasyon bulunmakta ve
bunlara itibar edilmekte. Cihadı hayatımızdan
silmek amacına hizmet eden bu söylemlerin etkili olmasının sebebi, içerik olarak hepsinin de
dinimiz için önemli meseleler olmasıdır. Burada,
öne sürülen diğer ameller ve eylemleri önemsiz
olarak nitelemeye çalışmıyoruz. Cihada toplu
bir şekilde çıkılmamasıyla ilgili uyarılar ve bu
konudaki Peygamberimizin (s.a.v.) sünnetini
yok saymıyoruz. Sadece şunu hatırlatıyoruz;
Biz evlatlarımızla, malımızla, canımızla, dilimizle cihadı desteklemezsek, fâsıklar topluluğundan farkımız kalır mı?
“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız,
kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız
kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız
meskenler size Allah’tan, Resûlünden ve
Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar
bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe, 9/24)
“Muhammed’in nefsini kudret elinde
tutan Allah adına yemin ederek söylüyorum ki, Allah yolunda savaşıp öldükten
sonra dirilerek bir daha savaşıp ölmeyi
ve yeniden dirildikten sonra bir kere daha
savaşıp ölmeyi isterdim” (Buhari, Müslim,
İmam-ı Malik)
Allah (c.c.) yolunda savaşıp şehid olma arzusunu bu şekilde dile getiren bir Peygamberin
(s.a.v.) takipçileri, bu arzuyu taşıyan samimi
mü’minleri vazgeçirme çabasında olmamalıdırlar.
2 EL-UMDE FÎ İ’DADİ’L-UDDE s.20 Abdulkadir Bin Abdulaziz
53
GENÇ BİRİKİM
Sömürgeciler Aklın/
Kalbin Ayarlarını Bozarlar
Necdet YÜKSEL
D
54
ünyanın
kalbi
rın esaretinde çılgınlaşmış/
hangi ülkede atıgözlerini hırs bürümüş emyor? Sınırlarında
peryalistler kurdukları rant
Evrenin geleceği/genevukua gelen şok gelişmeçarkının hilafına direnenletiği tehlikededir! Kapiler hasebiyle uluslararası
ri de acımasızca yok edertalizm ürettiklerini kısa
dikkatleri celp eden ülkeler. İnsanlık tarihsel süreci
sürede tükettirebileceği
ler hangileridir? Bu ülkeleboyunca
mevki/makam/
re ilişkin oluşturulacak bir
nüfuz/kolonizasyon
bölgeyeni pazarlar/müşteriler
listenin ilk ve son sırasına
lerini paylaşma savaşları
peşindedir. Batılılar soshangi ülkeler yerleştirilyüzünden aralıksız dayatyo-ekonomik/siyasi bedi? Büyük hesaplar yapan
maların/mağduriyetlerin
küresel emperyal odaklar
hiçe sayılarak görmezden
kalarının temininde yeri
sorunlu/krizli her yere yagelinmelerin/nihayetinde
geldiğinde “yumuşak”
tırım yapmaktalar. Yatırım
iğrenç emelli mihrakların
yeri geldiğinde “sertlik”
telâkkileri kanla beslenen
istismar malzemeleri olpolitikalarını
kullanve her renge girebilme
maktan kurtulamamışlarkabiliyetleriyle maruf södır. Bu melun/lanetli bakış
makta. Aşamalı baskılamürgeciler sanırım yukadünden bugüne değişmedi;
ması ise en çok sevdiği
rıdakilere benzer sorulara
yarın da/sonralarda da ayyöntemdir. Çifte standart
çoktan cevap vermişlerdir.
nen yürürlülükte tutulacakVermeleri ihtimali, vermetır da.
ahlakıdır ve açık vermek
yip de lakayt kalma ihtigibi bir derdi yok üstelik
Ne kadar iğrençtir ki
mallerinden tartışmazsız
kaba
kuvvet sahipleri/güce
utanç da duymamaktadır.
daha fazladır. Zira çatışteslim olarak zalimleşenler
maları körükleyerek yügözlerini hep daha fazlasına
rüyenler/devasalaşanlar
dikerler. ABD kurulduğunsorun üretir ve yorarlar; planlamalara göre çadan bu yana özellikle de ikinci dünya savaşınlışırlar; sorulara da kuşatmalarının bekası adıdaki başarılarının üzerinde büyüme/süper güç
na ivedi karşılıklar bulurlar.
olma hedefini yükseltmeye başladıktan sonra
Yeryüzünü hevalarına dayalı yeniden taniyice saldırganlaşmıştır. Vietnam’da 19 yıl bozime kalkışanlarda vicdan yok. Yokluğu sadeyunca neler yaptı? Japonya’ya atom bombasını
ce insanı/bireyi değil toplumları da/rejimleri
hangi saiklerle attı? 1980’li yılların başından
de canavarlaştıran vicdansızlık her neredeyse
itibaren Ortadoğu bölgesindeki muhalif iç saorada hiç şüphesiz talan/yağma/kaos/terör/
vaşlarda ne işi vardı? 1980’den beri hiç günişgal/katliamlar… Hiç bitmez. Vahşi duygulayüzü gösterilmeyen Afganistan’da son 10 yıldır
ARALIK 2011 / Sayı 151
kendisi gibi barbar batılı ülkelerin askerleriyle
ne yapıyor? Yani küreselleşme projesinin hayata geçirilmesi için hiçbir masraftan/bolca yalan
söylemekten ve toplumların imhasından çekinilmemektedir. Küreselleşme hastalanmış/delirmiş bir devlet aklının dışa vurumudur.
Evrenin geleceği/genetiği tehlikededir! Kapitalizm ürettiklerini kısa sürede tükettirebileceği yeni pazarlar/müşteriler peşindedir.
Batılılar sosyo-ekonomik/siyasi bekalarının temininde yeri geldiğinde “yumuşak” yeri geldiğinde “sertlik” politikalarını kullanmakta. Aşamalı baskılaması ise en çok sevdiği yöntemdir.
Çifte standart ahlakıdır ve açık vermek gibi
bir derdi yok üstelik utanç da duymamaktadır.
ABD Irak’ı toplu imha silahları var iddiasıyla işgal etmedi mi? İşgalden yıllar sonra yine aynı
zalimler bu sefer işgale neden iddialarının da/
sözde bölgelerinde tamamen uydurma olduğunu bildirmediler mi? Böylesi oldu-bittilerle hizaya getirmeyi iyi becerdiğini sananlar dünya
kamuoyunu da basın yayın silahıyla dilediklerince yönlendirmekteler. İşgal derinleştikten
milyonlarca Müslüman katledildikten, yüz binlerce insan yaralandıktan ve tarifsiz acılar yayıldıktan sonra sahte belgeleri itiraf neye yarar
ki? Kimin işine gelir ki? Cevap çok açık: batılı
vicdansız rejimlerin…
Asıl düşündürücü hadise insanların sömürgeci zihniyetin gerçek doğasını anlayamamasıdır. Maskeleri yüzlerinde iğreti duran
küreselleşme mimarlarını ümit kaynağı/kurtuluş limanı/insanlığın dostu mertebesinde
addettikçe iğrençlikleri bile bile gizlenecektir.
Son yaklaşık bir yıla damgasını vuran “Arap
Baharı” ayaklanmacılarının yerli diktatörlerle
hesaplaşmalarında halen batıyı/ABD’yi/AB’yi
yardıma çağırıp/gözlerinin içine bakmaları
benzer tuzağa düşüldüğünü göstermiyor mu?
Bu nasıl/ne menem bir beyin boşluğu halidir
ki yıkmaya çabaladıkları azgın yerli düşmanlarının başlarına batının/ABD’nin sardığını idrak edememektedirler. Adeta körler/sağırlar/
akledememekteler. Meydana gelen halk ayaklanmaları tarih tekerrürden ibarettir sözünün
neden doğru olduğunu anlamak isteyenlere
çok bariz bulgularını da sunmaktadır. Dosdoğru akledip direnemeyenlerin üzerlerine zulüm/
kan/ABD sıçramaz mı? Sömürgeciler aklın/kalbin ayarlarını bozarlar; yanan umut ışıklarını
da söndürürler.
Yeniden yapılandırılmaya çalışılan dünyada
henüz yeterince ses/görüntü/cevap vermeyenler var. Sahalarda arz-ı endam edenlerse
önemli ölçüde zulmün kalelerini yıkabilmekten
uzak/statükoyu yerle yeksanla da ilgili değiller.
“Vicdansızlar” vicdanlarını ilahi değerlerle inşayı seçip bütün insanlığı sahiplenip selâmete taşımaya soyunan Müslümanlardan korkuyorlar.
Korktuklarının başlarına gelmesini de engelleyemeyecekler. Küresel yayılmacıların akıbeti
küresel hezimettir!..
55
GENÇ BİRİKİM
“Ba,ba”...
Zeyneb SONGÜR
Canım babam Şehid Cengiz Songür,
Kıymetli arkadaşım Ayşe Merve Adanur
Ve tüm yetim kardeşlerime ithafen...
N
e çok şey varmış iki heceden oluşan
bu ufacık kelimeye dair söylenebilecek…
Ne çok gözyaşı ve ne çok yük omuzlarda…
İnsanın kolu ağrır, başı ağrır. Lakin yüreği ağrır mı? Yürek titreye titreye sancılanır mı kâbus
dolu bir geceden sonra güne gözlerini aralarken?
Acıyla atmaya başlayan bir kalp, son nefese
kadar öyle devam eder…
Her yerde, her şeyde arar kaybettiği ‘o adamı’, babasını bir yetim.
Fotoğraflarda mesela… Öncekinden daha dikkatli inceler O’na dair bir ayrıntı daha keşfedebilmek için. Özlemi zirveye ulaştığı zaman sandığı
açınca tokat gibi çarpar geçmişten kalan eşyaların anımsattığı anılar yüzüne…
O’nun kıyafetlerini koklar kaldırdığı koliden çıkarıp sonra… Hasret sarmıştır yine tüm benliğini…
Beyni bunun çok saçma olduğunu düşünür ama
yüreği özlemle içine çeker O’na özgü kokusunu…
İnsanda kalıcı olan, unutulmayan önemli ayrıntılardan birisidir çünkü koku… Bir anda burnunuza
gelen bir koku, yıllar öncesine götürebilir bazen
sizi… Derinden bir ‘Ahh!’ çekmenize sebeb olur…
56
Dua eder arada çok ağır gelen bu imtihanın
karşısında unutmak, unutabilmek için yetim…
Babasına dair her anıyı, sesini, kokusunu, simasını… Gülüşünü… Kaçar çünkü. Unutarak acısının
hafifleyeceğini sanar ama nafile… Aksine günden
güne kaplar yüreğini O’nunla ilgili anılar… Ve hatırladıkça binlerce kez şükreder Rabbine hâlâ her
saniyesini hatırına getirebildiği için, unutmadığı
için… Karmakarışık olur böyle zaman zaman…
Yine gülüşünü düşünür… Sesi çınlar kulaklarında…
İşte o zamanlarda öyle güçsüzdür ki… Öyle
kimsesizdir… İşte o zamanlarda mazlumdur,
mağdurdur ve hakikaten yetimdir…
Aslında çok iyi bilir Rabbinin kendisini yalnız
bırakmadığını ve bunun için tekrar tekrar şükreder, dua eder ama babasının sıcacık ve güven
dolu elinden tutup yürümek isteme arzusunu
atamaz yinede içinden. Engel olamaz akan yaşlarına…
Evinin direği yoktur, çünkü yalnızdır… Korku
doludur içi, ürkektir…
Gölgesinde huzur bulduğu ağacı, korkmadığı
babası yoktur yanında…
Ve günler geçtikçe o ‘ufacık’ kelime, kocaman
yaralar açar yüreğinde…
Dili lal olur… ‘Baba’ diyemez kimseye, pas tutar yüreği…
Yaşı kaç olursa olsun yedi yaşında gibi hisseder kendini yetim… Savunmasız ve acemi. Acılara karşı tecrübesizdir, ne yapacağını bilemez…
Babasının yokluğunda annesine sığınır, annesine
kaçar. Annesini bahane eder… Annesinin göğsüne yatıp ağlar, ağlar, ağlar ama konuşmaz. Konuşamaz ki! Çünkü kelimeler can verir…
Babasız bir insan zamanla annesinde aramaya başlar babasını…
ARALIK 2011 / Sayı 151
Ve bir tarafı yedi yaşındayken bir tarafı koskoca bir insan olup çıkar… Büyür, olgunlaşır…
Kendisini öldürmeyen bu acı imanına iman, sadakatine sadakat katar… Yaşananlar karşısında
dimdik durmayı öğrenir Rabbinin verdiği muhteşem sabır sayesinde… Daha çok çabalar iyi bir
Müslüman, Rahman’ın seveceği bir kul olabilmek
için… Dört gözle ölümü ve Allah’ın izniyle babasına kavuşmayı arzular çünkü. Bilir ki şayet En
Hayırlı’nın razı olduğu insanlardan olursa, O’nun
muntazam kitabını yaşarsa; koşarak gidecektir
kollarını açmış bekleyen canı, ciğeri babasının
yanına…
Özlemle yanıp tutuşan kalbine sular serpilir
kıldığı her namazla…
Bir yetim için rüya, Rahman’ın en güzel hediyelerindendir. Babasını gördüğü o rüya katmer
katmer gül açtırır gönlünde. Güne kocaman tebessümlerle başlar, acı dolu bu sevinç halka halka büyür yüreğinde…
Yine şükreder Rabbine…
Elhamdülillah’ı durmadan ikrar eden dili daha
bir kuvvetli kıvrılır… Canını, babasını görmüştür
uzun zaman sonra çünkü… Omzunda ağlamıştır
ve babası da en güzel tesellileri vermiştir ciğerparesine, yetimine… Elini elleri içerisine alıp ‘Ağlama!’ demiştir rüyasında… Bunun üzerine nasıl
ağlasın yetim! Elbette ki tutar kendini babası
üzülmesin, kızmasın diye… Biliyordur bu sadece rüyadır. Ama yinede tutar kendini… Yaşadığı
süre boyunca evladının bir damla yaş dökmemesi için didinip duran babasına haksızlık sayar
ağlamayı… Heybesine saklar gözyaşlarını, tâ ki
Rabbiyle baş başa kalana kadar… Kendisinden ve
Rabbinden başka kimsenin yanında ağlamamak
için öyle çırpınır ki…
Sık sık Peygamber’i (s.a.v.) anımsar… Bilir ki
Peygamber de (s.a.v.) bir yetimdi…
Bir tek babasının kaybı bu kadar yıpratmışken; Peygamber’i (s.a.v.) düşününce utanır…
Önce hiç tanıma şansı olmadığı babası,
Sonra tek damla sütünü içemediği annesi…
Onu bebeklikten çıkaran dedesi,
Baba yarısı amcası,
Yoldaşı, sırdaşı Hatice’si,
Can damlası evlatları…
Nasıl kalkar bunun altından diye sorgular
kendini yetim sık sık…
Ve… Ve işte tekrar bir şükür sebebi daha bulur kendine, şükreder Rabbine…
Sonra zulüm, sömürü, ambargo altındaki
topraklarda yaşayan yetimleri düşünür ve kıyaslar kendisiyle…
Evet yetimdir, yüreği acı doludur. Ama onun
gökyüzü mavidir, kırmızı değil… Elinde o yetim
gibi taş-sapan yerine, kalem-kâğıt vardır… Kana
boyanmamıştır tozlu kaldırımları! Tepesinde
bombalar cirit atmıyordur… Kendisinin akrabaları, dostları, kardeşleri hayattadır fakat oradaki yetim her gün daha da yalnızlaşır… Oradaki
yetim annesini de gömer toprağa elleriyle… Ve
kardeşini ve amcasını ve teyzesini ve en kadim
dostunu Ve… Ve… Ve… O yetimin öyle çok ‘ve’
vardır ki hayatında… İşte bu yüzden Peygamber
gibi sabırlıdır zulüm altında hayatını idame ettirmeye çalışan o yetim…
Şu cümle hiç çıkmaz zihin zindanından;
“Sadr-ı İslam’da yetim deyince, babasını
Allah’a sadaka veren evlad kastedilirdi.”
Bunları düşününce yine şükreder en bağışlayıcı olan Rabbine…
Aslında öyle çok şükür sebebi vardır ki hayatında… Evet, artık birtanecik babası yoktur yanında ve isminin, ruhunun ‘yetim’ diye bir takısı
vardır… Ama onu sadece bir alak’tan yaratan,
koruyan, gözeten ve bunu tekrar tekrar hatırlatan bir Rabbi vardır aynı zamanda;
“Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler,
ancak ve ancak karınlarını doldurasıya ateş
yemiş olurlar ve zaten onlar çılgın bir ateşe
gireceklerdir!”(Nisa/10)
“Öyleyse sakın yetimi ezme!”(Duha/9)
Hakkını her daim savunan, üzerine sabırlar
yağdıran Allah’ı vardır yetimin… Onu yalnız koymayan Allah’ı…
Rahman’ı vardır, Rahim’i, Melik’i, Gaffar’ı…
Sonsuz kudret sahibi, bir ve tek Rabbi vardır…
Ve şimdi yine, tekrar, yeniden şükreder yetim…
Eş Şekur;
‘Yürek nasıl dayanır buna!’ diye hayretle geçirir içinden yetim… Daralır, sıkılır…
Elhamdülillah,
Bir babası onu bu denli üzmüşken; ya
Peygamber’in başından geçen imtihanlar gelse
başına…
Elhamdülillah!…
Elhamdülillah,
Vesselam…-
57
GENÇ BİRİKİM
Açık Tut Kapıyı
Ayfer TOPRAK
A
cıyı insan bedeninde de yaşasa zordur, yüreğinde de. Bedeni ile ilgili bir
sorun yaşadığında hemen tedavi yollarını ararken, yüreği acıdığında insan; acıdan
kaçmayı, kesip atmayı, kapıları kapatmayı tercih
eder nedense. Kime kırılmış, incinmişse onunla
bir daha görüşmemek bir çözümdür kendince.
Mümkünse onu hayatından çıkarması acının da
yüreğinden çıkması gibi düşünülse de gidenle gidecek, bitenle bitecek, ölenle ölecek olan
değildir hissettiklerimiz. Hissiyatımız kendimizden kaynaklıdır madem, dışarıda bir oluş yerine
içimizde bir geçiştir önemli olan. Bu geçiş için
lazım olan açık bir kapı, acıdan çıkıp yeni ve tertemiz bir hissiyata götürebilecek bir açık kapı…
ne kardeşlerine ne de babalarına değil, önce kendilerine kıymışlardı. Yusuf’un (a.s.) hayatlarından
çıkmasıyla daha mutlu olacaklarını ve istedikleri
hayatı yaşayacaklarını sanmışlardı, oysaki mutluluk hayatımızdan çıkardıklarımızla değil hayatımıza kattıklarımızla gelir. Bir insanı hayatımızdan
çıkarmakla yüreğimizdeki, zihnimizdeki olumsuzluğu içimizden çıkarmak arasındaki tercihimizdir
mutluluk. İçimizden çıkardığımız zaman öfkeyi,
kini, hasedi, gururu, kendini beğenmişliği, v.b.
yüreğimiz herkese yer verecek kadar geniştir.
Orada yer edinmek isteyen, kendine sığacak bir
yer bulur. Ancak ardını dönüp gitmek isteyenlerdir gidenler yoksa temiz bir yürek kimseye git
demez, kapatmaz kimseye kapılarını…
Yusuf peygamber (a.s.) de kapatmadı kapılaHer kırgınlığın ve incinmişliğin ardından gerını. Kendisine yapılan bunca eziyete, incinmişlen küsmeler ve gitmeler, öncelikle kişinin kendi
liklere rağmen kardeşlerine
ile olan ilişkisine zarar verkapatmadı kapıları. Temiz
mektedir. Kendi içinde hissiYusuf peygamber (a.s.)
bir yürek kimseye kapatyatını kontrol edemeyen ve
maz kapıları, haklı çıkarmaz
çözüme odaklanma iradesini
de kapatmadı kapılarını.
kendini, savunma yapmaz,
gösteremeyen kişi, sorunlar
Kendisine yapılan bunca
zarara zararla karşılık verkarşısında zaafiyetini artıraeziyete, incinmişliklere
meyi yakıştırmaz kendine ve
cak ve ilişkilerinde hüznü yautandırmaz muhatabını…
şayacaktır.
rağmen kardeşlerine ka-
58
Yusuf peygamber (a.s.)
kimseye kapıyı kapatmamak
noktasında
örnektir
bize.
En yakınlarıydı onu inciten,
kardeşleriydi. Kardeş eliyle atılmak bir kuyuya ve koparılmak baba ocağından.
Kardeşlerinin köle olarak satılmasının ve babalarının yüreğine düşen evlat hasretinin
müsebbibiydi onlar. Aslında
patmadı kapıları. Temiz
bir yürek kimseye kapatmaz kapıları, haklı çıkarmaz kendini, savunma
yapmaz, zarara zararla
karşılık vermeyi yakıştırmaz kendine ve utandırmaz muhatabını…
İşte böyle bir tavırdır ilişkiyi sağlam tutan, şartlar
ve yaşanmışlıklar ne olursa
olsun ilişkiye yeni bir fırsat
vermektir. Temiz bir ilişki için
temiz bir yürek, sağlam olması için güçlü bir irade ve
devamlılığı için kapıyı açık
tutmak gerekir. Bunların
hepsini yapabilmek için de
içtenlikle yapılan dua gerekir.
ARALIK 2011 / Sayı 151
Altın Oran
İsmail CEYLAN
“Gece ve gündüzün değişip durmasında,
Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde (ve bütün kâinatta) sakınacak bir topluluk için -şüphesiz– nice ayetler (ibretler,
belgeler) vardır. (Yunus Suresi, 6 )”
M
ısır’daki piramitler, ay çiçeği, salyangoz, çam kozalağı ve parmaklarınız arasındaki ortak özellik nedir?
Bu sorunun cevabı, Fibonacci isimli İtalyan
matematikçinin bulduğu bir dizi sayıda gizlidir.
Fibonacci sayıları olarak da adlandırılan bu sayıların özelliği, dizideki sayılardan her birinin,
kendisinden önce gelen iki sayının toplamından
oluşmasıdır.
Fibonacci Sayıları:
0, 1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21, 34, 55, 89, 144,
233, 377, 610, 987, 1597, 2584, ...
Fibonacci sayılarının ilginç bir özelliği vardır. Dizideki bir sayıyı kendinden önceki sayıya
böldüğünüzde birbirine çok yakın sayılar elde
edersiniz. Hatta serideki 13. sırada yer alan
sayıdan sonra bu sayı) sabitlenir. İşte bu sayı
“altın oran” olarak adlandırılır.
“...Eğer uygulama veya işlev unsurları açısından hoşa giden ya da son derece dengeli
olan bir forma ulaşılmışsa, orada Altın Sayı’nın
bir fonksiyonunu arayabiliriz... Altın Sayı, matematiksel hayal gücünün değil de, denge yasalarına ilişkin doğal prensibin bir ürünüdür.”
İnsan Bedeninde Altın Oran
Bedenin çeşitli kısımları arasında var olduğu öne sürülen ve yaklaşık altın oran değerlerine uyan “ideal” orantı ilişkileri genel olarak bir
şema halinde gösterilebilir.
Aşağıdaki şemada yer alan M/m oranı her
zaman altın orana denktir: M/m=1,618
İnsan vücudunda altın orana verilebilecek ilk
örnek; göbek ile ayak arasındaki mesafe 1 birim
olarak kabul edildiğinde, insan boyunun 1,618’e
denk gelmesidir. Bunun dışında vücudumuzda
yer alan diğer bazı altın oranlar şöyledir:
ALTIN ORAN = 1,618
233 / 144 = 1,618 377 / 233 = 1,618 610 / 377 = 1,618 987 / 610 = 1,618 1597 / 987 = 1,618 2584 / 1597 = 1,618
59
GENÇ BİRİKİM
Parmak ucu-dirsek arası/El bileği-dirsek arası, Omuz hizasından baş ucuna olan mesafe /
Kafa boyu, Göbek-baş ucu arası mesafe / Omuz hizasından baş ucuna olan mesafe, Göbek-diz arası / Diz-ayak ucu arası.
İnsan Eli
Elinizi derginin sayfasından çekip ve işaret
parmağınızın şekline bir bakın. Muhtemelen
orada da altın orana şahit olacaksınız.
Parmaklarımız üç boğumludur. Parmağın
tam boyunun İlk iki boğuma oranı altın oranı
verir (baş parmak dışındaki parmaklar için).
Ayrıca orta parmağın serçe parmağına oranında da altın oran olduğunu fark edebilirsiniz.
Temelinde altın oranı yatan sarmallar doğada şahit olabileceğiniz en eşsiz tasarımları da
barındırırlar. Ayçiçeği ya da kozalak üzerindeki sarmal dizilimler bu konuda verilebilecek ilk
örneklerdir. Yüce Allah’ın kusursuz yaratışının
ve her varlığı bir ölçü ile yarattığının bir örneği
olan bu durumun yanı sıra birçok canlı büyüme
sürecini de logaritmik sarmal formunda gerçekleştirir. Bunun sarmaldaki yayların daima aynı
biçimde olması ve yayların büyüklüğünün değişmesine karşın esas şeklin (sarmal) hiç değişmemesidir. Matematikte bu özelliğe sahip
başka bir şekil yoktur.
Deniz Kabuklarındaki Tasarım
2 eliniz var, iki elinizdeki parmaklar 3 bölümden oluşur. Her elinizde 5 parmak vardır ve
bunlardan sadece 8’i altın orana göre boğumlanmıştır. 2, 3, 5 ve 8 fibonacci sayılarına uyar.
Altın Dikdörtgen ve Sarmallardaki
Tasarım
Kenarlarının oranı altın orana eşit olan bir
dikdörtgene “altın dikdörtgen” denir. Uzun kenarı 1,618 birim kısa kenarı 1 birim olan bir
dikdörtgen altın dikdörtgendir. Bu dikdörtgenin
kısa kenarının tamamını kenar kabul eden bir
kare ve hemen ardından karenin iki köşesi arasında bir çeyrek çember çizelim. Kare çizildikten sonra yanda kalan küçük bir kare ve çeyrek
çember çizip bunu asıl dikdörtgenin içinde kalan tüm dikdörtgenler için yapalım. Bunu yaptığınızda karşınıza bir sarmal çıkacaktır.
60
İngiliz estetikçi William Charlton insanların
sarmalları hoş bulmaları ve binlerce yıl öncesinden beri kullanmalarını “Sarmallardan hoşlanırız çünkü sarmalları görsel olarak kolayca
izleyebiliriz.” diyerek açıklar.
Bilim adamları deniz dibinde yaşayan ve
yumuşakça olarak sınıflandırılan canlıların taşıdıkları kabukların yapısını incelerken bunların
formu, iç ve dış yüzeylerinin yapısı dikkatlerini
çekmiştir:
“İç yüzey pürüzsüz, dış yüzeyde yivliydi.
Yumuşakça kabuğun içindeydi ve kabukların iç
yüzeyi pürüzsüz olmalıydı. Kabuğun dış köşeleri kabukların sertliğini artırıyor ve böylelikle,
ARALIK 2011 / Sayı 151
gücünü yükseltiyordu. Kabuk formları
yaratılışlarında kullanılan mükemmellik ve faydalarıyla
hayrete
düşürür.
Kabuklardaki spiral
fikir mükemmel geometrik formda ve
şaşırtıcı güzellikteki
‘bilenmiş’ tasarımda
ifade edilmiştir.”
Yumuşakçaların
pek çoğunun sahip
olduğu kabuk logaritmik spiral şeklinde büyür. Bu canlıların hiçbiri şüphesiz
logaritmik spiral bir
yana, en basit matematik işleminden
bile habersizdir. Peki
nasıl olup da söz konusu canlılar kendileri için en ideal
büyüme tarzının bu
şekilde
olduğunu
bilebiliyorlar?
Bazı
bilim
adamlarının
“ilkel” olarak kabul
ettiği bu canlılar, bu
şeklin kendileri için en ideal form olduğunu nereden bilmektedirler? Böyle bir büyüme şeklinin bir şuur ya da akıl olmadan gerçekleşmesi
imkansızdır. Bu şuur ne yumuşakçalarda ne de
-bazı bilim adamlarının iddia ettiği gibi- doğanın kendisinde mevcuttur. Böyle bir şeyi tesadüflerle açıklamaya kalkışmak çok büyük bir
akılsızlıktır. Bu ancak üstün bir aklın ve ilmin
ürünü olacak bir tasarımdır.
Biyolog Sir D’Arcy Thompson uzmanı olduğu
bu tür büyümeyi “Gnom tarzı büyüme” olarak
adlandırılmıştı. Thompson’ın bu konudaki ifadeleri şöyledir:
“Bir deniz kabuğunun büyüme sürecinde,
aynı ve değişmez orantılara bağlı olarak genişlemesi ve uzamasından daha sade bir sistem
düşünemeyiz. Kabuk ...giderek büyür, fakat
şeklini değiştirmez.”
Birkaç santimetre çapındaki bir nautilusta,
gnom tarzı büyümenin en güzel örneklerinden
birini görmek mümkündür. C. Morrison insan
zekası ile bile planlaması hayli güç olan bu büyüme sürecini şöyle anlatır:
“Nautilus’un kabuğunun içinde, sedef duvarlar ile örülmüş bir sürü odacığın oluşturduğu
içsel bir sarmal uzanır. Hayvan büyüdükçe, sarmal kabuğunun ağız kısmında, bir öncekinden
daha büyük bir odacık inşa eder ve arkasındaki
kapıyı bir sedef tabakası ile örterek daha geniş
olan bu yeni bölüme ilerler.”
Hayvanlar dünyasında sarmal formda büyüme sadece yumuşakçaların kabukları ile sınırlı
değildir. Özellikle Antilop, yaban keçisi, koç gibi
hayvanların boynuzları gelişimlerini temelini
altın orandan alan sarmallar şeklinde tamamlarlar.
Doğada birbiriyle ilişkisiz canlı veya cansız
pek çok yapının belli bir matematik formülüne göre şekillenmiş olması onların özel olarak
tasarlanmış olduklarının en açık delillerinden
biridir. Altın oran, sanatçıların çok iyi bildikleri
ve uyguladıkları bir estetik kuralıdır. Bu orana
bağlı kalarak üretilen sanat eserleri estetik mükemmelliği temsil ederler. Sanatçıların taklit ettikleri bu kuralla tasarlanan bitkiler, galaksiler,
mikroorganizmalar, kristaller ve canlılar Allah’ın
üstün sanatının birer örneğidirler.
61
GENÇ BİRİKİM
Bir Kitap
Bir Düşünme Biçimi
Muhammet ÇELİK
Kitap
: EMPERYAL KUŞATMA
VE İSLAM DÜNYASI
Yazarı
: ALİ KAÇAR
Yayınevi : GENÇBİRİKİM
Okuyan : MUHAMMET ÇELİK
A
li Kaçar’ın Genç Birikim Dergisi’nde
yayımlanan süreli yazılarından oluşmuş bir kitabı okudum. Kitaptaki her
yazı, özel olarak derginin yeni sayısının çıkma
zamanındaki en önemli gelişmeyi ele almış, genel olarak ise bu gelişmeyle beraber tarihi-stratejik ve düşünsel etkileşimleri özetlemiş.
62
daha özetlemek, kan ve gözyaşının hükümran olduğu dünyanın suçlularını, işbirlikçilerini, mazlumlarını ve direnişçilerini tanımak için,
günlük gazeteleri veya televizyon kanallarını
takip etmek yerine, hak ile batılı korkusuzca
ayırabilmiş bir bakış açısına sahip olan böyle bir
kitabı okumayı daha önemli görüyorum, dolayısıyla da tavsiye ediyorum.
Eylül 2001’den Nisan 2010’a kadar geçen
süreyi kapsıyor yazılar. Bu süre zarfında dünyada çok önemli gelişmeler yaşandı. O kadar
çok masum insan öldü, o kadar çok işkence
ve tecavüzler yaşandı ve o kadar çok şehirler
kasabalar ve köyler bombalandı ki, artık haçlı
seferlerinden Moğol istilalarından bahsetmek
Bunun ötesinde, kitabı değerli kılan asıl
bunların yanında küçük mevzular gibi kalabilir.
yönü, günlük hayatta, medyada ve dünya günAncak tuhaf olan şudur ki, halen devam eden
deminde kullanılan/ yürürbu insanlık kıyımı sürecinlükte olan “terörizm” “dede, medya ve propaganda
Müslüman
kimden
mokrasi” “insan hakları” gibi
vasıtasıyla ya da ülkelerin
yana olmalı, kimin sahâkim kavramların sahteliğiişbirlikçi yönetimleri aracıni göstermesi ve bu kavramlığıyla, asıl büyük katliam
fında durmalı, bilmeliların yanıltıcı cilalarını kazıve işkenceler unutturuluyor
dir. Zilleti değil izzeti
yınca altlarından çıkan sahici
da bunların yerine direniştercih etmelidir. Çıkargörünümlerini bize vermesiçilerin yaptığı birkaç saldırı
dir. Asıl terörü kimin işlediği,
hadisesi konuşulup bunların
larınız için, koltuk-ikasıl lanetlenmesi gerekenin
üzerinden terör edebiyatı
tidar kaygınız için yakimler olduğu, verilen kroyapılıyor. Hakikatle propaşarsanız bu düsturları
noloji ve istatistiklerle gözler
ganda yer değiştiriyor adealgılamakta zorluk çeönüne seriliyor ve propaganta.
da dolayısıyla unutturulan bu
kersiniz. Bunları bize
Dünyanın her yerinde
insanlık suçları bizlere bir kez
meydana gelen olumlu veya
bir
kez
daha
hatırlatan
daha hatırlatılıyor.
olumsuz faaliyetlerin arka
Ali Kaçar’a teşekkürler.
Yaşadığımız hayatın düplanındaki küresel yönnünü ve bu gününü bir kez
lendirmeleri iyi takip eden
ARALIK 2011 / Sayı 151
yazar; sıcak gelişmeler karşısında hemen yorum yapan ve yanılan İslam dünyasındaki basit
gazetecilerin aksine, onlar gibi egemen dünya
dilini kullanmayıp, Müslüman’ca bir tavır takınıyor ve kendimize yakışan onurlu bir dil kurmaya çalışıyor. Kitaptan ve yazardan alacağımız en önemli öz budur bence. Olaylara küresel
çapta ve Müslüman’ca bakabilmek, gündelik çıkarları aşmakla ve onurlu bir duruş sergilemekle mümkündür ancak. Müslümanların yaşadığı
her ülkede olduğu gibi ülkemizde de, dünyanın
güçle ayakta duran dilini kullanmakta ısrarcı bir
yazarçizer güruhu, bir de olayları gerçek yönleriyle ele alma cesaretini gösteren yerli düşüncenin kalemcileri var. Onlardan biri de bu kitabın yazarıdır diye düşünüyorum.
Bu kitabı okuduğunuzda eminim ki gözlerinizle görüp kulaklarınızla duyduğunuz cinayetleri, nasıl da unuttuğunuzu görecek ve çok
yakın bir geçmişte yaşadığımız o acı günleri bir
kez daha yaşayacaksınız ve bununla birlikte halen devam etmekte olan işgalleri yeni bir bakışla ve daha sağlam bir kafayla değerlendirebileceksiniz. ABD’nin ve İsrail’in dünyada estirdiği
terör rüzgârını ve diğer zalim devletlerin katliamlarını, kukla yönetimleri, göstermelik kınamaları, barış yanlısı görünen ama aslında birer
ihanetten ibaret olan anlaşmaları, Türkiye’nin
ABD yanlısı tutumunun nelere sebep olduğunu
ve buna benzer durumları, bu kitaptaki yazılar
bir film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçiriyor. Ebu Gureyb’i, Felluce’yi, Guantanamo’yu,
Ceng Kalesini, Kabil’i, Mezar-ı Şerif’i, Cenin’i,
Gazze’yi,
Doğu
Türkistan’ı,
Çeçenistan’ı,
Bağdat’ı… Kirli savaşları ve bu savaşlara kirli
pazarlıklarla ortak olan biz Müslüman halkların
yönetimlerini… Bir kez daha hatırlayalım.
Müslüman kimden yana olmalı, kimin safında durmalı, bilmelidir. Zilleti değil izzeti tercih
etmelidir. Çıkarlarınız için, koltuk-iktidar kaygınız için yaşarsanız bu düsturları algılamakta zorluk çekersiniz. Bunları bize bir kez daha
hatırlatan Ali Kaçar’a teşekkürler. Dergileri alıp
okuyamasak da kitap haline gelmiş olan yazıla-
rını bir haftada okuma imkânımız oldu. Bu güzellik bizde bir merak da uyandırdı:
Arap halklarının isyanları şeklinde cereyan
eden son gelişmeleri sayın yazar nasıl değerlendirdi acaba…
İNNA LİLLAHİ VE İNNA İLEYHİ RACİÛN
Okurlarımızdan Rüştü ve Zeki İzgöer Hocalarımızın babası vefat etmiştir.
Merhuma Allah’tan (C.C.) rahmet, yakınlarına sabrı cemil niyaz ederiz.
Okurlarımızdan Abdullah Bayraktar’ın annesi vefat etmiştir.
Merhumeye Allah’tan (C.C.) rahmet, yakınlarına sabrı cemil niyaz ederiz.
GENÇ BİRİKİM
63
GENÇ BİRİKİM
Terörist ve İşgalci ABD,
21 Türkiyeli Kardeşimizi
Şehid Etti
Genç Birikim
Tarih 16 Kasım 2011... ABD’nin Afganistan
ve Pakistan’da Taliban ve El Kaide üyelerine
karşı kullandığı insansız Predator uçaklarına,
CIA’dan gelen istihbarat doğrultusunda binlerce
kilometre ötede yer alan ABD’nin Nevada
eyaletindeki üsten Güney Veziristan’a doğru
uçma talimatı verildi. Gece 02:30 sıralarında
Talimatı alan Predator sayısı 5’ti. Hepsinin üzerinde gece görüş sistemleri ve 2’şer adet 50
kiloluk Hellfire (cehennem ateşi) füzesi bulunuyordu. 5 Predator’dan fırlatılan 10 adet füze,
Nevada’da ellerinde Joystick tutan Amerikalı
subaylar tarafından ateşlendi ve Afganistan
sınırına 3 kilometre mesafedeki Pakistan’ın
Baber Ghar bölgesindeki üste bulunan; evlerini, yakınlarını geride bırakarak emperyalizme
karşı savaşmak üzere ta oralara kadar giden 21
Türkiyeli Müslüman şehid edildi. O gün Amerikan ordusu tarafından yapılan açıklamada, “Pakistan topraklarına insansız hava uçaklarıyla
düzenlenen saldırıda 18 Taliban militanının öldürüldüğü” belirtiliyordu. Pakistan hükümetinin
defalarca ABD’ye kendi topraklarında operasyon düzenlememesi yönünde telkinde bulunmasına rağmen bu, son aylarda Predator’larla
düzenlenen en büyük ve en kanlı saldırıydı.
Taliban’a yakın internet sitelerinde yayınlanan bildiride saldırıda hayatını kaybedenlerin
isimleri ve memleketleri de yer aldı. Açıklamada şu bilgilere yer verildi:
64
“İslam Hilafetinin dağılmasından sonra bir
tespihin taneleri gibi paramparça olup coğrafi
ve ulusal sınırlara bölünen İslam ümmeti tarihi
olaylara tanıklık etmektedir. Bir yandan işgal
edilen topraklar her türlü fedakârlık gösterip
milliyetçilik kirlerinden temizlenen değerli bir
cihad nesli tarafından savunulurken, diğer yandan zalim diktatörlerin bir bir devrildiğine şahid
oluyoruz. Afganistan-Pakistan sınırında geçtiğimiz aylarda düzenledikleri büyük operasyonlarda yüzlerce işgal askerini öldüren mücahid
birliklerinden biri geçtiğimiz hafta ABD insansız
uçaklarının saldırısına hedef oldu. Türü belirlenemeyen kimyevi bir silahla gerçekleştirilen saldırıda aralarında birçok Türkiyeli kardeşimizin
de bulunduğu 21 mücahid şehid oldu. Kurtuluş
savaşında ülkemizdeki Fatihin ve Selahaddin
Eyyübi’nin torunları olan dedelerimize büyük
fedakârlıklarda bulunarak yardım eden Afgan
halkına vefa borçlarını ödemek için 21’inci yüzyıl cihad karargâhı Afganistan’a gelen bu değerli
kardeşlerimizin şehadeti mübarek olsun. Türkiyeli Müslümanlara zaferin ufukta apaçık görüldüğünü, düşmanın mücahid birlikleri karşısında aldığı büyük hezimetlere ekonomik, askeri
ve siyasal açıdan daha fazla dayanamayacağı
müjdesini vermek istiyoruz. Yarın bekleyenler
için pek yakındır ve zafer mutlaka inananların
olacaktır. Küresel Haçlılar’ın Afganistan’daki
hezimeti aynı zamanda Kudüs’ün de kurtuluşu
olacaktır. Bizler Afganistan’da savaşıyoruz fakat
gözlerimiz Mescid-i Aksa’ya bakıyor.”
Türkiyeli Müslümanlar, bu saldırıyı gazetelere verdikleri basın açıklamasıyla telin ettiler.
İstanbul Fatih Camiinde şehidler için 02 Aralık
2011 Cuma günü Cuma namazından sonra
gıyabi cenaze namazı kılındı. Biz de Genç Birikim Dergisi olarak bu saldırıyı lanetliyoruz ve
şehid olan kardeşlerimize Allah’tan (c.c.) rahmet yakınlarına sabr-ı cemil diliyoruz.

Benzer belgeler