ozet_kitapcigi - Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
Transkript
ozet_kitapcigi - Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu
2 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu Taner Yelkenci III. Uluslararası Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu Devlet Teorisi Atölyesi Neo-liberal çağda devletin “özelleş(tiril)miş” ideolojik aygıtları nasıl çalışır ve ne yapar? Moderatör Ebubekir Aykut 21 Mayıs 2015 Perşembe İlk Seans 10.30- 12.30 Öğle Arası 12.30- 14.00 İkinci Seans 14.00- 15.50 Çay-Kahve Arası 15.50- 16.10 Üçüncü Seans 16.10- 18.00 Özet Kitapçığı 3 Neoliberal dönemde olağanüstü hal ve istisna: Bir Neocleous tartışması Ayşegül Kars Kaynar1 Liberal devletler ve anayasal sistemler, vatandaşlarına hak ve özgürlükler tanır. Bireyin hak ve özgürlükleri liberal sistemlerde kuraldır; liberal sistemlerin normal işleyişini betimleyen, olağan durum budur. İstisna olan, bu hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasıdır. Bu istisna, sadece geçici bir süreliğine ve olağanüstü durum yaratarak gerçekleşir. Bu istisnanın hangi zamanlar ve nasıl yürürlüğe konulacağı ise yine anayasada düzenlenmiştir. Modern devletlerde hak ve özgürlükleri askıya alan olağanüstü halin anayasalarda düzenleniyor olması, anayasayı ikiye böler; siyasi iktidara bakanlar kurulu kararlarıyla olağanüstü hal hukukunu devreye sokarak hak ve özgürlükleri kısıtlama imtiyazını verir. Böylece modern liberal devlet, olağanüstü halin istisnai hukukuyla otoriterleşebilir; faşistleşebilir. Bu ihtimal, Carl Schmitt’in olağanüstü hal ve istisna kuramını ve de modern devlet eleştirisini oluşturur. Mark Neocleous, Schmitt’e karşı çıkar. Neocleous’a göre 20.yy’ın başından itibaren modern liberal devletler olağanüstü halin istisnai tedbirlerini kullanarak hak ve özgürlükleri o kadar yaygın ve o kadar sık kısıtlamışlardır ki, olağanüstü ve istisnai niteliklerini kaybetmişlerdir. Şiddet, liberal devletin olağan durumudur; kuralıdır. Tebliğ, Neocleous’un Schmitt’e verdiği bu yanıtı takip ederek, tartışmayı bir adım öteye götürmeyi amaçlamaktadır. Buna göre, Neocleous tarihsel örnekler eşliğinde olağanüstü hal hukukunun yaygın kullanımının, bu hukukun olağanüstü niteliğini ortadan kaldırdığında ve onu kalıcı hale getirdiğinde haklıdır. Ancak neo-liberal dönemde karşımıza çıkan asıl mesele, devletin olağanüstü hal hukukuna başvurması değildir. Mesele, devlet şiddetinin istisnai olağanüstü hal hukukundan çıkıp, hukukun üstünlüğü ilkesinin yönetimindeki sıradan hukuka sirayetidir. Türkiye’de hala yürürlükte olan 1982 Anayasası’nda da görüleceği üzere anayasaların bireyin hak ve özgürlüklerine milli güvenlik, kamu ahlakı ya da kamu sağlığı gibi içeriği oldukça geniş tutulabilecek, muğlak gerekçelerle getirdikleri kısıtlamalar, bu hak ve özgürlüklerin kullanımını ortadan kaldırmaktadır. Dahası polis, istihbarat, savcılık ya da asker gibi devletin zor aygıtlarının hak ve görevlerini düzenleyen kanunlar, anayasaya aykırı bir şekilde bireyin hak ve özgürlüklerini sınırlayabilmektedir. Böylece hak ve özgürlükler, olağanüstü hukuk tarafından değil, olağan hukuk tarafından askıya alınmaktadır. Başka bir ifadeyle, 21.yy’da liberal devletler ve anayasal sistemlerde 1 Lefke Avrupa Üniversitesi öğretim üyesi, kampfplatz dergisi yayın kurulu üyesi. 4 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu olağanüstü hal yaratan unsurlar olan hak ve özgürlüklerin askıya alınması için, olağanüstü hukuka ihtiyaç kalmamaktadır. Neocleous, liberal devletin, bakanlar kurulu kararıyla işleyen olağanüstü hal hukukunun egemenliğinde otoriterleştiğini anlatır. Tebliğ ise günümüzde liberal devletin parlamento kararlarıyla, yani kanunlarla işleyen olağan hukuk ile otoriterleştiğini savunmaktadır. Neoliberalizm ve polis sorunsalı: Türkiye üzerine bir tartışma çerçevesi Çağlar Dölek2 Sermayenin sınıf erkinin yeniden tesisi anlamında dünya-tarihsel bir projeye tekabül eden neoliberalizm, 1970’lerin sonlarından itibaren tedrici ve çatışmalı süreçler eşliğinde devreye sokulan siyasal projelerle derinleşmektedir. Bu dönemde ortaya çıkan toplumsal-siyasal krizlerin yönetilmesi ve artan sınıfsal eşitsizliklerin idare edilmesi amaçlarıyla kapsamlı bir polis projesi de devreye sokulmuştur. Neoliberalizmin krizinin derinleştiği günümüzde ise, “artan polis şiddeti”, “polisin militerleşmesi”, “otoriterleşme” gibi görüngüler genelleşmekte ve bu projenin gönderme yaptığı toplumsal-siyasal sorunsal üzerine yapılan tartışmalar yaygınlaşmaktadır. Bu çalışma, kapitalist devletin kurumsal olarak örgütlenmesinde ve toplumsal sınıflarla kurduğu ilişkide esaslı bir dönüşümü hedefleyen neoliberalizmi polis sorunsalı çerçevesinde ve Türkiye bağlamında tartışmaya açmayı hedeflemektedir. Bu tartışma bağlamında, Türkiye toplumsal formasyonunun tarihsel ve toplumsal özgüllükleri ile neoliberal küreselleşme sürecine eklemlenme projeleri bir arada değerlendirilecek ve bu değerlendirme üzerinden Türkiye’de devletin sınıf karakterinin anlaşılması ve teşhir edilmesi için merkezi bir önemde olan polis sorunsalı bütünlüklü bir eleştiriye tabi tutulacaktır. Bu eleştiri ise iki temel tartışma hattı üzerinden örülecektir: Öncelikle, 1980 sonrası dönemde devreye sokulan polis projesinin, devletin yeniden yapılandırılması sürecinin ve/veya yeni devlet biçiminin merkezine yerleştirildiği iddiası üzerinden, devlet erkinin (state power) örgütlenmesi bağlamında polis erkinin (police power) çözümlenmesi yapılacaktır. Bu değerlendirme gösterecektir ki, dar bir kurumsalcı anlayışa indirgenemeyecek olan ve kapsamlı bir toplumsal-siyasal projeye gönderme yapan polis erki, burjuva siyasal alanın kurucu aktörü olarak ön plana çıkmış ve devletin kurumsal maddiliği içinde merkezi bir yer işgal eder hale gelmiştir. İkinci olarak, devletin toplumla kurduğu ilişkinin en önemli siyasal-idari dolayımlarından biri olan ve yukarıda bahsedilen 2 Orta Doğu Üniversitesi öğretim üyesi. Özet Kitapçığı 5 türden bir dönüşüm içinden geçmekte olan polisin toplumsal konumu ve/veya sınıf ilişkilerinde işgal ettiği konum tartışmaya açılacaktır. Böylece, modern burjuva polis projesinin tarihsel mirası olan kamusallık iddiasının toplumsal, siyasal, ideolojik zeminlerinin örselenmiş olduğu ve bu iddiaya içkin olan sınıfsal çelişkinin ise çok daha açık bir şekilde ayyuka çıkmış olduğu iddia edilecektir. Özelleştirmelerden kamulaştırmalara devlet mülkiyetinin değişen anlamı Çağrı Çarıkçı3 Bakanlar Kurulu 2000’lerden bu yana, kentsel yatırımlarla ilgili olarak artan oranlarda kamulaştırma yoluna başvurmakta, kamu altyapı yatırımları değişim beraberinde özelleştirme uygulamalarında da farklılaşmayı getirmektedir. Söz konusu uygulamalar beraberinde hukukî düzenlemeleri getirmekte ve devlet müdahalesini değiştirmektedir. Bu çalışmada, devletin oluşturduğu meşruiyet zeminini kullanarak kamu ekonomisi açısından önemli bir konu olan müşterekler (commons) alanının kamulaştırmalar yoluyla piyasa mekanizmasına dâhil edilmesi süreçleri de ele alınacaktır. Bu açıdan bakıldığında söz konusu süreçler hem sermaye birikiminin uzun vadeli yönelimleri, hem de birikim sürecinin yönetim mekanizmaları açısından önem taşımaktadır. Söz konusu süreçler Türkiye’de toplumsal ilişkilerin önemli ölçüde dönüştüğü 2002 sonrasındaki gelişmeler çerçevesinde ele alınacaktır. Çalışma kapsamında incelenecek başka bir olgu ise kamulaştırma ve müşterekler konusu alakalı olarak kamu mülkiyetidir. Kamu mülkiyeti devlet sınıf ilişkilerinin dönüşümünde doğrudan belirleyici bir ilişki olarak işlev görmektedir. Devletin çelişkili doğası, kapitalist birikim eksenli ortaya çıkan sınıf yapısının tarihsel olarak belirlenmiş görünüş şeklidir. Devlet sınıflar arası ortaya çıkan çatışmalarda arabuluculuk işlevi görürken aynı zamanda verili sınıf yapısını da yeniden üretir. Bu anlamda kamu mülkiyetiyle, ekonomi siyasetten ayrılmış gibi gösterilirken aynı zamanda kapitalizmin kendisi de, kalkınma ve iktisadi büyüme retoriği ile perdelenmiş olur. Müşterekler ve yeniden müşterekleştirme tartışmaları devam ederken, analizi kamuculuk üzerinden yapmak özel-kamusal ayrımını yeniden üretmeye yol açarken, devlet teorisinin de tartışmaya eklemlenmesi, kamusal mülkiyeti ve devlet iktidarının doğasını anlamamıza yardımcı olacaktır. 3 İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü öğretim üyesi. 6 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu Çalışma bu kapsamda Türkiye’de kamu mülkiyeti rejiminde yapılan değişikliklerin dikkate değer parçalarını neoliberal düzeninin meşrulaştırılması sürecinde eleştirel bir okumaya tabi tutacaktır. Devletin sermaye lehine, piyasaları güçlendirerek kamulaştırma politikaları ve kamu mülkiyeti sistemini neoliberal çerçeveye uydurma yönündeki aygıtların deşifresi amaçlanmaktadır. Bu çözümlemeden önce son dönem tartışmalarda hayli yer tutan “müşterekler” kavramına odaklanılacak, ardından müştereklerin günümüzde çitlemeler vasıtasıyla ne ölçüde özelleştiği-kamulaştığı üzerinden yanıt aranacaktır. Çalışmada devlet mülkiyetinin müşterekler açısından taşıdığı anlam iki düzeyde sorunsallaştırılıyor: Günümüz çitlemelerinin hangi araçlarla yapıldığı ve söz konusu çitleme ve metalaşma karşıtı yeniden müşterekleştirme stratejileri. Devleti nasıl çalışmalı? Türkiye’deki geridönüşüm sektöründen ampirik ve yöntemsel ipuçları Demet Şahende Dinler4 Bu sunumda geridönüşüm sektöründeki işçiler, sermaye grupları ve farklı devlet kurumlarının arasındaki ilişki üstüne düşünerek günümüzde devleti nasıl araştırmalı sorusuna yanıt olabilecek ipuçları bulmaya çalışacağım. Avrupa Birliği’nin çevre regülasyonlarının Türkiye’ye uyarlanması zorunluluğu sonucu çıkarılan yönetmeliklerin ardından geridönüşüm sektöründe son on yılda bir dizi çatışma yaşandı. Sokaktan kağıt ve hurda metal toplayan atık kağıt işçileri ile zabıta arasında, dönüşüm kapsamında lisans yetkisi kazanan firmalarla lisanssız firmalar arasında, sektörde fiyatları kontrol etmek isteyen kağıt üreticisi firmalarla hurda kağıt ihracı yapmak isteyen firmalar arasında, sektöre yeni standartlar getirmeye çalışan devlet kurumlarıyla bu standartlara ayak uydurması mümkün olmayan firmalar arasında yaşanan bu gerilim ve çatışmalar sürerken ilgili yasal düzenlemeler de bir kaç defa değişime uğradı. Belediyeler kendi göreli özerk alanlarında ek yönetmelikler çıkararak regülasyon sürecini kendi çıkarları doğrultusunda yeniden tarif ederken, farklı sermaye grupları bakanlıklar, belediyeler ve bağımsız düzenleyici kurumlar üzerinden çıkarlarını savunmak üzere kendi etki alanlarını genişletmeye çalıştılar. İşçiler ise öz örgütlenmeleri aracılığıyla özellikle belediyelerle yoğun bir mücadele ve pazarlık içine girdiler. 4 Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi. Özet Kitapçığı 7 Geridönüşüm sektörüyle ilgili raporlara, kararlara, genelgelere ve yönetmeliklere baktığımızda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Ekonomi Bakanlığı, Rekabet Kurumu, Sayıştay, Büyükşehir Belediyesi ve ilçe belediyelerinin mekânsal, teknik ve sınıfsal açıdan farklı şekillerde sektörün biçimlenmesine etki ettiklerini, bazen de etki çabalarının istedikleri oranda sonuç vermediğini görüyoruz. Devletin önceden belirlenmiş bir siyasi ve ekonomik projeye göre hareket eden yekpare bir bütün değil, parçalı ve heterojen olduğunu, farklı basınçlara maruz kalan ve birbiriyle çatışabilen kurumlardan oluştuğunu gösteriyor geridönüşüm sektörü örneği. Yönettikleri toplumsal gerçekliği araştıran/analiz eden/yeniden adlandıran; şiddet ve yasal yaptırımdan rızaya dayalı ittifaklara farklılaşmış bir skalada toplumsal sınıflarla ilişkiye geçen; taklit/uyarlama/rol yapma gibi bir dizi performatif stratejiyle gücünü icra eden; kimi zaman da aciz, kapasitesiz ve yetersiz kalan aktörler bunlar. Bu kurumlarla ilişkiye geçen sınıfların da stratejileri çok yönlü: Devletin gücünü tanıyıp kendi lehine çevirme, devlet tarafından tanınma ve sahip çıkılma arzusu, o güce meydan okuma ya da etki etme isteği arasında gidip gelen bir sarkaçta hareket ediyor geridönüşüm sektöründeki emek ve sermaye grupları da. Devletin farklı nedenlerle düzenleme başarısı göster(e) mediği ya da boş bıraktığı alanlarda ise bu gruplar kendi enformel alanlarını ve pratiklerini koruma ya da nüfuzlarını genişletme yoluna gidebiliyorlar. Böylece yönetmeliklerde tanımlı haliyle geridönüşüm sektörünün olması beklenen ideal durumuyla mevcut gerçekliği arasında ciddi bir fark oluşuyor. Bu karmaşık resmi anlamak, devleti mikro düzeyde, gündelik işleyiş pratikleri, ritüelleri ve performansları içinde kavramak için nasıl bir araştırma gündemi oluşturulabilir? Marksist devlet kuramlarının yanı sıra tarihsel sosyoloji ve antropoloji disiplininden çalışmalar bu gündemin sorularını ve yöntemlerini ortaya çıkarmamıza yardımcı olabilir mi? Son olarak da devleti antropolojik açıdan çalışmak muhalif politik stratejilerin inşasına anlamlı uyarılarda bulunabilir mi? “Polis”: “İç” savaşın ideolojik ve zor aygıtı Ersin Vedat Elgür5 “Çünkü Savaş Makinesi çalışıp durur, hiç durmaz, hiç dinlenmez, hiç uyumaz, sürekli çalışır, her zaman yükselir, her zaman tüketir, her zaman yok eder. Tekrar tekrar savaş makinesi çalışıp durur, tarlalarda ve 5 Dicle Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü öğretim üyesi. 8 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu ormanlarda, sürekli çalışır, yağmalanmış evde ve soyulmuş cesette, sürekli çalışır ve kopmuş elden kanlı ellere, sonsuza dek kanlı eller, paralar geçer, paralar değişir, paralar artar” David Peace, Occupied City, 2009 20. ve 21. Yüzyılların fetiş kavramlarından biri olarak hukuk, liberalizmin klasik savlarındaki insan hakları, yurttaş merkezlilik vs. gibi evrensel ve dolayısıyla tümel olarak sunulmuş ilkelerini terk mi ediyor? Söz konusu soruyu sormak dahi hukukun belirli bir zaman diliminde yurttaşlar arası ilişkileri rasyonel biçimde düzenleyen sınıflar arası ilişkilerin nötr ve özerk bir aygıtı olduğu düşüncesini içerir. Ve doğaldır ki ekonomi politiğin kategorileri ile hukukun kategorilerinin üretilme süreçleri arasında ontolojik bir farklılık olduğu iddiası liberal hukukun temel savıdır. Marx’ın hem 1845’te “hukukun tarihi yoktur” iddiası hem de bundan 20 sene sonra Kapital’de sömürgecilik ve ilkel birikim tartışmalarında mülksüzleştirilmiş bir “özgür” işçiler yığını üretilmesinde uluslararası hukuka yaptığı vurgu, kapitalist üretim tarzı ile onun sert çekirdeği meta üretim süreçlerinin toplumsalın uzamındaki tüm ontolojik ayrımları ortadan kaldırdığı iddiası ile liberal sava tam bir karşıtlık sergiler –bu aynı zamanda idealizm ve materyalizm arasındaki en temel ayrışmanın da ontolojik özerklik ve ontolojik birlik tartışması etrafında döndüğünün bir görüntüsüdür. Ülkemizde de söz konusu tartışmanın farklı biçimleri faşizm konusunda yapılmıştır; Yeni Sömürgecilik tespitinden doğru açık ve örtük faşizm tespitleri ile sürekliliğe vurgu yapan savlar devrimci ve sosyalist strateji açısından kavramsallaştırılmış, hukuk ve polise dair savlar ve mücadele de bu kuramsal zeminden doğru belirlenmiştir. Örtük faşizm zamanlarında ideolojik ve zor aygıtları arasında göreli bir özerklik görünüşü açık faşizm dönemlerinde tam bir iç içe geçmişlik barındırmış, zor ve ideolojik aygıtlar arasındaki ayrımı ortadan kaldırmıştır. 1800’lerin başından beri gelen –en geniş- anlamıyla polis kavramı da salt bir kolluk olmanın ötesindeki yeni dönem işlevini kapitalist birikim süreçlerinin tarihsel krizleriyle eş-zamanlı olarak kazanmaktadır. Metalaştırma ve proleterleştirme süreçlerinin ilkel birikim formunu aldığı zamanlarda devlet tartışmaları ve devrimci strateji açısından zor ve ideoloji arasındaki ayrım yiter; ikisinin taşıyıcısı olarak düşünülen aygıtlar birbirlerinin özelliklerinin taşıyıcısı haline gelir ki iç savaş mantığının mayalandığı süreçler aynı zamanda bu örtüşmenin yaşandığı zamanlardır. Sunumum bu örtüşmenin yaşandığı tarihsel bir dönemde olduğu iddiasını temellendirmeye çalışacaktır. Özet Kitapçığı 9 Türkiye’de islamcılar, devlet ve burjuvazi: TOKİ’nin kültürel ekonomi politiği İsmail Doğa Karatepe6 Türkiye’de Başbakanlığa bağlı Toplu Konut İdaresi’nin (TOKİ) 2002 yılından beri gerçekleşen faaliyetleri incelmeye değer. Çünkü her şeyden önce, TOKİ vasıtası ile arka arkaya kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetlerinin dolambaçsız olarak konut sektörüne müdahalesi dünyadaki genel eğilimler ile uyuşmuyor. Neoliberal çağ, küresel ölçekte kamunun konut sektörüne doğrudan üretici olarak katılımını, başka bir ifade ile arz yanlısı politikaları, radikal bir şekilde sınırlamakla kalmamıştır. Bu çağda, birçok ülkede kamunun elinde var olan konut stoklarının hızlıca özelleştirildiğine ve kamunun konut sektörüne olan müdahalesinin talep yanlısı politikalar (mesela kira yardımı) ile kısıtlandığına tanık oluyoruz. TOKİ AKP hükümetleri zamanında kurulan bir kurum değil. Ama tartışmasız, yetkileri ve faaliyetleri hem niceliksel hem de niteliksel olarak islamcıların AKP hizbinin 2002 seçimlerinde birinci parti olup tek başına hükümet kurması ile arttı. TOKİ o zamandan bu zamana 600 binin üzerinde konut inşa etti. Hâlbuki kurulduğu 1984 yıllı ile 2002 yılları arası ürettiği konut sayısı bu rakamın onda birine bile ulaşmıyor (43.145). Bunun yanında, çok sayıda okul cami ve hastane inşa etmesi, sahip olduğu geniş topraklar, soylulaştırma projelerine direkt katılımı ve yıl ve yıl artan otoritesi bize aslında sadece konut sorunu çözmek için kurulmuş bir kurumdan daha fazlası olduğunu gösteriyor. Peki, TOKİ neden var ve bu idarenin son yıllardaki faaliyetlerinin kurumsallaşma süreçlerini nasıl açıklarız? Bu tarz bir araştırmaya birçok giriş noktası var. Önerim böylesi soruların sorulduğu bu çalışmada Bob Jessop ve Ngai-Ling Sum’ın son yıllarda geliştirdiği kültürel politik ekonomi (KPE) yaklaşımını kullanmak7. Jessop ve Sum’ın geliştirdiği bu çerçeve bize gerek devlet teorisindeki gerek kamu politikası analizindeki yapısalcı veya konstrüktivist8 Kassel Üniversitesinde öğretim üyesi. Yazarların kültürel politik ekonomi üzerine yazdığı çok sayıda metinden bazıları şunlardır: Jessop, B. (2010). Cultural political economy and critical policy studies. Critical Policy Studies, 3(3-4), 336–356. doi:10.1080/19460171003619741; Jessop, B. (2013). Recovered imaginaries, imagined recoveries: a cultural political economy of crisis construals and crisis-management in the North Atlantic Financial Crisis. In Before and Beyond the Global Economic Crisis, pp. 234–254. Edward Elgar Publishing; Sum, N.-L., & Jessop, B. (2013). Towards a cultural political economy: Putting culture in its place in political economy. Edward Elgar. 8 Mesela, bazı gözlemciler, TOKİ’nin varlığını inşaat sektöründe sermaye birikimini artıracak bir araca indirgiyorlar. Fakat pekâlâ, kıta Avrupa’sında birçok ülkede uygulanan talep yanlısı konut politikası da benzeri bir şekilde açıklanabilir. Bazı gözlemciler hükümetin konut sektörüne katılımını Türkiye’deki islamcı hareketin düşünsel dünyasıyla ilişkilendiriyor. Fakat bu açıklama biçimi de bu tarz bir katılımın bütün maddi olanakla6 7 10 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu yaklaşımların aşırı versiyonlarına bir alternatif oluşturuyor. KPE’nin cevap aradığı sorulardan biri neden bazı yorumlamaların (construals) diğerleri arasından öne çıkıp, kurumsallaştığı. Yani, KPE yaklaşımıyla konut sektörüne devlet müdahalesine dair söylemlerin nasıl farklılaştığını ve seleksiyona tabi tutulduğunu inceleyebiliriz. Böylesi bir incelemede, KPE bize semiyotik (söylem) ve semiyotik-dışı (maddi, mesela çeşitli burjuva fraksiyonlarının inşaat ile ilişkisi) unsurların diyalektik ilişkisinin önemini işaret ediyor. Bu çalışmanın atölyeye olası katkısı i) TOKİ örneği üzerinden Türkiye’de devlet tartışmalarına katılmak ii) dönemin çok yaratıcı bir ideolojik aygıtı olarak tanımlanabilecek bu idareyi masaya yatırmak olarak özetlenebilir. Neoliberal çağda dinin siyasal işlevi Yücel Demirer9 Piyasanın siyasal, toplumsal ve ekonomik konularda üretilen kararların tek kaynağı olması ilkesine dayanan ve kapitalizmin en vahşi biçimlerinden biri olarak ortaya çıkan neoliberalizm, yalnızca siyasal ve ekonomik pratiklerle değil, dinsel inanç üzerinden üretilen ikna etme ve harekete geçirme biçimleriyle de hayat bulur. Bu bağlamda, neoliberal çağ yalnızca soyut ilkelerin yerçekimsiz bir ortamda uçuştuğu bir ortam olmayıp, bir pratik eylemler dizgesinin sahnesidir de. Kapitalist üretim ilişkileri içerisinde kişide kendini neoliberalizm için “aşma,” pazarın gelişimi için “kendini geliştirme” hissi yaratarak hayat bulan neoliberal akıl, bu ikna sürecinde dinden yalnızca yararlanmaz, onu yeniden icat eder. Kitlesel desteğini aile yapısına yaptığı vurgu, tüketici pratikleri ile inanç biçimlerini uyumlaştırma ve siyasal eylemsizlik hissi yaratma yoluyla genişletirken, neoliberal sistemin de ayakta kalmasını sağlar. Siyasal karar verme süreçlerinin ihtiyaca göre yapılandırılması, toplumsal sorunların sosyo-ekonomik köklerinden uzaklaştırılması, iktidarın ağır elinin gündelik yaşama sokulması ve bu arada ortamın otoriter bir siyasallık için hazırlanmasında din çok önemli bir katalizör işlevi görür. Din itaatkâr ve üretken bir vatandaş tipinin yaratılmasında önemli bir rol oynar. Bu sunuşta, neoliberalizmin, onun yalnızca soyut ilkeleriyle meşgul tanımlarına girme şansı edinemeyen din kavramı ve dinin neoliberal aklın kendini inşa sürecindeki işlevi tartışılacaktır. Hem dinin neoliberal düşünce tarafından rını ve kısıtlarını göz ardı edebiliyorlar. 9 Kocaeli Üniversitesi İİBF, Siyaset Bilimi öğretim üyesi. Özet Kitapçığı 11 nasıl şekillendirildiği ve hem de dinin nasıl bu yaklaşımı etkilediği üzerinde durulacaktır. Devlet ve din ilişkisini modernleşme üzerinden okuyan geleneksel yaklaşımlara itiraz edilirken, dinin sınıfsal ilişkiler üzerinden bir okuması yapılacak, kapitalist dindarlık dinamikleri ve bunun ulusötesi arka planı tanımlanacaktır. Neoliberal sistemlerin a) nasıl dine ilişkin motif ve ibadetler aracılığıyla ekonomik özneyi sistemin çıkarları doğrultunda dönüştürdüğü, b) kavramsal ve kurumsal ilkelerinin kitlelerce benimsenmesinde ve uygulanmasında dinin ne tür bir katkıda bulunduğu, c) üretkenlik ve ekonomik rasyonellik başta olmak üzere temel normlarını din aracılığıyla nasıl daha kolay kabul ettirdiği, d) dinsel alanı farklı veya işlevi değiştirilmiş kurumlarla nasıl yönlendirdiği, e) toplum içi müzakere formlarının nasıl dinselleştirdiği ve f) sosyal yardımların ve dayanışma örüntülerinin nasıl kamusal olmaktan çıkarılıp dinin konusu haline getirildiği tartışılmaktadır. Özellikle çalışmayı, ticari faaliyet ile kar etmeyi ve tanrısal irade önünde hesap verilebilirliği neoliberal ilkeler ile uyumlaştıran mekanizmalar üzerinde durulmaktadır. 12 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu Hukuk Teorisi Atölyesi Marksist hukuk olanaklı mıdır? Moderatör: Bora Erdağı 21 Mayıs 2015 Perşembe İlk Seans 10.30- 12.30 Öğle Arası 12.30- 14.00 İkinci Seans 14.00- 15.50 Çay-Kahve Arası 15.50- 16.10 Üçüncü Seans 16.10- 18.00 Özet Kitapçığı 13 Mülkiyet-devlet-hukuk arasındaki paralellikler Barkın Asal10 “Marksist hukuk” deyimi, kendinde bir oksimorondur: bir yandan mülkiyetle beraber devletin şekillenmeye başlaması ve bunun bir hukuk oluşumuyla neticelenmesi, mülkiyet-devlet-hukuk arasındaki paralelliği gösterir. Marksizmin, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi hedef alması ve en nihayetinde devletin sönümlenmesini öngörmesi; hukuka dair de aynı ön-belirlenimle hareket edeceğini de ortaya koyar. Bu anlamda, olası bir “Marksist hukuk” ancak, hukukun yok edilmesini amaçlayacaktır. Diğer yandan ise, modern hukukun yaptığı -en azından ilk aşamalarında- (çünkü yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar istisnai olan, ancak bu tarihten sonra birçok ülkede kurulan anayasa mahkemeleri, norm denetimi yaparak burada öne sürülen kuraldan bir sapma meydana getirir; keza Kıta Avrupası Hukuk Sisteminin hâkim olduğu görülen yerlerde idari mahkemelerin yaptığı idari düzenlemelere ilişkin denetimler de aynı şekilde değerlendirilebilir) hukuk öznelerinin (gerçek veya tüzel kişiler) tekil fiiliyle alakalı bir hükme varmaktır. Halbuki Marksistler, birey temelli bir niteleme yoluna gitseler bile; temelde bireylerin toplum içindeki yerini, daha doğrusu sınıf savaşımı içindeki konumunu ele alan bir bilgiye ulaşmak isterler. Kısaca toplumdaki bir tikelliğin davranışını teşhis etmek veya bir tümeli tanımlamak ana eksendir. En iyi ihtimalde bireyin, içinde yer aldığı tikelliğin veya tümelin davranışlarına uygun veya ihlal edici bir şekilde eylemlilikte bulunması, sınıf savaşımı içinde anlamlandırılması gereken bir husus olarak karşımıza çıkar. Şöyle de denilebilir: hukuk bireysel fiillerin değerlendirilmesiyle ilgiliyken, Marksizm ise sınıfların veya onların içindeki çeşitli hiziplerin hareket tarzlarıyla uğraşır. Ancak bu noktada, hukukun bireysel fiillerin değerlendirmesini neye göre yapacağı meselesi Marksist bir hukuk kuramı oluşturmak açısından hukukla kurulabilecek en önemli bağlantı noktasını da verir: “Devlet, egemen sınıfın bireylerinin kendi ortak çıkarlarını geçerli kıldıkları ve bir çağın burjuva toplumunun tamamını özetleyen biçim olduğundan, bunun sonucu olarak, tüm ortak kurumlar devlet aracılığıyla oluşur ve politik bir biçim kazanır. Hukukun iradeye, hatta maddi temellerinden kopmuş olan özgür iradeye dayandığı yanılsaması buradan kaynaklanmaktadır.[...] Medeni hukukta mevcut mülkiyet ilişkileri, genel iradenin sonucu olduğu ifade edilir. Jus utendi et abutendi, bir yandan özel mülkiyetin topluluktan tamamen bağımsız bir hale geldiği gerçeğini, öte yandan da özel mülkiyetin kendisinin yalnızca bireysel iradeye, şeyler üzerindeki keyfi tasarrufa dayandığı yanılsamasını ifade etmektedir” (Karl Marx, Alman İdeolojisi). 10 İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi. 14 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu Hukuk çalışmaya devam etmeli miyiz? Sistemik bir analiz Gökçe Çataloluk11 Hukuk-Marksizm ilişkisini sorgulamak için iki temel güzergâh olduğu söylenir. Hukukun sistem olarak görece özerkliğini sağladığı XVIII. yüzyılda tamamlanan anlam evreninin kuramsal eleştirisi bu güzergâhların ilkidir ve Avrupa merkezli sosyal teorinin bu alanı geçtiğimiz yüzyılda büyük oranda tükettiğini iddia etmek yanlış sayılmaz. İkinci güzergâh ise Marksist teorinin öngördüğü devrimci perspektifle paralel olarak tarihsel ve reel sosyalist deneyimler ışığında gelişir. Kabaca, sosyalist bir toplumda hukukun yerini sorgulamak için kullanılacak bu güzergâh, günümüz ikliminde ilkine göre daha çorak sayılabilir. Peki, bu bereketsiz topraklar neden hala mesele üretmektedir? Yahut -cevabını pekâlâ bilmemize rağmen- “Marksist hukuk olanaklı mıdır?” sorusunu bize sorduran nedir? Sunulacak çalışmada, değinilen iki güzergâhı zorunlu olarak birleştiren “devrim” düşüncesi, çıkış noktası olarak alınacak ve burjuva hukuk kuramının bugün geldiği noktada Marksistler için anlam taşıyan çalışma alanının sınırları çizilmeye çalışılacaktır. Bu ise, diyalektik yöntemin temel parametrelerini kaybetmedenama hukuku da üstyapının uysal bir unsuru olarak değersizleştirmeden- sistem kuramından yöntemsel destek alınarak yapılacaktır. Bu amaçla, öncelikle bu “sonuna yazgılı” sistemin işlevini yeniden değerlendirmek, düzen sağlama ve uyuşmazlık çözmeye ilişkin klasik iddiaları toplum sistemlerinin karşılıklı bağımlılıkları çerçevesinde test etmek gerekir. Zira sistemin “sönümlenmesi” ancak, işlevini başka bir toplumsal sisteme devri ile mümkün olacaktır. İkinci olarak, bir burjuva hukuk nosyonu olarak öznenin yatay ve dikey olarak genişlemesiyle bildiğimiz (sahip-olan) özne kurgusunda geri dönülemez eşiğin aşıldığına işaret edilecektir. Burada Althusser’in özneye ilişkin değerlendirmesinin ötesinde; sibernetik, nöroloji ve toplumsal psikoloji disiplinlerinin bulgularından faydalanmak gereği ortaya çıkar ve bu doğrultuda yeniden kurgulanacak bir hukuk öznesinin sosyalist toplumlar için işbölümünün yeniden örgütlenmesi sürecinde üreteceği hukuki problemler öngörülebilir bir hal alır. Ve son olarak bu iki tartışmayı da kapsayacak şekilde, hukuk sisteminin cezalandırma yetkisi ve araçlarını, bireyin uyma davranışına ilişkin irade kökenli teorilerin açığa çıkan zaaflarıyla yeniden değerlendirmek ve sosyalist bir toplumun ihtiyaçlarını buna göre tasarlamak gereğine işaret edilecektir. “Marksist hukuk” mümkün değildir, ancak sosyalist toplumların normatif 11 Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi. Özet Kitapçığı 15 beklentilerinin istikrara kavuşması için “fani” bir hukuk sistemine ihtiyaç vardır. Burjuva hukuk nosyonlarını bu toplumlara taşırken ise (Paşukanis’i takiben aksinin mümkün olmadığını ekleyelim) hukuk kuramının diyalektik bir eleme yapması gerekir ki bu; sonranın değil, bugünün meselesidir. Yapılan değerlendirmelerinin en genel sonucu, bugünün hukuk kuramına hak temelli olmayan, sistemik bir hukuk anlayışı yerleştirmek zorunluluğudur. Ancak bu zorunluluk, son derece pratik bir sorunla, hak mücadelesi “öznesi” olarak Marksist hukukçunun, varlığını mesleğinde anlamlandırma çabası ile maluldür. Çalışma, bu çabayı gereksiz kılabilecek savlar içermek muradındadır. Hukuki dönüşüm aynasında toplumsal analiz Kasım Akbaş12 Hukuksal değişim, toplumsal, siyasal ve ekonomik ilişkilerin değişimini yansıtır. Aslında burada yalnızca basit bir “ayna tutma” işlevinden söz etmek eksiktir. Zira hukuk, tüm bu ilişkilerin aslında bir kez daha çevrime uğradığı, yeniden ama bu kez hukuksal olarak kurulduğu alanın adıdır (Karahanoğulları, 2004, s. 8). Dolayısıyla salt toplumsal değişime vurgu yapan yaklaşımların, bugünkü tabloyu mükemmelen temsil etmeleri mümkün görünmez. Hukukun dönüşümü dediğimizde, bir yandan çeşitli devlet erkleri tarafından gerçekleştirilen düzenleyici faaliyetlerin içeriğinin değişmesinden; bir yandan da hukuk düşüncesinin değişiminden söz ediyoruzdur. Sıkça paralel seyretmekle birlikte, bu ikisini iki ayrı düzey olarak kabul etmek zorunludur. Söz gelimi, hukuk kuralı çıkartacak meşru otoritenin kim olması gerektiğine ilişkin düşüncenin değişmesi, kuşkusuz bir hukuk kuralının içeriğinin değişmesinden farklıdır. Ama meşru otoriteye ilişkin düşünsel değişim, özellikle bazı kuralların içeriğinin de değişmesini beraberinde getirir. Buradaki sıra ile ifade edecek olmasak da çalışma kapsamındaki temel önermelerimiz şunlardır: Hukuk aracılığıyla gerçekleştirilen normatif düzenlemelerin sayısında muazzam bir artış görünüyor. Hukuksal düzenlemeler artık yalnızca, klasik liberal hukuk anlayışının öngördüğü gibi, halkın oyu ile seçilen yasama meclisleri tarafından gerçekleştirilmiyor. Bugün artık, ulusal ya da ulus-üstü düzeyde çok sayıda yasakoyucu mekanizmadan söz etmek mümkündür. Bu mekanizmalar, sermaye egemenliğinin araçları olarak karşımıza çıkıyor. Daha doğrusu, son yüzyılın sonu ile birlikte sermaye klasik parlamenter 12 Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku öğretim üyesi. 16 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu demokrasiyi by-pass etmesini gerektirecek çok sayıda gelişmeyle karşı karşıya kaldı. Zaman zaman siyasal zaman zamansa ekonomik kriz formuyla karşımıza çıkan bu gelişmelere, toplumsal yaşamın düzenini sağlarken kullanılan hukuk aracının yeniden dizayn edilerek karşılık verilmesi gerekti. Böylece bir yandan oyunun kurallarının nasıl belirleneceği, bir yandan da yeni kuralların ne olacağı tartışması gündeme geldi. Gelinen aşamada buna ilişkin bulunan çözüm, bazı alanların halk ile egemen arasındaki çatışmada sağlanan denge ile belirleneceğinin kabul edilmesi; bazı alanların sermayenin belirleyiciliğine bırakılması ve bu yeni kurallara uymayanların devlet ve hukuk aracılığıyla hayli sert bir şekilde cezalandırılması şeklinde tezahür etmektedir. Ceza hukukunun sönümlenmesi üzerine düşünceler Mehmet Cemil Ozansü13 Modern ceza hukuku, barındırdığı tüm hukuksal biçimler (muhakeme, infaz, maddi hukuk vb.) ve düşünsel kabullerle (suç politikası, cezalandırmanın felsefesi) birlikte, erken modernlikten günümüze kadar uzanan bir tarihselliğin mahsulüdür. Hukuku inşa eden Batı Avrupa kapitalizminin ürünü olan anılan ceza hukuku biçimleri, kapitalizmin bir dünya sistemi vasfı kazanması sonrasında da evrensel hukuk biçimleri olarak genel-geçerlilik kazanmışlar, arkaik hukuk-benzeri yapıları tarih sahnesinden silmişlerdir. Ceza hukuku biçimlerinin sönümlenmesi üzerine yapacağımız spekülasyonlarda öncelikle anılan tarihsel gelişimden kaynaklanan hukuksal biçimin karakteristiği ortaya koyulmalıdır. Zira böylesi bir akıl yürütmede öncelikle en gelişkin sınıflı topluma ait olan hukuksal biçimlerin var oluş koşullarının Marksist bir tahlili yapılabilirse, insanlığın da bunlardan kurtuluşunun maddi imkânları tartışılabilecektir. Ancak meselemiz sadece muhayyel bir geleceğe dair akıl yürütmeyle sınırlı kalamaz. Zira ceza hukukunun veya hukukun sönümlenmesi süreci, ancak önceden planlanabilir bir programın sonucu olabilecektir. Şu halde bir geçiş dönemi olarak tanımlanan proletarya diktatörlüğü dâhilinde ceza hukuku gibi “sınıfın örgütlü terörüne” dönüşebilecek olan bir aygıtın hangi vasıflarıyla diktatörlüğün hizmetinde olabileceği de programatik bir yönelim sorununa işaret eder. Bu bağlamda Avrupa’da ve dünyanın geriye kalanında hayat bulmuş olan işçi devletleri deneyimlerinin tecrübeleri de dikkate alınmalıdır. 13 İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza Hukuku öğretim üyesi. Özet Kitapçığı 17 Marksist hukuk analizi literatüründe, ceza hukuku biçimleri üzerinde en geniş çaplı –incelenen unsurlar bakımından sınırlı ama kuramsal derinlik bakımından güçlü- araştırmayı ortaya koyan Paşukanis ile proletarya diktatörlüğü “hukukunun” özelliklerini inceleyen Stuçka’nın çalışmalarını hareket noktası olarak ele almamız isabetli olacaktır. Anılan kuramcılara referansla “çürüyen kapitalizm” koşullarındaki hukuksal biçimlerin taşıdığı gerici dönüşümü de vurgulayabilirsek, önümüzde duran sönümlenme sürecinin rasyonel gerekliliğini de bir kez daha ispat edebiliriz. Şu halde, atölyenin konusu olan “Marksist hukuk olanaklı mıdır?” sorusuna –inceleme alanımız olan “devletin cezalandırma tekeli ve bunun işlevleri” bağlamında- iki kısımda cevap vermeyi deneyeceğiz. Bunlardan ilki, modern kapitalist ilişkiler dâhilinde ceza hukuku biçimlerinin ifade ettikleri tarihsel ve toplumsal anlamın izah edilmesi. İkincisi ise müstakbel bir devrimin programında “ceza hukuku” adı altında ne gibi öğelerin yer alabileceğidir. Son kısımdaki analizlerden “hukukun sönümlenmesi” sürecine dair öngörüleri ve hukukun olası yıpranma projeksiyonunu çıkarabiliriz. Marksist hukukun kaynağı: Devletin kamu hizmeti ve hak dolayımı ile eleştirisi Mustafa Bayram Mısır14 Kamu hizmeti ve hak, ya egemenlik kuramlarının yaptığı gibi devleti toplumsal varoluşun doğası kılmak için ya da eleştirel kamu hukuku geleneğinin izini sürdüğü gibi, egemenlik kuramları ve devleti eleştirmek için kullanılabilecek maddi hayattan kaynaklanan dolayımlardır. Marx ve Engels’in eleştirisine uğrayan birinci yaklaşımın önemli savunucularındna biri Hegel, diğeri de Stirner’dir. İlki diyalektik, ikincisi mekanik metafizikçi olan bu iki düşünüre de Marx ve Engels, hak kavramını metafizikleştirdikleri eleştirisini, hakkın, “devlet”ten (Hegel’de) ya da Kutsal Yasa’dan (Stirner’de) değil, insanların maddi ilişkilerinden ve aralarındaki bundan kaynaklı çelişkilerden doğduğunu belirterek getirmişlerdir. Kamu hizmeti ve hak, elbette bir soyutlamadır ama kökleri maddi hayatta olan gerçekliğin kavramsallaştırmasıdır. Toplumun güçten yalıtılmış olan varoluşu, kamu hizmeti ve hakkı gereksinir. Kamu hizmeti ve hak, toplumsal varoluş, sınıflı toplumların gerçek tarihinde toplum hep güçle “egemenin iktidarı/devletin iktidarı” metafizik varsayıma 14 Ankara Üniversitesi öğretim üyesi; Praksis Dergisi yayın kurulu üyesi. 18 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu insanlarca beden kazandırılması ile hayat bulduğundan siyasaldan yalıtılamadığı için hep siyasalla birlikte düşünülmüştür. Halbuki, siyasalın ömrü “devlet iktidarı/egemenliği/kişiliği” varsayımının toplumsal beden edinebildiği sınıflı toplumla sınırlıdır. Kamu hizmeti ve hak ise, siyasalın aksine sınıflı toplumları aşan bir maddi içeriğe sahiptir. İşte, Marksist hukuk, kamu hizmeti ve hakkın, siyasal olmaksızın gerçekleştirilebileceği maddi koşulları ima eden tarihsel maddeci düşünüşten kaynaklanır. Mevcut hukuku dışlamaz, aksine, sosyalizmin kapitalizmin bağrında gelişmesi gibi mevcut evrensel hukuk içinde ona karşı mücadele ederek gelişir ve siyasalın sönümlenmesi mücadelesine eklenerek, hukuku, devlete karşı bir kamu hukuku (özgürlükler hukuku) olarak kurar. Bu hukukun iki maddi ögesi/temeli bir birini diyalektik olarak “özgürlük” dolayımı ile kuran kamu hizmeti ve haktır. Hegel’in iddiasının tam tersine, devlet hak dolayımı ile özgürlüğü kurmaz, aksine devlet hak dolayımı ile özgürlüğü boğar. Komünist hareket ve program, özgürlük dolayımı ile kamu hizmeti ve hak temelinde toplumu siyasaldan arındırılmış bir öz yönetim olarak kurmaya yönelir. Kamu hizmetleri herkesin ihtiyacını karşılayacak kadar yaygınlaşacak, herkes kendi yeteneğine göre toplumsal zenginliğe katkıda bulunacak ve bu zenginlik üzerindeki hakkın tek gerçekleşme biçimi, kamu hizmetine erişim şeklinde olacaktır: Böylece hak, gerçek hak olarak gerçekleştirilmiş, tıpkı demokrasinin gerçek demokrasi olarak gerçekleştiğinde aşılması gibi, hak da kamu hizmetine ihtiyaç temelli erişim gerçek kılındığında hak olarak aşılacaktır. Güncele taşındığında ise, hak mücadeleleri, bu programın somut ifadesidir. Diyalektik hukuk bilimi Onur Karahanoğulları15 Hukuk biçimini almış toplumsal ilişkilerin anlaşılması, hukuksal biçimlerin çözümlenebilmesi, toplumsal gerçekliğin kavranmasında hukukun ve hukukçuların yarattığı çifte dolayımın aşılabilmesi için diyalektik hukuk biliminin temel ilkelerinin belirlenmesi, incelenmesi ve işlenmesi, hukuku bilmenin genel biçimleri, yöntemleri ve araçlarının bulması gerekiyor. Toplumsal ilişkilerin hangi düzenleme biçimi hukuktur? Özgül biçim kazanmış olanlar hukuktur. Özgül biçim siyasal zor ile dayatılmış biçimdir. Çelişki15 Ankara Ü., SBF., Mülkiye öğretim üyesi. Özet Kitapçığı 19 nin ancak siyasal zorun müdahalesiyle baskılanabileceği veya bastırılabileceği toplumsal ilişkiler, adlı adınca emek – sermaye çelişkisi ve onun oluş hali olan mübadele ilişkisi sözkonusudur. Hukuka, hukuksal biçimlere sabit, kesin, ebedi görüntüsü veren şey belirlenmiş çelişkilerin, içeriğin boşaltılmasıyla gizlenmiş ve gözden uzaklaştırılmış olmasıdır. Çelişki içermediği düşünülen gerçeklik sonsuz bir yinelenmedir, kaderdir. Hukuk düşüncesine ilk çelişki, varlık yokluk çelişkisi, sönümlenme arayışı ile sokulmalıdır. Her hukuk gerçeğinde ve biçiminde çelişkiyi araştırmak, çelişkinin çözülmesi aracılığıyla daha somut, daha belirlenimli, olumluya doğru ilerlemek gerekir. Hukuka devinimini kazandırmak için çelişkiyi hukuka sokmak gerekir. İlk çelişki hukukun varlığının karşısına yokluğunu koymaktır. Her hukuksal biçim, yokluğu ile sınanmalıdır. Varlık yokluk temel çelişkisinin yanısıra her hukuksal biçimin taşıdığı temel çelişkiler belirlenmeye çalışılmalı, bunlar çalıştırılarak hukuksal düşünüş devindirilmelidir. Hukuk bilgisinde varlık ve yokluk, oluş ve varoluş, nitelik ve nicelik, soyut ve somut gibi terimlerin bağlantısı genellikle kopuktur. İlişki, hukuk bilgini için ağır bir yük, laf ebeliğidir. Hukuksal biçim ile içerik bağlantısı oluşta kurulur. Hukuku inceleyen akıl (düşünce) devingen olmalı, devinimin düşüncesi olmalı, öte yandan, bunu yaparken de belirli biçimini yitirmemeli, tutarsızlıklar içinde kaybolmamalıdır. Hukuktaki yasalar/kurallar hukukun varlığının, oluşunun yasaları değildir. Hukuk düşüncesi, ortada basitçe yasaları görünce hukukun oluş yasalarını araştırma zahmetine girmez. Bunları alır düşüncenin yasalarına dönüştürür, bunları olgularda yeniden tanır ve bir aşamada olguların varlığını hukuka borçlu olduğu sonucuna varır. Hukuksal biçim, hukuksal kurgu, özne, irade, hukuksal ilişki, zor, zorunluluk, vb. yasaları ortaya koymalıdır hukuk bilimi. Bütünün bilgisi hukuk biliminin hedefi olmalıdır. Diyalektik akıl bilmenin iki yönünü, algılanabilir doğrudanın deneyimlenmesi ile soyutlama, biçim ve düşünmeyi birleştirir, aşar. Hukuk bilgini ve uygulamacısı bu ikisini ayırır. Soyut biçimler kendisini deneyime dayatır, bütün yaşam hukukla düzenlenir ya da hukuki realizm için ancak uygulama vardır, uygulamacının her kararı hukuktur. En soyut hukuksal biçimler sabitlenmiş özlerin taşıyıcısı değil, hareketli, çoğul, çeşitli ve çelişkili gerçeğin, bir aşamada biçimi de dönüştürecek gerçeğin taşıyıcısıdır. Hukuk bilim değildir. Hukukun bilimi olabilir. Neden ve nedensellik olmadan bilim de olmaz. Nedenselliği iki olgu arasında kurmaya çalışmak hatadır. 20 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu “Bir olayı incelemek onu bilmeye çalışmak onu, en yakın tüm ilişkilerinden tüm evrene doğru ilerleyen ilişkilerin bütünü içinde yeniden kurmaktır. Bunlardan daha az temel olanlar, olayı incelemek için belli bir açıdan ve geçici olarak bir yana konulabilir.” Ama hep “sorumlu araştırması” yapan, toplumu veri olarak kabul etmeyen ve tek özne olarak bireyi gören hukuk için bu uygun bir anlayış değildir. Devlet ve hukuk ebedi biçimler değildir. Bunların insanlık tarihinden silinmesinin başlangıcı devrim anı olmadığı gibi ortadan kalkacakları gün için de bir tarih veya aşama verilemez. Kapitalizm içinde de hukukun sönümlenmeye doğru yönelmesi olanaklıdır. Kapitalist toplumsal formasyonda, mübadele ilişkilerinin egemen sınıflar lehine, belki de çoğunlukla onlar lehine veya emekçi sınıflar lehine kısmen de olsa bozulduğu, geriletildiği ve aşıldığı alanların hukuki biçimler kazanmasına özel olarak çalışılmalı; ortaya çıkmış bu biçimler, sapmalar, bozukluklar, istisnalar ve daha da önemlisi düzenin basit tavizleri olarak hor görülmemelidir. İnsanlık biriktirir. Nitel bir patlama olan devrim, nicel birikimlere dayanır. Bir ihtilal olarak kalmayıp inkılap olacaksa, devrimleşecekse, hedef aşamalılık değil oluştur. Hukuku toplumsallaştırmak gerekir Yasemin Özdek16 Bu çalışmanın tartışacağı başlıca sorun, hukuk alanında 18. ve 19. yüzyıllarda temel bir kavramsal ayrım olarak üretilen kamu hukuku/ özel hukuk ayrımıdır. Bu ayrımın tarihte daha eski öncülleri olsa da, kapitalist hukuk sisteminin temel bir kurgusal ayrımı olarak yeniden inşa edilmiş ve piyasa ilişkilerinin meşrulaştırılmasında merkezi bir rol üstlenmiştir. Kapitalizmde kamu hukuku-özel hukuk ayrımı; ekonomi-siyaset, kamusal alan-özel alan kavramsal ayrımlarının hukuk alanındaki izdüşümüdür ve sermaye egemenliği ile devlet egemenliği arasında yapay bir ayrım yapılmasını sağlayarak sermaye egemenliğinin siyasal zordan ayrı düşünülmesine hizmet etmiştir. Kamu hukuku/ özel hukuk ayrımının pratikte önemli işlevleri ve sonuçları vardır: Bu ayrıma dayanılarak bir yandan mülkiyet, ticaret, üretim, sözleşme, ücret gibi piyasa sisteminin ekonomik ilişkileri “özel hukuk” alanında kabul edilerek bu ilişkiler özel iktidarların egemenlik alanına terk edilir, diğer yandan aile “özel hukuk” alanı içinde kabul edilerek ataerkil ilişkilerin yeniden üretilmesi sağlanır. Kapitalizmde “kamu hukuku”nun anlamı ise devletin hukukuyla özdeşleştirilmiş ve böylelikle modern 16 Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi Genel Kamu Hukuku öğretim üyesi. Özet Kitapçığı 21 kapitalist devletin yurttaşlar üzerindeki egemenliği için ideolojik bir temel kurulmuştur. Çalışmanın ilk bölümünde yukarıda anahatları özetlenen burjuva kamu hukuku/ özel hukuk ayrımının yapısal temelleri sorgulanarak bu ayrımın bir eleştirisi sunulacaktır. İkinci olarak, neoliberal kapitalizmin kamu hukuku/ özel hukuk ilişkilerinde yarattığı değişiklikler ele alınacaktır. Bu değişikliklerin rotası, şirketler gibi piyasa aktörlerine kamusal yetkilerin devri nedeniyle kamu hukuku/ özel hukuk ayrımının bulanıklaşması ve özel hukukun kapsamının giderek genişlemesidir. Kapitalizmin kamu hukuku/ özel hukuk ayrımının kurgusal ve keyfi niteliğinin açığa çıkarılması, kamusal alanın toplumcu bir perspektifle yeniden inşa edilmesi için bir önkoşuldur. Hukuk doktrini ve uygulamasında nötr ve apolitik bir ayrım olarak sunulan kamu hukuku/ özel hukuk ilişkilerinin bütünlüğünden hareket eden yeni bir yaklaşımın geliştirilmesi gereği, çalışmanın tartışacağı son konu olacaktır. Bu bağlamda, hukuki pozitivizmin hegemonyası eleştirilecek, hukuk ile devleti özdeşleştiren bir yaklaşıma karşı aşağıdan toplumsal mücadelelerle kamu hukukunun eşitlikçi bir biçimde yeniden kurulması gereği savunulacaktır. 22 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu 2. Gün 22 Mayıs 2015 Cuma Sempozyum Açılışı 10.00- 10.40 Çay/Kahve Arası 10.40- 11.00 I. Oturum: Devlet Teorisi Paneli 11.00- 13.00 Öğle Arası 13.00- 14.30 II. Oturum: Hukuk Teorisi Paneli 14.30- 16.30 Çay/Kahve Molası 16.30- 16.45 III. Oturum: Türkiye’de Hukukun ve Devletin Gündemi 16.45- 18.45 Özet Kitapçığı 23 Devlet Teorisi Paneli Devlet ve kapitalizm karşısında sınıf/sızlık siyasetinin görünümleri nelerdir? Moderatör Hülya Kendir 2. Gün 22 Mayıs 2015 Cuma I. Oturum: Devlet Teorisi Paneli 11.00- 13.00 24 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu Rejim tartışmalarına sermaye açısından bakış Ayşe Evren Hoşgör17 Bu çalışma, AKP iktidarıyla birlikte devletin kurumsal yapısında gerçekleşen dönüşümleri sermaye açısından incelemeyi amaçlamaktadır. Çünkü kurumsal bir topluluk olarak devlet, sınıf bağlantılı (ama zorunlu olarak sınıf bilinçli olmayan) çelişkiler ve çıkarlar ekseninde bölünmeler gösterir. İktidar bloğunu oluşturan kapitalist sınıfın/fraksiyonların farklı çıkarları, devletin çeşitli aygıtlarında ve farklı katmanlarını çaprazlamasına kesen karmaşık ağlarda, yani devletin maddi kurumsal yapısında somutlaşır. Nitekim 1990’lı yıllarda sermaye içi artan çelişkilere bir çözüm olarak devlet iktidarının giderek teknokratik-yönetimsel aygıtlarda toplanması, bir yandan karar alma süreçleri üzerindeki demokratik kontrol mekanizmalarının giderek azalması (dolayısıyla, geniş halk kitlelerini siyasetin alanından uzaklaştırılması), öte yandan iktidar merkezlerinin belli çıkarların dışındaki diğer çıkarlara kapatılmasıyla (dolayısıyla, iktidar bloğu içindeki hakim fraksiyonun gücünün yoğunlaşmasıyla) sonuçlanmıştır. Uluslararasılaşan sermaye gruplarının çıkarlarıyla daha uyumlu bir kurumsal yapı oluşturulmasına imkan tanıyan bu süreç, aynı zamanda, sermaye içi bir yığın çelişik ve eşitsiz güç ilişkisine de yol açmıştır. Bu çelişkiler, AKP iktidarında belirginleşmiş; söz konusu teknokratik kurumlar ve uzmanlaşmış ekonomik aygıtlar iktidarın stratejik eylem alanını daraltan direnç merkezleri haline gelmiştir. Siyasal iktidar ise, devletin kurumsal yapısını güçlendirme-zayıflatma ekseninde çift taraflı bir yeniden yapılanmaya tabi tutmuştur: Bir yandan sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi için gereken stratejik reformlar gerçekleştirilirken, öte yandan yeni iktidar odakları/ağları içindeki stratejik pozisyonlar aracılığıyla muhafazakar tabanın çıkarlarını (ekonomik ve politik) dolaysız temsil etme imkanları yaratılmıştır. Ancak devlet iktidarının yeniden düzenlenmesinde muhalif seslerin giderek dışlanması, hem bağımlı sınıfların çeşitli kesimleri hem de farklı sermaye dilimleri gözünde iktidarın tarafsızlığını yitirmesi ve belli kesimlerin çıkarları ile özdeşleşmesiyle sonuçlanmıştır. Öyle ki, 2013 Haziranını izleyen süreçte izlenen politikalar toplumsal çelişkileri baskılamaktan ziyade derinleştirmiş, dahası, meşruiyet krizi, temsil krizi (hatta devlet ya da otorite krizi) gibi bir dizi siyasal kırılmayı ve ideolojik tıkanmayı da beraberinde getirmiştir. Günümüzde ise, bir yandan söz konusu kriz eğilimlerini baskılamak, öte yandan güçler dengesindeki değişiklikleri kalıcı hale getirmek üzere devletin işle17 Bilgi Üniversitesi İşletme Fakültesi öğretim üyesi. Özet Kitapçığı 25 yişine ilişkin norm ve kurallar değiştirilmeye çalışılmaktadır. Dahası, yeni bir siyaset ve yönetim biçimini dayatacak olan bu dönüşümün toplumsal yeniden üretim alanına ilişkin ciddi önermeleri mevcuttur: Süreç, iktidarın vizyonu ve siyaset projesiyle uyumlu yeni bir moral-ideolojik değerler manzumesi, kültürel bir çerçeve ile yeni bir birey (vatandaşlık) ve toplumsallık anlayışını da beraberinde getirmektedir. Kuşkusuz bu dönüşümün hem sınıflar mücadelesi hem de sermaye içi güç dengeleri bakımından farklı sonuçları olmaktadır/olacaktır: Zira kapitalist devlet biçiminin sermaye hakimiyetinin dolayımlanmasında belirleyiciliği vardır; dolayısıyla, birikimin hangi doğrultuda yönlendirildiğine, sınıfsal (sınıflar arası ve sınıf içi) güç dengelerine ilişkin tercihlere ve ayrıcalık tanınan çıkarların hangi aygıtlar ve mekanizmalar aracılığıyla temsil edildiğine dair çıkarımlar yapmamıza izin verir. Nitekim bu çalışmada, devletin temsiliyet, müdahale ve eklemlenme biçimlerinde gerçekleşe(n/cek) değişiklikler hem birikimin genel ihtiyaçlarıyla uyumluluğu hem de sermaye içi güç dengeleri açısından incelenecektir. Söz konusu bu biçimsel boyutların yanı sıra devlet iktidarının özgül görünüşü belirleyen diğer boyutları (toplumsal temelleri, devlet projesi ve hegemonik vizyon) da benzer şekilde öncelikli olarak sermaye cephesinden ele alınacaktır. İktidar bloğu içindeki çelişkiler kendilerini hakim sınıfın çeşitli fraksiyonları ile bağımlı sınıflar arasındaki ilişkide dışa vurduğu kesitlerde bu dönüşümün bağımlı sınıflar üzerindeki etkileri de serimlenecektir. Bu bağlamda çalışmanın temel amacı, rejim tartışmalarına ilişkin literatüre hakim olan siyasal indirgemeci analizlerin ötesine geçerek birikimin uluslararasılaşması ve küresel ekonomik kriz bağlamında heterojen güçlerin takip edebilecekleri çoklu ve çelişkili stratejileri göz önüne sermektir. Sınıflar mücadelesinin politik toplumdaki tezahürü: Halk egemenliği Metin Özuğurlu18 Bu çalışman neoliberal dönem boyunca sınıflar mücadelesinin uluslararası plandaki en belirgin politik tezahürünü teşkil eden halk egemenliğini konu almaktadır. İçinde bulunduğumuz dönem bakımından sınıflar mücadelesinin farklı coğrafyalardaki gerçekleşme biçimi, halk egemenliğinin hangi siyasal biçimler altında yeniden tesis edileceği sorusuna odaklanmış durumdadır. Emek-sermaye çelişkisinin politik ifadesi, dolaysız bir biçimde halk egemenliğinin yeniden kuruluşu etrafında cereyan eden mücadelelerde somutlaşmaktadır. 18 Ankara Üniversitesi SBF., Mülkiye öğretim üyesi. 26 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu Halk egemenliğinin inceleme çerçevesinde emperyalizm ile devrim ve demokrasi boyutları yer alacaktır. Ulusal iç pazarların eşitsiz ve hiyerarşik eklemlenmesiyle oluşan uluslararası piyasa düzeninden, teritoryal egemenlik sahasının sermaye hareketleri bakımından anlamsızlaşması neticesinde dev şirketlerin karlılık ve rekabet edebilirlik önceliklerine tabii “küresel piyasa” düzenine geçilmesi, halk egemenliğini yeniden güncelleştirmiştir. Bütün metaların fiyatı gibi emek gücünün fiyatının da uluslararası piyasalarda belirleniyor olması, halk egemenliğini yeniden güncelleştiren ana etkenlerdendir. Eğer egemenlik en genel tanımıyla coğrafi bir sınır üzerindeki en yüksel otorite demek ise 17. yüzyılla birlikte Ortaçağın toplumsal bölünmüşlüğüne alternatif olarak laik içeriği ile gelişen egemenlik kavrayışı, ulus-devlet birimini esas alarak farklı biçimler altında 20. yüzyıla kadar varlığını sürdürmüşse de, günümüzde adeta yeniden güncelleşmiştir. Kapitalist birikim dinamikleri egemenliğin taşıyıcı birim (devletin ulusal niteliği) ve biçimini (parlamenter temsili demokrasi) erozyona uğratmış, din temelli siyasalaşma ile egemenliğin kaynağı bile tartışılır hale gelmiştir. İstihdam temelli toplum örgütlenmesinin geriletilmesi, çalışmanın güvencesizlik kalıbına oturtulması ve politik toplumun çözülmesi neticesinde, kimlik temelli topluluk oluşumu için verimli bir ortam söz konusu olmuştur. Egemenlik ünitesinin/ biriminin kimlik temelindeki oluşumu, istikrarlı bir yapıya asla kavuşamayacak olan bir yönetim biriminin oluşması demektir ve bu haliyle Lübnanizasyon kavramını fazlasıyla hak etmektedir. Halk egemenliğinin yeniden tesisi, halkın yeniden tanımlanmasını da içerir. Ulus-halk özdeşliğinin mevcudiyetine işaret eden bu durumun stratejik anlamı, kurtuluş ile kuruluşun; devrim ile demokrasinin iç içe geçmesi ile ilgilidir. İşçi sınıfının kendisini ulus statüsünde ya da aynı anlama gelecek şekilde egemen bir birim statüsünde örgütlemesinin nesnel koşulları fazlasıyla mevcuttur. Zira sermayenin doğa ve yaşam üzerinde tesis ettiği dolaysız tahakküme son verilmeden, insanın kendi yazgısı üzerindeki egemenliğini tesis edebilmesi günümüzde mümkün değildir. Sınıf-halk-ulus oluşumlarının iç içeliği olgusu, indirgemeci yaklaşımlarla kavranamaz. İşçi sınıfının bütünsel çıkarını esas alan, sınıf-dışı çelişkilerin özgüllüklerin kavrayan ve doğrudan demokrasiyi halk egemenliğinin tezahürü olarak uygulayan bir çizgi, devrimci yöneliminin ihtiyaçlarını karşılayacak bir bakış açısı sunar. Özet Kitapçığı 27 Poulantzas’ın devlet kuramının süregiden güncelliği: Türkiye’de siyasal rejim tartışmaları Şebnem Oğuz19 Kapitalist devlete ilişkin kuramsal tartışmalar, devlet-sınıf ilişkileri ve devlet aygıtlarının kendi aralarındaki ilişkiler olarak tanımlayabileceğimiz iki temel sorunsal üzerinden biçimlenmiştir. Marksist devlet kuramını liberal ve kurumsalcı devlet kuramlarından ayıran temel özellikler bu iki sorunsala ilişkin yaklaşımında ortaya çıkar. Bunlardan ilki olan devlet- sınıf ilişkileri konusu, “devletin taraflılığı” ve “devletin özerkliği” olmak üzere iki ana eksende ele alınmıştır. Devletin taraflılığı konusunda Marksist yaklaşım, devletin tüm toplumsal kesimleri eşit ölçüde gözettiğini ileri süren liberal yaklaşımın aksine, kapitalist toplumlarda devletin toplumsal sınıflar karşısında olumsal ve/veya yapısal olarak taraflı olduğunu vurgulamıştır. Devletin özerkliği konusunda ise Marksist yaklaşım, devletin toplumdan tamamen özerk olduğunu ileri süren kurumsalcı yaklaşımdan farklı olarak, kapitalist toplumlarda devletin farklı toplumsal kesimlerden görece özerk olduğunu vurgulamıştır. Öte yandan devlet aygıtlarının kendi aralarındaki ilişkiler konusu, özellikle siyasal rejimin niteliği ve otoriterleşme tartışmaları açısından çok önemlidir. Bu konuda Marksist yaklaşım, özellikle Gramsci’nin genişletilmiş devlet kavramı, Althusser’in devletin ideolojik ve baskıcı aygıtlarına ilişkin sınıflandırması ve Poulantzas’ın bu sınıflandırma üzerinden devlet tipleri, devlet biçimleri ve rejim biçimleri arasında yaptığı ayrıma dayanan analizlerle zengin bir kavramsal çerçeve sunmaktadır. Bu çerçeve otoriterleşme konusuna hem liberal, hem de kurumsalcı kuramlardan farklı biçimde yaklaşır. Liberal kuram, devlet-sivil toplum ikiliğini temel alarak otoriterleşmeyi devletin sivil toplum üzerindeki tahakkümünün artması açısından ele alırken, Marksist kuram liberallerin sivil topluma ait olarak gördüğü aile, okul, medya gibi kurumların başından itibaren devlet aygıtları olduğunu kabul eder ve dolayısıyla rejimin otoriterleşmesini devletin toplum üzerindeki tahakkümünün artışı olarak değil, devletin ideolojik ve baskıcı aygıtları ararasındaki ilişkilerin dönüşümü üzerinden ele alır. Benzer biçimde, kurumsalcı yaklaşım otoriterleşmeyi devlet aygıtlarının belirli bir siyasal güç tarafından ele geçirilmesi süreci olarak tanımlarken, Marksist yaklaşım kurumsalcılardan farklı olarak otoriterleşme sürecinde devlet aygıtlarının tek tek ele geçirilmesine değil, kendi aralarındaki hiyerarşinin dönüşümüne odaklanır. Bu çalışma, söz konusu çerçevede Poulantzas’ın devlet 19 Başkent Üniversitesi İİBF., Siyaset Bilimi öğretim üyesi. 28 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu kuramının Türkiyede siyasal rejimin otoriter dönüşümünün anlaşılmasında süregiden önemini, özellikle güvenliğin ve yargının dönüşümü gibi güncel gelişmeler bağlamında ele alacaktır. Özet Kitapçığı 29 Hukuk Teorisi Paneli Pashukanis’in meta formu teorisinin geçerliliği ve insan haklarının eleştirisinin önemi Moderatör Nurçin İleri 2. Gün 22 Mayıs 2015 Cuma II. Oturum: Hukuk Teorisi Paneli 14.30- 16.30 30 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu Marksizm, Hukuk ve İnsan Hakları Costas Douzinas20 “Does Pashukanis’ Work Provide the Basis for a Theory of the State?” Simon Behrman21 The work of Evgeny Pashukanis represents one of the most insightful and sophisticated Marxist analyses of law. His ‘commodity-form’ theory explains how law is fundamentally tied to commodity exchange. The legal relation between subjects is symmetrical to relations between commodity owners. Law and capital are both founded upon a process of ‘intersubjectivity’ whereby every subject is formed through the mutual recognition of the other, whether as the free owner of property or as the bearer of rights. As such Pashukanis reveals law to be essentially a bourgeois method of organising society, as well as making a persuasive argument that in a co-operative, collective post-capitalist future law would wither away along with the state. However, while Pashukanis’ theory deals in detail with the relationship between capital relations and private law, he is often criticised for not providing a convincing account of public law and the capitalist state. His treatment of the state in his great work Law and Marxism, is regarded as being under theorised and overly suggestive. In this paper I intend to argue that although Pashukanis’ theory of the state is not fully fleshed out, one can derive a convincing account based on his work, and that from others who have followed him. Dreams and Nightmares of Liberal International Law Tarik Kochi22 This paper offers a relatively simple argument. That international law, in its present form, cannot solve the problem of war. At first sight this might seem a little basic, there are of course many ongoing conflicts around the world which the current system of international law has clearly struggled to resolve. However, the reasons why contemporary international law fails to solve the ‘war problem’ run much deeper than the commonly voiced claims that states and politicians lack the ‘political will’, or that states are simply too ‘self-interested’ Londra Üniversitesi Birbeck İnsani Bilimler Enstitüsü Hukuk Bölümü öğretim üyesi. East Anglia Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi. 22 Sussex Üniversitesi Hukuk, Siyaset ve Sosyoloji Fakültesi Hukuk öğretim üyesi. 20 21 Özet Kitapçığı 31 to combat global conflict. Indeed, one key and crucial reason why contemporary international law cannot solve global conflict has to do with the very nature of international law itself. I argue that contemporary international law has a very specific nature, structure and form. This form is what I call ‘liberal international law’. Liberal international law is an intellectual tradition, a global institutional political arrangement, and a set of social practices which came into prominence in the 20th century and which now, in the early 21st century, is in a period of decline. To see why global conflict and acts of war, terror and violence continue, we need to understand the historical development, the logic and the inner workings of the system of liberal international law. Thus, it is not that liberal international law merely fails to solve the war problem, rather, liberal international law is a central cause of the war problem. The system of liberal international law plays a key role in actively creating and perpetuating war, violence, terror and mass killing. My argument is that the historical development of liberal international law has taken place through the intersection, the constellation, the conjuncture of three key elements. These are: the intellectual tradition of ‘natural rights thinking’; the modern historical practice of ‘socially antagonistic capital accumulation’; and the operation ‘state hegemony’. It is the interplay of these three elements which give liberal international law its specific nature, form, rationale and character. With this in mind the apparent failure of liberal international law is indeed its greatest success. The marvellous success of liberal international law is its ongoing ability to facilitate and enable a brutal and violent process of global capital accumulation. Liberal international law’s success lies in the feel-good factor it offers to liberal pragmatists and fanatics who wreak havoc upon the world and do so with the full belief that they are acting righteously and always fighting a ‘just’ and ‘good’ war. Further, within this success we can also trace liberal international law’s historical decline. I argue that much of the language of liberal international law is now defunct given the historic emergence of a new global, juridical and political formation: a neoliberal, authoritarian-capitalist world order. This is a world where socially antagonistic capital accumulation runs rife, and where it is backed by the authoritarian practices of neoliberal state terror. This is the nightmare of an unstable, chaotic world, beset by crisis and conflict, of fast and slow killing. 32 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu Türkiye’de Hukukun ve Devletin Gündemi Paneli Kanun hükmünde kararnamelerden torba yasaya Türkiye’de devletin hizmet ettiği çıkarların sınıfsal karakteri nasıl analiz edilebilir? Moderatör Mehmet Çakır 2. Gün 22 Mayıs 2015 Cuma III. Oturum: Türkiye’de Hukukun ve Devletin Gündemi 16.45- 18.45 Özet Kitapçığı 33 Kuralsızlığın kuralları: Neoliberal devletve neoliberal yurttaşlığa karşı yeni bir yurttaşlık bilinci için... Ş. Can Atalay23 Devletin kendisine ilişkin yükümlülük öngörmek istemediği, idarenin “takdir hakkı”nın sınırsıza yakınsaması için kararlı adımlar attığı tarihsel bir andayız. Yeni sermaye rejiminin devleti salt zorun kullanımı ile ilgili başlıklara kıskançlıkla sahip çıkıyor ötesini ise kurallarla kuralsızlaştırıyor. Yurttaşlar açısından ise “haklar” yoğun bir sis bulutunun arkasına gizlenirken “yükümlülükler” kuralsızlığa arkasını vermiş bir “mutlak idare” tarafından tanımlanıyor: neoliberal devletin neoliberal yurttaşlık tanımı... Yurttaşlık kavramının tarihsel olarak işaret ettiği kazanımları “yurttaş” penceresinden yeniden düşünmemiz gereken bir andayız . Devletin sınıfsal karakterini dışa vuran hukuk alanı: Çalışma mevzuatı Murat Özveri24 Friedrick Engels’in “bir yasanın, bir sınıf üstünlüğünün kesin, arı, içten dışa vurumu ender görülür” (Engels, 1979, s.597) saptamasında belirttiği “ender durum”, Türkiye de çalışma yaşamını düzenleyen kurallar özelinde ender olmaktan çıkmış genel kural haline gelmiştir. Çalışma yaşamını düzenleyen yasalar devletin sınıfsal karakterinin belki de en net görülür olduğu yasalardır. Ülkemizde çalışma hakkı, anayasal bir hak olarak düzenlenmiştir. Çalışma hakkını gerçekleştirmek ve bu hakkın öznesini oluşturan işçiyi korumak için çıkarılmış “İş Yasası” vardır. İş Yasası’ndan kaynaklanan uyuşmazlıkların kendine özgü yanlarının bulunduğu kabul edilerek iş uyuşmazlıklarını çözmek amacıyla bu alanda özel uzmanlığa sahip iş mahkemeleri kurulmuştur. Türkiye, işçinin işini, ücretini koruyan bir dizi uluslararası sözleşmeyi imzalamış, yükümlülükler altına da girmiştir. Aynı şekilde anayasal düzlemde bir dizi sosyal hakkın içerisinde sendika, toplu sözleşme ve grev hakları yer almaktadır. Bu hakları yaşama geçirmek için sendika, toplu iş sözleşmesi ve grev yasaları çıkarılmıştır. 23 24 Sosyal Haklar Derneği Başkanı. Çalışma ve Toplum Dergisi editörü. 34 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu Sayısı her geçen gün artan hukuk fakültelerimizde hukuk eğitimi verilmekte, bu eğitimlerde hukuk, genel olarak “toplumsal ilişkilerin bir düzen içerisinde yürütülmesini, barışı, güveni, eşitliği ve özgürlüğü gerçekleştirerek sağlayan kurallar bütünü” olarak tanımlanır. Bu tanıma göre hukuk, düzenleyicidir; bu düzenlemeyi yaparken adaleti gerçekleştirme görevini üstlenmiştir. Adaleti gerçekleştiren hukuk tarafsızdır. Kısaca hukuk, bu anlayış tarafından toplumsal ilişkileri adalet ekseninde düzenleyen, yansız, herkese hak ettiğini veren, hukukun dışında herhangi bir kurum ya da kişiye bağlı olmayan bir yapı olarak gösterilir. Hukuk pratiğine bakıldığında, çoğu zaman gösterilen ve inandırılan tablonun aksine bir sürecin yaşandığını ortaya koyan çok sayıda örnek bulunmaktadır. Çalışma yaşamını düzenleyen yasalar çalışma ilişkilerinin kendisini sorgulamadan, bu alandaki fiili eşitsizlikleri görmezden gelerek, biçimsel eşitliği sağlamayı yeterli gören hükümlerden oluşmaktadır. Çalışma yaşamının doğasından kaynaklanan fiili eşitsizliklerin sorgulanamıyor olmasının kendisi tek başına hukukun bağımsız, yansız, eşitliği sağlayıcı olma savıyla uyuşmamaktadır. Bu tebliğ de, 1982 Anayasası’ndan başlayarak tarafız, herkese eşit adalet sağlayarak toplumsal düzenin devamını sağlayan, bireylerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına aldığını ileri süren, bağımsız bir hukuk sisteminin var olup olmadığını örnekler üzerinden sorgulamaktadır. Tebliğde ele alınan konular birisi yayımlanmış, diğeri yayıma hazırlanan iki derleme kitaba sunulan makalelerde ele alınmış ve işlenmiştir. Söz konusu makalelerden birincisi Ali Murat Özdemir ve Muammer Ketizmen editörlüğündeki “Türkiye’nin Hukuk Sisteminde Yapısal Dönüşüm” kitabındak “İşçi Hakları ve Hukuk” başlığı ile yer almıştır. İkincisi ise Meryem Koray ve Aziz Çelik editörlüğünde hazırlanmakta olan bir diğer kitapta, “AKP Döneminde İş Hukukunda Güvencesizliğin Kurumsallaşması” başlığı altında yayımlanacaktır. Hukuk-politika ilişkileri bağlamında sınırlar ve kurucu meseleler Orhan Gazi Ertekin25 Giriş Türkiye, hukuk ve siyasete dair gündemlere, 1920’lerden itibaren örülen bir “Türk Devlet bilimi” üzerinden bakagelmiştir. Alman “Genel Devlet Kuramı”, İngiliz “siyaset bilimi” ve Fransız “kamu hukuku” gibi “Türk Devlet bilimi” 25 Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı. Özet Kitapçığı 35 de Türkiye’de politik iktidarın son yüz elli yıllık gelişiminin bilimsel, felsefi ve politik plandaki temel karakteristik özelliklerini toparlayıcı bir yapıya sahip olmuştur. Milliyetçi ve Laik politik dile dayalı bir “normatif alan”ın bütün bir gerçekliğin üzerine yerleştirildiği bu gelenek kendi avantaj ve dezavantajlarını yaşamış, 1960’larla beraber kısmi bir kriz içine girmiş, 1990’larla beraber kapsamlı ve yaygın bir tehdit ile karşılaşmış ve 2000’lerle beraber ise çöküşe geçmiş bulunmaktadır. Bugün ise hukuk ve politika gündemleri bakımından Türk Devlet Biliminin çöküşünün sorunlarını yaşıyoruz. Daha politik bir anlatıma dönüştürürsek Türkiye’nin “Pax Cumhuriyet”i çökmektedir ve hukuk gündemlerine ilişkin cevapların bu gerçeğin farkına varılarak verilmesi de sağlıklı sonuçlara ulaşmak bakımından elzemdir. Pax Cumhuriyet Düşerken 12 Eylül 2010 Referandum sürecine kadarki hukuk, yargı ve adalet gündemleri ile tarafları göz önüne alındığında merkezinde ekonomik güç sahipleri, ordu ve üniversiteden diğer devlet kurumlarına kadar dağılmış bir bürokrasi aygıtı ile bu aygıtı çeşitli düzeylerde paylaşan Türk-Kürt, alevi-sünni, sağ-sol, doğulu-batılı, güneyli-kuzeyli, Denizlili-trabzonlu vb. gibi hizip ve çıkar gruplarının rekabet alanı olarak belirginleşiyordu. Bu grupların çeşitli düzeylerdeki çekişme, çatışma, uzlaşma ve uyum çabalarından oluşan politik etkinlik ve alışkanlıklar alanının bu alanın üzerindeki geleneksel “devlet aklı” tarafından konumlandırıldığı bir “yargı pratikleri” alanı cereyan ediyordu. Kürt hareketlerinden sosyalist sola, oradan da dindar muhalif hareketlere kadar geniş bir alanda oluşan “tehdit”lere karşı yargı operatif olarak işlevini sürdürüyor, içeride ise paylaşım mücadelesi aralıksız devam ediyordu. Ülkede olağanüstü sorunlar ve baskılar yaşanmasına rağmen bir “Cumhuriyet barışı”, bir “pax Cumhuriyet” söz konusu idi ve bu durum genel siyasal sistemin olduğu gibi hukuk ve yargı sisteminin de “sorunsuz” biçimde devam etmesini sağlıyordu. Bununla beraber 2000’lerle beraber bu alan çökmeye başladı ve “pax Cumhuriyet” ciddi bir krizin içine girdi. Fakat, yerine herhangi bir “pax”, “barış”, “sulh” gelmedi ve 2000’lerden itibaren yargı ve hukuk alanındaki geleneksel çatışma, çekişme, uzlaşma ve denge süreçleri bozulmaya, yerini yeni eğilimler ve gündemlere bırakmaya başladı. 2010 yılı referandumu, işte bu gerilimin tam üzerine oturdu ve “gelenekçiler” ile “yenilikçiler” arasındaki bir savaşın gündemlerinden başlıcası olarak tezahür etti. Sol-sağ, alevi-sünni, türk-kürt vs. gibi geleneksel hizip gruplarının 12 Eylül Referandumu ile birlikte bu iki temelde tam ortadan ikiye ayrıldığını gördük. Birbirinden çok farklı politik tarafları bir araya getiren gelenekçiler, artık iyice pekişmiş olan ve kendi denge ve uzlaşma geleneklerini yaratmış olan bir siste- 36 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu min eski “hukuki standart”, “hukuki güvenlik” yapılarını öne sürerek, AKP’nin herkesi “kandırdığını” söylüyor, buna direnmemiz gerektiğini söylüyordu. Yine birbirinden çok farklı kesimleri barındıran yenilikçiler ise “darbeden ve vesayetten kurtulacağımızı” müjdeliyorlardı. Fakat, hakikatte tartışma ve gerilimin asıl zemini geçmiş ve gelenek ile yeni dönemin riskli ve belirsiz dünyası arasında ilerliyordu ve taraflar politik tercihlerini bu noktada yapıyorlardı. Politikada “doğru”luk veya “yanlış”lık diye bir kategorinin olmadığını, sadece “uygunluk” diye bir ölçünün bulunduğunu düşünürsek bu çatışmanın “ileri” veya “gerilik” gibi durumların çok dışında ilerlediğini de kabul etmemiz gerekecektir. İşte Türkiye’de yargı, hukuk ve adalet meselesindeki teorik ve politik ahvalimizin bütün açıklığı ile ifşa olduğu hikaye de böylece başlamış oldu. Özet Kitapçığı 37 3. Gün 23 Mayıs 2015 Cumartesi IV. Oturum: Dünyada Hukukun ve Devletin Gündemi Paneli 10.00- 12.00 Öğle Arası 12.00- 13.30 V. Oturum: Şimdi ve Burada Ne Oluyor? 13.30- 15.30 Çay/Kahve Molası 15.30- 15.45 VI. Oturum: Ne Yapmalı? Arayışlar, Ütopyalar, Alternatifler 15.45- 17.45 Çay/Kahve Molası 17.45- 18.00 Kapanış- Forum 18.00- 19.00 38 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu Dünyada Hukukun ve Devletin Gündemi Paneli Doğal hukuku bir kere daha hatırlamak: Hukukun şiddeti versus şiddetin hukuku Moderatör Savaş Yürük 3. Gün 23 Mayıs 2015 Cumartesi IV. Oturum: Dünyada Hukukun ve Devletin Gündemi Paneli 10.00- 12.00 Özet Kitapçığı 39 Devlet ve Diktatörlük: Devlet Biçiminin Dönüşümünde Hukukun Araçsallaştırılması mı? Askıya Alınması mı? Kansu Yıldırım Liberal epistemolojide devlet ve hukuk arasındaki ilişkiler kendinden menkul bir soyutlukla değerlendirilir. Hukukun kuruculuğuna özel bir önem atfeden liberaller, yasaları toplumsal ilişkilere dışsallaştırır. Bir örneğini hukuki normativizmde bulan bu yaklaşımın başlıca temsilcilerinden Kelsen, devleti hukuksal bir dizilime indirger, yasaları ise kendi kendisini düzenleyen bir biçim içerisinde değerlendirir. Liberal hukuk devleti geleneğinde soyut normun objektif geçerliliği kişisel emirlerin karşısına yerleştirilir. Ne var ki, liberal yaklaşımın soyutluğunu, devlet gibi hukuku da ortaya çıkaran toplumsal maddi koşulların varlığı tersyüz eder. Devlet ve hukukun farklı dolayımlarla karşılıklılık ilişkisine sahip olması, özdeş oldukları anlamına gelmez; iki yapı arasında özerk ve gerilimli alanlar bulunmaktadır. Özellikle günümüzde, parlamenter demokrasilerde gücün yürütmede yoğunlaşması, yasamanın ve parlamenter işleyişin egemen kitle partilerince şekillendirilmesi, çoğulcu burjuva demokrasisi yerine çoğunluğu baz alan teknik-plebisiter demokrasinin öne geçmesi gibi süreçler devlet ve hukuk arasındaki mesafeyi yeniden ayarlamaktadır. Piyasa rasyonalitesi, birikim stratejilerinin uygulanması, siyasi iktidarın tekil çıkarları için burjuva paradigmasına ait hukuk devleti formunun iğdiş edilerek, güçlü devlet formuna geçilmesi için devlet ve hukuk arasındaki mesafe daraltılır. Devlet biçiminin dönüşümünden bağımsız olmayan bu dönemde egemen kitle partisi hukuki şahsileştirirken siyaseti öznelleştirir; (hukuksal ve siyasal) güç birikimi için erkleri birleştirecek yönetimsel değişikliklerde ısrar eder. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Prensipleri’nde “özel çıkarların korunması” için yargı gücü ile yönetim gücünün birleşmesine dikkat çekmesinden bu yana hukukun konumlanışına dair iki tartışma belirgindir: araçsallaştırma ve askıya alma. Carl Schmitt’in “komiseryal diktatörlük” tanımında karşımıza çıkan hukukun (anayasa) askıya alınması süreci, hukuk düzeninin bir parçası olan somut bir istisnadır. Ancak “egemen diktatörlük” siyasal düzenin, hukuk formasyonunun değişmesidir. Poulantzas’ta ve daha sonra Kalyvas’ta karşımıza çıkan hukuki otoriteryanizm sürecinde siyasi iktidar, yasamadan yürütmeye devredilir ve yürütme ise liderlik etrafında öbeklenen çekirdek bir kadroda yoğunlaşır. Erkler arasındaki teknik ve ilkesel ayrımlar ortadan kalkmasıyla tekil ve şahsileştirilmiş hukuksal düzenlemelerin sayısı artar. Görüleceği üzere hukuk devleti biçimsel yönden zayıfladıkça, devlet iktidarı, siyasi rakiplerini “kötü” bir 40 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu projenin uzantısı olarak itibarsızlaştırılır, hukuk dolayımıyla “anti-demokratik” ve “yasa-dışı” ilan ederek tasfiyeye yönelebilir. Bunu yaparken düşman ceza hukuku gibi özel bir düzenlemeye gideceği gibi mezkûr yargılama pratiklerini görmezden gelebilir. Çünkü siyasal merkeziyetçiliği sarsmayacak “güçlü devlet” aygıtına hukuksal suretiyle de ihtiyaç vardır. Bu sunum devlet biçiminin değişimini, son yıllarda kapitalist devletlerde artan güçlü devlet geleneği eğiliminin ortaya çıkışını başkanlık/diktatörlük tartışmaları eşliğinde irdeledikten hukuka atfedilen sınırları düşünürler üzerinden incelemeyi amaçlamaktadır. Böylelikle bir tür depolitizasyon gibi görünen iktidar mensuplarının siyasi sorumluluklarından kurtulması veya devlet aygıtları arasındaki ilişkinin manipülasyonu gibi süreçlerin devlet biçiminin değişiminden bağımsız olmadığının ortaya konulması hedeflenmektedir. Devrimci şiddet, Devrimci Özne, Adalet Selçuk Kozağaçlı26 Devrimci şiddetin kurucu bir nitelik arzetmediği hallerde, yahut basitçe, henüz ‘bir devrim meyana gelmeksizin’ sürdürülmesi sırasında; şiddet tekeli karşısındaki ahlaki, estetik, siyasal ve hukuksal varlığı nerede inşa edilir? Silahlı propaganda, halk adına cezalandırma, gerilla savaşı, banka soygunu, rehine eylemleri, halk mahkemeleri, bombalı eylemler ve feda eylemleri: İktidarı ele geçirme tarihsel avantajına sahip olmaksızın (elbette bu tarihsel imkânın arzusu ve potansiyeli ile) hareket eden devrimci öznenin siyasal meşruiyeti nerede kurulur, hukuk tarafından ne şekilde okunur ve dönüştürülür? Muhalif siyasal şiddeti ve devletin şiddet tekelini, aralarına bir sınır koymaksızın, hukukun ve siyasetin arazisinden geçerek kesen tek okunaklı çizginin izi olarak: ADALET talebi. Doğal hukuk: Kavram, kapsam, konum Ahmet Haluk Atalay27 Ortalama bir insanın zihninde ‘hukuk’ denilince canlanan imge ile meslekten hukukçunun zihninde canlanan arasında pek bir fark yoktur. Devletçe yürürlüğe konulmuş bir kural ya da kural dizisi söz konusuysa, bunun ‘hukuk’ niteliği taşıdığı yargısına varmakta duraksamayız. Hatta biraz daha geniş düşünenlerimiz için bir uluslararası antlaşma söz konusu olduğunda da ‘hukuk’ tan söz edebiliriz. 26 27 Çağdaş Hukukcular Derneği üyesi. Anadolu Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku öğretim üyesi. Özet Kitapçığı 41 Bu tutum geniş ölçüde hukuk ile, kendisine ‘‘yasa’’ denilen kural türünü özdeş sayma eğilimimizle ilgilidir. Gündelik yaşamın bilinciyle takınılan bu tutumu bilimsel, giderek felsefi bilinç alanına da olduğu gibi taşıyabilir miyiz? Verili düzenin ‘‘hukuk’’ adını almaya layık olduğunu ya da olmadığını ileri süren bir bilinç hukukun varlığına ilişkin kimi ilkeleri önsel olarak varsaymak zorundadır. Bir düzen kuralına uyan ya da uymamakta direnen; giderek bütün bir düzeni yurttaş olarak onaylayan ya da reddeden bir kimsenin böylece eylerken kimi gerekçeleri vardır. Bu gerekçeleri ‘‘hukuk’’ olarak ayırt edilmiş bir cebri düzenin kendisi veremez; o olsa olsa kendini dayatır ve haklılaştırmaya çalışır. Öyleyse düzene boyun eğme ya da başkaldırma eyleminin etik temeli hukuki bilincin neresinde yer almaktadır? Tarihin bir döneminde, hukuk denilenin olgusal karşılığı, belirli bir kültürel coğrafyada bir kadı fetvası iken, tarihin bir başka döneminde bu, parlamentonun yasama adı verilen bir süreci izleyerek ürettiği metindir. Belirli bir coğrafyada ussal ve yazılı metinlerde saptanmış olana hukuk kuralı derken, bir başka coğrafyada örnek yargı kararlarının içerdiği ilkeler ve gözlemlenen geleneklerden çıkarsananlara hukuk denebilmektedir. Peki, bütün bu içerik farklılıklarına karşın hepsine birden duraksamaksızın ‘‘hukuk’’ denebilmesi, yani hukuk kavramının birliğini sağlayan nedir? Yukarıdakiler gibi sorulara aranan yanıtlardan oluşacak çalışmada, kendisini doğal hukuk görüşü içerisine yerleştirebileceğimiz ve adı bir biçimde felsefe tarihi çalışmalarında yer almış düşünürlerden her birinin doğal hukuk dendiğinde bundan ne anladıklarının kataloğunu çıkartmak gibi bir amaç izlemeyeceğim. Kaldı ki çok farklı doğal hukuk düşüncelerinin varlığı ile doğal hukuk kavramının çok anlamlılığı sorunu birbirinden ayrı şeylerdir. Burada daha çok, ‘‘doğal hukuk’’ dendiğinde, bundan aynı zamanda birden fazla anlamın anlaşıldığı kullanımları ayırt edere, kavrama yüklenen içerikleri sınıflandırmaya çalışacağım. Bu çalışma bakımından doğal hukuk kavramının iki temel içerik kategorisi üzerinde duracağım: i) hukukun doğası olarak doğal hukuk ve ii) üstün hukuk ya da bir hukuk türü olarak doğal hukuk... 42 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu Şimdi ve Burada: Ne Oluyor? Paneli Vekâlet savaşları, nihilizm ve direniş: Tarih, felsefe ve politika Moderatör Fehmi Ünsalan 3. Gün 23 Mayıs 2015 Cumartesi V. Oturum: Şimdi ve Burada: Ne Oluyor? 13.30- 15.30 Özet Kitapçığı 43 The Spectre of Transition Alberto Toscano28 If anything could be said to hold together the disparate contemporary attempts to rethink the possibility of communism, it is a denial of the necessity of transition between capitalism and its emancipatory negation. This presentation will review some of the arguments levied against transition, seeking to distinguish between ethical and historicising critiques – the first repudiating the instrumental logic of transition, the second denying its pertinence to the contemporary configuration of capitalist class relations. I will argue that aspects of these two critiques offer powerful indictments of the doctrinal resort to the notion of a transitional programme, but that they founder on a incoherent commitment to immediacy. In the second half of the paper I will explore the complex relationship between transition as a fundamental concept of historical materialism and transition as a strategic conundrum, with particular attention to the manner in which thinkers of transition have envisaged the recombination or withering away of the nexus of law and state. The paper will try to see whether any lessons for the present political conjuncture in Europe can be drawn from the last phase of concerted debate on the question of transition in the 1970s, which placed it in a constellation of other concepts, from dual power to Eurocommunism, reformism to democratic socialism. Neoliberalism, Class and State in the Middle East Adam Hanieh29 This talk will examine some principal features of the political economy of capitalist development in the Middle East, with a particular focus on the intersection between state and class formation in the neoliberal era. It will examine the ways in which neoliberal restructuring has altered patterns of capital accumulation in the region, and has also led to different forms of the institutionalisation of state power. The talk will argue that these changes need to be addressed analytically at different spatial scales - in particularly the regional scale - with important implications for how class/state relations are conceptualised in the region. 28 29 Londra Üniversitesi Goldsmith Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi. Londra Üniversitesi SOAS Kalkınma Çalışmaları öğretim üyesi. 44 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu ‘On the Differention of Legal, Political and Economic Systems in Modern Society’: Prospects for the Libertarian Left’ Darrow Schecter30 In the transition from feudalism to political democracy in Europe, one witnesses the tendency, across the borders of the at that time slowly emerging nation state, for modern societies to differentiate their operations. The most obvious case is the differentiation between church authority and state power. In the course of secularisation and industrialisation, one can observe the differentiation of economic, political, legal, and educational systems, and, one might add, the separation of religion and ethics, as well as the emancipation of aesthetics from cultural tradition. Why are these developments relevant to the current situation of parties across the political spectrum, and how do they offer the libertarian left the chance to encourage de-centralised and horizontally organised institutions of enhanced democratic legitimacy? It is because one of the fundamental conditions for the constitution of statehood, as opposed to competing aggregates of private power and the intrigues of leading feuding families, is the differentiation of legal and political systems. Without this differentiation, parties or coalitions of allied parties usually seek to colonise state institutions in an effort to consolidate and perpetuate their power and privileges against their party-political competitors. What results, depending on context, can be a wide array of left and right corporatist substitutes for states, or what one might designate as unstable states - with all that corporatism implies in terms of democratic deficits, un-accountable executive power to the detriment of legislative authority, neutralisation of the judiciary (in extreme cases such as fascism), and rampant corruption. The key point is that differentiation is not synonymous with strict compartmentalisation, alienation, or complete de-coupling. That is to say that although modern societies tend to differentiate their operations, this does not mean that law, politics, economics, and aesthetics become hermetically separated. Indeed, as Gramsci suggests with the concepts of the historic bloc and hegemony, these operations are mediated rather fused or separated. The periodic tendency toward fusion creates problems that one witnesses in state socialist re-feudalisation. The equally recurrent tendency toward separation creates similar problems, in that statehood reverts to a condition more closely approximating the competition of privately-organised power blocks; this situation is relatively easy to manipulate by external forces, such as the Troika often does today. There is thus 30 Sussex Üniversitesi HAHP Okulu Felsefe öğretim üyesi. Özet Kitapçığı 45 a strong justification to analyse what is commonly referred to as neo-liberalism as an instance of unstable inter-systemic interactions, in which inter-systemic mediations fluctuate indecisively between systemic separation and fusion. Here Gramsci’s remark that ‘the old is dying, but the new cannot be born’ retains profound contemporary relevance. At present one witnesses a ubiquitously lethargic stand off between international technocrats with minimal or no legitimacy, versus national populists claiming extra-legal legitimacy. Podemos and Syriza pose serious and welcome challenges to both technocrats and populists; it remains to be seen if they withstand the international pressure of the Troika… 46 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu Ne Yapmalı? Arayışlar, Ütopyalar, Alternatifler Paneli Vekâlet savaşları, nihilizm ve direniş: Tarih, felsefe ve politika Moderatör Ertunç Aras Ergüneş 3. Gün 23 Mayıs 2015 Cumartesi VI. Oturum: Ne Yapmalı? Arayışlar, Ütopyalar, Alternatifler 15.45- 17.45 Özet Kitapçığı 47 Haziran Direnişi ile yeniden alternatifleri sorgulamak Ferda Koç31 Marx’a kadar Komünizm içinde yaşadıkları toplumdan acı çeken aydınların bir düşü, umutsuz isyancıların bir ülküsü, ya da halkçı bir komplocular grubunun programı olarak var oldu. Marx kendisinden önce bir hayal bir ülkü ya da bir program olarak tasarlanan komünizmi, gökten yere indirdi, komünizmin “zihinsel tasarımına” gerçek toplumsal hareketin içindeki varlık alanını tanımladı. Marx komünizmi “bugünkü duruma son veren gerçek hareket” olarak nitelendirdi ve “bu hareketin koşullarının, şu anda varolan öncüllerden doğduğunu” iddia etti. Modern sanayii proletaryasının tarihsel eylemi, onun bu iddiasını doğruladı. Ancak, yine modern proletaryanın somut aktüel hareketleri ile bu hareketlerin “tarihsel” anlamları arasındaki çelişki hiç sona ermedi. Bu yüzden Marx ve onun hakiki izleyicileri, yalnızca kapitalizmin değil, aynı zamanda somut işçi sınıfı hareketinin de en radikal eleştirmeni oldular. Kuşkusuz Haziran İsyanı ütopik dışavurumları bakımından Türkiye toplumunda derinden kaynayan ve komünizme yönelen bir “isyanın” somut varlığını ortaya koydu. Neoliberalizme ve faşizme karşı halk direnişlerinin bir halk isyanına dönüştüğü anda ortaya koyduğu “komüncü” özellik acaba bu isyanın “umutsuzluğunun”, “darbeciliğinin” ya da “aydınlarla sınırlı” karakterinin bir dışavurumu muydu, yoksa halk direnişine bu karakterini kazandıran bir başka maddi hareket temelini mi ortaya koyuyordu. Ben ikincisi olduğunu düşünüyorum. Neoliberalizmin tüm halkı proleterleştirici özelliğinin, neoliberalizme karşı halk direnişlerini tarihin gördüğü en derinlemesine bir proleter devriminin toprağı haline getirdiği gerçeğiyle karşı karşıyayız. Rojava’dan Kobane’ye bir gazetecinin tanıklığı Murat Bay32 “Gazetecilik bir anlamda tanık olmaktır, dünyanın gözleri önünde yaşanan bir savaşın her anına tanık olduk. Göç yollarında yaşadıkları dehşeti ve omuzlarına yüklendikleri korkularıyla Türkiye’ye sığınan binlerce sığınmacının hikâyelerine tanık olduk. Sınır köylerinde kurulan komünlere, savaşın hemen kıyısında büyüyen dayanışmaya tanık olduk. Türkiye’nin her yerinden Kobanê’ye 31 32 www.sendika.org yazarı. www.sendika.org yazarı. 48 Taner Yelkenci Hukuk ve Devlet Teorisi Sempozyumu akın vardı, yüzlerce gencin vedalaşamadan gidişlerine tanık olduk. “Devrimin yeşerdiği her yer benim vatanımdır” diyen enternasyonalist savaşçıların sınırları aşan direnişine tanık olduk. Bir kentin şahsında insanlık onurunu savunanlara tanık olduk” Kobanê’de yaşanan savaşın, gelişimi ve sonuçları açısından tarihin sayfalarında önemli bir yer tutacağı açıktır. Bu tanıklıklar ışığında, egemen güçlerin Ortadoğu’daki bir halk hareketinin gündemine tabi olmak durumunda kaldıklarını ve “örgütlü bir halkı hiç bir kuvvet yenemez” sloganının Kobanê ve Rojava’nın diğer bölgelerinde nasıl karşılık bulduğunu görebiliriz. Ortadoğu ‘da yaşanan kaosun çıkmaz sokağı olan Irak ve Suriye’de, iç savaş sonrası artık hiç bir şey eskisi gibi olamayacak. 3. dünya savaşının provalarının yapıldığı bu topraklara barışı elbette ki batının oryantalist çözümleri de getirmeyecektir. Bu noktada Rojava Devrimi’nin Ortadoğu’ya sunduğu model, bölgede kalıcı barışın tesisi için yeni bir umut doğurmuştur. Temsili demokrasilerin dikta rejimlere evrilebildiği bu coğrafyada doğrudan ve radikal demokrasi vurgusu, temsiliyet sorununa da cevap olmaktadır. Kapitalizmin darp ettiği yaşamın her alanını yeniden inşası ve din, dil, ırk gibi kavramları; ayrıştırıcı ve çatışmacı iktidar mücadelelerinde kullanılan bir malzeme olmaktan kurtarıp yerine çoğulcu meclislerde bütünleşen ortak ve öz yönetimin hayata geçirilmesi, Rojava’da var olan 3 kantonun temel işleyişini belirlemektedir. Sonuç olarak Rojava’da yaşatılmak istenen devrim, Kobanê pratiği ile samimi ve gerçekçi olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Savaş süreci boyunca sınırın iki tarafında da yaşananlar, Türkiye’de ki halk hareketlerinin, demokrasi-özgürlük ve özyönetim talepleri açısından önemli bir deneyim niteliğindedir. Rojava’da devletsizlik ve hukuksuzluk Nazan Üstündağ33 Devlet üzerine yapılan etnografik çalışmalar devlet ve hukuğun gündelik pratikler ve temsillerle gerçekleştirilen birer olgu olduğunu göstermiştir. Rojava, Kürt Özgürlük Hareketi’nin devlete karşı toplum inşası iddiasını gerçekleştirmeye çalıştığı bir yer olarak bu çalışmalara önemli bir katkı sunacak niteliktedir. Sunum hem devlete ve hukuğa karşı gerçekleşen örgütlenme pratiklerini, hem de özellikle ekonomi, savunma ve diplomasi alanlarında devletliliği yeniden inşa etmemenin zorluklarını ele alacaktır. 33 Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi. 3. Gün 23 Mayıs 2015 Cumartesi Kapanış- Forum 18.00- 19.00 Önder Kulak Utku Özmakas Savaş Ergül