83. sayıya ulaşmak için tıklayın

Transkript

83. sayıya ulaşmak için tıklayın
Kurtuluş Partili Hukukçulardan bir hukuksal başarı daha:
Polise orantısız güç veren yasa iptal için Anayasa Mahkemesinde
Ş
anlı Gezi Direnişi’mizde polis
terörü sebebiyle 7 gencimiz
katledilmişti bildiğimiz gibi.
Polise böylesine pervasızca saldırma yetkisini bir yönüyle de 12 Eylül Faşizminin
zirvede olduğu dönemde, 1983 yılında
çıkarılan 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri
Yürüyüşleri Yasası vermekteydi. Kurtuluş Partili Hukukçular, Türkiye’nin dört
bir tarafında Gezi eylemleri sebebiyle
başlatılan yargılamalarda, bu yasanın antidemokratik maddelerinin Anayasa’ya
aykırılığını ileri sürmekteydiler. Ancak
bu yasayı Anayasa Mahkemesine göndermeyi kabul edecek bir mahkeme henüz çıkmamıştı.
Nihayet Marmaris Asliye Ceza Mahkemesinin demokrat ve cesur hakimi,
Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasasının Anayasaya Aykırı olduğunu ileri
sürdüğümüz 23, 6, 7, 10, 20, 22/1’inci
maddelerinin İptal Edilmesi Talebiyle
Anayasa Mahkemesine Gönderilmesine Karar Verdi.
Anılan maddeler; gösteri/yürüyüş
hakkının bildirimsiz olmasını, idarece
belirlenen güzergâh dışında yapılmasını, hava karardıktan sonra yapılmasını,
genel yollar ile parklarda, kamu hizmeti görülen bina ve tesislerde, TBMM’ye
bir kilometre uzaklıktaki alan içinde ve
şehirlerarası karayollarında yapılmasını
Kanuna Aykırı Eylem olarak addediyordu. Oysa Anayasanın 34’üncü Maddesinde 2001 yılında yapılan değişiklik
ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, yukarıda sayılan hallerde dahi yapılan gösteri barışçıl ise bunun mümkün
olması gerektiğine delalet ediyor. Ancak
sokakta polis şiddeti 2911 sayılı kanunun
Anayasaya aykırı maddeleri sayesinde
uygulanıyordu. İşte buna dur demek için
Kurtuluş Partili Avukatların verdiği hukuk mücadelesi sonuç verdi.
Anayasa Mahkemesi’nin anılan maddeleri iptal etmesi durumunda halkımıza
bir moral gelecektir. Zira asıl güç, milyonlarla sokağa taşacak olan Halktadır.
Gezi’de bir kez oldu, darısı ikincisine…
15.12.2014
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
HKP
Abdurrahman
Dilipak’ın İtiraflarını
Yargıya Taşıdı
Yıl: 9 Sayı: 83 10 Ocak 2015
Siyasi Gazete
www.kurtulusyolu.org
Halkın Kurtuluş Partisi’nin 2015 Genel Seçimleri Açılış Bildirgesi
Zincirleri kıra kıra geliyoruz!
H
alkın Kurtuluş Partisi olarak, 2015
seçimlerinde tüm Türkiye’de, 81 ilde
550 milletvekili adayımızla seçim
meydanına çıkıyoruz. Tabiî bu bizim açımızdan
seçim filan olmayacak.
Çünkü biliyoruz, burjuva-bezirgân partileriyle
kıyaslanamayacak ölçüde eşitsiz koşullarda yarışacağız. Onların sahip olduğu propaganda imkân
ve araçlarının milyarda biri bile bizde yok.
Onların arkasında çıkarlarını savundukları
ABD ve AB (AB-D) Emperyalistleri var, yerli
Antika ve Modern Parababaları var.
Onların satılmış medyası var, örgütleri var, tarikatları var, cemaatleri var, halkı Allah’la aldatan
sahte din adamları var… Var oğlu var...
Bizlerinse, halkın gerçek temsilcisi olan bir
avuç fedainin ise yüreğindeki inançtan, kafasındaki bilinçten başka hiçbir şeyimiz yok.
Halkımızsa örgütsüz, darmadağınık… Bilinçsiz... Karanlıklar içinde bırakılmış… O sebeple
dostla düşmanı ayırabilecek kavrayışta değil.
Ama tabiî şimdilik…
Biz inançlı ve kararlıyız. Halkımız da uyanacak ve anlayacak bizi. Mutlaka anlayacak… Vatanseverliğimizi, halkseverliğimizi, insanseverli-
Elektrikte Vurgun (2)
ğimizi, hayvanseverliğimizi, doğaseverliğimizi,
fedakârlığımızı, dürüstlüğümüzü, mertliğimizi,
yiğitliğimizi görecek ve takdir edecek. Bizim ger-
Milli İrade(!)
3’te
4’te
İş cinayetlerini protesto eden
HKP’lilere ceza soruşturması
H
KP İzmir İl Örgütümüz, 3 Aralık 2014
günü Soma’da, Ermenek’te, Torunlar İnşaat’ta,
Bartın’da iş cinayetlerinde
katledilen işçi kardeşlerimizi
anmak ve katliamları protesto etmek için Karşıyaka’da
bir eylem gerçekleştirmişti.
Karşıyaka İZBAN önünde
toplanıp Çarşı boyunca yapılan bir yürüyüşle gelinen
İş Bankası önünde, İl Sekreterimiz Levent Çelik tarafından yazılı basın açıklaması
metni okunduktan sonra İl
Başkanımız Tacettin Ço-
lak’ta sözlü olarak cinayetleri ve sorumlularını protesto
eden bir konuşma yapmıştı.
Eylemimiz, Karşıya Halkı tarafından ilgiyle izlenmiş
ve alkışlanmıştı. Hatta yürüyüş boyunca kortejimize katılarak eylemimize katılanlar da olmuştu. Halkımızın
eylemimize gösterdiği ilgi
“iyi saatte olsunlar”ı rahatsız etmiş anlaşılan, hemen İl
Başkanımız ve Sekreterimiz
hakkında soruşturma başlatmışlar.
15’te
5’te
Partisi olarak itiraz etmiş,
itirazımızda; “Yolsuzluk ve
rüşvet suçlamalarındaki
maddi hakikatin araştırılabilirliği ortadadır. Doğrudan AKP önde gelenlerini ve onların yakınlarını
sorumluluk dışı bırakan,
diğer neviden suçluları
ve olayları araştıracak bu
‘ikili hukuk’ kabul edilemez” ifadelerine yer vermiştik.
Ancak yaptığımız bu itirazımız da reddedildi.
15’te
“Çözüm Süreci” ve
Ordu Üzerine
16’da
Başyazı
Deniz Baykal denen bu hainden,
ahlâk fukarasından hesap soracak
bir tek CHP’li de mi yok yahu!
B
H
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Yine At İzini İt İzine
Karıştırıyorlar
5’te
HKP, 17 Aralık Hırsızlığına
Takipsizlik Kararını
Anayasa Mahkemesine Taşıdı
er ne kadar Tayyipgiller ile Pensilvanyalı İblis arasındaki
paylaşım savaşının sonucu
olsa da yüzyılın soygunu
olarak adlandırılabilecek,
memleketin soyup soğana
çevrildiği; Tayyipgiller iktidarının birçok pisliğinin
ortaya döküldüğü 17 Aralık
Operasyonu ile ilgili açılan
soruşturma hakkında savcılıkça “Kovuşturmaya Yer
Olmadığına” karar verilmişti bildiğimiz gibi.
Verilen takipsizlik kararına Halkın Kurtuluş
İşte bu düşüncelerle Seçim Ortamına girdik.
Kolay olmadı… Seçimlere katılabilme hakkımızı söke söke aldık.
Resmi gayri resmi, sağlı sollu bütün ambargolara rağmen…
Geliyoruz!
Zincirleri kıra kıra geliyoruz!
Tam bağımsız Türkiye için,
Halkımız için hayatı cehenneme çeviren işsizliği, pahalılığı ortadan kaldırmak için geliyoruz,
Yeni Sevrci kuşatmaya, Ortaçağcı gericiliğe
karşı İkinci Kurtuluş Savaşı Bayrağını daha
daha yukarılarda dalgalandırmaya geleceğiz!
Dürüstlükler Hareketi, Yiğitlikler Hareketi,
Fedakârlıklar Hareketi, Emekçi Halk Hareketi
olarak geleceğiz!
Yerli-yabancı büyük Parababalarının yani
(AB-D) emperyalistler cephesinin ve yerli uşaklarının zulmünden, yolsuzluklarından, hırsızlıklarından, soygunlarından hesap sormaya geleceğiz!
“Vatan aşkını söylemekten korkar hale
gelmektense ölmek yeğdir” diyenlerin partisi
olarak, “onur yaşamdan üstündür” diyenlerin
partisi olarak Şanlı GEZİ İSYANIMIZI Halkın
Kurtuluşuyla taçlandırmaya geleceğiz!
5 Kasım 2014
çek temsilcimiz bunlarmış diyecek. Meğer bunlar
bizi ne çok severmiş diyecek. O günler de gelecek… Sabırlıyız, inançlıyız, kararlıyız…
Watson
Nobel Madalyasını
neden sattı?
13’te
1 TL
unun ihanetleri, sadece son günlerde konuşulan, Abdurrahim
Karslı’nın dile getirdiği ahlâksız
anlaşmadan ibaret değildir.
Bu kişi, siyasi hayatının
tümü boyunca
Amerika’yla
arayı hep sıcak
tutmuştur. Avrupa Birliği ile
de tabiî. Yani
emperyalist
haydutlarla dost
hayatı yaşamıştır. İşte bu anlayışından dolayı
da Abdurrahim
Karslı’nın son
günlerde bir kez
daha ayrıntılarıyla ve kanıtlarıyla birlikte
açık ettiği ihaneti işlemekte hiç duraksamamıştır. Bu yaptığı sıradan bir yanlış ya
da zaaf ve ondan kaynaklanan bir ihanet
değildir.
Ne deniyor burada?
İsrail’in önünü açacaksınız, güvenliğini artıracaksınız. İslamın yeniden yo-
rumlanmasında yani CIA İslamının-Amerikan İslamının oluşturulmasında bize
yardımcı olacaksınız, bizimle işbirliği
yapacaksınız. Ve de BOP Haritasının
daha doğrusu
CIA’nın hazırladığı BOP Planının Ortadoğu’da uygulanmasında, daha
açıkçası sınırların yeniden
çizilmesinde ve
Türkiye’nin de
Sevr Haritasına
göre yeniden
belirlenmesinde bize yardımcı olacaksınız.
Şimdi olayı
kaynağından aktaralım, işin aslını görelim:
“AK PARTİ BİR PROJE PARTİSİDİR”
“Abdurrahim Karslı: Yok yineleyeyim. Bir grup gazeteci arkadaş, bizim de
8’de
2
Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015
Halkın Kurtuluş Partisi’nden
Maraş Katliamı
İnsanlık Suçudur, İnsanlığa
Karşı İşlenen Suçlar
Unutulmaz! Affedilemez!
B
undan 36 yıl önce 24 Aralık 1978
tarihinde, insanlık tarihinin en
korkunç katliamlarından biri yaşandı. Ortaçağcı gericiler, Kontrgerilla’nın suç örgütü MHP, Kontrgerilla ve
CIA tarafından planlı bir şekilde yaşama
geçirilen Maraş Katliamı. Bu katliamda
hamile kadınlar, genç-yaşlı, çoluk-çocuk
demeden yediden yetmişe 150’ye yakın
insanımız hunharca katledildi. İşte onun
içindir ki bu bir insanlık suçudur ve insanlığa karşı işlenen suçlar ne affedilir, ne
de unutulur.
Bundan 36 yıl önce Maraş’ta yaşanan
katliamı gerçekleştirenlerle, Tayyipgiller
arasındaki tek fark, aradan geçen 36 yıldır.
Bundan 36 yıl önce “komünistler camiyi bombaladı” yalanını ortaya atıp, bu
insanlık dışı katliamı gerçekleştirenlerle,
bugün büyük Gezi Halk İsyanı’nda “camide içki içtiler, türbanlı bacılarımızı
taciz ettiler” yalanını söyleyen Tayyipgiller arasında, aradan geçen 36 yıl hariç,
hiçbir fark yoktur.
Bugün Suriye’de ve Irak’ta AB-D
korkuları da o kadar büyük. Maraş Katliamı’nı da halkın yükselen devrimci mücadelesinden korktukları için CIA-MHP
işbirliğiyle tezgâhladılar. Böyle bir vahşetin altına imza attılar.
Hep dediğimiz gibi, bu kan emicilerin
siyasi genetik şifreleri, insanlığın çektiği
acılar, yokluklar üzerine kurulu. Onların
siyasi genetik şifreleri, Dehak’lar, Muaviye’ler, Yezid’ler, Hitler’ler, Mussoloni’ler, Obama’lar tarafından oluşturuldu.
Bizim siyasi genetik şifremiz, insan
sevgisi üzerine kurulu. Bizim siyasi genetik şifremiz, Hacı Bektaş’lar, Spartaküs’ler, Kawa’lar, Şeyh Bedrettin’ler,
Pir Sultan’lar, Hallacı Mansur’lar, Nesimi’ler, Hikmet Kıvılcımlı’lar, Deniz
Gezmişler, Mahir Çayanlar tarafından
oluşturuldu.
O yüzden biz kazanmak zorundayız.
İnsanlık tarihi kanıtlamıştır ki, Örgütlü
Halklar Yenilmez!
Zafer her zaman, insanlığın kurtuluşu
için mücadele edenlerin olmuştur. İnsanlığın kurtuluşu için kendilerini feda eden
devrimciler de, hep insanlığın gönlünde,
Maraş Katliamı 36’ncı yılında
İzmir’de bir kez daha lanetlendi
Kurtuluş Yolu/İzmir
24 Aralık 1978’de Ortaçağcı gericiler, Kontrgerilla’nın suç örgütü
MHP, Kontrgerilla ve CIA tarafından planlı bir şekilde yaşama geçirilen;
hamile kadınların, genç-yaşlı, çoluk-çocuk demeden yediden yetmişe
150’ye yakın insanımızın hunharca katledildiği Maraş Katliamı 36’ncı
yılında HKP İzmir İl Örgütü tarafından İzmir Karşıyaka’da bir kez daha
lanetlendi.
24 Aralık Çarşamba günü saat 18.30’da Karşıyaka İZBAN önünde
toplanarak çarşı boyunca yürüyüş yapıldı. “Maraş’ın Katili Kontrgerilla”,
Maraş’ı Unutma Unutturma”, “Kahrolsun MİT-CİA-Kontrgerilla”,
“Şeriat Ortaçağdır”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Katiller Halka
Hesap Verecek” sloganları eşliğinde yapılan yürüyüş Çarşı girişinde son
buldu.
Burada HKP İzmir İl Başkanı Av. Tacettin Çolak bir basın açıklaması
gerçekleştirdi.
Çolak açıklamasında, 36 yıl önce “komünistler camiyi bombaladı”
yalanını ortaya atıp, bu insanlık dışı katliamı gerçekleştirenlerle, bugün
büyük Gezi Halk İsyanı’nda “camide içki içtiler, türbanlı bacılarımızı taciz
ettiler” yalanını söyleyen Tayyipgiller arasında, aradan geçen 36 yıl hariç,
hiçbir fark olmadığını belirtti.
Açıklamanın ardından eylem sloganlarla sonlandırıldı.
Emperyalistlerinin tetikçiliğini yapan
alçaklardan derleşik ÖSO ve IŞİD adlı
katiller sürüsü benzer katliamı Alevilere,
Türkmenlere, Ezidilere ve Kürtlere karşı
uygulamaktadırlar. Ve ne yazık ki bunlar
bizim ödediğimiz vergilerle silahlandırılmaktadırlar. Bu alçaklar ordusunu da
Tayyipgiller beslemekte ve desteklemektedir. Ve bugün bu alçaklar ordusu tarafından yapılan akıl almaz katliamların
Maraş Katliamı’ndan hiçbir farkı yoktur.
Çünkü bunların zihniyeti aynıdır. Yıllardır söylediğimiz gibi bunlar CIA Müslümanıdır. Tıpkı Taliban gibi, CIA tarafından eğitilmiş ve silahlandırılmıştır.
Ve yine halkımızın destansı Büyük
Gezi Halk İsyanı’nda gençlerimizi katleden, yüzlercesinde onulmaz yaralar
bırakan da aynı zihniyettir. Haklarımızın
Ortaçağcı gericiliğe karşı haklı ve meşru
isyanı bunların yüreğine korku salmıştı
ve o korkuları hâlâ devam ediyor. Onun
içindir ki Tayyipgiller gittikleri her yere
binlerce korumayla önlem alıyor. Bunların yaptığı ihanetler o kadar büyük ki,
bilincinde yaşamaya devam etmektedirler.
Kaybedenler ve kaybedecek olanlar
da insanlığa çektirdikleri acılarla beslenen sömürgenlerdir. Onlar yok olmaya
mahkûmdur. Bugün için bu sömürgenler
AB-D Emperyalistleri ve yerli ortaklarıdır. İnsanlık eninde sonunda bu kan emici
keneleri ortadan kaldıracaktır.
Yeni Maraş’lar, Sivas’lar yaşamak
istemiyorsak; bu topraklarda, tıpkı Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızda olduğu
gibi, Büyük Gezi Halk İsyanı’mızdan aldığımız güçle, halkımızla, onun bir parçası olan Bilim İnsanlarımızla, Aydınlarımızla, Ordu Gençliği’mizle ve bin yıldan
beri birlikte yaşadığımız Kürt Kardeşlerimizle omuz omuza vererek, AB-D uşağı
hainler cephesini yenilgiye uğratmak zorundayız. 24.12.2014
HKP
Genel Merkezi
Hırsızlığın, vurgunun zamanaşımı yoktur
Eninde sonunda Halk önünde
hesap vereceksiniz!
B
ir yıl önce Cumhuriyet tarihinin
en büyük hırsızlık ve yolsuzluğu
ortaya çıktı.
Türkiye’yi 12 yıldan bu yana birlikte
yöneten Tayyipgiller hükümeti ve cemaatin
ittifakı, “paylaşım” kavgası nedeniyle
bozuldu. Memleketi ve devleti paylaşımda
anlaşamayan iki gücün savaşı sırasında;
ihanetler, vurgunlar, hırsızlıklar bir bir
ortaya döküldü.
17 Aralık 2013 sabahı Cumhuriyet
Savcısı Celal Kara ve Mehmet Yüzgeç’in
talimatıyla, birçok kişinin gözaltına
alındığı büyük bir operasyon başlatıldı.
Gözaltına alınan kişilere, “rüşvet,
görevi kötüye kullanma, ihaleye fesat
karıştırma ve kaçakçılık” gibi suçlamaların
yöneltildiği
operasyonu
İstanbul
Cumhuriyet Başsavcı vekili Zekeriya Öz
koordine ediyordu.
O dönemdeki İçişleri Bakanı Muammer
Güler’in oğlu Barış Güler, Ekonomi
Bakanı Zafer Çağlaya’’ın oğlu Salih Kaan
Çağlayan, Çevre ve Şehircilik Bakanı
Erdoğan Bayraktar’ın oğlu Abdullah
Oğuz Bayraktar, Halkbank Genel
Müdürü Süleyman Aslan, işadamları Ali
Ağaoğlu, Rıza Sarraf ve Fatih Belediye
Başkanı Mustafa Demir’in de aralarında
yer aldığı 89 kişi gözaltına alındı.
25 Aralık’ta bu kez başka bir operasyon
başladı.
kasaları… Tape’lerle kesince kanıtlanan
vurgunlar, hırsızlıklar, rüşvetler, 700 bin
TL’lik saat, Reza’nın önüne yatmalar ve
sıfırlanan milyon dolarlar…
Operasyonda ortaya çıkan telefon
görüşmeleri ve belgeler, Erdoğan ve
ailesinin çeşitli vakıflar aracılığıyla çıkar
ortaya serilen yüz milyarlarca dolarlık
hırsızlıkların belgeleri, dosyalar hasıraltı
edildi.
Parti olarak ilk günden bu yana
yaptığımız suç duyurularına karşı
takipsizlik kararları verildi. Dün de 17
Aralık’a yönelik takipsizlik kararına
sağladığını, trilyonlarca liralık vurgunlarda
Tayyip’in doğrudan talimatlarının bitirici
rol oynadığını gözler önüne serdi.
İktidarları boyunca durup dinlenmeden
kamu malı aşırırmışlar, faiz yemişler,
hırsızlık vurgun talan yapmışlar.
12 yıldan bu yana Türkiye’de
çaldıkları kamu mallarının tutarının 2
trilyon dolara vardığı hesap edilmektedir.
yapılan itirazlar yine Başsavcılık tarafından
reddedildi.
Tayyip’in
kendilerini
savunmak
maksadıyla yargıda, poliste ve idarede
yaptığı kanunsuzluklar, hukuksuzluklar
o biçimcil, içi boş ve sahte demokrasinin
biçimini bile ortadan kaldırmıştır.
Başta RTE olmak üzere bakanlarının
ve milletvekillerinin bir saat bile
yerlerinde kalmalarının hiçbir meşruiyeti
kalmamıştır artık. Başbakanlık, bakanlık,
milletvekilliği, cumhurbaşkanlığı gibi
sıfatları da tümden yok olmuştur.
14 Aralık’ta Tayyipgiller, cemaate karşı
yeni bir hamle başlatarak yayın organlarına
operasyon
düzenledi.
Tayyipgiller
kendince onların “inlerine giriyor.”
Ergenekon Operasyonlarında olduğu gibi
bu operasyonun da başsavcısı RTE’dir.
Kendi hırsızlıklarının, vurgunlarının on
milyarlarca dolarlık kamu malını yiyip
yutmalarının tüm kanıtlarının ortaya
döküldüğü 17 ve 25 Aralık’tan intikam
alıyor. Tayyipgiller’in, bu son saldırısı
bu paylaşım savaşının bir çarpışması, bir
parçasıdır.
Bu iki örgüt arasındaki savaşın galibinin
kim olacağına karar verecek olan elbette
ki her ikisinin de efendisi ve yapımcısı
olan ABD Emperyalistleridir. Bu savaşın
kendi çıkarlarına en uygun gelecek şekilde
yürütülmesi ve sonlandırılması onların
elindedir.
İkisinden birinin tarafını tutmayacağız.
Çünkü ülkemizde burjuva demokrasisi
kırıntısı bile bırakmayan; Ortaçağ batağına
saplayan, çalıp çırptıkça halkımızı İşçi
Sınıfımıza ölüm, açlık, yoksulluk getiren
bu iki güçtür.
Çünkü bunların her ikisi de o kanlı
soygunun, o hırsızlığın failidir. Bunların
birini diğerine karşı desteklemek açıkça
hırsızla aynılaşmak anlamına gelir.
Bu nedenle ikisine karşı mücadelemizi
tavizsiz sürdüreceğiz. Ve sonunda mutlaka
başaracağız. Halk düşmanı, gerici,
vurguncu bu hırsızlar halk önünde mutlaka
hesap vereceklerdir. 17.12.2014
HKP’den 17 Aralık protestosu
HKP İstanbul İl Örgütü,
Cumhuriyet tarihinin en
büyük hırsızlık ve yolsuzluğunu protesto etti. 17
Aralık’ın yıldönümünde alanlara çıkan Kurtuluş Partililer İstanbul’da da Galatasaray
Lisesi önünde saat 20.00’da
bir eylem yaptı. “Hırsız
Var”, “Hırsız, Vurguncu,
Din Tüccarı AKP”, “Gün
Gelecek Devran Dönecek
Hırsızlar Halka Hesap
Verecek” sloganları ile
başlayan eylemde HKP İstanbul İl Başkanı Av. Pınar Akbina basın açıklamasını yaptı. Akbina, Tayyipgiller’in unutturma çabalarına karşı Sürecin takipçisi olacaklarını mücadeleyi
tavizsiz sürdüreceklerini söyledi.
Savcı Muammer Akkaş tarafından
yürütülen soruşturmada 96 kişiye yöneltilen
suçlamalar arasında “suç işlemek amacıyla
örgüt kurmak ve yönetmek, ihaleye fesat
karıştırmak ve rüşvet” bulunuyordu.
Savcı Akkaş, birçok iş adamının da
aralarında bulunduğu 41 kişilik gözaltı
listesi hazırladı, mahkemeden bazı iş
adamlarının malvarlığına el koyma kararı
çıkarttı.
Akkaş, Başbakan Erdoğan’ın oğlu Bilal
Erdoğan için de şüpheli sıfatıyla ifadeye
çağrı evrakı hazırladı. Ancak Emniyet,
Savcının talimatlarını yerine getirmedi.
Tayyipgiller ve avanesi suçüstü
yakalanmıştı; ayakkabı kutularında milyon
dolarlar, para sayma makineleri, para
Söz konusu olan bir siyasi parti değil
“çıkar amaçlı suç örgütü”ydü. Tayyip
daha kendisi iktidara gelmeden İstanbul
Belediye Başkanlığı döneminde çalmaya
başlamıştı. Kalpazanlıktan, ihaleye fesat
karıştırmaktan, zimmetten, rüşvetten
hakkında yedi tane dava açılmıştı. Hepsi
de yüz kızartıcı suçlardan…
Tutuklamaların,
gözaltıların
ve
soruşturmaların sonucu ne oldu?
Hiçbir şey!
Bu ülkede zaten vurguncu halk
düşmanlarına karşı işleyen bir ceza sistemi
yoktu. Ama faşizm dönemlerinde bile
rastlanmayan bir hukuksuzluk ortaya çıktı;
17-25 Aralık geriz patlaması sonrasında iş
artık iyice şirazesinden çıktı. Kabak gibi
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Selam Olsun Bizden Önce Geçene!
Selam Olsun Savaşırken Düşene!
Şükrü Bulut
1952-6 Ocak 1976
Ali Bayık
1952-Ocak 1980
Semiha Kıvılcım
Güldemir
1987-17 Ocak 2003
Necla Kıran
1962-20 Ocak 2006
Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Değer Yıldız
ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli
internet: www.kurtulusyolu.org
Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. Otohan No: Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah.
e-posta: [email protected]
43/514 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95 Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 facebook:www.facebook.com/halkinkurtulusyolu
twitter: www.twitter.com/KurtulusYoluGz
3
Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015
Elektrikte vurgun… (II)
Özelleştirmenin amacı olarak kamuoyuna pompalanan ucuzluk, verimlilik, süreklilik vb.lerinin tamamen yalan ve özelleştirmeyi meşrulaştırmak için halkı kandırmaya, aldatmaya yönelik açıklamalar olduğu ortaya çıkmıştır. Ne ucuzluk sağlanmış
(aksine her kalemde pahalanmış), ne verimlilik sağlanmış, ne kalite sağlanmıştır.
İş güvencesi tamamen ortadan kalkmıştır.
G
eçen sayımızda “elektrik üretim ve
dağıtımının özelleştirilmesinin ve
yerli Parababalarına peşkeş çekilmesinin üzüntü verici hikâyesini anlatacağız” demiş ve bu konuyu işlemiştik.
Bu sayımızda da elektrikte özelleştirmenin sonuçlarını ve yeni yılda (2015’te)
bütün elektrik kullanıcıları için başlayacağı
söylenen perakende satış konusunu inceleyeceğiz. Daha doğrusu özelleştirmenin
ardından gelen perakende satışla nasıl yeni
vurgun alanları yaratılacağını, yerli-yabancı Parababalarına nasıl yeni kârlar aktarılacağını göreceğiz.
Önce bir halk düşmanının
portresi
Şimdi size bir eski bürokratı tanıtacağız. Elektrik Piyasası Düzenleme Kurulu
(EPDK) Kurucu Başkanı Yusuf Günay’ı.
Biz okuduğumuzda gerçekten çarpıldık;
bir insan nasıl bu hale gelebilir, nasıl bu
kadar halk ve vatan düşmanı olabilir? diye!
Çok düşündük. Ancak bulamadık bunun
nedenini. Yani bir insanın bu kadar aşağılaşmasını anlayamadık. Bizim yetiştirilmemiz, eğitimimiz, yaşama bakışımız,
bilincimiz böyle bir şeyi kabul etmemize
olanak vermedi. Para, makam, koltuk, ün,
şan, şöhret… bunların hepsi tamam da bütün bunlar bu kadar halk ve vatan düşmanı
olmanızı sağlar mı? Sağlamalı mı?..
Duygularımızı bir yana bırakalım ve
okuyalım Yusuf Günay’ı. Ekonomist Dergisi’nin 3-9 Ağustos 2014 tarihli sayısından aktaracağız söylediklerini. Bakın halk
ve vatan düşmanlığını, özel sektör yandaşlığını nasıl sergiliyor:
“Fiyat politikası oturmadı
“Piyasada fiyatlar rekabet ortamının
gerektirdiği şekilde belirlenmiyor. Bu
nedenle kısa vadede sağlam bir piyasa
oluşması zor. Türkiye, AB ülkelerine göre
meskende ucuz, sanayide pahalı elektrik
kullandırıyor. Bu durum bile piyasadaki çarpıklığı gösteriyor. Oysa daha çok
tüketen tüketicinin daha az maliyetle
elektriğe ulaşması gerekiyor. Bu elektrik
piyasasındaki tercihlerin doğurduğu bir
sonuç. Kamunun sektördeki ağırlığı nedeniyle fiyatlar serbest piyasa mantığı ile
oluşmuyor. Elbette bunun nedeni politik
tercihler. Yani mesken sahiplerinin de
sanayicilerin de birer oyu var. Ancak bu
tarz bir yaklaşım sektörün serbest rekabet ortamında sağlam bir piyasa haline
gelmesini engelliyor. Perakende piyasasına kısa sürede 150’den fazla firmanın
girmesi doğal. Sonuçta Türkiye büyük
bir Pazar, bu ilgi normal. Ancak üretim
özelleştirmelerinin
tamamlanmaması
ve EPDK’nin rekabet koşullarına göre
fiyat belirlememesi halinde kısa vadede
birçok şirket sektörden çıkacak ya da
kapanacaktır.”
“Türkiye, AB ülkelerine göre meskende ucuz, sanayide pahalı elektrik kullandırıyor”muş, “Bu durum bile piyasadaki
çarpıklığı gösteriyor”muş, “Oysa daha çok
tüketen tüketicinin daha az maliyetle elektriğe ulaşması gerekiyor”muş…
Ne olması gerekiyormuş ona göre?
Meskende (evde, konutta) pahalı, sanayide ucuz elektrik kullandırmalıymış devlet. Çünkü sanayici çok tüketiyormuş…
Ucuz elektrik onun hakkıymış.
Sanayici üretim yapıyor, satıyor kâr
elde ediyor, para kazanıyor. Hem de öyle
böyle değil. Çok kâr ediyor.
Ya halkımız?
O, işçiyse 891 TL’lik Asgari Ücrete,
kamu çalışanıysa yüzde 3’lük zamlara,
köylüyse yok pahasına satılan ürününün, ettiği masrafı karşılamayan gelirine
mahkûm.
Varsın olsun! O az tüketiyor, daha çok
tüketseydi…
Zaten de kabahat devlette. “Kamunun
sektördeki ağırlığı nedeniyle” oluyor bu
durum.
O zaman?..
Özelleştir gitsin! Sat gitsin! Parababaları kârlarına kâr katsın, halk ne olursa
olsun… Canı çıkısın… Daha çok fakirleşsin…
Ah demokrasi!.. Senden oluyormuş bütün bunlar.
Niye mi?
“(…) mesken sahiplerinin de sanayicilerin de birer oyu var.”mış. Ah o olmasaymış da görsünlermiş günlerini mesken
sahipleri… Bir zamanların, Antik Çağın
Atinası’nda da olduğu gibi olmalıymış.
Sadece Asiller (günümüzdeyse “daha çok
elektrik tüketen sanayiciler”, patronlar,
Parababaları) oy kullanmalıymış. Neymiş
öyle sanayicilerle mesken sahiplerinin birer oyunun olması. Eşit oylarının olması.
Hiç eşitlik olur muymuş…
Olursa?
“(…) üretim özelleştirmelerinin tamamlanmaması ve EPDK’nin rekabet koşullarına göre fiyat belirlememesi halinde”
ise “birçok şirket sektörden çıkacak ya da
kapanacak”mış ne yazık ki. Oysa “Türkiye
büyük bir Pazar”mış. Ne olurmuş “birçok
şirket” pazardan bu büyük payı alsalarmış…
Bütün bunları söyleyen ve 2001’de
başladığı EPDK başkanlığından 2007’de
görev süresi dolduğu için ayrılan Y. Günay’ın, EPDK Kanunu gereği 2 sene boyunca enerjiyle ilgili bir yerde çalışması
yasaktı. Ancak bu yasak, “danışmanlık”
adı altında delindi ve Y. Günay çalışmaya
başladı. Kimin şirketinde, hangi şirkette
derseniz, o da Y. Günay’in halk düşmanı,
Parababası uşaklığından ibaret olan kişiliğini tamamlayan bir bilgi olarak karşımıza çıkıyor. Bunu da “Patronlar Dünyası”
adlı dergi yazıyor:
“Türkiye’de rüzgâr enerjisinin mimarlarından olan Günay, Ağaoğlu’na
Danışman olma haberini ilk kez Patronlar Dünyası’na açıkladı.
“Ali Ağaoğlu, Günay için, “Rüzgâr
işinde büyümek istiyoruz. Bu işi en iyi
bileni getirdik” dedi.
“Günay da, Ağaoğlu’nda şimdilik
danışmanlık yaptığını, yasak süresi bitince kurumda görev alacağını söyledi.”
( http://www.patronlardunyasi.com/haber/
Yusuf-Gunay-simdi-nerede/58946)
Pekiştirelim: nerede çalışacakmış Y.
Günay?
Ali Ağaoğlu’nun enerji şirketinde!
Yani iki halk düşmanı birbirini bulmuş
böylece.
A. Ağaoğlu’nu tanıtmaya gerek var
mı?..
Biz onu en çok, bundan 7-8 yıl önceki
bir röportajında, 1970’li yıllarda deniz kumuyla yaptığı çürük inşaatlar konusunda
işçileri suçlamasıyla tanıyoruz.
İşte bu ve bunlar gibi “insanlar”, ülkemizin enerji vb. politikalarını belirliyorlar.
Y. Günay konusunu çok uzattık bir iki
bilgiyle daha bitirelim…
Y. Günay’ı bu göreve, EDPK başkanlığına, kim öneriyor, kim getiriyor?
Hüsamettin Özkan öneriyor DSP-ANAP-MHP hükümeti atıyor!
Hani Ecevit’i sırtından bıçaklayan Brütüs.
Hani “15 günde 15 yasa” emriyle Türkiye’ye gelen ve Bakan olan Kemal Derviş
döneminde…
Ona, Y. Günay’a, sorarsanız K. Derviş’le göreve gelmesinin ilgisi yok. O, K.
Derviş bakan olmadan önce atanmıştır…
Y. Günay için daha fazla söze gerek yok
sanırız. Bu kadarı bile midemizi bulandırmaya yetti arttı…
Peki niye bu kadar uzun yazdınız derseniz, şunu söylemek isteriz: Y. Günay
vb.leri, kamu mallarının özelleştirilerek
yerli-yabancı Parababalarına yeyim edilmesi süreçlerinde ortaya çıkmış-çıkarılmış
bürokrat tipleridir. Halkseverlik, yurtseverlik, kamu malı koruyuculuğu söz konusu
değildir bu tipler için. Tam aksine, kamu
malına düşman kişilerdir. Bu yönde eğitilmişlerdir. Ve büyük bir çoğunluğu, İngiltere Kraliyet Kamu Yönetimi Enstitüsü’nde
Modern Kamu Yönetimi Teknikleri ve Avrupa Topluluğu Hukuku konusunda eğitim
görmüşlerdir. Yani tezgâhtan geçirilmişlerdir. Kişiliklerini, ruhlarını satmışlardır
oralarda ve gelip uygulamışlardır oralarda
öğretilenleri.
Özelleştirme ve sonuçları
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı
(ÖİB), internet sitesinde; “ÖZELLEŞTİRME AMAÇLARI”nı şöyle belirtiyor:
“Varlıkların verimli işletilmesi, maliyetlerin düşürülmesi
“Elektrik enerjisi arz güvenliğinin
sağlanması ve arz kalitesinin artırılması
“Kayıp/kaçakta azaltma sağlanması
“Yenileme ve genişleme yatırımlarının özel sektör tarafından yapılması
“Rekabet sonucu sağlanan faydaların tüketicilere yansıtılması”.
Okuduğunuzda kulağa gayet hoş geliyor. İyi diyorsunuz. Madem bunlar olacak,
özelleşsin o zaman. Ama hemen ardından
aklınıza şu sorular geliyor: Yukarıda sayılanları devletin kendisi niçin yerine getirmiyor da kamu malını (elektrik üretimini-dağıtımını-satışını) özelleştirerek özel
sektöre açıyor? Madem bunlar gerekli ve
devlet bütün bunları biliyor da niye kendisi
bunları yapmıyor? Üstelik de bütün bunları
bilen, yapan ve şimdi de (özelleştirildikten
sonra) denetleyecek olan kendisiyken?..
Bu sorularımıza cevabı son maddede
var gibi.
Nedir o?
“Rekabet sonucu sağlanan faydaların
tüketicilere yansıtılması”.
Yani?
Elektrik alanında rekabet yokmuş.
Kamu tekeli varmış. Şimdi özelleştirmeyle
rekabet yaratılacakmış. Böylece varlıklar
verimli işletilecek, maliyetler düşürülecek,
elektrik enerjisi arz güvenliği sağlanacak
ve arz kalitesi artırılacak, kayıp/kaçakta
azaltma sağlanacak ve yenileme ve genişleme yatırımları özel sektör tarafından yapılacakmış. Mış mış mış…
Peki özelleştirme sonucu öyle mi oldu?
Hayır. Aksine. Devlet tekeli yerine,
özel sektör tekeli geldi.
Devlet, elektrik üretiminden tamamen
çekilmek üzere, dağıtımdan ise tümden çekildi. Geçen sayımızda yazdık:
“Toplam 4 şirket ve ortaklık toplam 40
şehrimizin elektrik dağıtımını üstlenmiştir.
Ve aldıkları bu bölgeler-şehirler, elektrik
kullanımının en çok kullanıldığı, sanayileşmenin ve nüfusun yoğun olduğu yerlerdir.
Yani bu özelleştirmenin de kaymağını yerli
yabancı Finans-Kapitalistler yemektedir.
Ve yine aynen üretimde olduğu gibi Sabancı’nın EnerjiSA’sı dağıtım işinde de lider
konumdadır.
“Diğer 9 şirket de kalan 41 ilimizin
elektrik dağıtımını almıştır. Tabiî bunların
da çoğu Finans-Kapital şirketleridir, Akenerji, Çalık gibi…” diyerek.
Yani Devlet tekeli yerine Özel Sektör
tekeli gelmiş.
E, hani rekabet yaratılarak faydaları tüketicilere yansıtacaktı?..
Geçiniz bunu… Kapitalizmin en yüksek aşaması olan Emperyalizm çağındayız yüz yıldır. Bundan yüz yıl önce serbest
rekabetçi kapitalizm yeni bir aşamaya
sıçradı ve tekelci kapitalizm haline dönüştü. Artık ortada yeni bir durum, yeni
bir düzen söz konusu idi. Rekabet tümden
reddediliyor, tekelcilik egemen kılınıyordu. Bu da kişilere ya da devletlere bağlı
bir şey değildi. Aksine kapitalist üretimin
kaçınılmaz sonucuydu. Bir üretim dalında
20 şirket kalmışsa o üretim dalında artık
tekelcilik hâkim olmuş demektir ekonomi
bilimince. Bizim ülkemizde ise bırakalım
20 şirketi, esas olarak 4 şirket, toplamda
13 şirket hâkim olmuş elektrik piyasasına.
Bu 2000’li yılların sonunda Türkiye’de de
(kaçınılmazca, zorunlu olarak, eşyanın tabiatına uygun olarak) gerçekleşiyordu gördüğümüz gibi. Üstelik de bizatihi devlet
yapıyordu bunu. Yani özelleştirme sonucu
yeni bir tekel yaratıyordu devlet. Kısacası
ÖİB’in söylediği “serbest rekabet” mavalı
gerçekleri yansıtmıyor.
Peki asıl gerçek ne?
O da şu:
Uluslararası Parababaları ve onların
finans örgütleri olan; IMF, Dünya Banka-
Yüksek Okullar, Resmi Kuruluşlar, Resmi
Sağlık Kuruluşları vb.lerinde İçme-Kullanma Sularına ait aboneliklerde de ortalama
% 108 oranında artmıştır.
Türkiye Elektrik Ticaret ve Taahhüt
A.Ş. (TETAŞ), dağıtım şirketlerine yaptığı toptan satışlarda zaman zaman indirim
yapmakta ancak bu indirimler tüketicilere
yani bizlere yansıtılmamaktadır dağıtım
şirketlerince. Bunun sonucu olarak dağıtım
şirketleri büyük kârlar elde etmektedirler
bizim kesemizden.
Aynı şekilde Kayıp/Kaçak oranları da
çok yüksektir bildiğimiz gibi.
“Kayıp enerji teknik bir sorundur.
Elektrik enerjisi, üretim noktasından tüketim noktasına gelene kadar elbette bir
miktar kayba uğramaktadır. Bu kaybın
sıfır olması veya bir başka deyişle enerjinin kayıpsız nakli elbette mümkün değildir. Ancak bu kaybın minimum seviyeye çekilmesi dağıtım şirketlerinin sorumluluğunda ve dağıtım şebekelerinde
tekniğe uygun olarak yapılması gereken
periyodik bakımlar (bakım ve onarım)
sı böyle istiyor da ondan. Onların emirleri
doğrultusunda bu özelleştirmeler yapıldı.
Üstelik de bildiğimiz gibi sadece elektrik
alanında değil, tüm sanayi dallarında böyle yapıldı-yaptırıldı. Ülkemizde kamunun
elinde birkaç parça şey dışında özelleştirilmedik bir şey, bir alan kalmadı. Sümerbank’tan Etibank’a, SEK’ten madenlere,
otoyollardan köprülere, limanlara kadar
aşağı yukarı her şey özelleştirildi ve bir
avuç yerli-yabancı Parababasına peşkeş
çekildi, birkaç yıllık kârları ya da arsaları
karşılığında…
Bu süreç sadece bizim ülkemizde mi
böyle oldu? Başka ülkelerde farklı mı oldu?
Hayır. IMF ve Dünya Bankası’nın
emirlerini yerine getiren her ülkede (ister
metropol, ister yarısömürge ülke olsun) bu
böyle oldu.
Bunun böyle olduğunu, İngiltere Greenwich Üniversitesinden Prof. Steve
Thomas bize açıklıkla anlatıyor, Elektrik
Mühendisleri Odası (EMO)’nun 17-18-19
Kasım 2012 tarihlerinde düzenlediği; “Küresel Enerji Politikaları ve Türkiye” başlıklı Sempozyumda.
Prof. Steve Thomas’ın verdiği bilgilere göre, İngiltere’de de süreç aynen bizim
ülkemizde olduğu gibi işliyor. Amaçlar, hedefler ve sonuçlar aynen, neredeyse birebir
tekrarlanıyor.
ve şebeke için yapılacak yeni (yenileme,
genişleme ve kapasite artırma gibi) yatırımlar ile ilgilidir. Dağıtım şirketlerinin
2011-2015 yıllarında yapacakları yatırımlar bir önceki döneme (2006-2010)
göre 3,08 kat artmış ve tarifelere de yansıtılarak bir anlamda tüketici zaten bu
işe ortak edilmiştir.”
Yani dağıtım şirketlerinin bizzat kendilerinin yapması gereken yatırım bedelleri-paraları da biz tüketicilerden çıkarılmaktadır.
Kaçak elektrik konusu ise elektrik
özelleştirmelerinin önemli gerekçelerinden
birisidir. Ve faturalarımızda da “Kayıp/
Kaçak Bedeli” kalemi olarak yer almaktadır. 10 yıldan bu yana dağıtım şirketlerinin kasasına para akmaktadır bu kalemden.
Geçtiğimiz günlerde Yargıtay Hukuk Genel
Kurulu, bu konuda önemli bir kararın altına
imza atmış ve bu konuyla ilgili açılan bir
dava dolayısıyla “Elektrik Kayıp/Kaçak
Bedelinin Tüketiciden Tahsil Edilmesinin Hukuk Devleti ve Adalet Düşüncesi
ile Bağdaşmadığı” gerekçesiyle iptaline
ve alınan paraların iadesine karar vermiştir.
Yani milyonlarca lira dağıtım şirketlerince
usulsüz ve hukuksuz olarak alınmıştır yıllardır. İade edilse bile bu büyük kaynağı
şirketler sermaye olarak kullanmışlardır
yıllardır. Ve devlet de buna göz yummuştur.
“2011-2015 yılları için belirlenen yeni
kayıp/kaçak hedefi oranları üzerinden;
ulusal ölçekte 14,07 KRş/kWh olan 2010
yılı Türkiye Ortalama Elektrik Toptan
Satış Fiyatı dikkate alınarak hesaplama
yapıldığında kayıp/kaçak hedef yükseltmesi nedeniyle tüketiciden fazladan yapılacak tahsilâtın en iyimser tahminle
yaklaşık 1,13 milyar TL olması beklenmektedir.”
Faturalarımıza bir de Perakende Satış
Hizmet ve Sayaç Okuma bedeli eklenmektedir her ay. Oysa elektrik dağıtımı
kamunun elindeyken tek kalemdi bu. Özelleştirmeyle birlikte ayrı iki kalem haline
getirilmiş ve iki ayrı para eklenmektedir
faturalarımıza. Üstelik de;
“2010 yılı sonuna kadar tek bileşen olarak tarifeye yansıyan bu faaliyet
ayrıştırıldıktan sonra % 157 oranında
zamlanmıştır. İki faaliyet toplam olarak,
tarife içinde % 2-2,5 oranında bir pay
oluşturmaktadır.
“Perakende satış hizmeti faaliyetinin
ayrıştırılması ile birlikte, aynı özelliklere/konuma sahip tüketicilere fatura edilen sayaç okuma bedelinde çok önemli
bir eşitsizlik ortaya çıkmıştır. Örneğin
20 daireli bir apartmandaki sayaç odasında (panosunda) toplu olarak yer alan
sayaçların aynı kişi tarafından okunmasıyla aynı (sayaç okuma) hizmeti alan
tüketiciler, farklı tüketim miktarlarından dolayı aynı hizmete farklı bedeller
ödemek zorunda bırakılmaktadırlar.
Dolayısıyla bu uygulama ile 4628 sayılı
Yasa ve ikincil mevzuatta özellikle vurgu yapılan “eşit taraflar arasında ayrım
yapılmaması” ilkesi de bir anlamda göz
ardı edilmektedir.
Elektrik dağıtımındaki
vurgun noktaları
Elektrik üretim ve dağıtımındaki özelleştirmelerin sonuçlarını yani elektrik piyasasında yaşanan değişiklikleri somut
olarak anlayabilmemiz için:
1- Elektrik Enerjisi Tüketim Bedelleri
(Elektrik Tarifeleri)
2- Elektrik Enerjisi Hizmet Bedelleri,
3- Elektrik Dağıtım Tesisi Yatırımları
ve
4- Elektrik Dağıtım Tesislerinin Bakım
Onarımı gibi faaliyetleri incelememiz gerekmektedir.
EMO’nun düzenlediği Sempozyum’da,
TMMOB’den Olgun Sakarya, bu başlıklar altında yaptığı sunumda (özetleyerek
aktarıyoruz) şunları tespit etmektedir:
1- Elektrik Enerjisi Tüketim Bedelleri;
A) Perakende satış enerji bedeli,
B) Dağıtım sistemi kullanım bedeli,
C) İletim sistemi kullanım bedeli,
D) Kayıp/kaçak (K/K) bedeli,
E) Perakende satış hizmeti (PSH)-Faturalama bedeli,
F) Perakende satış hizmeti (PSH)-Sayaç okuma bedeli bileşenlerinden oluşmaktadır.
“Bu bileşenlerin toplamından oluşan
tüketici tarifeleri son dört (2008-2011)
yılda; tek zamanlı mesken (ev) abonelerinde % 91,3 (Kalkınmada Öncelikli
İllerde mesken (ev) aboneleri içinde %
104,6) oranında, tarımsal sulama ve alçak gerilim sanayi abonelerinde ise %
84,7 oranında artmıştır.”
Aynı şekilde Türkiye Kızılay Derneği,
Türk Hava Kurumu, Darülaceze vb. ile
Yeşilay Derneği, Müzeler, Resmi Okullar,
Resmi Yurtlar, Resmi Üniversite, Resmi
4
Bu durum yapılan hizmetten bağımsız olarak fiyatlandırma yoluna gidildiğini, asıl amacın hizmetin bedelini tüketicilerden tahsil etmek değil, özelleştirilen dağıtım şirketleri için yeni ve garantili bir gelir kapısı yaratmak olduğunu
göstermektedir.
“Kaldı ki, tüketicinin bedel ödeyerek
satın aldığı bir mal ve hizmetin ölçülmesi
için de ayrıca bedel ödenmesinin mantığını anlamak mümkün değildir. Dağıtım
sistemine sunularak tahakkuku yapılan
elektrik enerjisi miktarının 2009 yılı verilerine göre 135 milyar kWh, güncel tarifede de PSH (Sayaç okuma) bedelinin
0,104 KRş/kWh olduğu göz önüne alınarak yapılan hesaplamada; tüketiciler, sayaçlarının okunması için dağıtım şirketlerine yıllık olarak yaklaşık 140 milyon
TL ödemektedirler.”
2- Elektrik Enerjisi Hizmet Bedelleri
Evlerine, işyerlerine elektrik bağlatmak
için yeni abone olan tüketicilerden dağıtım
şirketleri; bağlantı, kesme/bağlama ve
güvence bedeli adı altında ücretler almaktadırlar. Ve bu bedeller her yılın son aylarında EPDK tarafından belirlenmektedir.
“a) Bağlantı Bedeli: Tüketicinin dağıtım sistemine ilk bağlantı aşamasında
bir defaya mahsus olmak üzere tahsil
edilen bedeldir. 2005 yılına kadar her
abone için güç (kWh) hesabıyla tahsil
edilen bu bedel 2006 yılından sonra bağlantı başına alınan sabit bir bedel olarak
tarifelendirilmiştir.”
2006-2011 yılları arasındaki bağlantı
bedelleri yıllık artış oranları ile aynı yıllar
arasındaki enflasyon oranları karşılaştırıldığında, bağlantı bedellerinin 2006’ya göre
% 131,53 oranında arttığını görüyoruz.
Aynı yıllardaki resmi enflasyon artış oranı
ise % 67,97 olmuştur. Yani bağlantı bedeli
artış oranı enflasyon oranının iki katıdır. Bu
da dağıtım şirketlerinin yıllık olarak fazladan milyonlarca lira kâr ettiklerini göstermektedir. Her yıl yaklaşık 1-1,2 milyon
yeni abone olduğu göz önüne alındığında
bu yıllık olarak fazladan 29 milyon TL’nin
dağıtım şirketleri tarafından iç edilmesi,
haksız kazanç elde edilmesi demektir.
b) Kesme-Bağlama Bedeli: Abonelerin çeşitli (parasızlık, geç kalma vb. gibi)
nedenlerle elektriğinin kesilmesi ve tekrar
Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015
bağlanması sonucu alınan bedeldir. 2005
yılında 6,65 TL olan kesme/bağlama bedeli, yıllar içinde artırılarak gelinmiş, 2011
yılında ise bir seferde yapılan % 57,7’lik
artışla 15,3 TL’ye çıkarılmıştır. 2011 yılı
için yapılan artış sonucunda tüketiciler
üzerinden dağıtım şirketlerinin kasasına
fazladan aktarılacak kaynağın da yıllık
olarak yaklaşık 25-27 milyon TL olacağı
hesaplanmaktadır.
Bu konuda geçtiğimiz günlerde yayımlanan bir haber yukarıda söylediklerimizin
somut kanıtıdır:
“3 ABONEDEN 1’İ GECİKTİRİYOR
“Vatandaş, mevcut uygulamada doğalgaz faturasını ödeyemediğinde yaklaşık 30 lira, elektrikte
20, suda 30, telefonda 40,
internette 20 lira açma parası ödemek durumunda
kalıyor. (...)
“Bu kapsamda hazırlanan Abonelik Sözleşmeleri Yönetmeliği ile yeni
yıldan itibaren şirketlerin bu keyfi uygulamaları
sona erecek. Yönetmelikle
birlikte dağıtım şirketleri,
tahsilât yapan şirketler tüketiciden faturası dışında
herhangi bir bedel isteyemeyecek.
“Buna göre, 1 aylık gecikmenin ardından kesme
ihbarı yapıp, hemen ardından şalteri indiren firmalar, bu işlem
için para talep edemeyecek. Yapılan incelemelere göre, elektrikte 4 aboneden
1’i, doğalgazda 3 aboneden 1’i, suda her
5 aboneden 1’i faturasını geciktiriyor.”
Gördüğümüz gibi Açma/Kapama bedeli adı altında bizlerden alınan-çalınan para
böylesine büyük oranlara ulaşmaktadır. Ve
dağıtım şirketlerinin haksız, hukuksuz yere
çok büyük oranlarda kâr etmelerine neden
olmaktadır. Yönetmelik değiştirilecek, bu
soyguna son verilecekmiş. Şimdiye kadar
neredeydiniz? Vurgunu vuran vurdu şimdiye kadar değil mi? Bir de umarız, “miş”
olarak kalmaz. Hayata geçer.
Haa dağıtım şirketlerinde oyun biter
mi?
Bitmez tabiî... Onlar yeni vurgun ka-
H
almayan ancak 2014 Aralık ayı faturasında
görülen kalemler de var dağıtım şirketlerinin para aldığı. Bunlar:
d) İletim Sistemi Kullanım Bedeli,
e) Dağıtım Bedelidir.
Bunlar da haksız olarak alınan paralardır.
Bir de:
f) Enerji Fonu
g) TRT Payı
adıyla para tahsil edilmektedir dağıtım
şirketlerince.
3- Elektrik Dağıtım Tesisi Yatırımları
“Elektrik dağıtım tesislerinin tüketicilere ihtiyaç duydukları elektrik
enerjisini kaliteli ve sürekli olarak sunacak kapasiteye sahip olarak iyileş-
Vakfı, Özkevser Vakfı, Reyhan Kültür Vakfı, Safa Vakfı, Sıcak Yuva Vakfı, Suffa Vakfı, Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı, Türkiye Gençlik Vakfı, Ümmet Vakfı, Bilim
ve Sanat Vakfı, Dayanışma Vakfı, Erzurum
Kültür ve Eğitim Vakfı, Florya Hizmet-İlim-Aile Kültür ve Çevre Koruma Vakfı,
Fetih İlim Araştırma Vakfı, Sami Efendi
Vakfı ve Bilal oğlan’ın Türkiye Gençlik ve
Eğitim Vakfı vb...
Yani Türkiye bir Vakıf cenneti olmuş.
Ve “Yeni Türkiye”, “Vakıflar Türkiyesi”
olmuş. Ve o “Vakıf”lar da Ortaçağcı gerici
güçler ve Tayyipgiller’den...
Tayyipgiler “Vakıf”ları neden seviyorlar? Neden bu kadar çok “Vakıf” kuruyorlar?
Bunun kökleri tâ Osmanlı’ya hatta daha
öncesine gidiyor. Bildiğimiz gibi Osmanlı’nın başlangıçtaki, ilk kuruluş yıllarındaki, İlkel Sosyalist Toplum geleneklerinin
capcanlı bir biçimde yaşadığı dönemdeki
toprak düzeni, Mirî Toprak düzenidir.
Toprağın “Beytülmalilmüslimin (Bütün
kiyesi ilk günlerinde Kadîm çağların en
çiçeklenmiş, en adaletli, en insancıl düzenlerinden birini yaşadı.
“Gel zaman git zaman ilk idealist Osmanlı İLP’leri (Gazileri: Şövalyeleri) ele
geçen Osmanlı topraklarında yerleşip
oturaklaşınca, açılan ticaret yolları üzerinde bezirgânlık ve tefecilik alabildiğine gelişti.
“Gittikçe daha zengin Parababası
kesilen Tefeci-Bezirgânlar, başta Padişah gelmek üzere bütün Gazileri savaş
yapacaklarına keyif çatmaya, “bina ve
zina” yapmaya, borçlanmaya alıştırdılar. Borcun altından kalkamayan devlet,
en sonunda Müslümanlar Hazinesi adına kontrol ettiği toprakları Parababası
Tefeci-Bezirgânlara teslim etti. Bu şeriata yani Allah’ın emrine aykırı olarak,
dinsizce yapılan millet topraklarını kişilere aşırma usûlüne “MUKATAA: KESİM” Düzeni dediler. Kesim toprakları
(hiçbir zaman hiç kimseye mülk olarak
verilemediği halde, bunu herkesten önce
Allah yasak ettiği halde) “MALiKANE”
diye ömür boyu kesimcilere sözde “kiralandı”. Gerçekte ufak bir “muaccele”
(acele getirilmiş) adlı para karşılığı olarak bedavadan ucuza satıldı.
Müslümanların Ortak Malı) sayıldığı, bugünkü söyleyişle “Kamu Malı” sayıldığı
bu toprak düzeninin yıkılıp yerine toprağın özel mülkiyetinin geçirildiği, toprağın
kamu malı olmaktan çıkartıldığı düzen ise
Kesim Düzenidir.
Mirî Toprak Düzeninden Kesim Düzenine geçişte (toprağın kamu malı olmaktan çıkarılıp özel mülkiyet haline getirilmesinde) kullanılan araçlardan belki de en
önemlilerinden birisi olmuştur “Vakıf”lar.
Hikmet Kıvılcımlı bu olayı capcanlı bir
biçimde bize şöylece özetleyiverir:
“İşte Osmanlılığın gençlik çağı ve ilericiliği dediğimiz şey budur. Böyle köklü
bir toprak devrimi yapan Osmanlı Tür-
“Allah’ı aldatmak, Mirî toprağı yani
milletin, şeriatın toprağını kişilere aktarmak Müslüman dinine aykırı bir zındıklıktı. Onu yapanların katledilmeleri
vacipti. Ama yapanlar Tefeci-Bezirgânlarla paşalar ve beyler, hocalar ve efendiler idi. Bu üst tabakanın taş elinde koz
elindeydi. Aralarında anlaşınca “işi kitabına uyduruverdiler”. Hâşâ, dediler, hiç
Müslüman Malevinin toprakları kişilere
mülk olarak satılır mı? Bunu yapamayız. Satış yapmıyor, bedeli kısmen peşin
alınmış “kiralama” yapıyoruz. “Mukaata” yoluyla hazineye para sağlıyoruz,
yahut “VAKIF” adıyla toprakları Allah’a adıyoruz. Bunu söylemekle Allah’ı
Milli irade(!)
ürriyet Gazetesi’nin 25 Aralık tarihli sayısının 9’uncu sayfasında
“YENİ TÜRKİYE YOLUNDA
ŞİMDİ YENİ ŞEYLER SÖYLEMEK
LAZIM” üst başlıklı tam sayfa bir ilan
vardı.
İlanın alt başlığı ise: “17-25 Aralık,
Türkiye’nin demokrasi tarihine kara bir
leke olarak kazındı.” şeklindeydi.
2 paragraflık sözde Cemaat eleştirisi
üzerinden (sonuçça) hırsızlık, vurgun savunusu ve sözde masum insanlara sahip
çıkma gözyaşlarından sonra:
“Biz aşağıda imzası olanlar; vesayete, karanlık suç örgütlenmelerine, tüm
darbe girişimlerine karşı yapılan kararlı
mücadeleyi bugün de gönülden destekliyoruz. YENİ TÜRKİYE yolunda üzerimize düşen sorumlulukların farkındayız.
İyiliğin ve hayrın tavsiyesi ve yayılması
için, hakkın ve hukukun korunması için,
adaletin şaşmaz ilke olduğu, müreffeh ve
lider bir ülke için çalışıyoruz.
“YENİ TÜRKİYE yolunda bu toprağın çocuklarına ve dünyadaki mazlumlara söylenecek her güzel şeyin yanındayız. Bu konuda sorumluluğu olup
fedakarca çalışan herkese sonsuz şükranlarımızı sunuyor, bu yolculukta aklı
ve vicdanı olan herkesin yanımızda yer
almasını temenni ediyoruz.
Saygılarımızla...
MİLLİ İRADE PLATFORMU”
denilerek ilan metni bitiyor. Metnin altında ilana katılan kurumların adları-amblemleri var. Toplam imzacı kurum sayısı
141.
Yani Tayyipgiller’den olan kurumlar bir
ilan vermişler ve Tayyip ve Tayyipgiller’e
sahip çıkıyorlar, Cemaate bindiriyorlar.
Ancak imzacıların isimlerine bakınca
dikkatimizi çeken şey şu oldu: Bu imzacı
kurumların çok büyük çoğunluğu “Vakıf”.
Kaç tanesi?
Tam 63 tanesi...
AKABE Kültür ve Eğitim Vakfı, Artvinliler Vakfı, Beyoğlu Eğitim ve Kültür
Vakfı, Birlik Vakfı, Davet ve Kardeşlik
Vakfı, Ensar Vakfı, Farukiye Vakfı, Girişimci İşadamları Vakfı, Hicret Vakfı, İhlas Vakfı, İlim Yayma Vakfı, İnsan Vakfı,
İHH İnsani Yardım Vakfı, İmdat Vakfı,
İrfan Eğitim ve Kültür Vakfı, İslami İlimler Araştırma Vakfı, İstanbul Vefa Vakfı,
Kemal Efendi Vakfı, Klasik Türk Sanatları Vakfı, Mavera Eğitim ve Sağlık Vakfı,
Mevlana Çelebi Vakfı, Muradiye Kültür
lemleri üreteceklerdir en kısa sürede. 5-10
yılda onlardan vurgun vururlar kârlarının
eksilmesine fırsat vermezler.
c) Güvence Bedeli: Kullanım yerinin
değişmesi ve/veya perakende satış sözleşmesinin sona ermesi veya sözleşmenin
feshi halinde, müşterinin elektrik enerjisi tüketim bedelini ödememesi ihtimaline karşılık olarak, borcuna mahsup
etmek üzere güç üzerinden alınan bir
bedeldir.”
Sadece 2011 yılını baz alsak; enflasyon
oranı % 5,50 iken güvence bedeli artış oranı % 27,10 olmuştur. Yani dağıtım şirketleri bu kalemden de milyon TL’lik kârlar
elde etmektedirler.
Olgun Sakarya’nın araştırmasında yer
tirilmesi, genişletilmesi ve yenilenmesi
gerekmektedir. Bu nedenledir ki, yapılacak yatırımlar doğru planlanmalı ve
doğru zamanda yapılmalıdır. Yapılacak
yatırımların; arz güvenliği sıkıntısı yaratmayacak kadar erken, kaynak israfı
yaratmayacak kadar da geç yapılması
esastır.”
Oysa yaşanan sürece baktığımızda, bu
ilke göz ardı edilmiş ve dağıtım şirketleri
yeni yatırımlar yaptıklarını-yapacaklarını
beyan ederek bu maliyeti de tüketicilere
yani bizlere fatura etmişlerdir. Gerçekleştirilen yatırımlar ne kadar ihtiyaca binaen
yapılmıştır bir soru olarak ortada durmaktadır. Ki bunun gerekli olmadığını Maliye
Bakanı Mehmet Şimşek dağıtım bölgelerinin birinin özel
sektöre devri için
düzenlenen törende yaptığı konuşmada “İngiltere
ve İtalya’da yapılan bu tür özelleştirmelerden sonra elektrik kesintilerinin yüzde 40
azaldığını, yatırım ihtiyacının da
yine yüzde 40’lar
seviyesinde düşüş
meydana geldiğini” söyleyerek
itiraf etmiş olmaktadır. Bizde yatırımlar azalmamış
aksine azaltılmıştır. Sakın yanlış anlaşılmasın, bir kez daha tekrarlayalım, zorunlu
yatırımlar elbette yapılmalıdır. Hem de en
yeni teknolojiler kullanılarak. Ama gereksiz, verimsiz, eski teknolojiler kullanılarak
şişirme yatırımlar yaparak değil...
4- Elektrik Dağıtım Tesislerinde Periyodik Bakımlar
“Elektrik dağıtım tesislerinin (varlıklarının) verimli işletilmesinin en önemli
ayağını periyodik bakımlar oluşturmaktadır. Periyodik bakımların zamanında,
ehil kişiler tarafından ve tekniğine uygun olarak yapılması, arz oluşumuna
karşı önemli kazanımlar sağlamakta ve
dağıtım şebekesinin ekonomik ömrünü
uzatarak gereksiz yatırımların da bir
aldattıklarına inandılar.
“Bildiğimiz gibi, gerek “Malikâneler”, gerek “Vakıflar”, gerekse ona benzer toprak ve mülk tahsisleri, tefvizleri
Müslümanların Malevinden aşırıldılar.
O büyük çiftlikler ilkin mukataacıya
“kaydı hayatla” (yaşadığı sürece) bağışlandı. Sonra, bir daha arayan soran
bulunmadı. Çünkü arayacak olanların
kendileri artık Türk, Müslüman din yahut dünya derebeyleri olmuşlardı. Kendi kendilerini Tanrı mahkemesine verip
dava açamazlardı ya... İş “ruz’u mahşer”e (kıyamet gününe) kaldı.
“Balık baştan kokmuştu. Alttaki ufak
ekinci çalışan köylüler alın terleriyle bayındırlaştırdıkları topraklarda köle durumuna düştüler.
Koca Osmanlı
toprakları malikâne, vakıf vb.
adlarıyla, babalarından miras
kalmışça, derebeyleşmiş sınıfın eline geçti. Çapulculuk üstün geldi.”
(Hikmet Kıvılcımlı, Üretim Nedir?, Derleniş Yayınları, Dördüncü Baskı, 2011, s.
65-66)
İşte toprağın ve toprağın üstündeki
binaların özel mülkiyet durumuna getirilmesinin aracı olan Vakıflar bugün de
aynı işlevi yerine getiriyor. Bu olgunun,
bu gerçeğin en son, en canlı örneği Tayyip’in Bilal oğlanının vakfı “Türkiye
Gençlik ve Eğitim Vakfı (TÜRGEV)’e
çekilen kıyaklardır.
TÜRGEV’e devlet hem arsa, hem
binalar (hem de ne binalar) vermektedir
hemen hemen her şehirde, ilçede. Üstelik de beş kuruş para almaksızın... Partimiz HKP, Konya’da TÜRGEV’e peşkeş
çekilen, bedava verilen yüzlerce odalı
Kamu Yurdunun verilişine itiraz etmiş ve
en azından Konya’da, bir müddetliğine de
olsa, çok az bir para bile olsa para ödemesini sağlamıştır hatırlayacağımız gibi açtığı
davalar sonucunda.
TÜRGEV medyaya yansıyan örneklerden sadece bir tanesi ve çok küçük bir
örneğidir. Medyada sık sık, vakıflara bedava verilen arsaların, binaların haberlerini
okumaktayız. Ve bu oranlar çok büyüktür.
Aşağı yukarı, nerede bir vakıf varsa orada
mutlaka bir Kamu Malı (toprak, bina, para,
bedava elektrik, su, doğalgaz vb.) aşırıcılığı vardır.
İşte bu yüzden Tayyipgiller ve ortakları
vakıfları sevmekte, vakıflar kurmaktadırlar.
Yani yukarıda da saydığımız gibi vakıfları-
anlamda önüne geçilmektedir.”
Yine EMO, dağıtım şirketlerinin ilan
ederek yapmış olduğu programlı elektrik
kesintilerini yaklaşık 2 yıllık bir sürede
günlük olarak izlemiş ve yapılan bakım
ve onarımlar için ne kadar kesinti yapıldığını tespit etmiştir. Yapılan izleme sonucu, “bazı yerleşim yerlerindeki periyodik
bakım onarım çalışmalarının çok yetersiz
kaldığını, buna karşılık yeni tesis yatırımı
için elektrik kesintilerine gidildiği” saptanmıştır.
Sonuç Olarak
Yukarıda yazdıklarımızın toplamından
bakacak olursak araştırmamızın, incelememizin bu bölümünde şu sonuçlara ulaştığımızı görüyoruz.
Özelleştirmenin amacı olarak kamuoyuna pompalanan ucuzluk, verimlilik,
süreklilik vb.lerinin tamamen yalan ve
özelleştirmeyi meşrulaştırmak için halkı
kandırmaya, aldatmaya yönelik açıklamalar olduğu ortaya çıkmıştır. Ne ucuzluk
sağlanmış (aksine her kalemde pahalanmış), ne verimlilik sağlanmış, ne kalite
sağlanmıştır. İş güvencesi tamamen ortadan kalkmıştır.
Yani, elektrikte özelleştirme, kamunun
bu işi başaramadığını söyleyerek kitleleri
özel sektöre yöneltme çabalarına, verimli,
ucuz enerji sağlanacağı yalanlarına karşılık
tam aksi sonuçları doğurmuştur.
Özelleştirme sonucu bir yandan stratejik öneme sahip elektrik enerjisi alanı yerli-yabancı Parababalarına aktarılmış, diğer
yandan üretim ve dağıtımı ele geçiren özel
sektör şirketleri vasıflı, kalifiye, sendikalı
uzman personeli ya işten çıkarmış ya da
sendikaları etkisiz hale getirerek, işçi çıkarmayla tehdit ederek ücretlerini düşürmüştür. Ve bu personelin yerine de vasıfsız,
uzman olmayan ve asgari ücretle çalışan,
sendikasız işçiler almıştır. Taşeronlaştırma
uygulaması hızla çoğaltılmıştır. Yani özelleştirme her açıdan halkımızın, İşçi Sınıfımızın zararına olmuştur. Ne elektriğe ödediğimiz ücretler düşmüş ne de verimli bir
sektör olmuştur.
Gelecek sayıda: Perakende satış ve
yeni vurgun alanı
nın sayısının çok olmasının Tarihi kökleri
burada yatmaktadır.
Bir de bunların görünürde adları “Vakıf” ama gerçekte her biri “Tarikat”. Ve
bildiğimiz gibi her bir tarikatın şeyhleri
var. Ve o şeyhlerin masum kadınları (hatta
erkekleri) kandırarak yaptıkları ahlâksızlıklar var. Bunları (tarikatları, cemaatleri,
şeyhleri) saymaya kalksak sayfalar yetmez.
Nereden nereye... Mustafa Kemal bundan yaklaşık 85-90 yıl önce: “Türkiye
Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler,
mensuplar memleketi olamaz. En doğru,
en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.”
“Bir takım şeyhlerin, dedelerin, sey-
yitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin
arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacılara talih ve hayatlarını emanet eden insanlardan mürekkep bir kütleye, medeni bir
millet nazariyle bakılabilir mi?” diyordu.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki anlayışı buydu Kuvayimilliyeci atalarımızın.
Ama ne yazık ki gördüğümüz gibi, Türkiye Vakıflar, Şeyhler, Dervişler, Müritler
ve Mensuplar Türkiyesi’ne dönüşmüş-dönüştürülmüş durumda.
Kim tarafından?
ABD Emperyalistleri ve onların yerli
işbirlikçileri Ortaçağcı gericiler, Tayyipgiller-Fethullahçılar ve bilumum tarikatlar,
cemaatlar tarafından.
“Yeşil Kuşak Projesi” işte tam da bu
Türkiye’yi amaçlıyordu. Hedefi buydu. Ve
yine ne yazık ki amaçlarına, hedeflerine
şimdilik ulaştılar.
Ama şimdilik!
Er ya da geç ama mutlaka Türkiye’de
Demokratik Halk İktidarı kurulacak ve
o iktidarda bilim egemen olacak. Mustafa Kemal’in ideali gerçekleşecek; Türkiye şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar
memleketi olmaktan sonsuza dek kurtulacak.
Ülkemizde Aydın Gençliğin temsilcisi,
Konyalı genç Mehmet Emin’ler olduktan
sonra bu bir hayal değil...❑
5
Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015
Watson Nobel Madalyasını Neden Sattı? Yine at izini it izine
Kapitalizm Her Şeyi Metalaştırıyor!
Doğan Yücel
Watson, bugün artık yaşamının sonlarına gelmiş, 86 yaşında birisi. Ödül
madalyasını neden satılığa çıkardığı konusunda gerekçe olarak “paraya ihtiyacı
olduğunu, ödülün bir bölümünü üniversitelere bağışlayacağını ve David
Hockney adlı ressamın resimlerini alacağını” gösteriyor. Sağken Nobel
madalyasını satan ilk bilimci Watson.
Y
akın zamanda ölüm yıldönümü
nedeniyle andığımız ünlü ozanımız Neşet Ertaş, bir türküsünde
şöyle der:
İnsan doğan gene insan ölseydi
Belki de dünyada hayvan kalmazdı
Geçtiğimiz hafta basından Nobel
Ödülü sahibi James Watson’ın, ödül
olarak kendisine verilen altın madalyayı,
Nobel Ödülü töreninde yaptığı konuşma-
madalyasını neden satılığa çıkardığı konusunda gerekçe olarak “paraya ihtiyacı olduğunu, ödülün bir bölümünü
üniversitelere bağışlayacağını ve David Hockney adlı ressamın resimlerini alacağını” gösteriyor. Sağken Nobel
madalyasını satan ilk bilimci Watson.
DNA yapısını keşfeden Nobel ödüllü
bilimcilerden Francis Crick’in madalyası da 2004’te ölümünden sonra satılığa
James Watson
nın notlarını ve elyazmasını satılığa çıkardığını öğrendik. Ve madalya, hemen,
bir hafta içinde, beklentinin üzerinde “iyi
bir paraya”, 4.1 milyon dolara satıldı.
James Watson, 1953’te DNA’nın yapısını bulan üç bilimciden birisi. (Diğerleri Francis Crick ve Maurice Wilkins.
Aslında bu keşifte çok önemli katkı sağlayan Rosalind Franklin’i de saymak
gerek.) Bu bilimcilerden Watson, Crick ve Wilkins, 1962’de, DNA yapısını
oluşturan “nükleik asitlerin moleküler yapısını ve canlı materyalde bilgi
transferinin önemini keşfetmeleri” nedeniyle Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü ile ödüllendirildiler. Bu keşif, bilim
tarihinde dönüm noktalarından birisidir.
Yirminci Yüzyılın belki de en önemli
keşfidir, denebilir. Bugün yaşadığımız ve
gördüğümüz, birbiriyle ilişkili üç büyük
teknolojik gelişmenin (iletişim-bilişim
- moleküler biyoloji) birisidir ve insan
sağlığı ile doğrudan ilişkisi nedeniyle en
önemlisidir.
Watson, bugün artık yaşamının sonlarına gelmiş, 86 yaşında birisi. Ödül
çıkarılmış ve geçen yıl 2.27 milyon dolara, yenileyici tıp alanında faaliyet gösteren Çinli bir girişimci tarafından satın
alınmıştı. Watson’ın madalyasını alansa
henüz bilinmiyor. Ama büyük olasılıkla
ticari dürtülerle alındı ve bu amaçla kullanılacak.
Kapitalist düzen böyledir. Her şeyi,
ödülleri bile metalaştırır. Para (veya sermaye diyebiliriz) başlıca çekim gücü haline gelir kapitalist sistemde. İnsan yaşamı para çevresinde döner, insan düşüncesi paraya odaklanır. Bilimciler de paranın
bu çekim gücüne kaptırırlar kendilerini.
Watson’ın durumu da bundan ibarettir.
Watson, vaktiyle emperyalist-kapitalist sistemin kirliliklerine karşı mücadele
etmiş birisi aslında. ABD’nin Vietnam
Savaşı’nda gösterdiği vahşete karşı çıkan, savaşın sonlandırılması için ABD
askerlerinin Vietnam’dan çekilmesini isteyen az sayıdaki bilimciden birisi. Gene
radyaoktif kirliliğin önlenmesi için, Hiroşima saldırısının 30’uncu yıldönümünde (1975), nükleer enerjiye karşı çıkan
bilimadamları arasında yer alıyor. Ne var
ki, 1990’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla başlayan gerici süreç Watson’ı
da etkilemiş olsa gerek ki, 2007’de “Artık solu bıraktım. Çünkü genetiğe değer vermiyorlar. Çünkü genetiğe göre,
yaşamdaki başarısızlıklarımızın nedeni kötü genlere sahip olmamızdır. Sol
ise yaşamdaki başarısızlıkları bozuk
düzene bağlar”, diyor. Böylece düzenin
pisliklerini veya toplumsal adaletsizlikleri genetik yapıya bağlıyor. Bu gerici
yaklaşıma Sosyal Darvinizm diyebiliriz
ancak.
Watson, aynı yıl, bu gerici yaklaşımını daha da geliştirerek ırkçılığa vardırır.
Londra’da yayımlanan Sunday Times
adlı gazeteye verdiği bir söyleşide şunları söyler:
“Afrika’nın geleceği konusunda
doğal olarak kötümserim. Çünkü bizim tüm sosyal politikamız Afrikalıların zekalarının bizimkiyle aynı olduğuna dayanıyor. Oysa tüm testler
bunun gerçek olmadığını söylüyor.”
Watson bu yaklaşımını “Bazıları,
tüm insanlar eşit zekayla doğar düşüncesindeyse de, siyahi işçilerle çalışanlar bunun doğru olmadığını görür”,
diyerek açıktan ırkçılık yapar.
Watson’ın saçmalamaları bu kadarla da kalmaz. Güneşe daha fazla maruz
kalanlarda veya siyahilerde cinsel dürtülerin (libido) daha yüksek olduğunu,
şişman biriyle karşılaşıldığında insanın
kendini kötü hissedeceğini, bilimde kadınlarla çalışmanın erkekler için eğlenceli olduğunu ama aynı ölçüde verimli olmadığını belirtir. Bütün bunlar Watson’ın
ırkçı sözlerinin pek de dil sürçmesi olmadığını göstermektedir.
Pozitif bilim alanında Nobel almış bir
bilimcinin, özellikle de genetik biliminin temelini oluşturan DNA’nın yapısını
keşfeden bir bilimcinin, bu yaklaşımını
görmek gerçekten çok üzücü. (Ödülün
satış işlemlerinin ABD’de tam da siyahlara saldırıların arttığı ve buna karşı
şiddetli gösterilerin yapıldığı bir zamana
denk gelmesi de ilginç.) Oysa, toplumsal
sorunların nedeni genetik yapımız değildir. Düzenin ekonomik altyapısıdır. Bu
düzenin üstyapıdaki (eğitim, kültür, hukuk, sağlık, refah durumu, bilim) hep bu
altyapının yansımasıdır. Emperyalist-kapitalist sistem, dünya halklarını kandırmak için, ne yazık ki, genetik bilimini
de kullanıyor. Ve ne yazık ki, Watson da
bu kandırmacaya alet oluyor. Kaçınılmaz
olarak gerici gidişten bilim ve bilimadamları da nasibini alıyor. Bilim genel
olarak hep ileri gitse de, zaman zaman
gericileşebiliyor da… Tıpkı Watson’ın
1967’de yayımladığı “İkili Sarmal” adlı
kitabın önsözünde yazdıkları gibi:
“… Bilim, dışarıdan insanların
sandığı şekilde doğrudan, mantıklı bir
şekilde ilerlemez. Tam tersine, bilimin
ileriye (bazen de geriye) doğru olan
adımları çoğunlukla kişiliklerin ve
kültürel geleneklerin büyük rol oynadığı son derece insani olaylardır.” (James D. Watson, İkili Sarmal, TÜBİTAK
Popüler Bilim Kitapları, Ankara, 1994)
Watson’ın göremediği, her şeyi paraya “tahvil eden” kapitalizmin, insanları
bireyciliğe çektiği, insancıl değerleri törpülediği, manevi değerleri bile yozlaştırabildiğidir.
Sonuçta bilim de bu rüzgârdan etkileniyor!
(26.12.2014 tarihli Cumhuriyet Bilim
ve Teknik Eki’nden alınmıştır.)
karıştırıyorlar
G
eçtiğimiz günlerde Yargıdaki F Tipi
savcıların dördü HSYK tarafından
görevden uzaklaştırıldı. Bunların
arasında en bilineni; masumiyet karinesi,
savunma hakkı gibi burjuva hukukunun en
temel kurallarını hiçe sayıp, temel hak ve
özgürlükleri ortadan kaldırarak yürüttükleri Ergenekon, Balyoz, OdaTv gibi operasyonların baş aktörü Zekeriya Öz. Diğerleri
de bu operasyonlara farklı zamanlarda dahil olanlar…
Elbette bu savcılar bu davalarda büyük suçlar işlemişlerdir. Ancak görevden
uzaklaştırma gerekçelerine baktığımızda,
yukarıda belirtilen davalardaki suçlarına
rastlayamıyoruz.
Örneğin, Zekeriya Öz; “çok sayıda
usulsüz eylem, Ali Ağaoğlu’nun parasıyla
Dubai’de tatil yapmak, 17 Aralık operasyonu sonrasında Emniyet’e gelip polisleri
tehdit etmek, Twitter’da siyasi mesaj atmak, Tayyip Erdoğan’a hakaret etmek”,
Celal Kara; “17 Aralık’ta gözaltına
alınanlara savunma hakkı vermemek”,
Mehmet Yüzgeç; “somut bilgi ve bel-
Zekeriya Öz
ge olmadan gözaltı işlemi yapmak, mal
varlıklarına el koymak”,
Muammer Akkaş; “25 Aralık soruşturması sonrasında Adliye önünde bildiri
dağıtmak” gibi gerekçelerle açığa alınmışlardır.
Yani savcıların açığa alınmaları kararının tamamen 17-25 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonlarındaki işlemleri nedeniyle alındığını görmekteyiz.
İyi de bu adamların yukarıda belirttiğimiz CIA operasyonlarındaki suçları ne
olacak?
Çok kısa birkaç örnek verirsek;
Gönderecekleri bir çağrı kâğıdı ile pekala ifade vermeye gelecek olan, 70-75 yaşındaki insanları gece yarılarında evlerine
baskın yaparak gözaltına aldıran, saatlerce
sandalye üzerinde uykusuz bırakan bunlar
değil miydi?
Türkan Saylan gibi, iyilik meleği bir
biliminsanının ölümcül bir hastalıkla mücadele ettiğini bile bile evine baskın yapıp
arama-tarama yapanlar bunlar değil miydi?
Operasyonların biri bitip diğerinin başladığı günlerde, daha başka kimlerin gözaltına alınacağını, gözaltına alınanlardan
kimin tutuklanıp kimin serbest bırakılacağını yandaşları olan Pensilvanyalı İblisin
Turhan Çolakkadı
yayın organlarına servis edenler bunlar
değil miydi?
Bizzat uydurdukları sahte delillerle yürüttükleri yargılamalarda onlarca-yüzlerce
insana, ömür boyu ağırlaştırılmış müebbet
hapisten tutun da onlarca yılı bulan cezaları veren/verdiren bunlar değil miydi?
Daha onlarcasını sayabileceğimiz bu
suçlarından hiçbirisi soruşturma kapsamında bulunmamaktadır.
İşte tam da burada at izi it izine karıştırılmakta…
Savcıların, haklarında yürütülen soruşturma süresince görevden uzaklaştırılmaları, soruşturma sonunda idari ve adli yönden
yargılanacak olmaları, Ergenekon, Balyoz,
OdaTv vb. davalardaki mağdur kitlesini,
hatta bazı avukatlarını memnun etmektedir.
Bu kitle içindeki İP’lileri ayrı tutmalıyız. Zira bu ekip, baştan itibaren “yolsuzluklar ikinci plandadır” diyerek 17-25
Aralık Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonuna
karşı çıkmışlar, Tayyipgiller’le Pensilvanyalı İblis arasındaki post kavgasında kayıtsız şartsız Tayyipgiller’den yana tutum
almışlardır.
Yayım hayatına başladığı ilk günden
itibaren ve özellikle de Ergenekon operasyonları sürecinde ağzından salyalar akarak
İlericilere, Demokratlara, Laiklere, Mustafa Kemalcilere saldıran Akit Gazetesi’ne
demeçler vererek; “Cemaate karşı T. Erdoğan’la işbirliği yapabiliriz” diye mesaj
göndermişlerdir. Nitekim Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonlarının birinci yıldönümü
olan geçtiğimiz 17-25 Aralık’ta da konuyu
görmeyerek, sanki Ergenekon savcılarından intikam alınıyormuş, HSYK demokrat,
laik bir yapıya kavuşturulmuş gibi yayınlar
yaparak her zamanki hainane görevlerini
yerine getirmişlerdir.
Son yıllarda yönünü iyice Ortaçağcı
şeriatçılara, cemaatlere, AB-D’nin kayıtsız
şartsız uşaklarına çeviren Yeni CHP’nin
Sorosçu yönetimi de Tayyipgiller’le F Tipi
Cemaat arasındaki bu iktidar kavgasında,
kayıtsız şartsız Pensilvanyalının yanında
yer aldı. Sözde savcıları
“kahraman” ilan ettiler.
Bir de bizzat bu Pensilvanyalı Ortaçağcıların yayın organları var..
Bunlar da hızlarını
alamayarak, savcıları görevden
uzaklaştırmanın
“yeniden örgütlenmeye
başlayan derin yapıların
Ergenekon’un intikamını
alma girişimi” olduğunu
yazmaktalar.
İyi de yukarıda da belirttiğimiz gibi, savcılar
hakkındaki iddiaların hiçbirinde Ergenekon sürecinde
yaptıkları hukuksuzluklar,
işledikleri suçlar bulunmamaktadır ki…
Tıpkı Ergenekon operasyonlarına; Veli
Küçük, İbrahim Şahin gibi gerçek Kontrgerilla elemanlarını buradaki suçlarından
değil de AKP’ye karşı düzenlenen bir iki
toplantı ve mitinge katılmalarından dolayı
dahil ederek kafa bulanıklığı yarattıkları
gibi... Böylece hem bu katillerin gerçek
suçlarının unutulmasını sağlamış oldular
hem de bu isimleri gören birçok ilerici kesimin bu CIA Operasyonuna desteğini kazanmış oldular.
Savcılar olayında da, Tayyipgiller’le
Pensilvanyalı İblis arasında kıyasıya yürütülen post kapma, iktidar nimetlerinden
yararlanma, kamu mallarını aşırma savaşında, taraflar birbirine acımamaktadır.
Ergenekon sürecinde bu operasyonların
planlayıcısı CIA ve uygulayıcısı Tayyipgiller’in iktidar gücünü arkalarına alarak tetikçilik yapan bu savcılar, Tayyipgiller’in
hukuk bürosuna dönüştürülen yargı içinde
“özel yetkiler”le donatılmış “seçkin” insanlar değil miydi?
Bu nedenle de bizzat Tayyip’in zırhlı
aracını vererek ödüllendirdiği, AB-D Emperyalistleri tarafından da “orduyu etkisizleştiren, sivil siyasetin önünü açan
cesur savcılar” diye sırtları sıvazlanan
bunlar değil miydi?
Evet bunlardı…
Ama ortaklık bozulunca taraflar, birbirinin yıllardır bildiği kirli çamaşırlarını
ortaya dökmeye ve rakibine öldürücü darbeler vurmaya başladı.
Başka bir ifade ile AKP’lilerin rüşvet
ve yolsuzluk batağına saplandıkları sadece 17-25 Aralık Operasyonu ile mi ortaya
çıktı? Ya da bu yolsuzlukları İblisin yargı
içindeki elemanları bilmiyor muydu?
Tabiî ki biliyorlardı. Uygun zamanı
kollayarak, sürekli olarak yeni yeni delil
biriktirdikleri de görülmüş oldu.
Öyleyse bu savcıların; Ergenekon sürecindeki suçlarına ek olarak bir de TCK’nin
283. Maddesinde öngörülen “Suçluyu Kayırma” suçundan da “9 aydan 7,5 yıla kadar hapis cezası” istemi ile yargılanmaları
gerekmektedir.
Sonuç olarak; Tayyipgiller’le Pensilvanyalı İblis arasındaki bu kavgada taraflardan birinden yana olmak bilerek ya da
bilmeyerek rüşvete, yolsuzluğa, hırsızlığa,
tüyü bitmemiş yetimin hakkının yenmesine yandaş olmaktır. Çünkü her iki taraf
da bu suçların failleridir. Her ikisinden de
hesap sorulmalıdır. Bunların birbirlerinden
gerçek anlamda bir hesap sorması beklenemez. Çünkü ne Tayyipgiller “demokrasi
kahramanı”dır ne de İblisin adamları “halkın, cumhuriyetin savcıları”dır...
Demokratik Halk İktidarında her ikisinden de bütün suçlarının hesabı sorulacaktır.❑
6
Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015
HKP, sefalet ücretine karşı alanlarda
Ankara
30 Aralık günü 2015 yılı Asgari Ücreti
belirleme toplantısını protesto etmek amacıyla Çalışma Bakanlığı önündeydik.
Çankaya İlçe Başkanımız Bayram
Karkın’ın okuduğu basın açıklamasında,
Asgari Ücretin sefalet ücreti olduğunu
haykırdık.
“İşsizliğe Pahalılığa Zamma Zulme
Son”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, Zam Zulüm İşkence Halk Düşmanı AKP” sloganlarımız, “Sizin Fıtratınızda İşçiye Kadeh Kadar Değer Vermemek Var”, “Sizin Zenginliğiniz İşçiden
Çaldıklarınızdır”, “Sefalet Ücretine
HAYIR” dövizlerimiz ve Parti Bayraklarımız eşliğinde; AB-D Emperyalistlerinin,
onların örgütleri Dünya Bankası, IMF’nin,
Parababalarının, Ortaçağcı Tayyipgiller’in
İşçi Sınıfımıza, Halklarımıza hiçbir hak
vermeyeceğini, bunun onların fıtratına
uymadığını, onların kene gibi emekçilerin
kanlarını emerek semirdiğini haykırdık.
Emekçi düşmanlarından derleşik Asgari Ücret Tespit Komisyonundan İşçi Sınıfımızın yararına hiçbir şey çıkmaz.
Bunlara umut bağlanamaz. Bunlar
Devletin kendi kurumlarının açıkladığı rakamları bile İşçi Sınıfımıza çok görürler.
Emekçilere reva görülen asgari ücret,
bunların her birinin bir günlük eğlencesini,
yemesini içmesini bile karşılamaz.
Bunların zenginliği halkımızdan çaldıklarıdır. Bunlar İşçi Sınıfımızdan çaldıklarıyla alırlar zırhlanmış milyonluk arabaları. Çalınan paralarla yapılır kaçak saraylar. Çalınan paralarla yaratılır yandaşlar.
Çalınan paralarla dağıtılır kömürler, makarnalar. Çalınan paralarla beslenir, halklarımızı uyutmakla, sefayı öbür dünyaya
havale etmekle görevli yobazlar. Çalınan
paralarla satın alınır televizyonlar, gazete-
ler, televizyoncular, gazeteciler.
Şimdilik sürebildiğiniz kadar sürün
sefanızı. Çünkü eninde sonunda, bir avuç
olan siz nükleer atıklar için refah düzeni
olan bu düzen yıkılacak. Eninde sonunda
halklarımız bu gidişe dur deyip ayağa kalkacak. Yürüyecek zulmün üstüne üstüne.
İşte o zaman sizleri ne kaçAK saraylarınız,
ne de zırhlı arabalarınız, ne ağababalarınız
kurtaracak.
İzmir
HKP İzmir İl Örgütü olarak, 2015 Yılı
sefalet ücretini İŞKUR İzmir İl Müdürlüğü önünde yaptığımız basın açıklaması ile
protesto ettik.
Ellerimizde bayraklarımız, pankartlarımız ve dillerimizde sloganlarımızla
haykırdık Parababalarına ve onların işbirlikçisi Tayyipgiller’e İşçi Sınıfımıza reva
gördükleri sefalet ücretini.
Haykırdık öfkemizi, kinimizi, haykırdık gelecek güzel günlere olan inancımızı.
Bursa
HKP Bursa İl Örgütü olarak, insanca
yaşam ücreti için alanlardaydık. 28 Aralık
günü saat 13.00’da Fomara Meydanı’ndaki
basın açıklamasını İl Başkanımız Av. Halil
Ağırgöl okudu.
Sık sık, “İşçilerin Birliği Sermayeyi
Yenecek”, “İşsizliğe Pahalılığa Zama
Zulme Son”, “AKP zam Zulüm İşkence
Demektir”, “Sefalet Ücreti Değil İnsanca Yaşam Ücreti” sloganlarımızı attık.
Açıklamamızda, ülkemizde insani düzeyde yaşamaya yetecek bir ücret uygulaması olmadığını, işverenden daha işverenci
sarı sendikacıların, işveren ve iktidar temsilcilerinin, işçinin çıkarına bir asgari ücret
belirlemek yerine, her yıl milyonlarca insanımız için sefilce yaşamaya yetecek bir
ücreti belirlediklerini vurguladık.
Açıklamamızda, işsizlik ve pahalılık
arttıkça suç oranlarının da arttığını, her
gün ortalama 6 insanımızın iş kazalarında
hayatını kaybettiğini, her gün bir kadının
hayatını şiddet sonucu yitirdiğini, her gün
iki kişinin uyuşturucu nedeniyle öldüğünü,
özellikle son 20 yılda ülke nüfusumuzun %
26 oranında artarken suç oranının % 400
oranında arttığını belirttik.
Halkımızın katlanmak zorunda olduğu
işsizlik ve pahalılığın bir avuç vurguncu
için cenneti yarattığını, buna karşı örgütlü şekilde mücadele edilmesi gerektiğini
vurgulanarak, halkımızı Partimiz saflarına
çağırdık.
“İşsizlik Kötülüklerin Anasıdır!”,
“Sefalet Ücreti Değil İnsanca Yaşam Ücreti” pankartlarını açtığımız basın açıklamamız sloganlarımızla sona erdirildi.
kacılığının Türkiye Temsilcisi TÜRK-İŞ
pazarlık yapacak gibi görünecek, Para-
70 kuruş olarak bildirdi.. Kendi kurumlarının rakamını asgari ücrete uyarlasalar bu
şu anki asgari ücrete % 60 zam yapılması
anlamına gelir. Ama yapmazlar, yapamazlar!
Halklarımızın ürettiği kaynakların, ar-
tıdeğerlerin gideceği yerler bellidir. Yerli-yabancı Parababalarının, yerli satılmışlaAçlığın, yoksulluğun,
rın cebidir bu kaynakların gideceği adres.
sefaletin adıdır Asgari Ücret
Cumhurbaşkanlığının bütçesi yüzde yüz
Alınteriyle geçinmeye çalışan emekçiartar, Diyanetin bütçesi eğitime, sağlığa
lerden çaldıklarıyla, atalarımızdan yadigâr
ayrılan bütçeyi geride bırakır; asgari ücret
bütün değerlerimizi yerli-yabancı Parabayine artmaz. Köşklerde, saraylarda otubalarına peşkeş çekerek aldıkları komisranlar anlamazlar açın halinden. Onlar
yonlarla, kendinden önceki tüm satılmışlainsanlıklarını bilinçlice, gönüllüce dünrı kıskandıran hırsızlıklarla, yolsuzluklarla
ya menfaatine satmışlardır çünkü.
beslendi, bitleri kanlandı Tayyipgiller’in.
Parababalarının bu ekonomik ve siyasi
12 yıldır haklarımızın sırtına kene gibi yazulmünü, yarattıkları bu kanser düzenini
pıştılar, emdikçe emiyorlar kanını.
ortadan kaldırmanın yolu, başta İşçi Sınıfıİşçi Sınıfımızın başını sarı gangster
mız gelmek üzere tüm emekçi halklarımızTÜRK-İŞ ile HAK-İŞ ile bağladılar. Gela birlikte Halk Kurtuluş Cephesini örmekçim derdinden başka bir şey düşünemez
ten geçmektedir. Demokratik Halk İktidarı
duruma getirdiler, sendikasızlaştırdılar.
kurulduktan sonra son verilecek bu hayâHalklarımız, İşçi Sınıfımız hesabını sorasızca saldırılara. Demokratik Halk İktidarı
mıyor çektiklerinin, sorgulayamıyor neden
kurulunca yaşam bulacak Halkın Kurtuluş
bu duruma düşüPartisi’nin Programı.
rüldüğünü.
İşte o zaman;
Yargı, Tayyip“(…) Günümüzde
giller’in hukuk
uygulanmakta olan
bürosuna dönüşasgari ücretin böyletürüldü. SorguAralık ayında dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 1.232 ce 4 mislinden fazla
layacak
Savcı,
bir artış sağlanmış
yargılayacak Yar- Lira, yoksulluk sınırı da 4.014 Lira olarak, üstelik bu olacak. Normal geçim
gıç bırakmadılar. rakamlar TÜRK-İŞ tarafından açıklanmış iken, İşçi Sı- endeksi de üretimimiTürk Ordusu’nun
verimindeki artışa
nıfımıza 2015 yılı için reva görülen zam günlük 1 Lira. zin
başını tören paşaparalel olarak yüksellarıyla bağladılar, Ar damarının patlamasının, utanma duygusunun yok tilecek. Kişi emeğinin,
CIA Operasyon- edilmesinin, yüzsüzlüğün tavan yapmasının sonucu- sağlığının ve ulusal
larıyla sindirdiler.
verimliliğin zararına
Soramayan, sor- dur bu günlük 1 Liralık zam.
olan prim usulü kaldıgulamayan Türk
rılacak. Ücretler, her
Ordusu Mustafa
hafta başı muntazam
Kemal Devrimleödenecek. Genel tarinin bekçisi değil
til günleri tam ücretli
artık. Var olma koşulu sorup sorgulamak baronluğu yapanların oluşturduğu komis- olacak. Zorunlu haller ve işin niteliğinolan, bilim üretmesi gereken Üniversiteler yonun vereceği zam da bu kadar olur an- den dolayı o günler çalışana çift günzapturapt altında; soramıyor, sorgulayamı- cak. Halklarımıza yansımasını görmesek delik verilecek. Kadın, çocuk, din, ırk,
yor, üretemiyor. TÜBİTAK bilim merkezi de, Türkiye ekonomisinin ve Kişi Başına farklarına bakmaksızın: AYNI İŞİ göreolmaktan çıkarıldı, hurafeler üretiliyor ar- Düşen Milli Gelirin büyüdüğü dillendiri- ne AYNI ÜCRET verilecek.”
tık orada. Tayyipgiller’in hırsızlıkları bu liyor Tayyipgiller tarafından. Bu büyümeO kutlu güne ulaştıracağız başta İşçi
merkezde aklanıyor artık.
Sınıfımız
gelmek Halklarımızı. Çünkü biz
ler(!) Asgari Ücrete yansıtılmış olsaydı,
2015 yılı Asgari Ücreti, böylesine bir DİSK-AR’ın, Türkiye İstatistik Kurumu vatan aşkını söylemekten ve gereğini yaportamda belirleniyor. Daha doğrusu belir- ve Uluslararası Para Fonu (IMF) verilerine maktan korkar hale gelmektense ölmeyi
lendi. Yıllardır bilinmektedir ki, Asgari dayanarak yaptığı araştırmanın sonuçlarına yeğleyen, Hikmet Kıvılcımlı’nın öğrenciÜcret Tespit Komisyonu, Tayyipgiller ta- göre, Asgari Ücret net 1.667 Lira olacak- leriyiz.
rafından IMF, Dünya Bankasının direk- tı. Hadi DİSK-AR’ı geçelim. Devletin kenHalkız Haklıyız Kazanacağız.
tifleri doğrultusunda önceden belirlenen di kurumu, Tayyipgiller’in isteği doğrultu30.12 2014
-ki 2015 yılı için bu oran yüzde 3+3’tür- sunda enflasyon rakamı açıklayan TÜİK
rakamın İşçi Sınıfımıza yedirilmesi için bile ağır işlerde çalışan bir işçinin geçimi
Halkın Kurtuluş Partisi
oluşturulan bir mizansendir. CIA Sendi- için gereken asgari tutarı net 1.424 lira
Genel Merkezi
Asgari Ücret basın Açıklamamamız:
babalarının Temsilcileri ise TÜRK-İŞ’in
oyunun gereği masaya getirdiği teklifi
çok bulup; yanarız, batarız diye feryat
figan edecek, Tayyipgiller, Bütçe imkânları buna elveriyor diyecek ve Asgari
Ücret adı altında sefalet ücreti İşçi Sınıfımıza dayatılacak.
Aralık ayında dört kişilik bir ailenin
açlık sınırı 1.232 Lira, yoksulluk sınırı
da 4.014 Lira olarak, üstelik bu rakamlar
TÜRK-İŞ tarafından açıklanmış iken, İşçi
Sınıfımıza 2015 yılı için reva görülen zam
günlük 1 Lira. Ar damarının patlamasının,
utanma duygusunun yok edilmesinin, yüzsüzlüğün tavan yapmasının sonucudur bu
günlük 1 Liralık zam.
Paraları sıfırlayamayanların; emekçilerin alınterinden çalınanlarla servet biriktirenlerin, emekçilerin aidatlarıyla sendika
Katillerden hesabı halkımız soracak
Ş
anlı Gezi İsyanı’mız sürecinde;
Türkiye’nin dört bir yanında
olduğu gibi 1 Mayıs Mahallesi’nde de halkımızın, iktidarın bu Şeriatçı-Ortaçağcı gidişine tepkisini göstermek için yaptığı eylem sırasında,
kasıtlı olarak kitlenin üzerine sürülen
aracın çarpması sonucu hayatını kaybeden Mehmet Ayvalıtaş’ın, 24 Aralık’ta, Kartal Anadolu Adalet Sarayında beşinci duruşması vardı.
Davanın görüldüğü Adalet Sarayı
önünde geniş güvenlik önlemleri alındı ve çevik kuvvet adliye binasının kapısında konuşlandırıldı. Halkın Kurtuluş Partisi ve çeşitli demokratik
kitle örgütleri de davaya destek olmak
için oradaydılar.
İlk duruşmadan itibaren avukatların
ısrarla üzerinde durdukları daha geniş
bir salon talebi, Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından reddedilmesi nedeniyle
duruşma yine küçük bir salonda gö-
rüldü. Mahkeme heyeti önce salonun
küçük olmasını bahane ederek Ayvalıtaş’ın ailesinin ve basın emekçilerinin
duruşmayı izlemesine izin vermese de
avukatların itirazları sonucunda aileyi
ve basın emekçilerini salona almak zorunda kaldı.
Duruşmayı Ayvalıtaş ailesinin yanı
sıra Hasan Ferit Gedik’in annesi Nuray Gedik ile Berkin Elvan’ın annesi
Gülsüm Elvan da izledi.
Bugüne kadar duruşmalara hiç katılmayan sanık Cengiz Aktaş’ın can
güvenliği olmadığı bahanesiyle bu duruşmaya da katılmadı ve duruşmalara
katılmak istemediğine dair mahkemeye dilekçe verdi.
Ayvalataş’ın avukatlarının sanık
Cengiz Aktaş’ın tutuklu yargılanması
talebini reddeden mahkeme başkanına
Mehmet Ayvalıtaş’ın babası “sizi Allaha havale ediyorum” diyerek tepki
gösterdi. Duruşma 15 Mart 2015 günü
saat 09.30’a ertelendi.
Duruşmaya katılan avukatlar duruşma sonrası yaptıkları açıklamada,
içerde sadece usulen bir yargılanma
yapıldığını ve gerçekte bir tiyatro oynandığını dile getirdiler. Biz de Kurtuluş Partililer olarak Halkçı Hukukçularımızla beraber “Gün Gelecek
Devran Dönecek AKP Halka Hesap
Verecek” ve “Gezi Şehitleri Ölümsüzdür” sloganları attık.
Bugüne kadar olduğu gibi bundan
sonra da bu davaların takipçisi olmaya
devam edeceğiz. 24.12.2014
Mehmet Ayvalıtaş Ölümsüzdür!
Devrim Şehitleri Ölümsüzdür!
Bu Daha Başlangıç
Mücadeleye Devam!
Halkız, Haklıyız, Kazanacağız!
İstanbul’dan
Kurtuluş Partililer
7
Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015
Başyazı
Deniz Baykal denen bu hainden, ahlâk fukarasından
hesap soracak bir tek CHP’li de mi yok yahu!
Baştarafı sayfa 1’de
kurucu arkadaşlarımız ile birlikte benim
evimi ziyarete geldiler. Yemek yedik,
sohbet ettik. Sohbet esnasında, bizim
Medya ve Tanıtımdan Sorumlu Genel
Başkan Yardımcımız Şeyda Açıkkol, bir
soru sordu. Dedi ki gazeteci ve hazırda
olan arkadaşlara;
“1- Ak Parti ile ilgili düşünceniz nedir
bu gelinen noktada?
“2. Biz yeni bir parti kurduk Merkez
Parti ile ilgili ne düşünüyorsunuz”
“Orada muhtelif arkadaşlar vardı, demin yukarıda ismini söylediğim Ak Parti’ye çok hizmet eden, fikir babası, halen
içinde olan, çok müdafaa eden gazeteci
yazar, benim de eskiden beri tanıdığım,
düşünce insanı olarak bildiğim Abdurrahman Dilipak da vardı. Hatta benden
yaşça büyük olduğu için ben ona ağabey
diye hitap ederim. O da orada vardı. Bu
soruy mukabil işte insanlar fikrini söylerken o da fikrini söyledi. Dedi ki ”Ak Parti
bende bunu çokta yazdım” dedi, ”saklamaya gerek yok her yerde de bu
mevcut” dedi. “Ak Parti bir proje partisidir” dedi. ”Ne projesi” dediler. ”Bir
tarihte, 90’lı yıllarının başından sonra
küresel güçler, emperyalist güçler bunun içinde ABD, İngiltere, İsrail falan Türkiye’ye gidip gelmeye başladı.
Bizlerle de görüşmeye başladı. ‘Niye
gelip gidiyorlardı?’ dediler. Bundan
sonra Türkiye’de siyasal İslamcılar
ile birlikte çalışmak istiyoruz. Çünkü
yükselen trend siyasal İslam. Çünkü,
Erbakan hoca ve ekibi gittikçe yükselen trendde puan almaya başlamış. Biz
sizinle çalışmak istiyoruz biz anlaşma
yapalım” yani kendi anlattı.
“Cem Özer: Neden Erbakan Hoca
madem yükseliyor onunla anlaşma yapmıyorlar?
“Abdurrahim Karslı: Erbakan hocaya teklif etmişler. Hatta bunu da söyledi. “O kabul etmedi” dedi. Yani nasıl
bir anlaşma?
“Anlaşma şu:
“1. Biz sizi iktidara taşıyalım.
“2. Size iktidarda sorun çıkaracakları
opere edelim
“3. Size gerekli finansal destekleri getirelim.
“Cem Özer: Yani o zaman kabul ediyor ameliyatı. Memleketi üzerinde kendine yana olursa ameliyatı kabul ediyor...
“Abdurrahim Karslı: Tabiî.
“Cem Özer: Ben memleketin üzerinde ameliyat yaptırmam derken, o zaman
yaptırıyor.
“ERBAKAN’A TEKLİF ETTİLER KABUL ETMEDİ
“Abdurrahim Karslı: Demiyor tabiî. Yani Erbakan hoca bunları kabul etmiyor. Ama Erbakan hocanın ekibi şimdi
Ak Parti’yi kuranlar bunu kabul ediyor.
Bunun içinde de Tayyip Bey ve Abdullah
Bey var. ”Bende vardım” dedi o müzakere ekibinin içinde. Hatta insanlar orada
garip garip bakınca orada huzurda olan
Ali Bulaç Bey de vardı gazeteci yazar.
“Ali Bey’in de haberi var o da biliyor bu
ekibi.” dedi. Sonra biz bunları yapalım
sizden de istediğimiz şu:
“1. İsrail’in güvenliğini arttıracaksınız, önündeki engelleri kaldıracaksınız.
“2. Büyük Ortadoğu projesi yani sınırların değişmesi.
“3. İslam’ın yeniden yorumlanmasında bize yardımcı olacaksınız.
“Hatta orada DSP’li bir Bakanımız
vardı Aydın Tümen onunda ismini söyleyeyim kızmaz inşallah. Aydın Tümen
dönüp bakınca ters ters dedi ki; ”Kızmanıza gerek yok. Sosyal demokratlardan da bu projenin içinde olanlar
vardı. O zaman CHP’nin başında olan
Deniz Baykal, ona da çünkü Cumhurbaşkanlığını verecektik” dedi. ”Ama o
sıra dedi anlaşma gereği hiç çalışmadı
gitti sırt üstü yattı. ‘Nasıl olduysa anlaştık’ diye, proje bozuldu Abdullah
Bey’e teklif ettik” dedi.
“Cem Özer: Zaten Deniz Baykal,
eğer evet demeseydi siyasi hayatımızda
Recep Tayyip Erdoğan daha sonra olacaktı.
“Abdurrahim Karslı: Tam olarak
değil aslında. Daha değişiği, bu iktidar
bir proje iktidarı olduğu için muhalefette bu proje gereği iktidarın destekçisi.
Dediğiniz gibi meclise girmesi Tayyip
Bey’in Deniz Bey sebeptir. Ama erken
seçimi teklif eden de Devlet Bahçeli’dir.
“Cem Özer: Yani bozalım iktidarı…
“BU PROJE TÜRKİYE’Yİ BÖLER
“Abdurrahim Karslı: Bozalım ve
yani o ekonomik bunalımdan siyasi bir
bunalım çıkardılar. Ak Parti iktidarı gerçekten projedir.
“Cem Özer: Tam da çözülmüştü
ekonomi…
“Abdurrahim Karslı: Tam da çözülmüştü ekonomi…
“Cem Özer: Kemal Derviş geldi, falan filan…
“Abdurrahim Karslı: Birden işler
tersine döndü. Bunu millet yaşadı. Yani
bunu Abdurrahman Bey bunu ısrarla söyledi. ”Ya ben bunu kaç defa yazdım.
Zaten Türkiye bunu yaşadı.” Beni de
göstererek dedi ki “O zaman ben bu arkadaşa gittim geldim bir hafta anlattım böyle böyle çalışalım diye bu kabul
etmedi. Reddetti beni.” Doğru. Bana
göre öyle bir teklif Türkiye’nin bölünmesi, İslam’ın tahrip edilmesiydi. Sırf Türkiye’nin değil, Büyük Ortadoğu projesi
bütün Ortadoğu’daki ülkelerin sınırlarının değiştirilmesi, ekonomik imkanların
küresel güçlere bağlanması demektir.
“Cem Özer: Peki şöyle bir şey yapmıştır iktidar tamam bunlar bizim oyunumuza gelsin bunlar önümüzü açsınlar
“Cem Özer: Yani Hamas şimdi…
“Abdurrahim Karslı: Efendim akıllı insan ne düşünür. Şimdi İsrail’e karşı
iki tane kuvvet var. 1. Filistin Kurtuluş
Örgütü 2. Hamas.
“Filistin Kurtuluş Örgütü uluslararası
camiada meşru organ kabul ediliyor. Bir
de Hamas var. Bütün uluslararası camia
da şunu terör olarak kabul ediyor. Biz
bunu tahrik etmek yerine madem bizim
sözümüzü dinliyor biz de kuvvetliyiz
ağabeyiz, ne der insan siyaseten, siz kendinizi fesh edin nasıl olsa uluslararası
illegal bir örgüt olarak kabul ediyorsunuz, şu Filistin Kurtuluş Örgütü’ne iştirak edin. Zaten en sonunda birleştiler.
Dolayısıyla buna kuvvet verip bununla
iştirak etse biz meşru bir organı müdafaa edecektik. Biz öyle yapmadık. Verdik
gazı Hamas’a Gazze’ye gidiyoruz diye,
gidebildik mi? 3 kişi öldürdüler diye binlerce kişiyi İsrail’e öldürttük. Bunu beraber yaşadık. Yani ağaç meyvesini verdi
diyorum. Biz gidecektik oraya ambargoyu kaldıracaktık, Mavi Marmara Gemisi’ni gönderdik insanlar öldü. Ne oldu?
Sonuca bakmamız lazım. One Munite
demekle bu işler hallolmuyor. Numan
Kurtulmuş’un da ifadesiyle, hukuken önlerini açtık bütün kurum ve kuruluşlarda.
Önlerindeki engelleri kaldırdık.
“Hamas’ı mahvettik.
“Mısır’ı darma duman ettik.
“En çok kafa tutan Suriye’yi yerle
yeksan ettik.
“Bunun dışında da Ürdün, Libya hep-
sonra biz bunların dediğini yapmayıveririz biter gider...
“Abdurrahim Karslı: Belki öyle
düşünmüş olabilirler. Ben ne düşündüklerini bilmiyorum ama şunu söyledi
Abdurrahman Bey, dedi ki “Bu projeyi
diğerleri kabul etmedi, biz ve bu projenin içinde ‘evet’ diyen Abdullah Bey’le
Tayyip Bey ‘evet’ dedi. Bu bir projedir.
Merkez Partinin başarı şansını şimdilik
görmüyorum. Çünkü proje henüz tamamlanmadı” dedi.
“İSRAİL’İN ÖNÜNDEKİ ENGELLERİ AKP KALDIRDI
“Cem Özer: Peki bir şey söyleyeceğim. Ama şimdi İsrail’in güvenliğinin
önünü açmak diyorsunuz. İsrail’e en çok
kafa tutan ekip. Takır takır kafa tutuyor.
“Abdurrahim Karslı: Kafa tutuyor
dediğiniz zahiren hal böyle. Ama Numan Kurtulmuş’un da anlattığı bir şey
var. Ben de hukukçuyum sizde hukukçusunuz. Biz İsrail’e kafa tuttuk. Ama
bütün uluslararası kurum ve kuruluşlarda engelleri önlerinden kaldırdık. Bugün
kaldırdık. Bir sürü kuruluşlarda mesela
ortak olamayacağı birçok kuruluşlarda
biz veto hakkımızı kullanmadık geldi ortak oldu. İsrail’deki yasak olan silahların
üretimi var mıdır yok mudur filan diye
biz tekini istemedik Türkiye olarak. Ondan da öte biz fiilen de İsrail önündeki
engelleri kaldırdık.
“AKP’NİN SAYESİNDE İSRAİL ELİNİ KOLUNU SALLAYARAK
GEZİYOR
“Cem Özer: Nasıl kaldırdık
“Abdurrahim Karslı: Hamas en
büyük engeldi biz tahrik ettik ettik İsrail
Hamas’ı dümdüz etti.
si yok şu anda.
“Yani İsrail artık elini kolunu sallayarak geziyor. Güvenliğini arttırdık. Lütfen
Ak Parti’nin getirdiği neticeyi dinleyin.
İçerde PKK’yı makbul ve mübarek yaptı. Dışarıda da İsrail’in önünü açtı. İslam
adına da bir sürü terör örgütü icat etti.”
(http://www.odatv.com/n.php?n=akp-aslinda-nasil-kuruldu-1612141200)
İhanet Anlaşmasının içinde
Pensilvanyalı İblis’in cemaati
de vardır
Abdurrahim Karslı’nın bu açıklamalarını Ali Bulaç da aynen doğrular.
İsterseniz olayın daha netçe ve kesince
kanıtlanması ve ortaya serilmesi için tereddütsüz anlaşılması, kavranılması için
yani bu konuda hiçbir kuşkuya yer bırakmamak için Ali Bulaç’ın konuya ilişkin
Pensilvanyalı İmam’ın Zaman Gazetesi’ndeki köşesinde yazdığı makalesini
aktaralım:
“AK Parti bir proje miydi?
“Geçenlerde Merkez Parti Genel Başkanı Abdurrahim Karslı, +1 TV’ye verdiği röportajda Abdurrahman Dilipak’ın,
“AK Parti’nin bir proje olarak ABD, İngiltere ve İsrail tarafından kurulduğunu
iddia ettiğini”, kuruluşuna destek veren
güçlerin, şu üç şeyi talep ettiğini söyledi:
“1. Biz sizi iktidara taşıyalım. 2. Size
iktidarda sorun çıkaracakları opere edelim. 3. Size gerekli finansal destekleri
getirelim.” AK Parti’den istenenler de
şunlardı: “a. İsrail’in güvenliğini artıracaksınız, önündeki engelleri kaldıracaksınız. b. Büyük Ortadoğu Projesi yani
sınırların değişmesi. c. İslam’ın yeniden
yorumlanmasında bize yardımcı olacaksınız.”
“(…)
“1998’lerden başlamak üzere Amerikalılar, sıklıkla bizlerle görüşmeye başladılar. Biri gidiyor, üçü geliyordu. Sordukları şuydu: “Türkiye’de dindar zemini kuvvetli bir iktidar mümkün mü?”
Ben ana fikir olarak şunları söylüyordum: “Türkiye’de İslami-muhafazakâr
aktörlerin belirleyici rol oynadığı bir
döneme giriyoruz. Kronikleşmiş sorunlarımızı eski zihniyetle çözemeyiz; bölge gibi Türkiye de yeniden şekillenmek
durumunda, Batı İslam’a, Müslümanların hayat tarzına ve kaynaklarına saygı
göstermelidir. Batı ile savaşmak zorunda
değiliz ama Batı’nın süren tahakküm ve
hegemonyası altında Ortadoğu böyle devam edemez. İsrail sınırlanmalı, rejimler
demokratikleşmeli, kaynaklar adil dağıtılmalı, İslam’ın cevaz verebileceği siyasetlere engel olunmamalı.
“Ancak ne aktivisttim ne siyasi bir
hevesim vardı. Dilipak ise çok hareketli, aktif bir arkadaşımız. Tanıyanlar bilir,
her konuda projesi var. Yeni dönemde
Türkiye için mümkün bir siyasi proje
hazırladı, bundan hayli saygın kişilere
bahsetti. Ve onun ifadesine göre Ankara’da birilerine çalıştığı dosyayı verince,
Amerikalıların görüşme trafiği değişti,
bir süre sonra Dilipak, projesinin “bazı
değişiklikler”le AK Parti olarak ortaya
çıktığını gördü. Bundan sonrası hepimizin malumu!
“Amerikalılar, ikna edebilselerdi söz
konusu projeyi Erbakan hocaya uygulatmayı düşünüyorlardı, ancak o reddetti. Erbakan hoca vefatından önceki son
görüşmemizde AK Parti’nin nasıl kurulduğunu uzun uzun anlattı, elindeki bazı
belgeleri bana gösterdi; Ertan Yülek Bey
şahittir.
“Karslı’nın evinde Dilipak, şunları
da söyledi: “AK Parti böyle kuruldu ama
Erdoğan artık bağımsız hareket ediyor.”
“Bu köşeyi takip edenler, benim ilk
günden AK Parti’nin BOP merkezli politikasına muhalefet ettiğimi; kuruluşta
Amerikalılara ve Batı’ya -bölge ve İsrail adına- verilen taahhütlerin çok ağır
olduğunu yazdığımı, bol keseden taviz
ve taahhütlerde bulunmadan da bölgesel
politika yürütmenin mümkün olduğunu
savunduğumu bilirler. Elbette kıyamete kadar Batı’ya bağımlı kalmayacaktık
ama bağımlılıktan kurtulmanın yolu bu
değildi.
“M. Ali Bulut’un yazdığına göre o
dönemde bu proje rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’na da teklif edilmiş. Yazıcıoğlu,
Erdoğan’a: “Kardeşim zaman ve hadiseler bana öğretti ki, Amerika’nın desteğindeki bir siyasete hizmet edilmiyor.
Eğer millete dayanarak siyaset yapacaksan geleyim. Aksi takdirde Amerika hep
kendine hizmet ettirir.” Tayyip Bey ona,
“Bir müddet Amerika’nın dediklerini yaparız, sonra millete hizmet ederiz. Mani
olurlarsa dirsek vurur, gideriz.” deyince rahmetli, “Amerika dirsek vurulacak
bir güç değil. Fil ile gireceğin yataktan
ezilerek çıkarsın.” demiş, teklifi nazikçe
reddetmiş. (…) (Bkz. Haber7, 11 Ocak
2014) (Ali Bulaç, Zaman Gazetesi, 22
Aralık 2014)
Dilipak, yerli işbirlikçilerin
ihanetini doğrular
Yeni Akit yazarı kaşar, ölüsü kokmuş
Ortaçağcı Abdürrahman Dilipak da olayı
inkardan gelmeye ve projeyi bugün “Pa-
ralel Yapı” diye adlandırdıkları Pensilvanyalının cemaatinin üzerine yıkmaya
çalışırken, tevil yoluyla da olsa aslında,
ikrar etmiş, doğrulamış olmaktadır. Bugün en sadık Tayyipçidir ya Dilipak, o
sebeple ihanet antlaşmasını Pensilvanyalının üzerine yıkarak amigoluğunu yapıp
küpünü doldurmaya devam ettiği için
Tayyipgilleri bu işten kurtarmaya çabalamaktadır. Fakat ne kadar debelenirse o
kadar batmaktadır. Ve ihaneti ortaya döküp doğrulamış olmaktadır. Şu birbiriyle çelişen, tutarsız, mantıksız cümlelere
bakın:
“Son bir kaç gündür sosyal medyada bir haber dolaşıyor. A. Karslı’nın
bir tv kanalı ve özel sohbetlerindeki
açıklamalarının basına yansıyan şekli
ile, “AK Parti’nin ABD tarafından kurdurulduğu” şeklinde bana atfen bir iddia
dolaşıyor… İşin aslı, her zaman yazdığım
söylediğim gibi, Paralel yapının AK
Parti’yi desteklemesi ve AK Parti’ye
dayatılan BOP projesi ile ilgili. AK Parti’yi projenin siyasi ayağını oluşturması
için destekleyeceklerdi… Bunun da maksadı İsrail’in varlık ve güvenliği açısından sorun teşkil etmeyen, Batı değerler sistemi ve siyasası için risk oluşturmayan, alameti farikaları yok edilmiş bir
din icat etmek ve ABD’nin, NATO’nun
askeri ve stratejik hedefleri ile uyumlu bir siyaset ve din algısı üretmekti...
Bu maksatla bunların abileri 90’ların
başında benim de kapımı çaldılar. Ben
bunu 91’de, 93’te açıkladım ama insanlar komplo olarak gördüler… Bu irade
Erdoğan’ı başından beri istemedi, Erdoğan’a şiir okudu diye siyaset yasağı
getirenler de bunlardı… Gül, tezkereyi
geçirmeyince ve bugün adına paralel
yapı dediğimiz ılımlı İslamcıların derin
devlete entegre ve enjekte edilmesine
karşı çıkan derin devlet içindeki Ulusalcı - Kemalist kadroları tasfiye
edemeyince, risk alması açısından Erdoğan’ın siyaset yasağını
kaldırdılar. Yine de Erdoğan’a
güvenmedikleri için Baykal’ı
Cumhurbaşkanı yapacaklardı akıllarına göre. O günlerde Zaman’ın
yazarları bu projeye destek veriyorlardı... MİT, emniyet, medya ve finans öncelikle paralel
yapının kontrolüne geçecekti... Zaten ordu da bu plana göre paralelin
paraleline girecekti... Erdoğan,
Gül’ü Çankaya’ya gönderince
plan çöktü. Baykal, rolünü iyi
oynayamadığı için bilinen senaryo ile tasfiye edildi. Yerine geçici
olarak Kılıçdaroğlu getirildi... Ve
bugünkü süreç başladı.” (A. Dilipak, Yeni Akit, 19 Aralık 2014)
Çok net bir şekilde görüldüğü
gibi, Dilipak da tüm Tayyipgiller
şürekası gibi tam bir düzenbazdır,
madrabazdır, din tüccarıdır. Bütün
ömürlerini din, iman, Allah, Kitap
diyerek geçiren bu Amerikan uşağı, insan düşmanı, vatan millet düşmanı asalaklar zerrece ahlâk, namus, vicdan, dürüstlük, mertlik taşımamaktadırlar. Bunların tümü yiv sıyırmış cıvatalar gibi tüm
insani değerleri sıyırıp atmışlardır bir köşeye. Ve bir asalağa, bir vurguncuya, bir
kan içiciye, özetçe insanlıkla zerrece ilgisi olmayan bir yaratığa dönüşmüşlerdir...
Yerli İşbirlikçilerin tamamının
ipleri ABD’nin elindedir
Bütün bu uzun aktarmalar şunu göstermektedir ki Türkiye’de burjuva partilerinin tamamını ABD Emperyalistleri
oynatmaktadır.
Dikkat edelim; Amerikalılar 1990’lı
yıllarla birlikte heyetler halinde neredeyse hemen her gün kimleri ziyaret ediyorlar?
Ortaçağcıları-Siyasal İslamcıları-Yezid-Muaviye dininin savunucularını ve
MHP orijinli faşistleri.
Ne diyorlar bunlara?
Türkiye’de sizin önünüzü açacağız,
sizi iktidara getireceğiz, size güçlük çıkaracak hareketleri, kurumları “opere”
ederek tasfiye edeceğiz. Yani yolunuzun
üzerinden süpürüp atacağız. Engel oluşturabilecek durumdan çıkaracağız. Siz
de bunun karşılığında bizim şu istediklerimizi yapacaksınız.
Bu ihanet önerisini kimler kabul etmiyor, yukarıdakilerin aktarımına göre?
Necmettin Erbakan’la Muhsin Yazıcıoğlu.
Bunlar neden kabul etmiyorlar?
8
Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015
Başyazı
da boş durmuyor. Kemal’in teklifiyle ilgili
o da düşüncesini belirtiyor:
“Medyada yeni bir iddia ortaya atıldı, Nazlı Ilıcak CHP’den milletvekili
adayı olacak diye...
“Hiç zannetmiyorum. Olmaz, yapamaz, annem CHP’ye gitmez, yaparsa
çok ayıp olur. Kendi düşüncesine ayıp
etmiş olur. Sol bir partiden sanmıyorum.
Annem olsa bile ben oy veremem.” (Hadi
Özışık’ın yaptığı röportajdan, internethaumurlarında değildir. Bunların tek düşün- Sorosçu Kemal’in de TESEV kurucusu
ber.com)
düğü Tayyip gibi koltuktur sadece. Tabiî olduğunu inkâr etmişlerdi. Fakat sonradan
Evet, yoldaşlar, ne diyor M. A. Ilıcak
Tayip’in vurgunculuğu da var. Korkunç bir Barış Yarkadaş belgesiyle birlikte ortaya
annesinin CHP’den aday olmasına?
iştiha ile Türkiye’nin tüm varlıklarını ta- koyunca bu gerçeği, direnemediler. Çıktı
“Olmaz, yapamaz, annem CHP’ye gitlan ediyor Tayyipgiller. Bunlarsa koltuğa, Sosrsçu Kemal, “evet” dedi, “TESEV’in
mez, yaparsa çok ayıp olur. Kendi düşünmakama razılar. Öyle bir farkları var Tay- kurucu üyesiyim.”
cesine ayıp etmiş olur.”
Görelim nasıl dedi bunu:
yip’ten ve Tayyipgiller’den. Ama AmeriBu dolandırıcı gerici bile böyle bir şe“TESEV’den
istifa
etmeyecekan uşaklığında hiçbir farkları yok.
yin çok ayıp olacağını bir anlamda ahlâk
Bilmiyor ki Sorosçu Kemal; Ameri- ğim. TESEV bir dernek değil ki istifa
dışı olacağını söylüyor. Annem bunu yapka’nın kendisine biçtiği rol AKP’ye payan- edeyim. Vakıf... Kurucularından biri
mamalı, diyor. Yaparsa ben oy vermem,
da olmak, Mecliste muhalefet rolü oyna- de benim. Ben dilekçe verip üyelikten
diyor.
mak ve süreç içerisinde de CHP’yi eritmek, istifa ediyorum desem bile, bunun huBenim netçe bildiğim, bu kişi, bir zaiyice etkisizleştirmek, küçültmek. Dikkat kuken bir geçerliliği yok... Ben kurucu
manlar sahibi olduğu Tercüman Gazeteedersek, Tayyipgiller iktidarından bu yana üye olduğum zaman ne Soros vardı ne
si’nin kuponla halka televizyon vereceğini
CHP bu rolü kusursuz oynamakta ve ken- de başka bir şey... TESEV’e üye olmak
söyleyerek yoksul halkımızı dolandırmıştı.
disine verilen görevi eksiksiz bir biçimde suç değil. Ben sadece TESEV üyesi değiBu dolandırılan mağdurlar arasında asgari
lim ki. Ben aynı zamanda Vakıf 2000’in
yerine getirmektedir.
ücretten emekli maaşıyla 3 çocuklu evini
Şimdi, CHP’de ne olup bittiğini en de üyesiyim.” (http://arsiv.gercekgundem.
geçindirmeye çalışan benim kız kardeşim
yakından bilen ve CHP hakkında bugüne com/?p=429121)
ve iki gözü de Behçet Hastalığından dolayı
Kanıtlarıyla ortaya konunca TESEV’cidek bizim en mahrem ve doğru bilgileri
görmeyen eşi de vardı. Bu nedenle eminim
edindiğimiz Barış Yarkadaş’ın şu sözlerine liğini, Vakıf 2000’ciliğini inkâr edemiyor
yapılan aşağılık işin olduğundan.
kulak verelim. Hepsi de doğrudan gözleme artık Kemal Efendi. Sadece “bu suç değil”,
Ayrıca medyada da o günlerde geniş öldayandığı için doğrudur Yarkadaş’ın dile diyor. Evet, şu anki kanunlar çerçevesinde
çüde yer aldı bu dolandırıcılık olayı.
belki öyle görülebilir. Ama sadece biçimce.
getirdikleri:
İşte bu kişi bile TESEV’ci Kemal’in
“CHP’nin temel sorunu birilerine Yoksa vatana, millete ve halka düşman bir
Nazlı Ilıcak’la iş tutmasını “çok ayıp olur,
öykünmek, birilekendi düşüncesine ayıp
rini taklit etmek
etmiş olur” diye değerlenolmamalıdır. Bak
diriyor.
ne oldu? Nazlı IlıAma Kemal Efendi
cak ismi dolaştı CHP’ye bir ömür samimiyetle hizmet etmiş ve CHP’nin
hiç utanmadan, hiç yüzü
değil mi ortada?ilkelerine sahip insanları azgın bir saldırganlıkla tasfiye et;
kızarmadan bu aşağılık işBazı
yöneticiler
partiyi, ömürlerini CHP’ye ve sola düşmanlıkla geçirmişleri yıllardır yapmakta hiç
görüşmüş hiç kimtereddüt etmiyor. Yapıyor.
se kendini kan-olan gericilerle, Ortaçağcılarla, Amerikan ajanlarıyla dolBir de iki gün önce
dırmasın.
Nazlıdur. Bu ahlâksızlık değil mi? Bal gibi ahlâksızlık. Ama sen
siyasi ahlâktan söz ediIlıcak’la CHP’yene bileceksin siyasi ahlâkı, utanmayı, sıkılmayı.
yordu. “İktidara geldiğigelmesi
konumizde ilk bir hafta içinde
sunda görüştüler.
siyasi ahlâk yasası çıkaraBunu ilk yazan da
cağız”, diyordu.
benim. Öyle kimSen hangi yürekle sise, efendim olmadı
yasi ahlâktan söz ediyormolmadı, demesin.
sun?
200 tane isim belirlemişler sağdan. Gene fantezi dünya- örgüt, CIA bağlantılı bir örgüt, en azılılarından bir suç örgütüdür aslında TESEV.
sındalar, hayal peşindeler.
“Ne oldu? Hemen reddetmek zorun- Onun kurucusu olmak da, üyesi olmak da
da kaldılar. Çünkü CHP tabanı Nazlı o suçu işlemektir.
Kemal burada bir okkalı yalana daha
Ilıcak’ı kusar, kabul etmez, oy vermez.
Kimse kendini kandırmasın.” (Barış Yar- başvuruyor. Ne diyor?
“Ben kurucu üye olduğum zaman
kadaş, Halk TV’de yayınlanan “Yol Haritane Soros vardı ne de başka bir şey...”
sı” Programından, 28 Ocak 2015)
Niye yokmuş Kemal Efendi?
Görüyor musunuz yoldaşlar, ahlâksızlıHenüz anasından doğmamış mıydı o
ğın, namussuzluğun, gericileşmenin düzeyini ya da düzeysizliğini. Adam 200 isim zaman Soros?
Ya da henüz tıfıl bir ergendi, bu işlerle
belirliyor. Tabiî avanesiyle birlikte. Hem
uğraşmıyor muydu, he?
de nereden?
Vardı, vardı. Bunu sen de adın gibi biSağdan. Yani ABD-AB Emperyalizmine ömür boyu uşaklık etmiş, ajanlık etmiş liyorsun. Ama savunmaya cesaret edemitiplerden. Bugüne dek halk düşmanlığı et- yorsun. Can Paker ve Liboş Mehmet komiş tiplerden. Devrimcilere, sosyalistlere, numunda değilsin çünkü. Onların sırtında
antiemperyalistlere, Mustafa Kemalcilere, yumurta küfesi yok. Sorosçu olduklarını
Tam Bağımsızlıkçılara ve laiklere azgın söylemekte sakınca duymuyorlar.
Ama sen bir Washington-Pentagon-CIA
bir kin ve düşmanlık beslemiş, sergilermiş
tiplerden. Sermayeye, yerli yabancı Para- Operasyonuyla CHP’nin başına getirilmiş
babalarına hizmette sınır tanımamış ve hiç düzenbazsın. Senin görevin yukarıda andıklarımız. Mustafa Kemal’in ve Kuvakusur etmemiş kişilerden.
Yahu senin kaç milletvekili seçtirme yimilliyecilerin kurduğu CHP’yi tümden
gücün var ki zaten? Ne kadar oy potansi- öldürüp yerine bütünüyle Amerikancı,
Sorosçu, ipleri tamamıyla CIA’nın elinde
yelin var?
Yeni CHP’yi yaratmak. Yani Eski CHP’yle
En fazla 150 diyelim.
Sen 200 kişi belirliyorsun sağdan. De- hiç ilgisi olmayan bir zombi CHP ortaya çımek ki kendileri ve sağdan belirledikle- karmak. Onu da önemli ölçüde başardın. O
ri kişiler girsin Meclise, diyorlar. Peki ya yüzden böyle fırıldak çeviriyorsun, Soros
gerçek CHP’lilerden? Yani CHP’ye gönül yoktu filan, diyorsun. Ayıp ya, ayıp…
Gelelim Nazlı Ilıcak meselesine. Nazvermiş içtenlikli insanlarımızdan? Onları
boş ver, diyorlar, onlardan kimse girmesin. lı Ilıcak, Kemal’in bu teklifine ne dediğini açıkça, doğrudan telaffuz etmedi. Ama
Onlar bize oy getirsin yeter.
Zaten ne demişti Amerikan uşağı ve buna cevap niteliği taşıyan şöyle bir karar
ajanı, Mustafa Kemal ve laiklik düşmanı bildirdi:
“Bu kadar erken söylenir mi bilemiOrtaçağcı Mehmet Bekaroğlu, TESEV’ci
Kemal’in utanmazca bir sahtekârlıkla ge- yorum ama gerekçeleriyle birlikte, önünel başkan yardımcılığına getirdiği bu ka- müzdeki seçimlerde kime oy vereceğimi
açıklıyorum: Selahattin Demirtaş için oy
şar gerici?
kullanacağım.” (Bugün Gazetesi, 28 Ocak
“Ulusalcılar giderse parti güçlenir.”
Onun güçlenmekten anladığı, CHP’nin 2015)
Nazlı Ilıcak, durduğu yeri ve muhatasiyasette güç sahibi olması değil tabiî.
CHP’nin tümden Mustafa Kemal ve laiklik bını açıklamış oluyor böylece. Yukarıdaki
düşmanı Ortaçağcılarca ele geçirilmesi. O açıklama tabiî aynı zamanda İmralı’yadır.
“ey Öcalan, beni gör artık. Senin adına
bunu kast ediyor, öyle demekle aslında.
İşte Sorosçu Kemal de buna uygun bir Meclise girersem size hizmette kusur etgirişim başlatmış, yukarıda Yarkadaş’ın mem”, demektir bu mesaj. Kim bilir, belki
de görür Öcalan…
söylediğine göre.
Demek ki Nazlı Ilıcak CHP ile anlaşaBir de yine utanıp arlanmadan bu ahlâksız girişimi inkâr ediyor CHP’liler. Yeni mamış. TESEV’ci Kemal’in teklifi bir uzCHP’nin Genel Başkan Yardımcısı Veli laşıyla noktalanmamış.
Ilıcak’ın oğlu dolandırıcı, her dönem
Ağababa inkâr ediyor böyle bir girişimde
bulunduklarını. Hani ilk ortaya çıktığında iktidardan yana oynayan Mehmet Ali ılıcak
40 yılın Amerikan ajanı, vatan, millet ve halk düşmanı Nazlı Ilıcak’tan bile daha onursuz çıkan Sorosçu-TESEV’ci Kemal’den ve
Avanesinden hesap soracak bir tek yürekli, namuslu CHP’li de kalmadı mı gayrı?
Baştarafı sayfa 1’de
saygıyla selamlıyorum’. Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu konuşuyor: ‘Siyasete girmeyen tarikata saygılıyım’.
“- 22.04.2011 Cuma akşamı Kemal
Kılıçdaroğlu’na, Habertürk televizyonunda katıldığı ‘Türkiye’nin Nabzı’
programında şu soru soruldu: ‘Türkiye’de irtica tehdidi var mı?’ Kılıçdaroğlu, anında, kendinden emin tok sesle,
‘Hayır’ cevabını verdi.
“Eylül 2010’da Almanya’ya yaptığı
gezi sırasında bir Alman gazeteci Kemal
Kılıçdaroğlu’na sordu: ‘Laikliğin tehdit
altında olduğunu düşünüyor musunuz?’
“Kılıçdaroğlu bu soruya şu yanıtı
verdi: ‘Hayır. Bugün için Türkiye’de
laiklik tehlikededir diyemem, böyle bir
tehlike görmüyoruz’.
“Aynı günün öğle yemeğinde buluştuğu Türk gazetecilerden biri aynı soruyu bir kez daha sorunca, Kemal Kılıçdaroğlu şunları söyler: ‘Gerçekten böyle
bir tehlike görmüyorum. Aksini söylersem bunun altını doldurmak lazım, askıda kalır, gerekçelendiremem’.
“- Yeni CHP PM Üyesi ve Ankara
milletvekili adayı Mason Bülent Kuşoğlu konuşuyor: ‘Tekke ve zaviyeler yeniden açılsın. Bugün mühendis, doktor
gibi çağdaş bilimleri bitirmiş insanların
gidip bu tür kurumlarda (yani Tekke ve
Zaviyelerde) mürit olarak bulunmaları
gerekmektedir’.
“Atatürk’ün kurduğu parti olduğunu
iddia eden bu kişilere hatırlatalım: Atatürk 1925 yılında, tekkelerin kapatıldığı
gün Kastamonu’da şöyle haykırmıştı:
‘Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler,
müritler, meczuplar memleketi olamaz.
En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır. (…)” (http://www.kalinka.com.
tr/default.asp?islem=sayfa&id=300)
Evet, yoldaşlar; bunca halk düşmanını, ABD yandaşını, hizmetkârını partiye
doldurmakla yetinmiyor. Bu yönde yeni
girişimlerine olanca pervasızlığıyla devam
ediyormuş adam. Besbelli ki yukarıdaki
efendisi (ABD) böyle buyruk veriyor buna.
“Aferin oğlum Mehmet, sen bu yolda de-
vam et”, diyor. Bu da sanıyor ki ABD’ye
sadakatte kusur etmezse Tayyip’i olduğu
gibi, kendisini de iktidara getirir, başbakanlık koltuğuna oturtur. Ona oynuyor besbelli.
Bunların halk umurlarında değildir.
Halkın dertleri, sorunları, çektiği acılar,
vatanın ve milletin şu anda karşı karşıya
bulunduğu tehlikeler, Türkiye’ye dayatılan Yeni Sevr Haritası-BOP Haritası hiç
Sadece Tayyipgiller’in yaptığı vurgunculuk ve diğer bilumum yüz kızartıcı, akçeli işler değildir, siyasi ahlâksızlık. Senin
yaptığın da siyasi ahlâksızlıktır. CHP’ye
bir ömür samimiyetle hizmet etmiş ve
CHP’nin ilkelerine sahip insanları azgın bir
saldırganlıkla tasfiye et; partiyi, ömürlerini
CHP’ye ve sola düşmanlıkla geçirmiş olan
gericilerle, Ortaçağcılarla, Amerikan ajanlarıyla doldur. Bu ahlâksızlık değil mi? Bal
gibi ahlâksızlık. Ama sen ne bileceksin si-
yasi ahlâkı, utanmayı, sıkılmayı.
Amerikan Emperyalistleri yaptıkları
operasyonlarla boşuna getirmedi seni ve
tayfanı CHP’nin yönetimine. CHP’yi bu
hale yani eskisiyle uzaktan yakından bağı
kalmayan, olmayan Yeni CHP haline getiresiniz diye getirdi.
Tayyipgiller gibi durmak yok, yola devam, diyerek devam edin bakalım ihanetlerinize, vatan millet ve halk düşmanlığına.
Ne diyelim?..
Desek de sizler anlayacak insan olmaktan çoktan çıkmışsınız.
Fakat unutmayın; bu halk koyun sürüsü
değil. Bir gün uyanacak, bilinçlenecek, örgütlenecek. Tayyipgiller’le birlikte sizden
de ihanetlerinizin hesabını soracak. Bunu
da aklınızın, belleğinizin bir kenarına not
edin…
9
Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015
hisleri beslemektedirler.
“2. Gelenekçiler: İslam dininin kurallarına sadakatle bağlı olmakla birlikte, saldırgan ve şiddet yanlısı değildirler.
Köktendincilere kıyasla daha ılımlı görüş taşırlarsa da, çağdaş demokrasileri ve
Batı değerlerini gönülden kucakladıkları
söylenemez. Bu grup da, demokratik İslam’ın örneği ve geçiş vasıtası olmak için
uygun düşmez.
“3. Modernistler (Ilımlı İslam): İslam’ın günümüzdeki katı anlayış ve
uygulamalarında kapsamlı değişiklik
yapılması konusunda eylemli bir arayış
içerisindedirler. Hz. Muhammed dönemindeki uygulamaları değişmez esas
olarak kabul etmekle birlikte, o günlere
ait sosyal ve tarihi koşulların bugün artık geçerli olmadığının da farkındadırlar.
Temel değerleri; bireysel vicdanın üstünlüğünün yanı sıra, eşitlik ve özgürlüğe
dayalı toplum anlayışıdır. Bu değerler
çağdaş demokratik esaslarla bağdaşmaktadır. İslam dünyasının, küreselleşmenin
bir parçası olmasını da arzu ederler. Bu
nedenlerle ılımlı İslam, Demokratik İslam’ın örneği ve esas vasıtası olmak için
en uygun olanıdır.
“4. Laikler: Batı demokrasileri tarzında din ile devlet işlerinin ayrılmasından
yana olup, din olgusunu kamusal alandan
özel alana indirgemişlerdir. Politika ve
değerler açısından Batı’ya en yakın olan
gruptur. Bu olumlu özelliklerine karşılık
genellikle yarı demokratik görünümlü
otoriter bir yapıyı esas alan laik gruplar,
çoğunlukla solcu ve saldırgan milliyetçi
ideolojileri benimsemişlerdir.
“Bakınız…
“Hiç öyle gizli saklı yapmıyorlar bu
işleri.
“Rapor açık açık neler yapılması gerektiğini belirliyor:
“1. Önce Ilımlı İslam’ı destekle. Bu
kapsamda; özellikle mali destek sağla,
liderlik modeli oluştur ve bu modele uygun liderler belirle. İslam’da devlet ve
dinin ayrı tutulabileceğini, bunun inanca
zarar vermeyeceğini, aksine onu güçlendireceği fikrini destekle.
“2. Gelenekçilerin kusurlarını eleştir
ancak onları köktendincilere karşı destekle. Sufiliğin kabulünü ve popülerliğini
teşvik et. Modernistlere yakın görünüşten gelenekçilerin, modernistler ile ortak
hareket etmelerini destekle.
“3. Köktendincilerle mücadele et. Bu
kapsamda; yasadışı faaliyetlerini açığa çıkar, yaptıkları şiddet eylemlerinin
olumsuz sonuçlarını gündeme taşı, kahramanlaştırılmalarını önle.
“4. Seçici bir şekilde laikleri destekle. Bu kapsamda; köktendinciliğin ortak
düşman olarak algılanmasını teşvik et,
milliyetçilik ve solculuk temelinde ABD
karşıtı güçlerle bağlaşma oluşturma heveslerini kır.
“Uzun uzun yazmaya gerek var mı?
“Listeye bakın, Türkiye’nin 2000’den
sonraki sürecinde perdenin arkasında
kimlerin olduğunu anlarsınız.
“Ne yazıyorlar; Erdoğan şöyle “Kahraman” böyle Kasımpaşalı “yiğit”!
“Hadi leen!..
“Kimin ne yaptığı ortada; “sihirli el”
sırıtıyor!” (Soner Yalçın, agy, s. 205-212)
Çok net bir şekilde görüldüğü gibi,
Deniz Baykal ihanet anlaşmasının kendisine yüklediği görevleri tam anlamıyla
eksiksiz bir şekilde yerine getiriyor. Hem
de diğer parti yöneticilerinin aksi yöndeki tüm eleştiri ve uyarılarına rağmen.
Sözleşmesine sadık davranıyor hain. Sanıyor ki ihanet süreci tamamlandığında
kendisini Çankaya’ya oturtacaklar.
Gördüğümüz gibi bu sermayenin
burjuva siyasetçileri; makam için, koltuk için her türlü ihanete, namussuzluğa,
alçaklığa teşnedir. Yeter ki kendilerine
ABD’li efendileri tarafından bir yem
uzatılsın.
Sürecin sonunda, tanık olduğumuz
gibi, ABD ve Tayyipgiller, Baykal’ın
ağzının ortasına katır çiftesini yapıştırıyorlar ve Baykal kıçının üzerine oturuyor. Ha, Baykal da haindi ama CHP
tabanından gelebilecek baskılardan dolayı sözleşmede şart koşulan ihanetleri
süratle ve tereddütsüz gerçekleştirmekte
kendisine düşen görevi yapmakta ayak
sürüyebilirdi ya da mızmızlanabilirdi.
İşte o sebepten Baykal yaptığı ihanetiyle
baş başa kaldı. İşin tuhafı, sonunda başka bir ahlâksızlığı gündeme getirilerek
kaset operasyonuyla CHP tepesinden
de alaşağı edildi. Bu operasyonda esas
hedef Baykal’dan ziyade çevresindeki
etkin konumda olan ulusalcı yöneticiler, milletvekilleriydi. Onların tasfiyesi
amaçlanmıştır öncelikle. Onların yerine
de bugünkü Sorosçu-TESEV’ci, Sev-
rci hainlerden derleşik ve TR 705 gibi
resmi ajanlardan, Murat Özçelik gibi
Amerikanofillerden ve Mehmet Bekaroğlu gibi tüm ömrünü Mustafa Kemal,
Laik cumhuriyet ve Türk düşmanlığıyla
geçiren uşak Ortaçağcılardan oluşan şebeke getirilmiştir. Bunların görevi Türkiye’nin Yeni Sevr bataklığına itilmesinde
AKP’ye Meclisteki diğer muhalefet partileriyle birlikte yardımcı olmaktır.
Baykal’ın yerine yine bildiğimiz gibi
Sabahattin Zaim’in İngiliz ajan üniversitesi Exeter’a pazarladığı Abdullah Gül
gibi sıfır numara İngiliz ve Amerikan
ajanı bir kişi getirilmiştir. Bilindiği gibi
bu kişi 2 Nisan 2003’te ABD Dışişleri
Bakanı Colin Powel’la 2 sayfa 9 maddelik Sevr benzeri bir ihanet anlaşmasını
imzalamıştır. Gül de Tayyip gibi ABD’li
efendilerine hizmette ve Türkiye’ye ihanette hiçbir sınır tanımaz. Tayyip’ten
farkı denge sorunu yani psikiyatrik bir
sorunu olmamasıdır.
Soner Yalçın’dan yaptığımız aktarmada yazar şöyle bir görüş ortaya atmaktadır:
“Başbakan olmak, elbette Erdoğan’ın
demokratik hakkıdır. Ama bunun için
olağanüstü çaba harcamak CHP’nin birinci görevi değildir.”
Bu anlayış da ne yazık ki Soner Yalçın’ın gerçek demokrasinin ne olduğunu
bilmediğini gösterir:
İşin biçimcil yönüne bakalım: Bizzat
kendisi kitabın önceki bölümlerinde Tayyip Erdoğan’ın 1 milyar dolar civarında
vurgun yaptığını kanıtlarıyla birlikte ortaya koymaktadır. Şimdi böyle bir insanın nerede olması gerekir?
Hırsızlıklarının bedelini ödemesi için
cezaevinde. Hem de en azından 30-40
yıllık ağır mahkûmiyete uğramış olarak.
Bunun yargı sürecinden kurtulması ayrı
bir hukuksuzluk olayıdır ve onu kurtaran
kişiler, mahkemeler de ayrı bir suç işlemişlerdir. Öyleyse bu kişinin hukuka uygun çalışan bağımsız ve tarafsız bir mahkeme önüne acilen çıkarılması gerekirdi.
Hâlâ da gerekir bizce.
İkinci olarak Türkiye’de ve dünyada
20’nci Yüzyılla birlikte zaten burjuva
demokrasisi bitmiştir. Finans-Kapitalin
azgın vurgunu, zulmü, tahakkümü ve
tüm bu yaptıklarını gizleyebilmek için de
halka yönelik aldatmacası-kandırmacası
vardır. Bunun adına biz “demokrasicilik
oyunu” diyoruz.
Tüm sermaye örgütleri ve medya hatta adliye mekanizması arkasında olan
Tayyip Erdoğan’la, onun AKP’siyle;
bizim gibi bir avuç insanın yüreğindeki
inançtan ve beynindeki teorik bilinçten
başka hiçbir şeyi olmayan ve yerli-yabancı tüm sermaye güçlerinin düşman
olduğu bir partinin aynı seçimlere girip
yarışmasında bir hakkaniyet, eşitlik, adalet olabilir mi hiç? Böyle bir demokrasi
olur mu hiç?
Bu bir hiledir, tuzaktır, aldatmacadır,
kandırmacadır, düzendir ve namussuzluktur.
Eğer sadece sandık sonuçlarıysa
demokrasinin ne olduğunun ölçütü, o
zaman 1946 sonrasının en demokratik
yoldan seçilen, en demokrat devlet başkanının Kenan Evren’in olması gerekir.
12 Eylül Faşist Darbesinin önderi Kenan
Evren’in olması gerekir. Ve ABD’nin
direktifleri doğrultusunda hazırlanan 12
Eylül Anayasasının da aynı dönemin en
demokratik anayasası olması gerekirdi.
Neyse, geçelim...
İhaneti, vatan satıcılığı böylesine somut, elle tutarca ortaya çıkmış olan kanıtlarla ve canlı tanıklarla bilinir olmuş
Deniz Baykal’dan yaptığı aşağılık işin
hesabını sorabilecek, yüzüne tükürebilecek bir tek içtenlikli, inançlı, yiğit CHP’li
yok mu yahu!..
CHP’nin kapısına dayanırdın. “Ulan bu
ne halt etmektir. Mustafa Kemal, İsmet
Paşa Partiyi bu hale getiresiniz diye mi
miras bıraktı size? Bu millet, bu hainlikleri, bu namussuzlukları yapasınız diye
mi bunca oyu verip meclise gönderiyor
sizi?”, der ve tükürürdü bunların suratına.
Çağrışım oldu: Rahmetli babam, köyden göçüp şehre geldiğimiz aylarda bitişik komşumuz, yine rahmetli Pekmezci
Mehmet Ağa’nın (Ağa bizim oralarda
Abi yerine kullanılır) şu teklifiyle karşılaşır:
“Yahu Yakup Ağa” der Pekmezci
Mehmet Ağa, “gel seni de bizim köylüler
gibi bir devlet kurumuna yerleştirelim.”
Babam:
“Ulan Mehmet, benim diplomam
yok, bir şeyim yok. Okuma yazmayı askerlikte öğrendim. Devlet işini nasıl yapacağız biz?”
“Sen işin o tarafını karıştırma.”, der
Mehmet Amca. “Sanki benim ve bizim
Hatunsaraylıların var mı? Bizim Kara
Mustafa hiç bunlara takılmaz halleder
işi.”
Kastettiği, Demokrat Parti Konya
Milletvekili Muhittin Güzelkılıç’ın kardeşi, Konya’nın ünlü kapalı çarşısı olan
“Saray Çarşısı”nın kardeşiyle ortaklaşa sahibi olan Mustafa Güzelkılıç’tır.
1950’li yıllardır, DP iktidardadır. Kara
Mustafa bugünkü Tayyipgiller’in illerdeki yöneticilerinin yaptığı işlerin aynısını
yapmaktadır. O bakımdan onun her telefonu karşı konulamaz buyruk mertebesindedir yerel yöneticiler için. Giderler
Saray Çarşısı’na. Mehmet Amca tanıştırır babamı.
“Bizim bitişik komşu. Köyü de köyümüzün bitişiği üstelik.”, der. (Eksile,
bugünkü adıyla Çatören). İstenileni de
söyler Mehmet Amca.
“Kolay”, der Kara Mustafa; “Hallederiz Yakup Ağa’nın işini.”
O arada sorar:
“Yakup Ağa da bizim partiden değil
mi?”
Mehmet Amca durumu bildiği için
yüzüne bakar babamın.
Babam; “Yo”, der “Ben Halk Partiliyim. Partiye de üyeyim. Sadece oy vermekle kalmam.”
Kara Mustafa:
“Bundan sonra oradan istifa edip bizim partiye üye olacaksın Yakup Ağa.
Oyunu da buraya vereceksin. Bak ekmeği buradan yiyeceksin artık.”
Rahmetli babacığım yüzüne kırbaç
yemiş gibi olur.
“Ulan”, der; “sizin partinizin de, iş
için, menfaat için partisini değiştirenin
de…” Galiz bir küfür savurur.
“Mehmet, niye getirdin beni böyle
adamların yanına.”, der ve çıkar gider
oradan.
Pekmezci Mehmet Amca da çalıştığı
işyerinde bu Güzelkılıç’ların babasının
birçok köyün arazisini zapt etmiş bir toprak ağası olduğunu, köylülerin onun bu
zulmüne dayanamayarak isyan edip onu
öldürdüklerini anlatır iş arkadaşlarına.
Bu da Kara Mustafa’nın kulağına gelir.
Mehmet Amca da anında işten kovulur.
O da köydeki sınırlı sayıdaki tarlasını
yarıcıya vererek oradan gelen ekmeklik,
bulgurluk, un ve buğdayla bir de yoksul
mahallemizde açtığı küçük bakkal dükkanından gelen gelirle geçimini sürdürdü. 5 çocuğunu yetiştirip büyüttü...
Sonrasında sevgili, mert babacığım
dört çocuklu ailesini, bildiği, şehirde yapabileceği tek işi yaparak, aile ekonomisi
biçiminde yaptığımız büyükbaş hayvan
besiciliğiyle geçindirdi.
mokrat Parti adlı Finans-Kapital hareketinin sınıfsal yapasını anlatması açısından dedemin ve babamın bir anekdotunu
da nakledelim:
DP iktidarı yani Bayar-Menderes Hükümeti tam anlamıyla bir ABD yapımı
Finans-Kapital+ Tefeci-Bezirgan iktidarıydı. Olay şu:
Yıl 1928 veya 1929. DP Konya milletvekili Muhittin Güzelkılıç’ın babası
Hatunsaraylı Bahri Ağa köyün ağasıdır.
(Ağa burada gerçek anlamda arazi sahibi Tefeci-Bezirgan anlamındadır.) Bahri
Ağa, kendi köyündeki yoksul köylülerin
toprağını önemli ölçüde gasp ettiği gibi
komşu üç köyün; bizim köy olan Eksile’nin, Çomaklar’ın ve Sadıklar’ın yoksul köylülerinin arazilerini de ele geçirmiş durumdadır. Özel silahlı adamları,
yanaşmaları vardır. Tabiî ırgatları da...
Köylüler, yoksulluktan, açlıktan kıvranmaktadır. Ama ağaya da karşı gelmek,
kelleyi ortaya koymayı gerektirmektedir.
Onu da o güne kadar göze alamamıştır
kimse.
Köylülerin yaşlı ve görmüş geçirmiş
olanları dedeme gelirler:
“Bu duruma bir çare bulabilir miyiz
Efe Dayı?”, derler.
Dedem, seferberlik ilan edildiğinde
babamı ninemin karnında üç aylıkken
bırakıp Birinci Emperyalist Paylaşım
Savaşı’na ve onu takip eden Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mıza katılmak üzere cepheye koşar. Ve 8 yıl sonra
döner köyümüze. Döndüğünde babam
7 yaşında bir oğuldur. Cephede sayısız
yoldaşı Mehmetçiği şehit vermiş, yine
sayıya gelmez emperyalist işgal ordusunun askerini haklamıştır. Yani o kadar
çok ölüm ve kan görmüştür ki, artık ölüm
onun için sıradan bir şey olarak algılanmaktadır.
İnsan bu kadar yıl ölümle iç içe yaşayınca köye döndüğünde çiftçilikle uğraşmak artık ona ağır gelir. Dedem de
birkaç yıl sonra, babam 12 yaşına geldiğinde, çifti çubuğu, ekini harmanı babamın omuzlarına yıkıp, sorumluluğuna
verip geçmiştir. Artık belinde tabancası,
omzunda mavzeri, kendisi gibi Ulusal
Kurtuluş Savaşçısı arkadaşlarıyla o köy
senin bu köy benim ahbap ziyaretleri
yapmakla vakit geçirmektedir.
İşte bu yapı ve anlayıştaki bir insan,
önüne böylesine haklı ve meşru bir dava
konulunca, kuşkusuz bundan bana ne,
kendi başınızın çaresine bakın diyemez.
Nitekim diyememiştir de...
“Gidin, eli silah, taş, sopa tutan yediden yetmişe ne kadar erkek varsa toplayın. Filan gün sabah vakti filan yerde
buluşacağız. Ama bu vasıftaki herkes gelecek. Gelmeyene toprak yok.”, der.
3 köyün erkekleri belirlenen yer ve
saatte buluşurlar. Tabiî bu çalışmadan
Bahri Ağa’nın da haberi olmuştur. O da
CHP’nin mirasını tüketen bu
Amerikancı hainlerden hesap
sorulmalıdır
Bu ahlâksız ve işbirlikçi haine; “Ey
hain nedir bu yaptığın?”, diyebilecek bir
tek babayiğit çıkmayacak mı CHP’den?
Eğer öyleyse yazık… Çok yazık…
Ve öyleyse Sorosçu, TESEV’ci Kemal ve kendisi gibi sefaletlerden derleşik
ekibinden de hesap soracak kimse çıkmaz.
Ey rahmetli babacığım neredesin?
Hey babacığım, iyi ki üyesi olduğun ve
bir ömür boyu gönül verdiğin CHP’nin
bu hallere düştüğünü Hacı Fettah Mezarlığı’na gidip yattın da görmedin.
Adım gibi biliyorum, yaşasaydın ve
sağlığın elverseydi eğer, yürüyecek durumda olman bile yeterliydi, hiç duraksamazdın bu durumları duyup görünce.
Bozkır depmesi külotlu efe pantolonunu bacaklarına geçirir, üzerine Suriye
kaçağı kruvaze ceketini giyer, boyun bağını boynuna dolar ve kasketini çekerek
Deniz Baykal Liboş Mehmet’in villasında: Liboş Mehmet’in karısı Canan Barlas’ın
doğum günü partisinde.
Yine bir çağrışım daha oldu. Babam,
Dereli (Konya Bozkır İlçesinin Kasabası) Efe Dayı’nın ya da Mustafa Efe’nin
oğluydu. Cesareti, yiğitliği, mertliği,
ataklığı ondan öğrenmişti.
Burada bugünkü Tayyipgiller’in kendi öncülleri olarak sürekli andıkları ve
öğündükleri 1946 Hareketinin yani De-
adamlarıyla birlikte, bu köylülerin bir
hareketi olursa karşılık vermek üzere hazır beklemektedir. Dedemin önderliğinde
toplanan yoksul köylüler, Bahri Ağa’nın
Hatunsaray köyüne doğru yürüyüşe geçerler. Ağanın gözcüleri haberi ulaştırır.
Ağa da silahlı adamlarıyla birlikte hareket eder. İki köyün arasında bir yerde
karşı karşıya gelirler. Ağa tarafından
birkaç kez korkutup ürkütme ve bozgun
yaratma amacıyla tüfek patlatılır. Fakat
dedem tuttuğu yoldan dönücü ve başladığı işi yarım bırakıcı değildir. Hiç aldırmadan yürür. Tabiî köylülerimiz de.
Karşı karşıya gelir taraflar. Bahri Ağa
adamlarının önündedir.
Böylece de ölümcül yanlışını yapmış
olur. Çünkü karşısındaki köylülere komuta eden adamın niteliğini bilmemektedir. O güne dek yaptığı gibi, ben bunları
kuru gürültüyle korkutup köylerine döndürürüm. Sonra da bildiğimi yaparım,
diye düşünmüştür.
Durun! Diye bağırır elini kaldırarak
isyancı köylülere. Bu son sözleri olur.
10 yıllar boyunca haksızlığa uğramanın, ezilmenin, aşağılanmanın verdiği
hınç ve kinle dolu köylüler hiç aldırmazlar bu söze. İsyancıların ileri gelenleri
“vurun ulan”, der.
Tüm isyancılar kaptıkları taşları yağmur gibi yağdırırlar ağanın üzerine.
Babam da oradadır ve 13 yaşındadır.
Olayı bütün canlılığıyla yaşar. Ve bana
her seferinde aynı heyecanı duyarak anlatırdı.
Köylüler ellerine ilk gelen taşlarla
saldırırlar ağaya. Öyle ki yağmur gibi
yağar taşlar. Babam burayı şöyle naklederdi:
“Bir iki taştan sonra Bahri Ağa yıkıldı yere. Ve birkaç dakika içinde ağanın
üzeri bir metre yüksekliğindeki bir çoka
(taş yığını) oluşturacak şekilde taşla kaplanmıştı, Bahri Ağa’nın.”
Bunu gören adamları, yüzgeri edip
kaçmakta bulurlar kurtuluşu...
Köylüler, o güne kadar uğradıkları
zulmün kendilerine verdiği acı ve öfkenin tesiriyle sadece kendilerinin tarlalarını kurtarmakla yetinmezler. Ağanın
Hatunsaray köyünün yakınına kadar olan
bölgedeki topraklarını da ele geçirirler.
Ve paylaşırlar aralarında.
Bu hazin son, ağanın çocuklarında
panik durumu yaratır. Köyü terk ederek
şehre gelirler. Ellerindeki nakitle bir han
satın alırlar ve onun işletmeciliğini yapmaya başlarlar. 1946’ya kadar yürütürler
bu işi.
Bayar’lar, Menderes’ler DP’nin Konya’da kuruluşunu yapmaya geldiklerinde
onları ilk karşılayan ağanın hancılıkla
uğraşan Muhittin ve Mustafa adlı oğulları olur. Sonrasında da bilindiği gibi Muhittin, Konya milletvekili seçilir DP’den.
DP dönemince Konya ondan sorulur hale
gelir artık.
Burada şu noktayı da belirtelim: İsyan sonrasında dedem, birkaç köylü yoldaşıyla birlikte tutuklanır. Hapis yatar
bir süre. O günlerde ağanın artıkları bir
mahkum satın alarak cezaevinde öldürtmek isterler. Dost görünümünde yaklaşır,
yakınında olur kiralık mahkum.
Dedem ranzanın üst katında kalıyormuş. Bir keresinde oradan aşağıya inerken kiralık kişi şişi dedemin karnına vurur. Fakat şiş tam da beldeki palaskanın
üzerine gelir ve delip geçemez içeriye.
Dedem hemen atlar üzerine ve yıkar yere.
Vurur birkaç darbe. Diğer mahkumlar
alırlar elinden. Bir daha da böyle bir şeye
teşebbüs edemez ağanın ardılları. Dedem
de zaten çok yatmaz. Çünkü kavga köy
kavgasıdır. Fail belirsizdir. Böylece de
kim vurduya gitmiş olur Bahri Ağa.
Konuyu biraz dağıtır gibi olduk belki. Ama DP’nin devamı olan AP’nin
DYP’nin, ANAP’ın, Molla Necmettin’in
partilerinin ve en son Tayyipgiller’in nasıl bir kökene, nasıl bir vurguncu asalak,
sömürgen, insan düşmanı sınıf yapısına
sahip olduklarını göstermesi açısından
bizce önemli bir örnektir, olaydır bu.
Dikkat edersek, Tayyipgilleri’in de ruhiyatları tümüyle Bahri Ağa’nınkiyle, Bayar Menderes’lerinkiyle birebir aynıdır.
O yüzden bunlar birbirinin izini sürmektedir ve birbirine övgüler düzmektedir.
Neyse dağıtmayalım konuyu…
Sonuç olarak:
Bu CHP, ihanetten, Yeni Sevr sürecini yürütmekte olan Tayyipgiller’in
AKP’sine payanda olmaktan ve gün be
gün çözülüp erimekten başka hiçbir yere
gidemez… 05.01.2015
10
Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015
Devrimci-Mücadeleci-Kitlesel bir Birleşik Kamu-İş için!
Birleşik Kamu-İş’i bukağı gibi sımsıkı saran kahredici eylemsizlik kabuğu acilen
kırılmalı; Düşmanı güldürmekten, dostu yormaktan başka sonuç doğurmayan “Büyük Hedef”lere bir türlü ulaşamayan minik eylemlerden derhal vazgeçilmeli.
Yasak savıcı bir eylemcik değil, küçük-büyük hedefler uğruna ama mutlaka sonuç alıcı eylemlerle kitle seferberliği sağlanarak başarmaya kitlenen militan bir mücadele hattına sıçranmalı an geçirmeden.
B
ünyesinde 9 sendikayı barındıran,
Biz Halkçı Kamu Emekçilerinin
de üyesi bulunduğumuz Birleşik Kamu
İş Konfederasyonu, 3. Olağan Genel
Kurulunu 13-14 Aralık 2014 tarihlerinde
Ankara Sürmeli Otel’de gerçekleştirdi.
Açılış konuşmalarının ardından Genel
Kurula davet edilen kurumlar adına yapılan konuşmalara geçildi. Aralarında CHP
milletvekillerinin de bulunduğu konuşmacılar kamu çalışanlarının çeşitli sorunlarına
değindiler.
Konuk konuşmacılar kapsamında Halkın Kurtuluş Partisi Ankara İl Başkanı Av.
Sait Kıran da bir konuşma yaptı. Konuşmasına dünyadaki ve ülkemizdeki bütün
kötülüklerin kaynağının AB-D Emperyalistleri ve yerli satılmışlar olduğunu belirterek başlayan Kıran, Tayyipgiller İktidarının ülkemize Yeni Sevr’i dayattığını, Ortaçağcı bir toplum inşa etmeye çalıştığını
vurgulayarak tüm bu saldırılara karşı birlikte, ortak bir mücadele hattının örülmesi
gerektiğini dile getirdi.
Kongre’de Halkçı Kamu Emekçileri olarak kamu emekçileri mücadelesine
bakış açımızı anlatan bir bildiri dağıttık.
Genel Kurul’a katılan delegeler bildirimize yoğun ilgi gösterdi. Dağıttığımız bildiri
metni aşağıdadır:
Devrimci-Mücadeleci-Kitlesel
bir Birleşik Kamu-İş için!
Kongremizi gerçekleştirdiğimiz bugünlerde ABD ve AB Emperyalistleri sömürü düzenlerini daha da perçinlemek
için, “Büyük Ortadoğu Projesi” ile halkları birbirine düşürmekte, Ortadoğu’yu kan
ve gözyaşına boğmaktadırlar. Bu amaçla
Irak’ı, Libya’yı, Suriye’yi parçaladıkları
gibi ülkemizi de en az üçe bölerek, Sevr
Antlaşması’nı tekrar hayata geçirip coğ-
rafyamızda güçsüz kukla devletler oluşturmak istemektedirler.
Tayyipgiller Hükümeti de ülkemizin
yeraltı-yerüstü kaynaklarını emperyalistlere peşkeş çekerken, aynı zamanda şefleri
Tayyip, Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanlığını yapmaktadır.
Yakın Tarihimize bakarsak; yerli Parababaları özellikle 24 Ocak (1980) Kararları ile özelleştirmelere hız verirken, bir
yandan da 12 Eylül Faşizminin ürünü 1982
Anayasası ile İşçi Sınıfına tanınan hakları
yok etme çabası içine girmişlerdir.
12 yıldır ülkemizi yöneten AKP, uyguladığı ekonomi politikaları ile yoksul
halkımızı; işçimizi, çiftçimizi, esnafımızı, memurumuzu ve diğer emekçilerimizi
daha da yoksullaştırmış ve köleleştirmiştir.
Taşeronluk sisteminin yaygınlaştırılması, işverenlerin işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda gerekli önlemleri almaması
nedeniyle her yıl yüzlerce çalışanımız,
emekçimiz hayatını kaybetmektedir. En
yakın olarak Soma’da resmi rakamlara
göre 301 madencimizin, İstanbul Mecidiyeköy’de 10 inşaat işçimizin, Ermenek’te
18 Madencimizin hayatı Parababalarının
kâr hırsına kurban gitmiştir.
Tayyipgiller Hükümeti bir yandan vurgunlarını yapıp küplerini doldururken, bir
yandan da antiemperyalist, Mustafa Kemalci, yurtsever, demokrat ve namuslu
askerleri, bilim insanlarını, gazetecileri,
aydınları Ergenekon-Balyoz adı verilen
CIA Operasyonları ile sesini çıkartamaz
ve yerinden kımıldayamaz hale getirmektedir. Tayyipgiller hırsızlıklarının, yolsuzluklarının duyulmaması, bilinmemesi için
de kendi hukuk bürolarına dönüştürdükleri
yargıdan çıkarttıkları haber yasaklarıyla
medyayı susturmakta veya olmadı satın
alarak yandaşlaştırmaktadırlar.
Tayyipgiller, bir yandan yargı çalışanlarına siyasi baskılar uygularken, bir yandan da hâkim ve savcılara yüksek zamlar
yaparak yargıyı iyice ele geçirip, kendi hukuk bürolarına çevirmeye çalışmaktadırlar.
“Sağlıkta Dönüşüm” adı altındaki uygulamalar ile sağlık ticarileştirilerek alınıp
satılan bir metaya dönüştürülmüştür. Sağlık
çalışanlarının mevcut sorunları dururken,
11.10.2011 tarihli 663 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Sağlık Bakanlığı,
başta Yunanistan olmak üzere yurtdışından
“ithal hekim”’ getirmeye çalışmaktadır.
Tabiî bu kararname ile asıl amaçladıkları;
- Sağlığı özelleştirmek ve piyasalaştırmak,
- Hekimlerin örgütlü direncini kırmak,
- Ücretleri düşürüp, işsiz hekim furyası
oluşturmak
- Tıp fakültelerini ve devlet hastanelerini işlevsiz kılmaktır.
Kamuda, Yardımcı Hizmetler Sınıfında
görev yapan çalışanların hak gaspları, 4b
ve 4c statüsünde çalıştırılan kamu emekçilerinin iş güvenliğinin olmaması ve ücret
adaletsizliği de kamu çalışanlarının çözüm
bekleyen diğer sorunları arasında yer almaktadır.
Eğitim alanında yapılanlara baktığımızda; 27 Aralık 1949 tarihinde “Türkiye
ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim
Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma” ile Milli Eğitim çökertilmiş, milli
olmaktan çıkarılmıştır.1954’te Menderes
Hükümeti tarafından, çağdaş eğitim kurumları olan Köy Enstitüleri kapatılmıştır.
İşte bu tarihlerden itibaren eğitim-öğretim,
emperyalistlerin tekeline sokulmuş ve dünyaya örnek gösterilen eğitim sistemimiz
hızla yozlaşmaya, gericileşmeye başlamıştır.
Eğitim alanındaki bu gericileştirme politikaları Ortaçağcı Tayyipgiller döneminde hız kazanmıştır:
- Öğretmen Okulları kapatılmış, Fen
Liseleri arka plana itilmiş, bilimden ve bi-
limsel eğitimden hızla uzaklaşılarak bilim
dışı hurafeler eğitim sisteminin temelini
oluşturmuştur.
- 4+4+4 sistemi ile İmam Hatip Okullarının sayısı artırılmış, Ortaçağcı eğitim
kurumları yaygınlaştırılmıştır.
- Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş (TEOG) ile A grubundaki tercihlerine yerleşemeyen öğrenciler, B grubunda
İmam Hatip Liselerine yerleştirilmiştir.
Bazı öğrenciler ise evlerinden çok uzakta olan bir eğitim kurumuna gönderilerek mağdur edilmişlerdir. Bildiğimiz gibi
TEOG yerleştirmeleriyle gayrimüslim öğrencilerimiz bile İmam Hatip Liselerine
yerleştirilmiştir.
- Ortaöğretimde (liselerde) dini derslerinin sayısı artırılarak, Arapça, Kur’an-ı
Kerim, Hz Muhammed’in Hayatı (Hz.
Muhammed’in insan, hayvan, doğa sevgisini anlatmazlar, anlattıkları da Hz Muhammed’i ifade etmez) gibi dersler zorunlu-seçmeli dersler haline dönüştürülmüştür.
- Daha birkaç ay önce, 22 Eylül tarihinde MEB’e bağlı okullardaki kılık kıyafet
ile ilgili yönetmelikte yapılan değişiklikle
“türban yasağı” kaldırılarak laik eğitime
bir darbe daha vurulmuş, medrese eğitiminin önündeki bir engel daha kaldırılmıştır.
- Özel okullara 2500 ile 3500 lira arasında yapılan devlet desteği ile bir yandan
eğitimdeki özelleştirmenin önü açılırken,
bir yandan eğitimde eşitlik ilkesine aykırı
davranılmaktadır. Amaç, devlet okullarını
tümüyle kaldırarak yerine özel sektörün
açtığı okul görünümlü ticarethaneler getirmektir.
- Son olarak “19. Milli Eğitim Şurası” adını verdikleri din şurasında kendine
sendika süsü vermiş bir ajan örgüt olan
Eğitim-Bir-Sen kanalıyla akıl ve bilim
dışı öneriler yapılmış, kararlar alınmıştır.
MEB’in kabul etmesinin kesin olduğu bu
“tavsiye” kararlarında din dersinin ilkokul
1’inci sınıftan başlatılması, anaokullarında
“değerler eğitimi” adı altında din eğitimi
verilmesi, ortaöğretimde Osmanlıcanın zorunlu olması, karma eğitimin kaldırılması
gibi Ortaçağcı adımların atılması öngörülmektedir.
Dört kişilik bir ailenin açlık sınırının
1225 lira, yoksulluk sınırının ise 3990 lira
olduğu bu dönemde, Tayyipgiller’in bir
kurumu haline gelen, sendikacı görünümlü
hainlerden derleşik Memur-Sen’in toplu
satış sözleşmesi ile kamu çalışanlarının
ücretleri, enflasyon rakamlarının bile gerisinde bırakılmıştır.
Kısacası kamu emekçilerinin kazanılmış birçok hakkı gasp edilmiş, eğitim ve
sağlık başta olmak üzere tüm kamu hizmetleri özelleştirilerek piyasacı bir ekonomiye
terkedilmiş, emekçilerimiz yoksulluğa
mahkûm edilmiştir.
Tüm bu ihanetlerin altına imza atan
Tayyipgiller erken bayram etmesinler. Bu
ülkede kamu emekçilerinin hak mücadelesinin geleneğini yaşatanlar da vardır ve
onlar bu hainane gidişe karşı kararlıca mücadelelerini sürdürmektedirler.
Bizler Halkçı Kamu Emekçileri olarak; sınıf ve kitle sendikacılığı anlayışı ile
antiemperyalist, antifeodal ve antişovenist ilkelerden taviz vermeden mücadelemizi sürdürüyoruz. Bu bakış açısıyla, insan
onuruna yakışır bir yaşam için tüm kamu
çalışanlarını örgütlü mücadeleye çağırıyoruz!
Türkiye’de İşçi Sınıfı açısından yıllardan beri nasıl bir “sendikalar faciası”
yaşanıyorsa, bugün Kamu Emekçileri Cephesinde de bir “sendikalar faciası” yaşanmaktadır. Bu durumun ana sebeplerinden
biri, sendikaların, sürece müdahale edici,
geniş, kapsamlı, somut, militan, doğru taktikler geliştirebilen; üyeleri tarafından netçe anlaşılmış ve içselleştirilmiş açık, net,
sürekliliği olan ve mutlaka sonuç alıcı örgütlenmeler ve mücadele stratejilerinin dolayısıyla da politikalarının olmayışıdır. Bu
özellikler kimi tüzük ve programlarda yer
almış olsalar da kâğıt üzerinden yaşama
geçip ete kemiğe bürünememişlerdir. Etkin
sendikal stratejiler ancak içinde yaşanılan
toplumun sınıf ilişki ve çelişkilerini doğru
tahlil ederek uygulanabilirler. Ayakları yere
basmayan, diğer ülkelerden ithal program,
ithal strateji ve politikalarla bu iş yürümez.
Kısacası üretilecek sendikal stratejiler kendi ülke orijinalitemizi yansıtmalıdır.
Bilindiği gibi strateji sözcüğü bir askercil savaş terimidir. Ama zamanla insanoğlunun her alanındaki davranışlarında,
özellikle de sınıflar savaşı alanında kullanılagelmiştir. Klasik anlamıyla strateji denince akla, özgücün başlıca vuruşunun yönünü belirlemek ve dolayısıyla da bir aşama
sırasında vurucu güçlere yerlerini aldırışı
düzenlemek gelir. Daha da netleştirirsek;
strateji belirli bir hedefe veya amaca ulaşmada en etkin ve başarılı olan ya da olacak
yolların ana hatlarıyla ortaya konması ve
içinin doğru ve etkin çeşitli taktik, parola
ve yöntemlerle doldurulmasıdır. Doğal olarak doğru strateji, doğru politikaların, pratik mücadele yol ve yöntemlerinin oluşturulmasını kolaylaştıracaktır. Bu yüzden de
madde ve manaca İşçi Sınıfına yakın olan
Kamu Çalışanları (memurlar) sendikalarında doğru sendikal politikalarla donanarak
sendikal örgütlenme ve militan bir sendikal mücadele yürütmelidir. Bunun yolu
da Devrimci Sınıf Sendikacılığı anlayışını
sendikalarda etkin kılmaktan geçer.
Bu sendikal anlayışın temel belirleyicileri şunlardır:
1. Sınıf sendikacılığı: İşçi Sınıfının işverenlerle olan çatışmasını yalnızca işyeri
sınırları içinde tutmakla kalmaz. Mücadelenin toplum yaşamının tüm kesimlerine
yansıdığını kabul eder. Mücadeleyi diğer
işkollarıyla, diğer emekçilerle, genel ülke
ve dünya sorunlarıyla, politik-ideolojik
mücadeleyle bütünleştirir. Sınıf sendikacılığı, sınıf mücadelesi temeline dayanır.
İşgücü-sermaye işbirliğini savunan sarı
sendikacılıkla mücadele eder.
2. Kitle sendikacılığı: Siyasi, dini,
felsefi görüş ve ulusu ne olursa olsun tüm
emekçileri kapitalist sömürüye karşı örgütler, yönlendirir ve mücadeleye sokar.
3. Devrimci sendikacılık: Sendikal
hareketin sınıf mücadelesi temeline oturup
oturmadığına bakar. Devrimci sendikacılığın amacı, İşçi Sınıfının kapitalist sömürüden temelli olarak kurtulmasıdır. Bugün
Kamu Emekçileri cephesinde de yaşanan
“sendikalar faciası”nın biricik ilacı “Devrimci Sınıf Sendikacılığı”dır.
Devrimci Sınıf Sendikacılığının uğruna
mücadele edeceği en temel talepleri ve ilkeleri de şunlardır:
1. Başta İşçi Sınıfımız olmak üzere
Kamu Emekçileri dâhil tüm halkımızın örgütlenmesinin önündeki her türlü engelin
kaldırılmasını hedeflemek,
2. Fiili ve meşru mücadele anlayışını
savunmak ve kendisini antidemokratik yasalarla sınırlamamak,
3. Ülkemizin ekonomik-toplumsal-kültürel-yeraltı-yerüstü tüm zenginliklerinin
emperyalist talanına ve sömürüsüne karşı
mücadele etmek,
4. İşçi Sınıfıyla, diğer emekçilerle ve
gençliğimizle dayanışmaya girmek,
* Sendikal örgütlenmeler İşyeri Komiteleri esas alınarak yürütülmelidir.
*Her şubede birer örgütlenme komitesi
oluşturulmalıdır. Bu komiteler işyeri örgütlenmelerinde, Şube Örgütlenme Sekreterliği ve Genel Merkez Örgütlenme Sekreterine bağlı olarak çalışmalıdır.
* Şube Örgütlenme Komitesi aylık çalışma raporunu, Şube Yönetim Kuruluna
ve Şube Temsilciler Kuruluna sunmalıdır.
* Sendikaların gücü örgütlenme kapasiteleri ve üyeleriyle arasındaki bağın
sağlamlığıyla ölçülür. Bu yüzden kitlenin
günlük sorunlarıyla yakından ilgilenilip en
küçük talepler önemsenmelidir. Sendikal
politikaları oluştururken kitlenin somut talepleri üzerinden hareket edilmelidir.
* Örgütlenme, sürekli olması gereken
bir süreçtir. Sadece yetki zamanları yaklaş-
5. Başta halkımızı taa can evinden vuran kanser illetinden beter İşsizlik-Pahalılık olmak üzere geniş halk yığınlarını ve
gençliğimizi ilgilendiren tüm sorunlara
karşı mücadele etmek,
6. Bilimsel düşünce ve davranış kurallarını, sendikal mücadelede en etkin bir
araç olarak kullanmaya çalışmak,
7. İşçi Sınıfının devrimci mirasına sahip çıkarak, sınıf dayanışmasını güçlendirmek için ulusal ve uluslararası birlikler/
platformlar oluşturmak ve ortak eylemler
gerçekleştirmek,
8. İşçi Sınıfının kanı, canı pahasına yaratılan ve kazanılan günlerin kutlanmasına
ve bu uğurda kaybettiğimiz devrim şehitlerinin, halk kahramanlarının anmalarına
aktif olarak katılmak,
9. Emperyalizme, Feodalizme, Şovenizme karşı savaşımı demokrasi güçlerinin manifestosu olarak görmek.
10. Yardımlaşma sandıkları kurmak,
paranın enflasyon-devalüasyon gibi oynaklıklarında işgücünün değerini gözeten denetimi sağlamak,
11. Her türlü ırk, din, dil ve cinsiyet ayrımcılığına karşı mücadele etmek,
12. İşsizlik sigortasını daha işlevsel kılmak ve benzeri sigortaların kurulması için
mücadele etmek,
13. Bugün için memur sendikacılığı
henüz literatürdeki sendika aşamasına gelememiştir. Sendikanın olmazsa olmazı
Toplusözleşme ve Grev’dir. Mücadelenin
ana eksenlerinden bir tanesi de Grev ve
Toplusözleşme hakkının elde edilmesidir.
Bu hakkın kazanılması için aktif mücadele
yürütmek,
14. Konfederasyonumuz henüz kurumsallaşmasını tam anlamıyla gerçekleştirememiştir. Devrimci sınıf sendikacılığı
ilkelerinin yaşama geçebilmesi için bağlı
sendikaların konfederasyonlarla ilişkisi
vücudun diğer organlarla ilişkisi gibi tam
bir uyum içerisinde olmalıdır. Konfederasyona bağlı her sendika yöneticisi kendisini
konfederasyona bağlı diğer sendikaların
yöneticisi gibi görmeli ve öyle davranmalıdır. Her sendikamız örgütlenme çalışması
yaparken üyesi olduğu sendika ile birlikte
konfederasyona bağlı diğer sendikalara da
örgütlenme ve üye yapmalı onları da kendi
bütününün parçası olarak görmelidir.
Yukarıda saydığımız, bir anlamda sendikal örgütlenme politikamızın da temellerini oluşturan Devrimci Sınıf Sendikacılığının ilke ve taleplerine, örgütlenme prensiplerini de eklemeliyiz:
* Sendikaların örgütlenme alanları işyerleridir.
tığında örgütlenme faaliyetleri yoğunlaşmamalıdır.
* Genel bir üye, üye olmayanlar ve potansiyel üyeler profili çıkarılıp işyerlerinde
bu veriler ışığında çalışmalar yürütülmelidir.
* Gerekiyorsa bu konuda profesyonel
örgütlenme uzmanları eğitilip istihdam
edilebilir. Ama bu kişilerin hedefi örgütü nitelikçe ve nicelikçe büyütmek olmalı
ve maaşları da o işkolundaki çalışanların maaşlarının ortalamasından yüksek
olmamalıdır.
* Sendika üye aidatlarının elden toplanması yöntemine geri dönülmelidir.
Aidatların kaynaktan kesilmesi yöntemi,
uygulama sonuçları da göstermiştir ki, bu
yöntem üye ile sendika arasındaki ilişkiyi
zaafa uğratmaktadır.
Kamu Çalışanları olarak kendimizin,
İşçi Sınıfının ve gençliğimizin yakıcı, acil
sorunlarının yanında; Yeni Sevrci kuşatma,
Şeriatçı tırmanış, Kürt Sorunu, Kadın ve
Çevre sorunu vb. gibi ülkemizin birçok sorununda çok şeyler yapabiliriz. Yapmalıyız
da.
AB-D Emperyalizminin Ilımlı İslam
(Şeriat) maşasıyla başlattığı Yeni Sevrci
saldırısına karşı Antiemperyalizm, Antifeodalizm, Antişovenizm ilkelerinden
zerrece ödün vermeden;
Dillerde pelesenk olan Devrimci Sınıf
Sendikacılığı ve Demokratik Merkeziyetçi yığın örgütü, laf olmaktan çıkarılıp
hayata geçirilerek;
Birleşik Kamu-İş’i bukağı gibi sımsıkı saran kahredici eylemsizlik kabuğu
acilen kırılmalı;
Düşmanı güldürmekten, dostu yormaktan başka sonuç doğurmayan “Büyük Hedef”lere bir türlü ulaşamayan minik eylemlerden derhal vazgeçilmeli.
Yasak savıcı bir eylemcik değil, küçük-büyük hedefler uğruna ama mutlaka sonuç alıcı eylemlerle kitle seferberliği sağlanarak başarmaya kitlenen militan bir mücadele hattına sıçranmalı an
geçirmeden.
Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci
Kurtuluş Savaşı!
Şeriat Ortaçağdır!
Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi!
Yaşasın Devrimci Sendikal
Mücadelemiz!
Yaşasın BİRLEŞİK KAMU-İŞ!
Kafa bulmaya bak!
B
u ABD’li kurumlar ve o kurumlarda bulunan yöneticiler de bir
hoş doğrusu. Çok şakacı insanlar.
Espri yetenekleri çok gelişmiş. İsterlerse
insanlarla çok iyi kafa buluyorlar.
Nereden mi çıkardık bütün bunları?
Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı’nın her yıl verdiği “Louis
M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü”nü Türkiye’den Hasan
Cemal adlı “gazeteci”ye vermişler de
ondan...
“Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük
Ödülü” ve Hasan Cemal(!)
Güldürmeyin ya da kafa bulmayın
Allah aşkına...
11
Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015
Tayyipgiller’in “Din Şurası”ndan
Eğitimin daha da
Ortaçağcılaştırılması çıktı
Sözde Eğitim Şurası’nda yapılan öneriler ve alınan kararlar, çocuklarımızın sağlıklı gelişimi ve daha iyi eğitim görmelerine yönelik değildir. Bu öneriler ve kararlar,
çocuklarımızı gencecik yaşta hurafelerle ve dogmalarla doktrine etmeye yöneliktir.
Başka türlü ifade edersek; Tayyipgiller’in o kirli hayal dünyalarındaki Ortaçağcı topluma giden yolun taşlarını döşeme çabalarıdır bunlar.
S
on günlerde “19. Milli Eğitim Şurası”nda yapılan tartışmalar ve alınan
kararlar toplumumuzun geniş kesimlerince tartışılmaktadır. Bildiğimiz gibi,
Eğitim Şuralarının temel amacı, eğitim
öğretim sürecindeki sorunları ortaya çıkarmak, bu sorunlara yönelik çözüm önerileri getirmek, eğitim sistemine entegre
edildiğinde olumlu sonuçlar yaratabilecek
yeni yöntem, teknik ve materyallerin kullanımını yaygınlaştırmak, kısacası eğitim
öğretim sürecini, bulunduğu gelişmişlik
düzeyinden bir adım daha öteye taşımaktır.
Ülkemizdeki Eğitim Şuralarına baktığımızda ise bu toplantıların çoğunlukla siyasi iktidarı ellerinde bulunduran kesimlerin
çıkarlarına uygun öneri ve kararlar üreten
mekanizmalardan başka bir şey olmadığını
görmekteyiz.
Durum böyle olunca ve Türkiye’yi de
son 12 yıldır Ortaçağcı bir “Çıkar Amaçlı Suç Örgütü”nün yönettiği göz önünde
bulundurulunca, son günlerde sözde Milli
Eğitim Şurasından çıkan akıl ve bilim dışı
öneriler ve kararlar bizleri çok da şaşırtmamaktadır.
Daha önce de sıklıkla belirttiğimiz gibi,
bugün ülkemizi yöneten Ortaçağcı Tayyipgiller İktidarının nihai amacı, ülkemizi bir
din devletine dönüştürmektir. Onlar bir
yandan vurgunlarıyla, hırsızlıklarıyla, yolsuzluklarıyla servetlerine servet katarken,
diğer yandan halkımızı Gerçek İslamiyetle hiçbir ilgisi olmayan, hatta tam anlamıyla onun antitezi olan CIA İslamıyla,
Washington İslamıyla, Pentagon İslamıyla
uyutmaya çalışmaktadırlar. Kafalarındaki
Ortaçağcı toplum biçimini yaratmak için
de iktidara geldikleri günden bu yana her
alanda olduğu gibi Eğitim alanında da Ortaçağcı uygulamaları insanlarımıza dayatmaktadırlar.
Tayyipgiller’in Eğitim alanındaki Ortaçağcı uygulamalarında tetikçiliği ise kendine eğitim sendikası süsü vermiş, siyasi
iktidarın dolaysızca borazanlığını üstlenen
Ortaçağcı Eğitim Bir-Sen yapmaktadır. Bu
örgüt bir sendika, hele de bir eğitim sendikası asla değildir. Tayyipgiller’in yaşama
geçirmeyi planladığı şeyleri öncelikle toplumumuzun gündemine sokmakla görevli,
iktidardan beslenen, onun tarafından yönlendirilen bir kukladan başka bir şey değildir bu örgüt. Tayyipgiller’in kamu çalışanlarına yönelik tehdit, baskı ve yıldırma politikalarından dolayı ne yazık ki bu sendika
görünümlü ajan örgüt ve bağlı bulunduğu
konfederasyon sayıca kabarmış ve birçok
hizmet kolunda yetkili hale gelmiştir.
İşte “19. Milli Eğitim Şurası”nı, gerçek
niteliğiyle ifade edersek “Din Şurası”nı, bu
Ortaçağcıların önerileri ve aldırdıkları kararlar şekillendirmiştir:
“Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açılış konuşmasıyla başlayan
ve Antalya’da devam eden 19. Milli Eğitim Şurası’na anaokulu ve ilkokul 1, 2 ve
3’üncü sınıflara zorunlu din dersi verilmesi ve karma eğitimin sonlandırılması
tartışmaları damga vurdu.
“(...)
“Şuraya katılan Eğitim-Bir-Sen, komisyon için hazırladığı raporda kız ve
erkek öğrencilerin aynı sınıfta ders aldığı karma eğitimin kaldırılması önerisinde bulundu.
“(…)
“Osmanlı Türkçesi dersinin zorun-
lu olması komisyonda kabul edildi. Ancak bu ders için yeterli sayıda öğretmen
yok. (Şurada konuyla ilgili alınan nihai
karar, bu dersin Anadolu İmam Hatip Liselerinde zorunlu hale getirilmesidir. - Halkçı
Eğitim ve Bilim Emekçileri)
“(...)
“İlkokuldan sonra Kur’an kurslarında hafızlık eğitimi almak isteyen
ortaokul öğrencilerine tanınan 1 yıllık
muafiyet hakkı 2 yıla çıkarıldı ve ara verilen sürelerde öğrencilerin dışarıdan sınavlara girmesi karara bağlandı.” (Hürriyet, 5 Aralık 2014)
Yukarıdaki akıl ve bilim dışı öneriler ve
kararlar, Tayyipgiller’in hayata geçirmeye
çalıştığı şeylerin, bir başka ağızdan seslendirilmesinden başka bir şey değildir. Görüşülen bu konular Şura tartışmalarının sa-
dece bir kısmını oluşturmaktadır. Bunların
dışında okul öncesi eğitimde öğrencilere
ilahi öğretilmesi, yemek duası öğretilmesi gibi önerilerde de bulunmuştur Eğitim
Bir-Sen. Ayrıca halkın sağlığını düşündüklerinden değil, tamamen Ortaçağcılıklarından, Anadolu Otelcilik ve Turizm Meslek
Liselerinde “Alkollü İçki ve Kokteyl Hazırlama” dersinin kaldırılması önerilmiş ve
karara bağlanmıştır.
Eğitim alanında hayata geçirilmeye
çalışılan bu uygulamalar pedagojik açıdan
incelendiğinde, her bir maddenin çocuk
gelişimine ne kadar zararlı olduğu bilimsel
kanıtlarıyla ortaya konulabilir. Ancak bize
göre böyle bir çabaya bile gerek yoktur.
Böyle bir tartışma bilimsellik sınırları çerçevesinde yapılacak bir tartışmadır. Ne var
ki sözde Eğitim Şurası’nda yapılan öneriler
ve alınan kararlar, çocuklarımızın sağlıklı
gelişimi ve daha iyi eğitim görmelerine
yönelik değildir. Bu öneriler ve kararlar,
çocuklarımızı gencecik yaşta hurafelerle
ve dogmalarla doktrine etmeye yöneliktir.
Başka türlü ifade edersek; Tayyipgiller’in
o kirli hayal dünyalarındaki Ortaçağcı topluma giden yolun taşlarını döşeme çabalarıdır bunlar.
Sözde Eğitim Şurasının bu şekilde
tartışmalara ve kararlara sahne olması
yukarıda da belirttiğimiz gibi şaşırtıcı değildir. Şurayı oluşturan 600 delege içinde
bu Ortaçağcı önerilere karşı çıkabilecek
delege sayısı bir elin parmaklarını geçmemektedir. Başta Eğitim-İş olmak üzere bu
akıl ve bilim dışı öneri ve kararlara karşı
çıkan birkaç onurlu sendika temsilcisi ise,
Tayyipgiller’in meşrebine uygun biçimde,
Muaviye-Yezid yöntemleriyle “dinsiz”
olarak damgalanmıştır:
“(…) Öneriler Şura Genel Kurulu tarafından da benimsenirse, Milli Eğitim
Bakanlığına ‘tavsiye kararı’ olarak sunulacak. Önerilere muhalif üyeler ‘Sen
Allah’ı mı tartışıyorsun’ sözleri ile susturulurken, toplantıları basın mensuplarının izlemesi yasaklandı.
“Söz konusu tekliflere bazı Şura
üyelerinden itirazlar geldi. ‘Anaokulu çocuklarına Allah, cennet-cehennem
kavramlarını anlatamazsınız. Somut
düşünme çağında olan bir çocuğa bu soyut kavramları öğretmezseniz. Bu kavramlar ancak aile tarafından öğretilmelidir’ sözleri, ‘Sen Allah kavramını mı
sorguluyorsun, tartışıyorsun? Seninki
görüş değil dinsizlik. Din deyince neden
aklına hemen cehennem geliyor’ tepkisi ile karşılandı.” (Cumhuriyet, 4 Aralık
2014)
“Tavsiye” niteliğinde olan bu Şura kararlarının MEB tarafından kabul edileceğinden en ufak bir kuşku duymamaktayız.
Çünkü bu önerileri yaptıran da, bu kararları
aldıran da, alınan bu kararları “tavsiye” olmaktan çıkarıp uygulamaya geçirecek olan
da Tayyipgiller’dir. Tayyipgiller alınan bu
kararların içerisine öğretmenlere yönelik
birtakım kısmi iyileştirmeleri de ekleyerek
toplumun ve eğitim-bilim emekçilerinin
gözünü boyamaya çalışmaktadır. Yandaş
medya da olayın Ortaçağcılık boyutunu
gizlemek, sadece öğretmenlerin özlük haklarının iyileştirildiği algısını yaratmakla
görevlendirilmiştir.
Ancak biz Halkçı Eğitim ve Bilim
Emekçileri çok iyi biliyoruz ki sözde Eğitim Şurasında alınan bu kararlar, Mustafa
Kemal önderliğinde zafere ulaştırdığımız
Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş
Mücadelemizin en önemli kazanımlarından biri olan Laik Eğitimi bütünüyle ortadan kaldırmaya yöneliktir. Daha genel
anlamda ifade edersek; Tayyipgiller’in
Cumhuriyet’e, laikliğe, ilericiliğe, bilime
karşı açtığı savaşın devamıdır tüm bu yaşananlar.
Ancak bizler şunu da çok iyi biliyoruz:
Tarih boyunca geçici zaferler kazanmış olsalar da doğruya karşı savaşan, bilime karşı savaşan zorbalar her zaman kaybetmiştir
ve kaybetmeye mahkumdur. Eğitim BirSen’e mecburiyetten üye olmuş on binlerce
eğitim-bilim emekçisi de dahil olmak üze-
re yüzbinlerce eğitim-bilim emekçisinin ve
Birinci Kuvayimilliyecilerin kendilerine
bıraktığı mirası sahiplenen milyonlarca insanımızın bu gidişten memnun olmadığını
da çok iyi biliyoruz.
Tayyipgiller erken bayram etmesin. Bu
ülkede Kamu emekçilerinin onurlu bir mücadele tarihi vardır. Bu mücadele geleneğini tüm bilincimizle sahiplenen bizler asla
yılgınlığa düşmeyeceğiz, pes etmeyeceğiz.
Elbette bu günler de geçecek. Örgütleneceğiz, çığ gibi büyüyeceğiz ve günümüzün çağdaş Muaviye’lerini, Yezid’lerini
oturdukları o Kaç-Ak Saraylarından indireceğiz, hesap soracağız. Halkız, Haklıyız,
Kazanacağız, Zafer mutlaka bizim olacak!
07.11.2014
Halkçı Eğitim ve Bilim
Emekçileri
Laiklik ve emeğe
polis şiddeti
Bilimi envai çeşit gazla soluksuz bırakmak
isteyenlerin, kendi “maske”lerini ellerine verecek ve
Tarihin çöplüğüne göndereceğiz!
E
ğitim-İş Sendikası, “Laik Eğitim ve Emeğe Saygı” adı altında başlattığı yürüyüşün son
durağı olarak 20 Aralık tarihinde,
Ankara’ya gelerek, Milli Eğitim Bakanlığı önünde yapacağı basın açıklamasına Tandoğan’da polis müdahale
etti.
Türkiye’nin dört bir yanından gelen öğretmenler, Kurtuluş Partili Eğitim Emekçileri ve onlara destek veren Kurtuluş Partililer, Yatağan’dan
başlattıkları yürüyüşe Soma, Bursa,
İnegöl, Eskişehir ve diğer illerden
katılanlarla birlikte bu sabah Ankara’ya geldiler. Planları, Milli Eğitim
Bakanlığı önünde, ülkemizi Ortaçağ
karanlığına götürmek isteyenlere, bi-
len gözaltına alınanlardan Halkın
Kurtuluş Partisi İstanbul İl Başkanı
ve MYK Üyesi Av. Pınar Akbina’nın
üstü, Ankara Barosu Avukat hakları
Merkez, TOMAK avukatları, Kurtuluş Partili Hukukçuların tüm itirazlarına, Pınar Akbina’nın tüm direnişine
rağmen, Savcılık talimatı denerek
zorla yere yatırılmak ve darp edilmek
suretiyle aranmış, durumu tutanağa
geçirmemek için polis direnmiştir.
Daha bir gün önce, İstanbul Emniyet Müdürlüğünde “-7 denilen yerde,
çok soğukta güreş minderi üzerinde
yatırıldık”larından ağlayan, insanlığı
Ortaçağ gericiliğine götürmek için
yıllardır kurdukları okullarda beyin
yıkayan Cemaatçiler de, onları “ağ-
limsel eğitimin önünde oluşturulan
her türlü engele karşı çıkmak için basın açıklaması gerçekleştirmekti.
Ancak polis, sabah daha saat
10.30’da, daha Ankaralı eğitim emekçileri gelmeden, buluşma noktası ve
yürüyüş başlangıcı Tandoğan’da, hiçbir nefes alacak nokta bırakmadan
Ankara dışından gelen yürüyüşçülere ve onlara destek olmak üzere saat
10.00’da alana gelen Kurtuluş Partililere TOMA’lardan sıkılan tazyikli su
ve biber gazları ile acımasızca saldırdı.
Can havli ile Tandoğan Orduevine
sığınan eylemcileri almak için Orduevine girmeye çalışan polise nizamiye-
latan” Tayyipgiller de aynı maskeyi
kullanıyorlar. Maskenin sahibi ise
AB-D Emperyalizmi!
Halkın Kurtuluş Partililer, insanlığın kurtuluşu biliminin ışığında, bilimin aydınlattığı korkusuz yürekleriyle, her yerde gösterdikleri kahraman
direnişlerini bugün bir kez daha göstermişlerdir. “Laik Eğitim ve Emeğe
Saygı” Yürüyüşünü düzenleyen eğitim emekçileri ile aynı bedende atan
yürekleri, Tayyipgiller’i ve onların
uşağı oldukları Finans-Kapital Sermayenin polisleri karşısında sadece
tazyikli su gücü ile bir an için geriletilmiş, atılan gazdan gözleri görmediği, solukları tıkandığı halde tekrar
de görevli erler kahramanca bir direniş sergilediler.
Onlarca eğitim emekçisi, Eğitim
İş Sendikası Genel Başkanı Veli Demir, Halkın Kurtuluş Partisi İstanbul
İl Başkanı ve MYK Üyesi Av. Pınar
Akbina, Ankara İl Sekreteri Av. Doğan Erkan (daha sonra Emniyet’e
götürülmeden bırakılmıştır), Büro-İş
Sendikası Yönetim Kurulu Üyesi Binali Keskin’in de bulunduğu birçok
öğrenci yaka paça gözaltına alındı.
Eylemi dağıtmak maksadı ile hareket eden polis güçleri, her zaman
bıraktıkları çıkış noktasını bu kez bırakmamışlardı. Bu nedenle amaçları
adeta eylemcileri ezmekti.
Ankara İl Emniyet Müdürlüğü
Terörle Mücadele Şubesine götürü-
tekrar barikatın önüne gelmişlerdir.
Ta ki, orantısız güçle derdest edilinceye kadar...
Tayyipgiller’e de Fethullahçılara
soluk veren sadece ve sadece “maske”leri! O da düşecek. Az kaldı!
20.12.2014
Yaşasın Laik-Bilimsel-Anadilde
Eğitim Mücadelemiz!
Şeriat Ortaçağdır!
Yaşasın İkinci Kurtuluş
Savaşımız!
Yaşasın Halkın Kurtuluş
Partisi!
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
12
Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015
Halkın Davası
İşe iade davaları (2)
olarak düzenlediği yazılı başvurunun
bir nüshasını işyerinde yetkili kişiler
tarafından şirket kaşesi, teslim alanın ad
ve soyadı, imzasıyla ve tarihlendirerek
alındı yaptırabilirse bu yöntemle
masrafsız olarak başvuru yaptığını
kanıtlayabilir.
3. İşçinin işe başlatılması
Sorularınız için mail adresimiz:
[email protected]
G
eçen sayımızda işe iade davası
açma koşulları ve süresi üzerinde
durmuştuk. Bu sayımızda da
işe iade davasının sonuçları üzerinde
duracağız. Öncelikle belirtmek gerekir
ki İşçinin iş sözleşmesi sona erdirildikten
sonra başka bir yerde çalışmaya başlaması
işe iade davası açmasına engel değildir.
İşe iade davası mantığı düşünüldüğünde
haksız bir şekilde işten çıkarılan işçinin
dava süresince çalışmaması elbette ki
işçiden beklenemeyecektir.
Kıdem, ihbar tazminatı ve sair yasal
haklarınızın ödenmiş ve tarafınızca teslim
alınmış olması da işe iade davası açmak
için engel teşkil etmez.
İşe İade Davasının Sonuçları
İş Yasasına göre işe iade davaları 2 ay
yerel mahkeme, 2 ay yüksek mahkeme
olmak üzere toplam 4 ay içerisinde
bitirilmek zorunda olan acele işlerdendir.
Ancak ne yazık ki adalet sistemimizin
ağır aksak işleyişinden dolayı bu davalar
da yıllarca uzamaktadır.
İşe İade Davası sonucunda mahkeme,
feshin geçersizliğine ve işçinin işe
iadesine karar vermiş ve karar kesinleşmiş
ise, dava süresince boşta geçen süreler
için işçinin en fazla 4 aylık ücreti
tutarında tazminat ödenir. İşçiye verilen
yemek, servis vb. gibi sosyal haklar da bu
hesaba dahil edilir.
İşe iade kararına ve işçinin süresi içinde
işbaşı yapmak için başvurmasına rağmen
işe alınmaması durumunda kıdemine göre
işe başlatmama tazminatına karar verilir.
İşe başlatmama tazminatı işçinin en az 4,
en fazla 8 aylık ücret tutarında olur.
Mahkemece işçinin iş akdinin sendikal
nedenle feshedildiğine hükmedilmiş ve
karar kesinleşmiş ise, işçinin başvurması
halinde, işbaşı verilse de verilmese de,
boşta geçen süreler için 4 aylık tazminatın
dışında, ayrıca işverenin, işçinin bir yıllık
ücreti tutarından az olmamak üzere
tazminat ödenmesine karar verilir.
İş akdinin feshinin geçerli olduğunun
ispatıyla davalı işveren yükümlüdür. İş
akdinin sendikal sebeple feshin de ise
sendikal sebebin ispatıyla davacı işçi
yükümlüdür.
1. İşçinin işverene başvuruda
bulunması
Feshin
geçersizliğine
ilişkin
kesinleşen kararın işçiye tebliğinden
sonra, işçi 10 iş günü içinde işverene
başvurmak zorundadır. On iş günü
geçtikten sonra yapılan başvuruyu işveren
kabul etmek zorunda değildir. Bu süre hak
düşürücüdür. Kanunla belirlenmiş olan
on günlük süre kesin süredir ve taraflara
ya da hâkime bağlı bir süre değildir. Bu
nedenle belirlenen süre içinde yerine
getirilmesi gerekir.
İşçi bu süre içinde başvurmaz ise
akdin feshi geçerli sayılır ve işveren
sadece geçerli feshin hukuki sonuçları ile
sorumlu olur.
2. İşe başvuruş şekli
İşe iade başvurusunun nasıl yapılacağı
konusunda İş Kanununda herhangi
bir düzenleme yoktur. Ancak sözlü
başvuruyu kanıtlamak zor olacağından,
ispat açısından işçi için en iyisi, noter
veya posta yoluyla işverene başvurmak
olacaktır. Özellikle noter kanalıyla işe
iade başvurusunda bulunmak, işçiye
büyük bir ispat kolaylığı sağlayacaktır.
Bir diğer yöntem de işçinin bizzat
işyerine giderek işe başlamak üzere
başvurusudur. Bu durumda işçi iki nüsha
İş Kanunu Madde 21 uyarınca, feshin
geçersizliğine karar verilse işveren işçiyi,
başvurusunu tebliğ aldıktan itibaren
1 ay içinde işe başlatmak zorundadır.
Eğer işveren işçiyi işe başlatırsa, dava
süresince işçinin çalıştırılmadığı boşta
geçen süre için en çok dört aylık ücreti
tutarındaki doğmuş bulunan ücreti
ve diğer haklarının işçiye ödenmesi
gerekecektir.
İşveren işçinin talebi doğrultusunda
işçiyi işe başlatma kararı verir ise,
eğer daha önceden peşin olarak işçiye
ödenmiş ihbar tazminatı ile kıdem
tazminatı var ise, ödenmiş olan bu tutar
işçiye tazminat olarak ödenecek tutardan
mahsup edildikten sonra artan miktar işçi
tarafından işverene ödenecektir.
İşçinin işine başlatılması durumunda
işveren,
işçinin
iş
sözleşmesi
feshedilmeden önceki aynı yerdeki aynı
işi, aynı koşullarda, sahip olduğu bütün
haklarıyla işçiye vermek zorundadır.
Başka bir deyişle işyerinde makineci
olarak çalışan bir kişinin işe iade
kararından sonra işyerinde temizlik gibi
başka bir görevde işe başlatılması kabul
edilemez bir durum olup işverenin işe
iade yönünde düşüncesinin olmadığının
göstergesi olacaktır. İşçi, eskiden sahip
olduğu aynı haklarla ve işe başlatma
tarihinde aynı kıdemdeki işçilerin aldığı
zamları da uygulayarak (ücret, kıdem,
ikramiye, araç tahsisi, sosyal haklar v.s)
işine başlatılmak zorundadır.
Hukuk mu dediniz?..
K
onya’da bir hukuk skandalı,
adalet skandalı yaşanıyor: M.
E. A. adlı 16 yaşındaki lise öğrencisi bir genç, güpegündüz okulu basılarak, sınıfından polislerce alınarak
önce çocuk şubeye, ardından da 18 yaşından küçük olduğu için savcıya ifade veriyor ve çıkarıldığı Konya 1’inci
Sulh Ceza Mahkemesi tarafından “cumhurbaşkanına hakaret suçu”ndan (TCK
299) tutuklanarak Konya E Tipi cezaevine konuluyor!
Türk Ceza Kanununun 299’uncu
maddesine göre dava açılırsa M. E. A.,
Cumhurbaşkanına hakaretten 1 yıldan
4 yıla kadar hapis istemiyle yargılanacak.
M. E. A.’nın işlediği iddia edilen
“suç”un nedeni ne?
Ortaçağcı gericilerce katledilen
Devrim şehidi Kubilay’ı anmak için
gerçekleştirdikleri basın açıklamasında
yaptığı konuşma.
Ne demiş o konuşmasında M. E. A.:
“Yolsuzluğun, rüşvetin, hırsızlığın başı olan Erdoğan’ı, Türkiye’nin Cumhurbaşkanı değil KaçAk
Saray’ın hırsız Tayyip’i olarak görüyoruz.”
Vay sen misin bunu söyleyen? Üstelik de Konya’da...
Atın içeri görsün gününü. Herkese
de ibreti alem olsun. Kimse de böyle
bir şeye cesaret edemesin bir daha...
Aynı olayın bir benzeri de İzmir’de
yaşandı geçtiğimiz günlerde. İş cinayetlerini protesto etmek için bir eylem
bir izin?
Yok!
Yine “olan hukuk”a göre, tutuklama
tedbiri, soruşturma ya da kovuşturma
aşamasında, suçun ortaya çıkarılmasını engellemeye dönük şüpheli ya da
sanığın eylemleri sebebiyle verilebilir.
Örneğin şüphelinin kaçma girişiminde bulunması, delilleri karartma eylemi içinde olması vb. durumlar olmalı.
M.E.A., basın açıklamasını yapmış,
emniyet kaydetmiş, deliller toplanmış,
çocuk kaçmadığı gibi bilakis okulunda,
dersinde… Hangi tutuklama nedeniyle tutuklanıyor bu genç yurtsever
kardeşimiz? Belli ki zat-ı muhteremden “gelen” ve yasada bulunmayan tutuklama nedenleri var olayda.
Devam edelim: 5271 sayılı
CMK’nin 100’üncü ve devamı maddeleri dikkate alınmalıdır yine hukuk
kurallarınca. Yani tutuklama ölçüsüz
olacaksa verilemez.
Üstelik yine evrensel hukuk kurallarına göre; çocukların tutuklanmadan yargılanması esastır.
Yine Çocuk Koruma Kanununun 4.
maddesinde “Çocuklar hakkında
gerçekleştiren ve burada birer konuşma yapan Partimiz İl Başkanı ve İl
Sekreterimiz hakkında, yine aynı gerekçeyle “Cumhurbaşkanına hakaret”
suçlamasıyla dava açıldı. Yani bundan
böyle durum bu!
fazla cezalandırılabilmesine olanak
sağlayan ÖZEL BİR SUÇ TİPİ de
olmaz.
özgürlüğü kısıtlayıcı tedbirlere
son çare olarak başvurulması”
kuralına yer verilmiştir.
“Demokratik” bir “hukuk düzeni”nde, salt sözel açıklamadan suç
çıkarılamayacağı gibi, hakaret suçunun bir makama özgü hali ve bu
makama yapılan hakaretin iki kat
4. Davanın reddi halinde
İşçi tarafından açılmış işe iade davası
süre veya çeşitli sebeplerle iş mahkemesi
tarafından uygun bulunmayabilir. Bu
durumda mahkeme işçi tarafından
açılan işe iade davasını reddeder. İşçinin
bu ihtimalde sorumluluğu yargılama
masrafları ve karşı taraf kendini avukat
ile temsil etmişse yasal vekâlet ücretini
ödemektir.
Unutmamak gerekir ki işçi tarafından
açılmış işe iade davası reddedilse
bile fesih geçerli ama haksız fesih ise
işçinin yasal olarak hak ettiği ve işveren
tarafından kendisine verilmeyen kıdem,
ihbar ve tüm sair işçilik alacakları dava
yoluyla işverenden istenebilir. İşe iade
davasının kaybedilmesi bu taleplerde
bulunmaya engel değildir.
5- İşe iade kararıyla ilgili
uygulamayla ilgili sorunlar
Bazı kötü niyetli işverenler, işe iade
kararını boşa düşürmek için, özellikle
de feshin sendikal nedenle yapıldığına
hükmedildiği durumlarda, işçiyi işe
başlatma niyeti olmasa da gel işbaşı yap
deyip, işçiye ödenen ihbar ve kıdem
tazminatını da geri alarak kısa süre
sonra tekrar işten çıkartmaktadır. 4 ayda
bitmesi gereken davanın yıllarca sürmesi,
davanın derdest olduğu zamanda girdiği
işten ayrılıp eski işine dönen işçinin
ikinci fesihten sonra yeniden dava açma
masraflarını denkleştirmesi, yeniden iş
bulma zorluğu birlikte düşünüldüğünde
işçi lehine olan bu hak işçi aleyhine
dönmekte. İşverenin bu aleni kötü
niyetli davranışı nedeniyle işçi ciddi
mağduriyetlere uğramaktadır.
İş güvenliği adı altında düzenlenen işe
iade davasıyla ilgili mevzuat, kötü niyetli
işverenler karşısında tam tersi sonuçlar
doğurmaktadır.
Oysa işverenlerin bu kötü niyetinin
önüne geçmek çok kolaydır. İşine geldi
mi Meclisteki çoğunluğuna dayanarak
nerdeyse her gün bir torba yasa çıkartan
Tayyipgiller iktidarı, çok ağır müeyyideler
getiren
bir
yasal
düzenlemeyle
işverenlerin bu kötü niyetinin önüne
geçebilir her an. Ama bunu istese tabiî…
Başta AKP gelmek üzere Meclisteki
partilerin hepsi burjuva bezirgân partileri
olduğundan, hepsi işveren kafasıyla
düşündüğünden, işçi lehine, çalışanlar
lehine yasal düzenlemeleri zorda
kalmadıkça yapmazlar.
O halde “iş başa düşmekte”! İşçisiyle,
devrimci sınıf sendikalarıyla, işçi
dostlarıyla, kendine emekçiden yanıyız
diyen hukukçularıyla, partiler dahil her
türden halk örgütleriyle görev bunlara
zoru dayatmakta…
Tutuklama süreci ve hukuk
Önce şekli hukuk açısından bakalım olaya:
Kâğıt üstünde var olan yasalara
göre Cumhurbaşkanına hakaret suçunun kovuşturması Adalet Bakanlığının
iznine tabidir. Dolayısıyla şekli şarta
bağla bir suçta, tutuklama tedbirinin
orantısızlığı açıkça göze çarpmaktadır.
Var mı böyle bir başvuru? Var mı
Peki bu olayda bu hukuk kuralları
işletilmiş midir?
Hayır. Bu yasa maddesi hiç göz
önüne alınmadan hemen, acilen tutuklama verilmiş ve atılmıştır cezaevine
M. E. A.
Niye?
Yargı artık Tayyipgiller’in Hukuk
Bürosudur da ondan!
“Yeni Türkiye”de Kubilay’lar anılmayacak, Laikliğe, Cumhuriyete sahip
çıkılmayacak.
“Yeni Türkiye”de hırsıza hırsız denilmeyecek, rüşvet verene, rüşvet alana
seslenilmeyecek, vurguncuların vurgun
parası üstelik faiz ödenerek iade edilecek...
“Cumhurbaşkanı”na, Tayyipgiller’e
asla bir eleştiri yöneltilmeyecek. Kimse bunu aklından bile geçirmeyecek!
“Yeni Türkiye” artık böyle bir Türkiye olacak. Bundan başka bir şey değil.
Hukuk mu? Adalet mi? Yasalar
önünde eşitlik mi?
Geçiniz bunları bir kalem... Bunlara
gerek yok artık “Yeni Türkiye”de.
Varsa vurgun, yoksa hırsızlık... Geçerli akçe bunlar artık.
Ya Tayyipgiller’densin ya da düşmansın. İkisinin ortası yok bundan
gayrı.
Bakın, geçen 17 Aralık’ta Konya’da
meydana gelen başka bir olayı da şöyle anlatıyor Konya Baro Başkanı Fevzi
Kayacan:
“17 Aralık Gar’da yapılan törenler sırasında söz konusu hırsızlık
olan bir diyalog sonucunda karakola götürülen bir vatandaşımızla ilgili
nöbetçi savcı tarafından ifadesinin
alınarak serbest kalması talimatı
verilmiş. Ardından bir takım harici
girişimler sonrasında vatandaşımız
Sulh Ceza Hâkimliğine sevk ettirilmiş ve nihayetinde tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştır.
Ancak ilk ifadeyi alan nöbetçi savcının tutuklamaya sevk etmemesi
nedeniyle yıldırım hızıyla, (Savcı)
Recep Altun, zorunlu olmadığı halde
Zonguldak iline savcı olarak geçici
görevlendirilmiştir.”
İşte bu!
Hukukun, adaletin geldiği nokta bu!
Biz Halkın Kurtuluş Partisi olarak,
genç M. E. A.’yı bu yiğitliğinden, cesaretinden, kararlılığından ötürü kutluyoruz. Ve M. E. A.’lar varsa Tayyipgiller’e geçit yok! diyoruz.
Ne yaparlarsa yapsınlar, ne ederlerse etsinler, hangi hukuksuzluğu, adaletsizliği işletirlerse işletsinler sözümüzü
söylemekten, mücadelemizi vermekten
vazgeçmeyeceğiz.
Tayyipgiller’in soygun, baskı ve
sömürü düzenini ve bu düzeni koruyan
sözde “hukuk”larını tarihin çöplüğüne
göndereceğiz.
“Vatan aşkını söylemekten korkar hale gelmektense ölmek yeğdir!”
Ailesine, arkadaşlarına geçmiş olsun dileklerimizi iletiyor, bu yazı hazırlanırken serbest kaldığını öğrendiğimiz
M. E. A.’yı yeniden aramızda görmenin mutluluğunu dile getiriyoruz.
M. E. A.’nın mücadelesi mücadelemizidir! 26.12.2014
HKP
Genel Merkezi
Uyanan ve mücadele eden
İşçi Sınıfımız kazanacak!
D
İSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası, Metal Sanayicileri
Sendikası’yla (MESS) yapılan metal işkolu grup toplu iş
sözleşmesindeki taleplerini kamuoyuna duyurmak için 21
Aralık Cumartesi günü Gebze’de bir miting düzenledi. Mitingin
bir diğer hedefi de Sarı Türk Metal’in MESS’le 3 yıllık sözleşme
imzalayarak İşçi Sınıfına yaptığı ihanet de protesto etmekti.
Mitinge DİSK Genel Başkanı Kani Beko, Nakliyatİş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu ve
diğer sendika yöneticileri de katılarak destek verdi. Nakliyat-İş
Sendikası’nda örgütlendikleri için işten atılan ve sendikalaşma
mücadelelerini işyeri önünde başlattıkları direnişle sürdüren
ve 51 gündür direnişte olan Zet Farma İşçileri de mitinge
katılarak metal İşçilerine destek oldu. Ayrıca, Ülker Direnişçi
İşçileri, direnişte olan Dev Sağlık-İş üyesi Maltepe Üniversitesi
Hastanesi İşçileri de mitinge katıldı. Çeşitli siyasi partiler ve kitle
örgüleri de mitingde yer aldı.
Halkın Kurtuluş Partisi olarak, metal işçisi kardeşlerimize
destek olmak için mitinge katıldık. Toplanma noktasına
flamalarımız, bayraklarımız ve pankartımızla yürüdük. “İşçilerin
Birliği Sermayeyi Yenecek”, “Metal İşçisi Yalnız Değildir”,
“Kahrolsun Sarı Sendikacılık Yaşasın Devrimci Sendikal
Mücadelemiz” sloganlarımızla metal işçilerine desteğimizi
haykırdık. Sarı sendikacılığı protesto ettik. İşsizliği, pahalılığı
yaratanın Tayyipgiller İktidarı olduğunu vurguladık.
Toplanma noktası olan Gebze Trafo Meydanı’na geldikten
sonra, buradan yürüyüşle miting alan Cumhuriyet Meydanı’na
gittik. Yürüyüş sırasında sloganlarımızla halkımıza sesimizi
duyurduk. Miting alanında yapılan konuşmalar ve atılan
sloganlarda, MESS’in dayatmalarına karşı mücadele etme
kararlılığı vardı.
Metal işkolu grup toplu iş sözleşmesi, aileleriyle birlikte
yaklaşık 150 bin işçiyi ilgilendiriyor.
Birleşik Metal-İş’in MESS’le yaptığı görüşmeler uyuşmazlıkla
sonuçlanmıştı. MESS metal işçilerine yüzde 3,78’lik bir zammı
reva görmüştü. Arabulucu aşamasından da bir sonuç alınamamıştı.
Birleşik Metal-İş Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu’nun verdiği
bilgiye göre, Birleşik Metal-İş üyesi işçiler bir süredir mesai
eylemi yapıyordu. İşverenlerin yıl sonu teslimatları nedeniyle
fazlaca talebi olduğunu, fazla mesai eyleminden rahatsız olduğunu
söyleyen Serdaroğlu, sözleşme imzalanana kadar bu fazla mesai
yapmama eyleminin devam edeceğini belirtmişti.
İşçi Sınıfımız bir yandan, Parababalarının kâr ve sömürü
düzeninde inim inim inlerken, diğer yandan da Sarı Sendikacıların
ablukasında kan ağlıyor. Uyanan ve mücadele eden İşçi Sınıfımız
elbet kazanacaktır. 21.12.2014
İst. Anadolu Yakasından
Kurtuluş Partililer
13
Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015
HKP, Dilipak’ın itiraflarını yargıya taşıdı
HKP, Merkez Parti Genel Başkanı Abdurrahim Karslı’nın açıklamaları üzerine harekete geçti.
Karslı, evindeki bir sohbette Abdurrahman Dilipak’ın “AKP’nin bir proje partisi”
olduğunu ve ABD, İngiltere ve İsrail’in desteğiyle kurulduğunu; ABD, İngiltere ve İsrail’in AKP’den talepleri olduğunu aktadırdığını dile getirdi.
Konuya ilişkin HKP, Abdurrahim Karslı, Abdurrahman Dilipak, Ali Bulaç ve Aydın
Tümen’in tanık olarak dinlenmesini talep ederek Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına
suç duyurusunda bulundu.
Dava dilekçesini aşağıda yayımlıyoruz:
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına
Suç Duyurusunda Bulunan: Halkın
Kurtuluş Partisi Genel Başkanlığı
Karanfil Sokak No: 24/15 Kızılay/ANKARA
Vekilleri: Av. Orhan ÖZER, Av. Metin BAYYAR, Av. Ayhan ERKAN, Av. Ali
Serdar ÇINGI, Av. Tacettin ÇOLAK, Av.
Sait KIRAN, Av. Ayça ALPEL, Av. Halil
AĞIRGÖL, Av. Pınar AKBİNA, Av. Doğan ERKAN
Ortak adres: Kızılırmak Cad. 7/9 Kavaklıdere/ANKARA
Şüpheliler:
1- Abdullah GÜL
2- Recep Tayyip ERDOĞAN
3- Suça karıştığı ortaya çıkarılacak diğer şüpheliler
Suç:
1- Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak (TCK 302)
2- Temel millî yararlara karşı faaliyette
bulunmak için yarar sağlama (TCK 305)
Cem Özer’in “+1 TV”deki programına konuk olan Merkez Parti Genel
Başkanı Abdurrahim Karslı’nın açık-
Abdurrahim Karslı
lamalarından, AKP’nin kurulması, daha
doğrusu kurdurulması sürecinde, Emperyalist merkezlerin istekleriyle, şüphelilerin
Türk Ceza Kanunu’nun 302. Maddesinde
tanımlanan “Devlet topraklarının tamamını veya bir kısmını yabancı bir devletin
egemenliği altına koymaya veya Devletin
bağımsızlığını zayıflatmaya veya birliğini
bozmaya veya Devletin egemenliği altında
bulunan topraklardan bir kısmını Devlet
idaresinden ayırmaya yönelik fiil işlemek”
şeklindeki “Devletin Birliğini ve Ülke Bütünlüğünü Bozmak” suçunu ve aynı kanunun 305. Maddesinde düzenlenen “Temel
Deniz Baykal
millî yararlara karşı faaliyette bulunmak
için yarar sağlama” suçunu işledikleri anlaşılmaktadır.
OLAY ÖZETİ
1- “Abdurrahim Karslı programda Cem
Özer’in sorusu üzerine evinde geçen bir
sohbetin detaylarına verdi. Karslı, evine
gelen bir grup gazeteciyle yemek yedikten sonra partisinin Medya ve Tanıtımdan
Sorumlu olan ismi Şeyda Açıkkol’un “AK
Parti ile ilgili düşünceniz nedir? Biz yeni
bir parti kurduk, bu parti ile ilgili yaklaşımınız nasıl?” sorusunu misafirlere sorduğunu iletti.
“Karslı’nın iddiasına göre, bu soruya
konuklarından AKP’ye yakınlığıyla bilinen Akit gazetesi yazarı Abdurrahman
Dilipak çok çarpıcı bir cevap verdi. Karslı’nın iddiasına göre Abdurrahman Dilipak
“AKP’nin bir proje partisi” olduğunu ve
ABD, İngiltere ve İsrail’in desteğiyle kurulduğunu söyledi. İddiaya göre; Dilipak
ABD, İngiltere ve İsrail’in AKP’den talepleri olduğunu ve anlaşmanın şu maddeler
üzerinde olduğunu da belirtti:
“1. Biz sizi iktidara taşıyalım.
“2. Size iktidarda sorun çıkaracakları
opere edelim.
“3. Size gerekli finansal destekleri getirelim.
“Abdurrahim Karslı, ABD, İngiltere
ve İsrail’in isteklerini ise yine Abdurrahman Dilipak’ın şöyle anlattığını iddia
etti:
“1. İsrail’in güvenliğini arttıracaksınız
önündeki engelleri kaldıracaksınız.
“2. Büyük Ortadoğu projesi yani sınırların değişmesi.
“3. İslam’ın yeniden yorumlanmasında
bize yardımcı olacaksınız.
“Cem Özer: Böyle kara kutuları var
iktidarın. Onlardan biri, sizin de yukarda
bahsettiğiniz evinize gelen o 5 konuktan
biri. O sohbeti bir daha burada yineler misiniz? Sakınca yoksa ve sıkılmazsanız...
“AK PARTİ BİR PROJE PARTİSİDİR”
“Abdurrahim Karslı: Yok yineleyeyim.
Bir grup gazeteci arkadaş, bizim de kurucu
arkadaşlarımız ile birlikte benim evimi ziyarete geldiler. Yemek yedik, sohbet ettik.
Sohbet esnasında, bizim Medya Ve Tanıtımdan Sorumlu Genel Başkan Yardımcımız Şeyda Açıkkol, bir soru sordu. Dedi ki
gazeteci ve hazırda olan arkadaşlara;
“1- Ak Parti ile ilgili düşünceniz nedir
bu gelinen noktada?
“(...)
“Orada muhtelif arkadaşlar vardı, demin yukarıda ismini söylediğim Ak Parti’ye
çok hizmet eden, fikir babası, halen içinde
olan, çok müdafaa eden gazeteci yazar, benimde eskiden beri tanıdığım, düşünce insanı olarak bildiğim Abdurrahman Dilipak
da vardı. Hatta benden yaşça büyük olduğu
için ben ona ağabey diye hitap ederim. O
da orada vardı. Bu soruya mukabil işte insanlar fikrini söylerken o da fikrini söyledi. Dedi ki “Ak Parti bende bunu çokta
yazdım” dedi, ”saklamaya gerek yok her
yerde de bu mevcut” dedi. ”Ak Parti bir
proje partisidir” dedi. ”Ne projesi” dediler. ”Bir tarihte, 90’lı yıllarının başından
sonra küresel güçler, emperyalist güçler
bunun içinde ABD İngiltere İsrail falan
Türkiye’ye gidip gelmeye başladı. Bizlerle de görüşmeye başladı. ‘Niye gelip
gidiyorlardı?’ dediler. Bundan sonra
Türkiye’de siyasal İslamcılar ile birlikte çalışmak istiyoruz. Çünkü yükselen
trend siyasal İslam. Çünkü, Erbakan
hoca ve ekibi gittikçe yükselen trendde
puan almaya başlamış. Biz sizinle çalışmak istiyoruz biz anlaşma yapalım” yani
kendi anlattı.
“(...)
“Abdurrahim Karslı: Demiyor
tabi. Yani Erbakan hoca bunları kabul
etmiyor. Ama Erbakan hocanın ekibi
şimdi Ak Parti’yi kuranlar bunu kabul
ediyor. Bunun içinde de Tayyip Bey
ve Abdullah Bey var. ”Bende vardım”dedi o müzakere ekibinin içinde.
Hatta insanlar orada garip garip bakınca orada huzurda olan Ali Bulaç Bey
de vardı gazeteci yazar. “Ali Bey’in de
haberi var o da biliyor bu ekibi.” dedi.
Sonra biz bunları yapalım sizden de
istediğimiz şu:
“1. İsrail’in güvenliğini arttıracaksınız önündeki engelleri kaldıracaksınız.
“2. Büyük Ortadoğu projesi yani sınırların değişmesi.
“3. İslam’ın yeniden yorumlanmasında
bize yardımcı olacaksınız.
“(...)
“BU PROJE TÜRKİYE’Yİ BÖLER
“Abdurrahim Karslı: Bozalım ve
yani o ekonomik bunalımdan siyasi bir bunalım çıkardılar. Ak Parti iktidarı gerçekten
projedir.
“Cem Özer: Tam da çözülmüştü ekonomi…
“Abdurrahim Karslı: Tam da çözülmüştü ekonomi…
“Cem Özer: Kemal Derviş geldi, falan
filan…
“Abdurrahim Karslı: Birde işler tersine döndü. Bunu millet yaşadı. Yani bunu
Abdurrahman Bey bunu ısrarla söyledi. “Ya ben bunu kaç defa yazdım. Zaten
Türkiye bunu yaşadı.” Beni de göstererek dedi ki; ”O zaman ben bu arkadaşa
gittim geldim bir hafta anlattım böyle
böyle çalışalım diye bu kabul etmedi. Reddetti beni.” Doğru. Bana göre öyle
bir teklif Türkiye’nin bölünmesi, İslam’ın
tahrip edilmesiydi. Sırf Türkiye’nin değil,
Büyük Ortadoğu projesi bütün Ortadoğu’daki ülkelerin sınırlarının değiştirilmesi, ekonomik imkanların küresel güçlere
bağlanması demektir.
“(...)
“İSRAİL’İN ÖNÜNDEKİ ENGELLERİ AKP KALDIRDI
“Cem Özer: Peki bir şey söyleyeceğim. Ama şimdi İsrail’in güvenliğini önü-
Abdurrahiman Dilipak
nü açmak diyorsunuz. İsrail’e en çok kafa
tutan ekip. Takır takır kafa tutuyor.
“Abdurrahim Karslı: Kafa tutuyor
dediğiniz zahiren hal böyle. Ama Numan
Kurtulmuş’un da anlattığı bir şey var. Bende hukukçuyum sizde hukukçusunuz. Biz
İsrail’e kafa tuttuk. Ama bütün uluslararası
kurum ve kuruluşlarda engelleri önlerinden
kaldırdık. Bugün kaldırdık. Bir sürü kuruluşlarda mesela ortak olamayacağı birçok
kuruluşlarda biz veto hakkımızı kullanmadık geldi ortak oldu. İsrail’deki yasak olan
silahların üretimi var mıdır yok mudur filan
diye biz tekini istemedik Türkiye olarak.
Ondan da öte biz fiilen de İsrail önündeki
engelleri kaldırdık.
“AKP’NİN SAYESİNDE İSRAİL
ELİNİ KOLUNU SALLAYARAK GEZİYOR
“Cem Özer: Nasıl kaldırdık
“Abdurrahim Karslı: Hamas en büyük engeldi biz tahrik ettik ettik İsrail Hamas’ı dümdüz etti.
“Cem Özer: Yani Hamas şimdi…
“Abdurrahim Karslı: Efendim akıllı
insan ne düşünür. Şimdi İsrail’e karşı iki
tane kuvvet var. 1. Filistin Kurtuluş Örgütü
2. Hamas.
“Filistin Kurtuluş Örgütü uluslararası
camiada meşru organ kabul ediliyor. Bir
de Hamas var. Bütün uluslararası camia da
şunu terör olarak kabul ediyor. Biz bunu
Ali Bulaç
tahrik etmek yerine madem bizim sözümüzü dinliyor bizde kuvvetliyiz ağabeyiz, ne
der insan siyaseten, siz kendinizi fes edin
nasıl olsa uluslararası illegal bir örgüt olarak kabul ediyorsunuz, şu Filistin Kurtuluş
Örgütünü iştirak edin. Zaten eninde sonunda birleştiler. Dolayısıyla buna kuvvet verip bununla iştirak etse biz meşru bir organı müdafaa edecektik. Biz öyle yapmadık.
Verdik gazı Hamas’a Gazze’ye gidiyoruz
diye, gidebildik mi? 3 kişi öldürdüler diye
binlerce kişiyi İsrail’e öldürttük. Bunu beraber yaşadık. Yani ağaç meyvesini verdi
diyorum. Biz gidecektik oraya ambargoyu
kaldıracaktık, Mavi Marmara Gemisi’ni
gönderdik insanlar öldü. Ne oldu? Sonuca
bakmamız lazım. One Munite demekle bu
işler hallolmuyor. Numan Kurtulmuş’un
da ifadesiyle, hukuken önlerini açtık bütün
kurum ve kuruluşlarda. Önlerindeki engelleri kaldırdık.
“Hamas’ı mahvettik.
“Mısır’ı darma duman ettik.
“En çok kafa tutan Suriye’yi yerle yeksan ettik.
“Bunu dışında da Ürdün, Libya hepsi
yok şu anda.
“Yani İsrail artık elini kolunu sallayarak
geziyor. Güvenliğini arttırdık. Lütfen Ak
Parti’nin getirdiği neticeyi dinleyin. İçerde
PKK’yı makbul ve mübarek yaptı. Dışarıda da İsrail’in önünü açtı. İslam adına da
bir sürü terör örgütü icat etti.” (http://www.
odatv.com/vid_video.php?id=8D51H)
2- İşte bu görüşmenin basına yansımasının ardından, Abdurrahman Dilipak,
Abdurrahim Karslı’nın sözlerine açıklık
getirdi:
“Merkez Partisi genel Başkanı Abdurrahim Karslı +1 TV’de Akit gazetesi yazarı
ve AKP’ye yakınlığıyla bilinen Abdurrahim Dilipak’ın “AKP bir proje partisi. ABD, İngiltere ve İsrail’in desteğiyle
kuruldu” şeklinde ifadeler kullandığını
iddia etmişti.
“Bu sözler üzerine Abdurrahman Dilipak, konuyu köşesine taşıdı. Dilipak yazısına, “Son bir kaç gündür sosyal medyada bir
haber dolaşıyor. A. Karslı’nın bir tv kanalı
ve özel sohbetlerindeki açıklamalarının
basına yansıyan şekli ile, ‘AK Parti’nin
ABD tarafından kurdurulduğu’ şeklinde
bana atfen bir iddia dolaşıyor. İşin aslı, her
zaman yazdığım söylediğim gibi…” diyerek başladı. Dilipak, söz konusu ifadelerin
Cemaat’in AKP’yi desteklemesiyle ilgili
olduğunu belirtti.
Dilipak’ın yazısının konuya ilişkin
bölümü şöyle:
“İşin aslı, her zaman yazdığım söylediğim gibi, Paralel yapının AK Parti’yi
desteklemesi ve AK Parti’ye dayatılan
BOP projesi ile ilgili. AK Parti’yi projenin siyasi ayağını oluşturması için destekleyeceklerdi. Bunun da maksadı İsrail’in
varlık ve güvenliği açısından sorun teşkil
etmeyen, Batı değerler sistemi ve siyasası
için risk oluşturmayan, alameti farikaları
yok edilmiş bir din icat etmek ve ABD’nin,
NATO’nun askeri ve stratejik hedefleri ile
uyumlu bir siyaset ve din algısı üretmekti. Bu maksatla bunların abileri 90’ların
başında benim de kapımı çaldılar. Ben
bunu 91’de, 93’de açıkladım ama insanlar
komplo olarak gördüler…” (http://www.
odatv.com/n.php?n=akp-aslinda-nasil-kuruldu-1612141200)
3- Tüm bu söylemlerin ardından, kendisinin tanık gösterilmesinin üzerine Ali
BULAÇ köşesinde şu itirafları kaleme aldı:
“AK Parti bir proje miydi?
“Geçenlerde Merkez Parti Genel Başkanı Abdurrahim Karslı, +1 TV’ye verdiği
röportajda Abdurrahman Dilipak’ın, “AK
Parti’nin bir proje olarak ABD, İngiltere ve
İsrail tarafından kurulduğunu iddia ettiğini”, kuruluşuna destek veren güçlerin, şu
üç şeyi talep ettiğini söyledi:
“1. Biz sizi iktidara taşıyalım. 2. Size
iktidarda sorun çıkaracakları opere edelim.
3. Size gerekli finansal destekleri getirelim.” AK Parti’den istenenler de şunlardı:
“a. İsrail’in güvenliğini artıracaksınız,
önündeki engelleri kaldıracaksınız. b. Büyük Ortadoğu Projesi yani sınırların değişmesi. c. İslam’ın yeniden yorumlanmasında bize yardımcı olacaksınız.”
“Bu konuyu yazmamın iki sebebi var:
İlki, Sayın Karslı beni de şahid gösteriyor.
Konu sosyal medyada yer aldıktan sonra
doğru olup olmadığını soran onlarca e-mail
aldım. Yine yazmayacaktım ama Dilipak,
Rotahaber’den Ünal Tanık’a konuşulanları
teyid edince yazmaya karar verdim. İkincisi, AK Parti hükümetinin neden Batı’yla bozuştuğunu anlamak için artık bunları
yazmak lazım. Evet, o toplantıda vardım,
40 senedir tanıdığım Abdurrahman Dilipak, bunları –ifadelerde bazı değişiklikler
olsa da- anlattı. Mesele şu:
“1998’lerden başlamak üzere Amerikalılar, sıklıkla bizlerle görüşmeye başladılar. Biri gidiyor, üçü geliyordu. Sordukları
şuydu: “Türkiye’de dindar zemini kuvvetli bir iktidar mümkün mü?” Ben ana fikir
olarak şunları söylüyordum: “Türkiye’de
İslami-muhafazakâr aktörlerin belirleyici
rol oynadığı bir döneme giriyoruz. Kronikleşmiş sorunlarımızı eski zihniyetle çözemeyiz; bölge gibi Türkiye de yeniden şekillenmek durumunda, Batı İslam’a, Müslümanların hayat tarzına ve kaynaklarına
saygı göstermelidir. Batı ile savaşmak zorunda değiliz ama Batı’nın süren tahakküm
ve hegemonyası altında Ortadoğu böyle
devam edemez. İsrail sınırlanmalı, rejimler
demokratikleşmeli, kaynaklar adil dağıtılmalı, İslam’ın cevaz verebileceği siyasetlere engel olunmamalı.”
“Ancak ne aktivisttim ne siyasi bir hevesim vardı. Dilipak ise çok hareketli, aktif
bir arkadaşımız. Tanıyanlar bilir, her konuda projesi var. Yeni dönemde Türkiye için
mümkün bir siyasi proje hazırladı, bundan
hayli saygın kişilere bahsetti. Ve onun ifadesine göre Ankara’da birilerine çalıştığ
dosyayı verince, Amerikalıların görüşme
trafiği değişti, bir süre sonra Dilipak, projesinin “bazı değişiklikler”le AK Parti olarak
ortaya çıktığını gördü. Bundan sonrası hepimizin malumu!
“Amerikalılar, ikna edebilselerdi söz
konusu projeyi Erbakan hocaya uygulatmayı düşünüyorlardı, ancak o reddetti
Erbakan hoca vefatından önceki son görüşmemizde AK Parti’nin nasıl kurulduğunu
uzun uzun anlattı, elindeki bazı belgeler
bana gösterdi; Ertan Yülek Bey şahittir.”
(http://www.zaman.com.tr/ali-bulac/akparti-bir-proje-miydi_2265819.html)
4- Yukarıdaki beyanlar, AÇIKÇA şüphelilerin, Türk Ceza Kanununun 302. Maddesinde tanımlanan “Devlet topraklarının
tamamını veya bir kısmını yabancı bir
devletin egemenliği altına koymaya veya
Devletin bağımsızlığını zayıflatmaya veya
birliğini bozmaya veya Devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmını Devlet idaresinden ayırmaya yönelik fii
işlemek” ve aynı kanunun 305. Maddesinde düzenlenen “Temel millî yararlara karş
faaliyette bulunmak için yarar sağlama”
suçunu işlediklerini ortaya koymaktadır
305. Maddenin 4. Fıkrasında ifade edildiğ
üzere “Temel milli yararlar deyiminden;
bağımsızlık, toprak bütünlüğü, milli güvenlik ve Cumhuriyetin Anayasada belirtilen
temel nitelikleri anlaşılır.”
ABD, AB Emperyalistler ve Maşaları İsrail’in BOP projesi ve onun Türkiye
uzantısı olan Yeni Sevr projesinin Türkiye toprakları üzerindeki amacı, Türkiye’y
en az 3 parçaya bölmektir. Bunu da en iy
“Ilımlı İslam” projesiyle yapabileceklerin
bilmektedirler.
İşte AKP’nin bu amaçla kurulmasın
sağlayan şüpheliler, emperyalistlerin bu
suçlarına araç olmuşlar, suçun Türkiye’deki icracısı olmuşlardır.
Emperyalistlerin amaçları doğrultusunda AB-D Emperyalizminin egemenliğ
demek olan BOP (Büyük Ortadoğu Projesi)’nin Eşbaşkanlığını yapmak (Tayyip
Erdoğan’ın kendi ikrarıdır aynı zamanda)
“devlet topraklarının tamamını veya bir
kısmını yabancı devletin egemenliği altına
sokmak” eyleminin sübutu anlamına gelmektedir. Yine “toprak bütünlüğü”nün ve
“bağımsızlığın” aleyhine olan bu projeleri hayata geçirmek “Temel milli yararlar
aleyhine faaliyette bulunmak” suçunu da
oluşturmaktadır.
Yukarıda aktarılan sözlerin sahipleri olan Abdurrahim KARSLI, Abdurrahman Dilipak, Ali BULAÇ ve Abdurrahim
KARSLI’nın tanık olarak gösterdiği Aydın
TÜMEN’in tanık olarak dinlenmesiyle, suç
tam olarak aydınlanacaktır.
5- CMK Madde 160/1 uyarınca “Cumhuriyet savcısı, kamu davasını açmaya yer
olup olmadığına karar vermek üzere hemen
İŞİN GERÇEĞİNİ araştırmaya başlar.”
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 161/1
fıkrası uyarınca “Cumhuriyet Savcısı her
türlü araştırmayı yapabilir; yukarıdak
maddede yazılı sonuçlara varmak için bütün kamu görevlilerinden her türlü bilgiy
isteyebilir.”
Yine aynı kanunu 161/4 emredici hükmü çerçevesinde “Diğer kamu görevliler
de, yürütülmekte olan soruşturma kapsamında ihtiyaç duyulan bilgi ve belgeleri
talep eden Cumhuriyet savcısına vakit geçirmeksizin temin etmekle yükümlüdür.”
Şüphelilerin olay tarihinde herhangi bir
yasal dokunulmazlıkları bulunmadığı gibi
eylemlerinin sonradan seçildikleri kamu
görevleriyle de ilgisi yoktur. Bu nedenlerle, haklarında kamu davası açılması için
bir hukuksal engel olmadığı gibi, bilakis
CMK’nin emredici hükümleri karşısında
Cumhuriyet Savcılığının olayı soruşturma
yükümlülüğü bulunmaktadır.
Sonuç ve İstem: Abdurrahim KARSLI
Abdurrahman Dilipak, Ali BULAÇ ve Abdurrahim KARSLI ve Aydın TÜMEN’in
tanık olarak dinlenmesiyle, şüphelileri hakkında atılı suçlardan iddianame tanzimiyle
cezalandırılmalarının sağlanmasını bilvekale arz ve talep ederiz.
Suç Duyurusunda Bulunan
Halkın Kurtuluş Partisi Vekilleri
Av. Metin Bayyar Av. Sait Kıran
14
Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015
“Çözüm Süreci” ve Ordu Üzerine
Baştarafı sayfa 16’da
“1946 senesinde ben Samsun Tümeninin Kurmay Başkanı iken Türkiye’nin
dış siyasetinde Sovyetler’le aramız hiç
iyi değildi (Bunda bazı Batılı devletlerin teşvikleri de vardı). Bir ara Rusların
Samsun’a bir çıkartma yapacakları ve
oradan da Merzifon üzerinden kestirme
yolla Başkent Ankara’ya yürüyecekleri
haberi alındı. Tümence şehir içini terk
ederek Samsun’a hakim tepeler üzerinde mevzilendik ve 3-4 gece sabaha kadar Sovyet çıkarmasını bekler olduk ve
silahlara mermiler sürülmüştü. Hatta
bir gece ben gözetleme nöbetinde beklerken sabaha karşı denizde yanıp sönen
ışıkları görerek Tümen Kumandanımızı
uyandırdım, galiba geliyorlar telaşına
kapıldık. Az daha tetiklere basılacaktı.
Sonra anlaşıldı ki, karanlıkta denize açılan bizim Karadenizli balıkçılar imiş.”
(Sıtkı Ulay, Giderayak, Milliyet Yayınları,
1996)
Ne diyelim? Karadenizli balıkçıların
verilmiş sadakası varmış! Yurtsever, aydın
subayların bile bu zokayı yutması düşündürücü…
Orduya Amerikan nüfuzu, bu derece
gerçeklerden uzaklaşmış subaylarımızı
olayları daha da göremez hale getirdi. Öyle
ki, Amerikancı DP iktidarını düşüren yurtsever 27 Mayısçı subayların ilk açıklamaları “Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO ve CENTO’ya
inanıyoruz ve bağlıyız” oldu. Daha sonra, CIA güdümlü Kontrgerilla veya Özel
Harp Dairesi’nin operasyonları sayesinde
Türk Ordusu’na en büyük darbeler vuruldu: 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 Faşist
Darbeleri. Bu darbelerle ordu içindeki ilerici askerler tasfiye edildi. Ayrıca, ordunun
halk gözündeki itibarı yerle bir oldu.
Bu tasfiyelere rağmen Türk Ordusu’ndaki ilerici gelenek yok edilemedi. Sovyetler’in dağılması, Sovyet tehdidi kandırmacasını doğrudan doğruya ortadan kaldırdı.
Bu sayede ordu subayları az çok gerçekleri
görebilir oldular. İlerici gelenek aktive
oldu; 28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik
Kurulu kararlarıyla başlayan süreç gerici
dinci gidişe dur deme çabasıydı. Tayyipgil
iktidarıyla orduya saldırı bir kez daha hız
kazandı. Çuval geçirme olayı, psikolojik
operasyonlar (psikolojik harp) ve arkasından gelen Ergenekon, Balyoz, Casusluk,
Fuhuş vb. düzmece operasyonlarla ordu
yıpratıldı, yüzlerce ilerici subay tasfiye
edildi, ordunun başı Tombalak Paşa’larla
bağlandı.
Şu önemli noktayı da belirtelim: Tayyipgil ile Fetogil savaşı sonucu salıverilen Ergenekon ve Balyoz tutukluları yanıltmasın. Orduya saldırı hâlâ sürüyor.
Sürmek zorunda. Çünkü emperyalist
“çözüm” için Türk Ordusu’nun enenmesi (iğdiş edilmesi) şart.
Yasal değişiklikler
İç Hizmet Kanunu. Tayyipgil yukarıdaki tertiplerin dışında bazı yasal değişiklikler ile orduyu etkisiz bırakmaya çalıştı.
Bunların başında ordunun İç Hizmet Kanunundaki değişiklik geliyor. Tayyipgil,
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) İç Hizmet Kanununun 35. maddesinde TSK’nin
görevini tanımlayan “Silahlı Kuvvetlerin
vazifesi; Türk yurdunu ve Anayasa ile
tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır” ifadesi
değiştirildi. Amaç, ordunun Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevini ortadan kaldırmaktı.
Yeni ifade şöyle oldu: “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; yurt dışından gelecek
tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını
savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askeri gücün muhafazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, TBMM kararıyla
yurtdışında verilen görevleri yapmak ve
uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır.”
Bu sayede Tayyipgil, akıllarınca iktidarlarını garanti altına aldılar ama asıl
önemlisi “çözüm süreci”nde ordunun
Cumhuriyet’i koruma ve kollama görevi
ortadan kaldırılmıştı. Tabiî ki emperyalizm
ve Amerikancı Kürt Hareketi bu değişikli-
ği görüp sinsice ellerini ovuşturdular.
Olağanüstü Hal Valileri. Yeni yılın
Ocak ayında ise valilere olağanüstü yetkilerin verileceği belirtiliyor. Tüm valiler,
81 ilin 81 valisi de, olağanüstü hal valisi
haline getiriliyor. Bu hem Tayyip Diktatörlüğü’nün pekiştirilmesi, hem de askerin iç
güvenlikten tasfiyesi anlamına geliyor.
Jandarmanın Tasfiyesi. Bu yasal değişikliklerin tamamlayıcısı jandarmanın
tasfiyesi olacak. O jandarma ki, özellikle
kırsal kesimde ordunun halkla bağını kuran
başlıca ordu birimidir. NATO’ya bağlı değildir (Benzer şekilde NATO’ya bağlı olmayan tek ordu olan 4. Ordu’nun, Ege Ordusu’nun da tasfiyesi gündemde). TSK’nin
1/3’ünü oluşturan, yaklaşık 200 bin kişilik
bir askeri güçtür jandarma. İşte bu jandarma gücünün Jandarma Genel Müdürlüğü olarak İçişleri Bakanlığına bağlanması
için yasal hazırlıklar yapıyor Tayyipgil.
Böylece sadece kendine bağlı bir sivil güç
oluşturuyor. Polisten farkı kalmayacak.
Zaten daha başlangıçta 60 bin jandarma
personelinin polis yapılacağı belirtiliyor.
Kaldı ki, polis gücünü de artırıyor ve polisi ağır silahlarla donatıyor Tayyipgil. Bu
değişiklikler, bu silahlı güçlerin halkımıza
karşı kullanılacağı anlamına gelir. İktidarlarını korumak, emperyalist politikaları
sürdürmek için böylesine acımasızlar.
Bu değişiklikler Amerikancı Kürt Hareketi tarafından da alkışlanıyor. Aslında
Oslo görüşmelerinde dile getirilen “Jandarmanın bölgeden çekilmesi” teklifi bu
şekilde yerine getirilmiş oluyor. Kürt coğrafyasında onlarca jandarma karakolu kapatıldı. Bu süreç batıda da sürüyor. Süreç
basına yeterince yansımasa da fiilen yürütülüyor. İşte Sakarya’dan bir haber:
“JANDARMA TEŞKİLATI KALKIYOR
“İçişleri Bakanlığı tarafından düzenlenen çalışmada özellikle Sakarya, İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa gibi büyük şehirlerde jandarma teşkilatlarının
kaldırılması da öngörülüyor. Bu kararın
gerekçesi olarak ise jandarmanın görev
yaptığı noktalarda polisin zaten gerekli
hizmeti verdiği ve ekstra bir güvenlik
biriminin bulunmasına gerek olmadığı
yönündeki görüş belirtiliyor.
“VALİLİK KARARI
“Sakarya’da bu uygulama ise kademeli olarak başladı. Serdivan Kazımpaşa bölgesinde artık sorumluluk polise
geçiyor. Akyazı, Hendek, Geyve, Taraklı, Karasu ve Kaynarca gibi bölgelerde
bulunan jandarma karakolları da bir
yıla kadar tamamen kapanmış olacak.
Kazımpaşa’da polisin yetkilendirilmesiyle başlayan uygulamada böylelikle
ilk adım atılmış oldu.” (http://medyabar.
com/haber/78498/guvenlik-artik-emniyete-geciyor.aspx, 3 Kasım 2014)
Kurtuluş Savaşında Jandarma. Kur-
tuluş Savaşı günlerinde jandarma gerek
Ege’de, gerekse doğuda daha Yunanlıların
işgali başlamadan, Teşkilat-ı Mahsusa ile
birlikte direniş hareketinin temel unsuru
olmuştur.
Ege’de: “… İzmir jandarma kuvvetleri genellikle direnişten yanadır. Eski
Jandarma Komutanı Albay Avni Paşa
(Paşa ve sonra milletvekili) Adana Ermeni sürgününden sanıktır, aranmaktadır. Yüzbaşı Sarı Edip (Efe), bölgedeki
Rum ve Ermeni eylemlerine karışmış
atak bir subaydır, tutuklanması istenmektedir. Bu jandarma subayları, Celal
Bayar ile birlikte Küçük Menderes havzasına çekilmeyi ve beklenen Yunan istilasına karşı direnişi hazırlamayı daha
Mart ayında kararlaştırırlar ve faaliyete
koyulurlar. Yüzbaşı Arap Nuri, Yüzbaşı
Hüsamettin, Ahmet Rıfat Kemerdereli, Fethi vb. gibi daha birçok jandarma
subayı, milli direnişte duraksamasız yer
alırlar. Duraksamalar gösteren Yüzbaşı
Tahir Özerk, Ödemiş’te ilk direnişin başına geçer.” (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Cilt 3, 1995, s. 1177)
Erzurum’da: “Atatürk Samsun’dan
çıkıp Erzurum’a yol alırken Sıvas’ta
yalnız kalır. Hatta İtilafçıların karşıt
tertipleri ve Ali Galip’in (Padişahçı Ela-
zığ Valisi – Kurtuluş Yolu) kuşkulu durumu karşısında acele Sıvas’tan ayrılır.
Sıvas’ta çekingen, fakat İttihatçı bir
Valiye rastlaması yine de bir şanstır.
Atatürk, Erzurum’da yakınlığı, Ermeni
olaylarına iyice karışan İttihatçı fedai
subaylardan Küçük Kazım’dan görür.
Kazım ve Cevat Dursunoğlu delegelikten istifa ederek yerlerini Atatürk’e ve
Orbay’a (Rauf Orbay – K. Y.) bırakırlar, silahlı direnişin gelişmesini sağlama
yolunda çaba gösterirler. Dursunoğlu,
“İttihatçı suçlular”dan Jandarma Binbaşısı Küçük Kazım’ın Erzurum direnişine nasıl hız kazandırdığını anılarında
açıklar:
“Erzurum’da bir silahlı direniş azmi
vardır, ama yine de direniş felaketli
olur diye korkulmakta ve örgütlenmede
çok gevşek davranılmaktadır. 10 Mart
1919’da İstanbul merkezine bağlı Erzurum Müdafaa-i Hukuk’u kurulur,
fakat Dernek bir faaliyet gösteremez.
Hükümeti kuşkulandırabilecek her hareketten kaçınılır. Başkanlığa İstanbul
Meclisinde bulunmuş olan daha sonraki
Heyet-i Temsiliye üyesi Hoca Raif Efendi
getirilirse de, Dernek bir kıpırdama gösteremez. Teşkilat-ı Mahsusa’dan kellesi
tehlikede Küçük Kazım gelince durum
değişir. Dursunoğlu, Kazım’ın gelişini
şöyle yazar:
“Tam bu sıralarda, Martın sonlarına
doğru, Küçük Kazım Trabzon’dan Erzurum’a geldi. Kazım, Erzurum’un her
sınıf halkını yakından tanıdığı gibi, herkes de onu biliyordu. 1903-1907 ihtilallerine adı karışmış, Meşrutiyet’in başında
Ömer Naci ile birlikte İran İhtilalcilerine yardıma gitmiş, buradan döndükten
sonra da İstanbul’da kendisine sorumlu
sekreterlik de (katib-i mes’ul) verilerek
Muş Jandarma Komutanlığına gönderilmişti. O zamanlar Muş’ta ve Van’da
azgınlaşan Taşnak komiteleri ile çok keskin ve başarılı mücadelelerde bulunmuş
ve böylece siyasi örgütçülük niteliklerini
geliştirmiş olan Kazım, 1914-1918 savaşında Van ve Erzurum cephelerinde büyük işler başarmış, Kargapazarı savaşlarında kahramanlıklar göstermişti.
“Erzurum düştükten sonra, Giresun
bölgesinde Pontusçularla uğraşmış ve
bu çetin ödevi kısa zamanda başarmıştı.
Zeki ve tecrübeli bir politikacı, cesur ve
atılgan bir asker olan Kazım’ın Erzurum’a gelişi daha ilk gününden işe bir
hamle verdi. Kazım, Erzurum’a vardığının ertesi günü bana geldi… Zamanın
çok nazik olduğunu ve halkı toplamak
için esaslı hareketlere geçmek gerektiğini, bunun için de her şeyden önce,
memleketteki aydınların ve sözü geçen
kişilerin örgütlerle ilgilerinin sağlanmasının gerektiğini anlattı. Bu düşüncelerde birleştik. Kazım, memlekette doktor,
baytar, hukukçu, tarımcı, öğretmen gibi
aydınlardan ve esnaf arasında sözü geçen hemşehrilerden elli-altmış kişilik bir
liste yapmıştı. Bunları biraraya toplayarak, fikir ve hizmetlerinden yararlanmak gerekti. Ben Müdafaa-ı Hukuk’a
bu öneriyi yapmayı üzerime aldım…
Geniş ve toplantılara elverişli evde ilk
toplantımızı yaptığımız gün Kazım’la
konuştuğumuz fikirleri derneğe açtım.
Arkadaşlar derhal kabul ettiler. Meğer
Kazım, benimle konuştuğu gibi Başkan
Raif Efendi ile, Süleyman ve Hüseyin
Avni Beylerle de ayrı ayrı görüşerek
onları da inandırmıştı. İki üç gün sonra
Kazım ve Necati de (Albayrak) içinde
olmak üzere, listedeki hemşehrileri çağırdık… Hükümette görevi olan bir iki
arkadaşla yaşları ilerlemiş olanlar çekildiler. Yerine gizli oyla Kazım, Necati
… seçildiler. Böylece daha türdeş bir yönetim kurulu meydana geldi.”“ (Doğan
Avcıoğlu, agy, s. 1181-3)
Bu bilgiler, sıcak savaş döneminde jandarmanın halkı nasıl kolayca örgütlediğinin göstergesi. Ordunun halkla bağıdır jandarma ve bu bağ jandarma tasfiye edilerek
kırılıyor, ordu izole ediliyor.
Bedelli ve Profesyonel Ordu. Ordunun
izolasyonunda diğer bir Tayyipgil saldırısı
“Bedelli Askerlik” olayı ve Özal döneminden beri pek dilden düşürülmeyen Ordunun Profesyonelleştirilmesi oldu. Yeni
çıkan yasayla 18 bin lira bastıran hiç askerlik yapmadan, kışlaya adım bile atmadan,
banka dekontunu göndererek, Tayyip’in
deyişiyle “askerlikten yırtmış” oluyor. Yaratılan bu eşitsizlik, orduya vurulmuş en
büyük darbelerden biridir. Ordunun bütünlüğü kaybolur çünkü, disiplin yiter. Bedelli
uygulaması olan orduda asker savaşmaz.
Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı günlerinde bedelli uygulamalarına veya askerlikten “yırtma” çabalarına kesinlikle karşıdır. Savaş sırasında, 1921 yılında Konya’da
bir medreseyi ziyarete gider. Medresede
askerlikten muaf oldukları gerekçesiyle
askere gitmek istemeyen medrese öğrencilerini ve hocalarını şiddetle kınar. O zaman
gezide Mustafa Kemal’in yanında bulunan
Sovyet Büyükelçisi Aralov’un anılarından
okuyoruz:
“Ne o, yoksa sizin için medrese, Yunanlıları mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir?
Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi
çocukları cephelerde dövüşür, yurt için
canlarını feda ederken, siz burada, genç,
sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz. Bu asalakların askere alınması
için hemen yarın emir vereceğim.” (S.
I. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları, Yenigün Haber Ajansı 1997, s.
127-128)
Bedelli, Osmanlı’da da vardı. Fatih zamanında bile zenginler açıkça olmasa da
bedeli çağrıştıran uygulamalara giriyorlardı. Halil İnalcık’tan aktaralım:
“Bursa’da Hoca İbrahim adlı bir
zengin, 1476 yılında Fatih Sultan Mehmed’in Macarlara karşı seferinde “ol
gazanın sevabında ben dahi bile olayın”
diye 20,000 akça ile 20 süvariyi ulufe ile
tutmuş ve sefere göndermiştir.” (Halil
İnalcık, Devlet-i Aliyye, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 2009, s. 25)
İyi iş! Bir taşla iki kuş. Hem askerlikten
“yırtma”, hem de büyük sevap kazanma!
Düyun-u Umumiye kıskacındaki Osmanlı’nın züğürtlemesi nedeniyle hemen
I. Emperyalist Savaşı arifesinde çıkardığı
bedelli askerlik yasasına göre (8 Ağustos
2015), sadece Hıristiyanlar değil, 30 altın
getiren Müslümanlar da “vatan hizmetinden” bağışlanır. Böylece, yarım milyondan
fazla şehit verilen I. Emperyalist Savaş’ta
zengin Müslümanların keyfi yerinde kalır.
Halkımızın bugün hâlâ dillerde olan
Sefer tası bakırdandır
Yemen yolu çamurdandır
Zenginimiz bedel öder
Askerimiz fakirdendir
ağıtı, o günlerden kalsa gerek.
Bugün Tayyipgil’in amaçlarından birisi
de bu. Bütçeye katkı. Daha çok gelir edde
edebilmek için 2011’de çıkarılan bedelli
yasasına göre 30 bin TL ve 21 gün askerlik şartını gevşeterek bugünkü haline dönüştürdüler. Ama daha da önemlisi, bedeli
düşürerek daha çok vatandaşın askerlikten
“yırtmasına” yol açtılar. Bir taşla iki kuş
ama bu da orduya büyük bir darbedir.
Profesyonel ordu ve böylece ordunun
küçültülerek tasfiyesi de yıllardan beri gündemde ama henüz göze alamadılar. Bu çok
daha tehlikeli ve büyük bir darbe olur orduya. Çünkü ordunun halkla bağı tümüyle
koparılacaktır böylece. Ordu mensupları,
tıpkı ABD’nin Irak’ta, Afganistan’da vb.
kullandığı güvenlik şirketlerindeki vahşi,
insanlıktan çıkmış, acımasız sözde askerlere dönüşür çünkü. Bugün hükümetin güdümünde olan ve kınadığımız polis gücünün
bile gerisine düşer. Bu değişikliği kısa zamanda yapabilmeleri şimdilik zor görünüyor. Ama emperyalizmin, dolayısıyla Tayyipgil’in gündeminde olduğu kesin.
Profesyonel ordu girişimlerinin öncüsü
ise “AB ülkelerine benzeme” bahanesiyle dayatılan “Sözleşmeli Sınır Birlikleri
Projesi”dir.
“Projeye göre bu birliğin personeli, Polis Akademisi’nde yetiştirilecek,
Emekli subay ve astsubaylardan faydalanılacak, hatta basında yazanlara göre
Jandarma’nın önce bir kısmı, daha sonra da tamamı doğrudan buraya geçirilecek ve TSK bünyesinden çıkarılacak.
Bu yolla NATO’ya bağlı olmayan tek
kuvvetimiz jandarmanın zamanla mevcudu azaltılacak ve sınır birliklerinin
sayısı artırılarak oluşan bu hükümete
bağlı kuvvet, bütün sınırları TSK’dan
devralacak. Buna göre, Kara Kıvvetleri
ve Jandarma Genel Komutanlığı, Yunanistan ve Bulgaristan kara sınırlarından
5, Gürcistan, Ermenistan, Azerbeycan
ve Suriye sınırlarından ise 10 yıl içinde
çekilecek.” (Oktay Yıldırım, Mehmetçik,
Kaynak Yayınları, 2011, s. 232)
Ordu böylesine küçültülür, vahşice budanır ve zayıflatılırken polis gücü tersine
sayıca ve donanımca güçlendirilir. Polis
temel ve güvenilir güçtür. Tayyip’e göre
“Emniyet teşkilatı statükonun bekçisi
değil, değişimin öncüsüdür.” Ancak daha
sonra dili sürçüyor olsa gerek: “Totaliter
idaresinin ileri demokrasinin öncüsüdür.” diyor (Zaman, 2 Şubat 2011). Ve
koca, 300 bin kişilik polis gücü askerlikten
muaf tutulur. Bütün bunlar da Tayyip Diktatörlüğü’nün gereğidir ve orduya darbedir.
Bunların dışında 50 bin kişilik bir profesyonel ordunun kurulma girişimlerinin
olduğunu da basından öğrendik. Ordunun
klasik yapısını bozmaya yönelik bu girişim
de 8 Haziran 2011 tarih ve 27958 sayılı
Resmi Gazetede yayımlanan “Sözleşmeli
Erbaş ve Er Yönetmeliği” ile yürürlüğe
girdi. Profesyonel ordu halkımız için de,
komşu halklar için de büyük tehlikedir.
Eğer şu an Türk Ordusu’nun klasik yapısı
yerine profesyonel bir ordu olsaydı, Tayyip
çok rahat Suriye’ye girerdi. Özal zamanında “1 koyup 3 alma” kandırmacasıyla
orduyu Kuzey Irak’a sokma girişimini zamanın Genelkurmay Başkanı Necip To-
rumtay’ın önlediğini unutmuyoruz.
Sonuç:
Ne yapsanız kâr etmez!
Normaldir. Emperyalizm ve yerli işbirlikçilerinin orduya saldırması normaldir. Tıpkı Mustafa Kemal’in 31 Temmuz
1920’de Afyonkarahisar Kolordu Karargâahını teftişi sırasında söyledikleri gibi
“Ordunun ruhu zabitandır (subaylardır). … Düşmanlarımız herkesten evvel
onları öldürür. Onları aşağılar ve hor
görürler.” Bu anlamda orduya saldırı normaldir diyoruz.
Ancak Tayyipgil-Fetogil çatışması nedeniyle askerlerin ve aydınların salıverilişlerini “Zafer” olarak nitelemek körlük,
hatta halka ihanet olur. Nitekim, Mustafa
Kemal aynı konuşmasında şunu da söylemiştir: “Allah göstermesin milletin istiklali ihlal edilirse bunun vebali zabitana
ait olacaktır.”
Emperyalist destekli Tayyip Diktatörlüğü’nün orduya nasıl zarar verdiğini gördük.
Ancak, buna rağmen Türk Ordusu tümüyle
dağıtılmadan Tayyip rahat edemez, edemeyecektir. Çünkü, Türk Ordusu kurucu
ordudur. Cumhuriyet’i kurmuştur. Kurarken devlet ve millet ile bütünleşmiştir. Ordu mensupları büyük çoğunlukla
halk çocuklarıdır. Ve Türk Ordusu’nun
yüzyıllardır süren, devlet bunalıma girdiğinde, gericilik azıttığında devreye giren, sorunu en azından o an için çözen
(27 Mayıs, 28 Şubat gibi) ilerici bir geleneği vardır.
Türk Ordusu, Tayyipgil’in düşlediği
gibi bir derebeylik ordusu (Sultan Ordusu,
kaldı ki o Sultan Ordusu’nun bile ilerici damarı yok edilememiştir) veya emperyalist
ülkelerin gerici orduları ya da sömürge
ordusu yapısına kolayına sokulamaz. 12
Mart ve 12 Eylül Faşist darbelerine ve bugünkü Tombalak Paşa’lara rağmen bu böyledir.
Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı günlerinde Sovyetler ile yapılan görüşmelerde
Sovyet Generali Frunze’ye şöyle der:
“Bildiğiniz gibi eski ordumuz mütarekeden sonra silahsızlandırılarak
dağıtılmıştır. Yine bildiğiniz gibi, ordu
Sultanın ordusu idi ve onun iradesini
yerine getirir, yalnızca onu tanırdı. Bu
ordu günde üç kez ‘padişahım çok yaşa’
diye bağırmak zorundaydı. Yeni orduyu tamamen yeni prensipler ve temeller
üzerine kurduk. Bu ordu, eski ordunun
halkın davasına sadık kalmış kısımlarından ve emekçi köylü kitleleri arasından
toplanan kişilerden oluşturulmuştur.
Biz bu orduyu kurarken yalnızca tek bir
amaç güttük. Bu da, bu ordunun Sultan
ordusu değil halk ordusu olması, tek tek
bireyleri değil, bütün halkın menfaatlarını savumasıdır.” (Aktaran Oktay Yıldırım, agy, s. 200-201)
Türk Ordusu emperyalist güdümlü sömürge ordularından da, ortaçağcı derebeyi
ordularından da farklıdır. Kendisine oynanan oyunları bozabilir. Bunun yolunu da
Kıvılcımlı Usta gösteriyor: Bilinçli Halk
Ordusu olmak!
“Türkiye’nin Finans-Kapital zümresi, Tarihçil Devrimler gelenekli ve daha
dün Milli Kurtuluş savaşı yapmış Türk
Ordusu’nu, Kore Savaşı gibi uzak serüvenlerde Sömürge Ordusu yapmayı denedi. Türk askeri, Emperyalist lüks imtiyazı içinde yaşayan Amerikan askerine
“Hanım” adını takarak döndü. O basit
“Hanım” sözcüğünün çok yanlı derin
anlamlarını, Türk olmayan bilemez.
“Finans-Kapital, antika “Moskof”,
modern “Gomoniz” korkuluğunu var
gücüyle sömürerek Türk Ordusu’nu
NATO vb.ne katarken “Hanım”laştıracağını umdu. Ekonomice ve Sosyalca
bunun olanağı yoktu. Ne Türkiye genlikli, refah bir modern kalkınmış ekonomi
temeline sahipti; ne de Finans-Kapital
oturaklı ve tutarlı bir kapitalist sınıfının bütünlüğünü ve kendince haklılığını,
meşruluğunu temsil ediyordu. O yüzden Türk Ordusu gerek maddesi, gerek
ruhuyla, Finans-Kapitalin ne imtiyazlı
metropol kastı, ne sömürge aylıklı askeri olamadı.
“27 Mayıs bu ekonomik ve sosyal
Kritik durumu gidermek yerine büsbütün açığa vurdu. Menderes DP’si, Türk
subayını lojman vb. yem borularıyla
“evcilleştireceğini” umdu. Aldığı karşılık umut verici olmadı. Demirel AP’si
ORKO vb. yem borularıyla DP’nin
CIA’dan öğrendiklerini yeniden uygulamaya çabalıyor. Bu, hacıağa çocuklarını Meclislerde “Transfer” etmek yahut
halk oylarını kasaba tezgahında pazarlamak kadar kolay olacağa hiç benzemiyor.
“O zaman T’ürk Ordusu’na tek yol
kalıyor. Halk Ordusu olmak. 27 Mayıs
ve sonrası, o çabanın bir denemesidir.
Bilince çıkamadığı için kördövüşüne
dönmüştür.” (Hikmet Kıvılcımlı, 27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi,
Derleniş Yayınları, 2014, s. 298)❑
15
Yıl: 9 / Sayı: 83 / 10 Ocak 2015
AKP’nin Metal İşçilerinin Grevini Erteledi
Korkuyorlar, korkacaklar, korksunlar
Bu nedenle Birleşik Metal-İş Sendikasının grevi aynı zamanda tüm İşçi
Sınıfının grevidir. Çünkü bu grev MESS
Patronlarına, Parababaları düzenine,
sarı-gangster sendikacılığı ve işçi sendika düşmanı AKP’ye karşı verilen onurlu, haklı ve meşru bir mücadeledir.
Birleşik Metal-İş Sendikası İşçi
Sınıfının mücadele potansiyelini, İşçi
Sınıfının tabandaki kararlığını iyi değerlendirebilirse ve bu süreci fiili-meşru bir
mücadeleye dönüştürebilirse bu yasağı
ortadan kaldırabilir. Bu yasak ancak mücadeleyle aşılabilir. İşçi Sınıfı tarihi bunun
örnekler ile doludur.
Bizler de bu bilinçle Parti olarak Birleşik Metal-İş Sendikasının greve çıktığı ilk
gün İstanbul, İzmir ve Konya’da bulunan
işyerlerinin önünde sınıf dayanışması için
yerimizi aldık.
Bizler Tayyipgiller’in ciğerini biliyoruz. Onların geldikleri ve temsil ettikleri
sınıfın davranışlarından başka türlü davranamayacaklarını çok iyi biliyoruz.
mücadelesi doğru önderlikle ve devrimci
sınıf mücadelesi ile buluştuğu zaman aşamayacağı engel, başaramayacağı iş yoktur.
Tayipgiller ve onların işbirlikçi sermayedarları bilsinler ki grevleri erteleyebilirler ama kendi sonlarını getirecek sınıf mücadelesinin zaferini erteleyemeyecekler.
Er yada geç bu saltanat, bu parababaları
düzeni yıkılacak ve işçi sınıfımız, halkımız
iktidarda olacak. Buna inancımız tamdır.
31.01.2015
Yaşasın Metal İşçilerinin
Onurlu Mücadelesi!
Haklı
Yaşasın Metal İşçilerinin Grevi!
İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız!
HKP İstanbul İşçi Örgütleri Komitesi
Ama biz şunu da çok iyi biliyoruz.
Dünya tarihi, insanlık tarihi ve İşçi Sınıfı
tarihi çok büyük mücadeleler, direnişler ve
kazanımlarla doludur. Bu nedenle Metal
işçilerinin grevi meşrudur. İşçi Sınıfının
En büyük sevdamızdır devrim
D
evrim ateşi bütün bedenimizi
sarmış durumda. En derinlerden gelerek ruhumuza çarpan,
vicdanımızı okşayan, dudaklarımızdan dökülen bir aşk bu. Ne güzel,
ne kadar da hoş bir şey bu devrim.
Ama insanlar bilmezler ki devrim;
devrimi devrim yapanların özgür iradesi ve halkların kurtuluş mücadelesidir. İnsanlığından ödün vermemiş
kahramanların mücadelesidir devrim.
Devrim, zaferin yüreklerimizi
ateşleyen akkoru, geceyi aydınlatan dolunayın parlaklığıdır. Ne olursa olsun masum ve karşılıksız bir
adanmışlıktır bu. İnsanın kendi devrimidir kızıl. Bazen bir Partizanın
gömleğinden toprağa düşen bir kan
damlasıdır binlerce kızıl karanfile
rengini veren, bazen dağlarda açan
kızıl bir karanfildir. Şubat’ta açan,
Ekim’de bereketli meyveler veren
bir ağacın kızıl yapraklarıdır. Deniz
Gezmiş’tir, Lenin’dir, Hikmet Kıvılcımlı’dır, Che’dir, onu arayanlarındır ve bilfiil devrim adına her şeydir.
Devrim zaferin, halkların kurtuluşunun kızıl yolculuğudur. Kızıl
bayrağımızın zeminidir ve katiyen
kalbimizden sökülüp alınamaz. Bazen
bir yoldaşın ellerindeki sıcaklıktır
kızıl. Bazen ise sempatizanın sloganındaki kelimelerdir o kızıl. Özgürlük
yolunda atılan bir adımdır, kızıla çalan
bir gökyüzüdür, devrim sabahının ve
bir akşam partizanın silahının ucundan ateşlenen bir zafer fişeğidir kızıl.
Yoldaşın tam göğsünden çıkardığı
bir yumruktur. Evladını kaybetmiş
bir annenin isyanıdır kızıl. İnsanlığın
bestelediği kızıl bir zafer marşıdır.
İşte o kızıl halktır! O kızıl bir
özgürlüktür! Kızıl şereftir! Kızıl
onurdur! Kızıl bir başkaldırıdır
haksızlığa karşı; kızıl bir devrimdir...
Yaşasın
Kızıl
Devrimimiz!
Konya’dan
Kurtuluş Partili Bir Genç Yoldaş
Taksim’de Kubilay’ı andık
2
3 Aralık akşamı saat 19.30’da Eğitim-İş Sendikası’nın çağrısı ile düzenlenen yürüyüşle 74 yıl önce Ortaçağcı gericiler tarafından Menemen’de katledilen öğretmen ve
teğmen Kubilay’ı andık.
Eylemde ayrıca hafta sonu Ankara’da düzenlenen eylemde yapılan vahşi polis saldırısı da kınandı.
Yürüyüş Tünel Meydanı’nda başladı. Eyleme katılanlar “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür”, “Kubilay Öğretmen Ölümsüzdür”, “Öğretmene Uzanan Eller Kırılsın”,
“Cumhuriyet Değil, AKP Yıkılacak” sloganları atarak Galatasaray Meydanı’na doğru
ellerinde meşalelerle, dövizlerle yürüdüler.
Galatasaray Meydanı’nda Eğitim-İş Temsilcisi basın açıklamasını okudu. Açıklamada, Öğretmen Asteğmen Kubilay, Bekçi Hasan ve Bekçi Şevki’nin gericilerce vahşice
katledildiği olayın gelişimi anlatıldı. Ardından günümüzde öğretmenlere, emekçilere yapılan baskılar ve laikliğe yapılan saldırılar kınandı.
Basın açıklamasının ardından eylem sloganlarla sona erdi.
İstanbul’dan Kurtuluş Partililer
DOSAB’da Termik Santrale Hayır
D
Kurtuluş Yolu/Bursa
emirtaş Organize Sanayi Bölgesi (DOSAB)’da bulunan
fabrikaların elektrik ihtiyacını
karşılamak için yapılması planlanan
kömürlü termik santral girişimi, Bursa
Halkı tarafından protesto edildi.
Yapılacak kömürlü termik santralden elektrik enerjisi elde etmek için
günde 1200 ton kömür işleyecek. (Bu
miktar, kış mevsiminde ortalama 1000
ailenin bir ay boyunca harcadığı mik-
tara denk geliyor.)
Setbaşı Mahfel önünde toplanan
yaklaşık 2000 kişi, tepkilerini ellerinde bulunan siyah balonlarla Atatürk
Heykeli’ne kadar, “Termiğe İnat Yaşasın Hayat”, “Bursa Yeşildir Yeşil
Kalacak”, “Ölüm ile Komşu Olmak
İstemiyoruz” sloganları atarak yürüyüş gerçekleştirdi.
Burada bir konuşma yapan DOSAB’ın yakınında yer alan Panayır
Mahallesi sakinlerinden Durmuş
Berk, tesisin yapılacağını 4 ay önce
öğrendiklerini ve o günden sonra uykularının kaçtığını dile getirdi. Çevre
il ve ilçelerden her gün taşınacak bin
200 ton kömürün burada yakılacağını
belirten Berk, “Asit yağmurları tarlalara ve çocuklarımızın üzerine yağacak. Bu santralin yapılmasına asla izin
vermeyeceğiz” dedi.
Kurtuluş Partililerin de katıldığı
eylem halaylar eşliğinde son buldu.
“Çözüm Süreci” ve
Ordu Üzerine
K
Halk Kurtuluşçu Gençlik:
Gericiliğe karşı
Laiklik mücadelesini yükseltiyoruz
Y
ÖK Başkanı’nın Nakşibendi tarikatının “şeyhini” ziyaret ettiği, ahlak eğitimi maskesi ile CIA islamı eğitiminin okul öncesi eğitim
kurumlarına kadar sokulduğu,
azgın ve açıktan yürütülen gericilik yıllarını yaşıyoruz. Fethullah Gülen ve Tayyipgiller eli ile
yürütülen CIA patentli “Ergenekon ve Balyoz” operasyonları,
Ortaçağcı gericilik önündeki en
örgütlü güç olan ordudaki yurtsever ve laik komutanları ekarte
ederek Türk Ordusu’nu kıpırdayamaz hale getirdi. Gericiliğin bu denli pervasızca hareket
edebilmesinin en etkin nedeni
budur.
Birinci Kuvayimilliye kazanımı olan, eksik de olsa başta kadınlarımız olmak üzere
halkımıza çok şey kazandıran
Laikliği savunmak, devrimci,
yurtsever her hareketin birincil
görevleridendir. Çünkü laikliğin
silinmesi için, halkın uyuşturularak kolay yutulur lokma haline
gelmesi için yürütülen projenin
sahibi emperyalizmdir.
Bu bilinçle, Halk Kurtuluşçu Gençlik’in örgütlediği foruma Yargıçlar Sendikası Genel
Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu, Türkiye Öğrenci Velileri
İşbirliği Derneği Başkanı Fe-
ray Atalay, Ankara Cumhuriyet Okurları Derneği Dönem
Sözcüsü Haluk Yalvaç, Tüm
Öğretim Elemanları Derneğİ
yönetim Kurulu üyesi Suay Karaman, Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Görevlisi
Doç. Dr. Özler Çakır, Gaizantep
Üniversitesi Öğretim Görevlisi
Doç. Dr. Ercan Küçükosmanoğlu’nun konuk konuşmacı olarak
katıldı.
20 Aralık cumartesi günü
Ankara’da Türk Hukuk Kurumu Salonu’nda gerçekleşen
etkinlik sabahı, HKP’nin de ka-
tıldığı Eğitim-İş Sendikası’nın
düzenlediği “Emeğe Saygı ve
Laik Eğitim” eylemine polisin
saldırısı sonucu gözaltına alınan Eğitim-İş Genel Başkanı
Veli Demir adına Birleşik Kamu
İş-Konfederasyonu MYK Üyesi
Barış Düdü konuşma yaptı.
Halk Kurtuluşçu Gençlik’in
Türkiye’nin dört bir yanından
gelen temsilcileri söz alarak
coşkulu konuşmalar yaptılar.
Sabahki eylemde gözaltına
alınan HKP İstanbul İl Başkanı
Pınar Akbina, gözaltı sonrası
etkinliğe katılarak söz aldı ve
Nakliyat İş’ten sınıf
dayanışması
DİSK Nakliyat İş Sendikası yöneticileri, iş yeri temsilcileri
ve Zet Farma Direnişçileri, yeni yılı direniş çadırlarında
karşılayan Ülker, BEDAŞ ve Maltepe Üniversitesi Direnişlerini
ziyaret etti.
S
endika tercihlerinden
dolayı işten atılan
DİSK/Gıda-İş Sendikası üyesi Ülker Direnişçileri,
taşeronlaştırmaya,
kölece çalışmaya HAYIR
dedikleri için sendikaya üye
olan ve işten atılan Enerji-Sen Bedaş Direnişçileri ve Dev Sağlık-İş Üyesi
Maltepe Üniversite Hastanesi Direnişçileri gece
gündüz demeden, her türlü
olumsuz hava koşullarına,
işverenin saldırılarına, baskılarına rağmen işi-ekmeği-geleceği ve onuru için
kararlıca direniyorlar.
DİSK Nakliyat İş Sen-
dikası’na üye oldukları için
işten atılan Zet Farma Direnişçileri de 59 gündür hakları için mücadele ediyor,
direniyor.
Devam eden bütün direnişleri selamlamak ve sınıf
dayanışması için Zet Farma Direnişçileri, Nakliyat
İş yöneticileri ve Topkapı
Nakliyeciler Sitesi işyeri
temsilcileri direniş yerlerini
31 Aralık’ta ayrı ayrı ziyaret
etti.
İlk olarak saat 10.30’da
Topkapı’da Ülker Fabrikasının önünde 66 gündür
direnen Ülker Direnişçileri
ziyaret edildi. Sloganlar ve
alkışlarla karşılanan Nakliyat İş’liler, direniş yerine
“Ülker Direnişçileri Yalnız
Değildir, İşçiyiz Haklıyız
Kazanacağız” pankartı astı.
Buradaki ziyaretin ardın-
dan Taksim’de BEDAŞ Genel Müdürlüğü’nün önünde
141 gündür direniş yapan
BEDAŞ Direnişçileri ziyaret edildi. Burada da “Bedaş Direnişçileri Yalnız
Değildir, İşçiyiz Haklıyız
Kazanacağız” pankartımız
direniş yerine asıldı.
15’te
Laiklik için verilecek mücadelenin tüm gereklerinin HKP tarafından hakkıyla yerine getirileceğini ifade eden coşkulu bir
konuşma yaptı.
Forum; Halk Kurtuluşçu
Gençlik’in “Yaşasın İkinci
Kurtuluş Savaşımız”, “Halkız
Haklıyız-Kazanacağız” sloganlarıyla ve örgütlü mücadele
çağrılarıyla son buldu.
Kurtuluş Partisi
Gençliği
Doğa-yaşam
savunucuları
Kent
Mitingi’nde
buluştu
M
armara’nın dört bir yanından
gelen
doğa
savunucuları
Marmara Kent Mitingi’nde 28
Aralık’ta buluştu.
“İstanbul Kent Savunması” ve
“Kuzey Ormanları Savunması”nın
çağrısı ile “Doğayı, emeği, İstanbul’u,
Marmara’yı
savunmak
için”
Marmara’nın dört bir yanından gelen
yaşam savunucuları Süreyya Operası
önünde bir araya geldi.
Mitinge
Yırca’da,
Bursa’da,
Sapanca’da, Çanakkale’de Kazdağları’nda
Doğanın talan edilmesine karşı mücadele
edenler katıldı.
HKP olarak 11.30’dan itibaren Süreyya
Operası önünde “Doğadan uzaklaştıkça
insanın kalbi katılaşır” pankartımızla
“Bu daha başlangıç mücadeleye
devam”, “Gün gelecek devran dönecek
AKP halka hesap verecek”, “Hırsız
katil din tüccarı AKP” sloganlarımızı
haykırdık.
Kitle sloganlarla Altıyol’a doğru
harekete geçti.
Kadıköy’de
polis
yığınağına,
TOMA’lara karşın Boğa’da kürsü
kuruldu,
konuşmalar
yapıldı.
Konuşmalardan
sonra
Yırca’dan,
Çanakkale’den Validebağ’dan
gelen
yaşam savunucuları mitingi selamladı.
İstanbul’dan Kurtuluş Partililer
CK Yürütme Konseyi
Eşbaşkanı Cemil Bayık
aba altından sopa gösteriyor: “Müzakereler takvime
göre yürütülmezse, müzakere
taslağını kamuoyuna açıklarız”
(23 Aralık 2014).
Demek ki, Tayyipgil’in halkımızca duyulmasını istemediği,
bu yüzden gizli tutulan bir içeriği
var müzakere taslağının. Başka
deyişle, kapalı
kapılar ardında
halkımızın başına çorap örülüyor.
Birkaç gün
sonra,
CHP
Sakarya Milletvekili Engin
Özkoç, bundan
yaklaşık 3 yıl
önce, 26 Ekim 2011’de Mecliste
“Terör” konusunda yapılan gizli
oturumda BDP Grup Başkanvekili’nin çözüm süreci ile ilgili
taleplerini “Türk milletine verdiğim sözü yerine getiriyorum”
diyerek basına duyurdu. Talepler
maddeler halinde şöyle:
“1- Türkiye’nin 25 eyalete
bölünmesi.
“2- Öcalan’ın serbest bırakılması.
“3- Özerklik koşullarının
gündeme getirilmesi.
“4- Eyalet başkanlarının
TBMM’ye getirilmesi.
“5- Özerklik hakkının saklı
olması.
“6- Her eyaletin kendi özerk
güvenlik güçlerinin olması.”
(Cumhuriyet, 29 Aralık 2014)
Böylesine önemli bir açıklama medyada yer almadı. Üzerinde hemen hiç durulmadı. Tayyip
Diktatörlüğü’nün baskısıyla olsa
gerek… Kaldı ki, burada verilen
maddeler de, Emperyalist Çözüm’ün kısa vadeli olup ancak
BDP tarafından dile getirilebilenleri.
“Süreç” Habur’dan sonra iki
büyük darbe aldı. Birincisi Gezi
Direnişi’miz. Diğeri, Tayyipgil
ile Fetogil’in Gezi’nin de etkisiyle birbirine düşmesi. Tayyipgil,
bu darbelere rağmen yukarıdan
emperyalizmin, aşağıdan Amerikancı Kürt hareketinin baskısıyla,
ürkekçe de olsa, iktidardan düşmemek için, yola devam etmeye
çabalıyor. Amerikancı Kürt Hareketi ise “Süreç”in 17 ve 25 Aralık
ile darbe aldığını görüp Tayyipgil
ile Fetogil’i barıştırma çabalarına
girişti. (Şu an Cemil Bayık’ın dile
getirdiği PKK’nın Fetogil ile görüşme çabaları başka ne anlama
gelebilir?)
Önlerindeki engeller mi?
Örgütsüz de olsa kamuoyunun
emperyalist çözüme tepkisi seçimlerde öyle
veya böyle
yansıyacaktır.
Bu
yüzden
g i z l i y o r l a r.
Bunun dışında daha organize olan güçler Yüksek
Yargı ve Ordu’dur. Yargıyı yüzde yüz olmasa da büyük
ölçüde ele geçirdiler diyebiliriz.
Ya ordu?
Onca kumpasa, tertibe, fesata rağmen ordu hâlâ Tayyipgil’in korkulu rüyası.
Türk Ordusu’na saldırı
sürüyor
Bu yüzden, Tayyipgil iktidardayken ve rüzgâr emperyalizmden doğru geliyorsa orduya saldırı
bitmez. Cumhuriyet Türkiye’sinde Türk Ordusu’na emperyalist
saldırısının kökleri 1940’lı yıllara
dek gider. Dayanağı ise “Sovyet
Tehdidi”dir. İkinci Emperyalist
Savaş sonrasında Truman Doktrini kapsamında ABD ile imzalanan Askeri Yardım Anlaşması (12
Temmuz 1947) ve bir yıl sonra
Marshall Yardımı kapsamında
ABD ile imzalanan Mali ve Askeri Yardım Anlaşması (4 Temmuz
1948) ile Türk Ordusu’nun ABD
tarafından “nötralize edilmesi”,
ardından 1949’da NATO’nun kuruluşu ve Demokrat Parti (DP)
iktidarında Türkiye’nin NATO’ya
girişi (19 Şubat 1952), hep Sovyet
Tehdidi zokasının yutturulmasına
dayanır. Yurtsever subaylar bile
bu zokayı yutmuştur. Örneğin,
DP’yi alaşağı eden 27 Mayısçı
demokrat subaylardan Emekli
Tümgeneral Sıtkı Ulay anılarında şöyle aktarıyor:
14’te
Tiyatronun müdürü…
İ
stanbul Şehir Tiyatroları
Genel Müdürlüğüne, İmam
Hatipli eski güreş hakemi
Şevket Demirkaya atanmış.
AKP hükümeti iktidara geldiği günden beri, tiyatroları bi-
tirmeye çalışıyor. Şehir Tiyatroları, İstanbul’un yaşayan en
eski sanat kurumlarından biri.
1914 yılında İstanbul Belediye
Başkanı Cemil (Topuzlu) Paşa,
Belediye Meclisinden çıkarttığı
kararala, bugünkü Şehir Tiyatrolarının temeli olan “Güzellikler Evi” anlamına gelen “Darülbedayi”nin kurulmasını sağlar. Pek çok ünlü yerli-yabancı
oyun bu sahnelerde oynanır.
Ülkemizde
Tiyatronun
geçmişi
İlkçağlara
kadar
dayanır. Ülkemizde her Antik
şehirde bir tiyatro amfisi vardır.
Sayılarının yaklaşık 150 tane olduğu bildirilmektedir. Günümüze kadar ayakta kalan en ünlüleri Aspendos, Efes, Afrodisyas
gibi tiyatrolardır.
Geleneksel
tiyatrolarımız
olarak da Ortaoyunu, Meddah-
lık, Kukla tiyatrolarımız vardır.
Tiyatro sanatı, insanlık
tarihi kadar eskidir. Çünkü
taklit etmek, öğretmenin temel
yollarından birisidir.
Şimdi tiyatroları kapatmaya
çalışmak, Ortaçağ karanlığına
geri dönmektir.
AKP yöneticileri, sanatın
pek çok alanına da düşmanca tavır içindedir. Melih Gökçek, bir
dönem heykeller için “ben böyle sanatın içine tükürürüm”
demişti. Tayyip Erdoğan,
Kars’taki “İnsanlık Anıtı”nı
“ucube” diyerek kaldırtmıştır.
İstanbul’daki Marmaray kazısında çıkan tarihi eserler, “üçbeş çanak çömlek” denilerek
küçümsenmiştir. İstanbul’un tarihi dokusu yağmalanırken, tarihi camiler gökdelenlerin gölgesinde kalmıştır. İstanbul’un
silueti, birkaç Parababası kaptıkaçtıcı kârlarına kâr katsın diye
bozulmuştur.
15’te

Benzer belgeler

84. sayıya ulaşmak için tıklayın

84. sayıya ulaşmak için tıklayın Vekilleri: Av. Orhan ÖZER, Av. Metin BAYYAR, Av. Ayhan ERKAN, Av. Ali Serdar ÇINGI, Av. Tacettin ÇOLAK, Av. Sait KIRAN, Av. Ayça ALPEL, Av. Halil AĞIRGÖL, Av. Pınar AKBİNA, Av. Doğan ERKAN

Detaylı