dosyayı indir - arslantaskoyu.com

Transkript

dosyayı indir - arslantaskoyu.com
www.arslantaskoyu.com
Yazar : Zeki Bağırgan
Editör : Ahmet İhsan
Haziran - 2015
Dergi Arslantaş Ramazan Özel Sayı-1 / İçindekiler
ARSLANTAŞ KÖYÜ TARİH VE KÜLTÜR DERGİSİ - (RAMAZAN ÖZEL SAYISI - 1).............................................. 1
DERGİNİN İLK KAPAĞINI AÇARKEN ................................................................................................................... 2
MERHABA ORUÇ VE RAMAZAN ......................................................................................................................... 2
ASLINDA RAMAZAN.............................................................................................................................................. 3
SAHİ ORUÇ BİZİ GERÇEKTEN TUTTU MU? ......................................................................................................... 4
RAHMET KAPILARI AÇILDI .................................................................................................................................. 6
RAMAZAN DEMEK İNFAK DEMEKTİR ................................................................................................................ 7
ASLINDA ORUÇ NEYİ TUTMANIN ADIDIR? ........................................................................................................ 9
ARAPÇA ADI “SAVUM”DUR ............................................................................................................................. 11
YOKSA BİZİMKİ RAMAZAN MI FESTİVAL Mİ? .................................................................................................. 13
RAMAZAN İNSANLIĞIN ARINMA AYIDIR ........................................................................................................ 15
ÖYLEYSE ORUÇ NE DEMEKTİR? ........................................................................................................................ 17
ARSLANTAŞ KÖYÜ TARİH VE KÜLTÜR DERGİSİ (RAMAZAN ÖZEL SAYISI - 1)
1
DERGİNİN İLK KAPAĞINI AÇARKEN;
Değerli “Arslantaş Köyü Tarih ve Kültür Dergisi” nin hakiki sahipleri. Sizlere yine Ramazan ve Oruç ile
ilgili mevzuları içeren dolayısı ile de bir Kadir gecesi yine ramazan ayı içerisinde nazil olmaya başlayan
Kuran ile ilgili yazılarımı ve düşüncelerimi sizlerle de paylaşmak istedim. Ben burada oruca nezaman
kalkılacak, teravih nasıl kılınacak, orucu bozan şeyler nelerdir vb. konuları isteyen her yerde bulabilir ve
bilaherede yazılsa olur. Düşüncasinden hareketle bunun üzerinde değilde başka mana ve boyutları
üzerinde durmaya çalıştım. Bunuda iki ayrı sayı şeklinde yayınlanırsa diyerekten bu şeklinde hazırladım.
Bu vesile ile şimdiden ramazanı şerifinizi, kuranın doğum gecesi kadir gecenizi ve akabinde de
kavuşacağımız Bayramınızı tebrik eder, hepinizi Yüce yaradana emanet ederim.
MERHABA ORUÇ VE RAMAZAN:
Ey şehri ramazan merhaba… Biliyoruz bizi pekde hoş bulmadın ama buna rağmen yine de sen hoş
geldin… Ramazan, Allah''ın belirlediği gündemdir. Müminlerden bir ay boyunca tali ve günübirlik
gündemlerle meşgul olmayıp, Allah''ın belirlediği gündemi yaşamaları istenir.
Bu manada Oruç ve Ramazan, bir iç imar seferberliğidir. Oruç ve Ramazan, insanın hep ihmal ettiği iç
dünyasına yapması gereken seferin ideal zamanıdır. Oruç ve Ramazan, nefsi terbiye, ruhu tezkiye ve
şeytanı tasfiye etme dönemidir. Oruç ve Ramazan, dört boyutlu maddeye beşinci bir boyut eklemek
için insana verilen İlahi bir fırsattır. Herkesin herkesle meşgul oluyor göründüğü dünyada, insanın en az
ilgilendiği kendisidir. Herkesin hep birilerini kurtarmak için koşturduğu bir ortamda, insanın en çok
ihmal ettiği yine kendisidir. Oruç ve Ramazan, bir yıl boyunca yangın kovalayan, hatta yoksa önce yangın
çıkarıp arkasından söndürmek için seğirten eteği tutuşmuş itfaiyecilerin kendi eteklerindeki yangını
söndürme vaktidir. Oruç ve Ramazan, hayatın yoğun ve karmaşık trafiğinde bir yıl boyunca seyreden
insanın bakım ve onarıma, rektefiye ve revizyona alınmasıdır.
Tahrip edemediği değerleri tahrif eden “seküler/mantık” ve bu mantığın şifa bulmaz tezgahtarları
Ramazan''ı “geleneksel bir şenlik”, Ramazan Bayramı''nı “şeker bayramı”, Kurban Bayramı''nı da “et
bayramı” olarak lanse ediyorlar. Gündemine alanlar için bir rahmet ve mağfiret sağanağı olan
Ramazan''ı “iftar pidesi” ve “sahur davulu” edebiyatına kurban etmek olayı sulandırmaktır. Oysa ki
2
Ramazan çok fazla dünyevileşen hayatımızın yeniden dinileştirilmesi ve ona aşkın bir boyut
eklenmesinde bulunmaz bir fırsat olarak değerlendirilebilir.
Oruç ve Ramazan vesilesiyle kendimizle tanışmanın tam vakti... Ümmetin coğrafyasında kan gövdeyi
götürüyor. Müslümanlar uluslararası ve ulusal küfür odaklarının kıskacında. Üniversal kafirler, bölgesel
kafirler, tümü tek yumruk olup İslâm''a ve onun evrensel değerlerine saldırıyorlar. İslâm ümmeti param
parça. Her bir parçanın başına musallat edilen ulusal devletler ve baskıcı rejimlerin zulmü sürüyor.
Bu bağlamda düşünce felç olmuş. İlim kör. Hikmet yitik. Alimler maalesef namussuzlar kadar cesaretli
değil. Böyle bir zamanda geldin ey Ramazan ve Oruç. Hoş geldin ama bizi ve bizim dünyamızı hoş
bulmadın.Hoş bulmadın, çünkü:İslâm İslâm''a düşman.Müslümanın Müslümana tahammülü
yok.Papyonlu hocalar,Köşe dönücü hacılar,Feminist bacılar var artık.İmanlara illet, müminlere zillet
tebelleş oldu. Kimileri dolmuşa binerken, kimileri de dolmuş taşlıyor. Çocuğun boğuluşunu seyredenler
cesedini paylaşamıyorlar. Sevgiyi tanımadan “Müslüman” olanlar var. Entel takılanlar, nostaljik
takılanları ''ti''ye alıyor.“Telsiz güdümlü füze”lerden sonra, telsiz güdümlü beyinler de çıktı. Günümüzde
yamuk bakanlar, hatayı bakışında değil de baktığında arıyorlar. Kerameti kendinden menkul beyler,
efendiler, beyefendiler “beş arşın atlamak” için Haleb''i yetersiz buldular, artık “uzay istiyorlar.
Yeryüzünün şu kurak mevsiminde çölleşmiş gönüllerimizin dudakları çatladı.Ey rahmet ayı, Ey
Ramazan,Bize rağmen, bizim lakayıtzızlığımıza rağmen yine de sen hoş geldin.
ASLINDA RAMAZAN…
Aslında Ramazan bir imkandır. Konuya bir ayetle başlayacak olursak “Ey iman edenler! Oruç, sizden
öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı, ki Allah''a karşı sorumluluğunuzun bilincine varasınız” (2
Bakara, 183)
3
“Ramazanınız mübarek olsun” diyeceğim ama Ramazan zaten mübarektir.“Hoşgeldin ey Ramazan ayı”
diyeceğim ama Ramazan hep hoş gelir. Fakat insana düşen de onun bereketinden azami istifade
etmektir. Onu hoş karşılamak, onu hoş etmek ve hoş göndermektir. Sık sık unuttuğumuz bir gerçek var.
İbadetler kendi başlarına amaç değildirler. Her ibadet daha üst bir amacı gerçekleştirmenin aracıdır. O
amaç gözardı edilerek ibadet ne edâ edilebilir, ne de anlaşılabilir. Oruç ibadetinin amacı, bu ibadeti farz
kılan yukarıdaki ayette açıkça yer almıştır: Sorumluluk bilincine kavuşmak... Bu, önce insanın kendisini
tanımasıyla başlar. Kendisini tanıması için insanın ilgilisinin kendisine yönelmesi gerekir. İlgisini
kendisine yöneltmekten kasıt, etine kemiğine, saçına sakalına, kilosuna, boyuna, midesine, tenine
yöneltmesi değildir. Çünkü bunlar insanı “insan kılan” tarafı değildir.
Peki, nedir ya?
Elbette vahyin “kalb” dediği iç dünyasına, duygulsuna, düşüncesine, akleden kalbine yöneltmesidir.
İlgisini iç alana yönelten insan, kendini tanımaya başlayacaktır. Kendini; yani Allah karşısındaki acziyet
ve muhtaçlığını, dünyalık karşısındaki şeref ve üstünlüğünü. Bu sonucu elde eden insan,
“sorumluğununun bilincine varan” insandır. Bu üç boyutlu bir bilinçtir. Allah''a karşı, kendisine karşı ve
başkalarına karşı. Açlara karşı sorumluluğu olduğunu yoksullara, yetimlere, kimsesizlere, darda
kalmışlara karşı sorumluluğu olduğunu da insan, oruç sayesinde öğrenir. Size seslenmek istiyorum.
Ramazan''ı festivale çevirenler, onu zayıfların beslenme, killolu insanların diyet ayı gibi görenler, bu
amacı nasıl gerçekleştirirler?
Sahi belediyelerimiz neden sadece çadırlara gelenleri
düşünür de tam iftar saatinde trafikte sıkışmışları
düşünmez. Çok değil, oruç açacak (“bozacak” değil)
bir hurma, küçücük bir poğaçadan oluşan mütevazı
bir menü yeterli. Tam iftar saatinde trafikte sıkışıp
kalan insanların, arabalarının camından uzatılan
iftariyelikleri alınca gözlerinin nasıl ışıldadığını adeta
görür gibiyim. Siz olsanız, sizinki de ışıldamaz mıydı?
Tabii ki midelere ikram, Ramazan''ın en küçük
tarafından ikram. Bir de büyük tarafından ikram var.
Kafalara ve kalplere ikram. O da, insanlara Kur''an
ikram etmektir, vahyin sofrasına oturtup onların
açlıktan kırılan yüreklerini ve kafalarını doyurmaktır.
Sözün özü: Ramazan ve Oruç bir imkandır; kirlenmişi
temizlemenin, örselenmişi onarmanın, yıkılmışı
yapmanın, dağılmışı toplamanın, parçalanmışı
bütünlemenin, kaybolmuşu bulmanın imkan.
SAHİ ORUÇ BİZİ GERÇEKTEN TUTTU MU?
Ramazan şahit olsun ki! Zaman, tüm yaratılışı anlamlandıran bir özge yaratılıştır. Bu nedenle Kur''an''ın,
üzerine en çok yemin ettiği şey, zamandır ve zaman kesitleridir. Zaman üzerine bunca yemin
edilmesinin nedeni, insan için “hayat” demeye gelen zamana bir dikkat çekiştir; bedelsiz elde edildiği
için önemi gözden kaçan zamana. Ama bu yeminlerin bundan daha önemli bir mesajı var: zamanı şahit
4
tutmak. “Ve''l-''asr” demek “Zaman şahit olup dile gelsin” demektir. Sen ey zamana maruz kalan insan,
zaman senin şahidindir unutma. Sabah dile gelecek, akşam dile gelecek, gece dile gelecek, gündüz dile
gelecek, öğle dile gelecek, şafak dile gelecek, gün dile gelecek, ay dile gelecek ve Ramazan dile gelecek
Bir düşünelim Ramazan şahit olup dile gelirse neler söyleyecek?
Kimileri için “O beni tuttu, fakat ben onu tutmadım Ya Rabbi” diyecek. Kimileri için “O beni tuttu, ben
de onu tuttum Ya Rabbi!” diye şahit olacak. Daha başkaları için “Ne o beni tuttu, ne ben onu tuttum”
diyecek. Biz bunlardan hangisine gireceğiz. Ramazan bizim hakkımızda Rabbine neler diyecek? Zamanın
bazı kesitlerini vahiy öne çıkarır. Bunların en başında Kadir Gecesi gelir ki, Kur''an''a göre “bin aydan
hayırlı''dır.” Kadir gecesi ise, bu kutsallığını, Kur''an''ın inmeye başladığı gece oluşundan alır. Bu gecenin
Ramazan ayı içerisinde yer alan gecelerden biri olduğunu da, biz, yine Kur''an''dan öğreniyoruz.Şu
halde, Ramazan orucu, bir anlamda, Kur''an''ın doğum günü/gecesi içerisinde yer aldığı için, tamamını
oruç tutarak kutladığımız Ramazan yine geldi; Peki, Ramazan''ın sebeb-i hikmeti olan Kur''an da geldi
mi?
Şimdi Ramazan''ı idrak eden her
mü''min, bu soruyu kendisine sormalı.
Hayatında Kur''an''ın ne kadar yer
aldığına bakmalı. Doğum gününü âlâyı
vâlâ ile kutladığı nur topu ''çocuğun'',
kendisine ne olduğunu sormalı.
Kur''an''sız bir Ramazan orucu
tutmanın; çocuğu öldürüp, doğum
gününü kutlamak, gibi bir şey olduğunu
düşünmeli...“Ey Ramazan!” demeli;
gelirken aşksızlıktan çöle dönmüş
yüreklerimize,
Kur''an''ın
rahmet
bulutlarını da getir ki, uyuyan
idraklerimiz,
Kur''an''ın
sağaltıcı
soluğuyla uyansın. Özlemeyen, sızlamayan, inlemeyen, yanmayan yüreklerimiz özlesin, sızlasın, inlesin
ve yansın. Ve insan, içine doğru yapacağı yolculukta gönlünün çeperlerine tutunarak kapasitesinin
sınırlarına dayansın.
Özünde bir arınma günleri olan ayın adıdır ramazan. Bütün bunların gerçekleşebilmesi için, Ramazan''ın
festivalleşmesinin ve “diyet ayı”na dönüştürülmesinin önüne geçmek gerekir. Ramazan''ı
festivalleştirenler, Ramazan Bayramı''nı da “Şeker Bayramı”na dönüştüreceklerdir. Oysa ki Oruç ve
Ramazan “bedence küçülüp, ruhca büyüme”nin talim edildiği bir zaman dilimidir. Ramazan bir ruh
beslenmesidir ki, Bu ayda insanın hayvani tarafı, nefsi, iç güdüleri, şehveti, tutkusu ve dünyevileşme
hırsı geriye çekilip insani tarafı öne geçer. Oruç ve Ramazan yıllık ruh bakımıdır. Oruç insanda, yüreğe
doğru bir yolculuk gerçekleştirmenin aracıdır. Yüreğe, yani insanın kendi özüne. Eğer, yolculuğunu
sürdürmeyi göze alırsa, orada karşılaşacağı, yine kendisi; En doğal, en maskesiz, en yalın haliyle
özbenliği olacaktır.
Eşrefi mahluk olarak yaratılan İnsan, bu yolculuğun sonunda, kendisiyle buluşacak, bilişecek, tanışacak
ve barışacaktır; Yani ''silm''e (barış), teslimiyete ve selamete (Kurtuluş) ulaşacaktır. Kendisiyle barışık
olan, hiç kuşkunuz olmasın, Hakikat''le barışık olur. Kendisiyle kavgalı olan ise, başta Allah olmak üzere,
5
hakikatle, doğayla, insanlıkla kavgalı olur. Tek kelimeyle içinden geçtiğimiz şu netameli ve kaygan
zaman diliminde hepimiz,sahte ve sentetik gündemlerin bombardımanı altında kendimizi
kaybediyoruz. İşte fırsat;
Oruç ve Ramazan! Sahici ve ilahi gündem. Dahası Ramazan şahidimiz. Kısaca bir can alıcı cümleyle ifade
edersek kim istemez; “Ramazan şahit olsun ki ben onu o da beni tuttu!” demeyi?
RAHMET KAPILARI AÇILDI
“Rahmet/cennet kapıları açılır..” Ebu
Hüreyre, Allah Rasulünden şöyle bir
haber naklediyor:“Ramazan geldiğinde
rahmet (veya diğer bir rivayette
“cennet”) kapıları açılır, cehennem
kapıları kapanır ve şeytanlar bağlanır.”
(Buhari ve Müslim).
Allah Rasulü öyle bir konuda haber
veriyor ki, Allah''tan haber almayan
hiçbir muhabir, ajans ve haber kaynağı
bu konuda bize haber iletemez. Bu
haber,
özünde
dünyadaki
eylemlerimizle ahiretteki akıbetimiz arasındaki bağa dikkat çekiyor. Dünya zaman ve mekânıyla, ahiret
zaman ve mekânı arasındaki bağlantıya dikkat çekiyor. Hadisin metninde farklılıklar var. Bu
farklılıklardan biri de “rahmet kapıları” ibaresinin bir rivayette “cennet kapıları” şeklinde gelmesi.
Öncelikle “rahmet kapıları” rivayetini ele alalım. İlkin şu sualleri sormak lazım: Ramazan dışında rahmet
kapıları kapalı mı ki, Ramazan gelince açılıyor? Hadisi bu bağlamda nasıl anlamalı, nasıl yorumlamalı?
Efendim, şöyle bir yorumla bu suali cevaplayabiliriz: Allah''ın rahmetinin tek bir kapısı yoktur, birçok
kapısı vardır. Sair zamanlarda bu kapılardan açık olanlar vardır, kulun talebiyle açılacak olanlar vardır.
Burada iki şeyi birbirinden ayırmak lazım. Kilitli olmak ayrı bir şey, kapalı olmak daha farklı bir şey.
Allah''ın rahmet kapılarından hiçbirisi kilitli değildir, sadece vurunca açılacak şekilde kapalıdır. Kul o
kapının önüne iradesini kullanarak gelir. Bunun adına Kur''an “tevbe” (Allah''a yönelmek) ve “istiğfar”
(Allah''tan af dilemek) diyor. Tevbe ve istiğfar ile rahmet kapılarının önüne gelip o kapıyı tıklatana,
samimiyeti oranında kapı açılacak ve o kula rahmet saçılacaktır. Ramazan''da ise bu kapılar ardına kadar
açık tutulur. Ramazan''ı ihya eden ve oruçla ihya olan kimse, bu kapılardan girip rahmete gark olacaktır.
Ramazan''da, rahmet kapılarının her birine giden bir ışık yolu vardır. Vahyin doğum ayı olan Ramazan''a
vahiy nuru mümine inerse, bu nur sayesinde o kapılara giden yolu görür. Değil mi ki, bir kapının açık
olması yetmez. Bunun için tam dört unsura ihtiyaç var:
1. Kişinin açık kapıya giden yolu görmesi lazımdır.
2. O yolu yürüyecek dermana sahip olması lazımdır.
3. O kapının açık olduğunu fark etmesi gerekir.
4. O kapıdan geçecek mecali bulması lazımdır.
6
İşte insana o mecali veren Ramazan''dan başkası değildir.Hadisin bir başka varyantında “cennet kapıları
açılır” ifadesi vardır. Bu ifadeyi nasıl anlayalım? Öyle ya, biz dünyada yaşıyoruz. Cennet ise ahirette.
Ahirette çıkan kapıdan, dünyadaki insan nasıl geçecek? Daha ölmedik. Bu kapının açık olmasının
pratikte ne gibi bir yararı ve karşılığı var?
Allah Rasulü''nün fem-i saadetlerinden eğer bu kelimeler çıktıysa, bunu birkaç açıdan anlamak
mümkün:
1. Ramazan''da açılan cennet
kapılarından
giren
salih
amellerimizdir. Ramazan''la dirilen
mümin oruç tuttuğu için tüm
arzularından belli bir müddetle
vazgeçer. Diyelim ki donatılmış bir
sofra canı istedi, Allah''ın emrine
imtisal için imkânı olduğu halde el
uzatmadı. O sofra, o mümin için
cennete gidip orada sahibini
bekleyecek. Canı çekip de yemediği
elma, armut, muz ağaçları orada
kendisi
için
ekilecek.
Yani
Ramazan''da salih amelleri orada
kendini bekleyecek. Burada bir soru var: Başka zamanlarda salih amellerim cennete girmeyecek mi ki?
İkisi arasındaki farkı “gümrük” benzetmesiyle açıklayabiliriz. Ramazan dışında yaptığımız her amel
gümrükten geçecek. Yani hesap gününde ince elenip sık dokunacak. Verilecek ödül, o amelin hayatla
çapraz ve paralel ilişkisine göre değerlendirilecek. Ancak vahyin doğum ayı, Ramazan''a özgü bir
rahmetle salih ameller tabir caizse “gümrüksüz” geçecek. İki dünya arasındaki kapıdan geçişte
“Ramazan” damgası taşıyanlara geçiş üstünlüğü ve kolaylığı sağlanacak.
2. “Ramazan''da cennet kapıları açılır”ın muhtemel ikinci anlamı da şu olabilir: Ramazan''da açılan
cennet kapılarından, Ramazan''ı ihya eden müminin yüreğine cennet esintileri gelecektir. O kalbinde
bu esintileri bulacak, bunlar sayesinde akleden kalbi Kur''an''a açılacaktır. İbadetler yük olmaktan çıkıp,
Burak olacak ve onu cennete taşıyacaktır. Bu kapılardan biri Kur''an kapısı, biri sabır kapısı, biri infak
kapısı, biri tefekkür kapısı, biri zikir kapısı, bir diğeri şükür kapısı, bir diğeri hamd kapısı, bir diğeri davet
kapısı vesairedir. Bunu böyle sayın gitsin.
İşte bu ve buna benzer ameller işleyen kişinin kalbine, açılan cennet kapılarından bir efilti, bir tat ulaşır.
İnsan o tadı aldığında salih amelleri külfet olarak algılamaktan uzaklaşır, artık nimet olarak algılamaya
başlar. Yüreğinin damağına tat değer ve o tadın kaynağına ulaşmak için peşine düşer. O tatla mest olur.
Ramazan geçip gider, fakat o tat yüreğinin damağında öylece kalır. O insanın akleden kalbi cennete
girmiş gibi olur. Allah bizi buna muvaffak kılsın. Ramazan gönlümüze cennet kokuları taşısın.
RAMAZAN DEMEK İNFAK DEMEKTİR;
Ramazan ve Oruç İnfak demektir. Köyümüzde her komşu evinde hazırladığı bir yemekten komşularında
tatmasını sağlamak amacıyla pişen yemeklerden bir birlerine gönderirlerdi. İhtiyaç sahipleri sürekli
davet edilirdi. Sahura birbirlerimizi çağırırdık. Bir anlamda Oruç paylaşmaktır. Malumunuz “oruç”
kelimesinin orijinal karşılığı olan savm kelimesi iki asli manaya geliyordu: “terk etmek” ve “tutmak”.
7
Tutmak anlamını biliyoruz. Fakat savm''ın “terk etmek” anlamı üzerinde durmuyoruz. Evet, oruç bir
açıdan tutmaksa bir açıdan da terk etmektir. Ruhu tutup cesedi nefsi terk etmektir. Manayı tutup,
maddeyi terketmektir. Kalıcı olanı tutup geçici olanı terk etmektir. Zaten paylaşmak da bir yerde terk
etmek değil midir? Bu anlamıyla zekat sadaka, sadaka-i fıtr, infak paylaşmanın farklı isimleridir.
Varlıklı
mü''minler
zekat
ve
sadakalarıyla, yoksul sofralarındaki
yangını söndürmek için ellerinden
geleni yapıyorlar. Vakıflar tüm
çabalarını ortaya koyarak varsıllarla
yoksullar arasında köprü olmaya
çalışıyorlar. Ramazan''ın rahmet
iklimini yoksulların sofrasına taşımak
için var güçleriyle koşturuyorlar.
Sorumluluğunun
bilincinde
belediyeler,
kurdukları
iftar
çadırlarıyla Ramazan kumanyası
kampanyalarıyla,
aşevleriyle
yoksulların sofralarına düşen hüznü
azaltmaya çabalıyorlar. Görüyor, biliyor ve takip ediyorum. Özellikle bazı belediyelerin nasıl canla başla
gayret ettiklerine şahidiz.
Ramazan yürekli gönüllüler, aralarında gruplar oluşturuyorlar. Ramazan''ın rahmetini bir tas sıcak
çorbaya hasret insanların sofralarına ulaştırmak için çırpınıyorlar. Yüreklerindeki imanın iktidarı
durdurmuyor onları. İtilmiş, kakılmış ve aç açık bırakılmışlara yetişmeye çalışıyorlar. Fakat bütün bu
gayretler kafi gelmiyor. Aç, açık ve mağdur o kadar çok ki, bunca insanın bireysel çabası, bunca vakıf ve
hayır kuruluşunun gayreti, bunca belediye ve gönüllü grupların himmeti yokluk ve yoksulluğu
bastırmaya yetmiyor.
Çok değil bundan 15 yıl kadar önceydi. Ekonomik krizlerle zekat verecek durumda olanlar, o zamanlar
zekata muhtaç hale gelmişlerdi. O günlerde dün işi olanlar bugün işsiz, aç ve muhtaç hale gelmişlerdi.
Kim bu hale getirmiş onları?
Bu ülkeye altı yıl deli gömleği giydiren 28 Şubat kafası. O kafanın bu ülkenin gerçek sahiplerine açtığı
savaşın gölgesinde halkın servetini soyup soğana çevirenler. Bir “öteki Türkiye” yaratıp onun üzerinde
tepinen Laila''cı güruh. Kur''an''ın “mütref” dediği semirdikçe şımarmış, şımardıkça semirmiş “azgın
azınlık”...Onların kundakladığı ülke insanının yangınını söndürmek, acısını dindirmek, açlarını
doyurmak, açıklarını giydirmek gene “mürteci” yaftasını vurdukları Müslümanlar''a düşmüştü. Her
seferinde olduğu gibi yediler, içtiler, ortalığı kirlettiler. Onların geride bıraktıklarını temizlemek,
kırdıklarını onarmak, yıktıklarını inşa etmek, devirdiklerini kaldırmak, aç bıraktıklarını doyurmak,
yoksullaştırdıklarına yardım etmek yine bu ülkenin asli sahiplerine düşmüştü.Ne kadar canla başla
yapılsa da, bu çabalar yangını söndürmeye yetmiyordu. Mağdurların, mazlumların, mahrumların sayısı
o kadar çok ki, değil bireysel, kurumsal çabalar dahi yeterli olmuyordu. Halende kısmende olsa aynı
durum devam etmektedir.
8
Sözün özü şu: Bu ülkede yangın söndürücü olarak kullanılan “yerliler”, yangın çıkaran “kovboylardan”
bıktı usandı. Artık onların çıkardığı yangınları söndürmek için değil, yangın çıkarmalarını engellemek için
tedbirler alması gerekiyor. Ve tabii ki, bu arada, üzerine düşeni de yaparak.
Biz yerlilerin üzerine düşen belli: Ramazan''ın estirdiği rahmet rüzgarlarını, bu ülkenin yoksullarının,
mağdurlarının, mazlumlarının, itilmiş ve kakılmışlarının hanelerine, sofralarına, gönüllerine taşımak...
İmkanları olan müminler bu vasile ile ramazan boyunca fitre ve zekatlarıyla aç ve açıkta kalan muhtaç
insanlara karşı sorumluluklarını yerine getireceklerdir. Şimdiden Allah hayır ve hasenatlarımızı kabul
etsin inşallah.
Sevgili kardeşlerim!
Çeşitli yerlerde fitre bedeli olarak belirlenen
mikttarlar ülke geneline göre ve asgari
miktarlardır. Bizler genele göre değilde
yaşadığımız yere göre vermeliyiz. Asgari
miktar ise yaşanılan yerlere şehir veya köylere
göre bunların fiyatları da değişeceği için fitre
miktarıda değişecektir. Azami miktarlarına
gelince sınırsızdır. Azamisi veya normalinide
Diyanet/Müftülük belirlemeyecek, bizler
belirleyeceğiz. Peki hocam ne yapmalıyız?
Gerçekten ben fitre verdim diyebilmeniz için
şöyle yapmamız takvaya en yakın olanıdır.
Senenin çoğunda yani 8 ayında, hatta fazla
uzağa gitmenizede gerek yok. Ramazan ayında Sahur ve akşam iftar soframıza göre yapmanız daha da
uygun ve kolay olur. Elinize bir kalem alıp kendi sofranızda sabah kahvaltısında ortalama olarak neler
bulunuyor bir hesap yapın, o hergün buzdolabına girip çıkanlar ve sofraya her gün gelip gidenler varya
ha işte onları ve yanınada sebze ve patates kızartması, yumurta haşlama veya yağda pişmişini varsa
kıymalı yumurta,sucuk ve pastırma ile çay ve şekerini bunlarıda birkişilik maliyetini çıkarın, ardından bir
de akşam sofranızda neler var üç kap-beş kap evde hazırlanışı üzerinden hesaplayın ve bir kişilik
maliyetini bulun ikisini topladığınızda çıkan mebla sizin vereceğiniz bir kişilik fitre demektir. Yalnız alış
verişlerde siz bakkla varınca yarım ekmek ver demeyi yüzünüz tutuyor veya 10 Gram zeytin ya da peynir
ver demeyi becerip utanmıyorsanız öyle yapın, yoksa en az bir ekmek ve 50 gram peynir veya zeytin
olarak düşünün… Bir bunu deneyelim isterseniz… Şahsen bana sorarsanız 35 yılından beri ben böyle
hesaplar ve öderim…Haydi Tanrı Kabul ve makbul eylesin…
ASLINDA ORUÇ NEYİ TUTMANIN ADIDIR?
Oruç tutmak kendini tutmaktır. Derdimiz kendimizle. Kendini bilmeyen neyi bilir? Kendisiyle kavgalı
olan kiminle barışıktır? Kendini kaybeden neyi kazanır? Türkçe''mizdeki “oruç tutmak” ne güzel tabir.
Hep tutmuşumdur bu güzel tabiri. “Tabir” nitelemem boşuna değil, çünkü oruca ilişkin akıl
yürütmelerimizde ve zihni intikalimizde birer “geçit” (: ''ubur), birer “köprü” işlevi görüyor bu
ifade.“Oruç”un Arapça''daki aslı “savm”. Bu sözcüğün karşısına lügatler “imsak” kelimesini yerleştirir.
Yine “tutmak, zapt etmek, zapturapt altına almak” manalarına gelir.
9
Doğrusu şu soruya bir çırpıda cevap vermek zor: Oruç bizi mi tutar, biz orucu mu tutarız? Bizim orucu
tuttuğumuzu iddia ediyoruz. Bir yere kadar doğru da.. Ama bu, doğrunun çok küçük bir parçasıdır. Asıl
doğru şu: Biz orucu, oruç bizi tutsun diye tutarız.
Tutmakla ilgili dilimizde ne kadar çok ve geniş çağrışımlı ifadeler var: Tuttum bu adamı... Onu gözüm
tutmadı... Bu iş tutmadı... Söylemez olaydım, dilimi tutamadım... Kendimi tutamadım, yaptım bir
delilik... Gördüğümüz gibi hepsinde de tutmak olumlu bir içeriğe sahip. Benimsemek, sahiplenmek,
sevmek, ünsiyet peyda etmek, sahip olmak, hakim olmak, özne olmak, kendinde olmak anlamlarına
geliyor.
En çok da bu sonuncusu.
Meğer ne zor şu “kendini
tutma” meselesi. İnsanın
başına na geliyorsa “kendini
tutamadığı” için geliyor.
Günahlar
hep
kendini
tutamamanın ürünü. Her
caninin cinayeti kendini
tutamadığı
anına
denk
geliyor.
İnsan
dilini
tutamadığı zaman kırıyor ve
kırılıyor. Elini tutamadığı
zaman kırıyor ve döküyor.
Kendini tutamadığı zaman
kendini yitiriyor, kendine
yazık ediyor, kendinden
geçiyor...
Yani kendini tutamayan özne olamıyor, nesneleşiyor. Hâkim olamıyor, mahkûm oluyor. Sahip olamıyor,
sahip olunuyor. Etken olamıyor, edilgenleşiyor. Hayat atının sırtında duramıyor, aksine hayat atı onun
sırtına biniyor. İçgüdülerini dizginleyemiyor, aksine içgüdülerinin esiri oluyor. Bilinçli davranamıyor,
çünkü bilinci bilinçaltı tarafından denetleniyor. Oysa ki bilinç, bilinçaltını denetimi altında tutması lazım.
Tersi olunca atla süvari konum değiştiriyor: Adam atın sırtında değil, at adamın sırtında oluyor.
Kendini tutmak adam işi, zor iş. Oruç bizi işte bu zor işe çağırıyor. Kendisini tuttuğumuzu sandığımız
oruç, aslında bize kendimizi tutmayı öğretiyor. Yeme ve içme güdümüzü, şehvet güdümüzü denetim
altına almamızı öğütlüyor.
Bu güdülerini, denetleyemeyen insanların nasıl yoldan çıktığını, nasıl haram helal demeden yığdıkça
yığdığını, nasıl çalıp çırparak götürdüğü görüyoruz. Yeme güdüsünü denetim altına alamayan kişinin
açlık korkusuna tutulduğunu biliyoruz. Açları doyurmak kolay, fakat açlık korkusu çekeni dünyayı
yedirseniz doyuramazsınız. Bunu da biliyoruz.
Oruç tutmak, içgüdüleri tutmak. Onları kontrol altında tutmak. Bilinçaltının bilince egemen olmaması
için, bilinçaltını daima gözaltında tutmak. Böylece bilincin, ayartıcı benliğin esiri olmasının önüne
geçmek. Güdüler tutularsa, onların bilinci tutsak almaları önlenirse, bu hem bilincin hem de iradenin
güçlendirilmesi sonucunu getirecektir. Bilinç güçlenirse, şahsiyet güçlenir. Sorumluluk bilincini
10
oluşturmanın ve artırmanın yolu da budur. İşte bu nedenle orucu farz kılan ayet şöyle biter: “Umulur ki
bu sayede sorumluluk bilincine ulaşırsınız”. Ayetin bu kısmı, orucun amacını açıklar.
İnsanın
bilinç,
irade
ve
şahsiyetinin seviyesi, sahip olduğu
sorumluluk bilinciyle ölçülür. Bu
bilince dayalı olarak gerçekleşen
her “iyi yapma”, erdemli davranış
olarak nitelenir. Fazilet budur. İşte
bu yüzden oruç tutmak kendini
tutmaktır. Kişi orucu ne kadar
tutarsa, oruç da kişiyi o kadar
tutar. Kim orucun başın dik
tutarsa, oruç da onun başını dik
tutar. Kula kul olmaktan koruyan
bir kalkan, kulu kul etmekten
koruyan bir akıl olur.
Oruca aşırı anlam yüklediğimizi
düşünecekler varsa, onlar orucun
muhteşem bütünün muhteşem bir
parçası olduğunu hatırlamalılar.
Bir parça, kendi işlevini en güzel ait
olduğu
bütün
içerisinde
gerçekleştirir. İslam topyekûn bir
hayat tarzıdır. Oruç, namaz, zekât
ve diğer tüm ibadetler bu bütünün
parçalarıdır. Tıpkı insan hücreleri
gibi, dini oluşturan unsurlar da
kendi aralarında çapraz ve paralel ilişkilere sahiptirler. Oruç işte bu yüzden ait olduğu bütün içinde
değerlendirilmelidir. Kendi gerçek kıymet hükmünü de ancak bu sayede bulur.
Sözün özü kendinize iyi bakın; ama önce “kendinizi tutun”. Kendini tutamayan, kendine iyi bakamaz.
Kendini tutmayan, oruç tutamaz.
ARAPÇA ADI “SAVUM”DUR:
Savum tutmak demektir. Öyleyse Ey oruç: Gel bizi tut! Oruç tutmak kendini tutmaktır. Ey oruç!
Kötülüklerden tüm nefsani ve şaytani azgınlıklardan bizleri tut ve bizleri frenle…
Şu dünyamızda modern şehirler, acından ölmüş ruhlar galerisidir. Fiyakalı bedenler, ölü ruhlara tabut
olmuştur. Kur''an böyleleri için “giydirilmiş kalaslar” ifadesini kullanır. O andan itibaren, insanın ''insan''
yanı ortadan çekilmiş, ''beşer'' yanı öne çıkmıştır. Ruh için, ''ölüm'' bir mecazdır. Ruhlar ölmezler. Ama
zaten, ölüm dediğimiz şey boyut değiştirmekten başka nedir ki? Ölüm yokluk değildir, ölüm intikaldir.
Bu açıdan bakınca ruhun ölümünden bahsetmek, tıpkı ruhunu yitirmiş cansız bir ceset gibi, hayatın
kadavralaşmasını getiren bir ruh intikalinden bahsetmektir. Sadece intikalinden değil, aynı zamanda
“intiharından” bahsetmektir.
11
Açından ölecek kadar ruhu aç-susuz bırakmak, elbet bir intihardır. Fiziki bir intiharın sonucu cesedi
mezara gömmektir, manevi bir intiharın sonucu ruhu cesede gömmektir. Ruha mezar kılınmış bir
cesedin, yemekhane, yatakhane, işhane ve abdesane arasında hortum olmaktan öte yapacağı bir şey
yoktur. Böyle birinin hayattan anladığı, aynı dünyayı paylaştığı diğer canlılarla ortak olan biyolojik
hayattır. Böyle bir hayatın derinliği yoktur. Çünkü dünya ile sınırlıdır. Zaten, ceset tabutunda ruhun
cenazesi, ancak öte yüzü olmayan tek
dünyalı bir hayat anlayışıyla taşınır.
Yoksa bir insan cesedini ruhunun
mezarı yapmaya nasıl razı olur?
Bu vahim akıbeti önlemenin yolu,
ruhun açlığını fark eden bir
kendindelik halidir. Ancak kendinde
olanlar fark ederler ruhların da
acıkacağını ve susayacağını. Midenin
açlığını beyne enzimler haber verir.
Sahibini uyararak onu beslenmek için
harekete geçmeye yöneltirler. Yani
enzimler, bir tür iç “rasul”, yani
“elçi”dirler. Onlar olmasaydı, insan
kendi açlığından haberdar olmazdı.
Allah''ın Rasulleri olmadan da insan
ruhunun
açlığından
haberdar
olamıyor. Onlar birer ruh enzimi
görevi yapıyorlar. İnsana ruhunun
açlık ve susuzluğunu haber veriyorlar.
Onu, ruhun gıdasına yönlendiriyorlar.
Onu, ruhu var eden ve kendi emrinde
tutan Allah''ın donattığı mükellef “gök
sofrasına” davet ediyorlar. O sofra
vahiyden başkası değil.
İnsanoğlu, neyi yiyince hayat bulacağını, neyi yiyince hayatının kararacağını o sofraya bakarak
öğreniyor. Varlığı, hayatı ve kendisini o sofra üzerinden okuyor. O sofraya bakıp, sofranın sahibi ve
kendisi hakkında bilgi ediniyor. O sofrada öğreniyor ruh ve onun halleri olan akıl, irade, bilinç, idrak ve
izanın nasıl beslenip büyütüleceğini, nasıl korunup kollanacağını.
Ramazan, gök sofralarının tacı olan Kur''an vahyi kendisinde indirildiği için ayların sultanı oldu. Vahyin
doğum ayının oruç suretinde kutlanmasının hikmeti, ruhların da acıkacağını, hatta açlıktan kırılacağını
fark ettirmektir. Ruhun açlığını fark eden, hayatın kadavralaşmasına razı olmaz. İnsanın
kadavralaşmasına razı olmaz. Kendisinin kadavralaşmasına razı olmaz. Aç ruhunu doyurmak için sahici
beslenme kaynakları arar. Bu arayış onu kendi içine yöneltecek, kendi yüreğinin kapısına getirecektir.
Tüm mesele de budur. Modern hayat, tüm unsurlarıyla, insanın kendinden uzaklaşması üzerine
kurgulanmıştır. Kışkırtıcı cazibesiyle insana kendini unutturmayı hedefler. Kendini unutan insan kendini
tutamaz. Kendini tutamayanın, kendini kaybetmesi mukadderdir.
12
Oruç tutmak, işte bu yüzden kendini tutmaktır. İnsan ne ziyan işliyorsa hep kendini tutamadığı için
işlemektedir. Tutamadığı dilinin cezasını, tutamadığı elinin cezasını, tutamadığı nefsinin cezasını,
tutamadığı içgüdülerinin cezasını, tutamadığı öfkesinin cezasını çekmektedir. Kendini tutmak,
kendinden yana olmaktır. Kendini tutanı, Allah''ın da tutacağı aşikârdır. Kendini tutmayanı, Allah niçin
tutsun? Kendini tutmak için kendine yönelenin, içinde ilk karşılaşacağı Zat, kendine şah damarından
daha yakın olandır. O''nun farkına vardığında, fıtratındaki kul olma ihtiyacının gerçek adresini bulmuş
olacaktır. Bu onu kula ve nefsine kul olmaktan koruyacaktır.
İslam, işte bunun için insanlığın ilk ve son sığınağıdır. Çünkü insân-ı kâmil (insân-ı mükemmel değil)
yetiştirme potansiyelini
o taşımaktadır. İnsanın
kadavralaşmasını, ancak
İslam
önleyebilir.
Kafirler istemese de, bu
böyledir. İslam var
olduğu sürece, hayata
dair umutlar hep var
olacaktır.
Hayatı
içeriden savunan birileri
hep
var
olacaktır.
Müslüman
dünyaya
savaş
açan
ve
Müslümanları terörize
eden egemen güçler,
İslam''ın
ruhunu
kurtarmaktan
söz
ediyorlar. Bu çirkin bir
ikiyüzlülüktür. İnsanlığın
ruhuna
tecavüz
edenlerin, İslam''ın ruhunu kurtarmaktan söz etmeye hakları yok. Kaldı ki onlar, insanı kadavralaştıran
bir geleneğin varisidirler. Kurtaracaklarsa, önce kendi ruhlarını kurtarmalıdırlar. Allah için oruç tutan bir
tek Müslüman bulunduğu sürece, İslam''ın ruhu yaşayacaktır.
O halde başlığı birkez daha tekrarlayalım mı. Nefsani ve şeytani duygularımızı tutması için bir daha
tekrarlayalım. Ey oruç: Gel bizi tut!
YOKSA BİZİMKİ RAMAZAN MI FESTİVAL Mİ?
Ramazan festival değildir! İslam ve Din insan içindir. İbadetlerden Allah''ın değil insanın çıkarı vardır.
Çünkü muhtaç olan insan, ihtiyaç giderense Allah''tır. Allah-insan ilişkisinde ibadet insandan Allah''a
ulaşan bir bilinçtir. Bu, “takva”nın ta kendisidir. İzutsu''nun yerinde tesbiti ve Esed ve Fazlur Rahman
gibi muasır âlimlerin ona katılarak kullandıkları karşılığıyla “sorumluluk bilinci”...
Bu bir miraçtır. Her miraç bir “uruc”un, yani “yüceliş ve yükselişin” eseridir. İbadetlerle insan bilinci,
insanlık evreninin ufkuna yükselir. Bu yükselişi Allah karşılıksız bırakmaz. Ubudiyyetiyle kendisine
yönelen kula O da rububiyyetiyle yönelir ve rahmetiyle “nüzul” eder. Allah tarafından gerçekleştirilen
13
her nüzul, aynı zamanda bir tenezzüldür. Onun rahmetiyle insanlığa tenezzülü, peygamberlerde vahiy
suretinde tecelli etmiştir.
Tüm vahiylerin zirvesi olan
Kur''an vahyi, işte böylesine
bir ilahi tenezzülün eseridir.
“Nüzul” kelimesi Arap
dilinde, “misafirin önüne
çıkartılan mükellef ziyafet
sofrası” anlamına gelir. Bu
mana akılda tutulursa,
vahyin
nüzulünün
ne
demeye geldiği daha iyi
anlaşılır.
Evet,
vahiy
Allah''tan insana indirilen
bir “mâide”, muhteşem bir
gök sofrasıdır. Bu sofra
insana,
insan
tarafını
geliştirecek gıdalar sunar.
İnsanın diğer canlılarla paylaştığı hayvânî boyutunu değil, onun insânî boyutunu besler.
Vahiy, ilahi bir inşa projesidir. İnsan olmanın asgari sorumluluğunu fark ederek bilincini yücelten
insanda, muhteşem bir akıl ve şahsiyet inşa eder. Tıpkı ilk muhatabı olan Sevgili Peygamberimizin
tasavvurunu, aklını ve şahsiyetini inşa ettiği gibi... İnsan yeryüzündeki varoluş amacını, ancak vahyin
inşa ettiği bir bilinçle gerçekleştirebilir. Bu bilince ulaşması için insanın önce kendi anlam ve amacı
üzerinde ciddi bir biçimde düşünmesi gerekmektedir.
Sahi insan hiç amaçsız olabilir mi? Ortalama ömrü insan ömrünün yüzde biri kadar olan bal arısının dahi
bal yapmak gibi muhteşem bir amacı olsun da, yaratıklar evreninin şaheseri olan insanın bir amacı
bulunmasın mı? Kendisini diğer canlılardan ayıran fıtrat, akıl, irade ve diğer yetenekleriyle insan başıboş
bırakılacağını, dünya bahçesinde keyfince at oynatacağını, eline verilen bunca iç ve dış imkanı nefsinin
istediği gibi tahrip ve tarumar edeceğini mi düşünmektedir?
İnsanın yaratılış gayesi, “yeryüzünde varoluş amacına uygun bir hayatı inşa” etmektir. Vahiy, bu inşanın
ustası olan insanın kullanma kılavuzu, prospektüsüdür. İnsan, kendi varoluş amacını doğru ve
maksimum düzeyde gerçekleştirmek istiyorsa, öncelikle kendisini vahyin inşasına açmak zorundadır.
Yoksa mı?Yoksa, işte yaşadığınız çağda olduğu gibi insan yok olur. Onun yerini insan kılığına girmiş cilalı
ve maskeli nesneler alır. Siyasal ve ekonomik krizlerin tamamının kendisinden neşet ettiği “adam krizi”
kronikleşir. Gerçeğin yerini yalan, hakikatin yerini imaj, değerin yerini fiyat, işlevin yerini simge, adaletin
yerini güvenlik sendromu, devletin yerini dev, milletin yerini canavarlaşmış bir oligarşi alır.
Peygamberlerin çağrısını diriltmekten başka çıkar yol yok. Tüm peygamberlerin çağrısı, insanın varoluş
amacını gerçekleştirme çağrısıydı. Bu çağrıya sırt dönmek, aslında insanın insanlığa yapacağı en büyük
zulüm ve küresel bir ahlaksızlıktı. Bu çağrının zirvesini teşkil eden Kur''an''ın çağrısı da buydu.
Ramazan, işte bu çağrının öznesi olan Kur''an''ın doğum ayıdır. Bu doğumun oruçla kutlanması, aslında
vahyin çağrısının ruhuyla mükemmel bir uyum arz eder. Çünkü oruç, insanın insan tarafını geliştirmek
için hayvan tarafına “dur” demektir. İnsanın ruhunu zenginleştirip içgüdülerini dizginlemektir. Bu
14
amacın gerçekleşmesi, yeryüzünde varoluş amacına uygun bir hayatı inşa etmek için yaratılan insanın,
yani “usta”nın eğitilmesi demektir. Bunun için de, Ramazan hem oruç ibadetiyle bir nefis ve ruh
terbiyesine, hem de vahiyle bir tasavvur ve akıl terbiyesine dönüşmelidir. Ancak o zaman amacını
gerçekleştirmiş olur.
İbadetler
insan-Allah
ilişkisinde,
insanın Allah''a gönderdiği birer
mektuba benzerler. İçi boş bir zarfın
adresine ulaştığını düşünsek bile, bu,
muhatabı tarafından kâle alınacak bir
mesaj olmayacaktır. İşte içi boşaltılmış
ibadetler, böylesi içi boş bir zarfa
benzerler. Bu, en azından ciddiyetsizlik
olarak telakki edilecek, dahası, amacını
hiçbir zaman gerçekleştirmeyecektir.
Ramazanı,
Osmanlı''nın
kanında
mikropların gezdiği çöküş dönemlerinin
eseri olan “direkler-arası eğlencelerle”,
onun
modern
versiyonu
olan
“konserlerle” kutlamaya kalkmak,
Ramazana bir iyilik değil, onun ruhunu
öldürüp cesedinin üzerinde festival
yapmaktır.
Bu yukarıdaki anlayış, bireysel planda
Ramazanı varsıl şişmanların bir “diyet
ayı”, yoksul zayıflarınsa bir “beslenme
ayı” gibi algılamalarından daha vahim
bir algı biçimidir. Neden hep “Kur''an''ın
inşası” deyip durduğumuz anlaşılmıyor mu? Çünkü bu sorun, “Ben müslümanım” diyen ve
samimiyetlerinde zerrece kuşku olmayan insanların İslam''ını vahyin inşa etmemesinden kaynaklanıyor.
Ne olursunuz, hangi faaliyeti yapıyor olursanız olunuz, önce tasavvurunuzu, aklınızı ve kişiliğinizi vahyin
ellerine teslim ederek, kendinize bir istikamet açısı çizdiriniz. Vahyin elleriyle bir temel attırınız. Dine,
dünyaya, insana, eşyaya, Allah''ın “gör” dediği yerden bakmanız ancak buna bağlı... Müslümanlığınızın
Allah tarafından ciddiye alınması ancak buna bağlı... Ondan sonra mı? İster siyasetçi olunuz, ister
ekonomist... İster sanatçı olunuz, ister futbolcu... İster belediye başkanı olunuz, işter cumhurbaşkanı.
RAMAZAN İNSANLIĞIN ARINMA AYIDIR:
Ramazan insanlığa açılmış ilahi bir kredidir.Siz Ramazan''dan ne beklerseniz, onu elde edersiniz.
Ramazan''a “beslenme ayı” gözüyle bakanlar beslenirler. Ramazan''ın onlara getireceği sıcak pidedir,
güllaçtır, ekmektir, ettir. Böyle bakanlar, Ramazan''dan kilo almış olarak çıkarlar. Ramazan''a “diyet ayı”
gözüyle bakanlar diyet yaparlar. Ramazan''ın onlara getireceği daha hafif bir vücut, daha küçülmüş bir
bedendir.
15
Ramazan''a festival gözüyle
bakanlar, direklerarası eğlence
fasıllarında
olduğu
gibi
Ramazan''dan haz devşirirler.
Vur patlasın, çal oynasın
havalarında
karşıladıkları
Ramazan''dan geriye, haz ve
neşeleri
kalır.Ramazan''a
Kur''an vahyini bize armağan
eden ilahi bir kredi olarak
bakanlar ise, Ramazan''ı “derin
insan”ın
oluşturulmasında
bulunmaz bir fırsat bilirler.
Derin insan; yani yemekhane,
yatakhane,
abdesane
ve
işhane
arasında
hortum
olmaya razı olmayan insan. Fiyatı değil değeri olan insan...Yüreklerinin yıkılan yerlerini yapmak,
akıllarının tahrip olan yerlerini tamir etmek, iç dünyalarının su alan yerlerini tıkamak, bilinçlerinin
bozulan yerlerini onarmak, iradelerinin kaybolan kısmını kazanmak, şahsiyetlerinin eksilen yerlerini
tamamlamak için bir fırsat..tır Ramazan.
İnsan bu. Yani “nisyan”, yani “unutkan varlık”. Kendini unutur, sorumluluğunu unutur, konumunu
unutur, değerini ve haddini unutur. İslenir, paslanır, kirlenir, aşınır. Dolayısıyla insanın da yıllık bir
bakıma ihtiyacı vardır. Dahası, acıkan ruhlar doyurulmazsa, manevi ölümler başlar. İnsana midesinin
açlığını haber veren enzimlerdir. Mide boş kaldığını bu enzimler aracılığıyla beyne iletir. İnsan aç
olduğunu fark ederek yiyecek arayışına girer. Fakat insan, ruhun açlığından, midenin açlığı kadar kolay
haberdar olmaz. Çünkü ruhun enzimleri yoktur. Birçokları ruhlarının açlığından, manevi bir ölümle
burun buruna geldikleri halde dahi haberdar değildirler.
Kur''an''ın bir tabiri vardır: “Giydirilmiş kalaslar”. Nifak vs. gibi sebeplerle içi boşalmış, dışı içinden daha
değerli hale gelmiş, ağaçlar gibi içinden çürümüş insan tipleri için kullanır Kur''an bu tabiri. Elbisesi
kendisinden pahalı tipler, içini satıp dışına yedirmiş sözde insanlar onlar. İşte Ramazan, insanın içinin
boşalmasına karşı alınmış ilahi tedbirlerden sadece biridir. İnsanlara dış dünyalarını bir süreliğine iç
dünyalarının arkasına atmalarını telkin eder. Ruh bakımını, beden bakımından öne almalarını telkin
eder. Sosyal olarak Ramazan, insanın sahip olduklarının Allah tarafından ona sınav için emanet edilmiş
değerler olduğunu hatırlatır. Paylaşabilenler, bu sınavı verecek olanlardır.
Gönlünü Ramazan''a açanlar, elini ve kapısını da yoksula açar. İşte Ramazan, bütün bu boyutlarıyla,
insanlığa açılmış ilahi bir kredidir. Bu krediyi kimileri har vurup harman savururcasına hovardaca
harcayıp tüketir. Kimileri de alır ve onu katlayarak artan manevi bir sermaye haline getirir. Yoksullaşan
iç dünyasını onunla zenginleştirir. Kimlik ve kişiliğini geliştirir. Duruşunu kavileştirir. Duygu ve düşünce
katsayısını yükseltir. Müslümanlar, her Ramazan''ı toplumlarının yaralarını sarmak için bir seferberlik
zamanı bilmelidirler. Sadece aç ve açıkların yardımına değil, aynı zamanda din ve iman bakımından da
fakirleşmiş insanlarının yardımına koşmalıdırlar.
İnanç yoksullaşması, maddi yoksulluktan çok daha vahim sonuçlar üretir. Uluslararası kuruluşlardan
karşılıksız yardım alabilirsiniz. Fakat din ve iman fukaralığına duçar olmuşsanız, hangi uluslararası
16
kurumun kapısını vuracaksınız? İnanç yoksulluğunu ancak, iman, ahlâk ve erdem zenginliğiyle
yenebilirsiniz. İşte Ramazan, o zenginliğin kaynaklarından biridir. Tanrı oruçlarınızı kabul etsin ve
arınmamıza vesile kılsın…
ÖYLEYSE ORUÇ NE DEMEKTİR?
Oruç ne demektir? Şemseddin Şami, Kamus-ı Türkî''sinin “oruc” maddesinde şu malumatı verir: “Farsça
ruze''den gelir. Türklerin ''r'' ve ''le'' ile başlayan kelimeleri olmadığından, böylelerinin başına daima
kelimenin harekesiyle müteharrik bir hemze ilave etmeleriyle uruze ve badehu oruc olmuştur. (Rus''a
Urus, Ramazan''a Iramazan demeleri gibi)”
Oruç kelimesinin kökenine
ilişkin bu malumattan yola
çıkarak, eski Türkler''de
orucun olmadığını, bu
ibadetin İslamiyet yoluyla
önce Farslar''a sonra da
Türkler''e
geçtiğini
söyleyebiliriz. Oruç, Kur''an
lisanındaki
savm''ın
karşılığıdır. Savm, en büyük
Arap dil ansiklopedilerinin
verdiği bilgiye göre “terk ve
''direnç'' vurgusu taşıyan
sabır”
anlamlarına
gelmektedir. Savm''ın kök
anlamlarından yola çıkarak,
orucun ''tutmak'' ve ''bırakmak'' gibi birbirine zıt iki anlamı birden taşıyan bir ibadet olduğunu kolayca
anlayabiliriz. Orucun amacı da, bu anlamın insan hayatında aktif hale gelmesini sağlamaktır: ''tutmaya
değer olanları tutmak'' ve ''bırakılması gerekli ve yararlı olanları bırakmak''.Orucu emreden Kur''an
ayetinin, bu emrin gerekçesi olan şu hitapla bitmesi, yukarıdaki sonuçla bire bir örtüşmektedir:
“leallekum tettekûn: umulur ki sakınır/korunursunuz.”Sonuçta, yalnızca ''sakınanlar korunurlar''. Ancak
terk etmeyi bilenler direnebilirler. Kalıcı ve iyi birşeyler tutmak için, geçici ve kötü şeyleri bırakmak
şarttır. Bazen tutabileceğiniz şeylerin sayısı, bırakabileceğiniz şeylerle orantılıdır. Ya da, bu tesbitleri
şöyle de dile getirmek mümkündür: Terk etmeden elde etmeyi istemek, bedel ödemeden kazanmakla
aynı anlamı taşır. Tuttuğunuzun kendi amacını sizde gerçekleştirmesi, neleri bırakabileceğinize bağlıdır.
Korunmanız, sadece Allah bilinciyle sakınmalarınızın bir ödülü olacaktır. Şu soruyu, inandığınız
değerlerin ne kadar kalıcı ve hakiki olduğunu anlamak için kendi kendinize sormalısınız: Bin tane 28
Şubat süreci olsa, topu tek bir Ramazan''ın bu toplumda oluşturduğu manevi atmosferi dağıtmaya yeter
mi?
Kalıcı değerlerin yerine, yönetici seçkinlerin devlet imkânlarını da seferber ederek zorla ikame etmeye
çalıştığı sahte ve sentetik değerler uğruna, kaç kişi nesinden vazgeçer? Canından mı? Malından mı?
Yemesinden, içmesinden mi? Zevkinden, sefasından mı? İslami değerlerle “bin yıl da olsa mücadeleyi
sürdüreceğini” söyleyenlerin görmediği, ya da görmek istemediği yalın ve suratlarında tokat gibi
patlayan gerçek işte budur. Ve onlar, savaş açtıkları insanlığın değişmez değerlerini temsil eden hayat
nizamı İslam''ın, bugünlere binyıllardır küfrün ve şirkin, tuğyan ve isyanın, şeytan ve hempalarının her
17
tür ve cinsine rağmen geldiğini unutmuş görünüyorlar. Ramazan ilahi bir gündem. Tüm sahte
gündemlerin ortasına, karanlığın ortasına düşen bir ışık topu gibi düşüverdi. Yazık; bu ışık topunun
gönüllere nur, gözlere sürur, dizlere derman, yüreklere ferman olan ışığından kalplerinin gözleri kör,
kulakları sağır, ağızları dilsiz olanlar yine yararlanamayacaklar. En çok onlara acımak gerek.
Ramazan, ruhun beslenmesi için bedenin aç bırakıldığı aydır. 11 ayın yürekte bıraktığı kiri, isi, pası
temizlemek için yüreğin bakıma alınmasıdır. Yüreğinin çeperlerine tutunarak kendine doğru yücelmek
isteyenler için bulunmaz bir fırsattır Ramazan.
Umutların kuşlar gibi göç ettiği, geleceğin tüm
baharlarının gıyabında ölüme mahkum edildiği, gül
yüzlü yarin güzel kokusuna kurşunlar sıkıldığı, aksaçlı
sevdaların intihar eden yunuslar gibi kıyılara vurduğu,
ihanet kasırgalarının mamur yürekleri saçıp
savurduğu, güneşe karşı uluyanların terör estirdiği bir
zaman ve mekanda Ramazan sadece bir imkan değil
bin imkandır.
Ramazan''ı ''beslenme festivaline'' dönüştürmek, bu
imkanı hovardaca israf etmekten başka bir şey
değildir. Ramazan''ı festivale dönüştürenler orucu
diyete, ibadeti âdete dönüştürürler. İbadeti âdete
dönüştürenlerin kaçınılmaz olarak yaptıkları ikinci
yanlış ''âdeti ibadete'' dönüştürmektir.
Toplumsal çürüme ve sosyal çözülmeden rahatsız
olanlar, sorunun bir parçası olmaktan çıkıp çözümün
bir parçası olmak istiyorlarsa, tıpkı Hz. Peygamber''in yaptığı gibi, önce kendileriyle tanış olacakları, biliş
olacakları bir atmosfere hicret etmek durumundadırlar. İşte Ramazan, böyle bir hicret için bulunmaz
bir Hıra''dır.Kendi şahsiyetini yeniden yoğuracak ve doğuracak bir varlık sancısının gül yüzlü
meyvelerine, en güzel ebeliği ancak bir Ramazan yapabilir. Oruç tutmakla iş bitmemektedir, asıl
yapılması gereken orucun başını dik tutmaktır. Orucun başı, haram yiyerek beslenen haramzadelere ve
haramilere inat, bu ülkede helalin, hakkın, adaletin ısrarlı temsilcisi olmakla dik tutulur.
Çok mühim bir tesbitttir. Orucun başını dik tutmak, oruçla başını dik tutmak… Ramazan, ona
direnenlere inat yine bereketiyle, atıfetiyle, hidayetiyle, muhabbetiyle geldi.Herkes onda bir şey buldu.
O yoksulların sofrasında sıcak bir çorba, yetimlerin başını okşayan bir el oldu. Günah akan caddeleri
temizleyen bir rahmet sağanağı, mahzun gönülleri mesrur eden bir umut oldu. Günahkarların çalacağı
bir hak kapısı oldu. Müminler orucun eteğini Allah''a verilmiş bir sözü tutar gibi tuttular. Akabe''de,
sahabenin biat etmek için Sevgili Nebinin elini tutar gibi tuttular.
Allah''la misak tazelemenin bir fırsatı bildiler Ramazan''ı. Ramazan fırsatını ganimetlerin en tükenmezi
bildiler. Orucu sadece midelerine tutturmadılar. Gözleri, kulakları, elleri, ayakları, dilleri, dudakları,
gönülleri, akılları da oruç tuttu. Hz. Peygamber öyle haber vermişti: oruçta şeytanlar bağlanırdı. Oruçta
şeytanların nasıl bağlandığını gördüler. Görünen ve görünmeyen şeytanların... resmi ve resmi olmayan
şeytanların... Bireysel, kurumsal ve toplumsal şeytanların... Ramazan''ın mümini nasıl özgürleştirdiğini
gördüler. Oruçla sınanan iradenin bu sınavdan alnının akıyla çıkması halinde, nasıl bileği bükülmez
çelikten bir iradeye dönüşeceğini anladılar.
18
Yine anladılar bazılarının Ramazan''dan neden besmele görmüş şeytan gibi rahatsız olduklarını.
Fesleğen kokusu almış kara sinek
gibi neden oruçtan köşe bucak
kaçtıklarını. Oruçla insanlığın
aktığı iki yataktan temiz olanına
girdiler. Ait oldukları insanlık
kervanını
bir
kez
daha
hatırladılar. İnsanlığın değişmez
değerlerine mensup olmanın,
tarihi insanlıkla yaşıt olmanın
özgüvenini yaşadılar. Öyle ya;
Kur''an “Oruç sizden öncekilere
farz kılındığı gibi size de farz
kılındı” demiyor mu? Bu, oruç
insanlıkla yaşıt vahiy geleneğinin
değişmez bir düsturudur demeye
gelmiyor mu? Evet, geliyor. Onun
içindir ki oruçlu her mümin, ilk insandan bu güne kadar yürüyüşünü sürdüren iman kervanına katılmış
bir yolcudur. Oruç onun için bir emanettir. Tutun ki bir sancak, bir bayrak... Her mümin bu emanete
sadakat göstermek, onun başını dik tutmak zorundadır. Orucun başını dik tutmayanlar, orucu gereği
gibi tutmuş olmazlar. Orucu farz kılan Yüce Kapı, orucun Kur''an''ın doğum kutlaması olduğunu
söylüyor:“Ramazan öyle bir aydır ki, insanlık için bir rehber olan, yol göstericiliği ve hakkı batıldan ayırıcı
niteliğiyle hakikatin apaçık delillerini içinde taşıyan Kur''an bu ayda indirildi.”O halde oruç tutmak,
Kur''an''ı tutmak, onun talimatlarını tutmaktır. Dahası Kur''an''ı hayatın içinde, gündemin zirvesinde
tutmaktır.
Kur''an''ın savunduğu hayat tarzını tutmadan orucun başı nasıl dik tutulur? O Kur''an ki, Ramazan o indi
diye var. Müminlerin başının dik tutulmasına bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. Çünkü
birileri onların başını eğik görmek istiyor. Bunun için ensesine biniyor, itiyor ve kakıyor. İşte fırsat, işte
Ramazan. Orucun başını dik tutanlar! İnanın ki, oruç da sizin başınızı dik tutacaktır.
Orucun başı, bu ülkeyi gasıpların elinden alarak mustaz''aflara iade etme azminin orucun tamamlayıcı
bir boyutu olduğuna inandığımızda dik tutulur. Orucun başı, yüreğimizi paylaştığınız gibi, sofranızı ve
ekmeğinizi, yoksullarla, yetimlerle, evsiz, işsiz ve aşsızlarla paylaştığımızda dik tutulur. Her gün iftarda
ve sahurda yemeyi düşündüğümüz envai çeşit yiyeceğin bedelini iman ve özgürlük mücadelesi veren
gönül coğrafyamızın sakinlerine ayırıp, soframızda bir felaketzede standardına razı olmakla dik tutulur.
Orucun başı, yeryüzünün tüm açlarını, açıklarını, mazlumlarını, mağdurlarını yüreğimize alıp, onlara
donattığımız gönül soframızı iç geçirerek izlerken açlığımızı unuttuğumuz zaman dik tutulur. Siz orucun
başını dik tutarsanız, elbet oruç da sizin başınızı dik tutar. Orucun başını dik tutanların ve başını oruçla
dik tutanların Ramazan''ı bereketli olsun.
Değerli okuyucular ve değerli kardeşlerim… Böylece bir yazımızın da sonuna geldik. Hepinize hayırlı
oruçlar… Yaptığınız ve yapacağınız tüm ibadetleriniz ihlaslı ve Rabbil Alemin nezninde kabul ve makbul
olsun.Bizleri kendisine hakiki kul eylesin…. Amin…
Vesselamu menittebeal Huda… ZEKİ BAĞIRGAN
19