Balkon - 2012 / Sayı 3 - SİLİVRİ - Prof Dr. Fuat Sezgin Fen Lisesi
Transkript
Balkon - 2012 / Sayı 3 - SİLİVRİ - Prof Dr. Fuat Sezgin Fen Lisesi
BALKON YIL 2012/SAYI 3 Sahip olmak ile olmak farklıdır… PROF. DR. FUAT SEZGİN FEN LİSESİ YAYINIDIR BULUT – Berfin ALKAN EVRENDE BİR DOST – Aylin ARSLAN GİRİŞ: SAF VE BEYAZ - H.Dilara BAYRAKDAR KİRALIK - Erkan KILIÇ SADIK AYAKLAR – Mesna TİKTAŞ MAKİNİST- Türkan Eda ÇİÇEK WİLKENSONS ADASI’NIN LANETİ – Ömer ATEŞ HER ŞEY FARKLI – Elber ULUTAŞ BEYİN EGZERSİZİ – Ömer GÖKÇEOĞLU “Bir kötülüğün kökeni ne kadar anlaşılmaz olursa onunla boğuşma yöntemi de o derece katı ve acımasız oluyor.” Anton ÇEHOV İÇİNDEKİLER BALKON - Dergimiz ticari bir yayın değildir. BİR ŞARKI MIRILDANIRKEN – 4,5 – BERFİN ALKAN - Dergimizin çıkmasını istiyorsanız bir sonraki sayıya ürün gönderin. UÇAMAM – 5 – ERKAN KILIÇ - Bütün amatörlükler bizdendir. EVRENDE BİR DOST- 6- AYLİN ARSLAN GİRİŞ : SAF VE BEYAZ- 7,8 – H.DİLARA BAYRAKDAR İMTİYAZ SAHİBİ: SONBAHAR- 8- ERKAN KILIÇ OKUL MÜDÜRÜ Behcet ASLAN ŞEYTAN ÜÇGENİ- 9,10,11,12BÜŞRA GÖNDEM SADECE İKİ HECE: ÖLÜM- 12 – ADEM GÖKÇE DOLABIM – 13-BETÜL KALKAN SORUMLULAR: Fatih KUTLUOĞLU Okul Müdür Yardımcısı … -14- ESMA NUR SEVİNÇ KİRALIK -14- ERKAN KILIÇ MÜZİK- 15, 16 – B.IRMAK BECEREN, DAMLA AKBAŞ SADIK AYAKLAR- 17- MESNA TİKTAŞ MUTLU ÖLÜM- 18- ERKAN KILIÇ EDİTÖR: Berfin ALKAN DİZGİ TASARIM : Fatih KUTLUOĞLU MAKİNİST- 19, 20, 21, 22, 23- T.EDA ÇİÇEK HER ŞEY FARKLI- 23- ELBER ULUTAŞ WİLKENSONS ADASININ LANETİ- 24, 25, 26ÖMER ATEŞ YILLARIN GETİRİSİ- 26- BETÜL KALKAN BEYİN EGZERSİZİ- 27- ÖMER GÖKÇEOĞLU OKULUMUZDAN HABERLER- 27- balkon 2 Merhaba Sevgili Okuyucu… Bahar ne güzeldir... İlkbahar da sonbahar da tam yaşanılası mevsimlerdir. İkisi de kendine hastır. İnsanı bambaşka diyarlara götürür. İlkbahar insana kışla birlikte sönmüş heyecanı geri verir, sonbahar yorucu kışa hazırlar insanı yavaştan… İkisinde de güneş tam kıvamındadır. Ne yakar; ne de güzel yüzünü bizden gizler. Baharı insanlar bu yüzden sever; güneşin insanın içine doldurduğu o anlamsız mutluluğu, huzuru, neşeyi, heyecanı, yaşama sevincini severler. Baharın getirdiği bu sevince karşın dergimizin içeriği bu sefer biraz daha duygu yüklü, insanın kendi içinde hesaplaştıklarını ele alan bir tarafa sahip. Ama tüm bunlara karşın gelecek mutluluk vaat eder. Her ne yaşanırsa yaşansın dallardaki çiçekler, yeşil çimler, berrak gökyüzü bunları geride bırakmaya yeter. Bulutların önüne geçen güneş insanları ne olursa olsun gülümsetmeye yeter. İşte iyi ki güneşin yaydığı o sarı ışık ve sıcaklık iyi ki var. Güneş yüzünü bu sene bizden hayli gizlemiş olsa da sahne de yerini almaya başladı. Umarım uzunca bir süre bizimle kalır. ^_^ Mutluluk, sevgi ve barış dileğiyle… İyi okumalar… EDİTÖR BALKON 3 Bir şarkı mırıldanırken… Hayır, bunları söylemedim ona. Bulutları kıskandığımı söylemedim. Hayallerimi anlatmadım. Benim içimi okuyabilen bir varlığa bunları anlatmama İlk uçak yolculuğum geliyor aklıma. O zamanlar çok ufak bir kız çocuğuydum. Çoğu şeyin farkında olmamamın yanı sıra bulutları göreceğimden kesinlikle emindim. Her zaman çimlerin üzerine kendimi bırakıp, üzerine milyonlarca hayal kurduğum bulutları olabildiğince yakından görecektim o gün. Kalbimin delicesine çarptığını saklayıp, en sakin halimi büründüm o kocaman uçağın merdivenlerini basamak basamak çıkarken. Her basamak biraz daha uçuruyor, biraz daha yaklaştırıyordu benim beyaz pamuklarıma. Evet, pamuklarım diye bahsederdim ben mavi gökyüzünün beyaz saflıklarından… Şimdi ise onların yanlarına gidiyordum işte. Uçağın içine ilk adımımı attığımda ise hayal kırıklığı yaşadığımı annem dahil hiç kimse fark edemedi. Minik kalbimin atışları nasıl söndü, bir ben hissettim. Yıllardır o pamuk diye betimlediğim bulutların yanına giden koca metalin içi, yalnızca basit koltuklar ile doluymuş oysa. Ne muhteşemliği var, ne olağanüstü güzelliği… Yine de bu koca metalin hevesimi kırmasına izin veremeyecek kadar güçlüydüm. İçi güzel değilse, hayallerimdeki kadar büyülemiyorsa ne olacaktı yani? Bulutlara dokunuyor olması zaten olabilecek en güzel ne gerek vardı ki zaten? O fark ediyordu midemdeki kelebekleri. Bu yüzden biraz yorsa da beni, en sonunda yenik düşüp kabul etti isteğimi. Cam kenarındaki koltuğuma yerleştiğimde bana fazlasıyla garip gelen hareketler yaparak, sözde bir şeyler anlatıyordu karşımdaki abla. Annemler ismini hep söylerdi, ben hep unuturdum. Neydi anne neydi? Hortes… Hostos… Bir kez daha anne lütfen. Kızmıyor, aksine bıkmadan tekrar tekrar aynı kelimeyi söylüyordu annem bana. Önce kulağım alışıyor ve tamam söylerim şimdi diyerek annemi susturuyordum. Sonra birkaç deneme yapıp söyleyemediğimi gördüğümde tekrar rica ediyordum annemden ismini öğrenebilmek için. Olsun, ne işe yaradığını biliyordum ben, insanların ona ne lakap taktığının ne önemi vardı ki sahi? Biz bir telaş ile bu çalışmayı yaparken önce bir anlık sessizlik, ardından her saniye biraz daha artan gürültü. Hayır hayır, uğultu… İşte kalkıyordu dev metal, kulaklarımda bitmek bilmeyen bir uğultu yine devamlı. Ama korkutmuyordu bu ses beni, aksine yalnızca heyecanlanıyordum. Bulutlara dokunmama öylesine az bir zaman kalmıştı ki, yerimde duramıyordum. mucize değil mi? Sahi, ne de büyük bir mucizeydi bulutlara dokunmak… Hayal kırıklığımı unutmak adına bu düşünceler ile oyalarken kendimi, işte oturacağımız yere gelmiştik. Kardeşim ve annem ile biz uçağın sol tarafına oturacaktık, babam ise yalnız başına sağ tarafında kalacaktı. Önce endişelendim, babam korkacak diye. Sonra uçabilmek ve o bulutları görebilmek aklıma geldiğinde babam adına sevindim. O yalnız oturduğu için şanslıydı, bulutları paylaşmayacaktı kimseyle. Sevinmeliydi. Ben de paylaşmak istemedim bulutları, ama mecburdum. En azından onlara en yakın ben olmalıydım. Annemi cam kenarına oturabilmek için çok zor ikna edebilmiştim aslında. Bu durumda bile beni düşünüyordu sevgili annem, biliyorum. Ama ben ilk kez hayallerime dokunacaktım. kavuşacak, bulutlara Biraz daha, biraz daha ve biraz daha… Sürekli yükseliyordu dev metal, hiç durmadan yükseliyordu. Tam içimden “Daha ne kadar çıkacağız, gelmedik mi bulutlara” diye söylenirken artık yükselmediğimizi fark ettim. Yalnızca ilerliyormuşuz, ilerlediğimizi bile hissedemiyordum burada ne garip. BALKON 4 Ben bu gariplikleri, dev metalin özelliklerini düşünürken aklıma şimşek gibi çaktı gökyüzümün beyaz pamukları. İçimden üçe kadar saydım ve bir anda camdan dışarıya baktım. İşte. İşte oradalardı. Uçamam ************************************ Pamuklarım. Bulutlarım. Üstlerinde belki de gerçekten en güzel uykumu yaşayabileceğim yumuşacık görünümlü bembeyaz saf bulutlarım… Fakat dev metal kadar şanslı değilim, dokunamıyorum onlara. Ellerimi uzatıyorum, erişemiyorum. Aramızda engeller var hayallerimle şimdi. Kimseye şikayet edemiyorum, kendimi kandıran benim biliyorum. Bulutlara dokunabileceğimi düşünürken, nasıl da inanılası geliyordu bu fikir bana. Kuşlar gibi olacaktım. Uçak beni oraya kadar götürüp, sonsuzluğuma, bulutlarıma bırakacaktı beni. Öylesine inanıyordum ki bu hayallere, ağlamamak için Açarım kanadımı kolumu uçamam semalara izlerim süzülenleri uçamam ben küçüğüm çünkü açılmaz kanadım o kadar küçüklüğün iyi yanı var olmasam küçük ayırmazdı beni buradan yutkunuyorum şimdi. Güçlü görünmeye çalışıyorum, koparamazdı bedenimi somutluktan çocuk değilim derken. uçamazdım anlatılamayanda Ardından bir şarkı mırıldanarak bir hayal tutturuyorum ellerime, belki bir gün gerçekten yaşar sanırdım kendimi dokunabilirim bulutlara. Bulutlarıma… insan bilirdim herkesi Berfin ALKAN mutlu bilirdim iyiyi özenirdim hep neşelilere -mutlu olmam gerekmiş zengin, her istediği olan iyiymişanlatıyorlar okulda ama evsiz benden insanmış inanmış kendini ona adamış zenginden fazlası olan şey vicdanmış kazanmış, çok kazanmış ama rüyaymış uyanmış adı hayatmış Erkan KILIÇ BALKON 5 EVRENDE BİR DOST Pollyanna’yı bilmeyen yoktur. Hani şu boş zamanlarını serotonin(mutluluk hormonunu harekete geçiren bir madde) salgılayarak geçiren kahraman. Evrene pozitif enerji gönderip alan kişidir. Pollyannacılık, psikoloji alanında bir savunma mekanizmasıdır ve fazlası bağımlılık yapmaktadır. Gerçekleri değiştirmez ama onlara bakış açımızı değiştirebilir. Problem çözmeye yönelik çalışmaktan çok problemin var oluşuna anlamlar yüklemektedir. İnsanlar üzerinde Pollyanna’nın etkisini araştırdım. İşim gücüm yok ciddi ciddi yaptım bunu. Pek sevilen bir karakter değil kendisi. Kimine göre stv deki iyimser dedenin torunu olduğuna inanılan iyimserlik ucubesidir. Bazı görüşlere göre de “Aha tehlike! Neden kafamı kuma gömmüyorum’’ tarzında tanımlanmıştır. Milyonlarca kötü yanı vardır ama yine de bazen başvurulması gereken bir yöntemdir. Tekme yerken bile bir güzellik arıyorsun işte. Kısacası her şeyi olumlu görme becerisidir. Peki bu Pollyanna’nın bizim yaşamımızda ne işi vardır? Neden kimse Heidi’den, Cinderella’dan, Kırmızı Başlıklı Kız’dan söz etmez. Onların hiç mi felsefesi, mesajı yoktur? Bu Pollyanna’nın henüz çıkardığı bir de mutluluk oyunu vardır. Bu oyunu oynayan-sözde- çok insan vardır ama kaç kişi bu oyunun kuralını biliyordur? Pollyannacılık, anlık kandırıkçı bir oyundur ve genelde bunu Pollyanna dışında kimse sevmez. ‘’Pantolonum sıkıyorsa aç kalmıyorum demektir. ‘’ Bu düşünceye karşı genelde şu düşünceyi daha doğru gelir: ‘’Ben ne insanlar tanıdım pantolonu sıkıyor diye aç kalan. Kime ne anlatıyor bu? Bak şu çok daha güzel bir yaklaşım hem, pantolonun çok sıkıyorsa aşırı doyuyosun, semizliksin sen semizlik! Bir dana daha ne ister ki şu hayattan. Ne ki senin mantığından gidiyoruz işte! ‘’…Daha mantıklı gelmiyor değil. Gel gelelim optimizm ile Pollyannacılık aynı şey değildir. Çok benzer ama farklı şeyler olduklarını düşünüyorum. Optimizmi; bardağın dolu kısmını görmek diye tanımlarsak, Pollyannacılık; bardağı doldurmaktır. Optimist olmak var; ‘’boş bardak yoktur, dolmaya elverişli bardak vardır’’ düşüncesiyle bardağın hep dolu tarafını gören, bardakta su yoksa en azından bardağım ve onu görebilmemi sağlayan gözlerim var diyerek mutlu olamaya çalışan bir Pollyanna yeni sürümü olmak var. Bir çoğumuz olayların kötü taraflarına takılı kalırız,’’en fazla şu olur’’modunda düşünmeye başlarız. Çok doğal bir durumdur çünkü olumsuz düşünmeye eğilimliyizdir. Yapı meselesi. Ve buna ‘’gerçekçi olmak’’ deriz. Çok azımız az biraz optimisttir. Optimist; olumsuzlukları asla görmeyendir diyemeyiz. Optimist bir insan; başarısızlıklarla, tersliklerle, yanlışlarla karşılaşabileceğini bilir. Bu gibi durumlara hazırlıklıdır. Kendini olumsuz düşünmek yerine, bu işten çıkaracağı derse odaklar. Gerçek iyimserler, çevresine bu pozitif enerjiyi yayar, bir nevi örnek olur. Gel gelelim, bu insanlara az rastlarız. 1.grup kelimeler: aşk, hayat, pembe, okyanus, su, sevgi, barış, kardeşlik, ekmek, beyaz, cennet 2. grup kelimeler: savaş, ölüm, Azrail, kan, şeytan, vahşet, kin, nefret, ceset, kara Hangi grubu okurken içinizden kıpraşmalar oldu..1. ise vücudunuz, olumlu tepkiler vermeye başlar. Pozitif düşüncenin bize dönüş gücüdür. Genelde negatiflikleri kendimize çekeriz. ‘’Başarısız olacağım ‘’ , ‘’yanlış yapacağım ‘’ vs.. bunu düşündüğünüzde beyne direk olumsuz mesaj iletiliyor. Evrende herkes ve her şey enerji yayar.. Çekim yasası gerçeği de var. Çekim yasası diyor ki, benzer enerjiler benzer enerjileri çeker. Çünkü hayatımız, aklımızda ne varsa, onun bir yansıması. Aklımızı kullanmayınca ve düşüncelerimizi oluruna bırakınca, negatif düşünceler otomatik olarak baskın çıkıyor. Anlatmak istediğim; Pollyannacılık değil, pozitif düşünmek ve olumlu yaklaşmak. Pozitif düşüncenin gücü denen bir gerçek var. ‘’ Hayat bir aynadır. Siz ona gülümserseniz, o da size gülümser.‘Garantisini vermiyorum tabi ki. Evrenin umrunda bile olmayabilirsiniz. Şöyle düşünüyorum ki; evren sizi takmasa bile, her şeye karşı pozitif bir bakış açınız olmuş olur .Evren sizi görmezden gelmiş olsa da siz kendinize yardımcı olmuş olursunuz. Şunu söylemiş Simyacı: “Bir şeyi çok istersen, bütün evren onu gerçekleştirmek için işbirliği yapar.” Düşüncelerimizden biz sorumluyuz. Olumlu düşünerek, pozitif enerjinin gücüne inanmak ve sonuç olarak evrenin huyuna suyuna gitmek lazım.. Aylin ARSLAN BALKON 6 Giriş: Saf ve Beyaz Koca sarayın hüküm salonu ne kadar dolu olursa olsun içerisindeki insanlardan çıt çıkmıyor. Ki çıkmamalı da. Eğer yaşamlarına değer veriyorlarsa sessiz olmalılar. Kraliçe o gün tamamen kırmızı giymiş. Tutkunun rengi onu sakinleştiriyor, daha mantıklı kararlar almasını sağlıyor. Hem kırmızı onun rengi. Boşu boşuna kupa kraliçesi değil zaten. Kupa kalbi gösterir, kalpse tutkuyu, yaşamı ve ölümü temsil eder. Ve şu anda vereceği kararsa bir başkasının kaderini değiştirecek. Kraliçe, elindeki sopasını sallıyor, bir yandan da ne yapması gerektiğini düşünüyor. Sonunda, yüzünü soğuk kanlı katillerin bile kanını donduracak bir gülümseme süslüyor. Kararını vermiş, halinden memnun olmalı. Her şey sanki ağır çekimde gerçekleşiyor. Kraliçe bileğini döndürüyor ve kolunu kaldırıyor. O bunları yaparken sopa da daireler çizerek koluyla birlikte havaya kalkıyor. Basit bir suç olsa da kraliçenin verdiği hükümler hep aynı. Suçlu da, salonun tamamı da dudaklarının izleyeceği hareketleri ezbere biliyor. Suçlu kafasını eğiyor. Hiç olmayacak bir anda bir kahkaha yankılanıyor koca salonda. Sessiz olduğu için yankılanıyor zaten. Dans ederek biri giriyor içeri. Herkes merakla kafasını gelen kişiye çeviriyor. Gelen kişi büyük bir hata yapıyor, çünkü kraliçe çok sinirli. Kim kraliçeyi konuşurken bölerse, kafasını kaybeder. Bu bilinen bir kural. "Kraliçem, o, benim kırmızı kraliçem. Geç kaldım. Majesteleri herhalde bu hatamı çok gormezler. Onun o adalet anlayışının bunu anlayışla muhteşem karşılayacağından eminim." Bunu söylerken Beyaz Tavşan, Kupa Kraliçesinin önünde yerlere kadar eğiliyor, beyaz ve uzun kulakları bir halı gibi yerlere seriliyor. Salonda ön sırada oturanlar arkasında sakladığı gümüş cep saatini görebiliyor. Aralarında fısıldaşanlar oluyor. Herkes kraliçenin onu affedeceği kanaatinde. Yine de herkes Beyaz Tavşan'ın kraliçeyi kaale almadığının da farkında. "Beyaz Tavşan?" diye soruyor Kraliçe. Sanki karşısındaki mahluğa inanamıyormuş gibi. Tavşan, kafasını kaldırmadan sırıtıyor fakat kafasını sallamayı da unutmuyor. Herkes onayladığını düşünüyor Tavşanın. "Yüce Majestelerinin, beyaz güllerden haz almadığını bildiğim için, geçen seferki rezaletin bir daha yaşanmamasını sağladım, Kırmızı Kraliçem," diyor Beyaz Tavşan. Kendinden pek bir emin. Kraliçe bu sefer gerçekten gülümsüyor. Herkes şaşkın. Kimse Kraliçeyi böyle görmeye alışkın değil. Suçlu bile Kraliçeye bakma cüretini gösteriyor o kargaşa sırasında. Kraliçenin gözünden bir şey kaçmıyor fakat. "Sana kim kafanı kaldırabileceğini söyledi?" diyor Kraliçe sessizce. Gülümsemesinin yerinde yerler esiyor. Işte o an anlıyor Tavşan, Kraliçeden korkması gerektiğini. Emir gelmiyor. Kraliçe kendi işini kendi hallediyor. Göz kırpanların çoğu kaçırsa da, Beyaz Tavşan her şeyi görüyor. Aslında sıradaki kendisi olabilir. Bir an titreyiveriyor Tavşan. Suçlunun kafasız bedeni bir kan gölünün ortasına düşüyor. Başı ise Sinek 2'lisine çarpıyor ve onu da kendisiyle birlikte yere sürüklüyor. Izleyicilerin bazısı kafasını çeviriyor, cocuklarsa büyülenmişçesine her saniyeyi hafızalarına kazıyorlar. Kraliçe halinden memnun. Bu, Kraliçeyi hafife alanlara iyi bir ders olur, diye düşünüyor. "Ah, kan," diyor Kraliçe ve cansız bedenin önünde eğiliyor. Elbisesinin etekleri yeri yalıyor, bazı yerlerde cesedin üstünü örtüyor. İronik bir görüntü aslında, sanki kraliçe sevgilisine veda ediyor. "Ah, benim koyu kırmızı güzelliğim. Beyaz Tavşan, çabuk buraya gel! Gel de şu müthiş manzaraya bak benimle!" Tavşan korkmaya başlıyor, Kraliçe sopasından çıkardığı kılıcını kınına geri sokmuyor çünkü. Yine de kraliçenin yanına gidiyor, gözleri cesetten uzak. Kraliçe, Tavşana diz çökmesini işaret ediyor. Tavşan eli mahkum, olabildiğince uzak bir yere çökmeye çalışıyor fakat Kraliçe onu yanına çekiştiriyor. Salondaki herkes tedirgin, Tavşanın yutkunduğunu hissedebiliyorlar. "Ne kadar da hoş! Sence de öyle değil mi, Beyaz Tavşan?" diyor Kupa Kraliçesi, bir yandan da elini koyu kırmızı gölün ortasına daldırıyor ve yüzüne getirip kokluyor. Daha sonra da elini yanağına götürüp okşuyor onu bir anne sevgisiyle. Tavşan ne kadar iğrense de durumu komik buluyor. Fakat birden her şey duruyor. Kraliçenin eli, kafası hatta vücudu tamamiyle hareket etmeyi kesiyor. Onunla birlikte herkes soluğunu tutuyor. Tavşan içinde bulunduğu durumu fark ediyor, ancak Kraliçe onu kolundan yakalıyor. Gözlerini açmadan, "Neden her yer kırmızı değil, Beyaz Tavşan? Neden her şey kırmızı değil?" diyor. Tavşan çırpınıyor. Kraliçe onu da kendiyle birlikte ayağa kalkmaya zorluyor, en sonunda kılıcını almak için uzandığında kolunu serbest bırakıyor. "Acaba seni nasıl bir kırmızıya boyasam, Beyaz Tavşan?" diye soruyor Kraliçe. Fakat bu soru Tavşana yönelik değil de daha çok kendi kendine sorduğu bir soruymuş gibi hissettiriyor. BALKON 7 Beyaz Tavşan öyle olmasa bile kendinde cevap verecek enerjiyi bulamıyor. Kraliçe artık kendince hayal dünyasına dalmışken, Tavşan kaçmak istiyor, fakat bacaklarına söz dinletemiyor. Kraliçe çok yakın. Bir sonraki sözlerinin ardından öleceğini adı gibi biliyor. Gözlerini yumuyor ve sakinleşmek için derin nefesler almaya zorluyor kendini. "Ah, buldum! Kan kırmızısına ne dersin, Beyaz Tavşan? O beyaz, pofuduk kürküne yakışacağına eminim." Sonbahar… Daldan toprağa... Yaprağın hikayesi Savruluyor çekingen Savruluyor sessiz Özgürde şüphesiz Bir an için onu olduğu yere bağlayan büyü bozuluyor gibi geliyor Tavşana. Sanki Kraliçenin onun üzerinde hiç gücü yokmuş gibi hissediyor. Belki de onun için gözlerini açtığı anda koşarak uzaklaşmaya başlıyor. "Neden Beyaz Tavşansın sen? Neden Kırmızı Tavşan değilsin?" diye bağırıyor Kraliçe. Kralın ona doğru koştuğunu görüyor göz ucuyla, fakat umrunda değil. Çok geç, "Kafasını uçurun," diye tepinmeye başlıyor. Salon sessizce olayı takip etmekte. Bazıları Kraliçenin gazabından korktuğu için Tavşanı suçluyor. Ancak içlerinden pek azı sadece Beyaz Tavşanın haklı olduğu görüşünde. Onlar da Kraliçeden nefret ettiği için. Kraliçe bir hışımla cesedi tekmeliyor ve ortadan kaldırılmasını emrediyor. Sakinleşmek üzere. Neden bu kadar öfkelendiğini bilmiyor. Krala dönüyor ve sopasını geri istiyor, kılıcını ortalık yerden kaldırmak niyetinde. "Kraliçem, iyi misiniz?" diye bir soru geliyor sağ tarafından. Kral ona sopasını sunarken endişeli bir sesle soruyor bunu. O ise kafasını sallıyor sadece. Ve tekrar tekrar Kralı sevmediğini hatırlatıyor kendisine. Düşes, salonu terkeden kalabalığı elinin tersiyle yararak geçiyor. Kraliçenin küçük düşmesi onu memnun ediyor. Şimdi gözünde kocası Dük kadar bir değeri yok onun da. Ikisini de önceden sevdiğinde değil tabii, sadece şimdi ikisinden de daha fazla nefret ediyor. Kocası kucağındaki domuzla peşinden ona yetişmeye çalışırken onun çirkin suratını garip bir gülümseme kaplıyor ve koca kalçasını sallayarak gözden kayboluyor. Geride kalan kalabalığın arasında turuncu bir şey dikkat çekiyor. Aslında oranın halkı ona pek de yabancı sayılmaz. Çılgın Şapkacı, Mart Tavşanı ve Fareyle birlikte kol kola girip, dans ederek çıkıyorlar salondan. Bir şeye çok sevinmiş gibiler. Hayra alamet bir şey olmasa gerek. Arkalarında şu sözleri bırakıyorlar: "Çay partimize de bekleriz!" Koca sarayın hüküm salonu çok sessiz. Fakat ne Kraliçe duyar korkusundan ne de boş olduğundan. Tam tersine aslında. Gözlerinizi kapar ve dikkatle bakarsanız bir çift gülen göz göreceksiniz. Nasıl mı oluyor bu iş diyorsunuz? Cheshire Kedisi sırıtırken ses çıkarmaz ki. SON H.Dilara BAYRAKTAR Özgürdür boş semada Özgür olduğu kadar bağımlı Caresiz yerin onu çekmesi kadar Yanlız... İstemez yanlızlığı Anlamaz onlarcası düşerken onunla toprağa Yanlız değildir işte ama... Barışıktır yanlızlığıyla özgülüğü adına Huzur veren dostuyla Ayrıdır artık daldan Uzaktır şimdi yardan Özlemişti dalını Beklerken kara toprağı İster özgür olmak Ama acıtır yanlızlık Kaçamaz kaderinden Yinede özgür sanır kendini Bilinmez akıbeti Çekingen savrulanın El sallarken şimdi dal Kucaklar kara toprak Düşer kara toprağa Sessiz, usul, çekingen Akıbeti ise yaprağın Onlarcasıyla yanlızlık.. Erkan KILIÇ 8 ŞEYTAN ÜÇGENİ: SIR, TARİH, ÖLÜM Buğdaylar sizin için ne anlama geliyor? Aslında durun soru yanlış,buğday denince aklınıza ne geliyor? Bir tarım ürünü mü? Benim aklıma gelen şey ise başaklara saçılmış kan.Katiller. Annemin katilleri. Sararıp olgunlaşmış başakların arasından geçerken zihnime hücum eden anılardan kaçmak imkansız bu yüzden denemiyorum bile. Ancak yıllar öncesinden verilmiş bir söz elimi kolumu bağlıyor. Kalbim zıt duyguların istilası altında ve ben ne yapacağımı bilmiyorum.Annemin intikamını almak mı yoksa geri dönüp tüm ömrümü kaçarak,saklanarak korku içinde geçirmek mi?Sonsuz gibi görünen sapsarı tarlaya bakarken anılarım canlandı birden. 7 yaşındaydım, çok iyi hatırlıyorum. Başaklar sapsarıydı ve çok uzunlardı.Burada oturup masmavi gökyüzünü seyretmek benim için paha biçilemez bir özgürlüktü adeta,burada mutluydum.O gün de öyleydi,annemin sesini duyana kadar. “Jenny!”Annem bana seslenmişti. “Kızım nerdesin? Hadi annene gel!”Buğdayların arasına iyice saklandım ve annemin gelip beni bulmasını bekledim.Bunu hep yapardı ve beni bulduğunda yalandan azarlar sonra gülümserdi birlikte başakların arasında yuvarlanırdık.O benim tek ve en iyi arkadaşımdı.Ama idrak edemediğim bir gerçek vardı:O gün oyun günü değildi. Annem sağa sola koşturarak beni ararken paniği iyice artmıştı. “Jennifer nerdesin yalvarırım çık ortaya.”Ses tonu ağlamaklıydı. Birden fark ettim,annem korkuyordu ve aceleci davranıyordu.Başakların arasında ayağa kalktım ve usulca ilerlemeye başladım.Başaklar boyumu aşıyordu.Anneme yaklaştım,yaklaştım.Sonra birden durdum.Annem yeşil gözleri ardına dek açılmış put gibi tarlanın ortasında duruyordu.Yavaşça arkasının döndü.Ben de başımı çevirdim ve adamı o zaman gördüm;siyah takım elbiseli,uzun ve silahlı.O kadar uzundu ki bana bir dev gibi görünmüştü. -Nihayet karşılaştık Maya.Çok uzun zamandır bu anı bekliyordum.Seni ve küçük kızını.Küçük Jenny nerede? Başakların arasına gizlendim tekrar. -Burada değil Malcolm.Beni ve onu rahat bırak. -Öyle m?.Bu tarlada ne arıyorsun o zaman? -Hiçbir şey.Defol buradan. -Pekala defolurum ancak ikinizin de hayatına karşılık ödemen gereken bir bedel var. Annem titredi.Zaten beyaz olan yüzü iyice bembeyazdı şimdi. -Benden ne istiyorsunuz? -Kızını Maya.Kızını bana ver. -Asla! -O zaman ikiniz de ölürsünüz Maya.Ama kızı bana ver ona senin sunduğun bir hayattan daha iyisini sunarım.Sen de başka biriyle evlenip mutlu olursun.Başka çocukların olur. Elimi ağzıma kapattım .İçgüdülerim bu adamın tehlikeli olduğunu söylüyordu.Sessizdim ama haykırmak istiyordum.Anne beni bırakma! -Nasıl böyle bir şey teklif edebilirsin?O benim tek varlığım.Ondan ayrılamam. -Sen bilirsin. Annem aniden yere attı ve silah patladı.Kurşun boşa gitmişti.Adam birden koşmaya başladı.Anneme yetişmesi zor olmamıştı.Onu aniden yakaladı ve yere yatırdı.Başakların arasından koştum ve o zaman gördüm adamda bir bıçak vardı.Annemi boğazından sertçe tutuyordu. -Son şansın Maya. -Asla. Bıçak havada bir daire çizdi ve annem hafif bir ses çıkardı.Gözleri ardına kadar açık katilinin yüzüne baktı. Ölmüştü. Katil ayağa kalktı ve aniden dönüp bulunduğum yere baktı.Kumral,yeşil gözlüydü o da.Sonra arkasını dönerek uzaklaştı.Annemin yanına koştum.Onu sarstım bağırdım,ağladım ama uyanmadı.Uyanmayacaktı.Başakların arasında bir ayak sesi duyduğumda ağlamaktan bitap bir haldeydim.Döndüm ve yaklaşana baktım.Üzerinde basit bir işçi tulumu olan yaşlı bir amcaydı.Annemin cesedine baktı,gözleri dolmuştu.Annemin açık kalan gözlerini kapattı sonra annemin boynundaki madalyonu aldı.Elimi bana uzattı. -Benimle gel çocuğum.Haydi. İçimden bir ses ona güvenmemi söylemişti. Kocaman eli elimi kavradı. Oradan uzaklaşırken dönüp son bir kez anneme baktım.Ve buğdaylara.Başaklarına kadar kan sıçramıştı.Annemin kanı. Gözyaşlarımı sildim ve geri dönüp tarladan çıktım. Hızlı adımlarla köşede duran siyah arabaya doğru ilerledim ve kapıyı açıp bindim. -İyi misin? -Evet iyiyim.Arabayı sür. -Başüstüne Bunu alaycı bir tavırla söylemişti.Arabayı çalıştırdı.Arabayı sürerken yan gözle onu inceledim. Alex benim bu işteki suç ortağımdı.Tanışıklığımız yıllar öncesine dayanıyordu onunla. -Florida’ya varmak kaç saat sürer? -Uyuyacak mısın yoksa? -Soruma cevap verir misin lütfen? -Birkaç saat daha sürer. Başımı koltuğa yasladım ve gözlerimi kapatıp tekrar anılarıma daldım. Üzerimde yeni elbiseler vardı ve yaşlı sevimli bir kadın saçlarımı tarıyordu.Ne zaman gözlerimi ona çevirsem bana gülümsüyordu.Sonunda dayanamayıp sordum. -Neredeyim ben? -Yeni evinde yavrum.Burada çok mutlu olacaksın Kadın saçlarımı okşadı. -Hayır!Ben kendi evime dönmek istiyorum. -Dönemezsin yavrum. -Ama neden? -Çünkü orada kötü adamlar var.Sana zarar verecek olan adamlar.<onların yanına mı gideceksin? Ürperdim.Annemin o hali gözümün önünden bir türlü gitmiyordu.Bulunduğum eve geleli sanırım iki hafta olmuştu.Bu süreçte sürekli “Annemi istiyorum!”diye ağlamış,yemek yememekte ısrar etmiştim.Ama bu teyze sürekli bir yolunu bulup beni kandırmıştı. -Burada John amcan ve benimle kalmak istemiyor musun yoksa? Gözlerimi yere diktim. -İsterim. Annemi kaybettiğimden bu yana tüm hayatım değişmişti.O günden sonra normal bir kız olmadığımı ve normal bir çocukluk geçiremeyeceğimi anladım.John amca ve eşi Rosemary teyze beni kendi evlatları gibi büyütmüşlerdi ve benden hiçbir şey saklamamışlardı. .Onlara güvenim tamdı Onlar ve benim ailem Amerika’nın en köklü ve bilinen iki ailesiydi ve birbirleriyle sıkı birer dosttular.İki taraf da birbirini koruyacağına söz vermişti.O adamların annemden istedikleri şey sadece o madalyon değildi.O madalyonu kullanabilecek olan tek kişi bendim ve asıl sorun da zaten buradaydı,onu nasıl kullanacağımı bilmiyordum.John amca bu adamların istediğinin para olduğunu söylemişti, para ve güç.Bu madalyon gizlenmiş büyük bir mahzenin anahtarıydı.Mahzenin yerini dünya üzerinde bir kalıntı olduğuna inandığım birkaç sayfalık bir kitap biliyordu.Bu kitap babamların tarafından aktarılan bir mirastı ve şimdi de bana geçmişti.Annem henüz bana hamileyken babam sırf bu kitap yüzünden öldürülmüş ve annem de kaçarak California’ya yerleşmiş tabii kitap ve madalyonla birlikte.Mahzeni bilenler tehlikeli ve nüfuz sahibi kişilerdi.Amerika’nın en köklü iki ailesinin bütün yadigarları orada bulunuyordu.Bütün antikalar.Bu adamlar tarihi eser kaçakçılığının bilinen isimleriydi ve bu mahzen onlar için bulunmaz bir gömüydü.Birkaç parçayı kendileri için ayırsalar bile yine de kalanlar onlara bütün dünyayı satın almaya yetecek kadar büyük bir servet kazandırırdı. -Bir sonraki adımın ne?Hala intikam almayı mı düşünüyorsun? Başımı kaldırdım ve Alex’e baktım. -Hayır.O mahzeni de korumam gerek ve ben de bunu yapacağım. -Onun nerede olduğunu bile bilmiyorsun ki! -Bulmama gerek yok. Başkaları oraya ulaşmasın yeter. BALKON 9 Alex içini çekti.Şimdiye kadar onun sayesinde çok yol kat etmiştim.Annemin katilinin şirketinde genel müdür olarak çalışıyordum ve adam bana güveniyordu. -Bu kadar çabuk geldiğimize inanamıyorum. Alex arabayı durdurdu.Sıkı bir azara hazır olmak gerekecekti.Alex John amcanın kardeşinin oğluydu.Bu şekilde tanışmıştık zaten.Alex benimle yaşıttı ve çok zekiydi.Hukuk ve arkeoloji eğitimi almıştı,kalıntıları incelemede çok iyiydi.Kitabı ilk gördüğünde bunun 15.yydan kalmış olabileceğini söylemişti. Kapıyı hizmetçi kız açtı.Salona geçtiğimizde ikimizi azarlamak üzere bütün ailenin toplandığını gördüğümde şaşırmadım doğrusu. -Oturun. İtaat ettik.Alex etrafındakilere baktı,karışmış sarı saçları,her şeyden habersiz gibi duran ifadesi ve masmavi gözleriyle haylaz bir çocuğu andırıyordu. -Tamam,size haber vermeden birkaç eyalet öteye gittik ama biz de küçük çocuk değiliz artık.Lütfen bu fasıl kısa sürsün. John amca ayağa kalktı,elindeki zarfı Alex’le ikimizin arasında duran sehpaya koydu.Alex zarfı alıp açtı içinden bir tane dosya ve küçük bir anahtar çıktı. -Kaçakçılarımız son birkaç aydaki seyahatlerini gösteren tablo.Gördüğünüz gibi ülkenin her yerine gitmişler ve her ülkenin her yerini kazdırmışlar.Her yerde bu mahzeni arıyorlar.Son kazılarında bu anahtarı buldular.Şirketteki adamlarımızdan biri bunu usulca ele geçirip bize getirdi.Sanırım denge durumlarını eşitlediler. -Nasıl yani? -Size göstereyim. John amca gidip salonun kapısını kapattı hemen ardından çekmeceden bir şey çıkardı:Kitabı.Yanımıza geldi ve kitabın bir sayfasını işaret etti. “Şuna bakın.”Kitaba baktığımda kanımın donduğunu hissettim.Bu anahtar kitaptakinin aynısıydı. -Bunu biliyor olamazlar!Eğer bu anahtar mahzeninse bile şüphelenmezler,çünkü ellerinde bilgi yok! Alex beni sakinleştirmek istercesine elimi tutup sıktı ve mantıklı bir soru sordu. -Nerede bulmuşlar? -Atlas Okyanusu’nda. Şimdi ikimiz de boş boş bakıyorduk. -Okyanusun dibine kazı mı yapmışlar? -Aynen öyle.Şimdi,Jennifer bugün bu konuyla ilgili bir şeyler öğren.Sonra tekrar konuşalım. Alex sen de al bu anahtarı fakülteye götür,incele bir şeyler yap.Bakalım bu da defter kadar eski mi.Ama sakın anahtarı kaybetme ve kimseye bir şey söyleme! -Büyüdüğümü kabullendiniz sanıyordum. Alex anahtarı aldı ve çıktı. Salon yavaş yavaş boşalırken ben koltuğuma iyice gömüldüm ve kitabın ilk sayfasını açtım.Mahzenin yeriyle ilgili olan kısmı. Gül toprağa düştüğünde dökülecek olan kanların sorumlusu olmaktan kurtulamadı.Ardında bıraktığı verdiği söz uğruna gülü çiğnedi,yüreği sızlasa bile.Bedelini ödedi;kızıl saçlı da onu çiğnedi.En dipteyken bile “Bu benim kaderim.Bunun için doğdum ve hakkım olanı alacağım.”dedi.Aldı da.Gülün toprakla buluşup toprak olduğu yerde.Bilmeyenin sürekli dönüp duracağı bilenin ise eliyle koymuş gibi bulacağı bir yerde.Ona giden yol ise çok derinde.Ancak hediyeyi yolun uzağında aramamak gerekir. İşte bundan hiçbir şey anlamamıştım!Derin bir nefes aldım bir kez daha okudum ama nafile.Bunu kaç kere okuduğumu bilmiyordum ve her seferinde sonuç aynıydı.Sonunda işe gitmem gerektiği aklıma gelince isteksizce kalktım odama çıkıp üstümü değiştirdim ve çantamı alıp çıktım.Şirkete vardığımda ise aynı sözler aklımdan çıkmıyordu.Masama oturup bilgisayarımı açtığımda sekreterim kafasını kapıdan içeri uzattı. -Bay Norlman sizi çağırıyor. -Acil mi? -Hemen gelsin dedi. Sıkıntıyla masadan kalktım ve şirketin sahibi Bay Norlman’ın kapısını vurdum.Büyük ihtimalle çalınan şu anahtardan bahsedecekti.Kesinlikle sıkıcı.Kapıyı vurup içeri girdiğimde Bay Norlman içeride yalnızdı. -Beni çağırmışsınız. -Evet Jennifer.Otur lütfen. Temkinli bir şekilde gösterilen yere oturdum -Piyasaya sürdüğümüz son parça çok ilgi gördü ve iyi bir fiyata satıldı.Ama sen bu paranın %20 sini istemişsin. -Çok mu efendim? -Değil mi? -Aslına bakarsanız az bile.Sizin dikkatinizi bu parçaya çeken ve güvenli bir şekilde sınır dışı edilip iyi bir fiyata uygun bir pazarda satılmasını sağlayan benim.Ve istediğim payı da sonuna kadar hak ediyorum. -Üzgünüm Jennifer ama bu kadar para edeceğini zaten biliyorduk ve sen sadece görevini yaptın.Bunun için de bu kadar büyük bir hisse istemen yanlış. -Ama… -Bu kadarı yeterli.İşinin başına dön lütfen. Sinirle oturduğum yerden kalktım ve dışarı çıktım.Ofisime girip kendimi rahat deri koltuğa bırakıp gözlerimi kapattım.Evet o tarihi eserin satılmasında hiçbir rolüm yoktu ancak ne kadar çok bütçeyi bana verirlerse o hainlerin eline daha az para geçecekti.Bana ayrılan parayı harcamıyordum.John amcaya veriyordum ve o da sanırım bir bankaya yatırıyordu.Onların parasına ihtiyacım yoktu.Bilgi için buradaydım ben.Ve şimdiye kadar yaşadıklarım bana bir şey öğretmişti:Eğer dönen bu zehirli çarkı kimse durdurmuyorsa tek başına bu çarkı durdurmaya çalışmak sana sadece ölüm getirirdi.Ben de karışmıyordum. Sekreterim bir kez daha kapımı çaldı. -Edward Norlman geldi efendim,sizi görmek istiyor.İçeri alayım mı? Nefesimi sıkıntıyla dışarı üfledim. -Gelsin. Koltuktan kalkıp masama geçerken Edward da içeri girdi.Bay Norlman’ın nesi olduğunu bir türlü aklımda tutamadığım,sekreterim söylemese adını da aklımda tutamayacağım gereksiz bir insandı. -Merhaba Jennifer. -Merhaba Edward. Bu selamlaşmadan sonra kesinlikle gereksiz bir sohbet yaptık.Üniversitede okuduğunu biliyordum öylesine derslerini sordum. -İyi.Tarihi seviyorum. Birden koltuğumda ilgiyle öne doğru eğildim. -Bu çok güzel. -Evet bence de.Odaya girdiğimde canın sıkkın gibiydi. -Ah evet.Boşver işle ilgili konular işte.Hakkımın yenmesine dayanamıyorum.Ama kararlıyım hakkım olanı alacağım ve bundan vazgeçmeyeceğim. Göz ucuyla ona baktım.Gülümsemişti. -Bu sözü biri daha söylemişti sanki. -Kim? -Bilmiyorum şu an ben de hatırlayamıyorum. -Böyle bir şey bildiğimi sanmıyorum. Gülümsedim ama canım sıkılmıştı.Bundan sonraki süreçte onu dinlemedim zaten ve sonra işim olduğunu söyleyip onu defettim.Tam o sırada telefonum çaldı.Arayan Alex’ti.Hemen açtım. -Jennifer konuşmamız gerek.Acil. -Anahtarla ilgili bir şey mi? -Aslında o da var ama diğerinin yanında solda sıfır kalır. -Neymiş o? -Telefonda konuşamayız. Eve gel. BALKON 10 -Tamam geliyorum. Telefonu kapattım ve aklım karışmış bir halde kendimi şirketten dışarı attım.Eve geldiğimde salonda gördüğüm manzara beni şaşırtmamıştı;tüm aile bir aradaydı.Yine. Alex salonun ortasında dikiliyordu.Koltuklardan birine iliştim ve onu dinlemeye koyuldum. -Anahtar da kitabımız kadar eski.15.yy civarı bir dönemden kaldığı tahmin ediliyor.Arkeolojide eserleri incelemek için özel yöntemler kullanılır.Ben de hazır anahtar incelenirken kitabı da bir uzmanla inceleyeyim dedim. -Bu riski nasıl alırsın?! Çıkışan John amcaydı.Ancak ben de onunla aynı fikirdeydim. -Değdi ama.Profesör daha önce hiçbirimizin göremediği bir şeyi gördü. Alex dizüstü bilgisayarını açtı ve oradaki resmi bize gösterdi.Kitabın ilk sayfasıydı ve tuhaf bir ışıkla parlıyordu. -Jennifer burada ne görüyorsun? Bilgisayara yaklaştım ve gözlerimi kısarak gösterdiği yere baktım ve birden donduğumu hissettim. -Burada…bir şey yazıyor.Ama okuyamıyorum.Çok parlak. -Ben söyleyeyim.Yazan şey bir isim.Infanta. -Ne demek bu? -Bu konuda küçük bir araştırma yaptım.15.yy,Kuzey Denizi’nde bulunan bir anahtar ve İnfanta adı.Hepsi toparlanınca ortaya şöyle bir şey çıktı:Mahzen kesinlikle İngiltere’de. Hepimiz şok olmuştuk.Kısa süren bir sessizliğin ardından Rosemary teyze konuştu sonunda. -Nasıl vardın bu kanıya? -Basit.Arama motoruna İnfanta yazdığınızda karşınıza ilk çıkan İnfanta Catalina yani 15.yy’da yaşayıp İngiltere’yi yönetmiş bir kraliçe.Bunu bulduktan sonra çoğu parça yerine oturdu gibi.8.Henry ile evlenmeden önce bir müddet çok kötü bir muamele gördü ve buna rağmen kraliçe olma mücadelesinden vazgeçmedi.Kızıl saçlı da Anne Boleyn.8.Henry’nin uğruna İnfanta’yı boşadığı ikinci karısı ama…Gül kim? -Bu çok mu önemli?Mahzen İngiltere’de bunu biliyoruz. -Evet ama kesin yerini bilmiyoruz.Tüm İngiltere’yi dolaşacak mıyız? Oturduğum yerde sıkıntıyla kıpırdandım. -Benim işe dönmem gerek.Yokluğum fark edilirse çok hoş olmaz. -Tamam kızım sen git.Bir şey bulunursa biz seni ararız. John amcaya gülümsedim.Şirkete doğru giderken birkaç saat öncesine dek kafamda kurduğum bilmecenin nasıl bu kadar çabuk çözüldüğüne hayret ediyordum.Eksik olan tek parçayı bulduğumuzda da bu iş bitecekti. Şirkete vardığımda Edward’ı yine gördüm.Bay Norlman’la bir şeyler konuşuyorlardı.Önemli olmalıydı.Onları geçtim odama tam girecekken arkamda Edward’ın sesini duydum. -Ah Jennifer.Eksikliğin gerçekten hissediliyor. -Öyle mi?Fark etmemişim. Odama girdim o da peşimden geldi.Ne bekliyordum ki?Bunu hep yapıt-yordu artık canım sıkılmaya başlamıştı. -Bay Norlman birden benim alanıma ilgi duymaya başladı. -Nasıl yani? -Bana bir şeyler sordu bugün.İnfanta kimmiş de falan filan. Elim birden titredi,az daha elimdeki dosyayı düşürüyordum. -Niye ki? -Bilmem.Ben de şaşırdım. -Bildiklerini anlattın mı? -Ah evet.Niye anlatmayayım ki?İnfanta Catalina.Akla ilk gelen isim. -İlginçmiş.Başka neler biliyorsun? Bir yandan onu oyalarken bir yandan da Alex’e mesaj atıyordum. “İnfanta’yı öğrenmişler.Mahzeni de öğrenmiş olabilirler.” -Gül hakkında ne biliyorsun? -Gül mü? -Evet gül.İnfanta’yla ilgili. -Gülün konumuzla alakası ne? -Soruma cevap ver.Biliyor musun? -Elbette. Edward gülümsedi. -Gül olsa olsa İnfanta’nın ilk eşidir.Prens Arthur.Tahtın asıl varisi ve İngiltere’nin gülü. *** -Anlamıyorsun Alex!Sana mahzenin kesin yerini buldum diyorum!Hemen İngiltere’ye gitmemiz lazım sanırım düşmanlarımız da orayı buldu! -Tamam.Anahtar bizde sakin ol. -Olamam!Oraya gitmeliyiz bir an önce! -Mahzen nerede? -Worcester Katedrali.Gülün gül ile buluşup toprak olduğu yer.Orası.Gül ise İnfanta’nın ilk eşi. -Tamam.Tüm ayarlamaları yaptım.Evet bayanlar ve baylar maceramızın bu kısmına İngiltere’de devam etmemiz gerekecek. Alelacele hazırlanmalar.Havaalanı.Uçak yolculuğu.Ve İngiltere. Bavullarımızı bir otele bıraktıktan sonra katedralin yolunu tuttuk.İçim içime sığmıyordu aynı zamanda kokuyordum.Orayı bulmuştum.Ama ya diğerleri bizden önce gittiyse? İşte bu korkunçtu. Katedrale vardığımızda ürperdiğimi hissettim.Çok güzel ve ihtişamlıydı.Bir prense layık.Ama mahzen katedralin içinde değildi.Katedralin çevresindeki ağaçların arasına daldım ve nehri takip etmeye başladım.Beni yönlendiren bilinçaltımdı bunu biliyordum.Diğerlerinin seslerini duymazdan gelerek yürüdüm,yürüdüm.Nehrin daha hızlı akmaya başladığı yere gelince durdum.Etrafıma bakındım.Çevremi dinledim.Daha çok bilinçaltımı ve anılarımı. Prenses kaybettiği ailesinin orada olduğunu biliyormuş. Nehrin suları artık iyice hızlı akmaya başlamış.Prenses geriye doğru giderken ayağı bir şeye çarpmış ve sendelemiş.Bu bir kayaymış.Çok büyük bir kaya,sanki yıllardır yerinden oynatılmamış gibiymiş.Prenses o kayayı kaldırmış ve alttaki toprakları eliyle sıyırınca çok büyük bir kapak ortaya çıkmış… Deli gibi etrafımda döndüm ve kayayı gördüm. Kayayı kenara ittirdim ve tırnaklarımla toprağı kazmaya başladım.Ve o zaman büyük bakır rengi kapağı gördüm.Kapakta kocaman bir kilit asılıydı. Prenses anahtarıyla kilidi açmış ve kapağı kaldırmış. Aşağıda çok büyük bir karanlık varmış ve bir merdiven.Önce inmek istememiş,korkuyormuş çünkü.Ancak ailesine olan özlemi ağır basmış ve aşağı inmeye karar vermiş.Aşağısı ıslak toprak kokuyormuş. Aşağısı çok karanlıktı. Merdivenler eskiydi ve çok kayıyordu.El fenerimi açtım ve yavaşça ilerlemeye başladım.Bir müddet daha ilerledikten sonra mahzen birden genişledi.Duvarda bir meşale vardı.Cebimden çakmağı çıkarıp yaktım ve ortalık birden aydınlandı.Tüm aile sırları…Eşyalar…Her şey buradaydı.Ölçüsüz bir hayranlıkla gezmeye başladım.O kadar güzellerdi ki.Onların hepsi bize aitti.Bir başkasının olmasına izin vermeyecektim.Tüm aile yadigarları.Çeşitli mobilyalar,sandıklar,mücevherler,tablolar,eski paralar,kitaplar…O kadar çok eşya vardı ki burada. Ama prensesin ailesine ulaşmasını istemeyen cadılar vardı. Ve bu cadılar prensesi takip edip onu bulmuşlardı.Prensesin ailesine kavuşmasını izlemiş olabilirlerdi ama hala bunu kendi lehlerine çevirme şansları vardı ,şimdi sıra onlardaydı… Aniden arkamı döndüm ve Bay Norlman’ı gördüm. -Ah Jennifer.Diğerlerinden ayrılmamalıydım.Bak,şimdi burada tek başına öleceksin ve diğerleri seni asla bulamayacak. Silahını bana doğrulttu.Korkuyla sendeledim.Lanet olsun! -Son duanı et Jenny.Maya’ya da benden selam söyle. Gözlerimi kapattım. Özür dilerim anne.Küçük kızın bunu başaramadı.Çok özür dilerim.Seni kurtaramadığım gibi aile mirasımızı da kurtaramadım. -O kadar kolay değil dostum.Kızı sahipsiz mi sandın yoksa? Gözlerimi açtım.Alex elindeki silahın kabzasını Norlman’ın suratına indirmişti.Doğrulmaya çalışan adamın kaburgalarına bir tekme savurdu ve silahı burnundan tutup bana uzattı. -Bu iş sende Jen.Ona ne yapacağına kendin karar ver.Ne yaparsan yap saygı duyacağım. Titreyen elimle silahı aldım ve yerdeki Norlman’a doğrulttum.Elim titiriyordu. O senin annenin katili.Sık kafasına Jen.Bunu hak ediyor. Hayır Jen! Annen bunu istemezdi.Annen bir katil olmanı istemezdi.Yapma bunu. Gözlerimi kıpmadan Norlman’a baktım. Ne yapacağımı biliyordum. Prenses önünde diz çöken cadıya ve onu kurtaran cesur prense baktı. “Ben istediğimi aldım cadı. Ama sen yenildin.Ben yenilenlere merhamet gösteririm.Ama buna layık olduğun için değil.Ben ailemden böyle gördüm.Sen buna değmezsin.” Silahı ani bir hareketle kafasına indirdim. Acıyla inledi. BALKON 11 -Seni öldürerek o pis ruhunun günahını üstlenemem.Elbet bir gün belanı bulacaksın. Onu kapıya doğru ittirdim.John amca Alex’in arkasında belirdi. -Ben icabına bakarım. Norlman sürüklenerek götürüldü.Alex yanıma yaklaştı. -İyi misin? -Sanırım.Beni nasıl buldun? -Ah Jennifer.Seni o kadar iyi tanıyorum ki kokundan takip ederek bile bulabilirim seni. Başımı önüme eğdim kızarmıştım.Alex elimi tuttu. -Hadi çıkalım buradan. Dışarı çıkmadan önce son bir kez dönüp mahzene baktım.Buraya tekrar gelecektim.Alex’in parmaklarını sıktım. -Gidebiliriz. Dışarı çıktık.Büyük kapağı kapatıp üzerine toprak örttüm ve kayayı eski yerine koydum.Alex kolunu omzuma attı. -Katedrali gezmek ister misin? -Başka zaman Alex.Sadece eve dönmek istiyorum. -Tamam.O zaman dönelim. Gülümsedim. Ölüm bize korkunç gelebilir ama ölüm sadece bir odadan diğer odaya geçmek gibidir. Sadece diğer odada sesinin şıngırtısı, sesinin rengi azalır ve o da ayrıldığın odadakiler tarafından bir gereksinim olan sesinin yokluğudur. Bu gereksinim, olmadığı zaman diğer odadakiler düşünceye, şekeri alınmış bir çocuğa döner. Ama sadece bir odadan diğer odaya geçmişsindir… Ölüm bize ürkütücü gelebilir ama sadece bir yemek bitmiş diğer yemeğe başlamışsındır. İlk çorba gelir… Bu çorbaya tuz da atmalı varlıklar, limonda sıkmalı varlıklar belki de biraz da biber de atmalı varlıklar çünkü çorba bir defa içilir. Ama ölüm sadece bir yemeği bitirip diğer yemeğe başlamaktır… *** Buğdayların arasında otururken kendimi hiç olmadığım kadar huzurlu hissediyordum.Burası benim dünya üzerindeki cennetimdi. -Seninle burada buluşacağız anne.Seninle ve hiç görmediğim babamla.Bunu biliyorum.Sen beni aydınlattın.Bana her gece anlattığın o masalla bana bilmeden mahzenin yerini öğrettin.Tüm bunlar senin sayende anne.Teşekkür ederim. -Kiminle konuşuyorsun? Başımı çevirdim ve Alex’e baktım. -Hiç.Hiç kimseyle. Yanıma oturdu. -Burası yeni bir başlangıç olabilir aslında.Bizim için. -Biz? -Bilirsin işte.Sen,ben… Etrafına baktı. -Buğdaylar… Güldüm. -Evet olabilir aslında.Neden olmasın? Ayağa kalktı,elimden tutarak beni de kaldırdı.Parlayan mavi gözlerine baktım,ardından ona sarıldım.Kendimi hiç olmadığım kadar mutlu hissediyordum.Ve hissediyordum.Burası benim için bir kez daha milat olacaktı.Ama bu kez tarladan yanımda sevdiğim insanla ayrılıyordum ve yeni hayatımı onunla birlikte kuracaktım. Ve prenses kendini kurtaran cesur prensle evlenerek sonsuza dek mutlu yaşar. Bir insana vazgeçilmez olduğunu vazgeçeceği kişi siz olursunuz. SadeceikiheceÖ‐LÜM /AdemGÖKÇE hissettirdiğinizde S. Freud ilk Ölüm bize acı verici gelebilir ama bizim için belki bir zafer belki de bir kurtuluştur. Ölüm meyhanede çıkan bir kavganın sonunda meyhaneden çıkıp bir taksiye binmektir. Yani bıçaklanmadan acı çekmeden meyhaneden kurtulmaktır. Ama ölüm sadece bir kurtuluş, meyhaneden çıkıp taksiye binmektir… Ölüm bize kurşun yarası gibi gelebilir. Fakat mahallede büyük bir kavga yapmış, bu kavgayı bitirmişsindir. Ve sorguya çekilmişsindir… Bu sorgu karanlık bir odada tanımadığın, görmediğin biri tarafından yapılır. Kavgada ne yaptığın sorulur. Ama ölüm sadece bir kavgadan çıkış sorguya giriştir… Ölüm bize anlaşılır gelebilir ama sadece istemsiz gerçekleşir. Ölüm yaprakların dökülmesi dalların çırılçıplak kalmasıdır. Ya da çırılçıplak dalların meyveyle dolmasıdır. Ne de olsa varlıklarla çıplak doğar çıplak ölürler. Ama ölüm sadece kışın bitişi yazın gelişi ya da yazın bitişi kışın gelişidir… Ölüm bize acı tat verici gibi gelebilir. Ancak farklı tatlar almak gibidir. Radyodan bir şarkı çalar bu şarkı bir duyguyu, bir tadı verir. Bu şarkının biteceği şarkının yavaşlamasından anlaşılır. Bir şarkı biter diğer şarkı başlar ve farklı duygular farklı âşıklar… Ama ölüm sadece bir şarkının bir şarkını bitişi diğer şarkının başlangıcıdır… Ölüm bize bir savaş gibi gelebilir. Ancak bu savaş iki toplum arasında gerçekleşir. Bir toplum biter diğer toplum kalır. Coğrafyalar hep aynıdır. Belki de ölüm bir toplumun tarih olması, BÜŞRA GÖNDEM Belki de ölüm bir toplumun tarih yazmasıdır… BALKON 12 Dolabım… Küçükken saklanırdım ben bu dolaba. Saklanmamın güzel bir tadı vardı o zamanlar. Büyük bir heyecanla bulmalarını beklerdim beni… Aklı sıra gizemli yerlere saklanmamım beni eşsiz göstereceğini düşünürdüm. O küçücük bedenimle giysilerin arasına girip, gözüken yerlerime kıyafetler örtüp, beklerdim sessizce. Bilirdim çünkü birazdan dolabın açılacağını. Nefesimi kontrol etmeye çalışır, duyulduğunu zannedermiş gibi aralıklarla alırdım. Çok geçmeden sevdiklerimden biri açardı dolabımın kapaklarını sessizce… Yüzümü şımarık bir gülümseme kaplardı o an. Küçük kıpırdamalarla belli ederdim orada olduğumu. Açan kişide anlamamış gibi yaparken ben onu korkutmak istercesine bağırıp aniden çıkardım dolabın içinden… O heyecan, o gizem, o zevk başka hiçbir şeyde yoktu benim için. Ama şimdi heyecanla girmiyorum bu dolabın içine. Acıyla, hüzünle giriyorum. Bu küçük karanlık kutuda acılarımın dindiğini hissediyorum. Önceden nefesimin duyulacağını düşünürken, şimdi hıçkırarak ağlasam da duyulmayacağını düşünüyorum. Neden kimse aramıyor beni diye düşünürken dolapta kapladığım alana bakıp “büyüdüğüm” gerçeği geliyor aklıma. Neden kimse beni bulmak istemiyordu? Neden önceden nefesimi duyanlar şimdi hıçkırıklarımı duymuyordu! Neden? Oysaki her şey aynıydı… Aynı dolap, aynı his… Yine saklanıyordum bir şeylerden ne olduğu fark edermiydi ki? Ama evet hem de öyle çok fark ediyormuş ki! O zamanlar küçük bir duraktı burası benim için. Oyunlarımın arasında ki küçük bir durak, küçük bir kaçamaktı. Bulunmayı beklercesine saklanıyordum kısa bir süre. Ama şimdi ne bir durak ne de bir kaçamaktı burası… Burası ihtiyacım olan tek yerdi sanki! Bulunmayı da beklemiyordum duyulmayı da. Sadece kendimle oluyordum bu küçücük kutuda. Karanlıktı burası… İnsan aydınlığa muhtaç diyorlardı oysaki. Ama ben çıkmak istemiyordum dışarı, karanlığın büyüsü sarmıştı beni. Hiçbir şey yoktu burada. Sadece ben ve beni saklayan örten giysilerim. Sadece ben vardım burada! Hıçkırarak ağlayışımı dinleyen bir tek ben vardım. Ağlamak yorduktan sonra beni, tebessüm ederdim birden… O fırtınalı denizden sonra durgun bir gölde yüzen sandal gibi rahatlardı yüzüm. Bu geçişi bende anlayamazdım ama olurdu işte bir şekilde. Aniden ağlamayı bırakıp sessizce tebessüm ederdim… Sonra kısa bir süre uyuyakalırdım… Aklımda hiçbir şey olmadan sadece 5 dakika uyurdum orada, benim için en tatlı uyku olurdu aslında… Dolabımın beni saklayışının bittiğini hissederdim aniden ve çıkardım içinden, sanki yeni doğmuş, yeni gözlerini açmış bir bebek gibi hissederdim kendimi… Her şeyden arınmış, herkesten masum olurdum o zamanlar… O dışarıda ki ışık rahatsız etmezdi beni çünkü karanlık öğretmişti ışıktan korkmamayı da. Mutluydum sadece… Umut dolu ve mutlu! İşte böyle değiştirdi beni bu küçük dolap. Hayallerimi de acılarımı da o dinledi her zaman. En iyi ortağımdı şüphesiz. Beni ben yapan en iyi dostumdu o benim. İşte bu yüzden onu odamdan hiç çıkartmadım. Parçalarından biri bozulunca yeniledim, tamir ettim ve tekrar taktım. Çünkü bunu ona borçluydum. Eğer o olmasaydı bende asla yenilenemeyecektim. Karanlığın asilliğini öğrenemeyecektim. O benim küçük kara kutum. Ve benim bu dünyada ki en iyi dostum… Betül KALKAN BALKON MÜZİK James Douglas Morrison (8 Aralık 1943 - 3 Temmuz 1971), ABD'li şarkıcı, söz yazarı, besteci ve şairdir. Melbourne, Florida’da doğmuş ve ABD'li rock grubu The Doors`un söz yazarı ve vokali olmuştur. Birkaç şiir kitabı, dokümanları, kısa film denemeleri ve The unknown soldier için bir müzik video klibi denemesi vardır. James’in daha 27 yaşındayken Paris'te ölümü nedeniyle gömülürken ve gömüldükten sonra bile sonsuz bir söylenti James’in arkasından devam etti. Jamesin esrarı hala sürmektedir. Onlarca farklı ölüm teorisi vardır. Bu iddialardan bazıları; şöhretten bıktığı için ölü taklidi yaparak Hawai'ye kaçtığı ve yaşamını orada sürdürdüğü (bu iddianın temeli mezarının boyutunun Jim'den küçük olduğu söylencesine dayanmaktadır), aşkı Pamela Courson'nın o sıralarda onu başka biriyle aldatmasına dayanamayarak intihar ettiğidir. The Doors Grubu ‘nun sevilen şarkılarından bazıları : To the other side People are strange Light my fire The End Kurt Donald Cobain (20 Şubat 1967 - 5 Nisan 1994), ABD'li şarkıcı-söz yazarı, müzisyen ve sanatçı, Nirvana grubunun en çok bilinen elemanı. Cobain, 1985 yılında Krist Novoselic ile birlikte Nirvana'yı kurmuş, 'Bleach' isimli ilk albümlerini bağımsız olan plak şirketi Sub Pop'dan 1989 yılında çıkartmışlardır. DGC Records ile imzalanan anlaşma sonrasında, grubun ikinci albümü 'Nevermind' 1991 senesinde yayınlandı ve "Smells Like Teen Spirit" ile çığır açan bir başarı yakaladılar. 'Nevermind'ın başarısının ardından Nirvana, X Kuşağı'nın 'bayrağı önde götüren grubu' olarak etiketlendi ve Cobain 'bir neslin sözcüsü' olarak nitelendirildi. Amy Jade Winehouse (d.. 14 Eylül 1983 – ö. 23 Temmuz 2011)[1], İngiliz şarkıcı ve şarkı sözü yazarı. Güçlü kontralto vokalleri ile R&B, soul ve caz türlerinde yaptığı çalışmalarla bilinmekteydi.2006'da yayımlanan Back to Black ile En İyi Yeni Sanatçı, Yılın Kaydı, Yılın Şarkısı dahil olmak üzere altı dalda Grammy Ödülü'ne aday gösterildi ve beşini kazandı. Böylece bir gecede en çok ödül kazanan kadın şarkıcı rekorunu kırdı ve beş Grammy kazanan ilk İngiliz şarkıcı oldu. 14 Şubat 2007'de En İyi İngiliz Kadın Sanatçı dalında bir BRIT Ödülü kazandı, ayrıca En İyi İngiliz Albümü dalında aday gösterildi. Üç defa Ivor Novello Ödülleri'ne aday gösterildi: biri 2004'de "Stronger Than Me" ile En İyi Çağdaş Şarkı (söz ve müzik) dalında, biri 2007'de "Rehab" ile En İyi Çağdaş Şarkı dalında ve biri 2008'de "Love Is a Losing Game" ile En İyi Söz ve Müzikli Şarkı dalında. Albüm, Birleşik Krallık'ta 2000'lerin en çok satan üçüncü albümü oldu. Winehouse, Londra'daki evinde 23 Temmuz 2011 tarihinde ölü bulundu; polis, ölüm nedeninin henüz bilinmediğini açıkladı. Ailesi ve arkadaşları, 26 Temmuz 2011'de cenazesine katıldı. Daha sonra cesedi Golders Green Crematorium'da yakıldı. Münir Fikret Kızılok (10 Kasım 1946, İstanbul - 22 Eylül 2001, İstanbul), Türk rock müziği sanatçısıdır. 1946 yılında İstanbul'da doğdu. 22 Eylül 2001'de bir hastanede uzun süredir çektiği kalp hastalığı yüzünden hayatını kaybetti. Hafif Türk müziği için rock tınıları ve deneysel çalışmalarıyla yakın dönemin en önemli sanatçılarından biridir. Fikret Kızılok’un sevilen şarkılarından bazıları: Gönül Bir harmanım bu akşam Zaman zaman Yeter ki Barış Manço (d. 2 Ocak 1943, İstanbul - ö. 1 Şubat 1999, İstanbul), Türk şarkıcı, besteci[1], şarkı sözü yazarı ve TV programı yapımcısı. Türkiye'de rock müziğin öncülerinden, Anadolu Rock türünün kurucuları arasında sayılır. Müziğe başlangıcı Galatasaray Lisesi'nde oldu.[2] Yüksek öğrenimini Belçika Kraliyet Akademisi'nde tamamladı.[3] Bestelediği 200’ün üzerindeki şarkısı[4], kendisine 12 altın ve bir platin albüm ve kaset ödülü kazandırdı.[5][6] Bu şarkıların bir bölümü daha sonra Arapça, Bulgarca, Flemenkçe, Almanca , Fransızca, İbranice, İngilizce, Japonca ve Yunanca olarak yorumlandı ve Barış Manço, kimi şarkılarını günlük hayatından aldı. “Domates, Biber, Patlıcan”, buna bir örnektir. Hazırladığı televizyon programıyla dünyanın pek çok ülkesine gitmiş, bu nedenle "Barış Çelebi" olarak adlandırılmıştır. BALKON 15 Can Bonomo (24 Mayıs 1987, İzmir), Türk şarkıcı. Sefarad Yahudisi bir ailenin çocuğu olan Bonomo, müziğe, sekiz yaşında gitar çalarak başladı. Ortaokul ve lise boyunca sürdürdüğü müzik çalışmalarına İstanbul'da devam etti. Bilgi Üniversitesi'nde sinema-televizyonculuk bölümünde okudu. Ses prodüksiyonu stajı için gittiği Radyo Klas ve Number 1 FM'e daha sonra radyoculuk için başvurarak kabul edildi ve "Can Bonomo Show" adlı programına başladı. Bir süre sonra Radio N101'e geçerek programına burada devam etti. MTV Türkiye'den gelen teklif üzerine "Rock'n' Dark Express" adlı programı sunmaya başladı. Üniversitede verilen ödevi için hazırladığı "Hoppala" adlı kısa filmi daha sonra Facebook'a yükledi ve film çok paylaşılarak ilgi topladı. Dizi projesi için çalışan Seray Sever bu filmi izledikten sonra Can Bonomo'yu bularak görüşmeye davet etti. Görüşmeye giden Bonomo kendisine sunulan başrol teklifini kabul ederek +18 adlı dizide oynamaya başladı. Tanıştığı albüm yapımcısı Can Saban'a bir demo kaydedip gönderdi. İki yıl süren çalışmanın ardından, Can Saban'ın yapımcılığını üstlendiği Meczup adlı ilk albümü Ocak 2011'de yayınlandı. Bu albümünde yer alan biri hariç tüm şarkıların söz ve müziği Can Bonomo'ya ait. 22-24 ve 26 Mayıs tarihlerinde Bakü'de gerçekleştirilecek olan 2012 Eurovision Şarkı Yarışması'nda Türkiye'yi "Love Me Back" adlı şarkıyla temsil edecektir. 5 Nisan 1945’de Ìstanbul’da dünyaya gelen Cem Karaca, Toto Karaca ve Mehmet Karaca’nin ilk çoçuğudur. Tiyatro ve Müzik ilebirlikte iç içe büyüyen Cem Karaca’nin müzik ile ilk tanışması annesinin teyzesi Rosa’nın Cem Karacaya piyano notaları ve piyano nağmeleri öğretmesi ile olmuştur. 14 yaşında Ìzmir’de tatildeyken aşık olduğu kızı etkilemek için Johnny Guitar adlı şarkıyı söyleyen Cem Karaca, annesi Toto Karacay’ı daha çok etkiler. Cem Karaca’nın müziğe olan yatkınlığını gören Toto Karaca, oğlunun müziğe yönelmesinde büyük rol oynamıştır. Profesyonel müzik hayatının ilk donemlerinde Rock n Roll tarzı çalışmalaryla bilinen Cem Karaca 1963 senesine doğru “Dinamitler” adı altında arkadaşları ile kurduğu grupla sahne almaya başladı. Ayni sene “Dinamilter” grubunun dağılmasının ardından “Bekledikleriniz” ile geri dondü Cem Karaca. Bir iki ay süren “Bekledikleriniz” grubunu Gokçen Kaynatan’ın grubu izledi. Gokçen Kaynatan’ın grubuyla müzik hayatını sürdüren Cem Karaca, gruptan ayrıldıktan sonra bir süre tiyatro ile ilgilendi. Müzikten kopmak istemeyen Cem Karaca 1964 yılında “Cem Karaca – Jaguarlar” grubunu kurdu. 1967 – 1969 yılları arasında Apaslar grubu, Hürriyet gazetesinin düzenlediği altın mikrofon yarışmasında ikinci olarak büyük bir başarıya imza attı. Apsalar’ı Kardaşlar grubu izledi. Kardaşlar Dadaloğlu çalışmasıyla büyük başarı elde etti. Kardaşlar grubundan ayrılan Karaca, Moğollar grubu ile çalışmalarını sürdürdü. Moğollar grubunun dağılması Cem Karaca’nın Dervişan grubunu kurmasına yol açtı. Grup politik – rock ve progressive rock çalışmalarıyla biliniyordu ve Cem Karaca tam anlamıyla ilk studyo albümü; “Yoksulluk Kader Olamaz”ı Dervişan ile çıkardı. Edirdahan grubunun çalışmaları ardından Almanya’ya gidip 1987 yılına kadar sürgün hayatıyaşamak zorunda kaldı. Gurbet acısı Cem Karaca’nın bu donemdeki en iyi albümünü almanca dilinde çıkarmasına yol açtı. Yurda geri dondükten sonra 1990 ve 1992 yıllarında Yiyin Efendiler ve Nerede Kalmıştık albümleriyle müzik hayatını sürdürdü. 1997 yılında Ağır Roman’ ın film müziği “Resimdeki Gozyaşları” Cem Karaca’yı yeniden popular yaptı. 1999 yılında “bindik bir alamete…” albümünü çıkaran Cem Karaca, Kahpe Bizans filmi için 3 parça kaydedip filmdede küçük bir rol aldı. 2000’li yıllarda şiir çalışmaları ve Barış Manço’nun grubu Kurtalan Ekspres ile sahne aldı. 8 Şubat 2004 tarihinde, solunum ve kalp yetmezliği nedeniyle Cem Karaca müziğe ve hayata gozlerini yumdu. HAZ: B.Irmak BECEREN, Damla AKBAŞ BALKON:16 … Gözler…gözler değil midir bizi etrafa baktıran, hayatı güzellikleriyle çirkinlikleriyle gösteren, karşımızdakine anlatamadıklarımızı anlatan, bazense içinde tutamayıp taşıp sel olan. Kimi zaman sadece bakarız, bakmış olmak için yalnızca ama göremeyiz oradakini dalıp gideriz derinlere. Yalnızca gözler kalır, takılıp kaldığı yerde. Sonra geri döneriz o uçsuz bucaksız düşüncelerden ve devam ederiz bakmaya gözlerimizin kaldığı yerden. Şimdi ne mazi vardır içimizde, sadece gözlerimizin takılmasıyla canlanan özlesek de geri getiremeyeceğimiz, çok uğraşsak da elde edemeyeceğimiz bir mazi. Ne olmuştu da şimdi özlemiştik o geçmişi? Oysa o zaman da bakıyorduk aynı gözlerle, izliyorduk etrafı ve yine düşünüyorduk. Sevmek varmış meğer , birçok şeyi sevmek. Sevgi deyince akla sadece karşı cinse duyulan aşk gelmesin. Bazı şeyleri o kadar çok sevebiliriz ki bu belki bir oyuncak belki bir hediye belki her zaman gördüğümüz arkadaşımız ya da hiç görmediğimiz hayali arkadaşımıza karşı beslediğimiz aşktır. Sürekli onlarla sevdiğin şeylerle birlikte olmak istersin ama yapamazsın. Ama hayat bu işte akıp gidiyor durdurmanın imkanı olmayan, kayıtsız şartsız ilerleyen ne yaparsak yapalım elimizden kayıp giden. Değer, değer vermek, değerlendirmek acaba kaç kişiden duyduk bu sözcükleri. Bir de durup düşündük mü, ne kadar da hafife alıyormuşuz onları? Bir gözden geçirelim odamızı, dolabımızı, ailemizi, arkadaşlarımızı… hayatımızda yeri olan her ne varsa hepsini ne kadar değerlendiriyoruz ve ne derece değer veriyoruz. Çünkü, hayatımızda değer verdiklerimiz varsa; onları iyi değerlendirmemiz gerekir. Şunu demeye çalışıyorum vaktinde yapılamayan hiçbir şeyin geri dönüşü olmaz. Bu nedenle Geriye bakıp da ‘’ keşke’’ dememek için vakti iyi kullanmak gerekir. Şimdi bir düşünelim ‘’Hiç keşke sözünü kullandık mı?’’ Birçok kişinin cevabı evet olacaktır. Peki söylememek için ne yapabilirdik? Zamanı geri getiremeyiz, durduramayız belki ama iyi değerlendirebiliriz. Elimizde olanları güzel kullanarak güzel şeyler ortaya koyabilir. mesela keşke sözünü hayatımızdan çıkarabiliriz. Zaman ilerliyor ilerlemesine ama saatin her ‘tık’ deyişinde bizden de bir şeyler götürüyor. Ömrümüzden, kalbimizden ve benliğimizden. KİRALIK ERKAN KILIÇ Her şey kiralık aslında senin için aklına gelen her şey kiralık çünkü o gün hepsi alınacak elinden çünkü sana vermeden önce sormadılar alırken sormayacaklar. Sana kalan şeyler ise bu tarafta soyut olarak yaptıklarının diğer taraftaki karşılığıdır. Eğer iyi şeyleri yapıp düşünmüşsen karşılığında iyi şeyler alırsın çünkü diğer taraftaki dünyanı aslında sen oluşturursun senin sevdiğin, istediğin, korktuğun, istemediğin şeylere göre ikinci bir dünya yaratırsın. İşte tamda burada senin yaptığın iyi ve kötü sana yapılan iyi ve kötü şeyler devreye giriyor çünkü herkese kendi dünyanı yarat ancak tek hakkın var deseler çoğu kişi kendi yarattığı dünyada bir veya iki yıldan fazla kalamaz ama senin yaptığın her iyi şey sana tecrübe verirler her kötü şey ise sana cahillik-insan dışılık veririler. Sen ne kadar iyi şey yapmışsan o kadar insansın ve insanlar düşünen doğru karar veren varlıklardır. Bu yüzden en mantıklı dünyayı yaratırsın ama sen ne kadar kötü şey yapmışsan o kadar insanlıktan çıkmış hayvanileşmişsindir çünkü insanlar kötü şeyler yapmaz çünkü mantıklıdırlar ne kadar insanlıktan uzaklaşırsan o kadar mantıksız olacaksın ve en saçma dünyayı yaratacaksın saçma olacak çünkü içerisinde anlık hayvani zevkleri barındıracak ve bu zevkler anlık olduğu için bir süreden sonra saçma olduğu anlaşılacak ve dayanamayacaksın. Yani herkes kendi sonunu yazacak yani kimse seni zorla cehenneme itmeyecek sen kendi korktuğun şeylerin olduğu cehennemi yaratacaksın eğer insan değilsen eğer insansan kendine göre iyi şeylerin olduğu cennetini yaratacaksın. İşte bu yüzden hayvanileşmek –sana kiralık verilen şeylere tamah etmekyerine soyut olup –insan- iyi şeylere yönelmelisin. Bu bir tavsiye ya da öğüt değil sadece bir yol eğer sen soyut şeylere yönelirsen mutlaka insanı bulacaksın. BALKON 14 ESMA NUR SEVİNÇ SADIK AYAKLAR ************************* Soluk soluğaydı. Ardına bakmadan koşuyordu. Bir an için arkasına bakmaya yeltendiyse de bunun bir delilik olacağını fark etmesi uzun sürmezdi. Kim bilir şimdi arkasındakiler ona yetişirlerse ona neler yaparlardı? Kafasında bir sürü soru işareti vardı. Bunların başında, etrafta arkasındakilerden başka kimse olmamasına rağmen sol tarafında belli belirsiz karartılar görmesi geliyordu. Belki de bu aklının ona oynadığı bir oyundu. Ya da dakikalarca koştuğundan beyninin oksijensiz kalmış olmasının bir sonucuydu bu. Beyni artık ayaklarını kontrol edemiyordu. Ayaklar kendi başlarına hareket ediyor gibiydi. Ayakları şimdiye dek hiç olmadıkları kadar hızlı olmalıydılar. Ki zaten öyleydiler. Öyleydiler ama bunu beyni yaptırmıyordu ki! Beyni artık vücudu kendi haline bırakmış gibiydi. Bunun dezavantaj olduğu da söylenemezdi. Aksine avantaj sağlıyordu. Vücudu beynin yokluğunda şimdiye kadar kontrolü iyi sağlamıştı. Belki de beyni kontrol ediyor olsaydı çoktan yakalanmış olurdu. Beyni öncelikle arkasına baktırırdı. Ya da etraftaki karartıların ne olduğuna baktırırdı. Bir an için kendisini polisten kaçan bir suçlu gibi hissetti. Çünkü vücudu da ona o suçlunun yaptığı gibi geri dönüşün olmadığı şeyler yaptıracaktı birazdan. O suçlunu çıkmaz sokağa girmemek için çırpındığı gibi vücudu da ayaklarının kontrolünde olan topun auta çıkmaması için çırpınıyordu. En önemli eserini vermek için hayatının son demlerini bekleyen bir yazar gibiydi. Çünkü ‘dakika doksan’ ve kendi ceza sahasında önünde bulduğu topu, hızla büyük bir boşluğun olduğu rakip yarı sahasına taşıyordu. Bir an gözleri sol taraftaki taraftarlara ilişti. Belli belirsiz gördüğü bu adamlar da kendisi gibi nefesleri kesilmişe benziyordu. Arkasından gelen rakipleri öyle bir hırsla koşuyorlardı ki ona yetişirlerse kesinlikle sakatlanırdı. Beynin bıraktığı sorumluluğu yerine getirebilmek için vücudu canla başla(!) çalışıyordu. Evet, artık son hamlesini yapmak üzere vücut uygun pozisyona çekildi. Bu hazırlıktan sonra gözlerini kapattı. Çünkü ne olacağına bakacak kadar cesur bir kalbi yoktu. Beyni çoktan işlevini kaybetmiş bu fedainin gözleri de artık yanında değildi. Artık tek yönetici olarak ayakları, o ayaklara bu kadar enerji sarf ettiğinden dolayı durmadan besin yüklü kırmızı bir sıvı pompalayan ve ayakların ne yaptığına bakacak kadar cesur olmayan bir kalbi kalmıştı.Bu cesaretsizliğin yanı sıra , eğer ayaklar gerekeni yaparlarsa ; beynin yokluğunda onları yönettiğini söyleyerek sevinç ve kibirle dolacak bir kalpti bu. Gözlerini açtı. Işığın parlaklığı gözlerini kamaştırıyordu. Vücudu bir şeyin üzerinde hareket ediyor gibiydi. Evet; evet hareket ediyordu. Gözlerini ovuşturup tekrar açtıktan sonra sedyenin üzerinde olduğunu fark etmesi uzun sürmedi. Çünkü beyni eski görevini üstlenmişti. Ya gözleri..? Biraz önce kamaştıklarına göre onlar da dönmüştü. Vücudu eskisi gibi olmuştu. Buna tam kanaat getirmişken… kulakları..! Kulakları neden böyle çınlıyordu? Beyni kulaklarının gönderdiği müthiş uğultuyla inliyordu. Biraz sonra bu inleme yerini kibre bıraktı. Çünkü görevine geri dönen gözleri etraftaki karartıları insan olarak tanımlamıştı. Kulakları ise bu insanların söylediklerini ‘‘RONALDO’’ diye algılamıştı. Ve gözlerinin son bir görevi kalmıştı: skor tabelasını okumak. GS 1 - 0 FB … Dakika :90.00 Mesna TİKTAŞ BALKON 17 ÖLÜM Her acı bir beş duyu organın algıladığı herhangi bir şeyle bütünleşir çünkü her soyut şey somut bir şeye tutunmak zorundadır. Eğer tutunmazsa yok olur gider. Bazı acılar vardır ki büyüklüklerinden tutunacak bir nesne bulamazlar o yüzden basit gelirler anlamsız ve yakmayan acılardır. Eğer bir kişi çok büyük bir acı yaşarsa onu oturtacak kadar büyük bir nesne bulamayabilir ağlatamayabilir çünkü bu Mutlu Gülmeyin, gülmesin Niye gülüyorsunuz Bilmiyosunuz onu bilinçaltının Fark etmediniz daha anlamlandırmayacağı kadar büyüktür. Hele ki bu acı ölümse bunu anlamlandırmak kolay değildir ama Bilen bilir gülmenin değerini mümkündür bu yüzden insanlar en çok ölüm acısından kaçar çünkü yaklaştıkça eritir bu acı büyük de olsa onu bir nesneye Anlayan bilir aç kalan yiğidi yüklemek mümkündür bu yüzden de insanlar hemen başka Dinleyen bilir dostunun derdini şeylere yönelerek kaçmaya çalışır ama hep bir parça eritmişlik vardır bu yüzden unutulamaz da. Eğer ki ölüme yaklaşırsan erir ve Gülün o halde hak ediyorsunuz gülmeyi artık anlamlandırma yeteneğini kaybedersin artık her şey Ağlayın demiyorum gülmeyin boştur artık sadece ölümün seni de alacağı günü bekler ve etrafındakileri acımasızca gözlemlersin. Bilen varsa yanlı derin halini Tepki yetini yitirirsin çünkü erimişsin artık sana hiçbir şey o kadar acımasız gelmez ki ölümle çektiğin acı seni kör eder yani sen eğer yok olmanın eşiğinden dönersen artık seni yok edebilecek şeyler seni korkutmaz çünkü artık kaybedebileceğin bir şey yoktur işte bu ölümün insanı ne kadar duygusuz korkusuz acı duymaz hale getirdiğinin kanıtıdır. Biliyorsa gülümsemeyi Bilmeli yetinmeyi O zaman gülmeli, gülmeli hiç olmadığı kadar Çünkü hakkı, sonuna kadar Hakkı olmayan gülmesin “İnsanların ölmesi ile yaşamanın gülünçlüğü değişmezse, insanların gülmesi ile da yaşamanın ciddiliği değişmez.” ( Bernard SHAW ) Erkan Kılıç BALKON 18 MAKİNİST Gök yüzünün bağımsız fatihlerinin birinin gözünden görüyordum aşağıyı, farklı bir yaşam alanı olan yer yüzünü. Bulutları yararak uçtum önce küçük dostumla, bazısı beyaz, bazısı koyu, bazısı ince, bazense dopdolu. Sonra birden ne olduysa yer yüzüne inmeye karar verdi küçük dostum. Kanatlarını gerdi ve uçlarını aşağı yöneltti. Şimdi hızla iniyorduk, tıpkı irtifa kaybederek düşmeye başlayan bir uçak gibi. Yere yaklaştıkça gök yüzünden daha karanlık oldu her yer. "Ne bulut ama..." diye düşündü yol arkadaşım, "Böyle büyük ve etrafı saranını daha önce hiç görmemiştim." Başta bu herkesi mutsuz eden, belki de insanların korkuları ve pişmanlıklarıyla kendilerinin oluşturduğu bu bulutu, yadırgadı dostum. Ben alışıktım ne de olsa, ama o ne kadar paniğe kapılsa da aşağı inmekten vazgeçmedi. Sonunda bir binanın üstüne kondu. Onu oraya çeken bir şey vardı, sadece etrafta görünen en yüksek yer olması veya yağmur suyu kanalı bulundurması değildi bu neden. Sanki bir şeyler vardı burada, anlatılması gereken bir hikaye başlayacaktı bu gün. Hemen, şimdi. Haydarpaşa Garı'nda yine kalabalık bir gündü. Etrafta şehri terk etmekten korkan endişeli insanlarla birlikte, şehri terk etmek için sabırsızlanan ve arkasında bıraktıklarından kaçanlar da vardı. Ve büyük şehre, İstanbul'a yeni gelenlerinse içi içine sığmıyordu, bazılarında ise sanki buradaki buluttan yıllarca solumuşçasına bir sıkıntı...Benim ilgimi çeken hep kapalı kapılar olmuştur, insanların değiştiremediği eski ve başa dert açabilecek bir alışkanlık benimkisi. Yolcuların bulundu alandan hemen ötede bir oda vardı. Baş makinistin odası. Bu odada yine dört kişi vardı. Baş makinist Behram Bey, genç makinistler ince, uzun boylu Sarı Selim ve ondan yaşça az daha büyük, iri yapılı esmer bıyıklı Ahmet ve Salih Bey. Salih Bey yıllardır bu garda çalışıyordu. İlk değil ama emekliliğine kadar son uğrak yeri Haydarpaşa Garı'ydı. Behram Bey'i de buraya geldiğinden beri tanırdı. İyi bir insandı Behram Bey, Salih Bey ne kadar sessiz ve yorgun ise, Behram Bey'in o kadar gençti sözleri, davranışları... Her nedense ikisinin de yaşı bilinmez fakat ikisi de kır saçlı iki adam...Makinistler son durumu görüştükten sonra çıkmak için kapıya yöneldiler, Salih Bey çıkmadan Behram Bey onu durdurdu. -Teşekkürler arkadaşlar, Salih, seninle biraz konuşalım, gel otur. Salih Bey bunun üzerine Behram Bey'in masasının önündeki yeşil kumaşlı sandalyelerden birine yavaşça oturdu, üniformasının bir parçası olan şapkasını iki eli ile kucağında tuttu. -Salih seninle kaç yıldır tanışıklığımız var. Salih Bey sessizce Behram Bey'i dinliyordu. -Biliyorsun anlatmak istediğin bir şey olursa, ben buradayım. -Bilirim, sağolun. Dedi Salih Bey. Bunun üzerine Behram konuşmasını sürdürdü, bir yerlerden duyduklarının şüphesiyle hareket ediyordu. -Salih eşin nasıl, çoluk çocuk ne yapıyor? Diye soracak oldu. Salih Bey elindeki şapkayı sıkıca tuttu. "İyiler." diyebildi. Birden odada peronların anonsu duyuldu. Salih kendisininkini duyunca ayaklanacak oldu, Behram Bey uzanıp sırtına vurdu. -Haydi, dedi. Hanıma selam söyle, sonra konuşalım tekrar. Şimdi ise yıllardır istasyonun güneyine bakan tarafta asılı olan bir saatin bakışıyla yakalıyordum her anı. Sanırım 18:55'i gösteriyordu. Her dakikada koca paslı yelkovanı bir çizgi daha ilerlediği için tam bir saat de söylenemezdi. O sırada 8023 numaralı tren istasyona sessizce yanaştı, frenlerinden dışarı çıkan tazyikli havanın sesi duyuldu ve sirenini çaldı. O an kenardaki banklarda ve köşedeki dinlenme yerlerinde bir hareketlilik başladı. Çay bardakları metal tabakları ile son kez buluştu, hesaplar ödendi, çantalar sırtlandı, yalnız yolcular için geriye son bir kez bakma zamanıydı. Anladığım kadarıyla buraya düzenli gelen herkesi tanıyordu. Öğrenciler, çocuklar, yaşlı ziyaretine gidenler, işsizler, işliler... Çeşit çeşit insan görmüştü istasyonun eskimiş açık renkli güney duvarına asıldığından beri. Önce bir grup hızla içeri girdi. Kokpitler hızla doldu bir anda. Sonra bir iki kişi geç kaldı biraz. Makinist ve yardımcıları lokomotif bölümünde yerlerini aldı. Sonra bir kız çocuğu kapıların kapanmasına yakın aradan sızdı içeri, yüzünde zaferin keskin sevinci...Merak kediyi öldürürmüş, ortada bahsi geçebilecek bir can olmadığına göre kişilere istediğim kadar yaklaşabilirdim. Küçük kız hızlı hızlı soluyordu. Tek başına bir şeyler başarmıştı elbet, geldiği gibi dönecekti Eskişehir'e. Trenin önündeki numaraları zar zor seçmişti yine. Korkuyordu, hem de çok korkuyordu çünkü daha doğru düzgün yaşamıyordu bile. Tanrının yamacından kopamamıştı daha, etrafı doğru düzgün göremiyordu bile, baktığında sadece tek bir noktaya odaklanıyor, dikkati de hemen dağılıyordu. Kendine kızıyordu, geldiği yerdeki çocuklara kızdığı için binmişti bu trene. Her şeyin bittiğini düşünmüştü, ağlamıştı, çünkü evinin olduğu yerden, büyüdüğü yerden de biliyordu ki, insanlar yardım etmekten hoşlanmazlardı. O da kapının yakınında bir yere kıvrıldı, dizlerini karnına doğru çekti ve yolcular uyuyana kadar beklemeye koyuldu.O an uzunca bir süre hareket etmeyeceğini anlaşıldığından başka birini gözlemlemek daha cazip geldi. Kokpitin her tarafında sessiz ve birbirini tanımayan insanlar yan yana oturuyordu. Lokomotif bölümünde ise daha farklı bir hava hakimdi ortalığa. Buradaki sessizlik bilinmezlikten değil aksine her şeyin çok açık olması ve herkesin birbirini çok iyi tanımasından kaynaklanıyordu, bu insanlar birbirlerini birbirlerinden hoşlanmayacak kadar iyi tanıyordu. Salih, lokomotifin camından izliyordu her şeyi. Treni otomatik kontrole almıştı ve bir sonraki tünele kadar müdahale etmesi de gerekmiyordu. Selim bir sonraki makasların kontrolü için ilgililerle konuşmuştu, şimdilik sorun yoktu. Tren şefi de yanlarındaydı ve sürekli not tutuyordu. Zaten bu herifi hiç sevmemişti Salih, sürekli bir açık arardı .Salih dışarıyı izlerken alacakaranlık vaktiydi. Aslında bu vakti severdi fakat bir sür sonra karanlık bastığında trenin kontrolü de zorlaşıyor, az da olsa riske giriyordu. Birden bir anı geçti aklından, küçük bir anın zaman şeridiydi bu. Yine böyle bir vakitte, demir yolunun sallantılı seslerini duyuyordu. Daha gençti, çok daha acemi. Aynı Selim gibi bir yardımcı makinistti o zamanlar. Asıl makinist bir şekilde uyuyakalmıştı, zaten çok yaşlıydı, emeklisine de az kalmıştı. Ve sorumluluk ondaydı. Telefonu çaldı bir ara, karısı doğum yapıyordu. Fakat gidemezdi yanına. Sonra bir anı daha geçti aklından, eski şeridin ucunu yakaladı bir başkası. Oğlunun doğum günüydü. Yine aynı demiryolundaydı, yine yalnız, yine suçlu. Evlilik yıl dönümleri, doğum günleri, bayramlar derken bütün ömrünün bu raylar üstünde geçtiğini düşündü birden. "Bütün ömrün o rayların üstünde." Karısı haklıydı belki de, belkisi yoktu, haklıydı. Ve bunu yine "o raylar üzerindeyken" fark ediyordu. "Bütün yolcular yerinde mi?" diye homurdandı tren şefi oturduğu köşeden. BALKON 19 Salih bir tövbe çekti, sonra Selim omzuna dokunup, "Ben bir tekrar bakayım abi." dedi. "Gelirken şu servis ettikleri çaydan da bir getiriver." dedi bu sefer şef. Allah'tan Selim sabırlı bir gençti. He, deyip geçiştirdi. Ben de peşine takıldım Sarı'nın. Etrafa bakıyordu çoğu uyumuş, bazıları kitap okuyor, bazıları müzik dinliyor, kimisi ikisini birden yapıyordu yolcuların. Arada gülümsemeyi de hiç eksik etmiyordu dolaşırken. Bir ara çay servisini yapan Ferda'yı gördü. Kız ona bakıp gülümseyince eli ayağı birbirine dolaştı, zar zor gülümseyebildi ve oradan uzaklaştı. Küçük kızı merak edenler için trenin bir ucundan diğer ucuna yol alalım. O da geziyordu. Tren içinde ilerlemeye başlamıştı, bir yandan da uykusu gelmişti. Eğer onu tek başına yakalarlarsa kötü şeyler olacağını sezebiliyordu. Cam gibi gözleri eski yolcu koltuklarında nihayet aradığı şeyi bulunca parladı. Yaşlı ve uyuya kalmış bir teyze yanında çantası ile tek başına oturuyordu, çantası ile koca ikili koltuğa anca sığdığı için kimse yanına oturmamıştı. Küçük kız yaşlı teyzenin yanına oturmak için önce ağır çantasını yere, koltuğun altına indirdi. Sonra da koltuğa tırmandı ve koltuğun öteki tarafına yaslanarak uyumaya başladı. ...Selim o sıralarda Ferda ile sohbet ediyordu. Sevimli konuşmaları yarıda kesilip etraf kararana kadar her şey pamuk şekerden, o ikisi ise sevgi kelebekleriydi. Trene hakim olan kara korku onları da sarınca neye uğradıklarını şaşırdılar. "Neler oluyor?" diye sordu Ferda. "Bilmiyorum." diyerek cevapladı Selim. Sonra kendini insanları sakinleştirme adına sorumlu hissetti. "Ferda, şu tüm trene anons yaptığınız megafon nerede?" diye sordu ve Ferdanın aceleyle büfe camından uzattığı telsizi eline aldı. "Herkes sakin olsun lütfen." sesini yükselttiği an yolcular üniformalı bu genci dinlemek için susmuştu. Selim onlara sessizlikleri için teşekkür etti. "Şimdi lütfen yerlerinize oturun, baş makinistle konuştuğumda neler olduğunu sizlere ileteceğim, büyük ihtimalle basit bir teknik arıza bu duruma sebebiyet vermiştir." Selim ustaca durumu kurtarmayı başarmıştı. Ferda, "Basit derken gerçekten basit bir olayı kastetmedin herhalde." dedi Selime büfeden çıkarken sessizce. Selim de aynı hafif tonda, "Emin değilim, daha önce böyle bir şeyle hiç karşılaşmadım." dedi, sesi endişeliydi. "Ben Salih Abi'nin yanına gidiyorum, sorunun boyutu neymiş o zaman anlarız." Bunun üstüne Ferda onu onaylamaktan başka bir şey yapamadı. Sonra Selim'i kolundan tuttu ve, "Öğrenince hemen haber ver, olur mu?" diye sordu. Selim başını "Sen merak etme." anlamında salladı ve lokomotif bölümüne doğru ilerledi. Kokpitin kapısını kapatıp ara bölmeye geçerken karşısında lokomotif bölümünden çıkan Salih'i gördü. "Selim, ben de sana bakacaktım." dedi Salih. "Abi neler oluyor?" die sordu Selim. "Ciddi bir şey mi?" İçeri geçerlerken Salih aceleyle alet çantasından iki el feneri çıkarıyordu. 2 saat sonra... "Tren şefi nerde?" diye sordu Selim. Trendeki çoğu yolcu inmişti önlerinde ise Eskişehir istasyonuna olan son durak kalmıştı. 1-2 saat kadar sonra varış yerine ulaşacaklardı. Salih lokomotif bölümünde sessizliğin sürdürülmesi için direniyordu ve tek bir laf dahi etmiyordu. Tren şefi de çirkin çirkin esnedi ve büyük ihtimalle birazdan uykuya dalacaktı. Selim, nedeni bilinmez, çayları getirdikten sonra lokomotif bölümünden çıkmış daha da geri dönmemişti, o da bu suratsız tren şefi ile baş başa kalmıştı. Saat de iyice geç olmaya başlamıştı. Bir anda tren bir şeye çarpmış gibi sarsıldı, teklemeye ve normalden daha tuhaf sesler çıkarmaya başladı. Tren ışıkları yanıp sönmeye, uyanık olan yolcular telaşlanmaya başladı. Sonra tren bir geçidin önünde aniden keskin bir fren ile durdu. Tren şefinin çayı elinden kendisi uzun oturduğu yerden fırladı. O sıralarda küçük kız derin uykusundan onu neredeyse düşürecek güçteki keskin frenle uyandı. Gözlerini açtığında içerideki ışık da son anlarını yaşıyordu, bir kaç defa yandı, sonra tamamen söndü. Işığın sönmesiyle kokpitte azımsanacak sayıda kalan insanlar gereken işareti almış gibi sessizliklerinin yerini korku ve telaş içeren bir havaya bırakmıştı. Küçük kız ilk defa gerçekten korkmaya başlamıştı yanındaki teyzenin uyanmasını beklemeden yerinden kalktı. Kimse onu fark etmemişti. Zaten insanlar korktuklarında sadece kafalarındaki sorulara cevap olabilecek şeylere dikkat ederler, ya da her zaman için daha kötüsünü düşünmeye fazla dalmışlardır. Küçük kız kokpitte ilerledikçe önünde bir kapı görmüştü ve ne olduğunu bilmeden onu açtı. "Tren tutmuş." dedi Salih lokomotif bölümündeki tuvaleti işaret ederek. Aynı anda bir böğürme sesi geldi. Ardından, "Motorlarda bir sorun var gibi görünmüyor, yalnızca bir şey ilerlememizi engelliyor rayların üzerine düşen bir kaya parçası olabilir." dedi ve el fenerini Selime uzattı. "Ne yani aşağı mı iniyoruz?" "Üzerine kalın bir şeyler alsan iyi edersin evlat." …Issız bir dağdaki geçitin önünde karanlık ve puslu bir gecede 8023 numaralı tren aniden durmuştu. Salih Lokomotif bölümünün yüksek basamağından dikkatlice indi ardından da Selim gençliğinin getirisi bir kuvvetle yere atladı. El fenerini lokomotifin önündeki motor bölümüne ve raylara çevirdi. Salih arka taraftaki rayları kontrol ediyodu. Selim ön tarafı gezerken bir anda dehşete kapılarak Salih'e seslendi. "Abi! Buraya gelsen iyi olur!" Salih ön tarafa geldiğinde şunları söyleyebildi. "Şef bunu kayıta işlemese bari." BALKON 20 bulaşmak istemiyordu. Ama mecburdu, en azından buradan uzaklaşmak için bunu yapmak zorundaydı. O sıralarda... Kokpitlerde ilerleyen küçük kız bölümden bölüme geçiyordu. Sonunda ana kokpit olduğunu tahmin ettiği yere geldi. Sağ tarafında bir büfe vardı ve karnının acıktığını hissediyordu. İçeri girdi bir parça gofret aldı fakat Ferda küçük kızı yakalamıştı. Biraz sohbet ettiklerinde kızın adının Sima olduğunu ve kayboluğunu öğrendi. Kıza acıdı ve karnını doyurdu ama aklındaki tek şey Selim'di. Gittikçe meraklanıyordu, hala sesi çıkmamıştı. "Neden tren durdu?" Ana kokpite girdi ve Ferda ile küçük arkadaşının yanına gitti. Ferda Selimi görünce hemen büfeden çıktı. Sima ise içeride uykuya dalmıştı. "Ferda bir bardak su alabilir miyim?" Ferda içeri girip suyu getirdi, çıkarken Selim'in üzerindekilere dikkat edince sordu, "Tekrar mı aşağı iniyorsunuz?" "Evet." "Sorunun önemsiz olduğunu sanıyordum." Diye sordu Sima birden. Ferda merakına yenik düşerek yapmaması gereken bir şeyi yapmaya karar verdi. "Ferda, sorunla ilgilenmeyi bırakmalısın." "Gidip bakmaya ne dersin?" Ferda bu sözlerle daha da işkillenmişti. Selim'i doğruyu söylemesi için zorladı, sonunda duydukları ise hiç hoşuna gitmedi. Sima bunun üstüne sevinçten yerinden zıpladı. Ferda da tam olarak bunu bekliyordu. Lokomotif bölümüne geçmek için kokpitten çıktılar. Tam onlar lokomotif bölümünün kapısını açarken Selim ve Salih de konuşarak içeri girdi. "Ben ömrümde böyle bir şey görmedim." "Ne yapacağız peki?" Selim'in sorusu havada asılı kalmıştı. "Ferda sana haber vereceğimi söylemiştim." dedi Selim Ferda'ya sessizce. "Evet ama bir türlü gelemedin." diye cevap verdi Ferda. "Lokomotife gelmemeliydin içeri dönmelisin."diye üsteledi Selim. "Ne olduğunu öğrenmeden bir yere gitmem, hem küçük arkadaşım da bunu merak ediyor." "Demek kaçak yolcu." Diyerek çocukla göz teması kurdu Salih. Sima Ferda'nın arkasına saklandı utançla. "Ne yani, bir ceset öyle mi?" "Evet ve onu oradan kaldırmazsak tren hareket etmeyecek." Ferda afalladı. Selim ona şans dilemesini isteyip oradan ayrıldı. Şimdi tekrar dışarı çıkmışlardı. Salih el fenerini doğrulttuğunda yeniden iğrendi. "Hadi," dedi, "Ne kadar çabuk olursa o kadar iyi." Selim cesedin ayaklarından Salih ise omzundan tuttu. Salih cesedi taşımakta zorlanıyordu zaten parçalanmak üzereydi. Bir kuvvetle kaldırdılar ve dağın kenarındaki uçuruma kadar taşıdılar. "Eve döndüğümde güzel bir yemek yiyip yatacağım." dedi Salih. "Bense uzun bir süre bir şey yiyip uyuyabileceğimi zannetmiyorum." Diye cevap verdi Selim. Bir kuvvetle 3'e kadar sayıp cesedi kayalıklardan aşağı attılar. "Ferda, kızım, sorun önemli değil fakat tren şefi küçük kızımızı görürse kötü olabilir." "Peki Salih Abi." dedi Ferda. Salih'e her zaman saygı duymuştu. Ferda ve Sima lokomotif bölümünden çıkarken Selim ve Salih de konuşmaya başladı. "Abi, o engeli ordan kaldırmazsak tren ilerleyemez." "Biz de kaldırırız." "Salih Abi, buradaki engelin ne olduğunu ikimiz de farkındayız değil mi?" dedi ve lokomotifin tuvaletinden hala çıkmayan şefi gözleyip sesini alçaltarak, "Bir cesetten bahsediyoruz. Onu oradan nasıl taşıyacağız? Taşıdıktan sonra ne yapabiliriz?" "Yolumuza devam edeceğiz. Sanki hiç olmamış gibi." Selim dehşete kapılmıştı ama o saniyelerde mantıklı düşünemiyordu. İkinci defa aşağı inip o rezil manzarayla karşılaşmak, o rezalete BALKON 21 ... Mahkeme salonunda Salih'in anlattıklarından sonra bir gürültü kopmuştu. Hakim tokmağını üç kere vurdu. Selim benim en yakın arkadaşım desene! Onu korumaya çalıştığını biliyorum oğlum ama beni yalancı çıkartacaksın!" "Sessizlik!" "Salih bey sessiz olun." diye uyardı Yargıç, ve devam etti. "Yani, hepsi bu kadar mı diyorsunuz, Sayın Salih Alatlı? Yolunuza devam mı ettiniz?" "Peki ya Tren Şef'i nin ölü bulunmasına ne diyorsunuz?" "Ne? Şef öldü mü?" "Evet, hakim bey." "Peki ya bahsettiğiniz kişiler sizinle cesedi taşıyan Selim Bey ve bundan haberdar olan Ferda hanım, onların soy isimlerini bize söyleyebilir misiniz?" "Lokomotif bölümünün tuvaletinde ölü olarak bulunmuş, zehirlenme teşhisi konulmuş. Son anlarını da kan kusarak geçirmiş." dedi davacının avukatı, ve devam etti. "Eşiniz ve çocuklarınızdan sıkça bahseder misiniz?" "Hayır, aslında bilmiyorum ama Selim'e Sarı Selim derdik, Ferda kızımızı da herkes tanır." "Evet fakat konuyla ilgisini anlayamadım." Davacının avukatı bir anda ayağa kalktı ve, "Kayıtlara göre hiç evlilik yapmamışsınız, buna ne diyeceksiniz?" "İtiraz ediyorum sayın yargıç. Davalı Salih Alatlı'nın bahsettiği kişileri İstasyon personel kaydından araştırdık, Selim diye biri orada hiç çalışmamış ve Ferda isimli bir temizlik elemanı bulabildik fakat 46 yaşında ve davalının tarif ettiği gibi büfe çalışanlığı da yapmamış." Salih'in ayakta duracak gücü kalmamıştı. Ne yapacağını bilemez haldeydi, bu olanlar ne akla ne de mantığına sığıyordu. Arkasındaki sandalyeye güçlükle oturdu. Neler olduğu konusunda en ufak bir fikri bile yoktu. Aklını mı yitiriyordu? "İtiraz kabul edildi, Salih Bey bunlara ne diyeceksiniz?" Bu sorulardan sonrası ise sadece kuru gürültü gibi gelmişti ona. Çabalayacak gücü kalmamıştı çünkü tam olarak ne olduğunu da anlayamıyordu. Neyi savunacağını bilemeden konuşamazdı, ya dedikleri gibi suçluysa? "Bu, bu bir şaka olmalı Ahmet'e sorun Ahmet Selimin en yakın arkadaşı." Davacı'nın avukatı tekrar izin alarak tekrar ayağa kalktı ve, "Sayın yargıç, davalı Salih Alatlı'nın bahsettiği Ahmet Bey şu anda yanımızda onu sözlü tanıklık için kürsüye davet etmek istiyorum. Birden gözünün önünden geçti her şey. Şef'i sinirlendiği için mi zehirlemişti? Trendeki yolculardan hayatını mahvettikleri için öc mü almıştı? Ailesini çaldıkları için miydi? Sonra birden kararı duydu. "Kabul edildi." Ahmet hızlıca yemin faslından geçti ve tanıklığını doğruladı. "Adınız?" "Karar: Davalının akıl sağlığının yerinde olmadığına dair pozitif rapor alındığında yerel ruh ve sinir hastalıkları birimine aktarılmasına ve orada göz altında tutulmasına karar verilmiştir. Oluşacak tazminat davaları sonucu..." "Faruk Ahmet Ayazoğlu" "Yaşınız?" "32." "Mesleğiniz?" "Salih Bey'in çalıştığı garda yardımcı makinistim." "Peki Ahmet Bey, Selim adında birini tanıyor musunuz?" "Hayır istasyonda böyle biriyle hiç çalışmadım." "Peki ya bahsi geçen Ferda hanım?" "Hayır tanımıyorum." "Peki Salih Bey'in tek başına yola çıkıp yine tek başına döndüğüne tanık mısınız?" "Evet." Salon tekrar gürültü rüzgarıyla esti. Salih kendinden ve aklından şüphe etmeye başlamıştı aniden bağırdı, "Ahmet doğruları söylesene! BALKON 22 Salih konuşmanın devamını dinleyememişti. Sanki kendisi dışında her şey hızlıca akıp gidiyordu ellerinden. Engellemek için hiç bir şey yapamıyordu. Sonra mahkeme salonundan çıkarıldığını gördü, ardından bir araca bindirildi, oradan sonrası ise tamamen kör bir beyazlıktan ibaretti. HER ŞEY FARKLI Uzun bir süre sonra... Genç bir kadın danışmaya yaklaştı. "Pardon, Salih Alatlı'nın hangi odada kaldığını öğrenebilir miyim?" Danışmada çalışan bayan ince çerçeveli gözlükleriyle simsiyah saçlı ve soluk tenli bu kızı şöyle bir süzdükten sonra, "Bir dakika sizi biraz bekleteceğim." dedi. Sonra yerine birini çağırıp ayağa kalktı. "8023 numaralı oda, sizi ben götürürüm." İnsan bugünü dünden,yarını bugünden farklı Doğan gün, batan gün her şey ve her renk farklı Değişim bu, yaşanan anlar biri diğreinden farklı Gözyaşı ya da koca nehir akan her bir damlası farklı Beyaz ve dar koridorlarda yürümeye başladılar. "Yalnız, buraya geldiğinden beri hiç konuşmadı ve aldığı ilaçlardan dolayı neredeyse yaptığı tek şey uyumak." "Onun hakkında çok korkunç şeyler duyduk, mahkeme kararı yüzünden de tekli odada tutuyoruz." "Siz nesi oluyor dunuz?" diye sordu hastabakıcı bayan 8023 numaralı odanın önünde durduklarında. "Eski bir tanıdık." dedi. Sonra genç kız odaya girdi ve kapıyı kapattı. Bir süre öylece kaldı, sonra arkasını dönünce odanın diğer köşesinde yatan Makinist'i gördü. Yanına yavaşça yaklaştı. Baş ucundaki vazoya getirdiği çiçekleri koydu ve kenardaki sandalyeyi yatağın yanına çekip oturdu. Bir süre sessizce oturdu, neden sonra, Acılar ve sevinçler yaşattığı bütün o hisler farklı Kimi sevgilisinden firak, kimi hicranından ama farklı Geçmişteki ben,şimdiki ben ve gelecekteki ben farklı Her şey yok olur geriye kalacak bir tek o farklı Elber ULUTAŞ "Merhaba." dedi. "Merhaba Makinist. Beni şefin kayıtlarına yazdırmaman kimin yararına oldu bilmiyorum, ve sen hiç sormadın ama benim adım, kaçak yolcunun adı, Sima. Seni mahvettiğimi düşünebilirsin ama o gece sen de benim hayatımı çaldın. Nasıl öldüğüm açıklığa kavuştuğuna göre artık hikayemi bitirebilirim. Bilirsin işte, bu dünyadaki işin bitmeden ışığı göremezsin klişesi, hele ki göğüs kafesinin üstünde iki tonluk bir tren ciğerlerine baskı yaparken. Hikayemin son cümleleri olduğun için teşekkür ederim. Tekrar görüşmemiz uzun sürmeyecek, beni çok özleme." “Herkes anlayabildiği kadar yaşar ve anlayamadığı şeyleri umursamadan ölüp gider.” ( KARAKUTU ) TÜRKAN EDA ÇİÇEK BALKON 23 WILKENSONS ADASI’NIN LANETİ Her şey o lanetli gecede başladı. Sisli, soğuk, korkunç ve lanetli bir geceydi. Sokakta eve doğru yürürken aniden önüme çıkan kara kedi ödümü patlatmıştı. Sisten göz gözü görmüyordu. Wilkensons Adası geceleri genellikle böyle sisli olur. Ama bu sefer farklıydı. Hissediyordum, bilinmez bir güç beni takip ediyordu. Arkama döndüğümde Jake’in orada olduğunu fark ettim. Aramızda birkaç metre vardı. Kilisenin önündeki direğe sırtını dayamış sigara içiyordu. Döndüm yürümeye devam ettim. Köşeyi döndükten sonra ona neden eve gitmediğini sormaya karar verdim. Tekrar arkama döndüm ve köşeden baktım, artık orada değildi. Karım Nicole beni kapıda bekliyordu. Neden geç kaldığımı sordu. “Bilmiyorum.” dedim. Şaşırmadı, “Zaten hiç bilmiyorsun!” dedi. “Yine başlama!” dedim ve içeri girdik. İçimde hâlâ kötü bir his vardı. Jake’e ne olduğunu merak ediyordum. Dayanamadım ve telefondan onu aradım. Ulaşamayınca içimdeki kötü his iyice tetiklendi. Karısı Marry’yi aradım. Marry telefonu açtı. Jake’i sordum. Yanında olduğunu söyledi ve telefonu ona verdi. Nasıl olduğunu sordum. “İyiyim.” Dedi. “Tanrı aşkına Jake bu havada kilisenin önünde ne yapıyordun?” diye sordum. “Ne zaman?” dedi. “Az önce.” dedim. “Yahu Mike sen neden bahsediyorsun? Ben üç saattir evdeyim.” Dedi. Beynimden vurulmuşa döndüm. “Emin misin?” dedim. “Evet. Al istersen Marry’ye sor…” demesine kalmadı kapı büyük bir gürültüyle kırıldı. Ses telefondan gelmişti. Sonra büyük bir topluluğun ayak sesleri yükseldi. Telefon kapanmamıştı. Marry ile Jake’in çığlık sesleri ve yabani hayvan seslerine benzeyen insan sesleri birbirine karıştı. Jake’in son sesini duyduğumda titriyordum. “Hayır!” diye çığlık atmıştı. Ondan sonra tüm sesler kesildi. Bir ayak sesinin yavaş yavaş yaklaştığını hissettim. Birisi telefonu eline aldı. “Alo?” dedim. “Booo!” diye gelen ses telefonun elimden düşmesine neden oldu. Korkudan ölüyordum. Biraz sonra elinde bıçak olan bir hayalet belirdi. Bıçağı boğazıma dayadı. “Kık” diye boğazımı kesti. O an kan ter içinde rüyadan uyandım. Benim uyanmamla birlikte Nicole de uyandı. “Su getireyim mi?” diye sordu. “Evet, lütfen.” dedim. Su getirmeye gitti. Çok tuhaftı. Korkunç bir kâbus görmüştüm ve karım ilk defa bana böyle nazik bir soru sormuştu. Ve ben de ilk defa ona “lütfen” demiştim (2 yıldır). Kâbusun etkisi hâlâ geçmemişti. Her şey çok gerçekçiydi. Her şeyin kâbus olmasına bir taraftan şaşırıyor, diğer bir taraftan seviniyordum. Nicole su getirdi. İçtim ama hâlâ kendime gelememiştim. İlk defa böyle dehşete düşmüştüm. Nicole’den telefonumu getirmesini istedim. Ne yapacağımı sordu. Jake’i arayacağımı söyledim “Boş ver ya gecenin bu vakti uykusunu bölme.” dedi. Israr edince “Hem telefonun kırıldı.” dedi. “İki gündür uyumadığın için hemen yatağa uzanıp uykuya daldın. Telefonun da cebinden düşmüş.” deyince karşı çıkamadım. Zaten hiçbir şeyi hatırlamıyordum. “Uyu!” dedi bu sefer kızgın bir şekilde “Aramam lazım çok önemli, kendi telefonunu ver.” dedim, verdi. Jake’i aradım ulaşamadım - tıpkı kâbustaki gibi - Marry’i aradım ona da ulaşamayınca iyice meraklandım ve korktum “Hadi uyuyalım aşkım.” dedi ve yanağıma bir öpücük kondurdu. Gerçekten de çok şaşırdım “Tamam!” dedim. Kararımı vermiştim sabah uyanınca Jake’nin evine gidecektim. Uyanınca hemen kapıya yöneldim Nicole mutfaktaydı “Ben çıkıyorum.” dedim yanıma geldi “Nereye?” dedi. “Boş ver!” deyince “Jake’nin evine değil mi? Ya boş ver yoktur bir şey, kahvaltıdan sonra gidersin.” dedi. Hemen dışarı çıktım. “Birazdan gelirim.” dedim. Bu kez hem şaşırmıştım hem de içime bir kurt düşmüştü. Nicole’ün 2 senedir benden önce kalkıp bana kahvaltı hazırladığını hatırlamıyorum. Aslında bu sürede bana hiç güzel söz söyleyip iyi davrandığını da hatırlamıyorum. Hatta Sevgililer Günü’nde bana bırakın hediyeyi selam bile vermemişti. Ben de ona karşı aynıydım. BALKON 24 Önüme çıkan son hayalet korkudan eve doğru kaçmama neden oldu. Tahmin edebileceğiniz gibi o, kâbusta gördüğüm elinde bıçak olan hayaletti. Eve vardım. İçeri girdim. Kahvaltı hazırdı. Nicole’e bir şey belli etmeden oturdum. Kahvaltı yaptık. Kahvaltıdan sonra Nicole’e sordum “Dün ben gelir gelmez uyudum öyle mi? Yani bir yeri de aramadım hemen uyudum öyle mi?” “Evet!” dedi. “Emin misin?” dedim. “Evet, eminim tabi ki hemen uyudun? dedi. “Yalan söylüyorsun!” diye bağırdım. Eline babamdan miras kalan bıçağı aldı ve ışınlanırmış gibi aniden arkama geçip bıçağı boğazıma dayadı. “Kimsin sen?” diye sordum. Evden çıktıktan sonra kafam karmaşık bir halde soluğu Jake’lerde aldım. Kalabalık vardı. Kalabalık arasından geçip kapıya ulaştım. Kapıda polis şeridi vardı. İçeri girdim, gördüğüm manzara karşısında hayrete düştüm. Gördüğüm manzara kelimenin tam manasıyla “KORKUNÇ”tu Jake ve Marry’nin kafaları koparılmış ve bütün vücutları lime lime doğranmıştı. Sonrada ev yakılmıştı. Cesetler de. Anlayacağınız ortalık mezbahaya dönmüştü ama etler pişmişti. Acaba kasap veya kasaplar neredeydi? Midem bulandı ve dışarı çıktım. Polislerden birisi peşimden geldi. Neden içeri girdiğimi ve ölüleri tanıyıp tanımadığımı sordu. “Hayır, tanımıyorum” dedim (Eğer doğru söyleseydim peşimi bırakmayacaklarını ve ifadem için karakola götüreceklerini bildiğimden yalan söyledim.). Eve de sadece merakımdan girdiğimi söyledim. “Şeritleri kopardınız bunun için size ceza yazmadan lütfen uzaklaşın, bayım.” dedi. “Peki, tamam.” dedim. Hızlı adımlarla eve doğru yürüdüm. Yürürken yolda gece gördüğüm kâbusun gerçek olduğunu anladım. Demek ki Nicole yalan söylüyordu ama neden? Jake de dün kilisenin önünde olmadığını söylemişti. Belki hayal görmüştüm. Ama hayır, asla hayal olamazdı. Orada olduğundan emindim. Aman Tanrım! Lanet bir duyguydu. Artık gerçekle hayali ayırt edemiyordum yolda giderken babam da içlerinde olmak üzere Jake’in ve Marry’nin hatta Nicole’ün bile babalarının hayaletlerini gördüm. Hepimizin babası ölmüştü. Zaten savaş döneminde beraber askerlik yapmışlardı. Bu yönden iyi arkadaşlardı. Sonra Marry ile Jake’in çığlıklarını duyar gibi oldum. Sonra Jake’in hayaleti önümde belirdi. “Kaç bu lanetli adadan!” dedi ve koşmaya başladı. Çok hızlı bir şekilde koştu. Peşinden koştum ama yetişemedim. Kısa sürede gözden kayboldu. “Tanımadın mı? Hani dün kabusda gördüğün hayalet.” dedi ve Nicole’ün kılığından çıkıp eski formuna döndü. “Tahmin etmiştim kilisenin önündeki de sendin değil mi? Jake kılığına girmiştin. Söylesene pislik Nicole’e ne yaptın?” dedim. Ani bir hareketle kurtulmaya çalıştım ve bu sırada ona dokunamadığımı anladım. Ellerim içinden geçiyordu. Sonra hayalet bıçak boğazıma dayalı halde bütün hikayeyi anlatmaya başladı. “Soğuk savaş yıllarıydı. Buna rağmen baban ve diğer birlikler durmuyordu. Önlerine çıkan herkesi öldürüyorlardı. Bir gün bizim köyümüze geldiler. Onlarca asker vardı. Hiç karşı koymadık. Ne de olsa biz bu adada yaşayan masum köylülerdik. Ama onlar bazılarını öldürdüler. Senin baban da karımı öldürdü. Ben de bu elimde gördüğün bıçağı ani bi hareketle babanın boğazına dayadım. Gözümü kan bürümüştü. Öldürecektim ama askerlerden birisi - ki bu da nicole’ün babasıydı - arkamdan davranıp bıçağı aldı. Baban da bıçağı ondan aldı ve benim boğazıma dayadı. Kafamı kopardı. Bu da yetmezmiş gibi bıçağı her tarafıma soktu. Vücudumu lime lime etti. Sonra ölmeyenleri bir ahıra kapattılar. Kendileri dışarı çıkıp kapıyı kilitlediler. Ahırın her tarafını kapattılar. Benzin döküp ahırı ateşe verdiler. Biraz sonra çığlık sesleri dayanılmaz olmuştu. İçerideki herkes arkadan kapıyı açmaya çalışıyordu. Askerler bir 5 dakika sonra kilidi açtılar. Üzerinde ateş olan ve yarısı çoktan yanmış olan insanlar çığlık çığlığa koşuşturmaya başladılar. Dışarıdaki askerler de çıkan kişilerin hepsini öldürdüler. Köydeki insanların hepsi öldü. Benim kafamı da ahırın üstüne astılar. Ve şimdi bütün köylüler senin ölümünü o pislik kafanın koparılışını seyretmek için buradalar.” dedi. Bütün bu hikâye beni çok şaşırttı. Bir yandan babam ve arkadaşlarına kızarken diğer bir yandan zavallı köylülere acıyordum. Galiba haklılardı. BALKON 25 Ölmeyi hak etmiştim ama böyle alçak bir pisliğin elinen değil. Buradan kurtulmalıydım. Ama nafile, elimden hiçbir şey gelmezdi. Sonra jake ile konuşurken duyduğum topluluğun sesini tekrar duymaya başladım. Birden bütün köylüler karşımda belirmeye başladı. Çoğu yanıktı, yüzlerindeki lifler, kaslar ve kafatasları belli oluyordu. Bazıları da vurulmuştu yüzlerinden, kafalarından, gövdelerinden ve hatta gözlerinden vurulanlar bile vardı. Dikkat ettim de hayaletin elindeki bıçak dün kâbusta gördüğüm değildi. Hayalet “Dün seni öldüremedim ancak kâbusunda öldürdüm. Dün kâbustu bugün gerçek olacak. Son bir isteğin var mı?” diye sordu “Evet, var!” dedim. Evet, son bir isteğim vardı. “Senin tarafından öldürülmektense Nicole tarafından öldürülmeyi tercih ederim.” dedim. Kabul etti ve Nicole kılığına tekrar girdi. Bu sefer farkettim de kollarını hissedebiliyordum. Aklıma bir fikir geldi. Tekrar ani bir hareketle bıçağı elinden aldım ve bu sefer ben onun boğazına dayadım. “Evet, dün kâbustu ve sonsuza kadar da öyle kalacak. Geber pislik!” diye bağırdım. Gözlerimi kapadım ve kafasını kestim. Sonra bütün hayaletler ve Nicole’ün içinden bir ruh yukarı doğru çıkıp gözden kayboldular. Herhalde bu babamdan miras kalan bıçak hayatımı kurtarmıştı. Sonra cesede baktım. Nicole’ü öldürmüştüm. Yanağına bir öpücük kondurdum. Polisi aradım. En sonunda ben hapisteydim (Allahtan hapishane o lanetli adada değildi). Nicole’ü ise öldürmüştüm. En azından babamın işlediği bu lanet insanlık suçunun cezasını çektiğimi biliyorum ve bunu sonuna kadar hak ettiğimi düşünüyorum. YILLARIN GETİRİSİ… Yılların yorgunluğu var sanki üzerimde Silkinsem de gitmeyecekmiş gibi… Yılların hüznü var sanki gözlerimde Gözyaşlarım hiç dinmeyecekmiş gibi… Yılların kahkahası var sanki içimde Çıkmayı bekliyormuş gibi… Yılların bekleyişi var sanki yüzümde Naif bir gülümseme istercesine… Yılların karmaşası var sanki bedenimde Hiçbir şeyi çözemiyormuşum gibi… Yılların aşkı var sanki kalbimde Hiç vazgeçmeden bekliyormuşum gibi… Betül KALKAN “İnsanların olmaya korktukları şey olursanız. Onların hayranlığını kazanırsınız.” ( Chuck Palahnıuk ) “Her taze heyecan zevkine doğru dürüst varılamayan bir güzellik taşır.” (Sait Faik ABASIYANIK ) BALKON 26 OKULUMUZDAN HABERLER 1 ) İLÇE MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRÜNÜN OKUL PASİYONUNU ZİYARETİ: Silivri İlçe Milli eğitim Müdürü İkram KAYAPINAR Okul Pansiyonumuza gelerek öğrencilerle akşam yemeği yedi. Yemekten sonra öğrencilerle sohbet etti. Öğrencilerin sorularını cevaplandırdı. BEYİN EGZERSİZİ 1 ) Bir tartı aletinde iki kutu ayrı ayrı tartılıyor. İlk kutu 5 kg, ikinci kutuda 6 kg geliyor.İki kutu beraber tartıldığında ise 12 Kg’ı gösteriyor. Yanlış tartıldığı belli olan kutuların gerçek ağırlıkları nedir? 2 ) B-İ-Ü-D-? Soru işareti yerine hangi harf gelmelidir? 3 ) A,B,C,D ve E birbirlerinden ve sıfırdan farklı tam sayılardır. ABCDE x 4=EDCBA ise A=? B=? C=? D=? E=? 4 ) Ali ile Veli 100 metre yarışı yapıyorlar. Ali, Veli’yi 5 metre farkla geçiyor. Yani Ali yarışı bitirdiğinde Veli 95. Metrededir .Tekrar yarışmaya karar veriyorlar .Fakat bu sefer Ali, başlangıç çizgisinden 5 metre geriden başlıyor .Aynı hızla koştuklarını kabul edersek bu yarışı kim kazanır? 5 ) Kimyager Nermin, labratuarda bir deney üzerinde çalışmaktadır .Öğle arasına çıkmadan önce 20 kilogramlık karışımda %90 oranında su vardı. Geri geldiğinde karışımdaki su oranının %50’ye düştüğünü gördü .Karışımın şimdiki ağırlığı nedir?(karışımdaki diğer maddenin buharlaşmadığını varsayın) 6 ) ŞPK-BŞ ise YKKB neye karşılık gelir? 7 ) Her biri farklı ağırlıkta olan 15 top var. Bu topları ağırlıklarına göre sıralamak istiyorsunuz. Bunun için size tartısıyla yardımcı olacak bir arkadaşınız var. Her tartı işleminde ona dilediğiniz 3 topu veriyorsunuz, o da size ağırlıklarını belirtmeden bu 3 topun ağırlık sıralarını bildiriyor. Tüm topları doğru biçimde sıralamayı garantilemek için en az kaç tartı işlemi yaptırmanız gerekir? 8 ) Bir kümeste 30 tavuk var bu tavukları 7 günde kesmen gerekiyor her gün mutlaka kesmek zorundasın ve hep tek sayı kesmelisin çift sayı kullanamazsın veya kesmediğin bir gün olamaz aynı sayıyı bir kere kullanabilirsin yani 1. gün 3 tavuk kestiysen 7gün içinde bir daha üç kesemezsin 7. günde 30 uncu tavuk kesildiğine göre tavukları nasıl kesersin? HAZIRLAYAN Ömer GÖKÇEOĞLU 2 ) SCHALKE 04 BAŞKANININ OKULUMUZU ZİYARETİ: Dünyaca ünlü Shalke 04 Takımının Başkanı ve aynı zamanda Büyükçekmece Belediye Başkanı Dr.Hasan Akgün’ün yakın dostu Gerhard Rehberg, Okulumuza ziyarette bulunarak öğrencilerle bol bol sohbet etti. Başkanı okulumuzda İlçe Milli Eğitim Müdürü İkram KAYAPINAR karşıladı. Kendilerine bir plaket verdi. Rehberg’i okula gelişinde Fen Lisesi öğrencileri alkışlarla karşıladılar. Öğrencilerin sıcak karşılamasından oldukça memnun kaldığını dile getiren Gerhard Rehberg, “Beni Türklere yakışır şekilde karşıladınız. Yakın dostum Büyükçekmece Belediye Başkanı Dr. Hasan Akgün’ün sayesinde Türk insanını daha yakından tanıma fırsatı buldum. Bu yüzden yaklaşık 3 ayda bir İstanbul’a gelmeden duramıyorum ”dedi. 3 ) BASKETBOL TURNUVASINDA ÜÇÜNCÜ OLDUK: Silivri İlçe Milli Eğitim organize ettiği Liselerarası basketbol turnuvasında üçüncü olduk. Okulumuz kupasını, öğrencilerimiz madalyalarını İlçe Milli Eğitim Müdürü Sayın İkram KAYAPINAR’IN elinden aldılar. 4 ) HALİFE EL – ME’MNUN’UN DÜNYA HARİTASI’NIN REKONSTRÜKSİYONU OLAN YERYÜZÜ KÜRESİ OKUILUMUZDA: Abbasi Halifesi el-Meʾmūn’un emriyle birçok astronom ve coğafyacı tarafından yapılan ve kaybolduğu düşünülen, coğrafya tarihinin meşhur dünya haritasının rekonstrüksiyonu olan Yeryüzü Küresi, Prof. Dr. Fuat Sezgin Hocamız tarafından okulumuz için Mısır'da özel olarak ürettirilerek Okulumuza hediye edildi. BALKON 27