dosyayı indir

Transkript

dosyayı indir
JÜL DE
JÜLİDE
Özcan Yazıcı
2014
‹2›
ÖZCAN YAZICI
Heykelin ince kıvrımlarına gelmişti sıra. Saçlardaki kıvrımlara rüzgârda dalgalanma şekli kazandırmak için iskarpelayı bir eliyle
tutarken diğer elinin avuç içiyle hafif dokunuyordu. Bir anlık dalgınlık
veya dikkatsizlik heykelini çöpe atmasına neden olabilirdi. Her defasında hayatının duygu dünyasını bir bir gözden geçirerek geride bıraktığı tecrübeleri heykelinin gözlerine, burnuna veya saçlarına işlemek
suretiyle gelecek duygusunu yeniliyordu. Bir insanı en başından tek
başına, başka bir el, başka bir irade olmaksızın tasarlayıp yontmak,
ona tarifi imkânsız duygular yaşatıyordu. Bir heykelle bir insan arasında ne gibi farklılıklar vardı! Çocukluk yıllarında, daha ilkokuldayken
bir heykel yapmak ve onunla konuşmaktı en büyük arzusu. Bir heykelin gözlerine bakmak ve onunla yaratılış, ruh ve sevgi hakkında konuşmak istedi hep. Sevgiyi kaybeden insan mı daha katıydı yoksa sevgiyle işlenmiş mermerden bir heykel mi? Bu soruya uzaktan bakmak
değil ama dokunmak ve hissetmek istedi ilk gençlik yılları boyunca.
Güzel Sanatlar Fakültesi’ni kazanması sadece mesleki bilgi bakımından değil, hayallerini kemiren varoluşla ilgili sorularla bire bir yüzleşme fırsatını verecekti. Solan bir gülün yok oluşunu, bir güzelliğin varlığını neden sonsuza kadar devam ettiremediğini düşündü. Bu sorulara
herkesin bir cevabı vardı, onun da vardı hiç şüphesiz! Ancak kâinattaki
asıl cevherin ne olduğu onda derin kuşkulara yol açmıştı. Ona göre
her şey tükeniyor, mükemmel yaratılmış bir evrende güzellikler bir
yandan insan eliyle tüketiliyor diğer yandan bir şekilde yok ediliyordu.
Jülide: “Tunç, beni nasıl buluyorsun?” İçindeki yalnızlık duygusunu, mermer heykele hitap ederek gidermeye çalışıyor, hep sakladığı ve kimseye açamadığı varoluşla ilgili soruları bu yolla gizlemeye
çalışıyordu. Heykelin cevap veremeyeceğini biliyordu, ama onunla göz
‹3›
JÜL DE
göze gelmek, onda duymak istediği cevaplara yeni kapılar açabilirdi.
Üniversite sanki boşalmış, atölyede sadece Tunç ve kendisi kalmışlardı. Henüz yeni akşam olmakta ve sessizliği üstüne çeken kâinat onların konuşmasını dinliyordu. Jülide çok yalnızdı, belki ona vereceği bir
cevapla geride bıraktığı kötü anılardan bir anda sıyrılabilirdi. Çünkü
Tunç’un vereceği cevap onun için kesindi, kendi elleriyle yaptığı bir
heykelin ona yalan söylemesi mümkün değildi. Tüm kâinat Tunç’un
cevap vermesini bekliyor gibiydi. Dışarıda hayat durmuş, bundan sonrası için önemli olan Tunç’un vereceği cevaptı. Jülide, atölyenin bir
köşesine çömelerek zihnini çepeçevre saran soruların Tunç tarafından
da duyulmasından emin olmak istiyordu.
Nazmi: “Jülide, yurtdışındaki programa gelmeyi düşünüyor
musun?” Aniden atölyeye giren Nazmi’nin sorusu karşısında şaşkınlık
yaşayan Jülide, Fransa’da 2 hafta sürecek programa katılıp katılmama
konusundaki tedirginliğini de gizleyemez.
Jülide: “Belki hocam!” Çömeldiği yerden kalkarken, yere düşen eşyasını alıyor süsü verir. Kimsenin, hatta hocasının bile heykellere bakışını ve onlara yüklediği misyonu bilmesini istemiyordu.
Nazmi: “Neden belki?”
Jülide: “Nedenini bilmiyorum ama Fransa’daki program beni
çok heyecanlandırmıyor.”
Nazmi: “Bence gelmelisin, 18. Yüzyıl heykelleri görülmeye değer, oldukça görkemli eserler.”
Jülide: “Hocam kesin kararımı vermedim, arkadaşlarımla konuşmam lazım!”
‹4›
ÖZCAN YAZICI
Nazmi, Güzel Sanatlar Fakültesi’nde atölye hocasıdır. Öğrencilerle yakın ilişki kurmayı, onların dertlerine ortak olmayı ve dersler
dışında yardımcı olmayı seven bir kişiliğe sahiptir. Yazdığı birkaç romanıyla fazla bilinen bir yazar olmamasına rağmen, kitaplarında kullandığı tasvir gücü okuyucuları tarafından hemen keşfedilmiş ve özel
ilgi uyandırmıştır. Jülide, hocasının yazarlık yönüyle de oldukça ilgilidir. Onun hocası olması, ona yakın olmasını sağlıyor bu da Jülide için
bir yazara yakın olmak için bulunmaz bir fırsattı. Jülide, bir yazarın
gözüyle hayata bakmanın ulaşılmaz bir enginlik duygusu verdiğini
düşünüyordu. Bir yazara yakın olmanın aynı zamanda onun hayal
dünyasına da yakın olmak anlamına geldiğinin farkındaydı. Nazmi’yle
yakın olmak, onun ağzından dökülen cümlelere yakın olmak, sayfalardan kopup gelen cümlelere dokunmak, sözcüklerin yerini her an değiştirebileceğine inanıyordu. Her zaman söz’e yakın durmuş, hayalin
birer yapı taşı olduğuna inanmış, hayatını bu inanç üzerine bina etmişti. Heykellerle olan ilişkisinde söz’e olan sarsılmaz inancının etkisi
küçümsenmeyecek derecede büyüktü.
Ülker “Jülide, Ahmet seni sordu bugün,” derken Jülide’nin
Ahmet’le ilgilendiğine dair küçük bir işaret hissetmesi ruhunda büyük
bir yıkıma sebep olabilirdi.
Jülide: “Neden sordu, sebebi neymiş?”
Ülker: “Demedi, ama sanırım Fransa’daki program ile ilgiliydi,
elinde bazı kâğıtlar vardı.”
Jülide: “Yarın derste nasıl olsa görür, konuşurum.”
Ülker: “Jülide, Fransa’ya gitmeyi düşünüyor musun? Sınıfın
çoğu gidecek.”
‹5›
JÜL DE
Jülide: “Bilmiyorum Ülker, düşüncelerim biraz karışık, ama
sebebini de henüz çözebilmiş değilim!”
Ülker, Jülide’nin hem ev hem aynı sınıftan arkadaşı olarak
onun duygusal dünyasını en iyi bilen biri olmasına rağmen Ahmet’in
Jülide’ye olan ilgisi onu rahatsız ediyordu. Ahmet, kasabalı fakir bir
ailenin çocuğu olarak okumaya geldiği İstanbul’da Anadoluluk ruhunu
bir ideoloji gibi benimsemişti. Bunu her ortamda ifade etmekten de
geri durmazdı. Yaşam koşulları ondan daha iyi olan arkadaşları ona bir
yandan gıptayla bakarken, Ahmet’le aynı dünyanın havasını soluyamamayı bir kayıp olarak görüyorlardı. Ahmet, heykellerin içindeki
cevheri en az dış görünüşlerindeki asalet kadar, hatta daha fazla
önemserdi. Heykeller onun için birer Anadolu İnsanı’dır ve Anadolu
İnsanı, heykeli yapılıp meydanlara, ulaşılması zor doruklara dikilecek
bir kahramandı. Nasıl olmasın ki, binlerce yıllık medeniyet geçmişiyle
yüzlerce uygarlığı bağrında barındırmış, ötelerden getirdiği nefesi
iradesine ve ruhuna katmış ve dünyaya meydan okuyan kahramandır
Anadolu İnsanı! Ahmet’in Anadolu ideolojisi kahramanların üzerine
oturur, onların yedikleri içtikleri hatta sevgileri üzerine oturur. Köylü
kadının başındaki eşarbın kırmızısının, sarısını, mavisinin dışında elle
tutulup görülemeyen binlerce farklı rengi vardı. Orak sadece ekin
biçme aracı değil, Anadolu’ya terlerini katan insanların, o ekinlerden
yapılan buğdayla büyüyen çocukların hikâyesini anlatır aynı zamanda.
Haliç’i gören manzaralı evde Ülker’le birlikte geçirdiği üç yılın
öğretici olduğu kadar düşündürücü yanları olduğunu da fark eder.
Bunlardan bir tanesi, Ülker’in geçen üç yıl içinde ailesini bir
kez dahi evlerine getirmemiş olmasıydı. Büyük bir şehirde okuyan bir
genç kız olarak ailesinden birilerinin o zamana kadar ziyaretine gel‹6›
ÖZCAN YAZICI
mesi gerekmez miydi? Kendisi birlikte aynı evi kiraladıkları günden
beri defalarca annesini eve getirmiş olmasına rağmen, Ülker’le uzun
sohbetler sırasında kâh sevinçli kâh hüzünlü anılar paylaşmış olmalarına rağmen, Ülker’in kendisinden bunu esirgemesinin nedenini bir
türlü anlayamıyordu? Konuşmaları sırasında konu ailelere her geldiğinde Ülker’in konuyu farklı yerlere çekmesi her zaman dikkatini
çekmişti. Her defasında Ülker’in ailesiyle ilgili kapalı ve şüpheli tarafların olduğunu hissetmesine rağmen bunu dile getirmemişti. Kendisini
ilgilendirmeyen konulara girmesinin ev arkadaşını üzebileceğine
inanmıştı. Ancak bu gece farklı düşünüyordu, okulun son sınıfındaydılar ve en azından en sevdiği arkadaşının ailesinden birilerini görmek
istiyordu. Ülker’in Jülide’yi ısrarla uzak tutmaya çalıştığı gerçek neydi?
Bunları bilmenin kendisi için doğal bir hak olduğunu düşünmeye başlıyordu. Okuldaki fedakâr arkadaşının, evde eli ayağı olan vefakâr
dostunun ailesi hakkında bilmemesi gereken ne olabilirdi ki?
Jülide Anadolu’nun kasabasından geldiği İstanbul’da kuşkulu
bir ruh haline bürünmüştü. Kalabalık sokaklar ona göre değildi, tabiatla iç içe geçen ilk gençlik yıllarından sonra “insan”ın başkasına ve kendisine sorun olduğu yeni bir gezegene gelmiş gibiydi. Kuşkularla dolu
geçen üç yılın teninin rengini değiştirmeye başladığını hisseder olmuştu. Bu yokuşları çıkılmaz kılan sinmişlik hali, tükenmişlik hali, ondaki
hüznün, varlık dünyasını dolduran kuşkularla birlikte benliğine hücum
etmesinden başka bir şey değildi! Başında toplanan sihirbazların zar
atıp topladıklarını duyabiliyordu. Gelen her sayının aleyhine olacağına, kendisine bir fayda sağlamayacağına inandırılmıştı birilerince!
Zaman akıp gidiyor, şehrin benliğinde bıraktığı ritmik sesleri duyabiliyordu. Kulağına çarpıp benliğini dolduran sesler, yüzlerce yıllık uygarlık tarihinin dehlizlerinden geliyordu! Boşalan kuşkularını şehrin sesle‹7›
JÜL DE
rine karıştırmak, uygarlıkların beşiğinde sallamak, onları uyutmak
istiyordu.
Jülide: “Arkadaşlarım ve yakınlarımla ilişkilerimi anlamlandırmakta zorluk çeker oldum. Geçen ayki görüşmemizin çok faydası oldu. Kendimi biraz toparlar gibi oldum!”
Doktor Baran: “Testlerine göz attım, henüz detaylı inceleyemedim ama belirtiler iyiye gidiş yönünde. Birkaç seans yapmak zorunda kalabiliriz. Acele etmeyelim.” Doktor Baran dalında uzman bir
psikolog ve psikoterapisttir. Jülide 2. sınıftayken girdiği ruhsal bunalım sonrasında arkadaşının tavsiyesine uyarak özel muayenehanesine
gider. Birçok sıkıntısını atlatmasında Doktor Baran’ın küçümsenemeyecek katkıları olmuştur. Doktor Baran, hastalarına ilaç tavsiye etmek
yerine onlarla konuşmanın daha rahatlatıcı olabileceğine inanıyordu.
Henüz orta yaşına rağmen tecrübeli tavırlarıyla kariyerinde kısa sürede uzun yol kaydetmişti. Jülide ona güveniyor, benliğinde kapatamadığı yaralarına onun yanında çare arıyor. Gece geç vakitte de olsa,
hayatta cevabını bulamadığı sorulara onun yardımıyla çözüm arıyordu.
Zeynep: “Doktor bey, Cavit bey geldiler.” Zeynep, Doktor Baran’ın Danışmanı olarak muayenehanede doktorun eli koludur. O
olmadan işlerini düzene koyması mümkün değil. Zaten bunu kendisine birçok kez söylemişti.
Doktor Baran: “Beklesin, biraz işim kaldı, içeri alacağım. Jülide, şimdi gidebilirsin. Sana ilaç vermeyeceğim, ilaçla tedavinin son
tedavi yolu olduğuna inanıyorum. Her şeyin insanın kendi içinde başlayıp bittiğini düşünüyorum. Aldığım eğitimin de bana öğrettiği en
‹8›
ÖZCAN YAZICI
etkili tedavi yöntemi budur. İnsanlar kendi saraylarını kendileri kurar,
kendileri yıkar. Hayallerimiz olması mümkün olmayacak şeyleri hayal
edebilir, ulaşılması mümkün olmayacak hedefler belirleyebilir. Ama
hayal dünyamızda ölür hayal dünyamızda yaşarız. Büyük bir düşünürün de dediği gibi “insanlar hayal ettiği müddetçe yaşar”. Jülide, insan
katilini kendisi yaratır. Öldürücü ve yaşatıcı tüm enerji kendi içimizde
var.”
Jülide : “Çok haklısınız doktor bey, heykellerin gökyüzüne
ulaşması zordur. Ama insanların hayalleri değil mi ki her türlü gökyüzü
araçlarını yaptı, evrenin bilinmezlerini keşfe çıktı. İnsanlar hayalleriyle
evrende ulaşabildiği her noktaya gitme çabasında… Zaman ve mekân
onu sınırlandıramıyor. Bin yıl ya da iki bin yıl öncesinde insanın Kızılelma’sı toprağa bağımlı meseleler iken insanlar bugün ideallerinin
önce hayalini kuruyor. Ulaşılması mümkün olmayan hayalleri de kuran biziz, ulaşılması mümkün hayalleri kuranlar da biziz. Toprağı eken,
ondan ürün alan, onda yaşam enerjisi arayıp bulan da biziz.” Jülide en
çok bilinenleri, birer sır gibi anlatırken Doktor Baran henüz yeni keşfedilmiş bilinmeyenleri az sonra duyacakmış duyarlılığıyla dinliyordu.
Doktor Baran: “Bir sonraki seansımız iki hafta sonra Jülide, gidebilirsin.” Hasta görüşmesinden çok, bir sırrı çözmeye çalışan bir
kâşifi dinler gibiydi. Doktor Baran Jülide’nin bir sonraki terapiye gelmesini belki ondan daha fazla bekleyecekti. Önünde kıvranan bir hastadan çok gizli sırları anlamaya çalışan biri gibiydi. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamaz, ancak Cavit’i içeri çağırır.
Doktor Baran: “Hoş geldiniz Cavit bey!”
‹9›
JÜL DE
Cavit: “Hoş bulduk Doktor Bey!” Cavit içeri girer girmez henüz
yeni toparlanmış dışarı çıkmakta olan Jülide’yi görür.
Cavit: “Siz benden heykel malzemesi almaya gelen arkadaş
değil misiniz?”
Jülide: “Evet, merhaba!”
Cavit: “Merhaba, nasılsınız?”
Jülide: “Teşekkür ederim, iyiyim, siz nasılsınız?”
Cavit: “Teşekkür ederim ben de iyiyim, tesadüfe bakar mısınız, aynı doktora terapi için geliyoruz.”
Cavit ve Jülide bu tesadüf karşısında gülerler, ancak bu karşılaşmadan da memnun görünürler.
Doktor Baran: “Siz tanışıyor musunuz?”
Cavit: “Evet tanışıyoruz, daha doğrusu, Jülide dükkâna birkaç
yıldır sıklıkla heykel malzemesi almaya gelir, oradan tanışırız.”
Doktor Baran: “Ne güzel tesadüf benim için de, birbirini tanıyan iki hastam var artık.” Odada bulunanlar gülüşürler.
Jülide: “Ben artık gideyim, iyi günler, görüşmek üzere!”
Cavit: “İyi günler! Görüşmek üzere!” Kendisinden okul malzemesi almaya gelen bu kızda onu çeken bir şeyler olduğunu fark
eder. Bir ilişkiyi çağıran duygulardan çok, Jülide’ye karşı mesleki bir
yakınlık hisseder. Plastik sanatlarla ilgili ticareti aslında tesadüfen
seçilen bir alan değildi. Daha lise yıllarından büst, heykel ve rölyef
‹ 10 ›
ÖZCAN YAZICI
eserlere duyduğu ilgi onda büyük hayretler uyandırmıştır. Cavit, içinde durduramadığı süreğenliği varlıklarda dondurmak, onlarda sabitlemek ve onlarla konuşmak istedi her defasında. Bunun yolunun ise
hayranlık duyduğu insanların veya eşyaların heykellerini yapmakta
bulur. Babasının da arkeolojiyle ilgilenmesi ondaki heykel merakını
iyice artırmıştı. Jülide’ye karşı duyduğu ilgiyi anlamlandıramasa da
bunun ticari bir müşteri esnaf ilişkisi olmadığından da emindi.

Ahmet, yolun karşısına geçmeye çalışan Jülide’yi görür ve arkasından koşarak ona yetişmeye çalışır.
Ahmet: “Selam!”
Jülide: “Selam, Ahmet!” Ahmet’in gözündeki duygudaşlığa bir
anlam veremez. Ahmet, birden Jülide’nin duygularına sinmiş, onda
görünmüş gibiydi!. Jülide’nin aklında Cavit’le karşılaşması halen tazeliğini korurken Ahmet’in aşırı samimi tavırları onu rahatsız etmişti.
Ahmet: “Ülker bahsetti mi, sana ulaşmaya çalıştım ama ulaşamadım. Fransa’daki programa gelip gelmeyeceğini soracaktım.
Nazmi Hoca listeyi hazırlamam için beni görevlendirdi.” Ahmet’le
birlikte yürüyen Tahsin birden sözün arasına girer “Zamanın ruhu
diyorlar, biz zamanın ruhunu maddede arayanlarız, o ruhu biz bulduk
Ahmet’im, öyle değil mi?” Tahsin’in pervasız tavırlarla yüksek sesle
nutuk atmaya başlaması Jülide’yi olduğu kadar onu da rahatsız etmesine rağmen en sevdiği dostuna bir şey diyemez. “Tahsin biraz susar
mısın, Jülide’yle bir şey konuşuyorum!” Tahsin söylediklerinin dinlenmesini istercesine tekrar söze girer, amacı biraz da Ahmet’in gelmesini istediği Jülide’yi etkilemeye çalışmaktı “Zamanın ruhu İstan‹ 11 ›
JÜL DE
bul’da, Roma’da! Zamanın ruhu Paris’te! İstemez misin Notre Dame
Katedrali’nde Romalı heykeltıraşlarla dolaşalım! Meryem Ana Heykeli’nin yanında duralım ve uzaklara bakalım! Meryem’in kucağındaki
İsa’yla konuşalım ve çarmıhını taşımasına yardım edelim! Krallar Galerisi’nde dolaşmaya ne dersin, bir yanda Yahuda diğer yanda İsrail’in
yirmi dört kralı seni karşılamak için eğiliyorlar!”
Jülide: “Bırak Ahmet, güzel konuşuyor, bırak devam etsin.”
Hafif gülümsemeyle Tahsin’in konuşmasına devam etmesini ister.
Heykelcilik öğrencilerinin bazen sınıfta, bazen kaldıkları evlerde birbirlerine eski soylu insanlara benzer şekilde hitap etmelerine alışkındı.
Çoğunlukla bunların sonu başka bir eğlenceli oyuna bağlanır, arkadaşlar arasında dostlukların pekişmesine sebep olurdu. Jülide’nin duymak istediklerini söylemişti Tahsin. Bir yandan Ahmet’i dinlerken diğer yandan Tahsin’in fakülte koridorlarında yankılanan sesine kulak
kesilmişti. Tahsin’in bahsettiği heykelleri, katedrali görmek istiyordu
artık. Meryem Ana Heykeli’nde zamanın ruhunu görmek ve dönemin
heykeltıraşlarının çekiç seslerini işitmek istiyordu. Tahsin’in yankılanan sesinde koridorlarda duran heykellerin sesini işitir gibiydi, ona
“Paris’e git!” der gibiydiler.
Koridorda yankılanan tüm sesler kesilmiş Ahmet’in koluna hafif dokunuşuyla birlikte irkilmesine neden olan sesi kalmıştı geriye:
“Jülide hadi derse gidelim!”
Jülide, hocası Nazmi’nin yaptığı Akdenizli Kadın heykelinin
önünde durmuş ona bakıyor, Tahsin’in kesilen sesiyle birlikte onunla
göz göze kalakalmıştı. Tahsin ve Ahmet çevrede toplanan birkaç öğrenciyi oradan uzaklaştırmaya çalışırlar. Tahsin: “Tamam arkadaşlar
bir şey yok!” Öğrenciler Jülide’nin Akdenizli Kadın heykeline dikkatlice
‹ 12 ›
ÖZCAN YAZICI
bakmasına değil, kıpırdamadan durmasından ve çevreyle olan irtibatını kesmiş olmasından tedirginlik duyarlar. Gizem: “Jülide! Ne oldu
sana, neden cevap vermiyorsun?” Gizem bir alt sınıftan ancak ders
aralarında sık sık görüştüğü, heykel konusunda derslerin dışında çok
fazla araştırma yapan biriydi. “Tamam, Ahmet Fransa’ya geliyorum.”
Jülide’nin aniden konuşmaya başlamasıyla çevredeki öğrencileri heyecan kaplar. Tedirginlik bitmiş yerini sevince bırakmıştı. Ahmet, Jülide’nin adını Fransa’ya gidecekler listesine yazarken içi heyecanla
dolmuştu. Tahsin ve Ahmet göz göze gelirler ve Tahsin’in Jülide’yi
kararında etkilemiş olduğunu hafif bir baş eğmesiyle kabul eder. Ahmet: “Sağ ol arkadaşım, çıkıştığım için beni affet!” Tahsin: “Önemli
değil!”
Fakültenin birinci katındaki atölyeye girerken gözlerindeki
mesleki heyecan henüz tamamlanmamış heykel ve büstlere canlılık
veriyor heykeller beden dilleriyle Jülide’yi verdiği karardan dolayı
kutluyor gibiydiler. Jülide’nin gözünde onlar birer taş veya toprak
değil, insanların elleriyle yonttukları birer canlı gibiydiler. Heykele
olan bağlılığı onun gerçeklik algısında sarsılmaz farklılıklar meydana
getirmişti. Ona göre evrende insanların emekleriyle yaptıkları her bir
eşyanın canlı birer yönü vardı. Emeğin karıştığı hiçbir şeyin değersiz
olamayacağı, emekleriyle yapıp ettikleri, işleyip elde ettikleri her bir
şeyde, her bir eserde insandan bir nefes, bir canlılık taşıdıklarına inanıyordu. Tarihin binlerce yıllık medeniyet serüveninde Mısır, Çin ve
daha nice eski medeniyetlerde dikilen heykellerin, büstlerin taş, toprak olmaktan öte canlı birer tarafları vardı, olmalıydı. Dünya var olduğundan beri milyonlarca kez güneşin doğuşuna ve batışına şahitlik
eden bu toprak, koynunda sadece meyve ve sebzeleri yetiştiriyor
olamazdı. Dağları var eden kudret, kayaları, mermer veya değerli
‹ 13 ›
JÜL DE
taşları sadece dünyanın denge unsuru olsun, üzerinde yabani hayvanlar yaşasın diye yaratmış olamazdı. Sanatçıların elleriyle yaptıkları
antik yunan tanrı heykellerinin sadece birer taş olması mümkün olamazdı. Tapınakta tek başına gökyüzünü seyreden antik yunan heykelleri, binlerce yıl yıldızları, güneşi ve ayı seyretmişlerdi. Antik Yunan
filozoflarının, Babil’in Asma Bahçeleri’nde dolaşan sevgililerin gördüklerini onlar da görmüştü. Bugünse yaşayan ne bir Yunan filozofu ne de
Babil’in Asma Bahçeleri’nde el ele göz göze dolaşan âşık kalmıştı geride. Dünyayı var eden, medeniyet ateşininin kaynaklandığı o heyecan,
aşk, dayanılmaz tutkudan geriye kalan bu çizgiler, sanatçının beyin
kıvrımlarını yansıtan olağanüstü güzellikteki rölyefler cansız olamazdı.
Gerçekliğin o heykelleri yapan heykeltıraşın ellerinde gizli olduğuna
inanıyordu Jülide. Kaderin ona heykel bölümünde okumayı hep bu
gerçekliği bulması için nasip ettiğini düşünüyordu.
“Listeyi hazırladın mı Ahmet? Listeyi hazırlamak için birkaç
günümüz kaldı.” Bölüm Başkanı Meltem, Paris programıyla özellikle
ilgileniyordu. Çünkü programda herhangi bir aksaklığın yaşanmamasını üniversitedeki konumu için çok önemli görüyordu. Bölüm başkanı
olmasının üzerinden henüz bir yıl geçmiş olmasına rağmen, ilk kez
uluslararası bir programın sorumluluğunu üstlenmişti. Ahmet: “Hocam merak etmeyin tamamlamak üzereyim. Sınıftan birkaç arkadaşın
durumu daha tam netleşmedi, onlar kesinleştikten sonra listeyi size
getireceğim.” Atölyedeki herkes bir yandan Meltem’le Ahmet’in liste
konusundaki konuşmalarını dinlerken, bir yandan da Nazmi’nin dersle
alakası olmayan bir kitabı neden eliyle havaya kaldırarak gösterdiğini
anlamaya çalışıyorlardı. Kitap kalın kırmızı kapaklı, üstü kabartma
harflerle yazılı eski bir eserdi. Kitabın bir sanat eseri olabileceğini,
Nazmi’nin bu nedenle sınıfa getirmiş olabileceğini tartışıyorlardı. Mel‹ 14 ›
ÖZCAN YAZICI
tem, Ahmet’le olan konuşmasını bitirmesiyle açık kapıdan gördüğü
Nazmi’nin elindeki kitaba merak salması bir olur. Meltem: “Nazmi
hocam, elinizdeki kitabı ilk defa görüyorum. Bunca yıldır bölümümüzle ilgili kitapları karıştırıyorum ama elinizdeki kitaba hiç rastlamadım.”
Nazmi, bir eliyle kitabı elinin ulaştığı kadar yukarı kaldırırken diğer
eliyle kitabı gösteriyordu. Nazmi, bölümdeki öğrenciler tarafından
derslerde yaptığı esprileriyle biliniyordu, onu öğrencilerin gözünde
sevimli yapan şey bu esprili kişiliği ve öğrencilere yakın oluşuydu.
“Elimdeki kitap, sınıfça yapacağımız tüm uluslararası programlarda
yol gösterici bir kitap olacaktır. Belki şaşıracaksınız ama kitapta heykel
yapımıyla ilgili veya heykellerin çeşitleri veya özellikleriyle ilgili herhangi bir bilgi bulunmuyor” diye cevap verir Nazmi kitabı yukarda
tutmaya devam ederken. Meltem’in kitap hakkındaki merakı artsa da
fazla üstelemez. Nasıl olsa bir hafta sonra Paris yolculuğunda kitap
hakkında Nazmi’den bilgi alabilecekti. Son kez Ahmet’le göz göze
gelen Meltem atölyenin kapısını dışarıdan kapatarak odasına gider.
Atölyeye esrarengiz bir sessizlik hâkim olur. Bunun nedeni
Nazmi’nin kitap hakkında yaptığı sır dolu konuşmaydı. Elinde kılıcını
göğe kaldırmış bir soylu gibi kitabı havaya kaldırmış öğrencilerin yüzündeki ifadeleri süzüyordu. Bu davranışıyla Nazmi’nin öğrencileri
Paris’e yapacakları sanat yolculuğuna hazırladığı ortadaydı. Öğrenciler
mimikleriyle birbirlerine bakarak bunu açık etmişlerdi. Ancak sadece
bununla sınırlı olmayan bir heyecanın içine sürüklenmekten kendilerini alamıyorlardı.
Ülker’in ve diğerlerinin merakını çektiğinden emin olmak isteyen Nazmi, şimdi söze girebilirdi. “Bu kitap gerçekliklerden ve yansımalardan bahseder. Hayatın bir gerçeklik yüzünün olduğunu bir de
varlıkların ve olayların yansımalarının birer gerçek olarak algılanma‹ 15 ›
JÜL DE
sından bahseder. İkinci gerçeklik algısı bir yanılsamadır, yanılsamanın
gerçekliğin yerini alamayacağını söyler. Kitabın ne zaman yazıldığı
belli değil, zaten kitabın bir adı da yok. Yani adsız bir kitabı tutuyorum
şu anda elimde. Kitabı nereden aldığımı sormayın, çünkü bunu söyleyemem.” Nazmi sözlerine ünlü bir şairin şiirini okur gibi devam ederken Sinem söze karışır “Hocam bu kitabın sizin için bir anlamı olduğunu kabul etsek bile, ne zaman yazıldığı bile belli olmayan kitabın bizim
için ne anlamı olabilir? Sanatsal çalışmalarımızla ilişkisini ben kuramıyorum!”
“Gerçeklik ve Yansıma; konumuz bu!” diye sözlerine devam
eder Nazmi. Dersin başından beri kendi içinde soğuk bir durgunluk
yaşayan Jülide, Nazmi’nin söylediği bu iki kavramla birden irkilir.
“Gerçeklik ve Yansıma!” diye mırıldanır Jülide. Nazmi’ye olan ilgisi
biraz daha artar. Onu can kulağıyla dinlemeye başlar. Kendisini büyük
bir okyanusun dibinde hisseder birden: “Soğuk, Ülker!”
“Soğuk olan ne?” diye karşılık verir.“Bilmiyorum, üşüyorum,”
diye sözlerine devam ederken, Jülide bunun bir ruhsal üşüme olması
ihtimalini de gözden uzak tutmaz. Bir yandan Ülker’in verdiği tepkinin
şaşkınlığıyla üşümesinin nedeninin maddi bir üşüme olamayacağına
ikna olur. Yıllar önce benzer bir üşüme halini hatırlar. Sonrasında yaşadığı büyük zihinsel dönüşümün kendisini olgunlaştırdığını, aslında
ilk gençlik döneminden çıkışın bu tür ruhsal üşümelerden sonra gerçekleştiğini hatırlar.
“Yansımaların her zaman gerçeklik dışı olgular olduğunu savunamayız. Ancak yansımaların kaynaklandığı ana düşünce kalıpları
veya temel varlıklar, her ne dersek diyelim, yansımanın bize ne ölçüde gerçeği yansıttığını da gösterecektir. Aslında yansımaların da dere‹ 16 ›
ÖZCAN YAZICI
celerinden bahsedebiliriz. Gerçeğe en yakın olgu ve kavramların yansıma da olsa gerçekliğe diğerlerinden daha yakın olduğunu kabul etmemiz gerekir. Yine de yansımayla kastedilen şeyin salt gerçekliğin
yerini hiçbir zaman tutamayacağını söylemek en doğru tanım olacaktır. Elimizdeki kitap, muhteva olarak varlıkların görünen yanlarından;
olayların neden ve sonuçlarından bahseder. Tıpkı çevremizdeki varlıklar ve olaylar gibi. Ayrıca yaratılış ve ölümden bahseden kısımları da
vardır.” Nazmi, kitabın dilinden çok, öğrencilerin seviyesine indirgemeye çalışır ifadelerini. Kitabın aslı İbraniceden Fransızcaya çevrilmiş,
Nazmi de Fransızcasından okumuştur kitabı. Son baskısı toplam yüz
elli tane olmak üzere 17. Yüzyılın sonlarında basılmıştı. Kitabın herhangi bir adının olmaması bir eksiklik değil, kitapta yazılanların başlıktan daha önemli görülmesinden ve başlığın okuyucuyu sınırlamaması
amacına yöneliktir.
Ahmet, söze karışarak aklını çoktandır kurcalayan bir sorunun
cevabını almanın peşine düşer. “Hocam, yansımaların birer gerçeklik
olamayacağından bahseden kitap, hayatımızın her alanına sinmiş olan
yansımaları nereye koyuyor. Bunları nasıl değerlendirmeliyiz?” Cama
doğru yürüyen Nazmi birden arkasını dönerek Ahmet’i arar. Göz göze
gelir ve önünde henüz bitmemiş, ama yapım aşamasının yarısını geçmiş çocuk heykelini gösterir. “Mesela heykeller gibi..! Heykelleri yontarız, birer sanat eseri haline getiririz. Bunların birer gerçeklik veya
yansıma olup olmadıklarını neye göre söyleyebiliriz?! Veya taştan,
mermerden yonttuğumuz heykellerin birer yansımalarının olduğunu
iddia edebilir miyiz? Tabi ki hayır! Bunlar birer yansımadan öte birer
gerçekliktir. Eğer heykelcilikte bir yansımadan bahsedeceksek, bunun
emeğimizin birer yansıması olmasının ötesine gidemeyiz!”
‹ 17 ›
JÜL DE
Nazmi’nin cevabı karşısında Jülide ve Ahmet’in gözleri henüz
kaba çalışması bitmiş olan çocuk heykelinde çakılı kalır. “Bunun sadece emeğe dayalı bir yansıma, yani sadece emeklerimizin yansıması
olduğunu ben kabul edemem hocam” diye söze atılır Jülide. “Bunlar
üzerinde günlerce çalışıyoruz, gözlerimiz ağrıyana kadar detaylarla
boğuşuyoruz” diye devam ederken Nazmi’nin dikkati Jülide’de yoğunlaşır. Jülide’den beklemediği bir çıkış olduğunu düşünür, ağzından
dökülen ifadeler ise donuk gözlerinin birer ifadesiydi. “Diyelim ki öyle
Jülide, emeğin her zaman gerçekliğe götüren eylemler olduğunu iddia
edebilir misin? Bir heykel veya tarihi bir anıt; bunların ortada duran
birer gerçeklik olduğunu görmemek için akıl körü olmak lazım.” Ahmet, istediği cevabı alamadığını düşünerek söze karışır “Hocam belki
sorun gerçeklik ve yansıma arasındaki ilişkiyi emekle değerlendiriyor
olmanızdır.”
“Olabilir Ahmet, ama bu yine de emek harcanmadan bir gerçekliğin elde edilemeyeceği kuralını değiştirmez.”
Jülide’nin düşünceleri Nazmi’nin konuşmaları karşısında karışır. Emek ve gerçeklik; gerçeklik ve yansıma konusunda o ana kadar
temellendirdiği düşünceleri Nazmi’nin yaptığı uzunca açıklamadan
sonra sarsılmaya başlar. Elindeki kitabın yüzlerce yıl boyunca muhafaza edilmiş bir kitap olduğunu düşününce, kendi düşüncelerindeki
kırılmaların doğal olabileceğini düşünemez gençliğin verdiği fikri acemilikle. İnsanların düşüncelerinin hayat ağacının birer meyvesi olduğunu henüz idrak edecek fikri sabiteye sahip değildir. Üniversitenin
son sınıfında, derslerinden arta kalan zamanlarında kitap okuyarak
hayata karşı bir duruş geliştirmeye çalışan Jülide sanatsal faaliyetleriyle hayat görüşlerinin birbiriyle çelişmemesine özen gösteriyordu.
Düşünce dünyasını hayat görüşlerini destekleyen bir mefhum değil,
‹ 18 ›
ÖZCAN YAZICI
istikbalini üzerine oturttuğu; temel taşın çevresinde her gün istediği
derinlikleri verdiği heykeltıraşlık faaliyeti gibi görürdü. Onun hayat
görüşleri yaşamının sonunda düşüncelerin şekillendirdiği bir sanat
eseri olacaktır! Jülide, içinden çıkamadığı soruların cevaplarının kâinatın tamamına sinmiş olaylarda değil ama olgularda gizli olduğuna
inanır. Bu olguların rengini, tadını, sesini ve derinliklerini olaylar meydana getirir. Nazmi’nin onun için bir değeri vardı. Bu değerin içinde
neye karşılık geldiğini bir bakışta çözemiyor. Duygusal yoğunlukların
keşmekeşliği içinde hayatını üstüne kuracağı arkadaşlıklar, dostluklar
ve sevgilerin ötesinde mesleği vardı. Ama onun için heykel yontmak,
eserler üretmek gerçekliği bulmanın en öncemli yoluydu. Zaman ve
mekânın içinden akıp gitmekte olduğu koca evrende neyin öncelikli
olduğu sorusu, içten içe içini kemiren şüphelerin kaynağına götürüyordu onu. Aklını ve duygularını rahatlatan bir cevaba kavuşamazlık
hali onda bıkkınlık, bezmişlik hali meydana getiriyordu. Bu nedenle
içinde doğurup büyüttüğü tüm saplantılara, şüphelere birer cevabının
olması gerekirdi. Değil mi ki, dünyadaki tüm kavrayışların birer kaynağı vardı. Tüm fikri kavrayışların kaynağında, sonunda mutluluğa ve
fikri tatmine götürücü cevapların olması eşyanın tabiatına uygun olanıydı. Aksi takdirde hayatta yaşanan her şeyin olgulardan oluşan bir
kavram denizi olması, onda hiçbir yaşam değeri ifade etmiyordu.
Paris’in Bakiresi
Paris’teki kalacakları otele giderken Fransız Devrimi’nin yaşandığı caddeler, sokaklar ve bulvarlarda devrim zamanından kalan
izler görmek isteyene kendisini gösteriyordu. Soylulara başkaldıran
burjuva çocuklarının sesleri araba seslerine karışıyor, duymak isteyene isyan çığlıklarını duyuruyorlardı. Kudretli kralların aklın özgür alan‹ 19 ›
JÜL DE
ları üstüne kurdukları tahtları bir bir yıkılmıştı. Paris Caddeleri’nde
işlerine yürüyen insanların gözlerinde geleceğe dair umutlar ışıldıyordu. Bebeğini çocuk arabasında gezdiren Parisli kadın, çocuğunun geleceğini ekmek talebiyle Versay Sarayı’na doğru yürüyen yedi bin
kadına borçlu olduğunu biliyordu. Jülide’yi ertesi gün Notre Dame
Katedraline yapacakları gezinin heyecanı sardı. Oteldeki odasında
öğrenci evinden arkadaşı Ülker’le birlikte kalıyordu. Geziye katılan
diğer öğrenci ve hocalar, aynı katta yine iki kişilik odalarda kalıyorlardı. Jülide ilk kez yurtdışına çıkmıştı. Ama Ülker yanında olduğu sürece
kendisini güvende hissediyordu. Çünkü Ülker’i üniversiteye kayıt olduğu ilk günden beri tanıyordu. Okulda ve evde yaşadığı birçok sıkıntıya birlikte göğüs germişlerdi. Her ne kadar Ülker’in ailesiyle ilgili
aklının bir yerlerinde soru işaretleri taşısa da, bir insan ve dost olarak
aradığı birçok özelliği Ülker’de bulmuştu. Onu kaybetmekten çok korkuyor, Ülker’le birlikte olduğu zamanlarda ortak konular hakkında
konuşmaya çaba gösteriyordu.
Ülker zayıf bir kişiliğe sahipti. Jülide’yi bir dost olarak kabul
etmesine rağmen, kendisinden üstün gördüğü bazı yönlerini kıskanıyordu. Öncelikle Ahmet’in Jülide’ye karşı ilgisi Ülker’i rahatsız ediyordu. Ahmet, Paris programı için Jülide’yi her aradığında, Ülker içinde
tarif edemediği saplantılı kıskançlık nöbetlerine giriyordu. Duygularını
belli etmemek için lavaboya gitme bahanesiyle ortamdan uzaklaşır,
lavaboda veya koridorların uzak köşelerinde kendi kendine duygularının yatışmasını bekliyordu. Bundan ne Ahmet’in ne de Jülide’nin haberi oluyordu. Ancak Ülker’in Ahmet’e karşı duyguları sevgi olmaktan
çıkmış gizli bir aşka dönüşmüştü. En sevdiği arkadaşı Jülide’ye duygularını belli etmekten, evde veya okulda dostunu bir an dahi kırmaktan
çok korkuyordu. Mantık sınırlarını aşıp saplantılı hale gelen aşkından
‹ 20 ›
ÖZCAN YAZICI
kurtulmanın yollarını araştırsa da bunu başaramıyor, çırpındıkça Ahmet’in içine doğru çekildiğini hissediyordu.
“Hocam, gül pencereleri gerçekten muhteşem, kısa bir araştırma yaptım; gotik mimarisinin en önemli unsurlarından olduğunu
biliyorum” diye seslenir Nazmi’ye Eylem Kuzey Gül Pencerelerinin
önünden geçerken. Eylem, İstanbul’da varlıklı bir ailenin çocuğudur.
Üniversite eğitimini kısmen hobi olarak görmekte, okuyup meslek
edinmeye ihtiyacı olmadığı halde gayretli tavırlarıyla arkadaşlarının ve
hocalarının takdirini kazanmasını hep bilmiştir. “Evet, haklısın Eylem”
diye karşılık verir Nazmi, “Dikkat ederseniz farklı biçim ve desenlerde
süslenmiş harikulade pencereler bunlar,” diye tüm sınıfın dikkatini
gotik tarzda işlemeli pencerelere çeker. “Hocam, Meryem Ana Heykeli’ni ne zaman göreceğiz?” diye atılır Jülide. “Birazdan geleceğiz” diye
cevaplar Nazmi Krallar Galerisi’ni geride bırakırken. Jülide’nin Meryem Ana Heykeli’ne olan merakı sanatsal olduğu kadar Hıristiyan
inancındaki yerini merak etmesinden de kaynaklanıyordu. Fransızca
karşılığı Notre Dame olan Meryem Ana nasıl olmuştu da dünyaya
babasız bir çocuk getirmişti? Daha Paris programının ilan edildiği ilk
günden itibaren, Meryem Ana’nın babasız dünyaya getirdiği İsa’yı
kendi düşsel sırlarına benzetiyordu. Yaratılmış hiçbir dışsal etki olmaksızın doğum ve ölüm arasına sıkışan insanın varlık gerçekliğini
İsa’ya benzetmesi onda gerçekliğin bir yansımadan çok ideal doğrular
toplamı olduğu inancını artırıyordu. “İşte Meryem, görüyor musun?
İsa, kucağında!” diye biraz gerisinden seslenir Jülide’ye. Jülide içindeki
çarpışmaların sanatsal kaygının sonucu olduğu izlenimini vermeyi
ihmal etmeksizin devam eder gözlemlerine. Varlık sancısı çektiğini
kimsenin bilmesini istemiyordu. “Paris’in Bakiresi” diye mırıldanır
‹ 21 ›
JÜL DE
Jülide. Meltem “Anlamadım” diye yaklaşır. “Paris’in Bakire’si! Parisliler Meryem Ana heykeline bu adı vermişler” der üsteleyerek.
Meltem: “Ha, evet!”
Jülide, 14. Yüzyılın bu olağanüstü mabedinde kendisini Meryem’e hiç bu kadar yakın hissetmemişti. Meltem’le birlikte arkalarından gittikleri diğer öğrenci grubuna Nazmi rehberlik ediyordu. Öğrencilere mabedin içindeki eserlerle ilgili bilgiler aktarıyordu. Kendisinden başka hiçbir öğrencinin heykellerde veya mabedin diğer eserlerinde varlığa ilişkin ipuçları aramamaları, onda yalnızlık hissi uyandırdı. “Tek ben miyim, Meryem ve babasız doğan oğlunun heykellerin
arkasındaki gerçekliğini sorgulayan”, diye mırıldanır kendi kendine
öğrenci grubuyla arasındaki mesafe açılırken. “İsa, Allah’ın yansıması
mı?” diye sorarken sesi yankılanır kilisede Jülide’nin. Jülide’nin peşini
bırakmadığı felsefi sorularından biriydi bu. Nazmi, sorunun kendisine
sorulduğunu hemen fark eder. Diğer öğrenciler arkalarından gelen
Jülide’ye göz ucuyla bakarken, sorunun aslında çok su götürdüğünü
de biliyorlardı. Nazmi, sağ koridorda, şapellerin altında, bel hizasındaki mermerlere yaslanarak sadece Jülide’nin değil gezideki tüm öğrencilerin dikkatlerini aynı yere çekecek vurgulu bir sözle başlar: “Aklın
Mabedi!” Jülide ve diğer öğrenciler, daha önce hiç duymadıkları bu
sözün nereye bağlanacağını hiç kestiremezler. “Hıristiyanlık dünyasının en önemli eserlerinden biri olan bu katedrali akılla mı tanımlıyorsunuz?” diyerek dinsel bir savunma çabasına girişir Jülide. “Bunu ben
söylemiyorum, kendileri söylüyor Jülide. Fransız Devrimi’nde bu katedralin adına ‘Aklın Mabedi’ demişler. Yaşanan ortaçağ karanlığının
en büyük sebebi onlara göre dindi. Yani dinin aklın tüm özelliklerini ve
kudretini sınırladığına inanılırdı. Zaten Fransız devrimine yol açan
Rönesans ve Reform hareketlerinin kaynağında yatan en belirleyici
‹ 22 ›
ÖZCAN YAZICI
çıkış noktası da aklı öne çıkarmak, yani gerçekliği aklın sınırlarında;
daha doğrusu sınırsızlığında aramaktı!” Jülide: “Bu ne kadar mümkündü, başardılar mı?”
“İşte her şey ortada; sanat eserleriyle, uygarlık düzeyleriyle,
sosyal ve siyasi gelişmişlikleriyle senin sorunu yeterince cevaplamadılar mı?” diye sorusuna soruyla karşılık verir. “Aklın sınırlarını zorladıkları şüphesiz bir gerçek, bunu inkâr etmek belki aklın sınırlarını da
inkâr anlamına gelir. Ancak akılla aşmaya çalıştıkları tüm sınırların
gelip dayandığı nokta yine aşkın olandan başkası değil!” diyerek gezide bulunan herkesin dikkatini Nazmi’yle olan konuşmasına çeker.
Nazmi Jülide’nin son cümlesinden sonra iç içe paradokslar yaşadığını
düşünerek şöyle der: “Buna örnek verebilir misin?” Jülide: “Aştıklarını
düşündükleri aklın adını bu katedrale vermeleri, başladıkları yere bir
daha uğramayacaklarını düşünen seyyahların yine aynı caddeden
geçeceklerini hesap etmemiş olmalarına benzetmek en doğrusu!”
Jülide, bilmediği sokaklarda yürürken gitmek istediği yeri sormak yerine işaretleri takip ederek ilerlemeye çalışan bir maceracı gibiydi.
“Katedral’e ‘Aklın Mabedi’ denmesinden daha doğal ne olabilir ki?” diye söze karışır Eylem. Parmağıyla tavanda asılı 13 tonluk
Emmanuel Çanı’nı göstererek, “Bu çanın karışımında o dönem yaşayan kadınların değerli süs ve ziynet eşyalarının olduğunu biliyor muydun?” diye yüzünü Jülide’ye döner. “Konumuzla alakasını anlayamadım! Bu çana kadınların ziynet eşyalarının karıştırılmış olması dönemin yoksulluğuyla açıklanabilir ancak. Yanlış mı?” diyerek çanı gösteren parmağını yavaşça aşağı indirir Jülide. “Evet, olabilir! Yoksulluğun
etkisinden daha çok kararlılık ve inanmışlığın etkisi belirgin düşüncesindeyim!” diye üsteler.
‹ 23 ›
JÜL DE
Jülide’nin aradığı gerçeklik, akademik tartışmaların ötesindeydi. ‘Heykel ve İnsan’ arasındaki gerçeklik algısı! Temelde Notre
Dame Katedrali’ne gelirken, ulaşmayı amaçladığı en büyük cevap
buydu. İnsanlar yaşadıkları sürece heykeller yapmışlar; tunçtan,
bronzdan, sert topraktan, taştan ve mermerden yaptıkları heykeller,
hayatlarına bir anlam katıyor olmalıydı! Tarihin başlangıcında heykellerin insanlarda uyandırdığı etkiyi ve onlara yükledikleri değeri merak
etmiyor değildi! Bunu şu anki bilimsel çıkarsamalarla tespit etmesi
güçtü. Kazılarla ortaya çıkarılan heykellerin günümüze kadar gelen
yüzeylerinde sadece kıvrımlar, işlemeler ve kabartmalar vardı. Bu,
heykel ve insan arasındaki ilişkiyi yeterince tanımlayamazdı. Jülide’nin
bu anlamı kendisinin vermesi gerektiğine olan inancı gitgide kuvvetleniyordu. Binlerce yıl önce yaşayan insanların yontulmuş mermere
vermiş oldukları değer onu neden ilgilendirsin! ‘Zamanın Ruhu’nda
anlamlandırılmayan herhangi bir olgunun bilimsel veya sanatsal değeri olabilir miydi?
“Gerçekliğin zamanın ruhuyla bir ilgisinin olmadığını mı kastediyorsun” diye Jülide’ye seslenir Meltem katedralin batı gül pencerelerinin ihtişamını seyrederken. “Hayır, gerçekliğin tam da zamanın
ruhuyla ilgisinin olduğunu düşünüyorum. Ancak gerçekliğin zamanın
ruhundan kaynaklanan bir olgu değil, tam aksine belki zamanın ruhunu da şekillendiren temel töz olduğuna inanıyorum.” Jülide daha çok
ilk heykel ile o heykeli yapan insanın arasındaki duygusal bağı bilmek,
kavramak istiyordu. Bunun için kendisine yol gösterici işaretlere
ulaşmalıydı. Bölümün düzenlediği yurtdışı gezilerine katılmasındaki en
büyük neden de bu merakıydı. Jülide, 14. Yüzyılın bu muhteşem eserinin içinde din, sanat ve insan emeğinden süzülen gerçekliğin peşindeydi!
‹ 24 ›
ÖZCAN YAZICI
“Renkleri düşün, gül bahçesi gibi rengârenk desenlerle, girift
şekillerle işlenen şu pencerelere bak! Ne muhteşem bir kompozisyon
oluşturmuşlar! Renklerin içine yansıdığı şu koca katedralin içinde bıraktıkları rengârenk izlere bak Jülide, bu renkler bu izler birer yansımadır. Gerçeklik ise katedralin kendisi!” diyerek Jülide’nin bilincinde
kavradığı ideal görüntülerin aslında birer yansıma olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu.
“Kırmızı veya mavi, yeşil veya siyah tüm renklerde aradığımız
şey bir yansıma değil ki, aksine o renklerin kendisine hayranız! Renklerin sadece güneşin yolladığı birer iz olduğunu kabullenmek eşyanın
temel cevherini inkâr etmekle eşdeğerdir” diye düşüncelerini açık
yüreklilikle ifade eder Jülide. Jülide’yi heykel bölümünde okumaya
iten temel düşüncelerden biri de toprağa bağlılığıydı. Yaşadığı yer,
Denizli’nin küçük bir kasabasıydı. Toprakla iç içe geçen hayatı, onu
yaşamın dört temel unsurundan biri olan toprakta gerçekliği aramaya
neden olur. Tüm yaşamı besleyen ‘toprak ana’nın koynunda yetişen
bitkiler, o bitkileri yiyerek beslenen hayvanlar ve toprağın verdiği
nimetlerle hayat bulan insanlar! Büyük şehirlere olan özlemini bir gün
sona erdireceğine inanıyordu. Bunun bir üniversite eğitimi dışında
gerçekleşmesinin mümkün olmadığını da biliyordu. Toprak ve heykel;
biri diğerinin tözü, kaynağıydı. Kayalar, mermerler, türlü madenlerin
figürlerle şekillendirilmesi sonsuzluğa uzanan “Zaman Yolculuğu”nda
birer tabelaydı ona göre. Sınırsız evrende, sınırsız akıl gücü, sınırsız
iradeyi yöneten gücün kaynağını bilmesi gerekiyordu! Heykel ve insan, toprakla başlayan yaratılış macerasının en önemli ilişki bağıydı
ona göre.
Ahmet, parmağıyla Meryem’in kucağında oturan İsa’yı göstererek “Hiç İsa’yı düşündün mü, Jülide?”
‹ 25 ›
JÜL DE
“Evet, düşündüm tabi ki, onun Allah’ın bir yansıması olduğuna
inanıyorum. Gerçekliğin İsa’da yansıdığını düşünüyorum. Bakire bir
kadın olarak Meryem’in İsa’yı babasız doğurması, bekâretin yüceltilmesi”, diye cevaplar ve ekler, “Bu katedralin onarılmasına dikkatleri
çekmek için yazdığı Notre Dame’in Kamburu’nda Victor Hugo “Biraz
daha su!” diye seslenir tüm Paris’e. Bunun gerçekliğe yapılmış bir
sesleniş olmadığını kim iddia edebilir? Gerçekliğin dilenilecek kadar
önemli ve hayati bir olgu olduğuna inanmak, İsa’nın babasız doğmasına inanmak kadar yol alıcıdır. Zamanın ruhu gerçekliğe uymuyorsa,
gerçekliğin zamanın ruhuna uydurulması bir safsatadan ibarettir.
Yonttuğumuz heykellerin de birer ruhu vardır. Ancak bu ruhu onlara
veren bizim emeklerimizdir, gözlerimizle onlara yüklediğimiz anlamdır. Bu gerçekliği zamanın ruhuyla açıklamak ise yetersizdir” diye sözlerini bitirir gözlerini Ahmet’ten çekerken.
Jülide, son sözleriyle içinde bazı duvarların yerine başka duvarlar diktiğinin de farkındaydı. Geldiği noktada, sözün aktığı mecrada
söylenmesi gerekenle söylenmiş sözlerin yerlerini değiştirmesiydi
yaşadığı. Kişiliğini tamamlayan düşünce kalıplarının sır küpü gibi durmadan yer değiştirdiğini hissediyordu. Okuluyla başladığı seyahatin
nerede duracağını bilmediği bir maceraya dönüşmesinden korkuyordu. Sonrasında gidecekleri gezilerde kendisini nelerin beklediğini bilmiyordu. Ama bu macerayı bitirmek niyetindeydi. Gözlerini üstünde
açtığı toprağın hakkını vermek, okuduğu bölümün hakkını vermek,
ailesinin okuması için seferber ettiği imkânların hakkını vermek istiyordu.
Akşam otelin yemekhanesinde buluşmak üzere herkes odasına çekilirken, Jülide’yle Ahmet’in katedralde yakınlaşması, Ülker’in
kıskançlık krizi yaşaması için yeterli olmuştu.
‹ 26 ›
ÖZCAN YAZICI
Ülker: “Oldukça iyiydin!” Alaycı tavrıyla Jülide’nin katedralde
bilgisiyle herkesi etkilemeye çalıştığını hissettirmek telaşındadır. “Bilgiyi elde etmek kolay ama zor olan sevgiye ulaşmaktır!” diye devam
eder sözlerine Ülker gecelik elbiselerini içinden çıkarmak üzere bavulunu açarken.
“Ne demek istiyorsun Ülker?” diyerek Ülker’in küstahça tavrına anlam veremediğini belli eder.
“Ne demek istediğimi çok iyi anladığını düşünüyorum Jülide,
Ahmet’e hitap ederken gözlerine nasıl baktığını gördüm” diyerek Jülide’yi sıkıştığı yerde bırakmak niyetindedir. Ülker’in sözleri karşısında
şaşkınlığını gizleyemeyen Jülide eşyalarını masasına dizerken başını
arkasındaki Ülker’e çevirir “Ülker! Ahmet’le ilgilenmiyorum. Ve senin
de Ahmet’le ilgilendiğini bilmiyordum ve zaten beni de ilgilendirmez.
Ayrıca Ahmet’in de benimle ilgilendiğini düşünmüyorum,” diye sözlerini bitiririr. Ülker sözlerine eşini kıskanan bir eş tavrıyla devam eder,
“Ben aynı düşüncede değilim ama! Sana nasıl baktığını gördüm, zaten
okuldayken de Ahmet’in sana ne kadar yakın olduğunu görüyorum,
hissediyorum!”
Jülide, en yakın dostunun sözleri karşısında şaşkınlık yaşasa
da öğrendiği bu gerçekle birlikte söz ve tavırlarını tekrar gözden geçirir. Söz konusu olan kişi ev arkadaşı ve okuldaki en sevdiği dostu Ülker’di. Bugün katedralde olanlarla ilgili önyargısını yıkmaya çalışmanın
boş işle meşgul olmak anlamına geldiğini biliyordu. Farkında olmadan
en sevdiği arkadaşının yine başka bir sınıf arkadaşına âşık olmasından
başka bir şey değildi yaşanan! Aşkının saplantı haline gelmiş olmasından endişeliydi. Çünkü herkesin önünde Ahmet’le yaptığı konuşmayı
‹ 27 ›
JÜL DE
sorgulayıp onu suçlayacak duruma gelmesi, saplantı dışında başka bir
şeyle açıklanamazdı!
Jülide: “Ülker, biraz sakin ol istersen!” Elini Ülker’in omzuna
koyarken o kıyafetlerini bavulundan çıkarmaya devam ediyordu. Paris’in en kalabalık caddelerinden birine bakan pencereden insanların
sesleri uğultulu bir gürültü şeklinde duyuluyordu. Ülker’in öfkeli yüzünde Ahmet’in sevgisini görmeseydi, onun tavrına karşı daha sert
karşılık vermesi gerektiğini biliyordu Jülide. Yarısı açık olan pencereyi
sonuna kadar açar, pencerenin önünde durur, “İnsanlara bak Ülker,
herkes gibi düşün! Hayat eğer bir tutkudan ibaretse, bu tutku sadece
hayata tutkuyla açıklanabilir” diye sakinleştirici sözlerine devam eder.
“Özür dilerim Jülide!” diyerek yatağının üstüne tüm vücudunu
ağır bir taş gibi bırakır. Utancını gizlemek istercesine yüzünü yastığa
gömer “Özür dilerim!” Hıçkırıklarını gizleyemez. En sevdiği dostuna
karşı uzun zamandır kıskançlık beslese de bunu ilk kez ifade eder.
“Ne zamandan beri Ahmet’e ilgimin olduğunu düşünüyorsun,
Ülker?”, herhangi bir gerçeği araştıran sesiyle Ülker’in kendisine beslediği düşüncelerin peşindedir Jülide. Ülker, soruyu cevaplamaya pek
niyetli olmasa da Jülide’nin peşini bırakmakta niyetli olmadığından
emindi. Çünkü üç yıldır birlikte yaşadığı arkadaşının her ne konuda
olursa olsun, şüpheli hiçbir meseleyi yarına bırakmayacağını çok iyi
biliyordu. Jülide, kendilerine tahsis edilen iki kişilik otel odasının koltuğuna oturur. Alt kenarları ahşaptan yaprak işlemeli, yan kenarları ve
baş bölgesine denk gelen tahta işlemelerde gotik tarzda sadeliğin
üstüne giydirilmiş kadın ve erkek şeklinde tasvir edilen melek figürleri
Paris’in tarihi geçmişini yansıtıyordu. Minderlerindeki yeşil ve turuncu
renklerin hâkim olduğu desenlerde hayali canlandırmalarla mitolojik
‹ 28 ›
ÖZCAN YAZICI
olayların tasviri işlenmişti. Büyük koltuğun iki yanında kıvrımları katedraldeki gül pencerelerini anımsatan işlemeleriyle aynı büyüklükteki
iki sehpa, üstündeki süs eşyalarıyla odayı zaman tünelinden geçirerek
14. Yüzyıla yerleştirmiş durumdaydı.
Jülide’nin ısrarı karşısında suskunluğunu fazla sürdüremeyeceğini anlayan Ülker: “Yaklaşık bir yıldır!”
Jülide: “Sen bir yıldan beri Ahmet’i seviyor musun?”
Ülker: “Evet, daha doğrusu üçüncü sınıfın başından beri Ahmet’ten hoşlanmaya başladım. Daha sonra ona âşık olduğumu anladım.”
Jülide, Ülker’in Ahmet’e âşık olduğunu hiç anlamamıştı. Ne
evde, ne okulda veya onunla herhangi bir konuşmasında Ahmet’e
olan duygularının farkına varmamıştı. Şimdi ise Jülide’nin ilgilendiği
tek konu Ülker’in kendisinden şüphelenmesiydi! İçini kemiren soru
buydu; nasıl olurdu da en sevdiği, değer verdiği, evini ve okulda sırasını paylaştığı dostu aşkı hususunda kendisinden şüphe içindeydi!
Bir yıldan uzun zamandır Ülker’in ortak arkadaşlarına karşı
beslediği sevgide tek kaybedenin kendisi olduğunu düşünüyordu. Bu
ilişkide aldatılan tek taraf kendisimiydi? Ülker’’in onu Ahmet’le aldattığı duygusundan kendisini alamıyordu! Jülide, Ahmet’le ilgili aklına
takılan soruları sormaya kararlıydı.
Jülide: “Ahmet’in bundan haberi var mı?”
Ülker: “Hayır, beni düşündüren de bu ya! Ahmet’in hiçbir
şeyden haberi yok. Bunu duyunca ne tepki vereceğinden emin deği‹ 29 ›
JÜL DE
lim!” Yüzünü gömdüğü yatağından kaldırarak Jülide’nin öfkesini üstüne çekmeyeceğini düşündüğü açıdan, utanç ve mahcubiyet içinde
bakar.
Jülide, bir yandan Ülker’le konuşuyor bir yandan da karşısında
asılı, çevresi yılan figürleriyle işlemeli makyaj aynasına inceleyen gözlerle bakar. Sanatsal tüm görünüşlerin arkasındaki sırrı araştırır. Bu
sefer kendisine çok yakınında, oteldeki kalacağı odada asılı duran bir
aynanın işlemeli çerçevesini seçer. Jülide herhangi bir konuda konuşurken, bazen konuştuğu meseleyi sembolize eden bir objeyi seçip
onu konuşmalarında şahsileştirebilen bir karaktere sahiptir. Konuştuğu konuyla hiç ilgisi olmayan, hatta tam tersi imajlar yansıtabilen
objeler de seçer bazen! Bunu yapmayı seviyor. Bu sefer aynanın kenarlarındaki yılan figürlerini seçmiş olması yine bir tesadüf değil, zihninin alışkanlık haline getirdiği bir eylemdi. Ülker’in, beraber kaldıkları
evde, okula geliş gidişlerde bir yıldan beri bir yılan kıvraklığıyla ona
karşı duygularını nasıl gizlediğini düşünmekten kendisini alamaz.
Akşam yemeği için otelin yemekhanesine çıkmak üzere odadan çıkarlar. Yemekhaneye ulaşmak için çıkmaları gereken iki kat
vardı. Tartışmalarının yüzlerinde bıraktığı izleri gizlemekte zorlanırlar.
Her ikisi de bundan sonra arkadaşlıklarının üç seneden beri geldiği
gibi devam etmeyeceğini düşünürler. Ama yine de okulu birlikte bitirmeleri gerektiğini, birbirlerinden ayrılmalarının mümkün olmadığını
da biliyorlardı. Kökleşen dostluklarına şimdi artık güvensizlik sinmiş
olsa da aşamayacakları bir duvarı birlikte örmüşlerdi! İsteseler de
kolay kolay yıkamayacakları bir sevgi duvarı vardı karşılarında! Yukarı
çıkmak üzere merdivenlere yöneldiklerinde alt kattan çıkmakta olan
Ahmet’i görmeleriyle şaşkınlık yaşamaları bir olur:
‹ 30 ›
ÖZCAN YAZICI
“Merhaba! Yemeğe mi?”
“Evet, herkes çıktı mı?” diyerek Ahmet’le konuşmayı uzatma
niyetindeydi Jülide. Belki Ahmet’le birlikte çıkmak istiyordu. Ülker’in
Ahmet’e karşı ve kendisine karşı davranışlarını yeni bir bakışla görmek
istiyordu!
“Sanırım birkaç kişi hariç herkes yemekhanede,” derken her
zamanki tavırlarında farklılıklar gözlemler Ahmet. Hayırdır kızlar, moraller biraz bozuk galiba! “Bozuk değil Ahmet, sadece yürürken fazla
yorulmuşuz” diye cevap verir Ülker titrek ses tonuyla! “Oo herkes
buradaymış! Oteli nasıl buldunuz? Bence mükemmel, her yeri sanat
kokuyor” diyerek kendilerine doğru hızla yaklaşan Tahsin’in sesini
işitirler. “Sevgili dostum gelmiş! Nasılsın Tahsin?” diyerek yaklaşık iki
saattir görmediği arkadaşının hatırını sorar Ahmet. “Sağ ol, arkadaşım
iyiyim, hatta çok iyiyim!” diye karşılık Tahsin.
Tahsin, Ahmet’in Jülide’ye ilgi gösterdiğini bilse de, bu ilginin
bir aşk seviyesinde olduğunun farkında değildi. Tahsin merdivenlerden çıkarken amacı Jülide’yle Ahmet’in mümkün olduğunca yakın
olmalarını sağlamaktı. Paris’e geldiklerinden beri Ahmet’le Jülide’nin
yakın olmaları için elinden geleni yapmaktan da geri durmamıştı. Ülker’in Jülide’yi sorgulama sebebi de buydu. Ülker, âşık olduğu erkeğin
en sevdiği kız arkadaşına bu kadar yakın durmasına bir anlam veremiyordu.
Jülide, olan biten her şeyin kendi çevresinde döndüğünü, son
bakışların kendi üzerinde bittiğini hissediyordu. Bir türlü anlam veremediği bir meselenin nedenini öğrenirken, onu başka bir çıkmaza iten
farklı bir durumla karşı karşıya kalmakta olduğunun henüz farkında
‹ 31 ›
JÜL DE
değildi. Üniversiteye başladığından beri yalnızlığı şimdiki kadar yakınında hissetmemişti. Çevresinde çok sevdiği arkadaşlarını tanıyamıyordu artık. Üniversitenin ilk yıllarında sade, karşılık beklemeyen,
sorgulayıcı bakmayan arkadaşlarının yerini, yapmacık davranışlar
almıştı!
En yakın dostu olan Ülker onun diğer arkadaşlarına açılan
penceresiydi. Yabancılaşan bakışları birbirlerine eskisi gibi bakmıyordu artık. Onun bakışlarında gördüğü samimi insanlar ona şimdi yabancı gibiydi. Dostu Ülker’in bakışlarına yabancı bakışlar karışmıştı
şimdi!
Yemekten sonra Jülide arkadaşlarından izin isteyerek akşam
karanlığında tek başına gezintiye çıkar:
“Müsaadenizle biraz dolaşmak istiyorum!”
Jülide’nin yalnız kalacak olmasını fırsat gören Tahsin, gözüyle
Ahmet’e işaret eder. Ahmet de bunun Jülide’yle baş başa kalmak için
bir fırsat olduğunu düşünür:
“Jülide, eğer istersen birlikte çıkabiliriz. Hem akşam bu yabancı yerde tek başına çıkman güvenli olmayabilir!”
“Gerek yok,” der Jülide Ülker’in tavırlarına inceleyen gözlerle
bakarken.
Işıklandırmanın yanı sıra sağlı sollu renkli ışıklarla süslü Paris’in bu gösterişli caddesinde yürürken, arkasında otelin kaybolmakta
olduğunu umursamıyordu. İnsanların yabancı olması onun için hiçbir
şey ifade etmiyordu. En sevdiği dostları, kırılgan ruhuna yeni ağırlıklar
‹ 32 ›
ÖZCAN YAZICI
asmaya devam ediyordu. Kendini yeniden yapılandırmak zorunda
hissediyordu. Ruhunu yeniden inşa etmek, üstüne üniversite sonrasındaki hayatının büyük bölümünü inşa ettiği dostlarıyla ilgili düşüncelerini yeniden kurgulamalıydı.
Bedenine çarpan her bir bakışın ruhunda yara açacak kadar
zayıftı artık. Yürümekte zorluk çekerken, üstünde söğüt dallarının ana
kucağı gibi sarmaladığı bir banka doğru yaklaşmakta olduğunu fark
eder. Araçlar yanından hızla geçerken, yağan hafif yağmurla ıslanan
pardösüsü Paris’in tüm renklerini üstündeki damlacıklarda topluyor,
ona renklerin meydana getirdiği küçük gösteriler sunuyordu.
“Kırmızı, mavi, yeşil renkler! Bunların hepsine aşinayım, ama
bana dün kadar sevecen değiller. Bunu bana yaşatmaya ne hakkınız
var?” diyerek mırıldanır bankta otururken. Sıkıştığı tellerden kurtulmaya çalışan bir serçe gibi çırpınıyordu. Kurtulmak için çırpınan kanatlarına daha fazla zarar vermek istemiyordu. Sevgi üstüne kurduğu
üniversite hayatının son yılında, kendi gerçekliğini değiştirmek niyetinde değildi. Merkezine sevgiyi ve dostluğu aldığı üniversite hayatında, üstüne inşa ettiği kendi gerçekliğini mermerden bir heykel gibi
yontmuştu. Şimdiyse içinden kendisini yeniden yontmak zorunda
olduğu koca bir mermer kalıbın içinde hissediyordu kendini.
Yabancı bir ülkede, memleketinden, ailesinden uzakta olduğu
Paris’te, önünden geçen yabancıları ev arkadaşından, okul arkadaşından ayıran ne kalmıştı geriye!
“Sadece bir sanrı kadar mı yakın?” diye mırıldanırken Ülker’in
söylediği sözler beynine çivi gibi saplanıyordu. “İhtimal üzerinden bir
ceylana ateş mi edilir? Bir yarayı açarken kapanmama ihtimali neden
‹ 33 ›
JÜL DE
göz ardı edilir?” diye mırıldanmaya devam eder ellerini ısıtmak için
pardösünün ceplerine sokarken.
Jülide, üç kardeşin en küçüğü olarak ilk defa memleketinden
başka bir şehre gider. En büyük abisi daha o küçükken yurtdışına mimar olarak çıkmış ve sadece yaz tatillerinde memleketine geldiğinde
görür. Ortanca abisi ise Aydın’da ticaretle uğraştığından, ruhsal gelişimini çevresindeki insanlarla, bilhassa arkadaşlarıyla olgunlaştırmaya
çalışır. İlişkilerinde kırılgan olmasından dolayı ailesi onun yurt yerine
bir öğrenci evinde kalmasını tercih etmişti. Üniversitenin son sınıfında
olmasına rağmen, evlenme düşüncesiyle şimdiye kadar çevresindeki
erkeklere inceleyen gözlerle bakmamıştı.
Paris’te geçen iki hafta, Fransız Kültürü’nü tanımaları için bulunmaz bir fırsat oldu öğrenciler için. Dünyaca ünlü yemekleri, caddeleri, tarihi sarayları ve Fransız Devrimi’nin aydınlattığı bakışları bire bir
görmenin doyumsuz hazzıyla geri dönmeye hazırlanan öğrenciler için
artık Paris’ten öncesi ve Paris’ten sonrası vardı. Sanayileşmenin göz
alıcı ufuklarını insanların bakışlarında görmek mümkündü. Yine de dik
yürüyen erkeklerin cüzdanlarından paranın soğuk kokusu geliyordu.
Yaşlı kadınların yüzlerindeki kırışıklarda, maddenin sınırlılığı ile aklın
sınırsızlığı arasında bir yer edinmek, o yüzlerin sahiplerine olduğu
kadar o yüzlere bakanlara da zor geliyordu.

Zeynep: “Doktor Bey, Cavit Bey sizi bekliyor, ne zaman içeriye
alayım?” Cavit, Doktor Baran’la kararlaştırdığı terapi saatlerini geçirmemeye özen gösteriyordu. Doktora gitme kararını 5 yıl önce eşini
kaybetmesiyle birlikte alır. Cavit Bey, uluslararası ticaret yapan bir
‹ 34 ›
ÖZCAN YAZICI
firmanın sahibiyken, eşini kaybederek bunalımlı bir dönem geçirir. Bu
sırada işlerini ihmal eder ve yanlış ticari kararlar vererek firmanın
büyük zarara girmesine neden olur. Çok sevdiği eşini kaybetmesi onda onarılması güç ruhsal boşluklar meydana getirir. Kendi başına bu
sorunlarla baş edemeyeceğini anlayınca bir doktora gitmeye karar
verir. Doktor Baran’la bir iş toplantısında tanışır. Ve kendisine yardımcı olmasını rica eder. Doktor Baran’la kendisini tanıştıran arkadaşları ise Doktor Baran’a yıllarca terapi için gitmiş kişiler ve kendisinden
övgüyle bahsetmişlerdi.
Doktor Baran: “İçeri al kızım!”
“Hoş geldiniz, Cavit Bey!” diyerek içeri buyur ettikten sonra
Doktor Baran Cavit’in durumunda endişe ve kaygı gözlemler. “Hoş
bulduk, Doktor Bey!” diyerek karşılık verir. “Halinizde biraz durgunluk
seziyorum Cavit Bey!” diyerek Cavit Bey’in ruh yapısı üzerine direk
müdahale etmek için ihtiyaç duyduğu anları tespit etmeye çalışır.
“Önemli bir şey yok Doktor Bey, yine beş yıl öncesine gittim,
karımın ellerimin arasından kayışını düşündüm bugün. Çocuklarım
olmasa nasıl hayatta kalabilirdim? Bir de siz tabi! Size ne kadar minnettar olduğumu anlatamam!”
“Rica ederim, Cavit Bey, ne demek, bizim görevimiz! Size yardımcı olabildimse ne mutlu bana. Elimden geldiğince size yardımcı
olmaya çalışıyorum. Zor günler yaşadınız” diyerek Cavit’in duymak
istediğini düşündüğü ifadeleri ardı ardına sıralar.
“Doktor Bey, beş yıl oldu. Biliyorsunuz iki tane çocuğum var.
Biliyorsunuz, eşimden sonra iflas ettim ve şimdi orta seviyede bir
‹ 35 ›
JÜL DE
işletmeye sahibim. Çocuklarıma bakmakta zorlanıyorum. Sağ olsunlar
yakınlarım olmasa şimdiye kadar bakamazdım zaten.”
“Evet, biliyorum Cavit Bey, her şeyi anlattınız. Hakkınızda
bilmem gereken her şeyi bildiğimi düşünüyorum,” diyerek Cavit’in
hayatındaki en küçük detaylara hâkim olduğunu ve ona gereken terapileri uyguladığı düşüncesini aşılamaya çalışır. Ancak Cavit’in kendisine başka bir şey demeye çalıştığını da farkındaydı, Cavit’i bu denli
kaygılı gördüğünü hatırlamıyordu. Eşini kaybettiği ilk yıllar bile terapilerde bu kadar üzgün görmemişti. Doktor Baran söze devam ederek,
“Merak ettiğim bir konu var Cavit Bey, konuşmalarınızdan evlenmek
istediğinizi mi çıkarmam gerekir?”
Cavit çok derinlerde sakladığını düşündüğü evlenme fikrini
Doktor Baran’ın hissetmiş olmasına bir yandan sevinirken diğer yandan da şaşkınlık yaşamaktaydı. Evlenme niyetini bu kadar açık ettiğini
düşünmüyordu. Ancak bunu Doktor Baran’ın işini iyi yapan uzman bir
doktor olduğuna bağlar.
“Tam emin değilim Doktor Bey, ancak eşimden sonra başka
biriyle evlenmek bana zor gelse de çocuklarıma bakacak, onlara annelik yapacak biriyle hayatı paylaşmamın doğru olacağını düşünüyorum”
diyerek Doktor Baran’ın fikirlerine kulak kesilir. Doktor Baran’ın bu
konuda söyleyecekleri terapinin başlangıcından bugüne kadar belki
en çok duymayı istediği düşünceleriydi.
Doktor Baran: “Peki kiminle?”
Cavit: “Bilmiyorum Doktor Bey, sizden şimdilik buna hazır
olup olmadığımı kontrol etmenizi isteyecektim. Bu konudaki düşünceleriniz benim için hayati niteliktedir.”
‹ 36 ›
ÖZCAN YAZICI
Doktor Baran: “Evlenmenize herhangi bir engel yok Cavit Bey,
evlenebilirsiniz. Ancak evlilik aşamalarından haberdar olursam sevinirim. Çünkü bu aşamada sizin evlenmeniz her ne kadar doğru olsa da
yine gözetim altında bulunmanız ve ona göre adımlarınızı atmanız
sizin için en doğrusu olacaktır.”
Cavit, Doktor Baran’dan almış olduğu bu cevap sonrasında
buruk bir sevinç yaşar. Eşini, dünyada en çok sevdiği varlığını kaybetmesinin üstünden henüz beş yıl geçmişti. Ancak bir yandan da hayatın
akıp gitmekte olduğunun farkındadır.

“Siz mi geldiniz Cavit Bey?” diyerek kapıya doğru giden Ayşe,
Cavit’le karşılaşır.
“Evet, Ayşe Hanım, benim!”
“Sizi bu saatte beklemiyordum, birden irkildim, kusuruma
bakmayın! Ben de çıkmak üzereydim, Cavit Bey!”
“Tamam, Ayşe Hanım, sen çıkabilirsin” diyerek hizmetçisine
gitmesi için izin verir. Salona geçen Cavit eşinin şeklini verdiği büstlerden birinin önünde durarak geçmişe gider. Cavit, ölümünden sonra
eşine olan özlemini onun birçok heykel ve büstünü yaparak gidermeye çalışır. Odanın görünür noktalarına yerleştirdiği heykelleri, eşini en
çok görmeyi istediği duruşlarda yontmuştu. Bazısı sadece büst şeklindeyken, kimisi de eski yunan heykellerindeki incelikli sanatı aratmayacak titizlikle yontulmuş boy heykelleriydi. Eşine olan özlemi her
ne kadar onu gerçeklikten koparıp, hayali bir eş meydana getirme
şekline dönüştüyse de bu durumunu yadırgamaz. Hatta bu durumun‹ 37 ›
JÜL DE
dan memnundur. Eşinin heykellerini yontarken, bir başkasına benzemesinden endişe duyduğu zamanlar da olur. Ancak her bir mermer
kalıbını yontmaya başlarken mermer kalıbın içinden şekillenmeye
başlayan eşinin sevgisi bir daha alevleniyor, sevgisini yonttuğu heykellerin kıvrımlarına işliyordu. Her bir heykel, her bir büst bir öncekinden
parçalar taşıyordu. Böylece yaşattığına inandığı anıları, onu hafızasında diri tutuyordu.
Cavit bazen salonda gün boyu kalarak eşine olan özlemini
heykellerle gidermeye çalışır. Saatlerce onlara bakarak kendisine bir
şeyler demelerini bekler. Bir psikologa ihtiyaç duymasında, salondaki
davranışlarının etkisi küçümsenmeyecek derecede büyük olmuştur.
Hizmetçisi Ayşe, Cavit’in heykellerle konuşmasından, onlara
canlılık atfedercesine saatlerce salonda onlara bakmasından endişe
duymaya başlar ve durumu Cavit’in kız kardeşine açar. Kız kardeşi,
Cavit’in heykellerde eşini aramasında çok fazla endişe edilecek bir
durumun olmadığını düşünse de onun Doktor Baran’la tanışmasında
etkili olmuş ve muayenehanesine gitmesinde fayda olduğunu düşünmüştür hep.

“Hadi uyan Jülide, okula geç kaldık!”
“Tamam, kalkıyorum, saat kaç?”
“Saat 9’u geçti, bari ikinci derse yetişelim, ben de geç kalktım”
diye seslenen Ülker, kahvaltı için oturduğu mutfak masasından kalkmak üzereydi ki Jülide kendisine aceleyle bir bardak çay doldurur ve
Ülker’e “Bir Dakka bekle Ülker, beraber gidelim!” der.
‹ 38 ›
ÖZCAN YAZICI
Ülker: “Tamam bekliyorum, ama biraz acele et, çünkü ikinci
derse yetişmek için 10 dakika içinde evden çıkmamız gerekir.”
Jülide: “Tamam acele ediyorum, gördüğün gibi!”
Ülker, Paris’ten geldiklerinden beri Jülide’nin kendisine karşı
tavırlı konuşmasının farkında olsa da ona aynı tavırla karşılık vermez.
Jülide’nin kendisine karşı tutumunun sebebini biliyordu. Paris’te Ahmet’i ondan kıskanmasından kaynaklanan tutumunu anlayışla karşılasa da Jülide’nin tutumlarının kendisine karşı daha uzun süre devam
etmesinden de kaygı duyuyordu.
“Hadi çıkalım!” diyerek evden çıkan Jülide, kapıyı kilitlemek
için kitaplarını uzatan Ülker’in kitaplarını tutar. O anda göz kaymasıyla
kitaplardan birinin kapağındaki yazıya takılır bakışları. Kapakta yapıştırma harflerle yazılmış A & Ü yazısını görür. Şaşkınlığını gizleyemez ve
kitabı yere düşürür. Jülide’yle göz göze gelen Ülker düşen kitabını
yerden alır, “Gidelim Jülide!” der.
Jülide o güne kadar hayatına giren bazı erkeklere karşı bir ilgi
duymuş olsa da bu ilginin boyutlarının Ülker’in Ahmet’e karşı duyduğu bağlılık nispetinde olabileceğini hiç düşünmemişti. Bir insanı kazanmak için, diğer herkesi kaybetmenin kendisi için ne kadar tutarsız
bir şey olduğunu düşündü. Hayatın gayesinin bir insanda başlayıp
biten bir duygu yoğunluğundan ibaret olamayacağını düşündü her
zaman. Paris seyahatindeki izlenimler, tartıştıkları kavramlar ve düşünceler üzerinde yoğunlaşırken, insanların gerçeklikler ve hayaller
arasında bir yerlerde konumlanması gerektiğini, ancak bunun sadece
bir insanda tükenip kalan bir hevesle açıklanamayacağını düşünüyordu. Aşk, insanın insana tutsaklığından başka neydi ki? Hayatın tüm
‹ 39 ›
JÜL DE
renklerini bir insanda görmenin mümkün olamayacağını düşünmesi,
ondaki mükemmeliyetçi düşüncenin temelini oluşturuyordu. Ülker’e
bazen acıyor, bazen de kızıyordu. Bazen de ona haksızlık ettiğini düşünerek ondan yüzlerce defa özür dilemek istiyordu. Ama yine de
gerçeklikte yaşadığı olayların meydana getirdiği çalkantılı ruh haline
karşı koyamıyordu. Ülker’in Ahmet konusunda kendisiyle tartışmış
olmasından oldukça huzursuz olmuştu. Bu da onda Ülker’e karşı istemsiz, karşı koyamadığı tavırlar geliştirmesine neden olmuştu.
Jülide, “Sen atölyeye git Ülker, ben geliyorum” diyerek Ülker’in yanından ayrılır. Ülker, “Nereye Jülide?” diye arkasından bağırsa da Jülide cevap vermeden kantine doğru hızlı adımlarla yürümeye
devam eder.
Ülker atölyeye girip dersin başlamasını beklerken Ahmet’in
içeri girdiğini görür.
Ahmet: “Günaydın, Ülker!”
Ülker: “Günaydın!”
Ahmet: “Neden sınıfta kimse yok?”
Ülker: “Bilmiyorum, sanırım birçoğu yolculuğun yorgunluğunu
henüz üzerinden tam olarak atabilmiş değil.”
Ahmet: “Olabilir!”
Ahmet, derslerdeki gayreti ve sosyal etkinliklerde öne çıkmasıyla hocaların takdirini toplamış bir öğrencidir. Aynı zamanda öğrenciler arasında organizatör olarak bilinir. Herhangi bir etkinliğin planlanması veya uygulanmasında gözlerin aradığı ilk kişi Ahmet’tir.
‹ 40 ›
ÖZCAN YAZICI

Jülide: “Tahsin, dersin A2 Atölyesine alındığını bilmeyen başka
kimse kaldı mı?”
Tahsin: “Sanmıyorum Jülide, hocaya da söyledim. O da A2
Atölyesine gelecek.”
“Atölye değişikliğin nedenini sordu mu?” diye tedirginliğini
gizleyemez Jülide. “Sordu, ama A1 Atölyesinin müsait olmadığını,
önceki dersten kalan bazı çalışmaların henüz bitmediğini, değişikliği o
nedenle yaptığımızı söyledim” diye ekler Tahsin alt kattaki A2 Atölyesine giderken.
“Tahsin, arkadaşımdan çok kaygılıyım, onun iyiliği için yaptım.
Umarım bu onun için en iyisi olur.”
“Anlıyorum Jülide, sen nasıl istersen” diye ekler Tahsin.
Dersin başlamasından on beş dakika geçmiş olmasına rağmen
atölyeye kimsenin gelmediğini gören Ülker duygularını Ahmet’e açmak için en uygun zamanın o an olduğuna kendi kendini ikna eder.
“Ahmet!” diye seslenir oturduğu arka sıradan. “Efendim, Ülker!” diye
karşılık verir Ahmet. Ahmet de bu sessizliğin planlanmış olmasa da bir
anlamının olabileceğini düşünmeye başlar. Ancak yine de Ülker’e
sormaktan kendini tutamaz. “Dersin bu atölyede olduğundan emin
misin, Ülker?”
“Evet, eminim Ahmet, işte ders programı!” diyerek kalkar ve
Ahmet’in yanına gider. “Gerçekten de dersimiz bu atölyede. Ama
neden ikimizden başka kimse yok?”
‹ 41 ›
JÜL DE
“Boş ver Ahmet, sana bir şey söylemek istiyorum!” diye Ahmet’in gözlerine dikkatlice bakar. “Ne söyleyeceksin Ülker, seni dinliyorum.” Ahmet, dersle ilgili önceki notlarına dikkatle bakarken Ülker’in söyleyeceklerine de dikkat kesilmek zorunda kalır.
“Ahmet, ben seni seviyorum” diye en son söyleyeceği şeyi
konuşmanın en başında söyler. Ahmet neye uğradığını bir an şaşırır.
Ülker’den duymayı umduğu en son sözdü bu. Ahmet: “Sen şimdi beni
sevdiğini mi söylüyorsun Ülker?”
Ülker, “Evet, aynen öyle Ahmet, seni seviyorum, hem de çok
seviyorum!” diye üsteler Ahmet’ten olumsuz bir tepki almayacağından emin şekilde!
“Ülker, gerçekçi olalım istersen! Benim Jülide’yi sevdiğimi en
son Paris’te anlamış olman gerekirdi!” diyerek Ülker’in yolunu konuşmanın başında kesmek ister. Ama Ülker’in ısrarı arkasından gelir.
“Ahmet, ben sana aşığım. Hem de en başından beri. Üç yıldır içimde
saklıyorum, bunu sana söylemek için tam üç yıl bekledim. Jülide benim en sevdiğim arkadaşım; sen ona âşık olamazsın, çünkü ben seni
seviyorum!”
“Ülker, bunun gerçek olamayacağını sen de benim kadar biliyorsun” diye tekrarlarken Ülker’in kendisine olan duygularının gözlerini kör ettiğini anlar. “Ülker anlamak istemiyorsun ama bunun imkânsız olduğunu anla artık. Ben Jülide’yi seviyorum. Bundan onun
haberi yok ama bir gün mutlaka haberi olacaktır” diyerek sözlerini
bitirir Ahmet.
‹ 42 ›
ÖZCAN YAZICI
Ülker hayallerinin yıkılmasına dayanamayacağını biliyordu.
Ahmet’in önündeki sıraya oturarak yüzünü ona döner ve ağlamaklı
“İstersen düşün biraz Ahmet! Hemen kararını verme!”
“Ülker sen anlamıyorsun! Bir kalbe bir sevgi girer. Bir kalpte
bir aşk olur. Bir kalpte iki aşkın filizlenmesi, büyümesi ve meyve vermesi mümkün değildir. İşte bak! Karşımızda duran şu heykellere bak!”
Ahmet atölyenin duvar kenarına sıralanmış heykelleri göstererek
sözlerine devam eder, “Bir aşkın, bir sevginin bu heykellerin birisiyle
paylaşılmasını düşünebiliyor musun? Aşkta üçüncü bir kişinin yeri
yoktur Ülker, sen benden, hem Jülide’yi hem de seni sevmemi istiyorsun.”
Ülker, “Hayır, onu istemiyorum. Sadece beni sevmeni istiyorum!” derken gözlerinden bir damla yaş düşer yere.
Ahmet ayağa kalkarak sözlerine devam eder: “Elinde bir tutam buğday sapı olan şu kadın heykelini görüyor musun? İşte o, sevilecek bir kadın… Yaşasaydı ki belki geçmişte buna benzer bir kadın
yaşamıştır. Ona âşık olabilecek yüzlerce erkek de olurdu. Ama o ona
âşık olan yüzlercesinden sadece birinin olacaktı. Bu bir gerçeklik; hayatın gerçekliği... Sevginin bu kadının elindeki buğday saplarını toplamak gibi bir emeğe ihtiyacı yok Ülker. Sevgi sadece bir kalbe ve bakışa
ihtiyaç duyar.”
Atölyedeki heykelleri Ahmet’e duyduğu sevgiye karşı bir koz
olarak öne sürmesine öfkelense de öfkesini içinde saklamak zorundaydı. Yıllarca içinde büyüttüğü duygunun bir anda yıkılışına göz
yummak istemiyordu. Hele buna bir de heykelleri birer gerçeklik aracı
olarak öne sürmesine pek anlam veremiyordu. İçindeki duyguların
‹ 43 ›
JÜL DE
Ahmet tarafından anlamsızlaştırıldığı son nokta olarak gördüğü heykel
benzetmesini çözemiyordu. Gerçekliğin taştan, tahtadan yapılmış bir
heykelle karşılaştırılması, hatta en sevdiği arkadaşı Jülide’ye karşı
kendisini üçüncü şahsa indirgeyen yorumuna karşı susmaktan başka
çare yoktu. İçinde üç yıl boyunca büyüttüğü sevgi İstanbul’daki varlığının en büyük gerçekliği haline gelmişken, bunun bir mermer kalıpla
kıyaslanması, sevgisini bir üçüncü beden gibi heykele giydirmesi, düşlerini yıkıma uğratmasına yetmişti.
Atölyedeki tüm heykellerin dile gelip, Ahmet’e onun duygularını haykırmalarını ister. Duvar kenarlarını süsleyen irili ufaklı tüm
heykellerin yüzlerinde umut ışığı arar. Onlardan Ahmet’e konuşmalarını, ona yardımcı olmalarını ister. İçinde büyüttüğü aşkı onda içini
kemiren koca bir canavara dönüşmek üzeredir. Heykellerin yüzlerindeki kıpırdanmada Ahmet’e bir şeyler dediklerini, ona kendisinden
bahsettiklerini görür gibidir. Elinde buğday taşıyan köylü kızın, üstünde durduğu kaideden inip Ahmet’e doğru yürüdüğünü görür sanki!
Ona Ülker’in derslerdeki kaçamak bakışlarından bahseder. Pencere
kenarında duran Balıkçı Kardeşler’in birbirleriyle konuştuklarını görür.
Ahmet’in Ülker’e bu denli duyarsız olmasının anlamsızlığı üzerinde
konuşur gibidirler! Tüm atölyede olup bitenlerden Ahmet’in hiçbir şey
hissetmemesini, ona doğru uzatılan buğdayları görmemesi Ülker’e
derin bir hayal kırıklığı yaşatır. Çıldırmış olabileceğini düşünse de Ahmet’in heykellerin sesini duymasa da kendisini bir gün duyacağına
inandırır kendini. Tüm cansız varlıkları konuşturan sevginin gücüydü,
atölyede kalan tek cansız heykelin Ahmet olduğunu düşünür sonra!
“Hepsi anlamıştı ve saygı duymuştu, ama Ahmet beni anlamadı,” diye
içinden geçirir. Varlık ve yokluk arasında gidip gelen duyguları, onda
yerini saplantılı bir varlık şuuruna bırakmak üzereydi. Zamanın içinde
‹ 44 ›
ÖZCAN YAZICI
kaybolan varlıklar, varlıklarını onun benliğinde bularak tekrar yeryüzüne çıkabiliyorlardı. Onun görüp de inandığı fazla bir şey kalmamıştı.
Ama gördüklerinin de görülenin dışında varlık değerleri belirmeye
başlamıştı zihninde. Bir ret cevabıyla Ülker’de meydana gelen ruhsal
farklılaşma, onda yeniden doldurulması gereken anlam boşlukları
açmıştı. “Jülide’ye yaptığım haksızlığın karşılığını mı yaşıyorum,” diye
aklından geçirir. Bir duygunun, sadece bir insana olan bağlılığın sınırları bu denli derin olamazdı. Jülide’nin dostluk ve sevgi konusundaki
yaklaşımlarına hak verir olmuştu. Atölyeden çıkıp giden Ahmet’in
arkasından bakarken, daha küçük yaşlarda babasının evi terk edişi
gözünün önüne gelir. Kendisi 8 yaşındayken annesiyle babası arasında
yaşanan tartışma sonrasında babasını son kez gördüğünde ayakkabılarını giymiş evden çıkıyordu. Babasız yaşamın zorluklarını biliyordu.
Annesi ve kardeşleriyle birlikte zor şartlarda yaşamışlar, bu da onda
gözetleyici bir ele karşı bilmediği bir duyguyu geliştirmesine sebep
olmuştu. Az önce kendisine hak veren heykellerin şimdi sus pus olmalarını buna yorumluyordu. Birden heykellere karşı bir gizli güç atfetmeye başlar. Erkek heykellerden birisi gözüne Ahmet gibi diğeri evi
terk eden babası görünür. Sanrılar âleminin ortasında kaldığını düşünse de karşısında duran taştan, tunçtan ve mermerden heykellerin
varlıklarına haksızlık edemezdi.
Jülide, “Konuştular mı acaba?” diye fısıldar Tahsin’e dersin
sonuna doğru. “Umarım konuşmuşlardır, yoksa ikisi de sonunda hayal
kırıklığı yaşayabilir” diye karşılık verir Tahsin yine aynı sessizlikle.
“Sence doğru mu yaptık, Tahsin?” diyerek içindeki şüpheyi de gizleyemez Jülide. “Evet, bence doğrusunu yaptık, Paris’te yaşanan olayın
bir daha yaşanmaması için bunu yapmak zorundaydık,” diye karşılık
verir kitaplarını toplarken.
‹ 45 ›
JÜL DE
Tahsin, Ahmet’in Jülide’ye bağlılığını bildiğinden, Ülker’in
Ahmet’e karşı olan ilgisini kökten koparmak amacındaydı. Bunu ne
kadar başarıp başaramayacağını bilmiyordu. Jülide’nin de aynı yöndeki fikrini destekleyerek baş başa kalmalarını ve en azından bir gerçekliğin ortaya çıkmasından yanaydı. Aksi takdirde, duygusal yıkımların
yaşanmasından korkuyordu.
Tahsin, sınıfta şakacı kimliğiyle tanınan bir öğrenci olmasına
rağmen, sınıfta ortaya çıkan sorunlar karşısında kendisinin bir şeyler
yapması gerektiğine inanıyordu. Öğrenci problemlerinin azalmasıyla
başarının da o nispette artacağına inanıyordu. Hele ortaya çıkan sorun yakın arkadaşı Ahmet’le ilgiliyse o konuda severek sorumluluk
alırdı.
“İşte Ülker geliyor, oldukça üzgün görünüyor,” der Jülide Tahsin’le vedalaşırken. Tahsin, “Evet, ben de gördüm, Ahmet nerede
acaba! Pek iyi şeyler olmamış gibi görünüyor” diye kaygılı bakışlarla
koridorlarda Ahmet’i ararken. “Ahmet, önceden çıkmış olabilir, ya da
halen atölyededir ama konuştukları kesin,” derken Ülker’in Ahmet
takıntısından kurtulmuş olmasını çok arzuluyordu. Ülker’in koridorda
avare adımlarla onlara doğru geldiğini gören Tahsin’le Jülide birbirlerinden bir an önce ayrılmaları gerektiğini gözleriyle işaret ederler.
“Sonra konuşuruz Tahsin, ben Ülker’in yanına gidiyorum,” diye ekler
Jülide. Tahsin, bir yandan Ahmet’in nerede olabileceğini düşünürken
bir yandan da Jülide’ye cevap verir: “Görüşürüz, Jülide!”
Hızlı adımlarla Jülide’nin kendisine doğru gelmekte olduğunu
gören Ülker, bir pencerenin kenarına yaslanarak başını önüne eğer.
Okulun ikinci katındaki atölye bugün onun için bir kâbusa dönüşmüştü. Heykeller birer ders konusu olmaktan çıkmış hayatının bir parçası
‹ 46 ›
ÖZCAN YAZICI
olmuşlardı! Diğer atölyelerden çıkan öğrencilerin bakışları, bir saat
öncesine göre biraz daha yabancılaşmıştı Ülker’e! Kaçamak bakışlarla
baktığı öğrencilerin arasından birden bire Jülide çıkar karşısına. Duyguları biraz daha karmaşıklaşır ama yine de en sevdiği arkadaşının
yanında olmasından mutlu olur. Yüzünde ailesinden birini görmenin
ifadesi belirir.
Ülker: “Nasılsın, Jülide?”
Jülide: “Sağ ol Ülker iyiyim, sen nasılsın, neredeydin? Dersin
A2’ye alındığını bilmiyor muydun?” diye sözlerini ustaca manevrayla
geçiştirir.
Ülker, “Kötüyüm Jülide, belki sonra anlatırım. Evet ya, A1’de
kimse yoktu. Sadece…!” derken birden sessizliğe gömülür! Sesi boğazında düğümlenir Ülker’in! “Sadece ne?” diye yarıda bıraktığı cümlesini tamamlamasını bekler Jülide. “Sadece birkaç kişi vardık. Hepimiz
de öylece hocanın gelmesini bekledik. Bir yandan da diğerlerinin nerede olduğunu merak ettik tabi,” diye sözlerini mantıklı bir temele
oturtur Ülker Ahmet’le baş başa kaldığını belli etmemek için.
Jülide, “Hadi gidelim arkadaşım” derken Ülker’in koluna girer
ve kenarlarında orta boyda değişik bodur ağaçların ve çiçeklerin süslediği merdivenlerden aşağı inerken. Zemin kattaki kantinin büyük bir
kapısı var ve üstü açık olmasından dolayı aşağı inenler kantinin açık
kısmından oturanları görebiliyorlardı. Ahmet’in sınıf arkadaşlarıyla bir
masada oturduğunu görünce bir anda irkilir, ona doğru bakar, bir an
göz göze gelseler de bunun Ahmet için bir kıymetinin olmadığını anlar
ve merdivenlerin kalan kısmını inerek fakülteden çıkarlar.
‹ 47 ›
JÜL DE
Her zamanki yoldan gitmediklerini gören Ülker, “Nereye gidiyoruz Jülide, yoksa eve giden daha kısa yol mu buldun?” diyerek Jülide’yi kolundan çekerek her zamanki güzergâhlarına sokmaya çalışır.
Jülide, Ülker’in çıkışına karşı gülümseyerek, “Hayır yeni yol bulmadım,
sadece kırtasiyeye uğrayacağız. Hoca yeni bir çalışma yapmamızı söyledi, onun için aletler almam lazım.”
“Selam, Cavit Bey!” diyerek dükkâna girerler. “Selam, hoş
geldin!” diyerek oturduğu masasından yorgun şekilde kalkarak onları
karşılar. “Bu arkadaşım Ülker, Cavit Bey,” derken bir eliyle de Ülker’i
gösterir. “Memnun oldum!” diyerek Ülker’e elini uzatır. Ülker, Cavit’in elini sıkmakta tereddüt etse de elini uzatarak, “Ben de memnun
oldum!” der. Ülker, ortada bir satıcı-müşteri ilişkisinden farklı düzeyde ilişkinin olduğunu fark eder. Ancak bunun kendisini ilgilendirmediğini düşünür. Elini sıkarak Cavit’le en azından olağan satıcı-müşteri
ilişkisinin ötesine geçtiğini de düşünmüştü Ülker. Bir yandan konuşulanları dinlerken gözleri mermerden yontulmuş Ağlayan Kadın heykeline takılır. Heykel normal insan boyutlarındadır. İpek elbisesine vuran
rüzgârın oluşturduğu kıvrımların inceliği ve sahiciliğine hayran kalır.
“Harikulade bir eser!” diyerek Jülide’yle Cavit’in konuşmalarını böler. Jülide’nin alacağı aletlerle ilgilenirken onlardan iki üç metre
uzakta heykelin yanında duran Ülker’e döner. Cavit’i en hassas yerinden yakalayan Ülker ne dediğinin kendisi de farkında değildi. “Evet,
öyledir!” Cevabı karşısında şaşıran Ülker, Cavit’de esere karşı bir sahip
olma duygusundan çok bir özdeşlik hatta daha öte bir duygunun yoğunluk kazandığını hisseder. “Bu eser kime ait?” diye sorarken alacağı
cevabın Cavit’in az önceki iddialı çıkışına denk gelmesini bekler. “Bana!” derken sulanan gözlerini sağ elinin yumru kısmıyla siler. Cavit
duygularını gizlemeyi seven bir insan olmamasına rağmen hayatında
‹ 48 ›
ÖZCAN YAZICI
derin değişikliklere sebep olan eşinin ölümünün başkalarını ilgilendirmediğini, bu yüzden karşısındaki insanların onun duygularından
etkilenmemesini isterdi. O zamana kadar dost ve akrabalarından birçok insana heykeli kendisinin yaptığını söylerkenki ruh hali dışında
başka bir duyguya kapılır. Eşiyle ilk evlilik yıllarında tatil için gittiği
köyünde, yaylada ellerini iki yana açmış hayata gülümsemesiydi eşinin
heykeline giydirdiği resim. İlk kez bir heykel bölümü öğrencisine eşinin yaşam dolu bakışlarından bahsediyordu. Mermer kalıbın soğuk
yüzüne yonttuğu o gözleri Ülker’e nasıl açıklayabilirdi! Onu şahsileştirmek, o güne taşımak gerekirdi. Bir mermer kalıptan eşini yontması,
ondan yeni eş, yeni bir aşk yontmak gibiydi onun için! On dört yıllık
evlilikleri boyunca karşısında nezaketini bozmadığı, içinden onu kırmak bile geçirmediği eşi şimdi kırılgan bir mermerin koynunda sabit
bakışlarla her gün ona bakıyordu.
“Çok güzel yontmuşsunuz!” derken aklından Cavit’in verdiği
tepkinin sadece bir sanatçı refleksi olmadığını anlamıştı. Kendisi ile
Jülide’nin arasında duran Cavit’e “Eşiniz mi?” diye sorar. Cavit,
“Evet!” diye cevap verir. Cavit, evlenmeye karar verdiği bu günlerde,
eşinin heykeline bile ihanet etmek istemiyordu. İki raf sırasının arasında ince sert plastikten bir kaidenin üstünde duran Ağlayan Kadın
heykeline bakarken aklına takılan soruya cevap arar.
Jülide: “Heykel çok mutlu bir anında neden ağlıyor?”
Cavit: “O ağlayan benim; eşimin yüzündeki gözyaşları benim
gözyaşlarım. Onu en mutlu zamanlarımızda kaybettiğimden dolayı
yüzüne kendi gözyaşlarımı yaptım! Onu hiç ağlatmadım, ağladığını
hatırlamıyorum. O öldüğünde, onun en mutlu anı aslında benim en
mutlu anımdı ve gözlerinden gelen yaş da benim gözyaşlarımdır!”
‹ 49 ›
JÜL DE
Ülker, Cavit’in etkileyici hikâyesi karşısında heykele gıptayla
bakar. İçinden onun yerinde olmak gibi saçma sapan düşünceler geçse de eşlerden birinin ölümü sonrasında diğer eşin bağlılığının yüceliğiydi onun ilgilendiği.
Jülide, daha önce birçok defalar geldiği kırtasiyedeki bu heykelin neden dikkatini çekmediğini düşünür. Heykel beyaz mermerden,
insan boyutlarında, antik çağda yaşamış bir heykel ustasının elinden
çıkmış kadar gösterişliydi. İçinden, “Paris’teki heykellerden daha az
gösterişli değil,” diye geçirir. Ülker’le Cavit’in konuştuklarına da kulak
misafiri olur ister istemez. Paris’te ziyaret ettikleri Notre Dame Katedrali’nde vardığı “Gerçekliğin heykellerin bizatihi içinde olduğu” inancını hala korumaktadır Jülide. Birer imaj veya yansıma olduğunu düşündüğü heykeller, ustaların elinde şekillenen birer hayal ürünüdür
ona göre. Aslında Cavit de farklı bir şey söylemez. Cavit’in elinde
şekillenen heykel bizatihi ölen eşinin kendisidir. Ancak hiçbir kopyanın
aslını bire bir yansıtamayacağına inanan Jülide Cavit’in hele bir mermer eserin üstünde duygularını gözyaşlarıyla ifade etmesini de göz
ardı edemezdi. Bir heykelin imaj oluşturmanın ötesinde eserinin gözyaşlarıyla birlikte yontulması başlı başına gerçek hayatta var olmaya
devam etmesiydi. Cansız ve duygusuz mermer de olsa karşısında ona
değer atfeden birisinin olması, onun ölümlü dünyada aslında ölmediğini de gösteriyordu! Ancak bu düşünce onun “Hayatın sanrılar âleminden ibaret olduğu” fikrine biraz daha yaklaştırıyordu. Yaşanan
tüm acıların, sevinçlerin, kıskançlıkların, öfkelerin, aldatmaların birer
sanrı olma ihtimalini de pek mümkün görmüyordu. Yaşanan her bir
duygu, yaşanan kişi tarafından bir benzerinin başkasına atfedilemeyeceği inancını da taşımıyor muydu? Bir gözyaşının sahte olması mümkün müydü?
‹ 50 ›
ÖZCAN YAZICI
“Hayır, olamaz, gözden akan gözyaşının veya damardan akan
kanın sahte olması mümkün olamaz!” düşüncesi, gerçekliğin aslında
sadece dünyada yaşanabileceği, yansımaların ise yine insanın eserlerinde kişiselleşebileceğinde ısrar etmesine neden olur Jülide’nin.
Jülide “Ölen biri, heykeliyle dünyadaki varlığını sürdürebilir
miydi?” sorusuna takılı kalsa da bunun cevabını henüz bulabilmiş
değildi. Onun için dünyadaki tüm varlıklar bir yana heykeller bir yanaydı onun için. Çünkü bir heykelin bir ekmek veya sandalyeden farklı
birçok özelliği vardı. Eşyalara insanların verdiği değer ve anlamla bire
bir ilişkisiyle ilgiliydi bu. Eşyalarla insanlar arasında karşılıklı anlamlandırma geçişleri; eşyanın kendisini ve eşyaya insanların verdiği değeri belirliyordu. Birçok tartışmada söylem haline getirdiği “Eşyanın
da dili vardır ama heykel bundan daha fazlasına sahiptir” sözünü söylerdi. Zamanı ve eşyaları yönlendiren gücün aslında insanın kendisi
olduğunu düşünse de konu heykelin kadim kültür içindeki değerine
geldiğinde bu düşüncesinden çark ederdi. Varlığı yöneten kudret konusunda bocalamalar yaşardı. Ölen eşinde yaşamaya devam eden
Cavit’in durumu, varlıkları yöneten güçler konusundaki fikirlerinde ne
kadar haklı olduğunu gösteriyordu. Hem Ülker’in Cavit’le yaptığı konuşma bu fikirlerini desteklemeye yetmişti. Nazmi’nin aksine heykellerdeki gerçekliğin insan emeğinin bir yansıması olmasından çok heykellerin gerçekliğin bire bir yansıması olduğuna olan inancı biraz daha
artmıştı.
Ülker, kırtasiyedeki diğer heykelleri görmek için çıktığı üst kattan Jülide’ye seslenir: “Jülide, burada da güzel heykeller var, yukarı
gel!” Ancak Jülide kırtasiyede daha fazla durmak istemez. “Geç kalıyoruz Ülker! Daha yapacak çok ödevimiz var” diye seslenen Jülide’yi
‹ 51 ›
JÜL DE
daha fazla bekletmemek için aşağı iner. Alacaklarını aldıktan sonra
kırtasiyeden çıkıp evin yolunu tutarlar.
Ülker: “Eserler gerçekten görülmeye değer!”
Jülide: “Evet, oldukça ustalıklı eserler.”
Ülker, Jülide’nin Cavit hakkında bildiklerini irdelemeye çalışır.
“Cavit Bey gibi bir sanatçıyı tanıyor olman senin için bir şans Jülide!”,
diye hafif tebessümle Jülide’ye döner. “Yanılıyorsun Ülker! Cavit Bey
hakkında ben de senden fazla bir şey bilmiyorum. Bu dükkâna her
girdiğimde sadece almam gerekenleri alıp çıkıyorum,” diye çıkışır
Ülker’e. “Cavit Bey iyi bir insan ama onun dükkânındaki heykelleri
kendisinin yaptığını bilmiyordum. Ben de bugün öğrendim. Benim için
de sürpriz oldu” diye ekler Ülker’in aklındaki şüpheleri ortadan kaldırmak için.
Ülker evin kapısını açarken Jülide’ye “Cavit Bey’in tecrübelerinden faydalanmalıyız!” diyerek Jülide’ye sürpriz olabilecek bir öneride bulunur. Jülide, Ülker’in atölyede yaşadıklarını unutup Cavit’le bu
denli ilgilenmesine bir anlam veremese de mutsuzluğunu dağıtması
için faydalı görür. “Evet, neden olmasın, hem Cavit bey’in buna itiraz
edeceğini de sanmıyorum. Oldukça anlayışlı ve yardımsever biridir”
diyerek Ülker’in önerisini dolaylı da olsa onaylar.
Ahmet’le atölyede yaşadıkları aklına geldiğinde Ülker’i karamsarlık kaplasa da bunun geçici bir durum olduğuna kendisini inandıramaz bir türlü. Ahmet’in ve Cevat’in heykellere yaklaşımlarındaki
benzerliği düşünür sonra. Her ikisi de heykellere canlılık atfetmişlerdi.
Ahmet sevginin üçüncü bir şahsı kaldıramayacağını, Cevat ise sevginin
herhangi bir canlılığa ihtiyaç duyulmaksızın bir mermer kalıbın koy‹ 52 ›
ÖZCAN YAZICI
nunda yaşatılabileceğini söylemişti. Her ikisinin heykellere atfettikleri
ortak düşünce, heykelin de yaşamsal bir öğe olarak değer kazanabileceğiydi. Gündelik yaşamda ikinci veya üçüncü şahıs olarak hayatın
içine dâhil edilebileceğini düşünüyordu her ikisi de. Bundan Jülide’ye
bahsettiğinde, Jülide ona, “Bunu ailenden ölen birisiyle kıyaslayabilirsin!” derken kırtasiyeden aldığı aletlerle ilgilenmeye devam ediyordu.
Sorusu karşısında ilgisiz gözüken Jülide’ye, “Sence önemsiz mi?” diye
sorar. Jülide, “Aksine çok önemli! Bir insana gösterilen değer, onun
ölümünden sonra heykelde yaşatılmaya devam ettirilir. Yaşayan heykel değil, heykelde şahsileştirilen kişinin anılarıdır!”
Ülker: “Bu değer bazen abartılmıyor mu?”
Jülide: “Abartılmasının ne gibi zararı olabilir ki? Sevginin abartılması saçma mı?”
Ülker: “Hayır onu demek istemedim. Sorun sevgide değil, sorun verilen değerin yaşayanların değerini aşmasında.”
Jülide: “Bazı ölüler yaşayan birçok diriden değerli değimli ki?”
Ülker: “Öyle ama..!”
Jülide, sanat eserleri içinde heykeli ve heykel yapımını diğerlerinden üstün görür. Bunun nedenini çocukluğundan itibaren yaşadığı köye yakın eski medeniyetlere ait tarihi kalıntılarla içli dışlı olmasına bağlar. Kalıntılar içinde heykel yoktu. Genelde tiyatro sütunları,
kale ve saray duvarları ve kaba taşlarla döşenmiş tarihi kral yolları
vardı. Bunların onun heykele olan ilgisini artırmasına da çok anlam
veremiyordu! Ama her nasılsa tarihi eserlerle iç içe başlayan bir ya-
‹ 53 ›
JÜL DE
şamın onu heykel bölümünde okumaya itmesini başka türlü açıklayamıyordu.
Üç kardeş olmalarına rağmen, evin tek kızı olarak yalnız büyümesi de ondaki heykelle yalnızlığını giderme içgüdüsünü tetiklemiş
olabileceği ihtimalini uzakta tutmuyordu. “Belki de haklısın,” der Ülker’in konuya ilgisini kaybettiği bir anda. Ülker, yarıya kadar perdeleri
açık camdan dışarı bakarken birden irkilerek Jülide’ye döner ve tebessüm eder, “Sağ ol Jülide!” der.

Sinem: “Selam Jülide! Akşam geleceksiniz, değil mi?”
Jülide: “Selam Sinem! Evet geleceğiz. Konuyu açıklığa kavuşturmak için gelmek zorundayız zaten değil mi?”
“Evet, tabi! Ülker de geliyor mu?” diyerek bir müddet bekler
Sinem. Sinem bölümde iç organizasyonlar konusunda Ahmet’le birlikte sıkça görev alırdı. Ailesiyle birlikte İstanbul’da yaşıyor. En son Paris
seyahatinde bulunmamasına rağmen bir sonraki gezinin organizasyonunun içinde olmayı özellikle istemiş, bölüm başkanı Meltem bu ısrarını geri çevirmemişti.
Jülide, akşamki Kafe toplantısına gelip gelmeyeceğini sormak
için Ülker’in odasına gider. Ondan onay aldıktan sonra telefondaki
Sinem’e, “O da geliyor Sinem, görüşmek üzere!” der
“Görüşmek üzere Jülide!” dedikten sonra “Geç kalmayın
ama!” diye ekler Jülide telefonu kapatmak üzereyken. Sinem, ailesi
tarafından eğitimi ve kurduğu ilişkileri takip edilen bir kızdır. Babası
‹ 54 ›
ÖZCAN YAZICI
yıllarca bürokraside vali ve kaymakam düzeyinde danışmanlık yapmıştır. Annesi öğretmenlikten emekli olduktan sonra bir süre gayrimenkul danışmanlığı yapsa da işin kendisine uygun olmadığını anlar ve
kadın sorunları konusunda faaliyet gösteren dernek ve vakıflarda faal
görevler alır.
Jülide ve Ülker Beyoğlu’nun İstiklal Caddesine giden dar ve
dükkânları birbirine yaslanmış sokaklarından yürüyerek sözleştikleri
Çiçek Pasajı’na girerler. Kapısından rengârenk giysili insanların geçtiği
Çiçek Pasajı’ndan içeriye şaşkın bakışlarla Ahmet, Eylem ve Aslı’nın
girdiklerini gören Jülide ve Ülker hızla yanlarına giderler.
Jülide: “Biz de şimdi geldik, diğerleri nerede?”
Ahmet, henüz içinde yürüdükleri kalabalığın şaşkınlığını atamadan, “Bilmiyorum ama buralarda olmalılar. Gelmiş olmalılar!” der.
Ahmet bakışlarının Ülker’in bakışlarıyla kesişmemesine özellikle gayret gösteriyordu. Bunun farkına varan Ülker gözleriyle sınıfın geri
kalanını arar.
Bir süre sonra diğerleriyle buluşmak üzere İstiklal Caddesi’nin
ara sokaklarındaki bir Kafe’ye girerler. Kafe, genelde üniversiteli öğrencilerinin toplandıkları, haftanın belli günlerinde amatör sanatçıların küçük konserler verdikleri sıcak bir ortamdır. İçeriye doğru birbirine bağlı birkaç büyük salondan oluşmaktaydı. Nargile içenlerin bulunduğu ortadaki salon sokağa bakan açık bölümleriyle en havadar kısımdı. Ondan daha içerdeki salon büyük masaların geometrik düzen
içinde yerleştirildiği, yeşil bitkiler ve kitaplıkların süslediği büyükçe bir
mekândı. Yirmi altı kişinin birbirlerini dinleyebilecekleri, tartışabilecekleri bu salonda büyük masaların birleştirilmesini rica ederler gar‹ 55 ›
JÜL DE
sonlardan. Garsonlar bunun mümkün olamayacağını söyleseler de
gelen işyeri sahibi istisnai olarak düzeni çok sarsmadan böyle bir değişiklik yapabileceklerini söyler. Paris seyahatine katılanların ve bir sonraki gezide görev alacakların oturdukları büyük masaya sığmayanlar
kitaplıkların bulunduğu kısımla masa başında oturanların arasına koydukları sandalyelere oturarak Çin’e yapılacak gezi hakkındaki konuşmalara katılırlar.
Tahsin: “Bu sene yapmayı planladığımız Çin gezisi hakkındaki
görüşlerinizi almak istiyoruz! Meltem hoca bu gezinin organizasyonunu Ahmet’e verdi, o nedenle sözü Ahmet’e bırakmak istiyorum.” Toplantı anına kadar Paris’ten sonraki gezinin Çin’e yapılacağını bilmeyenler aralarında mırıldanmaya başlarlar.
Ahmet, “Çin gezisiyle ilgili…” diye sözüne başlamışken, aralarında Paris gezisine katılamamış ve bunun üzüntüsünü her zaman dile
getiren Selçuk söze karışır: “Ne Çin’i, gidecek başka yer yok muydu?”
Kitaplıkla ön sıra arasındaki sandalyede oturan Selçuk Çin’e
yapılacak organizasyona katılmaya soğuk bakıyordu. Selçuk’u destekleyen beş altı öğrenci daha Çin’le ilgili memnuniyetsizliklerini dile
getirirler.
Ahmet, “Çin’de bölümümüzü ilgilendiren eserlerin neler olup
olmadığını bilmeden karar vermemenizi isterim!” diyerek ortamı yumuşatmaya çalışır. Memnuniyetsizlerden Engin bölümün gelecek vaat
eden öğrencilerindendi: Engin, “Çin işte, binlerce kilometre Çin Seddi
ve milyarlarca insandan başka ne olabilir ki?” diyerek esprili kişiliğiyle
memnuniyetsizliğini hafifleterek dile getirir. Ortamda gülüşmeler
olur.
‹ 56 ›
ÖZCAN YAZICI
Tahsin, “Gideceğimiz yerin neresi olduğunu bilseniz, çok sevinirdiniz” diye çıkışır gülüşmelere karşı.
“O zaman ne bekliyoruz! Söyleyin nereye gideceğimizi!” diye
alaycı ifadesine devam eder Engin.
Ahmet, “Gitmeyi planladığımız yer Terrakotta Yeraltı Heykel
Ordusu Mezarlığı’dır. Sanırım iki bin yıldan fazla zamandır yer altında
imparatorluğun kurucusunun mezarını bekleyen bu heykelden yapılmış orduyu hepiniz görmek istersiniz!” diye kendinden emin, kimsenin karşı çıkamayacağını umduğu bir çıkış yapar. “Düşünmesi bile
heyecan verici, sekiz bin heykelden asker, yüzlerce at ve süvari, her
biri savaşmaya hazır ve yeraltında bulundukları devasa mezarlıktan
gün yüzüne çıkarılmışlar” diye sözüne devam eder Ahmet. Biraz önce
alaycı ifadelerle birbirleriyle gülüşenler Ahmet’in verdiği bu kısa bilgi
sonrasında mesleki gelecekleri için önemli karar verme aşamasına
itilmişlerdi. Bu biraz da Ahmet’in organizasyon yapmadaki yeteneğinden kaynaklanıyordu. Herkesin Ahmet’e dikkat kesildiğini gören Sinem sözün arasına girerek, “Çok özel bir gezi olmasını umuyoruz!
Görmeyi amaçladığımız şey sadece heykellerin kuru kalıpları değil
binlerce yıl önce kırk yıl devam eden ve yüz binlerce işçinin çalıştığı bu
mezarlığı yaptıran felsefenin altında yatan gerçeklikleri de görmektedir. ‘Zamanın Ruhu’nu aradığımız milenyum çağında geçmiş medeniyetlerin neler düşündüklerini, neye inandıklarını ve bizi ilgilendiren
yönüyle sanatlarına yön veren en güçlü inanç noktalarını keşfetmeyi
amaçlıyoruz. Heykel bir yönüyle her ne kadar canlılara şahsiyet giydirme sanatıysa bir o kadar da heykeltıraşın yüzlerce yıllık medeniyet
geçmişini geleceğe taşla toprakla mermerle aktardığı bir medeniyet
işçiliğidir! Heykeltıraş bir medeniyet işçisidir, yani bizler birer medeniyet işçisiyiz. Zamanımızın ruhunu heykellerin şahsında geleceğe taşı‹ 57 ›
JÜL DE
yan birer kültür elçileriyiz. Bu elçilik gönüllü bir elçiliktir. Bunu yaparken herhangi bir kazanç veya menfaat beklememeliyiz” der.
“Sinem kısaca özetledi. Bu açıklamadan sonra akıllarda bir
şüphenin kaldığını sanmıyorum!” diye sözüne devam eder Ahmet.
Kararsızların gözünde Sinem’in konuşmasından sonra ikna olduklarını
kanıtlayan ışıklar belirir. Bir yandan çaylar yudumlanırken Kafe’ye
çöken ağır hava herkesi birden etkisi altına alır. Kimisinin göz kapakları kapanmaya yüz tutarken kitaplığa yakın oturanlar ilginç kitaplardan
oluşan kitaplıktan dönebildikleri kadar kitaplığa dönüp ulaşabildikleri
en ilginç kitabı almıştı. Salona inen sessizliği fırsat bilen Ülker bir yandan Jülide’yle konuşuyor bir yandan da Ahmet’e kaçamak bakışlar
atıyordu. Ahmet’in bundan haberdar olmasını istiyordu. Karanlık gecede ıssız bir ormanda çaresiz bir hayvan gibi bakışlarının Ahmet’in
bakışlarında asılı kalmasını bekliyordu. Rengârenk lambaların süslediği Kafe’nin bohem havası orta salondaki nargile dumanlarıyla buluşan
renkli ışıkların pırıltılarında başka bir hüviyete dönüşüyor, Ülker’i içinden çıkamadığı egzantrik duygulara itiyordu.
Yeraltı Heykel Ordusu
Şian’a yaklaşmakta olan uçak havaalanını pas geçerek havada
tur atmaya başlar. Heykel bölümü olarak uçağın yarısından biraz fazlasını dolduran öğrenciler birbirlerine dönerek meraklı gözlerle bakarlar. “Umarım büyük bir sorun yoktur!” der aralarından son anda seyahate katılan bir öğrenci. “Sanmam!” der bir başkası tedirgin gözlerle.
‹ 58 ›
ÖZCAN YAZICI
Uçakta farklı uluslardan insanların endişeli sesleri birbirine karışıyordu. Çinlilerin kısa kelimelerle ifade ettikleri cümlelerden ve
rahat tavırlarından herhangi bir sorunun olmadığı anlaşılabiliyordu.
Her ne kadar öğrenciler arasında Çince bilen kimse bulunmasa da
milletlerin birbirleri üzerinde bıraktıkları kültürel izlerdi Çinlileri ele
veren.
Her milletin kendine özgü endişesi, sevinci ve korkusu vardı.
Uçakta bunu en iyi bilenlerden biri de Jülide’ydi. O tüm insanların
yeryüzünde tek bir kültürü oluşturmak için yaratıldıklarına inanıyordu. Ama bu evrensel kültürü besleyen kültürler, milletlerin kendine
özgün kültürleriydi. Öğretilmese de yüzlerce yıl boyunca görerek,
tecrübe ederek günümüze kadar gelen insanlık hafızası, evrensel kültürü birbirine aktararak devam etmekteydi.
Uçağın havadaki kalma süresi uzadıkça öğrencilerin endişelerinin arttığını gören Nazmi oturduğu orta sıralardaki koltuğundan
kalkarak geriye döner, “Önemli bir şey olsa hostesler İngilizce anons
yaparlardı” der.
Jülide’nin endişesi Nazmi’nin rahatlatıcı konuşmasından sonra
sona erer. Nazmi’nin sesinde içini rahatlatan bir renk vardı. Bunu
kayıt için fakülteye geldiği ilk günlerde de hissetmişti. Heyecanla
Nazmi’nin odasına giren Jülide, bu ses tonunu orada da duymuştu.
“Hocam, harçları nereye yatıracağız?” diye soran Jülide’ye, “Yorgun
görünüyorsun! Henüz süresi var, yarın geldiğinde dekanlığın yanındaki bankada yatırırsın” demişti. Bir gün sonra Nazmi’nin dediği gibi
işlerini halleden Jülide teşekkür etmek için tekrar odasına gittiğinde,
kendisinden önce odaya gelen Ülker’e rastlar. Ülker, Nazmi’yi soran
Jülide’ye, “Ben yeniyim, bilmiyorum! Hocaya bir şey soracaktım” der.
‹ 59 ›
JÜL DE
Ülker’le ilk karşılaştığı o anı unutamaz Jülide. Aynı evde kalacağı Ülker’le karşılaştığı o an kaderinin en belirleyici anlarından biriydi. Üniversitedeki ilk arkadaşıyla tanışmıştı. Dahası dördüncü yılını geride
bıraktığı ev arkadaşlığında birçok sevinci, üzüntüyü ve korkuyu birlikte
yaşamıştı. Birlikte sıkça gittikleri Haliç kıyısında küçük parçalara ayırdıkları simitleri martılara attıkları zamanlar aklından geçer. Sağ çaprazında dört sıra önünde, cam kenarındaki koltukta oturan Ülker’e bakarken gözlerine dolan ıslaklığı gizlemeye çalışır. Onlarca kez Üsküdar
Vapuru’nda martılarla birlikte özgürlüğe kanat açtığında yanında yine
o vardı. İstanbul’da ilk kez gittiği Sultanahmet Camii’nde namaz kılanları taklit ederek namaz kıldığında Ülker’den başkası yoktu yanında.
Beyoğlu’na gelen yabancı filmleri ona ilk haber veren Ülker’di. Ders
notlarını ondan alır, sınavlarda birlikte çalışır, akşam karanlığında
efkârını atmak için sokağa çıkarken yanında gelen tek dostu oydu.
Uçak piste gürültüyle iner. Havada uzun süreli rötardan sonra
uçağın yere inmiş olması yolcuları biraz olsun rahatlatmışsa da uçağın
perondaki yerini almadan kimsenin korkusunu üzerinden atacağı yoktu. Jülide, uykusundan uyandırılan bir bebek gibi hayal dünyasından
geri gelir. Üniversitedeki ilk günlerini, Ülker’le ilk karşılaşmasını, martılara simit attığı günlerin hayali yerini birbirine benzeyen milyarlarca
Çinlinin yaşadığı bir gerçekliğe bırakır. Bu gerçeklik onda farklı izlenimler taşıyordu. Çinli olmayan herkes gibi onun da Çin’e dair ortak
kabulleri ve kendine özgü kanaatleri vardı. Ancak bu kabuller ve kanaatlerin bu seyahatte yeri yoktu, olamazdı da. İnsanlık tarihinde
kendine özgü bir medeniyet havzası olan Çin, insanlığa binlerce yıl
öncesinden kalan büyük bir kültür mirası bırakmıştı. Bu mirasın önemini sadece pişirilmiş toprağın şekillenen heykellerinde aramamalıydı. Boşluğunu duyduğu medeniyet bilincinde, kendisini konumlandır‹ 60 ›
ÖZCAN YAZICI
dığı insanlık ailesindeki yerini güçlendirip takviye edebilecek miydi?
Geliştirdiği çözümlemeci ruh yapısında, köşe başlarına diktiği heykellerin yol verdiği zihinsel mecrada umduğu dehlizlere girmeyi umuyordu. Yeraltı Heykel Ordusu’nu görmek istemesi işte bu yüzdendi! Aradığı şeyin taş veya pişmiş topraktan heykeller olmadığından emindi.
Ruhun efsunlu boşluğunda onu gerçeğe yaklaştıracak şey bir heykelden daha fazlası olmalıydı! Gittiği yolda ruhuyla ışıttığı tüm alanlar
heykellerle dolmuştu. Bu onun en büyük hayaliydi, ama bir yandan da
taşların ağırlıkları ruhuna ağırlık vermeye başlıyordu. “Sekiz bin asker…!” diye mırıldanır içinden Jülide. Bir şehir dolusu heykeli bir arada
görmemişti. Mezarında gömülü krallarını korumak için binlerce yıldır
adeta nöbet bekleyen bu heykelleri görmek için sabırsızlanıyordu.
Zamanla yarışmaktan bıkmıştı. Gördüğü tüm heykeller onu gerilere,
başlangıçta yapıldıkları zamanlara götürüyordu. Bir heykeli yapılmasına yol gösteren sanatın sahibiydi onu ilgilendiren şey! Ama söz konusu sekiz bin askerlik, yüzlerce süvari ve atlı arabalardan oluşan heykel
ordusu olunca bunu yaptıran gücün ve o gücün arkasındaki temel
düşünce yapısını sorgulamaktan da kendisini alamıyordu. Belki bunun
kesin yargısına ulaşmak için henüz erkendi. Belki de heykellerin arasına sıkıştırdığı hayatını yeni bir sıçramayla birlikte farklı maceralara
sürükleyecekti.
Otobüs, kalacakları misafirhaneye yanaşırken, heyecanlı bir
macera filmini izlediği sırada sinemadan çıkmak zorunda kalan biri
gibi hisseder kendini Jülide! Oturduğu koltuktan kalkınca tüm maceranın son bulacağı, tüm heyecanın sona ereceği hissine kapılır! Hava
kararmak üzereydi. Sabahın erken saatlerinde fakültenin önünden
başlayan yolculuk Şian kentinin arka sokaklarındaki bir misafirhanede
sona ermişti. Misafirhane, bölüm başkanı Meltem’in sekiz yıl önce
‹ 61 ›
JÜL DE
katıldığı uluslararası bir toplantıda tanıştığı Çinli Profesör Anwen’e
aitti. Profesör Anwen’in en büyük tutkularından birisi insanları ağırlamaktı. Satın aldığı yüz elli kişilik pansiyon tarzındaki misafirhanesinde zaman zaman uluslararası konferanslar düzenlerdi. Diğer zamanlarda ise işletmeye pansiyon olarak devam ederdi. Bölüm Başkanı
Meltem, seyahat programına Çin’i almasından sonra Çinli meslektaşından misafirhaneyi bir haftalığına kendilerine tahsis etmesini rica
etmişti. Profesör Anwen ise bunu büyük bir memnuniyetle kabul ettiğini ve hatta kendilerinden masraflar dışında herhangi bir ücret talep
etmediğini söylemişti. Misafirhanede kendilerinden başka Çin’in başka üniversitesinden elliye yakın öğrenci de vardı. Bir kısmı tarihi incelemeler yapmak, bir kısmı ise sadece turistik amaçlı misafirhanede
bulunuyordu. Misafirhane kent merkezine çok uzak olmasa da şehrin
varoşu sayılabilecek bir muhitte bulunuyordu. Misafirhane, muhitteki
diğer yapılara göre daha bakımlı sayılsa da orta gelir grubundaki Çinlilerin evlerinin yanında yine de sönük kalıyordu.

Sabah erkenden kalkan Jülide, henüz yorgunluğunu atamadığını fark eder. Akşam yapılan anonsa göre kahvaltı saatine bir buçuk
saat vardı. Odasında birlikte kaldığı üç kişinin uyanmaması için akşam
odaya rastgele bıraktıkları bavulların arasından parmak uçlarına basarak misafirhanenin dış merdivenlerine giden üstü açık koridora çıkar.
Koridorun yarım kubbe şeklindeki açık kısmından dışarıyı seyreden
Jülide, Paris’te hissetmediği türden bir gurbet duygusu yaşar. Farklı
iklimin insanları olan Çinlilerle ortak hiçbir noktası yoktu. Ama yine
doğu havzasında yer alması Çin’i Jülide’nin duygu dünyasında anlamlandıran en önemli özelliğiydi. Türklerin anavatanı olan Orta Asya’daki
Türklerin Çin’le yaptığı birçok savaşa rağmen batının soğukluğu yoktu
‹ 62 ›
ÖZCAN YAZICI
burada. Çinlilerin içini ısıtan bakışları, özel hiçbir gayret göstermeksizin tebessümlü duruşlarıydı belki onu Çinlilere yaklaştıran şey. Önü
açık olan koridordan gördüğü kalabalıkların aceleci tavırları, misafirhanenin balkonuna çarparak mahallenin bakımsız evlerinin çatılarına
düşüyor gibiydi! Üç katlı misafirhanenin ikinci katında, çevreyi en iyi
görebileceği yerde duruyordu. Sırtına aldığı kırmızı çiçek desenli mavi
hırkasıyla yoldan geçen Çinlilerin dikkatini çekmeyi başarır. Misafirhaneye yabancı ülkelerden sıkça turistler geliyordu. Ancak hırkanın
desenleri ve renklerinden olacak ki Çinliler kültürel geçmişlerinden
izler görmüş olmalıydılar. Evinden çıkıp otobüs duraklarına gitmekte
olan her iki Çinliden biri göz ucuyla da olsa Jülide’ye bakmayı ihmal
etmiyordu. Burada batılı insanlarda göremediği, hissedemediği bir
sıcaklık hissediyordu. Dünyanın kapitalist sistemi içindeki yerini henüz
yeni yeni almakta olan Çin’de insani duyguların maddeleşme sürecini
tamamlamadığı açıktı. Çevrede, okullara giden öğrencilerin geleneksel kıyafetleri, işlerine giden işçilerin batılılara göre donuklaşmamış
bakışlarında, maddeden çok manayı arayan bir yüz görebilmek mümkündü. “Maddenin solduramadığı yüzler,” diye mırıldanırken kahvaltı
saatine beş dakika kaldığını fark eder. Açık koridordan odasına girdiğinde yatmakta olan arkadaşlarından ikisinin yemekhaneye çıktığını,
Sinem’in ise oda içindeki lavaboda yüzünü yıkadığını görür. “Herkes
çıktı mı?” diye sessizce mırıldanır. “Evet, Jülide, kahvaltı başlamak
üzere, hadi çıkalım!” der ve yemekhaneye çıkarlar. Yemekhanede
Türkçe ve Çince konuşmalar birbirine karışır. Yemekhanedeki yüz
kişilik Türk kafilesine karşın Çinliler ortalama elli kişiydiler. O nedenle
sesleri Türkçe konuşmaların arasında dikkate alınmayacak cılızlıkta
fark ediliyordu. Jülide, Çinlilere özgü kahvaltı çeşitlerini geçtikten
sonra bir bardak çay, biraz zeytin, çilek reçeli ve ekmek alarak Si-
‹ 63 ›
JÜL DE
nem’le birlikte Çin ve Türk misafirlerin bulunduğu masalara aynı uzaklıktaki bir masaya oturur.
Tanıdığından daha fazla tanımadığı kahvaltı çeşitleri, Çinlilerin
zamana yenik düşmediklerini gösteren en önemli işaretti. Jülide’nin
geziye katılma amacı gizemli bir dünyanın geçmişinde binlerce heykelin içinde kaybolup medeniyet havzasının bir parçası olmaktı. Ama bir
yandan Orta Asya’daki Türklerin izlerini geçmişin aynası gibi gördüğü
heykellerde aramaktı.
Sanatsal gezi için gelen bir grup Çinli üniversite öğrencisi aynı
masada oturdukları Meltem’e ve Nazmi’ye orta seviyedeki İngilizceleriyle bir şeyler anlatmaya çalışırlar. Çinli öğrenciler kahvaltı sırasında
Nazmi’ye atalarından kalan bazı işaretlerden bahsederler. Bunun
üzerine Nazmi odasında bulunan Kırmızı Kitap’ı alır ve yemekhaneye
tekrar gelir. Öğrencilerden biri Nazmi’nin önünde duran Kırmızı Kitabı
göstererek bir şeyler anlatır. Nazmi ise öğrencinin dedikleri karşısında
hayretini gizleyemez. Çinli öğrencilerle kahvaltı sırasındaki konuşmada Kırmızı Kitap’tan çokça bahsederler. Jülide, durumun farkında olan
birkaç arkadaşıyla gözlerle işaretleşerek merakını gizleyemez. Sinem’e
dönerek “Nazmi hoca Kırmızı Kitabı getirmiş, gördün mü?” “Evet,
gördüm!” diye şaşkınlıkla karışık meraklı bir tavırla cevap verir Sinem.
Nazmi’nin yerinden kalktığını gören Jülide, kalkarak elindeki
kahvaltı tepsisini mutfağa bırakır ve arkasından hızlı adımlarla gider.
“Hocam, elinizdeki Kırmızı Kitap değil mi?” “Evet, Jülide”, diyerek
cevap verir. Nazmi, doğa ve hayvan resimlerinden tabloların süslediği
koridordan odasına inerken, yüzünde bir bilmecenin ipucunu arayan
yarışmacının ifadesi belirmişti. Nazmi, “Zamanın eğitemediği en büyük hastalık kibir…” diye mırıldanırken sözlerini ağzından alır Jülide:
‹ 64 ›
ÖZCAN YAZICI
“Bir şey mi dediniz?” “Hayır, Jülide!” diyerek geçiştirir Nazmi. Öğrencisine daha fazla haksızlık etmeden merak ettiği şeyi anlatmaya başlar
Nazmi: “Jülide, az önce konuştuğum Çinli öğrenciler bizim gibi Yeraltı
Heykel Ordusu’nu ziyaret etmeye gelmişler. Şian’a uzak bir şehirde
oturmalarına rağmen içlerinden ikisi sıkça gelip kazılarda gelinen son
durumu kontrol ediyorlarmış. Heykellerin içinde atalarının izlerini
sürüyorlarmış. Konuşmamız sırasında isimsiz bir kitaptan bahsettiklerinde, onlara bu kitabın adını sordum. Onlar da elimdeki Kırmızı Kitabın özelliklerini saydıklarında odama inip kitabı getirip onlara gösterdim. İçlerinden birinin Fransızcası vardı ve kitabı anlayabiliyordu. Kitapta geçen ve benim de şu ana kadar anlayamadığım bazı işaretleri
göstererek, aradıkları şeyin bu olabileceğini söylediler. Ben de mezarı
birlikte ziyaret etmemizin daha iyi olacağını belirterek kahvaltından
sonra hazırlanmalarını söyledim. Onlar da bunu kabul ettiler.”
Jülide, bir yandan Nazmi’nin anlattıklarının gizemi içinde kaybolmuşken, Kırmızı Kitaba olan merakı bir kat daha artmıştır. “Orijinali İbranice ve tercümesi Fransızca olan bir kitabın Çinlilerle ne ilgisi
olabilir?” diye meraklı gözlerle sorduğu Nazmi, “Bilmiyorum Jülide
ama medeniyetler arasındaki bağlantılar bizim bildiğimizin çok ötesinde olsa gerek!” diye karşılık verir. Sözlerine devam eden Nazmi,
“Jülide, bizim gerçeklik dediğimiz kavram, tarihin eski çağlarında hayatın ta kendisiydi. Ancak bir farkla ki eski insanlar ‘Gerçeklik ve Yansıma’ diye iki farklı kavramın varlığından habersizdiler. Biz ise gerçekliğin ve yansımanın hayatın iki yüzü olduğuna inansak da yansımanın
gerçekliğin yerini tutamayacağını biliriz. Belki de yanılıyoruz! Bilmiyorum!” diyerek odasındaki sandalyesine oturur. Dirseklerini bacaklarına koyarak çenesini ellerine yaslar. “Binlerce yıl önce yaşamış ataları-
‹ 65 ›
JÜL DE
nın izlerini binlerce heykelden oluşan bir mezar müzesinde aramanın
‘Yansıma’dan öte sebepleri olmalı!” diye sözlerine devam eder.
Herkesin halen uykuda olduğu sabahın erken saatlerinde açık
koridordan gördüğü binlerce Çinlinin kendisine hissettirdiği duygulara
geri döner Jülide istemeden. Çinlilerin bakışlarında insan kardeşi olmanın ötesinde kendisine yaklaştıran tarifi imkânsız bir çekim etkisi
vardı. Nazmi konuşurken zaman tünelinden o ana geçmesi ve geri
gelmesi saniyeler içinde gerçekleşir. Bir kitapta ortak payda bulan
benzerlikler veya ortak işaretlerin anlamı da bu olsa gerek. Uygarlıkların temelinde yatan gerçekliği sadece savaşlarla anlatmak, insan denen mükemmel varlığın eşsiz değerini göz ardı etmek anlamına gelir.
İnsan ise değerinden en küçük miktarda vazgeçilemeyecek bir varlıktı.
Toprağa yakın yaşam biçimleriyle bilinen Çinlilerin gözlerinde onlara
özgü gördüğü paydaşlık duygusu, farklı izlenim ve sembolleriyle neden Kırmızı Kitap’ta yazılı olmasın. Jülide’nin Kırmızı Kitap’a karşı sıradan merakı yerini araştırma isteğine bırakır.

Yeraltı Heykel Müzesi, sıradan bir müze olmaktan çok bir yeraltı şehrini andırıyordu. Daha girişten itibaren binlerce yıllık geçmişiyle Çin Medeniyetinin kadim kokusu duyulabiliyordu. Onlarca yıl devam eden inşasında ölen işçilerin ruhları heykellerin yüzlerinde canlılık kazanmış gibiydiler. Kimisi tebessümle, kimisi çatık kaşlarıyla heykel ordusunun inşası sırasında kendilerini yontan heykeltıraş ustalarının mimiklerinde donakalmışlardı adeta. Bir annenin uyuttuğu bebek
gibi yüzlerine inen son keski darbesiyle yüzlerce yıllık uykuya terk
edilmişlerdi. Jülide heykellerin yüzünde çoğunlukla hüzün görmüştü.
Gülen bir çocuk büstünde onlarca kez sonsuzluğun resmini görmüştü.
‹ 66 ›
ÖZCAN YAZICI
Ona sonsuzluk duygusu veren şey, onun varlığın ana maddesi olan
topraktan ya da taştan heykel olmasıydı. Bu gerçeği bilmesine rağmen
Jülide’nin gülen veya ağlayan bir heykelde fark ettiği sınırsızlık imgesinin nereden kaynaklandığını şimdi yeraltı mezarlığında daha iyi kavramıştı. Birbirinden farklı binlerce yüzde, binlerce farklı duygunun onu
götüreceği imge dünyası onu yeni bir düşünsel maceranın kapılarına
ulaştırabilirdi. Peki ya sonra..? Kral Shi Huang’ın mezarını koruyan
birbirinden farklı binlerce asker, Jülide’nin zihnindeki kavramlarla
savaşır olmuştu. Her biri bir başka gerçekliği kabul etmesini emreder
gibiydi. “Bu askerler binlerce yıl beni beklemiş gibiydiler sanki!” diye
düşünmeden edemez. Az önce savaştan dönen süvarilerin ve atlarının
yüzlerinde geleceğe uzanan düşünce kuşağının tüm geleneklerini
yıkan izler vardı. Jülide’nin dikkati ani bir seslenişle dağılır. Meltem
kafilenin orta kısımlarında Niu ve Fuhan’la birlikte yürüyordu. Yürüme
yoluna yakın üçlü sıra halinde dizili askerlerin yakınından geçerken
dururlar ve ellerindeki deridekiyle askeri zırhın üstündeki işaretlerin
benzerliğini Meltem’e gösterirler. Meltem birkaç adım önlerinde yürüyen Nazmi’ye seslenerek, “Niu’nun söylediği işaretleri bulduk” der.
Nazmi “Evet, birbirine çok benziyorlar. Bir de kitaptakiyle karşılaştıralım!” Nazmi, Kırmızı Kitap’ı açar ve zırhtaki işaretlerle karşılaştırır.
“İşaretler birbirinin aynısı!” der heyecanla! Bakışlarında gizemli bir
gerçeğe biraz daha yaklaşmış olmanın heyecanı ve şaşkınlığı vardı. Niu
ve Fuhan da kısa bir süre sonra yıllardır peşinden koştukları gerçeğe
biraz daha yaklaştıklarını düşünürler. Atalarından miras yoluyla gelen
ve deri parçası üzerine doğal boyayla, ortadaki yatay çizginin yanlarında ikişer işaretten oluşan gizemin çözülmesi onları atalarıyla ilgili
önemli bir gerçeğe götürebilirdi. Deri Niu’ya aitti. Deriyi iki yıl önce
ölü döşeğindeyken annesi vermişti. İşaretlerle ilgili sırrı ortaya çıkarmak için Çin’de birçok müzeyi ve tarihi eseri gezmişti. Terrakotta Hey‹ 67 ›
JÜL DE
kel Ordusu Müzesine ikinci gelişinde binlerce askerin üstüne ince
işçilikle yontulan tüm kıvrımları titizlikle incelerken elindeki deride
bulunan işaretin benzerini zırhta görmüştü. Ancak bunun basit bir
çizgi benzerliği olabileceğini düşünür ve onu başka kaynakları araştırmaya iter. Eğitimini Arkeoloji bölümünde devam ettirir. Hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmaz. Her birini titizlikle inceler. Misafirhanenin
müzeye yakın oluşu, bir gün doğru kişilerle karşılaşacağına dair inancını diri tutmuştu. “Zırhın üstündeki, derideki ve Kırmızı Kitap’taki
işaretler birbirinin aynısı,” der Nazmi çevresinde toplanan öğrencilere. “Bu işaretlerin bir anlam taşıdığı kesin. İşaretlerle ilgili gizemi ortaya çıkarabilirsek kitapla ilgili bir bilinmeyeni de çözmüş oluruz.” Kırımızı Kitap İbraniceden Fransızcaya çevrilmiş olmasına rağmen deri ve
zırhın üstündekiyle benzerlik gösteren işaret bir sayfanın başında,
sayfa numarasının yanında yer alıyordu. Kitabın geçmişi üç bin dört
yüz yıl öncesine kadar gitmesine rağmen yüzyıllar boyunca birçok
felsefeci ve din adamının önemli gördükleri sözler de 17. Yüzyıldaki
son baskısına kadar kitaba girmişti. Bu tarihten itibaren kitapta herhangi bir değişiklik yapılmamıştı.
Jülide olanlar karşısında zamanda kısa bir yolculuğa çıkar.
Müzenin her yerinden keski ve madırga sesleri yükselir birden! Çırakların telaşlı koşuşturmaları arasında ustabaşıların denetimlerini görür
gibiydi. Kralın direktiflerini ileterek yine aynı yavaş adımlarla göz
ucuyla denetimlerini ihmal etmeden çıkıştaki at arabalarına binerek
bölgeden uzaklaşıyorlardı. Müzeyi gezen turistler milattan önce
500’lü yıllara geri gitmiş, yüzlerce askerin birbirlerine benzemediklerinden bahsediyorlardı. Bir askerin diğerine benzemediği mahşeri bir
heykel ordusu! Çocuklar at arabalarına biniyorlardı. Gerçeğinden
farksız atların sırtlarına elleriyle vuruyorlardı. Savaşa her an hazırlıklı
‹ 68 ›
ÖZCAN YAZICI
bekleyen süvarilerin gözlerinden fışkıran ışık Çin’i kuran hükümdarlarının cesaret ve kararlılığını yansıtıyordu. Her şey büyük Çin devletinin
kurulması için hareket halindeydi. Mezar çalışanlarına geleneksel
enstrüman çalan bir avuç Çinli müzisyen hiç kimsenin dikkatini çekmiyordu. Günlük hayatın birer parçası haline gelen müzisyenlerin yokluğu madırga seslerinin birbirine girdiği zamanlarda anlaşılıyordu sadece. Jülide, gökteki bulutların ve hayvanların büyük Çin İmparatorluğu’nun kurulmasına yardımcı olduğunu düşünür. Her yer donakalmış
askerlerle doluydu. Geçmişle bulunduğu an arasındaki ince çizgiyi
elinden kaçırır Jülide. Kimisinin yüzünde heykeltıraşının yeni verdiği
duygu vardı, kimisi pişmiş toprağın bağrından henüz yeni çıkıyordu.
Yavaş ve kararlı şekilde dünyaya gözlerini açıyorlardı! Onlarca, yüzlerce ve hatta binlercesi sıra sıra birbiri ardınca, yan yana tam disiplin
içinde imparatorlarının bir emriyle sonsuza kadar ayakta beklemeye
koşullandırılmışlardı. İkinci bir emre kadar öylece kalacaklardı. Mahşeri hesaplaşmada uyanmak üzere uyutulmuşlardı. Jülide, tüm sessizliği bozar ve Nazmi’ye, “Heykellerin görünen yüzlerinde bize ait duygular var. Bu duygular çok gerçekçi ve olumlu bir yüzle tasvir edilmiş.
Aralarında hiçbir ağlayan asker yok…” der. Nazmi Jülide’nin sözünü
keserek, “Bir asker zaten ağlamaz Jülide! Yüzlerindeki ifadeler kararlılığı ve umutlu geleceği gösterir.” Meltem tartışmayı meraklı gözlerle
izleyen Niu ve Fuhan’a konuşulanları İngilizce olarak özetliyordu.
“Tanrılara inanan ve öldükten sonraki yaşamın yine gömüldüğü yerde
devam edeceğini düşünen bir İmparator ve onun halkı için bu gördüklerimizin hepsi birer inanç aslında,” diyerek söze girer Tahsin. Sözlerine devam ederken sağ eliyle binlerce askeri göstererek, “Meryem
Ana Heykeli’ni yontmaya sevk eden amaçla binlerce askeri yontmaya
sevk eden amacın aynı olduğunu kim iddia edebilir? Yüzlerde veya
elbiselerinin düzen ve tertibindeki her bir keski izinin bir inanca karşı‹ 69 ›
JÜL DE
lık gelmediğini iddia edebilecek var mı?” der. Bir müddet bekler ve
herhangi bir cevap gelmeyince, kendisine çevrili gözleri yavaşça süzerek, “Bunlar birer put değil, tıpkı Meryem Ana’nın olmadığı gibi. Ama
bunları yontan heykeltıraşların birer putperest olmadıklarını iddia
edemeyiz. İmparator öldükten sonra yeniden varoluşun bu mezarda
olacağına inanıyordu. Askerleri de aynı inançtaydı. Hatta heykeltıraşları da!” Sözün arasına bu sefer Sinem girer: “Yontulan her mermerin,
taş kalıbın veya pişmiş toprağın heykeltıraşlarının birer putperest
olması iki bin beş yüz yaşındaki bu heykelleri birer put yapar mı?”
Konuşurken eli havada kalan Tahsin, “Hayır, tabi ki ne binlerce yıl
önce ne de şu anda yontulmuş her taştan, mermerden veya pişmiş
topraktan heykele put gözüyle bakamayız! Zaten öyle olsaydı, heykel
bölümünü tercih etmezdim. Ancak her bir olgu ve olayı besleyen niyetlerin iyi değerlendirilmesi gerekir. Aksi takdirde sanat icra edelim
derken toplumsal hafızayı geçmişin arkaik inançlarına itmiş oluruz. Bu
da bir sanatçının görevi değil” diyerek sözünü tamamlar.
Jülide, gerçeklik ve bunun yansımalarının tek başına maddeyle anlaşılamayacağını ilk kez Heykel Ordusu Mezarında anlar. Büyük
bir medeniyetin yaşandığı bu bölgede ortaya çıkarılan heykellerin tek
başına bir uygarlık seviyesini yansıtabileceğini düşünmez. Jülide, “Hocam, pişmiş binlerce toprak heykelle bize anlatılmak istenen başka
şeyler olmalı, bunların amacı sadece imparatoru korumak olamaz!”
diyerek yeni bir tartışmanın yolunu açar. Nazmi, buna farklı bakış açısı
getirir: “Tarafsız olarak baktığımızda onlarca yıl devam eden ve binlerce işçinin durmadan çalışarak yaptığı bu eserlerin tek amacı vardı.
O da Çin Devleti’ni kuran imparatorun emirlerinin öldükten sonra da
yerine getirilmesini sağlamak. Ancak olguların ortaya çıkmasında
olayların görünen yüzlerinden daha çok görünmeyen yanlarından da
‹ 70 ›
ÖZCAN YAZICI
faydalanırız bazen.” Jülide olguların veya olayların her zaman birer
gizemli tarafının olduğunu düşünse de bunun kendi gerçekleriyle tezat oluşturmamasına dikkat eder. Jülide, “Olağanüstü eserlerin arka
planında yine olağan üstü amaçlar mı aramalıyız?” diye ilk aklına gelen soruyu sorar. “Hayır, tabi ki değil, her olağanüstü eserin arkasında
olağan üstü amaçlar aramamıza gerek yok” diye devam eder Nazmi
ve ekler: “Ancak çok basit gibi görünen eserlerin arkasında olağan
üstü ya da doğaüstü amaçların olabileceğini de göz ardı etmememiz
gerekir.” Buraya gelene kadar bölümüyle ilgili gördüğü veya yaptığı
eserlerde herhangi bir doğaüstü amaç aramamıştı. Bunu araması için
de fazla neden yoktu. Zira kitaplardan gördükleri dışında gözle gördüğü ve dokunabildiği yapıtlar ya hocalarının ya da kendisinin veya diğer
öğrencilerin eserleriydi. Paris’le başlayıp Çin’le devam eden ziyaretlerinde okuduğu bölümün aslında sadece taş yontmacılığıyla açıklanacak tarafı yoktu. Hatta insanın bizzat kendisini yansıtan hatta daha
ötesini ifade eden yanları vardı. İnsan heykelinde taklitten ötesi vardı.
Buradaki gibi binlerce heykelin ifadelerinde tüm insanlığın ortak duygularına rastlamak mümkündü! Ölen bir imparator da olsa gömüldüğü mezarın karşısında pişmiş topraktan binlerce askeri sonsuza kadar
emri altında tutan duyguyu basit bir heykel sevgisiyle açıklamak güçtü.
Tahsin ortama hâkim olan sessizlikte söze girer ve Jülide’nin
sorularına cevap vermeyi dener, “Zihinlerimizi kurcalayan kavramlar,
her bir olay ve olgu karşısında değişiyor. Yani gerçeklikle bunun yansımaları arasındaki dengeyi tutturmak zorunda değiliz. Çünkü biz birer
heykeltıraş adayıyız. Biz heykellerimizi yaparız ve insanların beğenisine sunarız. Bundan sonra eserlerimize kimin ne değer vereceğini ne
‹ 71 ›
JÜL DE
önceden tayin edebiliriz ne de bunun için herhangi bir telkinde bulunabiliriz.”
“Konunun Tahsin’in dediği gibi basit geçiştirilecek bir mesele
olmadığını düşünüyorum,” diye söze karışır Jülide. “Hepimiz her yaptığımız davranışın toplumda karşılığının olduğunu biliyoruz. Kötü bir
işle toplumda kötülüğün yolunu açmamız mümkünken iyi bir iş sonucunda toplumu iyiye de yönlendirebiliriz! Yüzyıllar boyunca hatta
binlerce yıl boyunca ayakta kalan toprak heykellerin ifadelerinde
üzüntüyü, kederi veya neşeyi görürüz. Bununla yetinebilir miyiz?
Sanmıyorum! Tüm bu kompozisyona baktığımızda birkaç duyguyla
açıklanamayacak mükemmellikte değil mi sizce de?” diye bitirir sözlerini Jülide.
Jülide kendisinden uzakta bulunan Ülker’in yanına gider. Ülker tartışmalara uzak kalmayı tercih ediyordu. Cavit’in dükkânındaki
konuşmaların etkisinden bir türlü çıkamamıştır. Cavit’le yaptığı konuşma aklına gelir. Onun ölen eşi için yaptığı heykelleri düşündükçe
zamanın sınırlarını aşarak birilerinin halen yaşıyor olabileceğine olan
inancı artar. Belli bir süre yaşamış ve dünyayı terk etmiş bazı insanların hayalleri kendilerinden daha uzun süre iz bırakıyor dünyada. Bunu
Cavit’te görmüştü Ülker. Estetik kaygılarla işlenen her motifin bir hikâyesi, her bir çekiç darbesinin bir sahibi vardı. Onlarca hikâye, onlarca heykeltıraşın ellerinde taşlara, mermerlere işleniyordu. Pişmiş toprağın bedenine işlenen şeyin sadece soğuk motifler olmadığını biliyordu artık. Onlarda birer ruh, birer bakış, birer anı pekâlâ aranabilirdi! Terrakotta’da binlercesinde çok daha fazlası bulunabilirdi. Tüm bu
hikâyeler heykellerin yontulması sırasında işleniyordu. Bu heykellerin
yapılmasına neden olan temel güdünün peşinden gidilmeliydi diye
düşünmeden kendini alamaz Ülker. Kafile askerlerin arasındaki gale‹ 72 ›
ÖZCAN YAZICI
ride yürümeye yeni başlamışken, Jülide Ülker’e dönerek, “Etkileyici
değil mi?” der.
Ülker: “Evet, hem de çok etkileyici!” diye cevaplar. Ancak bakışlarını sağ çaprazında yürüyen Ahmet’ten alamıyordu. Gözleri Ahmet’te asılı kalmıştı.
Jülide: “Ahmet’i mi düşünüyorsun?”
Beklemediği anda gelen bu soru karşısında afallar, ne diyeceğini şaşırır. Kısa bir suskunluktan sonra, hüznünü içine gömerek, “Ondan vazgeçemiyorum!” diyerek Ahmet’e bağlılığını tekrar gösterir.
“Onunla konuşmalısın! Bunun bir sonu olmalı!” diyerek Ülker’in ağzını yoklar. “Konuştum, evet!” diyerek sözlerine devam eder
Ülker, “Ahmet’in benden haberi bile yok Jülide. Düşünebiliyor musun?”
Jülide koluna girdiği Ülker’le birlikte kafilenin gerisine düşerler. “Her zaman her istediğimiz olmaz Ülker! Bunu görmelisin!” der
Jülide. Uzun bir konuşma yapmaya hazırlanan Ülker, “Üç yıl Jülide, üç
yıldır seninle birlikte geçirdiğimiz her anımda o da vardı. Odada, mutfakta, okula giderken, ders çıkışlarında hep o vardı. Belki abartmış
olabilirim ama vardı! Benden şimdi ondan vazgeçmemi mi istiyorsun?
Buna kimsenin hakkı yok Jülide. Buna ne diyeceğim şimdi! Karşılıksız
aşk mı? Aptallık mı? Saflık mı? Bunun adı yok Jülide! Bunun tek bir
tanımı var, o da yüreğime söz geçirememem. Ne kadar unutmaya
çalışsam da işte önümde yürüyor. Buna da kader mi diyeceğiz! Bence
kaderi yanlış anladık biz. Kader, gözümüzün önünde yiten hayatların
adı olmamalı. Göz göre göre kayıp giden mutlulukların yuvarlandığı
bir çukurun adına kim kader dediyse halt etmiş!” Kısa bir suskunluk‹ 73 ›
JÜL DE
tan sonra, “Kader koca bir muamma değil Ülker, herkes kendi yaptığının karşılığını yaşamıyor mu?” diye bitirir sözünü Jülide bir soruyla.
Atölyede Ahmet’le ne konuştuğunu merak etse de Ülker’in sözlerinden az da olsa bunu tahmin edebiliyordu. “Jülide ben Ahmet’i kaybetmek için ne yaptım, söyler misin!” diye çıkışır Ülker. Bu soru karşısında söyleyecek bir söz bulamaz Jülide.
Bir yandan en yakın arkadaşının aşkına karşılık bulamadığı bir
adamın aynı zamanda kendisine karşı ilgi duyduğunu düşündükçe işin
içinden çıkılmaz bir hal aldığını düşünmekten de alıkoyamaz kendini
Jülide. Zira Paris’te yaşanan kıskançlık ve sonrasındaki yalnızlığı tarifsiz bir tecrübe olmuştu kendisi için.
“Bugünlük bu kadar! Gidiyoruz!” diye seslenen Nazmi, kafilenin gitme vaktinin geldiğini anons eder. “Hocam henüz görmediğimiz
eserler var!” diye seslenir Eylem tartışmalardan uzakta yürüdüğü
süvarilerin yanından. “Yine geleceğiz, o zaman görmediğiniz eserleri
inceleyecek daha fazla zamanınız olacak” diyerek tüm kafilenin çıkış
kapısına doğru yönelmesinde ısrar eder. Niu ve Fuhan, atalarıyla ilgili
bir iz daha keşfetmiş olmanın haklı huzuru içinde kafileyle birlikte
yürürken bir yandan da göz atmak için aldıkları Kırmızı Kitap’taki deridekine benzer işaretlerin bulunduğu sayfayı okumaya çalışırlar.
Nazmi’ye dönerek, “Bu sayfada ne yazıyor? Belki aradığımız şey bu
sayfada yazılıdır!” diyerek sırrın yüzlerce yıl öncesinden kendilerine
ulaşacak bir mesaj olabileceğini söylerler. Nazmi kitabı onlardan alır.
Zaten ödünç aldığı kişiye kitabı bir başkasına vermeyeceğine dair söz
vermişti. “Olabilir Niu! Bu akşam sayfayı inceleyeceğim. Eğer bu gizemin açığa çıkarılmasıyla ilgili herhangi bir ifadeye rastlarsam, bunu
sizinle paylaşacağım” diyerek Niu’yu rahatlatır.
‹ 74 ›
ÖZCAN YAZICI
Heykel Ordusunun arasından çıkış kapısına yürürken Jülide’nin gözlerindeki ifade iyice parlaklaşır. Üzerlerine giydirilen askeri
üniformalar olmasa bir müsamere esnasında dondurulmuş devasa bir
tiyatronun ortasında sahne almaya hazır görünüyordu. Heyecanla
önüne geçen Ahmet, Ülker’den kaçırdığı bakışlarıyla Jülide’yi göz
ucuyla süzer. Tüm kafile sessizce müzeyi terk ederek misafirhaneye
giderler.

Meltem üç yerde kesişen işaretlerin gizemini çözmesi için
Anwen’den yardım ister. Akşam yemeğinden sonra misafirhaneye
gelen Anwen, “Çok ilginç! Böyle bir şeye ilk kez rastlıyorum!” diyerek
şaşkınlığını gizleyemez. Anwen, Nazmi, Meltem ve Niu misafirhanenin
yönetici odasında toplantı yaparlar. Niu, “Nazmi ve Türkiye’den gelen
kafileyi tanıdığımdan dolayı çok mutluyum! Onları tanımasaydım bugün bu gizemin sırrına bu denli yaklaşamazdım!” derken içindeki heyecanı gizleyemez. “Ben de Nazmi’yi ve kafilesini tanımış olmaktan
dolayı mutluluk duyuyorum!” diyerek Nazmi’nin Çin heykel sanatına
ve sanat tarihlerine vermiş olduğu katkıdan dolayı minnettarlığını
gizleyemez. Kitabın zırh ve derideki işaretle kesişen sayfasını açar
Nazmi: “İşaretin ne anlama geldiğini bilmiyorum. Ancak…” Nazmi
sözlerine devam ederken Anwen sol çaprazında yazıları okuyabilecek
yakınlıkta oturduğu kitabı inceler. Nazmi’nin sözünün arasına girerek,
“İşaretler bunlar mı?” diyerek kendisi için de hiçbir anlam ifade etmeyen işaretleri inceler. Yakın gözlüklerini takar ve burnuna düşürür.
Anwen yetmişe yaklaşan yaşıyla dünyada tanınmış bir sanat tarihçisidir. Yaptığı çalışmalarla sadece Çin tarihini aydınlatmakla kalmamış,
özellikle doğu mistisizmi ve dinler tarihi hakkında birçok eserin de
yazarıdır. “Bu tür işaretleri ilk kez görüyorum,” diyerek Niu’dan deriyi
‹ 75 ›
JÜL DE
kendisine vermesini söyler. “Deridekiyle Kitaptaki işaretler birbirinin
aynısı” der alçak sesle. Kitabın diğer sayfalarında farklı işaretlerin
olduğunu gören Anwen, “Diğer sayfalarda da bize anlamsız gelebilecek işaretler var. O işaretlerin de farklı varlıklarla eşleşmelerinin olduğunu düşünebiliriz. Kitabın yazılmasında şifreli bir yol izlenmiş anlaşılan. Birbirine benzeyen işaretlerin bulunduğu eşyalarla kitaptaki ilgili
sayfa arasında bağlantı var. Sonraki nesillere bir mesaj olabilir!” Kısa
bir değerlendirme yaptıktan sonra, Fransızca bilmediğini söyler
Anwen. Bunun üzerine Nazmi söze tekrar girerek, “Ben biliyorum,
müsaade ederseniz okuyayım!” der.
Anwen: “Tabi, sizi dinliyoruz!”
Nazmi: “Yemin olsun ki biz insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık.”
Sayfadaki ilk cümleyi duyan Anwen eliyle Nazmi’nin eline dokunur, “Bu söz muhteşem! Bu sözün üç bin yıl önce kitaba girdiğinden
emin misiniz?” der.
Nazmi: “Hayır, bundan kimse emin değil! Çünkü kitabın yazımı eski Mısır’daki rahiplere kadar uzansa da kitabın tamamlanması
17. Yüzyılın sonlarına kadar devam eder. Dolayısıyla sonraki dinlerden
ve inanç sistemlerinden mesajlar yer alıyor.”
Niu: “Bu sözün bir insana ait olması mümkün değil. Yaratmaktan bahsediyor, dolayısıyla bu sözün ilahi bir kitaptan buraya geçmiş
olması gerekir. Belki de bu sözün hangi dine ait olduğunu tespit edebilirsek atalarımın hangi dine inandıklarıyla ilgili de ipucu elde etmiş
olabiliriz.”
‹ 76 ›
ÖZCAN YAZICI
Meltem, Nazmi’nin donakalmış gözlerine dikkat kesilir. Bir
yandan sayfanın devamını neden okumadığını merak eder diğer yandan da Anwen’in bu sözle ilgili bir şeyler söylemesini bekler. “Ne düşünüyorsun Anwen?” diye Çinli dostuna sözü bırakır. “Bu ilahi sözde
insanın yaratılışı anlatılıyor. Üç işaretin kesiştiği sayfada insanın şekillenmiş balçıktan yaratıldığından bahsetmesi de sonraki nesillere bir
mesajdır. Yaratılışın yüce bir kudretin eseri olduğuna yemin edilerek
anlatılıyor. Niu’nun da dediği gibi bu sözün hangi kutsal dine ait olduğunu bilmemiz gerekiyor.”
Nazmi: “Evet haklısınız! İsterseniz önce bu sözün hangi dine
ait olduğunu araştıralım. Kitabın devamını o bilgiyle okumaya devam
ederiz!” Toplantıda bulunanlar bu öneriyi kabul ederek odalarına
çekilirler.

Misafirhanenin terasında günün yorgunluğunu tek başına atmaya çalışan Jülide, gözlerini gökyüzündeki yıldızlara dikerek “Allah’ım sen ne büyüksün, kudretini her yerde bizlere gösteriyorsun!”
diyerek mırıldanır. Terasta birkaç masada oturan dört beş kişiden
başka sadece kendisi vardı. Karanlığın sessizliğini Çinli öğrencilerin
konuşmaları bozuyordu. Ancak yine de sessizliğin sesi, çevresindeki
gürültülere baskın geliyor, iç huzurunu sağlam bir kale gibi sarıyordu.
Dünyanın herhangi bir yerindeydi. Haritada bulmakta zorlanacağı
kadar küçük bir şehirde, orta sevideki bir misafirhanenin terasında
boyunlarına asılan bir mesajdan başka hiçbir şeyi yoktu: “Yemin olsun
ki biz insanı kuru bir çamurdan yarattık.”
‹ 77 ›
JÜL DE
Niu toplantıdan çıkar çıkmaz büyük bir heyecanla terasta toplanan öğrencilere Kırımızı Kitabın ilk cümlesini anlattığında, Jülide,
bundan sonraki zihinsel macerasında içini doldurması gereken büyük
bir boşluğun açıldığını da hissetmişti. Jülide dini bilgi yönünden kendisini her zaman eksik hissetmiş olsa da bunu telafi edecek fırsatı bir
türlü bulamamıştı. Çevresindeki tüm öğrenciler gibi aileden gördüğü
dini öğretiye sahipti. Okuduğu okullarda aldığı dini bilgi ise onun kabaca bir din tasavvuruna sahip olmasına yardım etmişti. Ancak hayatın tam ortasından yüzüne çarpan ilahi bir mesaj karşısında nasıl bir
tutum takınacağını şaşırır. Bu şaşkınlığı diğer arkadaşları kadar Çinli
öğrenciler de yaşar. Hele bu denli önemli bir mesajla üniversite hayatının en önemli ziyaretlerinden birinde, onda derinlikli felsefi ve dini
düşüncenin kapılarının açılmasına yol açmıştı. Birbiriyle birleştirmesi
gereken onlarca yapboz parçası vardı sanki! Bu yapboz parçaları heykellerin işlenmiş kalıplarıydılar. Ancak taşın sertliğinde duygusal devinimler meydana getiren motiflerin birinde şimdi cevabını bekleyen bir
o kadar da sorunun fitili ateşlenmişti.
Jülide şimdi gecenin koynunda uygarlığın beşiğinde tek başına
sallanıyor gibiydi. Görmediği bir el onu sonsuz bir bilinmezin karanlıklarında mı uyutacaktı, yoksa sınırsız hikmetin aydınlığına mı uyandıracaktı! Aklını kurcalayan yüzlerce soruyla gökyüzünün derinliklerine
dalıyor, mesleğiyle inandığı değerler arasında bağlantı kurmaya çalışıyordu. Jülide, şimdi varlığını parçalamadan yokluğun en derin vadilerinden geçmek zorundaydı. Önünde aşması gereken zorlu bir yol duruyordu. Yokluğun sınırlarını gezdiği müzelerde ve hatta elleriyle
yonttuğu heykellerde duyumsayabilmişti. Kaba bir taşın sertliğine
değen madırga ve keskilerin seslerinde ortaya çıkan yeni bir büstün
gözlerinde yokluğun mavimsi, soğuk ve cılız sınırlılığını duyumsamıştı!
‹ 78 ›
ÖZCAN YAZICI
Ancak bunu izah etmeye ne gerek duymuştu ne de bunun izah edilecek bir büyüsü vardı ona göre. Uygarlığın onun önüne koyduğu değerler, onda heykele karşı bir istek doğurmuş, mesleğini belirleyen bu
kader çizgisi heykellerle arasında tanımlayamadığı bir bağ kurmuştu.
Ancak şimdi, yüzlerce yıl öncesinden gelen mesajla tekrar irkiliyor,
heykel ordusunun açtığı yoldan yürümeye mecbur hissediyordu kendisini! Oradan yürümeliydi!
“Herkes konferans salonuna!” diyen bir sesle irkilir Jülide.
Seslenen terasın kapısından başını uzatan Tahsin’den başkası değildi.
Terasta birkaç Çinli dışında kendisinden başka kimse yoktu. Gecenin
yarısını geçmesine rağmen konferans salonunda eksik kimse yoktu.
Öğrencilerle birlikte Çinli Fuhan ve Niu’da salonun en ön koltuklarında
yerlerini almışlardı. Nazmi söze başlar: “Niu’nun derisinde,
Terrakotta’daki heykelin üstünde ve Kırmızı Kitaptaki işaretlerin birbiriyle benzerlik göstermesi bize bazı gerçekleri gösteriyor. Bizi ilgilendiren yanıyla baktığımızda geçmişin tüm değerlerinin medeniyetin ortak hafızasında mutlaka yer bulduğunu kanıtlıyor. Heykellerin sonsuza
dek birer kültür elçisi görevi gördüklerini bir kez daha gördük. Zamanın herhangi bir kesitinde yapılan önemli bir işin veya söylenen değerli bir sözün kaybolup gitmediğini görmek çok güzel!”
Nazmi’den sözü alan Meltem: “Anwen ve Niu ortak işaretlerin
gizemini çözmemizde bize çok yardımcı oldular. Onlara çok teşekkür
ediyoruz! Niu, atalarıyla ilgili elindeki deri parçasının izini sürerken,
insanlığa üstünde düşünmesi gereken büyük mesajlar bıraktı. Bunlardan birisi Kırmızı Kitap’taki mesajlardır. Tüm işaretler bizi Kırmızı Kitaba yönlendirdi.” Meltem, eliyle Niu’ya işaret ederek konferanstakilere
düşündüklerini anlatmasını ister. Niu çok iyi olmayan İngilizcesiyle
konuşmasına başlar: “Atalarımdan bana ulaşan deri parçasının öğret‹ 79 ›
JÜL DE
tiği en büyük gerçek, Kırmızı Kitaptaki benzer işaretlerin bulunduğu
sayfanın yazıcısının atalarımdan birileri olmasıdır. İlk cümlesinin
Kur’an’dan bir ayet olmasından dolayı ise Müslüman olduklarını öğrendim. Heykel ordusunun yapılış tarihi milattan önce 200’lü yıllara
kadar gitmesine rağmen, İslamiyet’i kabul eden atalarımın da olduğunu öğrenmiş bulunmaktayım!” Niu, salondakilere teşekkür ettikten
sonra yerine oturur.
Nazmi yerinden kalkarak bir hazinenin ipuçlarından bahseden
ses tonuyla salondakilere: “Yaşamımıza sığmayacağını düşündüğümüz
birçok şey vardır. Sadece küçük bir tesadüfle yüzlerce yıllık sırların
kapılarını açmak da mümkün! Bir günde yaşadığımız tam da budur.
Hayatımızdaki imajlar, meslekler veya inançlarımız mutlaka bir yerlere
dayanıyor. Her biri birbirinden doğmuş da olabilir. Bunun kesin yargısına varmamız şimdilik mümkün değil. Bir heykelin zırhından yola
çıkarak Kur’an’dan bir mesaja ulaşmış olmamız bir tesadüf mü?”
Nazmi, kendi sorduğu soruya kendisi cevap verecekti ki Tahsin söz
isteyerek ayağa kalkar ve konuşmaya başlar: “Hayatta tesadüflere yer
yoktur! Biz inançlarımızı ve hayallerimizi gördüklerimize ve işittiklerimize göre kurgularız. Ve hatta yaşadıklarımızdır bizi biz yapan!”
Tahsin, ilk heyecanını attıktan sonra, Nazmi’nin sözünü kestiğini düşünür ve oturmak ister. Ancak Nazmi eliyle Tahsin’e işaret ederek, “Devam et!” der. “Gerçekliğin kendisini hayatın tam ortasında
ararız. Belki gerçekliğin değil ama yansımalarını orada bulabiliyoruz.
Ulaştığımız şeylerin ise birer gerçeklik olduğuna inanırız ve öylece
yaşamaya devam ederiz.” Nazmi, Tahsin’in sözünü keserek şöyle der,
“Ne demek istiyorsun yani!” Tahsin: “Demek istediğim şu; hepimiz bir
yerlere aidiz. Sosyal yapımız, hayallerimiz ve inançlarımızla kendimizi
ait hissettiğimiz gruplar, inançlar veya sosyal sınıflar var. Ancak bunla‹ 80 ›
ÖZCAN YAZICI
rın hepsinin üstünde varlığımızın aidiyetini bildiren bir mesajla karşı
karşıyayız. Pişmiş topraktan yapılmış bir heykelin koynundan çıkan bu
mesaj ‘yemin olsun ki biz insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara
balçıktan yarattık’ diyor.”
Nazmi, söze tekrar girerek “Evet ama sayfada başka mesajlar
da var!” Tahsin: “Tek başına bu mesaj bile gerçekliğin yapmakla yaratmak arasındaki fark kadar büyük olduğunu göstermiyor mu? Yansımalarla geçen bir hayatın sonunda gerçeklikle karşılaşıyoruz. Ancak
gerçekliğin hangi tonunda olduğumuzu anlamak için yine bilgiye, belki
de çok daha fazla bilerek yaşamaya ihtiyacımız var!”
Jülide, Çin’e geldiklerinden beri mitolojik bir efsanenin içinde
yaşıyor gibiydi. Heykeltıraşlarını görmediği binlerce heykel, Kırmızı
Kitabın olağanüstü mesajları ve tarihi binlerce yıl öncesine uzanan bir
uygarlığın gizemli kültüründen gelen işaretler mitolojik bir hikâyenin
parçası gibi görünüyordu ona. Bu efsanenin bir kahramanı olmak üzereydi belki de! Sadece o değil, geziye katılanların her biri bir gün içinde bu mitolojide yerini almıştı. Jülide zaman ve mekân arasında yer
alan ince zarın kırılmasına şahit olmanın tarifsiz duygusunu yaşıyordu
şimdi. Niu’nun atalarından günümüze kadar ulaşan miras ile inandığı
kitabın mesajı birbiriyle kesiştiğinde zamanla mekân arasındaki ince
çizgiyi ayıran örtünün çok da uzağında olmadığını fark eder. “Hep
boşuna aramışım!” diye içinden geçirir. “İşte önümde! Tarifsiz bir
zaman ve mekân ayracına ellerimle dokunabilmek için bugünü beklemem gerekiyormuş!” diye sıralanır cümleler birbiri ardınca zihninin
bir yerlerinde. Jülide, elini uzatsa sonsuzluğun sırlarına dokunacak
gibiydi. Gökyüzündeki yıldızlara hiç yakın olmadığı kadar yakındı şimdi. Milyonlarca ışık yılı uzaktaki yıldızlara dokunabiliyordu. Hayal ettiği her şey ona aitti. Kavrayabildiği, inanabildiği her şeyin sahibiydi.
‹ 81 ›
JÜL DE
Salonda konuşulanların iç konuşmalarını bastırmasına izin vermiyordu. Buna izin veremezdi; çünkü yüzlerce yıl öncesine ait olayları şimdiki aklıyla değerlendirmesi gerekiyordu. Bunu yaparken dönemin
şartlarına geri dönmek ve heykelleri, heykeltıraşları, hatta ayetin kitaba girdiği tarihteki koşulları birlikte değerlendirmeliydi. Düşünceleri
kelimesiz, imajları resimsiz düşünmeliydi. Böyle yapmadıkça zamanı
sınırlayan tüm şekiller, onun gerçeğe biraz daha yaklaşmasına engel
olacaktı. Şimdi bir şey yapmalıydı, hayalinde bir gökyüzü düşünmeli,
tüm yıldızları silmeli ve yerlerine milyonlarca heykel dikerek altına
büyük harflerle “Yemin olsun ki biz insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara bir balçıktan yarattık” ayetini yazmalıydı. Şimdi göğe
baktığında gördüğü tek şey hakikatti. Tüm heykellerin kuru birer çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yapıldıklarını gördükçe zaman ve
mekânın aslında birbirinden ayrı parçalar değil, aksine öncenin ve
sonranın sınırsızlığında zamanın bir ‘an’ ve mekânın ise insanın tecrübesiyle paralel gelişen maddeler bütünü olduğunu kavrıyordu.
Düşüncesinden geçen tüm sesler ortadan kaybolur, düşünce
sadece bir düşünüş halini alır. Heykelin koynundan çıkan mesaj da
soyut bir düşünüşe dönüşerek inanç halini alıyordu. Jülide, salondaki
konuşulanlara geri döndüğünde sözü Nazmi almıştı. Nazmi’nin akıcı
ve ikna edici konuşmaları onu her zaman etkilemişti.
“Sayfada Kur’an’dan ayetin bulunması çok manidar. Bölümümüzün konusu heykelden insan figürlerini farklı duruşlarda, farklı
duygularda ve farklı ortamlarda yontmaktır. Dolayısıyla ayetin varoluş
ve yaratmayla ilgili olması, insanın bire bir benzerini pişmiş topraktan
yapan Çinlilere hitap ediyor olması, bizi de doğrudan ilgilendiriyor!”
diye söze başlar Nazmi. Ortak işaretin bulunduğu sayfadaki diğer mesajlarla konuşmasına devam eder konuşmasına Namzi: “Dünyadaki
‹ 82 ›
ÖZCAN YAZICI
herkes birleşse birbirine benzemeyen binlerce heykel belki yapabilir
ama bunlardan sadece birine can veremezler! Bunun kudreti sadece
yaratıcı gücün elindedir. İnsanlık binlerce yıl gerçekliğin izinden gitmiş, ancak gerçekliğin insanın yine kendi içinde bulunabileceğini birçoğu kavrayamamıştır. Gerçekliği hep taklitte aramanın bir yolunu
bulmuştur insanoğlu. Yani yansımalarda! Görülen, hissedilen veya
algılanabilen her şey hakkında bir tasavvur geliştirilmiş ama hepsine
hak ettiği değer verilememiştir!” Salonda oluşan sessizlikten fırsat
bulan Eylem söze girer: “Heykel bölümü öğrencileri olarak bizim heykellerin birbirlerine benzeyip benzemediklerini veya bunlara can verilip verilmediğini araştırmak gibi bir görevimiz yok. Biz heykelleri sanatsal kurallara göre yontarız. Aslına uyup uymadığından daha fazla
istediğimiz duyguyu esere yansıtıp yansıtamadığımıza bakarız. Bir
sanatçıyı heykelde ilgilendiren en önemli amaç ve dürtü sanatının
aşkın duygularda uyandırdığı imgelerdir.”
“Buna katılmıyorum!” diyerek Eylem’in sözünü keser Tahsin.
“Bir sanatçının toplumsal bir görevi, hatta amacı yok mudur? ‘Sanat
sanat içindir’ sözü her ne kadar doğruysa ‘sanat toplum içindir’ kuralı
da bir o kadar doğrudur! Binlerce yıllık insanlık tarihinde heykeller
sadece birer kültür öğesi olarak görülmemiştir. Biz işin sanatını yapıyoruz, bu gerçek! Ancak birinin gerçeklik diye gördüğü bir olgu bir
başkası için bir yansıma olabilmiştir. Toplumsal gerçekliğimiz aslında
bizi biz yapan değerlerimizdir. Biri heykele bakarken sadece kendisinden yontulduğu mermer kalıbı görür, bir diğeri yontulurken kullanılan
sanatları görür ama bir başkasının heykelde gördüğü gerçeklik, ruhunun derinliklerindeki tapınma duygusu olabilir!” Eylem tekrar söze
girerek göz göze geldiği Tahsin’e bakarak konuşmasına devam eder:
“Bu dediklerinin sonsuz zaman kavramı içinde fazla bir değeri yok.
‹ 83 ›
JÜL DE
Tarihin bir döneminde yapılan heykellere tapılmış olması diğer tüm
zamanlarda bu sanata karşı duyulan ilgiyi putperestlikle açıklamamızı
gerektirmez.”
“Putperestliği sadece sunaklarda kurban vermek veya karşısına geçip tapınmakla açıklamak, insanlığın inanç dünyasında büyük bir
boşluk açmakla eşdeğerdir,” der Tahsin. “Sonsuz zaman denizinde
bizden önce yaşanan her olayın veya ortaya çıkan olguların bize tüm
açıklığıyla aktarıldığını kimse iddia edemez! Bir olayın görünen yanlarıyla aktarılması tarihi meydana getirir. Toplumların puta tapıp tapmadıklarını sunaklarda kurban vermelerinden veya elleriyle yaptıkları
çeşitli putların karşısında dini ritüeller yapıp yapmadıklarından anlayabiliyoruz. Ya diğerleri, yani heykelleri sadece sanatsal gaye veya
anma amacıyla yaptıklarını iddia edenlerin duyguları!” diyerek sözünü
bitirir.
Eylem tekrar söze karışır: “İnsanın herhangi bir varlığın karşısındaki duruşunu veya duygusunu değerlendirmek hiç kimsenin görevi değil! Heykeltıraşın görevi yaptığı eserin evrensel değerler taşımasını ve sonsuza kadar ayakta kalmasını sağlamaktır.”
“Sanatçı sadece eserinden sorumlu olamaz,” diyerek Eylem’in
dediklerine karşı çıkar Tahsin. Tahsin sözlerine devam ederken
Anwen’in kendisine dikkat kesildiğini fark eder: “Sanatçı eğer sanatı
içteki duygusal patlamalardan ibaret görürse kültürel hayatın ilerlemesini de sadece sanatçının duygularına bırakmış olur. Hâlbuki sanatın içe dönük yanının olmasının yanı sıra dış dünyaya dönük yanları da
vardır. Bu bakışta sanatın ilk muhatabı insandır! Sanatı duygulardaki
rahatlamadan ibaret gören sanatçılar, toplumun manevi gelişimini
‹ 84 ›
ÖZCAN YAZICI
sadece kendi estetik kaygılarına bağlamış olurlar. Toplumun nereye
gittiğini, kültürel hayatta meydana getirdikleri zararı umursamazlar.”
Konuşmaları dikkatle dinleyen Anwen, Nazmi’den kendisine
söz hakkı vermesini ister. “Estetik kişisel bir bakıştır! Sanatçı gördüğü
gibi yansıtır eserini. Bir şair, yazar veya heykeltıraş gördüklerini eserlerine yansıtırlar. Sanatçının görevi sadece içinde yaşadığı anı görmek
değil, öncesini ve sonrasını da görür sanatçı. Bu bakımdan sanatın bir
işlevi de başkalarının göremediklerini insanlara göstermektir,” diye
sözlerine devam ederken Tahsin sözünü keser: “Sanatçının topluma
faydalı veya zararlı olanı gösterip göstermediğini nereden anlayacağız? Çağımızda sanat adı altında güdülen insanların istenmeyen yollara girdiklerini görüyoruz! Sanatçının referansları önemli değil mi?”
Anwen, “Önemli elbette! Sanatçının referansları olduğu kadar geçmişe ve geleceğe nasıl baktığı da sanatını belirler. Bir eserin sadece sanat eseri olup olmadığı ona bakanları ilgilendirir. Sanatçı hangi amaçla
yaparsa yapsın, sanatsever için sanatın kendisi önemlidir ve o eserin
bıraktığı duygusal izlenimle ilgilenir! Bunun ruhunun derinliklerinde
nereye denk geldiğini de pek fazla sorgulamaz. Modern toplum insanı
böyle yapar!” diye sözlerini bitirir ve yerine oturur.
Nazmi kısa bir sessizlikten sonra tekrar konuşmaya başlar:
“Kırmızı Kitap’ta ortak işaretin bulunduğu sayfadaki ayet sadece
Niu’nun ataları hakkında bilgiler vermiyor. Aynı zamanda bir heykelin
varlığında insanın varlığını açıklıyor. Yani sonraki nesillere sadece
soyut ilahi bir mesaj değil varlığın ve yönelişin hakikatini bize bildiriyor.” Eylem: “Bu sadece bir kıyas değil mi? Bundan farklı ne anlaşılabilir ki!” “Sadece bir kıyas değil,” diyerek cevaplar Nazmi. Nazmi sözlerini, “Varlığı zaman ve mekân bağlamında değerlendiren yine insanın kendisidir. Bu nedenle kıyası yaptıran ilahi bir mesaj ise kıyası
‹ 85 ›
JÜL DE
yapan insandır. Sonuçta varlığın merkezinde insan var. İnsanın da
hammaddesi Terrakotta’daki heykellerin yapı malzemesi olan topraktır,” diyerek bitirir.

Toplantı dağıldığında gecenin ortasıydı. Güneşin doğmasına
çok az bir zaman kalmıştı. Herkes yataklarına çekilmiş, cılız bir ışığın
aydınlattığı terasta Jülide tek başına düşüncelere dalmak üzereyken
yanına Ahmet gelir.
Ahmet: “Tek başına burada oturmak için oldukça geç değil
mi?”
“Evet, olabilir!” diye cevaplar Jülide. “Ama düşünülmesi gereken çok şey yok mu sence de?” diye ekler.
“Evet, var tabi ki! Hele bugün görüp işittiklerimizden sonra
üzerinde düşünülmesi gereken şeylerin tahminimizden fazla olduğunu bölüm olarak gördük!” diyerek Jülide’yi Terrakotta’yla ilgili tartışmalardan uzaklaştırmaya çalışır.
Jülide, Ahmet’in kendisiyle ilgilendiğini, kendisine karşı duygusal bir ilgi duyduğunu biliyordu. Ancak Jülide hiç oralı olmadı. Hele
Ülker’in kendisini Ahmet konusunda suçlamasından sonra Ahmet’le
duygusal bir tartışmanın içine girmeye hiç niyeti yoktu.
Jülide, “Sen yat istersen, ben burada oturacağım!” der Ahmet’e gökyüzündeki berrak yıldızlara gözlerini dikmişken.
‹ 86 ›
ÖZCAN YAZICI
Ahmet, “Benim de pek yatmaya niyetim yok. Zaten sabaha az
kaldı, kahvaltıdan sonra biraz dinlenirim!” diyerek Jülide’nin yanından
ayrılmayacağını iyice belli eder.
İkisinden başka kimsenin bulunmadığı terasta birkaç çekirge
sesinin tüm geceyi kapladığı uzun bir sessizlikten sonra Jülide söze
girer: “Ülker çok üzülüyor!”
Ahmet: “Neden üzülüyor? Ben onu üzecek bir şey yapmadım.”
Jülide: “Evet, biliyorum! Ama o benim ev arkadaşım. Onun
için endişelenmekte hakkım var.”
Ahmet: “Ülker’de endişelenecek bir şey görmüyorum. Duygularını fazla abarttı sadece o kadar!”
Jülide: “Bunu nerden biliyorsun?”
Ahmet: “Neyi nerden biliyorum?”
Jülide: “Duygularını abarttığını nerden biliyorsun?” diye üsteler Jülide.
Ahmet: “Ülker benim sadece sınıf arkadaşım Jülide!”
Jülide, aklını kemiren soruyu sormanın tam zamanı olduğunu
düşünür ve aklından ağzına boşalan o soruyu sorar: “Ya ben Ahmet!
Ben de sadece sınıf arkadaşın mıyım?”
‹ 87 ›
JÜL DE
Ahmet, bu soru karşısında afallar. Aslında Jülide’nin yanında
bulunmasının nedeni buydu. Ama bunu belli etmek gibi bir niyeti
yoktu.
Ahmet: “Jülide, Paris’te olanlardan dolayı üzgünüm. Gece Paris sokaklarında tek başına dolaşman beni oldukça etkiledi. Hatta..!”
Jülide, Ahmet’in sözü dolaştırarak cevap vermekten kaçmaya çalıştığını fark eder ve sözünü yarıda keser.
Jülide: “Ahmet! Sorumun cevabı bu değil! Paris’te Ülker’le
tartıştım. Birbirimizi kandırmaya gerek yok. Ülker sana âşık. Ve seni
benden kıskanıyor. Bundan dolayı da çok üzülüyorum!”
Ahmet: “Neden üzüntü duyuyorsun?”
Jülide: “Ahmet, bunu sen anlayamazsın! Belki de anlamak
istemiyorsun! Ülker, üniversitede tanıştığım ilk arkadaşım ve birbirimizi çok seviyoruz.”
Ahmet: “Onu kastetmedim. Ülker’in beni senden kıskanmasına neden üzülüyorsun?” Jülide, soru karşısında şaşkınlığını gizleyemese de Ahmet’in ne demek istediğini tahmin eder.
Jülide: “Hiçbir şey düşünemiyorum Ahmet, bunu bilmeni istiyorum. Bilmek istediklerimi öğretmenlerimden ve gezdiğimiz yerlerdeki sanat eserlerinden öğreniyorum. Beni şimdi ilgilendiren tek şey
bu!”
Ahmet: “Jülide, neden anlamak istemiyorsun!”
Jülide: “Neyi anlamamı istiyorsun?”
‹ 88 ›
ÖZCAN YAZICI
Konuşmaları gecenin ortasında yankılansa da ayakta konuştuklarını işitecek hiç kimse yoktu.
Ahmet, “Jülide, seni seviyorum!” der. Jülide, aniden gelen bu
aşk ilanı karşısında bir an afallasa da Paris gezisinden sonra onun da
beklediği bir şeydi. Jülide, Ahmet’in kendisine karşı duygularını anlamak istese de bir türlü anlam veremez. Çünkü Ahmet’in kendisine
karşı duygusal yakınlık duymasına neden olabilecek herhangi bir davranış göstermemişti. Bundan emindi. Jülide, hayata karşı duygusallık
beslemenin önemine inanmaz. Sadece salt gerçeklikler vardı ona göre. Duygusallık ve ahlaki değerlerin de bu gerçekliklerden doğabileceğine inanırdı. Güven, sadakat veya başka bir ahlaki erdemin sevmek
için yeterli olabileceğine inanır. Hele tek görüşte âşık olmanın kendisi
için lüks bir duygu olduğuna inanıyor, bunun gereksiz hatta çoğu zaman da yaşamdaki gerçekliklerin görünen yüzlerini örten bir tutku
olduğunu düşünürdü.
“Ahmet, benim hakkımda yeterli bilgiye sahip olduğunu düşünüyor musun?” diyerek aklına gelen ilk soruyu Ahmet’in cevap bekleyen yüzüne çarpar. “Bunun benim için çok fazla önemi yok!” diye
cevaplar Jülide’nin gözlerinde kaybolurken. Ahmet, “Jülide, ben sana
aşığım, bunu söylemenin zamanı geldi!” diyerek sözünü tamamlar.
Jülide: “Sadece aşk öyle mi? Peki güven, sadakat veya özveri.
Bunların hiç önemi yok mu?”
Ahmet: “Bunların önemsiz olduğunu kim söyleyebilir! Ama
hayatı çepeçevre çevreleyen duygunun aşk olduğunu göremiyor musun?”
‹ 89 ›
JÜL DE
Jülide: “Hangi aşk? Çocukları annesiz veya babasız bırakan aşk
mı? Sen hangi aşktan bahsediyorsun? Hayatları parçalayan, güven
duygusunu yıkan, sonu hastanede veya huzur evinde son bulan aşklar
mı?”
Ahmet: “Hayır, onu demek istemedim!”
Jülide: “Ahmet, hayatı çepeçevre çevreleyen bir aşk var! Bundan kuşkum yok! Ama bu aşk sadece yakışıklı bir erkeğin dalgalı saçlarında veya fiyakalı sözlerinde gizli değil! Bu aşk, güzel kızların çalımlı
tavırlarında veya aldatıcı bakışlarında gizlenmiş de değil! Aşk hayatın
kendisidir, inancım budur! Hayatı ve varlığın değerini anlamaya çalışmak varken ihtimaller üzerine kurulu bir hayat düşlemiyorum!”
Ahmet: “Sana karşı duygularımı olasılık olarak mı görüyorsun?”
Jülide: “Hayır, tabi ki öyle görmüyorum! Sen kendine göre
haklı olabilirsin. Hem ‘hayat sadece kabullerimizden ve inançlarımızdan meydana gelir’ diyen sen değil miydin?”
Ahmet: “Evet, bunu savunuyorum. Ama gönül işlerini bir kabul veya inanç olarak görmek..!”
Jülide, Ahmet’in sözünü yarıda keser: “Her düşüncemiz ve
inancımız birer kabuldür. Bunlar gibi duygularımız da birer kabulden
ibarettir. Bunu görmelisin!”
Ahmet, Jülide’nin oturduğu masadan kalkarak terasta kısa
adımlarla amaçsız dolaşmaya başlar. Bir Jülide’ye bir gökyüzüne bakar. Gökyüzü berrak, yıldızlar tüm ışıklarını Çin’in bu arka mahallesin‹ 90 ›
ÖZCAN YAZICI
de kalmış misafirhanenin terasına yansıtıyordu. Gecenin sabaha en
yakın zamanı… Az katlı binaların ardında ufukta güneş doğmadan
önceki kızıllık kendini göstermeye başlıyordu. Ahmet, düşlerini bu 2.
Sınıf misafirhaneye terk edip gitmek niyetinde değildi. Terasın kenarından yürüyerek Jülide’nin oturduğu masanın karşısındaki masaya
dayanır. Bir eliyle masaya dayanırken diğer elini konuşmalarının etkisini güçlendirmek için kullanır.
Ahmet: “Seven bir kalbin yıkılışını kabullerle nasıl açıklayabilirsin! Kabullerimiz bize hayatta yol gösterir. Yaşama dair kabullerimizle hayat görüşlerimizi kurgularız. Ancak herhangi bir insanla ilgili
duygusal bağlılığın kabullerle açıklanabilir fazla bir yanı yok sanırım.
Aşk aşktır, nefret ise nefrettir.”
Jülide, “Belki dediğin kısmen doğru olabilir! Duygusal yönelişlere nazaran hayatın döngüsünü yöneten şeylerin kavramlar olduğuna inanıyorum. Annemiz, babamız ya da bu dünyadan göçmüş atalarımız bize bir dünya bıraktılar. Bu dünyayı onların bıraktıkları yerden
alıp daha ileriye götürecek olan yine bizleriz. Bunu yaparken duygularımızdan daha çok onların oluşturdukları kavramlardan yola çıkarız.
Onları yorumlar, onlara göre yaşarız!” diye sözünü bitirirken Ahmet’te
bezmişlik duyguları baş gösterir.
Ahmet, masaya bıraktığı yeleğini alarak sırtına geçirir. Hava
gün içinde sıcak olmasına rağmen akşamları biraz daha serindi.
“Duygularımızı matematik formüllerle açıklayamayız! En azından bunu yapanı şu ana kadar daha görmedim!” diye Jülide’ye sitemli
çıkışta bulunur Ahmet. “Matematik değil Ahmet, gerçeklerden bahsediyorum. En yakın arkadaşım sana âşık ve belki senin bana karşı
‹ 91 ›
JÜL DE
hissettiklerini o sana karşı hissediyor. Sence ortada mantıklı bir durum var mı?” derken Ahmet’in yüzüne bakar. Ahmet, bir an duraksadıktan sonra, “Aşkta mantık olmaz. Mantık sadece ilişkilerin kesiştiği
yerde devreye girer. Mantık kimi isterse onu seçer!” diye üstelemeye
devam eder.
Jülide: “Benden seni seçmemi istiyorsun öyleyse?”
Ahmet: “Hayır, ben seni seçtim, Ülker’i değil! Onu demek
istiyorum.”
Jülide: “Bu çok küstahça olmadı mı?”
Ahmet, “Olmadı” der.
Sabah ilk ışıklarını yeryüzüne yaymaya başlamışken Ahmet
odasına gitmek üzere yavaşça merdivenlere yönelir.
Misafirhane’deki öğrencilerin alt kattaki yemekhaneye geldiklerini gören Jülide, toparlanarak odasına iner. Odasında birlikte kaldığı
Eylem’in “Ne zaman kalktın?” sorusu karşısında şaşıran Jülide cevap
vermeden yüzünü yıkamak için lavaboya gider. Döndüğünde Eylem
yatağını düzeltiyordu. Jülide, “Çok yorgunum!” der. Eylem: “Evet haklısın dün yoğun bir gündü, ama çok da heyecanlıydı! Sence de öyle
değil mi?” Jülide biraz duraksadıktan sonra kafasını onaylar şekilde
sallayarak, “Evet öyleydi!” der. Eylem, “Ben çıkıyorum” diyerek yemekhaneye gider. Jülide yatağına oturur, dirseklerini dizlerine dayar
ve başını iki elinin arasına alarak gözlerini ovuşturur. Gözlerinden
uyku akıyordu. Bu halde yemekhaneye çıkmak istemiyordu, biraz
dinlenmenin iyi geleceğini düşünerek elbiseleriyle yatağına uzanır.
‹ 92 ›
ÖZCAN YAZICI

Jülide erken kalkması gerektiğini bildiği halde çalar saati kapatıp uyumaya devam eder. Akşamdan kalma yol yorgunluğuyla bavulunu girişteki ayakkabılığın yanına bırakan Ülker, elbiseleriyle kanepenin üzerine zor atmıştı kendini. Çalar saatin ziliyle uyanan Jülide, baygın gözlerle odayı süzerken İstanbul’a geldiğine inanmak istemez. Zor
da olsa İstanbul’un sokaklarına çıkmak, okula, kırtasiyeye ve diğer
tüm ihtiyaçları için hayatın içindeki yerini almak zorundaydı. Ülker’in
henüz uyanmadığını fark eder, “Ülker! Ülker!” diye seslenir ümitsiz
şekilde. İstanbul’un sonbahar rüzgârı cama çarparak gürültüyle dağılıyordu. Balkon kapısındaki aralıklardan sızan ince rüzgâr ıslık sesini
odaya kadar taşıyordu.
Saat 9’a gelmek üzereydi. Dersin başlamasına 45 dakikalık bir
süre kalmıştı. Kalkıp küçük atıştırmalarla kahvaltı yapıp yola çıkmaları
gerekiyordu. Bu, her gün böyle değil miydi sanki? Pek tabi ki böyleydi,
ancak Çin’den döndükten sonra bölümüyle ilgili tüm mesleki hayalleri
değişime uğramıştı. Bakışlarında enginlik, sonsuzluk ve ilişkilerinde
yeni boyutlar geldiğini düşünmeye başlamıştı Jülide. Bunu İstanbul’da
uyandığı ilk günün ilk dakikalarında hissedebiliyordu.
Jülide, yerinden kalkarak pencereye gider ve camdan dışarıya
bakar. 4. Kattaki evden Haliç’in sularının bugün biraz daha donuk ve
yorgun olduğunu fark eder. Pardösülerinin önünü kapatmaya çalışan
çocuklar, şemsiyelerini açmaya çalışan insanlar ve saçları Haliç’in sularına düşmüş kadınlar..! Havanın rengi maviden griye tam bir dönüşüm geçirmişti. Bulutların renginde fark edilen tek renk griydi. Bulutların rengi insanların üstüne düşmüş, onlara yapışmış gibiydi! Çocukları, adamları ve kadınları aynı renge boyamış, yaş farkı ortadan ta‹ 93 ›
JÜL DE
mamen kalkmıştı sanki! Tüm insanlar Çin’dekilere benziyordu artık.
Hepsi aynı boyda, aynı dille konuşuyor ve aynı şeyi konuşuyorlardı.
“Şimdi gökyüzünü kırmızılık kaplar!” diye içinden geçirir Jülide. Kırmızı toprağın insanlaştırıldığı onlarca heykelin etkisindeydi.
Doğup büyüdüğü toprakların rengi Jülide’nin içinde uzun bir keder
çizgisi çizmişti. Her tatil üstünde çıplak ayaklarıyla yürümeyi düşlediği
topraktan yapılmış binlerce insan heykeli tanımıştı. Onlarla birlikte
gezmiş, onlarla konuşmuş, onlarla birlikte binlerce yıl öncesine gitmişti!
Geçen her dakikada binlerce yıllık bir maziyi sığdırabileceği
zamanın aslında ne kadar kısa olduğunu bir kere daha görür. “Zaman
bize ait değil, kesinlikle bu böyle!” diye içinden geçirirken birazdan
aralarına katılacağı insanların sokaktaki koşturması İstanbul’a erken
bıkkınlık hissi uyandırmıştı. “Bu şehir neden bu kadar kalabalık?” diyerek mırıldanmaya devam eder.
Jülide, çevresinde dönüp durmakta olan yaşam döngüsünün
içinde bir nokta gibi hissediyordu kendini. Daha düne kadar Çin’de
Niu ve Anwen’le birlikte yaşadıkları onca anın bir izdüşümü olmalı şu
anki duyguları. Belki de kurguladığı hayatla, içine düştüğü veya görmediği bir elin ittirmesiyle içinde kendini bulduğu bu tarihsel labirentte bir seçim yapması gerekiyordu. Omzuna dokunan bir heykelin ona
labirentin yolunu göstermesini; kaybolduğu tüm yollarda, tanımadığı
tüm kalabalıkların ortasında kendisine uzanacak bir mesajı bekliyordu. O gelecek ve kendisini kurtaracaktı.
“Her şey normale dönüyor!” diye mırıldanır martıların sesi
uzaklaşırken.
‹ 94 ›
ÖZCAN YAZICI
“Normale dönen ne Jülide?” der Ülker yorgun ve uykusundan
tam uyanmamış sesiyle. Jülide birden irkilir. “Bilmiyorum Ülker!” diyerek karşılık verir. “Son günlerde bir şeyler oldu sana Jülide, farkında
mısın?” der Jülide’yi kendisine şikâyet etmek istercesine. “Bana bir
şey olduğu yok Ülker, dersin başlamasına az kaldı, kalk artık!” diyerek
Ülker’e açıklama yapmaktan kaçınır.

Meltem, Nazmi’nin odasının önünde bir an duraksar ve kapıya üç kez vurur. İçeriden ses gelmeyince elindeki rektörlük bildirimini
Nazmi’nin masasına koymak için içeri girer. Tahmin ettiği gibi Nazmi
odasında değildi. İçeri giren Meltem, masada Kırmızı Kitabı görünce
kapıyı kapatarak masanın yanındaki sandalyeye oturur. Nazmi’nin
kitap hakkında dedikleri aklındaydı. Ancak Çin’de olanlardan sonra
eline geçen fırsatı değerlendirmek ister. Kitabın kapağını açar açmaz o
güne kadar görmediği motiflerle karşılaşır. Kapağın arka kısmı kenar
kısmından farklı bir renkle boyanmıştı. Tek tek işlenerek çizilen motiflerin dünyadan herhangi bir zamana ait olabileceğine inanmaz. “Harikulade!” diye mırıldanmaktan kendisini alıkoyamaz. Sayfaları açtıkça
motiflerin yerini yazılar almaya başlar. Bildiği yarım Fransızca bilgisiyle
okumaya çalışır.
“…hikmet arayışları her zaman başarıya varmamıştır. Bundan
sonra da aynı şekilde devam edecek. İnsan, hikmeti yolda kaybeder,
yolda bulur. Hikmet, bir kristal küre gibi insanın elinde onunla birlikte
doğar. Onu yaşarken ya görmez ya da düşürdükçe kırar ve kaybettiği
şeyin hikmetin sırlı bilgisi olduğunu anlayınca iş işten çoktan geçmiş
olur. Onu bir daha eline geçirmesi için Kaf Dağını aşması gerekebilir..!”
‹ 95 ›
JÜL DE
Sayfalarda ilerlerken, dünyanın her yanından yüzlerce yıllık
bilgeliğin kokusunu duyuyordu. Evrensel bilginin köklerini hisseder
gibiydi. Bir yandan Nazmi’nin odaya gelmesinden tedirgin oluyordu.
Kimseye vermediği kitabı nasıl olmuştu da masanın üzerinde korumasız bırakmıştı? Meltem bir yandan kitabın sayfalarında dolaşıyor, bir
yandan da bu sorunun cevabını düşünüyordu.
Koridordan öğrencilerin yükselen seslerini duyan Meltem
aceleyle kitabı aldığı yere geri bırakır. Tam ayağa yeni kalkmışken
Nazmi’yle göz göze gelir.
“Hayırdır Meltem!” diyerek merakını gizleyemez Nazmi. Heyecanını gizlemeye çalışan Meltem, “Hocam rektörlükten sizi de ilgilendiren bir bildirim yolladılar, onu size getirdim. Odada görmeyince
masanın üstüne bırakıp çıkıyordum ki siz içeri girdiniz” der. Şaşkınlığını üstünden atan Nazmi, “Öyle mi, sağol hocam! Acele etme istersen,
otur konuşalım!” Meltem, Nazmi’nin açık bıraktığı kapıya yönelirken
kapının önünde içeri girmek için izin isteyen Tahsin ve Ahmet belirir.
Bunun fırsat olduğunu düşünen Meltem hızlıca odadan çıkar: “Sağol
hocam iyi günler!”
Nazmi’yi öğrencilik yıllarından tanıyan Meltem, onu hep küstah olarak görmüştür. Nazmi’nin önlerde görünme hevesinin onda
itici bir karakter oluşturduğunu düşünürdü. Meltem, Nazmi’den iki
sınıf üstte olmasına rağmen okul içi ve dışı etkinliklerde birçok defa
karşılaşmışlar, bu karşılaşmalarda Nazmi’nin altta kalma kompleksinin
ortamda sivrilikler göstermesine neden olduğuna inanmıştı. Sınıfta
Kırmızı Kitabı ilk tanıttığı günü hatırladığında, onun aslında öğrencilik
yıllarındakine benzer bir ön alma tavrı içine girdiğini düşünmüştü.
Ancak karşılaştıkları olaylar ve işittiklerinden sonra Nazmi’nin bu sefer
‹ 96 ›
ÖZCAN YAZICI
yapay bir kahraman olma sevdasıyla hareket etmediğini de görmüştü.
Meltem, Nazmi’nin gezilerdeki üslubuna hak vermeye başlamıştı. Bir
yolculuk esnasında Nazmi’nin şöyle dediğini anımsar: “Dünyanın neresine gidersek gidelim, hangi renk toprakları çiğnersek çiğneyelim,
karşılaşacağımız şey insanın kendisidir. Paris’te Meryem Ana Heykeli
veya Terrakotta Heykelleri ya da Mısır’daki Firavun Mumyaları bizlere
insanlığın ortak değerlerinin önemini anlatır. Dünyanın tüm topraklarında yürüyen, soluyan, toprağı süren, seven ve sevilen aynı kişidir. İlk
insan Adem’in çocuklarıyız, sınırları kaldırdığımızda geriye ten rengimizin farklılığı, dillerimiz ve kültürel farklılıklarımız kalır. Bu da bir
ayrışma değil tam aksine ortak insanlık mirasının zenginlikleridir!”
Nazmi’nin sözlerini her anımsadığında onun ne kadar haklı olduğunu
düşünür.
Ortak atölye çalışmasında çarpma sonucu düşüp kırılan bir
heykelle ilgili Nazmi’nin söyledikleri geçen onca yıla rağmen aklından
çıkmaz. “İşte kırıldı. Bu heykelde benim de emeğim var. Hatta bildiğim kadarıyla tüm bölümlerin ortak çalışmasıydı bu heykel. Herkesin
kalbi biraz burkuldu, değil mi? Ama herkes biraz üzüldü, çünkü bu
eser herkesin ortak katkısıyla yapılmıştı. Ya sadece bir kişinin eseri
olsaydı, mesela Özlem’in. O zaman Özlem’in üzüntüsü bu üzüntülerin
toplamı kadar olacaktı!” Meltem Nazmi’nin o zaman ne söylemek
istediğini çok sonra anlamıştı. Üniversiteler arasında yapılan münazara yarışmasında Nazmi’nin şöyle dediğini de anımsar: “Dünyayı tek bir
medeniyet gibi düşünürsek, tüm medeniyetleri büyük ve muhteşem
yontulmuş bir heykelin birer parçası gibi görebiliriz. Bir heykelin ölçülmüş biçilmiş, üzerinde yıllarca hesaplamalar yapılmış uzuvlarının
gerçekliği ne kadar düşündürücüyse, o heykelin iyi hesaplanmadan,
özensiz hatta yontulmadan bırakılmış kısımlarının gerçekliği de o ka‹ 97 ›
JÜL DE
dar düşündürücüdür. Bize düşen gerçekliği dünyanın her yerinde
aramaktır. Eserlerde şahsileşen emeklerimiz gayretlerimizin sadece
birer yansımasıdır. Bizim gerçeklik diye inandığımız ürünlerimiz aslında gerçekliğin birer yansımasından başka bir şey değildir. Gerçeğe
varışımızın yolları birbirinden çok farklıdır. Bunlardan biri de olmayan,
tamamlanmayan veya yarım kalan şeyler üzerinden olabilir.”
Ahmet Meltem’in önünden geçerken onun endişeli hali gözüne takılır.
Ahmet: “Hocam, bir sorun mu var?”
Meltem: “Hayır, Ahmet, sorun yok! Sen Eylem’le Balat’da yapacağımız Mezuniyet Günü hakkında konuştun mu?”
Ahmet: “Konuştum hocam, henüz bir yer bulamadık.”
Meltem: “Surların yakınında kullanılmayan eski bir manastır
var. Oraya bakın. Eğer orası müsaitse Mezuniyet Günü’nü orada yapalım!”
Ahmet: “Dediğiniz gibi olsun hocam. En kısa zamanda mekânı
ayarlarız.”
Meltem: “Ha bu arada, bu seneki Mezuniyet Günü’ne dışarıdan da misafirler gelecek. Hatta mezun öğrencilerimiz de yakınlarını
çağırabilir!”
Ahmet: “Bu iyi haber, buna arkadaşlar sevinecekler!”
Meltem: “Bu sene rektörlük mezuniyet programlarında daha
geniş katılım ve alışılmışın dışında etkinlikler olmasını istiyor.”
‹ 98 ›
ÖZCAN YAZICI
Ahmet: “Daha vaktimiz var hocam! Heykel Bölümü olarak en
iyi etkinlikleri hazırlayacağımızdan emin olabilirsiniz.”
Meltem: “Bundan endişem yok!”
Ahmet, sınıfa gittiğinde önceki dersten kitaplarının kaldığı sıranın yanına Ülker’in oturduğunu görür. Ülker’le tartışmasından sonra gergin günler yaşamış, onunla her karşılaşmasında bir yabancı gibi
olmasa da en azından sınıf arkadaşı gibi davranmaya gayret etmişti.
Jülide’yle yakın arkadaş olması, onunla aynı evi paylaşması, Ahmet’te
her ikisine karşı ihanet ettiği duygusunu doğurmuştu.
Ahmet oturmuş olduğu sırasında her şeye uzak ve her şeye
yakın hissediyordu kendini. Ona karşı aşkından hiç şüphesi olmayan
bir kadın; onun ağzından çıkacak sözleri, bir çöl susuzluğuyla bekleyen
bir kadın bir yanında oturuyor, yine aynı mekânda ama kendisine
yıldızlar kadar uzak hisseden aşık olduğu kadının varlığı da içini kemiren bir anı gibi onunla birlikte yaşlanıyordu içinde.
Yeryüzünü kaplayan bir yarasa saldırısının ortasında, onu koruyan görünmez bir zırhla sokaklarda en sevdiği varlığını arayan bir
çocuktan farkı kalmamıştı! Dış görünüşünde hiçbir engel tanımayan
bir şelalenin gürültüsünde yok olup giden dünyanın meşgalesi, ancak
iç dünyasında yaşlanan tüm ihtiyarlardan onlarca kat hızlı beyazlaşan
saçları, kırışan derisiyle insanlardan olanca hızıyla uzaklaşıyordu!
Omzuna dokunan elin verdiği sarsılmayla irkilen Ahmet, dersin nasıl geçtiği anlamadan Tahsin ve Eylem’le birlikte Haliç’te bulunan bir eski bir manastıra giderler. Manastır, Haliç’i kısmen gören
konumuyla yapıldığı tarihte ibadete gelenlere manevi huzurun yanı
sıra ruhsal dinginliği de yaşatmış olmalıydı. Avlunun yarısına yakın
‹ 99 ›
JÜL DE
alanı kaplayan, daha sonra yapıldığı anlaşılan kızaklı demir kapıdan
girildiğinde, yüzlerce yıllık manastırdan halen ayin seslerinin yükseldiği duyulur gibiydi. Roma döneminden kaldığı anlaşılan manastırın
kaba duvarları ve içindeki ahşap zemini dışında ne camları ne de kapıları yerindeydi.
Eylem, yürüdükçe gıcırdayan ahşap zeminin ortasında duraksar: “Tam aradığımız yer!”
Tahsin: “Bura mı? Baksana her yer dökülüyor!”
Eylem: “Olsun tamir ederiz!”
Tahsin, muhtemelen define avcıları tarafından başı kırılarak
kaçırılmış bir Meryem heykelinin önünde duran Ahmet’e dönerek
konuşacağı sırada Ahmet, Tahsin’in sözlerini ağzına tıkar:
“Mezuniyet Gecesi’ni burada yapacağız Tahsin, bence de çok
uygun!” diyerek eliyle gövdesinin ince ayrıntıları kırılmış olan heykeli
incelemeye devam eder. Heykel duvarın içine gömülmüş olduğu konumundan çıkarılamadığından sadece baş kısmı koparılarak çalınmıştı.
Üst kata çıkan ahşap merdivenin çürüyen desteklerine ayağını
dayayan Tahsin, “Biraz daha zorlasam tüm merdiven yerle bir olacak!
Bütünlüğü kaybolan bu binada Mezuniyet Programı yapmak bana pek
akıllıca gelmiyor!” diyerek Ahmet ve Eylem’i kararlarından vazgeçirmek için gördüğü tüm olumsuzlukları bir bir sıralar.
“Düzenleme Kurulu’ndaki arkadaşlarla birlikte burayı Mezuniyet Programına kadar hazırlayabiliriz. Masrafları da Rektörlükten kar‹ 100 ›
ÖZCAN YAZICI
şılarız. Meltem Hoca bize gereken desteği vereceğini söyledi,” diyerek
Tahsin’in gerekçelerinin yersiz olduğunu göstermek ister. Ahmet sözlerini destekleyerek, “Hem bu manastır bölümümüzle de bire bir uyuşan bir yer. Geriye kalan heykeller kırık, dökük olmasına rağmen,
Heykel Bölümü öğrencilerinin mezuniyetlerini buradan daha iyi bir
yerde kutlayabileceklerini sanmıyorum!” der.
Manastırın açık kapısından Jülide’nin birkaç sınıf arkadaşıyla
girdiğini gören Ahmet konuşmasını yarıda keserek heyecanını gizleyemez:
Ahmet: “Sizin ne işiniz var burada?”
Jülide, manastırın ayakta kalan birkaç koltuğunun bulunduğu
bölüme geçerken Sinem inceleyen gözlerle Ahmet ve Tahsin’e döner.
Sinem: “Burada olduğunuzu Eylem söyledi!”
Tahsin: “Eylem hep yanımızdaydı, telefonla konuşsa, biz de
görürdük!” Tahsin’i desteklemek için Ahmet, “Evet Eylem hep yanımızdaydı, onun haber vermiş olması imkânsız!” der.
Jülide: “Eylem nerede?”
Ahmet ve Tahsin, Eylem’i görmeyi umdukları yerlere göz gezdirirler. Tahsin, “Az önce buradaydı, ama şimdi nerede olduğunu bilmiyorum!” derken merakını Ahmet’e yansıtır. Ahmet de, “Evet az
önce buradaydı! Biz konuşurken gitmiş olmalı” der.
Eylem, bir kısmı kırılmış olan merdivenlerden çıktığı üst kattan onları izlemişti. Ancak konuşulanlar yankılandığından dolayı ne
‹ 101 ›
JÜL DE
dediklerini tam anlayamamış Jülide ve arkadaşlarının geldiğini görünce de aşağıya inmeye karar vermişti.
Ayağı merdivenin çürük basamağına denk gelen Eylem’in bacağı basamaktan içeri girmiş haldeyken sesi duyulur: “İmdat! İmdat!
Ayağım sıkıştı! Çok acı çekiyorum, çıkamıyorum. İmdat!”
Birden herkesin dikkati merdivenin yukarıda kıvrılan bölgesinde görünmeyen Eylem’in sesine odaklanır. “Eylem, Eylem!” diye
seslenirken merdivene yönelen arkadaşlarını Tahsin ikaz eder: “Dikkat
edin! Basamaklar çürük, her an birinizin daha ayağı da sıkışabilir!”
Eylem’in sesi tüm manastırı kaplamış, adeta yerde yüzlerce
yıldan beri zamanın biriken tortusu o kargaşada yerden kalkarak kalan
son renkli pencerelerden giren ışıkta sarıya, kırmızıya, maviye boyanmıştı. Manastırdaki renk cümbüşü belki son defa yaşanıyordu!
Çünkü yakında temizlenip onarılarak Mezuniyet Programı’ndan sonra
kültürel bir değer olarak yaşatılmaya devam edecekti.
Ahmet, Jülide’yi ansızın karşısında görmenin heyecanını halen üstünden atamamıştı. Ahmet, “Herkes merdivenden uzak dursun,
sen de Tahsin, ayağını merdivenlerden çek!” diyerek Tahsin’i ayin
koltuklarının bulunduğu yere çeker.
Jülide, çökmekte olan merdivenleri gösterirken, “Burayı nereden buldunuz. Başka yer yok muydu?” diyerek öfkesini gizleyemez.
Ahmet hiç ses çıkarmadan Jülide’nin öfkesinin dinmesini bekler. “Bakın işte Eylem! Şimdi orada sıkıştı! Buna değer miydi?” diyerek Tahsin’e döner.
‹ 102 ›
ÖZCAN YAZICI
“Jülide, benim bir suçum yok! Ben burayı beğenmediğimi
Ahmet’e anlatıyordum ki siz girdiniz ve sonra da Eylem’in sesini işittik.
Siz de buradaydınız!” diyerek Jülide’ye hak veren Tahsin, dönerek
manastırın en önündeki kırıp pencere pervazlarına gözü ilişir. Tahsin,
“Şuradan deneyebilirim!” diyerek yukarı tırmanmak için kırıp pervazların olduğu yere yönelir.
Ahmet, “Tahsin tahtalar çürümüş, kırılırsa sen de düşersin.
Eylem’e üzülürken bir de seni düşünmek zorunda kalmayalım!” diyerek engellemeye çalışır. “Bir şey olmaz, üst kata çıkmadan Eylem’i
oradan kurtaramayız. Merdivenler çökmek üzere, merdivenlerden
çıkamayız!” der ve kırık pencerenin ortasındaki paslı demirden kendisini yukarı çeker. Yüzyıllarca birçok güvercine yuva olmuş pervazlardan destek alarak üst balkonun demirlerine bırakır kendisini. Pervazların üstüne basarken henüz olgunlaşmadan terk edilmiş birkaç güvercin yumurtası manastırın dışına düşer. Yuvalarda biriktirilen ot ve
dalların yüzlerce yıllık kurumuş ve pörsümüş halleri renklerini siyahlaşmış deniz yosunlarına çevirmişti.
Manastırın içinden görülmeyen bir bölgesinde, merdivenin
üst balkona yakın basamağında asılı kalan Eylem, Tahsin’i karşısında
görünce önce buruk bir sevinç yaşasa da basamağa sıkışan bacağının
ağrısından belli edemez. Eylem acı içinde, “Tahsin dikkat et, tahtalar
çürük!” der. Eylem’in sesi manastırda yankılanırken üst kattaki pencerelerin pervazlarında saklı kalmış birkaç güvercin de uçarak manastırdan uzaklaşırlar.
Düşmenin etkisiyle merdiven kaidesinin üst balkonla birleşen
bağlantı yeri birbirinden ayrılmıştı. Eylem’in sağ bacağı merdivenin
içine geçerek alt kısımdan çıkmıştı. Tüm merdiven kaidesi tüm yükünü
‹ 103 ›
JÜL DE
zemin bağlantısına ve duvarlara dayalı desteklere veriyordu. Merdiven, başka bir yükü daha taşıyacak durumda değildi. Eylem adeta
merdivenle birlikte manastırın ortasında, merdiveni yüzlerce yıllık
tarihi geçmişten kopararak başka bir kaos ortamına götürmüştü. Böyle hissediyordu!
“Ben ne yaptım?” der ağlamaklı sesiyle.
Tahsin: “Senin bir suçun yok Eylem, zaten çökmek üzereydi!”
Tahsin bir yandan da bir eliyle merdiven galerisinden destek alırken
diğer elini Eylem’e uzatır. Tahsin: “Tut elimi, Eylem!”
Eylem, bir yandan kanamakta olan bacağını kurtarmaya çalışırken diğer yandan da Tahsin’e uzanmaya çalışıyordu. Eylem hareket
ettikçe merdivenden çıkan gıcırdama sesleri kararmakta olan havayı
biraz daha ürkütücü yapıyordu.
Eylem: “Tutamıyorum! Bacağım çok ağrıyor, hareket edemiyorum!”
Jülide, “Biraz daha dayan Eylem, Tahsin seni kurtaracak!”
diyerek moral vermeye çalışır.
Ahşap merdivenin önce alt kata yakın kısımlarında çatlamalar
başlar. Sonra duvarın karşısında basamakları yüzlerce yıldır taşıyan
ana destek sütun çatlar.
“Düşüyorum! Düşüyorum! Merdiven kırılıyor, yardım edin!”
diye bağırırken son kez yardım çığlıkları manastırda yankılanır.
Merdiven galeri yüzlerce yıllık ayak izleriyle birlikte manastırın
içine çöker. Manastırın içi çığlık sesleriyle yankılanır. Merdiven galeri‹ 104 ›
ÖZCAN YAZICI
nin altında kalan Eylem’in çığlıkları bir süre sonra kesilir. Jülide, Ahmet ve diğerleri manastırın içinde yükselen toza aldırış etmeden galerinin kırılan parçalarını Eylem’in üstünden toplayıp hızlıca kenara atarlar. Eylem’e ulaştıklarında baygınlık geçirmişti. Ambülâns çağırarak
hastaneye kaldırırlar.
Tahsin, “Böyle olacağı belliydi!” derken üzüntüsünü sitemli
şekilde dile getirir hastane koridorunda. Ahmet, “Ne zaman ne olacağını kim bilebilir Tahsin!” Eylem’in başından ameliyat olduğu ameliyathanenin önündeki koridorda Ahmet ve Tahsin arasındaki tartışma
suçluluk duygusunun Ahmet tarafından kabul edilmeye zorlanmasına
dönüşür. Ona göre ortada üstlenmesi gereken herhangi bir suç yoktu.
Ahmet: “Kimse suçlu değil, o merdivenin çökeceğini hangimiz
bilebilirdi?”
Tahsin: “Manastırın yıkık, dökük hali ortadayken, değil merdiven tüm manastırın üstümüze yıkılmadığına şükredelim!” diyerek
üstelemeye devam eder.
Ahmet, daha fazla dayanamaz, “O merdivenin çöküşünden
ben sorumluymuşum gibi konuşuyorsun. Ben manastırın uygun olduğunu söyledim sadece, merdivenin çökebileceğini, hele Eylem’in oraya çıktığından ikimizin de haberi yoktu! Bilsek bile o merdivenin Eylem’in ağırlığına dayanamayacağını hangimiz tahmin edebilirdi?”
Nazmi, “Eylem nerede? Ne oldu?” diyerek Meltem’le birlikte
ameliyathanenin dış kapısından ameliyathanenin bulunduğu yere
kadar hızlı adımlarla gelirler. Panikle sağa sola bakınırken içlerinden
birisinin çıkıp kazayı izah etmesini beklerler. Ancak Ahmet, Tahsin ve
diğerlerinin yüzü yere bakıyor ve hiçbir şey demiyorlardı.
‹ 105 ›
JÜL DE
“Hocam ben Ahmet’e manastırın uygun olmadığını söylediğim
halde o manastırda ısrar etti!” diyerek sessizliği bozar Tahsin.
Ahmet, Tahsin’in kendisini suçlamasında ısrar etmesi üzerine
yerinden fırlayarak ayağa kalkar ve Nazmi’nin karşısına dikilir.
Ahmet, “Manastır Mezuniyet Programı için uygun bir yer. Tarihi geçmişi, kırık ta olsa içindeki heykel ve işlemeli duvarları ve tavanıyla heykel öğrencilerinin mezuniyet programları için bulunmaz bir
yer olduğunu düşündüm. Hala da aynı fikirdeyim! Hatta Eylem de
benimle aynı fikirde!” diyerek Nazmi ve Meltem’e haklılığını göstermeye çalışır.
Jülide, üzüntüsünü gizlemeye çalışsa da tartışmanın son bulması için söze girer: “Hiç kimse öngörülmeyen bir olayı önceden tahmin edemez. Bu akla da ters hem. Manastır eski, evet, ama yukarı
çıkarken sağlam olan merdivenin inerken çökeceğini kim söyleyebilir?” Dikkatlerin kendisine çevrildiği Jülide Ahmet’i savunurken yüzünü bir an yerden kaldıran Ülker, başını tekrar yere eğer ve tartışmanın
sonuna kadar başını yerden hiç kaldırmaz.
“Aşkın ve nefretin bu tartışmada yeri olamaz!” diye içinden
geçirir Ülker. Ülker’in Ahmet’e karşı duyduğu nefret ve aşkla karışık
duygularının yerini insani duygular alır. “Bir insanı sevmek için ondan
nefret etmek gerekmez” diye geçirir içinden sonra! Aşk ve nefretin,
bir dostun yaralanmasının veya ölmesinin yanında hiçbir değeri olamazdı. Bakışlarını yerdeki mermer zeminin kıvrımlı deseninde iyice
sabitlemişken aklından şu cümleler geçer: “Ölen bir dostu geri getirmek için binlerce aşkımı feda edebilirim. İnşallah Eylem iyileşir ve
aramıza döner.”
‹ 106 ›
ÖZCAN YAZICI
Nazmi, “Olan olmuş artık, Eylem nasıl?” diyerek sözü tartışmadan uzaklaştırmak istese de Ahmet’le Tahsin’in arasındaki soğukluk tüm gece devam eder.
Gecenin sabaha en yakın olduğu şafak vaktinde hemşire Eylem’in ameliyat sonrası alındığı yoğun bakım odasından çıkarak geceyi
uyumadan geçiren Nazmi ve Jülide’nin yanına gelir.
Hemşire: “Eylem, çok şanslıymış! Başından aldığı darbe beyne
ulaşmamış. Bir ameliyatla yara kapatıldı. Risk oluşturacak bir durum
görünmüyor. Yoğun bakımda bir müddet kaldıktan sonra normal odaya alacağız!”
Jülide: “Taburcu olması kaç gün sürer?”
Hemşire: “Bilmiyorum ama bu tür hastaların taburcu olması
bir haftayı bulabiliyor!”
Jülide, hemşirenin söylediklerini başını sallayarak metanetle
karşılar. Nazmi aklına takılan soruyu sormadan edemez: “Beyinde
kalıcı bir iz bırakır mı?”
Hemşire, biraz duraksadıktan sonra benzer ameliyatları göz
önüne alarak, “Kafatasını yaralayan cisim beyne ulaşmamış. Ama yine
de kesin bir şey söylemek için hastanın tamamen ayağa kalkmasını
beklememiz gerekir!” Nazmi de başını metanetle sallarken üzüntüsünü daha fazla gizleyemez ve gözlerinden birkaç damla yaş düşer hastane koridorunun soğuk zeminine.
‹ 107 ›
JÜL DE
Henüz günün ilk ışıkları koridorun pencerelerinden içeri sızmaya başlamışken, Jülide oturduğu koltuktan fırlayarak hızlıca asansöre doğru uzun adımlarla yürür.
Jülide: “Doktor Bey, Doktor Bey!”
Doktor Baran: “Aa Jülide, burada ne yapıyorsun? Sürpriz oldu!”
Jülide: “Arkadaşım ameliyat oldu, onun için buradayız!”
Dpoktor Baran: “Geçmiş olsun, üzüldüm!”
Jülide: “Doktor Bey, burada mı çalışıyorsunuz?” Jülide, sorusuna cevap alamadan Nazmi yanlarına yaklaşır. Jülide, “Hocam, tanıştırayım, bu Doktor Baran, benim psikologum” der. Nazmi ve Doktor
Baran tokalaşırlar.
Nazmi: “Memnun oldum! Ben de Jülide’nin Üniversiteden hocasıyım. Adım Nazmi!”
Doktor Baran: “Ben memnun oldum Nazmi Bey!”
Doktor Baran Jülide’ye dönerek: “Evet, Jülide, özel muayenehanemin dışında burada çalışıyorum. Resmi görev yerim bu hastane!”
Doktor Baran: “Neyi var arkadaşının, ne ameliyatı oldu?”
Jülide: “Kafasından yaralandı. Ahşap merdiven galeri üstüne
yıkıldı. Sizin yanınıza gelecektim zaten. Geldiğimde olayı size anlatırım!”
‹ 108 ›
ÖZCAN YAZICI
Doktor Baran: “Olur Jülide, nasıl istersen! Ben 3.kattayım. Siz
şimdi evlerinize gidin. Hepiniz yorgun görünüyorsunuz” diyerek
Nazmi ve Jülide’yle vedalaşarak odasına gider.

Jülide: “Doktor Baran Bey’le görüşecektim”
Zeynep: “Hoş geldiniz Jülide Hanım! Biraz bekler misiniz?
Doktor Bey bir hastayla ilgileniyor!”
Jülide: “Tabi beklerim! Fazla sürmez umarım, terapiden sonra
derse gideceğim de!”
Zeynep: “Anlıyorum!”
Jülide, Doktor Baran’la yaptığı her görüşmeden sonra, bir
doktorun yanından değil de samimi olduğu ve ruhunu anlayan, anlamlandıran ve bir sonraki görüşmeye kadar onu kuran bir dostunun
yanından çıkıyormuş duygusu yaşıyordu. Benzer duyguya bir kez daha
kapılmıştı! Doktor Baran’ın odasındaki hastasıyla görüşmesinin sonlarına yaklaştığını kapıya yaklaşan konuşma seslerinden anlamıştı. Önce
giyimiyle göz dolduran bakımlı bir hanımefendinin kapıdan çıktığını
görür. Ardından onu dış kapıya kadar yolculayan Doktor Baran belirir
muayenehanenin kapısında. Önünden geçerken dikkatini çekmemiş
olan Jülide’nin farkına yeni varır: Doktor Baran: “Jülide, hoş geldin!
Görmedim, müşterimi yolculuyordum!” Jülide, az önce gösterişli bir
bayana gösterdiği aşırı ilgiyi kınayan bir baş sallamasıyla, “Sorun değil
Doktor Bey! Ben zaten sizi bekliyordum!” diyerek Doktor Baran’ın
odasına girer.
‹ 109 ›
JÜL DE
Doktor Baran, “Eylem nasıl oldu?” diyerek havayı yumuşatmaya çalışır. “O iyi, ama henüz okula gelmedi. Bazen yanına gidiyoruz.
Hastanede iyi bakıyorlar” derken gözleri Doktor Baran’da asılı kalır
Jülide’nin. “Çok sevindim!” diyen Doktor Baran, bir an Jülide’nin bakışlarına takılır. Jülide, Doktor Baran’ın dikkatini bir anda içindeki boşluğa çekercesine söze girer. Jülide: “Tüm eşyaların yıkılması gibi bir
şey..! Ruhumu dayadığım tüm destekler her gün gizli bir el tarafından
sanki arkamdan bir bir çekiliyor!” Jülide yüzünü iki elinin arasına alır
ve gözlerinden iki damla yaş düşer. Jülide: “Her gün biraz daha karanlık bir kuyuya yaklaştırılıyor gibiyim! Bir el Doktor Bey, bilmediğim,
tanımadığım bir el benim yakamı tutmuş bırakmıyor sanki! Varlığımın
her gün azaldığını, hayal dünyasına her gün biraz daha itildiğimi hissediyorum! Paris, Çin ve yakında Mısır… Taştan, mermerden kalıplara
inen madırga ve keski sesleri beynimi kemiriyor sanki! Heykellerin
üzerime yürüdüğünü görür gibiyim!. Bazen düşüp kırılıyorlar. Yenisini
yapıyorum. Geride bıraktığım her günün beni karanlığa biraz daha
yaklaştırdığını düşünüyorum. Son sınıftayım ve birkaç ay sonra mezun
olacağım!”
Doktor Baran elindeki kalemle önündeki deftere not aldığı
şeyi seslice söyler: “Kaygı…!”
Jülide, tüm dikkatini toplayarak Doktor Baran’ı mezuniyet
sonrasında muhtemelen içine düşebileceği geçim kaygısından uzaklaştırmaya çalışır. Jülide başka bir şey anlatmaya çalışır. Jülide, “Bilmiyorum, kaygı olabilir! Ama neye kaygı..! Gerçeklikten kopmaya mı,
gerçekliğin içinde kalmaktan mı kaygı duyuyorum?” diyerek Doktor
Baran’ın bir anda irkilmesine neden olur. Doktor Baran, “Gerçekliğin
içinde yaşıyoruz!” diyerek uzunca bir konuşmanın girişini yapar. Doktor Baran, “Gerçeklik tuttuğumuz nesnelerle, soluduğumuz havayla
‹ 110 ›
ÖZCAN YAZICI
anlamını bulur. Ama gerçeklikte kalmak için bunlar yetmez şüphesi!”
der. Jülide, “Orada kalmak için daha ne yapmam gerekir?” diyerek
korkuyla Doktor Baran’ın yüzüne bakar. “Gerçeklikte kalmak, gerçekdışını tanımakla da olur, soyut olanı bilmekle de olur! Bazen istemeden de olsa gerçekliğin dışına sürüklendiğimiz oluyor. Hayatın soyut
yansımalarından haberdar olursak, gerçeklikten ne kadar uzaklaştığımızı da anlamamız kolaylaşır!” Jülide biraz rahatlamış şekilde Doktor
Baran’ın sözünün arasına girer, “Yani dalgaların bizi sürüklediği sırada
ne olup bittiğini bilmemiz gibi mi?” diyerek Doktor Baran’ın kendisini
onaylamasını bekler. Doktor Baran, “Evet, ama dalgalar bizi her zaman bildiğimiz yerlere sürüklemeyebilir! Bilmemiz gereken şey dalgaların bizi nerelere sürükleyebileceğidir!” diyerek Jülide’nin beklentisini boşa çıkarır.
Jülide, üniversite eğitiminin sonuna yaklaşırken kendisini dört
yıl boyunca bir oyuncakçı dükkânında bekleyen küçük bir kız gibi hissetmektedir şimdi. Birazdan akşam olacak, oyuncakçı dükkânı kapatacak ve o da zorunlu olarak dışarıda kalacaktı.
Doktor Baran, önündeki notlara eğilmiş bir şeyler yazarken
Jülide ayağa kalkar ve muayenehanenin penceresine doğru yürür.
Pencereye iki adım mesafede dikkatini koltukların arasında duran
yarım insan boyundaki İsa heykeli çeker. Heykelde İsa gökyüzüne
ellerini açmış Allah’a yalvarıyor şekilde tasvir edilmişti. Odadaki sessizliği Jülide bozar: “Çok güzel bir heykel!”
Doktor Baran, “Evet, öyle! Muayenehaneyi kurarken hediye
olarak gelmişti.”
Jülide: “Hediye eden bir Hıristiyan olmalı!”
‹ 111 ›
JÜL DE
Doktor Baran: “Hayır, değil! Aksine dinine bağlı bir Müslüman! Yurtdışında yaşayan bir akrabama bunu Hıristiyan bir komşusu
hediye etmiş, o da bana hediye etti!”
Jülide: “Kollarını gökyüzüne açıp yaratandan ilahi mesajları
alan Hz. İsa’ya göre dünyamızın ve içindeki varlıkların değerini merak
ediyorum!”
Doktor Baran: “Bunu neden merak ediyorsun? O bir peygamberdi, dünya malına değer vermediği kesin!”
Jülide: “Bundan nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz? Belki
dediğiniz gibi değildir!”
Doktor Baran yakın gözlüğünü çıkararak dikkatini önündeki
dosyalardan Jülide’ye çevirir. Doktor Baran: “Bundan emin değilim!
Ama peygamberlerin dünyalık şeylere değer vermedikleri bilinen bir
gerçek!”
Jülide, bir Doktor Baran’a bakar, bir de önünde durduğu İsa
heykeline bakar ve perdeleri açık bulunan cama iyice yaklaşır. Esen
güçlü rüzgârın savurduğu ağaç dalları birbirine çarpıyordu. Görüş
mesafesindeki ağaçlardan belli belirsiz gelen sesler, çatlamakta olan
yerin altından gelen kayaların sesini anımsatıyordu.
Jülide: “Belki de Allah’a yalvarıyor! Yeryüzünde çoğalan kötülükleri Allah’a şikâyet ediyordur!”
Doktor Baran: “Belki de!”
Karşısında şiddetlenen doğa, ürkütücü manzarasıyla Jülide’nin
sözlerine eşlik eder gibiydi! Doğa Jülide’nin dili olmuş, içeride olup
‹ 112 ›
ÖZCAN YAZICI
bitenlerden haberdar gibiydi! Jülide: “Hz. İsa zamanında yaşasaydım,
ondan yeryüzünü alt üst edecek bir mucize göstermesini isteyebilirdim!”
Doktor Baran, Jülide’nin bu sözü karşısında irkilir: “Senin insanların yok olmasını isteyecek kadar kötü kalpli olduğuna inanmıyorum Jülide!”
Jülide: “Ben de inanmıyorum! Ama bunu insanların iyiliği için
isterdim. Kötülüğün kol gezdiği bir dünyada, insanların daha fazla
kötülük yapmalarına fırsat vermemek için..!”
Doktor Baran: “Hz. İsa, insanların hastalıklarına şifa vermiş,
körlerin gözlerini açmıştı.”
Jülide: “Mucizelerin gerçeklikle hiç uyuşmadığını düşünüyorum!”
Doktor Baran: “Mucizeler, gerçeküstü olaylardır. Ancak mucizelerin gerçekliği ortaya çıktıktan sonra inkâr edilememiştir. İnkâr
etmek isteyen yine inkâr etti, o ayrı!”
Jülide: “Gerçeklik nasıl inkâr edilebilir ki?”
Doktor Baran: “Mucizeleri inkâr edenler, mutlak gerçekliği inkâr etmiş olurlar. Mucizeler, doğanın alışılmış kanunlarının ötesinde
olaylar olmalarından dolayı bunlara inanmak bazılarına zor geliyor.
Hele ucunda peygamberin getirdiği bazı kurallara uyulması istenmişse!”
Jülide, sırtı Doktor Baran’a dönük olduğu halde başıyla dediklerini onaylar.
‹ 113 ›
JÜL DE
Jülide, doğanın içinde doğmuş, orada büyümüştü. Doğanın
koynundan beslenmişti. Orada herhangi bir eksiklik veya fazlalık da
görmemişti.
Jülide, “Alışılmış kanunlar, derken?”
Doktor Baran: “Alışılagelen her şey! Doğmamız, ölmemiz,
güneşin doğması, yağmurun yağması ve hayatımızda var olanların
hepsi..!”
Jülide: “Bunlar birer kanun mu?”
Doktor Baran: “Evet!”
Jülide: “Alışmamış olsak da mı birer kanundu!?”
Doktor Baran, Jülide’nin sorusu karşısında şaşırır ve oturduğu
koltuğunda iyice geriye yaslanır, sağ dirseğini koltuğun desteğine
dayar, sağ elinin içiyle çenesini kavrar.
Doktor Baran: “Alışmamış olmamız mümkün değildi. Yani her
doğan insan, hatta diğer canlılar da istemeseler de bu kanunları bilinçdışı öğrenirler ve bunlara uygun yaşarlar.”
Jülide: “Onu sormadım Doktor Bey! Biz insanlar doğmadan
önce var olan tabiat kanunları, biz doğmamış olsak da vardılar ve biz
hiç görmesek de bir gün yok olacaklardı. Biz doğuyoruz ve bu kanunlara alışıyoruz. Dolayısıyla alışkanlıklarımızla bir ömür sürüp sonunda
ölüyoruz.”
Doktor Baran: “Kısaca dediğin gibi gerçekleşiyor her şey Jülide!”
‹ 114 ›
ÖZCAN YAZICI
Jülide: “Bir gün biri çıkıyor, insanlara bir şeyler anlatmak için
ölen bir kişiyi diriltiyor. Görmeyen bir insanın gözlerini açıyor. O andan itibaren görmeye başlıyor. Ve bir gün ona inanmayanlar tarafından tam öldürülmek üzereyken göğe yükseltiliyor..!”
Doktor Baran: “O bir peygamberdi Jülide! Sonuçta tüm peygamberlerin mucizeleri vardı!”
Jülide: “Evet tabi! Düşünüyorum da Doktor Bey, belki de insanlık ters orantılı bir hayat sürüyor!”
Doktor Baran: “Ne demek istediğini anlamadım?”
Jülide: “Demek istiyorum ki, alışılmış olanla alışılmamış olan
arasındaki farkı insanlar sadece peygamberlerin gösterdikleri mucizelerle kavrayabilmişse o peygambere inanıp inanmamış olmaları bir
yana, insanların ne kadar tek düze bir hayat yaşadıklarını gösteriyor!”
Doktor Baran ayağa kalkarak Jülide’nin yanına kadar gelir.
Yerini yıllardır değiştirmediği İsa heykelinin varlığını bile unutmuştu.
Heykelin beyaz ve pürüzsüz yüzeyi duvarın rengiyle uyum gösterdiğinden olmalı, geçen yıllar boyunca onu bir peygamberin heykeli olmaktan çıkarmış bir süs eşyası gibi göstermişti. Doktor Baran uzun
süredir oda aksesuarı olarak kabullendiği heykele Jülide’nin açtığı
düşünce penceresinden tekrar bakar. Sonra eliyle uzanarak bulunduğu yerinden alır ve muayenehanenin ortasına yüzü pencereye dönük
şekilde koyar.
Şaşkınlık içinde hiç konuşmadan İsa heykelini bulunduğu yerinden kaldıran Doktor Baran’a bakan Jülide daha fazla dayanamaz ve
sorar: “Bunu neden yaptınız?”
‹ 115 ›
JÜL DE
Doktor Baran: “Dışarı bakıyor işte! Doğanın sesini duyuyor
musun? Her şey normal, kış mevsiminin tüm belirtilerini yaşıyoruz.
Aniden rüzgârın ve yağmurun kesilip güneşin açtığını, bunaltıcı bir
sıcağın ortasında kaldığımızı, terden sırılsıklam kaldığımızı düşünebilir
misin?”
Doktor Baran’ın inandırıcı tasviri karşısında camdan gördüğü
tüm manzaranın değiştiğini düşünür. Karşısında İsa heykeliyle birlikte
aniden iki bin yıl öncesine gider. Jülide, hayal dünyasını da zorlayarak
Doktor Baran’ın kendisini getirmek istediği yere gelmek ister gibiydi.
Jülide: “Evet, ama buna daha fazla inanamam!”
Doktor Baran: “Her gün bunu yapıyoruz aslında! Bakmak ve
görmek! Bakmak ve görmek arasındaki fark burada yatıyor. Neyi nasıl
gördüğümüzle alakalı..!”
Jülide: “Doğaüstü bir olaya bakan biri normal olarak olağanüstü bir olay gibi görür. Onu olağan bir şey gibi kabul etmesi saflık
olur!”
Doktor Baran: “Tam değil! Toplumları etkileyip bir inanca
çağıran peygamberler bunu ilahi güçle yaparlar. Ama doğanın kanunlarının dışına çıkıldığında ortaya çıkan hayret duygusu kiminde daha
fazla inkâra kiminde daha fazla inanca dönüşür!”
Jülide: “Bazılarına göre mucizeler normal olanı güçlendirici bir
olgu muydu? Bunu mu demek istiyorsunuz!”
Doktor Baran: “Öyle denebilir! Tüm peygamberler gibi Hz. İsa
da böyle yapmıştı. Dindar biri olmasam da peygamberlerin yaratıcının
‹ 116 ›
ÖZCAN YAZICI
kudretini gösterdiklerine inanırım. Mucizeler, insanların doğru inancı
kabul etmeleri için peygamberler eliyle gösterilmiş yaratımlardır.
Yaratımı gerçekleştiren yaratıcıdır. Güç yaratıcının eseridir.”
Jülide, “Doğallığın harikulade olaylar yoluyla gösterildiğini
iddia etmek inancın tabiatına aykırı! İnanç normal bir düşünmenin
sonucunda elde edilen bir şeydi!” der, Doktor Baran’ın aklın muhakeme kudretini bir kenara bırakan yorumuna karşı.
Doktor Baran, bulunduğu yerden pencerenin alt kenarından
boylu boyunca uzanan mermere yaslanır. Sağ dirseğini sol avucunun
içine iyice yerleştirerek düşünceye dalmışken Zeynep kapıya vurarak
içeri girmek için izin ister: “Doktor Bey girebilir miyim?
Doktor Baran: “Gel Zeynep!”
Jülide, daha sonra gelmek üzere Doktor Baran’la vedalaşarak
muayenehaneden çıkar. Doktor Baran’ın yanından ayrıldıktan sonra
yağmur şiddetini iyice arttırır. Jülide, yağmurun soğukla birleşerek
insan bedenini serin bir sis tabakasıyla sarmasından hoşlanıyordu.
Ancak bu seferki yağmur beklediği duyguyu vermekten çok uzaktı.
Yağmur Jülide’nin tüm kıyafetlerini sırılsıklam etmişti. Sokak aralarından hızla yürüyerek evine giderken fazla kişiye rastlamaz. Servislerinden inen birkaç ilkokul öğrencisi, koltuğunun altında eskiden kalma
alışkanlıkla taşıdığı gazetesiyle koşturan kravatlı bir adam. Jülide,
“Memur olmalı!” diye geçirir içinden yaşadığı telaşlı durumu bir aldırmadan!
Jülide, “Neden bu kadar şiddetli yağıyor ki!” diye mırıldanır
bir apartmanın altında, kepenkleri kapatılmış bir dükkânın giriş boşluğunda beklerken. Jülide, içinde tartışmalı konulardan sonra hissettiği
‹ 117 ›
JÜL DE
ve varlığını tehdit eden yokluk bilincini bu yağmurla sakinleştireceğini
hayal eder bir an. Ama yağmurun bu hayalini gerçekleştirmek için
fazla şiddetli olduğunu hatta hayal kuramayacak derecede rahtsız
edici olduğunu düşünür.
Evin bulunduğu binaya yaklaştığında yağmur şiddetini iyice
azaltmıştı. Şehrin betonlaşan maskesinden sızan yağmur kokusu Jülide’nin gün boyunca yaşadığı mutsuzluğu bir nebze de olsa azaltmıştı.
Kıyafetlerinin ıslaklığından dolayı terk etmek zorunda olduğu doğayı
bir defa da içine çekmek ister gibi derin bir nefes alarak evine gider.
Akşamın karanlığı pencereden giriyor, tüm odayı kaplıyordu.
Doktor Baran’la konuşması aklına gelince irkilir. Jülide, “Bu da bir
mucize!” diye mırıldanır. “Evet, evet yağmurun içimde üşüme hisse
veren serinliği de bir mucize!” diye mırıldanır kendinden emin olmaksızın! Jülide, ruhunda iz bırakan olaylar karşısındaki tavrını herhangi
bir mucize karşısında tepki veren eski insanlara benzetmiştir her zaman! Ve sonra da çevresindekilere her zamanki esprisini yapmıştır:
“Olağanüstü değil mi?” Çevresindeki olayların başka insanlar için hangi değerde olup olmadığını hiç düşünmemişti. Bunu hiçbir zaman
önemsememişti. Ancak doğanın kanunlarını alt üst eden mucizeler
karşısında başka insanların tepkilerini şimdi önemsiyordu. Jülide, olağanüstü olaylara, alışılmışın dışında görülmelerinden dolayı mucize
dendiğini düşünür. Ancak irkilme ve hayret duygusunu yabana atmaz.
“Belki gerçekliği çağıran en önemli insani tepki hayret duygusudur!”
diye geçirir içinden. “Ömründe yağmur altında kalmamış birinin üstüne aniden yağmur yağsa ne olurdu?” diye mırıldanırken odaya Ülker
girer.
‹ 118 ›
ÖZCAN YAZICI
Ülker, “Ne mırıldanıyorsun?” diye sormadan edemez. Jülide,
odaya aniden giren Ülker karşısında irkilir. Evde yalnız olduğunu düşünüyordu. “Senin evde olduğunu bilmiyordum!” der Jülide yalnızlığını bölen Ülker’e. Jülide, sevinçle karışık aniden irkilen bir tavşan ürkekliği yaşar!
Ülker, “Balkondaydım!” diyerek Jülide’nin merakını giderir.
Jülide’de bugüne kadar hiç görmediği yüz ifade karşısında sormadan
edemez. Ülker: “Kaygılı görünüyorsun! Bir sebebi var mı?”
Jülide, Doktor Baran’la konuştuğu konularla ilgili yüzünde
veya duygularında hiçbir iz bırakmamak için çok gayret etmesine
rağmen Ülker’in bu sorusu karşısında şaşırır, “Kaygılı değilim! Aksine
dışarıda yağmur vardı, bu da benim mutlu olmam için yeterli bir sebep! Biliyor musun, ben daha küçük bir çocukken her yağmurda ailemle sokağa çıkar tüm kasabada dolaşır, ağaçlı yoldan geri eve dönerdik! Ama…!” derken konuşmasını yarıda keser Jülide.
“Ama ne..!” diye ısrar eder Ülker. Jülide’nin söylemekten
vazgeçtiği cümlesini duymakta kararlıydı.
Jülide: “Ama her yağmurun doğanın dirilmesine sebep olurken bazı şeylerin de ölümüne yol açtığına inanırdım!”
“Peki, öyle değil mi?” diye merakını gizleyemez Ülker.
Jülide, “Evet, maalesef öyle olduğunu bugün Doktor Baran’la
konuşurken daha iyi kavradım. Benim küçük bir çocukken yağmurda
öldüğünü düşündüğüm şeyler yer altındaki küçük canlılarken şimdi
yeryüzündeki akıllı canlıların; yani insanların içlerinde bir şeyleri öl-
‹ 119 ›
JÜL DE
dürdüğüne inanıyorum!” der yeni bir buluşun eşiğindeki bir bilim
adamı heyecanıyla.
Ülker: “İnsanların alışkanlıklarını mı sorguluyorsun, Jülide?”
Ülker’in kendisini bilerek veya bilmeyerek yuvarlayacağı alışkanlıklar
dünyasının durağan atmosferine bir an olsun girmeden alışkanlıklar
dünyasının her geçen gün kalınlaşan zarını yırtarak oradan çıkar Jülide. Jülide, “Alışkanlıklarımız değil mi bizi doğada yalnızlaştıran?” der.
Ülker, Jülide’nin her zamanki felsefi konuşmalarının eşiğinde olduğunu düşünerek odadan ayrılmak ister. Jülide, “Yağmurdan kaçabilirsin
ama gerçeklerden kaçamazsın Ülker!” der ve Ülker’i söylediklerini
düşünmeye zorlar. Ülker, “Gerçeklik içimizde Jülide! Bana kalırsa sen
gerçekliği yağmurda değil, ruhunun derinliklerinde aramalısın!” Jülide, Doktor Baran’ın yanında bulduğu ve o ana kadar elinde tuttuğu
kristali düşürmek üzere olduğunu hisseder. Jülide, “Her bir yağmur
damlasını yeryüzüne bir melek indirir ve yağmur damlası yeryüzüne
değer değmez o melek ölür, derdi annem. Hiçbir yağmur damlasının
birbirine değmeden yeryüzüne düşmesi gibi hiçbir sözün birbirine
benzemeksizin söylenmesi alışkanlıklarımızın gerçekliği nasıl örtmeye
çalıştığını göstermeye yetiyor. Bir heykelden bahsetmiyorum Ülker!
Canlılığın temel taşı sudan bahsediyorum. Yeryüzüne düşünce ölen
sadece gerçekliğe yüzü dönük yargılarımızdır. Yaşamaya devam eden
ise gerçeklikten kaçan önyargılarımızdır! Önyargılar insanı insan yapmaz. Tersyüz olan gerçekliğimizi hatırlatmak için gökten yeryüzüne
her gün binlerce milyonlarca melek iniyor. Ama biz onları görmeden
ölüyorlar. Belki de görmek istemiyoruz! Beton duvarlar, betonlaşan
duygularımızın üstünde yükseliyor ve varlık dünyasında paralel yeni
suni yapılar inşa ediyorlar. Tüm canlılık yapaylığa esir oldu. Mekân
üzerimize yıkılmak üzere; yıkıldığında altında kalacağımız şey sadece
‹ 120 ›
ÖZCAN YAZICI
kendimiz olacak. Çok yazık! Alışkanlığın esir aldığı zihinlerimiz, olağanüstü olayları birer birer küçümsüyor; onları basitleştiriyor; karşımıza
olağan şeyler gibi çıkarıyor. Ömründe üstüne yağmur yağmamış yetişkin bir insan bir gün yağmurun altında sırılsıklam ıslansa, ne düşünürdü? Onun yaşayacağı hayret duygusu, bizim yeni bir buluşa karşı
duyduğumuz hayretten çok daha derin olurdu herhalde! Ya da üstüne
güneş doğmamış bir adam bir sabah kalktığında güneşin batıdan doğduğunu görse, bir mucize derdi herhalde! Oysa güneşin her gün doğudan doğmasını doğal karşılıyor! Gerçekliğin sanrı olduğuna inanan
insanlar, diriltici yağmuru görünce başlarını yakalarının arasına sokup
koşarak evlerine gidiyorlar. Ölen insanlık Ülker; betonlaşan yapılarda
insanların kaybettiği şey, en masum, en doğal, en masum yargılardır.”

Manastırın kullanılamaz durumdaki tüm eşyalarını taşımak
üzere çağrılan hamallar, manastırın ortasında kalan ve sayıları bir
düzineyi geçmeyen koltukları sabitlendirildikleri yerlerinden ayırarak
manastırın dışına taşırlar. Mezuniyet programına on gün kala manastırın tamiratını yöneten Nazmi, üniversitenin kendisine sunduğu tüm
imkânları manastırın düzenlenmesinde kullanır. Eski bina yüzyıllarca
kaldığı atıl durumdan kurtulacak ve üniversitenin sonraki etkinlikleri
için de kullanılacaktı.
“Duvardaki büyük saati indirmemiz gerekiyor!” der Nazmi
eliyle duvardaki büyük saati işçilere göstererek. Cavit, “O saate dokunmamalısınız!” diyerek duvardaki büyük saatin çıkarılmasına karşı
çıkar.
‹ 121 ›
JÜL DE
Cavit, manastırda kullanılmak üzere bazı aletler getirmişti.
Jülide’nin ısrarı üzerine manastırın tamiratında kendilerine yardımcı
olmasını istemişti. Cavit de Jülide’nin isteğini geri çevirmemiş, birkaç
saatliğine de olsa manastırda kalmıştı.
Nazmi, “Neden?” diyerek Cavit’den kabul edilebilir bir cevap
bekler. Cavit, gösterdiği tepkinin zihninin bir yerlerinde karşılığının
olduğundan emindi, ancak Nazmi’nin sorusu karşısında donakalır.
“Bilmiyorum!” der Cavit Jülide’yle göz göze gelirken. Cavit, “Tamam,
indirebilirsiniz!” diye işçilere talimatını tekrarlar. Cavit, gizli bir sırrı
çözen bir kâşif heyecanıyla, “Hayır, hayır yapmamalısınız!” diye üsteler.
Cavit, bir türlü nedenini açıklayamadığı; belki yıllar öncesinin
hatıralarında kapanıp giden bir olayın zihninde çakmasıydı gösterdiği
tepkinin nedeni. Ancak işçiler dâhil çevresindeki herkes, Cavit’in saatle ilgili yaşadığı ama söylenmeyen veya söylenemeyen hikâyesinin
doğruluğuna Cavit’in karşı çıkarken gösterdiği tepkide görebiliyorlardı. Nazmi, manastırın ön kısmında güçlü demir destekler üstüne oturtulmuş ve büyüklüğü bir manastıra oranla oldukça büyük olan duvar
saatinin bundan sonra gereksiz yer işgal edeceğini düşünüyordu.
Nazmi, “Bu bozuk saat burada bulunanlardan daha çok bir hurdacıyı
sevindirir!” derken alaycı gözlerle Cavit’e bakar.
Duvarda ağır metal kokusu yayan saatin yelkovanı yoktu. 12
üzerinde sabitlenmiş akrebin küçük kımıldanmayla çıkardığı gong sesi
çıkarması oradaki herkesten çok Nazmi’nin duygularını sarsmıştı.
Nazmi, “Duydunuz mu?” derken şaşkınlığını gizleyemez. Saatin önündekileri endişeyle karışık şaşkınlık kaplar. Jülide, Ahmet ve Eylem koşarak manastırın kapısının önünde dururlar. Jülide, “Haydi çıkalım!”
‹ 122 ›
ÖZCAN YAZICI
saatin önünden ayrılmayanlara bağırır. Cavit Jülide’ye dönerek, “Korkacak bir şey yok Jülide, buraya gelin!” diye seslenir. Cavit hamalların
henüz yerinden sökmediği bir ayin koltuğuna sağ ayağını koyar ve
çocukluğunda başından geçen bir olay anlatır: “Bundan takriben kırk
yıl öncesiydi, on yaşlarımdaydım. Her gün okula gitmek için manastırın önündeki yoldan yürümek zorundaydık. Arkadaşlarımla yine bir
gün saat 12 sıralarında buradan geçiyorduk. Okula geç kalmıştık. Aniden fikir değiştirerek okulu kırmaya karar verdik. Evlere geri gidemezdik. Mahalleye gitsek bizi görenler annelerimize okulu kırdığımızı söyler, dolayısıyla azar işitirdik. Bu manastıra girdik. O zamanlar manastırın camlarının çoğu sağlam olduğundan evsizlerin barınma yeriydi.
Çoğu evsiz gündüz dışarı çıkar, yiyecek bir şeyler ararlardı. Ancak çok
yaşlı olduğundan içlerinden biri o sırada manastırdaydı. Bize dinimizi
sordu, biz de Müslüman olduğumuzu söyledik. Bize bu saate bir müddet bakmamızı söyledi. Neden diye sorduğumuzda, sebebini sormamamızı, saate bakmaya devam etmemizi söyledi. Saatin yelkovanı
yoktu, akrep bugün olduğu gibi tam 12’nin üzerindeydi. Şimdi olduğu
gibi ama biraz daha yüksek sesli gong sesiyle irkildik. Akrep kısa süre
içinde geri 11’ye giderek tekrar 12’nin üstüne geldi. Yaşlı adama manastır kullanılmadığı halde saatin neden halen çalıştığını sorduk. Yaşlı
adam kendisinin Hıristiyan olduğunu ve her gün 12’de saatin aynı sesi
çıkardığını söyledi. Saatin yüzyıllardır hiç durmadan çalıştığını, Romalıların saate özel bir çalıştırma mekanizması kurduklarını, saatin Hazreti
İsa’nın çarmıha gerildiği 12’ye ayarlandığını, bir Müslüman olarak bizi
çok fazla ilgilendirmese de merakımızı çekebileceğini düşünmüştü!”
Jülide, Cavit’in anlattıkları karşısında büyülenir ama yine de
aklındaki soruyu sormadan edemez. “Peki, neden ‘bilmiyorum’ dediniz?” Cavit, Jülide’ye döner: “Hatırlamadım! Saat 12’ye gelip gong
‹ 123 ›
JÜL DE
sesini çıkardığında çocuklukta yaşadığım bu olay zihnimde saklı bulunduğu yerden fırlayarak hatıralarımı doldurdu tekrar!”
Jülide, ‘zaman’ı belki binlerce yıl belki de milyonlarca yıldır
akıp günümüze kadar ulaşan bir nehre benzetir. İnsanlığın tüm sevaplarını ve günahlarını göğsünde yüklenerek sonsuza taşıyan hamal! “Bu
saat bugüne kadar kaç kez çalmıştır?” diye sorar Jülide aynı merakla!
Jülide’nin kendi kendisine mırıldandığını duyan Cavit, bildiği tek cevabı yine mırıldanarak verir: “Bilmiyorum!”
O ana kadar konuşmayan Ahmet, “Bu manastırı tercih etmemiz iyi oldu!” der. “Mezuniyet günü misafirlerimize sürprizlerimiz
olacak!” diyerek herkesi merakta bırakır.
Nazmi Cavit’e döner: “Daha sonra evsiz ihtiyarı gördünüz
mü?” diyerek bir hikâyenin sonunu merak eden çocuk şaşkınlığıyla
Cavit’e bakar. Cavit, konuşup konuşmamakta tereddüt eder. Cavit’in
herhangi bir cevap vermediğini gören Nazmi, “Evet, Cavit bey sizi
bekliyoruz!” der. Cavit, derin bir nefes alarak evsiz ihtiyarla ilgili bildiklerini söylemeye başlar: “O günden sonra birkaç defa hafta sonlarında bu manastıra geldim. En son gelmemde ihtiyarın çok bitkin düştüğünü, benimle konuşmak için gereken gücü zor bulduğunu gördüm.
Zor çıkan sesiyle bana bir kitap vereceğini söyledi. Bu kitapta insanlar
için faydalı bilgiler olduğunu, kitabın insanlara yol gösterici olduğunu
ve kimseye vermemem gerektiğini söyledi. İhtiyarın bu kitabı bana
neden verdiğini bilmediğini, ama ölümünün yakın olduğunu sanki
kendisi de biliyordu!” Eylem, kendini tutamaz ve ileri atılır: “Düşündüğünüz gibi oldu mu? Yani sonrasında hemen öldü mü?” Cavit,
üzüntüsünü saklayamaz! Gözünden iki damla yaş düşer yere. “Evet,
öldü!”
‹ 124 ›
ÖZCAN YAZICI
Cavit, “Nasıl bir kitaptı?” diyerek merakını gizleyemez. Cavit,
“Kırmızı kaplı kalınca bir kitaptı. Yüzlerce yıllık bilgeliğin içinde saklı
tutulduğu bir kitaptı. Kitabı birkaç kez okuduktan sonra tek katlı evimizin çatı aralığında eski bir dolabın içine sakladım. Orada onu kimse
bulamazdı! Ancak bir gün evimizde yangın çıktı. Hiçbirimize bir şey
olmadı ama evle birlikte kitap da yandı.”
Cavit kısa bir sessizlikten sonra, ayakta durduğu yerinden
manastırı gözleriyle süzer. “Manastıra gelmeyeli yıllar olmuştu, belki
kırk yıl sonra ilk defa geldim. Çok değişmiş! Evsizler yok! İhtiyardan
geriye kalan tek şey duvara kazıdığım Sinan adı. İhtiyarın adı!” der ve
saatle sağdaki camların arasına çiviyle kazıdığı Sinan adını gösterir.
Ahmet manastırın girişinde duvarları boyayan işçilere yüksek
sesle, “Buradaki yazının üstünü kapatmayın!” der. Nazmi’nin yüzüne
bakar, o da başıyla onaylar.

Heykel bölümünün tüm öğrencilerinin yanı sıra mezun olacak öğrencilerin aileleri ve davet ettikleri kişiler de programa katılmak üzere manastıra gelmişlerdi. Manastırda sadece yüzyıllara direnen büyük saat
ve evsiz ihtiyarın Cavit tarafından çizilen adı kalmıştı.
Döneminin ahşap oymacılığının ince desenlerini taşıyan merdiven galeri tamamen yıkılmış yerine eskisini aratmayacak ustalıkla
oyulmuş başka bir merdiven inşa edilmişti. Manastırın yüksek renkli
camları, geride kalan birkaç örneğinden yola çıkılarak tüm ihtişamıyla
manastırın ayinsel atmosferine uygun tamir edilmişti.
‹ 125 ›
JÜL DE
Manastırın ortası, kalan birkaç koltuk da yerlerinden sökülerek salon haline getirilmişti. Yüzlerce yıldır 12’ye ayarlı büyük saatin
önüyle salon arasında konuşma ve gösteri yapılmaya uygun bir basamak yüksekliğinde sahne oluşturulmuştu. Konuşmacılar tek tek sahneye çıkıyor, kürsüde konuşmalarını yaparak tekrar manastırın ortasındaki alana iniyorlardı. Manastırın merdivenlerini süsleyen çeşitli
boyutlardaki ahşap heykeller, heykel bölümü öğrencilerinin yaptıkları
heykellerden oluşuyordu. Bunlar Hıristiyanlıkta önemli kabul edilen
kutsal kişileri veya batı dünyasındaki önemli felsefeci ve düşünürleri
resmediyordu. Merdiven galerinin yan sütunları arasına yerleştirilmiş
bu heykellerle birlikte her gün 12’de çalan büyük saat, manastırda
bulunanlara ‘zaman’ın sadece yelkovan ve akrebin göstergelerinden
ibaret göreceli bir kavram olmadığını ispatlar gibiydi. Tüm heykellerin
bir yüzü ve bu yüzlerde yaşanmışlıkların ifadeleri bulunuyordu. Herhangi bir zamanı değil, belli başlı zamanları ve o zamanlarda yaşanmış
olaylardan yansımalar taşımaktaydılar.
“Akıl medeniyetinin ulaştığı seviyeye hayran olmamak ne
mümkün!” diye konuşmasına başlayan Rektör sözlerine devam eder:
“İnsanoğlu, aklı sınırlandırıcı tabularından kurtulduğu ölçüde ilerlemesini sürdürmüştür. Batı medeniyetinden öğreneceğimiz çok şey
var! Aklın önündeki tüm tabuları kaldırarak bize evrensel bilginin tüm
kapılarını aralamıştır. Evrensel bilginin hedeflediği şey ne yüzlerce yıl
geride bıraktığımız dogmatik düşünceler, ne de ortaçağda kilisenin
duvarları arasında sıkıştırılıp insanları öğütücü bir canavara dönüştüren skolastik yorumlardır. Evrensel bilgide dinin ve insanın yeri bellidir. Buna göre dinlerin modern insanın hayatındaki yeri sadece vicdani kanaatlerin toplumsal gerçeklerle çatıştığı yere kadardır. O sınırdan
sonra dinin insan hayatındaki yeri hep sorgulamaya açık kalmalıdır..!”
‹ 126 ›
ÖZCAN YAZICI
Rektör konuşmasını yaptıktan sonra alkışlar eşliğinde salondaki yerini alır. Meltem’in davetlisi olarak salonda bulunan Prof.
Anwen Rektöre dönerek, “Akıl medeniyeti tek başına dünyaya huzur
verseydi, sadece 20. yüzyılda iki dünya savaşı yaşamazdık. Sadece
İkinci Dünya Savaşı’nda 50 milyona yakın insan öldü. Neyle oldu tüm
bunlar? İnsanın küstah aklının ürettiği silahlarla tabi!” Meltem, Rektöre dönerek: “Efendim, sizi tanıştırayım. Anwen, benim Avrupa’daki
akademik toplantılarda tanıştığım bir dostumdur!” Rektör: “Memnun
oldum! Ancak söylediklerine katılmadığımı kendisine tercüme ediniz.
İngilizceyi anladığım kadar maalesef konuşamıyorum.” Meltem: “Tabi
Efendim!”
Salondaki son sınıf öğrencilerini diploma heyecanı sarmıştı.
Öğrenciler tek tek kürsüye çağrılıp, diplomalarını alırlar. Sıra Jülide’ye
geldiğinde, kürsüye Doktor Baran’la birlikte çıkar. “Size tanıştırmaktan mutluluk duyacağım biri var aramızda. Doktor Baran Bey! Kendisine çok şey borçluyum. Huzurunuzda bana üniversite hayatım boyunca verdiği destekten dolayı teşekkür ediyorum!”
Ahmet, salonun en gerisinde, kapıya yakın bir yerinde gelenleri karşılamaya devam ediyordu. Bir an göz göze geldiği Jülide’nin
yüzündeki gülümsemede kendini kaybeder. Çin’deki misafirhanenin
terasında yaşadığı tatsız konuşma sonrasında nereden geldiğini bilmediği bir duygu selinin önünde, kurumuş çalı çırpı gibi ona doğru
daha hızlı sürüklendiğini hissediyordu. Ondan kendini alamıyordu.
Aşkın gizli cevherini ondan almıştı. Ama Jülide bu cevheri ona verdiğinden haberi yoktu. Jülide’nin verdiği şeyin ne kadar kutsal, ne kadar
değerli olduğunu haykırmak istemişti. Aşk, tüm sözlerden sıyrılarak,
bakışların ardında yükselen kutsal bir esinti gibi Ahmet’in ruhunda
Jülide’nin kokusunu bırakmıştı. Ondan kopamıyor, baktığı her yönde
‹ 127 ›
JÜL DE
ondan bir şey görüyor, konuşan herkesin sözlerinde ondan sözler
işitiyordu. Onlarca dağın ardında tek başına çaresiz bırakılmış küçük
bir çocuk gibiydi şimdi! Onunla göz göze gelse bile çığlıklarını ona
duyuramıyordu! İşte şimdi yine, onunla göz göze geldiği şu an, bir
sineğin kanat çırpması kadar kısa sürdü. Tüm dağların sisi kalkmış,
vadilerde onun kokusu kalmıştı. Bir çocuk gibi yardım çığlıklarını duyurduğuna bir an inanmıştı. Ama nafile! Yine yüzünü çevirdi, insanların arasına karışıp gitti.
Ahmet, kendisiyle birlikte misafirleri karşılayan Eylem’in sesiyle irkilir. Kendine geldiğinde Jülide sahneden inmiş, Doktor Baran’la
birlikte bir masada koyu bir sohbete dalmıştı.
Eylem: “Hoş geldiniz!”
Ülker: “Hoş bulduk! Geciktik mi? Tanıştırayım Cavit Bey!”
Eylem: “Cavit Bey’i tanımıyorum, ama hastanedeyken çok
yardımcı olmuş. Kendisine bu vesileyle teşekkür etmek isterim!”
Ülker: “Adım okundu mu?”
Eylem: “Hayır, okunmadı! Tam zamanında geldin!”
Salondaki herkes yerini almıştı. Programda gösteri yapacak
olan sihirbazlar, manastırın bahçesindeki yerlerinde son hazırlıklarını
yapıyorlardı. Davetlilerin çocukları sihirbazların çevresinde birikmiş,
rengârenk giysilerini hayranlıkla inceliyorlardı. İki sihirbazdan biri
parlak siyah takım elbiseyle diğerine göre daha ani hareket ediyor,
gösteri öncesinde el becerilerinde usta olduğunu çevrede toplaşan
çocuklara ispatlamıştı. Renkli kıyafetleriyle bir sirk cambazını hatırla‹ 128 ›
ÖZCAN YAZICI
tan diğer sihirbaz, çocukların yoğun ısrarı sonunda önünde duran bir
heykeli konuşturmuş ve sonra bir mermer kalıba dönüştürmüştü.
Sihirbazları seyre dalan çocukların sevinç çığlıkları Balat’ın Haliç’e uzanan sokaklarında yankılanıyordu. Yüzlerce yıllık geçmişiyle
Balat, ilk yerleşiminden beri geçirdiği tüm değişimleri kendi içinde
saklıyordu. Bakımsız elbiseleriyle oyun oynayan çocukların çığlıkları
manastırın duvarlarında hala izlerini taşıyordu. Haliç’in Marmara’dan
uzanan büyük gövdesi, coğrafi bir değişimle meydana geldiğini çoktan
unutturmuştu bile!
Hazırlıklarını karavanlarında sürdüren sihirbazlar, bir yandan
da camdan çocuklara bakıyor, çocukların herhangi bir zarar vermediklerinden emin olmak istiyorlardı. Sokak aralarından gelen çocuklarla
birlikte manastırın bahçesinde yüzlerce çocuk birikmişti. Önceki gösteriyi kaçıran çocuklar, sihirbazlardan bir gösteri daha yapmalarını
isterler. Sihirbazlardan siyah takım elbiseli olanı pek yanaşmasa da
diğeri çocukların bu isteğini geri çevirmek niyetinde değildir. Eline
aldığı sihir değneğini önünde duran şapkanın üstünde gezdirir, kimsenin anlamadığı sözler söylerken üstündeki kırmızı örtüyü birden çeker. Kendisiyle birlikte çevredeki tüm çocuklar şaşkınlık içinde sus pus
kesilirler. Hiç kimseden herhangi bir ses çıkmaz. Takım elbiseli olan
sihirbaz karavanın camından başını uzatarak sessizliğin sebebini öğrenmek ister. Tüm dikkatlerin şapkanın üstünde yoğunlaştığını gören
karavandaki sihirbaz seslenerek arkadaşını yanına çağırır. “Melkon,
şapka hazır değil, bilmiyor musun?” Melkon, büyük bir hata yaptığını
anlar, ancak şapkanın çevresine toplanan çocukları hayal kırıklığına
uğratmamak için gösteriyi tamamlamak niyetindedir. Melkon, karavanın arkasında bulunan tavşanlardan birini kulaklarından tutarak
çocukların yanına gelir. Melkon, “İşte çocuklar, tavşan siz görmeden
‹ 129 ›
JÜL DE
şapkanın içinden kaçmış. Ben de yakalayıp sizin yanınıza getirdim!”
der. Çocukların sessizliği sevinç çığlıklarına dönüşür. Takım elbiseli
sihirbaz karavandan çıkarken, “Şimdi dağılabilirsiniz, çünkü hazırlanmamız lazım!” der. Sokak aralarından gelen çocukların bir kısmının
elinde top, bir kısmının elinde kirli taşlar ve misketler vardı. Geride
sadece sokak aralarında hızla kaybolan çocukların çığlıkları kalmıştı.
Renkli duvarlarıyla tarihi evlerinin balkonlarında çamaşır asan kadınların konuşmaları hiç bitmeyecek gibiydi! Güneş batarken Balat’ın
sırtından devasa bir battaniye gibi Haliç’in üstünü örten gölge, çocukların çığlıklarını da Haliç’in sularına gömüyordu.
Sahneye çağrılan sihirbazların iskambil kâğıtlarıyla yaptıkları
gösteri salonda bulunanlarca çok beğenilmişti. Rektörün ricası üzerine
gösteriyi tekrarlarlar. Sihirbazlar salondakilere gösterdikleri bir iskambil kâğıdına bakmadan onu kısa süre sonra gözleri kapalıyken
buluyor, salona gösteriyorlardı. Anwen, “Yeterince çabuk değil, herkesin gözünden kaçan şeyi ben görüyorum!” dedi. Nazmi, “Hayatta
görülmemesi gereken şeyler de var! Herkes her şeyi göremez!” der
Anwen’e hak veren yüz ifadesiyle. Nazmi sözlerini devam ettirir: “Hayatta olup biten her şeyi görsek, hayatın ne tadı kalır! Hayatın anlamı
biraz da gizlediği şeylerde gizli değil mi!” derken gülüşmeleri sihirbazların da dikkatini çeker.
Sihirbazlar ağızlarından ateş püskürtme numarasını yaparken
salonda derin bir sessizlik oluşur. Jülide, Ahmet’le göz göze gelmemek
için yüzünü Doktor Baran’dan bir an olsun ayırmaz. Ahmet, Jülide’nin
bakışlarını yakalamak için salonda durmadan yer değiştiriyordu. Jülide
eliyle garsonlara işaret ederek bir meyve suyu ister.
‹ 130 ›
ÖZCAN YAZICI
Jülide, meyve suyunu bitirmemişken sırtına bir el dokunur.
Doktor Baran’ın sırtı dönük olduğu bir sırada kendisini dışarı çağıran
el Ahmet’in eliydi. “Seni çok seviyorum Jülide!” der kimseye aldırış
etmeden. Sahnedeki gösterileri dikkatle izleyen Doktor Baran, Jülide’ye döner: “Ateşin ortasında kalan sihirbazı görüyor musun?” Jülide, “Evet!” der. Doktor Baran, sesini çevresindekilerin duyacağı şekilde yükseltir: “Hayatın aldatıcılığına nispetle bu gösteri önemsiz kalır!”
Jülide, Doktor Baran’ı başını sallayarak onaylar. Nazmi, “Bizi yakmayan şey önyargılarımız değil, yargılarımızdır! Ama yargılarımızın değeri
ve etkisi azalmışsa bunun suçlusu yine biziz!” der. Melkon, bir yandan
gösterisini sürdürürken bir yandan da salonda konuşulanlara kulak
kabartır. Salonda konuşulanların yaptıkları gösteriyle ilgili olduğunu
biliyordu. Nazmi, konuşmasına devam ederken bir yandan Cavit’e bir
yandan da duvardaki büyük saati gözlüyordu.
Cavit, büyük saatin 12’de çalmasına çok az bir süre kala sahneyi çaprazdan gören bir yere gelir. Ülker: “Cavit Bey, nereye gidiyorsunuz?” Cavit Ülker’in sesini duysa da o geriye bir an dönerek salonun
önlerine doğru yürümesini göz ucuyla işaret eder.
Takım elbiseli sihirbaz: “Şimdi bugünün en önemli gösterisini
yapacağız. Saygıdeğer Baylar ve Bayanlar heykelimizin konuştuğuna
şahit olacaksınız!” Salonda bulunanlar takım elbiseli sihirbazın konuşmasına kadar gösteriyi göz ucuyla izliyorlardı. Ama şimdi daha
fazla dikkat kesilirler! Ortada duran ve üstü örtülü bir metre boylarındaki iki heykel, açık kalan kısımlarından fark edilebiliyorlardı. Örtünün
altında kalan kısımları, açıkta kalan kısımlarına göre daha fazla merak
uyandırıyordu!
‹ 131 ›
JÜL DE
“Şimdiki gösterimizde iki heykel var,” der Melkon her iki heykelin üstündeki örtüyü kaldırırken. “Gördüğünüz gibi bunlar sert kayadan özenle yontulmuş iki heykel. Heykelin konuştuğunu hiç gördünüz mü?” der Melkon alaycı bir gülümsemeyle. Melkon heykellerin
üstünden kaldırdığı örtüleri tekrar geri örter. Salondakiler pür dikkat
kesilmiş halde birazdan olacakları merakla beklerken Nazmi salondaki
sessizliği bozar: “Heykel konuşacakmış! Buna kim inanır?”
Takım elbiseli sihirbaz elindeki değneği birkaç kez sağdaki
heykelin üstünde gezdirdikten sonra salondakilerin anlamadığı sözler
mırıldanır. Örtüyü kaldırır. Heykel eski yunan soylularına benziyordu.
Pelerinin ince kıvrımları heykelin görüntüsündeki gerçeklik algısını
güçlendirmişti.
Heykelin kendi kendine mırıldandığını duyan salondakiler şaşkınlıklarını gizleyemezler. “Ama nasıl olur!” der Rektör beraberindekilere. “Bu sihirbazlıktan öte bir şey! Böyle bir şeyi daha önce hiç görmedim! Harikulade!” diyerek gösteriyi izlemeye devam eder. Kısa bir
süre sonra Melkon soldaki heykelin örtüsünü de kaldırır. Salondakilerin hepsi heykelin taş bir kalıp şeklini aldığını görürler. Rektör yine
sessizliğini bozar: “E pes doğrusu, az önceki güzelim heykel gitmiş,
yerini kaba saba bir taş kalıbı almış! Şapkadan tavşan çıkarmayı gördük ama heykelin taş kalıba dönüştüğünü de ilk kez gördüm! Muhteşem bir gösteri!” Salondakiler, iki sihirbazı cömertçe alkışlar. Manastırdaki kalabalık gördüklerinin etkisinden çıkmamışken aralarından
bazıları gösterinin tekrarlanmasını ister. Gösterinin tekrarlanmasını
isteyenlerin sayısı giderek artar ve sonunda salonda bulunanların
hepsi alkışlar eşliğinde “Bir daha! Bir daha!” diye bağırmaya başlarlar.
Sihirbazlar şaşkınlık içinde ne yapacaklarını bilemezler. Nazmi, sihirbazların gösteriyi tekrarlamaktan çekinen tavırlarını görünce bulun‹ 132 ›
ÖZCAN YAZICI
duğu yerden sahneye doğru seslenir: “Tekrarlamayacak mısınız? Gördüğünüz gibi misafirler gösteriyi tekrar etmenizi istiyorlar.” Takım
elbiseli olan sihirbaz Melkon’a el işaretleri eşliğinde salondaki gürültünün arasında bir şeyler anlatmaya çalışır. Melkon da başını sallayarak arkadaşını onaylar. Takım elbiseli sihirbaz eliyle salondakilere
susmalarını işaret eder. “Susun lütfen! Bu gösteriyi tekrarlayamayız!”
der ve konuşan heykeli salondan çıkarmak üzere tutup kaldıracakken
ayağı kayarak diğer heykele çarpar. Kalıp halindeki heykel yere yığılır.
Manastırda dikkatlerin yoğunlaştığı sahnenin üstündeki kalıp heykelin
değişmeden önceki halinde olduğunu gören davetlilerden biri: “Sahtekârlar! Hani kalıp haline dönüşmüştü? İşte eski halinde! Eğer gerçekten kalıp olsaydı hep öyle kalırdı.”
Olayı başından beri dikkatle izleyen Cavit, salonda bulunan
davetlileri yatıştırmak için öne atılır. “Herkesi sakin olmaya davet
ediyorum! Bu gösterinin gerçek olduğuna mı inanmıştınız? Yapılan
şey göz aldatmacısıdır, yani bunu başından kabul ederek seyrediyordunuz! Dolayısıyla aldanmaya, kandırılmaya hazırdınız! Heykel yere
düşünce aldatıldığınızı hissettiniz, o kadar!”
Ülker, Cavit’in kolundan çekerek salondaki misafirlerin tepkisinden kurtarmaya çalışır. “Cavit Bey, bunu yapmak zorunda değilsiniz!” diyerek salondaki yerlerini işaret eder. Salondaki tüm bağrışmalara aldırış etmeyen Cavit heykelin düşerek eski haline dönüşmesini
orada bulunanlara açıklamakta kararlıdır. Bunu yapmasının nedenini
de konuşmasında ima eder.
Cavit: “Bugünkü en önemli sorununuz bu iki sihirbaz mı? Sihirbazlar görevlerini yaptılar, izin verin gitsinler. Bağırıp çağırarak
aldatılmışlık duygunuzu telafi edemezsiniz! Her gün kaç kere aldatıl‹ 133 ›
JÜL DE
dığınızı biliyor musunuz? Onlara neden ses çıkarmıyorsunuz? Her gün
onlarca kez, belki yüzlerce kez aldatılıyorsunuz! Arkadaşlarımız, sevgilimiz veya en yakınlarımız tarafından aldatılıyoruz! Bunu hiç düşündünüz mü? Gördüğümüz her şeyin aslında göründüğü gibi olmadığını
anladığımız zaman, kendi kurduğumuz hayalleri yıkmadan gerçekleri
de anlayabiliriz! Önünüze konan bu hayatta her şeyin göründüğü gibi
olduğunu sanıyorsunuz! Ama değil, hiçbir şey göründüğü gibi değil!”
Manastırın içi Cavit’in konuşmasıyla koyu, garip bir sessizlikle
dolar! Herkes sihirbazların gidişini sessizce seyreder. Sihirbazlar manastırın kapısını açıp çıkarken öğlen güneşinin dik açıyla gelen ışığı
kapının kapanmasıyla manastırın renkli ışıklarına bırakır yerini. Sessizliği bozan gong sesi manastırdakilerin bakışlarını hep birden sahnenin
üstündeki büyük saate yöneltir.
Anwen, “İşte bu çağımızın hastalığı! Bilmediğine düşman olmak” der. Meltem bir yandan kalabalığın sihirbazlara olan tepkisini
hayretle izlerken diğer yandan Anwen’in söylediklerini başını sallayarak onaylar. “Ortada bilmeyecek bir şey yok! İnsanlar sihirbazlara
kızgınlar. Sebebi de açık! Sihirbazların numarası ortaya çıktı!” der
Rektör önündeki çayını yudumlarken. Anwen kalabalığın öfkesi dinerken Rektöre döner ve sözlerine devam eder. Anwen: “Sihirbazlar sahneye çıkarken burada bulunanlardan hiç kimse gösterideki mantık
hatalarını incelemeyi düşünmemişlerdi. Yani sahnede olup biten her
şeye inanmaya hazırdılar. Ve öyle de oldu! Herkes heykellerden birinin konuştuğuna diğerininse düz bir kalıp haline geldiğine inandı.”
Rektör, Anwen’in sözünü tekrar keserek söze karışır, “İnsanların iki
soytarının yaptığı sahtekarlığa inanmalarını mı bekliyorsunuz?”
‹ 134 ›
ÖZCAN YAZICI
Meltem, Anwen’e dönerek, “Anwen istersen çıkalım! Buranın
havası iyice değişti!” Anwen Meltem’i başıyla onaylayarak birlikte
kalabalığın arasından kapıya doğru ilerlemeye çalışırlar. Anwen, Meltem’le birlikte manastırı terk etmek üzereyken misafirlerin dikkatleri
tekrar Cavit’e çevrilir.
Cavit, “Her şey bir anda oldu!” diyerek izleyicilerin dikkatlerini
sahnenin üstündeki büyük saate çevirir. “Hepimiz bu saatin altındayız.
Yani bir zamana bağlıyız. Bu saatin yüzyıllarca tam 12’de gong sesiyle
çınlaması gibi hepimiz her gün aynı tepkileri veriyoruz. İçimizde yankılanan ama bizden başka kimsenin duymadığı iç seslerimizin buradaki
kargaşadan daha az olduğunu kimse iddia edemez!”
Manastırdaki öğrenciler ve veliler Cavit’in sözleriyle biraz yatışır.
Diplomalarını alan öğrenciler manastırı terk ederken Ahmet
manastırın bahçesinde kesik bir ağaç kütüğünde oturuyordu. Derin
düşüncelere dalmışken yanına Ülker yaklaşır. Manastırın kapısı ve
bahçe kapısının arasında birkaç servi ve kavak ağacı, yüzlerce yıl boyunca Haliç’ten Balat’ın yukarı kısımlarına doğru esen rüzgârları manastırın önünde karşılamışlardı. Yüzlerce yıllık geçmişin izleri gövdelerine yontulan sevgililerin aşk sözlerinde gizlenmiş gibiydi. Kimisi evlenmiş, kiminin mutlu giden hayatı dramatik şekilde mutsuzluğa sürüklenmişti. Belki de bazılarının torunları şimdi çok uzaklarda hayatlarına devam ediyorlardı!
Ülker Ahmet’e yaklaştıkça rüzgârın etkisiyle ağaçlardan gelen
ıslık sesleri iyice artmıştı. Ülker Ahmet’in karşısında rüzgâra karşı son
çırpınışlarını yapan bir serçe gibi ona doğru yürüyordu! Nereden baş‹ 135 ›
JÜL DE
layacağını bilmiyordu! “Ahmet!” diye seslendi. Ahmet, elindeki diplomada dona kalan gözlerini kaldırarak Ülker’le göz göze gelir. Göz
işaretiyle başını sallayarak Ülker’e neden geldiğini sorar.
Ülker’in cevap vermediğini gören Ahmet: “Bu diplomayı babam görmeyi çok isterdi! Ama ben üniversiteye başlamadan iki yıl
önce o öldü.”
Ülker: “Yakınlarımızı kaybettiğimizde hayata bağlı kalmak için
başka ilişkiler kurmak zorundayız Ahmet!”
Ahmet: “Herkesin hayatında yerine başkasını koyamayacağı
insanlar vardır! Birine göre eşi, bir başkasına göre annesidir. Benim
yerine başka kimseyi koyamayacağım tek kişi babamdı.”
Ülker: “Ben de babama çok düşkündüm. Ama çocukluktan çıkıp gençliğe geçiş yaptıktan sonra bu düşkünlüğüm azaldı. Sebebini
bilmiyorum. Belki içkiye olan düşkünlüğü olabilir.”
Ahmet, “Babamı kaybettiğimde kendimi vatansız hissetmiştim! O günü, o anı hiç unutamıyorum. İş dönüşü bir grup soyguncunun saldırısına uğramıştı. Ölüm haberini bize getiren polislerin yüzlerinde babamın ölüm haberinden daha çok akşam ahbaplarıyla geçirecekleri saatlerin heyecanı okunuyordu!” diye söylenir Bizans Döneminden kalan birkaç kaldırım taşına bakarken.
Ülker: “İnsanın vatanı yüreğidir! Hayatı orada yaşarız! Dünyada gösterdiğimiz yanlarımız, yüreğimizde kurduğumuz devletin birer
yansımasıdır!” Ülker manastırın bahçesinden çıkan misafirlere dönerek konuşmasına devam eder, “Üstünde yaşadığımız toprak parçası,
bizim mutluluğumuzu kayıtsız şartsız sağlayamaz! Ama yüreğimizin
‹ 136 ›
ÖZCAN YAZICI
derinliklerinde yaşadığımız mutluluklar bize asıl vatanın yerini de işaret ediyor. O vatan yüreğimizdir!”
Ahmet oturduğu ağaç kütüğünden kalkarak manastıra doğru
yürür. Bir adım kala durup sağ kolunu manastıra dayar. Ahmet: “Gururumuzu, özlemlerimizi, sevgimizi ve korkularımızı önce yüreğimizde
yaşıyoruz. Dünyaya yansıtmadığımız sürece bunlar sadece yüreğimizin
bir parçası olarak kalmaya devam ederler!” Ahmet, Balat’ın birbirine
yaslanmış birkaç katlı evlerinin arasından bir kısmı görülen Haliç’i
arar. Aradığı hazineye güçlükle ulaşan bir define avcısının heyecanı
kaplar yüzünü! Yüzünü Haliç’in boynuna sarı gerdanlığı giydiren ilkbahar güneşinin pırıltıları kaplar.
Ahmet, “Her şey bizi aydınlatan şu güneş kadar açık aslında…
Ama duygularımızın sınırlarından her istediğimizde çıkamıyoruz!”
diyerek manastırın bahçe kapısından çıkmakta olan birkaç kişinin
arasından sıyrılarak hızlıca Balat’ın dar sokaklarında gözden kaybolur.
Rektör’le birlikte manastırda birkaç kişi kalır. Kalabalık dağıldıktan sonra manastırın yüzlerce yıl ilahilerle, ayinlerle tortulaşan
ruhani havası hissedilmeye başlar. Renkli camlardan içeri sızan güneş
ışıklarında sarıya dair hiçbir şey kalmamıştı. Tüm renkler döşemelere,
geride kalan birkaç heykelin gövdesine ve duvarlara gökkuşağından
küçük izler bırakır gibiydi.
Rektör: “Nazmi bu manastırı tutarak doğru karar verdiniz! Sizi
kutlarım!”
Nazmi: “Karar vermekte zorlandık. Ancak bundan sonraki mezuniyet günlerimizde de bu manastırı sıkça kullanacağız.”
‹ 137 ›
JÜL DE
Rektör: “Üniversitemiz size her türlü desteği verecektir!”
Rektör, programa birlikte geldiği üniversite heyetiyle birlikte
manastırı terk ederken bir an duraksar. Rektör: “Duvardaki saat neden ilerlemiyor? Oysa çaldığını herkes duydu!” diye sorar. Nazmi,
“Rektör Bey, saatin hikâyesini Cavit Bey bize anlattı. Arzu ederseniz
size daha sonra arz edeyim!” Rektör, merakını gizleyerek manastırdan
çıkar: “Hay hay, olur tabi!”
Doktor Baran Jülide’yi manastırda bırakıp giderken ona dikkat
etmesi gereken bazı şeylerden bahsetmişti. Jülide’nin ruhsal durumunu üniversitenin başından sonuna kadar bilen tek kişiydi. Doktor Baran, Jülide’ye son günlerini yaşadığı üniversite hayatının henüz tamamlanmadığını, okulda bundan sonra geçireceği yaklaşık bir aylık
sürede dostluklarına dikkat etmesini söyler.
Jülide hayatının bir dönemini daha geride bırakmak üzere olduğunu düşündü. Bu düşünce onu gitgide sıkıştırıyordu. Bir labirentin
ortasına bırakılmış bir tavşanın kırılgan ürkekliğini yaşıyordu üniversitenin son günlerinde. Bu ürkekliğin onu labirentin en karanlık yerinde
çaresiz bırakmayacağını kim bilebilirdi? “Bu şehir her gün biraz daha
fazla soğuk geliyor bana!” demişti bir gün Ülker’e. Dört yıl boyunca
tarifi imkânsız güzel anlar yaşadığı İstanbul, üniversite eğitiminin son
günlerini yaşadığı bu günlerde gözündeki anlamını yitirmeye başlıyordu! Dünyanın başkenti olmayı çoktan hak etmiş bu şehirden gitmek
istiyordu artık.
Manastırın tek kanadı açık camından Balat’ı Haliç’le birleştiren sokaklarını izlerken çocukların çığlıklarına karışan kadınların konuşmaları araba sirenleriyle birleşerek onu çepeçevre saran bir uğultu
‹ 138 ›
ÖZCAN YAZICI
halini almıştı. Kendisinin dışında kimsenin anlam veremeyeceği bir
uğultuydu bu! Üniversite eğitimi boyunca kurduğu tüm hayalleri bu
uğultunun içinde kaybolmuş, bedenini fırtınanın önünde sürüklenmekten kurtaramıyordu!
“Jülide!” diye bir ses işitir. Ses manastırın giriş kapısına yakın
bir yerinden geliyordu. Jülide kapıya doğru bakmak istese de camlardan yansıyan renkler manastırdaki görüşü kısıtlıyordu. Jülide, “Ülker
olmalı!” diye düşünür kendi kendine. Manastırda olması gerekirken
olmayan tek kişi Ülker’di çünkü! Tüm davetliler manastırı terk etmiş,
geride sadece program düzenleme heyeti ve son sınıflardaki öğrenciler kalmıştı. “Sen misin Ülker?” diye seslenir kapıya doğru. Sesler manastırın içinde yankılanıyordu.
Ülker, Ahmet’ten beklediği ilgiyi yine bulamamıştı! Ahmet’e
olan aşkı onda eğitim hayatının bu son günlerinde bir kabusa dönmek
üzereydi. Manastırın duvarındaki büyük saatin tarihsel geçmişi ve
Balat’ın sokaklarında oynayan çocukların neşeli sesleri biraz önceki
anlamını yitirmişti onda!
Ülker, “Benim!” dedi Manastırın eski ama gösterişli kapısından girerken. “Jülide hemen buradan gidelim!” diye ekler. Ülker’in
telaşı Jülide’yi de anlamsız bir telaşa sürükler.
Jülide ve Ülker’in manastırdan çıkmakta olduğunu gören
Nazmi sahnenin kurulu bulunduğu yerden seslenir: “Çarşamba günü
Mısır gezisi için son toplantımızı yapacağız.” Nazmi’nin Manastırda
yankılanan sesi Jülide’nin içinde bölümde onunla karşılaştığı ilk günkü
konuşmasını anımsatır. Jülide’nin yüzünde küçük bir gülümseme beli-
‹ 139 ›
JÜL DE
rir. Nazmi’ye doğru tüm vücuduyla dönerek: “Tamam hocam, görüşürüz!”

Jülide, diplomasını kutusundan çıkararak duvara asar. Odaya
girdiğinde duvarda Jülide’nin asılı diplomasını gördüğünde Ülker,
şaşkınlığını gizleyemez! Ülker, “Bir ay sonra yerinden çıkaracağını
bildiğin halde diplomanı duvara neden astın Jülide?” diye sorar. Jülide’den alacağı hiçbir cevabın mantıklı bir açıklamasının olmayacağından da kendince emindi!
Ülker, “Dört yıldır yaşadığımız tüm üzüntülerimize, acılarımıza, kırılganlıklarımıza ve sıkıntılarımıza sadece bu kâğıt parçası için
katlandık!” diye ekler. Odayı kaplayan kısa süreli sessizlikten sonra
Ülker’in sorusunu cevaplar: “Yerinden çıkaracağımı nereden biliyorsun? Belki burada kalmaya devam ederim. Hem belki sen de kalırsın!”
Ülker, okumak için geldiği İstanbul’da kalmayı o ana kadar
düşünmemişti. Ahmet konusunda tartışmasına rağmen Jülide üniversite hayatı boyunca onun en iyi dostu olmuştu. Okulda ve birlikte
yaşadıkları evde ona Jülide kadar yardımcı olan bir başkası yoktu.
Jülide ya hemen yanındaydı ya da istediği zaman ona ulaşabilecek
kadar yakınındaydı.
Ülker, “Biliyor musun Jülide, bizim aileden büyük şehirlere
okumaya giden birçok kişi olmuştu benden önce. Hiçbiri bir daha geri
dönmedi. Gittikleri yerlerde hayatlarını kurdular ve orada yaşamaya
devam ettiler!” derken bir yandan da Jülide’nin duvara asılı diplomasına dikkatle bakar.
‹ 140 ›
ÖZCAN YAZICI
Jülide, bir türlü kalabalığına alışamadığı, geldiği kasabadaki
insanların içten ve karşılıksız davranışlarını bulamadığı bu büyük şehirden uzaklaşmak istemişti üniversite boyunca. Ama diplomayı aldıktan sonra zorunlu kalma hissinin ortadan kalkarak dönmek ya da kalmak arasında tercih etmede özgür kaldığını hissetmişti. Sanki büyük
bir el onu üniversitenin kaldırımlarından alıp şehrin sokaklarına bırakmış, bundan sonraki yaşamı konusunda tercih yapmasını istemişti!
Jülide: “Şehir, masumiyetin ince tülünü üstümüzden çekip kaldırdı!
Yerine acımazlığı, riyakârlığı, menfaati yerleştirdi! Artık kasabaya gittiğimizde tanıyamıyorlar. Belki biz de tanınmak istemiyoruz artık!
Şekil vermek için yonttuğumuz heykellere kendimizden çok şey verdik
Ülker! Anadolu’nun değerlerini unuttuk, onları sevmiyoruz artık. Aksi
takdirde içimizden gelerek ve özlemle kasabaya dönmeyi arzulardık.”
Haliç’in üstünde kümelenmiş, sonbahardan kalan sis bulutu Jülide’ye
kasabadaki sabahın ilk ışıklarını anımsatır. Sabah ezanından sonra
günün ilk ışıklarıyla birlikte tarlaya giden traktör, dükkânını açmak için
koşturan bakkal, okula giden öğrenciler hep aynı sis bulutunun içinden geçerek gidiyorlardı. Gecenin soğukluğunu hissettirdiği kasaba,
sabahın ilk ışıklarında yerini huzur veren aydınlığa bırakır, nemlenen
toprak buharlaşarak kasabanın ince tabaka halinde serin bir sis bulutu
içinde kalmasına yol açardı!
Ülker: “İstanbul’u Ahmet’le birlikte sevdim! İstanbul’dan ayrılışım bir yönüyle Ahmet’ten ayrılmam olacak! Bu şehre sevdanın gözüyle bakıyorum Jülide! Bana İstanbul hakkında soranlara kızıyorum!
Beni beğenmedi, beni sevmedi, benimle birlikte olmak istemedi!”
Ülker, odanın içinde amaçsızca dolanırken Jülide’ye döner.
Ülker: “Biliyor musun Jülide, keşke senin yerinde olsaydım!” Jülide,
Ahmet konusunda Ülker’le tartışmak istemese de arkadaşının duygu‹ 141 ›
JÜL DE
larını bastırmak niyetinde değildir. Jülide, “Hiç kimse bir başkasının
yerinde olamaz, olmasına da gerek yok!” diyerek Ülker’i rahatlatmaya
çalışır. Ülker, “Olmazlar üzerine kurulu bir dünyada yaşıyor gibiyim!
Neden hayal kurarız?” diye çıkışır. Jülide, “Herkes hayallerinin ucunda
asılı birer kelebektir! Hayallerini gerçekleştirse de gerçekleştiremese
de bir gün oradan ayrılmasını bilmelidir!” der.
Ülker, “Kurduğumuz hayallerimiz ikinci vatanımız oluyor!
Orada esen rüzgâr, kıpırdayan yaprak, bir kuşun ötmesi ya da yaşamayı istediğimiz bahçeli evimiz bizim iznimiz olmadan değişmez! Kimse o şehrin içinden bizden izin almadan dolaşamaz! Sokaklarında arzu
ettiği gibi yürüyemez! Bir başkasıyla tanışamaz, konuşamaz! İşte İstanbul’u ben vatan yapmıştım kendime. Hayallerim İstanbul’un içindeki her yerde ve her şeyin içinde gizliydi! Ama o yoksa İstanbul da
yok artık!” diye sözünü bitirir.
Jülide, Ülker’in hiç beklemediği sorusu karşısında irkilir. Ülker:
“Sen hiç kimseyi sevmedin mi?” Jülide aynı şaşkınlığı Paris’te bir kez
daha yaşamıştı. Ülker’in anlamsız kıskançlık duygusu altında kalmamak için çok çaba harcamıştı. “Hayır!” diyerek tereddütsüz cevaplar
Jülide.
“Neden?” diyerek üsteler Ülker.
“Pek emin değilim! Sevginin ya da aşkın herkese göre farklı
anlamları olabilir. Kuşkusuz her ikisi de duygusal birer tecrübedir.
Hoşlandığım erkekler oldu. Üniversitede bazı insanlardan hoşlandığımı söyleyebilirim ama bu duyguları sevgi veya aşk diye hiçbir zaman
tanımlayamam.”
‹ 142 ›
ÖZCAN YAZICI
“Birilerinden hoşlandığın halde bunu neden duygusal patlama
olarak tanımlamaktan çekiniyorsun?” diye üsteler Ülker.
“Duygusal patlama tabiri çok abartılı! Duygusal bir tecrübe diyebilirim. Ciddi bir ilişki boyutuna taşımamış olmam, beğendiğim kişilerin bunu hak etmediklerini düşünmemden veya bu duygularımda
samimi olmadığım anlamına gelmez!” diyerek Ülker’in aklındaki tereddütleri gidermeye çalışır.
Ülker: “Affet beni Jülide! Bazen senin hissiz, duygusuz biri olduğunu düşündüm hep. Birlikte dersteyken veya dersten çıktıktan
sonra bir kafede otururken ya da birlikte eve gelirken çevrendeki
erkeklere bakarken herhangi bir eşyaya bakar gibi baktığını gördüğümde bu düşüncelerden kendimi alıkoyamıyordum!”
Jülide, “Sevginin cezp edici bir gücü var!” derken gözlerindeki
tutkuyu Ülker’e kanıtlamak ister gibiydi. Jülide: “Ama sevgi veya aşk
duygusunun kendiliğinden ortaya çıkan güçlü bir bağlılık olduğuna
inanıyorum” diye ekler.

Mezuniyet programından sonra bölüm öğrencileri olarak ilk
buluşmaları olacaktı. Mısır Gezisini konuşmak için akşam 9’da Sultanahmet’te rezervasyonunu yaptırdıkları iki katlı bir kafeye gitmek
üzere evden çıkan Ülker uzaktan birinin kendisine seslendiğini işitir.
“Ülker, Ülker!” Bu Cavit’ti. Koşarak Ülker’in yanına gelir ve elindeki
örme şapkayı uzatır. “Bunu en son gelmenizde dükkânda unutmuşsunuz!” derken sesi titriyordu.
‹ 143 ›
JÜL DE
Ülker, “Teşekkür ederim Cavit Bey! Çoktandır bunu arıyordum!” diyerek aynı nezakette karşılık verir. Cavit kısa bir suskunluktan
sonra Ülker’i davet eder. Cavit: “Gelmez misiniz? Bir şeyler ikram
etmek isterim!” Ülker saatine bakar, kendi kendine “Akşamki toplantıya daha zaman var!” diye içinden geçirir. Ülker, “Tabi neden olmasın
Cavit Bey!” diyerek Cavit’le birlikte heykellerin kapısında karşıladığı
kırtasiye dükkânına doğru yürürler.
İçeri girmek üzereyken Cavit’in heyecanlı tavırları Ülker’in
dikkatini çeker. Ülker: “Bir şey mi var Cavit Bey! Bugün her zamankinden daha farklısınız!” Cavit: “Yok! Bir şey yok!” diye Ülker’i ikna etmeye çalışırken heyecanlı tavırları hareketlerinde belirgin şekilde
hissediliyordu.
Cavit, “Ne içersin?” derken eliyle sandalyeye oturmasını işaret eder.
Ülker: “Bir kahve alayım!”
Cavit, “Eşim öldüğünde hayatımın yarısını kaybetmiştim! Ona
benzeyen heykeller yaptım yıllarca, onlara bakarken eşimi görür gibiydim! Otururken, yürürken, yemek yerken ve birçok halde heykelini
yaptım. Hayallerini kurdum. İş gezilerinde birlikte Avrupa’da gittiğimiz
yerlere yıllarca tek başıma gittim!” derken bir yandan da kahveleri
hazırlar.
Ülker, “Adınıza çok üzgünüm!” derken Cavit’in yüzünde o güne kadar hiç görmediği bir aydınlık fark eder. Ülker, “Bazen kendi
kendime benim gibi yaşayan, yürüyen, hayal kuran bir insana eşim de
olsa abartılı değer veriyormuşum hissine kapılıyorum!” derken bakışları Ülker’in yanında ayakta duran eşinin heykelinde donakalır.
‹ 144 ›
ÖZCAN YAZICI
Ülker, “Eğer bu bir hataysa, bu hataya birçok insan düşüyor,
bundan emin olabilirsiniz” der. Cavit: “Yani!” Cavit merakla Ülker’in
gözlerine bakarken sözünü tamamlamasını bekler. “Yani, sevdiğini
kaybeden sadece siz değilsiniz! Mutluluk sonsuz bir çizgiyse eğer, siz
bu çizginin üstünde bir süreliğine de olsa yol aldınız!” derken gözleri
nemlenir Ülker’in.
Cavit kahvesini yudumlarken, “Ülker, en son geldiğinde seninle heykelleri incelerken mermerlere işlediğim kıvrımlarda, heykelleri
yaparken hissetmediğim duygularımı yeniden fark ettim!” der.
Ülker, “İnsan bazen kaybettiklerinin değerini onları kaybettikten sonra daha iyi anlıyor. Üzücü ama çoğu kez elimizdekilerin değerini elimizin içinden kayıp gittikten sonra daha iyi anlıyoruz!” derken
amacı Cavit’in acısına mantıklı kapılar aralamaktır.
Ülker, “Elimle yaptığım heykellerde eşimi aradım hep! Özlemlerimi, neşelerimi, ona olan tüm sadakatimi hep heykellere yonttum.
Sonra dönüp onunla konuştum. Ama cevap vermedi! Bu yıllarca sürdü. Sonunda anladım ki elimle yaptığım tüm heykeller gerçekliğin
sadece birer yansımasıydı. Duygularımda yıllarca büyüttüğüm sevgimin yansımasıydılar. Ve sonunda bitti, birer anı olarak kaldılar. Ünlü
bir ressamın dünya çapındaki bir resmine ilk zamanlarda duyulan
hayranlıktan yıllar sonra sadece bir sanat eseri değerini taşıması gibi
eşimin heykelleri de birer sanat eseri olarak kaldılar bana ait gerçekliğimin koynunda!” derken Ülker’in gözlerinde onun duygularına davetiye çıkaracak bir işaret arıyordu.
Ülker, “Gitmeliyim” diyerek yerinden kalkar. “Bir kahve daha
içseydiniz!” der Cavit. “Mısır’a yapacağımız okul gezisi için toplantıya
‹ 145 ›
JÜL DE
yetişmem gerekir! Kahve için teşekkür ederim!” der Ülker aceleci
tavırlarla. Cavit: “Mısır harikulade bir ülkedir! Yıllar önce iş gezilerimizde sıkça gitmiştim. Gize Piramitleri’nin muhteşemliği karşısında
eğilmemek mümkün mü? Hele Krallar Vadisi’nin yer altında kalan
gizemleri büyüleyici olduğu kadar düşündürücüdür!” Ülker şaşkınlık
içinde Cavit’i dinlerken merakını gizleyemez. Ülker: “Tüm bu yerleri
hep gezdiniz mi?” “Evet” diye cevaplar Cavit ve ekler: “Hem de birkaç
kere!”
Sultanahmet’te deniz istikametinde eğimli yapısıyla Kadırga
Semti’nin dar sokaklarında Ahmet’e rastlayan Ülker heyecanını gizleyemez! Ülker: “Ahmet toplantıya gidiyorsan, beraber gidelim! Ben
kafeyi bulamıyorum.” Ahmet, “Tabi Ülker, beraber gidelim. Ben de ilk
kez gidiyorum. Şu karşı ki otelin yanında olmalı” diyerek yabancı turistlerin çokça tercih ettikleri sakin bir oteli işaret eder.
Kadırga, Bizans Dönemi’nde ticaret gemilerinin demir aldıkları
bir semtti. Denize inen dar sokaklarındaki tarihi camilerinden yükselen ezan sesleri dar sokaklardan evlerin içine doluyordu.
Ekmek derdindeki esnafın güneşin batmasından bir süre sonra evlerine gitmek için yaptıkları hazırlıklar sokak aralarında tatlı bir
koşuşturmaya dönüşmüştü. Geride bıraktıkları günün değerlendirmesini yapmak için birkaç esnafın ayakta sohbet etmesi bir iş gününün
daha sona ermekte olduğunun işaretiydi. Birazdan dükkânların ışıkları
kapanacak ve geride sadece Kadırga’nın yorgun sokaklarını aydınlatan
sokak ışıkları kalacaktı. Çıraklar dükkânların kepenklerini çekmek üzereyken Ülker ve Ahmet üniversitede birlikte yaşayacakları son macerayla ilgili konuşmak üzere anlaştıkları kafeye girerler.
‹ 146 ›
ÖZCAN YAZICI
Nazmi: “Sizi bekliyorduk!”
Ülker: “Biraz geciktik ama buna değdi!”
Ahmet, Ülker’i yan gözüyle süzer ve konuşmaya karışmadan
edemez. Ahmet: “Neye değdi?”
“Sana söylemedim Ahmet! Buraya gelirken Cavit Bey’e uğradım. Bana Mısır hakkında bazı şeyler anlattı” derken Ahmet’in yüzüne
mahcup gözlerle bakar.
Nazmi heyecanını gizleyemez: “Mısır hakkında mı?”
Ülker, “Evet” der heyecanla ve konuşmasına devam eder:
“Cavit Bey Mısır’a birkaç kez gittiğini söyledi. Hatta Krallar Vadisi’ni
çok iyi bildiğini düşünüyorum.”
Nazmi önünde duran fincandaki kahveden bir yudum aldıktan
sonra toplantı masasının çevresinde oturanların yüzlerinde beklediği
cevabı arar.
Nazmi: “Cavit Bey çok kültürlü ve bilgili bir beyefendi. Hayattaki tecrübeleri oldukça fazla, ayrıca heykeller konusunda azımsanmayacak bilgiye sahip. Aynı zamanda manastırda ihtiyarla başından
geçen olaylardan da oldukça etkilendim.”
Nazmi, Meltem’le kısa bir süre bire bir konuştuktan sonra sözü Meltem alır: “Manastırda sihirbazları savunması etkileyiciydi.
Anwen, Çin’e döndükten sonra dostlarına ondan çokça bahsettiğini
söylemişti.”
‹ 147 ›
JÜL DE
Ülker’in gözlerinin içi gülümser adeta. Ahmet, ilk defa Ülker’e
karşı bir kıskanma duygusu içine girmişti. Ona karşı her defasında bir
şey hissetmediğini söylese de Cavit’in gezide bulunacak olmasından
Ülker’in duyduğu heyecan onu tarifsiz bir duyguya itmişti. Masada
karşılıklı oturduğu Jülide’yle göz göze gelen Ahmet, Jülide’ye karşı
aşkını aşan başka bir duygunun girdabına kapılmıştı şimdi. Yanında
oturan Tahsin Ahmet’e dönerek, “Ahmet, Ülker’i kıskanmaya mı başladın?” Ahmet ani hareketle başını döndürür. Ahmet: “Nereden çıkardın bunu Tahsin?” Tahsin, Ahmet’i rencide etmek istemez. Tahsin,
“Ülker’in seninle konuştuğunu duymayan mı kaldı?” derken yüzünde
hafif bir tebessüm belirir.
Ahmet, Ülker’den bakışlarını alarak önündeki notlara bakar.
Ülker heyecanla konuşmaya başlar: “Cavit Bey’in bizimle birlikte olması hepimize çok şey katacaktır! Krallar Vadisi’nde Nefertiti’nin kayıp mumyasının bulunduğunu tahmin ettiği bir yerden bahsetmişti
bana.”
Eylem: “Binlerce yıldır aranan bir mumyanın yerini Cavit Bey
mi bilecek? Hiç sanmam! Dünyaca ünlü arkeologlar on yıllarca bilimsel yöntemlerle araştırmalarını sürdürüyorlar. Ama henüz bir ize rastlanılamadı.”
Jülide oturduğu yerden, Kadırga’nın dar sokağında evine giden insanlara bakarken Ülker’in Nefertiti’yle ilgili söylediklerini düşünür. Jülide, “Bazıları yürür, bazıları ölür!” diye geçirir içinden konuşanların söylediklerini duymadan. Jülide, “Bir gün hepimiz öleceğiz, ama
ne bir mumyamız olacak, ne de adımıza duvarlara şiirler yazılacak!”
diye geçirir içinden sokakta önünden geçen insanlara bakarken. Medeniyetin ulaştığı seviyeyi düşünür bulunduğu mekânın duvarlarını
‹ 148 ›
ÖZCAN YAZICI
incelerken. İnsan figürlerini çevreleyen rengârenk çiçeklerle süslü
duvarda gizli hayalleri yoklar. Ressamının gizemli hayal dünyasına
içkin medeniyet izdüşümünde kendi ruhunun izlerini arar. Çağdaşı
olduğu ressamla ortak hayallere sahip olmalıydı! Ortak sanat endişesi
taşıdıklarını düşünür.
Jülide bir anlık sessizlik anında söze girer: “Nefertiti’yle
Akenaton’un aşkı Mısır’daki köleliğe son veremediyse, aşkın, uygarlığı
dönüştürücü gücünden kimse bahsedemez!”
Ahmet: “Aşk uygarlıkları belki dönüştüremez ama insanları
değiştirebilir!”
Jülide: “Uygarlığa olumlu katkısı olmayan bir aşk gerçek bir
aşk olamaz! Hele insanları köleleştirmek için baskı uygulayan firavunların âşık olması ancak ironiyle açıklanabilir.”
Meltem söze girer: “İhtiras da aşk gibi kişisel bir tercihtir. İhtirasın varlık ve yokluk mücadelesindeki belirleyici gücü aşka göre daha
güçlüdür!”
Kralların Yolları
Cavit, kaldığı odanın balkonundan Luksor’un sıcak sokaklarına
bakarken eşiyle geldiği son seyahati gözünün önünde canlanır.
Luksor’da çıktıkları bir akşam gezintisinde eşine aldığı altın gerdanlığın
Kraliçe Nefertiti’nin kullandığı gerdanlığın bir benzeri olduğunu söylediğinde eşinin gözlerindeki ışıltıyı hatırlar. Cavit, “İnsan başka ne için
yaşar ki!” diye içinden geçirir.
‹ 149 ›
JÜL DE
Mezuniyet programından sonraki son birlikteliklerini yaşayan
öğrenciler bir yandan oteldeki odalarına yerleşirken diğer yandan
seyahat sonrasında birbirlerinden ayrılacak olmanın üzüntüsünü yaşıyorlardı. Ülker’in tavsiyesi üzerine okul dışından geziye katılan tek kişi
Cavit’ti.
Akşam olmak üzereydi. Henüz yol yorgunluğunu üzerinden atamayan
Jülide binlerce yıllık gizemli tarihiyle Mısır’ın uçsuz bucaksız çöllerinden gelen akşam rüzgârını içine çekmek için otelin terasına çıkar. Nil
Nehri’nin doğu kıyısında krallıklar döneminde kurulmuş olan
Luksor’un Nil’e ve şehre hâkim bir bölgesinde bulunan otel, yabancı
turistlerin sıklıkla tercih ettikleri bir yerdir. Güneş, Nil’in kıyısındaki
Karnak Tapınağı’nın üstünden bir kez daha ışığını yavaşça çekiyordu.
Giriş kapısındaki oturan heykellerin gölgesi otelin giriş kapısına kadar uzanmıştı. Gölgeler tam kapıdan içeri girmek üzereyken,
batıda, ufuk çizgisinde kaybolmakta olan güneş, geride binlerce yıllık
krallığın ihtişamını bırakmış gibiydi! Jülide, batı ufkundaki kızıllıkta,
kralların taçlarındaki kırmızı mücevherleri görür gibiydi! Bıraktıkları
eserlerden ileri uygarlık düzeyine ulaştıklarını düşünen Jülide, kâinatın
ortasında bir zerre kadar yer kaplayan bedeninin biraz daha küçüldüğünü hissediyordu.

Cavit, yıllar önce birçok kez yaptığı Mısır gezilerinde birinde
tanıştığı Esma’yı kafilede bulunanlarla tanıştırır. Esma’yla birlikte yürüyen Cavit’in kafileyle arasındaki mesafeyi açması, Ülker’in farklı
duygular yaşamasına sebep olur. Cavit’e karşı ne hissettiğinden tam
olarak emin değildi! Ahmet’in kendisine ulaşacağı tüm yolları kapa‹ 150 ›
ÖZCAN YAZICI
masından sonra duygusal bir boşluğa düşmüştü. Jülide’yi kaybetmeyi
göze alamazdı. Ahmet’i ondan kıskandığı günler aklına geldikçe kendisine kızgınlığı daha da artıyordu. Biraz ilerisinde kafilenin içinde yürüyen Jülide’ye bakarken, “Ona bunu nasıl yaptım!” diye içinden söylenir.
Cavit, Esma’yla birlikte kafilenin çok gerisine düşmüştü. Ülker,
“Ne konuşuyorlar?” diye içinden geçirmeden edemez. Ülker, önünde
yürüyen Jülide’nin omzuna dokunarak, “Cavit Bey’i bekleyelim mi?”
der. Jülide, Ülker’in yüzüne biraz şaşkınlıkla, biraz da kızgınlıkla bakar.
Jülide, “Şimdi de Cavit Bey mi Ülker?” der. Jülide’nin ne demek istediğini anlasa da Ülker tavrını değiştirmez. Jülide’den beklediği desteği
alamayan Ülker kafilenin en önünde yürüyen Nazmi’nin yanına gider.
Ülker: “Cavit Bey çok gerimizde kaldı!” Nazmi, kafileyi durdurur ve
Cavit’in kafileyle olan mesafesini ve kafilenin Nil Nehri’ne olan mesafesini göz kararıyla hesaplar. Cavit, “Biz Nil’e varana kadar o da bize
yetişir!” der Meltem’in onu onaylanan bakışlarını incelerken!
Hava çok sıcak olmamasına rağmen rüzgârın şiddeti Nil’in
akıntısını güney istikametinde hızlandırmıştı. Nil, binlerce yıl kralların
hayallerini güneye doğru taşırken o hayallerin içinde acı çeken kölelerin yok olan hayatlarını da beraberinde sürüklemişti.
Nil kenarına ulaşan kafile, Nazmi’nin çevresindeki tarihi sütun
kalıntılarına oturarak bir araya toplanır. Nil Nehri’nin yeşile yakın
mavi rengi öğrencilerin yüzünde yarınlara dair umutlarını yeşertmeye
yetmişti. Üniversite boyunca heykel yontmacılığının yanı sıra çevrenin
heykellere kattığı güçlü ifade konusunda birçok kez konuşmuşlardı.
Nehir kenarlarındaki tarihi kalıntıların diğer yerlerdeki kalıntılardan
farklı değerlendirilmesi gerektiğinden bahseden Nazmi, üstüne otur‹ 151 ›
JÜL DE
dukları tarihi kalıntıların ait oldukları Firavunlar Dönemi’nden söz
eder.
Nazmi: “Eski Mısır’da işlerin kolay yürümediği belli oluyor.
Büyük sütunları taşıyan kölelerin gayretinden daha çok devasa yapıları kendi krallıklarının simgesi gibi gören Firavunlardan bahsetmek
daha doğru olur!”
Meltem: “Onlar da sonuçta birer insandı! Firavunların insanları ezmek için büyük ihtiraslara sahip olduklarını düşünmüyorum!”
Nil’in kenarında ayakta duran Ahmet bir yandan konuşulanları dinlerken Nehrin karşısında, sadece kaide kısmı ayakta kalan sütunun üstünde oturan Ülker’in endişeli tavırlarını da izler.
Daire biçimli yanlarında yaprak ve hayvan figürlerinin süslediği mermer kaidenin göz alıcı parlaklığı yapıldığı dönemin ihtişamını
yansıtıyordu.
Nazmi: “İhtiras ya da değil, ne fark eder! Sonsuzluğa ulaşma
duygusu hepimizde var!” Nazmi’nin bakışları bir an Nil’in üstündeki
akıntıda yol alan bir gezinti teknesine takılır.
Jülide, oluşan sessizlikte oturduğu yerden konuşmaya başlar.
Jülide: “Eski insanlar da sonuçta hepimizin yaptığını yaptılar. Evlendiler, savaştılar, evler ve heykeller yaptılar. Bizi bunların içinde en çok
ilgilendireni heykel yapmış olmaları. Eğer dönemin özellikleri heykele
yücelik katmalarına neden olduysa, heykelleri bırakıp dönemim inancını araştıracak değiliz! Biz din adamı değil heykeltıraş olacağız!” diyerek sözünü bitirir.
‹ 152 ›
ÖZCAN YAZICI
Meltem Jülide’yi onaylamak istercesine: “Firavunların hayalleri ya da dini inançları bizi ilgilendirmez. Bizi ve bugünkü toplumları
yöneten şey akıldır. Unutmayalım Akıl Medeniyeti’nde yaşıyoruz!”
Nazmi, kırmızı kitaptan küçük bir kâğıda alıntıladığı bir sözü
okur kafiledekilere: “Toplumlar içine doğdukları kalabalığın önünde
birer yaprak gibi sürüklenirler! Onları sadece akıl kıyıya ulaştırmaya
yetmez, insanları kurtaracak olan şey doğarken beraberlerinde getirdikleri medeniyet köklerine geri dönmeleridir!”
Sinem: “Ama Medeniyet’i kuran şey aklımız değil mi? O söze
katılmıyorum.”
Nazmi: “’Akıl kurgular ama kurmaz’, der yine Kırmızı Kitabın
bir yerinde. Mısır’da da öyle olmuştu. Piramitleri, kralların mezarlarını, oraya giden yolları mimarlar akılla kurgulamışlardı. Ama bu bir
medeniyetin oluşması için yeterli değildi. Duyguları, inançları ve kültürleriyle birlikte Medeniyetlerini kurdular.”
Ahmet, Nil Nehrin’e yakın durduğu yerden: “Binalarının ve
heykellerinin büyüklüğünden etkilenmemek mümkün değil!” derken
gözleri Ülker’de asılır kalır.
Tarihi kalıntıların ortasında binlerce yıl öncesine dair düşünceleri bulundukları an içinde anlamaya çalışan öğrenciler derin bir sessizliğe gömülürken Nil’in kıyısında kümelenmiş yeşilliklerden gelen
çekirge sesleri onları kâh Anadolu’da yaşadıkları köylere götürürken
kâh bulundukları toprakların kadim yaşanmışlıklara sürükler. İnsanlık
tarihinin en köklü gelişmelerinin yaşandığı topraklara, akıl ve medeniyetin harmanlandığı bir zaman diliminden bakıyorlardı.
‹ 153 ›
JÜL DE
Anın içinden kaçarak binlerce yıl geriye koşmak istercesine
eline aldığı küçük dal parçasıyla toprağı kurcalayan Jülide için zamanın
bir kıymeti kalmamıştı. Tarihin herhangi bir kesitinde olabilirdi, bunu
iyi biliyordu. Hissettiklerinin aksine aklıyla hareket etmek istese de
buna güç yetiremiyordu! Aklının sınırlarından sıyrılıp duygularıyla
Nil’in üstünde yelken açmak istiyordu. Nehir kıyısında çocuğunu emziren, bulaşık yıkayan kadınları, Krallık Teknesiyle önlerinden gurur ve
haşmetiyle geçen Firavunların gözlerindeki ifadeyi görmek istiyordu.
Jülide beynini kurcalayan sorularına cevap aradığı son kıyılara
geldiğini biliyordu. Bulamadığı cevaplar için başka bir kıyıya varamayabileceğini biliyor, medeniyetin kadim merkezlerinden biri olan bu
topraklardaki her ayrıntıyı dikkatle inceliyordu. Güneş en dik noktasından batıya doğru ilerlerken aklındaki soruları uzaya savurmak istercesine göğe bakıyor, tüm acizliğiyle başını tekrar toprağa eğiyordu!
“İnsan istediği her şeyi yapamıyor!” Jülide’nin bu sözü sessizliğin ortasına bir balyoz gibi inmişti.
Nazmi, Jülide’ye doğru bakar ve başını sallayarak onaylar. Jülide sözlerine başlamadan önce gruptakiler ondan bir şeyler daha
söylemesini beklercesine tüm dikkatlerini Jülide’ye yönlendirirler.
Jülide: “Binlerce yıl boyunca sadece kendisine buyrulan şeyleri yapmakla yükümlü kölelerin demir gibi önümden geçtiklerini görür
gibiyim! İnsanın kutsal yönünü aşağılarcasına yıllar boyunca nesilden
nesile geçen o boyunduruk halini hissetmemek ne mümkün!“
Meltem oturduğu yerden üstünü silkeleyerek ayağa kalkar.
Jülide’yle göz göze gelir ve eliyle konuşmak için izin ister. Meltem,
“Özgürlük göreceli bir kavramdır! Hakkında konuştuğumuz dönemde
‹ 154 ›
ÖZCAN YAZICI
yaşasaydık belki hepimiz kralların buyruklarına itiraz etmeden hayatlarımıza devam edecektik.”
Nil’e çok yakın bir noktada ayakta duran Ahmet’le göz göze
gelen Jülide onun nehre düşebileceğini bir an aklından geçirse de
yarıda kalan konuşmasına devam eder. Jülide, “İnsanların itirazları,
dikkate alındığı sürece bir değer taşır!” der. Jülide, geldikleri istikamette ayakta duran bir savaşçı heykelini göstererek konuşmasına
devam eder: “Taşların konuşması mümkün olmadığı gibi bu heykelin
de konuşmasını beklemek akla aykırıdır. Bu heykellerden binlerce yıl
sonra bizim yaptığımız heykellerin yüzlerindeki sevecenliği tarz ve
üslup farkıyla açıklamak yetersiz olacaktır! Gerçekliğin yansımaları
binlerce yıl sonra farklı şekilde kendini göstermiş olabilir!”
Meltem: “Bizim gerçekliklerimizle onlarınkiler birbirinden çok
farklı. Ortak noktalarımız olsa da birbirimizden ayrıldığımız birçok
yönlerimiz de var. Hayat ve insan hakkındaki kanaatler yaşanılan çağa
göre değişir. Gerçeklik yaşanılan zamanın kendisinde gizlidir! ”
Nazmi, oluşan sessizlikte tekrar söze girer, “Heykellerin yüzlerindeki ifadeleri biz meydana getiririz. Ama bu her zaman doğru olmayabilir. Her sanatkâr çağının özelliklerini bilse de bağlı olduğu bir
de otorite vardır. Ondan istenen duyguyu meydana getirmesi gerekir.
Bu haliyle heykellerin asıl yapıcısı onlar değil, otoritedir. Onlar sadece
ustalıklarını heykellere yansıtırlar. Bu da gerçekliği tayin edenin ustalar değil onlara emir veren otoritenin olduğunu gösterir!”
Jülide: “Biz hayallerimizi taşlara yansıtamıyoruz belki ama
otoriterliğin çok fazla olduğu eski krallıklarda yapılan heykellerde tarz
‹ 155 ›
JÜL DE
ve üsluptan fazlası var. Onlar hayallerini basit ve duygusuz yüz ifadeleriyle taşlara yontabilmişler!”
Cavit, kafileye doğru yaklaşırken yüksek sesle şöyle der: “Yıllardır gelmemiştim! İflas etmeden önce her yıl iki defa gelirdim. Mısır’da en fazla görmeyi özlediğim şeylerden biri de Çiğde Ağacı’dır.
Umarım görürüz!”
Nazmi: “Çiğde Ağacı’nı duydum. Çölde tek başına bulunurmuş.”
Cavit: “Evet, doğru! Çiğde çölde tek başına yetişir. Yine Mısır’lı
bir dostumun motosikletiyle Luksor’dan Gize’ye giderken Sahra Çölü’nde yola yakın bir yerde bir tane Çiğde vardı!”
Nazmi: “Çiğde’nin sınır bitkisi olduğundan bahseder Kırmızı
Kitap!”
Cavit: “Manastır’daki ihtiyarın bana verdiği eski kitapta da
Çiğde’den bahsediyordu. Ama pek hatırlamıyorum!”
Nazmi: “Gize’ye gideceğiz Cavit Bey!”
Cavit: “Buna çok sevindim. Umarım yolumuzun üzerinde yine
rastlarız. Mısır’da bitkilere zarar verildiğine rastlamadım. Kurak çölde
bir ağacın kıymeti ölçülemez çünkü!”
Kafile toparlanmak üzereyken sessizliği Ahmet’in çığlığı böler:
“İmdat! İmdat! Yardım edin!” Ayağı kayarak nehre düşen Ahmet Nil’in
sığ sularında akıntıya kapılmış, çırpınıyordu!
‹ 156 ›
ÖZCAN YAZICI
Ülker: “Ahmet! Ahmet!” Ahmet kafilenin bulunduğu kıyıdan
uzaklaştıkça, Ülker içinden bir şeylerin çekildiğini hissediyordu. Onu
halen seviyordu.
Nazmi, çıkarabildiği en yüksek sesle Ahmet’e bağırır: “Kıyıya
doğru yüzmeye çalış, panik yapma!”
Nil’in akıntısı Ahmet’i bir sağa bir sola savuruyor, ancak kıyıya
çıkmasına da izin vermiyordu. Kafiledekiler panik halinde kıyı boyunca
Ahmet’i gözden kaybetmeden koşuyorlardı. Cavit soluk soluğa
Nazmi’y dönerek şöyle der: “Buraları biliyorum, biraz ileride nehrin
daraldığı bir yerde ağaç dallarının nehre uzandığı bir nokta var!”
Nazmi, kafilede bulunanlara biraz daha acele etmelerini söyler. Amacı ağaç dallarını Ahmet’in ulaşabileceği noktaya uzatmaktı.
Ahmet, bir an gözden kaybolur! Nil’in üzerinde ne bir yüzen
vardı, ne de ‘imdat’ çığlıkları duyuluyordu! Ülker hıçkırıklarla ağlamaya başlar. Jülide kafilenin gerisine düşen Ülker’i kolundan tutarak
koşmasına yardımcı olur. “O ölmedi Ülker, göreceksin! Ahmet ölmedi!” diyerek Ülker’i sakinleştirmeye çalışır.
Cavit eliyle işaret ederek kıyıdaki ağaçları gösterir: “İşte burası!” Kafiledekiler kıyıda el ele tutuşarak nehrin içine doğru zincir gibi
dizildikleri yere gelmesini beklerler Ahmet’in. Kısa bir süre sonra nehrin üstünde yarı baygın şekilde sürüklenmekte olan Ahmet’i görürler.
Cavit nehrin içine sarkarak büyükçe bir ağaç dalını Ahmet’e doğru
uzatır. Dala zorlukla tutunan Ahmet’i kıyıya çekerler.
“Ahmet, Ahmet uyan! Tamam kurtuldun!” Kafilede bulunanların bir kısmı Ahmet’i nehirden çektikleri yere ulaşmışken bir kısmı
‹ 157 ›
JÜL DE
yolda yorgun düşmüş, dinleniyordu. Soluk soluğa yanına oturduğu
Ahmet’in ıslak elinden tutan Ülke kimseye aldırmadan onu uyandırmaya çalışır. Ülker: “Ahmet aç gözlerini, ne olur!” Ahmet, şiddetli
yağmurda gün boyu koşmuş gibi yorgun ve sırılsıklamdı. Yarı baygın
halde kendini Nazmi ve Ülker’in ellerine teslim etmişti adeta! Gözlerini güçlükle açmaya çalışırken çevresindeki toplaşan arkadaşlarını
seçmekte zorlanır. En yakınındaki Cavit ve Ülker’i kısık gözlerle süzdükten sonra ilk kez konuşur, “Tamam iyiyim! İyiyim!” Ülker’in sevinçten gözlerinden süzülen iki damla yaş Ahmet’in eline düşse de Ahmet
buna hiçbir tepki gösteremez.
Cavit, Ülker’in Ahmet’e karşı düşkünlüğünü ve ilgisini sınıf arkadaşlığıyla açıkla kendince! Ülker’e olan duygularını hep gizlemişti
Cavit. Onu seviyordu. Ülker’in dükkâna uğradığı zamanlarda ona heykelleri tanıtırken uzun cümleler kurar, Ülker’in gitmesini elinden geldiğince geciktirmeye çalışırdı. Bir sonraki gelmesine kadar Ülker’in
hoşlanacağını düşündüğü yeni bir heykel yapardı. Amacı Ülker’le daha
fazla zaman geçirmekti. Onunla birlikte olmak ve onun yanından ayrılma zamanını geciktirmekti amacı!
Cavit, kıyıdaki kırık iskeleyi gösterirken, “Burası Firavunların
nehirden karaya çıktıkları bir bölge” der. İskele beyaz mermerden
yapılmıştı. Üzerine yontulan hiyeroglif harflerinin kenarlarındaki hayvan figürleri Mısır’ın canlı tarihini kafiledekilere ispatlar gibiydi.
Nazmi, “Yazıları okuyabiliyor musunuz Cavit Bey?” diye sorarak merakını gizleyemez! Cavit başıyla onaylayarak: “Evet okuyabiliyorum. Yazılanların çoğunu anlıyorum ama anlamadığım bazı işaretler
de var!”
‹ 158 ›
ÖZCAN YAZICI
Mermer iskelenin ayağına inen Cavit, kafiledekilerin duyacağı
şekilde: “Buradaki işaret hakkında tarihsel hiçbir kayıt bulamadım!
Bilim adamları bunun sadece bir işaretten ibaret olduğunu söyleseler
de ben öyle düşünmüyorum!” Nazmi, mermer iskelenin üstünden
başını eğerek işareti inceler: “Bu işaret..!”
Nazmi heyecanını gizlemeye çalışsa da aniden susması kafiledekilere bir gizemin peşinde olduğu izlenimini uyandırır! Kafiledekiler
tarihi iskelenin yanına toplanırlar. Bir süre sonra tekrar konuşan
Nazmi heyecanla, “Bu işaret Kırmızı Kitaptaki işarete benziyor!
Terrakotta’daki işaret yani!” der.
Cavit işareti incelemek üzere iskelenin altına tekrar eğilir.
“Daha önce buraya defalarca geldiğim halde işaretin sırrını çözememiştim” der aynı heyecanla. Cavit sözlerine devam eder: “Hiyeroglif
yazısını şimdi daha iyi anlayabiliyorum! Manastırdaki ihtiyarın ölmeden önce bana verdiği kitapta da buna benzer sözler okumuştum.”
Nazmi
ve
kafiledekiler
meraklarını
gizleyemezler.
Terrakotta’da bir askerin zırhında gördükleri işaretin Kırmızı Kitaptakiyle ve Niu’ya ailesinden kalan deri parçasının üzerindekiyle aynı
olması ve şimdi Mısır’da bir mermer iskeleye yontulmuş olması kafiledekilere tarihsel süreç içinde medeniyetlerin birbirlerine yakınlığının
ve bağlantısının sandıklarından daha fazla olduğunu gösteriyordu.
Cavit iskeledeki hiyeroglif yazıları okumaya başlamadan önce
Ahmet uzun öksürükler sonrasında kendine gelir. Elini halen tutan
Ülker’e teşekkür ettikten sonra arkasındaki ağaca yaslanarak Cavit’in
dediklerine kulak kesilir.
‹ 159 ›
JÜL DE
“Efendilerimizi yüceltiriz, onlar da bize su ve yiyecek verirler!
Efendilerimizin bereketli topraklarında yaşar ve onlara şükrederiz!”
Cavit iskeledeki yazıyı okuduktan sonra eliyle gizemli işareti gösterir.
Cavit: “Yazı bu işaretle son buluyor yazı!”

Sabahın ilk ışıkları Jülide’nin odasını aydınlatırken, Luksor’un
sokaklarından yükselen insan ve araç sesleri Jülide’nin herkesten önce
uyanması için yetmişti. Balkondan Luksor’un çok katlı olmayan evlerine bakarken otellerin yüksekliği insanın kibrini bir kez daha duyumsamasına yol açıyordu. Jülide bulunduğu topraklarda yüksekliğin
büyüklük, yücelik ve kibirle eşdeğer anlamlar taşıdığını bilse de inançların, hakikatin veya yanlış zanların yansımaları olduğunu şimdi daha
iyi görüyordu.
Sokakta ekmek peşinde koşan insanların konuşmaları araç
seslerine karışarak boğuk bir siren sesine dönüşmüştü adeta! Jülide’nin aniden oda kapısına vuran üç tokmak sesine dikkat kesilir!
Jülide: “Kim o!”
“Ben Esma!” Jülide hiç beklemediği misafiri karşısında ne yapacağını şaşırır! Esma tedirgin tavırlarla sessizce içeri girer ve şöyle
der: “Dün sizin buraya girdiğinizi gördüm! Onun için buraya geldim.
Cavit Bey’e vermenizi istediğim bir şey var!”
Jülide: “Neden kendiniz vermiyorsunuz? Hem Cavit Bey sizin
eski bir dostunuz!”
Esma: “Ona sizinle aynı otelde kaldığımı söylemedim. Zaten
hangi odada kaldığını da bilmiyorum!”
‹ 160 ›
ÖZCAN YAZICI
Jülide kısa bir süre düşündükten sonra ayağa kalkar,
Luksor’un sokaklarına bir kez daha bakar ve dönerek, “Konu nedir?”
diye sorar.
Esma çantasından çıkardığı küçük bir ahşap kutuyu Jülide’ye
uzatır. Esma: “Kutunun içinde yıllar önce Cavit Bey’e yazdığım ama
göndermediğim mektuplar var!”
Jülide mektupların altında, bir ipek parçasına sarılı kurumuş
yaprağı yerinden çıkararak gösterir. Jülide, “Bu kuru yaprak!” derken
merakını gizleyemez.
“Evet,” der Esma ve sözlerine devam eder: “Çiğde yaprağı!
Cavit Bey’le Gize’ye giderken çöldeki bir Çiğde ağacından koparmıştık.
O günden beri saklarım!”
“Bunun ölene kadar sır kalmasına neden izin vermediniz? Bana bunları neden anlatıyorsunuz?” derken bir yandan da mektupların
tarihlerine göz atar Jülide. En erken pul tarihi 6 yıl öncesine aitti.
Esma duygularını Jülide’ye belli etmemeye çalışsa da odaya
sinen duygusallık ikisini de çoktan etkisi altına almıştı!
Koridorlardan gelen seslerin artması üzerine Esma sözlerine
birkaç cümleyle son verir: “Cavit Bey bana hep bir dost gibi yaklaştı.
Ama ben onu ilk gördüğüm günden beri seviyorum. Çiğde yaprağı ona
olan aşkımın sınırıydı. Sonra o sınırı aştığımı gördüm! Evliydi, ona
ulaşmam mümkün değildi! Şimdi ise hiçbir sınırın bir önemi yok! Kurumuş bu Çiğde yaprağını ona bırakıp uzaklara gidiyorum!”
“Nereye gidiyorsunuz?” diyerek aniden atılır Jülide.
‹ 161 ›
JÜL DE
Esma: “Bilmiyorum! Ama Cavit Bey’i bir daha göremeyeceğim
bir yere gideceğim! Belki Avrupa’ya, belki daha uzağa…”
Esma sessizce kapıyı açarak koridorları kontrol eder. Jülide’ye
son bir kez bakar ve hızlıca yürüyerek merdivenlerden aşağı iner. Bir
taksiye binerek Luksor’un Nil tarafındaki caddesinden ara sokaklara
dalarak gözden kaybolur.
Kurumuş yaprağı eline alan Jülide sessizce mırıldanarak şöyle
der: “Varlık çölünün ıssız sınırından kim geçebilir? O sınırın bitkisi bile
dalından koparıldığında kuruyor!” Sessizce Karnak Tapınağı’ndaki
tanrı heykellerine bakar. Ulaşılamazlığı, kendi elleriyle yonttukları
heykellerde arayan eski mısırlıları düşünür. Sıra halinde yürüyen köleler omuzlayarak çektikleri büyük taş bloklarla önünden geçiyorlar!
Yerine yerleştirmek için kurulmuş büyük düzeneklerin gıcırtı sesleri
odasından içeri giriyordu! “Peki, neden?” diye düşünürken bir yandan
da Çiğde yaprağının gizem dolu hikâyesi gelir aklına. Çocukluğunda
annesi ona Çiğde’den bahsederken bir eliyle de gökyüzünü göstermişti: “Son Peygamber Allah’ın huzuruna giderken Çiğde Ağacı’ndan öteye ondan başkasının geçmesine izin verilmemişti. Hatta onu kanatlarında taşıyan melek Cebrail bile Çiğde olduğu söylenen ağacın orada
durmuştu! Ama Allah’ın o sınırı geçip kendisine yaklaşmasına izin
verdiği tek kişi vardı, o da Son Peygamber’iydi!”

Otobüste yol alırken Cavit mektupları elinden düşürmez. Esma’nın kendisine dostluktan öte duygular beslemiş olması onu şaşırtmış olsa da bu durumu kısa sürede atlatır! Şimdi Esma’yla ilgili onu
‹ 162 ›
ÖZCAN YAZICI
ilgilendiren konu nereye gittiğiydi. Yıllarca kendisine karşı hissettiği
duygularını kaleme aldığı mektupları bırakarak nereye gitmişti?
“Hemen Krallar Vadisi’ne dön!” Otobüsteki herkes şaşkınlık
içinde otobüsün içini dolduran sesin sahibine döner. Bu Cavit’ti! Kutudan çıkardığı bir mektubu sallayarak bir kez daha şoföre dönerek
seslenir: “Size hemen Krallar Vadisi’ne dönün dedim!”
Şoför bir an şaşkınlık yaşasa da Gize yolundan gitmeye devam
eder: “Bana söylenen yoldan devam etmek zorundayım!”
Cavit’in sesini duyan Nazmi arka koltuklarda oturduğu yerden
kalkarak Cavit’in yanına gelir. Bakışları Cavit’in elindeki mektupta asılı
kalır. Nazmi güzergâh değişikliğinin nedeninin mektupla alakalı olup
olmadığını sorar. Nazmi: “Cavit Bey elinizdeki mektupta ne yazıyor?”
Cavit bir elindeki mektuba bir de Nazmi’ye bakarak: “Nazmi
Bey, bana bıraktığı mektupların birinde Krallar Vadisi’ndeki bir yerden
bahsetmiş Esma! Burası benim yıllar önce mezarını araştırdığım kraliçe Nefertiti’nin kayıp mezarıyla ilgili bir yer!”
Nazmi, “Esma’nın gizemli bir yerden bahsedip kendisinin ortadan kaybolması size de ilginç gelmiyor mu?” derken Cavit’e kuşkulu
gözlerle bakar. Cavit, “Evet ama bu çok önemli! ” dedikten sonra sözünü bitirmesine izin vermez Nazmi!
Nazmi, “Krallar Vadisi’ne gidiyoruz! Gize yolculuğunu erteliyoruz” der.
Şoföre başıyla geri dönmesini işaret eden Nazmi sözlerine
Kırmızı Kitap’tan bir sözle devam eder: “Kralların yolları hep sürüp
‹ 163 ›
JÜL DE
gider! Gerçekliğin içinden süzülüp gelen birer hakikat gibi Kralların
Yolları da birbirinden farklıdır! Halktan birileri için yönetimi değişmez
tek yol görülen bir kral, başkalarının ömrünü yıkmakla kalmayıp emirleri yılanın zehiri gibi damarlarında her an dolaşır! Halktan zayıf olanları efendilerine itaati bir mecburiyet görürken güçlülerin bir kısmı
aksine bunu bir lütuf olarak kabul ederler!”
Ahmet, “Mısır Krallarının yolları kölelerin cesetleriyle doludur” diyerek Nazmi’nin sözünü keser!
“Piramitlerde yerine konan her bir taş hangi gerçekliğin yansımasıydı? Merak etmemek mümkün değil!” der Jülide sanat kaygısını
bir kenara bırakarak.
Meltem söze girerek, “Piramitler, bilhassa Gize Piramitleri
dünya arkeoloji tarihi bakımından en muhteşem eserlerdir. Bunlar
Mısır Firavunlarının yüceliklerini temsil eder elbette! Ama en önemlisi
kralların ölümden sonraki hayatlarını sürdürecekleri yerler olmuştur
piramitler!”
Jülide: “Evet, eski Mısırlılar insanlığa çok önemli eserler bırakmışlar. İşte görüyoruz! Heykellerindeki ifadeler ve yontmadaki
ustalıkları parmak ısırtıyor! Tüm bu eserleri neden yapmışlar? Sonraki
insanlar hayranlıkla seyretmişler! İncelemişler! Birçok Firavunun mezarı soyulmuş olsa da bazılarının mezar odalarındaki çok değerli eşyalar günümüze kadar ulaşmış durumda. Madde, ihtişam, gösteriş, yücelik duygusu, bunun karşısında ezilen köleler ve aşağılanmış ruhlardan başka sonraki insanlara öğrettiği herhangi bir erdemden söz
edemiyoruz!”
‹ 164 ›
ÖZCAN YAZICI
Meltem: “Firavunların bağlı oldukları hanedanlar binlerce yıl
öncesinden düşünülmüş, tasarlanmış planı uyguladılar! Tapınaklarına
yansıyan figürler, ululuk ve yüceliğin sadece bir beşer olmayla açıklanamayacak kadar muhteşem!”
Jülide: “Evet, ama sonuçta birer insan değiller miydi?”
Meltem: “İnsanların hayattaki değerleri yapıp ettikleriyle ölçülmüyor mu? Eski Mısır Firavunlarına atfedilen yücelik onların yapıp
ettikleriyle ölçüldü binlerce yıl boyunca! Güç ve iktidar tek başına
önemli görülmek için yetmeyebilir!”
Jülide: “Eski Firavunlar güçlerini insanlardan almışlar. İktidarlarını da bu güce dayandırmışlar. Ama halklarını binlerce yıl hangi
koşullarda yaşattılar? Düşündürücü! Firavunlar iktidar gücünü kendi
halklarından almalarına rağmen, yine iktidarlarını devam ettirmek için
halkın kendilerine tapmasını istediler! Bunun için Tanrı Krallığa soyundular.”
Meltem: “Güç, hayattaki en belirleyici olgudur! Güç olmadan
hiçbir şey olmaz! Ne binalar, yollar, ibadethaneler yapılabilir ne de bir
ülkenin kalkınması sağlanabilir. Firavunlar halkına baskı uyguladıysa
da onlara büyük bir ülke armağan ederek eserlerinin bugün bile yaşamasını sağladılar.”
“Esaretin bedeli tapınaklarında krallara ibadet edilen bir ülke
olamaz! Köle de olsa bir insanın kral da olsa başka bir insana ibadet
etmesi doğaya aykırıdır!” diye ekler Jülide Krallar Vadisi’ne yaklaşırken.
‹ 165 ›
JÜL DE
Krallar Vadisi’ni sarpa sarmış Amon Rahipleri’nin ayinlerinin
ağır havası halen hissedilmekteydi. Yeni Hanedanlık Dönemi’nde Krallar Vadisi’ne gömülmek için getirilen Firavunların tabutlarını çeken
köleler, önlerindeki rahipler ve binlerce parçadan oluşan eşyaları taşıyan saray görevlilerinin sessiz yürüyüşleri büyülü izler bırakmış gibiydi
kumlar üzerinde! Tanrılıklarını ilan etmiş Firavunların mezar odalarındaki duvarlarına işlenmiş hiyeroglifler ve figürler sonsuz hayatı arayışın birer ipuçları gibiydi! Dünyadaki yüceliğin bir bedeli olarak öldükten sonra eşyalarıyla, duvarlara yazılı büyüleri ve gizemleriyle sonsuzluğa kavuşacağına inanan Firavunların soğuk nefesi kafiledekilerin
iliklerine kadar işlemişti!
Kafilenin en önünde yürüyen Cavit eliyle herkesin peşinden
gelmesini işaret eder! Kral mezarları arasında en son bulunan bu mezarın giriş kısmındaki soğuk hava akımı kafiledekilerin ürpermesine
yetmişti. Girişten mezar odasına kadar uzanan koridorda mısır medeniyetinin kısa tarihi resmedilmişti. Tanrıları, kralları, büyüleri ve gizli
sözleriyle insan doğasının çıplaklığı dogmalara bürünerek ifade bulmuştu. Mezar odasındaki kralın mumyalanmış bedeni, yüzyıllara direnerek bütünlüğünü korumuştu.
“İşte burası..!” der Cavit ve sesi yankılanmakta olan mezar
odasında konuşmasına devam eder: “Ululuk, fanilik, acizlik, tanrılık,
kadere boyun eğme..! İşte bunların hepsi bu firavunun yüzünde donup kalmış durumda! Ve yüzlerce yıldır dört tarafı kapalı bu odada
geçen her gün, her saat, her dakika ona zaman gerçekliği fısıldamaktadır!”
Cavit omzunda çapraz asılı çantasından Esma’nın ona bıraktığı
mektuplardan birini çıkarır. Bulundukları mezar odasının kabaca kro‹ 166 ›
ÖZCAN YAZICI
kisinin çizili bulunduğu mektupla kralın baş tarafına geçer. Mektupta
odanın tüm ayrıntıları kabaca resmedilmişti. Ama bu kadarı Cavit’in
aradığı şeyi bulması için yeterli değildi.
Sinem: “Odadaki resim ve yazılardaki simetriyi fark ettiniz
mi?”
Tahsin: “Evet, resimlerle, yazılarla ve hatta renklerle bir simetri oluşturulmuş. Tüm kompozisyon sanki bir şeyi işaret eder gibi!”
Cavit elindeki mektuptaki çizimlerle mezar odasını karşılaştırır. Kısa bir sessizlikten sonra odaya inen koridorda da yankılanacak
şekilde, “İşte burada!” der Cavit.
Cavit, Nazmi’ye mektuptakiyle odadaki çizimler arasındaki tek
farklı nokta olan köşedeki işareti gösterir. Nazmi işareti hemen tanır,
“Bu işaret, Kırmızı Kitap’takiyle bire bir aynı!” der bir solukta.
Mektupta kralın sağ ayağının yanındaki köşede işaretlenen
noktayı ararlar. Kısa bir aramadan sonra büyülü sözlerin ve mısır askerlerinin bulunduğu duvarda tek bir kare Nazmi’nin dikkatini çeker.
“Bu bir ağaca benziyor!” der Nazmi, Cavit’e dönerek.
Cavit heyecanla mektuptaki sırrın kapısından içeri girmek üzere olduğunu hissederek şöyle der: “Arkasında da bir kapı var! Ağaç
kapının önünde duruyor!”
Nazmi, “Bu bir Çiğde Ağacı!” der kafiledekilere dönerek.
‹ 167 ›
JÜL DE
Cavit herkesin duyacağı şekilde şöyle mırıldanır: “Evet ya! Daha önce nasıl düşünemedim! Sonsuzluğun kapısından geçmek istiyorsan önce kendi çölündeki Çiğde’yi bulmalısın!”
Jülide’nin ağzından şu cümleler dökülür birden: “Herkes kendi
çölünde yol alıyor! Varlık Çölü’nde ilerliyoruz! Tüm insanlar kendi
çölünü geçerken bazıları sonsuzluğun kapısından giriyor. Sonsuzluğun
kapısına ulaşamayanlar varlığın kaskatı sınırları içine hapsediyor kendisini!”
Meltem: “Bunların hepsi bizim kabullerimiz! Sınırları aklımızda kendimiz yaratırız ve yarattığımız sınırların içinde yaşarız. Sonsuzluğu düşünen biri için hakikat aklın ta kendisidir! Çünkü aklımız varlığı
tüm boyutlarıyla değerlendirebilen tek özelliğimizdir!”
Cavit, “Sonsuz sandığımız tüm varlıklar birer birer yok olup
gidiyor. İşte Firavun da sargılarıyla yüzlerce yıldır burada yatıyor! Gerçek sonsuzluk sadece aklımızla olduğunu sandığımız şey olamaz!” der
odanın ortasında yatan Firavunun cesedini göstererek.
Jülide Firavunun cesedine bakarken gözlerinin önünden şerit
halinde ihtişamlı tahtlar, Nil’de kölelerin çektiği büyük kayıklar, piramitlerin büyük taşları altında ezilen işçiler, gösterişli elbiseler ve değerli takılar gelip geçer. Kasılan tüm bedeni maddenin esareti altına
girer ansızın. Mezar odasının soğuk duvarlarına işlenmiş yüzlerce resim, ululuğun insan iradesine boyun eğdirildiği çağlara götürür onu!
İrkilir! Üşür! Aklı toteme kul eden iradeye isyan eder içten içe! Mezar
odasının renkli duvarlarında yankılanan sesini kendisinden başkası
duymaz.
‹ 168 ›
ÖZCAN YAZICI
Esma’nın emanet kutuyu Jülide’ye getirmesinin üzerinden
henüz birkaç saat geçmişti… Esma’nın Cavit’e bıraktığı mektup kutusu
Jülide’nin yolunu biraz daha aydınlatmasına yetmişti. Jülide kafiledekilerle birlikte kutudaki sırrın izini sürerken ölümsüzlüğü fanilikten
ayıran ince çizginin önüne kadar gelmişti!
Cavit’in Kraliçe Nefertiti’nin kayıp mezarını arayışı yıllar öncesine dayanıyordu. Eski Mısır’ı yöneten iki kadın kraldan biri olan
Nefertiti’nin mezarını ararken Esma’yla tanışmıştı. Mısır’daki işlerini
bitirdikten sonra Esma’yla sık sık Krallar Vadisi’ne gelir kayıp mezarın
izini sürerlerdi. Cavit, şimdi yıllar sonra avuçlarından kayıp giden bir
aşkın izlerinden yürüyerek tekrar Kraliçe Nefertiti’ye ulaşmaya çalışıyordu.
“Mektupta bundan sonrası için hiçbir şey yazmıyor!” der Cavit
kafileyle birlikte mezar odasından çıktıkları tepenin önünde.
Cavit’in yıllar öncesine dayanan arkeoloji merakı Mısır’a yaptığı iş gezileriyle birlikte yeniden ortaya çıkmıştı. Birçok arkeolojik
araştırmaya katılan babası, ona eski Mısır’ın krallarından bahsederdi.
Daha küçük yaşlarından itibaren Eski Mısır’a karşı merakı yıllar sonrasında yine ortaya çıkacaktı. Babası Nefertiti’nin Mısır’da elde ettiği
güç ve iktidarın dünyada o zamana kadar ve ondan sonra çok fazla
kadının elde edemediği bir güç olduğundan bahsetmişti. Bunun üzerine Cavit ilk fırsatta henüz keşfedilmemiş mezarı aramaya koyulmuştu.
Esma’yla birlikte bir keresinde Krallar Vadisi’ni ziyaretlerinde
mezar girişlerinin batısında kalan tepenin arkasına geçmişlerdi. Cavit
bu kayayı kafileye göstermek için bir kez daha tepenin arkasına doğru
yürümeye başlar. Tepenin eteklerindeki kaya parçası, henüz tam biti‹ 169 ›
JÜL DE
rilmemiş bir mezar girişine benziyordu. Esma’yla birlikte yanına kadar
indikleri bu kayanın bir sebepten dolayı yarım bırakıldığını düşünmüşler ve geri dönmüşlerdi.
“Kral odasındaki ağaca benziyor!” der Jülide parmağıyla kayanın ortasındaki ağaç figürünü gösterirken.
Cavit ve Nazmi elleriyle kayanın üstündeki toprağı temizlemeye koyulurlar. Kayanın yarısından fazla bir kısmı görünür olmasına
rağmen toprakla kapalı olan kısımlar kayaya ince tabaka halinde yontulmuş ağacın fark edilmesini zorlaştırmıştı.
Toprağı temizledikçe iyice görünür hale gelen ağaç Cavit’in
şaşkınlığını bir kat daha artırır. Kafiledekilerin şaşkın bakışları arasında
şöyle der: “Mezar odasındaki resim burayı işaret ediyor! Esma mektubunda bana bu kayayı işaret etmiş!”
Jülide: “Esma’yla daha önce buraya geldiğinizi söylemiştiniz.
Bu kayayla ilgili sırrı bilseydi o gün size söylemesi gerekmez miydi?”
Cavit: “Evet, haklısın Jülide! Sanırım Esma bu kayanın mezar
odasındaki figürle bağlantısını Mısır’a gelmediğim yıllar içinde keşfetmişti..!”
Jülide: “Ve size olan aşkı o kadar büyüktü ki bu gerçeği size bıraktığı mektuplarda anlattı!”
Cavit: “Evet, sanırım dediğin gibi oldu Jülide!”
Çiğde Ağacı’nın sonsuz kudretin bir işareti olduğunu düşünmesi, Jülide’nin ruhundaki sonsuzluğa olan özlemini biraz daha artırmıştı.
‹ 170 ›
ÖZCAN YAZICI
Gelişen sokaklar, yükselen binalar, araçların ve mekânların
doldurduğu şehirler her gün insanların ufuklarını biraz daha daraltmakta, doğadan aynı hızla koparmaktaydı insanları! Jülide’nin önünde
büyüyen boşlukta sahranın anlamı başkaydı! Otobüsün penceresinden seyrettiği Sahra Çölü’nün uçsuz bucaksız düzlüklerinde düşüncelerini, duygularını ve doğallığını arayan Jülide, her bir kum tepesinin
ardında tabiatın doğal şehirlerini hayal ediyordu.
Gize’ye giden yolda saatler geçmesine rağmen Sahra Çölü’nün bitmek tükenmek bilmeyen sıcak kumları Jülide’nin tüm görüşünü kaplamıştı! Nereye baksa kumdan düzlükler ve tepelikler gören
Jülide doğa karşısındaki çaresizliğini ilk kez bu denli derin hissetmişti.
Çölde yürüyen develer, bedeviler ve taşıdıkları yükleriyle çöl kervanlarının izleri yoktu! İnsana, hatta herhangi bir canlıya dair bir işaret göze
çarpmıyordu. Varlığın tüm hareketliliği çölde anlamsızlaşarak kum
fırtınalarıyla birlikte yok olup gitmişti sanki!
Şehirlerin mamur görüntüsü anlamsızlaşarak hayalindeki yerini çöl boşluğunu dolduran en büyük gerçekliğe bırakıyordu: Varlık ve
yokluk!
Sadece araçların ve ihtiyaçların anlam kazandırdığı şehir hayatından gündelik varlıkların anlamını yitirdiği büyük bir düzlüğe adım
atmıştı Jülide! Bu düzlükte ne kadar yürürse yürüsün karşısına varlığın
tüm yansımalarını tüm anlamlarıyla içselleştirebilecekti. Gerçekliğin
çıplak yüzünü örtecek hiçbir şey yoktu burada! Varlık adına sadece
kumların örttüğü geniş yeryüzü vardı!
‹ 171 ›
JÜL DE
İçindeki ağacın peşindeydi Jülide! Yapraklarını hakikate açan
ağacın peşindeydi! Tek bir işaret, sadece bir patika yetecekti kendi
gerçekliğine ulaşması için!
Yokluğun tüm görüntülerini görmesi için otobüsün camından
bakması yetiyordu! Ne bir bina, ne caddelerde işe giden adamlar, ne
sokaklarda oynayan çocuklar vardı burada! Peki, yansımalarında varlığın tüm renklerini ona düşündüren şey neydi? Bir çöl bedevisiyle
onu ayıran ince çizginin üzerinde ona uzanacak bir el arıyordu şimdi!
Yokluğun maddeye bağlı bir gerçeklik olmadığını düşündüren görüntüler aklının bir yerlerinde devamlı hareket halindeydi! Aklını bu denli
hareketlendiren görüntüleri şehirlerden mi getirmişti çölün bu sessiz
kıyılarına! Otobüs çölün ortasını ikiye ayıran yolda bir şehirden uzaklaşırken, Jülide’yi tabiatta gizli gerçekliğe biraz daha yaklaştırıyordu.
Doğduğu, büyüdüğü şehirden üniversiteye okumak için başka bir şehre gitmesi gibi değildi çöl yolculuğu! Bildiği varlığın anlamını sorgulayan yeni bir pencere açılmıştı içinde! Bencillikle imar edilen şehirlerin
onda gerçekliğe yol bulamadığı yeni bir bakış edinmişti. Her gün yeni
ihtiyaçların peşinden koşmak için hiçbir neden doğamazdı burada.
Yokluk ile varlık arasında tarafını yeniden seçmek zorunda olduğu bir
maceranın ortasındaydı artık! Yokluğun kavramsal anlamı değişirken
‘Varlığı’ gördüğü, eliyle dokunduğu şeylerden başka algılamaya başlamıştı Jülide kâinatın doğallığında!
Otobüsten gelen motor sesi dışında hiçbir ses yoktu! Susuz
bir devenin iştahıyla adeta su içer yolda ilerleyen otobüs, yer yer çöl
kumlarının kapladığı yolu adeta ezberlemişti. Otobüs hiçbir duraksama veya yavaşlama yapmadan Gize’ye doğru yolculuğuna devam
ediyordu, ta ki Cavit’in yıllar önce Esma’yla keşfettikleri Çiğde Ağacı’nda mola verdikleri yere yaklaşana kadar!
‹ 172 ›
ÖZCAN YAZICI
Güneşin dik düştüğü kum tepelerinin doğu yamaçlarında oluşan gölgeler Jülide’yi çocukluğuna götürmüştü. Akşamüzeri oyun oynadığı geniş düzlüklerde güneşin gün batımına kadar önüne düşürdüğü gölgesi bazen metrelerce uzuyordu. Beden hareketleriyle gölgeden
şekiller yapmayı seviyordu. Çocukluğunda gölgeden tüm şekilleri yaptığını düşünürdü! Kum tepelerinin ardında oluşan gölgelerin farklılığı
onu büyülemişti! Kimisi bir canavarın koluna, kimi bir insan başına
veya hayvan gövdesine benziyordu. Deve şeklindeki bazı gölgeler ise
çölün sahiplerini işaret eder gibiydi! Ardı ardına sıralanmış irili ufaklı
kum tepeleri bir kervanın çölde yürüyüşünü tasvir ediyordu sanki!
İnsan başlı gölgelerin burunları, ağızları hatta kulakları belirginken
gözleri aynı açıklıkla seçilemiyordu. Gölgelerden kurulu bir şehrin
ortasından geçtiğini hissediyordu! Deve kervanının yanında beliren
insan yüzleri binlerce yıldan beri kavurucu sıcağa tahammül etmek
zorunda olan kayıp insanların yalvaran yüzlerine benziyordu! Kimi
uzun kervan yolundan geri dönememiş bedevinin haykırışında, diğeri
çöle sürülen bir kölenin yüzlerce yıllık acısında donakalmıştı!
“Yavaşla..!” der Cavit şoföre. Otobüsün hızını düşüren şoför
Cavit’e kulak kesilir.
Nazmi: “Her taraf çöl Cavit Bey! Ağacın yerini nasıl bulacaksınız?”
Cavit eliyle sağdaki engebesiz düzlükte çadır hayatı yaşayan
çöl bedevilerini gösterir. Cavit: “Çöl bedevileri bu tarihlerde buraya
gelir, kış aylarında güneye göç ederler. Hatırladığım kadarıyla Çiğde
Ağacı buraya yakın bir yerde!”
‹ 173 ›
JÜL DE
Cavit, eliyle yolun kenarını işaret ederek şoföre durmasını
söyler. Cavit: “Kafilenin biraz ilerisinde duralım!”
Şoför, Nazmi’ye seslenir: “Duralım mı?”
Nazmi, bir anlık kısa tereddütten sonra şoföre, “Duralım!”
der.
Çöl bedevilerinin biraz ilerisindeki yolun kenarında, diğer yerlere göre daha sert olan kumun üzerine park eden otobüsten irkilen
develer değişik sesler çıkararak sağa sola koşuşturur. Bedevilerin çadırlarının bir kısmı birbirine çok yakınken, bazılarının arasında biraz
daha fazla mesafe vardı. Her yanı açık, sadece üstü kapalı olan büyük
çadır, göçmen bedevilerinin yorgunluklarını atmaları için kurulmuştu.
Yük taşıyan deve kervanlarına katılanlar, sefere çıkmadan önce ve
seferden döndükten sonra bu çadıra gelir kendilerine ikram edilen
çay ve kahveden içer koyu sohbetlere dalarlardı. Seferden dönenler
çölde karşılaştıkları tehlikeleri orada bulunanlara anlatırlardı. Sefere
daha çıkmamış olanlar bu şekilde kendilerini bekleyen tehlikelerden
önceden haberdar olurdu. Sefere yeni çıkacak olanlar ise yakınlarıyla
son kez bir araya gelerek onlara bu çadırda veda ederdi. Çöl bedevileri yük taşımacılığı yaparak geçimlerini sağlarlar. Bir yerden aldıkları
yükleri uzun çöl yolculuğundan sonra teslim edecekleri yere götürürler. Oradan aldıkları başka yükleri de çölün başka bir yerine taşırlardı.
Cavit, bedevilerin yanına gider. Çadırların kenarlarında oyun
oynayan çocuklar Cavit’in yanını sararlar. Develerin bakımıyla ilgilenen yetişkin bedevilerden birkaçı Cavit’in yanına yaklaşırlar. Meraklarını gizleyemeyen kadınlar da yaşadıkları çadırlardan çıkarak bir Cavit’e bir otobüsten inmekte olan öğrencilere bakarlar.
‹ 174 ›
ÖZCAN YAZICI
Cavit, anlaşacak kadar Arapça biliyordu. Eliyle işaret ederek,
“Burada bir ağaç vardı! O nerede?” diye sorar. Bedevilerin yaşlılarından bir adam Cavit’e yaklaşarak, “Neden soruyorsun onu?” diye karşılık verir. Cavit, “Ben o ağacı görmek istiyorum! Benim için önemli!”
derken peçesinden sadece gözleri görünen yaşlı adamla göz göze
gelir.
Çölde yaşayan bedeviler yüzlerini ve başlarını büyük bez parçalarıyla sararlardı. Sadece gözleri açıkta kalacak şekilde sardıkları bez
parçası onları çölün kumlarından ve yakıcı güneş ışığından korurdu.
Çöl rüzgârlarının kaldırdığı kumların ağızlarından, burunlarından ya da
kulaklarından girmesine de engel oluyordu.
İhtiyar adam, “O ağaç bizim için de çok önemli! Bize her an
sonsuzluğu ve çölün ortasında yalnız olmadığımızı hatırlatır! Tabi köklerimizi unutmamamız için de bizi her gün uyarır!” diyerek eliyle Cavit’e otobüsün arkasını işaret eder.
Çadırın içi otobüsten inen öğrencilerle ve bedevilerle dolmuştu. Halka halinde çevresine oturdukları Cavit ve yaşlı adamı dikkatle
dinlerler.
Jülide, yaşlı adamın söylediklerini bir yerden hatırlıyordu. Sessizliği yaran sesi çadırdakilerin dikkatlerini ona çevirir! Jülide: “Çiğde
Ağacı sonsuzluğun ağacıdır, derdi annem! Onun bulunduğu sınırdan
öteye tek bir kişi geçebilmiş, o da Son Peygamberdi, demişti.”
Yaşlı adam: “O bizim de sınırımız! Sevgiyle nefretin, ümitle
ümitsizliğin, varlıkla yokluğun sınırıdır o! Çölden dönenler buraya
varmadan önce ilk onunla karşılaşırlar! Onu görenin içi ümitle ve sevgiyle dolar! Çölde yoksulluğu iliklerimize kadar hissettiğimiz zamanlar,
‹ 175 ›
JÜL DE
onun varlığı bize hep yol göstermiştir! Solmayan yaprakları bize her
an sonsuz kudretin altında olduğumuzu hatırlatmıştır! Son Peygamber Allah’ın huzuruna çıktığında, onu götüren meleğin gidebildiği son
noktada Çiğde Ağacı vardı! O sınırda durmuş ve öteye geçememişti!
Çiğde, varlığın sınırıdır! O sınırda varlık kendi anlamını bulur ve insana
kendi değerini hatırlatır!”
Çoğu erkeklerin oluşturduğu çöl bedevileri yaşlı adamla vedalaşmak ve onun tavsiyelerini almak için çadıra gelirler. Bedevilerin
tümü yüzlerini peçeyle kapattıklarından sadece gözleri görünüyordu.
Çöl yolculuğuna çıkacak olan iki kadın, bedevilerin kadınlarına özgü
entarilerinden fark ediliyorlardı. Ancak kadınların yüzleri fark edilmiyor, kim olduklarını sadece yakınları biliyordu! Yaşlı adama yaklaşan
orta yaşlı bedevi adam, Cavit’le yaşlı adamın konuşmasının arasına
girerek, “Allaha ısmarladık!” der. Yaşlı adam, “Allah yolunuzu açık
etsin Mensah!” diyerek kervana katılacak diğer bedevilerle de vedalaşır. Yaşlı adamla vedalaşmak için yaklaşan kadınlardan biri Cavit’’le
göz göze gelir! Başıyla yaşlı adamı selamlarken, Cavit’ten gözlerini
ayırmaz! Kadının bakışları Cavit’e yabancı gelmese de o da başıyla
kadını selamlayarak yolcu eder! Bedevi kadın: “Allaha ısmarladık,
Baba!” Yaşlı adam, “İyi yolculuklar kızım!” diyerek vedalaşırlar. Çöl
bedevilerinin geleneklerine göre kervanın yola koyulmadan hemen
önce çadırdakilerle vedalaşması önemli kabul ediliyordu! Çadırdaki
kadınlar ve çocuklar yakınlarını yolcu etmek için yükleriyle yola çıkmayı bekleyen develerin oluşturduğu kervanın yanına giderler. Çadırda yaşlı adamla birlikte bedevilerin diğer ileri gelenleri kalmıştı.
“Biz yaşlandık! Artık sıra gençlerde!” derken gözleri dolan yaşlı adam kahvesinden bir yudum aldıktan sonra konuşmasına bir seyahatinden bahsederek devam eder. Çadırdaki öğrenciler yaşlı adamın
‹ 176 ›
ÖZCAN YAZICI
ağzından dökülecek sözleri merakla beklerler. Bir yandan kendilerine
sunulan yeşil çaydan içerken bir yandan da yaşlı adamı dinliyorlardı.
“Bir keresinde Nijerya’ya yaptığımız bir seyahatte yüklerimizin bir
kısmını çöle terk etmek zorunda kaldık!” der yaşlı adam ve ekler:
“Yüklerin sahiplerine yolda develerimizin hastalıktan telef olduklarını
söylesek de bize inanmamış olacaklar ki bizden yüklerin parasını istediler.” Cavit, “Borcunuzu ödediniz mi?” diye sorar. Yaşlı adam, kabilenin diğer ileri gelenleriyle göz göze gelir ve şöyle der: “Evet ödedik!
Ama borcumuzu ödememiz yıllar sürdü!” Cavit, “Neden?” diye sorar.
Yaşlı adam, “O zamanlar ipek taşırdık. İpek o zamanlar bugün olduğundan daha değerliydi” diye cevaplar. Yaşlı adam sözlerine kırgın
sesiyle devam eder: “Kızım o zamanlar çok küçüktü! Tüccarlara borcumuzun tamamını ödediğimiz gün kızım da yanımdaydı. Tüccarlardan biri kızıma hediye olarak küçük bir ipek parçası vermişti. Kızım o
günden beri o ipek parçasını saklar!”
Cavit, yaşlı adamın kısa süreli suskunluğundan faydalanarak
söze girer. Cavit: “Bizi ağaca götürebilir misin?” Yaşlı adam kısa süre
düşündükten, “Tamam, sizi oraya götüreceğim!” der ve ayağa kalkarlar.
Kervan yol almış, gittikçe çadırların bulunduğu yerden uzaklaşıyordu. Kervanın en arkasında yürüyen yaşlı adamın kızı aralıklarla
geriye dönerek Cavit’e bakıyordu.
Yaşlı adamla birlikte ağaca doğru yürüyen Cavit’in için huzurla
dolar. Yıllar önce Esma’yla birlikte uğradıkları Çiğde’yi tekrar görecek
olması tarifsiz duygular yaşamasına sebep olur.
‹ 177 ›
JÜL DE
Yük kervanı uzaklaştıkça zılgıt çeken kadınların ve şarkı söyleyen çocukların sesleri çöl rüzgârına karışarak uzaklara savruluyordu.
Jülide, kafilenin içinde ağaca doğru yürürken çölün uçsuz bucaksız
düzlüğünde gözlerden kaybolmakta olan kervanı izliyordu. Çiğde Ağacı’na doğru yaklaşırken gözden kaybolmakta olan kervanın küçülen
görüntüsü onu anlam veremediği bir hüzne sevk eder. Yollarını güneş
ve yıldızlara bakarak bulan bedevilerin yürürken savurdukları kumlar
rüzgârla birlikte Çiğde Ağacı’na kadar ulaşıyordu. Jülide, çölün ortasında tek başına hisseder kendisini! Çölün genişliği orada bulunan
insanları içine yutuyor, onları kâinatın içinde anlamsızlaştırıyordu!
Birkaç adım önündeki Ülker’e bağırsa da sesini duyuramıyordu! Biraz
gerisinde yürüyen Ahmet’le göz göze gelse de Ahmet ona kayıtsız
şekilde ağaca doğru yürüyordu! Cavit’e, Esma’nın ona duyduğu sevgisinden bahsetmek istiyordu! Ama hiçbirinin bir değeri kalmamıştı!
Baktığı her yanda kumdan bir derya görüyor, ne yana baksa güneş
ışıklarının düştüğü kum tepelerinin ardındaki gölgeler varlığın kâinattaki tüm görüntülerini sunuyordu ona! Adeta dünyada yaşanan tüm
olayların çölde birer izdüşümü vardı! Jülide, ağaca doğru yürüdükçe
kendi yüreğine biraz daha yaklaştığını hissediyordu! Varlığın sınırına
doğru yürüyor, yürüdükçe yüreğindeki gerçekliğe biraz daha yaklaşıyordu! Çevresindeki tüm varlıklar çölle birleşmiş kâinatta birer kum
tanesi olmuştu! Kâinatta düşünen, fark eden, karar veren tek varlık
kendisiydi şimdi! Rüzgâr şiddetini iyice artırmış, çölde yol alan kervan
ilerlemekte zorluk çekiyordu!
Yaşlı adam ağacın yanına vardığında Cavit’e dönerek, “İşte
burada! Bu ağaç senin içine ne kadar önemliyse, bizim için en az o
kadar önemli! Belki daha fazla önemli!” der. Cavit, kum fırtınası dinerken ağacın yanına iyice yaklaşarak bir yaprak koparır. Tahta kutu‹ 178 ›
ÖZCAN YAZICI
nun içindeki ipek parçasını çıkararak Esma’nın kendisine bıraktığı kuru
yaprağın yanına koyar. Cavit: “Ağacın yaprakları altı yıl önceki gibi
yeşil! Sanki çöle meydan okuyor!” Yaşlı adam: “O ipek, tüccarın kızıma
hediye ettiği ipeğe ne kadar çok benziyor! Nereden aldın onu?” Cavit:
“Esma, giderken bana bırakmış!” Yaşlı adam, “Esma benim kızım!”
derken gözden kaybolmakta olan yük kervanına döner. Cavit heyecanını gizleyemez! Cavit, “Şimdi nerede! Onu görmek istiyorum!” derken heyecanı iyice artar. Yaşlı adam parmağıyla az önce yolcu ettikleri
kervanı işaret eder, “İşte orada! Gidiyor! Yıllarca ataları gibi yaşamak
istemedi! Bizden uzak durdu! Yıllarca yanımıza uğramadı! Ama sonunda ataları gibi yaşamaya karar verdi!” der.
Cavit, yaşlı adamla vedalaşırken ona bakan gözleri hatırlar. O
gözler Esma’ya aitti! Cavit kervanın en arkasındaki Esma’ya bakarken
şöyle mırıldanır: “Aşk sınır tanımıyor! Çiğde, bizim sınırımız oldu! Ama
o sınırı Esma geçti!”
-SON-
‹ 179 ›