Zuhur ediyor bende hakikat gezi yazısı, yazı dizisi

Transkript

Zuhur ediyor bende hakikat gezi yazısı, yazı dizisi
edebilirler. İşte böyle bir nostalji kaçınılmaz. Şikayetçi olduğumuz bir
bugünden, umutsuz olduğumuz bir geleceğe giderken geçmişin
imgelerini elde tutmaya çalışmak ‘meşrudur’. Vaatsiz hain bir geleceği
önceki güzelliklerin kırıntı halindeki imgelerini canlandırmak için bir
fırsat olarak görebiliriz... ...Yaşanmış, bütüncül bir kurumu, nesneyi,
hayatı talep etmek değil (Tramvay, kent, çocukluk, eski dostluklar...
Talep edilecek olan nedir?) bedenli olan herhangi birşeyle yeniden
can bulacak, zuhur edecek güzel kırıntıları, imgeleri çocukluktan kalıp
içimizde canlanıveren ve hızla geçip giden bir hissi, eskiden güzel
olduğunu bildiğimiz bir anı şimdi de, şimdiyi güzel yaşamak için
tekrarlama çabası... Nostalji o anda ‘ışıyor’. İşte şu ağaçları çeviren
otlar bana okuldaki bitmeyen yürüyüşlerimizi hatırlatıyor. Bu park bir
geçmişin olduğuyla ilgili hissi canlı tutuyor. Aklımda hemen gelmeye
hazır imgeler, kişiler, olaylar...” 1
Yılgınlık yerindeydi ve
yakışıyordu bana
gezi yazısı, yazı dizisi 3
“...Yaşanan bütünlüklü bir geçmişi bütünlüğüyle bir araya getirmek
anlamındaki bir nostalji tabiî ki anlamı dağılan bir nostalji!.. Bir kere
böyle bütünlüklü bir anı, bütünlüğünde ‘saklanamaz’. Yeniden
kurulmak bir yana bu uçucu imgeler gerçeğe tam olarak geri getirilip
yaşatılamazlar. O, imgesel olana aittir. Nostalji, eski olana ait, bir
yerden kapılmış ve bünyede yer etmiş bir imge kırıntısıdır. İşte o, bir
bütünlük talebi olmadığı durumda canlandırılabilir. Bazı anlar
nostaljik bir yaklaşımla aranacaklar. Tekrar, mümkün değil... Bazı
imgeler karşılıklarını bulmayı talep edebilirler. Bazı ‘gerçekler’
kafadaki imgeyi canlandırıyor, bedenlendiriyor olmayı talep
Ey şimdiye sıkı sıkı sarılıp da kendini geçmişe doğru olan yolculuğa
hapsetmeyi reddedenler! Şimdiyi aşıp da geleceğe doğru yönelmişlikte
kendini, kaybolacak şekilde, sadece umutlar ve olasılıklarda düşünüp
kopmayı da eleştirenler... Şimdi, o kadar önemli ve gerçekti ki sanki
kalbim duracak sanmıştım! Kierkegaard bir nevi yeni altın orta
formülüyle ifade etmişti yüzelli yıl önce: Ne olasılıklarda görmeliydik
kendimizi, ne olmuş olanın sabitliğinde özgürlük olanağımızı yok
saymalıydık, ne bitmiş kısmımıza hapsolmalıydık ne bitimsiz bir
olasılıklar aleminde dağılıp toplanırlığımızı kaybetmeliydik. Biz
benimizi oluşturan sabitleri bir yazgı sevgisi ile toparlayıp kendimiz
olacaktık. Bir yandan olmuş olan, varolan, belirlenmiş kısmımızı, bizi
bir şey (biz) kılan etli kısmımızı koruyacak ve böylece ancak,
kendimiz olacaktık. Öte yandan da bu toplanmışlıkta kendimizin
sadece olmuş ve belirlenmiş olandan ibaret olmadığımızın bilinciyle
özgürlüğümüzü koruyacaktık. Ancak böyle tanrı karşısına toplanmış
birey olarak çıkacaktık. Bunu yapmalıydık, hayatımızın tek anlamı bu
olabilirdi. Tanrının kayrası bize ulaşırsa da ancak bizim kendimizi
onun karşısına birey olarak toplayıp çıkarmamızla, gerçek
1
D. İlgibüke; Karalamalar; yayınlanmamış ders notu, s197
1
Hıristiyanlık âlemine dâhil olmamızla mümkün olacaktı bu. Geçmiş
de önemliymiş gelecek de önemliymiş bunların hepsi de şimdideki
bireyliğimizle, tikelliğimizle ifade buluyordu. İşte varlığımız buydu...
Nerden çıkartıyorsa Kierkegaard bunları... Oysaki kendisini severiz...
Nostalji kötü görülmüştür, kendini anılarda kaybetmeye kara
çalınmıştır, eski sevgilinin terkettiği adamın hayatına bir türlü geri
dönemeyişi aşağılanmıştır. Ona kaybolmuş gözüyle bakarlar. O artık
hayati özünü yitirmişti ama zaten hayati özü yitirmekten de daha kötü
zavallı işte bak o yerlerde sürünüyordu kendisi kendisini aslında
Cüneyt Arkın gibi meczup, artık elleri tireyen sarhoş, ameliyata
giremeyecek eski başarılı doktor olarak çöplükte hayatı kaymış
kuruyordu, o imgede öyle bir bütünlük vardı ki açlık yoktu, acılar
rahatsızlıklar gerçekdışılıklarında dikkat dağıtıcı değil imge
yoğunlaştırıcıydılar, dilenmek de şiirseldi, zihindeki her tür imgede
şiirsel kuruluyorduk ama gerçekte, gerçek hayatta, şimdide asla aynı
bütünü bütüne bozulmayan şiirselliği kuramıyorduk, herşeyin azına
sıçılıyordu, gülmemek istiyordum ama gülüyordum, içten içe
sevindiğim anda aslında en derin trajediyle yıkılmış olmak istiyordum
ve arkamı dönüp nayır demek istiyordum ama hemen
yumuşayıveriyordum. İşte filmler bu yüzden çekilir, orda eski daha
çocuksu bir insanlığın şevkle artistleri izlemesi gerçek hayatta
olamayan bu bütünlüğün, kurmacanın bitimsiz bölünmez homojen
anının ancak filmde yaşanmasındandı. Hala da biz filmlere ama artık
daha deriniz çocuk değiliz, bütünlükle montajlanmış ve müzikle
birleştirilmiş ölümsüz büyük anların etkisini duyumsamak için
giderken sonra kendimiz zihnimizde film oynatıp eski bir anıyı
bütünlüğünde, bir de biraz şarap içmişken, kurup uzaklara
bakakalarak kaldığımızda bu andan kopmuş mu oluyoruz? Eski acılı
bir anının ardından alkolik olmuş hep o anının acılı bütünlüğünde
yaşamaktan başka bir şey istemeyerek hayatını sarhoşluğa mahkûm
etmiş madde bağımlısını biz haince kötülerken aslında hayatı güzel
kılan herşeyi de tukaka kötülediğimizin farkında mıyız?
Olumsuz demiştiniz, yanlış mı duydum?
“... herşeyin bulaşık, kirli, çamurlu olduğu ve hiçbirşeyin de
düşmüşlükten muaf olmadığı bir çağda hiç varolmamış bir çağı
varolmuşların aracılığıyla aramak, çağırmak, arzulamak, yani nostalji
en samimi tutummuş gibi geliyor bana, hayalcilikle bir ortak yanı var.
Yine aynı durumda kitapların maceralı dünyasının ve gizemlerinin
değil yalnızca kapitalist sistemimizin her yere uzanan elleri ve
kollarının varolduğu âlemimizde, bütün bunları değiştirmekle ilgili
hiçbir umut taşımıyorken, melankoli, her anlamda melankoli, hem
kişinin kendi hayatından duyduğu bir sıkıntı, bir kısırlık hissinden
hem kendini aşan hayati olaylarla ilgili umutsuzluktan doğan bir
melankoli gelip çalmasın mıydı kapımızı? Umutlu olmak için bir
sebep yok, yalnızca biraz aptal olmak lazım. Bütün bunların ardından
güzel şeyler söyleyebilmek için hayalci olmak gerekmiyor mu?
Gerçekte biz planlarımızın küçük bir kısmını kurup gerçekleştiriyoruz
ve o da hayalciliğin somut meyvası oluyor, oluyor da aslında bize
bütün etrafımızdakinin izin verdiği ölçüde ancak bir bağımsız alan
yaratıyor. O bağımsızlıkta özgürlüğü değil aslında kıskıvrak
bağlanmışlığı en nihayetinde de şiddetli gereksizliği ve anlamsızlığı
yaşıyoruz. İlüzyon. Güzel olan şeylerin ilüzyonu... ...Haylazlık!..
Haylaz hoş görülür zira büyüyünce uslanacaktır ve çocuklukta
haylazlık olur. Biz çocuğuz ve yorulup anlamsızlık elimizi kolumuzu
sedirlere serdiğinde büyümüş olunca biz de hiçbir zarar vermemiş
olduğumuzu, vermiş olsaydık da vermemiş olacağımızı, hepsinin ne
şiddetle boşa çıktığını görecektik. Bu mu olacaktı ulan bütün muhalif
heyecanlara? ...” 2
Yolda bir gün ben bir tepeye tırmanmıştım, bu sefer yürüyerek. O
rüzgarlı tepede ilerliyordum ne bulacağımı belki bilmiyordum çünkü
bir takım belirsiz işaretler vardır yalnızca turistik haritalarda ve siz de
zaten orda ne olduğunu bilmeyip de arkasında sizi şaşırtacak bir şey
2
L. Zafiregülü; Kitle Kültürü ve Hayal Kırıklığı, yayınlanmamış şiirler, s22
2
beklesin tatlı tatlı ama kabına sığamadan taşmaklık karakterindeki
sonradan elaleme anlatılmaya değer bir şey olsun diye.. bu bütün
hayalimiz... O zamanlar ben de hep bunları hayal ederek her deliğe
giriyordum. O gün de öyle bir gündü, yazdı, hava güneşli ve
rüzgârlıydı, tepenin üstünde sararmış otlar arasında toprak bir yoldan
yürürken hem biraz terliyordum hem de terim hemen kuruyordu,
serinliyordum. Belki bütün gezmekin özeti de bu cümlede gizlidir
işte, herneyse efendim benimle birlikte gezmeyi umanlar siz de
kafanızın içinde tarif ettiğim imgeyi kurmaya çalışın adım adım.
Yürüyordum, ayağımda sandaletler vardı, toprak kuruydu bastıkça
kart kurt sesleri geliyordu neredeyse yeni bir millet uyanıverecekti,
gökyüzü masmaviydi birkaç silik bulut hareket ediyorlardı ama
kafamı kaldırınca onların hareket ettiklerini öyle hemen de
anlayamıyordum, yüksekte birkaç bulut... Ne kadar rüzgâr esse de
ben de sabahtan beri yürüyordum güneşin altında, yoruluyordum...
Bulup bulduğum bir uçurumun ardından görünen boğaz
manzarasıydı. Boğazın iki yakası birbirinden uzaktı, uzak olduğu için
de denizin üstünde tepeler yükselivermiyordu da sanki bir ova
açılıyordu iki taraftan da... Denizde rüzgâr küçük dalgalar oluşturmuş,
bir yana doğru bütün denizi akıtırmış gibiyken ben de gözlerimi
kamaştırıp görüntüyü bulandıran öğle güneşinin altında manzaraya
keyifle dalmıştım... Sonra ben geldiğim yollardan geri yürürken
ağaçların arasına varmıştım, artık hava serinlemiş akşamüstü olmuştu,
ağaçların arasından yürürken de aşağıda birden üstüne kırmızı bezler
asılmış kır gazinosu gibi bir yapı, ama yapı değil kıpkırmızı çarşaflarla
donanmış çamaşır ipleri gibi, çıkmıştı karşıma... Ben onların arasına
daldığımda artık türbeyi de görüyordum ve dört bir yandan
yollanmıştı bayraklar, kıpkırmızı örtüler yemyeşil ağaçların arasında
sarıyordu mezarı ancak yine de altı üstü mezardı işte sanki baba
birden bayrakların kırmızısıyla kanlanıp fırlayacak mıydı betonla
kapatılmış mezarından? Ölmüş çürümüş etlerini bayraklarda
yoğunlaşan milliyetçi enerji toprağın içinden toparlayarak tekrar
birleştirip bu aslında alt tarafı savaşta ölmüş senin benim gibi adamı
ihya mı edecekti?... Dört yanımda uçurumlar paramparça bir hayat
çıldırtan yalnızlıklar... Bir yerde sahil kenarında şef garson olarak
çalışan ve kendisiyle kurtuluş savaşı, inkılâp, kemalizm gibi konuları
rakı eşliğinde konuşmuş olduğum eski herhalde 78’li bir dostum bana
bir gün demişti ki: İyiyim, arada bir melankoli krizlerine giriyorum
işte, onun dışında... Beni de bir anda şaşırtmıştı bu hayatı kenarlara
kaymış adam. İnsan içer içtikten sonra da dağılır gider bazen de
dağılıp gitmeyi bir tamam sağlayabilmek için içtikçe içer bardak
bardak götürür rakıları... Ülkede hayatı dağılıp kalmış bu kadar adam
varken kimsenin de hayatı dağılıp gitmişlikten kurtulamazken bir de
kötülerler alkolikleri, haytaları, bir baltaya sap olamayanları... Hayat
güzel güzel yaşanacak ve gidilecek bir yer değildir a dostlar! Hayat
üzüm üzüm üzülünecek, neye olduğunu bile bildirmeden insanın içini
sıkım sıkım sıkacak (Yoksa edebiyat hele Türk Edebiyatı nerden
alacaktı malzemesini?) ve onu boğum boğum boğacak boğdukça da
bağlanılan boğulma manyağı olunan, bir gün gelecek mutluluk ve
felahın beklendiği dertlerle dolu tabi acısıyla tatlısıyla.. ama esasında
şöyle bir durup gerinize ve önünüze bakın da ne kadar zaman sıkılmış
üzülmüş ve yorulmuştunuz ne kadar zaman keyif içindeydiniz bir
hesaplayın, boşverin şimdi mutlu musunuz değil misiniz, o kısmını
yuvarlamaları yaparken ayarlarsınız tabi ki mutlu bulacaksınız
kendinizi hem tavsiyem öyle de bulun ayarlayın yani bir şeyler,
mutluyum derseniz mutlusunuz, totoloji işte...
Yalan sözlerle aldatıp seninim derdin
“...Devrim de, felsefenin bitip tükenmez mükemmel-yalanlanamaz
dizgeler ya da en azından doğru bir kavrayış temeli arayışının tümüyle
boşa boşluğa gayba çıkıp dağılıp gitmesi gibi, birgün karşımıza
kendinde saçma-anlaşılmaz-naif terimlerle kurulmuş bir çocukluk
çağı hayali olarak mı çıkacak? (Olarak çıkacak mı?) Bir amaca
ulaşmak isteyenler ve diğerlerini düşünmeyenler başarıya daha
yakınlar ve böyle herşey üstünde kafasını karıştırıp duranlardan daha
direk olarak hedefe yöneliyorlar ve hedefe yönelikler ve yakınlar o
hedefe. Kazanıyorlar. Eğer bu sözler başarının-kazanmanın-hedefe
varmanın-galip gelmenin-herhangi bir iş yapmanın evrensel yasası
3
olarak algılanırsa -ki neden olmasın- bu çoktan kaybetmeye
yazgılandığımız anlamına gelir. Descartes’ın özenle ve tekrar tekrar
üstünden geçerek ve yöntemli bir şekilde kurarsam hata
yapmayacağım diyerek ve sonunda yaptığını beğenerek kurduğu
dizgesi bugün bana ancak matematiğin, dilin, düşüncenin doğalarını
sorgulatıyor ve aynı Kant ya da Husserl durumlarında da olduğu gibi
ancak boşa, bu çabanın, çıkacağını ispat ediyorsa (gösteriyorsa)
geçmiş devrim girişimleri ve hala ve en sonunda şimdiki zombiyle
karşılaşmış olmamız ancak devrimin olanaksızlığını, hatta naif bir
kavram, bir kafa karışıklığı, yanlış kurulmuş, eski-ilkel bir kavrayışa
ait, baştan boşlukta dağılmış bir hayal olduğunu mu gösteriyor?
Toplumu değiştirip insan dedikleri kavranmaz öznenin, kendi
tarihini, kaderini, hayatını ele alacağını nasıl savunuyorlar?
Derunumuzda tutup sakladığımız akıldışı süreç yerine akılla ve
güzellik-insanlık hayrına, özgürlük hayrına, tahakkümün olmadığı
yeni yaşamı kurmak hayalindeki her bir terim ciddi bir ontolojik
sorgulamayı hakediyor... Bir yandan içinde yaşadığımız dünyayı
hazmedemiyor ve sürdürmekte olduğumuz hayatı kendimize
yakıştıramıyoruz...” 3
Ancak ben asla şimdi bu bahsettiklerimin, nostalji olsun melankoli
olsun hayalcilik olsun, hatta daha bahsetmedim ama, anlamsızlıktır,
bezginlik ve yılgınlıktır, hayata kara çalmaktır bütün bunların niye
hemen kötü oluverdiğini, adlarının niye kötüye çıkmış olduğunu
anlamak istemiyordum. İstemiyorum o yüzen de size işte ben bunları
iyileyen, hoş tatlı tatlı anlatan olmak isterim. Ancak benim için iyi hoş
tatlı tatlı anlatmak da bir tersine çevirmeyle sizin kötü diyeceğiniz bir
mahiyet aldıysa işte bunu şimdi anlamış halde devam edebilirsiniz
tatlı tatlı yazımızı okumanıza. Bugünkü yazımız kötümserlikle ilgili.
Bize ne kadar kötümsersin demekten bıkılmamalıdır çünkü yalnızca
içlerini ferahlatacak herşeyi duymak istiyorlardı. İçleri ferahlatan
herşey iyiydi demiştir Nietzsche. Bütün sıradanlığın kültürü kendini
tatlı tatlı bir ferah aldatıp felah bulmayı bekleme öyküsü değil midir
3
A. Karamel; Proleter: Acıların Çocuğu, s23
gerçekten? Siz üzüntüyü bırakıp yaşamaya bakıyor ve bunun
reçetelerini de elbette arıyorsunuz ve buluyorsunuz kitaplarda, yarım
akıllı yeni proleter üniversite okumuş beyaz yakalılar. Kendini
aldatmanın insan ruhu için bitmez tükenmez yolları vardır ve insan
ruhunun en yoğun eğilimi de kendini bir an önce aldatmayı başarıp
dünyeviliğine dönmek arzusu değil midir? Ama ben şimdi dünyevi
hayata yaklaştıran güzel iyicil hislerden değil kötücül hislerden
bahsedeceğim bu akşam alacakaranlık kuşağında. Kötümserlikle
gerçekçiliği handiyse eşitleyeceğim ben şimdi utanmadan.
Bana küfreden dayımın oğlunu beş kurşunla öldürdüm
“ ... böyle olunca sürekli yerli turistlerin şortlu bacaklarıyla karşı
karşıya olduğum anlaşılabilir. Onların o bir türlü kıvamı tutmayan
dolgunluk ya da sıskalıkları, birbirini tutmayan yamuklukları, o yayvan
koca götleri, çirkin yüzleri ve hepsinden kötüsü o iğrenç tenleri...
Bilmiyorum çirkinler haftasına mı denk geldim ama özellikle bu
kasabada hala güzel bir kıza rastlamamış olmam neye işarettir? Hayır
kesinlikle hayır hiç de hain fikirler içinde değilim onlara karşı eğer
böyle düşünüp de saklanıyorlarsa lütfen çıksınlar dışarıya. Onların
yollarda gezinmeleri sıradan olurdu sadece. Ülkemizin kızları o kadar
da çirkin değiller. Muhakkak güzel kızlar bir yere kapatılmış olmalı...
Bazı detayları not etmek istiyorum:
Öncelikle çirkin bacaklardan bahsetmeliyim. Morfolojik bozukluklar
bir yana bacakların o esmer yanmış çirkin renkleri de bir yana o
yanıkların bile örtemediği bir yığın lekeyi bu bacaklara kim
konduruyor? Niye hepsinin bacakları rengi tutmamış alalı bulalı
yolunmuş tavuk gibi görünüyor? Niye sırtları sivilceli? Niye bir türlü
epilasyonu tutturamıyorlar? Niye bunu yıllarca bir türlü
öğrenemiyorlar? 1- Şu kıllarınızla ilgili sorununuzu çözün artık,
onlardan kurtulmak istediğinize karar verin. Yokedin onları.
Kollarınızdan, bacaklarınızdan, kukunuzdan, koltuk altınızdan ve
hatta suratınızdan fışkıran kıları yoketmeden görünmeyin gözüme. 2Avrupalı bir ırka mensup olarak yeniden doğun.. böylece kıl
4
sorununuz önemli ölçüde çözülür. Bir ikinci husus: Burada ne kadar
çok çirkin, pörsümüş, yanığı makyajı çok kaçmış geçkin kadın var
böyle? Güneş gördüğünüz yerde kendinizi serip yanarsanız bütün
yaz, suratınızda yanıkla gezip kırşıklıkları yokedip gizleyip genç
görünen bir surata sahip olacağınızı sanırsanız işte böyle aldanırsınız.
Şimdi o makyajdan fondöten ve kremden, o fütursuz, bitmez
güneşlenmelerden miras aldığınız ve kapatmak için daha da
güneşlenip yandığınız pörsümüş bir tür deriyi ne o yanmalar ne de
makyajlar gizleyemiyor. Oh olsun size! Ama lütfen sokağa çıkıp
meymenetsiz yüzünüzü göstermeyin sağda solda...” 4
Oturup yerinde hiç bir şey yapmamak, hareketlenip dünya ve insanlık
gibi tuhaf kurgular için (Vatan ve millet için de tabi ama onları çoktan
çıkarmıştım zaten listeden), tabiî ki daha olgun bir tutumdu. İnsan
koşturuyorsa çocuk olduğu için koşturuyordu ve koşmayı becerdiği
ilk günden itibaren hayatı hep daha az koşmaya doğru, olgunluğa
doğru, gittikçe yerinde daha çok oturup, sonra yatalak olup, en
sonunda bir de ölüp artık tamamen koşmayı bırakmaya gitmekin bir
öyküsü değil miydi? Erken yaşlanmış oluşuma da ahlanıp
vahlanmayınız, bu şekilde erken yaşlanmayı yalnızca benim gibi
birkaç talihsizin sırtına binmiş bir hastalık gibi görmeyi başarmanıza
izin vermemeye niyetlendim. Haklı olmak hastalık olarak algılanacaktı
tabiî ve şimdiye kadar da haklı olan bu teşhisti. Ama şimdi, ama
ancak şimdi, haklı olmak sadece hakkaniyetli olmak anlamına geliyor
zira ne dünyayı değiştirmenin, ne olmayan yerlere ulaşmak için ayağa
kalkmanın ne de hayatın bütün olası zevklerini, en çok da salt olası
olanların peşinde koşmak olarak beliren zevki tatmak için bir daimi
gençlik yanılsamasıyla – ilerde genç olmadığını anlayınca bir de
yıkılarak- koşturmanın devamını sağlayacak yanılsama kalmıştı ortada.
Bunların hepsi, çocuğun o bir türlü oyun oynamayan sıkıcı büyükleri
karşısındaki alışmış tavrıyla değil, bir şaşkınlıkla toslayacaktır duvara.
4
C. Çilenbüke; Birinci Tekil Şahsın İçi Fena, s27
“... öyle bir haldeyim ki herşeyimi kapsayan tümel bir tiksinme
içindeyim, hatta ben o tiksintiyim başka da bir şey değilim. Beynimin
çatlaması gerektiğini hesaplıyorum ama tuhaf biçimde bedenen
sağlamım... Nasıl hala bu kadar dincim?...” 5
Kendine niye eziyet etsindi?
“...Kendime inanmaz bir haldeyim. Kendime inanmamakta haklıyım
ve kimse de bana inanmaz gayet de haklı olur inanmamakta.. sürekli
kendi kendime eziyet ettiğimi düşünüp niye kendime eziyet ettiğimi
sora sora yürümeye aynı hızla devam ediyordum. Nefesim nabzım
gayet iyiydi ve bir yorgunluk da hissetmiyordum. Kumsaldan kalkıp
ağır ağır dükkânları geçtim, bir gofret aldım. Az yukarda gördüğüm
otellere dolmuşa binmeden çıkıvermeye karar vermiştim.
Tırmanmaya başladığımda hava kararmaya başlıyordu. Bütün o
yokuşu çıkmam gerekse bunu başaramayacağımı biliyordum ama
oteller arada bir yerdeydi. Derken yokuş yukarı akşamın serinliğinde
tuzlu tuzlu yürüdüm. Tempolu bir yürüyüşle çıktıkça çıktım. Çıktıkça
anladım ki oteller arada bir yerde değil. Anladım ki ben yolu mevkiyi
hiç anlamamışım. Hava kararmıştı ve yanımdan arabalar geçiyordu.
Bense hiçbirine el etmeden tempoyu tutturmuş bir yere yetişecekmiş
gibi yürüyordum. Artık çantamın ağırlığını pek hissetmiyordum ve
bacaklarım iyi tutuyordu. Havanın serin olması işimi kolaylaştırsa da
kendi kendime kan ter içinde o yokuşu niye çıktığımı sorup durmaya
başladım. Herşeyden tiksiniyordum, uzadıkça uzayan bu yolda
yürümek de aslında sabahtan beri acıkmış olması gereken iyi
beslenmeyen ama bunu farkedemeyen bir kişi için uygun bir faaliyet
değildi. Gofreti çıkartıp yedim. Soruyu sorup yürümeye devam ettim.
Karanlıktı, arabalar geçmese yolu görmek zordu. Bazıları uzunları
yakıyordu, yine göremiyordum. Sonra anladım ki tırmanılmaz
dediğim kısmı tırmanmıştım bile. Tempom anlaşılmaz derecede iyiydi
ama yorulmuyordum. Fakat bu eziyeti kendime niye yapıyordum?
5
B. Ekinokshan; Bıraksın Bu İşleri!, s29
5
Bundan keyif alıyor muydum? Yalnızca bir dayanıklılık sınavı
olabilirdi bu ve hiç yeri değildi. Bütün yolculuğum artık
anlamsızlaşmaya başlıyordu (başlıyordu?).. başlangıcı daha geriye
gidiyor tabii... yokuşu sonuna kadar tırmanıp kasabaya geldim.
Cansıkıntısı içinde bu yapay kasabaya daldım. Herkesin tuhaf bir
keyif ve eğlence arayışı içinde daldığı yollarda ben sanki arkası
olmayan bir dekorda yürüyor gibi hissettim kendimi. Bezginliğimin
sınırına geldim.. yollarda yürüyüp saf tiksinti halini aldım.. burada
işim ne benim? Bir an önce bir vasıtayla gitmeli miyim? Bir kaldırıma
oturdum, tümüyle çökmüş, tükenmiş, herşeyi de (herneyse onlar)
kaybetmiş haldeydim...” 6
Patrice Cormery Komodor
6
P. P. Deligönlüm; Sittir, Pis Herif!, seeh!
6
Patrice Cormery,
Ünlü yazar, Prometeus’un hakiki evladı, vicdanlı, mert bir adam;
kurnaz ve yerici bir zihni olduğu halde sağduyudan şaşmayan bir
aydın; büyük Fransız Moralistlerinin takipçisi, [29 6] 1913 Ağustosunda
Oran’da doğmamış mıydı? [1 32] 1957’de 197 gram saf platinden
yapılmış Pamuk Yastık Ödülü’nü bütün ihtişamıyla havaya
kaldırırken ruhları ışıtan umut dolu cümlelerle beşeriyeti
selamlamamış mıydı? Tarihin bayrak koşusunda umut ve mücadeleyi
bir narteks içinde bir müddet de nahif bedeniyle insanlık adına düşe
kalka o taşımamış mıydı? Veremli ciğerlerinin zar zor işlediği havayı
dünyevî savaşımız için inançla sarf edip tüketmiş, apartman kapısının
önünde yığılıp kaldığı sabah doktor komşusu onu cilalı koyu
kahverengi ayakkaplarıyla dürtüklemiş, kapıcıya, “Alın bu ayyaşı
burdan” demiş, sonra da düşünceli bir havayla uzaklaşmamış mıydı?
[1 36] [Uzaklaşmamıştı. Ama doktor uzaklaşmıştı, kapıcı da polise
haber vermişti, dilinle ne derdin var senin, cümlelerinin başı sonunu
tutacak mıydı?]
7
Henüz Cezayir sokaklarında meşin yuvarlak peşinde koşturan cingöz
bir çocukken ara sıra uğradığı Volterci amcasının ‘Kardeşler
Kasabı’ndan bir gün koltuğunun altında pirzolalık et yerine kitaplarla
ayrıldığında tanışmıştı edebiyatla; içinde alevli bir pişmanlık, sırtında
okunacak kitapların ağırlığı... Tepeüstü’ndeki fakir mahallesine doğru
her gün, her gün bir kitap yığınını sürükleyerek tırmanmak fikri sanki
minik eline sallandıkça pürtüklü kabukları körpe bacaklarına sürtünen
bir odun parçasını tutuşturmuştu. Küçük Patrice’in ruhuna o yaşlarda
henüz tanımlayamadığı isyanın ilk tohumlarını da edebiyatla bu
tanışma ekmişti işte: Okumayacaktı! [2 43] Ancak ona gâh güzellik gâh
şiddet yoluyla edebiyat sevgisini aşılayacak olan ilkokul hocası bir gün
kendisine: “Oğlum Patrice, ya bu deveyi güdersin ya da siktir olur
gidersin, bana maval okuma, yarına kadar Mobidik’i özetleyeceksin, o
kadar!” dediğinde isyan odunu tutuşup gürül gürül yanacak, fakat
Patrice de Mobidik’i çok sevecek, gönlündeki çelişkiler amansız bir
bataklığa dönüşüp küçük varlığını annesinin her gün taradığı düz,
siyah ve parlak saçlarının en ucuna kadar yutacak, onun da en
sonunda adını büyük yazarlar arasına şanla, şerefle yazdıracak olan
serüvene atılmaktan başka seçeneği kalmayacaktı. [2 62]
ne son defa yüzüstü bırakacak, delik deşik ciğerleri bir spor bursu
almasına engel olarak hem sporcu olmasına hem de kolej ceketi giyip
kâğıt üstünde de olsa avukat olmasına mani olacaktı. [7 25] Daha sonra
savaş sırasında ordu da onu reddedecek (Ordu tabibi ciğerlerini tetkik
ettikten sonra patavatsızca sırıtmış, raporunda tiksindirici bir mizah
duygusuyla ‘Merso’nun ciğerlerinden bulaşık süngeri bile
yapılamayacağını’ yazmayı ihmal etmemişti. [3 42]) ama Merso
vatanseverlikten geri adım atmayacaktır. [2 72] Enteresan.
Evet, avukat olamayacaktı ama onun umurunda mıydı? O şimdi de
evlenip çoluk çocuğa karışmayı kafasına koymuştu. Yoksunlukla
geçirdiği günlerin hırsın renklerine boyadığı Patrice, bir daha lahana
çorbası içmeyeceğine yemin ettikten sonra Cezayir eşrafından saygın
bir doktorun hanım hanımcık kızıyla evlenmiş, ünlü bir burjuva
ailesine içgüveysi olmuştu. [4 72] Daha sonra kendisini aldattığına
inandığı sevgili karısını terk edecek, buna yıllar yılı ağlayacak ve tüm
eserini altın vuruşla canına kıyan biricik morfinman karıcığı için
yazacaktı. Gerçekten de bakınız Yazılmamış Şiirler Antolojisi’nden
son eseri Arkadaşlar İyidir’e kadar ithaf satırında ‘biriciğim’ yazıyor
hep; o yüzden Merso’yu duygulanmadan okumak mümkün değildir. [7
28]
Okul hayatı süresince fakir ailesine yardım etmek için istemeye
istemeye ne kadar birbiriyle ilgisiz iş varsa yaptığı halde, fırsat
buldukça spordu, kumsallarda flörttü, kentin ana caddesinde
piyasaydı hiçbir sosyal etkinlikten geri kalmamaya gayret etmişti.
Kaptanı olduğu ve santrafor mevkiinde oynadığı futbol takımını
sezon ortasında vereme yakalandığı halde şampiyon yapmış, kendisi
de o sezon kırk iki gol atıp tarihi bir rekor kırmıştı. [2 25] Paris Saint
Germain’in yaptığı transfer teklifine müspet cevap vermesini acaba
sağlığı mı, yoksa bakir ruhunun kelimelerin taşıdığı hakikate karşı
gizliden beslediği derin muhabbet mi engellemişti? Belki kendisi spor
arenasındaki terli, yorgun ve centilmen bir cengâver olarak nam
salmayı tercih edecekti, kim bilir? Anavatan Fransa’nın meşhur
dergilerinin kapaklarını ve güzel Fransız kadınlarının rüyalarını aynı
anda süslemeyi kim hayal etmezdi? Kaderin cilvesi, Fransa onu ne ilk
O en büyük insanlık savaşçısını rahatlığa teslim olmadan hakikati
arayan bir Aziz Yahya gibi görüyoruz; o ki nihilizm ejderini yenmiş,
mızrağını onun kof bağrına saplamıştı. Tek dayanağı sevgili atı
insanlık idi, yüreğini yeryüzüne adamış, ömrünü insana saman
sunmaya, onun kır postunu, al yelesini kaşağılamaya vakfetmişti.
Ancak, doğrusu şu ya, insanlık, hayatının en zor döneminde onu bir
çifte darbesiyle yalnızlığa yuvarlayacak kadar nankördü. [5 53]
Futbol Kariyerinin Başlangıcında Harika Bir Sol Ayak
1913 yılının yağmurlu bir sonbahar gecesi, Constantin ilininin
Mondovi nahiyesindeki bir çiftlikte Lucien August Merso’nun
haykıran kırbacı, köyün doktoruna, kara gözlü, hayta ruhlu bir
çapkının, arsız bir hümanistin dünyaya gelmek üzre olduğunu haber
8
veriyordu. İşte o kişi savaş sonrasının çift kutuplu politik ortamında
bile en temel insani değerleri bize hatırlatma nöbetini bir dakika
gözünü kırpmadan, yalnız bırakılmaya ve yanlış anlaşılmaya göğüs
gererek tutan, yıkımlar ve kıyımlarla dolu, aşırılığa tutkun çağımızda
akl-ı selimi ve itidali temsil edecek olan büyük yazar Jean Merso’dan
başkası değildi. [5 24] Daima dikkatle sınırlar içine hapsettiği duru,
şiirsel, imgelerle yüklü dili ile insana dair sınırlı hakikatin, Akdeniz’in,
güneşin, bedensel hazzın, basit gerçeğin, basit insanların, insanın
sınırlarının öyküleyicisi olacaktı. Ama aynı zamanda ona karşıt ve
tamamlayıcı olarak düşündüğü, elde olanın ötelerine yönelen arayışın,
arayış karşılığında bulunan soğuk ve ıslak ölümün, yani kuzeyin
kasvetli iklimindeki sürgünün de...
İçten bir tutkuyla bağlı kaldığı annesi (Sağır-dilsiz, cahil bir gündelikçi
İspanyol kadıncağız, dokuz çocuklu Mayorka göçmeni bir ailenin
ikinci kızı, Lucienne Marie Sintes), babası (Marne muharebesinde
ölüp kalacak bir Fransız ki onun ailesi 1871’de kutsal Kızılkaya
çatladıktan sonra Alsace’tan gelmişti Cezayir’e), abisi Raymond
(Jean’ın bütün gençliğini zehir eden, onu sürekli döven bir zorba –
pazar günü ekmek almaya bir kere bile gitmemişti), dayısı Etienne,
aileyi fakr-u zaruret koşullarında kentte dağılıp gitmekten koruyan
pinti, yobaz ve sert ananne Catherine Cardona, diğer dayısı Berduş,
dayısının köpeği Kıtmir ve İspanyol arkadaşları ile Jean, mutlu bir
çocukluk geçirmişti Cezayir’in fakir arka mahallelerinin güneşli
sokaklarında. (Lyon Caddesi, 93 numara) [3 82]
Merso onun da zengin çocuklarının yanı sıra liseye gitmesini sağlayan
bir bursa onu önermekle kalmayarak onu ve üç fakir arkadaşını burs
sınavları için bedava çalıştıran, bir de gelip anannesini küçüğün
önünde parlak bir gelecek bulunduğuna ikna eden ilkokul hocası [19
130-1], Allah rahmet eylesin, Louis Germen’in, kendisi için bir eylül
akşamında evden çıkan ve bir daha geri dönmeyen babasının yerinde
durduğunu, her bayram onun elini öpmeye gittiğini özel bir yemekte
dostlarına anlatmış ve ünlü kabul konuşmasında Pamuk Yastık
Ödülü’nü de ona adamıştı. [33 x]
1924’ten itibaren işte bu zenginler okulunda kendini hem nadir
rastlanır zihinsel yetileri ve çalışmalarıyla hem de atletik yetenekleri ve
sosyal hayattaki girişkenliği ve çapkınlıklarıyla tanıtacaktı. Fakat
hayatın adaletsizliği Allah vergisi yeteneklerle aşılamıyordu. Futbol
maçlarının çıkışında sırtında incecik ceketiyle uzaktaki mahallesi
Tepeüstü’ne gece yarısından önce varmak için aceleyle yürürken spor
arabalarıyla yanından alay edercesine geçen sözde takım arkadaşları
hizmetçinin getirdiği ıstakozu kırıp kırıp etlerini ayırmak üzre bir kuş
sütünün eksik olduğu sıcak akşam yemeği sofralarına doğru
gidiyorlardı. [9 23] Bir gece yine zorlu bir maçtan yayan dönüşünde
genç Merso bir üşüme hissetti, Sonra da yatağa düştü; bu narin ve
kötü beslenmiş beden, işçi mahallesi Tepeüstü’nde hiç de az
rastlanmayan ince hastalığa o anda yakalanmıştı. [33 ix-x] Evet hastalığı
geleceğini ablukaya almış onu teslim olmaya zorlamıştı, ancak Merso
her zaman hor gördüğü bedenine yenik düşmeyecek, sosyal alanı terk
etmek şöyle dursun bu kez tiyatro yoluyla nasibini alacaktı. [9 72]
Lise ve üniversite boyunca oto aksesuarı satmak, üniversitenin
meteoroloji servisinde güney bölgelerdeki basınç sistemleri hakkında
rapor yazmak, bir denizcilik komisyoncusunda kâtiplik, valilikte
memurluk ve gazetecilik türünden işlerle uğraştı. Verem bahanesiyle
aile evinden ayrılıp kent merkezinde bir odaya yalnız başına taşınmış,
boş vakitlerini balkonda gelip geçeni seyrederek geçirmeye başlamıştı.
[33 xi] Odasında bazalı bir yatak ve bir sandalye ile kitaplar vardı yalnız.
Jean okuyor, okuyordu: Epiktetos, Pascal, Kierkegaard, Malraux,
Gide, Proust, Dostoyevski, Nietzsche, Sorel, Spengler, Tolstar ve
daha niceleri... [28 14]
1930’da üniversiteye kaydoldu, ilk yazıları Sud adlı bir dergide
yayınlandı (1932, dört adet yazı), Güzel Marie ile 1934’te evlendi,
komünist partiye de o yıl katıldı. İlk görevi Araplar arasında
komünizmi yaymak, partiye Arap katılımını artırmaktı. Ancak
sömürgecilik ve faşizmle mücadele etmek isteyen genç Diego örgütlü
mücadele saflarında hızla hayal kırıklığına uğrayacak, ilkelerin reel
9
politika uğruna çöpe atılışının örneklerini ardarda yaşayarak
sarsılacak, devrimci partilere karşı güvensizliği kaynağını bu
deneyimlerden alacaktı. Kısa süre sonra ilk Avrupa yolculuğunu
gerçekleştirdi, Avusturya ve İtalya’yı gezdi, gezi sırasında kendisini
uyuşturucu için aldatan morfin müptelâsı karısından boşandı (1936).
Memlekete döndükten sonra tiyatro faaliyetleriyle aktif olarak uğraştı,
halkevleri bünyesindeki Emek Tiyatrosu topluluğunun kurulmasına
önayak oldu. Komünist partiyle ilişkileri zayıflayınca Ekip Tiyatrosu
adıyla yeni bir topluluk oluşturdu. 1936-7’de gezici bir kumpanyaya
dâhil oldu (Radyo Cezayir), bazı oyunların yazılmasına veya
uyarlanmasına katıldı. [33 xiv]
Çıkış Bulamamış Patlayıcı Gençlik Ateşi ve Yerel Politikanın
Çakalları
Merso’nun yoğun katılımıyla yazılan ortak çalışma Asturyas
Anıları’nda (Sahnelenmesi yasaklandı ancak 1936’da yayınlandı)
Merso’nun isyancı harareti yalaz yalaz dışavurur. Piyes iç savaştan
birkaç yıl önce Oviedo’da İspanyol madencilerin kanlı biçimde
bastırılan grevinin öyküsüdür. Bir propaganda oyunu ya da tarihi
oyun olmaktan ziyade devrimci bir ortamın trajik anlatımıdır.
Konusu tarihteki belirli bir devrimci olay olsa da, gerçekte piyes
ezilenler arasında haksızlığa karşı genelleştirilmiş isyanın, onurun ve
umudun, belirli bir amacı ve stratejisi olmayan tırmanışını sergiler.
Hayatta bir kere ayağa kalkıp hayır demek, tanrıya, kadere, efendilere
ve kişinin kendi korkularına meydan okumak yolunda dayanılmaz bir
istektir bu. Oyunda isyanın çeşitli yönleri sahnelenir: Çatışmalar,
idamlar ve yenilgi. İki taraf da cinayetler işler, iki taraf da gaddar ve
düşüncesizdirler. Nihayetinde hepsi mahvolur, her şey boşa çıkar.
Aktörler bu ortak öykünün, insanın büyüklüğünün, hayvanîliğinin ve
güçsüzlüğünün toplu bir kavranışına katılmak üzere izleyiciler arasına
karışacaklardır. [31 35-7]
Merso 1937’de Sidi bel Abbes’daki özel bir okuldan gelen
öğretmenlik teklifini memuriyet rutinlerine gömülmek korkusuyla
geri çevirir. Onun yerine gazetecilik kariyerine yönelecektir.
Gazeteciliğe 1937’de orta yolcu Cezayir’in Yankısı gazetesinde teknik
işlerle başlar. [34 50] Gazeteci olarak çalışmaya başladığında bütün
amacının Araplar arasında bağlantılar kurarak Cezayir yaylasında
ticarete atılmak, zengin olmak ve bir daha hiç çalışmamak olduğunu
defterlerinden okuyoruz. [1 43] Bu uğurda bir bacağını kaybetmeyi
göze alacak kadar el emeğinden tiksiniyordu o yıllarda. [7 85] Dayısının
fıçıcı atölyesinde çalışan işçilerin hastalıklı köpekleri anımsatan
görüntüsü gözlerinin önünden gitmiyordu genç Diego’nun. Ama
çölde kumlar arasında tuz ticaretiyle geçinen sofu Müslüman
kabilelerin hayatını gözleyerek geçirdiği zorlu kışlar yurtsever yüreğini
sarsacak, ona insanlığı tek aile olarak görebileceğini düşündürecekti.
Bir gün Cezayirli Araplar aynı insanlık ailesinden olduklarını unutup
da Fransa’dan kopmak isteğini dillendirdiklerinde, annesini ve bütün
ailesini alıp Avustralya’ya bu yüzden yerleşti; yüreği kanadığından. [5
92]
Gençliğinde her delikanlı gibi toplumu değiştirmeyi istedi,
[İstemeseydi yüreğinden şüphe duyarlardı.] fakat büyük çalkantılar
peşinde değildi, belki de sadece olup gideni biraz daha iyileştirmeyi
arzuladı? Belki bu konularda kafası hep karışıktı, isyan kelimesini
ağzından düşürmez ve reformun adını anmazken gerçekte devrim
ona inandırıcı gelmiyordu, arzusu Kızılhaççı bir tavırla kötülükleri
azaltmaktı. Görev istiyordu. Komünist partide de enerjisini
harcayacak, iyi bir şey yaptığı hissini ona verecek, ruhunu doyuracak,
ihtiyaç duyduğu adanma hissini yaşamasını sağlayacak yolları
arıyordu. Araplar arasındaki görevi kolonyal rejimin insan onurunu
ihlal eden ayrımcılığına karşı mücadele anlamına geliyor ve işte bu
hislerle yarılmış kafa derisine merhem oluyordu. Ancak parti reelpolitik gereği Arapların davasını yüzüstü bırakacaktı. Sovyetler Birliği
Fransız hükümetiyle anlaşıp bir iyi niyet göstergesi olarak Arap
bağımsızlık hareketini desteklemeyi kesince, merkezden gelen
talimatlarla, kısa sürede kaynaşıp yoldaş olduğu, aynı kaptan yemek
yediği Arap arkadaşlarını yüzüstü bırakmak durumunda kalan
Diego’nun kafasında onu bir daha terk etmeyecek soru işaretleri
doğmuş ve komünist partiyle ilişkisi kopma noktasına gelmişti.
10
Kendisi bu olayın sonucunda 1935’te partiden ayrıldığını iddia etse
de, kayıtlara ve tanıklıklara göre ayrılma daha sonra gerçekleşmiştir.
Öykü karışıktır, Müslümanlar tekrar partiye katılmaya başlamıştır,
eylem dönemi ancak Fransa’da yükselen faşizme karşı popüler
cephenin kuruluşu üzerine tam olarak kapanır (1936). Sınıf savaşımı
bir kenara bırakılmıştır. Parti, ortaklarına (Sosyalistler ve Radikaller)
uyarak asimilasyonist bir ses tonu kazanır. Politika değişimi Arap
yoldaşlarla ilişkileri gerer. Merso’nun dava arkadaşları yakalanıp hapse
atılırlar ve organizasyonları dağıtılır. Bu politikayı komünist parti de
onaylamıştır ve Merso ancak yerel politikayla ilgili bu olaydan sonra
partiden ayrılacak, ya da atılacaktır (1937). [34 22-4]
Ütopyacılığı aşmak, doğrudan eyleme geçmek ve yeni bir tür
ebediyete yürümek için zemini temizlemekte komünizmin işe
yarayabileceğini düşünse de [34 17] Merso asla inançlı ve örnek bir parti
üyesi olamadı. Parti disiplininin katılığı Merso’daki anarşist eğilimlerle
çelişiyordu. İdeolojinin Merso’ya kabul edilmez gelen bir otorite
yapısını yansıtan dogmatizmi ve soyutluğu parti disiplinine karşı
içinde alerjik reaksiyon yaratacak, politikacıların çatal dili her zaman
hakikatten –ama sanatsal yollarla- söz etmek isteyen Merso’daki şairi
rahatsız edecekti. [34 32-3] Merso komünizmin insanlık ailesinin
sorunlarına cevap olduğundan da tam olarak emin olamadı; ‘ilerleme’
düşüncesinin pek tehlikeli bir oyuncak olduğunu görebiliyordu. [34 201]
Tiyatroda Bir Haylaz Hayalet
Komünist partiyle yolu sonsuza dek ayrılmıştı ama tiyatroya, kendine
has başkaldırı düşüncesine ve o ya da bu şekilde gazeteciliğe hayatı
boyunca tekrar tekrar dönecekti. 1938’de popüler cephenin sosyalist
öğelerini desteklemek amacıyla kurulan demokrat Cumhuriyetçi
Cezayir gazetesine geçti. Gazete, finansörü olmayan bağımsız bir
kooperatif girişimdi; ayrıcalıklılara, Almanya’daki Yahudi
düşmanlığına, Arapların aşağı konumunu korumak isteyen toplumsal
muhafazakârlığa, dolayısıyla siyasi toplumsal ve etnik adaletsizliğe
karşı tavır almıştı. [34 50-1] Merso Cumhuriyetçi Cezayir’de ilk başta
edebiyat eleştirmeni ve küçük haber muhabiri, daha sonra siyasi
yorumcu olarak çalıştı. Kabilya bölgesindeki Arapların Fransız
yönetiminde uğradıkları haksızlıkları ifşa eden yazı dizisi dikkat ve
tepki çekecekti. Yazı demagojiden uzak, dengeli ve gerçekçi bir
üslupla kaleme alınmıştı, kişisel izlenimler ve ekonomik gerçeklerle
ilgili rakamsal veriler üzerinden, genç Merso, politik kurumların
bozukluğunu ve yetersizliğini, toplumsal adaletsizliğin ve soyut
ekonomik yasaların sebep olduğu eziyetlerin bürokratik duyarsızlık
tarafından nasıl artırıldığını gösteriyordu. [31 37-8] Cezayir’le ilgili
görüşlerini de oluşturmuştu çoktan: Fransa ile özellikle ekonomik
bağlar gereklidir, ancak Araplar Avrupalılarla eşit haklara sahip
olmalıdır. [32 5]
Aynı dönemde bir takım davalarda muhabir olarak
görevlendirildiğine dikkat çekelim. Cezayir mahkemeleriyle ilgili
haberlerindeki ironik üslubu Yabani’nin ikinci kesiminde
yankılanacaktı. [7 63] Kendisini, kısa sürede odacılar ve kapıcıların
ahbabı, iş ve dosya takiplerinin kilit ismi haline gelmeyi başaran,
mahkeme salonlarında kâtibe kızlarla flört eden o acar muhabiri,
Albert’in yargılandığı mahkeme salonuna gri takım elbisesi içinde
yerleştirecekti. [4 62]
Yaşama Aşkımdan Başka Bir Şey Anlatmayacağım ama Bunu
Kendi Tarzımda Anlatacağım
Merso 1936’da Hıristiyan Metafiziği ve Yeni Platonculuk başlıklı
bitirme tezini vererek üniversiteden mezun olur ama düşüncelerinden
ve şahsiyetinden etkilendiği hocası Jean Grenier ile irtibatını bir hayat
sürdürür, hatta onu gerçek babası ilan eder, ancak bu durum Louis
Germen’in canını sıkmıştır. Bir pazar günü Cezayir Katedrali’ndeki
ayin çıkışı tesadüfen yanyana gelen Grenier ve Germen, Merso
hususunda tartışırlar. Merso’yu çok üzen ve bir verem atağına
yakalanmasına sebep olan hadisede Grenier emekli ilkokul
öğretmeninin gözlüğünü kırmıştır. [2 33] Olaydan bir yıl sonra Amerika
gezisinden dönen Merso iki hocasını ölen babasının mezarı başında,
11
aile dostlarının oluşturduğu bir topluluğun huzurunda buluşturur. İki
buçuk babaya sahip olmakla dünyanın en şanslı insanı olduğu
temasını işleyen söyleviyle gözyaşları içindeki yaşlı adamları barıştırır.
Amerika’dan dönüş yolculuğunda özenle hazırladığı bu metin
Merso’nun olgunluk dönemi eserleri arasında önemli bir yere sahiptir
ve düşüncesinin geçirdiği evrimi açığa serdiği öne sürülmüştür. [7 67]
Plotinos ve Augustinus incelemesinin etkisi Merso’nun sonraki bütün
yapıtında kolayca okunabilir; Yeni Platonculuğun ışık ve lanetli maddi
dünya arasındaki düalizmi Merso’da bir tarafta ışık, beden ve yaşama
aşkıyla özdeşleşen sıcak, aydınlık, kaygısız Yunan tini ve diğer tarafta
anlam arayışı, iç karartıcı gerçekler, ölümlülük düşüncesi, ölümsüzlük
arzusu ve günahla özdeşleşen soğuk, nemli ve karanlık Hıristiyan
dünyası arasındaki iklimsel bir düaliteyle yer değiştirir. Kurgulayıp
karşıtlık içine koyduğu iki düşünme tavrı, yani günah ve ebedî
kurtuluşla ilgili Hıristiyan inancı ve masumiyete ve doğal yaşantıya
yönelik Yunan duyarlığı, Merso’nun sadeleştirilmiş varoluş ikilemini
teşkil eder. [32 3] Merso hem Yunanlılarla birlikte krallığımızın bu
dünyaya ait olduğunu, hem de Hıristiyanlarla birlikte bu dünyanın
ölümün her an yakın olduğu bir trajedi yeri olduğunu onaylar.
Yazılmamış Şiirler Antolojisi
Dairesel bir yörüngede birbirini kovalayan bu iki iklimi düşüncesinin
iki kaynağı olarak tarif eden notları 1935-36’da yazılan ve 1937’de
Cezayir’de az sayıda basılan Yazılmamış Şiirler Antolojisi’nde [4] yer
alan beş denemeyi oluşturur. Mutluluk, bilinç, gerçek, insanlar, acı,
dünya, ölüm, ışık kaynağı güneş ve sağladığı yüce gönüllülük,
Cezayir’in ışık altındaki sert ve kuru doğası, yoksulluk, onur, adalet
arayışı yanında belki dünya tarafından varlığının istenmesi, şefkat ve
kabul edilme arzusuna işaret eden, her zaman sevgiyle bağlı kaldığı ve
anısını eserinde yaşattığı sessiz anne figürü (Bu sağır-dilsiz anne
figürü Merso’nun eserinde, doğayla, dilsiz, salt varoluşu içinde ona
dolaysızca katılacak olan arzulu insan bedenini, güneşi, denizi ve
kumuyla sarmalayan, kendisine dönüp mürüvvete ermeyi arayacağı
doğayla, vurgulanması gereken bir benzeşim taşır), kısacası sonraki
eserinde de tekrar tekrar ortaya çıkacak temel anahtar kelimeler,
temalar ve dekorlar yerlerini bir daha boşaltmamak üzere almıştır bu
küçük eserde.
‘İroni’ adlı ilk öyküde hem kayıtsızlık hem şefkatle ele alınan ‘hayatın
kenarında bırakılmış kötürüm yaşlı kadın’, ‘artık anlattıklarıyla
kimsenin ilgilenmediği yaşlı adam’, ‘ölümü hayatındaki küçük rol
kesmeleri arasında kaynayıp giden nine’ ve onlardan sıkılıp da
kendilerini bekleyen canlı sokaklara akın eden gençler, yaşlılık ve
ölüme doğru giden hayat öyküsünün iki kutbunu kitabın problemi
olarak gözler önüne serer.
‘Evetle Hayır Arasında’da, anlatıcı bir kedi leşi karşısında oturur ve
bütün yaşamın bir görüntüde özetlendiğini, yokluğun belli bir
noktasında hiç bir şeyin hiç bir şeye götürmez olduğunu, ne umudun
ne de umutsuzluğun köklü göründüğünü kendine mırıldanır. Ama
ölümden bu tarafsızlığa, bu ilgisizliğe ilerlemeyi kabullenmek istemez.
Hayatın onu bıraktığı dilsizlikte, bu saçmalık anında yaşama umudu
ve ölümden gelen umutsuzluk arasındaki kararı askıda bırakır. [4 60]
Avrupa yolculuğunu kısaca yeniden kurgulayan ‘Ruhta Ölüm’de Orta
Avrupa karanlığı, yalnız başına yolculuğun sıkıntısı ve ardından
güneşli İtalyan ovalarına doğru bir seyir izledikten sonra bir yanda
ışık tutkusu, yaşama aşkı ve öbür yanda umutsuzluk ve ölümle ilgili
deneyim arasında gizli bir bağlılık bulunduğunu, ikisinin de değerli
olduğunu bildirir. [4 78] Dünyanın böylesi bir çelişkin durumunu
kucaklar, yaşamın sunduğu iki suretin de kendi parçası olduğuna
karar verdiğini duyurur. Tasvir ettiği sahneden metnin basitliği,
açıklığı ve aynı anda kapalılığı yoluyla insan dramını acısı ve tatlısı ile,
gündelik ve bedensel olanla yetinen kıvanç yanında sonsuza ilişkin
arayışı ve umutsuzluğu ile kabullenmek mesajının anlaşılmasını umar.
“Yaşama umutsuzluğu yoksa yaşama aşkı da yoktur.” [4 84]
12
Yitik Değerler İçin Özlü Sözler
İki yıl arayla takip eden ve ilk kitaptaki düşünceleri geliştiren ‘Yitik
Değerler İçin Özlü Sözler’in [5] (1939) ilk öyküsü ‘Tipasa’da
Düğün’de doğaya dönerek bütünlenme, insanın doğal halinden ayırıp
yeniden şekillendirdiği taşın doğaya, biçimsiz heyulaya dönüşünün
sergilendiği bir antik kent dekorunda anlatılır. Önemli olan ne
dünyadır ne de insan; ikisinin arasındaki uyumdur. Dünya güzeldir ve
onun dışında hiç kurtuluş yoktur. Merso doğayı vazgeçişle sevmekte
insan koşulunun gururunu bulur, ayrıca yaşam aşkını “yalnız kendi
için isteme zayıflığına” düşmez, onu “büyüklüğünü basitliğinden alan
ve plajlarda ayakta göklerinin ışıl ışıl gülümsemesine suç ortağı
gülümsemesini yönelten şu güneş ve denizden doğmuş canlı ve hoş
bir koca ırkla paylaşmanın bilinci ve gururu” içindedir. [5 24]
‘Cemila’da Yel’de inancını, yani inançsızlığını koruma andı içer.
Dünyanın tüm ‘daha sonra’larını şimdiki zenginliğinden de
vazgeçmemek söz konusu olduğu için inatla geri çevirdiğini bildirir.
Ölümle ilgili düşüncesini özetler: “Ölümün bir başka yaşama
açıldığına inanmak hoşuma gitmiyor. Ölüm benim için kapalı bir
kapı. Bunun atılması gereken bir adım olduğunu söylemiyorum:
Korkunç ve pis bir serüven olduğunu söylüyorum. Bana önerilen şey
insanın sırtından yaşamın yükünü almaya çabalıyor.” [5 31] Ölümün
kesinliğinin bilinciyle, ölüm bir rakipmiş gibi, cesaretle, yüzleşmek
ister. İnancı inatla reddetmesinin ve bu konuyu özenle
vurgulamasının sebebi kaçmak düşüncesinin rahatsız ediciliği,
ejderhayla mücadele eden fedakâr şövalyenin cesaretle hasmının
üzerine atıldığı andaki kahramanlara has gururunun savaşçı olduğu
kadar çocuksu imgesidir. Merso hayat stratejisini oluşturmuştur:
“Bilinçli ölümler yaratmak, bizi dünyadan ayıran uzaklığı azaltmak ve
her zaman için yitirilmiş bir dünyanın coşturucu imgelerinin
bilincinde olarak sevinçsizce tamamlanışa girmek.” [5 34]
İleride tekrar ele alacağı ama tanımlamaya da yeltenmeyeceği bir
ikinci terimi ‘Cezayir’de Yaz’ öyküsünde dile getirir: ‘Bir’ olmak.
Kendine-kapalı ‘Bir’den kopmuş bulunan yaratığın mekânsız
yurduna, Bir’e dönüşüyle tamamlanan Plotinosçu kurguyu insanın
derin bir arzusu olarak sahiplenir. Ama göksel olan reddedildiğine
göre, hâlâ birlik adıyla anılacak bir hal kaldıysa, bu olsa olsa doğa ve
insanın mürüvvetidir. “Burada birlik, güneş ve deniz sözleriyle dile
gelir. Yürek bunu acılığını ve büyüklüğünü oluşturan belirli bir ten
tadından tanır. İnsanüstü mutluluk bulunmadığını, günlerin eğrisi
dışında durasızlık bulunmadığını öğrenirim. Beni yalnızca bu önemsiz
ve temel zenginlikler, bu görel gerçekler coşturur. Ruhum ötekileri,
idealleri kapsayacak kadar geniş değil.” [5 51]
Zikretmekten vazgeçmediği bir seri ‘değer’, ölüm karşısındaki gururlu
tutumdan alınmadır hep: Ölüm karşısında bilinçli, onu unutmak
yoluna gitmeden, ölüm gerçeğine karşın yüzünü doğaya dönmüş, onu
aşmak vaadiyle ilgisini kesmiş, böylece hilesiz, dürüst ve arı kalmak.
“Yaşamı öven her şey aynı zamanda onun anlamsızlığını artırır.
Cezayir yazında bir tek şeyin acı çekmeden daha trajik olduğunu
öğreniyorum: Bu da mutlu bir insanın yaşamı. Ama hile yapmamaya
götürdüğüne göre daha büyük bir yaşamın yolu da olabilir.” [5 52]
Günahı hiç anlayamadığını söylese de o, kendi amentüsünü ve ahlakî
emirlerini yazmıştı; ahlakının temelinde mahallede ve futbol
sahasında öğrendiği ilke yatıyordu: Rekabette erkekçe gurur!
Görüşlerini savunurken başvurduğu ve açık olduğundan şüphe
duymadığı ahlakî ilkesi, doğruluğu ölçmekte kullandığı sınama tahtası
idi bu: “İnsanlığın acılarının kaynaştığı pandora kutusundan
Yunanlılar bütün ötekilerden sonra, hepsinin en korkuncu olan
umudu çıkarmışlardı. Bundan daha duygulandırıcı simge bilmiyorum.
Çünkü umut inanılanın tersine, boyun eğişle eşdeğerdedir.
Yaşamaksa boyun eğmemektir.” [5 53]
Yaşamla ilgili stratejisini aynı umutsuz düğümden (Ölümün
mutlaklığı ve kurtuluşun olanaksızlığı inancı) çıkarmak düşüncesini
savunur: “Mutluluk bir varlıkla sürdüğü yaşam arasındaki basit
uyumdan başka nedir? Ve hangi uyum bir insanı yaşama, devamlılık
isteğiyle ölüm yazgısının çifte bilincinden daha yasal bir biçimde
bağlayabilir?” [5 69] “Her gerçeğin kendi içinde acılığını da taşıdığı
13
doğruysa, her yadsımanın bir ‘evet’ çiçeklenişi içerdiği de aynı ölçüde
doğru ve izleyimden doğan bu umutsuz aşk şarkısı eylem kurallarının
en etkilisini de canlandırabilir” [5 72]: Yaşamak kararlılığı.
Bitti, Altımı Silin.
1938’de Cumhuriyetçi Cezayir’de yayınladığı bir kitap eleştirisini
(Carter’ın ilk romanı, ‘Çamurlu Taş’ üstüne) romanla ilgili genel
düşüncelerini açıklama fırsatı olarak kullanır: “Bir roman asla
herhangi bir şey değil ama imgelere yerleştirilmiş bir felsefedir ve iyi
bir romanda felsefenin tümü imgelere geçmiştir. Fakat felsefe
karakterler ve eylemlerden bir taştı mı ve bu yüzden esere
yapıştırılmış bir etiket gibi durdu mu, konu hakikiliğini, roman da
hayatiyetini kaybeder. Bununla birlikte bir eser kalıcı olacaksa büyük
fikirlerden vazgeçemez ve deneyimler ile fikirler, hayat ile hayatın
anlamı üstüne düşünüm arasındaki gizli kaynaşma romancıyı büyük
yapan şeydir.” [35]
Üzerinde çalıştığı bir roman bu sıralarda onu çok yormaktadır.
Daima çalışanların aleyhine yorumlanan esnek mesai saatleri gece
yarılarına kadar sürmekte, ama gençliğinin verdiği insanüstü
dayanıklılığın sınırlarını zorlayan genç Patrice evine döndükten sonra
günün gül renkli ilk ışıklarına dek romanı üzerinde kılı kırk yarar
denemelerini bir bilim adamı titizliğiyle yürütmektedir. Sosyal yaşantı
için hiç bir fırsat kalmadığından gittikçe insanlardan uzaklaşmakta,
yalnızlık ve yorgunluk tarafından tüketilmektedir. Hastalığı onu içten
içe yemekte ama yazar adayımız büyük bir hırsla fikirleri kelimelere
yükleme çalışmasını sürdürmektedir. Derken yorgunluğa
dayanamayan soluksuz bedeni yıkılır ve korkunç bir verem atağı
geçiren Merso çalışmasına ara vererek orman manzaralı bir
sanatoryuma çekilmek durumunda kalır. [2 75]
Sanatoryumda son yıllarda eksikliğini çektiği insanca arkadaşlık
ortamını, bir hava almak üzere insanlığın kenarına atılmış hastalıklı
bedenlerin arasında tadacaktır. Burası yaşamının akışında en önemli
şahsiyetlerden biriyle, hayatını değiştirecek olan Abram Vulecik’le
tanışıp unutulmaz bir dostluğu paylaşacağı yerdir. Birlikte yapmayı
sevdikleri etkinliklerden biri günün birinde zengin olmayı hayal
ederek at yarışı bahisleri oynamaktır. Sabahlara kadar manzaralı
balkonlarında sürdürdükleri sohbetlerinde hangisine çıkarsa çıksın
ikramiyeyi paylaşacaklarına yeminler ederler. [6 48] Bir gün yine
müşterek oynanan bir kuponla Cezayir Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı
tuttururlar. Sonuçları öğrenmeye Patrice gidecek, battaniyesinin
altında kazanılan meblağdan habersiz, gündelik havasını teneffüs
etmekte olan arkadaşının payını soğukkanlılıkla iç edecek, ardından
Hipodrom Çay Bahçesi’nin en güzel masasından kum pistte toz,
toprak, ter, buhar dumanları arasında sağrı sağrıya çarpışan atları
seyrederken bir sütlü kahve içecektir. [6 32]
Esasında tasarısı kazandığı bu parayla ilk romanını bastırmaktır.
Ancak romanı bir türlü tamamlayamaz. Bir kere edebiyatçı mı,
felsefeci mi, yoksa siyasi tahrikçi mi olması gerektiğine henüz karar
verememiş, bu da edebiyat hususundaki önyargılarını aşacak güçte bir
metin üretmesine engel olmuş, bölük pörçük birleştirilemeyen bir
metinler yığını arasında kaybolmasına sebebiyet vermiştir. En
sonunda tamamlandığında roman ağırlıkla tehlikeli siyasi eleştiriler
barındıran idareyle bir sürtüşmeye yol açabilecek bir ton kazanmış ve
aynı süreçte artık sanatoryumdan ayrılmış olan Patrice arkadaşına
karşı vicdan azabında boğulmak üzre, sokaklarda ruh gibi dolaşırken
görülmeye başlamıştır. [5 74]
Merso iç sıkıntısının yoğunlaştığı bir gün, bir matbaaya giderek
romanı haksızlık ettiği Abram Vulecik’in adına bastırmaya çalışır,
roman basılmadan önce sansüre takılır ve yazar olarak adı geçen
Abram tutuklanır. Merso ise teslim olmak ve arkadaşını kurtarmak
yerine korkuya kapılarak elinde kalan tek nüshayı bir kül tablasında
sayfa sayfa yakar, iki gün süren işlem sonunda ciğerleri dumanla
dolduğu için zaten artık ruhsal açıdan çökmek üzere olan Merso bir
verem krizi daha geçirir. [3 92]
14
Sevdiğim Kahır Şarkıları
Ölümlerden dönen Merso’nun yardımına yine Abram yetişecektir.
Arkadaşını affetmiş, onun gençliğini, yazar olabilme ihtirasını ve de
korkaklığını bağışlayacak kadar yüce gönüllülük gösterdiği yetmezmiş
gibi bir de Merso’ya yardım etmesi için sevgili karıcığını sanatoryuma
göndermiştir. Simone bitap düşmüş olan Merso’ya tuvalet kâğıdı ve
pijama getirir, ilaçlarını alır ve onu haftada iki kere ziyaret ederek
gurbetteki yalnız gence duygusal destek vermeye çalışır. Bunun
karşılığı olarak bu yüce gönüllü çiftin ödülü yine ihanet olacaktır;
çapkın Merso, Simone’un zayıf bir anını kollayarak onu baştan
çıkarmayı başarır ve biraz zorlamayla da olsa onla yatar, rezillikte sınır
yok, ahlaksız ya! [3 43]
Böylesine karışık ve zor bir dönemde çantasında gezdirdiği ama
yayınlamadığı ikinci romanı da, defalarca yeniden yazılan ama
Merso’yu tatmin edemeyen, daha sonra yerini Yabani’ye bırakan bir
projedir. İlk taslaklarda ‘Devlet Büyüklerinin Sevdiği Kahır Şarkıları’,
[30 13] son halinde ‘Sevdiğim Kahır Şarkıları’ [6] iki ana bölüme ayrılır:
Doğal Kahır ve Bilinçli Kahır. Açılış sahnesinde romanın kahramanı
Albert hayatını hakkınca yaşayamayan kötürüm zengin Allen Dion’u
kendi örtük isteği üstüne öldürür ve paralarını alır (“Yirmi beş
yaşımda, Albert, duygusu, istenci ve mutluluk gereksinimi olan
herkesin zengin olmaya hakkı olduğunu anlamıştım. Mutluluğun
gerekliliği bana insan yüreğindeki soyluluk gibi görünüyordu. Benim
gözümde her şey onun aracılığıyla haklılık kazanıyordu. Arı bir yürek
yetiyordu bunun için” (...) “Yaşamı hiçbir zaman bir sakatın
öpücükleriyle kirletmemek gerekir.” [5 38]) Tensel hazla ilgili ve
anlaşılan ondan ibaret olan ‘yaşamak görevi’ni genç ve sağlam
bedeniyle ve arı ruhuyla devralır. Eve giderken ise üşütür. Ancak
hastalık kitapta en sonunda kahramanı öldürecek olmasına karşın –
belki para bir çürükten diğerine geçince romanın teması
anlamsızlaşacağı için- şüpheli biçimde gölgede kalır.
Erken taslaklarda Albert ne büsbütün suçlu, ne de bağsız ve
suçsuzdur. Henüz hayattan umudunu tam olarak kesmemiş olan
Allen Dion’u gözyaşları içinde doğal ölümüne yuvarlayan kurşunu
ateşleyişini meşrulaştıran gerekçeler (Yazarın üstün ihtiyaçları,
burjuva toplumunun adaletsizlikleri ve politik etkinliğin işe
yaramazlığı [34 38]) sonraki versiyonlarda metinden çıkarılmıştır.
Albert’in ilk taslaklarda yer alan yazma arzusu şemayı daha anlaşılır
kılabilirdi, bu temanın kitaptan çıkarılması kitabı sakatlar. Son taslakta
tek ödevi ve ‘meşrulaştırılması gereken’ eyleminin ‘haklı çıkma yolu’
yaşamak ve mutlu olmak gibi görünür. Ancak ‘mutlu olmak’, yazın
etkinliğinde başarılı olmanın yerine sonradan yerleştirildiği için
meşrulaşma teması kitapta iğreti kalır.
Tahmin edileceği gibi kitaptaki çoğu tema ve sahne gibi ‘yazmak’
teması da Merso’nun hayatıyla birebir ilişkilidir. Muzdarip olduğu
para sıkıntısı yüzünden, umut vadeden genç yazar Merso, yaratıcı
etkinliğe kendini adayamıyordu. Çok çalışıyordu ve çalışmaktan arta
kalan zamanda yazmayı başaramazsa hayatı tümden
anlamsızlaşacaktı: Yaratmak yahut yaratmamak; yaratırsa bütün
eziyetler meşrulaşacak, bunu başaramazsa yaşamı tam manasıyla
saçmalıktan ibaret kalacaktı: “Evlilik ve 40 saat, ya da bir altıpatlar.” [5
74] Merso, romanında, altıpatları kötürüm zengine çevirmeyi
deneyecektir. [34 38]
Kitabın son halinde her bölümü diğerine ruh halinde gerçekleşen bir
hamle ile bağlama çabası sezilir, bu hamleler Merso’nun gerçek
yaşamından kopar ve Albert’in mutluluğa yürüyüş kurgusuna
yerleştirilmeye çalışılırlar. Ancak genç Merso’nun anılarından kitaba
devşirdiği coşkunluk ve acıları kitabın son kurgusuna tam manasiyle
uymaz. Cinayet sahnesinin ardından Albert’in geçmiş yaşantısından
fakir yaşam sahneleri gelir. Fakirlikle, mutluluk değil, ancak
tekdüzelik elde edilebilir. Dion’un parası çalışmaktan kurtulup
mutluluğu aşama aşama elde edecek zamanı Albert’e sunacaktır.
Çalışırken mutlu olamaz zira başkaldırı durumundadır. [6 55] Dion’u
öldürdükten sonra bir gemiye atlayarak Marsilya’ya, Simone’a ayrılma
15
mektubunu yolladığı Lyon’a, ordan da Prag’a gider. İçinde uyanan
yeni yaşam çağrısına uyar. Niye seyahate çıktığı tam olarak anlaşılmaz;
sebep suçsuzluğunu bulmak gibi görünür, belki yeni yaşamını aramak
olarak da anlaşılabilir. Gerçekte 1936’da gerçekleşen bu seyahatin
sebebi aldatılma sarsıntısıydı. Karısıyla o dönemde gerçekleşen
boşanmasından kitaba geçen yegâne detay Simone’a yazdığı ayrılık
mektubudur. Bu önemli olayın eksilmesinin yarattığı boşluk kitapta
hissedilir. Ancak bu sarsıntılı seyahatin muhtemel bir açıklaması daha
vardır. Hayatının son döneminde yazmakta olduğu otobiyografik
romanı için aldığı notlarda kendisini temsil eden karakter ve bir
arkadaşı bir dostun karısını tecavüz edip öldüren suçlunun peşine
düşüp onu öldürür, sonra bunun utancını yaşarlar. [3 175]
İkinci bölümde (Bilinçli Kahır) Prag’da geçirdiği bir mutsuzluk
patlamasının ardından ilacını fark eder: “Yaraları kapatan yeşil
akşamlar ile güneş ve kadın dolu kentlerin özlemiydi bu.” [6 79-80]
Avusturya’da bir trende manzarayı seyrederek ilerlerken
suçsuzluğunu, ayrıca yaşamla, iyilikbilmezliğine, çirkefliğine varıncaya
dek suç ortaklığı içinde olduğunu bulur. [6 84] Bu plansız kaçış ve
arayış bırakılacak ve dünyanın suçsuzluğuna karışılacaktır. Daha
sonraki bölümlerde Albert hayattan haz almaya başlar. Güneye
gittikçe karşısına çıkan güneş ve kadınlar coşkusunu artırmaktadır.
Afrika’ya döner ve bir süre üç üniversiteli kız arkadaşının evinde
konuk olur. “Büyük kararlarını almadan, yaşamın çok önemli bir
bölümünü oynamadan önce, yalnızlık ve yabancılıkla ağulanmış olan
Albert, (...) dostluğa ve güvenliğe sığınmak, belli bir güven duymak”
ister. [6 87] Ama ‘mutluluğunu ve doğrulanmasını hazırlamak
zorundadır’ o yüzden yaşamın sunduğu basit mutluluğa karşı uyanık
kalır, kendini kaptırmaz. O andan başlayarak, bütünüyle bilinçli bir
biçimde, hesap edilmiş bir davranışla, yaşamı değişmiş ve mutluluk
ona mümkün görünmüştür. Mutluluk, aşk ve dostluklar yoluyla değil,
doğal bir yaşam, sabırlı ve bilinçli bir bekleyişle mümkün görünür.
İçindeki kapalı alandan, dünya karşısındaki bilinçlilik ve sabırlı
coşkudan başka bir şey istememektedir. [6 88-9] Yukarıda ele aldığımız
görüşlerin yansımasını burda okumak icap eder. Ölüm gerçeğine
karşın ve tam da bu yüzden, belki yazgısının en belirleyici veçhesi bu
olduğundan, kendini avutmaksızın ve yine denklemde bir öğeyi
eksiltmemek için yaşamı severek, yaşama karşı aynı coşkuyu hissettiği
halde ölümü beklemek. İşte bu gururlu bekleyiş, yazgısıyla uyumu
hatta yazgı aşkını yakalamak ve bu tanım uyarınca mutlu olmaktır.
Mutluluk bir seçim (Yazgının seçilmesi) ve bu seçim içinde de
tasarlanmış, bilinçli bir istenci içerir.
Arkadaşlarının yanından ayrılır, onun ekmeği tensel mutlulukta
ölümü unutmak değil, ölümün gözünün içine bakmaktır. Taşraya
yerleşir. Sadece ihtiyaç duyduğunda görüşeceği Marie’yle öylesine
evlenir. Aradığı ayrıksı mutluluğun koşullarını kendine göre listeler:
Sabah uyanışları, düzenli deniz ve güneş banyoları ve bilinçli bir
sağlık bilgisi. [6 120] Gündelik işler ve köyün yaşamıyla vakit geçirir.
Albert’e göre: “Daha uzun ya da daha kısa süre mutlu yaşanmaz.
Mutlu olunur, nokta. Ve ölüm de hiçbir şeyi engellemez, o da bir
mutluluk kazasıdır bu durumda” (“Aklıma yatmadı, dedi Catherine”).
[6 130] Merso mutlu bir hayata anlam atfedemez, anlamı her zaman
ölümden, daha spesifik olarak ölümün tarzından, daha da spesifik
olarak bilinçliliğinden devşirmeye çalışmıştır. Stoik bilgeye özgü
değişmez mutluluk hali elde edilmişse, hayat için değil, hâlâ kan,
sağlık ve arzu dolu bedeninin ölümle karşılaşabilmesi içindir bu.
Bilinçli biçimde ölünecektir, hayatı güzel yaşamaktan söz etmez,
ölüme giden yoldan yaşamak kararlılığını çıkarsar.
Albert güzel bir gece yüzmesi sonucu üşütüp yataklara düşer. Ama
duru bakışını son bir gayretle korur, ölüme kadar bilinci açık gitmek
ister, hem de yaşamı hâlâ arzularken: “Yazgının insanda yarattığı bu
seçimi bilinçlilik ve yüreklilikle yapmıştı. Onun bütün yaşama ve
ölme mutluluğu buradan kaynaklanıyordu. Bir hayvan çılgınlığıyla
baktığı bu ölümden duyduğu korkunun yaşamdan korkmak anlamına
geldiğini anlıyordu. Ölme korkusu, insanın içindeki yaşayan şeye olan
sınırsız bağlanmayı açıklıyordu. Yaşamlarını yükseltmek için kararlı
davranışlarda bulunmamış olanlar, korkanlar ve güçsüzlüğü
yüceltenler, bütün bunlar, ölümden, içine karışmadıkları bir yaşama
16
onun getirdiği yaptırımdan dolayı korkuyorlardı. Hiçbir zaman
yaşamadıkları için yeterince yaşamamışlardı.” [6 144]
Demek ki kararlı bir davranışın aşırttığı eşik zamansız bir mertebeye,
farklı bir oluş haline erdirmişti kahramanımızı. Bilinçli biçimde
yazgısını seçmiş olmak, yaşamış olmaktı. Ve yaşamış olmak, ölüm
anında onu kurtarmıştı. Nokta. [Nasıl nokta?] [Karışma karışma işine
bak.] Albert zayıflığın baş göstermeyeceğini anlıyordu. Çünkü
rolünün gereğini yerine getirmiş, insanın yalnızca mutlu olmak olan
tek görevini tamamlamıştı. Uzun zaman değil elbette. Ama “Zaman
olaylara hiçbir şey yapmaz.” [6 146] Yalnız engel olabilir; bu durumda
artık o da önemli değildir. Albert engeli yıkmıştı ve içinde
oluşturduğu içsel kardeşlik iki ya da yirmi yıllık olmuş pek önemli
değildi. Mutluluk onun olduğu durumdu. [6 145-6] “Bilinçli olma,
oyunsuz, korkusuz, teke tek, gövdesiyle baş başa, gözlerini ölümün
üzerine açma gerekliliğidir bu. Erkekçe bir sorun söz konusuydu. Ne
bir aşk, ne bir çevre, hiçbir şey, ama Albert’in son kozlarını oynadığı
sonsuz bir yalnızlık ve mutluluk çölü.” [6 146] Nihayetinde Albert
muradına ermiş, hayata karşı arzusu körelmeden ölmüştür.
Sevdiğim Kahır Şarkıları’ndaki düşünceler Yazılmamış Şiirler
Antolojisi ve Yitik Değerler İçin Özlü Sözler’de aktarılanlardan çok
da farklı değildir. Fakirlikle geçen gençlik sahneleri, ardından Orta
Avrupa ve orada kahramanın kendi içinde bulguladığı ve geri dönüş
ile yeniden kavuşulan doğa, güneş, mutluluk. Ayrıca ölümlü kadere,
dünyanın iyisi kötüsüyle kabulüne, yazgının benimsenmesine ve
erkekçe duruşa verilen çocuksu anlam bu yapıtları birbirine
bağlamaya yetişir. Kitapta bölümler birbirine iyi kötü bağlanır.
Sahneler farklı kökenlerden devşirilse de bir kurgu ayrımsanır,
sahneler olarak düzenlenmiş her bölümün güçlü bir mekânı vardır ve
düşünceler de iyi kötü aktarılmıştır. Ve bu düşünceleri, daha sonra
yayınladığı kitaplar göz önüne alındıkta, sonradan vazgeçilecek
görüşler olarak değerlendirmek güçtür. Bunlar arasında diğer
kitaplarında bulunmayan tek önemli düşünce Stoacı zamandan
bağımsız mutluluk mertebesi düşüncesidir. Belki düşüncenin
vazgeçilemeyen görsel sahneler hatrına iğri bir yola sapışı
eleştirilebilir ama bu da başkaraktere gerçeklik hissi katmıştır
doğrusu.
Ne var ki Mörso kitabı yayınlatmamıştır. Derlenen deneyim parçası
ve fikirlerin Mörso’yu edebî açıdan tatmin eden lezzetli bir karışım
oluşturması mümkün olmamış olabilir. Belki de kitaptaki cinayetin
bencil çıkarlarla işlenmesi Mörso’yu rahatsız edecekti? Kitabın
Yabani’den esaslı bir farkı olaylar perdesini açan cinayete yaklaşım
değil midir? [Tabiî siz nerden bileceksiniz, oturun biraz kitap
okuyun.] Öyle ya da böyle Sevdiğim Kahır Şarkıları, Yabani’ye evrildi.
Bu dönemde Mörso’nun zihnindeki yarılma dikkat çekicidir,
yayınladığı gazete yazılarındaki iklim Sevdiğim Kahır Şarkıları’ndaki
düşünsel ortama zıttır: Açık ahlakî yargılar, gereksiz süsten arınmış
anlatım, insan dayanışmasına sorgusuz adanma. [34 51]
Bence Hayat Hep Aldatmaca (Allah Sahtekâr)
Savaştan hemen önceki yıllarda Mörso ölümlülük koşuluyla ilgili
düşüncesini açımlayacak bir üçleme tasarlıyordu: Evrenle Çekişme,
Yabani ve Hayata Sarılmak (Sırasıyla, oyun, 1945’te sahneye kondu
ve yayınlandı; roman, 1942; deneme, 1943). Savaştan önceki
fikirlerini ifade etmek üzre yazılan ancak savaşın Mörso’nun zihninde
yaptığı değişimler boyunca tekrar tekrar revize edilerek değişen
Evrenle Çekişme oyunu, Roma’nın zorba imparatorlarından Nina’nın
Plutonyus tarafından anlatılan hayat öyküsünü çerçeve olarak
kullanır. Nina’nın eksantrik davranışları bu eserden alınmıştır. [30 21]
Nina aşkla bağlı olduğu kız kardeşi Bruşilla ile yatmış, Bruşilla ölünce
de sıyırmış, ortadan kaybolmuştur. Ama gerçekte bu bir uyanıştır;
şunu anlar: İnsanlar ölür ve onlar mutlu değildir. Mutluluk ve
ölümsüzlüğün bu dünyaya yabancılığına bir tepki ve sonuçsuz
arayışların bir sembolü olarak imkânsızı (Oyunda, gökteki ayı)
istediğini ilan eder. Düşüncesini (‘mantığını’) sonuna kadar takip
etmek gerektiğine karar verir. Diğer insanlar ise ölüm fikrini hiçe
17
sayan bir yaşam düzenini kendilerini her an aldatmak yoluyla
sürdürmektedirler: ‘İnsanların hayatını ölüm gerçeği etkilememekte,
öyleyse çevremde her şey yalan ve ben gerçeğin yaşanmasını
istiyorum. Onları gerçekler içinde yaşatabilme araçlarım var. Bundan
sonra uyumak dinlenmek yok. Bilinçliliğimi yitiremem.’ [5 82] Akıl
yürütmesini takip ederek yerleşik değerleri ve etrafındaki insanların
hayatlarını altüst etmeye, sebepsiz görünen bir zulüm yönetimi
kurmaya girişir. Emperyal gücü sayesinde özgürlüğü sınır tanımaz ve
‘mantığını’ kovalayabilir. Tanrı yoktur, ölüm mutlaktır, burdan
hareketle dünyanın önemsizliğini keşfeden kişi özgürlüğüne kavuşur;
artık kural yoktur, her şey mubahtır. İmparatorlukta özgürlükle
büyük bir deneyim başlar. Ancak terör düzeninin üçüncü yılında
Nina’ya karşı bir komplo kurulur ve Nina yaşamına kastedildiğini
bildiği halde komplocuları engellemez. Bu sırada muhtemelen
Mörso’yu temsil eden karakter, Tereya, komplocularla konuşur:
Nina’nınki ‘utkusu dünyanın sonu olan büyük bir düşünü’dür. Tereya
bu tutkuyu [Terimleri değiştirme!] anlar ama onu kabul etmez:
“Ölecekmişim! Umurumda değil. Gerekirse yiğitliğimi gösteririm.
Ama bu yaşamın anlamının yittiğini, yaşam sağduyumuzun yok
olduğunu görmeliyiz. Dayanılmaz olan! Sağduyusuz yaşanamaz.”
Komploculara katılmayı kabul eder: “Ama bir kez daha, yalnız bir
kez sizinle olduğumu bilin. Bundan sonra çıkarlarınıza yardım
etmeyeceğim. Ancak, uzlaşan bir dünyada yeniden barışın
kurulmasını istiyorum. Beni kamçılayan tutku değil ama usa dayanan
bir korku. Kıyıcı bir coşkunluğun yanında yer alan değersiz
yaşamımdır.” [11 25-6] Tereya sadece yaşamak ve mutlu olmak ister.
Nina ile fikirleri temelde uyuşsa da tercihleri farklıdır.
Oyunun sonuna doğru Nina hatasını açıklar: Ayı elde etse ya da aşkla
yetinse her şey farklı olabilecektir. İki dünyada da hiçbir şey onun
ölçüsünde değildir. Olanaksıza göz dikmişti ve şimdi onu elde
edemeyeceğini öğrenmiştir, [11 73] oyunun son sahnesinde karşısına
dikilen aynada sadece kendi görüntüsüyle karşılaşır. Hayata
Sarılmak’taki saçma insan örneklerinden biri olan fatih tiplemesinin
öncüsü, Nina, tanrıların saltanatını üstlenmek istemiştir. Bu fikir daha
sonra ‘Ahlaklı Asi’de özünden kopmuş insan başkaldırısının tarihsel
istikameti olarak yeniden ortaya çıkacaktır. Mörso başka yerde
Nina’nın öldürülmeye rıza gösterişini şöyle açıklamıştır: Kendisine
sadık kalmak uğruna insanlığa vefasız davrandığı için ölümü kabul
eder, zira kişinin yalnız başına kendini kurtaramayacağını, diğerlerini
feda ederek özgür olamayacağını anlamıştır. Gerçekte Mörso bu
noktayı oyunda yeteri kadar vurgulamaz. Argümanına inanmak
istediği, ama onu ikna edici biçimde formüle edemediği (Bunu asla
başaramayacaktır) iddia edilebilir. Terör estiren Nina’ya esaslı bir
cevabı yoktur ama onu haksız çıkarmak arzusuyla çırpınır. Oyun son
halini aldığında artık Nina, Mörso’nun kâğıttan elbiselerle felsefeci
kılığına soktuğu yanlış yola sapmış bir Nazi, Tereya ise güzel
Toplum’u baloya götürmek üzere eve gelen esas oğlan Tarık’tır; yani
sağduyunun sesi, olgun sevgili Sisife Mörso. [Ama daha savaş bile
başlamadı kuzum, az yavaş ol... Bu oyun savaş boyunca değişti, Sisife
de değişti, savaşı anlat, içim kurudu, heyecan yarat, senden edebiyatçı
olmayacak.] [Benle ilgili değil ki, kendi açık bir mesaj vermeyi iğrenç
buluyor, bir sürü anlam çıksın istiyor, kendi de biliyor mu ne dediğini,
niye beni suçluyorsun?]
Savaş Alanı, Erler Meydanı
Savaş çıktıktan sonra Sisife orduya başvurur (“Dayanışmadan
vazgeçmeyi istemek boşunadır ... İşbirliği yapılır ya da onunla
savaşılır. Savaş ya da ulusal düşmanlıklara çağrıdan daha bağışlanmaz
bir şey yoktur. Ama savaş bir kez başlayıverdi mi, savaştan sorumlu
olmadığı bahanesiyle savaştan uzak kalmayı istemek boşuna ve
alçakçadır. Fildişi kuleler düşmüştür. Kendi kendiyle ve başkalarıyla
dostluk yasaklanmıştır.” [1 134]) Fakat veremli ciğerleri yüzünden geri
çevrilir. İki tozlu sünger parçası... Sisife güç bela inip kalkan
pistonlarıyla eksoz patlamaları arasında evinden gazetesine,
gazetesinden evine contası gevşemiş bir tulumbanın hareketleriyle
sürüklenmeyi sürdürecek, ama aktivist şapkasını kafasından
çıkarmayacaktır. (“Dışında kalınca bir olayı yargılamak olanaksız ve
ahlakdışıdır. Onu aşağılama hakkı, bu anlamsız mutsuzluk içindeyken
18
korunur. Bir bireyin tepkisinin kendi başına hiçbir önemi yoktur. Bir
şeylere hizmet edebilir ama hiçbir şeyi haklı kılmaz. Amatörce
istemek, yüksekten bakmak ve kendi çevresinden kopmak,
özgürlüklerin en gülünç biçimde sınanmasıdır. İşte bunun için,
hizmet etmeye çalışmam gerekiyordu. Eğer beni istemiyorlarsa,
küçümseyen sivil duruşu kabul etmem gerekiyor. Her iki durumda da,
düşüncem değişmez olarak kalabilir ve bıkkınlığım azalmaz. Her iki
durumda da, savaşın ortasındayım ve savaşı yargılamaya hakkım var.
Savaşı yargılamaya ve harekete geçmeye.” [1 134])
Savaşın başından itibaren günbegün daha fazla sansüre maruz kalan
Cumhuriyetçi Cezayir karalarla dolu soyut-ekspresyonist bir desen
çalışmasına dönüştükçe doğallıkla tirajı da düşer. En sonunda da
kapanır ve aynı kadro bir süre Cezayir Akşam gazetesini yayınlamaya
çalışır. Ama girişim çıkmaz sokaktır. Sansüre ve baskıya boyun
eğmeyen ekip, kolonyal idareyi rahatsız eden haberleri ve kendi
eşitlikçi görüşlerini açıklamayı sürdürür. Böylece ekibin Cezayir
macerası sona erer. 1940’ta gazete Paris’e taşınır. Ülkesini terk etmek
istemeyen Sisife, hem geçinip hem de topluma faydalı olabileceği,
toplumunu ileri taşıyabileceği bir iş kurmak amacıyla Oran kırsalında
bale okulu açmaya karar verir. Arkasını sağlama dayamak ve sermaye
bulmak amacıyla yörede kaçakçılık yapan Karlos çetesiyle ortak
olunca, kısa sürede başı jandarmayla belaya girecektir. Bale okulunun
sınıfları uyuşturucu deposuna dönmüş, beyaz zehir okula sızmış,
yavrular bembeyaz elbiseleri, tül etekleri içinde bahar çiçekleri gibi
uçuşarak zayi olmuşlardır. Kaybolan miktarı telafi etmesi istenen
Sisife, bürosu kurşunlandıktan sonra toplumculuğa tövbe edip apar
topar Kuzey Afrika’dan kaçar. [4 62] Fransa’ya geçerek eski çalışma
arkadaşlarıyla birlikte Paris Akşam’da çalışmaya başlar. [34 62-3] [En
iyisi yine gazetecilik.]
Almanlar Paris’i işgal edince gazeteyle beraber Lyon’a çekilir. Daha
sonra gazeteyi bırakır. Bu sırada Oran’lı bir matematik öğretmeni ve
piyanist olan Lucienne Sintes ile ikinci evliliğini yapacaktır. [Ve onu
hayatı boyunca mütemadiyen aldatacaktır.] Düğün Lyon Belediye
Parkı Aile Gazinosu’nda seçkin davetlilerin katılımıyla gerçekleşir. İlk
dans esnasında gelin ve damat kırdaki gelincikler gibi titrek ve
heyecanlıdır. [3 82]
İşten ayrılınca karısıyla birlikte Cezayir’e döner. Bir süre Fransız
okullarından atılan Yahudi çocukları için kurulan özel bir okulda
öğretmenlik yapar. 1941 güzünde Yahudileri ve siyasi muhalifleri
Vichy hükümetinin elinden alıp Tunus’a kaçıracak bir direniş grubu
organize etmeye çalışır. Fransa’daki direnişçilerle çoktandır temas
halindedir. [34 90-1] 1942’de yeni bir verem krizi yüzünden Fransa’ya
tedaviye gider ve müttefikler Cezayir’e çıkartma yaptıktan sonra
Fransa’da kalakalır. Eşiyle savaş sonuna kadar sürecek ayrılığı ünlü
romanı Ölümle Flört’ün temalarından biri olacaktır.
Kıtada Bir Yabani
Fransa’daki zorunlu ikameti sırasında aklına vefalı arkadaşı Abram
Vulecik’i ziyaret etmek gelir. Arkadaş çevresinde kısa bir
soruşturmadan sonra onun bilinmeyen bir sebepten karısı ile
ayrıldığını, ayrılığa dayanamadığını, kanlı öksürük nöbetleri eşliğinde
hastaneye kaldırıldığını öğrenir. Utanç içinde ziyarete gittiği
arkadaşının karısıyla ayrılma sebebini bilmektedir. Hastaneye
vardığında bitimsiz patlamalar içinde kıvranmaktan perişan haldeki
Vulecik’i tanımakta güçlük çeker. Vulecik onu elinden geldiğince iyi
karşılar. Olanlardan söz açmaz, kendine geldiği kısa aralıkta Sisife’ye
hastalığa tam manasiyle teslim olmadan önce üstünde çalıştığı
romanının elyazmasını emanet eder. İşte Yabani [7] bu elyazmasından
doğacaktır. Abram Vulecik ölür, Sisife ise beğenmediği romanı
bastırmaz, ama romanın ana temasını kullanarak Sevdiğim Kahır
Şarkıları’nın yerini alacak olan Yabani’yi yaratır. [9 53] Ve basmayı
yayıncılara kabul ettirdiği kitabın arka kapağına yarı yarıya kısılıp
kırıştırılmış gözleri ve sıkıca kapatılıp uçları çok hafifçe aşağı
baktırılmış dudaklarıyla incelikli çarpışmaların savaş meydanına
dönen ruhunu yedeğine almış yalnız ve yorgun sanatçının biraz
güvensiz, biraz ukala, hafif sitemkâr fotoğrafıyla kurulur.
19
Keyifli bir romandır Yabani, anlayış ve kayıtsızlığın biraradalığını
sergileyen bir olayla açılır: Küçük bir liman işletmesinde memur olan
Albert sağlığında da fazla ilgilenmediği annesinin ölümü karşısında en
basit tabiriyle ‘kayıtsız’ kalmıştır. Masraflı ve yorucu bir etkinlik
olduğu, üstelik de pazar gününün ziyan olmasına sebebiyet verdiği
için, Albert, annesini ziyaret etmek için yaşlılar yurduna gitmeyi
çoktan kesmiştir; zaten birlikteyken de pek konuşamamaktadırlar.
Mörso’nun annesine verdiği önem düşünüldükte seçim anlamlıdır.
Ailenin ihtiyarlarına karşı kayıtsızlık temasını daha önce Yazılmamış
Şiirler Antolojisi’nde de tüm doğallığıyla ele almıştı. Romanın ikinci
bölümüne yerleştireceği bir cümleyi de o zamanlarda defterine not
etmişti: Herkes zaman zaman bir yakınının ölmesini istemiştir.
Hayatı seven, ötesiyle derdi olmayan, basit, aldırışsız, yalansız,
yapmacıksız, mutlu bir adamın portresi ilk kısım boyunca çizilir.
Annesinin ölümünün ardından hayatına hiç ara vermeden devam
eder; bir sevgili edinir, denize gider, gönül eğlendirir; bir küçük
memurun tatlı ve rahat hayatını sürdürür, yaz vaktinin hafifliği
içindedir. Herkesi anlayışla karşılar ve onlara karışmaz, coşku veya
tepki göstermez, ilgisiz görünür. Etrafındakilere yalan söylemez; zor
soruları kısa, öz cevaplarla geçiştirir. Roman ilerledikçe Albert’in
kayıtsızlığı vurgulanır. Patronu Paris’te çalışmasını teklif ettiğinde,
“Alt tarafı hepsi bir,” “İnsan hiçbir zaman hayat değiştiremez, her
hayat birbirine benzer, buradaki hayatımdan şikâyetçi değilim” diye
yanıtlar. [7 34] Sevgilisi Claire kendisiyle evlenmek isteyip istemediğini
sorduğunda, “Vallaha, bence hepsi bir” der, “Ama evlenelim
istersen.” [7 34] Yine de duygusuz biri değildir, sadece hayatın basitliği
üstüne sürülmüş kat kat teamül boyasına yabancıdır, sahtekârlık
barındırmaz.
Pezevenk olduğu düşünülen komşusu Raymond ile tesadüfen
arkadaşlık kurar. Raymond’un eski metresini dövmesine karışmaz
hatta dolaylı olarak ona yardım eder. Kadının kardeşi ve onun
arkadaşları olan bazı Araplar Raymond’un peşinde dolaşmaya
başladığında kabul edilmiş bir tarafgirliğe uyarak onun yanında yer
alır ve yalancı tanıklık eder. Plaja gittikleri bir gün Arapları görürler.
Çıkan kavgada Raymond bıçakla hafifçe yaralanır. Albert kumsala
giden Raymond’un peşine takılır. Kumsaldaki bir pınarın başında
yine iki Arap’la karşılaşırlar. Albert, Raymond’un bir kaza çıkarmasını
engellemek için onun tabancasını alır (“Ateş etmeli mi yoksa
etmemeli mi, ama ikisi de bir.” [7 44]) Araplar geri çekilince kavga daha
da büyümeden atlatılır. Kumsal kenarında kız arkadaşlarının beklediği
eve dönerler. Fakat tam eve girecekken Albert basamaklarda durur,
yukarı çıkmaya üşenir. Kavurucu sıcak altında, durmak ya da
yürümek aynı hesapmış gibi gelir. Geri döner ve kumsala yürür.
Uzaktan kumsaldaki serin pınarı gördüğünde suyun şırıltısını tekrar
işitmek, güneşten ve bir gayret sarfından kaçınmak, evde bekleyen
kadınların ağlayışlarından kurtulmak nihayet gölgeliğe ve onun
vereceği rahatlığa kavuşmaktan başka düşüncesi yoktur. [7 45] Fakat
dereye yaklaştığı zaman Arap’ı orada bulur. Arap elini cebine sokar,
Albert de cebinde kalmış olan tabancayı kavrar. Sırf kumsal sıcak
olduğu için geri dönemez. Bir süre gergince karşılıklı kalakalırlar ama
bir şey yapmaya yönelmezler. Derken güneşten rahatsız olan Albert
ileriye hamle eder ve bir tek adım atar. Arap bunu tehdit olarak algılar
ve yerinden doğrulmaksızın bıçağını çekip güneşin altında ona
gösterir. Bıçaktan yansıyan ışık, güneşten ve sıcaktan sinirleri gerilen
Albert’i anlık bir harekete iter, tetik oynar. Özel bir anlamı olmayan
hareketler ardarda dizilerek olayı hazırlamıştır. Patlama Albert’i
birden kendine getirir. Üzerinde mutlu anlar geçirdiği kumsalın
olağanüstü sessizliğini mahvettiğini anlar, öfkelenir ve hareketsiz
vücûde dört el daha ateş eder, [7 46] ilk hamlede düşüncesizlik,
gerginlik ve bilinç yitimi var idiyse, son dört kurşun belki yaptığının
bilincine vardığında ortaya çıkan kahrın, belki eylemine yahut
kaderine sahip çıkmanın sonucudur. [32 55] Ruhsal açıdan zorlanmadan
yorumlanabilecek anlık bir cinayet işlenmiştir, ancak sonraki dört
kurşun yoruma açıktır. Kitap ikinci bölümde dava sürecinin mizahî
bir dille aktarıldığı ironik bir metne dönüşür.
20
Albert cinayet yüzünden değil, teamüllere uymadığı için yargılanır. İlk
bölümdeki kayıtsızlığı ona karşı kullanılır, ahlaka uygun sayılmayan
davranışları bir bir ortaya dökülür ve bunlar Albert’i idama taşırlar.
Savunma adına fazladan bir eyleme girişmeye üşenir. Cinayet çok
basittir. Albert sadece adım adım öyküyü anlatır. Pişmanlıktan ziyade
az çok can sıkıntısı duymaktadır. Sorgu onbir ay devam eder. Albert
durumdan rahatsız görünmez hatta zamanla sürece alışır ve
bürokratik işlemler gittikçe kolaylaşır, kendini iyice ‘aileden’
hissetmeye başlar, mahpus bir insan olarak yaşamaya geçer. Sorgu ve
mahkeme bölümlerinin uygunsuz gülünçlüğü ve hafifliği dikkat
çekicidir. Kendini haklı çıkarmaya çalışmayı reddetse de Albert ahlak
karşıtı değildir, belirli bir ahlakı takip ettiği iddia edilmiştir, sokak
ahlakıdır bu: Anneni yüzüstü bırakmazsın, karının sokakta saygı
görmesini temin edersin, hamilelere saygı gösterirsin, bire iki
dövüşmezsin, bunlara uymayan adam değildir. [34 84-5, 31 67]
Sorgular esnasında savcının isteklerini üç kez geri çevirir; olayları
teamüllere uygun yorumlamayı (Cinayete güneş sebep olmuştur),
pişman olmayı (“Yaptığım herhangi bir şeyden dolayı hiçbir zaman
gerçek pişmanlık duyamamış olduğumu ona samimi olarak, hatta
dostça izaha çalışmak isterdim. Ben her zaman olacak şeyin, bugünün
veya yarının tesiri altında olan bir insandım.” [7 74]) ve tanrı inancını
reddetmiştir –ki savcı bunu kabul etmekte epiy zorlanır. Hem
toplumla işbirliği yapmayı, hem papazla görüşerek kendini tanrı ve
öte dünya inancına teslim etmeyi üçer kez reddedişi, İsa’nın şeytanı
üç kez reddetmesine paralel bir simgesellik barındırır. [32 54] Gerçekten
de eylemlerinin toplumsal çağrışımlarından bîhaber hatta çocuk gibi
saf olan Albert yalnızca basit hakikatin, hissettiğinin peşindedir. O,
“Hak ettiğimiz tek İsa’dır.” [35 208]
Mahkeme kahramanımızın kafasının bir meydanda kesileceğini
açıklar. İdam kararına giden süreçteki gülünç uygunsuzluk ve buna
karşın kararın çıkışsızlığı arasındaki nispetsizlik ortaya serilir. Albert
geceleri uyumadan şafak vaktini beklemeye başlar (“Baskına uğramayı
hiçbir zaman sevmemişimdir. Başıma bir şey gelecekse gözümün
önünde gelmesini tercih ederim.” [7 82]) Albert’e göre işin püf noktası
idam mahkûmuna az da olsa bir umut kapısı bırakmaktır, böylece
mahkûm idamının aksamadan gerçekleşmesine yardım eder hale
gelebilir. Ölüme gitmeyi kabullenmek istemez, içinde bulunduğu
çarktan çıkmanın yollarını arar. Bir af dilekçesi yazsa da temkinliliği
elden bırakmayarak, zihninde olayları en kötü ihtimali göz önüne
alarak kurgular: “Af dilekçem reddedilmişti. Öyleyse öleceğiz demek.
Bu düşüncede hiçbir tereddütlü taraf yoktu. Fakat herkes bilir ki
hayat yaşanmak zahmetine değmeyen bir şeydir. Aslında otuz veya
yetmiş yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değildim; çünkü
her iki halde de gayet tabiî olarak başka erkeklerle başka kadınlar yine
yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir. Sözün kısası bundan
daha açık bir şey yoktu. Şimdi yahut yirmi yıl sonra olsun ölecek olan
bendim (...) İnsan mademki ölecektir, bunun nasıl ve nerde
olacağının önemi yoktur, apaçık bir şeydir bu. Öyleyse af dilekçemin
reddedileceğini kabul etmekliğim gerekiyordu” [7 83] [Böylesi bir zihin
berraklığına erişmek Mörso’ya ömrü hayatında nasip olmamıştı,
kahramanı nasıl böyle konuşuyor diye sorulursa: Kahramanımız
düşüncesini Tolstar’dan bir alıntı üstüne inşa etmiştir. [1 186]] Ölüm
düşüncesini kabullenebildiği anda kurtuluş hayalleri kurmak iznini de
kendine verebilir, ancak bu durumda da içindeki yaşam çığlığını
bastırmanın yollarını arar, iki durumu da olabildiğince doğallıkla
karşılamaya kendini mecbur hisseder.
En nihayetinde teklifsizce hücreye giren hapishane papazının
ziyaretinde tanrıya ve günaha inanmadığını bildirdikten sonra kitabın
başından beri ilk defa itidalini kaybeder ve öfkeyle bağırmaya başlar.
Papazın yakasını kavrar, yanmayı yok olmaya yeğleyeceğini bildirir.
Papazın hiçbir şeyden emin olmadığını, ölü gibi yaşadığını, kendisinin
ise her şeyden emin olduğunu, ölümden de emin olduğunu, başka
şeyi olmadığını ama bu gerçek onu nasıl kavramışsa onun da bu
gerçeği öyle kavradığını, hayatı boyunca bu idam anını beklemiş
olduğunu, herkesin de aynı durumda olduğunu ve ölümün bütün
eylemleri eşdeğer ve önemsiz kıldığını haykırır. [7 88-9] O ana kadar
sanki olayların dalgasında sürüklenmiştir. Ama şimdi içinde
21
dillendirilmeden duran eğilimini nihayet kelimelere dökmüş,
anlamıştır. [34 86] İçinde bulunduğu toplum bütünüyle ona karşı
durduğu halde, o doğanın türdeş akışkanlarına karışmış, inancının
peşinde, pazarlıksız, ölümünü beklemektedir artık: “Ve ben de
kendimi her şeyi yeniden yaşamaya hazır hissettim. Sanki bu büyük
öfke içimdeki kötülükleri söküp atmış, ümitlerimi boşaltmış gibi, bir
takım işaretler ve yıldızlarla dolu bu gecenin karşısında, içimi ilk defa
olarak dünyanın tatlı kayıtsızlığına açıyordum. Onun bana bu kadar
benzediğini, adeta bir kardeş gibi olduğunu hissedince eskiden mesut
olduğumu hatta şimdi de mesut olmaya devam ettiğimi anladım.” [7
90]
Yabani ve Sevdiğim Kahır Şarkıları’nın kıyaslanması ilginç olabilir.
Sevdiğim Kahır Şarkıları’nda fikirler bulut halinde uçuşur. Kitap
Mörso’nun birbirine karışıp duran ilkgençlik fikirlerinin tamamını
tıkıştırmak istediği epeyce uğraşılıp değiştirilmiş sahneler barındırır.
Yabani ise iyi kurulmuş, bir defada yazılmış, bütünlüğü olan, fazlalık
barındırmayan bir öyküdür. İki Albert’in yaşamları arasında ciddi bir
fark görülmez ancak ilki mutluluğunun önşartı olarak zengin olmaya
kafayı takmış, hayatının yolunu arayan, kendine yazgı edinen
kahramanken ikincisi halinden hoşnuttur, sakin başkaldırısı sessizce
kitabın sonunu bekler. İkisi de teamüllere ilgisizdir ama ikincisinin
içinde yaşayıp gittiği ilgisizlik özellikle vurgulanmıştır. Doğayla ve
kendinle kalınan uzun bir geçiş dönemi iki kitapta da vardır. İlki
doğayla, basit gerçeğiyle bütünleşmesini hazırlamak için özellikle
taşraya çekilirken, ikincisi hücrede geçirdiği uzun süreçte küçük
havalandırma penceresinden sızan doğa ile bütünlüğünü duyumsar.
İlk Albert mutluluğu çabayla, hesap edilmiş bir davranışla elde
etmeye koyulurken, Yabani Albert yaşayıp gider ve mutlu olduğunu
hayatının akışı içinde fark eder. İşlediği cinayet Kahır Şarkıları’nın
Albert’ine bir suç gibi görünür, cinayetin yükünden bir seyahatle
kurtulmak ve arınmak zorunda gibidir, o da yetmez kendini hayatını
haklı çıkarmak durumunda hisseder. Yabani ise baştan sona çocuk
gibi masum ve mesuttur, yaşamı hiçbir aklanma gereksinimi
barındırmaz. Olgunluk dönemi defterlerine bakıldığında Mörso’nun
her zaman Albert’in kahır duyarlığıyla ortaklık taşıdığı görülecektir.
Bir Künde Hamlesi: Hayata Sarılmak
Sevdiğim Kahır Şarkıları da, Yabani de aynı oranda ‘Hayata
Sarılmak’a [8] bağlanır: İkisi de esas olarak bilinçli ve kabullenilmiş
yazgı ve sonunda ‘gözünün içine bakılan’ ölümün öyküsüdür. Mörso,
Yabani’de kahramanına ölümlülük koşulunun herkese yayılışını ve bu
durum karşısında eylemlerin eşdeğerliğini ifade ettirir, ama kendi
adına işin peşini bırakmayacak ve yaşamak gereğini bir kartezyen akıl
yürütme ile sağlama almak yolundaki çalışması Hayata Sarılmak ile
bütün gençlik düşüncelerini bir çerçeveye oturtmaya çalışacaktır. Bir
arkadaşına yazdığı mektupta saçma bir felsefeyi insanlığın kaderini
düzeltmeye yönelen ve hedeflerini görecenin alanıyla sınırlayan bir
siyasi düşünceyle birleştirmenin olanağına inandığını bildirir.
Saçmanın iyicil anlamlarla insanların düşündüğünden daha fazla
bağlantısı vardır. [34 93-4]
1943’te yayınlanan kitabın işleyişi kısaca şöyledir: Ünlü açılış
cümlesinde gerçekten önemli tek felsefi sorunun intihar olduğunu
ilan ettikten sonra (Ki yine yukarıda anılan Tolstar alıntısından
esinlenir) kitap boyunca ‘saçma’ olarak adlandırıp genelleştirdiği
insanlık durumu karşısında alınacak tutumu araştırır, daha doğrusu
önceki kitaplarında ifade ettiği inançlarını çizgisel bir akıl yürütme
kılığında eklemlemeye yönelir. Varacağı sonuçlara göre hareket
edilmesi gerekeceğini ima eder. O yüzden felsefenin öncelikli sorusu
budur, bir an önce ölünecekse diğer işlere sıra gelmeyecektir.
Mörso’nun bu kitaptaki düşünme tutumunu ileride daha ayrıntılı ele
alacağız, zaten ele alacağımız mesele odur, şimdi kısaca akıl
yürütmenin temel basamaklarını, kitapta ortaya çıktıkları sıralama
içinde özetle kurgulayalım:
1. İntihar: İntihar eden ‘çabalamaya değmez’ demektedir. Dünyadaki
çabalama yararsızdır/anlamsızdır; bu tasvirden intihar kararını
çıkarsar. 2. Saçma: Açıklanabilen dünya bildik bir dünyadır. Tersine
birden düşlerden/ışıklardan yoksun kalmış dünyada insan kendini
22
yabancı bulur. İnsanla yaşamı, oyuncuyla dekoru arasındaki kopma
saçmalık duygusunun ta kendisidir. 3. Saçma, intiharı getirir: Bu
duyguyla hiçliği istemek arasında dolaysız bir bağ bulunduğu fazla
açıklama yapılmadan da benimsenebilir. 4. Denemenin konusu:
İntihar saçma için hangi ölçüde çözümdür. 5. Kabuller/inançlar
eylem kuralına götürür: Davranışımı doğru bildiğime göre
şekillendirmek kabulü yapılabilir. 6. İnancım: Öyleyse davranışımı
varoluşumun saçmalığı konusundaki inanç yönlendirmelidir. 7. 5.
maddeye karşın: Bedenin yargısı aklınkinden aşağı değildir, bedenin
önceliği sürer. 8. Kaçış ve umut: İnsanların yaşamlarında hayatla ilgili
anlamsızlık düşüncesi ve hayata bağlılık bir arada yürüyorsa çelişkinin
özü ‘sıvışma’dadır. Ölümcül sıvışma, umuttur. Yaşamın kendisi için
değil onu aşan bir şey için yaşamak, yaşama bir anlam verir ve ona
ihanet eder. 9. Yaşama bir anlam vermeyi yadsımak ve yaşamın
yaşama çabasına değmediğini söylemek arasında hiçbir zorunlu ‘ölçü’
yoktur. 10. Yaşamın yaşamaya değmemesinin intihara götürüşü
olgusal bir veridir, zorunluluk değil. 11. Saçma ölmeyi buyurur mu?
(3’teki ‘bağ’ mantıkî zorunluluk içerir mi?) 12. Yöntem: Her yöntem
metafizik gerektirir. Her türlü gerçek bilginin olanaksız olduğu
duygusu açığa vuruldukta, yalnız görünüşlerin dökümü yapılabilir.
Öyleyse bu kavranmaz saçmalık duygusuna aklın, yaşama sanatının,
ya da sanatın birbirlerinden farklı ama kardeş dünyalarında ulaşabilir
miyiz? 13. Saçmalık iklimi: Alışkanlık ani bir kopuşa uğruyor ve
dünya anlaşılmaz/saçma olarak beliriyor (“Dünyanın bu yoğunluğu
ve yabancılığı, saçma budur işte”). Ölüm: Serüvenin bu ilkel ve kesin
yanı saçma duygusunun özünü oluşturur. Yazgının ölümcül ışığı
altında yararsızlık göz önüne serilir. Akıl: Aklın dünyayı kavrama
konusundaki yetersizliği; kanıt ve kesinleme yok. Kendi kendime de
bu dünyaya da yabancıyım, elimde ise yalnız kendini yadsıyan bir
düşünme yetisi var. Bu dünya gerçekte usa uygun değil. 14. Saçma
olan: ‘Usa aykırılık’ ile çağrısı insanın en derin yerinde çınlayan çılgın
‘açıklık isteği’nin karşı karşıya gelmesidir. Saçma, insanın çağrısıyla
dünyanın usa uymaz susuşu arasındaki karşılaştırmadan doğar.
Saçma, arzulayan tinsel varlıkla umut kırıklığına uğratan dünya
arasındaki kopuştur, birlik özlemidir. 15. Saçma, insanda da dünyada
da değil ortak varlıklarındadır, böylece saçma ölümle biter. 16. Saçma
kavramının temel olduğu ve gerçeklerimin birincisi olarak
belirlenebileceği yargısına varıyorum. Bir soruna çözüm bulmak
istiyorum, bu çözüm aracılığıyla sorunun terimlerinden birini
atmamam gerekir. Denklemin terimlerinden birini yadsıyarak saçmayı
silmek söz konusu olamaz. Bununla yaşanabilir mi yoksa mantık
bundan dolayı ölmeyi mi buyurur, bunu bilmek gerekir. 17.
Araştırmalarımın biricik ve gerçekte tek koşulu beni ezen şeyi
korumak. Bu saçma mantığı sonuna kadar götürerek bu çarpışmanın
tam bir umut yokluğunu, sürekli yadsımayı ve bilinçli yetinmezliği
gerektirdiğini onaylamalıyım, bu gereklilikleri ortadan kaldıran şey
saçmayı da yıkar. 18. Saçma düşünceye göre dünya ne o kadar ussal
ne de o kadar usdışıdır, usa uyumsuz bir şeydir ve yalnız budur.
“Saçma dediğimiz şey kendi sınırlarını saptayan açıkgörüşlülüktür.”
Akıl yürütmem kendisini uyandıran açıklığa bağlı kalmak ister, bu
açıklık saçmadır. 19. Ayrılamayacağım bir kaç kesin gerçek var
elimde. Bildiğim, kesin olan, yadsıyamayacağım, atamayacağım, işte
önemli olan bu. Benliğimin belirsiz özlemlerle yaşayan bu
bölümünden, bu birlik isteğinden başka, bu çözme isteğinden, bu
aydınlık ve uygunluk gereksiniminden başka her şeyi yadsıyabilirim.
20. Us, işte beni tüm evrenin karşıtı yapan bu. Bir kalemde
yadsıyamam onu. Öyleyse doğru olduğuna inandığımı
bırakmamalıyım. Bana karşı bile olsa olabildiğince açık bulduğumu
alıkoymalıyım. Bunu da her zaman yenilenen her zaman gergin ve
kesintisiz bir bilinçle sürdürebilirim. 21. Bu sırada düşünce
açıkgörüşlü çabanın yolunu bırakabiliyor. Günlük yaşama giriyor,
adsız kişinin dünyasını artık başkaldırısı ve açıkgörüşlülüğüyle
yeniden buluyor. 22. Bu noktada sorun tersine çevrilmiştir. Bundan
önce sorun yaşamın yaşanmak için bir anlamının bulunması gerekip
gerekmediğiydi. Burada tersine yaşam anlamdan ne kadar yoksun
olursa o kadar iyi yaşanacağı çıkıyor ortaya. 23. Bilinçli başkaldırıyı
yok etmek sorunu ortadan kaldırmaktır. Yaşamak saçmayı
yaşatmaktır. Böylece tutarlı olan ender felsefe tutumlarından biri
‘başkaldırı’ olarak belirir. Başkaldırı insanla kendi karanlığının sürekli
biçimde karşılaştırılmasıdır. 24. İntihar başkaldırının mantıksal
23
sonucu değildir. İçerdiği razı oluş dolayısıyla onun tam tersidir. Sürüp
gitmek için saçmanın çözüme varmaması gerekir. 25. İlk sonuç:
Saçma, insanın yapabileceği her şeyi, kendi kendini de, tüketmektir.
Saçma insan bilinçte ve günü gününe başkaldırıda biricik gerçeğini
ortaya koyduğunu bilir. Bu gerçek de meydan okumadır. Uzlaşmamış
olarak ölmek söz konusudur. 26. İkinci sonuç: Saydam ve sınırlı bir
evrenle ve ölümle sınırlanmış, ölüm mahkûmunun yaşamın duru alevi
dışında kalan her şeye ilgisiz ölüm hazırlığı anlamında bir özgürlük.
27. Üçüncü sonuç: Saçma bir yandan tüm deneylerin ilginçlikten uzak
olduğunu öğretir, öte yandan deneyimlerin en büyük niceliğine
yöneltir. Sürekli olarak bilinçli kalan bir ruhun önünde şimdiki
zamanların birbirlerini kovalaması saçma insanın ülküsü, tutkusudur.
28. Ölümden üç sonuç çıkarıyorum: ‘Başkaldırım, özgürlüğüm ve
tutkum’ 29. Uslamlama buraya kadar şimdi yaşamaya geçilecek. 30.
Bu usa uymaz düzenden hangi kural çıkarılabilir ki? Ona öğretici
görünebilecek biricik gerçek bile kesin değildir. Öyleyse saçma
insanın uslamlama sonunda anlayabileceği şeyler ahlak kuralları değil
örneklemelerdir.
‘Mantık’ olarak adlandırılan akıl yürütmenin ardından kitabın geri
kalan bölümlerinde saçma, edebiyat dünyasından incelemeler ve
çeşitli kurgusal tiplemeler üzerinden canlandırılmaya girişilir. Kitabın
son bölümünde Mitolojik Sisifos efsanesine gelinir, sonsuza dek
hergün sebepsizce yeniden bir dağın doruğuna yuvarladığı kayasıyla
saçma insanın sembolü, tanrılara başkaldırmış kurnaz Sisifos, yazgısı
kendisinin olduğu için mutludur.
Bir Aile Faciası
Yıl 1944, Aile Faciası [9] sahneye konur. Aile Faciası’nın konusu daha
önce Yabani’de, Albert’in hücresinde bulduğu bir gazete küpüründen
aktarılmıştı. Jean yıllar sonra memleketini ziyaret eder, yanında karısı
da vardır. Annesi ve kız kardeşinin işlettiği pansiyona, garip bir
istekle, tek başına yerleşirken kimliğini de gizler. Bir yol bulup soğuk
kuzeyden ışıklı güneye kaçmak arzusunda olan ana-kız ise daha önce
de birkaç yolcuya layık görmüş bulundukları bir uygulamayla Jean’u
öldürürler ve daha sonra gerçeği gelinlerinden öğrendiklerinde
kahrolurlar. Suç-suçsuzluk, tesadüf, anlamsızlık vd. üstüne kötü
yazılmış, tutuk, zorlama bir çağdaş trajedi olan oyunun sonunda bir
de tanrıyı temsil eden uşak, kahramanlara yardım etmeyi reddederek
varoluşçu atılmışlık, tek başına yüklenilen sorumluluk temasına
dokundurur.
Rieux savaş esnasında, daha sonra Ölümle Flört ve Neşeli Günler’e
evrilecek olan bir nevi alegori yayınlar: Ölümle Flört Eden Sürgünler
(1943). Yılsonunda Paris'e yerleşir. Gallimard Yayınevi'nde metin
okuyucusu olarak çalışmaya başlamıştır. Alman işgaline karşı direnişe
de bu yıl katıldığını anımsatalım. Direnişte istihbarat görevleri
üstlenir, ayrıca bir yeraltı gazetesi olan Combat’da çalışmaktadır.
Combat savaşın bitiminde en saygın gazetelerden biri olarak
yerüstüne çıkarken Rieux de gazetenin editörü olmuştur artık.
Kariyerinin altın dönemi başlamaktadır. Yabani’nin ve Evrenle
Çekişme’nin başarısına Ölümle Flört de eklendiğinde uluslararası bir
edebî karakter olarak yerini sağlamlaştıracaktır.
Bitmeyen Kavga
Savaş sırasında yayınlanan Aile İçinde Küçük Bir Kavga [10] direniş
etkinliğinin parçası olan dört mektubu içerir. Bu mektuplar gizli
olarak yazılıp yayımlanmıştır ve metinlerde savaş döneminin harareti
hâkimdir. Rieux savaş sonrasında yapılan bir baskıya önsözünde
özenle metindeki milliyetçi havanın düzeltmesini yapar. Savaş
Fransızlar ve Almanlar arasında değil, zorbalar ile özgür Avrupalılar,
cellâtlar ile kurbanlar arasındadır (Rieux’nün nefret ettiği tek varlık
cellâtlardır). Esasında Rieux metinde ‘Fransız Ulusu’ tabirini
kullanırken kendini kasteder; herkes adına konuşur ama kendi
yaşadığı süreci Fransız Ulusu adıyla kurguladığı özneye yayar. Bir
genel sınıf haline getirmiş olduğu cellâtların simgesi olan Nazi
dostuna karşı başta adalet olmak üzere, iyicil insani değerleri savunur;
hümanist bir yeniden doğuş belgesidir bu. Yabani’nin ya da Hayata
24
Sarılmak’ın yazarından beklenmeyecek bir diğergamlık sergilenir,
ancak Rieux’nün gençliğindeki politik etkinliğine bakıldığında, hele de
savaş çıkar çıkmaz orduya başvurduğu hatırlanırsa esasında şaşırtıcı
bir durum yoktur. O zaten savaşın başlarında yalnızlaştığı, yalnız
kahramanı yazdığı yıllarda da içinde bir nihilist değil bir hümanist
eylemci taşıyordu. Savaş koşulları onu diğer insanlarla kaçınılmaz bir
ortaklık içine koyunca o da fırsatı kaçırmaz, içinde çırpınan isteğe
uyarak yeniden insanların arasında bir insan olur, adaleti savunmaya
geçer. Yabani’de bütün toplumun elbirliğiyle idam ettiği masum
kurtarıcının tek kişilik ölümü, genel bir cellâtlar-insanlar ikilisine
evrilmiş, biraradalık bırakılmaz bir tavra dönüşmüş haldedir artık.
Savaşı handiyse bir düşünceler savaşı olarak kurgular: İnsanın
yanında olanlar ve onlara karşı anlamsızlıktan bir yıkıcılık çıkaran
caniler arasında.
Birinci mektupta her şeyi peşinde koşulan amaç uğruna harcamak
gerektiğine inanamayacağını, ‘affedilmez’ bazı davranışlar da
bulunduğunu, yurdunu adaleti de severek sevebilmek istediğini,
düşünmeden olayların akışına kapılmanın kolay, zorbalık ve nefretin
aslında boş şeyler olduğunu kesin olarak bile bile, savaşı hor görerek,
mutluluğun tadını unutmadan, üstün bir uygarlık düşüncesiyle
işkenceye ve ölüme doğru ilerlemenin güç olduğunu bildirir. [10 13-5]
Fransızların savaşa hazırlıksız yakalanışları konusunda bir açıklama
getirir: Onlar olayların akışına kapılmak yerine düşünerek, aklı terk
etmeden, doğruyu bulmak isteyerek direnme noktasına gelmişler,
kötülüğe kötülükle verilecek cevabı geç bulmuşlardır. “İnsan
sevgimizi, barışçı bir kader hayalimizi, dostluk tutkumuzu, hiçbir
zaferin karşılığı olmadığına ve insanları kesip biçmenin dönüşü
olmayan bir felaket yaratacağına olan sarsılmaz inancımızı yenmek
zorundaydık. Bilimimizden, umudumuzdan, bize sevgiyi aşılayan
sebeplerden, savaşa karşı duyduğumuz nefretten vazgeçmeliydik.” [10
17] En sonunda savaşa girseler de kurbanların ve inanmışların
temizliği içindedirler. Ve onlar da öldürdükleri halde, savaştan yine
elleri tertemiz olarak, haksızlığa ve kendilerine karşı zafer
kazanmışların temizliği içinde çıkmalarını kanla ödenmiş kaygular
sağlayacaktır; içinde bulundukları kaygu hali ve dökülen kan
temizleyicidir.
İkinci mektup akılcılıkla ilgilidir. Cinayet düşüncenin karşıtı olarak
sunulur. İnsan tanrılarla tiranlar arasında bir denge yaratan güçtür.
Açıklığın, aydınlığın gücüdür. Hiçbir şeyin anlamı olmasaydı, Naziler
doğru yolda olabilirlerdi. Ama yeryüzünde henüz anlamını yitirmemiş
bir şeyler vardır. [10 28] Almanların fedakârlıkları boşunadır, çünkü
düzenleri iyi değildir, çünkü değer yargıları yanlıştır; hem ruha hem
akla ihanet etmenin cezasını çekeceklerdir. Akla istediği bedeli,
açıkgörüşlülüğe haracını vermedikleri için kaybedeceklerdir. [10 29]
Dördüncü mektupta öğreniriz ki dünyanın derinliği üzerinde Naziler
gibi düşünmek, kendi dramlarını reddetmeğe kalkışmamak, ama aynı
zamanda, insan fikrini, düşünce felaketinin derinliklerinden kurtarıp
onda yeniden doğuşlar için yorulmak bilmez bir cesaret bulmak
Fransızların gücünü oluşturmuştur. Ancak bu, yeryüzüne karşı ileri
sürülen suçlamaların hafiflediği anlamına gelmez. [10 52]
İyiliğin güçleri, büyüklük, soyluluk, yurt, doğallık, insan sevgisi,
kardeşlik, dayanışma, kurbanların, inanmışların ve kendilerine karşı
zafer kazanmışların temizliği, temizleyici kaygular, açıklık, aydınlık,
anlam, mantığımız, adaletimiz, gerçek, hak, hakikat, haklı kılmak,
değer yargıları, doğru, iyi, gerekli olanı yapmak, yanlış, affedilmezlik,
kan, yalan, cellâtlar, adil olmayan ölümler, felaket, kötülüğün güçleri,
yeniden doğuşlar, insan fikri, özgürlük, yarın, isyan, umut, devrim,
temiz eller, tertemiz sebepler... Rieux’ye bu mektupları yazdıran,
Almanların kendisi ile aynı nihilist başlangıçtan bir kıyam ilkesi
çıkarttıklarını fark etmesidir. Rieux, Nazi cinayetleri karşısında
düşüncesinin sonuçlarını yumuşatmak, insanî bir tutamak bulmak
durumunda kalmış gibi görünür; saçmanın tarafsız ilgisizliğini
Nazilerle aynı kişi olmamak için terk eder. Aynı tarafsız konumdan
çıkarsanan ve önceki kitaplarında açıkladığı inançları gereği kesin bir
dille reddedemediği kötücül tercihle yollarını ayırır ve iyi, güzel, cana
yakın, yumuşak ve kansız gelenin, tabiatına yakın olduğunu hissettiği
için keyfî olarak seçtiği değerlerin savunucusu olarak ortaya çıkar.
25
Bundan böyle nihilizmin cinayet yoluna sapışını tarihsel bir fenomen
olarak incelemeye yöneldiği Ahlaklı Asi’yi hazırlayan metinleri
yazmaya başlayacaktır.
Combat, 24 Ağustos 1944: Müttefik kuvvetlerin Paris’e girmesinden
bir gün önceki editoryal yazısında (Ki daha 19 Ağustos’ta ellerine
geçirmişti koltuğu, sıcak sıcak çıtırdayan gevrek simit gibi) yine Aile
İçinde Küçük Bir Kavga’daki argümanına döner, Fransız-İngiliz
ittifakının savaşa girmekteki isteksizliğini kendi üstünden
meşrulaştırır; ‘Fransa’nın insanları öldürmek istemediler ve
seçmedikleri bu savaşa girdiklerinde elleri temizdi’ der, ‘Cellâtlar
sebebimiz olmuştu ve sebebimiz umut kadar büyük, isyan kadar
derindi! Fransa yarın konuşabilsin diye Paris bugün dövüşmekte.
Savaşanlar gelecekteki adaleti umdukları için silâhaltındalar, böylesi
ihtilaçlarla koparılıp alınan bir özgürlüğün evcil bir yana sahip olması
düşünülemez, bu dehşetli uğraşı bir devrim doğuracaktır. Dört yıldır
savaşanlar teslimiyetin ve adaletsizliğin geri dönmesini kabul
etmeyeceklerdir’. [20] Ertesi gün Paris’in kurtuluşu müjdelenirken
daha da büyük bir coşkuyla hakikatin gecesini ilan eder: ‘İyiliğin
güçleri her zaman kötülüğün güçlerini yenmelidir. Aynı çilede dört
yıldır birleşenler, kardeşliği yaşayanlar dayanışmayı kazanmışlardır’.
[21] Combat esas olarak Vichy hükümeti ve Nazilere karşı yazılar
yayınlamaktaydı ama savaşın yönü belli olmaya başladıktan sonra
savaş sonrasında bir tür sosyalizmin kurulabileceğiyle ilgili umutlar
dillendirmeye başlamıştı. Rieux’nün yukarıda anılanların da aralarında
bulunduğu bazı editoryal yazıları da bu tavrı örnekler. Tasarılarına
göre önemli endüstriler millileştirilecek, tekeller kırılacak, özel sektör
sadece ekonominin daha az hayati kesimlerinde yer bulabilecekti.
Savaş sırasında işbirlikçi hükümetin totaliter uygulamalara yaklaşması
da bu beklentiyi daha olası gösteriyordu şüphesiz. Savaşın son
dönemecindeki hükümetsizlik havasını da vurgulamak gerekir. 21
Ağustos 1944’te Rieux’nün editörlüğünde açık yayına geçen yeni
Combat’nın elektirikli mottosu: “De la resistans a la revolusyon,”
yani, rezistanstan revolusyona idi. [32 7, 41] Heyhat voltaj düştükçe
Combat’nın mottosu da giderek daha küçük harflerle basılır oldu,
küçüldükçe küçüldü, ta ki okunmaz olana dek. [34]
Bu coşkulu ve umutlu parçalarda Rieux birinci çoğul şahıs olarak
konuşsa da savaştan sonra arayışında kendini yalnız bulacak, yeni
bulunmuş birliktelik kısa sürüp yerini hayal kırıklığına bırakacaktır.
Taze şöhretin, savaş koşullarının ve savaş sonu coşkusunun etrafına
topladığı kalabalığın, Rieux’ye, öykülerinden birinin kahramanı olan
ressam Yahya’nın evini doldurup onun çalışmasına engel olan, onu
gerçekte tanıyıp sevmeyen ve düşeyazdığında bırakıp giden kof
kalabalık olarak görünmesi yakındır. Ama şimdilik dayanışma anında
insanları bulmuşken adalet adına devrimi bile müjdelemektedir.
Dayanışma hissi konusunda Rieux haklıdır. Savaş sonrası Fransa’sının
kültürel ortamı dayanışma, angajman ve sorumluluk söylemleriyle
dolup taşar. Zafer anında bütün dünya düzelecek, herkes bir el atacak
ve yeni bir düzene yürünecek gibidir. Sonra her şey hızla eski haline
döner. Büyük beklentiler yerini, Fransız halkının yüzde doksan
altısının değişim beklentilerinin hilafına, eski politik düzenin büyük
ölçüde yeniden kuruluşunun hayal kırıklığına bırakınca Rieux’nün
gözleri açılır. Savaşta kazandıklarını değerlendirmek için Cezayir’deki
fıçıcı eniştesiyle ortak olup imalathaneyi büyüterek yeni doğan
çocuklarının (Jean ve Catherine, 1945, ikizdirler) rızkını sağlama
almak yolunu seçecektir. [9 74] Onu sanat çevrelerine döndüren tiyatro
aşkı olur, fabrikayı akrabalara bırakır, karısını da alıp artık şöhreti
yakaladığı entelektüel bataklık Paris’e yerleşir. Evrenle Çekişme’nin
ilk sahnelenişi büyük bir başarı olacaktır.
1945’te Varoluş İçinde Kahır Üstüne Düşünceler adlı bir denemesi
yayınlanır. 1946’da Combat’nın yazı işlerinden ayrılır, yıl sonunda ‘Ne
İsmini Ne Resmini’ [42] yazısı ile geri döner. Yazı, gençliğinden beri
aklını kurcalayan ve Ahlaklı Asi’nin merkezinde yer alacak itirazın
çekirdek halidir ve pratik anlamı Sovyet politikalarına, dolayısıyla
Fransız Komünist Partisi’nin peşine takılan Fransız soluna karşı
duruştur. Rieux her detayı iyice örülmüş bir tarih mantığı ağı
tarafından gırtlaklanmakta olduğumuzu bildirir. Bu mantık ağını
26
duygulanım değil ancak onu kendi sahasında karşılayan akıl
parçalayabilir. Evet, geleceğe yönelik hiç bir programımız sevgi ve
haksızlığa karşı öfkeden ayrı yürütülemez, ama asıl mevzu ne
yaptığını bilmektir; önce düşünmek, ödenecek bedeli tartmak sonra
karar vermek gerekir. İnsanlığın kaderini uzaktaki karanlık hedeflere
uzanmak için daha da sefil bir hale mi sokmalı, yoksa kıyamı ve
sefaleti olabildiğince engellemeli ve bizden daha donanımlı olacak
olan gelecek nesillere bir şans mı vermeliyiz? Rieux seçimini yaptığını
bildirir: Bir daha cinayetle işbirliği edenlerden olmayacaktır.
Kutuplaşmanın yerine evrensel iletişimi ve dostça iknayı savunur;
şansı şiddet kullanımından daha az olacak olsa bile.
Ertesi sene Combat’yı nihaî olarak bırakır, bundan sonra gazetecilik
faaliyeti sadece ara sıra makale yayınlatmaktan ibaret olacak, düzenli
olarak bir gazetede çalışmayacak, kitaplarından geçinecektir. En
üretken dönemi olarak anılan savaş döneminde hazırladığı
kitaplardan biri, savaş Fransa’sının ve genelde insanlık durumunun
bir alegorisi olan ‘Ölümle Flört’ (1947) büyük başarı yakalar. Artık iki
çocuk babası ünlü bir roman ve oyun yazarıdır; mevkisine uygun bir
hayat yaşamaya, dünyanın çeşitli yerlerine seyahatler yapmaya,
dünyadaki olaylarla ilgili görüşler bildirmeye, sürekli önüne getirilen
dayanışma, protesto vd. kampanyalarına imzasını koymaya, güncel
olaylarla ilgili beyanat taleplerini karşılamaya başlamıştır. Almanlardan
kurtuluşu izleyen hükmet darbesi, Madagaskar ve Rozeta olayı,
Yunanistan’daki Elas hareketine karşı girişilen kampanya,
Çekoslovakya’daki komünist darbesi, Rosenbergler olayı, Doğu
Berlin isyanı, Çinhindi’ndeki ve Kuzey Afrika’daki sömürge savaşları,
Henri Martin olayı vd. Rieux bütün yazdıklarında barış, özgürlük,
gerçek ve adalet üzerinde durur. [29 173] Hep şiddetin karşısında yer
alacaktır. Ahlaksız bir dünyada bir minimum ahlak arayışı, esas olarak
geri dönülmez olduğu için insan eylemleri alanının marjına itelemek
istediği öldürmeye karşıtlık ve itidal toplumsal olaylardaki
tutamaklarıdır. Ölüme karşı olmakta karşı çıkılmaz bir yan, ölüme
karşı mücadele sloganında kendiliğinden açık bir meşruiyet var gibi
göründüğünden tutunacağı her ilke relativist yaklaşımınca zayıflatılan
Rieux için ölüm karşıtlığı bundan sonra saçmanın yerini alacak
kurtarıcı bir zemin olacaktır. [40]
Ölümle Flört
Rieux, Ölümle Flört [12] aracılığıyla hem içinde yaşadığımız tehdit ve
sürgün ortamını hem genel varoluş halimizi ifade etmeyi
amaçlamıştır. Ölümle Flört, savaşta düşünceden yana olanların ve
manevi acıdan pay alanların görüntüsünü sunacaktır. [2 65] Ölümle
Flört’ün anlatıcısı (Sağduyulu ve kontrollü Doktor Albert) anlatısını
objektif olma çabasınla kurarken iki ayrı günce kullanır: Kendi
güncesi ve İspanyol asıllı Albert’in duygusuz notları. 1940’larda
Oran’da meydana gelenler, kahramanların yorumsuz arkadaşlığı ve
kurgusal ‘saçma kahramanlar’ üzerinden anlatım bulur.
Doğaya sırtını dönüp kendi içine kıvrılmış bulunan Oran para
kazanmaktan başka düşüncesi olmayan üst düzeyde sıradanlık
içindeki insanıyla Cezayir’den ziyade kıta Fransa’sına aittir, diğer
modern kentlerden ne eksiği ne fazlası vardır. [34 123] Kentteki sıradan
insanlardan biri, Jean Rieux bir bahar sabahı kapısının önünde ölü bir
fareyle karşılaşır. İlerleyen günlerde kentin her yanında ölü fareler
ortaya çıkar. İnsanlar bilinmeyen bir hastalıktan ölmeye başlarlar, en
sonunda hastalığın Ölümle Flört olduğu kabul edilir ve kent
karantinaya alınır. Oran’da ölüm vardır, habersiz gelmiştir,
amansızdır ve kimi vuracağı belirsizdir. Böylece herkes aynı hastalık
tehdidinin altında eşitlenir. Tecrit hali insanları dış dünyadan ve
eşlerinden ayırmıştır. İçine düşülen durum karşısında başlangıçta
herkes farklı tutumlar alır. Paris’ten gelen gazeteci Albert kendini
ortak kaderden ayırmak için sürekli yabancı olduğunu vurgular ve
karısına kavuşabilmek gerekçesiyle kaçma yolarını araştırır. Rahip
Albert’in ilk tepkisi ise olayları kent sakinlerinin günahkârlığına
bağlamaktır.
Doktor Albert mesleğinin gereğini icra etmek üzre derhal işe koyulur.
Hiç başarı sağlamasa da yapılması gerektiğini düşündüklerini
27
uygulamayı kesmeden inançla çalışır. O da tedavisi için kentten
ayrılmış bulunan karısından uzak kalmıştır ama durumu kabullenir.
Giriştiği mücadele için doyurucu bir gerekçe vermekten uzaktır,
yalnızca ölüme karşı savaşmak gerektiğinden emindir. Zaferin geçici
olması mücadeleden vazgeçmek için yeterli sebep değildir. Tüm
sorun ölü sayısını olabildiğince aza indirmek ve ayrılıkların sonsuza
dek sürmesini engellemektir. Aşkı seçtiği için kaçmaya çalışan
gazeteci Albert’e hak verir, mutluluğu seçmenin utanılacak yanı
yoktur. Dünyada hiçbir şey insanın sevdiğinden vazgeçmesine
değmez. Onu ilgilendiren insan olmaktır, insanın hoşuna giden şeyler
tükendiyse mücadelesinin ne anlamı kalır?
İspanyol Albert’in ahlak görüşü ‘anlayış’tan ibarettir. Dünyadaki
kötülük neredeyse her zaman cehaletten kaynaklanır ve eğer
aydınlatılmamışsa iyi niyet de kötülük kadar zarar verebilir. En umut
kırıcı kusur, her şeyi bildiğini sanan ve böylece kendine öldürme
hakkı tanıyan cehalettir. Albert her şeyi anlayan ve bu nedenle acı
çeken adamdır. Hiçbir şeyi yargılayamaz. [2 63] Ölümden tiksinir,
içinde yaşadığı toplumun ölüme mahkûmiyet üstüne kurulu olduğunu
düşünür ve onunla mücadele etmek yoluyla cinayetle de mücadele
edeceğine inanır. Oran’a gelmeden önce de vebadan muzdarip oluşu
sadece onun da diğerleri gibi olduğu anlamına gelir, fakat herkes
bunu bilmez. Gençken suçsuz olduğu düşüncesiyle yaşamıştır, bu bir
hatadır. Evini terk etmiş Avrupa’da her ülkenin mücadelesine
katılmıştır. Orada da öldürmeye şahit olur. Ona öldürmenin olmadığı
bir dünya için cinayetin gerekli olduğu söylenir, ancak o tereddüt
eder. Bir infaza tanık olduktan sonra anlar ki vebayla mücadele
ettiğini sandığı yıllar boyunca bir vebalı olmaktan öteye gidememiştir.
Dolaylı yoldan binlerce insanın ölümüne göz yummuştur, o ise ölüme
bir kez göz yumuldu mu vazgeçmek için bir neden kalmayacağını
fark etmiş ve tarih onu haklı çıkarmıştır. Herkes öldürme çılgınlığına
tutulmuştur. Ölüme neden olmaksızın şu dünyada tek bir hareket bile
yapılamaz. Bu anlamda herkes vebanın içindedir. Doğal olan
mikroptur. Dürüst insan kimseye mikrop bulaştırmayan, en az
dalgınlık yapandır. Öldürmeyi reddettiği andan itibaren sürgündür,
tarihi başkalarına bırakmıştır. Yeryüzünde felaketler ve kurbanlar
vardır ve elden geldiğince felaketin yanında yer almamak, masum bir
katil olmaya çalışmak gerekir. Üçüncü bir insan sınıfı daha olmasını
umar, her fırsatta zararı azaltmak amacıyla kurbanların yanında yer
almaya karar verir. Huzura ulaşmak için anlayışla bir yol izleyecektir,
onu ilgilendiren nasıl aziz olunduğudur: “Tanrısız bir aziz olunabilir
mi şimdi aklımdaki en somut soru bu.” [12 229]
Veba istisnasız herkesin hayatını eşit biçimde etkiler ve onları bir
topluluk haline getirir. Zamanla bütün kahramanlar bir bir umutsuz
mücadeleye katılır. Bu ortak kader karşısında farklı bir tutum söz
konusu olamaz. Mekanik yargıç Othon artık tecrit kampının
yönetimindedir. Tek başına mutlu olmakta utanılacak bir yan
olduğuna karar veren gazeteci Albert kaçmaktan vazgeçer, illegal
işlerin adamı haşarı futbolcu Albert kolları sıvar, Rahip Albert bile
ağız değiştirir. Artık kayguludur, cemaatine ‘siz’ değil ‘biz’ diye hitap
etmeye başlamıştır. Günahkârlık açıklamasını kestirmeden kabul
etmek yerine öğrenilebilecek şeyleri öğrenmeye çalışmak
gerekmektedir. Şahit olduğu korkunç bir çocuk ölümü zihnini
sarsmıştır. Bu ölüm anlaşılır değildir ama karanlığın içinde biraz da
körlemesine ileriye doğru yürümeye başlamak ve iyilik etmeye
çalışmak, bunun dışında sakin olmaya çalışmak ve çocuk ölümlerinde
bile tanrıya güvenmek gerekir. Sonuçta Doktor Albert ile hemen
hemen aynı noktaya gelmiştir ama inancını koruyarak ölecektir.
Anlatıcı yapmaları gerekeni yaptıkları için onları tebrik etmeyecektir,
zaten başka seçenekleri de olmamıştır: Şu ya da bu biçimde savaşmak
ve diz çökmemek gerekmiştir. Tüm bunlarda kahramanlık diye bir
şey söz konusu değildir. Dürüstlük söz konusudur. Vebayla
savaşmanın tek yolu dürüstlüktür. Rieux için insanın büyüklüğü
koşulundan daha güçlü olma kararlılığında yatar. Eğer koşulu adil
değilse, onun üstesinden gelmenin tek yolu adil olmaktır. [21]
En sonunda veba gerileyip şubat ayında kapılar açıldığında sevenler
birbirlerine kavuşurlar; istedikleri şeyi elde etmişlerse bunun nedeni
28
elde edebilecekleri şeyi istemiş olmalarıdır. Her zaman istenebilecek
ve bazen elde edilebilecek bir şey varsa onun da insan sevgisi
olduğunu öğrenmişlerdir. Tersine İspanyol Albert gibi hayal bile
edemedikleri bir şeyi dilemiş olanların hiçbirine bir karşılık
gelmemiştir. Ayrılanlar sevdikleriyle kavuşmak, birleşmek istemiş,
İspanyol Albert gibiler ise tanımlayamadıkları bir birlik, ne olduğunu,
neyle olduğunu anlayamadıkları bir birleşme istemişlerdir; yazar,
başka bir ad bulunamadığından buna bazen huzur dendiğini belirtir.
[12 268] İspanyol Albert mükemmel bir ahlakîlik düşler, onun azizlik
arayışı yazarımıza göre ütopyadır. Rieux, İspanyol Albert’in arayışını
derinden anlar ama Doktor Albert’le birlikte insan olmakla
ilgilenmekte karar kıldığını biliyoruz. Tıp burada görece olanın
güçlerini temsil eder. [34 128] Mutlak olana değil, insan ölçüsündekine,
göreceye yönelmek, ölümlü de olsak en azından dünyayı ve içerdiği
her şeyi kabul etmek, pek soylu olmayan görevleri en soylu
davranışlarla, aşağılama, cesaret ve derin bir aldırmazlıkla yapmaya
yemin etmek, işte bu, yürek soyluluğunun temelidir. [1 130] Tanrısız bir
kahramanlık ya da azizlik olacaksa budur, bu kadardır. Ölümle
Flört’te ödülsüz bir yetkinlik yolundaki aşamalar ve biçimler vardır.
Yabani, sıfır noktasıdır, Ölümle Flört bir gelişimdir, sıfırdan sonsuza
doğru giden bir gelişim değil, ama tanımlanmayı bekleyen daha derin
bir karmaşıklığa doğru giden bir gelişim. Son nokta kutsal olacaktır,
ama insan gibi sınırlı bir kutsal. [2 30]
Bakalım Neler Olacak, Çok Heyecanlı Olmaya Başladı
Ölümle Flört’ün oyunlaştırılmış versiyonu olan Neşeli Günler [13]
1948’de sahnelenir. Anlatı aşağı yukarı Ölümle Flört ile aynıdır. Üslup
açısından Rambert’in diğer oyunları gibi tumturaklıdır. Oyundaki
künik Nada karakteri yıkıcı bir nihilizme onay verecek
umursamazlıkta, tüm dünyayı yok etmeye hazır, her şeyi hor görmeye
kararlı bir başkaldırmıştır. Jean tiplemesi ise onurun her şeyin
üstünde olduğunu kesinler. Âşık olduğu için büyük yıkıma inanmaz,
hayatın güzelliğini, yaşanmaya değerliğini onaylar, hayata bağlı olanın
bakış açısını sergiler ve genel mutluluk için çalışılması gerektiğini ilan
eder. Veba karakteri yazmanıyla sahneye çıkıp yargıcın ve kadıların
yerini alır, politik düzeni bürokratik bir ölüm makinesine çevirir.
Ancak bir tek kişinin korkuyu yenip başkaldırması –Jean’dur bumakineyi gıcırdatır. Jean etkinliğini ölümden nefret edişine bağlar, ilk
baştaki kaçma fikrini bırakır, o da vebalılardan biridir, onlar için
savaşmalıdır. Ölmek değil lekeli ölmek sorundur. Piyesin sonunda
Veba’nın yenilişi ilan edilirken koro Rambert’in sloganını haykırır:
Adalet yok ama birtakım sınırlar var! Nada buna itiraz eder: Var elbet
bir adalet; midemi bulandıran. Bu cümlenin anlamı Ahlaklı Asi’de
açıklanacaktır: Sovyet diktatörlüğü ve Nazi ölüm bürokrasisinin
adaleti.
Neşeli Günler beğenilmez ama Rambert’in bir sonraki oyunu başarıyı
yakalayacaktır: Kibar Terörist. [14] Rambert devrim tarihinde kuru bir
zemin bulmuştur: Ahlaklı Asi’nin başköşesine kurulacak şair ruhlu
kaygulu terörist Tarrou. 1949’da sahnelenen oyun reformcu
Rambert’in muhalefet tarihinde kendine yakın bulduğu ve ilkeli
nihilistler halinde kurguladığı bir grup gencin dokunaklı öyküsünü
işler. Oyunun ana teması tek amacı olan devrime kadar tüm ahlakı,
sanatı, sevgiyi, kısaca yaşamı askıya alan, yaşamın renklerinin değil
sadece devrimin getireceği soyut adalet ilkesinin takipçisi olan Stepan
ve karşıtı, vicdanının iyicil sesini dinlemeyi ve onuru bırakamayan
sanatçı ruhlu, insancıl, neşeli devrimci, yaşamı sevdiği için devrime
katılan Tarrou karakteri arasındaki görüş ayrılığıdır. Tartışma
devrimciliğin gereği olarak görülen cinayet ile ahlak ve insanî yaşam
arasına sıkışan, iyilik, güzellik için, belirli türden bir ahlak için yola
çıkıp tersi ile yüzleşen karakterlerin dramında somutlaşır. Rambert’i
onlara çeken de cinayeti bir suç olarak duyuyor olmalarıydı. Zira
onların meselesi diğergamlık, yani adalet, yani her hakkın her insana
genelleştirilmesiydi. Rambert, Tarrou gibi, kökensel masumiyet
düşüncesini bırakmış, en azından cinayet için bir suçluluk hissi
aramaktadır. Aradığını Hıristiyanlıktan tam olarak kopmamış bu genç
devrimcilerde bulur ve devrimciliğin temel bazı tartışmalarını onlara
yükleyerek kurgular. Oyunumuz budur: Bir grandük öldürülecektir
ama onun öldürülmesi uğruna gerekirse çocukları da feda edilmeli
29
midir? Rambert’i en çok etkileyen söz konusu gençlerin, suçlarını
hayatlarıyla ödeyerek bir nevi adalet, bir denklik sağladıkları
düşüncesiydi; düşünceyi yanlış ama dokunaklı buluyordu: Tarrou
ölerek kendini doğrulayacaktı.
Havai Fişek Deposu ve Rakıya Zam
Oyunları sahnelenirken perde arkasında duran Rambert, toplumsal
olaylarda ise yukarıda da değindiğimiz gibi önemli rollere talipti.
Savaş sonrasında çıktığı toplumsal sahnedeki rolünü çabucak
benimsemişti. İnsanî değerleri her fırsatta öne çıkaran, dünyanın her
yerindeki haksızlıklara karşı çıkan aydın rolü ile sıklıkla çeşitli
polemiklerin merkezinde kalakalıyordu. Kurtuluştan kısa süre sonra
Komünistlerin hedef tahtasına oturmuştu sözgelimi [34 116]; onu
tereddütlü ve aşırı eleştirel tutumu sebebiyle yeriyorlardı. Cevap
olarak Rambert bu iki tutumu yermek bir yana, en önemli eylemci
değerler olarak yüceltiyordu. Aile İçinde Küçük Bir Kavga’nın teması
olan ‘temiz eller’ düşüncesi de eleştiri konusu olacak ve solun
Rambert ile temel çatışma noktası olarak kalacaktı. Rambert, dinsiz
bir ahlak, belki göreli, sınırlı, uzlaşımsal da olsa bir ahlak, yani
eylemleri sınırlayan ortak kabuller arayışıyla yanıp tutuşurken,
Komünist sol ise öyle görünüyor ki devrime kadar ilkesizdi, tarihte
ayıp yoktu. Oysa Rambert şiddetin asla meşrulaştırılmaması
gerektiğinden emindi. Şiddetin kökensel olarak ‘kötü’ olduğunu asla
açıkça söyleyememişti, zira kötü kavramına sahip değildi, ama bu
düşünce yazılarında örtük olarak mevcuttu. Şiddet insana yasaktı, el
uzatılmaması gereken bir yasak elmaydı. Stalin’in toplama
kamplarının ortaya çıkması da ilkelerle ilgili tartışmayı şüphesiz
hararetlendirmişti. İnsan toplama kamplarının yanında olamazdı,
bunun Nazilikten bir farkı yoktu. Rambert eylemlerin tarihle veya
tarihin sonuyla meşrulaştırılmasına da karşı çıkıyordu. Hele de tarihin
akış yönüne uygun yerleştirilmiş koltuklarında oturan izleyici
filozofların konforlu şiddeti ona göre katlanılmazdı. Onlar sözlerinin
fiziksel sonuçlarıyla ilgili bir fikir sahibi değillerdi. Böylece sağla zaten
uzlaşmazlık içinde olan Rambert sol ile de arasını bir güzel
bozuyordu. [34 117-8]
Üzerinde çalıştığı kitabının gidişatı yüzünden de sinirleri bozulmaya
başlayan Rambert gitgide daha çok alkol tüketmeye başlamıştı.
Marksistlere kendi silahları olan diyalektik usulde tarihsel bir öykü ile
cevap verme, hatta onları yerlere yapıştırma arzusu ağzını
köpürtüyor, ama aynı zamanda kendisini çok yetersiz hissetmesine de
yol açıyordu; üslup ve söz sanatı açısından hiçbir eksiği olmamasına
karşın tarihsel bilgi ve mantıkî muhakeme açısından zayıftı.
Çalışmalarının en gergin döneminde, muhafazakâr hükümet alkolden
alınan vergiyi iki katına çıkarınca rakı masrafı neredeyse ikiye katlanan
Rambert de zıvanadan çıktı. Zammı protesto etmek için kentin bir
kenar mahallesinde yer alan havai fişek deposunu gerektiği gibi
havaya uçurmaya karar veren eski mücadele arkadaşlarına katıldı.
Protesto kutlamaya dönüşürken eylemciler ortaya çıkan doyumsuz
seyirlik karşısında mest olmuşlardı. Rambert ise bir ağacın karanlık
kuytusuna çekilmiş en tatlı, en vergisiz ev şaraplarından içerek
Cezayir türküleri okuyor ve sırıtıyordu. O çam ağacının altında,
Marksistlere galebe çalacağını anlamıştı. [6 49]
Ahlaklı Asi
Kalyalev’in yaşanan politik ortamın tarihsel arka planını kendi
tarzında çözümlediği ve kendi düşünsel yolculuğunun vardığı mevkii
açıkladığı denemesi Ahlaklı Asi [15] 1951’de yayınlandı ve küçük bir
çalkantıya yol açtı. Sağdan ve soldan gelen pek çok olumlu tepkiye
karşın çalışmayı yerden yere vuranlar da vardı. Kalyalev kitapta
devrimlerin ideolojik kökleri üzerine bir araştırmaya girişmiş, son
yüzyılların başkaldırı tarihine nihilizm çerçevesinden bakmayı
denemişti. [25 47]
En ihtiraslı çalışmasında, Kalyalev, Hayata Sarılmak’taki kendini
öldürmeme düşüncesini diğerlerini öldürmek sorununa genişletmiştir.
Hayata Sarılmak’ın bir geçiş noktası olduğunu, ‘saçma’nın insanı
30
çelişik bir noktaya götürdüğünü teslim eder. Her ne kadar kitabın
girişinde gençliğinden kalma şu, ‘kendini öldürmeyenin bu ilkeyi diğer
insanlara genelleştirmemesini anlayamayacağı’ düşüncesini yinelese
de, Hayata Sarılmak’taki gibi bir zincirleme akıl yürütme çabası içinde
değildir. Hedefi tarihsel bir öykü kurgulamak, ilkelerini bu öyküden
çıkarmaktır. Tanrısızlık ve dünyanın anlamsızlığı koşullarında insanlık
nasıl bir serüven yaşamış, nereden nereye gelmiş; bunun izlerini hem
yazında hem toplumsal etkinlikte sürerek kurgulamaya koyulur. Giriş
kısmındaki dağınık akıl yürütmenin temel ilerleyişini şöyle çizmek
mümkündür: 1. ‘Mantık’ ve ‘tutku’ cinayetleri arasında ayrım:
Hukukun kasıt kavramıyla ayrılırlar ama sınırların belirsiz olduğu
teslim edilir. 2. “Suçsuzluk bir kez eyleme geçtikten sonra
öldürmekten geri durulabilir mi? Öldürmemiz gerekip gerekmediğini
bilmeden eyleme geçemeyiz.” Eğer mantıksal ise, cinayet tikel
olmaktan çıkar, evrensel olur; genel ve yeniden üretilebilir bir geçerlik
kazanır. 3. Cinayetin mantıklı nedenleri varsa çağımız da biz de
tutarlılık içindeyiz, yoksa çılgınlık içindeyiz demektir. Bir tutarlılık
bulmaktan ya da başka yana dönmekten başka çıkar yol yoktur. 4.
Saçmalık duygusu kendisinden bir eylem kuralı çıkarmaya kalktık mı
cinayeti en azından önemsiz kılar. Hiçbir şeye inanılmıyorsa, hiçbir
şeyin anlamı yoksa, hiçbir değere evet diyemiyorsak, her şey
olanaklıdır, her şey önemsizdir. Katil ne haklıdır ne haksız. Kötülük
ve erdem de birer rastlantı ya da gelip geçici bir istektir. 5. Nedensiz
olmayan bir eyleme girişmek de isteyebiliriz. Bu durumda eyleme yön
verecek bir üst değer bulunmadığından en çabuk, en dolaysız
etkenliğe yöneliriz. Hiçbir şey doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü
olmadığından, kuralımız en etkin yani en güçlü biçimde davranmak
olur. İnsanlar, efendiler ve köleler diye ayrılırlar o zaman. 6. Böylece
ne yana dönersek dönelim, yadsımanın ve nihilizmin göbeğinde
öldürme ayrıcalıklı yerini korur. Öyleyse saçma tutumunu
benimsemeye kalktık mı kuşkuları birer düş sayıp mantığı bunların
üstüne çıkararak öldürmeye hazırlanmamız gerekir. Elbette bazı
eğilimler ister bu iş. 7. Mantık bunda yarar görüyorsa her şey mantık
adına kurala bağlanabilir. 8. Ama öldürmenin hem olanaklı hem
olanaksız olduğunu gösteren bir tutumda mantık bir yarar bulamaz.
9. Ve saçma çözümleme öldürme eylemini en azından önemsiz
kıldıktan sonra vardığı sonuçların en önemlisinde onu kötüler:
İnsanın sorusu ile dünyanın sessizliği arasındaki karşılaştırmanın
sürdürülebilmesi için insanın ölmeden devam etmesi gerektiğinden
hareketle kişi kendini kendi elleriyle öldürmeyecektir. 10. Bu
uslamlama yaşamayı biricik zorunlu değer olarak benimser. 11.
Rahatlık duygusuna kesinlikle ödün verilmiş değilse böyle bir
uslamlamanın kazancını nasıl yalnız kendine saklar insan? Bir kez
böyle kabul edildikten sonra bütün insanlarındır bu değer.
Karşılaştırma açısından öldürme ile intihar aynı şeydir; biri
benimseniyorsa ötekinin de benimsenmesi, biri yadsınıyorsa ötekinin
de yadsınması gerekir. İntihara bir tutarlılık tanımazsak öldürmeye de
tanıyamayız. 12. Saçmalık kavramına ermiş bir düşünce yazgı
öldürmesini kabul eder kuşkusuz ama uslamlama sonucu öldürmeyi
kabul edemez. 13. Böyle bir uslamlama hem öldürebileceğimizi
kanıtlar, hem öldüremeyeceğimizi. Fakat yarım nihilizm olmaz.
Böylece öldürmenin tümden önemsiz olduğunu sanmamıza yol açan
kavram onu doğrulamalarından yoksun bırakır. Öldürmeyi önleyecek
ya da yasaya uygun kılacak hiçbir şey yoktur elimizde. 14. Ama
saçmanın gerçek niteliğini, yani yaşanmış bir geçit, bir çıkış noktası,
Descartes’ın yöntemli kuşkusunun yaşamdaki karşılığı olduğunu
unutup da onu hep sürdürmeye kalktık mı çok geçmeden başka
birçok çelişkilerle birlikte bu temel çelişki de çıkar ortaya. Saçma
kendi başına ele alındığında bir çelişkidir. Yaşamı sürdürmek isterken
değer yargılarını bir yana attığına göre özünde bir çelişkidir saçmalık,
çünkü yaşamak kendi başına bir değer yargısıdır. Ama her türlü
seçmeden yoksun bir yaşam tasarlanamayacağı ortadadır. Yalnızca bu
açıdan bile saçma tutum eylem alanında tasarlanması olanaksız bir
şeydir. Anlatımında da tasarlanamaz. Her anlamsızlık felsefesi sırf
kendini dile getirdiği için bir çelişki üzerinde yaşar. Böylece az da olsa
bir tutarlılık verir tutarsızlığa; düzensiz, bağıntısız olduğunu belirttiği
şeye geçerlilik kazandırır. Sessizlik de bir anlam belirtmeseydi
anlamsızlık üzerine kurulmuş tek tutarlı tutum sessizlik olurdu. Tam
saçmalık dilsiz olmaya çalışır. 15. Öyleyse saçma, bir yaşam kuralı
olarak ele alındığında öldürmenin yasallığına karar vermemize
31
yarayacak değerleri sağlamaz. 16. Saçmalık duygusu diğer duygular
arasında bir duygudur. Özdevinimi kendi kendisini aşmak olan
umutsuz bir coşkunluktan yola çıkarak eylem kuralları konulmuş
saymak bütün bir çağın yanlışlığı olmuştur. 17. Hiçbir şeye
inanmadığımı, her şeyin saçma olduğunu haykırıyorum ama
haykırışımdan kuşku duyamam, hiç değilse karşı çıkışıma inanmam
gerekir. Böylece saçmalık elimdeki ilk ve tek gerçek başkaldırmadır.
18. Başkaldırma akıldışılık görünümünden doğar, düzeni ve birliği
ister, dolayısıyla mevcut olanı değiştirmek kaygısı güder, değiştirmek
eyleme geçmektir, eyleme geçmekse yarın öldürmeye varacaktır. Ama
başkaldırı öldürmenin uygun olup olmadığını bilemez. Nedenlerini
ise kendinden çıkarmalı, eyleme geçmek için kendi kendini
incelemelidir. 19. Her başkaldırma evrensel öldürmenin
doğrulanmasıyla mı sona ermelidir, yoksa tam tersine olanaksız bir
suçsuzluğu benimsemeye kalkmadan usa uygun bir suçluluk ilkesi
bulunabilir mi, sorun budur.
Böylece Kalyalev iki yüz yıllık başkaldırı tarihini incelemeye soyunur.
Başkaldırının tarihinden çağımızın yönünü açıklayacak metafizik ve
tarihsel unsurları çıkarsamak ister. Kalyalev esasında özgürlük,
insanlık aşkı, üstün insanlık gibi iyicil değerler arkasına saklanan,
kendini bunlar adına suçsuz kılan cinayetin görülmedik cüretteki
meydan okumasına karşılık vermek istemektedir. ‘Ahlaklı asi’yi
tanımladığı sayfalar yer yer tuhaf tanımlamalar, yer yer kavrayışlı ve
tam manasiyle dokunaklı, incelikli psikolojik okumalardır.
Başkaldırma genel bir terimdir, bu başlık altına hem dünyevî hem
uhrevî anlam arayışları, hem tanrıya, kiliseye, dine, toplumsal düzene,
eşitsizlik koşullarına kısaca iktidarı elde tutanlara karşı başkaldırma
yerleştirilir. Başkaldırıda katlanılmaz bir haksızlığa ek olarak bizim de
haklı olduğumuz duygusu olmalıdır; başkaldıran, uzlaşmadan çıkar ve
‘ya hep ya hiç’e atılır; bilinç ortaya çıkar, insanla özdeşleşir; kendinde
savunulmaya değer bir şey olduğu inancı vardır, her başkaldırma
eylemi bir değeri çağırır, kendini aşan bir değere inanç (ölme cesareti)
ortaya çıkar, bu değer insanlar arasında ortaktır, köle bütün varlıklar
için ayaklanır; başkaldıran, dünyanın birliğini, yeryüzündeki
adaletsizliğe karşı adalet ilkesini, ölümün bitmemiş, kötülüğün dağınık
kaldığı yaşam ve ölmeye karşı mutlu birliği ister; kutsala sövücüdür,
tanrıyı indirir, ona karşı çıkış nedenlerini oluşturan sorunları (adalet,
düzen, birlik) kendi eliyle düzeltmeye girişmelidir; başkaldırıda kötü
sonuçlar ortaya çıkabilir ama bu başkaldırının özünden değil,
kaynakları unutmaktandır. Başkaldırının temel özelliklerinden biri
bireyi diğer insanların arasına koyuşudur, zira her başkaldırının bir
değer barındırdığı bu değerin de insan tekini aştığı belirtilir:
“Başkaldırıyorum öyleyse varız!” [15 19]
Kalyalev başkaldırıyı metafizik ve tarihsel diye iki kesime ayırır, bu iki
bölümün sonrasında bir ‘Başkaldırı ve Sanat’ bölümü, bir de karar
bölümü vardır. ‘Metafizik Başkaldırı’ bölümünde evrenin karşısına
dikilmek, dünyanın birliğini istemek söz konusudur. Bu kesimde
ölüme de şöyle bir değinilir: İnsanlık koşulu genelleştirilmiş ölüm
cezasıyla tanımlanırsa başkaldırma bir bakıma onunla çağdaştır.
Metafizik başkaldırının ilk durağı Sade, salt bir yadsıma oluşturur,
cinsel içgüdü adına tanrıyı, insanı ve ahlakını yoksalar. Sonra
Romantikler tanrıya karşı kötülüğü ve bireyi yeğ tutarlar, tanrının
yarattığı kötülük ve öldürme, kin ve kötülüğü savunmaya götürür.
Şeytandan yana çıkarlar, çünkü yitirilmiş olanla birlik olanaksızdır; bu
bir kahrı ima eder. Dostoyevski, İvan Karamazov karakteriyle
kurtuluşun yadsınışını betimler. İsa’nın ta kendini yadsıyan ve göğe
geri dönmesini salık veren Büyük Engizitör günün egemenleriyle
özdeşleştirilir; onlar İvan’ı aşıp aynı umutsuz yadsımadan dünya
imparatorluğuna yöneleceklerdir. Ahlakın temeli olan tanrı
öldürülmüştür, ancak o en başta adalet adına yadsınmıştır, burada bir
saçmalık ortaya çıkar. Stirner ve Nietzsche sonraki başlıklardır.
Kalyalev’e göre Nietzsche bütün değer yargılarının yerini bu dünyaya
tam ve coşkun bir bağlanışa vermeyi önerir. Bireysel bir güç istemi,
tanrının yerini almak yoluyla bir üstün sebep, büyüklük üretir.
Kalyalev milliyetçi sosyalizmi nihilizmin kudurmuş ama geçici
mirasçısı (Nietzsche’yi temize çıkarmak için büyük gayret gösterir)
ilan eder. Nietzsche insanı dünya önünde diz çöktürürken onu
Marx’la düzeltenler tarih önünde diz çökme ilkesini getirirler. Öbür
32
dünyanın yerini ‘daha sonra’ alır: Üstün insan ya da sınıfsız toplum.
Başkaldırma, Nietzsche felsefesinin potasından geçtikten sonra bir
özgürlük çılgınlığı içinde biyolojik ya da tarihsel Sezarcılığa; salt evet
ise öldürmeyi evrenselleştirmeye varır. ‘Büyük başkaldıran’, kendi
elleriyle kendisi de içine kapanmak üzere zorunluluğun dizginsiz
krallığını yaratır. Tanrının zindanından kurtulduktan sonra ilk kaygısı
tarihin ve usun zindanını kurmak olacak, böylece nihilizm
perçinlenecektir. Bu konuları aydınlattıktan sonra Kalyalev şiirde iz
sürer, Lautreamont’da bayağılık, sadece yapıtında başkaldırma ozanı
olan Rimbaud, Gerçeküstücülerin tanrısız gizemciliği incelenir.
‘Nihilizm ve Tarih’ başlıklı geçiş bölümünde, ‘insan başkaldırısının
ancak ölüm koşuluna karşı ayaklanma, suçlama olduğu ve sonu
gelmez bir birlik savının söz konusu olduğu’ fikri işlenir. Ölümün
yadsınması, süre ve saydamlık isteği, yaşamı değil, yaşamın
nedenlerini ister. Acıların eksik yanı açıklama ilkesi bulunmamasıdır.
Bugün başkaldırmadan nihilizme getiren süreç şöyle işlemiştir: Önce:
“Varolsa bile...”, sonra: “Varolmaya değmez.”, sonunda: “Yok!”.
Tanrısal topluluğun yıkıntıları üzerinde insan topluluğunu ve adaletin
krallığını kurmak gerekmiştir, tanrıyı öldürmek, sonra da yeni bir
kilise kurmak başkaldıranın çelişkisidir. Salt özgürlük bir görevler
zindanı, bir ortak çile, yani tarih olur. Başkaldırı, kaynaklarını (Kendi
varlığını fethetmek, onu tanrı karşısında sürdürmek) unutur ve
sonsuzca çoğalan cinayetler arasında dünya imparatorluğuna yönelir.
‘Tarihsel Başkaldırma’ bölümü bazı devrim olaylarında doğa ötesi
başkaldırmanın mantıksal gelişimini, aydınlatıcı örneklerini, sürekli
izleklerini bulmak amacını güder. Devrim başkaldırmanın mantıkî bir
sonucudur. Başlıca devrimler kan dökücüdür. Fransız Devrimi kralla
birlikte tanrıyı da öldürür. Rousseau ile genel istem tanrının yerini
alır, bir yurttaşlık dini tanımlanır. Rousseau muhalefete ve
bağımsızlığa yer vermeyen çağdaş toplumların öncüsüdür. Saint Just
onun düşüncelerini tarihe sokar, terör dönemini açar, kural erdemdir
ve halktan gelir, halk gevşeyince ise yine halktan gelen meşruiyetle
baskı büyür. Yüz yıl geçip büyük ilkelerin temelsiz olduğu ortaya
çıktığında ise başkaldırmanın köklerinden koptuğu, her tür somut
ahlaktan yoksun, doğrulaması eksik bir devlet terörü kalır geriye.
Biçimsel erdem ve ölümsüz ilkeler kuşku konusu olarak kalınca, us
artık sadece kendi başarısından medet umar, gelecekteki başarısına
dayanır. Sovyet komünizmi bu dönüşü işaretler; anlam, birlik ve
adalet arayışı olan gerçek başkaldırısına bağlı kalmayan insanın
tarihiyle özdeşleşir. 20. yüzyılda, başkaldıran insan, her türlü ahlakı
yadsıyan insanoğlunun birliğini tüketici bir suç ve savaş çokluğunda
arayan nihilist devrimlere kendini adar.
Tanrısızlık ile devrimcilik aynı kurtuluş akımının iki yüzüdür, zira
öbür dünya Hıristiyanlığı kölenin vazgeçişini getirerek efendiyi
güçlendirir. Eski efendileri ayakta tutan aşkınlığı öldürmek ve
yenilerini yükselterek insan krallığının çağlarını hazırlamak için
devrimcilik maddecilikle birleşir. Hegel’den esinlenen politik akımlar
ve idealist akımlar erdeme, ilkeciliğe sırt çevirerek her türlü ahlak
değerini, her türlü ilkeyi ortadan kaldırırlar, onların yerini geçici olan
‘olgu’ alır. Değerlerin ve gerçeğin oluşturulması tarihe bırakılır.
Çağların sonunda gerçek açığa çıkana dek hiçbir şey açıkça
tasarlanamazsa eylem saymaca demektir. Sonunda güç egemen olur.
Başkaldırı en baştan tanrıyı öldürmek durumundaydı zira tanrı
egemenin gücüyle birleşmişti. Tanrı ölünce ise 20. yüzyılı Nietzsche
ve Hegel’in ruhsal çocukları inşa edecektir.
‘Bireysel Terör’ alt bölümünde, Kalyalev, Rusya’daki muhalif
düşüncenin kısa bir tarihini yazmaya koyulur. Aradığını bulamamış
bir din akımına (Sosyalizm) katılmış olan nihilizm, terörizmle
sonuçlanır. Varolabilmesi için uğrunda ölmek gereğinden başka
hiçbir yanı bilinmeyen bir şey için ölmek gibi bir alışkanlık başlar.
Yüce değerlerin yokluğunda, geleceğin insanları onların
başvurabileceği son nokta olur. Kalyalev bir tek bu bölümün
kahramanlarını kayırır, onlarla duygudaşlığını sezdirir. Kibar Terörist
oyununda ele aldığı devrimci teröristlerdir bunlar: ‘1905 yılının
insanları’ kuşkularından hiçbir zaman sıyrılamamışlardır ve her
soruyu kendi kendilerine sormuş ve yaşamlarıyla bir dereceye kadar
33
yanıtlamışlardır. 1905’in başkaldırmışları nihilizmi yenmişlerdir.
Başkaldırmanın başkaldırma olmaktan çıkmadıkça avuntuya, dogmacı
rahatlığa götürmeyeceğini öğretirler. Ölmeyi reddeden suçludur bu
yeni dinde. Ölenin suçu sıfıra iner. Darağacının dibinde, nihilizmin
son dakikasında, eski değer yeniden doğar: Başkaldırmışlık anlayışının
çözümlemesinden bulduğumuz ‘varız’ sözünün tarihsel bir yansıması.
Bu teröristler bir yandan insanların dünyasını doğrularken bir yandan
da tarihte sonuncu kez gerçek başkaldırmanın değerler yaratıcı
olduğunu kanıtlayarak bu dünyanın yukarısında yer alırlar; devrimci
atılımın en yüksek noktası, başkaldırmanın en arı yüzüdür bu. Tarrou
sonuna dek kuşku duyar ama bu onu eylemden alıkoymaz. Ölmeyi
kabul eden kişi yoksamaları ne olursa olsun tarihsel birey olarak
kendisini aşan bir değerin varlığını kesinler.
Sovyet devrimiyle beraber nihilizmden asker sosyalizmine geçilir.
Filozoflar devleti kurulur ama hiçbir şeye inanmayan bu filozoflar
gerçek başkaldırmayı yadsırlar. ‘Eylem adamları inançsız olunca
eylem devinisinden başka hiç bir şeye inanmamışlardır; bu
dinamizmin gerçek mantığı ya tüm bozgun ya da fetihten fetihe kan
ve eylem imparatorluğu kurmaktır’ diye yazdıktan sonra, Kalyalev,
kitap boyunca ima edilen ve kitabın yayınlanmasıyla esas tepkiyi
çekecek olan Sovyet komünizmi eleştirisine girişir: Marx en geçerli
eleştiri yöntemiyle en tartışma götürür, en ütopik mutlu gelecek
inancını öğretisinde birbirine karıştırmıştır. Marx’ın kehaneti gittikçe
güçlenen bir inancın konusu olurken olacağını önceden
bildirdiklerinin çoğunun gerçekleşmediği, kehanetlerinin tarih
tarafından yalanlandığı söylenebilir.
Tarih ve eskatoloji Hıristiyanlıktan devralınmışsa, Marx’ın bilimsel
gelecek inancı da burjuva kaynaklıdır. Kalyalev ilerlemecilik, zorunlu
evrim ve ekonominin başatlığı düşüncelerinin 19.yy’daki izlerini
sürdükten sonra devam eder, Marx’ın kehaneti kısaca şudur: Her tür
insan gerçeğinin kaynağı üretim ilişkilerinde olduğuna göre tarihsel
oluşum devrimseldir, çünkü ekonomi devrimseldir. Daha üstün
üretim düzeyi yararına karşıtlıklar çıkar. Kapitalizm aşamaların
sonuncusudur, her tür karşıtlığın çözüleceği, ekonominin silineceği
koşulları oluşturmaktadır. Hegel diyalektiği burada us yerine üretim
ve emek açısından ele alınmıştır, tarihte usun son saltanatının yerini
komünizm almıştır. Sermaye, az sayıda elde toplandığı andan sonra,
artık daha üst bir üretim aşamasına taşınmış toplumda, proletaryanın
bir fiskesi ile ortak servete dönüştürülecek ve özel kapitalizmin
sonucu olarak bir tür devlet kapitalizmi, bolluğu ve adaleti sağlamak
üzere üretim aygıtını toplumun hizmetine verecektir. Peyki
proletaryanın tarihsel görevini yerine getirebilmesini ne temin eder?
Hegel temin eder! Proletarya esasında tikele karşı çıkan evrenseldir.
En son alçalıştan en yüce onuru, en büyük yoksunluktan eksiksiz bir
benlik kesinlemesini çıkaracaktır. Tarihin son bir şiddetle şiddetli
olmaktan çıkacağı dakikaya kadar bunalımlar bunalımları izleyecek
proletaryanın düşüşü derinleşecektir. Yanılmaz diyalektiğin tarihin
sonuna yerleştirdiği altın çağ her şeyi doğrular. Kalyalev Marx’ın
emek ve emekçinin düşürüldüğü duruma karşı çıkışını anar ve ‘haksız
yollara başvurmak gereksinimini duyan bir erek haklı bir erek
değildir’ sözünü alıntılar. Ancak Marx değeri yalnızca tarihe indirger,
her tür aşkınlığı yıkar, sonra da olgudan göreve geçer. Böylece adalet
savı adaletin ahlakçı bir doğrulanışı üzerine kurulmadı mı
adaletsizlikle sonuçlanır. Mutlu gelecek inancının kurbanlara rağmen
kurulması gerekir, ancak kurbanın tek değeri şimdiki zamandır. Fakat
devrim bir türlü gerçekleşmeyiverir. Üstelik Marks’ın kimi temel
önemdeki postülatları tarihin akışı tarafından yalanlanmıştır.
Bilimsel olma iddiasındaki sosyalizmin olgulara takılışı onun bilimsel
olmadığını gösterir. Başarısızlığı kehanetçi ve dogmatik olduğu için
oldukça bulanık olan bir yöntemden gelir. Alman idealizminin
uydurduğu kehaneti benimsediği için de çağdaş nihilizmin tarihi, güç
yoluyla düzenini yitirmiş tarihe düzenini vermek için uzun bir
çabadır. Yalancı-mantık ülküsel imparatorlukta kurnazlık ve stratejiyle
özdeşleşir. Ekonomi ve bilim temelleri tarafından yalanlanan Marksçı
kehanetin elinde kala kala çok ilerdeki bir olay konusunda tutkulu bir
muştu kalır. Kalyalev’e göre diyalektik, devrimci değil nihilisttir, son
terimin diğerlerinden bir üstünlüğü olmadığı için gerçekte sonu
34
yoktur. Diyalektik, kendisi olmayan her şeyi yoksamak isteyen arı
devinimdir. O halde bu evrende tarihin sonunu tasarlamak için neden
yoktur. Tarihin sonu esasında bir ahlakî örneklik ya da kusursuzluk
değeri değildir, özverilerin biricik doğrulaması olarak her istediğini
yapabilme, hatta terör ilkesidir. Böylece 20. yy’ın meselesi belirir:
Tanrısal iyilikten ve adaletten yoksun olarak nasıl yaşamalı? Bu soruya
başkaldırma değil yoksayıcılık yanıt vermiştir: Çılgınlıkla! Tarihsel
çılgınlığın adı güçtür. Güç istemi adaleti tarihin sonuna atmıştır.
Kalyalev, ilkelerin eleştirisinin ardından Sovyetler Birliği tarihine göz
atar. Lenin Jakobenlere benzemez, onlar gibi ilkelere ve erdemlere
değil sadece devrime ve etkenlik erdemine inanır. Kitlelerin
yönlendirilmesi düşüncesi nihayetinde proletaryayı devreden
çıkarmaya varır, meslekten devrimci keşişler görevi devralırlar.
1917’de proletarya diktatörlüğünün burjuva sınıfının kalıntılarını
bastırmak ya da ortadan kaldırmak ve üretim araçlarının
kamulaştırılmasını tamamlamak için gerekli olduğunu, bunlar
tamamlandıktan sonra diktatörlüğün gevşemeye başlayacağını bildirir.
Bu durumda Stalin hükümeti ya görevini tamamlamıştır ve
sürdürülmesi olanaksızdır, ya da öğreti yanlıştır ve üretim araçlarının
kamulaştırılması sınıfların ortadan kalkması anlamına gelmemiştir.
Ancak zamanla bu geçici durumun sonunun önceden
kestirilemeyeceği, üstelik böyle bir sonu kimsenin vaat etmeyi
düşünmediği bildirilmiştir, artık sadece belirli bir toplumda değil,
bütün yeryüzünde bir ezilmiş ya da bir mal sahibi kaldığı sürece
devlet de kalacaktır ve rakiplerin boyun eğdiği yeryüzünde bu bütün
dünyayı kapsayan en büyük gücüne erişmiş devlet bir su gibi yavaş
yavaş çekilecektir! Bu düşünce çok uzaktaki bir adalet uğruna bütün
tarih süresince adaletsizliği yasaya uygun kılar. Daha çok üretim, daha
çok iktidar, aralıksız çalışma, dinmez acı, sürekli savaş derken bir
mucize ile tüm imparatorlukta genelleşmiş kölelik tam kendi
kendisinin karşıtı oluverecektir. Birliğin yolu tümlükten geçer. Bu
anlamıyla tarih umutsuz bir düştür. Tanrıdan kurtuluş, oluş karşısında
mutlak boyun eğiş ister, partinin sürekliliğine koşulur, 20. yy’ın
gerçek tutkusu köleliktir. Bu devrimde insanların benimsedikleri
ilkeler onların en soylu niyetlerini aşmıştır. Devrim adına dünyamızı
yönetmeye kalkanlar başkaldırma ülküleri değil boyun eğiş ülküleri
olmuştur, işte bunun için çağımız kişileri ve kitleleri yok etme
tekniklerinin çağıdır.
D’arrast’a göre devrimci esasında ya aynı zamanda başkaldırmış bir
insandır, ya da devrimci değil başkaldırmaya karşı çıkan polis ve
memurdur. Tarih tek başına değer kaynağı değil nihilizm kaynağıdır.
İnsan, başkaldırmasıyla tarihe bir sınır koyar. Bu sınırda bir değer
umudu doğar. Bütün insanlara özgü bir sınırın, bir onurun, bir
güzelliğin kesinlenmesi herkesi, her şeyi bu değerin kapsamına almak,
çıkış noktalarını yoksaymadan birliğe doğru yürümek zorunluluğunu
getirir. Başkaldırma birlik ister, tarihsel devrim ise tümlük; biri
yaratıcıdır, diğeri nihilist. Devrim yaratıcı olmak istiyorsa tarihsel
sayıklamayı dengeleyen ahlakî ya da metafizik bir değerden
vazgeçemez. Başkaldırı burjuva toplumundaki biçimsel ahlakı hor
görmekte haklıdır ama her türlü ahlaksal savı bu horgörünün
kapsamına almak çılgınlık olmuştur. D’arrast cümlesini yeniden
formüle eder: Başkaldırıyorum öyleyse varız ve yalnızız (Tanrıdan
yoksunuz) ve olduğumuz şeyi yaratabilmek için yaşamamız ve
yaşatmamız gerekir.
Sanat bize başkaldırmanın özü konusunda son bir görüş
sağlayacaktır, zira orda başkaldırı arı durumunda, ilk karışıklığı içinde
incelenebilir. Sanat gerçeği hem yüceltir hem yoksayar. Sanat da
başkaldırı da evren yapıcıdır. Her başkaldırmada kavranmaz bir
metafizik birlik zorunluluğu, hatta evrenin yerini tutacak yeni bir
evren kurma görülür. Başkaldırma biraz da sanatsal bir gerektir.
Sanatçı dünyayı yeniden kurar. Sanat görünüşte tek ile evrenselin
uzlaşmasını gerçekleştirir, resim elimize ‘Varlık’ı teslim eder görünür.
Sanat bizi sürekli oluş içinde kaçıp giden ama sanatçının önceden
sezip tarihten koparmak istediği bir değere, biçimini vermeye çalıştığı
başkaldırmanın kaynaklarına götürecektir. İnsanların büyük
çoğunluğu dünyayı bırakmak istemeyenlerdir, kendi yurtlarında birer
sürgün olarak ona tümüyle sahip olamamanın acısını çekerler. Gelip
35
geçici doluluk dakikaları bir yana, her gerçek tamamlanmamış
gerçektir onlar için. Başkalarının yalnız en yüksek anlarını
gördüğümüz yaşamlarında dıştan göründükte bir tutarlılık, bir birlik
var gibidir; yaşamların içlerini kemiren ayrıntıların bilincine varılmaz.
O yaşamlar üzerine sanat yapılır. Bu anlamda herkes yaşamını bir
sanat yapıtı yapmak ister. Varlıklar her zaman kaçarlar elimizden,
yaşam biçemsizdir, durmamacasına biçimin ardından koşup onu
hiçbir zaman bulamayan bir devinimden başka bir şey değildir.
Varolmak için her insan birliği ister. Yaşama yaşamda bulunmayan
biçimi vermek ister. Bu tutku roman yaratmaya da götürür. Roman
eylemin biçime kavuştuğu, varlıkların varlıklara bırakıldığı her
yaşamın bir yazgı görünüşüne büründüğü evrendir. Roman dünyası
dünyamızın insanın derin arzusuna göre düzeltilmesidir. Sanatta
başkaldırma gerçek yaratımda tamamlanır. Devrim de yıldırı ya da
zorbalıkta değil uygarlıkta kesinlenir ancak. Sanayi toplumu ancak
emekçiye yaratıcının onurunu geri vererek, yani ilgisini ve düşüncesini
üretim kadar çalışmanın kendisine de çevirerek açacaktır uygarlığın
yollarını. Uygarlık bireyde de sınıflarda da üretici ile yaratıcıyı
birbirinden ayıramayacaktır. Ne olursa olsun aynı zamanda hem
ayaklanan hem de bağlı kalan bir ahlak gerçekçi bir devrimin yolunu
aydınlatabilecek tek şeydir.
Kitabın son bölümü ‘Öğle Düşüncesi’ başlığı ile sunulur. Mantıkça,
öldürme ile başkaldırma çelişkindir. Bir tek efendi öldürüldü mü,
başkaldıranın (Kendi haklılık nedeni olan) ‘insan topluluğu’ sözünü
kullanmaya hakkı kalmaz. İnsanı yalnızca insan yanıtlayacaksa bir
kişinin bir tek insanı yaşayanlar topluluğundan çıkarması kendi
kendisini de bu topluluğun dışına bırakır. Başkaldıran, insanın insanla
özdeşliği adına ayaklanıyordu, vurursa farklılığı doğrular; başkaldırmış
kişi öldürdüyse kendi ölümünü kabul etmelidir. Tarrou öldürmenin
olanaksızlığı iyice anlaşılsın diye öldürür ve ölür. ‘Varız’ı
‘varolacağız’a yeğ tuttuğunu göstermiş olur. Başkaldırma tümözgürlükten davacıdır. Yasaklanmış sınırı aşmasına izin veren sınırsız
güce karşı çıkar. Bir tek insanın bulunduğu her yerde özgürlüğün
sınırları olsun ister. Başkaldıranın evreni görece bir evrendir, salt
olana yer yoktur. ‘Zorunlu’ değil, ‘olası’ vardır. Sonucu yollar haklı
çıkarır. Devrimci anlayış kölelik yazgısından kurtulmak istiyorsa,
başkaldırmanın kaynaklarına dalmalı, bu kaynaklara bağlı kalan biricik
düşünceden, sınır düşüncesinden esinlenmelidir. Arı erdem
öldürücüdür, umursamazlık da öldürücüdür. Bu, gerçekçilik ve ahlak
arasındaki ölçüyü belirtir. İnsan ölçülü biçimde suçludur; tümden
suçsuz da değildir. Her ortak eylem bir toplum disiplini varsayar, bu
yasa olmadı mı birey yabancıdır. Bu tutum çağdaş dünyada bir örnek
olarak sendikacılıkta siyasal bir karşılık bulur. Tarihsel saltçılık insan
yaratılışının yenilmez bir gerekliliğine çarpıp durmuştur. Bunun gizi
Akdeniz’dedir: ‘Ölçü.’
Nihilizmin ötesinde, insan için kendi düzeyi olan orta düzeyde bir
eylem ve bir düşünce olasılığı vardır. Daha yükseklere göz diken her
girişim çelişkin olur. Salta tarih içinden erişilmez. Ne kadar
sınırlanırlarsa sınırlansınlar, adaletsizlik de acı da baki kalacak, sanat
ve başkaldırma son insanla ölecektir. Saltçılık anlamında da tanrı
inancı anlamında da, tanrı ve tanrısallık yadsınmalıdır. İnsan mutlağı
aramaz, tanrılığa yönelmezse tanrının yerine insan yapımı tanrılar
koymaya yeltenmeyecek, ölüm makineleri yaratmayacaktır. İnsan
ölçüsü, tanrısızlık (dünyevîlik) ve olanaksıza yönelmeyen, diğer
insanlarla sınırlanmış arayıştır. D’arrast ılımlılık çağrısını coşkun
satırlarla yineler.
Böylece kısaca özetlediğimiz kitap yayınlandığında olumlu tepkilerin
yanında öldürücü tartışmalara da yol açmıştır. Dönemin çift kutuplu
Fransa’sında sol aydınlar komünist partinin dümen suyunda birbiriyle
yarışırcasına halkın hizmetine koşarken, Sovyetlerin insanlık dışı
politikalarının komünist avına çıkmış sağcılar karşısında toplumcuları
zor duruma düşürdüğü bir dönemde, D’arrast, tek umut olarak
görülen komünizm karşısında çatlak sesler çıkararak bağışlanmaz bir
hata işlemiştir. Kitabın son yılların en büyük kitaplarından biri, batı
düşüncesini dönüm noktası, insanın bir örneğini ortaya koyan
öylesine soylu bir kitap [25 5] olduğunu ilan eden sağ kesimden aldığı
övgüler sol camiadan aldığı tepkileri kısmen açıklar. D’arrast’ın ‘Kötü
36
Zamanlar’ dergisi çevresiyle giriştiği polemik bugün bile canlı bir
magazin malzemesidir. D’arrast şiddet ve baskının her amacı
kirleteceğini savunurken, Kötü Zamanlar hiçbir devrimci topluluğun
mükemmel olmadığı ve genel başarının aşırılıkları mazur göstereceği
düşüncesini savunur. [34 2] Taraflar uzlaşmaz tutumları temsil etseler
de kapışma kitapta tartışılan temel konulardan veya ilkelerden ziyade
kişiliklere yönelik karşılıklı iğnelemeler üzerinden gerçekleşir. Kitabın
ana fikrinin genelliği, basitliği ve düşüncenin belirsiz işlenişi de belki
başka bir tartışma yöntemini çağrıştırmamıştır? Bir eleştirmenine
göre, belki de kitap D’arrast’ın felsefî yetersizliğini açığa vuruyordu,
alelacele ve ikinci elden toplanmış bilgilerle kurulmuş gibiydi, yalnızca
ayrıcalıklı kişilere bir vicdan rahatlığı sağlayacaktı, D’arrast pek doğru
akıl yürütmüyordu, düşünceleri belirsiz ve budalacaydı ve eleştirmen,
zayıf, karanlık ve karışık fikirlerin ne olduğunu ayırt edebilmek için
fenerler yakmak zorunda kalıyordu. [25 84-5] Olay anında düşük
seviyede seyreden ilkesel tartışma gerçi bir süredir eserler arasında
gerçekleşmektedir; D’arrast’ın Aile İçinde Küçük Bir Kavga ile
başlattığı ‘temiz eller’ vurgusu, elini kirletmekten çekinmeyen tarihsel
aktörün yaratıcılığı ve ödediği kefaret savunusuyla karşılanmıştır. Bu
savunu Tarrou karakterinde yankısını bulduğuna göre görüşler ortak
bir noktaya yaklaşmamış mıdır? Bir fark var: Çekilen ceza bir tarafta
vicdan azabı ve kötü şöhretken, diğer tarafta ölümdür. D’arrast son
sözünü birkaç yıl sonra ‘Zamanımızın Bir Kahramanı’yla
söyleyecektir.
Tartışmanın her bir müdahilinin karşısındakini mahkûm ettiği
cürümleri sırası geldiğinde birer birer işlediği Kötü Zamanlar
polemiğinde [Her biri bir diğerinin yerine geçerek devam ediyorlar,
üç aşamalı bir logaritma gibi ve eğer Jeanson rakibinin ikinci yazısına
bir cevap yazdıysa bu renkten renge ve ölçekten ölçeğe girerek bir
‘amorform’ oluşturaraktan sonsuza kadar devam etmiş de olabilir;
fraktal bir polemik.] bir kibirli yalnız olmakla suçlanmışsa da bu
çalkantının ardından Jeanson, çokları için doğruluk uğruna en
yakınlarının saldırılarına göğüs geren, dostlukları feda eden bir
hakikat fedaisi figürüne dönüşür. Evet, Jeanson Fransa’daki çevresini
feda etmiştir belki ama asıl değer verdiği bağlarına sıkı sıkıya
sarılmıştır: İnsanlık ailesiyle, yeryüzüyle, iyicillikle bağlarına.
Memleket Meseleleri
Jeanson’un karıştığı tartışmalar kitaplarının yarattığı çalkantılarla
sınırlı değildir. Cezayir’de şiddetlenen olaylar da onu bir taraf olmak
durumunda bırakır, gayretle fikirlerini açıklamaya ve çözüm için
arabulucu bir fikri yaygınlaştırmaya çalışır, ancak iki toplumun eşit
haklarla bir arada yaşaması düşüncesi ne bağımsızlığı destekleyen
sola, ne sömürgeci sağa, ne de bağımsızlık yanlısı Cezayirli Araplara
yakın gelecektir. Arapları ulus devlet olarak bağımsızlaşma
tasarılarında, hele bunun için şiddete başvurmalarında eleştirir. Bir
ateşkes çağrısı için çalışır. Yine kimseye yaranamadığı gibi sürekli
kamu önünde polemiklerde yer alması, eleştirilere cevap yetiştirmeye
çalışması onu dermansız bırakır ve sağlığının bozulmasına yol açar.
Ruh sağlığı da tehdit altındadır. Her yerde merhum Abram Vulecik’in
hayaletlerini görmeye başladığı bir dönemde Vulecik’in eski karısı
Simone bir gün kucağında bir çocukla ortaya çıkar ve Jeanson’dan
çocuğuna babalık etmesini ister. Jeanson olanları karısına
açıklayamaz, Lucienne Sintes ikizleriyle birlikte evi terk ederken
Jeanson yine verem ataklarıyla boğuşmaktadır. Hastaneden çıktığında
karısını bulur ve masumiyetine inanmasını ister, çünkü çocuk ondan
olamaz. Jeanson, Simone’un zayıflığından yararlanarak ona en büyük
kötülüğü yaptığı sırada kendisini korumak için kondom kullanacak
kadar hesaplı ve benmerkezcidir. Mahkemede çocuğun babası
olmadığı kanıtlanır ve babalık davası düşer.
Jeanson 1950’lere kadar aralıksız olarak çok yoğun üretip düşünmüş
ve 50’lerin ilk yarısı boyunca polemiklerden iyicene yorulmuştur;
dışlanmışlık, yanlış anlaşılma ve haksızlığa uğrama hisleriyle
boğuşmaktadır. Kendine polemiklerde yer almayacağı yolunda sözler
verirken ve dengesini yeniden sağlamaya çalışırken buluruz onu:
“Özellikle yazı ile kimseye sataşılmayacak. Eleştiri ve polemik zamanı
sona erdi –Yaratım. Eleştiri ve polemik tamamen yok edilecek.
37
Bundan böyle, tek ve değişmez kesinlik. Onların hepsini anla.
Onların yalnızca birkaçını sev ve hayranlık duy.” [3 28] Hâlâ yaratımı
hayatının haklı çıkmasının tek yolu olarak görmektedir. Aristokrasi
teması bu yıllarda defterlerinden gelip geçer. Ayrıcalıklı bir grup
insan, kendi hayatlarını zorlaştırmak pahasına, insanlığın aklı,
yöneticisi olmak üzere toplum adına görev üstlenmelidir. “Her
toplum aristokrasi temeline dayanır, çünkü gerçek aristokrasi,
kendine karşı buyurucu bir tavır içindedir ve bu buyurucu tavır
olmazsa her toplum ölür.” [3 130] “Bu dünya, kesilmiş bir solucan gibi
kafası koparıldığından kıvranıp duruyor. Soylularını arıyor.” [3 144]
Her şeye rağmen Jonas ailesiyle çekildiği köşede güçlerini yeniden
toplamaya ve üretmeye başlamıştır. Derken bir gün bir felaket
gerçekleşir. Simone ve çocuğunun oturduğu evde yangın çıkar, ikisi
de dumandan zehirlenerek ölürler. Jonas kendini aklamak telaşıyla
basına demeçler vermeye başlar. Kimse onu suçlamadığı halde o
sürekli suçu ispatlanacak diye korku içindedir, gerçekte olayın
tümüyle bir kaza olduğu raporlarla sabittir ve olaydan önceki haftalar
boyunca Jonas olay yerine yüzlerce kilometre mesafedeki aile evinden
hiç ayrılmamıştır. Yine de tuhaf bir vicdan azabı ile kıvranır, evi
yaktığına inanmaya başlamıştır, paranoya yine verem kriziyle
sonuçlanır. Yakasını bir türlü bırakmayan merhum Vulecik’in hayaleti
kanlı öksürük nöbetlerine eşlik eder. Jonas bu sefer ölümle yüzleşmek
üzeredir, üstelik onun gözünün içine bakacak durumda olmadığı
kesindir. Ama kefeni bir kez daha yırtmayı başarır; Jonas dokuz
canlıdır.
İçim Sıkılıyor Evet
Sanatoryumdan çıktığında çok ciddi biçimde klostrofobi yaşamaya
başlar. 1953 yılından itibaren, şiddetli ve sürekli bir iç sıkıntısıyla
mücadele etmesi gerekmiştir. Yaratmak için, işe yaramaz ciğerler,
öksürük nöbetleri ve iç sıkıntısını yenmelidir. Kendini yeniden
disipline etmeye çalışır: “ ‘Gerekli’ sözüne son. İnsanîleşmek için ruh
siyasadan tamamen uzak tutulacak. Klostrofobisi olan biri –ve
komediler yazılacak. Ölümle hesaplaşılacak, yani ölüm kabullenilecek.
Kendini gösterme kabul edilecek. Bu iç sıkıntısından ölmeyeceğim.
Eğer ölürsem, bitmiş olacak. Ölmezsem, son derece sakınımsız
davranacağım. Başkalarının yargısını kabul etmek yeterli.
Alçakgönüllülük ve kabul etme, iç sıkmasının tek tıbbî ilacı.” [3 218]
Sebepsiz kaygıların esiri, tasalı, paranoyak, eleştirilmeye tahammülsüz,
verimsiz bir adama dönüşmüştür Jonas. Yazılarının politik tonu
zayıflar. Bu dönemin ardından yayınladıkları insanî temalar, ruhsal
tahliller ve tasvirler içeren, politikaya dolaylı olarak değinen
ürünlerdir. 1954’te yayınlanan Aymaz’da [16] başkaldıran insanın yol
göstericisi Akdeniz’i hatırlatır, doğa ve insana ilişkin hiçbir şeyi
yadsımayan ölçülü ve ışıklı Antik Yunan düşüncesine uzanır.
Kitapta toplanan metinler yazılma zamanları açısından Jonas’ın
yazınsal etkinliğinin orta yerine yayılırlar, acılı eleştiri ve kahır
ifadelerinin ardından umutları yeşertmeyi ihmal etmez, aynı dönemde
yazılan diğer kitaplarla ortak düşünceler taşır, onları başka şekilde
ifade ederler. Aile İçinde Küçük Bir Kavga ve Ölümle Flört’te
geliştirilecek düşüncelerin önceden ifade bulduğu Badem Ağaçları
(1940) öyküsünde yalnız iki güç bulunduğunu, bunlardan kılıcın her
zaman diğerine, tine yenik düşeceğini kesinler. İsteği hiçbir zaman
kılıcın önünde eğilmemek, tinin hizmetine girmeyen güce bundan
böyle hiçbir zaman hak vermemektir. Prometeus Cehennemde
(1946) başkaldıran insanın nasıl büyük engizitörlerin eline
düştüğünün bir öyküsüdür. Prometeus geri gelecek olsa bugünün
insanları onu insancıllık adına kayaya çivilerlerdi. [16 54] Ardından yine
ışıklı imgelere dönülür; altı yıldır içinde bulunulan cehennemden
çıkılmıştır artık, umutlu bir rüzgâr eser. Helen’in Sürgünlüğü (1948)
Ahlaklı Asi’nin tezlerini müjdeler. Olgun döneminin kelimeleri:
Doğruluk, ölçü, sınır, adalet, güzellik, aşk, özgürlük ortaya çıkar. Yine
Akdeniz’in güneş trajiği ile sislerin trajiğini karşıtlık içine koyar.
Yunanlılar umutsuzluğa güzellik içinden varmışlar, çağımız ise tam
tersine umutsuzluğunu çirkinlik ve çırpınmalar içinde beslemiştir.
Yunan düşüncesi her zaman sınır düşününe sığınmış, hiç bir şeyi uç
38
noktasına dek götürmemiştir. Avrupa tam tersine tümlüğün fethine
çıkmıştır, ölçüsüzlüğün kızıdır, güzelliği yadsır, bir tek şeyi, usun
gelecekteki imparatorluğunu yüceltir. Sanatçının tutkusu özgürlük
iken tarihsel düşüncenin tutkusu zorbalıktır; bu ikisi de dünyayı
yeniden kurmak isterler. Kimi saatlerde donuk ve kurumuş dünyaya
sırtımızı dönmek düşüncesi baştan çıkarıcıdır ama bu çağ bizim
çağımızdır ve birbirimizden nefret ederek yaşamamız mümkün
değildir. Bilgisizliğin benimsenmesi, bağnazlığın yadsınması,
dünyanın ve insanın sınırları, sevilen yüz, güzellik... Yunanlılarla bu
alanda buluşmamız mümkündür. Bu kez Truva değil çağdaş kentin
korkunç surları güzelliği elimize vermek üzere yıkılacaktır.
kurgulamıştır. Defterlerindeki bir notta yapıtını beş diziye ayırır. Her
dizide aynı temayı farklı tarzlarda yansıtmak üzere en az bir roman,
bir deneme ve bir oyun yer alacaktır. O tarihte sadece ilk iki dizi
tamamlanmıştır (Saçma: Yabani, Hayata Sarılmak, Evrenle Çekişme
ve Aile Faciası; başkaldırı: Ölümle Flört –ve ekler, Ahlaklı Asi, Kibar
Terörist) yeni projelerse yavaş yavaş olgunlaşmaktadır. [2 173] Mamafih
ne teması aşk olan dördüncü diziye, ne de ‘düzeltilmiş yaratım’ı
irdeleyeceği ve belki ‘sistem’ini ortaya koyacağı son diziye, dolayısıyla
denge tanrıçası Nemesis’le ilgili anlatısına, yani başyapıtına
girişebildiğini, bu yüzden bir ‘yaratıcı’ olup olmadığını sınayamadan
öldüğünü biliyoruz. Clamence’e göre yaratıcı insanın toplumda
önemli bir görevi vardı. Toplumda ortaya çıkan tepkinin karşıtı
devrim değil, yaratımdı. Dünya durmaksızın tepki halinde olduğuna
göre aralıksız devrim tehlikesiyle karşı karşıya idi. Eğer bir ilerleme
varsa, bu ilerlemeyi belirleyen şey, her türden yaratıcının, devrim
gerekli olmadan aralıksız olarak tepki ve tepkisizlik düşüncelerini alt
eden biçimler bulmalarıydı. Bu yaratıcılar olmadığı zaman, devrim
kaçınılmazdı. [3 123]
Gizlem (1950) başlıklı parçada, Jonas, saçmanın peygamberi olarak
anılmasına karşı çıkar. Bir insanın yapıtları çoğu zaman özlemlerinin
ya da sapmalarının öyküsünü çizer, hiçbir zaman kendi öyküsünü
çizmez, hele yaşamöyküsel olduklarını ileri sürdükleri zaman. Hiçbir
insan kendini olduğu gibi çizmeyi göze alamamıştır. O, çağının
sokaklarında bulduğu bir düşün üzerinde uslamlamaya girişmiştir
yalnız. Bu düşünceyi tüm kuşağıyla birlikte beslemiştir ve benliğinin
bir yanı da hâlâ beslemektedir. Ne olursa olsun hiçbir şeyin anlamı
bulunmadığı ve her şeyden umudu kesmek gerektiği düşüncesiyle
nasıl yetinebilir? O onursuzluğa karşı savaşmaya hiç ara vermemiştir.
Yoksayıcılığın en karanlık noktasında yalnızca bu yoksayıcılığı
aşmanın nedenlerini aramıştır. Eskülos sık sık umutsuzluk vericidir,
gene de parıldar ve ısıtır. Evreninin ortasında bulduğumuz şey cılız
anlamsızlık değil gizlemdir, yani gözümüzü kamaştırdığı için zor
çözdüğümüz anlamdır. Bizim görevimiz de ölmeden önce tüm
sözcükler içinden onu adlandırmaya çalışmaktır.
Ne var ki yaratmak Clamence için zulme dönüşmüş, ona her zaman
zor gelen yaratıcı halvet, ruh durumundaki çöküntüyle birlikte
imkânsızlaşmıştı. Yaratamamak düşüncesi ise başlı başına bir
işkenceydi. Zamanla Clamence planlarını değiştirdi ve son üç diziyi
harmanlayıp bir tek katman olarak yeniden kurguladı. Üçüncü
katmana ait olacak eserlerden sadece birinin parçaları ölümünden
yıllar sonra ‘Dönülmez Akşam’ [19] adıyla derlenip yayınlanacaktı. Bu
katmandan önce ise, Clamence, ‘Zamanımızın Bir Kahramanı’ ile
yargı ve sürgün temasını işleyecekti. [3 185]
Aynı Yerde Dolandığımdan Olacak
Zamanımızın Bir Kahramanı
Clamence her şeyden önce uzun soluklu planların tasarlayıcısı,
başından sonuna ince ince hesaplanmış bir yapıtın yaratıcısıdır. Her
kitabını uzun uzun düşünüp tasarlamakla, onları tekrar tekrar temize
çekmekle kalmamış, gelecekteki yapıtını da çevrimler halinde
İlk taslakta Dönülmez Akşam’la birlikte üçüncü diziyi oluşturan
Zamanımızın Bir Kahramanı [17] (1956), kolay çözümleme
girişimlerine meydan okuyan şu yoğun metin, Clamence’in sağlığında
yayınlanan son romanı, herhalde onun başyapıtıdır. Diğer yapıtlarının
39
aksine kuzeyde, nemli ve karanlık Amsterdam’da geçer. Sıklıkla
denizcilerin takıldığı Mexico City barında Jean Baptist Albert, kendini
henüz tanımadığı bir adamın masasına davet ettirdikten sonra
incelmiş bir burjuva aydın olduğunu tespit ettiği muhatabına
öyküsünü anlatmaya başlar: Bir zamanlar Paris’te hayat oyununu
büyük bir doğallık ve ustalıkla yürüten, toplum içinde parlayan, saygın
bir insan, sosyal ve cinsel açılardan tasasız bir hayat sürmekte olan
başarılı bir avukattır. Derken bir Kasım gecesi Royal köprüsünde bir
kadının suya düştüğünü fark eder, ancak ona yardım etmez ve yoluna
gider. Başka bir gece Sanatlar Köprüsü’nün orda kahkahalar duyar, o
ana kadarki memnun, sorgusuz ve günü gününe yaşayışı sona erer.
İnandığını ve yerine getirdiğini iddia ettiği, esasında bir gösterisini
sunup durduğu ahlak ile ilgili ikiyüzlülüğünü kendine itiraf etmek
zorunda kalır. İnsanların hayranlığına layık olmadığının, onların
yargısına karşı savunmasız kaldığının ayırdına vardığı, yaşamının
çocuksu basitliğini ve suçsuzluğunu, dolayısıyla kıvancını kaybettiği
için mutluluğunu da yitirir. Sonunda Amsterdam’a gider ve
suçluluğunu benzerlerine, yani herkese yayarak hafifletmeye koyulur.
Kendi durumunu tüketici biçimde deşifre ederek karşısına aldığı
benzerlerine bir ayna tutar. Böylece gülüşü kesmek için kendisi daha
ahlaklı ve sorumluluklarını sırtlayan bir adam olmak yerine, geri kalan
herkesi de kendi düşmüşlüğüne ortak etmek yolunu seçer.
Zamanımızın Bir Kahramanı büyük ölçüde Ahlaklı Asi’nin
yayımından sonra Kötü Zamanlar ekibiyle patlak veren polemikten
kaynağını almış görünür. [29, 25] Clamence, “Modern tutumun ve
günahın bu tuhaf ve yanlış laik vicdan azabıyla değerlendirilmesini
alaya alan bir anlatım biçimi” [3 206] diye not düşmüştü defterine.
Kitapta, çelişik görünse de, Albert’in vazgeçemediği adamsendecilik
(‘Parisliler ve çağımızın insanının pasifliği için tek cümle: Sevişti ve
gazete okudu.’ [17 5]) kadar, içini kemiren tüm-suçluluk/tümsorumluluk da eleştiriliyordu. Tüm-sorumluluk, savaş sonrası Fransız
Varoluşçuluğunun toplumsal olaylarda yan tutmamayı lanetlemekte
kullandığı argümandır. Ortada adı konan bir suç ya da günah yoktur
ama herkes her şeyden sorumludur: Eylemlerimizde
yaptıklarımızdan, eylemsizlikte de yapmadıklarımızdan sorumluyuz.
Ve bu şematik ahlak kuralı gerekli yerlerde içi istendiği gibi
doldurularak bir yargılama ve suçlama ilkesi olarak kullanılır.
Clamence bu konuda Varoluşçularla aynı çizgiye gelmez. Savaş
sonrasında işbirlikçilerin cezalandırılmalarıyla yüzleştiğinde yargıda
affediciliği ve ılımlılığı savunmaya başlamıştır. Ölümle Flört’te ne
Nazileri ne de onlara karşı mücadele etmeyenleri suçlamıştı; kötülüğü
gerçekleştirenler ortada yoktur, kötülük bir hastalık, bir mikrop
olarak temsil edilir; ondan tek tek insanlar değil varoluşsal koşulumuz
sorumlu gibidir. Sorumluluk düşüncesi ise eyleme dönüştüğü oranda
değerlidir, kendini ve bütün insanlığı her şeyden sorumlu ilan ederek
vicdan azabıyla kıvranmak ve kendini bir parça rahatlatmak için
başkalarını da sürekli olarak suçlamak aşırılığı da Clamence’in yolu
olamaz, bu anlamda Kötü Zamanlar’ın suçlamasını iade ettiği iddia
edilebilir: Vicdanınızı rahat tutabilmek için mahkûm etmek
zorundasınız, size bir suçlu gerek. Bu siz değilseniz, demek ki bütün
evrendir. Kendinizi mahkûm etmeye mahkûm etmişsiniz. [25 96, 56, 62-3,
66, 68]
Ama Zamanımızın Bir Kahramanı bu ana başlıklarla yetinmez, insan
ruhundaki ikiliğe dikkat çeken Albert, her davranışının altında yatan
bencillik ve düşüklükleri ifşa etmekte isteklidir. ‘Adet yerini bulsun
diye’ yürütülen yapmacık ahlak ve toplumsal yaşam didik didik edilir.
İthamlar kesintisizce yığılır, insanı soluksuz bırakırlar. Albert
karakteri yer yer Clamence ile üst üste düşse, hatta onun karikatürünü
çizse de kendisiyle tam olarak örtüşmez; o daha ziyade bir derleme
gibidir, eleştirisinin okları kendisi dâhil muhitindeki bütün
benzerlerine savrulur. Sanki ikiyüzlülük günahlarının, ikiyüzlü bir
ahlakçılığın, ya da oyunsal bir yüce gönüllülük gösterisinin ardında
yatan esas insanî zayıflıkların ve kötülüklerin mevcut bütün
bedenlenmelerini tüketici biçimde ardarda koymak istemiştir. Sanki
Clamence mahkemesinde cezaları da birleştirmek üzere suçlamaları
birleştirmiştir. [25 85] Ölümüne korkulan yargıç ise tanrı değil
insanlardır, zira suçluluk yaratmak ya da cezalandırmak için tanrı
gerekli değildir. Bunun için insanlar yeter. Tanrının yaratabileceği
ancak masumiyettir. [3 120]
40
Romanda Albert’in muhatabı hiç konuşmaz, şüpheli biçimde eksiktir.
Çünkü bu muhatap romanı okuyanın kendisidir; ayna aynı zamanda
bize karşı çevrilmiştir. Jean Baptist Albert, hiçbir yargıya
dayanamayan yasasız kişileri ilençlerle kaplayan; taşlar, sisler,
kokuşmuş sular çölüne sığınmış biri, kötü zamanların boş
peygamberi (Çöldeki Vaftizci Yahya [29 144]), tüm-günahkârlığı,
insanoğlunun düşmüşlüğünü haykırır. Tövbekâr-yargıç Albert’in
yargısı acımasızdır. Hepimizi tövbeye çağırsa da esasında harekete
geçmeyi salık vermez, kendisi de kılını kıpırdatmaz; neyse ki her
zaman çok geçtir. Vaftizhanesinde, yani Amsterdam’ın kanallarında,
kurtuluş, yardımına gelen olmaksızın boğulmuştur.
Kitap belki Paris burjuvasının bir tarihini de içerir. Kendine güvenini
yitiren Albert önce bir ahlaksızlık teşhirine girişir. İkiyüzlülüğünü
açıktan yaşayacak ve ahlakı yadsıyacaktır. Kendini yargılardan
koparmak, gülmeleri önlemek için kendini genel alayların içine
atacaktır. Öcünü insanlık düşününü herkesin gözü önünde
aşağılayarak almak ister. Ancak bir gün okyanusta bir karaltı görüp
onu ceset sanınca anlar ki köprüdeki kadının çığlığı deniz gibi her
yere yayılmış, Albert’in şanlı yaşantısını sona erdirmiştir. Boyun
eğmek, suçunu tanımak gerekmektedir. Çağdaşlarının gülüşüyle aynı
çizgiye gelebilmek için kendini tövbekâr-yargıç yapmak zorunda kalır,
böylece kendini tanımaya geçer. Clamence Cezayir’in basit insanları
üzerinden nasıl ‘İnsan’ın büyüklüklerini örneklediyse, kendisini de
dâhil ettiği Paris burjuvasında da onun en zavallı halini kurgular.
Albert’in her davranışının altında görünürdeki amaçlarının zıddı
yatmaktadır.
Herkes neye mal olursa olsun suçsuz olmayı istemektedir,
bağışlanmayı, açıkçası sorumsuzluğu isterler. Utanmadan
yaradılışlarını, ya da rastlantıları özür olarak ileri sürerler. Hıristiyanlık
büyük bir temizleme kurumu olarak başlatılmış, ancak bu topu topu
üç yıl sürmüştür. Tanrı sağır edici sessizliği içine gömülmüştür: İsa
suçluluğunu bildiği için ölümüne razı olmuş giderken de bağışlamayı
dudaklarının arasında götürmüştür. “Gerçekte hiç kimsenin
suçsuzluğunu onaylayamayız. Herkesin suçlu olduğuna gelince, buna
evet, hem de gözümüzü kırpmadan.” “Her insan başkalarının
suçlarının tanıklığını eder,” Albert’in umudu budur. [17 59] Cehennem
çemberlerini andıran Amsterdam kanallarının merkezinde ağındaki
bir örümcek gibi avını bekleyişi bundandır: Temize çıkmak için
kişinin kendi kendini suçlaması yetmez; bir suçlama yolu gerekir.
Ancak Albert’in muhatabı sadece yargıya dayanamayan insanlardır:
‘Bir yasaya ayak uydurabilen kişi, inandığı düzende onun yerini alan
yargıdan korkmaz. İnsanların en büyük korkusu yasasız
yargılanmaktır. Biz işte bu korkunun içindeyiz. Hepimiz birbirimizin
yargıcıyız ama ortada yasa yok. Yargılamanın sebebi belirsiz. İnsanlar
yasasız yargılanmaktan korkuyorlar. Tabiî dizginlerden yoksun
olunca, yargıçlar gemi azıya alıp, lokmaları çifter çifter yutarlar,
öyleyse onlardan daha hızlı gitmeye çabalamak gerekir öyle değil mi?
Bu da ne karışıklıktır öyle. Peygamberlerle tansıklar yaratanlar çoğalıyor, iyi bir yasa ya da kusursuz bir düzenle, yeryüzü boşalmadan
bu işin içinden çıkmak için uğraşıyorlar. Neyse ki ben işin içinden
çoktan çıktım. Ben hem başlangıcım hem de son, işte bildiriyorum
yasamı. Kısacası tövbekâr-yargıcım.’ [17 63]
Kitabın içeriği burada ele alınan temalarla sınırlı değildir, belki de bu
temaları doyurucu biçimde tartışmak için kitabın kendinden daha
kalın ciltler gerekir. Bir çırpıda bir araya yığılan ayrıntıların bolluğu
kitabın ana hatlarını da belirsizleştirir. Yine belirsiz kalan bir husus
Clamence’in ahlak ile ilgili tutumudur. Ölümle Flört’te suçsuzluğu
yadsımıştı. Ahlaklı Asi’de, yüzyılın sularında keyfî ve acımasız bir
yargılama yüzerken, Clamence, yargıyı dizginleyecek ortak bir yasa
bulmak ister. Dünyevî ve ölçülü bir yasa oluşturulacak, ölçü ve
konsensüse boyun eğme yani toplumsal sözleşme sayesinde düzene
kavuşulacaktır. Ancak tanrısız olduğu için elinde ahlakı ya da yasayı
savunacak araçları da yoktur. Anlaşılıyor ki suçluluğu empirik yoldan
bulgulamaya girişir: Albert bir ahlak hissiyle donatılmıştır ve bunu
yadsımak çıkar yol değildir, ancak acımasız bir tüm-yargı haline
getirmek de doğru değildir. Gereğinde merhamet de yerini
41
bulabilmelidir. Zamanımızın Bir Kahramanı’nın eleştirisi gönüllü
sınırları ve eylemi kabul etmeyen ama vicdan azabı içinde dört bir
yana saldıranlara yönelir.
Gözlerim Semalarda
Jean Baptist son öykülerini ‘Gözlerim Semalarda’ adlı kitabında [18]
(1957) toplamıştır. Cezayir çölleri, Paris ve Güney Amerika kitaptaki
öykülerin dekorunu oluşturur. Ahlaklı Asi’nin polemiklerinden
bunaldıktan sonra kafasını rahatlatmak için yazdığı öykülerdir bunlar,
ancak yine de zihnindeki siyasi sorunlar etrafında dolanırlar. Ahlakî
ve politik belirsizliklerle ilgili farkındalık kastî biçimde belirsiz
bırakılmış metinlerde yansıtılır. [34 10] ‘Aldatan Kadın’daki
kahramanlar (Cezayir’in derinliklerine, çöldeki Arap yerleşimlerine
doğru rahatsız bir iş gezisine çıkan Marcel ve ona eşlik eden karısı
Janine) gerçek hayattan alınmadır. Janine, Marcel’in kendisine
gereksinimi olduğunu, kendisinin de bu gereksinime gereksinimi
olduğunu bilir ve bununla yaşar. Sadece yalnızlıktan kurtulmak için
birliktedirler. Konakladıkları köyde geceleyin dilsiz bir çağrı kadını
çölden çağırır. Dışarı çıkıp uzanıp giden çölün karşısında yıldızlara
bakar, onların dönüşüne karışır, yavaş yavaş en derin varlığıyla
birleşir, evrenle birliğini kurar. Yaşam koşturmacasının arasında en
sonunda durmuş ve köklerini yeniden bulmuştur, gecenin suyu
Janine’in içini doldurur. Cezayir’in sert doğası şahsında evrenle
bütünleşerek kocasını aldatmıştır.
‘Dönme ya da Karışık bir Kafa’ birinci tekil şahıstan aktarılan bir
öyküdür. Kahramanımız bir misyoner olarak çöle gider ama ordaki
yabani kabile tarafından dili kesilir ve köle yapılır. O da güce
tapınmaya başlar, onların inançlarını benimser ve gelecek olan yeni
misyoneri öldürmek için bekler. Pis Avrupa ve yalancı hocalarıyla
görülecek bir hesabı vardır: “Öldürdükleri doğru değildi, inanmayı
yadsıyorum, doğru kişiler yoktur, amansız gerçeğin hüküm sürmesini
sağlayan kötü efendiler vardır yalnızca. Evet, yalnızca put tutuyor erki
elinde, bu dünyanın tek efendisi o, kin de buyruğu...” [18 42]
‘Dilsizler’de fıçıcı atölyesindeki grevin başarısızlığı anlatılır. İşçiler
yenilginin üzüntüsü içindedirler ama kızı hastalanan patronun da bir
insan olduğunu teslim ederler. ‘Konuk’, Daru’nün Cezayir
savaşındaki dramını anlatır. Öğretmen Albert kendisine kolluk
güçlerine teslim edilmek üzere bırakılan Arap sanığı teslim etmeyi
reddeder, ona yolu tarif eder ve onu kendi özgür iradesine bırakır.
Arap da gider teslim olur. Ertesi gün Albert bir mesaj alır:
Kardeşimizi teslim ettin cezasını çekeceksin. Öğretmen misafir
olduğu ülkede kimseye yaranamamıştır; ne yerlilere ne Fransızlara.
‘Albert’ öyküsü de otobiyografiktir. Kahramanımız, ressam Albert
başarıyı yakaladıkça sevenleri, ailesi ve işi arasında kalır, sıkıştıkça
sıkışır ve resim yapamaz hale gelir. En sonunda evde bir ara kat
yaratır ve çalışmaya koyulur. Günler boyunca kendini kaptırarak
tamamlayabildiği eseri yalnızlık mı dayanışma mı (solitaire/solidaire)
olduğu anlaşılamayan bir kelimeden ibarettir. Hayranlarının kuru
kalabalığında yalnız kalmıştır. Sadece başarıda yanında olan insan
kalabalığı hem sürekli eleştirir hem de yeni eserler vermesini engeller.
Kitabın Güney Amerika’da geçen son öyküsü ‘Büyüyen Taş’
mühendis Albert’in öyküsüdür. Baraj yapmak üzere İguape’ye giden
Albert yerlilerin Hıristiyanlık öncesi inanışlarını da içeren
bağdaştırmacı Hıristiyanlığıyla karşılaşır. Tanıştığı bir yerli yerel bir
dinî merasimde bir adak olarak ağır bir taşı sırtında kiliseye
taşıyacaktır. Ne var ki bir önceki gece çılgın eğlencelerde kendini
dansa kaptırır ve yorgun düşer. Ertesi gün taşın altında çöker kalır.
Kahramanımız taşı sırtına alır, fakat tanrının evine değil, ordaki en
fakir eve, önceki gece arzuların güdülediği bir ritüelin gerçekleştiği
eve gidecektir. Taşı oradaki ritüel ateşinin hâlâ tüten külleri üstüne
atar ve ateşin çevresinde oturan yoksulların yanına davet edilir.
İnsanın sürgünlüğü ama aynı zamanda tek krallığıdır bu dünya.
Cezayir olaylarından sonra Daru her yerde sürgündür; insanlığın geri
kalanı gibi. Sömürgeci yönetimin baskılarını da, ayrılıkçıların
uyguladığı şiddeti de kabul edilmez bulmaktadır. Eski bir Arap
arkadaşı ona, Almanlara karşı direnişte şiddeti kabul ettiği halde
42
neden Cezayir’deki direnişçilerin şiddetini reddettiğini sorduğunda,
cevabı Fransız kimliğinle ilgili farkındalığını yansıtır: ‘Nazilere
direnişte şok olmadım zira Fransızdım ve ülkem işgal altındaydı.
Cezayir direnişini kabul etmeliydim ama Fransız’ım!’ [34 183-4]
Daru’nün çatışmadaki tepkisi tarafsız değildir, ailesinin güvenliğini ön
plana almıştır. Ancak 1956’daki ateşkes çağrısının başarısızlığının
ardından köşesine çekilmeye razı olur ve etkinliğini bireylere yönelik
yardım faaliyetine indirger. Cezayir olaylarıyla ilgili yazılarını ihtiva
eden makale derlemesinin yayını da dikkat çekmez. Tarihe karşı
geldiğinin, etkisiz kalacağının farkındadır. Cezayir kopuşa doğru
sürüklenirken Daru, ailesini Fransa’ya taşıma çalışmaları içine girer.
Daru hayatının son yıllarında çok az şey yayınlamıştır. Edebî
etkinliğini azaltmış, tiyatronun keyifli sosyal ortamında kendini
rahatlatmaya geçmiştir. Bunun iç sıkıntısından ve yalnızlıktan bir
kaçış olduğu söylenebilir. Daru’ye göre tiyatrodaki karşılıklı
bağımlılık, alçakgönüllülük ve mizah hissi ile kabul edildiğinde
mesleğin dayanışmasının temelidir. Tiyatroda bireyler özgürlüklerini
yitirmeden birbirlerine bağlıdır ve bu, geleceğin toplumu için de fena
bir formül değildir. [34 30] Tabiî tiyatro Daru için şahsî ütopya adası
olmakla kalmaz; ünlü aktrislerle gönül ilişkileri kulaktan kulağa
fısıldanmaktadır. Bu dönemde yeni oyunlar yazacak kadar da kendini
yormayacak, aralarında Ecinniler’in de olduğu bir seri uyarlama
hazırlamakla yetinecektir.
1960’ta yol kenarındaki asırlık bir meşe ağacına bindirip yamulmuş
bir otomobilden yeşil çayırlara savrulan cesetler arasında
bulunduğunda çantasından çıkan Dönülmez Akşam’a ait
müsveddeler her ne kadar bağımsız bir roman gibi yazılmışlarsa da,
hemen tümüyle otobiyografik malumat sunarlar. Daru’de eksikliğini
çektiğimiz gerçek günlüklerin yeri bu notlarla doldurulmaya
çalışılmıştır. Daha sonra yayınlanan defterleri ve yolculuk günlükleri
daha ziyade düşünceler ve yapıtlarla ilgili notlar içerir; gündelik hayatı
ve aşklarıyla ilgili yeterli bilgi nakletmez ve bize çok az magazin verisi
sunarlar; pek yazık. Haşlanarak pişirildiğinde acı çekmeyen istakozları
kadınları tavlamak için nasıl tereyağında kızarttığını utanmazca
yazacak değildi herhalde.
Lanetolasıcapis
Jonas’ın edebiyat hususunda bazı ilkelere uymaya özen gösterdiğini,
ayrıca üslup mevzuuna da önem verdiğini biliyoruz. Vahşi
hayalgücünü dizginleyerek bu kalıpların içine zorla hapsetmeye
çalıştığını da defterlerinden okuyoruz. Hacim bakımından kitapları
incedir. Sanki hep sıkılmıştır yazı yazarken. Bir metni arzu ettiği edebî
yetkinliğe ulaştırmak için hayattan el çekip kapandığı yazın
manastırında, tanrılaştırdığı yaratıma ibadet etmekle geçirilen zaman
onu herhalde çok yoruyordu. Belki de bu yüzden o da kısa kesiyordu
tekrar tekrar yazıp temize çektiği kitaplarını; yoksa yazamayacaktı.
Kâtibesinin kalemini çalakalem çalıştırıp akşama kıymetli misafirlerini
ağırlamak üzre yemek salonuna gidemeyecekti. Ama belki de ince
düşünmenin yanı sıra ruhundaki bir tutukluk, üretimine kuruluk ve
kısırlık olarak yansıyordu? Belki sorun onun edebiyat yapmayı
‘öğrenmiş’ oluşundaydı. Jonas’ı kötü yazar, dil açısından özensiz ya
da sıradan olmakla mı itham edecektik? Edebî becerisi tartışılmaz
doğrusu, kimi zaman duru ve sade kimi zaman da metaforlarla yüklü
şiirsel bir anlatımı vardır. Evet, belki şiirli dili edebiyatın klişe
imgelerine sıklıkla yönelmiş olabilir, ama o alışılageldik imgeleri
ardarda sıralamakla iktifa etmemişti. Özellikle doğa sahneleri
kitaplarının dramatik ilerleyişini ve düşünsel bağlantılarını
oluşturmakla kalmıyorlardı, belki de bu kitapların esasoğlanı doğa idi?
Esasında bütün kitaplarını tekrar tekrar okumuş biri olarak
söyleyeyim, ilk bakışta renksiz görünen bu kitaplardan sıkılmazsınız.
Kurgular çok karmaşık ya da karakterler incelikli olmamakla beraber
Jonas’ın her parçasının kendine göre bir ‘öykü’sü vardır. Olay örgüsü
ya da kişiler değil, bir denemecinin işlediği düşünceler kitapları çekip
götürür. Jonas benliğinde özümsediği tartışmaların gerilimini
kitaplarına ustaca yedirmek hedefine ulaşmıştır. Zira bunlar asla birer
deneme, basit birer düzyazı parçası değildirler.
43
Biraz Daha Yakına Çağırıyorum O Zaman Siz Kavrayışlı
Felsefe Okurunu
Evet, bugün sizinle bir gencin hayatını sayfa sayfa açacağız; onunla
Cezayir’in tozlu sokaklarında koşturup, tuzlu denizine batacak,
oradan Orta Avrupa karanlıklarına ve Amsterdam’ın liman
bölgelerine doğru yol alacağız. Şimdi buraya kadar büyük bir gayretle
yorumsuz aktardığımız [Eh, evet, ama sadece seçimde.. Tamam,
kurguda yorumumuz.. O kadar abartmayın.. Nihayet.. Ama bakınız..]
görüşlere daha yakından bakacağız. Bırakınız, bırakınız kendinizi de
bir gencin düşünce hayatını anatomik kesilerle tel tel, katman katman
açalım şimdi. Onun doğrusal öyküsünü bırakalım da artık
düşüncelerimiz bu dağ doruğunda tutuldukları zincirleri kırsınlar,
aksınlar yazık yeter, çok üzmeyeceğim, belki bir parçacık üzeceğim
seni ama çok değil, seni ey düşünmeyi sevmeyen okur, zaten yeteri
kadar üzülüyorsun, gözlerinden yaşlar akıyor (Bozulan gözlerindi
sebep), çağrışımsal düşünmüyor muyuz, imgeleri yardıma çağırdık bu
gece, sabahlara kadar imge şelalelerinde dünyanın anlamını çözer gibi
olacağız, Diego Grand, büyük insancı ve duygusal felsefenin
yumuşak yastıkları, evet orada kalmıştık, hatta görülecek ki bir dakika
ayrılamamıştık. Yumuşak yastıklar, evet! Nasıl olur ama o hakikat
uğruna işte görülmedi mi yalnız bırakıldı? İlk bakışta evet ama hayır!
Bilakis kucaklandı; Pamuk Yastık almıştı hatırlatıyorum: Pamuk
Yastık. Buraya döneceğiz sabırsız okuyucu, şimdi bir küçük
hesabımız var. Hayata Sarılmak idi değil mi? Bu kitaba geri dönmek
ister misiniz? Bazı noktalara aklınız takılmadı mı? Esasında ben hiç
dönmeden kaçıp gitmek istiyorum. Ama osilatif varlığım bugün biraz
acı istiyor, göz kanlanması ve beyin yumuşaması olmasaydı sanki
kışın hiç nefes almadan ve günde sadece bir zeytin yiyerek yaşayamaz
mıydım?
Yaşayamazdım
Evet, Grand, Hayata Sarılmak’a yazdığı ön notta yüzyılımızda dağınık
olarak bulunabilecek bir saçma duyarlığı ele alıp onu ama bu sefer bir
bulgu değil bir çıkış noktası olarak kullandığını, yorumunun geçici bir
yanı olduğunu bildiriyor. [8 11] Saçma olarak adlandırdığı bu belirsiz
düşünsel koşuldan kurtulmak isteği içinde olduğunu en baştan
bildiriyor. Yine aynı notun devamında kitabına hiçbir metafizik,
hiçbir inanç katılmamış olduğunu iddia edebilmiştir. [8 11]
İnsan durumunun saçmalığı düşüncesi metafizikten azade olabilir
miydi? Ya da herhangi bir konuda söz söylemek metafizik hususlarda
bir kuram oluşturmak anlamına gelmez mi? Gelir mi? Gelmez mi?
Gelir mi? Gelmez mi? Gelir mi? Gelmez mi? Gelir mi? Gelmez mi?
Gelir mi? Gelmez mi? Gelir mi? Gelmez mi? Gelir mi? Gelmez mi?
Herhangi bir konuda söz söylerken üçüncü halin olmazlığını iddia
etmeden, dolayısıyla inançlarımızı tespit etmeden nereye kadar
ilerleyebilirdik? Kullandığımız dil ve kelimelerden başlayarak her
şeyin verili olduğu bir bağlam içinde, öğelerimizin çoktan fona karışıp
fark edilmez olmuş belirsiz inançlar üstüne inşa edildiğini
hatırlamamız yeterli. Grand yaşamın saçmalığını ortadan kaldıracak
türde bir tanrının varolduğu, vahyin hakikate ulaşma adına kendine
has bir geçerliliği olduğu önermelerine açık kapı bırakıyor olsaydı
tartışmasını kısa kesmek zorunda kalacaktı. Ama bu olasılıkların reddi
onun temel kabullerinden biriydi. Grand’ın mantık hususundaki
yetersizliğine uzun uzun değineceğimiz için şimdilik niyeti tespit
etmekle yetinelim: Esasında bu pasajı kendisini kitapta bir taraf
olarak değil sonsuzdaki bir gözlemci olarak konumlandırmak istediği
yolunda yorumlamalıyız. Grand kendini saçmaya bulaştırmak
istemez; onu altettiği an dışında.
Şimdi kitabın şemasını çizelim ve daha yakından incelemeye geçelim.
Kitabın ilk ana-bölümü, ‘Saçma ve İntihar’ 7 Grand’ın saçma akıl
7
Esas alınan çeviride yer alan ‘uyumsuz’ ve ‘çarpışma’ terimleri sırasıyla ‘saçma’ ve
‘mücadele’ ile değiştirilmiştir.
44
yürütmesinin ilk kesimini içerir. ‘Saçma Duvarlar’ alt-bölümünde
insanın kavrayışının sınırlılığı ve dünyanın usa uymazlığı irdelenir,
sonra ‘Felsefece İntihar’da da kavramsal bir açımlama yer alacak ve
‘Saçma Özgürlük’te sonuçlar çıkarılacaktır. Saçma İnsan başlıklı ikinci
ana-bölümde Grand saçmaya beden vermeye girişir; saçma insanı
örnekleyen çeşitli modeller geliştirir: Don Juancılık, oyun, fetih.
Sonraki ana-bölüm Saçma ve Yaratım’da saçmayı yazın dünyasında
araştırmaya girişir, felsefe ve romanı ele alır. Son ana-bölümde
mitolojik Sisifos efsanesine göndermelerle kitap dramatik bir sonuca
bağlanır. Kafka’nın yapıtıyla ilgili bir inceleme de kitaba ek olarak
iliştirilmiştir.
Mantığın Çilesi
İlk iddiamızı hatırlatalım: “Düşüncenin bir sıkıntısının katıksız
durumda betimlemesi yapılmıştır yalnızca.” [8 11] Ve bu sayede, inanç
katılmayınca, kesin konuşmak mümkün olmuştur? “Gerçekten
önemli tek felsefe sorunu intihardır!” [8 15] Allah’tan
bahsedemediğimize, anlamdan, kozmostan, düzenden, bizi aşan
anlatılardan söz edemediğimize göre, anlaşılan bu sebepsiz yaşamı
yaşamaya değip değmeyeceğini hemen öğrenmemiz gerekecektir.
Gelin de terimlere bir daha bakalım: ‘Gerçekten önemli’ söz öbeği
burada intihar sorununun sorunlar arasında ayrıcalıklı bir mahiyette
olduğunu belirtiyor; bu söz öbeğini açık ve anlaşılır varsayalım. Böyle
ayrıcalıklı bir sorunun varolabileceği ihtimalini inkâr mı edeceğiz?
Kanıtlayamayız da, çürütemeyiz de. [Asla?] [Bilmiyoruz.]
[Bilemeyecek miyiz?] [Onu da bilemiyoruz.] [Belki de şimdiden
bilebiliyoruzdur?] [Kim bilir?] [Peki bu böyle devam ederse bir satır
ilerleyemeyecek miyiz?] [İlerleyemeyeceğiz.] [Nasıl ilerleyeceğiz?]
[Basit: İlerleyeceğiz, o kadar. Düşünmek için kesinliklere ihtiyacımız
yok ki.] [Kesinlik savından daha bu noktada vaz mı geçeceğiz?] [Daha
öğelerimiz tanımlı değilse onlarla kurduğumuz denklemlerin
doğruluğundan ya da kesinliğinden nasıl söz edeceğiz?] Bakın Grand
az aşağıda ne diyor: “Gönlümüzle sezdiğimiz şeyler bunlar;” evet
gönlümüzle... [Ama hay Allah, şimdi bu ne demek ola ki? Daha
‘felsefe sorunu’ öbeğine gelemedikti, belki önce felsefeyi açıklarsak,
‘gönül’ kelimesini de açıklayabiliriz?] [Tamam, ‘felsefe’ için bir tarif
verebilecek misin?]
[Bilgelik sevgisi? Psikolojik bir tanım ve bana göre çok uygun. Felsefe
varolanın anlamı, amacı, yapısı ve insanın hayatıyla ilgili konular
hakkında daha fazla ve daha doğru bilme arayışı değil mi? Bu tanım
bilgiye ulaşmayı değil arayışı vurguluyor. Bir istekle yola çıkıyorsun,
ne aradığından da emin değilsin, sonra bazı inançlara varıyorsun,
elindeki zihinsel araçlarla hiçbir şeyin şüpheden muaf olmadığını
görüyorsun, yolda kesin bilgi ve tanrısal hakikat taleplerini geride
bırakıyorsun ve kendini yazarların ne demek istediklerine ve bunların
başka nasıl söylenebileceğine, öykülerin güzel kurulup
kurulmadıklarına bakmaklığınla buluyorsun... Felsefe ‘yapmanın’
ötesinde bir ‘felsefe’ bulamayacağım.] [O zaman biz de yaklaşık
tanımlarla ilerlemeye razı olacağız, olmak durumundayız yoksa daha
ilk cümleyi aşamıyoruz, yazılmış en mükemmel romanı yazmaya
çalışırken ilk cümlede takılan Albert gibiyiz.] [Evet geçelim:
‘Gönlümüzle sezdiğimiz...’ Evet, yani bize hoş görünenler mi?] [Hayır
canım olur mu: Doğru görünenler, hakiki görünenler, kendiliğinden
apaçık olanlar!] [Evet, doğru ya, gönlümüze hoş geldiği için bize
apaçık görünenlerle karışık halde.] [Sen de hep kötümser taraftasın,
bir an için düşüncenin ve kesinliğin olanağına onay ver.] [Peyki bir an
için onay veriyorum ve bir ikinci deneme daha:] Gönlümüzle ilk
cümlemizin doğru olduğunu seziyoruz, değil mi ya henüz tartışılıp
derinleştirilmiş olmasa da bir parça hak veriyoruz, belki felsefenin
aynı önemde bulunan başka sorunları olduğunu da düşünüyoruzdur
ama yine belki yazar o sorunları intihar sorunuyla birleştirmiştir; değil
mi ki mesela Stoalılar için fizik, ahlak ve mantık ayrılmaz bir üçlüydü;
belki ontoloji, epistemoloji, mantık ve ahlak da Grand için
ayrılmazmıştırlar? Esasında Grand sanki bu konuda o kadar derin
düşünmemiş mi ne? Baksanıza takip eden şu cümleye, sanki demek
ister ki felsefenin geri kalan sorunları ‘dünyanın üç boyutu’,
‘düşüncenin kategorileri’ gibi oyunlar imiş, esas olan varoluşsal
durumumuzu aydınlatmakmış? [E bu da bir yerde yukarıda
söylediğime gelir.] [Onu ben söyledim yukarıda.] [Aman birimiz
45
söyledikti işte...] Durumu aydınlatmak üzre Grand şunu müjdeliyor
neyse ki: Aklımıza da aydınlık gelmeleri için derinleştirilmeleri gerekir
bunların. [8 15] Şunu mu çıkarsıyoruz peyki: Önce gönlümüzle belirsiz
önermelerin doğruluğunu seziyoruz, sonra ortak akla da apaçık
hakikatler olarak görünebilmeleri için onları derinlemesine
irdeliyoruz? Böylesi bir yöntemi herhangi bir zamanda açıkça
düşünmüş müdür bilmiyoruz, ama Grand’ın bütün yapıtı boyunca
süregiden düşünme yolunun bir olası tarifi olduğunu şimdi ben iddia
etmekten çekinmeyeceğim. [Peyki sen Grand’dan daha kesin
konuşmak için, Grand’dan daha Grandcı olmak için mucizevî bir
zihinsel aygıta mı sahipsin?] [Argumentum ad hominem!] [Hiç de
değil, bi dakka, bi dakka!] [Peyki tamam, soruna yanıt vereceğim:
Hiçbir iddiam yok, görecenin alanındayız dedik ya, biz burda benlen
mi ilgileniyoruz, bakalım Grand’ın nasıl iddiaları var, topu her
zamanki iç-tutarlık çıkışına yuvarlayalım şimdilik.]
Öncelik Sıralaması
“Bir sorunun bir başka sorundan daha önce sonuçlandırılması
gerektiğini neye göre kararlaştırmalı diye sorulursa, gerektirdiği
eylemlere göre diye yanıt veririm. Hiç kimsenin varlıkbilimsel kanıt
uğruna öldüğünü görmedim.” [8 15] Grand pratikten başlayıp temel
önermelere yol alıyor. [Ya peki ne yapacaktı?] Oysa temel önermeler
varolamaz. Epistemolojik ve ontolojik durum açıklığa kavuşmadıkça
ya da bunlara yönelik kabul edilmiş bir paradigma bulunmadıkça...
Materyalist bir bağlam öne sürelim, Grand ‘metafizik katılmamıştır’
derken örtük olarak bunu kastediyordu [Belki], ya da biz şöyle
yorumlayalım: Dünya göründüğü gibi basit (Doğaüstü varlık ve
süreçler yok), bilimin tarif ettiği gibi incelikli (İlk bakışta
anlayamadığımız süreçlerle işliyor) ve nihaî olarak anlamsız; ölüm
yakın, sebepsiz ve mutlak. Yaşıyoruz, kararlar almalıyız, ama her
seferinde yeni ilkeler yaratmayacağız, kararlar almak için maksimler
üretip toptan rahatlayacağız. Önce yaşamaya devam edip
etmeyeceğimizi soruyoruz doğal olarak. Bağlam buysa [Bunun için
örtük olanı satır aralarına yazmamız gerekti] devam edebiliriz.
Takdir edilecektir ki eylemlerin zamansal önceliği konusu olumsaldır.
[Argumentum ad populum.] Bu örnek özelinde de sadece stratejik bir
sorundur ve pek çok olası durumda farklı sıralamalar yapılabilirdi.
Mesela söz konusu eylemin önümüzdeki yüz yıl zarfında
gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığı kaydını eklersek intiharı
araştırmak tam manasiyle gereksizleşir. Gözlemlenmiş verilerden
kopuk bir gösterim mi oldu? O zaman daha ilginç bir noktaya temas
edelim: Önermeyi anlamını bozmamaya çalışarak, bir ölçüde
önermeler mantığının alışılageldik biçimlerini andırır tarzda yeniden
kuralım: [Bir yalancı hedef yaratıyoruz, hedefi değiştiriyoruz, yapma!]
Bir seri sorunun çözümü birer eylem gerektiriyorsa ve bu eylemler
arasında bir öncelik sırası varsa, gerektirdiği eylem zamansal olarak en
önde gelen sorun diğerlerinden önce açıklığa kavuşturulmalıdır. En
iyi niyetli [!?] yorumla, terimlerimizin anlamları açık ve değişmez
varsayılarak, önermemizin en az iki koşulunun bulunduğunu
görüyoruz. Oysa daha sorunumuzun eylem gerektirip
gerektirmediğini bilmiyoruz, zaten ileride göreceğiz ki bütün akıl
yürütmenin hedefi bu, o zaman zaten baştan bunu bir varsayım
olarak ortaya atıp ilerliyoruz, acaba bir fasit daire [Circulus in
probando] içinde miyiz? Enteresandır, bu sadece bir önkoşul olduğu
için eğer sonuçta doğru çıkarsa sadece olumsal olanın hatalı
olmadığını ortaya koyacak, daha açık bir ifadeyle, zaten zamansal
sıralamadan, yani bu tartışmanın öne alınıp alınmamasından söz
ediyoruz, o zaman Grand sanki sırada önümüze geçebilmek için bizle
pazarlık yapıyor: “Bakın” diyor, “En sonunda belki de haklı
olduğumu göreceğiz, bir an önce intihar etmemiz gerektiği ortaya
çıkacak, o yüzden şimdi beni dinleyin,” demek ki sonunu başından
müjdeliyor. Oysaki en sonunda yolun intihara değil, aksine gittiğini
bulacağımıza göre, elinde yemek tepsisi yüzü kızararak önümüzden
geçmesi gerekecek.
46
Gerek Yokmuş, Tartışılacak Şey Yokmuş
Esasında biz ‘gerektirdiği’ değil ‘gerektirebileceği eyleme göre’ diye
önermeyi düzeltmeliyiz. Eğer bu argümanı kabul edersek, eğer bir
tartışma gerektirebileceği eylemlere göre daha ön sıraya alınmalıysa,
bu sıralamayı asla yapamayız. Zira verilecek herhangi bir karar,
aklımıza henüz gelmeyenler dâhil, çok ivedi eylemler gerektiriyor
olabilir. Üçüncü halin olmazlığını sağlamalıydık. Ama yapamayız.
[Belki de yapabiliriz.]
Aslında Grand’ın bu öncelik sıralaması argümanını tartışması hiç
gerekli değil, zira kitap onun, bizden sıra istemesine gerek yoktu.
[Peyki biz her noktada böyle kılı kırk yararak bu kitabı nasıl
bitireceğiz?] [Dur bir dakika devamı var.] İkinci cümleye gelelim,
demek kimse varlıkbilimsel kanıt uğruna ölmemiş, en başta
argumentum ad ignorentiam. [Argumentum ad ignorentiam!] Ama ya
‘ben gördüm’ diyen biri çıkarsa? Dikkat edilecek olursa Grand
olumsal bir kanıt çağırıyor, üstelik benzer bir örnekte ‘tanrı birdir’
diye diye ölenler düşünüldükte. [Yine hedef saptırıyorsun, hedefi
değiştiriyorsun, sen ne laf anlamaz adamsın, adam ilerde açık kılıyor
bunları, şimdi kesin bir dil kullanışı anlaşılır bir edebî incelik! Yahu
biz bu kitapla işimizi nasıl bitireceğiz?] [Bitireceğiz, merak etme,
dertlerimizi örnekliyoruz, böyle devam etmeyeceğiz, biraz sabret.]
Aradaki satırlarda Grand mealen [Of!] diyor ki: ‘Mesela Galileo, iyi
etti de sözünden döndü, o tarz düşünceler için ölmeye değmezdi
çünkü. Ama yaşamın yaşanmaya değmeyeceği düşüncesiyle ölen nice
insan tanıyorum.’ Keyfi kabullerin alanındayız [Bunu fark ettiğimiz iyi
oldu], tikel bir örnekle ve diğer kanıtları saptırarak, bırakın kesinliği,
ikna edici bir tümevarımsal düşünce bile inşa edilemez; otoriteler de
bu konuda birleşecektir. [Argumentum ad verecundiam, hem de
otoriteler uydurma!] Peki ya yaşamın yaşanmaya değmeyeceğini
düşündüğü halde intihar da etmeyen yığınlar? Ya önemsiz meseleleri
savunmak uğruna ölüp gidenler? Mesela Ahmet, Celil ve Kerim?
Onların davası unutulup gitti mi? Hayır: “...yaşamın yaşanmaya
değmediği düşüncesine vardıkları için ölen nice insanlar görüyorum.
Çelişkin biçimde, kendileri için bir yaşama nedeni olan (Yaşama
nedeni denilen şey, aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir de)
düşünceler ya da düşler uğruna ölüme giden başka insanlar
görüyorum. Böylece ivedilikle yanıtlanması gereken sorunun yaşamın
anlamı olduğu yargısına varıyorum.” [8 15-6] [Hoppala! Bir dakika, bir
daha okuyalım, eksik bir şeyler mi var?] Biz bir ‘neden’den söz
ediyorduk, sonra ‘anlam’ kelimesine tosladık. Anlam! Demek ki biz
bu kelimeyi anlıyoruz, anlıyor olmalıyız zira tanımlanması yolunda
hiçbir çaba gösterilmedi. Ama aslında anlamıyoruz, anlamaya
çalışacağız, satırların arasına satırlar yazarak Grand’ın niyetini gayrı
meşru yollardan tarif etmemiz gerekecek. [Hayır, bunu
yapmayacağız!] [Biz?] Ama henüz soluklanmadan, aynı paragrafta
daha da kötüsü geliyor, bütün temel sorunlar üzerine sadece ve
sadece iki düşünce yöntemi bulunabileceğini öğreniyoruz: Söylenmesi
gülünç olacak kadar açık gerçekler yöntemi ve yel değirmenlerine
saldırma yöntemi. Böyle, zira bizim ‘coşkunluk’ ve ‘açıklığa’ aynı anda
ulaşmamız gerekiyor ve bunu da ‘açıklık’ ile ‘içliliğin’ bir dengesi
sağlayacaktır. Alışılageldik bilgiç diyalektik yerini sağduyu ile
sevecenlikten doğan daha alçakgönüllü bir düşünce tutumuna
bırakmalıdır. [8 16] [Hayırdır inşallah, neredeyiz biz? Bütün bu
kavramlar: Coşkunluk, açıklık, içlilik, denge... Nereden çıktılar?
Sırayla gelsinler, anlaşılır olsunlar.] [Tamam, sakin olalım.] Bu sadece
bir giriş bölümü, şiir bu, burada her şeyi gönlümüzle seziyoruz, ama
seziyoruz, katılıyoruz ya da katılmıyoruz: normatif. [Evet, oh!] Biraz
rahat olalım, demek ki henüz heyecanlanmaya gerek yok, zira öyle bir
rüzgâr hafiften esse de, bu bölümde kesinlik ya da mantıkîlik gibi
iddialar yok henüz, arada savrulan kesin önermelerin esasında ileride
açıklığa kavuşacak görece tavırları ifade ettiklerini kavrayabiliyoruz,
sırası geldiğinde denemenin görece niteliğini öğreneceğiz. [8 17dn] Sığ
bir yorumculukla burada çelişki ayırt edilebilir ama biz kendimizi
kavrayışlı addedeceğiz. O zaman kitabın delillerini yer yer kurgulamak
durumunda kalacağız.
47
“Birçok nedenlerden dolayı yaşamın buyurduklarını yapar dururuz,
bu nedenlerin birincisi de alışkanlıktır. İsteyerek ölmek, bu
alışkanlığın gülünçlüğünün, yaşamak için hiçbir derin neden
bulunmadığının, her gün yinelenen bu çırpınmanın anlamsızlığının,
acı çekmenin yararsızlığının içgüdüyle de olsa benimsenmiş olmasını
gerektirir.” [8 17] Anlaşılıyor ki biz esasında belirli bir intihar eden
insan tipinden bahsediyoruz; denemenin sınırları en baştan
belirtilmişti. [8 11] Sadece saçmadan muzdarip bir insandan
bahsediyoruz, demek ki böyle bir tip var ve diğerlerinden
bahsetmiyoruz. Ancak ne tuhaftır ki intihar kelimesini bütün
genelliğinde kullanıyoruz. Bu denemenin konusu gerçekte intihar
değil, “Saçma ile intihar arasındaki bağıntı,” hatta o da değil, daha
spesifik olarak “İntiharın saçma için hangi ölçüde çözüm olduğudur.”
[8 18] [Benim kafam karıştı doğrusu, ama en son açıklamayı kabul
etmeyi tercih edeceğim.] Demek ki biz herkes için en önemli (Ya da
açıklamalar kabul edildikte: acil) felsefe sorununun intihar olduğunu
öne sürmüyoruz, zira deneme onlar açısından bu sorunun geçerli
olduğunu bile söylemiyor, sadece en başta belirtilen saçma duyarlığa
yakalanmış insanlar adına konuşacağız. Ya da bu çıkarım bile fazla.
Fazla ama biz eksikleri gelişine göre tamamlayalım: Yaşamın
yaşanmaya değer olduğuna inananlar dışarı çıkabilirler, geri kalanıyla
bir parça akıl yürüteceğiz.
‘Açıklanabilen dünya bildik bir dünyadır. Tersine birden düşlerden ve
ışıktan yoksun kalmış dünyada insan kendini yabancı bulur. İnsanla
yaşamı, oyuncuyla dekoru arasındaki kopma saçmalık duygusunun ta
kendisidir. Bu duyguyla hiçliği istemek arasında dolaysız bir bağ
bulunduğu fazla açıklama yapılmadan da benimsenebilir.’ [8 18] René,
devamla, davranışımı doğru bildiğime göre şekillendirmek kabulünün
yapılabileceğini belirtiyor: Eğer bir kişi hileye kaçmıyorsa, o kişinin
inancı, eylemlerini yönlendirmelidir. Sözünü ettiğimiz kişinin
davranışını var olmanın saçmalığı konusundaki inancı
yönlendirmelidir. [8 18] “Böyle bir sonuç, anlaşılmaz bir koşulun en
kısa zamanda bırakılmasını gerektirir mi, gerektirmez mi? Bu soruyu
yapmacık içlenmelere kapılmadan açıkça sormak haklı bir merakın
sonucudur.” [8 18] [Evet ‘merak’ hiç haksız olur mu!] Ama işin kötü
yanı, içlenmeleri bir kenara bırakmak iki paragraf yukarıda açıklanan
yönteme aykırı olacak gibidir. Ne var ki sorun sadece görünürdedir.
Anlıyoruz ki iki tür duygulanıma dikkat etmeliyiz: Araştırmamız
boyunca bizi yönlendirecek olan ‘coşkular’ içeri, ‘yapmacık
içlenmeler’ dışarı!
Bu ‘Coşkular’ Mücadeleye Ait Erdemlerdir
Denemenin üçüncü konusu, ‘ölümcül sıvışma’, Prometeus’un
armağanı ‘umut’tur. “Hak edilmesi gereken bir başka yaşam umudu
ya da yaşamın kendisi için değil de onu aşan büyük bir düşünce için,
en yüce olan için yaşayanların hilesi, ona bir anlam verir ve ona
ihanet eder.” [8 19-20] [Biraz önce kovmuştum ama özür dilerim,
yaşama anlam verenlerin devrimci olanları, bir de tanrı aşkıyla tutuşan
kesimleri geri gelebilir mi?] “Her şey işi karıştırıyor böylece. Buraya
kadar sözcükler üzerinde oynanılması, yaşama bir anlam vermeyi
yadsımanın ister istemez yaşamın yaşama çabasına değmediğini
söylemeye götürdüğüne inanılıyormuş gibi davranılması boşuna değil.
Gerçekte bu iki yargı arasına zorunlu hiçbir ölçü yok.” [8 20]
[Aldatıldık ve salaklar gibi tuzağa düştük] “Saçma ölmeyi mi buyurur,
bütün sorunlardan önce bu sorunu ele almak, bunu yaparken de tüm
düşünce yöntemlerinin, ereksiz us oyunlarının dışında kalmak gerek.
‘Nesnel’ düşüncenin ne yapıp yapıp her soruna karıştırdığı tinbilimin,
ince ayrımların, çelişkilerin bu araştırmada, bu tutkuda yeri yok.
Yalnızca haksız, yani mantıklı bir düşünce gerek ona (...) Mantıklı
olmak her zaman kolaydır. Sonuna kadar mantıklı olmaksa neredeyse
olanaksız bir şey. Kendi ellerinden ölen insanlar böylece duygularının
eğimini sonuna kadar izlerler. İntihar üzerine düşünmek beni
ilgilendiren biricik sorunu ortaya atmak olanağını veriyor bana; ölüme
kadar süren bir mantık var mıdır? Bunu ancak kaynağını belirttiğim
uslamlamayı, düzensiz tutkuya kapılmadan, yalnız açıklığın ışığında
sürdürmekle bilebilirim. Bu da benim saçma uslamlama dediğim
şeydir.” [8 20] [Uh! Başım ağrıyor, bir mola verebilir miyim?] Sizlere tek
tek anlatmaya çalışacağım bu ardarda gelen cümleler yığınında neler
48
kastedildiğini. Bir anlarsam, evet bir anlarsam... Dayanılmaz miktarda
ihmal var, dişlerim zangırdıyor, gözkapaklarım gözlerime sürtünüyor,
dayanmalısın, dayanmalısın, sadece ben anlatabilirim, evet ben
anlatacağım, zira biliyorum, nerden biliyorum, bu konuya sonra
geleceğim ama sağlam kaynaklardan biliyorum, çünkü ben, evet
benh... çünkü... bu... bu benim, benim meselemhhh...
edeceğiz, yoksa duygularımızı mı? Ama bunu niye soruyorum ki?
Yanıt en baştan verilmişti, hem apaçıklık, hem onurlu coşkunluk! Ah
bir de uzlaşmazların bu tanrısal terkibini güçsüz imgelemimde ben
oluşturabilsem. Araştırmamız ancak mürşid René takip edilerek
gerçekleştirilebilecek bir erginlenme yolculuğuna, bir batınî deneyime
işaret ediyor.
Bu Bataklığa Hepimizi Ben Soktum, Ben Çıkartmalıyım
Bu Akşam Rüyaya Yatacağım
René yukarıda şunu anlatmaya çalışıyor: [Mümkünse tek tek
ilerleyelim yetişemiyorum.] İlk olarak, René, mantık kelimesini hangi
anlamda kullanıyor olabilir? Mantık, önermelerin ve onların
tartışmalarda kullanımının incelenmesiyle ilgili bir çalışma alanı değil
mi? Doğru düşünmenin kurallarını, çıkarsamanın ve kanıtlamanın
tutarlı yollarını, dilin hatta aklın mekanizmasını ortaya seren bir dal,
ya da bir tarifinde, uygun kullanımla düşünce çizgimizi yanılmaz
sonuçlara vardırmamızı sağlayan bir araç. René’nin mantık diye bir
şey aradığını anladık, ama daha kitabın ilk birkaç sayfasında mantık
dalının yerleşik kabullerinin keserlerinden canımızı zor kurtardık ve
buraya kadar soluk soluğa kaçtık. René’nin şimdi içine süzüldüğüm
zihninin bir kenarında bu sayılan tanımların durduğunu ve onun
şöyle düşündüğünü görüyorum: Sürüp giden ama kaypak arzular
yüzünden bırakılıp kaçılan bir şey, bir nevi düşünce çizgisi. Ama ne
demek düşünce çizgisi? Anlaşıldığı kadarıyla, tam manasiyle bir
matematiksel hesap, mantığın ütopyası söz konusu. Bizi kesin ve
yanılmaz bir sonuca ulaştıracak keskinlikte, soyutlanmış bir sembolik
düşünceler hesabı hayal ediliyor, o yüzden de herhalde somut
içeriğimiz olmayacağından (Eğer olsaydı hesabımız belirsiz terimlerce
geçersiz kılınırdı), dilim varmıyor ama: Bu hesap a priori öğelerle
yapılacak. O yüzden de psikolojinin, ya da ince ayrımlar ve çelişkilerin
burada yeri yok: Biz atomlarla çalışıyoruz; onları da bize küçükken
dedemiz oynayalım diye vermişti. Fakat bir tek şey kaldı, acaba bunu
açıklığa kavuşturabilir miyim: Bir araştırmadan mı söz ediyoruz bir
tutkudan mı? Ütopik kesinliğiyle değişenlerin hayalî dünyasını yarıp
geçen, a priori öğelerle donanmış canavar bir mantığı mı takip
Şimdi, yazarımız derin duygularımızın bilinçli olarak
söylediklerimizden daha fazla anlam taşıyacağı düşüncesini ortaya
atıyor [8 22] ve devamla [Hayır yanlış yapıyorsun, öyle söylemiyor,
‘derin duygular bilinçli olarak söylediklerinden daha fazla anlam taşır’
diyor] [Ama öyle söyledikte ne anlama geliyor bu?] [Bir söz sanatı var
işte orda.] [Derin duygular beni mi ifade ediyor?] [Hayır, cümlenin
tamamını okusaydın: “Derin duygular, büyük yapıtlar gibi...” diye
başlıyor, yani ‘büyük yapıtlar bilinçli olarak söylediklerinden daha
fazla...’] [Yani büyük yapıtları kişileştirdik, sonuçta bir roman insan
gibi konuşur sanki ve insanda da yazılanlar kadar yazılmayanlarla da
ilgili kurgular bırakır gider, kelimelere dökülmemiş olan belirsizlikler
insanın kafasının etrafına dumanlar gibi yoğunlaşır ve onu etkisine
alır?] [Evet, René’nin bütün yapıtında böyle özdeyiş kıvamlı fikirler
kıvranıyor biliyorsun.] [E o zaman derin duyguları büyük yapıtlara
benzeten bir söz sanatı var burada. Aslında insana benzetmiyor;
insana benzeyen, büyük yapıtlar... Ama bu iki kademeli metafor ne
kadar anlamlı? Niye bu kadar uğraşıyoruz bununla?] [Anlamlı değil
dostum, anlatamıyorum, söz sanatı bu, sanki bir şey söylermiş gibi
olacaksın ve senin bilinçli olarak söylediğinden daha anlamlı olacak!
Zaten basit ve anlaşılır şey söyleseydin bunda etkileyici bir yan
olmayacaktı ki! Şimdi bir kapı açtık. Ama bir şey söylemiş olmadık,
kendi başına anlamlı duran öğeleri yan yana koyduk; böyle de
anlamlıymış gibi oldu. Ama aslında derin duygular bir yapıt gibi söz
söylemez, duygu dilsizdir. Bunu sadece benzetme sayesinde oraya
yerleştirdik? Ve işte dostum böylece de belirsiz ‘duygu’ kavramına bir
çağrışım daha ekledik, artık onu konuşan bir şey olarak hayal
49
edebilirsin. Burada insan, duygu ve yapıt özneler olarak kayarak
birbirlerine karışmasalardı, tarihin bir noktasında aynı cümlede
kullanılmasalardı her birine has kabul edilegelen özellikleri
birbirlerine atfederek düşünebilecek miydik?] [Hmmm?] [İşte senin
zihnin böyle çalışıyor, zihnimiz böyle belirsiz ve bağdaştırmacı,
imgeleri birbirine eklemeci çalışıyor. Kelimeler veya kavram atomları
birbiriyle çarpışmıyorlar, atom yok, her şey duman gibi birbirinin
içine akıyor, belirsiz ton farklarıyla hamur gibi sarmalanıyor. Bir yere
kadar her hamuru ayırt ediyoruz, sonra bazıları eriyip gidiyor ve
başka tonlar oluşuyor, hülasa, şiir yazarak düşünüyoruz. Bu da sana
akşam kursu olsun!] [Ha sağol da nasıl bitireceğiz bu yazıyı? Sen hiç
edebiyat dersi görmemişsin, eğitilmemişsin, adı üstünde edebiyat,
araya böyle kendi fikirlerini sıkıştırırsan ne bütünlük kalır ne edebî
lezzet, bir planı olur kardeşim her yazının...]
Duyguları kişinin gönlündeyken kavrayamasak da yol açtıkları
eylemler, gerektirdikleri düşünce tutumları bir ölçüde o kişi hakkında
bizi bilgilendirir, [8 23] davranışçı yazarımız devamla: ‘Bu yöntem bir
bilgi yöntemi değil bir çözümleme yöntemi, her yöntem bir metafizik
gerektirir’ diyor, [Demek ki metafiziği burda katmakmış nasibimiz]
‘Burada tanımlanan yöntem her türlü gerçek bilginin olanaksız
olduğu duygusunu açığa vurur, yalnızca görünüşlerin dökümü
yapılabilir.’ [8 23] Böylece fenomenolog yazarımız devamla: ‘Öyleyse bu
kavranmaz saçmalık duygusuna aklın ya da sanatın birbirlerinden
farklı ama kardeş dünyalarında ulaşabilir miyiz?’ [8 23] diye soruyor.
[Paralel ifadelerin hepsi aynı şeyi ifade mi edecek? Yoksa kendince
farklı şey ifade edecek de bunlar birleşince bir tek öykü mü oluşacak?
Her zamanki gibi belirsizlikler bize, zihnini yormamak René’ye.] [En
azından böylece yöntemimizi ortaya koyduk?] Demek ki bilginin
olanaksızlığıyla ilgili bir ‘duygu’ ile hareket ediyoruz. Buna bir kabul
diyelim.
Yazarımıza göre önce bir saçmalık iklimi vardır, ardından dünyanın
saçmalığını iddia eden ve savunan şu ayrıcalıklı düşünce gelir.
Alışkanlık ani bir kopuşa uğradığında dünya saçma olarak belirir.
Tanım: “Dünyanın bu yoğunluğu ve yabancılığı, saçma budur işte.” [8
23-6] Ölüm, serüvenin bu ilkel ve kesin yanı, saçma duygusunun özünü
oluşturur. Yazgının ölümcül ışığı altında yararsızlık göz önüne serilir.
[8 26] Ama biz bu güncel edebiyat dökümünden akla geçelim, akılcı
yazarımızı takip ederek. [Eh dayanamayacağım artık, aklınca alay
ediyorsun. Senin yaptığına hem argumentum ad hominem, hem
hedef saptırma denir, ayrıca: ignoratio elenchi!] Bir kere usun
ölümsüz isteğinin ‘birlik’ olduğu önermesi René için vazgeçilmezdir
ve çeşitli kitaplarında tekrar tekrar öne sürülmüştür. René bunu içlidışlılık (virgül) aydınlık isteği olarak bildirir; bu ikisinin derinden
ilişkili olduğunu düşündüğünü zannediyorum. [Tabiî başka pek çok
şeyin de...] ‘Bir’ kelimesinin öyle ya da böyle çağrışımlarla bağlı
olabileceği her şeyi aynı temel istekte bütünleştirir. Psikanalist
yazarımıza göre insan, derununda en temel yönlendirici arzu olarak
yatan ‘birlik özlemi’ne göre tanımlanır ve ondaki başkaldırma
sapkınlığı da böyle açıklanacaktır. [15] Bu tez pek çok mistik okul ve
dinin öğretileriyle desteklenebilir, bütünleştirici felsefî ve bilimsel
kuramlarla örneklenebilirdi, ne var ki René buna asla girişmez.
Doğrusu bu kanısını Plotinos’tan almış olduğunu ve onu uzun
uzadıya düşünmeden, kurduğu empati üzerinden yaydığını
düşünüyorum. Evet, us, ‘birlik’i bulmak isteyen insana bunun
olanaksızlığından, ya da hedefe ulaşmak yolundaki güçsüzlüğünden
başka şey sunmuyor. Ne biliyoruz o zaman? ‘İçimdeki bu ruhu! Ve
onun var olduğu yargısına varıyorum, dokunduğum dünya da vardır
yargısına varıyorum, bundan ötesi hep kurmaca.’ [8 28]
René’nin çok bilinen eski bir formülü yeterince düşünmeden
alıntıladığını görüyoruz. Bahsi geçen şeyleri: ‘İç’ini, ayrıca içindeki
‘ruh’u ve bunlar için öncül olarak örtük biçimde ‘kendi’sini, daha
sonra kendinin yalnız başına varolarak dünya diye bir yeri
kurguladığını, ya da onun yerine, bence daha makul biçimde, bütün
bu kurguların ‘verili’ olduğunu kabul etmeyecekse bari kullanmakta
olduğu kelimelerin kapsamlı bir kurguya işaret ettiklerini hatırlasındı!
Dilin şüpheli varlığını nasıl gündem dışı bıraktığını anlamakta güçlük
çekiyorum. En başta dil son derece karmaşık bir verili süreçler ağına
50
gönderme yapıyor, ‘gönderme yapmak’ın kendisi de gönderme
yapıyor, karmaşık bağlamımız içinde her şey kurgusal, hepsi zihin
kurgusunun kurguları olarak ifade edilen bir kurgu içinde... Budist
yahut tasavvufî tecrübeyle benzer bir hedefe yönelmiş fenomenolojik
indirgeme imkânsız görünüyor, velhasıl en basit tamalgı en karmaşık
tamalgıyla aynı türden olup ya her şeyi birbirine bağlayarak kısa
cümleler yerine, yazılabilmeleri için gereken kelimelere bile sahip
olmadığımız uzun romanlarla konuşma hayalleri kuracağız, ya da
gerçekliği ifade açısından modellerimize, kurgularımıza sarılmaya
devam edeceğiz.
Biz öyküye yeni bir dekor tasarlayalım şimdi. İnsan teki dediğimiz
zaten bir kurgu, ilk hamledeki bu kurgunun dışında kalanlara da
dünya demek adettir. İnsanın dünya karşısında hissettiği duygulardan
bir kısmı saçmalık hissi diye gruplanarak ayrıştırılsın ve bir uygunluk
tablosuna göre yaşantıların bir kısmı da bu sınıfa yerleştirilecek olsun,
ayrıca bir düşünce olarak dünyanın saçmalığı kavramlar arasında yer
etmiş olsun ve her yeni metinde bağlam, zaman ve küçük nüans
farkları göz ardı edilerek aynı biçimde adlandırılacak olsun. İnsan teki
dünyayı algılıyor, daha doğrusu zihninde kuruyor, bu kurguda en
başından diğer insanlar ve hazır bir anlamlar çoklusu var. Karmaşık
yaşantılar ve mekanizmalar ayrımsanıyor. René’nin tanımladığı
anlamda saçma ancak bu ileri noktada ortaya çıkabilir. Bütün bir
kavramlar ailesi olmaksızın, belirsiz anlamlı yaşantılar olmaksızın nasıl
herhangi bir fenomenden söz ediyoruz? Saçma bizim ilk ve
indirgenemez deneyimimiz mi imiş, zamansal olarak mı önceymiş,
yok öyle değilse kavramsal olarak mı öyleymiş, eğer bu eğretilemenin
anlamı varsa, kavramsal olarak nasıl önce olunur, ilahî planlar
olmaksızın ya da kendi hesabına varolan bir ussallık düşüncesi
olmaksızın sözü edilebilir bir kurgu mu ki bu?
Nerelere Yolaldım, Çıkışı Kaçırdım
Jean Baptist aklın anlamaktaki yetersizliklerini ifade etmekte epiy
kifayetsiz kalmakla ya da ihmalkâr davranmakla beraber bir özet
vermekten geri durmuyor. Önce usun bizi bir gerçeğe götürmediğini,
kendimizi bilmek sözünün de bir özlem ve bilgisizlik belirtmekten
öte anlaşılamayacağını, ancak buna yaklaşmanın söz konusu
olabileceğini, tek bir gerçeğin veya özlerin bulunamayacağını
belirtiyor. Empirist yazarımız devamla bilimin en sonunda bize ilkel
imgeler sunuşunun, dönüp dolaşıp şiire varmasının yarattığı hayal
kırıklığından yakınıyor. Kendi kendimize de, dünyaya da yabancıyız,
elimizde sadece hiçbir şeyi kesinleyemeyen bir düşünce aygıtı var.
Dünya saçma değil ama usa uygun da değil. Saçma olan, ‘usa aykırılık’
ile çağrısı insanın en derin yerinde çınlayan ‘açıklık isteği’nin karşı
karşıya gelmesidir. Saçma, arzulayan tinsel varlıkla umut kırıklığına
uğratan dünya arasındaki kopuştur, ‘birlik özlemi’dir. Bir dakika
burada hangi ‘birlik özlemi’nden söz ediliyor? Dünyayla bir olmak mı
yoksa onu anlamak mı? Anlamak ‘bir olmak’ mıdır, anlamak nedir?
Aynı türden olmak mıdır? Jean Baptist şöyle derdi: Kendini anlayan
şey kendine yabancılaşmıştır, kendi dışına çıkmıştır, artık tek değildir.
[Jean Baptist bunu hiç söylememişti, benzer bir şey de söylememişti.]
Ne diyorduk hatırlayalım: “Saçma kavramının temel olduğu ve
gerçeklerimin birincisi olarak belirlenebileceği yargısına varıyorum.”
[Bir dakika bir dakika, en başta ‘saçma’ nerden gelmişti? Onu biz
kanıtladık mı? Ya da dünyanın anlaşılmaz olduğunu kesinledik mi?]
[Hayır hayır, biz onu çağımızda bulmuştuk. Verili saymıştık;
kanıtlamak mümkün olmadığı için şüphesiz. Ama destekleyecek ufak
tefek bir şeyler de yazdık, usun nasıl arayışımıza destek vermekten
uzak durabileceğine dair bir iki sayfa yazdık. Doğru, kısa kestik, zaten
biz bununla ilgilenmiyoruz, biz şimdi baştan biliyoruz, biz çoktan
hayal kırıklığına uğradık, çağımız orda burda bunu bize söyledi, biz
post-Dadaist, post-Sürrealist bir dönemiz unuttunuz mu? Çocuksu
inançlarla ikna olamayacak kadar uyanığız artık. O yüzden de bunu
bir kabul olarak alalım: “Yaşamla bağlantılarımı düzenleyen bu
uyumsuzluğu doğru sayarsam, dünyanın görünümleri önünde beni
saran bu duyguyla bilimsel araştırmaların zorunlu kıldığı bu
açıkgörüşlülüğü benliğime sindirirsem...” [8 32] ‘Açıkgörüşlülüğü’
sorma hiç, söylemiştim ya, bu açıkgörüşlülük işte!] [Hangisi? Hani
51
bilim bana bir şey sunmuyor beni şiirsel imgelere getiriyordu,
arayışıma yanıt veremiyordu?] [Yani o zaman belki kesinlik ya da
varoluşsal cevaplar demek istemişimdir.] [Ama öyle demedin.] [Ama
orda şiir yazıyordum, acelem vardı. Her şeyi de ben yazamam ki, her
şeyi benden bekleme, sen de ekle satırların arasına.] [Ya, ben
okuyorum, senin yazman lazım! Açıkgörüşlülük falan diyorsun ama
bulandırıp duruyorsun, terimlerin sürekli değişiyor, hiçbiri tanımlı
değil, yazı boyunca sürekli tanım değiştiriyorlar, onla da kalmıyorsun
düşünce çizgisi devam ederken hiçbir eşitlik ilişkisi kurmaksızın
serbestçe terimleri başkalarıyla değiştiriyorsun, üstelik bir sürekliliğe
işaret edecek şekilde ‘bu’ işaret zamirini kullanıp duruyorsun...]
[Hayır, bak işte ‘bu uyumsuzluk’ aynı zamanda ‘bu duygudur’, bu ikisi
aynı şey... Yok, aynı değil de, aynı görüngüye işaret ediyor; o bir iklim,
hem de bir duygu, ona şimdi bilinci ve açıkgörüşlülüğü ekleyelim, akıl
da var, bir dakka akıl yok, açıkgörüşlülük var, peyki bilinç nerede
duruyor?] [Non sequitur non sequitur non sequitur!] [Bak burda
mantık söz konusu değil, teessüf ediyorum, ‘kör mantık’la işimiz yok!
Bak burda yazılmış, sayfa 31, ‘her şeyin açık olduğunu öne süren kör
mantık’, ama esasında açıklık ya da kanıt yok, sayfa 31 işte: ‘Bundan
sonra bilincimiz düzenlendi, artık bu, kanıtların olmadığını bilen bir
bilinç.’ Usun sınırlılığını kavrarsak insanın yazgısının usa-aykırılar
tarafından sonuna kadar çerçevelendiğini de anlıyoruz, dünya insan
usuna uygun değil, ama insan onu anlamak, tam olarak anlamak
istiyor, işte orda oluşan şeye de ‘saçma’ diyorum.] [Neye?] [Duyguya!?
Herhalde duyguya? Ama o insanla dünyayı bağlayan bağdır da. [8 32]]
[Niye ki?] [Ya bi sus be adam! Aman ya! Sadece onlar var işte, biz her
şeyi soyutladık, metafizik falan da yok, kapı kolu, masa ve defter yok,
dünya var, insan var, onun temel birlik arzusu var; şimdilik ona da
anlamak arzusu diyelim, o yönünü ayrıştırabildik henüz. İşte bu
arzusu ile insan dünyaya yöneliyor, ama onu anlayamıyor, saçma
duygusunu hissediyor.] [Yok artık! Nerde? Öyle bir şey yazmıyor?
Açıkça şu yazılmış: Ayrı bir terim olarak, üçüncü bir terim olarak
saçma var. O kendi adına bir şey ve dünya ile insan arasındaki bir
coğrafyada varlık buluyor, insan tekinde değil.] [A nasıl yani? Nerde
varoluyor? Bir ontoloji sorunu mu var?] [İkisi varolunca aralarında
oluyor.] [E ama o bir duyguysa insan tekinin onu yaşaması gerekir!?]
[Bırak bunları düşünce çizgisini kaçırıyorsun. Dahası var: ‘Bu
kesinlikler uğruna, yani doğru saydığım bu saçmalık ve bilimsel
araştırmaların zorunlu kıldığı bu açıkgörüşlülüğü benliğime
sindirirsem, bu kesinlikler uğruna, sürebilmeleri uğruna onlara
gözümü kırpmadan bakmalıyım, onları bütün sonuçlarında
izlemeliyim ve davranışlarımı onlara göre ayarlamalıyım, burada
dürüstlükten söz ediyorum.’ [8 32]] [Ben düştüm bu düşünce
çizgisinden] [‘Saçmalık onaylandığı andan itibaren bir tutkudur.’] [Oh
oh!] [Burda kör mantık yok, serbest mantık var, çağrışımsal mantık!!]
Dilin Gizemli Apaçıklıklarını Attık Sırtımızdan, Benden
Mutlusu Yok Bu Gece
[Üstlendiğimiz işi bitirelim] [Neyi bitirelim? Görmüyor musun adam
imgeleri ardarda koyuyor, irdelenip eleştirilecek, bağlantıları
çözümlenecek bir yapı sunmuyor; kurgusu imgesel, rüya gibi.] [Bırak
sen, işine bak, özetle hadi.] [Yok ki buraya kadar özetlenecek bir şey.
Her ifade tekil ama her nasılsa buraya kadar yazılanlar burdan sonraki
her kısımda var, kaleydoskopik bir çağrışımlar, yer değiştirmeler ve
sahte benzerlikler dönergeci, lunaparkta malboroya atılmış aynı fasit
daire, ama her dönüşte terimler keyfi biçimde değişiyor, tekrar tekrar
dönen, dönerken renk değiştiren çemberler gibi... Ve asla malboroyu
tutturamıyor. Çok yorgunum.] [Kendimizi toplamalıyız,
sorumluluklarımız var.]
Ana argümanının ilk formülasyonunu böylece verdikten sonra, Jean
Baptist saçmanın ikliminde yer aldığını, aynı tinsel görünümden yola
çıktığını varsaydığı bir seri felsefecinin (Heidegger, Jaspers, Husserl,
Chestov, Kierkegaard, Kamil...) eserini kitapların kenarlarını şöööyle
bir tırrrt ettirerek bir iki sayfada ele alır ve bu düşüncelerin derin
akrabalıklarını bulgular; onlar ki umudu dışarıda bırakan ayrıcalıklı bir
nokta çevresinde toplanmışlardır. Bu noktada kitabımızın koçaklama
karakteri açıklık kazanmaya başlar. Bu insanların birbirleriyle
yarışırcasına hiçbir şeyin açık olmadığını, her şeyin kaos olduğunu,
52
insanın ancak kendisini çevreleyen duvarlar konusunda
açıkgörüşlülüğü ve kesin bilgisi bulunduğunu öne sürdüklerini
bildirir. [8 37] Otoritelerden aldığı destekle kanısını yeniden haykırır:
Dünya gerçekte uçsuz bucaksız bir usa-aykırılıktan başka bir şey
değil! [8 37]
Böylece saçma duygusundan saçma kavramına geçilmiştir. Sıra buraya
kadar dışarıdan sınırlanmış olan saçmanın çözümlenmesine gelmiştir.
[8 38] Jean Baptist saçmayı anlamak için onu kullanımlarında örnekler:
Saçmadır demek, “Bu olanaksızdır, çelişkidir” de demektir. Hep bir
karşılaştırma söz konusudur; saçmalık terimler arasındaki uzaklık
büyüdükçe artar. Saçma, bir olay ya da bir izlenimin basit
incelemesinden çıkmaz; bir durumla bir gerçek arasındaki, bir eylemle
onu aşan dünya arasındaki karşılaştırmadan doğduğu söylenebilir.
Jean Baptist’in bu tanımı yapmakta güçlük çektiği açıktır. Üç atomik
öğeyi içeren kavramsal açıklama kolaydır. [Esasında kolaya
kaçmaktır.] Ama böylesi bir ‘idea’nın somut süreçlerle ilişkisini
kurmak zordur. Varoluşsal [Keyfî terim değişimi.] süreçlerden yola
çıkan bir genelleme nasıl yapılacaktır? Farklı tikel görüngülerde, farklı
biçimlerde ve zamanlarda ortaya çıkan, ama yine de kendine özdeş
kalan şey nedir? Jean Baptist bilmecemizle uğraşmak yerine hemen
aynı cümlede üçlemesini hatırlatır: Saçma, karşılaştırılan öğelerin ne
birinde ne öbüründedir, karşılaştırılmalarından doğar. İnsanda da
değil dünyada da: Ortak varlıklarında. [Ortak varlıklarında! Ortak
varlıkları nerede Jean Baptist? Yoksa tarihte mi, tarihte mi yoksa?]
Bana Lazım O, Buraya Koymuştum Az Önce, Kafacığımı Bir
Parça Yorduğum Şu Sayfa Kırka Koymuştum, Nasıl
Kaybettim!?
Anlaşılan saçma, kavramlar ve varoluşsal süreçler arasındaki
seyahatlerinde kendine has bir varoluş edinmiş ve özne ile nesnenin,
fenomen ile numenin arasında yeni bir boyuta yerleşmiş. Jean Baptist
empirik olanla kavramsal olan arasındaki ilişkiyi daha dikkatli
kurgulasaydı böyle tozlu kuramlarla vakit kaybetmeyebilirdi. Jean
Baptist’i burada her fenomene bir de kavramsal genel, ya da keyfe
göre, bir idea eşleştirirken bulduğumuzu belirtmek zorundayım.
Dolayısıyla yukarıda ifade ettiğimiz gibi şu eski ontolojik sorunla baş
etmesi gerekecektir [Gerekiyordu, eğer ne yaptığının farkında
olsaydı.] Ancak kitap boyunca [Hayatı boyunca?] mantıkla, mantığın
ideal terimleri ve işlemleriyle empirik verileri, hatta pratiğe yönelik
olanı üstü başı toz toprak çamur içinde kalana kadar birbirinle
karıştırmayı sürdürecektir.
Şimdi şu cümleye tekrar dönelim ve söylediklerimize bir parça daha
açıklık getirelim: Saçma, karşılaştırılan öğelerin ne birinde ne
öbüründedir. Burada bir mevki atfedilmesine şahit oluyoruz,
gösterileni belirsiz bir gösteren bir yere yerleştirilebilirmiş gibi. Saçma
duygusuna ya da kavramına yer aranıyorsa, o empirist bir bakışla ya
insan tekinin zihnindedir ya da bir insan tekinin zihninde yeniden
uyanmak üzere yazı başta olmak üzere kolektif hafıza aygıtlarında
uykuya daldırılmış, dondurulmuştur. Ya da bazı Platon
yorumcularının bakışıyla kendine has bir varoluşu vardır ve geleneğe
göre göklerde, yıldızlar küresinin de ötesinde, muhtemelen tanrının
dolaylarında yer alır. Yani mutlak olarak tikel olabilir (Ama bu onu
kendine özdeş bir ‘şey’ olarak toplamaya yetmez), ya da bir genele
karşılık düşüp sözde varlığını bir genelden alıyor olabilir. [Ve başka
kuramlar da bulunabilir.] Dikkat edilecek olursa Jean Baptist’in en
baştan kabul ettiği bağlamdan dolayı (Yani rasyonalizmin geleneksel
biçimlerini reddettiğimize, usun sınırlı ve görece oluşunu
kuramımızın çıkış noktası olarak bildirdiğimize göre), bir genel
‘Saçma’dan söz ediyor olamayız. Jean Baptist’in bahsettiği
anlaşılmazlık iklimi ve sınırlı us düşünüldükte, Hayata Sarılmak’ı
ikinci türden kuramlara karşıtlık içinde yazdığını kesin bir dille
belirtebiliriz. Dünyayı açıklama iddiasında olan kuramları tümüyle
bırakmış olmasaydı, başka bir düşünce iklimi kabul etmeseydi bu
kitabı yazması o zaman saçma olacaktı: “Bu denemede izlenen
uslamlama bilgili yüzyılımızda en yaygın olan tinsel tutumu: Her şeyin
akla dayandığı ilkesiyle temellenen, dünyanın bir açıklamasını vermek
amacını güden tutumu tümüyle bir yana bırakıyor. Açık olması
53
gerektiğini benimsedikten sonra açık bir görüntüsünü vermek doğal
bir şey. [Ve tersi de geçerlidir.] Öyle ya bu uslamlamanın amacı
dünyanın anlamsızlığı felsefesinden yola çıkıp da sonunda ona bir
anlam ve bir derinlik bulan düşüncenin tutumunu aydınlatmak.” [8 50]
Şimşekler ellinci sayfada beynimizde çakıyor. [Vay anasını bir amaç
daha varmış ama en esaslısı da bu. Keşke ilk bu sayfayı açsaydım.]
Fakat bu düşünsel tutumu aydınlatmak için düşüncenin doğası
hakkında daha fazla kafa yormak, ön-kabuller, bir yöntem ve bir
metafizik gerekecektir? Jean Baptist bunların hepsini bir pelte halinde
birbirlerine karıştırırken malzemeden fena halde çalmıştır.
Hiç olmazsa şunu anlıyoruz ki, Jean Baptist’in genel terimlerle
konuşmaması icap ediyor, bir tek kendisi bunun ayırdında değil.
Esasında her zaman onun ne yaptığını bilmediğine dair bir his
taşımışımdır. Coşkuyla yazarken zihnini nasıl serbest bıraktığını ve
imgelerle düşünmeyi yeğlediğini biliyoruz. Bu sadece imgelerle
düşünmek değil, düşünme tutumunda tam bir eklektisizm,
bağdaştırma çabası olmaksızın her şeyi yan yana tıkıştıran, tutumları
ve kavramları sanki imgelermiş gibi yan yana, iç içe geçiren bir
tutumsuzluk!
Şu cümleye dikkatinizi çekmek istiyorum: “Öyleyse us düzleminde
uyumsuzun insanda da dünyada da olmadığını, ortak varlıklarında
bulunduğunu söyleyebilirim. Uyumsuz şimdilik onları birleştiren tek
bağ.” [8 39-40] Birden tekrar boyut atlıyoruz ve düşüncelerin dünyasına
yükseliyoruz. ‘Us düzleminde saçma’ ne demektir? ‘Us düzlemi’ ne
demektir? ‘Us’ ne demektir? Sanki bunlarla ilgili bir konvansiyon
varmış gibi serbestçe ilerliyoruz. Olası bütün çağrışımları kötü niyetle
yedeğimize alıyoruz; bakarsınız onlara da ihtiyacımız olur, böyle
yapıyoruz değil mi Feylesof Patris, bir gün Paris’te bir tavernada
kadınlara caka satarken de ağzımızdan laflar böyle serbestçe
çıkıyordu, öyle kur yapıyoruz değil mi? Düşünmeyi sevmeyen ama
bizim gibi duyguları seven, kılı kırk yarmayan ama içine hoş geleni
bulmakla ilgilenen okuyucuyu böyle tavlayacağız değil mi Patris?
[Yeter yeter, sus artık dayanamıyoruz, bunları biliyoruz, o yüzden
öyle söylemiştik ne demiştik: Felsefeci değil, edebiyatçı; kavramlarla
değil, imgelerle! Değil mi ya, aynı şey değil mi? İfade edilecek şey
aynı, hem öyle anlatılır hem böyle; hep yaşantı, başka şey değil!]
‘Saçma duygusu’ adıyla, ya da mesela ‘aşk’, ‘nefret’, ‘açlık’ gibi genel
bir başlık altında birleştirilebilecek bir duygulanımlar çoklusu belki
vardır; ve belki dünya içre insanın, kendi de dünyanın tam parçası
olan insanın yaşantılarında yer edebilir ve ayrımsanabilir. Ancak bir
duygunun bir saçma kavramlaştırmasıyla gizli bir göbek bağı,
sarsılmaz bir karşılık düşmesi olabilir mi? Yeterince açık görünüyor ki
aynı fikirden her seferinde başka hisler doğabilir, fikre eşlik eden
duygular belirli bir anda çok çeşitli olabilir. Dünyanın saçmalığına
ilişkin bulanık bir saçma fikri belki vardır? Ama bu da her zaman
etkileyici, duygulandırıcı değildir; çoğu zaman öylesine bilinen bir
şeydir. Hatırlanırsa dünya büsbütün usdışı değildir, insan dünya
içredir ve her zaman anlamlarla çevrelenmiştir.
Şimdi argümanın niye böyle terkip edildiğini hatırlayalım: “Saçma,
insanda da dünyada da değil ortak varlıklarındadır, böylece saçma
ölümle biter.” [8 40] Şimdi Patris’in üç kesinliği var, 1. arayışıyla tanımlı
insan, 2. arayışına cevap vermemekle tanımlı dünya ve 3. onları
birleştiren saçma. [Bir dakka saçma diye bir şey yok ki, sadece ikisi
var!?] [Hiç mi soyut düşünce gücün yok, on saat yazıyorsun hep
yerden yere vurmak için, biraz da anlamak için okusana, hepsi insan
tekinde tabiî, bunu bilmiyor mu felsefecimiz? Ama kavramsal bir
işlem yapıyoruz şimdi, görece bir genel var elimizde, mutlak bir idea
değil, anlasan ya! Us düzleminde, us! Kurguluyoruz işte, bilmecenin
cevabını bilmiyor mu Patris? Ben söyleyeyim de rahatla: Farklı tikel
görüngülerde, farklı biçimlerde ve zamanlarda ortaya çıkan, ama yine
de kendine özdeş kalan şey nedir? Bir hayaldir. Bütün düşünce de
kavramların zamanda özdeş oldukları hayali üstüne kurulmuştur.
Rahatladın mı? Öyle ya da böyle, kurulmuştur, demek ki görece olan
ele gelir şeydir!]
54
Üç şey çıktı karşımıza, üç kavram, demek ki bunlar birbirinden
ayrıdır, ayrı üç kavram: İnsan, dünya ve varlığı bu ikisine de bağımlı
olan ara terim, saçma. Şimdi hayal edelim: Kavramsal matematik! Bu
kavramları eşdeğer üç yumurta gibi düşünün, şüphesiz Patris öyle
yapıyordu, tokuşturulabilir üç yumurta. Bunlar her zaman üç adettir,
antik bir teknikle orta terim bunları bağlamalıdır, yoksa terimler
uzlaşmaz. Niye öyledir? Terimlerin ilki, insan, diğer terimle, dünya ile
birlik özlemine karşılık alamamıştı, işte ondan dünya ile ikisinin
bağını ama aynı zamanda engellenemez ayrışmasını vurgulayan saçma
ortaya çıktı. [Bu matematik değil kozmoloji!] Böylece hâlâ ilişkideler.
[Soyut düşünmeyi bilirsen Platonik hesapları anlarsın. Daha
derinleştirmek gereksinimi duymuyoruz, “Ne de olsa arayana tek
kesinlik yeter. İş bundan tüm sonuçları çıkarmakta.” [8 40]
[Tabiî ya! Sadece iki öğe koyduğumuza göre onların ikisinin de
varlığında ortaya çıkan üçüncü bir öğe de tek bağlarıdır. Peyki nasıl
ettik de sadece iki öğe bırakabildik? Hayal edelim tabiî, zaten başka
türlü olabilir miydi? Gerçek dünya ve insan süreçleri hesaba gelebilir
miydi? Demek Patris bizi kavramlaştırmış ve ayrıştırmış. Birer
kavram olarak insan, dünya ve saçma yalnız başlarına duran üç atom
olmuşlar. Bir odanın kapısını açtım, karanlıkta beliren üç yumurtaya
dehşetle baktım, bu yeni yaratıklar dünyayı istila etmeye kalkarlarsa
biz değişenlerin sonu ne olacaktı? Biz sürekli yok olurken onlar bir
kere varolduklarında ebediyete erişiyorlardı! Onları hemen
ezmeliydim. Demek binlerce yıldır aranıp durulan değişmezler us
düzlemindeymiş.] [Devam ediyor:] İnsan kafasının dışında saçma
olamaz, saçma ölümle biter böylece. Kavramsal üçlümüzü yıkmak
istemiyorsak, ilk iki terimin varolmaya devamı gerekir. [Ama onlar
varolmuyor, onlar kavramsal?] “İşte bu ilkel ölçüye göre, saçma
kavramının temel olduğu ve gerçeklerimin birincisi olarak
belirlenebileceği yargısına varıyorum.” [8 40] Şöyle de bir yöntem
kuralım var: “Bir şeyin gerçek olduğu yargısına varmışsam, onu
korumam gerekir. Bir soruna çözüm bulmak istiyorum, bu çözüm
aracılığıyla sorunun terimlerinden birini atmamam gerekir.
Denklemin terimlerinden birini yadsıyarak saçmayı silmek söz
konusu olamaz.” [8 40]
Bir Fasit Daire Nasıl Hazırlanır, Petitio Principii Uygulamalı
Dersi
“Araştırmalarımın biricik ve gerçekte tek koşulu beni ezen şeyi
korumak, sonuç olarak onda temel saydığım şeye saygı göstermek.” [8
40] “Şimdi onu bir karşılaştırma ve bitmek bilmez bir mücadele olarak
tanımlamış bulunuyorum.” [8 40] [Yahu onu bir mücadele olarak
tanımlamadı ki! Karşılaştırma kelimesiyle bir yere kadar uzlaşabilirim,
insanla dünya arasındaki işleme haydi biraz edebî bir yolla böyle ad
verelim, ama ‘bitmek bilmez bir mücadele’yi nasıl anlamlandıralım?
Non sequitur.] Bir takım terimlerle işlem yapıyorduk ama şimdi başka
terimler ortaya attık, terimlerimizi değiştirdik, yöntem kuralımızı daha
bir paragraf geçmeden ihlal ettik ama farkında bile değiliz.] [‘Bitmek
bilmez mücadele’ derken Patris önceki cümlelerde bahsettikleriyle
aynı şeyden sözettiğini düşünüyor.] [Tabiî ya, aynı kelimeleri yineleyip
duramaz ya şair!] ‘Bitmek bilmez mücadele’, kurtulmak istediğimiz
koşulumuzu elde tutarak yürümek gereğine atıfta bulunuyor olabilir.
Koçaklamamızda Patris, saçmayla sonuna kadar yüzleşme izleğini,
yani yiğitliği başat erdem olarak kurmuştu. Saçmalık düşüncesini
kitap boyunca yaşanması zor bir mevki, bir çöl olarak görselleştirir.
Kendini fikirlerin dehşet verici yanlarıyla yüzleşmeye cesareti
olmayan korkakların karşısında cesur bir şövalye olarak kurgular.
Sanki her an mağaradaki ejderi öldürecek, o kadar zor bir yerde ama
geri gitmeme cesaretini gösterir. Bu görselleştirme belki tanıdık
gelecektir, onun dinle ilişkisinin fonudur bu. Dine karşı reddiye onu
için cesaretini sınamak anlamını taşır, bir meydan okumadır.
[Argumentum ad superbium.]
“Bu saçma mantığı sonuna kadar götürerek bu mücadelenin tam bir
umut yokluğunu (Bunun umutsuzlukla hiçbir ilgisi yok), sürekli
yadsımayı (Bunu vazgeçişle karıştırmamalı) ve bilinçli yetinmezliği
(Gençlik kayısına benzetilemez bu) gerektirdiğini onaylamak
55
zorundayım. Bu gereklilikleri yıkan, ortadan kaldıran ya da yücelten
her şey (Hepsinden önce de kopmayı yıkan boyun eğiş) saçmayı
yıkar, o zaman önerilebilecek tutumu değerden düşürür. Saçma ancak
kendisine boyun eğilmediği ölçüde bir anlam taşır.” [8 40-1]
“Uslamlamam kendisini uyandıran açıklığa bağlı kalmak ister. Bu
açıklık saçmadır. Arzulayan tinsel varlıkla umut kırıklığına uğratan
dünya arasındaki kopuştur, birlik özlemimdir, bu dağınık evrenle
onları birbirine bağlayan çelişkidir.” [8 56]
Uslamlamamın şehveti bize ne yapacağımızı söylüyor: Biz asla
dünyayı anlamamalıyız, anladığımızı varsaymamalıyız, yani gökten
hakikat gelse reddetmek durumundayız. Saçmayı akıl yürütmenin
başına biz koyduk, biz oradan yola çıktık ama her nasılsa onu sonra
bir de bulguladık, onu ilk gerçeğimiz olarak tekrar kabul ettik, yani bir
el çabukluğuyla baştaki kabulümüz gelip bulguladığımız vazgeçilmez
ilk ilke oldu, bir kabul olmaktan çıktı. Şimdi de onu bırakamıyoruz,
gerekçesi de ilginç, onu bırakırsak hile yapmış oluyormuşuz!
Tutarsızlık yok burda, mantık konusunda bir parça cehalet var.
Mantıkta totoloji hatalı kabul edilmez, sadece bize yeni bilgi
kazandırmaz, bu yüzden kısırdır, kabullerimizi yinelemeye varır. [Ya
başka türlü geçerli akıl yürütme var mıdır?] Ama Patris’in zihnindeki
imgeyi anlayabiliyoruz. Patris’in düşüncesinin temelinde bir resim
yatıyor: İki ayrık nesne, aralarında bir açıklık var, sanki bir uçurumun
iki yakası, aralarına bir asma köprü gibi saçma bağlı, iki tarafı
birbirine bağlıyor. Birlik özlemi, uygunsuzluk, kopuş vd. hep bu
imgede yaralıyor. Ama acaba insanın dünyayla ilişkisi açısından doğru
bir tasvir mi oldu bu?
“Apaçığı maskelemek, denklemin terimlerinden birini yadsıyarak
saçmayı silmek söz konusu olamaz. Bununla yaşanabilir mi, yoksa
mantık bundan dolayı ölmeyi mi buyurur, bunu bilmek gerekir.” [8
56] Sorunun cevabı açık görünüyor, bununla yaşanabilir. Ama durun,
Patris’in varmak istediği yerin daha ötelerde olduğunu göreceğiz, hele
bir varoluşçularımıza yeniden dönelim ve niyetlerini deşifre edelim
de.
Varlıkçı Felsefelerin Hepsinin Ne Yaptığını Keşfettiğim O Gün
Bokumda Altın Bulmuş Gibi Sevindim
‘Hepsi bana kaçışı salık veriyorlardı. Kendilerini ezeni tanrılaştırıyor,
ellerini boş bırakan şeyde bir umut nedeni buluyorlardı, bu zorlama
umut ise hepsinde dinseldi.’ [8 41] Yazarımız bu sonuca ulaştığına göre
varoluşçu addedilenlerden Jaspers, Chestov ve Kierkegaard’ı kısaca
incelemekle yetinebilir. [Hakkını yemeyelim, o dönemde varoluşçuluk
büyük ölçüde tanrıtanır bir akım olarak ortaya çıkıyordu, ‘Varlık ve
Hiçlik’ bile yayınlanmamıştı.] Jaspers karikatürü saçmayı tanrıya
havale eder, oysa “Mantık açısından böyle bir akıl yürütmeyi getiren
hiçbir şey yoktur.” [8 42] Bu bir sıçramadır. Alçalmış düşüncenin, yani
varoluşun gizlerini düşüncenin açık kılamayacağının savunucusu,
varlığı bütün derinliğinde yeniden canlandıracak şeyi bu alçalışın son
noktasında bulur. [8 42] [O zaman Patris de geri kalamaz] “Saçma,
umudun karşıtı olarak benimsenirse, Chestov için varlıksal
düşüncenin saçmayı varsaydığı ama onu yalnız dağıtmak için
tanıtladığı görülür. Düşüncenin bu inceliği acıklı bir hokkabaz
oyunudur.” [8 44] [Ben de yaparım!] Kierkegaard’ın dünyanın gizemine
yönelik kavrayış yerine tanrıya ve İbrahimî imana verdiği önem
burada sıçrama olarak adlandırılır; zihnin yetersizlikleri sonucu inanç
yoluyla tanrı düşüncesine gelinmiştir. Patris Varoluşçularda
saçmalıktan varılan bir tanrı, bir ölümsüzlük arayışı görür, onları
örtük olarak mistiklere benzetir; anlaşılmaz olanda, berrak zihnin
yetersizliğinde tanrı inancı için yer açılır. Onlarla aynı başlangıç
inancını paylaştığını bildirir, ama bunu inanç olarak adlandırmaz, bu
bir iklimdir. Patris bir yana sınırsız usdışılıktan tanrıya varmacılığı
(Varoluşçular), öbür yana sınırsız ussallıktan başka tür özlere
yönelmeciliği (Husserl), ortaya da saçmayı koymak niyetindedir. [Hoş
bir tasarım oldu ama gerçeği yansıttığı şüpheli. Varmak istediğimiz
yere varmak için kalıplarımıza adamcağızların yapıtlarını dökmüş
gibiyiz.] Tartışmanın bu noktasında önyargıdan kaynaklanan ciddi bir
boşluk var ve bütün metnin totolojik niteliğini de açıkça göz önüne
seriyor. Varoluşçu felsefecileri çözümlemesinde vurgulamak istediği
56
onlara yönelik genel bir eleştiri değil, temel ilke haline getirmek
istediği bilinemezciliktir. Tarafsız, yöntemsel şüphe değil,
anlaşılmazlığa yönelik tutkulu bir inanç. Ortadan kaldırmak istediğim
sorun dünyanın anlaşılmazlığı ise yeterince açık ki tanrı inancı bu
sorunu ortadan kaldırabilir ve ne insanı, ne de dünyayı yerinden
etmez. Üstelik de akla karşı güvensizlik de yerinde durabilir. Patris’in
inanç meselesini incelemeyişi onun temel sorunu olabilir. Akıl
düzleminde kalmak ne demektir? Akıl nedir? Patris bu konuya da
açıklık getirmekle uğraşmıyor, inanç ve akıl ilişkisini çözümlemiyor.
Şu husus da ihmal edilmiş: Saçma zorunlu olarak tanrıya götürmez
ama tanrıyı reddetmeyi de sağlamaz, yani onu zorunlu olarak
yalanlamaz. Dünyanın anlamıyla ilgili hiçbir teorinin kanıtlanamıyor
oluşu, aklın zorunlu, kesin bilgiyle ilgili yetersizliğini ortaya koyar,
geriye ise inanç kalır ve hiç bir inanç çürütülemez!
Size basit bir önerme: Aklın yetersizliği bile kanıtlanamaz, zira onu da
aynı akılla kanıtlamak gerekecekti. Ama aklın yetersizliğinin
kanıtlanamayacağı da kanıtlanamaz ki buradan sonsuza gittiğimiz
görülüyor. Ama asıl ilginci, biri çıkıp da bunu da inkâr etseydi ne
olacaktı? Zincirin bir noktada kırılacağı ve zemine varılacağı yolunda
bir önermeyi savunmak mümkün görünüyor! Kesin önermeler
kurmasak daha iyi olacak, buna tedbirden kaynaklanan yöntemsel
şüphecilik diyebiliriz. Peyki ama Patris’in ilk ve ‘kesin’ gerçeğini,
dünyanın çağrımı yanıtsız bıraktığı düşüncesini, yani saçmayı ne
yapacağız bu durumda? [İnanç olarak yaftalayıp çöpe atacağız, çöpten
çıkaracağız, Patris’in burnuna tutacağız.] Patris şüpheci bir konumda
durmuyor, elimizdeki açıklamaların hiçbirinin doğru olamayacağını
kesinlemiş oluyor. Aslında dünyanın saçma olduğunu, sorumun
yanıtsız kalmaya mahkûm olduğunu bildirirken, Patris gençlik
inancını ustaca buralarda bir yerlerde, bilinemezciliğin arkasında
saklıyor; bu da yine dine karşı meydan okuma isteğinden kaynaklanır:
Bir erkeklik sorunu olarak ateizm.
‘Boyun eğmemek’ ve ‘mücadele’ gibi kavramlar ilk ilkemizden, ilk
kabulümüzden çıkarsanıyorlarmış, orada en baştan yer alıyorlarmış
gibi sırayla boy gösteriyorlar. Esasında Patris’in ilk ilkesi ‘dünyanın
saçmalığı’ olarak değil, ‘ne olursa olsun dünya hakkında açıklama
kabul etmemek’ olarak ifade edilmeliydi. O zaman ‘boyun eğmemek’
ve ‘açıklık’, açıklama kabul etmemenin kod adları olarak ortaya çıkar.
O zaman ‘mücadele’ gibi gibi bir kavrama nasıl geldiğimizi
anlayabiliriz. Demek ki birey dünyanın sunduğu açıklamaların
hepsini, aklın bunları şu ana kadar kanıtlayamamış oluşu
[Argumentum ad ignoratio] yüzünden reddederse saçma ortaya
çıkabilir. Ve birey herhangi bir açıklamayı kabul etmediği sürece de
devam edebilir. Açıklamaları kabul etmeme kararlılığındaki insan
saçma insandır. Saçma, insanın kendine kabul ettiği iklim olabilir
ancak. Saçma kabulü yapıldıktan sonra ise bütün akıl yürütme
totolojiden ibarettir. Demek ki varoluşçuların iman gibi bir kurguya
geçişleri kabul görmeyecektir, göremez, çünkü bu, kabule aykırıdır;
kabul edilmeyeceği için kabul edilmeyecektir. [Circulus in probando]
Boyun eğmeyen bir insan imgesinin kitapta geç kalmış biçimde ortaya
çıkması ise sadece kafa karıştırıcıdır. Boyun eğmeyen insan zaten en
baştaki tanımda yer almalıdır. Tanımın eksik oluşu ve sanki açımlama
sonrasında, analiz sonrasında tamamlanmış oluşu, başlangıç
önermemizin, ‘ilk gerçeğimizin’ yeterince sarih yazılmadığı anlamına
geliyor.
Tramplenleri Kurduk Bu Pazar Tanrısal Surlardan Aşıcız
İnşanna
Patris, ‘yalnız yaşanmışın bir betimi olmak isteyen’ [8 50]
görüngübilimin, ilk kesinlemesinde gerçek değil gerçekler bulunduğu
konusunda saçma düşünceyle birleştiğini ama sonra her bilgi
konusunun özü olduğunu ileri sürerek, hatta zamandışı özlerden söz
ederek Platon’a yaklaştığını belirtiyor. [8 52] Gerçek olan kendi
kendisinin tıpkısı ise us yengiye ermiştir. Patris burada da bir sıçrama
bulur, tinsel varlık bulunmasa bile doğa yasaları gibi değişmez yasalar
olacaktır, Husserl ruhbilimsel bir gerçeği ussal bir kural yapmaya
kalkmıştır, [8 53] dolambaçlı yoldan Us’a atlar. [8 54] Burada somutu bile
57
genelleştirecek kadar dizginlerini koparmış bir idealizm vardır;
göklerden görünüşlerin arasına indirilmiş biçimler. [8 54]
Husserl’in soyut tanrısıyla Kierkegaard’ın gözler kamaştıran tanrısı
arasındaki uzaklık o kadar da fazla değildir, usla usdışı bu örneklerde
aynı öğretiye götürür: “Çünkü yolun pek önemi yok gerçekte, varma
istemi her şeye yetiyor.” [8 54] “Burada özlem bilimden daha güçlü,” [8
55] “[Us] düşüncenin bir aracıdır, düşüncenin kendisi değil. Bir insanın
düşüncesi her şeyden önce özlemidir.” [8 55] Arzumuz ‘saçma
dediğimiz şeyin kendi sınırlarını saptayan açıkgörüşlülük olması
yönündedir.’ [8 56] Sınırlar usun hırslarını dizginlemek için
korunacaklardır burada. Şimdi gelin de Patris’e hak vermeyin! Yalnız,
az yukarı dönüp onun Husserl ve Varoluşçulara karşı her söylediğini
kendi kitabına karşı koyup yeniden okuyun. Patris anlaşılan eleştiri
kılığında bir özeleştiri vermeye soyunmuş! Doğrusu ondan daha iyi
ifade edeceğimden emin olmadığım için yinelemeyeceğim bunları.
Ne talihsizlik, kıta insanı Patris yüzyıla sinmiş empirisizmi es geçmiş,
onun yerine görüngübilimi almış. Empirisistler Patris ile birlikte
dünyanın akıl yoluyla sadece sınırlı biçimde kavranacağını, kesin
açıklamaların olanaksız olacağını, bir inancın söz konusu olması
gerekeceğini belirteceklerdi. O zaman belki felsefecimizin kafası bu
kadar karışmayacaktı? Rasyonalizm karşıtı bir rasyonalist, sınırlar
yanlısı bir mutlakçı, mantık karşıtı bir mantıkçı olmayacaktı? Bununla
beraber ‘dünyanın nihaî anlamsızlığını ve akılla tüketici biçimde
kavranmazlığını ilan eden düşünce’ gibi bir tanım Patris’in saçması
için eksik görünüyor. Bu tanım aklın dışında başka kavrama yetileri
olabileceği yönündeki kuramları yalanlamıyor. Kitabın genelinde ise
aklın sınırlı ve yetersiz de olsa tek kavrama yetisi olarak kabul
edileceğini bildiren önermeler serpiştirilmiş. Şimdi ben tekrar
soruyorum: Akıl ne? Patris bize, iyi niyetli okura haksızlık ediyor,
usçuluk olarak adlandırdığı şeyi de usdışı olarak adlandırdığı şeyi de
açıklamadı, böyle bir malzeme eksikliğinde, böylesine yetersiz
kurulmuş bir argümanı esasında tartışmamak gerekiyor, olmayan şey
üstüne kafa yoruyorum 197 sayfadır. [E o zaman niye tartışıyorsun?]
[Evet, ben, ben niye ince eleyip sık dokuyorum? Belki en az bir kere,
küçümseyip atlamak yerine, gerçekten eleştirimi açıkça yazıp kendimi
sınamak için? Psikolojik edebiyat ve edebî hayat bilgeliğine yanıtı
felsefî kasıntı ile vereceğim, yoksa kesinlikle değmez, şurda onlarca
sayfadır yürüttüğüm iş benim için utanç verici bir yük...] [Eh be
yazma o zaman, ayıp ya, insanı mezarında 197 kere dönendirirsiniz,
yazmayınız, bırakınız.] [O, demek siz de burdasınız!?] [Hep böyle
yapıyorsunuz ama.] [Ya sen niye açık açık konuşmuyorsun da öyle
yalan yanlış kaçamaklara sapıyorsunuz? Niye bir denemeyi doğru
bütün yazamıyorsun? Kendin açımlayacaksınız Mösyö Patris bunu
bir türlü yanmış yıkılmış yalnız terkedilmiş bir yüreğe anlatamayıştır
başkaldırışım.]
Saçma Özgürlük, Kesinlik Üstüne ve Üçüncü Halin Olmazlığı
Şimdi kitabın en önemli bölümünde mantığa uygun bir şeyler
arayalım ya da mantığa uygunluk talebi, ya da mantık buyruğu diye bir
şey olabilmesi için mantık disiplini açısından kılı kırk yarmadan da
olsa temel adımları nasıl attığını irdeleyerek ilerleyelim. Sonra kitabın
geri kalanına bir daha bakalım ve onu sonsuza dek elimizden
bırakmadan önce Ahlaklı Asi’nin giriş bölümünde Patris’in
fikirlerinin hangi noktaya geldiğini anlamaya çalışalım.
Ayrılamayacağım birkaç gerçek var elimde: A) Benliğimin belirsiz
özlemlerle yaşayan bölümü: 1. Birlik özlemi, 2. saltıklık isteği, 3.
çözme isteği, 4. aydınlık ve 5. uygunluk gereksinimi. B) Dünyanın usa
ve mantığa uygun bir ilkeye indirgenmezliği: 1. Dünyada kaostan ve
rastlantısallıktan başka her şey çürütülebilir, [Bu ikisinin çürütülmeleri
imkânsız mı, yasaklanmış mı, bu net değil] 2. dünyanın kendisini aşan
anlamı var mı bilmiyorum, 3. var ise ben onu bilmiyorum, 4. bu
anlamı öğrenmek ‘şimdilik’ benim için olanaksız. [8 58] [‘Şimdilik’
kelimesi paragrafta ilerledikçe anlaşılıyor ki, ‘elimdeki insanî bilme
yetileriyle’ anlamında bir not. Bu takip eden akıl yürütme için girdi
oluşturacaksa her adımda hatırlanması gereken bir koşul, dikkat
ediniz.]
58
Akıl yürütmemize girdi oluşturacak ilk önermelerimiz son derece
belirsiz, hepsi de şüpheye açık. Mantıkî bir işlemde yer almaları özel
ihtimam isteyecek. Mantığın ve dilin sorgulanmasını, tanımlanmasını
vd. hepten bırakmıştık zaten. Benlik, ben, dünya gibi tanımlanmamış
ve ilerde çok-anlamlılıklar yaratabilecek kelimeleri de tanımlı sayarak
bir yana bırakalım. Ama şu kurgularda duralım: ‘Benliğin belirsiz
özlemleri’!? Pek anlaşılmaz. Bilemediğimiz, anlayamadığımız şeyin
özlemi içinde olduğumuzu söylemiş oluyoruz. ‘Dünyanın usa uygun
bir ilkeye indirgenmesi’nden ne anlaşılabilir o da belirsiz ama tanrıyla
ilgili kuramlar, ya da rasyonalist kuramlar kastediliyor herhalde. Bu
kuramların hepsinin çürütülebileceği, en azından hiçbirinin
kanıtlanamayacağı kastediliyor olmalı. Peyki ‘mantığa uygun’ ne
demektir? Kısacası ilk iki temel önermemiz iyi tanımlanmamış birer
kabul olarak ortaya çıkıyor; üçüncü halin olmazlığını
sağlayamadığımız, son derece belirsiz bir veri alanı içinde olduğumuz
için. Hesaba katamadığımız ayrıntılar hesabımızı boşa çıkartır, ‘henüz
ortaya çıkmamış olan’ hak iddia eder, bütün olası senaryolar meşru
biçimde birbirlerinin altını oyarlar... Aslında bu durumda bir adım
bile ilerlenemez. Hesaba katamadıklarımız konusunda güvenceye
ihtiyacımız var.
Patris bunu deneseydi sonuçla yüzleşecekti ama bu işi halledilmiş
sayıyor ve çağının dindar yahut ateist agnostiklerinden miras olarak
bir inanç devralıyor, üstelik bunu hakikat olarak kabul ediyor. [8 59]
İnanmış kişinin ağzından inançları yer yer ‘gerçek’ başlığı altında
duymak şaşırtıcı değil, ancak bir mantıkî işlem yürütülecekse inancın
‘kabul’ olarak adlandırılması yerinde olacaktı. Takdir edilecektir ki
işlem, koşullu bir akıl yürütme olacaktır; ‘eğer’ kelimesiyle başlar.
İşlemin sonunda hakikat değil öncüllerin doğruluğuna bağlı bir veri
elde edeceğimizi gösterir. Öncüllerin bu şekilde altının oyulması
mantığın araçsallığına işaret eder. Ne var ki Patris’in inançlarını
korumak hususunda kendine has bir gerekçesi var: “Öylesine
önemsiz olan bu us, işte beni tüm evrenin karşıtı yapan bu. Bir
kalemde yadsıyamam onu. Öyleyse doğru olduğuna inandığımı
bırakmamalıyım. Bana karşı bile olsa alabildiğine açık bulduğumu
alıkoymalıyım.” [8 59] Öncülden sonuca giden yolu gösterebilir
misiniz? Patris kişiyi bütün evrenin karşısına ‘anlayan öteki’ olarak
çıkaran usu elde tutmaklığın gerektiğini bildiriyor. Gerekçesi ise vefa
borcu!? O zaman bize sunulmuş usun alanında [Benim de şu an yazı
yazarken yapmakta olduğum gibi] kalmak, ordan hareket etmek, bu
saçmalığın her şeyi mubah kılıcılığında, hiçbir şey hakkında yargıda
bulunamayacak oluşumuzda, bulunsak da bu yargıların kıymet-i
harbiyesi olamayacağı inancında aklanan [Aklama gerekmediği için]
ama asla bir dayanak sağlamayacak olan [Çünkü dayanak olanaksız]
bir eylemdir.
“Bu uzlaşmazlığın, dünya ile düşüncem arasındaki bu kırılmanın
temeli, bu konudaki bilinçliliğim değil de nedir?” [8 59] Önceki
cümleye bağlanmak istiyorsak usun koşulu olarak bilincin öne
sürüldüğünü hayal edebiliriz. “Demek onu [Uzlaşmazlığı] sürdürmek
istiyorsam, her zaman yenilenen, her zaman gergin ve kesintisiz bir
bilinçle sürdürebilirim.” [8 59] Ve bu hamlede Patris saçmayı insan
kılığında bedenlendirip soyut düşünceden [!] somut dünyaya geçiş
yapıyor. Tariflenmeye başlanan bu somut kişi, yalnızca bildiğiyle
yaşamak, araya kesin olmayan hiçbir şey sokmamak istiyor. “Hiçbir
şeyin böyle olmadığı söylenir ona. Ama hiç değilse bu bir kesinliktir.
İşi onladır, hiçbir şeye sarılmadan yaşanıp yaşanamayacağını bilmek
ister.” [8 60]
Şimdi biz de duralım, hatırlayalım ve usanmadan soralım: Tek
kesinlik hiçbir şeyin kesin olmadığı mıdır? Yoksa bu bile kesin değil
midir? Belki bu kesindir!? Ne söyleyebiliriz bu noktada? Her şeyi
söyleyebiliriz. Herkes her şeyi söyleyebilir. Biz de üçüncü hali
bedenlendirsek ve Cebrail kılığında saçma kahramanımıza göndersek
taşıdığı vahiyle onu yolundan döndürecektir muhtemelen.
Saçma bir uslamlama!? Belki burada çok derinlikli bir durum var?
Saçma ilkesi kabul edildiği anda akıl da mantık da kaidelerinden
sarsılacakları için ve hiçbir yetke ve inanç da olmayacağı için
59
düşünmenin kendisi saçmalaşıyor? Biz Patris’in tanımını değiştirelim,
saçma: Tarif edilemez nokta, bir kara delik, ondan söz etmek bile
saçma, bir sınır durum... Sonsuz gibi. Patris saçmanın hakkının susuş
olduğunu, saçmanın ülküsünün sessizlik olduğunu belirtmişti, bu salt
imgeseldir, aslında ne boş konuşma, ne sessizlik: Hepsi, her şey.
Bütün oluş ve biçimleriyle insanın böyle bir dünyada, bir dünyada
varoluyor olması da saçmalığın daniskası (olumsallık). Diyelim ki
saçma insan da bunu kabul eden, buna inanan, bu saçmalığı duyan ve
bu inancı bırakmamaya yemin etmiş olan mümindir. Öyleyse
kahramanımız kendiliğinden açık bir kesinlik bulmuyor, bu anda
amentüsünü okuyor. Saçma dini: Saçmaya inanıyorum, yalnız saçma
vardır, bu benim biricik gerçeğimdir, o yüzden varolmalıdır. Saçmalık
isyandır, bu saçmayı üreten isyanın kutsal ateşi asla sönmemelidir.
Hiç şüphesiz ki kesinlik birdir ve Feylesof Patris onun peygamberidir.
Hiçbir şeye sarılmadan yaşanıp yaşanamayacağı sorusuna da hemen
cevap verelim: Non sequitur. Burada hiçbir mantıkî bağlantı
kurulmamış. Bu noktaya mantıkî bir işlemle gelmek için başka
öncüllere ihtiyacımız var. Ama biz mantıktan falan bahsetmiyoruz,
bir ruhbilimden bahsediyoruz, kitapta en baştan reddedilen bir
disiplin!
kendi varlığını elinden geldiği kadar sürdürmesi, asla intihara
kalkışmaması gerekir.
Dikkat edilecek olursa argümanın yeni bir varyantıyla karşı karşıyayız,
‘yazgı üstünden argüman’ diyeceğiz buna. Gizli önermemiz ise,
kendimizi içinde kurguladığımız ve kesinlediğimiz durumu yazgı
olarak ne alakası var ya, yeter çileden çıktım yahu artık! Bir bağlantı
kurmaya çalışıyorum ama zihnim zayıf kalıyor, nerden nereye geldik
ne ilgisi var bunca sayfa anlatılanlarla yazgının? Biz bir deneyimi ya da
yazgıyı yaşamaktan bahsetmiyorduk ki. Şimdi bir yazgıyı yaşamamız
gerektiğini benimsedik, onu yaşamak da ona iyicene sarılmakmış, yani
amor fati! Buraya kadar anlattıklarımız arasındaki örtük eşitliklerimizi
sıralamaya çalışalım: Yazgıyı yaşamak = onu bütünüyle benimsemek,
yazgıyı yaşamak = yaşamı yaşamak, benimsemek = göz önünden
uzaklaştırmamak için elimizden gelen her şeyi yapmak. Yaşamın
anlamdan yoksunluğunun niceliği ise bu akıl yürütmeyle ilgisiz, zira
saçma bir nicelik belirtmiyordu, tabiî şu ana kadar! Benimsemek de
bir hamlede yapılan bir şey gibi duruyor ama eğer yazgıyı
benimsemek için ne kadar büyük çaba harcanırsa o ölçüde iyi
yaşanacağı bir tanım ise o zaman, saçmanın boyutunun artmasının
benimsemeyi güçleştirdiği yolunda gereksiz bir önermeyle birlikte
zinciri tamamlayabiliyoruz iyi kötü.
İman Gücüyle Aşacağız Amansız Engelleri
Şimdi kitabın en can alıcı noktasına geliyoruz. [Tanım 1, büyük
öncül:] “Bir deneyimi, bir yazgıyı yaşamak onu bütünüyle
benimsemektir.” [Tanım 2, örtük küçük öncül: Saçma da bir
deneyimdir.] [Vargı:] “Öyleyse bilinçle günışığına çıkardığımız bu
saçmayı, saçma olduğunu bile bile, göz önünden uzaklaştırmamak
için elimizden gelen her şeyi yapmazsak, bu yazgıyı yaşayamayacağız
demektir.” Sorun mucizevî biçimde tersine çevrilmiştir: “[Yaşam]
anlamdan ne kadar yoksun olursa o kadar iyi yaşanacağı çıkıyor
ortaya.” [8 60] [‘İyi’ kelimesine dikkat çekiyorum.] “Onu yaşatan
karşıtlığın öğelerinden birini yadsımak ondan sıyrılmaktır.” [8 60]
Buradan hareketle, insan bu öğelerden biri olduğuna göre, insanın
Şimdi en son cümleye gelelim, ‘sıyrılma’nın kötücül çağrışımlarını
yardıma çağıran normatif bir argüman bu [Argumentum ad
consequentiam]. ‘Terimlerden birini yadsımak’ ne demek? Belki
başlangıç önermelerimizden biri yanlışlanmıştır, demek ki
argümanımız hatalıdır? Ama önermelerden değil ‘terimler’den
bahsediyoruz! Yoksa Hegel’le birlikte doğru-yanlış mantığını ortadan
mı kaldırdık? Yoksa matematiksel bir eşitliği tarihe mi yerleştirdik?
Yoksa tarihsel terimleri mantıkî bir işlemde mi kurguladık? Acaba biz
tarihin aklın farklı bir kipi, ya da görünümü olduğunu mu
savunuyoruz? Tarihte işlemlerini yürütenin ‘akıl’ ya da ‘mutlak’
olduğunu mu iddia edeceğiz? Eğer öyleyse bile çelişkiler önceki
terimlerin ortadan kalkışı yani yadsınmaları yoluyla farklı bir tezin
60
ortaya çıkışında çözülürler! Ama bu düz anlamında mantık değil
elbette, daha ziyade tarihsel bir öyküleme. Öğelerin bir karşıtlığı
yaşatması ancak zamansal bir süreç olabilir, fakat zamansal süreçler
için mantık geçerli değildir!? Sürekli değiştikleri için, asla
sabitlenmedikleri için onlardan söz edemiyoruz, onları
adlandıramıyoruz bile!? Zamansal olanlar kullanılarak zorunlu aklî
işlemler düşünülemiyor. Kitabın karşı çıktığı Platonik kuramlar
olmaksızın zamansal süreçler hakkında mantık işlemlerini işe
koşamayız. Kitabımız mantık kelimesinin insanlık belleğindeki bütün
kullanımlarını bu yüzden birbirine karıştırıyor işte, hem zamandışı
argümanlar mantığının kesinlik talebini elde tutmak, hem de onu
varolanlara, sanki onlar birer argümanmış gibi uygulayacak bir
matematik kurgulamak istiyor. Saçmayı, dünyayı ve insanı zamansız
ve homojen genel terimlermiş gibi kurgulamamızın sebebi de böylesi
bir sahtekârlık, Feylesof Patris’in en başta kendi kendini kandırdığı
bir sahtekârlık. Önce reddettiğimiz kuramlara dayanarak gayrı meşru
biçimde varoluşsal süreçlerden zamansız terimler yarattık, ama bu
kuramlara karşı çıkmak kitabın başat amaçları arasındaydı, sonra bu
terimleri zamandışı bir matematiğe soktuk, ama bu matematiğin de
kafasını gözünü iyicene yardık ve en sonunda o da yetmedi ve biz bir
metafor olarak mantığın kullanımına adım attık. Artık biz hem
zamandışı ‘Varlık’lardan söz ediyoruz hem de aynı anda onların
zamansal varoluşundan söz ediyoruz. Artık burda kafa karışıklığının
temelleri atıldı, artık biz düz anlamında mantığı biçimsel bir metafor
olarak düşünülebilecek Hegelci mantıkla harmanlayabilecek gibiyiz.
‘Yadsımak’ kelimesi birden ‘yanlış olduğunu ilan etmek’ anlamından
çıkıp varoluşsal bir anlam kazanabilir: Varlığına son vermek!
Şiir Yazıyoruz, Unuttunuz mu!
Patris’in zihnini tutulmaya uğratan ve birden hakikati görür gibi
olduğunu zannetmesine sebep olan bir kafa ve kavram kargaşasından
başka bir şey yok bu kitapta. Esasında mantık başka yerde duruyor,
olgusal süreçler başka, üzgünüz, olgusal süreçler ütopik bir mantıkla
ilgisizler, bu da mantığın çilesi; o sadece zamansız matematik
olabiliyor, ya da görece ve sınırlı kalıyor. Patris bütün kalbiyle bu son
cümleyi onaylardı; müteaddit defalar savunmuştu bunu, ancak ne
demek olduğunu yeterince anlamadığını görüyoruz. Olgusal süreçler
ise Patris’in içinde bulunduğunu fark etmediği empirist gelenek
dâhilinde ahlakî kurallarla, dolayısıyla eylem yönergeleriyle,
talimatnamelerle, ahlakla ilgisizdirler. Onlara ‘mantık’ yoluyla bir
ahlak dayatılamaz.
Yukarıdakilere ek olarak ikinci eleştirimi de berraklaştırmak için şu
hususu tekrarlıyorum: Eğer bir saçma yaşantısı varsa ve ben onu
korumak istiyorsam ki öncülümüz bu, argümanım bir fasit daire ile
saçmayı korumama varıyor; ben de bu saçma teriminin önkoşulu
olarak kurgulandığıma göre oradan da kendimi korumaya ki bu da
fasit daire... Sorun şu ki, aynı matematikte olduğu gibi, kesin doğru
olan işlem her zaman totolojik olmalıdır. ‘Elimdeki üç kilo patatesi
elimde tutmak’ ilkesini ortaya attıysam, elimi korumalıyım. Demek ki
saçmayı korumam gereği ortaya çıkmadı, saçmayı önce sorun, sonra
tek kesinliğim olarak tanımladım. Bu kesinlik, bütün süreçlerden
soyutlandığım ve matematiksel bir terime dönüştüğüm anda benim
yazgımın tek boyutu idi, sadece basit bir terim olarak ben, basit terim
olarak dünya ve basit terim olarak saçma yaşantısı/yazgısı (Dünyanın
benim için nihaî anlamdan yoksunluğu) var idi. Saçma
yaşantısı/yazgısı iki terimin ikisine birden bağımlı idi. Yazgımı
yaşamak saçmayı yaşamaktan başka şey değildi. Yazgımı en iyi
yaşamam için onu en çok benimsemem gerektiğini önerdim. Böylece
iki adet fasit daire kurdum. Önce ‘tek kesinliğimi korumam gerektiği’
ilkesini, sonra ‘yazgımı en iyi şekilde yaşamam gerektiği’ ilkesini öne
sürdüm [Terimler biraz karışıyor ama aldırmayalım], bu ikisi aynı
sonuca varıyordu: Tek kesinliğim ve biricik yazgım/yaşantım olan
saçmayı korumalıyım. Bu şekilde argümanı ütopik coğrafyada
yeniden kurduğumuzda iki paragraf önce yazılan itirazları atlatmış
olduk mu? En azından kafa karışıklığını giderdik. O zaman
önkoşulların ikisinin de geçerli kalması gerekecektir. Yazalım:
B=Ben, D=Dünya, S=Saçma iken; ancak ve ancak, eğer B ve D ise
61
S; Bu durumda: S, öyleyse B ve D. Böyle yazınca tutarsızlık yok.
İşlem doğru.
[İlerlemeden önce şunu belirtmek iyi olacak: Terimlerin birbirinin
önkoşulu olması fenomenal varoluşla değil, doğrulukla, geçerlilikle;
nesnelerle değil, dille, önermelerle ilgilidir. ‘Sürmek’, ‘devam etmek’,
‘varolmak’ yüklemleri tek başlarına bir öncülden çıkarım yapılmasına
yol açmadıklarına göre Patris bir postülat daha eklemeli ve ekliyor
ama farkında olmadığı için bunu çıkarım sonucuymuş gibi ele alıyor.
Kesin gerçeklerimize sürekli yeni postülatlar ekleyeceğiz anlaşılan,
üstelik de bunlarla dahi ilgisi olmayan çıkarımlarla daha da başkalarını
ekleyeceğiz. Evet, böyle olacak, adım adım yeni terimler buluyoruz,
bunlar arasında mantıkî olmaktan başka her tür ilişki var tabiî.]
Üç Değil, İki Değil, Bir Değil, Sadece, Evet Sadece Yarım Kilo!
(Yanlış Duymadınız)
Ancak yukarıdaki harika argümanı yarım kilo patates için de aynıyla
kurabileceğimizi atlamayalım. Harflerin yerine istediğimiz herhangi
bir terimler üçlüsünü yerleştirebiliriz. İlk patatesli fasit dairemizi
yukarıda kurmuştuk, şimdi kitaptaki diğer düşünce çizgisine
uyarlayalım [Kelimeleri tek anlamlı varsayıyoruz]: Elimde üç kilo
patates var ve bu kesindir, [Ama dünyanın saçmalığı kesin değildir]
isterse patates zihnimin dışında gerçek olmasın, elimde üç kilo
patates tutmak yaşantısı benim şu anda hakikatimdir, zihin ve dış
dünya kurgularına önseldir, kendilik hissim kadar gerçektir, bu bir
yaşantıdır. Bu yaşantıyı iyi yaşamam için onu benimsemem
gerektiğine göre [Bu önermeyi Patris’ten devraldık, bilmem iyi mi
yaptık!] elimdeki patatesi asla bırakmazsam iyi yaşamış olurum,
elimde patates olmaklık durumunu bırakırsam iyi yaşamamış
olacağım. Daha önceki argümana göre de zaten gerçek olduğuna
inandıklarımı bırakmamalıydım. Ama bunun için de önce benim
yaşamam gerekir. Demek ki elimdeki patates fikrinden yola çıkarak
intihar etmem değil bilakis yaşamaya devam edebildiğim kadar
etmem gerekir.
Gelin biz öyküyü tekrar ve daha yakışıklıca kuralım. Niye üç
terimimiz olsun ki? Esasında dünya içinde bir insan var ve bütün
varoluş da insan için tek akış. Bu akışın içindeki insan tekinde
nesneleri ve fikirleri bir noktaya kadar kalıcı bütünler olarak
kurgulamaya yönelik bir yeti var, yani bir öyküleme kabiliyeti öne
sürüyorum. Öykünün keyfe göre kabul edilmesi yahut edilmemesi
söz konusu, terimler yok, kurgular var; kesinlikler yok, inançlar var.
Patates öyküsü esasında basitçe bir parodi olmanın ötesinde yazgımın
saçma düşüncesine indirgenebilmek için ne ölçüde basitleştirilip
soyutlandığını anlamamızı sağlıyor. İnsanın soyutlanmazlığını nasıl
atlamış olabiliriz? İnsanın basit bir terim, dünyanın basit bir terim
olarak bu kurgulanışları hiçbir metafizik katılmamış kuramımızı
bütün metafiziklerden daha iddialı birkaç teoriyle beslemiş oluyor.
Dahası biz saçmanın ne olduğunu anladık mı? Ya da anlaşılır şeyden
mi söz ediyoruz? Bu bulanık saçma kavramını harflerimizin yerine
geçirince semantik içerikten uzaklaşıyoruz.
Hesabımız Sonucunda Bir İrrasyonel Sayı mı Bulduk Acaba?
Patris’in aynı temanın varyantları olarak türettiği başka argümanlar da
var. Mesela ‘sorun argümanı’nda başka bir düzleme taşınıyoruz:
İnsanın anlama arayışı ve dünyanın sessizliği yüzünden bir sorun
ortaya çıktığını duyuyoruz. Bu anlamda saçma artık bir kesinlik değil
bir sorundur. “Onu yaşatan karşıtlığın terimlerinden birini yadsımak
ondan sıyrılmaktır. Bilinçli başkaldırıyı yok etmek, sorunu ortadan
kaldırmaktır.” [8 60] “Böylece, tutarlı olan ender felsefe durumlarından
biri başkaldırı olarak belirir.” [8 61] Bir de başkaldırı çıktı karşımıza!
Burada ayrıca hile suçlamasıyla da korkutuluyoruz [Argumentum ad
consequentiam]. Geç gelen başkaldırının bir de tanımı var: İnsanla
kendi karanlığının sürekli biçimde karşılaştırılmasıdır. Olanaksız bir
saydamlık gereksinimidir. Her saniyesinde dünyayı yeniden tartışma
konusu eder (...) İnsanın kendi kendisi için sürekli biçimde var oluşu,
hazır oluşudur. İsteme değildir, umutsuzdur.” [8 61] Demek ki
başkaldırı saçmayı sürdürme tutumu, bir ahlak. Tek kesinliğim olarak
62
anlaşılmazlığı aldığım halde, yani araştırmayı bıraktığım halde
umutsuz biçimde anlam aradığım anlamına geliyor. Arayışımızın,
sorumuzun, anlama isteğimizin sonsuza kadar sürdürülmesi
gerektiğini buluyoruz. Böylece de tutarlı olan ender felsefe
tutumlarından biri ilan ediliyor, şaşırtıcı. Biz hâlâ arayış içindeyken
dünya hakkındaki hiç bir öykünün kesinlenemeyeceğinden nasıl bir
kesinlik olarak söz edebiliriz? Biz arayışımızla, sorumuzla, anlama
isteğimizle bundan kuşku duyduğumuzu, bunun ötesine geçmek
istediğimizi bildirmiş olmuyor muyuz? Aranan şeyin
bulunamayacağını böylece kesinlemek, arayışımızı en azından
saçmalaştırır. İşte bu saçmalığın rumuzu da başkaldırıdır. Patris’in
kaleminden asla terk etmediği bananeci çocuğun sesini işitiyoruz:
Varsın saçma olsun, dönmem yolumdan!
Aslında bir sorunu çözmek için nedenlerine eğilmek gerektiğini
düşünürüz, nedenleri ortadan kaldırırsak sorun ortadan kalkar.
Demek ki dünya için bir öykü bulur ve ona inanırsak, ya da
sorumuzdan vazgeçersek sorun ortadan kalkmış olacak ve biz de
gönül rahatlığıyla intihar edebileceğiz. Ne var ki eğer sorunu çözmek
istemezsek nedenlerine eğilmeyiz. Bu noktada düşünce çizgimiz
önceki fasit daireye yeniden bağlanıyor. Sorunumuzu çözmemek
kararlılığına sahip isek sorunumuzu devam ettirebiliriz vd.
İntihara da burada geri dönüyoruz. İlk önerme geçerli görünüyor:
İntihar başkaldırının mantıksal sonucu değildir, zira takip etmiyor
[Non sequitur]. Hemen takip eden ikinci argüman ise şu: “İçerdiği
razı oluş dolayısıyla onun tam tersidir.” [8 61] Burda intihar ölümlü
kaderi kabullenme anlamında bir razı oluş olarak tersine çevrilir;
kaderini erkene almadır, bu anlamda razı oluştur. Oysa başkaldırı
insan yaşamına değerini verir zira “İnsan gururunun gösterişi
erişilmez bir şey.” [8 61] “Uzlaşmamış olarak ölmek söz konusudur.” [8
62] Saçma insanın tüm yapabileceği kendi kendini her şeyle birlikte
tüketmektir. “Bu bilinçte ve bu günü gününe başkaldırıda biricik
gerçeğini ortaya koyduğunu bilir. Bu gerçek de meydan okumadır.” [8
62] Böylece yine mahalle ahlakını ve bir de ölmenin sıfatlarını
buluyoruz. Ama yitip gitmenin sıfatı mı olur? Ölen kişi için daha
hafif, daha şişman, daha salt, daha şehvetli, daha karabiberli, daha
onursuz, daha içi elma dolgulu, daha karamelli, daha çıtır nugalı ve
pirinç patlaklı, daha zeytinli ve daha ucuz, daha akıllıca ya da daha
uzun metrajlı ölüm alternatifleri mi var? Ölüm bir hamlelik ve o
kadar?
Uzlaşmamış Olarak Ölmek Ne Demek Peki?
“Ortaya çıkarılmış bir kavramdan, bu kavramın getirdiği tüm
sonuçları (ve yalnız onları) çıkarmaktan başka bir şey olmayan bu
elverişli durumu bırakmazsam, ikinci bir çelişkiyle karşı karşıya
gelirim.” [8 62] Başkaldırıyı ve meydan okumayı bulgulamayı
başarmıştık, geriye yerine konmaklığı gereken bir özgürlük kalıyor
demek ki. Tartışmasının bu noktasında Patris özgürlük sorununa el
atıyor böylece. Tanrı karşısındaki özgürlük düşüncesini kendi
tartışmasıyla ilgisiz buluyor, onun bildiği tek özgürlük düşünce ve
eylem özgürlüğüdür. [8 63] “Öyleyse saçma benim bütün ölümsüz
özgürlük şanslarımı sıfıra indirirken, bana eylem özgürlüğümü verir,
onun etkinliğini artırır. Bu umut ve gelecek yoksunluğu, insanın her
şeye açık oluşunda bir artış anlamına gelir.” [8 63] İnsanın sınırları,
başta ölüm olmak üzere, evreni tarafından belirlenir. Ölüme mahkûm
olduğum için varolma özgürlüğüne sahip olmasam da, [8 64] en
azından artık yaşamımın bir anlamı olduğunu düşünmediğim için
özgürlüğümü toplumsal yaşama bağlı olarak kısıtlamaktan vazgeçerek
bütün olasılıklarıma ahlaksızca atılma gücü kazanmış durumdayım. [8
64] “Yaşamın anlamına inanmak, bir değerler basamağını varsayar,
seçmeler ve yeğlemeler varsayar. Saçmaya inanç tanımlarımıza göre
bunun karşıtını öğretir.” [8 66] “Saçma insan böylece olası, yıkıcı ve
donmuş, saydam ve sınırlı bir evren görür, bu evrende hiçbir olasılık
yoktur ama her şey verilmiştir, bu evren aşıldı mı yıkılış ve hiçlik
başlar.” [8 66]
“Hiçbir şeye sığınmadan yaşanabilir mi, yaşanamaz mı?” [8 66] Bakındı,
polisiye bir oyun oynayalım sizinle şimdi isterseniz, Patris sorusuna
63
nasıl bir yanıt vermiştir acaba? Kendine sorarsanız çok da iyi
yaşanacağını bulmuştur ve hepimizi intihar belasından kurtarmıştır.
Ne var ki bizim kitaptan okuyup anladığımıza göre Patris bir saçma
dini kurgulamaya girişmiş. Husserl’i rasyonalizme geri dönmekle
suçladıktan sonra nasıl kafası karışarak rasyonalizmi işe koştuğunu
görmüştük, şimdi ise Varoluşçuları tanrıya sıçramakla suçlayan
yazarımızın ebedî düşünsel varlıklar arasına yerleştirdiği bir saçmanın
iman şartlarını ve farzlarını yaymaya çalıştığını ibretle okuyoruz.
Saçmaya inanç sayesinde, dünyada kalmaya devam edişimiz mantığın
sağlam burçlarına yaslanabilmiştir!
Saçmaya inanç deneyimlerin niteliğinin yerini niceliğe vermek
anlamına gelir. Çünkü değerler ortadan kalkmıştır, tek hakikat
dünyada kalmaya devam etmek gereğidir. “Önemli olanın en iyi
yaşama değil, en fazla yaşama olduğunu söylemem gerekir.” [8 67] [E
hani o kadar iyi yaşamış olacaktık?] [Böyle itirazlara da gönül indirdin
ya... Açık ki iki cümlede ‘iyi’ farklı anlamlarda kullanılıyor.] “Sürekli
olarak bilinçli kalan bir ruhun önünde şimdiki zaman ve şimdiki
zamanların birbirlerini kovalaması, saçma insanın ülküsü budur işte.”
[8 69] Olabildiği kadar uzun, bilinçli bir yaşam sürmek ve o kadar.
Böylece ölümden [Ölüm mü? Ölüm değildi yahu, anlam arayışıydı?]
[Bu kadar bile bağlantı kuramayacak kadar esneklikten yoksun
odunsu bir kafan var senin.] üç sonuç çıkarıyorum [Bir susun da
konuşalım]: “Başkaldırım, özgürlüğüm ve tutkum!” [8 70]
Kitleleri İkna Etmeye Çalışan Bir Hatip
Ama beni bunca sayfa ve bunca yıl felsefî ihmalleriyle uğraştırmış bir
şarlatan olduğu için onu affetmem mümkün değil. Joseph Patris bir
meydanda kendini karşısına almış, kürsüde tüm hünerlerini
kullanarak en başta kendini kandırmaya çalışıyor! Zikredilen üç
kelime de ruhsal çağrışımlarıyla tümüyle tartışma dışından ithal
edildiler. Tartışma boyunca kullanılan kelimelerin yerine yersizce
kuruldular. Hatırlanacak olursa ‘başkaldırı’ saçmaya olan tutarsız
imanın kod adıydı. Özgürlük kendi kendine süzülerek hava yoluyla
geldi: ‘Saydam ve sınırlı bir evrenle ve ölümle sınırlanmış ölüm
mahkûmunun yaşamın duru alevi dışında kalan her şeye ilgisiz ölüm
hazırlığı anlamında bir özgürlük.’ [8 66] Onun mutlak bir özgürlük
olmasa da ahlaktan özgürleşme olduğu tartışıldı, sadece kuralların
bağlayıcılığı hususu ele alındı ancak özgürlüğün nasıl bir şey olduğu,
mümkün olup olmadığı yolundaki determinizm tartışmaları sadece
tanrıyla ilgili oldukları ileri sürülerek es geçildiler. Tutku kelimesi ise
ilk defa bu cümlede geçiyor. [8 122] [Çok heyecan verici.] Mümkün
olan en büyük deneyimler çokluğuna ermek kararlılığına tutku
diyoruz herhalde. Kararlılığı ifade etmek için ‘kararlılık’ kelimesine
sahibiz esasında ama salt niceliksel bir hedefe yönelmiş saçma insan
için yeterince duygulu değil! Patris’in seçtiği üç kelimenin coşkulu yan
anlamlarına baktığımız zaman niceliksel bir ahlaka sığamayıp kendi
vardığı sonuçlardan taştığını hayretle izliyoruz. Hayatın parıltılarına
gerçek değer atfeder gibi yazıyor.
Patris’in ütopyasının kapsamı bu olmazlıklardan, uymazlıklardan,
çelişkilerden, çatışkılardan ibaret değil. Saçmanın sürdürülebilmesinin
insanî koşullarına göz attığımızda esaslı bir sorunla karşılaşıyoruz zira
tutkulu yaşantı bolluğu arayışımı ancak “her zaman yenilenen, her
zaman gergin ve kesintisiz [!!] bir bilinçle sürdürebilirim.” [8 59]
Öyleyse insan özdeşliği ile ilgili varsayımlar geçerlidir. Daha da ileri
giderek ekleyebiliriz ki saçmaya inanç insanı uykudan ve ölümden
kurtarır! Tabiî ki Patris buradaki sorunları fark edecek kadar ince
düşünemezdi, ya da belki onun kuramına göre uyku, unutma,
dalgınlık ihmal edilebilir istisnalardı. Tutku hususuyla ilgili acıklı bir
noktaya ben işaret edeyim. Burada empirisist bir bakış açısından her
akıl yürütmenin ön koşulu olan gizli bir koşul var. Mantıksal işlemin
gerçekleşmesi için bunun bir insan zihninde gerçekleşmesi gerekiyor.
Düşüncenin imgesi ile düşüncenin yaşantısı arasındaki farkı kavramak
gerekir. Fikir ancak bir kereliğine yaşanır. Ama benzerlerinin her bir
insan zihninde varlığa yeniden getirilebileceği düşünülür. Mantıkî
işlemin zihne gelişi varoluşsaldır. Varoluşsal olan, olumsaldır.
Mantıksal işlem yaşantısı belli bir başarıyla kendine özdeşmişçesine
yeniden üretilebilse de hayal edildiği haliyle her mantıkî işlem
64
varolana dışsaldır ve ‘kurulmuştur’, bu sayede totolojiktir. Saçmalık
salt düşünsel değil, ruhsal-düşünsel bir süreç olarak düşünülmeli.
Saçmanın kutsal bir ateş gibi yanar halde tutulması yaşamın tek
ereğidir. Bu durumda en doğrusu kişinin sabahtan akşama
anlayamama anını zihninde yeniden varlığa getirmesi olacaktı. [Daha
uykuya bile direnemiyorken her an zihnimde aynı düşünceyi nasıl
yaşatacağım?] [Ben böyle basit ayrıntıların adamı değilim. İstisnaların
kaideleri bozmadığı uzak kürelerde düşünüyorum, beni takip
edebiliyor musunuz? El sallayan benim, evet yukarı kaldırın kafanızı.]
Patris’in öne sürdüğü, insana değil belki tanrısal varlıklara
yüklenebilecek mutlak bir görev. [O kürelerden kandil geceleri siz
insanların yanına cömertçe geleceğim ve orada dinleyeceğim
dertlerinizi.]
Saçma argümanı geçerli ise saçma kişi yabancı olmalı, ilgisiz
kalmalıdır; zira saçma herhangi bir etkinliği meşrulaştırmaz da
yasaklamaz da. “Saçma, söz konusu edimlerin sonuçlarına
eşdeğerliliklerini verir yalnız.” [8 76] Saçma insanın doğrulanacak ya da
yanlışlanacak hiçbir şeyi yoktur, o korkunç biçimde suçsuzdur. [8 76]
“Bu usa uymaz düzenden hangi kural çıkarılabilir ki? Ona öğretici
görünebilecek biricik gerçek bile kesin değildir. Öyleyse saçma
insanın uslamlama sonunda anlayabileceği şeyler ahlak kuralları değil
örneklemelerdir.” [8 76] Zaten “ahlak üzerinde mantık yürütmek söz
konusu olamaz.” [8 75] Yanlış okumuyorsunuz, ben de yanlış
yazmadım. Yirmi otuz sayfa zarfında aynı konuda birbirine zıt,
basitçe uyumsuz değil, mantıksal olarak zıt önermeler ortaya atıldı.
Başkaldırının terk edilemezliği ve yaşantıların miktarını artırma
ilkelerine ne oldu? Bunlar amentümüzden doğan maksimlerimiz değil
miydi? Ya da daha küçük ilkelerimiz, mesela doğru bildiğimi elde
tutmak, hile yapmamak gereğine ne oldu? Bunlar ahlakî ilke değil de
neydi? Üstelik ahlak üzerinde mantık yürütülemeyeceğinin de
farkındaymış, anlaşılan intihar hususunda bir eylem kuralı arayışının
bir ahlak araştırması olduğunun farkında değil. Ayrıca imanı mimanı
da bir kenara bırakıyor ve biricik gerçeğimizin de kesin olmadığını
teslim ediyor. Pes doğrusu! Grand her zamanki gibi okurunu boş yere
uğraştırdıktan sonra kendi kendini yalanlıyor. Daha doğrusu o kadar
girift, o kadar eksantrik, o kadar oyuncu [Şuursuz şuursuz, hatta
kafasız!] ki hem tezini hem antitezini, hem kuramını hem eleştirisini
aynı metne yerleştiriyor. Zihin açıcı!
“[Şimdi] durmak kötü, bir tek görüş açısıyla yetinmek, tüm tinsel
güçlerin belki de en etkilisi olan çelişkiden yoksun kalmak güçtür.
Yukarıda söylenenler bir düşünce biçimini tanımlıyor yalnız. Şimdi
yaşamak sözkonusu.” [8 71] dendiğinde bu kez yapıt bir polemik
niteliği kazanıvermesin mi? Grand kuramının hemen tümünü
yalanlama işini hallettiğine göre, ‘görüş açısının’ kesin bir akıl yürütme
değil sadece bir görüş olduğunu takdir ettiğine göre sıra yaşama çeşitli
bakış açılarından göz atmaya gelmiştir. Grand saçma tartışmasından
yola çıkabilecek pratiklerin farklı olasılıklarını ve yönlerini edebiyat
dünyasından alıp yeniden kurguladığı tiplemeler üzerinden
araştırmaya koyulur. Özellikle sonuçsuz, faydasız, kısır eylemlere
anlamsız bir tutku ve kararlılıkla bağlanarak kendilerini tüketmeye
yöneldiklerini sezdiği örnekleri seçmiştir. Don Juancılık, oyun
[Ölümle Flört’teki bezelyeci yatalak astım hastası], fatih [Nina
mesela]. Saçma dünyada bir yaşamın değeri kısırlığıyla ölçülür,
bilmediniz mi?
Eh, Ama Bütün Bunları Niye Yazıyorsun Be Adam?
Felsefe ve roman bölümünde yazarımız felsefenin edebiyatla iç içe
girmesine yüzeysel olarak dokunur, ancak us ve sanata ayrı görevler
verir, sanat yapıtı usun ortaya koyduğunu bedenlendirecektir
anlaşılan. [8 105] Grand, örneklerini kurgusal edebiyattan almayı tercih
etmiştir. Yapıtta deneyim ve gözlem yer almaz. Saçma ile ilgili soyut
akıl yürütmesini çoktan kurgulanmış olanı yeniden kurgulayarak
bedenlendirecektir, mevcut gerçeklikle değil, hayalle işi vardır. Ama
edebiyatta saçma meselesini incelemenin, kitabın sonuna bir de
Kafka bölümü eklemenin mesela, kitabı gereksiz yere
kalınlaştırmaktan başka amacı nedir? Edebiyat camiasının bir parçası
olmaktan gelen bir vazife midir? Gerçeklikten, fenomenal deneyim
65
alanımızdan nasibini almayan bir inceleme de, mesela Gılgameş’in
sorununu göz ardı edecektir elbette.
Peyki o zaman neydi hem bu kitabı yazmakta, hem de bu şekilde
yazmaktaki amacı? Grand’ın aklında olanı Nietzsche’den yaptığı alıntı
gösteriyor: “Açıkça görülüyor ki gökte ve yeryüzünde başlıca işimiz
uzun zaman ve aynı yönde boyun eğmektir; bunun sonunda örneğin
erdem gibi, sanat, müzik, dans, us, düşünce gibi, uğrunda yaşam
çabasına değen bir şey, değiştiren bir şey, incelmiş, çılgın ya da
tanrısal bir şey çıkar.” [8 70] Grand yaratıcı adamın çalışma ahlakını
büyük bir ahlakın yolu olarak gördüğünü bildirir. [8 70] Hayata
Sarılmak’ın derin arzusu burada ortaya çıkar. Yazar, uzun yaşamını
odasına kapanıp yaratarak geçirirken hayal ettiği kendini yapısının
hücrelerine yerleştirmiştir. Yaşamına devam edip edemeyeceği
sorusunu yanıtlamaktan ziyade, nihilist inançlarına rağmen kendini
yazarlık mesleğine adayabileceğini görmek istemiştir.
O, tanrılı masallarda değil, yararsız günlük öykülerde oyalanacaktır,
onun yolu fatihinkiyle akrabadır. Bu kıssadan kendine bir edebiyat
ödevi de çıkarmayı becerir: Saçmayı sürekli somut örneklerle
bedenlendirmek. Ancak onun yapıtı ne bir sav romanı olacak ne de
örneklemeden ibaret kalacaktır. Yazarlık etkinliğine bilincini açık
tutma görevini yükler. Hayata Sarılmak her şeyden önce, kendini çileli
yazın uğraşına vermeyi uman Grand’ın hayatta kendine biçtiği rol,
kendi için kurguladığı epik öykü, kendine anlam vermesini sağlayan
devaynasıdır. Mitolojik Sisifos karakteri ise onun rol modelidir.
Öyküyü böylesi bir kahramanlık öyküsü olarak oluşturmalıdır çünkü
yazabilmek için hayatın keyifli ve rahvan akışından ayrılıp halvete
çekilmek her zaman şiddetli bir işkencedir. Kısırlık ve başarısızlık
korkusu daha ağır basmasaydı [34 8] hiçbir nihaî anlamını ve gereğini
bulamadığı işkencesini sahiplenebilmek için bu kahramanlık
öyküsünü icat etmesi de gerekmeyecekti. Kitabın son bölümünde
kayasını her gün yeniden dağın doruğuna yuvarlayan Sisifos’un
dramıyla niye özdeşleştiğimiz artık anlaşılmıştır: Meselesi olmak
yalandan bir iştir, yazgımıza tutkuyla bağlanabilmek için önce
kendimize bir yazgı uydurmamız gerekecektir. Tabiî bu yazgıyı da
olabildiği kadar basitleştirmek, sadece ana çizgilerini görünür kılmak
esastır. Başka türlü biz, gerçek insanlar, kurnaz Sisifos’a nasıl
benzeyebiliriz? Öykümüz, tanrılarımız ve kayamız yok. Dünya onunla
ilgili kurgularımızla alay edercesine karmaşık.
Şimdi artık görüyoruz ki ıssız uzak uç bölgeler, açık, sert ve ölümcül
düşünceler hep yalan dolan. Grand bu coğrafyada kalmak değil hayat
tarzını meşrulaştırmak istiyor sadece; sanki böyle bir işlem
anlamlıymış gibi. Ve biz, onun hayatını inceleyenler, biliyoruz ki
kendisi adım attığı çölün sıcak kumlarında ayacıklarını fazla
yakmadan hızla geri koşacaktır zaten; artık dönebileceğine kendini
inandırdıktan sonra tabiî. Ya da bu çöle hiç ayak basmamıştır belki?
Gördüğümüz gibi kitabını nihilist olduğu halde yaşamasının gerekli
olduğunu iddia etmek için yazmış, bu yeterli gelmediği ve onu kariyer
planında desteklemediği için de koçaklama üslubunu işe sokmuştur.
Böylece kavuşacağı yer ise aslında baba evidir. Ne güzel söylemişsiniz
Grand: “Saçma kavramı ölümsüzlük tramplenine dönüştükten sonra
saçma, insan açıkgörüşlülüğüne bağlı olmaktan çıkar. Saçma, insanın
boyun eğmeden görüp tanıdığı açık gerçek değildir artık. Çarpışma
bir yana bırakılmıştır.” [8 44] Bir yapıt çelişkilerle böylesine yüklüyse
kendine kendi karşı çıkacaktır; kendin yalanlayacaksınız elbet, kendin!
Evet, İncelememiz Ölesiye Karışık, Ölesiye İçine Girilmez,
Ölesiye Sıkıcı Oldu
Doğru, bende de hata var ama görevim bu benim, bir vefa borcu
diyelim buna biz. Ah Patrice, iki lafı arka arkaya getirirken biraz daha
düşünemez miydiniz? Doğru olmasını arzu ettiğiniz fikirlerin
avukatlığını tumturaklı cümlelerle üstlenmek miydi büyük isteğiniz?
[Tumturaklı deme adama, tumturaklı sensin, senin yazdıklarını
eşekler yazmaz!] Hiç mi nasip almamışsınız yoksa derinlemesine
düşünmek hasletinden? Size böylesi iyi niyetli [İyi niyetli!?] yaklaşan
bizleri, okurunuzu biraz daha düşünemez miydiniz? Seni benim gibi
seven bulabilir misin Patrice? Kaç kişi uğraşmıştır kitaplarınla benim
66
kadar? İşler buraya vardı, çok üzgünüm, bu kadar zamanı nasıl
harcadım, ah ben!
Mantık nedir, felsefe ya da edebiyat arasında ne tür bir ilişki olabilir,
inanç, gerçek, bilgi, kanı nedir? Düşünülmemiş! Ama şahane bir
şüpheci, hatta bir kusursuz agnostik olunabilmiş. Ah Patriceciğim,
düşünce güçlüklerinden nefret ediyorsunuz, o raddede ki hiçbir şey
anlamamakla suçlanmaktan daha başından kendinizi kurtarmak üzere
alelacele yeryüzünde anlaşılacak hiçbir şey bulunmadığını söyleyerek
kestirip atıyorsunuz. [25 93] Bir düşünce çizgisinde yalpalamadan
yürümeyi başaramıyorsunuz, felsefenin sarhoşusunuz siz. Yürürken
aslında hep aynı noktaya bakıyorsunuz, hep aynı basitleştirilmiş
kurama inanıyorsunuz, ama düşüncenizi geliştirmek konusunda nasıl
bu kadar beceriksiz olabilirsiniz? Gençliğinizde de böyleydiniz.
“Önemli olan insan olmak, yalın olmaktır” diyecektiniz az kalsın ama
hayır, önemli olan “doğru olmak”tı ve bunun içinde hepsi vardı,
“insanlık da yalınlık da.” Ve “dünya olduğunuz zaman” değilse ne
zaman “daha gerçek ve daha saydam” olurdunuz? [1 18] Doğru olmak,
yalın olmak, insan olmak, sonra saydam olmak ve gerçek olmak!
Hangisiydi acaba, herhalde hepsi birdendi, yoksa hepsi bir mi idi?
Önemli olan doğru olmaktı ve bu yalın olmayı içeriyordu, yalın ve
doğru! Şaşırtıcı, çok şaşırtıcı... Doğru ya, karmaşık kuramlar
karmaşıktı. Ama bedeniniz size hayatın basit olduğu tüyosunu
vermişti. Bu dünyada mutluydunuz, çünkü bu dünya sizin
krallığınızdı. Geçip giden bulut ve solan an, kendi ölümünüz
kendinizde. Mesele insan olmak! Bilmek değil, anlamak değil, insan
olmak, büyük hırsınız.
Eserin bütün savunusu boyunca insanı rahatsız edecek derecede bir
terim açıklaması ya da tanımlaması yoksunluğu göze çarpıyor. [29 94]
Patrice kendisinin bir filozof değil bir ahlakçı, [29 75] bir ahlaka sahip
adam [32] olduğunu teslim etse de, saçma dünyanın kesin bir biçimde
çözümlenemeyeceğini, imgelemin ürünü olduğunu, [2 72] bir saçma
felsefesini değil saçma duygusunu tartışmak istediğini özellikle
açıklasa da, mantıksal düşünmekten değil, mantıksal olmaktan söz
ettiğini iddia etse de [29 75] herhalde bunları uykulu anlarında
sayıklamıştı, ya da bu tip ifadeler sadece savunma amaçlı
alçakgönüllülük gösterileriydi? Yine kendini yalanlamaktan başka şey
yapmıyor zira. Kitabında felsefe dünyasında kısa bir gezintiye
çıkmıştı, saçma duygusundan saçma kavramına geçmişti ve yanılmaz
bir mantıkî düşünce inşa etmeye koyulmuştu! [Ne yaptığının farkında
değil görmüyor musun, daha fazla gitme üstüne.] [Geri kalan tek
savunma bu mu yani: Bunamış, aklî melekeleri yetersiz, cezaî ehliyeti
yok] 1951’e gelindiğinde hâlâ Hayata Sarılmak’ta kurduğu ‘mantık’
çizgisinin sonuçlarını işe koşabileceğini düşünecek kadar uzaktı, hem
kaleminden çıkanların anlamını hem de kitabının ihmallerini
kavramaktan.
Zamanımızın Bir Ahlakçısı
Ahlaklı Asi’nin giriş bölümlerinde Rieux saçmadan eylem kuralı
çıkmayacağına tekrar işaret etmiştir. Böylece saçmalık duygusu
cinayeti de önemsiz kılar. Hiçbir değere evet diyemiyorsak her şey
olanaklıdır. Ama Rieux saçma çözümlemenin öldürme eylemini
önemsiz kıldıktan sonra vardığı sonuçların en önemlisinde onu
kötülediğini iddia eder; uslamlaması sonucu intiharın seçenek
olmaktan çıkarıldığını hatırlatır ve buradan yaşamanın biricik zorunlu
değer olarak benimsendiği çıkarımını yapar, üstelik bir kez böyle
kabul edildikten sonra bütün insanlarındır bu değer! Çünkü rahatlık
duygusuna ödün vermiş değilse insan böyle bir uslamlamanın
kazancını yalnız kendine saklayamaz!! [15 2-6] Dahası var: Karşılaştırma
açısından öldürme ile intihar aynı şeydir; biri benimseniyorsa ötekinin
de benimsenmesi, biri yadsınıyorsa ötekinin de yadsınması gerekir.
Böylece öldürmenin hem olanaklı hem olanaksız olduğunu kanıtlarız.
[15 2-6] ‘Rahatlık duygusu üzerinden argümanımızı’ uzun uzadıya
tartışamayacağım, çünkü niye eylem kuralımı bütün insanlara yaymam
gerektiğiyle ilgili hiçbir fikrim yok, ne kastedildiğini anlayabilmiş
değilim. [Tartışacaksın tartışacaksın, sen yok musun!] Ama öldürme
ile intiharı bütün ayrımlarından sıyırıp eşdeğer iki öğe haline getirdiği
sadeleştirme hesabına pes diyeceğim, pes!
67
Yazarımıza göre saçma, yaşamı sürdürmek isterken değer yargılarını
bir yana attığına göre özünde bir çelişkidir, çünkü yaşamak kendi
başına bir değer yargısıdır. Yalnızca bu açıdan bile saçma tutum,
eylem alanında tasarlanması olanaksız bir şeydir. Anlatımı da
mümkün değildir. Ülküsü sessizliktir. O sadece tutarsızlığa az da olsa
bir tutarlılık verir; düzensiz, bağıntısız olduğunu belirttiği şeye
geçerlilik kazandırır. [15 6] Ama şunu bir anlamamız gerek, saçma akıl
yürütme geçerli midir, değil midir? Eğer geçerliyse, hatırlanacağı gibi
artık tek düşüncemiz uzun bir yaşamı sürdürmek olmalı, gerisi ise
önemsiz. Demek ki artık öldürme ya da hangi konu sözkonusu olursa
olsun önemsizdir. Bunu Rieux kendisi defalarca yazdı, biz de
alıntılamaktan bıkmadık. Ancak gün gelip öldürmeyi de yasaklamak
isteğine kapıldığımızda demek ki akıl yürütmemizin bu can sıkıcı
kısmını ortadan kaldırmanın bir yolunu bulmak durumunda
kalıyoruz; üstelik öyle ki akıl yürütme de hâlâ geçerli kalacak! Bir gün
intihar etmeyi yasaklamanın bir yolunu aradık ve kendimizi kaş göz
yara yara onu bulduğumuza ikna ettik, artık bunu elde tutmak
zorundayız yoksa intihar edivereceğiz maazallah. Ama başka bir gün
de bu sefer öldürmeyi yasaklamak istedik. Ne var ki elde tuttuğumuz
ilk akıl yürütmemiz bu sorunu ele almamızı gereksizleştirmekle
kalmıyor, epistemolojik öncüllerimiz de istediğimiz kanıtı
geliştirmemizi imkânsız kılıyor. Ne yapacağız şimdi? Yalandan bir
koşul yazacağız ve onu doğrulayacağız. Mesela, ‘yaşama devam etme
ilkesini diğer insanlara yaymak’ ilkesiyle ilişkilendirdiğimiz koşulumuz
şu olsun: ‘Rahatlık duygusuna kapılmadığı her durumda.’ Şimdi bu
koşulu kural haline getirelim: ‘Rahatlık duygusuna kapılmak seçeneği
sözkonusu değildir.’ Eh o zaman öldüremeyeceğimizi de kanıtlamış
olduk. Saçma akıl yürütmemiz de geçerli olduğuna göre, öldürmenin
hem önemsiz hem de olanaksız olduğunu bulduk. Saçma dünyada
ikinci bir kesinlik bulduğumuzu görüyorum, yaşasın! Durun bir
dakika, ikinci bir kesinlik varsa saçma akıl yürütme yıkılır! Aman sen
de, bizim derdimiz orası değil ki, bak biz en azından başkalarının
hayatına son verme ya da vermeme hususunda mantık yoluyla
kesinliğe ulaşmayı başardığımız halde bunun olanaksızlığını da
gösterdik, bu da amacımız açısından başarıdır doğrusu. Ne demişler,
ikna edemiyorsanız, kafalarını karıştırın!
Şairin Descartes Olarak Otoportresi
Ama bu noktaya işaret edişimizin tek sebebi Rieux’nün aradan geçen
on yılda bir zerre zihinsel özen kazanmadığını kanıtlama isteği değil.
Rieux saçma akıl yürütmesinin hâlâ geçerli olduğunu düşündüğünü
böylece gösterdikten sonra saçmanın gerçek niteliğini ifşa etmeye
girişiyor; onu yaşanmış bir geçit, bir çıkış noktası olarak tanımlamaya
geçiyor. Sorumuzu tekrar kınından çıkartıyoruz: Ne demek istiyor
olabilir? Bu saçmaya da bravo, kendisi hem çelişik bir hal ve
dillendirilemiyor, hatta tasavvur bile edilemiyor, hem ama bize bir
kesinlik sunuyor ve bu kesinlik her durumda başvurabileceğim bir
temel taşı! “Bir kez bu dünyanın genel çizgileri çekilince, konulan ilk
taşla (Zaten yalnızca bir taş vardır) felsefe yapmak mümkün olur, ya
da daha doğrusu, eğer iyi anlaşılmışsa gerekli olur. Çözümleme ve
kesinlik gereklidir ve katılmalıdır.” [2 73] [Geçiş noktası, evet, tuhaf bir
kâbus gördüm, saçmayı sonunda kadar ve aralıksız yaşatacağım, nasıl
yapacağım bilmiyorum ama yapmalıyım, zira yaşayabilmemin biricik
koşulu bu. Ondan sonra onu bırakacağım ve başka yaşantılara
yönelebileceğim. Ama onu bırakırsam öleceğim, nasıl bırakır da
ilerlerim? Kan ter içindeyim, bir o yana bir bu yana dönüyorum, yahu
bir yardım eden yok mu, bu işin içinden nasıl çıkacağım, bakan yok,
kâbus!]
Bir taş, sırtında bütün bir matematik binasını taşıyan o tanımsız
noktacık gibi, üstünde durulacak ilk kuru zemin. Şimdi kitabın
komplosu iyicene ortaya çıkıyor. Kendini ilk ilkesini keşfetmesinin
ardından bütün felsefesini inşa etmek üzere yapı iskelesini hidrolik
krikolarla santim santim yukarlara tırmandıran bir Descartes gibi
gören genç Fransız, der ki: “Hayata Sarılmak’ta saçma duygusunu
incelediğim zaman bir metot arıyordum, bir doktrin değil, yöntemli
şüphe kullanıyordum. Yapıcı çalışmalardan önce gelen temizliği
yapmaya çalışıyordum.” [29 128]
68
Yazar, bir hayali olan adam! Aynı zamanda bir kış günü sobasının
başında bütün öğeleri ayrıştırıp indirgemeyi başaran, onları kapalı bir
kapta atmosferden yalıtabilen bir simya ustası ve aralarından üçünü
seçerek sadece onlarla bir hamurlar hesabı yapmayı düşleyen bir
matematikçi. Saçma diye, kendine has bir varoluşa haiz, katışıksız bir
nesneyi vücûde getiren, onu gâh kişi, gâh ilişki, gâh duygulanım
donuna girdiği merhalelerinde soluk soluğa takip eden, kimi zaman
açıkgörüşlü, kimi zaman tutkulu adam. Çözümleme ve kesinlik
gerekli olsa da o, evimizin kâğıttan Descartes’ı, yazık ki düşünceleri
gerektiği gibi ince ince kıyıp ayrıştırmakla ilgilenemez. O, düşünce
nebulalarını kültürel ortamdan çeker ve bir kelimeye yükleyip
kafamıza fırlatır. O, şair, sorgulamaz, bitiştirir. Diego şiir yazıyor, alıp
cümle yapıyor, kelimeler diziyor ve felsefe oluyor. Ama felsefecinin
talep ettiği türde, mantığın kurallarına sığışmaya çalışarak yapılan bir
düşünme değil de edebî bir anlam çoğaltma ortaya çıkıyor, ondan
sonra Diegocuğumuz uğraşsın dursun bunları arka arkaya dizilen bir
zincir gibi ifade etmeye.
1941 kışının savaşla kızıla boyanmış Fransa’sında, taşradaki yalnız bir
kulübeciğin içindeki eski sobada cılız bir ateş yanıyordu.
Düşüncelerin mengenesinde inileyen yazarımız odanın bir
köşesindeki yatağa serilmiş yünlü yorganın altında solucan gibi
kıvranmaktaydı. Geceden beridir düşüncesinin aynı noktasında
kalakaldığı ve yataktan kalkamadığı için yanları ağrıyordu. Sobanın
üstündeki kestaneler ara sıra şöyle bir çıtırdayıp kıpırdıyor, soba
kapağından küçük bir bulut tütüyor, ateş usul usul yanmaya devam
ediyordu. Sonuçsuz çabasının bunalımındaki yalnız ve çirkin yazar,
açlıktan midesi guruldadığı halde gündelikçi kadının sobanın üstüne
bırakıp gittiği kestanelere uzanamayacak kadar mecalsiz olan Rieux,
hayatına bir yön yol bulmak durumundaydı artık. En geç bu kış
sonunda, karlar erir ve çayırlar yeşillenirken, bütün hayvanlar gibi
üretmek için ininden çıkıp çıkmayacağına karar verecekti: İntihar mı
etmeli, yoksa yaşamına devam edip büyük ihtirasına, yazar olup
insanlar tarafından takdir edilmeye mi yönelmeliydi? Düşüncesi karşı
çıkılamayacak, apaçık ve kesin bir sonuca varmalıydı: “Benim bir
hayalim var! Ben şu ihtilafı tükenmez düşünceler dünyasına karşı
çıkılmaz bir felsefe sunacağım; sobanın üstünde çıtırdayan kestaneler
gibi sert, amansız bir yumruk gibi kaskatı ve sarsıcı, sabah serinliğinde
yüze çarpılan soğuk su gibi yeni ve berrak!” Bahçedeki yalakta
tavuklar oyalanıyor, bacadan ince bir duman yükseliyordu, yalak
çamurlu, su bulanıktı... “Hiç mi kesin gerçek yok? Eğer ‘dünya
ezelden beri vardı, kendi başına bu hale geldi’ dersem köyün papazı
hemen karşıma dikilir, cemaat beni tefe koyar, yok eğer ‘tanrı levh-i
mahfuzdaki ideaya göre her şeyi yaratıyor’ dersem, kahvede Piyer
beni evire çevire rezil eder, diyalektik uzmanı mübarek, cenabet
dinsiz herif! Hem papazı hem Piyer’i ikna edecek açık ve kesin bir
fikir yok mudur Yarabbi?”
Yatağından kestanelere doğru umutsuzca devrilmiş başı uğulduyordu.
Ruhunu ısıtacak güneyli kadınların yokluğunda, zorla disiplin altına
alınmaya çalışılan arzu dolu bir zihni işletmeye çalışmak... Kalkıp
kestaneleri yemeden önce son bir düşünce oturumuna kendini ikna
etmeye çalıştı: “Öyle bir düşünce çizgisi bulunmalı ki parlaklığından
bütün zihinler kamaşsın, yana kaçırılan gözler dikkatle tekrar
kendisine döndürüldüğünde sınırları kusursuz bir elmas gibi düzgün
kesilmiş bir kesin gerçek belirsin.” Oda soğuktu, yakacak diye
sobanın kenarında birkaç ıslak çalı çırpı parçası bırakılmıştı. Hava
neredeyse kararmak üzereydi. Güney denizlerinin sıcak hayalleri
düşünürümüzün zihnine sızıyordu, yorganın altında gözleri uykuyla
bulanıyordu, “Uyuma! Uyumamalıyım, çok işim var daha...
Uyumanın zamanı değil...” Yazarımız hayallerinin peşinden yavaşça
tatlı rüyalara gömülmek üzereydi...
Kesinliği keşfettik, artık rahatız, bundan sonra gönül rahatlığıyla
felsefe yapabiliriz. Fakat bir şey unuttuk, bize de bir tanrı gerekiyor;
[Varım ya işte] Descartes’ın akıl yürütmesindeki tanrı gibi demek
istiyorum, yani beni aldatmayarak bana sağın bilgi sağlayacak olan,
Descartes’ın yoluna devam edip kesin bir geometri inşa etmesini
sağlayan şu tanrı. O tanrıyı kanıtlayana kadar rahatlamadık ki Mösyö
69
Rieux, [Bir dakika canım şimdi bir mektupla haddinizi bildireceğim,
çok hırslandım] diyelim ki ilk ilkemiz kesin, ancak tanrıya gelene
kadar daha sağlamda değiliz, bunu bilmediniz mi? Yoksa Descartes’ı
hiç kendi kaleminden okumadınız mı? [Ben en iyisi biraz düşüneyim
sonra bunla ilgili bir kitap yazarım.]
Ve Sıçramanın Kutsal Taşını Yerleştirdikten Sonra
Hümanizmin Sıcacık Yüreğine Miraç Gerçekleşebilir Artık
İnsan yapımı fikir ve sistemlerin mutlaklaştırılıp her türlü cinai eylemi
meşrulaştırmakta kullanılmasına karşı bir polemik yürütme isteği
Rieux’ye Ahlaklı Asi’yi yazdırmıştır. Fikirlerin şeyleşmesinin, hakikat
kılığında bütün mevcut değerleri geçersiz kılan nihilist eylem
kurallarına dönüşmelerinin karşısında hem diğer insanlara karşı
sorumluluk anlamında hem de tanrısal olanla ilgili talepleri bir yana
bırakma anlamında ölçü ve sınırlılık pratiğini savunur. [Gördün mü
bak, benim talebim tanrılık değil tam tersi.] Ahlaklı Asi
başkaldırmanın erdemlerini önemsemekle başlayıp ılımlılık ve yavaş
bir siyasal reform savunusuyla son bulur, bunun nedeni Rieux’nün
başkaldırmanın ne olduğu üzerinde de açık bir fikre sahip olmayışıdır.
[29 160] Ele alınan fenomenin karmaşıklığına uygun bir
kavramlaştırmayla karşılık verilmeyince kitabın başından sonuna
kadar başkaldırının anlamını an be an değiştirmek gerekmiştir. Peyki
kılıktan kılığa girmesine, dönemden döneme taşınmasına, farklı
rollere, işlevlere ve özelliklere yol almasına rağmen özdeşliğini
koruyan nedir? [Hayaldir canım, hayaldir.] [E sen çok oldun ama iki
lafın arasına girmekler, böyle densiz densiz konuşmaklar falan, her
tarafı yalan yanlış yazdıklarının hepsi hatalı, baştan sona kadar yalan
yanlış, adamı santrafor bile yaptın, ailesini Avustralya’ya taşıdın, rakı
içirdin, adam hukuk fakültesini aklının ucundan geçirmemişti, ulan
adam santrafor değil kaleciydi bir kere, insaf! Yazındaki hatalar
saymakla bitmez, sesimi çıkartmadan durdum şu satıra kadar ama
ukalalığın sınır tanımıyor, dur durak yok, terbiyesiz!] [Eh kaleci
olduğunu biliyorsunuz, hukukla ilgisinin olmadığını biliyorsunuz,
Allah bilir Abram Vulecik diye bir ahbabının olmadığını da
biliyorsunuz, maşallah, zahmet olmazsa gelin de siz yazın bari... Biz
de biliyoruz, biz de biliyoruz. Bir şey anlatmaya çalışıyoruz şurda.
Sizin okuduğunuz bütün kitaplar bizim de kaynaklarımız arasında var
ama onu bizden iyi kimse tanıyamaz, tanıyamaz, bunu anlatmak
istiyoruz biz, değil mi ki biz onun ta kendisiyiz. İşte o yüzden bu
kadar iddialıyız, ondan da gerçeklerden de daha iddialıyım, bu öyküyü
ben yazarım. Kendime de çuvaldızı batırırım yerin dibine batırırım
hem. Büyük insanmışız!? Yalan dolan, her şeyimiz yalan dolan, değil
mi ki biz oyuz, yazıyoruz, gerçekler yalnız bizden öğrenilir, evet
öğrendiniz işte... Diego Rieux ölmedi. Rieux’nün ölmeden önce son
yazdığı yazıyız biz. Biz onun son evladıyız. O güvenle hakaret
edeceğiz, daha da beterlerini yazacağız.] Hayata Sarılmak’taki
düşünsel ihmalkârlık ikinci denemede de aynen devam etmiştir. İlk
kitapta ‘saçma’, çağrışımlarına en çok yayılan ve Rieux’nün dünya
görüşü ve inançları hilafına genelleşen terim idiyse, bu kitapta,
‘başkaldırı’ genel terime dönüşme eğilimindedir. Rieux’nün başka
yapıtlarında da ‘günışığı’ ve ‘karanlık’ imgeleri türünden sürekli
karşıtlıklar tartışmayı kuşkulu yollara götüren aşırı maniheist
genelleştirmenin kaynağını teşkil ediyordu. [Terbiyesiz.] Hayata
Sarılmak’taki ‘başkaldırı’ kelimesine şimdi iki yüz yıldır geçmiş bütün
isyan hareketlerini ve isyankâr düşünceleri, bu kelimeyle çağrışımsal
olarak bağlantılandırılabilen her şeyi anlatma işlevi yüklenmiştir. Bu
bize bir kaynak ve bir [Yalancı.] [Bi Sus be sen de!] sınama tahtası
verecektir. [Susmuyorum. Sustum.] Bu sayede Rieux hâlâ mantıktan
söz edebilir, Hayata Sarılmak’taki düşüncesini devam ettirebilir, bu
sadece kitabın başında değil, ilerleyişinde ve sonucunda da rol
oynayacaktır, çünkü oradaki tartışmadan hareketle ‘saçmaya ermiş
düşüncenin’ ‘öldüremeyeceğini’ de bulgular. ‘Saçma insan’ ile
‘başkaldıran’ aynı kişi ise, başkaldırı ilkesizlik olarak anlaşılan
nihilizmi bırakmalıdır, zira ‘başkaldırı’nın arayışı birliktir.
Rieux saçma insanı asla nihilist olarak düşünmemiş, saçma polemiğini
nihilizmin aşılması olarak tasarlamıştır. Saçma bize eylem kuralı
sunmadığına göre, sadece yaşamamız gerektiğini bildirdiğine göre,
onu nasıl yaşayacağımız da bize kalmıştır değil mi? Ama Rieux bu
70
belirsizlikten, bu her şeyi meşrulaştıran ilkesizlikten kurtulmak ister;
en azından ve asıl olarak öldürme konusunda nihilizmden yola
çıkılarak cevaz verilemeyeceğini iddia edebilmeyi arzular. Öldürme ne
önemsiz olmalıdır ne de toplumu değiştirme isteğiyle
meşrulaştırılabilmelidir; Rieux, tanrının yerine geçip öldürmeyi
insanlığa haram kılmayı istemiş görünür [Bi dakka ya arkamızı
dönmeye gelmiyor!]: Bir kere saçma düşünceye erildi mi, yani
agnostisist inancımızı edindik mi, bu gnosis bizi aydınlatacak ve bize
ölemeyeceğimizi ve öldüremeyeceğimizi gösterecektir!
Eğer Rieux öyküyü ayrıştırmak yerine karıştırmasaydı, iki ilgisiz izleği
iç içe bükmekte olduğunu, bunlan dokuyacağı kumaşın kafa
karışıklığı olacağını öngörebilirdi. İzleklerden ilki tanrı, ölümsüzlük
arayışı ve anlamlı öykü isteği, öteki, anlamlı öykünün yerini
tutabileceği umulan dünyevî büyük öyküdür. Bu ikisi Rieux’de
insanın anlam arayışı başlığında aynı sınıfa yerleşirler, belki de bunda
bir haklılık payı vardır? Belki ikisi arasında psikolojik bir eşdeğerlik,
benzer bir avuntu bulunabilir? Ama dünyadaki adaletsizlik ve
mutsuzlukla ilgili iyileştirmeler ölüme çare olamaz. Dolayısıyla
dünyevî başkaldırı metafizik arayışın ikamesi oldurulamaz, üstelik pek
çok zaman metafizik arayışla ilgisiz olarak ortaya çıkar. Rieux sıklıkla
bu noktayı unutmuş gibi konuşur (Mesela Ölümle Flört’ün
kahramanları ölümle mücadele etmişlerdir!). Rieux bireysel anlam
arayışının sınırlarından taşarak tanrıyla olan meseleyi bir başkaldırı
olarak, toplumsal olayları da tanrıyla ilişkinin terimlerinde yorumlama
eğilimine girer. Öyküsünün hiç bir yerinde tanrı ferahça bir kenara
bırakılamamıştır; dünyadaki devrimci girişimlerin gerçekliğiyle yüz
yüze gelince onları bir acele kendi kişisel tanrı takınağına göre
yorumladığı simgesel tutumlar biçimine dönüştürmesi gerekmiş
gibidir: [25 136] Sefil insanlara sonsuz yaşamı bırakınız ya da onlara
devrimi veriniz. [2 15]
Başkaldırıyı Genel Bir Terim Olarak Kurgulamanın Sonu
Budur İşte!
Ancak görülecektir ki Rieux’nün asıl yaptığı başkaldırı tarihini ele
almak, toplumsal çalkantıları incelemek değil, entelektüellerin
zihnindeki başkaldırı fikrinin öyküsünü yazmaktır. Başkaldırının değil
başkaldırıya ilişkin düşüncelerin sorgusudur bu. Tarihte değil zihinde
gerçekleştiği için de metafizik olanla da ilişkili olarak kurgulanabilir.
Bir tek özne olarak birleştirilen aydın güruhunun, ‘başkaldırı’ adı
altında bütünleştirilen kavramlarla tek bir süreç olarak kurgulanan
macerasıdır bu. Kitapta bütün bu yeni yaratıkların, en başta da
başkaldırının öznelik ve içkinlik tarzı aydınlatılmamışsa da açıktır ki,
Rieux’nün başkaldırısı gerçekte varolmaz, hayaldir o. Ama bizim için
asıl önemli olan şu: Öyle görünüyor ki Rieux rakiplerine kendi
silahlarıyla karşılık vermek istemiştir. Tepetaklak edilmiş diyalektiği
yeni sahiplerine karşı bir kez daha döndürürken o, tarihe içkin olan
akıldan geriye kalan boşluğu başkaldırıyla dolduracaktır; onun
öyküsünün devindirici ilkesi başkaldırıdır. Bu sebeple işte, Ahlaklı
Asi’nin giriş bölümünde kısa bir mantıkî [!] giriş yaptıktan sonra
araştırmasının tarihsel bir öyküleme olacağını açıklar. Ama o, tarihin
Marksistlerdeki gibi tanrılaşmasını, diyalektiğin gelecekle ilgili kesin
bilginin kaynağı olarak gösterilmesini, burdan elde edilen bilginin
insanların kütlesel ölümüne ve zulme yol açmasını eleştirmek için
yapacaktır bunu. Acaba diyalektiği sahiplerine karşı çevirmek yazının
kendisini saçma bir konuma getirir mi? Rieux bir ‘reductio ad
absurdum’ peşinde değil gibiyse de Marksistleri eleştirdiği bölümlerde
diyalektiğin bir kesin bilgi edinme yöntemi olarak geçersizliğini ortaya
koyar. Öykünün doğru versiyonunu yazmak isterken ortaklık
kurduğu, Hegel’in yöntemi değil üslubudur. Rieux’ye göre, “Mantık
öğüt vermez, vermeye kalkınca mantık olmaktan çıkar. Bunun için
tarihsel mantık, bazı bazı saplantılı bir kişinin dizgeleştirmesi bazı
bazı da gizemci bir kesinlenme, mantık dışı ve romantik bir
mantıktır.” [15 204] Kitaptaki akıl yürütmeyi izlemek bekleneceği gibi
zor olsa da bir adımın diğerini nedensel olarak gerektirir gibi olduğu
71
bir diyalektik ilerleme sezmek mümkündür, ancak adımlar arasında
kurulan ilişkiler daha ziyade ruhbilimsel çözümlemeler gibidir.
Ahlakın Yeni Temelleri: Konsensüs
Kitapta iç içe yığılan öykülerden biri uzun olmasına rağmen esasında
fazlaca basittir: Kaybedilmiş saflık öyküsü. Devrimlerin asıl yola çıkış
ilkesi tanrıyı reddedip dünyaya dönmek ve yine de birlik ve anlam
arayışını bırakmamaktan ibarettir, oysa bugün varılan yer yanlıştır,
başkaldırı aslından uzaklaşmıştır, kendini yeniden bulmalıdır.
Başkaldırının köklerini Hayata Sarılmak’tan çıkarsadıktan sonra
bugünkü başkaldırının kökenine ihanet ettiğini ama oraya dönmesi
gerektiğini iddia etmeye geçer.
Rieux, birliği insanın derin isteği olarak görüyordu demiştik, şimdi
bunu biraz açalım. Eski çağlardan beri çok farklı kültürlerde
fenomenal dünyanın değişenlerden ibaret dünyasının karşısına
kendiyle özdeş kalan şeyin hayali dikilmişse belki de Rieux’nün haklı
olduğu bir yan vardır. Düşüncenin bu derin sorunu, yani özdeşlik ve
değişim çelişkisi, insanları değişenlerin düşük varlığının ötesinde
duran, değişmez ve kendiyle özdeş ‘Bir’i ya da düşünsel varlıkları
kurgulamaya yöneltmiştir. [Tarih bu!] Yeni Platonculuğun ‘birlik’
kavramı mistikler için her çağda bir tür sonsuzluğa ulaşmanın
anlaşılmaz olsa da mümkün olduğu hissini yaratan formüldü. Ama
acaba her türlü saltık, ya da tanrı arayışı, ya da kendiyle özdeş kalma
yahut özdeşliğini yitirmeme yani ölümsüzlük arzusu tek kelimede,
birlik kelimesinde özetlenebilir miydi? İşte Rieux bütün bu tarihi bize
‘birlik’ kelimesiyle tek seferde çağrıştırmaya, kapsamlı bir birleşik
kuramın tektaş çarpıcılığını parmağımıza takmaya, bu yolla bizi
tavlamaya çalışıyor. Özetle, bu çok farklı temaları birleştirdikten
sonra insanın temel metafizik arayışının birlik olduğuna
hükmetmiştir. Başkaldırıyı da bu anlamda birlik arayışıyla bağlar, yani
biz dünyayı anlamaya çalışırken aradığımız anlam birlik türünden
olmalıdır, bu şekilde ikinci kitabımız ilk kitaba bağlanacaktır.
Temel kaygı birlik gereksinimiyse, saçmanın gelişimi şöyle olmuştur:
“Yetmeyen dünya ile sahip olmadığı tanrı arasında kalan saçma
düşüncesi tutkuyla dünyayı seçer; görece ve mutlak arasında
bölünmüş, hırsla göreceye sarılır.” [2 52] Dünya [Ya da tanrı] bu
gereksinimi tatmin edemeyebilir. Gâh dünyaya sırt çevirerek, gâh
dünyanın içinde kalarak bir birlik oluşturmak insana düşer. Böylece
insanlar, yeniden bir ahlak ve bir çile oluştururlar, geriye bunların
kesinleştirilmesi kalır. [2 56-7] Ancak kendi özvarlığını ele geçirmek ve
onu tanrıya karşı savunmaktan başka bir şey istemeyen başkaldırı yarı
yolda şaşırır ve tanrının yerine insan türünü tanrılaştırmaya yönelir. [25
14-5]
Saflığın yitirilmesine yol açan iki temel ihanet öyküsü iç içedir. İlki,
tanrı yerinden edildikten sonra tanrısız kalmamız gerektiği halde
insan yapımı süreçlerin tanrılaştırılmasıdır. [Aslında insan yapımı
tanrının yerine daha dünyevî görünen düşünce sistemlerinin
tanrılaştırılması olarak yazmalıymışım, Allah Allah!?] Rieux büyük
anlatılardaki, özellikle Marksist anlatılardaki saltçı öyküleri insanın
tanrının arkasından ahlanıp onun doldurduğu işlevi kendi kendine,
insanlığa vererek saltçılığı ayakta tutma çabası olarak görüyor. Tanrı
varolmadığına göre onu yaratmak bizim işimizdir. Rieux’ye göre
tanrıyı yalnızca tek bir tarzda, ona dönüşerek yaratabiliriz. [Ama eski
tanrı niye bırakılmıştır? İnsan tanrıyı reddettiği, ona karşı
başkaldırdığı için... Yeni tanrılar niye üretilir? Temel bir gereksinim
olan birlik arayışı yüzünden. Ama o zaman insan niye elindeki birliği
bıraksın da tanrıyı öldürsün?] [Bilemiyoruz.] [İnsanın derin arzusu
evindeyse niye evini bırakıp da yola çıkmıştır?] [Çıkmıştır işte,
Hegel’in mutlağı da çıkmamış mıydı? Plotinos’un ‘Bir’i kendinden
zihni, zihin de varolagelenleri çıkarmamış mıydı? Ayrıca burada deus
ex machina tabirini kullanmayacaksın!] [Lütfen?] [Herhalde insanlık
da benzer bir yola çıkmıştır! İnsan kurbağa ile öküzün masalını
anımsıyor.] Velhasıl böylece kaybedilmiştir işte birlik, yeniden yerine
konmak üzere; devrimci ideolojilerle, kısaca Marksizm’le!
Kitaptaki başka bir öykü de Rieux’nün nihilizmi geçersiz kılmak,
daha doğrusu tanrının yokluğunda bir ahlak bulmak arzusundan
72
doğuyor. Öyle bir ahlak ki insanın insanı öldürmesini yasaklasın.
Rieux’nün dertlerinin biri nihilizm adına öldüren, ilkesizlikte güce
tapan Nazilerle kendini ayrıştırmak olsa da, [Bu yüzden de
argumentum ad consequentiam] esas meselesi devrim adına ilkeleri
askıya alan Marksist-Leninistlerin mutlakçılığına karşı çıkmak,
düşünceler uğruna cana kıymaları mahkûm etmekti. Sadece ilkesizliği
değil başka ilkeler uğruna eski ahlakın yerine gelmiş kuramların, eski
ahlakı reddetme anlamında ölümü meşrulaştırmakta nihilizmden
destek alan yeni ahlakların cana kıyıcılığını da alt etmek istiyordu:
“Cinayetin mantıklı nedenleri varsa çağımız da biz de tutarlılık
içindeyiz (...) yoksa çılgınlık içindeyiz demektir.” [15 2] Cinayet büyük
bir günahtı, değilse bile olmalıydı, tanrı bulunmalı ve günahları tesis
etmek üzere göreve çağırılmalıydı.
Bu Ne Rezalet?! Nerde Bu Tanrı?!
Bir öncekine bağlanan bir diğer izlek genel fikirlerle ilgilidir. Rieux
Marksizmin genelleştirici metodolojisine epey yüklense de bu öyküde
esas amacı genel fikirlerin olamayacağını göstermek değildir, neye yol
açtıklarını göstermektir, onları durdurmak gereğini ortaya
koyabilmektir, epistemoloji değil, ahlak: Bir ‘argumentum ad
consequentiam’ daha.
Rieux bir zaman bütün felsefeyi ölme mevzuuna indirgediği gibi
ahlak meselesini de öldürme ediminde düğümler. Başkaldırması,
itirazı, önerisi her zaman erken ölmeye yöneltilmiştir. Ele aldığı her
konunun can alıcı noktası ölmenin ertelenmesinin sağlanmasıdır.
Gerçekte anlamlı bir anlatı kurabilmek için eninde sonunda
ölüneceğini zikretmekten genelde kaçınması gerekmiştir, önerilerinin
kabulü ölümü topyekûn engelleyecekmiş gibi konuşmayı adet
edinmişse de Prometeus’un ölüme karşı sadece kör umudu getirmiş
olduğunu da hatırlatmıştır. [Ama başka yerde!] Rieux hiç
ölünmeyecekmiş gibi yazar ama ölüneceğini bildirdikten sonra. Sınır
söylemi ne kadar vurgulu ele alınmış olursa olsun, pratik olanla ilgili
konuşmaktan dikkatle ayrılmış, başka yere konmuştur. Böylece işte,
şair-demagog, kuşkucu topluma karşı söylevinde ele gelir bir şeyler
vaat edebilmiştir. Ölüme karşı savaşmanın sınırlarını da akıllı
okuyucu çıkarsayacaktır.
Tanrının yokluğunda bir ahlak nasıl kurulacaktır? Rieux Ahlaklı
Asi’de, diğerlerine karşı sorumluluk üzerinden, ‘öteki’ aracılığıyla,
ahlakı yeniden oluşturmak istemiştir. [2 84] Bakışlarını ilk olarak
öldürme edimine çevirir. İntihara karşı ileri sürülen gerekçenin
mantık sözcüğünün çok çeşitli anlamlarda kullanılmasının sonucu
olduğunu, bundan ötürü isteğe göre yapılmış bir seçmeyi aklî bir
yorum görünüşü altında gizlediğini daha önce görmüştük. Rieux daha
önce gördüğümüz gibi bu doyumsuz benzetişten büsbütün temelsiz
bir sonuç da çıkarmıştır: İntihar mantık dışı ise o halde cinayet
mantıkdışı olmalıdır. Burada da ahlaksal bir tutarsızlık kabulü ile
mantıksal zorunluluğu yeniden birbirine karıştırır. [29 132] Öldürme
sorununu en azından karara bağlanamaz bir durum haline getirdikten
sonra ahlakın diğer alanları için genel bir ilke olarak alçakgönüllü bir
sınır arayışını savunur. Bu düşünce de Hayata Sarılmak’tan
devralınmıştır. [Mutlak fikirlere karşıyız değil mi?]
Ancak Tarrou ve arkadaşlarının tavrıyla kurduğu duygudaşlık
meseleyi yeniden karıştırır: “Tarrou tarzındaki teröristin büyük arılığı,
bu, ona göre intiharla çakışan cinayet demektir (...) Bir yaşam bir
yaşamla ödenmiştir. Düşünce yanlış, ama saygıdeğerdir (Mutlu bir
yaşam, bağışlanmış bir yaşam değerinde değildir). Bugün cinayet
vekâleten. Kimse ödemiyor.” [2 171] Ne ilginçtir ki düşüncenin yanlış
olması Rieux’ye göre kefelerdeki ağırlıkların farklı tartmasındandır
ama her bir can özdeştir, ağırlıkların farklı tartması yaşamın mutluluk
derecesiyle ilgilidir, yoksa bu ödeme fikrini, bu kısas düşüncesini
tutmuştur! O zaman öldürmek meşru olmasa da bedeli ödenmiş olur.
[Üstelik de iki kere ölüyor daha fazlasını ödüyorlarmış! Herif delirmiş.
“Aşk özrüne sığınan bu umarsız çocuklar” yani Rus nihilistleri,
kendileri de ölerek skoru 1-1’e getiriyorlar, aynı Hitler ve üst düzey
Naziler gibi!] [Argumentum ad odium.] Rieux burda başka yerde
lanetlemekten zevk aldığı ideal adalet şemalarını işletir: Kısasa kısas,
73
bedel, suç-ceza! Her cinayet bir cinayet atomu olarak bir diğeriyle
özdeş kılınır. Ölümün bir sınır durum olması, öldürmenin atomik bir
olay olarak ele alınmasını kolaylaştırıyor. Oysa genelinde ‘Cinayet’in
yokluğunun kabulü, her olagelen gibi ölüm ve öldürmenin de bağlam
içinde ve tikel bir olay olarak ortaya çıkışının kabulü hesabımızı
geçersiz kılmaya yeter. Rieux, eşitlik adına hareket edildiğini
hatırlayarak bir eşitlik matematiği kurar, birden tekrar toplumsal
eşitlik talebi başkaldırının köküne yerleşir, o zaman Rieux’ye göre bu
eşitlik matematiğini ihlal eden oyunbozandır ve kendini toplumun
dışına bırakmalıdır, Tarrou cezanın ve ahlakî ilkelerin bugün de
geçerli olduğunu, geleceğe ertelenmediğini gösteren örnek olacaktır.
Böylece insanlık kendine kabahat ve sınır tanımlayacak, sınırları
içinde bir ahlaka yönelecektir. [Bu da Hayata Sarılmak’taki
tartışmanın geliştirilmesinden gelir, demek ki mantık ve kesinlik
gereklidir, demek ki dinlediklerimiz feci şekilde yalandır.]
Tarrou kendini mi doğrulamalı, yoksa mutlaktan elçekip görece olanı
kabullenmekten ve ‘Öldürmeyeceksin!’ emrinden ibaret olan dünyevî
değerleri mi? Rieux onun değeri doğrulayarak nihilizmi aşmasını över
göründüğüne göre değeri. Ama insanın ölmeye ve öldürmeye atılması
da baştaki çözümlemeye aykırı olduğuna göre böyle düşünmeyeceğiz
herhalde, peki nasıl düşüneceğiz? Baştaki kabullerimiz ortada, şimdi
yüzümüz kızarmadan nasıl savunacız değerleri? Burada konsensüs
kisvesi altında genelleştirilmiş bir adalet(çilik), ahlak(çılık) buluyoruz.
Nihilist-materyalist devrimci, inançları hilafına nihilizmin
dizginlenmesini önermek için bir kitap yazabildiğine göre dünya için
hâlâ umut var demek! Önünde kendine keyfî bir devrimcilik hedefini
sınır koyan bir nihilizm ve hedefe giden her yolu mubah kılan uygun
söylem var. Şimdi Rieux: ‘Kuralları genişletelim, eskilerden kalma
şeyler vardı, devrim düşüncesinin bir içeriği, bir sebebi vardı, onlara
dönelim, nihilizm soğuk, duvarlar kanlı’ diyor. Öyle ya nihilizm ve
devrimcilik ne tuhaf ikili!
Hesap Hatalı
Kitaptan takip edeceğimiz son öykümüz sanatla ilgili. Rieux’ye göre
sanatın sunduğu hayal bize birliği, özdeşliği, dağınıklığın karşıtını,
kısaca biçimi verir. Bizim arayışımız kökende yer alıp sanatı da
başkaldırıyı da üreten aynı istek olduğuna göre, devrim de sanat gibi
yaratıcı olmaya dönmelidir, değil mi? Rieux öyküsünde emekçinin
yaratıcılığı yeniden yakalayacağı bir sonu hedef gösterir. Ancak bu
yaratım bizim en temel arayışımıza tam manasiyle ilaç olacak mıdır
acaba? Bir şeyi hatırlamalıyız, biz arayışımıza karşılık bulamadığımız
ölçüde yaşayabiliyorduysak ilacımızı asla bulamamalıyız; biz mutlağı
reddettiysek, bir daha bir tanrı ya da tanrısallaştırılmış fikirler
bulmayacaksak, sınırlı olanın alanında kalmalıyız ama sonsuza kadar
onun ötesine geçmeyi arayarak! Saçma bu değil miydi? Devrimcilik
bize herhalde, sanatın sunduğu gibi, ütopyacı diyalog üzerinden asla
tam anlamıyla peçenin ardından çıkmayan, asla dünyaya bedenini
bütünüyle yaymayan bir hayal sunacaktır? [Oysaki Rieux’yü okurken
geleceğe ertelenmeyeceğimize inanmaya başlamıştık artık!?]
Rieux Şiddetin ve ahlaksızlığın karşısına göreceye dayanan yeni bir
konvansiyonel ahlak koymayı önermek ve bu anda öyküsünü
kavuşturmak istemiştir, ama öykü kavuşmaz, bulanır; suyun dibinde
tanıdık bir manzara belirir: Dev ve bitimsiz bir pazarlık alanı!
“Görevimiz, evrenselliği ya da en azından evrensel değerleri
yaratmak, insana ortak değerlerini fethettirmektir.” [2 134] Rieux
pazarlık alanında durur, iyi-kötü, doğru-yanlış, suç-ceza bir Yunan
kentindeki gibi tartışmayla değişecek şeyler, haklılık ispatlanacak
şeydir. Pozitif ahlak her an yapılagelmektedir. “Evrensel düzlem
yukarıdan, yani bir düşünce tarafından oluşturulamaz, ama aşağıdan,
yani ortak temelden oluşturulabilir.” [2 160] Bu uzlaşma alanının içine
bir nihilist olarak yerleşmek ve ahlakın sözcülüğünü üstlenmek olsa
olsa bir oyundur!?
74
Ahlaklı Asi’nin ringinde mavi köşeye ilkeci asiler ve onların karşısına
tek ilkeleri insanlıkdışılığa varan soyut bir eşitlikçilik olan nihilist
devrimciler yerleştirilmiştir. Rieux, insan eylemlerinde bir sınır ilkesi,
her bir insana eşit dağılan bir yaşama hakkı getirmek ister, ama bunu
yapamayacaktır, çünkü mutlak olanın zamansız kubbesini
kavuşturacak miktarda taş varolamaz. Ancak ilkesizliği, arzu ettiği
durumun karşıtını ortaya sermeye çalışabilir, o da bunu bütün devrim
tarihinin akışında görselleştirmiştir bu yüzden. Arka taraftan yani
ortadaki sahnenin dehşetinden ve ideolojinin saçmalığından
dolanarak iddiasına yandaş bulmaya yönelmiştir. Savunduğu şüphesiz
göksel bir ahlak değil, yeryüzüne ait ehven-i şer adalet kavramıdır.
Ama bunun retorikle, reklâmcılıkla, halkla ilişkiler faaliyetiyle ilgili
olacağını anlamak gerekir. Gemisini yürüten kaptandır. Uzlaşmaya
bağlı bir ahlakın vardığı yer burasıdır, başka yer değil, durduğumuz
yer. [Ahlaklı Asi isyanın tüketici bir çalışılması olma iddiasında değil,
sadece kendi tecrübemin izini sürmek istedim. Bazı açılardan bu kitap
bir itirafname, en azından benim becerebildiğim türlüsü. Ben felsefeci
değilim ve hiçbir zaman da olduğumu iddia etmedim. [34 141]]
[Kaçmak, kıvırtmak da ne kolaymış.]
sonrasında iki farklı kişi idi? Ama burda gerçekten bir farklılık, farklı
iki kişi, bir dönüşüm var mı? Yoksa bu sadece kendine altta yatan
isteğini, en kolay en dolaysızca doğru olmasını arzu ettiğini tam
olarak kabul ettirme, ifade ettirme süreci midir?
Bütün Tribün Ayağa
Burada iddia etme cüretini göstereceğiz ki Cormery’nin saçmanın
felsefecisi olarak ünlenmesine sebep olan üçlüsündeki (Evrenle
Çekişme, Yabani, Hayata Sarılmak ) temel yönelimleri birçok zaman
doğru okunamamıştır. Yakından bakıldıkta amaçlarla ilgili bir
belirsizlik, ya da farklı okuma olanakları hemen ortaya çıkar. Kendisi
de bu tarz okumaları desteklemiştir, gördüğümüz gibi saçmanın
peygamberliği görevine hep karşı çıkmıştır. Yabani’yi yazmadan önce
orduya başvurduğunu hatırlayalım, gazetecilik faaliyetinin toplumcu
mahiyetini de... [29 14] Cormery Hayata Sarılmak’ta varır göründüğü
yerden ötelerde buluyordu kendini; kitabın sonunda bir nicelik
ahlakına göre hareket edeceğini ima ettiği halde hemen ertesi yıl
direnişe katılması bundandı. Bu kitap sayesinde sevimli, insan canlısı
bir birey olarak toplumdaki yerini zihninde sağlamlaştırmıştı. Artık
akıl ve hissiyat, plan ve davranış bir olabilirdi, ruhundaki yarık, nihilist
ve hümanist arasındaki aşılmaz yarık, saçma adlı uydurma ikinci bir
yarık vasıtasıyla uzlaştırılmıştı.
Denebilir ki, Cormery’nin yapıtı bir bütün olarak ele alınırsa birbiriyle
bağdaşmaz durumlar açığa çıkar, sanki bazı noktalardan diğer
bazılarına gitmek imkânsız. Farklı adamlar olarak farklı gecelerde
yazmak gerek bu kitapları, hatta kitapların farklı bölümlerini.
Gençliğinin tanrısız haytalık yıllarında yazarımız için en önemli başlık
olan mutluluğun en büyük engeli eylemlerinden pişman olmak, suçlu
hissetmektir. Ahlak vaazının karşısına çocuklara, dâhilere ve sonra
antikiteye yerleştirdiği unutma, suçsuzluk ve masumiyeti kor. Ancak
daha sonra bünyesini sarsan kanlı savaş sebebiyle suçluluk yazgısına
bulaşarak taban tabana zıt bir noktaya gelmiş görünüyor (Liberal,
ılımlı ve Müslüman aydınımız sahneye çıkar). Suç vardır artık,
masumiyet alçakça bir yalandır. Cormery’nin gençliği ve olgunluğu
arasına savaş boylu boyunca yatmış gibi. Sanki savaş öncesi ve
Bir yanının Hıristiyan Avrupa’da olduğunu ilan ettiğinde bunun
sadece ölüm mevzusuyla ilgili olmadığını düşünmek için, konuyu
suç/günah meselesine genişletmek için sebebimiz var. Aslında
gençliğinden beri bir türlü her şeyin mubah olduğu konusunda
kendini ikna edemeyen bir Cormery sözkonusudur. Cormery en
baştan beri suçlu idi, gizli bir inanandı o. Gençliğinin masumiyet
vurgusu bir türlü suçsuzluğuna inanamamaktan kaynaklanıyordu.
Yaşamaya devam etmek konusunda bir kategorik imperatif bulmak
üzere Hayata Sarılmak’ı ve eylemlerine bir sınır koymak için Ahlaklı
Asi’yi yazan, Yabani’de kurguladığı tek masum insanı nihilist olarak
göstermek yerine Stoacı bir doğalcı ahlakla donatan adamdır o. O
şunu söyleyen adamdır: “Eğer ebedî değerler yoksa Komünizm
haklıdır ve hiçbir şey mubah değildir, insan toplumunu ne pahasına
75
olursa olsun inşa etmeliyiz. Eğer hatalıysa İncil’i ve Hıristiyanlığı
takip etmeliyiz. Benim gibi olanaksız bir sentezi hayal eden adamlar,
şiddeti ve yalanları bunların zıddını zorunlu biçimde
meşrulaştırmaksızın reddedenler ve hâlâ daha haykırmayı
bırakamayanlar, biz bir çılgınlık hali içindeyiz.” [34 112-3] Olgunluk
dönemindeki yersiz meşrulaştırma arayışı, bir tüm-suçluluk ahlakına
onu yöneltmiştir en sonunda. Sorumlu çıkmaya çalışır zira 20. yy’ın
cürümleri karşısında dehşete düşmüş bir hümanisttir o. Yaşlandıkça
doğruyu daha az önemsemeye, insanlığına daha çok taviz vermeye
başlamıştır. Sadece yargılanmak değil yargılayabilmek de ister ve
bunun için tarihe yerleştirdiği özlere [Başkaldırının özü!] başvuracak
kadar alçalır. Berrak düşünceye en baştan sırt çevirmiştir ve en berrak
göründüğü yerde ondan kaçar. Futbol sahası ve fukara dayanışması
duyarlıkları yanına gitmek için suları bulandırır, berrak Akdeniz
göğünü gözlerini kamaştırmak için kullanır, kafasını güneşe çevirir,
kuru havada parlayan ışıktan gözleri sulandıkça sulanır.
Savaş esnasında yazdığı yazılar ve Aile İçinde Küçük Bir Kavga’daki
belirgin sakınım ahlakı, Cormery’nin içinde zaten hazır bulunan
ahlakçılığının açık biçimde ifade buluşudur yalnızca. Belki de
sorgulamalar karar bulmuştur. Evren içinde insanın durumuyla ilgili
temel inançları bir yanda durmakta olsa da onları reddetmek isteği
galip gelmiştir. Onun asıl değer verdikleri kendi inançlarıyla çelişen
iyicil değerlerdir. Eğer evrende insanın rolünün kendini topyekûn yok
etmek olduğu kesin biçimde ortaya çıksaydı bile Cormery karşı
dururdu; işte Cormery’nin büyük engizitörü! Böylece Ahlaklı Asi’de
"Gerçekten ciddi tek ahlak sorunu cinayettir. Geriye kalan sonra
gelir. Ama, karşımdaki birini öldürüp öldüremeyeceğimi, ya da onun
öldürülmesine razı olup olamayacağımı bilmek, öldürüp
öldüremeyeceğimi bilmeden önce hiçbir şey bilmediğimi bilmek, işte
öğrenilmesi gereken budur." [2 148] diyebilmiştir. Sorunun yanıtını
bilmiyor muyuz?! Bildiğimiz halde bilmemeliydik, bulmalıydık;
bulmamız gereken şey de, öldüremeyeceğimiz.
Hangi Akdeniz Hangi Antikite?
“Dünya paganizme doğru gidiyor, ama hâlâ pagan değerlerini
reddeder. Paganizmin değerlerini yenilemek, insanı paganlaştırmak,
İsa’yı Yunanlaştırmak gerek, o zaman denge geri gelir.” [3 218]
Uhrevî olanın, ‘insanın derin arzusu’nun boşa çıkmışlığında
Yunanlıların, ya da Hıristiyanlık öncesi kurtuluşsuz Akdeniz
halklarının şaşırtıcı dünyevî rahatlığı Cormery’yi esinlendiren önemli
temalardandı. Özellikle antik Yunan kültürü sadece bir seri temel
fikrini devşirdiği bir kültür iklimi değil ayrıca günümüzün zor
sorunlarına çıkış aradığı zamanlarda dönüp dönüp çözümler aradığı
bir politik ve ahlakî ortamdı da. Bir dünyevî ahlak, kişinin olanakları
dâhilinde, imkânsızı istemeden, bu dünyada, bu dünyadaki varlığını
ve bu dünyanın kurallarını ciddiye alarak ve sürekli yeniden üreterek
yaşamak fikri içindeki telleri titretiyor, yatmadan önce onu
rahatlatıyordu.
Yazarımız, Ahlaklı Asi’nin sonunda da toplumsal hayatı iyileştirecek
bir çözüm için gözlerini Akdeniz dünyasına çevirir. Akdenizlinin
hayatla ilgili tavrını, sonrasız rahatlığını ve kent devletinin toplumsal
düzenini belirsiz biçimde amaç kılar. Ancak imkânsız isteğin boşa
çıkacak olması mütevazı ve sınırlarını bilen düşüncenin boşa
çıkmayacağını göstermiyor. Yolumuzun her anında ölümün bulunuşu
geleceğimizi buhar haline getirmiştir, yaşamımız yarınsızdır, bir
şimdiki zamanlar dizisidir bu yaşam [24 107] ama ‘ben’ de bu arada
uçup gider, ‘şimdi’ anlamsızlaşır. [Bize soracak olursanız gerçekte
yaşam sadece bir trajedidir ve ana teması sadece kahır olabilir.]
[Kendi adına konuş, beni karıştırma.] [Tavsiye bitmiştir. Konuşmak
gereksizdir, mevzuyu yumuşatmak, hafifletmek, aşmak sözkonusu
değildir, gerçek bir çıkış da yoktur. Kabul edilmez gelen kabul
edilecektir. Gerisi kendini kandırmadır. İşte Cormery’ye ilk ve esas
itirazım.] [Laf sokmak gibi oldu bu, laf arasında, tartışmaksızın.]
76
Biliyoruz işte, tekrarlıyoruz: Cormery nesnel bir filozoftan çok
sorumlu bir birey gibi konuşuyor. [Evet, ne var?] Kişisel yaşantısı
açısından önemli görünen temaları ortaya atıyor ve bunu profesyonel
bir metafizikçi gibi değil de yaşayan bir hayvan gibi yapıyor. Sonuç
olarak özel bir coşku ile mantıksal düşüncenin birbirinden ayırt
edilemediğini görüyoruz. [29 72] Oysaki “Doğru olanı aramak, isteneni
aramak değildir. O bunaltılı ‘yaşam ne olurdu’ sorusundan kurtulmak
için, eşek gibi düşsel güllerle beslenmek gerekse, saçma düşünce,
yalana boyun eğmektense, Kierkegaard’ın yanıtını göz kırpmadan
benimsemeyi yeğ görür: ‘umutsuzluk’.” [8 49] [Ah evet, doğru olanı
aramak isteneni aramak değildir. O bunaltılı ‘yaşam ne olurdu’
sorusundan kurtulmak için, eşek gibi düşsel güllerle beslenmek
gerekse, dürüst düşünce, yalana boyun eğmektense, şu yanıtı göz
kırpmadan benimsemeyi yeğ görür: Hiç!] Cormery’ye, kuşkusuz bir
kesinlikle öne sürebilecek hiçbir şeyi olmayan Cormery’ye gelince,
kimi zaman şu görmüş geçirmiş dünyada, gerek doğuda gerekse
batıda, gerek öğretilerde gerekse tarihte, yaşaması gerekenle ölmesi
gereken şeyi fark ediyormuş gibi oluyordu o. O zaman biricik
görevimizin bu küçücük şansı korumak olduğuna kesinlikle
inanıyordu. Eserinin biricik anlamı buydu. [25 69] “Sanatçının sonunda
şu dünyanın düzensizliğinin, ölçüsüzlüğünün karşısına üslubunu
çıkarıvermiş olmasından korkulur.” [25 8]
İnsanlık Onuru Hakikati Yenecek
Gördük işte, onun düşünceleri uzun uzadıya düşünmekten gelmiyor,
ne de düşünce ile sınandılar, mantık buralardan acı çekerek, içi
bulanarak geçebildi. Kendini öngörüyle bir direğe bağlatmasaydı suya
atlayacak, karaya kadar yüzecek ve Mösyö Cormery’nin ağzını
burnunu kıracaktı. O yüzden Cormery’nin düşünce çizgisini irdeleyip
eleştirmek yerine gerilere, gençliğine doğru yol almalı ve onları bir
tarih içinde deşifre etmeliydik.
Evet onu okuyanlar için tanıdık bir sahne canlanıyor, açık Cezayir
semalarının ifrada kaçan ışığı altında kararmış ilkel ve basit bir halk
sakin ve düşünmeksiz bir saltanatı sürüyor. ‘Bu Kuzey Afrikalılar için
günah, erdem ve pişmanlık gibi sözcüklerin salt bir anlamı yoktur’,
diyor Cormery ama öte yandan sokak kuralları dediği belirli bir
günlük ahlak da uygulanır buralarda. Basit tadları çoğunlukla toplu
halde ve umuma açık yerlerde alırlar ve ahlakları böyle bir toplumsal
hayatın ilkel kurallarına dayanır: ‘Gebe kadınlara saygı göstereceksin’,
‘arkadaşlarının sevgilisini elinden almayacaksın’ gibi. ‘Dinselden çok
sosyal yaptırım gücünün desteklediği bu ilkel ahlak dışında’, diyor
Cormery, ‘bu halk kendini olduğu gibi anın yaşantısına bırakmıştır.
Masalsız, avuntusuz yaşar. Burada dosdoğru ve sağlam bir hayat
davranışı var; bu davranış bilinçsizce olsa da bir kültür yaratabilir ve
insanlığın şerefi bu kültürde yeterince bir anlatım bulabilir’. Burada
mutlu yaban masalına yaklaşan bir öyküyle karşılaşıyoruz. Masallara
ihtiyacı olmayan bu halkın Cormery’ye bir masal ve sembol sağladığı
anlaşılıyor. [29 62] Basit olana öykünürken, Cormery, basitliğin
bilinçsizlikle dolaysız ilişkisini, yani kendinle ya da etrafındakinle ilgili
köpeksi tefekkür eksikliğini ihmal etmiş görünüyor. Akdeniz güneşi
her şeyi tavsatıyor, herkesi rahatlatıyor onu biliyoruz ama Cormery
aslında sadece karışık olanın terimlerini azaltarak sorunları yok
varsayma eğilimine girdiğini fark etmiyor. Cormery’nin genel taktiği
işte bu: Sadeleştirme; sorunun karmaşıklığını gözlerden saklamak
üzere bir kaç kapsayıcı kelimeden perdeler asmak. Cormery’nin
eserleri hakkındaki ifadelerinin kısalığına karşın denemelerindeki
düşünceler tarif edilmezce bulanıktır hep. Bunların felsefe değil de
Feylesof Patrice’in içki masası sohbeti olmalarının sebebi de belki
betimlemelerin bütün uzunluğuna rağmen düşünce çizgilerinin
gerçekte kısalığı, yeterince işlenmemişliğidir? Fikirlerle ilgili baştan
sona Lakonik bir üslup sözkonusu. Yalnız çok zaman künt sözler
açık görünüm ardında karmaşıklığı gizliyor; basit sözler böylesi
karmaşık bir gerçeklik karşısında doğru olabilirler mi, doğruyu tam
olarak ifade edebilirler mi?
Cormery bütün düşüncelerini bu sahneden almakla kalmadı, sonraki
çözüm önerileri için de bu, İsa’nın bölündükçe artan ekmeği gibi
yavan ama tükenmez kaynağa döndü. Dinsizlik, bütün düşüncelerinin
77
tetikleyicisi olan bu inanç, bu bırakılmayacak kabul, o toprakta
yeşerdi ve toplumsal etkinlik ağacına dolandı. Cormery’nin dinsizliği
kaynağını uzun uzadıya düşünüp tartmaktan almıyordu. Akdenizli bir
halkın dinden uzaklığı, aile çevresinin ilahî olana ilgisizliğinin getirdiği
doğal bir yetişme süreci gibi anlatıyordu Cormery kendi öyküsünü.
Tanrı ve mutlak karşısında dünyevî ve mutedil olanı yeğleyişini de
hep bu çevre ile anlamlandırmaya çalışmıştır. Ölüm korkusuna boyun
eğmemek, dolayısıyla tanrıtanımazlık, aynı zamanda en zorlu
düşmana karşı savaşma hissini yaşatan bir meydan okumadır genç
Cormery için. Tanrıya karşı, ölüme karşı ve varoluşsal adaletsizliğe
karşı başkaldırı hep gençlik isyankârlığından ve kahramanlık
öykülerinden gelirler (“Gülümseyen umutsuzluk, çıkışı olmayan,
saçma olduğu bilindiği halde sürekli denenen bir egemenlik. Temel
olan: Kendini yitirmemek.” [1 31] “İrade sorunu: anlamsızlığı sonuna
dek zorlamak: yapabilirim.” [1 32] “Ölüme boyun eğmeyeceğim, tüm
sessizliğimle sonuna kadar karşı çıkacağım, başkaldırımda haklıyım.
Yararsız olanın başkaldırıma ne katacağını biliyorum.” [1 56]).
Hatırlayacaksınız, onun savunduğu değerler hep beğeniye yöneliktir;
trajik, heroik ve isyankâr olanın yanını tutmuştur hep [31 121] (“Esas:
Kahramanlığa özgü değerler.” [1 19]). Tüm eserine sinen normatif
terim bolluğuna bir bakınız: Erkekçe, büyüklük, arılık, birlik, gurur,
isyan... Delikanlı raconudur bunlar. Demek oluyor ki bu felsefe
baştan sona bir ‘argumentum ad superbium’ hatasıdır. Cormery’nin
gençliğinde okuduğu Eskülos’un Prometeus’unu inceleyenler
Cormery’nin düşünsel dünyasının kökensel basitliğine tanık
olabilirler. [bkz. 47] Ölümle Flört döneminde diğergamlık öğesi ön plana
geçtiği için artık kahraman, ejderhanın başını kesen şövalye olmaktan
çıkıp mütevazı eleştirmen, mağarasındaki boyun eğmeyen keşiş,
direngen saçma azize dönüşecektir. Cormery’nin hikâyesinde Kudüs
değil umutsuzluk fethedilecektir. Cormery kadehin varolmadığını
gözyaşları içinde durmadan kesinleyen bir kadeh arayıcısıdır.
Peki Bu ‘Saçma’ Kavramı Nereden Geliyor?
Merso saçma üzerindeki ilk düşüncelerini tanrısızlık durumu üzerine
tefekkürden çok duygusal bir deney olarak işler (bkz. Tersi ve
Yüzü’ndeki yoğun ve acı lirizm [29 9]). Bu deneyim yaşamsal güçlerini
keşfeden genç Merso’nun aynı anda yaşlılığı, düşkünlüğü ve çürüyüp
yok olmayı keşfedişinin yarattığı sarsıntıdır. Tanrı bu dönemde onun
için önemli bir başlık haline gelmiş, ama işte böylesi bir korku
sonucunda tanrıya sığınmayı içi istemediği için dine karşı basit
kayıtsızlıktan yola çıkıp asi bir tanrıtanımazcılığı vurgulamaya ve
dünyanın saçmalığı karşısında saçma bir isyanı sürdürmeye
yönelmiştir. Daha Carter’ın Çamurlu Taş’ını tanıttığı gazete yazısında
Hayata Sarılmak’taki en önemli halkayı, şüpheli biçimde hızlı geçilen
halkayı buluruz: “Dekorun çöktüğü bir an vardır, çürüyecek olan bu
bacaklar üstünde hayat için bu uğraş, hararet niyedir? Çoğu kişi bu
sorudan hemen uzaklaşabilir, fakat fikirlerin üstüne gitmeyi seven
adam bu fikrin hayatını imkânsızlaştırdığını fark eder. Hayatın
amaçsız olduğunu bilmek acıya yol açar ve akıntıya karşı yaşarsanız
tüm varlığınız tiksinti ve isyana kapılır.” [35] Çamurlu Taş eleştirisi
Hayata Sarılmak’ın çoktan kemikleştiğini, sadece yazılmayı
beklediğini gösterir.
‘Ölümle kanıtlama’ daha ilk kitaplarının temasıdır, belki düşünmeye
ve yazmaya atılmasındaki itkilerden biridir. Tarroular’ın draması
olmaktan çok önce bile: “Ölüm oyuna ve kahramanlığa gerçek
anlamını” vermektedir. [1 24] ‘İnsanlarla birlikte paylaşılan saltanat’,
Cezayir plajlarındaki gençlerden ve sokaklardaki ferah akşamüstü
kalabalığından edinilmiş bir hissiyattan gelmiyor mu? Fransa’ya gittiği
savaş yıllarında kısa süre yalnız bir figür olarak görünse de Yabani ve
Hayata Sarılmak yayınlandıktan hemen sonra direnişe katılış, Aile
İçinde Küçük Bir Kavga ve Ölümle Flört gelecektir. Ahlaklı Asi’de
‘varız!’ı getiren argüman çoktan Yitik Değerler İçin Özlü Sözler’e
aynıyla yerleştirilmiştir: ‘Nasıl kendine saklar insan?’ İlk iki deneme
kitabıyla (Yazılmamış Şiirler Antolojisi ve Yitik Değerler İçin Özlü
78
Sözler) ilgili kısa inceleme daha sonraki düşüncesi için belirleyici
kavramları en baştan bulmuş olduğunu vurguluyor zaten. Sonraki
bütün kitaplarının temel düşünce ve temaları kısaca-uzunca-tohum
halinde vd. bu iki kitapta (Özellikle Yitik Değerler İçin Özlü
Sözler’de) bulunabilir. Antoloji’de hayatın güzelliği ve ölümün
kasvetinin ayrılmazlığı karşısındaki ikilem anlatılmışsa, Özlü Sözler’de
ölüm düşüncesine karşın öte-dünya umudunu iten isyankâr kâfir,
bedensel varlığını ve doğayla mürüvvetini kucaklar. Ölüme karşı
bilinçli isyan vurgusu, aynı anda evet de diyen isyan, ölüm
gerçeğinden çıkarsanan yaşamak kararlılığı, insan ruhunun derununda
yatan birlik arayışına dair düşünce, antik Akdeniz dünyasına
konumlandırılan ölçü ve bunların türlü varyasyonları... Düşüncesinin
önemli bileşenlerini bulmuş ve yaşantılarının esinlediği arka fonun
önünde ardarda koymuş halde buluruz onu. Meselesi hazırdır ve
büyük ölçüde aynı kalacaktır.
Kitaplarındaki duygu şelaleleri, serin denizler, kavurucu ve hayat
verici aydınlık güneş, işte yıkıntılar, işte dağda bağlanan Prometeus’un
isyanı ve Tepeüstü’ndeki ahlak kuralları... Hep oradaydılar, onun
düşünceleri hep hazırdı. Basit düşünceler, hep duygusal, hep
coşkulardan, hep ilk gençliğindeki deneyimlerinden geliyor. [Ya sanki
başka türlü olurmuş gibi atıp tutma burda.] [Ona da geleceğiz
felsefenin sorunlarına geleceğiz beklee.] [Bekliyorum bakalım, sen
kendin felsefeci misin ki böyle iddialısın? Felsefenin temellerini
sarsacak sanki!]
Merso Hep Bir Çocuk!
Merso ikinci sınıf bir zihin gibi görünmüyor ama niye en önemli
denemeleri bir düşünce çizgisini takip edebilmekten uzak polemik
parçalarıdırlar? Bütün kanıları hep en saf, en ilkel isteklerinden,
insanlığa ait temiz ve güzel hissiyatın filtresinden eğilip bükülüp
geliyor. O, felsefeyi, felsefeye yönelik eleştirileri bir iyi özümsediği
için değil, varmak istediği yeri bildiği, düşünce incelikleri ile
dertlenmek yerine hemen orayı tasvir etmek istediği için, çoktan
bildiği imgeyi düzeltilmiş bir kurguda yeniden birleştirmekten başka
şey düşünemediği için belki bırakmıştı? O haklı olmak değil, haklı
çıkmak istediği için felsefeyi ucundan tutmuş, onun otoritesini yanına
almayı düşünmüş, yığınların kamaşmış gözünde bunu başarmış ama
gerçekte istediği yerde durmak için ‘imgelerle düşünmek’ gibi bir
kurguya yandaş olmuştu? Böylece düşüncelerini sonuna kadar
kovalayacağını haykırarak atına atlayan yiğidin düşüncelerini sonuna
kadar kovalamamak için verdiği mücadeleyi seyrediyoruz. İsyan ettiği
dini geride bırakan Merso bıraktığı dinin yerine insancıl duyguların
bir dinini koymuştu diyorum, bir evden kaçarken başka sığınak
bulmuştu, o bir hakikat değil önyargı ve zayıflık savaşçısıydı.
Merso’nun futbol sahasında edindiği mücadele ahlakı gibi baştan
seçtikleri, sonra savunulacak hiç bir yanları bulunmasaydı bile tarif
edilip iyicil bir kulptan tutulmaya çalışılacaktır. Taraf tutmak için
haklılık gerekmez, bir kere bir yanda yer alındıktan sonra bütün
yollardan haklı çıkılmaya çalışılır. Biz onun kolay tarafı tutarken
aksini yaptığını iddia ettiğini söylüyoruz. Onun evet deyip durduğunu
biliyoruz, aslında tercihinin ölümü görmezden gelerek hayatı
kucaklamak olduğunu biliyoruz, [Seni kuyruğundan yakaladık.] niye
sürekli “Evet!” deyip durduğunu ve bu konuda ruhunda bir tartışma
varmış gibi yaptığını ise bilmiyoruz. Zihninde aykırı bir düşünce
vardıysa da oluşan sorunun cevabını baştan vermekle kalmadı, o,
bedensel cevabını zihnine egemen kılaraktan zihnini manipüle etti.
[Ya yeter artık sen sanki bir yerde hakikati görmüşsün de uzun boylu
sarı saçlıydı diye tarif ediyorsun!] [Bütün görüşlerini henüz
gençliğinde böyle duyguların üzerinden bulmuştun, sonra bunları aklî
bir çizgiye yerleştirmeye de çalıştın, [32 20] yazılarının bu düşünsel
incelemesiyle işte kısaca bunu görüyoruz. Biz senin karakterini her
yönüyle öykülemiyoruz, edebî bir profilini de çizmiyoruz,
düşüncelerini inceliyoruz, sana diğer yönlerinden ayrıştırılmış
düşünsel bir karakter yaratıyoruz. İşte önce temalarını ve kanılarını
çoktan bulmuş olduğunu gösterdik, basitçe kitaplarının ana fikrine ve
mesajlarına baktık. Önceliğimiz şurada idi: Mesajların en reddedilmez
bulduğun ‘ölümün nihaîliği’ ve ‘tanrısızlık’ inançların karşısında
79
mümkün mertebe önce kendi ruhunu rahatlatan sonra da insanların
ruhuna hoş gelecek olanlar arasından seçilişine dikkat çekmek.
Çıkardığın bütün sonuçlar kendi ifadenle ‘ruhunun istediği yönde’.]
[Evet, ben de onu diyorum, yapıtımda saçma değil de ‘esrar’ vardır,
siz ona bakın diyorum.] [Senin düşünceler ağacın pek de heybetli bir
ağaç değil. Defterlerine bakılırsa dallarda asılı beylik aforizmaları daha
çok sevmişsin gibi görünüyor. Tanrısızlığına rağmen bütün hayatına
bir ahlak ilkesi arayışının eşlik edişini nasıl yorumlamalı? Seni gidi
tanrısız yobaz! Biz senin nasıl hep nihilizmi yenmek istediğini, nasıl
ürkütücü olanlar yerine hep sıcak fikirlerin çıtır ucunu ısırdığını
yeterince gösterdik. Bunu yaparken edebî bir çalım ile tersten kat
ettiğin için saçmanın peygamberi ilan edilmen basitçe dikkatsizlikti.
Biz senin dönüp dönüp aynı yerde dolandığını, varoluşla ilgili önemli
hususları en zorlu uçlarına kadar tartışır göründüğün halde aslında en
baştan, ilk gençliğinde bulduğu basit inançlarını savunmayı
hedefleyen polemikler yazdığını, isteklerinle uyuşmayan bulgularını
görmezden geldiğini, düşünceyi istediğin yerlere doğru zorla iğip
bükerken en hakikatperest insanın kisvesini takındığını, bütün ömrün
boyunca tezgâhında yığınları paralize etmek üzre kocaa bir kafa
karışıklığı kumaşı dokuduğunu göstermek istedik. Sen hiç bir fikri
düşünerek, inceleyerek, açımlayarak, araştırarak bulmamıştın, hiç bir
düşünceyi geliştirip inceltmemiş, dünyayı anlamak üzre yetilerini
geliştirmemiştin. Sen Hayata Sarılmak’ın ‘dünyayı inatla anlamamak’
kuralına sıkı sıkıya bağlı kalmıştın.] [Senin düşünceler ağacın da
benimkini aratmıyor anlaşılan, bunca sayfa bahsettiğin kavramlardan
senin haberin var mı bakalım? Düşünce nedir yazar bey? Hakikat
nedir? Felsefe nedir, felsefecilik nasıl bir uğraştır? Ya da ‘doğru’yu
kim kaybetmiş sen nerede buldun? Sen şimdi biraz dinlen, epiy
yoruldun bu alçakçasına sıkıcı yazıyı yazarken, biraz da ben sana bir
şeyler anlatayım:]
diğerlerini öldürmelerine seyirci kalamadım, şimdi bana bir suç gibi
isnat edilen inançlarıma, yani insanlığın büyük değerlerine
adanmıştım. Evet öyle, çünkü dünyada olmanın insan olmaktan,
bildiğiniz insan gibi, ya da bir türlü bilemediğiniz insan gibi, ya da iyi
kötü tanıdığınız düşünen hayvan gibi yaşamaktan ayrı nasıl
düşünülebileceğini bilmiyorum. Dünyada olmak, insan olarak
dünyaya gelmektir, başka türlü oluyorsa bu bilmediğim
bilemeyeceğim, belki üstünde oyun kabilinden akıl yürütebileceğim
şeydir. Ama evet ben insan olduğum andan başka ne zaman herhangi
bir konuya anlamak için yaklaşabilirim? İnsan olmadığım bir an
olabilir mi? Ve insan olmak diğer insanlarla olmaktır, basit! Hatta
çocukça belki, ama içinde bulunduğumuz, felsefe yaparken de
içinden çıkamadığımız varoluş halimizi tarif ediyorum sadece.
Dünyayı aydınlatan ve onu katlanılır kılan, dünya ile ilişki kurmamızı
sağlayan ve özellikle bizi insanlarla bütünleştiren, o bildik duygudur.
İnsanlarla ilişki içinde olmak her zaman yola devam etmemize
yardımcı olur, çünkü ilişkiler hep gelişimleri, bir geleceği varsayarlar –
ve ayrıca sanki tek görevimiz insanlarla ilişki kurarak yaşamaktır. Ama
bunun bizim tek görevimiz olmadığının bilincine varıldığında,
özellikle de yalnızca irademizin bu insanları bize bağladığı
anlaşıldığında –yazmayı ya da konuşmayı kesiniz, bir kenara çekiliniz,
insanların çevrenizde eridiğini göreceksiniz- zaten aslında çoğu sırt
çevirmiştir (Kötülükten değil ama kayıtsızlıktan) ve geriye kalanlar da
her zaman başka bir şeyle ilgilenme umudunu besler, aşk ya da
dostluk denen şeye önemsiz öğelerin, gereksiz ayrıntıların girdiği
düşünüldüğünde, dünya yine karanlığa bürünür ve biz de şefkatin bizi
bir an kurtardığı o korkunç soğuğa geri döneriz. [2 156] Beni
ilgilendiren şeyin, en doğru şekilde düşünmek, en iyi düşünür olmak
değil, kabul edilmiş olmak olduğuna kuşku yok. [2 68-9] Yaşamdaki
önemli sorun, insanların arasına nasıl sızılacağını bilmektir. [2 178]
Ve Şimdi de: Esrar
Evet, bir şey açık, ben asla tarafsız bir adam olamadım. Nazilere karşı
direndim, totalitaryanizme her yerde karşı durdum, insanların
Kimse hayata hakikati aramak için gelmez, insan olmak için gelir. Ve
bu insanlık etmek zanaatinde hayatına düşünce etkinlikleri eşlik
ederse ona ne mutlu. Kimse kanılarını bebekliğinden itibaren
80
tohumundan yetiştirir gibi geliştirmez. Ben de onları etraftan buldum
ve düşüncelerden daha kuvvetli olan güdülerimin yönetiminde
bazılarına inandım. İnsan doğruyu sadece hakikat hatrına arıyor
olabilir miydi ki? Böyle olsaydı zaten eline hiçbir şey geçmeyecekti.
Düşünce kişinin hayatının geri kalanından ve ruh halinden ideal
biçimde ayrılabilirmiş gibi bir ‘hakikatperestlik’ mi tavsiye
ediyordunuz bana? Bu, varoluşumuzun karmaşık yanıdır işte.
Hayvanî hissiyat, aklî işlevler, muhakeme, mantık, hesap zihinde felç
edercesine karışmış...
Evet, insanlık zanaatinde, küçük hesaplarım ve duygusal isteklerim
uğruna, istenmeme korkusu yüzünden, inandıklarımı iyicil olanlardan
seçmem gerekince bana hiç bir şey kazandırmayan bazı inançlarımı
perdeledim işte, böyle yapmayan bir tek kişi olabilir mi? Yine de
kamuoyuna hiçbir zaman boyun eğmedim. Bu bakımdan,
özgürlüğümün tam olduğuna inanıyorum. Özgür, öyleyse iyi dilekli. [3
28] Durmaksızın başkalarıyla ortak değerlerde birleşmek, kendi
dengemi sağlamak için harcadığım çaba büsbütün boşuna değildi.
Söylediğim ya da bulduğum şey, başkalarına hizmet edebilir,
etmelidir. [3 212] [Nasıl bir eşitlik ki bu? Özgürlüğü iyi niyetle
eşleştirmek için çoğunluğa çoktan boyun eğmiş olmak gerek Mösyö
Merso!? Bakın hele bir ahlâkçımıza, pek uslu akıllı. İnsan kardeşlerini
sever, her şeyi sever, kilisede dinsel öğüt vermemesinden başka hiçbir
şey ayırmaz onu Hıristiyanlıktan, her gece yakaran dinsiz bir romancı!
İnsanlığı, genel anlamda sevmiyordun. Ama kendini onla dayanışma
içinde hissediyordun, [3 67] sürekli onlara yardım etmeyi, onlara
vermeyi de görev edinmiştin. Şöyle mi diyelim: Eğer bütün eylemler
eşdeğer ise sorumluluk bir diğeri kadar meşrudur, bir kişi bir kuruntu
üstüne de erdemli olabilir. Nihaî bir hakikatin ya da onu teminat
altına alacak bir tanrının yokluğunun kabulü suçu ortadan kaldırdığı
anda suçluluğu, ahlaksızlığı getirdiği anda ahlaklılığı da sebepsizce de
olsa eşdeğer kılacaktı. Ahlakçı olmak için bir kanıt gerekmiyor ki, yap
gitsin işte. Sen de öyle yaptın. Bütün ömründe ahlaklılığı savundun
ama ahlak yoktu, birkaç ilke buldun sadece, tek kelimelik, içeriksiz.
Böylesi basit.] Ben ilkeler ve kavramlarla değil duygusal anahtar
kelimelerle düşünüyordum. Öyle oldukta masumiyeti psikolojik bir
tema olarak ele almamda şaşırtıcı olan ne? Metafiziği baştan
dışladığım için aşkın bir söylem aramıyordum, onun sınırlarını ihlal
ettiğim olsa da esasında böyle bir tartışma yürütmedim. Dünyevî
anlamlılığın bulanıklığındaki edebî hayat görüşü araştırmama daha
şefkatli davranabilirsin demek istiyorum. Burada gerçekten önemli
olana dair pek bir şey bulamayacaksın, onu dışladık ve zaten ötesi
hakkında susmalıdır, hem belki berisi hakkında da susmalıdır? Ama
kendime bu işi verdim, bilmem neden!? Ve berisi hakkında
konuşmayı seçtim. Benden açık bir irdeleme beklemeyin. Bu sadece
benim yeteneksizliğimden değil, böylesi bir irdeleme olanaksız olduğu
için aynı zamanda. Belki düşünme işinde kavramların, dolayısıyla da
düşüncenin bulanıklığını kabul etmek gerekecek, o zaman berrak
düşünmek elimizden kayıyor; yerine bir boş geveleme kalıyor.
Mantığın anlamını ve önemini daha açık biçimde görüyorum şimdi:
Mantık bize açık düşünmenin sınırlarını yani empirik olana dair
mantıkî uygulamanın olanaksızlığını bildiriyor; yaşantının bize
sunduğu deneysel gerçekliği kavramlar dünyasına hiçbir zaman birer
matematik kavram basitliği içinde aktaramayacak, onları
sabitleyemeyecek, kavrayamayacak veya belirleyemeyecek olduğumuz
için! En yüksek ispat şekli olarak burhan, yalnızca zihinde bulunan
küllîlere dayanmak zorundadır. Ne var ki bütün varlıklar cüz’i
olduklarından burhanın genel olarak müspet bir bilgi vermesi
mümkün değildir. [48 362] Kurgusal öğeler ve kurallar belirlemeden açık
ve kesin düşünmek mümkün değil. O durumda bile kesin mi belli
değil! Zorlayıcı argümanlar bir hayal. Kendine özdeş öğeleri önce
tanımlama gereği mantığı araçsallığa mahkûm kılıyor elbet, ona ne
tanımlarsak bize onu veriyordu, gündelik hayatta çok işimize yarasa
da hakikate ulaşmamızı sağlayamıyordu. O yüzden de sadece
inançlardan söz edebiliyoruz. Evet, yazımda bazen üslup gereği böyle
özdeş birimler ya da zorlayıcı akıl yürütmeler varmış gibi
konuştuğum, ince anlam tonlamalarını bağlam gereği ihmal ettiğim
olmuştur. Böylesi kurgularımı duyusal çokluyu temsil etmeye,
muhafaza ve müdafaa etmeye, var etmeye, sınırlamaya, çepeçevre
sarıp biraz olsun zapt etmeye yarayan bir dil mekanizmasının
81
imkânsız kemalinin acıklı anıtları olarak alınız. [Orada biraz duralım
bakalım Mösyö! Acaba siz şimdi hiçbir şeyin kesin olmayışının kesin
olduğunu düşünerek mi böyle güvenle konuşuyorsunuz?] Bunun
benim inancım olduğunu siz bıktırana kadar vurgulamamış mıydınız?
Bu inancımı bir kesinlik olarak kabul edip ona göre hesap yaparken
bunu diğer insanlara bir kesinlik olarak dayatabileceğimi
düşündüğümü zannetmiyorsunuz herhalde? [Ama dayatabilirsiniz
Mösyö! Siz buna muktedirsiniz! Haklı da olabilirsiniz, en azından
haksızlığınızın gösterilemeyeceğini bilecek kadar kurnazsınız! Mantık
da bir polemik alanından ibaret mi oldu sizin gibiler yüzünden?
Apaçık görüneni bile kabul etmemek anlamında üçüncü halin
olasılığını kural haline getirdiniz. İnsanda akıldan başka bir anlama
yetisi (Gnostikleri, tasavvufu ve bütün batınî pratiklerle mistikleri
hatırlatırım), ya da aklın yeterliliğinin ortaya çıkması (Şüphe
duyduğumuz kuramlarıyla rasyonalistler haklı çıkabilirler), ya da
tanrısal bir yardım ile aydınlanma (Vahiy, mucize) olasılıklarını
çürütmek mümkün değil, değil mi?] Mümkün olsaydı da burdan
eylem kuralı çıkmaz, bunu belirtmiştim. Buradan ne çıkacağı
mantıksal olan her şeyin sadece bir kuralsızlık içinde diğer her şey
kadar bölük pörçük, her şey kadar basit ve dünyevî, sınırsız ve
gerçek, elde toplanamaz ve bir yerde bütünleştirilemez olarak kısacası
bir büyük evrensel polemik olarak içerildiği anlamsız, ereksiz, salt
rastlantısal, gevşek belirlenimli bir tarihin o andaki geldiği noktada
belli olabilir. Şunu da söyleyeceğim şimdi: Kendi çalışma alanına
sahip ayrı bir disiplin olarak felsefe, hayat ve dünya hakkında
edebiyattan daha büyük bir doğruluk, daha büyük bir açığa çıkarma,
daha fazla geçerli bilgi üretme iddiası ile ortaya çıkamaz ki! Felsefe ile
edebiyatın iyicene karışmasında da karşı çıkacak bir şey bulamıyorum
[Maalesef bu büyük önermenizin kestirme olduğunu, önümüzdeki
fenomenin bir kesimini ihmal ettiğini belirtmek durumunda
olacağım. Her ne kadar dilin ve kullanılan kavramların büyük kısmı
imgesel bir kökene sahip olsa da sadece imgelerle düşünülmez.
imgelen(e)meyenlerle de düşünülür, bkz. imgelemimizi yarı yolda
bırakan aşırı-aşkın, matematiksel, ahlakî ve mistik düşünceler.
Bunların bazılarını kavramsal düzeyde tartışabiliyoruz. Araçlarımız
imgesel olduğunda bile imgelenemez şeyle ilgili düşünce
üretebildiğimiz inkâr edilmez. Dilin belli bir kısmının imgelerle ilgisi
yok. Ayrıca bu önerme aslında ‘dili bir akademik felsefeci gibi
kullanmak bize daha fazla hakikat sağlamaz’ anlamına geliyorsa,
hiçbir şeyin bize hakikati sağlayamayacağını teslim etmek olarak da
anlaşılabilir. Ama siz tutup kesinlik kovalayan iki deneme yazmaya
giriştiniz! Esasında akıl konusunda kafanız iyicene karışıktı, nasıl
karışmasın, akıl ile akıldışının ikisinin de kabul edilişi başka nereye
varacaktı?] Aslında aklım bu dünyaya uymuyor mu yani? Aklın
sınırlarına çekiştirilmiş düşünsel kurgulara gelindiğinde, zihnin bir
bütün olması, yekpare ve özdeş olması başta –ki bu da aklımızın
parçacıllığında dünyanın süreklilik ve süreksizliklerini özdeş nesneler
olarak belirginleştirerek işlemesinin kendi üstüne dönmüşlüğü- onu
bir ölçüde oluşturan dilin atomlarla çalışması talebi, onun bütün
kaypaklığı ve totolojik yapısını aşan, ilahî bir bilgilenme olanağı, kesin
bilgi sunması gibi bir olanaksız talep, bu bilgilenmenin insan varlığını
daha büyük bir düzene, anlama, geleceğe, amaca bağlaması talebi,
hayata anlam bulmak gibi teleolojik ütopyalar öne sürülünce, o anda
aklın ne kadar güdük olduğunun keşfedilmesinin kahrı işin içine
giriyor. Yoksa akıl parçacıllığında dünyanın parçacıllığının, tarihsel
süreçte birlikte yoğrulmuş bir negatifi gibi görünmüyor mu?
Burda aklın bir yetersizliğinden ziyade insanın taleplerinin
büyüklüğünden söz etmek gerek! Ama insanın talepleri de haklı
olarak böyle büyük! İşte trajedi! İçinde bulunduğumuz durum o
yüzden saçma! Hiç bir şeye kesin bir sebep ve anlam veremiyoruz,
karşımızda sınırsız görünen bir evren ve ölüm var. Sorularımız
yanıtsız. Ama benim bütün mesajım şuydu ki, bütün bu sorular ancak
dünya bizim için böyle sınırlı biçimde renkli, anlamlı ve canlı iken
sorulabilir. Bunları sormak için önce insan teki olmak gerek, bir
mantık makinesi için bu sorular son derece gereksiz olacaktı. Biz
insan teki olarak ortaya çıktığımızda her şey bir ölçüde anlamlı değil
mi? Anlamlandıramadığımız tuhaf biçimler ve düşünceleri de yığın,
toprak, kaya, saçma, başkaldırı, tanrı ve ruh gibi bütünleştirilmiş
şeyler halinde algılıyoruz, başka bir şeye benzetiyoruz, zamanla
82
öğreniyoruz, anlamlı kılıyoruz, ya da zihnimize sokmuyoruz. Saçma
da aynı aklın işlevi. Genelleşmiş ölüm cezasına isyan! İnsan olmakla
ilgili; içinden anlamı çekilen insan yaşamı. O yüzden mantık değil
ruhbilimden bahsetmek gerek. Hayata anlam verilmeli ki, daha büyük
bir düzene bağlanmak arzu edilmeli ki bunlar elden yittiğinde hayal
kırıklığı yaşansın. O yüzden nihilizm meselesinin gerçek bir sorun
olabilmesi için, insan olmak gerek, bir noktadan sonra mesele ancak
edebî bir ifade bulabilir. Buna da mı karşı çıkacaksınız?
[Çıkmayacağım, artık yoruldum, kabul edeceğim, edip geçeceğim,
şimdi onun bir felsefeci olduğunu, felsefenin de böyle yapılacağını
iddia edersem şaşırır mısınız? Şuraya kadar dikkatle okumaya
çalıştıysanız şaşırmazsınız. Ama bu sayfaların bir çıktısını alıp
yakarsınız artık belki. Öyle işte! Evet, ben bir felsefeciyim, imgelerle
düşünüyorum, çünkü imgelerle ve çağrışımlarla düşünülür, çünkü
terimlerimizi mantığa vurmak işin kolay yanıdır, çünkü o terimleri
kurgulamak işidir felsefe. İşte bu her zaman edebî iştir, şiir yazmaktır.
En az bir şairinki kadar sorgulanmaktan uzak, o kadar yaratıcı, o
kadar imgeler üzerinden çalışan, sorumsuz sanatçı zihnin ürettiği bir
öyküler bütünü...]
Karanlık Bir Kendini Beğenmişlik ve Bir Noksanlık Öteden
Beri Doğruları Bütünüyle Söylemenize Engel Olmuştur
Demek ki Merso gayet haklı olarak hakikati kabul etmeyebilirdi... Biz
onun felsefî açıdan ciddiye alınamayacak bir sefalette olduğunu
göstermeye çalıştık; ama felsefeye getirdiğimiz tanım incelememizi
daha baştan hem anlamlı hem hatalı kılmıştı. Üstelik o zaten sadece
fikirlerle ilgilenen eleştirmenlerin içindeki karanlık, kör ve içgüdüsel
yanı ihmal ettiklerinden yakınıyordu. [34 118] Vurgulamaktan alçakça
kaçındığımız husustan daha fazla uzak kalamayacağımız bir yere
geldik işte. Gördüğümüz gibi onun ‘felsefeci değil edebiyatçı’ olma
kararı da gençliğinde çoktan şekillenmişti: “Yalnızca imgelerle
düşünülür. Filozof olmak istiyorsan, romanlar yaz.” [1 19] Bunun
anlamı şudur: Düşünceleri mantıksal ilişkiler içine yerleştirmeye
çalışmak yerine imgeleri çağrışımsal bağlarla eklemlemek. O, yüreğin
belirsizlikleriyle ilgili romanlar yazmak istiyordu. [30 12] O,
betimlemelerin adamıydı. Hayır, o bir felsefeci değildi ve olduğunu da
hiç iddia etmedi. Sorun şurada ki o belirsizce sezilenleri hakikat
olarak kabul etme ve savunma arzusunun da adamıydı. Bir ahlak
sahibi adam olmak seçimini [30 10] yapmakla kalamamanın adamı?
[Onu da biliyoruz, sadede gel.] Ama zaten hakikat gökyüzündeki
olmayan-yerinde durmaya devam edecek ve esasında insanın bilgiyle
ilişkisi daha ziyade insanlarla ilişkisinin bir dolayımı olmakla
anlamlanıyor. Kaçamayacağımız bir hapislik olarak insan
olmaklığımız boyunca, bir hayvanın sapkınlığı olarak kendini
bilmenin bir türüyle ortaya çıkışımızdan itibaren, gittikçe bilişin daha
tam olması yönünde gelişen arzuya uyarak bilmenin sadece pragmatik
olarak işe yarayan bir araç olarak evrimleştiğini ve daha öte bilmek
yetisi diye bir şey bulunup bulunmadığının bilinemediğini unutmayı
istiyoruz. Bilmenin ne olduğunu bir öyküyle kurgulayabiliriz ancak.
Bizim de bütün yaptığımız bu: Modeller oluşturmak, bunun için bile
bir model oluşturduk ve model metaforuna başvurduk, model
metaforunu aslında başka alanlardan apardık, ama onlar da
mimarlıktan alarak yaygın bir metafor haline getirmişlerdi ve zaten
dilin içeriği aynı metaforik yolla zenginleşmeye devam ediyor. Sürekli
eğretilemeler, benzetmeler, söz sanatları ve imgeleri işe koşmamızı
sağlayan diğer mekanizmalar üzerinden konuşuyoruz. ‘İmgelerle’
‘bağlantısı’ ‘iyicene’ ‘okunaksızlaşmış’ ‘olan’ ‘bazı’ ‘kavramların’ ‘da’
‘kökeninde’ ‘algıya’ ‘dayanan’ ‘bir’ ‘benzeştirme’ ‘yatıyor’ (‘Bu’
‘cümledeki’ ‘örneklerin’ ‘her’ ‘biri’ ‘vurgulanabilir’!). Düşünce
kaynağını algının çoklusundan ve insanın hayvanî süreçlerinden aldığı
için kısıtlı olabilir ama gün gelir de bu gelişme bize farklı kavrayış
yollarının kapılarını açar diye umutvar olabiliriz belki? Şimdi
bildiğimiz nedir? Bir sürü cümle kurup bunları da yan yana
getirdiğimiz, son derece serbest şiirler yazdığımız ve konuşurken
resimler yapıp durduğumuz... ‘Dil’ ‘bir’ ‘nevi’ ‘resim’. Şimdi genel bir
çerçeve çizmek için yine imgelere başvurdum. Bir bütünü
kurgulamak için kullanılan ‘imgeseller’! Bütün bilgi bir ‘kurgu’ resmi
ile anlaşılacaksa, bütün dil ve anlama olayı çizilen resimlerin yan yana
konuluşuyla açıklanacaksa –ki bu da bir model- böylesi mütevazı bir
83
anlamanın sınırları çizilebilir mi? Bir yandan sınırsız spekülasyona
kapı açılırken doğruluk ideali de, doğruya yaklaşma ideali de ortadan
kalkıyor. ‘Sağın’ bir düşünme yöntemimiz olmadığı gibi, diğerlerinden
daha hakikî olan bir bilmek türü de yok. Bütün bunlara geleneksel
şüpheciliğin argümanlarını yeniden formüle ederek eklemlemek
durumun vahametini ortaya koyardı. Hakikat adına yerden yere
vurduğumuz büyük kahramanımızın elinden tutup onu toz toprak
üzerinde yeniden ayağa kaldıralım.
Kendisi Sağdan Girer ve Selam Verir
Şimdi artık benimle uğraşmak üzere sahneye getirdiğin ‘makinadan
hakikat’ de köşesine çekilebilir. Bizim öykümüz, Diego Mersolar’ın
öyküsü, trajik bir kurgu. Tanrıyı tanımaktan vazgeçen, tanrının
varolmadığına inanan herkes artık saçmalığa batmıştır. O zaman bu
polemikler alanında dünyadaki asıl yönelimime dönmemde ne
sakınca var? Üstünde düşündüğüm, karara varmak istediğim şey
yaşamdaki yönüm ve duygularım. İnanmak istediklerim konusunda
kendimi ve diğerlerini kandırmakta ne sakınca var? Hakikat yoksa, en
azından ulaşılmazsa oyuncul ve bulanık bir yazma etkinliğinden başka
çıkar yol olmadığını itiraf etmeyecek miydim? Bir ara her nasılsa bu
düşüncelerden uzaklaşmış olmalısın ki benim eserimde ve hayatımda
sıkı sıkıya irdelenecek ‘düşünce çizgisi’ adını verdiğin ama ne
olduğunu bilmediğin bir şeyler arayıp duruyordun. Aslında tuhaflık
sende, sen geometrik bir açımlama ve her düşüncenin bir önceki
düşünce üstüne yerleştiği sağlamca ayakta duran bir bina arıyormuş
gibiydin. [Ama iyi ihtimalle şunu bulabilirdim: yazılmış birer öykü
olarak kavramlar! Ama sen onu da sunmaya çalışmadın.] Hayır, bence
o kadarını sunuyordum. Kavramların imgesel içeriğini soyutlamamı
mı bekliyordun benden? İyi, kötü, suç gibi kavramlar duygusal
içeriklerinden ayrılarak anlamlı olabilirler miydi? Hınç ya da korku
hissi olmadan ceza anlaşılabilir miydi? Ölüme karşı durmak her
hayvanda bulunan hemcinsini öldürmemeye yönelik bir histen ayrı
anlamlı mıydı? Aşktan, ekmekten ve açık gökyüzünden ayırıp da
düşüneceklerimin ne anlamı olacaktı? Anlam diyorum, anlam neydi
başka? Yaşantıdan tümüyle ayrılır şey miydi? İşte bu yazdıklarımı
kurdum, imgeleri imgelere bir de ben bağladım, yeni fikirler inşa
etmiş olmadım mı? Düşüncenin kendine has varlığını ama bu varlığın
duyusal olandan bir tamam ayrılamayacağını daha güzel nasıl
anlatırdım? Belki yaşamayı bırakıp düşüncenin biçimsel öğelerle,
metaforlarla, ünlemlerle yani duyusal göndermelerle mantıksal,
matematiksel ve yapısal kurallar arasından anlamı nasıl üretip ilettiği
hususuna gömülmeliyim seni biraz olsun tatmin etmek için? Belki
bunu sen yaparsın, elimdeki aracın belirsizliği beni düşünmek
konusunda isteksizleştirdiğine göre bu aracı kendi üstüne
yöneltmekle vaktini sen tüketirsin? [Ama şöyle demiştin sen: “Yalan,
aynı yanılsama gibi, uyutur ya da düşlere salar. Doğru, canlı,
tükenmeyen tek güçtür. Yalnızca doğruyla ve doğru için
yaşayabilseydik içimizde genç ve ölümsüz bir enerji olurdu.
Doğrudan yana olan insan yaşlanmaz. Biraz daha gayret etse, ölmez
de.” [3 231]] Evet demiştim, fena mı demişim? Ama doğrunun mutlak
ve erişilebilir şey olduğunu söylememişim ki. Ben aslında şöyle
diyecektim: ‘Solitaire’ ya da ‘solidaire’, insan olmak bir yana, hakikat
arzusu bir yana. An gelir insan beşeriyet içindeki bireyden bir anda
bir Fransız’a dönüşür. Bendeniz Henri Cormery, Cezayir’de fakir bir
ailenin çocuğu olarak büyüdüm, solculuk, futbolculuk, gastecilik,
tiyatroculuk ettim, kitaplar yazdım, yayınladım, Fransa’ya gittim,
tanrıtanımazdım, kendime yaşamı anlamlı kılacak anlam ve değerler
ürettim, fakat bunların zorunluluğunu kanıtlayamazdım, sağlık olsun,
aslında nihilist olmak istemedimdi, hayata devam etmek, isteklerimi
kovalamak için intihar etmemem gerektiğini bulmam gerekti,
buldum. Sonra savaşta direnişe katıldım, zaten hiç bırakmadığım
insanî değerler içimde bir kat daha büyüdü. Başkalarının da
öldürülmemesi gerektiğini bulmuştum, bunu da ikna edici biçimde
ifade etmem gerekti, onu da işte becermeye çalıştım. Sonra da
dünyevî işler işte... Pamuk yastık aldım. Bir kazaya kurban giderek
ölmeden önce dertlerden sıkıntılardan ve polemiklerden kurtulmak
için tiyatroya sardırmıştım yeniden. Patrice Cormery, bendeniz
Patrice Cormery, nam-ı diğer Feylesof Patris... Nasıl bilirdiniz? Nasıl
buldunuz? Ne beklediniz? Nası alırdınıız? Adım Henri, soyadım
84
Cormery. Hayır hayır, nasıl olur!? Siz beni birine benzettiniz
sanıyorum, ben Patris’in yakın bir arkadaşıyım kendisini fazla
tanımam. Ben onunla aynı okulda okumuştum, uzaktan görmüştüm.
Ama şaşırdınız, beni de şaşırtıyorsunuz, ben Patris Kasüs!? Çekilin
önümden arkadaşlar, lütfen görevinizi yaptınız, şimdi lütfen çekilin
biz de yolumuza gidelim. [Hayır! Bu kadar saçmacılık ve
şüphecilikten gelip gelip en basit, en bayağı hissiyatın da en basit ve
işlenmemiş bir ifadesine, üç-beş tane kelimeye, bir meydan
demagojisine, her biri birbiriyle çelişen perakende görüşlerin bir
sinkretizmine gelinebildiyse, ne felsefecilik ne romancılık ama
politikacılık, gönül alma ve aidiyetin, beğenilmenin, sevilmenin, kabul
edilmenin sanatı söz konusu olmuşsa paçayı bu kadar kolay
kurtaramazsınız Patris efendi! İddianameyi dinleyeceksiniz: Saçmaya
dair inançlarınıza rağmen dolaysızca bulduğunuzu, yani iyicil ve cana
yakın olanı tercih edebilmek için kıvrandınız, normatif önermelere,
niteliksel ahlaka geçmek için duygusal bir savunu yaptınız,
inançlarınız aleyhine ruhunuzun istediğini kabul ettiniz ama inancıyla
boğuşan günahkâr bir Müslüman gibi rol yapıyorsunuz. Hakikat
insanın istediğine inanması mı olacak şimdi? Demek ki olur da
hakikat gökyüzündeki dairesel yurdundan gelip yeryüzünü
onurlandırırsa, o gün siz aceleyle yetişip onun karşısına dikilecek ve
onu derhal yaldızlı yörüngesine geri yollayacakmışsınız, insanlık için,
evet insanların iyiliği için. Ve çağdaşlarınızdan iyi yaptığınız
konusunda destek almak için etrafınıza bakınacaktınız. Ölmeseydiniz
son yazacağınız eser buydu işte: Retro-engizitör!] Kuzum bırakın,
rahat bırakın, dört döndürmeyin. [Hayır! Daha bitmedi, daha yeni
başlıyoruz. Şunları da siz söylemiştiniz: “Doğruyla ve doğru için
yaşanacak. Önce, ne olunduğu gerçeği. İnsanlarla anlaşma içinde
olmaktan vazgeçmeli. Olanın gerçekliği. Gerçeği aldatmaya
kalkmamalı.” [3 231] “Varlıkların ve olguların gerçekliğine yakın
durulacak (...) Gerçek istenen şey olmasa bile, onu kabullenmekten
vazgeçilmeyecek (...) Doğru bütün acılara değer. Bu çabayı
taçlandıran sevinci yalnız doğru oluşturur.” [3 219]] Beni rahat bırakın
ben bütün bunları zaten itiraf etmiştim, şunu söylemiştim Ölümle
Flört’ü yazdığım zamanlarda: “Kesinlik felsefesiyle tercih felsefesi
arasındaki gerekli ayrımı, düşünce olgularının içine yerleştirmeye
karar vermek gerekir. Bir başka deyişle, akla ve yüreğe tiksinti veren,
ama kendini kabul ettiren bir felsefeye ulaşılabilir. Bu durumda,
benim kesinlik felsefem, saçma düşüncesidir. Ama bu beni bir tercih
felsefesi benimsemekten (Ya da daha doğrusu onu tanımaktan)
alıkoymaz. Örneğin: Düşünce ve dünya arasında doğru bir denge,
uyum, bütünlük, vs... Mutlu düşünür, eğilimini izleyen düşünürdür –
ve köşesine çekilen düşünür eğiliminden kaçan düşünürdür. Aslında,
istemeden de olsa, kararlıdır. Düşünür ve onun düşünce sistemi
arasındaki bu ayrılık olabildiğince ileriye götürülebilir mi? Sonuç
olarak bu, dolaylı bir gerçekçiliğe dönüş değil midir: İnsanın dış
gerçeği –zorlayıcı.” [2 74] Sonra Ahlaklı Asi’yi yazdığım sıralarda da
şöyle düşündüm: “Çelişki içinde olmanın benim için bir önemi
olmadığına inanıyorum, bir felsefe dehası olma isteğini duymuyorum.
Zaten insan olmak için bile zorlandığımdan, deha olma isteğini
kesinlikle duymuyorum. Bir uzlaşım bulmak istiyorum ve kendimi
öldüremeyeceğimi bilerek, başkasını öldürüp öldüremeyecegimi ya da
buna rıza gösterip gösteremeyeceğimi bilmek ve bunu bilerek, çelişki
içinde kalmak zorunda olsam bile bundan tüm vargıları edinmek
istiyorum.” [2 148]
Dava
Evet, bunlar da tutanaklara geçtiğine göre devam edebiliriz. Bugün
burada toplanan sayın okuyucularımız, görüldüğü gibi Bay
Cormery’nin eseri şaşırtıcı bir düşünsel süreklilik barındırıyor.
Kendisi hayatı boyunca, güzelliklere hayranlığı erdem bilmiş, en
alçakgönüllü urbası giydirilmiş bir Akdenizliliğin ve dünyada güzelce
yaşayıp gitmenin savunuculuğunu yapmış ılımlı bir hazcı. Aynı
zamanda insanlarla kardeşlik hissini hep taşımış bir toplumsal
dayanışmacı. Olgunluk döneminde ‘yeğlediği on sözcük’ hakkındaki
soruya verdiği yanıt da bu sürekliliğin en güzel kanıtı değil mi:
"Dünya, acı, toprak, anne, insanlar, çöl, onur, yoksulluk, yaz, deniz."
[3 13] Bu kelimeleri bütün güzelliğiyle işlediği satırlarına ise burada
yeteri kadar yer veremeyeceğiz. Peyki felsefeci olmadığını üstüne
85
basarak vurgulayan bu adamcağızın eserlerini niye fikriyatı açısından
ele aldık, niye edebiyatının bir yönü olarak değil de felsefî bir eserin
üstlenmesi gereken özelliklere göre değerlendirmeye çalıştık? Belki
felsefe aşkıyla? [Sönn!? Felsefe aşkıyla!? Yok artık! Sen meslekten
felsefeciliğe gönül indiremeyecek kadar kendini beğenmiş bir
zirzoptan başka bir şey değilsin!] Mösyö Cormery, oldukça farklı bir
dahi türü, yani adalet dâhisi de vardır ve ben bu türü diğer tüm
felsefî, siyasal ya da sanatsal dahi türlerinden daha alt bir mertebeye
koymakta zorlanıyorum. Onun tarzı şeylerin değerlendirilmesini
dikkatsizleştiren, muğlaklaştıran her şeyi içten bir kızgınlıkla
önlemektir, bu tür, sonuç itibariyle inançların muhalifidir, çünkü ister
yaşasın ister ölü olsun, ister gerçek, ister kurgusal olsun her şeyin
hakkını vermek ister –ve bu amaç için şeyleri açıklıkla algılamak
zorundadır. Böylelikle şeylere en iyi ışığı tutar ve dikkatli bir gözle
inceler. En sonunda kendi muhalifine, körce ya da dar görüşlü inanca
bile inancın hak ettiği şeyi verir, gerçeğin hatrı için. İşte Cormery,
mahkememiz bu türden bir adalet adına kuruldu.
Bir kere Patris Efendi, sizden çok sıkıldım, niye sıkıldığımı
yazamayacak kadar sıkıldım, siz de okumaktan sıkıldınız. [O zaman
nefesim tıkanacak gibi olarak sordum: Peki neden? Neydi bunca
sayfadır bütün hayatımı, yapıtımı, düşüncemi didik didik edişiniz?
Yani sadece bir tür adalet arayışı mıydı?] Siz beni anlamaya çalışsanız
nasıl düşünürdünüz? Niye tanrının yokluğunun Zülfikar’ına belirgin
bir art niyetle böyle saldırmaktayım? Asıl derdimiz varolmadığına tüm
kalbimizle inandığımız hakikat adına adaleti sağlamak mıdır? Tabiî ki
hayır! [Asıl derdimiz bu değilse, nedir?] Tabiî ki aidiyet Mösyö
Cormery, insan olmak, kabul görmek elbette! Cemaat, insanlarla
yaşamak, beğenilmek Cormery!? İyicil olanın kolaylığı ve bu yüzden
de tahakkümü efendim, iyicil olana hakikat payesi vermekteki
doğallık ve şehvet tabiî ki! Şimdi itiraf etmem gerek, siz bana o kadar
yakınsınız ki neredeyse hiç ara vermeden sizinle savaşıyorum. [2 208]
Güzel bir bahar günü ben de kendini hücreye kapatmış yazmaya
çalışan Cormery’ye benziyorum, daha doğrusu ben oyum. Çok daha
coşkulu ifade etmek isterdim. Ama bu kadar basit işte, Hayır ben o
değilim, Ama onu yazmasam öleceğim, Cormery gibi öleceğim,
kendimi kanıtlamasam utanacağım ve bütün bu gibi şeyler... Peki
şimdi anladınız mı niye yazdığımızı? Ben anlamadım ama belki siz
anlarsınız, siz çakalsınızdır.
Dünyanın Umudu
Bir sanatçı tabiî ki ama her şeyden önce hem kendi döneminde, hem
de tüm öteki dönemlerde yaşayan sonsuzu dile getirebilen ve
günbegün tarihte yer alan tüm bir insan. [28 28] İnsanlık değerlerini
niye yücelteceğini bilemeden de olsa yücelten, ölüm cezasına karşı
köşe yazısının gündelik polemik sığlığıyla yazabilmiş gazeteci, güzel
ruhlar cumhuriyeti başsavcısı, [25 81] her şey herkesin anladığı gibiymiş
gibi yapmanın, yani münafıklığın has örneği, hakikatin sevgilisi,
doğruyu kulağına en tatlı sevgi sözlerini fısıldayarak kandırıp kullanan
sonra da kenara fırlatıveren yarım felsefeci, arayıştan ziyade bulma
azminin, korkunç ve karanlık suların derininden ellerinde insanların
istedikleriyle yüzeye çıkmak üzre yılmayan arzu ve çalışmanın adamı.
Hep iyi ve güzel şeyleri vermeliydiniz, onların içini ferahlatmalıydınız.
Ondan sonra da insanlığın acılı yazgısını saygınlığıyla birleştirip
hepsine bir methiye düzmeliydiniz. Ilımlılık ya da insan-sınırlılık
teziniz de aynı yere varmaz mı zaten? Bulma arzunuz
baskılayamadığınız insanlığınızdan gelir. En vasat ‘kabul edilmek’
güdülerile kendi kendinizle bir oyuna girdiniz, belki bu noktada
özdeşleşmemiz tükendiği için saldırıyorum size? Bu benim için kişisel
bir mesele, kimse karışmasın, benle onun arasında. Ne bakıyorsunuz,
birden insan olduğumu itiraf etmiş mi oldum? İnkâr etmedim ki!
Beni, yığına ait olanla paylaştığı temel insanî aldanmalara yığına
yaranmak için inanmış gibi yapması, cemaatin görüşlerile çekingen
ilişkisi ve hâlâ hakikatperest geçinebilmesi bozuyor! ‘Şöyle olsaydı
daha iyi olurdu’ diye düşünülenler adına kendinizi içinde gereği kadar
da kargaşalık bulunan belirsiz bir hümanizmanın, dünyanın en kolay
yola devam metodu olan insanseverliğin, insancanlılığın, kaypak,
kararsız ve ahmak yığının ve kendini kandırışın kucağına
bırakıverdiğinizi mi düşünmek gerekir? [25 7] Artık bu karmaşada
86
kaybetmeniz mümkün değildi, nasılsa iyilerin yanında olmak kolaydır,
değil mi? Ah, evet dünyanın en kolay, en içaçıcı ve kabul görür
mesleği insanseverlikti ama öldü gitti işte insanlık. Fakat elbet siz
göründüğünüz gibi yalnız değildiniz, çalışma masalarının başındaki
kılı kırk yarar felsefeci gözlüklerinden yansıdığınız her seferinde
yığınların sinesinde sıcak bir karşılanma sizi bekliyordu. Hakikat
yalan, yalnızlığı göze almak yalan, zorlu sorgulamalar yalan... Sadece
en basit düşünsel konformizm, işte o kadar! Sonuçta adama Pamuk
Yastık verirler. En sempatik halinizle hatıra pullarına düşersiniz.
İnsana Niye Pamuk Yastık Verilir?
Bir kere politik sebepler vardır bunu kim inkâr eder, Cormery doğu
bloğunda büyük bir kitle tarafından takip ediliyordu, [34 1] hatta belki
gözünü Avrupa’ya dikmiş bütün kenar ülkelerden düşünce
dünyasındaki en yeni gelişmelerin bayraktarı gibi görülüyordu. Soldan
biri olarak sol düşünce yoğun saldırı altındayken Sovyetlere karşı
geliştirdiği eleştiri kimileri için onun Pamuk Yastık alması için yeter
sebepti. Ama adama sadece bundan vermezler Pamuk Yastık’ı.
Tarihsel ve biyografik betimlemeleri için olduğu kadar ulu insan
değerlerini savunurkenki göz alıcı hitabeti için verirler mesela. İnsan
hayatının dramasına nüfuz etmesini sağlayan derin ruhsal kavrayış ve
sanatsal yoğunluk için, ya da insan sorunları ve koşullarını hakikate
karşı korkusuz bir aşkla ve keskin ruhbilimsel anlayışla kapsamlı ve
sanatsal açıdan kayda değer biçimde sunduğu yazıları için verirler.
Keskin bir dürüstlükle insan vicdanının zamanımızdaki sorunlarını
aydınlattığı önemli yazınsal üretimi için, zamanımızın koşullarını
öngörülü bir yolda yansıtan şiirinin ilham ettiği ulûhiyet için, bir
hakikat arayışı ve özgürlük ruhu ile dolu, fikirler yönünden zengin
çalışması için, zamanımıza uzun erimli etkisi sebebiyle, sıra dışı lirik
ve dramatik yazısı sebebiyle, ülkeler ve sanatlarda uzağı gören,
özgürlüğün hizmetindeki yazınsal sanatı için, çiğ damlasını yakalayan
ve ayrıksı yoksulluğu içindeki kozmosu büyük sanatsal duyarlıkla
yansıtan ve insanlık değerlerini hayata aldanmasız bir bakış ile
yorumlayan, insanın kozmostaki ve günümüz toplumundaki
koşulunu aydınlatan şiirsel yazıları için, çağdaş kültürün insanî bir
kavranışı için, evrensel insan koşulunu canlandıran ateşli anlatı sanatı
için, Yunan geleneğinden mürekkep bir zemin önünde tensel güç ve
entelektüel açıkgörüşlülükle modern insanın özgürlük ve yaratıcılık
için savaşımını resmeden şiiri için bu ödülü muhakkak Cormery
alacaktı. Ödün vermez açıkgörüşlülükle insanın haşin çatışmaların
dünyasındaki durumunu açığa serdiği, realist anlatı sanatının vazıhlığı
ile mitin çeşitlilik ve evrenselliğini kullanarak günümüz dünyasındaki
insan koşulunu aydınlatan romanı için, tazelikle, duyarlık ve zengin
buluşçulukla donanmış şiiri ile insanın yılmaz ruhunun ve çok
yönlülüğünün imgesini sunduğu için, romanında şair ve ressamın
yaratıcılığını insanın koşulunun ve varoluşun dramasının tasvirinde
zamanın derinleştirilmiş bir farkındalığı ile birleştirdiği için,
dizginlenmiş bir şefkat ile insanın hassaslığının meydan okuyucu,
zengin ve yoğun bir vizyonunu oluşturan düzyazısı, insanın kötü
halinin endişe verici resmini şiirsel güçle sunuşu, bireyin kırılgan
deneyimini tarihin barbarca keyfiliğine karşı savunuşu, oyunları ve
romanlarında toplumun basmakalıplarını ve boyun eğdirici güçlerini
açığa seren ses ve karşı seslerin müzikal akışı, idealistik esinle ve
plastik netlikle anayurdundaki hayatı, insanın genel sorunlarıyla büyük
bir sempatiyle ilgilenerek aktaran yazısı için, ya da estetik karşılığını
sanatının klasisizminde bulan ahlakî düzen yolundaki süssüz arayışı
için verirler, değil mi ki o büyük saflık, yoğun konsantrasyon ve
rasyonelliğin stilistiydi! İnsana yastığı politik eylemi ahlakî ilkelere katı
bağlılıkla birleştirme arzusu için, tam bir ahlakî yansızlık çağrıştıran
felsefî saçmacılıktan ne karakteri ne de deneyimleri böylesi bir
tarafsızlıkla yetinmesine elvermediği için görüşlerini ahlakî
sorumluluk yönünde geliştirişi için, tarihselcilik ve şiddet yerine doğa
ve ılımlılık üzerinden Akdeniz hümanizmini savunuşu, ölüme karşı
yine de insan itibarını ve dayanma gücünü çıkardığı için verirler.
Eğer en zorlu sorgulamayı karşınıza alır görünürseniz, işte o zaman
çağınızın, ulusunuzun, ya da insanlık koşulunun dürüst ifşa edicisi
olarak, hakikatin tutuk müfettişi olarak Pamuk Yastık bile almak
87
durumunda kalırsınız. Bu kadar düşmelisiniz işte. Şöyle
yazmalılarmış: Marksist olmayan bir solcu olduğu, ahlakçı bir nihilist
olduğu, bir agnostik akılcı, realist bir şüpheci olduğu için, bulunmaz
bir müttefik, bir nevi dönme, içeriden bir ses olduğu için! Böylesi
adamı ağırlarlar zira kötücülün irdelemesini ancak bir ön-şartla
üstlenir: İnsanın vahim varoluşsal koşulunu kabullenir görünürken
esasında onun inkârına varacak olmak kararlılığı.
Evet, Pamuk Yastık Ödülü toplumda yerleşik ve egemen olan,
tiksindirici ve yumuşak olan, ortayolcu ve korkak olan her kurum
tarafından kabul edilmek demektir, dolayısıyla bu toplumsal bir kabul
görmedir. Nasıl Cormery? “Ün size vasat insanlar tarafından
verilmiştir ve siz onu vasat insanlarla ya da ciğeri beş para etmezlerle
paylaşırsınız.” [2 111] Yığınlar ya da akademiler... Yalan olanın
bekçiliğini üstlenmiş kraliyet kurumları tarafından kabul edilmek de
böyledir değil mi? Ün, kabul edilmek, bağra basılmaktır. Sayın
Cormery açıkça yanıtlamanızı istiyorum, 1957 yılı aralık ayında bir
gece gidip eski ve iğrenç dünyamızın saygın konukları karşısında
Pamuk Yastık’ı alırken gururlandınız mı? [Bunları konuşmuştuk
ama...] Gururlandınız mı diye sordum, evet ya da hayır!? [Evet, evet
gururlanmıştım, bağımsız akademiden bu ayrıcalığı alırken
minnettarlığım sonsuzdu. Ben de herkes gibi takdir edilmek
istiyordum. Sanatçı diğerlerinden ayrılamaz, yoldaşlarına adanmalı;
hiçbir şeyi küçük göremez, anlamalı onları.] Mösyö Cormery şu
sözler size mi ait: Sanatçı taraf tutacaksa bugün tarihi yapanlardan
değil ondan acı çekenlerden yana durmalı, yoksa yalnız ve sanatından
yoksun kalır. [Evet, ben söylemiştim] Kimlerin karşısında?
[Bağımsız... bağımsız akademinin...] Devam edin lütfen, aralık ayının
10’unda Stockholm’de başka neler söylemiştiniz? [...Görevi en fazla
sayıda insanı birleştirmek olduğuna göre, sanatçı yalan söylemeyecek
ve baskıya direnecektir. Yazmak bir adanmaktır, paylaştığımız sefalet
ve umuda adanmak... Çoğumuz, o umutsuzluk aşırılığına rağmen
onursuzluğa ve dönemin nihilizmine sığınmayı reddettik ve bir
meşruiyet arayışına bağlandık. Yüksek ahlakı savunabilir mi artık bir
yazar? Ben erdem öğretenlerden değilim...] Ve ödülü bütün insanlar
adına almıştınız! [Ama bakın, ben sanatım olmadan yaşayamam, yine
de onu her şeyin üstüne yerleştiremezdim, çünkü ona zaten
yoldaşlarımdan ayrılamayacağım için ihtiyaç duyuyordum.. Ve bu
sayede olduğum kişi olarak, onlarla aynı düzlemde yaşayabiliyordum.
Bu, sanatçıyı ayrı kalmamaya zorluyor, onu en mütevazı ve en
evrensel hakikate tabi kılıyor! Bu yüzden gerçek sanatçı hiçbir şeyi
küçük göremez...] Görebilir Cormery, her zamanki gibi yaşantınızı,
zayıflıklarınızı kural haline getirmeye çalışıyorsunuz. [Hayır, bu
meşruiyeti sanatçı yaşayan bir topluluktan alacaktır, kalplerini
kazandığında, bunun için o aynı anda hakikatin ve özgürlülüğün
hizmetkârı olmayı kabul etmelidir..] Yine utanmadan yazdığınız her
şeyle çelişiyorsunuz, sizi karnıyarık gibi katman katman açıp
görebilmekte olan konseyimize karşı biraz dürüst olabilirsiniz, biz
edebiyat akademisi değiliz Cormery! [Hayır şöyle söylemek istiyorum:
Görevi olası en büyük sayıda insanı birleştirmek olduğu için sanatı
yalanlarla uzlaşmamalıdır.] Ve kullukla! [Ve kulluk, evet, demek
istediğim: Bizim sanatımızın soyluluğu iki zor adanmadan kaynağını
alır: Kişinin bildiği hakkında yalan söylemeyi reddetmesi ve baskıya
karşı direniş.] İlginç, Jonas, sizin hayatınız bu ikisinin öyküsü olarak
yaşandı, ama sizin düşündüğünüz gibi değil. Sol kesim tarafından
yalnız bırakılışınız belki sizi öyle sarsmış ki daha eski zamanları
hatırlayamıyorsunuz, bütün hayatınızı tiranlığa karşı bir mücadele
olarak hatırlıyorsunuz, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilirken, bütün
emeliniz biraradalık, bütün çabanız diğerleri tarafından kabul
edilmekken bir de çevreniz tarafından terkedilmişken, Jonas, Pamuk
Yastık aldınız ve delirdiniz. Yaşlılık duygusallığı da sizi böyle
konuşturuyor. Belki haklısınız. Ciddi bir yalnız kalma ve başarısızlık
korkusu klostrofobiye eklenmişken meşruiyet diğerlerinden alınmaya
başlanmıştı. Nerede Yabani’nin kendini yargılatmayışı? Yıllar
boyunca herkesin ahlakına göre yaşamayı istediniz. Kendinizi herkes
gibi yaşamaya, herkese benzemeye zorladınız. Kendinizi ayrı düşmüş
hissettiğiniz zaman bile, bütünleşmek için öyle davranmak gerektiğini
söylediniz. Ama bütün bunların sonunda felaket geldi. Şimdi
kalıntılar arsında dolaşıyoruz, kuralsızız, tereddütler içindeyiz, yalnızız
ve bunu kabullenerek, tek oluşumuza ve kusurlarımıza boyun
88
eğeceğiz. [3 262] [Evet, bir dakika, hayır, inandığım, yaşadığım şeyi
bizzat ben eleştiriyorum. Aynı düşünceyi paylaşanlar hedef
olduklarını sanıyor ve bana çok güceniyorlar, ama hayır, ben
kendimle savaşıyorum, kendimi yok edeceğim ya da yeniden
doğacağım, hepsi bu. [3 263]]
Yaşamınızın sonuna geldiğinizde öleceğinizi hissetmiş gibi istemeden
kırdıklarınızla barışmak dileği miydi bu? Hatta çağın nihilizmine
koşuşturanları bile anlayıp affedecek kadar yüce gönüllüydünüz.
Endişelenecek bir şey yoktu, artık diğerleriyle öyle bir uzlaşmıştınız ki
esas kaldıraç noktasını olabilecek en büyük kalabalığa
yerleştirmiştiniz. Şöyle demek istiyordunuz: Hizmetlerine adandığı
sürece kişi illa ki bir insan topluluğu bulur onu haklı çıkartacak;
demagojinin demagojik temeli!? Ve özrünüz de hazır, kesin sonuçlar
ve yüksek ahlakî idealler! Evet, sanatçı buna adanmıştır, ideali
yılmadan kovalar, kovalamalıdır, varamayacaksa bile, ama kimse de
erdemin vaizi olamayacaktır, kabullendiğiniz harika çözüm de bu.
Cemiyet adamı olmak ile bulunamayacak ‘hakikat’i dillendirmek
istemek arasında kalanın çelişik hali idi anlatmak istediğiniz. İnsan
olarak kendini beğendirmek ve muteber kalmak durumundaki kişi
hakikatin bütün koşullardan bağımsız ve hatta gerekirse bunlara
karşıt tatsızlığından kaynaklanabilecek sorunlardan muzdarip olacaktı,
şövalye yine işbaşında! Ama sizin mücadeleniz iyicil olanın tarafını
tutmaktı, rüzgâr sizin yanınızdaydı bu durumda. Nehrin aktığı yöne
doğru sandalyesini yerleştirenlerden biri de siz değil miydiniz? Ödül
nedir? Cemiyettir, itibar, gurur, ego, kabul, yığın ve vasattır. Her şeye
karşın insanlığın karmaşık değerler ve değerlendirmeler, ilkeler ve
pazarlıklar, kaleydoskopik izlenimler yurdunda yer bulmaktır. Hiçbir
hakikî değerden söz edemeyen insanlığa nasıl değer atfettiniz? Gücü
olanın ve sesi çıkanın hakikati yazdığı, gerçeğin sürekli değiştiği halde
muteber olduğu, hep bir pazarlık ve aradalığın hüküm sürdüğü
insanlık âleminin yoluna devam edişine ancak düşünseller gerçekten
bulunsalar layık olacakları bir anlam yükleyişiniz, ahlaklı kimselerin
ilkel savaş ahlakları, tüccar, papaz ya da çiftçi, savaşçı ya da avcı
kavimlerin değerlerine göre oluşmuş mevcut değerlerin ordan oraya
savrula savrula yer değiştirmelerine rağmen değerin anlamını
tanıyışınız... İşte bunlardan dolayı sanık sandalyesine oturttuk sizi.
İnsanlıkla ilgili son tahlilde hiç bir sorun yok. Yine de insanlık
ailesinin sözde-saygıdeğerliğini yıkıp yerle bir etmeliyiz, bu yalana
saldırmaktan kendimizi alamayız. İşte Bay Jonas da kendini bir şey
sandığı ama bütün kurgularının kendi kendilerini eriten bir aradalıklar
çamuru olduğunu görmeyi reddettiği için hem sempatiyle
gülümsediğimiz hem tiksindiğimiz insan hayvanının temsilcisidir. Her
şeyden önce çoktan bulmuşsanız, bulmanız gerekeni bir an bile
kaybetmemişseniz, cemaatle birlikte düşünmeyi sağlayan şu ilkel
özelliği korumuşsanız, insanların hoşuna gidecek bir tek umut ışığını
taşımayı becermişseniz, en sonunda o ışığı narteksin kovuğundan
çıkarıp ateşi tutuşturuveriyorsanız, bu zorlu konuşmanın ardından kol
kola girip meyhaneye gideceksek ve yani söylediklerimiz bütün
çetinliğine rağmen hayatın akışını ilgilendirmemeyi başaracaksa,
incelikli bir mizah duygusuna sahip kişiyseniz, en acılı sözleriniz
toplumda, yakın çevrenizde, dostluklarınızda konumunuzu
sarsmayacak bir şaka gibiyse, sıcak bir korku ve yumuşak bir
noksanlık öteden beri doğruları bütünüyle söylemenize engel
olmuşsa, o zaman evet, o zaman dürüstlüğü bir kenara bırakıyorum,
yastığımı sırtıma yerleştiriyorum.
Patrice Cormery Maciavelli
89
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
Cormery, Patrice; Kuruntular; çev: Patriskormeriyi
Benöldürdüm, Amapatriskormerilerölmez, 2003
Cormery, Patrice; Zaaflarım 1; çev: Partice Cormery Ölmeli,
Veölecek, 2003
Cormery, Patrice; Zaaflarım 2; çev: Partice Cormery Ölmeli,
Öldükizaten, 2003
Merso, Patrice; Yazılmamış Şiirler Antolojisi; çev: Nasıl
Öldü, Canlı Yayınları, 1997
Merso, Diego; Yitik Değerler İçin Özlü Sözler ve Aile
İçinde Küçük Bir Kavga; çev: Ben Öldürdüm, Ölü Yayınları,
1997
Merso, Jean; Sevdiğim Kahır Şarkıları; çev: Canımı
Sıkmayın, Akşam Akşam Yayınları, 1999
Mörso, Sisife; Yabani; çev: Hepiniz Evinize Gidin, Ulan Artık
Yayınları, 1960
Mörso, Sisife; Hayata Sarılmak; çev: Zaten Durumumuz İyi,
Değil Yayınları, 1998
Rieux, Sisife; Aile Faciası; çev: Dünyadaki Demek, İstiyorum
Kitabevi, 1960
Rieux, Diego; Aile İçinde Küçük Bir Kavga; çev: Bidepatris
Kormeri, Çıktı Yayınevi, 1966
Merso, Jean; Evrenle Çekişme; çev: Patris Kormeri, Ölmeli
Okadar, 1993
Rieux, Diego; Ölümle Flört; çev: Bizesoran Yokmu, Canlı
Yayınları, 2003
Rambert, Jean; Neşeli Günler; çev: Sizgidin Diyorum,
Bendegeleceğim, 1971
Kalyalev, Jean; Kibar Terörist; çev: Bizhep Beraberiz,
Ayrılamayız Yayınları, 2003
D’arrast, Patrice; Ahlaklı Asi; çev: Bizayrılacağız
Sizdenkurtulacağız, Biz Yayınları, 1985
Cormery, Jean; Aymaz; çev: Sizbizi Bırakıpnereye, Gitmek
Yayınları, 2002
Cormery, Patrice; Zamanımızın Bir Kahramanı; çev:
Birkısmımız Kalalım, Gerisi Fazla Kitabevi, 1961
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
Cormery, Jean; Gözlerim Semalarda; çev: Hepimiz Kalalım,
Şamataoluyor Yayınları, 2002
Cormery, Henri; Dönülmez Akşam; çev: Bütün Kormeriler,
Birleşsin Yayınları, 1999
Rieux, Diego; Kanlı Umut; ‘Yemezler, 24 Ağustos 1944’ içinde;
http://kormeriler.güzelakdeniz.net, 2006
Rieux, Diego; Hakikatin Gecesi; ‘Yemezler, 25 Ağustos 1944’
içinde; http://kormerilerbütündür.ayrılamaz.net, 2006
Cormery, Patrice; Sıcak Sine; (Patris Kormeri’nin Pamuk
Yastık kürsüsündeki konuşması, Aralık 10, 1957; Cotton Pillow
Lectures, Literature 1901-1967, Editör: Benbenim Sensensin,
Wearedifferent Publishing Company, Amsterdam, 1969),
http://cottonpillow.org/literature/laureates/1957/cormeryspeech-e.html, 2006
Rambert, Diego; Yağlı İlmek; Rambert, Cormery içinde; çev:
Benimbaşka Derdim, Var Yayıncılık, 1986
Carter, J.b.; Yabani’nin Kısırlaştırılması; çev: Benden
Bukadar, Eyvallah Yayınevi, 1965
Carter, Jeanson, Cormery; Kafamın İçinde Var 23 Kişi
Karıyştırıp Duruyollar; çev: Çok Sıkıldım, Ölesiye Yayınları
Buyazıyı, Yazarken; Bende 29 Kişi Var, Hep Biribirinlen
Hınç İlişkisi; çev: Bahara Karışmak; Jean Baptist Carter’la
Söyleşiler; çev: İstiyorum Ayrıca, Aşıkgibiyim Yayınları, 1983
Sıkıldım, Çok; 23 x 23 Kere Çelişki Bilhassa Tutarsızlık;
(Presentation Speech by Permanent Secretary of the Cotton
Pillow Academy), From Cotton Pillow Lectures, Literature 19011967, Editor: Deniz Görmek, Desire Publishing Company,
Amsterdam, 1969,
http://cottonpillow.org/literature/1957/press.html, 2006
Sıkıcı, Dabiryazıoldu; Cormery; çev: Ciddiye Almak,
Yasaklansın Yayıncılık, 1984
Ama, Bitti; Olmayanları Olduran Yüz Büyük İnsan; çev:
Olan oldu, Üzülme Yayınevi, 1965
Bitmedi, Olmadı; Olur Gibi Olduklarım, Olur Gibi
Olanlar, Olursular;
90
31
32
33
34
35
36
37
38
39
40
41
42
43
44
45
46
47
48
Bitti Bitti, 1964
Ama, Benim; Kendime Eziyetimin Büyük Anıtı;
Mükemmeliyetçi Olmamak, 1974
Halim, Kalmadı Artık; Kendine Eziyetinin Yalan Anıtı;
Ruhiçin & Faydalı, 1966
Patrice, Cormery; Allahınız Var mı Lan; çev: Şimdi
Yastıklar, Avludabirçay, 1970
Ve, Ben; Gülün Diye Yazmıyorum; Derinbirnefes
Veferahlık, 1985
İki, Zırtapoz, ed. and trans.; Ama Arkadaşlar İyidir;
Vesabahlarakadar Yeniyazılar, 1984
Buakşam, Ringin; Yedi Cenahı ve Mini Zaviyeleriyle
Bastırrıbasyon; Baharda Fıttırıyoruz Yayınları, İstanbul 1989
Tozunu, Attırarak L.; ‘Eziyet’ maddesi; Lüzumsuz İşler
Ansiklopedisi, 2001
Giriştik, Birbirimize R.; ‘Eziyetin Tarihi’ maddesi;
Hakkaten Lüzumsuz İşler Ansiklopedisi, 2001
İşolsun, Diye; Kahır Sözlüğü; Pes Ediyorum Yayınları, 1997
Tatlı, Tatlı; ‘Applied torment’ maddesi; Hakkaten
Lüzumsuz İşler Ansiklopedisi, Genişletilmiş Yayım, 2001
www.nizkor.org/features/fallacies, 2006
www.fallacyfiles.org, 2006
www.logicalfallacies.info, 2006
Rambert, Diego; Neither Remorse nor Pride, Torment, 1946
içinde
www.cottonpillow.org, 2006
Birdeniz, Kenarında; ‘History of Torment’, maddesinde:
‘Period of Defeat’; Lüzumlu Yahut Lüzumsuz Yaptık İşte
Ansiklopedisi, 2001
Yayılmak; Patris Galip, Ben Kaçıyorum,
http://etext.library.adelaide.edu.au/mirror/classics.mit.edu/ya
yılmak/patrisgalip.pl.txt, 2006
Sonsöz; Bu Yazıyla Vakit Harcamayın; çev: Akıllı Olun;
Şato, İstanbul, bahar 2003
91
banu güven ben aşık oldum
evet duydun beni banu hiç olmayacak bir daha sanmıştın değil mi
orda nasıl da rakipsiz ve rahat ama nerdeydin ben seni bekledim bir
türlü gelmedin hep seni mi bekleyecektim geldi işte ya da ben ona
gittim orda bir yerde o duruyormuş her zaman oradaymış sadece
onun açılmasına olabilen en edilgin kılığımda yardımcı olup onun
hakikatini ele geçirmem gerekiyormuş bu hakikati ele geçirinceyse
onun hakikatinin başka bir yerde yattığını anlayacaktım mesele
karmaşıktı. bir kıpı içinde ne çok ayırdedilecek katman vardı evet işte
bir ruh canı yanaraktan ve burnu sürtülerekten inim inim inlediği
yeterli bir sürenin ardından çile hücresinin kapısında beliriyor böylece
insan böylece bir ruh inceliyormuş banu sense tuzu kuru değil miydin
o yüzden sana hiç aşık olmadım ya hem bu bir duygudaşlıkla da
ilgilidir işte bak birden benim nasıl aklım başıma geldi ama sanma ki
aklım başımdan bir ara gitmişti zira ben hemen de unuttum banu..
evet sen nasıl da gözlerin dolu dolu bakıyorsun ağlamakla ağlamamak
arasında önündeki kağıtları iş olsun diye tutaraktan ama artık bir aptal
aşık gibi kanmıyorum sana belki de yaşlanınca iyicene gözlerin
bozuldu ve o yüzden önünden durmadan geçen ilahi bildirileri
okumaya çalışırken sulanıyorlar ey aydınlıklar prensesi karanlıkta akan
berrak bir suyun hermetik prensesi oysa o orda durmuş sabahtan
başladığı bir gösteriyi sergiliyordu akşama ve geceye ve sonrasına
kadar gözleri birden görünmediği yerden görünmeye geçiyordu
parlıyordu birden içinde bir yerde ışık haznesi vardı teori uyarınca
ordan çıkan ışınlarla benim gözümden çıkan ışınların kesiştiği anda
görme oluşuyordu böylece benim zihnimin dışında bu varlığın
bulunduğu da sağlama alınmış olmuyor muydu gözleri parladıktan
sonra kafasını tekrar havaya doğru kaldırıyordu ve gülüyordu. özenle
yaşanmış bir gülümsemeydi bu dudaklarının kenarı kıvrılana kadar
bana ağır gelen zira ben ağır ağır sanki izliyordum her anını devam
ediyordu ve en sonunda o dünyanın en güzel asla inanamazdım
bunların o diş etleri görünüyordu ve onlar nasıl güzel görünüyorlardı
bu nasıl olabilirdi bu bir insan değil miydi kim inanırdı buna ona
insan deseydim ben bir meleğe aşık oldum. ama eskiyip durmuş bir
melek nasıl olabilirdi hep pırıl pırıl ışıması gerekiyordu durduğu uzak
mekansızlığında böylece gelmiştik yine felsefenin özlü sorunlarından
birine daha dayanmıştık o hem vardı hem ama varoluyordu bu
çelişkiyi nasıl uzlaştıracaktım bu çelişkiyi uzlaştırmak için ipucu olarak
seni mi kullanmalıydım ama ben bu anıtsal çabaya girişebilecek
miydim kendimde bu gücü bulabilecek miydim yoksa içimde bütün
kötücül cürüm işleme duyguları yine dalga dalga kabarıyor muydu
içimde yükselen bu hıyanetin tohumlarını evimdeki mantarlardan mı
o sırada küfleniyorduk ya hani işte içime işlemiş beni ayakta tutan
taşıyıcımı için için yiyen mantarlar bende bir de emanet mi
bırakmışlardı bu kötücüllük ağrıyan bir ruh ruhum çok ağrıyordu.
herşey şöyle oldu ben senin yokluğunda seyahatlere çıktım. ardarda
bıçak derbeleriyle o günahsızların mutluluklarına kastettim sanki
çünkü çok ağrıyordu dayanamıyordum ruhumu ellerimin arasına
aldım sıktım sıktım ağrıyordu gözlerim kararıyordu hadiseler yakındı
bunu çağırıyordum biliyordum kan ve bağırsak akacaktı yine ama ben
asıl onların mutluluğunu sağlama aldığım bir vahiy aldığım artık
peygamber olduğum çekilen çileler ve inziva sonucunda olgunlaşıp
bir mertebeye geldiğim için dokunduğumu günahsız mutluluğuna geri
iade edeceğim için bunun sakıncası olmayacaktı onlara indirdim
ardarda bıçak darbelerimi vurdum onlara sonra da unuttum. unuttum
işte o asla zihnimden çıkmayacak şekilde bastırarak hafızama
kaydettiğimi sandığım meleği ki o benim hep zihnimdeydi diye sanki
o doğuştan oradaydı ve bir sokratik ebelik anında işte hatırlamıştım
bir daha unutmamak için de saatlerce onu seyretmiştim ama nafile
birden onu unuttuğumu farkettim tabi bu işleri sen iyi bilirsin banu
insan bir o yana bir bu yana zikzaklar çizerekten alanın dışına
savruluverir bu aslında uzun sürer.. ama işte kısa sürdü.. vicdanımı
kirlettiğim kanla böylece temizledim. misler gibi kokuyorum şimdi...
bir gün kırıp döktüğüm herşeyi temizleyebilecek miyim? banu?
Patrice Cormery İpononi
92
KYNIK (istendiği gibi çoğaltılır)
[email protected]
93

Benzer belgeler

Agatha Christie _ İskemlede Beş Ceset

Agatha Christie _ İskemlede Beş Ceset birey olarak çıkacaktık. Bunu yapmalıydık, hayatımızın tek anlamı bu olabilirdi. Tanrının kayrası bize ulaşırsa da ancak bizim kendimizi onun karşısına birey olarak toplayıp çıkarmamızla, gerçek

Detaylı