Politika - Ertuğrul Kürkçü

Transkript

Politika - Ertuğrul Kürkçü
Ergin Öncü’ye
4özgürlük
Liseliler
4Fransa:
emeklilerle
4Lenin,
Lennon,
dayanışmada
devrim
7 Kasım’da
Beşiktaş
Adliyesinde 419
Selami Şakiroğlu447
Murat Bjeduğ452
EKMEK & ÖZGÜRLÜK
A Y L I K
S İ Y A S İ
D E R G İ
u
S A Y I
1 3
u
K A S I M - A R A L I K
Vay, vay, vay...
Müttefiklere bak!
Wikileaks belgeleri kapitalist devletlerin iki yüzlülük, yalan ve birbirinin kuyusunu kazmaya dayalı uluslararası düzenini teşhir ediyor
u
2 T L
n Hanefi Avcı vakası üzerine notlar
Kenan Kalyon414
n ‘Harcıalem’
sosyalizmden
kaçanların sığınakları
Muhsin Dalfidan416
n Sermaye içi Ertuğrul Kürkçü
“Sanki bir amaç var gibi geliyor
bana” demiş Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül. “Biraz sanki bazı
şeyler süzgeçten geçirilerek yapılıyor.” Duyan da sanır ki, Wikileaks
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın bütün arşivini yayınlasa Cumhurbaşkanı daha mutlu olacak. Henüz dışişleri bakanı olmayı bile
hayal edemediği günlerde yeni
partisi AKP’nin küresel sisteme
uygunluğuna ikna için ABD diplomatlarının kapısını aşındıran
Gül’ün isteyeceği en son şeyin
bu olduğunu öngörmek zor değil. Gül de, dünyadaki yüzü kızaran
bütün mevkidaşları gibi aslında
2 0 1 0
çatışmanın boyutları
Burak Cop422
n Sosyalistler
‘Anayasa’ya nasıl
yaklaşmalı?
Mustafa Çeçen423
n Güvencesizlik:
Sarkozy, Erdoğan, Obama, Medviyedev, Kral Abdullah aynı karede,
bir elleri arkada, “müttefiklerine” saplayacakları hançerin kabzasında
Wikileaks’in belegeleri iktidarının dibini oymak ve rakiplerini güçlendirmek için ortalığa
saçtığına inanmak ve hepimizi
inandırmak istiyor ama, nafile.
4ÖDP Genel Başkanı
4SDP Onursal Genel Başkanı Alper Taş:
Referandumda “evet”
diyenlerle ayrışacağız
İmparatorluğun sırları ortaya
saçılınca “network” içindekilerin bağışık kalması imkansız.
ABD’yi ele geçirmeden
kimse belgelerin tama- 42
410
4Ev işçisi Gülhan Benli: 4Üniversitede
Her yerdeyiz ama
devlet bizi görmüyor
Söyleşi: Yeşim Dinçer427
başörtüsü tartışması:
Bir hegemonya aracı
Gülseren Adaklı 428
Gaye Yılmaz429
n AKP çevre Akın Birdal:
Baskılar bizi Kürtlerle
ittifaktan caydıramaz
Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek
412
direnişlerine saldırı hazırlığında
Deniz Gemici433
4Yeni NATO füze
kalkanıyla sahneye
çıkarken
Abdullah Karabulut438
2 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Türkiye
mını elde edemeyeceğine göre,
4her halü karda kısmi kalması kaçınılmaz ifşaat piyangosunun
kendisine de vurmasında Gül bir
“maksat” aramamalı. Yerinde kim
olsa özellikle dışişleri bakanlığı
döneminde ABD Ankara Büyükelçisi Eric Edelman’ın, Tayyip Erdoğan’ın kuyusunu nasıl kazdığını
anlatan raporlarının tam da şimdi ortaya çıkmasından memnun
olmazdı. Kader bu. En iyi Gül’ün
bilmesi lazım!
Doğrusu, ABD Dışişleri Bakanlığının kimi gizli belgelerinin Wikileaks üzerinden ifşa edilmesi dünyada, Türkiye ve Kürdistan'da demokrasi ve özgürlük için mücadeleye üç açıdan yardımcı oluyor.
nBirincisi, kapitalistler arası rekabete dair Lenin'e atfedilen tasvirin ne kadar hakikate yakın olduğunu bir kez daha görüyoruz:
“Seni idam edeceğim deseniz kapitalist size ip satmaya kalkar."
Belgeler, mevcut uluslararası sistemin ABD hegemonyası altında
bayağı bir ikiyüzlülük, karşılıklı
güvensizlik ve birbirinin dibini
oymaya dayalı hesaplar üzerinden yürüdüğü konusunda toplumsal ve politik muhalefetin, antimilitarist ve demokratik güçlerin görüşlerini sonuna kadar doğruluyor. Bunlara birinci dereceden açık, somut kanıtlar sunuyor.
ABD ve müttefiklerinin insanlığın
çürümesindeki rolünü belgeliyor.
Sadece aydınların değil, halkların
da bütün devletlerin güvenilmezliğini görmesini kolaylaştırıyor.
nİkincisi, yeryüzünde ABD'nin
bilgisi ve etkinliği dışında hiçbir
değişikliğin gerçekleşemeyeceğine ilişkin komplocu anlayışın manasızlık ve tutarsızlığına ilişkin
somut göstergeler sunuyor. ABD
diplomatlarının gözlerinin önünde akıp giden olaylar konusunda
nasıl cahil, önyargılı ve ahmakça
yorumlar yapabildiklerini gösteriyor. Yanılmaz ve yenilmez "emperyalizm" tasvirlerinin halkların
kendine güvenini zayıflatmak için
uydurulmuş palavralardan başka
bir şey olmadığını idrak etmelerine katkıda bulunuyor.
Wikileaks, belgeleri, öte yandan
kaba ve cahilane “emperyalizm”
teorilerinin Türkiye’deki güç mücadelesinin kendine özgü özelliklerini ABD elçileri kadar olsun
kavramaktan uzak olduğunu da
ortaya koyuyor. Bu kaba “antiemperyalist” retoriğinin neredeyse
birebir ABD diplomatlarının dedikodularıyla örtüşmesini, Cumhuriyet mitingleri döneminin histerik söylemindeki “neo-con”
vurgunun kaynağını tespit etmemize yardımcı oluyor. Wikileaks
belgeleri o cenahın da yüzünü kızartıyor. Çaresiz, Gül ile aynı argümana sığınıyorlar: “Bunu ABD
yaptırıyor!”
nÜçüncüsü ve daha da önemlisi,
Ankara kaynaklı belgeler Kürt
halkının sorunları ve süre giden
savaşın ABD, AKP ve ordu için,
her birinin, bileğini bükmekte
ötekilere karşı kullanacağı bir
maniveladan fazla bir anlam taşımadığını, hiçbirinin barış diye bir
kaygısı olmadığını ortalığa döküyor. Görülüyor ki, ordu, hükümet
ve ABD'li müttefikleri için ne
PKK'lilerin ve Kürtler'in ne de
Türk Silahlı Kuvvetleri'nde silah
altına alınmış erlerin ve Türkler'in yaşam ve güvenliklerinin
bir önemi var.
İşte ABD elçiliğinden dökülen bir
kaç belge bile açıkça teyit ediyor:
ABD hükümeti istihbarat desteğini AKP'ye bölgesel hâkimiyetini
genişletsin diye veriyor; ordu sınır-ötesi harekâtı askeri bir nedenle değil, hükümeti zayıf düşürmek için istiyor. Hükümet
Kürtler'e zaten kendilerinin olan
dillerini özgürlük için değil egemenlik için lütfetmiş gibi yapıyor.
Ama kimliklerinin tanınması taleplerine kulaklarını tıkıyor. Bu
arada onlarca, yüzlerce, binlerce
genç insan hayatlarından ve özgürlüklerinden olmaya devam
ediyor.
Başbakan'ın hemen, "Wikileaks'e
güvenilmez" demesi boşuna değil. Belgeler, açıkça ortaya koyuyor ki, hükümet de ordu da, ortalık yerdeki batı ve ABD karşıtı bütün edebiyata rağmen perde gerisinde birbirlerine ve Kürt özgürlük mücadelesine karşı Washington'dan medet umuyor. ABD,
Kürt özgürlük mücadelesini, Mesud Barzani yönetimiyle ilişkilenmedikçe düşman sayıyor.
Wikileaks belgeleri, sosyalistlerin
Kürt özgürlük mücadelesini
"stratejik müttefik" olarak belirlerken boş hayallerle uğraşmadığını ve yalanlarla baştan çıkarılmadığını, somut tarihsel gerçeklere dayandığını bir kez daha görmemizi sağladığı için de aydınlanmamıza önemli bir katkıda
bulunuyor. Kim bu
Wikileaks?
Türkiye’nin de adının geçtiği
gizli belgelerle gündeme gelen Wikileaks 2007’den bu
yana faaliyet gösteren ve kâr
amacı gütmeyen bir haber sitesi. Kurucularının kim olduğu tam olarak bilinmiyor. Sitenin sözcülüğünü Julian Assagne yapıyor ve İsveç kökenli bir şirketin suncusunda
tutuluyor. Wikileaks’in görünen yüzü Julian Assagne, 39
yaşında, matematik eğitimi
almış bir “hacker” ve bilgisayar programcısı.
Wikileaks’in veri tabanında
milyonlarca belge
var.
Ekim’de Irak’taki savaşla ilgili 400 bin belge kamuoyunun
bilgisine sunuldu.Temmuz’da
da “Afgan Savaş Günlüğü”
adı altında 77 bin adet belgeden oluşan bir derleme yayımlandı. Aralarında ABD Ankara Büyükelçiliği’nden gönderilmiş çok sayıda yazışma
da olan son belgelerin, 250
bini aşkın belgenin küçük bir
bölümü olduğu duyuruldu.
Wikileaks’in yayınladığı belgeler arasında, 2007’de
Irak’ta bir ABD helikopterinin
siviller üzerine düzenlediği
saldırıyla aralarında iki Reuters muhabiri de olan 12 kişiyi öldürdüğü olayın videosu
da var. Wikileaks videoya
“İkinci dereceden cinayet”
adını vermiş.
Wikileaks’in bu kadar az sürede bu kadar çok sayıda belgeyi nasıl ele geçirebildiği,
bunların nasıl “sızdırıldığı”, bu
işte “hacker” parmağı olup
olmadığı hep merak konusu.
Fakat şimdiye dek belgelerin
doğruluğu hakkında pek az
soru işareti belirdi. ABD dışişleri bakanı Hillary Clinton belgeleri yalanlanmadı, “Bu belgelerin ifşa edilmesi uluslararası topluma yönelik de bir
saldırıdır” demekle yetindi.
Wikileaks, belgelerden pek
azının kendilerine “kâğıt” olarak ulaştığını, elektronik ortamı tercih ettiklerini, bilgi
sağlayıcıların kimliklerinin
saklı kalmasını sağlayacak
son derece güvenli bir “dropbox”a (elektronik dosyaların
atıldığı kutu) sahip olduklarını söylüyor ve ekliyor: “Yeni
model bir habercilik anlayışı
getirdik. Kâr etmek üzere
faaliyet göstermediğimiz için
öteki basın-yayın organlarıyla
rekabet etmek yerine işbirliği
içinde çalışıyoruz”. Nitekim
açıklanan son belgeler, Wikileaks tarafından New York Times, Guardian, Der Spiegel
gibi gazete ve dergilere önceden gönderildi ve doğruluğu
hakkındaki kuşkuları gidermek üzere, onların da süzgecinden geçmiş oldu.
Wikileaks, habercilik alanında ödüller de aldı. Bu ödüllerden biri, Kenya’daki insan
hakları ihlalleri, kayıplar ve
polis tarafından işlenen cinayetler hakkında, yine çok sayıda belgeye dayalı haberden
ötürü Uluslar arası Af Örgütü
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 3
Türkiye
Kemal Türkler’in katili cezasız
DİSK eski başkanı Kemal Türkler'in öldürülmesiyle ilgili 26 yıldır süren dava zaman aşımına
uğradı. Ailesi ve avukatları davaya AİHM'ye gitme kararı aldı.
aşımına uğramasına ilişkin şunları söyledi:
"Devlet yıllarca bu davanın suçlularının cezasız kalması için uğraştı. Bütün sistem bunun için çalıştı. Önce güvenlik güçleri katilin yakalanmaması için sonra da yargı cezalandırılmaması için... Suçlu bütün sistemdir. 12 Eylül ve sonrası işlenen bütün
siyasi cinayetler cezasız kaldı. Devlet hep
failleri korudu. Önce Yargıtay'a gidilecek,
orada kararın onanması durumunda
AİHM'e gidilecek. "
"Babamın mezarından
bile korkuyorlar"
Türkler’in kızı Nilgün Soydan ve DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi kararı protesto ederken
Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK)
eski başkanı Kemal Türkler'in öldürülmesiyle ilgili katil sanığı Ünal Osmanağaoğlulu hakkındaki davayı zaman aşımına uğradığı gerekçesiyle ortadan kaldırmaya karar
verdi. 26 yıldır süren davanın sanığı Ünal Osmanağaoğlu, rapor aldığı için süren duruşmalara getirilememiş, bu nedenle dava sürekli ileri bir tarihe ertelenmişti.
Türkler'in avukatlarından Rasim Öz, bianet'e "Bu dava, 'insanlığa karşı işlenmiş
suçlar' kapsamında değerlendirilmeli ve
zaman aşımından muaf tutulmalı" demişti.
"Yargı katili tescil etti, ötesi yok"
Adliye çıkışı gazetecilere açıklamaad bulunan DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi,
"katilleri belli olan" bu davada belgelerin
kasıtlı olarak gizlendiğini, yine kasıtlı olarak davanın zaman aşımına uğratıldığını
savundu.
"Bizim açımızdan sanık katildir, Kemal
Türkler'i öldüren kişidir. Bu da yargı tarafından iki kere tescil edilmiştir, bunun ötesi yok."
Davanın zaman aşımına uğramasının "Katilni katil kimliğini ortadan kaldıramayacağını" belirten Çelebi, bundan sonrası için
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne
(AİHM) gideceklerini söyledi. Çelebi, "Bu
kararları verenlerin ne kadar huzur içerisisinde ve rahat uyuyacaklarını kendi vicdanlarına bırakacağız. Bizim açımızdan ak-
lanmış değildir. Sonuna kadar bu davayı
sürdüreceğiz" dedi.
"AİHM'e gideceğiz"
bianet'e konuşan Türkler ailesinin avukatlarından Ergin Cinmen de davanın zaman
18 yaşında yaşındayken Türkler'in öldürülmesine tanık olan kızı Nilgün Soydan,
şunları söyledi:
"Devlet önce babamı öldürttü, sonra babamı öldürttüğü kişiyi senelerce korudu, sonra da gözümüzün içine baka baka davayı
zaman aşımına uğrattı. AİHM'e başvurmaktan üzüntü duymayacağım. Babamın
mezarından bile korkuyorsunuz. Babamdan korkmaya devam edin. Devlet katilin
hesabını tarihe verecektir." “Babamın katilini görKemal Türkler’in kızı Nilgün Soydan babasını Ünal Osmanağaoğlu’nun öldürdüğünü gözleriyle gördüğünü söyledi ve
ekledi: “Katili koruyan devletten hesap soracağız”
"30 yıl önce babamı üç kişinin öldürdüğünü gördüm. Bunlardan biri bugünkü sanık Ünal Osmanağaoğlu'ydu. Babam gözlerimin önünde öldürüldü; o ana birebir
tanıklık ettim.
Ailece ona hiç kızmadık ve şimdi izliyorsa
üzülmesin. Bir kurşun da onun boynunu
sıyırmıştı. İnsanı bir davranış olarak kendini yere attı... Ondan babam gibi bir insanı koruması beklenemezdi...
Balkondan seyrediyordum. Babam arabasına bindi, ona hep el sallardık; annem
yatak odasındaki camda ben de balkondaydım ve ona daha yakındım. Hep bir
endişemiz vardı zaten. O nedenle annemin değişik nöbet tutma yöntemleri vardı...
Cinayet işleyenleri gördüm. Mahkemede
ilk tanıklık yaptığımda en ince ayrıntısına
kadar anlattım.
1996'da davayı açtıktan sonra, katiller
ortada yoktu ve kaçıyorlardı... Yakalananlar tabi ki maşa, arkalarında kimlerin
olduğu önemli.
Babamın yanında, öncekine oranla deneyimsiz bir polis vardı. Önceki koruması
deneyimliydi ve ilk olarak yetersiz gördüğü için silahını değiştirmişti. Babama da
silah vermek istemiş ancak babam kabul
etmemişti. O polis görevden alındı ve deneyimsiz bir polis verildi.
Babam öldürüldüğünde 19 yaşındaydım.
5 yaşındaki çocuğun gözleri önünde babası öldürülmüş olsa, 105 yaşına da gelse öldüreni asla unutmaz... Silahla ve üçlü ateşle bir insanın öldürülmesinden söz
ediyoruz. Babamın öldüreni teşhis edemeyecek insan değilim; 19 yaşındaydım
4 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Türkiye
AKP çevre direnişlerine saldırı hazırlığında
Deniz Gemici4Sayfa 33
AKP’nin çevreye
saldırı yasasına Ankara’da protesto
“Enerji mi çevre mi” tartışmasına “hayat” diye karşılık veren yerel
çevre direnişleri Ankara’da buluştu
Eylemde yer alanlar Türkiye’nin her yerinden geldiler
AKP’nin hazırladığı “Tabiatı ve
Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı”nın meclise sunulmasını protesto etmek amacıyla Suyun Ticarileşmesine Hayır
Platformu ve Derelerin Kardeşliği Platformu’nun çağrısıyla
Meclis önünde toplananlar 25
Kasım’da seslerini bir kez daha
yükseltti.
Fındıklı’dan, İkizdere’ye, Artvin’den Munzur’a, Taşova’dan
ülke’nin dört bir yanına tüm
çevre direnişlerinin temsilci
düzeyinde katıldığı eyleme SolSosyalist siyasetler, meslek odaları ve sendikalar da destek verdi.
Bu tasarı yasalaşırsa tüm tabiat kararları, doğal alanları kim-
“Yak, işlet, devret” modeli mi?
Mimarlar Odası’nın
öngörüsü gerçekleşti.
Kentsel dönüşüm
kapsamına alınan
Haydarpaşa garı artık
hizmet dışı.
28 Kasım Pazar günü saat
15.30 sularında tarihi Haydarpaşa garının çatı katında başlayan yangın, akşam saatlerinde
söndürülürken, yangının çıkış
nedeni henüz netleşmedi.
"Onarım için hiçbir
ruhsat alınmamış"
Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, binada onarım varsa belediyeden izin alınmadığını söyledi.
Öztürk, ''Eğer yangın onarım
yapılan yerde çıktıysa kaçak çalışma var demektir. Burasıyla il-
102 yıllık tarihsel yapı ve silueti büyük zarar gördü
gili belediyemizce verilmiş bir
onarım ruhsatı yok. Başvuru
var. Onay, Tabiat ve Kültür Varlıkları Kurulundan alınmış" dedi.
Suç duyurusu vardı
Mimarlar Odası ve Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası
(BTS), birinci derece tarihi ve
kenstel sit alanı ilan edilen gar
binasının üçüncü katında izinsiz olarak tadilat yaptığı gerekçesiyle Drees&Sommer firması
hakkında Ağustosta Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusunda bulunmuştu. Suç duyurusu üzerine harekete
geçen Cumhuriyet Savcılığı, gar
lerin nasıl kullanacağı ile ilgili
karar verme yetkisi Çevre ve
Orman Bakanlığı’na verilecek;
hazine arazileri, meralar, ormanlar ve su havzaları kullanıma açılacak. Çevre ve Orman
Bakanlığı yasadan aldığı yetkiyle doğal alanlarla ilgili izinler,
intifa veya irtifak haklarını
üçüncü şahıslara devredebilecek. Yasa ile Milli Park olarak 1.
derece doğal sit alanı ilan edilen vadilerde şirketlerin faaliyetleri yasallaşarak, şirketlere
devredilen Hidro Elektirik
Santralleriyle (HES) 2000 civarındaki dere ve havzanın ticarileşmesinin önündeki tüm engeller kaldırılacak.
Bir gün önce Sakarya caddesinde basın açıklaması yaparak eylemlerini duyurduktan sonra
Bakanlık hattından meclis Dikmen kapısı önüne kadar polis
barikatlarından geçerek gelen
direnişçiler basın açıklamalarında “Bu yasa tasarısı derelerini, ormanlarını, toprağını, su
havzalarını korumak için direnen halkın karşısında şirketlerin çıkarlarını savunmaktadır.”
diyerek HES’lere ve suyun ticarileşmesine karşı direnişlerini
sonuna dek sürdüreceklerini
belirtti ve direnişlerinin hiçbir
yasayla engellenemeyeceğini
sloganlarıyla dile getirdiler. binasındaki tadilat işlerini birçok kez durdurdu. Ancak savcılığın isteği üzerine bir rapor hazırlayan İstanbul 5 Numaralı
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu, yapılan tadilatın
sit uygulamalarına aykırı olmayıp 'basit tadilat' olduğu şeklinde görüş bildirdi. Koruma kurulunun raporunu
gerçekçi bulmayan Mimarlar
Odası ve Taşımacılık Çalışanları
Sendikası, 5 numaralı kurulu
üst kurula şikâyet etti. Şikâyet
konusunda üst kurulun raporu
bekleniyor. Dava süreci devam
etmesine karşın, Drees&Sommer firması tadilatı tamamlayarak garın üçüncü katına yerleşti. Bu tadilat sürerken çıkan yangın Haydarpaşa Garını kullanılmaz hale getirdi. Mimarlar Odası’nın Haydarpaşa’nın kentsel
dönüşüm çerçevesinde gar işlevini yitireceği öngörüsü doğrulandı.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 5
Türkiye
Nihat Sargın uğurlandı
Türkiye sosyalist hareketinin en eski temsilcilerinden Nihat Sargın İstanbul’da aramızdan ayrıldı. Sargın’ın cenazesine sosyalist hareketin farklı eğilimlerinden yüzlerce kişi katıldı
Sargın’ın cenazesi Zincirlikuyu mezarlığında alkışlarla toprağa verildi
Türkiye İşçi Partisi'nin Genel Sekreteri ve
Türkiye Birleşik Komünist Partisi kurucularından Nihat Sargın 83 yaşında İstanbul'da hayatını kaybetti.
Sargın 1946'da İstanbul Üniversitesi Tıp
Fakültesi'nde okurken Yüksek Tahsil Gençlik Derneği'nin kurucuları arasında yer aldı;
iki dönem sekreterliğini yaptı. Derneğin yayın organı Hür Gençlik dergisinin yönetmenliğini üstlendi.1962'de asistanlığı sırasında Temel Hakları Yaşatma Derneği ku-
rucuları arasına katıldı.
1948'de Türkiye Komünist Partisi (TKP)
üyesi oldu, 1961'de Türkiye İşçi Partisi
(TİP) üyesi. TİP saflarında merkez büro
üyesi, genel sekreter yardımcısı ve genel sekreterlik görevlerinde bulundu. 12 Mart
1971 askeri darbesi sonrası TİP kapatıldığında partide Genel Yönetim Kurulu üyesiydi. Ssosyalizm mücadelesine 1975'te
tekrar kurulan Türkiye İşçi Partisi'nde genel sekreter olarak devam etti,
Sargın 1950'de TKP üyesi olmaktan,
1955'te 6-7 Eylül olaylarında "Komünistler
yaptı" iddiasıyla ve 1971'de TİP ve 1989'da
TBKP üyeliğinden toplam yedi yıldan fazla
cezaevinde kaldı.
12 Eylül sonrası yedi yıl sürgünde yaşadıktan sonra TKP ile TİP'in birleşmesinden doğan Türkiye Birleşik Komünist Partisi kurucusu olarak Türkiye'ye döndü. Tutuklandı. TBKP'nin kapatılmasından sonra Özgürlük ve Dayanışma Partisi'nin (ÖDP) kurucu üyeleri arasında yer aldı. Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı'nın da kurucuları
ve yöneticileri arasındaydı.
Sargın 1927'da İstanbul'da doğdu; İstanbul
Erkek Lisesinde okudu, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni bitirdi, uzun yıllar göğüs hastalıkları uzmanı olarak çalıştı. Öğrenci derneğinde arkadaşı olan Yıldız Baştımar ile evlendi. Yıldız Baştımar Sargın
2009'da öldüğünde 54 yıldır evliydiler.
Sargın Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı (TÜSTAV) yöneticiliği yaptı; "TİP'li Yıllar,
1961-1971/Anılar Belgeler (1-2)", "Davalar, Savunmalar, Cezaevi Anıları", "Dönüşten Özgürlüğe 900 Gün/TBKP Davası" kitaplarının yanı sıra Haydar Kutlu ile birlikte "Sorgu", "Demokrasi Davası Sürüyor"da
TBKP yargılamasını kitaplaştırdılar.
Bir adli cinayet: Pınar Selek’e müebbet!
Selek’i, hiçbir somut delil olmadan 1998’de 7 kişinin öldüğü Mısır Çarşısı patlamasından sorumlu tutan yargıtay
kararı tepkiyle karşılandı
Yargıtay Ceza Genel Kurulu, Mısır Çarşısı davasında, Pınar Selek için müebbet hapis istediği gerekçeli kararını açıkladı. Selek çarşıyı bombalamaktan sorumlu tutuldu.
9 Temmuz 1998'de Mısır Çarşısı girişindeki
"Ünlüoğlu Büfe"de meydana gelen patlamada yedi kişi ölmüş, 127 kişi de yaralanmış,
Selek, 15 kişiyle birlikte tutuklanmış, 2,5 yıl
sonra tahliye edilmişti.
İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi Mayıs
2008’de “patlamaya bombanın mı, gaz kaçağının mı neden olduğunun tespit edilememesi” ve “kesin delil bulunmaması gerekçesiyle” Pınar Selek’in beraatına karar
vermişti. Dosya daha sonra Yargıtay 9. Ceza
Dairesine gitmiş ve 9. Daire 10 Mart 2009
tarihinde kararı bozmuştu. Bu karara itiraz
üzerine dosya Yargıtay Ceza Genel Kuruluna
gönderilmişti. Yeni karar ile dava dosyası bir
kez daha yerel mahkemeye gönderilecek.
Gerekçeli kararda, “Olayın LPG 'den kaynaklandığına dair hiçbir bulgu ele geçirilememiştir" denilerek bombanın Pınar Selek
ve Abdülmecit Öztürk tarafından konulduğu
açıkça anlaşılmaktadır" ifadesi yer aldı. 12 yıl süren yargılamada İstanbul 12. Ağır
Ceza Mahkemesi'ne farklı bilirkişi raporları
verilmişti. Bazı raporlarda "bomba izi yok"
ifadesi yer almış, bazılarında "Patlama bomba kaynaklı" , bazılarında "patlama nedeni
belli değil" denilmişti. Mayıs 2008 tarihinde
12. Ağır Ceza Mahkemesi “kesin delil bulunamaması nedeniyle” Pınar Selek’in beraatına karar vermişti.
Pınar Selek’in kardeşi avukat Seyda Selek:
Yargıtay Ceza Genel Kurulu, bilimsel rapor-
ları dikkate almayarak fizik kurallarına aykırı şekilde karar almış. Bu kararı işkence,
adil yargılamanın ihlali gerekçeleriyle
AİHM'nde açtığımız davaya ek olarak yolladık. AİHM daha en başında, başvurumuzu
'iç hukuk yollarını tüketmemize gerek görmeden' kabul etmişti. Yerel mahkemelerde
ve AİHM'nde adalet talebimiz sürüyor. Oysa şimdi her şey bitmiş gibi gösteriyorlar
çok üzülüyoruz.” dedi.
Selek’e destek için oluşturulan "Pınar Selek'e tanığız" başlıklı imza kampanyası metninde "Biz aşağıda imzası bulunanlar, Pınar
Selek'in feminist, antimilitarist, şiddet karşıtı bir araştırmacı olduğuna tanığız." deniliyor.
1971 İstanbul doğumlu Pınar Selek, Mimar
Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü birincilikle bitirdi. Aynı üniversitede sosyoloji yüksek lisansını tamamladı. Halen Strasbourg Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi doktorasını sürdürüyor. 6 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Dünya
Fransa: Liselilerin emeklilerle dayanışması
Selami Şakiroğlu4Sayfa 42
Avrupa’da öğrenci
eylemleri
Avrupa’da hükümetlerin eğitim giderlerinden kısma politikalarına
karşı gençliğin protestosu sürüyor. Önce İngiltere, peşinden İtalya yoğun sokak gösterilerine ve işgallere sahne oldu. acı ilaç kapsamında , yarım milyon kişinin işten atılması, yerel
yönetim bütçesinin daraltılması, sosyal hizmetler de kesintiye
gidilmesi de var.
Sermayenin bu saldırısına karşı gençliğin direnişi güçlü oldu.
10 Kasım’da 55 bin kişi sokağa
çıkarak kesintileri protesto etti.
Aynı gün, Muhafazakâr Parti’nin Londra’daki genel merkezi işgal edildi. Bu olay sırasında,
12’si on sekiz yaşın altında olmak üzere 61 kişi gözaltına
alındı. Gözaltına alınanların yalnızca bir kısmı öğrenciydi ve
neredeyse tamamı yirmi dört
yaşın altındaydı. Hepsini bekleyen işsizlik tehlikesi düşünüldüğünde, “öğrenci gençlik”
ile“işçi gençlik”in ortak eylemliliği şaşırtıcı gözükmüyor.
‘İtalya’nın gerçek
teröristleri’
Londralı öğrenciler 10 Kasım’da iktidardaki Muhafazakar Parti önünde
24 Kasım’da binlerce genç İngikltere’nin dört bir yanında sokağa çıktı. Manchester'da 3 bin,
Liverpool ve Brighton'da 2 bin
kişi, “Halk için eğitim", "'Eğer'
yok, 'ama' yok, eğitim kesintilerine hayır!" ve "Eğitim haktır"
sloganlarıyla yürüdü. Bazı öğrenciler bununla yetinmedi ve
aralarında Royal Holloway,
Plymouth, Warwick, Sussex,
Birmingham, London South
Bank, UCL, Essex and UWE Bristol'de olan üniversiteleri işgal
etti. Newcastle Üniversitesi’nin öğrencileri ise şehir merkezindeki büyük anıtın çevresinde toplanıp, buradan hükümetin uyguladığı kesintileri desteklediklerini duyuran firmaları protesto için masıydı. bölgenin devasa
alışveriş merkezine yürüdüler.
Sermayenin tavrı bütçe tartış-
masının sınıfsal karakterini
apaçık gösteriyor.
İngiltere'de muhafazakar-liberal koalisyonundan oluşan hükümet 2012’de devreye girecek
planla eğitim bütçesinde yüzde
80 kesintiye gitmeyi planlıyor.
Bunun dolaysız sonuçlarından
biri de harçların üç katına çıkması olacak. Bu zamlar, işçi ailelerin, yoksulların çocuklarının eğitim alma
imkanının kısıtlanması anlamına geliyor.
Yarım milyon işçi işten
çıkarılacak
Hükümetin hedefi öğrencilerle
sınırlı değil. Önerdiği kesintiler,
neo-liberal politikaların uygulanmasında sembol isimlerden
biri olan Thatcher hükümetinin
yaptıklarından bile daha kapsamlı. Yutturmaya çalıştıkları
Silvio Berlusconi hükümetinin
eğitim bütçesinde kesintiye gitme kararı, İtalya’da yoğun tepkilere yol açtı. Floransa, Turin,
Napoli, Perugia, Padova, Palermo and Salerno’da on binlerce
öğrenci sokağa döküldü. Öğretmenler ve akademisyenler de
onlara katıldı. Devlet üniversiteleri, kimileri
gece boyunca da süren işgallere sahne oldu. Öğrenciler Pisa’da bazı köprüleri, Siena’da
ise demiryolu hattını bloke ederek ulaşımın aksamasına yol açtılar. Roma’da büyük gösteri
Kitlesel gösterilerin en büyüğü
Roma’daydı. Bir grup öğrenci
Meclis binasının önünde toplanıp seslerini duyurmaya çalışırken Senato binasına girmeyi
deneyen bir başka grup da toplum polisi tarafından engellendi. Öğrenciler, hükümetin istifasını isterken, “kesintilere hayır”,
“gerçek terörist sizsiniz”, “bize
geleceğimizi geri verin” şeklinde slogan attılar. Bu arada kamu
binalarına taş ve yumurta atıldı. İki öğrenci göz altına alınırken onlarcasının hafif şekilde
yaralandığı bildirildi. Yaralananlar arasında az sayıda polis
de bulunuyor. Göstericilerin hedefinde Berlusconi’yle birlikte eğitim bakanı Gelmini de vardı. “Gelmini reformları” adıyla anılan sözde
“istikrar” paketinin içinde, eğitime ayrılan kamusal kaynakların esaslı biçimde kısılması, kimi eğitim programlarının kapatılması ve bunun bir uzantısı
olarak kitlesel işten çıkarmalar
öngörülüyor
ABD: Obama’ya bağlan
Başkanlık seçiminde
Obama’ya oy vermiş
olanlar ara seçimde
sandığa gitmedi. 2 Kasım’da yapılan ABD ara seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti
Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu kazandı; Senato’daysa altı
sandalye kaybeden Demokratlar çoğunluğu kıl payı koruyabildi. Bazı eyalet yönetimleri de
Demokratlardan Cumhuriyetçilere geçti.
2008’deki seçmenlerden üçte
birinin (çoğunluğu gençler, Siyahlar, Latinolar ve kendini ılımlı ya da muhafazakâr değil liberal olarak tanımlayanlar olmak
üzere) bu kez sandığa gitmemesi, sonucun, Cumhuriyetçilerin
yeni oylar kazanmasından çok,
Obama’yı desteklemiş olanların
oy kullanmamasından kaynaklandığını gösteriyor. Kriz politikasında önceliği banka kurtarmaya veren, kamusal sağlık ve
sosyal güvenlik sisteminden hemen vazgeçen, Afganistan’a ve
Pakistan’a bomba yağdırmaya
ve asker yığmaya devam eden
Obama yönetimi, daha adil bir
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 7
Dünya
Kore: Nükleer savaş riski var
Kuzey ve Güney Kore arasındaki çatışma, süper güçlerin de rol aldığı küresel bir gerilime dönüşebilir
Güney ve Kuzey Kore arasında
karşılıklı top ateşinin ardından
Kuzey Kore hükümeti ABD’yi
suçladı. Kuzey Koreli üst düzey
askeri bir yetkili, Sarıdeniz'in
''bir barut fıçısı'' haline geldiğini, çatışma riskinin hep yüksek
olduğunu, bu durumdan da
ABD'nin sorumlu olduğunu belirtti. Yetkili, "Kore savaşının bitiminde (1950-53), iki Kore'yi
ayıran sınır çizgisini tek taraflı
olarak çizen ABD'nin ta kendisidir" dedi. 23 Kasım’da tarafların karşılıklı topçu ateşi sırasında iki Güney Kore askeri ölmüş, 17 asker
de yaralanmıştı.
ABD ile ortak tatbikat
Uluslararası toplumun çatışmaya ilk tepkisi taraflara itidal tavsiye etmek oldu. Ancak, Kuzey
Kore, kendini korumak için, gerekirse yine ateş açmaya hazır
olduğunu açıklarken, Güney
Kore de Sarıdeniz'deki beş adada askeri güçlerini takviye edeceğini duyurdu. ABD ile Güney Kore’nin olayın
geliştiği bölgede ortak askeri
tatbikat yapma kararı da, barışa hiçbir şekilde hizmet etmiyor. ABD’nin nükleer uçak gemisi USS George Washington,
Çatışmada ölen bir Güney Koreli askerin yakını yas tutuyor
Tokyo’nun güneyindeki bir donanma üssünden derhal hareket etti ve tatbikata katılmak
üzere Kore sularına girdi.
Kuzey Kore ülkeyi ekonomik ve
diplomatik destek karşılığında
nükleer silah geliştirmekten
vazgeçirmek amacıyla 2003'de
başlatılan, ABD, Çin, Rusya, Japonya, ve Güney Kore’yle altılı
görüşmeleri Nisan 2009'da tek
taraflı olarak durdurmuş, ancak
son günlerde görüşmeleri sürdürmeye hazır olduğunu açıklamıştı.
nan umutlar sönüyor
bölüşüm ve barış taleplerini yatıştırmaya, kendisine umut bağlayan kesimleri “merkez”e çekmeye çalışırken, hem siyasetin
merkezi, hem de Cumhuriyetçi
Parti daha da sağa kaydı. Çay Partisi
Cumhuriyetçi Parti içinde neofaşist çizgiler taşıyan bir akım
da gelişti: 1773’te Britanya’nın
vergilendirme yetkisine karşı çıkan yerleşimcilerin Boston limanındaki Doğu Hindistan
Kumpanyası gemilerinde bulunan 45 ton çayı imha ettiği eyleme verilen adı sahiplenen Çay
Partisi, bir grup sermayedar ta-
rafından açıkça finanse ediliyor
ama aynı zamanda “Demokrat
ve Cumhuriyetçi açgözlü iktidar
sahipleri”ne de öfkelenen alt ve
orta katmanlardan Beyaz Hıristiyanların oluşturduğu küçümsenmeyecek bir kitleye dayanıyor. Obama’nın savaş politikalarını ve “yukarıdan” sınıf mücadelesini sürdürmesi de, onu Çay
Partisi’nin propaganda söyleminde “sosyalist” olmaktan, özledikleri vergisiz, müdahalesiz,
kuralsız “eski” Amerikan kapitalizmine engel olan asi Siyahların, eşitlik isteyen kadınların,
sendikal mücadelelerin timsali,
Beyaz düşmanı bir anti sömür-
Çin’den diplomatik
ziyarete erteleme
Öte yandan, Güney Kore Dışişleri Bakanlığı, Çin Dışişleri Bakanı Yang Jieçi'nin ülkeyi ziyaretinin "programı" nedeniyle
ertelendiğini belirtti. Çin başbakanı Ven Ciabao da,
ülkesinin her türlü askeri tahrike karşı olduğunu beyan etti.
Ven, tarafların sağduyulu davranmaları, uluslararası camianın da gerginliği azaltmak için
daha fazla çaba sarfetmesi gerektiğinin altını çizdi.
geci olarak hedef alınmaktan
kurtaramadı. İş ve barış talepleri
Sağın yükselişi, Demokrat yönetimin işçilerde ve savaş karşıtı
harekette uyandırdığı hayal kırıklığının kopuşa dönüşmesini
engelleyen etkenlerden biri. Ancak, ehven-i şerciliğin yaygınlığına rağmen, iki partili sistemin
dışında bir seçenek ihtiyacı da,
sınıf mücadelesinin hatırlanması gerektiği de artık daha çok dile getiriliyor. Dar sosyalist çevrelerin ötesinde bu eğilimlerin
henüz örgütsel bir karşılığı olmasa da, 2 Ekim’de AFLCIO’nun da desteğiyle SEIU
1199/Doğu Birleşik Sağlık İşçileri sendikası ve NAACP/Ren-
Çin basını, olaydan ötürü
ABD’yi ve Güney Kore’yi eleştiriyor. İngilizce Global Times gazetesinde "ABD ve müttefiklerinin, Çin'den Kore yarımadasında etkin rol oynamasını isterken çelişkili davrandıkları" ileri sürüldü. "ABD ve Güney Kore
basınının yoğun Çin karşıtı
duygular içinde olduğu" belirtilen yorumda, "bu ülkelerin
Kuzey Kore'ye baskı yaparken
Çin'in de kendi yanlarında yer
almasını, diğer yandan Çin’in
Pyongyang yönetimi üzerindeki özel etkisini kullanmasını istedikleri" ifade edildi. Gazete ,
"bunun, bu ülkelerin ben-merkezcilikleriyle Kuzey Kore sorununun çözümündeki yetersizlikleri arasındaki açmazı
yansıttığı" görüşünü ileri sürdü. Castro uyarmıştı
Küba lideri Fidel Castro yaz aylarında ABD hükümetinin bir
plan dahilinde hareket ettiğini;
Kore yarımadasında başlayacak çatışmanın ardından ikinci
Kore savaşının gündeme geleceğini ve bunu İran’a müdahalenin izleyeceğini ileri sürmüştü. Castro’nun bu konudaki görüşleri Ekmek&Özgürlük’ün
10. sayısında yer almıştı. klilerin (kuruluş yılı olan
1909’dan beri adı değişmediği
için “Afro-Amerikanların” değil,
“Renklilerin”) İlerlemesi İçin
Ulusal Birlik tarafından Washington’da düzenlenen, 50 eyaletten 175.000 işçinin katıldığı
miting, Demokratların sendikalı işçiler arasındaki tabanının
uygulanan politikalardan hoşnutsuzluğunu görünür kıldı.
Michael Moore’un da seçim günü “her şeyi unutarak” Demokratlara oy verilmesi çağrısı yaparken, seçilenler “bir parmak
daha ‘merkez’e kayacak olurlarsa” artık başka adaylar çıkarılabileceği uyarısını imzaya açması, temsil edilenin ötesinde bir
arayışın belirtisi sayılabilir. 8 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Emek
Dünya
İrlanda: Halk iflasa
Bir taciz
ortak olmak istemiyor
İrlandalı işçiler acı ilacı içmiyor. AB ve IMF eliyle dayatılan kemer sıkma
önlemleri, 50 bin kişinin katılımıyla protesto edildi. İrlanda’nın başkenti Dublin’de kemer sıkma bütçesini protesto gösterisi
Uluslararası kuruluşlardan gelen baskılara boyun eğen İrlanda, IMF ve AB’nin koruması
altına giriyor. İrlanda hükümeti 85 milyar euro’luk “kurtarma paketi”nin faturasını yine
halka ödetmeye kalkınca işçiler ayaklandı.
Sendikaların 27 Kasım mitingine katılım beklenenin üstündeydi. 2 milyon İrlandalı emekçiyi temsilen 50 bin kişi yürüdü. Bazı göstericiler hükümetle birlikte mitingi düzenleyen
sendkacıları da protesto etti ve
hükümetle işbirliği içinde olmakla suçladı. Aslında kurtarılan kim?
İrlanda’nın toplam borcu 731
milyar dolar. Bu borcun önemli bir kısmı Avrupa’daki bankalara. Açıklamalara göre, İrlanda’nın İngiliz bankalarına 148,
Alman bankalarına 138, ABD
bankalarına 68, Belçika bankalarına 54, Fransa bankalarına
50, diğer bankalara da 271 milyar dolar borcu var. IMF ile
AB’nin, İrlanda’nın yardımına
aslında bankaları kurtarmak
uğruna koştuğu anlaşılıyor. Nitekim AB’den yapılan açıklamada yardımın tüm Avrupa’yı
korumak için yapıldığı, böylece
euro bölgesi ve AB’de mali istikrarın güvence altına alınacağı belirtildi. Bu ikili (IMF ile AB)
daha önce de Yunanistan için
110 milyar euro’luk bir kurtarma paketi hazırlamıştı.
ABD şirketleri: ‘Gideriz’
İrlanda’nın bütçe açığını AB’nin
belirlediği seviyeye indirebilmek için 2014’e kadar uygulayacağı tedbirler arasında, kamuda maaş indirimi, işsizlik ve
çocuk yardımı gibi sosyal yardım kalemlerinde kesinti ve
kamu personelinde azalma gibi bir dizi acı ilaç bulunuyor. Daily Telegraph gazetesinin haberine göre, aralarında Microsoft, Hewlett Packard, Intel, Google, Facebook gibi dev kuruluşların yer aldığı Amerikan
şirketleri, vergi oranlarının
yükseltilmesi halinde İrlanda’dan toplu halde çekilecekleri tehdidini savurdu. Bu şirketlerin Avrupa operasyonlarını
bu ülkeden yürütmeyi tercih
etmelerinin nedeni uygulanan
düşük vergi politikaları. Başbakan Brian Cowen, yüzde
12.5’lik kurumlar vergisi oranını asla yükseltmeyi düşünmediklerini açıkladı ve “bu konuda doğrudan ya da dolaylı baskı altında değiliz”, dedi. Başbakan Cowen, bankacılık
sektörünü yeniden yapılandıracaklarını da söyledi. Cowen
yaptığı açıklamada, “İrlanda
bankaları geçmişte olduklarından çok daha küçük bir boyuta
gelecekler ki kademeli olarak
kendi ayakları üstünde durabilsinler” dedi. Emekli fonlarından bankalara 17,5 milyar euro nakit aktarılacak. Sıradaki Portekiz mi
İspanya mı?
İrlanda’nın ardından gözler Euro Bölgesi’nin diğer zayıf halkaları olan Portekiz ve İspanya’ya döndü. İspanyol yetkililer
“bizde sistem gayet sağlam ve
çalışıyor” derken, Portekiz başbakanı Jose Socrates hiç kimsenin yardımına ihtiyaç duymadıklarını iddia etti. PIGS diye
anılan bu dört ülkenin değişik
bankalara toplam borcu 2 trilyon dolar’dan fazla. İrlanda’ya
ek olarak Yunanistan 175 milyar dolar, İspanya 877 milyar
dolar, Portekiz ise 235 milyar
dolar borçlu. Bu borçların
ödenmemesi halinde finansal
sistem tamamen çökebilir.
KESK’in kadın üyeleri 25 Kasım Kadına
Bu olayın çözümsüz
bırakılmasına,
KESK’in yarattığı değerlerin zedelenmesine zemin hazırlayan, KESK hukunu
çiğneyen KESK yönetim kurulu üyeleri bu sorumluluğu üstlenerek istifa etmelidir Şaziye Köse
Şu sıralar KESK kamuoyu,
KESK genel sekreteri Emirali
Şimşek’in, KESK çalışanı bir
kadına tacizde bulunduğu iddiasıyla çalkalanmaktadır.
Ne yazık ki; bu satırların yazarı dahil olmak üzere KESK üyelerinin büyük bir çoğunluğu
iddiadan olay yaygın medyaya
yansıdıktan, KESK ötesi çevrelere sızdıktan veya örgütümüzün Genel Başkanı kadınlık
hallerinin bir savunucu rolüyle
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 9
z iddiası: KESK ve açıklık
a Karşı Şiddetle Mücadele gününden aldıkları güçle örgütlerini düzene sokuyor
örgüt ile herhangi bir paylaşıma
girmeksizin istifa ettikten sonra
haberdar olmuştur.
Açıklık
Telaşa mahal yok. Bu olay KESK’i
yıpratmaz. Tam tersine açıklık ilkesinden sapmadan, doğru usullerle ve doğru biçimde sonuçlandırıldığında örgütümüzü güçlendirir. Zira, biz tacizin fabrikada,
sokakta, okulda gün be gün yaşanan bir olay olduğunu gayet iyi biliyoruz. Kamuoyuna yansımaması tacizin olmadığının bir işareti
değildir. İddianın KESK’te yarattığı çalkantı bir duyarlılığın, örgütümüzde bir kadın dinamiğinin
varlığının, bu kadın dinamiğinin
işin peşini bırakmayacağının, iddia hakkaniyetle soruşturulup sonuç alıncaya kadar işin takipçisi
olacağının bir kanıtıdır. Böyle
davranıyoruz diye kim bizi yıpratabilir ki. Tam tersine her konuda
ama özellikle kadın sorunlarında
açık ve ilkeli davranış, konu yaygın medyaya yansısa bile bizi güçlendirir. Aksi, yani sözüm ona yıpranmama kaygısıyla sorunu ve iddiayı geçiştirme KESK’in özgünlüğünü ortadan kaldırır.
Ezilen cinsin önceliği
standardı ihlal edildi
Kadın kurtuluş hareketinin noktayı nazarından bakarsak, ki bakmalıyız. Herhangi bir taciz iddiası karşısında esas alınması gereken ezen/ezilen cins ilişkileri nedeniyle kadının beyanı esastır. İddianın haksız ve yersiz olduğunu
kanıtlamakla yükümlü olan erkek tarafıdır. Bu kadının beyanının erkeği mahkum etmeye değil,
soruşturmayı başlatmaya yeterli
olduğu anlamına gelir. Bu hiçbir
şekilde hukukta genelgeçer bir ilke olan masumiyet karinesinin
ihlali anlamına gelmez. Sadece
bu karineyi ezen/ezilen cins ilişkilerinin bağlamına uyarlar, o kadar. Olay kamuoyuna yansıdıktan
sonra öğrendiklerimize göre;
maalesef KESK yönetimi gerisine
düşülemeyecek bu prensiplere
göre davranmamıştır.
Genel Başkanımızın
istifası
İlk bakışta KESK genel başkanı
Sami Evren, riskli bile olsa son
derece tutarlı, düzgün, kadın kayırıcı, ‘’kol kırılır yen içinde’’ demeyen bir tavır almıştır. Ne gü-
zel…
Ama açıklık ilkesine sadık kalmaya devam edelim. Ve sorularımızı
sıralayalım:
nBu genel başkan, iddiadan Mayıs 2010 da haberdar olduğu halde, konuyu niçin örgütüyle paylaşmamış ve KESK yönetim iç
dengeleri içine hapsetmiştir?
nBu genel başkan, taciz iddiasını niçin KESK’in kadın dinamiğine havale etmemiş ve tüzüğümüz
gereğince her zaman mümkün
olan Kadın Kurultayını toplantıya
çağırmamıştır?
nBu genel başkan, konu kamuoyuna yansıdıktan sonra sorumsuz bir tavırla örgütünü başsız bırakan ve bir grup kararının ürünü olduğu anlaşılan istifa yolunu
seçmek yerine, ne yapması gerektiğini niçin örgütüne açmamış
ve danışmamıştır?
nBu genel başkan, bir grup kararının sonucunda istifa etmeden
önce konuyu KESK’li kadınlarla
müzakere etme ihtiyacı niçin
duymamıştır?
Şimdilik şunu söyleyelim. Bütün
bunlar olmamışsa genel başkanın istifası ne yazık ki, seçilme
denklemlerine ve siyasi hesaplara dayalı bir girişimdir. Ama bu
arada kadın kurtuluş hareketiyle
aynı frekanstan konuşuyormuş
izlenimi vermeye çalışan bir ‘’suret-i haktan’’ görünme girişimidir.
Bu satırların yazarı da yeni öğrendi ama bilmeyenler için bir
not:
Genel başkan iddiadan Mayıs
2010 tarihinde haberdar olmuş,
ama istifa tarihi Kasım 2010. Genel başkan kurumun kurullarını
7 aylık bir sürede neden çalıştırmamıştır? Engellemelerle karşılaştıysa bu bilgiyi resmi olarak
KESK kurullarıyla (Danışma kurulu, bağlı sendikaların genel
başkanları vb) neden paylaşıp
çözüm aramamıştır? Soruları çoğaltabiliriz.
Hal böyleyse şimdiki istifa tam
bir sorumsuzluk hali ve poz yapmaktır. Zira genel başkanın hala
harekete geçirebileceği, kullanabileceği çeşitli mekanizmalar
vardı. Gerçekten kadından yana
idiyse…
Biz kadınların pozlara, seçim
denklemlerinin girdisi ve malzemesi haline getirilmiş sahte ‘’kadıncı’’ tutumlara değil, içten davranışlara ihtiyacı var.
Olay neden tipik?
KESK Merkez Yönetim Kurulu’nun bir üyesi ile ilgili taciz iddiasının KESK’i sürüklediği bu
nokta birçok açıdan tipiktir ve
KESK’in açmazlarını dışa vurmaktadır. Bu açmazları aşmadıkça KESK’in yeniden kuruluşçu bir
mantıkla ayağa kaldırılması ne
yazık ki mümkün değildir.
Gelelim açmazlara
nKESK’te işler gerçek anlamda
bir sendikal örgütün dinamiklerine göre değil, siyasi dengelere
göre yürütülmektedir. Genel başkanımızın istifası da ne yazık ki
siyasi dengelerin bir ürünüdür.
nAynı nedenle ‘’Taciz iddiası’’
şahsi bir sorun olarak soruşturulamamış, derhal siyasi denklemler bağlamına taşınmıştır. İddianın KESK kamuoyuna duyurulmamasının nedeni budur.
nAynı mantıkla ‘’Taciz ithamı’’
şahsi bir mesele olarak ele alınamamış, sendikamızın tüzüğü ve
işleyiş kuralları içine yerleştirilememiş ve siyasal ekipler arasındaki kolektif bir soruna dönüştürülmüştür.Bu KESK’in en önemli
zaaflarından biridir.
KESK bir siyasi koalisyon olmaktan çıkıp bir sendikal koalisyon
olmaya mecburdur. Bu tipik olay
bunu bir kere daha gözümüze
çakmıştır.
KESK’i yeniden kurmak
Zaman aleyhte çalıştırılmıştır. Bu
olayın çözümsüz bırakılmasına o
ya da bu biçimde neden olan,
KESK’in yarattığı değerlerin zedelenmesine zemin hazırlayan,
KESK hukukunu çiğneyen KESK
yönetim kurulu üyeleri bu sorumluluğu üstlenerek istifa etmelidir. KESK, gerçek sendikal dinamikleriyle, bir mücadele programı ve örgütlenme stratejisi
oluşturularak yeniden kurulmalı, zaman geçirmeksizin “KURUCU İRADE”ye teslim edilmelidir.
KESK’i bu durumdan çıkaracak
irade KESK’in kendi içinde mevcuttur. 10 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
Taş: Referandumda
“evet” diyenlerle
ayrışacağız!
ÖDP Genel Başkanı Alper Taş ortak bir masa etrafında ortak zemin inşası gerekir diyor
Kenan Kalyon Özgürlük ve Dayanışma
Partisi (ÖDP) Genel
Başkanı Alper Taş’la
referandum sonrası
ve 2011 seçimleri öncesinde partisinin
sosyalist hareket ve
Kürt hareketiyle ilişkilere yaklaşımını
tartıştı Düzenlediğiniz "Kürt sorununda çözüm önerileri" başlıklı çalıştaydan beklediklerinizi elde ettiniz mi? İzleyen
yeni adımlarınız olacak mı?
Çalıştayın temel amacı Kürt sorununun geldiği aşamada sorunun çözümüne dönük sol-devrimci çözüm önerilerini tartışmak-tartıştırmak, geliştirmek;
soruna içerden dahil olma imkan ve yollarını bulmaktı. Bu
yönüyle, Kürt siyasi hareketinin
son dönemlerde ortaya koyduğu ama solda da üzerine ciddi
bir tartışmanın yapılmadığı
“Demokratik Özerklik” projesini bizzat bu projeyi ortaya koyanlarla birlikte tartışmak, bu
projeye soldan bir bakış sunmak önemliydi. Çünkü Kürt siyasi hareketinin bu projesi ayrılma değil, bir birlikte yaşama
projesidir ve gördüğümüz kadarıyla içi tamamen doldurulmamış, tartışmaya açık bir proje. Bunun üzerinden Kürt hareketiyle solun bir tartışma yürütmesi, birlikte yol alabilmek
açısından önemliydi. Çalıştay,
bir başlangıç adımı oldu. Tamamlaması elbette beklenemezdi. Daha somut sorunlar
üzerinden bu tartışmayı sürdürmeyi amaçlıyoruz.
Referandum sürecinde ve
sonrasında sosyalist solda
yaşanan ayrışma ve saflaşmaları sizce kendi bağlamı
içinde ele alınması gereken
taktik bir ayrışma mı; yoksa
ucu saf değiştirmelere kadar
uzanan daha temelli bir kopuşma mı?
Referandumda boykot tavrını
ortaya koyan sosyalist yapılarla
bizim de içinde yer aldığımız
“hayır” çizgisinin arasındaki ihtilafın taktik bir ayrışmaya tekabül ettiğini düşünüyoruz.
Ama özellikle “yetmez ama
evet” tavrıyla AKP’ye soldan
destek sunan çizginin temsil ettiği anlayışın, tutturduğu dilin
ve benimsediği tarzın taktik bir
ayrışmanın ötesinde, daha köklü bir saflaşmaya denk düştüğünü görüyoruz. Sol-sosyalist
bir çizginin en temel ayırt edici
özelliği işçileri, emekçileri, ezilenleri sermayeden ve devletten politik-ideolojik ve örgütsel
olarak bağımsızlaştırmayı hedef almasıdır. “Yetmez ama
evet” çizgisi, bırakalım böyle
bir hattı geliştirmeyi, uluslararası sermayenin ihtiyaçları
doğrultusunda devleti yeniden
yapılandıran AKP’nin çizdiği
ideolojik-politik hegemonyaya
teslim olmuş, AKP’nin icraatla-
rını sözüm ona soldan fikri takviyelerle meşrulaştırmayı amaç edinmiş, sonunda iktidar
sahibinden teşekkür almış bununla övünmüş bir anlayıştır.
Böyle bir anlayışla ortak bir hayat örmenin imkânları ortadan
kalkmıştır. Referandumda dörtlü bir ittifakla (EMEP, Halkevleri,
ÖDP ve TKP) "hayır" kampanyası yürüttünüz. Ama
hangi zeminlerde bir ittifak
kurduğunuzu sosyalist kamuoyu ile alenen paylaşmadığınız gibi, bildiğim kadarıyla kendi ötenize seslenen
bir çağrı da çıkarmadınız,
neden?
Referandumda amacımız, sosyalist solda öncelikle “hayır”
pozisyonunda olan kesimlerle
ortak bir “hayır cephesi” örgütlemekti. Hareket noktamız,
AKP’nin inşa ettiği yeni rejime
karşı eski rejimi şöyle veya
böyle sahiplenme anlamına gelen bir “hayır”ı değil, düzenin
köklü bir devrimci değişimini
hedefleyen bir “hayır” kampanyasını yaygın bir biçimde örgütleyebilmekti. Salt siyasi özneleri değil, değişik toplumsalsendikal kesimleri, aydınları,
akademisyenleri kapsayan ve
buluşturan bir muhalefet platformu oluşturmak ve bu yolla
hayır gerekçelerimizi toplumsallaştırabilmekti. Bu anlamda
Sosyalist Parti (SP) ve Türkiye
Birleşik İşçi Partisi (TBİP) ile
de görüştük. SP’nin katılımı
gerçekleşmedi, TBİP ise sürece
dahil oldu. Özellikle Alevi örgütlerinden,
sendikal hareketten, meslek
örgütlerinden, akademisyenlerden, sanatçılardan oluşan
geniş bir kesimle birlikte “Hayır Deklarasyonu”nu imzaya
açtık. Ortaya koyduğumuz “Eşit
ve Özgür Bir Ülke İçin 12 Eylül
Anayasasına da AKP Anayasasına da Hayır” deklarasyonu ve
burada dile getirdiğimiz 10 acil
talep referandumda kurduğumuz ittifakın çerçevesini çiziyordu. Bu genişliğe uygun bir
form ve çalışma tarzı inşa edemediğimizi söyleyebilirim. Bu
yüzden, bizim “hayır” kampanyamız siyasal düzeydeki etkisi
bakımından anlamlı ve önemli
bir sonuç ortaya çıkartırken,
aynı şeyi yeterli toplumsal-örgütsel etki bakımından söyle-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 11
mek, az önce saydığımız eksiklikten dolayı mümkün olamadı. Siz boykot tutumunu da AKP
karşısındaki direncin bir bileşeni saydınız. "Kürt illerinde BDP’nin uyguladığı boykotun başarısı" ile AKP'nin
bölgede kaybettiği ve tasfiye
operasyonun sonuçsuz kaldığı değerlendirmesinde bulundunuz. Oysa TKP Siyasi
Büro, bu sonuçları “Önümüzdeki dönemde Türkiye'nin
daha Amerikancı ve daha gerici bir şekle sokulması sürecinde Kürt sorununun bir
araç olarak kullanılmaya devam edeceği"ni kesinleştiren
sonuçlar saydı. Ülkenin temel meselelerinden birine
böylesine zıt açılardan bakmak ittifakınızda bir sorun
oluşturmadı mı?
Kuşkusuz, ÖDP ve TKP aralarında önemli farkları olan iki
partidir. Ama bu farklılık, Türkiye’nin içinden geçtiği süreçte,
somut konular etrafında yan
yana bir duruş ortaya koymamıza bir engel teşkil etmiyor.
Referandum sürecinde bizi birleştiren, AKP eliyle kurulmakta
olan yeni rejime net ve ikirciksiz bir tutum almak ve ortaya
koyduğumuz 10 acil talep etrafında bir toplumsal muhalefet
zemini inşa etmekti. Bu talepler içerisinde, Kürt sorunu bağlamında da bir araya gelmemizi ifade eden talep, “Kürt halkının dil, kültür, kimlik haklarının
karşılanması, bu hakların anayasal güvenceye alınması” talebiydi. TKP’nin değerlendirmesi, kendisine ait bir politik okumanın
ürünüdür. Referandum sonrasında bizim açımızdan önemli
olan, görülmekte olan KCK Davasına referandumda ortak tutum alan dört siyasi özne olarak genel başkanlar düzeyinde
ve iki halkın kardeşliği adına
katılabilmemizdi. AKP'nin gittikçe koyulaşan
ve sağı kendi etrafında büyük ölçüde toplayan tek parti hakimiyetine karşı, Kürt
hareketini de önemli bir direnç odağı saydığınıza göre,
önümüzdeki dönemin mücadele ve ittifaklarına bakışınızda bu odağın yeri nedir?
Kürt siyasi hareketi önemli bir
demokrasi dinamiğidir. Kuşku-
‘Cephe gündemimizde yok’
ÖDP Genel Başkanı Alper Taş TKP’nin “cephe” önerisinin Türkiye solunun
öznel ve nesnel durumuna uygun olmadığı düşüncesinde
TKP'nin yaptığı ve EMEP, Halk
Evleri ve ÖDP'ye iletildiğini belirttiği "cephe" çağrısını mantığı ve gerekçelendirmesi bakımından nasıl değerlendiriyorsunuz? Öte yandan, bir "cephe" çağrısının muhataplarının
bu kadar dar tutulması, hele
hele BDP'nin yok sayılması
başlı başına bir sorun değil mi?
Biz, EMEP, Halkevi, TKP ile sınırlı bir yan yana geliş düşüncesi içerisinde değiliz; onların
da kendilerini bununla sınırladıklarını
düşünmüyoruz.
Önemli olan, solda bir tarihselliği taşıyan, şu ya da bu kadar
güce sahip olan bu dört yapının somut konularda ortak tutum alabilmesi ve bu tutumu
diğer sosyalist kesimlerle paysuz, geliştirilecek olan mücadele sürecinde Kürt siyasi hareketini görmezden gelen, onu reddeden bir yaklaşım her düzeyde doğru değildir. Ama takdir
edilir ki Kürt siyasi hareketi
ulusal bir harekettir, bu niteliğinden dolayı değişik yönelim
ve taktiklere açıktır. Ve büyük
bir toplumsal ağırlığı ve gücü
vardır. Sosyalist solla eşitsiz bir
ilişki söz konusudur. Sosyalist
solun Kürt siyasi hareketinin
yarattığı toplumsal güçle birleştirebileceği toplumsal güçler
henüz söz konusu değildir. Burada esas olan, sosyalist güçlerin toplumsal bir kuvvet olmaya dönük çalışmalarını geliştirmesidir. Sosyalist hareketin
ihtiyaçlarını ayrı bir başlıkta,
Kürt siyasi hareketiyle ilişkilerini ise ayrı bir başlıkta ele almakta fayda vardır. Bizim gördüğümüz ve tartışmak istediğimiz nokta, Kürt siyasi hareketi
ile sosyalist sol arasında şu ana
kadar kurulmuş ilişki biçimlerinin ve zeminlerinin her iki kesim açısından da ilerletici, geliştirici sonuçlar yaratamamış
olması gerçekliğidir. O yüzden,
daha önce yapılmış, denenmiş
ama ilerletici sonuçlar üretmemiş ilişki tarzlarına hapsolmayı doğru bulmuyoruz. Bunun
laşması ve çoğaltmasıdır.
Şu an bizim gündemimizde bir
cephe kurma düşüncesi yok.
Cephe kurma ciddi bir iştir. Türkiye solunun şu an içinde bulunduğu öznel ve nesnel durumunun bir cephe oluşturmaya
uygun olduğu düşüncesinde
değiliz. Ama cepheleşme bir
mücadele çağrısı ise, ortak bir
mücadele zeminini birlikte inşa etme davetiyse, bu mahiyette bir çağrıyı sosyalist solun
en geniş kesimleriyle hem pratik hem de fikri düzeyde paylaşmaya ve geliştirmeye açığız.
Çünkü bizim savunduğumuz
cephe-birlik vb., toplumsal mücadelelerin, toplumsal çatışmaların, çeşitli deneyimlerin
ve eylemliliklerin içinde aşağıtartışılması gerektiği düşüncesindeyiz. Az çok görünür bir başka
odağın vücut bulmaması halinde, Kılıçdaroğlu CHP'si
kendisini AKP karşısında tek
seçenek gibi sunmaya çalışacak. ÖDP 2011 seçimlerine
nasıl bir perspektifle hazırlanıyor? Üçüncü bir odağı
mümkün görüyor musunuz;
görüyorsanız bunun muhtemel bileşenleri hangi siyasal
güçler ve toplumsal dinamikler?
Yukarıda da ifade etmeye çalıştığım gibi, bizim için esas olan
sosyalist devrimci hareketin
bağımsız olarak kendisini inşa
etmesi, geliştirmesi, güçlendirmesidir. Kimse bizim CHP’yi
emekçilere ve ezilenlere umut
olarak gösterecek tutum ve
davranışlar içerisine gireceğimizi beklemesin. Seçimlerde ne
yapmamız gerektiğini, nasıl bir
seçim siyasetinin takipçisi olacağımızı henüz netleştirmiş değiliz. Şu anda parti tabanını da
sürece dahil eden bir tartışma
içerisindeyiz ama şuna inanıyoruz ki, doğru bir seçim siyaseti ancak doğru bir politik hat
temelinde gerçekleştirilebilir.
Emekçilerin ve ezilenlerin ta-
dan yukarıya doğru örülecek
yerel inisiyatiflere dayalı bir
mücadele birliğidir.
Türkiye sosyalist hareketinin
ihtiyaç duyduğu, koşullarımıza
uygun düşen ve bizi ilerletecek
adımın bu tür bir mücadele birliği olduğunu düşünüyoruz. Tabandaki çalışmalara ve aşağıdan örülen bir mücadele birliğine, şüphesiz, böyle bir sürece tekabül eden, onu özendiren ve ilerleten yapıların “yukarı”dan oluşturulması da eşlik etmelidir. Tabii bunun fikri
ikliminin ve altyapısının geliştirilmesi de önemli. Bu da yapıcı
ve geliştirici bir tartışma demek. ÖDP’nin yapmak istediği
ve yapmaya çalışacağı budur.
leplerini sahiplenen eşitlikçi ve
özgürlükçü bir siyaset çizgisinin güçlendirilmesi bizim seçim çalışmalarımızın esasını
oluşturacaktır. O yüzden, eşitlikçi ve özgürlükçü birleşik bir
sol muhalefetin yaratılmasına
hizmet etmesi açısından, bu seçimlerin nasıl değerlendirilmesi gerektiği oldukça önemli bir
konu ve bu öneme uygun ciddi
bir tartışma ve düşünme sürecine ihtiyacımız olduğu da ortada. Seçimlerin dışında ve ötesinde de, sosyalist güçlerin, çeşitli toplumsal muhalefet dinamiklerinin ve "direnç" odaklarının olanaklı bütün zeminlerde ve çeşitli başlıkları
gündemine alan az çok eşgüdümlü bir koalisyonunu inşa
etmek sizce mümkün mü?
Daha doğrusu ÖDP'nin böyle
bir gündemi var mı?
Yukarıda da dile getirdiğim gibi, böyle bir sürecin örgütlenmesi, solun, toplumsal muhalefetin, çeşitli direnç odaklarının
ortak bir masa etrafında, belirli gündemler üzerinden bir ortak zemin inşa etmeleri elbette
ihtiyaçtır ve bu ÖDP’nin de
gündeminde olan bir konudur. 12 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
Birdal: “Baskılar SDP ve
TÖP’ü Kürtlerle ittifaktan
caydıramaz”
Akın Birdal, “Devrimci Karargah” operasyonunda tutuklananların serbest bırakılması için çağrıda bulunuyor
Ersen Olgaç Ekmek &
Özgürlük adına son
yasama döneminde
DTP ve ardından BDP
milletvekili olarak görev yapan SDP Onursal Genel Başkanı
Akın Birdal ile son
tutuklamalar ve partisinin ittifak politikalarını görüştü Silivri cezaevinde Devrimci
Karargah suçlamasıyla yatan
SDP ve TÖP’lülerle görüştünüz, izlenimleriniz nasıl?
Evet. Silivride Devrimci Karargah adı verilen operasyonla tutuklanan Sosyalist Demokrasi
Partisi (SDP) Genel Başkanı
Rıdvan Turan, Genel Başkan
yardımcısı Günay Kubilay, MYK
üyesi Ecevit Piroğlu ile Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP)
sözcüleri Oğuzhan Kayserilioğlu ve Tuncay Yılmaz arkadaşımızı ziyarete gittik. Arkadaşlarımız kendi etkinliklerinden göz
altına alınmış ve tutuklanmış olsalar, gam yemeyeceklerdi. Ama
ilşkileri olmayan bir örgüte üyelikten tutuklandılar ve o örgütün üzerinden Hanefi Avcı ile
ilişkilendirilmeye çalışıldılar.
Avcı bir güvenlik görevlisi ve
geçmişi sol, sosyalist alanda hayırla anılmaz. Ama ne yazık ki, bu operasyon
da KCK operasyonu gibi bir bahane. Kürt muhalefetini KCK
operasyonuyla ilişkilendirerek,
seçilmiş arkadaşlarımız, belediye başkanları, parti genel başkan yardımcıları, parti meclisi
üyeleri, kadın ve gençlik meclisi
üyelerini toparladılar. Uzun süre
yatırdıktan sonra, ilk kez bir
hafta önce 18 Ekim’de yargı
önüne çıkardılar.
Yani bu “Devrimci Karargah”
tutuklamaları Kürt muhale-
fetini sindirme projesinin buradaki ayağı mı?
Evet. Kuşkusuz bu alanda sol
sosyalist muhalefeti etkisizleştirmek niyetiyle yapılan bir operasyon. SDP nin TÖP’le ve de giderek sol sosyalist çevrelerle
bir birlik projesi vardı. Ve bunu
arkadaşlarımız adım adım yürütüyorlardı. Arkadaşlarımız
tutuklanmamış olsa, birlik kongresi yapılacak ve SDP ile TÖP
birleşmiş olacaktı. Bu gelişme
de yeni açılımlara, yeni diyaloglara, yeni partnerlerle ilişkilere
yol açacaktı. Soğuk savaş sonrası doğu blokunun ardından Sovyetlerin dağılışı dünyadaki sınıf mücadelesini sekteye uğrattı. Latin Amerika’daki önemli antimilitarist,
anti-emperyalist, anti-kapitalist
yükseliş dışında dünya küresel
bir sistem baskısı altında kaldı.
Sosyalizmin, emeğin ve insanlığın kurtuluşu yolunda her ülkede ve her coğrafyada lokal sosyalist fikriyatın gelişmesi, beslenmesi yolunda çabalar sürerken Türkiye’de ne yazık ki sol,
sosyalist kesim dağınıklığıyla
yeni kuşak, gençler açısından
Akın Birdal kim?
1968 Döneminde Ankara Ziraat Fakültesi Talebe Cemiyeti yöneticilerinden olan Akın
Birdal, 1973’de TMMOB-Ziraat
Mühendisleri
Odası
MYK’sında, 1977’de demokratik mücadele örgütü KÖYKOOP’un Niğde Başkanlığında ve Köy-Koop merkez yönetim kurulu eğitim ve örgütleme daire başkanlığında görev
yaptı. 12 Eylül askeri darbesinden sonra bir yıl tutuklu
kaldı.
1986-92 arasında İHD’nin Genel Sekreterliği’ni, 1992’den
1999’a kadar da başkanlığını
yaptı. 1998’de uğradığı silahlı saldırıdan ağır yaralı olarak
kurtulan Birdal, 1 Eylül 199596 yıllarında yaptığı konuşmalardan ötürü 2 yıl hapis cezasına mahkum edildi. SBP,
BSP ve ÖDP’nin kurucu üyesi
olan Akın Birdal, her iki partide de PM üyeliği yaptı.
2002’de kurulan SDP’de iki
yıl genel başkanlık görevinde
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 13
çekim merkezi olmaktan çıktı
ve cazibesini yitirdi. Şimdilerde
gençlerin yeniden bu hareketin
cazibesine meylettiğini sevinçle görmeye başladık. Özellikle
Devlis’liler yeniden o devrimci
gençliğin coşkusunu sokaklara
taşımaya başladılar. Parasız
eğitim, özel okulların kapatılması yolunda önemli bir devinim içine girdiler ve çok sayıda
gözaltılar oldu, tutuklamalar
oldu, ama yeniden umudun
alanını yarattılar. Geleceğe dair
güven alanı yarattılar
Bu tutuklamalarda devlet bir
yandan Kürt muhalefetiyle
radikal Türkiye solunun dayanışmasını cezalandırırken, diğer yandan da bunların sosyalist çevrelerde ve
kitlelerin önünde bir polis
şefiyle işbirliği yaptıkları izlenimi yaratarak itibarlarını
da düşürme niyeti mi güdüyor?
Aynen öyle bir itibarsızlaştırma
ve kuşku yaratma. Bu operasyonun ikinci nedeni de boykot
cephesinde yer alan arkadaşların bu iradesini ve kararlılığını
cezalandırmak. Üçüncüsü de
Kürt siyasi hareketiyle stratejik
bir ittifak isteyen, yani kurtuluşu Kürt emekçileri ve Türk
emekçilerinin birliğinde ve dayanışmasında gören bir siyasi
görüşe sahip arkadaşları tecrit
etmek. Bir de nasıl ki, örneğin
KCK’nin kadrolarını aldılar,
halktan onu izole etmeye ve giderek halkı yalnızlaştırmaya
çalıştılar. Burada da Kürt halkının stratejik ittifaklarını ve
müttefiklerini, dostlarını etkisizleştirerek, yine Kürt halkını
yalnızlaştırmak istediler.
Sosyalist Gelecek Parti Hareketi’nin başta Kürt kurtuluş
hareketi olmak üzere tüm
ezilenler ve kadınlarla, sermayenin iki cephesine karşı
bir üçüncü kutup, üçüncü
cephe oluşturma hedefi var.
Bu hedef sizce de geçerli mi,
ya da Türkiye sosyalist hareketinde bulabileceği yankılarla ezilenler ve emekçiler
için bir çekim merkezi olabilir mi?
Olabilir kuşkusuz. Türk ve Kürt
emekçilerinin buluşması, kadınlar, Aleviler, ötekileştirilen
ve dışlananların birliği, bence
zaten gelecek açısından olmaz-
Yanılgılar olsa da önemli olan
ezilenlerden yana çıkmak
Kendine sosyalist, komünist,
emek adını yakıştıran kimi
partilerdeki “Kürt ulusal hareketi kendi yolundan, sınıf mücadelesi de kendi yolundan
yürür” anlayışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sınıfsal ve ulusal kardeşliği
örtüştürdükçe, başka bir deyişle Newroz’la 1 Mayıs’ı buluşturdukça sosyalizm zaten
bir çekim merkezi olacaktır.
Ve o güçlü seçenek başkalarını sosyalizm adına etkileyecek, başka yerlere yedeklemeyecek ve etkileyecek kuşkusuz. Önemli olan bence bu
birlikteliği, bu birleşik gücü yaratabilme marifetini gösterebilmekte.
Bugün biz daha önce “çatı” diye adlandırdığımız, şimdi DBH
(Demokrasi İçin Birlik Hareketi) olarak adlandırılan buluşmayı tüzel bir yapıya kavuşturamazsak bile, böyle bir busa olmaz. Beğendiğim ve gerçekten çok önem verdiğim “ya
hep beraber ya hiçbirimiz” sloganı bunu bence çok iyi anlatıyor. Çünkü bugün küreselleşen
ideolojik hegemonya karşısında
birleşmekten başka çıkışımız ve
kurtuluşumuz yok. Ne Kürtlerin, Kürt emekçilerinin, ne de
Türk emekçilerinin ve onların
siyasi yapılarının böyle bir birlikten başka şansları yok. Koşullar bize bir Üçüncü Cephe’yi
dayatıyor. İşte bakın “devrimci
karargah” adı altında suçlanan
SDP ve TÖP’ün de amaçladığı
buydu. Egemen güçler bunu cezalandırmak istiyor. Eğer biz bu
saldırıların önünü alamazsak,
baskılar muhalif Kürtlere, muhalif sosyalist sola, muhalif kadınlara, muhalif emekçilere muhalif gençlere, muhalif azınlıklara yayılacak. Bu nedenle nüanslarımızı bilerek, ortak hattımızı oluşturacak değerler var.
Emekçi olmak, emekçilerden
yana olmak, ezilenlerden yana
luşmanın, eylemliliği bile bence önemli bir moral güç yaratacak ve çekim gücü oluşturacaktır. Sosyalizm ve sınıf
mücadelesi adına referandumda “yetmez ama evet”, ya
da “hayır” cephesinde yer almış olmakla değil sınıf çıkışı,
demokratik çıkış bile bulunamaz. Şimdiden kimi “yetmez
ama evet”çi arkadaşlar ya değişik mazeretlere sığındılar,
kimisi de “AKP nin gerçek yüzünü gördük” dediler. Kimisi
“biraz daha bakalım dedi”, kimisi sessizliğe büründü. Şimdi
AKP’nin programından çok,
bence söylemine ve yaptıklarına bakmak gerekir. Örneğin
12 Eylül’le hesaplaşacağını
söylüyor, ama hesaplaşmaktan asker ve sivil kanattan üç
beş bürokratın hedef alındığı
anlaşılıyor. Oysa meseleye sınıfsal bakıldığı zaman, nedir
12 Eylül faşist darbesi? Uluslararası emperyalist kurumlaolmak, barıştan, özgürlükten
yana olmak ve en önemlisi de
adaletten yana olmak. Böyle bir
değerlendirme, bizi doğal olarak sermayeden ve devletten
kopuşmuş bir üçüncü kutupta
birleştirebilir ve birleştirmek
zorundadır.
Geçenlerde Murat Karayılan
Türk solunu şu sözlerle eleştirmişti:"Ama bu konuda esasen sorumlu bir kesim daha
var: Türkiye sol hareketi. Biz
mücadelemizi anlatmakta
yetersiz kaldık ve Türkiye
solu da yetersiz kalınca, büyük bir gedik oluştu. Şovenizm toplumsal bir reflekse
dönüştü. Kürt hareketi zamanla toplumsallaştı. Sol ise
uzak durdu. Kürt hareketi ile
birlikte görülse, Türk toplumundan tecrit olacağını düşündü. Kürt hareketiyle arasına mesafe koydu. Türk solunun mesafe koyma tavrı,
onu da toplumdan uzaklaştırdı." Karayılan’ın bu eleşti-
rın ekonomik kararlarını hayata geçirebilmek ve ona zemin oluşturabilmek için yapılan bir darbedir. Yani “24
Ocak” diye kodlanan ekonomik kararlardır. Bu gün ne
oluyor? AKP’nin izlediği aynı
neoliberal politikalar değil
mi? Özelleştirmeye, taşeronlaştırmaya, sendikasızlaştırmaya ve nihai olarak yığınları
açlığa ve yoksulluğa iten ekonomik politika değil mi?
AKP’nin 12 Eylül’le yüzleşmesi mümkün mü? Bu onun varlık nedenine aykırıdır ve bu
nedenle bir süre sonra, gerek
CHP’nin yedeğindeki MHP ile
aynı havuza düşen diğer tarafta “yetmez ama evet” diyen arkadaşlar da bence bu
süreçte yeni konumlanma içine girebilirler ve bu sürece dahil olabilirler. Türkiye siyasetinde zaman zaman taktik sonuçlarda, yanılsamalar ve
yanlışlıklar olmuştur. Önemli
risi konusunda ne düşünüyorsunuz?
Bence Murat Karayılan bu konuda çok haklı. Enternasyonalist olduğunu ilan etmeyi ihmal
etmeyen Türk solu, yanı başındaki Kürt halkıyla dayanışmada mahcubiyet göstermektedir.
Bunun nedeni de, bizim solu
biraz kazıdığınızda ince bir milliyetçilikle karşılaşılmasıdır.
İkincisi de, Kürtlerle dayanışmanın riskleri. Acımasız, militer bir merkezi otoriteyle karşı
karşıyaydık; o yüzden bu çekingenlik yaşandı. Fakat bu durum tüm sosyalist çevreler için
geçerli değildir. Örneğin son
Devrimci Karargah suçlamasıyla hedef alınan sosyalist örgütlerin boykot cephesinde yer almasının ve Kürt siyasi hareketiyle buluşmayı esas almalarının bunda payı olduğunu düşünüyorum. Türk solundaki çekingenlik ve ürkekliğin de sözünü ettiğim ince milliyetçiliğin
güçlenmesine katkısı olmuştur. 14 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
Hanefi Avcı vakası
üzerine notlar
Sürüp gitmekte olan, bir rejim ve devlet biçimi çekişmesidir, basit bir
ele geçirme değil
ramoğlu gibi liberallerin kafasını karıştıran, AKP katarından
çoktan inmiş Cüneyt Ülsever gibilerini ise, tutuklanan sosyalistleri unutup Avcı’ya sahip çıkan bir kısım “solcu” ile birlikte
eylemli tepkiye sevk eden işte
bu durumdu. Avcı’nın iddiası özü itibarıyla
şudur: Emniyette, özellikle de
emniyetin istihbarat ve operasyon birimlerinde, MİT’te, orduda ve yargıda, her birinin başında birer sektör imamının bulunduğu, kendi hiyerarşisine sahip cemaat yapılanmaları mevcuttur. Bunlar kendi aralarındaki bağlantılarla devlet içinde ayrı bir irade ve kuşatıcı bir şebeke oluşturmaktadırlar. Kendi
dolaysız hâkimiyet alanını genişletmek için her yolu mubah
gören, kendinden olmayanlara
tezgâhlar kuran, seçmeli hedeflerine vururken kendine bağlı
medya ağlarını da bir propaganda aygıtı gibi seferber edebilen bir şebekedir bu.
Birazcık Carl Schmitt
Avcı bir zamanlar yönettiği polislerin eşliğinde “mevcutlu olarak “Özel Yetkili Savcılığa ifade vermeye gidiyor
Kenan Kalyon
Türkiye’nin süratle değişen
gündem sıralamasında şimdi
çok gerilere düşmüş olsa da,
kendini solda addeden kimilerinin dahi methiye kabilinden
ve ‘’hafıza-ı beşer nisyan ile malüldür’’ deyişini doğrularcasına
“efsanevi” sıfatını layık gördükleri polis şefi ve istihbaratçı Hanefi Avcı’nın çıkışının ve yok satarcasına rağbet gören “Haliç’te
Yaşayan Simonlar’’ başlıklı kitabının, süre giden rejim içi kutuplaşma ve kavgalarda yeni bir
girdi, yeni bir veri ve kefelerden
birine konan yeni bir ağırlık olduğuna hiç şüphe yok. Şimdi
“kurban” olmaktan yakınan Avcı, bir karşı hamleyle derdest
edilmiş, cemaatin “okyanus ötesindeki” imamı azamı onun
hakkında vurun boynunu dercesine “Allah taksiratını affetsin”
fetvası vermiş olabilir.
Ama laf ve kitap ortaya düşüp
dolaşıma girdi, Avcı, gerekli gördüğü yetkili makamlara, kita-
bında yer alan bilgilerden çok
daha fazlasını içeren dilekçelerle başvurdu ve tutuklanmasının
hemen öncesinde, Genelkurmay
Askeri Savcılığına cemaatin ordu içindeki yapılanması ve sorumlu imamı hakkında dağarcığındaki bilgileri aktardı bir kere.
Bütün bunlar yok hükmünde sayılamaz artık. Diyalektiğe nazire
yaparcasına, şu sıralar avcı/kurban arafında gezinen Avcı’nın,
müdebbir bir istihbaratçı olarak, bazı bilgileri gerektiğinde ifşa etmek veya bir pazarlık kartı
olarak kullanmak amacıyla herkesten esirgemesi yahut sadece
en güvenilir sırdaşlarının uhdesinde yedeklemesi ihtimali de
cabası. Olayın kendisi kanıt
Sosyalist solu ve Kürt hareketini
kovuşturmayı kariyeri boyunca
ihtiraslı bir uğraşa dönüştürmüş, kitabının da delalet ettiği
gibi son derece “işkolik” bir polis şefinin yasadışı bir sol örgüte
yardım ve yatakçılıktan cezaevine tıkılması, şahsi çerçevede ironinin, olay daha geniş bir kadra-
ja yerleştirildiğinde ise skandalın ta kendisi olabilir. Ancak,
Türkiye’deki rejim içi tepişmelerin sert siyasal mantığından
bakıldığında, Mavi Marmara soğukluğunun ardından, referandum sürecinde muhabbet tazeleyen hükümet-cemaat ittifakı,
Hanefi Avcı’nın çıkışına bir güç
gösterisiyle cevap vermeye,
onun sözcülüğüne soyunduğu
emniyet içindeki unsurları simgesel bir vuruşla sindirmeye,
muktedirliğini herkesin gözüne
çakmaya ve en iyi savunma saldırıdır anlayışıyla davranmaya
mecbur ve mahkûmdu. Ama bu mecburiyetin yol açtığı
garipliğe bakın ki, Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) ve Toplumsal Özgürlük Platformu
(TÖP) mensubu sosyalistlerle
Avcı’yı aynı kareye yerleştiren,
sıfır inandırıcılıkta, her açıdan
kabalık kokan bir tertip ve fesatla sergilenen bu güç gösterisinin kendisi, Avcı’nın iddiasını
doğrulayan yeni ve çok çarpıcı
bir kanıta dönüştü. Hükümete
desteklerini sürdüren Ali Bay-
Carl Schmitt adı bazılarımıza
yabancı olabilir. Bu yüzden, önce kısa ve tanıtıcı bir not: Bu zatı muhterem, Nazi iktidarını
haklılaştıran, müzakereciliğin,
mutabakatçılığın, normatifliğin,
liberalizmin ve parlamenter demokrasinin azılı düşmanı olan
bir siyaset ve hukuk kuramcısı;
başka hiçbir onamaya ve göndermeye ihtiyaç duymaksızın
meşruiyetini kendisinden alan
bir egemenlik halini hukuki terimlere dökmüş bir “kararcı.”
Schmitt’in bugünün Türkiye”si
için de açıklayıcı olabilecek kilit
kavramlarından biri olağanüstü veya “istisnai” haldir. Schmitt’e göre; adına layık egemen, olağanüstü hali veya bunalımı yönetebilen, bunalımın
çeşitli uğraklarında kendisinden menkul kararlar verebilen,
kuvvetler ayrılığı gibi ilkeleri bir
budalalık olarak gören ve kendini önceden verili bağlayıcı bir
yasallıkla sınırlamayan kişi veya tüzel kişiliktir.
Carl Schmitt’in ruhunun bugünün Türkiye’sinde gezindiğini
söylemek abartı olmasa gerek.
Lakin, çok önemli bir tadilat ve
uyarlamayla birlikte: Günümüz
Türkiye’sinde “kararcılık”, demokrasi şalı altında, sözüm ona
“sivil siyaset” alanını genişletme
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 15
iddiasıyla, özünde “kararcı”
olan çeşitli icraatları gerekli kılıf ve kisvelere büründürmeyi
ihmal etmeden; bu demektir ki,
kitabına uydurmanın daha incelikli yöntemleriyle, hukuku siyasallaştırmanın daha uzmanlaşmış ve özgün biçimleriyle icra edilmektedir. Bütün gafillerin
hilafına, Avcı’nın kitabında bir
dizi örneğini verdiği emniyet içi
ayak kaydırmalar, üzerinde özel
olarak durduğu Yücel Aşkın ve
İlhan Cihaner vakaları bir yana,
KCK davası ve en son “Devrimci
Karargâh” soruşturması buram
buram “kararcılık” kokmuyor
mu?
Birazcık Karl Marx
Louis Bonaparte darbesini irdelediği ünlü çalışmasında, Karl
Marx, aynı zamanda burjuva
devletin sınıf mücadelelerinin
basıncı ve hâkim sınıf hiziplerinin itiş kakışları arasında durmaksızın daha da yetkinleşmesini anlatır bize. Devlet yetkinleştikçe toplumun gözeneklerini tıkayan devasa bir askeri-bürokratik aygıta, gittikçe azmanlaşan asalak bir ura dönüşür. Bu
sürecin her evresinde yürütme
daha başına buyruk hale gelir.
Bu, burjuvazinin çeşitli hiziplerinin bu aygıtı ele geçirme mücadelelerini de kızıştıran bir durumdur aynı zamanda.
“Haliç’te Yaşayan Simonlar”
devletin yetkinleşmesinin tek
bir kurum üzerinden, polis teşkilatı penceresinden bir anlatımı olarak da okunabilir. Avcı, kitabında yasadışı örgütler karşısındaki yetersizliklerini, donanım, uzmanlaşma, izleme ve
dinleme teknikleri, taktik yenilik ve bu örgütleri daha yakından tanıma açısından zamanla
nasıl aştıklarına dair bir dizi veri sunuyor. Hatta öyle ki, yazar,
yeri geldikçe karşılaştırmalar
yapıyor ve mücadele halinde oldukları örgütlerin gıpta ettiği
çeşitli üstünlüklerini övmekten
geri durmuyor. Şüphesiz, devletin yetkinleşmesi daha bütünsel, derece derece
bütün kurumlara, devlet-toplum ilişkilerinin her düzeyine
yayılan ve aynı zamanda yeni
kurumların ihdasını gerektiren
bir süreç. Okul, fabrika, emek
süreçleri, sokak ve mekansal
stratejiler de bu yetkinleşmeden kendi nasiplerini kesinlikle
alırlar. Sınıf mücadeleleri ve derinleşen işbölümü bu süreçte
bir bakıma mahmuz işlevi görür. Bu bütünsellik içinde emniyet, bir tür barometre ve mızrak
başı olarak görülebilir. Birazcık Focault ve Negri
“Disiplin toplumundan denetim
toplumuna geçiş,” A. Negri’nin
günümüz kapitalist toplumlarını betimlemek amacıyla kimi
Fransız düşünürlerinden, özellikle de M. Fuocault’dan esinlenerek kullandığı bir tabir. Bu geçiş üç tipik gösterge üzerinden
izlenebilir: Bio-politika, polis
teşkilatının evrimi veya daha
doğrusu, bütün toplumun polisiye faaliyetlerin nesnesi haline
gelmesi, bunun uzantısı olarak
bizzat ordunun da gitgide polisleşmesi ve her şeyin görülüp izlenmesi anlamında panoptikon
gözetleme. Başka bir ışıktan bakıldığında, Avcı’nın kitabı bu geçişin bir öyküsü olarak da okunabilir. Elektronik izleme, dinleme, denetim ve takip ağının kurucularından biri olan Avcı’nın
bu yönde emniyetin kat ettiği
ilerlemeleri “mucize” olarak adlandırması, tam böyle bir bağlama oturuyor.
Şimdi dönüp yaratıcılarından
birini de vurmuş olsa bile, bu
mucizenin getirileri saymakla
bitmez. Tabiri caizse, artık bütün evler camdan, bütün perdeler çekili, bütün özel ilişkiler ve
mahremiyet alanları yolgeçen
hanı ve her an ifşaata açık, bütün toplum bir BBG evi, devletin optiğinden her şey ayan beyan ve her şey saydam. Hal böyleyse, yeraltını da artık bir kedifare oyununa dönüşmüş sayabiliriz.
Avcı’nın durduğu yerden bakarsanız, bu durum neredeyse devletin nihai ve mutlak bir zaferi.
Ama devletin bir akrep gibi
kendi kendisini sokmaması için,
bu zaferin yasalarla sınırlanması gerekiyor, o kadar. Gelgelelim,
kendi başarımlarının büyüsüne
ve esrimesine kapılmış istihbaratçımız yanılıyor. Kitabında
hayranlıkla anlattığı, Diyarbakır
Cezaevinde istihbaratı alınan
ama bütün aramalara rağmen
bir türlü bulunamayan tünel
olayı yanıldığının bir karinesi
aslında.
Hiç kimse, hiçbir yeni tedbir ve
buluş, ezilen dünyanın yaratıcı-
lığına, yenilikçiliğine, kurnazlığına, çalışılacak zayıf yan bulma
ve engel aşma arayışlarına sınır
çekemez. Bu, ezilenlere fıtraten
bahşedilmiş Allah vergisi bir
meleke değil, edinilen bir yetenek. Varoluş koşullarının, her
daim risklerle boğuşarak ayakta kalmanın ve çoğu kez sırat
köprüsü halleri yaşamanın ezilen dünyayı iteklediği bir doğrultu.
“Efsanevi” istihbaratçımıza bir
hatırlatma daha: Birçok Marxist
araştırmacının işaret ettiği gibi,
burjuva devletin ilerleyen teknik hassasiyeti, aynı zamanda
müdahale edilebilir bir aşırı bağımlılık ve kırılganlık demek…
Yazarlık ve polislik
Hanefi Avcı kitabının girişinde,
polislikten sıyrılıp sözcüğün
gerçek anlamında yazar olmaya
karar vermiş biri izlenimini veriyor. Karşımızda biyolojik olarak kendini 35-40’ında, ama çekilen acıların, yaşanan iç fırtınaların ve bir bütün olarak deneyim yükünün “kemal” yaşı
olarak 150’sinde hisseden karmaşık bir kişilik vardır. Avcı,
simgesel evreninin ve değerler
manzumesinin çöküşünü ve halen sürmekte olan iç hesaplaşmalarını Türkiye’nin bir tarihsel kesitiyle sarmalayarak, belirli bir olay örgüsü ile ve otobiyografi türünün elverdiği sınırlar içinde serimleme vaadinde
bulunur adeta.
Ama girişten hemen sonra bu
vaat, ne hikmetse unutuluverir.
Karşımızda zırhlarını kuşanmış,
tartarak konuşan, bazı yerlerde
iyiden iyiye ketum bir polis şefi
vardır bu kez. Kitaba adını vermiş olan “Simon” dahi, karakter
şöyle dursun, bir tip bile olamaz. Avcı’nın manevi bunalımından bir çırpıda sıyrılmasının basit bir vesilesinden başka
bir şey değildir o. Bize sunulan
polisiye serüvenler dizisinde ise
kimi anlamlı suskunluk bölgeleri var. Örneğin Mersin Siyasi
Şubede olup bitenlerin hızla geçiştirilmesi ve kendisini JİTEM’le buluşturan itirafçıların
sevk ve idaresine ise hiç değinilmemesi gibi. İnsanın polisten
bu kadar yazar olurmuş diyesi
geliyor. Hanefi Avcı’nın derdi
Hanefi Avcı’nın çıkışının gerisinde karmaşık ve komploculuk
kokan nedenler aramak yersiz.
Çokça iddia edildiğinin aksine,
o cemaatin saf değiştiren bir
ihanetçisi de değil. Bu tescilli işkenceci, emniyette bir ekolün
savunucusu ve temsilcisi sayılırsa her şey daha basitleşir. Bu
ekol sadece teknik yeniliklere
öncülük etmemiş, zamanında
işkenceyi de “en yüksek verim”
esası üzerinden daha sistematik, daha yoğun, daha çok türlü
ve bu anlamda daha “rasyonel”
hale getirmiştir. Farklı emniyet
müdürlüklerinin muamelesinden geçtikten sonra Avcı ve ekibi tarafından sorgulanan herkes, aradaki farkın canlı tanığıdır. Bu satırların yazarı da bunlardan biridir.
Ama rasyonalite Avcı ve onun
gibi düşünenler açısından genel, yönlendirici ve mesleki bir
bir ilke veya tutumdur. Kendilerini teknik yenilikler peşinde
koşmaya sevk eden de aynı yaklaşımdır. Avcı, siyasi görüşleri
“iş”e ve işin gereklerine bulaştırmamanın, “iş yaparken” indoktrine olmanın, profesyonelliğin, kadro seçiminde ve atamalarda liyakat ölçütünden
sapmamanın ısrarlı bir savunucudur. Onun, bir yanılsamanın
ifadesi olsa da “devletin ideolojisi olmamalıdır” demesinin, çeşitli emniyetçiler hakkında kanaat belirtirken yukarıdaki ölçütleri kullanmasının nedeni
budur. Kitabın çeşitli yerlerine
serpiştirilmiş rejim eleştirileri
de aynı mantıktan besleniyor. Zamanlamasını ve hesaplarını
doğru yapıp yapmadığı, çıkışından bir “kelebek etkisi” bekleyip beklemediği ayrı bahis; ama
onun emniyetteki cemaat yapılanmasıyla açık bir çatışmaya
girmeyi göze almasının “sırrı”
da buradadır. Kitabında bunun
bolca kanıtı var.
Hal böyleyken, solda sıkça rastladığı gibi, işkenceciliğinin altını
çizmekle yetinip Avcı’nın ifşaatlarının içerimleriyle ilgilenmemek, farklı düzeyleri birbirine
karıştıran gayri siyasi bir tutum.
Hakeza, bu ifşaatları “devletin
hangi sermeye hizbi tarafından
ele geçirildiğinin ne önemi var”
kayıtsızlığı ile karşılamak da öyle. Unutmayalım; sürüp gitmekte olan bir rejim ve devlet biçimi
çekişmesidir, basit bir ele geçirme değil.
16 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
“Harcıalem” sosyalizmden
kaçanların sığınakları
Birikim ve DSİP’ten kibirli "filozoflarımız" bundan böyle "demokratik devrimi" tamamlayan
AKP'ye akıl vererek "ileri demokrasiye" hizmet görevini sürdürmeye kararlılar
Solun bütünü koyun gibidir"
sözleriyle hem değersizleştirme
operasyonunu sürdürüyor, hem
de kendi yönelimini meşrulaştırmak için debeleniyor. Ama nafile bir çaba içinde olduğunu “iktidar üf dese yok olacağız zaten.
O kadar zayıfız ki" sözleri ele veriyor. Bu sözler kimin koyun
olup olmadığını, kimin post kavgası yaptığını ve kimin postu
kurtarmak için korktuğu üfürüğe sığındığını göstermektedir.
Tarkan, postu kurtarmak için
yüzünü sisteme döner de öteki
“yetmez ama evet”çi dostları dururlar mı? Durmazlar elbette.
Birikim dergisi adına Laçiner’den de salvolar ardı ardına
geliyor.
Muhsin Dalfidan
Sosyalist hareket anayasa referandumunda “boykot”, “hayır”
ve “yetmez ama evet” olarak üç
ana eğilime ayrılmış idi. Bu eğilimlerden “boykot” ve “hayır”
tavrı alan unsurların çoğunluğunun ortak gerekçeleri olmasına karşın bu gerekçelerin tümünün tam olarak örtüştüğü söylenemez. Ancak, “yetmez ama
evet” tavrı alanların gerekçelerindeki örtüşme dikkat çekici
idi. Bu dikkat çekiciliğin sırrı ve
anlamı, son günlerde bu cephedekilerin ardı ardına yaptıkları
açıklamalarla ortaya saçılıyor. Birikim dergisi yayın yönetmeni Ömer Laçiner'in dergisinin
Ekim sayısındaki “Yeni bir dönemin eşiğinde” başlıklı yazısı,
Yeni Şafak gazetesinde çıkan
söyleşisi (18.10.2010) ve DSİP
Genel Başkanı Doğan Tarkan’ın
Zaman gazetesindeki söyleşisi
(10.10.2010) en öne çıkanlar.
“Değişimin tek adresi”
Doğan Tarkan’ın
yanardöner sevdası
Doğan Tarkan, Zaman gazetesine verdiği röportajda sistemin
kanatları altında ve vasiliğinde
sisteme karşı mücadele edebilme “güvenliliğine” kavuşmuş olduğu yanılsamasıyla döktürüyor. Başbakan Tayip Erdoğan’ın
“yetmez ama evet” kampanyası
için kendini kutlamasını "Tabii
başbakanın bir inceliği aslında....
kibar bir davranışa insan seviniyor" diye karşılık veriyor. Kimin
kime karşı inceliği? Ne adına kibarlık? Sınıf mücadelesi nerede
kaldı? Bu güne kadar sermayenin hangi temsilcisi sınıf karşıtlarına kibarlık etti? Etti de biz mi
görmedik sayın Tarkan!?
Tarkan’a ruhunu, vicdanını ve
değerlerini satarak bedenini
“kurtarmak” yetmiyor olmalı ki;
giderayak ardında bıraktıklarını
DSİP ve Birikim’in referandum ve sonrasında sola yönelik saldırıları
ağır tepkilerle karşılaştı
değersizleştirmek, pisleterek
gitmek için gerçekleri ters yüz
etmekten geri durmuyor. “Türk
solunun iki büyük mutlağı var:
Stalinist ve Kemalist olması diyerek” doğru yolda olduğunu
“koyun sürüsünden” ayrılmakla
iyi bir şey yaptığını göstermeye
çalışıyor. Kendine pay çıkarmak
adına “Benim içinde yer aldığım
Kurtuluş, Kemalizm ile hep çatıştı” derken eski yol arkadaşı
için sorulan “Hala Stalin savunulabiliyor mu gerçekten? sorusuna “Tabii canım.” diyebiliyor
ve “Kemalizm’e daha yakındık,
tabii.” diye sürdürüyor konuşmasını. Tarkan’a göre bu gün
kendi hariç sosyalistlerin tümü
modernizmin batağındalar.
Çünkü Kemalistler. Hani Kemalizm ile hep çatışmıştınız Sayın
Tarkan! Bu ne kibir ne megalomani!? Siz varken Stalinist ve
Kemalist değiliz, siz gidince hepimiz Stalinist ve Kemalistiz.
Çarpıtmanın ve densizliğin bu
kadarına pes denir. Biz “pes ettik” ama Tarkan hız kesmeden
devam ediyor.
Koyun/post kavgası ve
üfürükçülüğe övgü
Sosyalist Hareket için "önemli
bir kısmı toplumu koyun gibi
görüyor ve bunu ifade ediyor.
Halbuki kendisi koyun gibi ....
Laçiner sosyalist hareketin bütünü için “söz konusu odakların
tümünün içinde yer aldığı geleneksel, harcıalem tanımlı sosyalizm anlayışının” aşılması gerektiğini ve bunun için çok çaba
gösterdiklerini, ama artık yolun
sonuna geldiklerini yazıyor. Laçiner’in sosyalizmin yeniden kuruluşu için çaba gösterenlerin
kendilerinden ibaret olduğu
saptaması gerçeği yansıtmıyor.
Kaldı ki, gösterdikleri çaba sosyalizmin toplumsal yaşam biçimi olarak yeniden kuruluşu için
de değildir. Gösterdikleri çaba
yenilik adına sistemle uzlaşma
yolları aramaktan ibarettir. Birikimcilerden başka “harcıalem”
olmayan sosyalist tanımayan
Laçiner; Ekmek & Özgürlük’ün
birinci sayısından yaptığımız şu
alıntılardan ne anlıyor acaba?
“Yeniden kuruluş esas olarak sosyalizmin yeniden kuruluşudur.
Marksizmin temel referansları
üzerinden reel sosyalizm ile arasına ayrım çizgileri çeken sosyalizm anlayışının ideolojik, teorik,
politik, toplumsal ve örgütsel boyutlarıyla yeniden kurulmasıdır.
Yeniden kurulmuş sosyalizm an-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 17
layışına uygun olarak mevcut
sosyalist harekete temelden itiraz
eden sosyalist hareketin ve işçi sınıfı hareketinin yeniden kuruluşu
ve işçi sınıfı partisinin bu temelde
inşasıdır. Dolayısıyla, reel sosyalizm ile arasındaki ayrım çizgilerini netleştirmiş, temel Marksist
referanslar doğrultusunda sosyalizm anlayışını geliştirmiş bir
yeniden kuruluş güncel görev
olarak önümüzde durmaktadır.”
Birikim’de görev değişimi
Laçiner, “Her ne kadar artık
apayrı zihniyet dünyalarında olduğumuzu daha bir açıklıkla
gördüğümüz bu mikro-dünyanın bileşenleri ile giderek uzlaşma noktalarımızın yok olduğunu fark etmekle birlikte, ortak
tarihimiz ve mirasımız hatırına
diyalog kanallarını daima açık
tutmaya gayret eden bir dil ve
tavır içinde olduk bugüne değin.
Ama iki sayı önce de belirttiğimiz gibi bunun, bu yolun sonuna geldiğimizi kabul etmek zorundayız. Bu, yalnızca bir zorunluluk değil ayrıca ahlaki bir yükümlülük, görevdir artık” sözleriyle “mikro-dünyanın bileşenleri” sosyalistlerle yollarının ayrıldığını duyuruyor. Filozof kibirliliğiyle bugüne kadar sosyalistlere karşı ortak tarih adına
hep lütufkâr olduklarından söz
ediyor. Sözü edilen bu ortak tarihte Birikim’in kendine biçtiği
görev neydi? Tarih anlatıcısı olmak. Laçiner anlatıcılık görevini
bıraktıklarını söylüyor. Marx'ın
Ünlü 11.tezindeki "Filozoflar
dünyayı çeşitli biçimlerde yorumlamakla yetindiler; oysa, asıl
önemli olan dünyayı değiştirmektir." ifadelerinde anlamını
bulan “filozofluk” görevini bundan sonra sosyalistlerden esirgeyeceklerini anlatıyor. İşçi sınıfının organik aydını olmaya hiçbir zaman yanaşmamış, hep
"kendinden menkul aydın" olarak işçi sınıfına, sosyalistlere akıl
vermeyi tercih etmiş kibirli "filozoflarımız"; bundan böyle "demokratik devrimi" tamamlayan
AKP'ye akıl vererek "ileri demokrasiye" hizmet görevini sürdürmeye kararlılar. Sermayenin
"çakma" filozoflara ne kadar ihtiyacı var bilinmez ama, Laçiner
görev zamanının geldiğini inanıyor. Yıllardır bu günü beklediğini ima edercesine İslami kesimle ilgili "insani" duygularını anlatmaya devam ediyor.
İslama insaniyet
Laçiner İslami kesim ile ilişkileri için Marx'ın "İnsani olan hiç
bir şey bize yabancı değildir".
Sözünü hatırlatarak devamla
“İslam'la, Müslümanlıkla çok konuştuk, dürüstçe tartıştık. Biz
bundan gurur duyduk… Evet,
tartışabiliriz, birbirimiz ikna etmeye çalışabiliriz.” derken; Kendileri dışındaki sosyalistlerle
ilişkiler konusunda “Şimdiki
metnin özelliği, birilerinin zaten
hep kaçındığı o tartışma talebinin geri çekilmesi, bitirilmesidir.
Tartışacak pek bir şey kalmadı,
gereği de kalmadı” demektedir.
Bunun anlamı, Laçiner’in İslami
kesime karşı gösterdiği tartışmaya değerlik ve ikna etme insaniliğini, sosyalist hareketten
esirgediğidir. Bunun karşısında
“Allah yolunuzu açık etsin” deyip
noktayı koyabiliriz. Ama biz bunu yapmayacağız. Çünkü sosyalizm anlayışımızda ötekileştirme değil, kapsama; rekabet değil, dayanışma var. Kibir değil, alçakgönüllülük ve hoşgörü var.
Monolog değil, diyalog var. Sınıf
karşıtlarına gösterilen insaniliğin sınıf kardeşlerinden esirgenmesine reddiye var.
Laçiner , “2011 seçimlerinde bazı kritik bölgelerde alacağı destek AK Parti'yi gündeme aldığı
bazı konularda daha özgürlükçü
ve cesur kılabilir.” buyuruyor.
Evet, olası desteğin AKP’yi cesaretlendireceği açıktır. Ama bu
cesaret özgürlükçü yönelim cesareti olmayacaktır. Kürt özgürlük mücadelesini tasfiye çabalarını artırma cesareti olacaktır.
Militarizmin ve otoriterliğin silahlı güçlerin tekelinde olduğu
yanılsamasına dayanarak, sivilleşme adı altında militarizmi ve
otoriterliği pekiştiren uygulamalarını yoğunlaştırma cesareti
olacaktır. Kürt Özgürlük mücadelesine karşı alternatif “Kürt”
oluşumlar devşirme çalışmalarına hız verme cesareti olacaktır.
AKP destekçiliği
Dün reel sosyalizmin çöküşünü
birlikte yaşayan sosyalist hareket, bugünde T.C. devleti içindeki rejimin yeniden yapılandırılması doğrultusundaki hegemonya mücadelesini hep birlikte izlemekte ve yaşamaktadır.
Ama, birlikte yaşamak ortak
kavrayış anlamına gelmemektedir. Sosyalistler arasında yaşadıklarını okuma ve analizde cid-
di farklılıklar vardır. Sosyalist
hareketin anlamlı bir kısmı, bu
okuma farklılıkları sonucu kendilerini sistem içi güçlere göre
konumlandırmaktadır. Yüzünü
sisteme dönenlerin bir kısmı
ulusalcı yönelimlere yelken açar
ve CHP'den medet umarken; diğer kesim, AKP destekçiliğine
soyunmuştur. Bu her iki kesimin
dışında kalan bağımsız sınıf politikasını rehber edinmiş enternasyonalist devrimci sosyalistler ise Kürt özgürlük mücadelesi ile birlikte emek ve özgürlük
cephesini oluşturma kararlılığıyla mücadelelerini sürdürmektedirler.
Laçiner'in “Türkiye'de CHP, AK
Parti karşısında sosyo-ekonomik ve kültürel açıdan nerede
duruyor ise, BDP de bölgede o
pozisyonda (…) [BDP] Kürtlerin
CHP'si." demesi bundandır. Laçiner'in muradı ulusalcı ve liberal
yönelimlere prim vermeyen,
bunlarla arasındaki ayrım çizgilerini netleştiren, Kürt özgürlük
mücadelesiyle stratejik siyasal
dostluğunu geliştiren enternasyonalist sosyalistlerin yönelimlerini değersizleştirmektir. Böylelikle enternasyonalist sosyalistleri de bir çırpıda ulusalcı,
CHP'den medet uman sosyalist
kesimlerin yanına iterek, AKP
destekçiliğine meşruluk alanı
açabileceğini sanmaktadır. Laçiner ya ne dediğinin farkında değil; ya da kendinin ne olduğunun
farkında değil. Farkında olsa;
"BDP'nin taşıyıcılarına baktığınızda modernleşmenin getirdiği fonksiyonlar üzerinden statü
sahibi olan avukat, doktor, mühendis vs. gibi ‘meslek sahibi’ bir
orta sınıf kesimi görüyoruz."
sözleriyle CHP, BDP benzetmesine soyunmaz. Bu tespitin yanlışlığına, ayrıca sınıfları mesleğine
ve kazancına göre tanımlayan
Weber'ci yaklaşıma hiç girmeyeceğim. Kaldı ki, BDP'nin taşıyıcılarının savunulmaya ihtiyaçları
olduğuna da sanmıyorum. Ama
insan bu lafları ederken biraz
kendinin ne olduğunu da bakmalı. Birikim yazarlarının hatta
okurlarının önemli bir kısmının
Laçiner'in ifadeleriyle "meslek
sahibi" orta sınıf kesimi olduğunu görmek için kartal gözlü olmaya gerek var mı?
Birikim dergisi ve DSİP’in yönelimleri cürümlerinden fazla yer
yakmaktadır. Bunun sırrı birbi-
riyle ilişki içinde ele alınması gereken yönelimlerinin üçlü anlamında yatmaktadır.
nBu üçlü anlamın birincisi; Birikim dergisi ve DSİP’in sistem içi
hegemonya mücadelesinde pozisyon elde etme çabası içinde
olduklarıdır. AKP’nin iktidara
gelişinin demokratik devrimin
tamamlanması olarak görülmesi, Başbakan Tayip Erdoğan’ın
yetmez ama evet kampanyası
için kendini kutlaması karşısında D.Tarkan’ın ifadeleri ve diğer
söyledikleri bunu göstermektedir.
nİkincisi; Sağından medet umma anlayışından sağına/sisteme
sığınma anlayışına terfi etmiş olduklarıdır. Sosyalist hareket saflarında sağından medet umma
anlayışının varlığı bilinmektedir.
Bu anlayış, sosyalistler arası
ideolojik mücadelemizin temel
alanlarından biri oldu ve olmaya devam edecektir. Kemalizm’i
müttefik görme anlayışına karşı
Kemalizm’den kopuş, sosyal demokrasinin peşine takılma ve
CHP’den medet ummaya karşı
bağımsız sınıf politikasının ve
ihtilalci anlayışın yükseltilmesi
bu perspektifin ifadeleridir. Bugün, yenilgi koşullarının ve başka nedenlerin de etkisiyle artık
sosyalist hareketin bir kesimi işi
ifrata vardırmış, medet ummaktan öteye geçerek sağına, sistemin siyasal temsilcilerine methiyeler düzmeye başlamıştır. Bu
anlamıyla birikim dergisi ve
DSİP, sağından medet ummaktan sisteme sığınmaya giden
uzun ince bir yolun birinci etabını tamamlamış görünüyorlar.
nÜçüncüsü; sistem içi yeni hegemonya alanında pozisyon elde etmek için sisteme sığınan
"kendinden menkul" sosyalist
kesimler olarak, AKP nezdinde
rejimin yeniden yapılanması ve
yeni hegemonya mücadelesinin
aracı/mezesi olduklarıdır.
Bizler her şeye rağmen Birikim
ve DSİP’in sermayenin saflarına
doğru ilerlemelerini istemeyiz.
Ama, giderayak sosyalist hareketi kirletmelerine, değersizleştirmelerine hiç mi hiç müsaade
etmeyeceğiz ve ideolojik mücadelemizi sürdüreceğiz.
18 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
21 eylül komplosu:
Sinmeyeceğiz
Sınıf düşmanımız “birlikten uzak durun” diyorsa devrimci
kolektif bir öznenin kurulması için vakit geçirmeden ve
kararlıca adımlar atmalıyız
Halit Elçi
21 Eylül’ün sabahında saat 5’te başlayan
operasyon hem daha önce çeşitli sosyalist
gruplara yönelik yapılan saldırıların bir yeni adımıdır, hem de bazı önemli farklılıklara sahiptir. Öncekilerin devamıdır; çünkü
daha önce de açık/yasal alanda faaliyet
gösteren Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP)
ve Halkevi üyelerine, Odak dergisi okurlarına, TAYAD’lılara vb yönelik çeşitli operasyonlara bir yenisi eklenmiş oldu.
Öte yandan 21 Eylül operasyonunun bazı
özgün yanları bulunuyor: nBu operasyon tek bir sosyalist yapıya değil birkaçına birden yöneltildi. Gözaltına
alınıp tutuklananların çoğu Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) ve Toplumsal Özgürlük Platformu’nun (TÖP) yönetici/sözcü ve
üyeleri olmakla birlikte diğer siyasi hareketlerden sosyalistler de operasyona dahil
edildi. n21 Eylül günü yurtdışında bulunan Sosyalist Parti (SP) MYK Danışmanı Mahir Sayın hakkında soruşturma açıldı; İstanbul’da kaldığı evin aynı gün basıldığı sonradan anlaşıldı. nDemokrasi ve Özgürlük Hareketi’nden
(DÖH) Yaman Yıldız’ın da 21 Eylül sabahı
evinin basıldığı, o sırada evinde bulunmadığı için yakalanmadığı öğrenildi. Ayrıca
çeşitli sol yayınların yazar ve editörleri ile
bir emekli sendikacı da tutuklananlar arasındadır. n21 Eylül operasyonuyla saldırılan sosyalist yapıların hepsi Kürt Özgürlük Hareketi
ile dayanışmayı ve mücadele birliğini savunan, geçmişten beri ısrarla bu çizgiyi hayata geçirmeye çalışan siyasi hareketlerdir.
Keza hepsi, Kürt halk hareketi ile Türkiye
işçi sınıfının ve ezilenlerinin stratejik ittifakını hayata geçirmeyi amaçlayan Demokrasi İçin Birlik Hareketi’nin bileşenleridir. nAyrıca TÖP ve SDP (Sosyalist Birlik Hareketi -SBH- ile birlikte) yeniden kuruluş için
birlik doğrultusunda somut adımlar atmıştı ve yeni adımlar atmaya hazırlanıyorlardı. Gözaltıların yaşandığı günden iki gün
sonra TÖP’ün 3. Konferansı toplanacaktı. Başta TÖP ve SDP olmak üzere, sözkonusu
sosyalist örgütlerin hepsi tümüyle
açık/meşru alanda faaliyet gösterdikleri
halde, bu örgütlerin yönetici/sözcü ve üyeleri tamamen uydurma, hiçbir gerçek kanıta dayanmayan bir senaryoyla Devrimci
Karargah adlı yasadışı silahlı örgütün üyeleri olmakla suçlandılar. Binlerce taraftarı
olan açık/yasal örgütlerin en üst düzey yönetici ve sözcüleri, örneğin SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan, TÖP sözcüleri Oğuzhan
Kayserilioğlu ve Tuncay Yılmaz gibi tüm siyasi yaşamları göz önünde bulunan, herkesin tanıdığı ve bilinen adreslerinde oturan
kişiler, meğer ikinci bir yaşam sürdürüyor
ve ideolojik-politik çizgisi apayrı olan, kamuoyuna yansıdığı kadarıyla sınırlı bir etkinliği bulunan yasadışı silahlı bir örgütün
üyesi olarak çalışıyorlarmış! Meğerse TÖP,
SDP, SP (ve sıradaki diğerleri) tek bir merkezden yönetilen paravan örgütlermiş! Arkadaşlarımız işte Emniyet’in yazdığı bu akla ziyan senaryoyla gözaltına alındı ve “bağımsız yargı” tarafından tutuklandı. Kötü tezgah
Daha da kötüsü, devlet görevlisi olarak tüm
yaşamı boyunca sosyalistlere karşı mücadele etmiş olan, işkenceci polis şefi Hanefi
Avcı da Devrimci Karargah örgütüne yardımcı olmakla suçlanarak bu davaya katıldı. Bu öylesine büyük bir saçmalıktı ki, ana
akım burjuva medya bile bu yalanı savunamadı ve AKP/Cemaat yanlısı gazete ve TV
kanallarındaki birçok yazar/yorumcu dahi
bu akıldışı suçlamalara inanmadıklarını
açıkladılar. Öyle anlaşılıyor ki Emniyet’teki
Cemaatçiler, egemenler arasındaki iktidar
kavgasında yakın zamanda kendi saflarını
terk edip karşı cepheye katılan Avcı’yı bir
şekilde cezalandırmak ve etkisizleştirmek
için, epeydir hazırlanmakta olan TÖP-SDP
ağırlıklı operasyondan yararlanmak istediler. Ama öylesine acele ve acemice davrandılar ki, bunu ellerine yüzlerine bulaştırdılar. Ortaya hiç kimseyi ikna etmeyecek, tersine yapanın paçasına yapışacak bir tezgah
çıktı. Buna rağmen bazı dostlarımız ısrarla tutuklanan/aranan sosyalistlerin Hanefi Avcı’yı cezalandırma/sindirme girişiminin figüranı olarak kullanıldığını söylüyor. Oysa,
Avcı’nın saf değişikliği son aylarda gerçekleştiği halde, sosyalistlere yönelik operasyon hazırlıklarının 1,5 sene önceye kadar
uzandığı en azından telefon kayıtlarından
anlaşılıyor. Öte yandan sözkonusu değerlendirmeyle, -kendilerinin de içinde olduğu- enternasyonalist sosyalistleri “etkisiz
eleman” gibi göstermenin ne anlamı var? Evet, günümüzde sosyalist yapıların genel
olarak toplumsal bir güç konumunda olmadıkları söylenebilir. Ama 21 Eylül komplosu, devletin biz sosyalistleri, politik etkimizi ve potansiyelimizi ciddiye aldığını
gösteriyor.
Sınıf düşmanımız, Türkiyeli sosyalistlerin
Kürt Özgürlük Hareketiyle ittifakına yönelik girişimlerden ve bunun zeminlerinden
rahatsızdır. (Nitekim arkadaşlarımıza sorguda sorulanların çoğu DBH üzerinedir.)
Çünkü böyle bir ittifak, Türkiye işçi ve
emekçileriyle Kürt halkının ortak mücadelesinin önünü açacaktır; ayrıca bir ulusal
cephe durumundaki Kürt hareketi içindeki
sosyalist kesimlerin konumunu güçlendirecektir. Bu ise egemenlerin kabusudur.
Sınıf düşmanımız, enternasyonalist sosyalistlerin yeniden kuruluş hedefli birlik girişimlerinden rahatsızdır. Çünkü bu zeminde yer alan ama parça-bölük halde bulunan
yapıların kolektif bir özne yaratması, soldaki ulusalcı ve liberal kanatların ortasındaki devrimci zemini genişletecek, Kürt
halkına muhatap olarak Batıda somut bir
müttefik güç yaratabilecek, sosyalist solun
işçi sınıfı ve ezilenler içinden yükselerek
toplumsal bir güce dönüşmesine hizmet
edecektir.
Sınıf düşmanımızın bu saldırısı karşısında
biz enternasyonalist sosyalistler ne yapacağız? Ya onların çizdiği sınırların gerisine
çekilip iddialarımızdan vazgeçeceğiz, “temiz ve zararsız” sosyalistler olarak mutlu
mesut yaşayıp gideceğiz; ya da bedelini
ödemeyi göze alarak özgürlüğün ve devrimin çağrısına uyacağız. Bize yakışan, eğer düşmanımız “Kürtlerden
uzak durun” diyorsa onlarla kardeşliğimizi
daha da güçlendirmek; eğer düşmanımız
“birlikten uzak durun” diyorsa devrimci
kolektif bir öznenin daha geniş ve daha
güçlü bir zeminde kurulması için vakit geçirmeden ve kararlıca adımlar atmaktır. EKMEK & ÖZGÜRLÜK 19
Politika
Ergin Öncü’ye
özgürlük
Ergin Öncü alyehinde hiçbir kanıt ve tanık olmaksızın tutulduğu Tekirdağ F-Tipi Cezaevindeki hücresinde
Ekmek & Özgürlük okurları yoldaşımız Ergin
Öncü’yü 7 Aralık’ta çıkacağı duruşmada yalnız
bırakmayacak
27 Nisan 2009’da “Devrimci Karargah” örgütüne yapılan genel
bir operasyon kapsamında sabah saatlerinde çalıştığım iş yerinde gözaltına alındım. Gözaltında 4 gün kaldık ve bu süre
zarfında dışarıda yaratılan “infial”den habersizdik. Yaratılmış
bu “infial” sebebiyle tam 1.5 yıldır tutuklu bulunuyorum. Bu 1.5
yıllık süreç hukuka, yasalara göre değil, işte bu “infial” durumuna göre işletildi. Ne için gözaltına alındığımı(zı) anlamadan tutuklanmış olduk ve öğrenmek
için 6 ay beklemek zorunda kaldık. Sonunda içinde “delil” olmayan bir iddianame vasıtasıyla “örgüt üyesi” olmakla suçlandığımı nihayet öğrenmiş oldum.
Peki neydi beni örgüt üyesi yapan “deliller”? Aynı dava kapsamında yargılanan birçok arkadaşa olduğu gibi bana yönelik
suçlamalarda da birçok tutarsızlık ve art niyet vardı. İddianameyi incelediğimizde bizde
uyandırdığı ilk intiba gayrı ciddi
ve çalakalem düzenlenmiş oldu-
ğu yönündeydi. 6 aydır tutukluydum ve bana yönelik suçlamaların hiçbir haklı hukuki dayanağı bulunmuyor. İlk duruşma tarihi tutuklanmamızdan
10 ay sonrasına verildi. Yani bir
süre daha F tipi denen kimi
“devlet büyükleri”nin otel odası
dediği, esasında modernize ve
estetize edilmiş işkence yerinde
tutulacaktım. 10 aylık haksız tutukluluk durumumun kafi geleceği ve tahliye olacağım yönündeki naif beklentimin boşuna
olduğunu duruşma salonunda
öğrenmiş oldum. İkinci duruşma 4 ay sonrasına ertelenmişti.
Hukuksuzluk devam ediyordu. Ben Gümrük Muhafaza memuruyum, görevim gereği silah taşıyorum. Taşıma ve bulundurma ruhsatım var yani. Bunu neden belirtiyorum; bana isnat
edilen suçlardan biride ruhsatsız silah taşımak. İddianamenin
başlangıç kısmında ne iş yaptığım ve bu kapsamda üzerimdeki silahın çalıştığım kuruma ait
olduğu iddianameyi hazırlayan
savcı tarafından belirtilmiş olmasına rağmen, iddianamenin
sonuç kısmında ruhsatsız silah
taşıdığım gerekçesiyle cezalandırılmam istenmiş. Şaka gibi…
Dönemin yargılanmalarında
moda olduğu üzere Ergenekon’la ilişkilendirme rüzgarı beni de es geçmedi tabii. Daha önce adını bile duymadığım Ergenekon sanıklarıyla telefon irtibatım olduğu söyleniyordu. Şaşırdım tabii. İşin aslını öğrenmek için dosyayı inceledim. Durum şu: 2007 yılında bir otobüs
firmasının yazıhanesini rezervasyon amacıyla aramışım. Aynı yazıhaneyi 2003 yılında Ergenekon sanıklarından biri aramış. Alın size Ergenekon bağlantısı! Sonra GSM operatörü,
bir banka şubesi danışma hattı.
Bağlantım tek tek sıralanmış!
İşin tuhaf yanı aramızdaki bu
sözde bağlantıyı sağlayan “aracı kurumlara” yönelik en ufak
bir suçlama yok. Oysa “aracı”
olarak onların da suçlanması
gerekmez miydi? Dosya da
isimleri bile anılmamış.
Bir diğer iddia ise sol yayın yapan kimi internet sitelerine girmek ve oralardan yazılar, resimler indirmek. Evimden alınan
bilgisayarlardan ve CD’lerden
herhangi bir “belge” ya da “doküman” elde edemeyen polis
ben gözaltındayken, 24 saat
sonra, ailemle beraber işlettiğim
internet kafeden rast gele iki bilgisayara el koyuyor. Her gün onlarca insanın giriş-çıkış yaptığı
ve belki her gün yüzlerce internet sitesinin ziyaret edildiği bilgisayarlardan elde edilen dökümler, delil olarak sunulmuş.
Bu bilgisayarlar iddianamede,
sanki kişisel bilgisayarlarmış gibi bir izlenim yaratılmış. Hoş,
öyle olsa da bahsi geçen resimler, yazılar, internet siteleri yasadışı değil. Hiçbirinin erişimi engellenmemiş. Burada daha
önemli olan nokta bu bilgisayarlara ben gözaltındayken, 1 gün
sonra el konulmuş olması.
1.5 yıldır kaçma şüphesiyle tutuklu bulunuyorum. Hem de
gözaltına alınmadan önce operasyondan haberim olmasına
rağmen. Beni aylarca izlemiş
olan polis her gün gittiğim işimi,
nerede çalıştığımı öğrenemiyor
ve sabah ev baskınına geldiğinde iş bilgimi, iş adresimi ailemden alıp gözaltı için ikinci kez
yola çıkıyor. Onlar yola çıktıklarında ben haberi ablamdan alıp
onları beklemeye başlamıştım.
İradem dahilinde kaçma imkanım varken kaçmayıp, polisi
beklemişken 1.5 yıldır kaçma
şüphesiyle tutukluluğumun devam ettirilmesi nasıl bir hukuk
mantığıyla açıklanabilir?
İddianameyi hazırlayan savcılık
polis fezlekesinde önce sürülen
iddiaları biraz olsun araştırmış
olsaydı bu iddiaların asılsız olduğu ortaya çıkardı. Benim
edindiğim izlenim savcılık makamının polis fezlekesini biraz
olsun araştırmadığı, aynen kabul ettiği yönündedir. Öyle olmasa ruhsatlı tabancaya ceza istemek nasıl açıklanabilir?
Hukuk devleti mi? Polis devleti
mi?
7 Aralık 2010 tarihinde Beşiktaş
9. Ağır Ceza mahkemesinde tutukluluğumun 19. Ayında 3. Duruşmaya çıkacağım. Bu haksız
durumun son bulacağı umudunu taşıyorum. Sizin de orada olmanız desteğinizi hissetmek benim için moral kaynağı olacaktır. Şimdiden teşekkür ediyorum..
20 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
KCK Davasında
aslında hepimiz
yargılanıyoruz ...
Karikatür: Leman Dergisi, Aslan&Tuncay
Belegesel sinemacı Metin Yeğin 18 Ekim’de Diyarbakır’da başlayan
Koma Ciwaken Kürdistan (Kürdistan Topluluklar Birliği) davası izlenimlerini arkadaşımız Şaban Devrez’le paylaştı Diyarbakır’da Kürt Muhalefetinin yargılandığı KCK duruşmasına siz de katıldınız.
Bize izlenimlerinizi aktarır
mısınız?
Aslında bu yargılama bütün
olarak ders olarak okutulmalı.
Tam bir temaşa. Var olmayan
Kürtlerin, sözde örgütlerine
mensup olduğu iddiasıyla yargılanan, aralarında eski ve yeni
resmi seçilmişlerinin bulunduğu, 20 kişinin daha önce, yine
aynı mücadeleden 10 yıldan
fazla tutsak kaldığı ve 8 kişinin
de aynı nedenlerle yaşamlarının 20 yıldan fazlasını cezaevlerinde geçirdiği bir temaşa. Bunlara ek olarak 90 gözlemcinin tribünleri doldurduğu ve
yüzden fazla avukatın hazır bulunduğu bir ilk gün. Size salonu
anlatayım. Bu mahkeme için adliyenin ortasına kurulmuş ve
muhtemelen de yakın gelecekte
benzer davalara yine ev sahipliği yapacağı için bozulmayacak
bir duruşma salonunda geçiyordu olay. İki tarafta kurulu koca
ekrana göre şekilleniyordu bütün konuşmalar. Benim medya
derslerinde “ekran cazibesi” diye anlattığım şey burada bütünüyle geçerliydi. Herkes ekranın
cazibesine kaptırıyordu kendini.
Salondaki herkes ekrandan izliyordu içinde bulundukları duruşmayı. Hâkimler bile kendilerine yapılan konuşmaları ekrandan seyrediyordu ki onlar ki
muhtemelen kendilerini başrol
oyuncusu olarak hissediyorlardı. Tam bir temaşa diyorum size. Siz belki hâkimlerin bu yargılamadaki rollerini evrensel tarihe göre yorumladığınızdan
başrolü yargılananlara verirsiniz ama hâkimler de kesinlikle
unutulmayacaklar arasında yer
alacaklar. Hatip Dicle’nin ve sanık avukatlarının belirttiği gibi, Haziranın
9’unda kendilerine verilen savcıların 7 bin 700 sayfalık iddianamesini ve ayrıca ek klasörlerle birlikte 13 bin sayfaya ulaşan
iddianameyi 10 gün içinde inceleyip davanın açılmasına karar vermişlerdi. Sırf bunun bile
onları unutulmayacaklar arasında sokacağı kesin. Aklıma bir başka temaşa, Woody Allen’nın filminden bir sahne getirdi bu durum. Woody Allen hızlı okuma kurslarına gidiyor. “Nasıl gidiyor” diye soruyorlar. “Gayet iyi” diyor. “Tolstoy’un Savaş ve Barış kitabını
yirmi dakikada bitirdim”. “Nasıl
bir kitap? Neyi anlatıyor?” diye
soruyorlar. “Güzel” diyor Woody Allen. “Sanırım olay Rusya’da geçiyor…”
Onlar da iddianameyi böyle
okuduklarından aslında pek de
haksız sayılmazlar. Olayın TC de
geçmesi yeterli anlaşılması için
ve bu yüzden olacak, bu uzun
iddianamenin özet olarak da olsa okunmasına karar verdiler.
Kimsenin endişelenmesine gerek yoktu. Okunurken salonda
ekrandan izlenebilir olacaktı.
Sonra da ekran görüntüleri ileri geri alınarak duruşma salonunda ki kişiler, yorumcular ile
kararlar verilecek, yuvarlanıp
gidecektik. Futbol yorumlarından tek eksiği ekranları başındaki 70 milyondu ki onlara da
ne uygunsa o servis edilecekti. Duruşmaların uzaması sanıkların tahliye taleplerine
yanıt verilmemesini de beraberinde getiriyor tabii?
Burada temaşanın bir başka
unsuru öne çıkıyor. Sanıkların
aslında rehineler olması. Top
ayakta dolaştırılarak 31 Ekim
tarihinin geçirilmesi. Burada
mutlaka söylemeliyim ben sadece seyrederek yapıyorum bu
yorumları. Yani hiçbir bilgiye
sahip değilim. Sadece bizi sunulanı, arenada aslanların önüne atılmaları seyreden şanslı (!)
birisiyim o kadar. Bu şekilde
seyrederken özellikle ilk gün
bence fazla mutedil geçti. Sanıkların yoklamayı ana dillerinde cevaplamaları ve savunmalarını Kürtçe yapmak istediklerini talep etmeleri en önemli çıkıştı. Bunun dışında avukatlar
söz aldılar ve onlar aslında normal mahkeme heyetinin ilk gün
için reddedeceği biçimde savunmaya ilişkin konuştular.
Teknik olarak hâkim bu durumu henüz savunma başlamadı
diye reddedebilirdi. Heyet sakince dinleyip ana dilde savunma istemini ve iddianamenin
okunmaması istemini karara
bağlamayı bir gün sonraya bıraktı. Dışardan izleyen biri olarak tutsakların kendilerini, mücadelelerini mümkün olduğu
kadar ilk gün dile getirmeleri
iyi olurdu diye düşündüm. Yani
ilk gün bence avukatlar yerine
tutsakların kendilerini daha
fazla ifade edebilmelerine dönüştürülebilseydi daha iyi olabilirdi sanırım. Çünkü en çok ilgi
duyulan gündü ve temaşa daha
çok buna yönelik biçimlenebilirdi.
Nasıl gelişecek sizce?
Aslında çok acı burada benim
bir nevi kara mizah biçiminde
bunu anlatmam ama yaşanılanları ve bu yargılamayı yani kendi geleceğimizin belirlendiği bir
yargılamanın bu kadar mantık
dışı doğuşu ve gelişimi başka
türlü zor tarif edilir gibi geliyor
bana. Doğru, bir yargılama var
ve biz yargılanıyoruz hepimiz…
Teşekkürler…
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 21
Politika
12 Eylül’le hesaplaşma mı?
Milyonlarca davacı, milyonlarca suç ve on binlerce suçlu...12 Eylülcüler “zaman aşımı” zırhının
arkasına saklanıyor. AKP mağdurları hala muktedir suçlularla baş başa bırakıyor
Kenan Evren Anayasa referandumunda... Hayır mı demiştir, “Yetmez ama evet” mi?
Celalettin Can
AKP Hükümeti’nin 12 Eylül darbecilerini
yargılayacağı yanılsaması hala etkili. 12 Eylülcülerin yargılanmasını isteriz elbette.
Böylesine önemli misyonu iş edinmiş bir
partiyi en azından bu noktada destekleriz
de. Sahiden de bu durumda desteklemeyip
ne yapacağız? Ama bir de gerçekler var. Somut olarak yaşanan, gözle görülen gerçekler. Anayasanın Geçici 15 Maddesi emsal
olsun. AKP’nin, ama özellikle destekçilerinin, en çok övündükleri 15. Maddenin kaldırılması olduğuna göre biz de bunu ele
alalım.
Geçici 15. Madde’yi kaldırınca ne
olur?
Hükümet Geçici 15. Maddeyi anayasa değişikliği paketine son anda koymuştu. 27
yıl önce darbe döneminden sözde "demokrasi"ye geçilirken anayasaya eklenen
bu "geçici" maddenin, bunca yıldır değiştirilememesi, onun o kadar da geçici olmadığını gösteriyordu. Dolayısıyla bu noktayı
hafifseyemeyiz. 78'liler olarak tarih sahnesine çıktığımız
2000'ler başından itibaren bu maddeyi
gündeme getirmeye çalıştık. Ecevit'in başbakanlığındaki üçlü koalisyon döneminden
başlayarak, özellikle AKP hükümeti döneminde kuşağımızın kamusal ve medeni
hakları üzerindeki yasakların kaldırılması
kampanyası döneminde ve sonrasında da
bu çaba içinde olduk. 2005'ten itibaren
"Anayasa'daki Geçici 15. Madde Kaldırılsın,
Gerçekleri Araştırma ve Adalet Komisyonu
Kurulsun" kampanyamızı ülke çapında örgütledik ve yürüttük. Tüm çabamıza rağmen yalnızca hükümet partisinden değil,
muhalefet partilerinden de hayat içinde
karşılığı olan bir destek alamadık.
Bir referandum hilesi
Birden hesapta olmayan bir şekilde, hükümet anayasa değişikliği paketine bu maddeyi yerleştirdi. Paketi bir bütün olarak referanduma sunarken, paketin başka maddelerine itiraz edenleri ve bu nedenle 'hayır' oyu kullanmak isteyen veya boykot
çağrısı yapanların hepsini tek bir torbaya
doldurup, "Yoksa sen 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasını istemiyor musun?" suçlamasında bulundu. Bu konuda destekçileri çok daha işgüzar davrandı.
Oysa, Geçici 15. Madde'nin kalkması 12 Eylül darbecilerinin yargılanması anlamına
gelmiyordu. Sadece onlar da yargı kapsamına girmiş oluyordu. 1980-83 dönemi ile
ilgili olarak kişisel veya toplumsal mağduriyetler kapsamında onlardan da davacı
olunabilecekti. Öte yandan her davanın
mahkûmiyetle bitmeyebileceği bir yana,
haklarında dava açılacak kişi sayısının çokluğu toplumsallaşmış bir suçlular zümresi
oluşturuyordu. 30 yıl aradan sonra, milyonluk davacı potansiyeli, bir o kadar dava
ve dava edilecekler. Nasıl olacaktı?
Sosyalleşmiş bir suçlular zümresi
Böylesine sosyalleşmiş bir hadiseyle ilgili
olarak Meclis bünyesinde bir "12 Eylül Gerçeklerini Araştırma ve Adalet Komisyonu"
kurulması gerekirdi. Bu komisyonun görev
süresinin açık olması, sadece parlamenterlerden değil, toplumsal hayatın değişik
alanlarından ilgili şahsiyetlerin de içinde
yer alabileceği bir biçimde kurulacağının
ilan edilmesi gerekirdi. Ondan da önemlisi
geçmişle yüzleşme/hesaplaşma çerçevesinde onarıcı veya dengeleyici adaleti hedefleyen bir toplumsal sürecin buna eşlik
etmesi icap ederdi. Her şeyden önce de "insanlık suçlarında zamanaşımı yoktur" ön
kabulü ile adaletten kaygı duyma veya kaçma duygusuna mahal vermeyecek güven
verici bir ortamın tesis edildiği bir toplumsal mutabakat çerçevesinde sürecin tamamlanması hedeflenmeliydi.
Takdir edilir ki, bunlar çok ciddi ve kapsamlı hazırlık gerektiren şeyler. Hükümet
böyle bir yaklaşım gerekliliğinden sanki bihabermişçesine ağızlara bir şekilde bir
parmak çalarcasına "15. Maddeyi kaldırıyorum" dedi ve milyonlarca insanı bir suç
okyanusu karşısında kendi başlarına bıraktı. Peki, şimdi ne olacak?
12 Eylül darbecilerinin yargılanmasına yönelik herhangi bir açılım, hukuki/yasal altyapı olmadığına göre hangi sonuç alınacak?
İnsanlık suçlarında geçerli olmamasına
rağmen ulusalcı/darbe hukukçularının ısrarla savunduğu "zamanaşımı" sorunsalı
nasıl aşılacak?
TBMM bünyesinde yaptırım gücü olan bir
komisyon kurulmayınca dönemin muktedirlerinden başlaması gereken bir sorgulama süreci nasıl başlatılacak?
Her şey bir yana, adalet ve hukuk duygusunun bir ölçüde güncelleştiği bir toplumsal iklim yaratılmadan tüm bunların gerçekleşmesi mümkün mü?
İstismara son
Eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik, devrimci halk güçleri büyük bedeller ödeyerek bugünlere geldi. Adeta her tarafımız yara bere içinde. Yaşanmış acılarımız, kayıplarımız, adalet ve hukuk duygumuz istismar
edilmemeli. Bir yerde durulmalı. Burada
sözüm daha çok Pavlov’un şartlı reflekslerini andırırcasına onu adeta koşulsuz destekleyen soldaki "Abbas yolcuları"na…
AKP ve 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasını tartışmaya devam etmemiz gerekiyor. Çünkü bu "Geçici 15. Madde"nin kaldırılmasının çok ötesinde.
22 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
Sermaye-içi çatışmanın
boyutları (ve sınırları)
Erdoğan’ın arkasında durduğu sermaye gruplarının kökleri 1920’lere uzanan geleneksel
sömürücülerle sürtüşmesinin boyutu abaratılmamalı
Tayyip Erdoğan ve yeni TÜSİAD yönetimi bir arada. Ekonomik politikalarda tam mutabakat olsa da ilişkiler limoni
Burak Cop
Kemal Kılıçdaroğlu CHP Genel
Başkanlığı’na seçildiğinde bir
arkadaşım, AKP ile CHP arasındaki müstakbel siyasi itiş-kakışı
kastederek “TÜSİAD’la MÜSİAD’ın kavgasını izleyeceğiz” demişti. Bu yorumunu abartılı ve
fazla genelleyici, ya da indirgemeci bulmuştum. Gelgelelim referandumun propaganda sürecinde Başbakan Erdoğan’ın İstanbul sermayesini birkaç kez
açık açık hedef alması; Anadolu
sermayesinin (ya da İslami sermayenin) rakamlarla da sarih
olan gelişimini ve çokça dile getirilen Türkiye’de sermayenin el
değiştirdiği mevzuunu, “üzerinde düşünülmeye değer” kıldı. TÜSİAD-MÜSİAD ?
AKP-CHP rekabeti bir yönüyle
de TÜSİAD-MÜSİAD rekabeti
midir?’ sorunsalını incelenmeye değer kılan bazı dolaylı ama
enteresan emareler Haziran’dan beri vuku bulmuyor değil. İstanbul sermayesinin çıkarlarının sembolik sözcüsü gibi
görebileceğimiz Hürriyet gazetesinin öteden beri ABD-AB-İsrail yanlısı duruşunu, Mavi Marmara felaketi sonrasında İsrail’le Türkiye arasındaki ortamı
ılımlaştırmaya yönelik örtük çabalarında yeniden gördük. Siyaset sahnesine o iddialı girişine
tezat oluşturur biçimde dış politika alanında ketum kalan Kılıçdaroğlu’nun ise aynı dönemde birkaç kez utangaç bir biçimde Türkiye’nin -geniş anlamıyla- Batı’yla ilişkilerinin zedelenmeden sürmesi gerektiği doğrultusundaki açıklamalarına şahit olduk. Ancak bu manzaraya bakarak
sanki bir yanda “Batı”, CHP ve
İstanbul sermayesi; diğer yanda
da AKP ve İslami sermaye varmış gibi bir zanna kapılmak son
derece yanlış olur. Fethullah Gülen’in Mavi Marmara konusunda hükümete “yanlış yaptınız”
mesajı vermesi ve Erdoğan’ın,
kendisinden beklenir bir kıvraklıkla, AKP iktidarı döneminde havayolunu kullanan insanların sayısının artmış olmasını
bile malzeme olarak kullandığı
propaganda sürecinde İsrail’in
adını ağzına almaması gibi örnekler, bu yazının sorunsalı
bağlamında başka alanlara bakmamızı gerektiriyor. Erdoğan ve İstanbul
sermayesi
Uluslararası politika faslını kapatmadan önce son bir not düşmek isterim. Türkiye’de büyük
burjuvazinin farklı fraksiyonları arasında kaydadeğer bir çatışma var mı sorusuna küresel
kapitalizm bağlamında cevap
aranırken, Ertuğrul Kürkçü’nün
Haziran ayında bir röportajda
serdettiği şu önerme üzerinde
çalışmak gerekiyor: “Tayyip Erdoğan’ın dengesizliği gibi görünen şeyler de, çoğu kez, onun
başında durduğu hareketin karmaşık doğası ve bileşimi dolayısıyla tamamen tüketilmiş olmayan ve birbirinin tam karşısında durmayan sermaye seçenekleri arasında salınmasıyla ilgili.
‘Avrasyacılar’ın saf dışı edilmesiyle Türkiye’de sermaye seçenekleri daha azaldı, ama teke inmedi. Bir tarafta Avrupa-ABD
seçeneği dursa da Osmanlıcılık
prizmasından geçirilmiş bir
Arap-İslam seçeneği de hâlâ bir
başka tarafta duruyor”. Bu önerme şu an itibariyle fazlasıyla şematik ve elde bunu
doğrulayacak ya da yanlışlayacak, en azından yaygınlık kazanmış bir veri yok. Bir takım
araştırmalarla, ampirik veriler
de toplayarak; Türkiye’de gerçekten de adıyla sanıyla, birbirinden ayrı ve farklı böyle iki
sermaye seçeneği var mı incelemek gerekiyor. Erdoğan referandum sürecinde
İstanbul sermayesini gerçekten
de çok açık bir biçimde hedef
aldı. Önce meşhur “bertaraflı”
sözler geldi: “Onlar gücünü sermayeden alıyor, biz gücümüzü
milletten alıyoruz (…) Senin paran olduğu kadar benim de arkamda milletim var. Anadolu
sermayesini daha samimi görüyorum. TÜSİAD kendisini çek
etsin. Bu Anayasa’yı beğenmiyorsa çıksın açıkça ‘hayır’ desin,
gerekçelerini de söylesin. Diyemiyorsan da çık açıkça ben bu
değişikliği destekliyorum de
(…) Çünkü bitaraf olan bertaraf
olur derler”. Kamu ihaleleri
İslamcılara
Gücünü milletten alma mevzuu
tam bir safsata tabii. Bir takım
gerçek veya kurgusal elitler yaratıp halk kitlelerine onları hedef göstermek, ezilmişliklerinin
müsebbibi olarak (haklı veya
haksız) onları göstermek, ancak
gücünü halktan falan değil, bir
takım sınıf ve zümrelerden alıyor olmak; işte tüm bunlar popülist siyasetin esas unsurları.
Konumuz popülizm değil ancak
AKP iktidarı gücünü tartışmasız
bir biçimde MÜSİAD ve TUSKON gibi kuruluşlarda örgütlü
İslami sermayeden alıyor, bu su
götürmez. Referandum sürecinde büyük burjuvazinin bu frak-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 23
Politika
siyonunun açık “evet”çi tavrı bunun en son örneğiydi. AKP’nin kanatları altında semiren bu sermaye fraksiyonunun
medyanın çok önemli bir kısmını “ele geçirmesi” (devlet desteğiyle Sabah grubunun Çalık Holding’e “verilmesi”, ele geçirme
terimini isabetli kılmaktadır),
hepimizin her an görüp duyumsadığı bir değişim. Süreci olumlayanlarca olan biten medyanın
tek-sesliliğinin sona ermesi olarak adlandırılıyor, ki bu çok yanlış bir tespit de değil, ancak bu
olguya bir ad vermek gerekirse
“medya vasıtasıyla toplum üzerinde liberal destekli bir muhafazakâr hegemonya kurulması”
demeyi şahsen meşrebime daha
uygun bulurum. Bu, meselenin
her an “görülen” kısmı. Daha az
görülen kısmı içinse Barış İnce’nin 10 Ekim tarihli BirGün’deki yazısındaki verilere
başvuracağım. İSO’nun 2009 Türkiye’nin en büyük 500 sanayi şirketi listesinde
MÜSİAD ve TUSKON üyesi
70’den fazla firma var. Bunların
31’i MÜSİAD’dan. 1990’da bu
sayı 8’di. 2007’de ise 23’tü. Bir
başka veri: İnşaat sektöründe
TOKİ ve EGYO’nun 2002-2007
arasında düzenlediği 16 milyar
TL değerindeki ihalelerin 10
milyar TL’lik kısmını MÜSİAD,
TUSKON, ASKON üyeleri ve hükümete yakın işadamları almış. Şu aralar televizyonda sürekli İslami finans kuruluşlarının KOBİ’lere, bunların ihracat yapmasını sağlayan ve ülkede istihdam
yaratan mali desteğini anlatan
reklamlar dönüyor (söz gelimi
İsveç’te bir mağazada Antep’in
kutnu kumaşını beğenen çiftin
olduğu reklam vs.). Adlarına katılım bankaları denen bu kuruluşlar KOBİ’lere yalnızca 2008’in
ilk 6 ayında 15 milyon TL tutarında kaynak sağlamış. 12 Eylül
halkoylamasından birkaç gün
önce ATV’ye yaptığı ve açık yüreklilikle Türkiye’de sermayenin
el değiştirdiğini “itiraf” ettiği
açıklamalarında Erdoğan da
Anadolu’nun yükselen sermayesinin küresel kapitalizmle bütünleşmesinden söz ediyordu: “Fakat isteseler de istemeseler
de (İstanbul sermayesinden
bahsediyor –B.C.) Türkiye'de artık sermaye ciddi manada el değiştirmeye başladı. Bu bizim için
çok önemli bir güven kaynağı.
Türkiye'nin dört bir yanında ihracat üç-beş sene öncesiyle mukayese edilmeyecek derecede
bir sıçrama gösteriyor. Şimdi bu
belki de zaman zaman bunları
ürkütüyor. Örneğin bir Konya'da,
Kayseri'de, Aksaray'da artık
dünyaca önemli markaların parçaları üretilir hale geldi. Şu anda
dünya ile bütünleşen bir Anadolu var. Bu da belki onları rahatsız ediyor, bilemem”. Erdoğan aynı röportajda İstanbul sermayesinin Anadolu sermayesini arasına almadığını
söylüyor, ancak “birlikte olursanız daha iyi sömürürsünüz” dercesine (bu tabii sadece sosyalistlerin görebildiği bir altyazı),
uzlaşma salık veriyordu: “Ama
biz isteriz ki niçin İstanbul sermayesi Anadolu sermayesi ile iç
içe olmasın. Burada yayılmayı
başarabilirsek bundan kazançlı
çıkan Türkiye olacaktır, Türk
milleti olacaktır. Bu yayılmadan
da endişe etmemek lazım”. Toparlayalım. Evet, 2011 seçimini kazanırsa AKP elbette kaynak dağıtımını, kaynak paylaşımını, elindeki devlet gücüne dayanarak büyük burjuvazi içindeki has destekçi ve dayanaklarına
yöneltmeye devam edecek. ‘Top
500’ listesinde 2009’da 31 olan
MÜSİAD üyelerinin sayısı
2014’te belki 41 olacak. Ama her
ne kadar İslami sermaye büyüyüp gelişse de, Türkiye’nin kökü
1920’lere yahut 50’lere uzanan
geleneksel sömürgenlerinin (ve
onların uzantılarının) önde gelen bazılarının üstüne vergi cezaları vs. bindirilse de, AKP’nin
sermaye sınıfındaki bağlaşıklarının gücü sınırlıdır. Söz gelimi
İslami bankaların bankacılık
sektöründeki payı yüzde 5’i bile
bulmaz. Pek çok “stratejik” sektörde yokturlar (enerji gibi).
Sürtüşmenin boyutu abartılmamalıdır, mevzubahis olan Erdoğan’ın sözleriyse bunlardaki popülizm payı da gözardı edilmemelidir, ve “bir noktada” bir tür
uzlaşmanın illa ki tesis edileceği
unutulmamalıdır. Yazının başında bahsettiğim arkadaşımın bir
öngörüsüyle bitireyim: “Gör bak
CHP’nin oyları yüzde 30’u bulursa Tayyip nasıl da öpüşüp sarılır Aydın Doğan’la”. Paris Komünü’nün sosyal cumhuriyete ilk adımı, düzenli ordunun lağvı:
1. Askere almak kaldırılmıştır
2. Paris’te Milli Muhafız dışında hiçbir askeri güç bulunamaz
3. Eli silah tutan bütün yurttaşlar milli muhafızın parçasıdır.
Sosyalistler
“Anayasa”ya
nasıl
yaklaşmalı
Demokratik ve meşru bir anayasada, yargı
dahil, hiçbir yönetsel organ, iktidar kullanma yetkisine sahip değildir; sadece kamu
hizmetini gerçekleştirmek için halkın özdenetimine açık şekilde örgütlenme/organize olma yetkisine sahiptir
Mustafa Çeçen
12 Eylül 2010 plebisiti, Türkiye Cumhuriyeti'nin mevcut
anayasası ve kurumları ile bir
dönüşümün içerisinde olduğunu açıkça görünür kıldı
ama “yeni anayasa” tartışmalarını bitiremedi. Bunun,
Adalet ve Kalkınma Parti-
si'nin (AKP) hegemonya hamleleriyle ilgili bir tarihsel bağlamı var ve olmaya devam
edecek. Türkiye Cumhuriyeti'ndeki
dönüşüm sürecinin cumhuriyetin ideolojik temelleri ile
küresel kapitalizmin gereklerinin, otoriter bir ılımlı İslam
ya da “yeni Osmanlı” cumhuriyetinde yeniden harmanlan-
4
24 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
4ması biçiminde ilerleme temayülünde olduğunu görmek için
kahin olmak gerekmiyor. Plebisitle kabul edilen anayasa
değişikliği paketinin, içeriği de
çok değil 13 Eylül günü fiilen
anlaşıldı: n Bu dönüşümü gerçekleştiren siyasal güçlerin önündeki
başta yargı olmak üzere kimi
kurumsal engellerin aşılması.
n 12 Eylül Anayasasını aşmak yerine bu dönüşüme uyarlayarak, yürütmeyi diğer erkler
karşısında tek belirleyici haline
getirmek.
Sosyalistler bakımından, boykot cephesinin 12 Eylül plebisitinde elde ettiği “göreli” başarının ve Kürt Özgürlük Hareketi'nin demokratik özerklik talebinin, yeni anayasa tartışmasını güncel tuttuğu bir sır değil.
Aksi durumda, sosyalistler için
yeni anayasa tartışmaları, esasen AKP'nin sersemletici hegemonya hamlelerinden biri gibi
görülebilir, bu denli önem taşımayabilirdi. Eski cumhuriyet
Türkiye'de “cumhuriyet”, cumhuriyetçi bir fikir olarak artık
sadece sosyal cumhuriyetçilik
olarak mümkün: 1984’ten beri
süren savaş ve AKP'nin hegemonya hamleleri, "Cumhuriyet" hakkındaki bütün düşleri
yerle bir etti... Buna üzülecek
değiliz; eski cumhuriyet, kendisinden türeyen tüm fraksiyonların -nihai amaç olarak bölgesinde alt emperyalist heveslerle herhangi bir kapitalist devletin iktidarına ayak basma hedefinde birleşmiş olan ılımlı İslamcı muhafazakarlar ile ulusalcı ve milliyetçi sağcılar, hatta
şovenizme düşmüş ulusal solcular- tümünün emekçilere ve
ezilenlere, özellikle de Kürt
Halkına karşı anonim terörizminden başka bir şey değildi.
Bu, bütün kirli işleriyle her zaman bir kapitalist devleti ayakta tutmaya yönelen sınıf hükümranlığın anonim terörüydü
ve AKP'nin “yeni cumhuriyet”inde de olmaya devam edecek.
İspatı bile gerekmeyen hakikat
ortada: Türkiye Cumhuriyeti
gerçekten siyasal kabuğunu
değiştiriyor. Bir Kurucu Meclis
eliyle Kürt Sorununun siyasal
ve demokratik çözümünü sağ-
lamadığı takdirde bu kabuk değiştirme sonunda ortaya çıkacak şey şu olacak: Cumhuriyetçi ve demokratik ideallere karşı giderek yozlaşan, çoğunluğun iradesini temsil ettiği demagojisine dayanan otoriter
bir tek parti devleti! Bu perspektiften bakıldığında,
Türkiyeli emekçilerin ve ezilenlerin tarihsel çıkarı şurada:
Bir sosyal cumhuriyete doğru
anayasal temellerini köktenci
bir şekilde değiştirmek koşulu
ile tam hak eşitliğine dayalı bir
Türk-Kürt Cumhuriyeti olarak,
Türkiye Cumhuriyetinin ademi
merkeziyetçi temelde yeniden
kurularak varlığını sürdürmesinde.
Demokratik özerklik
Kürt halkının çeşitli düzeylerdeki temsilcileri, Kürt özgürlük
hareketi kurumları, TBMM’deki milletvekilleri ve belediye
başkanları ile tutsak PKK lideri
Abdullah Öcalan’ın Kürtlerin
kendi kaderlerini tayin hakkı
bağlamında 1999’dan bu yana
sistematik bir biçimde ileri sürdüğü Türkiye Cumhuriyeti’nin
bugünkü sınırlarını esas alan
ve bu topraklar üzerinde yaşayan halkların özgür siyasi birliğini savunan “Demokratik Özerklik” önerisi, sosyal cumhuriyet perspektifinin hilafına olmadığı gibi onu güçlendiriyor.
Yeni anayasa tartışması da ancak bu bağlam içinde sosyalistler tarafından içeriklendirilebilir.
Eski cumhuriyet AKP'nin hegemonya hamleleriyle restore
edilmeye çalışılırken, 12 Eylül
Anayasasını çöpe atacak yeni
anayasanın toplumun tüm kesimlerinin, ama öncelikle emekçilerin ve ezilenlerin doğrudan temsilcilerinin yer aldığı, özel olarak da Kürt Halkının
meşru temsilcilerinin adil şekilde temsil edildiği bir Kurucu
Meclis tarafından yapılabileceğinin propaganda edilmesi görevi bu somut gerçekten doğuyor. Kısa ve orta vadede güncelliğini sürdürecek gibi görünüyor. Ancak böylece, bugün de
mücadele konusu olmayı sürdüren, meşru ve demokratik
bir anayasa tartışmasına devrimci temelde yükselen bir
propaganda eşlik edebilir.
Kürt sorunu
Süre giden çatışma nihai olarak
sonlandırılmadan Kürt sorununun barışçı ve demokratik bir
biçimde çözülemeyeceği ortada. Çatışmanın sonlandırılması
savaş sebeplerinin giderilmeye
başlandığına dair somut göstergelerin görünür kılınmasıyla yakından ilgili. Bu bağlamda,
SGPH 1. Konferans Kararlarında vurgulandığı üzere, Kürtlerin kimlik ve varlıklarının tanındığının tescil edilmesi; ilk
elde “bağımsızlığın teminatı”
kabul edilen Lozan Antlaşması’nın, Türkçeden gayrı anadil
sahiplerinin hak ve özgürlüklerini güvenceye alan bütün hükümlerinin ayrımsız ve şartsız
uygulanması; savaş ve insanlığa karşı suçları dışarıda bırakan bir Genel Af ilanı; operasyonların karşılıklı olarak durdurulması; PKK silahlı güçlerini Türkiye sınırı dışına çıkartırken, devletin de “terörle mücadele” amacıyla bölgeye sevk ettiği güçleri asıl yerlerine döndürmesi; koruculuğun tasfiyesi
ve taraflar arasında çok yönlü
müzakerelerin başlatılması çatışmanın çözümü açısından yaşamsal önemdedir.
Bu temel adımların ancak Kurucu Meclis’in hazırlayacağı
meşru ve demokratik anayasanın nasıl olabileceği tartışması
içinde şekillenebileceği sır değildir: Yeni anayasa tartışmalarının yönü, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkının içinde
gerçekleşeceğini öngördükleri
“demokratik özerkliğe”, “ademi merkeziyetçi” bir tarzda
“cumhuriyet”i yeniden kurmaya çevrilmek zorundadır. Kurucu meclis
Çoğulcu, çok kimlikli, özyönetimci, temel hakların yanı sıra
ikinci, üçüncü ve dördüncü kuşak hakları da tanıyan demokratik bir yeni anayasayı ve bu
anayasayı yapacak bir Kurucu
Meclis’i öngerektiren bir rejim
değişikliğini ima eden yeni anayasa talebi, yalnızca Kürt halkının değil toplumun büyük çoğunluğunun, emekçilerin, kadınların, Alevilerin de özgürlük
ve demokrasi taleplerinin yükseltilmesi için de elverişli bir siyasal çerçeve oluşturmaktadır. Her eşikte, meşru ve ezilenler
ile emekçilerin lehe temsil ka-
nallarının açık olduğu bir Kurucu Meclis çağrısına dönmeyen ve bu çağrıyı içermeyen
hiçbir “yeni anayasa tartışması” sosyalistler için cazibe merkezi olamayacağı gibi; sosyalistler de bu türden bir yeni
anayasa tartışmasına taraf olmazlar, olmamalıdırlar.
Ezilenlerin ve emekçilerin temsil edildiği Kurucu Meclis çağrısı, meşru ve demokratik bir yeni anayasanın temel nirengi
noktasıdır. Ancak bu nirengi
noktasından sonra, bu türden
bir anayasa tartışması için bazı
genel başlıklardan söz edebiliriz. Demokrasi
Demokratik biçimler, demokratik yönetim ve denetimin açığa çıkış koşullarıdır. Yeni anayasa tartışmalarında, her türden yönetsel yetkilerin ve temel toplumsal/siyasal/iktisadi
tercihlerin -toplumsal zenginliğin adil paylaşımı için, pozitif
ayrımcılığın sağlanabilmesi,
toplumsal önceliklerin tespit
edilerek toplumsal tercihlerin
belirlenebilmesi vb. için- halkın
özyönetimine dayanan biçimler içinde şekillenmesi ve halkın özdenetimine açık olması
savunulmalıdır. Devletin merkezileşmiş olarak
kullandığı ancak coğrafi-tarihsel-siyasal bakımdan yerelleşmiş bir topluluğu (köy, ilçe, il,
bölge vd.) ilgilendiren yetkilerin tümü, demokratik bir özyönetim çerçevesinde oluşacak
yerinden yönetim organları ile
o topluluğa devredilmelidir.
Fransız Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 16. Maddesinde belirtildiği üzere, “Anayasaya sahip
olmayan toplumlarda, haklar
güvence altına alınamaz ve
kuvvetler ayrılığı gerçekleştirilemez.” Merkezi yönetimin esas
denetimi halkın özyönetimi ve
denetimi ise de, merkezi yönetimin kullandığı yetkilerin ister
bir mecliste, ister bir kurulda,
ister bir kişide toplanması demokratik ve meşru bir anayasa
içinde kabul edilemez. Merkezi ve yerinden yönetim
kamu hizmeti temel ilkesine
dayanmalıdır: Kamu hizmeti
söz konusu olduğunda, ister
merkezi ister yerinden yönetimde, hiçbir yönetsel organ,
çoğunluğun ya da halkın ya da
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 25
Politika
başka bir soyut iradenin temsilcisi değildir; anayasada düzenlenmiş yönetsel organların tümü halkın özyönetimi
ile oluşmalı ve kamu hizmeti
temel ilkesine dayanmalıdır.
Demokratik ve meşru bir anayasada, yargı dahil, hiçbir yönetsel organ, iktidar kullanma
yetkisine sahip değildir; sadece kamu hizmetini gerçekleştirmek için halkın özdenetimine açık şekilde örgütlenme/organize olma yetkisine
sahiptir.
Temel haklar
Fransız Devrimi ile ilan edilen
başta olmak üzere tüm hak
bildirgelerinin ve ileri unsurlar içeren diğer uluslararası
sözleşmelerin -İnsan Hakları
Evrensel Bildirgesi, Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi ve
tüm Ek Protokolleri, BM Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi, BM Çocuk Hakları Sözleşmesi, Avrupa Sosyal Şartı,
ILO Sözleşmeleri vb.- içerdiği
haklar yanında, temel geçim
koşullarının sağlanması, barınma, eğitim, sağlık, ekolojik
yıkımın durdurularak insanların yaşanabilir ve sağlıklı
çevresel koşullarda yaşaması
hakları, Cochobamba’da kabul edilen Doğa Ana Hakları
Bildirgesi, demokratik ve
meşru bir anayasanın olmazsa olmaz haklar çerçevesinin
ana başlıklarıdır. Demokratik ve meşru bir anayasa, temel hakları burjuva
hukuksal eşitlik varsayımından türetmekle yetinemez.
Emekçiler ile ezilenler lehine
pozitif ayrımcılık ve de özellikle ekolojik yıkımın önlenebilmesi için mülkiyet hakkının pozitif ayrımcılık temelinde kısıtlanması, demokratik
ve meşru bir anayasada temel
bir kamu hizmeti ilkesidir.
Bu yöntem ve bağlam içinde
kalmak koşulu ile, yeni anayasa tartışmalarının sol için bir
dizi propaganda olanağı yaratabileceği söylenebilir. Elbette, kendimizi bazıları gibi “darı ambarındaki tavuk” sanmadığımız, gelişmelerin demokrasinin derinleşmesi yönünde
değil, kısıtlanması yönünde
olduğunu unutmadığımız sürece... Üniversitede
başörtüsü tartışması:
Bir hegemonya aracı
Sorunu "yasakçılık/özgürlükçülük" ikiliğine dayalı bir söylemden çıkarıp, emek eksenli ve kadın özgürleşmesini merkeze alan daha derinlikli bir siyasi zemine taşımak gerek Özgür-Der’in “kadın dostu”(!) erkekleri, başörtüsüne özgürlük için Diyarbakır’da dayanışmada
Gülseren Adaklı
1980’li yıllarda yükselen yeni
sağcı retorik, ‘söz-eylem’, ‘eskiyeni’ gibi ikilikler üzerine kuruldu toplumsal muhalefetin
ezilmesinde önemli bir rol oynadı. Darbecilerin iktidara taşıdığı ve ANAP lideri Turgut
Özal’da simgeleşen bu gerici
söylem , 2000’li yıllarda aktörünü AKP’de buldu. Son yıllarda,
Özalcı retoriği anımsatırcasına
şu ikilikler üzerinden inşa edilen kamusal söylem, gerçek bir
özgürleşme (emancipation)
olanağının önündeki en önemli
engellerden biri haline geldi:
Laik-antilaik, darbeci-demokrat, militarist-antimilitarist,
kemalist-islamcı, türban yanlısı/türban karşıtı, vb... Mukte-
dirler arası değil, sıradan insanların da katılabileceği, asgari
demokratik koşulların sağlandığı bir kamusal tartışma ve dolayısıyla toplumsal özgürlük
için, hakim medya aracılığıyla
pekiştirilen bütün bu ikiliklerin
oluşturduğu yarılmayı aşmamız gerekiyor. Bu tartışmanın temel kavramlarından biri, değişik kesimlerin değişik anlamlar yüklediği
ve artık simgesel düzlemde
analitik değerini yitiren, dolayısıyla “türban” meselesini açıklamamıza ve veri koşullarda çözüm önermemize izin vermeyen, bu yarılmayla birlikte tarihsel bağlamını yitiren “özgürlük” sözcüğü. Sosyalistler, üniversitede başörtüsünün evrensel özgürlük meselesi olmadığı-
nı kabul ederken, üniversitede
baş örtmenin ya da açmanın
burjuva kamusal alanındaki diğer kurallarla bağıntılı bir mesele olduğunu ve sosyalist bir
mücadelenin saflaşabileceği bir
zemin olarak kurgulanmaması
gerektiğini fark etmeliler. Kadın
öğrencilerin üniversiteye başörtüsüyle girebilmesi, kapitalist bir toplumsal formasyonda,
başka bir deyişle burjuva kamusal alanındaki sınırlar ve
serbestiler diyalektiği içinde
serbest olmalıdır. Bunu söylemek, başörtüsü savunuculuğu
anlamına gelmez. Ancak öte
yandan üniversitede başörtüsü
meselesi, çok uzun zamandan
beri bir hegemonya aracı olarak iş görmektedir. Burjuvazi
YÖK’ün kuruluşundan bu yana
genel olarak kadınların üniver-
4
26 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
4sitede başörtüsü takıp takmaması konusunu farklı momentlerde ya laiklik karşıtı bir
davranış, ya da evrensel bir özgürlük meselesi olarak işaretlemektedir. Bugünkü siyasi iktidar daha ziyade ikincisini, yani üniversitede başörtüsü meselesini bir özgürlük talebi gibi sunarken, beri yanda bilimsel özerklik, akademik özgürlük ya da parasız eğitim gibi en evrensel eşitlik taleplerini, hem de çoğu kez doğrudan kolluk
güçleriyle bastırmakta bir beis görmüyor.
“Yasak olmayan bir giysi nasıl
serbest bırakılır?”
Üniversitede türbanı yasaklayan bir yasal
kaide yokken bu kadar fırtına kopması,
meselenin salt ‘bez parçası’ ya da ‘yapay
gündem’ değil, bir hegemonya mücadelesinin parçası olduğunun önemli bir kanıtı.
Ortada –üniversitelerin aldıkları kararlar
dışında- bir yasak yok ama hem yasağa
karşı olanlar, hem de karşısına dikilenler
sanki varmışçasına konuşabiliyor. Bu tuhaf
durumu Dr. Murat Sevinç şöyle özetledi:
“Yasak olmayan bir giysi nasıl serbest bırakılır?” Öyle bir bırakılır ki, aklınız dimağınız şaşar. YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın
son hamlesi , tam da böyle bir ironiyi yansıtıyor. Bu hamlenin ardından bazı ailelerin kızlarını başörtüsüyle ilkokula götürmesi üzerine Özcan, “bu bizi ilgilendirmez”
diyebildi. Bu kadar basit mi? Üniversite sisteminin en tepesinde oturan bir profesör,
geçerli hukuk düzeni açısından çocukların
belli bir yaşa gelmeden pek çok konuda kamusal sınırlılıklar içinde hareket edebildiğini, mesela 18 yaşından önce şirket kuramayacağını ya da evlenemeyeceğini biliyor
ama bacak kadar çocuğun başını örtmesiyle ilgili olarak sessiz kalabiliyor. Hegemonya mücadelesi bu tip akrobasilerle yürüyor…
Bir gazeteci, “türbana özgürlüğü” şartlı kabul edenleri “toplumsal taleplerin bir kısmını kaale almadıkları” gerekçesiyle “ahlaken” eleştirebiliyor , başörtüsünün ilköğretimde de kamuda da serbest olmasını isteyen milyonlarca insanın olduğunu bir hakikat olarak isimlendiriyor. Gazetecinin hakikat kavramına yüklediği anlam oldukça
manipülatif, zira burjuva kamu düzeninde
geçerli şu basit olguları görmezden geliyor:
nToplumsal talepler ilke olarak sınırsızdır
ve kamu otoritesi bunlar arasında bir hiyerarşi kurar. Eğitim, sağlık, çalışma, ifade talebi gibi bazıları bütün toplumun yararı
adına öncelikli olarak ele alınır, bazı talepler ise, mesela demokratik toplum idealine
bir tehdit oluşturacağı için reddedilir n Her toplumsal talep özgürlükçü olmak
zorunda değildir. İlkokuldaki çocuğu örtmek için bu kadar çaba gösteren bir zihniyetin “toplumsal talebe saygı” iddiası, yürekten bağlı oldukları liberal değerlerle de
uyuşmuyor ama tutarlılık bu kürsüde mühim bir değer sayılmıyor…
Kadınların örtünmesi temelde
bir erkek talebi
Türkiye, kadına yönelik ayrımcılığın gerek
mevzuatta, gerekse uygulamada had safhaya vardığı bir ülke. Mevzuatta da uygulamada da devletin ve kamunun üzerine
düşen basit görevleri dahi savsakladığını
görüyoruz. Ve elbette insan düşünmeden
edemiyor. Namus cinayetlerinin bu kadar
yoğun olduğu, cinsel şiddetin her türlüsünün medyada kendisine daha fazla yer bulduğu, hatta medya tarafından kışkırtıldığı
bir ülkede Hükümet, kadının özgürleşmesinden neden sadece “örtünme” özgürlüğünü anlıyor? Açıkça söylemek gerekirse,
AKP, kadının özgürleşmesini filan asla istemiyor. Tam da tersine, derin sınıfsal eşitsizliklerin hüküm sürdüğü bu coğrafyada
tutsaklığı, boyun eğmeyi, erkek egemenliğinin bekasını, geleneksel ahlaki değerler
ve onun en önemli unsurlarından biri olan
kadın bedeni üzerinden yaptığı hamlelerle
sağlamaya çalışıyor. Çünkü AKP tarafından
hayata geçirilmeye çalışılan neoliberal uygulamalar bir bütün olarak kadını, sosyal
alanda eşit yurttaş olarak pozisyon almaya değil, eve hapsolmaya, en az 3 çocuk doğurmaya ve erkeğe hizmet etmeye zorluyor . “Taşra” üniversiteleri
Türban tartışmalarında sıkça gündeme gelen itirazlardan biri, meselenin metropol
ve taşra üniversiteleri açısından farklı boyutları olduğudur. Bu tip tartışmalarda genellikle "mahalle" ya da cemaat baskısının
elle tutulur olduğu coğrafyalarda başörtüsü meselesinin daha ağır bir baskı unsuruna dönüştüğü söylenir. Ancak Hakkari ile
Aydın’ı, İzmir’le Erzurum’u üniversite sorunları açısından karşılaştırdığımızda, meseleyi sadece bir taşra, yani bir cemaat egemenliği meselesi olarak değil çok daha karmaşık sosyoekonomik, sosyokültürel örüntüler silsilesi olarak görmek zorundayız.
Çünkü bunların tamamını "taşra" adı altında birleştirerek, islamcı gericiliğin kalesi
olma durumunu salt türbana bağlamak,
YÖK merkezli eğitim sisteminin bir bütün
olarak yarattığı katmerli sorunları indirgemek anlamına geliyor. Taşra üniversitesinin ya da üniversitenin
taşralaştırılmasının dinamikleri çeşitlidir
ve burada biricik problem, “türban” değildir, esaslı problem, 12 Eylül rejiminin bu
topluma verdiği en büyük zararlardan biri
olan YÖK cenderesi içinde bir bütün olarak
üniversitelerin “taşralaştırılmasıdır.”
Üniversite ve başörtüsü
Üniversite eğitimi, o güne kadar ana-baba
kontrolünde yaşayan, eğitimini tamamladıktan sonra da devlet ya da sermayenin
kontrolüne girmesi yüksek ihtimal olan
genç insanlar için, aile kontrolünden bir ölçüde çıkabileceği, başını örtüp örtmeme
konusu dahil, kendi hayatı ve bedeni üze-
rinde kontrolü yine belli sınırlar içinde olsa dahi ele geçirebileceği bir imkan olarak
da düşünülmelidir. Ancak bu imkanın ona
sunulması gerekir. Zira gerçek özgürlük
imkanı, serbest bırakmak kadar, kaynak
yaratmak ve sunmakla ilişkili bir meseledir. Bu bağlamda kamu yöneticisi, üniversiteye başörtüsü ile girmek isteyenlere olduğu
kadar, dinsel ya da başka türden hiçbir zorlayıcı kurala bağlı olmak istemeyen, polisin
giremediği bir üniversite ortamını savunan
genç insanlara da özgürlükçü bir ortam
sunmalıdır. AKP Hükümetinin pek çok
alanda hegemonik hale gelmesinde önemli payı olan liberal solcular, bu eşitlik talebine adeta gözlerini ve kulaklarını kapatmakta, YÖK kuşatması altında yaşayan üniversite sisteminin en önemli özgürlük sorunlarına ilgi göstermemektedir.
Burjuva siyaseti bir yönetme aracı olarak
toplumsal imgelemin tam ortasından yarılmasına, kısır bir düalist yaklaşımın bütün bir siyaseti kolonize etmesine; gerçek
toplumsal çelişkilerin, en temel eşitsizliklerin gözlerden ve zihinlerden uzak tutulmasına, kamusal tartışmanın kısırlaştırılmasına yol açan bir dil ve söylemi getirip
önümüze koyuyor. Bu kutuplaştırıcı dile
ortak olan kimi sol kesimler, örneğin "karanlığa karşı aydınlık" söylemi ile bu kısırlaştırıcı söylem siyasetine çekilebiliyor. Bu
tavır, Türkiye'de emekçi sınıfları kazanmak
ve sol siyasete yol açmak adına anlamlı görünmüyor. Bağlantılı olarak, üniversitenin
başörtülü kadınlara kapatılmasını savunan
bu yaklaşım, hem cinsiyete dayalı ayrımcılığı kışkırtıyor, hem de siyaseten anlamlı
bir tutamak sağlamıyor.
Meseleyi "yasakçılık/özgürlükçülük" ikiliğine dayalı bir söylemle açıklamak, sadece
bugünkü hükümetin değil, ana ve yavru
muhalefet partilerinin de işini kolaylaştırıyor. Bu yüzden bu tür ikili karşıtlıklardan
ziyade, emek eksenli ve kadın özgürleşmesini merkeze alan daha derinlikli bir siyasi
zemin üretmemiz gerekiyor… AKP Hükümeti; Kürt sorununda, zorunlu
din derslerinin kaldırılması ya da çalışanların özlük hakları konusunda ve doğanın
tahribatına yönelik sermaye girişimlerine
pervasızca destek verirken yaptığı gibi, başörtüsü konusunda da manipülasyon bombalarıyla çalışıyor. Sosyalistlerin öncelikle
yapmaları gereken şey, bu manipülasyon
bombalarına karşı güçlü ideolojik ve politik mevziler oluşturmaktır. Türban sorunu
adı altında birleştirilmeye çalışılan, toplumu tehlikeli biçimde kutuplaştıran , kutuplaştırdığı ölçüde de somut gerçekliklerden,
somut sosyolojik olgulardan, araştırmaktan ve dolayısıyla değiştirmekten uzaklaştıran siyaset dilinden kopmak bir zorunluluktur.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 27
Emek
Ev işçileri: “Her yerdeyiz
ama devlet bizi görmezden
geliyor”
Ev işçilerinin sorunlarını ve örgütlenme çabalarını Yeşim Dinçer, Gülhan Benli ile konuştu Gülhan Benli on yedi yıldır ev şçisi ve hala sigortasız çalıştırılıyor
Ev işçileri, hâkim medyanın
gündemine köşe yazarlarının
cinsiyete ve sınıfa dayalı ayrımcılıklarını âdeta bilinçsizce dışa
vuran yazılarıyla gündeme geldi. Önce Hürriyet’in moda yazarı Sibel Arna, denize girmek,
dalış kursu almak isteyen çocuk bakıcısına köşesinden ateş
püskürdü: “Ben o kadının kafasını dalış tüpü olmadan suya
gömerim!”
Ardından, Sabah’ın “yüksek”
kültür erbabı Hasan Bülent
Kahraman, “Kadın bulmak zor
iştir” diye başlayan bir yazı kaleme aldı. Buna göre, eve temizliğe gelen kadınlar, “lakayıt,
laubali, serkeş, sakar, dikkatsiz
ve özensiz”diler; usul erkan nedir bilmedikleri gibi sık sık da
hamile kalıyorlardı. Kahraman
derdini gayet rafine bir dille (!)
ifade etmekteydi: “Açıkçası sorun büyük: Kadın arıyorum.” “O kadınlar” kim? Gülhan Benli’ye sorduk
Gülhan, hoş geldin. Biz seninle neredeyse beş yıldır
arkadaşız. Okurlarımıza da
kendini tanıtır mısın? Kaç
zamandır ev işçisi olarak çalışıyorsun?
Neredeyse on altı veya on yedi
yıldır ev işlerinde çalışıyorum.
Çocuk gelişimi mezunuyum fa-
kat yerine göre çocuk da baktım hasta da. Yeri geldi temizliğe de gittim. Hep sigortasız mı çalıştın?
Hemen hemen evet. Çaycılık ya
da büro işçiliği yaptığım kısa
dönemler haricinde hiç sigortalı olmadım. Evinde çalıştığım
hiçbir işveren –talep etmeme
rağmen- beni sigortalı yapmadı. On yedi yıl sonra sıfıra sıfır,
elde var sıfır. Gene “tabana kuvvet, koluma kuvvet, beynime
kuvvet” diyerek ya ev temizliğine ya da çocuk bakmaya gidiyorum.
Ev işçilerinin örgütlenmesinde aktif rol aldığını biliyoruz. Nasıl başladı bu mücadele?
Bizim de haklarımızı savunacak ve sosyal güvenliğimizi sağlayacak bir örgütümüz olması
gerektiğinin hep farkındaydım.
Fakat “henüz zamanı değil, henüz yeri değil” diyerek erteliyordum bu düşünceyi. Sonunda 2009 yılında DİSK Genel
Başkanı Süleyman Çelebi’yi
aramaya karar verdim. Telefon-
la kendisine ulaşamayınca oturduğu evi buldum ama oradan
taşınmıştı. Niye arıyordun?
Nasıl ve nerede, ne şekilde örgütlenmemiz gerektiğini sormak ve yardım almak için. Sonunda, konuşmacı olarak katıldığı bir konferansta yakaladım
onu. Derdimi anlatınca bana telefon numarasını verdi. Bu arada bir ev işçisi daha bulmuştum
yanıma. DİSK’le görüşmeye iki
kişi gittik. Genel-İş sendikasında örgütlenme çalışmalarımıza
başladık. Çok geçmeden yirmi
beş kişi kadar olmuştuk. Eylemlerimiz de oldu bu arada. Çalıştığı evden ücretini ve eşyalarını
alamadan kapı dışarı edilen bir
arkadaşımızın hakkını aramak
üzere savcılığa suç duyurusunda bulunduk; basın açıklaması
yaptık.
Sizinle ilgili ilk haberleri basında o zaman gördük.
Evet, ancak bir süre sonra kendimizi ileriye taşımak için sendikal formun yeterli olmadığı
ortaya çıktı. Sendikal faaliyetin
4
Göçmen ev işçileri
“Türkiye’de 10 binin üzerinde
yabancı uyruklu kadın ev işlerinde, hasta ve çocuk bakımında çalışıyor. Amacımız
onları da kapsayabilmek. Bazılarıyla zaten temas halindeyiz. Konuştukça sorunlarımızın ortak olduğunu, aynı
kaderi paylaştığımızı anlıyoruz. Üstelik kaçak çalıştıkları
için sömürüye, cinsel istismara büsbütün açıklar. Daha
geçenlerde, gazetede gördükleri bir ilan üzerine Bahçelievler’e iş görüşmesine gi-
den Özbek ve Türkmen uyruklu iki kadın, bir apartmanın bodrum katında günlerce
tecavüze uğradı. Evlerin hem
içi hem de dışı tehlikeli göçmen kadınlar için. İzin günlerinde sokağa çıktıklarında taciz ediliyor, dayak yiyor, paraları ve cep telefonları ellerinden alınıyor. Türkiye’de oturma ya da çalışma izinleri olmadığından şikayetçi de olamıyorlar. Ne kötülük görseler,
yapanın yanına kâr kalıyor.”
28 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Emek
4önündeki yasal engeller nedeniyle biz de
“dernek”leşmeye karar verdik. Şu anda
faaliyetimizi “dernek girişimi” olarak sürdürüyoruz. Hedefleriniz ve talepleriniz neler?
Sadece İstanbul’u değil bütün Türkiye’yi
kapsayan bir örgütlülülüğü hedefliyoruz.
İstanbul’dan Adana’ya, Bodrum’dan Diyarbakır’a uzanan bağlantılar kuruyoruz. Taleplerimize gelince, öncelikli talebimiz “işçi” olarak tanımlanmak. Çünkü Çalışma
Bakanlığı, yasalar ve Hükümet, bizi “işçi”den saymıyor.
Nedir peki sizin yasal statünüz?
Hiçbir şey değiliz biz. Aslında her yerdeyiz
ama devlet bizi görmüyor. Emeğimizi de
bizi de yok sayıyor ve görmezden geliyor.
Acı olan, Çalışma Bakanlığı’nın İş-Kur’a
bağlı istihdam bürolarını çoktan kayıt altına almış olması. Hangi ev işçisi, nerede,
hangi sitede, hangi villada çalışıyor; üç ayda bir büronun gönderdiği listelerde tek
tek dökülüyor. Bakanlık, bizim sırtımızdan
para kazanan işçi simsarlarının faaliyetinden pekâlâ haberdar. Fakat işçiyi kayıt altına almaya yanaşmıyor. Kısacası, varlığımız
devlet tarafından bilinen bir sır. Nasıl çalışıyor bu istihdam büroları?
On beş veya yirmi kişiyi bir yere toplayıp
işverenle görüştürüyorlar. Kimi zayıf olduğu kimi de şişman olduğu için beğenilmiyor. Zayıflar, “gücü, kuvveti yok” diye, şişmanlar da hantal oldukları için veya “çok
yemek yer” kuşkusuyla eleniyor. Mülakatın sonucuna göre içlerinden biri işe alınıyor. Kimi işverenler, “Alevi istemiyorum",
Kürt ya da kapalı istemiyorum” diye baştan belirtiyorlar. Alevi bir arkadaşımız
kimliğini gizleyerek gittiği evden geri çevrildi örneğin.
Açıktan açığa soruyorlar mı bunu?
Alevilerin pişirdiği yemek yenmez, demlediği çay içilmez diye bir önyargı var ya.. Alevi olup olmadığını test etmek için imsak
vaktini sormuşlar bizimkine. Bilememiş!
İşveren bu kadar ince eleyip sık dokuyor. Peki sizin için hiç tanımadığınız insanların evinde çalışmanın bazı riskleri yok mu?
Olmaz olur mu! Sibel Arna’nın, Hasan Bülent Kahraman’ın yazıları nelerle karşılaştığımız konusunda bir ipucu veriyor aslında. Bizim de günde bir saat yemek molasına, dinlenmeye ihtiyaç duyabileceğimiz
kimsenin aklına gelmiyor. Taciz ya da tecavüz gibi daha ağır şeyler de yaşanabiliyor.
Yatılı çalıştığı evin oğlu tarafından tecavüze uğrayan bir arkadaşımızın davası halen
sürüyor örneğin. Hamile kalanlar; ailesi tarafından reddedildiği için sokağa düşenler
var. Çok teşekkür ediyor; size mücadelenizde başarılar diliyoruz.
Güvencesizlik: Ölüm
gösterip sıtmaya ra
Güvencesizlik, “eğitimsiz ve niteliksiz” çalışanların maruz kaldı
değil. “Kiralık işçi büroları”nın yasalaşmasıyla asli çalışma biçim
Güvencesiz çalışmaya karşı Galatasaray’da işçi gösterisi. Tek başına direnerek çıkarıldığı işine ger
Gaye Yılmaz
Her ne kadar işçi sınıfının yalnızca sınırlı bir grubunu ilgilendiren bir konu gibi
algılansa da güvencesiz çalışma (precarious work) bütün dünyada hızla egemen çalışma biçimi haline gelmekte olduğu görülmektedir. Konuyla ilgili pek
çok farklı algılama biçimi ve varsayımların bulunması çözüm ve yaklaşımların
da çeşitlenmesine yol açmaktadır. Yanılsama alanlarından bir tanesi, güvencesizlerin nitelikleriyle ilintilidir. Bu varsayıma göre, güvencesizler toplumun eğitim açısından en geriden gelen ve sırf bu
nedenle güvencesiz koşullarda çalışan
kesimini temsil etmektedir. Aynı tez, eğitim düzeyleri arttıkça güvencesiz olma halinin de yavaş yavaş
kendiliğinden kaybolacağını savunmak
zorundadır. Oysa gerek Türkiye gerekse
dünyada giderek yaygınlık kazanan gelişmeler en eğitimli grupların da artan
oranda güvencesiz çalışma gerçeğiyle
karşı karşıya kaldığını göstermektedir.
Ataması yapılmayan öğretmenler, üniversitelerdeki 50-D, ya da benzeri pratiklerin mağdurları, geçici iş sözleşmele-
riyle istihdam edilen mühendisler, günde
10-12 saat, haftada 6 gün üzerinden haftada 60 saatin üzerine çıkan çalışma sürelerinin “eğitimli mağdurları” mimarlar
ve daha nicesi eğitimle bağlantılı tezlerin geçersizliğini ortaya koymaktadır.
Benzer şekilde ABD, AB ve diğer gelişmiş
bloklardaki eğitimli emekçilerin durumu
da başta kiralık işçilik olgusu yüzünden
olmak üzere büyük bir hızla kötüleşmektedir. “Güvencesiz çalışma”dan ne
anlamalıyız?
Genel bir kavram olması dolayısıyla “güvencesizlik” kavramının alt başlıklarına
şöyle bir göz atmakta yarar var. Burada
sorun sadece ücret düzeyleri ile ya da çalışma statüsüyle ilgili değil. Düzenli işçi
olarak tanımlanabilecek ve hatta ücret
düzeyleri de görece iyi olan işçiler için de
güvencesizlik söz konusu olmakta; örneğin onlar da her an kapının önüne
konma riskiyle karşı karşıya bulunmakta, yaşamlarını planlayamamaktadır. Aynı grupta, emekçiler arası rekabetteki artışın yol açtığı oldukça yüksek düzeyde
yabancılaşma, üretim sürecindeki öne
geçme yarışı yüzünden ölümüne çalışma
veya hastalık durumunda bile çalışmaya
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 29
mü
azı etmek
ığı, geçici ve marjinal bir durum
mi haline gelebilir
bu ile sınırlanamayacağı daha kolay anlaşılmaktadır.
Kadınlar, göçmenler, Kürtler
Bir diğer önemli boyut ise, ülkemizde henüz yaygınlaşmamış olan ama yasa tasarısı hazır bekletilen “kiralık işçi büroları” olgusudur. İşçi sağlığı ve iş güvenliğinden ücretlere, çalışma sürelerinden sendikal örgütlenmeye ve grev hakkına varana kadar
işçi olmanın bütün hallerini etkileyen bu
olgunun yasal düzenlemeyle asli çalışma
biçimi haline gelmesi güvencesizliği bugünden öngöremeyeceğimiz boyutlara taşıyacaktır. Öyle ki kiralanan işçiler kiralandıkları işverenlerden hiçbir hak talep edemezken; tek muhatapları işçi kiralama büroları olacak, pratiğin iyice yaygınlaşması
halinde grev ve kolektif eylem tamamen
tarihe karışabilecektir. Diğer yandan işçi sınıfının genel resmini çıkarma çabaları, en güvencesiz çalışma biçimlerinin birincil öznelerinin kadınlar,
göçmen işçiler, -Türkiye söz konusu olduğunda- Kürt kimlikli emekçiler olduğu gerçeğinin gözden kaçırılmasına yol açma riski barındırmakta, bu farklılıkların öne çıkarılması özel bir önem atfetmektedir.
Başbakanın, en korumasız işçilerin Kürt
emekçiler olduğu gerçeğinin dile getirilmesi karşısında “o zaman biz de bu işleri
Gürcü işçilere yaptırırız, Kürt kardeşlerimiz mağdur olmamış olur” şeklindeki söylemi de tezimizi doğrulamaktadır. Başbakanın güvencesizliğe karşı geliştirilen tepkilere verdiği yanıt son derece açıktır: Ya
güvencesiz çalışmayı kabul eder ya da işsiz kalırsınız… Başka bir deyişle kitleler
ölüm gösterilip, sıtmaya razı edilmektedirler. Güvencesizlik saldırısına karşı
ortak örgütlenme: Forum Girişimi
ri dönen Türkan Albayrak da yoldaşlarıyla birlikte
devam etme gibi olgulara sıkça rastlanmaktadır. Güvencesizlik kavramı içine dahil edilmesi gereken diğer durumlardan biri de çalışma koşulları ile ilintilidir. Asıl işin farklı
taşeron firmalar arasında paylaştırılması,
çalışma ve dinlenme zamanı arasındaki
ayrımı giderek muğlaklaştırıp görünmez
kılmaktadır. Örneklemek gerekirse, Almanya’da Real isimli marketler zincirinde
günde 7 saat çalışan bir işçi, bu 7 saatlik
çalışması sırasında bir kez bile kahve molası alma hakkının bulunmadığını belirtmektedir. Yaptığı iş aynı olmasına rağmen
bu işi iki ayrı taşerona yapan, ücretini de
iki ayrı patrondan alan bu işçi her bir taşeron için günde 3.5 saat çalıştığını; ama
Almanya yasalarına göre sadece belli bir
işi aynı işveren altında 4 saat süreyle yapan işçilerin kahve molasına hak kazandıklarını, kendisi 3.5 saat çalıştığı için bunu hak etmediğini söylemektedir.
Güvencesiz olma halinin bir diğer boyutu
ise ücretlerin düzeyi ile değil, zamanında
ödenip ödenmemesiyle, ya da işçilerin sağlık sorunları sırasında işverenin hiçbir sorumluluk üstlenmemesi ile ilgilidir. Kavramı bu en geniş tanımıyla ele aldığımızda
olayın neden işçi sınıfının marjinal bir gru-
İstanbul’da 2010 yazında yukarıda altını çizmeye çalıştığım kaygılarla yola çıkan bir grup aktivist, işçi, memur ve devrimci, işçi sınıfının güvencesizlerinin
hem bizzat kendilerinin hem onları örgütleyenlerin bir araya gelmesi, ama daha önemlisi bu dağınık mücadeleleri ortaklaştıracak bir zeminin yaratılması
amacıyla “Güvencesizler için Forum Girişimi” adı altında çalışmalar yapmaya
başlamıştır. Forum Girişimi’nin neyi
amaçladığı, nereye doğru yöneleceğinin
detayları konusunda her katılımcının ve
örgütün görüşleri farklılaşabilir. Ben burada Gaye olarak ancak benim neden
bu çalışmada yer aldığımı, beklentilerimi aktarabilirim ve tabiidir ki benim görüşlerim ne Forum Girişimini ne de diğer
bileşenleri bağlamayacaktır.
Böyle bir adım, her şeyden önce işçi sınıfının her biri farklı bir eğitim almış,
farklı sektörlerde çalışan ama hepsi değer üreterek ya da üretilmiş değerleri
para-sermayeye dönüştürerek sermaye
birikim sürecine ortaklaşa katılan işçilerin artık kendilerini bölen değil, ortaklaştıran var olma hallerini konuşup tartışabileceği bir ortamın yaratılması açısından önemlidir. Bu girişim, çevre işçiçekirdek işçi, mavi yakalı-beyaz yakalı,
işçi-memur vb. bütün ayrımların ne kadar yapay ve gerçekliğin üstünü örten
ayrımlar olduğu gerçeğinin bilince çıkarılmasına yardım etme potansiyeli gösterebilir.
İşçi sınıfının bütünsel çıkarı
gözetilmeli
Bugün, neredeyse tamamı güvencesizlik kıskacı altında ezilen emekçi kitleler,
sırf yaptıkları işler farklı olduğu için bir
araya gelemeyeceklerine, birlikte örgütlenmemeleri gerektiğine ikna olmuş durumdadır. Oysa, gerek sermaye sınıfının
kârlılığı gerekse tek tek farklı metaların
değerleri ve fiyatları bu işçiler tarafından
üretilen meta-değerlerin toplamı üzerinden belirlenir. Tam da bu nedenle yeni
bir güvencesiz çalışma pratiği herhangi
bir yerde uygulamaya konduğunda, düğmeye basılmış gibi hızla bütün dünyada
benimsenmektedir. İşçi sınıfının emek
süreçlerinin toplumsal süreçler olduğu
gerçekliğini kavraması, neden ortak örgütlenmeleri gerektiğini görmelerini de
kolaylaştıracaktır. Yine böyle bir girişimle, var olan politik örgütlenmeler de
emeklerini ortak bir potada eritmenin işçi sınıfının bütünsel çıkarları açısından
neden çok daha önemli ve vazgeçilmez
olduğunu görebilir ve Girişim içerisinde
emekçilerin de aktif katılımıyla geliştirilecek ortak çalışma kültürü politik mücadelenin pek çok alanında kullanılabilir.
Bütün bunların ötesinde, güvencesiz çalışanlar açısından en uygun örgütlenme
stratejilerinin bu işçilerin de katılımıyla
tartışılacağı, yasal sistemin sınırlarına
karşı alternatiflerin konuşulacağı bir zemini oluşturmak yaklaşmakta olan kiralık işçi büroları saldırısına ortak bir kar-
30 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Emek
Emek
Forum Girişimi
çağrısından
Esnek çalışma ve güvencesizlik devlet desteğiyle tüm sektörlere yayılıyor. Çözüm arayışlarımızı ortaklaştıralım
Esnek çalışma ve güvencesizlik devlet
desteğiyle tüm sektörlere yayılmakta.
Çözüm arayışlarımızı ortaklaştıralım
(…)
Geniş emekçi kesimlerden tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de ölümüne,
ağır kaza ve hastalık riskine maruz bırakılarak, bütün korumalardan mahrum koşullarda üretim yapmaları beklenmektedir. Milyonlarca işçi sosyal güvencesiz çalışırken; giderek artan sayıda emekçi de esnek çalışmaya devam
etmektedir. Devletler de özelleştirmepiyasalaştırma politika ve uygulamaları ile, “bölgesel asgari ücret” gibi işçi sınıfının hak ve kazanımlarında dibe
doğru yarışı hızlandıracak önermelerle
patronlara ihtiyaç duyduğu desteği
sağlamaktadır.
Esnek çalışma ile geçici, güvencesiz çalışma azınlığı kapsayan durum veya süreçler değil, sermayenin sermaye ile rekabetinde farklı yoğunluklarla da olsa
her dönem; krizinin derinleştiği dönemlerde ise bütün yoğunluğu ile kullandığı ve bizim için daha kötü çalışma
ve yaşam koşullarından başka bir şey
üretmeyen en kritik silahlarındandır. (…) Getirilen her yeni düzenleme bir
eskisini bile mumla aratmakta, daha
yaralar sarılamadan peşinden yeni saldırılar gündeme konmaktadır. Güvencesiz çalışmayı standart bir norm haline getirecek, emekçileri daha da örgütsüz ve savunmasız hale getirecek Kiralık İşçi Büroları hakkındaki yasa tasarısı bu duruma verilebilecek en çarpıcı
örnektir. (…)
Bizler bu koşullarda kendisi de güvencesizlik saldırısıyla karşı karşıya olan,
bu şekilde uzun süredir örgütlenme
mücadelesi veren; bu konuda kafa yoran, fiilen çalışan, deneyim biriktiren
özneler, kurumlar ve örgütler olarak bu
sorunları aşmayı amaçlayan bir iradenin önünü açacak bir fikir tartışmasını
örgütlenmenin doğru yönde atılmış bir
ilk adım olacağını düşünüyoruz. Bu
yüzden tartışmanın muhataplarını kapitalizmin yukarıda belirtilen istihdam
koşullarının yarattığı olumsuzluklar ile
bunlara karşı mücadele araçlarını bütüncül ve ortak olarak tartışacağımız
bir forumu birlikte düzenlemeye, hep
birlikte gerçekleştirmeye çağırıyoruz.
Bu forum fikir alış-verişinin ötesinde
bir karşı duruşun fikri zeminini ve örgütlenme olanaklarını ortaya çıkarmayı hedeflemektedir.
(…)
Birleşik mücadele fikrinden ürkmeyen,
kolektif tartışma, eleştiri ve özeleştiriyi becerebilen ve her şeyden öte saldırının hedefinin yani güvenceli-güvencesiz işçilerin, işsizlerin ne dediğini; ne
istediğini, korku ve kaygılarını anlamaya çalışan bir forum zeminine duyulan
ihtiyaç son derece yakıcıdır. Bu tartışmanın muhataplarını bu imkanı kuvveden fiile çıkarmaya çağırıyoruz.
Atölye çalışmaları
ve Forum başlıkları
n1980’den bu yana değişen üretim
ve emek biçimleri
nGüvencesiz çalışanların ortak sorunları ve farklılıkları
nKadın emeği ve kadın çalışanların
örgütlenme pratikleri
nGöçmen işçiler
nİşkolu sendikacılığının güvencesiz
alandaki deneyimleri: Açmazlar ve yasal mevzuat
nÖrgütlenme biçimlerinin olanak ve
sınırları: Dernek, kooperatif, merkezi
sendika vb.
nGüvencesizliğe karşı nasıl bir sınıf
örgütü
TEKEL’in
sendika
yakacak
TEKEL işçileri İstanbul’da bir meşaleli ge
Tekel işçisi yarıda kalan mücadeleyi yeniden başlatmak üzere
Tek Gıda-İş sendikasını zorluyor. İşçileri
genel merkezin
önünde çevik kuvvet
karşıladı Erhan Bilgin
Tekel işçileri yaklaşık bir aydır
Tek Gıda-İş Sendikası’nın genel
merkezinin önünde oturma eylemi yapıyorlar. 78 gün süren
Ankara eyleminden sonra, taleplerinin karşılanmaması,
2010 yaz döneminde sendika
yönetiminin taahhüt ettiği halde grev ve kitlesel eylem örgütlenmesini sürüncemede bırakması ve sorunu mahkemeye havale etmesi işçilerin İstanbul’da yeniden bir araya
gelmesine neden oldu. Tekel işçileri 4 Ekim’de İstanbul’a gel-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 31
n ateşi
al bürokrasiyi
k
ece yürüyüşünde taleplerini haykırıyor. Sendika yönetimi devre dışında
diler; amaçları merkez sendika bürokrasisi ile görüşmekti.
Sendikanın uzlaşmacı ve işbirlikçi tutumunu eleştirmek ve
onu eyleme teşvik etmek istiyorlardı. Fakat Levent’e vardıklarında çevik kuvvet polisleri ile kuşatılmış bir sendika
ile karşılaştılar. Sendika bürokrasisi, kendisini
işçi üyelerinden yalıtmak için
emniyet güçlerine başvurmuş,
sendika koridorları ve bahçesi
polisle doldurulmuştu. Genel
başkan Mustafa Türkel arka
kapıdan çıkmış ticari bir taksi
ile ortadan kaybolmuştu. İşçiler bahçeden güç kullanılarak
çıkarıldılar fakat sendika
önündeki parktan ayrılmadılar, böylece Tekel işçilerinin
oturma eylemi başlamış oldu.
Ertesi sabah ilk pankartlarını
hazırladılar: “4-C’ye karşı mücadele etmeyen sınıfa ihanet
eder”
Mücadelenin sivri ucu
sendikaya çevrildi
Tekel işçilerinin Ankara’daki
kitlesel eylemlerine rağmen
taleplerinin karşılanmamasında sendika bürokrasinin belirleyici bir rolü var, ama paradoksal olarak bu rol bürokrasinin varlığını sürdürmesindeki en önemli somut gerekçelerden birisi. Çünkü eylemlere
rağmen işçi taleplerinin tatmin
edici ölçüde karşılanamaması
karşısında, sendika bürokrasisi, “mücadele ile sonuç alınamıyor” görüşüne sarıldı. Kitlesel mücadele imkânlarının zayıfladığı koşullarda, bu
bahane işçi kitlesi üzerinde
her zaman etkili oldu ve bürokrasinin sendika üzerindeki
kontrol ve inisiyatifini güçlendirdi. Dolayısıyla bürokrasi, bizatihi mücadelelerden değil,
“eylemsizlikten” ve sonuç alınamayan mücadelelerden beslenir. Sendika bürokrasisi 8991 bahar eylemlerinden sonra
çok daha fazla yozlaşmış ve iktidarını sağlamlaştırmışsa,
bunda “mücadeleyle sonuç
alamıyoruz” gerekçesinin işçi
kitlesi üzerinde yankılanmış
olmasının belirleyici rolü vardır.
Fakat Tekel işçilerinin İstanbul
eylemi, bürokrasinin işinin
bundan sonra hiç de kolay olmayacağını gösteriyor. Artık, sınıf mücadelesinin sivri ucu sendika bürokrasisini hedef almıştır. Sendika önünde eylemler,
Türkiye işçi sınıfı tarihinde daha önce de vuku buldu; işçilerin
sendikayı işgal edip bürokratları lâyık oldukları yere, kapı dışına attıkları da oldu. Ama bu
tür eylemler hem kısa sürdü
hem de kitlesellikten uzaktı;
dolayısıyla işçi sınıfının temel
meselesi olma gibi bir maddi
zemin oluşturamadı. Bürokrasinin sınıf mücadelesindeki yeri ve rolü, Tekel işçilerinin bilincinde önemli bir
yer tutmaktadır ama yerine ne
konulacağı henüz belirsiz; bu
normal, çünkü bilinç Stalinci diyalektik anlayışın vazettiği gibi
doğrusal bir hat izleyip, aşamalardan geçmez. Tüketim sektöründe yıllar boyunca grevsiz,
eylemsiz, kamu sektörü güvencesinde çalışan işçiler, 1985’te
başlayan özelleştirme saldırısı
kendi fabrikalarını 2005 yılında hedef alana kadar sınıf mücadelesini fabrika dışına taşırmamak için adeta özen gösterdiler! Ama yirmi yılda edinemedikleri hayati bilgileri birkaç
yılda kavrayıp sınıf mücadelesinin gündemini, ekonomik talepleriyle belirlerken, sendika
bürokrasisi, devlet, parlamento, sol, vb hakkında bütünsel
bir bakışa kavuşabildiler. Tekel
mücadelesinin bir boyutu bu,
ama İstanbul eylemi bu boyutun donmuş veya sönümlenmemiş olduğunu ortaya koyuyor.
“İşçi sınıfı AKP
hükümetinden güçlüdür”
Bu konuya yeniden dönmekte
yarar var, fakat şimdi Tekel işçilerinin İstanbul eylem sürecine,
işçilerin kendi değerlendirmelerinden hareketle kısaca bakalım. İşçiler 4 Ekim 2010 tarihinde oturma eylemine başlarken bir bildiri okudular, bildiride şu satırlar vardı:
“Ekim itibariyle iş kaybı tazminatlarının ödemesi son buldu.
4-C’yi imzaladığı halde aylardır
iş bekleyen, işyeri belli olduğu
halde işbaşı yaptırılmayan işçiler var. … Tek Gıda-İş Yönetimi,
1 Nisan’dan bu yana işçilere ve
kamuoyuna verdiği mücadele
sözlerini, şerefi üzerine yaptığı
yeminlerin hiçbirini tutmadı…
Bu koşullarda ya kaderimize
boyun eğip, hükümet ne verirse ona razı olacağız, ya da sendikamızın; temelini TEKEL işçilerinin attığı sendikamız Tek
Gıda-İş’in mücadeleyi başlatması için kapısını aşındırmaya
devam edeceğiz.” 50 kadar öncü Tekel işçisi bu
sahici talepler için yola çıkmışlardı, şimdi bu talepleri sendika bürokrasisi engelini aşarak
sendikayı hareket geçirmek
için ileri sürüyorlar. Ve bu taleplerin sınıfın bütününün talepleri olduğunun bilincindeler.
24 Ekim 2010 Şişli yürüyüşünde görüşlerini şu şekilde ifade
ettiler:
“Mücadelemiz sadece 4-C’ye
karşı değil. Aynı zamanda bütün emekçilerin çıkarlarını savunacak bir mücadeleye ihtiyacımız var… AKP hükümetinin
izlediği siyaset, işçilerin daha
ucuza, daha esnek, daha güvencesiz ve iş güvenliği olmadan,
sendikasız çalışmasını dayatıyor… İşçi sınıfı AKP hükümetinden güçlüdür. 10 bin TEKEL
işçisi olarak 78 gün Ankara’da
AKP hükümetine dünyayı dar
ettik. İşçiler olarak milyonlarcayız. Eğer birlik olursak AKP
hükümetini ve sermaye diktatörlüğünü yenebiliriz… Ancak
mücadelemizde önümüze çıkan ilk engel, içimizden çıkardığımız sendika yönetimleri…
Tek Gıda-İş yönetimi mücadelenin önünde en büyük engellerden birini oluşturuyor. Mücadelemiz ister istemez sendika bürokrasisi engeline takıldı.” Tekel işçilerinin bilinci, “bu
sendikalarla olmaz” diyen sol
aydınlardan ve sol siyasetlerden daha yüksek; bürokrata
bakıp sendikayı terk etmiyorlar. Sendika bürokrasisine yabancılaşarak, onu bilinçlerinde
öldürüyorlar. Bu bilinçle sürdürülen mücadelenin, iş sürecine
ilişkin somut talepleri kadar,
örgütlenmeye ilişkin talepleri
de sınıf mücadelesinin kitleselleşmesi ve nitelik değiştirmesi
için gerçek bir kaldıraç işlevi
göreceği anlaşılıyor. 32 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Emek
İşçi direndi, CHP’li patron
ve partisinin foyası çıktı
mışlardı: Kriz bahanesi ile üretimi durduran patronun, temel
sorunu aslında sendikalaşmaydı. Görüşme esnasında fabrika dış
duvarında çakılı olan bir tabeladaki ibare işçilerin söylediklerini doğruluyordu. O yüzden
ikinci gidişimizde fabrika yönetimi tarafından söküldüğünü
gördüğümüz tabeladaki şu yazıyordu:
Burada DPT kalkınma ajansının 2009 yılı iktisadi kalkınma
mali destek programı kapsamındaki Akdeniz çivi kapasite
artırımı projesi yürütülmektedir. Sözleşme no: TP-0901/
019.
Kriz zamanında kapasite artırımı kapsamına alınmış olmak
ve bunu gururla tüm sitenin
görebileceği yere tabela halinde çakmak, işlerin iyi gittiğini
düşündürüyor. İşçilerin de,
sendika temsilcilerinin de görüşü bu yönde.
Mersin CHP il binası İşçilerin işgali altında
Murat Özdan
Mersin’de kapasite
artırımı için DTP’den
mali destek alan patron, fabrikaya sendika girince “kriz var
battım” diye işçilere
çıkışlarını verdi.
CHP’li patronu işçilerle uzlaşmaya teşvik etmesi için il binasını işgal eden işçileri milletvekilleri
tehdit etti
Mersin'de Cumhuriyet Halk
Partisi (CHP) il örgütü binasını
işten çıkarılan arkadaşlarının
işe alınması talebiyle işgal eden
Akdeniz Çivi fabrikası işçileri
26 Kasım sabahı polis zoruyla
binadan çıkarıldı. İşçiler yeni
direniş çizgisini belirlemek için
Birleşik Metal-İş Mersin şubesinde bir araya gelmeyi sürdürüyor. Fabrikada son günler
CHP işgalinden ve fabrika binası boşaltılmadan birkaç gün önce Mersin Ekmek veÖzgürlük
Derneği olarak işyerlerinde ziyaret ettiğimiz işçiler, kararlı
bir tavır içersisinde, sorunlarını, sınıf yalınlığı ile bize anlat-
14 Ekim’de Çalışma Bakanlığına tespit başvurusu yapıldığını, patron 26 Ekim’de haber
alınca, işçilere “kendi rızanızla
istifa edin Nail Çivi’ye (kimse
bu Nail Çivi’nin ne olduğu konusunda bir fikre sahip değil ),
iş başvurusu formunu doldurun” diye baskıya başlamış. İşçiler bu çağrıya icabet etmemeyince patron “fabrikayı kapattım”, diyerek herkese çıkışlarını vermiş. Ama aslında sendikalaşmadan
vazgeçilmesi halinde hemen
işbaşı yaptırılacaklarını vurguluyorlar.
Şu ana kadar 79 ayrı dava açan
işçiler, hukuki mücadelelerini
de sürdürüyorlar.
CHP’den sınıf dayanışması!
Fabrikanın sahibi Serhat Dövenci Mersin, Yenişehir CHP İlçe Örgütü Parti Meclisi üyesi.
CHP İçel il başkanı Yılmaz Şanlı, CHP’li patronun mali müşaviri. CHP il teşkilatı yaşananlar
İhracat ödüllü fabrika
karşısında mezarlık kadar sesAylık kapasitesi 2100 ton olan sizdi. Mersin’deki 1 Mayıs kutAkdeniz çivi, daha çok ihracata
lamalarında CHP kortejinin badayalı üretim yapıyor. ABD, Alşında gururla yürüyen “solcu”
manya, İtalya, Belçika, İngiltemilletvekili İsa Gök de üç hafre, Fransa, İsrail, Irak, Suriye ve
tadır aynı sessizliği sürdürdübaşka birçok ülkeye mal sevkerüyordu. diyor.
İsa Gök sessizliğini CHP il biGösterdiği performans ile de
‘’İhracatta gelişmekte olan şir- nasının işgaliyle bozdu: "Senketler‘’ arasında ödüle layık gö- dika olarak il başkanlığımıza
gelip oturdunuz, bunun bederülmüş.
lini ödersiniz.”
Çok çalışmanın bedeli
Yanıtını Birleşik Metal-İş MerBu performansın onu yaratan
sin Şube Başkanı Seyfettin Güve üreten işçiler için ise bedeli
şu olmuş: Hiç resmi tatil yap- lengül’den aldı: “Biz bedelin ne
mamışlar, gece çalışma izni bu- olduğunu biliyoruz. 22 Temlunmadığı halde günde 12 saat muz 1980'de konfederasyon
çalıştırılmışlar, ücretli izin kul- başkanımız kurşunlandı dava
landıklarına dair imza verip iz- devam ediyor. Daha dün Genel
ne çıkartılmamışlar, imzalama- Başkanımız da kurşunlandı.
maları halinde işten çıkarma Ödedik mi bedelini? “ tehdidi almışlar, iş kazalarında Gülengül, Gök’ün “CHP üyeleri
korunmamışlar, sağlıksız ko- sabırsızlanıyor," diyerek kendişullarda çalışmışlar. İşçiler lerini tedit ettiğini de ekledi. hınçla anlatıyorlar kan ter için- “Biz halkız söylemlerine karşı
de çalışarak geçirdikleri yılları. da son kez söylüyorum halk
Üretim duralı üç hafta olmuş. burada." EKMEK & ÖZGÜRLÜK 33
Ekoloji
Loç Vadisi’nde hidroelektrik santral inşasına karşı çıkan Sarıyazmalılar, Avrasya Maratonu sırasında Boğaziçi Köprüsünde şemsiyelerle “Hayır” yazdı
AKP çevre direnişlerine
saldırı hazırlığında
Doğanın ticarileştirilmesinin sermaye açısından stratejik bir aşamaya yükselmesi, AKP hükümetinin bu alandaki yatırımlara taş koyanlara karşı mücadelede daha da sertleşeceğinin habercisi
Deniz Gemici
Ülkenin dört bir yanını şantiye alanına çeviren HES ve baraj inşaatlarına karşı yine
ülkenin dört bir yanında patlak veren, şimdiye kadar yürütülen pek çok çevre direnişini aşma potansiyeli taşıyan ve ekoloji mücadelesinin son dönemlerdeki bayrağı haline gelen direniş karşısında kızgınlığını
saklayamayan Başbakan ve AKP kadroları
saldırganlıklarını giderek artırıyorlar. İkizdere Vadisi’nin Doğal Sit Alanı ilan edilmesi ile kontrolünü kaybeden bu saldırganlık
AKP Hükümeti’nin alelacele TBMM’ye getirdiği ve yine aynı hızla geçirmeye çalıştığı
“Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu” ve Recep Tayyip Erdoğan’ın Ilısu barajı yapımı nedeniyle evleri sular altında kalacak köylüler için TOKİ tarafından yaptırılan evlerin anahtar dağıtım töreni vesilesiyle 31 Ekim’de Ilısu Köyü’nde yaptığı konuşmada bir kez daha kendisini gösterdi.
İstanbul Taksim’de Vedat Acar tarafından
gerçekleştirilen eylemle baraj inşaatına
karşı duranları ilişkilendiren Erdoğan,
“Taksim'deki olayı yapanlar ile Ilısu Barajı'nın yapımına karşı çıkanlar aynı zihniyettedirler. Bu oyunların temelinde ne yatıyor?
Bu oyunların temelinde işte bu tür kalkınmaların engellenmesi yatıyor. Bu oyunların
temelinde Ilısu gibi barajların engellenmesi yatıyor. Bu oyunların temelinde kalkınmış, modern Türkiye’nin engellenmesi yatıyor.” dedi ve ekledi; “Hasankeyf’i korumak
ve gelecek nesillere aktarmak için hiç kimsenin zorlamasına ihtiyacımız yok. Hasankeyf’e biz sahip çıkarız. Onu biz koruruz biz
yaşatırız. Tuzak başka, tezgah başka, Ak
Parti iktidarı bu tuzağa, tezgaha asla gelmedi gelmeyecek”.
Erdoğan bu sözlerle Ilısu baraj inşaatına
karşı çıkanlar nezdinde tüm çevre hareketlerine gözdağı veriyor. Diğer yandan da
Kürt halkının yaşadıkları coğrafyanın tarihsel, kültürel varlıklarına ve doğasına sahip
çıkmalarına da izin verilmeyeceği illa bir
şeyler yapılacaksa ancak kendilerinin mülk
edinmesiyle mümkün olacağı şeklinde anlaşılabilecek kolonyalist zihniyetini açığa
vuruyordu.
Söz konusu törende hazır bulunan bir genel başkan yardımcısı ve üç bakandan biri
olan Çevre Bakanı Veysel Eroğlu ise törenden birkaç gün önce Keçiören Belediyesi’nin park açılışında yaptığı konuşmada,
HES’lere karşı çıkanları enerji pastasından
pay almak isteyen kesimlerden maddi destek almakla ve vatana ihanet etmekle suçlamıştı. Bakan Eroğlu, daha önce de Hasankeyf'e destek veren sanatçıları ''bölücü'' olmakla suçlamış, Allianoi antik kentinin kuma gömülmesine karşı çıkan Tarkan'a
''kendi işine baksın'' demişti. Kuşkusuz bunlar tamamen yeni şeyler değil. Çevreci hareketlerin ilk kez bir toplumsal zeminle buluştuğu, ekolojik mücadelenin halklaşma imkanı açısından ilk deneyimlerinin yaşandığı Bergama direnişinde
de siyanürlü altın madenciliğine karşı mücadele edenler Alman ajanı olmakla itham
edilmişlerdi. Fakat yeni olan şeyler de var.
Öncelikle bu saldırılar hiçbir zaman bu kadar ısrarcı ve şiddetli olmamıştı; karalama
kampanyaları yapılmış ancak devletin ve
4
34 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
4hükümetin en yüksek yetkililerinin ağzından bu denli planlı programlı yürütülme-
miş, hiç bu kadar pervasızlaşılmamıştı.
Kapitalizmin krizi ile yine kapitalizmin neden olduğu ekolojik krizin eş zamanlılığı,
tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de
menşei ne olursa olsun sermaye gruplarının enerji, su ve gıda sektörlerine abanmasını anlaşılır kılmaktadır. Küresel piyasalarda su şirketlerinin hisselerinin ağırlıkta
olduğu fonların getirileri yüzde 40′lara
varırken, Çin’den ABD’ye kadar halka yeni
arz olan su şirketlerinin hisselerine olan talepte patlama yaşanmaktadır. 2007 ve
2008 yıllarında halka arz olan su şirketlerinin hisse senetleri 2009 sonu itibarıyla
yüzde 18 ile yüzde 36 arasında yükseliş
kaydetmiştir. Dünya genelinde şirket gelirlerinde yıllık yüzde 7 civarında bir artış
beklenirken su şirketlerinde bu beklenti
yüzde 10′a kadar yükselmektedir. Yaklaşık 500 milyar dolarlık bir küresel pazar
haline gelen su sektörü dünyada elektrik,
petrol-doğalgaz ve turizmden sonra en büyük sektör olmuştur. Sudan sebepler deyip
geçmek artık mümkün değildir.
Stratejik aşama
Meselenin sermaye açısından stratejik bir
aşamaya yükselmesi, AKP hükümetinin
önümüzdeki günlerde bu alanlara yapılacak yatırımlara taş koyanlara karşı vereceği mücadelede daha da sertleşeceğinin habercisidir. Konuşmada söylenenler bir yana, hepi topu 48 hanenin anahtar tesliminin yapılacağı bir törene Erdoğan’ın bir genel başkan yardımcısı ve üç bakandan oluşan bir heyetle teşrifi işin ciddiyetini gözler önüne sermektedir.
Dönemin ayırt edici özelliklerinden bir diğeri, sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda
hakkını vererek yürüttüğü yeniden yapılandırma sürecinde AKP’nin, muarızlarına
karşı giriştiği itibarsızlaştırma operasyonlarının niteliğidir. Muarızlarının üzerinde
durduğu politik alan kriminalize edilerek
siyasetin dışına itilmektedir. Bu pratik, karşısındakileri politik muarızları olmaktan
çıkartmakta ve birer suçlu haline getirerek
itibarsızlaştırılmakta, AKP’yi bu alanda da
tekleştirmekte, kalmasına izin verdiklerini
de yörüngesine girmeye zorlamaktadır.
Bunlar, devrimciler ve Kürt özgürlük hareketi söz konusu olduğunda büyük oranda
alışılmış şeylerdir ama “Ergenekon” davasında gördüğümüz gibi egemen bloğun dışına itildiği için muhalefet edenler dahi aynı akıbete uğramaktan kaçamamaktadırlar.
Fakat süreç devrimciler ve Kürt özgürlük
hareketi için dahi bazı sürprizler içermektedir. Kriminalize edilen alan giderek genişlemekte, gönül verdiğiniz siyasetin davasından yargılanmak dahi bir ayrıcalık haline gelmektedir. “Devrimci Karargah” operasyonu, “KCK” davası ve “Ergenekon” davası ile Ertuğrul Kürkçü’nün dile getirdiği
gibi siyasal iktidarca faaliyetlerinden hoşlanılmayan ulusalcılar Ergenekon kovasına,
Kürtler PKK kovasına, sosyalist muhalifler
de Devrimci Karargah kovasına sokulup çıkarılarak kendilerinin suçsuz olduklarını ispatlamaları istenmektedir.
Dolayısıyla önümüzdeki dönem, doğayı ve
emeği sömüren sermaye yatırımları karşında duranlar için de muhtemeldir ki bu
kovalardan kendilerince müsait olanına sokulup çıkarılmalarına, olmazsa yeni kovalar temin edilmesine gebedir. AKP’nin en
üst kadrolarının ağzından çıkan bu sözler
bu bağlamda anlaşılmalıdır.
Erdoğan’ın ve Eroğlu’nun dile getirdiği suçlamalara dayanak sağlayan KCK davası iddianamesinin 2.5-KCK/TM Yapısının Siyasal Alan Yapılanması bölümünün 2.5.1-Ekoloji ve Yerel Yönetimler Komitesi alt bölümünde yer alan Hasankeyf’e ilişkin bir komisyon oluşturma kararına ilişkin tape kayıtlarındaki tek cümledir. Dolayısıyla “sübjektif hain”ler zaten tespit edilmiştir. Nesnelliği buna müsait olmayanlar ise Türkiye’yi kalkındıracak yatırımların önünü kesmek istemek suretiyle “objektif hıyanet”lerini apaçık gözler önüne sermektedirler.
Hatta bu dalga Tarkan’ın kıyılarına kadar
vurmuştur, kendi işine bakmazsa bölücü olmaktan kurtulamayacaktır.
Talanı önleyecek gedik
bırakılmadı
Yeni dönemi karakterize eden bir diğer
özellik ise, bu talanı mümkün kılacak hukuksal ve idari düzenlemelerin, faydalanılabilecek hiçbir çatlak gedik bırakmayacak
şekilde neredeyse tamamlanmış olmasıdır.
Tohumculuk Kanunu, Madencilik Kanunu,
Gıda Güvenliği Yasası, Biyogüvenlik Kanunu birbiri ardına yürürlüğe girdi. Şimdi sırada Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma
Kanunu Tasarısı var. Kabaca bu topraklar
üzerindeki doğa ve kültür varlıklarının, biyoçeşitliliğin nasıl piyasalaştırılacağını düzenleyen yasa tasarısı, bu konudaki tüm karar yetkisini yürütme bünyesinde toplayarak, uygulanmaması nedeniyle zaten etkisi
sınırlı olan, yargı ve özerk kurul kararı engelini de sermayenin yolundan çekmektedir.
İki yılı aşkın bir süredir gündemde olan yasa tasarının, ekolojik yıkıma karşı ülkenin
dört bir tarafında birbiri ardına yerel direniş odaklarının filizlendiği, bunların giderek halklaştığı, birbirine bakışımlı hale geldiği, yerel ve tematik sınırlılıkları aşacak örgütlenme zeminlerinin açığa çıkmaya başladığı, İkizdere’de görüldüğü gibi mücadelelerin hukuki kazanımlara yansıdığı, hareketin antikapitalist bir içerik kazanmaya
başladığı, Kürt halkıyla bir kardeşleşme potansiyeli açığa çıkardığı, meselenin kırsal
muhatapları ile kentsel muhataplarının yani emekçilerin ve kent yoksullarının ortak
mücadelesinin en azından fikri düzeyde şe-
killenmeye başladığı bir dönemde ortaya
çıkması kuşkusuz tesadüf değildir.
Umut kitlesel direnişlerde
Sözü edilen umut verici gelişmeler saldırganlığın dozajındaki artışı anlamak bakımından da son derece önemlidir. Yazının
başında HES ve baraj inşaatlarına karşı verilen mücadeleye atfedilen kıymet işte tam
da yukarıda sözü edilen gelişmelerle ilgilidir. Başından itibaren yerel sınırlıkları aşacak örgütlenme biçimlerine yönelen hareket, önce bölgesel odaklar inşa etmeyi başarmış, derelerin kardeşlik çağrısı Karadeniz’den, Munzur’dan ve Hasankeyf’den işitilmiş, suyun ticarileşmesine hayır diyerek
antikapitalist bir muhtevaya kavuşmuştur;
bu bakımlardan tematik sınırlılıkları aşmak, kentli emekçilerle bütünleşmek için
de gelecek vaat etmektedir. Şimdi mesele,
yukarıdaki satırlarda yeni dönemin ayırt
edici özellikleriyle ele aldığımız saldırıya ne
cevap verileceğidir. İkircikli bir tutum ve bir
meşruiyet kaygısıyla hareketi var eden ve
büyüten olumlukları bir yumuşak karna
dönüştürerek geri mi çekilinecek yoksa daha fazla halklaşarak daha fazla kardeşleşerek, daha fazla politikleşerek, kentli emekçilerle buluşarak ileri mi atılınacak?
Bu soruya verilecek cevap için eğer bir ilham kaynağı aranıyorsa sermayenin elinden önce suyunu sonra iktidarını kurtaran
ve son olarak da Pachamama’yı (Doğa Ana)
kurtarmak için yola koyulup Koçabamba’da
gerçekleşen Halkların İklim Değişikliği
Konferansı ile kapitalizme karşı doğanın
haklarını savunmak için tüm dünya halklarını birlikte mücadeleye çağıran Bolivya
halkına bakmak yeterlidir.
Cochabamba örneği
2000 yılında su özelleştirmesine karşı Cochabamba'da kazanılan direnişin öncüsü,
Bolivyalı işçi lideri Oscar Olivera şöyle diyor:
"Cochabamba'daki Su Savaşı olarak bilinen
olaylar, farklı memnuniyetsizlik kaynaklarını birleştirmenin yolu bulunduğunda ve
bizi yalıtıp güçsüz bırakan korku ve ayrılıkların üstesinden gelindiğinde, kendini örgütlemenin, isyanın ve onurun bağlarının
hızla oluşturulabildiğini gösteriyor. Cochabamba Su Savaşı, doğal kaynakların çalışan
insanlar tarafından kötü durumdan kurtarılmasının bir örneğidir. Herkes harekete geçmiş, herkes varlığımızı
geri almada kendini sorumlu görmüş, herkes şehirlerdeki toplantılara ve meclislere
katılmış, herkes askeri baskıya karşı hayatını ve yiyeceğini ortaya koymuş, herkes
mahalli, bölgesel ve ulusal meclisler aracılığıyla -bir ortak kaynak olarak suyun denetimi ve yönetimi için- sorumluluk üstlenmiştir.”
Neden bu topraklarda da olmasın?
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 35
Gençlik
Genç-Sen’e bakış
mücadele edeceğiz. Genç-Sen, ancak, oturduğu teorik zemine uygun pratik faaliyetler yaparak hedeflerine ulaşabilir. Bunun
ötesi her çaba beyhudedir.
Bürokratik değil, katılımcı
sendika
Genç-Sen’i diğer tüm sendikalardan ayıran
bir özelliği, tamamıyla genç olmasıdır. Bu
aynı zamanda Genç-Sen’in devamlı aktif ve
üretken bir sendika olmasına zemin hazırlayacaktır. Ancak uzun bir geçmişi olmaması dolayısıyla Genç-Sen, yıllardır sendikaların içlerinin boşaltılmasının en önemli sebeplerinden biri “sendikal bürokrasi”ye prim verebilir. Bu Genç-Sen’e dair tüm
ümitlerin, arayışların ezilip geçilmesi anlamına gelecektir.
Bu “geleneksel” sendikacı anlayışın aksine
Genç-Sen, bir hâkimiyet alanı değil, ortak
direniş alanı ve her bireyin yönetiminde
söz sahibi olduğu bir zemin olma özelliğine
kavuşmalıdır. Bunun tek ve en önemli şartı, bürokratik anlayışın hâkim olduğu değil,
gençlerin enerjilerini sendikaya harcayabilecekleri bir ortamın oluşturulmasıdır.
Kadına eşit katılım ve pozitif
ayrımcılık!
6 Kasım’da İstanbul Üniversitesi kapısında Sosyalist Gelecek’ten gençler
Sosyalist Gelecek Gençliği, 7
Kasım'daki merkezi gençlik
birimi toplantısında, var olduğu tüm üniversitelerde ve
liselerde Öğrenci Gençlik
Sendikasının üyesi ve örgütleyicisi olma kararı aldı
Fırat Can Kalyon-Nidal Kar
Kurulduğu günden bu yana, birçok ilde ve
üniversitede sosyalist örgütlerin rekabet
alanı haline gelen Genç-Sen, yaşanan tüm
sıkıntılara karşın öğrenci muhalefetinin temel unsuru olabilme iddiasını taşımaya devam ediyor. Sosyalist Gelecek Gençliği olarak bizlerin, Genç-Sen üzerine taşıdığı kaygı da grupların hukuku üzerinden yapılanacak bir zemin olabileceği, sekter anlayışlara kurban edilebileceği düşüncesiydi.
Bu, birçok üniversitede haklı bir kaygıya
bürünse de birleşik bir öğrenci hareketine
duyulan ihtiyaç, Genç-Sen'in grupçuluk anlayışına feda edilemeyecek bir alan olduğunu gösteriyor.. Üniversite ve liselerde öğrenci gençliğin ortak taleplerini, örgütlü bir
şekilde dile getirebileceği bir alan olan
Genç-Sen, aynı zamanda öğrencilerin üze-
rindeki her türden baskıya karşı bir direnç
zemini haline getirilebilir. Üniversiteler; YÖK, üniversite yönetimleri,
özel güvenlik birimleri ve polis tarafından
çepeçevre sarılmış durumda. 17 Mart’ta
üniversite rektörlüklerine gönderdiği, “Bölücü Faaliyetlere Yönelik Eylem Planı” başlıklı metinle, muhalif öğrencilere nefes aldırmamayı hedefleyen YÖK, şimdi de sivil
polisler için kampüslerde yer tahsis edilmesini talep ediyor. Liseler devlet eliyle ehlileştiriliyor, müfredattan şovenist içerik
kaldırılmıyor, zorunlu din dersleri uygulaması kaldırılmayarak, okullarda asimilasyona devam ediliyor. YÖK düzenine karşı güçlü bir başkaldırı örgütlemek, meşrulaştırılmaya çalışılan baskı mekanizmasını püskürtmek ve demokratik lise; bilimsel, özerk üniversite talebi
için, sosyalistlerin birliğini aşan bir yapılanmaya ihtiyaç var. Öğrencileri sınıfsal
normda tarifleyen Genç-Sen'i, bu ihtiyacı
giderebilecek bir alan olarak görüyoruz.
Bizler, Genç-Sen’i, siyasi örgütlenme zemini değil, tüm öğrencilerin akademik, demokratik, ekonomik ve kültürel hak taleplerinin ifade alanı olarak görüyoruz. Genç-Sen, sosyalist bir yapılanma değildir
ve hiçbir örgütün tekelinde olmadan, tüzüğün imkan verdiği her öğrenciye açık olmalıdır. Örgütsel çıkarlar uğruna Genç-Sen
şubelerini 'ele geçirme' anlayışına karşı
Sosyalist Gelecek Parti Hareketi’nin “kadınların kamusal alanda, sendikalarda,
odalarda, iş yaşamında, derneklerde ve siyasi örgütlerdeki varlığını arttıracak pozitif ayrımcı önlemlerin alınmasını, eşit katılım ve temsiliyet düzeyinin sağlanmasını
savunur” anlayışından hareketle; Genç-Sen
tüzüğünün Seçimler bölümünde belirtilen
“merkez ve şube yürütme kurullarının en
az yüze 40’ının kadınlardan oluşması” kararını kabul edilemez görüyoruz. Bunun yerine kadınlara pozitif ayrımcılığında içinde
olduğu, yüzde 50 zorunlu katılımlı yürütme kurullarının oluşturulması ve tüzüğünde bununla paralel değiştirilmesi için mücadele edeceğiz ve ilk olağan genel kurulda
bunun üzerine bir önerge vereceğiz.
Öğrenci Gençlik Sendikası Tüzük
Madde 3 – Sendika,
İnsan hakları ve temel özgürlüklerin
bü-tünlüğü içinde, din, dil, ırk, cinsiyet,
siyasal düşünce farkı gözetmeksizin
bütün öğrencilerin ekonomik, demokratik, akademik, sosyal, kültürel,
hukuksal, anadilde eğitim hakkı, siyasal hak ve çıkarlarını koruyup geliştirmeyi amaçlar.
Madde 4- Sendikaya öğrenci olmak
dışında başka bir koşul aranmaksızın
herkes üye olabilir. Bu tanım; lise,
üniversiteye hazırlanan lise mezunları,
lisans, önlisans, yüksek lisans, doktora öğrencileri ve mezun olan
öğrencinin 1 yıl süreyle sendikayla
ilişiği isteğe bağlı olarak devam eder.
36 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Eğitim
Neoliberal politikaların
eğitimdeki yansımaları
Devlet, tüm yurttaşlarına eğitim, sağlık, barınma ve ulaşım gibi kamusal hizmetleri sunmakla yükümlüydü. Bu hizmetler, ekonomik ilişkilerin dışında tutulmuştu. Yani kârlılık, arz-talep, verimlilik parametrelerine göre değerlendirilmiyordu. Ancak, bu refah devleti rüyası uzun sürmedi
Bu duruma bir anda gelmedik. Yaşadıklarımız, sel veya deprem gibi doğal bir felaket de değil. Ancak onlardan daha yıkıcı ve
sürekli olmasıyla öne çıkan, sermaye eliyle yaratılan bir felakettir. Neoliberal politikalar ve eğitim
Öğrenci gençliğin neoliberal politikalara karşı talepleri güçlü ama katılım sınırlı
Ali Baran
Eğitim alanında birçok değişimin ve dönüşümün yaşandığı bir süreçten geçiyoruz.
Ne yazık ki bunlar, toplumun çoğunluğunu
oluşturan emekçiler için hiç de hayra yorulacak türden değil.
Öncelikle, neoliberal ideolojik söylemlerde
sıkça dillendirildiği gibi, eğitim kişisel bir
yatırıma dönüştürülmeye çalışılmakta. Eğitim hak değil, bir ayrıcalık haline getirildi
ve bu alanda yaptığınız yatırımın meyvelerini toplamak istiyorsanız parasını da ödersiniz mantığı, egemen kılınmak isteniyor.
Büyük şehirlerin işlek meydanlarında, nereye bakarsanız bakın dershanelerden kaçmanın mümkün olmadığını göreceksiniz.
Milyar dolarlarla ölçülen bir dershane sektöründen bahsediliyor ve artık büyük ders-
haneler de yetmiyor. Kişisel dershaneler
hızla çoğalıyor ve kanıksanan bir durum
haline geliyor. Sınav adlarında kullanılmayan harf bulmak giderek güçleşiyor. Eğitimin hemen hemen tüm kademelerindeki
öğrencileri kapsayan, birer merkezi sınav
bulmak mümkün. Aynı zamanda sonu gelmeyen sınav maratonu da, eğitimin paralı
hale getirilmesinin en somut örneğidir. Sınavı kazanmak için pek çok şeyi gözden çıkarmanız gerekiyor.
İlköğretimin ilk basamağında uygulanan
“önlük” giymek gibi, sözde herkesi eşitleyen bir görüntü arıyorsanız boşuna bir çaba içine girersiniz. Paranız kadar, eğitimin
olanaklarından yararlanabilirsiniz. Herkesin aynı imkânlarla başlamadığı bir yarışı
nasıl kazanacaksınız ki? Anneniz dershane taksitini yatıramadığı için hapishanedeyse, nasıl olacak bu iş?
2. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan tahribatı ortadan kaldıracağı öngörüsüyle ortaya konulan “Sosyal Devlet Uygulamaları”nın meseleyi çözeceği, hemen hemen
tüm dünyada kabul edilen ortak bir politikaydı. Devlet, tüm yurttaşlarına eğitim,
sağlık, barınma ve ulaşım gibi kamusal hizmetleri sunmakla yükümlüydü. Bu hizmetler, ekonomik ilişkilerin dışında tutulmuştu. Yani kârlılık, arz-talep, verimlilik
parametrelerine göre değerlendirilmiyordu. Ancak, bu refah devleti rüyası uzun
sürmedi.1970’lere gelindiğinde kâr oranlarındaki azalma, bu refahtan toplumun
geniş kesimlerine aktarılan payın, sermaye için öncelikli olarak gözden çıkarılacaklardan biri haline getirdi.
Artık, hiçbir kamusal alan sermayenin
uzağında ve kâr mantığının dışında bırakılamazdı. Eğitim alanı, gerek biçim gerekse de içerik olarak bir başkalaşıma tabi
tutulacaktı. Fabrikaların ve marketlerin
sokağında, yeni bir adres olarak “okullar”
yer alacaktı. Bu yeni dükkân, kepenklerini
açtığında üniversiteler pazaryerinden
farksızdı artık. Sermayenin serbest piyasa
parodisinin oynandığı “eski” tanıdık bir
yer. Yeterince parası olanın her şeye sahip
olduğu, tamamen mantıklı satıcılardan ve
alıcılardan oluşan topluluğun buluştuğu
bir mekân hâlini aldı. Peki, alınıp satılan ne
bu pazarda? Cevap açık, eğitime dair her
şey. Işıklı tabelalar, turnikeli kapılar, klimalı sınıflar, akıllı tahtalar, ayrıcalıklı diplomalar, nezih kafeteryalar, özel güvenlikli
yeşil alanlar, uluslararası saygın ve seçkin
kadrolar, geniş otoparklı binalar, lüks otel
kıvamında yurtlar vb. Elbette, bedelini
ödemek şartıyla. Eğitimin piyasayla buluşması
Sermayenin mantığı doğrultusunda yapı-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 37
lan her dönüşümde olduğu gibi, eğitim alanındaki değişimler de gerçeklik algımızda
bozulmalar yaratıyor. Sadece kendi çıkarına hizmet eden uygulamaları, bütün bir
toplumun yararlanabileceği bir şeymiş gibi sunuyor. Örneğin, televizyon ekranlarına yansıyan “üniversitelinin acı sonu” şeklinde verilen haber de olduğu gibi. Muğla
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğrencisi
Ömer, okula devam edebilmek için, yazları, harç ücretini biriktirmek amacıyla inşaatlarda güvencesiz olarak çalışmak zorunda. Giderleri azaltmak bahanesiyle gerekli önlemleri almayan firma, Ömer’in inşaatın 3.katından düşerek hayatını kaybetmesine neden oluyor. Haberlerin hemen ardından başlayan reklâmlarda, sıkıcı ve istemediğimiz bölümlerde okumaktan kurtulun diyor. Ama nasıl? Özel üniversitelerle anlaşmalı eğitim
kredisiyle! Hem de düşük faiz ve yıllar boyu süren taksitlerle. Bir yanda “sözde” parasız devlet üniversitelerinde okumak için
yaz boyu ölümüne çalışmak ya da ipotekli
yıllara boyun eğmiş bir şekilde bankalar
için yaşamak.
Başka bir eğitim mümkün!
Tabii, başka bir yol daha var. Yaşamak için
sermayeye ve onun bütün öldürücü yönelişlerine karşı koruyucu bir direniş hattı
kurmak. Eğitimin tüm aşamaları parasız
bir kamusal hizmet olarak bütün yurttaşlara sunulsun. Ancak, “bu” anayasada yer
alan ve sadece bir şekilden ibaret bugünkü
hâliyle değil. Malumunuz, o şekli hâl, çeşitli
kereler tırtıklanarak “kuş”a çevrildi. Kâğıttan kuşlar, hem çirkin hem de sevimsiz
oluyor.
Eğitim, sadece bir üst basamağa geçerken
muhatap olunmak zorunda kalınan, sınavlara hazırlık sürecine hapsedilmekten kurtarılmalıdır. Sınav sever eğitim değil, hayatın bütün renkleriyle buluşan bir eğitim.
Öğrencileri boş benzin bidonları gibi ağzına kadar doldurduğunuzda mutlu olabilirsiniz. Bilgiyi, rafine edilmiş değerli bir
mal gibi dağıttığınızı düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Bilgi insanın hakikatle ve doğayla kurduğu temel bir ilişkidir. Bu ilişki,
insanı hayatın tüm alanlarına, dönüştürücü bir özne olarak katmalıdır.
Eğitimi, “oyun hamurundan akıllı uslu
adamlar ve kadınlar yapma sanatı” olarak
icra etmekten vazgeçin. Üretim bandından
akıp geçen ve son durumda birbirinin aynısını olmak zorunda kalan “mallar” değiliz. Sadece, yeri ve zamanı geldiğinde vidalarımızı sıkan değil; özgür, yaratıcı ve sahip
olduğumuz tüm yetenekleri ortaya çıkaran
ve merakımızı yılmadan çoğaltan bir eğitim istiyoruz.
Egemenlerin yaratmış olduğu her türden
milliyetçi, dinci ve cinsiyetçi eşitsizlikleri
çoğaltan bir eğitim sisteminin yıkıcı etkilerine maruz kalmak istemiyoruz. “Özne”si
olduğumuz bir eğitim istiyoruz. Rüyalarımızda konuştuğumuz dilde bir eğitim hakkı istiyoruz. Hayallerle gerçeği buluşturduğumuz bir eğitim istiyoruz. Eğitimin her
aşamasında, öğrenci katılımını, lüks ve lütuf olmaktan çıkarmalıyız.
O zaman bu direniş hattını, meydanlarda,
sınıflarda, koridorlarda, kampüslerde öğrencilerin inisiyatifini güçlendirecek biçimde kurmalıyız. Aklın ve yüreğin isyanı
insanlık tarih boyunca sokaklarda daha bir
anlamlı olmuştur. Kaldırımların altındaki
kumsal, denize yakındır.
DİKKAT! Üniversiteler güvenli değildir
Özgürlükleri, ancak demokratik-özerk üniversite talebiyle yürüttüğümüz mücadelede, kendi ellerimizle kazanacağız.
Hayyam Toprak
YÖK, geçtiğimiz günlerde, “Üniversitelerde Güvenlik ve Özgürlük Talimatnamesi” adı altında bir “ferman” yayınladı. Bu fermana göre, polislerin, üniversitelerde “güvenliği” sağlamak amacıyla bulundurulmaları yasallaşmış
olacak ve üniversite kampüslerinde,
polislere ait özel mekânlar kurulacakmış.
Oysa biliyoruz ki, 12 Eylül sonrası resmi ve sivil polisler hiçbir zaman üniversitelerden çıkmadılar. Kimi sivil polislerin, LYS (önceki ÖSS) kontenjanlarından, istihbarat toplamak amacıyla
üniversitelere girdiğini, çevik kuvvetin
ve jandarmanın herhangi bir gösteri ve
etkinlik sonrası doğrudan müdahale
ettiğini, birçok üniversitede onlara tahsis edilmiş yerler olduğunu biliyoruz.
Devletin kolluk güçlerinin, Demok-
les’in kılıcını her daim tepemizde hissettirdiği bir kampüs ortamının “güvenlik” ve “özgürlük” getireceğine inanmak kadar gülünç ne olabilir ki, yaşanan bunca örnekten sonra… Muğla Üniversitesi’nde, Şerzan Kurt’u sırf Kürt olduğu için sokak ortasında öldürenlerin,
Mersin Üniversitesi’nde öğrencilere silah çekenlerin, gerici-faşist güruhlarla
birlikte Yıldız Teknik Üniversitesi’nde
afiş asan öğrencilere saldıranların, bugün yaşanılan ve geçmişte yaşanmış
onca olayın birinci dereceden faili olanların, üniversitelerde “güvenli ortam”
inşa edeceğine kampüslere “özgürlük”
taşıyacağına kim inanır.
Evet, üniversiteler “güvenli” değil ama
kimin için güvenli değil? Üniversiteleri
bir işletme olarak gören para babaları
için, düşünmeyen, sorgulamayan, üretmeyen zihinler ve bedenler yetiştirmeye çalışan resmi ideolojinin aygıtları
için; gerici, ırkçı zihniyetler için, hiç güvenli değildir.
Üniversitelere “özgürlük” getireceklermiş. Verimlilik ilkesine göre düzenlenmiş, olaylara müdahalede yalnızca zamandan tasarruf (yerinde ve zamanında müdahale ederek) sağlamayı hedefleyen, serbest piyasa zihniyetli
YÖK’ün bu fermanı: üniversitelere kan
ve gözyaşından, baskı ve çatışmadan
başka hiçbir şey getirmez. Buradan,
düşünen, sorgulayan üreten insanlar
yerine, bir korku imparatorluğu içine
hapsedilmiş itaatkâr bireyler ortaya çıkar; burada, özgür bilim ve akademiden söz edemeyiz. Bu ferman, “özgürlükler” kılıfıyla faşizmin görünür kılınmasını engelleyeceğini sanmaktadır.
Biz, hiçbir gerici-baskıcı kurumun bize
“özgürlükler” sunamayacağını biliyoruz. Özgürlükleri, ancak demokratiközerk üniversite talebiyle yürüttüğümüz mücadelede, kendi ellerimizle kazanacağız. Faşizm, kara bir bulut gibi
kampüslerin semalarında dolaşmaktadır.
38 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Uluslararası
Yeni NATO füze kalkanıyla
sahneye çıkarken
Lizbon zirvesinde Türkiye’yi temsil eden Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, füze kalkanı projesine dahil olarak eksen tartışmasını bitirdik dedi
Lizbon zirvesinde füze kalkanına evet dememek sınavda çakmak anlamına gelecekti.
AKP, İran’ın adını açıkça zikretmemekle yetinip Batı ile güven tazelemeye oynadı.
Abdullah Karabulut
Artık hem fiilen ve hem resmen yeni bir NATO var. 19 Kasım’da, Portekiz’in başkenti
Lizbon’da toplanan NATO zirvesi, aldığı kararlar ve kabul ettiği yeni strateji belgesiyle, Sovyetler Birliği’nin çözülüşünü
takiben uç vermeye başlayan
bir eğilimi ve yönelimi mantıki
sonuçlarına vardırdı, pekiştirdi. Bir geçiş döneminin nispeten kaçınılmaz ikircikliklerini
geride bırakan bir çerçeveye
büründürdü. Pek çok iması
olan derin ve adeta süreğen bir
iktisadi bunalım koşullarında,
NATO’nun yeni hüviyetini
onayladı. Türkiye’yi çok yakından ilgilendiren füze kalkanı
konusunun gölgesinde kaldığı
için, önce bu yeni hüviyetin altını çizmek ve kalkanı da bu
çerçevede ele almak en doğrusu. Küresel NATO
Onaylanan strateji belgesinin
de teyit ettiği gibi, şimdi karşımızda bölgesel, kıtasal veya iki
kıta arası bir ittifak olmaktan
çıkan; Bosna, Kosova ve Afganistan müdahalelerinin zaten
açmış bulunduğu yoldan ilerleyerek bütün dünyayı ilgi ve
çıkar alanı kabul eden yeni bir
NATO tecessüm ediyor. Tabii
ki, bu küresel NATO’nun, dünya ölçeğinde faaliyet gösterirken, kendisini üyeleriyle sınırlaması, çeşitli müttefik ilişkileri kurmaması düşünülemez.
Japonya, Avustralya, Güney Kore, Yeni Zelanda, İsrail, Körfez
ülkeleri ve Tayvan bu müttefiklerin ilk akla gelen ve birinci halkasında yer alan ülkeler. Batının üstünlüğüne meydan
okuyan her ülke ve gelişme karşısında konumlanmak, bu üstünlüğü sorgulayan gerçek ve olası
tehditleri bertaraf etmek ve Batının halen elde tuttuğu belli başlı üstünlüklerin yitirilmesine izin
vermemek bu yeni NATO’nun
güdücü dürtüsüdür.
Dünya polisliği
Lizbon’da kabul edilen yeni stratejisi belgesi NATO’yu klasik bir
devletlerarası ittifakın çok ötesine taşan, askeri olduğu kadar, siyasi, iktisadi, kültürel ve toplumsal sorunlarla da iştigal eden çok
yönlü bir örgüte dönüştürmeyi
hedefliyor. Yasadışı göç hareketlerinden, uyuşturucu kaçakçılığından, çeşitli türden korsanlıklardan ve siber saldırılardan tutun da terörizme, enerji güvenliğine, uluslar arası ticaret yollarının açık tutulmasına, iklim değişikliğine ve kaynaklara erişime
kadar uzanan çok geniş bir yelpaze, yeni NATO’nun görev sahası olarak belirleniyor. Adını koymak gerekirse, bu aynı zamanda
dünya polisliğine soyunmak veya askeri faaliyetle polisiye faaliyet arasındaki geçişkenliği tarih-
te görülmemiş ölçüde arttırmaktır.
Yeni NATO’yu yalnızca devletlerarası ilişki ve çelişkiler düzleminde kalan bir değerlendirmeye tabi tutmak, işte bu yüzden yanlış. Zira çeşitli türden
toplumsal tehdit algılarının yanı sıra kapitalizmin bekasıyla ilgili endişeler de strateji belgesini biçimlendiren çok önemli
etkenler arasında yer alıyor. Rusya: Çelişkili işbirliği
Yeni strateji belgesi, Rusya’yı
bir tehdit veya düşman gibi karşısına almak yerine, barış, güvenlik ve istikrar ortamının tesisi için bir dizi konuda işbirliği
yapılacak bir ülke olarak görüyor ve NATO-Rusya Ortaklık
Konseyini bunun mekanizması
olarak zikrediyor. Rusya Devlet
Başkanı Medviyedev’in Lizbon’a davet edilmesinin ve Almanya Başbakanı Merkel’in
“soğuk savaş nihayet tamamen
bitti” demesinin nedeni Rusya
ile oluşan bu işbirliği iklimi.
Radikal İslam’a karşı ortak mücadele, Afganistan, istihbarat ve
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 39
uydu verileri paylaşımı, nükleer
kaçakçılık, uyuşturucu kaçakçılığı, korsanlarla mücadele ve
enerji tedarik güvenliği Rusya
ile işbirliğinin en önemli başlıkları olarak öne çıkıyor.
Ancak, bu durum, Rusya/Batı
çelişkilerinin artık tarihte kaldığı, Rusya’nın Batı ittifakına geri
dönüşsüz bir biçimde içerilme
yolunun nihayet açıldığı anlamına gelmiyor. Şimdiki haliyle
bu işbirliğini, tarafların karşılıklı mahkûmiyetlerinin bir ürünü,
derinleşen Rus-Alman ilişkilerinin NATO’ya bir yansısı, ABD ve
Rusya’nın zamana oynama ihtiyaçlarının bir türevi ve Afganistan’daki nazik durumun bir dayatması olarak okumak daha
doğru. Unutulmamalıdır ki, daha birkaç yıl öncesine kadar,
ABD füze kalkanını Rusya’ya
karşı konuşlandırmak için didinip duruyordu. Rusya’nın karşı
hamleleri ve ABD’deki yönetim
değişikliği nedeniyle bu çabaların şimdilik askıya alınması çelişkilerin temelli giderildiğini ve
şimdi karar kılınan kalkanın
icabında Rusya’yı da kapsamayacağının garanti etmiyor.
Kedi ve Çin…
Gül, Erdoğan ve Davutoğlu,
İran’ın adının strateji belgesinde açıkça anılmamasını Türkiye’nin bir başarısı ve artan ağırlığının bir ifadesi olarak takdim
ettiler. Fransa Cumhurbaşkanı
Sarkozy’nin “bizde kediye kedi
derler” sözleri bu temelsiz böbürlenmeye biraz gölge düşürmüş olsa da, NATO zirvesinin ve
benimsenen strateji belgesinin
asıl dikkat çekici yönü bu değil.
Zira adı açıkça geçsin veya geçmesin, perde gerisi pazarlıklarda ciddi bir İran tartışmasının
yaşandığı, füze kalkanı kararında bir İran kastının da bulunduğu aşikâr.
Asıl tuhaflık, dünyanın ikinci
büyük ekonomisi haline gelen
ve önlenemez yükselişini sürdüren Çin konusunda, dünya
polisliğine soyunan bir örgütün
belgelerinde ve tartışma platformlarında tam bir suskunluğun hüküm sürmesi. Örtük veya belirtik biçimde, dost, düşman, müttefik, tehdit veya işbirliği yapılacak ülke olarak
Çin’den hiç söz edilmemesi. Bu
anlamlı ve netameli suskunluk
bir tek şeye delalet eder: NA-
TO’nun “bilinçaltı”, Batının son
dört-beş yüzyıllık üstünlüğüne
sahici, güncel ve nasıl baş edileceği şimdilik bilinmez meydan
okuyuşun Çin’den geldiği kaygısıyla yüklü olmakla birlikte, türlü saiklerle bu kaygı bilince ve
aleniyete tercüme edilmiyor
ama Çin tehdidi Batının müşterek, zımni ve şimdilik açıkça dillendirilmesi sakıncalı bir korkusu olarak telakki ediliyor.
Ancak, NATO zeminlerindeki
bu suskunluk genelgeçer bir
durum değil. Amerikan yönetim çevrelerinde konu çoktan
aleniyete döküldü bile. Çevreleme, bölgesel ortaklık veya potansiyel küresel rakip addetme
gibi almaşıklar üzerinden süren
Çin tartışmasında, ibre gitgide
henüz vakit varken çevrelenmesi, sıkboğaz edilmesi, çeşitli
ittifaklar ve yalnızlaştırmalarla
baskılanması gereken yakın küresel rakip adayı tespitine doğru hızla kayıyor. Rusya’ya göz
kırpılması biraz da bu tespit yüzünden.
Yıldız savaşlarından
kalkana
Şüphesiz, füze kalkanı yeni NATO stratejisinin en önemli unsuru. Zira Batının ilk vuruş üstünlüğünü korumayı, nükleer
ve kimyasal silahlara sahip rakip veya düşman ülkelerin ellerindeki kartları bir anda düşürmeyi ve mukabil bir saldırıdan
korkmaksızın vuruşa açık hale
getirmeyi amaçlıyor. Silahlanma yarışının zamanın
Sovyetler Birliği’nin kaldıramayacağı bir maliyet ve teknolojik
atılımla uzaya sıçratılması girişimlerinin başlangıcı Reagan’ın
başkanlık dönemine kadar uzanır. İlkin yıldız savaşları olarak
adlandırılan ve düşman ülkenin
füzelerini uzaya yerleştirilen lazer toplarıyla havada ve atmosfer dışında vurmayı öngören bu
tür bir girişimin biraz fantastik
olduğu, teknolojik olarak
ABD’nin de boyunu aştığı çok
geçmeden anlaşıldı. Bugün füze
kalkanı olarak somutlaştırılan
proje, bir zamanların yıldız savaşları fantezisinin ayakları yere basan ve teknolojik olarak
mümkün bir ikamesidir aslında.
Füze kalkanı basitçe ve anlaşılır
biçimde şudur: Düşman ülkelerden fırlatılan, nükleer veya
kimyasal başlık taşıyan balistik
(parabolik bir yörünge çizerek
atmosfer dışına çıktıktan sonra
hedefe yönelen) füzelerin, uydu,
yer konuşlu radar ve yer konuşlu füzesavar füze eşgüdümüyle
havada vurulması. Yıldız savaşlarından farklı olarak, ayakları
yere basan füze kalkanında, hava sahasında düşman füzesi vurulan ülkenin, füzenin mahiyetine göre nükleer veya kimyasal
serpintilere maruz kalması hemen hemen kaçınılmaz. Füze
kalkanının radar sistemlerinin
Türkiye’de konuşlandırılmasına
onay veren AKP hükümetini sorunun bu yanını tamamen hasıraltı etmesi son derece manidar.
Biraz daha izahat
Genel olarak irdelendiğinde, yeni NATO stratejisinin beş temel
saik tarafından biçimlendirildiğini söylemek mümkün: Batının
üstünlüğünü muhafaza etmek,
buna meydan okuyan Çin’i artık
küresel hale getirilmiş askeripolisiye bir ittifakla caydırmak,
bu sırada Rusya’yı yedeklemek,
uç vermeye başlayan toplumsal
tehditleri kapitalist elbirliğiyle
göğüslemek ve kapitalist sistemin bekasıyla ilgili sorunlara
odaklanmaya başlamak. Ama
daha fazla izahat çerçevesinde
eklenecekler var:
nBu genellik içinde, füze kalkanı şimdilik, ama şimdilik, esas
olarak İran’ı hedefliyor ve bu ülkeye yönelik olası bir saldırıyı
en az maliyetli hale getirme ve
İsrail’i rahatlatma amacı taşıyor.
nHakeza, kalkan, özellikle
ABD’nin çıkarlarına hizmet
edecek biçimde, yeni bir silahlanma yarışını tetikliyor.
nHem yeni strateji hem de kalkan, ABD’ye, bütün bir Batıyı
kendi etrafına dizme ve elde kalan üstünlüğünü (askeri güç ve
askeri teknoloji) hegemonya
mücadelesinde bir kaldıraç olarak kullanma fırsatları sunuyor.
nFüze kalkanı, ABD ve Batıya
kalıcı bir üstünlük sağlayamaz.
Rakip veya düşman sayılan ülkelerin eşzamanlı biçimde veya
biraz gecikmeli olarak aynı sistemi kurmaları yahut kalkanı
delecek teknolojiler geliştirmeleriyle durum eşitlenir ve sahip
olunan üstünlükler hükümsüz
kalır. Çin ve Rusya bir yana, İran
ve Kuzey Kore’nin bile belirli bir
vadede bu düzeye sıçraması
imkânsız değil.
nNATO yeni stratejisini, çelişkileri kızıştıran derin bir iktisadi bunalım koşullarında belirledi. Ekonomi siyaseti değil, son
tahlilde siyaset ekonomiyi geriden izlediğine göre, bu stratejinin iktisadi bunalımın seyrinden etkilenmesi neredeyse kaçınılmaz. İktisadi bunalımın çıkarlarını ve tercihlerini farklılaştırdığı bir ABD ve Almanya’nın NATO stratejini uyum içine tatbik etmesi, tabii ki beklenemez.
Eksen kaydı derken
Lizbon zirvesi ve bu zirvede alınan füze kalkanı kararı, AKP
hükümetinin ve onun tez sahibi
dışişleri bakanının Türkiye’nin
eksenini kaydırmakta olduğuna dair tartışmaları noktalamışa benziyor. Öyle ya, ekseni kayan bir ülkenin hükümeti füze
kalkanının radarlarının kendi
topraklarına konuşlandırılmasına nasıl evet diyebilir ki?.. Demek ki, bütün o tartışmalar bir
tevatürden ve rivayetten ibaretmiş…
Oysa yanlış ve abartılı bir biçimde “eksen kayması” olarak
ifade edilmiş olsa dahi, söz konusu tartışmanın belirli bir gerçekliği vardı. Lizbon zirvesinin
öncesinde de vardı, füze kalkanına rağmen, sonrasında da
olacak. Söz konusu tartışmaya
vesile olan gerçeklik, Türkiye’nin sistem içindeki -buraya
dikkat, sistem içindeki- özerklik alanını yeni-Osmanlıcı bir
doğrultuda genişletmek, ABD
hâkimiyetinin zayıflamasının
doğurduğu boşluklara sızmak
istemesidir. Bu gerçeklik yerli
yerinde durmaya devam ediyor.
Ama AKP hükümetinin Türkiye’nin özerklik marjını haddinden fazla zorladığı ve bunun
sistem içinde endişelere yol açtığı bir gerçek. İşte bu yüzden,
Lizbon zirvesi ve füze kalkanı
AKP’nin karşısına hem bir sınav sorusu hem de bir fırsat
olarak çıktı. Füze kalkanına
evet dememek sınavda çakmak
anlamına gelecekti. Bu yüzden,
AKP, İran’ın adını açıkça zikretmemekle yetinip Batı ile güven
tazelemeye oynadı.
40 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Uluslararası
Avrupa sola mı kayıyor?
Peki, sol nedir?
Geçtiğimiz yüzyılda yaşanılan başarısız deneyimden sonra, ‘sol’un kapitalizm eleştirisinin
inandırıcılığı, yeniyi yapabileceği konusundaki inandırıcılığına daha dolaysız bir şekilde bağlı. Bundan yoksun militan eylemcilik de, kapitalizm çerçevesinde kalmaya mahkum
yoksullara yönelik, bu tasarruf
paketine muhalefet konusunda fazla umut görünmüyor.
Engin Erkiner
Küreselleşme olarak da adlandırılan kapitalizmin yeni gelişme aşaması, iletişimin hızlanmasıyla birlikte bilgiye ulaşmanın önemli oranda kolaylaşmasını da içeriyor. “Bilginin demokratikleşmesi” adı da verilen bu süreç, birbiriyle çelişkili
bilgilerin birlikte bulunması
nedeniyle önemli bir bilgi kirliliğiyle birlikte gerçekleşiyor. Bu
durumda, bilginin yorumlanması özel önem kazanıyor. Dünya ölçeğinde geçerli dillerden
birisini bilen kişi istediği konuda bilgiye kolayca ulaşabilir,
ama asıl önemli olan, bu bilgiden hangi sonuçların çıkarılabileceğidir. Aynı bilgi bir bakış
açısından bir yönden yorumlanabilirken, başka bir bakış açısından tersi yönde yorumlanabilir.
Örnek olarak bazı Avrupa Birliği (AB) ülkelerindeki mevcut
durumu alabiliriz.
Fransa
Bu ülkede, tersi bir durum var.
Emeklilik yaşının yükseltilmesi ve öteki tasarruf önlemlerine karşı, sendikaların ortak
çağrısına lise ve üniversite öğrencilerinin bir bölümü de uydu. Gösterilerin ardı arkası kesilmiyor. Hedef, öncelikle
emeklilik yasasındaki değişikliğin geri alınmasıdır. Sarkozy
yönetimi, büyük bütçe açığını
gerekçe göstererek buna karşı
çıkıyor ve yaygın direnişi polisiye eylemlerle bastırmaya çalışıyor. Bu iki ülkede de büyük
bütçe açığının ana nedeni, büyük bankaların iflas etmelerinin engellenmesi için satın
alınmaları ya da borçlarının
ödenmesidir. Bankalara giden
para, halktan çıkarılmaya çalışılıyor. Almanya
İngiltere
1945’ten bu yana en büyük tasarruf paketi uygulamaya konuluyor. Özellikle, eğitim ve
kültür harcamalarıyla sosyal
yardımlarda büyük kısıtlamalara gidiliyor. Farklı devlet kurumlarında çalışan yaklaşık yarım milyon kişinin işten çıkarılması planlanıyor. Büyük kısıntı,
askeri bütçeye de yansıdı. İngiltere yönetimi nükleer silahların
modernleştirilmesinden vazgeçti; önümüzdeki yıllarda değişik ülkelerdeki işgallere de
daha az asker ayrılabilecek. Afganistan ve Irak başta olmak
üzere ABD’nin yanında önemli
bir işgal gücü olarak bulunan
Yeşiller Partisi delegeleri 21 Kasım’daki kongrede oy kullanıyor. Koalisyon partilerine destek azalırken Yeşiller ikinci parti durumuna yükseldi
İngiltere, “büyük jandarma”yı
artık eskisi kadar destekleyemeyecek…
Mevcut durumdan bakıldığında, sol bir gazetenin yorumuyla, “İngiliz halkı için kötü olan,
başka halklar için iyi bir gelişme…”. İngiltere’de büyük tasar-
ruf paketine karşı gösteriler
başladı ve bunların, nasıl gelişeceklerini tahmin etmek kolay
değil. İngiliz sendikaları, Mart
ayında ya da altı ay sonra eyleme geçeceklerini açıkladılar.
İngiltere’de sol zayıf, işçi örgütlerinden de özellikle işçilere ve
AB’nin sakin ülkelerinden bir
tanesi… Resmi rakamlara göre
işsizlik azaldı, ekonominin
yüzde 4 büyümesi bekleniyor.
Almanya, bankacılık sektöründe devletin önemli pay sahibi
olması nedeniyle, öteki AB ülkelerine göre görece hafif yaşadığı ekonomik krizden çıkıyor gibi. Bunda, Çin Halk Cumhuriyeti’ne yönelik ihracat patlamasının da önemli yeri bulunuyor. Ülkede öne çıkan sorunları;
sosyal yardıma düşük zam yapılması, nükleer santrallerin
çalışma sürelerinin uzatılması
ve Stuttgart’ta yaşanılanlar
oluşturuyor. Eyalet Meclisi ve
belediyenin Stuttgart’ın çehresini değiştirecek ve yaklaşık 4
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 41
Milyar Avro’ya mal olacak büyük yapım projesine kent halkı
karşı çıktı ve polisle çatışma yaşandı. Baktılar olmuyor, projeyi durdurdular; şimdi uzlaşma
görüşmeleri yapılıyor.
Bu gelişmeler, Sol Parti’ye değil
Yeşiller’e yaradı ve oy oranları
yüzde 20’nin üzerine çıktı. Neredeyse, SPD’ye yetiştiler.
Öteki ülkeler
Yunanistan, Avusturya, Belçika,
İspanya ve Portekiz’de hükümetlerin benzer gerekçelerle
yöneldikleri büyük tasarruf önlemlerine karşı grev, genel grev,
protesto yürüyüşü ve işgal eylemleri yaşandı. Bundan sonra
da yaşanacak.
Bu eylemleri “İsyan dalgası Avrupa’yı sarıyor.” gibi başlıklar
altında okuyunca hayret ediyorum. Bu eylemlerin birbirleriyle ilişkili olması söz konusu olmadığı gibi, eylemler içinde öne
çıkabilen en “sol güç” de sağcısı ve solcusuyla sendikalar. Davulun sesi uzaktan hoş geliyor ve “Biz yapamadık, onlar
yapsın.” psikolojisini de anlamak mümkün. Ama fazla iyimserliğe geçit vermeyen, bir de
gerçek durum bulunuyor. Parlamento seçimlerinde Sarkozy’nin partisi kaybedecek,
ama kim kazanacak? Farklı
isimlere sahip sosyalist partilerden çok, sosyalizmle ilgisi
bulunmayan “Sosyalist Parti”
kazanacak. Ek olarak “Yeşiller”in de sözü edilebilir. Benzer bir durum Almanya’da
var. SPD üyesi Sarrazin’in ırkçı
tezlerine rağmen partisinden
ihraç edilmemesi üzerine göçmen kökenli Almanlar “Yeşiller”e gidiyorlar. “Sol Parti”, marjinal bir parti de
olmamasına rağmen, krizden
yararlanamadı ve oy oranı yüzde 10 civarında kaldı. Sorun,
pasiflikten değil; halkın büyük
kesiminin “sol”a inanmamasından ve güvenmemesinden kaynaklanıyor. Benzer bir durum,
öteki AB ülkelerinde de görülecektir. Militan protesto eylemlerinin sola getirisi, kısa vadede
fazla olmayacak.
Krizin faturasının emekçilere
yüklenmek istenmesine karşı
yapılanlar doğru ancak sadece
bu doğruluktan hareketle büyük umutlara kapılmamak ge-
rekir.
Sol’a yönelmek nedir?
Neyin sol olduğu, içinde bulunulan ülkeye göre değişiyor. Örneğin, bir ülkede genel grev yapıldığı zaman, böyle bir eylemin hiçbir zaman yapılmamış
olduğu, Türkiye gibi ülkelerden
bakıldığında, işçilerin ve emekçilerin solculaştıkları gibi bir
düşünce ortaya çıkıyor. AB ülkelerinde ise, genel grev ya da
ülke ekonomisini etkileyecek
düzeyde yaygın grevlerle, işçilerin ve emekçilerin sola yönelmesi arasında doğrudan bağ
bulunmuyor. Fransa’nın gördüğü en sağcı
devlet başkanlarından birisi
olan Sarkozy bile, “Grev bir
haktır ama rafinerilerin çıkışını
bloke edemezsiniz.” diyor. Grev
hakkına kimse dokunamaz ve
grev ya da genel grev yapanların sola yöneldikleri de söylenemez. Örneğin, bizde nükleer
santral yapımının engellenmesi için halkın seferber olması
“sol”un başarı hanesine yazılabilecek bir eylem iken, Almanya’da nükleer santrallerin kapatılmasının geciktirilmesinin
protesto edilmesi ya da Stuttgart’ta büyük bir inşaat projesi
için çok sayıda ağacın kesilmesine engel olunması “sol”un
başarısı sayılmaz. “Yeşiller” en
kazançlı çıkan parti olur. O “Yeşiller” ki, yıllar önce, “Sağ ve sol
artık geride kaldı.” demişlerdi.
“Sol”, bir değerler bütünüdür.
Herkese insanca yaşam ve gelecek güvencesinin yanı sıra,
demokratik örgütlenme, cinslerin eşitliği, doğanın korunması, ırkçılık ve savaş karşıtı olmayı da içerir.
Bundan –diyelim- elli yıl önce,
ekonomik hak arama mücadelesi üzerinden “sol”a yönelmek
ağır basardı. Sonraki yıllarda,
diğer faktörler de etkilerini ar-
tırdılar. Batı ülkelerindeki
68’de değişen faktörler dengesi, ilk kez açık olarak görülebildi.
Sosyal adaletsizliklerin eleştirilmesi, çevre sorununa dikkat
çekilmesi, ırkçılığa karşı çıkılması, cinslerin her alanda eşitliğinin savunulması ile kapitalizm eleştirisi yıllardan beri bir
arada ele alınıyor. Kapitalizmi aşma hedefiyle karakterize olan “sol”un, eleştirmenin yanı sıra bir de yeniyi
yapabilme işlevi vardır. Geçtiğimiz yüzyılda yaşanılan başarısız deneyimden sonra, “sol”un kapitalizm eleştirisinin
inandırıcılığı, yeniyi yapabileceği konusundaki inandırıcılığına daha dolaysız bir şekilde
bağlı. Bu inandırıcılık olmayınca, militan eylemlerle yapılan
kapitalizm eleştirisi de, kapitalizm çerçevesinde kalıyor..
AB ülkelerindeki kriz
ve göçmenler
AB ülkelerinde bütçe açığının
kapatılması gerekçe göstererek uygulanmaya çalışılan tasarruf önlemleri, şu veya bu
oranda sosyal hakların kısıtlanmasını içerir. Bu kısıtlamanın önemli bölümü, göçmenlere yöneliktir ve her tasarruf paketi göçmenlerin
durumuyla birlikte tartışılır.
Güncel örnekler arasında, en
aşırısı Fransa’da görülüyor ve
Sarkozy yönetimi yıllardan
beri süren geleneği daha ileriye götürüyor, tasarruf önlemleri ve göçmenlerle ilgili
yasaların sertleştirilmesi.
Benzer bir durum İngiltere,
Hollanda, Avusturya ve Almanya’da da vardır.
Bu uygulamanın bir açıklaması, burjuvazinin halkın dikkatini tasarruf önlemlerinden
göçmenlere yöneltmeye çalışmasıdır. “Göçmenlerin sınır
dışı edilmesi, yerliye daha
fazla iş demektir.” gibi gerek-
çeler yıllardan beri kullanılıyor.
Bu açıklama doğru olmakla
birlikte gerçeği yeterince ifade etmez. Sosyal yardımların
daraltılmasında öncelikle
göçmenleri etkilemesinin ve
bütçe açığının kapatılması
gerekçe gösterildiğinde sürekli olarak göçmenlerin söz
konusu edilmesinin başka bir
nedeni daha vardır: AB ülkelerinde, sosyal yardım alan
göçmen sayısı oldukça fazladır.
Sayı, ülkelere göre değişmekle birlikte İngiltere, Fransa ve Almanya gibi AB’nin büyük ülkelerinde çok sayıda
göçmen ya tümüyle sosyal
yardımla geçiniyor ya da kısmen bu yardımdan yararlanıyor.
AB hükümetleri öncelikle ülkeye AB ülkeleri dışından olabildiğince az kişinin gelmesi
için önlem alıyorlar. Bu önlemi, ilk olarak Almanya almıştı, onu Hollanda, Fransa ve
şimdi de İngiltere izliyor. Ülkeye, aile bileşimi ya da başka nedenle kalmak üzere gelenler, dil bilmek zorundalar.
Vize alabilmek için, öncelikle
“dil sınavı başarı belgesi” aranıyor. Ek olarak, özellikle herhangi bir eğitimi bulunmayan
ve iş bulması da neredeyse
imkânsız olan genç göçmenler için sosyal yardımı kısıtlama önlemleri düşünülüyor.
Eskiden bu insanların sınır dışı edilmesi düşünülürdü,
ama zamanla çok sayıda
göçmen için bunun mümkün
olmadığı anlaşıldı. Şimdi, bunun yerine hayatı olabildiğince yaşanmaz hale getirmenin yolları aranıyor.
Özellikle, Almanya’daki Türkiyeli göçmenlerin içler acısı
eğitim durumu, yeni bir olgu
değil; zorlama önlemlerle dü-
42 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Uluslararası
Fransa: Liselilerin
emeklilerle dayanışması!
Gençler, globalleşmeyi bir fırsat değil, tehdit olarak algılıyorlar. Son mali kriz de, anti-kapitalist
duyarlıklarını arttırdı. Emeklilerin eylemlerinde yer almalarını bu nedene de bağlayabiliriz Siyasi parti ve hareketlere katılanlar nispeten yüksek eğitimli ailelerden, radikalizme kayanlar banliyölerden geliyor
Selami Şakiroğlu
Fransa’da emeklilik yasa tasarısına karşı
bir ay süren eylemlere liselilerin de katılması hem bir sürprizdi, hem de muhalefet
hareketinin radikalleşmesinin sembolü.
Ne işleri vardı liselilerin - gençlerin emeklilik yasasıyla? Neydi, geçleri sokağa inmeye iten nedenler? Bir hafta öncesinden tatile çıkma isteği mi (Okullar 22 Ekim Cuma günü, 15 günlük tatile giriyor.) yoksa
var olan sıkıntıların bu olay aracılığıyla dışa vurulması mı? Kuşkusuz her ikisi de. Tatile erken çıkmaktan, son bir haftayı şenlikli geçirmekten, kendini aramaya, geleceğini aramaya kadar bir dizi etkeni gözönüne almamız gerekiyor. Liseliler ne istiyorlar veya gençler ne istiyorlar? Bu soruları yanıtlamak kolay değil.
Ama bu tartışma bir süredir var ve son
olayla birlikte yeniden su yüzüne çıktı.
Hangi sosyal, politik ve ekonomik ortamda yaşıyor bu geçler ve nasıl tepki veriyorlar? Politik eğilimleri nasıl oluşuyor veya
oluşmuyor ; nasıl değişiyor, gelişiyor? Bu
sorulara, son gelişmelerle birlikte değinmeye çalışacağım.(*)
Emeklilik reformu, gençleri
harekete geçirmeye yeter mi?
Son yıllarda görülen gençlik eylemleri, genellikle, onları doğrudan ilgilendiren sorunlardan kaynaklanıyordu. Sadece gençlere yönelik yeni işsözleşmesi yasa tasarısı, tam bir isyana neden olmuş, yasa tasarısı meclisten geçip uygulamaya girmesine rağmen, tepkiler karşısında önce askıya
alınıp sonra iptal edilmişti. 2005 yılındaki
banliyö gençlerinin ayaklanması ise «toplum dışına itilme ve toplum tarafından kabullenilmeme» duygusunun dışa vurulmasıydı. Emeklilik bütün bunların çok
uzağında. Buna rağmen Fransa’da çok yaygın olan
bir inancı da gözardı etmemek gerekiyor :
“Yaşlılar daha uzun süre çalışırlarsa, bizlere yer açılmaz”. Ekonomik olarak bu inanç
kanıtlanabilmiş değil ama insanlar buna
inanıyorlar. Bu düşüncenin ardında, iş bulamamak korkusunun yattığını söyleyebiliriz. Fransa’da gençler arasındaki işsizlik oranı
çok yüksek. yüzde 15 ile 20 arasında değişiyor. Ama 50 ve üstü yaş gruplarında da
işsizlik oranı çok yüksek. 50 yaşında işsiz
kalmak neredeyse bir daha iş bulamamak
anlamına geliyor. Bu rakamları, Almanya
ile karşılaştırırsak başka bir tabloyla karşılaşıyoruz. Almanya’da gençler arasındaki işsizlik oranı yüzde 10 iken, 50 ve üstündeki yaş gruplarının iş hayatında kalma oranı Fransa’ya göre çok da yüksek.
Anglosakson ülkelerde ise 60 yaşında bir
kadının uçaklarda aktif hosteslik yapması
hiç de yadırganır bir durum değil. Bu, ayrıca kültürel bir konu.
Eğitimde elitizm ve
globalleşen iş hayatı
Eğitim sistemi, sosyal sınıflandırma ve ileride işe girmede hiyerarşik bir seçim aracı olarak işlev görüyor. En iyilerin iyi işlere
seçilmesi ve diğerlerinin de ayak işlerine
yönlendirilmesinin önünü açıyor. Yılda
700 bin öğrenci meslek liselerine gönderilirken geleceğin yöneticisi yetiştirecek,
iyi meslek sahibi olunabilecek okullara sadece 70 bin kişi girebiliyor. Yani, gençlerde “elenme” korkusu var. İş hayatında da
işler daha iyi değil. Bir gencin süresiz sözleşme imzalaması için neredeyse 30 yaşına gelmesi gerekiyor. Başlangıçta kısa süreli, ikişer üçer aylık sözleşmelerle, yıllar-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 43
Uluslararası
ca çalıştırılıyorlar. Buna, bir de konut
sorunu eklenince gelecek korkusu
kendini göstermeye başlıyor.
Globalleşme, Fransızları, diğer ülkelere göre daha çok korkutuyor. Gençler,
globalleşmeyi bir fırsat değil, tehdit
olarak algılıyorlar. Son mali kriz de,
gençlerde anti-kapitalist duyguları
arttırdı. Son eylemde yer almalarını
bu nedene de bağlayabiliriz. Gençlerin radikalleşmesi
Her dokuz yılda bir tekrarlanan ve en
son 2008 yılında gerçekleştirilen “Avrupa değerleri” anketinin sonuçlarına
göre geçlerin politizasyonunda ve radikalleşmesinde bir artış görülüyor.
1999’da gençlerin yüzde 7’si “aşırı
sol”da yer alırken, bugün bu oran yüzde 13. Ama politikleşme ile radikalleşme ayrı ayrı kesimlerde görülüyor.
Politikleşme (siyasi partilere katılma,
oy verme v.b.) daha çok eğitimli kesimde gözlenirken, radikalleşen kesimin eğitim düzeyi düşük. Bu iki gençlik, nasıl birbiriyle karşılaşır ve kaynaşır bilinmez.
Başlangıçta, harekete katılan gençler,
eğitimden kopmuş, işsizlikle boğuşan
veya küçük işlerle yaşamaya çalışan
banliyö gençleri değil ; daha çok eğitimli kesimden geliyordu. Giderek
ikinci kesimin devreye girdiği gözleniyor. 2005‘teki gibi kendilerini şiddet
kullanarak ifade edebilirler. Bunun
için küçük bir kıvılcım yetirli olabilir.
Bir hareket bu boyutlara ulaştıysa,
manipule ediliyorlar tezini desteklemek pek mümkün değil. Ama kör olmamak da lazım. Gençlik içinde politik hedefleri olan sol örgütler var. Bunun yanında, internet ve sosyal ağlar
gençlik hareketine yeni bir ivme kazandırıyor.
Gençlik Hareketi, bu yanıyla bir “şenlik”i çağrıştırıyor ; hareket kendi içinde büyük bir piknik. Birlikte olmak ve
ortak bir heyecanı paylaşmak. Bu yeni
yetme, gençlik kültürünün bir parçası.
68 bunun neresinde ?
Bu hareket 68‘den çok uzakta. Birincisinde toplumu kökünden değiştirme
isteği söz konusuydu. Nesiller arası
çatışma çok güçlüydü, özellikle ahlaki
değerler konusunda. Bugün ise geçler
yaşlıların emeklilikleri için yürüyorlar.
Sürrealist bir görüntü. * Bu izlenimlerimi hazırlarken geniş ölçüde ‘Le Monde ve Liberation’ gazetesinde yer alan makaleleri kullandım. Özelllikle de, «Fransızlar korkmakta haklılar
mı?» kitabının yazarı, gençlik uzmanı
sosyolog ‘Olivier Galland’ın ‘Liberation’da yer alan söyleşisinden fazlaca yararlandım.
Brezilya: Dilma
İşçi Partisi’ni üçüncü
döneme taşıdı
Yeni başkan Dilma ve eski başkan Lula geçtiğimiz ay Kore’deki G-20 toplantısına birlikte katıldılar
Washington D. C.’deki Ekonomi ve Politika Araştırmaları
Merkezi’nin eşbaşkanı Mark
Weisbrot, Brezilya seçimlerini üçüncü kez kazanan İşçi
Partisi iktidarını emekçilerin
ekonomik kazanımları açısından yorumluyor
Brezilya’da seçimler, tıpkı Amerikalı komedyenler Jon Stewart ile Stephen Colbert’in önayak olduğu ve yüz binlerce insanı Cumartesi günü Washington DC caddelerine döken mitingde söylendiği gibi geçti: “Aklı selime yeniden kavuş” ya da “Korkuyu yaşatmaya devam et”.
İktidardaki İşçi Partisi’nin (PT) adayı Dilma
Rousseff, ikinci turda muhalefetteki Sosyal
Demokratlar’ın (PSDB) adayı José Serra’yı
yüzde 56’ya 44 gibi açık bir farkla geçerek
zafere ulaştı. Tarafların karşılıklı olarak bir-
birini yolsuzluk ve görevini kötüye kullanmakla suçladığı acımasız ve çirkin bir kampanya yaşandı; o kadar ki sonunda Serra’nın karısı Dilma’ya “bebek katili” bile dedi. Serra’nın kampanyasına destek vermek
için seferber olan dini gruplar ve liderler,
Dilma’yı kürtajı yasallaştırılmasını istemekle, dini sembolleri yasaklamakla, Hıristiyanlığa karşı olmakla, 1960’ların sonunda hüküm süren askeri diktatörlük sırasında direniş hareketine katılmış olduğu için
“terörist” olmakla suçladılar. Tüm kampanya, dinci sağın yükseldiği 1980’lerde Cumhuriyetçilerin yürüttüğü “çamur at, izi kalsın” politikasıyla son yılların “bir yerlerde
saklanmış kitle imha silahları var” çılgınlığını andırıyordu.
Sağın ürkütücü muhalefeti
Serra, muhaliflerinden birinin kendisini
“Serra Palin” olarak nitelemesine yol açacak denli muhafazakâr bir dış politika stratejisi yürüttü. Kampanyası, Brezilya’nın çoğu komşusundan uzaklaşmasına yol açacak
denli göz korkutucuydu; Bolivya hüküme-
4
44 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Uluslararası
4tini uyuşturucu ticaretinde “suç ortağı” olmakla, Venezüella’yı ise Kolombiya’daki FARC
gerillalarına “hamilik” yapmakla suçladı. Lula’ya, çoğu Güney Amerika ülkesinin yaptığı
gibi Honduras hükümetini tanımayı reddettiği için saldırdı. Honduras’ta hükümet, geçen
yıl gerçekleşen bir askeri darbenin ardından,
insan hakları ihlali ve sansür koşullarında
gerçekleştiği için ABD ile bir avuç sağcı müttefiki dışında kimsenin “özgür ve adil” bulmadığı bir seçimle işbaşına gelmişti. İşçilerin aklı selimi
Fakat sonunda, seçmenlerin Lula yıllarında
yaşanan kayda değer iyileşmeler konusunda
ikna olduklarını kanıtlayacak şekilde aklı selim korkuya galip geldi. Bir iktisatçı olan Serra’nın, Brezilyalıların büyük bir kısmının hayatlarını etkileyen ekonomik meseleleri gündem dışında tutmanı bir
yolunu aramış olması belki de şaşırtıcı değil.
Lula’nın iktidarda olduğu yıllarda ekonomi,
Serra’nın partisinin ülkeyi yönettiği sekiz yıldan çok daha iyi bir performans gösterdi: Kişi başına düşen gelir, 1994-2002 yılları arasında sadece yüzde 3,5 artmışken, 20022010 döneminde yüzde 23 arttı. Belki daha da önemlisi, Lula’nın başkanlığı sırasında enflasyona endeksli asgari ücretin
yüzde 65 artışından Brezilyalıların çoğunluğun kayda değer bir kazanç sağlamış olması.
Bu, Serra’nın partisinden Fernando Henrique
Cardoso’nun sekiz yıllı8k başkanlığı döneminde sağlanan artışın üç katından daha fazla. Asgari ücretteki iyileşme, sadece asgari ücretle geçinenleri değil, gelirleri asgari ücretle
ilişkilendirilmiş on milyonlarca çalışanı da etkiledi. Yoksullukla mücadele
Bunun yanısıra hükümet yoksul ailelere, çocuklarını okuyla göndermeleri ve aşıların
yaptırılması koşuluyla küçük bir nakdi gelir
sağlayan Bolsa Familia programını geliştirdi.
Yaklaşık 13 milyon aileyi kapsayan program,
okur yazarlık oranını artırmada başarı sağladı. 2003’ten bu yana 19 milyonu aşkın aile
yoksulluk sınırının üzerine taşındı.Konut
edindirmeye yönelik yeni bir teşvik programından da yüz binlerce aile yararlandı; öyle
görünüyor ki uygulama, milyonlarcasını kapsayacak şekilde genişleyecek. Serra’nın ABD’li cumhuriyetçilerin damgasını
taşıyan kampanya stratejisi ABD’de son kırk
yıldır ekseriyetle etkili olmuş olmasına rağmen, başarılı bir ihraç ürünü değildi. Brezilyalı seçmenler karalamalardan çabucak sıkıldılar ve Serra’nın kendileri için, İşçi Partisi’nin
yaptığından daha fazla neler yapabileceğini
bilmek istediler. Bunu söyleyemeyince oyları
kaybetti. Kötü tarafından bakacak olursak, çamur atma üzerine kurulu “Cumhuriyetçi strateji”,
Brezilya’nın geleceğine dair bazı hayati konuların kampanyada ele alınmasını engelledi.
Ülkede merkez bankasına hâkim olan kaymak tabakasının iktisadi politikalar üzerin-
Dilma Roussef kim?
Dilma Roussef 1947’de Belo Horizonte’de dünyaya geldi. Gençliğinde askeri
diktatörlüğe karşı silahlı direnişe katılmış
ve 1970’te yakalandığında bir aya yakın
işkence görüp üç yıl hapiste kalmıştı.
2000’de Lula’nın 1979’da kurduğu İşçi
Partisi’ne (PT) üye oldu.
Dikatatörlüğün yıkılmasından sonra Porto Alegre kentinde yerel yönetim görevlerinde bulundu. 2002’de Lula da Silva'nın seçim zaferinden sonra Federal
Hükümet'in enerji bakanlığına atandı.
2006’da Lula’nın ikinci döneminde
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri oldu.
Güney Afr
Komisyonu
sır: Sınıfs
Geçtiğimiz ay seçimlerin ikinci turunda
kazandığı Başkanlık görevini Lula da Silva’dan 1 Ocak 2011’de devralacak.
deki etkisi, en az Wall Street’in ABD üzerindeki etkisi kadar güçlü. Lula’nın başkanlığı sırasında bile, dünyadaki en yüksek reel faiz
oranının Brezilya’da veriliyor oluşunun bir
nedeni de bu. Büyüme performansı, halen
öteki BRIC ülkeleriyle (Rusya, Hindistan, Çin)
atbaşı gidiyor; ülkedeki potansiyelin yakalanabilmesi için önceki hükümetlerin uyguladığı bazı neoliberal politikaların terk edilmesi gerekecek. Sermaye yetersizliği sürüyor
Sermaye oluşumu, Cardoso’nun iktidarda olduğu yıllardan pek farklı değil ve öteki gelişmekte olan ülkelere bakıldığında, göreli olarak düşük. Kamu yatırımları bile, yakın zamanda hızlanmış olmasına rağmen düşük seviyede. Ülkeye, yeni yatırım ve tüketim kalıpları kuran, 50 milyonu kısmı yoksulluk içinde yaşayan Brezilyalı çoğunluğun çıkarına yeni bir kalkınma stratejisi gerekli.
Güney Amerika’daki sol hükümetlerin son on
yılda kazanmış olduğu emsali görülmemiş
bağımsızlık karşısında Bush yönetiminin geliştirdiği “tesirsiz hale getirme” stratejisini,
Obama dışişleri bakanlığının ancak kekeleyerek, güç bela sürdürdüğü Batı yarıkürede, seçim muazzam bir etki yarattı. İşçi Partisi’nin
yenilgisi onlar için büyük bir zafer olacaktı.
İran’la yakınlaşmaya ABD tepkisi
Brezilya’daki seçim, dünyanın geri kalanı için
de sonuçlara yol açtı. İran’ın nükleer programı etrafında çıkan gerilimi çözmek üzere, Mayıs’ta nükleer yakıt takas programını müzakere masasına getiren Brezilya ve Türkiye,
uluslararası diplomasi alanında çığır açtı.
ABD Dışişleri Bakanlığı bu girişime muhtemelen, Brezilya’nın bölgede yaptığı Venezüella’daki Chavéz hükümetine verilen güçlü ve
tutarlı destek de dahil, her şeyden çok tepki
duydu. Serra kampanya sırasında İran anlaşmasına da saldırmıştı.
Washington dışındaysa, dünyada seçim sonuçları iyi haber olarak karşılandı. Devlet ve seçkinlerin kendilerini dışladığını düş
Tolga Tören
Güney Afrika’da hakikat,
toplumsal uzlaşmaya
yol açsa da bu zoraki uzlaşma, kolonyal geçmişin ve apartheidin yarattığı toplumsal tahribatı
ortadan kaldırmaktan
çok uzak Kürt siyasi hareketinin sözcüleri,
bir süredir Kürt sorununun çözümüne dair Güney Afrika modelinden hareket eden öneriler gündeme getiriyorlar. Bu konudaki son ve
en somut öneri ise, Abdullah Öcalan’ın, Güney Afrika modelinden
hareketle Hakikatleri Araştırma
Komisyonu kurulması önerisi oldu.
Önerinin tartışılmaya devam ettiği
bir ortamda, Güney Afrika modeli-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 45
ika’da Hakikat
unun çözemediği
al apartheid
şünen yoksulların 2009’da bütün ülkeyi saran protestolarından bir görünüş
nin uygulanabilirliğinin hangi
koşullar altında geçerli olacağını
sormak önemli. Sorunun yanıtı
için ise, Güney Afrika’da yaşanan sürecin olumlu ve olumsuz
yanlarına göz atmak gerekiyor. Ulusal birlik ve uzlaşma
Güney Afrika’da 1994 yılında
gerçekleştirilen ilk demokratik
seçimlerin ardından, Afrika Ulusal Kongresi (ANC) hükümetinin
çıkardığı Ulusal Birlik ve Uzlaşma Yasası (Aralık 1995) ile 1960
– 1994 döneminde işlenmiş politik suçları açığa çıkarmak, affetmek ve zarara uğrayanların
zararlarını tazmin etmek amaçlarını güden Hakikat ve Uzlaşma
Komisyonu oluşturulur. Başpiskopos Desmond Tutu başkanlığında çalışacak Komisyon’un
daha önceleri Latin Amerika ülkelerinde kurulanlardan önemli bir farkı vardır: Komisyon kapılar ardında değil kamuoyu
önünde toplanacaktır; oturum-
lar ise, medya kuruluşları tarafından televizyon ve gazetelerde yayınlanacaktır. Kuruluşundan 1998 yılına kadar yaklaşık
7 bin başvuru alan Komisyon,
apartheid gibi insanlık dışı bir
rejimden demokratik düzene
geçişte kuşkusuz önemli roller
üstlenir. Apartheid rejiminin bir
insanlık suçu olarak tanımlanması ve dönem içerisinde işlenen önemli suçlardan bazılarının açığa çıkarılması bu rollerin
başlıcalarıdır. Inkhata Özgürlük Partisi’nin
(IFP), Afrika Ulusal Kongresi’ne
(ANC) karşı giriştiği saldırılar
için Güney Afrika polis gücünden para aldığının, Eski devlet başkanı Botha’nın,
1989 yılında Güney Afrika Kiliseler Konseyi’nin ve ANC’nin
gayrı-resmi merkezinin bombalanması için emir verdiğinin öğrenilmesi ise, açığa çıkarılan
suçlarından bazılarıdır. Apartheidden
demokrasiye barışçıl geçiş
Komisyon’un bir başka başarısı
da apartheid döneminden yeni
döneme barışçıl geçiş konusunda oynadığı roldür. Şöyle ki:
Apartheid yönetimi ile ANC arasındaki müzakerelerin başladığı
1990’ların başlarında, Zulu kabilesi milliyetçisi olan ve apartheidin “ayrı gelişme” politikalarını destekleyen bir siyah örgütü olan Inkhata Özgürlük Partisi (IFP) ile ANC arasında önemli çatışmalar yaşanır. Müzakere
sürecine ve sürecin sonucunda
oluşacak siyahlarla beyazların
ortak ülkesine karşı çıkan, siyahların ve beyazların birbirinden ayrı yaşaması gerektiğini
savunan IFP ile ANC arasındaki
çatışmalar ülkeyi korkunç bir
şiddet dalgası ile karşı karşıya
bırakır. Çatışmalarda yaklaşık
15 bin sivil hayatını kaybeder.
Siyahlar arasında yaşanan bu
çatışmanın ülkedeki beyaz nüfusa yansıması ise, apartheidin
sona ermesi sonrasında kendilerinin ülkedeki geleceğinin ne
olacağı konusundaki belirsizliktir. Komisyon ise, ülkedeki beyaz nüfusun bu tür kaygılarının
giderilmesinde ve Inkhatalar ile
ANC arasında yaşanan çatışmaların dindirilmesinde önemli
bir rol oynar. Fiili af makinesi
Ancak, suç dosyası oldukça kabarık olan Güney Afrika Savunma Gücü’nden ve Inkhata Özgürlük Partisi’nden Komisyon’a
başvuru sayısı oldukça az olur.
Gelen başvuruların çoğunda ise,
suçlarını itiraf edenler tüm gerçekleri dile getirmezler. Öte
yandan Komisyon’a, faaliyette
bulunduğu süre zarfında oldukça sert eleştiriler de gelir. Bu
eleştirilerden birisi, unutulmuş
acıların insanlara yeniden hatırlatılmasının yarattığı travmaya dairken diğeri ise apartheid
döneminde işlenen suçların, politik saiklerle işlendiğinin ispat
edilmesi durumunda affedilmesidir. İkinci eleştiriyi yüksek sesle dile getirenler arasında, 1977
yılında apartheid hükümeti tarafından işkencede öldürülen
Siyah Bilinç hareketinin efsanevi lideri Steve Biko’nun eşi de
yer alır. Bugün de Hakikat ve
Uzlaşma Komisyonu’nun de facto olarak bir af makinesi işlevi
gördüğü yönündeki vurgular
hiç de az değil. Yeni Güney Afrika’nın
hakikati: Sınıfsal
apartheid
Komisyon’un bir başka özelliği
de, ürettiği hakikatlerin ‘yeni’
Güney Afrika’nın ‘yeni’ elitlerinin ihtiyaç duyduğu çerçevede
üretilen ‘hakikatler’ olmasıdır.
Şöyle ki: Apartheidi bir insanlık
suçu olarak kabul eden ve asıl
suçlu olarak ülkedeki Hollanda
kökenli beyaz azınlığı işaret
eden Komisyon, aynı suçlamayı
apartheid döneminde ülkeye
yatırım yaparak ya da kredi vererek sisteme cansuyu sağlayan
ABD ve İngiltere sermayesine
ya da uluslar arası finans kuruluşlarına getirmez. Komisyon’un, 1990’lı yıllarla birlikte
sermaye ile barışan ve ülkede
ırk ayrımcılığına dayalı olmayan bir kapitalizm ve bununla
tutarlı olarak yeni bir ulus,
“gökkuşağı ulusu”, inşa etme
projesine girişen ANC’nin, bu
projesinin ilk adımı olarak değerlendirilmesi gerektiğini de
belirtelim. Sonuç mu? n Adalet ve Uzlaşma Enstitüsü tarafından 2000 ve 2001 dönemi için açıklanan anket sonuçlarına göre, yüzde 65’i
apartheid doğruydu diyen Hollanda kökenli beyazlar.
n Hukuki anlamda sona ermiş olan apartheide rağmen, siyah nüfusu büyük bölümünü
HIV/AIDS’e, yüzde 40’larda gezen işsizliğe, oldukça derin bir
yoksulluğa ve patriyarkal şiddete mahkûm eden “sınıfsal
apartheid”.
n Ülkede, birbirleri ile zorunluluk halleri dışında herhangi
bir sosyal ilişki kurmadan, birbirine değmeden, ama ötekinin
varlığına katlanmak zorunda
olduğunu bilerek yaşamaya devam eden halk(lar).
Sonuç olarak şu söylenebilir:
Güney Afrika’da hakikat, toplumsal uzlaşmaya yol açtı belki;
ama bu zoraki uzlaşma, kolonyal geçmişin ve apartheidin yarattığı toplumsal tahribatı ortadan kaldırmaktan çok uzak. Görünen o ki, ulusal özgürlük hareketi sınıf hareketi ile yeniden
buluşmadıkça öyle olmaya da
devam edecek. 46 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Uluslararası
Hem Şam’ın şekeri
hem Arabın yüzü
Sabahın üçüne kadar eski Şam’ın güzel sokaklarında tek başıma emniyetle, huzurla dolaşıp duracağımı, dünyanın tatlı
insanlarla dolu olduğunu… bilemezdim
Kolunu gösterip Abdullah Öcalan diyor kesiyor gibi yapıyor. Dövmesi var sanıyorum,
yanlış anlamışım; kesseler kanım Apo Apo
diye akar diyormuş. Dilini anlamasam da
eliyle yüzüyle anlatıyor. Yemek yerken uyku uyurken onu düşünüyorum diyor, iki elini yanyana yumruk yapıyor, kelepçe, anladım, yüzünü acıtıyor. Adı İbrahim amca.
Karşımda durduk yerde ağlarken, insan,
ona bizde “teröristbaşı” diyorlar diyemiyor.
Başka bir düzlem var orda, oraya girmek
gerekiyor. O başka düzlemde kaldırımda sigara içerken birbirimize itimat etmek
mümkün.
Sabah, eski bir Suriye başbakanının karısıyla Şam´ın bitpazarında buluşuyoruz.
Dükkanları biliyor. Eski başbakanın karısı
yeni görünen ya da az giyilmiş bir çift ayakkabı alıyor, pazarlık yapmıyor, oniki dolar.
Onbeş kadar dükkanda her şey var, çocukluğumun Ulus´u gibi; ben pek içeri giremiyorum, o kokuyu biliyorum. Bitpazarının
avlusunda, tüylü eski oyuncakların, eski
ayıların filan satıldığı bir tezgah var, çocukluğumun pembe panteri bile var. Suriye’yi her yerden çok sevmem bundan
zaten. Çocukluğumuzun dünyası meğer ölmemiş, burada saklanıyormuş. Etraf, insanların kılıkları, görünüşleri, kalpleri, bakkal dükkanları, otuz kırk sene öncesinin
Türkiye’sine benziyor. Şefkat ve insanların kalbi: Şam’da itirazlarıma rağmen otel paramı vermek isteyen
arkadaşlarım Huda ve Besam ile, “o benim
kardeşim, ondan nasıl para alırım” diyen,
üç gün kaldığım otelin sahibi Firaz’ın uzun
uzun tartıştıklarını, sonunda Firaz’ın para
kabul etmediğini anlatmayınca Suriye hatıraları yarım kalır.
Abu Al-Azz
Eski Şam’da iftar sonrası hikayeci Abu Şadi’yi dinlemeye gelenlerle dolup taşan al-Nofara kahvesi
Elif Köksal
13 Nisan 2009 Şam-ı Şerif.
İnternet kafenin duvarında şöyle bir tabela var:
3 saat= 100 sp (iki dolar)
6 saat= 200 sp
10 saat= 300 sp
15 saat= 400 sp Gül, Erdoğan, Öcalan
Geceyarısı, bizim Sultan Abdülhamit’in
yaptırdığı, yüksek tavanındaki camlar çok
eskimiş, egzotik, mükemmel muhallebili
kapalı çarşı Suk Hamidiyye’nin önü. Kaldırımda o saatte nargile satan ihtiyar adam,
Türkiye deyince, Diyarbakır diyor. Babası
ordan gelmiş, yoksa dedesi mi, annesi Mardin’liymiş. Benim de Diyarbakır’lı büyük-
büyükdedelerim var.
Bildiğim tek Kürtçe kelime, Abdullah Öcalan. Söyler söylemez ellerime yapışıyor, bir
yandan yüzünü öbür yana saklıyor, gözünden fışkırıveren yaşları mahcubiyetle siliyor. Nargileye para istemiyor, sahiden istemiyor.
Abdullah Gül sayesinde Beyrut’un bir
ucundan öbür ucuna gittiğim taksiye para
vermedim; Tayyip Erdoğan sayesinde kahveler şefkatler gördüm -Beyrut’ta evinde
kahve içtiğimiz kedili teyzenin, hem de göbek atarak, Erdogan Erdogan (yumuşak g
yerine kalın g) nakaratlı neşeli bir şarkı
söylediğini yazmayı unuttum!.
Ama artık bu kadarı fazla geliyor, karşılıklı
ısrar ediyoruz, sonunda parayı kabul ediyor. Hepi topu iki dolar zaten, küçük güzel
bir nargile. Karşıya geçiyorum, yolda vazgeçip dönüyorum, birer sigara içiyoruz.
Çöle gidiyoruz. Yirmi yıldır Şam’da yaşayan
arkadaşım Tatyana’yla uzun yollardan neredeyse koşarak dolmuşlara gidiyoruz.
Taksiler pahalı değil, üç kişilik dolmuş parasından çok fazla tutmaz sanki, ama Tatyana binmiyor. Arif´le biz yoruluyoruz, yavaş, nolur bari bu dolmuş olmasın, oturacak yer olsun dedikçe, ‘daha ne istiyorsunuz, ayakkabılarınız sağlam, karnınız da
tok, daha ne ağlıyorsunuz’ diyor Tatyana,
sonradan fark ediyorum ki ciddi. Sovyetler
Birliği yıkıldığında otuzbeş yaşındaymış.
Başka bir dünyada büyümüş belli. Dolmuşa biner binmez çantasından çıkardığı beyaz tülbenti şapkasının üzerine geçirip
kendine çadır yapıyor, meditasyona başlıyor. Kendi dünyası var sahiden. Arada kafayı çıkarıp, Arif, senin dedene niye almadık bugün ayakkabı, filan diyor. Ona kalsa Arif´in
Tanzanya’daki akrabalarına bitpazarında
iyi, az giyilmiş ayakkabılar var almak lazım.
11 mayıs akşam
En sevdiğim lokanta Abu Al-Azz’da çay içi-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 47
yorum, bu sefer ikram. Sahnede semazen
dönüyor. Sahne de değil, ortada- üç metre
arka çaprazında televizyonda sesi kısılmış
Richard Gere’li film oynuyor.
Abu Al-Azz’a dışarıdan bakınca bu kadar
şahane bir yer olduğunu anlamıyoruz. Sokağa bakan girişi, içerisinde tavandan etler
sarkan bir kasap dükkanı vitrini. Kasaba girer gibi giriyoruz; karşı duvardaki fırında
ekmekler pişiyor; merdivenlerden üçüncü
kata çıkıyoruz. İkinci kat terk edilmiş boş
masalar. Üçüncü katta birden, rengarenk,
ama Arap kitsch’i renk! renk! ışıklar ve
Şam’lı aileler kalabalığı.
Akşam ondan sonra semazen var. Saz heyetinin üç dakikalık bir şarkıya girmesiyle
semazen de dönmeye başlıyor. Bizim semazenlerden bilmediğimiz hareketlerle
ama, fırıl fırıl; mesela iki kolunu birden havaya kaldırıyor yana eğiyor kafayı kültürfizik yaparkenki gibi beline eğiyor yandan...
seyretmesi şaşırtmacalı. Şarkı bittiği an,
aniden durabiliyor; sonraki şarkıda yine..
Bitince, neşeli bir radyo sanatkarı gibi bir
şarkıcı adam gelip sabahın ilk saatlerine
kadar bizim meyhane şarkıları gibi şarkılar okuyor, saz heyeti de iyi. Bu arada te- levizyon bir köşede hala açık. Fiks menüde
çok miktarda vejetaryen yemekler ve bütün gece oturmak onbeş lira.
Dışarda elli kuruşa felafilli dürümle doymak da mümkün Suriye’de.
Ağır rüya: sırtımdan bir dişi arslan yakaladı beni bırakmadı. Canım da acımadı, niyeyse korkmadım. Askerler gelip arslanı
uyuttular. Ortadoğu rüyalarında asker olur
tabii.
Ben kalbimi temizlersem
Lübnan dağında sedir ormanından Bekaa
vadisine inerken bindiğim Dürzi ailenin cipinde teypte Hasan Nasrullah üzerine Hasan Mutlucan tarzı bir şarkı duyup, aaa siz
Hizbullahçısınız dediğimde şoförün hemen
kasedi değiştirdiğini, hayır bu sadece şarkı,
biz Dürziyiz, dediğini, o geçtiğimiz tepede
bir sene önce Hizbullah’la Dürzilerin çatıştığını, 37 Hizbullahlı öldüğünü, bunu bana
anlatan ihtiyar Dürzi amca Raca Zeyniddin’in dediğine göre sadece iki Dürzi’nin
bacaklarından vurulduğunu... söylemeyi
unuttum. Ortadoğu’yu hiç aklım almıyor.
İnsan ruhunu, hareketlerimizi, karmayı.
Türkiye’yi.
Geçen hafta öğrendim aklımdan çıkmıyor.
Arkadaşımın ağbisi açlık grevinde Korsakov hastalığına yakalanmış. Ortadoğu hem
Türkiye hem kalbimizin hali.. Hayalimde bir kitap var adını biliyorum:
Ben Kalbimi Temizlersem Ortadoğu’ya Barış Gelecek.
12 mayıs, tren.
Trene el sallayan çocuğa el sallamak nafile.
Ters oturuyoruz bütün vagon, Şam’dan Ha-
lep’e kadar geri geri gidiyoruz. Yanımda gençten bir adam oturuyor bir sarı paket bisküvisi var. Meyve suyu ikramı
gelince yanımdaki adam önümdeki masayı
açmamı işaret ediyor; şahane yazı masası
meğer, meyve suyumu, bardağımı, yanına
da yarım sarı paket bisküvi güzelce yerleştiriyor. Kendine kalan yarım pakedin de yarısını öbür yanına dönüp koridorun öbür
yanında oturan yolcuya israr ediyor. Kulaklıktan Esengül şarkı söylüyor. Hasretinden kalbim sanki yorulmuştu. Hayatımda ilk defa Esengül ve Mahsun Kırmızıgül
dinliyorum Suriye’de. Buralara başka müzik yakışmıyor, Cohen hiç uymuyor. Uyuyorum uyanıyorum, komşum işaret diliyle daha uyu saat dokuzbuçuk diyor. Sonra, beş parmağını açıp elini yanyana bir kaç
kere indirerek, kaç çocuk var, diye soruyor.
Bir taneye inanası gelmiyor, oğlumun resmini çıkarıyorum, bir tane mi, sade bu mu,
diyor galiba. Onun altı çocuğu varmış. Bir
takım şehir isimleri sayıyor ve ellerini aynı
şekilde yanyana indirerek her birinde beş,
altı, yedi çocuktan kısaca bahsediyor. Herhalde kardeşlerinin çocuklarını anlatıyor.
Filistinliymiş. Beyrut’ta beş, Latakya’da yedi filan dedikten sonra yalnız, tuhaf bir şey
yapıyor: iki elini iki tabanca yapıp ya saydığı kalabalığı yere seriyor ya da asker yetiştiriyoruz demek istiyor, anlamıyorum. İsmi
Mahmut. Gece onda Halep’e vardığımızda
biletimin arkasına telefon numarasını yazıyor. Benim telefonum olmadığını ve nerede
kalacağımı bilmediğimi anlayınca bavulumu alıyor, ama ahlaya uflaya taşıyor, enti
otel ene beyt, diyor, sen otele ben eve, başka bir şey söylemiyor. Peşine takılıyorum,
taksiye biniyoruz uzun bir yol gidiyoruz.
Taksinin parasını bana ödetmiyor, kapısında bütün renklerden ışıklar olan bir lokantanın kapısından giriyoruz üç kat çıkıyoruz,
eliyüzü düzgün bir otel, on dolara temiz bir
oda gösteriyorlar, Mahmut’a mutlulukla teşekkür ediyorum, gidiyor.
Ortadoğu’ya sırtımda bir ağırlık kasvet çuvalıyla gelmiştim bir ay önce. Reyhanlı’dan
Şam’a geldiğim gece, önce niyeyse otellerde
yer bulamayıp, insansız bir kaldırıma oturup, bu yabancı yerde şimdi ne yapılır bilememekten ağlamamın üzerinden sadece
bir ay geçti. Ağlamam bitince kalkıp çatı katında, şehri gören bir oda bulacağımı, o gece Abu Al-Azz’ı da bulacağımı, sonraki günler sabahın üçüne kadar eski Şam’ın güzel
sokaklarında tek başıma emniyetle, huzurla dolaşıp duracağımı, dünyanın tatlı insanlarla dolu olduğunu… o kaldırımdaki o
ağlama anında bilmedim. Geçen ayki dertler şimdi ağır gelmiyor. Ortadoğu’da kendiminkilerden daha önemli
ağırlıklar, güzel şefkatler gördüm- Hanya’yla Konya, içine dalınca galiba bizim
dünya. Bizim dünya şifalı bir yer aslında.
Amin Malouf’un Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri kitabı Halep şehrine çok yakışıyor.
Şam’ın, içinde bir ömür
geçmiş taş evleri
Besam’la yürürken dükkanının önünde
oturan ihtiyara mer-khaba diyor o da “ya
ayni” diye cevaplıyor. Gözüm.
Şoförlere, garsonlara, yolda bir şey soracağımız yabancılara, “ya muallim” diye hitap ediyorlar! Sahiden. Hocam!
Plakçıda dün dörtbuçuk saat geçirdim,
Arap aleminin her yanından çok güzel
müzikler vardı. Tanesi birbuçuk dolardan korsan cdler. Arto Tunçboyacıyan’ın
Turkey Runs From the Table (Türkiye Masadan Kaçıyor) şarkısını sonuna kadar
dinledim, gidip kusma isteğiyle ama
hepsini. 3:58” miydi. Ağır bir şarkı da değildi ama..
Çocuklar kendi kendilerine büyüyorlar
gibi, çocukluğumdaki gibi. Hamidiyye
çarşısında iki kadının birinin ittirdiği arabadaki çocuğun balonu patladığında,
kadınlar sohbetlerine devam ettiler, çocuğa bakmadılar bile. Dondurma ıs-
marlayıp başparmağımla damağını
hoplatmamak için kendimi zor tuttum.
Apartmanları vaktiyle halbuki başka
renk olan taşlardan yapmışlar dörder
beşer katlı. Şimdi eskimiş kararmış yüzleri ama bir de şu var ki içlerini düşününce insan hoş yerleşiklik hissediyor,
zamanın, o evin içinde geçmiş ömrün
hoş yerleşmişliği. Annanemin evi gibidir
galiba o evlerin içleri. Öyle evlerde her
şeyin yeri bellidir ve kırk yıl yavaş geçer.
O yüzleri kararmış taşlardan evlerde
kırk yıldır yaşayanlar hep bir şekil yapmışlar: ya balkonu yeşile boyamışlar, ya
bir kristal avize asmışlar balkona. Komşu soluk perde germiş tavandan balkon
demirine iniyor. Karşı komşu kendisininkini çıplak gri briketle örmüş. Çaprazda kuş kafesi asmışlar. Eski yüzlü, az
fakir orta halli, dünyadan kapalı ülke evlerine bakınca kuş yuvaları geliyor insanın aklına-kendilerine kuş gibi yuva yapmışlar gibi.
48 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Eğitim
Yeni bir insanlık yolunda
Poulo Freire
Paulo Freire’ye göre
“gerçek eğitimciler
için eylemin amacı
insanları değil, insanlarla birlikte gerçekliği dönüştürmektir” Bilal Yeşilöz
Daha önceki felsefe bahislerinde pek söz konusu olmayan insan türü, Aydınlanma çağının
cogito kavramıyla birlikte aklını kullanarak kendini tartışmanın merkezine yerleştirir. Yine
de “doğa”yla ve “tanrı”yla ya da
“doğa-tanrı”yla olan ilişkisinde
kendisine özne misyonu yüklemeyi tam olarak başaramaz.
Bazı filozoflar “töz” gibi her şeye kadir bir özne fikri üzerinde
tartışmaya başlayınca insanın
bu bahislerdeki önemi azalmış,
bu özne-nesne tartışması Hegel’ e kadar sürmüştür.
Hegel neyin özne olduğu neyin
olmadığını bir kenara bırakıp
özne-nesne ilişkisi üzerinde
durur. “İnsan”, “doğa”, “insandoğa” yerine “insan-doğa-insan” ilişkisini temsil eden kavramı ortaya atar. Bu ilişki kavramı üzerinde şekillenen ve
praksis felsefesini öncelleyen
“efendi-köle diyalektiği” de Hegel’in önemli buluşudur. Bu felsefede Hegel, kölenin emek
sarfettiği için doğayla ilişkiye
girdiğini ve kendi bilincine (özbilince) vardığını düşünür. Özbilinç kavramı; irfan ve hikmet
geleneğinde “kendini bilme”ye
denk düşer, işçi sınıfı içinde de
“sınıf bilinci” olarak ifadesini
bulur. Eleştirel pedagojinin neferlerinden Paulo Freire(19211997), felsefesini efendi-köle
diyalektiğine bir tür hıristiyan
hümanizmi katarak kurmuştur.
Eleştirel pedagoji ve sınıf
mücadelesi
Eleştirel pedagoji, yanlış bilinç
ve hegemonyaya karşı çıkar ve
bu konuda eğitsel çalışmalar
yapar. İşçi sınıfının, emeğinin
sömürüldüğü gerçeğinin farkına varmasını sağlar; en makul
olanın, işçilerin emeğine sahip
çıkması gereği olduğunu göstermeye çalışır. Bu bilince sahip
insanların mücadele alanları sadece okullar değildir: Hayatın
her alanı, emeğin üretildiği her
yer bir pedagoji labaratuarıdır.
İnsanların güvencesizleştirildiği, mülksüzleştirilip ırgatlaştırıldığı , suyunun bile metalaştığı bir ortamda örgütlenme geleneğinin olmadığını ileri sürmek
pek inandırıcı olmayacaktır.
Kimse uçurumun kenarında yaşamaktan memnun kalmaz.
Emeğin örgütlenmesinin önündeki en büyük engel, emeğin
parçalı hale getirilmesidir. Bu
konudan ülkemizdeki öğretmenler de muztariptir. Ayşe
Buğra’nın editörlüğündeki Sınıftan Sınıfa: Fabrika Dışındaki
Çalışma Manzaraları (İletişim
yay.) adlı çalışmada, öğretmenler trajedilerini en çıplak haliyle
dile getirmektedirler. Ancak ne
öğretmenlerin ne de öğretmen
sendikalarının bu konudaki
mücadeleleri yeterli olmaktadır.
Eğitim sektörü eleştirel pedagojinin -organik bağı nedeniyleen önemli mücadele alanı olabilir. Diyalogcu öğretmen
Freire kafasındaki “insanlık”
modeliyle Hegel’den farklı düşünmez. Ezilenin ya da kölenin
önünde daha büyük bir dönüştürücü ve özgürleştirici mücadele alanı olduğunu; efendi-köle ilişkisinde yalnızca kölenin
değil efendinin de tutsak olduğu gerçeğini dillendirir. Yukarıda bahsettiğimiz parçalanma
nedeniyle, ezilenlerin birbirine
otosansür, hatta “yapay şiddet”
uygulayabileceğini, bu şiddetin
ezilenlerin içine işlemiş olan
ezen imgesinden kaynaklandığını ileri sürer.
Freire’in “bankacı eğitim” olarak değerlendirdiği mevcut zorunlu eğitimde öğretmen öğrenme sürecinin öznesidir ve
öğrenciler de bilgi depolanan
kaplardır. Kolayca dolanlar iyi
öğrenciler olarak değerlendirilir, dolmaya direnç gösteren öğrenciler ise ‘problemli’ öğrencilerdir.” Bankacı eğitimin karşısına da diyalogcu öğrenmeyi
koyar:“Diyalogcu öğretmen bu
evreni bir sorunsal olarak tarif
eder, çelişkileri sorgular, bunları çeşitli yorumlama düzeyleri
gerektiren belli resimler ya da
metinler içinde kodlar ve gerçekliği kendi kritik düşüncesini
yansıtan ‘idrak edilebilir bir
nesne’ haline getirir.”
Freire özgürleştirici eğitimin diyaloğa dayalı bu yanını vurgulamak için “öğrenci” ve “öğretmen” gibi geleneksel roller yerine “öğretmen-öğrenci” ve “öğrenci-öğretmenler” gibi terimler kullanmaktadır.
Zayıfın önündeki
seçenek
Eleştirel pedagoji hareketini
mercek altına alan kimi eğitimciler, Freire’nin çalışmalarının
Marksist-devrimci pedagojinin
en önemli kilometre taşı olduğu görüşündedirler. Kuzey
Amerikalı akademisyen Peter
McLaren, Freire ile Che Guevara’yı karşılaştırarak ikisinin de
aynı amaca hizmet ettiğini; bireyleri ve toplumları özgürleştirmeye çalıştığını dile getirir:
“Yeni bir insanlık yolu arayan
genç insanlar, üzerinde uzun
uzun düşünmek, ilham almak
ve taklit etmeye çalışmak için
Freire ve Che gibi iki örneğe sahipler. Amerika’da gençlik, bağırsakları dışarı çıkarılmış bir
kamusal alanla, toplumsal biçim ve ilişki yokluğuyla, tüketim temelli bir ekonominin kırıntı ve döküntüleriyle döşenmiş boş bir kişilik yapısıyla karşı karşıyadır. Che ve Freire’nin
kolektif dayanışma örneği vurucu bir alternatif gösterir.”
Sınıflı toplum yüzünden insanın insana kulluğu derinleşmiştir, kapitalist üretimle birlikte
insanlık doğa üzerinde tahakküm kurarak, artık “töz benim”
der gibidir. Fakirler de Sosyal
Darvinizm (ezilenin doğal zayıflığı) ve Malthusçuluk (nüfus
çok, kaynak az) gibi bilimsel kuramlar bağlamında suçlanıyorlar. Bu durumda zayıf olanın
önünde tek bir seçenek kalıyor:
güçlerini birleştirmek. Nasıl olsa çoklar…
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 49
Vicdani Red
İnan Suver reddediyor
Kürt Özgürlük Hareketinin Kürt gençlerine Vicdani Reddi sivil
itaatsizliğe dair önemli bir politik tutum olarak tarif etmesiyle gelişen süreç
Türkiye’de vicdani
reddi hararetle tartışmamız gereken bir
döneme kapı aralıyor
Barış Esmer
Vicdani retçi İnan Suver dört
aydır tutuklu ve işkence görüyor. Suver 2001’de silah altındayken firar etti ve yakalandıktan sonra askeri cezaevinde 7
ay boyunca işkence ve kötü
muameleye maruz kaldı. Çıktıktan sonra bir süre Bakırköy
Akıl ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde tedavi gördü ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı’ndan tıbbi destek almaya devam ediyor..
Askerliğin 13. ayında firar eden
Suver vicdani ret kavramıyla tanışmış ve 2009’da vicdani reddini açıklamıştı. Suver Ağustos’ta İstanbul, Bayrampaşa’daki evinde yakalama emri olduğu gerekçesiyle gözaltına alındı.
“İzne tecavüz” iddiasıyla yeniden askeri cezaevine koyuldu.
Suver Türkiye’deki kimliğini
red gerekçeleri arasında özellikle öne çıkaran birisi olarak
göze çarpıyor. Suver vicdani ret
tutumunu ve Kürtlerin durumunu şöyle açıklıyor:
"Maalesef savaşın tarafı olan
Kürtler, bir oğlunu dağa, gerillaya gönderirken; diğerini askere
göndermiştir. Kürtler bölgede
savaş için savaşçı olarak kullanılmıştır. Bu çok acı bir durumdur. Ölen de, öldürülen de Kürtler. Bu durumda Kürt anaları,
her iki ihtimalde de ağlıyor. Yani, Kürtler'in anasını hep ağlatıyorlar. Savaş dahi olsa bu kadar
alçakça, adice olmamalı. İstatistiklere bakalım kaç albay, binbaşı, yüzbaşı, kaç general öldürülmüştür bu savaşta? Ölenlerin tamamına yakını erlerden
İnan Suver
oluşuyor. Buna neden dur denemedi? Kimlerin işine gelmedi? Neden böyle bir çalışma yapılmadı? İnsanlar, ‘Savaşın tarafı olmak istemiyorum, kendi
kardeşime, kendi halkıma karsı savaşmak istemediğim gibi
sana karşı da savaşmayacağım’
diyebilmeliydi"
Kürt milletvekilleri
Aslında Türkiye’nin vicdani
ret tarihine baktığımızda Suver’den çok önce de Kürtlerin
vicdani redde ilişkin olumlu
bir tavır takındığını görüyoruz.
Türkiye’nin ilk olarak Şubat
1989’da tanıştığı vicdani redde ilk politik destek Kürt politikacılardan geldi. Dönemin
DEP Siirt milletvekili Zübeyir
Aydar 20 Mart 1994’te
TBMM’ye bir “vicdani ret yasa
tasarısı” verdi. DEP’in kapatılmasının ardından 2008’de
meclise yeniden döndüklerinde bu kez DTP Diyarbakır milletvekili Akın Birdal vicdani
retçi Mehmet Bal’ın Jandarma
karakolunda gördüğü işkence
ve kötü muameleyi TBMM
kürsüsünden dile getirdi, Kasım 2008’de de vicdani ret
hakkının tanınmasına ilişkin
kanun teklifini meclise sundu.
Son olarak BDP İstanbul milletvekili Sabahat Tuncel vicdani retçi Enver Aydemir’in
tutukluluğu süresince maruz
kaldığı işkence ve kötü muamele üzerine Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’ın yanıtlaması
talebiyle bir soru önergesi
verdi. BDP Şubat 2010’daki 1.
Olağanüstü Kongre’sinde kabul ettiği yeni parti programına “Partimiz vicdanı ret hakkını tanıyacak ve yasal güvenceye kavuşturulması için düzenlemeler yapacaktır.” Maddesinini ekleyerek kararlı bir
adım daha attı. Türkiye’de ilk
kez bir parti vicdani reddi
program ilkesi haline getirdi. Boykotun önemi
Sivil itaatsizliği en esaslı biçimde kullanan vicdani redi
desteklemenin ve belki de benimsemenin içinden geçtiğimiz dönemde Kürt siyaseti
için farklı bir manaya geldiği
söylenebilir. Anayasa Referandumunda “Boykot” tutumuyla
siyasal bir tavır olarak sivil
itaatsizliği örgütleyen Kürt siyaseti Referandumun ardından anadilinde eğitim hakkı
için “okul boy- kotuna” gitmiş
ve siyasal eylem portföyüne
sivil itaatsizliği aldığını açıkça
göstermişti. Geçtiğimiz 10 yılda 123 kişinin vicdani reddini açıklamıştı. Kürt Vicdani Ret Hareketi’nden 55 Kürt gencinin katılımıyla birlikte bu sayı bir ay
içinde 178’e çıktı.
Bugüne kadar vicdani retlerini
açıklayanlar arasında pek çok
Kürt vardı. Ancak bölgeden
gençlerin Kürt kimliğini öne çıkararak vicdani redde yönelişi
Yüksekova’dan İslam Baykal’ın
2008’de TBMM İnsan Hakları
Komisyonuna bir dilekçeyle yazarak vicdani retçi olduğunu
açıklamasıyla başladı:
“'Ben fakirim, ben savaşayım'
böyle bir adaleti kabul etmiyorum. Ben Kürdüm fakat Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşıyım. Savaşmak, öldürmek, silah almak
istemiyorum. Bundan dolayı barış, özgürlük ve kardeşlik için
vicdani ret hakkımı kullanıyorum. Askere gitmeyi reddediyorum.” Baykal’ı izleyen birkaç
vicdani ret açıklamasının ardından “Kürt Vicdani Ret İnisiyatifi” kuruldu. Bu yönde ilk kurumsal çıkış olan inisiyatif Savaşların çözüm olmayıp, sorunların daha da derinleşmesine
neden olduğunu, militarist çözümleri reddettiklerini ve halkların öz istemlerine dayalı çözümleri savunduğunu açıkladı. Öyle görülüyor ki, Kürtlerin
vicdani reddi siyasetin merkezine alarak atacağı adımlar vicdani retçilerin sayısında esaslı
bir artışa yol açacak. Buradan
hareketle egemen paradigmayla esaslı bir çatışma alanı açılacak. Yıllardır yaşanan bu kirli
savaşın ortağı olmamak tavrını
“artık çocuklarımızı askere
göndermeyeceğiz” diyerek açıkça ortaya koyan BDP Grup
Başkanvekili Bengi Yıldız’a
KCK’den Duran Kalkan’ın, Kürt
gençlerin vicdani retçiliği geliştirebileceğini söylemesi ve Türk
Ordusu’nda son yıllarda şüpheli asker ölümlerinde artış yaşandığını belirterek Kürt askerlere firar çağrısında bulunmuş
olmasını da eklediğimizde önümüzdeki günlerde vicdani reddin Türkiye’nin gündemindeki
ağırlığını ciddi biçimde artıracağını söyleyebiliriz. İnan Suver’in cezaevinden yükselen sesine kulak vermenin önemini
bir de bu perspektiften değerlendirmek gerekir. 50 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Tarihimizden
Onların Ekimi, bizim Ekimimiz
Ekim Devrimi 20. Yüzyılda, sınıfsız toplumun kapısını kapısını araladı. Sonraki yetmiş yıl kapalı
kalan o kapı, 21. Yüzyılda açılamazsa, insanlığın yokoluşunun çan seslerine hazırlıklı olmalıyız.
Ersen Olgaç
“Yaşasın Ekim Devrimi”, “Yaşasın Lenin’in
ve Sosyalizmin Anavatanı” sloganlarını insanlık, yıkılışın arifesindeki 70 yıla yakın
bir süre, Ekim’in yıldönümlerinde duymayı kanıksamıştı. Nazım Hikmet, Mayakovski’nin Ekim Devrimi’ne ilişkin yazdığı dizeye, şiirle verdiği yanıtta “sen Lenin’i sevdin
ama onu anlamadın” der. Aynı şeyi Ekim
devrimi için de geçerlidir. Ekim’i ikonlaştıranların ezici bir çoğunluğu, bu devrimin
dinamiklerini, devrimin arka planını, devrim ertesindeki gelişmeleri ve en önemlisi
Ekim Devrimi’nden bugüne taşınacak politik mirasın özgün içeriğini kavrayamamışlardır. Resmi tarih ve o geleneğin temsilcisi olduklarını iddia edenler, Lenin’in
yüzyılın başında kurduğu Bolşevik partisinin devrime kadar olan mücadelesinin retoriğiyle avundukları için, Bolşevik partisinin Ekim’e kadar uzanan değişim ve gelişim sürecini tek boyuta indirgedikleri için,
Ekim Devrim’ini anlayamazlar. Nisan Tezleri
Öncelikle, Ekim Devrimi’nin zaferi Lenin’in
Nisan Tezleri olmadan, tek başına mücadeleyle mümkün değildi. Şubat Devrimi’nin hemen ertesinde Dışarıdan Mektuplar’la başlayan devrimci müdahale, Nisan Tezleri ile zirveye ulaştı. Nisan Tezleri,
sadece Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren teorik zemini oluşturmakla kalmadı, aynı zamanda Bolşevizmin tarihinde devrimci dönüşümün bir köşe taşı oldu. Yıllarca ‘İki
Taktik’in asgari/azami program anlayışından teorik gıdasını alan Bolşevik partisi önderliği, başta Stalin olmak üzere Nisan Tezleri ile yeni duruma devrimci bir müdahalede bulunan Lenin’e karşı direndiler. Rusya’nın burjuva demokratik devrimi aşamasında olduğunu iddia ederek, Kerenski’nin
burjuva Geçici Hükümet’inin desteklenmesi gerektiğini savundular. Lenin birkaç ay içinde bu aşamacı anlayışı
yenilgiye uğratmayı başardı. Ekim Devrimi’nin insanlığın sosyalizm yolculuğuna bıraktığı en büyük mirasların başında, iktidarın 1905 öncesi Bolşevik anlayışından
farklı olarak, işçilerin ve ezilen yığınların
Sovyet ressam Boris Kustodiyev’in yağlıboya tablosu: Bolşevik, 1920
konseylerine devredilmiş olmasıdır. Bolşevizmin 1905 Devrimi öncesinde gündeminde olmayan işçi ve köylü konseyleri diyebileceğimiz Sovyetler deneyimlerinden
yola çıkarak kurulan özyönetim organları,
işyeri ve yerleşim birimi temelindeki doğrudan demokrasi kurumları, bu devrimin
en önemli özellikleriydi. Bu ilkeler etrafında gelişecek olan devrim, parti ile devlet
arasına eşitlik işareti konmasını engelleyecekti. Lenin’in ısrarlı olarak İşçi ve Asker
Sovyetlerinin, yani örgütlü kitlelerin çoğunluğunu kazanmadan bir devrim macerasına karşı direnmesi, Bolşevik partisinin
toplumda küçük bir azınlığı temsil eden gücüyle devleti ele geçirme projesine temelden karşı olduğunu açıkça kanıtlar. Lenin’in
Ekim Devrimi’nin arifesi diyebileceğimiz
1917’nin ortalarında, hem de arandığı aylarda yazdığı Devlet ve Devrim’de Paris Komünü tipi bir devletin, yani kelimenin tam
anlamıyla devlet olmayan ve sönmeye yüz
tutmuş bir devletin resmini çizer.
Dünyayı Sarsan On Gün
Lenin’in Nisan Tezleri ile, eski aşamalı devrim anlayışından kopuşarak sosyalist devrimi perspektifine yönelmesi , Troçki ile de
buluşmasını sağladı ve Ekim Devrimi’ne giden süreç bu iki devrimci önderin beraberliği ile perçinlendi. Bu olgular daha sonraları Stalinizm tarafından tahrif edildiğinden, Ekim’in resmi tarihçileri ve ve 3. Enternasyonal takipçilerince bambaşka bir
Ekim Devrimi geleneği yaratılmıştır. O sıcak günleri tahrifatsız betimleyen, Lenin’in
önsözünü yazdığı ve milyonlarca adet ba-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 51
sılmasını istediği John Reed’in ünlü “Dünyayı Sarsan On Gün”ünün, 1926’dan
1956’ya kadar Sovyetler Birliği’nde basımı yasaklanması bile, tek başına gerçek
Ekim’den korkulduğunu kanıtlar. Troçki’nin eşit olmayan ve birleşik gelişme yasasının teorik çerçevesi çizdiği Rus Devrimi Tarihi adlı yapıtıyla birlikte, bu iki yapıt
Ekim Devrimi’nin tahrifatsız ve resmi olmayan versiyonunu anlamak isteyenlerin
başlıca kaynakları olmuştur.
Kronştad: İlk hüsran
İnsanlığın ilk kez, sınıfsız ve özgür bir dünya özlemini gerçeğe dönüştürmenin eşiğine yaklaştıran Ekim Devriminin yarattığı
coşku, dünyanın siyahlarını, beyazlarını ve
sarılarını tek bir hedef için, baskısız, sömürüsüz bir gelecek için, dünya devrimi
için Üçüncü Enternasyonal’in sancağı altında toplamaya başladı. Ancak beş kıtada
milyonlarca emekçiyi kucaklayan bu devrimci atılım, devrimin ‘ana vatanı’ndaki
gelişmelerle, sonunda hüsrana dönüştü.
Bu hüsranın ilk köşe taşlarından birisi,
1921’de Kronştad’da yaşananlardır.
Resmi Sovyet tarihinin ve takipçileri ve
hatta kimi Troçkist örgütler, Kronştad’ın
kanla ezilmesini devrim adına savunurlar.
Ekim Devrimi’nin üzerinden daha dört yıl
geçmeden, Mart 1921’de, Ekim Devrimi’ni
gerçekleştiren, devrimin vaatlerini ve beslenen umutları unutmayan ve devrimin efsanesini yaratan Kronştad’lı denizciler ve
Sovyet delegeleri, 15 maddelik bir programı hükümete sunmak girişiminde bulunurlar. Bu insanlar, eşitlik ve gerçek özgürlük istemlerinden, savaşın zorlukları ve
Sovyet iktidarının çıkarlarını korumak
için, isteksizce geçici olarak vazgeçmişlerdi. Ama artık iç savaş bitmişti ve Ekim Devrimi’nin devrimci ideallerini ve hayallerini
yaşatan bu kuşak cephede savaşırken, devlet aygıtının üst konumunda olanlar iktidarlarını pekiştiriyorlardı. Bürokrasi çoktan ürkütücü boyutlara ulaşmış ve devlet
aygıtı kariyerist unsurların sızdığı ve güçlendiği tek parti cihazına dönüşmüştü. Lenin’in büyük bir önseziyle, “biz kendi kendimizin Termidor’u olacağız” sözleri, tüm
bu gelişmelerin ve daha sonraki Stalinist
politik karşı-devrimin veciz bir ifadeyle dile getirilişidir. “Bütün iktidar Sovyetlere” şiarıyla başlayan devrimin, giderek tek parti diktatörlüğüne dönüşmesine karşı Kronştad, Sovyetler için seçimlerin gizli oyla yenilenmesini; işçi ve köylüler için, Sol sosyalist ve
anarşist partiler için, sendikalar için ifade
özgürlüğünü, ilk ve temel talep olarak ileri südü. Karşı-devrimci bir girişim diye lanetlenen Kronstad isyanına, ön yargısız
yaklaşan bir devrimci, 15 maddelik isteklerin içinde tek bir karşı-devrimci talep olmadığını görür. İsteklerin reddedilmesi bir
yana, mevcut hükümet, Kronştad’a yöne-
lik askeri yığınak yapar ve sonunda patlayan isyan, yüzlerce ölü ve bini aşkın yaralıyla bastırılır. Bürokrasinin intikamı
Kronştad isyanından sadece bir yıl sonra,
Lenin’in şu trajik sözleri, sanki Kronştad’lı
devrimcileri yansıtır gibidir: "Komünist
önderlerde ne eksiktir? Kültür. Moskova'yı
ele alalım: 4700 komünist önder ve devasa bir bürokrat kitlesi. Kim yönetiyor ve
kim yönetiliyor? Komünistlerin yönettiğinin söylenebileceğinden çok kuşkuluyum.
Onların yönetildiğini söyleyebilirim.
"Devlet cihazımız önemli ölçüde geçmişin
bir devamıdır ve herhangi bir ciddi değişikliğe uğramamıştır. Sadece yüzeyde bazı şeylere dokunulmuş, fakat tüm diğer
açılardan eski devlet cihazımızın tipik bir
kalıntısıdır.... Sanki, söförün istediği yönde
değil, başkasının istediği yönde giden bir
otomobil gibi, cihaz onu yönetene itaat etmiyor.” Sol muhalefet
Devlet ve partiye musallat olan bürokrasi
belasını farkeden ve bunu dile getiren Lenin’in, tedbir olarak Merkez Komitesi üye
sayısının işçilerle arttırılması ve bir Kontrol Komisyonu kurulması gibi önerilerinin
fazla bir önemi ve anlamı olmadı. Bir yandan Lenin’in sağlık durumu büyük engel
oluştururken, diğer yandan da bu tehlike
artık maddi bir tehdide dönüşmüş ve devlet aygıtına egemen olmuştu. Parti’yi bu
tehlikeden korumak için, aralarında Troçki, Rakovski, Muralov, Antonov-Ovseenko,
Radek, Piyatakov, Sosnovski, Preobrazhenski'nin de bulunduğu, devrim ve iç savaşın en önde gelenlerinden 46 Bolşevik
1923’de Sol Muhalefet'i kurdu. Bürokrasiye karşı Lenin'in başlattığı ama sürdüremediği mücadeleye, Sol Muhalefet şu istemlerle başladı:
nPartide tartışma özgürlüğünün arttırılması;
nParti merkezinden alt parti organlarına
atamalar yapılmasının durdurulması;
nİşçi sınıfının güçlü bir toplumsal etken
haline gelmesi ve parti içinde de işçi sayısının artması açısından sanayinin geliştirilmesi. Sol Muhalefetin 1923-24 yenilgisi, Sovyetler Birliği için bir dönüm noktası teşkil
eder. Bürokrasinin devlet cihazının yanısıra, partinin de belirleyici organlarına egemenliği tamamlandığı için, son çığlık olarak 1925-27 Birleşik Sol Muhalefet’in yenilgisi de mukadder oldu. Böylece modern bir devrimin, karanlık çağın eski geleneklerine karşı olan uzlaşmazlığının barışla sonuçlanmasının, Batı'daki devrimci gelişme olanakları üzerinde olumsuz bir etkisi oldu. Tek ülkede sosyalizm millyetçiliği
Sosyalizme ulaşma azminde olan, ama ka-
pitalizm öncesi bir toplumda gerçekleşen
devrim, bir çok bakımlardan sosyalizmin
kötü bir kopyasına benzeyen bir tür ortaya
çıkardı. Buna rağmen, apolitik olarak görünen batılı işçi olayları büyük bir dikkatle
izledi ve devrimden sonra Rus halkının
çektiği açlık, yokluk ve kıtlıktan haberdardı; halkın uğradığı terör ve baskıyı biliyordu. Ve ne kadar derinliği ve inceliği olmasa
da, İngiliz işçisi, Alman işçisi ve hatta Fransız işçisi genellikle şunu merak ediyordu:
“Sosyalizm bu mudur? Sosyalizme yüzyıllık bağlılığımızın sonucu böyle mi olacaktı? İşçiler bu soruları sorup duruyorlardı ve
beklemeyi tercih ettiler. Lenin Rus Devrimi’nin Batı’da proleter devrimlerine ivme
katacağına inanıyor ve hatta Alman devrimi olmadan, ayakta duramayacaklarını
söylüyordu. Ama uzun vadede Rus devrimi, Batıdaki devrimi engelleyici bir yapı içine girdi. Tek Ülkede Sosyalizm denen milliyetçi proje, 3. Enternasyonal aracılığıyla,
Sovyetler Birliği’nden dünya komünist partilerinin resni ideolojisine dönüştürüldü.
Sosyalizmin tek ülkenin sınırları içinde ve
hele geri bir ülkede zafere ulaşamayacağı,
Rus Bolşeviklerinin ve hatta Menşeviklerin
bile baştan beri savundukları o denli açık
bir marksist ilkeydi ki, Kautsky, Martov ve
Plekhanov’un Bolşeviklerin iktidarı almalarına karşı çıkışlarındaki en büyük gerekçe buradan kaynaklanıyordu. Yetmiş yılllık bir aradan sonra yıkılan, dünyayı kucaklamak için doğan sosyalizm ideali değil,
Tek Ülkede Sosyalizm adlı milliyetçi projedir. Bizim Ekimimiz
Bu projeyi, Ekim Devrimi’nin yıldönümlerinde, Tek Ülkede Sosyalizm merhumunun
naşı önünde resmi ideolojinin yarattığı mitoloji ile avunarak, hüzün ayini yapanların,
geçmişte tanklarla, toplarla, apoletlerle, ortaklaşa kutladıkları devrim, bizim
Ekim’imiz değildir. Kullandığımız her türlü
kavramın ve teorik açıklamanın derin anlama sahip olduğu, özgürlükçü ve devrimci marksist bir geleneğin sahibiyiz. 1917
Devrimi bize sadece devrimin nasıl yapılacağını değil, aynı zamanda nasıl yapılmayacağını da öğreten zengin bir gelenek bırakmıştır. Tek ülkede sosyalizm gibi milliyetçi bir anlayışa sahip olmayan, dünya devrimini
merkeze alan, Partinin devletle eşitlenmeyeceği, parti fonksiyonerlerinin ve yöneticilerinin devlet aygıtında görev alamayacağı, kitlelerin toplumun bütün alanlarında
bilfiil karar sahibi olduğu, kadının her alanda yaşamın merkezinde bulunduğu, doğaya egemenlik yerine, onunla ahenkli uyum
içinde olan çoğulcu bir sosyalizmin savunucuları, ancak Ekim’in mirasına sahip olmaya layıktır. Sosyalizmi insanlık için bir
çekim merkezi yapacaksak, geçmişin lanetlerinden ve lanetlilerinden uzak durmak gerek!
52 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Müzik
Lenin, Lennon,
devrim
John Lennon’ın ısrarla savunduğu politik duruşun kökleri onun
işçi sınıfının bir ferdi olmasında yatıyor Murat Bjeduğ
Lenin ve Beatles’dan George Harrison tarihin onar yıllık dilimlerinde yön/makas değiştirdiğinde fikir birliği içinde görünüyorlar. Lenin makro düzeyde bir saptamada
bulunurken George Harrison “her on yılda
dünyada Beatles yeniden keşfediliyor yeniden özlemle gündeme geliyor” diyerek
mikro düzeyde Lenin’e haklılık kazandırıyor. 1980’de sırtından beş kurşunla evinin
önünde vurularak hayatını 40 yaşında yitiren Beatles’ın beyni John Lennon “1970’ler
çok sıkıcıydı 80’leri biraz hareketlendirelim” demişti. John Lennon’ın ölümüyle birlikte, öznel bir çıkarsama sayılabilir ama
1968’ler de artık son perdesini kapatıyordu, trajik biçimde. Kapanan perdeyi aralama, yeniden 68’leri yaşa(t)ma girişimleri
de komediden ileri gitmedi.
Lennon öldü, 68 bitti; söz anlamını nasıl
kavrayacak ona bakacağız. 1980’lerde, reel sosyalist ülkeler sarsılmaya başlarken
Çekoslovakya’da Prag’lı gençler tarihi Prag
köprüsünde toplanıp “Lenin sizin olsun,
Lennon bizim’’ sloganını atarken, şüphesiz
Lenin adına özgürlüklerin kısıtlanmasına
tepki veriyorlardı. Çünkü hayata bakış ve
müdahale bağlamında Lenin ile Lennon,
yöntemler farklı olsa da sınıf – sınıf mücadelesi–işçilerle organik ilişkiler ve işçilerin
kapitalist sisteme başkaldırması ortak paydasında buluşmuş durumdalar. Bir rock yıldızı ile Lenin’in yan yana anılması yadırganıp homurtulara neden olabilir, ama sabırla irdelenirse, işin esasının ne denli farklı
olduğu anlaşılır. Evet bir rock yıldızı olarak
sistem John Lennon’ı o hale getirdi ki devrimci yanı, eylemleri, düşünceleri yok sayılarak tüketim toplumunun artık zararsız,
asi, zeki, avangart, deha fenomeni haline
dönüştürdü. Ancak 80’lerden bu yana, Lennon da neredeyse onar yıllık dilimlerde yeniden anımsanır, gündeme gelir oldu. Bu
durum başlı başına incelemeye değer. Ölmüş bir müzisyenin daha çok müzikleriyle
anılması gerekirken makas değişti, Lennon
devrimci yanıyla öne çıkmaya başladı.
Devrimin sancılı doğuşu
En popüler yıllarında Beatles dünyadaki
değişimi hem yaratıyor hem de yansıtıyordu. 1968’de çıkardıkları White Album’de
yer alan parçaları ‘’Revolution ‘’ adeta bir
şok etkisi yarattı. Sözlerde şiddet karşıtlığı
Mao tapınması dizelere dökülürken aynı albümdeki diğer “Revolution – 9 ’’da ise “devrim” denmeden adeta sesli bir tablo halinde devrim tasvir ediliyordu:Efektler, farklı
seslerin tersten kayıtları, Arapça nağmeler,
kargaşa, kaos, ayaklanma hissini uyandırırken nihayet uğruna uğraş verilen yeni bir
bebeğin sancılı doğuşu ve sonrasında çıkardığı ilk sesler... Ardından pop ikonu olarak empoze edilen bu akıllı çocuklar Vietnam savaşı ile ilgili olarak sarsıcı ve ABD
politikalarını mahkûm edici düşüncelerini
medyada dile getirmeye başladılar. Beatles’ın bu çıkışının ve Revolution patlamalarının gerisindeki fikrin sahibi John Lennon’dı. Aslında 60’ların daha ilk yarısında
Beatles sistemi can evinden vuran eleştirilerine başlamıştı. Kapitalizmin gündelik hayat standartlarının bireye yaşattığı yabancılaşmayı, kurumları ile birlikte acı bir alayla yerden yere vuruyordu. John bu şarkıların hem ezgisinin hem şirinin yaratıcısı idi.
Ama artık Beatles imgesi ve grup aidiyeti
bu çılgıncasına özgürlük tutkunu Liverpoollu genç adamı iyice sıkmaya başlamıştı.
Beatles 1970’te dağılınca John dünyaya
unutulmaz “Imagine” ile selam yolladı
70’lerin ilk yarısında. Artık New York’a yerleşmiş karısı Yoko Ono ile sisteme sarsıcı
aparkatlar indirmeye başlamıştı. Özgürlük
ülkesinin kurucu ideolojisi maskını düşürmeye başlayınca çok kızdı bu haddini bilmez İngiliz’e. Yıldırıcı takipler, bunaltıcı bir
şekilde göstere göstere izlemeler, dinlemeler, her davranışından nem kapmalar, sistem için tehlikeli görünen muhalif eylemcilerle olan arkadaşlıklarını sorgulamalar, ithamlar, iftiralar ardı ardına gelmeye başladı. Vietnam savaşı karşıtı eylemleri polisin eften püften bir bahaneyle tutuklayıp hapse
attığı John Sinclair için şarkı yazıp, gösteri
ve destek konserlerinin de etkisiyle serbest
bırakılmak zorunda kalınması, Kara Panterleri açıktan desteklemesi, sistemin yerleşik kurumsallığını çileden çıkarıyordu.
FBI, CIA için tehlikeli bir rejim muhalifi olarak görüldüğünden dosyalar ve sınır dışı
etme komploları hazırlanmaya başlamıştı.
Onlar da karşı saldırıda kusur etmiyorlardı.
Bu arada, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, John Lennon’u bir teklifle köşeye sıkıştırmayı denedi: “Vietnam savaş mağdurları için Beatles bir konser versin, gelirini Vietnam için kullanalım.”
John sivri zekasını ve gerektiğinde ustalıkla kullandığı zehirli dilini BM sekreterine
göstermekte gecikmedi: “Beatles artık tarihe mal oldu, ama ben o konser geliri kadar
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 53
Müzik
parayı kendi cebimden veririm yalnız bir
şartla; siz de Vietnam’a silah sevkiyatını
durdur(t)un”. BM sekreteri ilelebet sustu.
Gerçeklikten kopuş ve dönüş
Bugünlerde John Lennon, Tarık Ali ile diyalog ve tartışmaları ile yeniden gündemde.
John, Tarık Ali’yle, daha Black Dwarf – kara cüce – adlı militan Troçkist dergisini çıkardığı yıllarda, bir dönem Che’nin de yakın dostu ve silah arkadaşı, eski gerilla Regis Debray ile birlikte kendisini evinde ağırlayacak kadar yakın dostuydu. Bıkmadan
tartışıyor, sözler yazıyor, besteler yapıyor,
sokak gösterilerine katılıyor, Mao rozetini
takıyor, hiç durmuyordu.
Yaşamının son yıllarında sanatı da günlük
yaşamı da artık tamamen politikleşmişti.
Imagine (Düşle), Working Class Hero (İşçi
Sınıfı Kahramanı), Power To The People
(İktidar Halka), Give peace A Chance (Barışa Bir Şans Verin), God (Tanrı) gibi şarkıları ve demeçlerindeki işçi sınıfına ve genç işçilerin sınıf bilincine sahip olmalarının önemine olan inancını sürekli vurgulaması bugün neo-liberalizmin çöküşüne tanık olduğumuz süreçte ayrıca bir önem kazanıyor.
“Selve Yourself” isimli şarkısında ise tüketim toplumunun bireyine açık bir deşifre ve
saldırı yapıyor Lennon: “Sana Marx’a inanman gerekir dedik, sen gittin Marks &Spencer’e inandın.”
New York’a geldiği günden sonra düzen nefesini ensesinden hiç eksik etmedi, yandaş
medya bir John Lennon imha kampanyasını ısrarla sürdürdü. Sonunda hedeflenen ve
istenen oldu; Mark Chapman isimli biri silahını alıp beş kurşun sıkarak John Lennon’ı öldürdü.
Yazıyı onun sözleriyle bitirelim:
‘’Statükoya karşı her zaman politik oldum.
Polisten doğal bir düşmanmış gibi korkup
nefret ederek, insanları alıp götürüp bir yerlerde öldürdüğü için ordudan tiksinerek büyütüldüğünüz zaman bu hayli kolay oluyor.
Kısaca bu işçi sınıfının içinden gelmekle alakalı; daha sonra yaşlanıyor, bir aileye sahip
oluyor ve sistem tarafından sindiriliyorsunuz. 1965-66 civarında şu superstar saçmalıkları nedeniyle hiç politik değildim. Fakat
bu sadece tahakkümden kaçmanın bir yoluydu. ‘Hayatta bunlardan başka şeyler de
var değil mi? Şüphesiz hepsi bu değil’ diye
düşündüm. Fakat bir biçimde hep politik oldum. Yazdığım iki kitapta da din hakkında
birçok gönderme var ve bunların birine işçi
ile kapitalist üzerine yazdığım bir oyunu ekledim.
Çocukluğumdan beri sistemi yermeye çalışıyorum. Sanki omzumun üstünde bir mikroçip varmış gibi sınıf meselesinde her zaman
bilinçli oldum. Çünkü ne olduğunu, üstümüze çöken sınıf tahakkümünün ne olduğunu
biliyordum fakat Beatles kasırgasıyla birlikte ne yazık ki bir süreliğine gerçeklikten koptum.’’
Ahmet Kaya’nın
son turnesi...
"Ben bu çağın masalının peşine düşmüştüm. Ömrüm inandıklarıma amade, kimliğim arka cebimdeydi. Düşürmedim
yerlere..."
Ahmet Kaya, Türkiye’den ayrılmadan önceki konserlerinden birinde
Ahmet Kaya'ya ve sevenlerine kızı Melis
ve eşi Gülten Kaya'dan bir doğum günü
hediyesi var: "Ülkemde Son Turnem" adlı albümle Kaya, 53. yaş gününde anılıyor.
Ahmet Kaya'nın 1998 yılında yayınlanan
Türkiye'de yaptığı ve 12 ili kapsayan konserler dizisinin de yer aldığı bu 88 dakikalık çalışma, (GültenAhmetMelis) Production imzalı.
Çalışmada ayrıca sanatçının 17 şarkı ile
Türkiye'de ve Avrupa'da yaptığı konuşmalardan özel bölümler, özel hayatından
ilk kez yayımlanan fotoğraflar, diskografisi ve sürpriz bölümler de bulunuyor.
Diskografide ilk kez yer alacak olan bu
çalışmada, sanatçının yıllardır saklanan
özel görüntüleri ve sahne performansları da sevenleriyle ilk kez paylaşılacak.
1999’da Magazin Gazetecileri Derneği
gecesinde "Kürtçe kaset yapacağım" dediği için saldırıya uğrayan ve sürgüne gittiği Paris'te hayatını kaybeden Ahmet Kaya’nın eşi Gülten Kaya, bu çalışmanın 16
Kasım 2000'de geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybeden eşiyle ile ilgili med-
yada çıkan "yalanlara, yanlışlara ve manipülasyonlara kendi ağzından cevap" niteliği taşıdığını söyledi: "Bu çalışma, Ahmet Kaya'nın aramızdan ayrılmasında
payı olan herkese gecikmiş bir cevaptır.
Zamanında yapılan yanlı, yanlış haberlere Ahmet'in ağzından cevap verdik. Halbuki Ahmet çok anlatmıştı ama üçüncü
ağızlardan başka anlatıldı. Ahmet yine
konuşuyor, üçüncü ağızlar da dinlesin,
bir daha ama vicdanlarının sesiyle dinlesinler".
Çalışmada yer alan konser şarkıları ise
şöyle:
"Başım Belada", "Ağlama Bebeğim", "Hani Benim Gençliğim", "Mahur", "Şiir/Munzurlu", "Kum Gibi", "Adı Bahtiyar",
"Herkes Kendi İşine", "Söyle", "Fosso Nejdat", "Mavi'nin Türküsü", "Ağladıkça",
"Doğum Günü", "Saza Niye Gelmedin",
"Şafak Türküsü", "Giderim", "Dost".
Albümün yanı sıra Ahmet Kaya, ölümünün 10. yılında Aralık ayının ikinci haftasında Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'nda anılacak.
54 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Sinema
Bir nebze ışığın peşinde
Solun ve belgeselciliğin kalesi Sheffield’daki Doc/Fest’e Türkiye’den beş film birden katıldı: “Kahpe
Devran”, “Bu Sahilde”, “Miraz”, “Planet Galata - İstanbul'da Bir Köprü" ve "Tek Nefeste Aşk
Necati Sönmez
Avrupa'daki en önemli ilk üç belgesel festivalden biri Sheffield Belgsel Festivali (Sheffield Doc/Fest), bu yıl Türkiye'ye özel ilgi
gösterdi. Programda bizim memleketten
beş belgesele birden yer verdi. Yeni kuşak
belgeselcilerin yurtdışında böylesine varlık
göstermesiönemli bir gelişme. Çünkü bir
iki yıl öncesine kadar memleket sınırlarını
aşan belgesel sayısı , ona ulaşamıyordu bile.
Sheffield'le aşağı yukarı aynı tarihlerde -görece küçük bir festival olmakla birlikteBrüksel'de düzenlenen Akdeniz Filmleri
Festivali'nde Türkiye'ye özel bölüm ayrıldığını ve seçkide dört adet belgesel yer aldığını, bir hafta öncesinde ise Montpellier'de
düzenlenen yine Akdeniz temalı festivalde
Türkiye yapımı bir başka belgeselin yarıştığını eklemek gerekir. Bu satırları basın
odasından yazmakta olduğum IDFA'da ise,
biri İtalya'da diğeri Hollanda'da yaşayan
Türkiye kökenli iki yönetmenin filmleri
farklı kategorilerde yarışırken, Türkiye-Almanya ortak yapımı bir belgesel festivalin
yan bölümlerinden birinde seyirciyle buluşuyor. Solun da, belgeselin de kalesi
Sheffield, Türkiye'de 'Anadan Doğma' adıyla gösterilen 1997 tarihli meşhur “The Full
Monty” filmine mekan olan şehir. Demir çelik sanayisinin ekonominin motoru olduğu
dönemde hızla büyümüş, özellikle çatal-bıçak-kaşık imalatının başkenti olmuş, sonradan çevredeki kömür madenlerinin teker
teker kapanmasıyla düşüşe geçmiş, bu kez
hizmet sektörüne yönelerek küllerinden
doğmuş bir kent. Şehir son dönemde büyük
bir dönüşüm geçirmiş, o yüzden “The Full
Monty”deki görüntülerin çoğu artık yok.
Ama kentin değişmeyen tarafları da var; eski bir sanayi kenti olması, onu hem bir işçi
kenti hem de siyasi mücadelele meydanı kılıyor haliyle. Değişen kimliğine rağmen, İngiliz solunun 'kale'lerinden biri olarak biliniyor. 1994'ten beri düzenlenen Sheffield
Doc/Fest sayesinde ise Avrupa'da belgeselin de kalesi haline gelmiş durumda.
Eski binaları yıkıp AVM yapmak yerine, çoğunu restore ederek sosyal ve kültürel faaliyet alanlarına dönüştürmüşler. Bu da festivale -her festivalciyi imrendirecek- muaz-
Patricio Guzman “Işığa Özlem”in çekimlerinde
zam mekanlar ve geniş bir hareket alanı kazandırmış. Organizasyonu genç bir ekip tarafından sırtlanılan Sheffield Doc/Fest, teknik altyapısı sağlam salonları ve sayısız etkinlik alanı ile tıkır tıkır işleyen, büyük ama
samimi bir belgesel festivali. Son yıllarda
iyice genişleyen market bölümü, bolca yan
etkinliği, sinema dersleri, proje sahipleriyle yapımcıları buluşturan ortamları ile sektör temsilcilerini kendine çeken bir yer haline gelmiş.
3-7 Kasım'da düzenlenen festivalin bu seneki film seçkisi ise, bu etkinlik bolluğu
içinde zaman ayırabilenlere esaslı bir belgesel ziyafeti vaat eder nitelikteydi. Benim
de yer aldığım Özel Jüri'nin yoğunlaştığı
bölümde yer alan, Patricio Guzman'ın “Işığa Özlem” (Nostalgia for the Light) adlı etkileyici belgeselinden başlayalım... İlk gösterimi bu sene Cannes'da yapılan film, ilk
bakışta alakasız gibi duran iki hikayeyi aynı kapta eritiyor: Pinochet liderliğindeki
cuntanın 'kaybettiği' insanların yakınları ile
gökyüzünü inceleyen astronomlar... Bu iki
kesim, aynı mekanı ve benzer bir hedefi
paylaşıyor: Şili'nin uçsuz bucaksız bir çölünde 'ışığı' arıyorlar. Çölde toplu mezar kalıntıları arayanlar, yakın geçmişi bir nebze
aydınlatacak bir ışığın; çölün hemen yanıbaşlarındaki gözlem istasyonunda vaktini
geçiren bilim adamları ise binlerce hatta
milyonlarca yıl öncesini çözecek ışık huz-
melerinin peşinde... 20. yüzyılın en gaddar
siyasi kıyımlarından birini böylesine farklı
bir bağlama oturtan, buradan yaşadığımız
dünyaya dair derin yorumlara kapı açan
pek az film vardır.
Festivalde izlediğim en sarsıcı hikaye ise,
“174 No'lu Otobüs” (Bus 174), “Garapa” gibi çarpıcı belgesellerin yanında nedense
“Özel Tim” (Elite Squad) adlı faşizan bir
kurmaca film de çeken Brezilyalı yönetmen
Jose Pedilha'nın elinden çıkma: “Kabilenin
Sırları” (Secrets of the Tribe). Antropologlar tarafından keşfedilene kadar Amazonların derinliklerinde 'medeniyet'ten kopuk
bir yaşam süren Yanomami Kızılderelileri'ne bu antropologların yapıp ettiklerini
anlatıyor film. Röportajlara ve arşiv görüntülerine dayalı geleneksel bir belgesel diliyle yönetmen, öylesine karanlık bir alana
giriyor ki antropoloji biliminin tozunu attırıyor. Bu kabileyle bağlantısı olan araştırmacıların arasındaki rekabeti, yerlilere karşı işlenen insanlık suçlarını, cinselliğe varan suistimalleri bir bir sıralıyor ve onlara
götürülen 'medeniyet'in dehşet bir fotoğrafı çıkıyor ortaya.
“Pembe Sariler” (Pink Saris): Jürimizin oy
çokluğuyla ödüle değer bulduğu bu filmde
usta belgeselci Kim Longinotto, Hindistan'ın Uttar Pradeş eyaletinde kadınların
uğradığı haksızlıklarla kendine has yöntemlerle (kadife eldivenli demir yumruk
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 55
Kentsel Mücadele
yöntemi denebilir) baş etmeye çalışan bir
kadının çevresinde toplanmış 'pembe sarili kadınlar' çetesini anlatıyor. Film gerçekte örgütlü bir hareketin değil, Sampat
Pal Devi adlı tek bir kadının kahramanlık
destanı gibi.
“12th & Delaware”: Bu belgeselin ismi iki
sokağın kesiştiği bir kavşağa işaret ediyor.
Bu kavşağın ucunda bir kürtaj kliniği,
onun tam karşı köşesinde ise kürtaj karşıtı dini bir örgütün 'muayenehanesi' yer
alıyor. İkincisi, birincisine karşı savaşmak
ve oraya gelen kadınları yolundan döndürmek üzere kurulmuş elbette; ve Allah
için bu uğurda elinden gelen herşeyi yapıyor!
Hindistan'da 70'lerden beri kendi yağıyla kavrulan ve yaptığı filmlerle ezilen kesimlerin sesi olmaya çalışan bir belgeselcinin, Anand Parwardhan'ın filmlerine
ayrılan bölüm, Sheffield'in bu seneki en
önemli çıkışlarından biriydi; batıdaki belgesel sektörünün ipini elinden tutanlar
kadar alternatif seslere de açık olduğunun gösstergesi aynı zamanda.
Bir memleket 'mozaiği'
Sheffield'e Türkiye'den götürdüğümüz üç
film “Kahpe Devran”, “Bu Sahilde” ve “Miraz” öyle bir niyetle çekilmemiş de olsa,
tuhaf biçimde birbirlerini tamamlıyor,
adeta memleketin genişçe bir resmini sunuyordu: İlki İstanbul'a tutunmaya çalışan üç yoksulun hikayesini, ikincisi memleketin batısında her tür tasadan uzak yazın keyfini çıkarmaya çalışan orta sınıf tatilcileri, sonuncusu ise memleketin en doğusunda kara kış dahil dört mevsimi yaşayan ve köyün yüzyıllık geçmişini yüreğinde taşıyan bir Kürt ailesini anlatıyordu. Filmlerin anlatım biçimlerindeki çeşitliliği de hesaba katınca, iki kısa bir orta metrajlı belgeselle ancak bu kadar özel
bir memleket 'mozaiği' oluşabilirdi!
Florian Thalhofer ve Berke Baş'ın yönettiği 'interaktif belgesel' "Planet Galata - İstanbul'da Bir Köprü" ve Uluslararası
Gençlik Film Yapım Atölyesi öğrencilerinin gerçekleştirdiği "Tek Nefeste Aşk" adlı filmle birlikte Sheffield'da boy gösteren
beş film yalnızca Türkiye'nin değil, kendi
yaratıcı potansiyeli ile altyapı yoksunluğu arasında salınan yeni kuşak belgeselcilerin de fotoğrafı gibiydi. Festivale konuk olan “Miraz”ın yönetmeni Rodi Yüzbaşı'nın, filmin ses miksajının
hakkıyla yapılamamış olmasına dair şu
sevimli cümlesinde saklı gerçekten bahsediyorum: “Filmimin Avrupa'daki seyirciye ulaşacağını bilseydim, teknik kusurlarını gidermek için biraz daha olanak
arardım.” Bu ihtimali aklına getirmediği
halde, kendi olanaklarıyla dünya standartlarında film yapan bir kuşağın tevazu ve samimiyetini gösteren sözler.
Özgür Üniversite’de
kentsel mücadele...
Mücadele deneyimleri, yeni arayışlar, sorun alanları; kent hakkı, ekoloji, zorunlu göç, Kürt illerinde belediyecilik deneyimleri, kadın kenti ve
yabancı göçmen işçilik, kentsel sınıflar gibi günümüzün temel başlıkları izleyicilerle masaya yatırılıyor.
Besime Şen
Kapitalizm bugün her zamankinden çok daha fazla büyük kent efsanesine sarılmış durumdadır. Ekonomik büyümede ve kentsel
yapılaşmada sınır tanımayan küresel rekabet anlayışı, akıl almaz bir eşitsiz gelişme ile
mega kentlerin sayısını artırmaktadır. Daha
fazla yoksulluk, evsizlik, yerinden edilme ve
küresel göç hareketleri ile şiddete bulanan
büyük kentler 1970 sonrası itibariyle gerçek
bir sol muhalefete muhtaç içinde neoliberalizmin tahribatlarıyla boğuşmaktadır.
Ülke büyüklüğündeki nüfuslara sahip kentlerin kendileri dışında kalan diğer yerleri anlamsızlaştıran varlığı, kent emekçilerinin
kendi siyasal güçlerini gerçekleştirebilecekleri bir kent siyasetinin de önünü kesmektedir. Günümüz kapitalizmi kentsel bir yapıdadır artık. Ayrıca oldukça muhafazakar bir siyaset içinde kentleşmesini arttırmaktadır.
Kentin özgürlüğü gerçekte bir sermaye hareketinin özgürlüğüne dönüşmüş durumdadır. Kapitalizmin insana ve emeğe yaklaşımı
açısından yılın son aylarında Fransa ve İspanya’da gerçekleşen göçmen karşıtı politikalara bakmak yetmez belki. Ama göçmenlik karşıtı güvenlik tedbirlerinin dozunda göçmenlere karşı sıfır toleransı hedefleyen ırkçı
ve yoksul karşıtı politikalar kapitalizmin gelişme sınırlarını göstermektedir.
Kentsel siyasetin ekonomik beklentilerini yönetmek üzere iktidarların kapitalist önerilerine teslim olması, siyasetin gerçek özneleri
olan emekçileri ve buralara akın eden yeni
göçmenleri siyaset dışı bırakmaktadır. Bu durum ülkelerin sol siyasete dair kapasitesini
kentler açısından sınavdan geçirir gibidir. Bu
sınav aynı zamanda kentsel siyasetin büyük
siyaset ideaları ile bütünleşebilmesinin de sınavıdır. Öğrencilerin, işçilerin, göçmenlerin
daha dün Fransa meydanlarının tozunu dumana katan isyanı, siyasal tepkisi soğumadan Londra’da meydanlar öğrencilerin öğrenci ve eğitim desteklerinindeki kısıtlamalara
tepkiyle çalkalandı. Paris ve Londra varlığını
büyük siyasete meydan okuyarak vermeye
çalışırken tepkilerden bazı ip uçları çıktı: Kentsel mücadele alanlarının sosyal hak mücadelesinden ayrı düşmesi, solun kentler üzerindeki etkisini zayıflatmıştır. Diğer taraftan solun güncel siyasal ve ideolojik malzemesi ile
kuramsal referansları her zamankinden daha
belirsiz bir hal almıştır. Siyaset her zamankinden daha fazla mekânsallaşmıştır. Latin
Amerika kentleri ile Asya ketleri veya Afrika
kentleri arasında ortak sorunlar bir liste olacak kadar artmış olsa da mücadele deneyimleri hala farklılıklar taşımaktadır. Ortaklaşma düzeyleri hala çok zayıftır. En kritik
nokta ise bu mücadele alanlarının fazlasıyla
yerel ölçekte kalması ve iktidar değişimini
zorlayan bir toplumsal mücadele alanına talip
olmamasıdır. İktidar meseleleri ile kent meseleleri ayrı yollarda ilerleyerek bir gün tesadüfen kesişmeyi ummaktadırlar adeta.
Türkiye kentleri açısından bu durumun en
çarpıcı örneği büyük kentlere yoğunlaşmış
olan zorunlu göçün sonuçları ile deneyimlenmektedir. Kürt sorununun kimlik politikasını aşan toplumsal sonuçları en fazla
emek süreci içinde mağduriyet yaratmaktadır. Yanı sıra kadın olmanın, çocuk ve genç
olmanın türlü ezilme ve mağduriyetleri yaşanmaktadır. Kentte yaşam mücadelesi veren göçmenler büyük siyaset alanındaki çözümsüzlük ile kentlerdeki gündelik yaşam
sorunları arasında varlık göstermeye çalışmaktadırlar. Kiralık ev bulmanın zulme dönüşmesi, mahallede “sonradan gelenler”
olarak dışlanmaları hatta bazı mahalle gerilimlerinin içinde kalmaları karşısında başvurabilecekleri herhangi bir kanal veya koruyucu politika oluşturulmamıştır. Üstelik bu
kesimler eğitimin, sağlığın özelleştirilmesiyle kentsel mağduriyeti en çok yaşayanlardır.
Ama buna rağmen bu sorunu Kürt sorunu ile
birlikte ele alan bir siyaset yaklaşımı gerçekleşememiştir.
AKP bugün neoliberal politikaları kentler
üzerinden bir adım daha ileriye götürmeye
çalışmaktadır. Kentsel dönüşümün getireceği toplu yıkımlar ve yerinden etme niyetleri
yoksul kesimlerin kentten sürülmesini dayatırken; CHP ekonomide özel kesimi güçlendireceği müjdesini vererek geleceğe dair iktidar muhataplarının sosyal politikalardaki
tavrını ortaya koymaktadır. Geriye sosyalistlerin kentsel siyasete dair politik yaklaşımları kalmaktadır ki bu konuda adeta yeni
ütopyaları hedefleyen kuramsal referanslara dönecek kadar radikal önerileri yükseltmek gerekiyor. Bu politik hatların diğer toplumcu siyaset çevreleri ile yeni dayanışma
zeminlerini örmesi ile kent siyasetinin siyasetin ileri mevzilerinde yer etmesi sağlanmış
olacaktır.
Güz dönemi her Cumartesi -18.30-20.30
Kumbaracı Yokuşu No: 57 Tünel- Beyoğlu
Tel: (0 212) 243 54 81 - (0 212) 249 12 92, [email protected]
EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Yerel süreli yayınu Ortaklaşa Yayıncılık u Sahibi ve Sorumlu Md. Erdal Çınar, 847 Sk. No.:14/201 Kemeraltı/İzmir u Yazı Kurulu: Tektaş Ağaoğlu, Yeşim Dinçer, Ertuğrul Kürkçü, Osman Soyer, Ersen Olgaç uYayın Kurulu: Yeşim Dinçer, Erdal Çınar, Besime Şen, Ertuğrul
Kürkçü, Nevra Akdemir, Mustafa Bayram Mısır u Basıldığı Yer: Ezgi Matbaacılık,Tel: 0212 452 23 02, Çobançeşme Mah., Sanayi Cad.,
Altay Sk., No. 10-A Blok, Yenibosna - Bahçelievler/İstanbul u Yönetim Yeri: Katip Mustafa Çelebi Mahallesi, Tel Sok. No. 28, Kat 3, Beyoğlu-İstanbul u Mali İşler: Şaban Devrez, Hesap No: İş Bankası 10420711753 uİnternet sitesi: www.ekmekveozgurluk.net u Tel:
"Bizim dünyamıza damgasını vuran şey hızıdır: tarihsel değişimin hızı; teknik değişimin
hızı; iletişimin, aktarımın hızı, hatta insanların birbirleriyle bağlantılar kurma hızı. Bu hız
bizi çok büyük bir tutarsızlık tehlikesine maruz bırakır. Şeyler, imajlar ve ilişkiler böylesine çabuk dolaşıma girdiği içindir ki bu tutarsızlığın kapsamını ölçecek zamanımız bile
yoktur. Hız tutarsızlığın maskesidir. Felsefe bir yavaşlatma işlemi önermelidir. Hızlanma
buyruğu karşısında düşünceye ait bir zaman inşa etmelidir. Felsefenin bir hususiyeti
bence bu; felsefenin düşünüşü ahestedir, çünkü bugün isyan, hızı değil ahesteliği gerektirir. Felsefenin arzusunu ayakta tutmak için muhtaç olduğumuz sabit noktayı (bu nokta
ne olursa olsun, adı ne olursa olsun) ancak bu yavaş ve dolayısıyla asi düşünüş kurabilir.
Mesele temelde, hakikat kategorisini felsefi olarak, bizi dünyanın hızından yalıtacak bir
yavaşlıkta yeniden inşa etme meselesidir -metafiziğin bize devrettiği hakikati değil,
dünyanın mevcut halini dikkate alarak, yeniden kurabildiğimiz hakikati kastediyorum."
Alain Badiou
Sonsuz Düşünce, 2003

Benzer belgeler

Politika - Ertuğrul Kürkçü

Politika - Ertuğrul Kürkçü olanağı sunuyordu. Bu aralıktan işçi hareketi ve öteki ezilenlerin toplumsal muhalefeti uç verebiliyordu. Oysa şimdi bütün çatlakların ta en aşağıdan muhtarlıklar düzeyinden başlayarak Siyasal İsla...

Detaylı

Mısır modeli... Mustafa Çeçen>10

Mısır modeli... Mustafa Çeçen>10 ları, evinize dönün, işinizin ba- Uluslararası yorumcular, MıKonuşmasından önce iktidarı şına dönün" dedi. Mısır Milli sır'daki son gelişmelerin, orduorduya Mübarek’in bırakacağı- Güvenlik Konseyi'...

Detaylı