Şems-i Tebrizi ASIL adı ve künyesi «Melik Dad oğlu Ali oğlu

Transkript

Şems-i Tebrizi ASIL adı ve künyesi «Melik Dad oğlu Ali oğlu
www.muhammedi.net
Şems-i Tebrizi
ASIL adı ve künyesi «Melik Dad oğlu Ali oğlu Muhammed Şemseddin» olan Şems-i Tebrizi,
doğuştan yüksek kabiliyetlerle mücehhez, ilahi aşkın tesiriyle kendinden geçmiş gerçek
hakikat ve mana ehli erenlerdendir. Hicretin altıncı yüzyılında Tebriz’de doğmuştur.
Henüz çocukluk ve gençlik yaşlarında iken bile, yaşıtlarından çok farklı bir anlayış, düşünüş
ve yaşayışa sahip bulunan Şems o günlerini şöyle anlatır: “Henüz erginlik çağına
girmemiştim. Aşk deryasına daldım mı, 30–40 gün hiçbir şey yiyemezdim; istekten
kesilirdim. Günlerce açlığa, susuzluğa katlanırdım. Bir gün babam bana çıkıştı: «Oğlum dedi,
ben senin bu halinden bir şey anlamıyorum; bunun sonu nereye varacak? Bu davranışlar seni
felakete götürecek”
Ben ona şu cevabı verdim: “Baba! Seninle benim babalık ve evlatlık ilişkimiz neye benzer
bilir misin? Bir tavuğun altına tavuk yumurtalarıyla karışık bir de kaz yumurtası koymuşlar.
Vakti gelip ve civcivler çıktığı zaman bunlar hep birlikte analarının arkasına düşer giderler
yolda bir göl kenarına rastlarlar. Kaz yumurtasından çıkan civciv hemen kendisini suya atar;
bunu gören ana tavuk, eyvah yavrum boğulacak der; Çırpınmaya başlar. Hâlbuki kaz yavrusu
neşe içinde suda yüzmektedir. İşte seninle benim aramdaki fark da böyledir.”
Şems, delikanlılık halet-i ruhiyesi ile babasına verdiği bu samimi cevapla, kendisinin o
çağdaki saf, berrak ve lahuti düşünüş ve yaşayışının da maksat ve mahiyetini dile getirmiş
olmaktadır.
Daha Tebriz’de iken, manevi inkıbaz halinden sıyrılmak ve şan ve şöhretini duyduğu yüce
şahsiyetlerin ziyaretinde bulunmak için sık sık yolculuk yaptığı için ona, «Şems-i Perende
(Uçan Şems)» derlermiş. Bu ziyaretlerden aldığı feyz ve şahsi gayretleriyle kazandığı manevi
mertebelerden dolayı ergin arifler arasında sayıldığı için kendisine «Kamil-i Tebrizi» de
denilmiştir.
Şems-i Tebrizi, bir Türk velisidir. Bazılarının zannettiği gibi, basit, sıradan bir batını dervişi
değildir. O yüzyılların yetiştirdiği ulu mürşitler arasında bulunan, Mevlana gibi madde ve
manasıyla tahsilin yüce mertebelerine çıkmış ünlü bir kişiyi ledünni âlemlerin seyrine
götürmüş ulu bir tasarruf sahibidir.
Büyük eseri «Makalat»’ı incelendiği zaman çok rahatlıkla görülür ki o, zamanın bütün yüksek
İslami bilgilerine vakıftı. Tefsir, hadis, fıkıh, kelam ilimlerinde geniş bilgi ve kültüre sahip
olduğu gibi, dört mezhebin fıkhı görüşlerine de aşina idi.
İşte Şems-i Tebrizi, madde ve manasıyla böylesine yüce bir kişiliğe sahip bulunuyordu.
Burada akla, şöyle bir soru gelebilir; Acaba onu, bu yüce mertebelere kimler hazırlamıştır?
Şems’in hayatındaki bu önemli nokta için kendisinin verdiği bilgiye göre, ilk nasibini
Tebriz’de Ebü Bekir Sellaf (Sepetçi Ebü Bekir) adındaki bir mürşidden almıştır. Aradığını,
özlediğini onda bulmuştur. Küçük yaşta gördüğü birçok esrarengiz olay ve sahneleri
mürşidine açtığı zaman, mürşidi Şeyh Ebü Bekir, bunları herkese söylememesini tenbih
etmiştir.
www.muhammedi.net
Bir gün Şeyh’i kendisine, artık verebileceği fazla bir şeyi kalmadığını, daha yüce makamlara
erişmesi için, yeni nasipler aramak üzere seyahate çıkmasını tavsiye etti.
Bunun üzerine Şems yola koyularak, ulu erenlerin huzuruna varmak üzere çeşitli şehirleri
ziyaret etti. Kirmanlı Şeyh Evhadüddin’in piri Secaslı Şeyh Rükneddin’e, sonra da Tebrizli
Şeyh Şahabeddirı Mahmud’a gitti. Devrinin büyük mürşitlerinden olan bu yüce şahsiyetlerden
büyük, feyz aldı. Daha sonra da, zamanın şeyhlerinin önderi sayılan Cent’li Baba Kemale
başvurdu; Ondan da hayli faydalandı.
Böylesine kazanılmış geniş ve lahuti bir âlemin sahibi olan Şems-i Tebriz, hayatında en iyi
makes olarak Mevlana’yı bulmuştur. Şems, Mevlana’nın; Mevlana, Şems’in her bakımdan en
mükemmel sırdaşı olmuşlardır. Konya’da Mevlana ile karşılaşıp, kucaklaşmaları iki marifet
deryasının birbirine karışması, birinin diğerinde yok olması anlamını taşır.
Mevlana bahsinde ele aldığımız hatıralardan sonra Şems, kendisinin kadir ve kıymetini
bilmeyen ham kişilerin aşırı dedikodu, fitne ve fesatlarından dolayı başkalarının da mağdur
olmaması, halkın birbirine düşmemesi için, bir gün aniden çekilir gider. O gündür, bu gündür,
yedi asrı aşkın zamandan beri kendisinin nereye gittiği ve ne olduğu hakkında birçok rivayet
ve görüşler öne sürülür; kabrinin nerede olduğuna dair çeşitli fikirler serdedilir Ama bütün
bunlara rağmen onun nerede bulunduğu hakkındaki ihtilaf bu gün de halledilememiş gibidir.
Aslında bu gayet normal bir maceradır. Çünkü «Güneş»i, birkaç metre karelik arz toprağına
sığdırmak nasıl mümkün değilse, Şems-i Tebrizi’yi, illa yere gömmek isteyenlerin bu çabaları
da, kıyamete kadar sürüp gidecektir. Hâlbuki onlar, Şems’ler, Mevlana’lar ve daha nice ulu
şahsiyetler, mezarlarının yerlerini, Mevlana’mızın diliyle şöyle belirtmektedirler:
«Ölümümüzden sonra bizi yerde arama;
Bizim mezarımız, ariflerin gönüllerindedir.»
Şems (Güneş)i, birkaç metre karelik toprağa gömmeye çalışanlar, bu kadar emek ve
gayretleriyle, onun da mezarının bulunduğu gönüllerin sahibi arif kişilerin söz, fikir, prensip
ve tavsiyelerine kulak ve gönül verseler ve bunu bütün insanlığa tanıtıp, tattırabilseler,
inanıyoruz ki dünyanın rengi de, dönüşü de değişecektir.
Binaenaleyh, şimdi geliniz hep birlikte en iyisi Şems-i Tebrizi’nin menkıbelerinden bazılarını,
Eflaki’den naklen dinleyelim:
«Seher nurunun arifi Mevlana Sıraceddin-i Tatari, Mevlana’dan nakletti ki: Bir gün
Şemseddin bir cemaatle bir köşede oturmuş konuşuyordu. Çok şiddetli bir kışın ortasında idi.
0 cemaatte azizlerden biri, bir deste gül arzusunda bulundu. Mevlana Şemseddin kalkıp dışarı
çıktı; tekrar İçeri girince 0 azizin önüne bir deste güzel gül koydu. Bunun üzerine hepsi baş
koydular. Şems: «Bu keramet değildir; Bu, dostların dileğiyle oldu. Yüce Tanrı arzunuzu
yerine getirmek için gayb âleminden bir hediye gönderdi.» buyurdu.
«Yine dostların fazılları, akıl sahiplerinin sultanından rivayet ettiler ki: Bir gün Mevlana
Şemseddin, medresenin kapısında oturmuştu. Birden bire bir cellât geçti. Şems: «Bu adam
velidir.» buyurdu. Dostlar: «Bu, divan’ın cellâdıdır.» dediler. Şems: «Evet, o bir veli
öldürdüğü, onu beden zindanından ve cisim kafesinden kurtardığı ve öldürülen veli de
kendisine velayetini bağışladığı için velidir.» buyurdu. Cellât ertesi gün tövbe ederek ibadet
edenlerin en ileri gelenlerinden olup, Mevlana’ya irdet getirdi.»
www.muhammedi.net
Yine bir gün Mevlana Şems: «Müridler, bize üç şeyle yol bulabilirler: birincisi mal; ikincisi
hal; üçüncüsü niyaz ve yalvarma (iptihal) ile.» diye buyurdu.
Yine bir aziz rivayet etti ki: Bir gün, bir cemaat, haşhaşın haram olduğu hakkında
konuşuyordu. Orada bulunanlardan Mevlana Şemseddin: «Bizim dostlarımız, en adi bir
otcağızla bile neşeleniyorlar. O şeytanın hayalidir. Burada meleğin hayalinin bile bir değeri
yoktur. Nerde kaldı ki şeytanın hayalinin... Biz, bizzat meleğin kendisiyle yetinmiyoruz, nerde
kaldı ki hayaliyle yetineceğiz. Şeytan ne oluyor da, hayali olsun. Bizim dostlarımız sonsuz ve
temiz olan alemden niçin zevk almasınlar da gitsin, insanları aptal ve hiçbir şeyi anlamayacak
hale getiren haşhaştan zevk alsınlar.» dedi.
Bunun üzerine bir adam: «Kuran’da şarabın haram olduğuna dair ayet bulunduğu halde, bu
otcağızın haram olduğuna dair bir şey yoktur.» diye itirazda bulundu. Mevlana Şems, buna
cevap olarak: «Her ayetin inmesi için bir sebep olurdu, ondan sonra ayet inerdi. Bu otu ise,
Peygamber zamanında yemezlerdi. Yoksa (içenlerin) öldürülmesini emrederdi. Her ayet bir
ihtiyaç ve sebep nispetinde inerdi. Eshab, Peygamberin huzurunda Kuran’ı yüksek sesle
okurdu. Bu, Peygamber’in zihnini karıştırdığı için, «Ey müminler! Seslerinizi Peygamberin
sesinden daha fazla yükseltmeyiniz ayeti indi», dedi.
Yine Mevlana Şemseddin daima: «Hakiki dost, Tanrı gibi mahrem olmalıdır. Dostun
çirkinliklerine ve hoşa gitmeyen şeylerine tahammül etmeli ve hatasından hiç incinmemelidir;
dosttan yüz çevirmemelidir, dosta itiraz etmemelidir. Nitekim rahmeti bol olan Tanrı, kulların
ayıplarından, günahlarından, noksanlarından yüz çevirmez; tam bir inayet ve şahane bir
şefkatle onların rızkını verir, işte garazsız ivazsız dostluk budur.» buyurdu.
Yine nakledilmiştir ki, bir gün Mevlana Hazretleri (Tanrı onun sırrını kutlasın) buyurdu ki,
Efendim ve can bağım Şemseddin, bir kimseden incindiği vakit ona: «Tanrı sana uzun ömür
ve çok mal versin.» diye dua ederdi.”
Yine Mevlana Hazretleri’nin, Şems’e karşı o kadar sevgi ve candan ilgisi vardı ki, Şems
ortadan kaybolduktan sonra kim onun hakkında asıl ve esası olmayan bir haber verse ve:
«Mevlana Şems’i, falan yerde gördüm» dese, bu müjde için sarığını ve ferecesini verir,
şükranelerde bulunur ve teşekkürler ederdi.
Bir gün bir adam: «Mevlana Şems’i Şam’da gördüm.» diye haber verdi. Mevlana buna o
kadar sevindi ki tarif olunamaz. Başındaki sarığını, sırtındaki ferecesini, ayağındaki ayakkabı
ve çizmesini ona bağışladı. Dostlardan biri: «Bu adamın verdiği haber yalandır. O, Mevlana
Şems’i hiç görmemiştir.» dedi. Mevlana: «Evet, onun verdiği bu yalan haber için sarığımı ve
ferecemi verdim. Eğer doğru haber verseydi, elbise yerine canımı verirdim ve kendimi onun
uğrunda feda ederdim.» buyurdular.
Yine bir gün Mevlana Şems, bilginler toplantısında bilgi saçıyordu. Dedi ki: insanların bütün
bu tahsil etmekten, ilimleri okumaktan, bu kadar zahmetler çekmekten maksatları, ayak
direyen(harun) nefislerinin, Musa’nın Harun’u gibi boyun eğmesi, itaat etmesi, zelil olması,
zillet ve miskinlik göstermesidir. Nitekim boyunduruğu da öküzün boynuna, ram olması ve
tam bir sükûnetle toprağını sürmesi için koyarlar ki, o bilgin toprak, tohumu kabul etsin; kuru
diken ve ot yerine türlü taneler ve güzel kokulu çiçekler versin ve o killerden güller bitsin.
Mademki 0 ilim, seni kendine itaat ettirip boyun eğdiremiyor, o halde o ilim insana bir zahmet
ve yorgunluktan başka bir şey olmaz.
www.muhammedi.net
Şiir:
“Seni, senden almayan ilimden cehalet yüz kere daha iyidir.”
Yine nakledilmiştir ki: Bir gün Şemseddin, Mevlana’nın medresesinde bilgiler saçıyordu.
Dedi ki: “Her şeyden arı, duru ve yüce olan Tanrı, bütün mahlûklardan üç şey istedi: Birincisi,
buyruk tutmak; İkincisi, iş beğendirmek Üçüncüsü de, yâdında tutmak. Buyruk tutmak, ibadet
etmektir; iş beğendirmek, kulluktur. Yâdında tutmak da, marifettir. İnsanlara yük olma,
onların yükünü çek ve onlardan tamahını kesme; kendi tamahını onların Önüne koy. Onlar,
zenginliği isterlerse, sen zilleti iste.”
Yine nakledilmiştir ki: Bir gün Mevlana Şemseddin hazretleri bir mecliste çenk dinlemekle
meşguldü. Biri: «Derviş ve çenk sesi...» dedi. Şemseddin: «Görmezsin ve işitmezsin.»
buyurdu. Bunun üzerine bu adam elini boynuna koydu, kör ve sağır oldu. Ne kadar
yalvardılarsa da imkânı olmadı. Sonra: «Bu bizim yanımızda bir zarafet, başkalarının yanında
ise, keramet ve mucizedir.» dedi. Biri: «Akla yakın olan mucizeyi kabul ederim.» dedi. O da:
«O, mucize olmaz; Mucize, aklın, idrakinden aciz kaldığı şeydir.» buyurdu.
İşte, Şems-i Tebrizi ile ilgili hatıralar menkıbeler böylece sürer gider. Arif ol kişidir ki,
damlada deryayı göre.
Biz, Ferid Kamın şu mısralarıyla burada sözü sırlıyalım:
Şems-i Tebrizi arar destine almış meşal
Gece gündüz dolaşır Pir-i felek dünyayı
Dide-i encüm ile ta bekıyamet arasa
Ne bulur bir daha Şems ne de Mevlana’yı