Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim

Transkript

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
Y
Ya, Yaa : Sahiden öyle mi? Shiden öyle, inan ki! (nida!); Evet; Demek öyle
“Harry - Amacı mı? Aslında amacı yok. Bir kaçış, hayalimde gidebileceğim bir dünya. Bundan söz
ediyoruz, öyle değil mi?
Nathan - Peki, on yaşındaki Harry nereye kaçtı?
Harry - Ya. Bu çok çetrefil bir soru.”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:97)
“ ‘Tastamam öyle. Sizin aklı başınızda bir adam olduğunuzu hemen anlamıştım Bay Quinn.....
Eserlerim de bundan çok zarar gördü. Hem de çok.’
‘Eserleriniz mi?’
‘Evet, eserlerim. Projelerim, araştırmalarım, deneylerim.’
‘Yaa.’ ”
(P. Auster, “Cam Kent”, -New York Üçlemesi 1-, sa:84)
“ ‘Ne kadar güzel, değil mi?’ dedi kadın. Ama ben kırmızı gül istemiyordum, kırmızı güllerden
hoşlanmamıştım. ‘Beyaz olsun,’ dedim kısık sesle, kadın gülümseyerek beyaz güllerin durduğu başka bronz bir
vazoya doğru yürüdü.
‘Yaa,’ dedi, ‘demek düğün için.’ ”
(H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:40)
“Konmazlar II
Ağırlığı değişir
Kendi aydınlığımıza göre
Ya yapraksı
Ya dağsıdır o”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-İkisi”, sa:144)
“ ‘Bölgemizde oy hakkı olan dokuz yüz yurttaş var, ama toplantılara elli kişi bile katılmıyor. Dün yirmi
sekiz kişiyle toplandık.’
‘O halde gelmeyenler için para cezası koymak gerekir. O zaman bak nasıl gelirler.’
‘Ya, ya! Hepsi gelse o zaman da gerçek yurtseverler azınlıkta kalırdı,’ dedi marangoz... ‘Yurttaş
Gamelin, domuzcukların sağlığına bir bardak şarap içmek ister misin?’ ”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:11)
“Şöminenin karşısına oturduğumuzda:
‘Batak,’ diye başladım, ‘çevresi bataklıkla sarılı bir kulede yaşayan bekar bir adamın öyküsüdür.’
‘Ya!’ dedi Angele.
‘İsmi de Tityre.’
‘Bayağı bir isim.’ ”
(A. Gide, “Batak”, sa:24-5)
“Konuşmayı ilerletmek için, umutsuzca sordum:
‘Ya!.. Efendileriniz sık sık dolaşmazlar demek?’
‘Siz ne diyorsunuz! Yapacak başka işleri mi yok!’
Arıza giderilmişti; adam arabaya binmemi işaret etti, hareket ettik.”
(A. Gide, “Isabelle”, sa:12)
“Yalnızca arada bir, birbirlerinin dizlerine neşeyle vurup, bozuk plak gibi ‘İşte böyle Stefan
Barlamoviç!’, ‘Ya, demek öyle Stefan Barlamoviç!’ diye sayıklıyorlardı. Buna rağmen, sırf birkaç sene önce
memuriyeti bırakıp köye yerleşen arkadaşına memurların kendisiyle görüşmek için ne kadar uzun bir süre
beklemeleri gerektiğini göstermek için, Akakiy Akakiyeviç’i bekletmelerini emretmişti.”
(N.V. Gogol, “Palto”, sa:66)
“Yazdığını elinden çekiyorum. Hınzır oğlan gülümsüyor. Kağıt parçasına bakıyorum. Bütün sözlerim
stenografi ile not alınmış.
‘Ya, demek beni ele vermek istiyordunuz?
Sırıtıyorlar! İstediğiniz kadar sırıtın! Ben hepinizden nefret ediyorum.”
(Ö von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:23)
“ ‘Bu konuyla artık daha fazla ilgilenmek istemediğimi açıklamak isterim.’
Kesselmeyer, ellerini havaya kaldırıp sallayarak, ‘Ya, öyle mi?’ diye bağırdı... ‘İşte bu çok güzel! Çok
yerinde söylenmiş bir söz! Bay Konsül işi kolay yoldan düzeltmek istiyor herhalde!. Uzun uzun konuşup
tartışmadan! Bir çırpıda!’ ”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:201)
Şimdi efendim, işin esası şu: Bak şu çiçekli pencere var ya, alt kat, alt kat, ha, orada işte, Hayriye diye
bir kadın oturuyor. Yaa pek meraklıdır hasbam çiçeğe. Her şeye meraklı ya, neyse günahı söyleyenlerin
boynuna. Tabii, aman anacım, bir kötünün yedi mahalleye zararı dedikleri bu işte.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:9)
“NİNELER
------------Ya çoğunuz inmeli
Ya gözünüz perdeli
Ağır işitir kulağınız.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:24)
“ ‘Yaa! Nereden anladın bunu?..’
‘Vallahi, insan böyle şeyleri nasıl anlar bilemiyorum. Belki şu nişanlanmadan, belki halinden
tavrından...’ ”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:196)
“GÜZEL
Kadın vurmuş maltıza tencereyi
Fasulye pişiriyordu
Adam düşünüyordu
Altmış beş fasulye diyordu
Yirmi beş de soğan
Doksan
İki yüz de yağ
Etti mi sana iki yüz doksan
Yaaa”
(Oktay Rifat<1914-1988>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:390)
“İLK KUDAS TÖRENLERİ
---------------------------------Ya papaz efendimiz? Duası bittiği an
Rüzgar taşırken uzak ezgisini dansların
Özlemiyle tutuşur kudas çocuklarının,
Günah demez, ürperir parmak uçlarına dek.”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:108)
“JOHANNA (Yeniden donuk haline dönmüştür.) Ben o şifreyi biliyorum.
WERNER (Gülerek.) Nereden biliyorsun? Leni’ye mi sorup öğrendin?
JOHANNA - Hayır, babama sordum.
WERNER (Vurulmuş gibi.) Ya! (Uzun bir sessizlik. Kadehini masaya bırakıp düşünür.)
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:232)
“SLENDER - Sayın bay Shallow. Bıraksanız da kendi ağziyle söylese sevdiğini.
SHALLOW - Ya, eksik olmayın. Bu nazik teklifinize teşekkür ederim. Sizi istiyor amcaoğlu. Ben sizi
başbaşa bırakayım.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:89)
“-Bu kapıya hiç dikkat etmiş miydin? diye sordu. Noter ‘Evet’ deyince:
-Bu kapıyı ne zaman görsem aklıma çok garip bir öykü gelir, diye ekledi. Utterson sesini hafifçe
değiştirerek:
-Yaa... Neymiş bu? diye sordu.”
(R.L. Stevenson, “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde”, sa:17)
“Johann, kayıt defterinden kafasını kaldırmadı.
‘Sofra adabı çok kötü, Fru Marsvin. Düzeltmeye çalışıyoruz, ama henüz başaramadık. Bu yüzden
ziyaretçimiz olduğu zaman, Marcus odasında yemek yiyor.’
‘Ya,’ dedi Ellen, küçük kaseyi geri alıp. ‘Hasta olmadığına çok sevindim. Gitmeden önce onu görüp
hediyesini verebilirim.’ ”
(R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:133)
“ ‘Senin adın ne küçük?’
‘Chicao <Çiko>, dedi oğlan zayıf bir sesle.
‘Nereden geliyorsun? Baban kim?
‘Çingenedir. Beni bırakıp gitti.’
Ya, çingeneler demek. Burada sürüyle vardı onlardan. Onlar da herhalde, birçokları gibi, amansız
güneşten kaçmış, iyi kalpli diye tanınmış olan sahibi nasıl olsa çocuğu bulup ona bakar diye küçüğü çiftliğin
önünde bırakmış olacaklardı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:71)
“ ‘Okul yok mu?’
‘Bugün ulusal bayram. Onun için pabuç boyamaya çıktım. Birkaç kuruş yapmak niyetiyle.’
‘Yaa!’ Traşı sürdürdü. Sonra lavobaya eğilip yüzünü yıkadı. Havluyla silindi. Yanakları kıpkırmızı
ve pırıl pırıldı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:118)
Yaba : Hasatta kullanılan, üçgen biçiminde tahtadan yapılı tırmık
“BALKANİADA
--------------------Haç, hilal, çarmıha geriliş Balkan sabahlarının
bulanık tarih girdaplarına
ışık saçan yabası.”
(Blaga Dimitrova<1922-2003>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
19.12.02)
Yaban : El, yabancı; Yabani
“PUSULA
Nicedir uzaklardayım:
uzak dağlar, uzak kıyılar, uzak dillerini bilmediğim yaban
insanlar arasında.”
(Cevat Ç apan<d.1933>; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.11.04)
“ ‘Alan G. Thomas’a , Mazet Michel, Fransa, Ekim 1958 - Burası son derece yaban bir yer, her taraf
sivrisinek ve Çingene dolu, çok şiddetli olan son sellerden de zarar gördü; Sommieres bileklerine kadar ırmak
sularının içinde kaldı. Bereket versin, suların süzülüp aktığı bir tepenin üzerindeyiz. Hala da korkunç bir
karışıklık içindeyiz, her şeyi yoluna koymaya çalışıyoruz....... İkinize de sevgiler, Larry.’ ”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:183)
“Ne zaman bu yaban görünüşlü adamlar, akşamın çarçabuk olduğu kış günlerinin alaca karanlığında
yaylada görülseler, çoban köpekleri öfkeyle havlamaya başlardı. Ağır bir çuvalın altında ikibüklüm olmuş bir
insanın köpekler nesinden hoşlansın?”
(G. Eliot, “Silas Marner”, sa:11)
“BABAMA
İki yıl geçti yaban ellerin zindanlarında,
İki yıl oluyor gözlerime sürme çekmeyeli.
İki yıldır gözlerim ve kalbimle konuşuyorum sizlerle,
Evimize ancak böyle haber gönderebiliyorum,
Lavanta kokularına, pamuk tarlalarına,
Doyasıya otlayan sürülere.”
(Abdullah Sani Faris el-Enezi, “Guantamano’dan Şiirler”, sa:42)
“LEYLANIN MEZARINDA
---------------------------------onda donup kalan benim bakışlarımdır
Leyla kimdi? Siyah gözlerin hikayesi neydi?
sakın düşünme şunu: benim gözlerim neden
Leyla’nın yaban gözleri gibi siyah değildir”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-duvar”, sa:39)
“IPHIGENIE --------------Hoyrat bir ere bile başeğmek tek muradı,
Ödevi, avuntusuu. Ve düşünün bir kere
Ne yoksulluk, bir kadın düşerse yaban ellere!”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Iphigenie Tauris’te”, sa:14)
“En derin uçurumun dibine fırlatırım
Varlığıma kaygılar veren her yaban sesi;
Kim kınasa kim övse yılan gibi sağırım.
Bak, dinle; nasıl hiçe sayıyorum herkesi.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:112, sa:265)
Yabana atılmak, atmak : Önemsememek, değer vermemek; Gerek önem, özen gösterilmemek
“Walker on yedinci yüzyılda, belki de ondan da önce yapılmış olduğunu tahmin ediyor <Hotel du Sud>;
yani pisliğine ve bakımsızlığına karşın, dönerek çıkan köhne merdivenin gıcırdayan basamaklarına karşın, başını
sokacağı bu yeni yer hiç de yabana atılacak gibi değil.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:130)
“Langdon, ‘Tek sorun,’ dedi. ‘Elimizde şifreyi uygulayabilecek hiçbir şey yok.’
Teabing içini çekti. ‘Mezar taşının üstünde şifreli bir kelime olmalı. Tapınakçılar’ın kutsal saydığı bu
mezar taşını bulmalıyız.’
Sophie, Langdon’un yüzündeki tatsız ifadeden, Tapınakçılar’ın mezar taşını bulmanın yabana atılacak
bir iş olmadığını anlamıştı.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:335)
“Ama kentlerdeki üst üste yığılma zorunluğuyla kira gelirlerinin tatlılığı, birbiri ardından gelen evsahibi
kuşaklarını bu at meydanı gibi odaları tahta perdelerle ayırmaya, böylece kiracı sürülerine ateş pahasına
verdikleri ahır bölmelerinin sayısını artırmaya götürmüştü. Bununla birlikte, ‘kişi başına düşen havanın
hesaplanması’ adını verdikleri şeyi övüp duruyorlardı. Bu da yabana atılır şey değildi hani.”
(A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:10-1)
“HOMUNKULUS - Böyle güzel bir öğüt yabana atılamaz.
MEPHISTOPHELES - Öyleyse haydi yolun açık olsun! Üst tarafını sonra görürüz.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:147)
“Yemelyan ansızın:
-Paralı bir adamı zokalamak hiç de yabana atılacak şey değil! dedi. Hele işi iyi ayarlarsan..
-Boş lafı bırak! diye karşılık verdim.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:49)
“Kuşkusuz, Papaz Otto Katz’ın bulunmaz bir eğlence olan vaazlarını da yabana atmamak gerekiyordu.
Gerçekten çok hoş bir adam olan Papaz Katz’ın alışılmadık ölçüde ilgi çekici ve eğlendirici vaazları, garnizon
cezaevindeki mahkumların efkarını dağıtırdı. Tanrı’nın sonsuz iyiliği konusunda bilmece gibi konuşmayı çok iyi
becerir, kaderlerine terk edilmiş mahkumların ve düşkünlerin yüreğini ferahlatırdı. Kürsüde ya da mihrapta
olduğuna bakmaz, duaların arasına küfürler katardı. Mihraptan ‘İta missa est’ diye böğürmeyegörsün, ortalığı
birbirine katar, kutsal törenin altını üstüne getirirdi.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:105)
“Yeniden sakinleşti, ‘bu senin uydurduğun bir şey kesinlikle’ dedi. ‘Ya da şiirsel bir imge diyelim
istersen. Ama yabana atılacak bir şey değil. Bugün kurda benzemiyorsun ama geçen gün sanki gökten düşmüş
gibi ansızın içeri girdiğinde hayvana benzer bir halin vardı, özellikle dikkatimi çekti.’ ”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:111)
“Cop ve yumruğunun tadını tadanlar pek çok olmuştu, ama, henüz hançeriyle saldırmamıştı. Yine de
onun özel masasında kimse, Alexis’ten başka konuk görmemişti. Bitişik masada oturabilmek ve arada bir
Codine’le kadeh tokuşturmak da yabana atılacak bir onur değildi.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:22)
“-Fakat, Başgardiyan fena yaptı katibi?
-Yaptı ama, katibin de elbette bir bildiği var.
-Başgardiyanı yabana mı atıyorsun?
-İkisinin de arkası dişli arkadaş. Boşver..”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:66)
“Selam size, küçük adanın garip sakinleri, susun da beni dinleyin. O bomboş hükumet bültenlerini
ezberleyip kafalarının çocukça saflığını koruyan siz erkekler, kulak verin bana. Süslenip püslenerek erkeklerin
aklını çelen ama kendi aklından geçenleri açığa vurmayan….. siz kadınlar, sözlerimi yabana atmayın.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:19)
“ ‘Çünkü bu bakımdan yabana atılmaz düşes, gülünç ve yapmacıklı durumları anlamakta övgüye değer
bir önsezisi var; yalnız, düşünme vergisinden yoksun..’ ”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:81)
Yabancılaşma : Franz Kafka ve Existentialist’lere göre, kişinin kendi içinde kendisiyle ve çevresiyle
başkalaşması, ‘yabancı’ hissetmesi; Ego çözüşümü: Ego’ya önceden bilinen şeylerin <Ego-syntonic>, ‘yabancı’
<Ego-alien> olarak algılanması
Bk.: Karl Marks
“Bir koşer kasabın torununun -görünürde pratik nedenlerle başlayıp sonradan da ahlaki ilke olarakvejetaryen olması, kesinlikle rastlantısal değildir. Ama Kafka işi daha da ileri götürdü. Sofu ataları gibi dinsel
kurallara tümüyle uymaya yöneldi, ama büyük bir farkla: Koşrut ya da Yahudi beslenme kurallarına uyulması,
bireyle cemaat arasında bir bağ kurarken, Kafka’nın uyguladığı ritüeller onu cemaatten tamamen kopardı ve
sadece atalardan kalma geleneklere değil, kendi ailesine bile yabancılaşmasına neden oldu. Topluluk içinde
‘geviş getirmek’ tuhaf kaçtığı için, zamanla yemeklerini tek başına yeme alışkanlığını geliştirdi ve bir başkasının
karşısında yemek yemekten nefret etti. <John, 15 Aralık 2009>”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada, Mektuplar 2008-2011”, sa:127)
“Deborah dağınık büroya şöyle bir göz gezdirdi. Dünyada yaşayanlar için, pencerelerden içeriye gün
ışığı sızıyordu, ama bu ışığın parıltısı ve sıcaklığı algılayamayacağı kadar uzaktı ona. Inu çevreleyen hava hala
soğuk ve karanlıktı. Acı kaynağı, etini yakan ateş değil, işte bu sonsuz yabancılaşmaydı.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:188)
“Derken öğretmenin seslenişi ya da kavga ettiğim arkadaşlardan birinin yumruğuyla kendime
geliyordum. Kavga dövüşü bırakıp kendimi dışarı atıyor, acayip düşler içinde sağa sola bakınıyordum. Birden
görüyordum ki, her şey alabildiğine güzel ve renkliydi, ışık tüm nesneler içinden akıyor, tüm nesneler nefes alıp
veriyordu; ırmak öylesine duru yeşil, evlerin damları ve çatıları öyle kırmızı, dağlar öylesine maviydi. Ne var ki
çevremi sarıp kuşatan güzellikler beni oyalayamıyor, sessizlik ve hüzün içinde bunların tadına varmaya
çalışıyordum. Adeta her şey güzel olduğu ölçüde yabancılaşıyordu bana; ben bu güzelliklerin dışında kalıyor,
onlardan nasibimi alamıyordum.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:30)
“Edebiyat tarihçileri Kafka’nın huzursuz, çekingen, alıngan, iletişim kurmakta güçlük çeken duygulu
kişiliğini, Yahudi asıllı, Almanca konuşan bir Çek oluşuna; bu sosyal ve kültürel çevrede yaşadığı
yabancılaşmaya bağlarlar.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, Sa:7, Önsöz.)
“… Olgunlaşırlar, birbirlerini merak ederleri araştırıp dururlar. Bazı çok yürekli insanlar bir başlangıç
yapar. Yabancı toplumları ziyarete giderleri oradan yeni yeni haberlerle evlerine dönerler. Zamanla toplumlar
birbirleriyle dostluk kurar. Biri ötekinden öğrenir, karşılıklı bilim ve değer değiş tokuşu yaparlar. Gün geçtikçe
değişik lisanların, toplumların birbirine yabancılaşmasına, sınırların da ülkeler arasında uçurumlar oluşturmasına
neden olmaması gerektiğini kavrarlar.”
(S. Zweig, “Geleceğe Güven”, sa:51)
Köprüyü terk eder etmez göğsünden bir kahkaha koptu; onu korkutan bir kahkaha. Çünkü kendi
söylenmemiş sözlerine bizzat inanmadığını biliyordu. Gerçek olan tek şey acıydı, kor gibi yanan nefretti, kör bir
intikama susamışlıktı. Kendine nasıl bu kadar yabancılaşmıştı ki artık kendi kendini bile tanımıyordu, nasıl da
kötü ve değersizdi.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri-Erika Ewald’ın Aşkı”, sa:132)
Yaban eşeği : Bk.: Mancınık
Yabanıl; Yabani; Yabanlaşmak, Yaban yaşam : Vahşi, ehlileşmemiş, insandan kaçan; insan eli ayağı
değmemiş, bakir; Vahşileşmek
Bk.: Yaban
“HİÇBİR ŞEY DEĞİŞMEDİ
Ufacık, sert, yuvarlak taşlar
kırılıyor altında topuklarımın,
dönüşüyor tohumlar
tüylü çekirdeklere
uzun, mor çiçekli, sevimli
yabanıl otlar arasından
giriyor paçalara, teneke kutulara
üzerine basılmış, çatırdayan.”
(Tatamkhulu Afrika<1920-2002>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.05.06)
“İthaf <Mart 1940>
Bu acıya dağlar boyun eğer;
Akmıyor bak o büyük ırmak,
Ama pektir zindanda sürgüler,
Onların ardındaki hücreler
Ve kasvetten boğulmak.
-------Kalkardık bir erken ayine sanki,
Yürürdük yabanlaşmış başkentten,
Buluşurduk, daha soluksuz ölüden,
Güneş daha alçak, Neva daha sisli
Umut şarkı söyler uzaklarda.
Mahkeme kararı...”
(Anna Ahmatova<1889-1966>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 15.12.05)
“MEDEİA
-----------Gelmiyordu bir türlü tatlı uykusu Medeia’nın
Aesonoğlu’na duyduğu aşktan, nice kaygı yüzünden
girmiyordu uyku gözüne. Korkuyordu çünkü
yabanıl gücünden boğaların, korkunç bir biçimde
öldürmelerinden İason’u Ares’in topraklarında.”
(Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:19)
“Onu <Slim amca> böyle görmek beni tiksindiriyordu, ama aynı zamanda onun acımasızlığının etkisini
dolu dolu hissetmeme de engel oluyordu. Bütün kozlar elinde olduğuna göre, Slim eli açık davranabilirdi; bana
olan tutumunda beklediğim kadar yabanıl olmadı. Tabii ara sıra bana vurmadı değil; canı istediği zaman ağzımın
ortasına bir tane indiriyor ya da kulaklarımı çekiyordu; ancak kötü davranışının büyük bölümü, iğneli sözler ve
dokundurmalar biçimindeydi.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:127)
“SICAK KAN
---------------Sizin için kalktım birdenbire yerimden,
sizin için geldim ağır ağır. Bu tohum
bu karmaşık düzenli terkedilmiş bahçe,
her yeri ışıksız bu yabanıl orman sıkışıklığı
yılları delerek büyümüştü içimde.”
(Enis Batur<d.1952>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:481)
“İÇ SIKINTISI
-------------------Bundan böyle, ey canlı ceset! Bilinmeyen
Bir dehşetin çevirdiği granitsin sen,
Sisli bir Sahra’nın dibinde uyuklarsın;
Bir sfenks, bilmediği ilgisiz dünyanın,
Haritada unutulmuş, tek yaptığı şey
Yabanıl şarkı söylemek batan güneşe.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa.145)
“NEHİR SULARI
---------------------Tepede durup
Yabani bir hayvan gibi üzüntüyle ağlamamın
nedeni
Sadece nehir sularının denize akması değil.”
(C.S. Beong-Nana Lee/Fahreddin Arslan; “göğe dönüş”, sa:13)
“O BENDİM
---------------iki güneş arasında bendim
genç bir yabani hayvan kadar çevik
hüznün ötesine giden bendim
göz kırpılması sonsuzda”
(Zéno Bianu<d.1950>-Gertrude Durusoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.06.05)
“ADONİS’E AĞIT
---------------------Bir an için kalk Adonis, öp beni son kez
öp beni bir öpüş boyu; ağzıma, yüreğime
çekerek soluğunu
emmek istiyorum aşkın ruhundan o güzelim sihrini!
İçip bitirmek istiyorum aşkını; senmişsin gibi
saklayacağım sonsuza dek bu öpüşü, ey bahtsız çocuk,
bırakıp gidiyorsun artık beni! Gidiyorsun, Adonis,
upuzun bir yolculuğa, gidiyorsun Akheron’a,
acımasız, yabanıl kralına onun; bense yaşlanacağım
mutsuzluğunda baş başa, gelemem ardından senin
bir tanrıça olsam da.”
(Bion, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:103)
“Saklambaç Oyunu <sözsüz piyes>
-----------------------N-mekanda
(yedi bölümlük dinamik bir süreç)
4.
benim tarafımdaki
leylak ile kuşburnu çalısı
öyle yabanıl, öyle rayihalı
nasıl bakabilirim başka bir yana
ayrılamam suskun imler dizisindan”
(Sergey Biryukov-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.07.07)
“Yaşlı Büyükannenin Düşü
---------------------------------Su kokmuş, hiç yabani hayvan
kalmamış
insanlığın korkunç aymazlığı
toprağın soluğunu kesen.”
(Susan Bright<d.1945>-Defne Bilir; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.10.07)
“Şimdi Galicia’yı <Galisya : İspanya’da bir bölge> görüyor musun? Yeşil tepeler, çayırlar , sis ve
denizle boğuşan kayalar var..... Galicia’lılar... bir yere ait olmayı, bir yer’den olmayı (severler). Bu çok
mühimdir..... Ria’lardan söz ediyorum. Bizim ülkemizde büyük ırmaklar yoktur. Birkaç küçük nehir vardır
yalnızca. Ama ülkemizin ria’ları vardır. Bunlar, genişliği uzunluğundan daha fazla olan deniz kollarıdır. Bunlar
çok geniştir. Öteki kıyı hayal meyal seçilir. Tablomuzu bitirelim artık: İki yeşil tepe, arasında ortada deniz
bulunan bir vadi, kırk kilometre ilerde yabanıl kayalar ve aşkından her gün ölen, ama gerçekten ölmeyen kıskanç
bir deniz.”
(Michel del Castillo, “Gitar”, sa:16-7)
“BİRKAÇ HUZUR ÖRNEĞİ
------------------------------------huzurudur bu, göğüste
tempo tutan yüreğin, kapakçıkların
açılıp kapandığından habersiz,
soluk alıp veren ciğerlerin huzurudur, bu
yabanıl huzurudur
beslenmek amacından sapmayan
trilyonlarca hücre sisteminin.”
(Michael Cope<d.1952>-İlyas Tunç”, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.03.06)
“MONTANA PASTORAL
Bekçisi değilim bir çocuğun kuşkularının.
Korkuyu gördüm çöreklenmiş yılan kalktığında.
Susuzluğu, çimenlerin yandığı erken mayıs’ta
Ve devedikeni, hardal ve yabanıl yulafın dayandığı.”
(J.V. Cunningham<1911-1985>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.02.04)
“KÖR
-----Ve bu akşam korkunç evliliğimizi kutlarken
Tapılası gözlerine saplayacağım çeliği
İlk öpüşüm yabanıl bir öpüş olsun
Sonra da yönlendireceğim güvensiz adımlarını”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:51)
“NEKROLOGLAR
Nekrologların hepsi iyiliklerle
duygulu sözlerle
unutmama vaatleriyle dolu...
o halde sağlar arasındaki
bu yabanıl nefret niye?”
<Nekrolog: ‘Yun.’: “Ölüm haberi, ölüm duyurucusu”;
Necrology: Ölüm nedenleri ve istatistiklerini tutan bilim dalı>
(Blagoy Dimitrov-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumburiyet Kitap, 05.05.05)
“YABANIL SU NE KADAR
DURGUN
yabanıl su ne kadar durgun
sen ona binerken
sen vururken onun
yüksek beyaz kalçalarına
denetim sendeyken;”
(G.F. Dutton <d.1924>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.01.10)
“Gene de meydan okuma burada yatar. Etnik ve dinsel nedenler yüzünden birbirlerinin vuran
yetişkinlere hoşgörüyü öğretmek boşa yitirilmiş vakittir. Çok geçtir artık. Öyleyse, yabanıl hoşgörüsüzlükle daha
en baştan, en küçük yaşlardan başlayan sürekli bir eğitim aracılığıyla, bu hoşgörüsüzlük bir kitapta yazıya
dökülmeden, fazlaca yoğun ve katı bir davranış kabuğu haline gelmeden savaşılmalıdır.”
(U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:104-5)
“ ‘Chiara... Kadının, doğuştan öylesine ters olan yapısı, ermişliğe yücelince sevecenliğin en soylu aracı
olabilir. Yaşamımın nasıl en arı bir erdenlikten esinlendiğini bilirsin, William.’ (Üstadımın bir kolunu sımsıkı
tuttu,’, ‘bilirsin nasıl... yabanılca -evet, yabanıl sözcüğü doğru- nasıl yabanıl bir tövbe susuzluğuyla içimde etin
çağrısını köreltmeye, kendimi yalnız Çarmıha Gerilmiş İsa’nın sevgisine açık bir duruma getirmeye çalıştım...’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:92)
“Tüm bu saydığım tepeler, şu veya bu zaman; annemin sessiz sedasız öldüğü gibi, sessiz sessiz -sarı ya
da kırmızı- kanlarını bu yabanıl topraklara akıtmış binlerce ve binlerce insanoğlunun hunharca savaşlarına sahne
olmuştur. Sonuç?”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:122)
“ARKAS ---------Çünkü sevecenlik insan kılığına bürünüp
İnince gökyüzünden kuramaz hiçbir yerde
Büyük eğemenliğini burda olduğu gibi.
Burda bir yeni ulus, yabanıl, kara ruhlu,
Yiğitlik, canla dolu, korkularla duygulu,
İnsan ömrünün ağır yazgı yükünü taşır.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Iphigenie Tauris’te”, sa:93)
“FIRTINA HABERCİSİ’NİN TÜRKÜSÜ
<1901>
-------------------------------------------------Gök gümbürdüyor. İnliyor dalgalar, bulanıp bir öfke
Köpüğüne, rüzgarla ağız dalaşında. Ve rüzgar sımsıkı
Kucaklayıp bir dalga sürüsünü, yabanıl bir
öfkeyle olanca
gücüyle fırlatıyor kayalara. O zümrütten yığın, dağılıp
parçalanıyor, tozda ve serpintide.”
(Maksim Gorki <1868-1936>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, Ataol Behramoğlu, sa:28)
“RAKAMLAR <1912>
Sizi süzüyorum, ey rakamlar
Yabanıl hayvan derileri içindeki sizi,
Elinizle dokunurken kökü sökülmüş meşelere.
Birliğini sunuyorsanız kıvranarak yılan gibi”
(Velimir Hlebnikov<1885-1922> -Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 28.02.02)
“ELLİSİNDE BABAM
Gizemli ekonomi patlatıyor düğmelerini
gömleklerinin ve izin veriyor kredi limitini aşmana
çeşitli yabancı bankalarda. -Dünya kadar eder o.
Bir keresinde seni gerçekten bir yabanıl olarak
düşledim,
atalarına çekmiş, iyi donanımlı, zayıflıkları
olmayan.
Güçlü isteklerin adamı, içgüdüleriyle yönetilen.”
(Michael Hoffmann<d.1957>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.10.06)
“Burada insan kendini doğanın kucağında sanabilirdi. Burası yaban yaşam kokuyordu. Ertesi sabah
kolerayı ve korunmak için sarımsak yemeği ve boynuma o kristal kafur topunu asmayı unutmuştum bile. O söğüt
korusu ve içinde barındırdığı o kuşlar evreni benim için bir cennet köşesi sayılırdı.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:70)
“Sökükleri Dikmek
İçten, dıştan, arkadan, çaprazlama.
Biçimsel hareketler daraltıyor giysileri.
Dikiş atmak şiiridir bir cerrahın,
bir Çin puludur, suskun oyunudur
kumaşın. Yabanıl lekeler. Kan patikaları
sonra,
kalınlaşan kabuğu yaranın, makara deliği.”
(Ingrid de Kok-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.03.06)
“Ama bir başka fotoğrafta, aklımdan hiç çıkaramadığım gözleri ışıl ışıl, karnı şişmiş, ağzı ve burnu yara
ve çıbanlarla kemirilmiş oğlanı görür görmez tanıdım. Kendisini gizemli bir yabanıl hayvana çeviren, yalnızca
dişlerin, damağın ve bademciklerin göründüğü o göçüğü tıpkı bize gösterdiği saflık ve doğallıkla fotoğraf
makinesine de sergilemişti.”
(M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:9)
“ŞAİR BİR ÇİÇEK ANIMSAR
DERLENMİŞ BAHARLA
---------------------------------Matemleri tehlikeleri tanıdım
Ve yabanıl sıkıntıları onca zaman.
Geç bir kalem! Mademki geçkin kalbimdeki çocuk,
Koruyarya körpeliğini, bir gül kalmış Nisandan.”
(Catulle Mendes<1841-1909>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.03.04)
“KUZEYLİ KIZ KARDEŞİM
------------------------------------Ve ilerler içine ormanın
ve bana avuç dolusu kar getirir,
ulu bir köknar,
bir yabanıl kekik tadı,
yalnızca kendi sevincinin tadı olanölümü de içeren
açık tuttuğu korkusuz yollar.”
(Grace Nichols<d.1950>-Nice Damar, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.03.08)
“Şiirin Belirlenmesi
<Azer Yaran’a Saygı>
------------------------Bu, tatlı, yabanıllaşan bezelye,
Bu, kabuklar içinde evrenin gözyaşları,
Bu, Figaro, sehpalardan ve flütlerden
Yuvarlanıyor dolu sağanaklarıyla.”
(Boris Pasternak<1890-1960>-Azer Yaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.10.05)
“GÜNAHKAR KADIN
---------------------------Yazılmadık binlerce yasa var
beni yok etmeye yönelik hepsi.
Yazıp çizilmiş o sayısız yapraklar
benim ağır günahlarımın listesi.
Yolsuz ayaklar yarışıyor aralarında
beni hemen çarmıha germek hırsıyla.
----------------------------Yabanıl sellerce fışkıran lavlar
beni silip eritmeyi amaçlamakta.
Ama ben, günahkar kalıyorum yine de.”
(Vanya Petkova<d.1944>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
16.08.07)
“Acıklı Kadiş (*)
---------------Yabanıl elma bahçesinin Taurus nişanlı hasatçısı,
dünya bataklığından sis toplayan haberci,
on dokuz yaşının on birinci ayında
intihar edenlerin hepsi için oku, kendi acıklı kadişini:
Dua et hayatta,
Bir tünel gibi üzerlerine çöküp
unufak etse de sevdiklerimizi.”
(*) Musevilerin ölüleri için okudukları dua
(Adrienne Rich <d.1929>-Barış Özkul; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.01.09)
“Ah! Ey genç sevdalılar! Talihsiz analar! Ey sevgili aile!..... Sizden aonra hiç kimse bu bakımsız
toprakları bellemeye ya da şu yıkık kulübeleri onarmaya kendinde cesaret bulamadı. Keçileriniz başıboş kaldı,
yabanıllaştı. Yemiş bahçeleriniz bozuldu. Kuşlarınız uçup gitti. Şimdi bu kayalıkların üstünde dolaşıp uçan
atmacaların çığlıklarından başka bir şey işitilmiyor.”
(B. de Saint-Pierre, “Paul ve Virginie”, sa:140)
“KİRLİ MANZARA
<Jackstraws-Mikado’nun
Çöpleri’nden>
Kırlara serpilmiş, parlak
Yabanıl çiçekler mevsimi.
Kor-kızıl yaz meltemlerini
Öpmekten körkütük sarhoş hepsi.”
(Charles Simic<d.1938>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.02.05)
“CENAZEMİ GÖRDÜM
------------------------------Dalgın ve kaşlarını çatmış,
Görüyorum alacaklıları,
Bulanıktı ve çok korkunçtu
Onların yabanıl bakışları.”
(Konstantin Sluçevskiy<1837-1904>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Mecdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 19.04.07)
“UÇSUZ BUCAKSIZ,
YABANIL STEPLER
<1920>
Uçsuz bucaksız, yabanıl stepler
Soğuk, karanlık yurdum benim
Orada yedi bitirdi beni keder
Orada boğulup kaldı sesim.”
(Fyodor Sologub<1863-1927>,“çağdaş rus şiiri antolojisi”, Ataol Behramoğlu, sa:25)
“PARMAKLARIN MESELİ
Kim diyor parmaklar eşit değildir diye?
Sezdiler parmaklar
şaşılası cambazlıklarıyla
aremu reformlarının
edepsiz rollerini.
Parmakların hızlı bacakları
çiğnedi tarihi yalanları
engin düşlerin uçurumlarını geçti
yabanıl özlemlerle göçebe olan.
(E. Egya Sule<d.1976>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.07.09)
“Üzümlerinden koyu pembe, yüksek dereceli bir şarap çıkarılıyor, sanırım adadaki tek içecek bu zaten,
bir de yabanıl otlardan elde edilen bitki çayları var, tadları buruk ama pek hoş kokulular, soğuk olarak da bol bol
içiliyorlar.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:27)
“NOEL SONELERİ <1934>
II
Ah, İsa, seviyorum senin yabanıl gökyüzünü
çınlatmanı
Ve düşünmeliyim biraz geçmişi:
On yaşında pis kokan bir yalan söyledim
Neden sonra bir kara çocuğun kırbaçlanmasını;
ama şimdi sonunda
Tutuldu tam bir kızıllıkla, geçmiş yıllar.”
(Allen Tate<1899-1979>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.12.02)
“Vronski, perona yığılmış çuvalların uzadıkça uzamış akşam gölgesinde, sırtında uzun paltosu,
şapkasını gözlerinin üzerine bindirmiş, elleri cebinde, yirmi adım gidince hızla geri dönerek, yabani bir hayvan
gibi dolaşıyordu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:664-5)
“Donakaldım. Hiç böyle ölçüsüz bir öfke görmemiştim. Karşımda duran bir insan değil, yabanıl, yırtıcı
bir hayvandı. Donakaldım. Suvenir ise korkusundan masanın altına saklanmıştı.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:85)
“MEKTUP
Anımsıyor musun
deniz ile makineleri
ve yapışkan kaeanlıkla dolu
o ambarları?
Ve Filipin’lerle süslenmiş
yabanıl hayalleri,
bir de Magosa düşlerindeki
kocaman yıldızları?”
(Nikola Vaptsarov<1909-1942>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
10.09.09)
“MAĞARA ADAMI
RESİM ÇİZMEYİ ÖĞRENİYORDU
Mağara adamı resim çizmeyi öğreniyordu.
Ve hiç gerek duymadan zarif olmaya
Başladı yontmaya kaba bir bizonu
Ağır bir taşla mağaranın duvarına.
Rastlansal bir adım! Belalı bir çaba!
Resim tamamlandı - ve ilk kez yaradılışından beri
Buğulandı gözyaşlarıyla
Yabanıl bakışlı gözleri.”
(Yergeni Vinokurov<1925-1993>,“çağdaş rus şiiri antolojisi”, A. Behramoğlu, sa:169)
“Öteki ağaçlar, ulu ve dimdiktiler. Çok düzgün aralıklı sayılmazlardı, yine de bir kilsenin sütunlarını
andıracak kadar; çatısız bir kilisenin, bir açık-hava katedralinin; kırlangıç uçuşlarının, ağaçların düzeni yüzünden
bir çizim oluşturduğu bir mekanın sütunları kadar düzgündüler; tıpkı Ruslar gibi, yalnızca müziğe değil, sanki
kendi yüreklerinin duyulmayan atışına daayak uyduran kırlangıç uçuşlarının.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:61-2)
“PAZAR SERGİLERİNİ
tatsız meyveler kokusuz çiçekler
ele geçiriyor
dizili aynı boyalı
gözlerimiz aldanıyor
ama yabanıl burunlarımız asla”
(Ekaterina Yosifova<d.1941>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.09.06)
“İNSAN
<Gümüş Çağ Rus Şiiri - 1911>
--------Ve Babil’in kralı akıl uçunca
Tanrı isteğiyle yabanıl olmuştur,
Dağların güneşle yanmış yamacında
Acı ot suyuyla beslenmeyi bilmiştir.”
(Mihail Zenkeviç<1891-1973>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 22.04.04)
“Mesela, Rognes’de bir okul öğretmeni var, şu Lequeu denilen herif, sabandan kaçmış bir adam,
handiyse ekip biçmekten dar kurtulduğu toprağa karşı kinden kuduran bir herif. Şimdi bu adam, öğrencilerine
her gün yabani muamelesi, hödük muamelesi yaparsa, okuyup yazmış bir adam gibi onları hor görüp babalarının
gübresine hakaret ederse, onlara, yaşadıkları hayatı nasıl sevdirir?”
(E. Zola, “Toprak1, Cilt:I, sa:202)
Yaban öküzü gibi içini çekmek : Çok derin içini çekmek
“Herkes susuyordu. İhtiyar, yaban öküzü gibi içini çekti ve çatal asasını ileri doğru uzatarak, kalablık
içinde kayboldu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:380)
Yad (eller, iller) : Yabancı, el (ülkeler)
“Tüm bu saydığım tepeler, şu veya bu zaman, ..... kanlarını bu yaban topraklarına akıtmış binlerce ve
binlerce insanoğlunun hunharca savaşmalarına sahne olmuştur. Sonuç? Niye tarih yazımını; sıcak, şömineli,
koloniyel tip evlerinde pipo içen veya şımarık çocuklarıyla yad ellerde tatil yapan entellere bırakmıyoruz?”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi”, sa:123)
“Pencereden melül melül
Bakan dilber kiminsin sen
Yarin koyup yad illere
Yakan dilber kiminsin sen”
(Melül melül: Kederli kederli)
(Muhibbi-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:542)
Ya ..., Ya da, Yahut, Ya ... ya : Şu veya bu; Bu veya diğeri
“Tanımlamaya Prelüd’ler - LXXXIV
Onun hangi yüzü takındığını tartışmayacağız:
o kız gittiği için buradan bir saat önce. Nereye gittiği
Başka bir konu. Kuzeye, güneye,
adam ıslık çaldığında, ya da istek duyduğunda gitmişti o
-------------------------------Civandadır o. Başınızı
yastık gibi dayayabilirsiniz bir bulutun üzerine, onun
göğsüne dayar gibi,
ya da bir meteorla uyumaya çabalayın, uyandığınızda
o gitmiştir, kendi eliniz yanağınızın altındadır.”
(Conrad Aiken-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.10.02)
“İşte eylülün ilk sabahlarından biri. Aldınız gazetenizi, okuyorsunuz. Çabuk çabuk bir yere, bir işe
koşuyorsunuz. Ya da yan gelmiş, bir koltukta ilgisiz göz gezdiriyorsunuz. Karşı karşıyayız, dostça ya da
düşmanca. Severek ya da kızarak... Hepsi mümkün. İnsan için hepsi...”
(O. Akbal, “İstinye Suları-Dostlarla Söyleşi”, sa:153)
“Ölümüm Ötesinde Bitmeyen Sevda
<Cortegena 1972>
İstanbul’u düşünmek gibi olmalı
ya da hava alanındaki buz gibi geceler
sakalın küle döndüğü
Karayip’lerin üstünde
dokuz bin metrede şafak sökerken
ya da o gün sabaha karşı
Lester’in benzersiz çalışı”
(José Maria Alvarez-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.11.04)
“Zamanımın bir kısmını din derslerini çalışmak üzere annemle geçiriyordum. Şimdiden dualarımın
çoğunu ezbere biliyordum. Annem mutfakta yemek pişirirken ya da ütü yaparken onunla oturuyordum. O
benden filanca duayı okumamı istiyor, ben de okuyordum. Bu beni çok mutlu ediyordu.”
(Rudolfo Anaya, “Kutsa Beni, Ultima”, sa:213)
“KÜL MEZARLIĞI
----------------------IV
Ateş hiç’in tanrısıdır -dedi şair- <Rilke> hiç’tir
ve asla eğitimle denetlenemez
ya da başka bir şeyle
o her zaman ısrar eder
inatla karşı çıkar.”
<Capitan Elphistone, 1988>
(Blanca Andreu<d.1959>-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.10.98)
“MEDEİA
----------Elveda utanç! Elveda iyi adım benim! Varsın
korusun güçlerim onu, gitsin gönlünün çektiği yere,
gitsin hiç incinmeden. Bana gelince, yarışmadan
galip çıktığı gün ölüp gideyim; ya ilmeği geçirip
boynuma sarayda, ya da içerek ölümcül ilaçlardan.”
(Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:20)
“VİZİGOTLAR
----------------Biliyoruz yıkıldığını hangi kentlerin
ya da terk edildiğini karışıklık
yıllarında, ama kurtuldu ötekiler..”
(John Ash<d.1948>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.12.07)
“1
-İbn-i Meymun’a göre, her sözcük tanrıya ve
Kutsallığa atfedilince istiareli bir anlam kazanır.
Böylece, bu durumda, çıkmak fiili tanrıdan
kaynaklanan bir anlam edinir. Geri dönmek
fiili de aynı bağlamda,
eylemin kesikliğinden dolayı, kutsal irade
ya da eyleme göre istiareli bir anlam kazanır.”
(Gerard Augustin<d.1942>-Metin Cengiz/A.Halit Bedirboz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 18.05.02)
“Peter Martyr 1505 yılında şunları yazmıştı: ‘Eski yazarların hep bahsettikleri altın dünyada yaşıyor
gibiler, yalın ve masum, yasaların zorlaması yok, kavga yok, yargıçlar ya da dilekçeler yok, yalnızca doğayla
mutlu olmayı öğrenmişler.’ Ya da, yarım yüzyılı aşkın bir süre sonra, o her yerde hazır ve nazır Montaigne’in de
dediği gibi, Kanımca, bu uluslarda bizzat tanık olduğumuz şeyler, yalnızca şairlerin anlattığı o Altın Çağlar
tablolarını ve insanlığın o zamanki mutluluğunu gösteren tüm buluşlarını aşmakla kalmıyor, felsefe arzusu ve
kavramının ta kendisini de gölgede bırakıyor.’ ”
(P. Auster, “Cam Kent”, -New York Üçlemesi 1-, sa:48)
“SON AZIK
Taşları suçlamayacaksın
ya da artık taşların ötesindeki
benliğini beklemeyeceksin ve diyeceksin
yüzüm bir taşa
dönüşmeden önce
yas tutmazdım taşlar için.”
(P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:23)
“Bu noktada bilinmeyen, adamın yazılı kağıdı mı okuduğu, yoksa doğrudan duvara mı gönderme
yaptığıdır. Şöyle olabilir: Okumayı unutmuştur, ama nesnelerin kendilerini hala tanıyabilmektedir ya da tersine,
nesneleri tanıma yetisini yitirmiştir, ama okumayı hala unutmamıştır.”
(P. Auster, “Yazı Odasında Yolculuklar”, sa:9-10)
“Adama yol vermek için çekilip merakla baktı; onda sanat adamlarının babacanlığını ya da sanatsever
kimselerin iyilik etmekten mutluluk duyan özyapısını bulacağını umuyordu.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:13)
“yağmur yıldızlar gibi parlıyor kara saçlarında gecenin
yağmur, yıldızlar gibi parlıyor kara saçlarında gecenin
siz olarak sevmek sizi, sevmektir sizi olduğunuz gibi
ilk damla anlaşılmaz gelince birine, size değil,
---------------------------------------------------------------yakın sokuluyorum size, sizden ayrılacağımı bilmeyen
yoğun yağmurdan daha yakın, ayrılacak mısınız siz benden
ya da sokulacak mısınız bana yine de daha yakın”
(Shabbir Banoobhai<d.1949>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.10.06)
“KUTSAMA
-------------Onu ürkek süzer sevmek istedikleri,
Ya da, sessizliğinden aldıkları güçle,
Araştırırlar canını yakacak yeri,
Ve yavuzluklarını denerler üstünde.”
“Ya çiğneyip geçer suçlu kafamı
Ya biçer gövdemi tam ortasından.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:27;199)
“ ‘-Uyku sorunu sizi çok düşündürüyor, anlaşılan, dedi şaşkın bir tavırla. Çocukken yaz kamplarına
giderdim, yerde kuştüyü bir şilte üzerinde, ya da bir çadırda hep birlikte yatardık. Benim için sorun değil.’ ”
(N. Berberova, “Kara Acı”, sa:19-20)
“ELEJİ <1870>
Söyle, yoksul halkım, söyle, kim seni
Köle beşiğinde böyle sallayan?
O mu, hani çarmıh üstündekini
delik deşik etti çivilererek
ya da seni masallarda tavlayan
‘Sabrın sonu selamettir!’ diyerek.”
(Hristo Botev<1848-1876>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.02.06)
“Fundahl’ın oğlu, kızı ya da karısı, kim duruyorsa kapıda, arkasına dönüp karanlık kordidora doğru
bağırırdı: ‘Baba, öğretmen bey geldi.’ Babam sessiz sedasız beklerken ben arkasında durup Fundahllar’ın akşam
yemeğinin kokusunu kafamdaki deftere geçirirdim.”
(H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:13)
“Şakayık, o haldeyken bile, şaşmaktan kendini alamadı: David kapıyı niye kitlemişti? Şakayık gelmesin
diye, besbelli! Ya da kendisi dışarı çıkmasın diye!
David şimdi işitmişti:
-Kim o? diye seslendi.
-Ben, Şakayık! Babana fenalık geldi!”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:295)
“KUTSAL TOPRAKLAR
Sürerken çocukluk
Filistin gibi;
şarap rengi haritalar,
balık pulu ya da parşömenden sayfalar
ya da bir matematik
alıştırması gibi:
fırlatılan taş
ve yayılan dalgacıklar”
(John Burnside<d.1955>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.06.08)
“Dünya sonunda tarihi yener her zaman. Djémila’nın dağlar, gök ve sessizlik arasında kopardığı bu taş
çığlığının şiirini biliyorum: açık görüşlülük, aldırmazlık, umutsuzluğun ya da güzelliğin gerçek göstergeleri.
Şimdiden bıraktığımız bu büyüklük karşısında yürek daralıyor.”
(A. Camus, “Düğün-Djémila’da Yel”, sa:35)
“... bu unutuş toprağının üzerinde yılların karanlığında yol alırken, patlama sırasında can çekişen
annesinin yüzünü de yüreğini burkan bir tatlılık ve kederle yeniden görüyordu. Herkes ‘ilk adam’dı bu unutuş
toprağında, kendisi de tek başına kendi kendini yetiştirmiş, babasız yetişmiş, babanın, dinleyecek yaşa gelmesini
bekledikten sonra, ailesinin gizini, ya da eski bir acıyı, ya da yaşam deneyimini anlatmak üzere yanına çağırdığı
şu anları, gülünç ve iğrenç Polonius’un bile Laerte’yle konuşurken birdenbire büyüyüverdiği şu anları hiç
tanımamıştı.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:154)
“BELFAST KONFETİSİ
------------------------------Karşıdan karşıya ölçülü ve kibar bir masada, Calvin
Klein’ın Obcession’ıyla. Onun işleri iyi
gitmişti.
Kızı son gördüğünden beri. Onlar ayırmış tüm
yılların konuşması, her ne
Onları ilk ayırdıysa. Para konuşması, başka bir şeyin
konuşması.
Olarak ifade edilmiş, nasıl kimi şeylerin satın
alınamayacağının.
Ya da belki satın aldığınız addır, şeyin kendisi değil.”
(Ciaron Carson<d.1948>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.06.05)
“‘Kılıcın uzun süre kınında kalmasın ki, paslanmasın. Ve kılıcını çektiğinde, bir iyilik yapmadan, yeni
bir yol açmadan ya da düşmanın kanını tatmadan asla kınına girmesin.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:18)
“Üzerinde hala kahvaltı artıkları duran masaya oturuyor; hayal kurmaya başlıyor ya da da uzanıp
yatıyor, bir bıçak alıp tırnaklarını temizliyor, bir şeyler olmasını, çocuğun okuldan gelmesini bekliyor. Ya da
dairenin içinde dolaşıyor, çekmeceleri açıp kapatıyor, şunu bunu elliyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:269)
“Sonra toparlanıp ayağa kalkıyor. ‘Galiba geç kalınmış,’ diyor kadına. ‘Ona daha fazla yardım
edemiyorum. Perşembe günü gelecek doktoru bekleyebilirsin ya da keçiyi bana bırakabilirsin. Onun işini
sessizce bitiririm. Buna itiraz ermez. Yapayım mı? Burada kalsın mı?’ ”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:98)
“Olası, eğer Roma’da sıkı dostları varsa, bu iklimden de sağ kurtulabilirse Ravenna’daki filoya terfi
edebileceğini düşünüp keyifleniyordu. Ya da eski Roma giysileri içinde genç ve nazik bir yurttaşı düşünün; belki
zar oyunlarına fazlaca düşkün bir genç, anlarsınız ya, buraya bir valinin, vergi tahsildarının veya tüccarın
peşinde talihini kovalamak için gelmiş.”
(J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:37)
“Ayna
Görmek inanmaktır.
Düşünülen ya da söylenen her ne ise,
bu dur durak bilmeyen amansız ölümlerle
böyle bir inanç noksan”
(Robert Creely<d.1926>-Evrim Yalınalp; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.09.03)
“RASGELE BİR TEMASTAN
---------------------------------------Gizliyoruz
üzüntümüzü
Hala tedavi edilemeyen
bir düş kırıklığıyla yaşayarak
-------------------------------------Ya da satarak bir çocuğun
ayakkabılarını,
gönderemeyeceğimiz için artık okula
Temizleyerek ishalini yatalak bir
teyzenin”
(Jeremy Cronin<d.1949>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.06.07)
“Kimsin Sen, Phyllis?
Kimsin sen Phyllis? Biliyoruz
kuleleri mesken edindiğini,
--------------------------daha enfes olduğunu dudaklarının
arasındakinden, içtiğin bira karahindibadan
ya da zencefilden, tabakların İngiliz porseleni,
oturağın sağlam ve güzel, biliyoruz.”
(Sarah Day-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.07.05)
“ÖKÜZ VE GÜL
-------------------Parlak tüylerine nice yansımalar katarak ve, lekeden
doğmuş leke olarak, yansıtarak
Masalsı gölgesini gelecek bir yağmura
Ve kelebeklerin belirsiz uçuşuna susamış toprağın
üzerinde,
Ya da yalnızca havadan ve yarım aylarının dalları
arasında
Bir çiçek hayaleti gibi büyüyen parıl parıl bir
gülden gelen”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:131)
“YARDIM EDEMEZLER
------------------------------Bir düşünün nedir zorlayan insanı,
Kendisini ya da bir başkasını öldürmeye?
Zorunlu kılmaz mı zulüm
Zulmedene karşılık vermeyi?”
(Şeyh Abdürrahim Müslim Dost, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:50)
“İşte İvan İlyiç’in kendi kendine söyledikleri bunlar ya da buna benzer şeylerdi. (İnsan hele biraz çakır
keyif bulunduğu anlarda, aklından neler geçirmez ki...)... Ne de iyi olacaktı, şu düşündüğünü yapsaydı! Ama ne
yazık ki, o anda normal halde değildi.”
(F. Dostoyevski, “Tatsız Bir Olay”, sa:25)
“Sonsuz acılar, küçük düşürülmüşlük duyguları içinde kendi kendimi yer bitirirdim; belki benim asıl
istediğim de buydu. Gelip geçenlerin ayakları arasında, utanıp sıkılmadan, fıldır fıldır dolaşır; adım başında ya
bir generale ya da bir süvari veya hassa subayına ya da bir hanımefendiye yol verirdim.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:74)
“Talihin bir cilvesiydi yaşananlar, duyudışı bilmenin sonucuydu; şimdi de iliğine işleyip onu ele
geçirmeye hazır olarak yüzeye çıkıyordu. Dinlerken kendini hafiflemiş, bomboş hissetti Hogarth, iradesinden,
hırslarından ya da arzularından, dahası hastasına duyduğu ilgiden yoksun kalmıştı.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:82)
“Ancak bundan sonra, söz konusu kültür modelinin gerçek çerçevesi içersinde bu biçimlerin
geçirdikleri deneyimin gerçekten bir değer taşıyıp taşımadıkları ya da o uygarlığın diğer uygulamaları ve
entelektüel yönleri ile herhangi bir ilişkisi olmayan kuşkulu bir ögesini oluşturup oluşturmadıkları anlaşılabilir.”
(U. Eco, “Açık Yapıt”, sa:37)
“Ya da bazen, altı normal arışa (ortalama bir arşına tekabül eden ölçü) karşılık gelen geometrik arışın
belirtildiğini söylüyordu. Uzun sözün kısası, birkaç sabah, didinip duran o iyi yürekli adamı izlemek çok
eğlenceli oldu, Tapınak’ın her yıkılışında da gülmekten yerlere yatıyorduk.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:136)
“ ‘Ruhu yatıştırmak için kilisenin iyi büyüsü gibi yoktur. Ben günahını çıkardım, ama bilinmez. Git,
Tanrı’dan seni bağışlamasını dile.’ Başıma oldukça hızlı bir şaplak indirdi; belki de babaca ve erkekçe bir sevgi
ya da hoşgörülü bir kefaret belirtisi olarak. Ya da belki (o anda bir suçluluk duygusuyla düşündüğüm gibi) yeni
ve canlı yaşantılara susamış bir adamın bir tür iyicil imrenisiyle.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:361)
“Birçok kızla hizmetçi ona aşık oldu ve kadınlar aynı caddelerde, ilkbaharın son demlerinde sabahleyin
ya da yazın akşama doğru, günbatımından hemen sonra onu gördüklerinde iç geçirirlerdi.”
(M. Eliade, “Yaşlı Adam ve Bürokratlar”, sa:89)
“BİLİNMEYEN KONUK :
-------------------------------Boşlukta kalır ayağınız, sendelersiniz.
İşte o anda, bir hınzır merdivenin insafına kalmış
Bir eşya gibi hissedersiniz kendinizi.
Ya da bir ameliyatı alın.
Doktorla, operatörle görüşürken,
Hastanede yatağa girer,
Hemşireyle konuşurken, siz sizsinizdir hala.”
(T.S. Eliot, “kokteyl parti”, sa:34)
“Kızgın güneşin altında, mavi, yeşil, sarı ve mor ışınların içinde tek başıma ya cennette ya da
masallardaki sırça sarayların birinde sanırdım kendimi. Oraya kimsenin gelmesini istemezdim. Tek başıma
düşler kurardım, ışınlarla oynayarak. Ama içerde evcilik oynamaya bayılırdım, masanın altına girer, masa
örtüsünü yere kadar çeker, ne kadar karanlık olursa o kadar hoşlanır, mika fincanlarımla kahve ikram ederdim
gelene.”
(A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:28)
“... Niye bilmem, beybamızdan hiçbir yanıt verilmezdi. ‘O yok’ O, uzaklara gitti!’ Niye bilmem,
beybamızdan hiç şikayetimiz olmadığı halde, yine de annemizi isterdik.
‘Ya hiç cevap vermezsek?’ diye sormuştum dün akşam.
‘O zaman Hakim Amca sizi başkasına verir. Ya da sizi bir yerlere kapar! Size kim bakıyor? Ben değil
miyim? Haydi yat da uyu, yarın erkenden gideceğiz!’ ”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:5)
“Mesel
-------olmam gereken çocuk,
elini bırakıp gittiğimde, yineledikleri
-kulağımdan hiç aklımdan çıkmasın
diye - şu ya da bu kavram.
Anam istemez yüzü yer olsun
benden ötürü.”
(Pablo Armando Fernandez<d.1930>-Ayşe Nihal Akbulut, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 03.04.08)
“Başrahip Şahabarim Salambo’nun yanına geliyordu. Ama hiç konuşmadan gözlerini üzerine dikip
seyrediyor ya da bir sürü söz söylüyordu; ona yaptığı sitemler her zamankinden daha acıydı.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:303)
“Hep tilki kürkünden bir paltoya bürünerek evinde dolaşıyor, uyruğuna adalet dağıtıyor, komşuları
arasındaki kavgaları yatıştırıyordu. Kışın lapa lapa kar yağışını seyrediyor ya da hikayeler okuyordu. Bahar
gelince, katırına binerek, küçücük yollardan yeşeren başakların yanına kadar gidiyor, köylülerle konuşarak
öğütlerde bulunuyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Konuksever Ermiş”, sa:52)
“DUVAR
---------köy evlerinin damından horoz seslerini duyayım diye
kaçıyorum senden kırların eteğinde
yeşilliklere ayağımı sağlam basayım diye
ya da çimenlerin soğuk çiğini içeyim diye”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri”, sa:42)
“Asker azığını aramızda paylaşabilir ya da her gün birimiz yiyebilirdik; kendisi nasıl olsa yemeyecekti.
Öyle hanım evladıydı ki; koğuştaki kovaya sıçmamak için ertesi günkü havalandırmayı bekler, avludaki helaya
yapardı kakasını. Düdük, tuvalet kağıdını bile getirmişti yanında.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:119)
“Ben sinirliyimdir, öfkem olmadık yerlerde, olmadık olaylar karşısında patlar ve denetmimden çıkar:
sözgelimi bir yerde boşu boşuna bekletildiğimi sanıyorsam, otobüste ya da metroda itilip kakılıyorsam..... öfkem
kabarır ve o anda çocukça olduğunu kavrayamadığım bir tepkiler dizisi çıkar ortaya.”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:49)
“Yaşamak isterler doğduklarında
yazgılarıyla karşılaşmak
(ya da, daha çok, huzura kavuşmak ölümde)
ve çocuklar bırakırlar arkalarında
yazgılarıyla karşılaşacak”
(Herakleitos, “Kırık Taşlar”, sa:106)
“ ‘Sevgilim?.. Neler oluyor?’ diye sordu Colette yarı uyur yarı uyanık.
‘Sanırım Korint Kanalı’ndan geçiyoruz,’ diye yanıt verdi Chester. ‘Ya da başka bir gemiye bindirmek
üzereyiz. Şu sıralar kanalda olmamız gerekiyordu...”
(P. Highsmith, “Ocak Ayının İki Yüzü”, sa:7)
“ANLAMIN ANLAMI
----------------------------Kayalık bir dağın üstünde yerleştiler
deri giysileriyle
Sardalyalar ve bira.
Baş döndürücü duvarlar.
Adamın kitapları onların çocuklarıydı.
Kız anladı bunu.
Ya da Anlamın Anlamı,
ders notları.”
(Selima Hill<d.1945>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.12.06)
“AKHİLLEUS’UN ÖLÜMSÜZ ATLARI
Ve başladı çarpışma, ulaştı demir sesleri
tunç göklere çıplak havanın içinden.
---------------------------------------------------Dönmediler, ama geniş Hellespontos’un
kıyısında bekleyen gemilere, ne de
savaşa girdiler Akhalılar arasında,
bir erkeğin ya da bir kadının mezarında
duran bir taş gibi öylece kalakaldılar
tutarak görkemli arabayı, başları yere eğik.”
(Homeros <İlyada’dan>, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:95)
“ ‘... Kutsal kitabı geniş anlamda ele almak gerekir. Onu bir sembol olarak ele almalıyız ya da ilgimizi
kesmeliyiz. Efendim, siz Adem ile Havva’nın gerçekten yaşamış olduklarına mı inanırsınız, bir sembol
olduklarına mı? Peki öyleyse Tanrı’yı gizli düşüncelerimize siper etmenize izin vermeyeceğim. Ben size
yapacağımı bilirim!’
‘Hiçbir şey yapamazsınız!’ dedim be herifi nezaketle kapı dışarı ettim.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:19)
“BİR BEYAZ GÜLE AĞIT
--------------------------------Apak yündün ya da meltem.
Düşlere dalmış bir yıldız.
Sular içinde uyanık
bir ormandan geceleri.
Ya dev gibi bir inciydin ertesi gün,
ya koskoca bir dağ,
ya da zamanın saydam ve tez canlı bir çiçeği.
Çılgınca, umutla kovaldım seni.”
(Efrain Huerta<1914-1982>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.10.04)
“Mösyö Gillenormand, bu konuda hiçbir şey belli etmemekle birlikte, Marius’ün eve getirildiğinden ya
da kendine geldiğinden beri ona bir kez olsun babacığım dememiş olduğunu görüyordu. ‘Mösyö’ demiyordu,
doğru, ama konuşmaları evirip çevirerek, ne birini ne de ötekini söylememeyi başarıyordu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:261)
“Ötede beride, başı sarığın şalına tümüyle gömülmüş, bileklerinde sıkılan rahatsız bir şalvar, yoksul bir
Türk ya da başka bir Balkanlı görülüyordu. Adrian bir an duruyor ve acıma duygusuyla onları gözleriyle
izliyordu. Ovidius Meydanı’nda <Köstence’de>, Makedonya Lokantası’nın yerini kendisine gösterecek bir tek
adama rastlamadı.”
(P. Istrati, “Sünger Avcısı-Sotir”, sa:101)
“Cahil bir çalgıcıya, daha doğrusu davetlilerin gözleri gece gündüz kendi dudaklarına ya da yayına
bağlı kalmaktan duyduğu zevk uğruna her türlü hakareti ve dayağı sineye çeken o İbrailli çingene kemancılara
benziyordum. O dinleyen gözleri tanıdım ben, severdim o gözleri. Beni bir öykücü yapan da onlardır. Ne yazık
ki günün birinde büyü bozuldu.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:8)
“Vezneciler’e döndü. Ardındaki de. Şöyle bir elli adım kadar gerisinden. Çıtır çıtır çıtırdıyan, adeta
elektrikli bir rüzgar. Şapkasını tutmasa, uçacak. Ya bu rüzgar, delidolu, bu homurtulu bulutları dağıtır,
gökyüzünü silip süpürür; ya da bu bulutlar bütün heybetiyle bu rüzgarın gırtlağına çöküp boğar.”
(A. İlhan, “Kurtlar Sofrası”, sa:7)
“Kuşku Duy Kendinden
------------------------------
kaç defa gördün
kar yağarken sulusepken.
ya da kaç defa yağdı
uykuna meteor.”
(Marie Luise Kaschnitz<1901-1974>-Efe Murad, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
04.10.07)
“Bu ilk seyahatimden, daima daha fazla br güzellik, dudağımda öldürücü bir haz bırakmıştır. Ruhum,
böyle yeni bir isyan kaynağı bularak yenileşmiştir; çünkü genç insanın basit ruhu, güzelliğin deşilmesini ve
Tanrı’nın elini ona uzatıp ölümsüz hale sokmamasını kabul etmez. Genç kişi, ben Tanrı olsaydım, der,
ölümsüzlüğü sebil olarak dağıtırdım; güzel bir vücudun ya da yiğit bir ruhun ölmesine izin vermezdim.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:179-80)
“Hemen yola çıktm, ama eve değil, doğruca babamın dükkanına gittim. Babam beni orada
bekleyeceklerini söylemişti. Bir de acele etmemi, belki bana ihtiyaçları olacağını eklemişti. Aslında bugün
benim için okuldan izin istemesinin de nedeni buydu. Ya da neden, belki de ‘yuvasından koparılmadan’ önce ‘bu
son gününde beni yanında görmek’ istemesiydi.”
(Imre Kertész, “Kadersizlik”, sa:7)
“TANRILAR YAZDI
Yağmur damlalarının soluğuyuz biz
Rüzgardaki taneleriyiz deniz kumunun
------------------------Kongo fundalıklarının kanıyız
Sütüyüz ya da, inleyen yıllardan sızan
Biliyoruz üstelik
Belden aşağısı beyaz bok
Tadındaki yüzyılları”
(Keorapetse Kgositsile<d.1938>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.09.07)
“VAHDETİ VÜCUD DÜŞLER
<Varlıkların tek asıldan çıkma inanışı>
O yaz akşamlarında, sonsuz okşayışlardan
kalma düşler:
Yaşamın engin okyanusunda yitmek,
Varlığını tüketmek ve sadece içinde eridiğin
Belirsiz hazları duymak ve ölmek!...
Ya da hayaline kapılmak çiçek, bitki ve
süzülen bir kuş olmanın!
Ya da bu rüzgar mı, geçip giden sert bir
rüzgar mı olmalı!”
(Jean Lahor<1840-1909>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.08.05)
“İlaçların hepsini durdurdular. Aman Allahım, geri çekilim bir facia idi. Öyle geceler oldu ki,
uçurumlardan düştüğümü, boğulduğumu ya da ateşler içinde yürüdüğümü sanmıştım. Zaten pijama vermezlerdi,
terlemekten geceleri üç gömlek değiştirirdim. Gündüzleri de pek huysuz idim, en ufak şeylere kızar, sanki ateş
püskürürdüm.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:111-2)
“Kapris No.1 <1968>
---------------Oysa tüm o sınırsızlık zamanı içinde
yaprakların nasıl döküldüğünü
veya nasıl yeşillendiklerini;
ya da kilise kubbesinin
nasıl da fal bakmak üzere
ters çevrilen bir fincan anımsattığını;
ya da kızların cam kapılarda
nasıl da kendilerine baktıklarını
--------------pencereden izleyeceğim ben...”
(Lyubomir Levcev<d.1935>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan. Cumhuriyet Kitap, 03.05.07)
“Ben hayatımda Almanlar kadar, giysilerini buruşturmadan üstlerine oturtan, sürekli olarak ütücüden ya
da temizleyiciden kolalanarak çıkmış gibi taşıyan insanlar görmedim. Bedenleri mi böyle, dik durdukları için mi
bilmiyorum ama benim gibi giyimine özenen ve her sabah evden şık şıkırdım çıkan birinin işgünü sonunda içine
düştüğü perişan, dağınık hava Almanlarda olmuyor.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:11)
“Urania. Ana babası hiç de iyilik yapmamışlardı kıza. Adı, aynanın yansıttığı ince uzun bedenli, yüz
hatları zarif, mat tenli, biraz hüzünlü bakan iri kara gözlü başka her şeyi anımsatıyordu. Örneğin bir gezegeni ya
da bir minerali. Urania! Nereden akıllarına gelmişti?”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:11)
“Mutfağın kapısından balıklama dışarı atladı ya da daha doğrusu kaydı, bir kedi gibi yağlı bir
yürüyüşün hızı ve yumuşaklığıyla.”
(J. London, “Deniz Kurdu”, sa:27-8)
“DİNLENEN KADINA KASİDE
---------------------------------------Seni çıpla görmek, arzusunu anlamaktır yağmurun
Her zaman o çelimsiz biçimleri arayan,
Ya da ateşini denizin, kocaman yüzü
Yanakların ışığını bulamadığı an.”
(F. Garcia Lorca<1898-1936>-Ülkü Tamer, “aşk şiirleri”, sa:99)
“‘Onları unutmadım.’
‘Ben de unutmadım ama kendini zorlanmış hissetmeni ve bana borçlu olman ya da dostluk nedeniyle
bile olsa- istemediğin bir şey yapmanı istemiyorum.’ ”
(A. Maalouf, “Yüzüncü Ad” - Baldassare’nin Yolculuğu-, sa:393)
“Güçlü şövalyeler de katılıyordu yapılan yürüyüşlere parlak zırhları, ucu püsküllü mızrakları ve
kollarında her an fırlayıp avını vurmaya hazır şahinleriyle. Gün boyu müzik çalınıyor, genç kızlar ve delikanlılar
şarkı söyleyerek dans ediyor, masalcılar kralı öven ya da eski kahramanlarla ilgili masallar anlatıyorlardı.
Delikanlılar güçlerini güreşerek gösteriyor, kızlarla oğlanlar zarafetlerini dans ederek sergiliyorlardı.”
(Sir Th. Malory, “Kral Arthur, Merlin ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri”, sa:27)
“Matmazel Severin ve hizmetçi kız çay ve bisküvi ikram etmişlerdi ve Hanno bisküvisini çayına batırıp
yemeye başlayınca, başını doğrultacak zaman buldu sonunda. Kimileri masa başında ayakta duruyor ya da
masanın önünde bir oraya bir buraya gidip geliyor, sohbet edip gülüşerek armağanlarını birbirlerine gösteriyorlar
ve karşı tarafınkine bakıp hayranlıklarını belirtiyorlardı.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:471)
“Mevsim
Bu saat vadi boyunca
bu ışık
gittikçe uzayan yazın sonunda
bu fısıltı dikenli çimende
bu yüzen tüy
havada bu yarım hayat boyu ev
ya da yakın
bu mavi kapı duraklayan güneşe açık
bu sessizlik
bitmemiş bir ses gibi odalardan yankıyan”
(W.S. Merwin<d.1929>-Jale N. Erzen; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.08.03)
“Çekilgen Yaşam
<Las trincheras>dan
Artık even çıkmıyorum. Başkaları
her şeyi gördükten sonra çıkmazlar; farklı olarak ben
‘hiçbir şey görmedikten sonra’ kapanıyorum
Ya da yalnızca daracık geçitler
Ürkütücü yüksek geçitler...”
(Julio Martinez Mesanza<d.1955>-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
11.12.08)
“Ben, Kadın Doğmuş ve Talihsiz
----------------------------------------Açığa çıkarmak için niyeti ve bulanıklaştırmak için zihni
Ve beni bir kez daha yarım, ele geçirilmiş bırakmak için.
Bunun için düşünme, yine de afallamış beynime
Göbek bağımın zavallı ihaneti,
Seni aşkla hatırlayacağım ya da hor görmemi
Acımayla körelteceğim -dur açıkça söyleyeyim:
Yeniden karşılaştığımızda konuşalım diye
Bu delice yetersiz nedeni buldum.”
(Edna Ct.Vincent Millay<1892-1950>-Nurduran Duman; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 24.05.07)
“ ‘Ben, Cem’le tanıştığımda, Melek yeni evliydi. Aşklarının parlak, ışıklı günleriydi henüz. Kendi
kusursuz evliliğiyle, kardeşinin süfli seçimi arasındaki kendince kurduğu dengesizliği ima etmekten kaçınmıyor,
her fırsatta beni ya da Cem’i iğnelemekten geri durmuyordu.’ ”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:97)
“Öğle tatili sularıydı, ya bir-iki müşteri gelirdi, ya da hiç. Yedi bin kitapla baş başaydı. Toz ve eski
kağıt kokan ve büroya açılan küçük karanlık bölüm, tepeleme kitap doluydu, çoğu eskiydi, satılacak durumda
değildi. Tavana yakın üst raflarda toplu mezarlarda sıra sıra dizilmiş tabutlar gibi yan yatmış uyuklamakta olan
nesli tükenmiş A3 boyutunda ansiklopediler bulunuyordu.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:10)
“Benim öyküm burada bitiyor. Sıradan bir öyküydü. Umarım, herhangi bir yolculuk güncesi kadar
ilginç bulunmuş olsun. En azından şunu söyleyebilirim ki, beş parasızsanız, karşılaşacağınız, işte böyle bir
dünyadır. Gün oluyor, o dünyayı daha iyi keşfetmek istiyorum ki, Mario gibi, Paddy ya da Beleşçi Bill gibi
kimseleri öyle gel geç karşılaşmalarda değil, yakın arkadaşlıklarla tanıyayım.”
(G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:155)
“Yok, doğuştan ya da Tanrının gözünde proleterya sınıfına aitseniz, hemen bir kimsenin çıktığı özel
okulun kravatını takmasına dudak bükmeyin; o adetin altında, kullanmasını bilene yararlı olan birtakım bağlar
yatar.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:297)
“Artık dizlerime inen bir ceketim olduğu için üşümüyordum. Sonra güneş doğunca Serafina ya da
Emilia gelir, şıra getirirlerdi ya da ben eve kadar gidip kahvaltı ederdim.”
(C. Pavese, “Ay ve Şenlik Ateşleri”, sa:75)
“BULUT - Bilyorsun yasayı. Yazgın, sınır...
İKSİON - Benim yazgım avucumun içinde, Nephele. Ne değişti? Bu yeni efendiler zevk olsun diye
bir taşı fırlatmamı engelleyebilir mi? Ya da ovaya inip, bir düşmanın hakkından gelmemi? Bezginlikten ve
ölümden daha mı korkunç onlar?”
(C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:11-2)
“Kendimi kesin ve eksiksiz olarak ilk anlatmaya başladığım ‘Güney Denizleri’ni yazdığım günlerden
bu yana yavaş yavaş yarattığım iç kişiliğimi, bir yazar olarak gelecekte beslenebileceğim bütün esin kaynaklarını
hiçe indirgemenin ya da bunların niteliğinden kuşkulanmanın acısı pahasına, hiçbir zaman bile bile bir yana
itemezdim.”
(C. Pavese, “Yaşama Uğraşı”, sa:16)
“Aslında bu sahne tam anlamıyla gülünç değildi; güzelliği giderek artan bir garipliğe, ya da başka bir
ifadeyle, bir doğallığa sahipti. M. de Charlus her ne kadar kayıtsız bir tavır takınsa, dalgın bir edayla
gözkapaklarını aşağı indirse de, arasıra gözlerini açıp Jupien’e dikkatle bakıyordu.”
(M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:11)
“Vincent İçin Dizeler
-------------------------bomba kurşunları keskinleştiriyor zehri
ya da yalnızca suskunluk
yanıtlayabilir kafamdaki rahatsız edici soruyu
ansızın çekip koparılınca dilim
biliyorum, karşılaşabilirim ölüm
tehditleriyle”
(Lesego Rampolokeng<d.1965>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.04.08)
“ÖVÜNGEN MEŞE
----------------------Ürkek kuşların şarkılarını, yaz çarçabuk geçip giderken,
Ve eğer kalsalar can verirler sefilce;
Ya da korkusunu anımsayan bir kızın gözyaşlarını.”
(John Crowe Ransom<1888-1974>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
06.05.04)
“PENCERE
-------------sevişmekten yorulmuş bir kadının sol omuzunda,
öbür yanına dönüp yalnız uykusuna dalan. Bitişikteki
avluya asılmış, açık saçık düşlerin izlerini taşıyan
kalın donları, parktaki kanepelerin altına atılmış
buruşuk kaputları ya da kadınların korselerinden
kopup
küçük sedefli çiçekler gibi otların üzerine düşmüş
düğmeleri görürsün...”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:87)
“Rocky, tesadüfen, geçmişinden hüzünlü ya da acı veren bir deneyimi anımsadığında koltuğun
arkalığının dibine yumuluyor, bakışlarını televizyonun ekranına sabitliyordu. Bunu her yaptığında ekranda
Ramos ailesi beliriyordu; babalarının yatağında zıplıyor, yemek için toplanıyor ya da kağıt oynuyorlardı.”
(S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:175)
“Ah! Ey genç sevdalılar! Talihsiz analar! Ey sevgili aile!..... Sizden aonra hiç kimse bu bakımsız
toprakları bellemeye ya da şu yıkık kulübeleri onarmaya kendinde cesaret bulamadı. Keçileriniz başıboş kaldı,
yabanıllaştı. Yemiş bahçeleriniz bozuldu.”
(B. de Saint-Pierre, “Paul ve Virginie”, sa:140)
“... kralın beyinsel yetkinliğinin azalması ya da salt ihtiyarlık nedeniyle tahtı başka birine devretmeye
karar vermesi durumunda dahi kral olmayı sürdüreceğini söylüyorlar, bu gidişatın bitmez tükenmez bir krallar
silsilesi başlatacağını, silsilenin tahttan feragat edenlerle tahta çıkanların birbirini izlemesiyle sürüp gideceğini
öne sürüyorlardı...”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:83)
“FRANTZ - Nasıl vazgeçerim? Ya Almanya’nın yok olması gerekiyor, ya da benim adi bir suçlu
kabul edilmem.
BABA - Doğru.
FRANTZ - O halde? (Babaya bakar. Birden.) Ölmek istemiyorum!
BABA (Sakin.) Neden?
FRANTZ - Size sormalı. Ölüm listesine adını yazdıran sizsiniz.
BABA - Umurumda bile olmadığını bir bilsen!”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:350-1)
“‘Ben neyim?’ Kilometrelerce fundalık, otsuz, kokusuz, düz, çatlak toprak ve sonra birdenbire bu gri
manzaranın sağında çıkan kuşkonmaz, öylesine tuhaf ki arkasında gölgesi bile yoktu. ‘Ben neyim?’ Soru, önceki
tatillerden beri değişmemişti, bırakmış olduğu yerde Lucien’i bekliyordu. Ya da bu bir soru olmaktan çok bir
durumdu. Lucien omuz silkti. ‘Ben çok kuruntuluyum,’ diye düşündü, ‘kendimi pek fazla dinliyorum.’ ”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:199-200)
“Daha yakın bir dille söylemek gerekirse: İşle ilgili ya da duygusal yükümlülüklerim yoktu; az çok
(ama ben azmış gibi davranıyorsum) her gereksinmemi ya da kaprisimi karşılamamı sağlayacak imkana
sahiptim; ne bir programım, ne bir amacım vardı.”
(L. Sciachia, “Her Türlü”, sa:10)
“Zaman, mücevher kutum gibi basar bağrına
Ya da giysi dolabım gibi saklar da seni,
Eşsiz kutsallık versin diye eşsiz bir ana
Gözler önüne serer tutuklu görkemini.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:52, sa:145)
“AĞIT ÜZERİNE
----------------------Sönüp giden o insanlar, bizi terkeden
bazı şeyleri de götürürler birlikte. Gün batımı
ya da uzun süren güneş tutulmasına benzer ölüm
budur tek kötü yanı. Bir tanyeri
eşlik etseydi ölüme, yanısıra gelseydi ilkyazın”
(William Stafford<1914-1993>-Kübra Ataman/Ali Çeviker; “Şiir Atlası”,Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 22.10.07)
“SUBAY -... şimdi ben doktor sanı aldım, şu karşıda çalışıyorum.. hah ha! Ya da, güzel bir okulda
görevlendirileceğim... bütün olgunluk yıllarım, bütün yaşlılık yıllarım boyunca öğreteceğim; hep o aynı şeyleri:
2 kez 2 kaç eder? 4’te 2 kaç tane var? İşte bunları öğreteceğim.”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:55)
“ÜVERCİNKA <1956>
Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmıya ya da umudu kesmemeye
Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:59)
“Sahilde dinsel bir tören ya da bir panayır vardı, dev bir kalabalık ne olduğunu çıkaramadığım bir şeye
doğru akıyordu. Ortalık, deniz kıyısında korkuluk duvarı üzerine uzanmış başıboşlar, ıvır zıvır satan veletler,
dilencilerle kaynıyordu. Ayrıca bir sıra da motorlu bisikletliler vardı.”
(A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:16)
“Sonra da sert ve kararlı bir sesle devam etti: Evi altüst etmemizi mi istersiniz yoksa anlaşmayı mı
yeğlersiniz? Burada bir yerde, dedi Pereira, çalışma odasında ya da yatak odasında. Kısa boylu sıska iki hödüğe
buyurdu: Fonseca, dedi, eline dikkat et, fazla ağır olmasın, sorun çıksın istemiyorum, küçük bir ders vermek ve
öğrenmek istediğimiz bilgiyi almak yeterli.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:158)
“Cenaze caddeye çıktığı zaman bu çocuk kalabalığı bir çığ gibi kabarmıştı; o kadar ki, cenaze geçerken,
pencereden uzanan başlarda ve dükkanlarda, kahvelerde ayağa kalkanlarda, ölenin ya bir öğretmen yahut bir
okul müdürü olduğu izlenimini uyandırıyordu.”
(C.S. Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Küçüklerin Dostu”, sa:79)
“Kuşluktan beri babasıyla tarlada patates söken Taraska bu sırada gür bir meşe ağacının koyu
gölgesinde mışıl mışıl uyuyordu. Oğlunun yanında oturan babasıyla koşumdan çözerek ayaklarını kösteklediği
atına bakıyordu dönüp dönüp. Yabancı bir tarlanın kelisinde oynayan at bir de bakmışsın yulafa, ya da
başkasının çayırına girivermiş.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Çilekler”, sa:116)
“Senli-benli, çok samimi davranıyor, sorulan her şeye aceleyle, hemen anlayıp onayladığını ve
söylediğiniz ya da yaptığınız her şeyin aynen beklediği şekilde olduğunu göstermek isteyen tuhaf bir
gülümsemeyle karşılık veriyordu.”
(L. Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, sa:110)
“Tek tük çamı olan çıplak dağdan indik. Binlerce gecekondu.
‘İşte, arsa burada...’
Adımlarını büyüterek yürümeye başladı. Tıpkı bizim hısım-akraba ya da evcilik oyunu oynarken,
taşlarla evimizi çevirdiğimiz gibi, arsada bazı taşlar sıralanmıştı.”
(D. Tomazani, “Konuşmayan Su”, sa:17)
“Asıl içinde ağırlığını hissettiği konu, eğer işler böyle devam ederse, bir yolunu bulup Laura’yı ülke
dışına çıkarmayı gerektiğini bilmesiydi. Onun ikinci sınıf vatandaş olarak büyümesine... ya da daha beterine...
izin veremezdi.”
(E. Tucker, “Berlin Bir Mozaik”, sa:161)
“ADADA
Tüm çevresinde Ulusal Galeri’nin
Polonyalılar satıyor kalıtlarını Türkler’e
----------bakınmaya çıplak gezenlerin, soyunun,
canınız isterse, ya da yeniden aşık olun
Polonya pazarında”
(John Hartley Williams<d.1942>-Nice Damar, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.04.07)
“Eski bir şarap şişesindeki tortu dibe çökmüş, camı yeşile kesmişçesine ufuktaki kara çizgi yavaş yavaş
belirginleşti. Ardından da gökyüzü açıldı; oradaki beyaz tortu çökelmiş ya da ufkun altına uzanmış bir kadının
kolu bir lambayı kaldırmış gibi ak, yeşil, sarıdan kalın çizgiler, yelpaze kanatları denli yayıldı gökyüzüne.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa :5-6)
“ … ciddiyetini hiç bozmadan makasını buz dolabının etrafında dikkatle dolaştırdıkça, annesine,
cüppesini giyip koltuğuna yerleşmiş bir yargıç, ya da devlet işlerinin karmaşalı bir anında etkisi büyük olacak
önemli bir atılımın başına geçmiş bir adam gibi geliyordu.”
(V. Woolf, “Deniz Feneri.”, sa:4)
“Derin derin göğüs geçirdi ve meşe ağacının dibine, yere attı kendini. Hareketlerinde bu sözcüğü hak
eden bir ateşlilik vardı. Bütün bu yaz kalımsızlığının altında, kendi altında yeryüzünün belkemiğini hissetmeye
bayılıyordu; çünkü ona göre meşe ağacının sert kökü buydu ya da imgeyi izlediğinden o üstüne bindiği iri bir
atın sırtıydı ya da yalpalayan bir geminin güvertesi.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:21)
“Acaba O bu konuda ne demişti ya da herhangi bir konuda? Isa, soylu çiftçi Rupert Haines’e çevirdi
başını. Onunla bir kere bir kermeste karşılaşmışlardı; bir kere de bir tenis maçında. Isa’nın eline bir fincanla bir
raket tutturmuştu-hepsi bu. Ama bu adamın yıpranmış yüz çizgilerinden her keresinde gizem duymuştu,
suskunluğundansa, tutku.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:12)
“Ama korkarım işte: karşıma bir yabancı çıktı mı, bir kuşkudur dolar içime: ya bu adam bir polisse, ya
tutar da kendisinden gizlediğim birşeyler bulunduğunu düşünürse, ya bu gizlediğimi sandığı şeyleri ortaya
çıkarmaya kalkarsa... Gel de ayıkla pirincin taşını!”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:7-8)
“Her biri, kendi kaçınılmaz yazgısını başkasına iyilik yaparak unutur gibi olduğu için gizlice gönül
borcu oluyordu. Böylece hükümlüler, karanlıkta dağınık bir halde, uyanık ya da düş görerek, ot çuvallarının
üstünde sabaha kadar yattılar, yalnızca bazan iniltilerin soluklarla sımsıkı olan bölmeyi sarstığı oldu.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün”, sa:193)
“... kopyalarını çıkarmadan daktiloda kendi ellerimle yazıyordum, her önemli belgeyi kendim eve
götürüyor ve gizli görüşmeleri yalnızca manastırın başrahibinin odasında ya da amcamın kabul odasında
yaptırıyordum. Bu önlemler sayesinde bu casusun önemli olaylardan haberi olmadı; ama şanssız bir rastlantıyla
bu hırslı ve boş kafalı delikanlı, ona güvenilmediğini ve arkasından bir sürü dolap çevrildiğini anladı galiba.”
(S. Zweig, “Satranç”, sa:40)
Yadel : Yabancı diyarlar, gurbet
“Yadeller aldı beni
Taşlara çarptı beni
Yardan ayırdı Felek
Gurbete saldı beni.
Yol verin geçeyim
Dumanlı dağlar
Dağların ardında
Nazlı yarim ağlar”
(Anonim; bir Anadolu türküsü)
“Artık sokaktayım, tek başıma, kimsesiz, hamisiz, yad ellere düşmüş bir biçare, İbrailli, kendisini
bekleyen kara
günlerden habersiz, Marsilya’ya gidemediğine göre Napoli’de bulunduğuna yine de sevinen hayat dolu delikanlı!
Henüz şiirinden başka bir şeyini bilmediği bu Napoli’den hoşnut, gömleğine dikili yarım altından memnun,
tekrar yeleğinin cebinde yer alan saatinden hoşnut, göçmenlerin kendisi için topladıkları on beş drahmi kadar
tutan ufaklık para yığınından hoşnut.”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:81-2)
“KAYDI SİLİNEN
Nerden bilirdim güzel şafaklardan
Tatlı batılardan başka
Kızıllıklar göreceğimi
Nerden bilirdim yadelde
Savaş meydanında öleceğimi.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:26)
Yadetmek : Anımsamak, anmak; aileyle, arkadaşlarla bir sohbet esnasında geçmişi vak’alarla hatırlamak
“Raca Birbal, hayata Maheş Das adında yoksul bir Brahman olarak başlamış, Ekber onu kendi eliyle
saraya getirmiş, bir prens yapmıştı. Büyük hanımları beklerken, iki arkadaş hatıralara dalıp eski günleri yad
etmeye başladılar ve bir anda yeniden gençlik günlerine döndüler.”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:119-20)
Ya dirisi ya ölüsü : Genellikle bir hırsız ya da katil, herhangi nüfuzlu bir kimse ya da makama sığındığında,
takipçilerinin o merciden ettikleri rica
“Konuklar, Emir’in karşısında el pençe divan durmuşlardı. Geceki baskını, ölenleri dilleri döndüğünce
anlattılar ve bu çadıra giren kovaladıkları adamın, katillerin başı olduğunu, onun ya dirisini, ya ölüsünü istediler.
‘Demek benden, evime sığınmış bir insanın ya ölüsünü, ya dirisini istiyorsunuz?’
Ak libaslı delikanlılar boyun kırıp sustular.”
(Y. Kemal, “Bir Adanın Hikayesi 1-Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:253)
Yafta yapıştırmak : İlan asmak. İdam’ın yasal olduğu günlerde, Sultanahmet meydanında sıra sıra adamlar
daha gün doğmadan sallandırıldıklarında, göğüslerin ne suç işlediklerini bildiren kağıtlar (İ.E.)
“Üniversitede, ayrıntılarda dolanan ve bitmek bilmeyen kelime oyunlarımızla alay etmek için bize
‘Bizanslılar’ yaftasını yapıştırmışlardı; biz ise maksadı incitmek olan bu nitelemeyi kasıla kasıla benimsemiştik.
Hatta bu adı taşıyan bir ‘kulüp’ kurulması bile söz konusu oldu. Bunu sonu gelnmez bir biçimde tartıştık, öyle ki
‘Bizantizm’imizin kurbanı olan kulüp asla gün yüzüne çıkmadı.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:30-1)
Yağar : At, eşeğin sırtında, vurulan eğer ya da semerden oluşan yara
“Kaburgaları dışarı fırlamış... Yaşlı bir hayvan. Belki on beş. Gözlerine sinekler çokuşuyordu. Sıırtının
tam ortasında, hiç iyi olmayan bir yağarı vardı. İrinlenmişti.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:48)
Yağcılık yapmak : Birine yaranmak için onu methetmek; Daha kudretli ve nüfuzlu birine, bir menfaat temini
için yalakalık yepmak
“ ‘Sayın efendim,’ dedi kız, ‘iki yıldır yollardayım; bir gün olsun uygun hava görmedim. Bunun yanı
sıra, daha İspanya toprağına ayak basar basmaz, eskidenberi ününü duyduğum; kendimi centilmenliğine, davamı
da zorlu bileğine emanet etmeyi kararlaştırdığım insanı, yani Mancha’lı Senyor Don Quijote’yi tanımak onuruna
eriştim.’
‘Uzatmayın,’ diyerek kesti Don Quijote. ‘Beni övmeyi boış verin: her türlü pohpohlamaya karşıyım
ben; aslında şu söyledikleriniz yağcılık sayılmaz, ama yine de kulaklarımı 4rahatsız ediyor. Size şunu söylemek
isterim ki Hanımefendi, cesur olayım ya da olmayayım, elimdeki bütün güçler, ölene kadar emrinizdedir.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:224-5)
“Şimdi onu çağırtan adamın sakalı yoktu gerçi, sinekkaydı tıraşlıydı ve güzel bir erkek olduğunu
söylemekle kimseye yağcılık yapmış olmayacaktık. Yanında güzeller güzeli karısı arşidüşes Maria oturuyordu...”
(J. Saramago, “Filin Yolculuğu”, sa:119)
Yağ çekmek : Yaltaklanmak, dalkavukluk etmek
“-Önemli değil. Biraz sizinle kalmama izin veriniz. Her gün yarım saay dışarı çıkma iznim var. Ama,
bana eşlik etmeye razı olması için hastabakıcıya yağ çekmem gerekiyor.”
(A. Camus, “Defterler 1, sa:27)
“-Vallahi ha...
-Demek çok seviyor?
Yağ çekti:
-Seninki nasıl ablacığım! Benimki de demek beni öyle...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:206)
“ ‘Şimdi sen kıvırtma da soruma cevap ver bakalım. Ben ne dedim demin?’ / ‘Ne dedin oğlum, indir o
tabancayı.’ / ‘Senin kızın var mı, üzülüyor musun, bunu sormadım.’ / ‘Afedersiniz oğlum, ne sordun?’ /
‘Tabancadan korkup bana yağ çekme şimdi. Ne sorduğumu hatırla...’ (Bir sessizlik.)”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:47)
Yağdan buz kesmek : Aldatılmak, yoksun bırakılmak, hakkından azını elde etmek ya da hiç alamamak
“Tanrım, nasıl da anlatılmaz ölçüde iğrenç yaşam! Ne pis oyunlar oynuyor bize, bir an özgür; bir sonra
bu. Burada, ekmek kırıntıları, lekeli peçeteler arasındayız yine. Bıçak daha şimdiden yağdan buz kesiyor.
Düzensizlik, alçaklık, çürüme kuşatıyor bizi. Ağızlarımıza ölü kuşların bedenlerini tıkıştırıyorduk.
Salyalarımızla birlikte, peçetelere akmış bu yağlı kırıntılarla ve küçücük cesetlerle bir şeyler kurmak
zorundayız.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:226)
Yağdan kıl çeker gibi : Çok kolaylıkla, hiç zahmetsiz
“ ‘Ben öldürtmezsem, onu yağdan kıl çekercesine öldürtebilirim, dünya gırtlağına kadar kana batmış bir
katilden kurtulur; o ne yapıp edip seni öldürecek, bugün yarın. Emir Selahattini de öldürtecek. Ben şimdi
buradan Emir Selahattine gidiyorum. Her şeyi ona anlatacağım. O da Şeyhin icabına bakarsa bakar. Al şu
tabanca sana yadigarım olsun, şu hançerler de.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:28)
“Meliha Hanım, iri çekik gözlerini silerken:
‘Arif Saim Bey yağdan kıl çeker gibi Çerkes köyünü nasıl sürdü çıkardı çiftliğinden. Yaşasın Arif Saim
Bey.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:297)
“Halil dağların kurduydu. Zeyneb’i o sel yatağından, yağdan kıl çeker gibi indirdi.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Alageyik”, sa:213)
“ ‘Ben Maraz Ali’yi sana Çarşamba günü yollarım. Bak ne iyi... Sungurlu’nun pazarı... O gece Allahın
izniyle yola çıkar, Dedenin beş bin lirasını yağdan kıl çeker gibi alır cebine atarsın.’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:126)
Yağdırmak (emir, kurşun, küfür, para, yağmur, yumruk) : Etrafa saçmak, veryansın etmek
“Kaymakam neredeyse öfkesinden çat diye çatlayacaktı.
‘Size Cumhuriyet Hükümetinin faziletlerini öğreteceğim.’
Zangır zangır titriyor, ulu ağacın altında yürüyor, dolanıyor, bağırıyor, alay ediyor, küfrediyor, emirler
yağdırıyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:211)
Yağıp esmek : Bağırıp çağırmak, azarlamak, tehdit etmek, fırtına gibi esmek
“Gene de, babasının döneminde <otuz yılda> bir havlu çalındığı halde Zebercet’in döneminde <on
yılda> dokuz havlu ile iki çift terlik çalındı. Babası bu tek olaya dayanarak genellikle insanlara yağıp esmiş,
tümünü hırsızlıkla suçlamıştı.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:18)
Yağız : Esmer, yiğit delikanlı
“Yıl Rumi 1328. Eşref pos bıyıklı, yirmi yaşlarında yağız bir delikanlı. Yolcu treninin arkasına
bağlanan göçmen kara vagonlardan birinin kapısına oturmuş, bacaklarını aşağıya sarkıtmış, uyumakta olan yer
ve göğün sessizliğini bozan düzenli, ritmik tik-tak’lar içinde, güzel kasabasını, Filibe’yi izliyor.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Eşref Peygamber”, sa:57)
“Bu dükkanda bir adam vardı. Bu adam, bu satıcı, kalpsiz olabilir miydi? Bundan kuşku duyacak kadar
ileri gittim. Canlı ve becerikli, kunt ve çevik, kalın kara bıyıklarla çizili yağız yüzlü, piposu dudaklarının ucunda,
kasketi çit gibi sık kaşların üstüne inmiş: Bu özbeöz bizim tarafların çingenelerinden biriydi.”
(P. Istrati, “Sünger Avcısı-Bakır”, sa:33)
Yağlı ballı bir kahvaltı etmek : Tereyağ, bal, yumurta, peynir,zeytin ve meyveyle dört dörtlük bir kahvaltı
etmek
“‘Anlamıştım,’ dedi Murtaza sıkılarak. ‘Anlamıştım ya, gene de ne olur ne olmaz diye...’
‘Haydi sana gidelim. Sen Hüsne Hatunu uyandır.’
‘O uyumamıştır. O bizi bekliyordur şimdi.’
‘Katmerli, yağlı ballı bir kahvaltı yapalım. Taze tereyağı istiyorum, hem de bu sabah yayılmış.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:363)
Yağlıboya : İkinci Dünya Savaşı sonrası İstanbulunda, kendilerine yol açmak istiyen seyyar satıcıların,
‘pardon’ anlamında, yüksek sesle ortaya attıkları ünlem (Argo)
“-Çan, çan, çan... İkinci kampana.
-Yürüyelim, yürüyelim, iskele alınıyor!
-Pardon... Yol ver, yol ver...
-Yağlıboya, yağlıboya, açılalım.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Baba”, sa:71)
Yağlı kapı : Arpalık; hatır, gönül, tanıdık ya da rüşvet yoluyla elde edilen iş
“Mahkemelerde, devlet dairelerinde, her işte ve her görevde bütün yağlı kapılar soylulara ayrılmış.
Sarayda çalışabilmek için kontluk arması, ya da baron olmak gerekiyor.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:13)
Yağlı kuyruk : Zengin, varlıklı kimse (Argo)
“Yazık ki, dünya bir yağlı kuyruk yiyene. Hiç aklına gelmez kim kazana kim yiye. Bolu Beyi de bir gün
göçüp gidecek bu dünyadan.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:63)
Yağlı müşteri : Parası bol, sürekli çok alışveriş yapan, geçinmesi kolay tüketici
“Derken öteki çocuğun da bir ayağında altı parmak olduğu anlaşıldı, bu da meyhanenin en yağlı
müşterilerinden bir milletvekilini akla getirdi tabii. Düşünebiliyor musunuz, muhterem peder, kadın tam on sekiz
müşteriyle ya evinde ya da bir otel odasında mercimeği fırına vermiş ve ikizler bunların her birinden birer iz
taşıyor.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:231)
“..... komiser o başlığı, karanlıklar vadisinden çıkarken adımlarına yön verecek küçük bir kandil olarak
gördü. ‘Her gazeteden bir adet verin,’ dedi. Bayi, yağlı bir müşteri kazandığını düşünerek gülümsedi ve içi
gazete dolu plastik poşeti ona uzattı.”
(J. Saramago, “Görmek”, sa:301)
Yağlı parça : Evlenilecek zengin bir gelin ya da damat (yağlı kuyruk); Fırsattan yararlanarak değeri çok daha
yüksek olan bir arazi, mal veya metahı çok daha ucuza elde etmek
“Komşu köyden bir toprak ağasına bir süre önce fiyatını kararlaştırdıkları korusunu almaya gidecekti.
Kentli tüccarlar bu yağlı parçayı elinden kapmadan bitirmeliydi işini. Vasili Andreyiç koruya yedi bin ruble
verdi diye toprak ağası fiyatı 10 bine yükseltmişti. Aslına bakılırsa yedi bin ruble korunun değerinin yarısıydı.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:11)
Yağlı yük : Şişman kimse (Argo)
“İMPARATOR - Yakınlardan ve uzaklardan gelip burada toplanan sadık ve sevgili dostlarımı
selamlarım... Bilgini yanıbaşımda görüyorum amma, soytarı nerede kaldı?
ASILZADE - Merdivende, mantonun eteğinin hemen gerisinde yere yıkıldığı için, kaldırıp götürdüler
o yağlı yükü. Ölmüş mü? Yoksa sızmış mı? Kimse bilmiyor.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:5)
... Yağmak (Mektup, haber, kısmet, para, telefon, telgraf) : Bol bol gelmek
“Şvayk ahizeyi yerine koyar koymaz, telefonlar yağmaya başladı. Telefon susmak bilmedi. Bölük odası
mahalle kahvesine döndü gene.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:431)
“Cenaze çağrıları ya da basitçe ağızdan ağıza yayılan haberler dolayısıyla Butros’un ölüm haberi
duyulur duyulmaz, başsağlığı dileyen mektuplar ve telgraflar her yandan yağmaya başladı. Nazıre bunların
hepsini sadakat, gurur ve alışkanlıkla sakladı.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:367)
Yağmala(n)mak : Yasa dışı olarak, bir kargaşalıktan yararlanarak, başkalarının mal, mülk ve ürünlerini talan
etmek; Yağma edilmek, başkasının malına el koymak
“Uşaklar ortadan yitmişlerdi. Yemişler dağılmış, yağma edilmiş, solmuş bir durumdaydı; sofra, savaşta
bozguna uğramış bir donanma gibiydi.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:57)
“John benim o ilk sefil fasiküllerimi bastırmama yardımcı olmuştu; şimdi kolleksiyoncular arasında
komik paralar eden o fasiküllerden; bugün ne onda ne de bende bunlardan kaldığını sanmıyorum; savaş sırasında
stok daha fazla acı çekmeden yağmalanmıştı.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu-Akdeniz Yazıları”, sa:19)
“... dünyanın en büyük, en kalabalık, en zengin, en soylu kentini yakıp yıkıp ganimetlerrini bölüşmek
için düşmanın teslim olmasına gereksinimleri yoktu ki onların. Ağlayan insanlardan oluşan koca tören alayı
hiddetle bakan, kılıçlarından hala kan damlayan, atları yerinde duramayan inançsızların karşısısnda durmuştu.
Ama sanki alay karşılarına aman dilemeye hiç gelmemişçesine yağmalamaya başladı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:23)
“Bir de baktık ki Arif bir öküz başının iskeletine bir ip bağlamış çekiyor. Ben ona: ‘Emir Arif, bu
yaptığın nedir?’ diye sordum. O: ‘Bu, sultanın naiplerinden Emir Urkudi’nin başıdır’ dedi. Bu adam, Sivas’ta bir
medrese yaptırmıştı. Zengin, manasız ve itaatsiz bir adamdı. Bizim hanedanımızı da yadsırdı. Bu vakadan üç gün
geçtikten sonra o adamı öldürdüler ve varını yoğunu yağma ettiler. Emir Arif henüz beş yaşında idi.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:243)
“En iyi şarapların, en iyi rakıların aşağı yukarı tümü yok olmuştu. İki aydan bu yana, her akşam,
kocaman damacanalar, yalnızca tezgahtarın bildiği bir yöne gidiyordu. Ama en acımasız yağmalama bakkal
dükkanına yapılmıştı..... Denetimsiz olarak, on arabaya birden mal yükleniyordu. Hatta erzak deposundaki
mallar bile, kimin tarafından aldığı belli olmadan, büyük bölümler halinde kaldırılıp götürülüyordu.”
(P. Istrati, “Minka Abla”, sa:120-1)
“Sete-Sois, Beira’daki garnizonun Alentojo’daki birliklerin yardımına gitmektense olduğu yerde
kalacağı söylentileri ortada dolaşırken çıktı yola. Alentoja’da diğer eyaletlerde olduğundan çok daha ciddi bir
boyutta bir kıtlık vardı. Ordu lime lime, ayaklar çıplak, paçavralar içindeydi; askerler çiftçileri soyuyordu, savaşa
devam etmeye niyetleri yoktu. Birçoğu orduya baş kaldırdı, diğerlerinden kaçanlar oldu, kaçanlar ana yollardan
uzakta kalmaya özen gösteriyordu, karınlarını doyurmak için yağmalıyorlardı, yolda karşılaştıkları her kadına
tecavüz ediyorlardı; kısacası, onlara hiç bir şey borçlu olmayan ve onlarla aynu umutsuzluğu paylaşan masum
insanlardan alıyorlardı intikamlarını.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:32)
Yağma mı sandın, Yağma mı var : Öyle şey olur mu, hiç izin verir miyim
Bk.: Yağma yok
“Fakat artık eskisinden büsbütün başka bir adam olan Ali Rıza Bey, acı bir alayla gülerek: ‘Bekleyelim
mi? Yağma mı var? Nasıl eldeki beş on parayı geçen seneki para gibi çarçur ettirip beni sokakta bırakır mısınız?’
demişti.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:113)
“Vahşi yüzlü Kızılsakal, şimdi onlara hitap ediyordu; bir yandan da aşağı ovadaki bütün köye meydan
okuyor gibi parmağını sallıyordu.
‘İşte orada! Orada saklı, çıplak ayaklı, paçavralar içinde; marangozluk numarası yapıyor, sanki o değil.
Paçasını kurtarmaya çalışıyor, ama yağma mı var, bizden kaçabilir mi?’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:13)
“‘... bir subayla bir öğretmen, dinlememişler, ne gelirse gelsin başımıza demişler. Tutmuşlar balıkları,
güzelce kızartıp yemişler. İkinci gün subay attan düştü öldü. Öğretmen de aylarca yatağından çıkamadı.
Memleketine gitti, şüphe yok, o da ölmüştür. Yağma mı sandın oğul, yağma mı sandın?’ ”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:100)
Yağma yok : Yok öyle şey, buna kimse razı olmaz
“KOMİSER - Bu kimden?
A. HAMLET - Otello’dan...
KOMİSER - Gördün mü bak. Allahın verdiği dil sen bırak da başkalarının dilini kullan, başkalarının
yazısını, başkalarının kullanılmış cümlelerini kendininmiş gibi söyle. Ve sonra iste ki biz sana akıllı adam
diyelim. Yağma yok!...”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:109)
“Layev:
-Petya, iki gözüm, diyor. Benden pes! Öyle yoruldum ki, beş dakika sonra yatağa girmezsem ölüm
çıkar.
-Ne, yatmak mı dedin? Sen aklını kaçırmışsın, arkadaş! Yağma yok, önce yemeğimizi yiyeceğiz,
kırmızı şarabımızı içeceğiz, sonra da istediğin kadar uyu!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:105)
“İhtiyar ellerini sallayarak.
-Yo, yağma yok! İstemez, sorma. Vazgeçtim, istemez… diye bağırdı. Dün aptallığımdan aklıma
geliverdi bu saçmalık.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:24)
“..... Zati kafir kız, sevmez de seni artık eskisi gibi... Şinci <şimdi> nişanlayacağız onu yakında bir ayıcı
oğlana... Sen o zaman düşersin gene Topçular’a, bizim çadırların yanına... O zaman yalarsın avucunu!.. Haha,
bizim karıların, kızların, işleri yok da geçen yaz gibi, sana bu yaz da, süyleyecekleri <söyleyecekleri> türküler,
ninniler... Yağma yok...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:170-1)
“Gidip çayı demledi:
-Deminki ‘Osmanlı erkekleri’ lafı ‘Yıkılası evde çolukj çocuk var,’ diyenlerimizi içine almıyor
elbette... Onlara biz ‘Yılgın... Pısırık’ deriz. Yanlış! Herifler, bir işe girmişler. Çoluk çucuk yetiştirmek işi... O
işin yasasını tutuyorlar. Biz hem yasaları tutmuyoruz, hem de her şeyin düzeninde gitmesini istiyoruz. Yağma
yok!..”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:283)
“ ‘... Eskiden bir isteyen varsa, başına o işin geldiği duyulunca bin isteyen olur.’
‘Yağma yok! Biz hemen ele mi geçeceğiz? Babası olacak herif razı gelmedikçe, ‘Benim davam yok!’
demedikçe ne mümkün!’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:223)
“SEN
----Aynı şehirde yaşadık, yolculuk ettik,
karşılaştık ve ayrıldık. Sen:
‘Hiçbir şey akıldan daha üstün değil,
aklın aklı ise duygulardır’ dedin.
Hatta:
‘Korkma. -dedin.-
Biz gençliğimizde boyun eğmedik de,
yaşlılığımızda mı eğeceğiz.
Yok öyle yağma.’ ”
(Ekaterina Yosifova<d.1941>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.09.06)
Yağmur çamur (demeden) : Yağmur, çamur, fırtınalar, güçlüklere aldırmadan
“HIPPOLOKHOS : Sonunda geldin, delikanlı.
SARPEDON : Babanı gördüm, Hippolokhos. Dönmeyi hiç düşünmüyor. Çirkin ve inatçı, yağmur
çamur demeden kırları dolaşıyor, yıkanmıyor da. Yaşlı ve derbeder, Hipplokhos.”
(C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:19)
Yağmur çiselemek : İnce ince yağmur yağmak
Bk.: Çiselemek; Ahmak ıslatan yağmuru
“Marino yağmura da değinmiyor. Sorulduğunda, ‘Ha, evet, yağmur çiseliyordu,’ diyor. Oysa
Meteoroloji Müdürlüğü o gece 2,45 milimetre düzeyinde yağış olduğunu belirtiyor.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:24)
“Bir şemsiye alıp Pierre’le evden çıktı. Biraz aydınlanmış gökyüzünden hafif bir yağmur çiseliyordu,
kayınların ıslak kaygan gövdeleri dökme demirden yapılmış gibi siyah siyah ışıldıyordu.”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:79)
“Sergey İvanoviç bu sorunun altındaki amaca gülümseyerek:
-Hiç kimsenin ilgilendiği yok onunla, dedi. En az ilgilenen de benim.
Sonra akça ağaçların üstünde beliren beyaz bulut kümelerini şemsiyesinin ucuyla göstererek ekledi:
-Bakın Darya Aleksandrovna, yağmur çiseleyecek.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:708)
Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak : Zarar görmemek için bir şeyden kaçarken daha kötüsüne
yakalanmak
“Asteğmen, onbaşıya döndü, ‘Kimsenin gelip bizi yoklamaması çok tuhaf,’ dedi. ‘Aslına bakarsan,
istasyona vardığımızda, Allahın sarhoş papazıyla uğraşacağına tren komutanına tekmil vermeliydin.’
Yağmurdan kaçarken doluya tutulan onbaşının ağzını bıçak açmıyordu; hızla geçen telgraf direklerine
dalıp gitmişti.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:324)
“WALTER - Yağmurdan kaçarken doluya tutuldu. Önce, düzensizlik, karışıklık olarak gözüken
durumda şimdi suiistimal konusu seziliyor. Bunda da, bilirsiniz ki kanun hiç özür dinlemez...”..... “Çabuk, Bay
Katip, koşun! Onu geri getirin! Yağmurdan kaçarken doluya tutulmasın. Gerçi işten el çektirilmiştir. Yeni bir
emre kadar bu köyde onun yerine bu vazifeyi size veriyorum.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:19;92)
Yağmur gibi döke döke ağlamak : Hüngür hüngür ağlamak
“Haçça, Ahmet’i alıp yukarı çıktı. Götürüp ocağın başına oturttu. Kandiln ışığında baktı gördü ki,
çocuğun eli yüzü kan. Al kan. ‘Abuuvv, avuvv... Abu kadın anam Amadım... Abu ben nerelere gideyim, abu?...’
Yağmur gibi döke döke ağlamaya başladı.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:83)
Yağ topu; Yağ tulumu : Çok şişko; Değersiz, zengin ve çok yiyip çok içen şişman kimse (Argo)
“Bir süre sonra yerinde duramaz olup treylerin içinde volta atmaya başladı, adamlara ağzına geleni
verip veriştirmeye başladı. ‘Bu bok çuvallarının hesabını göreceğim,’ dedi. ‘O yağ tulumuna hile yaptığını itiraf
ettireceğim.’ ”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:129)
“Fischerle eve geldiğinde, kadın çırılçıplak odanın ortasında duruyordu. Kırmızı gömlek buruşturulup
bir köşeye atılmıştı. Fischerle, ne yaptığını sormuştu karısına. ‘Ağlıyorum,’ demişti kadın o tuhaf kılığı
içersinde, ‘artık gelmeyecek.’ ‘Peki ne istiyor?’ diye sormuştu Fischerle, ‘Arkasından koşayım.’ ‘Gömleğimi
beğenmiyor,’ diye inlemişti yağ tulumundan farksız olan karısı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:399)
“BOMBALI MEKTUP TERORİSTİ
GENEL AF İSTİYOR
---------------------------Ne ki, yağ tulumu olmak asıl sorun değildir.
Hatta, sembolü de değildir, herhangi bir şeyin.
İzlemek gerekir parmaklarını onun,
Çevik, kılı kırk yaran, uzaklaştırıyor fiskelerle”
(Jeremy Cronin<d.1949>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.06.07)
“2. DİLARA - Hayatım hep başkalarının isteklerini yerine getirmekle geçti.. Akrep, satılarak. Daha
onüçümde bile değildim. Zengin bir ihtiyara yatak eğlencesi olarak satıldığımda. (Midesi bulanmıştı.) Yağ
tulumu.”
(Y. Kenan Işık, “Aşk Hastası”, sa:24)
“... Merkez Bankası Müdürlüğü sırasında ve kısa süreli Maliye Bakanlığı görevinde başarılı olmuştu.
Çünkü, şu son yıllarda dört bir yandan döndürülmeye çalışılan dolaplaar karşısında bu görevde tam güvenilir,
ailenin kavgaları ve kargaşalarını idare edebilecek birine gereksinimi vardı Şef’in. Bu iş için de, bu alkole
yatırılmış yağ topu biçilmiş kaftandı.”
(M.V. Llola, “Teke Şenliği”, sa:142)
“DOĞDUĞUM EV
----------------------Orda, bilinmez bir çağrıya
uyarak, şiirlere uzanırdım
ve bir pencere kenarında
tramvay ya da vapur oynardım”
(R.Maria Rilke<1875-1926>-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
19.06.03)
“MÜZİK
---------Yaymış bir kanapeye kocaman kalçalarını,
Yağ tulumu burjuva, düğmeleri pek parlak,
-yasakmış, kokusundan belliymiş- umurunda mı
Kaçak tütün içiyor dumanını savurarak.”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:86)
Ya Hak : Bazı tarikat mensuplarının kitle halinde ayin yaptıklarında sergiledikleri haykırışlar
“EY İNCİ DOLU ÜLKE
------------------------------yarından itibaren
Haçik’in dükkanındaki zulada
birkaç gram birinci kalite halis maldan birkaç nefes çekip
birkaç kase dalavereli Pepsi cola içtikten sonra
ve birkaç ya Hak ya Hu ve vah vah ve hu hu savurduktan sonra
mütefekkir fazıllar ve münevver faziletliler
ve lay lay lom mektebi müdavimleri arasına resmen katılabilirim”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:59)
Ya herro(u,ü), ya merro(u,ü) : Ya öyle ya böyle; Anasını satayım, ne olursa olsun; Şans alarak; Sonu ne
olursa olsun
“Cabbarıın ağzından çıt çıkmadı. Yüzü asıldı. Sefil Ali de konuşmadı. Zaten karışmazdı bu işlere.
Mehmed işi çaktı. Oralı olmadı. Cabbarın yüzü asılırsa asılsın. O kimseden yardım beklemiyordu. Ya herro, ya
merro.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:363)
“LICHT - Müşavir hazretleri.
ADAM, kendi kendine - Adam sen de, yerin dibine batsın. Ya herrü, ya merrü. Ya batarsın, ya
çıkarsın! Hazırım! Hazırım!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:29)
“General Johnston’un ölçülü davranarak kurduğu mevziler, açtırdığı siperler yeni komutan General
Hood’a göre değildi. O, Yankeeler’e bir doğudan, bir batıdan saldırdı. Sherman ise Atlanta’yı kuşatıyordu. Hood
siperlerin arkasında kalıp Yankee saldırısını beklemek istemiyordu. Cesaret isteyen birkaç hamle yaptı ve
Yankeeler’in üzerine ya herrü, ya merrü diyerek atıldı.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:427)
“SHALLOW - Şunların lakırdısını kesin bayan Quickly. Akrabam konuşacak.
SLENDER - Bir taş atalım bakalım. Ya herru ya merru.
SHALLOW - Sakın ürkmeyin ha.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:88)
Yahova, Yahve (h),Yehova, YHVH : <Yave : R a b>; Musevilikte Hz. Musa’ya Tanrı tarafından bahşedilen
isim; ancak, Tanrı’nın adının açıkça yazılıp söylenmesi yasaklandığından, İbrani alfabesindeki yazılımıyla,
‘Yahve’ biçiminde okunan ‘tetregram’ sözcük, kısacası, ünlü harflerle: YHVH; Yehova şahitleri (witnesses):
1872’de ABD’de başlayan, ‘Uluslararası Kitabı Mukaddes Öğrencileri’ derneğinin kapı kapı dolaşarak bu
mezhebe bağlanmalarını hedefleyen, Hıristiyan kökenli, çok katı ve dışlayıcı; papaz, kilise gibi aracı tanımayan
ve günün birinde ‘Yehova-Tanrı’ya ulaşmayı hedefleyen dinci grup
“Sayın piskopos, yehova varsayımı beni yoruyor. Bu varsayım ancak çarpuk çurpuk bedenli, kafası boş
insanlar üretmekten başka bir işe yaramaz. Bana eziyet eden şu büyük evrene lanet olsun! Selam! Sıfır!” .....
“‘Ölüm öldü, inanın bana. Orada birisinin bulunup bana bir şeyler söyleyeceğini düşünmek beni
güldürüyor. Bunlar, sütnine uydurmaları. Çocuklar için umacı, insanlar için yehova. Hayır efendim, bizim
yarınımız gecedir. Mezarın gerisinde birbirine eşitliklerden başka bir şey yok.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:59;61)
Yahu; Beyahu : Bu ne biçim iş, bana bak, baksana anlamlarında bir ünlem; Batı Anadoluda (AlaşehirManisa.) 1940’larda eşlerin birbirine sesleniş şekli <kişisel gözlem, İ.E.>; Yahoo: <Ya’hu>: Jonathan
Swiftt’in ‘Güliver’in Seyahatleri’ (Gulliver^s Travels – Galıvır’s Trevıls> adlı çocuk masal kitabında, akıllı
atlara yol gösteren, akıl veren hayvan huylu insan; insan canavarı
“Saçlarıma baktı. Gözlerime baktı. Güldü.
-Boş ver, dedim. Yahu, bakma!
Isınmış olacak, yakası kürklü pardesüsünü çıkardı.”
(S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Yalnızlığın Yarattığı İnsan”, sa:18)
“Cemal’in son cümlesi hoşuna gitmişti ama şakacıktan genç kız kaşlarını çattı:
-Cemal!.. Cemal!.. dedi.
-Bana bak Ayşe abla, uzun ediyorsun! Bırak bir defa da nasıl istersem öyle konuşayım, yahu!”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:10)
“Öteki erkek sarhoş olmuş:
-Yahu ne oldu; bana da anlatın canım. Sinemaya geç kalacağız. Hadi bana da anlatın canım, diyordu.
O günkü eğlencenin şerefine hep birlikte içtiler.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-İhtiyar Talebe”, sa:98)
“Birdenbire gür, sevimsiz, heyecanını kontrol altında tutamadığı bir sesle haykırdı. Sanki zavallı
öğretmene bir duygusallık örneği gösteriyordu:
-Yahu Celil! Kaç dakika var, Allah aşkına?..
Arkadaşım kıpkırmızı olmuştu. Nefret, öfke ve üzüntü dolu bir yüzle arkaya döndü.”
(S F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Zemberek”, sa:71)
“Başkatip, bir gider pusulasının toplamını yarım bırakarak:
-Bana bak, Simonnin, dedi, herkese takılmasana, yoksa seni kapıdışarı ederim ha! Bir müşteri ne kadar
fakir olursa gene insandır beyahu!”
(H. de Balzac, “Albay Chabert”, sa:1)
“Durana birden: ‘Otur ula Mısdava!’ dedi. ‘Yahu, nedir bu dürzünün çalımı? Tos tos tos!.. Ne yaptık biz
buna? Daha demin kendi kendime dedim ki: Söze baksa da evlendirsek! Böyle demedimse evime varmayım!
Şuna bak!’ ”
(F. Baykurt, Onuncu Köy”, sa:23)
“Şoför parladı:
-Dinine yandığımın arabası, korna da çalamazsın ki... (Korna yasağında!) Yahu, yolun ortasında hıyar
gibi ne duruyorsun?”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Ağır Ol, Gelen Var”, sa:40)
“Sıcak suya banmış, sabunlu bir bez elden ele geçtik, hepimiz sırayla parmak ve dudak uçlarımızı o
besle sildik ve sofradan kalktık.
-Yahu, eniştem seslendi eşine, baldız hanımla çocuklar herhalde yorgundurlar; benim sade kahvemi
mangala sürdükten sonra, yatıverin gari.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:68)
“Öğretmen çok kızmıştı:
“‘Doğru otursanıza yahu!’ diye bağırdı, sonra başlığından çıkardığı mendiliyle alnındaki terleri
kurulayarak: ‘Yeni gelen sen de ‘ridiculus sum’ <ben komiğim> kipini yirmi kez yazacaksın bana,’ dedi. Sonra
daha alçak bir sesle: ‘Kasketini de bulursun, çalmamışlardır, merak etme,’ diye ekledi.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:7)
“LELIO - Akla karayı seçtim yahu. Bolonya’lı bir kızla evlenmeyi göze aldım, Rossaura’dan başka
kimseyi istemem. Rosaura tam hoşuma giden mizaç ve yaratılışta bir kız.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:94)
“- ‘İnsan görmediniz mi be yahu?’ diye çıkıştığını işittim. Şöyle göz ucuyla baktım: Küçük bir vücut
üstünde at yüzü gibi kocaman ve uzun bir çehre...”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:22-3)
“ ‘Ondan sonra... Elektrik işi için bir dinamo satın alındığını, birkaç güne kadar proje yapmak üzere bir
su mühendisinin kasabaya geleceğini işittim efendim.’
‘Deme yahu... Bütün bunları kimden duydun?
‘Bizim Hafızın oğlu vilayete gitmişti.. Bu sabah geldi de...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:41-2)
“Şvayk bütün bunları teğmenin gözlerinin içine öylesine içtenlikle bakarak söylemişti ki, tokadı
patlatmak üzere olan teğmen geri dönüp koltuğa oturmuştu:
‘Yahu, Şvayk, sen gerçekten bu kadar alık mısın?’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Haşek”, Cilt:I, sa:191)
“-Colorado’da demek... Pek güzel, yahu Denver’e giden o çelimsiz herifin adı neydi?... Canım, Bill’le
rasladığımız adam, diye sordum. Jeff:
-Kurbağa suratlı herif kendini Alfred E. Richs, diye satıyordu, yanıtını verdi.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:119)
“Madene inip kömür çıkarmaya yanaşmam dedim mi ben hiç? Evet, el arabasının kollarına yapışmaya
hazırım! Yol masrafını ne çeşit olursa olsun, en aşağılığından bir işle ödemeye hazırım, ama Allah rızası için
insaf ediniz, bırakın da salatadan kurtulayım; benim de bir lokma ekmeğe hakkım var yahu!”
(P. Istrati, “Hayat Yollarında”, sa:107)
“Yahu, koca sülalede, Nazmiye ne oldu acaba, diye biri olsun, ağzını açıp bir şey söylemedi..... Pes
doğrusu...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:58)
“O gece, bizim kır tarafındaki mahalle kahvesinin aylandüş’lü, kahkahalı, havuzlu bahçesinde bu ninni
belki yirmi kere çalındı ve genç arkadaşlardan bir çoğu, armonik çalan arkadaşla hep şöyle alay ettiler:
-Bravo sana, yahu, sen anadan doğma çingene imişsin de haberimiz yok!...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:18)
“İdris kendini toplamıştı ama, iş de işten geçmiş, ok yaydan fırlamıştı.
-Ne oldu anneme çabuk söyle!
-Biliyorsun sanmıştım..
-Neyi yahu?
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:72)
“ ‘Yahu bu yağmurda fırtınada Hasan Ağa’ya ne olacak bu denizde, kudurmuş?’
‘Ona bir şey olmaz,’ diyorlar, telaşsız. ‘Ona bir şey olmaz, sen telaşlanma.’
‘Nasıl telaşlanmam yahu, fındık kabuğu kadar bir sandal, içinde seksenini çoktan aşmış yaşlı bir
adam.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:180)
“ADAM - Doktor demek isitiyorsunuz galiba.
LICHT - Nasıl?
UŞAK - Ok için mi?
ADAM - Yok yahu! Eli için.
UŞAK - Allaha ısmarladık efendilerim. Galiba herifler deli. (Gider.)”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:13)
“Ben, ‘Yahu bir dakika dur,’ dedim, ‘belimi incittim, yerimden kalkamıyorum!’
O, kapıyı büyük bir gürültüyle kapattı. Biraz sonra yerimden biraz kımıldamayı becerince zili çaldım
ve o ağır elli hemşire yine kapıda belirdi ve gürledi: ‘Allah için, şimdi ne isitiyorsun?’
-Kahvaltımı alabilir miyim, lütfen?”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:103)
“MARTIN KRUMM - Yahu, iyice düşününce, boynumuzu ipten ancak birkaç gün için kurtardık
kurtaramadık.
MICHEL STICH - Boşver, ip önemli değil! Her hırsız asılsaydı, her taraf darağacı dolardı. İki milde
bir bile görülmüyor...”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:19)
“Bir akşam önce yemek yerlerken şair birkaç kez yüzüne bakmış, sonra çatalı masanın üstüne atarak,
‘Yahu arkadaş Allah aşkına şapırdatma şu ağzını’ demişti. Kıpkırmızı olmuştu Zeynel.”
(Ö.Z. Livaneli, “Arafat’ta Bir Çocuk”, sa:56)
“Dizleri dirseklerine dayalı, dalgın gözleri kirli yer karolarında ayak izi seçer gibi yere çakılı kalmış
olarak oturduğu bankta, başkomiserin kendisin içeri çağırmasını bekliyor. ‘Nüveyre duyduğunda bu işe çok
gülecek,’ diye geçiriyor içinden. ‘Amma iş yahu!’ Ne kadar ışıklandırılsa da aydınlatılamaz karanlık ruhlu
koridorlardan biri bu; ölgün, soğuk...”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:205)
“ÜÇÜNCÜ YAZAR - Yol parası mı?
BİRİNCİ YAZAR - Sen ne diyorsun yahu?
İKİNCİ YAZAR - Öbür dünyaya mı?
PARONI - Hayır; Roma’ya; Roma’ya yapacağı bir yolculuğun parasını öderdim diyordum!”
(L. Pirandello, “Üç Kısa Oyun-Aptal”, sa:60)
“Bardağını masaya koyarak Kern’in gözünün içine baktı. ‘Bir bu eksikti,’ dedi, ‘nerdeyse hüngür
hüngür ağlayacaksın. Yahu sende hiç terbiye yok mu?’
Kern, ‘Ağlamıyorum,’ diye karşılık verdi. ‘Ağlasam bile, her şey vız gelir. Ama lanet olsun, ben hep
Steiner’i döndüğümde bulacağım diye düşünmüş durmuştum.”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:516)
“Gidiyorum, dedi komşuları, doğrusu bir şeylerin döndüğünü anlamıştım, ama böyle bir şey
olabileceğini düşünmemiştim, Senden bir ricam olacak, dedi damat, Nedir, Benimle birlikte polise gelmeni
isteyeceğim, böylelikle kapı kapı gezip işlediğimiz korkunç suçları anlatma zahmetinden de kurtulmuş olursun,
düşünsene bir kez, çocuk katilliği var, baba katilliği var, tanrı aşkına, ne menem katillermişiz biz bu evde
yaşayanlar yahu...”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:47)
“Komandör, ..... ‘Bundan da şöyle bir sonuca varıyorum ki, sen İbranilerin bekledikleri Mesih değilsen,
Şeytan’ın ta kendisisin, benim kafamı karıştırmak için mahsus dönmüşsün bu dünyaya. Nesin yahu?’ ”
(Stendhal, “Armance”, sa:16)
“Cenevre tarafından gelen yolcu, Julien’le beraber binene:
-Vay! Falcoz, sen misin? dedi. Falcoz:
-Yahu, ben seni Lyon civarında, Rhone’a yakın bir vadiye yerleştin sanıyordum, dedi.”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:3)
“Ezelden bu dünya fanidir fani
Bu gün varlık yahu ya yarın hani
Hak bize verdi akl-ü-izanı
Aşka daim hizmet etmek içindir”
<Hak: Tanrı; Akl-ü izan: Akıl ve aklı selim>
“Summani-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:532)
“-Yahu babacım, bunlar ipin ucunu temelli kaçırdılar. Tozuttular ki fayrap... Biz de kendimize göre
delikanlıyız. Ben tutkun karı çok görmüşüm. Dinim hakkı için böylesini kitap yazmamış. Emine ablam oğluna
resmen asıntı...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:27)
“ ‘Yat ulan! Yat, yoksa elden gittin bil!’
‘Vallahi berbat Zeynel! Sen farkında değilsin, burası kötü... Benim her yanım el ayası gibi açık yahu!
Beni vururlar bunlar... Bu Aleviler...’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:341)
“-Hele hele yahu! Kelleyi koltuğa almış bu bizim Ağa Hoca! Ne göründü bunun gözüne dersin,
Celadet? Hem de bunca yüklü soygunu bırakıp aylık muhalefetine girişmesi nasıl bir kahramanlık?”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:46)
“Öteki, soluk soluğa göründü, ellerini önlüğüne kuruluyordu.
-Hay Allah, yahu! Neredeydiniz ki bu kadar geciktiniz?
-Ayak yolundaydım, insan yaptığını yarıda kesemez ki, zararlıymış.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:145)
Yahudi, Yahudilik : Musevi ulusu ve o ulusun her bir ferdi; Yahudi-Musevi olmak
Bk.: Musevi
“Ne var ki, oturdukları semtte, yerleşik zenginlik yasaları hala egemendi ve pis olduğunu çoktan kabul
etmiş olan bu küçük kız, bu ‘Pis yahudi,’ o blokta yaşayan kabadayılar için iyi bir hedef olmuştu. Bunlardan biri
kapı komşularıydı. Adam onunla ne zaman karşılaşsa, çok sevdiği, hiyerarşik ve kökleri ta derinlere dayanan bir
bir sevgi yöneltiyordu ona: ‘Yahudi, Yahudi, pis Yahudi; büyükannem büyükannenden nefret ederdi; annem,
annenden nefret ediyor; ben de senden nefret ediyorum!’ Üç kuşak. Bir yanılsama vardı bu sövgüde; Deborah
bile sezebiliyordu bunu. Bir de yaz kampı vardı...” .............. “Deborah’ın dünyası, doğuştan gelen bir
lanetlemenin ve Tanrı’ya, Çekoslovakyalılar’a ve Polonyalılara yönelik acı-tatlı bir inancın çevresinde
dönüyordu; gizem, yalan ve değişim dolu bir dünyaydı bu. Gizemleri anlamak gözyaşı demekti; yalanların
arkasındaki gerçek, ölüm’dü; değişimler de, Yahudiler’in (Yani Deborah’nın), her zaman kaybettiği gizli bir
savaşımdı.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:54-5)
“Y a h u d i l i k , bugün yeryüzünde yaşayan üç ilahi dinden biridir. Peygamberi, M.Ö. XIII. yy.’da
yaşamış olan Hz. Musa’dır. Kutsal kitabı: Tevrat’tır. Hz. Musa’dan daha sonra peygamber Hz. Davud’a verilen
‘Zebur’ da, Yahudilerce kutsal kitap kabul edilir. Müslümanlık da bu kitapları aynen öyle kabul eder.
Yahudilik, İsrail Oğullarının diinidir. Yahudilik’e, peygamberi Hz. Musa’ya nisbetle, m u s e v i l i k
de denir.
Yahudilik, İsrail oğullarından başka toplumlarca çok az kabul görmüşür. Çünkü Yahudilik’te,
‘Yahova’ denilen tanrının sadece İsrail oğullarının tanrısı olduğu savunulmaktadır. Yani, Yahudilik ırk esasına
dayanır. Yahudilik ismi de Yahova isminden kaynaklanmaktadir. Yahova, İsrail oğullarını seçmiş, onlara bütün
insanlığa önder ola görevini vermiştir. Yahova, tek tanrıdır, fakat İslam dininin tanıttığı gibi tüm evrenin ve tüm
insanlığın tanrısı değildir.
Yahudi ibadethanelerine Sinagog denir. Sinagog’larda ‘Yedi kollu şamdan’ ile ‘Altı köşeli yıldız’
sembol olarak kullanılır. Sinagog, Türkiye’de Havra olarak yaygınlaşmıştır.
Yahudi din adamlarının özel adı Haham’dır. İbadet dili İbrani dilidir. Bu, dil, Yahudilerce kautsal
sayılır. Yahudilik, Hıristiyanlıktan önceki yıllarda ve Hz. İsa’nın peygamber olarak gönderilmesinden önce,
insanların inanmaları gereken ‘Hak dini’ idi. Zamanla boulması, kutsal kitabının korunamaması, tarihsel süreçte
insanların dini ihtiyaçlarının gelişmesi vb. sebeple, Yüce Allah, Hz. İsa ile yeni bir din göndermiştir. Böylece
Yahudilerin hükümleri, geçerliliğini yitirmiştir. ......................
“Yahudilerin kutsal kitapları Tevrat ve Zebur’da inançlar, ibadetler, ahlak, idare, adalet, siyaset,
askerlik esasları ile tüm toplumsal konular, dünya ve dünya ötesine ait esaslar belirlenmiştir. Bu esaslar arasında
‘On Emir’in önemli bir yeri vardır. On Emir şunlardır:
1) Yahudiler’in A l l a h’ı birdir, onların başka Allah’ı olmayacaktır.
2) Yahudiler, göklerde, yer altında, denizin derinliklerinde varlıkların putlarını yapmayacak ve onlara
tapmayacaklardır.
3) Yahudiler, ‘Allah’ın adını boş yere ve gereksiz yerlerde ağzına almayacaktır .
4) Cumartesi : S e b t gününü kutsayacak, haftanın altı gününde çalışacak, yedinci günü
dinlenecektir. Sebt günü, Allah’a ait ve dinlenme günüdür. O gün, hiç kimse çalışmayacaktır.
5) Yahudiler, anne ve babalarına s a y g ı gösterecektir.
6) Adam öldürmeyecektir.
7) Zina yapmayacaktır.
8) Hırsızlık yapmayacaktır.
9) Yalan yere şahitlik yapmayacaktır.
10) Hiç kimsnin evine, barınağına, karısına, hitmetçilerine, öküzüne ve eşeğine, yani kendisine ait
olmayan başkalarına ait şeylere göz dikmeyecektir.
‘Yahudiler’de i b a d e t’ler, Cumartesi ve bayram günleri ikiye katlanarak yapılır.
Haftalık i b a d e t, Cuma akşamı güneşin batışı ile başlar, Cumartesi akşamı sona erer. O gün ateş
yakmak, çalışmak, taşıt kullanmak yasaktır. Hayat adeta durur. Yahudi inancına göre, tanrı e v r e n’i altı
günde yaratmış, yedinci gün dinlenmiştir. Bu sebeple Cumartesi tatil günüdür. Tıpkı Tanrının yaptığı gibi,
insanların da o gün dinlenmesi, iş yapmaması gerekir.’ ”
(Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:75-77)
“Rama’ya Giden Yol
-------------------------Al işte Yahudinin evive ne tuhaf kitıpatıp aynı görünüyor:
aynı bahçe, aynı zeytin ağacı,
bahçede aynı çukurlar,
aynı kan lekeleri kumda.”
(Sam Hamill-Nurduran Duman; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.02.09)
“İngiltere’de Örülen Filistin Kazağının Kolları
<A. Gascoigene’e>
I
-: Yün yumağı kesilir
ve bizi başlayan sis diye adlandırırlar
nerelisin? İspanyalı?
-: Hepiniz mi?
Ben... Ürdün’den
-: Bağışlayın Ürdünden mi? Anlamadım
-: Benim aslım Kudüs’ten
vatanım ise diş ve güneş
-: Ya, ya, anladım, madem Yahudi’sin...”
(Fetva Tukan<d.1914>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.11.02)
Yahudi Alpleri
Bk.: Borscht kuşağı = Catskill dağları
Yahudi mutfağı : Tarihsel olarak Musevi’lerin Mısır’dan Hz. Musa’nın asasıyla denizin düz yola çevrilip
dünya alanına dökülmeleri ve sonraları, cefakar ve çilekeş bir yol yürüdükleri herkezce bilinir. Diğer
enternasyonal olarak bilinen karakterleri çok cimri olarak para biriktirmeleri, ticarette onlarla alışveriş ederken
çok dikkat edilmesi gerektiği <Kişisel not: İkinci Dünya Savaşı sırasında bizim kuşak orta-lise eğitimindeydi. Şu
fıkra çok meşhur olmuştu: İki Yahudi Almanya’da bir trene binmiş seyahat ediyorlar. Bir istasyonda ayni
vagona iki Alman subayı gelip biniyor ve tam da karşılarına oturuyor. Yemek vakti gelip çatıyor, ve Yahudilerin
biri, bir istasyondan, on tane çiroz’u on mark’a (kurutulmuş uskumru) satın alıyor, arkadaşıyla sessiz sessiz
kemirmeye başlıyor. Biraz sonra Alman subayı laf atıyor: ‘Herkes der ki Yahudiler çok zekidirler, zira balık
etini, özellikle beynini çok yerler; bu doğru mu?’ Beriki gülümsüyor: ‘Çok doğru’. Subay, arkadaşıyla
fısıldaştıktan sonra teklifini veriyor: ‘Peki, eğer satın aldığınız balıkların hepsini yemeyecekseniz , yarısını bize
satar mısınız?’, ‘Tabii, efendim, memnuniyetle.’ ‘Kaça?’ ‘Beş tanesi on mark!’. ‘Pek ala!’ ve parayı ödedikten
sonra, onlar da kemirmeye başlıyorlar. Bir iki dakika süren sessizlikten sonra, subay birden parlıyor: ‘Yahu,
arkadaşlar, bak şimdi farkına vardım: Siz bu balıkların on tanesini on Franga aldınız, yarısını da bize on
Franga sattınız. Bu ne Yahudilik?’ Beriki gülmüş: ‘Gördünüz ya, daha bir tane balık beyni yemekle ne kadar
akıllandınız, yemeğe devam!>, ailelerine, özellikle yaşlılarına çok bağlı oluşları ve bu hususta her tür
yardımlaşmada bulunmaları; bir Yahudi erkeğin asla annesi Yahudi olmayan bir kızla evlenmeye izin
alamayacağı; genellikle yiyecek konusunda çok hassas ve özel menülere sahip olmaları ve fakat hiç birinin
sarhoş olacak derecede içki içmemesi <Ben, 55 yıllık hekimlik hayatımda, otuz üçü Amarika’da, hiç sarhoş bir
Yahudiyle karşılaşmadım!>, Musiki’ye ,özellikle keman ve piyanoya çok aşina olup dünyaca ün salan
sanatkarlar ve orkestra şefleri yetiştirmeleri; Çok ‘dindar’ ve son olarak da onların’korkak’ olmaları derler ki
ben bunu kabullenmem. Aşağıdaki metinde, klasik bir Yahudi menü’sünü göreceksiniz. Gene bilinir ki,
Museviler, biz Müslümanlar gibi domuz eti yemezler. Afiyet olsun! (Dr. İ.E.)
“Broadway’de <U.S.A.-N.Y. kenti>, Sekseninci Cadde yakınlarında bir Yahudi Lokantası buluyorlar,
burası New York’taki çocukluklarını <Özellikle 1900-1910 arası göçü, Gershwin kardeşler>, ciğer kavurması,
hamursız ekmeği çorbası, dana yahnisi, pastırmalı sandviç, salçalı rosto, peynirli dürüm, turşu gibi yemekleriyle
çoktan ortadan kaybolmuş Yahudi mutfağını anımsatıyor onlara.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:134)
Yahutçuğuma : Yahut, ya da, namı diğer
“Eski kale, yahutçuğuma, Kabe dıvarı diye bilinmektedir. Kabe duvarı dememiz şundandır ki, bu dıvar,
Alaeddin-i Keykubat babamızın burada ilk ayak bastığı yere temel alınmıştır. Ayağının tozu temele sıvanmıştır.
O gün bugündür buraya ilk gelen kadir mevlamın her kulu, ayağının tozunu dıvarın dibine çalar. Adet
olmuştur...... Çalmasıylan, bir gelen bir daha gelir.”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Duvar Öyküsü’, sa:39)
Yahut da; Yahut ki : Ya da
Bk.: Ya da
“Cehennem’le Araf’ta zaman kavramı vardı..... ama Cennet’te vakit artık yoktur, yahut vardır da
ebediyet içinde eriyip gitmiştir. Dante Cennet’te zamanın dışındadır, ahret yolculuğunun bu son kısmı zaman
bakımından böyle bir ölçüsüzlük içinde sürüp gidecektir. Cennet’te, öteki iki ahret ülkesinin aksine, en geniş
anlamıyla ‘yer’ denen şeyden de eser yoktur. Şairin ziyaret ettiği Cennet katlarını göreceğiz, öğreneceğiz. ”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:III, ‘Cennet’, sa:5 -Önsöz-)
“Üstlerine palanka çekilmiş hantal toprak tabyalarının ve kalın direklerle tutturulmuş nöbetçi
kulelerinin gölgesi, başıboş bozkırı gırtlaklayıp yatırmış biçimsiz bir yumruğu, yahut da, içine GüneyMacaristan soylarının özgürlüğü yatırılmış kara bir tabutu andırıyor.”
(F. Herczeg, “Paganlar”, sa:11)
“Julien öfke ile:
-İkimizi de kepaze mi edeceksin? diye bağıırdı; böyle bir işe kalkışmayacağına ya hemen yemin
edersin, yahut ki bir daha beni göremezsin, seni hapishaneye aldırtmam, ertesi gün de kendimi öldürürüm.”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:388)
Yahya Peygamber : Hıristiyanlığın Hz. İsa’nın habercisi saydığı Yahudi peygamber Yahya, Son Yargı’nın
yaklaştığını bildirerek ona hazırlanmak üzere tövbe edenleri suyla vaftiz ettiğine inanıldığı için ‘Vaftizci’
sıfatıyla anılır. Hıristiyan inanışına göre, Hz. İsa’yı vaftiz etmiş, onun peygamberlik görevini başlatmıştır. Yahya
Peygamber, İsa Peygamber’in annesi Hz. Meryem’in kuzenidir. Filistin kralı Herod, kendisine nikah düşmeyen
bir kadınla evlenmek ister. Bu durumun, Tanrı yasası olan şeriata ters düştüğünü söyleyen Yahya Peygamber,
henüz otuz yaşında iken başı kesilerek idam edilmiştir. Başının Şam’daki Ümeyye Camii’nde, bir elinin de
Beyrut’ta gömülü olduğu söylenir.
“Dinibütün papaz, serseme dönmüştü, bir konyak daha yuvarlayıp gözlerini kırpıştırarak rahip Katz’a
sordu: ‘Demek, Bakire Meryem’in Tanrı’dan gebe kaldığına ve kendisini yaratan Tanrı’yı doğurduğuna
inanıyorsunuz! Demek Vaftizci Yahya’nın, Piarist Manastırı’nda saklanan başparmağının gerçek olduğuna da
inanmıyorsunuz! Peki, Tanrı’ya inanıyor musunuz? İnanmıyorsanız, neden papaz oldunuz?’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:160-1)
“Vaktiyle, Büyük Şam camiinde bir yıl, Yahya Peygamber (selam olsun ona!) Türbesinde ibadete
çekilmiştim. Bir gün, zalimliğiyle tanınmış bir Arap hükümdarı türbeyi ziyaret edip namaz kıldı, yardım
diledi...”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:51)
Yaka bir yanda paça bir yanda : Bir kavga ya da ağır bir uğraşıda, kişinin giysilerinin düzeninin bozulması
“Tüm gece boyunca karşılaşmadığım denli büyülü bir görüntüydü bu. Gecenin o saatinde herkes kan
ter içinde, buruşmuş giysiler ve farbalarla boğulmuş, yaka bir yanda paça bir yandayken siyahlı palyaço orada
öylece, maskesinin altındaki yüzü bembeyaz, pırıl pırıl ve tertemiz duruyordu.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:168-9)
Yaka(sın)dan silkip atmak : İlişkiden sıyrılmak, başından atmak
“Yabancılar tarafından ayıplanacak bir vefasızlıkla Hüseyin’i çabucak yakadan silip atmıştım. Pek
bilmiyorum ama, olası, ona sahiden de dargındım. Yanımda adı anıldıkça yüzümü ekşitiyor, yeni öğrenmeye
çalıştığım Türkçe sözcüklerle ‘Hüseyin pis, Hüseyin çirkin, edepsiz... Ööö,’ diye yere tükürüyordum.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:18)
Yakamoz; Yakamozlaşmak : Geceleri denizde sandal küreklerinin ya da balıkların kıpırdanışlarlarıyla
oluşan ışıltı; Ay ışığının sulardaki pırıltılı dansı
“ ‘Belki de farkına varmışsındır, ama daha varmamışsındır, çünkü manastırda hiç gece geçirmedin,
hava karardıktan sonra. Aedeficium’un üst katında ışık yanar. Camlardan donuk bir ışık sızar. Birçokları bunun
ne olduğunu sormuşlardır kendi kendilerine. Yakamozdan ya da göçmüş kütüphanecilerin ruhlarının geri
döndüğünden sözedildi.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:139)
“seni anladığımı sanmıştım
--------------------------------akşamleyin bir mum yaktım senin için
-dört yatbeklenmedik şeyler yok.
bekarlığa elveda iskelesi.
perdelerde yakamozları beyaz ışığın
ruhların dalgaların sırtına bindiğini
söylüyorlar
uykuya dalarken biz
deniz kızlarıyla”
(Alan Finlay<d.1971>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.04.06)
“Ama yakamozlanma, Nathanael, ah! Yakamozlanma konusunda neler söylesem sana? Madde
alabildiğine gözeneklidir, usa, bütün yasalar saydamdır. Sen o Müslüman kentinin duvarlarının akşam
kızardıklarını, gece de hafiften aydınlandıklarını görmedin. Gün boyunca üzerine ışıklar boşanan derin duvarlar;
öğle vakti madenler gibi ak duvarlar <ışık birikir içlerinde>; karanlıkta ışığı yineler gibi, fısıl fısıl anlatır
gibiydiniz.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:95)
“Karanlık suda kırmızı yakamozlar gördü, güneşin yarattığı garip ışıkları gördü. Okyanusa dimdik
inerek gözden kaybolan oltalarına baktı, yakamoz gördüğüne sevindi, çünkü balık demekti bu. Güneş yükselmişti
artık.”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:30)
“Mahalleye girince de ilk gençlik anılarım canlandı. Akşam karanlığı çöker, sular kararırken evlerden
yayılan kabak kızartması kokusu yazın simgesi gibi gelirdi bana. Gece kumsalda ateş yakıp gitar çalınan o sihirli
geceler, yakamozlaşan denize girip yüzmeler, ilk flörtler, kuytu bucak gizli öpüşmelerin baş döndürücü tadı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:422)
“... ve sevgilime artık ‘Lara’ demeye karar verdim. Adanın en güzel koyunun adıydı bu. Berrak,
saydam, temiz, turkuvaz rengi suların dipteki kumları bir masal dünyası gibi aydınlattığı küçük bir koydu. Aynen
benim sevgilim gibi. Eski adını bir daha hiç kullanmayacaktık. Yeni adı bir çeşit uğur, taze bir başlangıçtı.
Ada, yakamozları, serin ay ışığı ve yasemin kokularıyla bizi iyileştirdi, yeni bir hayata kavuşturdu,
geçmişimizi unutturdu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:58)
“ARABA
Arkasında başak kokusundan
Yakamozlar bırakan araba
-Dağ gibi demet yüklü arabaCırcır böceklerinin türküsü
İçinden geçti gitti ovada.”
(Oktay Rifat<1914-1988>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:396)
“A
4
-Şapkalarımızı nereye koyarsak orası evimizdir
Yaşlı başlarımız evimiz,
Kendi yakamozuna göz kırpan gözler,
Ne Venedik Işıkları’nın şöleni ne de
Son Yemek’in ışığı
Sakallarımızın tanıdıklarıdırlar ; Onun
Deutoronomi Yıldızları bizimledir,
Hep bizimledir”
(Louis Zukofsky<1904-1978>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.07.03)
Yaka paça (göndermek, götürmek, yakalanmak) : Apar topar, zor gücüyle, hiç hazırlıksız, derdest edilerek
“Firminy durağından biraz önce, bir Alman askeri, tuvalete gittiği sırada süngüsünün çalındığını fark
ediyor. Öfkeyle bağırıp çağırıyor. Trenden inmeye ve evlerine gitmeye hazırlanan iki işçi yaka paça
yakalanıyor.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:34)
“Geceyi geçirmek üzere geniş, sessiz bir oda istiyordu. Eğer, kadın, çocuk ya da güzel yaka paça dışarı
atacakları düşüncesiyle daha baştan sevinen adamlar, Kien’in üç dört tümcesini söylemesine izin verirlerdi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:207)
“Aradan bir saat geçip de efendilerinin gelmediğini gören kaymakamlık görevlileri, merak içinde
koruya dalınca korkunç bir görünüm karşısında, bir adım geriye sıçradılar... Kaymakam Beyefendi, serseri gibi
yaka paça dağınık, yüzükoyun çimenlerin üstüne uzanmış, frakını çıkarıp bir yana atmış, ağzında menekşe
çiğneye çiğneye şiir yazıyordu.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:106)
“İvan Andreyiç çıkar çıkmaz dedi ki:
-Tanrı aşkına, Tanrı aşkına, Tanrı aşkına efendim, uşakları çağırmayın! Ekselans, uşakları çağırmayın,
buna hiç de gerek yok! Ben öyle yaka paça dışarı atılacak bir adam değilim! Ben kendi kendime... Ekselans, bir
yanlışlık oldu. Size şimdi anlatırım ekselans.”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:60)
“VITTORIA - Dayımızın ölmek üzere olduğunu yazmak, bizi yaka paça Livorno’ya getirtmek
saygıdeğer beyefendilerinin aklına nereden geldi?
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:24)
“Yeri göğü öylesine inletiyordu ki, arkadaşları dayanamadılar, adamı duvar vagonunun açık kapısından
yaka paça içeri aldılar. Asteğmen, onbaşıya döndü, ‘Kimsenin gelip bizi yoklamaması çok tuhaf,’ dedi. ‘Aslına
bakarsan, istasyona vardığımızda, Allahın sarhoş papazıyla uğraşacağına tren komutanına tekmil vermeliydin.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:325)
“SUBAY - Ama benim bir suçum yok ki; bir şey yapmadım ben. (Bir asker gelir ve SUBAY’ı
giyotinin bulunduğu fona doğru sürükler..... Müzik kesilirken DUNCAN yine sahnede görünür; MACBETT’e
öpücükler göndererek geri geri çıkan LADY DUNCAN’a seslenir.)
DUNCAN - Haydi, sallanmayın madam. (LADY DUNCAN’ı yaka paça götürür.)
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - I”, ‘Macbett’, sa.276)
“Yaşlı kadın sesini alçaltarak kızına bu işin ne olacağını sordu; Markiz babasına ürkekçe bakarak
annesini yanıtladı: ‘Babam, onu Napoli’ye gitmesi gerektiğine inandırıp ikna edebilseydi... çok iyi olacaktı...’
Komutan, ‘Napoli’ye mi?’ diye haykırdı kızını duyunca, ‘Ne yapsaydım yani, onu yaka paça zorla mı
gönderseydim... yoksa papazı çağırıp seni hemen evlendirse miydim?’ ”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:28)
“Görme yetisini yitirmesinin, kendisini kaptırdığı zevkin geçici, yeni ve beklenmedik bir sonucu
olmadığını anladığında avaz avaz bağırmaya başlayınca, alelacele giydirilen kör kadın, hiç de hoş olmayan
davranışlarla ve neredeyse yaka paça otelden dışarı atıldığında, sıkılma ve utanma duyguları içinde olduğundan
bu davranış karşısında ağlamaya ve sızlanmaya kalkışmadı.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:32)
“Croulard Baba kibirle:
-Fırçalar önlüğümün cebinde, dedi, yaka paça uyandırdılar, ama ben gene de fırçaları unutmadım.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:77)
“ ‘Bu durumda istediğin gibi davranmakta özgürsün!’ diye haykırdı. ‘Şu bozguna uğrayıp kaçan
ordunun arasından paçanı kurtarıp sıyrıl. Yana atıl, şurada sağ kolda göreceğin az buçuk açılmış ilk yola sap.
Hep ordudan uzaklaşacak biçimde, atını sıkıca sür. Önüne çıkacak ilk fırsatta kendine başıbozuk giysileri satın
al. Sekiz on fersah uzaklaşıp da, artık askerlerin hiç görünmez olduğu zaman da posta arabasına atla, iyi, sakin
bir kente gidip bir hafta dinlen ve bol bol biftek ye. Orduda bulunduğunu sakın hiç kimseye söyleme. Yoksa
jandarmalar seni kaçak diye yaka paça yakalarlar.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:80-1)
“SHANNON - Eski dostum Fred ’in sırrı çok basitti: Çelebi, serinkanlı bir adam olmak, onun bütün
sırrı buydu işte. Senin şu iki dalgıca söyle, benim bayanların eşyalarını otobüsten yaka paça indirsinler..”
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:28)
Yakarmak; Yalvarıp yakarmak : Yalvarmak, çok ısrar etmek
“... Sonra eliyle çenesine yapıştı ve çabucak oradan uzaklaştı; bir daha bağırmazsa bayrak direği tetiği
çekmezdi belki. İçinden, silah çekme işini, kendisi köşeyi dönünceye dek ertelemesi için yakarıyordu ona...”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:300)
“ALTINCI MİMOS
----------------------METRO
Şu kopasıca dilim benim! Ama
benim asıl sormak istediğim, kim dikti o kamışı?
Beni seviyorsan söyle kız. Neden öyle gülerek
bakıyorsun yüzüme?
İlk kez mi görüyorsun Metro’yu?
Bu ne duyarlık böyle! Sana yalvarıyorum Koritto,
yalan söyleme bana, kim dikti o kamışı?
KORİTTO
Ay, yakarıp durma bana!
Kerdon dikti”
(Herodas, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:35)
“LEANDROS’UN ÖLÜMÜ <Hero ile Leandros’tan>
--------------------------------Esiyordu Doğu rüzgarı Euros, Batı’dan gelen
Zephyros’a karşı; çılgın tehditler yağdırıyordu
Güney’den esen Notos, Kuzey rüzgarı Boreas’a;
durmadan çatlıyordu gümbür gümbür sular.
Kaç kez yakardı Deniz’in Aphrodite’sine
Okeanus’un efendisi Poseidon’a, amansız anaforda
korkunç acılar çeken Leandros. Kimse gelmedi yardıma.
(Trakyalı Musaios, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:159)
“V. Dom Joao bu kez çabalarının sonuç vereceğini düşünüyor, Tanrı’nın desteğine ve iktidarının
kuvvetine duyduğu güven umutlarını ikiye katladı, kaderine karşı durup, her şeye gücü yeten Tanrı’dan bir varis
diliyor. Tahmin edilebileceği gibi Dona Maria Ana da aynı kutsal yardım için yakaracaktır.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:11)
“İntihar
--------Her şeyi görüyor, gördüklerinin ötesine bakıyordu.
Nasıl da sabırsızdı umutsuzluğuna kavuşmak için
Ve hem korkuyla, hem arzuyla yakarıyordu:
‘Göster bana durgun havadaki kederi
Aldatıldığımı söylediğimde,
Merak ya da acı kafamı allak bullak ettiğinde,
Ya da bir yıldız kaydığında ve gözlerimi çağırdığında’ ”
(E.J. S-Scovell<1907-1999>-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.07.04)
“KARA GÜNEŞ
Kara güneşin ne doğusu ne batısı var
Ne yakarmak için göğü ne kılıç oynatacak ülkesi
Ve senin ışığından içmek isteyen herkes
Hem cehennemden hem cennetten uzak
Onlar eğiliyor, ağaçlar yalınayak kaçıyor
Senin yanar kül dağıtan kara çiçeğinden.”
(Atzo Şopov<1923-1982>-Erol Tufan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.07.02)
Yakası açılmadık (küfürler, sövgüler, sözler sarfetmek) : Çoğu cinsel içerikli, açık saçık, kimsenin
işitmediği, belden aşağı( küfür dolu sözler söylemek)
“Bu sözcükleri onu tahrik ediyor, eğlendiriyor; ilk şoku atlatınca sen de tahrik olmaya, eğlenmeye
başlıyorsun. Ancak, orgazma yaklaşırken Gwyn duygularını ifade etmek için çağdaş sözcüklere, İngilizce’nin en
basit, en kaba, en yakası açılmadık terimlerini kullanmaya başlıyor.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:117)
“Kendi kendine, ‘Halime’den artık bugünün hikayesini dinlemeli,’ diyordu. ‘Kim bilir, ne yakası
açılmadık sözler söyleyecektir ve benim hakkımda kim bilir neler düşünecektir.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:70)
“Ama şimdi, evindeki bütün kızları ‘kızlarım’ diye çağırıyor, topunu çelikten pençesiyle yönetiyordu.
Kızları yola getirmek gerekti mi, sille tokat girişmekten geri kalmıyordu, sözlüğü de yakası açılmadık sövgülerle
zenginleşmişti. Orospulardan biri, karşı koymaya görsün, orospuyu gırtlağından yakalıyor, aşağıdan almadı mı
orospu, kıçına tekmeyi basıyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:33)
“Üniformalarından anlaşıldığı kadarıyla bir grup kayıkçı ya da posta tatarı, delikanlıca bir meydan
okumayla avaz avaz avaz avaz en yakası açılmadık meyhane şarkılarını söylerlerken bir ağaca doğru savrulup
dudaklarında küfürlerle sulara gömüldüler. Yaşlı bir asılzade -kürklü kaftanından ve altın kösteğinden
anlaşılıyordu asil olduğu- Orlando’nun durduğu yerin yakınında, son nefesinde bu şeytanlığı planlamakla
suçladığı İrlandalı asilere lanetler okuyarak dibi boyladı.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:48)
Yakası el(in)e geçmek : Uzun sürdir izlenen birini en sonunda yakalamak
“-Merhaba 116, nerden böyle?
-Seni arıyorum azizim, evine gittim; avukata inmişsin. Avukatın yazıhanesine uğradım. Adliyeye
geldiğini öğrendim. İşte yakan elime geçti. ”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:97)
Yakasına, yakaya yapışmak : Sahiplenmek, musallat olmak
Bk.: Yakasını bırakmamak
“PIERRE - Sen bu işletmeyi batırmaya mı çalışıyorsun! Ha, istediğin bu mu, beni mahvetmek mi!
(IZZY yavaşça ayağa kalkar. PIERRE tekrar yakasına yapışır) Seni öldüreceğim, seni orospu çocuğu!
Beni duyuyor musun, seni öldüreceğim!”
(P. Auster, “Lulu Köprüde”, sa:79)
“A. HAMLET - Hoppala yine başlıyor.
KOMİSER - En ummadığınız anda elim yakanıza yapışacak. Durun bakalım, daha İstanbul’a
gidinceye kadar vakit var.
A. HAMLET - Peki amma, biz İstanbul’a dönmüyoruz ki...”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:130)
“Önce muhtara saldırdı Irazca. Yakasından tuttu sarstı. Muhtar hemen toparlandı. Üzerinden itti kadını.
Haceli’nin yakasına yapıştı Irazca. İki elleriyle esvabını tuttu. Sarstı sarstı, ittiriverdi. Yan odanın tabanına,
arkası üstü serildi gitti Haceli.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:179)
“Samimiyetle, böyle takıldığım zamanlar hep daha mutlu olmuş, bu dönemlerde kadınlara son vermeyi
düşünmüşümdür, tövbe, asla, demişimdir kendi kendime. Tabii ki biri çıkıverirdi - seni avlarlardı, ne kadar
ilgisiz olursan ol. Sanırım gerçekten ilgisiz olduğun zamanlar yapışırlardı yakana, seni bunalıma sokmak için.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:53)
“Güven ve dostluk, güneş ve beyaz evler, belli belirsiz fark edilen küçük ayrımlar, oh! El değmemiş
mutluluklarım yoldan çıkıveriyorlar ve akşam vaktinin hüznünde, genç bir kadının gülümsemesi ya da her şeyin
bilindiği bir dostluğun zekice bakışıyla yakama yapışıyorlar.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:25)
“-Her şeye aklınızın erdiği nasıl da belli; okullarda boşuna dirsek çürütmemişsiniz, iyi efendim benim.
Tanrım kime akıl vereceğini bilir. Nasıl da şıp diye anlayıverdiniz. Ama bekçi denen adam kim ki, bir köylü
parçası, sorup soruşturmadan yakama yapıştı.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:114)
“-E, sonra?
-Sonra da Bobınitsın’ın dairesinde işte o adamın yakasına yapışın; hay aksi şeytan, ne anlaşıl..
-Eh, birinin yakasına yapışıp yapışmayacağımızdan size ne? Görüyor musunuz, görüyor musunuz?”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:24)
“Ben de Anthony Quinn’in yakasına yapışıp bir telefon kulübesine sürükleyebilir, bir arkadaşıma
telefon edip, ‘Şu rastlantıya bak! Anthony Quinn’e rastladım. Hem bak ne diyeceğim. Tıpkı gerçeğe benziyor!’
diyebilirdim. (Tabii sonra Quinn’i bir tarafa atıp işime bakardım.)”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:50)
“Bir avukat yüksek sesle bir şeyler irşat ederek (fikirler söyleyerek, aydınlatarak) sık adımlarla halkı yara yara
ilerliyordu. Yukarlarda, pencerelere bakarak haykırıyor, maskeli ya da maskesiz, her önüne çıkanın yakasına
yapışıyor, herkesi dava açmakla tehdit ediyordu.
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:III, sa:221)
“Başıma daha da kötü şeyler gelecekmiş. Çünkü ortada bir şirket anlaşması vardı, şirketin diğer ortağı
sıfatıyla alacaklılar benim yakama yapıştılar. Ama mahkeme bunu tanımadı. Tanrı’ma bin şükürler olsun. Gerçi
benim için hepsi bir kapıya çıkardı ya.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:64)
“Ağırlık merkezlerini yitirmiş bir biçimde, ses çıkarmadan dolanıyorlar ortalıkta, az sonra üstüme
yıkılacaklar dört bir yandan ve beni boğacaklar. Bu korku fırtınalarından kokuşmaya başlayan sığırlara benziyor
insan, herşeyi üstüne çekiyor; ve bütün duyguların özgürce oynaştığı o çıkar gözetmeyen hoşlanma duygusuna
karşılık, şimdi çıkar gözetmeyen nesnel bir dehşet yapışıyor zorla yakasına.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:72)
“O harikulade Çin masalındaki gibi ‘çöküş müziği’ yankılanmaya başlamış, org’daki sürekli bas gbi
onyıllar üzerinde süzülüp durmuş, bir ahlak çöküntüsü olarak okullara, gazetelere, akademilere girmiş, melankoli
ve akıl hastalığı kimliğiyle henüz ciddiye alınması gereken sanatçılardan ve eleştirmenlerden pek çoğunun
yakasına yapışıp sanatın bütün dallarında gemi azıya almış ve amatörlük kokan aşırı üretim kılığında ateş
püskürmüştü.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:23)
“Ayağının başparmağını avucunun içine aldı.
-Söyle; diyorum. Söyle, diyorum.
Ve kendimi kaybedip yakasına yapıştım. Silkinip geriye çekilmek istedi. Sarstım.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:73)
“‘... gene de yakasına yapışır, zengin karısından aldığı binliklere ortak olurum’ diye düşünüyor, kendi
kendine ekliyordu: ‘Madem mühim <önemli> bir siyaset adamı oldu, daha iyi. Hele yançizsin, hele beni
tanımazdan gelsin, alimallah onu oralarda duramaz ederim!’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:232)
“ADAM - Rüyamda davacının biri yakama yapıştı, beni mahkemeye sürükledi. Ben aynı zamanda,
,,şuradaki yargıç kürsüsünde oturuyordum. Kendime yukardan aşağı verdim veriştirdim, köpek gibi azarladım,
edepsiz herif dedim.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:16)
“İvan hançerini çıkardı, tabancayı da binbaşıya verdi. O sırada atlının on iki, on üç yaşlarında bir çocuk
olduğunu görünce, birdenbire üstüne atıldı, yakasına yapışıp çimenlerin üzerine attı. Çocuk karşı koymak istedi,
ama ırmağın kıyısında binbaşıyı elinde tabancasıyla görünce tabanları yağlayıp kaçtı.”
(X. de Maistre, “Kafkas Tutsakları”, sa:110
“Auguste babasının fedakarlığını hemen taklit etti: Ticarete atıldı ve başarılı oldu. Geriye, belirgin bir
yatkınlığa sahip olmayan Louis kalıyoru. Baba, bu sakin oğlanın yakasına yapıştı ve bir el çabukluğuyla papaz
yaptı onu. Daha sonraları Louis, uysallığı, ünlü Albert Schweitzer’in bu dünyaya gelmesine neden olacak kadar
ileri götürdü.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:9)
“FALSTAFF - Bana mı söylüyorsun karardı, morardı diye? Ben kendim yediğim dayaktan,
gökkuşağının ne kadar rengi varsa hepsini sıraladım. Az kalsın Bradford cadısı diye yapışıyorlardı yakama.
Aklımı başıma toplayıp, zararsız bir ihtiyar kadın taklidini mükemmel becerdim de kurtuldum bereket. Yoksa
güvenlik görevlisi olacak herif büyücü diye deliğe tıktığı gibi, kastıracaktı bacaklarımı cendereye.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:123)
“MAZZINI - Oo. Yürütemeyiz. Bir yıla kalmaz işimiz duman olur..... Mangan hepimizi hizaya getirir.
Bir kuruş için yakamıza yapışır. Yarım lirayı nasıl artırsam diye gece uykuları kaçar. Ama Ellie bir kere evinin
idaresini ele alsın, dünyanın kaç bucak olduğunu gösterir ona.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:71)
“Beriki eski askerdi, önce karşısındakinin manevrasını tahmin edereek, efendisinin koruyucularından
söz etti, sonra da elbette onun güzel atlarını kimsenin aşırmayacağını ekledi. Subayın hemen çağırdığı bir er,
adamın yakasına yapıştı; bir başka er de atlara göz kulak oldu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:49)
“-Bodur İmam, kaç zamandır ek yerimizi kollarmış. Bu kadar bir ilmek eline geçince yakamıza yapıştı.
‘Eteği temiz avratlarımızın göbeğine döl duası yazmak bahanesiyle oyluklarını dişlediğinden...’ diye ispatlık
ederek bizi suçsuz günahsız buraya düşürdü. On dört aydır yatmaktayız.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:68)
“‘Din kardeşine acımak diye bir şey yoktur onda. Fokanıç dayı (Fyodor, ihtiyar köylü Platon’dan da
böyle sevgiyle söz ediyordu.) yapar mı hiç öyle? İnsanın derisini yüzer mi? Bazan da dara düşer de gene
yapışmaz kendisine borçlu olan birinin yakasına. Çok iyi bir insandır.’ ”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:692)
“Gelgelelim şu cinayet... Ömür boyu yakasına yapışıp kalacak mıydı? Dorian ömür boyu geçmişinin
yükünü mü taşıyacaktı? Gerçekten itiraf edecek miydi suçunu? Asla.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:251)
“Ancak bunu izleyen 20 Mart tarihli mektupta içteki sıkıntılı durum ve depresif hava açığa vurur
kendini. ‘Kendimi öylene güçsüz, öylesine yorgun ve öylesine isteme gücünden yoksun hissediyorum ki... hasta
sayılmam, yalnızca hiç alışık olmadığım yeni bir dermansızlık yakama yapışmış bırakmıyor...”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:34)
“Ama oraların görünmez camdan evi andıran atmosferine girmiş her insanın gücü tükenir, yüksek ateş
-avuç avuç kinin yutulsa da sıtma yakaya yapışır- insanın iliğine işler.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:17)
Yakasından ellerini çekmek : Şu ya da bu nedenlerle hesap sorduğu birinden,artık davasını gütmemek
Bk.: Yakasını bırakmak
“Birazcık akılları varsa eğer
Yeniden düzene sokarlar sizi,
Yakanızdan çekmezler ellerini.
Çalışmaya başlarsınız yeniden.
Ve ‘işler yoluna girecek’ diye
Sizler avaz avaz şarkı söylerken
Değirmenin taşı onlar için döner.”
(1789 Fransız Devrimi Şarkıları”, sa:29)
Yakasını bırakmak : Artık peşinden gitmemek, takipten vazgeçmek, musallat olmamak
“İLK SEVGİLİME <1871>
---------------------Ya haykır, ya da sus, yakamı bırak!
Yüreğim titriyor - uçacak hemen,
Uçacak sevgili, kendine gel, bak!
Uçacak o yere, ki her an derinden
Gürleyen en korkunç kindar seslerle
Ve ölüm öncesi son nefeslerle...”
(Hristo Botev<1848-1876>-Ahmen Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.02.06)
“Manastırlı Hanım, kolay kolay onun yakasını bırakmaya razı olur mu? Tabii yalvarmaya, sırnaşmaya
başlamış. Aralarında kimbilir ne gibi sözler ve sahneler geçtikten sonra bu dayak faslı başlamış.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:167-8)
“Fırsat buldum mu çalışıp öğrenmelere yan çiziyor, dağlara koşuyor, göle atıyordum kendimi ya da
bayırda bir kenara çekilip kitap okuyor, düşlere dalıyor, tembelliğin tadını çıkarıyordum. Babam baktı ki
olmayacak, sonunda bıraktı yakamı.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:21)
“BİR KADIN - (Pencereden.) Bir gençlik kürü bu.
1. POLİS - Bari öteki tekini de atın bize!
MADELEINE - (Sinirli sinirli ellerini oğuşturarak.) Amédée!... Amédée! Oyun yazarlığın ne olacak
peki!
MADO - Bırakın artık yakasını bayan...”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:133)
“Evet, elimden geleni yapardım. Dizginleri tutan ben olduğumdan başarırdım da. Ama günün birinde
bir kadın -tandıklarımın en büyüğü, hayat arkadaşı bir kadın- çılgınca hızla giden bir arabanın dizginlerini
elimden aldı..... yakamı bırakması için ne kadar yalvarmıştım ona!
-Yok, yok, sensiz yaşayamam. Öldür beni! diye haykırıyordu.
O zaman boyun eğdim, dizginleri eline verdim.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:9)
“Şimdiden işlerine alışmışlar, işlerinde ileri gitmişler, evlerinin nafakasını çıkaranlar var. Bunlar
balıkçı, balıkçı çocukları, denizde büyümüş değiller mi? Deniz onların, onlar denizin yakasını bırakmış ister
istemez.” ..... “... Ve güzelim dünya Hasan Ağa... Senin gibi olmak Hasan Ağa, olabilmek.
‘Yunuslar Hasan Ağa, vallahi de billahi de yunuslar... Bırak yakamı Hasan Ağa...’
‘İki elim yakanızda, bu dünyada da, öteki dünyada da...’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:176;208)
“Bense kendimi savunuyordum hala. Kalbimin dışarı sarkmaya başlaması ve bana eziyet edenler
yakamı bırakmış olsa da, artık yaşayamayacağımı bildiğim halde kendimi savunuyordum.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:60)
“Mathieu Longine’e döndü:
-Eee, geliyor musun? Hadi.
Longine kötü kötü baktı:
-Bırak yakamı, dedi. Beni zorlama. Hiç hoşlanmam böyle işten.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:137)
Yakasını bırakmamak : Bir kimseyi izlemek, problem çözülünceye kadar ardından gitmek
“İşte o zaman tesadüf ben de sandal iskelesindeydim. Prens kılıklı, parlak Lehli, Ali’nin dediği kadar
vardı. Bir çam kalası kadar haşmetli, kızıl, şaşırıp kalmıştı. Bir şeyler mırıldandı. Baktı ki, Ali artık Almanca
malmanca anlayacak vaziyette değil, güzel bir Yüksekkaldırım Türkçesiyle:
-Aman ağabey! dedi, yözüm hakkı için, bir buçuk liram var, vereyim. Al, bırak yakamı.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Plaj İnsanları”, sa:85)
“Matmazel Gamard’ın pansiyoneri olmak, Piskopos Danışmanklığı rütbesine ulaşmak, yaşamının en
büyük iki sorun durumunu almıştı. Hoş, belki de sorun durumunu alan bu iki amaç, kendisini sonsuza doğru
yolculuğa çıkmış sayarak, şu ölümlü dünyada güzel bir konut, iyi bir sofra, temiz giysiler, gümüş kancalı
pabuçlar, yani hayvansal gereksinimlere yetecek şeylerle, bir de gururunu ve onurunu; söylenenlere bakılırsa
ölümden sonra bile yakamızı bırakmayacak, erenler arasında da sanlar ve rütbeler olduğuna göre Tanrı’nın
huzuruna çıktığımızda dahi peşimizden ayrılmayacak o tanımlanamaz duyguyu tatmin için de onurlu, geliri olan,
rahat bir konumdan başkaca bir dileği olamayacak bir papazın tutkusunu tümüyle özetkemektedir.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:34)
“Konserde senfoninin bittiğini sanarak üçüncü bölümden sonra alkışlamıştı. Ama, keskin ve ayıplayan
şışşşt sesleri ona dört bölüm olduğunu öğretmişti. Ve yanındakilerin bakışı, son günlerdeki hayranlığın ve bu ani
küçümsemenin ağırlığı yine yakasını bırakmamıştı.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:148)
“Fischerle yakasını bırakmadı. ‘İşte size görülmedik bir şey! Bayanlar, baylar, işte bir yenilik! Dilsiz bir
satıcı!’ Yamuk yumuk parmaklarıyla tuttuğu kağıdı sağa sola salladı ve en az yirmi yerinden buruşturdu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:214)
“Tolstoy, doktorlardan da nefret ederdi, ama onların bakımını karısınınkine yeğledi.
Bu adamın yaşamından daha heyecan verici bir şey bilmiyorum. Beni bu denli etkileyen ve on gündür
yakamı bırakmayan, ne olabilir?”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:133)
“Gerek Broch, gerekse Vergilius’un Ölümü neredeyse on dört yıldır yakamı bırakmıyor. Sorun, bu
çeviriden korkmam değil.”
(A. Cemal, “Yaşamdan Çevirdiklerim”, sa:295)
“Panihidin derin bir soluk aldı, bir bardak su içtikten sonra anlatmasını sürdürdü:
-Yüreğimi dolduran, kaynağı belirsiz, ama hepinizin çok iyi anlayacağı korku, Trupov’un oturduğu
apartmanın dördüncü katına çıktıktan, benim kaldığım odanın kapısını açıp içeri girdikten sonra da yakamı
bırakmadı. Bekar odam zindan gibi karanlıktı.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:54)
“Piotr İlyiç hala ayakta duruyor, bir türlü yakasını bırakmak istemeyen taşkın bayandan bir an önce
kurtulmak istiyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:148)
“Bir saat olmuştu. Graecen son günlerdir yakasını bırakmayan olayları unutalı; yok, yakasını
bırakmamak deyimi biraz abartılı kaçıyordu. O kadar keskin olmayan bir söz aradı. Masum yuvarlak yüzünü
buruşturarak gazetenin sütunlarına göz gezdirirken, zihninin bir köşesini korkuya dayanma gücünü sınamaya,
ölümü çağrıştıran mecazi sözcüklerle oynamaya ayırmıştı.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:34)
“Benim kitap düşkünlüğüm Almanya’da da yakamı bırakmadığı için Alman sahaflarını ha şurası, ha
burası hah bir de tam şurası diyerek dolanıp dururken sayısal kitap zenginliğinin içinde kimi zaman duvarlara
asılmış satışa hazır bekleyen Nazi giysili madalyalı Alman fotoğrafları görüyordum. Onlar kimdi? Kimlerin
resimleriydi? Satın olacak olanlar kimlerdi? Ünlü ‘Sinyal’ dergisinin tek bir sayısına bile buralarda rastlamadım.
Oysa savaş için çıkarılmış bu dergilerde dünyaya örnek insanın Alman olduğunu sayfalarla anlatıyorlardı.”
(Füruzan, “Evin sahipleri”, sa:64-5)
“Bu denli inatçı olmasaydını, kendi isteminizin de onun <Tanrı’nın> isteminin bir parçası olduğunu,
kendinizde iyi olan bir şeyin ondan geldiğini anlamakta gecikmeyecektiniz... Ama ben size Meryem’den söz
etmeye geldim. Ah, bu konuda yakanızı bırakmayacağım!”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri &Yeni Nimetler”, sa:167)
“Bana artık çıkıp gitmek düşmüştü. Kristiyan’a yavaşça:
-Senden artık izin isteyeceğim, dedim. Fakat, çamsakızı gibi yapışıyor, bir türlü yakamı
bırakmıyordu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:242-3)
“Ama Hargraves bu bekleyişler sırasında ne sabırsızlanır, ne de sıkılırdı. Aksine, o günlerin yaşamı
hakkında çeşit çeşit sorular sorar, etraflı bir cevap almadan Binbaşının yakasını bırakmazdı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:99)
“Elinde dizginlerle arabanın içinde dikilen Kostake, bir an, nerden geldiğini anlamak için, sesi dinledi.
-Atlı askerler! diye mırıldandı. Tepenin ardındalar. Sonra atlara vurdu:
-Haydi demirkırı! Yakamızı bırakmayan devedikenleri geliyor işte!
Bunlar, iyi yürekli Kostake’nin son sözleri oldu.”
(P. Istrati, “Baragan’ın Devedikenleri”, sa:101
“O beni her yerde, her dakika izliyor, tek kurtuluş deliğim olan odama kadar sokuluyor; yıkanırken,
giyinirken, soyunurken veye traş olurken bir an yakamı bırakmıyor.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:21)
“Gülizar’ın mektubunu birkaç kere üst üste okuduktan sonra onu cebime yerleştirip Topçular’ın yolunu
tuttum... İşte şimdi döndük iki cami arasında kalmış beynamazlara!... Meğer Gülizar’ın bana bu mektubu
yazmasına sebep, o gün benim yanımda gördüğü şık küçük hanımefendi(!) imiş... Gülizar, bu şık küçük hanımı
o gün benden o kadar kıskanmış ki, az kalsın, kadının yanında benim başıma bir bayrak açacak, beni orada
maskara edip bırakacakmış. Bereket versin, dişini sıkmış... Şimdi artık benim yakamı bırakmayacakmış...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:146-7)
“-... Benim lafım harbi. Gördü, beğendi. Hele duysa ki bir ucun paşa. Saray-ı hümayun’a dayanıyorsun,
ohooo..
-Ne yapar?
-Yakanı bırakmaz.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:69)
“Sonra padişah yerleştirmek ister aşireti Çukurovaya. Vergi almak, asker etmek için... Aşiretler karşı
korlar... Padişah asker gönderir. Yenerler. Sonra gene padişah bunların yakasını bırakmaz. Kozanoğlu isyanı
patlar. Zalim Osmanlı yener elleri, tarümar eder obaları...”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:85)
“Günün birinde Jean-Marc’ da böyle yitirdiğini düşlüyor. Ondan hiç haber alamamak, olup biten
hakkında düş kurmaktan başka elinden bir şey gelmemek. Canuna bie kıyamazdı, çünkü ihanet olurdu bu,
beklemeyi reddetmek, sabrını yitirmek anlamına gelirdi. Sonuçta, yaşamının sonuna kadar hiç yakasını
bırakmayacak bir dehşet içinde yaşamaya mahkum olurdu.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:9)
“ADRIANA :
O adam ölmeyi hak ediyordu,
Ama sen, oğlum, öldürmeyi
Hak etmiyordun.
-------------------Kanın hiçbir şeye karar vermediğine
Seni sevmem, seninle konuşmam
Seni dürüst yetiştirmem yeterdi,
İnsanları seven, akıllı, dürüst biri olman için.
Ama hep bir kuşku vardı içimde
İşkence benzeri bu kuşku,
Bu yakamı bırakmayan, inatçı soru.”
(A. Maalouf<d.1949>, “Adriana Mater”, sa:88)
“Hayır, laflar ağzından sel gibi boşanmamış veya günah çıkarmamıştı. Zaten Albert, kendisini
intiharınn eşiğine sürükleyen o ışık geçirmez dalgaları kelimelerle aydınlatamazdı; beklenmedik günah
çıkarıcısına sadece bu koşullarda hep söylenen öngörülebilir şeyleri anlattı, hayat tatsızlaşmıştı, kendini bu
dünyada sürgün gibi hissediyordu, her yanı saran bu savaş onu boğuyordu... Ama adam yakasını bırakmıyordu.
Kararlı bir sesle, iki elini rehinenin omuzlarına koyarak -ama ellerini veya gözlerini çözmeyi düşünmedenüzgün babaların klişe cümleleriyle ona nasihat vermeye başladı.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:91)
“Utopia’da cimrilik barınmaz. Çünkü orada paranın yeri yoktur..... Kim bilmez, yalan dolanın,
haksızlıkların, soygunların, kavgaların, kargaşalıkların, ayaklanmaların, adam öldürmelerin, ihanetlerin,
zehirlenmelerin, bunca cezalarla ödenen bu suçların para ile birlikte ortadan kalkacağını? Para ile birlikte
korkular, uykusuzluklar da insanların yakasını bırakacaktır.”
(Th. More, “Utopia”, sa:155-6)
“Ardında gözüyaşlı bıraktığı iri yakut gözlü, gür kirpikli, minyatürlerdeki aşık kızlar gibi ince, uzun
sevgilisinin hayali yakasını hiç bırakmadı.”
(M. Mungan, “Çador”,sa:62)
“Durum benim açımdan sıkıntı verici olmasına, ciddi olmak için kendimi her şekilde zorlayarak
çabalamama rağmen kahkaha yine ve yeniden kesik kesik çıkıveriyor, yakamı bırakmıyordu.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:61)
“Kanlar bacaklarımdan aşağı akarken, giysilerimi kireçtaşı yığını üzerinde bırakarak, ağlaya ağlaya eve
kadar kendimi zorlukla sürekledim. Annem zaten beni aramaya çıkmıştı (neden sokakta tek başıma olduğumu
hatırlayamıyorum) ve ben o perişan halde görünce feryadı bastı: ‘A canım yavrum! Kim yaptı buna sana?’ diye,
ama çığlıklar ve gözyaşları bir işe yaramıyordu, suçlular çoktan uzaklaşmışlardı, belki de o mahalleden
değillerdi. Çok şansım varmış ki içerdeki yaralarım geçti, çünkü yerden alma telde her şey olabilirdi, hepsinden
önce de tetanos için açık bir kapıydı. Francisco’nun ölümünden sonra sanki talihsizlik yakamızı bırakmak
istemiyordu.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:64-5)
“Senatoya girmek, yahut kralın nedimleri <maiyeti> arasına karışmak hevesi, hiçbir zaman ‘ultra’ (kral
taraftarı) ların yakasını bırakmayacak. Devlet gemisinde herkes gemiciliğe, kaptanlığa heves edecek, çünkü
parası iyi. A kardeş, sadece yolcu diye gitmek isteyen bir yercik bulamayacak mı?”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:4)
“<Jean Cocteau> Bazı çocukları aptala dönüştüren birtakım obsesif ritimlerin hala kurbanıyım... sofrada
tabakların belli bir düzene göre yerleştirir ya da kaldırım taşları üzerindeki çukurların üzerinden atlarlar.
Çalışmamın ortasında bu semptomlar yakamı bırakmıyor, kapılıp gittiğim hıza ayak uydurmamı engelliyor..”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:120)
“-Ne zannediyorsun? - diye ihtiyar Prens öfkeyle söze başladı, - Ben onun yakasını bırakmıyor muyum?
Ondan ayrılmaz mıyım? Düşündüğü şeye bak! - diye öfkeyle azarladı. - Yarından tezi yok! Yalnız sana şunu
söyleyeyim, damadımı daha iyi tanımak isterim.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:II, sa:63)
“MAXINE - Kiliseye miliseye dönemeyeceksin. İlahiyat Okulu dekanına ırza geçme suçundan söz
ettin mi?
SHANNON (Saldalyesini öylesine hışımla geri iter ki ki sandalye devrilir.) - Benimle neden
uğraşıyorsun sen? Bu sabah buraya geldim geleli yakamı bırakmadın! Benimle uğraşma!”
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:88)
“Bir sigorta şirketinde çalışan bu genç her akşam işten çıkar çıkmaz Bachelard’ı bulup bir daha onun
peşinden ayrılmıyor, tüm kahve eğlence yerlerini onunla tanıyordu. Herkes şişko dayının arkasında onun soluk
yüzünü görmeye alışmıştı.
-Ha gayret! yakasını bırakmayın! dedi.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:35)
Yakasını kaptırmak : Birisinin -genellikle parasal- tuzağına düşmek; Aşık olmak; Kötü bir şeye alışkan olmak
“RIDOLFO - Sayın sinyor Eugenio, nasıl oldu da yakanızı ona kaptırdınız? On zekkino ödünç
isteyecek başka kimse bulamadınız mı?
EUGENIO - Bunu siz de mi biliyorsunuz?”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:27)
“Şerapnellerin sırtında ıslık çalan Azrail’le çok koklaştım; öyleyken nasıl yakamı kaptırmadım ona?
Nasıl tek sıyrık almadan bu can pazarından geri döndüm dersiniz? Bunun nedenini düşündünüz mü hiç kabak
kafalılar?”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:35)
Yakasını, Yakayı kurtarmak : İstemeyerek içinde buunduğu, olumsuz, sonu kötü olabilecek bir durumdan
sıyrılmak
Bk.: Yakasını sıyırmak
“Kasımda, Las Vegas’da kumara kaptırdı kendini ve dört gün aralıksız yirmi bir ve rulet oynadıktan
sonra mucizevi bir şekilde yakasını kurtardı.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:17)
“Dolayısıyla, karım, çocuklarım ve Pluto ile yaptığımız uzun boylu pazar gezintilerini dört gözle
beklediğimi söylersem şaşmazsınız sanırım. Köpeklere karşı ilgim adeta platonik olmaktan öteye geçmiyor böyle
gezintilerde, pazarları kayıtsız köpekler bile tarafımdan izlenmekten kurtarıyor yakalarını.”
(H. Böll, “Cüce ile Bebek”, sa:100)
“ ‘Bütün çabaları boşa gidiyordu. On yıldır Manuel, papaya iki Kilise’nin birleşmesini öneriyordu: o,
papanın ruhani üstünlüğünü kabul ediyor; papa da onu hem Doğu hem de Batı Roma’nın tek ve gerçek
imparatoru, Bizans basileus’u olarak tanıyordu. Ama böyle bir anlaşma Alexander’a Konstantinopolis’ten fazla
bir güç kazandırmıyor ve İtalya’da Friedrich’ten yakasını kurtarmasını sağlamıyordu, üstelik diğer Avrupalı
kralları telaşlandırabilirdi. Bu yüzden Alexander kendisi için en yararlı olan, ittifak’ı seçti.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:223)
“Rüstem - ’Şimdi seni nasıl yeneceğimi göreceksin... Kafan, toz toprak içinde yuvarlanacak!’ dedi.
Bunun üzerine ejderha, hemen onun üzerine atıldı. Fakat, gel gelelim, bir daha yakasını kurtaramadı. Rahş,
ejderhanın taçlar bağışlayan Rüstem’e böyle hiddetle saldırdığını görünce, kulaklarını dikti ve koşup, dişleriyle,
ejderhanın omuzlarını kopardı.”
(Firdevsi, “Şehname”, Cilt:II, sa:118-123)
“SOLANGE - Beyefendinin suçsuz olduğu yakında anlaşılacaktır.
HANIM - Evet, evet, öyle. Suçsuz! Beyefendi suçsuz, ama suçlu da olsaydı, onun suçortağı olurdum.
Guyana’ya, Sibirya’ya kadar eşlik ederdim ona. Bu işten yakasını kurtaracağını biliyorum.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:45)
“MEYDANCI, Plutus’un elinde tuttuğu deyneği yakalıyarak. - Cüceler büyük Pan’ı yavaş yavaş ateş
pınarına doğru götürüyorlar. Bu pınar pek derin bir çukurdan yukarı doğru fışkırıyor, sonra tekrar dibe
dönüyor..... Lakin şimdi de büyük bir talihsizlik oluyor: Sakal, alev olarak geriye doğru fırlıyor, hem tacını hem
de göğsünü tutuşturuyor, ve bu nedenle, neşesi acıya dönüşüyor. Onu söndürmek için herkes koşup geliyor, fakat
hiç kimse alevlerden yakasını kurtaramıyor.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:51)
“Çalgı çalıp şarkı söyleyerek başkalarını istenmedik durumlara sürüklemeyi de doğru bulmam. İkincisi,
insan her şeyde belirli bir ölçüde düzenli olmalıdır. Aksi halde karışıklıktan ve vahşilikten yakasını kurtaramaz.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:24)
“Ne var ki, böyle bir noktaya varmadan Papa ölmüş, bu hatırı sayılır kişi üstüne kaleme alınıp pek çok
kişi tarafından okunan bir yaşamöyküsü, onun Boncuk Oyunu’yla ilişkisinin derin bir tutku niteliği taşıdığını,
Papa Pius’un bu tutkunun elinden yakasını kurtarmak için oyun karşısında düşmanca bir tutum takınmaktan
başka bir yol göremediğini gün ışığına çıkarmıştı.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:40)
“Bu arada Franz Kramer’le aramdaki sorun, doğal akışını izlemekteydi. Bir türlü yakamı
kurtaramıyordum ondan; zaman zaman birkaç gün beni rahat bıraksa da, yine de ona bağımlı durumdaydım.
Sanki gölgem gibi düşlerimde benimle yaşıyor, gerçekte bana yapmadığını düşlerde hayal gücüm ona
yaptırıyordu; bu düşlerde adeta Kromer’in kulu köpeği kesilmiştim.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:47)
“Davud da müzisyen olarak kalsaydı bie yine yaşlanmaktan, çirkinleşmekten, yüreği tasayla dolup
taşmaktan yakayı kurtaramayacaktı. Oysa müzisyenlikten el çekmekle yüce Davut’luk makamına ulaştı, büyük
işleri başardı ve mezmurları kaleme aldı.”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:56)
“NORA (Ona doğru yürüyerek.) - Ey, Thorwald’ciğim, nasıl, yakanı kurtarabildin mi?
HELMER - Evet, şimdi gitti.”
(H. Ibsen, “NORA-Bir Bebek Evi”, sa:44)
“Arkadaşları ve ahbapları onun başına gelen bu felakete hiç şaşmıyorlardı. Onlar için, yoksulluk, sefalet
alışılmış düşmanlardı. Kimse bunların zararlarından yakasını kurtaramazdı. Halk masallarında dilenci olmuş
prenslerden söz etmiyor muydu? Şu halde herkes gibi yapmak, hayatı olduğu gibi kabul etmek ve Tanrı’dan
umudu kesmemek gerekirdi, çünkü umutsuzluğun bir yararı yoktu.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:116)
“ARABESK
-------------bu yollara düşecek adam mıydı
çiçek yaptırmalar parfüm filan
bu sefer yakasını fena kaptırdı
Sevtap başını yiyecek anlaşılan”
(Attila İlhan<1925-2005>, “seçme şiirler”, sa:18)
“Andronikos yakasını, herhalde, kurtarmış durumda... Ama kaptanın gözünde yiğit bir kaçak, ya da,
kahraman olmak olanağını yalanlarıyla yitirdiğine üzülüyor.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:54)
“Allah kuru iftiradan saklasın. Bir ay, iki ay... Canımdan bıktım. Çocuğu uzak köydeki ninesinin evine
götürüp koymuş. Orada bulduk da yakayı kurtardık.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:30)
“Hepimizi duvara sıralayaıp sorguya çektiler: ‘Hey, sen, ‘şu’nun hakkında ne biliyorsun?’ Eğer hemen
yanıtını veremediyseniz, siz otomatikman suçluydunuz. Fakat eğer siz onların yüzüne -sanki mağdur
değilmişiniz gibi- şöyle rahatça bir bakarsanız ve hiçbir şey bilmediğinizi söylerseniz, yakayı kurtarabilirdiniz.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:93)
“VALERE - Demek istediğim şu ki o benim babamdır.
ANSELME - O mu?
VALERE - Evet.
ANSELME - Hadi efendim, ne münasebet! Daha kolay yutturabileceğiniz başka bir masal uydurun,
bu sahte isimle yakanızı kurtarmayı aklınızdan çıkarın.”
(Moliere, “Cimri”, sa:127)
“LAVINIA - Hayır, teşekkür ederim, Seth. Peter’i bekliyorum..... Mannon’larla o kadar uzun zaman
beraber bulundum ki... Büyük babamın ölüm ve kin mabedi olarak yaptırdığı bu evde huzur bulunmadığını sen
de biliyorsun.
SETH (Boş bulunarak ağzından kaçırır.) - Sakın sen burada yaşayayım deme, Vinnie. Peter’e var da,
yakayı kurtar.”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:308-9)
“PERDE I, SAHNE I
SMITHERS (Daha sıkı tutarak, kaba.) - Rahat dur! Hiç böyle işe gelemem, canımın içi. Kıvrıla
kıvrıla yakanı kurtarmazsın artık. Çengeli taktım sana.
KADIN (Çabalamanın fayda etmeyeceğini görmüştür, korkuyla yere çöker.) - Sakın söylemeyin ona..
Ona söylemeyin, efendi.”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:11)
“... yazık ki yaktılar babayiğiti. Yoksa Dubrovski’nin çetesinden tek kişi kurtulamazdı onun elinden.
Hepsini tek tek kıskıvrak yakalar. Dubrovski’nin kendisi de rüşvet bile verse kurtaramazdı yakayı.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:67)
“Kısa süren gönençli çalışma dönemlerinde bana birçok kişi başvurmuş ve hiçbiri baştan savılmamıştır.
Ama gönlümden kopan bu iyiliklerden, hiç beklemediğim ve bir türlü yakamı kurtaramadığım bir sürü işi
üstlenmek zorunda kalırdım.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa:79)
“PAGE - Eee, küçük hanım. Nasıl oldu da bay Slender ile gitmediniz?
PAGE’İN KARISI - Niye bay Doktorla birlikte gitmediniz ha?
FENTON - Onu şaşkına çeviriyorsunuz. İşin içyüzünü dinleyin. Pek yüz kızartacak şekilde başgöz
edecektiniz kendisini..... Onun işlediği suç kutsaldır. Bu hile fettanlık, dikbaşlılık, saygısızlık olmaktan ne kadar
uzak. Zoraki bir evlenme ile ister istemez katlanacağı o binlerce uğursuz üzüntü ve sıkıntı saatlerinden böylece
yakasını kurtarmış oluyor çünkü.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:142-3)
“MANGAN, burnunu çekip gözlerini silerek. - İnsaf, insaf.. (Heyecanından tıkanır.)
LADY UTTERWORD - İyi ki yakanızı kurtardınız, Mr. Mangan. Miss Dunn, İngiltere’ye geldim
geleli gördüğüm en kibirli kız.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:129)
“Sergey İvanoviç,
-Çok rahat geldik, sizi de rahatsız etmemiş olduk böylelikle, diye yanıt verdi. Toz içinde heryanım,
dokunmaya korkuyorum size. O kadar çok işim var ki, yakamı ne zaman kurtaracağımı bilmiyordum.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:669)
“Sıtmadan bir türlü yakasını kurtaramıyordu. Gün geçtikçe daha çok zayıflayarak günde on, on beş
verstten fazla yürüyemez oldu. Köyüne iki yüz vest kala parası suyunu çekmiş, İsa adına dilenerek kendini köy
kolcularının insafına bırakmıştı. İsterlerse köylere de sokmazlardı.”
(L. Tolstoy, “Korney Vasilyev”, sa:117)
Yakasını, yakayı sıyırmak : Kendine zarar verecek bir problemden nihayet kurtulmak
Bk.: Yakayı yırtmak
“Otobüs yola devam ediyor, uzun bir yolculuk, saatlerce direksiyon sallamak gerekiyor, gecenin bir
yarısı yağmur başlıyor. Dağ başında bir yerlerdeler, zifiri karanlık, bir de üstüne yağmur, şoför direksiyon
kontrolünü kaybediyor, otobüs bir uçuruma yuvarlanıyor, dokuz oyuncu ölüyor. Korkunç bir şey. Ama bizim
adam yine yırtıyor. Şu işe bak Pili. Azrail üç kez onu almaya geliyor ama o üçünde de yakayı sıyırmayı
başarıyor.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:39)
“ ‘Senin günahlarını bağışlasın diye yalvarıyorum buna. Senin için acılara katlandığına nasıl
inanmazsın?’ diye bağırıyordu. Bana sen diye seslendiğinin farkına vardım. Artık sabrım tükenmişti. Sıcak
gitgide artıyordu. Sözlerini pek dinlemediğim bir kimseden yakamı sıyırmak istediğim zamanlardaki gibi onaylar
göründüm.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:69)
“Gerçekten fon-Sohn, yeni dirilmiş! E, yakayı nasıl sıyırdın oradan? Ne fon-Sohn’luklar yaptın gene,
üstelik yemekten kaçtın.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:136)
“CLAIRE - Yoo, buna gelemem! İşten böyle kolayca yakanızı sıyıracağınızı mı sanııyorsunuz, sevgili
hizmetçim? Rüzgarla birlik olup komplo kurmak, geceyle suçortağı olak kolaydır.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:76)
“Mahzendeki bir şişeyi bulmak, açmak, içindekini içmek için gereken bütün devinimleri bilirdik;
bölmüştük onları. Uyumla kadeh tokuştururduk. Yaşamın zor durumlarında yakayı sıyırmak için de adımlar
yarattık; iç kargaşaları suçlamak için de, bunları gizlemek için de adımlar bulduk.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:141)
“Genç adam hafifçe gülümseyerek başını salladı:
-Maalesef doğru baba, dedi. Bu kadından yakamızı sıyırmak bizim için en büyük bahtiyarlık olurdu.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:103)
“Onbaşı, çavuşa hiç duraksamadan katıldı: ‘Bence de asılmamalı, kurşuna dizilmeli. Diyelim, bizi
çağırdılar ve dediler ki: ‘Rusların mitralyöz bölüğünde kaç mitralyöz (makineli tüfek) var, öğreneceksiniz!’ Biz de
uğrun uğrun yollara düştük ve Allah saklasın yakayı ele verdik. Aşağılık bir soyguncu ya da cani gibi asılacak
mıyız yani?’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:275)
“Yeni arkadaş topluluğunda kendimi sürekli yalnız ve ötekilerden farklı hissettiğim ölçüde, topluluktan
yakayı sıyırabilmem de güçleşiyordu. Kafayı çekmeler ve palavra sıkmalar gerçekten bana zevk vermemiş
miydi?”
(H. Hesse, “Demian”, sa:99)
“Babam beni hayırlı bir evlat ve kendisine işe yarar bir yardımcı yapmak için elinden gelen çabayı
gösterdi, gelgelelim ben her türlü şirretliğe başvurarak yapmam istenen işlerden yakayı sıyırmaya baktım hep.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:15)
“Kendi kendime dedim ki, Anetciğim, bu böyle devam edemez, bu heriften yakanı sıyırmaya bak, senin
için başka kurtuluş yolu yok. Çareler aramaya başladım.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:199)
KAHYA - O demeye getiririm ki: İlkin bir iyice düşün taşın, bu işten daha kolay yaka sıyırmak var
defterde; ne kendini ne köylüyü zora koşmayasan.”
(M. Mungan, “Mahmud ila Yezida”, sa:43)
“HORNE - Altın probleminden mi? Öyle adam değil. Gevşek, toy, elinden bayağı işler gelen bir
kimse… hanım gemisi subayı… Bırak beni; onu kafese koyayım. Yakayı sıyırmanın vakti gelince iyi kötü bir yol
bulurum.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:86)
“EPIFANIA - Nabzımın değişeceği yok. İşte can attığım sevgi. Sizinle evleneceğim. Bay Sagamore,
Alastair’den yakayı sıyırır sıyırmaz evlenmek için bir izin kağıdı çıkartırsınız.
HEKİM - İmkanı yok. İkimiz de anlattıklarımızla bağlıyız.”
(G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:100)
“Oylanan Anayasa, yurtseverlerin birliğini kurup, Meclisin otoritesini de güçlendirmelidir; bu arada,
Paris’li Sankülot’ların diktatörlüğü korkusunu da dağıtacaktır. Herşeye karşın, feodalizm, açıkça belli eder
kendisini; ancak, atılımı çoğu noktada kırılır, çünkü gelecek bir Meclis seçiminde, ülkenin, Konvansiyon’dan
yakasını sıyıracağı umudu vardır.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:58)
“Bütün ömrümce o günkü kadar şaşkınlığa uğradığımı bilmiyorum. Ne yapacağımı, Margo’yla anasının
elinden yakamı nasıl sıyıracağımı bilemiyordum.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:96)
“Öyle görünüyordu ki Prens işi anlamıştı; Anna Mihailovna’dan yakayı sıyırmanın, Annette Şerer’in
suvarisindeki gibi güç olduğunu da anlamıştı.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:119)
“Duvarlarında Japon işi tabaklar asılı konuk odasına, türlü türlü övgülerle doluşan çapaçul akraba ve
ahbaplarından, söz birliği etmişçesine aynı zamanda yüz çevirip yakayı sıyırmayı bildiler.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:53)
“... 1907’de yeniden okuyuculara sunulur ve bu kez Hermann Lauscher ismini taşır. Sonraları Hesse’nin
bir ara, ‘bir dünya ve gerçek parçasını ele geçirmeye, kısmen dünyadan ürküp kaçan, kısmen kendini beğenmiş
yalnızlığın tehlikelerinden yakasını sıyırmaya yönelik bir denemeydi’ dediği Lauscher, ‘Gece Yarısını Bir
Geçe’yi geride bırakıp ileriye şiddetli sinir ve baş ağrılarıyla kendini açığa vurur.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:59-60)
Yakasını tutmak : Hesap sormak, birlikte olmak, sokulmak
“Yüküm gamdır, gam alırım satarım
Pervaneler gibi yanar tüterim
Kıyamette yakasını tutarım
Vermesin hoyrata güllerimizi”
(Karaca Oğlan-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:276)
Yaka silkmek : Şikayet etmek,‘Aman Allah’ demek
“Bunların hepsi acımasız bir aldatmaca olabilirdi, ama ben, duygularının aniden değişmesinin ne kadar
güzel olacağını, Sebastiana’yı, Pamela’yı, acınasızlığından yaka silken herkesi ne kadar sevindireceğini
düşünüyordum.”
(I. Calvino, “İkiye Bölünen Vikont”, sa:77)
“Ben Ménalque’a dostluktan fazla bir şey duydum, Nathanael, aşka çok yakın bir şey. Hem de kardeş
gibi seviyordum onu. Ménalque tehlikelidir; kork ondan; bilgelere yaka silktirir, ama çocukları korkutmaz
kendinden. Onlara ailelerinden soğumayı öğretmekle kalmaz, yavaş yavaş bırakmayı da öğretir.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri & Yeni Nimetler”, sa:19-20)
“Taşralarda öğretmenlik ede ede saçı başı ağarmış tatlı sözlü ve özlü bir adamdı. ‘Ödül mü?’ Aferin mi?
Yarış mı? Aman aman onların topundan da ağzımın payını aldım’ diye yaka silkerdi.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:198)
Yakayı ele vermek : Bir suçtan ötürü yakalanmak
“Interpol’ün uygulayacağı baskıdan eğitimli bir ajan bile kolay kurtulamazdı. ‘Kadın bir kriptoğrafla bir
öğretmen mi?’ Şafak sökmeden yakayı ele verirlerdi.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:177)
“Av olarak kala kala yaşlı bir tavşan kalmıştır. Tarascon’da bu tavşanı tanımayan yoktur. Adını da
‘Ekspres’ koymuşlardır. Yuvasının Bay Bompard’ın toprakları içinde olduğu bilinir. Bu yüzden toprağın değeri
iki, hatta üç katına fırlamıştır. Ama yaşlı tavşan hala yakayı ele vermiş değildir.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:14)
“Onbaşı, çavuşa hiç duraksamadan katıldı: ‘Bence de asılmamalı, kurşuna dizilmeli. Diyelim, bizi
çağırdılar ve dediler ki: ‘Rusların mitralyöz bölüğünde kaç mitralyöz (makineli tüfek) var, öğreneceksiniz!’ Biz de
uğrun uğrun yollara düştük ve Allah saklasın yakayı ele verdik. Aşağılık bir soyguncu ya da cani gibi asılacak
mıyız yani?’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:275)
“Nihayet, sanırım on üçüncü yılda son bir defa daha kaçmayı denedi. Bu sefer de ancak dört saatlik bir
kurtuluştan sonra yakayı ele verecek kadar başarılı oldu. Bu dört saatin bedeli üç yıldı: Etti on dokuz yıl. 1815
ekim’inde serbest bırakıldı. Çıktığı yere, 1796 yılında cam kırıp, bir somun aldığı için girmişti.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:153)
“MADAM BORKMAN - Ah hayır… ilgilenecek durumda değildim ki. Hele babasının özrü büsbütün
büyüktü… hapiste idi… hem yakayı öyle bir ele vermişti ki .”
(H. Ibsen, “John Gabriel Borkman”, sa:13)
“ ‘Güvenilir yer yoktur. Otel beyannamelerinin tarih kısmını doldurmuyorlar ve polise vermiyorlar.
Denetlenirse, siz hep o gün gelmiş gibi oluyorsunuz ve beyannamelerin de ertesi sabah polise gönderildiği
söyleniyor, anladınız mı? En önemlisi, bu otelde hemen yakayı ele vermezsiniz. Bunun için şahane bir yeraltı
yolu var..... şu olacakları o zamandan kestiren Tanrı’nın elli yıl önce sanki mülteciler için yarattığı bir yerdir.’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:392)
“BUTLER, gözleri dört açılmış bir süre dinler….. (Abel sallana sallana ayağa kalkar. İkisi de sola
doğru ilerlerler. Butler eliyle gözlerine gölge yapar; deniz kıyısına doğru bakar.) Bak; hırdavat sandığını da
birlikte sürüklüyorlar. Çılgın keratalar! (Uyararak.) Hepsi zır deli… Yakayı ele vereyim deme, anlıyor musun?”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:10)
“Dixonne soğuk soğuk gülerek yerinden kalktı. Ötekiler kuşku dolu gözlerle Pierre’i süzüyorlardı.
Dixonne’un gülmesine sinirlenen Pierre de öfkeyle ayağa kalktı:
-Tam gülecek zaman doğrusu. Size, yakayı ele verdik, diyorum. Eğer yarın kımıldarsak, bizimkileri
boşuna kırdırmış olacağız. Birlik tasfiyeye uğrayacak. Charlier’nin karısından sözetmenin sırası mı?”
(J.-P.Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:115-6)
“Laboratuvar kapısını kapatmıştım. Evden girecek olsam, kendi hizmetçilerim beni darağacına teslim
ederlerdi. Başka bir araç düşündüm; Lanyon aklıma geldi. Onu nasıl bulmalıydım; nasıl kandırmalıydım? Haydi
diyelim ki sokakta yakayı ele vermekten kurtuldum, ya onun evine nasıl girecektim?”
(R.L. Stevenson, “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde”, sa:106)
“Doğrusu ben pek kavrayamıyorum. Bu kadar parayla nereye gidebiliriz ki ? Gazetelerde okuyorum, bu
tür işler yapanlar hep yakayı ele veriyorlar. Bunun nasıl olacağını düşünüyorsun?”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:252)
Yakayı kurtarmak : Bir dertten, sıkıntıdan kenini kurtarabilmek
Bk.: Yakayı sıyırmak
“Peki ama, biliyor muyuz, sen de ben de biliyor muyuz onun ne için seçildiğini, hangi yolları izlemek,
hangi işleri işlemek, hangi acıları çekmek için seçildiğini? Katlanacağı acılar az buz olmayacak, yüreğinde bir
gurur ve sopukluk var, pek çok acı çekmekten yakayı kurtaramaz böyleleri, pek çok yanılır.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:139)
“ASKER (Sarılı başını göstererek.) - İşte bu, Sezar. İki arkadaşımı da pazar meydanında öldürdüler.
SEZAR (Sakin, ama ilgili.) - Peki, ama niçin?
ASKER - İskenderiye’de bir ordu var. Roma ordusu olduğunu iddia ediyor.
SEZAR - Roma işgal ordusu. Sonra?
ASKER - Achilles adında birinin komutasında.
SEZAR - Sonra ne olmuş?
ASKER - Ordu kentin kapılarından girince kentliler bize karşı ayaklandılar. Bu haber gelince ben
yanımda iki askerle pazar meydanındaydım. Bize saldırdılar. Ben kalabalığı yarıp yakayı kurtardım.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:75-6)
Yakayı sıyırmak : Bk.: Yakasını sıyırmak
Yakaza
Dinginlik, uyanıklık
“(Hans) yine düzenli olarak başına yapışan ağrılardan fırsat buldukça dostu Heilner’i düşünüyor, o hafif
ve kocaman gözlü düşlerini görüyor, saatlerce yarı buçuk düşüncelere dalıp bir yakaza durumunu yaşıyordu.
Öğretmenlerin giderek artan eleştirilerini, son zamanlar safdillik taşan mazlum gülümsemelerle karşılamaya
başlamıştı.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:129)
Yakı : Tıbbın daha gelişmediği zamanlarda, soğuk algınlığında göğüse hardal, ağrı ya da yaralarda belirli
yerlere bir bez üzerine lapa, veya evde yapılan reçetelerle sarılan sargı
“Morin, bacaklarında hardal yakısı, kafasında soğuık su kompresleriyle bir koltuğa uzanmıştı. Büyük
sıkıntılar içindeydi. Kesik kesik durmadan öksürüyordu; nerden çıkmıştı onu can çekişen bir hale sokan bu
nezle?”
(G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi-Şu Morin Domuzu”, sa:290)
Yakınından bile geçmemek : Eşi, benzeri olmamak; herkesten, herşeyden üstün nitelikte
“Kendi kendime ihtiyar Sterling’in bütün parasına rağmen neden bir aşçı tutmadığını düşündüm
durdum. Az sonra peynir tadında birşeyler dağıtmaya başladı ve bize bunun tavşan eti olduğunu söyledi. Ama
yemin ederim ki Pofuduk tavşan bu etin yüz metre bile yakınından geçmemişti.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:137)
Yakınmak : Şikayet etmek, ah-ü vah etmek
“Petrus, ‘Hayallerimizi öldürdüğümüzün ilk belirtisi vakitsizliktir,’ diye sürdürdü sözlerini. ‘Hayatımda
tanıdığım en işi başından aşkın insanlar, her zaman her şeyi yapmaya vakit bulmuşlardır. Hiçbir şey yapmayanlar
ise her zaman yorgundurlar ve yapmaları istenen azıcık işle bile hiç ilgilenmezler. Durmadan günün çok kısa
olduğundan yakınırlar. Aslında, yürekten savaş vermekten korkarlar.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:60)
“Emma: ‘Bana öyle geliyor ki, halinizde yakınacak bir yan yok,’ dedi.
Rodolphe: ‘Ya, öyle mi sanıyorsunuz?’ diye sordu.
Genç kadın: ‘Çünkü… yalnızsınız nihayet,’ dedi. Biraz çekindikten sonra ekledi: ‘Zenginsiniz de.’
‘Benimle alay etmeyin, Allah aşkına!’
(G. Flaubert, Madam Bovary”, sa:153)
“Bu kapı vuruşlarının nereden geldiğini bilecek gibi; gerçekten kapıya falan vurulduğu yok, bambaşka
bir yerden geliyor sesler, ama uyku sersemliğiyle böyle bir sanıya nerden vardığını kestiremiyor…..Sabahleyin
hizmetçinin kapıyı tıklatmasına uyanıyor, kurtulduğundan ötürü bir oh diyerek kapı sesini selamlıyor; bu sesin
işitilmezliğinden hep yakınmıştır şimdiye kadar.”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri-Blumfeld, Yaşlıca Bir Bekar”, sa:137)
“... ve babası, odanın iki yandaki kapılarından birinee gerçi yavaş, ama yine de yumruğuyla vurmaya
başlamıştı bile. ‘Gregor, Gregor,’ diye seslendi, ‘Ne oldu?’ Ve kısa süre sonra, daha derinden gelen bir sesle,
yine uyardı: ‘Gregor! Gregor!’ Öteki kapının arkasında ise kıskardeşi, alçak sesle yakınıyordu: ‘Gregor? İyi değil
misin yoksa? Bir isteğin var mı?’ ”
(F. Kafka, “Dönüşüm”, sa:13)
“…ben de kendisine, ölene kadar bir başına yaşamak istediğimi, güzelliğimden arta kalan
dokunulmamış şeylere salt toprak ananın sahip olabileceğini belirtmiştim. Eğer bu sözlere karşın, hiçbir umut
olmadığı halde, rüzgara karşı yelken açmak istediyse, suların tam ortasında batmış olmasına şaşıracak ne var?
Ona umut vermiş olsaydık, kabahatli görülebilirdim; arzusunu yerine getirseydim, kendi istemime aykırı
davranmış olacaktım. Terslenmesine karşın üsteledi ve hiç kimse kendisinden nefret etmediği halde yılgınlığa
düştü. Şimdi söyleyin bakalım, çektiği acının suçu bende mi? Aldattığım biri varsa, yakınsın.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:88)
“Bay Brooker’ın para ve malvarlığı soruşturmasından neden kaçtığını, neden Kamu Yardım
Dairesi’nden bir yardım parası aldığını anlamıyordum. Başlıca zevkleri, önlerine gelene dert yanmaktı. Bayan
Brooker saatlerce yakınırdı; sanki sedirin üzerinde üst üste aynı şeyleri dile getirerek mızırdanan yumuşak bir
yağ yığını gibiydi.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:29)
“Salonda onları Marya Kirilovna karşıladı ve kızın güzelliği yaşlı kurdun başını döndürdü. Troyekurov,
konuğunu genç kızın yanına oturttu. Onun varlığı Prens’i canlandırmış, neşelendirmişti. Anlattığı meraklı
hikayelerle de birkaç kez kızın ilgisini çekebildi. Yemekten sonra atlı bir gezinti önerdi Kirila Petroviç. Fakat
Prens, kadife çizmelerini öne sürerek ve damla hastalığından şaka yollu yakınarak bağışlanmasını diledi.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:87)
“Yakındığım yok
Bir düş değildi
Esin Perilerinin
bana bağışladıkları zenginlik:
ben ölsem de,
adım hiç unutulmayacak”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “nedir gene deli gönlünü çelen”, sa:126)
“Ne berbat hava, diye yakındı on dört numaralı oy verme bürosunun, kalbi dışarı uğrayacakmış gibi
atan sandık kurulu başkanı, üzerinden zırıl zırıl sular akan şemsiyesini sertçe kapatıp arabasını bıraktığı yerden
adımını içeri attığı kapıya kadar kırk metre soluk almadan koşmasına karşılık pek işe yaramamış olan gabardin
yağmurluğunu sırtından çıkarırken.”
(J. Saramago, “Görmek”, sa:11)
“Düşlerimde daha az utangaçtım. Düşümde onu elinden tutuyor, ormana götürüyor, onunla ağaçlara
tırmanıyordum..... onun yanında otururken yüzüne bakıyordum, iyice yakından ve ona öyküler anlatıyordum. O
da gülüyordu; başını arkaya atıyor, gözlerini kapatıyordu, üstelik benim kulağının arkasına, ensesine,
ayvatüylerine doğru hafifçe üflememe ses çıkarmıyordu..... Güzel düşlerdi gerçi, ama -yakınmak gibi olmasınbir yerde düşten başka bir şey değildi işte; bütün düşler gibi de, insanın gönlünü gerçekten doyurmuyordu.”
(P. Süskind, “Bay Sommer’in Öyküsü”, sa:44-5)
“Anna,..... yastığı alıp dizlerinin üzerine koydu, bacaklarını dikkatlice örtüp rahat oturdu. Yaşlı bir
kadın uyumaya hazırlanıyordu. Öteki iki kadın Anna ile konuşmaya başladılar. Yaşlı şişman bir kadın yakındı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:194)
Yakıp kavurmak : Kızgın güneş, ateş ya da kimyasal maddelerin insan derisi ya da doğaya yaptığı tahrip, O
kızgınlığın yarattığı his
“O gün pek heyecanlıydık, çünkü kendimizi ciddiyetle yılan aramaya vermiştik. Karnımıza dek çamura
batmıştık, güneş ensemiz yakıp kavurmuştu; oynattığımız taşların arasından kurbağalar fırlamış, ayak bileklerim
mosmor olmuştu.”
(C. Pavese, “Ağustosta Tatil-Ad”, sa:12)
Yakıp kül etmek : Yanıp külleri kalmak, mahvolmak, ortadan kalkmak
“‘Agape’nin farklı birbiçimini yaşayan bizlere bu hayat korkunç gelebilir. Oysa yakıp kül eden aşk
karşısında her şey, ama her şey önemini yitirir. O insanlar yalnızca aşkları onları yakıp kül etsin diye
yaşadılar.’..... Aşkın bu tuhaf türünü sanki en iyi bu sözler açıklıyormuşçasına, ‘Agape, yakıp kül eden aşktır,’
diye takrarladı.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:107)
Yakışık almak, almamak : Yakışmak, adabı muaşerete uygun olmak; uygun düşmemek
“‘Yemeğiniz mutfakta,’ dedi. Ama benim yemeğim hep mutfakta dururdu. ‘Teşekkür ederim,’ dedim,
bakışlarımı onunkilerdenn kaçırıp duvar kağıdının desenine doğru hafif sesle: ‘Söyleyin...’ dedim...
‘Bana yakışmaz bu,’ dedi ‘yakışık almaz... size söylemek de acı veriyor bana, istemediğimi
söylemek... kızın geceyi yanınızda geçirmesini istemiyorum.’ ”
(H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:108)
“Therese bu sözlere hiç gecikmeksizin karşılık vermişti. Hayır, o böyle şeyler yapabilecek bir kadın
değildi. Ne kadar titizlikle işlenirse işlensin, cinayetin ortaya çıkması olanağı her zaman vardı. Bu durumda da
yapan, derhal hapishaneyi boylardı. Öyle demir parmaklıkların ardına düşmek, dürüst bir kadın için yakışık
almazdı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:130)
“İstifa etmesinin nedeni de buydu ya. Müzede ölmesi yakışık almazdı. ‘Aniden olabilir,’ demişti doktor,
sonra da eklemişti: ‘Pattadan.’ Graecen’ı çok etkilemişti bu söz. Yanlış yere konmuş toprak bir çömlekle ilgili
müze müdürü
yardımcısıyla konuşurken farkına varmadan ağzından çıkıvermişti. ‘Düşüp kırılabilir pattadan’ ”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:34)
“Bir kapı, birçok kapılar açılıyor sanki aşağıda, komşu evlerde. Bir kadın sesi, dadım mı, soruyor:
‘Hayrola, bekçi baba?’ Sonradan öğreniyorum ki, bekçi babaya yangının nerde olduğunu sormak olmaz, yakışık
almaz. ‘Hayrola bekçi baba?’ diyeceksin. O da sopasını vurarak, hiçbir soru duymamış gibi, uzaklaşacak bağıra
bağıra: ‘Yangın var... Üsküdar’da, Şemsipaşa Mahallesi’nde...’ ”
(A. Erhat, Gülleyla’ya Anılar, sa:13)
“Kentte pek çok kadın vardı ki, bunlara veda etmeden gitmesi asla yakışık almayacaktı; daha dün gece
bunlardan biriyle yatmış, ama geleceğe yönelik plan ve tasarılarından kendisine hiç söz açmamıştı. Evet işte,
yolculuk görünmesin, insanın ayağına dolaşan ne çok şey çıkıyordu. En iyisi hiç oralı olmamaktı.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:231)
“Ta saat on buçuktan beri. Hey be birader, böyle nefis bir gece geçirmedim ömrümde. Biliyorum,
yakışık almaz bunu anlatmam, çünkü birbirimizi pek tanımıyoruz.”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri”, sa:6)
“Öte yanda, Buenos Aires’den denize açılarak bu yolculuğa çıkmış olmakla, genelde halkı sade
ceketleri ve bir zamanlar aşağı sınıfa özgü pantalonları benimsememiş, ancak yakışık alır bir değişiklik yaparak,
dünyanın en ilginç giysilerinden sayılabilecek taşralı giyimlerine bağlı kalmış olan Şili halkından olup, sürekli
orada oturduğunu doğrulamıştı.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:33-4)
“GUINNESS DADI - Genç bir kızın önünde yakışık alır mı böyle sözler söylemek? Haydi nonoşum,
güzel güzül çayını iç. Kulak verme ona. (Bir fincana çay koyar.)”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:9)
“Levin tam konuşmaya başlayacağı anda Kiti de başladı.
-Bak ne diyeceğim sana Kostya! Köşedeki odaya gidiver lütfen. Sergey İvanoviç’in odasını nasıl
hazırlamışlar bakıver. Benim gitmem yakışık almaz. Yeni lavabo koymuşlar mı, ona da bak.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:736)
Yakmak : Felaketine neden olmak, zarara uğratmak; Derinden aşka düşmek; Ateşe vermek
“... a kaltak, benim adımı ne karıştırırsın. Ne sokarsın beni kavgaya. Ben şurada ekmek param için...
Allah, yaktı beni bu Hayriye karısı yaktııı. Bu yaşımda mapusanelerde mi sürüneyim a orospu! Ya o Masume
Teyzenin gelini. Ah! Ah! O etmiş telefonu o. Telefon eden ellerin tutmaz olsuuuun. Allah o müfettiş kocana
kavuşturmasın.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:26)
Yalak : Arsız, yüzsüz, dedikodu, sırnaşık, onursuz, laübali
“YOLCULUK VI
Kadın, o iğrenç köle, burnu havada, ahmak,
İğrenmeden bayılan kendine, gülmeden tapan;
Erkek, dediği dedik, pisboğaz, azgın, yalak,
Kölenin de kölesi, akan dere lağımdan.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:263)
“Çeşitli yaşlardaki çocuklar, en öğrenilmiş pozlarla, en yalak hareketlerle, ses kuşağında günün sevilen
parçaları ‘playback’ olarak çalarken, giysileri ve birebir davranışlarıyla......-ite kaka- benzetilmek için her türlü
rezilliği göze alınarak <kullanılıyorlardı>.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:70)
“Bakın Doktor Pereira, dedi kısa boylu sıska yalak bir havayla, dulsunuz ve kadınlarla birlikte
olmuyorsunuz, gördüğünüz gibi, hakkınızda her şeyi biliyorum, sakın genç oğlanlar olmasın hoşunuza giden?
Pereira, yeniden eliyle yanağını ovuşturup, rezil bir insansınız dedi.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:158)
Yalaka; Yalakalık (yalaklık) etmek : Dalkavuk, sırnaşık; Dalkavukluk, sırnaşıklık; Birinin hoşuna gitmek için
sergilenen, içten olmayan davranış
“Floyd giderek Nashe’in sinirine dokunmaya başlıyordu. Herif budalanın, geri zekalının tekiydi ve
konuştukça oğluna daha çok benziyor, Nash’e onu anımsatıyordu. İkisinde de insanların hoşuna gitme çabası,
ikisinde de aynı yalaklık, ikisinde de aynı boş bakış vardı.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:203)
“İLGİ ÇEKECEK BİR ŞEY
(İSTİYORUM)
------------------atlıkarınca resimleri istiyorum,
müzik kutuları, her yaz
tezgahlarında terleyen
tıknaz kadınları da, yaz-aşkını,
aynı zamanda. İstiyorum kocalarını
onların ağzı kulaklarına varan, yalakadenizim ben, iskelesini yutan.”
(Isobel Dixon<d.1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.05.07)
Yalamak : Esas ilmini yapmaksızın kenarından geçmek, müsveddesi olmak
“Böylece, Mahkeme, Komiser Calabresi’nin ölüm emrini Lotta Continua Yönetim Kurulu’nun
verdiğini kabul ediyor. Bu durumda, bizim gibi hukuk yalamamış olanların bile aklına şu soru takılıyor: ‘Peki
ama, bu durumda Mahkeme niçin Lotta Continua Yönetim Kurulu üyeleri hakkında soruşturma açmıyor?’ ”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!” sa:50)
Yalana sarılmak : Gerçekle bağdaşamayınca yalana başvurmak
“Kendi kendine yalan söyleyen herkesten önce alınır. Bazan alınmak pek tatlı gelir, değil mi? İnsan,
kimseden kötülük görmediğini, kırgınlığı kafasından uydurup, laf olsun diye, sırf sahne yaratmak için yalana
sarılarak pireyi deve yaptığını bildiği halde surat asar…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:60)
Yalan atmak : Yalan söylemek, yalan uydurmak
Bk.: Yılan kıvırmak
“Tanıdınız, öyle mi? Memnun oldum! Öyleyse söyle bakalım, benim için neler uydurdun ha, neler
uydurdun benim için? Ne yalanlar attın bakalım?”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:279)
Yalan babası : Yalancıların şahı, ayaküsütü yalan üreten
“Yalana gelince; diyebilirim, ömrümün her gününde, her saatinde yalan söyledim. Gerçekten ‘yalanın ta
kendisiyim, yalan babasıyım…’
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:60)
Yalancı oğlu yalancı : Yalancının daniskası, sicilli yalancı
“BARTLETT, birdenbire, ahçıyı ilk kez görüyormuş gibi olur. - Sen hala oralarda mısın? ….. Talihin
varmış, o sıralarda elime geçmedin. ‘Bakırla pirinç… hırdavat…’ dedin ha? ‘Altın ne gezer? Tek metelik etmez
bunlar…’ dedin ha! Seni yalancı oğlu yalancı seni!”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:17)
Yalancı pehlivan : İri ve kuvvetli vücut gösterisine karşın fiziksel olarak yalnız gösterişte kalan kimse; Korkak,
ödlek kişilik; Kendisini oldğundan büyük ve kuvvetli görüp de kudretinin üstünde kuvvetlerle yarışmaya
niyetlenen
“Kont: ‘Şimdi ben devlet tutuklusu muyum, kuzum?’ dedi.
Maskeli Ludovic: ‘Hiç de değil!’ diye yanıt verdi kibarca. ‘Siz sade bir yurttaşı tahtırevanla
gezdirmeyi üzerinize alarakona hakarwet ettiniz, yarın sabah sizinle düello etmek istiyor. Eğer onu öldürürseniz,
sağlam iki at, para ve Cenova yolu üzerinde hazırlanmış menziller bulacaksınız.’
‘Bu yalancı pehlivanın adı nedir?’ dedi fena halde öfkelenen kont.
‘Ona Bonbance derler. Silahların seçimi size bırakılacak. Ama ikinizden birinin ölmesi gerekiyor!’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:272)
“Harlov birdenbire Slötkin’e bağırdı:
-Ateş etsene, yalancı pehlivan. Ne diye yalnızca nişan alıyorsun? Yoksa yasayı mı düşündün? Harlov,
her sözünü tarta tarta, yasa maddesini söyledi: ‘Bağış alan kimse bağışlayananın yaşamına kastederse, bağışlayan
bütün bağışını geri alabilir...’ Ha, ha, ha! Korkma yasacı herif, hiçbir şeyi isteyecek değilim... Her şeyimi kendim
yok edeceğim. Yallah!”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:95)
Yalancı peygamber : Peygamberlik iddiasında bulunan rahip ya da kişiler
“Yavaş yavaş, Yuhanna babasının yanından ayrılıp İsa’ya yaklaştı, hocanın ayaklarına varmıştı ki,
Zebedi gördü, eskisinden daha beter kudurdu. Yalancı peygamberlerden bıkmış usanmıştı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:212)
Yalan dolan : Yaşam boyunca alavera dalavera yapmak, gerçeği yaşamamak
Bk.: Kuyruklu yalan
“Smerdyakov sırıttı:
-Yalan dolan bunlar..
-Hadi cehennem ol, uşak ruhlu, sen de!”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:192)
“ ‘Onu benim işlediğim bir cinayetle haksız yere suçladım, kendi kendimi cezalandırmam gerektiğini
kabul etmemek için onu öldürdüm, tüm hayatımı yalan dolanla geçirdim, ölmek, cehennemin dibinde sonsuza
dek acı çekmek istiyorum.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:527)
“Olumlu felsefeye kafa tutan bir de olumsuz felsefe vardır. Şirretler, ahlak sistemleri kurmaya çalışan
feylesoflara şöyle bağırıyorlar:
‘Her şeyde gerçek aramak zoruyla boşuna yoruluyor, hiçbir şey bulamıyorsunuz. Gerçek... Gerçek...
Bu ne kadar gözlere görünmez, duygulara çarpmaz bir şey. Bu işe yaramazı bırakalım, zıtlarını alalım. Yanlış,
yalan, dolan... Hayırdan kaçalım, şerre sarılalım...”
(H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:360)
“Şifa vermeyi ve büyüyü İzmir’de yaşayan bir Acemden öğrenmiş, her ikisinde de çok ustaymış. Yalanı
dolanı sevmeyen, ona buna yaltaklanmatan hoşlanmayan ve sanatından başka bir şey düşünmeyen bir adam
olduğundan çevresindeki düzenbazlardan ve hastaları yanlış yollarla iyileştirdiklerini sananlardan bıkmış
usanmış.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:20)
“Bu insanda tüm amansızlığıyla çekilen uzun süreli bir dert, çiçek gibi güzelim yaşamımızı
çirkinleştirip kendimize sehir etmemize yol açan bütün o küçük kusurların, içerlemelerin, sabırsızlıkların,
güvensizliklerin, yalan dolanların, bizi çirkinleştiren bütün o tatsız, cılk yaraların canına okumuştu.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:141)
“Böyle doymak bilmez cimrinin biri binlerce dönümlük yeri kuşatıveriyor: İçindeki namuslu çiftçileri
evinden çıkarıyor: Kimini yalan dolanla, kimini zorla, kimini de türlü yollardan tedirgin edip yerlerini satmak
zorunda bırakarak.”
(Th. More, “Utopia”, sa:28)
“Soğuk terler tenimizi
Örtmüş ay’la, yeşillikle…
Yamandı sert şarabımız!
Yalan dolansız güneşte
Ne gerekir bize? içmek.”
“İşi gücü yalan dolan
Sevimsiz, hain kalacak,
Aldatıyor, aldatacak,
Bu çocuk, budala hayvan.”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:133;137)
“Yemin ettim: güzelsin; özüm, hep yalan dolan:
Doğruya eğri diyen katmerli iğrenç yalan.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:152, sa:345)
“ ‘Öyküm kafadan uydurulmuş pek çok öykü gibi hoş değil, bir ahengi de içermiyor. Saçmalık,
karmaşa, cinnet ve düş tadı var bu öyküde, kendilerini yalan dolanla avutmak istemeyen insanların yaşamı gibi
tıpkı.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:103)
“TOLSTOY (İnleyerek.) - Bu evdeki yalan dolan beni öldürecek. Ah, hiç olmazsa bir kerecik dürüst
olunabilseydi; hiç olmazsa ölüm karşısında.!”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:190)
Yalan dünya : Bir varmış bir yokmuş; boş, yalancı dünya
“Sosyalizm konusunda tabii başka bir sorunları yoktu ki o budalaların. Sonra Mehmet canına kıydı.
Dünya yalan dünya: bak işte Kerem koluna kırk beşlik karıyı takmış Nişantaşı’nda cirit atıyor.”
(S. İleri, “Cehennem Kraliçesi”, sa:246)
“BİZİM YÜZYIL
***
Sen hey gidi yalan dünya! Ölüm sonrası kolay!
Feleğin ne umurunda varım ya da yoğum ben.
Hep öyle önceki gibi yitecek bozkırda ay
Ve fırtına karanlığı sarsacak dinlenmeden.
Sayması zor ne günlerim kayboldu ziyan zebil
yaşayan or gerçek yaşam şimdi benden uzakta
elbet artık umduğum şey yani bir yaşam değil,
tevekkülle bekliyorum sıramı son durakta.”
(F.İ. Tyutçev<1803-1873>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
19.05.05)
Yalanın gözü :
Yalanın ta kendisi, katmerlisi
“Tatlı bir gülümseme ile:
-Öyleyse, dedi, buluştuk işte... Gözlerin olsun aydın!
-Demek, buraya gelmeden önce, senin Zekeriya köyü, Kemerburgaz, Kısırmandıra taraflarına filan
gittiğin hep yalan ha!...
Ha ha! Hem de yalanın gözü... Onların hiç biri beni tanımaz bile... Onlar seni paraca biraz sızdırmak
için böyle söylemişler...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:136-7)
Yalan(ın sunturlusunu) kıvırmak : Yalan atmak, yalan söylemek, yalan uydurmak
“-E, Klim, sizin buralar nasıl yerler? Tehlikeli mi? Kötü olaylar oluyor mu?
-Tanrıya şükür, olmuyor. Hem kim yapacak kötü şeyleri?
-Eh, olay çıkmaması iyi... Ben gene de ne olur ne olmaz, yanıma üç tabanca aldım, diyerek bir yalan
kıvırdı. Çok iyi bilirsin, tabanca bu, şakaya gelmez. On haydut çıksa karşına, tümünü haklarsın...”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:134)
“LELIO - Ben Napoli’li bir şövalyenin asil oğluyum.
ARLECCHINO - Maaşallah hem şövalye imiş; hem de Napoli’li. İki yalanı birden kıvırdı!”
“ARLECCHINO - Bozuntuya vermeden güzel idare ettim ha! Hani ne demişler; kır atın üstünde yatan
ya huyuna, ya tüyüne! Bizim efendiye layık uşak olayım dersen, yalanın sunturlusunu kıvırmalı. Yoksa onun o
zekasına saygısızlık olur. (Otele girer.)”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:18;26)
“... bir yandan beceriksiz yalanlar kıvırıp bir yandan da ‘Bir daha yalan söylemeyeceğim öğretmenim’
diye içtenlikle yeminler edenler, dayak ve aşağılanmadan kan ter içinde kalmışken işkencelerini daha da
artıran...”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:123)
Yalan kumkuması : Bir sürü yalan söyleyen kimse, yalancıların şahı
“Usta ona işaret parmağıyla gözdağı verdi: ‘Seni gidi yalan kumkuması, moruk seni! Bana kalırsa, senin
dansla filan artık bir ilgin kalmamış olsa gerek.’ ”
(H. Hesse, “Knulp”, sa:95)
Yalan söylüyorsam ne olayım : Sözüm ona yalan söylediği takdirde, çok kötü şeyler olabileceğini
adlandırmayarak, karşısındakini doğru söylediğine ikna etmek, inandırmak, güven sözü vermek
“Sonra birden, “Hiçbir akrabamı tanımam ben,’ dedi ve yatağa girdi. ‘Yalan söylüyorsam ne olayım, bir
tekini bile anlamam...’
Odayı papazın horultuları kapladı.”
“Y. Haşek, Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:142)
Yalan ve düzen : Yalan dünya, her şey oyun ve düzen
“KADINLARIN ELEBAŞISI - Varsın bu canavar, kendisi gibi canavarları korusun, esasen bunların
hepsi yalan ve düzenden başka bir şey değil ki! O, erkekleri kışkırtmak için gelmiş. Halbuki onlar yeterli
derecede can sıkıyorlar.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:42)
Yalan yanlış : Tüm gerçeği yansıtmayan, hiç olmazsa yarısı yalan, şöyle böyle, uydurma
“Onun isteğini kabul etmekten başka seçme şansım olmadığını <biliyorum>. Eğer, ‘Ya savaş
muhabirliği ya ben, seçimini yap,’ diyebilseydim, Esther’in benim için yaptığı her şeye ihanet etmiş olurdum.
Bahsettiği amaç -yalan yanlış anlatılmış bir hikayeyi araştırmak- beni ikna etmedi ama biraz özgürlüğe, dışarı
çıkmaya ve güçlü duygular hakkında deneyim kazanmaya ihtiyacı olduğu sonucuna vardım.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:57)
“Bugün Almanya’da yaşayan işçilerimizin durumu bu bakımdan yürekler acısı bir örnektir. Bırakın
çocukluğunu dışarıda geçirmiş olan Türk gençlerini, üniversiteyi dışarıda okumuş olup öğretim üyesi olarak
yurda dönen nice yetişkin bilim adamlarımız vardır ki, okudukları ülkenin bilimini yalan yanlış sürdürürler,
kendi yurtlarında da, aldıkları damgadan bir türlü kurtulamazlar, Fransız gibi, Alman gibi düşünürler, davranırlar
ya da öylesine Amerikanlaşmışlardır ki, Türk ortamı içinde sırıtırlar.”
(A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:67
“Eğer benim mahallemde işler yalan yanlış söylentilerle kalmayıp gerçek bir kıyım yaşanmış olsaydı,
ben aynı soğukkanlılığı uzun zaman koruyabilecek miydim? Eğer o sığınakta iki gün geçirmek yerine bir ay
geçirmek zorunda kalsaydım, elime verilen silahı reddedecek miydim?’ ”
(A. Maalouf, “Ölümcül Kimlikler”, sa:28)
“Bazıları onu alacak olan saray adamının adını sanını söylüyor, bazıları da işin çoktan olup bittiğini ve
kendilerinin nikahta tanık sıfatıyla bulunduklarını söylüyordu. Paul önce bu haberlere kulak asmadı. Bir ticaret
gemisinin geçtiği yerlere yalan yanlış haberler yayacağını biliyordu.”
(B. de Saint-Pierre, “Paul ve Virginie”, sa:86)
Yalan yere tanıklık (şehadet) etmek : Bile bile yalan söylemek, bir yalanın ardında durmak
“MEPHISTOPHELES - Ey mubarek adam! Hala böyle bir fikre saplanıp kalıyorsunuz! Ömrünüzde
ilk defa olarak mı yalan yere şehadet etmiş olacaksınız?”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:159)
Yalapşap : Üstünkörü, gelişigüzel, baştansavma
“Üzerindeki örtüleri çekip aldı, pijamasını çıkardı.
-Yüzünüzü kolonyayla sileceğim biraz, dedi. Bugünlük tuvaletiniz yalapşap olacak, ne yapalım.
Kollarınız kaldırın, Tamam. ‘Gömlek.’ ”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:216)
Yalayıp yutmak : Bir yiyeceği bir nefeste boğazına indirmek; Ödevleri, okunacak yazılacak materyalin bir
çırpıda hakkından gelmek, ezbere bilmek
“HOYRAT TÜRKÜ
------------------------İncil, Tevrat denen kağıtları
Yıllardır çiğneyip yaladık yuttuk.
Palavralardan korkmuyoruz artık.
Öbür dünya denen saçmalıklara
İnanmıyoruz Papa kıçını yırtsa da
Bir avuç suda fırtına yaratsa da.
Ekmek gerek bize bu dünyada, ekmek.”
(1789 Fransız Devrimi Şarkıları”, sa:23)
“Papaz, suçüstü yakalanmak korkusuyla hindiden bir iki lokma ya alır ya almazdı. Sayın Avukat
Carrega’ya gelince, onun temeldeki sahtekarlığını keşfetmiştik. Bağda gizlenir gizlenmez yalayıp yutmak üzere
koca koca butları Türk işi cüppesinin altına gizlerdi. Eli öylesine çabuktu ki onu hiç suçüstü yakalayamazdık.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:13)
“Fotoğraf sanatı ve senaryo yazarlığı sanatı ve senaryo yazarlığı konusunda yazılmış ne varsa yalayıp
yutmuş genç yönetmenler, kafalarında fikirleri, ceplerinde üniversitede çektikleri videoların sıralandığı
CV’leriyle başlarına devlet kuşu konmasını bekliyorlar.”
(P. Coelho, “Kazanan Yalnızdır”, sa:16)
“PURO
Kocaman puro. İçeri taşındı
zincirli üç bakımsız çocuk köle tarafından.
-------Yoğun, kekre bir duman birdenbire doldurmaya
başladı
düzgün ve uyumlu içini lokantanın.
Avizeler düştü parçalanarak; karanlıkta
şarap şişeleri aceleyle mahzene döndü,
------Bir adam, gözyaşları boşanarak sarhoş
burnundan
yaladı yuttu yedi karısını ve çocuklarının fotoğrafını.”
(Geoff Hattersley<d.1956>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, “Cumhuriyet Kitap, 18.01.07)
“Üç yılın sonunda hukuk fakültesini henüz terk etmiş, elime ne geçirirsem okuyarak ve İspanyol Altın
Çağı’nın bir daha yazılması mümkün olmayan şiirlerini ezbere söyleyerek geçiriyordum zamanımı. Bana roman
yazma tekniğini öğreteceğine inandığım özgün ya da çeviri metinlerin hepsini yalayıp yutmuştum.”
(G.G. Marquez, “Anlatmak İçin Yaşamak”, sa:10)
“Redoute caddesinde yoğun bir sis vardı, Caseme’nin duvarlarına sürünerek yürümenin daha akıllıca
olduğunu düşündüm; sağımda arabaların farları ıslak bir ışık bırakıyorlardı, kaldırımın nerede bittiğini anlamak
imkansızdı. İnsanlar vardı çevremde, adımlarının sesini duyuyordum, bazen de mırıltılarını: Ama kimseleri
göremiyordum. Bir kezinde, omuzumun hizasında bir kadın yüzü belirdi, ama sis yalayıp yuttu onu; başka bir
kez, bir başkası geçti sürtünerek, soluk soluğa.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:98)
Yalap yalap : Işıl ışıl, parıl parıl
“Çok Sıcak Diyar
gerçekliğin bütün kavurucu sıcaklıkları
çoktan korumuş bir otun
üzerine çöküverdi... Güneş, yalap yalap
yanarak gözden
kayboluyordu. Mavi açlık içinde...”
(Vera Çeykovska<d.1954>-Suat Engüllü; Şiir Atlası, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.04.10)
Yalçın : Dik, sarp; düz ve kaygan
“... selin kıyısı boyunca, çimenlerin üzerinden yürüyerek çıktı; sonra geçtikleri yolda hiçbir iz
bırakmamaya dikkat ederek kıyıların en yalçın olduğu bir yerden, dikenli çalılıklar arasından aşağı indiler.”
(X. de Maistre, “Kafkas Tutsakları”, sa:83)
Yaldızlanmak : Boynuz takılmak; eşi ya da sevgilisi tarafından aldatılmak
Bk : Boynuz yaldızlamak, yaldızlanmak
“Sonuç ne? Durumumu değiştirmiş olmam ki, yalnızca yaldızlanmış olurum. Kendisinden daha
güçlülere kavuk sallayan, ezilmeye, hem işin kötüsü, hak ettiğini bile bile ezilmeye hep göğüs germek zorunda
küçük bir varlık olmaktan kurtulamam.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:80)
Yalım; Yalıma kesmek; Yalımlı, Yalım yalım yanmak : Alev, odunların alevinin korlanması; Alev alev
yanmak; Kıvılcımlı, alevli; Kesici silahların keskin yüzü
“Oysa İMDAT sözcüğü Brick’in ağzından çıkar çıkmaz, bir tür çarpık neden-sonuç mantığıyla bir
komut verilmişçesine, uzaktan top ateşinin gürleyişi duyuluyor ve kararmaya başlayan gökyüzü patlamanın
yalımlarıyla aydınlanıyor. Brick makineli tüfek tarrakalarını, el bombalarının patlayışını ve bu gürültülerin
gerisinde, hiç kuşkusuz kilometrelerce uzaktan gelen insan seslerini duyuyor.”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:12)
“... seninki gelip yetişti!
‘-Hey!’ diye bağırdı. ‘Tanrı’nın ve sizlerin karşısında, vicdanımın temiz olduğuna yemin ederim.
Evlenmek istiyorum onunla. Her şeyimi sizinle paylaşmaya hazırım. Çok zengin bir adamım ben!’
Yalım yalım yanıyor, rüzgara tutulmuş deve dikeni gibi, eyerin üzerinde sallanıyordu.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:27)
“Böyle konuşup oturdu o, kalktı hırsla
gücü yaygın Agamemnon, yiğit Atreusoğlu,
kapkara bir öfkeyle doluydu yüreği,
yanıyordu iki gözü yalım yalım.”
(Homeros, “İlyada”, sa:75-6)
“Haliç kıyısında Balat, Cibali yahut Ayazmakapısı yanarken rüzgarın götürdüğü iri bir çivi
Sultanselim’deki bir konağın saçağına, çatısına kızıl bir hançer gibi saplanır, orası da yanmaya başlardı; oradan
uçmaya başlayan yalımlı bir tahta parçası, Karagümrük’ü tutuştururdu.”
(R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:14)
“Temmuzdu. Tam öğle vakti başlamıştı savaş. Kayalıklardan kurşunla birlikte yalım da fışkırıyordu.
Sonra Çakırcalı’nın kızanlarından ikisi vuruldu. Bir de Koca Memet vuruldu.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:118)
“Kız da gelin de, ‘hoş geldin,’ dediler. O arada, ocaktaki kütük yanmış, tüm yalıma kesmişti.
...Ocağın gür yalımları arkalarına tuhaf gölgeler düşürüyordu..... Yaşlı adamın yüzü uzun, inceydi. Sakalları
sütbeyaz, değirmiydi. Alnını güneş yakmıştı. Bakır rengindeydi Yüzüne ocağın yalımları da vurunca, alnı,
yanakları, boynu kırmızı bakır gibi parlıyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:16)
“ ‘Sokak lambasından mıdır, yoksa tan ağardığından mı ne, bir yalım var gökyüzünde. Bir çeşit
kıpırdanma var. Bir yerlerde, çınar ağaçlarında, serçeler cıvıldaşıyor. Gün doğuşu duyumu var. Tan ağarması
demeyeceğim ona. Sokakta durmuş, baş dönmesiyle gökyüzüne bakan yaşlıca bir adam için kentte tan ağarması
ne demektir ki? Tan bir çeşit göğün aklaşmasıdır; bir çeşit yenilenmedir.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:228)
Yalın : Düz, sade; gerçeği sergileyen ama zorunlu olmayan söz, önerge, yazın
“Kitabın adı ‘İnsan Çılgınlıklarının Kitabı’ olacaktı; değişik işlerde geçen uzun çalışma hayatımda
yaptığım her gafı, her bozum olup kıçüstü oturuşumu, her mahcup düşüşümü, her budalalığımı, yaptığım her
çılgınca ve aptalca hareketi alabildiğine yalın ve açık seçik bir dille yazmayı tasarlıyordum.”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:13)
“Helen’in Şarkısı
Gösterişsiz, düzgün ve yalın
Beyaz sivri, göğe bakan kilise kulesi
‘vahşi ormandaki
kiliseye gel’
diye çağırıyor
Anne’nin gözde ilahisi.”
(Susan Bright<d.1945>-Defne Bilir, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.10.07)
“İNANALIM SOĞUK MEVSİMİN
BAŞLANGICINA
ve bu, benim
yalnız bir kadın
soğuk bir mevsimin başlangıcında
yeryüzünün kirlenmişliğini
ve gökyüzünün yalın, kederli umutsuzluğunu
ve bu beton ellerin güçsüzlüğünü
anlamanın eşiğinde”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-inanalım soğuk mevsimin başlangıcına”, sa:101)
“Öyle geliyor ki Chopin burada <La Minör Prelüd>, çoğu zaman olduğu gibi, kendine bir soru
sormaktadır: Ne olabilir, eğer...? Parçanın çok yalın, çok sakin üst partisi (kimilerinin hoşuna gitsin diye, buna
şarkı diyelim), huzura, ahenge götürmeyecek hiçbir unsur <öge> içermez; ama alt parti <bas>, insanın
yakınmalarını umursamadan, durdurulamaz yürüyüşünü sürdürür.”
(A. Gide, “Chopin Üzerine Notlar”, sa:35)
“Cahillerin kafasını karıştırmak için her zaman bir anatema gereklidir; düz, yalın, bezeksiz bir tema.
Kızıl-düşmanlığı teması da piyango torbasından böyle kolaylıkla çekildi işte, yalnızca sosyalizmden
ürktüğümüzden değil, sanıyorum asıl, Roosevelt’in bir süreden beri geliştirdiği çalışmaların kökünü kurutmak
amacıyla.”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:38)
“Oysa bir zamanlar, şiir yazarak organik bir açıklığa, kesinliğe kavuşturulması gereken bir kendi
yaşantımın özü, tutku dolu, son derece yalın bir yığın konu vardı kafamda. Her çabam, ince de olsa, kaçınılmaz
bir bağla o temel amaca yöneliyordu.”
(C. Pavese, “Yaşama Uğraşı”, sa:15-6)
“YALINLIĞIN ANLAMI
Yalın şeylerin arkasına gizleniyorum beni bulasın
diye;
beni bulamazsın, eşyayı bulacaksın,
elimin dokunduğu şeylere dokunacaksın,
parmak izlerimiz karışacak birbirine.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-ayraçlar I”, sa:55)
“O denli yalın ve kendi erdem listesi kadar kusursuzdu, sadece ara sıra çok öfkelendiği anlara denk
gelen bir insan sarrafı, Yüzbaşı Trotta’nın ruhunda dipsiz uçurumlar olduğunu, oralarda pusuya yatmış kimi
fırtınaların beklediğini fark edebilirdi.”
(Joseph Roth, “Kadetzky Marşı”, sa:16)
“Yılın son gününün gece yarısına kadar kurallara harfiyen uyarak ölümü kabul eden kişiler vardı; son
derece yalın bir şekilde, konun temeline inerek durumu, hayat bitti, şeklinde ifade edenler olsun, o son dakika
geldiğinde durumuu, daha mütevazı ya da gösterişli, bin bir şekilde ifade edenler olsun, hepsi için bu böyleydi.”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:12)
“‘Bütün bu yaygaralardan sonra,’ dedi Neville, ‘bütün bu kargaşadan, yaygaradan sonra işte geldik.
Gerçek bir an bu, gerçekten görkemli bir an. Lord unvanı verilmiş birinin salonlarına adım atması gibi
geliyorum. Kurucumuz bu; ünlü kurucumuz, avluda duruyor bir ayağını kaldırmış. Selamlıyorum kurucumuzu.
Soylu bir Roma havası kuşatmış bu yalın, dört köşe yapıları.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:24)
Yalınayak, Yalınayak başıkabak : Üstü başı perişan, pejmürde; ayak takımı, sokak serserisi, mahalle
çocuğui, köylü
“Beyaz, bembeyaz kış gecelerinde yalınayak çocuklar köpeklerle beraber koşuşurlarken, içerisi ağır bir
insan kokusu dolu kahvenin önünde dinlenirler:
-Ulan Kalorifer, derlerdi. Isıtıyorsun insanı be!”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Kalorifer ve Bahar”, sa:20)
“Köyün kenarındaki birkaç evin önüne gelince burnuma yanmakta olan tezek kokusu geldi. Gözümün
önünde, saç üzerinde yufka pişirilen bir ocak ve bekleyen yalınayak çocuklar canlandı.”
(S. Ali, “Bütün Öyküleri: II-Yeni Dünya”, sa:10)
“... açık pencerenin bile serinletemediği sıcak odalarında yatakta, çıplak, birbirlerine değen yerleri
terleyerek yatarlarken birinin ‘Irmağa gidelim, uyumuşlardır artık’ demesiyle üstlerine birer çarşaf alıp
karanlıkta, başkalarını uyandırmamak için sessiz, ağır ağır dışarının serinliğine çıkınca el ele, yalınayak, asma
araalarının sürülmüş toprağında ayaklarına çarpan ufak topaçlara aldırmadan koşarak...”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:135)
“VLADİMİR : Zavallıyı hemen gömdüler. (Susar, bir süre hareketsiz kalır..... aşağı yukarı yürür, sol
kulise koşar, uzaklara bakar. Bu anda ESTRAGON sağ kulisten başı eğik, yalınayak girer ve yavaşça sahneyi
kateder. VLADİMİR döner ve görür.)”
(S. Beckett, “Godot’yu Beklerken”, sa:89()
“Bodrumun karşı duvarında bir ip gerilmiş, ipte asılı çamaşırlar en az o mekan kadar nemli ve gri.
Çamaşır ipinin altında bir yatak duruyor, üzerinde benzer pozlarda üç çocuk oturuyor, sırtları duvara yaslanmış,
dizleri çenelerine dayanmış, kollarıyla bacaklarını sarmışlar. Yalınayaklar, üzerlerinde pamuklu giysiler var. En
büyükleri bir kız. Saçları yağlı, taraz taraz.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:200)
“Kentte
Derler
-yalınayakBütün gelmiş geçmiş ağızları aç
Al beni
Ver ekmeğimi”
(F. Hüsnü Dağlarca <1914-2008>, “Ötekinde Olmak-Oralarda”, sa:61)
“Çermaşnaya’ya gidersin, ben de gelirim sana, hem elim boş değil… Sana orada bir kızcağız
göstereceğim: çoktandır gözüm var. Kız şimdilik yalınayak başı kabak ama hor görme - cevherdir şu
pabuçsuzlar.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:209)
“Gerilere doğru bir ayva ve bir de kiraz ağacı, sanırım bu panoramayı tamamlıyor. Evde bahçeden ne
anlayan bir kimse var, ne de çalışacak zamanı olanı. Herhalde doğayla iç içe olacağız burada. Şöyle tekrar bir
etrafa bakınca, gerçekten bu zemini taş, çatısı ahşap, gövdesi kerpiç evi beğendiğimi duyumsadım. Taş
koridorlarda, yaz sıcağında herhalde yalınayak keyfederiz, belki de Nisa’yla seksek oynarız, bilinmez.”.....
“Anne, örtülü, yaşmaklı, şişmanca, gözleri yaşlı bir hatun. Uzak akrabalardan biri hemen her gün sepetle eve
biraz azık getiriyor, zira hiç gelirleri yok. Sürüyle daha isimlerini bilmediğim çocuklar, yalınayak başıkabak,
ellerinde sapan, cami avlusunda karga avı peşinde.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:77)
“TUNUS ÖZLEMİ
----------------------Masmavi denize açılan
koca camlı kapılar
Bembeyaz muslin çarşaflı yatağın
ve yalınayak bastığında
serinliğini hissettiğin
gri beyaz mermer tabanın üzerindeki
yüksek tavanda dalgalanan
yanardöner parıltılar”
(Lawrence Ferlinghetti<d.1919>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
13.12.05)
“BECERİKSİZLER - Vaktiyle biz epeyce çanak yaladık. Lakin şimdi işimiz Allaha kaldı!
Kunduralarımız dansetmekten delindi, artık yalın ayak dolaşıyoruz.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:233)
“Sonra o asırlık ihtiyar teknisyen Porsch’u tanımayan var mıydı? Yalınayak yürürken bile koluna koluna
kibar koltuklar takmadan duramazdı. Eskilerden sert bir köy öğretmeninin oğluydu, İncilin nerdeyse yarısını, bir yığın
atasözünü ve ahlaksal nitelikteki bir sürü özdeyişi ezbere bilirdi; ama bu özelliği, ne ağarmış saç sakalı gördüğü bir
kadına kur yapıp iltifatlar yağdırmaktan ve sık sık kafayı tütsülemekten kendisini alıkoyamazdı hiç. Şöyle biraz
yükünü almaya görsün, Hans’ların evinin köşesindeki taşın üzerinde oturmaktan hoşlanır, önünden gelip geçen herkese
ismiyle seslenir, özdeyişlerini ve hikmetli sözlerini bol keseden kendilerine buyur ederdi.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:146)
“Pantolonumu, ceketimi giydim, ılık havada yeterdi bu kadarı; ayakkabılarımı ele aldım, yalın ayak
sıvıştım dışarı; bahçe çitlerinden atlayıp uyuyan kasabayı yavaş yavaş geçmeye başladım. Dere boyunca vadiye
yukarı gidiyordum; uslu uslu çağıldıyor, küçük titrek ay ışıklarıyla oynaşıyordu dere.”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:56)
“NOSTALJİ
İçimdeki bu karanlıkta onları nasıl savunayım
içinde bulundukları savaştan damlarlarken
unuttuklarımdan
kinin damlalarından
rüzgarları organım olan
büyüklerinin arasında hoplayan ayaklarım
sonra
yalın ayak düşlerimi yoklarlar”
(Muhammed Hüseyin Hitam<d.1958>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
13.10.05)
“... dar yoldaki çitin ardında birdenbire üç insan farkediyorum. Bunlar, gizlenen üç çocuk. İlki oğlan,
biri de kız. Oğlanlar on üç yaşlarında, kız da ötekilerden belki iki yaş daha büyük. Üçü de yalın ayak.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:46)
“Çamurlu yolda, birbirini iteleyerek koşuşan on kadar yarı çıplak çocuk, yalın ayak, başı kabak,
yarışıyorlardı. İlk kez olarak onların lime lime giysilerinden çıkan cinsel organlarını görünce, ta kulaklarıma
kadar kızardım.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:12)
“O eylül günü, şafak sökerken, Galatz Kapısı’ndan genç bir adamın çıktığını, yalın ayak başı kabak,
sırtında tek bir gömlekle, rüzgar gibi koştuğunu görürdünüz.”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:179)
“Karanlığın içinde ilkin bir fenerle iki karaltı, Epaminonda ile Nerrantsula’nın gölgeleri belirdi,
ardından yirmi adım kadar geride başka fenerler, karaltılar ayrımsadım; bunlar on, on beş yaşları arasında on
kadar Rum çocuğuydu. Hepsi yalınayak başıkabaktı.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:49)
“Birçok iy yürekli kadın, yardıma koşup Meryem’i ayıltmıştı. Gözlerini açtığında, yalınayak, iskeleti
çıkmış oğlunu gördü. Doruğa varmak üzereydi, önünde çarmıhı taşıyan başka biri vardı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:56)
“Gazeller
Evine vardığımda
Yoktun, çekip gitmiştin.
Kapında
Güneş yalınayaktı.”
(Nazir Kazimi-Asuman Belen Özcan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.02.03)
“Fötr, gümüşi şapkası eğri büğrü, kenarları çökmüş, başında her zaman uçacakmış gibi durur. Hep
yalınayak gezer. Bacakları da çemrektir. Ben onu bildim bileli, tanıdım tanıyalı derenin kıyısına çekilmiş bir eski
motorda yatar.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:130)
“Karşılarından şayak şalvarı dizlerine kadar püskül püskül yırtılmış, yalınayak, başına bir mendil eskisi
sarmış, sırtındaki yorganın altında iki büklüm, ayağını yere değdikçe kızgın saça basmış gibi birden kaldıran, bir
tuhaf yürüyüşlü, kupkuru bir adam geliyordu.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:28)
“Diyarbakırda köylü kılıklı kimi gördümse, kiminle konuştumsa işi yok. İş arıyor. Elazığ’dan gelmişler.
Bitlis’ten, Bingöl’den, köylerden gelmişler. Diyarbakır’da öbek öbek yalınayak, başı kabak, yırtık esvaplı
insanlar...”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:13)
“ESMA’NIN HİKAYESİ
Esma’yla çocukluğumda
Sokakta oynadığım zamanlar
Dizge çorap giyerdi,
Yalınayak gezerdim.”
(Cahit Külebi<1917-1997>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:471)
“Akşamüstü, bakkalın bahçesinde, birleştirilmiş masalarım çevresine dizildik. Başkan’ın sağında 1
Numara, solunda eşi oturuyordu. Diğer komite üyeleri -bu arada suratı iyice asılmış olan Yazar da- masanın
başında yerlerini almışlardı. 1 Numara’nın giysisinin iyice Başkan’ınkine benzediğini fark ettim. Bunca yıldır
yalınayak başıkabak dolaşan adam, artık ütülü pantolonlar ve tiril tiril gömlekler giymeye başlamıştı..”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:63)
“Bu, önümde birkaç kere tekrarlanan hareket yüzünden, Lamia’yı o yüksek duvarların ardında
güzelliğini saklayan bir prenses olarak hayal ederdim. Zavallı Lamia, onu mutfakta çalışırken, ya da yalınayak,
elinde bir testi, başında bir örtü ile görseydim, onu prensese pek benzetemezdim.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:12)
“Yıllar boyu sürdürdüğüm tek acayip ilişki şu benim vefakar Damiana’yla olmuştu. Neredeyse çocuk
denecek yaşta, yerli suratlı, güçlü kuvvetli, kaba saba bir kızdı, az ve öz konuşur, yazı yazarken beni rahatsız
etmemek için yalınayak dolaşırdı.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:17)
“Buz kesen ellerini ovuşturdu ve ayaklarını ısıtır umuduyla yırtık halının altına soktu. Will, sabahleyin
erkenden atı nallatmak için Jonesboro’ya gitmişti. Scarlett, insanların yalınayak gezdikleri bir dönemde atların
nal ile dolaşmasını çok lüks buldu.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:677)
“SAHRA
Elleri kalbini durumdan duruma taşımasa
Çaresiz, bağlı kollarını taşır.
El MÜTENEBBİ
VI
---------Kaç defa çabucak yalınayak yürüdük. Kaç defa
yavaşça.
Ulaşamadık. Kaç defa adımlarımızı korkarak attık.
Duvarı özenle
örülmüş kuyuyu bulamadık. Acıkırdık yemek
bulamazdık. Kaç defa”
(Hasan Necmi<d.1960>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.09.06)
“Her şeyde yalnızlık ve hüzün var! Dolaştığım şu yerlere eskiden, Sylvie’nin büyülü bakışı, çılgın
koşuları, kıvançlı çığlıkları yaşam ve canlılık katardı! Henüz vahşi bir çocuktu ve, yalınayak gezerdi; başında,
koca şeridi siyah saçlarının perçemiyle dalgalanan hasır bir şapka vardı ama teni güneşten yanık, kavruktu hep.”
(G. Nerval, “Sylvie”, sa:52)
“Ucu çatal biçiminde iki dal edinmiştik ve aklımız sıra yılanı bunla yere saplayacak ve öldürecektik.
Suyun kenarında pek çok çocuk olmuş olabilir, ama o yamacı yalnız ikimizin tırmandığı çok iyi aklımda. Pale benim tam tersime- taşların ve dikenlerin üzerinde yalınayak yürüyor ve bunu umursamıyordu.”
(C. Pavese, “Ağustosta Tatil-Ad”, sa:12)
“Toprak ve Ölüm
--------------------Toprağın altındaki
o şarap mahzenisin
bir çocuğun yalınayak
girip de
sonra hep hatırladığı.
O karanlık odasın
insanın hep hatırladığı,
o eski avluda günün
birden ağarıverdiği.”
(Cesare Pavese<1908-1950>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.10.08)
“Kimgelirse gelsin, kapıyı yüzüne kapatacaktı. Hiç kimseler gelmedi. Severino, onu kızdırmak için,
masanın üstüne bir çift çorap fırlatarak, onu yalınayak mı gezdirmek istediğini sordu. ‘Seninle evlenen karga
açıkta kalır,’ diyordu.”
(C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:117)
“Su ısınınca, yaşlı kadın Pina ile Miliota’yı çağırıyor, yalınayak küle girip kovayı alıyorlar; Miliota,
gözleri kıpkırmızı, ağlayamıyordu bile. ‘Götürün şu çocukları, ayak altında dolaşmasınlar, ‘diyorum, yaşlı
kadına. ‘Gidin bakın, doktor geliyor mu?’ ”
(C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:105)
“Yalın ayak yataktan fırlayarak:
-Ne! diye gürledi. Adamlarımı özür dilemek üzere ona gönderecekmişim, o da ister bağışlayacak, ister
cezalandıracakmış ha! Kendini ne sanıyor bu adam? Kimin karşısında olduğunun farkında mı? Ben onu...
Ayaklarıma kapanıp hüngür hüngür ağlatmazsam! Troyekurov’la aşık atmanın ne demek olduğunu göstereceğim
ona!”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:16)
“YUNANLILARIN ÖYKÜSÜ V
Oturup zeytinlerin altına ikindi saatlerinde
kül rengi ışığı elediler nasırlı parmaklarından
Yüklerini yakıp düşündüler
nice ter döküldüğünü gecenin yolunu yürümek için,
ebegümeci saplarında niye acılık,
bayraklarını dalgalandıran yalınayak çocuğun
gözlerinde
nice yiğitlik olduğunu.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:42)
“... oralardan yaşlı başlı bir adam geçti. Adanın eski ahalisi gibi kısa bir ceket ve uzun bir şalvar
giymişti. Bir abanoz değneğe dayanarak yalınayak yürüyordu. Saçları bembeyaz, yüzü soylu ve temizdi.”
(B. de Saint-Pierre, “Paul ve Virginie”, sa:4)
“DENİZ
--------peşine düşmenin güzelliği
yalın ayak karada çıplak tir tir titreyen
birine yardım eder gibidir,
suyun üstündeki aynada
olmaktır
vahşeti unutarak,
büyük korsanların vahşetidir”
(Ceryes Samawi<d.1959>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.05.06)
“... botları ayağına geçirmeyi becerdi, yoksa ayakları tümden su toplayacaktı ya da nasır tutacak, gerçi
önce köydeki günlerden, sonra da askerlikten alışıktı bunlara, hep yalınayaktı, botları tamir ettirmek şöyle
dursun, yemek için bile yetecek para yoktu.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:36)
“O gün çok erken kalktım. Bu yaz sabahıydı ve ısı yükselmeye başlamıştı. Odamın yanındaki terasa
çıktım, gölgemi çimlere düşüren mango ağacını seyrettim. Güneşi selamladım ve yoga egzersizlerine başladım.
Bir süre sonra ulağın patikadan yalınayak gelmekte olduğunu gördüm. Bana ulaşınca, ellerini kavuşturdu ve -bir
anlamda ‘Sizinle olan Tanrıyı selamlıyorum’ demek olan- Nameste dedi. Sonra bir telgraf uzattı. Hemen açtım
ve sabahın göz kamaştırıcı ışığında okudum. Şöyle diyordu: ‘Profesör Jung dün huzur içinde öldü.’ ”
(Miguel Serrano, “C.G. Young & Hermann Hesse”, sa:139)
“KARA GÜNEŞ
Kara güneşin ne doğusu ne batısı var
Ne yakarmak için göğü ne kılıç oynatacak ülkesi
Ve senin ışığından içmek isteyen herkes
Hem cehennemden hem cennetten uzak
Onlar eğiliyor, ağaçlar yalınayak kaçıyor
Senin yanar kül dağıtan kara çiçeğinden.”
(Atzo Şopov<1923-1982>-Erol Tufan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.07.02)
“Peri ile Deniz
Koştu yalınayak kıyıdan
martıların ve yelkovan kuşlarının
kösnül bakışları altında,
kuşandı denizin
tiril tiril kıvrımlarla
yuvarlak omuzlarından dökülen
ta ufuğun ucuna dek
harelenen ipek elbisesini.
Ve gülümsediçıplaklığını gidermişti.
(Aleksandır Şurbanov<d.1941>-Kadriye Cesur; Cevat Çapan,“Şiir Atlası”, Cumhuriyet Kitap,
17.12.09)
“Daidalos kendi kendine, buradan çıkmayı yalnız ben becerebilirim ama anımsayamıyorum, diye
söylendi. Sandallarını çıkardı ve yeşil mermerler üzerinde yalınayak yürümeye başladı.”
(A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:15)
“RUSYAM, NE VAR UTANACAK
<1919, Moskova>
Rusya’m, ne var utanacak!
Melekler hep yalınayak...
Çizmeleri aldı şeytan,
onlar şimdi kara korsan!”
(Marina Tsvetaeva<1892-1941>-Kanşaubiy/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 21.11.02)
“Adam bir azmandı: Yalın ayak boyu bir doksandı <metre>; kulaklarına adi tel halkalar geçirmişti ve
ardıç ya da çalıkuşlarının uçarlarken üzerine tünedikleri bir yük beygirini andırıyordu. Bunun üzerine teslim
oldu: Kıza inandı ve ondan özür diledi. Yine de bir kez daha sevişerek geminin yan tarafından aşağı inerlerken,
Şaşa eli merdivenin üstünde, durakladı ve bu esmer, ablak suratlı canavara, Orlando’nun tek bir kelimesini
anlamadığı Rusça selamlar, şakalar ya da sevgi sözcükleri savurdu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:41)
“Angélique, Hubertine’i kapının arkasında göz önüne getiriyor, döşeme tahtası üstündeki sürtünüşün
yumuşaklığından onun yalınayak olduğunu seziyordu.”
(E. Zola, “Hulya”, Cilt:II, sa:12)
“Buteau, Lise’i hala kolları arasında tutuyordu. Şimdi, damarlarındaki kan bir arzu ile tutuşuyormuş
gibi, ikisi de cayır cayır yanıyordu. Buteau, Lise’i birdenbire bıraktı, yalınayak, o da döşeme taşları üstüne atıldı.
-Ben de gidip bakayım, dedi.”
(E. Zola, “Toprak, Cilt:II, sa:368)
Yalın kılıç : Çıplak kılıçla, kılıç kınından çekilmiş olarak
“Hikayenin birinci kısmında, gözüpek Vizcaya’lıyla nam sahibi Don Quijote’yi yalınkılıç; birbirlerine,
isabet etmemiş olsa da, gövdelerini karpuz gibi ikiye yaracak kıyasıya darbeler indirmeye hazır bırakmıştık.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:55)
“Kuru Kadı:
-Yarabbelamin... diye ellerini kaldırdı. Bir duaya başlayacaktı... Deli Mehmed yalın kılıç karşısına
dikildi.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:9)
“Vronski:
-Bir insan olarak iyi tek yanım, hayatımın benim için hiçbir değeri olmamasıdır, dedi. Düşman
saflarına yalın kılıç dalacak, ölmek ya da öldürmek için yeterince enerjimin olduğunu biliyorum, o kadar.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:666)
Yallah; Yallah etmek : Haydi yoluna, git buradan, defol (Argo); Hemen yapıvermek, atıvermek,
gönderivermek, vuruvermek; Güçlükle, zor bela, çoğu çoğu
“Gözleri kötü, dişleri daha da kötü. Yerinde olsam alayını çektirip gıcır gıcır iki damak taktırırdım.
Karısı olacak hiçbir kadın o dişlere tahammül edemez, onu yallah dişçiye gönderirdi. ‘Ya şu dişlerini yaptırırsın,
ya da giderim.’ ”
(J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:51)
“II. HİZMETÇİ - İstediğinizin anlaşılmasını istiyorsanız, ona göre söyleyin!
ADAM - Çeneni tut diyorum!... Yallah! Git benim perukamı getir! Haydi! Kitap dolabından! Çabuk
diyorum! Toparlan!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:12)
“ALMANYA’DA İŞÇİ!
HİİTTTİR ETTİM HEPSİNİ. Şöyle bir bakıverdim tepeden. Yallah.
BEN ÇALIŞIP HAYATINI KURTARMIŞ BİR KADINIM! DÜNYA VIZ GELİR BANA!
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu/Sevdican”, sa:104)
“Sonunda Kirila Petkoviç polis şefine sert bir tavırla:
-Ee? Dedi. Sabahı burada edecek değilsin herhalde, benim evim meyhane değil! Eğer o Dubrovski’yse
bile, sen bu hantallığınla Dubrovski mubrovski yakalayamazsın aslanım! Haydi yallah! Bir daha da gözünü dört
aç.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:85)
“Arif Bey güldüğünü saklayarak sordu:
-Ne olacak?
-Hep mi geberdiler bunlar? Şu Alemdar’ın hesabını görecek tek kişi kalmadı mı?
-Hesabı mı görülecek?
-Pencereden içeri, el bombasını yallah etsinler. Havaya uçursunlar!...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahkumu”, sa:186)
“-Evet! Cuma günü pırtı yıkamış... Sermiş, kimseye görünmeden, kuyruğunu omuzlamasıyla, yallah!
Gidiş o gidiş... Tam üç güm üç gece...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:284)
“Harlov birdenbire Slötkin’e bağırdı:
-Ateş etsene, yalancı pehlivan. Ne diye yalnızca nişan alıyorsun? Yoksa yasayı mı düşündün? Harlov,
her sözünü tarta tarta, yasa maddesini söyledi: ‘Bağış alan kimse bağışlayananın yaşamına kastederse, bağışlayan
bütün bağışını geri alabilir...’ Ha, ha, ha! Korkma yasacı herif, hiçbir şeyi isteyecek değilim... Her şeyimi kendim
yok edeceğim. Yallah!”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:95)
“Ortalık kararırken, Fouan eve, yemeğe geldi; sofrada, başı eğik, hiç konuşmadan karnın doyururken
Rose, aynı konuyu yine ele aldı. Altı yüz frank gelirlerinden, yalnız Delhomme’un verdiği iki yüz frankla, bir de
Buteau’nun verdiği yallah yallah yüz frankla kalıyorlardı.”
(E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:283)
Yalnız başına : Tek başına, yapayalnız
“Eggo’nun Doğumu
----------------------Alnının doğrusuna bakarak, sırtını dönüp ardına bakarak
ve profiline, değişmemek üzere çizdiği
güçlü elleriyle. Yalnız başına,
ve camdı, altındı teknesinden akan,
yaratılmış olan her şeyin gövdesi,
tükenişin gelip çattığı o saate değin.”
(Pablo Armando Fernandez<d.1930>-Ayşe Nihal Akbulut, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 03.04.08)
“En azından yirmi yıldır böyleyim: iyice kafayı bulmuş değilsem, her yabancı ürkütür beni. Sokakta,
yalnız başıma, dalgın dalgın yürürken, biri önüme çıkıp da bir yol sormayagörsün, yüreğim ağzıma gelir hemen,
bir titremedir alır.”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:7)
Yalnızlık; Yalnızlıktan çatlamak : Tek başına yaşamak; Süportif-destekleyici, olumlu ortama karşın hala
‘yalnız’ hissetmek; Yalnız olmaktan sıkıntı duymak, can sıkıntısı yaşamak;
(ALM.-GERM.):
“Wir wissen wenig von inander. Wir sind Dickhauter, wir strecken die Hande nach’einander aus, aber es
ist vergebliche mühe, wir reiben Mühe, wir reiben nur das grobe Leder aneinader, wir sind sehr ein’sam.”
“Biirbirimiz hakkında o kadar az şey biliyoruz ki. Birtakım kalın derili yaratıklarız, elimizi uzatıyoruz
birbirimize, ama boşuna, derilerimiz sürtünüyor, hepsi bu kadar. Çok yalnızız.”
(Georg Büchner. “Danton’un Ölümü’nden)
“Belli ki, buraya geliş, Selma Hanım için ne kadar sayılı olaylardan biri olduysa onlar için de öyle
olmuştur. Murat Bey’in eşi:
‘Burası iyi hoş ama yalnızlıktan çatlıyoruz;’ dedi.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:35)
“Poetik Antoloji’den
7.
------------------------Güller de gelirdi elbet kıyılarıyla ve
pembe
Renkleriyle ışıldak gibi içimizde,
bronzda
akardı gecenin fosili.
Derim bir yerlerde bir denizci bulur
yıldızını
ve gecenin sükunetinde ay savaşır
kendi öz
yalnızlığına karşı.”
(Jaime B. Rosa<d.1949>-Metin Cengiz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.02.07)
“En büyük zevk
--------------------gece bilmez gecenin şarkısını
yalnızlığın mucizesini yalnızlık bilmez
en büyük zevk dışına çıkmaktır zamanın”
(Cai Tianxin<d.1963>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.08.08)
“RÜZGARIN EKİMİ
-------------------------Akşam
Akşam hiçbir şey yapmadan
Bulunduğu yalnızlığa kalmadan
Benimle mezara gider
Akşam ormanda yalnızlıkla
Yetinmeden kimsesizlikle yenileniriz
Cehennemden vatanda.”
(Hasan El Vezzani<d.1970>-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası, Cevat Çapan, “Cumhuriyet Kitap, 19.07.07)
“BEYAZ KARANLIK
--------------------------Ölüme inanmamak, o kötü kehanete
Aldırmayıp da, sonsuz karlara uzanmamak!
Peki ama, nerdesin, nerdesin ey sevgili?
Yalnızlıktan çıkmanın ödülü olmalısın!”
(Vladimir Visotsky<1938-1980>-Nikolay Kopil/M.Ş. Onaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 12.05.05)
“Ne hukuk ne tıp, ne de maliye uzmanıyım. Nemli bir saman çöpü gibi tümcelerle sarılıp
sarmalanmışım, fosfor gibi parıldayarak akkor oluyorum <ışık saçacak gibi kızıl oluyorum>. Konuştuğunuzda
her biriniz, ‘Aydınlandım. Akkor gibi parıldıyorum’ duygularına kapılıyorsunuz. Küçük oğlanlar, oyun
alanlarında, karaağaçlar altında, sözcük dizileri dudaklarımdan fıkırdayıp yükselirken, ‘İşte bu güzel, işte bu
güzel,’ duygusuna kapılırdı. Onlar da fıkırdaşıyorlardı, benim sözcüklerimle kaçıp kurtuluyorlardı. Ama yalnızlık
içinde güçsüzleşiyorum. Yalnızlık benim çözülüşüm.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:170)
Yalpalamak, Yalpalanmak, Yalpalaya yalpalaya, Yalpa vurmak, Yalpa yapmak : İki yana sallanarak
sarhoş gibi yürümek; geminin fırtınada iki yana sallanışı; bir işte başarının sallanması
“Bu hileyi ben yutmuyordum elbet, ama yağmurdan sonra gelen karşıdaki yapının penceresinden
bakanlar yutuyorlardı kuşkusuz. Oysa eski muhasebe şefinin üstünde bir damla bile su yoktu.
-Siz gittikten sonra biraz yalpaladık, dedim.”
(M.C. Anday, “isa’nın güncesi”, sa:18)
“İNSAN HATASI
<Norma Gong’a>
---------------------Bir köpek kokumu alırsa
izimi sürer
izini sürerim
aynı topraklar üstünde
akrabayız
kibarca selam verir geçerken
atılır hızla kuyruk sallayarak
sokulur yalpalanır
ruhunu ayklar altına sürer”
(Rose Auslander<1901-1988>-Arife Kalender, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.10.07)
“Yehudi Ustayı ilk gördüğümde onun sarhoş olduğunu düşünmüş, siyah smokini ve ipek silindir
şapkasıyla gece vakti yalpa vura vura yürüyen içki düşkünü zenginin biri sanmıştım. Tuhaf bir şivesi vardı, bu
yüzden onun başka bir kasabadan gelmiş olabileceğini de düşünmedim değil, ama yanılmışım. Hani sarhoşlar ipe
sapa gelmez şeyler konuşurlar ya, onun uçmak konusundaki sözlerini de bu saçmalıklardan biri sanmıştım.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:8)
“Kızıl saçlı günahkar Magdelana’nın heykelinin önünde sayısız mum yanıyordu, yanımızdan bir
köpekbalığı burgacı (anafor) geçti, bir bez manikaya (geminin altından güverteye açılan havalandırma penceresi) benziyordu,
iki yana yalpalıyor, eklemleri kopup birbirinden ayrılıyor, omurga kemikleri peçete halkaları gibi tek tek gecenin
içinde yuvarlanıp kayboluyorlardı.”
(H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:133)
“Bildoner Alanını hızla geçerek Grün Sokağına saptı; adımlarının ahengine uyarak çiçekler sağa sola
hafifçe sallanıyordu. Avuçlarımın terlediğini hissediyor, hafiften yalpalıyordum; kalbim bağrımda yaralı gibi küt
küt atıyordu.”
(H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:164)
“Düşmesin diye Fischerle’nin pabuçlarının altına destek oluyorlar, kamburunu koruyorlardı; içlerinden
üçü, salt cüceye ait diye, ders kitabını kapmaya çalışıyordu; biri de şapkasını aldı. Bunları yüzlerinde zafer
ifadesiyle önde taşımaya başladılar. Zayıf omuzların üstündeki Fischerle ise yalpa vurarak arkadan geliyordu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:403)
“Karanlığa gömülmüş yazlık bir semt. Köy kilisesinin çanı gecenin 1’ini vuruyor. İki avukat,
Kozyavkin ile Layev, her ikisi de çakırkeyif, yalpalaya yalpalaya ormandan çıkıyorlar, yazlık evlerine doğru
yürüyorlar.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:105)
“Sağa sola yalpa vura vura epey yürüdükten sonra, solunda bir kapı ortaya çıktı. Kapı, ama ana kapı;
pek büyük bir ana kapı.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:86)
“Saklı
-----Peygamber KIN koru PHYLISS’i.
Bu, kumlarla denizkabuklarıyla
anlamı belirsizleşen metin yengeçler yalpalaya
yalpalaya kaçıyorlar dip akıntılar boyunca”
(Sarah Day-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.07.05)
“YALNIZ İHTİYAR
-------------------------Eskiden binlerce makarasında musonlar eserdi.
Artık pusulayı sapıtmış şaşkın gemi,
Seferde, dalgaların yararsız oyuncağı,
Eski kaşifi, yeşil Avustralya’nın!
Tek tayfası kalmamış artık serende,
Fora ederken yelkenleri şarkı söyleyen
Kırmızı yıldızlı hiçbir fener çakmaz uzakta,
Yalpalar durur yapayalnız dev dalgalarla.”
(Leon Dierx<1838-1912>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.06.06)
“Martin Holub, hep beraber yatmakta oldukları sundurmalığın altına bazı bazı, yalpalaya yalpalaya
gelirdi, bu ziyaretlerden sonraki günlerde ise, aile kişilerinin topallaya topallaya işe gittiği ve yüzlerinin çürük
içinde olduğu görülürdü.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:3)
“Serseri bir dalgınlıkla gözlerini yanından geçen bir kadına dikmişti. Bu hayranlık yüzüne alayla karışık
bir hasret süzgünlüğü vermiş, yavaşlamış adımlarla yalpalar gibi yürürken birdenbire omuzuna vurarak:
-Nihat, dedim, bu dalgınlık ne?
-Bu ansızın olan rampadan biraz şaşalayarak yanıt verdi:
-İşte görüyorsun ya! Şu güzel nazenine daldım.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Gönül Ticareti”, sa:161)
“Oradan çıktıklarında, Şvayk ikisinin de koluna girmek zorunda kaldı. Zor zaptedebiliyordu
muhafızlarını. Bir o yana bir bu yana yalpalıyorlar, ikide bir, bir yerde bir tek daha atalım diye tutturuyorlardı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:128)
“Baba, çevreyi yoklayan elleriyle ve yalpa vurarak koltuğuna doğru ilerleyip kendini bıraktı; sanki
normal akşam şekerlemesi için yerleşir gibiydi, ama hiç desteksiz kalmış gibi gözüken kafasını şiddetle sallayışı,
kesinlikle uyumadığını gösteriyordu.”
(F. Kafka, “Dönüşüm”, sa:70)
“Sular hafif hafif kabarmaya başlıyor. Kayalardan birine sürüklenmeden, oturmadan, yanaştırmalı
sandalını. Ayağa kalkıyor. Sandal yalpa vuruyor. Çakıllı koya doğru, kayalar arasından, suyun yüzündeki
kayalarla içindeki kayalar arasından, bir yol gider gibi.”
(B. Karasu, “Uzun Süren Bir Günün Akşamı”, sa:11)
“Birden lokantanın kapısına kaydı gözü: Ne o? ‘Müfettişlerin Müfettişini’ni getiren candarmalar mıydı
onlar? Lokantanın içeri dışarı açılıp kapanan kapı kanatları candarmaları bir an gösterip sonra kaybetmişti.
Yerinden fırlayıp, tehlikeli bir yalpayla koştu.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:25)
“Sonra, kayıkla birlikte yalpalayan adam kendine geldi. Yüzü bir iyice aydınlandı, kendi kendine güldü,
biraz önceki bitkin, gülümsemeyi bile unutmuş yüz, açıldı, sevinçten şakıdı….. Kürekler, kayık, adam, hep
birlikte bir sevinç uğuntusunda kıyıya koşuyorlardı. Vasili de kendini bu sevince kaptırmış, o da sevinçten
apaydınlık, pır pır olmuş uğunuyordu. O sırada kedi de geldi omuzunun üstüne oturdu, boynunu yalamaya
başladı.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1- Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, sa:119)
“Tekne daha az sallansaydı konumumuzu belileyebilirdim. Oysa gemi yalpalayıp duruyordu. Beni hiç
deniz tutmamasına karşın kaygılanmaya başladım. Tuhaf bir duygu kafamı kurcalıyordu.”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:25)
“O an Bird, aklından geçirdiği senaryoyu yarıda keserek hafifçe gülümsedi. O genç adamla geceyi
birlikte geçirmesine imkan olmasa bile, belki de oturup birer kadeh bir şeyler içmeliydi. Bird o sırada yan yana
sıralanmış ucuz meyhanelerin önünden geçiyor, arada sırada yalpalayarak yürüyen sarhoşlarla çarpışacak gibi
oluyordu.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:15)
“Beylik Çiftliği sahibi Mister Jones o gece kümesleri kilitledi, fakat pencereleri kapamayı unutacak
kadar sarhoştu. Feneri sağa sola ışık salarak, kendisi de avluda yalpa vurarak, çizmelerini arka kapıda
çıkardıktan ve kilerdeki bira fıçısından bir bardak daha doldurduktan sonra madam Jones’un horlamakta olduğu
yatağa doğru sendeledi.”
(G. Orwell, “Hayvan Çiftliği”, sa:9)
“... bir teneke kutunun kapağı diyelim, elinizden kayıp düştüğünde, bunun nasıl bir gürültü çıkarttığını
hemen hemen herkes bilir. Kapak, hiç de büyük gürültü çıkarmaz, pat diye düşer, yuvarlanır; hızı bitip de
hareketsiz kalmadan önce, sağa sola yalpalayarak yere kapanması kötüdür yalnız.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:198)
“Böylece bu dünyaya tamamen yabancılaşmama neden olan mutsuzluklardan önce bile her şey beni bu
dünyanın ilgilerinden sıyrılmaya yöneltiyordu. Yoksulluk ile zenginlik, erdem ile yoldan çıkma arasında
yalpalayarak, yüreğimde hiçbir kötülük eğilimi olmadığı halde, alışkanlıktan ileri gelen kötü huylar taşıyarak
aklımın kurduğu esaslara dayanmaksızın rasgele yaşayarak, görevlerimi horgörmeksizin unutarak, ancak çoğu
zaman onları yeterince kavrayamarak, kırk yaşıma geldim.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezenin Düşleri”, sa:49-50)
“... bir sonraki kar yağışında veya buzlar eridiğinde yok olacak bir gölgesi kalana dek yalvarıp
yakaracaktı. Bağışlanma şansı uğruna kendi kızını kurban ettiğini öğrenince onu nasıl reddedebilir ki? Bunu
düşündüğü anda, o muazzam ağırlık, kaybolmuş çocuğun giderek artan ağırlığı üzerine indi ve cip sola doğru
yalpalayıp kendiliğinden duruverdi.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:265)
“Gitmişti. Bir gemici gibi elini kolunu sallayarak, yalpa vura vura sokaklardan yürüyordu ve sokaklar
birer birer gerçekleşiyordu. Ama odanın gerçekliği onunla birlikte yok olmuştu.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:130)
“İntihar
--------Yüzünü kaldırınca, kalın kaşları görünüyordu
Bir sağa bir sola yalpalıyordu yol boyunca
Bulutlar gibiydi erkekler. Her şeyi görüyor,
Gördüğü her şey biçilip demet demet toplanıyordu,
Belki de bir bıçağın açtığı yarık kadar
Bir yer bulup oraya sığınıyordu.”
(E.J. S-Scovell<1907-1999>-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.07.04)
“Ne ben kara çalayım, ne ne de söz gelsin sana:
Kalbin yalpa yapsa da gözünü dik karşına.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:140, sa:321)
“Rahatlamış olarak, neredeyse neşeyle yataktan fırladı, zilin ipini çekti, yalpalaya yalpalaya gelen uyku
sersemi uşağına giyecek, yiyecek hazırlamasını, çünkü gün doğumunda kızıyla birlikte Grenoble’a gitmeye karar
verdiğini söyledi. Sonra giyinip evin öbür çalışanlarını ayağa kaldırdı.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:205)
“İki yaşamı var Mirabeau’nun: Biri Eski Rejim’de sürdüğü, öteki Fransız Devrimi ile başlayan. İlki,
içinde deha kıvılcımları da taşısa, dikiş tutturamamış bir insanın yaşamıdır; ikincisi, kabul edemeyeceğimiz
yalpalamalarına karşın, onur verici olanı.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:115)
“Başörtüsüz, kır saçları dağınık, yaşlı ana, başı titreyerek, yalpalaya yalpalaya içeri girdi; ne Korney’e,
ne de Marfa’ya bakmaksızın doğruca ağlayan torununun yanına gitti, onu düştüğü yerden kaldırdı.”
(L. Tolstoy, “Korney Vasilyev”, sa:111)
“ ‘Yüksek sesle görkemli sözcüklerini sıralarken belli belirsiz sallanıyor Crane. Görkemli, dolgun sesli
sözcükleri severim ben. Ama onunkiler gerçek olamayacak denli yürekten. Şimdilik söylediklerinin gerçekliğine
inanıyor. Ve bir o yana bir bu yana ağır ağır yalpalayarak dışarı çıktığında, hızla ittiğinde yaylı kapıyı, bütün
öğretmenler de bir o yana bir bu yana ağır ağır yalpalayarak çıkıp gidiyorlar yaylı kapıdan.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:25)
“Bir taraftan sarsıla sarsıla yürüyor (adeta denizde giden gemiler gibi yalpa vuruyordu), gözlerini oraya
buraya kaydırıyor (çünkü hiçbir şeye doğrudan doğruya bakmaz, sanki hayatın alayını, öfkesini hoş
görmüyormuş gibi gözünün ucu ile yan yan bakardı) ..... bir taraftan da şarkı söylüyordu.”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:208)
“Derin derin göğüs geçirdi ve meşe ağacının dibine, yere attı kendini. Hareketlerinde bu sözcüğü hak
eden bir ateşlilik vardı. Bütün bu yaz kalımsızlığının altında, kendi altında yeryüzünün belkemiğini hissetmeye
bayılıyordu; çünkü ona göre meşe ağacının sert kökü buydu ya da imgeyi izlediğinden o üstüne bindiği iri bir
atın sırtıydı ya da yalpalayan bir geminin güvertesi.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:21)
Yalp yalp etmek : Değişmek, göz kırpar gibi değişimin işaretini vermek
“Sonra, sığırkuyruğu çiçeğinin ardında bir halka olup durdular. Az sonra, nedense yönlerini hep birden
gündoğuya, Düldül dağı’na döndüler. Düldül dağı’nın da doruğuna gün vurmuştu, dağın doruğu ışık içinde
kalmış bir yıldız gibi yalp yalp ediyordu.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:80)
“Gün ışığı altında durmadan renk değiştiriyordu toprak. Marundan kırmızısına, yeşilinden turuncusuna,
sarısından pembesine kadar... Yalp yalp edip duruyordu.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan” , sa:104)
Yaltaklanmak : Çıkar için el etek öpmek, dalkavukluk etmek, onurunu hesaba katmamak
“Ne mutlu onlara yaklaşanlara! Saygıdeğer kişiler olduklarından, çevrelerine, yaltaklananlara ve
kayırılanlara, bütün o göze girmesini bilen gençlere; yağlı, ruhani bölgeler, gelir getiren görevler, bölge
müfettişlikleri, sadaka eminlikleri, katedral görevleri yağdırır dururlar.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:95)
“-Garson nerede?..... çağrıldıkları zaman ortadan kaybolurlar. Bize hizmet eden şu küçük sarışın mı?
-Evet, dedi Rirette. Onunla aram iyi, bilmez misiniz?
-Ya? Peki öyleyse lavabodaki kadına göz kulak olun, onunla pek sıkı fıkı. Yaltaklanıyor ona, ama
bazen, tuvalete giren kadınları gözlemek için, kadınları utandırmak için çıkarlarken onların gözlerinin içine
bakıyor.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Özel Yaşam”, sa:115)
“Bense senin gönlünde yaltaklanırım sana,
Al şu armağanını, yoksul ama yürekten;
Düzmece, düşük şeyler karışmamıştır ona,
İşte değiştokuş bu: sana karşılık sırf ben.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:125, sa:291)
“... o vefasız aşığı hala, hem herzamankinden fazla sevmenin verdiği utanma hissi, çektirdiği acı,
Matmazel de La Mole’u gamlı, kederli bir sessizliğe düşürmüştü; ağzını bıçaklar açmıyordu. Onu bu halden ne
M. de Frilair’in yaltaklanmaları kurtarabiliyordu, ne de Fouqué’nin kaba saba, sert açıkgözlülüğü.”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:386)
Yalvaç :
(DİN MYTH.) : Dünyaya kitap getirmiş peygamber
“SES
----Ve o gün bugündür, yalvaçlar gibi ben de,
Çöle ve denize ta gönülden vurgunum;
Gülüp geçerim yasta, ağlarım şölende,
Ve en kekre şarapta hoş bir tat bulurum;
Bana sık sık yalan gelir olup bitenler,
Çukura düşerim göğe göz gezdirirken.
Ama avutur Ses: ‘Sakla dişlerini,’ der
‘Delinin düşü güzeldir Bilgeninkinden!’ ”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:315)
“KEMENT
------------Gerçekleşen
önceden bilinen kötülüktür ancak
Her ucube canlanıveriyor bir anda.
İyilik yalvaçları
kötü yalvaçlardır genelde:
güneş ışınlarıyla yıldızlansa da
hiçbir çöplük gömüye dönüşemez asla.”
(Blagoy Dimitrov-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumburiyet Kitap, 05.05.05)
“HİÇBİR ŞEY
---------------Ben hiçbir şeydenn pişman olmam, yani
siyah köpekler vahşi ormanların derinliklerinde
çalıların altına gömdüğüm kemikleri bulursa
hiç kaygı duymam.
Evime hiçbir yalvacı
almıyorum, onun için kemikler
ayaklanıp, ete bürünüp yürüyemez.
Ne gölgeleri var onların,
ne de bakabildiğim bir yüzler.”
(Moyra Donaldson-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.06.04)
Yalvara yakara; Yalvarıp yakarmak; Yalvarmak yakarmak; Yalvar yakar olmak : Binbir güçlükle,
birçoklarından yardım rica ederek binbir ricada bulunmak
“İO
---Yak beni yıldırımlarınla,
Yerin dibine sok beni,
Deniz ejderhalarına yedir beni,
Ama esirgeme benden, yüce tanrı,
Senden yalvara yakara dilediğimi.”
(Aiskhylos, “Zincire Vurulmuş Prometheus”, sa:66)
“Meserret ablam kahyanın oğluna kaçınca yengem birkaç günde çöküverdi; yüzü uzadı sanki..... Haşim
Bey kahyayı kovmuş; kızım değil artık o benim demiş; ama Nebilanım yalvara yakara, çeyiziyle birlikte on
dönüm bağ da verdirmiş üvey kızına.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:127)
“SAVAŞ <1871>
---------dövülürken yalvar, sakin ol, sabret
canavar derini yüzdüğü zaman
ve kanını hırsla emerken yılan
sadece Tanrı’dan bekle selamet:
‘Yarabbi bağışla, günahkarım ben!’
yalvar, yakar, inanmaya devam etTanrı yüz çevirmez sevilmeyenden...”
(Hristo Botev<1848-1876>-Ahmen Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.02.06)
“Amcası ona çok titizce bakıyor, gözünün önünden ayırmıyordu; fakat güzelliği öyle dillere düşmüştü
ki, köyün ve o yörenin en zenginleri, yalvar yakar, taciz bile ederek amcasından istiyordu kızı.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:72)
“Evi bir manastırın içi gibi düzenliydi. Her sabah hizmetçilerine işlerini dağıtır, reçellerin yapılışına
bakar, öreke çevirir yahut mihrap örtülerine nakış işlerdi. Yalvarıp yakarmış, Tanrı da kendisine bir oğul
vermişti.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Konuksever Ermiş”, sa:53)
“ ‘Zalim adam, bu olanaktan yoksun olduğumuzu iyi biliyordu, oğlum. Onu kararından döndürmeye çalıştım.
Israr ettim, yalvar yakar oldum, hatta öğüt verdim, hepsi boşa gitti ve böylece, iyi bir papazlık bölgesi kürsüsünde
bana para ve şeref kazandıracak bir söylevi boş yere harcadım. Yazık! Oğlum, şu yeryüzünde davranışlarımın
hiçbirinin tatlı meyvesinin olmaması yazgıymış ve Ecclesiastes’ < Eski Akit’te, Hz. Süleyman’a atfedilen ve onun
namına, hatta onun kendisinin yazdığına inanılan ‘din’ konulu kitap >te şu söz benim için yazılmış: ‘Quid habet
amplius de iniverso labore suo, quo laboret sub sole?’ <İnsanoğlu, güneşin altında kendini yorarak yaptığı işlerden
ne kazandı?’”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:140-1)
“O kadar saf bir kadının, böyle hiç renk vermeden şaka etmesi, tabii hoşuma gidiyor, kahkahalarla
gülüyordum. Fakat o, gülmüyor, bilakis, gözlerinde yaşlar var! O:
-Hemşireciğim, efendi size göz koymuş, sizi almak için beni boşamaya kalktı. Yalvardım, yakardım:
‘Ziyanı yok, o hanımı al, tek beni boşama!’ ”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:301)
“Üstelik, hepsini kendi başına lüpleteceğini sanıyor. Baktık, birazını bize vermek aklına bile gelmiyor,
yiyecekleri bizimle paylaşması için yalvar yakar olduk.” .........................
“Teğmen Lukaş, yattığı yerden: ‘Ulan, Şvayk,’ dedi, ‘gene abuk sabuk bir şey anlatacaksın galiba,’
dedi.
‘Haklısınız komutanım. Gerçekten de saçma sapan bir hikaye. Laf ola torba dola işte, nereden aklıma
geldi ben de bilmiyorum.......çeşit çeşit insan var bu dünyada..... Bruck, kafayı bulup hendeğe yuvarlanmıştı da
bağırıp duruyordu oradan: ‘İnsanoğlu gerçeği öğrenmeye yazgılıdır; tüm evreni ruhuyla uyum içinde yönetebilir,
kendini sürekli eğitip geliştirebilir, giderek daha anlayışlı, daha sevgi dolu bir dünyanın basamaklarını
tırmanabilir!’ Çekip çıkarmaya çalışanları tırmalayıp ısırıyordu. Meğer evinde sanırmış kendini. Sonunda ne halt
edersen et diye bıraktık, bu sefer de kurtarın beni burdan diye yalvar yakar oldu.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:119; Cilt:II, sa:187)
“Kaba kuvvete dayanıp tümüyle dışa yönelik böyle bir dönem sonunda ortaya çıkan bu boşluk, yeni bir
başlangıca, yeni bir düzene karşı herkeste anlatılmaz ölçüde ivedilik kazanmış, yalvar yakar olmuş bu özlemdir
ki, Kastalya’mızın doğmasını ve bizim var olmamızı sağladı.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:355)
“Evde: ‘Sınavlar bitti, artık yola çıkabiliriz,’ dedi halasına. Babası o günü de kentte geçirmek
niyetindeydi; birlikte Canstatt’a gidip kaplıca parkında kahve içmelerini istiyordu. Ne var ki, Hans yalvar yakar
hemen o gün yalnız başına eve dönebilme iznini kopardı babasından. İstasyona götürülüp trene bindirildi, eline
dönüş bileti tutuşturuldu, halasından bir öpücük ve yiyecek bir şey aldı, bitkin halde, bomboş bir kafayla yeşil
tepeler arasından eve doğru yol almaya koyuldu.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:27)
“ ‘Hadi evinize!’ dedi. Belki asker buna razıydı ama mahkum bu buyruğu neredeyse bir ceza olarak
algıladı. Ellerini göğsünün önünde kavuşturarak, yalvar yakar, kalmak için izin istedi, hatta gezgin onun bu
isteğini kafasını iki yana sallayarak reddedince, diz çöküp yalvardı.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:66)
“Sesinde bir ölüm kederi vardı. Bu seste, binlerce ağıtı bir arada duydum. Sonra gene içi götürmedi,
Orman Bölge Şefine:
-‘Bari sen de oraya git. Köylülere yalvar yakar. Ayaklarının altını öp. Götür yangına.’ ”
(Y. Kemal, Denizler Kurudu”, sa:6)
“Memet çocuk küskün küskün uyandı. Canlarına tak demişti gayrı. Çoktandır dönmeye karar
vermişlerdi ya, Memet bir türlü yakalarını bırakmıyordu. Memleket diye yola düşüyorlar, Memet ötede bir köy
görüyor, ‘Hele şuraya da bir uğrayalım.. Burda mutlak bir iş buluruz diyor,’ yalvarıyor yakarıyor, onları o köye
götürüyordu.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:45)
“Bu arada Bayan G... de yavaş yavaş kocasının haline acıyarak yumuşamaya başlamıştı. Sonunda
yalvar yakar Komutanı bir yere oturtmayı başardı Markiz. Babasının ayakları dibine çömelen genç kadın onu
avutmaya uğraşıyordu.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:50)
“Ellinci Gün
--------------Yalvarıp yakarıyoruz Sana !
barış taşımayı sürdür yüreğimize, Ey Ruh!
kucağın açık olsun yanında olana
ya da sana karşı ; dur, herkese eşit uzaklıkta.
İn ve yeniden yaşam ver, cesaret ver,
sönmüş yüreklere kuşkularından ötürü,
ve ilahi ödül olsun,
utkulu kişi, yenik düşenlere. »
(Alessandro Manzoni <1785-1973>-Necdet Adabağ; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
12.02.09)
“... Amerigo Vespucci ile kader birliği etmiş. Bu büyük denizcinin şimdi her yerde anlatılan dört
yolculuğunun son üçünde bir an yanından ayrılmamış. Ama Avrupa’ya onunla dönmemiş. Amerigo, onun
yalvarıp yakarması üzerine, yirmi dört adamıyla birlikte Yeni Kastilya’da kalmasına izin vermiş.”
(Th. More, “Utopia”, sa:15-6)
“Kocasının, onun ailesinin, kendi babasının ayaklarına kapanacak, yerden kaldırılıp öpülene, dünya eski
haline dönene, işlediği günahtan geriye sadece her yeri kaplayan beyazlığın üzerindeki yere yıkılmış bedeni,
kendisinin, kısa sürede, bir sonraki kar yağışında veya buzlar eridiğinde yok olacak bir gölgesi kalana dek
yalvarıp yakaracaktı.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:265)
“Bir hadisinde şöyle buyurur:
‘Perişan, günahkar bir kul, kabul edilir umuduyla, tövbe elini Yüce Tanrı’nın dergahına kaldırdığında,
Tanrı ona bakmaz, kul yeniden yalvarır. O yine kabul etmezse, kul bir daha yalvarır, yakarır. İşte o zaman Yüce
Tanrı şöyle der: ‘Ben kulumdan utandım gerçekten, meleklerim... Çünkü onun benden başka Rabb’i yok.
Duasını kabul edip dileğini verdim. Ben, kulun bunca yalvarıp yakarmasınıdan utanırım.
‘Ne büyüktür Tanrı’nın yaptıkları:
Günahı kul işler, utanan Tanrı!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:21-2)
“Canını kurtarmak için her şeyi göze alabileceğini biliyordu, kaçabilirdi, yerlere dizçöküp yalvar yakar
olabilir, hatta belki ihanet edebilirdi ve bütün bunların yanı sıra, yaşama gerçekten böylesine bağşı da değildi.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:164)
“Sana her hafta mektup yazdım, çağırdım, yalvardım, yakardım, gelmedin.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:111)
“KIRAL - Babanızdan izin aldınız mı? Polonius ne diyor bakalım?
POLONIUS - Yalvara yakara benden zorla izin aldı, efendimiz, en sonunda arzusuna istemeyerek
rıza gösterdim.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:15)
“Margot’nun annesi hemen köy papazına, konuya komşuya haber salınca aklım başıma geldi. Rica
ettim, yalvardım, yakardım, kimse kulak asmadı.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:101)
“Saray müşaviri amcası yeniden yardım elini uzattı, bizzat müdürlüğe giderek iskambil oyunu
arkadaşlarından bu yardımcı posta memurluğu işini yalvar yakar kopardı.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:29)
“Ruzena’nın içi öyle daralmıştı ki, bağırması şarttı. Buna dayanamayacaktı ama zaman bir yük gibi
sırtına binmişti. Bu sonsuzluk. Titredi: Kendini adamın önüne atmak, diz çökerek ona yalvarıp yakarmak,
ayaklarını öpmek istiyordu, neticede o da bir insandı; ama üniformalı, yanına yaklaşılmaz, etrafı iktidarın o akıl
sır ermezliğiyle çevrili... düşman tarafından gönderilmiş. Fakat kendisi onun foyasını kesin meydana çıkarırdı.
Belki de oğlunu bulamamışlardı...”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri - Wondrak”, sa:258)
Yama : Hinduizm - Taoizm’de (Tao: Yol, yordam) ‘yeraltı dünyası’nın, ‘Ölüler Krallığı’nın hakimi
“Çin Taoism’inde, Yama’nın (Yenlo-Wang) eli altında on mahkeme olup, onuncusu ruhların değişim
sürecini (transmigration) kontrol eden güçlerin hükümran olduğu yer olarak bilinir.”
(İsmail Ersevim, “İndigo Çocuklar”, sa:217)
Yamacına (oturmak) : Yanına (oturmak)
“ ‘Çok sağ olun; fakat size şunu söylemek isterim ki, yetecek yemeğim varsa, bunu bir imparatorun
yanında ve oturarak yemektense, ayakta, ama kendi başıma yemeği tercih ederim.....Bana bu onuru
bağışladığınız için size şükran borçluyum, fakat ben hayatımın sonuna dek, kendim bundan mahrum etmeye
kararlıyım,’ dedi.
‘Ne fark eder, yine de gel şöyle yamacıma otur,’ dedi beriki, ‘Tanrı kibirsizleri yüceltir.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:64)
Yamak : Çömez, çırak, asistan, yardımcı
“Arkasından, yine iki saat süren gösterişli bir tören yapıldı; günlükler yakılarak, kurban ilahileri
okundu. Ayini yapan papaz, apak bir üstlük giymişti; arkasıandan törenci rahipi ellerinde günlük kabıyla kayık
biçimi buhurdan olan iki buhurdancı papaz ve iki yamak geliyordu.”
(E. Zola, “Hulya, Cilt:II, sa:141)
Yamalı bohça : Eskiliğinden ve yırtık pırtıklığından, çeşitli bezlerle yamalanmış çarşaf, yorgan vb. yatak odası
müştemilatı; Türlü türlü, ahenksiz ve düzensiz renk ya da kumaşlarla yapılmış her tür giysi
“Büyükçe, alçak, başucu kırık bir yatakla, küçük kumaş parçalarının eklenmesiyle oluşmuş, yırtık
pırtık, yamalı bohça denilen bir yorganı vardı, çarşaflar on beşte bir değiştiriliyordu; kalu beladan kalma
çaydanlıklarla çevrili bir küçük masa, kırık dökük bir sandalye, yıkanmak için bir teneke leğen, bir de gaz alevi
veren önü kafesli bir ısıtaç bulunuyordu.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:233)
Yamalı durmak : Dayanmak, yapışır gibi yakın bulunmak
“Muhtar ayakta geziniyordu. Haceli hala kapıya yamalı duruyordu. Kara Bayram da duvarın dibine
yığılmıştı. Birinci üye, ortalarda şaşkın şaşkın bakınıp duruyordu.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:179)
Yamalı hırka :
Cüppe, mest ve külahın yanında, eskiden, dervişlere özgü giyim eşyası
“Neyine cüppe, mest, yamalı hırka?
Kötülükten sakınman yeter sana...
Külahın Azeri, Tatari olmuş,
Gerekmez bu kaygı derviş olana!”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:99)
Yamamak : Üstüne kalmak, suç yöneltmek, birisiyle ilişki kurma ya da evlenmesini sağlamak; kusurlu birini
kakalamak
“Oysa tam dokuz aymış araları. Doğum yapacağı sıra genç karısıyle yatamayan Haşim Bey zorla ya da
gönlünü edereek o beslemeyle yatmıştı belki. Gebe kalınca yakınlarından yoksul birine yamamışlardı kızı.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:70)
“Çocuğu kuşku ile karşılayacaktın, sen vefasız!... Sözümde doğruluk payı bile bulsan, başkaları ile
geçirdiğim saatlerin çocuğunu sana yamamaya çalışıyorum kuşkusunu içinden olsun geçirmeden edemezdin.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:207)
Yaman : Elinden her iş gelen, gayretli, olağanüstü kimse; kötü, çetin (illet, hastalık)
“Şimdi yaman görünen başka ufacık dertler
Senden yoksun kalışım yanında hiçe iner.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:90, sa:221)
“Bu işi ona kasabanın papazı ve yaman bir adam olan Monsieur du Saillard vermiş, birkaç kez de
açıklamıştı; bu durumda Hautemare paralanmazdı da ne yapardı! Papaz onun küçük servetini sağlayanların
başında geliyordu. Hautemare, onun daha kaşlarını çattığını görünce titredi.”
(Stendhal, “Lamiel”, sa:30)
“Vikulov, köpeği Pegaşka’yı çağırdı. Pegaşka, yaman bir köpekti. Dehşetli koku alırdı, ama av
kaldırmasını beceremiyordu. Vikulov, o denli koşmaması için arka ayağını bağlamak zorunda kalmıştı.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:106)
Yamamak : İstenmeyen bir şeyi ya da kimseyi başka birine yüklemek
“Yine böyle bir günde aslanın yanındaki kanepede roman okuyordum. Sedat’ı bir bahriyeli askerle biraz
ilerde görünce kulak kabarttım:
-Alçaklar! diyordu. Yaptım iyiliği; herifi kodesten kurtardım. Dilber’i mis gibi, fesleğenler,
aslanağızları dolu park gibi bir eve yamadım. Bir ay sonra nikahını kıydırdım.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Park”, sa:74)
“ ‘... İdris’e de amcasının kızını yamıyoruz. İstersen haber ver, sana da bir tane uyduralım. Karım mı
diyeceksin? Nikahımdan düşmez mi diyeceksin? Boşver. Medeni nikah da ne oluyor? Şeriatın kestiği parmak
acımaz monşer, şer-i şerif üzre istersen dört tane al!’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:162)
Yaman : Olağanüstü; korkutan, kötü
“Dava konusu aşağı yukarı on beş yıl öncesine ilişkindir. Savcı yardımcısı o vakitler eyalet başkentinde
bulunuyordu, yaman bir hukukçu diye tanınmıştı, üstlerince pek sevilmekteydi, hatta çok geçmeden bir sürü
aday arasından seçilerek onuncu savcılığa savcılığa atanma umudunu bile beslemekteydi.”
(F. Kafka, “Taşrada Düğün Hazırlıkları”, sa:296)
Yamanmak : Üzerinde kalmak -genellikle fırsattan istifade ederek-; sığınmak, himayesine girmek
“İyi bir aileye yamanıp üstelik kabarık bir drahoma almak, arayıp da bulamadığı şeydi. Aşk konusu ile
ne gelin, hatta, Adelaida İvanovna güzel bir kız olduğu halde ne de damat ilgiliydi. Şehvet düşkünü, yüz bulduğu
her kadının eteğine yapışan Fedor Pavloviç’in hayatında bu belki ilk defa olmuş, evlendiği kadın şehvet
duygularını kamçılayamamıştı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:5)
yamen : (ÇİN,BİNA) <ya’men> : Çin’de, yüksek düzeydeki memura sunulan ev, konak, resmi konut
Yamrı yumru; Yamru yumru : İğri büğrü, dolambaçlı
Bk.: Yamuk yumuk
“Özetle, yamru yumru bir yaratık! Ne yaparsınız? Aslında benim işim gücüm karikatür yapmak...”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:15)
“On beş gün içinde, kerpiç duvarın bütün mimarisini ezberden öğrendi. Ne kadar girintisi, çıkıntısı, ne
kadar deliği deşiği varsa hepsini gördü, saydı, belledi. Ah, bu yamru yumru boz duvar!..”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:31)
“‘Faik Bey, benim şeklimi bozdu. Onun elinde manen yamru yumru kalıp içinde ruhum rahatsızıdır,
yeni şahsiyetim dar ve biçimsiz bir giysi gibi beni sıkıyor. Hakkı; Allah aşkına söyle, ben bütün çılgınlıklarıma,
hoppalıklarıma karşın, yine iyi bir kız değil miydim?’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:207)
“İsa ellerine baktı. Tombul tombul, yamru yumru olmuştu. Mavi-siyah kurumuş damarları çıkmıştı ve
her bir elinin üstünde, eski esrarlı yara solmaya, kaybolmaya başlamıştı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:552)
“Ertesi gün, karanlık çökerken, Murol Şatosu’na vardım. Eski hisar, geniş bir kayanın ortasında, üç
küçük koyağın birleştiği yerdeki kayasının üzerinde ayakta duran dev gibi kule, yer yer çatlamış, yamru yumru
olmuş, fakat geniş ve yuvarlak dibinden ta tepesindeki yıkık kuleciklere kadar henüz yusyuvarlak, göklere baş
kaldırıyordu.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:134)
“O gün, yabancılar ve Yahudiler Lucien’i rahatsız etmiyordu. Rüzgar altında bir yulaf tarlası gibi hafif
sesler çıkaran bu kara renkli bedenlerin ortasında kendini tuhaf ve korkutucu hissediyordu, banketin köşesine
dayanmış pırıl pırıl parıldayan koskoca bir duvar saati. Geçen dönem Hukuk Fakültesi’nin koridorlarında
J.P.’lerin fena halde dövdükleri küçük bir Yahudiyi görür görmez tanıdı. Tombul ve düşünceli küçük canavarda
yumrukların izi kalmamıştı, bir zaman yamru yumru kalmış olmalıydı, sonra toparlak biçimini kazanmıştı
yeniden.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:225)
“HAMZA SÜİTİ <1953>
Sürahinin en yamru yumru yerinde
Hamza’nın karısı bir, Hamza iki.
Sürahi, basbayağı sürahi, masanın üsütünde
Sıfırıncı katta Cihangir’deki
Şehrin altında, şarkıların altında, ayranların.”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:37)
“Köpek durdu ve yine çeniledi. Federico Garcia Lorca da durdu. Derken duvarın arkasından askerler
çıkıp onun çevresini kuşattılar. Kahverengi üniformalar giymişlerdi ve başlarında üç köşeli şapkalar vardı. Bir
ellerinde silah, ötekinde birer şarap şişesi tutuyorlardı. Komutanları, kafası yamrı yumru şişlerle dolu korkunç bir
cüceydi. Cüce ona bakarak, sen bir hainsin ve seni geberteceğiz, dedi.”
(A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:67)
“Uykulu ve örgüleri darmadağın Katya bir şeyler mırıldanarak ağır kuştüyü şilteyi üç defadır altüst
ediyordu.
-Sana söyledim, hep yamrı yumru, - diye Küçük Prenses söyleniyordu, - uyuyabilsem memnun
olacağım, demek ki kabahat benim değil. - Sesi ağlamaya hazırlanan bir çocuğunki gibi titremekteydi.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh ”, Cilt:II, sa:69)
“Daha bunları söylerken, Tilde aklına geldikçe yüreğine çöken sıkıntıyı bastıramıyordu. Sarımtırak bir
ten, aynı renk bir giysi, sıska bacaklar, yamru yumru ince kollar… Ve elleri, hele o her zaman kım ıldayan
parmakları…hırslı yılanlar gibi, bir şeyi tutunca iyice kavrayan parmakları. Bu iğrenç orospunun tek güzel yanı
saçlarıydı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:52)
“Günlerdenbir gün köyden fakir bir dilenci kadın geçti. Esvapları yırtık pırtık, üstü başı paramparçaydı.
Ayakları, üzerinde yürüdüğü yamrı yumru yollardan kan revan içinde kalmıştı.”
(O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:II, sa:96)
Yamuk yamuk; Yamuk yumuk : Yamulmuş, eğri, doğru olmayan, eğri büğrü
“Fischerle yakasını bırakmadı. ‘İşte size görülmedik bir şey! Bayanlar, baylar, işte bir yenilik! Dilsiz bir
satıcı!’ Yamuk yumuk parmaklarıyla tuttuğu kağıdı sağa sola salladı ve en az yirmi yerinden buruşturdu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:214)
“Dönüp dolaşıp hep aynı şeyi anlatıyordu dağlar.. Kolaydı konuştukları dili anlamak, bunun için yalçın
duvarlarını görmek yeterdi; başları bükük kat kat duvarlar, yamuk yamuk, çatlaklarla donanmış, her birinde
ortada açılmış duran yaralar.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:6)
“Portakal Ağacı
------------------Çok ağaç vardı o bahçede:
bir köknar ağacı (yılbaşı ağacı derdik, ona biz),
kardeşimle yakalamaca oyunlarımızda
sığınak olarak
kullandığımız yaşlı bir amber ağacı,
öfkeli rüzgarlarda
korsan gemim olan, budaklı, yamuk yumuk
bir erik ağacı.”
(Kobus Moolman<d.1964>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.07.08)
Yamyam : İnsan eti yiyen vahşi kabile mensubu
“Gel gelelim, tam tersi bir görüş de vardı. Kimileri yerlilerin ilkel bir masumiyet içinde yaşadıklarını
düşünürken kimileri de onların insan kılığına girmiş vahşi canavarlar, şeytanlar olduğunu düşünüyordu.
Karaibler’de yamyamların ortaya çıkarılması da bu görüşü kuvvetlendirdi.”
(P. Auster, “Cam Kent”, -New York Üçlemesi 1-, sa:49)
“FRANTZ - Almanya bir cinayet işlemeye değer, öyle değil mi? (Nazik ve alaycı.) Bilmem, beni
anlayabiliyor musunuz? Siz başka bir kuşaktansınız..... dehşetin dorğuna varmak... Gece ve tunç bir levhada
benim adım! (Ara.) İtiraf edelim ki bu işi beceremedim! Ah!, sevgili Johanna, hep şu ilkeler yüzünden. Siz, hiç
kuşkusuz, benim, bu iki yabancı esiri askerlerime yeğlediğimi düşünüyorsunuz. Aslında buna hayır demem
gerekirdi. Ama bir yamyam gibi mi davransaydım. Üstelik, ağzına et koymayan biri olarak.”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:304)
Yamyassı : Alabildiğine basık, yassılmış; Dümdüz
“ ‘Tuhaf bir yaşam biçimi’, adını, Amalia Rodrigues’in bir eski fado’sundan (Fado: PortekizLisbon’dan doğmuş, hüzünlü havaları içerem müzik ve dans şekli) alıyor; Enrique Vila-Matas’a ve yapıtının
yamyassı dehasına bir saygı olarak okunabilir. ‘Dikenli telden kurtulmanın güçlüğü’, ‘Forbidden Games’
(Yasaklanan oyunlar)’in bir devamı ya da eki olarak alınabilir.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:268)
Yanakları kızarmak, al al olmak : Bir kimsenin, özellikle genç bir kızın, utanç, mahcubiyetten, heyecandan ya
da evvelden bir sağlık sorunu geçirmişse sağlık kazanmaktan yanakların canlı kanlı, kızarmış gözükmesi
“Paul çoktan gelmiş, masasında oturuyor ve telefonda konuşuyor; odasını Alice’in ufak, eski masasının
durduğu odayla ayıran cam bölmenin arkasından el sallıyor; Alice de yerine oturup bilgisayarını açıyor; birkaç
dakika sonra sabah ayazında yanaklaerı al al olmuş Linda geliyor, mantosunu çıkarıp işe koyulmadan önce
Alice’in yanına geliyor, sol yanağına bir öpücük kondurup iyi yıllar diliyor.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:209)
“Christine, hava değişiminden gerçekten yararlanmış, yanakları kızarmıştı. Fakat sürekli onu
düşünüyor, onun iştahsızlığına ve sık sık sigara içmesine üzülüyordu.”
(A.J. Cronin, “Şahika”, sa:175)
Yanaklarından kan damlamak : Çok canlı, sağlıklı, kanlı canlı, dolayısıyla da kırmızı yüzlü çocuklar
(büyükler için de olabilir!) için methetme yolunda söylenen sözcükler
“ ‘Oğlanın yanaklarından kan damlıyor,’ dedi Mrs. Swithin.
‘Nasıl da kilo alıyorlar şaşılacak şey,’ dedi Isa.
‘Kahvaltı etti, değil mi?’ diye sordu Mrs. Swithin.
‘Silip süpürdü tabağını,’ dedi Isa.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:27)
Yanardöner : Renkten renge dönüşen, değişken, iki yüzlü
“Ferah tut yüreğini; o yanardöner hemşerilerin
yok mu senin, iyi de konuşurlar, kötü de senin için.”
(Mimnermos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:76)
Yanaşma : Kahve, köşk, tarla, çiftlik gibi yerlerde çalışan erkek yardımcılar, tutma
“Gece yarısı Rue Droite’taki evde bir didinmedir başladı.....hizmetçi kızlar koşuştu, merdivenleri indi
çıktı uşaklar, bodrumda depo kahyasının anahtarları şıngırdadı, avluda meşaleler yandı, yanaşmalar atların
çevresinden dönendi..... eyerler oturtuldu, taşındı, yüklendi – gören 1746’daki gibi Avusturya-Sardinya sürüleri
yağmalayıp yakarak gelmekteymiş de evin beyi pürtelaş <telaş içinde, telaş dolu> savaş hazırlıkları yapıyormuş
sanırdı.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:205)
“Kahveci yanaşmaları fırıldak gibi dönerekten, yel gibi seğirterekten, tepsileri havada uçurup oynak
avratlar gibi çalkanaraktan hizmete sıvanmışlar ki, ‘Hizmet Allah için’ kavline iman ederekten sıvanmışlar.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:56)
“-E, anlat bakalım, köyde ne var ne yok? diye sordu Korney.
-Hiç, ne olsun! İşler kötü.
-Neden öyle?... Benim yaşlı ana sağ mı?
-Sağ, sağ... Geçenlerde kilisede gödüm. İhtiyarın sağlığı yerinde gözüküyordu. Genç karın da iyi...
Yeni bir yanaşma tuttu.”
(L. Tolstoy, “Korney Vasilyev”, sa:105)
“Köylüler
----------Ve bazen karşılaşır bakışlar tamah dolu
Odayı doldurunca hayvan buharı.
Tekdüze okuyor bir yanaşma duayı
Ve bir horoz ötüyor kapının altından içeriye.”
(Georg Trakl<1887-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.04.09)
Yana tutuşa : Istırap çeke çeke, binbir eza ve güçlükle
“Bu yüzden, sizlere çocukken fark edilmek için söylediğim şarkılardan, kanıma işleyen müzik
ateşinden, kurduğum şarkıcılık düşlerinden, harçlıklarımı biriktirip aldığım ilk müzik aletinden, arkadaşlarımla
kurduğumuz ilk müzik topluluğundan, şarkıcı olmak için yana tutuşa geçtiğim tutkunun dikenli yollarından ne
yazık ki söz edemeyeceğim.”
(M. Mungan, “Üç Aynalı Kırk Oda”, sa:22)
Yana yıkıla : Kendini acındırarak, yalvararak
“Konuğu hemen tanıdım: 1986’da Meksika’da düzenlenen Dünya Kupası’nda İspanyol taraftarları
coşturan Manolo’ydu. Söyleşi biter birmez yanına gidip Brezilyalı olduğumu söyledim; hemen, Kupa’nın ilk
turunda İspanya’nın bir golünü nasıl saymadıklarını yana yıkıla anlatmaya başladı.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:97)
“Akşam kendisine bir çay bardağı uzattım. Canım sıkılıyordu, redingot olayını yeniden alevlendirmek
için:
-Bizi de, dedim, enayi yerine koydular, Astafiy İvaniç.
Öykü öyle çok yönleniyor, Astafiy İvaniç de öyle yana yıkıla anlatıyordu ki, olay bana gülünç
gelmeye başladı.”
(F. Dostoyevski, “Namuslu Hırsız”, sa:75)
“Bu kızlar, hiç gerdeğe girmemiş delikanlıları ta uzaklardan gözlerinin sihriyle kendine çeker, çok
uzaklara kadar götürüp arzularına kavuştuktan sonra onların cesetlerini sahile atar, kaçar giderlermiş. Gözleri
kanlı, gönlü yaslı Arnavut balıkçı, kendi oğlunu da böyle kaybettiğini her yabancıya, usanmadan, yana yıkıla
anlatırdı...”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Baba”, sa:70)
“Evin yakınlarında bir kayın ormanının kıyısında güzel bir yer seçmişti; dua etmek için çoğu kez oraya
çekilirdi: o günden sonra oraya daha düzenli olarak gitmeye başladı; orada kendini tümüyle tasarladığı işe
vererek, yapacağı yolculuğu kolaylaştırması, kendisine güç ve çıkar bir yol bağışlaması için yana yakıla Tanrı’ya
yalvarıyordu.”
(X. de Maistre, “Sibiryalı Kız”, sa:14)
“Bir dilenci Kabe’nin kapısında
Coşmuş, ağlıyordu yana yıkıla!
Diyordu ki: ‘Sana layık ey Rabbim
Ne bir kulluğum var, ne ibadetim!
Kulluğumu kabul et, demiyorum,
Günahımı bağışla, sil, diyorum!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:88)
Yan bakmak : Küçük görmek, önemsememek, düşmancıl duygularla süzmek
“SARHOŞ, kendinden geçmiş - Kimse bana bugün yan bakmasın! Kendimi o kadar hür ve serbest
buluyorum ki. Zaten bu taze neşeyi ve bu şen şarkıları, hep ben buraya getirdim.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:26)
Yan çizmek : Sorumluluktan kaçmak, gerekeni yapmamak
“DR. FISHER - Cezalandırıldığını düşünen biri gibi konuşuyorsunuz.
IZZY - Eh, belki de öyleyimdir. Delinin teki göğsüme bir mermi saplıyor ve sonunda ilahi adalet
yerini buluyor.
DR. FISHER - O halde tüm o deli dünya laflarına ne oldu? Eğer olanları rastlantısal, gelişigüzel
gerçekleşen olaylar olarak kabul ediyorsanız, sonra yan çizerek, bu olanların ardında bir amaç olduğunu iddia
edemezsiniz. Ya biridir ya da diğeri. Ama ikisi birden değil.”
(P. Auster, “Lulu Köprüde”, sa:25)
“1-Kişiliğin Sureti
---------------------... Bütün ehliniz: atik yürüyen efendidir
Düz benekli neslini bilen
Onlar akraba - kurdun gizini gizlemeyen
Elleri, bana gelmeyen ve güçsüzlüğümü çekmeyen
Şimdiden başka bir şeyi sormayan bütün babalar
Oysa yan çiziyorlar ilk kovulan asık yüzleriyle...”
(Şanfari El Azdi-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.09.04)
“Gerçekten de, çokları aşkın kendisine yan çizmek için yaşama aşkına kapılmış gibi yapar. Kişi haz
duymakta ve ‘deneyim yapmakta’ dener kendini. Ama bu tinin bir görünüşüdür. Bir haz tutkunu olmak için az
bulunur bir iççağrı gerekir.”
(A. Camus, “Düğün-Cezayir’de Yaz”, sa:52)
“Fırsat buldum mu çalışıp öğrenmelere yan çiziyor, dağlara koşuyor, göle atıyordum kendimi ya da
bayırda bir kenara çekilip kitap okuyor, düşlere dalıyor, tembelliğin tadını çıkarıyordum. Babam baktı ki
olmayacak, sonunda bıraktı yakamı.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:21)
“Son günlerini yaşayan genç kadın, yine de tam tutkulu bir şekilde yaşamaktaydı. Doktorların
öğütlerine yan çizen kadın, sürekli sigara ve içki içiyor, geceleri geç vakitlere kadar konuklar ağırlıyordu.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:126)
“‘... gene de yakasına yapışır, zengin karısından aldığı binliklere ortak olurum’ diye düşünüyor, kendi
kendine ekliyordu: ‘Madem mühim <önemli> bir siyaset adamı oldu, daha iyi. Hele yan çizsin, hele beni
tanımazdan gelsin, alimallah onu oralarda duramaz ederim!’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:232)
“Durup dururken hep bir yan çizme, hep bir anlatamama kaygısı vardır diyordum. Ve ben bunu yalnızca
kendime söylüyordum. O hikayeyi senden sonra düşünmek meseleydi bu yüzden eni konu yürekli olmayı, bir az
da kendi çıkmazımın ayrımına yeniden varmayı gerektirirdi.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:9)
“Mathieu yanıt vermedi. Marcelle ezen, kahreden bir bakışla:
-Çünkü yan çizmek, çünkü beni oyalamak istiyordun, dedi.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:296)
“Ah, ben ölünce neler söyletecekler sana:
Ne buldun diyecekler, onun nesini sevdin?
İyisi mi, sevgilim, sen hepten yan çiz bana,
Zaten bende ne arar senin değer dediğin.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:72, sa:185)
“Parti, karara varmakta elden geldiğince yan çiziyordu. Amma, 1934 başlarında kesin bir karar gerekti.
Ya kendi kanunlarına karşı çıkacaklardı, ya da zamanın en büyük müzik ustasına <Richard Strauss>
olacaklardı.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:463)
Yandan çarklı : Fincanının yanına bırakılan şekerle takdim edilen çay ya da kahvenin ismi
“Fayrap’ın uçarı naraları gittikçe daha sık sık duyuluyordu:
-Kömürcü Ağa’ma yandan çarklı biiir. Amcabey’e gayet okkalı olsun. Biniciye şekeri çooook...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:51)
Yandığım gündür; Yandığım günün resmidir : Çok müşkil bir durumda kalmak, sorun beklemek
Bk.: Yanmak
“Gün geçtikçe hepsini iyi tanırsın. İnsanları sözleriyle değil, hareketleriyle ölç! Ondan sonra da arkadaş
olabileceğin insanı seç. İpin ucunu bir verirsen ellerine, yandığın günün resmidir. Hapishaneyle dağın
birbirinden zerrece farkı yoktur.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:119)
“Eğer küçük beyle başbaşa, korulukta çene çaldığımı evden öğrenecek olurlarsa, yandığım gündür.
Babam demirci Vasili kemiklerimi kırar.”
(A. Pushkin, “Erzurum Yolculuğu ve Biyelkin’in Öyküleri”, sa:160)
Yandık, eyvah yandık : Her şey bitti, tüm ümitler yitirildi, sonumuz geldi
Bk.: Yandım Allah
“Korktuğumuz başımıza geldi. Daha sabaha epey vardı. Çıt yok. Birden bir öksürük. Eyvah yandık.
Kim öksürdü? Allah belasını versin. Çok yakınız. Çete öksürükten, kıpırtıdan sarıldığını anladı. Kaçmaya
koyuldu. Ayak seslerini duyuyoruz. Gidiyorlar. Karanlık. Kurşun atamazsın ki... Atsan bile havaya. Ne olacak
böyle? Efe kaçıyor.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:167)
Yandım Allah : Allahım yandık, mahvolduk; Allah şahittir ki yaktığımın resmidir; İmdat
“Hele biri bana küfür etsin; yandım Allah, daha saniye dolmadan toprağa serilir ve karnına tekmeleri
yemiş olurdu. Benim ise, gözlerimin etrafında mor bir hale oluşuna herkes alışmıştı, ‘Senin, şeftali çürüğü gibi
ne güzel gözlerin var!’ derlerdi.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Prova”, sa:106)
“Kulağımı hastanın sağ omuz kemiğine dayayıp iyice dinledikten sonra:
-Başkan cenapları, kötü. Akordeonunuzun sağ lades kemiğinde fazla bir şişlik var, dedim.
Hasta inleyerek:
-Yandım Allah! Kuzum doktorcuğum ovmak için bir ilaç veremez misin?”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:87)
Yan gelmek (oturmak), Yan gelip (yatmak, yayılmak) : Gereğeni yapmayarak keyfine bakmak; rahatına
bakmak; Kıçını yanına dönüp yatmak, bir şeye aldırmamak
“İşte eylülün ilk sabahlarından biri. Aldınız gazetenizi, okuyorsunuz. Çabuk çabuk bir yere, bir işe
koşuyorsunuz. Ya da yan gelmiş, bir koltukta ilgisiz göz gezdiriyorsunuz. Karşı karşıyayız, dostça ya da
düşmanca. Severek ya da kızarak... Hepsi mümkün. İnsan için hepsi...”
(O. Akbal, “İstinye Suları-Dostlarla Söyleşi”, sa:153)
“ ‘ayaktakımının hakkı kötektir! Aslında kafalarını kesmek, daha akıllı bir hareket olurdu hiç kuşkusuz.
Yükten başka bir şey olmuyor böyleleri. Hapishanelerde yan gelip yatıyorlar. Devlet de canını dişine takarak
kazandığını bunlara yedirmek zorunda kalıyor. Bu haşaratın kökünü kurutacağım!’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:417-8)
“-Azizim Alyoşa, siz hem soğuksunuz hem küstah… Bakın. Beyefendi benimle evlenmeye karar
veriyor ve yan geliyor.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cil:II, sa:94)
“CLAIRE - Neye görmeyeyim?..... Hiç değilse bizimle alay edemiyor artık. Şimdi sen şöyle ağız
tadıyla onun göğsüne yan gelip yatabilirsin, gövdesinin, bacaklarının biçimini daha yakından görür,
davranışlarını kollayabilirsin.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:27)
“ARABACI ÇOCUK -... Kimisi, hayatın anlamsızlığı içinde, çok kereler tereddüde bile düşer:
Kendisini sana mı teslim etsin, yoksa bana mı diye. Tabii, seninkiler yan gelip yatabilirler. Halbuki benim
peşime takılan kimse, daima bir şeyle uğraşır.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:43)
“MARLOW - Hesap pusulanızı diyorum size.
HARDCASTLE - Ha, kanepeyi unuttum, iştahlı bir yemekten sonra yan gelip uyku çekmeniz için!”
MARLOW - Hay Allah layığınızı versin; hesabı getirin diyorum. Sözü uzatmayalım artık.”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:82)
“Viyahir annesini ‘Benim Mordovlum’ diye çağırırdı, biz bunu gülünç bulmazdık.
‘Dün benim Mordovlum eve yine zil zurna sarhoş damladı, kapıyı fayrap edip eşiğe yan geldi, oturdu,
üstelik bir de şarkı tutturdu bizim kuş!’ ”
(M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:241)
“Böyle diyeceğim işte. Birlikte yaşayacağız. Bahçıvan olacaksın. İstediğin kadar ye, iç!... Ah, ah, ah!..
Hayatın öyle şenlenecek ki! Yan gelip yatacaksın!... İçtiğimiz su ayrı gitmeyecek!..”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:132-3)
“Kapı yoldaşım fino gibi hareket etmeliyim... Hem onun yaptığı şeyler de pek güç görünmüyor... Biraz
bağırıyor, birkaç defa yerde debeleniyor, sonra ayağıyla efendinin yüzünü okşuyor. Ben de onun gibi yaparsam
sahibimin gözüne girer, yükten ve dayaktan kurtulur, efendiyle beraber yer, içer, yan gelirim.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:182)
“Kıran uçurumunun duvarında büyük bir mağara vardı. Aksi Mahmut, ‘kayığı içine alır, demir atar, yan
gelir yatarım’ dedi. Mağaradan içeri girdi. Ama, mağaranın kıyısındaki çıkıntının üzerine bir ana fok, erkek
fok’un yosunlarla ona hazırlamış olduğu bir doğum döşeğine yatmış...”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:39-40)
“Birlikte bir rom meyhanesine daldık. Koca bir şişe rom satın alıp dışarı çıktık. Kumsaldaki hindistan
cevizi ağaçlarının altına yan gelip yattık ve kutlamaya başladık.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:230)
“Bir ikindi üstü kasabayı yararak, ırmaktan büyük bir sal geçiyordu; atladım üzerine, bir kereste
yığınına yan geldim. Birkaç saat ırmağın aşağılarına ben de gittim salla birlikte. Çiftliklerin, köylerin yanından,
köprülerin altından geçtik.”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:59)
“İncecikten gümüşsü süzülürler havada <bulutlar>, yaldızlı kenarlarıyla beyazlara bürünüp kahkahalar
atar, ordan oraya yelken açmış seğirtirler, bazen de sarı, kırmızı, ve mavimsi renklerle donanıp dilencelerde yan
gelip yatarlar.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:16)
“MABEYİNCİ FLOR, bir koltuğa gömülmüştür - Kendi eserlerinizden getirmediniz mi?
HJALMAR - Hayır.
MABEYİNCİ FLOR - Getirmeliydiniz; şöyle yan gelip oturduğu yerde resim seyretmek sindirim için
pek iyidir.”
(H. Ibsen, “Yaban Ördeği”, sa:20)
“-Etem’den ne haber, Etem’i gördüğün var mı?
-Kalsın boynu altında Etem’in... Benim Etem’le alışverişim yok; görsün şeytanlar yüzünü onun!...
-Peki şimdi ne yapacağız?
-Ne bileyim ben, sen çığırdın <çağırdın> beni, ben de geldim!
-İyi ama yaz değil ki, gidip kırlarda biraz yan gelelim; bu havada böyle sokaklarda mı dolaşacağız?”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:175)
“ ‘Sonra?’
‘Sonra, oraya gittik ki bizim askerlerin donmayanlarının hepsi orada. Bizi çalıştırdılar. İçimizde
paşalar da var. Onları, onları çalıştırmıyorlardı. Ötekiler de yan gelip yatıyorlardı. O soğukta bize şekerli çay
daveriyorlardı…’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:148-9)
“ ‘Yiğidin başına bela, yüzde doksan dokuz lafa aldırmaktan gelir. Sonra adamı yıpratıp kocatan nedir?
Çalışmak...’
‘sen kendin, bendan daha iyisini bilirsin. Bilal Efendi, kavatlıkta hiç çalışmak yok. Yan gelip
yatacaksın.’ ”
(Y. Kemal, “Rahmet Yolunu Kesti”, sa:69)
“PANTOLONLU BULUT’tan
<Giriş>
Pelteleşmiş beyninizde
kirden parlayan bir kanepede yan gelip yatmış
semiz bir uşak gibi
pinekleyen düşüncenizi,
kanlı bir yürek parçasıyla tedirgin edeceğim,
dalga geçeceğim, geberesiye küstah ve zehir dili.”
(Vladimir Mayakovski<1893-1930>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, A. Behramoğlu, sa:88)
“Pinette şaşkın gözlerle onlara baktı:
-On beş gün mü? Nasıl olur? Biz...
-Evet, on beş gün! Siz yan gelip yatasınız diye biz on beş gündür dövüşüyoruz, dedi Dandieu.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:217)
“LORD - Bu da ne? Ölü mü, sızmış mı? Bakın nefes alıyor mu?
2 inci AVCI - Alıyor efendimiz. İçki eğer içini kızdırmasaydı böyle bir yatakta yan gelecek yerde çivi
keserdi.
LORD - Hay koca hayvan! Nasıl da domuz gibi yatıyor..... Baylar, ben bu sarhoşa bir oyun
oynayacağım. Götürüp bir yatağa yatırsalar, güzel elbiselerle sarıp sarmalasalar..... ağzının suyunu akıtacak bir
sofra kursalar, gözlerini açtığı zaman, miskin herif kim olduğunu unutmaz mı acaba?”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:8)
“Bu konuyu hayatında -besbelli- ilk defa düşünen, bu yüzden de tamamen samimi konuşan Vasenka
Veslovski,
-Gerçekten de öyle, dedi. O durmadan dinlenmeden ömrü boyunca çalışırken biz ne diye yiyip içelim,
avlanalım, yan gelip yatalım?”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:296)
“Bütün bedensel ve beyinsel seçkinliklerde bir uğursuzluk vardır bence, tüm tarih boyunca kralların
sarsak adımlarını izleyip duran türden bir uğursuzluk. Öbür insan kardeşlerimizden farklı olmamak daha iyidir.
Bu dünyada en şanslı olanlar bence çirkinlerle aptallaar. Yan gelip yayılarak yaşam denen oyunu ağzı açık
seyredebilirler.”
(O: Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:11)
Yangıncı : Sultan İkinci Mahmudun Yeniçeriliği lağvetmesinden sonra, ‘Tulumbacı’ terimi yerine koyduğu
‘Yangıncı’ lakabı
“Tulumbacı tabiri Yeniçeriliği hatırlattığı için, Sultan Mahmud da Yeniçeriliğe ait mezar taşlarını bile
kırdıttığından, bu mahalle yangın tulumbacıları etrafında toplanan yeni tulumbacılara ‘Tulumbacı’ yerine
‘Yangıncı’ denilmişti. Mahalle tulumbacılarına ‘Yangıncı’ denmesi, Sultan Mahmud’un ölümüne kadar devam
etmiştir (1826).”
(R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:64)
Yangından kaçar gibi : İsmi üzerinde, yangın vuku bulduğundaki panik hali
“ ‘Türkler geleli çok oldu. Daha hiçbirinin yüzünü görmedik. Onlar gelmeden köy ne dadar boşsa şimdi
de o kadar boş. Çocukları bile köyün içine çıkmıyor. Bir adam bile gelip bu çınarın altına şu sedirlere oturmadı.
Dünyaya küsmüşler. Ne yerler ne içerler kimsecikler bilmiyor. Sizin ada nasıl?’
‘Bizim adayı hiçbir muhacir <göçmen> beğenmedi. Gelen, adaya bir bakıyor, hemen de, hiç
durmadan, yangından kaçar gibi, geldikleri tekneye doluşarak arkalarına bakmadan kaçıp gidiyorlar.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2- Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:239)
Yangından korkar gibi : Çoşkunlukla karışık bir korku
“Merhum dedem, anımsayabildiğim kadarıyla, büyükannemin baş uşağı gibi bir şeydi. Yangından
korkar gibi korkardı ondan. Fakat yitirilen miktarın korkunçluğunu görünce aklı başından gitmiş.... bu parayı
ödemeyi kesinlikle reddetmiş.”
(A. Puşkin, “Maça Kızı”, sa:117)
Yangından mal kaçırır gibi : Gereksiz bir telaşla; fırsattan istifade ederek
“Bu arada, yardım etmek ya da yangından mal kaçırmak için köyden insanlar tepeye çıkıyorlardı.
Ölülerin çoğu hala akkor halindeki yıkıntılar arasında kaldı. Üçüncü gün yaralıların yaraları sarılıp, açıkta kalan
ölüler gömüldükten sonra, rahipler ve ötekiler eşyalarını topladılar ve lanetlenmiş bir yerden ayrılır gibi, hala
dumanların tüttüğü manastırdan ayrıldılar.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:685)
Yangını olmak : Ateşi olmak
“‘Hasta nasıl oldu?’
Süleyman ezile büzüle anlattı:
‘Hali kötüye benziyor Büyükağa. Çok yangını var bu akşam...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:20)
Yan gözle bakılmak, bakmak, süzmek : Göz ucuyla, küçümseyerek, aşağalanarak, yan bakılmak-bakmak
“Tanımlamaya Prelüd’ler - LXII
------------------------------Gittim ve sordum, tümü önceden sezdiğim gibiydi,
bir şey ve sonra öteki tümü tasarlanmış gibi
aceleci aceleci diyen kuş ve saatın tik takı
kayalık ve ağaç ve ev ve hanım
ürününün üzerinde bana yan gözle bakan koca
niçin tümü bir düş dedim ve çarçabuk daldım
kurşun veya altın basamaklarla düşün abartılı dünyasına
geçti kuş, saati kayalığı ağacı hanımı ve kocayı”
(Conrad Aiken-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.10.02)
“Bayram,..... kağnıyı durdurdu:
‘Selam!’ dedi.
Haceli, yan gözle baktı baktı:
‘Aleyküm selam!’ dedi.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:63)
“Kazandığı başarının tadını yudum yudum içine sindirerek raflara döndü. Therese olduğu yerde
beklemekteydi. Neden hiçbir şey söylemiyordu kocası? Onu fark ettirmemeye çalışarak yan gözle bakınca,
yüzündeki değişikliği hemen gördü. Bunun üzerine hemen mutfağa çekilmesinin akıllıca bir iş olacağına karar
verdi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:97)
“... yeni gelene uzunca bir zaman hiç bakmazdık, sanki onun onurunu incitmek istemezdik. -Hoş,
mahpushanede onur ancak gardiyanın sopasının ucundadır ya!- Fakat bu kezki kahramanımız pek de tıfıl
göründüğünden merakımızı yenemedik, yan gözle süzüyoruz.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:47)
“Genç bir jandarma subayı, bir geçit resminde yürür gibi vakur, sert bir eda ile geçiyor, yan gözle bana
bakıyordu. Rıhtımın kenarında kırılan bir dalga müthiş bir serpinti yaptı, adamcağızı tepeden tırnağa kadar
ıslattı.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa: 18)
“Pencerenin yanında duran orta yaşlı iki sekreter, ağız ağıza bir şeyler konuşuyorlar, ara sıra yan gözle
bize bakıyorlardı.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:135)
“Kayışı en ucundan tutar, onun başkalarına saldırmasından adeta mutluluk duyarlar. Yan gözle onlara
bakacak olursanız, size göz dağı verircesine öyle bir bakarlar ki, bütün köpekleri üstünüze salacaklarını
sanırsınız.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:44)
“ ‘Kaçış mümkün değildir,’ diye tekrarlayan Müdür eliyle işaret ederek Bernard’ı tekrar yerine oturttu;
izin henüz imzalanmadığı için Bernard’ın itaat etmekten başka şansı yoktu. ‘Ayrıbölge’de doğanlar -ve
unutmayınız ki sevgili genç bayan,’ derken bir yandan da Lenina’yı yan gözle süzüyor ve uygunsuz bir
tıslamayla konuşuyordu.”
(A. Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, sa:142-3)
“Dün akşam, Reha Bey bana oturduğumuz birahanede muharrir <yazar> Ahmet Rasim Beyi de tanıttı;
köşede bir arkadaşı ile ağır ağır, vakur, fakat pek babacan bir tavırla demlenmekte olan, burnundan takma
gözlüklü, kırçıl saçlı, kırçıl ve pos bıyıklı, tıknaz ve çok sevimli bir adamı göstererek:
-İşte, dedi, bu, muharrir Ahmet Rasim Beydir. Kendisi ile henüz muarefemiz <görüşme, arkadaşlık,
temas> yok... Yok ama, dikkat ediyorum, ikide bir, yan gözle bizim masayı süzüyor. İster misin yarınki ‘Şehir
Mektupları’nda bizim masa da aynen çıksın.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:158)
“Ne olursa olsun gözünü karartıp ertesi gün Rıza Bey’in odasına çıkacak ve durumu anlatacaktı.
Babasının, Rıza Beyefendi’nin muhterem pederlerinin yanında çalışmaya başladığından beri bu evde kötülük
görmediklerini, kendilerine yan gözle bakılmadığını, yıllardan beri bu mukaddes konağı kendi yuvaları olarak
benimsediklerini ve velinimetlerinden en ufak bir şikayetleri olmadığını anlatacaktı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:186)
“Bunu bana bir kez karım da yazmış; sizin gerçekten korktuğunuz için karşılaştığınız kadınların yüzüne
doğrudan doğruya bakmadığınızı, güzel bir etki edebilmek için onlara yan gözle baktığınızı anlatmıştı.”
(Th. Mann, “Alacakaranlıkta”, sa:53)
“İçeri girdiğimizi görünce okullu kızlar gibi yerlerinde doğruldular, müdür ezelden kalma düğme dikme
sanatına getirdiği yenilikleri anlatıp dururken hepsi yan gözle bizi izliyordu.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:87)
“Partiye taparcasına bağlı kişiler, genç olanlarıydı. Ama bu kız, onda, ötekilerden daha tehlikeli biri
olduğu izlenimi uyandırıyordu. Bir kez koridorda karşılaştıklarında, kendisine yan gözle çabucak bir baklış
fırlatmıştı. İçine işlemişti bu bakış ve ona karabasanlar salmıştı.”
(G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:16)
“Zangoç:
-Ah, yegorovna, dedi. Fakat Grigori’nin dili nasıl döndü de söyledi bunu. Ben Kirila Petroviç’e yan
gözle bakmaktansa, başpapazı kalaylamaya dünden razıyım. Onu görür görmez bir korku, bir telaş alıyor
insanı... Alnından terler damlamaya başlıyor, belin kendiliğinden büküldükçe bükülüyor artık...”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:39)
“Üzerinde ‘Otoportre’ yazılı bir etiket bulunan dört köşe bir tabloydu. Gauguin solgun ve dağınık
görünüyordu, iri çenesiyle yüzünde rahat bir zeka ve biraz çocuksu, kederli ve kendini beğenmişlik vardı. Ivich
yanıt vermedi, Mathieu yan gözle ona baktı: Ancak ışığın yanıltıcı parlaklığıyla yaldızlarını kaybetmiş saçını
görebildi.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:75)
“Pierre’le Eve, basamakları derma çatma, tozlu bir merdiveni tırmanıyorlardı. Yandaki duvarlar perişan
haldeydi. Böylece iki kat çıktılar. Eve bütün cesaretini toplamıştı. Pierre onun tepkilerini yan gözle kontrol
ediyordu.”
(J.-P. Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:105)
“Elini sallayıp durdurttuğu Fayrap’a bakmadan yan gözle Kamil Beyi iyice süzerek sordu:
-Hastaneciler gelmedi mi ulan?
-Geldiler ağa.
-Geldiler de bizim Mortocu Zekeriya nerde kaldı? Sıçra bak!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:32-3)
Yanına bırakmamak, koymamak : Bir kimse tarafından aldatıldıktan sonra ondan intikam almak
“Eve çağırdıkları sağlık memuru tam iki tabak kan boşalttı, bunun üzerine Vivertov sanki biraz
rahatladı. Kan alınmasının ertesi günü karısının yatağına yaklaştı.
-Arina, bırakmayacağım bunu onların yanına. Kararımı verdim, anamın ak sütü gibi helal rütbemi
sonuna dek savunacağım.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:92)
“Gene bir müddet sonra bir toplantıda konuştuk ama doğru dürüst yüzüme bakmıyordu. Dudaklarını
küçümser bir ifadeyle büzmüştü. İçimden, ‘Dur bakalım, ben bunu senin yanına bırakmam!’ dedim.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:169)
“LELIO - Hay Allah belanı versin senin, Ottavio! Musallat oldu bana! Fakat Tanrı şahidim olsun,
yanına bırakmayacağım...”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:110)
“Boynuma sarılır be! Ne sanıyorsun yani? Sen gelecek olmasaydın, ya da Zehra’nın parası bende
olsaydı, görürdün bak! Ama sen geleceksin, Zehra’nın parası da bende değil. Üstelik, fena halde korkuyorum.
Rıdvan istese o film işi garanti olurdu. Beni beş gün oyaladı, deyyus. Biliyorum canım, düpedüz oyaladı. Pis
ellerini, ceplerine soka çıkara bana yalan söyledi. Zilli’nin kahvesinde kulağını çekmişler:
-Bu it, demişler benim için, kaçmak istiyor. Namık gelecek ya, ondan. Eğer sen bu işi yaparsan kaçar.
Namık da bunu, senin yanına bırakmaz.”
(A. İlhan, “Kurtlar Sofrası”, sa:179)
“‘İnşallah, bir gün gelecek, o kız, babası önde, kendisi arkada sokak sokak sürünecek, dilenecek!
Cenabıhak kimsenin yanına koymaz! Fakat, neye yarar? Biz göremeyeceğiz!’ diyor ve ellerini dizlerine
vuruyordu.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:159)
Yanına kalmamak : Yaptığının ilerde mutlaka hesabını vermek
“Daha sonra, bu iş yanıma kalmayacak, diye düşünüyor. Uzaklardaki George’daki Isaacs Baba
da, yalanlarla, kıvırtmalarla dolu bu konuşmayı unutmayacak. ‘Elimden geleni yaparım.’ Neden açıkça
söylemedi ki? ‘Elmadaki kurt benim,’ demesi gerekirdi. ‘Sizin üzüntünüzün kaynağı benim, size nasıl yardım
edebilirim?’ ”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:46)
Yanına kar kalmak : Yaptığınla kalmak, yaptığı kötülüğü cezalandırma olasılığı olmamak; (Kimseye zarar
vermeden) fırsattan istifade etmek
“Annem orta sınıf bir evde doğmuş ama Muz Şirketi’nin geçici şaşaasında yaşamış, bundan da Santa
Marta’da, Prensantacion’ de la Santisima Virgen Koleji’nde gördüğü zengin kız çocuğu eğitimi yanına kar
kalmıştı.”
(G.G. Marquez, “Anlatmak İçin Yaşamak”, sa:13)
Yanına (artık, hiç) varıl(a)maz, yaklaşılmaz olmak : Erişilemez, burnu büyük, kibirli, şımarık olmak
“-Demek oluyor ki, ona daha önce de hakaret ediyordunuz?
-Ama eskiden gücenmiyordu ki... Bunları kendi iyiliği için söylediğimi biliyor, sesini çıkarmıyordu.
Büyüklerine, velinimetine karşı gelmenin günah olduğunun bilincindeydi. Ama ne zaman emniyette göreve girip
yazıcılığa başladı, artık hepsine paydos. Tafrasından yanına varılamaz oldu!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:65)
“Zaten zorbaydılar, şimdi Konstantinopolis onların eline geçtiği için yanlarına artık hiç yaklaşılmaz,
liderlerinden biri basileus olur: Görevlilerimizin bazılarından çaldıkları mitra’ (piskopos ve din adamlarının giydiği tören
başlığı)ları atlarının kafasına koyuyorlar ve ilahilerimizi kendi uydurdukları bir Yunanca’yla, kendi dillerinde kim
bilir hangi yakışıksız sözleri araya katarak söylüyorlar(dı).”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:370)
“İLK KUDAS TÖRENLERİ I
------------------------------------Kızlar kiliselerin demirbaşı gibidir
Akşam duası ile, görevler biter birmez
Gençlere cilve yapar, kırılıp dökülürler,
Oğlanlara gelince; yanlarına varılmaz
Kahvelerde tanınmış evleri çekiştirir
Ve acayip şarkılar söylerler avaz avaz.
(A. Rimbaud<1821-1867>, “Dizeler”, sa:109)
Yanına yönüne bakınmadan : Hiç bir tarafa bakmadan, dosdoğru ileri
“Kahvesini, sigarasını hiç konuşmadan bitiren iri adam, biraz daha oturdu. Sonra dimdik, olanca
heybetiyle, ayağa kalktı, elini çok uzak uzatarak gerdi, ucunu İdris Beye tutturudu, iki kez salladı, çok gür bir
sesle:
‘Allahaısmarladık,’dedi. Hiç yanına yönüne bakınmadan dimdik merdivenleri indi, gene dimdik
otomobile yürüdü.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:150)
Yanında hiç kalmak : Ona nazaran, göreceli olarak bir ‘hiç, önemsiz şey’ sayılmak
“Sıraların arasındaki koridordan ikisi birlikte el ele yürüdüler çünkü kız şimdiye kadar hiç ölü
görmemişti, oğlansa ölen bir kişinin bedenine konuk olan taş kımıltısızlığından hala korkuyordu. Yeni
süpürülmüş ve sulanmış olan büyük yassı yer taşlarının üzerinde yürürken çıkardıkları ses, mihrabın çevresine
egemen olan yumuşak suskunluğun yanında hiç kalıyordu.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:299)
“OĞUL - O zamanlar insanlar adil idiyse, neden iki delikanlıyı yakmak istemişler?
BABA - Budala, yakıcı yaz sıcağının ne olduğunu bilmiyorsun. Ben gördüm böyle sıcakları, deden
de gördü. Kış hiç kalır onun yanında. Kış çetin geçer, ama ekinlere iyi geldiği bilinir. Yaz sıcağı öyle değildir.”
(C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:117)
Yanından bile geçmemek : Konu edilen şeyle yakından uzaktan hiç ilgisi, benzerliği yok; Gerekli ilgiyi
göstermemek; Beklenilen değerin çok altında olmak
“FELLOWES - Şuraya oturur musun, yani yatar mısın demek istiyorum - evet, uzan, uzan!.. Anlat
bakalım.
MAXINE - Hah!
FELLOWES - ‘İnsan özünde nasıl iyiymiş.’ Hayret doğrusu, basit bir insanca nezaket, senin
yanından bile geçmemiş Shannon, iyisi mi sen yatmana bak, uzan, uzan, biz gidiyoruz.”
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:30)
“ ‘Yaşını başını almış bir bey’ diye yanıtlıyor bu soruyu kendi kendine ve hüzünle, ‘mutluluk artık onun
yanından bile geçmiyor, kadınlarsa hiç ilgilenmiyor,’ kanadı kırık bir kuş, erkeklik gücünü tüketmiş bir erkek,
mutsuz bir aşık, parası olmayan bir oyuncu, kuvvetini ve yakışıklığını kaybetmiş bir beden...”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:88)
Yanında, yöresinde : Civarında, etrafında
“Kalabalıktan, polislerden uzak bir yerdi işte. Kimse bulamazdı kendisini orada. Sık ve büyüktü sazlık,
oracıkta kumlara gömülüp uyusaydı. ‘Gülünç olma!’ diye söylendi. Yatamayacaktı. Hiç dışarda yatmamıştı daha
önce. Hem sazlığa her baktığında, kaygan hayvaanlar, sürüngenler dolaşıyormuş gibi oluyordu yanında
yöresinde. Kalkıp hemen yola çıktı. Bu kez bindiği bir minibüstü. Tıklım tıklımdı. Arka koltukta sıkışıp yer
verdiler.”
(Ö.Z. Livaneli, “Arafat’ta Bir Çocuk”, sa:98-9)
Yanıp durmak : Yanmaya devam etmek, ebediyen sürmek
“Aklımı başıma devşirince de
Şöyle söylenirim kendi kendime
Bir zaman, o güzel günlerde Doris
Benim için böyle yanıp durmuştu.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, ‘Hatırlayış’, sa:62)
Yanıp kavrulmak, tutuşmak : Üzülmek, çok acı çekmek, aşkından ıstırap çekmek
“Therese, aylardır adamın kendini tanımayacağı korkusuyla yanıp kavrulmuştu. Tanımayı sağlamak için
elinden gelen her şeyi yapmıştı. Etekliğini iyi korumuş, onu yıkamış, kolalamış, her gün ütülemişti ama seçkin
genç adamın bir yığın hanım arkadaşı vardı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:313)
“Hummalı bir bekleyişle masanın başında taburede oturuyor, rahibin yardımını sağlamak için ona neler
söyleyeceğini tek tek zihninde tasarlıyordu, çünkü işe buradan başlaması gerekmekteydi. Beri yandan, kapının
altından sızan ışığın azar azar güçlenişini açgözlülükle izliyordu. Birkaç saat önce kendisini korkudan eli ayağı
tutmaz duruma sokan an’a şimdi özlemle yanıp tutuşarak kucak açıyordu.!”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:314)
Yanıp kül olmak : Aşkıyla tutuşmak, kara sevdalı olmak; Bir yangın oluşumunda, bina ve benzeri yapıların
alevlerle yokolması
“... sonra, ruhu bedeninden çıktığında, köpeğin bedenini kıvıracak, torbaya koyacak ve ertesi gün
torbayı arabayla alevlerin içine taşıyacak, yanmasını, yanıp kül olmasını bekleyecek.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:252)
“İstanbul’un binaları ahşap, biribirine bitişik, kat kat yüksek ve sokakları da gayet dar olduğundan ‘elıyazü-bi-llah-ı teala’ <Ulu Tanrı korusun> bir yerde yangın çıkması yakın ve uzak şehir ehalisinin şuurunu alıp
ateşin çıktığı yerin etrafındaki ev ve dükkanları yıkmadan gayti yangın söndürülemezdi. Yangınların ekserisinde
nice haneler yıkılır, viran ve nice kaşaneler yanıp kül olurdu.”
(R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:19)
“Prens Vasili oğluna dönerek…. :
-Peki ama, İppolit sana söylemedi miydi? dedi, - Peki o sana kendisinin şirin, küçük bir prenses için
nasıl yanıp kül olduğunu ve onun nasıl kendisini kapı dışarı ettiğini söylemedi mi?”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:II, sa:56)
Yanıp tutuşmak : Tutkuyla arzulamak (aşk ya da bir emel için)
“...oysa nasıl da bağlıydınız Roma’ya (özellikle o gidişinizde, nefret ede ede okşamakta olduğunuz bu
kadının sizi ayırdığı, yoksun ettiği Roma’ya karşı, gardan ayrılır ayrılmaz o vakte değin duymadığınız bir
yakınlık duyar olmuştunuz) ve omuzuna yaslanmış, huzursuz uykusunda sayıklayıp duran bu kadına Roma
üstüne söyleyecek tek söz bulamaz durumda olduğunuzu anladıktan sonra, bu kenti tanımak ve derinliklerine
inmek isteğiyle yanıp tutuşur olmuştunuz...”
(M. Butor, “Değişme”, sa:176)
“ ‘Tanrının dediği olur, yurttaş! Ben, gördüğünüz gibi, harekete geçmek isteğiyle yanıp tutuşuyorum.
Nedir bulduğunuz yol?’
‘Pireler, subay yurttaş.’
‘Sizi düş kırıklığına uğratacağım için üzgünüm, yurttaş. Cumhuriyet Ordusunun piresi yoktur. Abluka
ve hayat pahalılığı sonucu hepsi öldü.’ ”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:215)
“Avustralyalı, ‘Ev’e girmek için yanıp tutuşuyorum,’ diye karşılık verdi. Şatoda eski çağlardan beri
yaşamış tüm Tapınak Şövalyeleri erginleme törenini mutluluk içinde izliyorlarmış gibi geldi bana; meşalelerin
çatırdısı duyuluyordu.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:195)
“Maria, ertesi gin arkadaşlarıyla buluşmaya gitti. Hepsi onu ‘sevgilisiyle’ dolaşırken görmüştü, sonuç
olarak büyük bir aşk yaşamak yetmez, ötekilerin de, çok arzulanan biri olduğunuzu anlamasını sağlamak gerekir.
Arkadaşları olup bitenleri öğrenmek için yanıp tutuşuyordu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:19)
“Yine de Anna’yı kollarına almak için yanıp tutuşuyor. Kadının da ona karşı kayıtsız olmadığına
inanıyor. Kendi adına, gittikçe küçülen daireler çizerek kendi kuyruğunu kovalayan bir köpek gibi hissediyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:144)
“ ‘Şiir mi yazıyorsun?’ diye sormuştu Baudolino.
‘Şanson’lar <şarkılar> söylüyorum. Hissettiklerimi dile getiriyorum. Ben, uzaklardaki bir prensese
aşığım.’
‘Bir prensese mi? Kim peki?’
‘Bilmiyorum. Onu gördüm, daha doğrusu tam görmedim, ama görmüş sayılırım, Kutsal Topraklar’da
tutsakken... neyse, henüz sana anlatmadığım bir serüven yaşarken. Yüreğim yanıp tutuştu ve bu soylu hanımı
sonsuza dek seveceğime yemin ettim.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, s:77-8)
“Sonra bir gece bütün bu ailevi erdemlerini uykusunun derinliklerinde bırakmış ve yeni güne gaddar bir
canavar olarak uyanmış. Ailesine beslediği sevgiden eser yokmuş artık. Burjuva hırslarından ve saygınlığından
eser yokmuş. Resim yapmak için yanıp tutuşuyormuş.”
(P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:5)
“Birçok güzel şeyler için aşkla yıprattım kendimi, Nathanael. Onlar için hiç durmadan yanıp
tutuşmamdan geliyordu parıltıları. Yorulmak bilmiyordum. Her coşku bir aşk yıpranmasıydı benim için, çok hoş
bir yıpranmaydı.”
(A. Gide, “Dünye Nimetleri & Yeni Nimetler”, sa:17)
“Dün Albano’ya gidip geldik. Bu yolculuk esnasında da birçok kuş avlandı. Burada, bu zenginlik içinde
insan çok faydalanabiliyor. Her şeyi benimseyebilmek, öğrenebilmek hasretiyle yanıp tutuşuyorum.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:III, sa:85)
“Gözlerini önüne indirdi, uzun kirpikli göz kapakları yarım ay biçiminde kapandı. O güzelim yüzü de
eğilmiş, yanaklarında bir pembelik belirmişti. Yüreğindeki ateşli duyguları dile getirmek için yanıp tutuşan
Andrey’in dili tutuldu birden.”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:90)
“Onun gün geçtikçe kilo verdiği, gözlerinin ferinin söndüğü Bayan Martha’nın gözünden kaçmıyordu.
Yüreği onun bu yavan azığına bir şeyler eklemek kaygusuyla yanıp tutuşuyor, fakat cesaretsizliği onu
engelliyordu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:32)
“Dört bir yanda ‘İsviçreli müzikolog-Lusor Basiliensis’in’ çağının entelektüelleri yeni düşünce
içeriklerini açığa vurabilecekleri bir yol ele geçirmek tutkusuyla yanıp tutuşuyordu.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:35)
“İyi kalpli Signora Nardini’nin, yanında kalıp kendisiyle evlenmemi istediğini, bu istekle yanıp
tutuştuğunu öğrenince, işler karıştı biraz, kentte sürdürdüğüm cennetsi yaşam için tehlike çanları çalmaya
başladı.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:116)
“Sidarta güneşin dikey ışınlarının yangınında suskun dikildi acıdan yanıp tutuşarak, susuzluktan yanıp
tutuşarak ve ne acı ne susuzluk hissedinceye kadar dikildi öylece.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:20)
“Karşılıklı oturdular; Paul mektuptan söz etmek için yanıp tutuşuyordu ama iyi yetişmiş terbiyeli biri
olduğundan, ilk başta nezaketin gerektirdiği sözleri söyledi: ‘Bu sabah erken saate seni dinledim. Şu aktörü
tavşan gibi kovaladın.’
-Doğru, dedi Bernard. Belki biraz ileri gittim. Ama berbat keyifsizdim.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:153)
“‘Bravo be çocuk!’ dedim kendi kendime. ‘Ne adammışsın!’
Keşfimi Yazar’a ve Lara’ya anlatmak için yanıp tutuşuyordum; belki de güzel bir hikaye konusu
olurdu bu. Neyse, galiba yine lafın ucunu kaçırdım ve size esas anlatmam gereken noktayı geciktirdim.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:130)
“İşim aslı, onunla doğduğu ülkede buluşmak, tanıdığı insanlarla tanışmakve geçmişinin en mutlu
dönemlerinden birine -bir ‘bütünleşme’ kursuna katılarak- ortak olmak için yanıp tutuşuyordu. Adam’ın bu
kadar önemli olan anları sadece Semiramis’in eşliğinde yaşamasını kesinlikle istemiyordu.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:437)
“Bu kuşkular içinde yanıp tutuşurken bir sekreter hanım gelip kendisini izlememi istedi, dip taraftaki
aynı kapıdan geçerek kalın kalın kitapların durduğu upuzun raflarla çevrili küçük bir büroya girdik.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:100)
“Kendini sadece felsefeye verdiği için Atina’nın dilini Roma’nın dilinden daha yararlı görmüş. Önemli
konularda olsa olsa yalnız Seneca ya da Cicero’dan cümleler söyler. Memleketi Portekiz’miş. Gençliğinde varını
yoğunu kardeşlerine bırakmış ve dünyayı dolaşma sevdasıyla yanıp tutuşarak, Amerigo Vespucci ile kader
birliği etmiş.”
(Th. More, “Utopia”, sa:15)
“Bay Podgers, Lord Arthur Savile elinin okunması için yanıp tutuşuyor. Ona, Londra’daki en güzel
kızlardan biriyle nişanlı olduğunu söylemeyin, çünkü bu haber ‘Morning Post’da bir ay önce çıktı.’ ”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:15)
“Çünkü Pizarro’da da ölümsüzlük arzusu kabarmakta, o da altın ülkesine göz dikmiş, onu ele
geçirebilmek için yanıp tutuşmaktadır. Böylesine gözü pek bir adamı ortadan kaldırmak hiç de fena olmazdı.”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:32)
Yanıp yakılma : Acı acı şikayet etme
“Abdi Ağanın önüne gelene yanıp yakılmaları, Ali Safa Beyin entrikaları da buna eklenince, iş
büyüyordu. Ağlayan çocukları, ‘İnce Memed geliyor!’ diye avutuyorlardı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:387)
Yanı sıra : Yanında
“Anasonlu ekmekler, değirmen taşlarından ağır peynir tekerleri, şarap dolu taslar, içlerinde çiçekler
bulunan telkari altın sepetlerin yanı sıra su dolu maşrapalar dizi dizi sıralanmıştı.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:13)
“Ancak, doğal kibarlığı ve inceliğin yanısıra kurallara bağlı bir İngiliz olması, odaya girer girmez onu
şapkasını çıkarmaya yönlendirdiğinden, şapka benim ilgisizlik alanıma giriyordu, ama cekete gelince iş
değişiyordu. Ceketleriyle ilgili onu mantığa davet ettimse de bunun hiçbir yararı olmadı.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:21)
“Kendi konumuna karşı duyduğu öfke yüklü hoşnutsuzluk, bu konumla ilgili hemen hemen her işlevde
açıkça belli oluyordu. Kibirliğinin yanı sıra saati saatine uymaz hali dolayısıyla, özel buyruklar verme
tenezzülünde bulunmuyordu.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:26)
Yani, Yani filan : Bu demektir ki, diğer bir deyimle
“İlk gördüğü şey Siyah oluyor - odasında değil, ama oturduğu binanın girişindeki basamaklara tünemiş,
gözlerini kaldırmış Mavi’nin penceresine bakıyor. Demek işi bitik, öyle mi? diye soruyor kendi kendine Mavi.
Yani artık her şey bitti, öyle mi?”
(P. Auster, “Hayaletler” -New York Üçlemesi 2-, sa:67)
“Bu başladığı tümceyi bitirmeden:
-Hani İlkçağ sanatçılarının söyledikleri gibi; ölüler dünyasına gidip seni ta oralarda arayacağım, dedi.
Venüs nerede yaşıyor acaba? Onu o denli aradık, ama güzelliklerine parça parça rastladık; işte hepsi bu...
Kendisinde tanrılık olan o kusursuz, tam doğayı, yani ülküsel olanı bir an görebilmek için varımı yoğumu
vermeye hazırım.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:31)
“Ama, bu evin pencerelerinin biçimini, dıştaki oymaları, kapı kemerini, zamanla kararmış dış yüzünü
inceleyen bir arkeolog, yani bir eski yapıtlar bilgini, onun şu kaynaşıp kenetlendiği olağanüstü anıta öteden beri
ait olan bir parça olduğunu görür.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:32)
“Bayram, oğluna baktı: ‘İt...’ dedi. ‘Haza it... Abukat olmuş ağzına tükürdüğümün iti.’ Sövdü. ‘Yani
öyle laflar ki...’ dedi.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:13)
“BU AŞK BURADA BİTER
---------------------------------Yan yana uzanırdık ve ıslaktı çimenler
Ne kadar güzeldin sen! Nasıl eşsiz bir yazdı!
Bunu anlattılar hep, yani yiten bir aşkı
Geçerek bu dünyadan bütün ölü şairler”
(Ataol Behramoğlu<d.1942>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:337)
“AY
---Kainatın gizemi görünür gibi, belli belirsiz
O ayda insanoğlunun ayakizi,
Yani bize o kadar yakın.
Çocukken bize çok uzak gelen o yer
Dolunayken artık daha da güzel.
Bulut asılı duruyor, değermişçesine hafiften.”
(C.S. Beong-Nana Lee/Fahreddin Arslan; “göğe dönüş”, sa:110)
“ ‘Holten öldü, şehit oldu,’ dedi Robert, ‘ama Schweugel hala yaşıyor, yazarlık yapıyor, bazen
akşamları aradığında ya da kapıyı çaldığında, Ruth’a yok dedirtiyorum; bence hem dayanılmaz, hem sığ biri,
onunla birlikteyken sıkılıyorum işte; sürekli orta sınıftan ve orta sınıftan olmayanlardan söz ediyor, herhalde
kendisini ikinciden sayıyor, ne olmuş yani? İlgimi çekmiyor işte.’ ”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:253
“Katharina Blum’un malvarlığı, pek küçümsenebilecek türden değildi; genç kadın beş yıllık bir süre
boyunca yüz bin mark değerinde bir kat için yetmiş bin mark biriktirmişti. Yani ortada -kadının kısa süreli bir
hapis cezasızı çekmek üzere hapiste bulunan erkek kardeşinin deyimiyle- ‘ele avuca gelir bir şeyler’ vardı.”
(H. Böll, “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, sa:16)
“Yüreğimde tuhaf bir sevinç vardı, dingin bir bilinçten doğan sevinç. Rollerini iyi yaptıklarının, yani,
en kesin anlamda, devinileriyle somutlaştırdıkları ülküsel kişinin devinilerini rastlaştırdıklarının..... ve birden
onları kendi yürekleriyle yaşattıklarının bilincine vardıkları zaman oyuncuların yaşadıkları bir duygu vardır.”
(A. Camus, “Düğün-Tipasa’da Düğün”, sa:23)
“Yani ringte bir tarih sahnesi canlanıyor. Birçok Oranlı’nın desteklediği yılmaz Oran’lı Perez karşısında
hayat biçimini savunuyor, Oran’ın gururunu kurtarıyor.”
(A. Camus, “Yaz”, sa:17)
“Alan boştu adeta. Öbür başında, bizden birkaç yüz metre uzaklıkta bir grup insan dikiliyordu. Ama
deve falan hak getire. Gördüğümüz insanların alışveriş konusunu daha küçük hayvanlar, yani eşekler
oluşturuyordu, oysa zaten eşekten geçilmiyordu kent.”
(E. Canetti, “Marakeş’te Sesler”, sa:7)
“Ama birden dengeni buluverirsin, bisikleti ustaca sürmeye başlarsın. Bu, deneye deneye başardığın bir
iş değil, ancak ‘bisikletin seni sürmesine’ izin verdiğin zaman ortaya çıkan bir tür ‘mucize’dir. Yani iki
tekerleğin dengesizliğini kabullenirsin ve ilerlerken düşmeye yönelik gizil gücü pedal üstünde daha büyük bir
güce dönüştürürsün.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:207)
“Bir kere, başlangıç diye bir sorunumuz var, yani nasıl edip de, şu bulunduğumuz yerden, ki burası da
henüz hiçbir yer, karşı kıyıya gideceğimiz. Basit bir köpü sorunu bu, taş taş üstüne koyup bir köprü kurma
sorunu. İnsanlar her gün bunun gibi yığınla sorun çözüyor. Çözüyorlar ve yollarına devam ediyorlar.”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:9)
“Deptford’tan, Greenwich’ten, Erith’den gelen gemileri, maceraperestleri ve yerleşimcileri, kralların
gemileri, işçi gemilerini, kaptanları, amiralleri, Doğu ticaretinin karanlık ‘fazlalıkları’, yani korsanları, Doğu
Hindistan filolarının kiralık ‘generalleri’, Altın arayıcıları da şöhret avcıları da bu nehirden <Thames> yola
çıkmışlardı.”
(J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:34)
“ÇUBUKOF (Öteye.) - Para istemeye gelmiş! Vermeyeceğim! (Lomof’a.) Söyle bakalım aslanım?
LOMOF - Bakınız muhterem Stepanoviç... Yani, zatıalinizinde de gördüğünüz gibi heyecan
duygularını sunmak isterim... Velhasıl, bu konuda bana yalnız siz yardım edebilirsiniz.”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:12)
“Zaten ilk zamanlarda, yani prens gittikten sonra aşağı yukarı bir ay Yepançin’lerin evinde ondan da
söz açmak alışkanlık halini almamıştı. Yalnız general karısı Yepançina daha başta, ‘prens üzerine “fena halde”
yanıldığını’ söyledi. İki üç gün sonra, ama prensin adını anmayarak, ve çıtlatma yollu, ‘hayatının başlıca
niteliğinin insanlar üzerine yanılmak’ olduğunu ekledi.”
(F. Dostoyevski, “Budala”, Cilt:II, sa:3-4)
“Bize insan olmak, yani etiyle kemiğiyle insan olmak bile yük geliyor; bundan utanıyoruz, ayıp
sayıyoruz. ‘Soyut insan’ diyebileceğim garip yaratıklar olmaya can atıyoruz. Biz ölü doğmuş kişileriz, zaten
çoktandır canlı olmayan babaların soyundan ürüyoruz ve bu durumu gittikçe daha çok beğeniyor, bundan zevk
almaya başlıyoruz. Nerdeyse bir kolayını bulup bizleri doğrudan doğruya düşüncelerin doğurmasını
sağlayacağız.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:169)
“... piskopoz Otonun bir kutusundan çok kağat aldım belki bunlar imparatorluk şansölyelik şeyleri ve
neredeyse hepsini kazıdım kazınamayan yerleri bıraktım ve şimdi istedimi yazmak yani latince yazmayı
bilmesemde khroniği yasmak için bir sürü Pergamenim var eyer kağatların yok oldunu sonradan görürlerse
kimbilir ne gümbürtü kopar...”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:9)
“1942 yılında, on yaşındayken, ilk Ludi Juveniles ödülünü kazandım (genç İtalyan faşistlerin, yani her
İtalyan gencinin, zorunlu olarak katıldığı gönüllü bir yarışmaydı bu). ‘Mussolini’nin şanı ve İtalya’nın ebedi
varlığı uğruna ölümü göze almalı mıyız?’ konusunu büyük bir retorik ustalıkla işlemiştim. Yanıtım, olumluydu.
Ne de olsa akıllı bir çocuktum.”
(U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:28)
“‘Bana öyle geliyor ki, bundan korkanlar bile bilmiyorlar ne olduğunu.’
‘Yani Benno’nun bize söyleyeceği hiçbir şey yok da, yalnızca bizi yazı salonundan uzaklaştırmak mı
istiyor?’
‘Bunu şimdi anlayacağız,’ dedi William. Gerçekten de az sonra Benno yanımıza geldi.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:198)
“Mevlana ahiret alemine göçünce, Çelebi Hüsameddin tahtına oturdu. Mana hareminin içli dışlı
olanlarından bir ulu kişi yani Kirake Hatun, Sultan Veled hazretlerine itiraz edip ona: ‘Babanın yerine sen
halifelik yap, çünkü o tahta ve öyle bir talihe sen layıksın; niçin yerini Hüsameddin Çelebi’ye bırakıp ondan
feragat ediyorsun?’ diye sordu.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:186)
“Bütün hünerler, yani dil gibi kullanılması pek güç sayılan bir aracın hızla kullanılması veya köylülerin
yabancı oldukları buna benzer marifetleri bilmek hep kuşkuya davet ederdi.”
(G. Eliot, “Silas Marner”, sa:12)
“Yani<psikotik düşünce ve davranış>, olmayan gerçekleri ve duyuları hissedebilmesi bir savunma
mekanizmasıdır ancak. O, dizorganize ve kaotik bir hava içindedir. Geçek ve gerçekdışı çoğu kez birbirinden
ayrılamaz.”
(İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:11)
“Yaşlı Çınar ise, düşen iri yağmur damlalarıyla yapraklarını yıkıyordu... Her şey ne kadar normal
görünüyordu... Dün sabah yola çıkmıştı... Komşu köyden tohum alacaktı... Yani nereden gelip nereye gittiğini
pekala biliyordu... Üstelik de Katır Katır’dı, Kendi de Kendi, Yaşlı Çınar da alt tarafı bir ağaçtı.”
(S. Ersoy, “Mutfak Penceremden Hindistan”, sa:144)
“İNANALIM SOĞUK MEVSİMİN BAŞLANGICINA
---------------------------------------------------------------------sessizlik nedir, nedir ey biricik sevgili?
sessizlik, söylenmemiş sözlerden başka nedir?
ben susuyorum ana serçelerin dili
doğanın şöleninde akıp giden cümlelerin hayat dilidir
serçelerin dili, yani bahar. yaprak. bahar.
serçelerin dili, yani meltem. koku. meltem.
serçelerin dili ölüyor fabrikalarda”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-inanalım soğuk mevsimin başlangıcına”, sa:109)
“Babam, birlikte durduklarında daha canlı, daha yakın görünürdü bana. Bu ayrım bence Perran
Hanımefendinin sık sık kullandığı sözlerden geliyordu babamı anlatırken: ‘Azıcık taşra havalıdır. Oysa
aldanmamak gerek.’ derdi. ‘Dürrüzadeler bilinir ki Osmanlı eskisidirler. Yani iki yüzyıla yakın bir aile kütüğüne
sahiptirler.”
(Füruzan, “Gül Mevsimidir”, sa:115-6)
“Phaidra’nın ona göz koyacağını nerden bilebilirdim ki? Çok geç haberim oldu. Şüphelenmeliydim
gerçi. Zira oğlan bana benziyordu. Yani demek istiyorum ki, benim, onun yaşındaydenki halime. Yoksa ben
çoktan ihtiyarlamaya başlamıştım.”
(A. Gide, “Thésée”, sa:71)
“PROMETHEUS
-------------------O her şeye kadir zaman
Ve sonsuz kader, yani efendilerimiz
Senin ve benim, onlar değil miydi
Beni hayat için asıl bileyen?”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Yarat Ey Sanatçı”, sa:3)
“Onbaşı, çavuşa hiç duraksamadan katıldı: ‘Bence de asılmamalı, kurşuna dizilmeli. Diyelim, bizi
çağırdılar ve dediler ki: ‘Rusların mitralyöz bölüğünde kaç mitralyöz <makineli tüfek> var, öğreneceksiniz!’ Biz de
uğrun uğrun yollara düştük ve Allah saklasın yakayı ele verdik. Aşağılık bir soyguncu ya da cani gibi asılacak
mıyız yani?’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:275)
“Yaşlı adam: ‘Tüh! Yazıklar olsun!’ diye bağırdı. ‘Yani elindeki bu kadar parayla onun bir iki saatını
sana ayırmasını sağlayamadın mı?’ ”
(O. Henry, “Gurur ve Samur”, sa:52)
“Evet böyle işte, benim kuşağımın en önemli, hatta tek buluğ sorunu karıydı. Yani bir türlü ele
geçiremediğim karı... Çünkü o zamanlar şimdiki gibi değildi. Bu yüzden, o zamanlar bizim en büyük olayımız,
sonradan ortaya çıkacak ve saflığı bozucu anlaşmazlıklara karşı duyulan son derece abtalca korkusuyla bir nefsi
körletmekti. Şöyle de söyleyebiliriz. Karıların üstünden sendeliye sendeliye geçtik, savaşa kayıverdik.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:29)
“Taşralı durmadan horluyordu. Arabayı yavaşça arkadan, köylüyü de önden, yani ayaklarından çekti.
Adam bir dakika sonra, aynı rahatlık içinde kaldırıma serilmiş uyuyordu. Küçük kabadayı el arabasına el
koymuştu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:542-3)
“Ve beni bekleyen geleceği düşünerek sızlanmaya başladı. Kışlın işsiz ve hatta arkadaşsız, yani tek
dostum olan onsuz kalacağımı getiriyordu gözlerinin önüne. Onun odasında oturuyorduk.”
(P. Istrati, “Sünger Avcısı-Dostlukla”, sa:47)
“OZAN I.
----------Ülkemiz yurdumuz sevdamız kardeşliğimiz
Ülkemiz yurdumuz aydınlığımız gençliğimiz
yirmi yaşında otuz yaşında yetmiş yaşında
çağların tuzlu kemiklerinde birleşen
ülkemiz yurdumuz yani yenilmez umudumuz
ülkemiz yurdumuz kocamayan gelinimiz
yazan kalemimiz öfkeli sevincimiz
alın yazımız bitmez çilemiz”
(Özdemir İnce<d.1936>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:246-7)
“Ve gece masasının üstünde işlemekte olan çalar saate baktı. ‘Aman Tanrım!’ diye düşündü. Saat altı
buçuktu ve akreple yelkovanın işleyişi sürmekteydi, saat buçuğu bile geçmiş, yediye çeyrek kalaya yaklaşmıştı.
Yoksa çalmamış mıydı saat? Yataktan, saatin doğru, yani dörde kurulmuş olduğu görülüyordu, hiç kuşkusuz
çalmıştı da.”
(F. Kafka, “Dönüşüm”, sa:11)
“Dostum eğildi, yavaşça,
‘Bak,’ dedi, ‘sende acaba olacak kötülükleri önceden sezme gücü var mı?’
‘Evet,’ diye karşılık verdim.
‘Böyle masallara inanıyor musun?’
‘Ne, yani?’
Yanisi filan yoktu; inanmıyor ama, korkuyordum.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:16)
“Yaşlı kadın sesini alçaltarak kızına bu işin ne olacağını sordu; Markiz babasına ürkekçe bakarak
annesini yanıtladı: ‘Babam, onu Napoli’ye gitmesi gerektiğine inandırıp ikna edebilseydi... çok iyi olacaktı...’
Komutan, ‘Napoli’ye mi?’ diye haykırdı kızını duyunca, ‘Ne yapsaydım yani, onu yaka paça zorla mı
gönderseydim... yoksa papazı çağırıp seni hemen evlendirse miydim?’ ”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi”, sa:28)
“-Burada ne işin var? Sesi ters değildi, ama nazik de sayılmazdı. Sylvie kızmıştı.
-Ya nerede olacaktım, diye sordu Irena.
-Evinde!
-Yani, burası artık benim evim değil, onu mu demek istiyorsun?’ ”
(M. Kundera, “Bilmemek”, sa:7)
“-Evet, biliyorum, diye onayladım.
-Ama bir erkek bir kadınla ilgilenirse, onunla en azından dolaylı olarak ilişki kurmak için, uzaktan
onun dünyasına dokunup onu sarsmak için elinden ne geliyorsa yapar.
-Yani sözün kısası, Bernard’ın su katılmamış eşek olması, senin Laura’dan hoşlanman yüzünden
gerçekleşmiş.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:290)
“Ben ailenin en küçüğü, yani, bebeğiydim. En büyük ağabeyim John, ondan sonra ablam Cissy ve diğer
kardeşlerim Joy, May, George, Billy ve Ronnie geliyorlar.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:7)
“... yıllar önce bazı tanıdıkları aracılığıyla sağlamış olduğu bir kolaylık sayesinde ölüm ilmühaberini,
başkentteki nüfus idaresine bildiriyor ve işlenmesini sağlıyorduk. Yani bu unutulmuş adada yasadışı bir iş
yaptığımız da yoktu. Başkentten bir yönetici atanamayacak kadar küçük bir yerleşim birimiydi adamız.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:15)
“Bu yüzden, boyuna karısının ne kadar fedakar bir eş olduğunu söyleyip duruyor. Yani, deliyken tekrar
kendisiyle yaşamayı kabul etti diye.”
(Mario V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:356)
“Oraya inip, güneydeki o yere, yani, satmakla uğraşmamız gerekiyormuş. Üstelik kalabalık bir yer
orası.
‘Her zaman çok dolan bir yer Bambim. İnsanların deniz kenarında alt alta üst üste olabilmek için
gittiği bir yer.’
Türklerin bu denli tıkış tıkış yaşama arzusu Annemi tiksindiriyor. Midesini bulandırıyor, biliyorum.”
(P. Mağden, “Biz kimden kaçıyorduk Anne?”, sa:150)
“ ‘Burada yiyecek birşey bulamazsınıız. Hayır, burada bulamazsınız,’ dedi.
‘Hay allah kahretsin! Yani bu koca yerde tek bir bar yok mu diyorsunuz? Ta Farnham Common’dan
yürüdük buraya kadar.’
Şişko burnunu çekti, düşünür gibi yaptı, gözleri hala oltasının şamandırasındaydı.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:150)
“Yok, aşırı şişmanlardan değilim, hani o göbeği dizlerine inenlerden. Biraz iri yapılıyım, hepsi bu; yani
biraz, hani varil tip derler ya, öyle. Hani şişman, sevimli, hareketli tipler vardırr, partilerin gözbebeğidirler, işte
onlardan. ‘Şişko’ derler bana, Şişko Bowling.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:8)
“Yine de inanıyorum ki, pek çok İngilizin önem verdiği bir şey gerçekleştiğinde, yani Sosyalizm
yaşayan bir varlık durumuna geldiğinde, sınıf zorluğu bugün düşünebildiğimizden daha büyük hızla kendi
kendini çözümleyebilir.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:297)
“Bir kez Rodrigues’den söz edecek olduysa da Amelia, yüzünü buruşturarak, ‘Boş ver o ikisini,’ dedi.
Ama bir akşam onun evine gelip, ‘Bu akşam Guido’ya gidiyor musun?’ diye sordu.
-Bilmiyorum dedi Ginia, herhalde başkaları vardır.
-Yani sen gidip onu rahatsız etmemek gibi bir ödün mü veriyorsun? Aptal, sen hiç adam
olmayacaksın.”
(C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:106)
“Alfredo o anda, gizli bir ajan olsa açlıktan öleceğini anladı.
Belli belirsiz bir umutsuzlukla gülmeye çalıştı. ‘Bu... yani... Bu aslında bir şaka...’ ”
(S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:114)
“Orhan başını ileri doğru uzatarak tekrarladı:
-Kardeş! Anlıyor musunuz? Onun herşeyini düşünen bir kardeş! Çünkü onun babası milliyetini
savunduğu için hapse girdi... Yani sizi, beni, hepimizi savunduğu için... Demek biz onun çocuğuna borçluyuz.
Ben okuldan ayrılıyorum ama onu unutmayacağım, sık sık buradaki öğretmen arkadaşlara mektupla, telefonla
soracağım.”
(P. Safa, “Biz İnsanlar”, sa:86)
“Sop temsilcisine gelince, susmayı yeğledi, başkan vekili içeri girdiğinde söylemeye hazırlandığı
sözleri söylemeye kalkacak olursa, yani, Benim seçmenlerim birkaç zavallı su damlasına pabuç bırakmaz,
diyecek olursa, düşeceği gülünç durumu düşündü.”
(J. Saramago, “Görmek”, sa:15)
“BABA - Rusların serbest bıraktığı iki asker dışında. Ferist ile Scheidemann. 956 Mart’ında beni
görmeye geldiler. Hatırladın mı onları?
FRANTZ - Hayır. (Ara.) Ne istiyorlardı?
BABA - Para. Dillerini tutmaları karşılığında.
FRANTZ - Ne oldu?
BABA - Tehdide boyun eğmem ben.
FRANTZ - Yani...
BABA - Çenelerini kapattım. Onları unutmuştun: Devam et.”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:343-4)
“MEYHANECİ KADIN - Hadi ordan körkütük, küfelik külhani.
SLY - Hadi kirli çamaşır sepeti; Sly’lardan bir tane bile külhani çıkmamıştır: kütüklerde kaydına
bakın; biz fatih Richard’la beraber geldik. Anlaşıldı ya paucas pallabris, yani palavra istemez, dünya bana vız
gelir: ‘sessa!’ Dilini tut!”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:7)
“M. de Thaler, hiç de ince sayılmayacak birtakım şakalara cesaret etti. Öfke ile, üzüntü ile sarhoşa
dönen M. de Croisenois’nın, bunun üzerine istediği özür o kadar ağırdı ki zengin yahudi düelloyu yeğledi. Bu iş
budalalığın galebesiyle sonuçlandı, yani Paris’in sevilmeye en layık adamlarından biri daha yirmi dördüne
varmadan dünyaya gözlerini kapadı.”
(Stendhal, “Kırkızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:384)
“KIZ Daha zaman var ağabeyciğim; hele iyice dolsun; her şeyden önce de senin dertlerini toplamak isterim..
suçlar, öldürürler, haksız kazançlar, karaçalmalar, aşağılamalar; yani, sana yapılan türlü açıklamaları toplamak
isterim.”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:32)
“ONLARIN YANİ SİZİN
Onların yani sizin hayatınıza
Şarkılar girmiş, şarkısız edemiyorsunuz
Şarkılar, yani barış yani gökyüzü
Yani bazan burun buruna geldiğiniz köşebaşlarında
Sonra usul usul, yavaş yavaş kaybettiğiniz
Yani dost geldi gelecek, sevgili sevdi sevecek
Yani yaşamak adına güzel düştüğü olan
Şarkılar, yani yanıldığınız...”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka” <1957> -50 yaşında-, sa:52)
“... her ne olursa olsun, daha ilk piyon yerinden oynatılmadan, seyirciler, bu adamın birinci sınıf bir
oyuncu olduğuna ve hepsinin içten içe gizlice bekledikleri bir mucizeyi gerçekleştireceğine, yani o yörenin
satranç ustasını alaşağı edeceğine kesinkes inanmışlardı.”
(P. Süskind, “Üçbuçuk Öykü - Bir Çatışma”, sa:24)
“ ‘Kim bilir,’ dedim. ‘Bilmesi zor, yazan benim ve bunu bilmiyorum. Belki de geçmişin peşindedir, bir
şeyin yanıtını arıyordur. Belki zamanında kaçırdığı bir şeyi ele geçirmek istiyordur. Bir anlamda, kendi kendini
arıyor. Yani, söylemek istediğim beni ararken, sanki kendini arıyor; kitaplarda sık sık olur, edebiyat işte.’ ”
(A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:102)
“... adının Pereira, Doktor Pereira olduğunu, ‘Lisboa’nın kültür sayfasını yönettiğini, ‘Lisboa’nın
şimdilik bir akşam gazetesi olduğunu, yani başkentin öteki gazeteleriyle aşık atamayacağını bildiğini, ama er
veya geç yol alıp kendine bir yer edineceğine inandığını söyledi.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:8)
“Kavgadan üç gün sonra Prens Stepan Arkadyeviç Oblonski -Sosyetedeki adıyla Stiva- her zamanki
saatte, yani sabahın sekizinde karısının yatak odasında değil de, kendi çalışma odasındaki maroken kanepesinde
uyandı..... tekrar uzun uzun uyumak istiyormuş gibi kanepenin yayları üzerinde bir yandan öte yana döndürdü,
yastığına sımsıkı sarıldı, yanağını kuvvetlice bastırdı üzerine, ama birden fırladı yerinden, kanapeye oturdu,
gözlerini açtı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:5-6)
“ ‘Peki, siz ne buluyorsunuz burada? Sizi gerçekten anlayamıyorum beyler? Bu işte imrenilecek bir yan
görsem neyse, ama nerde... Yani, demek istiyorum ki, genç yaşta ömür boyu sakat kalmanız güzel bir şey mi?’ ”
(L. Tolstoy, “Sivastopol Ağustos 1855”, sa:52)
“Yine hayranlıkla sordum:
‘Şimdi kadın mısın yani?’
‘Kadınlığa hazırım. Bir oğlanla yatarsam çocuk doğurabilirim.’
Sadelik ve ciddiyetle söyledi. Gözlerim mavi, saçlarım kestane der gibi...’ ”
(D. Tomazani, “Konuşmayan Su”, sa:141)
“Ama bu ruh halim birkaç saatten, en fazla bir günden uzun sürmüyor, sonra yine o sinirli kadına
dönüşüyorum. Yani eğer kontumu (on beş günde bir yerine) her gün, her gece görüp onunla biraz oynaşabilsem,
ne kadar Mutlu ve Tatlı bir kadın olurum, böylece de hepimizin hayatı huzura kavuşmuş olur.”
(R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:21)
“Düşünen insan, yani insanların en çok yüzbinde biri, uzun zaman, ancak hislerimizle düşündüğümüzü,
belleğin de iki düşünceyi, iki sözcüğü bir araya getirmek için biricik araç olduğunu sanmış ya da hiç olmazsa
öyle olduğunu sık sık yinelemiştir.”
(Voltaire, “Hikayeler -Hafızanın Hikayesi”, Cilt:I, sa:7)
“Yeni bir görüşme için beni istemiş olduğunu açıkça kabullenmedi. Bana göstermek istediği şudu:
Aslında senden hiçbir şey istemiyorum; senin burada işin, kiliseler ve dinsel cemaatler, bunların arasındaki
bağlantıyı sağlıyorsun; yani bizim, Sarı-Siyah hükumetin, bu mekanda kullanacağı en son kişi bir Kızıl’dır.”
(M. Walser, “Fink’in Savaşı”, sa:9)
“ ‘Şiromantiste benzer hiçbir yanı yok. Yani demek istiyorum ki, ne esrarlı, ne anlaşılması zor, ne de
romantik. Kısa boylu, tıknaz bir adam: komik, kel bir kafası, altın çerçeveli, kocaman bir gözlüğü var.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:9)
“Kartacalılar İspanya’ya ayak bastklarında askerlerin hep bir ağızdan! Span! Span! diye bağırdıklarını
söylerler..... Ülke tavşandan geçilmiyormuş. Kartaca dilinde ‘Span’, tavşan anlamına gelir. Böylece ülkeye
Hispania demişler, yani ‘tavşan ülkesi.’ ”
(V. Woolf, “Flush”, sa:9)
“Her neyse, sonunda durakladı. Tüm genç ozanların sürekli betimledikleri gibi doğayı betimlemekteydi
ve yeşilin tonunu tam olarak tutturmak için onun kendisine yani o sırada pencerenin altında yetiştirmekte olan
bir defne ağacına baktı.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:19-20)
Yank, Yankee : Kuzeydoğu Amerika ve genel olarak Amerika Birleşik Devletleri ahalisine dış dünyada
tarihsel olarak, biraz argoca verilen isim <Felemenkçe’deki John=Janke’den, ya da English’in Kızılderili
lisanında English=Jengees’den gelme?>
“Benim inancıma göre onun dükkanı dikkatli bir şelkilde beslenirsde kısa zamanda genişleyebilir burada öylesine çok insan yaz ve kış geçiriyor ki- ve dediğim gibi kasaba korkunç büyümekte. ABD Radyo
İstasyonu yüzünden bazı Yankee aileleri de türedi. Bana düşünceni bildir, olur mu? Dostun Larry. Bellpaix,
Kıbrıs 1954.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:149)
“Çardağın altındaki Fayetteville’li sağır adam India’nın sıırtına vurarak,
-Ne oluyor? ne oluyor? Diye merakla sordu.
India yaşlı adamın kulağına eğildi ve avazı çıktığı kadar bağardı:
-Savaş! Yankeeler’le döğüşmek istiyorlar.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, sa:150)
Yankı; Yankımak : Eko, yansı; Eko’lamak, yansımak, ses vermek; izlenim, tepki vermek
“Başını salladı:
-Sevdiğimi zannederdim eskiden. Şimdi bu da uzaklaştı. Hiçbir şey hissedemiyorum.
Gönül serüvenindeki yalnızlık dolu çağsayış, sesinin tınısından yankıyan gurbet duygusu, itiraf
edeyim, umurumda değildi. Hatta bu hikayeyi biraz rüküş buluyordum. Ben, yepyeni hayallere dalmıştım.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:80
“BEN
Gece kim olduğumu sorar
ben hüznün derin siyahlığındaki giz
ben uzayıp giden suskunluk
son gibi düştüm sükunla
sanmalarla sardım kalbimi
ve bir pay gibi kaldım burada
yılların yankıları beni sorar
ben kimim?”
(Nazik El Melaike-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.03.03)
“Yürüyorum. Rüzgar bir vapur düdüğünün çığlıklarını taşıyor. Yapayalnızım, ama kentin üzerine
yürüyen bir ordu
gibiyim. Bu an gemilerin denizde öttürdüğü düdükler anıdır; Avrupa’nın tüm kentlerinde ışıklar yanıyor; Berlin
sokaklarında komünistlerle Nazi’ler savaşıyor, işsizler New York sokaklarını arşınlıyor. Kadınlar, aynaların
karşısında, odalarında rimeller sürüyorlar. Ve ben burdayım, bu ıssız sokaktayım. Neuköln evlerinin
pencerelerinden atılan her kurşun, sedyelerle taşınan yaralıların boğazlarından dökülen her hıçkırık, süslenen
kadınların her hareketi, attığım her adımda, yüreğimin her vuruşunda yankısını buluyorum.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:77)
Yankee : Amerika Birleşik Devletleri’in, genellikle Latin memleketleri ve Asya’daki halk arasındaki, argo
olarak nitelenebilecek isimlendirilmesi; Amerikan vatandaşı
“Generalisimo midesinde bir yanma hissetti, nedeni öfke değildi, hayal kırıklığı idi. Uzun yaşamında
yediği kazıkları sızlanmakla zaman kaybetmemişti hiç ama BM’de her fırsatta lehinde oy veren ülkeye ABD’nin
bu yaptıkları onu isyan ettiriyordu. Adaya ayak basan bütün Yankeeleri birer prens gibi karşılayıp onurlandırmak
ne işe yaramıştı?”..... “Manuel Alfonso, sempatikliği ve yetenekleri sayesinde diplomasi dünyasında rahatça
hareket edebiliyor, rejime yararlı oluyordu. Bütün görevlerinde büyük beceri göstermişti; özellikle de son
görevinde çok yararlı olmuştu. Trujillo’nun Yankee hükümetlerinin şımartılan çocuğu olmaktan çıkıp ayakbağı
olmaya başladığı, parlamenterlerin ve birçok gazetenin saldırısına uğradığı bu çok zor dönemind, Washington
büyükelçisi olması büyük şanstı.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:151;317)
Yanlarına varıl(a)mamak :
Bk.: Yanına varıl(a)mamak
Yanlış kapı çalmak : Yanılmak, hedefini şaşırmak
“Daniel’e kaçamak bir bakış fırlattıktan sonra, daha da hevesle yumruklamaya devam ettiler. Daniel,
onlara yanlış kapı çaldıklarını anlatmak için dik dik baktı ve sırtını döndü.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:134)
“Schalom kapıya vurmuştu bile:
-Hiçbir şeye ihtiyacım yok, dedi. Bazı bazı yahudilerden yardım istediğim olur. Ama haklısınız. Siz
yahudi değilsiniz ki, ben yanlış kapı çalmışım.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:104)
Yanmak : İşi bitmek, hapı yutmak, büyük kayba uğramak (Argo); Acı çekmek, şikayet etmek
“... ellerini silkeledi, zafer kazanmışçasına gülümsedi ve şöyle dedi: ‘Evet, Sayın Özel Danışman,
Partagas Eminentes bu!’
‘Bana bulabilir misiniz bundan?’
‘Elbette, depoda var.’
‘Burada kokladığım kokunun aynısı çıkmazsa yandınız demektir.’ ”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:14)
“Sonunda bir gün onu başka bir ‘dost’uyla yakalamış, hemen çekmiş Bursa bıçağını, şişlemiş. Yosma
hastaneye, kendisi buraya. Şimdi o da yanıyor, ‘Ne ettim elin iki paralık karısı için’, diyor.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:49)
“KOMİSER - Çabuk doktor.. bayıldı.. Ne felaket!..... Birisi bu kazadan bahsedecek olursa, gebertirim
onu! Çünkü, ‘Polis tarafından ayağından vurulan yargıç’ diye gazetelere çıkarsa yanarım.”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:64)
“Mrs. HUSHABYE, telaşla ayağa kalkarak. - Aman, canikom, gözünü seveyim. Cesurluğundan şüphe
ettiğini çakarsa yandık..... Tüyler ürpertici bir numarası vardır. Üçüncü kattaki pencerelerin birinden girer
öbüründen çıkar. Sinirlerinin sağlamlığını deniyor aklı sıra.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:32)
Yanmış kebap kokusu seni : Hiç mutfaktan çıkmayan, tıkınmayı seven kimse
“GRUMIO, Theuropides’in kapısına vurur - Aç be hınzır….. Ölmez sağ kalırsam, çiftlikte hakkından
gelirim ben senin. Öldüreceğim seni dayaktan. Seni yanmış kebap kokusu seni! Daha çıkmayacak mısın sen
mutfaktan?”
(Terentius, “Hortlak”, sa:5)
Yan sallamak : Baştan savmak, savsaklamak, idare etmek (Argo)
“-İki papel borçlanıyorum. Kocakarı bayramda gelir. Herifçioğlu, sövüşledik belledi. Asılıyor. Bugün
de yan sallarsam, hırlaşacağız.
-Bayılalım, kıymeti yok ama, sonunda mızıklanırsan, bak bozuşuruz.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:34)
Yanşak, yanşalak : Her şeyi hafif alan, gülüp geçen, densiz, geveze (Argo)
“Aaa, bu gülen Hayriye değil mi? Döndü mü bumlar mahkemeden? Ne çabuk böyle? Hangisi? Uv hadi
uv. Hayriye mi haklı? Hadi ordan. Bu evde hepiniz Hayriye’nın yardakçısı zaten. Hadii.. Yanşalak karı. Vara
gülsün, yoğa gülsün.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:8)
Yan yana : Birlikte, biri diğerinin yanında; Yandan yandan: yalnızca bir yanını kullanarak, sırtıne duvara
vererek
“FENERLER
--------------Leonard de Vinci, derin, karanlık ayna,
Yurtlarını kapatan çam ve buzulların
Gölgesinde melekler belirir yan yana
Tatlı, gizemli bir gülüşle, canayakın.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:37)
“BU AŞK BURADA BİTER
--------------------------------Yan yana uzanırdık ve ıslaktı çimenler
Ne kadar güzeldin sen! Nasıl eşsiz bir yazdı!
Bunu anlattılar hep, yani yiten bir aşkı
Geçerek bu dünyadan bütün ölü şairler”
(Ataol Behramoğlu<d.1942>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:337)
“THE NİGHT OF LOVELESS NIGHTS
<Aşksız Gecelerin Gecesi>
------------------------------------------------
Bir iki gayretli hayalet yan yana yol almaktaydı
Paltolarını ve yüzlerini yırtarak dallarda,
Günahlarının amansızca vurduğu sahte aşıklar
Onların ardında uzun bir kutsal yolculuktu yaptığı.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:105)
“GEREKSİZ ADAM
------------------------Yüzlerinde gülücükler. Birbirini arıyor omuzları.
Oysa sen üçüncüsün, gereksizsin. O kadar.
Buruk bir kıskançlıkla izliyorsun onları.
Yan yanasın onlarla. Dudakların titriyor hınçtan.
Ama kaçamıyorsun. Seyrediyorsun ilgiyle.
Biliyorsun ki onları burda bırakıp kaçtığın an
Yalnızlığın hemencecik katlanacak ikiye.”
(Veselin Hançev<1918-1966>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
07.02.08)
“Merdivenin üstbaşında gece gündüz yanan zayıf bir ışığın her basamakta bir derece daha azalarak
sahanlığın kavsine dönemeyecek kadar geride ve dipte kalması, daima, buradan inmeği çıkmaktan ziyade
güçleştirirdi. Sırtını duvara vererek yan yana inmeği denedi. Gözleri daha fazla kararıyordu. Aşağıya doğru
sarkıttığı bir ayağının dipsiz bir boşluğa doğru bütün vücudunu çekmesinden korktu ve durdu.”
(P. Safa, “Biz İnsanlar”, sa:5)
“Yan yana durdular, yakışıklı ağabey baktı, Fatma gerçekten büyümüştü, üstelik güçlü görünüyordu.
Haradan bir at getirdi. Fazla yaklaştırmazlardı Fatma’yı haraya küçükken. O evin en küçüğüydü, üstelik yedi
aylık doğanıydı, ona bir şey olacak diye korkardı herkes.”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:15)
Yan yan bakmak : Küçümseyerek ve düşmanca duygularla bakmak
“Araba hareket etti. İvan Fedoroviç yanıt vermedi. Fedor Pavloviç bir iki dakika sustuktan sonra oğluna
yan yan baktı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:137)
“Babam beni limana kadar uğurladı, ara sıra gözü bana kayıyor, huzursuzluk ve merakla yan yan
bakıyordu; ne olduğumu, ne istediğimi, niçin orda burda serserice dolaşıp Girit’de yerleşmediğimi
anlayamıyordu.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa303)
“ ‘Kağıda göre dört gün vaktim var. Ekin nasıl olsa biçilmiştir. Harmana yetişsek yeter. Burada biraz
kalmak istiyorum. Bir daha kim bilir ne zaman kaçabilirim Monticello’dan.’
Ne yapacağını tasarlamıştı bile. ‘Yetişsek,’ diyordu. Yan yan baktım.”
(C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:9)
“İkinci kez ‘Suvenir!’ diye bağırdım.
Harlov, Suvenir’e şöyle yan yan bir baktı. O ana dek, sanki onun varlığını bile ayrımsamamıştı.
Yalnızca benim haykırışım dikkatini çekmişti:
-Dikkat et kardeş, diye boğuk boğuk homurdandı. Başına bir bela gelmesin!”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:84)
Yan yatmış : Tembel, işi olmayan ya da işten kaçan kimsenin davranışının tarifi; İşlevsellikte bulunmayan
herhangi bir şey ya da kimse
“Öğle tatili sularıydı, ya bir-iki müşteri gelirdi, ya da hiç. Yedi bin kitapla baş başaydı. Toz ve eski
kağıt kokan ve büroya açılan küçük karanlık bölüm, tepeleme kitap doluydu, çoğu eskiydi, satılacak durumda
değildi. Tavana yakın üst raflarda toplu mezarlarda sıra sıra dizilmiş tabutlar gibi yan yatmış uyuklamakta olan
nesli tükenmiş A3 boyutunda ansiklopediler bulunuyordu.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:10)
Yap(a)yalnız : Başlı başına, tek başına, kendisi
“Halk Adamı Charlie
Chaplin İçin Şarkı
IV
Yeni yılın kendisi de gecikiyor, sevgililerin de.
Yapayalnız masasında yeteneklerin daha da
belirginleşiyor.
Bir dansçısın, tüy gibi kayıp giden bir ruhsun sen.”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 08.01.04)
“ADONİS’E AĞIT
----------------------Korkum senden Persephone, ölürsen diye; sen ey,
üç-kez-erkekseyen! Benim arzularımsa kanatlanıp uçtu
bir rüya gibi. Krytheria dul şimdi, yapayalnız
kaldı evde Aşk Tanrıları: gitti sihirli kemerim de
seninle birlikte. Ey gözü pek adam, neden gittin ki ava?
Nasıl olur da böylesine güzel bir adam
Yitirip aklını, dövüşür yabanıl bir hayvanla?”
(Bion, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:104)
“ALACAKARANLIKLAR, İLKBAHAR
ALACAKARANLIKLARI
--------------------------------Yankılar ve çok uzak bir şarkının ezgileri,
Sözlerini çıkaramıyorum ama,
Yapayalnız bir ruh ağlıyor sanki,
Orada, karşı kıyıda.”
(Aleksandr Blok<1880-1921>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, A. Behramoğlu, sa:38)
“DALGALARA YAZDIM
Çiçeğe durmuş genç kızlar, gün olur da,
Yoldaşım olmazsa yankılı adımlarınız
yapayalnız yazgıma
Sözlerime aldanmayın sakın ha!
Mezarın birinde yatmadığıma ilişkin.”
(Philippe Chabaneix<1898-1982>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
16.01.03)
“BEYAŞK
-----------Yıldırımsız çıplak çırılçıplak
Elinde çırpınan bir balık yüreği tutmakta
Önüne bakıyor dalgın mı dalgın
Kan çıkarana kadar dudaklarını ısırıyor ve arada bir
duruyor ve şarkı mırıldanıyor.
Yıldırımsız kız yapayalnız.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:91)
“... Akdeniz kromozomlarından gelen bir melankoli taşıyan, yetenekli bir delikanlıydım. Karşılaştığım
genç kızlar beni yapayalnız gecelerinin dünyevi acılarına götürerek, yeni tomurcuklanan döl yataklarının bütün
şiddetiyle arzu ederlerdi. Kendim de bambaşka bir tutkunun korkunç pençesinde olduğum için, pek anımsama o
,kızları; gözlerim, batan günün eğik ışığında, ipek gibi, belli belirsiz ayva tüyleriyle pırıl pırıl yanaklarını okşayıp
geçerdi yalnızca.”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:17)
“Eggo’nun Doğumu
Ölü ağızlar anlatıyor, insan
iki ışık arasından geldi.
Tekne bedeniydi onun, kolları da güçlü iki kürek.
Yapayalnız fırtınalı sulardan bir boğazdan
çıkan insan bir ışıktı, diyor ölüler;
ardımızda bıraktığımız tarihten önce, çok önceleri
önümüzdeki zamanlardan.
Tepeye doğru gittiğini anlatıyorlar.”
(Pablo Armando Fernandez<d.1930>-Ayşe Nihal Akbulut, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 03.04.08)
“BAHÇENİN FETHİ
-------------------------biz o yemyeşil akan ormanda
bir gece yaban tavşanlarına
ve o soğukkanlı, acılı denizde
inci dolu istiridyelere
ve o yapayalnız muzaffer dağda
genç kartallara sorduk
ne yapmalı?”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:53-4)
“Hastalığı, kafasının içini kaplayan bir sisten ileri geliyormuş, doktorlarla, papaz efendi de çare
bulamamışlar. Hastalığı arttığı zamanlar zavallıcık başını alıp yapayalnız, deniz kıyısına gidiyordu. Sonunda da
gümrük teğmeni devriye gezerken onu çakılların üstüne yüzükoyun yatmış, hüngür hüngür ağlarken bulmuş.
Evlenince bu hali geçti dediler.”
(G. Flaubert, “Madam Bovari”, sa:122)
“BAK GÖZLERİME
Bak gözlerime, derine, derinliklere.
Yapayalnız dolaştığımı göreceksin orada,
bu gözlerde günahtan uzak tuttum
tutkulu istekleri, sıcaklığın dalgalarını.”
(Nigar Hasanzade<d.1975>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.05.03)
“YÜKSEKTEKİ KARANLIK
<Muhammed Ali Şemseddin’e>
------------------------------------Merhaba
Şehirde yapayalnız bir cadde
Daraldıkça daraldı özgür insanlar bile
geçemez oldu
Kalplerimiz genişledi
Her hoş geldin / de!”
(Musa Havamdeh<d.1959>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.06.06)
“Bir saat süreyle çağrıyla başbaşa, evde yapayalnız oturdum; kimseyi görmek istemiyordum. İşte
gelmişti sonunda ve nedense bence ortada telaşlanılacak bir durum yoktu. Son üç-beş gün içinde aldığım
mektuplara göz gezdirmeye başlamıştım.”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”,sa:50-1)
“BOŞ KAFESLİ ÇOCUK
<Sanrılar Kitabı, 1964>
------------------------------Yapayalnız, dilsiz, kuşatılmış
güz yapraklarıyla şakakları.
Tüm denizlerin tuzunun
kuruyor ağzında tadı.”
(José Hierro<1922-2002>-Yıldız Ersoy Canpolat; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
20.03.03)
“Küçük kabadayının tükenmez bir maske hazinesi olan yüzü, şiddetli rüzgarda savrulan bir çamaşırın
deliklerinden çok daha oynak ve çok daha değişken şekiller almaktaydı. Ne yazık ki gece karanlığında ve
yapayalnız olduğundan, onu kimse göremezdi.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:542)
“Yetmişe yakın yaş, ömrün sonu demektir, hatta uzak, yapayalnız bir ömür için fazlasıyla gecikmiş bir
son. Bununla birlikte, bu dünyadan ayrılmadan evvel mutlaka anlatmam gereken bir sırla yaşayıp duruyorum.”
(S. İleri, “Hayal ve Istıtap”, sa:11)
“Hiç beklenmedik bir anda Mahmud jilet gibi parıldayarak geçen bir Fatih tramvayına atladı. Caddede,
bir izmarit gibi yapayalnız bıraktığı adam, arka sahanlığın camlarında ezildi büzüldü, ufaldı gitti.”
(A. İlhan, “Kurtlar Sofrası”, sa:7)
“SÜRÜKLENİYORUM RÜZGARDA
--------------------------------------------ne olacak benden
yüreğimin köşe taşları yaramaz hiçbir şeye
güzelliğim taş kesiliyor içimde
hapsedilmiş, gücenik yine de belli halkım
izliyor yapayalnız parmaklarımı
içtenliğe kefenliyor kendini halkım
geleceğin güneşiyle maskelenmiş”
(Ingrid Jonker<1933-1965>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.12.06)
“Saaarburg’daki savaş
--------------------------Yakılmış eski çaputlar gibi tütüyor
Ufuktaki bütün köyler
Uzanmış yatıyorum yapayalnız
Çatırdayan nişancılar cephesinde.”
(Alfred Lichtenstein<1889-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
03.09.09)
“ ‘... Başlangıçta göreceli bir avantajı yoktu. Babası bir banka veznedarıydı, yıllarca hasta yattıktan
sonra Arizona’da veremden öldü. O öldüğü zaman Mr. Butler, -Adı Charles Butler’dı- kendini dünyada
yapayalnız buldu. Babası Avusturalya’dan gelmişti ve böylece California’da hiçbir akrabası yoktu.’ ”
(J. London, “Martin Eden”, sa:87)
“AMPARO
-----------Amparo,
ak elbiselerinle
yapayalnız kalmışsın kendi evinde!
Ah, Ampora ah!..
Bu gönül ‘seni seviyorum’ diye
bir söyleyebilse.”
(F. Garcia Lorca<1898-1936>-Fahri Özdemir, “aşk şiirleri”, sa:116)
“Vadideki Ağaç
1.
Yapayalnız ve çirkin
küçük bir ağaç vardır sallanan
can sıkıcı bitkinliğin kol gezdiği vadide”
(Mateya Matevski<d.1929>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.04.05)
“ÖĞLEDEN SONRA
------------------------Yan yana yürüyen porselen kuşlarının dizildiği
uzun direkler
Sık çizigili bir kadife tarlası. İncecik filizleri
Mısırların tepesindeki ipek püsküllerin, geri çekilen,
Rüzgarla akıveren dalgalar.
Bir kuş, sahipsiz
Uçuyor soğuk, mavi gökyüzünde, kendi halinde,
yapayalnız.”
(Ruth Miller<1919-1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.03.07)
“Portakal Ağacı
--------------------Oluklu sac levhadan ufacık bir barınakta,
irili ufaklı, paslanmış direkler, kalın tahtalar
vardı,
babamın bir yerden söküp, biriktirdiği.
Dinleyebilirdim, öğleden sonraları,
Afrikans radyo dizilerini, arka çitin
diğer tarafındaki evden, yitik, yapayalnız”
(Kobus Moolman<d.1964>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.07.08)
“RIVER ROBERT
----------------------biz burada huzur içindeyiz
kayalıklar, fundalıklar boyunca
yapayalnız bir gökkuşağı sütunu
yükseliyor yeryüzünden, beklentilerle,
avuntularla yüklü”
(Seitlhamo Motsapi<d.1966>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.10.06)
“Bu noktada, tezgahtar kızların bıkkınlığıyla ev kadınlarının bıkkınlığı arasında bir ilişki kuruyorum.
İkisi de, kuşatıldıkları eşyaların içinde yapayalnız kalıyorlar bir süre sonra. Ev şirinleştirmede kullanılan bütün o
hediyelik eşya cehennemi, kristal takımlar, toprak çanaklar, pop-art küpler, cicili bicili kumaşlar..... şömine
karıştırıcıları, duvar gölgelendiren aplikler, demirin, meşenin, pirincin çeşitli kullanımlarından elde edilmiş
sonsuz çeşitlilik ortasında yapayalnız...”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:60)
“Giriş Bölümü
----------------Yüzey katında duyguların
Avludaki hapishaneyle
Baş başa olduğunu düşledim.
Yitiminde var olmayan öpüşlerin
Kanla lekelenmiş bir giyit üzerinde
Sen kötülüğün karşısında yapayalnız.”
(Kepa Murura<d.1962>-Ali Karabayram; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.01.03)
“Müptela Kalbim
Yapayalnız bir kaburganın içinde çalkanır
durur kalbim
Ne aşkım ne de bana verdiği yanıtı dindirir
bu iniltisini,
Her gün bir yolumu çizerim beni karşılayan
belayla
Aşkımın verdiği arzuyla savaşırım.”
(Mecnun Necad<Kays bin el Meluh bin Muzahim el Amri; 68 h. 687 m.>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”,
Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.08.09)
“SALI
Salı günü öleceğim,
bir yazın bitiminde
------Önce ayakkabılarınızı çıkarın sessiz sessiz
ve yumuşacık giriverin
avlusuna anamın.
Bir gitar eşliğinde benden,
bir şiir okuyun,
kızımı da alnından öpmeyi unutmayın
n’olur sakın gitmeyin, biraz daha oturun,
yapayalnız bırakmayın onları sakın!”
(Vanya Petkova-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.08.07)
“KIZLAR ŞARKI SÖYLER
*
GÜN uykuya dalıyor yavaşça, içim kabarıyor insandan uzak...
Uyanığız geniş dolaylarda
ben - ve solgun bir yıldız kıprak.
Gözü ışıktan bir doku
titrek ışık durur üstümde,
o da gökyüzünde belli bu
yapyalnız, benim gibi burada...”
(Rainer Maria Rilke<1875-1925>-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
20.01.05)
“4
RÜYA
--------İlk dakikalarını vurduğunda saatler
Gece yolculuğum başlar şaşkınlıkla yerin altıncı
tabakasına çökerim
Meçhul ve garip biri olarak içinden fışkırmak için
Yüzümdeki maske düşer, alnımın kırışıklığı gerilir
İki gözlerimin içinde yaşlar dalgalanır
Dumanlı ve nemli bedenim dolaşır yapayalnız”
(Salah Abdel Sabur<1930-1981>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.22.07)
“Yürüyorum. Rüzgar bir vapur düdüğünün çığlıklarını taşıyor. Yapayalnızım, ama kentin üzerine
yürüyen bir ordu
gibiyim. Bu an gemilerin denizde öttürdüğü düdükler anıdır; Avrupa’nın tüm kentlerinde ışıklar yanıyor; Berlin
sokaklarında komünistlerle Nazi’ler savaşıyor, işsizler New York sokaklarını arşınlıyor. Kadınlar, aynaların
karşısında, odalarında rimeller sürüyorlar. Ve ben burdayım, bu ıssız sokaktayım. Neuköln evlerinin
pencerelerinden atılan her kurşun, sedyelerle taşınan yaralıların boğazlarından dökülen her hıçkırık, süslenen
kadınların her hareketi, attığım her adımda, yüreğimin her vuruşunda yankısını buluyorum.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:77)
“KARIM BENİM
Yapayalnız evinde beni bekliyor
Ben yokken de sadece beni düşünüyor.
Yüce kadın, kölelerin
En sevgilisi, en alası sayılıyor.”
(Nichita Stanescu<1933-1983>-Altay Kerim; “Çağdaş Romanya Şiiri-Karım Benim”, sa:77)
“EŞİNDEN BOŞANMIŞ
OYTUCU İÇİN BALAD
Kalmışsın öylece orta yerinde
yapayalnız, tek kapılı odanın.
Mumun keski gibi sert alevinde
canlanıyor düşünceli endamın.”
(Dobromir Tonev<1955-2001>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
15.02.07)
“DÜZLÜKTE ÖLÜM
Panayot Kiselkov’a
Yatıyorum, yapayalnız,
kaskatı aralıksız kan sızıyor yaramdan,
ne ses var etrafta, ne de kımıltı
kederli ovayı salt öbek öbek
kefen rengi bulutlardır kaplayan :Ah, beni acaba kimler gömecek!”
(Teodor Trayanov<1882-1945>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
30.04.09)
“BAŞLIKSIZ
4
Kapıdan önce
Hayata girdi
Yapayalnız
Gülün varisi
Diken tarafından”
(Kostas G. Tsilimandos-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.03.06)
“Şükürler olsun yalnızlığa! Şimdi yalnızım. Şu hemen hemen hiç tanımadığım kişi, bir treni
yakalamaya, bir arabaya binmeye, bilmediğim bir yere ya da bir başka kişiye gitti..... İşte boş masalar; artık
onlara oturup yemek yemek için kimse gelmiyor bu gece..... Nasıl da kat kat iyi sessizlik; kahve fincanı, masa.
Kazığın üzerinde kanatlarını açan yapayalnız deniz kuşu gibi kendi kendine oturmak nasıl da kat kat iyi.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:227)
“Dona, sele, binlerce kişinin ölümüne ve Orlando’nun tüm umutlarının suya düşmesine -saraydan
sürülmüştü; en güçlü soyluların gözünden düşmüştü; İrlandalı Desmondlar haklı olarak öfkeden kudurmuşlardı;
Kral’ın zaten İrlandalılarla bu fazladan sorunu hoş karşılamayacak kadar çok sorunu vardı- tanıklık eden o
felaket kışı izleyen yaz, işte o yaz Orlando taşradaki malikanesinde inzivaya çekildi ve orada yapayalnız
yaşamaya başladı.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:51)
“PRELÜD : Düşüncelerimin
üstünde bir gölge asılıydı.
-----------Sert rüzgarın itmesiyle yapışmışken çıplak kayaya
Ah, işte o vakit, dehşet verici uçurumda
Yapayalnız asılıyken, ne garip bir dille
Uğuldardı kulaklarımda hoyrat rüzgar! Gök
Sanki tanıdık gök değildi -ve nasıl akardı bulutlar!”
(William Wordsworth<1770-1850>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
26.11.09)
Silinmiş: ¶
“Clarissa vazgeçti. Yıllarca yalnız kalacağını düşündü. Susması gerekecekti, her zaman. Ne ağabeyine,
ne de babasına açılabilirdi. Her yerde yalnızdı, her yerde sırrıyla yapayalnızdı.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:101-2)
Yapıştırmak : Elinin tersiyle şöyle bir vurmak (Argo)
“Çocuğun ense köküne elimin tersi ile bir yapıştırdım. Vay canına vay, sen misin bunu yapıştıran?
Öteki çocuklar hep birden yaygaraya başlayıp bana hücuma kalkışmasınlar mı? Bereket versin oradaki köy
kahvesinden yetişen bir kaç delikanlı bu haşarıları darmadağın ettiler, sonra beni alıp kahveye oturttular, kahve
ısmarladılar, hal hatır sordular.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:89)
Yapış yapış : Terden ya da nemden cildin son derece ıslak ve nemli oluşu; dokununca hissedilen zamk gibi
ıslaklık
“KALBİ KIRIK GEZGİN
-------------------------------terli, yapış yapış bir çingene
yaklaşıyor topallayarak bana
kucaklıyor, öpüyor alnımdan
‘saçlarını severim senin,
seksi çocuk, bob marley’im benim’,
fısıldıyor, neşe dolu, dişleri eksik
‘ne kadar istiyorsun arkadaş?
100 euro, 150 euro?
haydi, sev beni erkeğim!’
ben mi? yok canım
çiftleştirmem insanoğlunu yorgun ineklerle”
(Vonani Bila<d.1972>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.11.06)
“Salak çocuk sobanın yanına çökmüştü, soğuktan hafifçe titriyordu. Bir şeker vardı ağzında; şekerin
tahta sapını elinde tutuyor; insanı sinirlendiren bir ısrarla çiy kırmızı şekeri evire çevire yalıyor, belli belirsiz
ince şerit halinde ağzının iki yanından aşağıya yapış yapış ağdalar sızıyordu.”
(H. Böll, Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:37)
“Oğlan yapış yapış olmuş ellerini paltosuna sildi ve öksürdü. Daha sonra ayaklarına baktı, ayaklarında
bir çift yeni kahverengi ayakkabı vardı. Bunları Brenda Hala yolculuk sırasında almıştı. ‘Hah işte!’ dedi, ‘Bunlar
gerçek İngiliz ayakkabıları.’ ”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:222)
“Artık nerede olduğumun bilincinde değildim. Odanın ortasında, iğrenç bir gülümseyişle gözlerini bana
dikmiş, kösnüyle homurdanan Berengar’ı gördüm. Yüzünü ellerimle örttüm: Ellerim tıpkı bir kurbağanın ön
ayakları gibi yapış yapış ve perdeliymiş gibi göründü bana.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:250)
“Ben, kendiminkileri, hemen geri çektim, arkamda sakladım.
-Müjgan abla ile kendimize bir böğürtlen şöleni verdik. Ellerim yapış yapış. Sonra da üstüne tozlar
yapıştı.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:73)
“Bu bakışın karşısında kendini pis, iğrenç, yapış yapış hissetmişti. Kız terli değildi. Ritchi de terli
değildi..”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:11)
“Dorcelino’nun örme gömleği ter içinde kalmıştı. Pocks homurdandı:
‘Böylesini de hiç görmedim. Böyle yapış yapış olan bir adam! Ne zaman belaya çatsak, suda
boğulmuş fareden farkı kalmaz!’
‘Adam dediğin, tepeden tırnağa terler böyle.’
Dördü birden mizena yelkenini indirdiler.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:9)
“ ‘Elimin üstü yanıyor,’ dedi Jinny; ‘ama avuçlarım nemli, yapış yapış çiğden.’
‘Şimdi horoz ötüyor, tıpkı deniz bembeyaz yükselirken suyun kızıl, katı sıçrayışı gibi,’ dedi Bernard.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:9)
“Bir defasında, incecik bir dörtgene benziyen gölge daha da küçülüp güneş ellerime vurunca biraz öne
çıktım, ama sonra zaman duygusundan yoksun, arzu ve isteklerdenn yoksun sandalyeye yaslanıp kaldım, yine.
Bu korkunç yapış yapış havada zaman erimiş, saatler anlamsız rüyalarda eriyip gitmişti.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:74)
Yapmacık; Yapmacık davranma : Gösteriş oldun diye, uyduruk; sahte; gerçeği gizleyerek, olduğundan
farklı, sözüm ona, sanal davranış
“Dehşet içinde kalan genç kadın:
-Oh Tanrım, demek yaşam böyle! Bir savaşım... dedi.
-Karşınızdakileri her zaman korkutmayı gerektiren bir savaşım... Bizim gücümüz, hep yapmacık
davranmaktır. İşte bunun için, bir erkeğin bizi aşağı görmesine izin vermemeliyiz.”
(H. de Balzac, “Top Oynayan Kedi Mağazası”, sa:103)
“Telefonu kapattı ve yardımcısının telefonunu çevirdi. Ama yardımcının yerine hattın ucunda onun
kaydedilmiş sesiyle karşılaştı: yapmacık bir ses, şakacı, gülümsemekten doğallığını kaybetmiş: ‘Sonunda
varlığımı hatırladığınız için mutluyum. Sizinle konuşamadığım için ne kadar üzgünüm bilemezsiniz, ama telefon
numaranızı bırakırsanız, ilk fırsatta sizi sevinerek ararım...’
-Salak, dedi telefonu kapatırken.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:316-7)
Yapma etme : O şekide konuşmaması ya da davranmaması için rica veya tehditte bulunma
“ ‘New York’lular bir yabancıyla daha fazla samimiyet kurmak istemezler. Havadan sudan bir kaç laf
edilir, o kadar. Ama hiç bir zaman bir dostluğun başlangıcı sayılmaz.’
‘Aman Billy, yapma etme, beni çileden çıkarma,’ dedim Summers’e. ‘Hava durumu benim en hassas
konularından biridir.’ ”
(O. Henry, “viski soda’, sa:56)
Yaprak bile kıpırdamamak : Çok sakin, kımıltısız olmak; hiç rüzgar esmemek
“Bunları böyle korkusuzca söylüyordu ki, hasımları büyük bir ürküntüye kapıldılar; bu korku ve
hancının haykırmaları, taş yağmuru işini bitirdi. Don Quijote, yaralıları taşımalarına izin verdi, yaprak bile
kıpırdamamış gibi büyük bir huzur ve soğukkanlılıkla nöbetini kaldığı yerden sürdürdü.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:25)
“Nöbettekini çok iyi seçebiliyorum. G.’yi. Oğlan bir aşağı bir yukarı dolaşmakta.
Yukarıda, bulutlar birbirlerini kovalıyor. Aşağıdaysa, her şey uykuda gibiydi. Yukarıda bora,
kıyametl,eri koparıyordu. Aşağıda yaprak bile kıpırdamıyor.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:83)
“Siyam kedisi örneğini alalım. Laura boşandıktan sonra koca bir dairede kendini yapayalnız buldu ve
üzgün hissetti. Küçük bir hayvanla da olsa yalnızlığını paylaşmak istedi. Küçük bir hayvanla da olsa yalnızlığını
paylaşmak istedi. İlk aklına gelen bir köpek oldu ama köpeğin ondan gücünün ötesinde bir bakım isteyeceğini
çabuk anladı. Bu yüzden bir kedi edindi. Bu, güzel ve huysuz, iri bir Siyam kedisiydi.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:123)
“Ağaçlı yolun uzağındaki cenaze arabası yerini iki limuzine bırakmıştı. Adam nişanlısının elinden tutup
arabaya doğru sürükledi. Julia başını kaldırıp göğe baktı.
‘Bir bulut bile yok, mavi, mavi, mavi, tüm gökyüzü masmavi, ne çok sıcak, ne çok soğuk, yaprak bile
kıpırdamıyor, evlenmek için şahane bir gündü.’ ”
(Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:25)
Yaprak gibi akşam rüzgarının önünde sallanmak :
Zayıflıktan en ufak bir esintiyle yaprak gibi sallanmak
“Neden sonra çiroz gibi ipince ve bir yaprak gibi akşam rüzgarının önünde sallanan orta yaşlı bir
kadının getirdiği kahveyi içerken Nazlı sordu:
-Ya siz buracıklarda ne ararsınız büle <böyle>, nasıl oldu da düştü yolunuz bu yanlara?”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:136)
Yaptığı burnundan (fitil fitil) gelmek : Yaptığından mutlu olacağına üzüntü duymak
“Elimde olmadan arkasından gitmek, suçumu bağışlatmak, yalvarmak istedim... Bütün gücümü
yitirmiştim... O zaman birden dönüp yaklaştı, şunları söyledi; hayır, emretti:
-Arkamdan gelmeye, ya da izimi bulmaya kalkışmayın...Yaptığınız burnunuzdan gelir.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:34)
Yaptığı yanına kalmak : Kötü bir şey yapmakla birlikte cezalandırılmamak, yaptığınla kurtulmak
“Bu parça da İraz’ın kocası Hüseyin’e düşmüştü. Ne çare. İraz genç kadın, Hükümet yolu, karakol
kapısı bilmez. Ne yaparlarsa yanlarına kalır.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:200)
Yaptıklarının korkusunu ensesinde hissetmek : Bir gün gelip de, birine yıllardır yaptığı haksızlık ya da
vicdansızlıktan dolayı hissedeceği suçluluk
“Heriften <yıllarca kullandığı deha düzeyindeki çırağından> hiçbir zaman hoşlanmamıştı, şimdi
kendine bunu itiraf edebilirdi artık. Çatısı altında barındırıp sömürdüğü sürece içi rahat etmemişti. İlk kez yasak
bir şey yapan, usulsüz yollara sapan dürüst bir insanın ruh halini yaşamıştı hep. Elbet foyasının meydana çıkması
tehlikesi çok küçük, buna karşı olasılığı dev gibi büyüktü, ama huzursuzluğu da,, vicdan rahatsızlığı da bir o
kadar büyük olmuştu. Gerçekten onca yıl bir tek gün geçmemişti ki bu adama uyduğunun cezasını günün birinde
bir biçimde çekeceği korkusunu ensesinde hissetmesin.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:113)
Yar : Dost, sevgili
“Dağlar yarimi gördün mü
Payine yüzler sürdün mü
Güzel hatırın sordun mu
Mecnunu çok güzel dağlar
(Pay: Ayak; Mecnun: Aşık, düşkün)
(Öksüz Dede-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairlerine Ait Metinler ve Tetkikler <IV>”, sa:26)
“Yar neden hazzeder, neden hoşlanır
Bilmem güzel nenin müptelasıdır
Gönül gah görünür, gah ateşlenir
Ne çare çekmeli aşk belasıdır”
(Hazzetmek: Zevk almak; Müptela: Düşkünü;
Gah gah: Bazı bazı)
(Aşık Dertli-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:661)
“Tutam yar elinden tutam
Çıkam dağlara, dağlara
Olam bir yaralı bülbül
İnem bağlara, bağlara”
(Erzurumlu Emrah-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:635)
“Gevheri der hayaline daldığım
Gece gündüz ateşine yandığım
Baş yastıkta gözüm yolda sevdiğim
Ağlarım sızlarım yarim gelmedi.”
(Gevheri-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:159)
“ÇEVRE
Yarin mendili nakışlı
Okşadım ellerimle.
Göz göz üzerimde
Çevrenin bakışı.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:18)
“MEYHANECİ KADIN - Kırdığınız kadehlerin parası?
SLY - Hayır, bi’metelik bile verecek değilim. Yürü aslan yarim, yürü; başını hangi taş sertse oraya
vur.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:7)
Ya Rab; Yarabbi(m) : Hey ulu Tanrım
“ŞİKAYET ETMEYECEĞİM
Etmeyeceğim kimseye şikayet, kimseden lütuf
beklemeyeceğim
Tanrı’dan başka, Tanrı şahidim olsun.
Yarabbim, kalbim acılarla dolu.”
(Abdülaziz, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:39)
“ ‘Hay yarabbi!’ diye bağırdı Haceli. ‘Ulan senin nineni de, ananı da, babanı da... Ulan eşşek sıpası!..’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:59)
“Mevlana öleceği sırada Sıraceddin’i yanına çağırarak şu duayı kendisine öğretmiş ve bunu iyi ve
sıkıntılı zamanlarında daima okunmasını buyurmuştur: ‘Yarabbi! Beni, sana ulaştırmaya vesile olan Mevlana’ya
hasret çekiyorum. Sana vesile olan sağlığı seni bol bol tesbih etmek (dua etmek) için istiyorum. Yarabbi!’ ”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:7)
“Ben, şaşkınlıktan kekeleyerek:
-Nasıl, ben mi? Demek gülbeşeker dedikleri, o sokak delikanlılarının ekmeklerine sürüp yemekten
bahsettikleri... Eyvahlar olsun! Utancımdan iki elimi yüzüme kapadım. Demek ben böyle kocaman bir kasabanın
diline düşmüştüm, ne ayıp, Yarabbi.”
(R. Nuri Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:286)
“Yarabbi, bundan üç dört yıl evveline gelinceye kadar o derece bağnaz Avrupalı düşmanı olan bir
adam, birdenbire ne değişmiş, ne kadar o eski adamın tümüyle tersi, zıttı bir insan olmuştu...”
(Y.Kadri Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:155)
“... kah bir otel odasında ya parasına, ya namusuna saldıran bir cani ile alt alta üst üste boğuştuğunu
hayal ediyordu. Ve sıklıkla, pencereden karla karışık yağan yağmura bakarak kendi kendine: ‘Yarabbim, bari bu
kış kıyamette gitmeseydi!’ diyordu.”
(Y.Kadri Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:133)
“... Hiç durmadan, soluk almamış gibi söylenip duruyordu. ‘Evimi yaktılar. Evimi yaktılar. Böyle
evladın ölüsü dirisinden evla. Tövbe, tövbe, ettikleri saygısızlık yetmedi, evimi de yaktılar. Yarabbi, bak şu
Hasan kuluna da acı. Al şu kızın canını da Çuhacı’nın kızı demesinler artık. Yüzüm kalmadı...’ ”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:49)
“JONES - Ah, Tanrım, ben şimdi ne yapacağım?... Tanrım, karanlık burası... Nerede ay? Yarabbi, bu
gecenin sonu hiç gelmeyecek mi? (Seslerden el yordamı ile ve ihtiyatlı ihtiyatlı ilerlemekte olduğu anlaşılır.)
Hah... Burası açıklık bir yer galiba... Uzanıp dinlenmeliyim... O zenciler yakalansınlar beni, vız gelir...”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:55)
“Castro’da, her şeyden önce, ikinci bir randevu alıp onu sağduyuyla yola getirmeliydim. Gerçekten,
sevda, beni çocuklaştırıyor! Ah, Yarabbi! Akıl danışacak bir dostum niçin yok?”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:80)
“RÖNESANS
---------------Süzülüp taze bir günışığından,
Yepyeni dostlarla çıkmak yarına!
Ya Rab! Nasıl çılgınca koşar insan,
Daha güzel bir yarin kollarına!
Menbaına her hazzın, her sevincin!
Dünyadan daha çok kam almak için.”
(C. Sıtkı Tarancı<1910-1956>, “Otuz Beş Yaş”, sa:100)
Yara bere (içinde kalmak, olmak) : Kaza sonucu ötesi berisi yara olmak
“Don Quijote’u vakit geçirmeden yatağa yatırdılar, yarası beresi var mı diye baktılar, hüçbir şey
bulamadılar; şövalye, dünyada rastlanabilecek en cesur, en çılgın on devle boğuşurken, Rocinante yere yıkılıp
kendisini ezdiği için bu duruma geldiğini söyledi.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:36)
“Çağımızın deliliği içinde yaşamaya yazgılanmış biri varsa, o da benim, demişti, Anna Sergeyevna’ya.
Önemli olan düşüşten yara bere almadan kurtulması değil, oğlunun beceremediğini becermesiydi.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:261)
“THE NİGHT OF LOVELESS NIGHTS
<Aşksız Gecelerin Gecesi>
-----------------------------------------------Ama o, yüreği ölü düşlerin yara beresi içinde,
Çürümüş gagaları aşklarına dikili,
Kurtaracaktır sizi, geçici güzellikler,
Güçlü bir öpüş için, son günün eşiğinde.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:102)
“Bacağının birinde kocaman bir demir parçası paçavralarla sarılı olan bir adamdı bu! Ayakkabıları
param-parça olmuş, şapkasız başına eski püskü bir bez sarmıştı. İliklerine kadar sırılsıklam ıslanmış, baştan aşağı
çamurlara bulanmış, taşlardan, kayalardan bacakları yara-bere içinde kalmış, dört bir yanına dikenler yapışmış,
sırtındakiler çalı-çırpıya takılmaktan parça parça olmuş bir adam...”
(Ch. Dickens, “Büyük Umutlar”, sa:6)
“O apar topar kaçtığımız üç gün atları perişan etmişti. Yavaş yavaş öldüler, ve bu neredeyse Tanrının
bir lütfu oldu, çünkü yiyecek bulamadığımız yerlerde tek tek ölme akıllılığını gösterdiler, biz de kemiklerinde
kalan o azıcık eti yedik. Yolumuza yaya devam ettik, ayaklarımız yara bere içindeydi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:474)
“Neyse ki bir süre sonra tökezledim <yürürken ayağın bir yere takılarak oluşan vücut sarsıntısı>:
şekilsiz bir yığının altında basamak gibi bir şey vardı. Ellerim yara bere içinde kaldı, ama ne var ne yoksa
kaldırdım ve işte yürekli çocuğa hak ettiği ödül: bir tavan kapağı. Büyükbabam, Masulu ve kaçaklar oradan
geçmişlerdi, ben de kağıt yığınları üzerinde düşlediğim serüvenleri yeniden yaşayarak kim bilir kaç kez buradan
geçmiştim. Ne harika bir çocukluk yaşamışım.”
(U. Eco, “Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi”, sa:220)
“Suratlarının, sert ve tehditli seslerinin tesiriyle utangaç uyruk sürüsünü titrer görünce, zavallıların
vücutlarını deynek, çubuk, kayış ile amansızca yara bere edince, kabalıklarıyla bu acınacak kurbanları üzerine
her türlü eziyetleri yağdırınca, kendi yetenekleri hakkında kimbilir ne gibi hoş fikirler edinirler!”
(D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:91)
“ ‘... Tanıştığımız ilk günlerde, hatta bir Romanya gemisine birlikte kömür yüklerken, ikimiz de şeytan
gibi kapkara kesildiğimizde, ikimiz de paçavralar ve yara bere içinde olduğumuz halde, bana hep ‘Siz’ demekten
kendini alamamış, hep saygılı bir tavırla konuşmuştu.’ ”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:45)
“Dünyada boğuşup vuruşmaktan başka bir şeyden zevk almayan, vücudunda yaradan, bereden, parmak
basacak yer bulunmayan bu hırçın, vahşi çocukta da bir kalb bulunduğunu kimse tahmin edemezdi. Benim
stediğim de zaten buydu. Fakat yüreğimdeki gizli yaralar, bereler vücudumdakilerden çok daha derindi.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:163-4)
“Kendime geldiğimde aklım başımda değildi, her yanım yara bere içinde kalmıştı .Cilalı zemine
koridorun beyaz ışıkları yansıyordu. Ölümsüzlerin içinde değildim henüz.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:207)
“Her birinin göğüslemek zorunda olduğu kendi derdi, çilesi vardı, her birine sımsıkı sarılıp arkasını
dayayacağı bir yer gerekliydi ve bu da her birini özel bir biçimle, her birini kendine özgü yara berelerle
donatıyordu.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:7)
“Çatlak taşları sökülmüş şekilsiz çukurlarla dolu anlamsız engebeler ve garip dirsekler, pis kokulu,
vahşi, yabani dehliz, döşemeler yara bere içinde, duvarlar ise delik deşik, korkunç, karanlık bir dehliz...”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:158)
“Kımıldayan bir yaprak, sallanan bir başak, havayı yırtan bir atmaca çığlığı, yeryüzünde pek önemli
olmadığını duyurur insana. Gezegenimizin kendini bir şey sanan kralı ancak yara bere içinde kalmak, bin bir
sıkıntıya, zahmete katlanmak bahasına buralara girebilir.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:76)
“Magdalena çığlık atıp duruyordu. Yara bere içinde, çukurun bir köşesine yığılmış, korunmak için
başını kollarıyla örtmüştü. Kadın erkek kenarda durmuş, gülüşerek ona bakıyorlardı. Dolaylardaki bağlardan
taşıyıcılar ve üzüm toplayıcıları işlerini bırakmış, yaklaşıyorlardı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:198)
“Bacak pütür pütür olmuş, sinek yeniği içindeydi. Sinekler Meliha hanımı yemişler, bütün bedenini
yara bere içinde koymuşlardı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:297)
“KAYNANA - Eee, Gülfidan’ım, eee
Başladı kara kısrak
Gözyaşı dökmeye.
Ayaklar yara bere
Yele buzlar içinde.”
(F. Garcia Lorca<1898-1936>, “Kanlı Düğün”, sa:13)
“Sonra dövüş yeniden başladı. İkisinin de bedeni yara bere içindeydi. Öldürücü yaralardı bunlar.
Avlunun zemini kandan kıpkırmızı olmuştu. Sir Balin dövüşmeyi sürdürüyordu, çünkü duvarların kıyısından
dövüşü izleyen şato halkının kendini büyük bir savaşçı olarak görmesini istiyordu.”
(Sir Th. Malory, “Kral Arthur, Merlin ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri”, sa:27)
“Yara ve bere içinde olan hazin yüzü yıkayıp temizledim. Gözlerinin biri, parmağımın temasıyla biraz
aralandı; hayatın diğer tarafından geliyormuş gibi görünen o kadavraların soluk, soğuk ve müthiş bakışıyla bana
baktı.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:211)
“Kız: ‘Kaybolmuş havacıdan bana ne?’ diye hıçkırıyor ‘Ne diye buralarda sürünüyorum?’ Yol
yürümekten bıktım. Şu bacaklarıma bak! Nasıl yara bere içinde. Kaybolmuş havacı ölürse ölsün bana ne?’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:49)
“Sonunda kendine bir dans uydurur, kılıçlar arasında bir dans ve yeni ölümcül sanatını yara bere içinde,
kanayarak insanlar önünde icra eder, ama hiç kimse bu cazırtılı şakaların anlamını ve bu, sözde hafiflikte yatan
ölesiye yaralı tutkuyu sezmez.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:I, ‘Nietzsche’, sa:74-5)
“Zehirli ve kan emen böcek sürüleriyle çevrilmiş bu adamlar, uykusuz, aç ve susuz, dikenlerle
boğuşmaktan giysileri parçalanmış, ayakları yara bere içinde, gözleri kıpkırmızı, sivrisineklerin sokmasıyla
yanakları şişmiş bir durumda, uyuyup dinlenmeden gece gündüz ilerlemeye çalışıyorlar ve sonunda bitkin
düşüyorlar.”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:22)
Yaradan; Yaradana kurban olayım : Tanrı; Bak, kimleri yaratmış, ne insanlar. İyi kadın, hayvan, çocuk vb.
yaratık görüldüğünde, ya da olağanüstü bir doğa olayında Tanrıya yüceltilen takdir sözleri
“ ‘Queyras vadisindeki şu iyi köylülere bakın. Topu topu üç bin can. Ama Yaradan’a kurban olayım.
Sanırsınız ki küçük bir cumhuriyet: ne yargıç ne de mübaşir bilirler. Belediye başkanı her işi görür..... çünkü
dürüst bir insandır.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:28)
“Allah’ın en mükemmel eseri olmasını istediği insanı yaratmak için yoğurmakta olduğu ilahi hamurun
göz kamaştırıcı beyazlığını görünce, İblis, bunu kirletmek için dayanılmaz bir arzuya kapıldı. Ama, Yaradan çok
dikkatli davranıyordu. O zaman, Tanrı’nın iyi niyetinden yararlanan şeytan, bir bulutun ardından gizkenen
güneşi göstererek ona süratle şu soruyu sordu: ‘Ey sen ki bu kadar akıllısın, neden zayıf bir buluta koca bir
yıldızın ışığını örtmek ve yeryüzünü karanlığa bürüyerek hüzünlü bir hale getirmek gücünü verdin?’ ”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:48)
“ ‘Hay maşallah,’ diye destesini havaya kaldırıyor, ‘böyle bereket... Harmanlar, ovalar bu yıl buğdayı
alamayacak. Harmanlar, ovalar taşacak,’ diye bağırıyordu. ‘Hey maşallah... Yaradana kurban olayım.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:238)
“Öfkelerime ve kaygılarıma karşın, insanlık serüvenine hala hayranım; canu gönülden seviyorum, kutlu
sayıyorum ve meleklerin ya da hayvanların yaşamına hayatta değişmem onu. Bizler Prometheus’un çocuklarıyız,
yaratıyı devam ettiren emanetçileriz, evreni yeniden biçimlendirme işine giriştik ve yukarıda yüce bir Yaradan
varsa, onun öfkesini olduğu kadar, övüncünü de hak ediyoruz.”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:205)
“CLEANTE - Bir süredir bu civarda oturan bir genç kızı seviyorum. Sanki her gören aşık olsun diye
dünyaya gelmiş. Yaradan özenmiş de yaratmış; görür görmez ona vuruldum. Adı Mariane, ihtiyar annesiyle
yaşıyor. Annesi hastalıklı bir kadın. Güzel kız ona kul köle...”
(Moliere, “Cimri”, sa:36-7)
“Bu dünya onunla mutluluk buldu,
Onun da hiç bitmesin mutluluğu!
Zafer sancakları inmesin burçtan,
Daha da berkitsin onu Yaradan!
Kökleri de onun gibi dal verir,
Has tohumdan has bitkiler göverir...”
(Sa’di, “Gülistan”, sa: 25)
“Herkes ele alınca Yaradanın gücünü
Çirkini güzel yapan takma yüz yaratılır,
Ne kutsallığa kalır güzelliğin, ne ünü,
Utanç içinde yaşar, bir köşeye atılır.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:127, sa:295)
Yaradana sığınmak : Tanrı’nın kudretiyle özdeşerek tüm gücünü kullanmak (Bir iş yapmak için); Yaradan
aşkına, Allah kabul etsin
“Elindeki kitabı bırakıp da çevresindekilerin hakettiği alkışı toplarken, arkadan sokulup yaptığını
ödetttim kendisine. Bir söz bulup söyleyememişsem de, olanca hıncımı, utancımı ve öfkemi yaradana sığınıp
aşkettiğim bir tokatla gayet veciz bir şekilde açığa vurmuştum.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:25)
“Bazı heyecanlı anlarımda, kesik kolumun ağrısını duyarım. Gene, öyle oldu. Sağ tarafım zonklamaya
başladı. Sol elimle, yaradana sığınıp, yanımdaki cüceye bir tokat aşketmek istiyordum.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:81)
Yaranamamak : Elinden gelen her şeyi yapmasına karşın bir tülü gereken tanımı ve kabullenmeyi bulamamak
“Sedat’ın yerinde bir başkası olsa, o huysuz ve bencil adamı son yolculuğunda uğurlamaya gitmezdi.
Sedat son dakikaya kadar baktı ona, altını temizledi, çamaşırını yıkadı. Gene de yaranamadı, başka.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:17)
Yaranmak : Gözüne girmek, bir çıkar için; içtenlikle olmadığı halde, ona bir iyilikte bulunmak; Yaltaklanmak
“Baron acınacak hale geliyor. Ertesi gün, Georges, beyine yaranmak için, ‘Beyefendi neden böyle
pestenkerani adamlar kullanıyor?’ diyor. ‘Bana söyleselerdi, o kadını bulurdum ben kendilerine; çünkü,
yaptıkları tarif yeter bana. Paris’in altını üstüne getiririm.’ ”
(H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:185)
Yararı dokunmak : Bir yararı, faydası olmak
“‘Kanatları var,’ diye haykırdım yanımdaki arkadaşa, ve biz öndekiler, arkadan bizi iteleyenlerden
fırsata bulduğumuz kadar, geriledik. ‘Şaşırdınız mı?’ dedi, yaşlı adam. ‘Burada hepimizin kanatları var, ama
hiçbirimize bir yararı dokunmadı, ve eğer onları koparıp atabilseydik, bunu yapardık.’ ”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:27)
Yarasın : Türk kültüründe, ‘afiyet olsun’ denilen durumlarda, ‘şifa, yarar olsun’ anlamında, özellikle
çocuklara ve gençlere söylenen, pek de genel olmayan, fakat iyi niyet ve temenni ifade eden sözcük
“Ömer: ‘Afiyet olsun çocuklar, yarasın!’ dedi. Babacan bir tavır takınmaya çalışıyordu.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:348)
Yarasına merhem sürmek : Bk.: Yaraya merhem sürmek
Yarasına parmak basmak : Yarasına baskı yaparak kanatmak, acıtmak; (Mec.) Bile bile suçlu hissettiği
konunun üstüne gitme
Bk.: Yarasına tuz biber ekmek, tuz serpmek
“-Kudret, Kudretçiğim.. biliyorum, artık sana bu türlü hitaba hakkım yok ama, bağışla! Zaten yaralıyım,
yarama parmak basıp canımı yakma daha fazla!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:276)
Yarasına (Yaraya) tuz biber ekmek, Tuz serpmek : Acısını daha da derinleştirmek, yangına körükle gitmek
Bk.: Yangına körükle gitmek
“Dizlerinin bağı çözülür gibi oldu. Strathmore haklıydı. Apaçık ortadaydı. Bunu nasıl gözden
kaçırabilmişlerdi? North Dakota Amerikan eyaletine gönderme yapmıyordu hiçbir şekilde - Tankado’nun yaraya
tuz basmasıydı.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:311)
“Candarmalarla birlikte Ali, köye girdiğinde sabah oluyordu. Bunu gören köylüler Alinin başına
biriktiler:
‘Etme Ali,’ dediler, ‘fıkaranın fidan gibi oğlu gitmiş, yüreği yangılı. Ne yaptığını bilmiyor fıkara. Bir
de sen tuz biber ekme yarasına. Mahpuslarda çürütme fıkarayı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:205)
“Aylar süren bir kayıplara karışmadan sonra ortaya çıkarak ailesinden yardım diler bir daha: Frankfurt
an der Oder’e geçip kendininkilere, son olarak bir avuç sevgiyle ruhunu açmaya gider, ama yarasına tuz
serperler, dudaklarına da zehir.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:I, ‘Kleist’ sa:62)
Yarasını deşmek : Dertli olduğu probleme dokunarak acısını yinelendirmek
“Aleksey Aleksandroviç, inancının kesinliğini, Dolli’ye de kendine de göstermek isteğiyle yalnızca
dudaklarıyla gülümsedi; ama bu ateşli savunma, inançlarını sarsmamış olsa bile yarasını deşmişti. Öfkeli,
burnundan soluyarak, daha bir canlı konuşmaya başladı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:747)
Yaraya merhem sürmek : (Mec.) Birbirine yardım etmek, üzüntüleri paylaşmak
“Birbirimizin merhem sürersek yarasına
Dağlanmış yüreklerin tez iyileştiğini!
Senin suçun denk geldi kendi kefaretine:
Seninle karşılıklı ödüyoruz rehine.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:120, sa:281)
Yara yara ilerlemek : Bir topluluğun (halk, kalabalık) içinden, güç gösterisi ile geçmek: Bir geminin suları
yara yara ilerlemesi gibi
“Bir avukat yüksek sesle bir şeyler irşat ederek (fikirler söyleyerek, aydınlatarak) sık adımlarla halkı yara
yara ilerliyordu. Yukarlarda, pencerelere bakarak haykırıyor, maskeli ya da maskesiz, her önüne çıkanın
yakasına yapışıyor, herkesi dava açmakla tehdit ediyordu.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:III, sa:221)
Yaraya tuz basmak : Yeni ve derin üzüntülerle başa çıkabilmek için, zaten var olan acıları şiddetlendirme
felsefesini temel alan, ‘Acıyı acıyla dindirmek’ düşüncesi
“MUTFAK(LAR)
Sahancığın içine sarımsak
ve iri iri soğan doğrayarak ağlarken,
kabuksuz salyangozların
lavaboda süründükleri
kap kacağın kırılıp döküldüğü,
badem kokusunun yayıldığı,
bıçağın kemiğe dayandığında
yaralarıma tuz bastığım”
(Mirela İvanova-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.02.03)
Yarda : 91,4 m. uzunluğundaki eski İngiliz ölçüsü; Aşağı yukarı bir adım
“Sorumu yineledim. Bana birkaç dakika dikkatle bakp duraksadıktan sonra elindeki sarılı bayrakla
benim birkaç yüz yarda ötemdeki bir noktayı gösterdi. ‘Tamam’ diye aşağıya seslendim ve o noktaya doğru
ilerlemeye başladım.”
(Ch. Dickens, “Gizemli Öyküler-Sinyalci”, sa:39)
Yardak; Yardaklık yapmak : Karagöz ustasının çırağı; O çıraklığı yapmak
“Karagöz oynatan kişiye ‘hayali’, hayalinin yardımcısına ise ‘yardak’ adı verilir. Hayali sıfatı, bir usta
yanında uzun yıllar yardaklık (yardımcılık, çıraklık) yapmış ve hakkıyla Karagöz-Hacivat oynatabilecek kıvama
gelmiş kişilere ustası tarafından veriliyor.”
(Ramazan Güntay, Akşam Gazetesi, 13 Eylül 2007)
Yardakçı; Yardakçılık etmek, yapmak : Eşkiyalık, haydutluk, hırsızlık gibi kötü iş yapan liderlere yardım
eden kimse; o işi yapmak
“Baudolino o yıl sarayda fazla kalmadı (sarayda olduğunda hem korkarak dolaşıyor, hem de Beatrix’le
karşılaşmaya can atıyordu, bir işkenceydi bu). Friedrich önce Polonyalıların defterini dürmek zorundaydı mart
ayında, İtalya üzerine yeni bir sefer düzenlemek için, Worms’de bir diyet (dini kurul) toplamıştı. Milano yine aynı
Milano’ydu, yardakçılarıyla birlikte gitgide daha isyankar oluyordu.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:60)
“Ollioules geçitlerini kasıp kavuran Gaspard Bes’in çetesi yok edildikten sonra, onun yardakçılarından
biri: Cravatte, dağlara sığınmıştı. Cravatte, Gaspard Bes takımının kalıntılarından eşkiya yoldaşlarıyla birlikte bir
süre Nice eyaletinde saklanmış, daha sonra Piemonte’ye geçmiş ve birdenbire yeniden Fransa’da, Brarcelonette
yakınlarında boy göstermişti.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:52)
“KAPI
Gaddarlaştırıyor beni
şu kendini beğenmiş suratı.
Yumrukla dahi itelesen boşuna- sarsamazsın
bu yardakçı bekçinin sadakatini.”
(Mirela İvanova-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.02.03)
“Aaa, bu gülen Hayriye değil mi? Döndü mü bunlar mahkemeden? Ne çabuk böyle? Hangisi? Uv hadi
uv. Hayriye mi haklı? Hadi ordan. Bu evde hepiniz Hayriye’nın yardakçısı zaten. Hadii.. Yanşalak karı. Vara
gülsün, yoğa gülsün.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:8)
“Gönderdiğin, ruhun mu canevinden uzağa
İşlerime gözkulak olsun, düşürsün diye
Aylak saatlerimi, utancımı tuzağa:
Hasedine, kuşkuna yardakçılık etmeye?”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:61, sa:163)
Yardım elini uzatmak : Yardım etmeyi sevmek, elini vermek
“- Cinayet için de arabayı ben çaldım! Silahı arkadaşım kullandı... o ateş etti... ben de şimdi
gammazlıyorum onu... alçağın tekiyim! Oysa hep iyiliğini gördüm onun, zor duruma düştüğümde hep yardım
elini uzattı...”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:73)
Yarenlik etmek : Dostlarla sohbet etmek
“Kahramanlığı o gün gelen gazetede yazılıydı. Grigori’nin sofrada hizmet ederken açtığı konu buydu.
Fedor Pavloviç öteden beri yemekten sonra tatlı yerken gülmeyi, Grigori’yle bile olsa biraz yarenlik etmeyi
severdi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:195)
“ ‘Benimle yarenlik etmeniz çok iyi oldu Bayan Diana’ dedi Bayan Özgürlük. ‘Burada yalnızlıktan
canım sıkılıyor. Eee, Diana şekerim söyler misin şehirde neler olup bitiyor?’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:170)
“Saatler, günleri yaz bulutları gibi iz bırakmadan, hafif, geçip gidiyorlar, her biri renkli bir tablo.....
Bahçeyi suluyor, Lotte ile şarkı söylüyor, Fritz’le barut dövüyor, annemle yabancı şehirler, babamla dünyadaki
yeni olaylar üzerine yarenlik ediyordum.”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:58)
“Kont Max, Frau Mozart’ı, kurulmuş bir sofrada kendisine önceden doldurulmuş bir tabak çorba
başında, otelcinin kızıyla yarenlik ederken buldu.”
(E. Mörike, “Mozart Prag Yolunda”, sa:43)
“SETH - (Yaşlılığın verdiği bir fütursuzlukla Minnie ile yarenlik ederek onu kendine çekmeye çalışır.
Şarkı söylemesi onu etkilemek içindir. Sırıtarak, kadını dirseği ile dürter.) İhtiyarım ama nasıl şarkı söylüyorum
ha? vaktiyle heyamola şarkılarımla ünlü idim.” (Ames’e dönerek sevinçle.) Ulan Amos, eğer şu haber doğru ise,
bu gece kasabada ayık adam kalmaz... Bunu kutlamak vatani görevimizdir.”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:18)
“Sonra da herkese karşı çok nazik davranıyordu, hem de bundan ötürü uşaklarla bir hizaya gelip
yarenlik etmelerine imkan vermeden. Anneni daha ilk gününde, bir hanımefendiymiş gibi saygıyla
selamlıyordu.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:182)
Yargı giymek : Hakkında aleyhine yasal hüküm verilmek, ‘Hüküm giymek’
“Saint-Symphorien papazı, güvenlik önlemi olarak aforoz edilmiş, ‘ayin yönetme görevinden çıkarılma’
yargısı giymişti. Kilise uluları, böylece, davanın son yargısını peşin peşin vermiş oluyorlardı.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:138)
Yargısız infaz : Resmen suçlu olduğu kanıtlanmadan, afaki, sorgusuz sualsiz cezalandırılmak
“BENZER - Doğru söyledin! Elektrikli sandalyedeyim, yargısız bir infazcı görse, sevinçten çıldırır!
Üç kez politik orgazm olur. Rosa, güçlü olmalısın. Bu neredeyse hayat memat meselesi.”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:73)
Yarı aç yarı tok olmak : Kendini zar zor besleyebilmek, kıt kanaat karnını doyurmak
“Bu aylıkla bunca giderin karşılanması olanaksız olduğuna göre devlet, geleceğin bilim adamlarının ya
sırtlarını geniş ölçüde ailelerine dayamak zorunda kalanların ya da yarı aç yarı tok yaşamayı göze alan
idealistlerin arasından çıkmasını öngörmektedir.”
(A. Cemal, “Yaşamdan Çevirdiklerim”, sa:165)
“Oysa seyahat etmek para değil, cesaret işidir. Hayatımın büyük bir kısmını hippiler gibi dünyayı
dolaşarak geçirdim: Sanki o zaman param mı vardı? Tek kuruşum yoktu. Yol paramı zor denkleştirirdim. Yine
de bence gençliğimin en güzel yıllarıydı onlar - yarı aç yarı tok dolaştığım, tren istasyonlarında uyuduğum, dil
bilmediğimden derdimi anlatamadığım, gece başımı sokacak bir yer bulmak için başkalarından medet umduğum
yıllar.”
(P. Coelho, “Elif”, sa:22)
“Akşam yemeğinde en çok Hollanda peynirini severdim, karpuz boyunda kırmızı top peynirler alınırdı
eve, ama büyükanne o peyniri tepesinden başlayarak kağıt gibi ince dilimlere böler, herbirimize bir dilim
uzatırdı. Çok güzeldi, ama tadına doyamadan eriyiverirdi peynir ağzımda. Bir dilim daha istesem mi, istemesem
mi? Hiç protokol yoktu Kesselerlerin sofrasında, yemeğini bitiren kalkar işine giderdi. Ben de yarı aç, yarı tok
kalkar, içim açlıktan çok bu sevdiğim yemekleri yiyip yutmak için gösterdiğim çabadan burkulurdu.”
(A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:125)
“Murat yavaşça:
‘Bilirim...’ diye devam etti. ‘Sözüm kimseye karşı değil, diyeceğim büsbütün başka... Ekilen toprak
bizi doyurmaz. İneğin biri ölmüş. Haydi bu yılı yarı aç yarı tok çıkardık diyelim, gelen yıl elimiz büsbütün
böğrümüzde kalacak.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:141)
“Kiminin söyledği o kadar çıplak, ham ve çirkin söylentilerdir ki, ben inanmak istemiyorum ve akşama,
köye kafamın içi karmakarışık bir halde dönüyorum. Emeti Kadın’ın hazırlayıp saç mangalın saç kapakları
üstüne bıraktığı sahana, ancak dokunuyorum. Yarı aç, yarı tok yatağa düşüyorum. Uykularım kabusla doluyor.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:123)
“En çok kendisi İstanbul’da har vurup harman savururken yarı aç, yarı tok Fakülteye devam ederek
yakında doktor çıkacak olan komşu polisin kızı Hanife’ye rastlamaktan korkuyordu.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:182)
Yarı buçuk : Kısmen, tümüyle değil, az da olsa
“... ya da Arap kültüründen söz açılıyor, bir yığın entelektüel moda sözcük fincan içinde zarlar gibi
birbirine karıştırılıyor, bunlardan birini yarı buçuk tanıyan bir dinleyici de sevinmeden duramıyordu.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:22)
“(Hans) yine düzenli olarak başına yapışan ağrılardan fırsat buldukça dostu Heilner’i düşünüyor, o hafif
ve kocaman gözlü düşlerini görüyor, saatlerce yarı buçuk düşüncelere dalıp bir yakaza durumunu yaşıyordu.
Öğretmenlerin giderek artan eleştirilerini, son zamanlar safdillik taşan mazlum gülümsemelerle karşılamaya
başlamıştı.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:129)
“Öylesine ünlü biri olup çıktın ki, korkunç! Yaklaşık yirmi yıl önce başarı ve ün konusunda ağzından
düşürmediğin sözlerde yarı buçuk doğruluk payı varsa, geçen yirmi yılda beynin hayli kireçlenmiş, miskin birine
dönüşmüş olmalısın.”
(H. Hesse,”Rosshalde”, sa:14)
Yarı canlı, yarı ölü : Yorgunluktan ölü gibi hissetmek
“Zavallı baba epeyce duraksadıktan sonra zangoca yaklaşarak, kızının sabah duasında bulunup
bulunmadığını sormuş. Zangoç, bulunmadığını söylemiş. Menzil bekçisi yarı canlı yarı ölü eve dönmüş.”
(A. Pushkin, “Biyelkin’in Öyküleri”, sa:140)
Yarıcı : Anadolu’da başkasının toprağını yalnızca ekme hakkını alarak kazancı tarla sahibiyle paylaşan kimse
“ ‘Kolay gelsin baba.’
‘Eyvallah beyim.’
‘Ne ekeceksin buraya?’
‘Allah izin verirse susam ekeceğiz.’
‘Tarla senin mi?’
‘Yok beyim, ağanın... Ben yarıcıyım.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:88)
Yarı hasta (hissetmek) : Sanki hasta gibi, son derece yorgun ve argın (hissetmek)
“Ardından eve dönmeyip bir meyhanede ya da bahçeli bir gazinoda alıyordum soluğu. Değişik şaraplar
içiyor, arpacı kumrusu gibi düşünüyor, bazen ertesi sabah yarı hasta kalkıyordum.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:68)
Yarık : Kadınların cinsel organı, vulva; apışarası (Argo)
Bk.: Apışarası; Kuku; Kutu
“Örneğin ‘aşk yapmak, sevişmek’ yerine.....daha gümbür gümbür terimleri yeğliyor...... Popo’suna kıç,
apışarasına yarık, kutu, kuku demeyi seviyor...”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:117)
“ ‘Hassas bir yerin olduğuna sevindim.’
‘Ben de , ama cildim olmasaydı keşke.’
‘Belki de cildinle yazmalısın.’
‘Sen de yarığınla.’
‘Çok aşağılıksın. Ve korkak..... Kadınların yanında bir beyefendi gibi davranmayı öğrenirdin en
azından.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:34)
Yarı-küre : Göğüsler (Argo)
“Onu coşturan ve ‘ateşlendiren’ özellikler gerçek güneylilerde rastlandığı şekilde, hep aynı şeylerdir:
Kadınlarda bir köylünün bile fark edebileceği, elle tutulabilecek, gözle görülebilecek kadar belirgin olan cinsel
unsurlardır, her zaman ve (bıkkınlık verecek kadar) hep şu ‘bembeyaz göğüs’, şu ‘tanrısal yarı-küreler’ vb.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:72)
Yarık yuruk : Çatlak, oluklanmış
“Yusuf:
‘Bakın halime.’ Sağ eliyle boyuna karnını gösteriyordu. Karnı, gebe karıların karnı gibiydi. Boynu çöp
gibi ince, kalın dudakları yarık yuruk, yüzünde kan eseri yoktu. Üstü başı permeperişandı.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:9I)
Yarımağız(la) (söylemek) : Tam istemeyerek, yarı isteyerek yarı istemeyerek (söylemek)
“Konuşanların başında İvan Fedoroviç’le iki rahip vardı. Miusov da, görünüşte pek hararetle söze
karışıyordu, ama bu kez talihi yoktu, ikinci planda kaldığı belliydi; konuşanlar sözlerini pek yarımağızdan
yanıtlıyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:84)
“Cemil, oradan biraz kızgın çıktı; bütün keyfi kaçmıştı. Akşam üsütü Tokatlıyan’da Faik Bey’i gördüğü
zaman, Ada eğlencesi tasavvurundan ve halasının davetinden adeta yarım ağızla bahsetti.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:50)
“Mathieu yarım ağızla:
-Çakacak galiba, dedi.
-Hani çalışıyor, demiştin?
-Eh, sözüm ona… Kendince çalışıyor.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:9)
“Fabrice’in düşlemi <fantazi, hayal, rüya> bütün olasılıkları hızla gözden geçirerek en sonunda serbest
bırakılma olasılığına geldi.
‘Hiç kuşkusuz düşesin dostluğu benim için mucizeler yaratacaktır. Eh, ne yapalım, ben de özgürlük
için sana yarım ağızla teşekkür ederim. Bu yerler geri gelinen yerlerden değil! Cezaevinden çıkınca, bizim için
de toplumlarımız da ayrı olunca, bir daha Clélia’yı göremem.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:364)
“Kamil Bey araya girdi:
-Neden sormuş olabilir Mösyö kaptan?
-Kadınlar deniz kazalarıyla ilgilenmezlik edemez. Sayın madam Kamil, oysa, hikayeyi dinlerken
ilgisiz görünmüşlerdi.
Nermin, yarımağız, yalanlamaya çalıştı:
-Yok hayır! Nereden çıkardınız? Hangi hikaye? Unuttum bile çoktan..”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:14)
“ ‘Mektup yazmış Nermin. Tuhaf!.. Hiç yazmaz oysa... Dört aydan beri hiç yazmadıydı. Eskiden de
yazmazdı. Çok garip.’ Sevinmeye hazırlanırken Eleni’nin çantasından para çıkardığını görünce gülümsedi.
Yarım ağızla teşekkür edip banknotları, ceketinin dış cebine soktu.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, 116)
Yarım azat etmek - olmak : (Okulda ya da İş’te) yarım zamanlı çalışmak
“Mıstık’la kan kardeşi olduğumuzu adeta unutmuştum. Yine beraber oynuyor, mektepten eve beraber
dönüyorduk. Birgün hava pek sıcaktı. Büyük Hoca bizi yarım azat etti. Tıpkı Perşembe günü gibi. <O zamanlar
Pazar, Cuma olarak yaşandığından, Perşembe öğleden sonraları yarım gün olarak yapılırdı. İ.E.>
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:124)
Yarım-kıç : Küçük kıçlı kimse (Argo)
“İlk karımla iki buçuk yıldır evliydik, bir gece misafirlerim gelmişti. Karıma: ‘Bu yarım-kıç Louie, bu
Marie, Saksafon Kraliçesi, bu topal Nick,’ demiştim. Sonra gelenlere dönüp, ‘Bu karım... bu karım... bu...’ deyip
durmuştum. Sonunda karıma dönüp sormuştum: ‘Neydi senin adın allahaşkına?’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:9)
Yarım kulak(la) dinlemek : Yeterli ilgiyle, yoğunlaşarak dinlememek; Aklı başka yerde olmak
“ ‘Beni yine intihara sürüklüyorsun!’ Georges, romanı yarım kulakla dinlemekteydi; okumakta olan ses,
hoş geliyordu kulağına, değişik tonlarını algılayabiliyordu; ama roman kahramanının bu budalaca tümcesine
yüksek sesle gülmekten kendini alamadı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:466)
“Ayakkabıcı Flaig Usta idi bu. Hans, kimi akşamları gidip bir saat kadar Flaig Ustanın yanında vakit
geçirirdi. Ama hanidir böyle bir şey yaptığı yoktu artık. Flaig Ustayla yürümeye koyuldu, bu sofu piyetist’in
konuştuklarını yarım kulakla dinledi.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:13)
“İki saat, hatta daha fazla beraber oturduk; annem babam bana kendi çocukluğumdan, kendilerinin anne
ve babalarının hayatlarından bazı şeyler anlattılar; yeni ve önemli şeylerdi benim için. Çoğunu unuttum;
düşüncelerim arada yine hep Anna’ya kaydığına göre, bazı ciddi, önemli sözleri yarım kulak dinlemiş, dikkat
etmemiş olacağım..”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:77)
Yarım pabuçlu : Çulsuz, varlıksız, okumamış, cahil, avam kimse (Argo)
“Nefise boşandı:
-Sanki larşısında yarım pabuçlu bir mahalle karısı varmış gibi, başını kaldırıp yüzüme bakmadı be!
Masasının önünde dikil dikil dikil. Akıl, önündeki hokka takımını kap, kafasına geçir dedi ama, kör şeytana
uymadım gene de..... Pis herif.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:299)
Yarım tonluk mendebur : Şişman hayvanlara (ya da kimselere) savrulan küfür (Argo)
“ ‘Buraya gel ulan uyuz, ulan it, yılan kafa, kısa bacak, kıl kuyruk, yarım tonluk mendebur’, diye köpek
bakıcısı birden bağırdı. Kayışı elinde bir başka türlü tutuyor, sesi canlı ve gür çıkıyordu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:50)
Yarım yamalak : Üstünkörü, baştan savma
“ŞAİRLER
<24 Temmuz 1908>
------------Sen memnundun kendinden ve eşinden,
Yarım yamalak anayasan ile,
Şair farksızdır dünya ayyaşından,
Anayasalar ona az gelse de!”
(Aleksandr Blok<1880-1921>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 19.02.05)
“Titrediğini hissetti. Bu, büyükbabasının ona anlatmak istediği gerçek olabilir miydi? Ailesinin
öldürüldüğü gerçeği? Ailesinin öldüğü trafik kazası hakkında tam olarak ne biliyordu? Sadece, yarım yamalak
ayrıntılar.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:446)
“... şu anda kadınlar da görünmez oldu, Bourg’un ilk evleri sökün etmeye başlıyor, artık kompartmanda,
yalnızca açık renk güzel bir deri kaplı, birbirinin eşi kocaman iki valizin altında, tam karşınızda oturan yeni
evliler kaldı, valizin sapına bağlanmış etikette gidecekleri kent yazılıdır herhalde, belki de Sicilya’ya gidiyorlar,
siz de isterdiniz Cécile’le birlikte oraya gitmeyi, yazı anımsatan bir iklimde, gerçeklere uymayan bu evlenmeyi,
bu yarım yamalak birleşmeyi kutlamayı isterdiniz orada.”
(Michel Butor, “Değişme”, sa:122)
“Akşam, Marie her şeyi unutmuştu. Film saçmaydı, ama yine de yer yer eğlendiriciydi. Marie bacağını
bacağıma dayamıştı. Ellerimle memelerini okşuyordum. Seans sonunda Marie’yi öptüm, ama yarım yamalak.
Sinemadan çıkınca evime geldi.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:26)
“‘Neden sürekli bana bakıyorsun?’ diye sordu Peter. ‘Beni hastalarından biriyle karıştırıyorsun. Çok
bilgisiz olduğun için, benim bilimsel görüşlerimi ancak yarım yamalak anlayabilirsin. Bu kadar çok konuşma.
Bana hiçbir şey borçlu değilsin!’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:479)
“Örneğin ‘muhalif tutum’ ve Batı ile ilişkiler konusunda şöyle der <Oğuz> Atay: ‘Öyle bir yarım
yamalaklığımız var ki, bizim dramımız, trajedimiz, akıl almaz bir şekilde gelişiyor. Ayrıca, bir trajedinin içinde
olduğumuzun farkında bile değiliz.’ ”
(A. Cemal, “Bizi Yaşatanlar ve Öldürenler”, sa:143)
“ ‘Umalım öyle olsun! Aman efendim bağırarak konuşmayın da şeytanlar duymasın!’dedi seyisi.
Köylüler tam bir hayret içinde şövalyenin yüzüne bakıyor, sadece yarım yamalak anlayabildikleri sözleri ağızları
açık halde dinliyorlardı.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:752)
“İsviçreli kaygılıydı, öyle ki Maria gidip ailesini görmek için ısrar edince, iki uçak bileti alıp onunla eve
gitmeye karar verdi , her şeyi kırk sekiz saatte halledip tasarladıkları gibi bir sonraki hafta Avrupa’ya
uçabilmeleri koşuluyla. Maria yarım yamalak gülümserken, bütün bunların imzaladığı belge yüzünden başına
geldiğini, adam ayartmanın, duyguların ve sözleşmelerin şakaya gelmediğini anlamaya başlamıştı.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:37)
“Yarım yamalak. Yine de ne olduğunu biliyor: şeytan. Kendisinin de kullandığı bir sözcük, ama onu
kadınla aynı anlamda kullandığına inanamıyor. Şeytan: doyuma ulaşırken, ruhun bedenden kıvrıla kıvrıla çıkıp
unutuluşa doğru döne döne indiği an.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:257)
“Akşam yemeğinden sonra çok oturulmaz; daha şimdiden, göz kırpmaya başlayan ocağın karşısında
korucuyla benden başka kimse kalmadı. Konuşuyoruz, daha doğrusu, köylülerin yaptığı gibi, arada sırada
birbirimize yarım yamalak birer sözcük söylüyoruz.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:92)
“Staretz’in hücresinde ne dizçöken, ne de yüksek sesle günah çıkaran vardı. Böylece Fedor Pavloviç
görmeden, sırf hatırında yarım yamalak kalmış eski söylenti ve dedikodulara dayanarak konuşuyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:133)
“Neyse, işte o zamanlar Innstetten’in inanılmayacak şeyleri görmediği hiçbir gün, yani gece geçmezdi.
Kuşkusuz bunları hep yarım yamalak anlatır ve belki de hiçbir şey olmadığını söylerdi.”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:II, sa:54-5)
“İstemeden dinlemek?.. Uzaklaşmak istiyordum..... Öksürmek, ben buradayım, söyledikleriinizi
işitiyorum’ diye bağırmak?.. Dinlemek merakından çok, sıkıntı ve utanma hissi beni tıkadı. Zaten sadece
geçiyorlardı ve cümlelerini yarım yamalak işitiyordum. Yavaş yavaş yürüyorlardı.”
(A. Gide, “Dar Kapı”, sa:21)
“MEPHISTOPHELES -... (Yüksek sesle.) Yarım yamalak bir hürmet gösterdiniz mi, hepsi avucunuzun
içindedir. İlkönce, sizin sanatınızın birçok sanatlardan üstün olduğunu, onlara inandıracak bir unvan (meslek,
nam, şan) lazım.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:94)
“Leyla, bu adamın yüzünü yarım yamalak görmüştü. Neyin nesi olduğuna dair bilgisi yoktu.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:106)
“Gut ağrılarını, işkence etmekten zevk alan bir düşman gibi gözün ve kulağın her sinirini pençesine alan
o kör olası, geçmek bilmeyen başağrılarını ve insanları için için saran o boşluğu ve umarsızlığı bilen biri yarım
yamalak bile yaşansa böyle bir günden hoşnut kalır.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:25-6)
“DUYGULARIN DÜNYASINDA
Yarım yamalak bir düzüşme ilk gecemizde,
sonra sonsuza dek hiçbir şey... yalnızca şakalar
ve kem talih,
soğuk su, pelte gibi sabun ve hiç gelmeyen uyku.
Yorgunluk incitir bizi ve kirimiz utandırır.”
(Michael Hoffmann<d.1957>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.10.06)
“Bu solgun çehreli, yorgun, yirmi dört saatten beri yemek yememiş, uyku uyumamış, ancak birkaç
atımlık fişeği kalan, hemen hepsi yaralı, başı ya da kolu, kan içinde, rengi karaya çalan bir bezle sarılı,
elbiselerinde kan akan delikler bulunan, kötü tüfekler, ağzı çentikli eski kılıçlarla yarım yamalak silahlı adamlar,
birer dev kesildiler.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:123)
“Çok kere kitabımın bana yaptığı sürprizler bir sözcüğü bulma ihtiyacını çok aşardı, o zaman sözcüğü
ve okuduğum şeyi unutuyor, bütün kötülükleriyle meyhaneyi ve damlalıkla ölçülen zamanımı unutuyor ve
meraklı bir zincirlemeyle bir bilgi alanından, b ir felsefeden ötekine, yarım yamalak bildiğim bir tarihsel olaydan
hiç bilmediğim bir başkasına atlıyor, beni şaşkına çeviren bir biyografiden gözyaşları döktüren bir başkasına
geöiyor, durmadan kitabın başından sonuna, ortadan iki ucuna gidip geliyordum.”
“P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:47)
“Zavallı Zincoutza’yı tanıdığım günlerde, her yaptığım, her söylediğim onun hoşuna giderdi.
Beceriksizliklerim, şakalarım, derme çatma konuştuğum o yarım yamalak Rumencem bile, onun için bir zevkti.
Her şeyim onu eğlendiriyor, güldürüyordu.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:146)
“... aç kalmanın ne kadar kolay olduğunu biliyordu. Dünyanın en kolay işiydi bu. Zaten bunu
saklamazdı, ama ona inanmıyorlardı; kulak verenler de bunu alçakgönüllülüğüne bağlıyor, ama çoğunlukla
reklam meraklısının teki, hatta aç kalmayı kolaylaştırmanın yolunu bulduğu için hiç güçlük çekmeden aç
kalabilen, üstüne üstlük bunu yarım yamalak itiraf etme yüzsüzlüğünü de gösteren üçkağıtçının biri olduğunu
düşünüyorlardı.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:78-9)
“Ötekisi, yani sol kolunun üstünden koluna doğru uzanan dövmede de eski harflerle şu yazı yazılıydı:
‘Ah minel’aşk!’ <Ah, aşık olduğumdan beri!>
Ve düzgünce bir sülüs <Bir nevi tezyini yazı biçimi, Arapça> ile yazılmış olan bu yazının başındaki
ah’ın gözlerinden yaşlar akıyordu. Sonra, herifçi oğlunun açık kıllı göğsünün sol memesi tarafına gelen yerde de
yarımyamalak bir yılan resmi gözüküyordu.”
(O.C. Kaygılı, çingeneler”, sa:24)
“Deli Hüseyin, zorlukla çadırını kurdu. Elleri doluşarak... İçi içine sığmıyordu. Çadırını yarım yamalak
kurdu.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan” , sa:100)
“GEZGİN -...
Kimilerine göre insanların sırlarını,
Melekler fısıldarmış ortalıkta rasgele...
(Jaufré onu yarım yamalak dinlemektedir. Yeniden o hüzünlü haline döner.)
(A. Maalouf, “Uzaktan Aşk”, sa:58)
“Her izne çıkışımda Mary’yi sinemaya götürüyordum, ama dondurma yemeye çağırmamı sinemaya
yeğliyordu. Film seyrederken ya da dondurma yerken ben yarım İngilizcemle konuşuyordum, o da yarım
İspanyolcasıyla karşılık veriyordu bana; ama her zaman anlaşıyorduk.”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:17)
“Henüz buhar tanımayan yerlerin çıngıraklı posta arabasında, yalnızca küçük bir kasabada beyaz bir
evin kapısından fener ışığı altında arabaya binerken yarım yamalak görülmüş, yabancı bir genç kadının yanında,
kim göz kırpmadan bir gece geçirmiştir?”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:131)
“Winston coşkuyla kadehini kaldırdı. Şarap, kitaplarda okuduğu, düşlerinde gördüğü bir şeydi. Cam
küre ya da Bay Charrington’un yarım yamalak hatırlayabildiği tekerlemeler gibi yitik, duygusal bir geçmişe
aitti.”
(G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:140)
“Odada yalnızca küçük, kare bir ayna vardı, Dorothy onu bile kullanmıyordu. Altın haçını boynuna
taktı (sade, altın bir haç; çarmıha gerilmiş İsa olmasın, lütfen!), saçlarını büküp topuz yaptı, firketelerle yarım
yamalak tutturdu vee üç dakikada giysilerini üstüne geçirdi.”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:11)
“... iki pençe gibi kullandığı elleriyle tırmanarak kadının üstüne çıkıyordu; ağzı ve burnu boşuna bir
çabayla başarıya ulaşmak için aranıyordu; bu arada, çıkarmakta olduğu hoşnutsuzluk yaratan yarım yamalak
homurtu, dişi Zenci’nin kendi halindeki horultusuna karışıyordu.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:61)
“Gözlerini açtı. Uyanma duygusunun etrafını pek az aydınlatan loş bir bilgi halesi içinde, sesin rüya
bittikten sonra kesilmediğini yarımyamalak idrak etmeye başlamıştı.”
(P. Safa, “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”, sa:7)
“Koyu renk gözlüklü genç kız da annesiyle babasının yanına bir polis memuru tarafından getirildi, ne
var ki, onun kör olduğu anda içinde bulunduğu koşullar bir hayli iticiydi; bir otelde çığlıklar atan, otel sakinlerini
ayağa kaldıran çıplak bir kadın, bu arada, birlikte olduğu ve pantolonunu yarım yamalak ayağına geçirdikten
sonra, oradan sıvışmaya çalışan bir erkek, bütün bunlar, aslında trajik olduğu su götürmeyen durumu biraz
sulandırıyordu.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:31)
“Mathieu onu yarım yamalak dinliyordu; söylediklerini düşünmediğini biliyordu.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:57)
“ÜÇÜNCÜ CADI - Sen hükümdar olmayacaksın ama soyundan hükümdarlar gelecek. Böylece selam
Macbeth’le Banquo!
BİRİNCİ CADI - Banquo ile Macbeth, selam!
“MACBETH - Durun, yarım yamalak konuşanlar sizi! Daha söyleyin, Sinel’in ölümüyle Glamis Beyi
olduğumu biliyorum. Ama Cawdor nasıl olurum?”
(W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:11)
“O zaman Dük’e yanaştı, titrek bir sesle, yarım yamalak sözcüklerle, gerçekten, Düşes’in iyilik ve
ilgilerine eriştiğini söyledi. Bu sözler üzerine, Dük, Marcello’nun üzerine atıldı, onu, yanağından ısırdı.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:128)
“<Einstein> 1905’te yayımlanan ‘özel rölativite’ teorisiyle ilgili yazısında hiçbir gönderme ve alıntı
olmadığı gibi, çok az matematik vardı. Aslında o sırada kendi matematik bilgisi, önde gelen başka fizikçilere
kıyasla, yarım yamalak sayılırdı.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:87)
“Elimi vicdanıma koyup da söylemem gerekirse, o zamanki çevremizde hep yarım yamalak öğrenim
görmüş çocuklar vardı. Felsefe, sanat, bilim ve yaşam..”
(I .Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:104)
“Bununla beraber, rahip Goddard, ayini aceleye getiriyor, Latice duaları ağzında geveliyor, usulden
olan töreni yarım yamalak yapıyordu. Sıra vaz’a gelince kürsüye çıkmadan zakirler (zikredenler) yerinin ortasında
bir iskemleye oturdu, bir şeyler geveledi, lafın alt tarafını getiremedi.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:73)
“Çünkü o Doğa, insanı nasıl yarım yamalak, nasıl bölünmüş ve nasıl sonsuz doyumsuz yaratmıştır!”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:I, ‘Kleist’, sa:43)
Yarım yırtık : Tam olmayan, güvenilmez, yarım yamalak (bilgi ya da iş)
“Buna benzer daha bir sürü yarım yırtık bilgi ve sallantıda hükümler, bu kitabı kendisine rehber seçen
seyircileri sadece şaşırtmaya yarıyor.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:III, sa:169-170)
“Bir gün, yine böyle bir kalabalıktan sonra yalnız kaldıkları zaman bu fikirlerini Nedime Hanıma yarım
yırtık anlattı. Fikirleri henüz istediği olgunluğa erişememişti ama, bereket versin odanın havasında konuşulan
laflardan ve koltuklarda demin oturanların benliklerinden sanki bir şeyler kalmıştı.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:140)
Yarından tezi yok : Hemen yarın sabah, ilk fırsatta, gecikmeden
“Benim görevim kulları hak yoluna sokmaktır. Sizleri, balıklama yuvarlanmakta olduğunuz uçurumdan
kurtarmak istiyorum. Yarından tezi yok, paçaları sıvayacağım.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:88)
“O geceyi uykusuz geçirdim. Yarından tezi yoktu, müzik çalışmalarımı da yarım bırakmak bahasına,
yurtdışı olasılıklarını araştırmaya başlayacaktım. Gerekirse, İngilizce kurslarına başlayabilirdim, çabuk
kıvıracağımdan emindim.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:289)
“-Dikkat edin: çabuk ayrılırsanız, sakınmış gibi olursunuz.
-Evet, belki de. Hakkınız var: hemen gitmemem daha iyi olur.
-Ama bugün sizi Roma’ya getiren Tanrı’ya ne kadar şükretsem az; bir gün sonra gelseniz kaçırırdım
sizi! Yarın, yarından tezi yok, Napoli’ye, bu problemle gizliden gizliye uğraşan ulu ve önemli bir kişiyi görmeye
gideceğim.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:108)
“Balta girmemiş orman annemsi bir karanlığa bürünmüştü; ilkel dünyanın batağından yokoluşan ve
yaradılışın kokusu yükseliyordu. Yılanlar ve timsahlar yerlerde sürünüyor, yaratıklar ırmağı kıyısız bir haznenin
içine habire akıp dökülüyordu.
‘Yine resim yapacağım!’ dedi Klingsor. ‘Yarından tezi yok kolları sıvayacağım. Ama artık bu evlerin,
bu insanların ve ağaçların değil, timsahların ve deniz yıldızlarının, canavarların ve erguvan rengi yılanların
resmini yapacağım..... yıldız olma özlemiyle yanıp tutuşan ne varsa, doğumla, çürüyüp kokuşmayla, Tanrıyla ve
ölümle ne dolup taşan varsa.’ ”
(H. Hesse, “Klingsor’un Son Yazı”, sa:177-8)
“ ‘Oysa yaşlılığın vazgeçilmez hakları vardır. İşi sensiz çeviremem, bunu gayet iyi biliyorsun, ama eğer
iş sağlığını tehdit edecek olursa, yarından tezi yok, bir daha açmamak üzere kapatıveririm.’ ”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:101)
“Hıfzı Reis, onu meyhanenin bahçesine çekip kulağına bir şeyler söyledikten sonra, geldi, ağlayarak
ayaklarına kapandı:
-Beni affet, yarından tezi yok, Topkapı’dan pılımı pırtımı toplayıp Büyükdere’ye kaçıyorum. Gülizar’ı
filan de beraber götürüyorum. Eğer bir daha beni buralarda görürsen, kanım size helal olsun! deyip savuştu
gitti.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:178)
“Eğildi, ocağa biraz daha odun attı. Biraz sonra,
‘Yarından tezi yok,’ dedi, ‘hava yolunun açılış töreni olacak; artık yerde yürüyemiyorum,
havalardayım. Omuzlarımda makaraları hissediyorum.’
‘Pire’deki kahvede, beni oltaya takmak için nasıl tuzak kurduğunu hatırlıyor musun, Zorba? Ananın
yiyip çocuğuna vermeyeceği çorbaları yapmasını bildiğini söylemiştin ve benim sevdiğim yemek de, rastlantı bu
ya, tıpatıp o çıkmıştı, nasıl anlatmıştın bunu?’
‘Ben de biliyor muyum, patron? Öyle esti işte! Senin, o kahve köşesinde uslu uslu, derli toplu
oturmuş, küçük yaldızlı bir kitaba eğildiğini görünce, neden bilmem, çorbaları seveceğini düşündüm. Öyle esti
diyorum sana; ara da bul!’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:261)
“Olayı doğrulayan mektup da buradaydı gerçekten: ‘Dün dostumuz Badur’un adresine, senin için bir
telgraf çektim ve önceki mektuplarımda söz ettiğim yapıyı satın aldığımı haber verdim; satış bu hafta yapıldı ve
Tanrı’nin izniyle, yarından tezi yok yenileme çalışmalarına başlayacağım...’ ”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:26)
“Bunun hesabını hepinizden teker teker soracağım. Yarından tezi yok, kadınlı erkekli günah çıkartmaya
geleceksiniz kiliseye. Önce kadınlar gelecek, sonra erkekler. Beraberinizde onar frank getirmeyi unutmayınız.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:36)
“HARPAGON, kendi kendine. - Bu sırrı öğrendiğime pek sevindim, tam istediğim de buydu. (Yüksek
sesle.) Hey! Bana bak oğlum, sana söyleyeyim mi ben? Artık bu sevdadan vazgeçmeye bak; onu ben alacağım,
anladın mı? Ümidi kes ondan; yarından tezi yok sana uygun gördüğüm bir kadınla evlenirisin.”
(Moliere, “Cimri”, sa:104)
“Guéret’de öğretmenlik alırım. Yok, hayır, Guéret’de değil, orası lise. Castelnaudray’de. Lola’yla
evleneceğim: Bir kolej öğretmeni bir kadınla gelişigüzel yaşayamaz; yarından tezi yok, hazırlığa başlayacağım.
Elini saçlarına götürdü ve sağlamlığını anlamak ister gibi saçını çekti; sonra karar verdi: Kabak kalacağım ben,
mutlaka kabak kalacağım, ben ölmeden bütün saçlarım dökülmüş olacak.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:79)
“-Ne zannediyorsun? diye ihtiyar Prens öfkeyle söze başladı, ‘Ben onun yakasını bırakmıyor muyum?
Ondan ayrılmaz mıyım? Düşündüğü şeye bak!’ diye öfkeyle azarladı. ‘Yarından tezi yok! Yalnız sana şunu
söyleyeyim, damadımı daha iyi tanımak isterim.’ ”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:II, sa:63)
Yarın öbür gün : Yakın bir gelecekte
“Binbaşı, iri gövdesini hoplatarak gülüyordu. ‘Yarın öbür gün burada kızılca kıyamet kopunca, görürler
onlar, erkanı harpliği...’ diyordu.
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:130)
“..... Sizin için çok değerli olan gizli belgeleri yakmanız kolay değildir; bu sanki artık fazla zamanının
kalmadığını, yarın öbür gün öleceğinizi kendi kendinize itiraf etmeniz gibi bir şeydir; bu yüzden imha eylemini
durmadan ertelersiniz ve bir gün artık çok geç olur.
İnsan ölümsüzlüğe bel bağlar, ölümü hesaba katmayı da unutur.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:93-4)
Yarı ölü : Açlıktan, yorgunluktan bitik, yitik bir hale gelmek
“Babamızın hali hal değil... Bir deri bir kemik kalır. İkinci yıl gene koşulur sabana. Gücü yetmez
fıkaranın. Kan tere batar. Arkasında, sabanın kulpunda da Havva Anamız. Ardından ah vah eder. Gene sürerler
ekerler... Ekerler ama, Babamız bu sefer yarı ölü, bitmiş, kendine zor gelir.”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:115)
Yarı şaka yarı ciddi : Şaka mı ciddi mi olduğu pek belli olmayın, gizli bir ihtarı içeren ikilemli söz ya da
davranış
“Yanımda birkaç kitap ve çocukla bu adaya sığındım - Melissa’nın çocuğu. ‘Sığınmak’ sözcüğünü
neden kullandım bilmiyorum. Buralılar, yarı şaka yarı ciddi, böylesine ıssız bir yeri ancak hasta bir adamın
seçeceğini söylüyorlar, sağlığına yeniden kavuşmak için. Eh, dedikleri gibi olsun, ben de buraya iyileşmeye
geldim...”
(L. Durrell, “Justine-İskenderiye Dörtlüsü 1”, sa:13)
“Celis, nihayet kendini zaptedemedi:
-‘Ne yapıyorsunuz, rica ederim, hasta olacaksınız!’ diye haykırdı.
Seniha, yarı şaka, yarı ciddi bir tavırla:
-‘Sen lakırdıya karışma!... Dün akşamki kabahatini ne çabuk unuttun?’ dedi.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:54)
“Amcamın apartmanda bizi durdurup sorduğu bilmecelerle matematik problemlerinin ya da her katta
bir başka futbol takımı tutulduğu için yarı şaka yarı ciddi süren çekişmelerin, Osmanlı-Türk askeri zaferlerinin
ballandırılarak anlatıldığı okul kitaplarının ya da Keşifler ve İcatlar Ansiklopedisi gibi hediyelerin yavaş yavaş
kurduğu bir kültürün gölgeleri vardı bu rekabette.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:277-8)
Yarı uyur yarı uyanık : Özellikle alelacele bir uykunun ortasında uyandırılma hali; Çok uykusu gelmiş,
neredeyse uyuyacak bir kimsenin durumu
“‘Sevgilim?.. Neler oluyor?’ diye sordu Colette yarı uyur yarı uyanık.
‘Sanırım Korint Kanalı’ndan geçiyoruz,’ diye yanıt verdi Chester. ‘Ya da başka bir gemiye bindirmek
üzereyiz. Şu sıralar kanalda olmamız gerekiyordu...”
(P. Highsmith, “Ocak Ayının İki Yüzü”, sa:7)
Yarı yolda bırakmak : Bir işi tamamlamadan, sözünü yerine getirmeden bırakmak
“Adam titremeye başlamıştı, kısık kısık bir sesle :
-Ya, dedi, demek bizi yarı yolda bırakıyorsunuz.
-Peki... siz?
-Hayır, dedi Jeannine, ben gelmiyorum.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:54)
Yarlığ, yarlık; Yarlıgamak : Hükümdar, Tanrı buyruğu; Yanrının suç bağışlaması
“Andronikos, birden, bu sözleri yarlığın dediklerine bağlıyor. Yarlığ, bütün resimlere değil, kutsal
resme karşıydı. Andronikos kızıyor bu budalalığına. Bunu daha önce nasıl düşünmemiş, Andreas’la bu konuda,
iki satır olsun, niye konuşmamıştı?”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:27)
yarn : (İNG., KUMAŞ; COLL.) <yarn> : Kumaş; pamuk ya da yün ipliği; hikaye, masal, özellikle gemici
masalı; COLL.: masal anlatmak
Yarpuz yarpuz kokmak : Naneye benzer güzel kokulu bir bitkinin kokusu
“Köyün iskelesine ikindiüstü geldiler yanaştılar. İskelede onlardı nerdeyse bütün köy karşıladı. Önce
tahta bacak Ali Çavuş, ‘Hoş geldiniz,’ dedi, arkasından da köylüler… Ali Çavuş onları aldı köyün alanına
götürdü. Alanın ortasında geniş dalları, üç adam el ele verse çeviremez gövdesiyle ulu bir çınar ağacı
yükseliyordu. Çınarın altındaki çeşmeden de bol bir su akıyor, mor çiçekli yarpuzların arasından denize
gidiyordu.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2, Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:238-9)
“Dönerken ufacık bir suya düştüler. Dize kadar battılar. Su yarpuz yarpuz koktu. Gece yarpuz koktu.
Yıldızlar kıvılcımlandılar.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:154)
Yar yar yalvarmak : Ayaklarına kapanacak kadar yalvarmak, nazü niyaz etmek.
“İstanbula kaçıyor. İstanbulda da Halil ardında. Dur durak bilmiyor. Nereye gitse Halil yanında, yar
yar yalvarıyor.”
(Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:95-6)
Yas; Yasa bürünmek; Yas tutmak : Birinin ölmesinin ardından belirli bir ritüel ya da davranışla acıyı
sürdürdüğünü belli etmek
“SON AZIK
Taşları suçlamayacaksın
ya da artık taşların ötesindeki
benliğini beklemeyeceksin ve diyeceksin
yüzüm bir taşa
dönüşmeden önce
yas tutmazdım taşlar için.”
(P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:23)
“Sophie, çok zor bir gecenin sabahı uyanmış ve Fanshawe’in artık gelmeyeceğini anlamış. Bu, ansızın
farkına varılan ve bir daha da kuşku duyulmayan mutlak bir doğruymuş. Ağlamış, bir hafta boyunca ağlamayı
sürdürmüş ve Fanshawe ölmüş gibi ardından yasa bürünmüş.”
(P. Auster, “Kilitli Oda” -New York Üçlemesi 3-, sa:11)
“BEN ÖLÜNCE
------------------Ben ölünce
gereksizce, yasımı tutarlar-
politikacılar, onların övgücü- şairleri,
gazeteciler, kameramanlar,
diğer yazarların önünü tıkayan
sağlam-duruşlu yazarlar,
bırakın uzakta beklesin hepsi
dış kapıda.”
(Angifi Proctor Dladla<d.1950>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.03.08)
“Böylece, keder katlanarak çoğalıyordu. Kadınlar dört bir yandan akın akın gelmeye başladılar.
Kimileri şimdiden yas kılıklarını giymişlerdi -koyu mavi pamukludan pis bir örtü. Yüzlerini çivitle boyamışlar,
salınmış saç örgülerine kül sürmüşlerdi.”
(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:345)
CLAIRE -... Kafileye ben de katılırım. Onun bu şerefini kendisiyle paylaşırım. Dulluktan söz
ediyorsun. Peki, kraliçelerin beyaz entariyle yas tuttuğunu bilmiyor musun Claire? Hadi, beyazı verecek misin,
vermeyecek misin?”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:9)
“Cümleniz bir yere toplanın dostlar
İniler Türkiye yürekte pas var
Gazi’nin aşkına çekelim yaslar
Atatürk’üm için cihan ağlasın”
(Aşık Halil-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:746)
“ROMA’YA DOĞRU HAYKIRIŞ
-----------------------------------------Geleceğin çocukları için zincirler döğen
Bir milyon marangoz
Haçsız tabutlar çakan
Ve sadece bir yas kalabalığı
Baloya az kala düğmelerini çözen,
Diyorum, güvercini aşağılayan o adam konuşmalıdır”
(F. Garcia Lorca<1898-1936>-Cemal Süreya, “aşk şiirleri”, sa:70)
“BU ÜLKE, GÜNEY AFRİKA
<Jaki Seroke’ye>
-------------------------------------Bu gücenik ülke bu yaralı bölge
gerçekleşmemiş bir adalet haykıran
kazanılmamış bir barış isteyen
kanlı yağmurları toprağın,
bu tabut taşıyıcılar ulusu
yas tutmayacak asla
ama toplayacak meyvesini özgürlüğün
bilerek gerçek adaleti
yaşayarak gerçek barışı”
(Umariuddin Don Mattera<d.1935>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
31.05.07)
“GEORGETOWN’DA YÜRÜRKEN ERKEK
KARDEŞİMLE <Ağustos 1984>
-------------------Ölüyor kent
bize yeni kan gerekli
bir iskelet
pek çok ölüme yas tutulmuyor
Jonestown, Walter
zaman sanki dinginliği öğütmüş”
(Grace Nichols<d.1950>-Nice Damar, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.03.08)
“.... sadece zina aleyhinde birkaç söz edip Hirodes’i öfkelendirmişti o kadar, zira kralın kendisi de bir
zinakardı, Hirodias ile evlenmişti: yeğeni ve üvey kardeşinin karısı, dahası üvey kardeş hala hayattaydı.
<Vaftizci> Yahya’nın ölümü hem kadınları hem de erkekleri gözyaşlarına boğdu, tüm kamp yas tutuyordu, ama
kimse bu bahsi geçen sebepten öldüğüne inanmak istemiyordu.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa: 392)
“Yas tutmaya kalkışma ecel beni aldı mı,
Nobran ve mendebur çan bildirdi mi bir kere
Bu iğrenç yeryüzünden kaçıp sığındığımı
Bana koynunu açan en iğrenç böceklere.
-----------------------------------------------Yoksa şu kurnaz dünya deşer de iniltini,
Benim için yas tuttun diye hor görür seni.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:71, sa:183)
Yasak elma, Yasak elmayı yemek : Havva’nın Cennette Adem’le birlikte elma: yasak meyve’yi yiyip oradan
kovuluşlarına kinaye olarak, elma, yuvarlaklığı ve lezzet verici bir meyve oluşu dolayısıyle,onun yenmesi hemen
daima seks’e bir atıftır; Cinsel ilişkide bulunmak
“PARİS
--------Yağmurla konuştum mu
Paris’in bulutlarıyla
ağladığımda?
Akşamın bedeninde
yatak beni sallar
kokumu geceliğime bırakırım
benden düşer
yasak elmanın kokusu”
(Ayşe Basri<d.1960>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.09.05)
Yasak savar gibi :
istemeye
Üstünkörü; Sırf söylemek ya da yapmak zorunda kalındığı için; Gönülsüz olarak, istemeye
“Allah’ın kelamını <söz>, insan sözlerini konuştuğun ve dinlediğin gibi konuşup dinleyemezsin.
Sözcükleri yasak savar gibi söylerken kendini suçüstü yakaladın mı, ki bunlarla sandığından daha sık
karşılaşacaksın, şu anı ve benim seni uyarmamı hatırlayacak, yeni baştan işe koyulup sözcükleri benim sana
göstereceğim gibi söyleyip kalbine yerleştireceksin.
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:347)
Yaş : Olumsuz, kötü (Argo)
“Sesli sesli:
-Dümen iyiydi ama, kazandığını dört, beş kişi paylaşmak... yaştı, yaş!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:35)
“Beni yüzüstü bırakıyor. Susan’ın peşinden gidiyor: Susan ağlayacak olursa, benim çakım elimde, ona
öyküler anlatacak. Çakının uzun ağzı imparator, kırık ağzı zenci. Sallanan şeylerden nefret ediyorum, nefret
ediyorum yaş işlerden abuk sabuk konuşmaktan, her şeyi birbirine karıştırmaktan. İşte zil çalıyor, geç kalacağız.
Oyuncaklarımızı bırakmalı, hep birlikte içeri girmeliyiz.”
(V. Woolf, “Dalgalar”, sa:14)
Yaşam ağacı : <arbor vitae crucifixae > (DİN) <LAT.: arbor vitae krusifikse=Çarmıha gerilmiş yaşam
ağacı>; Mazı ağacı
“İtalya’ya gelmeden önce de, ondan <Ubertino, rahip> hem de uzun uzun söz edildiğini duymuştum;
İmparatorluk sarayında Fransisken’leri ziyaret etiğimde daha da çok işitmiştim adını. Hatta biri bana, birkaç yıl
önce ölmüş olan, o günlerin en büyük ozanı, Floransa’lı Dante Alighieri <1265-1321>’nin birçok dizesinin,
Ubertino’nun, ‘arbor vitae crucifixae’de yazdıklarından başka bir şey olmayan bir şiir yazdığını söylemişti.”
...............“Ubertino, kendini tedirgin eden bir düşü dağıtmak istercesine bir elini alnın üstüne koydu. Güçlükle
soluk alıyordu, yorgundu. ‘Tastamam. Hesaplar yalnızştı; hala Melek Papa’yı bekliyoruz biz... Ama bu arada,
Francesco ve Domenico ortaya çıktılar.’ Gözlerini gökyüzüne kaldırdı ve dua edercesine (oysa yaşam ağacı’yla
ilgili büyük kitabındn bir sayfa okuduğundan emindim),şöyle dedi: ‘Quorum primus seraphico calculo
purgatus et ardore celico inflammatus totum incendere videbatur. Secundus verbo predicationis fecundus
super mundi tenebras claris radiavit...!’ <Kuorum primus serafiko kalkulo purgatus et ardore keliko
inflamatus totum insendere videbatur. Sekundus, verbo predikasiyonis fekundus super mundi tenebras claris
radyavit > = ‘Bunlardan, Seraphicus’un onayıyla, ilk arınanın, göksel ateşle tutuşup her şeyi yaktığı
görülüyordu. Verimli olan ikincisi, övgü sözcükleriyle, dünyanın karanlıklarını aydınlattı. (Çev.)’
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:66-7;82-3)
Yaşama gözlerini kapamak : Ölmek, yaşamını yitirmek
“Yalnızca bunu pek dara düşmeyince kullanmayacağına ve yaşama gözlerini kapamadan önce ya da
kendisine, yani Kont’a bırakacağına ya da onu tümüyle yok edeceğine..... söz aldı.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:47)
Yaşama pamuk ipliği ile bağlı olmak : Hayata ince, nerdeyse kopacak, zayıf bağlarla bağlı olmak
“AMEDEE - Elbette, elbette, one ne şüphe!... (Kısa bir süre sonra, bir sevinç başlangıcıyla yüzü
aydınlanarak) Fakat niçin eceliyle ölmüş olmasın? Niçin ille de onu benim öldürmüş olmamı istiyorsun?
Bebekler narin olurlar. Yaşama pamuk ipliğiyle bağlıdırlar.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:84)
Yaşama veda etmek : Bk.: Yaşamını yitirmek
Yaşamını yitirmek : Ölmek
“Türkiyenin en ünlü şairlerinden Can Yücel, İzmir 9 Eylül Üniversitesi Hastanesinde dün gece
yaşamını yitirdi.”
(Gazeteler, 9 Eylül 1999)
Yaşamını zehir etmek : Istırap, acı çekmek
“Hani denilebilirdi ki: ‘Sen kendin köpek soydaşlarından dert yanıyorsun, pek önemli sorulara ilişkin
susmalarından yakınıyorsun, onların itiraf ettikleri ve pratikte değerlendirmek istediklerinden daha çok bilgi
sahibi olduklarını ileri sürüyorsun, nedenini ve hikmetini de kuşkusuz açığa vurdukları bu susuşları yaşamı sana
zehir ediyor, senin için kullanılmaz duruma sokuyor, bu yaşamı değiştirmek ya da onu terketmek zorunda
görüyorsun kendini…’ ”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri”, sa:228-9)
Yaşamın yolunu tutmak : Hayata atılmak
“Sözünü ettiğim özelliklerle donanmış olarak, sırtımda yeni bir giysi, tuttum yaşamın yolunu. Anne ve
babamdan miras aldığım özelliklerinin ilerde yararını gördüm, o gün bu gün kendi ayaklarım üzerinde kalmamı
sağladı bunlar.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:22)
Yaşam içgüdüsü : En tehlikeli ve hayatı tehdit eden koşullara karşın, insanın canlı varlığını koruma çabası
“Böylece sayıklayan Goldmund hanidir bilmiyordu nereye gidiyor, nerede bulunuyor, ne söylüyor,
yatıyor mu yoksa ayakta mı duruyor. Çalı çırpılara ayağı takılarak ikide bir düşüyor, seğirtip dururken ağaçlara
tosluyor, karların dikenlerin ortasına yığılı yığılıveriyordu. Ne var ki, içindeki yaşam içgüdüsü güçlüydü, onu
boyuna çekip yeniden ayağa kaldırıyor, rasgele bir kaçışı sürdüren Goldmund’u yeniden önüne katıyordu.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:170)
Yaşayıp gitmek : Yaşamını sürdürmek
“Dağların bu çocukları ve torunları kendilerine ayrılmış yerlerde türlü renkler içinde, kimseye zarar
vermeden yaşayıp gidiyordu. Onlara dokunuyor, onları seyrediyor, burcu burcu kokularını soluyor, adlarını
öğreniyordum.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:6)
Yaş dönümü : Kadınlarda 40-50, erkeklerde 50-60 yaş arası hormonal ve biyolojik değişikliklerin başlangıcı
“Burada ‘yaş dönümü’, yaşlılığa başlangıç mıdır sözkonusu olan? Bir yandan da, bir toplumsal
katmanın önündeki ‘duvar’ dile getirilir.”
(S. İleri, “Kırık İnceliklerin Şairi: Behçet Necatigil”, sa:79)
Yaşı geçmiş : Toplum standartlarına göre, özellikle kadınsa, evli, kucak dolusu çocuğu olan, kendini
koyvermiş, kırkının üstündeki kocasına sadık ev kadını
“Ama karısının çoktan beri bu ilişkinin farkında olduğunu, onu hoş gördüğünü sanıyordu. Hatta artık işi
bitmiş, yaşı geçmiş, güzelliğini yitirmiş, göz alıcı hiç bir yanı kalmamış, saf, sadece temiz bir ev kadını olan
karısının, insaflı davranarak onu hoş görmek zorunda olduğunu düşünüyordu. Oysa hiç de öyle olmamıştı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt :I-II, sa:8)
Yaşına başına bakmadan : Daha yeterli büyümeden, olgunlaşmadan
“Koridordayız. Duvardaki koskoca Avrupa haritasını gösteriyor Bayan Rigaux:
‘Rimbaud’nun haritası bu. Bakın, gideceği yerler üstüne çarpı işaretleri koymuş. Kimi yerleri yuvarlak
içine almış, kimi yerlerde de oklar var. Çılgın çocuk, yaşına başına bakmadan dünyayı dolaşmak istemiş…”
(A. Rimbaud, “Dizeler”, sa:59)
Yaşını başını almak : Yaşlanmak, olgunlaşmak, ihtiyarlamak
Bk.: Yaşlı başlı
“Tevfik’in her şeyi gibi, hastalığı da mahallenin başlıca olayı oldu. Son yıllarda belli başlı bir
hastalıktan kimse ölmemişti. Kızıl, kızamık gibi çocuk salgınları, bir de yaşını başını almış adamlar.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:163)
“Yalnız yaşamaktan nefret ederdi, bir yalnızlık boşluğuna dayanabilecek ruhsal donanımdan yoksundu
ve çok geçmeden yine ortalıkta görünmeye başladı, çok kilo almıştı, ama hala yaşını başına almış birkaç erkeğin
başını döndürecek kadar alımlıydı.”
(P. Auster, “Kış Günlüğü”, sa:126)
“Yaşını başını almış adamların
hala uçkur peşinde koşması,
dolgun kalçalı kadınların ise
memeleri sarkmaya başladığından
vazgeçmemeleri yaşamaktan
ya da sevmekten, ne gariptir.”
(Bhartrihari<5.y.y.>-Esma Kartal; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.04.09)
“... Delikanlılara bakmakta olan Agnes, böyle güzel ve canlı çocuklarının olmasını diliyor içinden ve
kendi kendine şöyle diyor: ‘Pierre benden gözünü hiç ayırmayan şu adamın yaşaına geldiğinde, ikimiz de yaşını
başını almış karı koca olduğumuzda, bunlar kadar oğullarımız olacak, ama bizim çocuklarımız daha iyi
giyinecekler, ne de olsa Chambéry’nin bilmem hangi okulunun verebilecepi bilgi ve görgüden daha iyisini
verebilecek okullarda okuturuz onları.’ ”
(M. Butor, “Değişme”, sa:138)
“Yaşımı, başımı aldım. Ayaklarım, dizkapaklarım romatizmadan sızlıyor. Hele akşamları ne çektiğimi
ben bilirim bir de Ulu Tanrı. Bugün mahallede bir ölü varmış... Genç olsaydım fırlar giderdim...”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Mahallede Bir Ölü Var”, sa:33)
“Oldukça yaşını başını almış bir adam sayılırım. Otuz yıldır sürdürdüğüm işin doğası, bildiğim
kadarıyla şu ana dek haklarında hiçbir şey yazılmamış olan ilginç, hatta biraz tuhaf bir tür insan takımıyla
sıradışı bir ilişki kurma noktasına getirdi beni.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:13)
“... Ama açıkça söyleyeyim ki, kuşku daha o zaman ruhuma girmişti; sonradan Avrupa’da ona
raslayınca... o zaman artık yaşımı başımı almıştım. Rudin bana olduğu gibi göründü.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:111)
“‘Elinden kurtulamadım. Beni kral soyundan gelme kişilere, unvan, nişan sahipli kişilere, gaga burunlu,
kocaman taçlı, yaşını başını almış hanımefendilere götürüp tanıştırdı. Çok sevgili dostum, diye söz ediyordu
benden.’ ”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:15)
“‘Yaşını başını almış bir bey’ diye yanıtlıyor bu soruyu kendi kendine ve hüzünle, ‘mutluluk artaık
onun yanından bile geçmiyor, kadınlarsa hiç ilgilenmiyor,’ kanadı kırık bir kuş, erkeklik gücünü tüketmiş bir
erkek, mutsuz bir aşık, parası olmayan bir oyuncu, kuvvetini ve yakışıklığını kaybetmiş bir beden...”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:88)
Yaşın yaşın : İçin için, gizli gizli
“Bugün koyun tüz taşına gelmedi
elin kuzusu da kuzu olmadı
Arayıpta kuzusunu bulmadı
Kuzum kuzum derde meler bir koyun
Kul Mehemmet bunu böyle söyledi
Koyun sana yolum neden uğradı
Söyledi de yaşın yaşın ağladı
Kuzum kuzum derde meler bir koyun”
(Tüztaşı: Koyunların gece tuz yaladıkları kaya)
(Kul Mehmet-Prof.Dr. K. Mehmet Fuat, “Türk Sazşairlerine Ait Metinler ve Tetkikler IV”, sa:26)
Yaş kemal(e) ermek : Yaşlanmak, olgunlaşmak, yaşını başını almak
“Ama ömrünün son yıllarını oğlunun evinde, torunlarını severek geçirmek isteğinin de beyefendi
tarafından anlayışla karşılanacağını umuyordu. Hem yaş da kemale ermişti artık ve konağın merdivenlerini inip
çıkarken eski gücünü bulamadığını, beyefendiye eskisi kadar faydalı olamadığını da idrak ediyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:186)
“LADY UTTERWORD - Baba, düşünsenize, kaç yıldır uzaklardaydım. Ben de herkes gibi
yaşlanacaktım elbet. Ne yapalım yaş kemale erdi.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:13)
Yaşlanıp gitmek; Yaşlanmak, Yaşlanmış
Bk.: Yaşlılık
Yaşlı (adam, anneanne, baba, büyükanne, çift, dede, dindar, gaco, kadın, kimse, kişi, köylü, şair): İhtiyar
kimse; Bilge adam
“Eminönü Alanı’ndaki merdivenler ise ayrı bir dünya. Her basamağında bir işportacı. Kaç bin işportacı
var bu kentte? Sayısını kimbilir? Kim ilgilenir bunlarla? Çocuk tarak satacak. Delikanlı mendil satacak. Kadın
çorap satacak. Yaşlı adam su satacak. İtişecekler, dövüşecekler, birbirinin elinden ekmek parasını alacaklar...”
(O. Akbal, “İstinye Suları-Ağustos Pazarı”, sa:42)
“Başta komşular sahip çıkmıştı kızcağıza ama sonra ortalık karışmış, herkes birer birer oradan
taşınmaya başlayınca ortalıkta kalmıştı yavrucak. Bir zamanlar babasının bahçıvanlığını yaptığı evin
müştemilatına sığınmıştı. Bir süre sonra eve Anadolu’dan gelen bir Rum aile yerleştirildi. Yaşlı bir adam, onun
yaşlı karısı ve gözlerinde buğulu bir hüzünle: Sayfan.”
(Büşra Akkuş, “Mübadele Öyküleri-Sakızın Serzenişi”, sa:69)
“... daha önce tanıdığım bütün insan toplulukları içinde yabancılarla konuşmaktan en az çekinenlerin
Brooklynliler olduğunu keşfettim. Brooklynliler başkalarının içine burunlarını sokmaya bayılırlar -yaşlı kadınlar
çocuklarını sıkıca giydirmediği için genç anneleri paylar, yoldan geçenler köpeğini yürüyüşe çıkaranlara tasmaya
fazla asılıyorlar diye çıkışır.-”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:12)
“Yaşlı adam, dar yatağın kenarında oturur, avuçları dizlerinin üzerine dayalı, başı öne eğik, sabit
bakışları yere dikilidir. Tavana bir kamera yerleştirildiğinden habersizdir. Objektifin kapağı, dünyanın dönüş
hareketini izleyerek sessizce çalışır, saniyede bir tıklayarak seksen sekiz bin dört yüz sabit fotoğraf çeker.”
(P. Auster, “Yazı Odasında Yolculuklar”, sa:9)
“BİTİŞİK GÖVDEDEKİ DÜŞ
------------------------------------Yaşlı bir adam boyuyor kocaman bir güneşi
yedi mavi rengin bulutlarıyla yol yol çizilen.
Ortadaki sarı boyunca her bir mavi
kendisidir tamamen, ancak,
tam o noktada buluşuyor diğeriyle,
göz fark edemiyor değişikliği.
Hava değişir, diyor yaşlı adam
renkler de.”
(Gabeba Baderoon<d.1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.09.06)
“1612 yılının sonlarına doğru..... incecik giysili bir delikanlı.....üstat François Porbus’ün evde olup
olmadığını sordu. Alçak tavanlı, avlumsu bir yeri süpüren yaşlı bir kadın, ‘Burada’ deyince, delikanlı saray
hizmetine daha yeni girmiş, kralın kendisine nasıl davranacağını bir türlü kestiremeyip üzülen bir insan haliyle,
basamakları ağır ağır çıktı.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:11)
“DOĞMAK
2
-------------Ondan dağıldı daha bi küçük gezginliğimiz
durduğunda uzun bir matemde
umutlara bağlanarak
dutların altına girer
gölgesine dolar gibi girer hayvanlar ve
yaşlılarla birlikte
o siyah kemerli köprüde
ürketerek orda oturan iki kişiyi
cam bardakların bulutlarıyla birlikte
hayatın dumanı
öylece ondan yükselirdi”
(Abbas Baydun-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.07.05)
“TAVERNADA
Balta boynumu vurmadan çok önce içimde
ölüp giden neşeli bebekler
JEAN GENET
Sokaktan sokağa
Ve sonra bu küçük tavernaya.
Yaşlı kadın, bir bardak daha ver lütfen,
Akşam karanlığı fakir şairin ödülü...”
(C.S. Beong-Nana Lee/Fahreddin Arslan; “göğe dönüş”, sa:25)
“Birden beyninde bir şimşek çakmışçasına gözleri parladı: Yaşlı adam on, otuz ya da altmışlı yaşlarına
geri döndü, çocuklarından birini toprağa veriyordu. Hangisini? Johanna’yı mı, Heinrich’i mi? Hangi beyaz
tabutun üzerine toprak atıyor, çiçek serpiyordu?”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:15)
“Kimseye selam vermeden küçük dans pistinin çevresinde yer alan çok sayıdaki nişlerden birine oturdu
ve kendisine bir kahve ısmarladı; üstü başı kir pas içindeki yaşlı bir kadın, kahvesini getirdi. Duvarlara kırmızı
boya ile çıplak kadın resimleri yapılmıştı. Yaşlı ve genç çapkınlar köşelere çekilmişler, fahişelerle alem
yapıyorlardı.”
(H. Böll, “Solgun Köpek-Yürek Yarası”, sa:11)
“Yaşlı Büyükannenin Düşü
Tek başımayım, ak saçlarım sert
rüzgara
Yakalandı, dağın tepesine tez
ulaştım.”
(Susan Bright<d.1945>-Defne Bilir; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.10.07)
“KANCA
1
Orak diye isim taktım ona. Ama o,
yaşlı adam kullanır onu ve adlandırdı onu:
kanca diye.
Yeni değil artık; kırmızının üstündeki
altın renginden
daha yayvan bir kılıç eğrisi: yeni ay’ı
bir elipsin”
(Duncan Bush<d.1946>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.09.07)
“Ama burada her şey genç insanların yalnızlığını ve kanını ister. Goethe ölürken ışığı çağırır, sözü
tarihsel bir söz olur. Belcourt’da ve Bab-el Oued’de kahve köşelerine oturmuş yaşlı adamlar saçlarını yatırmış
gençlerin palavralarını dinlerler.”
(A. Camus, “Düğün-Cezayir’de Yaz”, sa:41)
“Yaşlı adam, kayalara oyulmuş küçük kiliseyi göstererek, ‘Tam orada,’ dedi. ‘Sevgi işte tam orada
öldürüldü.’ ” ..... “Önemli hiçbir şey söylemedi, yalnızca böylesi sırları hiç bilmediğini söylemekle yetindi. Ama
akşama kadar suspus oturduktan sonra hiç değilse içimi dökecek birini bulmuştum. Yaşlı kadın kapımı vurup
uykumda konuştuğumu söylediğinde saatlerdir konuşuyorduk.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:55;203)
“Sokağa çıkma yasağına aldırmayan, aklına estiğinde bu kokuşmuş yerde uyumaya gelen her kimse, (K
onu kamburu çıkmış, yan cebinde içki şişesi olan, sakalının altında mırıl mırıl ne dediği anlaşılmayan, polisin
önemsemediği ufak tefek, yaşlı bir adam olarak canlandırdı) denis kıyısında yaşamaktan usanmış olması ve
yolları bilen bir rehber bulabildiyse şöyle kırlarda bir tatil yapmak istemesi olmayacak şey gibi görünmüyordu.”
(J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:210)
“Gülümsüyor Fyodor Mihayloviç, çirkin, çarpık, sakallı bir gülümseme. ‘Kimbilir. Belki de Tanrı
kışkırtılmaktan hoşlanmıyordur. Belki de kışkırtılmak ilkesi onun gözünde bir çocuğun hayatından daha
önemlidir. Belki neden yalnızca Tanrı’nın kulaklarının iyi duymamasıdır. Tanrı herhalde iyice yaşlanmıştır artık,
dünya kadar yaşlıdır, belki de daha yaşlı. Belki yaşlı bir adam gibi kulakları ağır işitiyor, gözleri iyi
görmüyordur.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:87)
“Uzun
Yaşlı adama sorarlar
Nasıl eriştin bugünlere
Bilmezler
Sevginin binlerce yıllık olduğunu”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-İkisi”, sa:33)
“PONT-AU-CHANGE’IN GECE BEKÇİSİ
---------------------------------------------------Selamlıyorum sizleri
Zor bir gizli görevden sonra uyuyanlar
Basımcılar, bombacılar, rayların civatasını sökenler,
yangın çıkarıcılar.
Bildiri dağıtıcılar, kaçakçılar, bilgi ulaştıranlar,
Selamlıyorum sizleri tüm direnenler, duru duru
gülümseyen yirmilik çocuklar
Köprülerden de yaşlı adamlar, güçlü adamlar,
mevsimlerin imgeleri
Selamlıyorum sizleri yeni sabahın eşiğinde.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:190)
“Bay Goodchild ve Bay Idle, evin önünde arabadan inip, tarihi güzelliği kasvetli bir havayla birleşen
evin holüne girince koyu renkli giysileriyle birbirinin tıpatıp aynı, yarım düzine, sessiz, yaşlı adam tarafından
karşılandılar. Ev sahibi ve kahyası konukları oturma odasına alırken altı yaşlı adam ayak altında dolaşmamaya
özen göstererek sessizce sağa sola kaçışıp evin kasvetli karanlığında yok oldular.”
(Ch. Dickens, “Gizemli Öyküler-Asılmış Adamın Gelini”, sa:15)
“Demek yaşlı Başpapaz Yannis bir kez daha yüce gerçeği aramaktan bıkıp politikaya bulaştı diye
düşündü Baird - ilgisini çekecek ve eylem adamı olarak becerilerini konuşturacak savaşa susamıştı anlaşılan. İlk
görünüşte sanıldığı kadar umutsuz bir serüven olmayacaktı galiba. Gidip görecekti; Böcklin sorununu irdelemesi
de araştırmasına cuk oturacaktı.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:95)
“Yaşlı adam bir-iki kez uyandı, doğrulup yatağında oturarak adanın bitki ve hayvan örtüsü üzerine ipe
sapa gelmez, anlaşılabilir ve kısa bir konuşma yaptı. Bir keresinde de Fonvisin uyandığında onun yatak
örtülerinin altında burnunu çeke çeke kendi kendine ağladığını ve bir kadınla kopuk kopuk bir şeyler
konuştuğunu duydu. Yine saat dört olduğunda içi geçmişti. Saat altıda, Fonvisin’i (sonuçta herkesi) çok şaşırtan
bir şey oldu: Adam ölmüştü.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:290)
“Başrahibin masasında bizimle birlikte Malachi, kilerci ve en yaşlı iki rahip, daha önce yazı salonunda
tanıdığım kör ihtiyar, Burgos’lu Jorge ile Grottaferrata’lı Alinardo oturuyorlardı: yaşlı mı yaşlı, neredeyse yüz
yaşında, topal, kırılıverecekmiş -bana cansızmış- gibi görünen bir rahip.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:143)
“Seviyordum, sevgili Okurum, aziz dostum! Ve sizin hantal bir düşüncesizlikle ‘yaşlı kadınlar’ diye
adlandıracağınız kimseleri o coşkulu yıllarımın çılgınlığıyla seviyordum. Sert, amansız yılların damgasını yemiş,
seksen yaşlarının öldürücü ritmiyle iki büklüm olmuş, yaşlılığın gölgesinin bir deri bir kemik bıraktığı o
yaratıkları, sakalsız varlığımın sen derin labirentinden arzu ediyordum.”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:17)
“MEZARLIK
Dün akşam gün batmadan,
Yaşlı ölülerin arasına
Bir küçük misafir geldi.
Çocuk bahçesinde kovası kalmış,
Kumların üstünde küçük küreği,
Besbelli çok yorgun, hemen uyudu.
Doğruldu yerinden yaşlı bir ölü
Örttü örtüsünü:
Mademki burda annesi yok,
Bu küçük kız bize emanet.”
(B. Süha Ediboğlu<1915-1972>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:417)
“JULIA :
-------Nasıl ev sahipliği bu! Ağza konacak
bir şey de yok.
Biraz abur cubur olmazsa
Ne anlar partilerden
Benim gibi yaşlı bir obur?
İçkimi evimde de içerim ben.”
(T.S. Eliot, “kokteyl parti”, sa:20)
“Bayan Baez Kahve Servisi Yapıyor
Üçüncü Katta
---------------Göçmenler
kendi elleriyle beslediler şiddeti
dualar ettiler Katolik heykellere
itfaiye erleri
çekerlerken galonlarca suyu
çöktü çatı,
yetkililerin
adını bilmediği
yaşlı bir adam
en üst katta
boğuldu dumandan
durdu nefesi”
(Martin Espada<d.1957>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.07.06)
“BİR SAHNEYİ ANDIRAN
Bir sahneyi andıran
Piazza della Rotonda’da
Birkaç bin vatandaş
(kimileri hala togalarıyla)
ya bir aşağı bir yukarı dolaşıyorlar
ya da kahvedeki masalarında
oturuyorlar
Bu arada yaşlı mı yaşlı bir çiçekçi kadın
birbirleriyle fısıldaşan
kot pantolonlu genç çiftlere eğilerek
masalar arasından geçiyor
ve onlara kurumuş
çiçeklerini sunuyor”
(Lawrence Ferlinghetti<d.1919>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
13.12.05)
“Lohusa bu şenliklerde hazır bulunamadı. Sessiz soluksuz yatağında yattı. Bir akşam, uyanınca,
pencereden giren ay ışığında kımıldayan bir gölge gördü. Yanında tespihi ve omuzunda heybesi, abadan bir keşiş
cübbesi giymiş yaşlı bir adamdı bu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Konuksever Ermiş”, sa:53)
“Edvarda İngilizi anlatıyordu. Yaşlı, garip bir adammış; kendi kendine yüksek sesle konuşurmuş.
Katolikmiş; her gittiği yere cebinde harfleri siyah ve kırmızı, ufak bir dua kitabı götürürmüş.”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:24)
“Euphro, Thais, Boidion, yaşlı kadınları Diomede’nin
ve kaptanların emrinde yirmi kürekli gemi,
hepsi de savruldu kıyıya birer birer, çırılçıplak,
daha da perişan, kazaya uğrayan gemiciler
Agis, Kleophon ve Antagoras’tan. Durma kaç,
Aphrodite’in korsanlarından, onlar ki Siren’lerden
daha büyük düşman.”
(Hedylos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:58)
“Richard yürüyerek kütüphaneyi arşınlamaya başladı. Yaşlı babasını ona her türlü sırrını açacak kadar
sever ve kendisine yakın hissederdi.
Anthony: ‘Neden ona evlenme teklif etmiyorsun?’ diye sordu. ‘Seve seve kabul ederdi. Paran var,
yakışıklı bir gençsin. Ellerin de tertemiz. Üzerlerinde Eureka sabunu bile yok. Üstelik üniversiteye de gittin.
Ama kız buna kulak asmayacaktır.’ ”
(O. Henry, “Gurur ve Samur”, sa:52)
“Aynı şey içimizde
diriyle ölü
uyanıkla uyur
gençle yaşlı”
(Herakleitos, “Kırık Taşlar”, sa:26)
“Sahnedeki komedyeni dinleyen yoktu. Biçare yaşlı adam bir umursamazlık ve yalnızlık içinde
dikilmiş, öğrendiği şarkıları söylüyor, yukarıdan inen canım ışık zavallı vücudundan aşağılara dökülüyordu.”
(H. Hesse, “Klingsor’un Son Yazı”, sa:81)
“Eğer o zaman bizimle birlikte okulda kalmış olsaydı her şey olurdu, derdim. Şimdi söyle bakalım, bu
iş neden oldu? Bir şeye canın mı sıkılmıştı? Yoksa senin yaşlı adam artık okul parasını ödeyemez mi olmuştu, ne
olmuştu?”
(H. Hesse, “Knulp”, sa:84)
“Sonra yaşlı Primos seslendi adamlarına:
‘Haydi, Troyalılar, şimdi odun getirin kente,
korkmayın pusu kurar diye Argoslular;
Akhilleus kara gemilerden buraya gönderirken beni,
On ikinci şafak sökmeden size bir şey yapmam,dedi.”
(Homeros, “İlyada”, sa:534)
“Bazı babaların oğullarının yaptığı ödevler için benim gibi düşündüklerini sezerdim. Buna rağmen
sadece birbirimize bakar, gülüşür ve havadan sudan söz ederdik. Babaların çoğu benden yaşlı, hatta bir tanesi
pek yaşlıydı. İçlerinde en genç olanı, ancak iki hafta önce yirmi sekizine bastı. On yedi yaşındayken bir
sanayicinin kızını baştan çıkarmıştı.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:17)
“NEFRET BİLDİRİSİ
-------------------------İkiyüzlü bakireler gibi, şafakları ve çıplak
çocuklar gibi dakikaları olan koca kent,
yoldan çıkmış ve gösterişli yaşlı gacolarının
arsız davranışları, mutluluk katillerinin
sonunda serilip öldükleri ara sokakları
ve acımasız tuzaklarıyla.”
(Efrain Huerta<1914-1982>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.10.04)
“DÖRDÜNCÜ SAHNE : (Sahnenin solunda, tekerlekli sandalyede yaşlı bir kadını iten biri görülür.
Sandalyeyi iten adam kaybolur. Sol taraftan sahneye genç bir kadın girer.)
YAŞLI KADIN (Genç Kadın’a) : Anne! Benim küçük anneciğim.
GENÇ KADIN : Sen misin küçük kızım, tatlım.
YAŞLI KADIN : Anneciğim seni yeniden gördüğüme çok sevindim. Artık umudum kalmamıştı.
Sürekli aklımdaydın... kendimi kötü hissediyordum.
GENÇ KADIN : Sen misin benim küçük tatlı kızım. Gözlerin hiç değişmemiş. Henüz bebeğinle
oyndığın zamanlarda da bu kadar güzeldiler.
YAŞLI KADIN : Görüyor musun anne, kırışıklıklarım var, saçlarıma ak düştü, artık
yürüyemiyorum, romatizmam var.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları 4 - Bavullu Adam”, sa.135)
“Pencereden, kompartmanların içini meraklı bakışlarla süzen birkaç ulu bataklık kuşundan, ya da
demiryolu geçidinde hükümet güçleri korkusuyla bütün treni selamlamak için şapkasını çıkaran yaşlı bir
köylüden başka bir şey yoktur. Uzaktan uzağa, gelişigüzel serpilmiş kulübe kümeleri, kolay mutluluğa meydan
okurmuş gibi belirir.”
(P. Istrati, “Minka Abla”, sa:7)
“ ‘Zavallı yaşlı kadın biletini, yemek sepetini, eldivenlerini ne yapacağını bilmiyordu. Son bir gayretle
torununa öğütler düzüyor, kıpır kıpır söylüyor, ayrılık duygusunun tesiriyle tir tir titriyordu.’ ”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:181-2)
“Su Gibi Üşüten
Bir yaşlı kadın
Yukarılardan geldi ağlayışı, günbatımından önce
Yere serili gölgelerle.
-------------------Kadının ağlayışı - dinmek bilmeyen inilti
Ölülere ruhunu teslim ettirmeyen.
Issız dağlar arasında
Su gibi üşüten.”
(Carolina İlica<d.1951>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.05.05)
“ÇOK ENDER
Yılların, azgınlıkların yıprattığı,
belini büktüğü, yaşlı bir adam, bitkin
ağır ağır yürüyor dar sokakta.
ama evine girer girmez, gizlemek için
yaşının o acıklı halini, düşünüyor
içinde hala sönmeyen gençlik ateşini.”
(Konstantinos Kavafis<1863-1933>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
17.07.03)
“Bu arada kızlar sıvıştılar, doğru nar bahçesine… Çalılıkların, otların arasından zorlukla koşuyorlardı.
Deniz kıyısına indiler. Kumların, çakılların üstünde daha çabuk koşuyorlardı… Edemediler, geriye döndüler, bir
sel yarığı bulunca yarı tırmanıp yukarıya çıktılar, yürüyerek nar bahçelerine geldiler, elli adım kala önlerinde,
orada tek başına bitmiş, dalları çiçekten yere sarkmış, gövdesi eğri büğrü, yaşlı, yaşlılığına karşın gür, geniş, üç
dört nar görüntüsünde bir ağacın altında durdular. Tetikteydiler, gözleri de yılanda.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, sa:66)
“KAŞİF
Yirminci yüzyıl sonu:
Yaşlıydık, doğurduğunuzda bizi.
Ağladığımızda ilk, yaşlı.
Çünkü geliyor ta dedelerden
Gözümüzdeki bebeğe
Bıktığımız her dizi gibi
Hiroşima’nın da devamı.”
(Tuna Kiremitçi<d.1973>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antoloji-Ataol Behramoğlu”, Cilt:2, sa:649)
“YAŞLI ŞAİR
Yaşam avuntusuz yarılanınca
seziler de ardı ardına dökülür.
Ama yaşlı şairin onları dizelerinde
şekillendirmeye sabrı yok.
Suskun ve yapayalnız otururbir heykeltıraş misali
taştan çıkarılabilecek
olası heykelleri görmekle yetinir.
Ama taşı yontmayı reddeder”
(Zdravko Kisyov<d.1937>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.02.04)
“Crescenzazo
<Şubat 1943>
---------------Saatlerini dolduruyor yaşlı kadınlar
Ve sayıyor düşen yağmur damlalarını
Yüzü çocukların
Caddelerin ölü sarısı.
Kadınlar burada şarkı söylemiyor
Fakat tramvaylar geçiyor boğuk sesli ve devamlı”
(Primo Levi<1919-1987>-Güran Tatlıoğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.07.06)
“Yaşlı kadın ulu bir çınarın altına oturmuş, iki gündür yerinden pek kıpırdamamıştı. Kimbilir kaç asırlık
dev ağacın altında, kahverengi deriden yapılmış sert valizinin üstüne tünemiş durumda, öylece bekliyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:9)
“Yemek servisinden sonra uçak karanlıklara gömüldü bile. Yolcuların kimi kendilerine dağıtılmış olan
lacivert çantadan çıkardıkları göz bantlarını takmış uyuyor, kimi yine aynı çantadan aldığı kalın çorapları giymiş,
önündeki ekranda film izliyor. Komedi filmi izleyenler kulaklık taktıkları için kendi seslerini duymadan yüksek
sesle gülüyorlar. Önümde oturan beyaz saçlı yaşlı adam ise huzursuz bacak sendromundan mustarip olmalı ki
bacaklarını sallayıp duruyor.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:9)
“Albay Laporte:
-Vallahi, dedi, yaşlıyım, damlalıyım (Gut hastalığı) ve bacaklarım kazık gibi kaskatıdır ama bir kadın,
güzel bir kadın bana iğne deliğinden geçmemi buyursa, tıpkı bir cambaz çemberden geçer gibi atılıvereceğimi
umarım. Ben öyle öleceğim işte. Kanımda var, ne yapayım?”
(G. de Maupassant, “Tombalak-Albayın Görüşleri”, sa:64)
“Gene o yaşlı kadın, -konuğuna böylesine insanca davranan o kadın- hastanın önünde bana şöyle
diyordu:
-‘Singo, singo, homte hi mulo.’ -<zingo, zingo, omte i mulo!> (İSP:. Çok sürmez, çok sürmez... Nasıl olsa
ölecek.)
N’aparsınız! Bu insanlar öyle sefil bir yaşam sürüyorlar ki birisinin ölecek olmasının onlar için hiçbir
korkunç yanı yoktu.”
(P. Mérimée, “Carmen”, sa:129)
“Portakal Ağacı
--------------------Çok ağaç vardı o bahçede:
bir köknar ağacı (yılbaşı ağacı derdik, ona biz),
kardeşimle yakalamaca oyunlarımızda
sığınak olarak
kullandığımız yaşlı bir amber ağacı,
öfkeli rüzgarlarda
korsan gemim olan, budaklı, yamuk yumuk
bir erik ağacı.”
(Kobus Moolman<d.1964>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.07.08)
“96
1. Bizzat mağdur olan içinde kaybolmadı
Boynu silahlı değildi yapan
2. Oysa yaşlıdan başka herkes göç etti
Özlediğinden başka ziyaret eden
3. Kadınlar şimdi ayrılığımızı örer
Ördükleri ayrılıkta ölümü anlatan”
(El Mütenebbi<İ.S.915-965>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.02.04)
“Örneğin, Rougier’ler vardı. Yaşlı, partallar içinde, bodur bir çift. Değişik bir iş yapıyorlardı. SaintMichel Bulvarı’nda kart-postal satarlardı.”
(G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:22)
“Ne var ki, onları gerçekten çok rahatsız eden şey, evlerinde oturan, yer işgal eden, haftada topu topu
on şiline tıkınan iki yaşlı emekliydi. Haftada on şilinden edinilecek kar elbette pek düşük bir şeydir ama, ben o
emeklilerden ötürü zarar ettiklerini de sanmam.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:30)
“ ‘Pale! Pale!’ İşte bunun üzerine arkadaşım elindeki değneği fırlattı ve aceleyle şöyle dedi: ‘O piçler.
Yılan onu ararken adımı öğrenirse, sonradan tanır.’
-Gel buraya, dedim yavaşça.
Lanet olasıca yaşlı kadın bağırmayı sürdürüyordu.”
(C. Pavese, “Ağustosta Tatil-Ad”, sa:13)
“HIPPOLOKHOS - Sonunda geldin, delikanlı.
SARPEDON - Babanı gördüm, Hippolokhos. Dönmeyi hiç düşünmüyor. Çirkin ve inatçı, yağmur
çamur demeden kırları dolaşıyor, yıkanmıyor da. Yaşlı ve derbeder, Hipplokhos.”
(C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:19)
“AYRILIKLARIN TANIKLIĞI
---------------------------------------efendi gelir
şeref buyurdular, bereket getirdiler
her şeye, azıcık dinlenir
bizimle bir bardak şarap içer
ve esmer şehrimize girer
ancak efendi göç eder
sonra tekrar beyaz şehre geri döner son bir defa
insanlar yönelir
gördüklerine
inanmaz, kadınlar ayaklarını suda yıkıyor
ve yaşlıları suya daldırır
şarkılar söylerler”
(Abdelmanum Ramdan-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.12.04)
“ÖVÜNGEN MEŞE
-----------------------Ve ileri sürdüm bir matem gibi boş bir tonu.
‘Yaşlı beyefendi,’ hüzünlendim, ‘sürdürür yiğitçe,
Ama ilerde mutluluğumuz geçtiğinde bile, gitmiş olacak.’ ”
(John Crowe Ransom<1888-1974>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
06.05.04)
“Kızların Şarkıları
------------------------Elveda demezler yaşlılara
yine de: uzağa yürüler;
nasıl da eğnik ve özgürler
birbirini değişik tutmalara,
ve diğer büklümlerde
ışıyan endamları sara sara
giysi kayar gider.”
(Rainer Maria Rilke<1875-1926>-Yüksel Pazarkaya, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
17.11.05)
“YUNANLILARIN ÖYKÜSÜ III
------------------------------------Hatırlamak gerekmez. Biliyoruz bunları.
Yukarı Harman Yerine çıkıyor bütün yollar.
Orada daha sert eser rüzgar.
Güneşin Minos’tan kalma duvar resimleri solunca
ve kıyıdaki tınazın alevi söndüğü zaman,
kayaya oyulmuş basamaklardan ta buraya kadar
tırmanır yaşlı kadınlar
ve oturup koca kayaya yün eğirirler gözleri
denize dönük.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:38)
“İşte oğul şimdi babasının karşısındaydı. Yaşlı adam, karşısındaki gencin görkemine karşılık vermek
ister gibi oturduğu yerden ağır ağır kalktı. Yüzbaşı Trotta hemen yanına sokulup babasının elini öptü. Baba da
oğlunun alnından ve yanaklarından öptü. ‘Otur, şöyle!’ dedi yaşlı adam.
(Joseph Roth, “Radetzky Marşı”, sa:14-5)
“MIRILDANMAK
Komşum balkondan nağmelerden bir ip sarkıttı
Nağme ki bütün bağları kesti alınan kararları hiçe saydı
Ateş gibi bir nağme vesselam
Kalbime saplanmış bıçağı çekip çıkaran bir nağme
Nağme ki birbirine girmiş dalları ruhumda filizlendiren
Aramızda derin bir deniz var ey komşum
Aramızda deniz yaşlı dindar ve derin
Ve ben korsan değilim ki gemiye bineyim
Aramızda yedi sahra var ey komşum”
(Salah Abdel Sabur<1930-1981>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.22.07)
“Birinci kata indiler, doktorun karısı en yakındaki kapıyı vurdu, umutlu bir bekleyiş içindeydiler, bir
süre sonra içerden gelen boğuk bir ses sordu, ‘Kim o,’ koyu renk gözlüklü genç kız ilerledi, ‘Benim, ikinci
kattaki komşunuz, annemi babamı arıyorum, nerede olduklarını biliyor musunuz?’ diye sordu. Birinin ayağını
sürüyerek kapıya yaklaştığı duyuldu, kapı açıldı ve tiridi çıkmış yaşlı bir kadın eşikte belirdi, bir deri bir kemik
kalmıştı, çalı süpürgesine dönmüş bembeyaz, gür saçlarıyla insana itici gelen bir pislik içindeydi.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:217)
“Yağmur yağıyor, rüzgar yaprakları dökülmüş ağaçları sallıyor ve geçmiş zamanlardan bir görüntü
çıkıp geliyor, uzun boylu, zayıf, yaşlı bir adam, şimdi daha yakından bakınca görülüyor sellerin bastığı bir
yoldan yürüyüp geldiği. Omzunda bir çoban asası var, çamur içinde, eski püskü kabanının üzerinden
gökyüzünün tüm suları süzülüyor. Önü sıra domuzlar yürüyor, kafalarını öne eğmişler, burunları yere
sürünüyor.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:68)
“Yanımdaki ufak-tefek yaşlı adam mutlaka Coffier. Topluluktaki kadınlardan biri, esmer olanı bir
yandan doktora gülümserken bir yandan da Coffier’ye bakıyor yiyecek gibi. Şöyle düşünüyor sanki: ‘İşte bu Bay
Coffier, Ticaret Odası Başkanı, ne hain bir yüzü var, pek soğuk bir insandır mutlaka.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:63)
“Eve, sevimli sevimli güldü. Mösyö Darbédat sigarasını yaktı, birkaç nefes çekti.
-Yavrucuğum, diye konuşmaya başladı, uzun lafın kısası, ikimiz eskiden olduğu gibi gel yine
gevezelik edelim. Haydi gel, otur, akıllı uslu beni dinle. Şu yaşlı babacığına kulak vermen gerek.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:53-4)
“Yaşlı adam sordu:
-Ya siz ikiniz?.. Siz bir şeyler?..
Cevabı Eve verdi:
-Hayır efendim, hayır, bizim... yok... Meğerse iş işten geçmiş. İnsan bitmiş bir oyunu tekrarlayamıyor.
İhtiyar:
-Doğrusu ne kadar... diye başladı.
Adam bir an evvel yanlarından uzaklaşmaya can atıyordu.”
(J.-P. Sartre, “İş İşten Geçmiş”, sa:140)
“Paketimi cebime soktum:
‘Anlat bana baba,’ dedim. ‘Yalnız Efe kim? Nasıl sır oldu?’
Yaşlı avcı torbasının yanına bağdaş kurdu. Çiftesini kucağına uzattı. İri ela gözüyle dik yarın keskin
kenarına, karşıdaki yağmurla ıslanarak koyu kan rengine giren derin granit uçurumlara baktı, baktı.”
(Ö. Seyfeddin, “Yalnız Efe”, sa:22-3)
“DELİFİŞEK <Epik Şiirler’den, 1902>
Yaşlı kadı, dişli kadı
en sonunda gürledi:
Delifişek bu köy için
gerçek bir bela, dedi.
Başka gençler var ama,
o çok farklı onlardan
kalçasında tamburuyla,
yapılmış has çınardan.”
(Penço Slaveykov<1866-1912>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
16.02.06)
“Holün, eğer buna hol denebilirse, uğursuz değil, ama kuşku uyandıran bir havası olduğu su
götürmezdi. İngiliz publarında olduğu gibi yüksek bir tezgahın bulunduğu loş, ufak bir odaydı, tezgahın iki
yanında ikişer kırmızı abajur duruyordu, arkasında da yaşlı bir kadın.”
(A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:17)
“SÖZ
-----Şimdi biraz düşünceye dalarak ateşin ışıltısı üzerine
Duyduk karanlığın geceyle göğüs göğüse çarpışmasını
Ve yaşlı bir adamın veda iniltilerini
Yüreğinden batıya dönük çatışan çeneleri arasından”
(Allen Tate<1899-1979>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.12.02)
“Yaşlı adam cehaleti ile yalnız bırakılacak; açlığı kendi günahlarıyla doyurulacaktı. Genç adam isteme
ve bekleme durumunda tutulacak; tutkusu babasının neler yaptığını bilerek beslenecekti.”
(R. Temain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:319)
“Göl
2.
Çelimsiz, yaşlı bir adamın çektiği
İki tahta kürek
isteksiz kayık
ikiye ayırıyor suyu”
(Cai Tianxin<d.1963>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.08.08)
“Yaşlı kadın göğüs geçirdikten sonra:
-Elbette her şeyden önce kendi ruhunun kurtuluşunu düşünmelidir insan, dedi. Gördünüz işte, okuma
yazması olmadığı halde Pareyen Denısıç ne rahat can verdi. (Yakında ölen bir uşaktan söz ediyordu.) Allah
herkese öyle ölüm nasip eylesin.”
(L. Tolstoy, “Anna Carenina”, Cilt:I-II, sa:656)
“Tüccar tam bir şey söyleyecekti ki, kadın, ‘Yok, yok, o günler geçmişte kaldı artık,’ diye araya girdi.
Ama avukat:
‘Bırakın beyefendi bize düşüncelerini açıklasın,’ diyerek kadının sözünü kesti.
Yaşlı adam, ‘Eğitimden, budalalıktan başka bir şey çıkmıyor!’ diye kararlı bir sesle kestirip attı.”
(L. Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, sa:12)
“Yaşlı adam cehaleti ile yalnız bırakılacak; açlığı kendi günahlarıyla doyurulacaktı. Genç adam isteme
ve bekleme durumunda tutulacak; tutkusu babasının neler yaptığını bilerek beslenecekti.”
(R. Temain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:319)
“Her şeyin ne kadar temiz ve düzenli olduğunu görmeni isterdim. Masanın üzerinde kırmızı kareli bir
örtü bile vardı. Kahve fincanları da bizim evdekiler gibi teneke maşrapalar değildi Yaşlı bir kadının her gün
kendisi işe gittikten sonra gelip ortalığa çekidüzen verdiğini anlattı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:118)
“Candide, metin olamadı, ama bir yıkıntıya kadar yaşlı kadının ardı sıra yürüdü. Kadın ona bedenini
oğması için bir kutu merhemle, yiyecek içecek verdi. Oldukça temiz bir yatak gösterdi. ‘Yiyin, için, yatın,’ dedi,
‘yarın yine geleceğim.’..... Gördüklerine, çektiklerine ve daha da çok yaşlı kadının merhametine şaşıp kalan
Candide, kadının elini öpmek istedi. Kadın, ‘Öpülecek el benimki değil,’ dedi.”
(Voltaire, “Candide”, sa:32)
“KÜÇÜK KIZIMA (II)
Eyvah, ben
Çok yaşlı ve sen çok küçüksün!
Hiç düşünmeyeceksin beni
Gelip çattığında korkunç saatlerin.
----------------------Yavaştır gerçek yaratıcılığın gelişmesi.
Gecikmiş bir dost gibi,
İnsana bildirmek gibi gelir
Neyin bir sonu olduğunu.”
(Yvor Winters-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.02.03)
“ ‘Tren geldi. Platformun üzerinde uzayarak durdu. Trenimi yakaldım. Haydi bakalım gerisingeri
Londra’ya geceleyin. Sağduyunun ve tütünün yarattığı ortam nasıl da doyurucu; sepetleriylle üçüncü mevki
vagonlara tırmanan yaşlı kadınlar; pipoların emilişi; ara istasyonlarda ayrılan dostların ‘hoşçakal’ları,
‘görüşelim’leri ve sonra Londra’nın ışıkları.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:210)
“Miss Mitford aşağı inerken Flush’ın yüzüne birbiri ardınca kapılar kapanıyordu; özgürlüğün üzerine
kapanıyorlardı; çayırların; tavşanların, otların; taptığı, deli gibi sevdiği hanımının -onu yıkamış, dövmüş, kendisi
zar zor yiyecek bulurken tabağındakileri onunla paylaşmış olan o tatlı, yaşlı kadının- mutluluk, iyilik, insanların
iyiliği adına ne biliyorsa üzerine kapanıyorlardı!”
(V. Woolf, “Flush”, sa:25)
“BİR ÖMRÜN SUSKUNLUĞU
--------------------------------------Altmışında, geçilmişti ırzına
çok iyi tanıdığı komşusu tarafından
Düş gördüğünü söylüyordu durmadan kendine
farkında olsa da gerçeği duyduğunun
sorduğunda adam ona:
‘En son ne zaman düzülmüştün, yaşlı kadın?
Zevkini çıkar.
Kim ister ki senin gibi eski bir paçavrayı.’ ”
(Makhoazana Khosi Xaba<d.1957>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
15.11.07)
“ ‘Mösyö Ernest’i vuran sizden biri mi?’
‘Benim,’ diyor Lakdar, yaşlı bir liderin sadeliğiyle.
‘Eline sağlık, kardeş. İstersen, bıçak için sana yirmi frank daha uçlanırım.’ ”
(K. Yacine, “Nedjma”, sa:13-4)
“MARİNA TSVETAEVA’NIN
ANISINA
Hatırlar mısın ıtırlı Yelabuga,
Yıllar önce sarıp tütününü
Ağlarcasına tüttürüşünü
Yaşlanan bir kadının orada.
-------------------------------Yaşlı kadın açtı kapının kilidini;
‘Benim gibi birine zulümdür elbet,
Hep geliyorlar, verdikleri eziyet.
Evi mi satsam, ama kim alacak ki!’ ”
(Yevgeniy Yevtuşenko<d.1933>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 28.10.04)
“Yaşlı kadın, her akşam oğluyla gelinini öptükten sonra odasına çekilirdi. Kedi, mutfaktaki bir
iskemlenin üstünde uyur, karı koca da odalarına girerlerdi.”
(E. Zola, “Thérese Raquin”, sa:9-10)
“A
4
-Şapkalarımızı nereye koyarsak orası evimizdir
Yaşlı başlarımız evimiz,
Kendi yakamozuna göz kırpan gözler,
Ne Venedik Işıkları’nın şöleni ne de
Son Yemek’in ışığı
Sakallarımızın tanıdıklarıdırlar; Onun
Deutoronomi Yıldızları bizimledir,
Hep bizimledir”
(Louis Zukofsky<1904-1978>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.07.03)
“Ancak yine de bu berbat havada kemiklerime kadar ıslanıp ince tabanlı rugan botlarımla şosenin
çamurlarına bata çıka yürümek yerine rahat, konforlu bir arabada eve ulaşmanın çekiciliğine kapılarak ev
sahibinin önerisini kabul ettim. Yaşlı adam yağmura rağmen beni arabaya kadar geçirip arabanın üzerini örttü.
Şoförün motoru çalıştırmasıyla birlikte gök gürültüleri arasında eve doğru yola koyulduk.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:90)
Yaşlı başlı : Yaşını başına almış, oldukça yaşlı insan
“Adrienne’in bu hareketi üzerine şaşkınlık içinde:
-Nasıl olur kızım, diye devam etti. Yaşlı başlı adam! Su içinde kırk beş var!
Adrienne, iki göz iki çeşme boşandı:
-Elimde değil.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:258)
“Gerçi bunlar, öyle bilgili, erdemli insanlar değil, fakat ne olursa olsun, yaşlı başlı kadınlar. Milli
Eğitim memurlarının dedikleri gibi her birinin on beşer, yirmişer yıllık ‘kıdem’leri var. Onların yerinde olsam,
sonra, günün birinde kendi kızından küçük bir çocuğu başıma getirseler, sanırım ki benim de kalbim kırılır.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:354)
“Aşk yüzünden yaşlı başlı adamların bile başları belaya girdi. Ha, şu doğa gereği olan ve bundan dolayı
Tanrı’nın isteğine uygun bulunan aşk yüzünden.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:80)
“Danışma kurulu üyeleriyle yardımcıları da onun gibi biraz halktan, onun gibi kardinalliğe kapısı
olmayan bir göreve kendilerini hapsetmiş ve tıpkı piskoposlarına benzeyen yaşlı başlı adamlardı, yalnız şu farkla
ki, onlar bitmişlerdi, o ise olgunluğun ve bilgeliğin en üst düzeyindeydi.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:96)
“Derin sessizlik içinde geniş ve zengin bir görünüm sunan bu yere gitmekten pek hoşlanırdım. Bir gün
o kulübelerden birinin eşiğinde oturmuş, yıkıntılara bakarak derin düşüncelere dalıp gitmiştim ki oralardan yaşlı
başlı bir adam geçti. Adanın eski ahalisi gibi kısa bir ceket ve uzun bir şalvar giymişti.”
(B. de Saint-Pierre, “Paul ve Virginie”, sa:4)
“Yaşlı başlı saraylılar:
‘Aman canım, inanılır gibi değil,’ diye haykırıyorlardı. ‘Halasının pek gözde olması onun tamamıyla
başını döndürmüş... Ne var ki, Tanrıya şükürler olsun, bu uzun sürmez. Hükümdarımız bu küçük üstünlük
havalarını, afra-tafraları hiç istemez.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:527)
“Her birimiz, karşılaştığımız Hamlet’leri, Othello’ları, Fallstaff’ları, dahası, duruma göre III. Richard ve
Macbeth olabilecek tipleri anlatıyorduk birbirimize. Yaşlıbaşlı bir adam olan ev sahibi arkadaşımız:
-Ben de baylar, dedi, bir zamanlar bir Kral Lear tanımıştım. Hepimiz:
-Nasıl olur? diye sorduk.
-Öyle ise, isterseniz anlatayım...
-Lütfen! diyerek anlatmasını istedik!. Arkadaşımız da hemen öyküsüne başladı.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:11)
Yaşlı hindi : Yaşlı, iyi koşamayan at (Argo)
“ ‘ölü gibisin, ne oldu?
‘gitti. Hepsi gitti. 500 dolar.’
‘tanrım. üzgünüm,’ dedi. ‘benim suçum’, yanıma gelip kollarını boynuma doladı. ‘allah kahretsin,
üzgünüm, babbişko, benim yüzümden, biliyorum.’
‘boşver. Atları ben seçmedim.’
‘kızgın mısın hala?’
‘hayır, hayır, o yaşlı hindiyi düzmediğimi biliyorum.’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen düğünü”, sa:77)
Yaşlı kurt : Saçları ağarmış, fakat hala yakışıklı, genç kadınların dikkatini ve ilgisini çekebilen adam
“Salonda onları Marya Kirilovna karşıladı ve kızın güzelliği yaşlı kurdun başını döndürdü. Troyekurov,
konuğunu genç kızın yanına oturttu. Onun varlığı Prens’i canlandırmış, neşelendirmişti. Anlattığı meraklı
hikayelerle de birkaç kez kızın ilgisini çekebildi.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:87)
Yaşlılık : İhtiyarlık, olgunluk, fiziksel işe yaramazlık
Bk.: Yaşlanmak, kemale ermek; Yaşlı, Yaşlı başlı
“29 Ağustos 2011,
Sevgili Paul,
Geçenlerde A.R. Ammons’un ölümünden sonra yayımlanmış bir şiirine rastladım: ‘Yaşlanmak
bile/eskiyor,’ diye yazıyor, ‘yeni bir şey bulmak, ve bulmaya çalışmak/ eskiyor… yaşlanmak ve her şeyin
eskimesi hakında/ konuşmak bile eskiyor/konuşmak/eskiyor, sana diyorum, gerçekten eskiyor.’ Hemen hemen
Ammons’un o şiiri yazdığı yaşta olduğum halde ben hiç öyle hissetmiyorum. Her şey karşımda açık seçik
beliriyor ya da en azından daha kesin olarak görüş alanıma giriyor. <John>’ ”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada, Mektuplar 2008-2011, sa:265)
“Bir süre sonra, Flaubert’in Louise Colet’ye yazdığı mektupların birinde <Ağustos 1848>i buna benzer
bir düşünceye rastladı ve ikisi arasındaki benzerlik onu şaşırttı: ‘Her zaman algılıyorum geleceği, her şeyin karşı
savı hep gözlerimin önünde. Büyüyüp yaşlanacağını düşünmeden hiçbir çocuğa bakmadım, ne de mezarı
düşünmeden beşiğe. Çıplak bir kadını görünce gözümün önüne onun iskeleti geliyor.’ ”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:107)
“Miss Emily sözlerine devam etti. ‘Bu mesele beni çok sarsıyor.’
‘Şey… size de mektup geldi mi?’
Yaşlı kadın kıpkırmızı kesildi. ‘Ah, hayır… hayır, ne münasebet! Ah! Bu feci bir şey olurdu’
Çabucak özür diledim ama yaşlı kadın evden ayrılırken bir hayli üzgündü.’ ”
(A. Christie, “Cinayet Reçetesi”, sa:85)
“Dedenin Sözü
Şimdi sayabilirim
O yüzlerdeki sarı tüyleri bile
Sevginin en aydınlık yeri
Yaşlılık”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-İkisi”, sa:122)
“BEYAŞK
-----------Bir zamanlar başıboş bir yosun vardı
Bir zamanlar bir kral ve bir kraliçe vardı
Tül ve tisor akıntıları içinde
Çok şeyler, çok kınanası edimler
Çok gün batımları
Çok denizkızı batımları görmüş bir yosun.
Rasgele dolaşıyordu sularda, perhiz ve gençlik
pişmanlıkları içinde yaşlanmış kızların
pencere kıyılarında toprak saksılarında canları
sıkılan rezedaları (*) düşleyerek.”
(*) Rezede: Kumsallıkta yetişen muhabbetçiçeği familyası;
orta boylu bir ağaç, tohumları kandil yağı imalinde kullanılır.
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:94)
“Zamansız Işıltılar
----------------------11
Bu yaşlılığımda sevgilimin güzel çiçekleri
Etrafında dolandım kuruyan bitkilerle: Suyla
Kefensiz eve dönene kadar.”
(Antoun Doşi<d.1959>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
18.03.10)
“YAŞ
Yaşlandıkça, zaman aralığında,
kaderim dikkatle uyardı beni.
Kızgın tartışmalar başladığında
geriye çekilmem gerektiğini.
Her şeyi azaltmak bir zorunlukmuş şarabı da, ekmeği de, tuzu da.
Hızlı yürümenin riskleri çokmuş
Çünkü artık gençlik yokmuş ruhumda.”
(Evtim Evtimov<d.1933>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
11.06.09)
“(Taras) karada, denizde, bütün seferlerde yanından ayırmadığı tiryaki avadanlığını otlar arasında
aramaya koyuldu. O sırada Lehliler tepesine üşüşmüşlerdi. Onu sımsıkı yakaladılar. Taras silkindi, onu
yakalayan Lehlilerden kurtulmak istediyse de gücü yetmedi. ‘Ah, gözü kör olası yaşlılık!’ diye sızlandı.”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:II, sa:91)
“Onların hiç durmadan çalışıp çabaladıklarını, kendi gözünde beş para etmeyen şeyler -para, küçücük
zevkler, önemsiz şerefler- için acı çekip, yaşlanıp gittiklerini görüyordu.”
(H. Hesse, “Siddhartha”, sa:93)
“TURBADURLAR İÇİN
<V. Visotski’nin anısına>
Elde gitarlarıyla gidiyor erkek olanlar
fırtınayı dalış yapan dalgıçlar gibiyaşlanmayı beceremeden, gidiyor onlar
asabi ve kibar akortlarıyla
bitmemiş kuplelerin,
burunsalık tanımayan
coşkulu ve içli ağıtlarıyla,
çağırarak aşkı korkunç ve derin...”
<Turbadur: Hafif süngerimsi, yakıt kömürü>
(Mehmet Karahüseyinov<1945-1990>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 31.05.05)
“ÖZLEMEM
--------------En son yaşlılığımı özlerim
ama o geliyor su götürmezcesine
beden yorgun
sık sık diriltmek gerek anıları
sonunda yaş süresini dolduruyor ten
yaşanılan gerçekler daha iyiydi eskiden
yaşlılığımdan çok şey öğreniyorsam da
geri istemiyorum onu”
(Juice Leskinen<d.1950>-Özge Acıoğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.01.10)
“Nedir yaşam, ne zevki var altın Aphrodite olmadan?
------------------------------------- Gelip çatınca
acıyla dolu yaşlılık, hem çirkin, hem kötü olunca insan,
kapkara kaygılar dolanır durur kafasında,
artık tat almaz olur gün ışığına bakmaktan,
gençler tiksinir ondan, hor görür kadınlar;
böyle zorlu kılmıştır işte yaşlılığı tanrı.”
(Mimnermos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:75)
“YALNIZLIĞA TEKİL ŞARKILAR
<Beyrut, ilkbahar 1979>
Yorgunlar!
Lambaları söndürün
Çığılığınızı uçurun.
San jon piers
-----------------------------------------Geçen zamanla engeller gizini,
meydanlarda yasın izleri, bu son konuşmadır
-O akan gazın içinde olsa da
sabah kahvesine dönecektirperşembe saçları su gibi aynama boşalacak
katledenin etrafında ekin yakındı
‘Mavi’den
ikisi boşalarak doğup yaşlanacaklar
‘Vadide Yürüyerek’ ”
(Amcet Nasır-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.02.05)
“İHTİYAR KÖPEK
-----------------------Yaşlılık mıhlamış onu iyice
seve seve görev yapması çok zor;
fırlamıyor yoldan biri geçince,
havlasa da göstermelik havlıyor.
Yine de yaşlandı denmesin diye
ve hak etmek için verilen yalı
kimi saldırarak tüm mertliğiyle
ısırıyor masum bir çocucağı.”
(Konstantin Pavlov<1933-2008>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
13.08.09)
“DÖNÜŞ
Yenik dönüyorsun doğduğun kente
yaşlılık yüküyle omuzlarında.
Bu kent, eski inanç ısısı ile
yaşamayı biliyor mu acaba?
Mavi tepelerin ardında yine
sönüyor mu güneş hep öyle şirin.”
(Radoy Ralin<1923-2004>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
15.03.07)
“SEVECENDİN, İYİ HUYLUYDUN
-------------------------------------------Gençliğinle gençleşirdim, üstelik gülümserdim.
Yaşlılık hiç ürkütmezdi beni, ölüme aldırmazdım.
Ama şimdi nasıl ayakta dururum? Nereye sığınırım?
Kar altında kurumuş bir ağaç gibi tek başıma kaldım.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-yazıt”, sa:20)
“Happy End <Otra Vaz Eroz - 1994>
--------------Bir an gelip romantik tragedya
maskesi
sıyrılıp düşecektir -balmumundan
bir surat gibive ardından grotesk yaşlılığın
acı sırıtışı belirecek
varolmayan izleyiciler için
Hiçbir romantik kadın kahraman
40’ları geçmemiştir.”
(Cristina Peri Rossi<d.1941>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
01.02.07)
“Kaygım, bütün gücümle karşılamak o çağı;
Gözlerden gönüllerden yok edemesin diye
Yaşlılığın amansız öldürücü bıçağı
Tatlı güzelliğini - kıysa da sevgiliye...”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:63, sa:167)
Yaşlılık başa bela : Yaşlılığın, malum nedenlerden icabında çekilmez bir periyod olduğuna kinaye
“Kadri Kaptan, Poyrazla birlikte onları iskelede bekliyordu.
‘Zor kalktım Poyraz oğlum, yaşlılık başa bela.’
‘Yaşlı tekeye de bak hele!’
‘Bakın,’ dedi Nişancı.
Poyraz onun koluna girdi aldı kamışlığın oraya kadar götürdü.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:251)
Yaşlı osuruk : Değersiz, düşük nitelikli yaşlı kimse (Argo)
“ ‘ben sadece Kathy...’
‘dedim ya, Kathy SIÇIYOR!’
yüzlerina kapıyı kapattım.
‘bu yaşlı osuruğa bu kadar sert davranmamalısın Hank, ona kızının gençliğini hatırlatıyormuşsun.’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Dğünü”, sa:76)
Yaşlı pörsük : Artık yaşlanmış ve cildi buruşmuş kadın (Argo)
“MAMA - Aşk hepimizi sarhoş ediyor..... Herifçioğlu ihtilali başlatmış. Bam bam! Adamlarını
hapsetmiş, korumalarını öldürmüş, senin aşkınla da dalga geçiyor.
MARTA - Üstelik bana ‘Yaşlı pörsük’ diyor.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:83)
Yatağa atmak : Genellikle aşırı yorgınluktan kendini yatağa bırakmak; Birisiyle sevişmek
“Bira içip sarhoş oluyordu. Sonra her biri bir yana, arka sokaklarda öpüşüp şarkılar söyleyerek... Belki
yatıyordu liseli arkadaşlarıyla. Kolay bir kadın olduğunu düşündü. Kumsalda yarı çıplak uzanmış, güneşlenirken
ilk o bakmıştı kollarının arasından. Gülümsemişti. Yok ben gülümsedim ilk. ‘Bu akşam onu yatağa atarım’ diye
düşünüyordum.”
(P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:87)
“Dağlara alışkın olan doktor hiç yorulmak bilmiyordu. Bense eve döndüğümde yorgunluktan
kımıldayamıyor, kendimi yatağa attığım gibi, sabaha kadar deliksiz bir uyku tutturuyordum.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:131)
Yatağa düşmek : Hasta olmak
“Bir gün babam Sultan Veled hazretleri, son derece hastalanmış yatağa düşmüştü. Bütün dostlar onun
hayatından ümidi kesmişlerdi. Annem Fatma Hanım bir gece babamın baş ucunda başını önüne eğip oturmuş
için için inliyordu. Babam gözlerini açıp: ‘Fatma Hatun, hakkını bana helal et ve üzülme, ben gidiyorum.
Göçmek zamanıdır.’ dedi. Annem: ‘Hayır, hayır, göçmek sizden uzak olsun. Siz gitmeyecek ve çok iyi
olacaksınız ve bundan sonra iyi hayat geçireceksiniz. Ben sizden önce öleceğim ve siz mübarek elinizle beni
mezara koyacaksınız.’ Yedi gün sonra babam tamamen iyileşti.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:227)
“Döne, bu günden sonra, ağlaya ağlaya yataklara düştü. Ateşler içinde yandı. Köyün genç kızları da
ona yardım ettiler. Döne birkaç gün sonra yataktan kalktı. Gözleri kan çanağına dönmüştü.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:37)
“Manastırı saran ayin telaşına bu hiç beklenmedik saldırı haberinin sıkıntısı da eklenince, rahibeler
tümüyle çaresizliğe kapıldılar. Üstelik bunlar yetmezmiş gibi bir de orkestrayı yönetecek rahibe Antonia birkaç
gün önce ateşlenip yatağa düşmüştü. Öte yandan saldırıyı planlayan dört kardeş çoktan manastıra girmiş ve
sütunların arkasına saklanmışlardı.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-Kutsal Cecilie Ya Da Müziğin Gücü”, sa:123)
“Paşa kızı güzel tulumbacının aşk ateşiyle yatağa düşer. Fettan <işvebaz, oynak> ise çakırpençe <tuttuğunu
koparan> kadındır, yalın ayaklı pırpırı tulumbacı oğlanı para kuvvetiyle, o zamanlar ‘Koltuk’ denilen randevu
evlerinden birine getirtebileceğini sanır. Hanımlarla oynaşları arasında çöpçatanlık yapan bir bohçacı kadın vasıtası ile
Mahzun Bahaeddin’e bir muhabbetname <aşk mektubu> gönderir, fakat namuslu delikanlıdan kesin bir red cevabı
alır.”
(R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:174)
“Yağmurlu bir akşam, iliklerine kadar ıslak döndü eve; ertesi gün öksürmeye başladı; bir hafta öksürdü,
sonra yataklara düştü.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:19)
“Zavallı taze, üzüntüyle yıldırım çarpmışa dönerek yatağa düştü, altı hafta sayıkladı. Sonra bu şiddetli
bunalımın yerine dingin bir kesiklik gelince ancak yemek yiyebilerek, yalnızca gözlerini oynatarak kımıltısız
kaldı.”
(G. de Maupassant, “Tombalak-Kaçık”, sa:72)
Yatağa, (yatağına) girmek : Uyumak için yatağa gitmek; Birlikte olmak, cinsel ilişkide bulunmak
Bk.: Kadının yatağına girmek
“İNANALIM SOĞUK MEVSİMİN BAŞLANGICINA
-------------------------------------------------------------------belki gerçek, o iki genç eldi,
durmaksızın yağan kar altında gömülü
o iki genç el
ve gelecek yıl
bahar, pencerenin ardındaki gökyüzüyle yatağa girdiği vakit
o gökyüzünün teninde yeniden hayat bulduklarında
çiçeğe duracaklar”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-inanalım soğuk mevsimin başlangıcına”, sa:107)
“Sizinle hemfikir olmamı mı bekliyorsunuz benden? İnsanın kiminle yatağa girdiği hafife alınacak bir
fikir değildir. Evlilikte çiftin en büyük boynuzlusu aşık olandır, ‘Palais Royal’deki bir oyunda ‘üçlünün en
şanslısı’ diye nitelenen.”
(P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:13)
“Daha önce yatağa girdiğim iki erkekte cinsellik vardı ama bu temiz şefkat ve huzur yoktu. Onlarla
olan, birbiri ile bütünleşemeyen, hatta güvenmeyen iki yabancı bedenin birleşmesi gibiydi. Doğrusu, zaten
erkekliklerini ispat etmeye uğraşan o iki adamdan ahım şahım cinsel zevkler almıyordum. Filiz dahil birçok
arkadaşım maço erkekten hoşlanıyordu ama ben hiçbir zaman böyle birisini istememiştim.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:159)
Yatağan : Yuvarlak ucu kıvrık, iki ucu keskin, bele sokularak taşınan tam denizci korsanı kılıcı
“ ‘Babam çok az konuşur, gülmez, kavga etmezdi; yalnız ara sıra dişlerini gıcırdatır, yumruğunu sıkar ve o
sıra, kazara elinde bir taş bademini tutuyorsa, onu parmaklarıyla toz edip ezerdi. Bir gün, ağanın birini, bir Hıristiyana
semer vurup eşek gibi yüklemek isterken, kafası öyle atmış ki, ağanın üstüne yürümüş... fakat dudakları büzülüp
kalmış, insanca bir kelime çıkaramayınca at gibi kişnemeye başlamıştı........ Bir öğle üzeri de, eve gelirken... dar bir
sokakta, kadınların çığlık attığını, kapıların açılıp kapandığını, bir sarhoşun yatağanını çekip halkı kovaladığını
görmüştü..... Babam, belindeki önlüğünü çözmüş, yumruğuna sarmış ve tam sarhoş, yatağanını başının üstüne
kaldırırken, yumruğu karnına indirip herifi yere sermiş, eğilmiş, yatağanı avucundan sıyırıp almış ve eve doğru
yürümüş...... Ben de o sırada üç yaşlarında vardım. Kanepede oturmuş ona bakıyordum; vücudunun üst kısmı safi
kıldı; üzerinden buğu tütüyordu; çamaşırını değiştirip serinleyince yatağanı kanepenin üstüne, benim yanıma attı ve
anneme dönerek:
-Oğlum büyüyüp okula gittiği zaman, kalemini yontsun diye ona verirsin!, dedi.”
(Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:25)
Yatağı boş olmamak : Yatağına sık sık erkek alan işvebaz kadına verilen sıfat
“Herif nereye baksa ağlıyor. Vah sefalet, vah bu memleket, yazmış!... Arada ‘sevgili karıcım’ da
yazmış! Gülmekten donuma ediyordum! Karının adı da Perihan. Peri gibi bir lokum! Yatağı da boş değildir
canım. Bu sosyetikleri bilirsin.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:353)
Yatağını çukurlaştırmak : Yatağına çok sık aşk partneri alan kadın
“CLEMENCE - Hak etmiyorum artık sevilmeyi
Hak etmiyorum artık bir ozanın şiirlerine konu olmayı
----Beni tanımamış bir adamın duluyum ben
Hiçbir zaman hiçbir erkek çukurlaştıramayacak yatağımı.”
(A. Maaloof, “Uzaktan Aşk”, sa:75)
Yatağını ıslatmak : Çişini yatağına yapmak
“Tabii hala yatağını ıslatıyor, düşüp dizini kanattığında hala ağlıyordun, ama iç diyalogun başlamıştı ve
bilinçli kimlik alanına girmiştin.”
(P. Auster, “Kış Günlüğü”, sa:188)
“Sabahlara kadar ‘artık konuşamayacağım!’ diye ağladım. Her zaman sıkı sıkı sarıldığım Tekir bile iri
gözlerini açmış, sanki elemimi paylaşmak istiyordu. Söylemeye gerek yok ki, yatağımı yine ıslatmıştım, hem de
iki kez.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:13)
Yatak gıcırdamak : Cinsel ilişkide bulunurken dışardan duyulan ses (Argo)
“... güzel giysileri içinde kuru ve taze, mevsimlik pardösüsü içinde; giyinmesini bilmekle tanınır o, bir
kadın onunla dışarı çıkmaktan gururlanabilir, o pencerenin altındaydı ve ben çırılçıplak gecenin içindeydim,
üşümüştüm ve ellerimle karnımı ovuşturuyordum, çünkü hala ıpıslak olduğuna inanıyordum. ‘Bir dakikalığına
buraya çıktım,’ demişti, ‘yalnızca odanı görmek için.’ İki saat kaldı ve yatak gıcırdadı - şu pis demir karyola.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Özel Yaşam”, sa:129-130)
Yataklık etmek : Bilerek ya da bilmeyerek, kötü niyetli kimseyi ya da kimseleri korumak, onlara paravan
olmak; Yatak olmak
“Kohler birden kuşkulu bir sesle, ‘Masonlar kesinlikle satanist değiller,’ diyerek fikrini söyledi.
‘Elbette değiller. Masonlar kendi yardımseverliliklerinin kurbanı oldular. 1700’lerde kaçan bilim
adamlarına yataklık ettikten sonra Masonlar farkında olmadan İlluminati’ye paravan oldu.’ ”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:53)
“Merhumun huyu böyleydi işte. Yok! Bizzat benim paçaları sıvayıp, uşakları toplayıp haydutların
ardına düşmem gerekiyor galiba. İlk fırsatta yirmi adam göndereceğim. Bakın nasıl temizleyecekler haydutlara
yataklık eden o koruluğu.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:67)
“Sürekli kar sınırı ve Denetim Hattı yakınlarındaki yüksek rakımlı X köyü de çökertme herakatına
maruz kalmıştı, zira militanlar sınırı sıklıkla bu köy cicarında aşıyorlardı ve belli ki köy halkı onlara yataklık
ediyor, dinlenecek döşek ve yiyecek besin sağlıyordu.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:351)
Yatak odalarında güreş tutmak : Cinsel ilişkide bulunmak
“Yargıçlarla, belediye encümen üyeleriyle, futbolcularla sıkı fıkıydım, her gece saat on birde ve birde
sunduğum geçit törenlerinde bedenlerini sergileyecek kızları bulmak için elemeden geçirdiğim bütün o gösteri
kızları ve koristleri düşünürsem yatak odalarında güreş tutmak için yeterince fırsat çıktı önüme.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:215)
Yatak olmak : Gizlice yer yatak vermek, korumak
“Hacı Eşkıya küçücük, kara kuru, avurdu avurduna geçmiş, yaşlı bir adamdı. Ahmet Efenin en yakın
dostuydu. Yatağıydı. Bir elin beş parmağı gibiydiler. Ahmet efe kancıkçasına Hasan Çavuşun kurşunu ile
gittikten sonra, Memedi kanatlarının altına almış, ona babasızlığını unutturmuştu.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:13)
Yatak yüzü görmemek : Hiç yatağa girmemek, uyumamak
“Neckar ırmağı kıyısında Tolfingen’de bacaklarının yorgunluğunu duymaya başladı. Geçirdiği gece
hiçbir yatak yüzü görmemişti ve sonra bir çırpıda on beş saatlik bir yol almıştı.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:123)
Yatalak : Yaşlı ya da felçli olduğundan yatağa bağlanmış, yürüyemeyen kimse
“Luisa Porto’nun Kayboluşu
1.
Sorun bakalım bilen var mı
Luisa Porto’nun nerede olduğunu;
lütfen bildirsin bilenler
Santos Oleos Sokağı, Numara 48’e.
Hemen haber versinler
yıllardan beri yatalak,
şimdi de üzüntüden bitkin
zavallı hasta anasına.”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 04.08.05)
“RASGELE BİR TEMASTAN
-------------------------------------Gizliyoruz
üzüntümüzü
Hala tedavi edilemeyen
bir düş kırıklığıyla yaşayarak
-------------------------------------Ya da satarak bir çocuğun
ayakkabılarını,
gönderemeyeceğimiz için artık okula
Temizleyerek ishalini yatalak bir
teyzenin”
(Jeremy Cronin<d.1949>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.06.07)
“... söylemeye gerek hiç yok ki, ikimizin aileleri (de) seremoniye gelmemişlerdi ve dargın da değildik.
Onun ailesinde çok sevdiği ve sevildiği yaşlı bir dedesi vardı, rahmetli neredeyse yatalaktı, onun elini öpüp hayır
duasını almak boynumuzun borcuydu...”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi”, sa:79)
“İç odada kadınlar uyandılar ve gevezeliğe başladılar. Yaşlı Salome ateşi yakmak için geldi. Havariler
avluda toplanmışlardı bile. Hahamın üzerine doğru eğilmiş alçak bir sesle konuşuyordu İsa. Ağır hasta olan
ihtiyar, evin arka köşesinde yatalak olmuştu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:463)
“Yatalak olan biriyle niçin bu tür konuşmalar yapıyordum? Bunların kiminle konuşulacağını
bilmiyordum. Ancak daha sonra sokakta, kapalı yerden çıkmanın, çarşafların, pisliğin kokusundan, konuşma
yorgunluğundan kurtulmanın rahatlığına kavuştuğumda, bilincine varıyordum bunun.”
(C. Pavese, “Yoldaş”, sa:10)
“... Beş! Beş tekerin arasında debelenen herif, aklını partiye taktı mı hali dumandır. Bende nüfus yedi...
Kaynana yatalak... Baldızı evlendireceğiz. Üç çocuğun büyüğü on, en küçüğü üç yaşında...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:316)
“Fakat Clarisse onu duyacak durumda değildi; küçük kız kardeşinin piyanoyu hırpaladığını sonunda
fark etmiş, sille tokat salondan dışarı çıkarmaya uğraşıyordu. Bu arada yatalak teyze de, kendisini dövmeye
geldiklerini sanıp, korkudan bağırmaya başlamıştı.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:79)
Yatır : Bir mezarlıkta yatan Evliya ya da benzeri Ermiş, Ulu kişi
“Afrika ormanlarındaki gibi yırtıcı hayvanlar, yılanlar olacak değil a bizim çıplak toprakta. Olsa olsa
cin, şeytan, yatır veya ölümsüzlüğün sırrına eren dedeler doldurur köşe bucağı.”
(M. Makal, “Memleketin Sahipleri”, sa:3)
Yatmak : Beraber olmak, cinsel ilişkide bulunmak; Bir işin, bir anlaşmanın askıya alınması, bitirilmemesi
“Cam cam, billur billur, fanus fanus çeşmibülbüller gibi yaşıyorsun dostum. Dumanlarımıza,
cıgaralarımızın dumanlarına bak efendi! Bu mavi şey nedir? Bu insanın içini sevinçten, keyiften parlatan şey
nedir? Ne kadınla yatmak, ne şarap içmek, ne arkadaşlarla prafa oynamak, ne tiyatro, sinema seyretmek...”
(S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Öyle Bir Hikaye”, sa:13)
“Tıraş olup kolonya bulamazsa nasıl terdirgin oluyorsa ben olmazsam öyle tedirgin oluyordu. Ben
olursam rahattı. O kadar rahattı ki ara sıra bir bir başka kadınla da yatabilecekti. Elbette bana bir lüzumlu eşya
muamelesi göstermiyordu. Şimdiden sonra belki kul köle olacaktı.”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:83)
“Kadın, açıklamak ister. Dinlemez bile Reed.
-Umurumda değil, der, elbette istediğini yapabilirsin, istediğinle yatabilirsin, ben de çok yattım.
Gerçekten kadınlarla yattı mı bilinmez ama bu sözler karısını çok yaralar, ‘Kiminle yattın?’ diye sorar,
‘Kiminle yattın?”
(A. Altan, “İçimizde Bir yer”, sa:14)
“Ama saat daha altı bile olmadığı için, yemeğe kadar ne yapacaklarını soruyor. Margot, Sen ne istersen
onu yaparız, diyor ve sözcüğün gerçek anlamıyla Walker’ın istediği şeyi kastediyor, çünkü Walker’ın en çok
istediği şey onunla yatmak.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:138)
“Bütün bunlar yeterince kötü değilmiş gibi, bir de şu seks meselesi var, iki çiftin yaşadığı bir evde eşi
olmayan tek kişi olmak, ince duvarlardan üst kattaki düzüşme seslerini dinlemek var. Sevişmeyeli çok uzun
zaman oldu, anımsadığı kadarıyla tam on sekiz aydır onunla yatmak isteyen kimse çıkmadı.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:102)
“Öldür beni. Ben mezere, sen mapusa. O zaman benim oğlum ıpırat oturur evinde. Canı isterse senin
kokar Fatma’yı da koynuna alır bir güzel yatar. Eğer benim oğlum almazsa kendi öz kardaşlarından biri alır.
Koca ovaya rezil kepaze olursunuz sülalecek...”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:59)
“Becker etkileyici bir performans sergiliyordu ama çok ileri gitmişti. Fahişelik İspanya’da yasadışıydı
ve Senor Roldan da dikkatli bir adamdı. İstekli turist numarasına yatan Guardia memurlarından daha önce ağzı
yanmıştı. ‘Onunla yatmak istiyorum.’ Moldan bunun bir tuzak olduğunu anlamıştı.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:111)
“Uzun kızıl saçlı bir genç kızdı konuşan. rüzgarda saçlarını düzeltiyordu, rüzgarda uçuşuyor gibiydi,
ayak parmakları kumlara gömülmüştü.
‘Ne dersin babalık? Ne yaparsın? Ha? Ne yaparsın kızlardan biri altına yatsa?’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:89)
“... iriyarı bir kadındı; Terralba ailesinin bütün delikanlılarını emzirmiş, daha büyüklerin hepsiyle
yatmış, bütün ölenlerin gözlerini kapatmıştı. Şimdi, iki gönüllü mahpusun odaları arasında mekik dokuyor,
onlara nasıl yardımcı olabileceğini bilemiyordu.”
(I. Calvino, “İkiye Bölünmüş Vikont”, sa:23)
“Ona yanaşan bir orospuyla, istek duyduğu halde yatmıyor, çünkü üstünde yalnızca bin franklık bir
banknot var ve ondan paranın üstünü istemeye cesaret edemiyor.”
(A. Camus, “Defterler 2”, sa:40)
“Bira içip sarhoş oluyordu. Sonra her biri bir yana, arka sokaklarda öpüşüp şarkılar söyleyerek... Belki
yatıyordu liseli arkadaşlarıyla. Kolay bir kadın olduğunu düşündü. Kumsalda yarı çıplak uzanmış, güneşlenirken
ilk o bakmıştı kollarının arasından. Gülümsemişti. Yok ben gülümsedim ilk. ‘Bu akşam onu yatağa atarım’ diye
düşünüyordum.”
(P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:87)
“Heidi’nin yüzünde, fesat bir gülümseme belirdi. ‘Onlar bilmezler, ama bizde de ereksiyon olur!’
‘Onlar’ derken, erkekleri kastediyor olmalıydı. Konuşmanın bu kadar gizli konulara kayması Maria’yı
yüreklendirmişti: ‘Kocanızdan başkasıyla yattınız mı hiç?’ ”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:214)
“Ve niye özgürüm? Çünkü bugünlerde, herkes diğeri hakkında ne varsa biliyor, sadece soruyorsunuz ve
yanıtı önünüzde: kredi kartınızı nerede kullandığınız, en son nerede olduğunuz, kiminle yattığınız.” ..... “Kadın
odanın diğer tarafında tek başına oturan garip görünüşlü bir adama döndü. ‘Bir kadınla yattığında hiç ereksiyon
olmadığın oldu mu?’.Yine herkes güldü.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:20;97)
“Çölden döndüğümden beri bir kadınla yatmadım. Bu en uygunsuz zamanda cinselliğim kendin tekrar
belli etmeye başlıyor. Kötü uyuyor ve sabahları kasıklarımdan bir dal gibi büyüyen öfke dolu, ama sessiz bir
ereksiyonla uyanıyorum.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:195)
“Ansızın, çok eski bir anı geliyor aklına: Trompsburg’un dışında, N1 karayolunda arabasına aldığı biri,
yalnız başına yolculuk eden yirmi yaşlarında bir kadın, yanık tenli, üstü başı toz içinde bir Alman turist.Touws
Nehri’ne kadar gitmişler, bir otelde oda tutmuşlardı. David kadına yemek yedirmiş, sonra da onunla yatmıştı.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:221)
“THE NİGHT OF LOVELESS NIGHTS
(Aşksız Gecelerin Gecesi)
-----------------------------------------------Yatmak onunla
Tek ve şaşırtıcı gölge için
Aynı sıcaklık ve
Aynı yalnızlık için
-----------------Yatmak onunla
Dile gelmez deniz kazası
-----------------Yatmak onunla
Kendimizi kanıtlamak, gerçekten kanıtlamak için
Çökmediğim hiçbir zaman sevgilerin ruhu ve bedeni üzerine
Bir ilk lekenin yalanının”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:107)
“YERYÜZÜ AYETLERİ
-----------------------------bir kıvılcım, ufacık bir kıvılcım bazen
ansızın
bu suskun, cansız kalabalığı içten parçalıyor
birbirine düşürüyordu
erkekler, birbirinin gırtlağına bıçak sallıyor
kandan bir yatağın ortasında
buluğa ermemiş kızlarla
yatıyordu”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:80)
“Ona, Maria’nın nasıl öptüğünü ve yalnız aşıklarının bilebileceği birçok gizi nasıl öğrendiğini sordum.
-‘Oh, biz arkadaşız ya’ diye bağırdı. ‘Birbirimizden saklımız gizlimiz yoktur. Sık sık yattım onunla,
birbirimizle oynaştık. Çok güzel bir kız yakaladın, eşi yoktur.’ ”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:143)
“Hank de 25 yaşında, yakışıklı bir delikanlıydı; ama Colette’in onunla yatmadığından emindi Chester.
Bu konuda Colette’le yüzleşmiş; genç kadını kollarından yakalayıp dişleri takırdayana dek sarsmıştı. Gerçekten
başka hiçbir şey söyleyemeyecek kadar ödü kopan Colette de kocasına Hank’le yatmadığını söylemiş, bu
olaydan sonra da bütün bir gün boyunca ağlamıştı.”
(P. Highsmith, “Ocak Ayının İki Yüzü”, sa:116)
“Elizabeth Rothman güldü ve ‘Kendinizden kaçamazsınız Miss Belkıs,’ dedi -ı harfini yine i olarak
söylemişti: Belkis.
Elizabeth Rothman koyu renk keten bir ceket-pantolon giymişti. Olur şey değil, tıpkı Belkıs’tı. ‘Kendi
cinselliğinize bir gün uyacaksınız. Benimle yatıp yatmamanız hiçbir şeyi değiştirmez. Siz cinsellik için, cinsel
ilişkinin her tutumu için yaratılmışsınız Miss Belkis...’ ”
(S. İleri, “Cehennem Kraliçesi”, sa:71)
“5. KADIN - Tanrım, acıyın!
3. ERKEK - Ben babamı öldürdüm!
5. KADIN - Ben babamla yattım!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:164)
“ ‘Özgürlük uğruna savaşıyorum, dilediğim gibi hareket edebilirim.’
‘Özgürlük, Yüce Düşünce’ye boyun eğmektir, dilediğin gibi hareket etmek değil.’
‘Bu söylediklerin erkekler için geçerli. Ama ben kadınım. Erkekleri gördüm mü, içlerinden biriyle
yatmaktan başka şey düşünmem.’ ”
(N. Kazancakis, “Kardeş Kavgası”, sa:200)
“Nitekim ertesi gün ceza evine uğrayan Nefise, Kudret beyden her şeyi öğrenmiş, bir kaç gün sonra
meseleyi öğrenip çiftlikte öğünen ablasının karşısına dikilerek:
-Kudret olmasaydı o iş yatardı, demişti.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:111)
“Mümkünse biriyle birlikte yattığım, nerede akşam, orada sabah günler. Sanki yaşamım yeterince
belirsiz ve karmaşık değilmiş gibi, ayrılmaz dostlarımla paramız pulumuz varmışçasına...”
(G.G. Marquez, “Anlatmak İçin Yaşamak”, sa:10)
“Tam I. Bölüme dönmüştü ki, merdivende Julia’nın ayak seslerini duydu ve onu karşılamak için
koltuğundan kalktı. Julia elindeki alet çantasını yere atarak kendini onun kollarına bıraktı. Birbirlerini görmeyeli
bir hafta olmuştu. Birbirlerinden ayrılırlarken, ‘Kitabı aldım,’ dedi Winston. ‘Aldın mı? İyi,’ dedi Julia. Pek
ilgilenmişe benzemiyordu. Kahveyi hazırlamak için ocağa doğru eğildi.
Yattıktan yarım ssat sonra, bu konuya yeniden dönebildiler. Hava, akşamları yatak örtüsü kullanmayı
gerektirecek kadar serinlemişti.”
(G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:163)
“Sonra Lugli olayı da sona erdi. Arkasında büyük borçlar bırakarak kaçtığı öğrenildi..... güzel günler
geçirip birlikte yattıkları villalara gitti, öyle çok çaba harcadı ki, sonunda onun Cenova’da olması gerektiğini
öğrenmeyi başardı. Sonra altınlarını ve bulabildiği üç-beş kuruşu alıp Cenova trenine atladı.”
(C. Pavese, “Ay ve Şenlik Ateşleri”, sa:135)
“Kız her zaman onunla yatmak istiyordu, bu can sıkıcıydı: birbirine girmiş bedenleri, ilkbaharının bu
başlangıcının yakıcı sıcaklığında biraz yanık bir tavşan yahnisi kokusu salıyordu. ‘Hem sonra Maud orta malı,
bugün benimle, yarın bir başkasıyla, bunun hiçbir anlamı yok.’ ”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:229)
“Maud kolunun üzerine doğru yatmıştı, kaptan elini nazik, ama dalgın okşayışlarla kalçalarında, kaba
etlerinde gezdiriyordu; kadın kendini alçalmış, küçük düşmüş, hakarete uğramış hissediyordu: ‘Benden
hoşlanmadıysa, kendini benimle yatmak zorunda sanmasın, diye düşündü.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:165)
“GRATIANO
Eh hadi öyle olsun: kitaba el basıp da
Nerissacığın yanıt vereceği ilk sorgu:
Bugün akşama kadar bekleyecek mi, yoksa,
Sabahın ikisinde yatacak mı Nerissa?
Biraz karanlık olasa başka türlü tanırdım,
Hakimin katibiyle yatıyorum sanırdın.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Venedik Taciri”, sa:182)
“Şükran Hanım, çenesini, cıgarayı tutan elinin başparmağına dayadı:
-Kadir, benimle yattığını, size, eniştemin yazıhanesinde karşılaştığımız gün söyledi, değil mi?
-Yattığını mı? Ne münasebet!..
-Söyledi.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:356)
“En sonunda kendisiyle öyle kolayca yattığına göre kimbilir daha başka kimlerle yatmıştır, çocuk hiç de
ondan olamaz, dediğinde artık çok geçmiş. Ben karnında kocaman olmuşum ve çıkarıp atamamış.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:16)
“Yine hayranlıkla sordum:
‘Şimdi kadın mısın yani?’
‘Kadınlığa hazırım. Bir oğlanla yatarsam çocuk doğurabilirim.’
Sadelik ve ciddiyetle söyledi. Gözlerim mavi, saçlarım kestane der gibi...’ ”
(D. Tomazani, “Konuşmayan Su”, sa:141)
“Böylece, güzel bir gece yarısı bütün beyinler ağırlaştı; ertesi gün de herkes geçmiş hakkında en ufak
bir şey anımsamadan uyandı. Karılarıyla yatan birkaç Dicaréstique (Paris’te Parlamento üyeleri), belleğin dışında
kalan bir içgüdü artığıyla onlara yaklaşmak istedi.”
(Voltaire, “Hikayeler - Hafızanın Hikayesi”, Cilt:I, sa:9)
“Meryem karanlıkta sakalını okşadı:
‘Kötü bir şey yapmadık: karı koca olduk’, dedi.
‘Karı koca mı olduk? Ne demek o?’
‘Ne demek olacak? Güzelce yattık seninle.’ ”
(T. Yücel, “Peygamberin Son Beş Günü”, sa:240)
“Kulağını uzatıp Adele’in koridordaki ağır ayak seslerini dinliyordu. Octave şaşkındı:
-Onunla da mı yatıyorsunuz yoksa?
Trublot bu kez yadsıma yüreksizliğini gösterdi:
-Bu pasaklıyla mı? Hadi canım! Beni kim sanıyorsunuz?”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:113)
“-Beni dinle, Narcisse, dedi Madam Josserand, durum böyle böyle. Senin altın gibi yüreğine ve verdiğin
sözlere güvenerek, bu aileye elli bin frank çeyiz parası sözü verdim. Bunu ödemezsek evlilik yatar.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:16)
“Leonard’dan gelmiş beş mektup vardı. Ateşkesten hemen sonra Clarissa’ya yazmıştı. Ardından tekrar
ve ekrar. Clarissa ise onun kendisini unuttuğunu düşünmüş, kocasıyla yattığından beri ise ona yazmaya
utanmıştı. Artık çok geçti, bu yalanı yaşamaya devam etmesi gerekiyordu, çocuğu bir başkasının oğlu olduğuna
inanmalıydı.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:184)
Yavan; Yavan (katıksız, kuru) ekmek yemek : Basit, sade, katıksız, çok heyecan uyandırmayan; Kuru
ekmeği, yanına hiç katık bulamadan yemek; aşırı fakirlik, basitlik ve sadelik
“YOLCULUK VII
Acıdır gezilerden çıkardığımız bilgi!
O küçük, yavan yeryüzünün bugün de, dün de,
Yarın da, her zaman, biziz bize gösterdiği:
Bir korku yeşilliği bir sıkıntı çölünde.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:265)
“... çığlıktan, terden, tozdan oluşmuş kaba dünyalarında ince, hoş, aynı zamanda söyledikleri kaba
sözlerin bile kendilerini uzaklaştırmadığı, çekiciliği dile gelmez bir dünyayı gözlerinin önüne seren bu yavan
bergamut (trunçgillerden bir meyve) ve krem kokusu olduğunu tasarlayarak kokladıkları dudak boyasının
kokusundan, en küçük yaşından beri bedenlerin, plajlarda kendisini mutlulukla güldüren güzelliklerinden..... ve
daha hayvansı kokulara karışma isteğinden oluşmuş bir ikinci yaşam gibi olmuş olan bu gece.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:216-7)
“Elyazmasını bir kenara bırakıyor. Soylu babaymış ha! Zavallı çocuk! Gerçek bundan daha yavan,
eksiksiz gerçek daha da yavan. Ama kayıtları tutan melekten başka eksiksiz, yavan gerçeği kayda geçirmeyi kim
düşünür ki? Kendisi yirmi iki yaşındayken bunca tutkuyla yazmış mıydı?”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:170)
“Soraya ile sevişmesinin, olsa olsa yılanların birleşmesine benzediğini düşünüyor; uzun uzun,
kendilerini iyice vererek sevişiyorlar; ama en coşkulu anında bile oldukça soyut ve yavan bir birleşme bu.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:9)
“Herodot üç-dört İyonya sözcük işareti okumasın, her şeyi bildiğini ileri sürer. Her şey üzerine konuşur
o. Ve bu da yetmezmiş gibi, Amphipolis’in düşmesi gibi utanç verici bir yenilgiden sonra (önleyememiştir bunu,
hem silah ve hem de yönetim yenilgisidir bu) Peloponez’deki kötü serüvenlerini unutan ve savaşta olanları
‘olduğu gibi’ anlatmaya razı bir vakanüvis olarak yeni bir kişilik yaratmış olan Thukidides’ten daha tantanalı ve
yavan birini yaratırdı.”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:95)
“Başkalarının, yaşamları ne denli yavan olursa olsun, hiç olmazsa bir olayla karşılaşma olsaılıkları
vardı. Bazen bir serüven beklenmedik bir sürü değişiklikler getiriyor, insanı çevreleyen dekor değişiveriyordu.
Emma’nın başına hiçbir şeyin geldiği yoktu.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:71)
“Birkaç gün yavan ekmek yiyip kahve içerek odamdan çıkmadım, ama sonra açlık canıma tak dedi, bir
lokantada aldım soluğu.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:55)
“Gerçi hem sözü kısa keseyim dedim, hem de biraz uzattım. Lakin zannederim ki can sıkacak kadar da
bir yavan söz söylemedim. Herhalde seni eğlendirebilmişim inancındayım.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:80)
“Sosyalizm, feminizm, anarşizm, yoga, uzakdoğu felsefesi, taocu seks, ikebana kursları, parapsikoloji,
sağlıklı beslenme, çevre duyarlığı, yeşil politika gibi çok çeşitli şeylere bulaştıktan sonra, şimdi evimde nihilist
nihilist oturuyor..... Hepimizin, bütün gençliğimiz boyunca büyüklerimizden hemen her Allahın günü duyduğu
bu yavan sözü söyleyebilmek için, niye bu kadar zaman kaybettiğimi, bu sıradan gerçeğe ulaşmak için, niye bu
kadar gezip dolaştığımı sormayın bana. Bilmiyorum.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:12)
“MÜZİK
Çimenleri bile soluk, yavan, tatsız alanda
Her şey nizami; ağacından çiçeğine kadar,
Perşembe akşamları tıknefes kasabalılar
Gezdirir kıskanç aptallıklarını sıcakta.”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:86)
“-‘Ich werde es zerreissen’... ‘Alm.: Parçalayacağım bunu’... size önceden haber veriyorum, ben bu
eşiği atlayacağım, insanların yaşadığı bu uslu akıllı, yavan ve barışçı dünyanın dışına çıkacağım, ondan
kopacağım, insansızlığa, yokluğa düşeceğim...”
(N. Sarraute, “Çocukluk”, sa:8)
“Anny, üstünde kara uzun bir giysiyle kapıyı açtı. Her zamanki gibi, ne elini uzattı, ne merhaba dedi.
Sağ elim yine pardesümün cebinde kaldı. Beylik sözlerden kurtulmak için, çabuk ve yavan bir sesle:
‘Gir ve istediğin yere otur, pencerenin yanındaki koltuktan başka,’ dedi.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:182-3)
“Vinicius: ‘Evet, Ereğli’ye de uğradım. Corbulo beni oraya yardımcı kuvvetler toplamam için
göndermişti.’ diye karşılık verdi.
Oetroneus: ‘Ah, Ereğli! Ben orada, Peppaea da dahil olmak üzere, dünyanın bütün kocadan boşanmış
kadınlarına değişmeyeceğim Kolchis’li bir kız tanımıştım..... Tigran’ların, hatta Arulanus’un anlattığına göre,
memleketlerinde hala dört ayak üzerinde süründükleri halde yalnız bize karşı insanlık taslayan bütün o
barbarların hepsi benim için iç sıkan, yavan şeyler ise de, bilhassa başka şeylere dair konuşmanın tehlikeli
olduğu Roma’da şimdi revaçta olan bu konu.”
(H. Sienkiewicz, “Quo Vadis”, sa:6)
“ ‘Bir ağaç mı aramalıyım? Bu birbirinin aynı odaları, kitaplıkları, Catullus <Gaius Valerius Catullus:
İ.Ö.84-54; Roma’lı şair; Aşk ve nefreti beraber işleyen ünlü lirik şair. Lesbia adlı aşık olduğu kadın için yazdığı
25 şiirin dışında, Julius Caesar devrinin büyüklerini aşağılayan dizeleriyle bilinir.> geniş sarı sayfayı, ormanlar,
kırlar için bırakmalı mıyım? Kayın ağaçları altında yürümeli ya da ağaçların sevgililer gibi suda buluştuğu ırmak
kıyılarında mı dolaşmalıyım? Fakat doğa bitkilerle çok kaplı, çok yavan. Yalnızca büyük genişlikleri,
yükseklikleri, suyu, yaprakları var. Ateş ışığını, gözden ırak olmayı, bir tek kişinin kollarını, bacaklarını
istemeye başlıyorum.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:38)
“Ama doğa o kadar da hızlı adımlar atamaz; tuhaf ve sapkın bir tutkunun baskısıyla bu kuru, yavan
yaratıkta belli ölçüde bir zihinsel hareket sağlanabilmiş olsa da, Crescenz’in yeni öğrendiği bu dar kafalı düşünce
tarzı, daha sonraki durumlarda yetersiz kaldı; bu açıdan onun içgüdüleri hala hayvanlar gibi kısa erimliydi.”
(S. Zweig, “Amok Koşucusu-Leporella”, sa:167)
Ya var ya yok : Aşağı yukarı, takriben, ortalama
“Şimdi kızlar da bizim çadırlı karargahı fark ettiler. Suruyorlar. Başlarındaki bayan öğretmen, kızlara
bir şeyler söyledikten sonra bize doğru geliyor. Aramızda 200 metre kadar mesafe ya var ya yok.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:43)
“Binbaşı Hakkı Bey otuz beş yaşında ya var ya yoktu. Orta boylu, ince belli, geniş omuzlu bir
delikanlı... Evin teklifsiz bir ahbabı alışkanlığıyla havuz başındaki gruba yanaştı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:39)
“Sonra, ‘ne zamandan beri burada oturuyorsun?’ diye sordu.
‘İki aydan beri.’
‘Hiç baskın filan oldu mu?’ Kern başını salladı ‘Öyleyse yanılmış olacaksın. Uykudayken kimi zaman
bir osuruk gök gürültüsü gibi çalınır kulağa.’ Cep feneriyle Kern’in yüzünü aydınlattı.
‘Vay canına, yirmi yaşında ya var ya yok. Mülteci misin?’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:18)
Yavaş yavaş : Ağır ağır, zamanla, ihtiyatla
“Ancak bu söyleşiler, gazetecilikte kullanılış biçimine göre her biri küçük kalıplara dökülmüş ve
başlangıçta fi tarihinden kalma gibi gelen yavaş yavaş olağanüstü ilgi uyandıran, sözdizim kurallarının yerinde
kullanılmadığı, dil olarak gitgide argolaşan bir yöntem evrimine dönüşmüştür.”
(U. Eco, “Açık Yapıt”, sa:277)
“Goldmund bir süre daha uyuyamadı, görüntüler yeniden yavaş yavaş su yüzüne çıktı, dostu Narziss’in
sözleri yeniden alev alev canlandı, tutuştu; bir kez daha o sarışın ve görkemli kadının, annesinin hayali
gözlerinin önünde belirdi, ılık bir rüzgar gibi ruhundan esip geçti, yaşamın, sıcaklık, sevecenlik ve içtenlikli
anımsatmaların oluşturduğu bir bulut gibiydi tıpkı. Ah, anneciğim! Nasıl unutabilmişti annesini, nasıl!”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:68)
“PENCERE
------------Daha sonra, hava yavaş yavaş kararırken ve batan
güneşin
sessiz, menekşeli titreşimleri solarken duvarlarda ve
çitlerde,
sokak lambaları bile yanmadan önce, apansız bir
sıcaklık
yayılır ya - işte o anda, yüzlerin kimin yüzü olduğu
görülmese de kestirilebilir...”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:77)
“Kunduracı, yol ayrımındaki çan kulesine yaklaştığında, tam kulenin arkasında bir beyazlık farketti.
Akşam karanlığı yavaş yavaş bastırıyordu. Kunduracı dikkatle baktı, ama ne olduğuna bir türlü karar veremedi
beyazlığın. ‘Burada böyle bir taş yoktu eskiden,’ diye düşündü.”
(L. Tolstoy, “İnsan Ne İle Yaşar”, sa:19)
“Ama o boyuna konuşuyor, gevezelik ediyordu. Harlov’un çevresinde zıplıyor, fır fır dönüyordu.
Başuşakla çamaşırcı hala gelmemişti! İçime büyük bir korku düştü. Annem konuşurken yavaş yavaş rahatlayan,
sonuna doğru yatışıp tümüyle boyun eğen Harlov’un yeniden öfkelenmekte olduğunu anlıyordum.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:84)
“Güneş daha doğmamıştı. Deniz, gökyüzünden yalnızca, kumaşın kıvrımlarını andıran belirsi
kıpıdanmalarla ayrılıyordu. Yavaş yavaş tanyeri ağardıkça ufukta denizle göğün arasına kara bir çizgi yayıldı;
yol yol oldu gri kumaş yoğun çırpınmalarla birbiri ardından...”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:5)
Yavru balaban bakışlı : Gürbüz, iri, iyi besili, benekli, kırmızımtrak sarı tüylü, Balıkçıla benzer Balaban
kuşunun çekici edası ve görünümlü
“Muhtarın kızı kuyudan su çrkiyordu. Kıçı başı ırlanıyordu durmadan.
Haceli, doğruca merdivenlere yürüdü. ‘Bu muhtarın kızı da kız olacak valla. Olacak ki bir felaket suna
olacak. Alanlar övünsün. Yavru... Yavru balaban bakışlı... Düz yolda giderken keklik sekişli...’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:144)
Yavrucağım; Yavrucak : (Zavallı) küçük yavru(m)
“Haşarı sokak kedileri arasında kalmış bir ev Minnoş’u gibi bu masum yavrucak, sağdan soldan gelen
darbelere, bağırış çağrışlara aldırış etmeden işini görmekte.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Çeşmebaşı”, sa:19-20)
“Eve, sevimli sevimli güldü. Mösyö Darbédat sigarasını yaktı, birkaç nefes çekti.
-Yavrucuğum, diye konuşmaya başladı, uzun lafın kısası, ikimiz eskiden olduğu gibi gel yine
gevezelik edelim. Haydi gel, otur, akıllı uslu beni dinle. Şu yaşlı babacığına kulak vermen gerek.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:53-4)
“İp, herhalde kızın bileğine dolanmış, gerildikçe daha fazla sıkışmış olsa gerekti. Jean, bereket ki bir
tarlaya dalıp kestirmeden gitti. İneğin karşısına öyle hızlı çıktı ki, hayvan sersemledi, zınk diye durdu. Jean, ipi
hemen çözdü, yavrucağı otların üstüne oturttu.
-Bir yerine bir şey olmadı ya?”
(E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:7)
Yavrum : Çocuğum, evladım: küçüklere sevgi gösterisi; Eşine, sevgilisine yakınlık gösterisi
“O ÇOK ŞEN KADINA
----------------------------Ve, ne esriten tat, değil mi,
Yavrum! o en güzel, en parlak
Yeni dudaklardan akıtmak,
Aşılamak sana zehrimi!”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:307)
“... bunu yaparken de elini kadının omzuna koydu: ‘Şimdi, sevgili yavrum, onu nerede bulabileceğimi
söyleyin artık.’ Kadın da söyleyiverdi, bunun nasıl olduğunu anlayamadı, uzun süredir kafasını kurcalayan bu
sır, ruhunun derinliklerinde gizliydi oysa: ‘Prens Heinrich Oteli.’ ”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:14)
“ ‘Yavrum,’ dedi rahip yavaşça, ‘bütün bunları aynı cümlede sıralamamalısınız.’
‘Memleketimdeki rahip de böyle derdi bana: Yavrum... Pazar günleri ayini yönetmek için bisikletiyle
uzun bir yoldan gelirdi...’
‘Yavrum,’ dedi bir kez daha alçak sesle, ama yanıt alamadı.”
(H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:14-5-6)
“Tek kelime söylemeksizin oturma odasına doğru geriledim. Arkamdan geldi ve ‘Bana neden öyle
hayalet görmüş gibi bakıyorsun, yavrum?’ dedi. ‘İstersen konuşmaya başlamadan önce bir fişekleyeyim seni!’
Bu arada çantamın yanına gelmiştim; aklımdan, hadi fişekleyelim bakalım, diye geçirerek tabancayı çıkardım ve
derhal ateş ettim.”
(H. Böll, “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, sa:124)
“Bir ara bitişik odanın kapısı açıldı, kapı aralığında sıska bir kadın yüzü belirdi; gözleri sarıya çalan ve
büyük büyük, bir kadın yüzü. ‘Gayret et, yavrum,’ dedi kadın. ‘Seni okula göndermek için nelere katlanıyorum,
biliyorsun. Bu derslere de para veriyoruz.’ ”
(H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:19)
“Kurşuniler giyinmiş, sevimli bir yaşlı kadın göründü. Kollarını açarak ona doğru ilerledi.
-Gel yavrum.
Şakayık, soluk soluğa:
-Tehlikedeyim, dedi.
Başrahibe:
-Burada Tanrılar bizi bütün insanlara karşı korurlar, dedi.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:304)
“M. Bernard dikkatle ona bakmaktaydı. Jacques’ı omuzlarından tutmuştu. ‘Aldırmayın,’ demişti, sonra
Jacques’ı sarsmaya başlamıştı, ‘O bana çoktan ödedi.’ İşte gidivermişti. Büyükanne daireye çıkarken Jacques’ı
elinden tutuyor, ilk kez elini sıkıyordu, var gücüyle, bir tür umutsuz sevgiyle. ‘Yavrum, diyordu, yavrum.’ ”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:131)
“Dinleyenlerden hafif bir mırıltı yükseldi. Hele garson William sarsılmış gibiydi.
Amca Bey: ‘İşte arabamda gezdirdiğim çocuk bu! Kendi ellerimle büyüttüğüm yavru bu!’ diye bağırıp
duruyordu. ‘İnkar edebilirse etsin bakalım!’ ”
(Ch. Dickens, “Büyük Umutlar”, sa:324)
“Yan gözle anneme baktım, onun da gözleri ıslanmıştı sanki. O anda aklıma, enştemin bizlere öğrettiği
bir bilmece geldi:
‘Çam ağacını oyarlar,
İçine tinton koyarlar.
Ağlama yavrum ağlama,
Şimdi kulağını burarlar!’
Şimdi keman çalmanın sırası değildi. Nisa’ya bir kez daha baktım, gözyaşları artık sellere dönmüştü.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:10)
“Julie çok iyi anlıyor sorunun ciddi olmadığını; ama ne diye sarsılsın?
-Nasıl olur, enişte! Hiç madolyon görmediniz mi siz?
Anthime hemen kıvırıyor yalanı:
-Görmedim vallahi, yavrum, diyor; ahım şahım birşey değil; ama herhalde bir işe yarıyordur.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:14)
“YILDIZIM, SÖNÜP GİTTİN KARANLIKTA
---------------------------------------------------------Işığa kesmiş bir el siliyor gözümden akan yaşları;
ah yavrum, birden can evime ulaşıyor söylediğin sözler.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-yazıt”, sa:19)
“Kanlar bacaklarımdan aşağı akarken, giysilerimi kireçtaşı yığını üzerinde bırakarak, ağlaya ağlaya eve
kadar kendimi zorlukla sürekledim. Annem zaten beni aramaya çıkmıştı (neden sokakta tek başıma olduğumu
hatırlayamıyorum) ve ben o perişan halde görünce feryadı bastı: ‘A canım yavrum! Kim yaptı buna sana?’ diye,
ama çığlıklar ve gözyaşları bir işe yaramıyordu, suçlular çoktan uzaklaşmışlardı, belki de o mahalleden
değillerdi. Çok şansım varmış ki içerdeki yaralarım geçti, çünkü yerden alma telde her şey olabilirdi, hepsinden
önce de tetanos için açık bir kapıydı. Francisco’nun ölümünden sonra sanki talihsizlik yakamızı bırakmak
istemiyordu.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:64-5)
“...kaderin benzersiz bir iyiliği ve her zaman geri alınabilecek bir bağış olarak gördü beni <büyükbabam>;
daha ne isteyebilirdi benden? Varlığım yetiyor da artıyordu ona. Tanrının sakalı ve Oğlunun Kutsal Yüreğiyle
bir Aşk Tanrısı olmuştu artık; elini başımın üzerine koyardı; avucunun sıcaklığını kafatasında duyardım; şefkatle
adeta meler gibi, yavrum derdi bana ve buz gibi gözlerine yaşlar dolardı.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:19)
“LEAR (Regan’a.) - Güzel ülkemizin şu üçte bir parçası da sonsuza kadar senin ve soyunun olsun. Bu
da, Goneril’e bağışladığımız parça kadar engin, değerli, her çeşit haz ve eğlenceye uygun... (Küçük kızına.)
Cordelia, hayatımın neşesi, Fransa bağlarının Burgonya otlaklarının sevgisini kendilerine çekmek için can
attıkları küçücük yavrum, kardeşlerinden daha değerli bir parça elde etmek için ne diyeceksin?
CORDELIA - Hiçbir şey, efendimiz.”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:14)
“Vardım ki yurdundan ayak götürmüş
Yavru gitmiş, ıssız kalmış otağı
Camlar şikest olmuş, meyler dökülmüş
Sakıyler meclisten çekmiş ayağı”
(Vardım ki: Gelip gördüm ki; Cam: Kadeh; Şikest olmak: Kırılmak;
Mey: İçki, şarap; Sakı(y): Mey dağıtan, şarapçı, meyhaneci)
(Bayburdlu Zihni-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:469)
Yavrumküçük :
Bk.: Balıksırtı
Yavu : Yahu, bu ne biçim iş
(Anadolu şivesi)
“ ‘Ayıptır bunlardan ötürü kavga niza çıkarmak. Bırakın gürültüyü yavu, barışık yaşayın. Hırıldaşıp
durmaktan ne çıkar?’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:89)
Yavuklu, Yavuklu olmak : Nişanlı; Sözlü, nişanlı olmak
“Don Quijote, bir ağaçtan, kargı olabilecek ölçüde sağlam bir dal kopardı, eski kargısının demir ucunu
buna taktı. Okuduğu kitaplardaki, geceyi ormanlarda, bomboş çöllerde, yavuklularını düşünmekle geçiren
şövalyeler gibi davrandı, sabaha kadar gözünü yummadı, dur durak bilmeden Dulcinea’yı düşündü.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:50)
“BİR BİLSEYDİN
---------------------
Bir bilseydin.
Benden uzakta, bir evin yapımı bitiyor.
Ak gömlekli bir duvarcı iskelenin tepesinde çok
hüzünlü bir şarkı söylüyor, sonra birdenbire
harç dolu bir kapta evin yavuklusu beliriyor.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:35)
“Bu gibi durumlara, Bakırköy Halk Otobüsünü kullanan yolcular pek alışıktırlar. Orada kimsenin çorabı
kaçmaz; torun, babaannesinin eteğini çekerek simidini yemesine devam eder. Günlerden Cumartesi veya Pazar
ise, izne çıkan asker, gözlerinde yavuklusunun hayali, ağzında ‘çeşmi siyah’, yanık yanık tüter.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Ağır Ol, Gelen Var”, sa:39)
“Başka bir vagondan, bir başka ciğeri yanık Budyeyovitse’ye doğru höykürüyordu:
Ayrı düşmüşüm yavuklumdan,
Düşmüşüm of aman aman...”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:325)
“Bereket versin, Romanya gelenekleri bu kabullenme işini kolaylaştırıyordu: bir yandan papaz, öte
yandan ‘yüzsüz’ baba çağrıldı ve çardak yavuklular, papazın önüne diz çöküp tanrısal kutsamaya ulaştılar.”
(P. Istrati, “Minka Abla”, sa:124)
“-Evlenmek mi? Sen ha, olacak iş mi bu İsmail?
-Neden olmasın? Ben üç aydır yavukluyum bile. Bu kez iyi ürün olursa mutlaka evleneceğim.
-Daha bıyığın, sakalın çıkmamış. Daha on beş yaşına bile basmadın. Şu boyuna bosuna ba k.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:65)
“Emine kendi tefini de aldı, üçümüz bilikte kalktık; biraz ilereki incirlerin dibine gittik. Biz orada,
alaturka bir todi tiryosu <Çingene üçlüsü> halinde ninniyi çalarken baktık ki, bizim Reha Bey de bir taraftan
boyuna ahları, ofları salıveriyor; Etem de ikide bir,
-Hay yaşayasınız yavuklularınızla beraber üç kumrular!..., diye abğırıyordu.
Bizim tiryo bitince Nazlı’nın aklına şimdi çadırda mışıl mışıl uyuyan küçük şoparcığı geldi ve bize,
-Siz, dedi, ha gidin sofra başına, ben bakayım bir keret <kere>çocuğuma, geleyim!...”
(O.C. Kaygılı, “Çingeneler”, sa:241)
“GEZGİN - Sakin ol Jaufré, bu yalancı bir düş yalnızca.
Sen korkak değilsin, ve uzaktaki yavukluna kavuşmak için çıktın bu yolculuğa.”
(A. Maalouf, “Uzaktan Aşk”, sa:56)
“-Daha başka Tula?
-Daha neler neler. Yavuklu olmaya hevesliymişsin, doğru değil mi bu? Yoksa Tanrı seni ne diye bunca
güzel yaratmış?
-Alay ediyorsun ha!”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:19)
Yavuz : Mert, yiğit, güçlü
“SÜVEYŞ <1957>
----------Saçındaki çiçeği yükleyip merhabasına
Yoluna dikildiği ilk gündenberi onun
Geceyi tutup getirmek birinci işi
Sonra belirtmek geceyi en yavuz laflarla”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:42)
Ya... ya : Bu ya da şu, biri ya da diğeri, iki seçenekten biri
“Papaz, suçüstü yakalanmak korkusuyla hindiden bir iki lokma ya alır ya almazdı. Sayın Avukat
Carrega’ya gelince, onun temeldeki sahtekarlığını keşfetmiştik. Bağda gizlenir gizlenmez yalayıp yutmak üzere
koca koca butları Türk işi cüppesinin altına gizlerdi. Eli öylesine çabuktu ki onu hiç suçüstü yakalayamazdık.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:13)
“Gönül, gurbet ile çıkma
Ya gelinir, ya gelinmez
Her dilbere meyil verme
Ya sevilir, ya sevilmez”
(Erzurumlu Emrah-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:632)
“Hemen hemen bütün gün kuşumu dışarda bıraktım. Ben çağırınca geliyor, bir bataktan fırlayıveriyor.
Önce, etrafımda uçuşur, uzaklaşır sonra ya omuzuma ya koluma konmak üzere döner gelir; yürüdüğüm vakit
uçmaz ve bahçede onunla beraber dolaşırım. Öğleden sonra, kahvaltı saatinde kediler onu çayır üzerinde gördü
ve koşup yetişmeseydim işi bitmişti. Tekrar konduğu omuzumdan ayrılmayarak kendisini kafesine kadar
götürdüm.”
(A. Gide, “Günlük”, sa:210-11)
“Kapı açılıp da salona girdikleri anda, başıma gelecek olan felaketi anlamıştım. Aynı erkeği çılgınca
seven iki gözükara rakibenin, en kanlı zamanlarında yüz yüze gelmesi gibiydi ilk karşılaşmamız. Sanki benimle
hesaplaşmaya gelmişti. Bana günümü gösterecekti. Kana kandı. Ya o, ya bendi. Salonun ortasında çaresiz
kalakalmıştım.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:15)
Yaya; Yayan : Vasıta kullanmayan insan; Ayakla, taban teperek
“Küçük köy uykuda gibiydi çünkü pınarın yanındaki çalılıkta hiçbir kımıltı yoktu; yukardaki zeytinlerin
arasında şarkı söyleyen çocukların sesleri yoktu. Anlaşılan herkes kasabaya gitmişti. Yol eski eve yüz metre kala
bitti, böylece yaya olarak, paketlerimle birlikte eve sessizce yaklaştım.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:368)
“O apar topar kaçtığımız üç gün atları perişan etmişti. Yavaş yavaş öldüler, ve bu neredeyse Tanrının
bir lütfu oldu, çünkü yiyecek bulamadığımız yerlerde tek tek ölme akıllılığını gösterdiler, biz de kemiklerinde
kalan o azıcık eti yedik. Yolumuza yaya devam ettik, ayaklarımız yara bere içindeydi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:474)
“Dinlenmeye ve gezintiye ayrılmış olan Cuma ve Pazar günleri Üsküdar, Kadıköyü, Beylerbeyi gibi,
Çamlıca’ya çevre sayılan yerlerden başka, İstanbul’un uzak yerlerinden, Boğaziçi’nden ve benzeri yerlerden
arabalarla, hayvanlarla ve kimi zaman yaya olarak gelen kadın erkek binlerce seyircinin bahçeye saldırısı,
gerçekten görülecek şeydi.”
(R.M. Ekrem, “Araba Sevdası”, sa:31)
“Yanıt veren sultan oldu. ‘Ölenlerin çok azı atlı. Ötekiler yaya askerler ve sultanlığımda yüzlercesi,
binlercesi bulunan dilenciler, ayak takımı ve hiçbir işe yaramayan gereksiz adamlar. Hepsini silahlandırmam
zaten olanaksız.’ Sesinin tınısı umursamazlık ve neşe arasında gidip geliyordu. Bahaneler uydurup izin istedim
ve çadırdan çıktım. Dışarıda bir meşalenin ışığında, bir öbek askerin yeni getirilmiş bir cesedin çevresine
toplanmış olduğunu gördüm.”
(A. Maalouf, “Afrikalı Leo”, sa:215)
“Hiç ölen yok. Genç bir televizyon muhabirinin ise şansı yaver gitmiş, yanından geçerken gözü
kamerasına takılan bir yaya ona, ana kraliçeninki ile tıpatıp aynı olan bir olayı ilk elden anlatmıştı, ‘Gece
yarısına ramak kalmıştı,’ diye sözlerine başladı, ‘can çekişir gibi görünen büyübabam, saat kulesinin son
vuruşundan biraz önce birdenbire gözlerini açtı, atacağı adımdan adeta pişman olmuş gibiydi ve ölmedi.’ ”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:13-4)
“Senden uzaklaşırken kasden yavaş gitti ya,
Ben sana koşup onu bırakacağım yaya.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:51, sa:143)
“BENİM TANRIM
----------------------Üstte karamuklar güç topluyor
Neylersin - yaşam onlardan yana.
Ben şehre gidiyorum. Yaya.
İşte kime
teşekkürü hep unuturum:
Eskimiş, ama rahat pabuçlarıma.”
(Ekaterina Yosifova<d.1941>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.09.06)
“Birkaç gün sonra, bir akşam, Jean, yaya olarak Cloyas’dan dönerken, Rognes’a iki kilometre kala, önü
sıra kasabaya dönen bir köylü arabasının ilerleyişi tuhafına gitti. Araba boş gözüküyordu, sürücü yerinde kimse
yoktu, başıboş kalan at, yolunu bilen bir hayvan ilerleyişiyle, aylak aylak ahırına dönüyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:142)
“Bazan rüzgar, yağmuru havada uçuşan bir çarşaf gibi ileriye fırlatıp duvarlara öyle bir çarpıyordu ki,
uçuşan çarşaf yere düşerken yere düşerken yayaların şemsiyelerini parçalıyordu. Az sonra caddede, hızla
soluyan atların çektiği siyah arabalardan, orada burada koşuşan birkaç kişinin uçan gölgesinden başka bir şey
görünmez oldu.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün-Kızıl Hastası”, sa:5)
Yaya bırakmak : Geride bırakmak, üstün olmak; birlikte çalışıp yardım ederken onu terketmek
“Sidarta’nın prinçten ve yönden, gemicilikten ve ticaretten pek anlamadığını, ama elinin uğurlu
olduğunu görmüş, sükunet ve serinkanlılıkla kendisinin üstün sayılacağını, yabancı insanların dertlerini dinleme
ve ruhlarına nüfuz etmede kendisini yaya bıraktığını anlamıştı.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa.:81)
Yaya(n) gelmek, gitmek : Ayakla, bir araç kullanmadan uzun yol yürümek
“... Samanyolu’na -hacılar geceleri yollarını bu takımyıldızına bakarak buldukları için üçüncü yola
böyle de deniyordu- her yıl Avrupa’nın fört yanından bir milyondan fazla insan akın etmişti. Bugün bile,i
mistikler, sofular ve araştırmacılar, Fransa’nın Saint-Jean-Pied-de-Pont kenti ile, İspanya’daki Santiago de
Compostela arasındaki yedi yüz kilometrelik yolu yayan gidiyorlar.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:28)
“Öpüşüyorlar. Yagodov şalı başından çekip alıyor, ıstavroz çıkardıktan sonra bir iskemleye çöküyor.
-Yol ne kadar uzunmuş! diyor oflayıp puflayarak, Şaka değil, ta Krasnıy Prud’dan Kaluga kapısına
kadar yaya geldim.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:16)
“Daha sonra Trevor geldi ve Hughie yapmış olduğu şeyden dolayı biraz utanç duyarak vedalaştı. O
günü Laura ile geçirdi ve müsrifliğinden dolayı tatlı bir azar işittikten sonra eve yaya gitmek zorunda kaldı.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:115)
Yaya kalmak : Başaramamak, işi yarım kalmak; terkedilmek
“Satıcı, satışlardaki belirgin düşüş nedeniyle, aylığını üzülerek kısmak zorunda olduğunu bildirince,
Jonas kendisine hak verdi, ama Louise kaygılandı. Eylül ayıydı, okulların açılışında çocukları giydirmek
gerekiyordu. Alışılmış gözüpekliğiyle, kendisi işe girişti, çok geçmeden de yaya kaldı.”
(A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:99)
“CANCIANO, Riccardo’ya. - Yok, hayır. Hiç rahatsız olmayın. Neme gerek benim?
RICCARDO, Conciano’ya. - Tersine, ben Sinyor Canciano ile konuşmaktan zevk duyacağım.
Kendisinden biraz bilgi rica edeceğim.
CANCIANO, kendi kendine. - Yaya kalırsın.”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:42)
“Bu misyoner, kasabanın papazı gibi yerinde ve zamanında ödüllendirme, cezalandırma ve nabza göre
şerbet verme sanatından habersizdi; ama, buna karşılık, öylesine rahat konuşuyordu ki, du Saillard bu alanda
yaya kalıyordu onun yanında.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:39)
Yayan; Yaya(n) yapıldak dolaşmak, yollara düşmek : Yayan olarak uzun yollar almak (Genellikle
gezegenler, çilekeşler hakkında kullanılır)
“ ‘Şimdilik sadece veri topluyorum..... Ne kadar zor bir iş bilemezsiniz, hele benim yaşımda biri için.’
‘Tahmin edebiliyorum.’
‘Öyle. O kadar çok iş var ki yapacak ve o kadar az zaman. Her sabah güneş doğarken kalkıyorum.
Yağmur kar demeden dışarda olmam lazım. Sürekli hareket edip, hep yayan, bir yerden diğerine gitmem lazım.”
(P. Auster, “Cam Kent”, -New York Üçlemesi 1-, sa:84)
“ ‘Üçümüz beşimiz değil, hepimiz gideceğiz.’
‘Heeeepimiz gideceğiz. Tümcek ha?’
‘Karı kız otursun, her evden bir kişi yeter.’
‘At eşek olmaz, hepimizde yok, yayan gideceğiz.’
‘Yayan yapıldak olmaz, yol uzun.’
Düşünüp taşındılar: ‘Susaya kadar enelim, Habar salıp Aydoğan’dan Hacı’nın otoposu getirtelim
(F. Baykurt, “Anadolu Garajı”, sa:99-100)
“Bir gün kentlerinden geçip giden Samanalar gördü Sidarta, yayan yapıldak ordan oraya dolaşan
çilekeşler, kara kuru üç adam, ne yaşlı, ne genç, omuzları toz toprak ve kan revan içinde, neredeyse çıplak,
güneşte yanıp kavrulmuş, çevreleri yalnızlıkla sarılmış, dünyaya yabancı ve düşman, insanların diyarında
gurbetzedeler ve sıska çakallar.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:14)
“Gene her sabah çok erkenden kalkıyor, damın başına çıkıyor, uzak göklere gözünü dikiyor, gökleri
araştırıyor. Nerede sönen bir kartal kümesi varsa yaya yapaldak oraya koşuyordu. Bir iğne bir ipliğe dönmüştü.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:37)
“Nihayet bir hafta sonra gerçek ortaya çıktı:
Olaylar aşağı yukarı şöyle gelişmişti. 11 Aralık salı akşamüstü, Albert ertesi gün Fransa’ya gidecek
eski bir sınıf arkadaşının evine yayan gitmişti. Ona, anlaşıldığı kadarıyla -benim adresime gönderilen de dahilmeşhur ilanların içinde olduğu üç zarf teslim etmiş ve Orly’ye iner inmez bunların postalanmasını rica etmişti.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:88)
“Bir de ne göreyim: Akşam benim kahyam sapsarı bir yüzle, üstü başı yırtık, yayan yapıldak çıka
gelmesin mi! Tabii feryadı bastım.
-Bu ne hal? Ne oldu?”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:62)
“Sabahın on biri olmasına karşın, bunaltıcı bir sıcak vardı. Bir kaçma yolu arayarak büyük bir dikkatle
dört bir yana bakan Fabrice, tarlaların arasındaki küçük keçiyolundan çıkıp, anayola gelen toz toprak içinde on
dört, on beş yaşlarında bir genç kız gördü. Kızcağız mendilinin altında çekine çekine ağlıyordu. Üniformalı iki
jandarmanın arasında yayan yapıldak ilerliyordu, üç adım arkasında da gene jandarmaların arasında, bir dinsel
kafileyi izleyen bir vali gibi azametli havalar takınan kupkuru, uzun boylu bir adam yürüyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:101)
“Kızak hazır değildi henüz. Levin, dikkatinin de bütün gücünün de yapması gereken şey üzerinde
toplandığını hissederek, bir dakika bile kaybetmemek için, kızağın hazırlanmasını beklemeyip, Kuzma’ya
arkadan gelmesini söyleyerek yayan çıktı yola.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:527)
Yaygara, Yaygaracı, Yaygara koparmak, Yaygarayı basmak : Önemsiz bir şeyi büyüterek yüksek sesle
kıyamet koparmak, bağırıp çağırmak
“İki gün, sonra kurtuluşta, yanmayan konağa yağmacılar uğramsın diye atlara binip giden Rüstem
Bey’le arabacının ardından aşağıya, dumanı tüten kasabaya yürüyerek inerlerken oğlan hep anasının
kucağındaymış; başka biri almak istedikçe basarmış yaygarayı. Faruk.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:124)
“Bunca yaygaranın içindeyken odama kapanmak için bahane bulmaktan her seferinde pek kolay
olmuyordu elbette. Birkaç kez Ustanın beynimi okuduğunu, ikiyüzlülüğümün farkına vardığını, sırf onu rahatsız
etmeyeyim diye yaptıklarıma göz yumduğunu düşünmedim değil.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:61)
“Kiminin içi sıkılır, kimi esner, kimi uykuya dalar; fakat çok defa olduğu gibi, yaygaracı (affedersiniz,
vaiz demek istiyordum) tumturaklı bir eda ile eski bir ‘kadın nine’ masalı anlatmaya koyulsun, dinleyenler o
anda tavırlarını değiştirirler: uyanırlar, doğrulurlar, dinlerler, göz kulak kesilirler.”
(D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:80-1)
“Bir parça hızlı sallanmaktan korkacak çocuğun, kolan salıncağında ne işi vardı? Bunlar evde küçük
kardeşlerinin beşiğinde sallansalar daha iyi olurdu. Daha buna benzer birtakım sözler. Yani açıkçası, Kamran’ın
bana lakırdı söylemesine fırsat vermemek için şirret bir yaygara.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:82-3)
“Tarihte ilk defa görülmüyordu bu durum: namuslu yurttaşların şaşkınlığını birtakım satılmışlar daha
havadayken yakalar, yaygın seslere kulak verdikten sonra, bu tek tük çatlak sesten bir kamuoyu yaygarası
yaratırlar ve -kongrenin yığınla tutanağından anlaşılacağı gibi- bu operayı bir delilerevinin koğuşunda sahneye
koyuverirler.”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:38)
“Genç adam, öğretmenini ziyaretlerinin birinden koprkunç bir öfkeyle, suratı asılmış, konakladığımız
yere dönmüştü. Rehberlerin kaldığı çadırın önüne varıp yaygarayı koparmış, çadırdan çıkıp gelen sözcünün
yüzüne karşı ateş püskürerek bağırmaya başlamıştı.”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:17)
“Başçavuş bana sesleniyor: ‘N. oğlanın kutusunu kırmış.’ N., ‘Hayır,’ diye bağırıyor: ‘Bu işi ben
yapmadım. Ben bir şey kırmadım.’
Z. yaygarayı basıyor: ‘Senden başka kim olabilir ki. Siz söyleyin bay öğretmen. Bu işi başka kim
yapabilir?’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:81)
“Çocuğun ense köküne elimin tersi ile bir yapıştırdım. Vay canına vay, sen misin bunu yapıştıran?
Öteki çocuklar hep birden yaygaraya başlayıp bana hücuma kalkışmasınlar mı? Bereket versin oradaki köy
kahvesinden yetişen bir kaç delikanlı bu haşarıları darmadağın ettiler, sonra beni alıp kahveye oturttular, kahve
ısmarladılar, hal hatır sordular.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:89)
“Elbisesi tenine iyice yapışmış... Öylesine yapışmış ki çırılçıplak sanırsın. Göğsü, kalçaları her bir yanı
besbelli... Yedi yaşlarında gösteren bir çocuk da eteğine yapışmış, habire mızmızlanıyor.
‘Ana! Kız ana! Beni götür buradan.’
Kadın tersledikçe, çocuk basıyor yaygarayı.”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:83)
“SABAH PAZARINA GAZEL
-------------------------------------“Reva mıdır ettiğin yaygara
çarşıda diklenip de!
Neyin nesi o delişmen karanfil
buğday yığınlarında?
Nasıl uzağım yanıbaşında bile,
nasıl yakınım koyup gittiğinde!”
(F. Garcia Lorca<1898-1936>-Adnan Özer, “aşk şiirleri”, sa:60)
“Bulaşıkhaneye gidip tencereyi doldurma eylemi düşüncelerinin akışını değiştirmişti. En azından bir
anlığına abartma ve kendine acıma tuzağına düştüğünü algıladı. Hiç yoktan yaygara koparmıştı.”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:330)
“Enis’in babası gururla oğlunun başına diz çöktü, çarpılmış ellerini birleştirdi ve ilahiler okumaya
başladı. Subay hiç etkilenmemişti. ‘Elleriniz dua etmeyi bile bilmezken,’ dedi Abdullah’a, “karın niçin eller
uğruna yaygara koparıyor?’ Sonra eliyle bir işaret yaptı ve iki asker serpençin bileklerini yakalayıp ellerini yere
yapıştırdı.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:367-8)
“Her neyse, yönetim gerçekten devrildi. Çalışma topluluğu kışlada bir araya geldi, sivil bir barınak bu,
asker değil ya onlar; sanıldığından çok daha fazlasını biliyorlar, en azından şimdi küçük bir radyoları var,
kesilmiş kamış sapı gibi görünen, pilli bir radyo, kulağın iki karış önünde bir yaygara kopuyor, kimse sözleri
anlamıyor, ama bunun önemi yok, birini duyan ötekini tahmin ediyor ve herkesi ateş basıyor.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:301)
“ACHILLES (Hemen Pothinus’tan sonra, bir tehdit edasıyla.) - Dört bin kişiyle ne yapabilirsiniz?
THEODOTUS (Hemen Achilles’in ardından cırlayarak.) Hem de on parasız. Gidin işinize.
SARAYLILAR (Bağırıp çağırarak Sezar’ın çevresine üşüşürler.) Gidin işinize. Mısır, Mısırlılarındır.
Defolun buradan!
RUFIO (Konuşamayacak kadar öfkeli, sakalını ısırır.) SEZAR (sanki kahvaltı sofrasında imiş de, kedi
bir parça morina balığı kapmak için yaygarayı basıyormuş gibi rahatça oturur.)”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:63-4)
“KIZ - Şair, bana kendi acılarınızı anlatabilir misin; bir tek artık sözcük söylemeden? Sözlerin bir
kezcik olsun düşüncelerinin katına ulaşabildi mi?
ŞAİR - Hayır, haklısın. Benliğimin önünde kendimi bir sağır-dilsiz gibi duyumsadım. Halk şiirlerimi
hayranlıkla dinlerken, bana bütün sözlerim bir yaygara gibi geliyordu... Beni göklere çıkaranların karşısında her
zaman utanç duydum!”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:93)
“Gazetenin başyazısını okudu. Yazar günümüzde radikalizmin tüm muhafazakar ögeleri yutmakla
tehdit ettiği, yedi başı başkaldırı yılanının başını hükumetin ezmesi gerektiği konusunda koparılan yaygaranın
tamamiyle boş olduğunu anlatmaya çalışıyordu..... ‘Oysa, bizim düşüncemize göre, asıl tehlike..... bazı
çevrelerin geleneklere bağlılıkta gösterdikleri, ilerlememizi frenleyen direniştedir.’ Mali konularda, Bentam’ın,
Mill’in adları geçiyor, bakanlığa taşlar atılıyordu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:15-6)
“Gerçek şu ki kalabalığı yararak kapıya yöneldim. Ne var ki orada, Lady Brandon’la çarpıştım,
doğallıkla. Lady Brandon, ‘Bay Hallward, böyle erken erken kaçıyor musunuz?’ diye yaygarayı bastı.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:15)
“ ‘Sevgili Leydi Clem, kendime ayıracak tek bir dakikam bile yok,’ dedi Lord Arthur, gülümseyerek.
‘Sanırım bütün gününü Bayan Sybil Merton ile şifonlar satın alarak ve saçmasapan şeyler konuşarak geçirdiğini
söylemek istiyorsun, öyle değil mi? İnsanların evlilik konusunda niçin bu kadar yaygara kopardıklarını
anlayamıyorum.’ ”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:31)
“ ‘Bütün bu yaygaralardan sonra,’ dedi Neville, ‘bütün bu kargaşadan, yaygaradan sonra işte geldik.
Gerçek bir an bu, gerçekten görkemli bir an. Lord unvanı verilmiş birinin salonlarına adım atması gibi
geliyorum. Kurucumuz bu; ünlü kurucumuz, avluda duruyor bir ayağını kaldırmış. Selamlıyorum kurucumuzu.
Soylu bir Roma havası kuşatmış bu yalın, dört köşe yapıları.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:24)
“Kızların Jean’a yardım ettikleri filan yoktu, yaygarayı daha arttırmışlardı. Bereket versin, Frimat isimli
bir komşu kadın, nihayet gürültüyü işitip geldi. İri kemikli bir kocakarı idi, iki senedir, kötürüm kocasına
bakıyor, sahip oldukları bir arpandan (bir hektara yakın bir ölçek) ibaret tarlayı, bir çift hayvanı inadıyla kendisi ekip
biçerek adamı yaşatıyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:144)
“Çocuklar, annelerinin ağladığını görerek, onlar da yaygara koparmaya başlıyorlar; Tolstoy çabucak
elini cebine götürüyor ve kadının başka bir açıklamada bulunmasına fırsat vermeden ona biraz para veriyor ve
sonra, bir kaçak gibi hızla uzaklaşıyor oradan.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Tolstoy’, sa:368)
“Günler ona dayanılmaz derecede uzun geliyor, bitmek bilmiyordu. Pencerenin kenarında oturarak, bütün
zıtlıkların yavaş yavaş yumuşamaya başlamasıyla birlikte, kendisine biraz olsun huzur veren akşamı bekliyordu...... O
zaman, artık bütün düşünce ve hislerinin farklı ve yabancı hale geldiğini, hayat kapısının eşiğinde yeni tecrübe ve
duyguların bulunduğunu, bunların yaygarayı basarak içeri alınmayı talep ettiğini de hissediyordu. Fakat bunları kaale
almıyordu, çünkü içinde büyüyüp biçimlenen duyguların yalnızca ölen aşkının hayata gözlerini yummadan önceki son
çırpınışları olduğuna inanıyordu.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:119)
Yay gibi bükülü dudaklar :
Kenarları çekik, romantik dudaklar için bir sözcük (ki çok kez kaşlar için denir)
“Anlamsız bir gülümsemeyle yay gibi bükülü dudakları, faltaşı gibi açılmış yuvarlak gözleriyle; hatta
bir tanesi bana, belki pencereden gelen havanın, belki de benim birden içeri girmemin yol açtığı sarsıntıyla,
boynunu oluşturan küçük kazık üzerinde sallanarak hareket ediyormuş gibi geldi.”
(I. Calvino, “Savaşa Giriş-Avanguardistalar Menton’da”, sa:56)
Yayından fırlamış (ok gibi) : Ani ve çevik bir hareketle atılmak
“Bu sözleri duyan Govinda sapsarı kesildi; arkadaşının yüzünde, yayından fırlamış okun kararlılığı,
kesinliği okunuyordu. Govinda, arkadaşının kendisine ilk baktığı anda birşeyin başlamakta olduğunu anlamıştı.
Siddhartha kendi seçtiği yolda gidecekti.”
(H. Hesse, “Siddhartha”, sa:36-37)
“Hiç beklenmiyordu. Tezahürat sanki bıçakla kesiliverdi. Kalabalık şaşkına dönmüş, kaçışıyordu ki,
Savcı yerinden fırlamış ok gibi daldı, içlerinden en kalıplısını sille tokat yere yıktıktan sonra bir başkasını, daha
sonra daha bir başkasını yerlerde sürükledi.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:292)
Yayla gibi (Kadın) : Eti budu yerinde; vücut ölçüleri büyük ve geniş (Argo)
“Ateşi yakınca ihtiyar ısınıp canlandı. Kız bu sırada sofrayı hazırlıyordu, biraz votka getirdi. Semaveri
yaktı, çay da demledi; oturduk, yedik, içtik, ihtiyara da verdik. Sonra da yatağı yaptı, temiz çarşaflar serdi.
Meryem’in önündeki küçük kandili yaktı, istavroz çıkardı. Arkadan bana bir işaret yaptı, ikimiz de ihtiyarın
önünde diz çöküp elini öptük. O da zayıf elini başlarımıza koyup bir şeyler mırıldandı: anlaşılan bize hayır duada
bulunmuştu. Ben: ‘Spasiba! Spasiba!’ <Rusça: Teşekkür ederim, Teşekkür ederim!> diye bağırdım; bir sıçrayışta, yayla
gibi kızla kendimizi yatakta bulduk.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:88)
Yaylanıp gitmek; Yaylanmak : Gitmek, uzaklaşmak, savuşmak (Argo)
“Pekala, dedi Daniel. Al, elli frank veriyorum sana! Şimdi yaylan bakalım.
Bobby parayı cebine attı, sonra, kararsız, karşı karşıya durup kaldılar.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:142)
“ ‘Pierrette ne dedi?’ ‘Deliler gibi güldü,’ dedi Guigard berbat bir halle. ‘Ya adam?’ ‘Anladı. Elimden
geldiğince bir şeyler söyledim, ama bir çeyrek sonra yaylandı gitti.’ ”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:224)
“Kötü bir alayla göz kırparak çevresindekilere baktı:
-Bizim Pinette iyi oğlandı, dedi, severdik keratayı, çünkü o da bizim gibiydi, sıkıştı mı bilmem
neresine neft sürmüşler gibi yaylanıverirdi.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:57)
“-... Ulan ne karı be!.. Sapına kadar erkek!.. Nerde bizim şeker kutusu?
Zekeriya Hoca, Kamil Bey’e kuşkuyla bakıp kekeledi:
-Amcabey’de... Emrin üstüne... Amcabey’e verdik! Getirir elbette..
-İyi iyi...
-Despina kızım yarın gelecek. Sana selamı var.
-Uzatma. Yaylan bakalım!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:33)
“ ‘Saçma sapan konuşmayı bırak. Ve yaylan. ‘Piranha’ seni işitirse annene birtakım şeyler anlatır ve
kendini yatılı okulda bulursun. Onun için tüy ve beni rahat bırak. Bir sürü ütülenecek çamaşırım var.’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Güneşi Uyandıralım”, sa:205-6)
Yaylım ateşi; Yaylım ateşine tutmak, tutulmak : Çok sayıdaki otomatik silahların aynı anda ateş açması
“Belfast Konfetileri
Oysa bu labirenti çok iyi biliyorum: Balaclaca,
Raglan, Inkerman, Odesa Caddeleri.
Öyleyse neden kaçmıyorum? Her hareket noktalama
imleriyle tutulmuş. İşte gene bir çıkmaz sokak.
Saracen’le Kremlin 2 birbirine girmiş, Plastik
kalkanlar. Telsizler. Adım
Ne? Nereden geliyorum? Nereye gidiyorum? Bi’ güzel
tutuluyorum soru işaretlerinin yaylım ateşine.”
(Ciaron Carson<d.1948>-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.12.04)
“Komşu bölükler patırdıdan uyanıp silahlarına sarılıncaya değin Lehliler içeri girmeyi başarmışlar;
üstelik karmakarışık bir durumda saldıran, yarı sarhoş, yarı
uykulu Zaporojyeli’leri yaylım ateşine tutmuşlar.”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:II, sa:11)
“... Galip’in sonradan yaptığı araştırmalara göre, sorumlusu olmadığı ninenin ölümünü sessizlikle de
üstlenmek durumunda kalmış. Nineye çarparak ölümüne yol açan Mehmet Yılmaz adlı arkeoloji öğrencisi ise,
olaydan üç hafta sonra, Ümraniye arkalarındaki yeni bir gecekondu semtinde, bir fabrika duvarına şifreli yazılar
yazarken kimliği belirsiz kişilerin yaylım ateşiyle öldürülmüş.”
(O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:74)
Yayvan yayvan : Sözcüklerin üzerine basarak ve uzatarak konuşma
“Teğmen bunu beklemiyordu. O sanıyordu ki, İstanbul sokaklarında bazan rasgeldiği gibi, sigarası
parmaklarında, allıkları yüzünde, peçesi açık, dişleri çürük, yürüyüşü kıvrımlı, tıknaz bir kadın girecek, yayvan
yayvan hemen konuşmaya başlayarak sonunda jamdarmalarla tutturulup dışarı attırılacaktı.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Yatık Emine”, sa:13)
Yaza çize : Tekrar tekrar yazarak, çizerek, silerek, karalayarak
“Parmağımla buğulu camın üzerine yaza çize hem içimdeki hüznü dağıtır, eğlenirim, hem de bütün bu
çiziştirmeler, yazmalar sonunda camı temizleyip dışarıdaki manzarayı görebilirim.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:91)
Yazdan kalma bir gün : Sonbaharın başlangıcında, havalar değişmişken yaşanan yine yazı andıran sıcak,
puslu bir günün anımsattığı sözcük dizisi
Puslu bir güneşle ve havanın uyuşukluğunu hareketlendirmeden dolaşan bir tutam esintiyle,
California’nın yazdan kalma bir günü, değişen mevsimin derin sessizliği ile ürperen güzel bir sonbahar günü
geldi. Buhardan değil ama, rengin örülmesinden dokunmuş şeffaf mor puslar tepelerin oyuklarında gizlenmişti.
Francisco, kurulmuş olduğu tepeler üzerinde bir duman lekesi gibi uzanıyordu. Araya giren koy, erimiş bir
madenin donuk parmaklığındaydı. Üzerinde yüzen tekneler, hareketsiz yatıyor ya da tembel tembel
sürükleniyorlardı. Uzakta gümüş bir pus içinde görülen Tampalpais, batıya yönelmiş güneşin altında som altın
bir patika olarak görünen Golden Gate tarafından muazzam bir şekilde genişletilmişti.”
(J. London, “Martin Eden”, sa:210)
Yazgı; Kara yazgı; Tanrısal yazgı; Yazgının bir cilvesi; Yazgıyla başbaşa kalmak : Alınyazısı, kader; Kötü
alınyazısı; Kaderin sunduğu; Talihin bir cilvesi
Bk.: Talihin bir cilvesi
“Yağmur yıldızlar gibi parlıyor
kara saçlarından gecenin
___________________bıraktık kendimizi biz farklı yazgımıza
tam da bıraktığımız anda bize içimizdeki,
içinizdeki evreni bizi çağırmaktan, yağmaktan
hiç usanmayan bir yağmurun içtenliğini,
yakın sokuluyorum size, sizden ayrılacağını bilmeyen
yoğun yağmurdan daha yakın, ayrılacak mısınız siz benden
ya da sokulacak mısınız bana yine de daha yakın.”
(Shabbir Banoobhai <d.1949>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.01.09)
“ÇALARSAAT
-----------------Saat nerdeyse çalar ve tanrısal Yazgı
Ve yüce Erdem, o daha kız olan karın,
Ve Pişmanlık bile (ah! sonuncu durağın!)
Derler: Geber, koca ödlek! beklemez yargı!”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:163)
“ŞAİRE
-------Sabahın düşleridir akşamın girdabıdır
Yakala sana neyi fısıldarsa Yazgı,
Ve unutma: çağlar boyunca dikenle
örülüdür
Şairin kutsal çelengi.”
(Valeri Bryusov<1873-1924>-Azer Yaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.03.02)
“ ‘Ama şunu unutma ki Tanrı’nın her günü bir değildir. Bilgisizlerin yazgı olarak adlandırdıkları şeyi,
aslında durumun ve koşulların getirdiği bir sonuç gibi görmek gerekir. Herkes bilir. Bazı batıl inançlı kimseler
vardır, sabahın köründe evlerinden çıkarlar, Fransisken mezhebinden biriyle karşılaşırlarsa eğer, çark eder,
evlerine dönerler, bir başkası masada tuzluğu devirdim diye karalar bağlar.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:752)
“Seni, Tanrı’nın Oğlu’na şükran duymadığımız için değil, kendi gücümüzü kabullenmekten
korktuğumuz için çarmıha gerdik. Seni, tanrılara dönüşebileceğimizden korktuğumuzu için çarmıha gerdik.
Zaman ve gelenekle, uzak bir tanrı haline geldin ve biz insanoğulları da yazgımızla baş başa kaldık.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:210)
“TUTKU ÜÇLÜSÜ - Werther’e
----------------------Çok görkemli bir yazgıymış gözükür insan yaşamı;
Ne kadar hoştur günler, ve geceler ne kadar tatlı!
Ve bizler, kök salmışızdır bu cennetin zevkine.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Yarat Ey Sanatçı”, sa:42)
“-Ben üzülmeyeyim de kim üzülsün? diye başladı acı acı yakınmaya. Beni doğuran anaya. Besleyip
büyüten babaya yazık! Ne kara yazgım varmış benim! Feleğin ettiklerini celladım etmezdi.”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:93-4)
“Oteldeki odasında daldığı uykudan uyanınca, eli komedinin üzerinde duran kitaba uzandı, çıktığı
gezilerde çokluk yanına aldığı Schopenhauer’in bir kitabıydı bu. Rasgele açıp içinden bir cümle okudu: ‘Geride
bıraktığımız yaşam yoluına dönüp baktık mı, hele gözlerimizi attığımız mutsuz adımlarla bunların sonuçlarına
çevirdik mi, falan şeyi yapıp filan şeyi nasıl ihmal ettiğimize <gerekli önemi vermemek> çokluk akıl
erdiremeyiz, dolayısıyla sanki yabancı bir güç adımlarımızı yönetmiş gibi gelir bize. Goethe ‘Egmont’ da şöyle
der: İnsan kendi yaşamına yön verdiğini, kendi kendisinin kılavuzu olduğuna inanır; ama beri yandan en içsel
varlığıyla, karşı konulmaz bir güç tarafından yazgısına doğru çekilip götürülür.”
(H. Hesse, “Klingsor’un Son Yazı”, sa:77)
“Bu taş çıplaktır..... Üzerinde hiçbir yazı yoktur. Yalnız, bundan yıllar önce, bir el oraya,
kurşunkalemle, yağmur ve toz altında yavaş yavaş okunamaz hale gelen, belki de, bugün tümüyle silinmiş olan
şu dört dizeyi yazdı:
Uyuyor. Yazgısı ona neler etti neler
Yaşıyordu. Meleği gidince o da gitti.
Herkes gibi onu da buldu bu sıradan şey
Günün tükenip akşamın inişi gibi.”
(V. Hugo<1802-1885>, “Sefiller”, Cilt:V, sa:445)
“Adı Praskovi Lopulof’tu. Ukrayna’nın soylu bir ailesinden olan babası, yazgının bir cilvesi, annesiyle
babasını Macaristan’a sürüklediği için bu ülkede dünyaya gelmiş, orada bir süre Kara Hüsarlar’da hizmet
etmişti.”
(X. de Maistre, “Sibiryalı Kız”, sa:11)
“Çocuğun yazgısı daha iyi olmalıydı. Eğer bu olanaksızsa, Tanrı, rahibelerin o korkunç Tanrısı onu
kendisine almalıydı, böylesi daha iyi olacaktı. Sa Lua büyüyüşünü, çocukluktan kızlığa geçişini hatırlıyordu.
Göğüsleri büyüyor, yuvarlaklaşıyordu. Rahibeler anlayacaklar diye ödü kopuyordu. Varlığına bağlı her şey gibi,
erginlik çağına geçmesi de sorun oluyordu ona.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:56)
“Bu ölümlü adı, <Amerigo-Amerika> ölümsüzlüğe taşıyan bir insan olmamıştır; haksız göründüğü her
yerde eninde sonunda haklı olanı savunan yazgı seçmiştir bu adı. Emir böylesi yüksek yerden geldiğinde boyun
eğmekten fazlası gelmez elimizden. Bu nedenledir ki, kör talihin eğlenceli bir oyunla bulduğu adı, bugün
mümkün olan en uygun ve hakiki isim olarak kullanıyoruz: o çınlayan ve titreşen ‘Amerika’ sözcüğünü.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:120)
“Her biri, kendi kaçınılmaz yazgısını başkasına iyilik yaparak unutur gibi olduğu için gizlice gönül
borcu oluyordu. Böylece hükümlüler, karanlıkta dağınık bir halde, uyanık ya da düş görerek, ot çuvallarının
üstünde sabaha kadar yattılar, yalnızca bazan iniltilerin soluklarla sımsıkı olan bölmeyi sarstığı oldu.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün”, sa:193)
Yazgısı bitmek : Ölmek
“AKŞAM KARANLIĞI
-----------------------------Kendine dön, ruhum, bu ağır satte sen,
Tıkayıp kulağını bu hayhuya hepten.
Hastaların bu demde artar acıları!
Boğazlarını sıkar şom Gece; yazgıları
Biter, yollanırlar genel çukura doğru.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:181)
Yazı : Yazgı, kader
“Fatma, ak üzüm tanesi gibi yaş döküyordu gözlerinden:
‘Bu dediklerimi kimselere deme hala. Halamsın. Anamdan irelisin. Yazım bu benim. Benim yazım
böyleymiş.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:104)
Yazık ki; Ne yazık ki : Maalesef; Elden bir şey gelmez; Kadere bak
“Yazık ki Mustafa Caddesi dünden beri bir hayli uzamış gibiydi. Bir güneş, bir toz ki, demeyin gitsin!
Sefer çadırı da taşınacak gibi değildi. Tartarin kente kadar yürümeyi göze alamadı. İlk gelen atlı arabaya el
sallayarak bindi.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:76)
“HALKA
----------‘kutlu olsun’ dediler hep bir ağızdan
genç kız, yazık ki yine
bunun anlamından şüphem var dedi
yıllargeçti ve bir gece”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-tutsak”, sa:27)
Yazıklanma : Kederlenme, üzülme
“Homais habire konuşuyor, orada bulunanlara bu kuruluşun gelecekteki önemini anlatıyor, döşemelerin
sağlamlığını, duvarların kalınlığını tahmin ediyor: ‘Ah! ne diye yanımda bir metre getirmedim sanki, Binet de
kendi işleri için yararlanırdı bundan,’ diye yazıklanıyordu.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:113)
Yazıklar olsun : Yalnış ya da eksik yapılan iş ya da gayeler için, otorite sahibi büyüklerden küçükleri kınamak
için kullanılan bir tekdir sözcüğü. Bazen de herkesi ilgilendiren genel bir kayıp, örneğin kaza, ölüm vb. daha
üzüntülü ve düşük tonda, esef duyuumu ile birlikte ifade edilir. İlk şıkta daha çok öfke ve kişisel suçlandırma ve
aşağılama duygusu hakimdir.
“Yaşlı adam: ‘Tüh! Yazıklar olsun!’ diye bağırdı. ‘Yani elindeki bu kadar parayla onun bir iki saatını
sana ayırmasını sağlayamadın mı?’ ”
(O. Henry, “Gurur ve Samur”, sa:52)
Yazı mı tura mı; Yazı tura atmak : Maça başlarken kale seçmek için ya da bir kararsızlık anında şansa
başvurmak; Kumarla, son meteliğini çoğaltmaya çalışmak; Şans almak
“Jeffe Peters, para dolandırmak için Charleston’da, pilav pişirme yöntemleri kadar çeşitli dolaplar
çevirmiştir. Bununla birlikte ben her şeyden çok ilk zamanlarda, köşe başlarında öksürük ilacı ve merhem sattığı
sokak köşelerinde, halkla haşır neşir olarak kıtı kıtına kuru ekmekle geçindiği, son meteliğinin talihine yazı tura
atarak yaşadığı günlerin öyküsünü dinlemeyi severim.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:83)
“Saint-Peres sokağının karanlık yüzlü binalarının peş peşe görünüp kayboluşunu seyrediyordu, kendi
yaşamına bakıyor gibiydi. Evlenecek, evlenmeyecek... ‘Benimle ilgili değil artık bu. Yazı mı, tura mı? İşte
bundan ibaret’ ”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:258)
“.. <savaş> tarlalarda, ahırlarda, çiftlik evlerinin taş avlularında yoktu daha. Şimdi, Dressen Oteli’nde,
duvarları kıymetli tahtalarla kaplanmış bir salonda, iki cam arasındaki iki kocaman aynanın önünde ‘yazı mı tura
mı’? oynuyordu.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:74)
Yazmak çizmek : Yazarak iletişimde buklunmak -genellikle şikayet etme yolunda-; Reçete yazmak
“Doktorlar geldiler, gittiler, yazdılar, çizdiler, çeşit çeşit ilaçlar verdiler, hiçbiri kar etmedi.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:20)
“Öğretmen yapamadığı ya da yapmak istemediği zamanlar bu işe kendisi oturur, yazar, çizer, büyük
ahmak kafası kızarır; sanki azıcık olan aklı da dışarı fırlayacakmış gibi gözleri cam küreler gibi şişer.”
(Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:41)
Yaz yağmuru : Yaza özgü, kıza süreli, hafif , yüzeysel, tek bulut yağışı
Bk.: Ahmak ıslatan
“... gök gürültüleri şimdi tepemizde gümbürdemeye başlamıştı. Ben, arabacıya:
-Çal kırbacı biraz, yol alalım!, dedikçe, o gülümseyerek,
-Aldırma, diyordu, yaz yağmurudur, geçer. Hem şeker değiliz ya eriyeceğiz!
Evet; şeker, tuz filan değildik; gel gelelim boşanacak yağmur da öyle pek kıvır zıvır yaz yağmurlarına
benzemiyordu. Haznedar çitliğinin oraya yaklaşınca, ela gözlüm birden şarladı. Hem öyle bir şarlayış ki, birkaç dakika
içinde yamaçlardaki daracık hendekler birer çağlayana döndü. Artık beygir de, arabacı da, ben de sırsıklam
kesilmiştik.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:46-7)
yean : (ZOO.) <yi’n> : Kuzulamak, oğlak doğurmak
year : (ZAM.) <yi’r> : -isim- Sene, yıl; bir gezegenin güneş etrafında döndüğü müddet; a man in years :
yaşlı adam; astronomical-solar year : dünyanın güneşin etrafında döndüğü müddet <365 gün, 5 saat ve 48
dakika, 45,5 saniye>; calender - solar year : 1 ocak’ta başlayan resmi yıl; fiscal year : mali sene; leap year :
dört yılda bir, ‘29’ şubat olarak yaşanılan kebise yıl; light year : Işığın bir yıl içinde aldığı mesafe (dünya ile
güneş arasındaki mesafenin 63’000’den fazlası) ; yearbook : bir yıl içindeki olayları gösteren kitap; salname;
year by year : seneden seneye; year in year out : yıldan yıla, uzun müddet, daima; yearling : Bir yaşında; Bir
yaşından aşağı yavru kuzu, buzağı, sıpa, tay; yearly : yılda bir oluşan, bir yıl süreli; year of grace : Miladi
hesaba göre yıl
(Yeni Redhouse Lügati)
yearn : (DAVR.) <yir’n> : Özlemek, hasret çekmek, iştiyak etmek; Üzmek, keder vermek
Yedeğe almak : Yanında yürümek, ya da bindiği at veya iki tekerlekli vasıtada arkaya oturtmak
“Ve ayağa kalktı. Ben de kalktım. Atlarımızı yedeğe alarak keskin ve kayalı bir sırtın kenarından
yürümeğe başladık.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:237)
Yedek Subay : (ASK.) :Askeri okullardan yetişen ‘Muvazzaf’ subayların yanında, <esasında altında> her
uygar ülkenin kendi yasalarına göre, daha gençlik yılllarında, 1-1,5 yıl kadar ordu’da, hastanelerde vb. yerlerde
çalışarak vatani görevini yapan subay. Askerliğini ‘subay’ olarak yapmak için, genel olarak bir yüksek okulu
bitirmek şarttır. Özellikle eski devirlerde, ordu-kıt’a hizmetini yapmak, böyle bilgili ama acemi bir genç için
cidden zordu; o zamanlar -ne er ne subay olan- erbaş’lar için de aynı güçlükler vardı. Hekimler ya kıt’ada ya
hastanelerde kendi ihtisaslarında hizmet ettiklerinden, adaptasyon daha kolay oluyordu; ben, İstanbul çocuğu
mesela, ruh hast. uzmanı olarak, kur’ada da, hayatımın yegane şansı olabilir, Kasımpaşa Deniz Hastanesini
çektiğimden, hem patronum ve hem arkadaşım, bir yüzbaşıydı Nihat abim, o da sonradan profesör oldu;
Üniversitede Başasistanlık müddetimi askerliğe saydırabildim. Her neyse, aşağıda metinden aldığım kadarı
değil ama, bu konu hemen her zaman gargaraya getirilmiştir. Askerlik, olgun hayata, sorumlu bir vatandaş
olmaya, ne şekilde olursa olsun, gerçekten çok faydalı ve ciddi bir köprüdür. Hakkımı Vatanıma helal ediyorum.
(İ.E.)
“Bu yedeksubay adayı denen yaratık, askeri rahiplere benzer, üstadım; balık deseniz değil, kuş deseniz
o da değil, bir tuhaf yaratık işte. Erlere öyle bir fırça atar ki, herifi subay sanıırsınız, ama bir halt karıştırdı mı,
erlerin tutukevinde bulur kendini. Altı kaval üstü Şişhane, arada kalmış zavallılardır bunlar; tam ‘k ı r m a’
dedikleri hani, astsubay mutfağından bile yemek vermezler bunlara. Er olmadıkları için erat karavanasından,
subay olmadıkları için subay yemeğinden yiyemezler. Bir ara bizim bölükte tam beş yedeksubay adayı vardı;
mutfaktan yemek alamadıkları için kantinden aldıkları peynirden başka bir şey yiyemiyorlardı. Ama Teğmen
Wurm durumu öğrenince kantine gitmelerini de yasakladı..... Sizin anlayacağınız, şamar oğlanına döndü
zavallıcıklar...”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:229)
Yedi alemin ağzında (ve kaleminde) :
Tüm dünyanın dilinde (ve yazıtında), yaygın dedikodu üretimi
“Gelgelelim, ‘Bu yaptığınız ölüme meydan okumak derler,’ aslında babam için hiç de tipik olmayan bir
sözdü. Daha hiç kimseye ‘Bu yaptığınız ölüme meydan okumak derler,’ dediğini duymamıştım. Herhangi bir
yerde ‘ölüme meydan okumak’ sözünü duysa, ya da okusa, ‘Bu basmakalıp bir ifadedir,’ derdi ‘Bu basmakalıp
bir ifade ise -bunu sakın aklınızdan çıkarmayın!- yedi alemin ağzında ve kaleminde dolaşa dolaşa anlamını
tümüyle yitirmiş bir deyimdir. Bu tıpkı...’ diye sürdürürdü sözünü..”
(P. Süskind, “Bay Sommer’in Öyküsü”, sa:32-3)
Yedi ceddine tövbe etmek : Yaptığı çok büyük hata yüzünden cezalandırılmamak için, affedilmesini temin
için, bir Roman’ın edebileceği en büyük tövbelerden biri
“-Fakat, dövmeden korkutsanız...
-O da olur; ben ona bir iki rakı yuvarlattıktan sonra çekerim şöyle köşeye de kulağına iki çift laf
edeyim, dinim, rabbena hakkı için, hani yok mu, herif bir daha senin ismini ağzına almamak için yedi ceddine
tövbe eder.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:178)
Yediden yetmişe, Yedisinden yetmişine (dek, kadar) : Tüm ahali, herkes.
“İri Ev
------Karakışın dev soluğundan
Yediden yetmişe
Korur bizi
Dev yapılarımız”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-Oralarda”, sa:30)
“Partilerinin, gölgesinden korkan pısırık il başkanını ıstıfa zorunda bırakan bu, adeta gökten zenbille
inme adam, haftalardan beri durmak oturmak bilmeden, yorgunluk nedir tanımadan havaliyi köy köy dolaşıyor,
o, güneşten toprak rengini almış, uyuşuk köylüleri bile yediden yetmişe şahlandırıp ayağa kaldırıyordu.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:239-40)
“Bir balıkçı kütlesi ki yedisinden yetmişine, bilim adamından tayfasına kadar aynı şeyi, denizlerin
kuruduğunu söylüyorlar. Tabii bunların içinde en ihtiyatlıları bilim adamları. Onların balığın hemen birden
tükeneceğine inançları yok. Ama balıkçılar basıyorlar feryadü figanı.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:204)
“İlyas Çavuş işi şakaya boğarak durmadan konuşuyordu.
‘Adam amma da karafırtına gibi bir adammış. Köyde, ayağının üstünde kalabilecek bir tek adam
bırakmadı. Yediden yetmişe hepimizi, kadın, erkek, kız kısrak demeden yataklık etti. Yakalayabilse miyav diyen
kedilerimizi de falakaya çekecekti.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:539)
“Köy gene konuşuyordu. Hemen herkes, yediden yetmişe kadar konuşuyorlardı. Esme dillerdeydi. Halil
gelmiş.”
(Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:109)
“-‘Kahrolsun Gazi!’ demişler diye laf çıktı?
-Yalan! Tamamiyle yalandır. Aksine bağırtılar oldu. Yalnız bir defa, Fethi Bey nutuk söylerken, İsmet
Paşa’nın adı saygısızca anıldı. Fethi Bey hemen kükreyerek karşıladı. Hizmetlerini hatırlattı.
-Demek Hoca... Halk... Yediden yetmişe... ‘Bizi kurtar’ diyerek...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:95)
Yedi düvele kepaze çıkmak (olmak) : Herkese, tüm (yedi) devlete, tüm cihana rezil (olmak)
“Manastırcığınızın bana nelere mal olduğunu ben bilirim! Onun yüzünden az gözyaşı dökmedim.
Havaleli karımı bana karşı kışkırtıyordunuz. Aforoz ederek yedi düvele kepaze çıkardınız beni.. Artık yeter
Pederlerim, yeter..”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:135)
Yedi düvele parmak ısırtmak : Tüm dünyanın beyenisini, takdirini kazanmak
“Şairliğimiz boşa değil, ömrümüzü mum gibi iki ucundan boşuna yakmadık… ‘Ona, ona gideceğim.
Orada öyle bir alem yapacağım, öyle bir alem ki, yedi düvel parmak ısıracak.’ ”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:360-1)
Yediemin : (Arap.: Yed: güç, kudret, tasarruf; emin:emniyet; ‘Ye’di-emin’ olarak telaffuz edilir.): Birden
fazla kişilerin kıymetli mal mülk üzerinde hukuken anlaşamadıkları takdirde, mahkeme sonuçlanıncaya kadar
emanet edildikleri kişi
“Aleyhindeki başlıca dava konuları şunlardı: (1) Ölüydü ve bu nedenle hiçbir mülk üzerinde hak talep
edemezdi; (2) Bir kadındı ki, bu da aynı kapıya çıkardı; (3) Rosina Pepita adında bir dansözle evli bir İngiliz
Düküydü; kadından olma üç oğlu vardı ve şimdi bu oğullar babalarının öldüğünü ileri sürüp onun tüm malmülkünün kendilerine intikal ettiğini <geçtiğini> iddia ediyorlardı Bu gibi ağır suçlamaların yoluna konulması
elbet zaman ve para gerektirecekti. Bütün gayrimenkulleri yediemine teslim edildi ve davalar, görüldüğü
sürece,tüm mülkiyet hakları askıya alındı.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:114)
Yediği ekmek gibi bilmek : Olaydan pek çok emin olmak
“Ben, bugünün terminolojisiyle, ‘problem’ bir çocuktum. Görünür bir neden olmaksızın, bir anda
hiddetlenir ve öfke nöbetlerine girerdim. Bu nöbetlerin erken yaşlardan beri var olduğunu hatırlamakla beraber,
onların ameliyatlarımdam sonra arttığını yediğim ekmek gibi bilirim.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:11)
Yedi göbek : Yüzyıllardanberi, nesillerden nesillere süregelen, şeceresi belli (asil)
“Anadolu kazanırsa, bu herif belki de sadrazam olacak... Dünyanın altından üstünden haberi var.
Kocaman bir binbaşı... Hem de zengin yerin oğlu. Yedi göbek sülalesi paşa... Bir karısı var, dünya-ahret
kardeşim olsun, melek-melaike sanırsın...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:93)
Yedi gömlek : Çok zaktan akraba ya da arkadaş
“-İşte sana çatıyorum! diye güldüm.
-Yavaş gel! diye bir kahkaha attı, ben onun yedi gömlek uzak adamlarından birinin adamıyım. Ama iş
için arkadaş lazım!”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:35)
Yediği halta bak : Ettiği münasebetsizliğe, yaptığı işe, söylediği söze bak!
Bk.: Yediği naneye bak
“-Ben kızımı evlendiriyorum diye kocakarı mı sayılırım? Yediği halta bak çapkının! Yok yok, ben
böyle güvey istemem! diye dayattı.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:351)
Yediği naneye bak : Söylediği (ya da yaptığı) şeye bak, öyle şey olur mu?
“Karakol kaleminde arabacı yerlere kapanıp suçunu itiraf etti, ama koca bıyıklı karakol amiri çok
şaşırdı.
-Ne diye kendine kara çalıyorsun, be adam? Sarhoş musun nesin? İstersen seni kodese tıkayım da
aklın başına gelsin! Bak şunun yediği naneye! Bu alçağın aklının karışmasının nedenini bir türlü anlamadım.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:41)
“-Misafirliğin kafi derecede uzadı. Müsaade ederseniz ben gideceğim, dedi. Sonra daha sert bir tavırla
yumruğunu sallayarak:
-Ne dedin? Gidecek misin? Yediği naneye bak. Ağzını kulaklarına kadar yırtarım da asıl o vakit
kıyamete kadar gülersin.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:367)
“-.... Eskiden siz bakardınız bana bir ahbap gözü ilen <ile>, şinci <şimdi> ise bakarsınız bana yan
gözle!... Ne kusur ettim size karşı ki bulaştınız benden kaçmaya?
-Ben mecbur muyum seni daima gölgem gibi peşim sıra gezdirmeye, yediği naneye bak hele şunun?
-Mademki üyledir <öyledir>, te ben de kaçarım şinci senin yanından temelli... Bir daha da bakmam
hiç yüzüne! Şimdiden sonra ne selam, ne sabah... Haydi kalasın kuru başına artık yapayalnız... Sen zati insan
darıltmakta, gönül kırmakta çok ustasın...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:172)
“BİRİNCİ KADIN - Hayırdır inşallah? Hıı, hıı, eee? Bak yediği naneye. Eee? Hadi ordan. Bak
görüyor musun. Aman komşum, aman komşum, sen sen ol, mahallenden dışarı adımını atma. Bana bak kızım,
git söyle sen ona, ee? Hoşt köpek! Ben onun ağzının kaşığı değilim.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanmıyordu”, sa:9)
Yediği önünde, yemediği ardında olmak : Hali vakti pek yerinde olmak, varlıklı-kudretli kimse
“KAPLUMBAĞA -... Ormandaki tüm hayvanlar tir tir titrermiş aslanın karşısında, her buyruğu hemen
yerine getirilirmiş. Yediği önünde, yemediği ardında olurmuş. Boru mu bu, başkan tabii. Başkan dediğin böyle
olur.”
(A. Çınaroğlu, “Boş Kaplumbağa”, sa:6)
Yedi kat yerin dibi : Yeryüzünden yeraltına (Cehenneme? Dünyanın ‘ateş dolu’ merkezine? Hermes’e?) kadar
varolduğu sayılan yedi kat, yedi katmer toprak
“İçinden yükselip kat kat üst üste yığılan bir düş bu. Büüyüyüp onu sanki birdenbire fışkıran, yabansı
bir güçle hüzünlü çağlardan geçip ışığa, yukarı ışığa yükselmek isteyen bir kaynak tarafından yedi kat yerin
dibinden yeryüzüne fırlatılıyormuş gibi birlikte sürüklüyor.”
(H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:110)
Yedi Kandilli Süreyya : Boğa burcunun niteliğini belirten, yedi yıldızdan oluşan, kandili andıran bir
takımyıldız serisi; Ülker Yıldızı
“HAGESİKHORA <Bakire Türküsü>
--------------------Güzellikte Agido’dan sonra,
bir İskit atı
yarışacak bir Lidya atıyla!
Çünkü, yedi kandilli Süreyya’sı
tanyerinin, Sirius yıldızı gibi
çıkıp tanrısal geceden
boy ölçüşür saban tutan elle.”
(Alkman, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:112)
Yedik, içtik : Beraber hoş zaman geçirdik, eğlendik
“ARLECCHINO - Ha... Sahi... Öyle ya... Sinyora Rosaura ile Sinyora Beatrice’nin evlerine gittik,
yedik, içtik.
LELIO - Sofra nasıldı? Söylesene.
ARLECCHINO - Hiç sormayın! Ne zamandır böyle tıka basa karnımı doyurduğumu bilmiyorum.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:37)
Yedi ölümcül günah : (CATH.,DİN) Saligia - Septum Berata Mortalia : Ortaçağ’da, Hıristiyanlara,
Vatikan’ın ‘Yedi büyük günah’ın anımsatıcı akronim
“Langton, şeytanın altına kazınmış yedi harfe baktı. Süslü kaligrafi, tüm silindir mühürlerde olduğu gibi
tersten yazılmıştı ama Langdon harfleri okumakta zorlanmadı: SALIGIA
Sierra gözlerini kısarak yazıya bakıp yüksek sesle okudu. Saligia.
Langdon başını salladı, Kelimenin yüksek sesle söylenişi tüylerini ürpertmişti. Ortaçağda,
Hıristiyanlara Yedi Ölümcül Günah’ı hatırlatmak için Vatikan’ın türettiği bir anımsatıcıydı. S a l i g i a; superbia
<kibir>, avaritia <hırs>, luxiria <şehvet>, invidia <kıskançlık>, gula <açgözlülük>, ira <öfke> ve acedia
<tembellik> baş harflerinden oluşan bir akronim <sözcüklerin yalnızca başharflerini alarak düz yazı ya da şiir
sunma oyunu>.
(D. Brown, “Cehennem”, sa:78)
Yedi uyurlar : (AR.) Ashab-ı Kehf : Ashab <= ‘sahip’in çoğulu:>: Kehf: <‘İn-mağara’> sahipleri;
arkadaşlar; Söylenceye göre, bir mağarada 309 yıl uyuduktan sonra uyanan yedi kişi. <Bk.: Kur’anı Kerim:
Kehf suresi:18> Hz. Muhammed’e gerek Mekke’de uyan <Muhcairin>, gerekse Medine’ye çağıran kişiler
<Ansar> -dokuz tabaka-; ‘Ashab-ı cennet’: melekler; Ashab-ı Kiram: Muhammed Peygamberi görmüş,
konuşmuş olanlar; Ashab-ı Soffa: Medine’de Hazreti Muhammed’in yakınında oturup korunan fukara insanlar
“Lut’un karısı da bu kötülerle
Erdemini yitirmişti böylece
Ama Yedi Uyurlar’ın köpeği
Yürüdü de iyilerin ardından
Oldu bir güzel insan...”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:44)
Yeğinmek : Bir kudretin, kuvvetin (yeğin), değişkenliği, örneğin azalması çoğalması, fırtınanın yükselmesi
alçalması
“DÖNÜŞ
Ölümsüz Saronik Körfezi, kutsal sığınağı gemimizin,
tanrıların gülüşü var sularının akıntısında,
tıpkı derin dinginliğin ve burada duyduğumuz
fırtınanın yeğinliği gibi.”
(Konstantinos Karyotakis<1896-1928>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
08.08.02)
Yeğlemek; Yeğ görmek, Yeğ tutmak : (COLL.) Tercih etmek, ayrım yapmak, seçmek; Bir kimsenin verdiği
kararın ya da yaptığı iş konusundaki değer yargısnın bütün diğerlerinden daha uygun ya da doğru oluşu
“İstese de istemese de bir adam öldürmüştü ve Maria ne söylerse söylesin bu gerçeği değiştiremezdi.
Maria, ‘adamı öldürmemiş olsaydın, o seni öldürmüş olacaktı’ dedi. Sachs, ‘olabilir, ama, uzun vadede ölmüş
olmayı, şu an içinde bulunduğum duruma yeğlerdim’ diye yanıt verdi. ‘Ömrüm boyunca bu anıyı taşımaktansa,
bu sabah ölmüş olmayı, vurulmuş olmayı yeğ tutardım.’ ”
(P. Auster, “Leviathan”, sa:152-3)
“Benim için, lükslerin en büyüğü bile bir yoklukla birleşmeye hiç ara vermemiştir. Arapların ve
İspanyolların çıplak evini severim. İçinde yaşamayı ve çalışmayı yeğ gördüğüm <daha da enderi, içinde ölmenin
benim için fark etmeyeceği> yer otel odasıdır. İçeri yaşamı denilen <çoğu zaman da iç yaşamın karşıtı olan>
şeye hiçbir zaman bırakamadım kendimi; burjuva mutluluğu denilen şey beni sıkar, tüylerimi ürpertir.”
(A. Camus, “Tersi ve Yüzü”, sa:26)
“Başrahip öğle yemeği için topluluğa katılmak isteyip istemediğini sordu ona. William, daha yeni,
üstelik, fazlasıyla yemek yediğini, hemen Ubertino’yu görmeyi yeğ tuttuğunu söyledi. Başrahip izin isteyip
gitti.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:55)
“Eşek
samanı
altına yeğler”
(Herakleitos, “Kırık Taşlar”, sa:130)
Yehova, Yahve; VHVH; Yehova Şahitleri : (IBR.): Dünyayı yaratan büyük tanrı: Tanrı’nın Hz. Musa’ya
vahyettiği özel adı. Tanrı’nın adının açıkça yazılıp söylenmesi yasak olduğu için. Bu adı oluşturan dört ünsüzle:
VHVH olarak belirtilmesine özen gösterilir. İbrani alfabesindeki yazımıyla ‘Yahve’ biçiminde okunan sözcük,
‘tetragrammaton=dört harfli’ olarak da anılır. ‘Babil Sürgünü’nden (M.Ö. VI. y.y. ve özellikle M.Ö. III.
y.y.’dan sonra bu isim yerine, Museviler, daha yaygın olan elohim (Tanrı) ve ‘Rabbim’’i çoklukla kullanmaya
başladılar. XIX. ve XX. y.y.’larda yeniden YAHVE transkripsiyonu benimsendi. Aynı şekilde, birçok araştırmacı,
en uygun anlamın ‘Var Olan Şeylerin Tümünü Yaratan’: Yahve; Aşer-Yahve olduğunu öne sürdüler. Hz.
Musa’nın annesinin adı ‘Yoheved’ de ‘Yahve’den türetildiğiğinden, bu ismin çok eskilerdenberi tanındığı
anlaşılmaktadır. Yehova Şahitleri: Yehova Witnesses: XIX. y.y.’da Amerika Birleşik Devletlerinde, 1872’de,
Charles Taze Russell’ın kurduğu Pittsburgh’(Pennsylvania)da, <Tuhaf tesadüftür ki, XIX. y.y.’ın sonlarında,
Reverend SMITH de yeni bir mezhep olarak MORMON’luğu kurmak için çalışmalarına orada başlamıştı.
İ.E.>.) ‘Uluslarası Kitab-ı Mukaddes Öğrencileri Derneği’nin uzantısı olarak başladı Rutherford, banda aldığı
vaazlarını, dernek üyelerine dağıtıyor, üyeler de ses kayıtlarını evlerin içinde ya da kapıların önünde dinleterek
yeni yandaşlar kazanmaya çalışıyordu. Çok özgün olmayı severler, diğer hiç bir mezheple ilişkileri yoktur,
dindışı hükümetlerin ve siyasi patilerin şeytanla işbirliği yaptığına inanır ve bunlarla hiçbir ilişkiye girmezler..
Aynı geekçeyler hiç bir ulusal bayrağı selamlamazlar, askere gitmeyi reddederler, seçimlere de katılazlar.
Amaçları, bir din devleri olan ‘Tanrı Krallığı’nı kurmaktır. Bunu kurmakla, günahkarların ‘Tanrı Yehova’ya
bağlanabileceğine inanırlar Sözcük anlamıyla, bir ‘Cehennem’in varlığını ve öldükten sonra sonsuz yaşamın
geleceğini yadsırlar. Ölüm, canlılığın toptan yok olmasıdır. Yehova şahitleri, ‘Krallık Salonları’ denen
kiliselerde toplanır, suda vaftiz olur, kişisel davranışlarında yüksek ahlak ilkelerinebağlı olduğu gerekçesiyle de
kan nakline karşı çıkarlar. (Okuyucularımın yüksek müsaadeleriyle, bu konuda U.S.A.’da başımdan geçen bir
olayı, nükte olarak bahsetmek isterim. Amerika’da, Providence-Rhode Island Eyaletinde Mental Hijyen
Direktörü olarak çalıştığım yıllardan birinde (1965-70), bir pazar günü, Providence’teki bir buçuk katlı müstakil
evimde, boşanmış bir baba olarak, 5-6 yaşımdaki oğlumla beraber yaşadığım ev temizliği yapıyordum. Oldukça
yorulmuş ve terlemiştim de. Öğleden sonra kapı çaldı, açtığımda karşımda 20-23 yaşlarında, temiz giyinmiş,
kibar ve gülümser yüzlü genç bir kadın vardı. Elinde de ufak bir paket taşıyordu. Ne istediğini sordum, kendisini
bir “Yehova Şahidi” olarak tanıttı ve, ilk soru olarak ‘Tanrı’ya inanıp inanmadığımı sordu. Ben de Müslüman
olduğumu belirterek, olumlu yanıt verdim. Bu arada, göz ucuyla, sokağın karşı köşesinde dikilen ve onu
gözleyen aynı yaşlardaki adama şöyle bir baktı. Hanım devam ederek, elinde bir teyp ve bazı disk’ler olduğunu
belirterek, istersem, hemen kapıda, eğer arkadaşına da müsaade edersem, evimin içinde, Yehova Şahitleri’nin
bir üyesi olmak istersem, gerekli bilgileri vermeye, bana ‘yardım etmeye ’hazır olduklarını bildirdi.
Etrafı süpürdüğüm elektrik süpürgesi de yanıbaşımdaydı, ona şöyle bir baktım ve şu yanıtı verdim: “Vallahi
Hanımefendi, ben Eyaletin Akliye şefiyim ve yalnızım; çok ağır dış işlerimin yanında, görüyorsunuz evi
süpürüyorum ve bir çocuk yetiştiriyorum. Akşam için de yemek pişireceğim.
Benim en mübrem ihtiyacım, sizin gibi bir genç hanımın yardımıyla bu işleri paylaşmak. Belli ki, kaderimiz
farklı yazılmış...” O, gülümsemeyle şaşkınlık arası donup kalmışken, teşekkür ederek, ve erkek yoldaşına bir el
sallayarak kapıyı kapadım. Vallahi de billahi de böyle oldu, Allah şahittir. (İ.E.)
“Evren’in Tanrı tarafından yaratıldığını öğreten MUSA, çok iyi bir filozofmuş. Yehova’yı gerçekte
neyse öyle kabul ediliyor, yani güçlü bir şeytan ve ismini vermek gerekirse, Demiurgos <Bk: Demiurge: Eflatun
Felsefesinde dünyanın yaratıcısı; Gnostik- bilgi bilim -alimlerine göre, tanrısal varlıktan sonra gelen
varlık.olarak. Demek ki Yehova, insanı yarattığı zaman ona görülür dünya ile görülmez dünyayı tanıttı......
Adem ile Havva’nın günahı da bu bilgiyi ilk erkek ve ilk kadında büsbütün yok etmedi. Hem onlar bildiklerini
çocuklarına da aktardılar. Doğaya eğemen olmaya temel oluşturan bu bilgi, Enoş’ <Adem ile Havva’nın oğlu
Kabil’in oğlu> un kitabında yazılıydı. Mısırlı rahipler bunları, gelenekleri koruyarak, gizemli işaretlerle
tapınakların duvarlarına ve ölülerin tabutlarına yazdılar. Memphis mihraplarında yetişmiş olan Musa, bunların
anlamına ulaşanlardan biri oldu.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:44)
Yek : Farsça’dan alıntı: Bir. ROMANCA’da da aynı. Tavla zarında ‘bir’in adı.
“Bab-ı ali kapısından
Mürur edip geçerken
Yek bir atlı süvariye
Tesadüfen rastgeldim.”
(Çifte sinonim için kaleme alınmış eski bir İstanbul tekerlemesi. Anonim. (İ.E.)
“-Mesela, sizin şu sayıları say bakalım, birer birer... Bunların içinden görelim hangi dillerden kelimeler
var.
-Üyle <öyle> ise dinle sayayım!
-Kulağım sende, başla!
-Yek: bir.
-Yek: bir mi? Bu tam Farsça.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:161)
Yekinmek : Eyleme geçmek; yattığı yerden doğrulmak, kalkmak
“... Talha’ya sordum dedim o da seni uyandırmamı istemedi, sormayacaktın dedi ne zaman sordun
şimdiye değin dedi Talha için ölüm döşeğinden yekinebileceğimi bilmiyor musun sanki dedi kapının
ötesinden...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:109)
Yekten : Hemencecik, hiç düşünmeden
“Ben gene dalgama döndüm. Allahımla konuşuyorum. O kadarcık gövdede öyle sıtma görmemiş ses
m’olur? Kahveye ‘cehennem makinesi’ düştü sandım. Yekten ‘Kalk ulan deyyus!’ demez mi?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:110)
“Tam o sırada M. Desbrosses yanımdan geçiyor... Henüz yıkanmadığım, üstümü başımı
değiştirmediğim için Marie-Salope’un kazan dairesinden çıkıyormuşum gibi bir halim var. M. Desbrosses bana
şöyle bir göz atıyor, yaprığım işi görmek için de benimle beraber mahzene iniyor; bana yekten elli frank bahşiş
veriyor.”
(Ch. Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:8)
Yel : Rüzgar, esinti; Osuruk
“Gene görünüyor yarin illeri
Başımızda esen sevda yelleri
Yarin bahçesinde gonçe gülleri
Dermesem incinir, dersem incinir”
(Erzurumlu Emrah-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:602)
“Hazin hazin esen gece yelleri
Bu ağır kış yaz olsun da geleyim
Sevdiğimin pek müşküldür halleri
Küskün gönlüm haz olsun da geleyim”
(Aşık Nihani-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:721)
Yelden korkusu kalmamak : Olan bitenden, olası kötülüklerden üzüntüsü olmamak
“SIMO - Ne oldu? ne var?
TRANIO - Büyük bir felaket geldi başımıza.
SIMO - Neden yahu? geminizi kızağa çekmiştiniz, yelden korkunuz kalmamıştı ki!”
(Terentius, “Hortlak”, sa:50)
Yel döndü : Rüzgarın-talihin yönü değişti, işler olumsuz olmaya başladı
“SIMO - Sus be! ağzından yeller alsın! Şimdiye kadar ne işe giriştinizse hepsini de başardınız.
TRANIO - Öyle oldu, olmadı demiyorum; keyfimizi sürdük, iyi yaşadık… Ama, Simo, yel döndü
artık.”
(Terentius, “Hortlak”, sa:50)
Yele gitmek : Boşa çıkmak, havaya gitmek
“GELİN - Nereye götürüyorsun beni?
LEONARD - Bizi çevirenlerin gelemeyeceği yere. Sana şöyle doyasıya bakabileceğim bir köşeye.
GELİN, şeytanca. - Pazar pazar dolaştır beni; yele gitmiş düğünümün çarşafları elimde bayrak,
namuslu kadınların yüz karası olacak!”
(F. Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:63)
Yel gibi (esmek, geçmek, uçup gitmek) : Büyük bir hızla, fırtına gibi, süratle
“Silahlarını kuşandı. Bir dakika içinde yola çıktılar. Efeyle Hasan Çavuş önde, zaptiyeler arkada, köyün
içinden yel gibi geçtiler.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:11)
Yeli bol olmak : Gemicilerin açık denizlere yolculuk ettiklerinde kendi aralarında kullandıkları motto; yolları
açık olmak, sağ gidip salim gelmek ümidiyle
Bk.: Yolumuz açık, yelimiz bol olsun
“BARTLETT, Jimmy’yi farkeder, kaba ama aşağı yukarı şefkatli. - Ne bekliyorsun?
JIMMY, ağız dolusu konuşur. - Senin kadın güçlü bir büyü yaptı, öyle mi, kaptanım? Yelimiz bol
olsun diye. Gemi için sağlam bir tılsımı yakaladı, değil mi?”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:70)
Yeline sapan taşı ulaşamamak : Ardına bakmadan tabana kuvvet kaçmak
“Ruşen Ali elindeki ekmekleri bir duvarın üstüne yerleştirdi, geriye döndü, ona sümüklü oğlan diyenin
üstüne zorladı, onu bir sopada yere yıktı. Ötekileri de kattı önüne, serseriler öyle kaçıyorlardı ki, yellerine sapan
taşı ulaşamaz.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:26)
Yelken açmak : Yelkenliyle deniz yolculuğuna çıkmak; Bir yöne, bir gayeye doğru harekete geçmek, yola
koyulmak
“OKYANUSUN ADAMLARINA
-Miguel Lodeiro’yaYelken açmış gidiyorum
göksel buğday tarlaları üzerinde
deniz kırlarının mavi otları arasında.
Burada kumrular martı
ve karatavuk
yeşil ya da çivit rengin
bu nemli oyuklarını işleyenler
gümüş başak toplayacaklar
düşlerin”
<El Sueno oscuro, 1994>
(Blanca Andreu<d.1959>-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.10.98)
“Yelken açın bana korkusuzca, ey denizciler
korkmadan karanlık kasvetinden gecenin.
Yakar çünkü bütün gezginler, ışıkları
ufka vuran meşalemi, hep sıcak kalsın diye
anısı beni yapan Asklepidea ustalarının.”
(Anonim, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:177)
“Yolculuk
O günler Kaos günleriydi
Şiirin sözcükleri plamiye yaprakları gibi fışkırmıyordu.
Bu yüzden şehri terketti - doğduğu yeri
Her gün görünüşü değişen ülkesini.”
-----------Bu yüzden bir gece telaş etmeden
Kaçıp Doğuya yelken açtı”
(Sophia de Mello Breyner<d.1919>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası-Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap,
08.07.00)
“AKINTILAR TERSİNE ÇEVİRDİ
--------------------------------------------Bir duman lekesi olana kadar
güney ufuklarındaki
Bağlanıyorken şimdi biz
yelken açıyorken, yol alıyorken
küreselliğe
Şişiyor duygusal yelkenlerimiz
yadsımanın rüzgarlarıyla”
(Jeremy Cronin<d.1949>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.06.07)
“İşte böyle. Ben daha dört yaşımda bile değilim. Çişimi her sabah yatağa bırakıyorum; bu buna öyle
keyif veriyor ki, deme gitsin. Arka pencereden bahçedeki nar ağacına uzanan iplere serilen iç çamaşırlarımın
sabah rüzgarıyla pupa yelken kucaklaşması bana haz veriyor. Ben de keşke uzaklara yelken açabilsem. Nereye?
Bilmem... Bir yerlere!”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:5)
“Büyük yangın dindi, ben de bir çeşit durulmuş ateşe döndüm; ocağın başında tortop oluyorum., karım
çocukların yemeklerini pişiriyor. Dünyayı ele geçirmek için yelken açmıştım ama bu minik yuva teknesinde
demir attım.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:546)
“HÜZÜNLÜ PERSONEL
------------------------------Uykusuz yağmur notaları, geri getirmiyor Paris’te
Nisan’ı, ne de Alabama üzerine düşen Yıldızlar’ı
yaşlı, bitkin. Bir yerden yelken açıyor zaman
kavrulmuş mevsimlerine. Bir yerde, pervaz bouyunca”
(Douglas Livinstone<d.1932>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, “Cumhuriyet Kitap, 23.08.07)
“ ‘Ne zaman tekrar denize gidiyor?’
‘Günlük parası harcanınca sanırım,’ diye cevapladı. ‘Dün, San Francisco’ya bir gemiye bakmaya
gitmişti. Ama şimdilik parası var ve anlaşacağı geminin tütü konusunda titiz.’
‘Hava atmak onun gibi bir güverte paçavrası için değil,’ Mr. Higginbotham homurdandı. ‘Titiz! O!’
‘Gömülü hazine aramak için uzak, garip bir yere yelken açmaya hazırlanan bir yelkenliden
sözediyordu, eğer parası bitse onunla giderdi.’ ”
(J. London, “Martin Eden”, sa:40)
“VENÜS
Seni böyle gördüm
Ölü bakire
sedef yatak üstünde,
çiçeğin ve meltemin çıplaklığı
yelken açmış tükenmeyen ışıkta.”
(F. Garcia Lorca<1898-1936>-Adnan özer, “aşk şiirleri”, sa:127)
“Şairin İflası
sözcükler vardı içimizde hiç söylemediğimiz.
direnirdik susuz, daracık yollarda,
yürürdük içine yağmurların.
aç serseriler gibi kokardık,
kokuşurduk cesetler gibi
sessizliğimizin ılık rüzgarlarına yelken açan,
umursamaz sığınaklar arardık
serinletmek için dudaklarımızı”
(Mxolisi Nyezwa<d.1967>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.09.05)
“Topla pılını pırtını bir yere gitmemek için
<2 mayıs 1933>
Topla pılını pırtını bir yere gitmemek için
Yelken aç her şeyin her yerde rastlanan olumsuzluğuna
Görkemli bayraklarla donanmış o düşsel,
Çocukluğunun o renk renk minyatür gemileriyle.”
(Fernando Pessoa<1988-1935>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.05.08)
“İletişim
hep bir yaprak yere yelken açıyor
en ufak esintide üç tane
sessiz güz sesleri hayret ediyorum
yaprak dökümü martta
evin yolunda”
(Barbara Pumhösel-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.10.09)
“Bundan böyle bir dediği iki edilmedi. Kraliçe saltanat arabasına bindiğinde arabanın kapısında giderdi.
Kadın onu acı bir görevle İskoçya’ya, mutsuz Kraliçe’ye elçi gönderdi. Polonya savaşına katılmak üzere yelken
açacakken onu geri çağırdı. O körpe bedenin paralandığını, o kıvır kıvır başın toz toprak içinde yuvarlandığını
düşünmeye nasıl dayanırdı?”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:25)
“Gemileri köle, inci ve ışıldayan madenler getirmek üzere en ırak ülkelere yelken açmaktadır,
kervanları yolları aşıp sonsuz seyahatlere uzanmaktadır. Hayır, sanıldığı gibi bunlar medeniyetten nasibini
almamış kaba saba insanlar değildir, dünyayı ve sırlarını bilen insanlardır.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:18)
Yelkenlemek : Hemen işe koyulmak, koşmak, sıçrayarak girişmek
“-Hastaneciler gelmedi mi ulan?
-Geldiler ağa.
-Geldiler de bizim Mortocu Zekeriya nerde kaldı? Sıçra bak!
Fayrap, bavulu yere bırakıp döndü:
-Nah, işte Ağa! Elini sallayıp seslendi: ‘Ulan Mortocu!. Yelkenle!.. Osman Ağam istiyor, fayrapla!.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:32-3)
Yelkenleri dolmak : Bir yelkenli geminin normal seyredebilmesi için yeterli rüzgar alması; (Fig.) herhangi bir
ürün satışının yükselmeye başlaması
“Ama gelecek yaz senin Fransa’da banka ihtiyacın olursa sana verebilirim -o zamana kadar beş parasız
kalmamışsam. Savaşacağım ama artık ilk kez kitaplar yürümeye başladı- henüz çok hızlı gitmiyor;
Mountolive’i, bu saçmalığın formu açıklık kazanmadan önce ahırın kapısına çivilemeliyim. Amerika’da
Justine’in yelkenleri dolmaya başladı, üçüncü baskıya gidiyor. Anlaşılan bu yıl burada kalmama ve onu
makinede yazıp bitirmeye yetecek kadar mangırım olacak.”
(L. Durrell, “Mekanın Ruhu”, sa:177)
Yelkenleri fora etmek : Kudretine, gençliğine güvenerek var hızıyla ileriye atlamak; Bir yelkenlide yelkenleri
açmak
“YALNIZ İHTİYAR
------------------------Eskiden binlerce makarasında musonlar eserdi.
Artık pusulayı sapıtmış şaşkın gemi,
Seferde, dalgaların yararsız oyuncağı,
Eski kaşifi, yeşil Avustralya’nın!
Tek tayfası kalmamış artık serende,
Fora ederken yelkenleri şarkı söyleyen
Kırmızı yıldızlı hiçbir fener çakmaz uzakta,
Yalpalar durur yapayalnız dev dalgalarla.”
(Leon Dierx<1838-1912>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.06.06)
“Kötü olduğumuz söylenemezdi, hep iyi gençlerdik; yalnız yaşayış şeklimiz kötüydü; hele ben hepsini
bastırıyordum. Bunun baş sebebi paralı olmamdı. Bu yüzden genç yaştan başlayarak dileğimce bir hayat
sürmeye başladım, yelkenleri fora ederek gençliğin verdiği hızla hayat deryasına daldım.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:226)
“Dorcelino’nun saati ikiyi on iki geçe, Anton Kaptan, yelkenleri fora etmelerini bildirdi. Bu kez bütün
gemiciler büyük bir zevkle işe giriştiler. Üstelik Kızılsaç, bir de şarkı tutturmuştu. Elbette! Denizden gelenler
karaya ayak basmaya can atarlar. Bir gemici için en kötüsü denizle kara arasında kalakalmaktır. Yeniden deniz
özlemine kapılmadan önce karaya çıkmak ister gemici; dinlenmek, rahatlamak ister; kadın ister.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:11)
Yelkenleri (suya) indirmek, inmek : Hiddetinden ya da savından vazgeçmek, daha yumuşak ve ılımlı olmak;
Teslim olmak (Eski deniz savaşlarında); Gerçekler karşısında daha makul olmak, alttan almak;Yelkenlinin
yelkenleri indirmesi, Yisa
“Eğer, kadın, çocuk ya da sıradan insanların kaldığı yerlerin çevresindekilerden başka oda yoksa, bunu
kendisine hemen bildirmelerini rica ediyordu, çünkü bu durumda, verilen odayı kabul etmemek zorunda
kalacaktı. ‘Sıradan insanlar’ sözcükleri karşısında tüm otel kapıcılarının yelkenleri suya inerdi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:207)
“Onlara hemen hayır demek yerine, ‘Bu konuda düşünmeme izin ver,’ demeniz daha iyi olur. Onların o
şeyleri istemelerinin genelde iyi bir nedeni vardır, ve bu nedenler sizin yanıtınızı tekrar düşünmenize ve sonra
yelkenleri suya indirmenize neden olabilir.”
(L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:154)
“Bu sefer yolcular parlıyor:
-Bu kadarı da fazla! Hasta adamdan ne istiyorsunuz, bayım? Baksanıza, sizde acıma duygusu yok mu?
Podtiagin yelkenleri suya indiriyor.
-Görmüyor musunuz, kendileri bana ağır sözler söylüyorlar. Peki, biletini göstermezse göstermesin...”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:148)
“Savcımız, tehlike karşısında kolay kolay yelkenleri suya indirecek adamlardan değildi. Tam tersine,
tehlikenin yaklaşıp artması onun gururunu bir kat daha kamçılıyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:262)
“Öfkeden ağzım köpürmüşken biri biraz gönlümü alsa ya da önüme bir bardak çay sürse hemen
yelkenleri suya indirirdim. Bununla da kalmaz, ona karşı bir yakınlık duyardım; ama sonra kendime kızar,
utancımdan bir kaç ay uykularımdan olurdum. Yaratılışım böyleydi işte.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:14)
“Kızı da ona benziyor; çocuk güzelliğinin fazlalığı da şimdiden ne büyük bir asaletle, biraz ciddi,
hemen hemen kederli bir asaletle, hafifliyor! Annesi ne büyük bir şefkatle eğiliyor ona doğru! Ah, böyle
yaratıklar karşısında şeytan da yelkenleri indiriverir; Lafcadio, böyle yaratıklar içim senin gönlün de feda ederdi
kendini!...”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:164)
“Yaşlı derebeyi o saat yelkenleri suya indirmişti. Kuşağından bir kese altın çıkarıp Radda’nın
ayaklarının dibine fırlattı. Kocaman bir altın kesesiydi bu, kardeş!”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:26)
“Benim bu tepeden inme sözüm üzerine baktum, Etem’in rengi attı, hemen ustaca yelkenleri suya
indirmeye başladı:
-Te onu yapamazsın işte... Çunanki <çünkü> sen benim elinimetimsin <velinimetimsin>! Senden
görmüşüm buncas <bunca> iyilik, buncas cömertlik... Ona sebep, sen tepelemek istesen bilem <bile> beni, ben
tepeletmem kendimi... Derim sana, yakışır mı a benim elinimetim, bana zatınız el kaldırasınız?”
(O.C. Kaygılı, “Çingeneler”, sa:172)
“Walker aşağılayıcı bir kahkaha attı:
‘Kavgada ne de çok işe yararsın, ha, ha! Ben kolay kolay yelkenleri indirecek adam değilim.’
Şimdi, Macintosh’un gözlerindeki gülümseme ağzına yayılmış, dudaklarında bir ağrı vardı.”
(S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:50)
“Böylelikle Bird, doktorun neden yelkenleri suya indirdiğini anladı. Burada doktorun kendisi bile bebek
muamelesi görmüş, otoritesini yargılamaya başlamıştı.
‘Peki ya bebek?’ diye sordu Bird, o amaçta olmasa da, doktoru teselli etmeye çalışırmış gibi bir ses
tonuyla.
‘Bebek? Haa... Nöroloji hocası muayene ederse ne olacağı hemen anlaşılır. Elbette, bebek o zamana
kadar yaşarsa.’ ”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:45)
“Charles korkutuyordu onu, hayli canını sıkıyordu ve bir tarafına dokunmadığı sürece de kimi zaman
dostluk duymasına yol açıyordu. Kocası bağırmaya başlayınca, Louise yelkenleri suya indiriyordu.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:11)
“Asıl hesabı eline kağıt kalem alınca yapabilirdi. ‘On bin ruble bile vermem ben korunun sahibine,
ağaçsız boşlukları göz önüne alırsak yedi bine iner. Ölçme memuruna yüz, hadi bilemedin yüz elli ruble rüşvet
verdim mi, yüz elli dönümünü ağaçsız saydırmak işten değil. Peşin üç bin ruble genç ağanın yelkenleri suya
indirmesine yeter de artar bile.’ ”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:56-7)
“Teğmenin görünüşü, sık ve kara sakalıyla daha da sertleşmişti. Ama Tilde, adamın yalnızlığın
baskısıyla yine yelkenleri suya indireceğini biliyordu. Korkuyordu adam. Her şeyden korkuyordu. Geceden…
Ölümden…”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:50)
Yelkenler mayna : Fırtına yaklaşırken yelkenlinin kaptanının yelkenleri aşağı indirme emri
“ ‘Öyleyse bugün giremeyiz artık içeriye!’
‘Ya ne bekliyordun?’
‘Bizim babalık birazdan toplar yelkenleri Bahse girer misin?’
Anton Kaptan, söyleneni duymuş gibi, kaptan köşkünden seslendi:
‘Yelkenler mayna, çocuklar! Bugünlük bu kadar. Yarın yeni bir gündür!’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:8-9)
Yellenmek : Gaz çıkarmak, osurmak; Hava (yel) almak
“Hiç gün doğmayacak mı? Halbuki ben horoz sesini işiteli çok zaman oldu. Kölelerim de korkuyorlar!
Eskiden böyle olmazdı. Ey Savaş, sana bin bir neden yüzünden lanet olsun. Kölelerimi cezalandırmama bile izin
verilmiyor. İşte bu terbiyeli delikanlı da uyanmaz ama, beş kürkün içine yusyuvarlak sarılmış sarmalanmış
yellenir. (Tekrar yatar.)”
(Aristophanes, “Bulutlar”, sa:21)
“Mevlana hazretleri hikaye etmişti: Bir padişah vardı, kan aldırmaya gereksinimi olmuştu. Padişahın
adamları kan alıcıyı getirdiler. Zavallı kan alıcı, neşteri (cerrah bıçağı) bileyip kan almak için bazuya (pazısına)
vurdu. Fakat neşterin ucu kırılıp padişahın elinde kaldı. Kan alıcı padişahtan korktu; elinde olmayarak son
derecede yellendi. Sultanı büyük bir gülme aldı ve kahkaha ile güldü. Bunun etkisi ile neşterin ucu, padişahın
bazusundan dışarı fırladı. Kan alıcı, ‘Ey dünya sultanı, yellenmek benden, inayet Tanrı’dan,’ dedi.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:403)
“Muhterem peder, olanca zarafet ve vakarıyla uyandı. Tıpkı safa pezevengi Rabelais’nin devi
Gargantua’nın sabahları uyanırken yaptığı gibi, birkaç kez yellendi, üst üste geğirdi ve uzun uzun esnedi.
Sonunda doğrulup oturdu ve şaşkınlık içinde, ‘Allah, Allah, ben neredeyim? diye sordu. Papazın uyandığını
gören onbaşı, ‘Saygıdeğer efendimiz,’ dedi yaltaklanarak, ‘tutuklu vagonunu değerlendirmiş bulunuyorsunuz.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:345)
“Yavuz Sultan Selim’in ayakları kanatlı Bostancıbaşısı’nın yarışın bitmesine otuz adım kala karnını
tutarak yere devrilmesinin sebebi hiçbir zaman açıklık kazanmadı: Adamcağız birden yere yuvarlanmış, yanına
yaklaşan herkesin daha kötüsünü duymadığına yemin etmesine neden olan pis kokular saçarak ardı ardına
yellenmeye başlamış, tüfek sesi gibi gürültülü osuruklar koyuvermiş, topraktan sökülmüş bir adamotu kökü gibi
çığlıklar atmaya başlamış..”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:253)
“Beni, uzattığı bacağı üzerinde hoplattı ve şöyle bir şarkıyı söylemekten de geri kalmadı:
‘Küçücük atıma atlayınca ben, tırısa kalkınca yellenir gider,’ şaşkınlık içinde gülüyordum. Ama şarkı
söylemiyordu artık; beni dizlerine oturtup gözlerimin içine baktı ve resmi bir sesle, ‘Ben bir insanım ve insani
olan hiçbir şey bana yabancı değildir,’ dedi. Ama abartıyordu büyükbabam...”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:44)
yelp : (ZOO.,DAVR.,İNG.) <yelp> : Yelp, kesik kesik havlama, yaralanmış köpeğin çıkardığı ses
Yeltenmek : Üstesinden gelemeyeceği bir işi yapmaya kalkışmak
“Hala aynı yatakta yatıyorlardı, ama burada da John’un uzak durması Alice’in özlemini çektiği hoş
sahneleri yaşamasına engel oluyordu. Onunla sevişmeye bile yeltenmemişti. Oysa etkileyici bir sahne planlamıştı
Alice. ‘Bana dokunma,’ diyecekti kararlı boğuk bir sesle, ‘neler yaşadığımı anlayamıyor musun?’ ”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:57)
“Sadistik bir hemşire, hastaları karnından yumruklamaktan hoşlanırdı. O bunu kendinden geçercesine
bir zevkle yapardı. Yaşlı hastalardan biri yataktan dışarı çıkmaya yeltendiğinde veya yatağını bozduğunda, o
hemen bağırırdı, ‘Yatağına yat ve hemen uyu, canına okuduğumun seni!’ ”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:45)
“Hele ben, uzun zamandan beri görmediğim o en eski, en sevdiğim Latin Amerikalı dostlarımla birlikte
olmak için ölümün bana verdiği bu olağanüstü fırsattan dolayı hepsinden daha çok mutluydum. Törenin sonunda
herkes gitmeye başladığında ben de onlarla birlikte gitmeye yeltendim, ama içlerinden biri, kesin bir ciddiyetle,
benim için eğlencenin artık sona erdiğini anlattı.”
(G.G. Marquez, “On İki Gezici Öykü”, Önsöz)
Yel üfürür su götürür :
Kış kıyamette, kuvvetli rüzgar eser ve yağmur yağar konumunda
“Gözlerini dikip bana bakmaktan vazgeçmiyordu. Birden anladım, elimi yüzüme götürdüm. Tere
batmıştım. Bu mahzende, kış ortasında, yel üfürür su götürürken ben terliyordum.”
(J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:21)
Yel yepe(l)rek : İnce rüzgar gibi, yel gibi uçaraktan
“Askeri papaz yelyepelek içeri daldığında yüzü sapsarıydı, birinden haksız yere sopa yemişçesine isyan
halindeydi. Son zamanlarda papazla iyice yüzgöz olmuş olan General Fink, onu bir kenara çekip zurna gibi bir
sesle sordu. ‘Neyin var senin, telkincibaşı?’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:235)
“Bu uçucu maddeler yel yeperek yol alır,
Aşk elçileri gibii, sevecenlikle sana:
Canım dört maddedendir, o ikisiyle kalır,
Üzgün yürekle düşer ecelin kucağına.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:45, sa:131)
“Elva, şişkin bacaklarına karşın, yel yepelek restorana dönüp yardım istemişti ama tabii artık çok geçti.
Birkaç saat sonra polisler yol kenarında bir çalıya takılmış sallanan boş çantasını bulmuşlardı. Üç yüz dolar Elva
için önemli bir paraydı ve birkaç gün kafası hep onunla meşgul olmuştu.”
(I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:165)
Yem atmak : Cami avlularında, turistik meydanlara kuşlara (başlıca güvercinler için) çanak ya da kupalarla
yem savurmak; ya da, aynı şekilde tavuk, horoz, hindi gibi kümes ve at, eşek, katır gibi taşıt hayvanlarına
yiyecekleri olan yemi atmak; (Mec.) Birinin gönlünü almak, ümit vermek ya da sözüm ona durumun iyileşeceğini
vadeden sözlerle o kimseyi oyalamak, ağzından laf almak için oynanan oyunlar
“Peter’in ifadesi şaşkınlığa dönüştü. ‘Ne?!’
‘Merdiven... Mason efsanesi. <Kayıp Kelime>nin gömülü olduğu, toprağın yüzlerce metre altındaki
gizli yere inen merdivenden bahseder.’
Peter şimdi telaşa kapılmış görünüyordu.
Mal’akh, ‘Efsaneyi biliyorsun,’ diye yem attı. ‘Bir taşın altında saklı gizli merdiven.’ Ortadaki sunağı
gösterdi.”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:445)
“Alıntılar konusunda, illiyet <nedenselik> araştırmalarını her zaman çok ciddiye almışımdır. Gençlik
arkadaşlarım bunu bilirler ve bazen eğlenmek için bana yem atarlar, ben de sazan gibi peşine düşmekten
kendimi alamazdım: ‘Bunu kimin söylediğini bulamazsın...’ Eskiden, araştırmanın sonucunu göz açıp
kapayıncaya kadar önümüze seren mucizevi ‘arama motorları’ yoktu.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:97)
Yem borusu : İyi bir gelecek vad’eden boş söz
“Bir iki dakika sonra odaya giren ser hadememize Ömer aynı havadisi tekrar etti. Fakat o pek seviniyor
görünmedi, terbiyeli bir tavırla: ‘İnanma bayım, Yem borusudur bu. Avusturya bulsa şekeri kendi yer.’ dedi.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:X)
Yemeden içmeden kesilme; Yemeyip içmeyip : Fiziki ya da ruhsal nedenlerden bir kimsenin yeme arzusunu
yitirmesi, zamanla bir deri bir kemik kalması; Fig.: Sanki yapacak başka hiç bir işleri yokmuş gibi; hemencecik,
ivedilikle -haber yetiştirme“Ama herkesten çok Ferapont Baba köpürmüştü. Çünkü Staretz’in, bu ‘özel’ halde aldığı tedbiri
düşmanları yemeden içmeden Ferapont Baba’ya yetiştirdiler.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:289)
“-Sonra beyime deyim, bizim baldız deli oldu, dağlara düştü Allah vermiye. Yemeden içmeden kesildi,
sarardı soldu, zayıfladı ki görenler mezardan çıkmış bellerdi.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:55)
“Babasının emrinden dışarı çıkamayan Hasan Çelebi, yemekten içmekten kesilip yatağa düştü, bir ay
içinde bir deri bir kemik kaldı.”
(R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:41)
“ ‘Doğrusu çok güzel bir ders oldu, hem de ucuza geldi doğrusu, beni başından savdığına memnunum;
eğer bir delilik edip onunla çok ilgilenmiş ya da içtenliğine inanıp çok konuşmuş olsaydım, bunu yemeyip
içmeyip Mathieu’ye yetiştirecekti. Sonra ikisi bir olup, beni tiye alacaklardı.’ ”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:155)
Yeme de yanında yat : Güzel bir insanla yakın ilişki kurmak; Zamanını bekle sonra yararlanırsın
“Boris’i görünce askerler gülmeye, laf atmaya başladılar. Seviyorlardı Boris’i. Boris parmaklarıyla
selam verdi, ama kimsenin ona: ‘Seni hergele seni,’ ya da ‘Yeme de yanında yat!’ diye sataşmadığını fark
ederek büsbütün keyfi kaçtı.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:67)
Yemeğe alıkoymak : Yemeğe kalmasını rica ve temin etmek
“Yemekten evvel kendisine uğradığım bankacım da beni yemeğe alıkoydu. Lav akınını görmek
arzusuyla yanıp tutuşmasaydım, tüm bunların zevkini çıkaracaktım. Hesaplarımı görmek ve eşya toplamakla gün
geçip gitti.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:249)
Yemek : Yemek yemek; dayak, tokat yemek; söylenen sözlerin yalan olduğunu bile bile kabullenmek
“Trenlerde: Bir anne çocuğuna:
-Pis, parmaklarını emme.
Ya da: -Devam edersen, bir tane yiyeceksin.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:46)
Yemek faslı : Yemek zamanı, bir programın yemeğe ayrılmış bölümü; bir kimsenin hayatında yemeğin önemli,
olumlu ya da olumsuz,bir özen ve anlam taşıması
“Örneğin, bir keresinde yemeğini bitirdiğinde kırmızı defterine yalnızca üç tümce yazabilecek zaman
kalmıştı. Bir sonraki sefer aydınlık olduğunda sadece iki tümce yazabilmişti. Kırmızı defterine daha çok şsy
yazabilmek için yemek faslını atlamaya başladı, ancak artık dayanamayacağını hissedince yiyordu.”
(P. Auster, “Cam Kent” -New York Üçlemesi 1-, sa:141)
Yemek içmek bedava, onlardan : Çalışmadan, alın teri dökmeden yaşama fantzisi
“Kasabanın birine gidip ‘Hey!’ diye bağırırdım, ‘Gözünüzü açın, bir Rus delikanlısı geldi!’ Hemen
koşup gelirler, acaba gerçek mi diye elleriyle yoklarlar, sonra da rubleleri sökülürlerdi! Üstelik yemem içmem de
onlardan... Bey gibi yaşardın!..”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:66)
Yemekten içmekten kesilmek :
Üzüntüden, kahırdan yemek yiyememek
“Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık Deli Mehmed’in yeşil nurdan mezarı içinde sürdüğü ilahi zevki
göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Yemekten, içmekten kesildi.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:15)
Yemeyip içmeyip : Başka hiç önemli bir şey yapmadan önce...
“Brezilya’ya dönme olanağını daha büyük bir dikkatle evirip çevirmeye koyuldu. Oldukları yerden bir
adım öteye geçemeyen lise arkadaşları, uluslararası çapta bir yıldız olmaya yeteneği elvermediği için işten
çıkarıldığını anlatacaklardı yemeyip içmeyip.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:62)
Yemini basmak : Hemen yemin etmek
“... ikide birde, yerli yersiz yemini basıyordu: ‘Ne elli bin lira, ne de elli bin paradan haberim var. Allah
bin belamı versin yalan söylüyorsam. Çocuklarımın hayrını görmeyeyim!’ Ama koskoca şehrin ağzı torba
değildi ki büzülüversin!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:145)
Yemin(i) (billah) etmek, Yemin üstüne yemin etmek : Hemen yemin etmeye başlamak; ‘Allah şahit olsun ki!’
kat’iyetiyle; İnandırmak amacıyla yeminler etmek, söz vermek
“Şövalyenin üstüne saldırdığını gören Vizcaya’lı, kiralık beygirine fazla güvenemediği için yere
atlayacaktı ama, buna fırsat olmadı, kılıcını güç bela çekebildi..... Böylece, kan davalıymışlar gibi birbirlerine
saldırdılar. Oradakiler, onları barıştırmak istediler ama bu olacak şey değildi; Vizcaya’lı, kemdi lehçesiyle,
savaşı noktalamasına izin verilmezse, önüne çıkan herkesi öldüreceğine yemini billah ediyordu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:54)
“HAYATIMIN İLK ŞİİRİ
Sana yemin üstüne yemin etseler,
Gene de kollamalısın kendini, Arapça
bilmeyenlerin beldesinde.
Üç beş kuruş uğruna,
Sözlerini bozar onlar.”
(Muhammed el-Garani, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:54)
“Ama o küçük maymun ne yapsa beğenirsiniz, kaşla göz arasında kuşcağızın kafasını koparmasın mı!
Yemin billah, böyle bir adilik beklemezdim ondan. Aslında, komutanım, kafasını kopardığı bir serçe falan
olsaydı gene sesimi çıkarmazdım, ama o güzelim cins kanaryanın acısı içime oturdu doğrusu. Görecektiniz, nasıl
lüpletti hayvancağızı, tüyleri havada uçuştu! Sonra da keyiflenip mırıl mırıl mırıldanmaya başladı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:190)
Yemin kasem etmek : And içmek, yemini billah etmek
“Şövalye, dünyanın kuru ot yiyen bütün hayvanları arasında bundan daha iyisi bulunmadığına yemin
kasem edip hancıdan, atıyla ilgilenmesini istedi. Hancı, hayvanı ilgiyle inceledi; fakat at, Don Quijote’un
söylediği kadar iyi görünmedi gözüne. Hayvanı ahıra bağladıktan sonra, konuğunun ne istediğini sormaya geldi;
onu, arasını çoktan düzelttiği kızlara zırhını çıkarttırırken buldu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:19)
Yemin olsun ki : En kutsal şeylerin üzerine yemin ederim ki
“ ‘Yemin olsun ki dediğini yapacağım,’ dedi köylü. ‘Sana olan sevgimi göstermek üzere, alacağın
çoğalsın diye, borcumu da çoğaltıyorum.’ Bu sözlerden sonra Andrés’i kolundan tuttu, meşeye bağladı ve öyle
bir kötek attı ki, öldü sanıp bıraktı.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:29)
Yemin verdirmek, vermek : Allah’ın adına ya da çocuklarının üstüne ant içtirerek, başkasına söylememesi
kaydıyla birine bir sır vermesi
“Babasının son sözleri üzerine Scarlett bir öfke nöbetine kapıldı.....
-Dilini sıkı tut kızım! Kimseye söyleme! John Wilkes bana yemin vererek gizlice söyledi: Ashley,
Melanie ile evlenecekmiş. Nişanları yapılacak.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:52)
Yemi yutmak : Sorulan ikilemli soru ya da öneriyi, sanki kabullenmiş oynayarak alttan almak (Argo)
“Saygılı, çocuksu bir şaşkınlık havasıyla öne eğiliyor: Benimle oynadığından giderek daha fazla emin
oluyorum. ‘Lütfen söyleyin efendim, emin olun ki aramızda kalacak,’ diyor, ‘bu barbarlar neden memnun değil?
Bizden ne istiyorlar?’ İhtiyatlı olmalıyı ama değilim. Esnemeli, sorusunu geçiştirmeli, akşamı sona
erdirmeliyim; ama yemi yutuyorum. Çenemi tutmayı ne zaman öğreneceğim?”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:68)
Yem kestirmek; Yemlemek : Atlara, büyük ve küçükbaş otçul (herbivor) hayvanlara yemlerini yedirmek
“Yine Herse’nin anlattığına göre, ahalisi Tronkenburg’daki yangını seyir için toplanmış olan bir Elbe
köyüne, gece yarısı dümensiz küreksiz bir salla gelerek halkın şaşkınlığı arasında karaya çıkmış, oradan da bir
köylü arabasıyla Erlabrunn’a gitmişti. Bunları işiten Kohlhaas derin derin içini çekti; sonra atların yem kestirip
kestirmediklerini sordu.”
(H. von Kleist, “Michael Kohlhaas”, sa:56)
“Sabah erkenden işe giriştik. Hayvanları yemledik, inekleri sağdık, ahırı temizledik. Tarlada kalmış
saman yığınlarını ahıra taşıdık. Sonraki iki gün hava kararıncaya kadar buz tutmuş tarlaları sürüp ekin biçtik, dağ
gibi yığılmış mısır koçanlarını taneledik. Salim Amcamın ve Ahmetin yaralarını ilk kez burada tımar edebildik.”
(Hulya Sarıkaya, “Mübadele Öyküleri-Merguşe Laleleri”, sa:205)
Yen : Elbisenin kolunun, dirsek ile elin arasındaki bölümünün dış kısmı. Genellikle, eller dolu olduğunda alın
terini silmekte kullanılır; gül ailesinden gelen bazı çiçekleri kavrayan yaprak. ‘Yemenimin yeni’ bazı türkülere
mehaz olmuştur
“…görevinin gereğini yerine getirip, üç kere yüzüme tükürdü ve üç kez de ‘Hain Domuz!’ diye bağırdı.
Tükürürken iyi nişan almıştı, ama herhalde o gün fazla sıcaktan boğazı kurumuş olmalıydı ki, ufak tefek bir iki
parça geldi yüzüme. Ben de bunları, yönetmeliğe aykırı olarak, mihaniki bir davranışta bulunup kolumun yeniyle
silmeye kalktım. O anda kıçıma bir tekme attı polis, belimin ortasına bir yumruk indirdi ve sakin bir sesle
‘Kademe I’ diye ekledi, ki bu bir polisin uygulama yetkisine sahaip olduğu cezaların en yumuşağı ve ilki
demekti.”
(H. Böll, “Cüce ile Bebek-Üzgün Yüzüm”, sa:17)
Yeni bir gelin gibi kızarmak : Utangaçlıktan, mahcubiyetten kızarıvermek
“Suad, sessiz ve coşkulu duruyordu. Eşinin bu tür coşku anlarında o daima sessiz kalır, söylemek
istediklerini böyle söyleyemediğinden ansızın taşan kuıcaklama arzularıyla boğularak, tüm ilişki bağlarınıu
ancak sessiz kalmayla hapsederek ezilirdi; ve hala böyle yeni bir gelin gibi kızarıp duygularını ne bir sözle, ne
bir tavırla gösteremediği zamanlar olurdu.”
(M. Rauf, “Eylül”, sa:15)
Yeni bir sayfa açmak : Yeni bir hayata, yeni bir evreye başlamak
Bk.: Beyaz bir sayfa açmak
“Hangi konuya ilişkin olursa olsun, geçmiş, ancak kapanmış dosyalar için geçerli olabilecek bir zaman
nitelendirmesidir; henüz geçmemiş olan ne zorla düne itilerek tarih sayılabilir, ne de böyle henüz olmayan bir
tarihte yeni bir sayfa açmaktan söz edilebilir.”
(A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:31)
Yeniden diriliş : Ölümden sonraki hayat, Basülbadelmevt; Re-enkarnasyon
“Langdon, sekizgen şeklin estetikle değil, sembolizm’le ilgili olduğunu biliyordu. Hıristiyanlıkta sekiz
rakamı, yeniden doğuşu ve yeniden yaratılışı temsil ediyordu.. Sekizgen, Tanrının cennet ve cehennemi yarattığı
altı günü, Sebt için bir günü ve Hıristiyanlığın vaftizle ‘yeniden doğdukları’ veya ‘yeniden yaratıldıkları’ <Reenkarnasyon> sekizinci günü temsil eden bir hatırlatmaydı. Langdon’a göre San Giovanni Vaftizhanesi,
Fransa’nın en göz alıcı binalarından biriydi, ancak oraya yapılmış olması büyük bir haksızlıktı. Bu vaftizhane
dünyanın başka bir yerinde ilgi odağı olurdu. Ama burada, iki dev kardeşinin yanında devede kulak kalıyordu.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:293)
“KİRİLLOV - İkimiz de alçağız. Ama ben kendimi öldüreceğim, sense yaşayacaksın.
PETER - Tabii yaşayacağım. Korkağım ben, bir yana atılmışlık bu, iyi biliyorum.
KİRİLLOV (Artan bir öfkeyle.) - Bir yana atılmışlık, of, evet! Dinle. Çarmıha gerilenin hakkı için,
onun hayduda ne söylediğini hatırlıyor musun? ‘Bugün ikimiz de cennette olacağız.’ Gün biter, ikisi de ölür.
Ama, ne cennet vardır, ne de yeniden diriliş.”
(A. Camus, “Ecinniler”, sa:156)
Yeniden yaşama dönme : Ölümden geri gelme
“Ne var ki, melek sözlerini sürdürdü:
-Kente döndüğünde, çocuğun yeniden yaşama dönmesi için art arda üç kez dua et. Tanrı, üçüncü
duada senin sesini duyacak.”
(P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa.:61)
Yeni Dünya :
(COĞR.) : Amerika kıtasına verilen isim
“Katolik krallar, tarikatların ayaklanmasını önlemek için duruma doğrudan el koymak zorunda
kalıyorlardı. Bunun sonucunda, Santiago Yolu yavaş yavaş unutulup gitmişti; ara sıra Bunuel’in ‘Samanyolu’ ve
Juan Manoel Serrat’ın ‘Gezgin’ adlı tabloları gibi sanat yapıtları ortaya çıkmasa, sonradan Yeni Dünya’ya
yerleşecek olan milyonlarca insanın bu yoldan geçtiğini hiç kimse hatırlamayacaktı.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:29)
“Vespucci, sadece görüklerini tasvir eden ilk kişi olduğundan, eylemden ziyade sözü önemseyen
bilginler tarafından yeni dünyanın kaşifi olarak kutlanır. Ayrımı ilk yapan coğrafyacı Schoner olur: Kolomb
sadece birkaç ada keşfetmiştir, Vespucci ise Yeni Dünya’yı! Aradan on yıl geçtikten sonraysa bu cümle ağızdan
ağıza, kitaptan kitaba geçerek kanıtlanmasına gerek olmayan bir gerçek halini alır: Vespucci dünyanın yeni bir
kıtasını keşfetmiş, kıta da haklı olarak Amerika adını almıştır.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:74)
Yenik; Yenik düşmek : Yitik, mağlup olmuş, boyun eğmiş; Mağlup olmak, yenilmek
“TÖREN MARŞI (Titreşimler’den)
Elveda uyuşuk yurdum, elveda!
yeni bir yaşam var önümde benim,
yeni bir hevese yenik yüreğim,
ve ruhum dörtnala koşar şu anda
mutluluk, heyecan, coşku peşinde:
sarhoşuyum gençlik denen ilhamın
çığlık atan can evimde, derinde:
salt kadın ve şarap, şarap ve kadın!”
(Kiril Hristov<1875-1944>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
31.08.06)
“O yaz’ın bu denli dersiz topsuz bir maceraya yol açacağını elbette bilemezdim. Hoş, bilseydim de,
kapılıp gittiğim gençlik aylaklığına yine bağlanacak, yine yenik düşecektim.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:11)
“DÖNÜŞ
Yenik dönüyorsun doğduğun kente
yaşlılık yüküyle omuzlarında.
Bu kent, eski inanç ısısı ile
yaşamayı biliyor mu acaba?
Mavi tepelerin ardında yine
sönüyor mu güneş hep öyle şirin.”
(Radoy Ralin<1923-2004>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
15.03.07)
Yenilir, Yenir yutulur (olmak, olmamak) : Akla mantığa uygun, kabul edilebilir; matah bir şey (olmak,
olmamak)
“Philinte’in ve Philinte’in karısı G.’nin önünde karısıyla kavga. ‘Diyelim ki, G... ile yattım. Üstelik,
senden ve Philinte’ten de emin değilim.’ -Philinte: ‘Hayır, G. Yenip yutulacak bir şey olmadığından değil. Ama
ben gerçeği sevmiyorum, gerçeği istisnai olarak dile getiriyorum.’ ”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:94)
“-Benim düşüncem şuna dayanıyor: Kiliseyle Devlete ait ayrı ayrı ögeler şüphesiz sonsuza dek
yaşayacaktır; hem de aslında bunun mümkün olmadığına, üstelik büsbütün doğal değilse de işin temeli yalana
dayandığı için hiç olmazsa bir dereceye kadar yenir yutulur hale getirilmesine çalışılmadığı halde yaşayacaktır.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:86)
“İçimde öyle bir duygu vardı ki, adeta tertemiz yüzüyle doğrudan şaşmayan bir aynanın önüne getirilip
dikilmiştim, aynada kendimi bir yalancı, bir şarlatan, bir ödlek ve kalleş biri olarak görüyordum. Bu da insana
acı veriyordu, yenir yutulur bir şey değildi ...”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:138)
“Misis Trotter’in oturduğu kasabadan 60 mil uzakta bulunuyorduk. Hemen trene atlayıp gittim.....
Güzellik, yaş ve emlak dışında, Misis Trotter duyurudaki özelliklere aynen uyuyordu. Bununla birlikte göze pek
de kötü görünmüyordu. Yenir yutulur gibiydi.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:13-4)
“Doğruyu söylemek gerekirse onu en çok tasalandıran konu Basil Hallward’ın ölümü dedğildi. Kendi
ruhunu yaşarken ölmüş olmasaydı onu asıl tedirgin eden, Basil onun hayatına gölge düşüren portreyi çizmişti.
Dorian bunu bağışlayamazdı. Her şey o portre yüzünden olmuştu. Basil ona öyle şeyler söylemişti ki yenilip
yutulmazdı, gene de Dorian sabır gösterip bunları yutmuştu.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:249)
Yenitaş Çağı : (ARKEO.) Eski adıyla: C i l a l ı T a ş Devri; İsa’dan önce 4 bin yıllarına doğru, önce
Ortadoğu’dan başlayan, 3 bin yıllarına doğru da Batı Avrupa’ya geçen, etkileri bakımından İsa’dan sonra XIX.
y.y.’daki Sanayi Devrimi’ne benzeyen devrimci bir dönüşümdür bu. ‘Y e n i t a ş’ Devrimi ‘ diye adlandırılması
da bunun için.
“Ne olur? Başta, a l e t l e r de büyük değişiklik var: Balta, keser, daha sonra da taştan orak ve çapa
yapılır. Ama o çağın en büyük icadı, o k ve y a y ı n icadıdır. Bu ilerleme tarımı müthiş etkiler. T a r ı m ve
h a y v a n y e t i ş t i r m e devri başlamıştır. Bunlar, “göçebe” yaşamdan, “yerleşik yaşama geçişi” sağlar.
............ Buğday, arpa ya da yulaf, başlarda yabanıl durumdaydı. Toplanmış tanelerin önce çimlenmesine bakıp,
sonra topladıklarını sağlayan insanlar, mevsimi geldiğinde, onları önce sopa ile toprağa gömerek, daha sonra da
çapa ile toprağı işleyip hazırlayarak ekmeye başladılar. Bu devrim, ilk kez Mısır’dan, Orta Asya’ya, kenarları 3
bin km.’lik bir dörtgenin içinde gerçekleşti bu. Ve bu, ilk kez bu bölgede, bitki yetiştirilmesi, aşiretlerin
çoğunluğunun başlıca geçim kaynağı haline geldi. Hayvan yetiştiriciliği de gelişiyordu aynı zamanda: İnek,
öküz, koyun, at, köpek ilk ehlileştirilen hayvanlar arasında oldu. Z a n a a t, başlıca uğraşlardan biri oldu. Yün
eğirme ve örme, giyim biçimini değiştirdi. Eskinin dikilmiş hayvan derileri yerine, yünden örülmüş giysiler
giyinmeye başladılar.
S e r a m i k , özel bir yer tutuyor. Eskitaş Çağı’nın insanları, ağaçtan yapma kapkacak ile sepet örmeyi
biliyorlardı yalnızca. K i l, su geçirmediği için ondan çeşitli şekillerde yararlanıldı; hele ateşte pişirildikten sonra,
çeşitli şekillerde vazolar elde edildi. Artı, seramik, zahire’nin, yani yiyecek ve içecek maddelerin taşınmasına
dakolaylık getiriyor. Bunun gibi, insanlara taşıtma yerine hayvanlara taşıtma olanağını sağlıyor. Bunun sonucu,
t i c a r e t, şaşırtıcı süratte gelişti bu çağda.
Daha geniş ve korunmalı ev-barınakların yanında, a n ı t l a r dikilmeye başlandı. Bu çağın en önemli
Kalıntılarından biri de, i r i t a ş t a n a n ı t l a r’dır (M e g a l i t !). Kimi yerde ‘m e n h i r’ adı verilen, dikine
konmuş, birbirinden ayrı ya da toplu halde iri taşlar; kimi yerde ‘d o l m e n’ diye adlandırılan, dikili iki taşın
üstüne yatırılmış bir taş, üstü örtülü yollar, ya da ‘k r o m l e h’ denen, daire biçiminde dizilmiş taşlar.
Bu i r i t a ş anıtlarda, bazen bir ‘ölüler kültü’ne bağlı, bazen de bir ‘güneş kültüne’; ama çoğunda,
bugün de çıkartamadığımız bir anlam gizli.
M a d e n’lerin üretilimi ve kullanımı da bu çağa aittir. İlk üretilen ve kullanılan maden b a k ı r olur.
Daha sonra, k a l a y ile karıştırılıp t u n ç elde ediliyor. Bunlar, süs eşyalarında olduğu kadar, çeşitli çalışma ve
savaş aletlerinin de içeriğine giriyor. İsa’dan önce XII. y.y.’a doğru, d e m i r ortaya çıkar. Taş Çağı, kesinlikle
sona ermiştir. Y a z ı’nın da sosyal ve kavimler-arası iletişime katılması, s a n’a t ve d i n bakımlarından da
ilerlemeye neden oldu. Mağara duvarları, kaya yüzleri, insan yüzü ve vücudu çizimleri, av sahneleri ile doluydu.
Mamafih, ilkel insan, henüz dahanın sunduğu sel basmaları, yanardağ püskürtmeleri, orman yangınları,
kuraklıklar, açlıklar, tedavisi kabil olmayan hastalıklar sonucu, gayet kolaylıkla kendini güçsüz hissedip, bu
olayların yorumu sonucu, hayvanlardan başlayarak ve doğa’ya dönerek, bir takın düşünce, inanç ve hurafe sahibi
olmaya başladılar ki, i l k d i n de böyle doğdu.
K l a n üyelerinin atalarını ve koruyucu ruhlarını bazı hayvanlarda görme olayı, t o t e m i z m adınını
aldı. İnsanlar, yalnızca hayvanları değil, otları ağaçları da t o t e m, yani klanların ataları ve koruyucuları olarak
görmeye başladılar daha sonra. İnsnın ilk dini budur.. Dinin en yaygın biçimlerinden biri, c a n l ı c ı l ı k diye
çevirebileceğimiz: a n i m i z m’di. Görünmez ruhlar, b ü y ü c ü l ü ğ ü de doğuracaktı elbette. Başlangıçta,
d a n s, savaşçıları kışkırtmak, yüreklendirmek, harekete geçirmekten başka bir amaç gütmüyordu; ama
zamanla, etkilerini artırmaya yönetilmiş bir sürü a y i n’le çapraşıklaştırılarak bu danslara büyük bir değer
yüklenildi. B ü y ü, <zamanla eklenen ş a m a n i s t i k yetilerle bezenen> Tıbbi büyücülük de sahneye girmeye
başladı: etkileri tartışma götürmeyen kan alma, sağlatıcı sular, özellikle haşlanmış bitki suları kullanılımı başladı.
Büyü, aslında insanın ruhları yardıma çağırma <bir savunma mekanizması> gücü için bir inanç kaynağı
sayılabilecekken, f e t i ş i z m , <yeni gelişen>, büsbütün farklı farklı bir din biçimiydi. Fetişizm, maddi
nesnelere, doğaüstü bir güç yakıştırmaktı. İnsan üzerinde bir etkiye sahip sanılıyordu bu nesneler; öyle olunca
da, t a p m a k gerekiyordu onlara.
Eskitaş Çağı, insanlarının bilinen tek eylemleri, yani bitkileri toplama ve avlanma, sadece bir tek
mülkiyet biçimine yer veriyordu : O r t a k l a ş a m ü l k i y e t...... Toplum üyelerinin ortaklaşa çalışmalaro ile
elde edilen servet, üyeleri arasında eşit paylaştırılarak üleştiriliyordu. Yani, i l k e l t o p l u l u k, sınıfsız ve
insanın başka insanlarca sömürüsünün bulunmadığı bir toplumdu. Binlerce yıl bu niteliği korudu. Ancak, üretici
güçler, zamanla o ölçğde geliştiler ki, ortalama bir üretkenlikle, çalışan topluluğun her üyesinin yaşaması için
zorunlu olanı elde etmeye gücü yetiyordu artık.. Yerleşik aşiretlerin başlıca üretici gücü olan toprak, ortaklaşa
mülkiyet konusuydu; ama her aile, kendisine ayrılan toprak parçasını ayrıca işliyor ve ayrı bir işletmeden
yararlanıyordu. Böylece, yavaş yavaş, ö z e l m ü l k i y e t ortaya çıktı. Özel mülkiyet, ilk önce sürü
hayvanlarına, ev işlerinde kullanılan avadanlık ve kap kacağa ve bazı aletlere, bu arada kişisel üretme araçlarına
kadar uzandı. Sonunda, toprak ortaklığına dayanan toplulukta, toprak, ortak mülkiyet olarak kaldığı halde,
ailenin konutu, onun ö z e l m ü l k i y e t i haline geldi.
Emek üretkenliğinin artması, gün geldi, insan üzerindeki mülkiyeti, maddi servetlerin doğrudan doğruya
ü r e t i c i s i üzerindeki mülkiyeti de ortaya çıkardı : K ö l e l i k doğdu. ........... Başlangıçta köleler,
topluluğa ya da ataerkil aileye aittiler. Ama zamanla, ileri gelenler, hem topluluğun öteki mallarını, hem de
kölelerini ele geçirdiler ve köleler, başkanların ve klan aristokrasisinin öteki temsilcilerinin de özel mülkü haline
geldi. Köle emeğinin sömürülmesi, bu zümreyi zenginleştirip iktidarlarını daha da güçleştirdi. Böylece, ilkel
topluluğun temel ilkelerinden biri, yani, topluluğun bütün üyelerinin ortaklaşa ve kardeşçe çalışmaları da
hükümsüz bir hale gelmiş oluyordu. Köleliğin kurumlaşmasıı, insanın kendi tarafından sömürülmesinin başladığı
yeni bir tarih çağının da kapılarını açıyordu. Aslında, üretici güçlerin ilerlemesi için zorunlu bir olaydı bu.
Üretim alet ve araçlarına sahip bulunan efendiler için köle emeğinin maddi servet yaratması yanında,
bir başka kaynak daha vardı toplumda: T o p l u l u ğ u n s ı r a d a n ü y e l e r i n i n e m e ğ i y d i bu;
Sahip bulundukları ilkel üretim alet ve araçları ile, küçük özel ekonomilerini üretken kılan çiftçiler, çobanlar be
küçük zanaatçilerin emeğiydi.
Sonuçta; toplum, üretim aletleri ve araçları bakımından, durumlarındaki değişikliklere göre, ü ç g r u b
a bölündü: (1) En başta, her çeşit mülkiyetten yoksun ve efendilerin servetini oluşturan k ö l e l e r, (2)
Üretim alet ve araçlarını ellerinde bulundurdukları gibi, emeklerini sömürdükleri kölelerin de sahibi olan e f en d i l e r; (3) Üretim alet ve araçlarının özel mülkiyetine sahip bulunan ve kendi küçük işlemlerinde üretim
yapan t o p l u l u ğ u n ö z g ü r ü y e l e r i. Böylece, toplum, insanlık tarihinde, ilk kez birtakım sınıflara
ayrılmış oluyordu.”
(III. bölüm: Sınıflı Toplumlar Çağı - H i n t A v r u p a l ı l a r sorunu...)
(Server Tanilli, “Yüzyılların Gerçeği ve Mirası”, Cilt:I, ‘İlkçağ’, sa:20-30)
Yeni taydan aşmış aygır gibi solumak : Azılı erkeğin cinsel birliktelikten sonraki soluk darlığı
“Çeyizleri yerleştirilirken bahçe pencerelerinin önünde sabahtan yatsıya dimdik camlara yapışıp
duruyordu. Eee, bir de geldik ki buraya ne görelim, sultanlara vergi kurulu düzen... Bir de erkek, yeni taydan
aşmış aygır gibi soluyor. Henüz otuz sularında, eller aslan pençesi kavrayışında.”
(Füruzan, “Gül Mevsimidir”, sa:8)
Yeni yazı : Cumhuriyet Türkiye’sinde Kemal Atatürk’ün 1926 Harf İnkılabı ile başlattığı Latin harfleriyle
yazılan Türkçe yazın
“... babasının kalın, eski yazı birkaç tarih kitabıyla birlikte. İlkokulu bitir,nce ona da öğretmişti eski
yazıyı. ‘Çabuk öğrenirsin; yeni yazıyı on günde öğrendim ben.’ Nüfus katibiymiş.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:34)
Yeni yetme-Yeniyetme; Yeniyetmelik çağı : Büyümekte olan genç ergen, olgunlaşmamış kimse; Ergenlik
Çağı
“Yeniyetmelik çağımda o bildik ne iş olsa yaparım modelini benimsedim. İlk kar düşer düşmez elimde
kürek dışarı fırlar, her evin kapısını çalıp garajın yolunu ya da kaldırımlarını temizlemek için beni tutmak ister
misiniz diye sorardım. Ekimde yapraklar düşmeye başlayınca, bu kez elimde tırmık aynı kapıları çalar, çimlerin
üzerindeki yaprakları temizletmek isteyip istemediklerini sormaya başlardım.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:12-3)
“Onun elini ilk kez 1967 baharında sıktım. O tarihte Columbia’nın ikinci sınıfında, kitaplara meraklı ve
günün birinde kendime şair diyebilecek kadar iyi şiir yazacağına inanan (ya da vehmeden) toy bir
yeniyetmeydim.”..... “Margot makyajsızken, etrafındakilerin sergilediği o çarpıcı dişi objeden çok daha yumuşak,
çok daha ayağı yerde görünüyordu. Margot çıplakken, yeniyetme göğüsleri, ince kalçaları, çırpı gibi kolları ve
bacaklarıyla zayıf, hatta çelimsiz görünüyordu.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:9;45)
“Acaba bütün <spor> kahramanlar baba yerine mi geçer? Kız çocuklara kıyasla, erkek çocukların
kahramanlara daha çok ihtiyaç duyması bu yüzden midir? Yoksa yeniyetmelik dönemindeki bu spor takıntıları,
bastırılmış Oedipus kompleksinin örneğinden başka bir şey değil midir? Emin değilim. Ama spor
taraftarlarındaki -hepsinde olmasa de çoğundaki- manyakça tutkunun ruhun çok derinlerde bir yerden
kaynaklanmış olması gerek. Bu tutkuda, vakit geçirerek oyalanmak ya da eğlenmek isteğinden daha köklü bir
şey var. <Paul, 2 Şubat 2009>”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada, Mektuplar 2008-2001”, sa:55)
“Tahta basamaklardan sendelierek tekrar Fred’in kollarına yığıldım:‘Oh, Fred’, dedim. Bir onluk verip
tahta bir sekide dans ettik. Kalçalarını hızla çalkalayan yeni yetmelerin ortasında birbirimize sokulduk; Fred’le
dansın ahengine uyarak döndükçe trompetçinin tatlı ve şehvetli yüzünü göRüyordum; çalgısı, yağlı yakasını yarı
yarıya saklıyordu.”
(H. BölL, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:107)
“Yolculuk”
O günler Kaos günleriydi
Şiirin sözcükleri palmiye yaprakları gibi fışkırmıyordu.
Bu yüzden şehri terketti - doğduğu yeri
Her gün görünüşü değişen ülkesini.”
---------------------Ve burası kaplanlar ve palmiyeler ülkesiydi
Geçmişteki bir yeniyetmelik düşündeki gibi.”
(Sophia de Mello Breyner<d.1919>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
08.07.00)
“Langdon verdiği örnekten pişman olmuştu. 10,000 yeniyetmeyle bir arada yaşayınca, insan zihnine
dolaşan gereksiz bilgilerin sayısı gerçekten şaşırtıcı oluyordu.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:237)
“İnternet ve internetin basit dili dünyayı tümüyle değiştirecek şeye sahip. Paris’te de buna paralel bir
dünya oluşuyor: Yeniyetme yazarlar kendi sözcüklerini ve ruhlarını anlatabilmek için çabalıyorlar.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:45)
“Pisa kuşatması babamın tüm dikkatini askeri kaygılara çekti. Ben de, bundan yararlanarak, Tosca’nın
kentlerinde dolaştım. Ama annemle babam, bu disiplinsiz, başıboş yaşamın, kendini düşünce yaşamına adamış
bir yeniyetme için uygun olmadığını düşünüyorlardı.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:33)
“Yeniyetmelik çağına geldiğimde onunla bağları kopardım ve daha sonra aramızda sadece sürekli savaş
oldu. Gençliğindeki çevrede kızların özgürlüğü düşüncesi ortaya bile atılmazdı; bunu ortaya atmak ahlaksızlık
olurdu. Cinsellikten olsa olsa ‘genç kulaklara’ yasak edilmiş açık saçık söz ya da toplumun yargısına göre, iyi
ahlaklılık ya da kötü ahlaklılık biçimiyle konuşulurdu.”
(A. Ernaux, “Bir Kadın”, sa:45)
“Ephesoslular
iyi ederler
kendilerini assalar
bırakıp kenti
yeniyetmelere
o koskoca adamlar”
(Herakleitos, “Kırık Taşlar”, sa:109)
“HERKESİN BÜTÜN ÖĞÜTLERİNE
KARŞIN
----------Evet, deniyorum görüyorsunbenimle gurur duyabilirsin.
Tek başıma bu gülünç café’de,
sımsıkı tutturulmuş saçlarımla,
senin son mektubunu tutarak
bir kayalığın üzerine yüzüstü bırakılmış,
pişman bir yeniyetme gibi
elinde İncil’i,
çok şükür kızın getirmeyi anımsadığı,
deniyorum.”
(Selima Hill<d.1945>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.12.06)
“Kulağına eğildi:
‘Beni iyi dinle,’ dedi, ‘sen bakma Memedimin, yavrumun, insanların hasının öyle durduğuna,
bıyıklarının kocaman, burma burma olduğuna, onların soyu öyledir, onlar anadan bıyıklı doğarlar, benim yavrum
çocuktur daha. Çiçeği burnunda yeni yetme bir delikanlıdır.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:373-4)
“Huzursuzdu kısacası. Arada bir, annesini ziyarete gidiyor ve her seferinde o aşırı ihtiraslı ve sinirli
kadının yanından hayal kırıklığıyla ayrılıyorduu. Hala genç bir kadındı annesi. Yeniyetmeleri kıskandıracak
kıvrak bir vücudu ve iri kara gözlerini daha da belirgin kılan, biçimli bir Latin yüzü vardı ama her hareketiyle
gergin elektrik dalgaları yayıyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:137)
“Dona Lucrecia resimdeki saçları kısa kesilmiş, yüz hatları ince, yüz yılın başlarında moda olan sımsıkı
üzerine oturmuş koyu renk elbiseli, ceketinin yakasında bir gül olan ve gömleğinin yakası ve papyon kravatın
içinde boğuluyormuş gibi görünen bu sıska yeniyetmeyi dikkatle inceledi.”
(M.V. Llosa, “Don Rigoberto’nun Not Defterleri”, sa:30)
“ ‘Ben sadece dürüst davranmak istedim. Sana olduğu kadar Dolores’e karşı da dürüst olmak istedim.
Erkeğinin benim çatımın altında olmasından istifade edip, eskisen kalma bir yeniyetmelik arzusunu tatmin etmiş
olsaydım, sence bu dürüstlük olur muydu? Aramıza bu şekilde alan ve iki yüzlülük girseydi onunla bir daha
konuşabilir miydim veya kardeşimmiş gibi kucaklaşabilir miydim sanıyorsun?’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:118-9)
“Bir askeri devriye, San Nicholas Parkı’ndan geçmelerine izin vermeden önce yayaların kimliklerini
kontrol ediyordu. Daha önce hiç böyle şey görmemiştim, ayrıca yaşlılığımın belirtisi olsa gerek, bundan daha
moral bozucu bir şey de düşünemiyordum. Neredeyse yeniyetme denebilecek bir subayın kumandası altında dört
kişilik bir devriyeydi bu.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:53)
“Bu soruları kimsede kuşku uyandırmayacak sakin bir ses tonu ve yumuşak bir üslupla fazla ayrıntılara
girmeden yanıtladı. Çocukluğunun, yeniyetmeliğinin, gençliğinin mahallesi bir anda yabancı, güvensiz bir yer
oluvermişti.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:21)
“su üstünde sektirir gibi
geçmişe fırlattığın taş
bir başkasının çocukluğuna düşüyor
erkekliğin yeniyetmeliği bitmiyor”
(M. Mungan<d.1955>, “Timsah Sokak Şiirleri”, ‘Aynı Ölmüyor Herkes’, sa:23)
“MEHTAP
<De La vida’dan>
Dolunay biliyorum gözlemliyorsun
zaman dışından benim yaşamımı
zamanda:
O zaman görmüştün öldüğünü çocuğun
ki buradaydı
Gamsız, tasasız, benim varlığımda; sonra
yeniyetme delikanlı
senin gizemli ışığının büyüsüne kapılmıştı.”
(Eloy Sanchez Rosillo<d.1948>-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
06.11.08)
“Konuşmak istese büyük ilgi uyandırırdı ama, hiçbir şeyi canı çekmiyordu; hiçbir şey ona sanki ne
keder veriyordu, ne de zevk. Yeni yetmeliğinde çok hastalanmıştı.”
(Stendhal, “Armance”, sa:15-6)
“Anna Karenina ile bir yeniyetmenin cinsel fantazileri arasında hiç mi fark yok? Elbette var; ama Freud
bu bağlamda şöyle yazmaktan daha öteye gitmez: ‘Düşgücüne dayanan pek çok yazarlık ürününün yalın hayal
kurma modelinden epeyce uzak olduğunun farkındayız; gene de, bu modelden en aşırı derecede sapan ürünlerin
bile kesintisiz bir dizi geçici neden aracılığıyla bununla bağlamlı olduğu konusunda kuşku duymaktan kendimi
alamıyorum:’ ”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:28)
“Osman Ağa, yeni yetme tayıncıların delikanlı raconlarını bozduklarından yakındı:
-Gördün mü Lazoğlu! Şuncacık oğlan bizi, gözgöre mantara bastıracak. Ulan keçi, senin cebindeki
paranın kuruşundan haberim olmayınca, benim kısım ağalığım nerede kalıyor?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:59)
“Bu Selim Nuri Efendi’yi Saray mebusanından Hakkı Tarık ve Asım Beyler’in Vakit gazetesine
yerleştirdiği için az biraz kuşkudadır. Selim Efendi’nin yeniyetme olmakla, bu Selbes Fırka işinde şaşırtıp bir halt
etmesinden ürkmektedir.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:52)
“Çocukluğumda, yeniyetmeliğimde, sonraları olgun çağımda da yalan söylediğimi asla anımsamıyorum
; tersine, aşırı içten ve açık konuşma alışkanlığım vardı.”
(L. Tolstoy, “Gençlik”, Cilt:II, sa:12)
“Yeniyetmelikte hoşuma giden sürekli düşüncelerimin nelerle ilgili olduğunu söylersem, kimse inanmaz;
çünkü bu düşünceler, ne durumuma, ne de yaşıma uygundu..... insanın dünyadaki görevlerini, soyut şeyleri,
ruhun sonsuz oluşunu, öbür dünyayı düşlerdim. İnsan düşüncelerinin en yüksek aşamalarını oluşturan, ama
kimsenin çözemediği sorunları, ben çocuk aklımla, deneyimsizliğin verdiği güçle çözmeye çalışıyordum.” .....
“Bir çöle benzettiğim yeniyetmelik çağımı, elimde olmayan bir istekle, olanak olduğu kadar çabuk geçerek, şiir
dolu gençliğin başlangıcı ve bu çağın sonu olan içten, soylu duyguların yine de aydınlatacağı mutlu günlere
ulaşmak istiyorum.”
(L. Tolstoy, “Yeniyetmelik”, sa:96;100)
“Bütün liman, teknelerle doluydu; hepsi de yelkenliydi. Kimileri daha yeni yanaşırken, kimileri de
yelken açıyordu. İçme suyu teknelerinde, o paha biçilmez suyu ele geçirmek isteyen ter içindeki, güneş yanığı
kadınlar, sarkık memeleri, kırışık elleri ve suratlarıyla bir kadınlar kalabalığı, itişip kakışıyordu. Aralarında
yeniyetme, çocuklar, sokak çocukları ve eski denizciler vardı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:27)
“Majestelerin önünde zengin ve ayrıcalıklı olanlar bile beklemek zorunda bırakılırken, deneyimsiz ve
mahcub bir yeni yetme beklemeyip de ne yapsın ki.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:42)
“... Schiller’in bir hayır demesi onun aylarını mahveder. Bir yeni yetme, bir öğrenci gibi eğilr en zavallı
manzumecilerin önünde, bir Conz’un, bir Neuffer’in, ama bu kişisel tevazuun yaratılışın bu en aşırı yumuşaklığı
altında çelik gibi bir irade yatar, şiire adanma gönüllüğüne.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:I, ‘Hölderlin’, sa:172)
Yeni Yıl; Yeni Yıl girmek : Yılbaşı; Yılbaşı gelmek, yeni yıl başlamak
“Yeni yıl girdikten sonra, hatta daha kesin bir dille ifade etmek gerekirse içinde bulunduğumuz bir ocak
gününün sıfırıncı saatinden itibaren, tüm ülkede herhangi bir ölüm vakası kaydedilmediğine dair dedikodular
dolaşmaya başladığında, akşamüzeri olmuştu bile. Dedikoduların temelinde ana kraliçenin kalan azıcık
yaşamından vazgeçmemek için ortaya koyduğu şaşırtıcı direncin bulunduğu düşünülebilirdi.”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:12-3)
Yeni zenaat : Bk.: İnce Zenaat
yeoman, yeomen (çoğul) : (SOS.,HÜK.,DEN.) <yo’men; yo me’n> : Köy ağası, küçük çiftlik, toprak
sahibi; savaş gemilerinde sekreterlik eden küçük dereceli subay; yeomanry : Bütün köy ağaları veya küçük
toprak sahipleri; çiftçilerden oluşmuş süvari alayı (İngilt.); yeoman’s service : önemli ve sadakatli servis
Yepe yepe : Okşaya okşaya
“Haçça kalkıp şilteleri serdi. Çocuklarını iki yanına alıp uzandı. Kıçlarını, başlarını yepe yepe uyutmaya
çalıştı.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:73)
Yepyeni : Çok yeni, cedit yeni, pırıl pırıl
“Ev, kakmalı ve oymalı panellerin süslediği modası geçmiş dekorasyonu, hala yepyeni görünümlü
merdivenleri ve oymalı maun parmaklıkları olan üst balkonuyla gerçekten tarihi bir değer taşımaktaydı. Gece
olduğu zaman gizemli ışık oyunlarının oymalı tahta paneller üzerinde oluşturduğu gölgecikler bir zamanlar bu
ağaçlara can veren su birikintilerinin üzerindeki dalgacıkların geçmişten geleceğe yansıması gibiydi.”
(Ch. Dickens, “Gizemli Öyküler-Asılmış Adamın Gelini”, sa:15)
“Yeni
yepyeni
sular akar
aynı ırmağa
girenlerin üstünden”
(Herakleitos, “Kırık Taşlar”, sa:39)
Yerde mi gökte mi olduğunu ayırdedememek, farkedememek : Sevincinden havalara uçmak
“Bunun adı başka. Ve bu duyguyu sen de tanıyorsun: Mathieu Delarue’yle birlikte olduğunzaman
yüzünün ne hale geldiğini gördüm: Onunla birlikteyken, yerde mi gökte mi olduğunu fark etmiyordun.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:29)
Yerden bacak(lı) : Kısa boylu kimse, kıçı yere yakın (Argo)
Bk.: Kıçtan bacaklı
“‘Düş önüme! Karakola gideceğiz!’ demez mi? ‘Bir yanlışlık olacak! Hadi işine, yerden bacak!’ dedim.
Lastik top gibi zıplamaya başladı. Meğer öfkelenmiş...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:110)
Yerden bitme; Yerden bitmiş gibi : Ansızın, beklenmedik bir anda ortaya çıkma
“Alyoşa Lise’den ayrılınca Bayan Hohlakova’ya uğramaya lüzum görmedi, vedalaşmadan gidecekti.
Fakat merdivene çıkınca Bayan Hohlakova, yerden bitmiş gibi karşısına dikildi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:101)
“Sadece otuz dört katlı yerden bitme gri bir bina. Ana girişin üzerinde şu sözcükler, LONDRA
MERKEZ KULUÇKA VE ŞARTLANDIRMA MERKEZİ ve üzeri kaplanmış olan Dünya Devleti’nin sloganı,
CEMAAT, ÖZDEŞLİK, İSTİKRAR.”
(A. Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, sa:23)
“Ama mavi elbiseli küçük adam ansızın belirivermişti yerden bitmiş gibi, elinde tıpasını açtığı küçük bir
şişeyle. Hatırlayabildikleri ilk şey buydu; karşılarında bir dikilip bir şişeciğin tıpasını açmış, sonra bu şişeciğin
içindekini üstüne başına dökmüş, dökmüş, birdenbire her yanını ışıl ışıl ateş sarmış gibi bir güzelliktir
kaplayıvermişti.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:248)
Yerden göğe (kadar) haklı olmak, hak vermek : Hiç sorgusuz davasında haklı olmak
“Ne duruyorsun, sevin, bayram etsene. Sevinmekte yerden göke kadar haklısın. Servet sende, sulh ve
sükun sende, zeka, seziş hep sende! Doğru söyleyip söylemediğim olaylarla sabit!”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:49)
“ ‘Hz. İsa, müritleri mucizeler yaratmaya, şifalar dağıtmaya başlayınca, Yüce Tanrı’ya şükretti; böyle
şeyleri bilgili insanlardan saklayıp sıradan insanlara açtığı için Tanrı’ya şükretti. Diyeceğim, Tanrı’ya
inanıyorsak, Tanrı’nın adil olduğuna da inanmalıyız.’
Petrus yerden göğe kadar haklıydı. Yalnızca vakti ve parası olan, okumuş insanların pahalı kitaplar
alıp gerçek bilgiye erişmelerine izin vermek, ilahi bir adaletsizlik olurdu.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:39)
“Onu, arkasında dolanır gördükçe, nalları kaşınıyordu. Hani bunda da yerden göğe dek haklıydı yani.
Bu Tistet kopuğunun kırdığı koz bini aşmıştı; hele içince öyle hain bakışları vardı ki!...”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:55)
“Kürklü kişi inceliği elden bırakmamak için hafifçe gülerek yanıt verdi:
-Evet yani, yerden göğe kadar haklısınız, biraz karıştırdığımı anlıyorum... Ama sizin sözlerinizdeki bu
eda ne canım? Görüyorsunuz, karıştırdığımı açık yüreklilikle söylüyorum...”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:15)
“Serkeşliği ve hırçınlığıyla şehirde belki yüzlerce kişiyi kendine düşman eden sanığın bana bir kötülüğü
dokunmuş olamaz. Şüphesiz, bura insanlarının duygularında yerden göğe haklı olduklarını kabul etmek
zorundayım.
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:378)
“Ahmet Bey bir an duraladı, sonra elindeki tesbihi çekmeyi bir süre için durdurarak:
-A oğlum, dedi, babanın bir dükkanı var, üstünde de üç katlı bir apartmanı. Zengin sayılmazsınız ama,
fakir demek biraz tuhaf olmaz mı?
Yerden göğe kadar haklıydı. Başımı önüme eğdim. Gözlerim, çaresizlikten dolu dolu olmuştu.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:148)
“... öbür yandan da içinin Innstetten’e karşı başkaldırıyla dolduğunu duyumsuyordu. Kendi kendine
şöyle diyordu: Innstetten haklıydı; yerden göğe kadar haklıydı; ama sonunda haksızlık etti. Bütün olanlar o denli
geçmişte kalmıştı ki...”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:III, sa:105)
“O da kendisi gibi bir köylüydü demek. Bütün benliğiyle bağlı olduğu topraktan elinde olmaksızın ayrı
düşmüş, bu ayrılığın acısını çekiyordu şimdi.
-Haklısın kardeş, haklısın! Yerden göğe kadar haklısın! İşte, sözgelişi, seni ele alalım. Topraksız bir
adam neye yarar?”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:89)
“Hiç kimse tarafından gözetlenmediğime inanarak, kumda, denizde oynarken ve Sipyo’suna da,
Terens’ine de yerden göğe hak verirken, peşine bir sürü yavrulu ana keçiler takmış bir adamın bana doğru
ilerlediğini gördüm.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:36)
“Şvayk, bildik içtenliğiyle, ‘Yerden göğe kadar hakkınız var, efendim,’ dedi. ‘Bütün bu yaptıklarınızdan
sonra, adınız hepten kötüye çıkar artık. Dostlarınız gazetelerde okumayagörsünler; her gittikleri yerde bire bin
katarak anlatırlar, elaleme maskara ederler adamı. Ama dert etmeye değmez.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:64)
“Benim ve öteki uyumsuzların yaptığı gibi bu makineleşmeye direnip şaşkın, boşluğa bakacaklarına
yaşamlarını böylece sürdürüp oyunlarını oynamakta ve önemsedikleri şeylerin peşinden koşmakta yerden göğe
kadar haklıydılar.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:76)
“Akıllarının ermediği, hatta bir çoğunun analarının karnında bile olmadıkları devirlerde insanlar neden
böylesine aç, böylesine sefil, hastalıklar bu biçim insafsız değildi? Kudret beğ gezip dolaştığı yerlerde bunun
nedenini bas bas bağırıyordu ki yerden göğe kadar haklıydı.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:243)
“ ‘Doğru,’ dedi İsmail, ‘Kadri Kaptan yerden göğe kadar doğru söylüyor. Elia Efendi giderken bu
çiftliği satar da öyle giderdi. Memlekete dönemeyeceğini bile bile her şeyini bıraktı gitti. Onlar buradan
gideceklerini çok önceden biliyorlardı. Elia Efendi, ‘ben memleketten gidersem, atlara iyi bakacaksın, gözün
gibi bakacaksın’, dedi giderken.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 4-Çıplak Deniz Çıplak Ada”, Cilt:4, sa:87)
“ ‘Uyumuyordum zaten kurbanlar olduğum Murtazam. Senin başında böyle haller varken, benim nasıl
gözlerime uyku girer kullar olduğum Murtaza Ağam.’
‘Doğrusun, hem de yerden göğe kadar haklısın Hatun, boğazımda ip sallanır durur, yüreğimde kurşun
deprenir durur.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:71)
“ ‘Hiç ayrılmıyorsunuz bakıyorum!’
‘Oysa sen, ona ayrıldığınız izlenimini veriyorsun. Ayrıca, dükkanımdan iki sokak ötede oturması
benim suçum değil! Seni ilgilendirir mi bilmem ama, onu hiç de iyi görmedim. Bana uğradığına göre, pekiyi
olmasa gerek. Seni özlüyor Julia, endişeli, endişelenmekte de yerden göğe kadar haklı bence.’ ”
(Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:187-8)
“HIRSIZ - Çok yaşlıyım. Döverseniz kalıbı dinlendiririm, Alimallah! En iyisi, çağırın polisi, olsun
bitsin. Yerden göğe kadar hakkınız var, efendim.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:90)
“Clélia üzülmekte yerden göğe kadar haklıydı: Crescenzi markisinin kendisine verdiği bir konserdi bu.
Böylesine uluorta bir girişim bir bakıma evlenmenin resmen açıklanması demekti. Clélia konser gününe kadar,
hatta akşamın saat dokuzuna kadar çok güzel karşı koymuştu. Ama babasının kendisine yönelttiği o derhal
manastıra gönderilme tehdidine boyun eğme zayıflığında bulunmuştu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:376)
“Herhangi bir görevi yerine getirirken, sözgelimi mahkemede jüri üyeliği yaparken, oy kullanırken,
telgraf memurluğu yaparken kişinin bir ödevi yerine getirdiğini hissettiğini sanırım herkes kabul eder. Bu
nedenle, kadınların ödevlerinin kendilerine verilmesini istememektedirler, bunda da yerden göğe kadar
haklıdırlar.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:737)
“Aslında, bu yeni gençlik de, -bizim neslin hesaplı kitaplı davranmak ve kenarda kalmak yüzündenkaçırdığını, aşırı öfkeli ve sabırsız da olsa, düzeltmek istiyordu. Savaş sonrasının, savaş öncesinden daha bir
başka olması içgüdüsünde yerden göğe haklıydılar.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:380)
Yerden yere (çalmak) vurmak : Birinden acımasızca, son derece incitecek şekilde bahsetmek
“Tiyatroya karşı derin bir ilgi seziliyor ve bununla herkes gurur duyuyordu. Bir oyun başarıya
ulaşamamışsa, herkes kişisel olarak etkilenir, kötü niyetle yapılmış saldırıları yerden yere vururlardı. Tiyatro,
kabul edilmiş bir kurumdu.”
(E. Canetti, “Kulaktaki Meşale”, sa:51)
“Sarsan, acı veren, yerden yere vuran, insanın iliğine kemiğine işleyen, dinleyeni, gücünü yeniden
toplaması ve kendini ona karşı savunması yıllar sürecek kadar etkileyen Karl Kraus, ‘konuşmacı’ Karl
Kraus’tu.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:53)
“Onu yenecek kişinin gerçekten de ondan daha iyi bir oyuncu olması gerekirdi. İşte bugün böyle bir şey
olacağını tahmin ediyordu herkes. Yeni bir usta çıkagelmişti, eski şampiyonun fiyakasını bozacaktı -bozmak ne
kelime- onu alaşağı edecek, lime lime doğrayacak, yerden yere çalacak, sonunda yenilmenin tadını tattıracaktı.
Böylece de kimilerinin yenilgisinin acısı çıkmış olacaktı.”
(P. Süskind, “Üçbuçuk Öykü - Bir Çatışma”, sa:25)
“ ‘Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda bütün Almanya’nın el birliğiyle kendi cumhuriyetini
baltaladığını ve geçmiş olaylardan en küçük ders almadığını gördükten sonra İsviçre uyruğuna geçmek benim
için kolaylaştı; oysa savaş sırasında, Almanya’nın güç politikasını yerden yere vurmama karşın böyle bir şeyi
yapamazdım.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:126)
Yere bakan, yürek yakan : Mahçup, utangaç gibi görünüp kuvvetli duygularını gizleyebilen kimse
“Kamran’a budala dedim ama, kızgınlığımdan... Yoksa ne yere bakan, yürek yakan cinsinden sinsi bir
sarı çıyandır. Neriman’la konuşurken güya bir şey belli etmemek istiyor ama, benim gözümden kaçar mı?”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:39)
Yere bakmak : Utanmak, mahçup olmak
“Biz böyle ince zenaatın peştemalına sarılmışız. Başımızı kaşıyacak zamanı yitirmişiz. Aman pabuç
dama atılmasın, esnaf arasında yere bakmayalım, üstesinden gelelim de, pırava deyerek alnımızdan öptürelim
diye debelenmekteyiz.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:40)
Yere batası(ca); Yere batsın : Yok olası, yerin dibine geçesi, ölesi bağlamında bir ilenç
“Ağlıyordum… Hıçkırıklar içinde diz çökmüş, Katya’nın hayali önünde dua ediyordum. Gruşenka bunu
gözden kaçırmadı. Her şeyi anlamıştı, o da ağlıyordu, şimdi gibi hatırımda… Ah yere batası! Başka türlü olur
mu zaten? O gün ağlar, şimdi de…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:241)
“Yerinden kalktı, kapıya doğru giderken aklına sokağa çıkmak geldi. Yağmur dineli bir saat olmuş,
elbiseleri de kurumuştu. Odasına gireceği o yere batası anı hiç olmazsa böylelikle uzaklaştırmış olurdu.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:210)
“ ‘Yere batasıca!’ diye mırıldandı Zebedi Baba. ‘Sakalı hiç de hoşuma gitmiyor. Söylendiğine bakılırsa
atası Kabil’in de böyleymiş sakalı.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:130)
“-Sen inanayım mı derken atı alan Üsküdar’a geçecektir, Celadet!
-Canım! Anlattım ya... Şu para meselesi... Yere batsın, aylardır kovaladık! Yüzdük yüzdük kuyruğuna
geldik.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:92-3)
Yere göğe koyamamak : Çok hayran olmak, tüm değerlerin üstünde bir yer vermek, aliyülala olarak
değerlendirmek
“‘..... sel gibi boşanan sözcükler, ardından sel gibi boşanan gözyaşları. Gözyaşları azalıyor. H. Mahcup,
özür dileyen bir tavrı var. Ona, kızından ancak bir kaç yaş büyük olan New Yorklu bir çocuğa, neredeyse hiç
tanımadığı birine içini dökmesinin ne kadar tuhaf olduğunu söylüyor. Ama Rudolf sizi yere göğe koyamıyor,
ayrıca C.ye çok iyi davrandınız, belki bu yüzden açılmışımdır size.’ ”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:183)
“Ecce Homo dosyasıyla eve döndüğümde bunları anlatmıştı bana. Grosz beni müthiş
heyecanlandırmıştı o gün, böylesine iyi bir bakış açısı olduğu için onu yere göğe koyamıyordum, Berlin
sosyetesini böyle acımasızca yerden yere vuruşu beni coşturmuştu.”
(E. Canetti, “Kulaktaki Meşale”, sa:284)
Yere serilmek : Yorgunluktan, bitkinlikten yürüyemeyecek hale gelmek; bitkinlikle yere uzanmak
“SERUS REGİNAE <Lat.: Hizmetçi
Çariçe’ye> (14 ekim 1899)
Çağırmasan da tapınağa
Gelirim ben.
Kapanırım ayaklarına
Ses etmeden.
-------------------------Beni yere serdi tutkular,
Giçsüzüm ve
Bazen hizmetçi ve bazen yar;
Ve hep köle.”
(Aleksandr Blok<1880-1921>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 27.06.02)
“Her ikimiz de yere serilmiştik. Ben elim böğrümde, Codine’in kundurasının çürüttüğü noktayı
tutuyordum. Codine zorluka şapkasını çıkardı. Saçlarının yerini kanlı bir pıhtı almıştı.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:47-8)
Yere sermek : Kaba kuvvet ya da silah kullanarak birinin hakkından gelmek, yere devirmek, öldürmek
“Bir gece üç kişiyi hakladığına tanık oldum. Ara sokakta yere serdiği üç kişiye bakıp ellerini cebine
sokmuş, sonra bana bakarak, ‘Hadi gidip bir şeyler içelim,’ demişti. Sözünü edip kasılmamıştı.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:57)
“ ‘Jaguar’ı gördünüz mü?’
‘Gelmedi.’
‘Ne oynuyorsunuz?’
‘Poker. Oynar mısın? Ama önce bir çeyrek saat gözcülük etmen gerek.’
‘Serranolarla oynamam ben.’ Alberto bunları söylerken elini kamışına götürüp oyuculara nişan aldı:
‘Yere sererim onları.’ ”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:23)
“Tabancam yanımda değildi, bereket. Yoksa bir kurşunda yere sererdim. Herife: ‘Bas git ulan!’
demekle yetindim.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:36)
Yere vurmak : Yere çalmak; Değerinden düşürmek, hırpalamak, hor görülecek hale getirmek
“... Kirilov’un çığlığı Dostoyevski’nin bağrından kopup gelmektedir: ‘Tanrı, hayatım boyunca azap
verdi bana.’ Dostoyevski’nin sırrı budur işte. Tanrıya gereksinim duymakta, ama ona ulaşamamaktadır; bazen
onunla birleştiğini sanmaktadır, büyük bir coşkunluk kaplamaktadır benliğini: Aynı anda, yadsıma gereksinimi
onu tekrar yere vurmaktadır.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Dostoyevski’, Cilt:II, sa:195)
Yeri cennet olsun : Sevilen bir kimse öldükten sonra ardından söylenen bir dilek
“MACDUFF -… Ah günahkar Macduff! Onların hepsi senin yüzünden öldüler. Değersiz benken;
kendi kusurlarından değil, benimkiler yüzünden cinayet üstlerine çullandı. Yerleri cennet olsun şimdi!”
(W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:78)
Yeri gelmişken : Hazır sözü edilirken
“ ‘Ne komik!’ dedi o günlerin birinde. ‘Sanki kızı benden istiyormuşsun gibi hissediyorum kendimi.’
‘Yeri gelmişken,’ diye aklına esti sonra, ‘neden onunla evlenmiyorsun?’ Öylece kalakaldım. ‘Ciddi söylüyorum,’
diye üsteledi.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:69)
Yeri göğü birbirine katmak, inletmek : Ortalığı velveleye vermek, birbirine katmak
“Elde kılıç, karşı karşıya duran bu iki öfkeli ve cesur savaşçıyı görenler, birazdan yeri göğü birbirine
katacaklarını düşünürdü. İlk darbeyi, öfkeli Vizcaya’lı indirdi; bu işi o kadar büyük bir güç ve kinle yaptı ki,
eğer kılıç elinde dönmemiş olsaydı, o hızlı darbe hem bu zorlu kavgayı, hem de bizim şövalyenin bütün
serüvenlerini anında bitiriverecekti.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:58)
“Bana yanıt vermeden yukarıya baktı ve ben onu yanıt vermeye zorlamaktan kaçınarak, sorduğum
sıradan soruyu yinelemeden aşağıya baktım. Tam o sırada havada ve yerde oluşan titreşimler yeri göğü inleten
bir sarsıntıya dönüştü ve beni neredeyse aşağıya çekmekte olan güçten kurtulmak için geriye çekildim.”
(Ch. Dickens, “Gizemli Öyküler-Sinyalci”, sa:39)
“Yeri göğü öylesine inletiyordu ki, arkadaşları dayanamadılar, adamı duvar vagonunun açık kapısından
yaka paça içeri aldılar. Asteğmen, onbaşıya döndü, ‘Kimsenin gelip bizi yoklamaması çok tuhaf,’ dedi. ‘Aslına
bakarsan, istasyona vardığımızda, Allahın sarhoş papazıyla uğraşacağına tren komutanına tekmil vermeliydin.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:325)
Yeri göğü görmemek : Hiç bir tarafı göremeyecek kadar bunalımda olmak
“Irazca’nun gözü yeri göğü görmüyordu gayri. Koştu yukarı çıktı. Tepti açtı kapıyı.
‘Nerde o südü bozuk?’ diye bağıırdı. ‘Öteki südü bozuk nerde?’.
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:179)
Yeri göğü sar(s)mak : Büyük gürültü çıkarmak, büyük olay olmak, herkesi birbirine katmak
“Ziyaretinin üçüncü gününde Terence Bayan Bellmore’u ararken onu bir köşeye çekilmiş, aile
albümüne bakarken buldu.
‘Buraya gelip bizde kalmanız çok iyi oldu. Bayan Fisher Suympkins’in ayrılmadan önce işleri arap
saçına döndürdüğünü herhalde iştmişsinizdir. Bir tuğlacı hikayesiyle yeri göğü sarstı.’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:71)
“Pieretto öyle br arabası olanın canının istediğini yapabileceğini, durup yıldızlara bakabileceğini
söyledi. Kulak kesildim dinledim. ‘Belki bizi görmüştür.’
‘Bakalım yanıt verecek mi,’ dedi Oreste ve bir nara attı. Bir boğanın böğürmesi gibi hayvansı ve
yırtıcı bir uluma tutturdu, sesi yeri göğü sardı, sonra bir sarhoş kahkahasıyla sönüp bitti.”
(C. Pavese, “Tepelerdeki Şeytan”, sa:13)
Yerinde çakılı kalmak : Uzun süre yerinden kımıldamamak
“Aradan altı ay geçmişti ve Asur ordusu hala yerinde çakılı kalmayı sürdürüyordu. Akbar’da,
kuşatmanın ilk haftalarında yükselen gerilim, bütünüyle düşmüştü.”
(P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:80)
Yerinden yurdundan ayrılmış (edilmiş); Yersiz yurtsuz : Evinden, vatanından ayrılmaya zorlanmış
“Kendimi yerimden yurdumdan edilmiş hissediyordum. Bir daha dönmemek üzere yurdumun
dağlarından koparılmıştım adeta; beri yandan asla düzde yaşayan biri de olmayacaktım, düzde yaşayan biri gibi
şen şakrak, görgülü, içtenlikli ve kendinden emin.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:33)
“Bu kuru, boylu boslu, geniş elmacık kemikli, saman sarısı saçlı adam, fayton süren bir arabacı, küçük
bir kunduracı, perişan bir yersiz yurtsuz da olabilirdi.”
“Tüm haklarından esirgenmek, büyük zarara uğramak, yerinden yurdundan ayrılmak istemeyen,
toplanma kampını boylamış ve başı pek yukarda olanların bile konu kanadı iyice kırılmıştı.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:419;525)
Yerinde saymak : Hiç ilerleyememek, olduğu yerde kalmak
“Bu gün araba sıraları, daha gece basmadan evvel yerlerinde saymaya başlıyorlar. Hiç biri tek bir adım
ileri gidemiyor. Yan sokaklardan caddeye çıkabilmek büsbütün imkansızlaşıyor.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:III, sa:249)
“Kardeşlerim derslerinde dağ keçileri gibiydiler. Bir konudan öteki konuya sıçrayıp dururlardı. Bense
hiçbir şeyi ihmal etmezdim; bir tek kelimeyi eksik bırakırsam, işe baştan başlamak zorunda kalırdım. Bu yüzden
de hiçbir zaman derslerimi yetiştiremiyor, sıkışıyordum. Daha eski öğrendiklerimi iyice bellemeden, yeni şeyler
öğrenmem gerekiyordu. Ben de haliyle yerimde sayıyordum.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:35)
“Beni bir düşüncedir almıştı. Ne yazacaktım? Duvardaki boyalı Meryem tablosunun altına asılmış
guguklu saat durmadan yürüdüğü halde ben hala yerimde sayıyordum. Başımdaki kurdeleyi çözdüm, saçlarımı
yavaş yavaş gözlerimin önüne indirmeye başladım.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:8)
Yerinde yeller esmek : Geriye hiçbir şey kalmamak, yitmek, artık varolmamak
“ ‘... kitaplığınıza girdi, orada ne yaptığına bakamadım; fakat hemen sonra, evin içini bir duman
bürüdü; neler olduğunu görmeye koştuğumuzda, kitaplığın ve kitapların yerinde yeller esiyordu.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:46)
“Neden sonra kendimi toparladığımda başıma ne işler açtığımı anlamaya başladım. Ben ne halt
etmiştim? Hepsi şu dilimi tutmasını bilememektendi! Neredeyse ağlayacaktım. Arkasından bakıp ‘ne olur, geriye
dön!’ diye bağırmak istedim ama kızın yerinde yeller esiyordu.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:34)
“... İşte, Dom Balaguere’in gerçek söylencesi bu... Zeytinler ülkesinde bunu böyle anlatırlar. Bugün
Trinquelage Şatosu’nun yerinde yeller esiyor, ama kilisesi, Ventoux dağının ta tepesinde, yemyeşil bir meşe
korusu içinde, hala dimdik duruyor.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:41)
“Kocakarı ‘Amanııım’ diye çığlığı bastı ama Mitya’nın yerinde yeller esiyordu artık. Bacaklarının
olanca gücüyle Morozova’nın evine koşuyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:45)
“Serinlemesi için Félicité onu otların üzerine koyarak bir dakika kadar yanından ayrılmıştı.
Döndüğünde papağanının yerinde yeller esiyordu! Kadıncağız önce onu koruluklarda, su kenarlarında ve ‘Dikkat
et! Çıldırdın mı sen!’ diye bağıran Hanımına kulak asmaksızın çatıların üstünde aramıştı.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:37)
“İnsanları ite kaka vestiyere gitmeye çalışırken arkadaşlarımdan biriyle karşılaşırım umuduyla sağa sola
boş yere bakındım. Vestiyere ulaştım. Görevli fişimi almak için kibarca elini uzattı. Yelek cebime baktım ama
fişin yerinde yeller esiyordu.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:161)
“... yelken sözü bir kez açılmışken bizim eski sandaldan konuşmaya başlıyorduk. Artık yerinde yeller
esen sandalın ardından dayım ölmüş birinin yasını tutar gibi sözler söylüyordu.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:162)
“Gömleğini bırakıp giden bir yılan gibi kendisini terk edip gitmişti bir şey, bütün gençlik yılları
boyunca kendisine eşlik eden ve kendisinin olan bir şeyin artık yerinde yeller esiyordu: Öğretmen olmak,
öğretiler duyup işitmek özlemi.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:48)
“Artık, o zamanlar olduğu gibi, yüzlerce kişi çukurun çevresine üşüşmüş olmasa bile, ceset hala o
anlaşılmaz, yumuşacık uçuşla çukura yuvarlanıyor sonunda. O günlerde, sağlam bir çitle çukurun etrafını
çevirmek zorunda kalmıştık, şimdi o çitin yerinde yeller esiyor.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:51)
“SAAT DOKUZDAN BERİ
---------------------------------Gözümün önünden gitmez oldu
bedenimin gençlik hayali lambayı
yaktığımdan beri saat dokuzda, bana hoş kokulu,
kapalı odaları, o eski tutkuları,
o gözü pek tutkuları hatırlatarak.
Yeniden canlandı gözümün önünde
artık tanınmaz olan sokaklar,
kapanmış cıvıl cıvıl eğlence yerleri,
yerinde yeller esen kahveler, tiyatrolar.”
(Konstantinos Kavafis<1863-1933>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
17.07.03)
“... Kimse yaylım ateşini duymuyor, belki de duyuyor aldırmıyorlardı, konağın ayakta kalmış
duvarlarının üstüne bir abanıyor, abanmalarıyla kalkmaları bir oluyor, duvarın yerinde yeller esiyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Hasan”, Cilt:IV, sa:323)
“MARTIN KRUMM - Görüyorsunuz işte, beyim, ne kadar beceriksiz bir yankesici olurdum. Bu el
hareketini bir yahudi yapmış olsaydı, o güzel saatin yerinde şimdi yeller eserdi...”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:25)
“-Gözünüzü açın da sakın düşmeyin doktor. Mouton yere fırlatırsa sizi, gözünüzün yaşına bakmaz,
çalarız kamburunuzu ha!
-Ya ben ne çalabilirim sizlerden? Namusunuzu değil sanırım! Yerinde çoktan yeller esmiştir onun!
Sizlerde de kambur eksik olmaz, ama sırtınızda değil…”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:44)
“Ertesi sabah, Kamil Bey, idarehaneye gelmeden önce Kuruçeşme’ye gitti. Ararat vapurunun yerinde
yeller esiyordu. Kimseyi şüphelendirmemek için, bir şey sormadılar. Dönüşte Ahmet’in ardiyesine uğradı.
Vapur, hiç zorlukla karşılaşmadan Boğaz’ı çıkmıştı.”
(K. Tahir,”Esir Şehrin İnsanları”, sa:199)
“GRUMIO, yalnız - Gitti be! söylediklerimden biri bile umurunda değil herifin… Hey ölümsüz
tanrılar! bir sizden kaldı benim umudum….. Bu günlerde çıkıp gelmezse, birkaç aya varmaz, yeller eser malının
yerinde.”
(Terentius, “Hortlak”, sa:9)
“Yalnızca, bu çukurun bir zamanlar kalın bir çamur tabakasıyla kaplı dümdüz dibinden ve bent
kalıntılarından buranın bir göl olduğu anlaşılabilirdi. Burada bir çiftlik evi vardı. Ama çoktan beri onun da
yerinde yeller esiyordu.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:34)
“Camura başını Kızılderiliden tarafa çevirdi… Fakat yerinde yeller esiyordu.
-Köye gitti, dediler.
-Tuhaf bir adam! Niye dönmüş?
-Ne bilelim. Yine geri yollamışlar. Rio’daydı. Irmakta biraz avlanıp para biriktirince geri
dönecekmiş.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:17)
Yerin dibine batası; Yerin dibine batırmak, batmak : Birisine aşırı öfke ifade eden bir ilenç; Kötülemek,
hakaretamiz bir şekilde söylediğini bırakmamak; Cehenneme göndermek
“A. BULUR - Ben aranızdan çekiliyorum.
A. HAMLET - Ben de... Ben de...
OKYAY - Maalesef ben de... Avrupa kafası taşıyan bir adam gerçeklere karşı yürümez.
CELİLE - Sizin Avrupalı kafanız yerin dibine batsın efendiciğim. Üç erkek bir kadını yalnız
bıraktılar.”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:90)
“-Senden ne iyilikle ne kötülükle bahsettiğini hiç duymadım; adını ağzına aldığı yok.
-Ben de, daha iki gün önce Katerina İvanovna’dan, beni yerin dibine batırdığını duydum - kulunuza bu
kadar büyük ilgisi var.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:122)
“-Demek gidiyoruz ha?
-Gidiyoruz dedik ya!
-Pekala! Ne yapalım? İştir... Gideceğiz... Yerin dibine batası.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşı”, sa:42)
“LICHT - Müşavir hazretleri.
ADAM, kendi kendine - Adam sen de, yerin dibine batsın. Ya herrü, ya merrü. Ya batarsın, ya
çıkarsın! Hazırım! Hazırım!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:29)
“ ‘Hep aynı neden; ama asıl neden bu değil, asıl neden içimizde uyuyan şeytanda.’
‘Evet, haklısınız saygıdeğer peder; işte şeytana uyunca böyle oldu.’ ”
Marinyan kürsüyü yumrukluyordu:
‘Şeytanla beraber hepiniz yerin dibine batın!’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:36)
“LOUISA - Seth de yerin dibine batası Mannon’ları ile amma böbürleniyor ha! Ben de Ezra’nın karısı
için söylemeden duramadım doğrusu.
AMES - Eh, onun bir ziyanı yok. O zaten ondan oldum olası nefret eder.”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:21)
“KEENEY, öfkeli. - Çalışmayacaksınız, ha, öyle mi?
JOE - Hayır. Mahkemelerde de biz haklı çıkacağız.
KEENEY - Yerin dibine batsın mahkemeleriniz. Şimdi denizdeyiz. Bu gemi üzerinde yasa, mahkeme
benim.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:24)
“Ölmüş ve kokuşmakta olan bir dünyada yaşadığımızı örnekleriyle anlatmak ne eğlenceliydi - sindirim
boyunda güzel yemekler ve damarlarında iyi şarap olduğunda eğlenceliydi yani. Çağdaş edebiyatı yerin dibine
batırırken müthiş bilgili havalarda ahkam kesiyordu; hepsi ahkam kesiyorlardı. Yapıtları basılmayan yazarları
ince ince eleştiriyor, ünlülerin hepsini birer birer yere seriyorlardı.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:183-4)
“Borç içindeki ülkeyi kurtarsın diye artık bir parçası olduğu bir Batı ülkesinden reform hayalleriyle
çağrılan kurtarıcı maliyeci-yönetici olan paşaya -tıpkı daha sonraki benzerleri gibi yeterince Osmanlı, yerli, Türk
olmadığı, artık bir Batılı kafasına sahip olduğu için- büyük umutlar bağlandı ve aynı nedenlerle de -yani
yeterince Türk ve yerli olmadığı için de- yerin dibine batırıldı.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:34)
“FALSTAFF - Hepsi yerin dibine batsın. Ben battım ya. Sopa da yedim..... İnce nüktelerle beni
tartaklayıp armut kurusu gibi pestilimi çıkarırlar. İskambilde hile yapalı beri belimi doğrultamadım. Ah, dua
etmeye yetecek kadar soluğum olsa tövbe ederdim.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:122)
“Bakana istifasını gönderdi ve aynı zamanda kendisine para göndermesi için cimri babasına mektup
yazdı; babası da -kitaplarında yerin dibine batırdığı ve notlarında alaycı bir şekilde, ‘şu babam’, ‘şu soysuz’ diye
söz ettiği ve hiç şüphesiz, oğlunu Henri Beyle’in kadınlara karşı duyduğu aynı beceriksiz ve tutuk sevgiyle seven
babası da- ona biraz para gönderdi.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Stendhal’, sa:143)
Yerin dibine geçmek, girmek, sokmak : Utangaçlık ve sıkılganlıktan kaçacak yer aramak
“Kendisine bir soru sorulan görüntü şöyle yanıt verdi:
-Bilmiyorum. Ne var ki bu vadinin adı yerin dibine geçse iyi olur. Çünkü Polero’nun kendisinden
koparak ayrıldığı Apenin dağının tepesinde <İspanya’nın kuzeyinde> bulunan ve pek az yerde bu kadar bol su
ile beslenen kaynağından tutun da, gökün denizden alıp buhara çevirdiği şeyi yenilemek ve nehirlerin akarken
taşıdıkları bu şeyi bulmak için vardığı noktaya kadar olan mesafe boyunca..... herkes kendisine düşman saydığı
erdemden, bir yılandan kaçar gibi kaçmaktadır.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:105-6)
“ ‘Oysaki Staretz beni barıştırmak, birleştirmek için yollamıştı buraya. Birleştirme böyle mi yapılır…’
Birdenbire, ellerini nasıl birleştirmek istediğini hatırladı, yeniden utancından yerin dibine girdi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:59)
“Gecenin geç saatlerinde, biri, büyük bir yasta olan imparatorluk ordugahına, kaçarken arkadan
vurulmuş olan Spira piskoposunun cesedini getiriyordu. Friedrich, Baudolino’yu çağırmış ve ona bu olayla ne
ilgisi olduğunu ve ne bildiğini sormuştu, ve Baudolino yerin dibine girmek istemişti, çünkü o akşam, Piacenzalı
Anselmo Medico da dahil, birçok iyi asker, yiğit çavuş ve zavallı er ölmüştü, her şey onun, bütün sorunları hiç
kimsenin kılına zarar vermeden çözmesi beklenen o planı yüzündendi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:198)
“Bütün bildiğim, dudaklarımdan mor mürekkep lekelerinin eksik olmadığı ve bir genç kız hali alır gibi
olduğum bir yaşta, beni bir gün mektepte ziyarete gelen birisinin karşısına adeta bıyık çekmiş gibi çıkarak yerin
dibine geçtiğimdir.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:9)
“Knecht’in arkadaşlarının kafaları da benzeri hayaller ve beklentilerle doluydu. Josef’in sevincine gölge
düşüren tek bir düşünce vardı, o da belki kendisinin bu büyük adamla yüz yüze gelecek, bu uzman kişinin
önünde yapacağı müzikle ve sorularına vereceği yanıtlarla gülünç duruma düşüp, yerin dibine geçecek
oluşuydu.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:47)
“Andronikos, inancının gevşekliğini kavradığı zaman gözünü sıkı sıkı yummuş, Tanrım, beni yerin
dibine geçir, beni şimdi öldür, canımı al, diye yalvarmıştı. Yer yarılmamıştı, onu içine çekmemişti. Ölmemişti.
Tantı almamıştı canını.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:37)
“Emir’in gözleri çakmak çakmaktı. Üçünün gözlerinin içine, hiç konuşmadan, teker teker, uzun uzun
baktı. Ötekiler dayanamadılar, baştaki en uzunu, ‘kusurumuzu bağışla sultanım. Bizden çok kişi öldürdü de,
yoksa sultanımız, biz böyle bir hata işler miydik, gelir de senden, senden evine sığınmış bir kişiyi ister miydik.
Bizi bağışla.’ Başları önlerinde, utanmış, yerin dibine geçmiş, oradan ayrıldılar.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1- Fırat Suyu Kan akıyor Baksana”, sa:254)
“Congo Hoango yatağa yaklaştı, genç subay gürültüye uyanmıştı sonunda. Çevresine korkuyla
bakınıyordu. Toni ise, yerin dibine geçmiş gibiydi. Başını kaldırıp onun yüzüne bakmaya cesaret edemedi.
Congo sert bir sesle sordu: ‘Kimsin sen? Nereden geliyorsun?’ Genç adam bir yandan ellerini ayaklarını
bağlayan urganlardan kurtulmaya çalışıyor, bir yandan da, ‘Toni... Toni! Nasıl yaptın bunu bana?’ diye acı dolu
bir sesle inliyordu.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-San Domingo’da Nişan”, sa:94)
“BUTLER -... Çünkü gemide bana köpekmişim gibi davranmayan bir sen vardın. Seni de dövüyor,
tekmeliyorlardı.. İkimiz de aynı durumda idik. Şimdi onlarla ödeşeceğiz. Yerin dibine girsinler.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:10)
“Troyejurov şişindikçe şişiniyor, Dubrovski’nin her yeni soygun haberi duyulduğunda şimdiye kadar bu
haydudun kılına bile dokunmamış olan vali, polis şefleri ve bölük komutanlarını alaylarıyla yerin dibine
sokuyordu.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:52)
“Çalmasını bildikleri için bundan b.r övünç payı çıkardıkları bir çalgı yerine koyuyorlar sizi. Beni
uyarmalarından iğreniyorum, boğazım kuru, korkuyorum, ağzımda bir tat var ve bana egemen olduklarını
sandıkları için yerin dibine geçiyorum.”
(J. P.-Sartre, “Duvar-Özel Yaşam”, sa:131)
“THEUROPIDES - Ne yapmışım hepinizi birden?
TRANIO - Ne yapacaksın? Yerin dibine geçirmişsin, incir dikmişsin ocağımıza.”
(Terentius, “Hortlak”, sa:33)
“Annem, öfkesinden ter ter tepiniyor, kapının tokmağını koparmak istiyordu. Aradan bir de ‘Ah, kör
olası hayırsız kız! Yerin dibine geçtim. Bak ben sana neler yapacağım! Çabuk dışarıya çık!’ diye bağırıyordu.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:347)
“Beklenen resim yerine ‘öz anne’ sözcüğü bulunduğu için açıkça annemi sevmediğimi, unuttuğumu
kanıtlayan ve hiçbir şeye benzemeyen şiirimin, herkesin yanında okunacağını düşündükçe utancımdan yerin
dibine geçiyordum.”
(L. Tolstoy, “Çocukluk”, sa:89)
“Ama eski hizmetçinin ev halkıyla aynı sofrada yemek yemesini nasıl anlatmalıydı? Gertrudis istemişti
böyle olmasını. Manuela yalvarıyordu:
-Ne olur Senyora, beni böylesine utandırmayın... Bakın nasıl yerin dibine geçiyorum... Beni evin
efendileriyle aynı masaya oturtmak, hele çocukların yanında... Ve küçük beye sen dedirtmek... Asla!”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:89)
Yerine çivilenmek : Mıhlanmış gibi kalmak, kıpırdamamak
“LEOPOLD - Evet. (Cansıkıcı sessizlik..... BİRİNCİ ve İKİNCİ WENZEL yerlerine çivilenmiş gibi
otururlar.) Bir şeyler yapmam gerek.
LUSI (Kahkahayı patlatır. Gülmesini keser.) - Ne yapmam gerekiyor? (Yeniden gülmeye başlar.
LEOPOLD, masanın altında LUCI’nin ayağına basar.)
LEPOLD (Kekeleyerek.) - Şey için bir şeyler.. Birkaç not tutmak istiyordum... Ayrıca akşam
yemeği...”
(V. Havel, “Largo Desolato”, sa:25)
Yerin kulağı var : Özellikle gizli konuları konuşurken dikkatli ol, seni her an işitebilirler
“Eski okul arkadaşlarıma bir sürü daha telefon ediyorum, onca tehlikeye göğüs germiş olan o talihsiz
orta düzey yetkili yeniden sahneye çıkıyor, birkaç düzine suç daha işliyor, korumak için polisin -görünüşe görecanını bile verebileceği bazı bilgileri aşırıyor ve bana belgenin numarasını bildiriyor; ben bu numarayı da iyice
gizliyorum, çünkü malum, yerin kulağı vardır.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:20)
Yerinmek : Eseflenmek, hayıflanmak, şikayet etmek
“Kadın:
-Kötü kaderim, diye yerindi.
-Bana bak diyorum, kötü kaderimi mötü kaderimi bırak. Beğenmiyorsan bugünden tezi yok. Bir
istidanın başında!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:99)
Yeri yurdu belirsiz : Nerede yaşadığı belli olmayan; Yeri yurdu, başını sokacak bir evi olmayan
Bk.: Yersiz yurtsuz
“Eşref ertesi gün öğleden sonra İstanbul’a ayak bastı. Küçücük bir cami avlusundaki kırk kişilik açık
hava yatakhanesinde yatacak yerini yurdunu garantiledikten sonra, Sultanahmet’ten aşağı ana caddeyi boyladı.
Gözüne bir aşçı dükkanı kestirip içeri daldı:
-Selamünaleyküm usta...
-Ve aleykümselam evlat.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Eşref Peygamber”, sa:57)
“Sadece bazan yağmur daha çok yağar. İşte gözünüze çarpacak en büyük fark da bu sayılır. Orada
zaman kuş gibi uçar, kimse de bunun farkına varmaz. Derken bir gün biraz para biriktirip yer yurt satın almak
kararındayken, cenaze levazımatçısı kapınızı çalıverir.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:326-7)
“Evdekiler, her an merdivenlerde, odalarda, sarı renkte, tüylü, kuyruklu, küçük köpeklerle, av
köpekleriyle, yeri yurdu belirsiz pis çomarlarla, buldoglarla, çocukların ödlerini patlatan iri Ternöv köpeklariyle
burun buruna geliyorlardı.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:80)
“Ülkemizde <Meksika> ayrı dilleri konuşan ve evrim tarihinin ayrı düzeylerinde yaşayan bir sürü insan
var: kimi hala tarihöncesi koşullar altında. Art arda gelen saldırı dalgalarının önünde yerini yurdunu yitiren
‘Otomiler’ gibi tarih dışı kovuklarda tutunabiliyor.”
(O. Paz, “Yalnızlık Dolambacı”, sa:13)
Yeri(ni) yurdu(nu) bırakmak : Göç etmek, yaşadığı yeri terketmek
“LEONARDO - Sizin düşündüğünüz en doğrusu; Sinyor Filippo’nun da uysal oluşu, bize bu işin
olumlu bir sonuca varacağı umudunu verebilir. Ancak öyle sanıyorum ki Giacinta’yı Livorno’dan ayrılmaya,
yerini yurdunu bırakıp benimle gelmeye razı etmek güç olacak.”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:80)
“Kısa sürede evinin çevresine diktiği böğürtlenler ve akasyalar dikenlerin arasında kaybolmuş, o da
yerini yurdunu bırakmış, arkasında ona eşlik eden dizi dizi yılanlarla birlikte ormana dalıp gözden kaybolmuş;
insanların ruhlarını etkilemek ve büyücülük yapmak için arada sırada kuş kılığında ortaya çıkar olmuş.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:243)
“Köylülerden biri Deli Durdunun yataklığını yapardı. Süleyman onun evine girdi. Ondan Deli
Durdunun yerini yurdunu öğrendi.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:119)
Yerin kulağı olmak : Duyulmak, sır saklayamamak, gizli söylenen şeylerin umulmadık bir şekilde
başkaları tarafından duyulabilme olanağı
“Arslan Bey, planlarını en yakın adamlarından bile saklardı. ‘Yerin kulağı var’ derdi. Ağzından çıkan
bir sır mutlaka işitilecekti.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:23)
Yeri öpmek, öptürmek : Bir kavga ya da dalaşta, birini yere indirmek (Argo)
“Gülünç bir manzara: Eğer terkisine bağlanmış torbaların önünde, iki büklüm olmuş, yarı sivil yarı
askeri kıyafette kısa bacaklı, şişman bir genç, tıpkı bir maymun gibi, zayıf bir kısrağın boynuna sarılmış, bu
acemi biniciye yeri öpmeye ahdetmiş olan inatçı hayvanla boğuşup duruyor.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Stendhal’, sa:138)
Yeri yurdu olmak : Kendine has bir evi, tarlası, ait olduğu bir şeye sahip olmak
“Eşref ertesi gün öğleden sonra İstanbul’a ayak bastı. Küçücük bir cami avlusundaki kırk kişilik açık
hava yatakhanesinde yatacak yerini yurdunu garantiledikten sonra, Sultanahmet’ten aşağı ana caddeyi boyladı.
Gözüne bir aşçı dükkanı kestirip içeri daldı.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Eşref Peygamber”, sa:57)
“Bir yeri yurdu olup güvenilir küçük bir cemaatin üyesi olmasının zor durumlarda insanı ne çok
rahatlattığını ilk kez açık seçik duyumsamıştım. Ertesi gün bu konuyu enine boyuna düşünmem yerinde olacaktı
belki.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:38)
“‘Ben ne iş görebilirim şimdiden sonra? Topraksız ne iş görebilirim? Zulüm’ dedi. ‘Sizin gene, ekin
bitmezse de tarlanız var. Yeriniz var, yurdunuz var...’
Aşık Ali:
‘Var,’ dedi.
Hösük:
‘Olmaz olsun,’ dedi.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:25)
Yerle bir edilmek, etmek, olmak : Yıkıp dümdüz etme, mahvetme (mülk), şiddet uygulamasıyla yere serme
(insan)
“ÇOCUKLAR
<1942 Moskova yakınları>
Yanan köyde, ahşap evler yerle bir,
sanılır, üzwerlerine lav yağmış, çiğ düşmüş,
bir düşman kanatlısı koridoru andıran,
ortalığa atılı çelik bir akbaba ölüsü.”
(İrakli Abaşidze<1909-1992>-Hüseyin Uygun; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
05.06.03)
“Margot ilk kez normal bir insan gibi, vicdanı ve acı duyma yetisi olan, insanlığını yitirmemiş bir
yaratık gibi görünüyor; Walker ondan hoşlanmasına rağmen onu böyle tedirgin etmekten, incitmekten, iki yıl
birlikte yaşadığı, muhtemelen sevdiği bir adama olan inancını yerle bir etmekten zevk aldığını fark ediyor.
Margo ağlıyor.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:134)
“Bir anda neye uğradığımı şaşırdım. Yalnız ikimize ait sandığımız gizli ülkeye, o girilmez kaleye
düşman askerleri girmiş gibi br anda yerle bir oldum. İzin isteyip üstümü yıkamaya gittim. Yok canım belki de
bana öyle gelmişti. Ama bilmemelerine imkan var mıydı?”
(K. Başar, “Başucumda Müzik”, sa:183)
“DEVRİM AŞKINA
------------------------Zehirli barajdan
İnsanların suyu hayvanlarla paylaştığı yerden
Yıkanıyor Granny, çatlamış, plastik, kırmızı bir leğende
Su satın alıyor, taşıyor bir el arabasıyla
Yaşlıdır, yetmiş!
Kulübesi yerle bir oldu sel günlerinde
Kurtardı canını Granny, odun topluyordu çünkü fundalıkta”
(Vonani Bila<d.1972>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.11.06)
“Robert Langdon kendini ceset gibi hissediyordu.
Hayatta olabileceği en dar yerde, zifiri karanlıkta sırtüstü yatmış, ellerini göğsüne kavuşturmuştu.
Katherine benzer pozisyonda, başına yakın bir yerde yattığı halde onu göremiyordu..... Çok küçük bir yerdeydi.
Küçücük. Altmış saniye önce okuma odasının kapıları yerle bir olurken, o ve Katherine, Bellamy’nin peşinden
sekizgen konsola girip, dar merdivenden inmiş ve aşağıdaki beklenmedik yere gelmişlerdi.”
(D. Brown, “Kayıp Sembol”, sa:254)
“Vittoria’nın sabrı tükenmişti. ‘O damla Vatikan Şehri’ni yerle bir etmeye yeter! Söylediklerimin
herhangi bir kelimesini dinlediniz mi?’
Olivetti çelik kadar soğuk sesiyle, ‘Bayan,’ dedi, ‘Patlayıcılar konusunda engin tecrübelere sahibim.’ ”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:164)
“ ‘Bir süre önce, ay gökyüzünde parladı. O gün başımıza, hepimizin önceden hissettiğimiz ama kabul
etmek istemediğimiz şey geldi: Akbar yerle bir edildi.’ ”
(P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:217)
“Sulama kanalı, neredeyse iki mil boyunca uzanan ve göl suyunu yükselince kontrol altında tutan alçak
çamur duvar onarılmış, ama suyu tarlalara dağıtan karmaşık sistemi oluşturan kanallar ve geçitler yerle bir
olmuş.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:132)
“Fakat işkenceye zaten sıra gelmezdi, çünkü bir aralık şu dağa, ‘Yürü de cellatlarımı ez!’ derdim, o da
hemen herifi yerle bir ediverirdi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:201)
“Cengiz Han Belh üzerine yürüdüğü vakit, Belh’liler büyük bir savaş vererek karşı koydular. Cengiz’in
Tulihan’dan olan Çağatay adındaki oğlu bu savaşta öldü. Bunun üzerine Cengiz Han çok üzüldü. Büyük ve
küçüklerden ele geçirdiklerini öldürmelerine, hamile kadınların karınlarını yarmalarına, şehrin bütün
hayvanlarını kurban ederek Belh’i yerle bir etmelerine dair yasa çıkardı.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:17-8)
“Piçler! ‘Hey, bu da ne demek oluyor? Ben sizi piliç gibi kızarmaktan kurtardım, sizse bana ateş
ediyorsunuz,’ dedim. Arabayı üzerlerine sürdüm, gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Eğer yolun kenarına atlamasalardı
hepsini yerle bir edecektim.”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:11)
“UYKU
gece, karanlık camlara çekiliyor usulca,
korku küller gibi
rüzgar, evin avlusunda durmaksızın yerle bir ediyor gölgeleri”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-tutsak”, sa:30)
“Ey çekici, kara gözler
Bir işaret verince siz,
Yıkılır ev bark, yere geçer
Yerle bir olur şehirler.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, ‘Sicilya Şarkısı’, sa:95)
“Tren, Medzilabortse’de, yerle bir edilmiş istasyon binasının arkasında durdu. Binanın yanık duvarları
arasından eğri büğrü kirişler fırlamıştı. Yıkılan istasyon binasının yerine çarçabuk yapıldığı anlaşılan uzun ahşap
kulübenin duvarları, çeşitli dillerde ‘Avusturya’nın savaş giderlerine katkıda bulun!’ yazılı afişlerle kaplıydı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:134)
“Kurulduğundan yüzyıl sonra, kent bir depremde yerle bir oldu, ama yeniden kalkındı ve eskiden
tahtadan olan, bu kez taştan, küçük olan büyük, dar olan da geniş yapıldı.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:41)
“ ‘... bu sistemin sizde hayranlık uyandırdığını söylemek istiyorsunuz, ama artık çok geç; hanımlarla
dolu balkona çıkmanız mümkün olmuyor. Dikkatleri kendinize çekmeye çalışıyorsunuz, bağırmak istiyorsunuz,
ama bir hanımefendinin eli ağzınızı kapatıyor, bu arada da, eski komutanla benim eserimiz, yerle bir oluyor.’ ”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:53)
“ ‘Tapınak insanı şaşırtıyor, değil mi?’ diye alaylı alaylı sordu onlara. ‘Kaç yılda yapıldı? Yirmi mi? On
bin işçi mi çalıştırıldı? Üç günde yerle bir ederim onu. Sonra son kez iyi bakın. Elveda deyin, çünkü taş üstünde
taş kalmayacak!.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:418)
“Genç teğmeni tavladığını anlıyordu. Ya da ona öyle gelmişti. Ateşe devam etti:
-Maksatları ne? Besbelli: Fırsat bulsalar yıkılmış, yerle bir edilmiş Al-i Osman’ı ayağa kaldırıp,
milletin başına bela etmek.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:49)
“... Denizdeki manda da, yani deniz dibi mandasıdır tırol, denizin bahçelerine giriyor, denizin
bahçelerini yerle bir ediyor bu manda tırol, deniz dibi mandası...’ ..... ‘Boğaz dar olduğu için, hem de Boğazda
trafik fazla olduğundan burada tırol çekemezler.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:186)
“Olanı biteni baştan sona kadar ona anlattılar. Muhtar güldü. Ardından da, ‘işler kötü,’ dedi. ‘Yüzbaşı
bizim köye çok kızıyor, o köyü yerle bir edeceğim, diyor. Aldık başımıza belayı.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:293)
“Ne var ki, çok iyi planlanmış saldırı hiç beklenmedik bir şekilde hüsranla son buldu. Bugün bile
nedenini tam olarak anlamış değilim. Rahibeler manastırını sanki Tanrı koruyordu. Elimiz kolumuz tutuldu; oysa
üç yüzden fazla silahlı insan, dinsel tasvirleri parçalayacaktık. Ve vaiz olan oğlunuzun işareti vermesini
bekliyorduk. Manastırı yerle bir edecektik.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-Kutsal Cecilie Ya Da Müziğin Gücü”, sa:127)
“ROMA’YA DOĞRU HAYKIRIŞ
-----------------------------------------Ve müziğin, yağın mapusanelerini yerle bir ediyor,
Her sabah ekmeğimizi yeniden istediğimiz için
Alıç çiçeğimizi ve tanelenmiş sürekli sevecenliğimizi
Meyvelerini herkese sunan dünyanın
Gerçekleşsin diye isteği.”
(F. Garcia Lorca<1898-1936>-Cemal Süreya, “aşk şiirleri”, sa:76)
“Sabah, şafak vakti, bu lanet olası şatodan, oğluyla ayrılmaya karar verdi. Şayet biri onu önleyecek
olursa, babasına ve ağabeylerine bir haberci gönderir, onlar da ellerinde silahları, artlarında adamlarıyla gelip
onu kurtarırlar ve Şeyh’in şatosunu yerle bir ederlerdi.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:41)
“Ungaratti Dizisi
1. ‘Sono Stanco di Urlare Senza
Voce’ <Usandım sessizce haykırmaktan!>
Yeryüzünün sarsılmasını istiyorum
-duyuların sonunda kendini açacaksınVe dilin kıymıkları için yakarıyorum.
Gülüşüm senin temelini sarsıyor,
yerle bir ediyor barikatlı kapılarını,
şarkılarla kırıyor sisli pencerelerinin camlarını”
(Hans Raimund<d.1945>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.11.06)
“ÖVÜNGEN MEŞE
Eğilmez bir kule o. Ama nasıl dayanacak
Saldırırsa ona Gökyüzü fırtına ve sulusepkenle,
Ve korkunç kargaşada yüksek ağaçlar yerle bir olurken!”
(John Crowe Ransom<1888-1974>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
06.05.04)
“Kaba ruhçuların içinde oluşturduğu bir aile içinde yolunu şaşırmış olan bu kurnaz ve gerçekçi kadın,
Voltaire’den bir satır okumadan diklenerek Voltaire’ci oldu. Çıtı pıtı, tombul, sinik ve neşeliydi; sonunda
katışıksız bir olumsuzlaşma haline geldi; bir baş kaldırışla, belli belirsiz bir gülümsemeyle, en yüce davranışları
bile, yalnızca kendisi için ve kimse farkına varmaksızın yerle bir ediyordu.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:10)
“Gördüm anıtlarını nice görkemli çağın
Zamanın zalim eli yıkıp etmiş yerle bir,
Başları göğe değen kuleler darmadağın
Ve sonsuz tunç ölümün gazabına köledir.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:64, sa:169)
“Ortaçağda, Cumhuriyetçi Lombardiyalılar Fransızlarınkine eşit bir kahramanlık göstermişlerdi,
kentlerinin Alman İmparatorları tarafından yerle bir edildiğini görmeyi hak etmişlerdi. ‘Sadık Uyruklar’ haline
dönüştüklerinden beri, Milano’ların en büyük uğraşı soylu ya da zengin herhangi bir aileden bir genç kızın
düğünü gelip çattığında, pembe taftadan küçük mendillere ‘sone’ler basmaktı.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:17)
“Elinden gelse şimdi hepsini, bu ahmak, pis kokulu, şehvete dalmış yığını, aynı vaktiyle kuzgun karası
ruhunun ülkesinde yabancı kokuları yok ettiği gibi yerle bir ederdi. İstiyordu kionlardan ne kadar çok nefret
ettiğinin farkına varsınlar da insan olalı duydukları bu tek gerçek duygu yüzünden nefretine nefretle cevap
versinler, kendisin bu yüzden, zaten baştan da niyetlendikleri gibi, yok etsinler.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:237)
“Rathaus Caddesi’nde yürümeyi sürdürdü ve kendi evinin önüne geldi. Evi, o güzel evi artık yoktu, bir
bomba onu yerle bir etmişti. Ama hiçbir zarara uğramamış divanı bahçede duruyordu. Ayaklarında takunyalar,
gömleği pantolonundan fırlamış hödüğün biri divana uzanmış horluyordu.”
(A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:70-1)
“… sağ elimle son darbeyi vururken müthiş bir nara attım: ‘Haydaaa!’ Sesim havada henüz
yankılanırken, havayı delen bir ıslıkla bütün bir gül yatağını da beraberinde ezerek toprağa uzandı. İlk kestiğim
bir karaağaçtı, sonra onun karşısındaki meşeye geçtim ve aynı yöntemle omu da yerle bir ettim.”
(S. Tamaro, “Aklı Bir Karış Havada”, sa:107)
“XVI. Louis’nin hükümdarlığı on dokuz yıl sürdü; ülkede sosyal ve ekonomik temelleri sarsıp, bütün
bir Eski Rejim’i yerle bir edecek güçlüklerle doludur o yıllar. Bol hasadla kötü hasadın biri gelir, biri gider;
ekonomik durgunluk ve kıtlık, kuraklık ve hayvanlar arasında salgın, köylüyü perişan eder.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:207)
“Tanrıya, yaradılışa, günaha, ruhun kurtuluşuna varmanın ne kadar kolay olduğu düşüncesi sevinç
veriyordu ona. Ama sonra katolik bir yazarın kilise tarihiyle ortodoks bir yazarın kilise tarihini okuyup, aslında
yanılmasız olan bu iki kilisenin de birbirini reddettiklerini görünce, Homyakof’un kilise öğretisinde de hayal
kırıklığına uğradı Levin, felsefe yapısı gibi bu yapı da yerle bir oldu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:683)
“Efsun bilmem kaç göbektir üstüne tek bir leke sürülmemiş aile şerefini bir çırpıda lekelemiş, bunca
yıldır gözbebekleri gibi korudukları haysiyetlerini yerle bir etmiş, kimin kızı olduğunu unutup, kenar mahalleli
hafif kızlar, hatta affedersiniz sürtükler gibi basit, adi bir yarışmaya girmişti.”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:68-9)
“İnsanın yalnızca Wimpole Sokağına gitmesi ve otoritenin buraya üfürdüğü o huzuru kana kana içmesi
yeter; Korent düşmüş, Messina yerle bir edilmiş, taçlar rüzgarın önüne kapılıp gitmiş, eski İmparatorluklar
alevler içinde yok olmuşken Wimpole Sokağının kılını kıpırdatmaması karşısında içi minnet duygularıyla
dolarak derin bir soluk alır..”
(V. Woolf, “Flush”, sa:21)
“... ilk deneme atışı yapılmadan önce <Sultan> Mehmet, tellallarını kent içinde dolaştırarak hamile
kadınları bundan haberdar eder. Müthiş bir gürültüyle, şimşekler çakarak patlayan topun namlusundan çıkan
korkunç gülle, bu ilk deneme atışıyla hedef duvarı yerle bir edince, Sultan hemen bu dev topların üretimine
devam edilmesini buyurur.”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:41)
“Kadının gözyaşlarına ve kendisiyle birlikte gitme isteğine karşı duygusuz kaldı, kadını koca evde
yalnız bıraktı ve büyük bir kalabalıkla birlikte Moretan ülkesine doğru yola çıktı. Yedi çarpışmada düşmanı
yendi, Sarazanların haydutluk kalelerini ateşten bir süpürge ile yerle bir etti, kentlerini yıktı, yengi sonucu kıyıya
kadar heryeri talan etti, orada da gemiler ve kürekçiler kiralamak zorunda kaldı, ganimeti bunlarla yurda
yolladı.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün-Benzer Benzemez Kızkardeşler”, sa:161)
Yerleştirmek; Şöyle bir yerleştirmek : Eliyle, koluyla, sopayla şöyle güzelce bir vücuduna, suratına hak
etmek, indirmek (Argo)
“Bir an olsun soğukkkanlılığını kaybetmemiş bulunan rahip, suratını buruşturdu, başını çevirdi ve
kendini korumak ister gibi sağ eliyle kaldırdığı bastonunu, sarhoş herifin kafasına hafifçe yerleştirdi. Martin, bir
feryat kopardı, kendini yere attı ve bir solucan gibi kıvrım kıvrım kıvrandı, rahip beni ölesiye dövdü, diye
bağırdı çağırdı.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:5)
Yerle yeksan etmek : (FARS.) Bk.: Yerle bir etmek, Yeksan: Düz, beraber, Hak ile yeksan: Yıkık, toprakla
bir
Yerli : Herhangi bir kıtanın, otoktan ilkel siyahileri; Afrika, Amerika, Avusturalya gibi.
“Yerlilerin de can taşıyan insanlar olduğu ancak 1537’de Papa III. Paul tarafından ilan edildi. Ancak,
tartışma yüzyıllarca sürdü. Bu, bazen Locke ve Rousseau’da olduğu gibi ‘soylu vahşi’ olarak ortaya çıkıp,
bağımsız bir Amerika’da demokrasinin kuramsal temellerini attı; bazen de, yerlileri ortadan kaldırma
kampanyası sırasında, o ölmez inanç ‘en iyi Kızılderili, ölü Kızılderili’dir’ şeklinde kendini gösterdi.”
(P. Auster, “Cam Kent”, -New York Üçlemesi 1-, sa:49)
Yerli yerinde; Yerli yerine (koymak) : Bir (her) şeyin en uygun, bulunması gereken yerde olması
“Mehtab... iri güller... ve senin en güzel aksin...
Velhasıl o rü’ya duruyor yerli yerinde.”
(Y.K. Beyatlı, “Kendi Gök Kubbemiz - Geçmiş Yaz.”
“Fischerle uyumuyordu. Sermayesi aklına geldiğinden, köşesinde dans sırasında paranın nereye
kaydığına baktı. Yerli yerindeydi para; bunun üzerine Fischerle, koltuk altlarına birer aferin çekti.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:389)
“Félicité, ayini kaçırmamak için, şafakla kalkar, akşama kadar durmadan çalışırdı. Akşam yemeği bitip
de kapkacağı yerli yerine koyduktan, kapıyı iyice kapadıktan sonra küller altındaki odunları karıştırır ve elinde
tespihi, ocağın karşısında uyuklardı.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:6)
“Evini her zaman yalnızken daha çok sevdi. Tek başınayken. Engin ve İrem’le birlikte olduğu zamanlar
bile, onun için ‘ev mutluluğu’, yalnız olduğu zamanlar demekti. Bencilliğin sinsi yüzü, suçlu keyfiydi bu. Her
eşyanın yerli yerinde durduğu, her şeyin yerini bildiği derli toplu bir görüntünün ona verdiği huzurun yerini
hiçbir şey tutmuyordu. İkinci bir kişinin varlığı, bu düzenin altüst olması demekti.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:57)
“Sanırım haklısınız efendim, Belki de bakanınızı fazlasıyla ahlaksız buluyorsunuzdur, Aman efendim o
ne kelime, yalnızca olayları bu denli çabuk bir şekilde, bu denli uygun bir mantık çerçevesinde yerli yerine
koyabilmeniz beni hayrete düşürdü.”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:53)
Yerli yersiz : Yeri ya da gereği olsun olmasın, kendini bilmezlik
“KOMİSER - (Taklidini yaparak Okyay’a.) - Ulan bu değilim deyişin bile ben deliyim diye bar bar
bağırıyor. Susss, yine jik’<tik>lerine başlama, patlatırım. 43 yaşında adam böyle dişi ile erkek arası giyinip
üstelik de koku da sürerse ona deli derler... 43 yaşında adam Harput’ta doğup büyür de ‘Şarklıyız biz Şarklı’
diyerek kendi milletini küçük görmeye kalkışırsa ona deli derler. 43 yaşında adam sinirlerine hakim olamayıp
lüzumlu lüzumsuz kaş göz oynatır, yerli yersiz gülerse, ona buz gibi deli derler.”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:106-7)
“BAŞLAR
-----------Gözlerin, şenliklerde donatılmış dükkanlar
Ve ışıklandırılmış ağaçlar gibi yanar,
Hep iğreti bir gücü kullanır yerli yersiz,
Öz güzelliklerinin yasasından habersiz.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:69)
“Şövalye, Sancho’nun böyle yerli yersiz, patavatsız, söze karışmasına kızıyor, düşese bayılıyordu.
Neyse, Don Quijote, seyisi susturdu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:640)
“Zaman zaman bir iki şey söylemek uzun süreli sessizlikleri bölüyor, gelişigüzel ve yerli yersiz birtakım
şsylerden söz ediyordu, ama söylediklerine kendisi de katlanamıyormuş gibi bir izlenim uyandırıyordu.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:11)
“ALTINCI MİMOS
-----------------------METRO
Ama isteseydi onu da verirdin.
KORİTTO
Evet, ama yerli yersiz olmaz her şey!
Bitas’ın Euboule buğday öğütüyordu yakında.
Gece gündüz döndürmekten
mahvetti zaten değirmen taşını.”
(Herodas, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:36)
“... ikide birde, yerli yersiz yemini basıyordu: ‘Ne elli bin lira, ne de elli bin paradan haberim var. Allah
bin belamı versin yalan söylüyorsam. Çocuklarımın hayrını görmeyeyim!’ Ama koskoca şehrin ağzı torba
değildi ki büzülüversin!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:145)
“Emekli bir subay olan öteki gönüllü de tatsız bir izlenim bırakmıştı Katavasof’un üzerinde.
Görünüşünden, feleğin çemberinden geçmiş biri olduğu belliydi. Demiryollarında çalışmış, kahyalık etmiş,
fabrika işletmişti. Bütün bunlardan, hiç de yeri değilken, üstelik teknik deyimleri yerli yersiz kullanarak söz
ediyordu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:658)
“Bay Pigasov çok tuhaf bir adamdı. Sanki bütün dünyaya ve özellikle de kadınlara küskündü. Sabahtan
akşama dek, kimi zaman çok yerinde, kimi zaman da oldukça yersiz, ama her zaman zevkle söver sayardı.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:33)
“Taştan yapılmış bir sandukayı andıran bu kocaman, soğuk ve hava cerayenı ile dolu şatoda kalmak ve
daha arabaların kaldırdığı toz yatışmadan, yeniden, yerli yersiz, bıyık altından budalaca gülmeye başlıyan
hizmetçilerin eline bakmak zorunda kalıyor.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:98)
Yermanos :
(Yun.): Germen, Alman, Alman milleti
“Uzun boylu, şişman biri, ‘Alman’ın suratı batsın!’ sözlerini duyunca, sandalyesine bir tekme vurarak
ayağa fırladı:
-Alman hepsini, İngiliz’i, Fransız’ı, Rus’u bir lokmada yutmazsa burnumu kesin! Alman bugün
Mesih’tir; dünyayı o kurtaracak!
Başrahip:
-Otur yerine, Yermanos, dedi ve gülüşünü gizlemek için beyaz parmağını ağzına götürdü. Sonra bize
döndü:
-Aldırmayın, dedi, adı Yermanos’tur, onun için germanofil <germen seven> oldu, biraderler de ona
takılıyorlar.”
(N. Kazancakis, “El Greko’ya Mektuplar”, sa:207)
Yermek : Tenkit etmek, kötülemek, eleştirmek
“Toy diye yeren de var seni, sürtük diye de;
Gençsin, uçarısın da güzelsin diyen de var;
Kusura da tapılır sende; güzelliğe de:
Gül yüzün göründü mü hiçe iner kusurlar.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:96, sa:233)
Yerondas :
(YUN.) İhtiyar; Bilge; Guru; Görmüş geçirmiş dünya adamı; Manevi rehber
“Eğer hayatımda manevi bir rehber, Hintlilerin dediği gibi Guru<bilge>, Aynaroz’da söylendiği gibi bir
‘ihtiyar’ (Yerondas) seçmem gerekseydi, mutlaka Zorba’yı seçerdim. Çünkü onda, bir mürekkep yalayıcısının
kurtulması için gereken her şey vardı: Besinini, bir göz hareketiyle yüksekte yakalayan atasal bakış, her sabah
durmadan, her şeye yenilenen bir basitlikle bakması ve ezeli günlük şeylere bir bekaret vermesi, yani havaya,
denize, ateşe, kadına, ekmeğe... Elinin sağlamlığı, yüreğinin serinliliği, içinden ruhtan daha yüksek bir güç
varmış gibi kendi ruhuyla alay etme yiğitliği ve nihayet, en kritik anlarda, bir kurtarıcı olarak Zorba’nın ihtiyar
göğsünden, insanın içindeki en derin, dipsiz bir kuuudan yükselen vahşi, kıkır kıkır gülüşü. O, silkinir ve korkak
insancığın zavallı hayatını yarım yamalak koruyabilmek için bütün perdeleri yıkabilirdi ve yıkıyordu da...”
(Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:431-2)
Yersiz kaçmak : Uygun düşmemek
“Bu bir kitap değil. Kitap, kötü bir kitap olsa bile, ciddi bir iştir. Dördüncü bölüme cuk oturtacak bir
deyiş, ikinci bölümde tamamen yersiz kaçabilir, üstelik herkes de işin sırrına vakıf değildir.”
(P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:11)
Yersiz yurtsuz, Yer yurt bilmez: Serseri güruhu; Yeri yurdu, barınacak yeri olmayan adem babalar; Ender
olarak ‘dünya vatandaşı’, ‘Ermiş’ kimse
“DR. FISHER - Ne demeye çalışıyorsunuz?
IZZY - Bütün bunların talihin cilveleri olduğunu. Eğer eski hayatıma dönebilecek olsaydım, o kadar
da kötü hissetmezdim. Silkelenip tekrar saksofonumu çalmaya devam ederdim ve bu da bana yeterdi. Ama
şimdi, bu hastaneden dışarı adımımı attığımda, yersiz yurtsuz olacağım.”
(P. Auster, “Lulu Köprüde”, sa:24)
“Heine ile Stifter’i, hatta daha da yararlı olabileceğini düşündüğüm şey: Heine’yi bizzat kendisiyle
karşılaştırmak; o tıpkı Marx’ın sürülme olayında olduğu gibi yersiz yurtsuz kalan biri ve de Kleist, Hölderlin,
Nietzsche gibi değeri anlaşılmamış bir yazar.”
(H. Böll, “Frankfurt Dersleri”, sa:75)
“KARANLIĞIN ORTASINDA
--------------------------------------küçük ağacım
rüzgara aşıktı
yersiz yurtsuz rüzgara
hani rüzgarın evi ?
hani rüzgarın evi ?”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:70)
“Bir kere sonbaharda çok ca sıkıcı, tatsısz bir iş geldi başıma: Yabancı olduğum bir kentte meteliksiz,
yersiz yurtsuz buluverdim kendimi.”
“M. Gorki, “Yirmi Altı Adam ve Bir Kız”, sa:9)
“O şimdi bütün sıkıntılarından kurtulmuş olarak evinin hanımı olmuştu. Onun için, benim gibi yersiz
yurtsuz birine bağlanıp sıkıntı ve yoksulluk çekmesi hiç de yerinde bir hareket olmayacaktı. Bu düşünce
kalbimdeki yaraya bir merhem gibi geldi. Onu ve tutmuş olduğu yolu takdis ettim.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:68)
“Gece vakti açık havada yollarda..... hayatın başlangıçlarına yaklaşmışızdır, kendimizi bitkilerle
hayvanlarla hısım akraba hissederiz. Evlerin de, şehirlerin de henüz kurulmadığı, yersiz yurtsuz insanın ormanı,
akarsuları, dağları, kurtları, atmacaları, kendi benzerleri, eşit haklara sahip dostları ya da can düşmanları gibi
sevdiği, nefret ettiği, zamanlar öncesi bir hayata ilişik belli belirsiz anılar sezinleriz.”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:56)
“Ama bir şey kalmıştı geride, dile getirilemeyecek bir şey, tüyler ürpertici, beri yandan değerli bir şey,
bir yaşantı, bir tat, kalbi saran bir halka. İki yıldan daha kısa sürede yersiz yurtsuz bir yaşamın haz ve acılarını en
uç noktasına kadar yaşayıp tanımıştı: Yalnızlığı, özgürlüğü, ormanların ve hayvanların sesine kulak verip
dinlemeyi, göçebe vefasız aşkları, ölümcül acı çaresizliği.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:170)
“Karşıya geçince: ‘Teşekkür ederim bu iyiliğin için,’ dedi Sidarta. ‘Konukseverliğine karşı sana
verecek bir şeyim yok, dostum, bir ücret de veremeyeceğim. Yersiz, yurtsuz biriyim, bir Brahman oğlu, bir
Samanayım.’ ”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:61)
“Paris’in bir çocuğu, ormanın bir kuşu vardı. Orman kuşunun adı serçedir, çocuğun adı sokak
çocuğudur..... Bu küçük yaratık neşelidir. Her gece karnı doymaz, ama canı isterse her gece tiyatroya gider. Ne
sırtında gömlek, ne ayağında ayakkabı, ne da başını sokabileceği bir yeri vardır. Sinekler gibi yersiz yurtsuzdur.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:13)
“...Frengistan kasabalarından birtakım baldırı çıplak seyyahlar, ellerinde birer küçük kartelalarla <bazı
kartel’lerde yapabilecekleri kaydedilmiş iş bulmakta kullanılan yazılı vesika!> on parasız buralara
seyyahçılık yapmaya... Te <işte> babam da onlar gibi, o zaman Yemen’den gelmiş buryacak <buraya kadar>
seyyahçılık yapmaya..
-Aferin babana, iyi halt etmiş!...
-İyi, kötü... her ne ise, uzatmayalım kelamı <sözü>, gelmiş bunun burasına, yer bilmez, yurt bilmez...
Yok cebinde bir tek metelikçiği. Ne yapsın?”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:160)
“Kleist’a yaşamı süresince hakim olan bu ruh hali çok gergin, adeta atmosferik olaylarla doluydu. Çok
dar bir mekanda, ışığın delici aydınlığı ile güneşsiz bir sıcaklı içinde yaşamak gibi bir şeydi bu. Sanatçı olarak da
sonsuz bir bölünmüşlüğün ortasında yersiz yurtsuz yaşadı.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi”, önsöz)
“Herifin arkasında uçucu bir ruh gibi gözden yitiverdi ve arabanın arka tahtasına kuruldu. Köylü kendi
kendine konuşuyordu: ‘Eğer ben bu herifleri arabama almak istesem, başıma çok iş açmış olurum. Deli mi ne?
Yersiz yurtsuz serseriler! Her dakika bir başkası koşup geliyor.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:118)
“Ve kimseniz yoktur ve hiçbir şeyiniz yoktur, elinizde bir valiz ve bir sandık dolusu kitapla, çevrenize
bir ilgi duymaksızın, dünyada dolaşır durursunuz. Nasıl bir hayattır ki bu yersiz yurtsuz, ana baba yadigarı
eşyalardan yoksun, köpeksiz.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:46)
“Ne var ki, çocuksu ruhuyla düşlerde, kayıtsız yaşayıp giden Knulp’un karşılaştığı insanları sevindiren,
onları oyun v eğlenceye boğan şen görünümünün gerisinde ikinci bir Knulp gizlidir; yalnız ve yersiz yurtsuz
biridir bu Knulp.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:94)
Yer yarılıp (içine) yere girme, kendisini yitirme : Birdenbire, esrarengiz bir şekilde ortalıktan kaybolma;
aşırı utangaçlık ya da suçluluk hissinden öyle duyumsama
“Kalabalık sevinç çığlıkları koparınca başını kaldırdı. Karşısında, bir sarığa takılı, ucu yerde sürünen bir
bez parçası vardı. Bunun altında da karmakarışık bir halde sepetler, kilimler, bir aslan postu bulunmaktaydı.
Kendi çadırını tanıdı. Hamilkar’ın kızı gözden kaybolurken sanki yer yarılıp da içine girmiş gibi, Matho da
gözlerini toprağa dikmişti.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:273)
“Geceki bu manzaraya tanık olan herkes gibi o da çok iyi bilinen yıldızların yerlerinden oynadığı, sağa
sola saçılarak aşağılara yuvarlandığı inancındaydı, çok geçmeden gökkubbenin yıldızlardan boşalıp kararmasını
bekliyordu, daha önce yer yarılarak kendisini yiyip yutmazsa kuşkusuz.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:466)
“Sıcağın altında sabahlardan akşamlara kadar öylesine dikiliyor, oradan oraya gün altında öylesine
seğirtiyordu ki, giyitleri göyünüyordu. Yer yarılmış yağız at yerin dibine girmişti.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:268)
“Ceyhan ırmağının kıyılarında, tarlada, yolda belde düşmüştü Hasan’ın ardına. Hasan da onu görünce
yer yarılıp yere giriyordu. Kerim: ‘Bu çocuğu cin çarpmış diyorlar, aylardır onu ele geçiremedim’ dedi.”
(Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:61)
“Keten giysimin içinde iki dirhem bir çekirdek, sanki yer yarılıp da içine geçsem kaygısıyla
yürüyordum, ama hiç kimse dikkat etmedi bana, çevredeki evlerden birinin kapısına oturmuş uyuklayan sıska bir
melezin dışında.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:25)
“Annesi, ablası, kız kardeşi ve erkek kardeşi yer yarılıp içine girmişlerdi sanki. Ablasının kocasının
çalıştığı kubbeli çarşı bile insanın kanını kaynatan, adımlarını hızlandıran cıvıltısından, birbirleriyle konuşur gibi
inip kalkan neşeli çekiç, tokmak sesinden yoksundu..”
(M. Mungan, “Çador”, sa:37)
Yer yer : Parça parça , bölük bölük, kısım kısım, orada burada, orası burası
“Zayıf, kambur beden fırlayıp olduğu yerde döndü. Sanırım yüzünü görünce ben de sıçradım. Zayıf,
yorgun, yer yer sakalların uzadığı bir yüzdü. Gözleri koyu ve küçüktü ve kötülük ışıkları saçıyorlardı.”
(R. Anaya, “Kutsa Beni, Ultima”, sa:116)
“Bu sırada, kuşkusuz, mum ışığı altında pek aydınlık olmayan yüzü, bana anlatımını değiştirmiş gibi
geldi: Sapsarı kesilmiş ve yer yer morarmıştı; can çekişen bir insanın cansız yüzünü andırıyordu.”
(H. de Balzac, “Bilinmiyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:58)
“FENERLER
--------------Michel-Ange, o pusarık yerde Herküller
Görülür İsa’lara karışan ve yarı
Karanlıkta dev gölgeler dinelir yer yer
Kefenlerini yırtıp gergin parmakları.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:37)
“İlgimden hoşlanmışa benziyordu, hafifçe üstüme sürtünmeye başladı. Onu okşadıkça, tüylerinin yer
yer döküldüğünü fark ettim. İyi bir yemeğe ihtiyaç
duyduğu çok açıktı. Sürtünme şekline bakılırsa, sevilmeye de muhtaçtı. Sabırla merdivenlerin başında bekleyen
Belle’e <Fr.’dan alıntı: Otel ya da ev hizmetkarı>
bakıp, ‘Zavallı şey, herhalde bir sokak kedisi. Tasma takmıyor ve çok zayıf’ dedim.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:9)
“...ve sonra, şu koca köprüye, sinyallere, elektrik direklerine ve kablolara, bunların dört yana dağılışına,
bu defile içinde birden meydana çıkan ve bir bisikletin kıvrıldığı yola.........demir kepengi yavaş yavaş kalkmakta
olan şu kahvehaneye, tabela yerine yaldızlı bir metal gülleciğe takılı atkuyruğu model saç oturtulmuş şu kuaför
salonuna, bir başka treni beklemekte olan yolcularıyla şu ilk banliyö istasyonuna, çelik gaz depolarına.....şu yer
yer çatlak bacaya, yedek otomobil lastiklerine, uzayıp giden ve ortalarına kulübecikler serpiştirilmiş minik
bahçelere, birbirinden bölük bölük ayrılmış ve televizyon antenleri görünen villalara takılıp kalıyor gözünüz.”
(M. Butor, “Değişim”, sa:18)
“Dağdan inerken, Hız Egzersizi’ni son kez uyguladım. Önümüzde yine yer yer kuraklıktan kavrulmuş
bitki örtüleriyle kaplı uçsuz bucaksız bir ova uzanıp gidiyordu; mavi dağlarla kuşatılmıştı. Hemen hemen hiç
ağaç yoktu, her yer kayalıktı; birkaç kaktüs göze çarpıyordu.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:59)
“Karlı bir kış sabahı. Yer yer buz tutmuş tepelerden, Cihangir’den Tophane’ye iniyoruz. Bir elim
beybamın elinde, gözlerim yerde, beyaz tozluklu fotinlerimle ikide bir karlara tekme sallamaktan haz
duyuyorum. Beybam, diğer eli ablamınkinde, arada sırada bana her zamanki ihtarını veriyor:
‘Uslu dur İsmayil... Yoksa sana simit almam!’ ”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:5)
“Bir küçük masa, bir tahta iskemle, kuru yapraklardan bir döşek ve kilden üç çanak: İşte bütün eşyası
bunlardı. Duvardaki iki delik, pencere yerini tutuyordu. Bir yanda, yüzüne yer yer sarımtırak gölcükler serpilmiş
kısır ovalar göz alabildiğine yayılıyor ve önde büyük ırmak, yeşilimsi dalgalarıyla akıp gidiyordu. Bahar gelince,
ıslak toprağı bir çürüme kokusu kaplıyordu. Sonra, azgın bir yel tozu dumana katıyordu.”
(G. Flaubert, “Konuksever Ermiş Julian’ın Efsanesi”, sa:81)
“ ‘O <Salambo> görünür görünmez bütün meşaleler sönükleşti. Gerdanlığının elmasları arasında çıplak
göğsü yer yer ışıldıyordu. Ardı sıra bir tapınağın kokusu duyuluyordu sanki; bütün benliğinden şaraptan daha
tatlı, ölümden daha korkunç bir şeyler yükseliyordu. Bu arada o yürüyordu, sonra durdu.’
Matho <Kartaca ordusunun başkomutanı>, ağzı açık, başı eğik, gözleri dikili kalakaldı.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:46)
“Erkeklerden birinin beyaz, kolasız plastronu vardı; yağmurdan yumuşamış, yer yer kabarıp sarkmıştı;
bu ıslak plastrona elmas bir iğne takılmıştı. Adam görünüşü biraz züppece, uzun sivri burun ayakkabılar
giymişti. Kendisine selam verdim.”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:15)
“KARANFİL
Yarin dudağından getirilmiş
Bir katre alevdir bu karanfil,
Ruhum acısından bunu bildi!
Düştükçe vurulmuş gibi, yer yer,
Kızgın kokusundan kelebekler,
Gönlüm ona pervane kesildi.”
(Ahmet Haşim<1884-1933>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:75)
“Minimini kasabanın balkonlu, kuleli gazinoya benzeyen kocaman bir konağı vardı. Ama
tamamlanamamıştı. Sıvanamayan kerpiç duvarlar yer yer açılmış, kumrulara yuva olmuştu.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Boz Eşek”, sa:99)
“SEN DEFETTİN, AYDIN SEHER
-------------------------------------------Zümrütler titreşip yer yer
yanan ağlar yarattılarkelebekler, kelebekler,
ince gümüş kanatlılar.”
(Nikolay Liliyev<1885-1960>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
26.03.09)
“Kral Uther bir süre sonra hastalanarak öldü. Ülke uzun süre büyük bir kargaşa içinde kaldı. Zengin
lordların hepsi de kralın yerine geçmek istiyor, asker toplayarak ordusunu güçlendirmeye çalışıyordu. Ülkede yer
yer çatışmalar çıkıyor, kardeşler kardeşlerini, oğullar babalarını öldürüyordu. Kentler yanıyor, tarlalar
kuruyordu.”
(Sir Th. Malory, “Kral Arthur, Merlin ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri”, sa:10)
“Açık duran gözleri camlaşmış hayvan başları, dört beş tane manda, domuz ve keçi, elinden
kurtulmanın olanaksız olduğu tanrıçanın betimi önünde mihraba bir piramit gibi yığılmışlardı. Bunların yanı
başında yer yer kurumuş kan lekelerine karşın keskin olduğu anlaşılan kurban kılıcı duruyordu.”
(Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:56)
“Oturduğu bankın yer yer boyaları soyulmuş. Hani, nasıl adlandıracağını bilemediğin bazı ara renkler
vardır, bununki de onlardan. Şimdi içeri çekip, polis zoruyla sorsalar, ‘Söyle bakalım kızım, ne renktir bu?’ diye,
söyleyemezsin. Neler de düşünüyor! İnsan zihni ne tuhaf! Polisin burada, Diyarbakır’da sorduğu, sorabileceği
sorular düşünüldüğünde ne kadar saçma şimdi bu aklından geçenler!”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:205)
“BARBAROS MEYDANI
--------------------------------Fidanların, mezarların önünde
Yontulu taşlar çepçevre,
Yer yer banklar konulmuş
Meydana dolmuş millet,
Sıra sıra oturmuş.
Ah genç kız kalbi,
Sıralara bakar elbet.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa: 22)
“Verdun Oteli eski ve harap bir binaydı. Sıvaları büyük parçalar halinde yer yer dökülmüştü. Küçük bir
giriş kapısı ve bunun arkasında otelin sahibi olan, siyah elbiseli, sıska kadının oturduğu küçücük bir odası vardı.”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:393)
“Levin ayakta duruyor, her sese kulak kabartıyor, kah yere, ıslak yosunlu toprağa, kah kulaklarını
dikmiş Laska’ya kah önünde dağın yamacına uzanan, ağaçlarının tepeleri çıplak koruya, kah yer yer ak bulutlarla
kaplı koyu gökyüzüne bakıyordu.”
(L. Tolstoy, “ Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:315)
“Araba soldaki yola sapmıştı. Kadın iki adım öteme geldi. Başını bana doğru biraz çevirdi. Ben de
Evlampiya Harlova’yı tanıdım. Onu hemen tanıdım; bir an bile duraksamadım. Tanımamak olanaksızdı. Böyle
gözleri, hele hem gururlu, hem tutkulu dudak çizgilerini kimsede görmemiştim. Yüzü daha uzamış, daha
kurumuş, derisi biraz kızarmıştı. Üzerinde yer yer buruşukluklar görünüyordu.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:106-7)
“Solmuştu sopsolgun ve yer yer
Al alevden kızartılar, bir mezarda meşaleler
Ama bu noktada ani ve sert bir devimle mürekkebi sayfanın üstüne döktü ve umuyordu ki, onu
sonsuza dek gözlerden saklamış oldu. Her yanı ürperiyor, için için kaynıyordu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:157-8)
“Kilise kulelerinden yükselen çan sesleri akşamın çöktüğü kente dalga dalga yayılırken, her evin tahta
kapısındaki yer yer yıkılmaya başlamış tarihi duvarlarının taşlarındaki gizem dolu anılarınızla sizi de
beraberlerinde sürükleyip götürüyorlar.”
(S. Zweig, “Yolculuklar Üzerine-Brugge”, sa:15)
Yer yerinden oynamak : Deprem olmak, dünyanın sonu gelmek
“Bu akşam köyde yer yerinden oynamıştı. Genç kızlar mücevherlerini takıp takıştırmaya ve düğün için
lambalarını hazırlamaya başlamışlardı. Natanael’in yeğeni evleniyordu. O da amcası gibi bir ayakkabı
tamircisiydi, tombul iri yarı, çomak burunlu bir çocuktu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:246)
“ ‘Belki o bile yollayamazdı,’ dedi Osman hoca. ‘Bu herif birşeylere içerledi.’
‘Kafaya takmış bir kez, yer yerinden oynasa da gitmez artık İstanbul’a,’ dedi Berber Ziya, içini
çekti.”
(T. Yücel, “Bıyık Söylencesi”, sa:106)
Yeryüzünde tapulu on paralık malı olmamak : Bir yere kayıtlı hiçbir malı mülkü olmamak, çok fakir
“Yeryüzünde tapulu on paralık malı olmayan Balıkçı Ahmet’e bir Yunan ortaklığı güvenerek, sentsizsepetsiz dört-beş bin lira vermişti. O da paraların topunu, otuzdan fazla Ege balıkçısına senetsiz ve sepetsiz
dağıttı. Şartlar basitti; Yunanlı tacire de anlatılmıştı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Demet Çiçek”, sa:27)
yester-year : (ZAM.,MYTH) <yes’tir yir> (LAT.: ante annum) : Geçen yıl
Yeşilaycı olmak : Sigara, içki, uyuşturucu vb. alışkanlıklardan ari olan, tövbeli ya da hiç başlamamış kimse.
(Hiç bir konuda ‘müstesna’ olduğum iddiasında değilim, ama, 1929 doğumluyum ve hayatımda ne bir tek sigara
içtim ve ne de alkolün tadını tattım: hayatımın 33 yılının Amerika Birleşik Devletlerinde geçmesine karşın.
1946’da, Tıbbiye’nin ikinci sınıfındayken resmen Yeşilay’a üye oldum. Vefa-Yeşildirekteki Spor Kulübüne,
gençlere yardımla görevlendirildim. İ.E.)
“Hoca’nın bizzat kendisi <F.K. Gökay> Psikiyatrinin Büyük Hoca’sına <İ.Ş. Aksel>, gözlerimin
önünde telefon etti. Bana olan güvencini belirterek Büyük Hoca’dan, eğer yeri varsa, Üniversite’nin Psikiyatri
Kliniği’nde, beni talebe olarak misafir edip edemeyeceğini sordu. “Muayenehaneme hemen gelsin!” yanıtı
gelince, sevinçle Hoca’nın eline sarıldım, öptüm.
-Minnetimi ifade edemem, Hocam, dedim. Bunu size ve memleketime ödeyeceğim. Ama ben yine
Yeşilay için birşeyler yapmak isterim, çünkü, bugün sizlere tesadüfen gelsem dahi, davaya inanıyorum ve
şimdiden yemin edebilirim ki, hayatım boyunca ne sigara ve ne de hiç bir içki içmeyeceğim. Ama, özel olarak,
şimdi, Yeşilay’a nasıl hizmet edebilirim?”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:178)
“LUCIA - Sus Rosa, tuzağa düşme.
KOMİSER - Hem de fıçı gibi içmeye devam ediyor.
ROSA - Nasıl olur, hemen hemen yeşilaycıdır.”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:90)
“ ‘Güzel. Şu askeri görüyor musun? Bir günlüğüne Teğmen Feldhuber’den ödünç aldım onu. Teğmenin
emireri. İçkiden nefret edermiş. Sapına kadar yeşilaycı. Böyleleri benim işime yaramaz. Emireri değil, ineğin
teki.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:129)
“Ravelston sarhoşluğun adamı garip bir şekilde öfkelendirdiğini söyledi. Öyle ki, nerdeyse Gordon’un
kasadan para tırtıklamasını yeğlerdi. Elbet kendisi bir Yeşilaycıydı. Gordon zaman zaman geleneksel İskoç usulü
gizli gizli içtiğinden kuşkulanırdı. Burnu bayağı kırmızıydı. Ama belki de enfiyedendi bu. Neyse ne. Gordon
ayvayı yemişti.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:215)
Yeşil bal : U. Eco’nun tarif ettiğine göre, esrar-haşiş’le karıştırılmış bal. Tarihten de bildiğimiz üzere, o
Alaaddin diye adlandırılan kimse, XII. Ve XIII. y.y.’larda Arabistan ve Orta Doğu’yu bu tür özel uyuşturucui
hayal gösterici, cinsel uyartıcı bu ilaçla hakimiyeti altına alan Hasan Sabbahi’den başka biri olmamalı.
“Bir koridordan geçerken Baudolino bir pencereden göz ucuyla, içinde zincire vurulmuş bitkin
görünümlü birçok gencin bulunduğu yüksek duvarlarla çevrili bir çeşit avlu gördü ve Alaaddin’in yeşil bal
yedirerek kiralık katillerini cinayete nasıl hazırladığını hatırladı. Görkemli bir salona alındıklarında işli yastıklar
üzerinde oturan, yüz yaşlarında olabilecek, beyaz sakallı, kara kaşlı ve karanlık bakışlı bir ihtiyarla
karşılaştılar.Yaklaşık yarım yüzyıl önce Abdül’ü yakaladığında daha canlı ve güçlü olan Alaaddin hala oradaydı
ve tutsaklarını yönetiyordu.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:474)
Yeşil ışık yakmak, yanmak : Onay vermek, verilmek
“Bana döndü, sanki kendi kendine konuşur gibi, ‘Ağustos’un yirmi yedisinde Murray Royal
Hastanesi’ne gidiyorsunuz!’ dedi. O anda, kanımda duyduğum sıcak ve çok şiddetli akımdan dolayı, ektazi
içinde haykırmak istedim. Uzun uzun yıllardan sonra, nihayet ve nihayet özgürlük için yeşil bir ışık yanmıştı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:189)
Yeşillenmek : Yeşermek; Cinsel anlamda sulanmak, arzusunu belirtecek davranışta bulunmak (Argo)
“Bu söze her zaman gülen Fayrap sonra çıkıştı:
-Açılın ulan!... Açılın puşlavatlar!.. Yol verin!.. Kamil beye göz kırptı: ‘Daldın iyice Hafız! Ayıp
salladın şimdicik... Hele karnın iyicene acıksın da bizim kümese öyle yeşillen!..”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:32)
Yeşil sarıklı evliya : Yobaz din adamları
“Bu gelenler, öyle düşman ordular falan değilmiş. Avrupa adlı bir Kraliçe’nin bizi çetelerin elinden
kurtarmak için gönderdiği yeşil sarıklı evliyalarmış...... İşte, şimdi bütün bu musibetlerden kurtulacağımız gün
gelmiş. Zaten yeşil sarıklı evliyalar ne tüfek kullanırmış, ne top. Bir okuyup üfürdüler mi, önleri dümdüz olur,
yürürlermiş.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:121)
Yeşil Şövalye : Orta Çağ Edebiyatında Kase alegori’ <Bir düşünceyi ya da bier eylemi, davranışı daha kolay
kavratabilmk için, onun yerine bir takım simgelerle, benzetmelerle canlandırma becerisi >lerinden biri. Şu anda
maalesef fazla bilgi yok.
“Langdon ekrana göz attı.
O r t a ç a ğ E d e b i y a t ı n d a K a s e A l e g o r i l e r i- Sir Gawain ve Yeşil Şövalye Üzerine
İnceleme
‘Yeşil Şövalye allegorileri,’ diye seslenerek cevap verdi.
Gettum, ‘İşe yaramaz,’ dedi.’Londra’da gömülü fazla mitolojik yeşil dev yoktur.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:424)
Yeter be : (Bir az nezaket dışı) Kes artık yahu, yeter anlattıkların
“ ‘Yeter be,’ dedi Alberto. ‘En çok beş dakika gördüm onu, kapısının önünde. Kaç defa söyledim sana,
onunla hüçbir şey konuşmadım. Suratını bile görkeye vakit olmadı.’
‘O zaman niçin ona yazmak istemiyorsun?’
‘Çünkü, canım istemiyor.’ ”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:132)
Yeter de artar bile : Alçak gönüllülükle kabullenme, haris olmama; yeterli bulma, fazlasına gerek görmeme;
Ufak bir eklenti, bahane ile, bardağı taşıran son damla olma; Halihazırdaki mevcut durgunluk ya da yeis,
depresyonu kaldırdığı gibi daha fazlasını da yapma
“Tutanak gerçek ifadeye uygun değil! Kapıcı kadının ifadesini çarpıtıyor! Mahkemede yargıçlar, elbette
farkına varmıyorlar bu hatanın! Ne yaparsınız, dalgınlık işte!
Bu ifade, Noia’nın suçlanması için yeter de artar bile.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:61)
“Clam’ın kavgasında o Clam’ın tarafını tutmuştu. Ayrıca St. Louis meyhanesinde kafayı çekmiş olduğu
için aslında onu eski gömleği peşine düşüren John Barleycorn’dan başkası değildi. Birkaç söz, kavganın
başlaması için yetti de arttı bile.”
(J. London, “İntihar”, sa:90)
“Kişinin tam kendine yöneleceği bir gün bu: Güneşin, hoşgörüden uzak bir yargı gibi yaratıklar üstüne
saçtığı bu soğuk aydınlıklar gözlerimden giriyorlar içime, solgun bir ışıkla aydınlanıyorum içimde. Kendimden
alabildiğine iğrenmem için, on beş dakika yeter de artar bile, biliyorum. Ama hayır, teşekkür ederim baylar, can
attığım yok buna.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:23)
“Maud güzel değildi, çekici ya da hareketli görünmeye kalkıştı mı manzara çarçabuk felakete
dönüşürdü. ‘Bu haliyle yeter de artar bile,’ diye düşündü.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:56)
“Ardından da, Fabrice kendini pek halsiz hissettiğinden, başçavuş ona bir çanak dolusu sıcak şarap
getirdi, oturup onunla bir süre sohbet etti. Bu söyleşinin içine katılan birkaç övgü sözcüğü kahramanımızın
göklere uçmasına yetti de arttı bile.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:91)
Yetişmiş : Olgunlaşmış, büyümüş, ergin olmuş
“Birdenbire:
‘Bay öğretmen, beni kaç yaşında sanırsınız?’ diyor. ‘Ellisinde’ cevabını alınca, gururu okşanmış bir
eda ile gülümsüyor: ‘Altmış üç’ündeyim. Savaşa bile katıldım.’ Eyvah, savaş anılarına başlayacak diye
korkuyorum. Neyse korkun boşuna! ‘Savaştan söz açmasak daha iyi,’ diyor. ‘Yetişmiş üç oğlum var.’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:50)
Yetmiş iki millet : 1935 yılında yapılan Türkiye çapında nüfus sayımında, Türkiye’nin nüfusu -hafızam beni
yanıltmıyorsa, o zaman ben, Tophane 37. İlkokulunda 3. Sınıfta 6 yaşında bir çocuktum- 16,188,767 idi. Dünya
Devletlerinin sayısı da 72 idi; hatta 72,5 derlerdi, Kıpti’leri-Roman’ları da yarım sayarak söylerlerdi. Birleşmiş
Milletlerin kuruluşu, büyük bir savaştan sonra, 10 yıl sonra kurulacak ve yeni birçok devlet kervana katılacaktı .
Bu beyanında, büyük üstad Yaşar Kemal Beyefendi, o zamanın rakkamnı veriyor. (Dr.İ.E.)
“ ‘…buralar bize göre değil. Benim kılamımı <beste, nağmeler> Türkçe söyleyen bir Türk degbej’i olsa
kim bilir nasıl söyler, nasıl güzelleştirirdi benim kılamımı….. Pek yakında Türk degbejler… Zarık akılen
<Çocuktan al haberi!> Ben çocukların akıllarına, temiz, yıpranmamış yüreklerine güveniyorum. Bundan sonra
herkes savaş üstüne kılamlar söyleyecek, yetmiş iki milletin dengbejleri. Yetmiş iki milletin insanları da onları
dinleyecek, savaş yapmak isteyen insanlıktan çıkmış insanları yetmiş iki milletten kimse insandan
saymayacak.…. insan öldürmek, ne için olursa olsun, insan öldürmek kimsenin aklından bile geçmeyecek. İşte
böylece insan insan olacak.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:266)
yet, yett : (BİNA,İNG.) <Yet> : İskoçya’da ‘geçmeli kapı’ ; İNG.: yet : henüz;
Yevmiye : Bir işçinin günlük ya da haftalık kazandığı paradı
“Dükkan sahibi bir kez daha kokladı. ‘Partagas Eminentes, o değilse kafamı keserim, Sayın Özel
anışman. Tanesi dört mark. İstiyor musunuz?’
‘Bir tane, sevgili Kolbe, bir tane. Dört mark ha, büyükbabamın haftalık yevmiyesi o kadardı. Bilirsiniz,
ölülere saygı duyarım, duygusal bir yanım vardır. Tanrım, bu ot oğlumun burada içtiği yirmi bin sigarayı
bastırmış.’ ”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:14)
“..... arkadaş şöyle diyor, ‘konu yalnız sekiz saat değil, zayıflık ve açlıktan ölmek istemiyorsak, kırk
Eskudo <Portekiz ve sömürgelerinin, Şili’nin para birimi> yevmiye de istemeliyiz.’ Böyle bir şeyi istemek ve almak güzel,
ama ulaşmak güç. Duyulacak çok fikir var, pek çok kişi söz almak istiyor, topluluktan bir ses ve açlıktan ölmek
istemiyorsak, kırk Escudo yevmiye de istemeliyiz.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:286)
Yeynimek : Yenilemek, yapılandırmak, toparlamak, kendine gelmek
“ ‘Yeynidim, <kendimi yeniledim, toparladım>’ dedi gülerek, ‘yundum <yıkandım>, arındım. Yunmuş
arınmış yatağa girdim, ömrümde böyle deliksiz bir uyku uyumadım.’
‘Ben de senin bu kadar genç olduğunu bilmiyordum.’
Nişancı onun elinin üstüne elini koydu; öyle bir sıcacık, yumuşacık okşayarak sıktı ki, Poyrazın
bedenine tırnaklarından saç teline kadar bir sevgi yayıldı. Poyraz, böyle bir sevgiyi, bedeni tepeden tırnağa
çımgışarak <uyuşmak, ürpermek> ilk olarak duydu, o da onun elinin üstüne elini koydu.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”,Cilt:2, sa:109)
Yezidi, Yezidi avı; Yezidilik; Yezit : Irak’ta, Basra’lı Yezit bin ebi Enisatül Harici tarafından kurulan; Uhrevi
Varlığı: a) İyilik; Tanrısal, b) Kötülük; Şeytani diye ikiye ayrıldığına ve temsilciler olan Allah ile Şeytan’ın
sürekli çekişme halinde bir denge kurulduğuna; Hz.Ali’yi insan kılığına girmiş Tanrı ve O’nun ayrılmaz bir
parçası saydıkları Şeytan’a da tapan bir mezhep mensubu; Onlara karşı olarak, silahlanan Kürt, Arap ve
Türkler’in oluşturdukları Ölüm Mangaları; O mezhebin temel unsurları; İkinci Emevi Halifesi, -Haz.
Peygamberle ünlü ‘Kuyu’ Savaşında çarpışan ve yenilen- kendisinden gaddar, zalim diye söz edilen Yezid bin
Muaviye’yi niteleyen davranış şekli -ki aynı karakterdeki kişilere sıfat olarak verilir.
“Bir kısım halk, Kürdü, Arabı, Türkü silahlanmışlar, Yezidi Avı’na çıkmışlardı… Çeteler Yezidi
köylerine giriyor, yediden yetmişe canlı bırakmamacasına kurşundan, süngüden geçiriyorlar, koyunlarını
keçilerini, atlarını,eşeklerini, halılarını kilimlerini, buğdaylarını, unlarını, kadınlarının takılarını, paralarını
alıyorlar. Kırım’ı haber alıp dağlara kaçanları da teker teker avlıyorlar, hiçbir Yezidinin kaçmasına da izin
vermiyorlardı.” ….. Dicle yarlarının üstüne ulu ateşler yaktılar, közlerinde koyunlar kızarttılar. Bey, ‘dağlara mı,
Laliş’e mi?’ diye sordu. ‘Laliş’e. Orada çok altın ve çok Yezidi var! Şeytanın da evi ordaymış, Laliş’e gidersek,
çok Yezidi öldürürüz. Onlar da bizden öldürürler. Yalnız, bizden ölenler doğru Cennet’e giderler. Çünkü onlar,
biliyorsunuz Yezidiler Şeytan’a taparlar, Şeytan da Allahın en büyük düşmanıdır, onun için biz Şeytanı
öldürmeye gittiğimiz için <? Şeytan taşlama>, şehit düşersek, doğru, sorgusuz sualsiz Allahın Cennet’ine
gideriz. Hele bir de Şeytan’ı öldürürsek Allah bizi kendine vezir, hem de sadrazam yapar.’ ….. ‘Yüzbaşı
Mustafa Kemal Paşa’nın, Fransızlara karşı halkı örgütlemesi için gönderdiği, Kerkük’lü bir Kürttü. Sert, önüne
geleni kurşunlayan cinsindendi. Birkaç gün içinde işgalci Fransız askerleriyle çatışmalara girdiler. Bedevi Arap
kabileleri de Türklerle anlaşmışlar, Fransızlara karşı savaşmaya başlamışlar, Bedevi Emirleri çoktan, Yüzbaşının
verdiği paşalık rütbesine kavuşmuşlardı. Savaş sonunda da altın kahramanlık madalyaları alacaklardı’ …..
‘Bunlar (Yezidiler) şeytana, güneşe, toprağa, ateşe tapıyorlarmış.” .............................................
“Yezidiler, başlangıçlarının, büyük saygı duydukları ‘Melek Tavus kuşu’ (Taus-u Melek)’den
geldiklerine inanırlar. Bu inanışın yorumluları Hıristiyanlar ve Müslümanlar, ‘Cennetten kovulmuş melek’ yani
‘Şeytan’ı bu ‘kuş’la özdeştirdiğinden, Yezidiler bu taraftarlar tarafından ‘şeytanperest’, ‘şeyana tapan’ olarak
nitelenip dışlamışlar, lanetlemişlerdir. Zaman boyunca, birçok bilim adamı, bu inanç sistemini, İran’da
Zerdüşt’ün M.Ö. 6. y.y.’da kurduğu inanç sisteminden; Yine İran’da Mani’nin M.Ö. 3. y.y.’da kurduğu ‘düalist
dinsel hareket’; Hıristiyanlık ve Tasavvuf’tan bazı inanç ve prensipleri ödünç alarak bu sistemi kurduklarını
iddia ettiler. ...............
Bir kimsenin ‘Yezidi’ kimliğini kazanması için bir sürü ‘kabul törenlerinden geçmesi’ gerekir. Bunlar
arasında bisk <saç kesme>, sinet <sünnet>, helal veya morkir <vaftiz>’in, biraye axerite <ahret kardeşliği>
nin, ve ‘davet’in <düğün> yaşanması gerekir. Her bireyde Tanrısal ışığın <nur> bulunması gerekir ve bu da
ancak ‘akıl’ tarzında ortaya çıkabilir. Bu nedenle, ahlaklılık, cinsellik prensipleri topluluk tarafından belirlenir.
Ahlaka dayanan bir toplumsal düzen fikri, kozmik düzende insanların orunmasında sorunlu oldukları bir
uyumluluk olarak varsayılır. Kürt’lerin şehir dışı yaşamına yakın bir hayat şekli sürdüren ve resmi ana
dillerikürtçe olan Yezidiler, yakın tarihte Kürt ulusunun çektiği çileleri de çekmişlerdir. ...... 1923 Lozan
Konferansı, Kürtleri ve Yezidileri ‘azınlık’ gibi görmemiş ve onları Lik Cumhuriyetin, yaratmaya çalıştığı
‘Laik’-Homojenik politikalarına pek uymadıklarından, resmen vatandaş olarak da sayılmamışlardır. Sonrasında,
Yezidiler, ülkede gelişmekte olan kapitalist politikasına pek dahil edilmedikleri gibi, kentleşme ve kırsal alandan
göç politikasına da ayak uyduramamışilardır. 12 Eylül 1980 Askeri Darbe’nin ardından, sol gruplara yakınlık
gösteren Kürt örgütleriyle ayni sıkıntıları paylaşmışlar, ve en nihayet 1991’de, o zamana kadar anavatanları
olmuş Türkiye’yi, nihai olarak terk etmek zorunda bırakılmışlardır..........
Yezidi toplumu, karmaşık ve hiyerarşik br tarzda örgütlenmiştir. Din büyüklerinden oluşan kast’lar
(Şeyh’ler ve Pir’ler) ile mürit’ler, toplumun iki ana tabakasıdır. Şeyh’ler, üç soydan gelmedir: Adani, Şemsani
ve Katani. Önderleri Mir, Katani soyunun bir üyesidir. Zamanımıza dek kalmış bir duvar resmi, şöylece tasvir
edilebilir: Ortada, Zerdüşt’lerden ödünç alınmış sönmeyen ateş sembolü, bir yanında Zerdüşt, diğer yanında da
bu dini ilk kabul eden Kral Vistaspa... Türkiye’yi terkedenler, prensip
olarak zaten en uygun seçim yeri olan Almanya’ya yönelmiş ve gelen haberlere göre orada da dışlanmaya maruz
kalmışlardır. Sayıları gitgide azalan bu kavimin ölen yaşlıları, burada, Güney Doğu’da, özellikle Mardin
civarında, Türkiye’de gömülmek üzere, ‘ana vatanlarında toprağa verilmeleri’ dileğiyle geri gelmişlerdir ki,
çektikleri göze alınırsa, insan, bir tür saygı ile ürpermekten kendini alamıyor.”
(Sabiha Banu Yalkut, “Melek Taus’un Halkı: Yezidiler; Özetleyen: Dr.İ.E.)
Ygg’drasill : (İSKANDİN.-NORSE .MYTH. COSMOS.) <ig’drasil> : Kainat-Kosmos’u temsil eden
dişbudak ağacı
Yığılıp kalmak; Yığılı yığılıvermek; Yığılmak : Heyecan ya da korkudan, bitkin, paralize olmuş bir halde,
boş bir çuval gibi süzülüp çökmek
“Bugün 17 Temmuz 2006
---------------------------------Ey, Tanrım,
nasıl bir kayadır benim sevgimyalçın, yaman, sarkmış
düştü düşecek,
güçlükle gözlerimle zapt ediyorum onu,
yoluna yığılmasın<d.1945>
yönünü yanıltmasın diye oğul,
yüreğinin...”
(Bojana Apostolova-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.08.08)
“-Yanıtım evet, dedi Nastassia bir solukta, Gregorij Alexandreviç, sizinle Petersburg’a gelip eşiniz
olmayı kabul ediyorum.
-Nastassia, Nastassia, diye içini çekti Gregorij Alexandreviç ve başka bir şey söyleyemedi.
Sarmaşıkların ve yumuşak yosunların arasına yığılıp kaldı.”
(S. Benni, “Deniz Dibindeki Bar”, sa:77)
“Böylece sayıklayan Goldmund hanidir bilmiyordu nereye gidiyor, nerede bulunuyor, ne söylüyor,
yatıyor mu yoksa ayakta mı duruyor. Çalı çırpılara ayağı takılarak ikide bir düşüyor, seğirtip dururken ağaçlara
tosluyor, karların dikenlerin ortasına yığılı yığılıveriyordu. Ne var ki, içindeki yaşam içgüdüsü güçlüydü, onu
boyuna çekip yeniden ayağa kaldırıyor, rasgele bir kaçışı sürdüren Goldmund’u yeniden önüne katıyordu.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:170)
Yığılmış; Yığın; Yığınla, Yığınsal, Yığmak : Küme; Kümeyle, pek çok; Yığın, küme yapmak
Bk.: Bir yığın
“Atlıyorum bir vapura Sirkeci’den, doğru Boğaz’a..... Bir roman yanımda, bir de küçük defter. Yetiyor.
Bir süre tek başıma olmanın güzelliğini duyuyorum. Yığından kopmanın, güncel olaylardan, sonuçsuz
çekişmelerden, birtakım yıkıntılardan sıyrılmanın yolu bu, kaçmak.”
(O. Akbal, “İstinye Suları”, sa:11)
“Yedinci Cadde’deki Park Slope Berberi’nde kestirdim, Movie Heaven diye bir yerden videolar
kiraladım, ve (ilerde kendisinden daha etraflıca söz edeceğim) Harry Brightman adında süs düşkünü bir
eşcinselin işlettiği, karmakarışık kitap yığınlarıyla dolu sahaf dükkanı Brightman’s Attic’e sık sık gittim.”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:12)
“Alışverişe çıkacağı zaman önce bu kağıtları çıkarır, kağıt oyunundaki gibi ardı ardına açar bakar, sonra
fal açıyormuş gibi yan yana dizip önemlilik erecelerine göre, asları, papazları, kızları, oğlanları birbirinden
ayırırcasına küçük yığınlar meydana getirir.”
(H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:61)
“Yaşlı Büyükannenin Düşü
-----------------------------------Görebildiğim, yeryüzünün bir
çirkinlik yumağı
bir karmaşa yığını olduğu. Hiç
orman kalmamış.
Çıplak ağaçların arasına gerilmiş
düşünce telleri gibi
uçsuz bucaksız yollar, kurumuş
ırmaklar.”
(Susan Bright<d.1945>-Defne Bilir; “Şiir Atlası-Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap, 18.10.07)
“ ‘Bir zamanlar beni mutlu eden her şey şimdi sadece sıkıyor, vız geliyor..... yaşamıma yeniden uzunca
bir göz atmaya karar verdim. Ve işe yarıyor.’
‘Ben de son birkaç aydır aynı şeyi yapıyordum. Senin gibi hacılar çok mu burada?’
‘Çok. Yığınla.’ ”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:287)
“Bir kere, başlangıç diye bir sorunumuz var, yani nasıl edip de, şu bulunduğumuz yerden, ki burası da
henüz hiçbir yer, karşı kıyıya gideceğimiz. Basit bir köpü sorunu bu, taş taş üstüne koyup bir köprü kurma
sorunu. İnsanlar her gün bunun gibi yığınla sorun çözüyor. Çözüyorlar ve yollarına devam ediyorlar.”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:9)
“VARYA - Bana kalırsa bir şey çıkmayacak bu işten. Onun yığınla işi var, benimle uğraşmaya vakti
yok... Zaten umursamıyor da beni... Tanrı iyiliğini versin ya, onu karşımda görmek ağır geliyor bana. Herkes
düğünümüzden bahsediyor; kutlayan kutlayana, fol yok yumurta yok oysa, her şey düş gibi...”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:109)
“Ama, sırta varır varmaz, farklı bir manzara gördü, sanki tüm çevrede, tepede ve diğer vadilerde, hava
pırıl pırılmış da, yalnız önündeki ova yoğun bir sisle, hani şu ara sıra yolda karşına çıkan ve çevreni sarınca
hiçbir şey göremediğin, sonra geldiği gibi giden gri yığınlarla kaplanmış gibiydi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:163)
“Ama William onları ilgisizce seyrediyordu; bana bunun gerçek tövbe olmadığını söylemişti. Az önce,
daha bu sabah söylediği gibi, büyük tövbe dönemi sona ermişti; bunlar doğrudan doğruya vaizlerin kendilerinin,
yığınların dine bağlılığını örgütleme biçimleriydi; gerçekten sapkın olan ve herkesi korkutan bir başka tövbe
isteğine kapılmasınlar diye.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:180)
“İki saat sonra Matho geldi. Yıldızların ışığında, yere yatmış, farklı uzunlukta yığınlar gördü.
Barbarlardı bunlar. Eğildi; hepsi ölmüştü. Uzaklara doğru seslendi. Hiçbir karşılık alamadı.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:201)
“Yandaki mezarlığın en ayırıcı özelliği şimdiye kadar gördüğümüz Hıristiyan mezarlıklarındaki heykel
tantanası haçlar vb gibi bizim için anlaşılmaz eşyasal gösteriçiliğin olmamasıydı..... Orada gözümü alan bizim
‘hercai’ dediğimiz sarı ve mor menekşelerin yığını altında yatan Brecht ve Helena Weigel’in mezarlarıydı. Yığın
diyorum çünkü bu, bir parkın yoğun menekşe çiçeklerine ayrılmış tarhlarından bir bölüm gibiydi; başucunda iki
kaya parçasının üstünde onların adları yazılıydı.”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:40-1)
“El Cem’e vardık, yatacak bir han yok; berbat bir yapı han işlevi görüyordu. Ne yapmalı? Posta arabası
hareket etmek üzereydi. Köy uykuya dalmıştı; insana sonsuz gibi gelen gecenin içinde harabelerin korkunç yığını
belli belirsiz seçiliyordu.”
(A. Gide, “Ahlaksız”, sa:21-2)
“Thebai’nin kutsal taburu Khaeronea savaşına kadar yenilmedi. Savaştan sonra Philippos kanın gövdeyi
götürdüğü savaş alanında dolaşırken bu üç yüz ölünün bulunduğu yerde durakladı, hepsinin göğsü mızrakla
delinmişti; bir silah ve ceset yığınıydı bu.”
(A. Gide, “Sapık Sevgi” -Corydon-, sa:91)
“FIRTINA HABERCİSİ’NİN TÜRKÜSÜ
<1901>
-------------------------------------------------Gök gümbürdüyor. İnliyor dalgalar, bulanıp bir öfke
Köpüğüne, rüzgarla ağız dalaşında. Ve rüzgar sımsıkı
Kucaklayıp bir dalga sürüsünü, yabanıl bir
öfkeyle olanca
gücüyle fırlatıyor kayalara. O zümrütten yığın, dağılıp
parçalanıyor, tozda ve serpintide.”
(Maksim Gorki<1868-1936>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, Ataol Behramoğlu, sa:28)
“Tarihte ilk defa görülmüyordu bu durum: namuslu yurttaşların şaşkınlığını birtakım satılmışlar daha
havadayken yakalar, yaygın seslere kulak verdikten sonra, bu tek tük çatlak sesten bir kamuoyu yaygarası
yaratırlar ve -kongrenin yığınla tutanağından anlaşılacağı gibi- bu operayı bir delilerevinin koğuşunda sahneye
koyuverirler.”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:38)
“Gök, yalnız bir yerinde, nehirden yana karanlıktı. Orada Csanad toprak kalesinin kocaman yığını, arzın
karnına açılan geniş bir delik gibi, korkunç bir karaltı halinde esniyordu.”
(F. Herczeg, “Paganlar”, sa:11)
“Yaşlı Primos böyle konuştu.
onlar da öküzleri, katırları koştular arabalara;
az sonra da toplandılar kentin önünde.
Dokuz gün odun taşıdılar yığın yığın.
Ölümlülerle parlayan şafak sökünce onuncu günü,
gözyaşı içinde getirdiler Hektor’un ölüsünü,
koydular yığınların tepesine, verdiler ateşe.”
(Homeros, “İlyada”, sa:534)
“Nahiye müdürü plandaköyün batısına düşen bina yığınlarını göstererek:
‘Burası neresi?’ diye sordum?
‘Köyümüzün fabrikası,’ diyor, ‘bu civarın en büyük bıçkıhanesidir. Fakat ne yazık ki, geçen yıl
çalışmasını durdurdu.’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:38)
“Hemen yola çıkmadık. İki ejder, bütün Habeşistan düşlerimizin üzerine bina ettiğimiz on kilo sırça
<cam> yığınını bir hale yola koymak için üç gün uğraşmak zorunda kaldık. Birer ceviz kemirerek ve Türkler gibi
durmadan sigara tüttürerek, odamıza kapanıp bu rengarenk taş parçalarına çekici şekiller verdik: Bu yalancı
mücevherleri özenle yan yana getirerek
gerdanlıklar, bilezikler, madalyonlar, küpeler ortaya çıkardık, bunların gerektirdiği ufak tefek masraflar ise bizi
iflas ettirdi.”
(P. Istrati, “sünger avcısı”, sa:63-4)
“Acaba tekrar özgür olabilecek miydim ya da son sefer salıverildiğimde yaşadığım birkaç özgür ay
kendi başıma yaşayabileceğim hayatın tümünden mi ibaretti? Nefret ettiğim bir sisteme dönüyordum. Bu,
kendimiz için düşünmeye izin vermeyen bir sistemdi. Yığının en altına konulacak ve her şey sil baştan olacaktı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:151)
“KARANLIKTA KONUŞMA
Tarihte yaşarız, der biri.
Su canavarının derisindeki sinekleriz,
der başka biri.
------------------------------------Ölümlerimize, der biri.
Bu doğru, der biri,
şimdi yığınsal bir ölüm olacak.
Toplu mezarlar, der biri, hiç de yeni değil.
Hayır, der başka biri, ama bu kez hiç mezar
olmayacak,
Tüm ölüler yatacak düştükleri yerde.
(Denise Levertov-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cumhuriyet Kitap, 07.05.09)
“Crescenzazo
<Şubat 1943>
---------------Hiç birini bulamaz, mutsuz yüzüyle
Kuru Naviglio’dan yükselen kokuyu emer ciğerlerine
Rüzgar bütün gücüyle eser dağlardan,
Koşturur sonsuzluğuna ovaların
Görünce bu duman yığınını
Döner kaçar hızıyla atlıların”
(Primo Levi<1919-1987>-Güran Tatlıoğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.07.06)
“BİRİNCİ KISIM, BİRİNCİ PERDE - Sahne; New England’da Profesör Leed’in küçük bir üniversite
şehrindeki evinde..... Duvarlar hemen tavanlara kadar kitap camekanlarıyla kaplı. Camekanların içi tıklım tıklım
kitap dolu..... Bunlar, bütün İngilizce eserler, en yenisi belki de Thackeray’ın romanları olmak üzere,..... yığın
yığın kitaplardır.”
(Eu. O’Neill, “Araya Giren Garip Oyun”, sa:4)
“JOE, kabadayılık taslayarak. - Öyle ise isyan edeceğiz! Bu külüstür tekneyi kendimiz geri
götüreceğiz. Değil mi, çocuklar? (Ötekilere bakmak için başını çevirirken Kenney’nin yumruğu çenesinin
kenarına şiddetle iner. Joe bir yığın halinde yere yıklır ve öyle kalır.)”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:25)
“Plaja gelince insanı aptallaştıran o uğultuyu duyunca ve o et yığınını görünce, gene, suçu, günahı,
şeytanı düşündüm. Kıpır kıpır kıpırdanan bir et yığını: Arada bir bu yığının içinden renkli bir deniz topu ağır ağır
yükseliyor ama, sonra gene geri dönüp aralarında kayboluyor, sanki bütün bu suçtan ve günahtan kurtulmak
istiyor, ama kadınlar bırakmıyor onu.”
(O. Pamuk, “Sessiz Ev”, sa:77)
“Şiirler, 2
Haykıran şiirler,
süngü gibi saldıran, kurulu düzene
gözdağı veren şiirler
ve bir iki dizesiyle
devrimi yaratan ve bitiren şiirlerboş, yapay, övüngeççünkü artık hiçbir şiir düzeni yıkmıyor,
hiçbir şiir yığınları harekete geçirmiyor.
Hangi yığınlar? -laf aramızdaYığınları düşünen kim?”
(Titos Patrikios<d.1928>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.07.08)
“Ungaratti Dizisi
5. ‘E T’amo, T’amo, ed E’continuo
Schianto!’ <Seviyorum seni, seviyorum ve sonsuz
bir işkence bu>
Sabahları
--ah şu rezil sabırsızlığım!-penceredeki
güvenilmez ışığı
tutup saçlarından
içeri çekiyorum.
-------------------Duymadığım
bir çığlığım
akşamları.
Bir hangarın
sac duvarları dibinde
bir hurda yığınıyım.”
(Hans Raimund<d.1945>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.11.06)
“Anlaşılan solumdaki dişetleri çürümekte olan kızdı; sağımda olanın ne olduğunu ise ancak bir süre
sonra çıkarabildim. Bir yüzü ve iri, hantal bir eli olan koskoca, hareketsiz bir yığındı bu.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa :87)
“Yığınla insan yollara düşmüştü, yüzlerindeki ifadesi Hananya’nın haberini getiren o kaçağın yüzündeki
ifadenin aynısıydı. Şaşırmışlardı Yusuf’un haline, biri Yusuf’un kolundan tuttu ve sordu, ‘nereye gidiyorsun,’ ve
marangoz yanıtladı, ‘Seforis’e, dostumu kurtarmaya.’ ”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:133)
“... kralın beyinsel yetkinliğinin azalması ya da salt ihtiyarlık nedeniyle tahtı başka birine devretmeye
karar vermesi durumunda dahi kral olmayı sürdüreceğini söylüyorlar, bu gidişatın bitmez tükenmez bir krallar
silsilesi başlatacağını, silsilenin tahttan feragat edenlerle tahta çıkanların birbirini izlemesiyle sürüp gideceğini
öne sürüyorlardı, krallar silsilesinin yataklarında ölümü bekleyen ancak bir türlü ölemeyen hükümdarlardan
oluşacağını, eklemlerinden fırlamış birer kemik yığınına, kötü kokan birer mumyaya dönüşecek önceki kralların
esas yerleri olan aile kabristanına götürülemeyeceklerinden muhtemelen sarayın koridirlarını dolduracaklarını
anlatıyorlardı.”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:83)
“Neredeyse gece oluyordu, hava delikleri ve kömür yığını boyunca donuk bir ışık süzülüyor,
gökyüzünün altında iri bir leke yapıyordu. Tavanın deliğinden belli belirsiz bir yıldız görüyordum. Gece açık ve
ayaz olacaktı.”
(J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:18)
“KITTEL - Ayırın! Kurular ile yaşları. Hepsini ayırın! Haydi! İş başına!
(İnsanlar iki kümeye ayrılır. Bir kısmı çamaşırları ayıklarken, ötekiler elbise yığınına katmak üzere
kamyondan habire yeni parçalar getirirler. Sahnede bu insanların telaşla oraya buraya koşuştuğu görülür.”
(J. Sobol, “Getto”, sa:17)
“Sınır
yaşam gereğinden uzun sürer
tarlasını eşeler insanoğlu
ve taşlar yığar
arzularla olanaklaın sınırına
sınırdaki yığın boyunu aştığında
insanoğlu göçüp gider”
(Evdin Stefanov<d.1953>-Kadriye Cesur, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.09.07)
“Gene burada, kocaman bir çınar ağacının yere paralel uzanmış alçak bir dalı önünde, yakılan birçok
ateşlerden kalma bir kül yığınına ratlanır; dal, gelip geçenler üstüne otura otura aşınmış ve artık dümdüz
olmuştur.”
(J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:8)
“BİRİNCİ PERDE
(Fon, çiçek açmış koca koca gülhatmilerden bir ormandır..... Altta, şatonun duvarlarının önünde,
ahırlardan gelme hayvan yataklıklarını örten öbek öbek saman yığınları vardır. Bütün oyun boyunca yerinde
kalan yan panolar, stilize oda, yapı ve kır görünümleriyle kaplıdır.)”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:13)
“Buna karşılık koca bir yığın, birbiriyle ilintisiz mi ilintisiz korkunç düşünce, kara bir karga sürüsü gibi
uçuşup duruyor, haykırıyor, kanat çırpıyordu kafasının içinde, ‘sen bittin artık!’ diye gakladıkları duyuluyordu.”
(P. Süskind, “Güvercin”, sa:16)
“Elinden gelse şimdi hepsini, bu ahmak, pis kokulu, şehvete dalmış yığını, aynı vaktiyle kuzgun karası
ruhunun ülkesinde yabancı kokuları yok ettiği gibi yerle bir ederdi. İstiyordu kionlardan ne kadar çok nefret
ettiğinin farkına varsınlar da insan olalı duydukları bu tek gerçek duygu yüzünden nefretine nefretle cevap
versinler, kendisin bu yüzden, zaten baştan da niyetlendikleri gibi, yok etsinler.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:237)
“Bütün gün, kitaplarını düzene soktu. Bir evde toplanabilen gazete ve kağıdın sayısı inanılacak gibi
değildi; yıllar boyu biriktikleri divanı ve köşe bucağı boşaltarak yığın yığın kağıt attı. Bir sürü çekmecenin dibini
de derleyip topladı.”
(A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:86)
“Ben doğduktan az sonra girmişti o işe. İşine çok bağlıydı. Noel’de hastalarından yığınla kart gelirdi.
Onların hepsini çok severdi. Ama eve döndüğünde hep yorgun olurdu.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:9)
“Ne var ki, mücadele bitmemiştir; Komün’de sürecek ve sonucu geceye değn belirsiz kalacaktır.
Seksiyona bağlı birlikler, Belediye binası önünde toplanırlar; ancak Komite, Genel Kurul’a uyulmasını
yasaklar. Akla hayale gelmeyecek yığınla beceriksizlikler de gelir işin içine; emirler ve karşı-emirler, makamları
şaşkına çevirir.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:105)
“Sabaha karşı, dinlenmek içibn kuru gübre yığınına ilişen çok tüylü bir köpek, tembel tembel
gerindikten sonra tırıs tırıs avlunun öbür yanına koştu. Hamarat ev sahibi, gıcırdayan avlu kapısını açtı; dalgın
inekleri, böğürme ve ayak sesleri henüz duyulmaya başlayan sokağa koyuvererek yeni uyanan komşuyla bir iki
laf atmaya koyuldu.”
(L. Tolstoy, “Yeniyetmelik”, sa:12-3)
“Ben de çıktım, çevreye bakındım; Martin Petroviç görünürde yoktu. Bendin bir yanı boyunca
yürümeye başladım; sonunda bendin başında, küçük bir koy dibinde, düz, ayak altında ezilmiş, çürümüş
kamışlar arasında, kocaman, kurşuni bir yığın gördüm. Yakından baktım. Harlov şapkasız, saçları
darmadağınıktı, her yönü sökük bir kaftan giymiş, ayaklarını altına almış, hiç kımıldamadan kuru toprak
üzerinde oturuyordu.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:69)
Yığışmak, yığışmış : Yığınak yapılmak, yığılmış
“Bütün bu rutubetli, hamur olmuş süprüntünün bir arada durduğunu düşünmek korkunçtu. Yığışmış
taşlara benzeyen donmuş kuyruk yağı. Sekizyüz yağ dilimi, oluşturdukları dört duvar arasına - yığışmış taştan bir
mahzene Gordon’u tıkmıştı. Bunu düşünmek insanı çileden çıkarıyordu.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:11)
Yıkık dökük : Yıkılmaya yüz tutmuş, yarı harabe, gecekondu-getto evleri
“Bu güzel ve ıssız köyde gördüğümüz her ev yıkık dökük. Bu ıssız krallığın, tekerlekli eski sapanların
paslandığı, ısırganlarla kaplanmış delik deşik ot ambarlarında, yaşlı ve kocaman örümcekler dolaşıp duruyor.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:202)
“Yarım saat sonra, hala Romalıların izlerini taşıyan Yol’un bir dönemecine vardık. Burada da bir köprü
vardı, ama yıkık döküktü: keşişlerin verdiği çavdar ekmeği, yoğurt ve keçi peynirini çıkarıp kahvaltıya oturduk.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:70)
“Pierre etrafını saran dekoru dikkatle inceledi ve yüzü şenlendi; ötede, kırılmış bir tek camı bulunan
eski ve yıkık dökük bir kulübe gözüne ilişmişti. Elindeki tuğla parçasını tam gücüyle atarak son camı da kırıverdı.
Sonra arkadaşlarına döndü:
-Of, aman! İnsan hafifliyor.”
(J.-P. Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:78)
“Bazı binaların yoksulluğunu ve kirliliğini görünce, içinde hafif bir sıkıntı belirdi. Eskimiş ve nemli
merdivenlerden tırmanarak çıktığı bu binalar, bu küçük, eğri büğrü, yıkık dökük kenar mahalle evlerinin dış yüzü
ardında gizlenmiş olan büyük dertlerin bir tür ilk habercisiydi.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün-Kızıl Hastası”, sa:5-6)
Yıkılıp viran kalası : Ölsün gebersin bağlamında bir ilenç
“Memet çocuk:
‘Bakın, bakın,’ dedi. ‘Kocaman kocaman gözleri de var. Bakın nasıl yıldır yıldır ediyor.’
Hösük:
‘Olmaz olsun,’ dedi.
Aşık Ali, kızgın:
‘Yıkılıp viran kalası,’ dedi. ‘Tuuu...’ ”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:28)
Yıkıl karşımdan : Gözümden uzak dur, defol bağlamında birini fena halde azarlamak, kovmak
“PIERRE - Bayanlar, baylar, lütfen yerlerinize dönün. Verdiğimiz tüm bu rahatsızlıktan ötürü özür
diliyorum......<PIERRE dikkatini bir kez daha, hala barda dikilmekte olan IZZY’ye çevirir. Sakin ancak
buyurgan bir kararlılıkla konuşur.> Sen, yıkıl karşımdan, gözüme gözükme! Pılını pırtını topla ve burayı terk et.
Kovuldun.”
(P. Auster, “Lulu Köprüde”, sa:79)
“STYOPKA - Kaç haftadır metelik almadım. İhtiyar öldü öleli.
MADAM G. - O durağı cennet olan efendinden öyle saygısızca söz etme. Ruhu şad olsun. Ne
duruyorsun, yıkıl karşımdan. Seni gözüm görmesin.”
(A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:20)
Yıkılmak : Çok üzülmek, hayal-düş kırıklığına uğramak, perişan olmak
“Anne babası onu kucaklayarak karşıladılar: ‘Hiç olmazsa Bay Bergere’e bir teşekkür ettin mi?’ diye
sordu annesi. Normandia kırları konusunda onlarla biraz gevezelik etti ve erkenden yattı. Bir melek gibi uyudu,
ama ertesi gün uyanınca içi titriyormuş gibi geldi. Kalktı, kendini aynada uzun uzun seyretti. ‘Ben bir
eşcinselim,’ dedi kendi kendine. Ve yıkıldı.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:191)
Yıkım : Harap bina; eski binaların planlanarak yıkılması; maddi ya da manevi bakımdan ileri derecede
sıkıntılı hissetmek
“Mihail’le ikimiz, o kış, Köstence’de ‘Regina Oteli’nde, o gündüz, ben gece, kapıcılık yapıyorduk.
Ortak bütçemiz için yıkım olan masraflarım yüzünden aramızda çıkan kardeşçe, ama üzücü bir çekişme,
yüreklerimizi hafifçe soğutmuştu.”
(P. Istrati, “Sünger Avcısı-Dostlukla”, sa:47)
Yıkıntı : Virane, neredeyse yıkılacak, yerle yeksan olacak ev ya da herhangi bir gayri menkul; Eski püskü
araba
“Yüze gelince; o yüz, yaşlanmışlığın getirdiği yorgunluklarla, ama onlardan da çok hem ruhu, hem
vücudu yıpratan düşüncelerle yıkıntıya dönmüştü. Gözlerin artık kirpiği kalmamıştı; fırlak eğilimleri üzerinde
kaşlarından kalmış izlerse, güçlükle fark ediliyordu.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:13)
“Öğleden az önce, yıkıntılar arasından liman kıyısındaki bir kahveye doğru gidiyorduk. Beynimiz
güneşin ve renklerin zilleriyle çınlarken, gölge dolu salonun, yeşil ve buzlu kocaman nane bardağının
karşılaması ne güzel bir karşılama!”
(A. Camus, “Düğün-Tipasa’da Düğün”, sa:20)
“Evleri denizin biraz yukarısında bir yalnızlık gibi durur, denizin yarısını görür, yarısını görmez.
Sedat’ın babasından kalan bu yıkıntı onların tek güvenceleri şimdi. Sedat’ın asık suratlı babası bir yaz günü inim
inim inleyerek öldü.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:17)
Yılan : Her din biriminin mitolojisinde rol oynayan en önemli hayvan-simgelerden biri: Bilinen toprakaltı
sürüngeni; Dost sanıp sizi eline fırsat geçince en ince yerinizden vuran, karaktersiz kimse
“H e b r e w ve H ı r i s t i y a n inanışlarında yılan, kötülük ve şeytanlığa eşit olarak kabul edilir.
G e n e s i s’te (3:1) yılan şöyle tarif edilir: “Tanrının herhangi bir alanda yarattığı en narin hayvan!”
Metnin içeriğinde olmamasına karşın, Y e n i A h i t’i yazanlar, yılanı şeytan ile özdeştirirler. Rakamlar Kitabı’
(Book of Numbers) na göre (21: 5-9), Hz.Musa çöle bir tunç yılan dikerek, musevilerin yılan vebasından telef
olmamalarını önledi. Öyle ki, tunç yılana bakanların tümü, öldürücü yılanın ısırığından kurtuluverdiler.
Hz. Musa’nın yaptığı şey, Eski Sümer ritüel’inde, hayat veren tanrı Nin-gis-Zida’ya benzer. Böyle
pirinçten yapılı bir yılan, Hezekiah’ın (İ.Ö. 717-686) kırallığı esnasında ululanmış, fakat aynı zamanda, onun
tarafından ‘kendine insens buhurdan, tütsü>yakıldığı’ iddiası üzerine ortadan kaldırılmıştır.
Hz. İ s a, Tunç Yılan’dan şöyle bahsediyor. “…Ve, Musa, uçsuz bucaksız çölde, yılanı toprak yüzünden
yukarıya kaldırdığı gibi, İnsanoğlu da aynı şeyi yapmalıdır: yani ona inanan mahvolmamalı, aksine, sonsuz bir
hayata sahip olmalıdır..” (John 3: 1-15)
Holy Bible, “Exodus”, 4. bölümde, “Musa’nın misyonunun kanıtlanması” başlığı altında şöyle yazıyor:
“.. Musa, “Fakat!” diye itiraz etti, “..eğer onlar bana inanmazlarsa ve ne de, benim yalvarmalarıma,
ricalarıma kulak asmazlarsa? Örneğin onlar bana ‘Allah sana görünmedi!’ diyebilirler.”
“Tanrı, bundan sonra ona sordu: Elindeki ne?”
“-Bir deynek!” diye yanıtladı Musa.
“-Onu yere at!” diye Allah emretti ona. Ve Musa onu yere attığında, deynek bir yılana değişti. Musa
ondan uzaklaştı. Tanrı ona dedi:
“-Şimdi elini uzat ve onu kuyruğundan tut!”
Ve Musa elini uzattı, yılanı kuyruğundan tuttu ve o gene bir deyneğe dönüştü. Tanrı devam etti:
“-Bu, onların önünde de oluşacak ve onların babalarının Allahı, Isaac’ın Allahı, Jacob’un Allahı sana
göründü!”
Prof.Dr. Yaşar Öztürk’ün “Kur’anı Kerim Meali”nin Türkçe çevirisinde, aynı sahnelerden şöyle
bahsediliyor:
A r a f S u r e s i, Ayet: 106 : ‘Firavun dedi: Bir mucize getirdinse, doğru sözlülerden isen onu ortaya
çıkar!’
Ayet: 107 : ‘Bunun üzerine Musa, asasını yere attı; birden korkunç bir ejderha
oluverdi.’
Ş u a r a S u r e s i, Ayet: 32 : ‘O da asasını attı. Bir de ne görsünler, asa korkunç bir ejderha
oluverdi.’
N e m l S u r e s i, Ayet: 9 : ‘Ey Musa! Kuşkun olmasın kli, ben Allahım!’
Ayet: 10 : ‘Asanı bırak!’ Bunun üzerine Musa, asayı çevik bir yılan gibi titreyip
kıvrılır görünce gerisin geri kaçtı ve arkasına bakmadı. ‘Korkma ey Musa’, benim. Benim huzurumda, elçi
olarak gönderilenler korkmaz!’
Taberi, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi (M.E.B., Şark-İslam Klasikleri, No.37,
Çev.: Zakir Kadiri Ugan - Ahmet Temir , Cilt: 2, sa.:569-578)’nde, Hz. M u s a’yı şöyle hikaye ediyor:
M u s a, ateşe yaklaştığı zaman, “Bütün alemlerin Rabbisi benim!” diye bir nida duydu. Sonra ona, “Ey
Musa, elindeki nedir?” diye soruldu.
Musa: “Bu benim asamdır, ona dayanır, onunla koyunlarıma ağaçtan yaprak dökerim ve başka işler için
de kullanırım, (mesela) dağarcığımı ve tulumumu bunun üzerinde taşırım!” dedi. Tanrı: “Ey Musa, onu elinden
bırak!” deyince (asasını) yere attı. Asa yere düşer düşmez onun iki çatalı yılanın ağzı, sivri ucu da arkasında
kuyruk şeklini aldı. Yılanın ağzı, dişleri titriyordu. Tanrı onun ne şekle girmesini arzu etmişse, yılan, o şekli
almış bulunuyordu. Musa, böyle korkunç bir hal karşısında yılan’ın hareketini takip edemeyerek arkasını döndü.
Rabbisi ona: “Ey Musa, ilerle, korkma, biz onu eski haline iade edeceğiz; elini yılanın ağzına sok!” dedi. Musa,
yünden bir cübbe giymişti, yılandan korktuğu için, elini yün cübbenin yeniyle sardı. Musa’ya, “Elini yeninle
sarmayı bırak!” diye nida geldi. Bu emir üzerine elini yeninden çıkararak yılan’ın kemikleri arasına sokunca, (o)
tekrar elinde eskisi gibi asa şekline girdi, elini de tekrar dayağın iki çengeli arasında buldu, sivri tarafı ucu oldu.
Dayak (asa), tamamiyle eski şekline girmişti. Bundan sonra Musa’ya, “Elini koltuğunun altına sok, kusursuz,
yani buruşukluk izi göstermeden parlak ve beyaz olarak çıksın!” denildi
Musa doğan burunlu, kıvırcık saçlı ve uzun boylu idi. Elini yakasının içine soktu, çıkardığı vakit, kar
gibi bembeyaz olmuştu. Tekrar yakasının içine soktuğunda eli eski renk ve şeklini aldı. Bundan sonra Musa’ya,
“İşte bu iki şey, yani asa ile el, Firavun ile onun kavmine, senin, Tanrı Peygamberi olduğunu ispat için verilmiş
iki delildir!” denildi.
(Musa, kendine Alemlerin Rabbisi tarafından verilen Peygamberliği –ve onun da beraberinde getirdiği
‘mucizeler gösterebilme yetisi’ni Firavun’a söylediği ve İsraililer’in Mısır’dan özgür çıkışları için izin istediği
zaman, Firavun buna inanmamıştı.)
F i r a v u n M u s a’ya, “İddianın doğruluğunu ispat edecek delille geldiğinde ve sözün doğru ne, bunu
bize göster!” dedi. Musa, “Ben sana apaçık delil ve harikalar getirmişsem, iman eder misin?” diye sorduğunda,
Firavun, “Sözün doğru ise, bu delil ve mucizeni göster!” dedi. Bunun üzerine Musa, asa’sını yere bırakınca, (o)
derhal bir y ı l a n şekline girdi. (Bu olay için) ayette su’ban tabiri kullanılmaktadır ki, ‘iri ve uzun erkek yılan’
manasına gelir. Yılan, ağzını açmış olduğu halde, alt çene kemiğini yere, üst çenesini de Firavun sarayının ta
tepesine koydu. Bundan sonra kapmak maksadıyla Firavun’un üzerine yürüdü. Firavun korku ile yerinden sıçradı
ve altına kaçırdı. Firavun, “Yılanı tut, sana iman edeceğim ve İsrail oğullarını da seninle birlikte göndereceğim!”
dedi. Musa, Firavun’un bu vadi üzerine onu yakaladı, yılan eskisi gibi asa oldu. Bundan sonra elini koltuğunun
altından çıkardı ve bembeyaz olarak gösterdi.
(Musa’ya hala inanmayan ve ondan intikam almak isteyen Firavun; Sabur, Aber, Huthut ve Musaffa
adlı başkanları da dahil, toplam on beş bin sihirbazla Musa’ya meydan okudu ve musabaka için büyük meydanda
toplandılar.)
<İ. Ersevim, “Şamanizm”, -Henüz basılmamış kitabı’ndan>
“Merhametten maraz gelir, derlerdi, inanmazdım. Nene gerek senin. Akılsızlık bende. Kalsın kaçtığı
yerde. Sürüm sürüm sürünsün el içinde. Aldım yılanı, can düşmanımı getirdim köye.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:287)
Yılana şerbetli : Yılan ısırmasına ya doğuştan, ya da -sözüm ona- birtakım şerbetler <yılan usaresindenöz’ünden yaplılmış bulamaç: önce yılanın gömleğini çıkarıp onu baygın bir halde çanağa koyup bir kapakla
kaparlar; bir köşede biraz bekletip içine birtakım kokulu otlar katarlar, hayvan iyice ölür. Bir iki gün sonra
yılanın yağını alarak birtakım kocakarı ilaçları yaparlar; onlardan biraz biraz içmek suretiyle içmek suretiyle
zehirlenmeden korunnan varlık haline gelirler!>; muaf, dayanıklı
“Abe efendi ağa! Süyle <söyle> şimcik <şimdi> bana ki, sen mi daha kabadayı imişsin, ben mi?
-Sen benden daha kabadayı imişsin köpoğlu!...
-Yok, estayaforla <estağfurullah> ille velakin yerine göre sen, yerine göre ben değil mi?...
-Anlaşılan sen yılana şerbetli imişsin galiba!
-Hay yaşayasın çakır gözlün ile beraber son Idrelleze <Hıdrellez-Kıyamet> kadar! Nasıl da bildin işin iç
yanını’ “
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:111)
Yılan gibi büyülemek : Etkisi altında bırakmak, efsun-sihir cinsinden bir etki yaratmak
“ ‘Haydi, öyleyse, beni de bir dinle, belki fikrini değiştirirsin; çünkü bence, Thrasymakhos’u vaktinden
önce yılan gibi büyüledin, ama doğrulukla eğrilik hakkında ileri sürülen fikirler beni henüz doyurmadı.”
(Platon, “Devlet I-II”, sa:74)
Yılan gibi dimdik bakmak : Hipnotize edici, soğuk bir şekilde dik dik bakmak
“Bu ses, Rabia’nın yüzünü ölü gibi sararttı, gözleri bir ölü görmüş gibi Emine’ye çevrildi.
-Yılan gibi ne dimdik bakıyorsun? Tanımadın galiba... Baban, Penbe’yi nikah edince gene ananın evine
koşarsın... Ama o vakit ben sana dünyanın kaç bucak olduğunu gösteririm.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:123)
Yılan gibi kıvrıla kıvrıla (gitmek, uzanmak) : Yılan gibi kavisler yapa yapa
“Şakro yalımların aydınlığında bir yılan gibi kıvrılıyor, tek ayağının üzerinde sıçrıyor, ikisiyle birlikte
tepiniyor, çıplak bedenini kaplayan ter taneleri, bu kızıl aydınlıkta kan damlalarını andırıyordu.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:127)
“Daha şimdiden bir ateş harmanı oldu. Harmanın solundaki ateş, on bir on iki kilometre gidip, bir şerit
gibi doruğa doğru uzanıyor. Yılan gibi kıvrıla kıvrıla, incecik, yukarı doğru kayıyor.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:6)
Yılan gibi sokulmak : Sinsice, sessizce yaklaşmak
“ÜÇÜNCÜ TÜFEKÇİ - Belki de bizim köyün yolunu tutmuşlardır şimdi. Irmağın alt yanını
dolanmaktadırlar. Sabaha karşı herkes can uykusundayken, bir yılan gibi sokulacaklardır bizim köye.”
(M. Mungan, “Mahmud ile Yezida”, sa:66)
Yılan hikayesine dönmek : Her zaman, yorulmaksızın yinelenen aynı hikaye
“İşte onlar, bu kitaptaki on iki öykü. İki yıl daha kesintilerle süren bir çalışmadan sonra geçen eylülde
baskıya hazır haldeydiler. Ve böylece, son dakikada son bir kuşku içimi kemirmemiş olsaydı, çöp kutusuna gide
gele yılan hikayesine dönen bu bitmek bilmek gezicilikleri sona ermiş olabilirdi.”
(G.G. Marquez, “On İki Gezici Öykü”, Önsöz)
Yılanı cehennemin dibine göndermek : Kötülüklerle uğraşmaktan, dalaşmaktan vazgeçmek
“İstese, bu çeteden çok kolay kurtulurdu. Elini koltuk altlarına atması ve çıkaracağı banknotları
kalabalığa fırlatması yeterliydi. Belki de çevresindekilerin istediği, bu paralardı. Tabii, satıcı olarak o bencil, o
iğrenç yılan, herkesi kışkırtmıştı; bu yüzden onlar da Fischerle’nin paralarına göz dikmişlerdi. Fischerle,
kollarını sımsıkı gövdesine yapıştırdı; emrindekilerin şeflerine karşı bu edepsizce davranışlarına çok kızmıştı;
hayır, kendisi göz yummazdı bu tür davranışlara; yılanı cehennemin dibine gönderecekti.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:369)
Yılan(ın) deliğine (bile) girse (de) : Nereye saklanırsa saklansın
“ ‘Memed kızı alır da gider.’
‘Nereye gider?’
‘Nereye gider? O gidecek yeri bilir.’
‘Nereye gitse, yılanın deliğine bile girse, Abdi Ağa onu bulur çıkarır.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:89)
“ ‘Nereye kaçtı orospu anan?’ diye sordu.
Hasan konuşmadı.
-Kuşun kanadının altına saklansa da, yılanın deliğine girse de orospu anan öldürülecek.”
(Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:41)
Yılan kafa : Küçükbaş hayvanlara, ya da şahıslara savrulan bir küfür (Argo)
“‘Buraya gel ulan uyuz, ulan it, yılan kafa, kısa bacak, kıl kuyruk, yarım tonluk mendebur’, diye köpek
bakıcısı birden bağırdı. Kayışı elinde bir başka türlü tutuyor, sesi canlı ve gür çıkıyordu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:50)
Yılankavi : Yılan gibi, kıvrıla kıvrıla
“Şimdi büyükelçilikten tam gaz uzaklaşıp Champs-Elysée’nin hafif trafiğinde yılankavi kıvrımlar
çizerken Langdon seçeneklerinin daha da kötüye gittiğini hissediyordu. Sophie polisi atlatmış gibi görünüyordu
ama Langdon en azından o an için, şanslarının devam edeceğinden şüpheliydi.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:163)
Yıldırım : Yer ile gökteki bulutlar arasındaki elektrik boşalmasının şimşek şeklinde göstergesi olan doğa olayı;
(Mec.) Çok seri, çabuk; Erkek cinsel organı (Argo)
“Yirminci yüzyılın sıradan sözcükleri onun ilgisini çekmiyor. Örneğin aşk yapmak, sevişmek yerine
vuruşmak, yiyişmek, tokmaklamak gibi daha eski, daha gümbür gümbür terimleri yeğliyor.....Göğüsleri onun
ikiz kızları, aptal karılar. Penisine kah kılıç diyor, kah höpürdeten, kah mızrak, yıldırım, matkap...”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:117)
Yılan yavrusu : Fitne bücür, herkese zarar veren, menfaatperest kimse
“-Sesini keser misin sen, yılan yavrusu; şeytanın dölü!
Bu söz üzerine beş kadın, hepsi birden kafa şişirircesine, ‘Şeytanın dölü! Şeytanın dölü! diye
haykırmaya başladılar.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:54)
Yıldırım çarpsın ki : Eğer doğru değilse Allah belamı versin bağlamında
“BARTLETT - İtiraf edeyim..... ne yaptımsa yaptım. Şimdiye kadar yaptığım hiçbir şey için ne
Tanrı’dan, ne insanlardan bağışlanmamı istemedim. Şimdiden sonra da istemeyeceğim. İtiraf etmek, yıllarca
hülyasını kurduğum, sonunda kavuştuğum altınları bırakıvermek ha? Yıldırım çarpsın ki sen beni deli
sanıyorsun!”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:62)
Yıldırım hızıyla : Çok süratle, ivedilikle, son hızla
“Sonra her şey yıldırım hızıyla geçti. Oturum sona ermişti. Adliye sarayından çıkıp cezaevi arabasına
binerken, kısa bir zaman, yaz akşamının kokusunu, rengini duyup tanıdım.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:93)
Yıldırımla vurulmuşa çevrilmek, dönmek : Şok olmak,beklenmedik bir olaydan son derecede şaşırmak ve
üzülmek;aklı başından gitmek
“Bay d’Astarac:
-Bu denli garip bir kanıyı neye dayandırıyorsunuz? diye sordu.
-Bunu, bu kitapta anlatıldığı üzere, meleklerin kadınlara bilezikler ve gerdanlıklar takmayı, kaşlarını
boyama sanatını ve her türlü boyayı kullanmayı öğretmelerine dayandırıyorum, beyefendi. Yine aynı kitap şunu
söylüyor ki, melekler insan kızlarına köklerin ve ağaçların özelliklerini, yıldızları gözleme sanatını, büyüleri
öğretmişlerdir. İyi niyetle sorarım beyefendi; bu meleklerin hali tümüyle, yarı ıssız bir kıyıya ayak basan ve
vahşi boyların kızlarını baştan çıkarmak için kaya diplerinde denklerini açıp işporta mallarını ortaya döken
Saydalı’lar ve Surlular’ın halini andırmıyor mu? Bu tacirler onlara amber, buhur ve kürk karşılığında bakır
gerdanlık, muska ve ilaç veriyorlar, gemicilikte kazandıkları bilgiyle yıldızlardan söz ederek bu güzel cahil
yaratıkları yıldırımla vurulmuşa çeviriyorlardı...”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:69)
“BUCAK MÜDÜRÜ, ellerini kavuşturarak. - Karşınızda beni yıldırımla vurulmuş gibi görüyorsunuz.
Böyle bir şey, şehirlerde seyrek görülür. Burada, çoktan beri en acil gereksinimlere bile kesenin ağzını kapamak
olan bu yerde, bizim aramızda, siz gözlerimizi kamaştıracak, hepimize baş dönmesi verecek bir bolluk kaynağı
fışkırtacaksınız.”
(H. Ibsen, “Brand”, sa:138)
ELLA RENTHAM, içeri girdikten sonra kapıyı kapayıp yaklaşır. - Ben’im Borkman. (Şamdanı
piyanonun üzerine koyar ve olduğu yerde ayakta durur.)
BORKMAN, yıldırımla vurulmuş gibi ona dik dik bakar ve hafif sesle mırıldanır. - Yoksa… Ella
mı? Ella Rentheim galiba?”
(H. Ibsen, “John Gabriel Borkman” , sa:76)
“Ana, şafaktan önce kalktı. Hatçenin yatağına baktı. Yatağın içi doluydu. Hiç şüphelenmedi. Sabah
olup da Hatçe her zamanki vaktinde yataktan kalkmayınca yüreğine tıp etti. Korkusu doğruydu. Yorganı açınca
yıldırımla vurulmuşa döndü.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:99)
“Elif sonunda Hatun’un ısrarına dayanamadı. Olanı biteni başından sonuna kadar bir bir anlattı. Hatun,
yıldırımla vurulmuşa döndü.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:159)
“Octave odanın yakınındaki boşluktan geçerken çok belirli olarak şu sözleri işitti: ‘N’aparsın! O da
herkes gibi! Çok güzel ruhlu sandığım bu insan iki milyonu duyunca altüst oluverdi!’ ‘Çok güzel ruhu olduğu
sandığım’ sözleri pek pohpohlayıcıydı ama, söyleniş tarzı Octave’ı yıldırımla vurulmuşa çevirdi.”
(Stendhal, “Armance”, sa:52)
Yıldır yıldır etmek : Pırıl pırıl parıldamak, ışıldamak
“Memet çocuk:
‘Bakın, bakın,’ dedi. ‘Kocaman kocaman gözleri de var. Bakın nasıl yıldır yıldır ediyor.’
Hösük:
‘Olmaz olsun,’ dedi.
Aşık Ali, kızgın:
‘Yıkılıp viran kalası,’ dedi. ‘Tuuu...’ ”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:28)
“Çadırın orta direği oyma... Direğe uçan geyikler oymuşlar. Tüyleri yıldır yıldır eden geyikler... Som
sedeften.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:170)
Yıldız çiçeği gibi capcanlı olmak : Yıldız Çiçeği (Dahlia): Yumru köklü, katmerli, ortası sarı ve kırmızı
taçyapraklı, ortalama 35 cm. boyunda bir süs bitkisi
“LEONARD - Yavrudan ne haber?
KADIN - Uyudu.
LEONARD - Dün pek iyi değildi, bütün gece ağladı.
KADIN, sevinçle. - Ama bugün bir yıldız çiçeği gibi capcanlı.”
(F. Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:15)
Yıldız düşmek :
Bk.: Yıldız kayması
Yıldızı parlak olmak; Yıldızı parlamak : Talihli, başarılı olmak; gitgide ün kazanmak
“Dünya beni zeki bir genç, yıldızı parlayan yeni bir eleştirmen olarak görüyordu, ama ben kendimi
yaşlanmış, tükenmiş hissediyordum. Şimdiye kadar yaptıklarım devede kulaktı. Öylesine eften püften şeylerdi ki
bir üfleyişte yıkılırdı.”
(P. Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlüsü 3-, sa:15-6)
“Ama onda, başarının koşarak geldiği insanların gizi var; yıldızının parlak olmasından mı, büyü mü,
sihir mi, yoksa bunu Samanalar’dan mı öğrenmiş, bilmem?”
(H. Hesse, “Siddhartha”, sa:90-1)
Yıldızı sönmek : Ünü, başarıları yavaş yavaş yitmek
“Ancak son zamanlarda (işitilenler kesin değildi), (Ubertino’nun) sarayda yıldızı sönmüştü; Papa, bu
yabanıl adamı, pek mundum discurrit vagabundus (Bir serseri gibi dünyayı dolaşan) sapkın biri olarak
kovuştururken, Avignon’dan uzaklaşmak zorunda kaldı.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:89)
Yıldızı yükselmek : Talihi, bahtı açılmak, başarıya doğru hızla yönelmek
Bk.: Yıldızı parlamak
“Güneş batmıştı ama Aringarosa kendi yıldızının yükseldiğini biliyordu. ‘Bu gece savaş kazanılacak,’
diye düşündü, oysa yalnızca birkaç ay önce, imparatorluğunu yıkmaya kalkışan ellere karşı kendini güçsüz
hissediyordu.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:37-8)
Yıldız kayması : Gökyüzünde yıldızların hızla kayarak yer değiştirmeleri, onlardan bir parça koparak semada
parlayıp sönmesi ve göktaşı olarak düşmesi: Eski devirlerde her yıldız kaymasıyla bir insan ruhunun yeryüzüne
dönmesi konusunda bir inanç vardı; aynı şekilde, birçok kimseler, yıldız kayması esnasında, arzuladıklarına
kavuşmak için niyet de tutarlar
“SUNMAMIZ GEREKEN
Sana bu kışın sonunu sunabilirim,
bir annemin sesini, bir de kayan yıldızları.
Çocukken her insanın acıya gömülü
bir ruh olduğunu ve de ölülüklerinden
usanmış ölülerin yaşayanları şaşırtmak
için geri döndüklerini biliyordum.”
(Joan Mc Breen-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.06.04)
“Çünkü bir başlangıç var, muhakak; insan bu başlangıcı ele geçirebilse bari. Ah Malte, geçip gidiyoruz
ve bana göre herkes göçüp giderken pek bir dalgın, meşgul ve dikkatsiz; gidişimizin farkında değiller gibi. Sanki
yıldız kayıyor da kimseler görmüyor ve kimseler dilek tutmamış.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:113)
“DÜZLÜKTE ÖLÜM
Panayot Kiselkov’a
-------------------------Rüyamda gördüğüm şu an neler mi?
oy anam? - Sadece kayan yıldızlar!
Neden geç vakitler, önceki gibi,
Benim gölge olmuş cetlerim tek tek
koşup gelmiyorlar yanıma kadar! Ah, beni acaba kimler gömecek!”
(Teodor Trayanov<1882-1945>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
30.04.09)
“İKİ ŞEHİR <1964>
-------------Evet şehrinde ise hayat ardıçkuşu gibidir.
Duvarsızdır bu şehir, kuş yuvasına benzer.
İstediğin her yıldız gökten avcuna düşer.
Dudaklarını rica ederler çekinmeksizin,
Zorla işitirler, mırıldanarak: ‘Her şey saçmadır...’ ”
(Yevgeniy Yevtuşenko<d.1933>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 28.10.04)
Yıldızları barışmamak :
Hiç bir zaman tam bir anlaşma ve yakınlık içinde bulunmamak (arkadaşlık, evlilik)
“Başından beri yıldızları barışmamıştı. Birlikteliklerini onca zaman sürdürmelerinin nedeni kendileri
istediği için değil, ‘sırf çocukların hatırı’ içindi. Neden o kanıya vardım bilmiyorum, ama ayrılmalarından iki-üç
yıl önce evin mutfak alışverişini babam üstlendiği zaman iplerin kesin olarak koptuğuna inanıyorum.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:21)
Yıldızları saydırmak : Boks’ta nakavt yapar gibi yumruk çakıp yere sermek
“Sarrunyan ıslık çalarak Lola’ya doğru geldi. Eğlenmiş bir gülümsemeyle:
-Bir daha gelirse ona yıldızları da saydırırım, dedi.
-Mersi, dedi Lola. İşin bu kadar kolay olacağını sanmamıştım.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:198)
Yıldızları saymak, seyretmek : Yumruk yiyip yere düştükten sonra gözlerinde yıldız yıldız çakmaklar oluşmak;
Yerde kımıldamadan yatarken ancak gökteki yıldızları sayabilmek, başka bir şey yapamamak (Mecazi)
“Üç gün sonra Luke’un yanına döndüğümde ona olayı anlattığımda öfkeden küplere bindi:
-‘Neden San Antone’a telgraf çekip hepsini orada yakalattırmadın?’
-‘Haklısın, telgrafın oldum olası hayranıyımdır ben, ama o sırada yıldızları incelemekle meşguldüm.’
O kapitalist, ellerini kullanmasını gerçekten iyi biliyordu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:204)
Yıldız palas : Gökyüzü; Açık semada, sonsuz yıldızların altında yersiz yurtsuzlara doğa tarafından sunulan
bedava otel (Argo)
“Yavaşlığın keyfi neden yitti gitti böyle? Ah nerede şimdi geçmişin aylakları? Halk türkülerinin tembel
kahramanları neredeler, bir değirmenden ötekine sürüklenip duran, açık havada yıldız palasta uyku çeken şu
serseri tayfası nerede şimdi?”
(M. Kundera, “Yavaşlık”, sa:8)
Yıldız poyraz yel : Yıldız (Kuzey) ile kuzeydoğu arasından esen yel
“Bu sefer yıldızpoyrazla birlikte geldi bulutlar, adanın üstünü göz gözü görmez bir karanlık örttü. Dört
bir yandan ılık yeller esti, yellerin arkasından seyrek, kocaman damlalar düştü, Yoğun bir toprak kokusu sardı
dört bir yanı.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:29)
Yılgınlığa düşmek, kapılmak : Ümitsizliğe düşmek, yetersiz ve çaresiz hissetmek
“…ben de kendisine, ölene kadar bir başına yaşamak istediğimi, güzelliğimden arta kalan
dokunulmamış şeylere salt toprak ananın sahip olabileceğini belirtmiştim. Eğer bu sözlere karşın, hiçbir umut
olmadığı halde, rüzgara karşı yelken açmak istediyse, suların tam ortasında batmış olmasına şaşıracak ne var?
Ona umut vermiş olsaydık, kabahatli görülebilirdim; arzusunu yerine getirseydim, kendi istemime aykırı
davranmış olacaktım. Terslenmesine karşın üsteledi ve hiç kimse kendisinden nefret etmediği halde yılgınlığa
düştü. Şimdi söyleyin bakalım, çektiği acının suçu bende mi? Aldattığım biri varsa, yakınsın.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:88)
“Bu görünüm karşısında dilim tutulmuşçasına, artık dostça bir yerde mi, yoksa kıyamet günü vadisinde
mi bulunduğuma karar veremeyerek, yılgınlığa kapılmış, gözyaşlarımı güç tutuyordum ve gençliğimin çömezlik
yıllarına, kutsal yazıları ilk okuyuşuma ve Melk korosunda derin düşüncelerle geçirdiğim gecelere eşlik etmiş
olan o sesi işitmiş gibi oldum.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:75-6)
Yılışıklık etmek, Yılışmak : Gevşek gevşek gülmek, yüzsüzlük etmek, gerektiğinden fazla içli dışlı davranmak
“... işten ayrılmayı düşündü; izbe bir avludaki pis bir dükkanda çalışsaydı, elektrik kablosu, baharat, ya
da soğan satılan bir yer, aşağı sarkmış pantolon askıları ve çeşit çeşit dertleri olan leş gibi patronlar yılışıklık
etmeye kalkarlarsa, en azından onları tersleyebileceğ bir yer...”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:8)
“Arkadaşlarımdan beni tebrik edenleri, kısa, kuru bir teşekkürle başımdan savıyor, yılışmak meylini
gösterenlere yüz vermiyordum.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:95)
“...altın yıldızlı bilezik ve yüzüklerle süslü yirmi, yirmi iki yaşlarında bir kız yanımıza sokuldu.
Sırnaşan arsız çocukları yarı gerçekten, yarı şakadan azarladıktan sonra kendisi yılıştı:
-Ha tutun birer niyet de açayım size birer maydanozlu fal!’
-Biz maydanozlu istemeyiz!
-Ebegömeçli açayım!
-Ebegömeçli de istemeyiz!
-Neli istersiniz ya civan <genç> beylerim?
-Biz karanfilli isteriz!
-Ha kokasınız karanfil gibi. Anlaşılan sizin karanfil gibi birer esmer sevgiliniz var. Allah artırsın
muhabbetinizi; illa velakin açayım size birer fal da okuyayım kalbciklerinizi!...”
(O.C. Kaygılı, “Çingeneler”, sa:13)
Yılışık yılışık (gülmek) : Saygısızcasına, arsızcasına, küstahcasınan (gülmek)
“Adam, öteden beriden konuşurken, babama ‘ben sigaradan rahatsız olan kadınlardan hiç hoşlanmam.
Karım çok temiz giyinip kuşanmalı. İkide bir yılışık yılışık gülmemeli, az konuşmalı. Her lakırdıya karışmamalı!
dedim’ dedi.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:345)
Yılkı yılkı : Pek çok, düzünelerle, yığınlarla
“Atlar yüzünden dünyanın her yanından onlara oluk oluk altın geliyordu. Padişahlar, Beyler onlardan
yılkı yılkı atlar alıyorlardı.”..... “Bu diyarı görünce sevinç içinde kaldı. Burası sulak, bağlık bahçelik bir yerdi.
Ovasında yılkı yılkı atları vardı.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi”, Köroğlu’nun Meydana Çıkışı, sa:9;14)
Yıllanmak, yıllanmış : Yaşlanmak; olgunlaşmak (insan, şarap), ermek, çok uzun vakit geçirmek
“İNANALIM SOĞUK MEVSİMİN
BAŞLANGICINA
---------------------ben üşüyorum
ben üşüyorum ve sanki bir daha
hiç ısınmayacağım
sevgili
ey biricik sevgili ‘o şarap ne kadar
yıllanmış meğer’ ”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-inanalım soğuk mevsimin başlangıcına”, sa:105)
“Aman boş ver, o zaman ben de mektuplarımı kapıcıya vermek için indim derim... Ama Elkins ya da bir
başkası görür de sabah kalkıp teyzeme anlatırsa? Aman boş ver, o zaman ben de mektuplarımı kapıcıya vermek
için indim derim... Bana söyleyecek bir şeyi olmaz… Aşağıda yıllanacak değilim ya, yalnızca mektuplarımı
yazacağım.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:108)
Yıllar boyu, yıllar yılı : Yıllarca, yıllar boyunca
“Grün Sokağına saptı, çok hızlı yürüyordu; onu bir süre gözden kaybedince korkmuştum; derken bir
oyuncakçı dükkanının vitrini önünde durdu. Şimdi üzgün profilini seyredebiliyor, vücuduna, boyuna posuna
bakıyordum; yıllar yılı geceleri yanımda yatmıştı, son görüşümden bu yana dört saat geçmişti, ama işte
tanıyamamıştım bu vücudu.”
(H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:163)
“Gülünç bir itham bu. Dresden’deki Anya’yı düşünüyor, çocuğun karnını tok sırtını pek tutmak için
parasını idareli harcayan Anya’yı. Yakaları tersyüz edilen kendi elbiselerini, çoraplarındaki delikleri düşünüyor.
Yıllar yılı Strahov’a, Krayevski’ye, Lyubimov’a, özellikle de Stellovski’ye avans dilenmek için yazmış olduğu
mektupları düşünüyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:177-8)
“Gelelim Sebastian’a. Onunla başladık ama konuyu dağıttık. Sebastian, benim pille çalışan robotum. O
benim yıllar boyu sırdaşım, adaşım, kader arkadaşım olmuştu. Ona yıllardır gözüm gibi baktım, gittiğim her yere
götürdüm, yeraltına bile... Şimdi karşımda, hazin hazin bana bakıyır. Onu da alsam mı, almasam mı?”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Sebastian”, sa:156)
“Yıllar yılı süren, tüyler ürpertici bir savaşın bütün uluslarca yıllar yılı unutmalara, inkarlara,
bilinçdışına itmelere ve hokus pokus ortadan kaldırmalarına konu edildiğini görüp yaşamamızın üzerinden topu
topu ne kadar zaman geçti?”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:9)
“Diyelim biri vardır da dağları, ormanları yurt edindi, yıllar yılı buralarda yaşayıp felsefeyle ya da
doğabilimle düşüp kalktı ve sonunda Tanrı babayı sildi defterden..”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:13)
“Bilme denen şeye susadım durdum hep, içim sorularla dolup taştı sürekli Yıllar yılı Brahman’lara
başvurup sorularıma yanıt aradım, Veda’larda yanıt aradım yıllar yılı.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:26)
“ ‘Herif yıllar yılı kendi eliyle karısını şeyhin köyüne taşıdı durdu. Emme, karı cinsmiş he, ona her yıl
sonunda tosun gibi bir oğlan verirdi.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:45)
“Oğlan fıkaraymış, çırılçıplak, nan ekmeğe muhtaç. Kızın arkasında yıllar yılı sürünmüş durmuş. Kız da
oğlana öyle bir vurgunmuş ki, olmaya gitsin.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:34)
“Koca Ahmet bu iki duyguyu yıllar yılı bu dağlarda yan yana götürebilmişti. Bunun ikisini bir arada
götüremezse bir eşkiya, dağlarda bir yıldan fazla yaşayamaz. Eşkiyayı korkuyla sevgi yaratır. Yalnız sevgi tek
başına zayıftır. Yalnız korkuysa kindir.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:67)
“Konuşkan bir çocuktu Hasan, ama yıllar yılı konuşmamayı öğrenmiş, kendini eğitmişti. Susmanın
büyük ustası olmuştu. Konuşunca da, adamını bulunca da, veryansın ediyordu konuşucuya.”
(Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:20)
“Sanki yıllar yılı sanki o içini kavuran o uzak tutması, içinin yollara yazgı olduğunu bilmenin sürügünü
bu günler içindi; yolculuk etmek için aradığı amacı bulmuş gibi oradan oraya savrulabilirdi artık.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:98)
“Bu tür ‘muhasebeler’ içinde bulunduğum ruh haline göre değişiyordu; belki yazacağı onca şeyi üst
üste yığıp yıllar boyu onlarla birlikte gezen bütün yazarlarda böyle oluyordur. Artık onları bilemem.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:11)
“BİR EV BİR ÇOCUK
Gençten bir adamdı
Hikayesi gayet kısa.
Yıllar yılı tek başına yaşadı
Bir gün rasladı bir kıza.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:35)
“Bütün gün, kitaplarını düzene soktu. Bir evde toplanabilen gazete ve kağıdın sayısı inanılacak gibi
değildi; yıllar boyu biriktikleri divanı ve köşe bucağı boşaltarak yığın yığın kağıt attı. Bir sürü çekmecenin dibini
de derleyip topladı.”
(A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:86)
“Yeni ve başdöndürücü hızlar çağında Okyanus da ayırıcı olmaktan çıkmıştı, artık. Eski görevin yerini
şimdi bir yenisi almıştı. Yıllar yılı hayal ettiğimiz hep bir arada yaşamak düşününü şimdi daha geniş ölçülerle ve
daha gözü pek olarak yeni baştan ele almalıydık.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:492)
Yılmak : Gözü korkmak, usanıp yorulmak, cesareti kırılmak
“‘Kızını okula yollamıyor dürzü! Öğretmen bu sefer gatti istiyor. Okul harici tek döl gomamaya azmi
cezmi kast etti herifçioğlu. Vallahi eferim! Biz olsa yılarız Durana’dan. O yılmıyor. Aşkolsun!..’ ”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:5)
Yırtık pırtık : Eski, şurası burası parçalanmış giysi
“İhtiyarın iyice eskimiş, yırtık pırtık olmuş üniformasını incelediğini ve bana doğru biraz daha
yaklaştığını hissediyordum, gözlerimi kapadım, çünkü bana bir şey soracağını biliyordum.
‘Belki onu tanıyorsunuzdur...’ dedi.
Hiçbir şey söylemedim...”
(H. Böll, “Solgun Köpek-Kayıp Cennet”, sa:136)
“Harap olmuş bir fabrikanın bodrum katında, iskeleden aldığı meyve ve çiğ balıkla tek başına yaşamak
zorunda kalmıştı. Tek arkadaşı çöplükte bulduğu yırtık pırtık dergilerdi ve onları okumayı kendi kendine
öğrenmişti.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:67)
“Kadın, biraz tedirgin, bizi içeri aldı. Temiz, ama yoksul görünen, küçük bir odaya geçtik. Odada yırtık
pırtık bir sedir, bir yazı masası ve iki iskemlesiyle formika kaplı bir masa vardı. Masanın üstünde bir Kutsal
Yürek tasviri, bazı aziz tasvirleri ve aynalardan yapılmış bir çarmıhta İsa heykelciği göze çarpıyordu.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:82)
“‘Sokakta yürürken bütün başların bama dönmesini ve çevreemdeki insanların beni izleyerek
birbirlerine fısıldamalarını arzu ederdim. ‘Bak işte ünlü kazazede Susan Barton geçiyor!’ diyeceklerdi..... Bir
bakın bana! İki gündür ağzıma bir lokma koymadım. Giysilerim yırtık pırtık. Saçlarım yağ içinde. Yaşlı bir
kadın gibi görünüyorum.’ ”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:98)
“Maksimov defteri geri alıyor. ‘Genç adam gördüğü manzaraya daha fazla dayanamıyor. Gizlendiği
yerden çıkıp müdahale ediyor.’ Sonra yüksek sesle okumaya başlıyor: ‘Karamzin’ - Çiftlik sahibinin adı bu.
Genç adama dönüp ‘kimsin sen’ diye tısladı. ‘Burada işin ne?’ Sonra yırtık pırtık gri üniformanın ve kırık
pranganın farkına vardı. ‘Ha, şunlardan biri!’ diye bağırdı. ‘Şimdi senin hesabını görürüm!’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:49)
“Arkamızdan gelenin, yırtık pırtık giysili bir serseri görünümü varsa da, bir rahip olduğu açıktı; yüzü de
az önce sütun başlıklarının üstünde gördüğüm canavarlarınkini andırıyordu. Rahip kardeşlerimin çoğunun
tersine, ömrüm boyunca hiç şeytanla karşılaşmamştım; ama inanıyorum ki, eğer bir gün karşıma çıkacak
olursa..... şu anda sözümüze karışan adamın yüz çizgilerinden farklı olamazdı.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:77)
“-Adamın biriyle konuşuyordum..... gönlünün dilediği gibi değil de, Tanrı’nın buyurduğu gibi
yaşamalıymış. Tanrı’ya yakarırsan, dilediği her şeyi verirmiş sana. Oysa kendisi delik-deşik, yırtık-pırtık giysiler
içindeydi.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:23-4)
“Gene ellerini ceplerindeki derin dehlizlere daldırdı. Bu kez ya bir kitap, ya da bir gazeteden koparılmış
yırtık pırtık bir kağıt parçası çıkardı. Eskilikten sararmış, sonra da kahve rengine dönüşmüştü.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:82)
“Hiçbir insan ondan daha derin ve güçlü bir özgürlük özlemiyle dolu olamazdı. Gençliğinde, para
kazanmanın zor olduğu yoksul dönemlerde azıcık özgürlük uğruna aç ve yırtık pırtık dolaştığı çok olmuştu.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:44)
“Bir sıranın üstüne oturmuş bir adam, kitap okuyordu. Üstündeki yırtık pırtık elbisesi tiksinti vericiydi.
Saçları kirden birbirine yapışmıştı.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:13)
“Bu müşteriler, herhalde liman işçileri olmalıydılar; kısa, parlak sakallı, güçlü kuvvetli adamlardı.
Hiçbirinin ceketi yoktu, gömlekleri yırtık pırtık, gariban, sindirilmiş ahaliden kimselerdi.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:69)
“Gezinerek, konuşarak, tartışarak ve yiyerek kutsal sözleri unutacakları evlerine dönme zamanı olan
öğle vaktini kaygı içinde bekliyorlardı. Böyle gezinip dururken, bir de ne görsünler? Yırtık pırtık giysiler içinde
ayakları çıplak, yüzü şimşek gibi yanan Meryem’in oğlunu görmezler mi?”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:352)
“İdris, bizim Cübeyl kasabasına yedi sekiz yı önce sığındı. Yırtık pırtık elbiseler içindeydi, neredeyse
hiç yükü yoktu, yaşlı olduğu kadar da yoksul görünüyordu. Hiçbir zaman, kesin olarak kim olduğu, nereden
geldiği, neden kaçtığı bilinemede. Zulümden mi? Borçtan mı? Kan davasından mı? Bildiğim kadarıyla, sırrını
kimselere vermemişti. Az bir parayla kiralayabildiği küçük bir kulübede, yalnız başına oturuyordu.”
(A. Maalouf, “Yüzüncü Ad” <Baldassare’nin Yolculuğu>, sa:22)
“Bütün bunların uzantısında, sonunda durgun havanın ardından güçlü batı rüzgarları esmeye
başladığında, zaten parçalanmış olan yelkenler gerektiği gibi toplanıp serene sarılmadıkları gibi, her
gereksinimde kullanıla kullanıla giderek iyice parçalanıp, şimdiki yırtık pırtık hale gelmişlerdi.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:31)
“ÖLÜLERİ HATIRLAMAK
‘ölüleri hatırlamak, sevgili ölüleri’ Kavafis
----------------------------------sadece kentlerde yaşadığını sanıyorum Eros’unhatırlatıyor bana kente gitmekkimseyi aptal göstermez bu yırtık pırtık elbise;
Eros’u aldatmaya hayır
çıplak istiyor seni, yalnız
ölümsüz
tehlikeli
her şey, her şey
andır
inanıyorum
ölümsüz olabiliriz?”
(Joan Metelerkamp<d.1956>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.06.06)
“Bütün bu insanlar çalmak cesaretini gösteremezlerse açlıktan ölmeye katlanmak zorundadırlar. Başka
ne yapabilirler? İş aramaktan sağlıkları da, sırtlarındaki elbiseler de yıpranır. Sapsarı suratlar ve yırtık pırtık
elbiselerle zenginlere başvurdukları zaman kimse yüzlerine bakmaz. Köylüler bile iş vermez onlara.”
(Th. More, “Utopia”, sa:25)
“Büyükçe, alçak, başucu kırık bir yatakla, küçük kumaş parçalarının eklenmesiyle oluşmuş, yırtık pırtık,
yamalı bohça denilen bir yorganı vardı, çarşaflar on beşte bir değiştiriliyordu; kalu beladan kalma çaydanlıklarla
çevrili bir küçük masa, kırık dökük bir sandalye, yıkanmak için bir teneke leğen, bir de gaz alevi veren önü
kafesli bir ısıtaç bulunuyordu.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:233)
“İKİNCİ PERDE, SAHNE BİR
(FRANTZ, LENI) (Franz yırtık pırtık bir asker üniforması giymiştir. Yırtıkların altından yer yer teni
görülür. Masada oturmaktadır. Sırtını Leni’ye tümüyle, seyircilere ise dörtte üçünü dönmüştür. Masanın altında
bir teyp gizlenmiştir.”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:121)
“KITTEL - Ayırın! Kurular ile yaşları. Hepsini ayırın! Haydi! İş başına!
(İnsanlar iki kümeye ayrılır. Bir kısmı çamaşırları ayıklarken, ötekiler elbise yığınına katmak üzere
kamyondan habire yeni parçalar getirirler..... KITTEL sahnenin arkasındadır, bu koşuşturmayı ilgisiz bir tavırla
izlemektedir. Bir köşeden -belki sahne girişinden- CHAJA gelir. Yırtık pırtık bir battaniyeye sarılmıştır.”
(J. Sobol, “Getto”, sa:17)
“-Bundan üç ay kadar önce, çarşıda dolaşırken, üstü başı yırtık pırtık bir adam gördüm. Sapır sapır
dökülen bir alkolik. Gözgöze geldik. Beni görünce gözleri parladı. İki elini birbirine kavuşturdu, guguk kuşu gibi
ötmeye başladı. Anladım oydu.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:142)
“Torjok’lu satıcı kadın cırtlak sesiyle mallarını, özellikle telatin terliklerini bağırarak satmaya
çalışıyordu. ‘Benim, ne yapacağımı bilmediğim binlerce rublem var, halbuki bu kadın yırtık pırtık gocukla
dikilip duruyor ve bana utangaç utangaç bakıyor’, diye Piyer düşünüyordu.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:III, sa:125)
“Günlerden bir gün köyden fakir bir dilenci geçti. Esvapları yırtık pırtık, üstü başı paramparçaydı.”
(O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:II, sa:96)
“Dilenci, stüdyosunun bir köşesinde yükseltilmiş bir platformun üzerinde ayakta duruyordu. Çok yaşlı
bir adamdı, yüzü buruşuk parşömene benziyordu ve yüz ifadesi içler acısıydı. Omuzuna kaba kumaştan yırtık
pırtık, kahverengi bir pelerin atmıştı; kalın botları yamalı ve pençeliydi; bir eliyle yontulmamış bir sopaya
dayanıyor, diğeriyle sadakalar için yırtık şapkasını tutuyordu.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:113)
“... Derken içeri doluştular, küçük, zaten kalabalık olan oda öylesine kalabalıklaştı ki, daha da büzülüp
iyice duvara yapışmak zorunda kaldı. Bu korkunç canavarlar -bazıları yırtık pırtık giysiler içindeydiler,
bazılarıysa boyalar ve tüyler içinde parıl parıl parlıyorlardı- yere çömeldiler; masaya abandılar. İçmeye
başladılar, küfrettiler, birbirlerini yumrukladılar.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:71-2)
“Her yerde, attığı her adımda bir dikiş daha açılacak ve herkes onun yırtık pırtık giysilerini görecek.
Ama acele etse iyi olur, teyzesi aşağaıda bekliyor, eniştesinin sabırsız olduğunu söylemişti kendisine.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:46)
“Bu memlekette olup bitenleri anlamak için, Avusturya vagonlarına ayak basmak yeterdi. Yer gösteren
tren memurlarının, açlıktan avurtları çökmüş, üstleri partaldı; ayaklarını sürür gibi yürüyorlardı. Havı dökülmüş
ve yırtık pırtık giysileri, çökük omuzlarından düşüyordu.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:354)
“Sırtında yırtık pırtık elbiseleri, kirler içerisinde, soluk soluğa, derisi soğuktan çatlak çatlak olmuş bir
halde Prusya’ya sığınıyor.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Stendhal’, sa:151)
Yırtılmak : Vermek, sunmak, fedakarlıkta bulunmak (Argo)
“Yüzleri gözleri, elleri ayakları, analarından doğalıberi yıkanmamışa benziyordu.
-Bir çıkıntı atla abi!
-Bir duman tosla da ciğerleri bayram edelim!..
-Harmanım, anam avradım olsun dünden beri...
-Ayaklarını öpeyim bir cıgara yırtıl!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:83)
Yırtmak : Ağır bir hastalıktan ya da tehlikeli bir konumdan çıkmak, bir tehlikeyi ucuz atlatmak; Sorumsuz bir
iş yaptığı halde, bir ceza almadan kurtulabilmek (Argo)
“Otobüs yola devam ediyor, uzun bir yolculuk, saatlerce direksiyon sallamak gerekiyor, gecenin bir
yarısı yağmur başlıyor. Dağ başında bir yerlerdeler, zifiri karanlık, bir de üstüne yağmur, şoför direksiyon
kontrolünü kaybediyor, otobüs bir uçuruma yuvarlanıyor, dokuz oyuncu ölüyor. Korkunç bir şey. Ama bizim
adam yine yırtıyor. Şu işe bak Pili. Azrail üç kez onu almaya geliyor ama o üçünde de yakayı sıyırmayı
başarıyor.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:39)
“Siyah olan benim gibi bir iç kanama geçirmişti. Beyaz adamın kalbi kötüydü, çok kötü. Öylece yatıp
duruyorduk ve beyaz adam gül yetiştirmekten söz edip duruyordu; bir sigara için neler vermezdi. Ben artık kan
kusmuyordum. Şimdi kan sıçıyordum sadece. Yırttığımı hissediyordum.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:71-2)
“Teğmen Lukaş da, ‘Bugünlük yırttın Şvayk,’ diye ekledi. ‘Ama bir daha böyle bir şey olursa,
ölümlerden ölüm beğen.’
Şvayk, selam verirken, ‘Ölümlerden ölüm beğenmekle geçiyor hayatım zaten,’ diye yanıtladı.
Yüzbaşı Sagner, ‘Defol!’ diye gürledi.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:261)
Yıvışık : Yapışkan, kayganlaşmış; Yılışık, arsız (kimse)
“Sonunda artık vitrinlerden iyice başım dönmüş, mukavva bardaklardaki yıvışık kahvelerden içim
kıyılmış, her katta yeniden ve yeniden tuvalet aramanın sonsuz labirentinde yolculuk etmekten yılmış, Tuğde’ye
verdiğim hatırladığım ve hatırlamadığım bütün sözleri yerine getirmiş, dirsek dirseğe itişerek yürüyen
insanlardan sersemlemiş bir halde Akmerkez’den çıktık.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:61)
Yid, Yiddish : (MUS.,DİN,) <Jid; Jidiş> Yahudi -bir az küçültücü bir sözcük-; Yiddish : Eskenazi dili
<ALM.: Judisch Jewish; Avrupa ve Amerika’da Musevilerin kullandığı İbranice ile karışık Alman Lehçesi
Yiğit : Kahraman, cesur, atılgan, özü sözü bir genç, cengaver
“Kamp ateşi yakan askerlerin ortasında, şair-subay, tepesinde iki köşeli şapka, yüzü bir sürü perçemle
çevrili, ormana karşı nutuk çekiyordu:
‘Ey orman! Ey gece! İşte elinizdeyim! Bu yiğit askerlerin bileklerine dolanacak yumuşacık bir saç teli
demek Fransa’nın yazgısını durdurabilecek? Ey Valmy! Ne kadar uzaktasın!’ ”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:212)
“CHE GUEVERA
--------------------Bizim de ozanlarımız vardır Che Guevera
Sağ çıkmış güneşsiz taş odalardan
Yüreğiyle barışa, sevgiye yönelmiş
Çelik öfke bir yanı, bir yanı uysal mavi
Eğilmeden dimdik geçmiş demir kapılardan
Bizim de yiğit insanlarımız vardır Che Guevera”
(Metin Demirtaş<d.1938>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:285)
“Gecenin geç saatlerinde, biri, büyük bir yasta olan imparatorluk ordugahına, kaçarken arkadan
vurulmuş olan Spira piskoposunun cesedini getiriyordu. Friedrich, Baudolino’yu çağırmış ve ona bu olayla ne
ilgisi olduğunu ve ne bildiğini sormuştu, ve Baudolino yerin dibine girmek istemişti, çünkü o akşam, Piacenzalı
Anselmo Medico da dahil, birçok iyi asker, yiğit çavuş ve zavallı er ölmüştü, her şey onun, bütün sorunları hiç
kimsenin kılına zarar vermeden çözmesi beklenen o planı yüzündendi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:198)
“ZİNDANI TAŞTAN OYARLAR
Bursa’nın ufak tefek yolları
Ağrıdan sızıdan tutmaz elleri
Tepeden tırnağa şiir gülleri
Yiğidim aslanım aman burda yatıyor.”
(Bedri Rahmi Eyuboğlu<1913-1975>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:46)
“ ‘... Çocukcağız şunca yoldan geldi, yorgundur, dinlensin, karnını doyursun’ demiyor da döğüşe
çağırıyor.
‘Çocukcağız’ dediği, yirmi yaşını geçkin, çam yarması gibi bir yiğitti.”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:17)
“Böyle konuşup oturdu o, kalktı hırsla
gücü yaygın Agamemnon, yiğit Atreusoğlu,
kapkara bir öfkeyle doluydu yüreği,
yanıyordu iki gözü yalım yalım.”
(Homeros, “İlyada”, sa:75-6)
“-Floriçika! Sen erkeğin arzusunu yutan uçurumsun! Bari vefayı bilir misin? Birazdan, ay ışığında yola
çıkacağız ve bu sabah şafakla beraber konak yerimize varacağız. Orada otuz yiğit sabırsızlıkla bekliyor! Bunlar
hep kanun dışı ve ölümden korkmayan adamlardır. Kanun namına yalnız şunu bilirler: hayatın en büyük gayesi
olan arzularını tatmin etmeyi! Bu gayeye karşı koyan her kanuna canları pahasına meydan okurlar. Onun için
onlara kahraman diyorum.”
(P. Istrati, “angel dayı”, sa:104)
“Evlerinin önü söğüt
Atalardan kalmış öğüt
Yarinden ayrılan yiğit
Sılasına döner gelir”
(Karaca Oğlan-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:313)
“Bu ilk seyahatimden, daima daha fazla br güzellik, dudağımda öldürücü bir haz bırakmıştır. Ruhum,
böyle yeni bir isyan kaynağı bularak yenileşmiştir; çünkü genç insanın basit ruhu, güzelliğin deşilmesini ve
Tanrı’nın elini ona uzatıp ölümsüz hale sokmamasını kabul etmez. Genç kişi, ben Tanrı olsaydım, der,
ölümsüzlüğü sebil olarak dağıtırdım; güzel bir vücudun ya da yiğit bir ruhun ölmesine izin vermezdim.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:179-80)
“ÇİFTLİK <5 Eylül 1839>
----------Bu ormanda bülbül
Şarkılar söylüyor seslice;
Gencecik bir dul
Yaşıyor küçük çiftlikte.
Gecenin tam yarısında
Bir yiğit delikanlı
Gitmek istedi
Gencecik dula...”
(Aleksey Vasilyeviç Koltsov<1809-1842>-Mehmet B. Perinçek; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 09.06.05)
“NİNELER
------------Mesut yuvanız vardı
Yiğit kocanız vardı
Şunun bunun elinde
Hor tutulurdunuz
Ağrınıza gider.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:24)
“Evet, Solon, bir zamanlar, suların sebep olduğu en büyük felaketlerden önce, bugün Atina adı verilen
devlet, savaştan yana en yiğit, her bakımdan ölçülemeyecek kadar da medeni bir devletti: Göğün altında sözünü
işittiğimiz en güzel şeyleri başaran en güzel siyasa kurullarını icat eden odur, diyorlar.”
(Platon, “Timaios”, sa:18)
“YILDIZIM, SÖNÜP GİTTİN KARANLIKTA
-------------------------------------------------------Bak şimdi, yeniden kalktım, dimdik ayakta durabiliyorum;
sevinç dolu bir ışık, yiğit oğlum, yerden kaldırdı beni.
Sen şimdi bayraklardan bir kefene sarıldın, artık uyu yavrum,
ben de sesini içimde taşıyarak kardeşlerine gidiyorum.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-yazıt”, sa:19)
Yiğitliğine yedirememek : Öz saygı, izzeti nefis sorunu yapmak, hazmedememek
“Her işçi yediğinin parasını bol bol çıkarmıştır, diye düşündü. Ama piposunu söndüren o zalim, o
meymenetsiz herifle hesaplaşmadan ayrılmayı da yiğitliğine yediremiyordu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa: 235-6)
Yiğitlik bende kalsın : Karşımdaki yaptığımın değerini anlasın anlamasın, ben bu özveride bulunuyorum
“TRANIO, yalnız. - Çekingen adam, karşısına bir tehlike çıktı mı, bir para etmez….. baktım ki iş
karışmış, büsbütün karıştırayım da kimse içinden çıkamasın dedim. Belli ki ihtiyar sonunda her şeyi çakacak,
öğrenecek… İyisi mi, yiğitlik bende kalsın, ben hepsini söyleyivereyim, onunla bir antlaşma imza edeyim…”
(Terentius, “Hortlak”, sa:73)
Yiğitlik taslamak : Yiğitlik göstermeye kalkışmak
“MALCOLM - Kılıcnıza, bileği taşı olsun bu; acı öfkeye dönsün; yüreği körletmesin, ateşlendirsin.
MACDUFF - Ah! O haldeyim ki gözlerimle kadınlık edip dilimle yiğitlik taslayabilirim.”
(W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:78)
Yinelemek : Tekrarlamak
“Gövdemdeki
Sezmese de kimseler
Besbellidir
Soluk alırken
Seni yinelediğim”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-İkisi”, sa:196)
“Mesel
-------olmam gereken çocuk,
elini bırakıp gittiğimde, yineledikleri
-kulağımdan hiç aklımdan çıkmasın
diye - şu ya da bu kavram.
Anam istemez yüzü yer olsun
benden ötürü.”
(Pablo Armando Fernandez<d.1930>-Ayşe Nihal Akbulut, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 03.04.08)
“SİRENLER
Bir bir yineledim bunları, açıkladım yoldaşlarıma.
Derken geldi dayanıklı tekne hızla Sirenlerin adasına
sürüklenip tatlı bir meltemle. Sonra kesildi rüzgar,
sütliman oldu her yan, ninni söylüyordu tanrılardan biri
dalgalara...”
(Homeros <Odysseia’dan>, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:97)
“Aslına bakarsanız, o günün öğle sonrasında rüzgar falan esmiyordu. Nerdeyse tam bir bahar havası
vardı. Gordon dün başladığı şiir salt kulakları bayram etsin diye fısıldayarak kendi kendine yineliyordu.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:74)
Yin ve Yang : Çin kültüründe, her zaman birlikte olan, zıtlıkların simgesi sözcükler
“Ç i n F e l s e f e’sinde, f a r k l ı l ı k v e k a r ş ı t l ı ğ ı, varlığın temelinin birbirlerine karşıt
olmakla birlikte, aynı zamanda birbirlerini t a m a m l a y ı c ı i k i z ı t g ü ç t ü r.’ Meydana geldiği
düşüncesini ifade etmek üzere kullanılan terimler.
Y i n ---- ‘dişi’ ilkeye: toprak, karanlık, edilgenlik ve kuru’ya;
Y a n g ......’erkek’ ilkeye: göğe, ışıpğa, etkinlik ve ıslak’a tekabül eder.
Bu bağlamda, .... rakip akımları birbirlerine yaklaştıran, ve evren’deki herşeyin, biri e t k i n ve
e r k e k, diğeri p a s i f ve d i ş i olmak üzere, birbirlerini tamamlayan iki k a r ş ı t i l k e ‘ye dayandığını,
varolan herşeyin sözkonusu karşıt ilkelerin uzlaştırılması ve yumuşatıulması yoluyla ortaya çıktığını dile
getiren öğretiye : y i n ve y a n g öğretisi adı verilmiştir.”
(Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:1022)
“Eski Çinliler evrenin sürekli bir hareket içinde olduğuna ve her şeyin ‘yin’ ve ‘yang’ terimleriyle
açıklanabileceğine inanırlar. Eski Taoist evren simgesi bunu açıkça gösterir: Bu simge, içinde kurbağa yavrusuna
benzer -siyah, şişkin başlıklı damlacık, tepede içte beyaz noktacık <yin>/beyaz, başlıklı damlacık, tepede içte
siyah noktacık<yang>- iki şeklin bir daire oluşturduğu bir şekildir.<Birbirine dolanmış iki yunus yavrusu>.
Beyazın içindeki siyah nokta ve tam tersi, birinin öteki olmadan var olamayacağını gösterir. Yin
olmadan yang, yang olmadan yin olmaz. Eski bilgeler yin ve yang’ı tanımlamaya çalışmamışlardır, gün ve gece
gibi zıtların bir listesini yaparak açıklamışlardır: Beyaz ve Siyah, Gün ve Gece, Ön ve arka, Uzun ve Kısa, Kuru
ve yaŞ, Sıcak ve Soğuk, Erkek ve Dişi, Yüksek ve Alçak, Gök ve Yer.
Tüm yükseklikler, tepe’ler, dağ’lar yang, düz olanlar yin’dir. Pagoda’lar <kat kat çatılı Çin anıtları>
çok düz, yani çok yin alanlarda yang enerjisi yaratmak için inşa edilir.”
(Richard Webster, “Başarı ve Mutluluk için Feng Shui”, sa:4-5)
Yirmi kez ölmek : Çoktan ölmüş olmak
“... Bu kentsoylular hastalanınca, gecenin ortasında koşuşturmak onlara düşüyordu; hizmetçiler olmasa,
yaşlı adam şimdi yirmi kez ölmüştü. Mösyö Gourd onların taş yürekli olduğunu, zavallıya bir lavman yapmak
için ellerini kirletmekten korktuğunu söylüyordu.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:91)
Yirmi üzerinden yirmi : Tam hedeften, turnayı gözünden vurmak
“-Bir de yatakta üşümeyelim diye yorganın kenarlarını döşeğin altına kıstıracağını söyleseydin bari!
-Bu kadın senin teyzen gibi bir şey oluyor, değil mi? diye sordu omzuma vurarak. Doğrusu, güzel
kadın, çok etkilendim. Yaşlı, zengin ve de dul bir metres. Yirmi üzerinden yirmi!”
(M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:121)
Yisa :
(DENİZ. MYTH.) : Yelkenlilerin yelkenlerini indirmeleri
“Poyraz daha sabahtan esmeye başlamıştı, ama gemiciler yelkenleri ancak saat ikide yisa
edebileceklerdi. Gemi, yalnız yelkenlilerin girebildiği Rio Açu Nehri’nin ağzında bekliyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:11)
Yitip gitmek; Yitik; Yitiklik; Yitirmek; Yitiş; Yitmek : Bitmek, ölmek, aşırı yorulmak; bitirmek; kaybetmek;
elinden kaçırmak
“Halk Adamı Charlie
Chaplin İçin Şarkı
V
-----------------------piyano hamalını
bu arada hep kendinsindir sen, kimseyle
uzlaşmayan, ama gene de fazla alçak gönüllü,
mal sahibi olmayan, kimsesiz
yollarda başına buyruk,
yağmurda evimizde, aynada, belleğimizde
ağırlayacağımız, ama gene de yitirdiğimiz
bir dost.”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 08.01.04)
“<Auster Daniel, 1893-1962>Tanıdığı her şeyden kopmuş olarak, tek bir başvuru noktası bile olmadan
onu hiçbir yere götürmeyen adımlarının doğruca kendi içine götürdüğünü anladı. Kendi içinde dolaşıyordu ve
yolunu yitirmişti. Bu yitiklik duygusu onu tasalandırıcağına onun için bir mutluluk ve canlılık kaynağı oluyordu.
Derin bir solukla içine çekti bunu. Daha önce gizlenmiş bir bilginin kıyısındaymışçasına, derin derin soludu
bunu ve neredeyse kendi kendine şunu söyledi: Yolumu yitirdim.”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:104-6)
“Gökyüzü
siz mi nehirsiniz, ben mi yoksa
----------------------------------------bütün tortusu yolculuğumun
arzu çiçeklerimin bütün tuzu akıyor size,
bütün özlemler, her aşk, hiç bilinmeyen, her yitiş
siz olan herşey dinleniyor içimde”
(Shabbir Banoobhai<d.1949>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.10.06)
“BÜYÜKLENMENİN SONU
-----------------------------------O anda yitirmiş usunu böylece.
Örtmüş o parlak güneşi bir tülle gece.
Bir vakitler dirlik, düzen barınağı,
Gözler kamaştıran o som tapınağı,
O zekayı sarmış bir büyük kargaşa.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa.51)
“DOĞDUM, BAĞLANDIM SANA
Bütün düşlerde olduğu gibi
anamın yaslı çevresinde olduğu gibi
içimde bir şeyler birikiyor
Savaşarak pişirilen toprağı
kıvır kıvır işleyen güneş
yitip gitti sanılan
bir sesi iletiyor”
(Nihat Behram<d.1946>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:418-9)
“ÇİÇEK
Bir mayıs sabahı
gün ışımaya başlıyor
Uzun bir geceyi,
onun yitip gitmişliğini,
acımasız, güzel anılarını
geçip geldim buraya.”
(Eavan Boland-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.06.04)
“Unutuşun Yerleştiği Yer’den seçmeler
<Donde habite el olvido>
------------------------------Bir düştü o, havaydı
Hiçlikle salınan;
Gözler açıldığında
Yitip giderdi dallar.
Zaman solurdu içinden
Dışarı bitkisel ışıkları,
Düşmüş sevdaları
Yeri belirsiz hüznü.”
(Luis Cernuda Bidon<1902-1963>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
18.07.02)
“RUSYA <1908>
---------Varsın büyülesin seni ve aldatsın
Yok olmazsın yitip gitmezsin nasıl olsa
O güzel çizgilerin belki
Dumanlanır biraz, kaygıyla...”
(Aleksandr Blok<1880-1921>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, A. Behramoğlu, sa:40)
“Oysa buraya bunun için gelmemişti – dünyanın bir bucağında şeytanları savuşturmaya, kızına dadılık
etmeye, batmakta olan bir işle ilgilenmeye gelmemişti. Gelme nedeni, kendini toplamak, gücünü yeniden elde
etmekti. Buradaysa günden güne kendini yitiriyor.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:141)
“BEYAŞK
-----------“Denizkızına gelince, yitiriyorum onu, yitirdiğimi
sanıyorum, ama hep yeniden buluyorum onu,
denizkızı kıyıya doğru yüzüyor, ölümcül gül
ağaçları ormanına giriyor ve burada çirkin
kuşa, dilsiz kuşa rastlıyor ve, bir gün ya da bin
yıl boyunca, ona şarkı söylemeyi öğretiyor ve
bu hayvanın görünüşünü değiştiriyor.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:95)
“AÇIKLIKTA
-----------------Bugün beni yalnız koyup bu karda
nerelerde geziyorsun, serseri?
Yitirdin mi yoksa geçen yıllarda
‘Üşüdün mü?’ dedirten o cevheri?
Şimdi ortalığa kış hakim yine
Beyazlıkla, ıssızlıkla, hışımla...
Ve ben aceleci acemi vişne
titriyorum yanık yapraklarımla.”
(Blaga Dimitrova<1922-2003>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
25.01.07)
“AKŞAM ŞİİRİ (1959)
Karanlık gökte yitip gitti kara ormanlar
kara yumakta soluklanır karanlık otları
karanlık yaratıcısı kara ışıkta.
Karanlık gözenekleri: can ve senin kör gözün.
Kara camda kara. ‘U’ ünlünün ıslığı
kara boşlukta dağılan yıldızlar
kara seste kara yalnızlık
kara şehirde yiter kara yolcu
kara sularda yitip gitti kara kayıkçı
kara oyunda yok artık kara oyuncu.”
(Slave Gyorgo Dimovski-Erol Tufan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.07.02)
“Atlantis
---------ne kalacak bizden geriye? Bak,
sevgili, yeniden yükseliyor
yitik dünya sulardan:
bizim kıtamız, her zaman yattığı yerden”
(Mark Doty-Gökçen Ezber, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.08.02)
“Sabahın Basamaklarında
Belki söylendi her şey
belki de gece bekleniyor
yazılsın diye aynı cümle
Tüm nedenleri yeryüzünün
bir çakıl taşına takılıp kaldı
kimi yürüyor, kimi arıyor
yitip gitmiş bir şey.”
(Claude Estaban<1935-2006>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.05.06)
“Félicité arkadaşının ailesine de sevgi duyuyordu. Onlara bir yorgan, bir ocak ve gömlekler satın
almıştı. Elbette bu durumda sömürülüyordu. Bundan ötürü Bayan Aubain Félicité’nin bu zaafına sinirlenmiş;
ayrıca, böyle laubalilikleri sevmediği, -çünkü oğluyla senli benli konuşuluyordu- ve Virginie öksürmeye
başladığı, mevsim de artık güzelliğini yitirdiği için Pont-l’Evéque’e dönmüştü.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:17)
“Deborah ağzından böyle sözler çıkmasına şaşmıştı. Bunları içtenlikle söylediğinin bilincindeydi ve
oldukça önemli olduklarını da biliyordu; ne var ki, neden önemli olduklarını bilmiyordu...... Kimi zaman, içini
bir duygunun sardığı olurdu. Bu duygu söze dökülür, ama altında yatan ve dünyayı ikna etmeyi sağlayabilecek
mantık suskun kalırdı. Ve bu nedenle, Deborah kendi arzularına olan inancını yitirmişti. Bu yitim, arzularını daha
da körü körüne savunmasına yol açmıştı.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:32-3)
“Yakın Mezardan
Gözlerinde yiten ufukta
Ne görüyorsun?
Eyüp’ün kerametini, Musa’nın asasını
İlyas’ın üzüm salkımlarını, Adem’in denizini
Müjdeden kümelenmiş sinekleri”
(Zabi Hamis<d.1958>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.05.03)
“Benimle değil artık; öldü. Zaten seneler önce yitirdim onu. Nice zamanlar anısıyla yaşadım, acı
günlerimizin izleri, lekeleriyle. Bu seçkin hatıralar, kimsesiz ve tekdüze yaşayışıma heyecan, yürek çarpıntısı
kattı.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:11)
“OZAN I.
------------ülken ve yurdun
ıslak hücreler dar odalar ağır anahtarlar
yitesin diye bu taşlar ormanında
kulak zarın yırtılsın diye sessizikten
sararsın diye sesin demir parmaklıklarda
kireç tutsun paslansın diye eklem yerlerin
ülkeler ve yurtlar kurdular sana
kara anahtarlar ve soğuk odalardan”
(Özdemir İnce<d.1936>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:247)
“ÖRDEK KOVALAMACA
Küçük boz bir ördeği gözetledim
Binen denizin kabaran dalgalarına
Bir salıncaklı sandalyeye biner gibi. ‘Mini ördek!’
Diye bağırdım. Köpekleme yüzdü uzaklara.
Ben de köpekleme yüzdüm arkasından. O daldığında
dibe
Ben de daldım; çok dumanlıydı deniz,
Kaybolmuştuk. Yüzeye çıktı
Batıda, batıyı torpilledim
Daldığında ben de daldım,
Ve yitmiştik, yitmiştik, yitmiştik
Denizin akıntılı dumanında.”
(Galway Kinnell<d.1927>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.07.04)
“VAHDETİ VÜCUD DÜŞLER
<Varlıkların tek asıldan çıkma inanışı>
O yaz akşamlarında, sonsuz okşayışlardan
kalma düşler:
Yaşamın engin okyanusunda yitmek,
Varlığını tüketmek ve sadece içinde eridiğin
Belirsiz hazları duymak ve ölmek!...
Ya da hayaline kapılmak çiçek, bitki ve
süzülen bir kuş olmanın!
Ya da bu rüzgar mı, geçip giden sert bir
rüzgar mı olmalı!”
(Jean Lahor<1840-1909>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.08.05)
“Crescenzazo
<Şubat 1943>
---------------Hiç birini bulamaz, mutsuz yüzüyle
Kuru Naviglio’dan yükselen kokuyu emer ciğerlerine
Rüzgar bütün gücüyle eser dağlardan,
Koşturur sonsuzluğuna ovaların
Görünce bu duman yığınını
Döner kaçar hızıyla atlıların
Siyah ve zehirli öylesine bir duman ki;
Rüzgar bile korkar yitireceğine nefesini”
(Primo Levi<1919-1987>-Güran Tatlıoğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.07.06)
“Bilinmeyen Kuş
----------------------ve yitiyor
daha kendi yankısına
düşmeden ve havada bir
delik bırakıyor
eskisi gibi kupkuru”
(W.S. Merwin<d.1929>-Jale N. Erzen; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.08.03)
“Bahçesaray’da Gece
Dağılıyor camilerden kentin müminleri
Yitip gidiyor, akşam sessizliğinde Ezanın sesi
Kızarmış yanaklarıyla utangaç akşam güneşi
Aşığının yanına uzanmak arzusunda gecenin
gümüş prensi”
(Adam B. Mickiewicz<1798-1855>-Doç.Dr. Neşe T. Yüce; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 24.11.05)
“ÖRÜMCEK
---------------Oysa sözcüklerin yoksul soğuk cesedi
Konulunca mum dikilmiş tabutuna,
Ben, haklı çıkan, balmumu gibi yitip giden
Gözyaşları dökeceğim, sürüneceğim duyulmadan,
Ağırbaşlı, saygılı, dokumak için sessizce
Gerçek ihtiyacı - bir kefeni.”
(Ruth Miller<1919-1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.03.07)
“Portakal Ağacı
------------------Oluklu sac levhadan ufacık bir barınakta,
irili ufaklı, paslanmış direkler, kalın tahtalar
vardı,
babamın bir yerden söküp, biriktirdiği.
Dinleyebilirdim, öğleden sonraları,
Afrikaans radyo dizilerini, arka çitin
diğer tarafındaki evden, yitik, yapayalnız”
(Kobus Moolman<d.1964>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.07.08)
“Ondandır yeryüzü ve gökyüzünün
kıskançlığı
-------------Oysa senin dalların dopdolu üstünden ipek
giysileri atarken
Oysa yiten zamanı beraberinde getirir
Korkusunu teninde izleyerek,
Abdullah kıskançlığına yenilecek bilirim
Attan inip eşeğe binerken
İki şekil arasında değişecek
Aslanı salyalı köpeğe tercih ederken,
Bütün beyazlığı açılan giysileriyle ortaya çıktı
Karanlıkta yakılan bir ateş gibi.”
(El Mütenebbi<915-965>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.03.09)
“SAHRA
Elleri kalbini durumdan duruma taşımasa
Çaresiz, bağlı kollarını taşır.
El MÜTENEBBİ
XI
Bizden sonrasına döndüğümüz zaman büyük
bayramlara
tanık olacakmışız gibi -takılara bürünmüş
ve kına sarhoş.
Kinin sonsuzluğunda yalnızsakDondurulmuş toprağın üstünde ellerini
yitiririm... ansızın.
Uzaklaşarak.”
(Hasan Necmi<d.1960>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.09.06)
“LAFORGUE’DAN ESİNLENEREK
<Martin Bell’in anısına>
----------------------------------------------Ben düşlerim kuzeyi kendi çiselemesinde
Yitmiş dumanını, patlamış bacalarını: Yurdum
Kötü havada, uzun hastaneler kümesine, yurdum
Kokainin bölgesel sorunlarına, yurdum
Sheffield ve Hartlepool seçim bölgelerindeki sekter
kavgaya dek”
(Sean O’Brien<d.1952>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.04.06)
“Gülümseyerek Yavaş Yavaş
<4 ağustos 1939>
----------------------------------Oysa ondan söz etmiyor şiir
Ne de büyümüş, ama küçük bir kız gibi,
Nasıl yitip gittiğin sokağın
Ölümsüz köşesinden.”
(Fernando Pessao<1888-1935>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.05.08)
“GROTESK
-------------Ah, kızım bilmezsin ki, yiten her büyünün
avuntusu bulunmaz. Dğaldır yaşanan kahır,
kuşa gelince, o da bir parçasıdır şu göğün
bir an yaşar ve sonra
gök onu geri alır.”
(Nadya Popova<d.1952>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
06.03.08)
“YAVRUCUĞUM, YİTİP GİTMEDİN SEN
----------------------------------------------------Yavrucuğum, yitip gitmedin sen, damarlarımda
yaşıyorsun.
Bütün damarlarımızda da dolaş, yavrum, her zaman
diri kal.
(Y. Ritsos<1909-1990>, bir mayıs günü bırakıp gittin-yazıt”, sa:22)
“GÜNEŞ VE ÖLÜM
-----------------------Neyime gerek benim elimle
kendini yazdıran ışın? Neye gerek ateş?
yitirdiysem gözlerimi?
Neyime gerek bu dünya?”
(Gonzalo Rojas<d.1917>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.05.04)
“Tüm ümitler yitirilmiş, doktorlar kesin kanıtlar karşısında boyunlarını bükmüşler, kraliyet ailesi, unvan
sırasıyla hasta yatağının etrafına dizilmiş, tevekkül içinde kraliçenin son nefesini vermesini bekliyorlardı.”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:12)
“Kaloriferin yanında, tembel tembel, yediklerimi sindiriyorum. Bir günün yitip gittiği nasıl da belli.
Doğru dürüst ne yapabilir ki insan? İyisi, akşam olmasını beklemeli. Bu ölgünlük, güneş yüzünden: Şantiyenin
üstündeki kirli, sisli, ak havayı, portakal rengine boyayıp, mavi, solgun ışıklarını odama akıtıyor ve donuk
düzenli dört ışık çizgisini yayıveriyor masama.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:23)
“CENAZEMİ GÖRDÜM
------------------------------Kapıda dua eder uşaklar,
Yitik işlerine ederek veda,
Mutfaktaysa obur bir aşçı
Uğraşır mayalı hamuruyla.”
(Konstantin Sluçevskiy<1837-1904>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Mecdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 19.04.07)
“SİMGELER
III
Büyük ırmağın yanında atalarımız oyalamak için
Onları, inanılmaz gençtiler, oydular
Derin anı oyukları bir ırmak adasının üzerine
Şimdi yitik-onların mırıltıısı bir bağırışın hayaleti”
(Allen Tate<1899-1979>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.12.02)
“Dönüş
Sana kalbin çıplaklığı geri döndü
Kalbin çıplaklığı sana getirdi ey
yüksekliğim, ey evimin ağır yükü
ey yitik olan, ey suskunluğun başlangıcı
şikayet benim de şikayetimi duyacak mıkırılan uzaktaki bu kalple
beni sende her daim biçimlendirecek
sana uzanan bu zayıf ellerimi terslersinçevremde söylenenle
etrafımdaki surları kaldıracaksın
ve duvarların karanlığını kaldıracaksın duvarların üstünde”
(Fetva Tukan<d.1914>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.11.02)
“Ateşin ışığında, kayığın ölü gövdesini gösteriyordu. Ne acı! Tohumdan çıkan küçük bir ağaç olmak
için çok uzun zaman geçmesi gerekiyordu! Sonra, büyük bir ağaç olmak için yıllar süren mücadeleler
veriliyordu. Ardından Kızılderililer gelip ağacı kesiyor ve kayık yapıyorlardı… Ya şimdi? İki saat geçmeden,
yaşlı lifleri, ihtiyar gövdesi, rüzgarda döne döne uçuşan, nehirde yitip giden ya da kumsalın kumlarına karışan
küle dönecekti.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha’, sa:224)
“TARLADA
<Bulutların Gölgeleri Peşinde’den>
--------------Tarlana çabuk git, yitirme zaman;
sabanı zorluyorsa taş gibi toprak
öküzlere darıl... Uzaklaşarak
sis çekilip, güneş göründüğü an
biraz olsun dur,
çok derin bir ah
hal ahval budur;
Dah...”
(Peyo K. Yavorov<1878-1914>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
17.08.06)
“Kentte de renkler soluk. Işıldayan tek şey kiliselerde mihrabın üserini örten erguvan renkli brokar
örtüler. Rahibelerin giysileri artık kentin de giysisi. Limandan ve insan
<kendinden kabartmaları olan bir tür ipekli kumaş>
dolu tavernalardan yükselen sesler de artık sonsuza dek yitirildi gitti.”
(S. Zweig, “Yolculuklar Üzerine-Brugge”, sa:17)
Yitrnitse : (ÇEK MYTH.) : Çek sosisi’nin çok sevilen bir çeşididir. Domuzun karaciğeri ve çeşitli
yerlerinden yapılır. Çok baharıtlıdır, iki ucundan küçük tahta çubuklarla bağlanır
“Şvayk’ı kurtarıcısı olarak gören Balon, evden gönderecekleri bütün yiyecekleri onunla paylaşacağını
söyledi. ‘Evde biraz kesim yapacaklar da,’ dedi. ‘Domuz sosisi sever misin? Bu akşam eve yazacağım. Benim
domuz 150 kilo geliyordu. Buldog gibi kafası var, böyle domuzların eti güzel olur. Sekiz parmak yağ çıkar
bunlardan. Evdeyken, yitrnitse’yi elcağzımla yapar, patlayıncaya kadar tıkınırdım. Geçen yılki domuz tam 160
kilo çekmişti.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayks”, Cilt:I, sa:410)
Yiuhta : (YUN. MYTH.) :
Zeus’un ters dönük başı
Girit’te, ünlü Knossos, eski Kraliyet sarayının üst katında, tanrıların tanrısı
“-İşte büyük Kral avlusu; 60 m. Genişlik, 29 m. Uzunluk; işte örnek olabilecek küpleriyle koskocaman
depolar. Kral, gelirlerini burayo kor, halkını beslerdi; küplerde yağ ve şarap tortuları, zeytin çekirdekleri, küçük
baklalar, nohutlar, buğday ve mercimek taneleri bulduk: Hepsi bunların kömür haline gelmişti.
Üst kata çıktık, her yandan kısa ve kalın siyah ve kırmızıya boyanmış sütunlar vardı. Yol boylarında
duvarlara çizilmiş çiçekler, kalkanlar, boğalar gördük. Yüksek teraslara çıktık; sakin, neşeli bir çevre dört bir
yanımızda belirdi ve gökyüzünün dip taraflarında Zeus’un ters dönük başı olan Tiuhta’yı farkettik. Yarı yıkılmış,
yarı ayakta duran Saray, binlerce yıl sonra parıldıyor. Girit’in o erkek güneşinden çokça tat aldığı belli oluyordu.
Bu sarayda, insan, Yunanistanın huzuruyla geometrik mimarisini bulmaz, burada hayalin, hazzın ve insan
yaratıcı gücünün özgür oynaşması egemendir.”
(Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:139)
Yiyecek gibi bakmak : Birisinin mutluluğunu kıskanarak hasetle, aç gözlerle bakmak; Genellikle cinsel açlığı
olan bir erkeğin gösterişli bir kadına bakış tarzı
“Ve tören <düğün> 1183 yılının mart ayı ortasında gerçekleştirilmişti. Baudolino şatafatlı giysiler
içinde, Monferrato markisinden daha önemli biri gibi görünüyordu; annesi ile babası ona yiyecek gibi bakıyordu;
bir eli kılıcının kabzasındaydı ve yerinde duramayan beyaz bir atın üzerindeydi. ‘Bir senyör köpeği gibi
süslenmiş,’ diyordu annesi, gözleri kamaşmıştı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:250)
“Yanımdaki ufak-tefek yaşlı adam mutlaka Coffier. Topluluktaki kadınlardan biri, esmer olanı bir
yandan doktora gülümserken bir yandan da Coffier’ye bakıyor yiyecek gibi. Şöyle düşünüyor sanki: ‘İşte bu Bay
Coffier, Ticaret Odası Başkanı, ne hain bir yüzü var, pek soğuk bir insandır mutlaka.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:63)
Yiyecek lokması olmayan : Çok fakir, aç bilaç, bir lokmaya muhtaç
“Hatta onlardan biri olan, hastaneden topal olarak çıkan, evde yiyecek lokması olmayan Tina bile, vara
yoğa gülüyordu ve bir akşam ötekilerin peşinden koşarken, uyumanın eğlenceyi çalan bir sersemlik olduğunu
söyleyerek, oracıkta durup ağlamaya başlamıştı.”
(C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:7)
Yiyip bitirmek : Son derece üzmek, fizik olarak harap etmek
“Annesine ayıracak pek az zamanı vardı. Kadıncağız bütün gün odasında yapayalnız tespih çekip dua
ediyordu. Oğlunun acıklı ölümü yiyip bitirmiş, ölümün acısını duyamayacak kadar yıkmıştı kadını. Rose ve
Elodie sıkı fıkı ahbap olmuşlardı.”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:312)
“‘Onu haklı ve masum çıkarmak için yaratmaya çalıştığım bütün bu nedenlere rağmen kıskançlığımı
yatıştıramıyordum, çünkü kıskanmıştım bir kez; kıskançlık zehiri içimi kemiriyor, beni yiyip bitiriyordu.’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:117)
Yiyip içmek : Herhangi bir konumda sıradan birşeyler yemek ve içmek
“Prosper:
-Bonn’dan geliyoruz, dedi. Sabahtan beri ağzımıza bir lokma yiyecek koymadık.
Hancı başını sallayarak:
-A! Doğrusu yemeklere gelince diyecek yok. Kırmızı Han’a on fersahlık yoldan yiyip içmeğe gelirler.
Size prenslere uygun bir şölen sofrası kuracağım. Ren balığı var, ondan ötesi can sağlığı.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:65)
Ormanın derinliklerine doğru, yerleşim bölgelerinden kilometrelerce uzakta yürüyoruz. ‘Biraz
dinlenelim’ diyorum. Yanyana oturuyoruz. Sepetinden ekmek, peynir ve bir su termosu çıkarıyor. Yiyip
içiyoruz.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:72)
“Çok çekmiş tanrısal Odysseus da yedi içti.
O sıra seslendi uşağa Alkinoos’un gücü:
‘Sağrakta şarabı kar, Pontonoos,
hepimize şurda dağıt, sunu sunalım Zeus’a,
odur yalvarıcılara yoldaşlık eden.’
Böyle dedi, Pontonoos da bal gibi şarabı kardı,
sonra döktü herkesin tasına o şaraptan.”
(Homeros, “Odysseia”, sa:130)
Yiyip yalamak : Uzun süre bir açlık devresinden sonra iştahla yiyip yutmak
“Gözlerini açtığı zaman, çoktan, yassı ezanı okunmuştu. Ömer Efendi, yemek istedi. Bugünün
heyecanları, sıkıntıları, öfke ve dayakları ve bu vakitsiz uyku, onun iştahını açmıştı. Önüne konulan üç sahan
yemeği beş dakika içinde adeta sömürürcesine yiyip yaladı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:75)
Yiyip yutmak, Yiyip yutarcasına : Açlıktan çıkmış gibi, nerdeyse çiğnemeden yutarcasına
“Bu tür söyleşilerle ilgili olarak Ziegenhalss’ın sayıp döktüğü başlıklara bir göz attığımızda bizi
yadırgatan şey, bunları her Tanrının günü yiyip yutarcasına okuyan insanların varlığından çok, isim ve paye
sahibi, iyi eğitim görmüş yazarların kof ilginçliklerinin pek geniş kapsamlı tüketimine, ‘tüketelim’ parolasıyla ön
ayak olmasıdır.”
(H. Hesse “Boncuk Oyunu”, sa:20)
“Ama bu dalaşmalar, kahverengi parmaklıklarla ve kurumuş kan renginde incecik kübik binalarla
çerçevelenmiş Manhattan sokaklarında, boş arsalarda gerçekleşiyordu. Bütün bunlar büyülüyordu beni; mekanın
adeta yiyip yuttuğu ve altındaki bozkırı zar zor saklayabilen püriten ve kanlı bir kent hayal ediyordum: Cürüm ve
erdemin ikisi de kanun dışıydı orada; her ikisi de özgür ve egemen olan katil ve adalet adamı, akşamları bıçak
darbeleriyle anlaşıyorlardı.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:160)
Yiyişmek : Sevişmek, aşk yapmak (Argo)
“Yirminci yüzyılın sıradan sözcükleri onun ilgisini çekmiyor. Örneğin ‘aşk yapmak’, ‘sevişmek’ yerine
vuruşmak, yiyişmek, tokmaklamak gibi daha eski, daha gümbür gümbür terimleri yeğliyor.” İyi bir orgazma
kemik-titreten diyor.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:117)
Yo, Yoo, Yo yo : Yok, hayır, öyle değil
“A. HAMLET - Yerimden kımıldamaya niyetim yok benim, yoooo işi sahiye bindiriyorsunuz.
KOMİSER - Bana bak, karşı koymaya çalışma, tepelerim...”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:132-3)
“‘Yoooo... İlle ırzı gırık Muhtarın oğlu, Deli Haceli’nin gardaşıyla, gol gola dakıp köy içinde bana çalım
satacaklar. Derelerde depelerde ufacık çocukları elleyip kirletecekler. Harımlarda, harmanlarda aylak aylak
dolaşıp milletin malına ziyan verecekler!...’
‘Boyları devrilsin! Yüzülesi yüzlerini yerler gizlesin!...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:181)
“‘... Bir çocuğun yardımıyla Petersburg’un sokakları kan emicilerden kurtarılabilir, hatta kan emen bir
bankacıdan bile. Çok geçmeden ölmüş adamın karısıyla çocukları da sokağa düşebilirler, böylece eşitlik bir
açıdan daha sağlanmış olur.’
‘Sizi domuz!’
‘Yo, sen beni hikayede yanlış yere oturtuyorsun. Ben domuz değilim. Ben dar sokağa domuz gibi
sıkışmış kişi değilim. Tekrar söylüyorum: Bu bir mesel değil, bir hikaye.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:205)
“İHSAN BEY (Gizlice.) - Ama bu da yalanda benden aşağı değil, hem de iyi kubbe veriyor. Ne ise bu
kadar eğlendim ya. (Açıkça.) Eee, efendim, kulunuza müsaade buyurursanız gideyim?
AZMİ EFENDİ - Yoo! Bu kadar çabuk gidilir mi? Sizinle birlikte olmaktan doğrusu memnun
oldum.”
(R.M. Ekrem, “Çok Bilen Çok Yanılır”, sa:31)
“‘Artık yürüyüş yapmaktan bıktım. Hem kumanda edilmeye de katlanamıyorum. Senden iki yaş büyük
olan herkes sana kafa tutuyor. Sonra da şu tatsız tuzsuz nutuklar, hep aynı şeyler, bir sürü saçma.’
Gülümsemekten kendimi alamıyorum.
‘Sanırım, bütün sınıfta böyle düşünen senden başkası yok.’
‘Yo, hayır, daha şimdiden dört kişiyiz.’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:134)
“... ama sonra, hemen yakınımıza yerleşmiş bayları görerek güldü ve ayağa kalkıp:
‘Yo yo, serin hava iyi gelir,’ dedi, ‘giysilerimiz ateş ve dumanla dolu. Hem ben de, pek içmiş değilim
ama, nihayet biraz sarhoş sayılırım. Eh, şimdi Allahaısmarladık deyip gidebiliriz.’ ”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri”, sa:6-7)
“Yolda şöylece tanıştığı genç bir bay: ‘Ne o, henüz gemiden inmek istemiyor musunuz yoksa?’ diye
sordu geçerken.
‘Yo, hazırlandım, ineceğim,’ diye yanıtladı Karl, gülümseyerek.”
(F. Kafka, “Kayıp” <Amerika>, sa:5)
“Beni uzun boylu, etine dolgun, güzel bir kadın karşıladı.
‘Yoksa beni tanıyor musunuz?’ dedi. Mırıldandım:
‘Yoo... hanımefendi... tanımıyorum.’ ”
(G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi-Şu Morin Domuzu”, sa:291)
“SEKRETER - Yo, hayır, başınıza iş açmaya değmez. Ahmakın teki.....(Sersem sersem duran YANK’a
aşağılayıcı bir yüzle bakar.) Allah kahretsin, laf anlatılmaz ki sana. Allahın ayısı.
YANK (İşittiği laf üzerine vahşi bir tavırla boşuna çırpınır.) - Ne dedin ne? Seni gidi düdük seni!”
(Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:63-4)
“Harlov annemin sözünü keserek:
-Yooo hanımefendi, dedi, ona ders olsun! Karşısında kim olduğunu öğrenmeden bir daha insana
sataşmaya kalkmasın. Daha genç, öğrenmesi gerek.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:15)
“Lise:
-Hangi iş bu? diye sordu. Delhomme’lar paranızı vermiyorlar mı?
Rose cevap verdi:
-Yoo, veriyorlar. Her üç ayda bir, elifi elifine on ikide. Para şurada, masanın üstünde hazır...”
(E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:184)
Yobaz : Din bakımından aşırı muhafazakar, ince olmayan, kaba, inatçı, söz dinlemez kimse
“Bizim bölükte Şits diye bir er vardı; Porjiçili iyi bir çocuktu, ama biraz yobazdı, hem de ödleğin
tekiydi. Fakir, tatbikatlarda korkunç şeyler olacağına kafayı takmıştı bir kere; yolda susuzluktan sapır sapır
döküleceğiz, sıhhiyeler bizi bir bir toplayacaklar diye ödü patlıyordu.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:430)
yodel, yodle : (İSVİÇRE MYTH.,MUS.) <yod’l> : Tirol ve İsviçre dağlıları tarzında, pesten tize ve tizden
pese ani atlayışlarla geçerek türkü çağırmak, yankıyı dinlemek; Bu tür türkü
Yoga : HİNT Felsefesinin geleneğine bağlı kolu içinde yer alan ve Patanja tarafından kurulmuş olan Felsefe
sistemi.
“Söz konusu sisteme göre, b i r e y s e l r u h’un, Y a r a d a n’la k a y n a ş m a s ı n ı n ya da
b i r l e ş m e s i n i n tek yolu -gerçekliğin ortadan kalktığı- bütün bütüne kendinden geçmek ve VECD haline
ulaşmak için yapıla bir dizi alıştırma ve uygulamalardan geçer.
K u r t u l u ş ’a giden yol , uzun ve zorlu bir yolculuktur. N e f i s, yıllar süren ‘nefsini alt etmeKendini yenme’ çabalarıyla, öncelikle “maddi çabalardan uzak durması”, ikinci olarak, “azla yetinmesi”,
“sıkıntılara katlanması”, “bilgi’yi araması”, “kendini Tanrı’ya ataması” gerekir. B i r e y s e l r u h, daha
sonraki basamaklarda, “duyularını geri çekmesi”, “yoğunlaşması”, “yoğunluğun derinleştirilmesi ve güçlenmesi”
suretiyle, ruhun kuurtulması yoluyla, en sonunda v e c d hailine varır. YOGİ : Ruh, kendini ayrı bir benlik ve
bilinç olarak görmekten kurtulur ve m u t l u l u ğ a k a v u ş u r.
R u h’u b e d e n’in z o r l a m a l a r ı’ndan kurtarmak, sekiz ayrı aşama’yı gerektirir:
1) y a m a
: beş a h l a k ilkesi,
2) n i y a n a
: beş d i n i kural,
3) a s a n a
: d u r u ş’lar
4) p r a n a y a n a :
n e f e s i n k o n t r o l altına alınması,
5) p r a t y a h a r a : d u y u l a r ı n büzülmesi,
6) d h a r m a
: bir nokta üzerine o d a k l a ş m a,
7) d h y a n a
: aynı konu üzerine y o ğ u n l a ş m a,
8) s a m a d h i
: v e c d.
M.Ö. II y.y.’da yazılmış PATANJA’ya atfedilen YOGA Felsefesinin temel metnine : y o g a s u t r a
adı da verilir.”
(Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:1023)
Yoğsam : Yoksa
(Anadolu Lehçesi)
“Bayram, gözlerini karısından ayırmadan:
‘Demek Aşşa mahallenin suyundan içen deli olur?’ dedi.
‘Deli olur.’ dedi Haçça.
‘Ulan imanı yok, sen de mi delisin yoğsam?’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:94)
Yoğun bakım : Bir hastanenin acil ve ağır ameliyat sonrası bakım ünitesi
“TAKLİT
----------Yoğun Bakım:
Uyandım bir gece, bir adam gördüm
ölümle patladı, can çekişen horultulu göğsüyle:
yatağının çevresinde hemşireler
çalışıyordu yaşama döndürmeye.
Bir sessizlik kapladı koğuşu,
sönüverdi mavi lamba:
ilacımı aldım, daldım uykuya”
(Patrick Cullinan<d.1932>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet kitap, 27.06.06)
Johanna : (HIRİS. MYTH.) : İsa’nın sevgili öğrencisi, havarilerinden İsa’ya yakınlığı ile tanınan, İsa’nın
kendisine özel bir sevgi beslediği dört İncil yazarınan biri Johanna’dır. İsa’ya ihanet eden öğrenciyse, on iki
havariden Judas’tır.
“Narziss: ‘... Doğmatizm’in ders kitabında <Doğma’cılık; Dogma: İnak, doğruluğu sınanmadan
benimsenen, bir öğretinin ya da ideolojinin temeli yapılan sav; kesin fikir>, bir insanın tıpkı ötekisi gibi
olduğundan sözedilir kuşkusuz, ama durum hayatın içinde öyle değildir. Bana sorarsan: Kurtarıcı İsa’nın
kucağında son nefesini verdiği sevgili öğrencisiyle (Johanna), kenidisine ihanet eden öbür öğrencisinin (Judas)
yazgıları sanırım farklıydı birbirinden..’
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:53)
Yok; Yok, yok : Şu ya da bu, şu olmazsa bu
“Kesinlikle yalan! Kesinlikle dedikodu! Yok, yok! Hiç öyle bir şey mi olur? Amma kaymakamın kızı
güzelmiş... bir şey bile değil... Ben görmedim a, diyorlar... Diyelim ki bir şeymiş... dünyada bir tane olamaz a...
yok, yok! Yalandır inşallah!”
(R.M. Ekrem, “Çok Bilen Çok Yanılır”, sa:24)
“Sıcak bir haziran sonu. Güneş var. Kuzeyin güneşi parlak ya, yine de Akdeniz güneşinin en küçük
gölgeleri silen, yorulmaz gücü yok gibi onda. Alandan terminale değin yürünerek gidilecek. Ve bir şarkı çalıyor
uçaktan iner inmez. Lili Marlene. Yok, daha neler! Bu kadarı da tuhaf doğrusu.”
(Füruzan, “Yeni Konaklar”, sa:25)
“Edvarda, tülün gerisinden doğru bana şöyle bir baktı, sonra yine köpekle fısıldaşmaya devam etti,
köpeğin tasmasına bakıp okudu:
‘Demek senin adın Aisopos... Doktor, Aisopos kimdi? Ben sadece, masallar yazdığını hatırlıyorum.
Frikya’lıydı galiba. Yok, belki de yanılıyorum.’ ”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:15)
“‘Bayan Diane, hiç olmazsa siz orada sosyetenin göbeğinde sayılırsınız. Yok kedi gösterileri, yok köpek
yarışları, hele erlerin paşa, paşaların mağaza yöneticisi gibi gövde gösterisi yaptıkları askeri spor oyunları...’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:171)
“Abdülvahap Bey için bu kasabada çok kötü şeyler söylüyorlar. Adamcağızı hallaç pamuğu gibi
atıyorlar. İtin gö.üne sokup çıkarıyorlar. Yok, o, kendisine üç tane çiftlik, beş tane saray gibi ev almış. İstanbulda
Boğaziçinde her çocuğuna bir yalı yaptırmış. Yalan efendim yalan. Külliyen yalan. O, herkesi ev sahibi yaptı da
kendisine bir kulübecik bile almadı. Bu yörelerde, adalarda, yaylalarda, Rumlardan ne kadar ev, ne kadar
zeytinlik, ne kadar bağ bahçe, ne kadar tarla kalmışsa hepsini fakir fıkara göçmenlere dağıttı.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1-Fırat Suyu Kan akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:46)
“Yok, doğuştan ya da Tanrının gözünde proleterya sınıfına aitseniz, hemen bir kimsenin çıktığı özel
okulun kravatını takmasına dudak bükmeyin; o adetin altında, kullanmasını bilene yararlı olan birtakım bağlar
yatar.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:297)
“‘Papazın işine gelmedi; arası çok geçmedi, gelip olur olmaz şeyler sordular, olur olmaz ricalarda
bulundulkar, başıma türlü dağdağa açtılar. Her yıl fukaraya iki üç yüz frank dağıtmak istedim; yok bunu bir
takım papaz kurumlarına vermeli imişim, razı olmadım, türlü hakarete uğradım.’ ”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:5)
“Tüccar tam bir şey söyleyecekti ki, kadın, ‘Yok, yok, o günler geçmişte kaldı artık,’ diye araya girdi.
Ama avukat:
‘Bırakın beyefendi bize düşüncelerini açıklasın,’ diyerek kadının sözünü kesti.
Yaşlı adam, ‘Eğitimden, budalalıktan başka bir şey çıkmıyor!’ diye kararlı bir sesle kestirip attı.”
(L. Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, sa:12)
Yok canım : Hayır, öyle değil
Bk.: Yok efendim
“NAHİDE HANIM : (Birden SİNAN’a) Sinan, senin dilinin altında birşeyler olabilir. Hatta var gibi
geliyor bana.
SİNAN : (Müstehzi-Alaylı gülümseme ile) Üzgünüm anne, babamın sizi aldattığına dair hiçbir şey
bilmiyorum.
NAHİDE HANIM : Yok canım, ben de böyle bir şey sormuyorum zaten. Sadece söylemek
istediğim...”
(S.K. Aksal, “Oyunlar-Şakacı”, sa:110)
“Bir anda neye uğradığımı şaşırdım. Yalnız ikimize ait sandığımız gizli ülkeye, o girilmez kaleye
düşman askerleri girmiş gibi br anda yerle bir oldum. İzin isteyip üstümü yıkamaya gittim. Yok canım belki de
bana öyle gelmişti. Ama bilmemelerine imkan var mıydı?”
(K. Başar, “Başucumda Müzik”, sa:183)
“‘Yok emmi... biz valla bir şey yapmadık. Sabahtan beri orak tarlasındayız. Görüyorsun...’
‘Bir şey mi çaldınız?’
‘Yok canım.’
‘Hele hele?’
‘Yok emmi, valla çalmadık.’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:104)
“KALBİ KIRIK GEZGİN
-------------------------------terli, yapış yapış bir çingene
yaklaşıyor topallayarak bana
kucaklıyor, öpüyor alnımdan
‘saçlarını severim senin,
seksi çocuk, bob marley’im benim’,
fısıldıyor, neşe dolu, dişleri eksik
‘ne kadar istiyorsun arkadaş?
100 euro, 150 euro?
haydi, sev beni erkeğim!’
ben mi? yok canım
çiftleştirmem insanoğlunu yorgun ineklerle”
(Vonani Bila<d.1972>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.11.06)
“STEPAN - Çok güçlü bir belleğiniz var, sevgili dostum. Teşekkür ederim.
VARVARA - Sorun o değil. On beş yıldır bir sözcüğünü bile yazmadığınız bir kitap hakkında orada
burada konuşup duruyorsunuz, sorun bu.
STEPAN - Yok canım, yoksa iş çok basit olurdu o zaman. Ben verimsiz, yalnız biri olarak kalmak
istiyorum.”
(A. Camus, “Ecinniler”, sa:22)
“Kaptan:
-Bu deve sizin mi? diye soruyor.
Tarascon’a böyle bir hayvanla birlikte gitmek düşüncesiyle titreyen Tartarin:
-Yok canım, diye yanıt veriyor.
Kara gün dostunu saygısızca yadsıdıktan sonra ayağıyla Cezayir toprağını itiyor ve kayık bundan
aldığı hızla ilerliyor.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:135)
“-Alaya başladınız Aleksey Fedoroviç.
-Yok canım, şaka söylüyorum, darılma. Aklımda bambaşka şeyler var. Yalnız, müsaadenle, bütün
bunları sana böyle noktası noktasına kimin anlattığını sorabilir miyim?”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:123)
“ ‘Yok canım! Bir cisim, gittiği yerde bulunan havayı hareket ettirdiğinde, havada gidip onun bıraktığı
yeri kaplar! Dar bir yolda karşıt yönlere giden iki insan gibi. Karınlarını içlerine çekerler, ikisi de duvara iyice
sürtünerek, biri yavaş yavaş bir yöne doğru süzülürken öbürü de karşıt yöne doğru süzülür.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:317)
“‘Üç kuruş, lütfen!’ dedi biletçi amca. ‘Kız kaç yaşında, yedi var mı?’
‘Yok canım... Onun boyuna bakma, daha beş buçuk yaşında!’ diye yanıtladı beybam.
Biletçinin inanmayan bakışının ardından bir ‘la havle...’ çekti. Eminim, dükkanda olsa küfrederdi.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:7)
“MARTA - O halde açayım mı?
ELIZABETH - Hayır, dün gece yatağıma kimseyi almadım ama üç gün önce aldığım orada olabilir.
MARTA - Yok canım! Tamam... Hırçınlığın üstünde bu sabah.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:9)
“Lacrisse gözünü defterden kaldırmadan yanıt verdi:
-Ama o bütün bunları bizi kollamak niyetiyle yapmadı.
-Evet, elinden fazla bir şey gelmiyordu. İşe bir sürü general karışmıştı. Dupuy durumu hemen kavradı.
Herşeye rağmen çok şey borçluyuz ona.
-Yok canım! dedi Henri de Bréce. Nasılsa biz de Déroulede gibi beraat ederdik.”
(A. France, “Bay Bergeret Paris’te”, sa:63)
“Acaba annesi, babası hayatta mıdırlar? Yok canım, kemikleri bile erimiştir! Oğullarının kahramanlığını
belgeleyen İstaklal Madalyasını alabilmişler midir? Çünkü kağıt da bende kaldı.”
(Füruzan, “Gül Mevsimidir”, sa:118)
“Halk arasında Hitler’in uçaklarının İstanbul’un üstünde uçtuğu söylentisi.
Daha akıllı, siyaset bilir geçinenlerinse ciddi açıklamaları.
‘Yok canım, olmaz elbette.’ ”
(Füruzan, “Yeni Konuklar”, sa:24)
“Amédée usulca:
-Korkarım ki problemden gene uzaklaşıyorsunuz.
-Yok canım, siz benim düşüncemi izleyemiyorsunuz, dedi Julius. Uzun sözün kısası, dilekçeyi bizzat
Kutsal Babamıza sunmaya karar verdim; bu sabah da kendisine vermeye gittim.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:129)
“‘Hatice Nine’nin kızı Sedef’le saatlerce bir odaya kapanıp mırıl mırıl konuşuyorlarmış...’
‘Yok canım...’
‘Sen hala yok canım de...’
‘O kaba saba köylü kızı ile mi?’
‘Hangi kaba saba köylü kızı bey?...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:50)
“Köylü ‘evet,’ diye başıyla beni doğruluyor. ‘Şu kızların bulunduğu saraydan daha geçenlerde
çamaşırların yarısını aşırmışlar. Gözünüzü iyi açın, yoksa sizin kapıyı da çalarlar.’
‘Yok canım, biz zaten gözümüzü dört açtık.’
‘Bunlardan her şeyi umarım. Bu yabani otların köküne kibrit suyu hepsinin!’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:47)
“Bu durumda bozuşmalar, doğulu biçimde; iğrenç, çirkef, kesin oldu. Taraflar bir bayağılık batağında
boğularak. Hepsi bu kadar mı? Yok canım beteri de var. Kadın var.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:9)
“-Bu dostluk sizin için hiçbir kıymet ifade etmez şüphesiz, dedim. Ama ben bir rüyaya kavuşacağım.
Pervin’in anlattıklarından sonra adeta bir servet edinmiş gibiyim; düşüncenin, ülkünün, duygunun serveti...
-Yok canım!”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:80)
“Murat Bey, onu, misafirlerine takdim ederken Kuva-yi Milliye’nin birkaç önemli başarılarını saymış:
‘İşte, onların kahramanı bu Hakkı Bey’dir,’ demişti. Fakat, Selma Hanım, bir kahramanı, hele bir
Kuva-yi Milliye kahramanını hiç böyle hayal edemiyordu. Murat Bey’e: ‘Yok canım, bizimle alay mı
ediyorsunuz?’ diyeceği geldi.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:40)
“Aynı şekilde, bazen erkeklerin ne kadar büyük bir kısmının kaba ve itici olduğunu düşündüğümde, bu
yorumun bir gerçeklikten değil, benim bakışımdan kaynaklandığını kabul etmeliydim. Ya da adamın birini
güvenilir ve yakışıklı bulduğumda... Yok canım, birini yakışıklı bulduğumun benim bakışımla ne ilgisi vardı?”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:34-5)
“-Sizi beklettiğime ve buraya kadar gelmek zahmetine katlandığınıza çok üzüldüm... Telefonla bizimle
konuşmak istediğinizi söylediniz. Halbuki sizi rahatsız etmeyelim diye kocamla size gelmeyi düşünmüştüm,
dedi.
-Yok canım... Zaten ben sizi yalnız görmek istiyordum. Memnun oldum.”
(A. Maurois, “Ruh Tartıcısı”, sa:175)
“Yok canım! Genç kadın. Otuzunda var yok. İriyarı, kuvvetli, çenebaz. Sabahtan akşama kadar atsın
kahkahayı. Bizimkinin baş dostu. Eh, bok boku tabakhanede bulur, ne olacak.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:9)
“‘Ne haber?’ dedi Melek. ‘Nasılsın bakayım? Neşeli gözükmüyorsun!’ Fırtına gibi odaya girip bir daire
çizmiş, hemen gözden geçirmişti bile.
‘Yok, canım, iyiyim...’ ”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:553)
“PARONI - Ne var? Dövüş filan oldu mu?
İKİNCİ YAZAR - Kıyasıya.
BİRİNCİ YAZAR - Köylerden gelmiş sosyalist bir güruh!
PARONI (Çabuk.) - Cappadonacı’lara mı saldırıyorlar?
ÜÇÜNCÜ YAZAR - Yok canım, bizimkilere, bizimkilere!”
(L. Pirandello, “Üç Kısa Oyun-Aptal”, sa:56)
“SUE, avutmaya çalışır. - Yok canım… Sen de artık kendini büsbütün kuruntuya kaptırdın….. (Kapı
açılır, Nat görünür….. Delikanlı görünüşte çökük omuzlu, sararmış yüzlü, kasları gelişmemiş bir ev içi ürünüdür.
Drew büyük bir samimiyetle ona hitap eder.) Merhaba Nat! Şeytanı an karşına çıksın! Şimdi Sue ile birlikte
lakırdını ediyorduk.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:49)
“ ‘Yok canım, öyle zorla alıkoymma değil tam olarak,’ diye karşılık verdi bakan. ‘Ne var ki, elbette
çıkmak kolay değil.’ Başkan, başını üst üste bir kaç kez sallayıp onayladı.
‘Özellikle şimdi,’ dedi Don Gaetano imalı bir dille. ‘Sizi hemen kovacaklar’ mı demek istiyordu,
yoksa ‘Michelozzi’yle yaptıklarınızın hesabını vermeden bir yere gitmiyeceksiniz’ mi?’ Gerçek şu ki, imalı
konuşuyordu. Ve eğleniyordu.”
(L. Sciascia, “Her Türlü”, sa:129)
“Akulina Teyze oğlunu kucağına alarak:
-Arkama takıldı, dedi. Bırakacak kimse de yoktu.
-Şimdi biz kocaman bir tavşan ürküttük. Patır patır kaçınca öyle korktuk ki!...
Akulina oğlunu yere indirerek;
-Yok canım! dedi.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Çilekler”, sa:112)
yoke : (ZOO., KOLL.) <yo’k> : Boyunduruk; sakaların omuz sırığı; (FİG.) bağ, esaret; nikah bağı; hizmet,
evlendirmek; kulluk; byunduruğa koşulmuş çift hayvan; birlikte çalışmak; yokefellow, yokemate : iş veya hayat
arkadaşı; yoke of the rudder : (DENİZ) dümenin boyunduruk yekesi <dümeni sağa sola çevirmek için başına
takılam ağaç ya da metal kol>; under the yoke : boyunduruk altında, esarette : yokel <yok’l> : Köylü, çiftçi
yamağı
Yok efendim : Yoo, öyle değil, hayır
“Ekmekçi aldırmadı, sürdürdü konuşmasını:
-Belki de bu yosma, İspanya’dan döndükten sonra artık hanım hanımcık evinde oturd u, sanırsınız ha!.
Yok efendim, ne münasebet!.. Kocası işi tatlıya bağlamıştı ya! Karı yine azdı. İspanyol’dan sonra, bir subay
peydahladı.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:19)
“Kimi, efendim milattan bin beş yüz yıl evvel Firavun Tutmosis’in emriyle yapılmış demiş ve sonraları
Üçüncü Ramses tarafından zorla gasbedilmiş de miş miş; nihayet, Roma İmparatoru Augustus tarafından
dikilmiş. Yok efendim, Theodosius bunun üst kısmını Mısır’dan getirtmiş.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Maui”, sa:79)
Yo’kel : (DİL,İNG.,SOSY.,KOLL.) : <Yo’kel> : Küçültücü bir sözcük: Hödük, andavallı, taşralı, cahil
Yok hayır : .....öyle yapmadığımıza göre... öyle istemediğinize göre....
“... eğer vakit olsaydı da her zamanki gibi Marnal’dan sizin için yer ayırtmasını istemiş olsaydınız, işte
tam burayı isterdiniz, yok hayır, kendiniz telefon edip ayırtırdınız yerinizi, çünkü birkaç günlüğüne Roma’ya
sıvıştığınızı Scabelli Şirketinden kimse bilmemeliydi.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:14)
Yoklamak : Şöyle bir elden geçirmek, muayene etmek; Araştırmak; Fiziksel olarak ya da gözleriyle, birinin
vücudunu ölçüp biçmek; İncelemek; Yasal bir konumda özel konuşup fikir sormak, bir hal yolu aramak, örneğin
para vermek (Argo)
“Reyiz Bey, coşkunlukla güldü:
‘Bir kere bu Irazca soykası erkan harp gurmayı gardaşım Muhtar. Yedi düvele garşı duracak orasbı.....
Emme en iyisi, Bayram Gara’yı şahsi davasından vaz geçirmektir. Neyse! Ben birezden Erle garagoluna bir
tilafon açar onbaşının gulağını bükerim. Müteber adamdır. Savcı beyi de yoklarım. Emme bak Muhtar, böyle
zamanda cüzdan dolu olmak gerek. Buna çok dikkat et...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:123)
“Aynı anda birdenbire bir kadına doğru eğilen ayakkabıcı onun çenesini sıkarak yüksek sesle ‘Gugu’
dedi ve balık etindeki gövdesinin çizgilerini şehvetten ağzının suyu akarak bakışlarıyla yokladı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:69)
“Bill yabancının bütün ceplerini yokladıktan sonra iğrenerek geriledi:
-Bir altın saat bile yok, utanmıyor musun hiç? Ağarmış yontu kılıklı herif. Bu başgarson kılığıyla ve
kontlar gibi çalımla dolaşmaktan sıkılmıyor musun? Tren paran bile yok. Servetin nerede?”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:107)
“‘Neden bunu benden daha vakitlice istemedin?’ ‘İlham perisi geleceğin önceden haber vermiyor ki,’
dedim. ‘Ama dur bekle bakalım,’ dedi kadın, her zamanki gibi herhangi bir erkekten daha bilgiç edasıyla,
piyasayı şöyle adamakıllı bir yoklayabilmek için hiç değilse iki gün beklememi istedi.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:10)
“Kız bayılmamıştı bile. Ayağa kalktı, ötesini berisini yokladı, acıyan diz kapaklarına bakmak için,
etekliğini, fütursuzca, butlarına kadar sıvadı; hala, öyle soluk soluğa idi ki, konuşamıyordu.
-Bakın, şurası işte, acıyor... Ama, kımıldatabiliyorum, bir şey olmamış... Aman ne korktum! Yol
üstünde olsaydım pestilim çıkardı!”
(E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:7)
Yok, nerde : Hiç de öyle değil, eskisinden farklı
“HAMLET - Ben orada iken gördükleri itibarı hala görüyorlar mı? Yine o kadar rağbetteler mi?
ROSENCRATZ - Yok, nerde, hiç değiller.
HAMLET - Ne oldu? Pas mı tuttular?”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:65)
Yok pahasına : Çok ucuza, nerdeyse bedava
“... belki biraz yükselir diye bekletilen üstüste yığılı yassılmış üzüm çuvallarında sıçanların geçitler açıp
yuva yaptığı, arpaların güvelendiği, Rüstem Bey’in her ay İzmir’den otelin kazancını almaya geldiğinde ‘Evin
geçimi nerdeyse bura,dan gelen paraya kalacak’ dediği <otuzlu> yıllarda yok pahasına satılan topraklardan sonra
kalan birkaç parça tarlayla bağı 1955’te Rüstem Bey ölünce İzmir’de evli üç kızı satıp parasını bölüşmüşler.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:131)
“Laf kalabalığına getirip insanın gözünden sürmeyi çeken yatırımcılarla bir öyle bir böyle konuşan tıbbi
malzeme şirketleri arasında sıkışıp kalan adam, sonunda kendi bulduğu cihazı yok bahasına kaptırdı, eline biraz
para geçtiyse de içinde yüzülecek kadar değildi, aslında o kadar azdı ki daha bir yıl geçmeden paralar suyunu
çekti.”
(P. Auster, “Kış Günlüğü”, sa:127)
“-Elmaslar bende! Elmaslar bende! Güzel elmaslar! Ne elmas, ne elmas! Hem de yok pahasına. Hey!”
(H. de Balzac, “Tefeci Gobseck & Üç Öykü”, sa:51-2)
“Evet, Robert son derece gururlu ve alçakgönüllü, daha doğrusu halkın ilgisini önemsemeyen
Bourgweilsdorf’un yeteneklerini ortaya çıkarmak için elinden geleni yaptı. Ama Bourgweilsdorf’un ölümünden
sonra kurnazca bir planla, daha önce yok pahasına elde ettiği dairesindeki iki tabloyu, çok yüksek fiyatlarla
sattı.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:72)
“ANNE - Bu hayatın gidişidir: insan malı ve mülkü, kanı pahasına satın alıyor. Ben ona daha yüksek
bir bedel verdim: tüm gençlik hayatımı yok pahasına sattım.…. o kadar para biriktirdim ki, artık bugün
muradıma ermiş sayılırım..
(H. Ibsen, “Brand”, sa:65-6)
“‘Hey! Tüysüz delikanlılar
Bıktım satılmaktan, satmaktan kendimi
Alıcı bulamamaktan.
Yok pahasına veriyorum hepin, kendim de cabası
Sırayla beyler, sırayla!’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:529)
“Değiş tokuş günlerinde, mallarını satmak istiyen yöre köylülerinin, kasabanın Rumları da mallarını
Cafere getiriyorlar, yok pahasına veriyorlardı.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:238)
“Doğdukları evden, karınlarını doyuran topraktan ağlayarak uzaklaşır zavallılar ve barınacak yer
bulamazlar. O zaman kap kacaklarını, pılılarını pırtılarını yok pahasına satarlar. Onlar da bitince ne kalır
yapılacak: Çalmak ve Tanrı buyruğuyla asılmak.”
(Th. More, “Utopia”, sa:28)
“neden mümkün olmuyor
ayrılmak
yok pahasına tüketmeden her şeyi”
(M. Mungan<d.1955>, “Timsah Sokak Şiirleri”, ‘Bir Fincan Kahve’, sa:43)
“Deniz Fragmanları
------------------------Soluk renkli ceketini giymiş kadın
Midyelerin içine gizlediği yalnızlığını satıyor
Yok pahasına köprü başında.
Akşam geç vakit balıkçılar geçecek
ve aralarında en sarhoş olanı
‘ağları yamar mısın bu gece’
Diyecek.”
(Sofia Nestorova<d.1955>-Kadriye Cesur; Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.04.09)
“Haladan para istememeye kesinlikle karar vermişti. İstemeyecekti de napacak? Orasını bilmiyor,
düşünmeye de yanaşmıyordu. Belki okul arkadaşlarının varlıklılarına, uzak akrabalarına, baba dostlarına baş
vuracaktı. Avukat bazı hisseli arsaların satışı imkanından söz etmişti. ‘Veririm yok pahasına ... Yok pahasına
verilince alıcı bulunur elbette...’ ”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:51)
“HER ŞEY ÖYLEDİR <1959>
Sizlere söyledim - gerçek yoktur,
bekleyenlerin yolu öyledir.
Her sabah
her gündüz patlamayacak
---------------------------Dinle, kara yılan çıkıverdi karşımıza.
Göğe kadar bağırıyoruz,
düşerek inliyoruz?
Canım, cahillik yok edecek bizi.
Kötü kokular yayılmış
ve rüzgar tokat gibi patlayıverdi:
Az ışık için
öleceğiz yok pahasına.”
(Bratislav Taşkovski-Erol Tufan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.07.02)
Yoksa : Şüphe, tereddüt, kararsızlık ve umut bildiren bir ünlem
“‘Mösyö Saint-Caliste! Hangi rüzgar attı sizi buraya? Söyleyiniz bana, nasıl yardımcı olabiliriz size?
Bir kolonya mı? Bir vetivera esansı mı? ..... Saçlarınıza gerçek abanoz rengini yeniden kazandıracak bir losyon
mu? Yoksa...’ ”
(I. Calvino, “Jaguar-Güneş Altında - Ad, Burun”, sa:12)
“Fischerle tabakayı çabucak iki kez daha ceketine sürttü, sonra açtı ve şöyle gakladı: ‘Allah Allah!
Bana baksana sen! Bu tabaka benim!’ Böylesine sorumsuzca yarattığı ortamdan dolayı onu bağışladılar; ona
kendi tabakasını vermezlik etmemişlerdi ya, zavallı bir kötürümdü zaten... Yoksa, başkası olsa böylesine ucuz
kurtulamazdı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:253)
“‘Yiyecek bir şey getireceksin,’ dedi. ‘Yoksa yüreğinle ciğerini deşerim senin, anladın mı?’ Ödüm
kopmuştu. Öyle de başım dönüyordu ki. Ona sımsıkı sarılarak:
‘Lütfen beni ayağa kaldırın, yoksa içim dışına çıkacak,’ dedim.
Bunu söyleyince, bu kez beni ters çevirdi. Karşımdaki kilise adeta takla attı.”
(Ch. Dickens, “Büyük Umutlar”, sa:8)
“-Yeğen, Tanrı aşkına söyle, ne oldu sana? Gülmüyorsun, konuşmuyorsun, yemiyorsun, içmiyorsun?
Hasta mısın? Yoksa başka bir derdin mi var?”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:31)
“Johann Buddenbrook’un küçük ve çukur gözleri bulanmaya başladı ve şakak kemiklerine kadar
uzanan kırmızı çizgiler oluştu gözlerinin kenarlarında. Laf olsun diye sormuştu, yoksa bu bir tek alacaklının
vadeyi uzatmasının durumu pek de değiştirmeyeceğini çok iyi biliyordu. Ama bu adamın kendisini reddediş
biçimine çok öfkelenmiş ve büyük utanç duymuştu.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:200-1)
“Acaba eski dünya neler demiş, görelim,
Sendeki görmelere değer güzelliklere;
Onlar mı üsütün, biz mi, bu işin ustası kim,
Yoksa dönüp dolaşıp geldik mi aynı yere?”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:59, sa:159)
“LADY UTTERWORD - Hata edersiniz, Mr. Dunn. Sizi çok rahat ettirdim. Akşam yemeğinde acaba
sırma işlemeli mor sabahlığımı mı giysem yoksa allı yeşillisini mi diye kafa yormadınız. Bu gülünç işleri
yaparak hayatı sadeleştirecek yerde, büsbütün karman çorman ediyorsunuz.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:134-5)
Yoksa yandın : Gerekli mali gücün ya da bir arkan yoksa halin duman
“DELİ - Hafızanı beslemek için gerekli olan vitamini, proteini, şekeri, yağı ve kalsiyum fosfatı alacak
gücün var mı? Yoksa yandın, ben yargıç olarak senin tanıklığını yok sayarım... Çünkü sen oyunun kuralları
dışındasın, sen ikinci sınıf bir vatandaşsın çünkü!”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:70)
Yoksul; Yoksulluktan nefesi kokmak : Fakir; Fakirliğinin, yokluk ve açlığının çevre tarafından bilinmesi
Bk.: Açlıktan nefesi kokmak
“Hepsi birbirinden düzenbaz; yalnız ötekiler rugan iskarpin giyer, bizim avanakların yoksulluktan
nefesleri kokar, üstelik buna aldırmazlar.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:108)
“Ötede beride, başı sarığın şalına tümüyle gömülmüş, bileklerinde sıkılan rahatsız bir şalvar, yoksul bir
Türk ya da başka bir Balkanlı görülüyordu. Adrian bir an duruyor ve acıma duygusuyla onları gözleriyle
izliyordu. Ovidius Meydanı’nda <Köstence’de>, Makedonya Lokantası’nın yerini kendisine gösterecek bir tek
adama rastlamadı.”,
(P. Istrati, “Sünger Avcısı-Sotir”, sa:101)
Yoksunluk sendromları : Afyon, haşhiş, eroin, kokain gibi majör narkotiklerle bağımlılık kurmuş kişiler,
bunları aniden kestiklerinde 24-48 saat zaman içinde yüzyüze geldikleri, hayatlarını dahi tehlikeye sokabilecek
klinik belirtiler: Konfüzyon <zihin karmaşası>, delüzyon <sanrılar>, hallüsinasyon (hayal görme), baş ve mide
ağrısı, aşırı titreme, kaşınma, nabız ve tansiyon yüksekliği, kusma, bayılma, sara nöbetleri, koma v.b.
semptomlar.
“Uyuşturucu Bağımlılığı ile Mücadele Merkezi’ndeki genç doktor reçetenin altına imzasını attı ve
yüzünde sert bir ifadeyle bana doğru uzattı. ‘Unutma, bunu aldıktan en azından kırk sekiz saat sonra, yoksunluk
sendromları tam olarak etkisini göstermeye başladığında bana gel,’ dedi, dimdik gözlerimin içine bakarak. ‘Zor
olacak, ama eğer dediklerime harfiyen uymazsan daha da zorlaşır, tamam mı?’ ” ..... “Uyuşturucu
bağımlılığından dolayı ‘Kaşınma’nın en bilinen örneklerinden biri ‘Trainspotting’ filminde Ewan McGregor’un
oynadığı Renton karakterinin yaşadığıdır herhalde. Birkaç günlük yemek ve içecek ile bir odaya kenetlenmiş ve
kendi haline bırakılmışltır. Hayal edebileceğimiz en korkunç fiziksel ve zihinsel deneyimleri; titremeleri,
halüsinasyonları, bulantıları geçirir. Klozetin içine tırmandığını hayal ettiği kısım meşhurdur.” ..... “Metadon’un
etkisi genelde yirmi saat sürerdi, bu yüzden günün ilk bölümü yeterince kolay geçti. Bob ve ben bol bol oynadık
ve işini halledebilmesi <idrara çıkma> için kısa bir yürüyüşe çıktık. Ardından külüstür ‘Xbox’ımda orijinal
‘Halo2’ oyununun çok eski bir versiyonunu oynadım. O anda her şey süt liman görünüyordu. Ama bunun uzun
sürmeyeceğini biliyordum.” .....
“Yoksunluk sendromları, metadon’u aldıktan tam yirmi dört saat sonra
başladı. Bunun sekiz saatini küfrederek ve kasılarak geçiriyordum. Gece yarısı olmuştu, uyumam gerekirdi, bir
süre içim geçti, ama çoğunlukla bilincimin yerinde olduğunu hissediyordum Rüyalarla veya daha doğrusu
halüsinasyonlarla dolu tuhaf bir uyku şekliydi..... eroin bulduğuma dair açık seçik rüyalar gördüğümü
anımsıyorum. Bu tarz pek çok rüya vardı ve hepsi aynı gidiyordu:Ya bulup dökülüyordum, ya buluyor ama
iğneyi damarıma sokamıyordum ya da bulup kullanamadan polis tarafından yakalanıyordum..... Tuhaftı. Yıllar
önce eroini bırakmak bu kadar kötü gelmemişti. Metadona geçiş makul derecede kolaydı. Bu ise tamamiyle
farklı bir deneyimdi.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:179;182)
Yokuş aşağı gitmek : Madden ya da maddeten varlığını, servetini, sağlığını, enerjisini yitirmek
“Birinci neden yaşamındaki her şey aynıydı ve bir kez gençliği sona erdi mi hep yokuş aşağı gideceği
belliydi: yaşlılık, dönüşü olmayan izler bırakacak, hastalıklar birbirini kovalayacak, dostlar birer birer yok
olacaktı.”
(P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:16)
Yokuş tırmanmak : Yokuş çıkmak; hayat mücadelesinde engelleri aşarak yücelmek
“Bir saat sonra Papaz Bayırı’na çıkan dik yokuşu tırmanıyordum. Atımdan inmiştim. Hava çok güzeldi.
Gökte ufak bir duman bile yoktu.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:233)
“Mösyö Hannequin heyecanla:
-Tabii, dedi, gideceğim ve geleceğim!
Tekrar yokuşu tırmanmaya başladılar.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:140)
Yok yere : Boşuna, beyhude
“‘Peki yarın?’
‘Yarın ayrı hikaye. Üzgünüm ama yarın büyük gün, hazırla kendini.’
‘Niye kabul ettim gelmeyi, hatırlamıyorum. Bunca sıkıntıya yok yere girmişim gibime geliyor.’ ”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:11)
“... bir hayat kurdu. Tek kişilik bir hayat. Savaşın gerçekleri, her çeşit gerçeğin önüne geçti. Bu da bir
yanıyla işine geldi; kendi firar ruhuna, kendi kaçaklığına bahane oluyordu. Dönmeye kalktığında yeni rejimin
yok yere hışmına uğramaktan korkuyordu.”
(M. Mungan,”Çador”, sa:62-3)
Yok yok : Her şey o kadar bol, yok denen şey yok
“BARTLETT -… Tanrı belası komşuların gözleri faltaşı gibi açılacak. Sana, Sue’ye, çocuğa arabalar,
ipekliler, sizlere yok yok. Yıllardan beridir ki bugünün düşünü görüyorum. Balina yağına kulak astığım yok.
Dostlar alış verişte görsünler.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:15)
Yola çıkarmak; Yola çıkmak : Seyahata çıkmak, bir hedefe doğru yönelmek, yola düzülmek; Başlangıç
noktası almak
“Önümüzdeki konferanslarda ilgili kitaplardan, konulardan ve görüşlerden yola çıkarak ikamet,
komşuluk ve ülke, para ve aşk, din ve yemek-içmek gibi insanla ilgili temel duyarlılık alanlarını incelemeye
çalışacağım.”
(H. Böll, “Frankfurt Dersleri”, sa:7)
“‘Sen ilk tanıdığım adamla aynı kişi değilsin.’
‘Hayır, değilim. Umarım Esther buna sevinir.’
‘Ya sen?’
‘Elbette.’
‘O zaman tek önemli olan da bu. Hadi bir şeyler yiyelim. Fırtına yavaşlayıncaya kadar bekleyelim ve
sonra yola çıkalım.’ ”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:303)
“Denny, yine bilincini kaybetmişti. Onu birkaç kez sarstıktan sonra koyu bir kahve ile kendine
getirmeye uğraşırlarken kahve tepsisi yere düşmüş, yatağın yarısı kahveye bulanmıştı. Manson ziyaret listesini
alarak yola çıkmaktan başka bir çare bulamamış ve sıcağa, sineklere, arabacının sarılığına ve Denny’nin
sarhoşluğuna lanet ederek tekrar yola koyulmuştu.”
(A.J. Cronin”, “Citadel”, sa:75)
“Vegetius ve Frontinus’ <Askerlikle ilgili eser vermiş Latin yazarlar>un bile bilmediği bu ilkelerden
yola çıkarak, eğitimler başlamıştı. Vadi yepyeni kamış tüfeklerine üfleyen Sciapode’lerle doluydu, Porcelli her
ıskalayışlarında küfrediyordu, neyse ki İsa’ya sövüyordu, bu sapkınlar için manevi evlattan başka bir şey
olmayan birinin adını boş yere anmak günah değildi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:429)
“Kartaca üzerine yürümek için o sabah askerleriyle birlikte Hipposarit’ten yola çıkmıştı. Utika’ya
geldiğinde Spendius’un ordusunun yola çıktığını öğrendi. Kent halkı savaş makinelerini ateşe veriyordu. Hepsi
de kıyasıya dövüşmüştü.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:201)
“DELİ -... Biz deli miyiz? Bu olayın sonunda, doğal olarak iki polis yola çıkar, düğmeleri parıldaya
parıldaya, tabancasını göstere göstere, propagandacının evinin kapısını çalar. ‘Tak tak’. ‘Kim o?’ ‘Günaydın,
bağışlayın, meydanlarda pankart taşıyan siz miydiniz?’ ”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ömülü”, sa:90)
“Bizim lisenin önünden sabahın sekizinde yola çıkmıştık. Köy muhtarının odası önünde durduğumuzda
saat iki buçuktu. Nahiye müdürü ‘Hoş geldiniz’ dedi. Jandarma komutanı selam durdu.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:38)
“Ertesi sabah bizi erkenden yola çıkardılar. Tren pırıl pırıl yaz gününde banliyö istasyonunun kapısının
önünden geçti, üstü ve yanları kapalı kiremit kırmızısı vagonlardan oluşan bir yük treniydi. Her vagonda altmış
kişiydik, ayrıca yüklerimiz ve pazıbentlilerin yolculuk için verdikleri şeyler vardı: yığınla ekmek ve büyük kuru
et konservelerinin kiremithane sakinleri için bir lüks olduğunu kabul etmeliyim.”
(Imre Kertész, “Kadersizlik”, sa:64)
“Tonio, onun ölüm yatağının ayak ucuna, gözleri ateş içinde, sessiz ve güçlü bir duyguya, sevgiye ve
acıya içten ve bütünlüğüyle kendini vererek oturmuş; annesi de, güzel ve ateşli annesi de, sıcak göz yaşları
içinde boğularak bu yatağın yanında diz çökmüştü. Ama sonra da o Akdeniz’li sanatçıyla birlikte uzak mavilere
doğru yola çıkmıştı.”
(Th. Mann, “Tonio Kröger”, sa:113)
“BARTLETT, kaba. - Ne hekimin, ne de başkalarının lakırdıları beni yolumdan alıkoyamaz..... (Eve
doğru işaret eder.) Onun inadı yüzünden bekliyor, gündüz gece kendi kendimi yiyorum. Sonunda bu sabah yola
çıkmak için ant içtim.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:75)
“Sete-Sois, Beira’daki garnizonun Alentojo’daki birliklerin yardımına gitmektense olduğu yerde
kalacağı söylentileri ortada dolaşırken çıktı yola. Alentoja’da diğer eyaletlerde olduğundan çok daha ciddi bir
boyutta bir kıtlık vardı. Ordu lime lime, ayaklar çıplak, paçavralar içindeydi; askerler çiftçileri soyuyordu, savaşa
devam etmeye niyetleri yoktu. Birçoğu orduya baş kaldırdı, diğerlerinden kaçanlar oldu, kaçanlar ana yollardan
uzakta kalmaya özen gösteriyordu, karınlarını doyurmak için yağmalıyorlardı, yolda karşılaştıkları her kadına
tecavüz ediyorlardı; kısacası, onlara hiç bir şey borçlu olmayan ve onlarla aynu umutsuzluğu paylaşan masum
insanlardan alıyorlardı intikamlarını.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:32)
“‘İlginç,’ dedi avukat, ‘projeniz ne hakkında?’
‘Edebiyatta sansür,’ dedi Firmino.
‘Bakın hele,’ diye haykırdı avukat, ‘tebrik ederim, ne zaman yola çıkmayı düşünüyorsunuz?’ ”
(A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:207)
“Avrupa monarşilerinin Fransa’da yeni rejimi boğmaya kalktığı ve ‘yurdun tehlikede’ olduğu bir sırada,
buluş güçlerini harekete getirerek, bu ateş çemberini kırıp parçalamak için seferber olurlar. Bu seferberlik,
Avrupa’da ilktir ve Jakoben bir anlayışla yola çıkmıştır.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:241)
“Uzun zamandan beri Martn Petroviç’in evini nasıl kurduğunu, nasıl çekip çevirdiğini öğrenmeyi merak
ediyordum. Bir kez onu atla Yeskovo’ya (yurtluğu ordaydı) götürmeyi önerdim. Martin Petroviç, ‘Bak sen,’
dedi, “krallığımı görmek istiyorsun ha! Hadi gel, sana bahçeyi de, evi de, ambarları da göstereyim. Gösterecek
epey şeyim var hani!’ Yola çıktık.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:21-2)
“Neşe içinde gelin damat gibi Wannsee’ye yola çıkarlar. Patron onların gülüşlerini, çayırlar üzerinde
eğlendiklerini duyar, güle oynaya kahvelerini içerler.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Kleist’, Cilt:I, sa:70)
Yol açmak : Öncülük etmek, sonuçlandırmak, neden olmak
“<Jean Cocteau> Bazı çocukları aptala dönüştüren birtakım obsesif ritimlerin hala kurbanıyım... sofrada
tabakların belli bir düzene göre yerleştirir ya da kaldırım taşları üzerindeki çukurların üzerinden atlarlar.
Çalışmamın ortasında bu semptomlar yakamı bırakmıyor, kapılıp gittiğim hıza ayak uydurmamı engelliyor,
tuhaf, sakat bir yazı biçemi edinmeme yol açıyor, istediklerimi dile getirmemi önlüyor.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:120)
Yola, Yollara düşmek : Yola çıkmak; Yola koyulmak
Bk.: Yola düzelmek, yol tepmek
“Bayram
<Dobromir Tonev’e>
Dizimi kırıp oturmadan daha, bakyollara düşmem gerekiyor yine
yükseğe, hep yükseğe - doğruca göğe.
Orada ağır ağır
şairin kanatlarını temizleyeceğim
küçücük bir fırçayla.”
(Bojana Apostolova<d.1945>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.08.08)
“Ceketlerinin belleri ipinceydi. Küçük ceplerine markalar işlenmişti; ayakkabılarının burnu dört
köşeydi. Kentin göbeğindeki sinemaya gidiyorlardır, diye düşündüm. Onun için böyle erkenden yola düşmüşler,
kahkahalar ata ata tramvaya doğru koşuyorlardı.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:27-8)
“Perşembe günü gelip çatınca, arabaya atlayıp yola düştük. Ama geç kalmıştık; surların önünde sere
serpe uzanmış yatan geniş alana varmamız öğleyi bulmuştu. Alan boştu adeta.”
(E. Canetti, “Marakeş’te Sesler”, sa:7)
“Arabacı öküzlerini koştu, Don Quijote’yi bir ot balyasının üzerine yatırdılar, hayvanların o ağır aksak
yürüyüşüyle yola düştüler; Papaz rehberlik ediyordu; altı gün sonra köye geldiler….. Herkes arabada ne var diye
meraklanıp koşuyor, hemşerilerini tanıyınca, apışıp kalıyordu. Küçük bir çocuk da eve gitti, Kahya kadınla
Yeğen’e, Don Quijote’nin bir öküz arabasında, otlar üstünde, yüzü solmuş, tiridi çıkmış halde geldiğini söyledi.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:410)
“Öğleden sonra iki olmuştu; Petrus yüksek sesle dua etmeye başladığında ortalıkta çıt yoktu:
‘Yüce Tanrım, bize merhamet et, çünkü biz Compostela yollarına düşmüş hacılarız ve burada
bulunmamız bir kusur olabilir. Bilgimizin bizw sırt çevirmemesi için, sonsuz merhametinle el ver bize.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:131)
“Evine giderken düşündükleri böyleydi. Gelgelelim paşaya bir türlü mektup yazamadı, daha doğrusu iki
sözü bir araya getirip istediklerini anlatamadı. Bunun üzerine ertesi gün gene yollara düştü.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:23)
“DON JUAN’IN KENTİ
Yola düşmüş, gidiyorlardı ağır aksak,
Körler, koltuk değnekliler, guatrlılar, kanburlar,
Jandarmalar ve sarhoşlar.”
(R. Desnos, “hayır, aşk ölmedi”, sa:124)
“Seni görmeye geldim Peder. Hakkında duymadığımız kalmadı babacığım, çok şey duyduk. Yavrumu,
oğlumu toprağa verdikten sonra yollara düştüm. Üç manastıra uğradım, bir de burayı salık verdiler.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:66)
“Onbaşı, çavuşa hiç duraksamadan katıldı: ‘Bence de asılmamalı, kurşuna dizilmeli. Diyelim, bizi
çağırdılar ve dediler ki: ‘Rusların mitralyöz bölüğünde kaç mitralyöz (makineli tüfek) var, öğreneceksiniz!’ Biz
de uğrun uğrun yollara düştük ve Allah saklasın yakayı ele verdik. Aşağılık bir soyguncu ya da cani gibi asılacak
mıyız yani?’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:275)
“Zamana hiç değer vermeden ya tozlu yollarda taban teper, ya da furgonlarda kurum kurum kurularak
yol alırdı. Gittiği kent yüreğine kadar giren bu yabancıyı kucağına alarak kulağına eğilip gizlerini dökmeye
başlayınca Ragges pirelenir, yeni bir sevgili peşinde yine yollara düşerdi.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:130-1)
“Ölüm döşeğindeki Buddha’yı görmek için binlerce insanın yola çıktığı sıralarda bir zamanların en
güzel saray yosması Kamala da yollara düşmüştü bir gün. Eski yaşamını çoktan bırakmıştı.”
(H. Hesse, “Siddhartha”, sa:129)
“Saat sekize gelmemişti daha. Deniz kenarında bulacağımı umduğum balıkçı kahvesine gitmek üzere
yola düşecekken irkildim. Karşıdan, koşa koşa, Fikret geliyordu bana doğru. Sesleniyor, gülüyor, kollarını
sallıyordu...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:15)
“Güneş tepeye yaklaşıyor. Andronikos kayadan inmeli, yola düşmeli.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:23)
“Engin kurayı çekmiş. Kilis yolu üzerindeki Mazmahor köyü öğretmenliği çıkmış. İlk olarak Engin’i
öyle bir merak sarıyor ki...Bir de sevinç. Ama korkusu, utancı, yalnızlığı içinde dağ gibi. Cipe öteberisini
yerleştirip düşüyor yola. Yol asfalt yol. Bundan iyisi de can sağlığı.”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:120)
“Şafak atmadan gene yola düşüp, gün doğarken varacağımız yere vardık. İsmail Efendi zehir gibi bir
yüzle:
‘İşte,’ dedi, ‘bundan sonra bütün orman böyle.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:32)
“Dürülü yorganları sırtlarındaydı. Oraklarını da bellerine sokmuşlar, Memed’i bekliyorlardı. Memet
karısıyla konuşuyordu. Sonra:
‘Sağlıcalıklan kal,’ deyip yürüdü..... Gün ışıyordu. Geç kalmışlardı. Düştüler yola.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:9)
“Bir gün seyran da, Azizin geleceğinden umudu kesince, babasının tavlasından bir at çekip bindi,
yollara düştü. Aradı taradı, sordu soruşturdu...”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:121)
“Doyuracak karınları paralarından çok fazla olan bu köylüler (tarım çok kol isteyen bir iştir çünkü)
çoluk çocukları, dulları, yetimleri, ana babaları ve torunlarıyla yollara düşerler.”
(Th. More, “Utopia”, sa:28)
“Yığınla insan yollara düşmüştü, yüzlerindeki ifadesi Hananya’nın haberini getiren o kaçağın
yüzündeki ifadenin aynısıydı. Şaşırmışlardı Yusuf’un haline, biri Yusuf’un kolundan tuttu ve sordu, ‘nereye
gidiyorsun,’ ve marangoz yanıtladı, ‘Seforis’e, dostumu kurtarmaya.’ ”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:133)
Yola düzülmek : Yola çıkmak
Bk.: Yola koyulmak
“Öküzle inek yola düzülmüşlerdi. Eşek, sabanla boyunduruğu sürüyerek ardından yürüyordu. Saban
oku süründükçe: ‘Irr ırr’ bir ses çıkarıyordu. Demiri de çıkarıp boyunduruktan yana sarmıştı Bayram. ‘Nadas
paydos, dur hele...’ diyordu.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:9)
“Meşrutiyet’teydi. Küçük bucağın donanma derneği, komşu köylerden yardım toplamaya gidecekti. Tan
ışığında firuze bir deniz tiril tiril titreyip fısıldarken, küçücük kıyı kasabasından ayrıldılar, kızılağaç köyüne
doğru yola düzüldüler.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:68)
“Uzatmayalım, çingenenin bu semersiz beygirine atlayınca tam öğle sıcağında yola düzüldük.
Bahçeköyünden orman yolu ile Zekeriya ve Uskumru köyleri taraflarına gitmenin ne yaman bir iş olduğunu
bilmem bilir misiniz?”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:105)
“Bozlardan sonra Mustukla gene yola düzüldük şafaktan. Köyü çıkar çıkmaz Mustuk bir boşandı:
‘Sana söyleyim. Teker teker söyleyim efendi. Neden ormanı yakarlar? Tarla açmak için, bir. Tarlanın
etrafı ormanlık olur, içinde kara böcük saklanır (domuz). Kara böcük çok zarar verir mahsule. Çok olur,
öldüremezler.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:41-2)
“Ulrich Kunsi yeniden yola düzüldü. Tıpkı bir avcı gibi iki büklüm, izleri gözleyerek, köpeğe: ‘Ara
tosunum, ara!’ diyerek yürüyordu.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:19)
“Bir ses duydu ve döndü: Chapin’di, yük arabasına binmişti; ona: ‘Vay vay!’ dedi. ‘Yola düzüldün
bile, bu kadar acele mi be?”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:78)
Yola gelmek : Namuslu, dürüst bir vatandaş olmak; Yapılması gerekeni yapma konumuna gelmek; ‘Beni dinle’
“SIMON - Sonra, bilmiyor musunuz? Karılarını da dövenler yok değil, ama sanıyor musunuz ki
bununla yola geliyorlar? Nerede!.. İnadına beterini yapıyorlar. Gebermezlerse, çaresi yok bunun.
LUNARDO - Yok, gebertmek olmaz.”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:91)
“Arif Hoca adında bir arnavut varmış ki, domuz kulağını, birçok ameliyatlarla, bir dürbün haline
getirirmiş; bir kadın bu garip dürbünü gözüne koyarak bir kere kocasına baktı mı, erkek ne kadar haşarı olursa
olsun, hemen yola gelirmiş. Çünkü, bütün kadınlar, ona domuz gibi görünürmüş.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:153)
“‘Bir varmış bir yokmuş! Evel zamanda.....vesaire.’ Bu giriş değil midir? Allah için böyle hiçbir masal
işittin mi ki bu giriş yapılmadan hikaye olunsun? İşitmedin a? Hah, şöyle yola gel.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:23)
“CLEANTE - O yaşta adamın evlenmek nesine? Hiç sıkılması yok mu? Yakışır mı ona böyle
sevdalanmak? Bu işi gençlere bırakmalı değil mi?
JACQUES USTA - Hakkınız var, münasebetsizlik etmiş. Durun ona bir çift laf söyleyeyim.
(Harpagon’a gelir.) Yok canım! Oğlunuz söylediğiniz kadar dikkafalı değil, yola geliyor.”
(Moliere, “Cimri”, sa:106)
Yola getirilmek; Yola getirmek : Birini düzenli, dürüst ve namuslu bir yaşama dönmesini mümkün kılmak,
adam etmek
“CELİLE - Peki peki sustum efendiciğim. (Gidip sedire oturmak ister.)
KOMİSER (Bağırarak.) - Buraya gel... Sana oturma iznini kim verdi? Ciddiyetini takın hanım, yoksa
ben seni yola getirmesini bilirim.”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:102)
“... bu oğlandan her şey umulurdu. Köyün genel düşüncesi bu idi. Çocuğun velisi hakkını taşıyan
yardım kurumu ise; Pavel’in öğretmeni bay Haberecht tarafından ve bütün öğrencilerin önünde, başkalarına ibret
olacak bir şekilde yola getirilmesine karar verildi.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:20)
“ ‘Bir katilin vicdanı üstünde işleyerek onu nasıl yola getirebilirim? Bunun için insanın kendisi
kusursuz olmalı. İnsan kusursuz değilse ve kendi elleri de kanla boyanmışsa, hiç olmazsa düzeltmeye uğraşacağı
eski meslektaşının önünde bir tövbekar rolü oynamalı ve yaptıklarına pişman olduğunu iyice
kanıtlayabilmelidir.’ ”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:III, sa:132)
“Böyle şeylere aldırış etmememi, kızını yola getirmiş olduğunu söyledi. Bunları söylerken öyle bir
şeytani gülüşle güldü ki korktum. O zaman Barbara’nın ikazını hatırladım ve konuşmamız mirasın ne kadar
tuttuğuna gelince miktarı söylemediğim gibi, ticaret tekliflerini de savsakladım.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:55)
“ ‘Bir de utanmadan Tanrılığa özeniyorsun. İhtarımın üsütünden daha yirmi dört saat geçmeden seni
nasıl yakaladım?... İşte, şimdi bütün küçüklüğünle avuçlarımın içindesin. Sana elçi olarak Themis’i değil
kardeşim Pluton’u göndermeliydim. O seni hemen yola getirebilirdi. Yanılmışım. Görüyorsun ya, Tanrılar bile
yanılırlar.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Oyun”, sa:153)
“Putlar, resimler kaldırılacak, putsuz, resimsiz tapınmaya dayanan bir din canlandırılacaktı…..
İmparatorun kendisi handiyse İsa yerine koymaya kalktığı duygusu da kalabalığın korku dolu yüreğinde.
İmparator bunu bir daha göze almayacaktı, öyle söyleniyordu. Resimler yakılacaktı. Yakılacaktı. Direnecekler,
eski inanca körü körüne bağlı kalacaklar, kalmak isteyecekler, kalacağı sezilenler düşünülerek, onları yola
getirmek için…”
(Bilge Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:24)
“Büyükannem de ona bir şamar aşketmiş ve dedemin gözden düşüşünün bir belirtisi olarak o gece
yalnız başına yatıp uyumuş. Verdiği bu ailevi cezanın onu yola getirdiğini umarak ertesi gün kocasını yanına
çağırtmış ama, bakmış ki dedem Nuh diyor peygamber demiyor. Yaşamımda ilk kez, kocasıyla mantık
çerçevesinde içinde konuşmaya ve ona açıklamalarda bulunmaya tenezzül etmiş.”
(A. Puşkin, “Maça Kızı”, sa:117-8)
“LADY UTTERWORD -... Şu gülünç, sahte demokrasinizden vazgeçin. Hastings’e yeteri kadar yetki,
bir de İngiltere adaları yerlisini yola getirecek kadar bambu kamışı verin, bakın memleket nasıl güllük
gülüstanlık oluyor.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:125)
“Eşkiyaların keyf için adam kulağı kestikleri, karıların boğazına nar gibi kızarmış sacayak geçirdikleri,
çocukların sırtlarını yarıp tuz, kırmızı biber ektikleri, genç kızların ayaklarını -paranın yerini söyletmek, anasını
babasını yola getirmek için- ocakta yaktıkları devirlerden kalma bir korku.”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:235)
“-... Nasıl imzalattın katır inatlı hemşerime?.. Yola nasıl getirdin şunca zamandır ‘Olmaz’ diye direten
rezili?
-Laf aramızda, Dadal Efendi, imzalamadı, ne dersin! Önce diller döktüm, ‘Yahu, sadaka istemiyoruz,
hakkımızı arıyoruz! Diretti ki katır kaç para?”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:281)
“Çocuklar İhsan abilerine o kadar bağlanmışlardı ki..... onun sözünü dinliyorlardı.... sobacı Osman
efendi, bir gün, okuldan kaçan on yaşındaki oğlu Mustafa’yı İhsan’a şikayet etmişti. ‘İhsan beyciğim, bizim
oğlanın kulağını biraz çeksenize. Ben biraz yumuşağımdır, kıyamıyorum, annesi de çocuğun canını acıtıyor ve
çocuk bir türlü uslanmıyor. Kuzum İhsan beyciğim, siz şunu yola getirin, çocuklar sizi çok seviyorlar.’ ”
(C.S. Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Küçüklerin Dostu”, sa:80)
“Ama şimdi, evindeki bütün kızları ‘kızlarım’ diye çağırıyor, topunu çelikten pençesiyle yönetiyordu.
Kızları yola getirmek gerekti mi, sille tokat girişmekten geri kalmıyordu, sözlüğü de yakası açılmadık sövgülerle
zenginleşmişti. Orospulardan biri, karşı koymaya görsün, orospuyu gırtlağından yakalıyor, aşağıdan almadı mı
orospu, kıçına tekmeyi basıyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:33)
Yola koymak : Yolcu etmek
“SEGARD - Hangi problemi? Tenacity’nin saat dokuzda kalkacağını mı?
HIDOUX - Hayır canım.. Eh be, çapraşık yollardan gitmeye ne gerek var? Söyleyeyim de kurtulayım
bari: istasyondan geliyorum; az önce trene binip beraber fertiği çeken Bastien’le Thérese’i yola koydum.”
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:61)
Yola koyulmak : Yola çıkmak, yürüyüşe başlamak, yola düzülmek
“Ne yazık ki, neler olacağını görmek fırsatını ne Tom buluyor, ne de başkası.
Bizi son bir sürpriz bekliyor ve bu sürpriz öyle büyük, öyle can yakan, sonuçları itibarıyla öyle
kapsamlı ki, hemen öğleden sonra yola koyulmaktan başka seçeneğimiz kalmıyor.”
(P.Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:184)
“B. TYLER - Peki, yola koyuluyor muyuz?
Bn. ROONEY - Hayır!”
(S. Beckett, “ Bütün Oyunları - 1” , Tüm Düşenler, sa:133)
“Almanlardaki o uğursuz körü körüne itaat eğiliminden yola koyularak bu ülkede tarihsel materyalizm
uygulanmış, ama tarihsel materyal elemeden geçirilmemiş, bunun sonucu olarak da teslimiyet ve üstler
karşısında astlara özgü kılı kırk yararlık bakımından bir Alman mucizesi, Lenin’i şeytani bir gülüşle güldürtecek,
Marks’ın ise küçümsemeyle üzerine tükürmesine yol açacak bir mucize hayata gözlerini açmıştır.”
(H. Böll, “Gül ve Dinamit”, sa:36)
“Yola koyuluyoruz. Yolda, kırmızı sardunyaların olağanüstü parıltısı.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:27)
“Mersault, alandan Zagreus’un villasına inen yola koyulmadan önce bir an durdu. Eşiğe gelince yeniden
durdu ve eldivenlerini giydi. Sakat adamın aralık tutuğu kapıyı açtı ve rastgele kapattı. Koridorda ilerledi, soldan
üçüncü kapının önüne varınca kapıyı çaldı, içeri girdi. Zagreus oradaydı.”
(A. Camus, “Mutlu Ölüm”, sa:23)
“Yeniden yola koyuldu. Öteki şaşkın gibiydi, yeniden ona yetişti.
-Özür dilerim, diye kekeledi. Bu akşam neyim var bilmiyorum!
Rieux hafifçe omzuna vurdu; ona yardım etmek istediğini ve öyküsünün onu çok ilgilendirdiğini
söyledi.”
(A. Camus, “Veba”, sa:97)
“Öğleden sonra yağmur yağmaya başladı. Geçici bir sağnak olduğunu düşünerek bir çitin altına
sığındık. Ama yağmur dinmek bilmedi. Sonunda iliklerimize kadar ıslanmış bir vaziyette yola koyulduk. Bir süre
sonra bir birahaneye vardık.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:81)
“Denny, yine bilincini kaybetmişti. Onu birkaç kez sarstıktan sonra koyu bir kahve ile kendine
getirmeye uğraşırlarken kahve tepsisi yere düşmüş, yatağın yarısı kahveye bulanmıştı. Manson ziyaret listesini
alarak yola çıkmaktan başka bir çare bulamamış ve sıcağa, sineklere, arabacının sarılığına ve Denny’nin
sarhoşluğuna lanet ederek tekrar yola koyulmuştu.”
(A.J. Cronin”, “Citadel”, sa:75)
“L. ANDREYEVNA (Kapıya.) - Anya, giyin!
(Anya girer; sonra Gayev, Şarlotta İvanovna. Gayev’in sırtında, başlıklı kalın bir palto vardır.
Hizmetçi kadınlar, arabacılar toplanır. Yepihodov eşyaların çevresinde telaştadır.)
Şimdi yola koyulalım!”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:172)
“Ertesi sabah gün ağardığında hava güzel ve bulutsuzdu, biz de erkenden yola koyulduk. Tarbes’ın bazı
yöresel yiyeceklerine saldırmaya can atıyorduk, orayla ilgili çok şey duymuştum. Biz hızla yol alırken beyaz
tepeler ufuk çizgisi üzerinde zıplaya zıplaya bize yol arkadaşlığı ediyordu. Havada buz kokusu vardı ama
gökyüzü mavi ve dingindi.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:500)
“Tuvalete giden yol şimdi tamamen insanlarla kapanmış olduğu için Methuen koridorun sonuna,
imtiyazlı yabancılar için ayrılan tuvalete doğru ilerleyip yandaki vagonda arı kovanı gibi duran yolculara bir göz
atmaya çıktı. Tren yola koyulduğu için kimi bir yerlere dayanarak, kimi ayakta, bitkinlikten uyuklarken
rahatlamış görünüyorlardı.”
(L. Durrell, “Sırbistan Üzerine Beyaz Kartallar”, sa:37)
“Bu haber kızcağızı çok üzmüştü. Kendini yere atmış, çığlığı basmış, Tanrıya yalvarmış ve güneş
doğuncaya değin, kırda tek başına inleyip durmuştu. Sonra çiftliğe dönmüş, efendisine, gitmek niyetinde
olduğunu bildirmiş ve ay sonunda, hesaplarını görerek bütün eşyasını bir mendile doldurmuş, Pont L’Evéque’e
doğru yola koyulmuştu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:9-10)
“İNANALIM SOĞUK MEVSİMİN BAŞLANGICINA
-------------------------------------------------------------------ve pörsümüş tecrübelerin köhne meclisinde
ve sessizliğin bilgisiyle donanmış bu gurup vakti
yola koyulup giden
sabırlı
vakur
derbeder
o adama
nasıl dur emri verilebilir”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-inanalım soğuk mevsimin başlangıcına”, sa:104)
“Ertesi sabah aile yeniden yola koyuldu. Araba motelden ayrılıp güneşli güne katılırken, bu yolculuğun
sonsuza değin sürebileceği, duyduğu bu dingin ve olağanüstü özgürlüğün, Yr.’in genellikle çok buyurgan olan
tanrılarıyla yönetim birimlerinin yeni bir armağanı olabileceği geldi Deborah’ın aklına.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:14)
“Artık ne ileri ne geri gitmesi mümkün olmayan bu arabalarda oturan süslü püslü hanımlara etraftan
şaşkın şaşkın, acıyarak bakılır, alay edilir. Uzun süre hareketsiz durmaya alışkın olmayan cins yağız atlar,
önlerindeki tenteli arabanın üstünden aşıp yola koyulmak istercesine şahlanırlar.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:17)
“HAKİKAT
***
Tepeden tırnağa silahlı zalimler
Işığın karşısında put gibi duruyorlar.
Karanlıkta yola koyulmuşlar,
Önlerinde, debdebeli kibirli şeytan.”
(İmad Abdullah Hasan, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:63)
“Dasa’nın niyeti gün ağarır ağarmaz yola koyulmaktı, ama uzun bir uykunun ardından uyandığında
gördü ki, güneş çoktan gökyüzünde parıldıyordu ve yogi meditasyon egzersizine başlamıştı.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:531)
“Sonunda geç vakit gitmeye hazırlanırken gök gürlemeye, çınar ağaçlarının yaprakları arasından hafif
bir rüzgar esmeye başladı. Parayı ödedim; kıza da on fenik bahşiş verdim. Yavaş yavaş yola koyuldum.”
(H. Hesse, “Knulp”, sa:76)
“Belki ilerde bir kimseye rastlarız diyen annesiyle oğlu hemen kalkıp yola koyuldu, koşar adım
yürümeye başladılar. Tam kayığın yakınına gelmişlerdi ki, Kamala olduğu yere yığılıp kaldı, daha fazla ileriye
gidemedi.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:131)
“Öykümün sonunu da, bunun aslını da bilmiyorum.
Sonra, yola koyulmak için kalktı ve ekledi:
-İşte saçmalıklar! Şu serçe masalını da bızım kızıl papazınkine benzeyen erkekliklerini de unut!”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:177)
“Yola koyulduktan bir süre sonra, arabasının yanında yürüyen, kollarını yalvarır gibi uzatan bir çocuk
fark etti. Piachi, arabayı durduttu. Çocuğa ne istediğini sorunca şu yanıtı aldı: Hastalığa yakalanmıştı, onu zorla
hastaneye götürmek isitiyorlardı ve peşindeydiler. Daha önce hastaneye götürülen anne ve babası çoktan
ölmüştü. Tanrı rizası için kendisini de birlikte götürmesini istiyordu.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-Yetim”, sa:107)
“CHRISTOPH - Mükemmel bir öneri!..... İşte gidiyorum, ne kadar itaatli olduğumu şimdi görürsünüz.
YOLCU - Aklınızı başınıza toplayın! Bunun yerine gidip atları eğerleyin ve eşyaları toplayın. Daha
öğleden önce yola koyulmak istiyorum.”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:26)
“Kordoba’da bir kılavuzla iki at kiralamış, tüm eşya olarak da yanıma Sezar’ın ‘Yorumlar’ı ile birkaç
gömlek alıp yola koyulmuştum.”
(P. Mérimée, “Carmen”, sa:40)
“Hoş bir akşam, Deux Chevuax çınar ağaçlarının altında dinleniyor, tekerleklerini çeşmeden avare
avare akan suyla serinletiyor ve Joaquim Sassa buna izin veriyor, okulu ve aydınlık pencereyi aramak için
yürüyerek yola koyuluyor.”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:60)
“-... Haydi bakalım, gidecekseniz toplanın. Gidin bakın sayın dedeniz neler yapıyor. Partiye yazıldıysa
onda çok dedikodu var demektir. Bizim gibi sıradan insanlar onun anlattıklarını anlayabilir mi, ne dersiniz?
-Anne, sen de gel bizimle.
-Gelmeyeceğimi biliyorsun. Haydi bakalım. Koyulun yola. Toplayın tası tarağı.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:150-1)
“Böylece bir iki laf ettikten sonra kızlar Akulina Teyze’den ayrılarak kendi yollarına koyuldular. Bir
fındık ağacının koyu gölgesi altına çöken Olguşka:
-Hadi, biraz oturalım, yorgınluktan ölüyorum, dedi. Ah, şimdi ekmeğimiz olsaydı, ne güzel yerdik!”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Çilekler”, sa:113)
“Ancak yine de bu berbat havada kemiklerime kadar ıslanıp ince tabanlı rugan botlarımla şosenin
çamurlarına bata çıka yürümek yerine rahat, konforlu bir arabada eve ulaşmanın çekiciliğine kapılarak ev
sahibinin önerisini kabul ettim. Yaşlı adam yağmura rağmen beni arabaya kadar geçirip arabanın üzerini örttü.
Şoförün motoru çalıştırmasıyla birlikte gök gürültüleri arasında eve doğru yola koyulduk.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:90)
Yol almak : İlerlemek, yolda ilerlemek, yürümek, mesafe katetmek
Bk.: Yol tepmek
“ARGO GEZİNEN KAYALAR ARASINDA
------------ Derken, yakaladı yine yeniden Argonautlar
rüzgarı ve yol aldılar pupa yelken.
Geçtiler tez zamanda Thrinakia çayırlıklarını
Helios öküzlerini besleyen...”
(Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:23)
“Beş ay ve daha fazla doğudan, hafif ve zayıf olmakla birlikte, uygun rüzgarlar esti. Fakat sonra rüzgar
birdenbire döndü. Günlerce hep batıdan esti, bu yüzden az yol alıyor, bazen hiç alamıyorduk.”
(F. Bacon, “Yeni Atlantis”, sa:31)
“... bu unutuş toprağının üzerinde yılların karanlığında yol alırken, patlama sırasında can çekişen
annesinin yüzünü de yüreğini burkan bir tatlılık ve kederle yeniden görüyordu. Herkes ‘ilk adam’dı bu unutuş
toprağında, kendisi de tek başına kendi kendini yetiştirmiş, babasız yetişmiş, babanın, dinleyecek yaşa gelmesini
bekledikten sonra, ailesinin gizini, ya da eski bir acıyı, ya da yaşam deneyimini anlatmak üzere yanına çağırdığı
şu anları, gülünç ve iğrenç Polonius’un bile Laerte’yle konuşurken birdenbire büyüyüverdiği şu anları hiç
tanımamıştı.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:154)
“THE NİGHT OF LOVELESS NIGHTS
(Aşksız Gecelerin Gecesi)
-----------------------------------------------Bir iki gayretli hayalet yan yana yol almaktaydı
Paltolarını ve yüzlerini yırtarak dallarda,
Günahlarının amansızca vurduğu sahte aşıklar
Onların ardında uzun bir kutsal yolculuktu yaptığı.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:105)
“Tatlı, yalancı parıltısıyle
Doğan gün gözleri aldatır;
Kırlangıç bile yalan söyler
Kırlangıç bile yalan söyler
Niçin? Çünkü yalnız yol alır.”
(J.W. von Goethe<1749-1832>, “Seçme Şiirler”, ‘Mart’, sa:99)
“Raggles iki mil içinde kuzeye, güneye, batıya, doğuya doğru yol alarak gezdi dolaştı, gördüğü kentleri
yüreğine bastı. Zamana hiç değer vermeden ya tozlu yollarda taban teper, ya da furgonlarda kurum kurum
kurularak yol alırdı.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:130-1)
“Suebya’da henüz fazla bir yol almamıştık ki, hiç beklemediğimiz bir güçle karşılaştık.”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:15)
“İki büklüm yerlere sürünerek, büyük fundalıklar arkasına saklanarak, gözleri endişe dolu, kulakları
tetikte yol almaya başladılar.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:63)
“... adının Pereira, Doktor Pereira olduğunu, ‘Lisboa’nın kültür sayfasını yönettiğini, ‘Lisboa’nın
şimdilik bir akşam gazetesi olduğunu, yani başkentin öteki gazeteleriyle aşık atamayacağını bildiğini, ama er
veya geç yol alıp kendine bir yer edineceğine inandığını söyledi.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:8)
Yolcu : Ölmek üzere olan kişi; Seyahat eden; Annesinin karnından doğmayı bekleyen bebek
“Smerdyakov özel bir odada yatıyordu. Yanındaki ikinci yatakta bir şehirli vardı. Adam pek bitkindi,
bütün vücudu ödemden şişmişti, bugün yarın yolcuydu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:167)
“Beri yandan, gelen yolcu da düşünmekte: ‘Acaba nasıl bir yere çıkacağım?.. Kız mıyım erkek mi?..
Güzel miyim yoksa çirkin mi, bilmiyorum!”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi”, sa:7)
“İki Melek Moritz Baba’nın koluna girdiler. Sonra bu ihtiyar yolcu, mültecilerin piri, tesellisini bulmuş
olarak büyük kapıdan içeri girdi. Ansızın üzerine gittikçe hızlanarak renk renk gölgelerin döküldüğü uçsuz
bucaksız bir ışığa doğru yürüdü.”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:510-1)
“Blanchard kulağına doğru fısıldadı:
-Bizim ahbabın hali kötü herhalde, dedi, papaz getirmişler baksana.
-Nesi varmış? diye sordu Charles.
-Bilmiyorum, ama Pierrot, yolcu diyor.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:308)
“Hasret canımı sıkıyor. Böyle zamanlarda budalalığım tutmuyor değil hani... Türkçesi, dehşetli
kıskandığım oluyor... Asma belli kişilerden falan değil... ‘esen rüzgardan’ bile kıskanıyorum. Şimdi söyle
bakalım, yolcu nasıl?
-Pek öfkeli... Pek tezcanlı... Karnımı tekmelemeye başladı.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:164)
Yolcu etmek: Uğurlamak, geçirmek
Bk.: Yolcu geçirmek
“Garda, yolcu etmeye gelen kalabalık. İnsanlar vagonlara istif olmuş. Bir kadın ağlıyor. ‘Böyle
olacağını, bu kadar kötü olacağını sanmıyordum.’ ”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:117)
“-Haklısınız... Kasabaya ben de gelecek miyim?
Kesti attı:
-Hayır!
-Peki! Canına minnetti. Öyle yorgundu ki, kocasını yolcu ettikten sonra o da bir banyo alır, sonra da
akşam yemeğini yer, vurur kafayı yatardı.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:248)
“Madam Hannequin kocasını istasyona kadar uğurluyordu, kestirmeden sapmışlardı...
-Ah! Jeannine’ciğim, dedi Madam Hannequin, kocamı yolcu edeceğim. Gidiyor, çağırdılar onu.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:139)
“Aleksey Aleksandroviç kiliseden döndükten sonra çıkmamıştı odasından. O sabah iki kişi vardı: Önce,
azınlıkların, şimdi Moskova’da bulunan, Petersburg’a gidecek temsilcileriyle görüşecek, onları yolcu edecekti;
sonra da avukata, söz verdiği mektubu yazacaktı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:715)
“Sonra bir rüzgar esti ve müslin güneşlikler uçuştu; sanki görkemli bitr tanrıça, huzurundakilerin
önünde tahtından kalkıp kehribar rengi giysisini savurmuş, onun kalkıp gittiğini gören öbür tanrılar da
kahkahalar ayarak onu yolcu etmişlerdi.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:68)
“Ayrıca adamın yüzü sarı, bir gözü kapanmış ve hasta gibiydi. Adamı yolcu ettikten sonra Berthe
mutfağa girip hizmetçinin ağzını aramaya çalıştı. Kızın ağzı sıkı ve saygılı tavırları sürüyordu; ama Berthe onun
hoşnut olmadığını duyumsadı.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:38)
Yolcu geçirmek :
Bir misafiri bir seyahat aracına, örneğin otobüs, tren, uçak götürmek; yolcu etmek
“DESAVESNES, kat’iyetle. - Hayır, gelme; bırak şapkanı. İstasyonda yolcu geçirmek kadar sinirime
dokunan şey yoktur, sen de bilirsin. Giden için de, kalan için de rahatsızlık. İnsana büsbütün keder verir.”
(Ch.Vildrac, “Dünya Gözüyle”, sa:57)
Yolculuk görünmek : Ölüm çanlarının çalmaya başlaması
“Onun için, Fatin gazeteyi bırakıp, ‘Yolculuk göründü. Saat kaç?’ diye Süreyya’ya saati sorduğu ve
gitmek zamanı geldiğine karar verdiği zaman rahat etti.”
(M. Rauf, “Eylül”, sa:296)
“İNSAN HALİ
Bana da yolculuk göründüğü gün,
Bulunmasına bulunur sanırım
Tabutumu taşıyacak üç beş dost;
Arkamdan ağlayacak bir kızcağız.”
(C. Sıtkı Tarancı<1910-1979>, “Otuz Beş Yaş”, sa:181)
Yolda bırakmak : Birisini bir proje ya da planlamanın ortasında terketmek; Herkesi geçmek
“İhtilal alevinin aydınlığında, Napoléon’un efsanelere özgü parıltısında onun görünüşe göre pek
alçakgönüllü ve ikinci planda, ama gerçekte işi başından aşkın ve çağına ağır basan varlığını fark edebilmek için
tarihe derinlemesine bakmak gerekir. Ömrü boyunca hep gölgede dolaşır, ama üç kuşağı da yolda bırakır.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:19)
Yoldan çıkarmak : Yönünü şaşırıp düzensiz, kötü bir yola ya da davranışa geçmek
Bk.: Baştan çıkarmak
“Esther’in nerede olduğunu bilmek istemiyor muyum?..... Ondan iyi olduğumu, çok daha iyi olduğumu
kendime kanıtlamak mı istiyorum? Ona rüşvet vermek, onu yoldan çıkarmak, karımı bana geri dönmeye razı
etmesini mi sağlamak istiyorum?”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:83)
“Véronique’in daha bu sabah, ondan gizli olarak farelerini beslemesi yetmiyor muydu? Şimdi de
mumlar yakıyor! kendisi için! karısı! Bu aptalca yapmacıklarla Beppo’yu da yoldan çıkarıyor.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:19)
Bilime olan güvenim hem sonsuz hem de kısıtlı. Bilimin, kendi alanıyla ilgili sorulara, yavaş yavaş
bütün yanıtları verebileceğine ve böylece bize de en olmadık düşlerimizi gerçekleştirme olanağı kazandıracağına
inanıyorum. Bu hem başdöndürücü hem de korkutucu bir şey. Çünkü insanlar her şeyi, en iyiyi de en kötüyü de
düşleyebilir, ikisi arasında seçim yapma konusundaysa bilime bel bağlanamaz. Bilim ahlaki açıdan tarafsızdır,
insanların bilgeliğinin olduğu kadar çılgınlıklarının da hizmetindedir. Bilim, dün ya da bugün olduğu gibi yarın
da, zorbalık, açgözlülük ya da arkaiklik lehine ayartılabilir, yoldan çıkarılabilir.”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:210-1)
Yoldaş : Aynı yolun yolcusu, bir gruptaki her insandan biri; Belirli bir tarikat ya da ideolojiye bağlı kimselerin
her biri, örneğin sosyalist ya da komünist parti üyeleri
“ ‘Seni orospu çocuğu,’ diye bağırdı yaşlı bir adam yatağından, ‘sus da uyuyalım biraz.’
‘Bağışla yoldaş,’ dedim, ve kendimi kaybettim.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:69)
“ ‘Böyle konuştuğunuz için utanmalısınız,’ diyor Neçayev. ‘Pavel İsaev bizim yoldaşımızdı. Ailesi
yokken biz ona aile olduk. Siz yurtdışına gidip onu burada bıraktınız. Onunla ilişkinizi kopardınız, ona bir
yabancı oldunuz. Şimdi damdan düşer gibi ortaya çıkıyor, dünyada sahip olduğu tek gerçek akrabasını saçma
sapan suçluyorsunuz.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:135)
“Asker güneşi arkasına almış, sigara içiyor ve tembel bir kararsızlıkla ona bakıyordu. Methuen onun gri
üniformasına, çamur içindeki tozluklarına, eski postallarına, üzeri yıldızlı kasketine ve kalçasının üzerinde
tuttuğu Rus yapımı kısa namlulu karabinaya baktı. Yorgun bir sesle, ‘neler oluyor yoldaş?’ diye bağırdı. Asker
tüfeğin namlusuyla işaret ederek, ‘Buraya gel,’ diye daha da buyurgan bir sesle bağırdı. Siyah gözleri küstah bir
ifadeyle bakıyordu.”
(L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa:177)
“Barışta olsak, askerliğini hiç ceza almadan bitirmek iyidir, memuriyete daha kolay alırlar adamı, ama
şimdi öyle değil, barış zamanının mapusane kuşları savaş zamanının en iyi askerleri olurlar. 8. Bölük’te
Sylvanus adında bir piyade vardı; savaştan önce ikide bir kodesi boylardı. Asker yoldaşlarını bile soyup soğana
çevirirdi herif. Ne ki, iş savaşmaya geldi mi, dikenli telleri ilk geçen Sylvanus olurdu.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:422)
“Bayraklar Çekiliyor Gönlümüze
Burada toprağın altında
Uyumuyorsun kardeşim, yoldaşım.
Yüreğin işitir baharın tomurcuklanışını
Ve senin gibi eser gider yeller.”
(Victor Jara<d.?-1973>-Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.10.03)
“Yoldaşlar katıla katıla gülmeye başladılar. Vaftizci’yi unuttular ve kızarmış başa yumuldular. En başta
Yahuda vardı. Kafatasını ikiye ayırdı ve avucunu beyinle doldurdu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:331)
“Bu konuda aklıma, Dundee’den yaşlı bir hasta yoldaş geldi. Davy, her şeyi titizce yapardı. Dedikleri
gibi o bir mükemmeliyetçi idi. Bir akşam, hepimiz, geceleyin istediğimizde içebilmek için bize ayrılmış olan iki
‘pint’ (aşağı yukarı yarım litre) limonatayı almak için kuyruğa girmiştik.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:125)
“ ‘Evet, yoldaş, bizden habersiz o kırma Stalincilere gidip parti adına konuşmam bölücülükten de öte
bir şey. Düpedüz ihanet. Yaptığın açıklama durumunu büsbütün ağırlaştırdı. Hatanı kabul edeceğine davraşınının
nedenlerinin açıklamaya kalkıştın. Partiden ayrılmanı istemek zorundayım Mayta.’ ”
(M.V. Llosa, “Mayta’nın Öyküsü”, sa:165)
“Yaradan Kaçmak İçin
-Rogello Martinez Fure’yeDiyelim ki gecedir, yoldaş,
Ve Ochun yalnzıdır, o kadar yalnız arar,
-Mercedes gibi, Carmen gibi, Maria gibiayın parladığı yeri;
saklamaya gider avlunun taşının arkasına,
saklamaya gider aşkını kara ormana,
şaraba”
<Richard trajo su flauta>dan
(Nancy Morejon<doğ.1944>-Olcay Öztunalı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.03.10)
“İçlerinden biri:
‘Bu süt ne olacak?’ diye sorunca tavuklardan biri:
‘Jones, bazen bizim yem ezmesine süt karıştırırdı,’ dedi.
Napolen derhal süt kovalarının önünü keserek:
‘Sütü siz bırakın yoldaşlar!’ diye haykırdı. ‘O iş çözülür.’ ”
(G. Orwell, “Hayvan Çiftliği” , sa:30-1)
“Eski ‘Worker’s Weekly’ dergisinde, bir yazınsal tartışma sütunu vardı. Birkaç hafta, üst üste
Shakespeare ele alınmıştı. O konuyla ilgili olarak bir okur şu mektubu göndermişti: ‘Sevgili yoldaş, Shakespeare
gibi burjuva yazarlardan söz edilmesini istemiyoruz. Bize biraz daha proleter bir şeyler veremez misin?’ Yazı
işleri müdürünün yanıtı sade şu oldu: ‘Marx’ın “Kapital”inin dizinine bakarsanız, Shakespeare adının birçok kez
geçtiğini görürsünüz.’ ”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:288)
“MELEAGROS - Biz avcıların, Hermes, bir anlaşması vardır. Dağa çıktığımızda birbirimize yardım
ederiz; her birimizin yaşamı ötekinin avucundadır, ama yoldaşımıza ihanet etmeyiz.
HERMES - Ah aptal, olsa olsa yoldaşına ihanet eder insan... Ama konu bu değil.”
(C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:64)
“GÜLLER
XIII
Gül, ateşli bir yoldaş olmayı mı yeğlersin sen,
şimdiki zaman yolculuklarımızda?
Yoksa anı mıdır daha çok kendine çeken
Bir mutluluk tekrar yaşandığında?”
(Rainer Maria Rilke<1875-1925>-Eray Canberk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
03.12.09)
Yol geçen hanı : Her zaman, her tür yolcunun gelip, konaklayıp, şu ya da bu şekilde fırsattan istifade edip
gittiği yer; Pek de kendine özgü kişiliği omayan yer; Her isteyenin istediği zaman kapısını çaldığı yer
“BULGARİSTAN
---------------------Bir anne haykırıyor denizler ötesine: -Sakın,
dönme evladım!
Bulgaristan -yabancılar için cömert bir
yolgeçen hanı,
ama el diyarından beter kendi çocuklarına.
Ülkem benim, şaşırtıcı mekanı olumsuz
olanaksızlıkların.
Senin için hangi duayı okusam acaba,
bilmem?
Ey, Tanrım, koru bizi bizden, kendimizden!”
(Blaga Dimitrova<1922-2003>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
25.01.07)
“Herkese o kadar insancıl davranıyorlardı ki. ‘Bir banyo almak ister misin?’, ‘Bir çift aspirin?’ Hatta
şezlonglarda uzanıp uyumamıza izin veriyorlardı ama, gece saat onda kapanıp sabahın beşinde açılıyordu.
Geceleri Victoria İstasyonu’na giderdim, orada kimse beni rahatsız etmezdi. Yol geçen hanı gibi, hemen her
zaman gelen giden olurdu orada.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:74-5)
Yol görünmek : Bir işten, bir yerden ayrılma olasılığının gerçekleşmesi
“Yol göründü yarenler,
Ben gidiyorum
Şen kalsın Halep şehri.”
(Anonim)
“-... Hayır, ovanın boşluğunda, yeni bir şato için temel atmış atalarım, benim isteğimin müjdecisi
olmuştur, ben de o yolu izleyeceğim.’
Daniel çekinerek:
-Demek ki böylece yaşlı, sadık uşaklara da yol görünecek.
-Ayakları üzerinde durmaya gücü olmayan yaşlıları kendime hizmet ettirmeyeceğim doğaldır...”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Ömiras”, sa:83)
Yol iz bilmemek : Çevreye yabancı, ne yapacağını, nereye başvuracağını bilemeyen (kimse)
Bk.: Yol köy bilmemek; Yol yordam bilmemek
“Bir gün mavi gözlü bir küçük çocuk, uzaktan aydınlığını ve ebedi yangınını seyrettiği şehrin
m0erkezine gidecekti. Nasıl yaz günü kış gününden daha uzunsa, kış gününün yolları da yaz gününün
yollarından daha uzundur. Çocuk, yol iz bilmiyordu. Tramvay kuyrukları onu bir yerden alıp öteki yere
götürüyor, bir türlü ismini işittiği köprüye varamıyordu.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Kalorifer ve Bahar”, sa:18)
“İlk zamanlar komşuları yol iz bilemeyen, kendilerini böyle haşlayan veremli kadını pek kınamışlardı.
Daha sonraları durum düzeldi. Kasırga patlar patlamaz konuklar bir bir sıvışıyorlardı.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:129)
Yol köy bilmemek : Çevreyi, gideceği yolu, ne yapacağını bilmemek
“Sevgili arkadaşım yanımda olsaydı, bu sıkıntıya, zahmete kulak asmazdım. Ama şimdi iş öyle değildi.
Gece yarısı yol bilmem, köy bilmem, kimseyi tanımam. Bir yoldur tutturmuş gidiyordum.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:322)
Yollanmak : Gitmek, yollara düşmek; Emir kipinde (Yollan!) kullanıldığında, aşağılayıcı, argovari bir anlam
taşır.
“Ben Kumkapı sahiline yollandım. O arkaüstü yattığı yerden sağ tarafına döndü. Gözlerini kapadı. Ben
bir minare gölgesinden güneşe doğru adımlarımı ağırlaştırırken arkamdan bağırdı:
-Hacı Bey! dedi. Yarın sabah altı buçukta Beyazıt havuzunun kenarında ol.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç”-Bir Karpuz Sergisi”, sa:35)
“Bilakis çehre eskisi kadar müşfik, eskisi kadar mülayimdi. Ölünün yarı kapalı gözlerini metin bir elle
kapadı. Sokağa fırladı. Komşu ihtiyar hanıma haber verdi Komşular koşa koşa eve geldiler. O fabrikaya yollandı.
Yolda kayıkla giderken, ölüme alışmış gibi idi.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver”, sa:12)
“İki sokak sonra, Siyah küçük bir markete giriyor, on-on iki dakika kalıyor içerde, sonra ağzına kadar
doldurulmuş iki kesekağıdıyla çıkıyor, geriye Portakal Sokağı’na yollanıyor. Sonra Siyah’la bağlantıyı
koparmayı göze alarak kendisi de aynısını yapmak üzere markete giriyor. Hile değilse bu, diye düşünüyor, Siyah
bakkaliye malzemelerini elinden attığı gibi toz olmayı düşünmüyorsa, eve yollanmış olmalı.”
(P. Auster, “Hayaletler”, -New York Üçlemesi 2-, sa:13-4)
“AKŞAM KARANLIĞI
---------------------------Kendine dön, ruhum, bu ağır satte sen,
Tıkayıp kulağını bu hayhuya hepten.
Hastaların bu demde artar acıları!
Boğazlarını sıkar şom Gece; yazgıları
Biter, yollanırlar genel çukura doğru.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:181)
“Hareket için kararlaştırılan gün, hepimiz birlikte limana, kayıklarımıza doğru yollandık.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:27)
“-Sahte mi sandın? Kendi oymasıydı, be adam. Geçen gün antikalarını gösterirken bir aralık odadan
çıkmıştı, ben de fırsattan yararlanarak cebime attım. Şimdi anladın ya! Valizlerini alıp yollan bakalım.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:100)
“KLEOPATRA (Ukalaca.) - Susun Rufio, Sezar’ı dinlemek istiyorum.
RUFIO (Kabaca.) - Majesteleri bunu daha önce de dinlemişlerdi. Geçen hafta Apollodorus’a
naklettiniz. Adam kendi sözleriniz sandı..... Hey nöbetçi. Tutsağı dışarı sal. Serbest bırakıldı. (Pothinus’a.)
Yollan bakalım. Fırsatı kaçırdın.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:129)
Yollara düşmek : Bk.: Yola düşmek
Yolları arşınlamak : Bol bol yol tepmek, çok yürümek, yollara düşmek, parasızlıktan taşıta binememek
Bk.: Yolları kendine yurt edinmek; Yol tepmek
“Cebimde üç beş kuruş ve çantamda biraz ekmekle hayli uzun yollar tepmeye, günlerce tek başıma
yolları arşınlamaya, geceleri çokluk kırda bayırda uyumaya alıştım.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:57)
Yolları ayrılmak : Arkadaşlık, dostluk, evlilik, iş gibi partnerlikten türlü nedenlerle uzaklaşmak
“Ama bu çok eskidendi. Büyüdük, yollarımız ayrıldı, birbirimizden koptuk. Sanırım bunda garip bir yan
yok. Yaşamlarımız bazen bizi elimizde olmayan yerlere götürür ve elimizde hemen hemen hiçbir şey kalmaz.”
(P. Auster, “Kilitli Oda” -New York Üçlemesi 3-, sa:7)
Yolları kendine yurt edinmek : Çok yol yürüyen, sürekli dağları, tepeeleri, yolları arşınlayan kimse
“Bu arada karşıdan, parlak ufkun önünden bu yana gelmekte olan bir insan belirdi. Bir yolcu, çevresini
maviler sarmış, serbest ve dimdik; bir an durdu, sonra aşağı indi, kurşunileşti ve küçüldü. Şimdi daha yakına
gelmişti. Kısa sakallı, perişan kılıklı, zayıf bir adamdı. Belli ki yolları kendine yurt edinmişti.”
(H. Hesse, “Knulp”, sa:80)
Yollu : Şeklinde, tarzında, anlamında
“Bihruz Bey’in yüreği, bu karar üzerine bir az rahatlayarak o gün saat ona kadar yatak odasında
kaldıktan sonra, dadı kalfanın:
-Beyim! İyisin maşallah! Giyinip de azıcık hava almaya çıksan olmaz mı? Hava güzel, sokaklar adam
almıyor... Gezer eğlenirsin, hadi beyim hazırlan! yollu yüreklendirmesi üzerine giyindi.”
(R.M. Ekrem, “Araba Sevdası”, sa:301)
Yolluk (almak, hazırlamak) , Yolluk Çıkını : Seyahat, kamp ya da askerlik için yiyecek (kumanya
hazırlamak), aynı niyetle, resmi ya da resmi olmayan ‘yol parası’; Merdivenlere, hole ve dar koridorlara serilen
halıdan ince dokunmuş keçe
“Mitya telaşlandı,
-Tamam mı? Gidelim. Son bir söz daha, bir de şey… Andrey’e yolluk olarak bir bardak votka; çabuk!”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:74)
“Marietta nefesini tuttu ama bir şey söylemedi. ‘Gitmeden önce bir şeyler yemez misiniz?’ diye sordu,
ama istemediler. Ekmek, peynir, soğuk et dolu yolluk çıkını için ona teşekkür ettiler. Sonra dışarı çıktılar ve
bekleyen il Machia ve Ago’nun yanına gittiler. Ago hala arabasında oturuyordu. Fıçılar arabanın arkasından
indirilmişti ama iki kadının eşyalarıyla dolu sandıklar ve Ago’nun giysileriyle yanına alabildiği bütün parasını,
ayrıca yüksek meblağlı tahvilleri yerleştirdiği bir başka çanta yerinde duruyordu.”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücü”, sa:334)
“Gürültü istemiyorum, aman, gürültü istemiyorum, susabilseydi Odette, hayır, susması da yetmezdi,
ayağa kalkıp ona: ‘Peki, ben gidip size yolluk birkaç sandviç hazırlıyayım,’ diyebilseydi.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:92)
“Yalnız yolluk almak için yaklaşıyordu insanlara, ortalıkta üç-beş ev ya da yalnız bir çiftlik görürse
ekmek satın alıyor, sonra gene ormanlara girip kayboluyordu.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:119)
“-Yanımıza biraz yiyecek alsak!
-Fena olmaz ama, nereden alacağız?
-Büyük kapının karşısında bir bakkal dükkanı gözüme ilişti.
-Öyleyse gidip oradan biraz yolluk alalım.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:220)
Yol tepmek : Uzun yol yürümek
“Çoğumuz evlenmiştik. Birbirimizi liseden beri bırakmayan dört arkadaş hepimiz birer kız almıştık.
Aynı mahallede oturuyorduk, aynı yolları tepiyor, evimize varıyor; aynı kadını her akşam daha fazla sevmeye
çalışıyorduk.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç”, sa:11)
“B. ROONEY - Şu iğrenç basamaklarla cebelleşmeyeceğim bir daha. Şu Tanrı’nın cezası yolu bir
daha tepmek zorunda kalmayacağım. Evde kıçımın üstünde oturup bir sonraki öğlene kaç saat kaldı diye hesap
edeceğim.”
(S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1”, ‘Tüm Düşenler’, sa:151)
“Ama boyun eğmek de kolay değildi. Ağzı kapalı kalmak, gerçekten tartışmamak ve, haftanın sonunda
size verilmek isteneni ve gittikçe daha yetersiz duruma düşen almak üzere, her sabah, biriken bir yorgunlukla
aynı yolu tepmek zordu.”
(A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:49)
“Joao Mau-Tempo, kahramanı oynayacak yapıda değil. Cılız bir çocukcağız, on acı yılı sırtına binmiş;
ağaçlara bakıp onların mantar, palamut ya da zeytin vermeye değil, daha çok kuş yuvalarını gizlemeye yaradığını
düşünen bir insancık. Gecenin köründe kalkıp gözlerinden uyku akarak ve boş mideyle o kısa ya da uzun yolu
tepip işe gitmesi ve güneş batana dek çalışması haksızlık...”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:47)
“Son kanala geldiklerinde, Ludovic kalası telaşla çekti:
‘Şimdi biraz soluk alalım,’ dedi. ‘O jandarma köpeği Ekselanslarına ulaşmak için iki fersahtan çok yol
tepmek zorundadır.’ Sonra da Fabrice’in yüzüne bakarak: ‘Sapsarı olmuşsunuz,’ dedi. ‘Bereket versin ki küçük içki
şişesini unutmadım.’
‘Aman bu kimya gibi tam zamanında yetişti: Kalçamdaki yara sızlamaya başlıyor. Zaten köprünün ucundaki
polis bürosunda pek korkmuştum.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:230)
“Biri aptes alıp Cuma namazına, ötekiler de her Cuma yaptıkları gibi, zengin hemşerilerinin evine mantı
yemeğe gitmişlerdi. Bir öğün parasını bedavaya getirmek için gidip gelme yirmi kilometre yol tepiyorlardı.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:79)
Yolu açık olmak; Yolumuz açık, yelimiz bol olsun : Okyanuslara açılırken denizcilerin kendilerine hayırlı
yolculuklar dileyen, içtenlikle söyledikleri motto; Selametle
“HOMUNKULUS - Böyle güzel bir öğüt yabana atılamaz.
MEPHISTOPHELES - Öyleyse haydi yolun açık olsun! Üst tarafını sonra görürüz.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:147)
“Sofraya oturduktan biraz sonra, babam çıkageldi. Günün cumartesi olduğunu o zaman hatırladık.
Bekledik onu. Oturdu, yemeğe başladık. Konuştu sonra... ‘Rahmi beylerle istasyonda konuştuk. Yolları açık
olsun...’ Lokmalar dizildi araya.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:53)
“Salome susuyordu. Ona ne diyebilirdi ki? Nasıl anlayabilirdi? Salome’nin açlığı yatışmıştı, kalktı,
kapıya gidip durdu ve mutlu kafilenin Erden’e, Kudüs’e doğru giden anayola girişlerini seyretti. Yaşlı elini
kaldırıp kocası duymasın diye alçak sesle:
‘Yolunuz açık olsun hepinizin!’ dedi.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:242)
“HORNE, açgözlü bir sırıtma ile. -… Az zaman sonra kazıp çıkaracağız. Oraya en çok üç ay içinde
varırız. Sonra, İsa hakkı için zengin olacağız….. (Cates ile Jimmy aşağıya bakmak için kayalığın kıyısına
yaklaşırlar.)
JIMMY, birdenbire, çocukça, içten gelme bir merakla.) - Kaptanın karısı gemiye büyü mü yapıyor?
Yolumuz açık, yelimiz bol olsun diye ha?”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:68)
“ ‘Bunlar paraları alınca giderler. Yolları açık olsun. Afiyetle yesinler. Paraları alınca gidersiniz öyle ya
İskender oğlum?’
‘Gideriz.’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa.240-1)
Yolu boylamak : Yola koyulmak
“Binbaşı Hakkı Bey’in tahmin ettiği gibi, düşman hafta sonunda genel bir atağa geçti. Selma Hanım, bir
iki gün evvel kocası Nazif’in ve bütün Ankara’daki ahbapların itirazına karşın Eskişehir yolunu boylamıştı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:84)
Yolu düşmek : Oralardan geçmek, geçerken uğramak
“-Memleketinize hiç yolum düşmedi, diye yanıtladım. Fakat Avrupa’nın içinde insan oturan neresi
vardır ki adı ta oralara kadar yayılmış olmasın? Soyunuz saldığı ünle senyörlerini ve ülkesini o kerte göklere
çıkarıyor ki, oraya ayak basmadan da herkes böyle olduğunu biliyor.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:65)
“Yüreğimi pek tutmak için neler çektim!... Bakın, bugünlerde bile, rüzgarlı bir öğle üstü, adanın orasına
yolum düşerse, bana hala sırtımda ölü var gibi gelir...”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:66)
“Sonra Ali Rıza Bey’in elini sıktı.
-Hocam, affedersiniz! Acele bir işe gidiyorum, dedi. Yolunuz düşer de uğrarsanız memnun olurum...
Allahaısmarladık.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:66)
“Geçenlerde yolum Teksas’a düşmüştü. Eski dostları, bildik yerleri yeniden dolaştım. Yıllar önce konuk
kaldığım bir koyun çiftliğinde bir hafta mola vermeye kararlıydım. Bütün konukların yaptığı gibi, ben de çiftlik
işlerine yardım için dört elle sarıldım. O ara çiftlikte en büyük iş koyunları yıkamaktı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:192)
“Murat, Şükran Hanım’ı karşısında görmesiyle önce cankurtarana tutunmuş gibi sevindi, sonra, içine
düştüğü açmaz dolayısıyla çaresizlikte görünmeyi istemediğinden somurttu:
-Yok bişey efendim! Oluyor! -Kalkıp sedirden indi:- Buyurun! Nerden böyle?
-Yolum düştü de... Hatırladım. Sorayım Halim Efendi’ye noldu dedim!”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:230-1)
Yolu ele almak, tozutmak : Kaçmak (Argo)
“... Peki yiğitliğin zagonu? Dokuzu kaçmak, biri hiç görünmemek değil midir? Tamam... Aman Selim
hemşerim, bu kez, yiğitliğin gereğini yerine getireceğiz. Savuşmayı bilir misin savuşmayı?.. Yolu ele alıp
tozutaraktan sırra kadem basmayı?”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:53)
Yolu görünmek : Gene oralara dönmek; çalışmak ya da ziyaret etmek
“ayağa kalkıp zulama gittim...... 180 dolar paramız kalmıştı. Daha güç durumlarda bulunmuştuk, birçok
kez, ama fabrika ve depoların yolu görünmeye başlamıştı bana, onu da bulabilirsem. Bir onluk aldım.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:77)
Yolu izi belli olmamak : Engin, belirsiz, müphem, karmaşa
“Dostoyevski ile aramızdaki bağı keşfetmeyi umut edebiliriz. Tıpkı kendi ülkesinin bozkırları gibi yolu
izi belli olmayan ve bizim dünyamızdan bu derece farklı olan şu Rus manzarası ilk bakışta insana ne kadar
yabancı gelmektedir!”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Dostoyevski’, Cilt:II, sa:86)
Yoluna baş koymak : Yürekten inanmak, onun için yapmayacağı şey olmamak, hayatını bile feda edebilmek
“İnce Memed, Yüzbaşıyı Tazı Tahsinle birlikte iki eşkıyaya teslim etti. Tazı Tahsin de sonunda Yedi
Memedlere karışmış, gözü pek bir eşkıya olmuş, İnce Memede candan yürekten inanmış, onun yoluna baş
koymuştu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:437)
Yoluna girmek : Düzelmek (İşler, sağlık)
“İndigo Çocukları disipline sokmakta, cezayı uyguladıktan sonra, sorunu çözmek için enine boyuna
konuşun. Daha sonra, mutlaka bir araya gelin ve her şeyin yoluna girip girmediğini anlamaya çalışın.”
(L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:98-9)
“LOPAHİN (Devamla sitem eder.) - Neden, neden dinlemediniz beni? Zavallıcığım benim, iyi
yürekliceğim, iş işten geçti artık. (Gözyaşları içinde.) Oh, tüm bunlar geçseydi bir an önce, şu kırık dökük,
mutsuz yaşamamız bir yoluna girseydi...”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:159)
Yolunu kesmek : Önüne çıkmak, ilerlemesini engellemek
“Ormanda geçen müthiş geceden sonra nihayet gün doğmuş, ümit de ilk ışıklariyle birlikte Şair’in
kalbinde yeniden belirmiştir. Dante ormandan kaçmak, ‘insanlara her yerde doğru yolu gösteren’ güneşin
aydınlattığı bir tepeye çıkmak istiyor. Fakat ne mümkün!... Üç yırtıcı canavar, bir pars, bir arslan ve bir dişi kurt,
önüne çıkmış ve yolunu kesmişlerdir.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:69)
“O hızla zannederim ki, İstanbul’a kadar giderdim. Fakat kapının önünde Aziz Eniştem karşıma çıltı:
-Kız, ne o çehre? Pancar gibi kızarmışsın! Biri mi kovaladı, diye yolumu kesti.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:51)
“BİRİNCİ SAHNE: Bir çatışma öncesi. Genç bir kadın -Adriana- evinin önünde sere serpe oturmuş,
özlem yüklü eski bir şarkı söyler. Eve girmek istediğinde Tsargo’nun yolunu kestiğini görür. Genç adam
sarhoştur; sendeleyerek onunla konuşmaya çalışmakta ve geçen yıl birlikte dans ettiklerini anımsatmaktadır.”
(A. Maalouf, “Adriana Mater”, sa:9)
Yolu(nu) tutmak : Yola çıkmak, düşmek, koyulmak
“Yaşadıklarından sonra elinden geldiğince kazayı eksiksiz anlattı. Axelos yanına uşaklardan ikisini
alarak onu orada, alçak şezlongda başını arkaya yaslamış, gözleri kapalı otururken bırakıp labirentin yolunu
tuttu. Yürek çarpıntısının dinmesini bekliyordu. Eli ayağı buz kesmiş, tükenmişti.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:183)
“Uzun lafın kısası, Andy ile yeşil antipirin tozlarımızı ve bütün sermayemizi bir dostun kilerine
doldurup Pittsburg yolunu tuttuk. Andy ne bir dolap, ne de bir hareket planı tasarlamıştı. Bununla birlikte ahlakı
hiçe sayan yaradılışının olayların üzerinde yükseleceği kanısındaydı.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:95)
“Gece serinlemişti, sevinç içinde evin yolunu tuttum. Yol uzundu. Sağda solda gürültü patırdıyla ve
yalpalayarak evine dönen öğrenciler görülüyordu. Onların komik neşeleriyle benim yalnız yaşamam arasındaki
karşıtlığı sık sık hissetmiştim, çoğunlukla bir yoksunluk duygusunun eşliğinde, hatta biraz da alayla.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:175)
Yolu-uğrağı olmayan : Issız, kimsenin gelip geçmediği, durmadığı yerler
“Ne var ki, Deli Davut, Arşipel’in sayısız adaları arasında yolu-uğrağı olmayan ıssız bir yerdeki Gülen
Ada’nın aşığıydı. Deli Davud Gülen Ada’ya doğru fırlarken, ada sanki onu karşılamak için kalçalarına kadar
denizden kalkardı. Deniz adayı fırdolayı sarar, köpük ve çarpıntılarıyla onun belini, gerdanını ve koltuk altlarını
gıdıklardı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:79)
Yolu uğramak : Yolu düşmek, bir yeri (çoğu kez tesadüfen) ziyaret etmek
Bk.: Yolu düşmek
“Süleyman Ağa:
‘Eyi geçtin elime efendi kardaş. Eyi ki yolun bana uğradı.’
‘Seni deyip geldim.’
‘Çok çok eyi etmişsin.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:44)
Yolu düşmek : Biryerlerden tesadüfen geçmek, nadiren uğramak
“Şimdi eğer Sompazzo mezarlığına yolunuz düşecek olursa, üzerinde mükemmel bir durumda yarış
bisikleti olan bir mezar görürsünüz..”
(Stefano Benni, “Deniz Dibindeki Bar”, sa:62)
“Neden sonra çiroz gibi ipince ve bir yaprak gibi akşam rüzgarının önünde sallanan orta yaşlı bir
kadının getirdiği kahveyi içerken Nazlı sordu:
-Ya siz buracıklarda ne ararsınız büle <böyle>, nasıl oldu da düştü yolunuz bu yanlara?”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:136)
Yolu-yöntemi (olmak) : Bir şeyi yapma şekli, metodu, yolu yordamı
“Su değirmeni dönerken, suları köpürte köpürte arkaya savurduğu gibi, biz de denizleri, kıyıları,
kentleri, her günkü usandırıcı yaşamayı, yolu-yöntemi, kuralı hep fırlata fırlata; dümenimizi talihe, provamızı da
açık ufuklara havale ederiz.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:15)
Yol verilmek : İşinden çıkarılmak, kovulmak; azat edilmek
“... ve bütün yapılacak işler vakit geçirmeden ustalıkla bizzat konuşup düzenlendi; araba boşaltıldı ve
hakkı ödenerek arabacıya yol verildi.”
(E. Mörike, “Mozart Prag Yolunda”, sa:43)
“OTHELLO - Ah sersem! Sersem! Sersem!
CASSIO - Bundan başka, Roderigo mektubunda, kendisini bana meydan okumaya kışkırttığı için de
Iago’ya çıkışıyor. Bana bunun üzerine yol verilmişti; hatta az önce, ne zamandır ölü gibi yattıktan sonra, bu işe
kendisini Iago’nun kışkırttığını, yine de Iago’nun vurduğunu söyledi.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:132)
Yol vermek : İşinden çıkarmak, kovmak, anlaşmayı feshetmek; Yolundan çekilip önünü açmak
“Mrs. St. MAUGHAM -... Ah, bu durumun olmamış gibi sayılmasını isterdim. Konuşmalarınızın geriye
alınmasını isterdim....
HAKİM - Nereye?
Mrs. St. MAUGHAM - Bu konuya girişilmeden evvelki bir yere. (Madrigal’e) Hem, siz görüşmeye
gelmeye nasıl cesaret ettiniz? Sizin için ben nice nitelikli adaylara yol verdim.
MADRIGAL, yumuşak. - Başka aday var mıydı ki?
(E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:102)
“İçi dolu çantayı öğrenciye verdi ve elini hararetle sıktı. Öğrencinin acelesi vardı, bunca vakit
yitirmesine neden olan işlemlere sövdü. Şaşkınlıktan ağzı bir karış açık kalan Fischerle, yana çekilip ona yol
verdikten sonra soluğu camlı kapıda aldı çocuk...”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:255)
“sabah beş ihtiyar içeri girdi.
‘Bukowski?’
‘evet Bay Sunderson.’
‘sana yol vermek zorundayım.’ (aşina sözler.)
‘neden?’
‘çocuklar burayı gerektiği gibi işletemediğini söylüyorlar.’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:145)
“Yüzündeki gülümseme kaybolan Veraguth, ateş püsküren gözlerle Robert’e bakarak sürdürdü
konuşmasını: ‘Nişanlın olacak kıza gözünün yaşına bakmadan yol vereceksin, anladın mı Robert, yoksa aramızda
her şey biter.’ ”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:136)
Yol yordam bilmek; Yolu yordamı olmak; Yolu yordamıyla yapmak : Nereye gideceğini bulabilmek;
Usulünü kaidesini bimek, nazik olmak
“On gün ağlasa acısı bitmeyecekti. Acı, içinden çıkıp gitmeyecekti: ‘Kör şeytanından bulasıca! Her
şeyin bir yolu yordamı var. Düşünmeden danışmadan gelip kazma furdun elin evinin önünde.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:105)
“-‘... Halkımızın bu başıboşluk, saygısızlık içinde kendisini unutması çok dokundu bana. O öfkeyle
kolları sıvamışım. Öyle çok değil, şöyle yolu yordamınca, hafiften...’ ”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:120-1)
“GAYEV - Kapa çeneni Firs!
FİRS - Kimi zaman da kurutulmuş vişneyi arabalarla Moskova’ya götürürlerde. Para vardı bu işte!
Vişne kurusu da bir yumuşak, bir sulu, bir tatlı, bir kokulu olurdu ki o zamanlar. Yapmanın yolu yordamını
bilirlerdi...
L. ANDREYEVNA - Ne oldu şimdi bu yol yordama?
FİRS - Unutuldu. Kimse anımsamıyor.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:115)
“DELİ - Baksana şunlara, hala umutsuzlar... suratları cenazeden çıkmış gibi!.
2. POLİS - (Yargıcın gösterdiği güvenden etkilenmiştir.) Evet, yolu yordamıyla söylemek gerekirse,
nasıl söylesem, bana çanağa düşmüşler gibi geliyor...
MÜDÜR - Hey, daha kafayı yemedik henüz!”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:38)
“Kadın bunun farkındaydı.
‘Görüyor musun?’ dedi kocasına, ‘Herr Knulp senden daha nazik, gereken yordamı biliyor.’ ”
(H. Hesse , “Knulp”, sa:20)
“Ötesini sorma. Şimdi buradayım, ölüyüm, ölü, ölü. Neden buradayım, bildiğim yok. O zamanlar yolu
yordamınca ölüm teknesine yüklediler beni, zavallı bir ölü; herkese yaptıkları gibi tabutuma üç dört el uzandı,
tamam, ne diye Avcı Gracchus’a bir ayrıcalık tanısınlar. Herşey yolu yordamınca olup bitmişti, uzanıp
yatıyordum teknede.’ ”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri”, sa:300)
“ ‘Sonra?’
‘Beş arkadaş oradan kaçtık. İçimizden biri de delikanlı bir zabitti, yol yordam biliyordu. Memlekete
gelir gelmez ben benim alayı aradım, benim alayın adı da kendi de yoktu. Ben de balık tuta tuta Karadenizin
öteki ucundan buraya kadar indim, bizim adaya sığındım.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:149)
“Karaca Ali Ağa düğün hazırlığındaydı. Her şeyi yoluyla yordamıyla yapmalıydı.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Alageyik”, sa:186)
“Müdürün temizlik hastası olduğu fark ediliyordu. Yirmi dokuz yaşını yeni bitirmişti, beyaz kadın
ticaretiyle servet yaptıktan sonra deneysel yoldan gazeteci olan ve ömür boyu birinci başkanlık yapan
büyükbabasından farklı olarak dört yabancı dil biliyordu, uluslararası alanda üç master yapmıştı. Yol yordam
bilirdi, şık giyimli, serinkanlı diye tanınırdı.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:50)
“Bu aralık Poissy bakkalı Bay Brau, bir kaya balığı meraklısı, kayıkla geçti ve bana seslendi: ‘Yerinizi
mi almışlar, Bay Renard’. Kendisine: ‘Evet, Bay Brau, dünyada yol yordam bilmeyen görgüsüz adamlar da var,’
yanıtını verdim.”
(G. de Maupassant, “Juıles Amcam”, sa:31)
“DADI - Anlaşıldı nonoşum. Herkese ilan edeyim de seni Ms. Lady diye çağırsınlar. (İstifini
bozmadan tepsiyle çıkar.)
LADY UTTERWORD - Dil bir karış kadında. Böyle yol yordam bilmeyen hizmetçileri tutmak neye
yarar sanki?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:14)
“O dakkada hikaye dinleyecek durumda değildim. Çünkü kafam yine Alfred’le doluydu. Halbuki günün
birinde ben de evlenecektim. Evlenmenin de yolu yordamı vardı.” ..... “Alfred’le aramızda ne fark vardı ki?
Yalnız arkadaşım şatoda bulunduğu için biraz yol yordam biliyordu. Bir de okuması, yazması vardı.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:343;434)
“Casanova da, kendisiyle, o parlak ve tanrısal macera mesleğini her türlü güzellikten sıyıran, yol
yordam nedir bilmeyen hilekarlar güruhu arasındaki farkı her zaman kuvvetle vurgulamaya çalışır.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:30)
Yom Kippur : (DİN, MUS.) : Musevilikte, günahlar için ‘Tövbe’nin sembollendirildiği en büyük dini
bayram. Her yıl, ‘Tishre : Eylül-Ekim ayının 10. günü. Musevi İncili’nin ‘The Sabbath of the Solemn Rest” diye
adlandırdığı, gayet ciddiyetle kutsanan cumartesi. En çok on dakilalık yol yürümesi, kat’i olarak içecek, yiyecek,
çalışma yok
Yomsuz : Uğursuz
“Böyle konuşup oturdu o, kalktı hırsla
gücü yaygın Agamemnon, yiğit Atreusoğlu,
kapkara bir öfkeyle doluydu yüreği,
yanıyordu iki gözü yalım yalım.
Dik dik baktı Kalkhas’a, dedi ki;
‘İyi bir söz duymadım senden, yomsuz haberci,
hep kara haber verir, gönül eğlersin.
Ne tatlı bir sözün var, ne hayırlı bir işin.”
(Homeros, “İlyada”, sa:75-6)
Yontmataş Devri :
Bk.: Eskitaş Çağı
Yontulmamış : Kaba, uygar olamayan, patırdıcı gürültücü (Argo)
“-Buna olsa olsa incelik ve nezaketimiz, soydan gelme kültürümüz engel olur, dedi. Pittsburg’lu
milyonerler gurursuz, büyüklenmeleri olmayan, sıradan, eli açık insanlardır. Tavir ve davranışlarında kaba ve
nezaketsizdirler. Gürültücü, patırdıcı oldukları gibi yontulmamışlardır. Kaba saba davranışlarının arkasında bir
hayli nezaketsizlik ve saygısızlık gizlidir.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:96)
“PETRUCHIO - Nerde bu keratalar? Heey, üzengimi tutup atımı alacak kimse yok kapıda! Nerde bu
Nathaniel, Gregory, Philip?
BÜTÜN UŞAKLAR - Burdim efendim, burdin efendim, burdim (Burdayım!).
PETRUCHIO - Burdim efendim, burdim efendim, burdim efendim. Sizi kütük kafalı, yontulmamış
herifler! Hani hizmet, hani dikkat, hani görev? Nerde önden yolladığım aptal kerata!”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:84)
Yontulmuş : İncelmiş, kibarlaşmış, daha uygar ve sosyal olmuş kimse
“‘Ne kadar uygar, ne kadar zeki ve yontulmuş isek, o kadar da, Tanrı’nın iradesini benliğimizde temsil
eden hayvani içgüdüyü mağlup edip zaptetmeye mecburuz.’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:234)
“Harlov annemin sözünü keserek:
-Yooo hanımefendi, dedi, ona ders olsun! Karşısında kim olduğunu öğrenmeden bir daha insana
sataşmaya kalkmasın. Daha genç, öğrenmesi gerek.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:15)
Yordamlamak : El, ayak yardımıyla bulmak, araştırmak
“Yordamlaya savrula köyün ortasındaki kavağa varabildiler sonunda. Kavağın altında gene kırmızı
boyalı bir tulumba vardı. Yusuf oraya varınca kendini tozların içine attı, tıtreyerek debelenmeye, yuvarlanmaya
başladı.
‘Hakkınızı helal edin kardaşlar, ben ölüyorum kardaşlar...’ ”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:75)
“Ali de gidip ayağıyla yordamladı. Sürülmüş tarlanın kıyısını bir kaç kere dolaştı:
‘Bugün çift sürmemiş Memed, evlekler öyle duruyor.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:32)
Yorgun argın : Yorgunluktan bitkin
“Nasıl ki şahin uzun süre uçtuktan düdük sesi alamayınca veya kuş göremeyince sahibine: ‘Ne o?
İnliyor musun?’ dedirtir ve hızla havalandığı noktaya, yüzlerce kavis çizerek öfkeli ve asi bir tavırla gelip
sahibinden uzakça bir yere yorgun argın konarsa, Geryon <Canavar yaratık; Aeneis’de üç vücutlu bir ejder şeklinde tasvir
edilmiştir> da bizi uçurumun dibine, dik kayanın alt başında öylece yere bıraktı ve bizi indirmesiyle yayından
fırlayan ok gibi gözden kaybolması bir oldu.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:210)
“DEV KADIN
---------------Serdiği zaman onu kırlara yorgun argın,
Yatıp göğüslerinin gölgesinde uyumak
Erinçli bir köy gibi eteğinde bir dağın.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:55)
“Yorgun argın sıralardan birine yığılır, bazen uykuya dalar, ancak zangoç ayinin bittiğini çıngırakla
haber verince uyanırdım. Kendimden, işimden, ellerimden nefret ettiğim saatler olurdu.”
H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:10)
“Gemilerde güverte bileti almak, içi kazınmış ve yorgun argın varmak, uzun bir süre üçüncü mevkide
yolculuk yapmak, çoğunlukla günde bir kez yemek yemek, parasını saymak ..... cesaret ve irade ister.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:74)
“O zaman tekneme çıkar -adı Dünya- ve en yakın adaya doğru yelken açarım. Yol üstünde güçlü
akıntılar, rüzgar ve fırtınalarla karşılaşıyorum, ama rotamdan uzaklara sürüklendiğimi ve ulaşmak için
çabaladığım adanın artık ufukta olmadığını bilerek yorgun argın kürek çekmeyi sürdürüyorum.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:77)
“Ayağa kalkıp gerindim; yumuşak ve ılık karanlıkta, ev ateşlerinin hafif parıltılarına doğru yorgun
argın yürümeye başladım. Ne komik diye düşündüm. Gri sakallı bir adam, askeri yaşama ilişkin endişelerine ve
rahat yatağına geri dönmeden önce karanlıkta oturmuş, tarihin eski sayfalarından hayaletlerin çıkagelmesini
bekliyor.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:24)
“Gece, başımdan garip bir macera geçti. Pek de mükemmel olmayan bir otelde kendimizi yorgun argın
yatağa atmıştık. Gece yarısı uyandım ve çok hoş bir manzarayla karşılaştım: tepemde, şimdiye kadar
görmediğim güzellikte bir yıldız parlıyordu.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:143)
“Paydos zamanı, büyükbabam, dayılarım ve işçiler atölyeden yorgun argın, elleri santalla boyanmış bir
halde mutfağa gelirlerdi. Hepsi de mutfağın köşesinde kararmış ikonlara benzerdi.”
(M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:18-9)
“İşten yorgun argın döndüğümde bu kanlı canlı delikanlıyı karşımda görünce hem gülesim gelir, hem
üzülürdüm. Gölgeli bir köşeye yerleşip dönmemi bekler, aç gözlerini üzerimde gezdirirdi. Fakat hepsinden daha
kötüsü, çalıştığım için benimle alay etmesiydi.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:113)
“Üçüncü haberi getiren hizmetli kadını adeta hırpalayarak kovuyordum. Hayrullah Bey birdenbire
hiddetlendi:
-Ne halt var burada? Haydi ödevinin başına! Yorgun argın, az işim varmış gibi, bir de seninle mi
uğraşmalı?”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:359)
“Renkler birbirine karışarak koyulaştığı, ortalık lacivert bir tülle gizlendiği zaman hazin bir ezan sesi
köyün beyaz minaresinden dalga dalga yayılmaya başlar. Heybeleri sırtlarında orakları omuzlarında yorgun
argın insanlar evlerine dönerler.”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:19)
“... onunla eskiden, konserlerden sonra ne güzel geceler geçirmiştik; restoranların pencerelerinin
ardında, caz topluluklarının o sıralardaki yaşamının bir parçası haline gelmiş olan ezgileri çaldığı, karanlığa
gömülü dar sokakları yorgun argın arşınlamıştım.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:132)
“Bunu görünce, artık annesinin yanında olduğuna güvenemez oldu. Üzerine hüzün çöktü. Binayı
yaparken ve yorgun argın dinlenirken yaptığı gibi gerçek bir istekle ağlamaya başladı. Oysa hiç bir acı
duymuyordu.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:56)
“Ne diye bir köylü olarak kalmadın sanki, dedim kendi kendime, utana sıkıla köyün içinden geçtim;
yorgun argın yeniden düştüm yola.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:66)
“Akşamları yorgun argın eve döner, çorbasını içip bir kelime bile konuşmazdı. Ablası Jeanne ana, o
yemek yerken, yemeğinin en iyi kısmını, et parçasını, domuz yağı dilimini, lahananın göbeğini kardeşinin
çanağından alır, çocuklarından birine verirdi.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:147)
“... o zamanlardan tek hatırlayabildiğim akşam üzerleri eve gelince yorgun argın çöküşüydü, sonra da
anamı bir köşeye çekerdi heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatışıydı.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:102)
“İsa, başını dizleri arasına almış, dirseklerini dizlerine dayamış bakıyordu. Odunları düzenleyerek böyle
soğuk bir günde ateş yakmak ne büyük tören, diye düşünüyordu. Alev, esirgeyici bir kızkardeş gibi gelip ısıtıyor.
Aç bi ilaç, yorgun argın yabancı evine girmek ve yabancı iki kızkardeşin gelip insanı rahatlatması...”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:306)
“Hüsmenin ev araması kaç gün sürdü, ne Hüsmen, ne de onlar biliyorlardı. Hüsmeni unutmuş
gitmişlerdi. Onu arada sıra da bir evden ötekine geçerken gören de oluyordu. Her gün, gün doğmadan önce
yataktan çıkıyor, gün kavuştuktan sonra eve dönüyordu, yorgun argın, bitkin.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, sa:66)
“Bu sırada da içeriye yorgun argın asık bir yüzle Molla Duran Efendi girince herkes sustu, bütün başlar
ona çevrildi.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:223)
“BOŞLUKTA SOLUYAN HÜCRELER
-------------------------------------------------5
Ve hayali
ağır ağır yürüyen düztabanın
tunduranın üstünde
bıçaklanmış içerden iki kez,
ardımda kan izleri bırakarak,
onu sıçratarak hangi yana sendeleyecek
olursam olayım,
ne önemi var ayılara özgü döngünün,
hangi yalnızlık dansına girişsem,
hangi yerçekimine yakalanmış sıçramaya,
hangi yorgun argın yürümeye, hangi inlemeye”
(Galway Kinnel<d.1927>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.07.04)
“Bu mankenlerin nükleer enerji ışınları gibi havaya yaydıkları muhteşem cinselliğin kimsenin üzerinde
bir etkisi yoktu: İnsanlar malların arasında yorgun argın, surat beş karış, bıkkın, ters tavırlarla ve sekse tamamen
ilgisiz bir halde dolaşıp duruyorlardı; bir tek Profesör Avenarius, oradan geçerken muazzam bir sefahat aleminin
başında olduğuna inanmış bir vaziyette mest oluyordu.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:184-5)
“Birdenbire yolcu kalabalığı sökün ediyor. İşten çıkan, yorgun argın kendilerini motora atan insan
kalabalığı iskele ile motor arasında uzatılmış ıslak tahtadan geçerken, alesta bekleyen motorun kahyası, düşen
olursa kurtarmak üzere elini kolunu hareket ettiriyor.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:6)
“GUIMORE’A ŞARKILAR
<Poesias Completas’dan>
III.
Ozanın
seni düşünür. Uzaklar
limon ile menekşe rengine dönmüş,
Kırlar yemyeşil daha.
Benimle geliyorsun, Guiomar;
soğuruyor bizi dağlar.
Bir meşelikten ötekine
geçmektedir gün yorgun argın.”
(Antonio Machado<1875-1939>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
05.03.09)
“BARBAROS MEYDANI
------------------------------Meydanın ilersi deniz kıyısı
Karaya çekilmiş kayıklar,
İskele gazinosu yanda
Sulara dökülmüş ışıklar,
Üsküdar şu karşısı.
O nemli topraklara
Ana çöker yorgun argın,
Kalmış gözü arkada
Kendi ayakta kızın”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:23)
“Hafta sonları, bazan Robert Kolej’den çıktıktan sonra bu boş ve soğuk daireye girer, sobayı yakıp iyice
ısındıktan sonra kendi çektiğim bu fotoğraflardan bir-iki tanesini seçer, onlardan bir ilhamla bir hamlede iki tane
kocaman resim yapıp yorgun argın ve tuhaf bir hüzünle eve dönerdim.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:255)
“Akşamları yorgun argın eve geliyorum. Yollarda, kaldırımlarda önüme bakarak. Birşeylere kızgın,
kırgın, öfkeli. Hayal ettiğim şeşyler bile aklımın sinemasından acele acele geçiyorlar. Vakit geçiyor. Hiçbir şey
yok. Gece başladı bile. Mağlubuz, yeniğiz. Akşam ne yemek var?..”
(O. Pamuk, “Öteki Renkler”, sa:76)
“İp gibi yağan yağmurun arasında görüntüsü bulanarak yaklaşan bu adam benim dedem. Yorgun argın
yürüyor yaşlı adam. Yokluklarla, cehaletle geçmiş yetmiş yıllık zor bir hayatı sürüklüyor arkasında. Yine de
bilge bir adam, suskun, yalnızca kaçınılmaz olanı söylemek için açıyor ağzını. O kadar az konuşuyor ki, yüzünde
uyarı ışığına benzer bir şey yandığında ona kulak vermek için hepimiz susuyoruz.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:68)
“Şimdi koşullardan söz edebiliriz, haftanın her günü için belirli bir tutar var, buna ek olarak hasatın
bitiminde beş yüz Escudo <Portekiz ve Şili’nin para birimi>, cumartesi bütün ekinler biçilmiş olmalı.... Bütün bir hafta
boyunca Manuel Espada ve Antonio Mau-Tempo gece gündüz ekin biçecek, bunu gözünüzde iyice canlandırın,
tam bir iş gününden sonra dayak yemiş gibi, yorgun argın kulübeye gidecekler, yemek yedikten sonra tahıl
tarlasına geri dönecek ve biçmeyi sürdürecekler...”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:250-1)
“Hummalı ve uykusuz bir geceden sonra, ertesi gün çam korularıyla örtülü tepelerde yürüyüş yapmaya
zorladım kendimi. Kasvetli ve ıssız görülen bu yerde ne aradığımı bilmiyordum. Öğleden sonra yorgun argın
eve dönünce, sert bir kanapeye uzanarak uzun zamandır istediğim uykuyu beklemeye başladım (Wagner’in ‘Das
Rheingold’on orkestra entrodüksiyonunu yazma esini hakkındaki notlarından).”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:243)
“Ama şimdi hiç bir şey düşünmüyordu. Düşünmeye fırsat olmuyordu, çok, öyle çok işi vardı ki. O
kadar çoktu ki işi, gücü neredeyse akşamları yorgun argın tıkabasa dolu kasayı boşaltıp kendi payını ayırmaya
yetmiyecekti. Baldini’nin hemen her gün atölyesinden yeni bir kokuyla çıkmasında bir bit yeniği olduğundan
kuşku duymayı hayal bile edemedi.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:93)
“İçeri girdiler. Madrinha Flor, masanın üzerindeki kan lekelerini silerken, doktor sıraya oturdu. Yorgun
argın, her şeyi gözlüyordu. Hala genç olan, bir şeyler isteyen kadının bedeninin hareketlerini.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:87)
“Bir akşam bir nehrin kenarında sağlam surlu şehrin kapısına yorgun argın ayakları şişmiş bir halde
geldi, içeri girmek istedi. Fakat nöbet bekliyen askerler harbeleriyle geçidi kapayıp sertçe, ‘Şehirde ne işin var?’
dediler.”
(O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:II, sa:102)
“İlk önce Park’a geldi, karanlık ağaçlar sanki onu büyülemişti. Şakağını ıslak demirde serinletip
ağaçların titrek sessizliğini dinleyerek yorgun argın parmaklıklara yaslandı. ‘Cinayet! Cinayet!’ diye durmadan
tekrarlıyordu.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:21)
“ ‘Söz dizileriyle tıka basa dolu defterim yere düşmüş; gündelikçi kadın, tan ağarırken yorgun argın
gelip kağıt parçalarıyla, yırtık tramvay biletleriyle, yumrulup atılması için çerçöp arasına, oraya buraya
fırlatılmış notla birlikte süpürsün diye, masanın altında duruyor.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:227)
“Basamaklara baktı; bomboş duruyorlardı; tualine baktı; busbulanıktı; ani bir hareketle, her şeyi bütün
açıklığıyla görüvermiş gibi, oraya tam oraya bir çizgi çekti. İşte olmuştu; tamamlanmıştı. Yorgun argın fırçasını
bırakarak, ‘Eh’ diye düşündü, ‘düşlerimin gerçekleştiğini gördüm.’ ”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:336)
“Prater’in çıkış yerinde bir araba durağında yere çömelmiş bir satıcı kadın gördüm; birkaç parça şeyin
üzerine yorgun argın eğilmişti. Tozlanmış çörekleri ve birkaç yemişi vardı.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:170)
Yorgun düşmek : Yorulmak, yorgun hissetmek
“Ama annesi de, Kamala’nın kendisi de yorgun düşmüştü; oğlan muz yerken, annesi yere oturup
gözlerini yumdu, dinlenmek istedi biraz. Ama ansızın acı bir çığlık attı, korkuyla annesine baktı oğlan, benzinin
sapsarı kesildiğini gördü; annesini sokan küçük kara bir yılan, annesinin giysisinin altından çıkıp uzaklaştı.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:131)
Yorgun düşürmek; Yorup bitirmek : Birini, işe ya da meşgaleye koşarak çok bitik hale getirmek
“Akşamın beşinde sofraya oturuldu. Saat on birde hala yemek yeniyordu. Görenek öyle olduğu için
beni Matmazel Dumoulin adında bir kıza, emekli bir albayın genç, sarışın, asker tavırlı, iyice serpilmiş, pervasız
ve lafazan kızına eş yapmışlardı. Kız beni bütün gün elinin altında tuttu, bahçeye sürükledi, istesem de
istemesem de dans ettirdi, yordu, bitirdi.”
(G. de Maupassant, “Tombalak-Karım”, sa:101)
Yorgunluk atmak : Dinlenmek, yorgunluğunu gidermek
Bk.: Yorgunluk kahvesi
“Uzun uçak yolculuğunun yorgınluğunu atmaya bile fırsatım olmadı, daha ilk akşamdan gülümseyerek
dans edeceksin, dediler. Altı kızız, ötekilerden mutlu olan da yok, burada ne işi olduğunu bilen de. Müşteriler
yiyip içip alkış tutuyor, öpücükler yolluyor, gizli gizli ayıp hareketler yapıyorlar; ama çizmeyi aşan çıkmıyor.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:43)
“Çiçeközüyle doyan böcek, cesur bir atılımla göğe yükseldi. Elimden geldiğince güzel güzel kalktım ve
ayaklarım üzerinde dineldim.
-Elveda, dedim çiçeğe ve arıya. Hoşça kalın. Aranızdaki uyumun gizini keşfetmeye yetecek kadar
yaşamaya vaktim olacak mı acaba? Çok yorgunum. Ama insan dediğin öyle bir yapıdadır ki, bir işten
yorgunluğunu ancak bir başka işle atar. Filolojinin ve diplomatlığın yorgunluğunu atmama da, Tanrı isterse,
çiçekler ve böcekler yardım edecek. Yaşlı Anthée’nin söylencesi ne kadar anlam yüklü’ Toprakla temas ettim ve
yeni bir adam oluverdim; işte yetmiş yaşımda, yaşlı bir söğüt ağacının oyuk gövdesinden taze filizlerin sürmesi
gibi ruhumda yeni meraklar doğmakta.”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:115)
Yorgunluk çökmek : Yorulmak, yorgun düşmek
“Annem kapıda bekliyordu bizi. ‘Merak ettim,’ dedi daha uzaktan. Konuşmadığımızı görünce, ‘Bir suç
mu işledi babası?’ diye sordu. ‘Hayır,’ dedi babam. Sofra hazırdı. Birden bir yorgunluk çöktü içime. Babam,
anneme, mutfağa doğru giderken bir şeyler söylüyordu.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:58)
“Ötekisi, ‘Nefes alıyor mu?’ diye sordu.
‘Hayır.’ Ansızın Kern’in üzerine korkunç bir yorgunluk çökmüştü. ‘Yaptığımız saçma bir şey zaten.
Adam ölmek istiyordu. Ne diye ölmeye bırakmıyoruz sanki?’
‘Fakat, Tanrı aşkına...’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmeli”, sa:239)
Yorgunluk gidermek; Yorgunluk kahvesi : Genellikle uzun bir yolculuk ya da yorucu bir çalışmadan sonra
sunulan kahveye verilen ad
“Ahmet Bey eniştemin de bana arada bir ‘Sultanaziz Cücesi’ dediğini iftiharla anımsadım. Sonra
halama döndü,
-Ee, biz yaşlandık gari. Gençler geliyor arkadan.
Sonra, durumu biraz kıskançlıkla izleyen İhsan’a döndü:
-Torun paşa, dikilip durma orda, şu dörtlük cezveyi sürüver de, birlikte bir yorgunluk giderelim.
Kahveler içildi, hoş beş edildi...”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:72)
“Artık Kemal ağa, memal ağa mesleği kullanacağı tam yerine düşmüştü. Deminden beri maiyet olmuş,
pısırıklaçmış gibi bir huzursuzluk duymaya başlamıştı. Kırılan kırıldığı yerde kalsındı:
-Eh, bir yorgunluk kahvesi fena olmaz...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:58)
Yorgunluktan her yan(lar)ı çözülmek : Yorgunluktan bitik olmak, dökülmek
“Bekçiyi çağıırdı. Ayakta duracak hali yoktu Mustafa’nın. Sallanıyordu. Uyku süzülüp süzülüp
akıyordu gözlerinden. Yorgunluktan her yanları çözülüyordu.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:216)
Yorgunluktan bitmek tükenmek : Yorgunluktan bitkin bir hale düşmek
“Yorgunluktan tükenmişlerdi. Oysa, yaptıkları iş, tamamlanmaktan çok uzaktı; Akbarlı’lardan kimse de
onlara yardım etmemişti.”
(P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:189)
“Adrienne o gece iyi uyuyamadı. Halbuki yorgunluktan bitiyordu. Babasının odasına girerek ceketinin
cebinden anahtarı alabilmişti. İhtiyar çarçabuk derin bir uykuya daldığı için bu işi kolayca becermişti.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:114)
Yorgunluktan ölmek, ölü gibi olmak : Son derece yorgun hissetmek
“O, birdenbire ürktü:
-Hiç... Hiç, dedi. Sonra gülerek ekledi:
-Allah aşkına boğuşmaya falan kalkayım deme, yorgunluktan ölürüm. Sonra, lambayı söndürerek
yatağına girdi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:75)
“O dönem, sürekli bir şölendi. İnsanın kendinden geçmesi için evden çıkıp yolun karşısına geçmesii
yeterliydi; her şey öylesine güzeldi ki, hele geceleri, herkes yorgunluktan eve ölü gibi döndüğünde bile, hala bir
şeylerin olmasını, bir yangının çıkmasını..... hatta tepelerin ardına kadar yürümesini beklerdi.”
(C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:7)
Yornuk almak : Dinlenmek
“Yanda bir telis çuvalın altında uyumakta olan bebe ağlamağa başladı.
Adam:
‘Avrat,’ dedi, ‘gelin de azıcık yornuğunuzu alın.’ ”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:27)
“Ali:
‘Gel öyleyse oturup bir iyice yornuk alalım. Bir daha da yoldan gitmeyelim. Kıyıdan kıyıdan.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:196)
Yorum yapmak : Açıklamak, nedenini izah etmek
“Rehber, sadece kendisinin bildiği bir nedenden ötürü suskundu. Yüzü ciddi ve düşünceliydi. Elinde bir
kibrit çöpü, dişlerini karıştırmakla meşguldü. Ne sesle ilgili bir yorumda bulunmaya kalkmıştı ne de açıklamaya
yeltenmişti. Sonunda Bayan Truman’la göz göze gelince kaşlarını kaldırarak elini göğsüne götürdü ve istavroz
çıkardı. Campion yola devam edip etmemekte tereddütlüydü. ‘Hadi dönelim,’ dedi, ‘bu kadarı yetti bana. Hem
eski eserleri ne zaman göreceğiz?’ Ne zaman gerçekten.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa: 176)
Yosma : Oynak, işvebaz , genç ve güzel, baştan çıkarıcı kadın (Argo)
“Dişi penguenler gidip erkeklere kur yapıyorlarmış, ayarttıkları erkeklerle sevişip karşılığında çakıltaşı
alıyorlarmış. Erkekler, seviştikleri dişilere vereebilmek için çakıltaşlarını bulup biriktiriyorlarmış. Bazı dişi
penguenler ise pek yosmaymış.”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:75)
“IRMAK
---------Belli ki bir su perisi can katıyor
coşkusunun güzelliğine...
Hem akıllı, hem de kurnaz bu yosma bana
tuzak kurarak
hemen gitmemi, canımı kurban etmemi
bekliyor kendine.”
(Voymir Asenov<d.1939>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
01.12.05)
“MAHMURLUK
-------------------Bugün bana bıçak vurdu
<eski> yosmanın birisi.
Votkalı, sisli, çamurlu...
Sofya’nın bir pis gecesi.
Bir dost <çoktan terk ettiğim>
Hala saldırmadı bana.”
(Miryaba Başeva<d.1947>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
11.09.08)
“BİR İKARUS’UN SIZLANIŞLARI
Doygun, mutlu dinçtir her zaman
Yosmanın dost tuttuğu kimse;
Şu kollarım koptu benimse
Bulutları kucaklamaktan.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:287)
“PORTAKALLAR
<Musica para sordos-Sağırlara Müzik’den>
Yuvarlacık yosmalar, top bunlar
Cinselliğin açlığıyla dolu, belirsiz bir zaman için
tutsak alınmış ışıktan, tatlı buruk bir yaşamdan
ahmakça tutkudan
birkaç andan, bir dakikalık sevgiden
gölgeden, dilimlerin cinsiyetinden
kabuğundan.”
(Rafael Courtoisie<1837-1885>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap”,
14.08.08)
“DİYELİM
<Gümüş Çağ Rus Şiiri - 1912>
Diyelim kader sadece acı alay,
Gönül meyhane ve gök delik deşik,
Şiir, aşınmış yosma bir şey,
Güzellik ise hor görme ve pislik”
(David Burlük<1882-1967>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 22.04.04)
“Ama Marguerite Teyze, o hep düzgün giyinen, öylesine güzel ve, söylenenlere göre, fazla yosma
Marguerite Teyze ölmüştü, yosmaca yaşamakla kötü de etmemişti, öyle ya, şeker hastalığı yüzünden bir koltuğa
çivilenmiş, koca dairede yüzüstü bırakılmış durumda şişmeye başlamış, öyle kocaman, öyle şişkin duruma
gelmişti ki, soluk alamaz hale gelmişti.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:109)
“Ekmekçi aldırmadı, sürdürdü konuşmasını:
-Belki de bu yosma, İspanya’dan döndükten sonra artık hanım hanımcık evinde oturdu, sanırsınız ha!.
Yok efendim, ne münasebet!.. Kocası işi tatlıya bağlamıştı ya! Karı yine azdı. İspanyol’dan sonra, bir subay
peydahladı.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:19)
“Dördüncü papa, Dolcino’ya karşı haçlı savaşı açan V. Clemens’in ta kendisiydi. Bu da doğru oldu.
Çünkü Dolcino o sırada yazdığı mektuplarda, ortodokslukla bağdaşmayan kuramlar ortaya atıyordu. Roma
kilisesinin bir yosma olduğunu, papazlara boyun eğmemek gerektiğini, tüm tinsel yetkelerin şimdi Havariler
tarikatına geçmiş olduğunu, onların yeni kilisenin tek temsilcileri olduklarını..... hiçbir papanın günahları
bağışlatamayacağını, ondalıkların ödenmemesi gerektiğini..... söylüyordu.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:323)
“Başım alıp gitmem nereye varsam
Varsam da bir zaman eğlenüp kalsam
Gülgun dudakların ağzıma alsam
Akar leblerinden balı yosmanın”
(Gülgun: Gül renkli; Leb: Dudak)
(Erzurumlu Emrah-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:606)
“Sonunda bir gün onu başka bir ‘dost’uyla yakalamış, hemen çekmiş Bursa bıçağını, şişlemiş. Yosma
hastaneye, kendisi buraya. Şimdi o da yanıyor, ‘Ne ettim elin iki paralık karısı için’, diyor.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:49)
“Eşsiz limanlara girdim akşamları, bazı bazı bütün gece aşkı aradıktan sonra, şafakta bırakırdım o
limanları. Venedik’te alabildiğine güzel bir yosma tanıdım; üç gece sevdim onu, öbür aşklarımın bütün hazlarını
unutuyordum yanında, öylesine güzeldi. Gemimi ona sattım, ya da verdim.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:59)
“Anthime onun iğneyi çekişine bakıyor, ‘hamuru iyi,’ diye düşünüyordu. ‘Beni aldatabilecek bir
yosmayla da evlenebilirdim, elimi ayağımı bağlayacak bir hafifmeşreple, kafamı patlatacak, beni çileden
çıkaracak bir gevezeyle, baldızım gibi alınganın biriyle de evlenebilirdim.’ ”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:9)
“RIDOLFO - Haydi gidelim, sinyora Placida’yı bulalım; berber dükkanında bizi bekliyor.
D. MARZIO, Leandro’ya. - Gidin de karınız olacak yosmayı bulun.
LEANDRO - Sinyor Don Marzio, size bir şey söyleyeceğim, ama aramızda kalsın; sizin koparılacak
bir diliniz var. (Trappola ile birlikte berber dükkanına girer.)”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:112)
“Pek çok kişinin yayan yapıldak yollara düşmüş, ölüm döşeğindeki Buda’ya gittiği bu günlerin birinde
Kamala da, bir zamanın bu en güzel yosması da çıkageldi. Önceki yaşamından elini eteğini çekeli hayli zaman
olmuştu; koruluğunu Gotama’nın keşişlerine bağışlamış, Gotama’nın öğretisine sığınmış, hacıların dostları
arasına, onları kollayıp gözetenlerin arasında karışmıştı.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:130)
“HAYVANAT BAHÇESİ
<1909>
Hey Bahçe, Bahçe!
Orada demir parmaklık, kardeşlere kardeş
olduklarını anımsatan ve kan dökücü çatışmayı
durduran bir babaya benziyor.
Almanlar bira içmeye gidiyorlar orada.
Yosmalar vücutlarını satmaya.”
(Velimir Hlebnikov<1885-1922>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, A. Behramoğlu, sa:53)
“Daha iki ay öncesine kadar bir çatı katında uslu uslu dikiş diken, kayış gibi yatağında günde beş saat
uykuyla yetinen o haspa birdenbire bankacı metresi olmuş! Bu dönüşüm dün gece gerçekleşmiş. Kurban hatuna
bu sabah rastladım, İşin korkunç yanı, en az dünkü kadar güzeldi yosma.”
(V. Hugo<1802-1885>, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:432)
“ ‘... Arabacıların da hoşuna giderdi bu. Biri sorardı: ‘Kim bu kitap gibi konuşan çocuk be?’ ‘Kim
olacak, benim yeğenim!’ yanıtını vererek, seninle ve hiçbir şey bilmeyen kendimle övünürdüm. ‘Ablamın, yirmi
yaşındayken eşi bulunmayan o yosmanın biricik oğlu!..’ ”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:35)
“İSTANBULU DİNLİYORUM
--------------------------------------İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Bir yosma geçiyor kaldırımdan;
Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar.
Bir şey düşüyor elinden yere;
Bir gül olmalı;
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.”
(O. Veli Kanık<1914-1950>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:381)
“‘Bu kent Tanrı tarafından lanetlenmiştir,’ derdi ona babam. ‘Oradan geçerken, hızlı yürü, gözünü
yerden kaldırma, aklında hep ölüm olsun; ya da göğe bak, aklında hep Tanrı olsun. Hayır duamı almak
istiyorsan, Kefernahum’a her gidişinde, başka bir yoldan geç.’ Yosma kent, güneş altında gülüp duruyordu
şimdi.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:89)
“Zengin ve yaşlı kocasından dul kalmış, otuz yaşında genç ve güzel Nevada Hanım, onyedi-onsekiz
yaşlarında gayetle dilber, pırpırı bir kayıkçı oğlana gönül verir; araya çöpçatıcı bir mahrem adamını koyar, oğlan
para ile yola getirilir ve hanım, güzel kayıkçı ile evlenir. Ömrü, dolmuşa işleyen iki çifte bir kayıkta denize kürek
çalmakla geçerken, başına böylece bir devlet kuşu konarak mükellef <fevkalade döşenmiş> bir konakta ağa olan
kopuk oğlan, eski ayakdaşlarını <arkadaşlarını> terketmeyerek meyhanelerde akşamcılığa ve Galata’da Rum
yosmaları ile türlü kepazeliklere devam eder, kendisini seven karısına bir püsküllü bela olur ve nihayet bir Rum
fahişenin kalyoncu kabadayılarından bir tutkunu tarafından bıçaklanarak öldürülür.”
(R.E. Koçu, “İstanbul Tulumbacıları”, sa:44-5)
“Rugan Kundura
Düşündü şair:
Hay seni, bıktım bu pılı pırtıdan!
Yosmalar ve tiyatrolardan, şehirayından,
Gömlekler ve sokaklardan,
dedikodulardan.
(Alfred Lichtenstein<1889-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
03.09.09)
“... kışkırtıcı bir vücudu, kadınsı kokusuyla beni öfkeden yastığıma kapanıp ağlatan altın sarısı, gür,
karmakarışık saçları vardı. Sonunda bunun asla bir aşka dönüşemeyeceğini biliyordum, ama üzerimdeki o
şeytani cazibesi öyle yakıcıydı ki, yoluma çıkan ne kadar yeşil gözlü yosma varsa hepsiyle rahatlamaya
çalışıyordum.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:38)
“Yeniden salona çıktığımda, telefonun yanında kargacık burgacık yazılarla karalanmış bir kağıt parçası
buldum. Belli ki, hanım kızımızın marifetiydi.
‘Bu nedir Tuğde?’
‘Sizi arayanları not ettim,’ dedi. ‘Arkadaşınız Erhan Bey, Cuma günkü akşam yemeğine
çıkamayacağınızı söyledi.’ Yüzüne mahcub bir yosma ifadesi vererek, ‘Belki önemlidir diye kahvaltıdan sonra
söylemek istedim,’ dedi.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:20-1)
“İmgelerin etkileme gücü, üzerinde durulmaya değer bir konu. Sözgelimi, bir turnanın, bir yılanın ya da
bir ağustosböceğinin; bir bahçenin, bir yosmanın ya da bir tüzgarın; bir öküzün, bir tazının, bir yol kavşağının
biçimleri.”
(C. Pavese, “Yaşama Uğraşı”, sa:17)
“Nasıl olduysa, bir şekilde bir yosmanın atkısı bana takılı kaldı, peşimden sürüklüyordum onu, insanlar
brni durduruyor ve gülüyordu, benim de gülmem gerektiğini hissediyordum.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:77)
“Beceriksiz bir tavırla bir boydan bir boya yürümeye başladı. Kadınların çıplakken yürümeleri kadar
hiçbir şey canlarını sıkamaz. Topuklarını yere basmaya alışık değillerdir. Yosma sırtını sırtını kamburlaştırıyor
ve kollarını salıveriyordu. Bense pek hoşnuttum; burada bir koltuğa sakin sakin oturmuş, boğazına kadar giyinik
bir durumda, eldivenlerim bile elimde; şu geçkin kadınsa benim emrim üzerine çırılçıplak soyunmuş, çevremde
dolanıp duruyor.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Herostratos”, sa:81-2)
“Bu arada uzun kış ayları yaklaşmaktaydı. Parktaki tüm ağaçlar kırağı kaplıydı. Irmak miskin akıyordu.
Bir gün yere kar düşmüşken ev ahşap kaplamalı karanlık odalarda gölgeler kıpırdaşır ve parkta erkek geyikler
bağrışırlarken, casusların korkusundan hep yanında taşıdığı aynada, katillerin korkusundan hep açık bıraktığı
kapının aralığından bir oğlanın -Orlando olmasın? -bir kızı - hay allah, kimdi bu utanmaz yosma? -öptüğünü
gördü. Altın kabzalı kılıcını kaptığı gibi öfkeyle aynaya indirdi. Ayna tuz buz oldu; insanlar koşup geldiler; onu
kaldırıp yeniden koltuğuna oturttular; ancak bundan sonra bir daha toparlanamadı ve son günlerinde
insanoğlunun sadakatsizliğine söylenip durdu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:25-6)
“ ‘Darmadağınık’ diye mırıldanarak onu izledi Isabella. ‘Hepsi bitti işte. Dalga çatladı. Karaya oturttu
bizi, çaresiz. Çakıllarda kaldık tekbaşımıza, ayrı ayrı. Üçlü rotamız işe yaramıyor... Ben de.’ (koltuğunu geriye
itti... Gri takımlı adam, çobanpüskülünün çevresinde biriken kalabalığa karışmıştı) ‘şu geçkin yosmayı izleyerek’
önünden yürüyen Mrs. Manresa’nın allı güllü, korseli bedenine takılmıştı gözü’ çay içmeye gidiyorum.’ ”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:87)
Yoz; Yozlaşmak : Çürümek, niteliğini kaybetmek, artık ürün verememek, sosyal niteliğini yitirmek
“Harry ülkenin başka bir yerine yerleşecek ve kendine yeni bir iş kurmaya yetecek kadar paraya
karşılık bir daha Chicago’ya dönmemeyi, Bette ve Flora ile hiç bağlantı kurmamayı kabul edecekti.
Dombrowski, Harry’yi dejenere bir ahlaksız, insan tanımına uymayan yozlaşmış bir alt türün örneği olarak
görüyor ve Flora’nın hastalığından onu sorumlu tutuyordu.”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:49)
“Bu yanılgının neden yanılgı olduğunu açıklarken ise, şu satırlara yer vermişim: ‘Burjuva kültürü,
burjuva sınıfının kültürüdür; burjuva yazını, burjuva sınıfından gelen yazarların ürünlerinden oluşur; ‘yozlaşmış
burjuva anlayışı’, önce yozlaşabilecek tek burjuva anlayışının varlığını şart koşar.’ ”
(A. Cemal, “Yaşamdan Çevirdiklerim”, sa:92)
“Müthiş bir lüks, böylece Cézanne ülkesini dolaştık: hemen hemen her köşesi hazırda bekleyen birer
Cézanne tablosu. Cézanne, deyim yerindeyse, tablolarını doğadan tuvaline geçirmeden önce, o resimleri habersiz
yakalayarak ben onun bizzat başlattığı teknik sorunları daha iyi anlamaya başladım. Ama Aix -nasıl desem,
yozlaşmış demeyeyim, ‘ressam’ dolu - yani turist.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:176)
“William, büyük bir ciddilikle, ‘hocalarım arasında en çok Roger Bacon’a saygı duyduğumu bilirsin...’
‘Hani şu uçan makineler konusunda saçma sapan şeyler söyleyen,’ diye homurdandı Ubertino, acı acı.
‘Açık seçik bir biçimde Deccal’dan sözeden, dünyanın yozlaşmasında ve bilimin gerilemesinde onun
belirtilerini sezen. Ama, Bacon, kendimizi onun gelişine hazırlamamızın tek bir yolu olduğunu öğretti: doğanın
gizlerini öğrenmek, bilimden insan türünün gelişmesi için yararlanmak. Otların iyileştirici erdemini, taşların
yapısını inceleyerek, hatta senin güldüğün o uçan makineleri tasarlayarak Deccal’la savaşmaya hazırlanabilirsin.’
”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:102).
“Çünkü toplumun gerçeği burada yatmaktadır. ‘Rus’ kazı, altından ‘Tatar çıkar’ sözünü hatırlayarak,
‘Türk zenginini kazı, Altından köylü çıkar’ denebilir ve bu yanlış bir tez olmaz. Çünkü zenginlik Müslüman
olmayanlardan alınmış, gözü açık Türk köylülerine verilmiştir. Bugün bir türlü burjuva olamayan Türk
zengininin temel çelişkisi de buradadır. Bu zengin tabaka, taklit edecek, özenecek bir aristokrasi bulamadığı için
kitle kültürüne egemen olan yoz bir eğlence anlayışını benimsemekten, paylaşmaktan başka bir yol
bulamamıştır. Kısacası, olmayan burjuvazinin romanı yazılamamıştır.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa:205-6)
“Çektiğim acının beni ne derece yozlaştırdığını böylelikle anlamıştım. Yeniyetmeler gibi üzüntü
çekerken kendi kendimi
tanıyamıyordum. Telefona cevap verebileyim diye bir daha evden çıkmaz olmuştum. Yazı yazarken telefonu
fişten çekmiyor, çaldığında Rosa Cabarcas olabilir düşüncesiyle daha daha ilk sesinde üstüne atılıyordum.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:82)
“BİR KORİDOR
<Henry Katz’a>
------------------Herkesin gözünde - iyi niyetli
Güçsüz varisleridir koridorun,
Onu arşınlayarak ötesine geçen yemek parası
çınlamasının
Dişçiden gelen çığlıklar ve hiç kimsenin yanıtlamadığı
telefonların,
Yetersiz düşlemenin, yoz ve unutkan,
Gelecekle ilgili kitapçıklardan oluşan mahzenin
Hiç kimsenin yaşamadığı. Bizimdir burası.
Yürümene bak.”
(Sean O’Brien<d.1952>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.04.06)
“Emekçi sınıfın çektiği ıstıraplar konusunda yoz bir edebiyat yapılır. Bense proleterlere o kadar da
üzülmem. Siz hiç işten atılanı düşünerek gözüne uyku girmeyen bir amele duydunuz mu? İşçi kesimi fiziksel
olarak ıstırap çeker, fakat çalışmadığı zamanlarda o hür bir insandır.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:15)
Yörümek : Yürümek
“Bekçi Mustafa, koca kapıdan çıkıp giderken, Haceli geldi öksüre öksüre. Mustafa:
‘Seni bekliyorlar!’ dedi. ‘Yörü çabuk! Bak, tekrar seni çağırtmaya gidiyordum!’ Dönüp kapıyı açtı,
kev kev eden köpeği susturdu.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:251)
Yörütmek : Yürütmek, çalmak
(Anadolu lehçesi)
“ ‘Yörüt!’ dedi muhtar. ‘Kaşla göz arasında kondur şu evi. Elini çabuk tut, bitir at vaktiyle. Yapılmış bir
evi de kolay kolay yıkamazlar. Hökümet bile diş geçiremez o zaman.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:92)
Yudumlamak : Suyu, ya da herhangi bir içkiyi yavaş yavaş, acele etmeksizin, tadını çıkararak yudum yudum
içmek
“Onlar da onuu bütün ruh halleriye, bütün değişimleriyle tanıyorlardı. Onlardan hiçbir şey
saklamamıştı; onlara bir çocuk olarak, bir erkek olarak, ağlayarak, dans ederek, kara kara düşünerek, neşeyle
gelmişti. Şu pencerenin içinde yazmıştı ilk dizelerini, şu kilisecikte evlenmişti ve oraya gömülecekti, diye geçti
aklından, uzun galeride pencerenin eşiğine diz çöküp İspanyol şarabını yudumlarken.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:206)
Yudum yudum : Bir işi adım adım, kısa aralıklarla, içine sindirerek ve hazzına vararak yürütmek
“ŞİİR
-----Sen işiteceksin daha tutukluların türküsünü
Ve ayak seslerini suskun gardiyanların
Kendin ve türkü söyleyeceksin, söyleyeceksin aha:
‘Elveda, ocak.’
Yüzünü pencereye dönerek,
İçeceksin daha ılık havayı yudum yudum”
(Yosif Brodski<1940-1996>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, A. Behramoğlu, sa:190)
“Vanğ Ana onun arkasından bakakaldı. Sonra, çaydanlığı elledi; sıcaktı. Ezra’nın içtiği fincanı
doldurdu, iki eliyle tutarak gidip pencerenin içine oturdu. Güneş çok tatlı ısıtıyordu. Vanğ Ana orada uzun bir
süre oturdu. Bir yandan yudum yudum çayını içiyor, bir yandan da güneş içindeki avluyu dalgın dalgın
seyrediyordu.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:42)
“Kazandığı başarının tadını yudum yudum içine sindirerek raflara döndü. Therese olduğu yerde
beklemekteydi. Neden hiçbir şey söylemiyordu kocası? Onu fark ettirmemeye çalışarak yan gözle bakınca,
yüzündeki değişikliği hemen gördü.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:97)
“Doktorun uzattığı bardaktan süzgün süzgün iki damla aldı. Bardağı elinden düşürecek bir halsizlikle
geri verdi. Yine yumruk gözlerle bir zaman dalar gibi yaptıktan sonra:
-Ah, dedi, ah doktor, bana ettiği iltifatları işitseniz iğrençten titrersiniz. Beni yutacak gibi nefesini
içeriye çeke çeke: Ah benim şekerli, ballı, sütlü, kaymaklı karıcığım. Ver bana gerdanının kremalarından… İçir
bana Kevser’ini yudum yudum…”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Gönül Ticareti”, sa:176-7)
“Bu en mutlu günleri yudum yudum içer de
Sevgim dipdiri durur, ecel kul olur bana:
Ben yaşarım yokluğa karşı bu şiirlerde,
Ölüm kıyar beyinsiz sürülerin canına.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:107, sa:255)
“KÜHEYLAN
Uçurumun ağzından uçurum kıyısına
Kamçıladığım bu at dört nala koşturuyor
Hava dar geldi bana göğsüme sığmaz oldu
Yudum yudum içime çekiyorum rüzgarı
Sanki kelle koltukta gidiyorum, coşkuyla
Sanki gözlerim açık ölümcül bir yoldayım”
(Vladimir Visotsky<1938-1980>-Nikolay Kopil/M.Ş. Onaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 12.05.05)
Yues : (DİN,KOLL.,İNG.) <İ’ves> : Aziz
Yuf borusu çalmak, çekmek; Yuf olsun : ‘Yetti artık’, ‘yazıklar olsun hepinize’ anlamında
“ ‘Onlar uzaktan alaca-bulaca birşeyler yaklaştığını gördüler. Dereler-tepeler gürültüyle
gümbürdüyordu. Babam, ‘Mutlaka Deccal çıktı, kıyametin kopacağını ilan ediyor, evrene yuf borusu çekiyor,
aman kızanlar, dağlara kaçalım,’ dedi.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:71)
“Bunlar arasında yalnız biri fikrini değiştirmemişti. Tam paşa trene ayağını atacağı sırada yine en son
sözü o, Takunyalı Fitnat söyledi:
-Yürü bakkallar paşası, yürü...Yuf borusu seni bekliyor.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:169)
“... Öyleyken, benim Kamil Bey’in kızı olduğumu ilk görüşte neden bilmesi lazım geliyor bu adamın?
-Yuf olsun, yuf... Bakar bakmaz bilmeyince kaç para eder. Tıpatıp yahu!.. Baktıkça aklım eriyor.
Yazıklar olsun çiğnediğim bunca kaldırıma...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:220)
Yufka uyku : Tavşan uykusuna benzer derin olmayan, yüzeysel, her an kırılmaya amade süreksiz, dayanıksız
uykululuk hali
“Bazen ortalığın gerçekten sessizleştiği, makinelilerin kısık sesli homurtusunun eriyip gittiği, roket
atıcıların o tüyler ürpertici çatlak seslerinin sustuğu, karşılıklı cepheler üzerinde bizim bir isim veremediğimiz,
ama babalarımızın belki barış diye nitelediği bir şeylerin süzülüp durduğu o saatlerde, bit kırmaya ara veriyor ya
da yufka uykuları yarıda kesiyorduk.”
(H. Böll, “Cüce ile Bebek”, sa:120)
Yufka yürekli olmak : Çok duyarlı, düşünceli olmak; kıyamamak
“Hani derler ya, iki gözümü de yumuyorum bu köpekleri görünce. Alabildiğine bir yufkayüreklilik içimi
sarıyor; değil mi ki, kendim de vergi dairesinde kayıtsız bir köpek sahibiyim: Melezinden bir şey; karım severek
yedirip içiriyor, doyuruyor karnını; nice kanunsuz bir yaratığa sevgi kollarını açtıklarından habersiz
çocuklarımın en yakın oyun arkadaşı.”
(H. Böll, “Cüce ile Bebek”, sa:100)
“Tabii, gerçek açk pek az rastlanan bir şeydir, aşağı yukarı yüzyılda iki ya da üç kez görülür. Bunların
dışında boş gurur ya da can sıkıntısı vardır. Kendi payıma, ben Portekizli rahibe değilimdir. Katı yürekli değil,
tam tersine yufka yürekliyimdir, gözyaşlarım kolayca akar. Ne var ki, atılışlarım hep kendime dönüktür,
içlenmelerim kendimle ilgilidir.”
(A. Camus, “Düşüş”, sa:42)
“Yoksul olmasına yoksul görünüyordu gerçi; ama istemesini de biliyor muydu bakalım? Bunu
düşünmüyordu bile. O halde varsın, açlıktan ölsündü. Bakalım nice olacaktı hali Therese’nin yufka yürekliliği
son bulduğunda! Toprağı bol olsun, Therese’nin anası zaten açlıktan ölmüştü; şimdi de kocası o yolun
yolcusuydu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:200)
“Grisostomo’nun babası yakın zamanlarda ölmüş, kendisine bir yığın taşınmaz, büyük ve küçükbaş
hayvan, etek dolusu da para bırakmıştı. Bütün bunlar sadece onundu; layıktı da hepsine; çünkü yufka yürekli, iyi
insanların dostu, bulunmaz bir arkadaştı.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:71)
“ ‘Hayır, hayır,’ diye yanıtladı Ka. ‘Yok edilmeli o.’
‘Yufka yürekli liberalin birisin sen, Ka, aynı zamanda bir budala!’ General sinirden mosmor
kesilmişti. ‘Onlara çalışıyorsun sen. Bir Kommm sempatizanısın, bütün entellektüeller gibi, geçen gün bir
insanlar birliği öğütleyen ozan gibi. Güneşe inanmıyorsun sen!’ ”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:69)
“Hizmetçisini iyice haşladığı zaman ona armağanlar veriyor ya da onu konu komşuya gezmeye
gönderiyordu. Kimi zaman da kesesinde ne kadar bozuk para varsa yoksullara dağıtıyordu. Aslında hiç de yufka
yürekli bir kadın değildi, başkasının derdi onu pek öyle kolay kolay ilgilendirmezdi.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:75)
“Ama savcının keskin zekası imdada yetişti.
-Karışıklığa ben yol açtım, haritayı Marino’ya ters vererek yanılmasına yol açtım!
Böylece savcının nasıl da yufka yürekli olduğunu öğrenmiş olduk.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa.38)
“ ‘İyi ama babacığım, artık bizi bırakıyormuşsun gibi konuşuyorsun,’ diyerek onun sözünü kesti.
‘Hemen hemen iyileştin ve bir kaç güne kadar da kalkıyorsun. Görüyorsun ki, sadece Charlotte’u ağlatmaktan
başka bir şey yapamadın. İçeri biri girse onu yufka yürekli sanacak.’ ”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:94)
“Yufka yürekli Braglioul, gözlerini bacanağının omuzlarına dikiyordu ister istemez; omuzlar derinden
gelen, zaptedilmez bir gülüşle kalkmışcasına depreniyorlardı; bu geniş, bu yarı kötürüm bedendeki kas hastalığı
kalıntısının bu gülünç harekete hasredilişini görmek pek acı birşeydi şüphesiz.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:3)
“AŞKIM
---------Aşkım, günahlardan arınma vaktinin
Huzur dolu yarısını
Kararlı bir bakışın saldırışıdır
Hayatın saçmalığına karşı
Yumuşak başlıdır ve yufka yürekli
Kıyıcıdır ve öldürücü”
(Yandam Kolani-Eray Canberk; “Şiir Atlası, “Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.09.09)
“Doktor Juvenal Urbino, yıllardır kendisi için önemini yitirmiş bir olayla ilgilenmek üzere koşup
geldiği, hala alaca ışığa gömülü odaya girdiği an ayrımına vardı bunun. Antilli göçmen, harp malulu, çocuk
fotoğrafçısı, satrançta en yufka yürekli rakibi, bir altın siyanürüyle belleğin işkencelerinden kurtarmıştı kendini.”
(G.G. Marquez, “Kolera Günlerinde Aşk”, sa:9)
“AŞKIN YALNIZLIĞI
(Leyla’nın babası: Oğlum senin
Leyla’dan başka bir derdin yok mu.
Tanrı bana başka bir yol göstermedi
beni bu kara sevda almış ey Baba;
Leyla’ya olan arzumu anla artık.)
Babası bana söyleyip öğütlediği gibi
Öğüdü o denli uzak ve tuhaf ki bana
Zaten gözlerimden akan yaşlarla yanıtladım
Zaten kalbim aşkımın kefeniyle sarılı eriyorken,
Onu andıkça yufka yüreğim onun için erimekte.”
(Mecnun Necad<Kays bin el Meluh bin Muzahim el Amri; 68 h. 687 m.>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”,
Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.08.09)
“HAMLET -... Bir korkak mıyım ben ne? Kim bana alçak diyor? Kafamı yaran kim? Sakalımı çekip
yüzüme vuran, burnumu sıkan kim? Sözüme yalan deyip ağzıma tıkan kim? Bana öyle yapan kim? Ah, kahrolası
ben bunu hakkettim; belli ki yufka yüreklinin biriyim.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:78)
“-... Aslına bakarsanız, ben galiba hiçbir işe karışmıyorum bu evde... -elini uzattı- Tanıştığımıza
sevindim. Gene görüşelim... İzin verirseniz, Nermin’i biraz hazırlayacağım... Pek yufka yürekli değildir ama,
olsun. Bonsuvar efendim!..”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:174)
“Galiba kadın kendini atacağından değil ya, kocasına gösteriş yapmak için pencerenin yanına
yaklaşmıştı. Meğer adam pek yufka yürekliymiş. Kadının kendini öldürmeye kalkışması üzerine hemen tutumu
değişti.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:303)
“... <lohusa> prensesin evinde hüküm süren nezaket, terbiye, alışılagelmiş hiyerarşik silsile ve saygıdan
başka herkeste bir de genel bir meşguliyet havası, yufka yüreklilik ve bu dakikada gerçekleşmekte olan yüce, akıl
ermez bir şeyin algılanması vardı.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:III, sa:71)
“Kaynadıktan Sonra
Boşalan yaşta ne ekmek ne su
ne de parçalanmış yün benden titremeyi kovdu içimdebu gecenin
gecenin fallarında tek başıma
kalbimin ve korkumun titreyişinde
korkuyla sonsuza kadar titreyeceğim
sonsuza kadar cesaretin hükmü altında kırılarak
veya yufka yürekli günün kubbesi altında
sonsuza kadar toprağım bozguna uğrayarak, uzatılarak”
(Fetva Tukan<d.1914>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.11.02)
Yuf (uf) olsun ervahına; Yuf sana : Tuh, yazıklar olsun ruhuna (ruhlarına) - cümlesine kapsamında bir sövgü
sözü (Argo)
Bk.: Yuh, Yuh olsun!
“ ‘Avrupa uygarlığı. Bu, Avrupalının uydurduğu yüz bin yalandan biridir. Yuf bize ki kendimizi
bildiğimiz günden beri bu yalana bir nas gibi inanmışız. Yalan, yalan, yalan...’ ” ..... “... Süvari alayı geçti. Beş
on adım ötede sizin kapının önünde durdular. Bir de ne işideyim? Kah kah; kih, kih bir avret sesi... ‘Vay anam,
yuf...’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:41;73)
“Reha Bey, yine dün gece bana orada Neyzen Tevfik’i tanıttı. Aman yarabbim, o ne garip adam o!... Tam
manasıyla kalender, derbederin biri... Yalnız o kadar mı ya? Ağzı, insanla konuşurken gözleri başka alemlerde, başka
şeylerde meşgul gibi... Bakıyorsunuz, bazen ağzından lakırdı dirhemle değil de miskalle <Osmanlılarda, değerli
madenleri tartmada kullanılan bir buçuk gramlık dirhem ölçüsü> çıkıyor, bazen de bir şeye kızıp yumruğunu masaya
vurarak,
-Bana lüzumu <gereği> yok gülün de, gülşenin <gül bahçesi> de... hepsinin yuh ervahına!’ <Arapça:
Ruhlar> diye bar bar bağırıyor.”
(O. C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:158)
“İhtiyar Balıkçı hikayesinden sonra, Hoca’nın balığın ipini kesip, Hoca’nın balığı bırakmasına
seviniyordu. ‘Ulan,’ diyordu, ‘hikaye anlatmakta Hoca hepimizden usta be.. Koskoca Hemingway billle yaşlı
adama balığın ipini kestiremedi be. Yuf olsun ervahımıza... Bir Hoca kadar olamadık be.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:304)
“Ramiz Efendi, hiç sarsılmadı:
-Ben, gene İnönü’de hesaplaşırız sanmıştım! Olmadı. Pekala! Eşek bile bir düştüğü çukura bir daha
düşmez. Karşımızdakiler, anlaşılan eşek değil, katır... Ankara önünde görüşürüz, palikaryalar... Eğer Mustafa
Kemal Paşa, Timurlenk’in Bayezid’e attığı köteği bunlara atmazsa, uf olsun ervahına... Siz üzülmeyin Kamil
Bey...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:318)
“Kendi suratı da karışmış olacak ki Maraz Ali gülerek tabancayı indirdi:
‘Yuf sana Emmi, korktun öyle mi?’
‘Silahla bir vakit şaka olmaz. Töbe yarabbi, dolu mu, boş mu?’
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:16)
“‘Vay başıma! Bunlar beni Selbest partiden mi para alıyor sandı? Demek böyle mi karalamaya kalkıştı
bizi namussuz Behram? Peki, bu herifler hiç mi soruşturmaz? Bir başkasına gidip, neyin nesi demeden çal yaka...
Yuf olsun!’ ”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:275)
Yuh; Yuha çekmek; Yuh çekmek; Yuh olsun; Yuh olsun ervahına : Yazıklar olsun, ayp sana, utanmadan
bunu yaparsın ha!; Meydan okumak, lanetlemek (Argo)
“Şamtatlıcının, kuru yemişçilerin, kestanecilerin önünden başını çevirmeden geçti. ‘Yuh ulan!’ diye
bağırdı kestaneci. Dönüp baktı. Kestaneci ona değil, birbirini itekleyen, şakalaşan iki kuru yemişçiye bakıyordu
sırıtarak.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:110)
“GECE YARISININ SINAVI
---------------------------------Biz İsa’ya sövüp sayanlar
Tanrıların en yücesine!
Beter bir Kresüz’ün yine
Artığında çöp arayanlar,
Şeytanların aşağılık kulu
Bir budala sevinsin diye,
Yuha çektik en sevgiliye,
Alkışladık en çapaçulu.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:273)
“HEPSİ BİRLİKTE - Amédée! Amédée! Amédée! (Pencerelerde büsbütün artar kahkahalar,
AMEDEE, hep havada asılı, sahnenin başka bir ucunda yeniden görünür; sahnedekiler ana doğru koşarlar.)
ADAM - (Pencereden) Hey... Maskara! (Polislere) Siz de rahat bıraksanıza ulan onu, yuh polislere.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:132)
“Sonraki günlerde, köylerde ya da Kastro’nun içinde dolaşarak, dünyayı aydınlatmak isterken, bize,
‘Allahsız, mason, satılmış..’ diye bağırıyorlardı; yavaş yavaş, nereden geçersek yuha çekmeye ve limon kabukları
atmaya başladılar. Ama biz, küfürlerin ve limon kabuklarının arasından, Gerçek’in hatırı için acı çekiyoruz diye
kasılarak ve memnun bir halde geçiyorduk.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:114-5)
“Yuuh! Yuuh! Meryem’in oğlu bizi kurtarmaya gelmiş! Ha, ha, ha!’ diye ulumaya başlamıştı kalabalık,
kahkahalar içinde. Bir sürü insan yere eğilip taş aldılar ve beklediler.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:354)
“Herifi alıp götürmüşlerdi işte! Yuuuh, yuhtu ervahlarına be! Meydanları doldurup, adama alkış tutan,
gırtlakları parçalanırcasına, ‘Yaşaa!’, ‘Var ool!’, ‘Allah kem nazardan saklasın!’ diyenler miydi bunlar?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:279)
“ÖFKE
Sana dayatılan başkasının hayatı
Bu sen değilsin
Ne de bütün bunlar senin seçimin
Alkışların itaat olduğu yerde
Yuh çekmeyi öğrenmelisin”
(M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:16)
Yuhta dağı : Giritliler’in inançlarına göre, Eski Yunan Tanrılarının en büyüğü ve babaları Zeus, öldükten
sonra (?) Giritte bu adaya gömülmüş ve onu kutsallaştırmıştı.
“Bir gün üç arkadaş, Megal Kastro yerleşkesinden iki saat ötede, bağlarıyla ün yapmış zengin bir köye,
bir gezinti yaptık. Söylediklerine göre Tanrıların ve insanların babası Zeus’un gömülü bulunduğu kutsal Yuhta
dağının eteğinde uzanan bir köydü bu... Fakat, yattığı taşların altında bile ölü Tanrı, hala bir güce sahipti ve
üzerindeki dağı değiştiriyordu. Kayalara yer değiştirtmiş, onlara, tersine dönük kocaman bir baş biçimi vermişti.
İnsan bunun alnını, burnunu, pınarlarla, keçiboynuzu ve zeytin ağaçlarından oluşmuş ovaya kadar uzanan
sakallarını açıkça farkediyordu.”
(Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:115)
Yukardaki : Genellikle Tanrı’ya yapılan gönderme
“HEPSİ BİRDEN - Bu kıymet bilir adam <yaşlı köylü> sağ olsun ve daha çok zamanlar yardımlarda
bulunabilsin!
FAUST - Bize yardım etmesini öğreten ve yardım gönderen Yukardakinin önünde eğiliniz.
(Wagner’le birlikte yoluna devam eder.)
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:51)
Yukardan bakmak; Yukardan aşağı süzmek : Birini tepeden tırnağa, eleştiri gözüyle süzmek
“Ne de olsa daha dokuz yaşındaydım. Yaşıma göre oldukça dayanıklı olsam da göründüğüm kadar
dayanıklı değildim aslında. Usta tam o sırada kapkara gözleriyle beni yukarıdan aşağıya süzüyor olmasaydı
büyük bir olasılıkla sokağın ortasında zırıl zırıl ağlamaya başlardım.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:9)
“Yavaş sesle bir şarkı mırıldanıyor, iskemleye dayadığı ayağıyla da tempo tutuyordu. Yanına varınca
beni yukardan aşağı bir süzdü. Ürkekliğim bir kat daha arttı. ‘Küçük hanım,’ diye söze başladım.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:44)
“Yıllar sonra Alice’in çocukluğuna değgin malzeme toplamak için beyhude bir amaçla Texas’a gelen
genç bir gazeteci, püriten görünüşlü, çok bilmiş kapı komşusunun sözde hoşgörülü ama yukardan bakan bir
edayla, ‘Alice’ciğin bütün hatası seyrettiği filmlere fazla inanmasıydı,’ demesi üzerine çok sinirlenmiş ve kadını
fena halde haşlayarak, ‘İnandı da haksız mı çıktı peki? İşte koskoca Alice Star oldu. Sizse hala burada, bu
boktan kasabada tavuk besliyor ve bahçenizdeki otları ayıklayarak yaşlanıyorsunuz,’ demiştir.”
(M. Mungan, “Üç Aynalı Kırk Oda”, sa:21-2)
“Kern, ikide bir tekleyen Fransızca’sıyla ne istediğini anlattı. Kadın, parlak, siyah kuş gözleriyle her
ikisini yukardan aşağıya süzdü. Sonra kısaca, ‘Yemekli mi, yemeksiz mi?’ diye sordu.”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:393)
“Fakat Liza delikanlıyı yukardan aşağı süzerek güldü:
-Yalan söylüyorsun, dedi. Beni aptal mı sandın? Sen küçük beyin kendisisin.”
(A. Pushkin, “Biyelkin’in Öyküleri”, sa:159)
Yukarı aşağı dolanmak, dolaşmak : Bir o tarafa, bir bu tarafa giderek, sıkıntılı sıkıntılı dolaşmak
Bk.: Aşağı yukarı dolaşmak
“Buranın havasına dayanamayacağımı söyledim. Güzel, bu kendi sorunummuş, ama kapının kapalı
kalması gerekirmiş. Acaba bir pencere açılamaz mıydı? Hayır, yasakmış. Yeniden, yukarı aşağı dolanmaya karar
verdim, ne de olsa bu, kimseyi incitmiyor ve beni de uyuşturuyordu.”
(R.M. Rilke, “Marte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:87)
Yuları elden bırakmamak : İhtiyatlı davranmak, kontrolü elinde tutmak
“Fache bu gece avının yularını elinden bırakmıyordu. Akıllıcaydı. Robert Langdon serinkanlı bir
müşteri çıkmıştı.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:60)
Yuları ele vermek : Kadınının hakimiyeti altında yaşamak, kılıbık olmak
“HECTOR - Sizi büyülemişler, dostum. İhtiyar Shotover, Zengibar’da kendini şeytana satmış. Şeytan
ona kara bir ifrit vermiş karı diye..... Ben Hessiode’un dizinin dibinden ayrılmam ama kocasıyım; onun için
çıldırıyorum, hiç olmazsa karı koca olduk sonunda. Ya siz neden yuları Ariadne’ın eline verdiniz?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:116)
yule : (DİN, KOLL.) <yul> : Noel, Noel-yılbaşı mevsimi; yule log : Noel akşamı ocağa atılan iri kütük;
yuletide : Noel mevsimi
Yumak; Yunak yumak : Yıkamak, Çamaşır yıkamak;
Bk.: Yunmak
“Haçça:
‘Şu sırtındaki kirli göyneği çıkar da temizini giy Bayram.’ Dedi kocasına. ‘Elin yüzünü de bir yu
güzelce.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:71)
“Çakırcalı, taş yürekli Çakırcalı Efe oturmuş Posluoğlunun başucunda, ağlıyordu. Bir efe kızanlarının
karşısında ağlıyordu. Sonra elini, yüzünü yuyup, aptes aldı, namaza durdu. Namazı da doğru dürüst kılamadı.
Ağzını bıçak açmıyordu.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:53)
Yumak yumak : Yumaklar dolusu, yumaklaşmış
“Ultima Thule’de yaşayan halkların, siyah bir piramidin ortasında ay rengi bir örümcek ağının olduğu,
ağustos ayında Kavurucu Afrika’nın üzerine gökyüzünden beyaz ve soğuk bir maddenin yumak yumak yağdığı
bu evrenin tüm çöllerinin, ..... yüreğimizin ve iç organlarımızın gizli atışının, ve ölüm bizi aldığında her
birimizin yüz ifadesinde görüldüğü bir deliğin olduğu doğru muydu?”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:405)
Yumruğunu masaya indirmek : Yumruk yapıp, var gücüyle masaya vurmak
“Ve sanki ağzından çıkanı bize derhal unutturmak ister gibi, yumruğunu masaya indirip sesini yükseltti:
‘Sevgili dostlar, müziğin hiçbir zaman var olmamasını isterdim! Oğlunu mastürbasyon yaparken yakalayan
Mahler’ın babasının kulağına okkalı bir şamar aşkedip, küçük Gustav’ı sağır etmesini, sonsuza kadar kemanı
trampetten ayırt edemeyecek hale getirmesini isterdim.’ ”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:405)
Yumruk atmak, çıkarmak, patlatmak, savurmak : Yumruklarını sıkıp kavgaya girişmek; Yumruklaşarak
kavga etmek
“‘Böyle değersiz ve peşin hükümlü yargılarda bulkunmaktan öte bir şeyler olduğunu sanırdım Zen’de.
Beni hayal kırıklığına uğrattın Üstat!’..... Basamaklardan aşağı bıraktım kendimi ona doğru uçarak, yere düşmek
üzereyken bir yumruk savurdum ama yönü olmayan bir devinimdim, ıskaladım. Zen bemi yakalayıp düzeltti.
‘Oğlum, oğlum...’
Çok yakındık. Bir yumruk çıkardım. İyi yakaladım onu bu sefer. Tısladı. Bir adım geri çekildi. Tekrar
salladım bir tane, ıskaladım.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:16)
“Hemşire ona yaklaşırken Johnny, oturduğu iskemleden ayağa kalktı, ben de gördüm; ve kadın daha
elini kaldırmadan Johnny onun çenesine öyle bir yumruk attı ki, Bayan Plump boş bir incir çuvalı gibi sırtüstü
düştü. Ama kadın hiç bozmadı, üniformasının cebinden çıkardığı sigara paketini oğlana fırlattı. ‘ Sen çok dürüst
bir çocuksun... Dosdoğru!’ diye bağırdı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:29)
“Saşa:
-Bırak o yüzüğü kızıl tüylü tavşan! diye bağırdı. Yoksa gösteririm sana!
Öteki yanıt yerine bir yumruk patlattı Saşa’nın yüzüne. Fakat Saşa onu bırakmadı ve avazı çıktığı
kadar: ‘Hırsız var! Hırsız var! Buraya gelin’ Buraya gelin!’ diye bağırmaya başladı.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:99)
Yumrukları kaşınmak : Vurma dürtüsü olan kimsede bu dürtünün uyanışı
“Pfaff’ın gözleri ardına dek açıldı. Yumrukları kaşınmaya başlamıştı. Hemen vurmamak için,
yumruklarıyla burnunu kaşıdı. Delirmiş miydi bu profesör? Ne demek istiyordu ‘benim’çalışma alanımla?”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:435)
Yumruklarını bilemek : Birini sık sık yumruk yağmuruna tutmak
“Yemek sırasında aile yaşamının savunucusu olduğunu söyleyen Pfaff, gece olduğunda geçkince bir
kadın olan karısıyla alay ederdi. Terbiye etme hakkını, işinden evine döner dönmez kullanmaya başlardı. Üstü
kızıl kıllarla kaplı yumruklarını kızında gerçek bir sevgiyle biler, karısını ise daha az kullanırdı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:413)
Yumruklarını çilik yapmak : Yumruklarını sıkarak özel işaretler yapmak
“General küçümseyen bir tavırla, yumruklarını çilik yaparak İvan Sevseyiç’e doğru uzattı:
-Nah sana! Artık senin atla ilgili soyadına gereksinmem yok! Nah sana!
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:104)
Yumulmak : İçine girmek, hemen girişmek, iki büklüm olmak, kapanmak, örtünmek; Büyük bir iştahla yemeğe
koyulmak
“Yoldaşlar katıla katıla gülmeye başladılar. Vaftizci’yi unuttular ve kızarmış başa yumuldular. En başta
Yahuda vardı. Kafatasını ikiye ayırdı ve avucunu beyinle doldurdu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:331)
“Rocky, tesadüfen, geçmişinden hüzünlü ya da acı veren bir deneyimi anımsadığında koltuğun
arkalığının dibine yumuluyor, bakışlarını televizyonun ekranına sabitliyordu.”
(S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:175)
“-Oh! Hoşafıma gitti. Gözüm görmesin. Getirir metirirsen, bak, hatırını kırarım. Kamil Bey’e kederle
gülümsedi: ‘Buyursana misafir. Sen daha başlamadın mı? Gövdelemeye bak!.. Ne demişler, dayak gelirse toz ol,
yemek gelirse yumul, demişler.’ ”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:51)
Yumurcak : Seviml, bazen de yaramazi küçük çocuklara verilen isim-sıfatlardan biri
“Trendeki kompartmanımda başlangıçta oldukça haşarı olup zamanla sakinleşen üç yumurcak, küçük
hizmetçileri, parlak gözlü, uzun boylu, şık bir kadın olan anneleri, ayrıca karşımda hıçkırarak oturan ufak tefek,
sarışın bir kadın var.”
(A. Camus, “Amerika Günlükleri”, sa:13)
“Hiç unutmam, bir akşamüstüydü, komşumuz oğlanların balkonunda mile oynarken aşağıdan onun
feryada benzer tiz sesini işitince, başımızı uzatıp: ‘Makinecei, makineci’ diye bağırmış, sonra da saklanmıştık.
Yerde bulamadığını sanki göklerde bulacakmış gibi başını kaldırmış, epey aranmıştı. Bir kenara sinmiş
yumurcakları nasıl görsün?”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Makineci Baba”, sa:9)
“ ‘... Vay velet vay. Benim orta okuldaki oğlum bu yumurcağı görseydi vallahi. Hımmm. Okuman
nasıl?
Feyzi Bey benden önce atıldı:
‘Çok iyidir Fehmi. Hem büyük hem küçük harfleri su gibi okur!’
Fehmi Bey’in gözleri faltaşı gibi açılmıştı.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:38)
“Küçük kız, bir eliyle başımı okşuyor, ötekiyle mektupları elime tuıtuşturmaya çalışıyordu:
-Al ablacığım, onlar galiba, senin sevdiğin birisinden geliyor.
-Yumurcak, o nasıl lakırdı? diye bağırdım.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:213)
“Küçük iken adı ‘Yumurcak’tı, sonra ‘Afacan’, sırasıyla ‘Haylaz’, ‘Çapkın’, ‘Utanmaz’ oldu. Bu, onun
için son rütbe değildi. Avnussalah eğitimde şiire yükseldiği zaman Namık Kemal’in meşhur mısraını şöyle
tepetaklak attı:
‘Alçal ki yerin bu yer değildir.’ ”
(H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:23)
“Meslekdaşım, insan denilen canavarlara oranla siz ve ben ayrı birer kuşağız. Sınıfımızdaki şu
yumurcaklar da bir başka kuşak. Şu halde yine insana göre üç ayrı kuşak var.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:29)
“ ‘Borş’, kuzu kızartması, ‘kozanak’ ve ‘kırmızı yumurta’dan ibaret geleneksel akşam yemeği biter
bitmez, Dimi, saz demetini tutuşturmak ve kurusıkı tüfek atmak için avluya çıktı. Bütün yumurcaklar
peşlerinden gittiler, hatta büyükler bile.”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:6)
“-Neden pazartesi günleri daha çok hasta oluyor?
-Oh! Anlaşlması çok basit... Bizim fakir mahallelerimizde pazartesi, mal sahiplerinin haftalık kiraları
toplamaya geldiği gündür. Kadınlar evde bulunmamak için bir bahane arıyorlar, çocuklarını bize getiriyorlar.....
İçlerinden bazıları çocuklarını sıranın üzerinde bırakır, karşıdaki birahanede içmeye giderler. Konsültasyon
bitince, bize bıraktıkları yumurcaklardan birini almaları için, biradan yarı sızmış halde olan kadınları oradan
getirmek lazım..... Bunlardan dolayı Pazartesi çok zorlu bir gün olur.”
(A. Maurois, “Ruh Tartıcısı”, sa:25)
“İLK KUDAS TÖRENLERİ I
Şu köy kiliseleri zırvanın zırvasıdır;
Direkleri kirleten on beş küçük yumurcak
Ayaklarından gelen kokular gibi ağır
Aptalca vaazları dinler hırıldayarak.”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:108)
“Portekizlinin koca suratı sanki daha da büyümüştü. Gözlerinde şimşekler çakıyordu.
-Seni haylaz seni!’ diye haykırdı. ‘Demek sendin ha? Böyle bir yumurcakta bu küstahlık?’
Beni yere bıraktı. Kulaklarımdan birini de koyuverdi ve koca koluyla gözdağı verdi.”
(J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:98)
“Kutsal kupa elinde, terliye soluya girdi. Ayine başladı, iki yumurcak, sinsi ve muzip yan bakışlarla
çömezlik ediyorlardı. Kilise, tek sahınlı, yuvarlak kubbeli, duvarları meşe kaplamalı bir kilise idi, belediye
meclisinin hiç tahsisat vermemekte inat etmesi yüzünden gitgide harabolmaktaydı.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:72)
Yumurta; Yumurta kafa : Tüısüz, sakalsız; kafası kabak erkek
“Stillman’ın öldüğü konusunda Auster’in sözüne neden inandığını soruyordu kendine. Yumurtaları
düşünüyordu ve deftere yumurtalarla ilgili şu sözleri yazıyordu: ‘iyi bir yumurta’, ‘yumurta kafa’,
‘yumurtlamak’, ‘birbirine iki yumurta kadar benzemek’.”
(P. Auster, “Cam Kent” -New York Üçlemesi 1-, sa:140)
Yumurtlamak : Parlak fikir beyan etmek, yeni bir bilgi ortaya atmak; Yalan uydurmak; Ukalalık etmek
Bk.: Pat, Pat diye, Pattadanak
“Langdon doğuya bakan kabirlerin nedenini açıkladığında, önde oturan bir kız öğrenci, ‘Bu, çok
yersiz!’ diye yumurtlamıştı. ‘Hıristiyanlar kabirlerin neden doğan güneşe dönük olmasını istesinler ki?
Hıristiyanlıktan bahsediyoruz... güneşe tapmaktan değil!’ ”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:253)
“Böylece Fedor Pavloviç, görmeden, sırf hatırında yarım yamalak kalmış eski söylenti ve dedikodulara
dayanarak konuşuyordu. Ama saçmalığını yumurtlar yumurtlamaz nasıl zırvaladığını kendi de farketti.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:133)
“Duraksadım. Ona nasıl hitap edeceğimi bilmiyordum. ‘Miss ‘ uygunsuzdu. ‘Devi’ demeye cüret
edemezdim. Bu belirsizlik beni utandıırdı ve özür dilercesine şunları yumurtladım:
‘Özür dilerim. Tıraş olmadım, odam çok dağınık. Bugün o kadar da iyi hissetmiyorum.’ ”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:33)
“Başını hafifçe geri atıp, mintanını pantolonunun içiine tıkmaya başladı. Bir yandan da söyleniyordu:
‘Bir de hepsini kesecekler... Ulan ben kestirir miyim. Canlarına okurum valla.’ Sonra gitti, yatağın kenarına
oturdu. Kargaburun yumurtladı: ‘Cart kaba kağıt!’ Bizimki herhalde duymadı, yahut duymazlıktan geldi.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:30)
“BRANDER - Kabahat sende. Hiç bir şey yumurtlamıyorsun. Ne bir budalalık, ne de bir domuzluk
yaptığın yok ki.”
(J..W. von Goethe, “Faust”, Vol:I, sa:98)
“-... Hiç kimse mutluluğunu bir başkasının hayatıyla satın alma hakkına sahip değildir.
-Ya!.. Öyle mi dersin... Bunlar kitap laflarıdır oğlum; kitaplarda yazar. Bu saçmaları ilk olarak
yumurtlayan efendi, başı darda kalsa; gözünü kırpmadan canını alırdı bir başkasınınn. Hiç kuşkum yok bundan.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:46)
“Bassett neşeli neşeli övünerek:
-Dur bakalım, dedi, mercimeği daha fırına vermedik. Henüz tencereye yerleştirdik. Sen bir şeyler
yumurtla bakalım, bir ipucu verecek bir şey söylersin belki, dedi.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:111)
“Benim yaptığım açıklamadan sonra, başçavuşun sözleri geliyor. Onun da resmi gazeteye basılmış.
Fakat bu onun en azından 30 yıl önceki resmidir. Gösteriş meraklısının birisi. Bakalım başçavuş neler
yumurtluyor?”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:96-7)
“RUPRECHT - Kim beni görmüş?
VEIT - Kız kardeşim Brigitte!
RUPRECHT - Eve’le beni mi? Bahçede mi?
MARTHE - Evet onu, Eve ile, bahçede, on buçukta. Yani yumurtladığı gibi on birde kapıyı kırarak
odaya girmeden, sanki bir şeye kandırmak ister gibi...”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:61)
“NAT - Öyle ise… belki de altı ay sonra geri dönebileceksin… Şeyle birlikte…
BARTLETT - Evet… Şeyle… (Birden durur, döner, oğlunun gözüne dik dik bakar, öfkeli.) Ne ile?
Yine ne çocukça saçmalar yumurtluyorsun?”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:72)
“Süreyya tuhaf bir gözle bakarak:
-Galiba yeni bir şey yumurtlayacaksın Necib....
Necib gülerek bitirdi:
-Elimden cigarayı, cebimden paketi, kendimden de bu uğursuz alışkanlığı savardım...”
(M. Rauf, “Eylül”, sa:70)
“Troçki yanlısı Yahudi kızları, S.F.I.O.’lu muhalif kadınlar hepsi her tarafa girip çıkacaklardı,
utanmadan, O kadınlar imza, imza ve imza toplamaya gideceklerdi, inatçı veyumuşak, şişman radikal kızlar,
sıkılmadan; ineğini sağan ihtiyar köylü kadının kocaman, terli avucuna bir dolmakalem sokuşturup ona da aynı
şeyi yumurtlayacaklardı. ‘Eğer savaşı istiyorsanız, şuraya imzanızı atın!’ diyeceklerdi.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:22)
“... tuzağa düşürülmüş bir vahşi hayvan gibi susacak ve bana kinle, nefretle dolu, değişmiş, başkalaşmış
gözlerle bakacaksın. Çıplak kolunu kaldırdı, Boris’i saçlarından yakaladı.
-Hadi, küçüğüm. Hadi bakalım, yumurtla; derdin ne?”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:230)
Yumuşak başlı : Sessiz, munis, herkesle kolay geçinen
“Ayrıntılarını bilmiyorum ama, işittiğime göre, general karısının sessiz, yumuşak başlı evlatlığı günün
birinde velinimetinin dırdırlarına dayanamamış, kilerin duvarına çivi çakıp bağladığı ipi boynuna takarak kendini
asarken kurtarılmıştı…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:12)
“Gazetelere, haberin onları hiçbir biçimle ilgilendirmediğini düşünse de, fotoğrafçının doğal bir ölümle
ölmüş olduğunun söylenmesini buyurdu. ‘Gerekirse, valiyle ben konuşurum,’ dedi. Ciddi, yumuşak başlı bir
adam olan komiser, hocanın yasalar konusundaki katılığının en yakın arkadaşlarını bile çileden çıkardığını
biliyordu.”
(G.G. Marquez, “Kolera Günlerinde Aşk”, sa:12)
Yumuşak yürekli : İnsancıl, duyarlı, düşüklere yardımsever (kimse)
“-Andy’ciğim, bir insan kalbini kırmaya neden olmak iyi bir şey değildir, yanıtını verdim.
-Hakkın var Jeff. Esasen seni her zaman cömert, mert, yumuşak yürekli bir insan olarak tanımışımdır.
Bense belki fazla katı yüreklilik etmiş, her şeyden, herkesten gereksiz yere kuşkulanmışımdır.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:19)
Yunanistan : (COĞR.,TAR.,MYTH.) : H e l l a d a = Helen’ler <Elada> Avrupa’nın güney doğusunda,
Akdeniz’e uzanmış, Türkiye’ye komşu bir Cumhuriyet. Tarihi geçmişi, kültürü, mitos’ları ve Olimpiyatlarıyla
her zaman için anılacak bir ülke
“Yunanistan’da herşey, dağlar, ırmaklar, denizler, ovalar ‘insanlaşır’ ve insanla, hemen daima ‘insanca’
bir dille konuşurlar. Onu suya boğmazlar, ona işkence etmezler; dostu ve iş arkadaşı olurlar. Doğu’nun bulanık
durulmamış çığlığı, Yunanistan’ın ışığından süzülerek arınır, insanlaşır s ö z olur. Yunanistan, büyük mücadele
ile insanı hayvana, Doğu’nun köleliğini özgürlüğe ve barbarca sarhoşluğu sakin mantığa döndüren süzgeçtir.
Birbirinin karşıtı, kör kuvvetleri dengeli hale sokarak biçimsiz olana biçim, ölçüsüzlüğe ölçü vermek. H e l l a d a adı verilen çok çekmiş karayla denizin görevi budur.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:156-7)
Yunmak : Yıkanmak, arınmak, tertemiz olmak
“Ele Geçirme
Apansız atladı yaşlılık gözlerime
Yundu yıkandı sularında
çocukluğumun son kalıntılarını arıtma niyetiyle.
Ancak bakakaldı gerilere...”
(Bojana Apostolova<d.1945>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.08.08)
“Ovada su mu yok, ova gelsin de dağlardan içsin suyunu..... Gırnata’da başdöndürücü sulamalar. Hazneler; peri bacaları. -Elbette olağanüstü güzellikler vardır kaynaklarda yunmanın. Havuzlar! Havuzlar!
Arınıp da çıkacağız içinizden.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:92)
“Az sonra gün doğdu. Seyran günün doğuşunu da böylesine hiç görmemişti. Gökyüzü açıldı, hayal
meyal tatlı bir mavide. Tertemiz, pırıl pırıl, yunmuş arınmış, gıcır gıcır bir gökyüzü.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:335)
Yunus Peygamber : Söylenceye göre, Yunus Peygamber, doğru yola çevirmeye çalıştığı kabileye sonunda
kahrederek bir deniz kıyısına gitmişti. Orada kendisini yutan balığın karnında kırk gün kalan Yunus, Tanrı’ya
kurtulması için yalvardı. Balık da onu karaya bıraktı. <Bk.: Kuran-ı Kerim, 37:142-145>
“Güneş küresini sardı karanlık
Ve Yunus’u ağzına aldı balık...”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:42)
Yurdu yuvası olmak : Evi barkı olmak, bir yere ait olmak
“Bu evde onsuz da yapabileceklerdi pekala. Kendisine gelince, dünyanın neresinde, ne zaman olsa bir
atelye kurabilir, hummalı çalışmalar ve etkinlikler ortasında yaşamını sürüdürebilirdi; ama atelye asla bir yurdun
yuvanın yerini tutmayacaktı.”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:77)
“Ana aynı şiddetle:
‘Sen delirdin mi?’ dedi. ‘Ben yurdumu yuvamı, evimi barkımı bırakır nereye giderim? Hem sen elin
kızını alır nereye götürürsün?’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:87)
“Geri çekilen ordunun beş mil önündeki bu insan seli; Yankeeler’in püskürtüldüğü ve yurtlarına
yuvalarına dönecekleri haberini almayı umut edereek Resaca’da, Calhoun’da, Kingston’da kısa süreler
konaklıyorlardı. Ne yazık ki güneşli yolda ters yönde yürümek kısmet olmadı ve gitgide evlerinden uzaklaştılar.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:394)
Yurt, Yurtluk : Osmanlı ve Eski Rus rejimlerinde, bir kısmını işletmek koşuluyla verilen, üzerinde köşk ya da
konak bulunan geniş bahçeli mülk; Rusya Federasyonunun dağılmasından sonra,, çadır dahil, bir ailenin sahip
olabildiği herhangi bir taşınabilir ya da taşınamaz mülk
“‘Steplerin işaretlerini okuyamayan bir yabancıya her şey kontrol altında ve tek görebildiği atlar ve
binicileri gibi görünebilir. Burada büyüyen bizler ise aynı zamanda manzaranın içine karışmış yurt denilen daire
biçimindeki keçe çadırları da görebiliriz.’ ”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:294)
“Dubrovski bir gün küçük yurtluğunu gezerken kayın koruluğuna yaklaştığı bir sırada, balta sesleri, az
sonra da devrilen bir ağacın çatırdısını işitti. Hızla koruluğa yöneldi ve babalarının evindeymişçesine ormandan
ağaç aşırmakta olan Pokrovskoye köylüleriyle burun buruna geldi.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:17)
“On beş yaşıma dek bütün çocukluğum köyde, *** ilinde geniş toprakları olan annemin yurtluğunda
geçti. Artık geçmişe karışmış olan bu zamandan bende kalan en unutulmaz anı, yakın komşumuz Martin Petroviç
Harlov’un anısıdır.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:11-2)
Yurt edinmek; Yurtlanmak; Yurtlu; Yurtluk sahibi olmak; Yurt tutmak : Varlıklı, mal mülk sahibi,
zengin; Bir memleketi, doğduğu ya da sonradan kazandığı bir vatanı olmak; Vatanı gibi yerleşmek
“ÇİFTÇİ <25 Aralık 1860>
---------Can karardı, dört yanım karanlık,
yüreğimde soğuk yurtlanıyor şimdi.
Artık, ruhumu yüceltecek bir şey yok
ne kinde ne sevgide.”
(İlia Cavcavadze-Hüseyin Uygur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.02.03)
“Kentteki bu anlamsız, bu yoksul bina yığınlarını ilaç kokuları ve çeşitli hastalıklar yurt edinmişti
kendine, sefalet, korku ve ölüm kol geziyordu..”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:155)
“Genellikle orta yaşlı kadınlar, kendisine önem veriyor ve onu koruyorlardı. Adam, aramasını da,
bulmasını da biliyordu. Şimdi de yurtluk sahibi zengin bir kadın olan Darya Mihaylovna Lasunska’nın evinde bir
evlatlık ya da pansiyoner durumundaydı.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:23)
“Şimdi, diye yazar Hesse 1918’de, çocukken oltamı binlerce kez aşağı sarkıttığım köprünün korkuluğu
üzerinde yine bir on beş dakika oturmayagöreyim, bir zaman bir yurt sahibi olmuş olmanın hoş ve ilginç
yaşantısını derinden derine, acayip bir duygulanmışlıkla hissediyorum.”..... “‘Bir yere yerleşmiş, bir yerde yurt
tutmuş olmanın, çiçeklerle, ağaçlarla, toprakla, pınarla dostluk kurmanın, bir toprak parçası, elli kadar ağaç,
birkaç tarh çiçek, incirler ve kaysılar için sorumluluk taşıma duygusu’, kent yaşamından her vakit ürkmüş yazar
için, kafayla çalışmaları bütünlü ve zorunlu bir dönüştür.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:20;143)
Yurttaş : Aynı vatandan olan, vatandaş; Tarihte, ihtilal zamanlarında (Fransa, Rusya) başkaldıranların
birbirlerine hitap tarzı
“Gavroche ciddi bir sesle:
‘Bakınız yurttaş,’ dedi, ‘Ben size henüz ‘burjuva’ demedim ki, niçin bana hakaret ediyorsunuz?’
Çavuş:
‘Kopuk!’ diye bağırdı bu sefer. ‘Nereye gidiyorsun, söyle!’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:544)
Yusyuvarlak : Daire, çember gibi
“Sınıf odalarının önündeki yer muşambasının üzerinde sıcak karavanaların yusyuvarlak izlerini olduğu
gibi görüyordum; bu çorba kokusu, Pazartesi öğle vakti sınıfımızın önünde duracak olan karavanayı anış,
Scharnhorst’un yakasındaki kırmızının, Iphigénine’nin dudaklarındaki kırmızının, kupa as’ına ait kırmızının
dindiremeyeceği bir açlık uyandırdı bende.”
(H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:12)
Yutar gibi okumak : Zevkle, şevkle okumak; Hatmetmek
“Babamın 1950’lerde yutar gibi okuduğu egzistansiyalist edebiyatın efsaneleri annemin de kulağına
çalınmıştı elbette.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:338)
Yutmak : Kanmak, aldatılmak; Zorla kabullenmek
“Bu hileyi ben yutmuyordum elbet, ama yağmurdan sonra gelen karşıdaki yapının penceresinden
bakanlar yutuyorlardı kuşkusuz. Oysa eski muhasebe şefinin üstünde bir damla bile su yoktu.
-Siz gittikten sonra biraz yalpaladık, dedim.”
(M.C. Anday, “isa’nın güncesi”, sa:18)
“Therese, Kien’in yakınında duruyordu. Adamın söylediklerini güçlükle yutabiliyordu. Yerinde hiç
kımıldamaksızın, eteğinin altında bazen bir ayağıyla, bazen öteki ayağıyla çember çiziyordu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:361)
“-Anlamadım! Adam hak etmişse dövmekten başka çıkar yol var mı?
-Ama şunu iyi bilin ki, buna hiç hakkınız yok!
-Benim hakkım yokmuş? E, bağışlayın ama bunu benim külahıma anlatın! Böyle lafları yutmam ben!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:64)
“MEPHISTOPHELES - Bugün ona uğramadık. Fakat geçen sefer kendisiyle görüşmüştük. O zaman
bize, yeğenleri hakkında birçok şeyler anlatarak, her birine çok çok selam söylememizi tembih etmişti.
ALTMAYER, yavaşça - Al sana işte! Herif yutmuyor!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:105)
“Sömürgeciler iki taraf oldular, özgürlük, adalet, hukukla gugug -ve hiç kimsenin yutmadığı- barışı
korumak gibi, çok yüksek ötüşlü cart curt’larla biribirinin sömürgelerini yutmak için, savaşa Jaures’i öldürerek
giriştiler. Tıpkı ilkellik çağında bir aşiretin malına, canına, komşu aşiretin saldırması gibiydi bu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”, sa:12)
-Herif yutmaya hazır. Antikalarını gösterirken yüzü kok fırınının ağzı gibi parlıyordu. İleri sürdüğüne
göre, büyük çapta bazı alımlar için girişimde bulunmuış...”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:97)
“Ama ne doğulu toplumlarının dilenciye ve onun töresine yaşama hakkı tanıyan ahlakını taşıyabilen bir
toplum olabiliyoruz, ne de batının hizmetsiz ve servissiz hiçbir ödeme yapmayan ödünsüz tutumunu
benimseyebiliyoruz. Her zaman, her yerde olduğu gibi, ne doğulu ne batılı, hep arada hep derede... Arabadaki
kadının söylenmelerini duyar gibi oluyorum: ‘O adam çalıştırmayı bilir.’ ‘Güya yutmadı, güya onu
kandıramadılar, güya o hiç kimseye pabuç bırakmaz.’ ”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:124)
“Markize gelince, tam tersine, beni zoraki inceliğiyle eziyordu; gözlerindeki sabırsızlık kıpırtılarını
pekala görüyordu. Uzun sözün kısası, pek aptal bir görünüşüm vardı, hor görülmeyi yutuyordum, bir Fransız için
bunun olanaksız olduğu söylenir.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:21)
“HÜR HAMAMLAR DENİZİ <1955>
Kadın kısmı n’apar Güzin onu yapacak
Bacağını azıcık yukarı çekti
Süleyman yutar mı kaçın kurrası
Bu sefer biraz aşağıdan öptü
Hadi bakalım”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”, <1957> -50 yaşında-, sa:47)
“-Haydi oradan! Bardak bardak biraları yuvarladığın yerde saat yok muydu? Ben böyle martavalları
yutar mıyım?”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati, sa:9)
“Basil onun hayatına gölge düşüren portreyi çizmişti. Dorian bunu bağışlayamazdı. Her şey o portre
yüzünden olmuştu. Basil ona öyle şeyler söylemişti ki yenilip yutulmazdı, gene de Dorian sabır gösterip bunları
yutmuştu.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:249)
Yutturmak : Kandırmak, aldatmak (Argo)
“KOMİSER - (Dosyaları incelerken, karşısında sakin bekleyen sanığa döner.) Haa, böyle kılık
değiştirmeler ilk defa olmuyor anlaşılan. İki defa operatör doktor, bir kere komando yüzbaşısı, üç kere
piskopos... bir kere de gemi mühendisi diye kendini yutturmuşsun. Görelim bakalım, bütün bunlara rağmen
tutuklanmış mısın...”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:7)
“EUGENIO - Flaminio Ardenti isminde birinin karısı imiş.
D. MARZIO - Geçen sene de yanında biri vardı, herkese kocası diye yutturuyordu.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:39)
“Hizmetçi kadın, ‘Başımıza gelenleri duydunuzmu, efendim?’ dedi Şvayk’a. ‘Sevgili Ferdinand’ımızı
öldürmüşler!’ Şvayk, yıllar önce, ahmaklığı heyet raporuyla resmiyet kazanınca ordudan ayrılmak zorunda
kalmış, köpek satıcılığına başlamıştı; soysuz hilkat garibelerini millete soylu köpekler diye yutturuyordu.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:27)
“Yüzüme sert sert baktıktan sonra elini uzattı.
-Eyvallah ağabey, diye başladı. Geçen yaz seni Missouri’de gördüm. Kaşığı yarım dolara renkli kum
satıyordun. Petrol lambalarının harlamasını engeller diye yutturuyordun.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:104)
“ADAM -... Bir üç köşeli şapkayı sopasının ucuna geçirin, mantomu sopanın etrafına sarın, altına da bir
çift çizme koyun, böyle dangalaklara bunu, kimi isterseniz o diye yutturabilirsiniz.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:7)
“Jean-Marc’ın ona eskiden yazdığı birkaç mektubu bulup, C.D.B. imzalı olanlarla karşılaştıracak. JeanMarc’ın yazısı hafifçe sağa yatıktır, harfleri de küçük yazar, oysa yabancının mektuplarındaki yazı sola yatık,
harfler de iri. Ne var ki, bu yutturmacada ele veren, aslında iki yazı arasındaki bu çok belirgin fark. Kendi
yazısını gizlemek isteyen birinin düşüneceği ilk şey, yatıklığı ve iriliği üzerinde oynamaktır.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:102-3)
“Dahası bunu külyutmamakta oldukça usta olduğu bilinen yayıncıma bile yutturabilir ve böylelikle
hayatta hiçbir şeyin sağlam temeller üzerine oturamayacağı yolundaki inancımı, hiç olmazsa kendime bir kez
daha kanıtlayabilirim.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:20)
“Picasso, kendi tarzını yaratma hakkını, o muazzam klasik dönemlerinden sonra kazandı. Bundan ötesi,
doğru dürüst köpek resmi çizmeyi beceremeyen kişinin, üzerine boyalar sürdüğü bir tuvali ‘modern resim’ diye
yutturmaya çalışmasına benzer ki, maalesef böyleleri de pek eksik değil.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa:37)
“VALERE - Demek istediğim şu ki o benim babamdır.
ANSELME - O mu?
VALERE - Evet.
ANSELME - Hadi efendim, ne münasebet! Daha kolay yutturabileceğiniz başka bir masal uydurun,
bu sahte isimle yakanızı kurtarmayı aklınızdan çıkarın.”
(Moliere, “Cimri”, sa:127)
“WERNER (Neşeli bir saldırganlıkla.) - Doğru değil! Doğru değil! (Johanna dehşet içindedir. Werner
üstüne yürür.) Onu hiç görmedin. Bir an bile görmedin. Bana yutturamazsın. (Alayla.) Sürgüden ne haber
küçüğüm? Ya o koskocaman demir kol? Hepsi tamam diyelim, peki ya şifre?
JOHANNA (Yeniden donuk haline dönmüştür.) Ben o şifreyi biliyorum.”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:232)
“Ötekiler şaşkın, kararsız, baktılar. Sonra Lubéron gülmeye başladı. Yüzünde acı bir alayla güldü;
burnunu kısıyor, gülüşü kısık burun deliklerinden zorlukla dışarı çıkıyordu.
-Hem de nasıl! dedi. Nasıl yutturdular bize, ha? Nasıl yutturdular!”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:86)
“Mrs. HUSHABYE, eteğine yapışarak. - Dur bakalım! Bu kadar aldanmış olamam. Yalancıların
ciğerini okurum ben. Birisi bütün bu martavalları yutturmuş sana.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:29)
“-Haydi oradan! Bardak bardak biraları yuvarladığın yerde saat yok muydu? Ben böyle martavalları
yutar mıyım?”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati, sa:9)
“O sırada, maymun-ağacının altında tekbaşına oturan Cobbs Cornerlı Cobbet, ayağa kalktı: ‘Ne
düşünüyordu bu karı acaba?’ diye mırıldandı içinden, ‘Amacı neydi, ha? Bu antika oyunu allayıp pullayıp
yutturmak, sonra da seyircileri maymun ağacının çatallı dallarına salmak, ne demeye geliyordu?’ ”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:87)
Yuvarlamak : Bir maddedyi yerden kaldırmadan ekseni etrafında döçndürerek mesafe aldırmak; eliyle hamur,
hap yapmak, sigara sarmak; birbiri ardından kadeh kadeh ya da bardak bardak içki içmek
“Jeff barları seviyordu, ben de ona takılıyordum. Jeff’in problemi içtiği zaman kavga çıkarmayı
sevmesiydi. Bana bulaşmıyordu neyse ki. İyi dövüşüyor, yumruktan kaçmasını iyi biliyordu, ve güçlüydü, belki
de şimdiye kadar tanıdığım en güçlü insandı. Kabadayı değildi ama birkaç tane yuvarladı mı çıldırıyordu.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:57)
“Hayli şarap yuvarlayıp gece yarısından epey sonra kalkarak yatmaya gitmişti yorgun, öyleyken
helecan içinde ağladı ağlayacak, umarsızlığın eşiğinde.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:97-8)
Yuvarlanıp gitmek : Ölmek; Yaşamını öylesine sürdürmek, geçinip durmak
“-E, hanım teyzeniz nasıllar?
-Nasıl olsun, yuvarlanıp gidiyor işte. Geçenlerde binbaşının karısına doğuma çağırmışlardı, tam bir
ruble vermişler.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:17)
“KALABALIĞIN MIRILTISI - Yeni bir soytarı.... Bir baş belası daha.... Bu da nereden geldi?... Nasıl
da içeri girdi?... Öteki yuvarlandı gitti.... O kendisini heba etti.... Eskisi bir fıçıydı.... Şimdiki de bir çöp parçası.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:6)
“‘Günde ancak otuz metelik kazanıyordum, mümkün olduğu kadar az ücret ödüyorlardı, patronlar
yaşımdan faydalanıyorlardı. Bundan başka derede çamaşırcılık yapan bir kızım vardı. O da bir parça
kazanıyordu: ikimiz birlikte yuvarlanıp gidiyorduk.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:436)
“TANRILAR YAZDI
------------------------Soyumuzun güneş gözlü tanrılarının
Tyityimya ya da boogaloo tutkusu da,
Gülüşler de bizimdir geceleri, gündüzleri
Ve Amerika’daki saldırgan kentler
Kuru gürültüler yapıyor. Hepsi bu değil
miydi
Yazılanların, tanrılar tarafından?
Durumu çevirin tersine! Dedim
Bırakın yuvarlanıp gitsin işler”
(Keorapetse Kgositsile<d.1938>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.09.07)
“ELLIE - Mr. Mangan: akıl var, yakın var. Romeo ile Jülyet rolü oynayacak değiliz. Ama iyi
geçinmeyi aklımıza koyarsak, pekala yuvarlanır gideriz.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:59)
“İşte böyle yuvarlanıp gidiyorlardı. Bulundukları arkadaş çevresi en seçkin kimselerden oluşmuştu.
Evlerine oturaklı kişilerden de gelip giden oluyordu, gençlerden de...”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:53)
Yuvar yuvar (yürümek) : Kısa, tombul vücuduyla, adeta toparlana yuvarlana (yürümek)
Bu, bir yıl önce, Cloitre alanında nasıl da bomboş, ama nasıl da hoşnut bir durumda, yuvar yuvar
yürüyüşüyle giden Birotteau’nun artık iskeletinden başka bir şey değildi.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:138)
Yuvaya dönmek : Bir kimsenin ailesine, büyüdüğü şehre ya da memleketine dönmesi, tıpkı bir kuş gibi
“Çalıkuşu, yuvaya döneli on gün olmuştu.
Aziz Bey, her akşam tekrar ediyordu:
-Dikkat ediyor musunuz çocuklar? Eve bir başkalık geldi. Çalıkuşu bu sefer kırlangıç kuşlarına
benzedi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:400)
Yüce Nokta :
Yüce Tanrı, varılabilecek en yüce mekan
“Ve Yüce Ruh, Tanrıya insanlar hakkında söz ediyor ve insanlara Tanrıdan kanıtlar getiriyordu.
Büyükbabam, Güzellikte, Hakikatin ete kemiğe bürünmüş varlığını ve en yüksek özlemlerin kaynağını
görüyordu. Bazı olağanüstü durumlarda (örneğin dağlarda bir fırtına patladığında ya da Victor Hugo’ya ilham
geldiğinde), Hakikatin, Güzelin ve İyinin kaynaştığı Yüce Noktaya ulaşılabilirdi.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:45)
Yüce Ruh : Yüce Tanrı
Bk.: Yüce Tanrı
“Vitraylar, payanda kemerleri, kabartmalı kapılar, koro şarkıları, tahta ya da taş haçlar, manzum Derin
Düşünceler ya da şiirsel Uyumlar; evet bütün bu Sanat ve Edebiyat ürünleri, doğrudan doğruya Tanrısal-olana
götürüyordu bizi. Doğa güzelliklerini bunlara eklemek de işin cabasıydı. Aynı soluk, Tanrının eserlerini ve
insanın yaptığı eserleri şekillendiriyordu; aynı gökkuşağı, çağlayanların köpüğünde parıldıyor, Flaubert’in
satırları arasında yansıyor, Rembrandt’ın ışık-gölge üslubu yapıtlarında yanıp sönüyordu; Yüce Ruhtu bu. Ve
Yüce Ruh, Tanrıya insanlar hakkında söz ediyor ve insanlara Tanrıdan kanıtlar getiriyordu.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:45)
Yüce Tanrı : Tanrı’nın niteliklerinden biriyle çağrılışı
“ ‘Yüce Tanrım!’ diye bağırdı Kahya kadın, ‘efendimin başına bir bela geldiğini sezmiştim zaten. Girin,
efendim, girin, hoş geldiniz; şu Urganda’yı da boş verin; biz insanı onsuz da iyileştiririz. Sizi bu hale getiren
bütün o şövalye romanları da cehenneme gitsin!’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:36)
“<Kilise> HEP BİRLİKTE - Ulu Tanrı, yaptığımız ve yapmadığımız şeyleri bağışla!
(Yargıcın evi) YARGIÇ - (Ailesini çevresine toplamış, Kutsal Kitap’tan dualar okumaktadır.)
‘Sığınağım ve barınağım, Yüce Tanrı’dır.’ ”
(A. Camus, “Sıkıyönetim”, sa:31)
“Öğleden sonra iki olmuştu; Petrus yüksek sesle dua etmeye başladığında ortalıkta çıt yoktu:
‘Yüce Tanrım, bize merhamet et, çünkü biz Compostela yollarına düşmüş hacılarız ve burada
bulunmamız bir kusur olabilir. Bilgimizin bize sırt çevirmemesi için, sonsuz merhametinle el ver bize.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:131)
“Babamın göğsüne sokulup o küçücük ve loş evimizin alışılagelmiş sessizliğinde, gözyaşlarımla hıçkıra
hıçkıra ağladığımı bir ben bilirim bir de Yüce Tanrı. Kilise ve gömülme törenlerini hiç hatırlamıyorum. Eminim,
annem, doğrudan doğruya Cennete gitmişti, hem de Büyük Köprü’den geçerek. Di mi?”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:119)
Yüce Varlık Töreni : (FR. TARİH,.DİN)) : 8 haziran 1794 tarihinde, sonradan giyotın’e giden ünlü devrimci
ve hatip Robespierre’in önerip kabul ettiridiği dinsel bir tören. Konvansiyon üyeleri Tuilerie Sarayı bahçesinde,
ellerinde başak, çiçek ve yemişlerle bu yortu gününde toplanırlardı. Robespierre, Franszı ulusunun Tanrı’ya ve
ruhun ölümsüzlüğüne inandığını göstermek için bu dinsel töreni koymuştu. Bu yortu, Fransa’da çok çabuk
unutulmuştur.
“Gamelin <yargıç> haykırdı:
‘Aman Brotteaux yurttaş, böyle konuşmaya utanmıyor musunuz? Bilgisizliğin ürünü, ne oldukları
belirsiz çok Tanrılarla doğanın yaratıcısını karıştır mıyor musunuz? Tek ve iyi bir Tanrıya inanmak erdem için
gerekli. Yüce Varlık Töreni, bütün erdemlerin kaynağıdır. Tanrı’ya inanmayan bir insan, Cumhuriyetçi de
olamaz.... Bu gerçeği çok iyi bildiği içindir ki, Robespierre, Fransızları tanrıtanımaz yaparak köleleştiren filozof
Helvétius’un büstünü Jakoben’lerin salonundan kaldırttı..’ ”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:82)
Yüklü, yüklüce : Çok, bol miktarda, epeyce, hatırı sayılır bir miktarda
“Üvey babamın kardeşi, bir oyun icat edip yüklü para kazanan birini tanıyordu. Onunla görüşüp fikrini
almak aklıma yattı. Büyük Merkez Gar’ın yakınındaki Roosevelt Otel’in lobisinde buluştuk. Adam, kırk
yaşlarında, feleğin çemberinden geçmiş, alaveresi dalaveresi bol, ağzı kalabalık biriydi; ama konuşurken ağzına
baktıracak kadar etkili olduğunu da itiraf etmeliyim.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:118)
“Güzel konuşur, konuşmasında güzel bir üslup olmasına daima özen gösterir. Az bulunur derecede faal
bir insan olması; işsiz güçsüz hayatı ve Paris’ten kendisine gelen yüklüce bir servet ile birleşince ilgisiz türlü
işlerle uğraşma olanağına sahip olmuştur.”
(D. Diderot, “Rahibe”, sa:258-9)
“Arabaki çadırda üç gün izzeti ikram gördü. Sonra da Çakırcalı’dan izin isteyip yola düştü. Çakırcalı,
son yıllarını iyi yaşasın diye Arabaki’ye yüklüce bir para verdi.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:74)
“‘Bir bardak slivovis daha koy bana,’ dedi Klara ve ben de karşı çıkmadım. Şişeyi açmak için bir
bahane bulmuştuk ve bu bahanenin hiçbir olağanüstü yanı yoktu. O gün bir sanat tarihi dergisinde yayımlanmış
olan uzun bir inceleme için oldukça yüklü bir para almıştım.”
(M. Kundera, “Gülünesi Aşklar-Hiç kimse gülmeyecek”, sa:7)
“Joaquim Sassa akşam yemeğinin parasını ödedi, içeridekilerle veda etti, kıza kendisine verdiği bilginin
karşılığı olarak yüklüce bir bahşiş bıraktı, han sahibi onu cebine atabilirdi, açgözlülükten çok küskünlük
yüzünden, insanların eliaçıklığı ne kadar iyi olduklarıyla doğru orantılıdır...”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:60)
Yük olmak : Asılmak, maddi ya da manevi ağırlık vermek; Ağır, sıkıntılı işini başkasına yaptırtmak; Yalnız
olsaydı daha kolaylıkla yapabileceği şeyi, varacağı hedefi güçleştirmek
“LEOPOLD - Varolmamın temel boyutu olarak, ‘sevgi’ üzerinde düşünmek istiyorum.
MARKETA - Bu konuya ‘Sevgi ve Hiçlik’ adlı kitabınızın ikinci bölümünde biraz değinmiştiniz.
LEOPOLD - Doğru. (Sıkıcı sessizlik.)
MARKETA - Doktor Bey.
LEOPOLD - Evet, Marketa?
MARKETA - Siz yük olma cesaretini kendimde bulamazdım.”
(V. Havel, “Largo Desolato” -Buruk Ezgi-, sa:69)
Yüksek perdeden; Yüksekten atıp tutmak; Yüksekten atmak; Yüksekten bakmak : Palavra atmak, tafra
satmak, yapamayacağı şeyleri yapar göstermek; Kibirli, bencil olmak; Kendini herkesten üstün görmek
“PHEİDİPPİDES - Püh! Çulsuzlar, biliyorum. Sen aralarında o sefil Sokrates’le Khairephon’un
bulunduğu şu yüksekten atıp tutucuları, şu sapsarı benizlileri, şu pabuçsuz serserileri söylüyorsun değil mi?”
(Aristophanes, “Bulutlar”, sa:26)
“LELIO - Sana çok yüksekten atıyorsun, yüzüne gözüne bulaştırıyorsun demedim mi?
ARLECCHINO - Atınca yüksekten atmalı. Benim aklım ermez. Hesapla değil ya bu da.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:51)
“MARLOW - Beni kutla George! Başıma defne dallarından bir taç koy! George, benim gibi utangaç,
sıkılgan insanlar bile kadınlar arasında zaferler kazanabiliyor.
HASTINGS - Ancak, bazı kadınlar arasında demek istiyorsun herhalde. Fakat anlayalım bakalım, bu
kadar yüksekten atıp tuttuğuna göre nasıl bir zafer kazandın?”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:77)
“EVLER
--------İnsanların kaderi besbelli evlere bağlı:
Zengin evler fakirlere çok yüksekten baktılar,
Kendi seviyesine evler kız verdi, kız aldı
Bazıları özlediler daha yüksek hayatı,
Çırpındılar daha üste çıkmaya
Evler bırakmadılar.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:20)
“Bu, Tanrıya dönüş dönemi içerisinde Tolstoy’un bütün hareketleri ve bütün sözleri, hoşa gitmeyen bir
şiddetle, sahte, gürültülü, kavgacı ve bağnazca bir şeylerle belirlenmişti. (Onun) Hıristiyanlığı, yüksek perdeden
atıp tutan bir dindarlıktı; alçakgönüllülüğü bir gösterişe dönüşüyor ve abartmalı bir şekilde kendini
alçaltmasında Tolstoy’un eski gururundan bir şeyler -tersine çevrilmiş” bir gururun izleri- hissediliyordu.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Tolstoy’, sa:318)
Yüksek tabaka : Asılzade, soylu, yüksek sosyo-ekonomik klas
“Kendisine yazmadan önce hakkında bilgi topladım: Yüksek tabaka mensubu, işinde başarılı, yaşlı ve
evli biri. Çok sevdiği bir kızıyla iki oğlu var. Onlar da babalarını çok severmiş. Soylu, kültürlü, akıllı, güzel
sanatlar konusunda zevk sahibi ve onuruna düşkün bir insan.”
(D. Diderot, “Rahibe”, sa:19)
Yükte hafif pahada (bahada) ağır : Taşınması kolay fakat paraca değerli şeyler, meta
“Gün atarken Bedevi atlıları her şeylerini bırakıp kaçtılar. Çeteler kadınların bileklerine, boğazlarına
saldırdılar; sandıkları, işlemeli çuvalları, torbaları açtırdılar, yükte hafif, pahada ağır ne varsa aldılar; geriye
dönerlerken, bir hurmalığın içinde bastıkları kabilenin kaçan atlılarıyla yardıma çağırdıkları öteki Arap
kabilelerinin atlıları karşılarına çıktılar. Kıyasıya bir çarpışma oldu.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1- Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:252)
“Koca Osman içinden geçirdi- ‘... Ulan bir topacık da adam, şöyle bir sıksam canını çıkarırım. İyidir,’
diye gülümsedi. ‘İnsanın yükte hafif, pahanın ağırı bizim oğlan. Umudumuz ışığımız. Dağlarda yemek
bulamamış ki fıkaram boy atsın...’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:29)
Yükünü almak : Çok içip sarhoş olmak; Eşya-yük taşıyıcı vasıtaların, maksimum sınırlarına (haddi
istiabe’lerine) kadar yüklenmeleri; Özellikle avanta’dan fazla para kazanmak (Argo)
“Neyse ki bu konuşması korktuğum kadar korkunç olmadı. Kadehine konyağı koyarken zaten yükünü
almıştı, o kehribar rengi, yakıcı içkiden biraz içtikten sonra da konuşmayı tutarlı bir çizgide sürdüremeyecek
kadar sapıttı.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:49)
“Sonra o asırlık ihtiyar teknisyen Porsch’u tanımayan var mıydı? Yalınayak yürürken bile koluna koluna
kibar koltuklar takmadan duramazdı. Eskilerden sert bir köy öğretmeninin oğluydu, İncilin nerdeyse yarısını, bir yığın
atasözünü ve ahlaksal nitelikteki bir sürü özdeyişi ezbere bilirdi; ama bu özelliği, ne ağarmış saç sakalı gördüğü bir
kadına kur yapıp iltifatlar yağdırmaktan ve sık sık kafayı tütsülemekten kendisini alıkoyamazdı hiç. Şöyle biraz
yükünü almaya görsün, Hans’ların evinin köşesindeki taşın üzerinde oturmaktan hoşlanır, önünden gelip geçen herkese
ismiyle seslenir, özdeyişlerini ve hikmetli sözlerini bol keseden kendilerine buyur ederdi.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:146)
“İyice yükünü almışları vagona bindirmek için, başka zamanlarda sadece bavul taşımaya yarayan el
arabaları kullanılıyordu.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:366)
Yükünü omuzlarında taşımak : Sorumluluğu üzerine almak
“Olası pek o kadar kurallara uygun olmamakla beraber, Eleonora, ateşli bir coşkunlukla şarkı söyler ve
piyano çalardı. Küçük bir şehrin boş inançları ve o küçük kardeşinin yükü omuzlarında olmasaydı, belki de bir
defa tiyatro hayatına atılırdı.”
(L. Pirandello, “Seçme Hikayeler-Siyah Atkı”, sa:15)
Yükünü tutmak : (Çoğu kez gayrimeşru yollardan), kesesini doldurmak, zengin olmak
“Ta baştanberi, şaşkın bir asiydim, yalnız benim kuşaktakilerin çoğu için geçerli olabilecek anlamda
değil -ailemin ana tarafının, yoksul zencilerin borçları sayesinde yükü tutuşlarını gözlerimle görmüştüm.-”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:41)
“Durdu:
‘Birkaç yıl daha geçsin. Ben yükümü tutayım. Sen eşkiyalık nasıl yapılır görürsün.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:122)
“KAPTAN - Dunn mı? Bir marinelbaşım vardı, adı Dunn’dı. Çok eskiden Çin denizlerinde korsanlık
ederdi. Sonra gemi bakkallığına başladı; hiç şüphesiz benden aşırdığı mallarla. Artık yükünü tutmuştur iyice. Siz
kızı mısınız?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:7)
“Cami duvarı dibindeki Küllük kahvesi yükünü tutmuş... Kahve, çay içen hamgisi, gazos, ayran içen
hangisi... Şurda tavlaya kapanmış tavlacılar, cahar (cıhar-dört) atıp şeş (altı) oynamak çabalamasında... Beride
pastıraya, cimdallıya, altmışaltıya, başkaca pikete, prafaya ve de dört başlı dominoya yumulmuş kumarcı
takımı...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:56)
“ ‘Neden söyleyemem anne? İçten konuşuyorum.’
‘Beni üzüyorsun oğlum. Ben senin Avustralya’dan paralı pullu, mevki sahibi bir adam olarak
döneceğine inanıyorum. Kolonilerde sosyete diye bir şey olduğuna inanmıyorum, yani benim sosyete
diyebileceğim herhangi bir şey. Bu yüzden, orda yükünü tuttuktan sonra buraya dönüp Londra’da kendini
göstermek zorundasın.’ ”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:76)
“Ama sırtını kime dayayabilirdi? Deli güz yellerine sordu bu soruyu. Artık ekim gelmişti ve hava her
zamanki gibi yağışlıydı. Arşidük olmazdı: Pek soylu bir hanımla evlenmişti ve yıllardır Romanya’da tavşan
avlamakla meşguldü. Bay M. de olmazdı; Katolik olmuştu. C. Markizi de olmazdı: Botany Körfezi’nde yükünü
tutmuştu. Lord O. da olmazdı: Çoktan balıklara yem olmuştu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:161)
Yüreği ağzına (çıkmak) gelmek : Çok heyecanlanmak, korkmak, bayılacak gibi olmak, kalbi çarpmak
“Kambur parayı sayarken kadın derin bir soluk aldı ve gene soluk soluğa ‘Bana, siz Bayan Fischerle
misiniz, diye sordu.’ dedi. ‘Sen de dedin ki...’ diye haykırdı cüce, aptalca bir yanıt verdi de işini bozdu diye
yüreği ağzına gelmişti; tamam, her şeyi berbat etmişti mutlaka, etmişti ve muradına ermişti aptal salak!”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:274)
“Cep telefonum! Cebimden çıkardım ve hemen açtım; birçok kez çaldı ve her defasında yüreğim
ağzıma geldi: telefonun küçük ekranında benimle görüşmeye çalışan insanların isimlerini görüyordum, ama
hiçbirini yanıtlamadım.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:27)
“ ‘Peki siz de onunla gidecek misiniz?’ ‘Hayır, gitmeyeceğim.’ ‘O zaman size şunu söyleyeyim.
Afrika’nın yarısı çöldür. Geri kalan bölümü de hummanın pençesinde kokuşmuş ormanlardır. Bu siyah derili
dostunuz İngiltere’de kalsa daha iyi eder. Yine de gitmeye kararlı ise onu yanıma alırım.’ Bu son cümlede
yüreğim ağzıma geldi.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:88)
“Biraz sustu, sonra bir cesaret hamlesiyle ekledi:
-Bir meslektaşınızın kardeşiyim. Okulunuzun müzik öğretmeni Şeyh Yusuf Efendi’nin.
Birdenbire yüreğim ağzıma geldi. Fakat kuvvetli olmak, hiçbir şey sezdirmemek lazımdı.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:273)
“Yalnız, bu defter, ellerine geçsin istemiyorum. Ona her ellerini uzatışlarında yüreğim ağzıma geliyor.
Derken giysi dolabını, sandık ve bavullarımı açtılar. İçindekileri odamın ortasına yığdılar.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:176)
“Yanlarından geçip gidenin kürk yakalı paltosu, gümüş işlemesi pırıldayan bastonu, melon şapkası, az
sonra yitip işitilmez olan adım sesleri, sonraları kendilerini çok güldürmüş o geceyi anıladıkça. Ama o gece,
daha yirmi dakika yürümeleri gerekmiş evlerine varmaları için; her köşe başında yürekleri ağzına gelerek.”
(B. Karasu, “Uzunca Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:136)
“Müfettiş dediğin Cezaevinde tutuklu Kudret Beğ gibi olurdu. Boylu poslu, kelle kulak yerinde, baktı
mı insanın yüreğini ağzına getiren...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:146)
“Azıcık kendine gelen Koca Osman tepeden inme girdi söze:
‘Şimdi bu kötü halinizi duyup ve de yüreğim ağzıma gelip, yanıma da Ferhat Hocamızı alıp, Allahın
bu güzel adamıyla bir olaraktan sizi almaya, alıp da köyümüze götürmeye geldim.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:95)
“Kiwan adındaki adam yine geçen sefer olduğu kadar kibar ve cana yakındı; araba sürme tarzı hiç fena
değil. Virajları gayet yumuşak alıyor, onlarca viraj olduğu düşünülürse takdire şayan bir özellik bu. Tek kusuru,
ne zaman bir şey söyleyecek olsa, terbiye gereği bana dönmesi, dolayısıyla gözlerini benden ayırması
gerektiğiini düşünüyor - kısa sürüyor gerçi, ama insanın yüreği ağzına geliyor.”
A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:345-6)
“Lamia ne tespihe ne de Efendi’nin küçük parmağındaki mühüre bakıyordu. Sadece göz ucuyla, kalın,
erkeksi parmakların kımıldamadıklarını görebiliyordu. Bunun üzerine hızlandı, iki adım attı, yere diz çöktü ve
sepeti koydu. Kalkacağı sırada yüreği ağzına geldi: Narlardan biri yere düşmüştü.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:34)
“Sıırtı kapıya dönğk olarak yatıyordu, dönüp omzunun üzerinden bana öyle sert bir hareketle bakıverdi
ki, kaçmaya fırsat bırakmadı. ‘Ay, affedersiniz,’ diyebildim yüreğim ağzına gelerek. Kız gülümsedi, uzanıp
yatıvermiş gibi kapıya doğru döndü, tüm bedeniyle kendini gösterdi bana.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:37)
“Her yıl kış başında yurttan ulaklar gelir, salonun kapısına çekiçle vururlardı. O zaman genç kızlar
sorarlardı:
‘Kim vuruyor böyle? İnsanın korkudan yüreği ağzına gelecek!’ ”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:30)
“ ‘... İstiyorum ki, görüştüğümüzde yalnız olalım ve sen beni asla sevimsiz bulma.’ Bu tür şeyler
söylemek, Ginia’ya ona sarılmak kadar mutluluk veriyordu. Ama gelip de kapıyı kapalı bulduğu ilk kez, bunu
söylediğine pişman olarak kapıyı çaldı, ne var ki yüreği ağzına gelmişti.”
(C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:105)
“Ancak böyle konuştuğunda, onun kim olduğunu anlıyordum. O akşam bir sürü şey anlatmıştık
birbirimize, bir sürü şaka yapmıştık, ama yüreğimin ağzıma gelmesi için bir an yeterliydi. Ağız dalaşı yaptığımız
an, onu bir daha göremezdim.”
(C. Pavese, “Yoldaş”, sa:17)
“Şimdi bu hedef genç imparatordu. Trotta’nın yüreği ağzına geldi. Kendisini, alayı, orduyu, devleti,
tüm dünyayı yok edebilecek tahayyül edilmez, sınırsız
felaketin korkusuyla vücudundan soğuk terler boşandı. Dizleri tir tir titredi.”
(Joseph Roth, “Radetzky Marşı”, sa:10)
“BİRİNCİ HAMMAL - Sinirlenme hanım, her şey yolunda.
FTATATITA (Soluk soluğa.) - Her şey yolunda mı? Yüreğim ağzıma geldi. (Soluyarak böğrünü
tutar.)”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:97)
“Pereira, tam o sırada sandalyesinden kalktığını iddia ediyor. Oturmuştu, çünkü yüreğinin ağzına
çıktığını hissediyordu ama o an ayağa kalktı ve çığlıklar duydum, odamda neler olduğunu görmek isitiyorum,...”
“Ama ikinci tokatı indirememişti. Yere hiç basmıyormuş gibi sessizce biri yaklaşmış, Zenciyi kolundan
yakalamıştı. Kocaman, beyaz bir gömlek giymişti. Bir eliyle saçlarını arkaya attığı zaman Vesna’nın yüreği
ağzına gelmiş, dizlerinin bağı çözülmüştü. O’ydu işte, ta kendisii: ‘Acımasız’ ”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:143)
“Sokakta yalnız başıma, dalgın dalgın yürürken, biri önüme çıkıp da bir yol sormayagörsün, yüreğim
ağzıma gelir hemen, bir titremedir aşır bütün bedenimi, başlarım kekelemeye. Soruların yanıtını adım gibi
bilsem bile bir şey değişmez, önemli bir suçmuş gibi gevelerim ağzımda.”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:7)
Yüreği ağzında olmak : Her zaman çok heyecanlı, çok duyarlı, telaşlı, sanki çok kötü şeyler olacakmışı
duyumlamak
“... Paravan kaldırıldı; ve, koskocaman bir kitabın sayfaları gibi katlanınca, çıplak odanın durağan
işgalcisini ortada bıraktı. İçimden bir şey beni paylarken, girişte durup ona baktım.
Ellerim cebimde -ve- ve yüreğim ağzımda, yine içeri girdim. ‘Elveda, Bartleby; ben gidiyorum elveda; ve Tanrı bir şekilde yanında olsun; bunu da al’ diyerek eline bir şey sıkıştırdım.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:63)
“Kapıyı çaldığında zilin sesi, gizli yollardan odaya kadar çıkt8ıktan sonra açık pencereden aşağıya inip
kendi kulaklarına ulaşmıştı. Bu arada dizlerinin bağı çözülmüştü, yüreğinin çarpıntısını da bir türlü
durduramıyordu. Zili bir daha çaldı, yüreği ağzındaydı, ama hiç bir şey olmadı. Daha doğrusu bir şey oldu, ama
o pek anlayamadı.. Perdenin arkasından hızla bir gölge, bir kadın gölgesi geçti.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:157-8)
“Yüreği ağzındaydı. Bekliyordu. Kapalı gözlerle her şeyi, onun nasıl sahneye çıktığını, nasıl eğilip
selam verdiğini ve şimdi -tam şimdi olmalıydı- arşe’yi eline aldığını görerek bekliyordu. Bekledi; ta ki sonunda
adamın kemanından çıkan ilk sesler şakıyarak, tarlalardan neşe içinde gökyüzüne havalanan tarlakuşları gibi
yavaş yavaş yükselene dek.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:126)
Yüreği akmak : Sevgi ya da şefkatle zihni ve kalbi o anda ona dönmek, içtenlikle duyumsamak
“Şiiri bitiriyorlar. David, Don Juan’ın ilk şiirlerini ödev olarak verip dersi erkenden bitiriyor.
Çocukların başlarının üstünden Melanie’ye sesleniyor: ‘Melanie, seninle konuşabilir miyim?’
Acı çeken bir yüzle, bitkin bir halde gelip önünde duruyor Melanie. Yine yüreği akıyor ona. Yalnız
olsalar kucaklayacak kızı, onu neşelendirmeye çalışacak. ‘Küçük güvercinim,’ diyecek ona.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:42-3)
Yüreği ateş aleve kesmek, ateş kesilmek : İçi parçalanmak, yüreği dertle dolu olmak
“Eyvah!.. diye düşündüm, yüreğim ateş kesilmiş, kan beynime vurmuştu. Birdenbire Emelya da bana
baktı.
‘Hayır,’ dedi, ‘Astifiy İvaniç, sizin pantolonu, şey... Siz belki onu arakladığımı düşünüyorsunuz, ama
ben almadım.’ ”
(F. Dostoyevski, “Namuslu Hırsız”, sa:83)
“Hatçenin mahpusluğu çok koymuştu ona. Memed, bunca felaketlerin altında bunalmış gibiydi.
Boğulacak gibi oluyordu bazı bazı. Yüreği ateş aleve kesmişti.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:244)
Yüreği beş para etmez : Korkak, ödlek
“Eğer şimdiye kadar en kutsal görevimden kaçtıysam, bu, korkağın biri, değersizin biri, ya da ikiyüzlü
biri olmamdan ileri geliyordu. Yüreği beş para etmez, alçağın biriyim ben, çünkü Tanrı bana bugüne kadar,
kaçınılması olanaksız olan şeyi yapacak gücü vermedi.”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:182-3)
Yüreği burkulmak : Üzülmek, gönlü kırılmak, içi sızlamak
“... bu unutuş toprağının üzerinde yılların karanlığında yol alırken, patlama sırasında can çekişen
annesinin yüzünü de yüreğini burkan bir tatlılık ve kederle yeniden görüyordu. Herkes ‘ilk adam’dı bu unutuş
toprağında, kendisi de tek başına kendi kendini yetiştirmiş, babasız yetişmiş, babanın, dinleyecek yaşa gelmesini
bekledikten sonra, ailesinin gizini, ya da eski bir acıyı, ya da yaşam deneyimini anlatmak üzere yanına çağırdığı
şu anları, gülünç ve iğrenç Polonius’un bile Laerte’yle konuşurken birdenbire büyüyüverdiği şu anları hiç
tanımamıştı.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:154)
“Kızkardeşim yanıma geldi. Korku ve sevgiyle doluydu gözleri. Hiç sesini çıkarmadan yalvarırcasına
bakıyordu. Yüreğim burkuldu, tek bir söz söyleyemedim. Yalnızca elimi uzatıp onu uzaklaştırdım.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:147-8)
“O, böyle sızlanırken gün geçtikçe süzülüp solan Nebile’nin ufacık kalmış yüzünde büsbütün iri
görünen yaşlı siyah gözleri akşamüstü yağmur altındaki Taksim Meydanı gibi sırsıklam, parıl parıldı. Babasının
sesini işittikçe garazdan yüreği burkularak ve öğrendiği İstanbul lehçesimi unutarak memleket ağzıyle
söyleniyordu:
-Sakalın teneşirde sabunlana!”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:183)
“Üç gün sonra gidecektik; ana-babamı görmek, içimden onlara veda etmek istedim; sırrımı onlara
açmayacaktım; ama Kardinal bırakmadı:
-Sevdiklerine ‘sağlıca(lı)kla kalın!’ demeden onlardan ayrılan adam, gerçekten erkektir, dedi.
Gerçekten erkek olmak isteyen ben de, yüreğim burkula burkula sustum. İnzivaya giden çilecilerin
böyle yaptıklarını, aziz tarihlerinde kaç kez okumuştum!
Analarını görmek için geriye dönmezler, ellerini sallayıp ona, ‘Sağlıcakla kal! Ben de şunu yapacağım’
demezlerdi.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:94)
“Bir ara İsa’nın yüreği burkuldu. Bu inildeyen yoldaşlarını nasıl bırakabilirdi? Gözlerini kaldırıp
Yahuda’ya baktı. Yahuda’nın sert bakışlı mavi gözleri uzun süredir İsa’nın üstünde takılmıştı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:488)
“Mayosuyla havuzun etrafını dolaşıp gitti; yüzme öğretmeninden dört-beş metre uzaklaştıktan sonra da
başını ona doğru çevirip gülümsedi ve el salladı. Yüreğim burkuldu. Bu gülümseme, bu el hareketi yirmi yaşında
bir kadına aitti.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:12)
Yüreği buz gibi olmak, buz kesmek : Çok acı çekmektense duyarlılığını dondurmak
“‘Her neyse, ben senin için yaşı biraz daha büyük, çok güzel ve yine bakire olan başka birini buldum.
Babası onu bir evle değiş tokuş etmek istiyor, ama indirim konusunda tartışılabilir.’ Yüreğim buz gibi oldu. ‘Lafı
bile olmaz,’ diye itiraz ettim korku içinde, ‘ben aynı kızı istiyorum.’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:62)
“İspanyol’un Babo tarafından canlandırmaya zorlandığı rolün ne denli güç olduğu üstüne tekrar tekrar
konuşuldu.
‘Ah, benim sevgili dostum,’ dedi bir defasında Don Benito, ‘sizin çok suratsız va nankör olduğumu
düşündüğünüz zamanlarda, bundan öte, şimdi söylediğiniz gibi, sizi ldürmeyi tasarladığıma olası gözüyle
baktığınızda, işte o zamanlarda yüreğim buz kesiyordu.’ ”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:136)
Yüreği ceviz kabuğuna girip çıkmak : İkilemli, kararsız, telaşlı, ikircikli olmak
“Irazca, bir içerde bir dışardaydı. Durduğu yerde duramıyordu. Yüreği ceviz kabuğuna girip girip
çıkıyordu. Cemal’le Boz Ömer’in yakalanıp götürüldüğünü oraktan dönerken duymuştu.... Bu işin çaresine bu
kadar çabuk bakılabileceğini aklına sığdıramıyordu. Boğazından iki lokma ekmek geçmemişti. Aklına bin bir yer
geliyordu. ‘Duşmanı kazanması golay, gütmesi zor,’ diyordu.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:109)
Yüreği cız etmek, cızlamak : İçi burkulmak, acı çekmek
“Yüzümüz ırmağa dönük, sıraya oturduk. Irmağın karşı yakasında beyaz bir kilise, kilisenin
arkasındaysa Zoya’nın gönlünü çalan Bolnitsin adındaki memurun oturduğu, Kont Kuldarov’un kocaman evi
yükseliyordu. Zoya oturur oturmaz gözlerini o eve dikti. Onun bakışları karşısında yüreğim cız etti, kendime
acıdım.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:49)
“Yağmur altında hastaneye kadar yürüdüm. Yukarıda hemşireye rastladım, koridordan aşağı doğru
geliyordu. ‘Ben de şimdi telefon edip otelinizden sizi aradım,’ dedi. Yüreğim cızz etti.
‘N’oldu?’
‘Bayan Henry’de kanama oldu da...’ ”
(E. Hemingway, “Silahlara Veda”, sa:301)
“Köyün üstbaşındaki tepeden evlerine baktı. Eğer at geri gelmişse, evin önünü bir altın ışıltısı alacaktı.
Hiç bir şey görmeyince yüreği cız etti.”..... “... Çoban kılığındaki, ölümcül atın üstündeki Köroğlunu gördü.
Yüreği cız etti.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:12-3;65)
“Haziran 1960 Venezuela Cumhurbaşkanı Betancourt’a yapılan suikastın ardından Trujillo’nun en
büyük müttefiki ABD de aralarında olmak üzere bütün ülkeler Trujillo’ya karşı harekete geçmişler; 6 Ağustos
1960’da Kostarika Konferansı’nda Dominik Cumhuriyeti’ne ambargolar uygulanması için leyhte oy
kullanmışlardı. Ve, 25 Kasım 1960’ta -Imbert o karanlık günü her anımsayışında olduğu gibi gene yüreği cız
etti-, üç kız kardeş -Minerva, Patria ve Maria Teresa Mirabal- kocalarını görmeye, tutuklu bulundukları Fortaleza
de Porto Plaza Hapishanesi’ne gitmişlerdi. Dönerken, yolculuk ettikleri arabayı kullanan şoförle birlikte,
kuzeydeki sıradağların La Cumbre’ye yakın bir yerinde öldürülmüşlerdi.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:169)
“LADY UTTERWORD, yüreği parçalanarak - Ben dünyayı dolaşırken sizlerin buraya çakılıp
kaldığınızı düşündükçe yüreğim cızlıyır. Genç yaşta kaçmışım ama gene çekti beni bu ev.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:133)
Yüreği dağlanmak : Yüreği sızlamak, acı çekmek
“Jonas, birden, karısının iyice yaşlandığını algıladı, yaşamlarının yorgunluğu onun üzerinde de derin
izler bırakmıştı. O an, karısına hiçbir zaman gerçekten yardımcı olmadığını düşündü. Ama ağzını açmasına
kalmadan, Louise, Jonas’ın yüreğin dağlayan bir sevecenlikle gülümsedi. ‘Nasıl istersen, sevgilim,’ dedi.”
(A. Camus, “Büyüyen Ağaç”, sa:35)
“Ama şu hayvanlar, beş yıldır bakıyordu onlara, kendi elceğiziyle iğdiş etmişti, şimdi onlara baktıkça
yüreği dağlanıyordu.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:83)
“Birbirimizin merhem sürersek yarasına
Dağlanmış yüreklerin tez iyileştiğini!
Senin suçun denk geldi kendi kefaretine:
Seninle karşılıklı ödüyoruz rehine.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:120, sa:281)
Yüreği daralmak : Kişi kendini sıkıntı içinde, üzüntülü hissetmek
Bk.: İçi daralmak
“Raphael odalarını boyasın diye, II. Julıus’un Piero della Franceska <ve başkalarının> fresklerini
yıktırdığını düşününce insanın yüreği daralıyor. Aziz Pierre’in olağanüstü Özgürlüğü’nün bedeli nasıl
ödenmiş?”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:137)
“Dünya sonunda tarihi yener her zaman. Djémila’nın dağlar, gök ve sessizlik arasında kopardığı bu taş
çığlığının şiirini biliyorum: açık görüşlülük, aldırmazlık, umutsuzluğun ya da güzelliğin gerçek göstergeleri.
Şimdiden bıraktığımız bu büyüklük karşısında yürek daralıyor.”
(A. Camus, “Düğün-Djémila’da Yel”, sa:35)
“Yvars tek pedaline dayanıyor ve, tekerleğin her dönüşünde, biraz daha yaşlanıyormuş gibi bir duyguya
kapılıyordu. Atölyeyi, arkadaşları ve yeniden göreceği patronu biraz yüreği daralmadan düşünemiyordu.”
(A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:99)
“ ‘Adınız, efendim?’
‘İsaev. Babasıyım.’
‘Evet, Bay İsaev. Biraz oturursanız az sonra sizinle ilgilenecekler.’
Yüreği daralıyor. Pavel’in eşyalarını alıp buradan çıkıp gidebilmeyi ummuştu. Hiç katlanamayacağı
şey, polisin onunla ilgilenmesi.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:38)
“... aç kalmayı sınırsızca sürdürdü, gelgelelim kimse günleri saymıyordu, hiç kimse; açlık cambazının
kendisinin bile performansının, başarısının büyüklüğü hakkında bir fikri yoktu ve yüreği daraldıkça
daralıyordu.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:89)
“Ertesi sabah, lisede Guigard’ı görünce yüreği daraldı. Guigard’ın sinsice bir görünüşü vardı, onu
görmezden gelir gibi yaptı.. Lucien o kadar kızdı ki dersi izleyemedi. ‘Aptal!’ diye düşündü, ‘aptal!’. Dersin
sonunda Guigard ona yaklaştı, pek solgundu. ‘Su koyverirse kafasını kırarım,’ diye düşündü.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:224)
Yüreği deli deli, deli gibi atmak, çarpmak : Yüreği hızlı hızlı atmak, heyecandan duygulanmak
“Sesi yeniden duydu, daha yüksek çıkıyordu şimdi, ‘Nöbetçi nerede?’ Bu kez bedeni ve beyni harekete
geçti. Başını kaldırdı, çevresinde dönen bir hortum gibi, nöbetçi kulübesinin duvarlarını, bir sırada oturan
askerleri, kılıcını çekmiş, sise ve gölgelere meydan okuyan kahramanın heykelini gördü; adını cezalılar listesinde
görür gibi oldu, yüreği deli gibi çarpıyordu, korku içini sarmıştı, dili ve dudakları belli belirsiz kımıldıyordu…”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:18)
“Tuillerie Sarayı, Tuillerie Bahçeleri; yolda karşıdan karşıya geçerken başını bir sağa, bir sola çevirdi,
alışkanlıktan; ama uzun, yeşil bir ağaç tünelinden başka bir şey göremedi. Solférino Köprüsüne sapıyordu ki,
birden yüreği deli deli atarak durdu: Ödül!”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:149)
“Başını kaldırıp baktı. Panjurlar açıktı, pencerelerden birinde ışık vardı. Kor gibi sıcakmış da elini
yakacakmış gibi, zile hafifçe dokundu. Kapıdan bir adım ötede bekledi. Tıs yoktu. Kapıyı yine, bu kez daha hızlı
çaldı. Üç sayıncaya kadar parmağını zilden çekmedi. Yüreği deli gibi çarpıyor, hiç yerinden kımıldamadığı halde
koşmuş gibi dili kuruyor, soluğu boğazına takılıyordu.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:150-1)
Yüreği dinlemek : Derin düşünmek; içten, en samimi duygularının farkına varmak
“Delikanlı sordu :
-Çölün içine dalmak için ne yapmalıyım?
Simyacı yanıtladı: Kendi yüreğini dinle. Yüreğin, her şeyi bilir, çünkü Evrenin Ruhu’ndan
gelmektedir ve bir gün oraya geri dönecektir.”
(P. Coelho, “Simyacı”, sa:132)
Yüreği elvermemek : Gönlü razı olmamak
“Ama hemen arkasından gelen seslerden kocasının merdivenleri tek başına çıkmadığını fark etti. Kimdi
acaba gelen? Angeliki olmalıydı, hani şu İzmir’den buraya yıllar önce gönderilen yaşlı Manoli’nin torunu. Ona
yine İzmir damgalı bir mektup getirmişti muhtemelen. Yıllardır bu mektupları açmadan saklamış, içindekileri
okumaya yüreği elvermemişti bir türlü.”
(Pelin Böke, “Mübadele Öyküleri”, sa:95)
“Dediğine göre kız o cuma günü iğne iplikle ve yüksükle iki yüz tane düğme dikmekten perişan bir
haldeymiş. Kan revan içindeki tecavüzlerden gerçekten ödü kopuyormuş, ama bir fedakarlık yapma konusunda
artık dersini öğrenmiş. Benimle birlikte olduğu o gece tuvalete gitmek için kalkmış, ben o kadar derin
uyuyormuşum ki, uyandırmaya yüreği elvermemiş, ama sabahleyin yeniden uyandığında ben artık gitmişmişim.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:49)
Yüreği erimek : Anide üzüntü duymak
“Peynir-ekmekte ısrarlı olmak kararıyla içeri girdiler. Ama rüzgarlı holde pahalı bir hava esmekteydi kreton, yapma çiçekler. Thames suyu ve şarap şişelerindeki artıkların kokusu geliyordu. Tipik bir nehir oteliydi
burası. Gordon’un yüreği eridi.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:152)
Yüreği güm güm atmak, çarpmak, vurmak : Heyecandan, korkudan kalbi çarpmak
“Walter başını kaldırıyor, tam karşısında Rudolf Born duruyor. Walker’ın bir şey söylemesine ya da
yapmasına fırsat kalmadan Hélene Juin’in müstakbel kocası yanındaki sandalyeye oturuveriyor. Walker’ın
yüreği güm güm atmaya başlıyor. Soluğu kesiliyor, dili tutuluyor.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:142)
“Irazcagil Göçmen Tarlasının yanına geldikleri zaman söğütlerin altındaki adam kalktı. Ahmet birden
tanıdı: Muhtar’ın oğlu Cemal’di bu. ‘Göz hasmını tanımaz mı heç, göz?’ dedi içinden. Yüreği güm güm vurmaya
başladı.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:66)
“Ahmet, oturdu ama çapa sapını bırakmadı.
Fatma’nın yüreği güm güm vuruyordu merdivenlerden çıkarken. Irazca’nın da suratında karmakarışık
bir fırtına kopuyordu. Ama, kalkıp Fatma’ya saldıracak gibi de görünmüyordu.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:101)
“Vedalaşma faslını bitirdikten sonra Baird eski askerlik günlerinden kalma çantasının askılarını
omuzlarına takarak kayalık yoldan aşağı inmeye koyuldu; vişne ağaçlarının kıyısından yürüyüp ekili tarlaları
geçerek iyi bildiği yamaçtan yukarı gözden kaybolurken, arkasında durmuş sessizce onu seyrettiklerini
hissediyordu. Ne dönüp arkasına baktı, ne de el salladı - yerine getirmesi gereken görevi zihnini öyle meşgul
ediyordu ki çevresinde bir koza örülmüştü adeta. Yüreği güm güm çarpıyordu, sessiz, inatçı bir kararlılıkla
sıradağları aşarken biraz soluksuz kalmıştı.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:185)
“Sürüngen cesaret buldu, vücudunu boylu boyunca sıcak kayaya yapıştırdı, yuvarlak kapkara gözlerini
Meryem’in oğluna dikti, sanki ona hoş geldin ya da yalnız olduğunu gördüm de seninle arkadaşlık etmeye
geldim diyordu. Meryem’in oğlu kıvanç içinde soluğunu tuttu, ürkütmek istemiyordu onu; kendi yüreği de güm
güm atarak ona bakarken, kara, kırmızı benekli, iki tüylü kelebek, ona doğru gidip gelmeye başladı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:147)
Yüreği gürp gürp atmak; Gürp etmek : Heyecandan kalbin, göğüs kafesine çarpar gibi kuvvetli ve hızlı
atması
Bk.: Yüreği küt kit atmak
“‘Sen çık hadi yokarı!’ Anasına seslendi: ‘Anaaaaa!..’
Irazca’nın yüreği gürp etti bu acı üne. Hemen çıktı:
‘Yüreğimi oynattın! O nasıl ün öyle?’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:167)
“Bir el kadar pencereden azıcık ışık sızıyordu. Işığa vardı. Işığın yanında yüreği gürp gürp ederek
durdu. Bir iki yutkundu. Eli ayağı titriyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, sa:28)
Yüreği harp harp etmek : Yüreği korkudan, heyecandan güm güm atmak
“Bayram ne yapsa, ne kadar vursa, öfkesi dinmiyordu. Ayaklarının altına alıp tekmelemeye başladı.
Beline, böğürüne, kıçına, başına, neresine geliyorsa vuruyordu. ‘Anasını, falanını, filanını... it... eşek...’ boyna
söğüyordu. Avlunun içi, yumrukla, tekmeyle ve sövgüyle dolmuştu. Irazca, yüreği harp harp ederek dışarı
çıktı.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:82)
Yüreği hop etmek, hoplamak, oynamak : Heyecan ya da korkudan yüreği ağzına gelmek
“Kocası ağırdan aldı. Bozburun’a uzanan bükün oraya baktı. Ben de baktım kadın kızım. De ki bir
şeyler görüyordu bakışı. Yüreğim hop etmişti.”
(Füruzan, “gecenin öteki yüzü”, sa:12-3)
“O sene Kamran, birçok defalar mektebe uğradı. O kadar çok ki, her kapı açılışındaa beni parloir’a
çağırmağa geliyorlarmış gibi yüreğim hopluyordu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:59)
“ ‘İstanbul hanımnları bizi bir alay vahşi mi sanıyorlar? Bir gün kazanoroz da İstanbul’a gideriz diye
kim bilir kaç züppe hanımın yüreği hopluyordur...’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:62)
“Kedi mırıldanır, Poyraz Musa da dalmış gitmişken üç adım ilerden ayak sesleri duyuldu. Zeytinin
gövdesinden üstlerine sıcak bir soluk aktı, yüreği hop etti, belinden tabancasını çekti, karartıya doğrulttu, tam bu
sırada da burunlarının ucundan büyücek bir kuş parladı gitti. Kanat şapırtısı fırtınanın uğultusunu bastırdı.
Karartının ödü patlamış olacak ki, paldır küldür düşe kalka ılgınların dışına çıktı. Soluk soluğaydı, soluğu zeytin
ağacının altından duyuluyordu.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:169)
“Göğsümde bir sıkıntı hissettim. ‘Ömrümde hiç aşık olamdım,’ dedim. Hemen karşılığını verdi, ‘Ben
oldum.’ Sonra da işni yarıda kesmeden sözünü tamamladı: ‘Yirmi iki yıl sizin için gözyaşı döktüm.’ Yüreğim
hop etti.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:43)
“Aileyle tanıştırılmış, kendisinden hoşlanılmış ve Jacques da, çok kısa bir zaman içinde bir aşk delisi
olmuştu. Bethe Lannis’i uzaktan, sarı kumlu uzun plaj’da gördüğü vakit, yüreği oynuyor, saçlarının ucuna kadar
titriyor ve çok heyecanlanıyordu.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:125)
“Biri merdivenleri çıkıyordu. İşte, biri giriyor içeri. Ne olur, Tanrım, gelen o olsun. Eğer onu götürmek
düşüncesi varsa kafasında, yapar o yapacağını. Bu değil o, ağır adımlar bunlar, öyleyse -Lulu’nun yüreği
hopladı- Cezayirliyse, yalnız olduğumu biliyor, neredeyse yüklenecek kapıya, dayanamam, böylesine
dayanamam...”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Özel Yaşam”, sa:131)
“Belki o güne kadar giydiği şalvar aklını karıştırmıştı; hem Çingene kadınları da bir iki ayrıntı dışında
Çingene erkeklerinden pek farklı değildi. Her neyse, ancak bacaklarının çevresinde eteğin kıvrımlarını hissedince ve
Kaptan büyük bir nezaketle güverteye onun için bir tente açılmasını önerince durumunun getirdiği kısıtlamalar ve
ayrıcalıklar kafasına dank etti ve yüreği hopladı. Ama bu yürek hoplaması sandığımız gibi değildi.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:105)
Yüreği iki parça olmak : Çok üzülmek, yüreği parça parça olmak
“HAMLET -... Tanrı’ya günahlarınızı açın, geçmişte olanlar için pişmanlık getirin, geleceklerden
sakının. Yabani otların üstüne gübre ekip onları büsbütün üretmeyin. Bu dürüstlüğümü affedin. Çığırından çıkan
devir öyle berbat bir halde ki, dürüstlük kötülükten af dilemek, ne dedim, ona iyilik etmek için hatta yalvarıp
yakarmak zorunda kalıyor.
KIRALİÇE - Ah, Hamlet, yüreğimi iki parça ettin.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:119)
Yüreği kabarmak : Midesi bulanmak; Çok üzülüp sıkıntıdan derin derin solumak gereksinimini duyumsamak;
Aşırı güvençten ve mutluluktan çok kıvançlı hissetmek
“Kapının kenarına dayanıp da geçmekte olan erkek ve kadınları görünce Yahuda’nın yüreği kabardı.
İşte onlar, diye düşündü. Beynine kan hücum etmişti, işte onlar yaratacaklar mucizeyi, Tanrı ile el ele. Bugün!
Yarını bekleyemeyiz, bugün!”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:28)
“ ‘İşte bunu seviyorum, usulca sallanarak, ama kendiliğinden bir güçle Dr. Crane’in kürsüye çıkışını,
pirinçten yapılma kartalın sırtına yayılmış, İncil’den dersi okuyuşunu. Sevinçle doluyor içim; yüreğimi
kabartıyor gösterişli gövdesi, yetkisi. Kıvrık kıvrım dönen toz bulutları seriyor benim ürkek, alçakça
bulandırılmış bilincime - nasıl dans etmiştik yılbaşı ağacının çevresinde, beni unutmuşlardı paketler verirken
birbirlerine, şişman kadın ‘Bu küçüğün armağanı yok’ demişti, ağacın tepesinden bana parlak bir İngiliz bayrağı
vermişti, ben öfkeden ağlamıştım, acınarak anımsandığım için. Şimdi Crane’in yetkisi, onun haçı yatıştırıyor
hepsini, altımdaki toprağı duyuyorum...’ ”
(V. Woolf, “Dalgalar”, sa:26)
Yüreği kan ağlamak : Çok üzülmek, çok derinden acı çekmek
“-... Yoksul ve yakışıklı jigolonun yaşamını anlatan bir şarkı vardır, hanımefendi, bilir misiniz acaba?
‘Yüreğin kan ağlasa da...;’ evet, yüreğim kan ağlasa da bu işi burada kesmek zorundayız, hanımefendi.’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:110)
“Ali Safa Bey karısının haline candan acımıştı. Yüreği kan ağlıyordu.
‘Olacak!’ diye bağırdı. ‘Bu toprakları onlara mezar edeceğim, mezar, mezar... Ben, ben,beeeen! Ben
yaparsam yaparım onlara... Senin şu döktüğün her damla yaş için onlardan bir can gidecek.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:359)
“Mrs. HUSHABYE – Boş ver! Yaran iyileşir. Yuvan filan yıkılmış değil.
ELLIE - Elbet iyileşir. Yürek yarasından öleceğimi mi sanıyordunuz? Hele Yoksullara Yardım
Derneğinden bağış bekleyen evde kalmış bir kız olmaya hiç niyetim yok. Ama yüreğim kan ağlıyor gene de.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:78)
Yüreği kararmak : İçi hüzünle dolmak
“ ‘Üzücü bir gün yaşadın, Sidarta. Ama görüyorum ki, yüreğin kararmadı.’
‘Hayır, dostum, nasıl kararabilirdi yüreğim? Zengin ve mutluydum daha önce, şimdi zenginliğim ve
mutluluğum daha da arttı. Oğluma kavuştum.’ ”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:136)
Yüreği kor gibi olmak : Kalbi sevecen, her zaman ateş gibi sıcak, sevgi dolu olmak
“Harlov, anneme şöyle bir baktı:
-Gavril Feduliç mi? dedi. Sizin sahiden ona güveniniz var mı?
-Var.
-Siz daha iyi bilirsiniz, ama şunu söyleyeyim ki, Evlampiya hık deyip benim burnumdan düşmüş.
Huyumuz aynı. Kanı Kazak kanı, yüreği de kor gibi sıcak!’ ”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:53)
Yüreği küt küt atmak : Heyecan ya da korkudan kalbin yüksek ritmde atması
“MEDEİA
----------- Ve göğsünde
küt küt atıyordu yüreği, bir kazana ya da bir bakraca
yeni dökülmüş sudan duvara yansıyan ışığın
titreyişleri gibi; hızla çalkalanırken su,
ışık nasıl sıçrayıp bir çarparsa sağa sola
kızın yüreği de öyle oynayıp duruyordu.”
(Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:19)
“Ay soluk ışığıyla bu sahneyi aydınlattığı için Prosper, Wilhelm’le Walhenfer’in uyudukları odadaki
eşyayı ancak seçebildi. Bana, orada, bir an durakladığını söylemişti. Yüreği öyle hızlı çarpıyor, öyle küt küt
ediyordu ki, dehşet içinde kaldı. Aynı zamanda soğukkanlılıkla davranamayacağından korkuyordu.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:74)
“PANTER
Panter kükreyişi var
patlattığın gülüşte
yüreğim küt küt atar
onu her dinleyişte...”
(Dimitır Boyaciyev<1880-1911>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
25.12.08)
“Yüreğim hala küt küt atıyordu, besbelli fenalaşıyordum. O kadar kötü olmuştum ki, ne konuşacak
halim vardı, ne de Petrus’tan açıklama istiyecek. Yere oturdum. Petrus alnıma ve enseme su serpti. Birden, o
kadının evinden ayrıldığımızda da aynı şeyi yaptığını hatırladım; ama o gün sevinçten ağlamıştım. Oysa bu kez
tam tersi bir duygulanım içindeydim.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:118)
“Durdum. Zoya Jelvakova’nın yüreğinin küt küt atışını, dişlerinin birbirine vuruşunu işitebiliyordum.
İkimizin oturduğu sıranın titremesiyle onun bedeninde oluşan sarsıntı bana ulaşıyordu.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:48-9)
“SOLANGE - Elleriniz buz gibi.
HANIM- İçim kan ağlıyor. Artık her eve dönüşümde yüreğim küt küt atacak.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:44)
“Adrien, yüreği küt küt çarparak, Mihail’in yatağında olup olmadığını anlamak üzere gitti; kulübesi
boştu! Çantasını bulmak için elyordamıyla araştırdı; yoktu!”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:179)
“Yüreği küt küt atıyordu. Derinlerden kulak yırtıcı bir haykırış duydu: ‘Geliyorlar! Geliyorlar!’
Sıçrayarak uyandı (uykusunda öyle geldi ona), tezgahını kapının yanına yerleştirdi; alet edavatını da testerelerini, planyalarını, rendelerini, çekiçlerini, tornavidalarını- üstüne yığdı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:16-7)
“Asfalttan köy yoluna düştüklerinde heyecanı daha artıyor. Yüreği küt küt.”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:120)
“Yüreği küt küt atarak keçilerin yönünü Kınalıtepeye doğru çevirdi. Memed arkada, keçiler önde bir toz
bulutu bırakarak koşuyorlardı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:40)
“‘Louis, gözlerin bir noktaya dikilmiş, “ölü mü?” dedim, öptüm seni; pembe giysilerimin altında
yüreğim, tıpkı durup dururken kendi kendine kımıldayan yapraklar gibi küt küt atarak. Itırların kokusunu
duyuyorum şimdi; incecik toprağın küf kokusunu. Dans ediyorum. Dalgalanıyorum. Işık ağı gibi sana serpildim.
Üzerine savruldum, titreyerek uzanıyorum.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:10)
“İşte bu sıralarda bir gün beni çağırdı, annem; dolambaçlı sözlerle. Benimle önemli bir şey görüşmek
istiyordu. Sapsarı oldum ve yüreğimin küt küt attığını duydum.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:191)
Yüreği nasır bağlamak : Üzüntü hissetmemek, acı duymamak, duyarlılığını yitirmek
“Dr. Don Barreda y Zaldivar bir an gözlerini kapadı. (Suçla her gün ilişki içinde olmasına karşın yüreği
nasır bağlamadığından), bu kızın başına gelenlere acıyordu. Ama içinden bunun, hiç bir karanlık tarafı
bulunmayan, ..... en açık ağırlaştırıcı nedenlerle donanmış sıradan bir ırza geçme olduğunu düşünüyordu.”
(M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:103)
Yüreğinde (bir) kötülük olmamak : Saf, dürüst olmak; kimseye fenalık yapmamak
“Işığın savaşçıları annelerinin şöyle söylediğini duymuşlardır: ‘Oğlum bunu yaparken aklı başında
değildi; aslında onun yüreğinde kötülük yoktur.’ ”
(P. Coelho, “Işığın Savaşçısının Elkitabı”, sa:135)
Yüreğinden koparıp atmak : Zihninden silmek, kendini o anıların taşıdığı duygusallıktan arıtabilmek
“Süslenmekten de vazgeçtim; ne kılıç taşıyacaktım ne saat, ne beyaz çorap, ne de yaldız ve takma saç.
Başımda sıradan br peruk, üzerimde basit ve kaba bir çuha olacaktı; üstelik, veda ettiğim şeylere değer veren
tutkularla istekleri yüreğimden koparıp atmıştım.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa:35)
Yüreğinden yük(ü) kaldırmak : Bir sıkıntıdan kurtulmak, rahatlamak
“Rudin’in birdenbire ve nedeni anlaşılamayan ayrılışı, kadının yüreğinden büyük bir yük kaldırmıştı.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:63)
Yüreğinde yağ kalmamak : Üzüntüden, korkudan yüreğindeki yağ erimek
“‘Sen bunların heç birini yapmadın be! Ah ben kaymakam olacağım! Bağırdın mı köylü milletinin
yüreği titremeli. Yüreğinde yağ kalmayıp erimeli. Öyle korkmalı senden...’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:204)
Yüreğine ağırlık vermek : Hayatın gerçeklerini ve ağırlığını hissetmek; kendini yetersiz duyumsamak;
sorumluluklar karşısında aciz kalmak
“Güldü, fakat birden yüzünde bir gölge belirdi:
-Gülmemiz ayıp, dedi; bu manastır yüreğime ağırlık veriyor; keşişleri gördün mü? Hepsi semiz <iyi
besli>; İsa tekrar yere inse ve tesadüfen Vatopedi’den geçse (Girit’te bir manastır>, kırpaç hepsinin başı üstünde
nasıl şaklardı! Haydi, gidelim!
-Nereye gidelim? Yalnız bu manastır değil, hissetmiyor musun, bütün dünya yüreğimize ağırlık
veriyor. Her yanda, bazıları karnı aç, bazıları karınları doymuş halde yalanıyor; her yanda kurtlar ve kuzular var;
ya sen yiyeceksin, ya seni yiyecekler. Bu dünyada henüz çiğnenmemiş bir tek kanun var; Orman kanunu!”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:197)
Yüreğine bir ateş düşmek : Son derece üzülmek
“Bir gün Mevlana Şemseddin, İrak-ı Acem’de sema ediyordu. Bir kalender de o mecliste dönüyor,
hırkası daima Şems’e dokunuyor ve bundan hiç çekinmiyordu.Bir iki defa kendisine ‘Ey derviş biraz öteye git’
diye söyledilerse de kalender: ‘Meydan geniştir’ diye yanıtlayarak hiç aldırmadı. Mevlana Şemseddin hemen
semaı bırakıp gitti. Kalender de o anda yere düşüp öldü. Orada bulunan gönül sahibi dervişlerin yüreklerine bir
ateş düştü: ‘Eyvah! Şems-i Perende = Uçan Şems yine bir dervişin canına okudu’ diye bağırdılar. Yakalamak
için peşine düştülerse de o uçup gitmişti.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:51)
Yüreğine bir bıçak, hançer saplanmak : Çok üzülmek, göğsünde-yüreğinde acı hissetmek
“Kendimi aşan bir güçle toparlanıp yüzüne baktım ve sordum:
-Senin adın ne peki?
Büyük bir doğallıkla yanıtladı :
-Saka kız.
Yüreğime bir hançer saplandı. Arkamı döndüm ve ağlamak için yanından kaçtım.”
(P. Istrati, “Serrantsula”, sa:41-2)
“Haklıydı kadın! Gece gündüz demiyor, günahları yüreğine bıçak gibi saplanıyordu. Korkuyu, geri
kalan tek şeytanı yenmek için boşu boşuna uğraşmıştı. Ötekileri yenmişti: Yoksulluğu, kadınlara karşı duyduğu
isteği, gençlik zevklerini, yuva mutluluğunu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:19)
Yüreğine çökmek : Bk.: Yüreğine kurşun gibi çökmek
Yüreğine dağ gibi oturmak : Koymak, çok etkilemek, yüreğini sıkmak, içine yerleşmek
“Topal Ali:
‘İsterse dünya duysun. Bana vız gelir. Şu adamın, köylüye, sana, Hatçeye, sonra da bana ettiği var ya
yüreğime dağ gibi oturdu. Dünya duysun. Çok çok olmazsa alırım bir tüfek katılırım yanına. Vız gelir
alimallah...’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:248)
Yüreğine dert olmak : Canı sıkılmak, kendine dert edinmek
“Bu senin yaptığın yiğitlik mi? Yüreğime dert oldu. Şimdi döneyim diyorum, yakınlardadırlar nasıl
olsa, onlara hadlerini bildireyim. Efe güldü:
‘Yeme kendini kardaş, şimdi onların icabına bakarız. Hele sen dinlen, yemek ye.’ ”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:10)
Yüreğine doğmak : İçine doğmak, hissetmek
Bk.: Yüreğine tıp etmek
“‘Bizim İnce Memed. Maşallah tosun gibi olmuş. Babayiğit. Ben de bugünlerde duruyor duruyor senin
lafını ediyordum. Noldu bu çocuğa? diyordum. Demek yüreğime doğuyormuş.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:115)
Yüreğine dokunmak : Duygulandırmak, duyarlı kılmak
“Zavallılar birer birer elimi öptüler. Çoban Mehmet, Zehra ile, yeni doğmuş bir keçi yavrusunu
göndermiş. Adamcağızın hediyesi öyle yüreğime dokundu ki... Henüz gözleri açılmamış olan bu yavrucağı
Munise’nin kucağına verdim.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:231)
Yüreğine inmek : Ölecek gibi üzülmek; beklenmedik bir zamanda, ansızın ölmek
“Hilmi sarardı:
-Kadıköy’üne geçerken bile beni deniz tutar, o kırık tekne ile Bahrisefid’i nasıl geçersin? Annem o
kırık tekne ile sonbaharda denize çıkacağımı duyarsa yüreğine iner.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:218)
“... yalvaran bir sesle sordu.
-Al, biraz vereyim ama ben gelene kadar annene gösterme. Barutu görünce kadının yüreğine iner, siz
de sopayı yersiniz.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:17)
“Aman Tanrım! Sana çok şükür ki, daha yarım saat önce burada olan annesi şimdi evine dönmüş
bulunuyor, zavallının daha önceki cambazlıkları göre göre başı dönmüştü - ve şimdi kendi öz çocuğu - eğer bunu
da görmesi gerekseydi kesin yüreğine inerdi.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:146)
“Mrs. HUSHABYE - Öyleyse neden para içinde yüzmüyorsunuz?
ELLIE - Bilmem. Bu bana büyük bir haksızlık gibi geliyor. Babam iflas ettirilmişti. Üzüntüden
yüreğine inecekti az kalsın.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:23)
“-İnönü Zaferi’nde de öyle yapmıştı. Kadın, tek başına bir ordu gibi döğüşüyor. Benim Ayşe de böyle
olsun istiyorum.
-Neden olmayacakmış? Dün gece İstanbul kazan, ben kepçe, müjde vermek için Niyazi’yi aradım,
bulamadım. Bugün, ya buraya gelir, ya da sizin idarehaneye... Son zamanlarda sıhhatini pek beğenmiyorum.
Dikkat edin. Sevinçten yüreğine inebilir.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:199)
“-Ne demek! Sizi burada görüştürmeyeceğiz de kimi görüştüreceğiz? Benim sizden ricam: Paytoncu
meselesini bize bağışlamanız... Müsteşar Beyefendi enişteniz, Allah ömürlerini uzun etsin, duyarlarsa yüzlerine
bakamam! Utançtan yüreğime iner.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:198)
“Başımın etini yiyor. Neredeydin? Kiminleydin? Sen liseli bir kızsın, eve bu saatte gelinir mi? Başına
bir iş gelirse ben İmadettin’e ne derim? Paran bittiyse söyle. Çamaşırını niye değiştirmedin? Bak, dünkü gibi
yapma ne olur, yüreğime inecek, erken gel, yemeğe yetiş...”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:112)
Yüreğine işlemek : Kalbini etkilemek, onda -olumsuz- bir yer etmek
“Bu görüntülerde yüreğime işleyen, ne olduğunu bilemediğim bir şeyler vardı. Kimi zaman belli
etmeden durur, bu iyi yürekli insanların küçük oyunlarını izler ve nedenini bilmeden iç geçirirdim.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezenin Düşleri”, sa:176)
Yüreğine kızgın demir vurulmuş gibi : Büyük bir acı, kayıp ya da aldatılmadan dolayı kalbin yanıp tutuşması
“PHANISCUS -... Dinim hakkı için, acıyorum Philolaches’in babasına; zavallı adamcağız burada oğlu
ile kölesinin neler yaptıklarını öğrenince, yüreğine kızgın demir vurulmuş gibi olacak!”
(Terentius, “Hortlak”, sa:68)
Yüreğine kor (od-ateş) düşmek : İçi büyük bir kederle, acıyla sızlamak
“Kulağında Gruşenka’nın tatlı, içten sözleri: ‘Ben seninle beraberim, artık bırakmayacağım seni,
ölünceye kadar beraberiz!’ deyişi çınlıyor. Yüreğine kor düşmüş gibi bir ışığa atılmak istiyor; içi yaşamak, yeni
bir yoldan, onu çağıran yeni ışığa koşmak isteğiyle dolu…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:241)
“Köroğlu fazla bakamadı Telli Nigar’a.Yüreğine bir od düştü ki yerinde duramaz oldu. ‘Eyvah evin
yıkılsın Nigar dedi,’ içinden.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:65)
Yüreğine (bir) korku düşmek : Korkmak, endişeye kapılmak
“İsviçre’ye vardıklarında, Maria yorgunluktan harap haldeydi. Daha havaalanında yüreğine bir korku
düştü: Yanındaki adama her açıdan muhtaç olduğunu keşfetti, kendisi ne ülkeyi tanıyordu, ne dilini, ne
soğuğunu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:41)
Yüreğine korku düşürmek, salmak : Korkutmak, manevi baskı yapmak
“Bayram:
‘Ne yaptın Haceli’yle akşama kadar ana?’ dedi.
‘Ne yapalım?’ dedi Irazca. ‘Gidip geldim, yüreğine korku saldım. ‘Yedi yüz pannot para verdim’
diyor. ‘Muhtar satılığa çıkardı, ben de aldım.’ diyor.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:65)
Yüreğine kurşun gibi çökmek : Çok acılanmak, ıstırap çekmek
“... oysa kılı kırk yararcasına düzenlediğim ve o ana kadar büyük bir başarıyla sürdürdüğüm tatilimi salt
merakım yüzünden tehlikeye düşüreceğimi, zaman zaman hayatımı cehenneme çeviren o ruh taşkınlığının bir
kez daha yüreğime çökeceğini sezinliyordum; bedenimde tepeden tırnağa tuhaf bir ürperti dolanıyordu. Ama
ister istemez girdim içeri.”
(M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:7)
“Her ikisi de, ‘Bu böyle bitmeyecektir,’ diye düşündü.
Volıntsev, bahçenin ta ucuna dek yürüdü. Bu durum onu çok üzmüştü; gördükleri yüreğine kurşun gibi
çökmüştü.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:17)
Yüreğine su serpmek, serpilmek : Rahatlatmak,moralini yükseltmek; huzur bulmak, morali yükselmek
“Derken kapıya koşuyor, insan sevgisiyle dolu bir genci karşılıyor, bildirini siyasal olup olmadığını
soruyor, sanatçı oluşunun kendisine yüklediği görevler üstüne çekilen bir söylevi dinledikten sonra yüreğine su
serpiliyor, bildiriyi imzalıyor, işliğine dönüyor, kendisine, adını işitmediği yeni, ama başarılı bir boksörle,
bilmem hangi ülkenin en büyük yazarı tanıştırılıyordu.”
(A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:23)
“Bir taraftan İmparator Haile Selassie’nin kendi Kıraliyet Muhafız Bölümü’nden gönderdiği iyi
eğitilmiş birlikleri de içeren savaşçılar ve hele hele son derece disiplinli, talimli ve gözü pek Türk asker ve
subayları, yüreğimize su serpen yabancı kuvvetlerdi.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Çop Tepesi Savaşı”, sa:123)
“Eczacının yanında uzun zaman kalmıştı. Oradayken pek heyecanlı görünmemişti ama, Homais yine de
onun yüreğine su serpmeye, moralini yükseltmeye çalışmıştı. Bunun üzerine çocukları tehdit eden çeşitli
tehlikelerden, hizmetçilerin şaşkınlığından bahsetmişlerdi.”
(G. Flaubert, “Madam Bavory”, sa:129)
“Avlubomboştu. Köleler dinleniyorlardı. Ufku tutuşturan gök kızıllığında, en küçük şeyler bile karaya
boyanmış gibiydi. Antipas Ölü Deniz’in öbür ucundaki tuzlaları ancak seçebildi; Arapların çadırları
görünmüyordu. Belki de gitmişlerdi. Ay doğuyor ve onun yüreğine sanki su serpiliyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Herodias”, sa:113)
“HELENA -... Zira daha o bomboş gemideyken bile, kocam bana ancak arasıra başını çeviriyordu ve
yüreğime su serpecek bir kelime bile söylemiyordu.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:181)
“Birden en karanlık önsezilerden burkularak, yokuşu tırmandım ve çadırımızın önüne vardım. Perdenin
aralığından görünen annem kendini çok daha iyi hissettiğini söyleyerek yüreğime su serpti. O anda bu uğursuz
yerdenn uzaklaşmak, gitmek istedim. En kötü felaketlerin geleceği, sanki içime doğmuştu.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:72-3)
“‘Bu, olsa olsa bir kültür ayrılığıdır.’
‘Hayır, bir ruh, bir seciye <karakter>, bir zihniyet, bir yaş farkı... Ne dersen de, onu, bizim kuşağa mal
edemezsin.’
Bu ‘bizim kuşak’ sözü Selma Hanım’ın yüreğine bir az su serpti.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:218)
“Babasının verdiği güven Ruşenli’nin yüreğine su serpti. Elinin ayağının titremesi kesildi.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:41)
“Zahleli ‘kuzenler’ sonunda bizim köye ulaştığında herkes onlarla tanışmak, onlara dokunmak,
yüreklerine biraz su serpmek ve başlarından geçenleri anlattırmak için çevrelerini sardı.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:50)
“İşte şimdi biz Güllüşan’ı Mahmud’a istedik mi, Teyfo Ağanın yüreğine su serperiz, sevinci yere-göğe
sığmaz.”
(M. Mungan, “Mahmud ila Yezida”, sa:53)
Yüreğine tak demek :
Yüreğini hoplatmak, takatini tüketmek
“Zehra:
‘Babamız kadınlardan korkuyor, bu korkudan dolayı da kadınlara yaklaşamıyor. Anamız öylece
pencereden babamıza bakıp dursaydı. Babamız da atın üstünde güzel kıza bakıp dursaydı onlar ölünceye kadar
evlenemezlerdi. Anamız yüreğine tak deyince bohçasını almış bir gece yola çıkmış gelmiş konağın cümle
kapısının mermerine oturmuş. Yiğit kadın böyle olur işte.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 4-Çıplak Deniz Çıplak Ada”, Cilt:4, sa:132)
Yüreğine taş basmak : Bilincine ve vicdanının inancına karşı bir şeyler yapmak zorunda kalmak
“HANIM -... Hapishaneler azılı canilerle dolu. O ince ruhlu beyefendi onlarla ne yapar? Utancımdan
ölüyorum. O istediği kadar suçsuz olduğunu söylesin, ben elalemin ortalık yerinde yüreğime taş basıp birtakım
ağların altında bunalıyorum. İçim kan ağlıyor.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:43)
Yüreğine tıp etmek : Kalbine, içine doğmak; olmadan sezmek, yüreği çarpmak, birden aklına gelmek
“Ağa geldi. Güleç yüzlü bir insandı. Ufak tefekti.
‘Buyurun, buyurun efendim. Hoş gelip sefalar getirmişsiniz. Bu yanlarda olduğunuzu biliyorduk.
Uğrayacağınız yüreğime tıp etmişti.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:163)
“Ana, şafaktan önce kalktı. Hatçenin yatağına baktı. Yatağın içi doluydu. Hiç şüphelenmedi. Sabah
olup da Hatçe her zamanki vaktinde yataktan kalkmayınca yüreğine tıp etti. Korkusu doğruydu. Yorganı açınca
yıldırımla vurulmuşa döndü.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:99)
Yüreğini açmak : Birine güvenerek derdini ya da sırrını anlatmak, onunla paylaşmak
“Sıra en zor aşamadaydı şimdi: Maria’yı, onu merhametsizce aşağılayıp cezalandırabilecek bir Kürklü
Venüs’e, bir Hükmedici’ye, bir Efendi’ye dönüştürmek. Bu sınavı da aşarsa, Terence yüreğini Maria’ya açacak,
içeri girmesine izin verecekti.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:171)
“Yüreğimi ona açmamak olanaksızdı, böylelikle ben de içimi yakan hikayeyi ona olduğu gibi anlattım,
ta doğum günümün arifesinde Rosa Cabarcas’a açtığım o ilk telefondan tutun da, odanın içindekileri tuzla buz
edip bir daha geri dönmemek üzere ayrıldığım o trajik geceye varana kadar.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:95)
Yüreği ağzına gelmek, Yüreğini ağzına getirmek : Heyecanlanmak
“Davul sesinin tınısında gizli olan büyülü buyruk boş arazinin içinde dağılıp gitmiş, ama sonra
inanılmaz etkisi canlanarak insan boyutunda geri gelmiş, her davulun insanın yüreğini ağzına getiren uğultusu
bir insan seline dönüşmüştü.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:235)
“... ‘Emin misin dilencinin toprağı yerden aldığına,’ diye bir kez daha sordu Meryem’e, ve Meryem
yanıtladı, ‘Evet eminim. Belki de toprak hep parlaktı. Hayır, yerdeyken parlamıyordu.’ Bunlar bir kocanın
yüreğini ağzına getirebilir, lakin Yusuf, o zamanlar ve o bölgede yaşayan her adam gibi inanıyordu ki, gerçek
bilgelik, onu kadınların oyunları ile aldatmacalarından korumak için yanındaydı.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:27)
“Satırları bitirince, büyük bıçakları bilemeğe başladı. ‘Ne yapacağım, ne yapacağım?’ hulyasına o kadar
dalmıştı ki... kasabın geldiğini duymadı. Ansızın uğursuzun boğuk sesi yüreğini ağzına getirdi:
-Ne yapıyorsun be?”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:182)
Yüreğini bir keder almak, kaplamak : Kaygılanmak, kalpten üzülmek
“-Galiçina’da, hapishanedeydim. Can sıkıntısından, ‘Ben niçin yaşıyorum?’ diye düşünmeye başladım.
Hapishane çok sıkıcıdır şahinim, of, öyle sıkıcıdır ki! Aldı mı beni bir keder... Pencereden tarlalara bakarken
yüreğimi bir keder alıp başladı mı sıkmaya kıskaçlarıyla...”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:23)
Yüreğini dondurmak : Korku ve heyecandan sanki kalbi yokmuş gibi duyumsamak
“Alissa’nın her cümlesi ve itirazlarım hafızamda canlanarak yaşıyordu. Alissa’nın belki hakkı var,
kimbilir belki de ben kendim hayalimdeki Alissa’ya aşıktım. Sevdiğim Alissa mevcut bile olmayabilirdi... İkimiz
de ihtiyarlamıştık. Aman Allahım!.. Alissa’yı kaybetme korkusu yüreğimi donduruyordu.”
(A. Gide, “Dar Kapı”, sa:98)
Yüreğini eritmek : Kalbini çok üzmek, içini sızlatmak
Bk.: Yüreğini sızlatmak
“Cahilliğime acır gibi, derin derin yüzüme bakıp gülümseyerek:
-O bana acıyor, ben de ona acıyorum, dedi. İkimizin de elimizde bir şey yok ki...
Bu sözleri söylerken, öyle bir göğüs geçirmesi, iki elini açarak bu minimini avuçlardaki çaresizliği,
öyle bir göstermesi vardı ki yüreğimi eritti.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:196)
Yüreğini kurutmak : Kalbini almak, kendine aşık ettirdikten sonra canına okumak, acı çektirmek
“Çok yiğidin yüreğini kuruttu bu Radda, o-hoo, pek çok yiğidin. Moravya’da, saçları perçem perçem
yaşlı bir derebey taş kesildi onu görünce.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:26)
Yüreğinin yağı erimek, yağ kalmamak : Üzülecek bir hal olacak diye üzülmek
“Söz tamam oldu. Söz tamam oldu ama, dışarda durup türküyü dinleyen Telli Nigar’ın da yüreğinde
yağ kalmadı.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:67)
Yüreğini okumak : Ne hissettiğini duyumlamak
“‘... Eğer uşakları orada bulamazsan,bir öğretmene götür oğlunu; yalnız eğitim görsün diye değil, öteki
kızlarla, oğlanlarla birarada olsun, kendi dünyasının içinde yaşasın diye. Gelmedi mi bu hiç aklına?’
‘Yüreğimi okuyorsun,’ dedi Siddhartha hüzünle. ‘Kaç kez bu geldi aklıma. Ama böylesine katı yürekli
olan bu çocuk nasıl girer o dünyaya?’ ”
(H. Hesse, “Siddhartha”, sa:138)
Yüreğini oynatmak : Heyecanlandırmak, korkutmak
“‘Sen çık hadi yokarı!’ Anasına seslendi: ‘Anaaaaa!..’
Irazca’nın yüreği gürp etti bu acı üne. Hemen çıktı:
‘Yüreğimi oynattın! O nasıl ün öyle?’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:167)
Yüreğini pek tutmak : Kendini korkuya kaygıya kaptırmamak
“Yüreğimi pek tutmak için neler çektim!... Bakın, bugünlerde bile, rüzgarlı bir öğle üstü, adanın orasına
yolum düşerse, bana hala sırtımda ölü var gibi gelir...”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:66)
“TRANIO, kendi kendine - Hah! asıl şimdi yüreğimi pek tutmalı! evin sahibi çıkmış, bize doğru
geliyor. Hele ben şuraya çekileyim de, düşüncelerimi kurultay kurmaya çağırayım.”
(Terentius, “Hortlak”, sa:48)
Yüreğini rahat tutmak : Sakin olmak, üzülmemek
“‘Bu iş için biçilmiş kaftansın sen! Yukarıdakiler öyle karar verdiler. Kararı değiştiremeyiz. Komiser
Calabresi’nin cezalandırılmasına üçe karşı yedi oyla karar verildi. Sen yüreğini rahat tut, her şey yolunda
gidecek, hiçbir aksaklık olmayacak!’ ”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:49)
Yüreğini sızlatmak : Üzmek, içini yakmak, üzüntü vermek, acı çektirmek
“Theo ile ben ve bizimle birlikte 5-6 başka değerli insan şimdi tencere kaynatma savaşında baş başa
yarışıyoruz. Bu arada resmi budalalıklar diz boyu. İngiliz propogandası insanın yüreğini sızlatmaya yeter de
artar; ‘Times’ diliyle yazılmış o koca koca kılavuzlar, aç ama cahil halk için sindirilmesi olanaksız deve
hamurundan farksız...”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu-Akdeniz Yazıları”, sa:75)
Yüreğini tüketmek, yitirmek : Çok üzülmek, acımasız olmak
“İÇİM ACIYOR BAHÇEYE
--------------------------------ben yüreğini yitirmiş bu zamandan korkuyorum
ben bunca elin boşunalığını düşünmekten
bunca yüzün yabancılaşmasından
korkuyorum
ben geometri dersini delicesine seven bir öğrenci kadar,
yalnızım
ve sanıyorum bahçe hastaneye kaldırılabilir”
(Furuğ-Ferruıhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-inanalım soğuk mevsimin başlangıcına”, sa:98)
“Murat Bey’in kız kardeşi Cemile Hanım:
‘Aman,’ dedi. ‘Yüreğimi tüketeceğime her işi kendim yaparım, daha iyi...’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:69)
Yüreği olmak : Cesur, kahraman olmak
Bk.: Yüreklilik, Yürekli olmak
“Paşanın elinden sümüklü böcek düştü, üstüne basmayı unuttu, gözleri ateş püskürüyordu. Bir an
evvelki yumuşak yüzün üstünü öyle bir kızgınlık bürümüştü ki Bayram Ağa kadar yüreği olmayan kim olsa
tabanları kaldırır kaçardı.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:157)
“‘Heyyyyt...’ Kulağa ne garip geliyor... Sen gerçekten de bir gemici gibi konuşuyorsun. Ama senin
arkandan direğe tırmanmaktan doğrusu sakınırım. Benim o kadar yüreğim yok.....Ben yalnızca bir papaz
çocuğuyum.’ ”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:1, sa:27-8)
“Zavallılar denize hep korka korka çıkarlarmış ve yalnız yazın engine açılmaya yürekleri varmış.
Şimdiyse artık, pusula elde, rüzgarlara kafa tutar olmuşlar.”
(Th. More, “Utopia”, sa:18)
Yüreği oynamak : Yüreği titremek, duyarlanmak, içine dokunmak
“Gözlerimi, bu yarı kapalı gözlerden ayıramıyordum. Bir aralık, solgun yanaklarına birkaç damla yaşın
süzüldüğünü gördüm. Birdenbire yüreğim oynadı. Bir hastayı bu kadar yormak günahtı.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:265)
“Ama Don Juan’ın derdine derman bulduğunu öğrenince, kendi kendine, bunun gerçekten bir yuva
sıcaklığı olup olmadığını düşünmeye başladı; hemen arkasından yüreğini yerinden oynatan bir kuşkuya kapıldı.
‘Ah’ diyordu, ‘ona asıl gereken bir ev kadını; kendisine bakan, yatak çarşaflarını değiştiren, tenceresini kaynatan
biri gerekti ona...”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:105-6)
Yüreği paramparça, parça parça olmak; parçalanmak : Çok üzülmek, acı çekmek, matem tutmak
“KOROBAŞI
Yüreği taştan, demirden olmalı, Prometheus,
Bu çektiğin karşısında duygusuz kalanın.
Ben bu gördüğümü görmüş olmak istemezdim.
Görünce de yüreğim parça parça oldu.”
(Aiskhylos, “Zincire Vurulmuş Prometheus”, sa:51)
“O, tekrar tekrar dokundu ve ben de her seferinde onun eline vurdum. O, gözyaşları içinde kalmıştı, ve
benim de yüreğim paramparça olmuştu...”
(L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:145)
“Niçin? Ayaklarına kapanarak pişmanlık göz yaşları dökmek, bağışlatıncaya dek yalvarmak için mi?
Evet, o sırada böyle istemiyor değildim. Yüreğim paramparçaydı, o anı anımsadıkça şimdi bile içim burkulur.
‘Peki ama neden?’ diye sordum kendi kendime. Ayaklarına kapanıp yalvardığım için ertesi gün ondan nefret
etmeyecek miydim? Ona mutluluk verebilir miydim?”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:166-7)
“Düşünün br kere, o kerataların sadece sapasağlam, iyi durumda ayakkabıları değil, üstelik gümüş
tokaları da vardı. Giysilerime, belki hatta ayakkabılarıma dikilen bütün bu aptalca bakışları göz ucuyla
görüyordum, bu da yüreğimi parçalıyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:21)
Yüreği pır pır etmek : Korku ya da heyecandan yüreğinin çarpıntısını hissetmek
“Fış fış kayıkçı,
Kayıkçının küreği
Bir fincanda böreği
Pır pır eder yüreği.”
(Anonim. 1930 ve 40’larda, İstanbulda bebek uyuturken söylenen <Rumeli?> ninni.)
“Göğsümde yüreğim korkudan pır pır etmeye başladı. Derken Leo bana döndürdü yüzünü: ‘Sanık H.,
işlediğiniz hataları görmek daha sonra sağlanacak, ayrıca bunlardan ilerde kaçınmanız için izlemeniz gereken yol
size gösterilecektir.”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:80)
“Diyelim biri vardır da dağları, ormanları yurt edindi, yıllar yılı buralarda yaşayıp felsefeyle ya da
doğabilimle düşüp kalktı ve sonunda Tanrı babayı sildi defterden, bu kişi yine bir yol hissetmenin fön rüzgarının
estiğini ya da ılık bir esintinin ağaçlar arasından kopup geldiğini, yüreği hemen pır pır etmeye başlar, aklı
Tanrıya gider, ölümü düşünür.
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:13)
Yüreği sağırlaşmak : Etrafta oluıp bitenlere gitgide duyarsız olmak
“Binlerce insan, onun uğruna denize düşüyordu. Dr. Fischer yufka yürekli bir insan olduğundan,
düşenlerin kurtarılmasını buyuruyordu. Casablanca boynuna srılıyordu. ‘Kurtarın beni!’ diye fısıldıyordu. Neyse
ki gürültünün ortasında Fischerle’nin yüreği de sağırlaşıyordu. ‘Defol!’ diye bağırıp Casablanca’ya vuruyordu.
Öfkelenen halk, Casablanca’yı parçalıyordu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:408)
Yüreği sevinçten hoplamak : Çok mutlu hissetmek
“Ayağı çamurla ağırlaşmıştı; her adımda yeryüzünü ayağıyla kaldırıyordu sanki. Bir yıldırımın
aydınlığında ansızın bir tepe üstünde küçük bir köy gördü. Yıldırım beyaz evleri aydınlatıyor, sonra tekrar
karanlığa boğuyordu. Yüreği sevinçten hopladı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:304)
Yüreği sıkışmak : Üzüntüyü kalbinde hissetmek
“Pedrosa ile karısı, çağcıl çizgilerle eski, kirler içindeki bir banliyö hastanesinde sergilenen delilerin
resimlerini görmeye gitmemiz için beni almaya geliyor. Pencerelerin kalın parmaklıkları arkasındaki yüzleri
görünce insanın yüreği sıkışıyor. İki ressam ilgi çekici. Öbürlerinin de Paris’te gelişmiş kafalarımızda hayranlık
uyandıracak yanları var kuşkusuz. Ama, yine de çirkinlik bu. Yontuda çirkinlik ve bayağılık daha da göze
batıyor.”
(A. Camus, “Yolculuk Günlükleri”, sa:116)
Yüreği sızlamak : İçi bir acıyla burkulmak, kalbi sızlamak, acıyı ta yüreğinin içinde hissetmek
Bk.: Kalbi sızlamak; Ciğeri sızlamak, titremek
“Birisi bize birini sorduğunda, hiç umursamıyoruz ve çok rahat bir şekilde hayır, diyoruz. Hep hayır
demek zorunda kalıyoruz ve yüreğimiz sızlamadan hayır diyebiliyoruz, aslında hayır demekle, herkesin
koruyucusu ben miyim, diyoruz...”
(H. Böll, “Solgun Köpek-Kayıp Cennet”, sa:137-8)
“Çirkin ve içler acısı bir bir manzaraydı doğrusu. Utancımızdan neredeyse yerin dibine geçmiş, aynı
zamanda gözü bağlanıp gönlü çelinmiş arkadaşımızın hali yüreğimizi sızlatmıştı.”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:18)
“Oğlunu toprağa verdikten sonra, polisin izniyle sur kapısı açılarak Piachi kentten çıkarıldı. Yüreği
sızlayarak arabasına bindi; yanında boş kalan yere baktı, gözyaşlarını silmek için mendilini çıkardı. Tam o sırada
Nicolo, şapkası elinde arabaya yaklaştı ve ona iyi yolculuklar diledi. Piachi, çocuğa doğru eğildi, hıçkırarak
kendisiyle birlikte gelmek isteyip istemediğini sordu.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-Yetim”, sa:108)
“Scarlet salona ve kütüphaneye göz atınca Rhett’in her iki yerde de olmadığını hemen gördü ve bu
durum karşısında yüreği sızladı. Ya evde yoksa ya da Güzel Watling’in evine gittiyse veyahut akşam
yemeklerine gelmediği zaman yine buna benzer yerlerde vakit öldürüyorsa...”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:1306)
“Pazartesi günü, cenazeleri görmek için, halk, Vittoria’nın sarayına ve Ermites Kilisesi’ne akın akın
koştu. Hele düşesin bu kadar güzel olduğunu görünce, meraklıların yürekleri sızlıyordu.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:41-2)
Yüreği taşlaşmak, taş olmak : Sanki yüreği taş olmuş ta çarpmıyor hissetmek
“Bir an ‘olamaz’ diye düşündü. ‘Ses onunkini andırıyor, ama o olamaz.’ Gitmek istese bile yerinden
kımıldayamıyordu. Ayakları tahta olmuşlardı sanki. Bu tahta ayakların kökleri uzuyor, bacaklarını, oradan da
bütün gövdesini sarıyordu. Yüreği hala yerindeydi, ama o taşlaşmıştı ve artık çarpmıyordu.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:158-9)
Yüreği titremek : Heyecanlanmak, içi titremek
“Şeyh, bugün hep eski şarkıları çalıyordu. Bunlardan hiçbirini şimdiye kadar dinlememiştim. Her
parçanın sonunda, artık bitecek, diye yüreğim titriyordu. Fakat gözleri yarı kapalı, yavaş yavaş sararmaya
başlayan şarkıları ince bir terle nemlenmiş, birini bitirdikten sonra ötekine başlıyordu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:265)
Yüreği üç buçuk atmak : Olası kötü bir durum için kötü hissetmek, korkmak ve bunu belli etmek
“TRANIO, yalnız - Kişinin yanında yüreği üç buçuk atan bir kimse bulunması ne kötüymüş yahu! ha
sen onun kölesi olmuşsun, ha o senin kölen olmuş, hep bir, uçan bir tüy kadar bile farkı yok.”
(Terentius, “Hortlak”, sa:30)
Yüreği üzülmek : Yüreği üzüntüyle dolu olmak
“O ruhlar, ilk olarak kendilerine söylediğim bu şarkıları işitmiyorlar. O sevimli kalabalık toz gibi
dağıldı. O ilk eko da, heyhat! Eridi gitti. Benim elemim yabancı bir kitleye yansıyor ve onun beğenileri bile
yüreğimi üzüyor.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:8)
Yüreği yağ bağlamak : Sevinmek, ‘Oh, canıma değsin!’ demek
“AYŞE - Ne diyorsunuz?
NECMETTİN - Onun için milyoneriniz Elazığ’daki otelde dün gece tahtakuruların hücumuna
uğrayıp, sabaha karşı avaz avaz bağırarak koridora fırladığı zaman bayağı yüreğim yağ bağladı. Sen 40 yıl
kardeşini arama da, mağazaların reklam şefiyle mal almak için yola çık...”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:69)
Yüreği yangılı olmak : Yüreği yanmak, acı çekmek
Bk.: Yüreği yanmak
“Candarmalarla birlikte Ali, köye girdiğinde sabah oluyordu. Bunu gören köylüler Alinin başına
biriktiler:
‘Etme Ali,’ dediler, ‘fıkaranın fidan gibi oğlu gitmiş, yüreği yangılı. Ne yaptığını bilmiyor fıkara. Bir
de sen tuz biber ekme yarasına. Mahpuslarda çürütme fıkarayı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:205)
Yüreği yanmak : Istırap, acı çekmek
“Hiç olmazsa Robert, bana biraz şikayet malzemesi verseydi, yüreğim yanmazdı, ama nerede! Acı
duyduğum ve nefret ettiğim bu kusurları vermiyor; ben de onun varlığına sitem etmekten başka bir şey
yapamıyorum. Aslında başka birine aşık olmuş değilim. Ona, başımı alıp gitmekten başka bir ihanet biçimi de
aklımdan geçmiyor.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:101)
“FAUST - Bana hoca ve hatta doktor diyorlar, on senedenberi öğrencilerimi burunlarından
yakalayarak, bir yukarı, bir aşağı, yalan yanlış sürüklüyorum. Buna karşın gene bizim hiçbir şey bilemediğimizi
görüyorum! İşte buna yüreğim yanıyor.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:24)
“ASLAN HEYKELLERİ <1957>
-----------------------------En olmayacak günde geldin tazeledin ortalığı
Alıp kaldırdın bu kutsal ekmeği düştüğü yerden
Bunlar hep iyi şeyler ya öte yanda
Olsa yüreğim yanmayacak aslan heykelleri
Ama yok aslan heykelleri var köpek
Delikanlı bir köpeği var onunla yatıyor”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:45)
Yüreği yeniden zehirlenmek : Eski yaranın yeniden kanamaya başlaması
“Selma Hanım, şimdi, geçirdiği o müthiş elem dakikalarına gülüyordu ve kendi kendine: ‘Her şey
değişecek, fakat, kadının kalbi hep aynı çaresizliği koruyacak,’ diyordu. Nitekim, işte, Yıldız Hanım evlerine
geldiği gün, yüreği yeniden zehirlenmeye başlamıştı.”
(Y.K. Karaoamanoğlu, “Ankara”, sa:214)
Yüreği yufka olmak : Kimseyi incitmeyen, şefkatli, acıya dayanamayan bir kişiliği olmak
“-Ama demin… demin bambaşka konuşuyordunuz.
-Aah, demin… Ne yapayım, yüreğim pek yufka, pek budala.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:233)
Yüreği yumuşamak : Kızgınlığı azalmak, hiddetini ve duygularını kontrol etmek, affetmeye yönelmek
“Ansızın yumuşadı yüreği merhametle:
Yaman bir zılgıt verdi ki kıyamet koparırken
Bile inceliğini yitirmeden o dile;
Ona öğretti selam vermesini yeniden.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:145, sa:331)
Yürek : Kalp; cesaret, yiğitlik
“Bizi neden ve nasıl büyülediğini bilen yok; fakat zamanla, üstelik pek yakın bir zamanda öğreneceğiz
bunu. Şu an gündüz olduğunu nasıl biliyorsam, Durandarte’nin kollarımda can verdiğini, ölümünden sonra
yüreğini kendi ellerimle çıkardığımı ve bu yüreğin tam bir kilo olduğunu da öyle biliyorum, yemin edebilirim
buna. Doğal bilimlerle uğraşanlara bakarsak, insanın yüreği ne kadar büyükse, o kadar cesur oluyormuş. Fakat
bu şövalye sahiden öldüğü halde nasıl oluyor ara sıra canlıymış gibi soluk alıp veriyor, ah çekiyor, işte bunu
anlamakta zorlanıyorum.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:548)
Yürek bulmak : Cesareti olmak, cüret etmek
“GELİN - Hakkı var kadının. Seninle hiç konuşmamalıydım. Ama şu cüretin zıvanadan çıkarıyor beni.
Gelip beni görmeye, düğünüme katılmaya ve tacımla ilgilenmeye yürek buluyorsun kendinde… Çık buradan!
Git kapıda karını bekle!”
(F. Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:33)
Yürek ister : Cesur, gözü pek olmak
“İmparator, Terör sırasındaki cesaretine hayran kaldığı bu ‘demir başlı’ insan için büyük saygı
duymaktadır; ancak, bu kararlı muhalifin kendisiyle uzlaşmasını hiçbir zaman sağlayamayacaktır. O kadar ki,
Grégoire, birgün kalkıp, Bonaparte’a, ‘nerede ulusal eğemenlik?’ diye de soracaktır ki, yürek ister!”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:190)
Yürek kaldıran : Yüreğimizi üzen, ihtar eden
“Adama bir ince ter basmıştı. Sesi karcımıştı. Elinin tersiyle alnındaki terleri sıyırıp yere silkti. ‘Bir su
ver bana!’ dedi bekçiye. Sonra, dışarıdan köpeğin yürek kaldıran sesi geldi. Bir eşkiya baskını var gibi
havlıyordu köpek. Acı acı, telaşlı...’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:263)
Yürek karartıcı : Yürekleri üzen
“Yöreye oranla o kadar yolsuz ve yüksekti ki sanki buraya insanlar yokuşları tırmana tırmana değil,
gökten serpilerek gelmişler ve inmeye iz bulamayarak öyle, dünyaya ilgisiz bir küma halinde kalmışlardı.
Haymana ovasının ortasında, en yüksek bir yerde gözcü gibi bekleyen kasaba, kerpiç evleri ve ağaçsız
sokaklarıyla ne kadar zevksiz, yürek karartıcıydı.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Yatık Emine”, sa:12)
Yürek karası duymak : İşlenen bir günahtan ötürü duyumsanan suçluluk hissi
“TRANIO - Onun suçları bağışlandı. Ya benim halim ne olacak?
THEUROPIDES - Alçak! seni astıracağım da bastıracağım kırbacı!
TRANIO - Ben de yürek karası duymuyor muyum sanki?
(Terentius, “Hortlak”, sa:73)
Yüreklerin çoraklaşması :
zamanlarda (Mec.: Ölüm)
Yüreklerin, artık verimli ollmayıp, su geçirmeyen killi toprağa döndüğü
“ ‘Zır-zır—zır’ telefonun sesi. ‘Hadi koş!’ ‘Bir dakika!’ – tezgah bu. ‘Böyle koşuyoruz, tepeden inme,
yüzlerce yıllık, bitimsiz zebani buyruğuna. Boyun eğiyoruz. ‘Bunca çaba, hşzmet, koşuşturma, emek karşılığında
kazanılan ücret – şurada mı harcanacak peki? Yok canım. Şu anda mı? Yoo zamanla. Kulaklar duymaz olup
yürekler çoraklaştığında.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:106)
Yüreklendirmek, yüreklenmek : Cesaret vermek, bulmak; Yürekliliğini göstermek
“Rabia, bayağı sevinmiş, yüreklenmişti:
-Bir şey mi istiyorsun?
-O nemrut suratlı, domuz oğlu domuz, dükkanı sordu. Arabasını köşede bıraktı. Belki lazım olurum
diye geldim.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:170)
“Hem yüreklenmiş, hem şaşırmıştım. Benim karamsar tahminlerimin tersine, Born sanki proje hayata
geçmek üzereymiş gibi konuşmuştu, bu noktada hazırlayacağım taslak boş bir formaliteden öte bir şey değil
gibiydi. Yapacağım plan ne olursa olsun, Born’un bunu onaylamaya hazır olduğunu seziyordum.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:28)
“Ona karşı çıkmalı, sana bağırmaya başlayacak olursa sen de ona bağırma yürekliliğini
göstermeliydin….. O anda neden tavır koymadığın hakkında hiçbir fikrin yok, babanın ani ölümünün yarattığı
şok da da buna mazaret olamaz. Harekete geçmeliydin, ama yapmadın. Ömrün boyunca itilip kakılan insanların
yanına yer aldın, her şeyden çok inandığın bir ilkeydi bu, ama işte o gün dilini tuttun ve hiçbir şey yapmadın..”
(P. Auster, “Kış Günlüğü”, sa.147-8)
“Pilar öğrenmeye hevesli, planları var, çok çalışıyor; kızı yüreklendirmek, eğitimini ilerletmesine
katkısı olabilecek her şeyi yapmak delikanlıyı da mutlu ediyor. Kız evinden ayrılıp onun yanına taşındığından
beri, genç kız SAT sınavlarında yüksek puan almanın inceliklerini gösterdi...”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:18)
“Babam, henüz bir delikanlı olduğu yıllardan başlayarak tek kızkardeşinin oğlu olan en büyük yeğenine
özel bir ilgi gösterdi. Halamın, birbiri ardına zor evliliklerle kesilen mutsuz bir yaşamı olmuştu. Bunların asıl
yükünü taşıyan ise oğlu oldu: Askeri okullara gönderildi, hiç gerçek bir yuvası olmadı. Bana kalırsa, salt iyilik
ve görev duygusu dürtüsüyle babam çocuğu koruması altına almıştı. Onu sürekli yüreklendirerek ona kol kanat
geriyor, başını nasıl kurtaracağını öğretiyordu.”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:78)
“Aesop benim can yoldaşım oldu, tekdüze bir gökyüzü altındaki denizde tutunduğum çıpa oldu, eğer
Aesop beni desteklemek üzere orada bulunmasaydı, sonraki on iki ya da on dört ay boyunca çekeceğim
işkencelere katlanmak için gereken yürekliliği asla bulamazdım.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertig

Benzer belgeler