BOSPHORUS CHRONICLE
Transkript
BOSPHORUS CHRONICLE
bo s p h o ru s ch r o n i c le The quarterly Robert College Newspaper A supplement of the Bosphorus Chronicle June 2013 issue. / Bosphorus Chronicle’ın Haziran 2013 ekidir. Martı Üflüyorum, üflüyorum Çıkmıyor baloncuklar. Dur dur-amadım Zaman-ı! Setenay Gel Yayın Adı Bosphorus Chronicle’ın Martı Eki İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu Özel Amerikan Robert Lisesi Güler Kamer - T.C. Sorumlu Öğretmen Özgül Akgül Editör Z. Elçin Metin Tasarım ve Sayfa Düzeni Z. Elçin Metin Yazarlar Ecegül Bayram Z. Elçin Metin Şerna Viyan Petekkaya Tülay Çalışkan Deniz Şahintürk Rojin İdil Erdoğdu Pınarnaz Eren Çağla Ceren Türkoğlu Ecenur Etiler Oğuz Yıldız Emre Manavoğlu Kapak Fotoğrafı Mert Dilek Yönetim Yeri Özel Amerikan Robert Lisesi Kuruçeşme Caddesi No:87 Arnavutköy/İSTANBUL Tel: (0212) 359 22 22 Yayının Türü Yerel, Süreli Yayının Dili Türkçe Ofset Hazırlık ve Basım Yeri Birmat Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti. 100. Yıl Mah. Matbaacılar Sitesi 1. Cad. No:131 Bağcılar/İSTANBUL Tel: (0212) 629 05 59-60 Basım Yılı Haziran 2013 ler eki nd İçi 1 ci i 2 k re E kin m 3 e E di, Alp T ilek m 7 i z Ş D ak i, Yağı Mert kar 11 m l ün O n, ler rda n Düş l kadı u E. H Dilek i 13 a l l te lins r rt Yo nti Me Güne lu 14 e , P ldir ük Ka k e , . z a en 15 oğ m M Gü Büy lerk oyun Lara Türk kin 17 k Ne e S e n T re k uk, ğa B 18 cul , Ç. Ce ız Alp intür Do l o Y n ğ 8 h e a 5 9 a r 4 92 -243, Y eniz Ş naz E aya 1 0 7 r 2 299 it, D ına tekk k Kes arı, P an Pe intür n 21 3 ah iy re aşl ış Y rna V eniz Ş rnaz E bol 2 5 y a Ar a, Şe rı, D Pına n Eli ya 2 d a , 8 nın Yolcul ğmur lpere tekka u 2 r a d a A e 9 K . n P Erdoğ en 2 1 ne Gece mla Y a y An i r 3 V E il Da Bir rna jin İd arnaz ışkan 33 e Ş O, ir, Ro ç, Pın y Çal ıran 35 a k la a D Gülün ar, Tü oprak türk 35 r a l l ız hin en uh in T Yıld n R li, Sel niz Şa ilekl k 36 a s e D 7 e şi re Flo lık Ye iiri, D eniz a Beb an 3 8 d n D k Ş 3 a ş E a Kar ün İlk , Alar oşluk, y Çalı Gel 39 n ı l y n a B a ül ın Gü üşün ena 0 Kan D le, T ... Set ünayd ök 4 u K k i 41 G iş ğit da Öz kuş 42 i Fild Y E Yo Y. et, Agop, anur ekin 43 n n T e Bay a, Fatm z Alp Edis 44 eC v r rç çin en ife ağı r Pa en, Y re, La üşra Y u 44 Luc i , B r d 5 lg le la n Edi u Göz “...”, B Erdoğ nel 4 6 işte san n m İ l ç İ , i B e G İd , Sıla m 4 eler sın n i a j ra 47 Far o ar Olm r, R lı Bah ül Bay başı 49 h a l a t l sko Sak , Eceg n Gö rsin Sab a 51 Ma k u Ş ma mutc egül E oğlu 53 t a U ş Ah K ne akal, m, Ay n Türk afer 55 S plu ere Z biri r i B ı To Ç. C Feyme Yokuş ğ ı l . a , ğlu nur arı Or t unl atma Sicimo y O ,F n vsim harım atuha e M Ba t, B im Mar Ben Editörden Baharımızı geride bırakırken renkli zamanların hüznünü duyuyoruz. Kiraz çiçeklerini, serin ve sakin yağmurları, uyanışımızı özleyeceğiz; elbette içimiz buruk... Martı ise gülümsüyor; bu bahar biriktirdiklerimizi, hislerimizi, söyleyemediklerimizi, nefesimizin yetmediklerini, hayallerimizi paylaşmaktan mutlu. Her geçen gün daha da yoğunlaştığı için minnettar. Bu gelişmeyi yakından izleyen bizler de minnettarız. Edebiyat tutkumuzu paylaştıkça birlikte kalacağız. Bahara veda ederken yaz için umutlar büyütüyoruz. Bir yaza daha, yeni duygular kazanmak, içimizdekileri sözcüklere yansıtmak beklentisiyle adım atıyor, yeniden buluşmak üzere ayrılıyoruz. Umarım, nefis birer çileğe dönüşür hayatlarımız, tıpkı hayallerimizdeki gibi... En azından edebiyatın her an yanımızda olduğunu biliyoruz. Elçin Şiir Yarışması Birincisi “Ne Güzeldir Yollarda Olmak Şimdi”* Emre Ekici Arabanın rengini kestirmek ayıp ama koyu, kirli ve donmuş soluk çamurlu, ve kamyonların yaptığını unutamayan gri asfaltın sönmüş tekerlerle tartışması bana gülümsetici bir trajediyi anlatan bir tını. Camı bulanık loş lambamız sarı yanmakta belki bıyıklarımızdan gülümsememiz gözükmüyor ve savruk sakallarımız örgü kazaklarımızın altında bordo ve boz kurt değiliz sürüye bağlı ama iki tarafımız kır’a âşık sessiz bir ebediyetteyiz. Saçlar yağlı ve tozlu, ve rahat o kokuyu istiyoruz, ve kadife koltukların dik rahatsızlığı, yolun karanlığı, kırmızı şarabın keçi peyniriyle reaksiyonu, dilde bıraktığı kekremsilik. ve o ağızdan gece vakti iki ses, uzunlar: Edebiyat *Yeni Türkü’nün “Mamak Türküsü”den bir dize. 1 Şiir Yarışması İkincisi Büyük Kantin Düşleri Yağız Alp Tekin Heyecan verici küçük kız Elbet böyle başlatmazdım şiirimi Kırmızı montun olurdu başında Siyah gözlerin, kabarık saçların. Aramıza sokulan üç metre olurdu Bir kelime dahi edilmese de yeterliydi: Kuru kalmış dillerimizin sessizliği, gözlerin şöleni. Yine de çok şey paylaştık, Sonsuz sessizlik mesela, Hiç birbirine değmeyen dudaklar Güneşi birlikte doğurmamak Hiçler, amalar, hayırlar. Derken kalktım esen fırtınaya karşı Yersizce silgi isteyecektim yalnızca Bir şölen daha koptu üç metrede Her şeye kadir, kötülüklerin kaynağı Elma yuvarlandı yerde İki-üç derken şimşek çaktı, Karanlıklar aydınlandı Detaylar eskiyi aramaya koyuldu. Koşarlarken çıplakçasına çevrede, Ayıp kalmadı, çoluk çocuk uzaklaştı gitti. Silgi düştü Birkaç sekti Sonra durdu. 2 Şiir Yarışması Üçüncüsü tel kadın Mert Dilek olduğunda küçüktü hemen hemen yaşında işte o zaman izledi annem birkaç yılda bir anlatır bunu bana ibretlik olsun diye sadece bir anlığına pencereler açılır hava aniden içeri girer dolsun diye içerisi ama sonra yine aynı sessizlik annem anlatır bunları bunları annem anlatır tüm şehri ören çelik kablolar gibi örer bunları biz de onlara oturup dinleriz olduğunda yaşındaydı işte o zaman havuzun çekti izledi durgunluğun içinden onun nasıl azaplara sürüklendiğinin söylentileri geldi gelirdi annem çelik tellerini daha da inceltir bir yerlerden geçirtir bir şekilde taşıdığı seslerin kanatları daha hızlı çarpar kırmızı teller mavi teller gece mavisi teller evin içinde parmak uçlarında yürümemiz gerektiğini bildiğimiz gecelerin mavisi teller olduğunda yaşındaydı işte o zaman vakti akışını izledi o tellerden yaptığı pençeleri var havuzun 3 çekti annemin bizi ayık diri tutan biz de tutunuruz onlara dinlemek için ibretlik olsun diye elektrik geri çarpar bize dinledikçe canımız acır ama severiz işte olduğunda yaşındaydı işte o zaman vakti havuzun çekti akışını izledi annem tel kadın ördüğü telleri daha da inceltti kesik kesik cümleleri sıklaştıkça ördüğü tellerin tel örgülerin rengi karardı efsanelerden yapılma bir sicim o annem sessizlikten yapılma bir gökyüzünün üzerine asılı ama bu gece işte bu gece kırar o kınnabı olduğunda on altı yaşındaydı işte o zaman bir akşam vakti annesinin yüzdüğü havuzun tıpasını çekti kadının deliklerden akışını gidişini izledi küçük kız havuzu bir çırpıda boşalttı ve annesi son anda kurtulmak için kadın son anda yüzgeçler solungaçlar çıkardı ketum minyon bedeninden keşke yapmasaydı der hep annem keşke yapmasaydı çünkü sonra yitmesi daha zor oldu takıldı kız itti onu kadın gitti kız geldi işte ben o kadının geçmişini sadece akislerinin yarattığı şekillerden 4 biliyorum tellerin çizdiği o şekillerden biliyorum uzakta bir yerde telgraf memurunun çıkardığı sesler onu uzaklaştırırken benden teller kalınlaşırken annem susarken o hâlâ konuşuyor solungaçlarından sesler çıkarıyor o hâlâ parçalanmış delik deşik edilmiş sevgisini tüm şehri ören çelik kablolar kırmızı teller mavi teller üzerinden yayarken civara o şehrin bu şehrin surlarına hayat pompalarken acısının dalgalarınıysa utana sakına gönderirken bana bekleyen kulaklara yer altındaki bakır tünellerden dinletirken elemini o kadın hâlâ konuşuyor annem susarken o hâlâ konuşuyor tellerin öte yanından annemin sesi incecik ve deliklerle boşluklarla dolu geliyor aman dikkat diyor aman erken yatın bu gece ışığını açık kalmayacağım akşam erken çalışacağım unutmayın sizi çok . Çünkü onun sesi en çok sessizliğinde gür çıkıyor. 5 Mert Dilek Öykü Yarışması Birincisi Doğa Beklerken Hava sakin ve pusluydu. Onu korkutan yağmur dolu sinirli bulutları göremiyordu; o sisten perdenin ardında kendisine pusu kurulduğunu bir sızı gibi hissediyordu. Güneş parıldamıyor, ay henüz yakamozlarını salıvermemiş gecenin karanlığına, teslim olmuş denize. Hava insanı dehşetle çıldırtacak kadar sıcak değildi, rüzgâr da soba dumanıyla dansa tutuştuğu zamanki gibi hırçın esmiyordu. Ağaçlar ne ahenkle dans ediyor ne de henüz tomurcuklanmış dallarının ağırlığında belleri bükülüyordu. Doğa, bekliyordu. Pelinsu E. Hünkar gibi çağlarım. Bir kez kahkaha atsan, gülsen, tebessüm etsen hiç olmazsa, kurtuluşum olur benim, benliğimin pisliğini kendi gözyaşımla, kanımla, tenimle yıkarım. Bir insan var. Dışarıda duruyor, bu sis perdesinin ardında. Tanımıyorum... Kimse tanımaz. Geniş yağlı bir sırtı, kilolu bedeninin kadınsı hatları, uzun saçlarında dişiliğinin değil üşengeçliğinin dokunuşları var. Elleri nasırlı değil fakat ne narin ne de öpülesi, dişlerinde eksik yok, yalnız öğle yemeğinde ne yediği bir reçeteden okunurmuş gibi anlaşılıyor. Yüzündeki gülümseme gonca dudakları arasında cilveyle yerini almasına karşın gırtlağında görünür görünmez bir âdemelması saklanıyor. Ne düşünüyorsun öyle derin? Anlamlı gözlerin iki kelimeyi bir araya getirip anlatamadıktan sonra, ne anlamı var öyle uzaklara gitmenin? Sus pus olmuş gözlerindeki boşluğu duyuyorum ben yalnız. Anlamın içine saklanmış nahoş bir boşluk, karadelik gibi içine çekiyor var olan romantik mânâları. Sırtı dönüktü bana, yalnız çamurlu yağmurla yıkanmış, pisliğe bulanmış cama yansıyan silüeti vardı. Bir cesedin ölüm pozisyonunu betimleyen tebeşir bir sınır gibi… Gözleri iki cam bilye gibi parıldıyor, pencerenin pisliğini temizliyor, ıslaklığındaki anlamın keskinliği sağanak bir yağmur gibi pürüzsüz tenini dövüyordu. Bir kez oraya değil bana baksan, inan bana, daha kirli değilim. Gözlerin onu yıkadığı kadar beni yıkasa bir duru ırmak Bir insan var, güneş onu yakmaz yağmur onu ıslatmaz, ancak kar bir bebeğin üstünü örtermiş gibi şefkâtle sarabilir onu. O olsa da dünya döner, olmasa da; o uyusa da güneş açar, o güneşin kendisi olsa da. O, bir şeytan gibi günah doğursa da; iyilik var olur, bahçesi cennet olsa da. Hiçbir kilidi açmayan bir anahtar, bir ölünün damarında kurumuş kan, uzun bir cümlenin unutulmuş öznesi... Hayaletine işlemiş bir Oblomovluk ki, Oblomov bile olamıyor bu mahzun hikâyede nefsine işlemiş buğulu silikliğinden; Oblomovken 7 bile kendisi ertesi gününün bugününden farksız olması için dua eden bir Oblomovkalıdan farkı kalmıyor. Bir insan var, akşam gurubunda gölgesi takip etmez zayıf adımlarını ve üzerinde hep bir yağmur bulutu dolaşsa da hiç ıslanmaz göğsü tıksıran nefesinde. Dışarıda duruyor, tanımıyorum. Kimse tanımaz. Nadasa bırakılmış bir tarlada dimdik duran bir korkuluk, zifiri karanlıkta vals yapan iki küçük karınca, kalabalığın gürültüsünde söylenmiş türkü, bir bulut gökkuşağının ardında, akan bir ırmak denizin ortasında… Varlığı belli değil sonsuza giden kaybolmuşluğunda, koca bir hiçlik kâinat dolusu bir var oluşta. Tanımıyorum, kimse tanımaz; böyle bir yolcuya kimse gittiği yeri soramaz. Ben bir âdemoğlu, dön bana sevgilim tut ellerimi. Susadım aydınlığa. Açım, açım işte ey ruhum sözüm sana. Çölde bir buz yanığıyım bir seferînin çıplak topuklarında, dua edere daha az benziyor ellerim henüz budanmış dalları göğe uzanan bir ağaçtan. Ellerimi ne zaman açsam iki yana, ya da birleştirsem koynumda, öyle sıcak öyle suskun af dilesem, bileklerim tutunuyor birbirine, dua ederken ben teslim oluyorum kaderimin iplerine. Bir Filistin askısına asıyor ki beni hayallerim… 8 İşkence… Ve kan gövdeyi götürmekte… Ben itiraf ediyorum sevgilim, dayanamaz bu bedenim daha fazla kirletilmeye. Beni çiğneyen ayaklara dargın, beni örtmeyen yeşile küskünüm. İlla ölü mü olmak gerekiyor, güller yetiştirmek için kollarıma, ayaklarıma, soluk akciğerlerime kök salmış? Hayal kurmak, hasta etmiyor değil mi? Sırtın bana dönük ve gözlerin kor bir ateş gibi eritiyor camı. Islak sandığım gözlerinde şimdi bir ateşin buğulu sıcaklığı. Bana dönsen, bana baksan bir kez, inan bana daha kirli değilim. Görmeye alışmış gözler, karanlığa düştüklerinde açık mı yoksa kapalı mı olduklarını anlamazlar, bir bakmışsın, yaz güneşinde bile sarhoş bir âmâsın. Ben bu cahilliğe düştüğümde, kamburum bile çıkmamışken henüz, diri bir delikanlıydım sevgilim. Islığım kuruturken dilimi, tabiatım buzdan bir şato örmüş, hapsolmuş ruhum aldanıp da üşengeçliğin büyülü gerçekliğine. Şimdi gözlerindeki kor eritmezse duvarlarımı alev alev uykular biriktireceğim onun soğukluğunda. Sesim ulaşsa sana, bir tınısı belki kulaklarında yankılansa, kıyamazsın biliyorum; dönersin bana. Tenim dokunsa sana, korkarım, ya durursa kanım damarlarımda? Bir tek senin ateşin söndürür benim kar beyazı kıvıl- cımlarımı, bir kez dokunsan bana kurtuluşum olur, ağlarım bir sevda uzunluğunda... nadığı bir saklambaçtır; şimdi sayma sırası onda. Hayır, acımıyorum ona, koruyorum ve hem bana hem ona fazla bu dünya. Veda ettiği anda, güleceğim ve öyle bir kahkaha atacağım ki, temizlenecek tüm bu kir, bu pas, neşemin soluğunda. Siyahı alacağım, işte tam o sırada, gökyüzü, renk cümbüşünde yeniden doğacak. Üstünü ağların, tozun, böcek ölülerinin kapladığı bu tabloyu kanımla, terimle, gözyaşımla yıkayacağım. O yok olsa, ben dipdiri yeniden var olacağım. Bir insan, çekmecesindeki katran siyahı kâğıtlarından birini aldı. Kara dolma kalemini alıp kapağını itinayla açtı, derin bir nefes alıp iri vücudunda nokta kadar kalmış burun deliklerinden, hohladı. Oysa içindeki, akşam ayazında kalmış kuru hava, mürekkebi coşturmadı, aksine suskunluklar birikti kalemin sivri ucunda. Bir insan, kara bir kâğıda kara kalemin kara harfleriyle şunları yazdı: Hava bulanıktı, henüz hüznünü akıtmaya başlamamış, pembe kar bulutlarının ardında güneş tüm mutluluğuyla sırıtmaktaydı. Yağmurun hüznünün bütünlüğünü başak sarısı güneş bozuyor, güneşin heyecanlı hüzmelerini gri bulutların görünmez şövalyeleri engelliyordu. Ağaçların dallarında açmaya hazırlanan çiçekler, müjdeciler sessiz bir gürültüyle patlamak için üstündeki beyaz çarşaf henüz kalkmış olan topraktan gelecek tek bir emri bekliyorlardı. Lalenin zikzaklarla dolu kırmızı yapraklarını engin dağların huzuruna eriştirebilmesi için, inlerine mahpus edilmiş boz ayıların artık uyanabilmesi için, mor salkımların arılara ziyafet sunabilmesi ve tabiatın insanlığı kendine bir kez daha hayran kılması için, doğa bekliyordu. Göçmen kuşlar nereye gideceğini bilemez. Deniz hırpalamalı mı yine kumsalı, yoksa durulmalı mı? Altın kafesin içinde bülbül şakımalı mı, beklemeli mi biraz daha ki sesi gitmesin boşuna; eğer daha gelmediyse kırlangıçlar yuvalarına neye yarar en güzel şarkıları söylemek? Ya ateş böcekleri ne yapsın, biraz daha kırıntı dilenmeli mi karıncadan yoksa tam da sırası mı çalıp da söylemenin? Bir adam, yaşayan ama ölü bir adam belki de terk edip gitme tez canlılığını göstermeli mi, bir ölü canı çekince mezar değiştirebilir mi ki? “Sevgilim, Bir lale gibi dağlanmakta dibim, bir gül gibi yanmakta bülbülün sevdasıyla, yükselen ay gibi muhtacım ışığınıza. Ellerim uzanamıyor, yakınsınız yalnız bir o kadar uzak, sıcaksınız ama fırtınanız iliklerimde. Bir gülüşünüz yetiyorken susuzluğumu gidermeye, neden sevgilim, neden uzaklaşıyorsunuz gitgide? Ne düşünüyorsunuz öyle derin? Öyleyse ne ben sordum ne de siz söyleyiverin.” O insan, yine derin bir nefes aldı, kadının kokusunu alır umuduyla ağır ağır yokladı aldığı soluğu. Yoktu. Uzanmıyordu kadına elleri, ne kadar gerinse de yetişemiyordu ona bedeni. Zaten dolu olan midesini varlığıyla iyice rahatsız eden bu hava fazlalığını bir nefeste üfleyiverdi, kâğıt havalandı, uçmayı öğrendi. O kara kalemle süslenmiş kara kâğıt kadının dizlerinin üzerine düşüverdi. Bir insan var. Tanımıyorum. Acıyorum ona. Aramızda şu siyah süzgeç olmasa yüzüne bakamam, tiksinirim. Baygın bakışları hep uykuda, düşmüş omuz başları ürkütüyor beni, üzerime kapaklanmaya çalışıyormuş da beni de kendi sersemliğinin içine kapatmak istermiş gibi... Eğimli duruşuyla bir yay gibi bükülecek, bir kılıf gibi saracak çevremi. Ve ben nefes alamayacağım mahmurluğunda. Bir ceza olmaz onu ölürmek, hatta belki bir iyilik? Uyuşukluk uyuşturucusunun müptelası gibi kıvranırken o, çıkarmalı yüreğini, güneş doğmalı o an ve kör etmeli perişanlığa alışmış gözlerini. Ölüm ruhların oy- Yaz, kışın ölümünü diledi; kış, yazın gülüşüne özendi. Doğa bekliyordu; lakin o kış camlar hiç silinmedi, kadın hiç konuşmadı, kara yazılı kara mektup hiç okunmadı, bir insan ne öldü ne de bavulunu alıp çıkabildi. Zaten o kış, bahar hiç gelmedi. 9 Eda Karataş Öykü Yarışması İkincisi Soyunmak Sağ yanağımdayım. Jileti yavaş yavaş, ama emin adımlarla indiriyorum. Çünkü zorundayım. Yüzümün hemen hemen yarısını kaplamış bu süt denizinin içinde, jiletin güzergâhını adım adım, ama hep bir adım arkadan takip eden, kendine gayet düzgün bir yol çizen esmer derim görmeyeli daha da soluklaşmış. Aradan geçen ayların bana varlığını bile unutturduğu bu pürüzsüz yüz, solukluğuna rağmen hâlâ eskisi gibi, orada. Çeneme yaklaşıyorum. Yapraklarını döken bir ağacım. Aylardır benim olan bu kılların şimdi böyle, tek nefeste benden ayrıldıklarını, lavabonun sağ kenarına tatlı tatlı döküldüklerini, üst üste, yan yana birbirlerine üşüştüklerini görmek hiç kolay değil benim için. Onlar o soğuk mermeri daha çok sevdikçe, benim sağ yanağımda sıcak, sımsıcak, kırmızı güller açıyor âdeta. Yanıyorum, çok sıcak. Boynumun sağ tarafındayım. Jileti yavaş yavaş, ama emin adımlarla indiriyorum. Çünkü zorundayım. Vücudumun bu mahallelerine en son bu kadar yakından baktığımda bugünden en az dört ay önceydi. Aradan geçen o dört ay boyunca Asurlu bir savaşçı oldum ben, bir Yunan tanrısı, bir padişah. Ve üstelik bendim bunu yapan kendime. Ne bir emek harcamam gerekiyordu, ne de fazladan bir şeyler yapmam, aksine, kendimi her gün yapmaktan nefret ettiğim, ama hep yapmak zorunda olduğum bir meşgaleden kurtarmıştım. Ve bu kadar az emekle ne kadar mutlu etmiştim kendimi: Sarmaşıklar gibi günbegün yüzümü sarmaya başlayan bu kıl örtüsü beni bende hissettiriyordu. İşte bendim o adam. Hayatımda belki de ilk kez kendimi kendimde hissetmiş, kendi bedenime ait olduğumu, benim bedenimin beni, başkasını değil, sadece ama sadece beni içerdiğini 11 Mert Dilek duyumsamıştım. Peki neden bu yaşıma kadar o pürüzsüz yüzüm beni böyle hissettirmekten âciz kalmıştı? Daha doğrusu, peki neden ben o pürüzsüz yüze daha arkadaş canlısı, daha insancıl davranmamıştım? Mutlu olmak, kendimi mutlu etmek için ihtiyacım olanın onun altından çıkacağını bilmeme rağmen, neden bu kadar hor görmüştüm onu? Boynumun sol tarafındayım. Jileti yavaş yavaş, ama emin adımlarla indiriyorum. Çünkü zorundayım. Yarın yolculuk var. Onlar yapmadan veya yaptırtmadan ben yapayım istedim bunu. İyi bir dostla, hatta ondan da ziyade, iyi bir sevgiliyle vedalaşırken sadece ben ve o, ikimiz olalım istedim. Askerlerin, komutanların, berberlerin orada olmasına, ayrılışımızı izlemesine neden izin verecektim ki? Vicdanımın rahatlığı bir yana, böyle de zor olmuyor değil: Beni terk eden her kıl tanesiyle beraber, ben de beni terk ediyorum. Aylar önceki o ağlak çocuk, hasta adam oluyorum. Bana soran herkese, askere gitmemin en büyük amacının kendimi bulmak, buralardan bir süre uzaklaşıp kafa dinlemek, bazı şeyleri tekrardan düşünmek olduğunu söylüyordum ama, daha gitmeme aylar kala, ben zaten aradığımı bulmuştum. Ve şimdi kendi ellerimle onu kaybediyor, âdeta bu yolculuğun amacının gerçekleşmesi, yolculuğun planladığım gibi seyretmesi için bunu yapmak zorunda hissediyorum. Bulduğum şeyi bir daha bulmak için, önce onu ikinci kez kaybediyorum. Sol yanağımdayım. Jileti yavaş yavaş, ama emin adımlarla indiriyorum. Çünkü zorundayım. Zorunda olmasam, tıraşımı burada, tam bu noktada bırakırsam çok komik görüneceğimi bilmesem, bu sefer jileti emin adımlarla indirmezdim işte. Ama evet, zorundayım. Jileti yavaş yavaş, ama emin adımlarla indiriyorum. Ve bu sefer süt denizini yarıp kendini görünür kılan, esmer derim değil. Derinin olması gereken yerde, sol yanağımın tam ortasında başlayıp çenemin biraz üstünde biten bir yara, hayır, bir yarık var. Nasıl oldu? Kim yaptı bunu sana? Nerede? Ne zaman? Neden? Dört ay öncesine dek hayatımın hemen hemen her günü duyduğum bu soru işaretleri silsilesinin zehrini hafızamın derinliklerine ne de güzel gömmüştüm. Şimdiyse, toprağı elleriyle kazmaktan tırnaklarının içleri kan toplamış, yoksul ve yorgun, ekmek parası için aklına gelen her şeyi yapabilecek bir ihtiyar misali, cesedi mezarından çıkarmak için kollarımı sıvıyorum. Çok değil, birkaç saat sonra, kendimi bu “ev” dediğim yerden dışarı attığım zaman, ölü, huzursuz gözlerini bana dikecek. Ve ben bunu, neden uykusundan uyandırıldığı, zincirlerinden çıkarıldığını sormak için mi, yoksa neden benim onu uykusundan uyandırmak, zincirlerinden çıkarmak için bu kadar beklediğimi, neden bu kadar geç kaldığımı öğrenmek için mi yaptığını hiçbir zaman bilemeyeceğim. Dudaklarımın altındayım. Jileti yavaş yavaş, ama emin adımlarla indiriyorum. Çünkü zorundayım. Gözlerim sürekli sola, bana sinsi sinsi gülümseyen o yarığa kayıyor. Kendimi çıplak hissediyorum. Çıplaklaşıyorum. Beni ben yapması, beni tanımlaması gereken bu yüz, bu iğrenç hırsız, habis duygularla beni çalıyor. Gülümsüyor. Yarığı gülümsetiyor, sonra da güldürüyor. Dudaklarımın altını seviyorum, buralardan kendimi silmek kısa sürüyor. Dudaklarımın üstünde, bıyıklarımdayım. Jileti yavaş yavaş, ama emin adımlarla indiriyorum. Çünkü zorundayım. Her dar12 beyle beraber kendimi daha da yok ediyorum. Tuvaline fırçasını öfkeyle vuran, kalın, kendinden emin darbeler yaratmaktan gocunmayan bir ressamım ben. Elimdeki beyaz boyayla ve boyanın ucundan damladığı kalın ve uzun fırçayla, geçen hafta aynaya bakarak çizdiğim kendi portremi mahvediyorum. Önce kocaman bir çarpı işareti çiziyorum, yüzümün tam ortasına. Artık yüzüm yok. Boya, damla damla akıyor çarpının dört köşesinden. Omuzlarıma, göğsüme dökülüyor. Birkaç dakika sonra çarpı işareti onlarca ince ayak üzerinde duruyor. Birkaç dakika sonra çarpı işareti bu tabloyu kendi portresi ilan ediyor. Yüzüm tertemiz; ne tek bir damla tıraş köpüğü ne de tek bir tel kıl var. Çıplağım. Sonunda çıplağım. Psikiyatristim son görüşmemizde bana en son ne zaman ağladığımı sormuştu. Ben de bilmediğimi, hatırlamadığımı söylemiştim. O görüşmemizde ona söylediğim tek doğru şey de buydu; evet, bilmiyordum, hatırlamıyordum. Ama şimdi biliyorum. Şimdi ne zaman ağlayacağımı biliyorum. Şimdi, birazdan ağlayacağımı biliyorum. Bu keskin ve temiz yüzü kıskanıyorum. Bana ait olmadığını ve hiçbir zaman da olamayacağını bildiğim için onu, evet, delicesine kıskanıyorum. Kendimi çıplak hissediyorum. Ama soyunmuşken de tam soyunmak gerekir. Tüm yüklerinden arınmak, kamburunu bir köşeye bırakmak gerekir. İşte böyle anlarda maskenin altındaki yüzün de bir maskeden ibaret olduğunu kabul etmek elzemdir. Sağ yanağımdayım. Jileti süratle, ama utangaç adımlarla indiriyorum. Çünkü zorundayım. Öykü Yarışması Üçüncüsü Yolculuk Lara M. Güneri ni de, kardeşi geldi o sırada odaya, ona en sevdiği oyuncak ayısını verdi, doğduğundan beri yanından ayırmadığı. Annesi biraz zerdeçal, biraz tarhun paketlemişti, en sevdiği yemekleri yapar diye, bunu söylemesiyle gözyaşlarına boğuldu. Artık zaman gelmişti, bavulu kapadı. Yüreği sıkıştı, daraldı, biliyordu bavulun kapanmasıyla hayatının bir dönemi de kapanmıştı. Herkese tek tek sarıldı, her biriyle vedalaştığında kalbine bir düğüm daha atıldı, bir nebze daha ağırlaştı yüreği. En son sıra babasına geldi, sıkıca sarıldı ona, “Behruz” dedi babası, kafasını kaldırdı, gözlerinin içine baktı, bir şey söyleyecek gibi oldu babası, söyleyemedi, ağladı. “Ne var baba?” demeyi o kadar istedi ki, ama zaman yoktu. Bavulunu aldı ve gitti. Yıl 2000, İstanbul. Yatağın üstünde bavul, öylece duruyor, sessiz sedasız. Ne koysa bilemedi; İstanbul’a ilk geldiği yıl, penceresinin önünde yetişen ve ona evini hatırlatan yalnız papatyayı mı, sahaflarda dolanırken gördüğü babasının en sevdiği Dostoyevski kitabını mı, yoksa babası sever diye aldığı kol düğmelerini mi? Yıllar içinde ne çok şey biriktirmişti sırf ona evini, ailesini, babasını hatırlattığı için. Ama eli hiçbirine gitmedi, yapamadı; zaman yoktu. Bavulun içi bomboştu, belki de en doğrusu buydu, bavulu kapadı. Boş bavulun yanına, yatağa oturdu. İran’dan kaçarken ağlamamıştı, ailesini bırakırken de, İstanbul’da aç kaldığı geceler de ağlamamıştı, hatta o sabah babasının ölüm haberini aldığında da. Yanındaki boş bavula baktı, dayanamadı, ağzından kaçtı; “Ne var baba?” ve ağlamaya başladı, tutamıyordu kendini artık, ağladı. Ağladıkça, yıllardır kalbinde taşıdığı düğümler tek tek çözüldü, yüreğindeki yumru gevşedi, hafifleşti. Saat beş olduğunda kalbi bomboştu, boş bavulu aldı ve gitti. Bavulu dolabın tepesinde, durduğu yerden kaldırdı, üstündeki tozları silkeleyerek yatağın üzerine koydu. İçini açtı, kokladı, gözleri doldu, geri kapadı. Odanın bir köşesinden diğerine yürüyüp durdu, gözlerini bavuldan hiç ayırmayarak. Sanki bavulun varlığına alışmaya çalışıyordu, kalbinin çok derinlerindeki bir yara tekrar kanamaya başlamıştı sanki. Usul usul, korka korka gitti bavulun yanına sanki bir bebeği uyandırmamaya çalışır gibi, titrek elleriyle bavulu okşadı, daha fazla dayanamadı, gözlerini sımsıkı yumdu. Yıl 1980’di. Önünde bir bavul vardı, toparlanması gerekiyordu ama zaman yoktu. Sanki zaman kolaylaştıracaktı işi, sanki daha az korkacaktı, daha yavaş çarpacaktı kalbi zaman olsaydı. Geri dönüp dönemeyeceğini bilmiyordu. “Dönüşü olup olmadığını bilmediği bir yolculuğa ne götürür ki insan?” diye sordu kendi kendine, cevabını bulamadı, zaman yoktu. Yıl 2000’di. Aradan yirmi yıl geçmişti, geri dönüyordu işte. Önünde yine aynı bavul. Yine zaman yoktu, sabah gelmişti haber “Babanı kaybettik, gel!” diye. Hemen aramıştı havayollarını, ilk bileti almıştı kalbi çarpa çarpa. Ne götürebilirdi ki yanında, onca şeyi geride bırakmışken. Ayrılırken aklında tek bir soru vardı, “Acaba evime geri dönebilecek miyim?”, şimdi cevabını biliyordu, ama korkuyordu. “Yirmi yıl” dedi kendi kendine sonra sustu, zaman yoktu. Yıl 1980, Tahran. Humeyni, Şah’ı devirip yeni geçmişti başa. Devrimle beraber düşüncelerini dile getiren bir sürü de suçlu çıkmıştı ortaya. On sekiz yaşındaydı daha, üniversiteye yeni başlamıştı. Ama şimdi önünde bir bavul vardı, gitmesi gerekiyordu herkesi, her şeyi geride bırakarak, zaman yoktu. Eline ilk gelen kıyafetleri koydu bavula, annesinin birkaç değerli mücevheri13 299 792 458 Zamanı durdurmak istiyorum... Numaraları bile yazılmaya üşenilmiş Salondaki büyük kaba duvar saatinin Akrep ve yelkovanını çıkarıp Elbise askısı yapmayı, Bilgisayar ekranının sağ alt köşesine Beyaz, mat bir bant yapıştırmayı, Takvim yapraklarını koparıp Üzerlerine pişmanlıklarımı yazmayı Ve sonra da kirlenmiş yaprakları Bir gökdelenin tepesinden Sonsuz özgürlüğe kavuşturmayı, Kronometrenin pillerini çıkarmayı, Kol saatimin köşesindeki ‘dur’ tuşuna basmayı, Eskimiş ayakkabıları cilalamayı, Kırışmış suratları, elleri ve hatta kalpleriyle Zamanın imzasını attığı insanları Bir kasetmiş gibi geri sarmayı, Hastane morglarının kapısını kilitleyip Anahtarı yerin bin kat dibine gömmeyi, Güneşi bir misinayla dünyaya bağlamayı, Dünyanın devasa yörüngesini de Zamanın henüz farkında olmayan çocuklara Hulahup olarak vermek istiyorum. Saklanmak için başını kuma gömen deve kuşları gibi... 14 Ç. Ceren Türkoğlu -243 Yağız Alp Tekin Kar eriyordu, havada ayaz. Bir oklar akını, kanlar revan. Kalçalarımız değmişti o gün Beynim kalçalarımızdaydı, toparlak sert kalçalarımızda. Ödev, örf, âdet, kanunlar kar taneleriydi; Kar taneleri eridi Düştükten hemen sonra. Gülümsüyordun, uzaklara dalarken Zaten hep gülerdin sen, Uzaklara bakarken. Bir kalp imgesi değildi bu Kıpkırmızı, yuvarlak hatlı Ellerindi kalp; boynun, ayak parmakların Üşüdüm. Asfalt soğuğu verdikçe veriyor, Ayaklarımsa aldı da aldı. -243 yakındı, kalçalarımız olmasa Kalçalarımız ayık tuttu, her şeye karşı. Geniş hatlı gözlükler soğudu Titanyumdu zira Saçların aktı yerçekimine Kargaları da gördükçe inandım ki Aşk bu dünya işi değil 15 Mert Dilek Kesit Deniz Şahintürk Sarı-kızıl buklelerini eliyle toplayıp tam ensesinin üstünde tutturdu; sonra da yerden aldığı eski bir dergiyle kendini serinletmeye koyuldu. Daha sabah buz gibi olan odası nasıl oluyor da şimdi cayır cayır yanıyordu ki zaten? Süslü, eski tarz evlerle dolu sokağını hızlı adımlarla geçip Sıraselviler’e çıktı. İstiklâl’e yaklaştıkça kalabalık giderek artıyordu. İstanbul’a ilk geldiğinde bu kalabalıktan nasıl tedirgin olduğunu hatırlayıp kendi kendine şaştı. O zamanlar henüz yirmi iki yaşındaydı ve tek istediği yalnız kalabilmekti. “Lanet kapıcı!” diye söylendi, hırsla camı açarken. “E, doğal!” dedi kendi kendine. “Artık nisan ayındayız be, bu kadar da yakılır mı kalorifer yahu!” O zamanlar annesi, babası ve ağabeyi, aile apartmanında ufacık bir dairede yaşıyorlardı. Hemen her gün yemeğe gelen anneannesi ve teyzeleri de eklenince şöyle doğru düzgün yalnız kalma fırsatı hemen hiç olmazdı. Oysa şimdi gününün büyük kısmını evinin bir köşesinde kırık kalem ucu ve buruşturulmuş kâğıtlara batmış hâlde geçirdiğinden insan görmeye hasretti. Gerçi, değişken arkadaş çevresi sağ olsun, hayatına giren çıkan belli değildi ama şu koca şehirde ağabeyi dışında kimsesinin olmadığı düşüncesi de ona son zamanlarda çok da gerçek dışı gelmemeye başlamıştı. Dışarının gürültüyle karışık soğuğu yüzüne çarpınca duyduğu kısa süreli rahatlama, masasının başına tekrar geçtiğinde yok oldu. Bomboş duran bilgisayar ekranına gözlerini umutsuzca dikti; sonra da hiçbir işe yaramayacağını bilmesine rağmen oyununun son sayfalarını tekrar okudu. Bir hafta öncesine kadar sayfa sayfa yazdığı metin, şimdi tıkanıp kalmıştı. “Of, of, of!” Kafasına ellerine gömüp çaresizce koltuğunda kıvrandı. Yapımcının verdiği tarih giderek yaklaştığından iyiden iyiye paniğe kapılıyordu. O yapımcıyla çalışma şansı eline bir daha geçmeyebilirdi; ayağına gelen şansı da şimdi kendi tepiyordu resmen! Ağabeyini düşününce hafiften yerine gelmeye başlayan morali tekrar bozuldu. Kesin bir derdi vardı ama ona bir türlü anlatmıyordu. Bir haftadır ağzını aramasına rağmen tek bir şey öğrenememişti. Fark etmeden Olivya Geçidi’ne kadar yürümüştü. Canı delicesine mozaik pasta çekiyordu, Gölge Kahve’ye girdi; tenhada bir masaya geçip önüne defterini açtı. Midesi hafif hafif sancılanmaya başlayınca dışarı çıkmaya karar verdi. Odasının duvarları üstüne üstüne gelmeye başlamıştı. Ufak banyosuna geçip yüzü ve boynuna bolca su çarptı. Üzerine eski bir erkek kazağı geçirip kızıl buklelerini şöyle bir taradıktan sonra kolunun altına çantası ve defterini sıkıştırıp kendini dışarı attı. Nedendir bilinmez ama ağabeyini düşününce anlamlandıramadığı bir ilham gelmişti. Her şeyden soyutlanıp yazmaya koyuldu. 17 Arayış Yaşları Genelleme yapmak istemem, ancak sanırım arayış yaşlarındaki her birey kendisine, yapabileceği bir şeyler arıyor. Kimisi müziği, kimisi edebiyatı, kimisi sporu, bir şeyler pişirmeyi, fotoğraf çekmeyi, kimisi ise resim yapmayı… Kısacası, okuldan öte, başka şeyler de olsun istiyoruz hayatımızda. Bu yaşlarda hayatımız boyunca ilgilenebileceğimiz bir alan bulabiliyorsak kendimize, ne kadar şanslıyız! Bundan yaklaşık iki üç ay önce röportaj yaptığım Hikmet Hükümenoğlu’nun sözlerini hatırlıyorum “hobilerden” söz açılınca. “İnsanın hayatta bir hobisi olmalı.” demişti. Buradaki Mert Dilek 18 Pınarnaz Eren “bir”in birden çok anlamı var: Hem kişinin uğraştığı bir şeyler olmalı hayatında hem de gerçekten odaklandığı tek bir şey olmalı. Birden fazla karpuzu bir koltuğa sığdırmaya kalkınca olaylar tatsızlaşabiliyor. Hele ki yoğun bir akademik hayata sahipseniz… Bu arayış yaşlarında yeni şeyler denemek, hobiler edinmek, nelerden hoşlandığımızı, nelerden sıkıldığımızı bilmek ileride seçim yaparken büyük kolaylık sağlayacak bize; ancak sınırları da bilmek gerek. Zaman, sandığımız kadar sınırsız; biz, sandığımız kadar genç değiliz. Anne Karnında Şerna Viyan Petekkaya Bir gençti, mutluydu. Annesi, babası ve küçük kardeşiyle bir masada oturmuş, gülüyordu. Önünde kocaman bir pasta, pastanın üzerinde on altı mum... Annesi, babası, kardeşi… Hepsi mutluydu. Yüzlerindeki kocaman gülümsemeyle bir şarkı söylüyorlar, bir yandan da şarkının ritmine uyup ellerini çırpıyorlardı. Bir gençti, mutluydu. Kardeşinin elini tutmuş, onu parka götürüyordu. Parka giderken bir genç görmüştü, mutsuz. Mutsuz genç bir köşede oturmuş ağlıyordu. Üstelik yanında kimse yoktu. Mutlu genç, mutsuz gencin morarmış ellerine baktı, üzüldü. Bir gençti, mutsuzdu. Birçok mutsuz gençle birlikte yaşıyordu. Hava soğuk, gökyüzü karanlıktı. Ayaklarına baktı, ayakları çıplaktı. Bir kız çocuğuydu, mutluydu. Elinde balonu, koşuşturuyordu. Koluna bir kelebek konunca önce korkmuş, ağlamıştı. Sonra annesi yanına gelmiş, kelebeğin ne kadar güzel olduğundan söz etmişti. Bu sefer de kelebeği korkuttuğu için utanmış, her yerde özür dilemek için onu aramıştı. Bir erkek çocuğuydu, mutluydu. İlk kez tiyatroya gitmiş, pek eğlenmişti. Gerçi sahnedeki palyaçodan önce korkmuş, sonra ağabeyinin güldüğünü görünce o da gülmüş, palyaçoyu sevmişti. Bir çocuktu, mutluydu. Annesi, babası ve küçük kardeşiyle bir masada oturmuş, gülüyordu. Önünde kocaman bir pasta, pastanın üzerinde altı mum... Annesi, babası, kardeşi… Hepsi mutluydu. Yüzlerindeki kocaman gülümsemeyle bir şarkı söylüyorlar, bir yandan da şarkının ritmine uyup ellerini çırpıyorlardı. Bir çocuktu, mutluydu. Ablasının elini tutmuş, parka gidiyordu. Parka giderken bir çocuk görmüştü, mutsuz. Mutsuz çocuk bir köşede oturmuş ağlıyordu. Üstelik yanında kimse yoktu. Mutlu çocuk, mutsuz çocuğun çıplak ayaklarına baktı, üzüldü. Bir çocuktu, mutsuzdu. Birçok mutsuz çocukla birlikte yaşıyordu. Hava soğuk, gökyüzü karanlıktı. Ellerine baktı, elleri morarmıştı. Bir kadındı, mutluydu. Bir adamdı, mutluydu. Bir yetişkindi, mutluydu. Bir yetişkindi, mutluydu. Mutsuz bir yetişkin gördü, üzüldü. Bir yetişkindi, mutsuzdu. Birçok mutsuz yetişkinle birlikte yaşıyordu. Hava soğuk, gökyüzü karanlıktı. Önce ellerine, sonra ayaklarına baktı. Elleri morarmış, ayakları çıplaktı. Çocuklara, gençlere, yetişkinlere baktı. Hangi çocuk hangi yetişkin, hangi yetişkin hangi gençti, bilmiyordu. Hangisi olmak isterdi, onu da bilmiyordu. Mutlu olmak, mutlu olup mutsuzlara bakmak, mutsuzlara bakıp üzülmek, üzülüp hiçbir şey yapmamak, hiçbir şey yapmayıp üzülmek ya da mutsuz olmak, hem mutsuz olup hem üzülmek… Bir delikanlıydı, mutluydu. Elinde basketbol topu, koşturuyordu. Koluna bir arkadaşı çarpınca sinirlenmiş, bağırmıştı. Sonra arkadaşı gitmiş, gitmeden önce de ne kadar üzgün olduğundan söz etmişti. Bu sefer de arkadaşını üzdüğü için utanmış, özür dilemek için her yerde onu aramıştı. Bir genç kızdı, mutluydu. İlk kez topuklu ayakkabı giymiş, ayakkabılarını pek beğenmişti. Gerçi topuklularla yürümeyi önce becerememiş, sonra annesinin nasıl yürüdüğünü görünce o da çabalamış, yürümeyi başarmıştı. 19 Vazgeçti, doğmadı. Gece Yolcusu Gece, otobüs yolculuğu zordur Önündeki ufak çocuk Yol boyu ağlayacak Her ne kadar rahat etmeye çalışsan da Bir süre sonra emin ol Belin ağrıyacak Yol arkadaşın desen Tekerleğin ilk dönüşünden sonra Tatlı tatlı köşesine kıvrılıp uyuyacak (Uykusu da pek bir ağır olup Sadece yemek dağıtılırken uyanacak) Sen de uyuyacaksın gerçi Kulağındaki müzik ninni olacak Gerçi uykun hafif olduğundan Gözlerin yeni sabahtan çok Geceye benzeyen kandırıkçı bir saatte Birden açılacak Hem de saate rağmen kafanda (Yazmazsan kaybolacak türden) Dizeler olacak Onlar da mecburen Karanlığa aldırmaksızın yazılacak Yazdıkça yazılacak Yenileri bulunacak Ama meraklanmana mahal yok Şiirin bittiğinde kafan rahat olur Belki de sıra uykuda olur Ne olursa olsun Gece, otobüs yolculuğu daima zordur 20 Deniz Şahintürk Bir Damla Yağmur Zaman nasılsa durur, kalp nasılsa ölür, insan nasılsa alışır… Peki ya sen neyine güvenip de bu kadar akılsız olabildin yağmur damlası? En yapmaman gerekeni yaptın! Geçen sefer olanlardan ders almalıydın oysa. Şimdi nasıl baştan başlamayı düşünüyorsun? O kadar kolay olacak mı senin için? Hiç sanmam… Mazeretlerini dinlemek istemiyorum. Biliyorum, gökyüzünden çok güzel gözüküyordu dudaklar. Sen de o dudakların üzerinde ne kadar güzel gözükeceğini hayal ettin. Çok yakıştırdın kendini o dudaklara, o dudakları kendine. Atıverdin kendini gökyüzünden. Ne var ki hiçbir şey istediğin gibi olmadı, yanaklara düştün. Mucizelerin filmlerde bile gerçekleşmediği, tek doğru üzerine kurulu bir dünyadan ne beklersin ki sen? Tamam, farkındayım çok üzerine gittim. Seni anlamaya çalışmalıyım. Umudun nasıl bir illet olduğunu insandan iyi kim bilebilir ki? Ama yine de dayanamıyorum, sana umudun hayal kırıklığı getireceğini söylememe rağmen bu kadar kendini kaptırmış olabilmene. Şimdi ise bir zamanlar kendini o dudakların üzerinde hayal etmiş olmak bile seni pişman ediyor değil mi? Umut böyledir işte. Gökyüzünde, yeryüzünün güzelliğini izlerken yakalar seni; kulağına yeryüzünün yakından daha da güzel olduğunu, senin oradaki güzelliğin bir parçası olabileceğini fısıldar. Sen gökyüzüne ait olduğunu bile bile bir şekilde umuda uyar, ne yapar eder yeryüzüne bağlanırsın. Yeryüzünün sadece gökyüzün- Pınarnaz Eren den o kadar güzel gözükebileceğini, asıl heyecanlı olanın yeryüzüne, dudaklara duyulan özlem olduğunu, hayatın tadının imkânsızlık ve bekleyiş olmadan çıkmayacağını söylemiştim sana. Sen de bunu deneyimlemiştin hâlbuki. Umuda kanmayacağına dair bana söz vermemiş miydin? Yeryüzüne kendini attın da ne oldu? Bak, ayaklar altındasın. Bulutundan kurtulup atladın. Yanaklara düştün. Bir anlığına bu bile yetti sana. Tene deyince mutluluğunu bulduğunu sandın. Güler yüzlü bir damla yağmur oldun bile denebilir. Baharda yağanlardan… Müziğini yanına alıp ormanda yürüyüşe çıkacak coşkunlukta, kitabın ellerinde, balkonda bacaklarını uzatıp saatlerce unutacak huzurda… Derken yine umut zehirledi kalbini. Yeryüzüne yanaklar kadar yakın olmak yetmedi sana. Ellerini gevşettin. Yanaklardan kaymaya başladın. Dudaklara doğru… Kalp zaten atar. Hayat, kalp ritminin değiştiği anlardan ibarettir hâlbuki. Ritmin değişince yaşadığını hissettin. Aslında senin çarpıntılar -sen de farkındaydın, sorularından anlamıştım kötü sonu hissettiğini- tedirginliktendi, huzursuzluktandı. Kalbin bile sana “Ne işin var burada?” diye sorarken sen sonunda mutluluğa ulaşacağına inandırdın kendini. Duymak istediğin gibi duydun. Dudaklara yaklaştıkça parçalanıyor, küçülüyor, kaybediyordun… İzlerce yok oldun. Derken yüz gülümsedi, yanaklar sıkıştı, kubbeleşti, dağ oldu, deprem oldu, sevgili 21 terince bordo pişmanlıklar, mor hayal kırıkları var yeryüzünde görmüyor musun? Neyse ki yine de bir geri dönüş var senin için; o kadar da çaresiz değilsin! Güneş bir gün yüzüne gülerse belki baştan başlayabilirsin. Dudaklar nasılsa yanar, ten nasılsa yırtılır, kıyamet nasılsa kopar. Sen kendine güvenip de umutla dans etmeye kalkma, sevgili bir damla yağmur. En güzel duyguları bile saf nefrete dönüştürür umut. Sen bu kadar büyük bir nefret için çok güzelsin. Hem dudaklar yağmur damlası kadar masum olabilir mi hiç? Mert Dilek bir damla yağmur. Sonrasını anlatmaya cesaret edemesen de gerek yok senden dinlememe zaten. Daha fazla tutunamadın da yanaklara, yerde buldun kendini. Şimdi başını çevirip de dudaklara bakmaya bile cesaret edemiyorsun. Çok meraklıydın aslında gökyüzünden o dudakları izlemeye. Gökyüzünden ayaklar altına düştüğüne değdi mi? Kötü hissettiriyorsun bana kendimi. Sana kızıyorum, sana karşı dürüstüm ama sabırlı, nazik olamıyorum seninle konuşurken. Sen yeryüzüne huzur ve yeşil getirmelisin. Ye- 22 Alperen Elibol ses kayıtlarımızı gözlerimiz dinlerdi bizim şiirlerimi odamın duvarlarına yazardım hep dört duvarım vardı anca sonra sen oldun duvarlarım sana yazdım şiirlerimi ben de yüzündeki solmuş gülümsemenin verdiği hazdı sigaradan aldığım belki renklenir diye daha fazla çekerdim içime onu da tonuna uymayan dilsiz bir vokalin akordu olmayan bir klavyenin oluşturduğu iki kişilik bir caz grubuyduk biz cazı caz yapmak için atardık 23 sololarımızı önce ben ucu kırık kalemimle yapardım atışımı kahve lekeli sayfalarıma sonra sen söndürürdün sigaranı omzumda düz duvarda düzüşen at sinekleriydi benim aklımdaki ucuz şarapla kafa olduğumda beğenmeyip de yiyişiriz diye çıkamadığımız filmdi makinemden çıkanlar ve düz duvarda düzüşen at sinekleriydi benim aklımdaki pahalı viski ile kafa olduğumda gençtik fakat ölecektik 24 O Şerna Viyan Petekkaya Kayıp. Hiçbir yerde bulamıyorum. Yoruldum. Hayır, yorulmadım. Daha aralamadığım bir sürü kapı varken yorulmuş olamam. Bu kadar soluklanmak yeter, peki, şimdi ne tarafa yönelmeli? ÇEMBER: “Merkez” adı verilen sabit bir noktaya eşit uzaklıkta bulunan sonsuz sayıdaki noktaların birleşimiyle oluşan kapalı eğri. Gerçekten de “sonsuz sayıdaymış”, “sonsuz sayıda” yol varmış burada. Merkezde olup olmadığım da tartışılır, tüm kapılara eşit uzaklıkta olduğumdan emin değilim. Sonsuz tane yol, sonsuz tane kapı, sonsuz tane kapalı kutu, sonsuz tane gizem… SONSUZ. Bu arayışın bir sonu gelmeyecek mi? ONU bulmak, iç içe geçmiş binlerce ipi çözmek gibi âdeta: İMKÂNSIZ – ya da belki de NEREDEYSE İMKÂNSIZ - Gözlerimi kapıyorum. Ağır ağır dönüyorum kendi etrafımda, “merkez” olma olasılığı olan noktanın üzerinde. Yeter, duruyorum. Beni daha önceden aralamış olduğum kapılardan birine yöneltmemesini diliyorum yüzümü çevirdiğim yeni –daha doğrusu yeni olmasını umduğum- yolun. Şimdi de gözlerimi açıyorum ışıkla henüz tanışmış bir bebeğin göz kapaklarını aralarken çektiği zorlukla. Yöneldiğim yol tanıdık gibi; yeni değil galiba. Belki de yanılıyorumdur, belki de yeni bir yoldur diyerek ilk adımımı atıyorum. İlkini takip eden her bir adımımda daha bilindik geliyor bu yol. Saçlarımı savuran esinti aynı kokuyor. ZAMAN KAYBI. Dönmeli miyim? Hayır ama olmaz, ya yanılıyorsam, ya bu yoldan daha önce hiç geçmediysem? Hem bu kadar ilerlemişken sonuna kadar gitmek lazım. Peki öyleyse, devam ediyorum yürümeye. Kapıyı görüyorum uzakta. Adımlarım hızlanıyor. “Acaba bu sefer buldum mu?” diye geçiriyorum içimden, heyecanlanıyorum. Öyle ki gözlerim kararıyor bir ara. Toparlanıyorum. Hadi, daha hızlı! Ve işte kapı tam karşımda duruyor. Dokunmadan önce kapıya, derin bir nefes alıyorum. Neden sonra bu kapıyı daha önceden denediğimi fark ediyorum. Yanılma- mışım: bu yol tanıdık yolmuş; ardında boş bir kutu barındıran tanıdık bir yol... Horoz şekerini oyun parkının kumlarına düşürmüş çocuk kadar küskün, geri dönüyorum. Merkez sayılabilecek noktada ağlıyorum bu sefer. Horoz şekerimi geri istiyorum. ONU bulabilmek için horoz şekerime, umuduma ihtiyacım var. “Hadi!” diyorum, “Olacak bu kez. Bu kez olmasa da bir dahakine olacak…” Gözlerimi kapamamayı seçiyorum şimdi. Korkmak anlamsız. Hangi yolu takip edeceğimi seçmeden önce her birini incelemeye, tek tek dinlemeye çalışıyorum. Ben onlara kulak verdikçe sesleri yükseliyor. Başta ne dediklerini anlamıyorum. İç içe geçmiş sözcüklerden başka bir şey duyduğum yok. Zamanla alışıyor kulaklarım ve aynı anda birkaçının ne dediğini seçebiliyorum. “Boşuna!” diyor biri, “Boşuna yoruyorsun kendini! ONU asla bulamayacaksın.” Bir başkası ise “Hangi birimiz bulabildik ki ONU, sen bulasın!” diyor. Önceden daha iyiymiş, söyledikleri iç içe geçmiş anlamsız sözcüklerden başka bir şey ifade etmiyorken bana, daha iyiymiş. Şimdi ise tüm yolların aynı kapıya çıktığını anlıyorum, hepsi aynı şeyleri söylüyor. Tam “Bir daha asla bir horoz şekerim olmayacak.” derken “Kendine güven!” diyor Sokrates… O, bu seslerin hiçbirini duymadı ve bildiğini yaptı, diyorum. Sorgulamaktan ve sorgulatmaktan asla vazgeçmedi. Evet, belki ölüme mahkûm edildi fakat ölüme mahkûm edilmesi bile onu haklı çıkardı: Tüm yaşamı boyunca kendine değil de onun ölümüne karar veren bu insanlara güvenmiş olsaydı daha mı iyi olacaktı? “Çoğunluk bir düşünceye inanıyor diye o düşünce doğru demek değildir.” diyordu Sokrates. Öyleyse tüm yolların ONU bulamayacağımı söylemesi, ONU gerçekten bulamayacağım anlamına gelmiyor. Horoz şekerim elimde yeni bir yola yöneliyorum. Bu yoldan daha önce geçmiş olduğumu sanmıyorum, hiçbir aşinalık yok. Horoz 25 şekerimin tadı daha bir güzel geliyor şimdi. Güçlü adımlarla yolun sonundaki kapıya yetişiveriyorum çabucak. Kapıyı aralıyorum, kapalı kutuyu açıyorum: YOK. Burada da değil. Horoz şekerim elimde geri dönüyorum dinginlikle. Yeni bir yol daha deniyorum. Bu yolun sonundaki yeni kapıyı aralıyor, yeni kapalı kutuyu açıyorum: YOK. YİNE YOK. Olsun, diyorum; horoz şekerimi düşürmemek için sıkı sıkı tutuyorum. Ve bir yol daha, bir kapı ve bir kapalı kutu daha… YOK, YOK, YOK. Hâlâ KAYIP. Terleyen elimde horoz şekerimi tutmak güçleşiyor. Yolların sesini daha kuvvetli işitiyorum: “Boşuna, boşuna, boşuna…” Gözlerim kararıyor, horoz şekerim elimden kayıyor. Aramakta olduğum şeyin, ONUN, ne olduğunu bile unutmak üzereyim. Amacıma ulaşamayacağım konusunda direten sesler yükseldikçe yorgunluğum çok ağır geliyor, onu taşıyamıyorum. Sonra Marcus Aurelius’un söylediklerini anımsıyorum. Başkalarının ne dediğini ve ne yaptığını önemsememe kararı alıyorum. Yolların aynı kapıya çıkan sözleriyle zaman kaybedeceğime horoz şekerimi tekrar elime alıyor ve amacıma yöneliyorum. Yolların aynı kapıya çıkan sözleri… Aynı kapıya çıkan yollar… Aynı kapı… Şimdi anlıyorum, tüm bu yollar beni aynı kapıya ve aynı kapalı kutuya götürdüğü için ONU bir türlü bulamadığımı şimdi anlıyorum. Sonsuz tane kapı yokmuş. Sonsuz tane yola karşın tek bir kapı ve tek bir kapalı kutu varmış ki onun da içi boşmuş. Ben bunu anlamaya başladıkça etrafımdaki yollar “Başaramayacaksın. ONU asla bulamayacaksın!” diye haykıran sesleriyle birer birer siliniveriyorlar. Ne dışındayım çemberin ne de içinde yer alıyorum artık.* Çünkü uzun süredir beni çevrelemekte olan çember şimdi eriyor. Artık beni bir HİÇe götüren yollar yok, beni amacımdan uzaklaştıracak sesler, horoz şekerimi kirletecek kumlar yok. Artık özgürüm; fakat O hâlâ YOK. O hâlâ KAYIP. ONU arıyorum. 26 *** Kirpikleri hantal birer kol gibi sarkmış göz kapaklarımı aralamaya çalışıyorum. Sanki önceki gece bol şamatalı bir partiye ev sahipliği yapmış beynim. O kadar yorgun... Üstelik geceden kalma cam kırıkları korkunç bir ağrı yaratıyor kıvrımlarında. Beynimin sızısına karşın gözlerim azimli çıkıyor ve nihayet bir şeyler görmeye başlıyorum. Bir çöplükteyim sanki. Sürekli aynı yere çıkan kapılardan kurtuldum derken bu da nesi şimdi? Etrafımdaki cisimleri artık iyice seçebiliyorum. MASKELER. Bir maskeler çöplüğündeyim. Bunca maskenin arasında ONU bulmak mümkün olmasa gerek. Oysaki… Çemberden kurtulunca sanmıştım ki… Büyük bir buruklukla başımı öne eğiyorum ve bana sırıtan bir maskeyle göz göze geliyorum. Gülmek güzeldir, derler. Aksini söyleyeni de hiç duymamışımdır. Hâlbuki bu maske şimdiye dek gördüğüm en çirkin şey olabilir. Çocuklar neden palyaçolardan korkar? Gecenin bir yarısı güzelleşmek adına yüzüne bakım maskesi uygulayan bir kadın neden mumyadan farksızdır? Şimdi anlıyorum, bir gülücüğü bile çirkinleştirmeyi başaran o gizil gücün ne olduğunu. Şu maskenin gülümsemesinde de, bir palyaçonunkinde de eksik olan şey doğallık. Bakım maskeli kadın ise gülümseyemiyor bile! Gerçek duyguların yapmacıklıkla örtüldüğü bir çöplükte yaşıyormuşum meğer. Olamaz! Kurtulduğumu sandığım çember tekrar etrafımı sarıyor. Fakat bir dakika, bu sefer tek bir kapı bile yok. Aynadan bir çemberin içinde hapsolmuş durumdayım. Bir engeli atlattım derken bir başkasıyla karşılaşmaktan bıktım artık. Hıçkırıklarımın titrettiği aynaya yaklaşıyorum. Üstümde kendinden emin bir takım elbise, bu takım elbisenin içinde ise kendine güvensiz bir adam… Dudağıma iliştirilmiş zorlama bir gülümse biraz daha yukarıda kalan gözlerimin karasında gizlenmeye çalışan hüznü ve korkuyu daha iyi saklama çabası içinde. Bu aynalar gerçekse gerçek BEN nerede? ONU arı- yorum! Ellerim, bana ait olmayan bu yapmacık gülümsemeyi inkâr etmeye çalışırcasına dudaklarıma saldırıveriyor bir anda. O da nesi? Dokunduğum yerde derim büzüşüyor; alnımı, yanaklarımı, burnumu, dudaklarımı kaplayan görünmez hırsız, rüzgârın etkisiyle boş bir masadan kayıp giden bir örtü gibi parmaklarımın arasından kayıp yere düşüyor. Şimdi de bu takım elbiseli adama ciddi bir bilge havası katmak için biri hafiften yükselmiş diğeri ise kurnazca kıvrılmış kaşlarıma dokunuyorum. Yine parmaklarımın arasından kayıp giden o hırsız… Bunca zamandır beni benden çalan maskelerle örtülüymüş meğer yüzüm. ONU nerede “bulacağımı bulmanın” heyecanıyla yüzüme, daha doğrusu uzun süredir esir alınıp da bana ait olmaktan çıkmış bu yüze saldırıyorum maskelerden birbiri ardına kurtulmak üzere. Kuralların, ayıpların, şartlandırılmışlıkların gülünmeyecek (?) bir ortamda dudaklarımla buluşmaya çalışan gülücüğü engellemek için yerleştirdikleri “ciddi surat” maskesinden, ağlayacağım anda acilen imdada yetiştirilen “erkekler ağlamaz” maskesinden ve daha nicesinden kurtuldukça ONA daha çok yaklaştığımı hissediyorum. Yüzümden çıkarıp attığım her bir maske, aynadan çemberle birlikte yavaş yavaş yok oluyor. Nihayet yüzüme sımsıkı sarılmış son maskeden de kurtulduğumda geriye kalan küçücük aynaya bedenimin her yerini dolaşıp en kuytu köşelerindeki sevgi ve içtenliği bile toplayan gerçek gülümsememi sunuyorum. Bir anda ayna büyük bir gürültüyle tuzla buz oluyor. İşte, o zaman gerçekliğin aynaya ihtiyacı olmadığını anlıyorum. Fark edilmesi ve düzeltilmesi gereken bir kusuru olmayan gerçekliğin, gerçek kimliğin, gerçekten var olabilmenin, “ben” olabilmenin… başından utan!” sözlerini de dinleyecek değilim. Kaç yaşında olduğumun pek tabii farkında, horoz şekerim de elimde oynaya zıplaya ilerliyorum güneşe doğru. Zincirlerimi kırarak gölgelerle kandırıldığım mağaradan kurtuldum ne de olsa. Platon’un söz ettiği o âciz mahkûmlar hâlâ gölgelerin gerçekliğine inanırken ben kendi gerçekliğimi buldum. *** Ayağım bir şeye takılıyor. Eğilip bakıyorum: Yerde bir defter var. Rastgele bir sayfa açıyorum. Şu dizeler sıralanmış: “Bana aldanmayın! Yüzüm bir maskedir, Sizi aldatmasın. Binlerce maskem var, Çıkarmaya korktuğum, Ve, Hiçbiri ben değilim…” ** En azından gerçekliğini örten maskelerin farkındasın, diyorum içimden. Seni bulacağım. Seni bulacağım ve senin de ONU bulmana yardım edeceğim. Defterin boş bir sayfasını açıyor ve şöyle yazıyorum: “Dilerim, insanoğlu geçtiği aynanın karşısında kendini tarafsız olarak değerlendirir. Dilerim, en zor olgu olan “kendi kendine hâkim olabilme” gerçekleşir. Dilerim, bilmek, olmayı gerektirir. Dilerim, birey kendini gerçekleştirir.”*** Horoz şekerim elimde, seni bulmaya geliyorum… *** *Murathan Mungan’ın “Çember” adlı şiirinden etkilenilmiştir. **Charles C. Finn’in Doğan Cüceloğlu tarafından çevrilen “Maske” şiirinden alınmıştır. ONU buldum. Aradığım BENi buldum. Madem “ben” olmayı başarabildim, öyleyse bunca zamandır yüzümü türlü maskelerle örtmeye çalışmış insanların “Yaşından ***Marcus Aurelius tarafından söylenmiştir. 27 Mert Dilek Yıldızlara Dair Rojin İdil Erdoğdu “Gökyüzünde ne çok yıldız var. Biri parlak, biri ürkek, biri yalnız, diğeri sanki burada!” Bak yıldız kayıyor, haydi bir dilek tut! Tuttum. ... Ben bir dilek tuttum ve sen gerçek oldun. Soğuk bir şubat akşamıydı. Hava karanlıktı ama ne yağmur yağıyordu ne de kar. Soğuk olduğu, rüzgârın tiz sesinden belliydi. Bir de gidişinden... Yıldızlardan gelmiştin bana, rüzgâr da refakâtçi olmuştu sana. Şimdiyse gidişini haberleyen bir sur borusu... Balkonun kapısını hafifçe aralıyıp yıldızlara baktım. Orada da sen vardın. Yoktun ama oradaydın. Hissederdi ya insan... Evet, hissederdi. Baktığı gökyüzünün aynı olması yeterdi. Parlayan yıldızlar duygularla eş değerdi. Sayısını bilmek ufak bir kandırmaca olsa da sevgiyi saymak yeterliydi. Sen gidersin, ardında kocaman bir gökyüzü bırakırsın. Ay ve güneş halt etmiş hediye ettiğin yıldızların yanında. Her biri gözlerin... Her biri gözlerin... 28 Gülünç Pınarnaz Eren mükemmel sayar da sevgiliyi bir türlü yanına yakıştıramaz, sevgilinin onu sevebileceğine asla inanamaz… Her ne olursa olsun, kalp hangi kırmızıda atarsa atsın, âşık oldu mu insan ne kadar paniklese de, korksa da mutlu olur. Büyür, daha iyi bir insan olası gelir sanki. Aşk kırmızısıdır her kalp, hangi ton olursa olsun. Âşık olmadan kendini bulamaz, sarhoş olamaz, mutlu olamaz insan. Kendine dönünce bir iken her şey olabiliyorsa âşık olunca hiçlikte her şeyi bulur. Aşk, kalbe dönüştür. Kalbi duyabilmektir. Kalbi hissedebilmektir. Mende Mecnûn’dan füzûn âşıklık isti’dâdı var Âşık-i sâdık menem Mecnûn’un ancak adı var Fuzûlî Aşk kişiye özgüdür ve evrenseldir. Hep aynı benzetmelerle tanımlanır. Midelerde kelebekler uçar, daha önce hiç olmadığı gibi hissedilir… Milyarlarca –aslında aynı şeyi söyleyenşarkı yazılmıştır aşka, milyarlar aynı şarkıyı dinler de her biri kendisinden “bir şeyler” bulur o şarkının içinde… Anneler kızlarının aklı havada halinden, sebepsiz gülümseyişlerinden anlayıverir de utandırmamak için ses etmez. Bakışlar, ellerden taşan heyecan, birbirine karışan cümleler ele verir kıpkırmızı âşığı. “Bir şeyler var aramızda/Senin bakışlarından belli/Benim yanan yüzümden./Dalıveriyoruz arada bir./İkimiz de aynı şeyi düşünüyoruz belki,/Gülüşerek başlıyoruz söze.”* der şair, anılar uçuşmaya başlayıverir bulutlarda… Her âşık da bu beyti haykırmak ister herhâlde. Daha yolun başındayken, sadece aşk varken hiçbir panik, plan, korku, kurgu aşka karışamamışken… Diğer âşıkları küçümser. En güzel kendisinin sevebileceğini söyler. Bu ona güç verir, kendine güvenir, sevdikçe sever, köpürdükçe köpürür. Öyle de olması gerekir, herkes farklı sever. Herkes kendine özgü sever. Her sevgilinin güzelliği farklı acıtır. Her âşığın aşkı, parmak izidir. Herkes farklı sever. Her kalbin kırmızısı eşsizdir. Kimisi âşık olunca panikler,ona alışamaz, sabır gerektirir bu; belki yapışıverir yakaya ama zamanla coşkusu durulur, derinleşir, aşkı olgunluğunu alır. Kimisi sever de belli etmek istemez, utanır, yanlış anlaşılmaktan korkar, korkar... Kimisi severken cesurdur, geçmişi kapıdan geçiriverir, incinmekten korkmaz. Kimisi kurdukça kurar, boğulur, her hareketten bir anlam çıkarır, yanlış anlar, kendi kendini eritir, kaşık kaşık kanatır. Kimisi olduğu gibi kabul eder, kendini en rezil, sevgiliyi en İnsanın var oluşu acıdır. Bedene hapsedilir, en büyük cezaya çarptırılır, bir ömür üzerine yapışmış bedenden kurtulmaya çalışır ne yaptığını bilmeden, bir yandan da bedenden kurtulmaktan korkak… Sıkıntı basar, kanaya kanaya ağlar ölünün ardından da, başörtülü kaplumbağayı görünce gülmeye başlar. Gülerken ağlayabilir insan. Aslında onun için ağlamak ve gülmek; âşık olmak ve acı çekmek; kavuşmak ve ayrılmak arasında fark yoktur. 29 Aşkın en güzeli sevgilinin işe karışmadığı aşktır. Sevgili sahneye çıkınca bir yerden sonra âşığın aşkına izin vermez, sevilmek istemez, sevgiliye rağmen sevgiliyi sevmek acıtır, incitir, aşk nefrete dönmeye yüz tutar. Aşk nefrete en yakındır. O çizginin ötesine geçirir sevgili, âşığı. acısından ağzından çıkanı duyabilen, acısını tanımlamayı başarabilen az. Bundan belki de tekrara düşer ya âşık... Kendi tanımını, kelimelerini yaratamaz da olanlardan seçer. Fuzûlî olmak işte bu yüzden kolay değil. Kelimeleri bulabilmek kolay değil, o kadar kelimenin kaleminde birikmiş olması kolay değil. Belki de aşk aslında sevmeyi sevmektir. Bu sebeple gerek yoktur sevgilinin sahneye adım atmasına. Âşık dört tarafını ateşe verir, cayır cayır yanar, yandıkça yanar… Bu ateşin kırmızısı kalbine düşer, kalbin kırmızısına yansır, alevlenir kalp, tutuşur da hiçe döner ve her şeyini bulur. Sevgilinin gelip bu ateşe su olmasını bekler âşık ama bilir ki su, yangını küle döndürür. Cayır cayır yanmak varken küle dönmeyi kim ister? Sevgiliye derdini anlattıktan sonra kelimelerin tükenirse ne olacak? Söylenecek çok şey varken susmak ile hiçlikten susmak bir olabilir mi hiç? Aşk, işte o ki, en gururuna düşkün olan bile sevilmediğini bile bile sever, sever. Herkes farklı lezzette sever, başka bir kırmızı da yanar, sevilmeyi değil de sevmeyi sever; ama kendine özgür bir şekilde. Elinden nasıl geliyorsa… Ne kadar becerebiliyorsa… Kimisi de var ki işte kırmızılığına hayran kalmamak elde değil… Mecnûn da bunlardan mıdır, bilinmez. Belki de adı, şanı bundan karışmıştır kırmızıya. Belki de gerçekten en güzel kırmızılardan birinde sevmiştir Leyla’sını. Kelimeye dökmek zordur aşkı. Tekrara düşürür insanı. Benzersiz sevse de kişi, canının 30 Aşk, işte o ki, sevgili başını kaldırıp âşığın yüzüne bakmaya tenezzül bile etmese âşığa saatlerce o sevgiliyi izletir. Aşk, işte o ki, sevgilinin vefasızlığını sevdirir. Aşk, en kolay olsa da en zoru… En güzel olsa da en acı, en mutlu edeni olsa da en çok ağlatanı, en tanıdık geleni olsa da en bilinmeyeni, en sabrını sınayan olsa da en çekingen bırakanı... Aşk işleri inada bindirir, aşk teslim ettirir. Aşk söker, saçak saçak sökülür kalp… Aşk çelişkidir. Öyle bir çelişki ki “Bir hikâyelik ömrü vardır aşkımın.” diyene bile sayfalarca yazdırdı. Yine rezil etti kendini; en gülünç duruma düştü… *Nahit Ulvi Akgün, “Birisi” Floresan Ruhlar “İstanbul trafiği” ile başlayarak uzayıp giden ve oflamaların süslediği, korna seslerinin fonu oluşturduğu bir müzikalin sıkılan bir yolcusuyum sadece. Ancak telefonumuzun bataryası kadar mutlu olduğumuz 21. yüzyılda bataryası biten telefonumun kurbanıyım ve kim bilir kaç saat sürecek bir otobüs yolcuğunun başındayım. Oflama ve korna seslerinden başka müziğim, pencereden yüzlerine baktığım ve hayat hikâyelerini tahmin ettiğim insanlardan başka romanım yok. Can sıkıntısıyla baş başayım. Derken, gözüm yan binanın ikinci katına takılıyor ve aydınlık bir odada vals yapan ağlamaklı bir kadın ve erkek görüyorum. Ağlamaklı diyorum; belki soğuk ve kasvetli karanlıktan, belki can sıkıntısından, belki floresan ışığında birbirine aşksız bakan iki çift gözü görmesem de hissettiğimden, belki de uyumsuz figürlerinin ruh yoksunluğundan… Bir kadın ve erkek diyorum, bir çift demiyorum; çünkü aralarında birbirlerinin gövdelerine öylesine konmuş birer elleri dışında hiçbir bağ yok, çünkü valsin ruhu soğuk camı aşıp gelemiyor bana, ruhuma işlemiyor; daha da daralıyorum, ağlayasım geliyor. Bir ev olamaz bu; bir şeyi kutlamak için veya sadece birbirlerini sevdikleri ve mutlu oldukları için dans ediyor olamazlar. Siyah elbiseli kadın dans öğretme- Tülay Çalışkan ni olabilir, adam da vals öğrenmeye gelmiştir. Sebebi her neyse bu ağlamaklı tabloyu açıklar mı? *************************************** İnce siyah elbisemle üşüyorum, tüm gün topuklu ayakkabılarla yürümek beni yoruyor; ama işim bu, yapmak zorundayım. Tanımadığım insanlara aşkın danslarını öğretiyorum: tango, vals… Tanımadığım insanların elleri belimde, acemice adımlarını sayarken nefeslerini yüzümde hissediyorum. Bu bomboş, mobilyasız, soğuk, ağlamaklı odada tüm gün aynı müziklerle, aynı adımlarla bir ileri bir geri gidiyorum. Her günümün ritmi aynı; anılarım bir ileri sarıyor, bir geri… Aşkın dansını aşkı bilmeyenlere öğretiyorum; aşkı, tutkuyu para karşılığı ruhsuz bedenlere satıyorum. Bir ileri, bir geri… Sağa gidiyorum hayal kırıklıkları, sola gidiyorum tekdüzelik. Bizler gibi ağlamaklı floresanın sahte ışığında ruhumuz varmış gibi dans ediyoruz. Floresan ara sıra sesler çıkararak söner gibi oluyor, kendini ateş böceği mi sanıyor bilmem. Bomboş odada topuk seslerimle bir ileri bir geri giderken ben kendimi mutlu sansam floresan gibi aldatabilir miyim benliğimi? Gözlerimi kapayıp kendimi dansın akışına bırakıyorum; yıllar belleğimden akıp gidiyor, bir ileri, bir geri… 31 32 Vals. N.d. Photograph. n.p. Web. 20 Nisan 2013. <http://img2.blogcu.com/images/c/i/g/cigdemtas/vals.jpg>. Kanalın Karanlık Yeşili Penina elbisesini giydi, krem rengi ipek soğuktu. Bu akşamki maskeli balo da diğerleri gibi geçecekti. Ne farkı vardı ki bütün bu çabanın? Beyaz ve zarif inci kolye kendisine benziyordu, kolyeyi taktı, adı da zaten inci anlamına geliyordu. Birkaç kere parfüm sıktıktan sonra akşam için hazır oldu. Abandonato Malikânesi uşaklarla da dolu olsa, konuklarla da dolu olsa her zaman biraz melankoli taşırdı. Bu belki mavinin soğuk tonlarından, belki de soyadlarının anlamından kaynaklanıyordu. Abandonato: terk edilmiş. Kapıyı açıp dışarıya adımını attı, mermer zemin ayakkabılarının tok sesiyle yankılandı, birkaç uşak köşeden görünür gibi oldu. Küçük hanımefendi odasından çıkmıştı. Evin girişine inen iki taraflı geniş ve ihtişamlı basamaklar sanki evin büyüklüğünü ve yalnızlığını daha da göz önüne çıkarıyordu. Ev insanlarla doluydu ama yine de ıssızdı. Girişteki mor ipek koltuğa oturdu ve uşaklar kürkünü getirirken ailesini beklemeye başladı. Annesi ve babası, Bay ve Bayan Abandonato, merdivenlerden inerlerken uşaklardan oluşan uğurlama komitesi tamamlandı. Kürkler getirildi, Selin Toprakkıran kapılar açıldı ve arabaya binildi. Araba soğuk gecede ilerlemeye başladı, faytoncu atları hızlandırdı. Dışarısı ne kadar da karanlıktı. Yağmur at arabasıyla eğleniyordu sanki. Venedik’te kışlar yağmurlu geçerdi. Yağmur bazen insanı üzse de evde sıcak bir atmosfer oluştururdu en azından. Doğa ananın hışmı, evdekileri sıcak ve kuru oldukları için minnettar hissettirirdi. Annesi, Bayan Abandonato, ona gümüşlerle bezenmiş bir maske uzattı. “Düşürmüşsün.” dedi. “Teşekkürler.” Maskesini düşürdüğünü fark etmemişti bile. Araba sallantılı yolun sonuna geldiğinde durdu. Kapı açıldı, şemsiyeler havaya kaldırıldı ve topuklu ayakkabılar yağmurla dans eden tıkırtılar çıkararak ilerlediler. Kapılar açıldı ve salonun ışıkları, devasa avizeler ve kıkırdamalar konukları büyüledi. Kürkler alındı ve balo salonuna geçildi. Maskeli yüzler onlara döndü, birkaç saniyelik bir değerlendirmeden sonra maskeler danslarına devam etti. Bayan Abandonato: “Etrafa alıcı gözüyle bakmanı öneririm.” dedi. Yaşı gelmişti. Ailesinin küçük hanımefendisi olarak yakında yuvasından ayrılması gereke- 33 cekti. Ailesinin incisiydi, gerçek anlamda. Salona göz gezdirdi. Maskeli yüzler parıldıyordu. Yanına siyah maskeli biri geldi, ailesinin onunla evlendirmeye çalıştığı şu zengin aile çocuklarından biriydi, Antonino. Onu dansa kaldırmak istedi, hayır diyemedi, annesi ne derdi sonra? Dans ettiler, Antonino birkaç kere etrafında döndürdü onu. Etekleri uçuştu ve kendini bir kuğu gibi hissetti. Dansları bittiğinde bir köşeye çekildi, annesinin onu bulmasının uzun süreceğini umdu. Evlenme zırvalıklarını dinlemek istemiyordu. Maskeler sanki üstüne üstüne geliyordu, bir an boğulduğunu hissetti. Eteklerini tuttu ve koşmaya başladı. Maskeler ona döndü. Birisi farklı davranmıştı, o birisi oturmaya devam etmeliydi oysa. Koştu, koştu ve koştu. Uşaklar geri çekildiler, o da kapıları itti. Uşaklar şaşırdı, o koşmaya devam etti, koşarken ayakkabısının topuğunun kırıldığını hissetti ama durmadı. Yağmur mutsuzluğunu yıkasa her şey ne kadar da kolay olurdu. Venedik’in en sevdiği kanallarından birisi gözüne çarptı, karanlık ve gizemli suya baktı. Dizlerinin üzerine çöktü bir anda, gözündeki yaşların 34 farkına vardı, yağmura karışıp aktılar. Sorun neydi? Biraz düşündü, sorun maskelerdi, maskelerden bıkmıştı.Zenginlik neredeyse, maskeler de oradaydı. Bay ve Bayan Abandonato bile oldukları gibi değildiler, öz ailesi, uşaklar, misafirler, arabacı. Maskeler her şeyi kapatıyordu. Mor ve pırıltılı yüzlerinin altındaki gerçek deriyi kapatıyorlardı. Penina kendini sulara atmak istedi, o karanlık yeşilde akıp gitmek istedi. Yalnızlığını ondan almasını istedi kanalın. Uşaklar birazdan gelirlerdi, peşlerinde de Bay ve Bayan Abandonato. Belki birkaç meraklı maske de peşlerine takılırdı. Gerçi yağmur yağıyordu, annesi ve babası bile gelmeyebilirdi. Uşakları yollamak daha kolay olurdu. O, ıslanmaya değecek bir insan değildi. Altın madenleri yoktu ki ıslanmaya değecek biri olsun. Bir uşağın onu kolundan çektiğini fark etti ve düşüncelerinden sıyrıldı. Bir ciyaklama onu kendisine getirdi, Bayan Abandonato onu azarlıyordu. Penina ona verilen şemsiyeyi tuttu ve karanlık sokakta sekerek balo salonuna doğru yürüdü. Gece tüm karanlığıyla üzerine kapandı. Günün İlk Şiiri Deniz Şahintürk Saat beş Hava serin Ve ben bu erken saatte ayakta Bugün gözüm uyku görmez bir daha Üşümekteyim Saçımda bir sabun kokusu Üstümde, erken ayrılan uykunun mahmurluğu Dışarda öten bülbüller Saatin tıkırtısı O’nun göremediğim rüyası Ve ben Bu serin ilkyaz sabahında Üşümekteyim Düşün Alara Deniz Dileklen Bir ağaç gördüysen üstünde altın elmalarla Düşün, hepsini yiyebildiğini düşün Bir kumsal gördüysen sonsuza uzanan Düşün, kum tanelerini sayabildiğini düşün Bir güneş gördüysen batmak üzere Düşün, ona dokunabilmeyi düşün Bir gökkuşağı gördüysen rengârenk Düşün, ona ulaşabilmeyi düşün Bir beyaz güvercin gördüysen tüyleri ipekten Düşün, uçuşunu ve gidişini düşün Bir çocuk gördüysen içi saf ve temiz Sadece bak ama sakın ürkütme onu Çünkü işte o gerçektir. 35 Boşluk Eda Bebek Diyecekler ki: Renkli kâğıtlara, Renkli kâğıtları yazardı. Kâğıtları bitti sonunda Boşlukta kaldı Yazıları boş değildi ya, O boşluklara da yazardı Sonunda Yazılarında kaldı Aydınlıkta parlamamak için Karanlıkta parlardı Karanlıkta kaldı Hiç boşluk bırakmadan Aydınlığın renklerini yazdı Ama o, renksiz kaldı 36 Fildişi Kule Eşiğinde miyim, içinde mi Bunca zaman oldu bilemem Önce mi sürgündüm, sonra mı yurttaş Her ikilem anayurdum, anadilim kekeme Varmak için yanılsamanın gerçeğine Uzun bir yolculuktu, vardım Sözlüğümün doğusuna düşüyor şimdi O fildişi kule Eşiğinde miyim, içinde mi Hiçbir şey gelmiyor dilime. Murathan Mungan Hem yalnızlığı benim kadar sevip hem de ondan bu kadar korkan var mıdır? Her yazarın kaderi yalnızlıktır; ben de yazarlığı seçtim. Fildişi bir kulede yalnızlığı seçtim. Toplum için yazmak kalemimin gücünü yeterince göstermiyor diye, sokağın sefaleti hakkında yazmak sefaleti ortadan kaldırmıyor diye, yoksullara acıma duygusuyla yazan sözde toplumcu şairlerin hemen hepsi konaklarda, yalılarda yaşıyor ve “yoksullar” derken uzaylılardan bahsediyormuşçasına soğuk ve anlayışsız oluyorlar diye… Fildişi kulelerine kapanan yazarlarla burjuvaları karıştıranlara bir not: Sokağın sefaletinden kaçmadım, yoksulluğa ve yolsuzluğa kulemin tepesinden bakmakla yetinmiyorum! Sadece, yazılarımla değiştiremediğim toplumsal düzeni kendi kulemde idealleştiriyorum. İnsanları, kuralları siliyorum, yeniden yazıyorum, ütopyadan ütopyaya geçerken yarattığım tüm dünyaların efendisi ben oluyorum. Kalemi elime aldığım an duruyor dış dünya, kendi alfabemle, kendi sözcüklerimle, kendi hayallerimi kendi kendime yazıyorum. Sonra bunların hepsini kendim yaşıyorum. Her gün tekrar tekrar ölüyorum, ertesi gün yeniden doğuyorum. Fildişi kulesine kendini hapseden bir Anka kuşuyum, kulem çatladığında onu kelimelerle yeniden örüyorum. Kulenin bitmek bilmeyen merdiven- Tülay Çalışkan leri dik ve yorucu, sadece yukarı gitmiyor, sağa, sola, aşağı, daha aşağı, bilinmezliğe de gidiyor. Harfler yan yana geldikçe anlamsızlaşıyor, kelimeler gölgelere dönüşüyor, cümleler kâğıttan dökülüp duman oluyor, tüm gece karabasan gibi başımdan gitmiyor. Bazen karanlığa düşüyorum, düştükçe daha da hızlanıyorum, nefesim kesiliyor, çığlıklarımla düştüğüm yeri hesaplamaya çalışıyorum. Kulenin burgacında yakamoz gibi dönüp dururken karanlık, ağzını açıp beni yutuyor; sonra harf harf geri kusuyor. Neden dünyayı değiştiremedim? Neden yalıtılmış bir hayatı seçtim? Harflerden dumanlar dağılıyor ve tam yere çakılacakken nefes nefese uyanıyorum. İşte gecelerim… Bazen de güneş açıyor olabildiğince duru ve parlak. Güneş; kulemin tek bir penceresinden içeri doluyor, umut saçıyor, mısralarla gülen yüzler çiziyorum. Sahte bir mutluluğa bürünüyor yazılarım, ben kurtuluyorum ama sanatım acı çekiyor. Benim ışığım karanlıkta aydınlatır, diyen ilham perim uçup gidiyor. Pasif bir seyirciden daha fazlası olduğumu sanarak kendimi soyutladığım bu kulede mutlu ama daha yalnız oluyorum. Gecenin gelmesini hem istiyorum hem istemiyorum. Gözlerimi kısıp güneşe bakıyorum ve güneş ışınlarının kafamı sağa sola oynattıkça dans edişini izliyorum. Her şeyin kontrolüm altında olmasını seviyorum. Akşam, bir sürü ateş böceğinin aynı anda uçuşması gibi gündüzün üstüne geliyor. On binlerce ateş böceği güneşin son ışıklarına karşı aynı anda ölüyor ve kızıllık ufukta kaybolurken karanlık çöküyor. İlham perimin gelmesini beklerken sürüye karışmamış ve güneşe karşı ölmemiş son bir ağustos böceği gelip parmağıma konuyor. Darmadağınık harfler bir anda birleşiveriyor. Ateş kadar dondurucu, karanlık kadar parlak cümleler geçiyor aklımdan ve yazmaya başlıyorum. Karanlık ateşler beni çepeçevre sarıp eritirken ateşli karanlıklarda kaybolmuş olmaktan mutlu oluyorum. 37 Mert Dilek Setenay Gel Ateş Yanıyor Şarap dökülmüş yere Görmemişim Ateş Yanıyor Paramparça camları kadehin Yerdeki tahtayı kanatmış Camlar, her yerdesiniz. Ateş Yanıyor Ben Yanıyorum Sen öğrendikçe yok saymayı Ateşi Ben Yanıyorum. 38 Fareler, İnsanlar, Lucifer ve Cennet Lucifer’in Tanrı’ya yaptığı gibi isyan etmek istiyorum çoğu zaman fakat iblisin aksine benden, daha iyi bir tür yarattığı için değil de beni ‘farklı’ bir tür yaptığı için. Burada, Julia ve ben insan denebilecek tek kişileriz belki de... Sevgiyi ve cinselliği tadıp ihanet etmeyeceğimize söz verdiğimiz, insan olduğumuzun farkında olduğumuz için! Cennetteki Âdem ile Havva gibiyiz ve öyle hissediyorum ki tıpkı onlar gibi cezalandırılacağız. Hayvan gibi yaşayan Parsons veya kendi dediklerinin farkına varamayan Syme gibi olacağız belki de... En çok da unutabileceğimiz korkusu dehşete düşürüyor beni; unutmak ve cenneti hatırlayamamak... Prolerterlerin bölgesinde zaman geçirdiğimde pek çok şey öğrendim onlardan. Onlar, benim gibi bilinçli olsalar ve öğrenmeye çalışsalar Parti’nin yaşaması olanaksız; lâkin o kadar boşlar ki! Bunu görmek, şair Pablo Neruda’nın dediği gibi “Bir adam olmaktan yoruluyorum bazen.” dedirtiyor bana. Keşke, diyorum, farklı olacağıma, ‘birey’ olacağıma onlardan biri olarak geçip gitseydim. Belki 1984’ten on yıl önce de vardı bir Âdem, susan. Ondan yirmi, elli yıl önce de vardı belki ve sustu... Parti’nin kurulmasına neden olan- Y. Yiğit Günaydın lar da susanlar değil miydi? İşte, bu yüzden umutlu olmak istiyorum. Belki ben bu uğurda İsa gibi feda ederim kendimi; havarilerimle İngsos bir gün yıkılır. O’Brien örneğin, havarim olabilir, o bakışlarıyla, tıpkı Yehova gibi... Böylece bir gün ben, Kestane Ağacı Kahvesinde O’Brien’la sohbet ederken Julia çocuklarımızla ilgilenebilir, ‘casus’ değil ‘çocuk’ olan çocuklarımızla. Eski günlerin kınandığı “Nefret Haftası” düzenler, Büyük Birader’e lanet ederiz. ... Uzakta, çok uzakta bir ışık var... Tek çekincem: Ya o ışık Lucifer’in taşıdığı ışıksa? Goldstein diyorlar, Kardeşlik diyorlar... Hiçbir şey açık değil... Bu gizemle tam bir Tanrı! Yukarıdan bize bakıp-belki gülüyor- geleceği görüyor, fakat ben de şunu biliyorum ki Goldstein benim, kendimi bulmak istiyorum! Labirentin ucundaki peyniri bulmaya çalışan bir ‘fare’ gibi hissediyorum kendimi. Kendimden korkuyorum, gelecekten, Julia’dan... Ya labirentin ucundaki ışık Lucifer’inkiyse? Ya labirentte hiç peynir yoksa? Ya Mesih İsa gibi havarilerim beni satınca mahkûm İsa gibi ölürsem? İşte, o zaman Goldstein’ın “öldüğü”, benliğimi kaybettiğim ve Âdem gibi cennetten kovulduğum andır. Winston Smith, Haziran 1984 39 Bay Agop Eda Özkök Ülkedeki “Biz de bu topraklarda doğup büyüdük. Bu toprakların insanlarıyız, sizlerden farklı değiliz. Her türlü hakları, sizler gibi anayasa ile güvence altına alınmış bu ülkenin vatandaşlarıyız” ana fikrinden yola çıkan, azınlıkların sesi, ‘Kargo’ gazetesinin Ankara so-rumlusu olan ünlü gazeteci Agop Margarosyan, bir nedenle İstanbul’ da bulunduğu sırada, öğrenci temsilcimizin yoğun çabaları sonucu okulumuzun konferans salonunda bir konuşma yapmak üzere gelmeye razı edilmişti. Koşullar ne olursa olsun ülkemizde yaşayan azınlıkların yanında olmamız gerektiği; ayrıca bunun demokratik bir zorunluluk olduğu vurgusu ile sunuş konuşmasına başlayan öğ-renci temsilcimiz; konuşmasını bir aydın, bir insan olarak bizlerin de her türlü ayrımcılığın karşısında olmamız vurgusunu yaparak devam ettirmiş ve bitirirken de “Bizler için Ahmet’ler Mehmet’ler ne ise, İsak’lar Agop’lar da odur!” diye bağırmıştı yüksek sesle. Ve normal bir tonla: “Şimdi, ‘Demokratik Toplumlarda Birey Olmak’ konulu konuşmasını yapmak üzere Bay Agop’u kürsüye davet ediyorum.” demişti. “Şimdi, ‘Demokratik Top40 lumlarda Birey Olmak’ konulu konuşmasını yapmak üzere Agop Bey’ i kürsüye davet ediyorum.” dememişti veya: “Şimdi, ‘Demokratik Toplumlarda Birey Olmak’ konulu konuşmasını yapmak üzere Sayın Agop Margarosyan kürsüye davet ediyorum.” da dememişti. Oysa bu konuşmayı yapacak olan gazeteci Ahmet A. olsa “Şimdi, ‘Demokratik Toplumlarda Birey Olmak’ konulu ko-nuşmasını yapmak üzere Ahmet Bey’i kürsüye davet ediyorum.” derdi. Veya “Şimdi, ‘De-mokratik Toplumlarda Birey Olmak’ konulu konuşmasını yapmak üzere Sayın Ahmet A.’yı kürsüye davet ediyorum.” da diyebilirdi ama asla “Şimdi ‘Demokratik Toplumlarda Birey Olmak’ konulu konuşmasını yapmak üzere Bay Ahmet’i kürsüye davet ediyorum.” demezdi, diyemezdi. Çünkü ana dili; “Bay Agop” demesini, araya duvar örüp acımasızca, gizliden giz-liye kendisine neredeyse mecbur kıldığı hâlde “Bay Ahmet” demesine izin vermezdi. Nedense, “Artık gavura gavur denmeyecek!” adlı tarihi andımızı hatırlamıştım. Temsilcimizi suçlamıyordum. Salondan çıkıp çay içmek için kantine yöneldim. Geçmişten Bir Parça Fatmanur Yokuş Her insanın, onu geçmişe bağlayan Bu anı onun çocukluk aşkıyla, Rebeka’yla ayrı ayrı anıları, tutkuları vardır. Bunların ilgilidir. Yıllar geçmesine rağmen anlatıcıda kimi güzeldir, kimi acı. Bu derin duygular onu tutkuyla saran aşkın izleri görülmektedir. birçok öyküde karşımıza çıkabileceği gibi “Caddeye çıkınca doğup büyüdüğüm bu kente Kâmuran Şipal’ın “Rebeka” adlı öyküsüne de gelişim yalnızca Rebeka’nın dükkânına girmek konu olmuştur. içinmiş gibi bir duygu uyandı içimde.” (226) Öyküdeki ana karakter, çocukluğunu Çocukluk aşkı Rebeka, anlatıcıyla geçmişi geçirdiği yeri görmeyi uzunca bir süre arasındaki bağdır; anlatıcı, yıllarca bu gerçekten reddeden ama daha sonra annesinin geçirdiği kaçmasına rağmen dükkâna dönüşü, onun, bir kaza sonucu çocukluk anılarını yaşadığı bu bağın varlığıyla yüzleşmesini sağlamıştır. bu kente giden bir erkektir. Anlatıcı, doğup “Rebeka” öyküsünün teması değişimdir. büyüdüğü kente ayak basınca çevresinde Öyküde her şeyin değiştiği hatta anlatıcının birçok değişiklik fark eder. Bu değişiklikler anılarında kalan Rebeka’nın bile değişip onun kendisiyle ilgili saptamalarda evlendiği ve çocuk sahibi olduğu görülür. bulunmasına olanak sağlar: “Varlığımın bir Zaman zaten doğal olarak değişmiştir, köşesinde saklı duran ve yıllandıkça değeri ilerlemiştir; mekânlarda çok büyük değişim artan çocukluğumla aramdaki bağların vardır. Hatta tek değişmeyen yer olan şekerci kopar gibi olduğunu duydum.” (220) Bu dükkânının bile bazı şekerleri değişmiştir. farkındalık, anlatıcının yıllar boyunca Öykünün sonunda anlatıcı, içinde sakladığı içinde sakladığı, çocukluğuna dair birtakım çocukluk anılarını, değişen, yeni yüzlü kentte şeylerin ilk defa yok olmaya başladığının bırakarak orayı terk eder; yaşamına eski kanıtıdır; çocukluk anılarını yıllar yok mekânında, farklı duygularla devam etmek edememiş ama mekânlardaki değişimleri üzere yola çıkar. O, yıllar önce yapması gereken görmek bu anıların yok oluşunu başlatmıştır. şeyi, duygularıyla yüzleşmeyi, ertelemiş ama Anlatıcı, geçmişe ait değişmeyen hayat onu bu karşılaşmaya itmiş ve bu anlamda, tek yer olan şekerci dükkânını görünce görevini bitirmiştir. annesini, değişen mekânları unutur ve en “değerli” denebilecek anısı onu ele geçirir. *Genç Olmak, 80 Yazardan 80 Öykü, Nursel Duruel. 41 Edilgen Yağız Alp Tekin Bir şiir geldi aklıma, yeniden Gözlerimi kaçırışımın şiiri. Laf oyunlarıyla doluydu oysaki Karşımda oturan kızı da etkilerdi. Yalnız “seninle” başlatmıştım, Sen oyunsuzdun... Pejmurde kirliydi, siyahtı Küllü izmaritlerle bezeli Üflemek lazımdı yahut su dökebilseydim... Yalnız rüzgârı bekledim Ben hep rüzgârı beklerim. Mert Dilek 42 Sabah Olmasın Bu Gözlere “Kurtulmak istiyorum bu geceden, Ama sabah olmasın.”* Kirpiklerim yaşlarla ağırlaştığında, Gözüme değmesin şafağın güneşi, Acıtmasın. Laçin Edis Sayfalarda kelimeler boş Fırtınada savrulan yapraklar kadar geçici Limanlardan sızan şilepler kadar yalnız Kelebeğin buruk son saatleri Koridorlarda dolaşır gecenin gölgeleri, gulyabanileri Camlarda dallar uğursuz; perdelerde rüzgâr, ruh gibi Yankılanan tek bir ses, tek bir nefes Ölümle raks eden ıssız bir kalp Gittikçe yavaşlıyor yaşamın ritmi Gömülürken gece güne, Işıldıyor duvarların teni... Kâbuslarımın gece yarısı matineleri Aynalarda yansımasın katilleri Renklerle çırpınan bir çocuk gibi kalbimin Örtmesin en masum hayallerimi Karanlık bulutları gerçekliğin Şimşeklerle kavlanan tozları zamanın Ayaklarımın altına serpilmesin kor gibi Sıcak, kuru ama keskin cam kırıkları; Parmaklarımı kavuran alev yağmurları gibi... Sonsuzluğa uzanış günü geldiğinde, Gözler ölür mü, kalır mı bilinmez; Ama her yeni günü başlatan güneş, İşte onun işkencesi hiç bitmez... Hırçın dalgalar sahillerde, Kayalarda, yosunlarda, teknelerde, Suyun gözünde boğuk bir çığlık; Kimse bilmez suyun gözü nerede Durmaksızın batar güneş, peki ay? Yıldızlar hangi cehennemde? *Şiir Su Saydam’ın şiirinden alınmıştır. 43 “…” Büşra Yen çiçekler var ötede, parkta oynayan çocukların, eli kalem tutan yazarların, umudu var, hissediyorum ve içime çekiyorum, çiçeklerin kokusunu, yüreğimdeki, umutsuz boşluğu doldururcasına. Ah Şu Maskotlar Uzaklar... Kime ve neye göre olduğu tarafım tarafından pek bilinmese de onlar hep varlar. Çocukken binamızın birkaç bina ötesindeki bakkaliye bana uzak gelirken şimdi yeni şehirler ve ülkeler bile yakından da öte çünkü nereye gidersem gideyim yanımda taşıdığım bir şey var. “Şey” demek ne kadar doğru bilmem çünkü kendisinin bir nesne olmadığına eminim. Bu kadar seviyorsam ve bu kadar kendime ait hissediyorsam illaki satın alınmış bir şey olması gerekmez, değil mi? Hepimiz böyle değil miyizdir zaten? Ne kadar öteye gidersek gidelim kurtulmak istemediğimiz, “tatlı baş belası” olarak da adlandırılabilecek şeylerden kendimizi 44 Rojin İdil Erdoğdu alamayız. Sonra da vazgeçilmezimiz olurlar zaten. Tıpkı bir maskot gibi... İyi bir maskot... Yüzü gülümseyen ama kalbi atmayan... Seven ama kandıran... Güvenen ama güven veremeyen bir maskot... Kurtulmak istemeyiz; sebebi de vardır bunun elbet. Ama öyle bir gün gelir ki bir bakarsınız, çalışma masanızın üzerine bıraktığınızı sandığınız maskot uçup gitmiş... Başka evlerin anahtarlarına çilingir de olmuş, anahtarlık da! Besle kargayı oysun gözünü, demişler ya; bu sözdeki durumu duyumsatan türden... Var ama yok gibi... Olsa her şey çok güzel olur gibi... O hep vardı, hep de olacak gibi... Her ne kadar uzak(!) da olsa, her sabah uyandığımızda o masada kalacak gibi.... Saklı Bahar Yapay bir camın arkasında yansıyan altın, Kar tanelerine tutunmuş boşluğun özgürlüğü, Soğuk gecelerin yüreklere yuva olduğu yağmur, Düşen taze bir ıslaklık içinde ışığı getirmiş. Küçük bir kanat, ağacın yaşlı derisi altında, Titreyen binbir gecenin sıcağını saklamış. Uçan denizin üstündeki ateşin sıcağı, Toprağın buzlu örtüsünü yakmış. Yorgun, tozlu gözler damlaları içinde saklamış Güneşin doğan bir tutam kıvılcımını Küçük bir çiçeğin üstünde çalmış çanlarını, Yeşilin her tonundan kemikleşen dallar. Yaraları çatlamış toprak, gölgeleri içine çekmiş. Aralarından çıkan yaşam yeni bir yüz örmüş. Hafif rüzgârların üzerinde salınan kanatlar, Şarkılarını bağlamış ağlamayı kesen gökyüzüne. 45 Sıla İnel Ortalığı Birbirine Katmak Francois Truffaut’nun ilk filmi olan “400 Darbe”, diğer Fransız Yeni Dalga filmlerinde olduğu gibi karakter değişimini değil de bir durum ve o duruma yönelik gelişen olayları anlatır. Ana karakter Antoine'ın kişiliği film boyunca değişmez ve karakter, sürekli aynı şeyi arzular: Özgürlük. Sinemada, yönetmenlik ya da yapımcılık işine girmeden önce bir sanat dergisinde film eleştirmeni olan Truffaut için bu film, otobiyografik unsurlar taşırken Fransız toplumuna eleştirilerde de bulunur. Fransızların, “Bir adam kendi suçsuzluğunu kanıtlayana kadar suçludur.” algısını beklenmedik bir şekilde bir çocuk üzerinden irdeler Truffaut. Antoine’nin annesi, babası ve öğretmenleri Antoine'ın yalan söylediği ve yaramazlık yaptığı ön yargısına sahiptir. Antoine’nın henüz küçük bir çocuk olmasına rağmen çevresindekiler tarafından bu kadar ağır yargılanması, izleyicinin zihninde Antoine için duyulan sempatiyi artırırken toplumun doğruları içinde bir karşıtlık oluşturur. Böylece Truffaut, filminde eleştiri yapmakla kalmaz, izleyicinin bu eleştiriyi kendi başına yapmasını da sağlar. Truffaut’nun yaptığı bir diğer eleştiri ise Fransız aile yapısı üzerinedir. Filmin ana karakteri Antoine ve en yakın arkadaşı Rene için anne ve baba karakterleri belirsizdir. Evet, anne ve babaları vardır, fakat bu ebeveynler, bir çocuğu yetiştirme ve bir çocuğun sorumluluğunu alma konusunda başarısızdırlar. Truffaut da toplumdaki bu algıyı eleştirir. Ekmeğini verip geri kalan her şeyi çocuğun kendisinin yapması gerektiğini düşünen bir ebeveyn, kendi sorumluluklarını yerine getirmiş sayılmaz. Çocuk büyütmek, sevgi, zaman 46 Ecegül Bayram ve dikkat gerektirir. Onu, sonradan, zorunluluktan yanına alan annesi ve üvey babası tarafından yetiştirilen Antoine’nın veya annesi alkolik ve babası kumarbaz olan Rene’nin hayatı gerçek ebeveyn figürlerinden yoksundur. Islahevine girmeden önceki sorgu bölümünde de Truffaut, bunları anlatarak karakterini izleyicisi için aklar ve onun sadece korunmaya ihtiyacı olan küçük bir çocuk olduğunu hatırlatır. Son olarak ise Truffaut, film tarihinin en akılda kalıcı sonlarından birini yaratmıştır. Film boyunca Truffaut, Antoine karakterini izleyiciye sevdirmiş, içimizde düzene karşı karakteri koruma duygusu ortaya çıkarmış ve karakterin işlediği suçları veya çıkardığı sorunları affettirmiştir. Antoine’nın ıslahevinden kaçışıyla izleyiciyi umutlandırmıştır. Antoine kaçıyordur, belki sorunlarının hepsini geride bırakmak, belki denizi görmek, belki de çocukça duygusal bir neden için. İzleyici için bu kaçışın nedeninin önemi yoktur, çünkü bütün olaylar izleyiciyi duygusal olarak doyurmuştur. Son an geldiğinde ve Antoine izleyiciye olgun bir kendine güvenle baktığında ise izleyicinin önceki tokluğu yok olur ve o bakışı sindirmeye çalışır. Sanki izleyici, bütün bu olayları ve sondaki kaçışla gelen umudu başka bir dünyada hayal etmiş, fakat o bakışla hayatın gerçekliğine geri dönmüştür. Şimdi ne olacaktır? Truffaut, izleyici için bu soruyu açık bırakır. Geleceğe karşı duyulan şüphe ve umut arasındaki belirsiz zıtlığın ve romantik hayaller ile gerçek dünya arasındaki üzücü farkın eleştirisini izleyicisine bırakır. Tek bir bakıştan çıkarılmış derin bir anlam, küçük bir çocuğun omuzlarına yüklenmiş ağır bir yüktür. Sakal Umutcan Gölbaşı I işinden memnundu Efrahim Usta her ne kadar dükkânına gelen her müşteri adını İbrahim sansa da aldırmazdı o artık bunlara, alışmıştı insanlığa ve o kadar görüp geçirmişti ki isminin yanlış söylenmesi onun canını sıkacak en son şeydi yalnız başınayken dert edecek daha büyük şeyleri vardı bu yaşlı yahudinin bir başına, karanlıkta sakalını sıvazlarken II Efrahim Usta severdi ya sakalını sıvazlamayı aklına nasırlı parmaklarının ucuna batınca gelen o derin bir ah çektiren anıları sevmezdi sevmezdi ya aklından çıkıp gitmezdi onlar da aksi bir sakız gibi beyninin en kuytu köşelerine yapışır adamı iyice huzursuz ederdi yine böyle tek başına sessizliğe ve karanlığa gömülmüş sakalının iyice beyaz olmuş telleri arasında soğuktan kaskatı kesilmiş parmaklarını gezdirirken beynine yapışan sakızdan bir anlığına uzaklaşıp düşündü derince ve iyice düşündü o kadar derindi ki bu düşünce marangozhanenin o tozlu havasını ciğerlerine çekmeyi bile unutmuştu ve sonunda içinde kalan birazcık solukla "ne önemi var ki Efrahim" dedi "ne anlamı var böyle yaşamanın" gözü dolabın kuytu bir köşesinde karanlıkta unutulmuş soğuk baba yadigârı tabancaya gitti III durdu şöyle bir kafasını salladı yapabilir miydi? kendisi gibi herkesin unuttuğu bir kuytuda bulunan o zavallı altıpatlara bir yakınlık hissetti birden metal soğukluğunu hissetti içinde düşüncesi bile kötüydü yıllar sonra o barutu böyle kullanmanın kötüydü ya dinginleştiriciydi de vah dedi kendi kendine bitmişim ben şundan sonra yaşasam ne yazar yaşamasam ne ağırca doğruldu oturduğu sandalyeden sigara kokan o eski yırtılmış kumaşı avucunda hissetti derisinin ne farkı kalmıştı ki o kumaştan dolaba doğru attığı her ağır adım sanki zamanı gittikçe yavaşlatıyordu 47 ve yerdeki eski parkeler gitgide kulağında çınlayan bir gıcırdama çıkarıyordu yanağından bir gözyaşı aşağıya süzüldü tenini ısıtarak varmıştı artık döküntü dolaba başını rafa doğru kaldırdı, öylece bakakaldı yutkundu tükürüğü boğazını yakarak aşağı ilerledi bıkmıştı artık sakalını sıvazladı uzun bir süre sonra da yaşamak tatlı şey be dedi yapamam ben böyle şeyi hayat bu ya ne olacağı belli olmaz demişler üç gün sonra da kanserden öldü zavallı Efrahim Usta mezar taşına İbrahim yazıverdiler IV Akşama doğru güneş batarken Ve arabalar yarın yokmuş gibi Aceleyle geçerken Tarlabaşı'ndan Pera'ya çıkan yokuşu Yürür de nefes nefese kalırsan Efrahim Usta'yı an sen de. Çünkü öyle yapar Yumuşak yüzlü okul çocuğu Hikâyelere muhtaçken Gecenin en sessiz anında; Ve yine Efrahim Usta anılır Yalnızlık Kıraathanesi'nde Biri çifte gidip Okey atınca. Anlamı yokmuş ya yaşamanın Tatlıymış anılmak. V Sakal bırakır Ali şimdi ve tarar bazen sabahları dedesinin tarağıyla dedesinin ceviz kokan safran sarısı yağıyla. Dükkânını da rahatsız eder arada eski tozlu dükkânını. Eski bi’ silah vardır rafta eski güzel bir kadının resmi -- eski güzel anılar kafasında güzel bir kadın yanında güzel bir silah belinde öldürmeyi ölmeyi düşünmez Ali henüz. 48 Toplum Ayşegül Ersin “Ne duruyorsun? Tepsiyi al ve boşları topla. Memleketteki en önemli herifler senin keyfini beklemeyecek. Yürü!” G—biraz aceleci biraz sakar kendini mutfaktan zor attı. Mutfağın bunaltıcı, dumanlı, kötü kokulu gürültüsü arkasındaki devasa kapıların kapanmasıyla sosyetenin bol kahkahalı, bol şampanyalı, bol mücevherli gürültüsüne dönüştü. Yüzünde sahte gülümsemesiyle, itaatkâr ve nazik bir şekilde boş Chardonny bardaklarını topladı. Bir yandan da çevredeki “önemli” insanlara bakıyordu. Ne var ki görebildiği tek şey, para insanlardı ve para insanlardan tiksinirdi. E—Bey sıkılmış hissediyordu. Ailesine pek belli etmeden kapının üstündeki altın süslemeli saate baktı, Oohoo daha bitmesine çok var. Kim bilir nasıl dayanacağım. O da dayanmak için kalbine zararlı olduğunu bile bile bir bardak daha viski aldı ve yine kalbine zararlı olduğunu bile bile kızının yanına gitti. Kızı da arkadaşlarıyla katıla katıla gülüyordu. Şampanyanın attırdığı kahkahalar... Kızın yanındakilere şöyle bir baktı. Aslında düzgün çocuklara benziyorlardı. Yetişkinlerle aralarındaki tek fark oturuşlarından belli olan rahatlık ve ayağa kalkışlarından belli olan enerji. Acaba benden çekinirler mi? Pekâlâ çekinebilirlerdi. Ne de olsa baban yaşında adamın biri masana geliyor!Biz gençken çekinirdik ama bu nesil o kadar çekinden değil. Ne güzel, çekingen de olmasınlar zaten. Tam kendi gençliğine dönmüş, saati bile unutmuşken kızının ona seslendiğini duydu. “Babacığım iyi misiniz?” Tüm ilgisiyle sordu babasına. Babasıyla ilgilendiğinden değil de babası onunla ilgilensin diye soruyordu. Hatta babasını pek de umursamıyordu. Kendisiyle ilgilenen babası olmasa bile olurdu. ”Teşekkür ederim Z—. Buraya gelebilir misin acaba kızım?” Al işte, bütün soğukluğuyla yine konuştu. Suratındaki gülümseme birden yok oldu.Elbisesinin eteklerini toplayıp babasına doğru yürüdü. “Bu akşamki davranışların beni çok memnun etti, bundan dolayı sana teşekkür etmek istiyorum. Ödüllendirileceksin.” Eğitilen köpek gibi. Gerçi köpeğini benden daha çok sevmektedir herhâlde. Z—naifçe gülümsedi. “Ödüle ne gerek var babacığım, sizi düzgün bir şekilde temsil etmek benim için zaten bir ödül.” Elini babasının elini sıkmak için kaldırdı fakat babasının sinirli bakışlarıyla tekrar indirdi. Babası hiçbir şey söylemeden arkasını döndü ve çok sevgili iş arkadaşlarıyla konuşmak için başka masalara doğru ilerledi. Z—kendine yalan söyleyemezdi, babasının ilgisini istediği doğruydu ve babasıyla yaşadığı bu kısa konuşma ona dışarıdaki kar fırtınasından daha soğuk hissettirmişti. Sonunda o da aynı neşeli gülümsemeyle arkadaşlarına döndü ve kahkaha atmaya devam ettiler. Yine geldi ikiyüzlü kız. “Kötü bir şey mi oldu Z—?” “Yok canım. Her zamanki babam ve her zamanki konuşmaları.” “Evet, ben de öyle tahmin etmiştim. İç ısıtan gülümsemeni görünce anlamalıydım zaten.” Z— bir daha güldü. Yine aynı gülümseme...İsim ve para için hayatım boyunca aynı gülümsemeyi 49 görmek zorunda kalacağım, ne acı!... “Küçük şeyleri yakalamana seviyorum D—.” Gözleri kulaklarındaki mücevherler gibi parlıyordu. Âşık olduğu belli, iyi yanından bakarsak işimi kolaylaştırıyor. “Ben de seni seviyorum.” Etraftaki kızlar kıkırdadı ve bir tanesi Z—‘nin kulağına eğilip bir şeyler söyledi. O sırada D—‘nin gözleri uzakta bir görevliyle sohbet eden bakana takıldı. Yanında çalıştığım bakan bile ucuz herifin teki. Kendisiyle konuşan garson kaşlarını kaldırarak biraz şaşkın biraz da masum sordu: “Yani bu parti hakkında gerçekten böyle mi düşünüyorsunuz?” “Öyle konuşma evladım, sanki kötü bir şey söyledim. Sanki kimse böyle düşündüğümü bilmiyor.” “Açıkçası efendim ben bilmiyordum. Böylesini tahmin bile edemezdim.” “Benimle efendimli mefendimli konuşma. Ben senin hiçbir yerden efendin olmuyorum. Köle misin yavrum sen?” Bunları söylerken hem kıkır kıkır gülüyordu hem de bir eli G—‘nin omzundaydı. Böyle çocuklar görünce üzülüyorum. Hep bir önyargılı, hep ciddi. Biraz rahatlasalar, körpe kalplerini yormasalar... “Eee... Biraz da sen konuş bakayım. Sen ne düşünüyorsun parti hakkında?” “Ben efendim, açıkçası...” “Hadi hadi, açık konuş, çekinme.” “Ben aslında sizin için değil ama şey... Yani kimseye daha önce söylemedim ama... Ben paranın insanları ikiyüzlü yaptığını düşünüyorum.” “İkiyüzlü mü?” “Evet efendim, ikiyüzlü. Yani maske takarmış gibi insanlara karşı tutum değiştiriyorlar.” “Öyle diyorsun...” “Evet, efendim.” “Bana soracak olursan. Gerçi benim ne düşündüğümü ne yaparsın... ama aklında bulunsun yavrum, buna ikiyüzlülük denmez. Buna, insanın toplum içindeki davranışı denir. İkiyüzlülük başka bir şeydir. Hem sadece parayla da olmaz bu, herkeste olur. Bence o kadar da korkunç bir şey değil ama tabii... tadında bırakmak lazım.” Mert Dilek 50 . Güneş henüz batmadan göz kapaklarımın ağırlaştığını hissediyordum. Belki vücudum göz kapaklarımı taşıyamayacak kadar güçsüz düşmüştü, belki de göz kapaklarım suratımın geri kalanıyla birleşip bütünlük oluşturmak istiyordu... Yorucu bir gün olduğunu da söyleyemezdim üstelik. Diğer günlerimden pek bir farkı yoktu. Sabah kalkmış, ilk iş olarak o gün ne giyeceğimi düşünmüştüm. Gardrobuma bakıp giyebileceğim iki yüzden fazla kombinasyonu düşünerek geçirdiğim 15 dakikadan sonra, beyaz, kolsuz, polyester bir gömlek ve siyah, düz, keten bir etek seçip kahvaltı yapmak üzere mutfağa yönelmiştim. Kendime bir tost hazırlayabilir, yumurta yiyebilir ya da köşedeki pastaneden poğaça alabilirdim. Pastane fikri aklıma hiçbir zaman hayır diyemeyeceğim vişne ve çikolata dolgulu kurabiyeleri getirdi. Kurabiyelerin dünden kalmış olabileceğini, kruvasanın daha iyi bir fikir olacağını düşündüm. İşe neredeyse geç kalacağımı fark ederek kahvaltımı yolda yapmaya karar verdim. Çalıştığım yer olan Beşiktaş Adliyesi’ne, geçenlerde trafikte geçirdiğim üç saatten sonra arabayla gitmemeye karar vermiş, kendimi toplu taşımanın ellerine bırakmıştım. Otobüse binip Üsküdar’a oradan da motorla Beşiktaş’a geçebilirdim ya da metroyla Kadıköy’e ve sonra da vapurla Beşiktaş’a gidebilirdim. Motor, vapura göre daha hızlıydı ama otobüsteki kalabalığı da çekmek istemiyordum motora binmek için. Taksiyle de gidebilirdim aslında ama çok pahalıya mal olurdu ya da önce aynı yerde çalıştığım arkadaşıma giderdim, o beni bırakırdı. Ben bunları düşünürken kendimi metro istasyonunda jeton alırken buldum. Vapurda da simitle çay aldım. Sizi, kişiliğimle yanıltmak istemem. Yapacağı seçimleri dünya meselesi hâline getiren biri değilimdir, sadece her insanın gün içinde hep aklından geçen ama genelde dışarı vurmayacak kadar önemsiz bulduğu şeyleri kelimelere döküyorum bugün. ... Adliyeye Ç. Ceren Türkoğlu geldiğimde okuduğum dosyaları koyduğum rafa yürüdüm ve dün gece okuduğum iki dosyayı da aralarına yerleştirdim. Bu dosyalardan biri hakaret etme üzerine çıkmış bir söz kavgasıyla ilgiliydi. Tartışan her iki taraf da birbirinden şikâyetçi olmuş, bu da okuyarak hiçbir sonuca varamadığım dosyada bahsi geçen iki kavgalı eski arkadaşı dinlemek için çağırmama neden olmuştu. Doğruyu söylemek gerekirse o kadar uğraşacak şey varken bu basit kavgayla zaman harcamak mantıklı gelmiyordu bana. Bu nedenle güne başlamak için bu vakayı seçmiştim. Gelen adamlardan birinin suratı yara bere içindeyken diğerinin eli alçıdaydı ve sendeleyerek yürüyordu. Kavgalarının hakaretle sınırlı kalmadığı, şiddete başvurdukları apaçık ortadaydı. Birbirlerini neden şiddet kullanmaktan şikâyet etmedikleri ise merak kaynağıydı. Her iki tarafı da dinleyip yeterince kanıt olmadığından yakındım. Anlattıkları, sadece kendilerini haklı çıkaracak nitelikteydi ve doğal olarak birbirinin neredeyse zıtlarıydı. Arada sırada laf arasına sıkıştırdığım üstü kapalı sözlerle birbirlerine şiddet uyguladıklarını ağızlarından almaya çalıştım, şiddet kullanıldığının açığa çıkması işimi çok daha kolaylaştırırdı. Görünüşe göre ikisi de eskiye dayalı arkadaşlıklarına hemen ihanet etmek istemiyor, sadece birbirlerinin gözünü korkutmaya çalışıyorlardı. Bu durum da bir sonuca varmamı iyice zorlaştırıyordu. Sonuca varmak için bir seçim yapmalıydım. Bir seçim yapmam gerekiyorsa da doğru olanı seçmeliydim. Neyin doğru olduğunu anlamaksa çok zor ve riskliydi. Bu yüzden doğruyu bulmaya çalışıp yanlış seçim yapabilme riskini almak yerine hiçbir şey seçmemek daha iyiydi. Çünkü hiçbir şey seçmemek her şeyi mümkün kılıyordu. Takipsizlik kararı, kulağa yapılacak en mantıklı şey olarak geliyordu. Bu soruşturmayı genişletip mahkemeye çıkarmak akıl kârı değildi fakat çıkardığım takipsizlik kararı, kalbimde suçluluk duygusu uyandırmaya engel olmadı. Acaba iddianame yazmamakla hata mı etmiştim? Saçma bir nedenden birbirini yaralayan iki 51 sözde arkadaş, daha ciddi bir nedenle birbirlerinin katili olabilirdi. Bu vicdan azabı çektirme potansiyeli olan soruları bir kenara bırakıp takipsizlikten memnun olmayan bu iki adamı, yenilgiye uğramış bakışları ve ağızlarında geveledikleri sözler eşliğinde gönderdim. Yaptığım her seçimin bir sonucu vardı, biliyordum. Bir şey seçmeyerek, olasılıkları genişletiyor ve böylece olacakların sorumluluğunu az da olsa üzerimden atıyordum. Takipsizlik, bu insanların hayatını alt üst etmeyecekti, sadece hemen belli bir sonuca ulaşmalarını engelleyerek, olabileceklerin olasılıklarını artıracaktı. Onların olaylarını tam olarak bir çözüme kavuşturmadığım için iki eski dostun minnetlerini ya da nefretlerini de kazanmayacaktım. Gün içinde iddianame yazıp mahkemeye gönderdiğim bir başka soruşturma ve bir otopsi oldu. Masamda beni bekleyen üç dosyayı alıp erken çıkmaya karar verdim. Eve girmeden birkaç ihtiyacımı gidermek üzere markete uğradım. Önce şampuan reyonuna yöneldim. 16 farklı marka ve her markanın en az 10 çeşidi vardı. Çocukluğumu düşündüm, tek çeşit şampuan vardı ve görünüşe göre o tek şampuan her saç tipine uygun ve herkesin ihtiyacı olandı. Şampuan ihtiyacı olan herkes mağazaya girer, hiç zaman kaybetmeden onu alırdı. Şimdi ise 160 çeşit şampuan olmasına rağmen, hiçbiri tam olarak aradığım değildi, bu da reyonda hangisinin benim için en iyisi olduğunu düşünerek zaman kaybetmeme neden oluyordu. Seçeneklerin sayısı artıkça hem seçim yapmak zorlaşıyor hem de beklentilerim artıyordu. Ne alırsam alayım yeterince iyi değildi, çünkü 160 seçenek vardı ve o 160 seçenek arasından mutlaka daha iyisinin olması gerektiğini düşünerek yaptığım seçime pişman oluyordum. Şampuan seçiminde yaşadığım tereddüdün biraz daha düşük şeklini dondurma ve salata sosu seçerken de yaşadıktan sonra daha fazla oyalanmadan eve döndüm. Şu an ise bu nedensiz yere geldiğini düşündüğüm, gereksiz yorgunluğumun bir 52 nedeni olduğuna karar vermiş, bu yazıyı yazıyorum. Yorgunluğumun nedeni okumam gereken üç kalın dosyanın kasveti, otopside gördüğüm trafik kazasına kurban gitmiş genç kızın masum suratı, soruşturmalarda verdiğim kararlar, İstanbul trafiği ya da kendimi karbonhidrata boğmam değildi; seçim yapma zorunluluğumdu. Zorunluluğum diyorum çünkü seçim yapmak kaçınılmazdı. Seçim yapmak bu açıdan nefes almaya benzediğini düşündüm. Sürekliydi, yaşadığımız sürece farkında olmadan devam ettirdiğimiz bir eylemdi. Her zaman nefes aldığımızı bilmemize rağmen, bunun farkında bile değilizdir; bedenimiz bizi, nefes aldığımızı fark etme zahmetine sokmaz. Ancak vücudumuzu dinlediğimizde, nefes almak bizim için istemsiz olarak yapılan bir eylem olmaktan çıkar. Nefes alıp verme zorunluluğunu hissederiz ve bu zorunluluk biz dalıp gidene ya da başka bir işle meşgul olana kadar devam eder. Yorgunluğumun nedeni de buydu sanırım, bugün yaptığım her seçimi bilinçaltımdan çıkarıp beynimde belirgin hâle getirmiştim. Sanki tüm gün nefesimi bilinçli olarak almıştım. Seçim yapmayı, nefes almaktan ayıran en büyük özellik ise her seçimimizin farklı sonuçları olmasıydı. Aldığımız her nefes hücrelere ve akciğerlere oksijen gönderip yaşamsal işlevlerimizi yerine getirirken verdiğimiz her kararın iyi ya da kötü, farklı sonuçları vardı. Her seçim bir vazgeçiş ve aynı zamanda bir başlangıçtı. Yaptığımız her seçim hayatımızda küçük ya da büyük bazı olasılıkları kapatır, bazı olasılıkları da doğururdu. Arasından seçim yapmamız gereken şeylerin çokluğu bu olasılıkları artırırken seçim yapmayı bizim için iyice zorlaştırırdı. Tüm olasılıkları mümkün kılmak için seçim yapmamız gerekir ki bu da imkânsızdır çünkü hiçbir şey seçmemek bile bir seçimdi. Mevsim Oyunları Feyme Zafer Günlerden serin yalnızlıktı. Aylardan bahar, Senelerden gün batımı... İçimde yaşattığım masaldan Kovulacağımı anladığım gibi Terk ettim masalımı. Saat hüzne gözyaşı kalayken Kibrit taşı yüreğimde ateş yakıp Şömineye atmıştım bile Yazdığım oyunları. Bir küçük sandık yetiyordu ne de olsa Bana dair ne varsa toplamaya. Kala kala Desteleyip sakladığım Hayallerim kaldı en sona. Origami kâğıtlarında gizli, Sabun köpüğü renkli... Nasıl koysam işe yaramadı, Sığmadılar sandığa. Ben de doldurdum onları Tıkıştıra tıkıştıra, kapatırken Üstüne oturduğum bavuluma. Beni sen geçe Fırladım, çıktım Tozlu yola nazır sayfadan. Gitmeye hazırdım. Geride bıraktım Kim bilir kaç mutlu çocuğun Dilek dolu bakışları Ve tombul yağlı parmakları Gezmiş, evim olan kitabı. Üstelik bilinmelidir ki Yokluğumda aramayacak kimseler Benden geriye kalacak Ne eksik bir sayfa o kitaptan Ne de birkaç makas darbesi Resmimin yerini dolduran. Geriye bir şey kalmadı bizden Her şey şu küçük anıdan ibaretken: Kış çocuğuydum ben, Yaz çocuğuyken sen. Yırtılıp kaçırıldım masumiyetten Sana kızıp kıskanıp Güneşi söndürdüğümden. Ve bu yüzden 53 Kıştan önce bahar, Yaz olmadan sonbahar Diye bilecek bu hikâyeyi her duyan. Neyse ki kaçamazsın sen benden Her birinin içinde, dışında, Köşesinde, kenarında, Çepeçevre her bir yanda Zihnimdeki her kıvrımda Anılarıma muhafız Çaresiz bir tutsakken! İşte bunu bilerek beklemedim Beni sen geçeden sonrasını. Bana sen kala gelmeni beklerken ben Fazladan her saniye bir çeşit intihardır. Ayrıca unutmuşsun belli ki Bu ülkede saatler okunmak Ve dinlenmek içindir. Nasıl ilerler ve ne anlatır Geçmişten alınacak ders Ve hikâyemizin kayda alınış şekli. Sen, vakitsiz yaşayan, Başı dertte nihilist, İnanmadın, kulak asmadın Yarattığım dünyanın gerçeklerine Ve kaçırdın, üstünde "Kurtuluş için düzen gerekli Bulamazsın duygularda günleri Katamazsın aylara mevsimleri Cesaretin aptallıkla ödüllenirse Ömür boyu her sene Sonbahar sana, sonbahar!" Yazılı treni. Ben ise resmini Buruşturup koyduğumda Sallanan kitaplığın aşınmış Tozlu ayakaltına Bilmiyordum, bir mahkûmun Bu denli pervasız olabileceğini Ve gücümü hor gördüğünde Kırmızı mürekkepten kalbimin Beyaz kâğıdı deşeceğini. Akrep ile yelkovan, bilmek gerekir. En kötü şeydir, Bu gerçeği yok sayan bir akıl. Anlatılanlar gelecekten bir işaret, 54 Benim Baharım Mevsimim kıştır benim, üşürüm Hasret kaldım sıcağına baharın Sular coşkun, renkler canlıymış onda Umutlar yeşerirmiş baharda. Dünyamda mevsimler karıştı birden Sığınacak bir dal ararım her gün Dallar birbirine kardeşmiş onda Benimse dalım kırıldı çoktan Çiçekler açarmış baharda En canlı hâlini yaşarmış kâinat Doğum günü kutlanırmış baharın Bense doğduğum günü unuttum çoktan Bir sevgili gibi beklenirmiş bahar Sevmek onda bir başka güzelmiş Sevgi nedir bilmiyorum, unuttum Sevgiliyse beni terk etti çoktan Düşlere müjdeymiş bahar Eritirmiş soluğuyla karları Talih kuşu gibi konarmış toprağa Benimse düşlerim karardı çoktan Baharda yaşanırmış tüm kavuşmalar Uzanırmış eller birbirine sımsıkı Benimse gözlerim yoruldu, Boşluğa bakmaktan... Dostlar desen nafile, Terk etti çoktan... 55 Fatmanur Yokuş Mart Kapı çalmadan Kalp çalar gibi Pervasız aç Çiçeklerini Bu sefer, göster Bir başka beni. Batuhan Sicimoğlu