- Kızılbaş

Transkript

- Kızılbaş
kızılbaş
N i s a n 2 0 12 s a y ı 13
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
24. nisan 1915
ermeni soykırımı!
kızılbaş
veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
ankara temsilcisi:
hatice çevik
tel: 0506 818 66 55
[email protected]
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
adres: bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
[email protected]
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
yayın tarihi:
15 Nisan 2012 sayı: 13
yeni web sayfamız:
http://www.kizilbas.biz
kızılbaş’ın eski sayılarını
bize vereceğiniz e-mail adresinize
pdf dosya olarak gönderebiliriz.
k izilbasdergisi@k izilbas.biz
gönüllü katkı formu
adı soyadı :..................................................................................................
adres :..........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 5000 Sparkasse Duisburg
6 sayı 25 € - 12 sayı 50 €
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içindek i ler:
Sayfa 04 can cana .................................................................................... ali ülger
Sayfa 05 sistemin kendine uygun bir alevilik
yaratma inadı tepki çekiyor .................................... hüseyin demirtaş
Sayfa 07 tarihe tanık belgeler
Sayfa 08 Alevi katliamcısı Kuyucu Murat’ın mezarı restore ediliyor...
Sayfa 09 kızılbaş aleviler bu halleriyle onun bunun kapısında
durmaktan vazgeçmeli!.. ................................................... sakine polat
Sayfa 10 Dersimli Zümrüt babasıyla niye evlendi! ............................ aziz üstel
Sayfa 11 Adalet ve hakikat yolundan sapmayacağım .................. Cafer Solgun
Sayfa 12 ZAZACA DERS - 2 .................................................... ilhami sertkaya
Sayfa 14 xweparastına zımanê maderî .................................... mehdi tanrıkulu
Sayfa 15 biz tanışıyor muyuz? ......................................................... hatice çevik
Sayfa 16 KENDİNE YETEMEYEN KİŞİ KUŞAK LANETİ OLUR
............................................................................. Sabahattin Şerif Meşe
Sayfa 19 12 Eylül; Tanrı’yı öldürdü, Peygamberi tatile çıkardı . Cennet Bilek
Sayfa 20 Berfo Ana’nın Ağıtı ..................................................... serhat korkmaz
Sayfa 21 DOMONENİYA MADE ODETU, TOREU KULTURE
KIRMANCİYE ................................................................ SAİT BAKŞİ
Sayfa 22 Protestan Din Adamına Saldırı
Sayfa 22 Nükleer Neden Aceleye Getiriliyor?
Sayfa 23 «DİNDAR GENÇLİK» TE AMAÇLANAN NEDİR? .. F. KARTAL
Sayfa 25 Özerklik Kürt-Türk katliamı getirir (söyleşi)
.................................................... Prof. Taner Akçam / NEŞE DÜZEL
Sayfa 28 Taner Akçam Röportajı Üzerine ............................ Dr. İsmail Beşikci
Sayfa 30 Beşikci tarihe tipik bir “solcu” görüşle bakıyor. ........... Toros Sarian
Sayfa 31 Mustafa Kemal ve Ermeni Meselesi’ne Dair Naçizane Bir Katkı
.......................................................................................... Said Çetinoğlu
Sayfa 32 ‘Milli Sermaye Ermeni Tehcirinden’ ................ SEVAN NİŞANYAN
Sayfa 34 Kürtlerin Ermenistan’da yayılması ................... NICOLAI ADONTZ
Sayfa 37 Bir İstisna Mı Yoksa Devlet Politikası Mı? Ermeni Kadın ve
Çocukların Müslümanlara Dağıtılması ........................ Osman Köker
Sayfa 39 TEHCİR KANUNU BAŞLIBAŞINA BİR ETNİK TEMİZLİK,
YANİ SOYKIRIM DEMEKTİ!
Sayfa 41 19 Mayıs 1919: Pontus Soykırımını Anma Günü
Sayfa 42 OSMANLI SONRASI İLK İCRAAT: KOÇGİRİ KATLİAMI
.................................................................................. Dr. Ali K. Yıldırım
Sayfa 44 Şeyh Said’den Dersim’e ......................................................... Ayşe Hür
Sayfa 46 Utanc ve Onur ......................................................................... Sait Çiya
Sayfa 48 Dersim ve 1915 ........................................................ Etyen Mahcubyan
Sayfa 49 insanlık adına ermenilerden özür diliyorum... ......... AB KOMAZAN
Sayfa 50 D E R S İ M G İ Z E M İ ! ............................... Sarkis HATSPANIAN
Sayfa 53 seyid rıza ve dersim dosyasındaki bazı ayrıntılar üzetine
...................................................................................... Hovsep Hayreni
Sayfa 56 Mardin Ermeni Olayları (1895)
Sayfa 57 SÜRYANİLERDE PASKALYA BAYRAMI VE HAZIRLIKLAR
Sayfa 62 dindar nesil: 4+4+4- eğitim: 0+0+0 ............................ Fırat Yurtsever
Sayfa 64 gitme oğlum kürtsün, solcusun, alevisin vururlar seni
soykır ımlar ını lanetliyor u z
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Madımak katliamını devlet zaman aşımına uğratarak bu dosyayı da kapattı.
Osmanlı tarihindeki katliam ve terteleleri bir kenara bırakalım. TC tarihindeki kırım ve tertelelerin hiç birinin hesabı mazlumlar tarafından açık
ve de demokratik degerler dahilinde
sorgulanmadı.
Peki neden sorgulanmadı? bu soruya açık ve samimi yanıtını vermedin
mi hiç bir talebin samimi ve hiç bir
“kazanımın” kalıcı olmaz. Bu soruya
cevap veremeyen beyaz Alevi vakıflarının oluşumu ve siyasetleri devletten
bağımsız olmadıklarından devlet ile
açık hesaplaşmaya da giremediler.
Sivas’a müze yapılsaydı, üç-beş katile
de ömür boyu hapis verilseydi beyaz
aleviler fit olacaklar mıydı? biraz mızıkçılık yaparak zamanaşımını kendileri de yaparlardı... Koçgiri, Dersim,
Maraş, Çorum... örnekleri ortada...
Kızılbaş Alevi meselesi dernekle, vakıfla, beyaz alevilerin çözebilecekleri
iş değildir. Kızılbaş Alevi meselesi
toplumsal bir sorundur. Siyasal öz örgütlülüğüyle çözülebilir. Bütün eksikliklerimizi gidererek kendi partimizi
kurup demokrasi mücadelesine katılmadığımız da el kapılarında el partilerinde marabalıktan kurtulamayız.
Ya kendi demokratik partimizi kurup
siyasal sorumluluklarımızın gereğini
yapacağız ya da dolap beygirliğine
marabalığa devam edilecek...
Ermeni soykırımını yapan İttahatçı
ırkçılığıyla açık hesaplaşmayan hiç
bir siyasal örgütlenmenin sağlıklı bir
gelecek önermesi üretmesi asla mümkün değildir. Buna TC. tarihinde yer
alan örgütlenmeler örnektir. Bu alanda alevilerin hiç bir ciddi bir çıkışı olmamıştır.
Bugün bir bütün olarak beyaz alevi
can
cana
ali ülger
hareketinde Ermeni soykırımından
dolayı soykırımcıları eleştiren, soykırımda tetikçi olan atalarından dolayı
kendini tenzih eden özür dileyen hiç
bir alevi örgütlenmesi yoktur. Bu onur
kırıcı durumdan çıkılmadan Kızılbaş
Alevi demokratik hareketi oluşturulamaz.
Diğer yandan devşirme beyaz “sol”
cuların da beyaz alevi örgütlenmesinden pek de farklı değiller. Temel bozuk
olunca üstüne neyi yapsan bozuktur.
Türk “sol”u temelindeki ittihatçılıkla
malüldür.
Bundan dolayıdır ki ittihatçı kuramın
dışına çıkamadılar CHP’ye marabalık
yaptılar. TC. tarihinde yapılmış olan
katliam sürgün asimilasyon ve terteleleri yapan ordu/devlet partisi yeni
ittihatçı CHP dir.
Referandumda CHP kanatları altında
hayır oyu kullanan beyaz aleviler beyaz “sol”cular ittifakı yapılmıştı unutuldu mu? 12 Eylül ittihatçılarını ve
paşalarını desteklemediler mi?!...
12 Eylül İttihatçı paşalarının ne olduğunu anlatmaya ne hacer var ki!
* * *
İttihatçı diktatörler yargılansın, gasp
ettikleri iktidarları ellerinden alınsın.
100. Yıllık işledikleri suçların günahların kırımların sürgünlerin asimilasyonun tertelenin hesabı sorulsun...
Gönül isterdi ki bu hesap sorma işinde mağdur olan zulüm gören her bir
kesim yer alsaydı. Ne yazık ki yoktur.
Bu hesabı sadece İslami kesmin bir kesimi sormaya çalışıyor. Tabii ki kendi
adına kendi hesabını görüyor bu gayet
normaldir.
Müslümandan Kızılbaşlar adına,
Kürtler adına, “Azınlıklar” adına, Zazalar, adına, Solcular adına Devrimciler adına, komünistler adına... hesap
sormasını istemek ve beklemek abesle
iştigaldir!..
Siyaset sahasına kendi adına çıkıp
yetki talep etmeden ciddiye alınmak
mümkün değildir.
* * *
Osmanlı sömürgeciliği işgallerini kanla gerçekleştirdi. Osmanlı sömürgeci
işgalleri kanla zorla kovuldular. İttihatçılık da bu kanlı ortamın ürünüdür.
Bugün tc. den bağımsız olma mücadelesi de aynı olacaktır. Bunun için tarihe objektif bakmak gerekiyor.
* * *
Ermeni soykırımında samimi açık yüzleşmeden kaçınanların özgürleşmesi
insanlaşması asla mümkün olamaz.
Kürtlerin özgürlük mücadelesinin
başarısı Ermeni soykırımındaki açık
samimi demokratik tutumlarında bağlıdır.
Kızılbaş Alevilerin özgürleşmesi demokratikleşmesi de Ermeni soykırımındaki suç ve günahlarıyla yüzleşmesinden geçmektedir.
Koçgir önderlerimiz Ermeni direnişiyle neden dayanışmadı?!..
Aynı soruyu Şeyh Said ve Seyh Rıza’ya
da sormalıyız!...
can cana
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
sistemin kendine uygun bir
alevilik yaratma inadı tepki çekiyor
sa, devlet orada doğrudan ilgili halkın
yasal temsilcileriyle toplantılar yapar,
sorunları müzakere eder ve bir çözüm
yolu bulmaya çalışır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin çok tuhaf ve
emsallerine benzemeyen bir devlet olduğuna giderek daha da ikna olmaya
başladım. Hep söylenir ya, “biz bize
benzeriz.” Bilmiyorum, aslında ulus
olarak ele aldığımızda bu cümle yanlış
olur ama devlet söz konusu olduğunda
pek çok hususta nev-i şahsına münhasır bir devlete sahip olduğumuz söylenebilir.
Diyeceksiniz ki, düğün değil bayram
değil, nereden aklına geldi Türkiye’de
devletin tuhaflıkları?
Malum son zamanlarda devlet ve hükümetimiz bir açılım furyasıdır tutturmuş gidiyor. 1 Ocak’ta TRT 24 saat
Kürtçe yayına başladı. Deneme yayınları zaten bir hafta önceden devreye
girmişti. Gelen ilk tepkilere bakılırsa,
Kürtlerin önemli bir bölümü bu açılımdan pek memnun görünmüyor.
Alevilere gelince de durum pek farklı
değil. Yine TRT bu yıl ilk defa Muharrem ayında 12 boyunca çeşitli
programlar yapıyor. Alevilerin matem
orucunun anlamı, önemi ve tarihi ile
ilgili filmler, belgeseller ve dedelerle
gerçekleştirilen sohbet programları
ekranlara gelecek. 10 Ocak’ta ise Aşure Günü dolayısıyla üç büyük kentteki
üç cemevinden canlı yayın yapılacak
ve buralardaki etkinlikler kamuoyuna sunulacak. Ne güzel değil mi? Tam
değil maalesef işte… Bu Alevilere de
bir şey beğendiremiyorsunuz! Acaba
Aleviler rahmetli Özay Gönlüm’ün bir
halk türküsünde tanıttığı gelin gibi,
“hamama gider kurna, düğüne gider
zurna beğenmez” “istemezükçü” bir
toplum mu?
Alevilerin bir ölçüde hemen her şeye
razı olmayan bir toplumsal yapı sergiledikleri söylenebilir. Fakat Türkiye
Cumhuriyeti devleti ve hükümeti de
çok tekin değil… Muharrem ayının ilk
günü akşamındaki haber bültenlerinde
TRT’nin Alevilere dönük “Muharrem
Açılımı”na ilişkin haberleri dinledim.
Temsil gücü yüksek bazı Alevi çatı
örgütlerinin liderleri bu gelişmeden
memnun olmadıklarını belirtmişler.
Buna sebepse TRT’nin, bu programa
ilişkin hiçbir Alevi kurum ve kuruluşuna danışmamış olması dışında,
Hüseyin DEMIRTAŞ
Aşure Günü Ankara, Istanbul ve Izmir’deki üç cemevinden yapılacak
canlı yayın konusunda da her hangi bir
görüşmede bulunmamasıymış. Bu cemevlerinin hangileri olduğu ve hangi
Alevi kurumuna ait olduğu da henüz
netleşmiş değil. Bir şeyler yapılıyor
ama gizli-kapaklı ve yangından mal
kaçırır gibi. Bu da haliyle tepki topluyor.
HALKA RAĞMEN HALKÇILIK
GELENEĞI
Yapılanlara bakınca, insan Türkye’deki kadim devlet geleneği olan “halka
rağmen halkçılığı” hatırlamadan edemiyor. Açıkçası devlet, burada TRT
“Bu millete Alevilik lazımsa onu da
biz getiririz” diyor. Mantık aynen
şöyle; diyelim ki, bir kentte manavların sorunları var ve bunların devletin
önayak olmasıyla çözülmesi gerekiyor. Bu ilin valisi, sorunu çözmek için
harekete geçiyor. Güzel… Ama vali, o
ilde bulunan ve kendi sorunlarını en
iyi bilecek bir örgüt olan Manavlar ve
Kabzımallar Odası’nı ‘teğet’ geçerek,
sokakta kayıt dışı çalışan ve derme
çatma el arabasıyla sebze-meyve satan
birini muhatap seçip, mevcut sorunları
o kişiyle çözmeye yelteniyor.
TRT’nin mantığı bundan hiç farklı değil. Her ilin valiliğinde dernekler masası var. O yüzden her hangi
bir Alevi çatı örgütünün ve ona bağlı
derneklerin kaç üyesi olduğu çok iyi
biliniyor. Nerede cemevi var ve oraya ne kadar sayıda halkın gittiği de
eminim yakından takip ediliyordur.
Çağdaş ve demokratik bir ülkede, eğer
halkın bir bölümünün belli sorunları
varsa ve bunlar çözülmeye çalışılıyor-
Ya bizde nasıl oluyor? Bunun tam tersi… Örneğin TRT, aslında takdir edilecek bir ilke imza atıyor ama bunu
Alevilerin önemli örgütlerinin hiç
haberi olmadan yaptığından ne Isa’ya
ne de Musa’ya yaranabiliyor. En iyiyi
ve doğruyu ben bilirim mantığıyla hareket ederek, hiçbir temsiliyeti olmayan kişi ve kurumlarla ilişkiye geçip,
kendince bir iş kotarıyor. Tam bir “ben
yaptım oldu” anlayışı bu! O nedenle
de Aleviler devletin attığı her adıma,
“Acaba altında bir Çapanoğlu mu yatıyor?” şüpheciliğiyle yaklaşmaktan
bir türlü kurtulamıyorlar. Çok haklılar
da bu kuşkucu tavırlarında, zira devletin/hükümetin tek yanlı ve gerekli
bilgilenme, danışma olmaksızın gündeme getirdiği her icraat fiyaskoyla
sonuçlanıyor. Küçük bir örnek; geçen
yıl hükümetin Alevi açılımı çerçevesinde Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da
katılıp konuşma yaptığı bir Muharrem
Iftarı (!) verildi. Iftara davet edilen
Alevi örgütlerinin beşte dördü haklı
olarak “Bizim inancımızda böyle tantanalı iftar törenleri yoktur” diye protesto edip katılmadı.
TRT’nin asıl muhataplarına danışmadan hazırladığı yayınların ne derece
sağlıklı, düzeyli ve Alevi öğretisine
sadakatle yapılıp yapılmadığını, Muharrem Matemi geçtiğinde göreceğiz.
Bakalım, bu yayınlar Aleviliğin çarpıtılmasına ve Alevilerin asimilasyonuna mı hizmet ediyor yoksa gayet tarafsız ve samimi niyetlerle mi ekranlara
taşınmış izleyip göreceğiz…
İÇE SİNMEYEN GİRİŞİMLER
KUŞKU YARATIYOR
Gel gör ki, Alevilerin içi yine de pek
rahat değil. Çünkü TRT’nin yapılanışı
belli. Muharrem Orucu gibi özellikle
Alevileri ilgilendiren ve yıllardır tabu
olan bir alanda ilk kez bir yayın söz
konusu olduğundan, TRT’nin yeterli
personel ve bilgi altyapısı olmadığını söylemek pek abartı sayılmasa gerek…
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Tekraren söylersek, Alevilerin kuşkuları yersiz değil. Yapılan hiçbir açılım
bir türlü içe sinmiyor. Zira devletin her
öne çıkan topluluğa müdahale ederek,
onu kendi istediği gibi yönlendirmeye
çalıştığını tarihi tecrübelerimizle çok
iyi biliyoruz. Bu devletin Tek Parti Dönemi’nin Ankara Valisi Nevzat
Tandoğan’ın, “Ülkeye komünizm gerekiyorsa, onu da biz getiririz. Sizlere
ne oluyor?” diye gençlere çıkıştığını henüz unutmadık. Yine bu devletin gizli Türkiye Komünist Partisi’ne
(TKP) karşı emirle başka bir komünist
parti kurdurduğu da hafızalarımızda.
Keza aynı devletin/sistemin kendisine halk içinde taban edinmek için
1965’lerde Alparslan Türkeş’in Osman
Bölükbaşı’nın CKMP’sini ele geçirerek, MHP’ye dönüştürmesine ve bu
parti sayesinde Anadolu’da devlete
hala kuşkuyla yaklaşan Sünni Türkmen ve Yörükleri kazanma operasyonuna göz yumduğunu; bunların bir
bölümünü sola ve sosyalistlere karşı
vurucu güç olarak kullandığını biraz
siyaset bilimi ve tarih okuyan herkes
çok iyi öğrenmiş durumda…
Daha ilginç bir müdahale ise Islamcı
harekete yapıldı. 1960’ların sonunda
Islamcılar/şeriatçılar etkili bir hareket
halini alıyor ve artık DP-AP çizgisi
onlara yeterli gelmediğinden Anadolu’daki esnaf kesiminin de desteğiyle hızla büyüyüp geniş bir taban buluyordu. Devlet baktı ki, kontrolden
çıkacaklar, hemen başka bir operasyonla sisteme sadık ama mütedeyyin
yanı öne çıkan Prof. Dr. Necmettin
Erbakan’ı daha önce kurulmuş olan
Milli Nizam Partisi’nin (MNP) başına
geçirerek, zaman içinde Islamcıları ve
onların temsil ettiği dindar kesimleri
kendisine bağlamayı bildi. Kurduğu
MNP-MSP-Refah partileriyle katı laiklik uygulamaları nedeniyle devlete
küsmüş geniş bir Sünni-Müslüman
kesimi sisteme kazandıran Erbakan,
her ne kadar 1997’de 28 Şubat Süreciyle koltuğundan edilse bile, yine de
bir seneye yakın bir süre başbakanlık
koltuğuna oturmasına müsaade edilerek ödüllendirildi.
Halen Başbakan olan Erdoğan da aynı
çizgiden geliyor ve hocasından farklı
olarak daha da geniş bir kesimi mevcut rejime başarıyla adapte etti sayılır. Erdoğan’ın hocası Erbakan gibi
“100 bin tank yapma” hayali yok ama
yüksek sivil-asker bürokrasinin vesayetine dayanan militarist sisteme dini
bir takım çekinceleri olmakla beraber
pek bir itirazı olmadığı geçen son bir
yılda iyice anlaşıldı. O nedenle gerek
Kürt sorunun çözümünde, gerekse
Alevilerin taleplerinin karşılanması
yolunda attığı adımlar ilgili kesimler
arasında büyük şüpheler oluşturuyor
ve doğal olarak buralardaki samimiyeti sorgulanıyor. Kürtlerin büyük
bölümünün TRT’de Kürtçe yayınların
başlamasına, Alevilerin hükümetin
Alevi açılımı ve TRT’de Muharrem
ayı vesilesiyle yer verilen programlara
gösterdikleri tepkiyi de bu tarihi arka
plan çerçevesinde anlamak gerekiyor.
SİSTEME DÂHİL OLMA
KRİTERLERİ DEĞİŞTİRİLSİN
Alevi ve Kürtlerin bir diğer ve belki de
en önemli itirazı da kendilerinin diğer
toplum kesimlerinin aksine devletten
kendi kimlik ve inançları adına tavizler alarak değil de, devletin istediği kılığa girmek şartıyla sisteme dâhil edilmek istenmelerinden kaynaklanıyor.
Unutulmasın ki, şeriatçı, tarikatçı ve
dindar kesimler laiklikten çok büyük
tavizler verilmesi, Diyanet’in güçlendirilmesi, zorunlu din dersleri, binlerce imam-hatip okulu, Kuran kursu
ve ilahiyat fakültesi açılması yanında;
devlette kadrolaşma, kendilerine kamu
kaynaklarından daha fazla pay aktarılması vs. gibi kazanımlarla sisteme
önemli ölçüde sadık gönüllü vatandaşlar oldular. MHP’nin temsiline soyunduğu Sünni Türkmen ve Yörükler ise
Türk-Islam Sentezi’nin resmi ideoloji
haline getirilmesi, devlette geniş kadrolaşma imkânı ve daha milliyetçi bir
milli eğitim müfredatı vb. tavizlerle
sisteme entegre edildiler. Kısaca devlet/sistem Türk-Müslüman-Sünniler
söz konusu olunca, kuruluş aşamasında belirlediği kırmızı çizgileri çiğnemekte bir sakınca görmezken, iş Alevi
ve Kürtlere gelince renk değiştiriyor.
Devlet, onlara “Seni içime alırım ama
kimliğin ve inancını ben tanımlayacağım. Ben değil, sen benim çizgime
geleceksin ve orada duracaksın!” diyor. Yani Alevi ve Kürtlere yukarıdan
bir elbise dikilip, bunu uysa da uymasa da giymeleri bekleniyor. Onlardan
vermeden bir şeyler alınmak isteniyor.
Hâlbuki bu iki kesim, sisteme kazanılırken Türk-Müslüman-Sünni halka
nasıl esnek davranıldıysa, kendilerine
de ne eksik ne fazla benzer bir muamelenin yapılması arzusundadır.
YAPAY AYRIMCILIK VE
BÖLÜCÜLÜKTEN GINA GELİNDİ
Sonuç olarak, Aleviler ve Kürtlerin
kıymeti kendinden menkul girişimlere
ve kendileri üzerinde toplum mühendisliği yapılmasına karınları tok. Artık
devletin içlerinden en marjinal kesimleri yanına alarak kimlik ve inançlarını saptırmasına, kendine göre yeniden
tanımlamasına pek tahammülleri kalmadı. Nitekim yanlı medya tarafından
pek yansıtılmasa da, hükümetin Alevi
açılımını çok geniş bir tabana sahip
Alevi Bektaşi Federasyonu’nu (ABF)
bir kenara iterek temsil gücü çok düşük Cem Vakfı aracılığıyla yürütmesi,
başka pek çok alanda Kürtçe yasağının sürmesinin yarattığı çelişki bir
tarafa TRT’de Kürtçe yayınlardan sorumlu dairenin başına eski bir istihbaratçıyı getirmesi benzeri hususlar her
iki kesimde de büyük bir öf ke ve hayal
kırıklığına neden olmuş durumdadır.
Gerek yapılan toplantılara gerekse
Muharrem Iftarı’na (!) Aleviliği Islam dışı gördükleri öne sürülen Alevi
örgütlerinin çağırılmayacağının ilan
edilmiş olması da AKP’nin Alevi açılımında samimiyetsizliğinin bir diğer
kanıtı olarak algılanıyor. Bir de böyle
bir kategori çıktı; Islam içi Aleviler ve
Islam dışı Aleviler… AKP Hükümeti
üzüm mü yemek istiyor yoksa bağcıyı
mı dövecek? Belli ki bağıcıyı dövecekler. Tersi olsa Aleviler arasında bu tür
suni (yapay) ayrımlara gidilmezdi...
Oysa atılan adımlarda çözüm odaklı,
diyalojik ve samimi davranmak suretiyle karşı tarafta bir güven oluşturulmak isteniyorsa tabandaki bu hissiyatın görülmesi bir zorunluluktur. Aksi
takdirde yine dağ fare doğuracak,
dayatmacı mantıkla hayata geçirilen
pek çok proje yeni ve devasa boyutta
zincirleme başka sorun ve reaksiyonlar yaratacaktır.
Bundan kaçınmanın tek yolu, şiddete bulaşmamışlık temelinde ayrımsız
tüm Alevi ve Kürt örgütleriyle, kendileriyle ilgili atılacak her adım öncesinde ve icra sürecinde daima diyalog
halinde olmaktan geçiyor. Tarafları
ciddiye almak, aralarında var olan
çelişkileri derinleştirmek ve bunları
suiistimal etmek yerine getirecekleri
her türlü öneriyi hafife almadan tartıştırmak ve ortak bir çözüme ulaşacak
kanalları sonuna kadar açık tutmaktır. Bunun dışında izlenecek her yol
“azınlık içinde azınlık”, “öteki içinde
yeni ötekiler” yaratmaktan başka bir
sonuç vermeyecektir.
Kaynak: www.alevi.com
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tarihe tanık belgeler
GİRESUN
ĞUR
KÖYÜ’NDEKİ
RAFİZİLER’İN
CEZALANDIRILMASI
YAZI: Gurre (1–10) Rabiyülâhir
sene 976 (Eylül 1568) Padişah 2.
Selim (Sarı Selim) dönemidir, o yıl
Lehistan ile yapılan BARIŞ yenilendi, Avusturyalılarla yapılan 8 yıllık
BARIŞ yenilendi.
KİMDEN: Divan–ı Hümâyun’dan
KİME: Arz–ı Rum (Erzurum)
Beylerbeyi’ne HÜKÜM
KONU: Giresun Kadısı’nın haberine
göre UĞUR adındaki köyde sapık
ininçta kişilerin olduğu, bunlar namaz kılmayıp oruç ta tutmadıkları
gibi Ramazan’da içki kullandıkları.
Bunların yakalanıp mahkeme edilmeleri söylenenlerin gerçek olduğu
anlaşılırsa lâyık olduğu cezalarının
verilmesine ilişkin Buyrultu.
BELGENİN MEÂLİ
Yazıldı Mektub götüren Mustafa’ya
verildi.
Arz–ı Rum (Erzurum)
Beylerbeyi’ne HÜKÜMKİ,
Giresun Kadısı mektup gönderüb
a’yân–ı vilâyeden hatîb ve imâm ve
müezzin ve sâir sipâh ve gayr–i kimesneler meclis–i şer’a (mahkemeye) gelüb UĞUR nâm karyeden Hacı
Bin Abbas veReceb Bin Ramazan
ve Yusuf Bin Ramazan ve Mustafa
Bin Hasan ve Bayram Bin Pîr Ali ve
Mehmed Bin Torlak ve Mehmed Bin
Musâ ve Mehmed Bin Mûsâ nâm kimesneler Râfıziyü–l–mezheb (Ebu
Bekir ve Ömer’in halifeliğini kabul
etmeyen) olub birbirinden avretlerin
kaçurmayub nâ–mahremlerle (nikâh
düşmeyen) mahlût (karma karışık)
olub halîfeleri olmağla gice ile bâ–
mahremânlar (en yakın teklifsiz
dostlar ile) cem’ olub (toplanıp) nâ–
meşrû fiilden (şeriata aykırı) hâli
olmayub aslâ namaz kılmayub ve
Ramazan–ı şerîfi tutmadıklarından
gayri şürb–i hamr idîb (şarab içip
çihâr–ı güzînaşâ sebb idîb (sövüp
sayma) saadet üzeredir deyû bildirmeğin BUYURDUMKİ, (boşbırakılmış) varıcak bu bâbda erkân–ı
vechle mukayyed olub mezkûrleri
(adı geçenler) emîn vechile ele getürib dahi toprak kadısı ma’rifeti ile
a’yân–ı vilâyetden ve mu’temedün–
ileyh (kendisine güvenilen) kimesnelerden hak üzere erkân–ı vechile
dikkat ve ihtimâm (özenle işgörme) teftiş idîb göresin arz olındığı
üzere râfıziyü–l–ilhâdları var mıdır
ahvâlleri nîcedür temâm–ı sıhhatı
üzere ma’lûm idinüb râfıziyü–l–
İlhâd üzere oldıkları sâbit ü zâhir
olanları habs idîb sübût u zuhûr
bulân ahvallerin hakikatı üzere
yazub bildiresin emrim eveccühle
olursam ûcibi ile amel eyliyesin
temâm–ı hakk üzere olub hilâf–ı
vâkı’ (gerçeğe uymayan) nesne arz
itmekden hazer eyliyesin (sakınma).
Fî Gurre–i (1–10) Rebîü–l–âhir sene
976 (Eylül 1568)
BELGE:
BOA– Mühimme Defteri,
cilt: 7, s. 779
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Alevi katliamcısı
Kuyucu Murat'ın mezarı restore ediliyor...
30 bin Aleviyi kuylara doldurarak katleden katil Kuyucu Murat'ın mezarını
İstanbul Büyük şehir Belediyesi restore
ediyor. İstanbul Vezneciler'de bulunan
mezarın resterasyonuna Aralık ayında
başlanmış...
Kuyucu Murat Kimdir, Kuyucu ismi nereden gelir…(1)
Bosnalı Hırvat'tir. Devşirme olarak Enderun mektebine girmiş, oradan çıkmasından sonra çeşitli saray hizmetinde bulundu. Sonra saraydan çıkıp diğer devlet
işleri ile vazife aldı. Sadrazam oldu.
Kuyucu Murat Paşa sadrazamalık
döneminde Anadolu'da çıkan Celalı Ayaklanması'na karışan isyancıları
idam ettirmesi ile tanınmaktadır. 1607
ilkbaharindan 1608 sonlarına kadar
Kuyucu Murat Paşa Anadolu'da sefer
yapıp Anadolu'yu Celalileri temizleme
operasyonları yapmıştır. Bu arada Canbolatoğlu, Kalenderoğlu, Kara Said gibi
büyük isim yapmış Celalı eşkiyasını tepelemiştir. Yaşı epeyce ileri olduğu için
Anadolu'nun birçok yöresini kapsayan bu
kampanyasında uzun zaman at üzerinde
bulunması yaşına göre zor olduğu için
kendini ata bağlattırdığı bildirilmektedir. "Kuyucu" lakabını öldürttüğü Celalı
isyancılarının ve onların destekçilerinin
cesetlerini derin kuyulara gömdürmesi
nedeni ile almıştır. Yıllarca Anadolu'da
öldürttüğü kişilerin kellelerinden yaptırdığı pirarmitler kurdurması bir korku hikayesi olarak anlatıldı. Bu eşkıya
takibinde çok soğuk kanlı, çok gaddar
ve amansız olduğu bilinmektedir. Yaşa
başa bakmadan erkek kadın Celalı eşkiyasına destek verdiğini kabul edilen herkesi, özellikle Doğu Anadolu'da buluan
Kızılbaşları, öldürtmeyi şiar edinmişti.
Bu kampanya sırasında Anadolu'da öldürdüttüğü kişi sayısının 30.000 kişiyi
geçtiği bildirilmektedir.
Kendisinin yaptırdığı Muratpaşa Camii'
den kaynaklı olarak camiinin bulunduğu
Antalya'nın Muratpaşa ilçesi onun adını
taşımaktadır.
bir öykünün özeti, Naima tarihinden: (2)
Kuyucu Murat Paşa, Celalî ordularından
birini yenmiş. Ölen ölmüş, kalanlar da
esir. (Tutuklu mu deseydim?) Paşa bir
çadır kurmuş, esir Celalîleri yargılıyor.
Yanında da kadı oturmuş. Gelen kısaca
sorguya çekiliyor. “Celalî olma” suçunu
işlemişse hakkındaki kararı paşa, baş-
mamıştır. Kalkar, kendi samur boyunluğuyla o sabinin boğazını sıkar. Cinayeti
işlerken bağırmaktadır: “Bunları küçük
yaşta böyle yok etmezsek, büyüyüp babaları gibi isyancı kesilirler.”
ka bir suçu var ise kadı verecek. Kararı
kimin vereceği kararı da elbette paşaya
ait.
Elinde saz, çelimsiz biri getirilir. Öyküsünü anlatır: “Kıtlık vardı. Köyde
herkes bir yana savuştu. Ben de oğlumu
aldım kır bayır gezdim. Yaprak yedik,
kök yedik. Bir gün bu adamlar geldi bizi
tuttu. Kılıç kullanır mısın dediler, hayır dedim. Ne işe yararsın peki dediler,
saz çalarım dedim. Çal bakalım dediler.
O gün bugündür ben saz çalarım onlar
bize ekmek verir.” Paşa, “Celalîyi eğlendiren de Celalidir. Giderilsin!” emrini
verir. Cellatlar adamın işini görürler.
Ardından bir emred sabi getirilir, 12-13
yaşında bir çocuk. Paşa sorar, sabi adamın anlattığı öykünün aynısını anlatır.
Az önce katledilen saz şairinin oğludur.
Kendisinin de saz öğrendiğini söyler.
Paşa “Giderin” emrini verir. Çünkü çocuk büyüyünce Celalîleri eğlendirecektir, bereket, çocuğu tutup bu tehlikeyi de
gidermişlerdir. Fakat olağanüstü bir şey
olur: Cellatlar, “Paşa, boynumuz kıldan
ince ya biz sabi kanına girmeyiz” derler.
Emri uygulamayı reddederler. Osmanlı
tarihinin belki de en kanlı isminin yüzüne söylerler laflarını. Paşa hiddetten
delirir. Emri uygulayacak kimse bula-
kızılbaşları kesen katilin adına antalyada
yapılan kuyucu murat paşa camiisi !?!..
Tarihsel bir sabit: kutsal devlet
Kuyucu Murat Paşa, kişisel sadizmiyle onbinleri kuyulara dolduran sıradan
bir zalim değildir. Olayın özü psikolojik değil çünkü, politik. Kuyucu Murat
Paşa bir devlet fonksiyonunun tarihin
bir döneminde somutlaşmış kişisidir.
Namazını kaçırmaz, cumasını aksatmaz, orucunu bırakmaz ama “devlet”
denilen varlığın aklı ne gerektiriyorsa
onu da ardına komaz: Şeriatı, yani hukuku kenara kaldırır, devletin lehine
çalıştığı kesimlerin çıkarları dışında çıkar tanımaz. “Nizam-ı alem” adı verilen
ve toplumu devlet aklının gerektirdiği
sıra düzeninde tutacak her tedbiri gözünü kırpmadan uygular. Kuyucu Murat
Paşa, olağan Osmanlı hukukunun rafa
kaldırıldığı, olağanüstü hal hukukunun
uygulandığı dönemin olağanıdır.
Bugün çoluk çocuk dahil, Kürtler başta
olmak üzere, devletin hoşuna gitmeyen
politikalar yapan herkesin cezaevlerine
doldurulması, Kuyucu Murat Paşa fonksiyonunun modern zamanlardaki gereği.
Yani olağanüstü hal hukukunun. O günden bugüne kurumların görünümlerinin
değişmesi yanıltıcı olmamalı.
İhtimali bile cezalandırırdı
Tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı, Murat Paşa için şu ifadeleri kullanmıştır:
“Doksanındaki devletlu vezir bir müfettiş paşaydı. Osmanlı İmpataorluğu’ndan
sonra cumhuriyet devrinde dahi izlenen
fevkalade yetkili, vali ve komutanların
ünvanıydı. Kuyucu Murat Paşa bazen
düşmesin diye atının eyerine kendini
bağlatırdı, ama aklı yerindeydi ve sertti.
Görevini mistik bir şiddet ile yerine getirirdi. Sadece suçluyu değil, suç ihtimalini, hatta kabiliyeti olanı bile cezalandırırdı. Muhaliflerin başlarını vurdurup,
kellereni kuyulara doldurduğu için bu
ünvanla anılmıştır.”
Kaynaklar:
1http://tr.wikipedia.org/wiki/Kuyucu_Murat_Pa%C5%9Fa
2http://www.haberlink.com/haber.
php?query=71246 (Ali Topuz (Radikal)
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş aleviler bu halleriyle
onun bunun kapısında durmaktan vazgeçmeli!..
Beyaz alevilerin müslüman düşmanlığı yapmaları için hiç bir
haklı gerekçeleri olamaz. müslümanlar ile var olan sorunlarımızın
çözümlerine yönelik sağlıklı kalıcı adımların atılması gerekirken
nefrete kine küfüre varan siyaset,
alevilerin ve müslümanların zararına siyasal sonuçlar çıkartır!..
beyaz alevi dernek ve vakıflarıyla
siyasetçileriyle bir bütün olarak
tarih ve siyasetleriyle yüzleşmeleri gerekir. açık yüzleşmeden kaçanlar asla kendilerini vebalden
suçtan günahtan ve inkardan kurtaramazlar.
davacı oluyorlar?...
yaz alevilerin.
tarafların birbirlerine karşı samimi olmadıkları ortada; şöyle ki; Sivas madımak katliamının birincil
dereceden sorumlu olan devlet erkanından davacı olmuyor olmadı!.
Tc. in dersim kırımı sonrası uyguladığı asimilasyon yabancılaştırma siyasetinden kurtulmayanların maraba kalmaya mahkum
kalacaklar.
Dönemin cumhurreisi, başbakan,
genelkurmay başkanı, içişleri bakanı, mit müşteşarı... kısacası hükümet ve devlet erkanıdır. bunlara
dava açıldı mı? açılmadı peki acaba neden açılmadı?
Sivas madımak katliamının tüm
belgeleri ortalıkta. gerek devletin
gerek müslümanların gerekse be-
Kalkıp basit katliam aracı olarak
kullanılan tetikçi/katillerden
‘müslüman’ güruhundan
elbette bugünün devlet erkanı da
akp hükümeti de sorumludurlar.
Bunları korumak için asla geri
adım atmadan işe başından ve
sağlıklı başlanmalıdır. Bu yapılmadı bunun hesabını beyaz alevilerin vermesi gerekiyor?!?!..
Hasbel kader akp Sivas’a bir müze
yapsaydı ne olacaktı?... sorun bitmiş mi olacaktı peki?
Fit mi olacaktı beyaz aleviler?
Kanımca asıl sorun kızılbaş alevilerin kendi sorunlarına sahip
çıkıp siyaset alanına kendi özgül partisiyle çıkmalıdır. Siyaset
aracından yoksun olan kızılbaş
aleviler bu halleriyle onun bunun
kapısında durmaktan vazgeçip,
bize ait olmayan asimilasyoncu
inkarcı kırımcı partileri terk etmeli kendi davalarının temsilcisi
sorumlusu olmalıdırlar. S. Polat
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersimli Zümrüt
babasıyla niye evlendi!
Aziz ÜSTEL 19 Aralık 2011 Kaynak: star gazetesi
Kendi hesabıma Dersim’i çocukken öğrenmiştim” diye başlıyor bu tüylerimi diken diken eden, gerçek yaşamdan alınma öykü: “Bahçe komşumuz
yaşlı, emekli albayın üç yetişkin çocuğu vardı. Karısı yıllar önce bir başkasına aşık olup gidince, adamcağız bir başına büyütmüştü üç çocuğu da.
Çocuklarından ikisi evli, küçük kızı Zümrüt’se bekardı; babasıyla oturuyordu. Yemyeşil gözleri vardı, onun için babası adını Zümrüt koymuştu...
Hiç evlenmedi; hep yaşlı babasının yanındaydı, ona bakardı. Sonra bir gün,
ihtiyarın ölümüne yakın eve bir nikah memuru geldi ve baba kızın nikahını
kıydı! “
Efendim meğerse Zümrüt’ün bir ömür boyu “baba” dediği adam, Doğu’da
görevdeyken ailesini yok eden askerlerden biriymiş. Mağaranın birinde,
anası babası kanlar içinde yatarken, bir küpün içine gizlenmiş yavrucak.
Albay bir tıkırtı duymuş, elini daldırmış küpün içine gözlerinde yemyeşil
şimşekler çakan bir kız çıkmış ortaya; atının terkisine attığı gibi getirmiş
kendi evine. Albay kendi çocuklarıyla birlikte büyütmüş Zümrüt’ü. Kızı
nüfusuna geçirmek için uğraşmışsa da kimi yasal engeller nedeniyle bir türlü becerememiş. Sonra, geleceğini güvenceye almak için, ölümüne çeyrek
kala, kıza basmış nikahı. Albay ölünce başka bir kente göçmüş Zümrüt.
Belki gerçek kimliğini arıyordu. Belki de baba bildiği adamla ailesini öldürenin aynı kişiler olduğunu anlamanın dayanılmaz acısıyla hesaplaşmak
için kaçmıştı İstanbul’un Moda’sından!
Dersim, kimi öldürenlerin hiçbir şey olmamışcasına yaşamlarını sürdürdükleri, kimilerinin de günahlarını bağışlatmak için çırpındıkları ortak bir
karabasan aslında. Halkın açlık, yokluk ve bu acılarla yaşama tırnaklarını
geçirerek tutunmaya çalıştığı yıllarda, lapiska saçlarına taç takıp balolarda
dans eden kafanın anlayabileceği bir basit bir ruh hali değil! Dünya tarihi
egemenlerin suçlarını attıkları, gizledikleri bataklıklarla dolu. Ve bu bataklıktaki cesetleri ortaya çıkarmaya uğraşanlara hep sövülüyor. Amaaaan,
varsın sövsünler; bunca yıl utanmamışlar, bizim yazdıklarımız mı utandıracak bunları arkadaş! (Sevgili Necef’e bu öyküyü yolladığı için şükranlarımı
arz eder, özlemle yanaklarından öperim.)
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Cafer Solgun
Adalet ve
hakikat
yolundan
sapmayacağım
Samsun’dan gönderilen “KATASAMO
GENÇLİĞİ” imzalı tehdit mektubu
Solgun’un başkanlığını yaptığı Yüzleşme Derneği’nin kapısına sıkıştırılmış
halde bulunmuştu.
Demokrat Haber editör ve yazarlarından, Yüzleşme Derneği Başkanı Cafer
Solgun bugün bir suç duyurunda bulundu ve açıklama yayınladı.
Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı’na yapılan suç duyurusunda posta yoluyla
gönderilen mektubu yazan kişi, twitter.
com adresli internet sitesinden “uyolcu” takma adıyla yazan şahıs ve facebook.com adresli internet sitesinden
“Turgut Yiğit” adlı kişinin gerçek kimliklerinin tespit edilmesi, hakaret, iftira ve tehdit içeren eylemleri nedeniyle
haklarında soruşturma açılması ve şüpheliler hakkında kamu davası açılması
talebi dile getirildi.
Uluslararası Yazarlar Kulübü PEN
Türkiye Merkezi üyesi bir yazar olan
Cafer Solgun, aynı zamanda Toplumsal Olayları Araştırma ve Yüzleşme
Derneği’nin başkanı. Cafer Solgun,
Yüzleşme Derneğine geldiği 20 Aralık
2011 günü, kapı arasına sıkıştırılmış
bir mektupla karşılaşır. Gönderen kısmında “KATASAMO Gençliği” yazan
ve 9 Aralık 2011 günü Samsun PTT tarafından damgalanmış görünen zarfın
içerisinde yer alan söz konusu mektupta çok sayıda ağır itham, hakaret, küfür
ve iftira yanı sıra hem Cafer Solgun’a
hem de ailesine yönelik ölüm tehditleri
yer almaktadır.
“Adımını denk al! Peşindeyiz! Bir daha
Atatürkümüze ve cumhuriyet’e ve kahraman Mehmetçiğe ve Cumhuriyetin
diğer kahramanlarına dil uzatırsan dilini koparacağız! (…) Son kez yazıyoruz
ve uyarıyoruz! Aklını başına al!” gibi
ifadelerle dolu mektup bilgisayardan
yazılarak çıkartılmış olmasına karşın
mektubun çeşitli yerlerinde gönderen
şahsın el yazısı ile yazmış olduğu kısımlar da mevcut.
5 Aralık 2011 günü ise twitter.com adresli internet sitesinde “uyolcu” takma adıyla yazan bir başka kişi Cafer
Solgun’un aynı sitede gerçek kimliği
ile yer alan hesabına “O resim kalkmaz, senin bedenin ortadan kalkar”
şeklinde bir mesaj yazar.
Solgun’u öldürmekle tehdit eden bu şahıs kimliğinin “Veli Yolcu” olduğunu
ifade etmiştir. Her ne kadar bu kişi yukarıda belirtilen mesajını silmiş olsa da
aynı takma isim ve aynı twitter hesabı
ile saldırı mahiyetinde yazılar yazmaya
devam eder.
26 Aralık 2011 günü ise facebook.com
adresli internet sitesinde ismi “Turgut
Yiğit” olarak gözüken kişiden de “Bilip bilmediğin konularda ahkam kesme,
seni uyarıyorum. Atatürk bizim kırmızı çizgimizdir. Ben bir adama iki defa
konuşmam” şeklinde yine “ölüm tehdidi” içeren bir mesaj gelir.
SOLGUN’DAN AÇIKLAMA
Cafer Solgun gelişmeler üzerine yaptığı açıklamada, “ülkemiz son yıllarda
kendine özgü bir “yüzleşme” süreci yaşıyor”, diyerek şöyle devam etti:
“Bu sürecin önünü açan en önemli gelişmenin, sürmekte olan “Ergenekon”
dava ve soruşturmaları olduğu inancındayım. Ülke olarak nihayet Kürt sorununun adını doğrudan telaffuz ederek,
Dersim katliamına “Dersim katliamı”
diyerek, “Tek Parti” zihniyeti ve uygulamalarını konuşarak, Alevilerin eşit
yurttaşlık istemlerini gündeme getirerek ve sorunlarını, demokratik istemlerini korku ve endişelere kapılmadan,
“takiyye” yapmadan tartışabiliyoruz.
Kuşkusuz sorunlarımız sadece konuşuyor, tartışıyor olmakla çözülecek gibi
değildir. Ancak korkusuzca konuşabilmenin anlam ve önemini, değerini, hiç
kimse bugüne değin korku politika ve
konseptleriyle susturulanlar kadar iyi
bilemez.“
Yıllardır bugüne değin “konuşulamayan” ya da konuşulması kırk türlü belayı davet etmek anlamına gelen konularla ilgili, yazıp, konuştuğunu belirten
Solgun, “Bu ülkenin hasbelkader Alevi, Kürt kökenli bir yurttaşı olarak,
içerisinden geçtiğimiz normalleşme
ve demokratikleşme sürecine tümüyle
entelektüel bir vicdani duruştan güç ve
güven alarak katkıda bulunmaya gayret
ediyorum. Sorumlu bir yurttaş olmanın
gereğinin de bu olduğunu düşünüyorum. Ve bu sorumluluğun özünde de
çocuklarımıza korku ve kaygılardan
uzak, herkesin özgürce kendi gibi yaşayabileceği bir Türkiye için uğraş vermeye inancım bulunmaktadır” dedi.
Şiddet içermeyen/ önermeyen her türlü
görüş ve düşünceye saygısı olduğunun
altını çizen Solgun, hiç kuşkusuz kimse kimse gibi düşünmek, aynı görüş
ve düşünceleri olduğu gibi paylaşmak
durumunda değildir. Demokratik bir
tartışma adabı içerisinde farklı görüş
ve düşüncelerin varlığından rahatsız olmak değil, hoşnut olmak gerekir” dedi.
Cafer Solgun, son dönemde gündemleşen Dersim 38 katliamı ve Alevi
meselesiyle ilgili tartışmalarda, temel
demokratikleşme sorunlarımızın kaynağı olduğunu düşündüğü resmi ideoloji zihniyetine ilişkin eleştirel düşüncelerinin, “bazı çevreleri” harekete
geçirmiş gibi göründüğünü belirtti.
Uzun süredir mail veya sosyal paylaşım
sitelerinden küfür, hakaret mesajları aldığını söyleyen Solgun, bunlara gülüp
geçmeyi yeğlediğini, ancak çalışma
ofisinin kapısına sıkıştırılmış ölüm tehdidi mesajları almaya başlayınca, yasal
haklarını kullanmanın kaçınılmaz olduğu sonucuna vardığını ifade etti.
“ADALET VE HAKİKAT
YOLUNDAN SAPMAYACAĞIM”
“Hrant Dink başta olmak üzere düşünceleri nedeniyle canına kastedilmiş
insanları olan bir ülkede yaşadığımızı
bize unutturmuyorlar” diyen Solgun,
“Gücüm, nefesim, aklım ve enerjim
yettiğince ülkemizin normalleşmesinin
sorumluluğunu çocuklarımız hatırına
omuzlarımda hissedecek, iyilik ve doğruluk, adalet ve hakikat yolundan sapmayacağım. Bunun için yaşayacağım”
dedi.
Solgun, “Ayaklarının altındaki zeminin kaymasından duydukları telaş
nedeniyle saldırganlaşanlar meydanı
boş sanmasınlar diye” bugün itibarıyla
Cumhuriyet Savcılığına maruz kaldığı
tehditlerle ilgili olarak suç duyurusunda bulunduğunu belirtti.
Kaynak: http://www.alevigundem.com
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
İlhami Sertkaya
ZAZACA DERS - 2
Bazi kelimeler-Tayê çekuyî
(Eril ve dişil kelimeleri, karşılarında
kısaltılmış haliyle belirtilmektedir.
Eril-Nêri-(N),dişil-Maki-(M) şeklinde)
--------------------Name-İsim (N) Goşt-Et-(N)
Vaş-Ot-(N) Genim-Buğday-(N)
Hêga-Tarla-(N) Non-Ekmek-(N)
Merge-Çayır-(M) Wesayît-Taşıma
aracı-(N)
Wendene-Okumak-(M) DormeÇevre,etraf-(N)
Werd-Yiyecek-(N) Veng-Ses-(N)
Ko-Dağ-(N) Pird-Köprü(N)
Cîya-ayrı-(M) Şane-Tarak-(
Pîya-Berbaber, birlike-(M) AdirAteş-(N)
Raye-Yol-(M) Awe-Su-(M)
Koçike-Kaşık-(M) Laser-Sel-(N)
Nêweşîye-Hastalık-(M) Va-Rüzgar
(N)
Wele-Toprak-(M) Sond-Yemin-(N)
Dare-Ağaç-(M) Sîndor-Sınır-(N)
Dewe-Köy-(M) Reng-Renk-(N)
Ware-Yayla-(N) Merdene-Ölüm-(M)
Zewac-Evlilik-(N) CiwînayeneYaşamak-(M)
Tase-Tas-(M) Tizbîye-Tasbih-(M)
Kinc-Elbise-(N) Welat-Ülke,vatan,
memleket-(N)
Zern-Altın-(N) Fîtike-Düdük-(M)
Xalî-Halı-(N) Sole-Tuz-(M)
Quşxane-Tencere-(N) MerasAyakkabı-(N)
Çime-Kaynak-(N) Puç-Çorap-(N)
Hene-Kına-(N) Ron-Yağ-(N)
Bir-Orman-(N) Qeder-Kader-(N
DERS -3Bazı birden fazla anlamlı kelimelerTayê çekuyê ke, ju ra zêde manê xo
estê
1-Ma-a-Biz-b-(-peki, öyleyse-… bu
anlamda cümle başına geldimi, cüm-
leyi soruya çevirir)
Örnek-Numune;
Ma şîmenime-Biz içiyoruz
Ma şima ? Peki siz? Ya siz?
Ma vêşanîme-Biz acız
Ma ewro dişeme niyo?-Peki bugün
pazartesi değil mi?
--------------------------2- War- 1-Var olmak, sağ olmak
anlamı 2-Bir yerden, bir yükseklikten aşağıya inmek, oradan aşağısı
anlamında
Örnek-Numune;
Weş u war be- Sag ve war olasın
Dare ra bê war-Ağaçtan in
---------------------------------3-Weşîye-1-sağlık, 2-Hoşluk-3-iyilik
Örnek-Numune;
Ti weş a?-Sen iyi misin?(sağlık anlamında hoş musun?)
Na saye weş a-Bu elma hoştur
Weşîye de bimane-Hoşca kal
------------------------------------4-1-Bê-(Emir anlamında) Gel -2- (sizsız edatı) Bênon-Ekmeksiz,
Örnek-Numune;
Bê şıme-Gel gidelim
Bêkes-Kimsesiz
-----------------------------5-Rast-1-(Yer, şekil anlamında)Düz
2-(Yön anlamında, düz, direk) 3-Doğru
Örnek-Numune;
No ca rast o-Bu yer düzdür
Raste rast şo-Düz, direk git
Vateyê to rast o-Sözün(söylediğin)
doğrudur
--------------------------------------6-Va 1-Rüzgar-2-(-yakın geçmiş zamanda-söylemiş olmak)
Örnek-Numune
Ewro va es to-Bugün rüzgar var
Mi va no çik o-Ben dedim bu nedir
--------------------------------------7-Bîya 1-(Getirmek fiilinde ikinci
tekil şahıs için emir) Getir 2- (dişil
hallerde, şahıslarda 'olmuş' anlamında)
Örnek-Numune
Mi ra pere bîya-Bana para getir
Gule bîya malime-Gü, öğretmen
olmuş
Dewe bîya xirabe- köy harabe olmuş
-------------------------------------8-Hişk-1-Kuru, kurumuş-2-Sert
Örnek-Numune
Na dare hişk a-Bu agaç kurudur
Destê mi hişk şidêna- Elimi sert sıktı
----------------------------------------9-Vêyve-1-Düğün-Festival-2- (evlenmiş) Gelin
Örnek-Numune
Ewro vêyve est o-Bugün
düğün,(festival) var
Nameyê vêyve Milkînaz a-Gelinin adı
Mılkinazdır
------------------------10-Misnayene-1-Öğretmek-2Göstermek
Örnek-Numune
Derse bimisne lajekî-Oğlana ders
öğret
Raya dewe bimisne mi-Bana köyün
yolunu göster
11-3- Her 1- Eşşek 2- Her (defa)
DERS -4A-Sayılar(Bazı temel prensipleri)- Humari (Tayê prensibê bıngehê
humaran)
1-Ju (yew) 40-Çewres
2-Di 50-pancas
3-Hîrê 60-Şeştî
4-Çar 70-Hawtay
5-Panc (Ponc) 80-Hêyştay
6-Şeş 90-Neway
7-Hawt 100-Sed
8-Hêyşt 200-Dised
9-New 300-Hîrêsed
10-Des 400-Çarsed
11-judes(yewendes),des u ju 500Pancsed
12-Dides(duyes)des u di 600-Şeşsed
13-Hirês-des u hirê 700-Hawtsed
14-Çarês-des u çar 800-hêyştdes
15-Pancês-des u panc 900-Newsed
16-Şîyês-des u şeş 1000-Hazar
17-Hawtês-des u hawt 10.000-Deshazar
18-Heyştês-Des u hêyş
20.000-Vîsthazar
19-Newês-des u new
30.000-Hîrishazar
20-Vîst 40.000-Çewreshazar
21-Vîst u ju(yew) 50.000-Pancashazar
22-Vîst u di 60.000-Şêştîhazar
23-vîst u hîrê 70.000-Hawtayhazar
24-vîst u çar 80.000-Hêyştayhazar
25-Vîst u panc 90.000-Newayhazar
26-Vîst u şeş 100.000-Sedhazar
27-Vîst u hawt
28-Vîst u hêyşt
29-Vîst u new 1930-Hazar u newsed
u hîris
30-Hirıs 10020-Deshazar u vîst
B-a-Juyîn (yewın)- Birinci
Desin- Onuncu
Sedin- Yüzüncü
Newin- Dokuzuncu
Vîstin- Yiriminci
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
b- (Dişil durumlarda kelimenin sonuna ‘e’ harfi gelir- Hale maki de, herfa
‘e’ yêna pê çekuye)
Örnek- Numune
Juyîne(yewine)- birinci
Desîne- Onuncu
Sedîne- yüzüncü
Vîstine- yirminci
Piling-Kaplan-(N) Qertale-Kartal(M)
Pilinge-Kaplan-(M) Leyleg-Leylek(N)
Çeqel-Çakal-(N) Leylege-leylek-(M)
Çeqele-Çakal-(M) Juje-Kirpi-(N)
DERS -5-
A-İŞARET ZAMİR KELİMERİ,
ERİL, DİŞİL VE ÇOĞUL HALLERİNDEN BAZI ÖRNEKLERZEMİRÉ İŞARETAN DE, HALÉ
NÉRÎ, MAKÎ U ZAFHUMAR DE,
TAYÉ NUMUNEYÎ
BAZI HAYVAN İSİMLERİ- NAMÉ
TAYÉ HÉYBANAN Astor- At-(N)
Mayine-At-(M) Kerge-Tavuk-(M)
Her-Eşek-(N) Çuçik-Milçık-Kuş-(N)
Here-(M)-Eşek Çuçike-Milçike-Kuş(M)
Ga-Öküz(N) Bilbil-Bülbül-(N)
Manga-İnek-(M) GogercîneGüvercin-(M)
Bize-keçi-(M) Qijike-Karga-(M)
Mîye-koyun-(M) Qulinge-Turna-(M)
Bizêke- Keçi yavrusu-(M) QaqlibazeMartı-(M)
Bizêk-(N) Oğlak Zaranc-Keklik(N)
Vareke-Kuzu-(M) Zarance-Kewekeklik(M)
Varek-Kuzu-(N) Ordeg(N)-ÖrdekOrdee-(M)Ördek
Boxe-Boğa-(N) Qaz-(N)- Qaze-(M)Kaz
Qantir-Katır-(N) Eleyle-Deve kuşu(M)
Gamêş-Camus-(N) HechecikeKırlangıç-(M)
Madaxe-Camus-(M) Kerga misrîElok-Hindi-(N)
Gavokî-Geyik-(N) Mar-Yılan (N)
Xezale-Ceylan-(M) MilawunKertenkele(N)
Xinzîr-Domuz-(N) MilawuneKertenkele-(M)
Xinzîre-Domuz-(Ma) Malik-Solucan(N)
Kurik-Eşek sipası-(N) MalikeSolucan-(M)
Kurike-Eşek sipası-(M) Lulik-Böcek(N)
Cuyane-At yavrusu-(N) BuxukeBöcek-(M)
Cuyanîye-At yavrusu-(M) BeqKurbağa-(N)
Heş-Ayı-(N) Beqe-Kurbağa-(M)
Heşe-Ayı-(M) Masu-Balık-(N)
Verg-Kurt-(N) Masuye-Balık-(M)
Verge-(M) Hut-Balina-(N)
Kutik-Kelp-Köpek-(N) Hute-Balina(M)
Dele-Köpek-(M) Kuse-Tosbağa-(M)
Şêr-Aslan-(N) Perperıke-Kelebek-(M)
Şêre-Aslan-(M) Helî-kartal-(N)
DERS -6-
(Bu zaman fiil çekimi ile ilgili, kısa
örnekler, birinci periyodun 3. dersinde vermiştik, biraz daha genişletelimAntena karê nê demî ra, ma periyodê
verênî de, dersa 3. de kilmek numune
dayîbî.Tayêna hîra bikime)
A-ERİL HALLERDE;
----------------------------NO çik O?- Bu nedir?--- NO non OBu ekmektir
NO çik O?- Bu nedir?---NO Biroş
O-Bu Kovadır
NO çik O?-Bu nedir?----NO şit O-Bu
süttür
NO çik o?-Bu nedir?-----NO pere wOBu paradır
NO Çik O?-Bu nedir?----NO Kolî yOBu odundur
NO çik O?-Bu nedir?-----NO boxe
wO-Bu boğadır
O çik O?- O nedir?----O por O-O
saçtır
O çik O?- O nedir?----O kinc O-O
elbisedir
O çik O?-O nedir?-----O werd O-O
yiyecektir
O çik O?-O nedir?-----O juje wO-O
kirpidir
O iık O?-O nedir?----O kîse wO- O
torbadır
O çik O?-O nedir?----O masu yO-O
balıktır
B-DİŞİL HALLERDE;
-----------------------NA çik A?---Bu nedir?- NA Koçik
A-Bu kaşıktır
NA çik A?...Bu nedir?-NA dar A- Bu
ağaçtır
NA çik A?---Bu nedir?-NA gul A-Bu
güldür
NA çik A?---Bu nedir?-NA kardî yABu bıçaktır
NA çik A?---Bu nedir?-NA balîşna
wA-bu yastıktır
NA çik A?---Bu nedir?-NA masa wA
A çik A?-----O nedir?-A derzîn A- O
iğnedir
A çik A?----O nedir?- A sol A- O
tuzdur
A çik A?----O nedir?-A kaxit A-O
kağıttır
A çik A?---O nedir?-A şema wA-Bu
şemadır
A çik A?---O nedir?-A perde wA-bu
perdedir
A Çik A?---O nedir?-A tu yA-O
duttur
C-ERİL VE DİŞİLLERİN ÇOĞUL
HALLERİNDEN;
(İşaret zamirlerlerinde, eril ve dişilin
çoğul halleri aynıdır-zemîre işaretan
de, nêrî u maki, zê juminî yê)
ERİL HAL;HALÉ NÉRİ;
NÉ çik É?---Bunlar nedir?-NÉ Kinc
É-Bunlar elbisedir
NÉ Çik É?---Bunlar nedir?-NÉ Por
É-Bunlar saçtır
NÉ çik É?---Bunlar nedir?-NÉ Kitab
É-Bunlar defterdir
É çik É?---Onlar nedir?-É Xalî yÉOnlar halıdır
É çik É?---Onlar nedir?- É ga yÉonlar öküzdür
É çik É?---Onlar nedir?-É dest
É-onlar ellerdir
DİŞİL HAL;
NÉ çik É?---Bunlar nedir?-NÉ manga
yÉ-Bunlar inektir
NÉ çik É?---Bunlar nedir?-NÉ Kardi
yÉ-Bunlar bıçaktır
NÉ çik É---Bunlar nedir?-NÉ dar
É-Bunlar ağaçtır
É çik É?---Onlar nedir?-É qelem ÉOnlar kalemdir
É çik É?---Onlar nedir?-É çît É-Onlar
başörtüdür
É çik É?---Onlar nedir?-É çîçeg
É-Onlar çiçektir
----------------------------Aşağıdaki kelimeleri, eril, dişil ve
tekil, çoğul hallerine göre sorun
cevaplayın-Çekuyê ke cêr de rê, gorê
halê nêrî, makî u juhumar, zaf humar
pers bikerê, cuwab bikerê1-Ev- Kê(Çê)-2-Boyun-Vile- 3- OtVaş- 4-Ateş- Adir-5-Diş- Didan-6Pirnike-Burun- 7-Buğday- Genim- 8Hamur- Mîşte- 9- Ayran- Do- 10- Yoğurt- Mast
(devamı gelecek sayıda)
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 14 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
xweparastına zımanê maderî
Ji bo mirovan zagon an ji bo zagonan
mirov!..?
Di destpêka avakirina Komara Turkiyeyê de, hinek zagon weke destûra
zilmê hatine destnişankirin. Bi
giranî, zagonên li hember pêşveçûna
civaka Kurd, li hember baweriyên
demokratîk hatine destnîşankirin,
tekane armanca wan pişaftina civaka Kurd û radestgirtina azadiyê ye
her wiha ev zagon hemû ne rewa ne.
Zilm ne rewa ye, astengkirina mafên
mirovane ne rewa ye, astengkirina
zimanê maderi û çanda xweser ne
rewa ye; berxwedana li hember zilmê
tekane tevgera civakî ya rewa ye. Ev
berxwedan, hemû kirêtiyên li hember
pêşveçûna civakê paqij dike, hemû
xitimandinan vedike. Weke di dîroka
hemû gelan de hatiye jiyandin, civaka
Kurd jî guherînên dîrokî dijî. Her ku
di ber xwe dide, kirêtiyên dîrokî zelal
dibin li pêşiya wî. Gel, wan kirêtiyan
bi berxwedanê dibuhurîne.
Gele Kurd, di destpêka avakirina
Komara Turkiyeyê de, weke vînek diyarde tevlî xebata avakirinê bû. Li her
deverê Turkiyeyê xweyna xwe da ji bo
avakirina Komarê. Bû xwediyê berxwedana herî mezin ya veşartî ya ji
bo avakirina komarê. Heke tevlîbûna
civaka Kurd nebûna, her kes baş
dizane ku avakirina Komarê ne pêkan
bû. Kurd, bi xiyalên paşerojek azadtir
û xweştir, li ser hîmê hevgirtina bi
gelê Turk re, bi tevlîbûnek diyarde
ya Gelê Kurd, wek komarek hevpar
Komara Turkiyeyê hate damezirandin. Meclîsa hevpar hate avakirin û
zagona bingehîn hate destnîşankirin.
Kurd bi ziman û çanda xwe ya xweser
tevlî vê meclîsê bû. Ev rengînî, hêviya
hevgirtinek mezin ya gelê Kurd û
Dengê Amed
Mehdi Tanrıkulu
Turk dida xuyakirin. Kurtedemek
şûnde, helwesta îxanetkar hin bi hin
derkete pêş. Zagonên ku hemû cudahiyan tune bike, bipişêfe; bike Turk
hatin çêkirin û bi awayek trajî komîk,
zagonên faşîst hatin çêkirin û hatin
serdestkirin. Li vê gorê baweriyên olî
hatin astengkirin. Di serî de Qizilbaş,
baweriyên oldar bi awayekî tund,
bi êrîşkarî, bi zilmeke mezin hatin
astengkirin.
Komara Turkiyeyê bi xiyalên azadiyê
hatibû damezirandin lê hema tavilê ev
xihal beriya ku bikevin jiyanê hatin
fetisandin. Zagonê pişaftinê ango,
zagonên tunekirinê ango, zagonên
fetisandina gelan hatin amadekirin.
Êdî hemû karên sosret û tevkujî, bûn
“zagonî!..” Yek ji van sosretiyan;
xala 222yemîn e. “Zagona 222yemîn;
Zagona şewqe û tîpên Turk!..” di sala
1925an de hatiye pejirandin û niha
dibe sedema cezadayinan. Zagonên
bi vî rengî ku êdî derbasbariya wan
bi guman e û rayedarên dewletê jî
wateya wan nizanin, bi şîroveya hin
dadgeran dibe sedema cezakirinan.
Li gor vê zagona fosîlbûyî, hin dadger
ji bo kesên ku bi Kurdî daxwazname binivîse ji bo dadgehê; şeş meh
cezayê girtîgehê dibirrin, hin dadger
jî vê yekê eletewş dibînin, bi navê
dadê ji vê dozê şerm dikin û dozê
betal dikin. Bêguman eletewşiyek
heye: dadger, daxwaznameya rangihandina sûc a di derheqê dozger
û rayedarên dewletê de hildide dest,
lê dozê berevajî vedike. “Çima ev
daxwazname bi Kurdî hatiye nivîsîn!..
Li gor zagona 222yemîn sûc hatiye
kirin, ê ku nivîsiye divê ji du mehan
hetanî şeş mehan cezayê girtîgehê lê
bê birrin!..” lewre ev daxwaznameyên
ragihandina sûc, di dreheqê dozger
û rayedarên dewletê de ne. Dadger
bi vê ferasetê dozê vedike. Lê ji ber
“bersûc!..” dîsa bi Kurdî parstina xwe
dike û xweparastina xwe ya bi zimanê
maderi dinivîse, pêşkêşî dadgehê
dike, di dawiya dadgehê de piştî şeş
meh ceza lê tê birrîn şûnde, ji bo
vekirina dozekî din dadger; “… ji ber
ku di dadgehê de bi israr bi Kurdî axifiye divê dîsa dozekî din lê bê vekirin… ragihandina sûc divê bê kirin!..”
Dîsa doz vedibe û dîsa bi Kurdî bi
israr tê axaftin… û dîsa dozek din!..
Wek çîrokê ev helwest di dadgehên
Turkiyeyê de berdewam dikin diçin…
Bêguman zagon ji bo mirovan in.
Zagonên ku li hember pêşveçûna
civakan asteng in, ji aliyê civakan
ve bi têkoşîna vînî, bi berxwedana
vînî û rewa tên buhurandin. Lewre,
helwesta civakê ji hemû zagonan
rewatir e. Zagonekî ku bersiv nede
pêdiviyên civakê û gel bixwaze vê
zagonê biguherîne, helwesta kesên
bi tundî li hember bisekinin ne rewa
ye. Helwest û sekana astengirinê ya
li hember axaftin û xweparastina bi
zimanê maderî, kivş e ku ne rewa ye,
faşîstî ye. Astengkirina çand û ziman,
îxaneta bi gelan re ye. Ev yek jî weke
ku Turkiye tê de dibuhure, ewê bi
berxwedana gel û xwedîderketina
demokrasiyê, bi şêweyek hevpar ya
hemû cudahiyan, hemêzkirina hemû
rengîniyan, wek serkeftina gel pêk
tê. Lewre êdî hemû mirovên cîhanê,
rengîniyên çandî yên cîhanê, li pergalek ku bi hemû rengîniya xwe tê de
bi awayekî demokratîk, hurmetkar,
hevkar û hevpar bijîn digerin, dibînin
û wê daxwaz dikin da ku tê de bijîn.
kızılbaş - sayfa 15 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
hatice çevik
biz
tanışıyor muyuz?
Evet! Birbirimizi ne kadar tanıyoruz?
Hayır, tanışıyoruz ama birbirimizi tanımıyoruz. Yanıbaşımızdaki halktan bihaber
yaşıyor ve birbirimizin kültüründen acılarından kulaktan dolma bilgilerle… Ya da
hani devlet size ne kadarını öğretmişse o
kadar .Yalan yanlış bilgi beraberinde duyarsızlığı da getiriyor elbette..
Ortadoğu ve özellikle Anadolunun kadim
halkları yüzyıllardır katliamlar, kırımlar ve sürgünler yaşıyor. Bugün çok farklı
değil. Kullanılan teknik değişmiş olsa da
aynı.. Üstelik bizler ortak acılar yaşamış
olsak da çözüm noktasında ortaklaşamıyoruz. Yalnızlaştırılmanın önüne geçmenin
tek yolu birbirimiz iyi tanımalıyız. Birbirimizin varolma direnişine ancak böyle ortak
olabiliriz. Öteki olarak görmeye devam ettiğimiz sürece tarih tekerrürden ibaret olacak hepimiz için.
Geçenlerde AKA-Der de çok güzel bir söyleşi tam da bu düşüncemi pekiştirdi. Meleklerin halkı Yezidiler üzerine belgesel ve
görüşler paylaşıldı. Bir yezid bir ziyarete
gidiyor. Evsahiblerinden biri birkaç kilo-
metre ötede oturan halkı boynuzlu falan
garip yaratıklar olarak biliyor. Karşısında
bir insan görünce şaşırıyor. Gülümsetirken
düşündüren ama bir okadar da kendimizi
sorgulamamız gereken bir durum kanımca..Hatırlayın bizler yaşamıyor muyuz aynı
durumu bugün bile hala elimizden ekmek
yemeyenler var…
Düşünün her türlü sosyal ve siyasal bir baskıyla karşıkarşıya bir halk diğer ötekiler
gibi yani bizler gibi. Sistem zaten bizi öteki
ilan etmiş yüzyıllardır.
Bizlere düşen birbirimizi tanımak ve anlamaya çalışmak. Siyasi otoriteye biat etmeden, kişisel çıkarları gözetmeden halkların dayanışması ancak ayakta kalmayı
sağlayabilir. Aleviler, Kızılbaşlar, Kürtler,
Ermeniler, Yezidiler,Süryaniler ve Türkler birbirini iyi tanımalı.. Önce tarihleri ile
yüzleşmeli !
Artık bilinen gerçek var, bugün yaşanan
ve geçmişin uzantısı olan siyasal süreç bu
halkların birbirine destek vermesini istemiyor. Aralarına kin tohumlarını atmak için
bütün gücünü kullanıyor. Bize düşen geçmişte yaptığımız hataları hatırlayıp tekrar
etmemek. Acılarımıza sırt çevirdiğimiz sürece ne katliamlar, ne kırımlar ne de asimilasyon biter. Sesime ses verilsin istiyorsak,
çığlımız duyulsun istiyorsak birbirimizin
sesini duymak zorundayız.
ÜÇ MAYMUN
Siyasi rant ve çıkar peşinde olan kişiler,
dernek ve siyasi partilerde yer edinebilmek
adına kendi halkına ve halklara ihanet etmekte sakınca görmüyor. Bilsinler ki atalarının katline ortak oluyorlar ne acı değil
mi? Görünen o ki vicdanları rahat.. Geçmi-
Kitaptan
Bir ara Kasap Artin sözü ortasından kesti:
- İbrahim, İbrahim, biz ne zaman yola
çıkacağız, zamanımız gelmedi mi?
- Bunu şimdilerde asla düşünme. Çok
Ermeni varmış çoook! Hala kafileler götürüyorlar. Kendi gözlerimizle görüyoruz.
Kızılhan’dan her gün Ermeni geçişleri
oluyor. Aç sefil ve perişanlar. Ben hiçbir
kafilenin yerine varacağına inanmıyorum. Çalı arkasına götürülenler de çok
oluyormuş. Ölen en çok bu durumlarda
oluyormuş. Yaşlı ve çocuklar ancak belli
mesafelere kadar yürüyebiliyormuş. Ondan sonrası meçhul son… Bu çocuklarla
sınıra varacağını sanıyorsan aldanıyorsun.
Sadece torunlarının ölümünü izlersin.
Dağdan gitsen ki ne yazar. Bu çocuklarla
mı dağdan gideceksin. Ovada Osmanlı
hâkimiyeti varsa dağlarda da eşkıya var.
Her eşkıya vicdanlı değil. Dağlardaki
ölümler az değil.
Kasap Artin sessizdi. İbrahim devam etti:
- Kalan Ermeni sınıra ulaşamayacak Kıriv.
Bu mümkün değil. Sen yemek verme…
Yemek verdirme… Sınıra kadar yürü de
ha..! Bu mümkün mü? Hem de yol boyu
şini unutan geleceğe nasıl yön verir ?
Geçmişin yaraları hala kanamakta iken en
son İzmir’de, Adıyaman’da ve Erzincan’da
Alevi Kızılbaş evlerine işaretler konularak
düşmanlık devam ediyor. Kürtlere Zerdüşt
bunlar zaten diyen başbakan kendince aşağılamaktan geri kalmıyor. Baskının her
türlü yöntemi uygulanmaya devam ediyor.
Ana muhalefet partisi ise hala halkları sömürmeye devam ediyor. Halkların ortak
sesi olmaktan ise çok uzak .. Yakın tarihimizde Maraş, Çorum katliamları yaşanırken CHP vardı dediğiniz de ne şiş yansın ne
kebap misali yanıt demeçleri veriyor. Sivas
davası zaman aşımına uğradı. Bu noktaya
gelene kadar nerdeydiniz? CHP vekili Akkiraz diyor ki önerge veriyoruz basın toplantısı vs yapıyoruz sonuç yok diyor. Yeri
geldiğinde MHP ile yan yana gelmekte
sakınca görmeyen ana muhalefet BDP ile
çözüm noktasında neden birleşemiyor. Kemalist duruşu yıllarca oy aldığı halka sırt
çevirmesi için yeterli olsa gerek.
2007 de yapılan cumhuriyet mitinglerinde
yürüyen herkesi kendilerine oy verecek sanan CHP 31 Mart 2012 de yapılan Kadıköy
büyük alevi mitingine katılan herkesi de
seçmeni olarak görme yanlışlığına düşmez
umarım.
Üç maymunu oynamaya devam ettiğiniz
sürece ezilen halklardan rızalık almanız
mümkün olmayacak. Ve halk sandıkta sizi
sınıfta bırakmaya devam edecektir. Aşık
Mahsuni Şerif bir deyişinde der ki;
Al birini vur birine,
Koydu bizi heç yerine.
Vay boynumuz devrileydi,
İnandık körü körüne.
seçilenleri öldür. Sınıra kadar kaç kişi kalır
ki.
İki büklüm yaşlı kadın, bastonunu kendine
üçüncü ayak yapmış, İbrahim’in hayvanlarının geçmesini bekliyordu:
- Kurban, sen bunları nereye götürüyorsun?
- Satmaya götürüyorum.
- Kime satacaksın kurban? Kimse kalmadı
ki.
İbrahim sustu. Kadın söylendi:
- Yok kurban, yok. Kimsecikler kalmadı.
Kimi vuruldu. Kimi kırıldı. Kimi de suya
atıldı. Her şey durdu. Geriye dönecek
kimse kalmadı. Kervan yok artık. Her
taraf tarumar. Kiliselerin bile içi boşaltıldı. Camları ve kapları kırık hayalet
evleri gibiler. Zinzin deresi feryatla akar.
Ermeni dedelerinin, ninelerinin ruhlarının
gözyaşları ile akar. Kimse kalmadı kurban.
Kiliselerde kimse kalmadı. Hoş geldin ama
boşuna geldin kurban…
söyleşi için Kaynak
http://www.agos.com.tr/saklamadananlattim-siz-de-saklamayin-1144.html
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
KENDİNE YETEMEYEN
KİŞİ KUŞAK LANETİ OLUR
“Tanrı Kabil’i lanetleyerek yeryüzünde dolaşmaya mahkûm etti.
Kabil’in bu yolculuğu, şiddetin insan ruhunu esir alma yolculuğudur...”
Cennet Bilek, Kabil’in Gölgesi
Kişi olamayan, kendine yetemeyen,
kendi aklının vesayetini başkalarına
veren ve yaratıcılığını yitiren insanlar önce kendinden nefret ederler. Bu
yetmezlik duygusu o insanları bir üst
kimlik edinmeleri için zorlar. İşte ulus
ya da ulus olma gerekliliği de böyle bir
yetmezliğin sonucudur ve biraradalık
değerine aykırıdır. Çünkü biraradalık
insan doğasına ait ve insanın neliğini
oluşturan bir değerdir.
Ulus ise toplumu biçimlendirme uzmanlarının zorlama kavramlarla insanları belli bir toprak parçasına zincirleyerek daha kolay yönetmek için
pozitif hukuka dayanarak onları köleleştirme sürecidir.
Alman düşünürleri Herder ve Fichte’ye
kadar siyaset felsefesi tarihinde “ulus”
kavramının tanımı yoktur. Herder,
Aryan ırkının belirsiz bir geçmişte,
Altın Çağ’da saf kan Almanlar olarak
görkemli bir medeniyet içinde yaşadıklarına inanmıştı ve ortaya attığı
Volksgeist (ulusal ruh) kavramıyla
bunun yeniden mümkün olabileceğini
savunmuştu.
Altın çağa geri dönüşü işte bu ulusal
ruh sağlayacaktı. Herder’e göre; “Benim yeryüzünde bulunduğum noktanın sınırlılığı, bakışımdaki körlük,
hedeflerimdeki yanlışlıklar. İşte tüm
bunlar, benim bir hiç olduğumu, ama
bütünün her şey olduğunu gösterir.”
Yine Fichte, “Alman doğulmaz, Alman olmak hak edilir.” Diyordu. İşte
tamda bu “kendinden nefret et ve Ulus
olmayı hak et” algılayışı Herder ve
Fichte’nin ardılları olan felsefecileri
ve sanatçıları etkisi altına aldı ve bunlar gerçekten de Altın çağı var sandılar.
Sadece Nietzsche, “Böyle Buyurdu
Zerdüşt” adlı eserinde bu yeni put üstüne şöyle yazdı; ”Bazı yerlerde uluslar ve süreler vardır, ama bizde yoktur
kardeşlerim: burada devletler vardır.
İşte bu ‘Kendinden nefret‘ hareketi
milliyetçiliğin yolunu açmış ve tüm
dünya bireylerin kendinden nefret etmeleri ile üst kimliklerin kurulmasının yolunu açmıştı. Kendini karşıtına
göre tanımlayan bu hareket o dönemde
tüm kötülüklerin kaynağı olarak Yahudileri görmüş ve bu nefret hareketi
önce Yahudiler karşı başlatılmış ve
daha sonra tüm Avrupa’ya yayılmıştı.
Sabahattin Şerif Meşe
Devlet mi? O da ne? Peki! Şimdi bana
kulak verin, size ulusların ölümünden
söz açacağım. Bütün soğuk canavarların en soğuğuna devlet denir. Soğuk
soğuk yalan söyler o ve ağzından şu
yalan sürüne sürüne çıkar: “Ben devlet - ulusum ben.” Yalan! Yaratıcılardı
ulusları yaratanlar ve onların üstüne
bir inanç ve sevgi asanlar: böylece
hayata hizmet ettiler.” İşte bu yalan
yaratıcıları Almanya’daki milliyetçi
akımları inandırdılar.
Oysa İÖ 98’de Cornelius Tacitus ünlü
Germania adlı kitabının 9. bölümünde
Aryanlar için şunları yazmıştı: “Ormanları ve karanlık kuytulukları kutsal kabul ediyorlar. Günah nedir bilmiyorlar ve Tanrılarına insan kurban
etmeyi yadırgamıyorlar.” Ve ne yazık
ki o yıllardaki Prusya farkında olmadan, Herder ve Fichte’nin Altın çağ
için Alman olmayı hak et parolası ile
iki dünya savaşının tohumlarının ekildiği topraklar olmuştu.
Bu durum Avrupa’nın tümünde hüküm
sürmüş ve kendilerine yetemeyenlerin kendilerinden nefret etmelerini
sağlamış ve onlara yetmezliklerinin
üstesinden gelmek için uluslaşmaları
gerektiğinin yolunu göstererek ancak
ulus ulursanız Altın çağı yakalayabilirsiniz demişti ve ulus kavramını gelecekte kurulacak Altın Çağı göstererek temellendirmişlerdi.
Yahudi asıllı Karl Marx bile bu sanal
kurama inanmış ve o da Yahudileri
bir sorun olarak gördüğü için “Yahudilik Sorunu” adlı bir kitap yazmıştı.
Anatolia’da ise bu hareket kendine Ermenileri, Rumları, Yahudileri, Kızılbaşları ve Süryanileri hedef seçmişti.
Çünkü Osmanlının kötüye doğru gidişinin sebebi bunlardı elbette bu bilinçli seçilen bir hedefti çünkü mimari,
sanat, ekonomi bunların elindeydi.
Kötülüklerin kaynağı da bunlardı.
Böylece kendinden nefret et ve uluslaş
parolası birinci dünya savaşında yirmi
milyon insanın ölümüyle imparatorlukların sonunu getirmişti.
Ne gariptir ki kendine yetmezlik duygusunun yarattığı uluslaşma üniversitelerde de kendine yer bulmuş buralarda Enstitüler kurularak ekonomik
çıkarlar ve jeopolitik nedenler göz
önüne alınarak resmi tarih yazıcılığı
ve yapma diller oluşturulmuştur. Anatolia da bu rüzgârdan nasibini almıştır
ve uzak geçmiş; Petersburg, Paris ve
Lozan merkezli enstitülerde yeniden
yazılmıştır. Bu yazım süreci tarihsel
varlık alanından olup bitenden ve bu
varlık alanında olup bitenlerin yorumlanmasından bağımsız olarak sadece
inançla yazılmıştır.
Bu gerekçeyi Etienne Copeaux’un
1993’te Paris VII Üniversitesi’nde
sunduğu; “De l’Adruatique a la mer de
Chine : les representations turques de
monde turc d’apres les manuels scolaries d’histoire (1931-1993) başlıklı dok
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tora tezinde şöyle açıklar; “Dönemin
tarihyazımı vurguyu Asyalı kökenler
üzerinde yapıyordu, ancak Yunanlılar ve Ermeniler de Anadolu üstünde
kendi vatanları olarak hak iddia ederlerken, bu uzak kökleri öne çıkarmak
riskli bir girişimdi. Bu nedenle, ilk
işgal eden haklıdır söylemi uyarınca,
Anadolu’da Türk atalar bulmak gerekiyordu. Kısacası Ermeniler katledildikten ve Yunanlılar yenilip sürüldükten sonra onların toprak istemelerinin
tüm tarihsel dayanaklarını ellerinden
almak ve Anadolu’nun Yunan ya da
Ermeni olmadan önce Türk olduğunu
kanıtlamak zorunluydu.” Bugün Türk
ve Kürt tarih tezi de işte bu kaygılarla
yazılmıştır. Elbette bu kaygının amacı
yine yazarın aktardığı gibi; “Türk Tarih yazımın arka planında yatan kaygıların neredeyse hepsi, komşu halklar tarafından da paylaşılmaktadır.
Yunanlılar 19 yüzyıl sonunda, Antik
kültürün sürekliliği düşüncesine dayalı bir söylem oluşturmuşlardır ve
Ermeni kimlik söylemi de aynı tema
üzerine kurulmuştur.”
Yine bugün Anatolia’da çoğunlukta
olan Kürtler ve Türkler bu topraklarda
önce biz vardık diyerek aynı kaygıyla
tarihlerini yazmaları Türk ve Kürt tarih tezinin Petersburg, Paris ve Lozan
hattından geçmesi de manidardır.
Bu ön yazıyı “Usulünce gömülme hakları” ellerinden alınan Anatolia’nın
kadim halkını anlatan Sayın Cennet
Bilek’in “Kabil’in Gölgesi” kitabında
arka planında anlattığı “Kuşak lanetlerinin” de bu uluslaşmanın bir sonucu olduğunu yazması ve bu kuşak
lanetlerinden kurtulmanın yolunun
da cehaletin ve katillerin ideoloji olan
“ulusçuluğu” geride bırakmamız gerektiğidir.
Zamanın tanrısı Kronos insanları çağırmış ve onlara şöyle buyurmuştu:
“Gölgenizden ve sizden öncekilerin
gölgelerinden korkun ve o gölgelerin
sizi yönetmelerine izin vermeyin yoksa o gölgeler kuşak lanetleri olur ve
peşinizi bırakmaz.”
Hans Christian Andersen’in öyküsündeki gölgesinin hizmetkârı olan adam
olursunuz ve gölgenizin size; “Zavallıcık deli, kendisini insan, beni de
gölgesi sanıyor.” Demesine dilsiz kalırsınız. İşte bu gölge ruhumuzu parçalayıp bizi ulus olmaya zorlamıştır.
Artık gölgemizin başkaldırısına esiri
düşmemek hepimizin ortak sorunudur.
Tanrı ilk cinayeti işleyen Kabil’i yurdundan kovarken şöyle buyurdu;
“Kabil’i kim öldürürse ondan yedi kat
intikam alınacaktır.” Dedi. Rab Kabil’i
öldürtmeyerek tüm insanlığı bu ilk
cinayetin ruhuyla lanetledi. Kabil’de
bu laneti gittiği her yere taşıdı. Bu
“Kuşak Laneti” savaşları, savaşlar da
sürgünü ve soykırımları yarattı. Bu
trajedilerin ortasında kalan insanların
ruhu ise şiddet ve ilk cinayetle işlendi
hep. Bu olgu ne yazık ki tarihsel varlık alanı içinde her çağa damgasını
vurdu. Çoğu zaman çağların mührü
olan bilimsel buluşların, felsefi devlet
tasarımların ve roman kahramanlarının düşsel dünyalarını kirletip “Kabil
Kompleksi”ni hiç unutturmadı beleklerde.
“Kuşak Lanetleri” sosyolojik bir olgu,
bu sosyolojik olgunun her çağda eğitim ve öğretimle beslenmesi toplumların ruh hallerini biçimlendirmesi açısından her zaman tehlikeli olmuştur.
Toplumların belleklerinde travmalar
yaratan bu olgunun çözülmesi sosyal
psikolojiyi, nasıl bir toplum ve nasıl
bir devlet tasarımı ise felsefeyi ilgilendirir. Elbette bu durumu yani “Kuşak
Lanetleri”ni; sosyolojik, psikolojik ve
felsefi bir sorun olarak görüp görmemekte de yine bu alanları ilgilendirir.
Bu alanların bunu nasıl gördüğünü
bilmiyorum ama dünyanın doğusundan batısına yolculuklar yapan yazar
Cennet Bilek, son kitabı “Kabil’in
Gölgesi”nde, “Kuşak Lanetlerini”
bir sorun olarak görüyor ve o sorunu okuyucuya göstermek istiyor. Bu
bir taraftan tarihte uğradıkları “Büyük Felaket”le, usulünce “Gömülme
Hakkı” ellerinden alının bir ulusun
acılarının devam eden trajik yanı, diğer taraftan “İttihatçıların yarattığı”
“Kuşak Lanetleri”nden kurtulamayan
ve “bebeklerden katil yaratan” sosyolojik bir kastın devamı. Sayın Bilek,
Mezopotamya’dan ve Anadolu’dan
sürülüp Suriye çölündeki Ermenilerin Auschwitz’i olan “Deir Ez-Zor”a
zincirlenen ve “gömülme hakları” ellerinden alanın insanların çığlıklarına kulaklarını kapatmıyor. Artık bu
topraklarda sadece fiziksel olarak yaşayan ve buna geç kalmış bir sürgün
yolculuklarını anlatıyor.
Kitap; toplulukları ayakta tutan dina-
mikleri ve o toplulukta eğitim ve öğretimin kuruluş tarzına da yer vermeye
çalışıyor. Bu toplulukta öne çıkan kahramanlardan biri olan, Düğme Gözü
de ayakta tutan “Kuşak Lanetleri”dir.
Yine, “Kuşak Lanetleri”nin devam
etmesini sağlayan eğitim süreci de
suikaste hazırlanan gruptakilerin eğitilmesinde çok etkili olarak kullanılıyor. Bu eğitim sürecinde güçsüzlük ve
yetmezlikten başka bir grup sorumlu
tutuluyor ve grubun tüm gölgesi bu iç
düşmana yöneltiliyor.
Bu kuşak lanetlerinin eğitilme süreci
çok eskiye dayanır. Son yüzyılda bu
lanetler İttihatçıların grup gölgelerini
Ermenilerin üzerine yansıtması ya da
Nazilerin grup gölgelerini Yahudilerin
üzerine yansıtmaları ve tüm sorunlardan bunları sorumlu tutmaları, sosyoloji, sanat, felsefe ve bilim alanlarında
gelişme gösterememelerinde bunları
sorumlu tutmaları sonucunda Ermenileri “Medz Yeghern”le, Yahudileri de
Soykırımla baş başa bıraktır.
Sayın Bilek’in kitabında bu yetmezlik lanetleri, katliam ve öldürme dürtüsünden besleniyor ve bu bazen bir
Papaz oluyor, bazen köyleriyle birlikte
yakılan zavallı insanlar, bazen dağlarda savaşan gömülme hakları ellerinden alınan Kürt savaşçılar ve bazen
de sadece yazıya sığınarak atalarının
gömülme hakkını savunan Ermeni bir
aydın.
Kitapta bu laneti devam ettiren ve her
şeyi kontrol etmeye çalışan Düğme
Göz, bu kastın içinde hem bir sembol hem eğitime yön veren Büyük
Gözdür. Düğme Göz; sembol olarak
“Tanrının gözünün daima insanlar
üzerinde olduğunu simgeler ve geçmişin yükünü hep sırtında taşır ve
şöyle der;“Atalarımızın kanları canları pahasına bugünlere geldik. Atalarımızın bize emanet ettikleri şanlı
mirasın çar çur edilmesine seyirci
kalamayız… (sf.189)” Bu yaklaşımla,
verilen eğitim sonucunda kişilerin her
zaman ve her yerde durumdan görev
çıkarmaları sağlanır. Ayrıca Düğme
Göz, bireysel ve toplu cinayetleri de
organize edendir. Bu lanetlerin devamı Düğme Göz’ün savaşçılarına söylediği; “İnsanlar sembollerle yaşarlar,
bunu sakın unutmayın…(sf.191)” sözü
de devraldığı lanetin hem devamı hem
de denetleyici işlevini görüyor olma-
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
sıdır. Düğme Göz de öldürdüğü “Kürt
savaşçılarının” gömülme hakkını gasp
edip devraldığı mirası devam ettiriyor.
“Kuşak
Lanetlerini”
yönetenlere
Rusya’da ve şimdi Amerika’da çocuklukta maruz kalınan “psikolojik
sarsıntılar” üzerine önemli çalışmalar
yapan Olga Khariditi; “bellek şeytanları” diyor ve bu bellek şeytanları daha
önce Büyük İskender’i, Cengiz Han’ı
ve Timur’u yönetmişlerdi. 20.yüzyılın başında ise önce İttihatçıları daha
sonra ise Nazileri ve diğer diktatörleri
yönetti.
Bellek şeytanlarına teslim olan bu
insanlar da çocukluk dönemlerinde
korkuyu öğrenmiş ya da birileri tarafından onlara bu korku öğretilmişti.
Çocukluk dönemindeki sarsıntıları
iyileştiremedikleri için de bellek şeytanlarına teslim olmuş ve kuşak lanetlerini devam ettirmişlerdi.
Sayın Cennet Bilek kitabı şu satırlarla
başlar; “Buğdayın hikâyesi toprağa,
insanın hikâyesi ana rahmine düşünce başlar.” Bu hareket noktası belek
şeytanlarının bizi ana rahminden itibaren takip etmeye başlaması ve öğrendiğimiz korku ile yaralar almamız,
bu yaraları iyileştirmediğimiz zaman
da kuşak lanetlerine teslim olup yaralar almamız sürecidir. Kitaptaki katil
de böyle bir durumda, o da bebekken
tertemizdi ama ona öğretilen korku
hikâyeleri onu kuşak lanetinin devamı
yaptı ve atalarının yazgısını paylaşan
Arat’ı haince öldürdü. Aslında Arat
tek bir kişi değildir, o kişinin kimliğinde tarihin en büyük felaketine uğramış bir halkın yok edilmeye çalışılmasıdır. Arat, Prometheus’un cesareti
ile sadece atalarının usulünce gömül-
me hakkını savunan çağının vicdanı
olan bir aydındır. Arat, Ararat’ın çığlığıdır. Arat’ın öldürmesi ise Düğme
Göz’ün devam ettirmek istediği ittihatçılardan kendisine aktarılan kuşak
lanetleridir. Bu kuşak laneti ise halen
korku imparatorluğu peşinde koşmaya
devam ediyor.
Hem bunlar hem de bellek şeytanlarına teslim olanlar kuşak lanetlerini
gittikleri her yere kendileriyle birlikte
taşıyor. Doğrusunu isterseniz bellek
şeytanlarının hüküm sürdüğü coğrafyalarda yaşamak bir gün bizim de bu
şeytanlara teslim olmamızı daha da
kolaylaştırıyor.
Büyük Alparslan’la Anadolu’ya gelen
bellek şeytanları son yüzyılda İttihatçılarla yeniden ortaya çıktı ve ne
ilginçtir ki İttihatçıları eğiten Alman
generallerle; birinci ve ikinci dünya
savaşı ile Almanya’da Nazilerin “Kuşak Lanetleri”ni yönetti.
Korku romanları çoğu zaman insanları daha kolay yönetmek onları güçsüzleştirmek için yazılır. Sayın Cennet
Bilek’in romanı bir aşk romanı yani
korku romanı değil. Ama bir tarafta
aşk öbür tarafta süren “Kuşak Lanetleri” var. Romanda ruhları yorgun yolcuların Ararat’tan Olymhos’a koşarken Anadolu’ya değen gölgeleri var.
Zamanın tanrısı Kronos’un usulünce
gömülme hakları ellerinde alınan Ermenilerin çığlığına sessiz kalması var.
Her kitabın bir kaderi vardır, dilerim
“Kabil’in Gölgesi” kitabının kaderi kitabın kahramanlarının ve kuşak lanetti taşıyıcılarının kaderine benzemez.
Herkese iyi okumalar diyorum ve ne
olur bellek şeytanlarınızı kovun artık.
“Kuşak Lanetleri”ne teslim olmayın.
“Çerağı yak! Şaraba su, hamura
maya katma. Sadece yazgına inan ve
gizli kal..!”
“…Herkesin bir “Akıl Çağı”, bir “Yaşanmayan Zaman”ı bir de “Yıkılış”
zamanı vardı. Sartre, “Özgürlüğün
Yolları” dedi buna. “Akıl çağı”,
Cennet, “Yaşanmayan Zaman”, Araf
ve “Yıklış”, Cehennem. J.P.Sartre,
bu üçlemesinde cenneti, a`rafı ve cehennemi yazdı. Kahramanı Methiu,
”Akıl çağı”nda bohem, ”Yaşanmayan
Zaman”da stoik ve “Yıkılş”ta cephede intiharı bekleyen bir direnişçi.
Edebiyatın ve felsefenin sürekli
üzerinde durduğu bu üç kavram özgürlük, direniş ve intihar aynı kişide
sürekli kavgaya durdu hepimizde
olduğu gibi…”
“…Kadın, İbrani mitolojisinde evcilleşmeyen ayrılık, Antik Grek’te ceza,
Aden`de yalnızlık, Sodom- Gomora
diyarında tuzdan heykeldi. Her
yerde tanrının öfkesiyle sınanıp, gazaba uğrayan Eyüp sabrı ve meçhule
giden gemilerin içinde evcilleşmeyen
umuttu, onlardı yalnız ve üşüyen
ruhlarını, sonsuz sevişmelerle örs
tezgâhına bırakıp giden…”
[email protected]
Kızılbaş Yayınevi
K i t ap - D er g i -A f i ş - D i z g i
Ta s a r ı m - G r a f i k
D iji t a l ve O f s e t ba sk ı
i ş l e r i n i z i t i n a i l e yapı l ı r.
kitapevlerinde
Te l: + 49 (0) 177 5 0 2 8 8 5 3
k i z i l ba s yay i nev i @ k i z i l ba s . bi z
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
12 Eylül;
Tanrı’yı öldürdü, Peygamberi tatile çıkardı.
Ankara adliyesinin önünde gezinirken aklım mahkeme salonunda değildi. Benim için önemli olan salonun
dışındakilerdi. Çünkü onların samimiyeti, vicdanı içeridekilerden daha
adildi. Keşke cuntacıları halk yargılasaydı. Sözgelimi; Berfo Ana, Mazlum
Doğan’ın ailesi, Erdal Eren’in ailesi ve
diğer devrimcilerin ailesi gözlerinin
içine bakarak, “Bizden af dile.” Deselerdi Kenan Evren’e ve diğer cuntacılara. “Sen 17 yaşındaki çocuğu astın
ama biz seni asmayacağız. Hiç değilse
zindana girdiğini görelim.” Deselerdi.
Adliyenin önünde toplanan insanların
gözlerinde 12 Eylülden kalan acıların
izleri okunuyordu. Belki de yıllardır
birbirini görmeyenler orada kucaklaşmanın heyecanını yaşıyordu. Birbirlerine gördükleri işkenceleri gülümseyerek, sanki şaka anlatıyorlardı. “Bu
günleri gördük ya!” diyenlerin sayısı
küçümsenemeyecek kadar çoktu.
12 Eylül 1980 yılında sevdiklerini
kaybede nlerin, işkenceden geçenlerin
ruh halini tahmin edebiliyorum. Ben
o yıl Eskişehir’deydim. Hastanede nöbetçiydim. Sabaha karşı hastane bahçesinde oradan oraya koşanları görünce
kalbim delice çarpmaya başladı. Çünkü biz devrimciydik ve devrimciler
gölgesinden bile kuşkulanırdı. Hemen
bahçeye çıktım. Kapının önündeki asker buz gibi bakışlarıyla duvar gibi karşıma dikilmiş, “Yassak!” diyordu. “Ne
yasağı anlamadım.” Dedim. “İhtilal
oldu, gir içeriye!” dedi asker.
İhtilal sözcüğü beynimde dalgalanıyordu. Devrimi biz yapacaktık, bu
askerler de neyin nesi diye düşünüyordum. Çünkü rüyalarımda hep kızıla
boyalı bir Eylül vardı. Kızıl bir Eylül
sabahı devrimciler dağlardan kentlere,
kentlerden dağlara doğru yürüyecek
ve o herkesin özlediği sosyalist düzeni
kuracaklardı diye beklemiştim. Halen
bekliyorum…
Ama o sabah uyandığımda gördüğüm
tanklar ütopyalarımı ezip geçmişti. Kızıl Eylül’e yine geç kalmıştık. Devrimcilerin yerinde tanklar vardı sokağımızda. Tanklar kan revan içinde kızıl
Cennet Bilek
bir Eylül bıraktı belleğimde, belleğim o
kadar nankördü ki bana karşı, her tank
ve asker gördüğümde, her telsiz sesini
duyduğumda beni hep o sabaha götürdü, telsiz sesleri, tanklar hiç unutmama
izin vermedi 12 Eylül sabahını. Sonrası
daha vahimdi.
Gökyüzü hep gri kaldı. Kurşun kadar
ağırdı havadaki koku, hiç silinmedi silemedi kimse bu ağır kokuyu. Bildiğim
bütün renkler silinmişti. Yasaklarla
kuşatılmış bir toplumduk artık. Birbirimizi tanımamışlıktan geldik sokaklarda yürürken!
12 Eylül de Diyarbakır zindanında
kalan bir dostum; “Artık Tanrısız yürüyorum yolları, çünkü ruhumda açılan yaraları Tanrı’lar iyileştirmiyor.”
Demişti. 12 Eylül karanlığının cezaevlerinde uyguladığı zulmün parolasının
halen beyninin bir yerlerinde çınladığını söylerken o parolayı mırıldandı.
“Burada Tanrı yok. Peygamber’se tatile çıktı.” Bu parola ve ırkçı marşlar
sosyalist beyinlere zorla zerk edilmişti
zindanlarda.
Tanrıyı öldüren ve Peygamber’i tatile
çıkran 12 Eylül cuntası hem o dönemi
yaşayanların ruhunda hem de onların
yakınlarının ve sonradan doğan çocuk-
larının ruhlarında da derin yaralar açtı.
Eminim ki 12 Eylül de Tanrıyı öldürenler bugün aynı tanrıdan onlara merhamet etmeleri için yalvarıyorlar.
Ben kendi adıma 12 Eylül 2010’da
yapılan referandumda cuntacıların yargılanmasına “Yetmez ama evet” dediğimde amacım Akp Hükümetinden
adalet beklemek değildi elbette. Ben
inanıyorum ki hangi hükümet olursa
olsun adaletleri daima kendilerine olmuştur. Türkiye’nin hukuk sisteminde
yargılanmış biri olarak yüzüme tüküren hâkimler tanıyorum. Hemen hemen
her davanın kararının hukuki değil siyasi sonuçlandığını biliyorum. Cuntacı
Evren hiç düşünür müydü adının adliye
koridorlarında geçeceğini? Bir gün gelip; yüzüne katil diye haykırılacağını?
Aklına bile gelmemiştir çünkü bu ülkede dokunulmazlıkları vardı onların.
Yıllar önce, o tankları sokağınızda
gördüğünüz sabah ne hissettiğinizi bilmiyorum; ama ben hem o tankları gördüğüm sabahı hem de onlarla birlikte
yaşadığım yılları çok iyi anımsıyorum.
Hiç iyi şeyler hissetmediğimi biliyorum. O tankların ve postalların rüyalarımı böldüğü geceleri, sokağa çıkma
yasaklarını, yakınımdakilerden duyduğum işkence hikâyeleri halen belleğimde canlılığını koruyor. Gördüklerimin
ve yaşadıklarımın her hücreme pusu
kurarak beni yavaş yavaş esir alıp çarmıha germelerini de unutmadım.
O tankları, askerleri, telsiz seslerini
ve işkencecileri sokağıma salanlarla
yine bir eylül sabahı hesaplaşacağımı o
12 Eylül sabahında hiç düşünmezdim.
Çünkü cuntacıların belleklerimize saldığı korku tahmin edilemeyecek kadar
derindi. Meğer tarihin de vicdanı varmış ve insanların ortak belekleri istedi
mi bazı şeyler olanaklı olabilirmiş. Ben
kendi adıma bir gün gelecek, devran
dönecek cuntacılar yargılanacak diye
hep bekledim. Evimizin duvarlarındaki kurşun deliklerine her baktığımda, okuduğum her işkence öyküsünde
“göstermelik” te olsa adaletten umudumu kesmedim.
Adalet, bir gün adil insanların yapacağı yasalarla bizlere ihtiyaç duymadan
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bunu yapacaktı bunun için adalet duygum hep bekle dedi ben de bekledim.
Şimdi mezarsız ölülerin, zindanların
karanlığında kafalarına çivi çakılanların, zorla asimilasyona tabi tutulanların, cinsel organlarına ip bağlanarak
köy ortasında dolaştıranların, bok yedirilenlerin, faili meçhule gidenlerin…
Ölülerin ve zulme uğrayanların ortak
bellekleri cellâtları sokağa salanların
yargılanması için bizden yardım bekliyor.
Nedir bu yardım derseniz çok basitti. Cuntacıların yargılandığı sabah Ankara Adliyesinde buluşmaktı. Çünkü
gerçekten “tarihi bir gün” yaşanıyordu.
Adliye önüne gittiğimde ise yine “solun” hastalığıyla karşılaştım. 12 Eylül
faşizminden en çok zarar gören örgütler, kurumlar orada değildi. Ellerinden
orak çekiçi düşürmeyenler yoktu. Ama
Berfo ana güvercin adımlarla yürüyerek hesap sormaya gelmişti. Mazlum
Doğan’ın ailesi oradaydı. Ve daha nice
devrimcinin ablası, kardeşi, ağabeyi,
anası babası oradaydı. Yurt dışına mülteci olmuş devrimcilerden bazıları oradaydı.
İllahi adalet, halkın adaleti buydu
işte. Mağdurların adliye önünde toplanması, “Katil Cuntacılar!” diye haykırmasıydı. Kusura bakmayın devrimci
kardeşlerim; Eğer 100 yaşındaki Berfo
ana geldiyse sizde bir zahmet orada olmalıydınız. Berfo ana kadar mı yanık
yüreğiniz? Mazlum’un ablası kadar mı
derin acınız?
Bu yargılamanın göstermelik olduğuna ve Akp nin böyle bir derdi olmadığına inanıyorlardı bu orak çekiç
i elinden düşürmeyenler. 12 Eylül’ün
gerçekleşmesi tabii ki sadece birkaç
Generalin işi değildir, Abd desteğiyle
gerçekleştiği herkes tarafından biliniyor. Ergenekon belgelerinde ortaya
çıkan şu dipnotu anımsatmak isterim.
“Eğer ABD desteği olsaydı yine darbe
yapıp Akp yi indirebilirdik.” Diyen paşalar halen aramızda.
Berfo Ana'nın Ağıtı
Artık söz sırası Berfo Ana'da. Hakim
"Annemiz Türkçe biliyor mu?" diye
soruyor. Salon sus pus oluyor. Berfo
Ana konuşmaya başlıyor: "Kenan Evren sen hiç utanmadın mı benim çocuğumu öldürürken?"
Serhat KORKMAZ
[email protected]
12 Eylül davasının ikinci duruşması
görülüyor. Düne göre daha akıcı sürüyor dava. Bireysel müdahillik talepleri dinleniyor. Saat 15.00'e yaklaşıyor.
Söz sırası yazar Orhan Miroğlu'na
geliyor ve duruşma salonunun kapısı
açılıyor. Bir kadın giriyor içeriye elinde fotoğraf, yanında kızı ve oğluyla
birlikte.
Salondan alkış sesleri yükseliyor. Bu
davanın belki de en unutulmayacak
anlarından biri yaşanıyor. Berfo Ana
giriyor içeriye. Evlatlarının yardımıyla oturuyor.
Ardından Orhan Miroğlu konuşmasına başlayacağı sırada bir avukat"
İsterseniz önce Berfo Ana konuşsun"
diyor. Miroğlu "Olur tabi. Ama biraz
dinlensin bence" diyor. Berfo Ana
dinleniyor, Miroğlu konuşmasını bitiyor.
Artık söz sırası Berfo Ana'da.
Hakim "Annemiz Türkçe biliyor mu?"
diye soruyor. Salon sus pus oluyor.
Berfo Ana konuşmaya başlıyor. "Kenan Evren sen hiç utanmadın mı benim çocuğumu öldürürken? Evin
yıkılsın, ocağın sönsün. Sen benim
evimi yıktın" diyor. Evren sanık sandalyesinde oturuyormuşçasına oraya
bakıyor.
Ve devam ediyor: "Elin ayağın titremesin Evren, buraya gel!" Ardından
hakime dönüyor: "Sen o namussuzu
neden buraya getirmedin" diyor.
Öyle içten, dokunaklı konuşuyor ki
salonda gözyaşlarını tutamayanlar
oluyor. Konuşması bitiyor. Oğlu ve
kızının arasında öylece oturuyor. Bir
süre sonra yorulmuş olacak ki, elinde
oğlunun fotoğrafı salonu terk ediyor.
Duruşma boyunca ve sonrasında sesi
kulaklarımdan hiç gitmiyor Berfo
Ananın.
Benim için 12 Eylül davası tarihinde
unutulmayacak bin an. Bir oğlu sürgüne giden ve bir oğlunu da işkencede
kaybeden 105 yaşındaki Berfo Ana
ambulansla Ankara'ya geliyor salona
giriyor. Ama Evren ve Şahinkaya salona gel(e)miyor.
Davanın ikinci günü bitiyor, evime
geliyorum. Hala Berfo Ana'yı düşünüyorum. Acaba diyorum kendi kendime
yüz beş yıllık hayatının hangi evresinde içten gülebildi ki? Hangi hatırası vardı gülümseyerek anımsadığı?
Nice savaşlara, nice yoksulluklara tanık olmamış mıydı o gözler? Bırakın
12 Eylül'ü diğer iki darbenin de tanığı
değil miydi o? İstiklal Mahkemeleri'ni
de görmüştü, takrir-i sükûnları da.
"Kart", "kurt" sesinin de tanığıydı o
nice katliamların da...
Dersim Katliamını da bilirdi, Zilan
Deresi'nin oluk oluk kan aktığını da...
Nice ağıtlar yakmıştı kim bilir nice
kaybedilenlere... Kısacası kimliği yok
sayılmış, ruhu hırpalanmıştı.
Ama o inatla yaşamaya devam ediyor.
Oğlu Cemil Kırbayır'ın mezarını istiyor. Yüz beş yaşındaki bir kadının
ağıtını, isyanını duymalı. Yoksa ortak
olunur bu coğrafyadaki her türlü zulme.
Kaybetmek bir ruhu, bir bedeni, nerde
olduğunu bilememek, her gün gelecekmişçesine beklemek ve gel(e)mediği her gün biraz daha yok olmak. Bu
bir anneye reva görülebilir mi?
12 Eylül davası tarihi bir dava olacaksa eğer bu ağıtları duymalı ve gerçek
bir yargılama gerçekleştirilmelidir.
İnsanlarda oluşan "umudun" boşa
çıkması yaraların yeniden ve yeniden
sağaltılmasından öteye gitmeyecektir.
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
QISIM: JU
DOMONENİYA MADE ODETU,
TOREU KULTURE KIRMANCİYE
Na nustaiste odetu toreu, kulture Kırmanciya ma sero wındenu. Domoneniya made odetu, tore ma çutiriwi,itiqate
ma çutiriwi. Qalıgune ma, piyune ma,
maune ma na odetu, toreu, kultur çutır
berdene çutır raa itiqate xo ramıtene,
ma dinera çı di çı mısayime. Nayera
gore mı çıqe dinura diyo hesno, dinura
mısayime, çıqe aqıle mıde mendo bınusni, qesey bıkerime qe, domone ma,
torne ma horte ma bıwane bımıse, wair
wejiyene qe, na odetu, toreu, kulture
xo wini mekerene, ze mau, piyu qalıqune xo bıkere ber devam kerene.
Odetu, toreu, kulture kırmancıya ma,
rındeqeniya, isaneniya, zuwinira giredayena, heqa deru ciraniya heqa mordemeniya, heqa iqraru imaniya, heqa
piru rayweriya, heqa jaru diyaruna,
heqa cemu cematiya, heqa ceniye u camerdiya, heqa mau, piyu, evladiya. Ez
kılm vaji. Heqa raa desu de imamune
deste kerbelawa. Çıra niya wanu, tene
arıste keri.
Kırmanciya made, ma piyune xora,
qalıqune xora niya diyo, niya zoneme.
Qurban, niyaz, germiya desu dı imamu, loqme heqi teyna newerdene. Deru
ciranira bare kerdene, kerdene wıla,
kes be bare u be loqme heqi newerdene. Çıme keş towade nemendene.
Piru raywerqe amene, pirire qurban
kerdene, o qurban ardene oda piri, piri
duwa qurbani deneci hona berdene
sarabırnene. Qurban potene werdene,
ora dıme cem giredene. Ceni,camord
zu cade pero piya biyene top. Cemat
qe ame ne peser piri desu dı xısmeture,
mordeme xısmete tayin kerdene, duwa
xısmetçü qe denecı. Cematira pers
kerdene watene, werte sımade kamo
qe zuwinira here dano, xamo qe jüde
heqa xo esta, heqa deyi cido, xora raji
kero. Heredanıqi zuwinira hastwene.
Hata qe zuwinira raji newiyene zuwinira hast newiyene verte cemi neguretene. Zuwini kele kerdene zuwinira
biyene raji. Piri hona cem giredene,
ibadet kerdene. Ceni, camordi, domoni
pörine piya zu feqra Hallah Hallah watene, taye qi berwene. Cem qe qediya
SAİT BAKŞİ
her keşi xatır wastene, lew nene piri
desta, şiyene çeune xo.
Odetu, tore kırmanciye zafiye.Zu nusdayisde perune, nusnayene zaf zor
beno. Nayere gore qısım qısım binusnine qe tenena rınd ma na odetu toreu,
kulture xo nejdira nas bıkerime, biyamera xo wiri.
Na nusdayis de Gaxan u roze Xızıri
çıko, çutır biyene. Gaxan, asma zımıstoniya werena. Na asmera asma gaxani wajiyene. Hesawe qelemera yane
teqwimo newera eqe desu hire roji şi,
endi paiz qedino. Hesawe teqwime kamira zımıston jü wayino endi na rozera gaxan mordene. Yane hesawo qanra
qaxan jü wajiyene. Asma gaxani (14
Aralık-14 Ocak) çor heştiyo. Heşte çorinede roza posemiye, sone yeni gaxan
kerdene. Kırmanciye de gaxan sera newiya. Sera qane qedina endi kune sera
newiye. A sera newiye sa bene,piroz
kene. Tabi Dersimde dı heştide, taye
caude hire heştide, taye caude qi çor
heştide kene. Deva made heşte çorinede kerdene.
Keşi nas nekerdene qe kamejiyo. Ewe
o torera çewe çera feteliyene, mılet fistene wais, mılet waisde merdene. Zaf
rındeq kaykerdene. Zeqe nıqa tiyatro
kaykene heniwi.Nıqa qal kaykerdene
wurna. Dı camordi kaykene. Halbıqe
hen neweno. Zu odet qe çutiriyo, çutır
amo na rozu, hen bımano, henı qi bıramiyo şero. Qal sera qana, weywıqe
qi sera newiya. Sera qane biya kokıme waxte xo werdora şiyo, weywıqe qi
sera newiya, hureniya sera newiyedera endi isan kuno sera newiye. Coqa
cenca ze weywıqa newiya. Gaxan de
lozıne bonu kerdene pak. Uwe etsene
zere çeyira, tewerıqu werde çıley fisteneracı, pilune ma duway kerdene.
Heşte çorinede roza posemiye sone
yeni, sare dewa ma pero biyene top
amena mazra Balıxi. Balıx mazrade
Cıwraq’iya, a mazrade, çe Uşene mexsudi de ewliyaye esta. O çede ewliyayi werde biyene top. Qurban qe werd,
xora qe pir esto, oda ewliyayede cem
giredene. Cem qe qediya, mıleti were
ewliyayede her keşi çıley nena pa duway kerdene. Amene sızde kele xo
bırnene, çıralıx estene bımbareqe wer.
Ora dıme pirira xatır wastene, lew
nene destra şiyene çeura biyene wıla,
Balıxde meyman mendene, sodır biyene wıla şiyene çeune xo.
Asma gaxani de, zeyi keşi xo wira nekerdene. Kami qe zeyiye xo este, bızıqe potene, ya qi hedigar cıre guretene
şiyene diyare zeyu.
Roze Xızıri Gaxan qe qediya, asma
roze Xızıri der heq mordene. Asma
roze Xızıri qi ze asma Gaxani çor heştiya, Wertalıxe desu ponce çeli u desu
ponce Guze dero (15 Ocak-15 Şubat)
züyo qe qurban kerdene, qurbane xızırira gore malade xo wadnene (niyet
etmek, belli etmek) estene mereqe ser,
xususi kerdene weyiye, rındek qayit
kerdene hata qe roza qurwani ame.
Heşte çorinede qale gaxani kay kerdene. O waxt qe qal kaykerdene, zu
ceniye, zu qi camord wi, piya kaykerdene. Ceniye kınce camordu kerdene
pay, pırçra herdise wırastene nene riye
xora, sapqa nenero xo sare, biyene ze
camordi. Camordi qi fistane cenü (entari) kerdene pay, fose nenero xo sare,
waley, çiti, ya qi leçegi etsene xo ser,
werdene ro (salmak, indirmek) riye xo
guretene, keşi nezonene qe camordo.
Asma roze xızıride tayine zu roze,
tayine dı roji, tayine qi hire roji roze
guretene. Çenequne azewu, xortune
azewu roze qe guretene a sewe uwe
newerdene, hewne xode qe di, şi koti
uwe henide werde, watene sone uza
zewejine, noqi netode rındeqwi. Domoni, cenci şiyene dewera Xıdliyas
kerdene are. Ciranu tayine perey denecı, tayine qi zowina hedigar denecı.
Poseme sone yeni were tewerıqude çı-
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ley nene ro duway kerdene.Duaye xo qi
niya kerdene. (Ya Xıxıre sata tenge,tı
hazıru nazıra, sata tengede be comerdiye, daru imdade mau azu uze made
bırese, tenganiyede mewerde.Tı Xızıre
sere dengızu deyrayiya, cano qe tenge
dero, be comerdiye bıxelesne. Tı her
cade hazıru nazıra. Tore nejdiyu, duri
çino, koti wazene uza resena. Xızıre
sata tenga.) Watene hemı qi berwene,
duwa xo qedenene. Mılete maye wereni qe duway kerdene ewe zero wesra
duway kerdene. Qome mawo weren
itiqate xo zaf gırswi. Raa xora piru,
raywere xora, jiyaru, diyarune xora
zaf giredaye wi. Ez naye qi wajine,
itiqate mılete maye wereni, nıqa kırmanciya made nemendo. Na bere (nesil) mao peyen hem itiqate xora, hemı
qi odetu, toreu kulture xora xele duri
mendo,zone xo qi xo wira kerdo.
Roze xızıri poseme çorinede sewa
sone yeni, kamiqe qurwane xo esto,
hona qe zereqe tiji koura nedariyo we,
qurbane xo ardene tewer, wera jiyaru
diyaru çıley nene pa, duway kerdene,
ya Heq, ya Heq, ya Xızıre sere dengızu
deyrayi, ya Xızıre sata tenge, kurwane
ma qewul bıke, dergaye xode bıwiyarne, azu uze ma wer çarne, zayi mewe,
watene, hona karda qurwani untene.
Qurwan bare we bare bırnene kerdene
hazır, potene, sodır niyazi qi potene,
berdene deru ciranura kerdene wıla.
Asma roze xıxıri niya wiyarnenera.
Na odetu, toreu, kulture kırmanciyu
rındequ sero, watena mı zafa, çıxa qe
ez zonenu, nusdayisune xuyo binude tepiya anura zon, qome made bare
kenu.
k a ye n i
set ç ı k
çi l tı
ere
d
Tı Xızıra Xızıra, hazıru nazıra.
Xızıre sata tenga, isanire wayira.
Kamo qe zerera wenga to dano.
Nisenoro ostore qıri uza hazıra.
Protestan Din Adamına Saldırı
İstanbul Bahçelievler Protestan Lütuf Kilisesi'ne giden dört saldırgan,
Kilise pastörü 58 yaşındaki Semir
Sertek'in kelime-i şahadet getirmesini isteyerek tekmeledi.
58 yaşındaki Semir Serkek, Ortodoksların Paskalya Bayramı'nı kutladığı 7 Nisan Cumartesi günü yaşanan saldırıyı Radikal gazetesinden
İsmail Saymaz'a şöyle özetledi:
"Olay gecesi kilisenin kapısına birileri hızla vurdu. Telaşlı halleri vardı.
Kapıyı açtığımda 'Bize anlat' diyerek
içeri girmek istediklerini söylediler.
Alaylı ve küçümseyici sözler sarf ediyorlardı."
"Bu durum bende tedirginlik yarattı. Sabah gelmelerini, olumsuz konuşmamalarını ve burasının kilise
olduğunu söylediğim halde hakaret
ettiler. 'Burası Müslüman mahallesi,
burada kilisenin ne işi var?' diyerek
son dini kabul etmezsem toprağın altında gebereceğimi defalarca tekrarladılar."
"Başında beyaz takkesi olan genç,
kelime-i şahadet getirerek benim de
söylememi isted. Göğsüme tekme attı.
Sonra kaçtılar. Ben tekmenin şiddetiyle merdivenden düştüm."
Semir Sertek, saldırının ardından
Bahçelievler Karakolu'na giderek
saldırganlar hakkında suç duyurusunda bulundu. Sertek ayrıca Bakırköy Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma
Hastanesi'nden de darp raporu aldı.
(EKN)
İst - BİA Haber Merkezi
Nükleer Neden Aceleye Getiriliyor?
Greenpeace, Akkuyu’da kurulması planlanan nükleer santral projesi için hazırlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi dosyasına yasal itirazda bulundu. ÇED
dosyasının hukuka aykırı olduğu söylendi.
Mersin Akkuyu'da yapılması planlanan nükleer santral projesine karşı olan çevre örgütleri ve bölge halkı, yarın Akkuyu'da protesto eylemi gerçekleştirecek.
21 Mart'ta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 2013'de başlaması planlanan Mersin Akkuyu nükleer santral projesi için genelge yayınlayıp daha hızlı çalışılması konusunda uyarıda bulundu.
Bunun üzerine Greenpeace, Mersin Akkuyu'da kurulması planlanan nükleer
santral projesi için hazırlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) dosyasına
yasal itirazını sundu. İtirazda, ÇED dosyasının hukuka aykırı olduğu kaydedildi.
ÇED dairesine yapılan yasal itirazın nedeni, santrali kurması planlanan Rosatom firmasının hazırladığı dosyanın yasal gereklilikleri karşılamaması ve içeriğinin yetersiz olması.
Akkuyu nükleer santrali için hazırlanan ÇED başvuru dosyasının ciddiyetten
uzak olduğunu söyleyen Greenpeace Akdeniz iklim ve enerji kampanyası sorumlusu Cenk Levi "Akkuyu ÇED Başvuru Dosyası, bizzat Bakanlık tarafından hazırlanan Rehber'de belirtilen içerikten yoksun. Bu haliyle de ÇED sürecinin başlatılması için yeterli değil. Kaldı ki Mersin'de halkın yüzde 70'i nükleer
santral istemiyor. Böyle bir durumda halkın katılımından söz etmek mümkün
değil. Bu hukuksuz ÇED süreci bir an önce iptal edilmelidir" dedi.
İstanbul - BİA Haber Merkezi
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir yerde eleştiri öz eleştiri yoksa orada hiç bir gelişme yok demektir…
«DİNDAR GENÇLİK» TE AMAÇLANAN NEDİR?
Amaçlanan piyasa islami - islam suretinde neoliberalizmidir?!
Sayın T. C. Başbakanı R.Tayip ERDOĞAN «Dindar gençlik yetiştireceğiz »
diyor ve bu söylem televizyonlarda ve
basında epeyce tartışıldı, karşı eleştiriler olduğu gibi, karşı olmayan eleştirilerde vardı. Bu çok güzel bir durumdur ki, toplumları ileriye götürmenin
mihenk taşlarından biridir eleştiri -öz
eleştiri…
Önce Din nedir sorusuna cevap arayalım. Dinin bir genel tanımı vardır.
Hiristiyanlar içinde Müslumanlar içinde [yani ben kendime göre yalın bir
dil kullanarak anladığım kadarıyla
anlatmaya çalışacağım] Allâh’a inanmak peygamberler araciliği ile insanlığa gönderilen buyruklara güvenmek;
iman etmek. Bu buyruklar 1) yaşama
ait buyruklar 2) maneviyata ait buyruklar 2. buyruklar öbür dünya ile ilgilidir ki, öbür dünyada herkes yaptığının ettiğinin iyi yada kötü cezasını
yada mükafatını alır. Yaşamla ilgili
yanına yaşayan din öldükten sonra
ahiretle ilgili yanına ölümden sonraki
yanı diyebiliriz yani ölüm öncesi ölüm
sonrası yanlarıyla ilgili…
Din, dinlere göre Allâh’ ın peygamberler aracılığı ile kullarına şöyle şöyle
yaşayınız böyle böyle oturup kalkacaksınız. İslâm da olduğu gibi İncil de,
Tevrat ta da insanliğin özel ve toplumsal yaşamının düzenlemesine dair A
dan Z ye ayetler (…) vardır.
Konu burada İslâm suretinde neoliberalizm olduğu için ben burada iktisadi
yanı ekonomik yanı ile ilgilenmeye çalışacağım. İslâm dininin iktisadi yanına girmeden önce şu hususlara değinmeyi konu ile ilgili gerekli görüyorum
ki, birde “aydınlanma”nın pozitifist din
inancı tanımı vardır. Aydınlanma dini
bir inanç olarak görür. Bütün büyük
dinler ise Dini bir yaşam biçimi olarak
görür.Allah ile kul arasındaki bir inanma biçimidir ve daha sonraları aydınlanma din ile devlet işlerini yerine göre
ayırmış yerine göre kotrol altına almış.
Aydınlanmanın zenginler ve egemen
sınfları başkalarına karşı dini çıkarlarına alet ederek savaşlar çıkarıp, soykırımlar yapıp sömurgeler yaratmıştır.
Aydınlanmayı kendisine reva gören
devletler ABD, İngiltere si, Fransa sı,
Fe v z i K A RTA L
şu devleti bu devleti… Aydınlanmayı
kabül eden devletler in söylemleri ile
pratikleri farklı farklı olmustur; dini
çıkarlarına alet ederek amaçları için
kullanmışlardır bu nedenle Marks
“din sömürücülerin elinde bir afyon
dur demiştir“ Yine bu sözüm ona “aydınlanma”nın zengin, sömürücüler sınıfı Marks ı kötülemek için “bakınız
Marks dine afyon diyor” yalanını ortaya atmışlardır. Aksine Marks Feurbach
ın tezlerinin eleştirisi kitabinda aşırı
bir şekilde dine çatanlara siz kendi
teolojinizi yaratıyorsunuz, ateistler teolojisi, diyerek karşı çıkmıştır. Hegel
ilk çağ felsefecilerinin ve daha sonrası
dinlerin bize kazandırdıkları eşitlikci
çabaların, dil, soy, ırk ,eşitliği; Allah
ın huzurunda herkes eşittir, insanin
iyi ahlak öğretileri kavramlarından
hareketle doğu sözcüğünü coğrafi bir
kavram olarak değilde sosyolojik bir
kavram olarak ele alıyor ve bütün bunlardan hareketle her şey doğudan geliyor yazıyor… Daha sonraları kendilerine marksistim diyen ama Marks ın
düşünceleri ile ilşkisi olmayan bürokratik reel sosyalist devletlerde dine yer
yer baskıcı davranmişlardır aydınlanmayı egemen sınıfların çıkarına gore
ayarlayan sözüm ona aydınlanmayı kabül eden devletler gibi baskıcı olmuşlardır. Günümüz 21. YY sosyalistleride
dini şöyle tanımlamaya çalışıyorlar,”
Din insanların icat ettiği ve insanlara
hizmet için varedilen bir felsefi kavramdır. Özünde insanın hayvanlardan
ayıran çağa uygun karakter yapısı
kazanmasına hizmet için oluşmuştur.
İnsanları insani değerlerle buluşturmak, ehlileştirmek, zararsızlaştırmak
için düşünülmüştür. Mistiktir. Kişinin
kendi içine doğru seyr-ü seferidir. Geç-
mişte her dönemde dönemine uygun
yozlaşma ve haksızlaşmaya karşı bir
mücadele düşüncesidir Her dönemde
çıkış itibariyle başarılıdır ve ilericidir.
Ta ki hakim zümrelerin eline geçip onu
hükmedenlerin ellerine bir kırbaç olarak dolatıp hükmetmeleri sınıflara baskı aracı olarak kullanıncaya kadar. O
andan itibaren özünü ve amacını süreç
içerisinde yitirip gericileşir ve yeniden bir keşifle etkisizleşmeyi hakeder”
Bir de burada büyük dinlerden öncede
var olan eşitlikçi köylü toplumları dini
Batini inanç dinlerinin Alevilk, Bektaşilik, İsmaililik vede Hiristiyanlık
taki Bogomolilik, Budizmin reformcu
kanadı da kendi aralarında faklılıklar
olsada, nüans farklılıklar, Dini bir yaşam biçimi olarak görürler insanlar ve
topluluklar toplumlar arasında eşitlikci
anlayışa sahipler ama Allah’ı, yaratıcıyı, Hz Alinin “Enal” anlayışına uygun
ve ya benzeri bir anlayışıyla değerlendirirler…
Büyük dinlerin bu dünya ile ilgili, yaşama dair eşitleyici büyük çabaları vardır.” Bütün bu büyük dinler insanları
iki yönde eşitlemeye çalışırlar topluluk
ve sınıfsal olarak. Sınıfsal olmayan aidetler vardır örneğin insanlar herhangi
bir aşirete bağlıdırlar. Ticari ekonomik
ilişkiler gelişince o aşiret ilişkileri onun önünde bir engel olmaya başlar.
Mekkeyi ele alalım. Kureyşliler Mekkenin zenginleriydi. Aşiretlerde aşiretsizlerde vardı. Totemler yani putlar bu
aşiretlerin ayrılığının ve eşitsizliğinin
sembolleriydi. Allah ı kabul etmek, Al
lah a şirk koşmamak eşit olmak anlamına geliyordu. Allah büyük ölçüde
eşitleyici bir varlıktır Bütün farklı aşiretleri bir tek Allah ın kulluğu ile eşitler Bu bir biçimsel eşitliktir”.
Gerçek bir iktisadi ya da sınıfsal eşitlik olması yönünde dinlerin gayreti
vardır. İslâm da komşun aç iken sen
tok yatma. Maum suresi:” yoksulu
doyurmak, öksüzü kayırmak namaz
kılmaktan iyidir”. Velet suresi:” bir
köleyi özgürlüğüne kavuşturmak yoksulun karnını doyurmak imandan önce
gelir”. Necm suresi : emeğin kadar al.”
Kella suresi: kainattaki nimetleri koru
ve bölüş buyuruyor. İslâm daki mülki-
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yet vesayet ilişkileri Sayın Başbakanımızın yaptıkları ile bağdaşmıyor vede
benim görebildiğim kadarıyla Sayın T.
ERDOĞAN mezarla ilgili bölümüyle
ilgileniyor diye düşünüyorum Din bir
vicdani olaydır. Din Allaha inandırmak için değil Allah a güvenmek içindir Kuran da inandirmak sözcüğünün
yerine ona güveniniz, nimetlerini koruyunuz, hakkaniyet içerisinde kullanarak bölüşünüz (…) yazıyor.
“Hiristiyanlıkta komşunu kendinden
önce düşün denir. İslamiyette faizin
haram edilmesi başkalarıyla elindekini
paylaşmak gibi davranışlar her zaman
övülmüştür hatta farzdır.
AMA bütün tarih bize şunu gösterir
dünyanın en iyi ahlaki öğretileri bile
filiyatta gerçekleşememiştir. Bir süre
sonra zenginler elindekileri vermemeye başlamişlardır Bu başarısızlık
neden kaynaklanıyor? Sorunun özü
şurada aslında tüketim ve bölüşüm
aracılığıyla eşitlik çağrıları başarısız
kalmaya mahkümdur çünkü bunlar
eşitsizliğin nedenlerine girmez onların sonuçları ile uğraşır. Sınfları yok
etmez sınıfları veri olarak onların arasındaki farkı tüketim ve bölüşüm farklılıklarını ılımlandırmaya çalışır” Bütün bu büyük dinlerin mirasına sahip
çıkılarak şu çözümü ileri sürmek ve
de nedenlerine girerek çözüm üretmek
bence daha mantık sonuçlarına varmış olunur diye düşünüyorum. Eşitliği
üretim ve mülkiyet ilişkileri aracılığı
ıle sağlamakta çözüm bulmak gerekir
diyorum.” Sınıfları kabül ederek değil
sınıfları var eden koşulları ortdan kaldırarak sınıfları yok ederek eşitlemek
çünkü zenginler belli bir süre sonra
elindekini vermiyorlar” Cami dibinde
dilenciye az bir para veriyorlar, kömür,
şeker dağıtarak oy toplamaya çalışıyorlar ki buda eşitliği sağlamıyor. Eski
Roma da zenginler sınıfı iktidarı alarak Hz Isa nın büyük idali olan ETRE
(olmak) ou (ya da) AVOIR (sahip olmak) seçeneğinden ETRE in önüne
geçmişlerdir ve de özünü boşaltmışlardır. Muavıye de İslamın tüketim
alanındakı paylaşım anlayışının içini
boşaltmıştır. Bence Dindar gençlik
yetiştirmek anlayışıyla aranan ve yapılan islam suretinde neolıberalizdir.
Aşırı sağcı neocon ların W. BUCH ların A.B.D.de yaptıkları gibi. Okuyan,
araştıran yalın bir şekilde görecektirki Türkiye de sadece sayın Başbakan
ve F, GÜLEN çevresi bunu yapmıyor
yine hepsi ABD de eğitimli İslâm coğ-
rafyasında kuveyte Tarık al Suvaidan,
Birleşik Arap Emirliklerin den Najip al
Rifati, Mısır da Youssif al Qaradawi,
Yemen de şu Magreb ülkelerinde bu,
bu şahıslar kı, hepsinin isimlerini yazmaya gerek yok. Bunların hepisinin
amacı islam suretinde neolıberalızmdir. Piyasa islamı. Şu anda Türkiye de
yeni bir anayasa ile şunlar yapılsa daha
iyi olmazmı?
“1 Yeni Anayasayla insanların Din
özgürlüğü güvence altına alınmalıdır.
İsteyen istediği gibi inanmakta ve yaşamakta kişi haklarına saygılı olmak
koşulu ile özgür olmalıdır 2 İbadetle ticaretin yanyana olması Dine bir
hakaret olark algılanıp yasaklanmalı
ve tacirlerin Dini kirletmesi ve çıkar
amaçlı kullanılması önlenmelidir. 3
Seçmeli Vergi Hanesiyle çalışanların
vergilerinden makul bir oran direkt
Din işlerine aktarılmalıdır. İsteyenin
bu vergiden muaf tutulmasıyla inanmayanlarında hakları güvence altına alınmalıdır. 4 Devlet Dini serbest
bırakmalı ve her Dine eşit mesafeli
davranmalıdır Yünlendirme, korumakollama etkileme veya kullanma adaletsizliğine tenezzül etmemelidir. Aksi
durumlarda çatışmalı ortamlara Devlet
bizzat kendisi sebebiyet verir. Adaletin
olmadiği yerde çatışma doğar. İnanan
insanların inançlarına ne denli samimi ve dürüst oldukları onların yapacakları fedakarlıklarla ortaya çıkacak
“Münkirle” “Münafık “ orada belli
olacaktır. Dini kendi pis çıkarları için
kullanmalarının önüne geçilmiş olunacaktır. İbadethane gerekiyorsa Cemaat kendi olanaklarıyla inşa edecek
bu anlamda yapacakları fedakarlıklarında bir değeri ve anlamı olacaktır.
Bir Din önderi eğer çıkar için değilde
içinden geldiği ve gönüllülük esasında
hizmet verirse makul ve içten olacaktır
Hak ettiği için toplum tarafından kabül
edilip itaat edilirse Din adamı özelliği
olur aksi taktirde paralı bir memurdan
farkı kalmaz. O zaman yüzyıllardır
hasreti çekilen daha nice Mevlanalar,
Yunuslar, Hoca Nasrettinler çıkacaktır. Dindar bir gençlik Dini ancak özgür bırakmakla mümkündür Yoksa
hakim sınıfların hizmetinde bir Dinle
olsa olsa ancak “Kuzu” gibi gençlik
ve” Koyun” gibi sağılmaya mahkum
bir toplum yaratılır Zaten A.K.P. ve T.
ERDOĞAN larında kastettiği bu dindarlık olsa gerek. Karar Halkımızındır”
17 Şubat 2012
DESİM’de: devletin asimilasyon aracı olarak
kullanılan paşalar camisinden!.. günlük
5. vakit okunan ezana son verilsin!
Desim inancımıza sayğılı olmalarını ve ezan
okunmasının durdurulmasını talep ediyoruz!..
SAKİNE POLAT - ALİ ÜLGER
kızılbaş - sayfa 25 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Özerklik Kürt-Türk katliamı getirir
Prof. Taner Akçam
NEŞE DÜZEL: Siz, PKK hareketini, bir
zamanlar yakından tanımak fırsatı buldunuz. PKK ne istiyor?
Kendisi tarafından kontrol edilmek
şartıyla bağımsız devletten başlayarak
otonomiye kadar uzanan her şeyi isteyebilir PKK. Bu yüzden, “PKK devlet
istemiyor ya da PKK devlet istiyor”
sözleri çok anlamlı değildir. PKK yöneteceği bir idari birim istiyor.
Yöneteceği bir toplum mu istiyor?
Evet. Bunu da, demokratik mekanizmanın bir sonucu olarak istemiyor. “Bu
işi bu noktaya ben silahımla getirdim.
Bundan sonrasını da silahımla alacağım” diyor. Şu anda uluslararası konjonktür izin verse, PKK, yeni bir devlet
kurar ama dünya ulus-devletlerin kurulmasına artık izin vermiyor. Bu yüzden PKK, Türkiye’de otonom bölgeyle
idare eder. Ama böyle bir çözüm, yani
“etnik kimlik esasına göre bir idari yapılanma” demektir. Bu etnik temelde
bölünme de bu ülkede çok büyük katliamlara yol açar.
PKK çizgisindeki Kürt siyasetinin çatı
kuruluşu olan Demokratik Toplum
Kongresi, özerklik ilan etti. Özerklik,
etnik temelde bir çözüm arayışı mı?
Evet... Özerklik, etnik temelde bir çözüm arayışıdır. Bu, ulus-devletin çekirdeğidir. Light ulus-devlettir bu. Böyle
bir çözümle, bölgede kan gövdeyi götürür. Bölgede yeni sınırları gündeme
getirecek çözümleri değil, sınırları
anlamsızlaştıracak çözümleri düşünmemiz gerekiyor bizim. Otonomi çerçevesinde bir çözüm, hem Türklerle
Kürtler, hem de Türk devletiyle Kürtler
arasında kitlesel katliamlara zemin hazırlar. Kısacası Kürt özerk bölgesinin
kurulması, çatışma getirir.
na vurulan bir dipçik ise, bu genç niçin
ayrılmasın? Kafasına bir daha vurmamız için mi? Meselenin nasıl çözüleceğine gelince, bence birey ekseninde
çözülmeli. Kürtçe eğitim veren okullar açma gibi, çift dillilik gibi haklar,
ademimerkeziyet bireysel haklar temelinde pekâlâ gerçekleşebilir. Bakın...
Ortadoğu’da yapılması gereken üç şey
var.
Nedir o üç şey?
Bir, etnik temeli esas alan bir siyasallaşmadan uzak duracaksınız
Ortadoğu’da! İki, mevcut sınırlarla
fazla oynamayacaksınız! Üç, demokratikleşmeyi, bireysel eksende yapacaksınız! Kürt meselesini çözmek için de,
yerel yönetimlere Avrupa Birliği’nin
şartları uygularsınız ve bireysel hakları
sağlarsınız. O zaman bu iş çözülür. Dolayısıyla, Kürt açılımına ve demokratikleşmeye ilişkin hiçbir konu PKK’nın
tekelinde değildir. Devlet bütün bu açılımları kendisi kolaylıkla yapabilir. Ayrıca ayrılıkçılığı isteyen parti de özgür
bırakılır. Seçimleri kazanırsa, demokratik yoldan ayrılma da gerçekleşebilir.
Sizce Kürt sorunu nasıl çözülür?
Siz Apo’yla bir zamanlar görüşmeler
yapmıştınız sanıyorum. Apo nasıl biri
sizce?
Önce şunu söyleyeyim. Türkiye’de
Kürt meselesini tartışan her kişi, kendisini Hakkâri’de kafasına dipçikle vurulan gencin yerine koymak zorundadır.
Eğer bu gence verebileceğimiz kafası-
Son derece akıllı bir insan. Ankara’da
öğrenci hareketinde beraberdik. Ankara’da yüksek öğrenim derneğinin yönetim kurulu üyesiydik. O, Siyasal
Bilgiler Fakültesi’nin temsilcisiydi.
Ben, ODTÜ’nin temsilcisiydim. Bizler,
Mahir Çayan’a yakın düşünen gençlerdik. Türk ve Kürt halklarının silahlı
mücadele temelinde birlikte Türkiye’de
sosyalizmi kuracağına inanırdık. Apo,
“Mahir Çayan’ın söyledikleri en iyi
Kürdistan’da uygulanır. Batıda şehirlerde olmaz bu. Kalkın Kürdistan’a
gidelim bu işi oradan başlatalım” derdi. Silahlı mücadelenin Kürdistan’da
örgütlenmesi gerektiğini savunurdu.
Nitekim Ankara’yı terk etti.
Sonra hiç karşılaşmadınız mı?
1981sonrasında Suriye’de karşılaştık. O dönemde hem Avrupa’da hem
Türkiye’de e askerî rejime- faşizme
karşı bütün solun içinde olduğu birleşik direniş cephesi kurduk. Öcalan’la
1984’e kadar öyle bir beraberliğimiz
oldu. Ama biz siyasi hareket olarak
1984’ten sonra Suriye’yi terk ettik. Mesela 1980’de 12 Eylül’den ya birkaç ay
önce ya da sonraydı... Kendisinden bir
mektup aldım.
Mektubunda ne diyordu?
Kafasındaki model gene 1975’te söylediklerine yakındı. O cümleleri hiç unutmam. “Mustafa Kemal, Anadolu’ya
çıktığında yaptığı ilk iş, Kürt aşiret reislerine mektup yazıp, onları Kurtuluş
Savaşı’na davet etmek oldu. Burjuva
ve feodal önderlerimizin o zaman yapabildiği şeyleri biz sosyalistler bugün
niçin yapmayalım? Siz yukarıdan ben
aşağıdan Türkiye’de faşizme ve askerî
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
rejime karşı mücadeleyi örgütleyerek
Türkiye’de demokrasiyi ve özgürlüğü
kuralım” demişti bana.
Sonra görüşmediniz mi bir daha
Apo’yla?
Çok görüşmeler oldu. Dedim ya... 198183 yıllarında Türkiye’deki bütün sol siyasi hareketler olarak faşizme karşı birleşik direniş cephesi diyebileceğimiz
bir organizasyona gittik. Yılmaz Güney
de bunun içindeydi. Askerî rejime karşı
mücadele ederek askerî rejimi yıkacak
ve sosyalizmi getirecektik.
Öcalan ve PKK güçlü müydü o dönemde?
Kendi çapında güçlüydü. Silahlı bir hareketti. Suriye ve Lübnan’daki kamplarda silahlı eğitimler yapılıyordu. İnsanlar oralarda eğitilerek Türkiye’de
eyleme gönderilecekti. Böylece silahlı
mücadele başlayacaktı. Ben de o dönemde Suriye’ye gidip geldim. O sırada Suriye’de Apo’yla ve PKK’yla, “bu
ay gideceklerdi gene gidemediler” diye
alay ediliyordu. Ben bunu, Öcalan’ın
probleme ne derece uzun erimli bakan
biri olduğunu, diğer Kürt hareketindeki
insanların görememesi olarak değerlendiriyorum. Sonra da zaten 1984 ağustosunda Eruh baskını oldu. Size iki anekdot anlatayım. Biri, 1982’de Öcalan’ın
Mesut Barzani ile görüşmesidir.
Apo ve Barzani ne görüştüler?
Apo, Barzani ile buluşmasından sonra
benimle konuştu. “Taner” dedi, “bu iş
bitmiştir”. “Ne oldu?” dedim. “Mesut,
Kuzey Irak’a yerleşmemize izin verdi.
Bunu bir kenara yaz. Bu, Kürt hareketi
açısından bir dönüm noktasıdır. Bundan sonra benim sırtım yere gelmez”
dedi. Ben o sırada Devrimci-Yol hareketi içindeki insanlardan biriyim.
Gençlik liderlerinden birisiniz...
Apo, Irak’a yerleşmenin, PKK hareketini kurtaracağını daha 1982 yılında
gördü ve oraya yönelik hareket etti.
İkinci anekdot ise şu... İsrail, Lübnan’ı
kuşattıktan sonra, Suriye devleti, 1982
yılında Türkiye’den gelen devrimci örgütlerle doğrudan ilişkiye geçti. Daha
önce ilişkinin kurulmasında Filistin
örgütleri aracılık yapıyordu. Öcalan’ın
grubu Habbaş’ın Filistin Cephesi’yle
ilişkideydi. Bizim arkadaşlar ise El Fetih üzerinden Suriye’yle ilişki kuruyorlardı. Suriye, Türkiye’den gelen örgütlerle hem gizli servisi Muhaberat hem
de dışişleri bakanlığı kanalıyla doğrudan ilişki kurmaya ve birtakım şartlar
ileri sürmeye başladı.
Suriye, Türkiyeli sol örgütlere nasıl
şartlar ileri sürdü?
Bu şartlar, açıkça Türkiyeli sol örgütlerin Türkiye’ye karşı kullanılması
anlamına geliyordu. Türkiye’de bazı
işleri yapmanı isteyebilecek şeyler söylüyordu Suriye. Biz bağımsızlıkçı bir
harekettik. “Sonuçta kullanılacağız.
Bizim burayı terk etmemiz lazım” dedik ve Suriye’yi terk ettik. Ben bu konuyu Öcalan’la konuştum. Ona, “Biz
Suriye’den çıkıyoruz. Terk etme kararı
aldık. Biz kendimizi kullandırtmayız.
Senin yerinde olsam, Suriye’yi terk
ederim. İsveç’e ya da başka bir yere gidersen iyi olur” dedim.
Ne cevap verdi?
“Beni kullansınlar, çok önemli değil.
Bana birkaç yıl lazım” dedi. “Ben birkaç yıl sonra yapacağımı yaparım, o
zaman da atı alan Üsküdar’ı geçmiş
olur. O zaman da beni Suriye’nin kullanıp kullanmaması artık ayrıntı haline
gelir” dedi. Zaten Öcalan, Türkiye’ye
geldiğinde de aynı stratejiyi izlemeye başladı. Kendini gene kullandırtıyor. Bizim Ankara’dakiler de Öcalan’ı
kullandıklarını zannediyorlar. Şimdi
Öcalan’ı kullanıyorlar ama uzun vadede Öcalan galip gelecek.
Şöyle söyleyeyim. PKK’nın ilk kurucu
kadrosu Ankara’da benim de beraber
olduğum öğrenci çevresidir. Bunların
hepsini tanırım. Bizler, Siyasal Bilgiler,
Gazi ve ODTÜ gibi hep aynı üniversitelerin ve aynı kuşağın insanlarıyız.
Ama daha sonra Öcalan’ın kendi hareketi içinde benim de tanıdığım insanları tutukladığı ve bunlara işkence yapıldığı ve bu insanların öldürüldükleri
haberleri geldi bize. 1984 başlarıydı...
O Suriye’deydi, ben Almanya’daydım...
Bunun üzerine aramızda çok sert birkaç mektup değiş tokuşu ve telefon görüşmesi oldu. “Askerî rejime, işkenceye
ve baskıya karşı savaşan bir hareketin
işkenceyi ve baskıyı hayata geçiremeyeceğini söyledim. PKK dergisinde
“Küçük Enver, Küçük Kemal” olarak
suçlandım. Bana karşı saldırıya geçildi.
Neler yaşadınız?
O zaman PKK’nın Avrupa sorumlusu
Dersimli bir genç vardı. “PKK içinde
demokrasi lazım” dedi ve öldürüldü.
Diğer Türkiyeli solcularla birlikte biz
bunu kınayan bir kampanya başlattık.
İşte bunun üzerine PKK beni ölüm
listesine aldı. Devrimci-Yol’dan Kürşat Timuroğlu Hamburg’da öldürüldü. 1982-87 döneminde, Türk solunu
susturmak için Avrupa’da sol örgütlerden 20’den fazla insanı öldürdü
PKK’lılar. Tipik bir Stalinist harekettir,
Kamboçya’da Pol Pot’a benzer bir harekettir zaten PKK.
Siz silahlı saldırıya uğradınız mı?
Öcalan ne isterse yapmak zorunda kalacaklar. Sonuçta Ankara’dakiler Kürt
meselesinin çözülmesini Öcalan’a fiksleyerek ve onu kullanarak meseleyi
aşabileceklerini zannediyorlar. Büyük
bir tarihî hata yapıyorlar. Çünkü Apo
kendisini kullandıra kullandıra, hedefine doğru emin adımlarla yürüyor. Öcalan, kendi adına yazılan Devrimin Dili
ve Eylemi kitabında bunu kendisi de
söylüyor. “Düşünün, devlete Kürt Partisi kurduruyorum... Biz devrimci Kürt
Partisini nasıl MİT’e dayandırarak kurduysak, Kürt devletini de Türk devletine dayandırarak kuracağız” diyor.
Ben saklandım. Ben bulunamadığım
için Hamburg’da benim yerime bir
arkadaşımın öldürüldü. Bunu şimdi söyleyebilirim. O zaman Yeşiller
Partisi’yle de irtibatlıydım. Yeşiller
Partisi üzerinden Alman güvenlik görevlileri bana yüz operasyonu yapılmasını, başka yere gidip yaşamamı önerdiler. Size şimdi açıklayayım. Benim
babam bir yıl boyunca Alman polisi
tarafından korundu. Çünkü PKK tarafından babama yönelik de suikast yapılacağı ihbarı alındı. Babam, bir yıldan
fazla evden işe her sabah polis nezaretinde gitti geldi. Bu, babamı kahretti.
PKK bütün bunları, eleştirildiği için
yaptı. Yani sindirme hareketi sadece
Kürt siyasi hareketine yönelik yapılmadı. Türk soluna yönelik de yapıldı.
Öcalan’la görüşmeleriniz sürdü mü?
Apo nasıl biri?
Nasıl galip gelecek?
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bence ne istediğini, ne yaptığını çok iyi
bilen biri. Mesela Apo, eşi Kesire’nin
babasının MİT elemanı olduğunu biliyordu.
Nereden biliyorsunuz bildiğini?
Bana kendisi söyledi. Suriye’de ilk
karşılaştığımızda; bana, “Bizim de
Kesire’nin babası Milli İstihbarat’tandır. Bizi kullanmaya kalktılar. Zor attım kendimi Suriye’ye” dedi. Belki ilk
başlarda, öteki Kürt örgütlerine karşı
Apo’yu kullanmaya kalkmışlardır ve o
da kendini kullandırtmıştır ama sonuçta kusura bakmasınlar, kendi eşekliklerini şimdi marifetmiş gibi söylemeleri
anlamlı değil. Apo’nun sonuçta kendine göre belli bir çizgisi ve programı
var. Abdullah Öcalan’ı bir tek şeyle yenebilirsiniz. O da demokratikleşmeyle!
Öcalan’ı ancak demokratikleşmeyle
yenebilirsiniz!
Öcalan’ın bugünkü yaklaşımını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Elbette Öcalan’la görüşülmeli. Söylemlerinde, PKK’daki en aklı başında
insan gibi duruyor ama, Kürt meselesinin bütünü Öcalan’la görüşülerek
halledilemez. Kürt meselesi demokratikleşmeyle halledilir. Yalnız şu da var.
Eğer bir tek kişinin kanının dökülmesi,
Öcalan’ın evde gözaltında tutulmasıyla
önlenecekse, bu yapılmalıdır.
Neden Kürtler, demokratik bir hareket
yaratamadılar da, tek önderli, tek partili çağdışı bir düzeni savunan bir hareket çıkarabildiler ancak?
Üç önemli nedeni var bunun. Bir, Kürtler asırlar boyunca ezildiler, horlandılar. Köleliğe ve sömürgeciliğe karşı
bütün mücadelelerde benzer eğilimleri
görürsünüz. Ezilen gruplar, büyük ölçüde kendilerini ezenlere benzeyen bir
siyasi kültür geliştirirler. Bu yüzden
PKK hareketinin Öcalan’ın önderliğinde yaratılmış olması çok da Kürtlere
özgü bir şey değildir. İki, Türk devleti
Kürt siyasetinin demokratikleşmesine
izin vermedi. PKK’yla birlikte bunu
engelledi. Üç, sol hareket olarak bizler
de epey milliyetçiydik. Bizler de Kürt
demokratikleşmesine yeterince alan tanımadık.
Niye?
Çünkü Türk solu da büyük ölçüde İttihat-Terakki geleneği üzerinden yük-
seldi ve Türk milliyetçiliğini tercih
etti. Dolayısıyla PKK’nın karşısında
olabilecek demokratikleşme girişimlerine çok sıcak bakılmadı. Kendimden
biliyorum... Avrupa’da ben, “Türk sol
hareketlerinde demokrasi gerekir” dediğim için Türk sol örgütleri tarafından
hedef gösterildim. Türk solu da maalesef büyük ölçüde klasik Leninist-Stalinist bir çizgi üzerine oturdu. Diktatoryal ve totaliter bir zihniyet dünyasına
sahip oldu.
Ama aradan yıllar geçti. Neden Kürtler
bugün hâlâ demokratik bir hareket yaratamadılar?
Söylediğim nedenler bugün de geçerli.
Ayrıca PKK’nın ulaşmış olduğu silahlı
güçten korkuyor insanlar. Niçin korkmasınlar ki? Tehdit ediyor, öldürüyor.
Ayrıca AKP dönemindeki bazı açılımlara kadar, devlet de demokratik Kürt
siyasetine müsaade etmedi...
Peki, PKK’nın bu anlayışıyla, demokratikleşme talebi Kürtlerin arasında
yayılabilir mi?
Eğer PKK kendi tarihiyle yüzleşmezse
hayır yayılmaz! Eğer PKK’yı eleştiren
ve Kürtlerin son 30 yıllık tarihiyle yüzleşen bir Kürt hareketi yaratılamazsa,
Kürt siyasetinde demokratikleşme açısından çok yol alınamaz. Anlayacağınız, onlar da zihniyet dünyalarının
duvarına çarpıyorlar. İç demokratikleşmeyi esas almayan, sadece bir liderin
ve bir partinin hegemonyasına dayanan
bir toplum projesine sahipler. 17 bin iç
infazı konuşmayan bir örgüt demokrasi kuramaz! Bu bakımdan Türkiye’de
devletin demokratikleşmesi PKK’dan
biraz daha ileride.
Devlet hangi açıdan daha ileride?
ht t p:// hye ter t .blogspot .de
Dersim ve faili meçhuller konusunda
devlet sınırlı bazı açılımlar yapıyor.
BDP ise devletin işlediği faili meçhullerin üzerine gitmeyerek, hiç hoş olmayan bir çizgi izliyor.
BDP’nin, devletin işlediği faili meçhullerinin üzerine yeterince gitmeyen bu
tutumunu nasıl açıklıyorsunuz?
Çünkü PKK’nın kendi faili meçhulleri
var. Devletin faili meçhullerine aktif
olarak asıldığı zaman, “PKK’nınkiler
ne olacak” sorusuyla karşı karşıya gelirler. PKK’nın infazlarıyla yüzleşmek
zorunda kalırlar.
Kürt meselesi çözülmeden Türkiye demokratikleşebilir mi?
Hayır
demokratikleşemez.
PKK,
Kürt meselesinin çözümünün önünde, Türkiye’nin demokratikleşmesinin
önünde bir engeldir. PKK’yla demokratikleşme görüşmeleri yapılarak Kürt
sorununun çözebileceğini düşünenler
hayal dünyasında geziyorlar.
Aslında Türkler ve Kürtler, aşırı milliyetçi tutumlarıyla birbirlerini kilitleyip, demokratikleşmenin önünü birlikte
mi kesiyorlar?
Evet, böyle bir damar var. Aslında
Türkiye’de daima Kürt hareketi içinde
PKK’yı eleştiren demokratik bir damar
vardı ama devlet bunun ortaya çıkmasını engelledi. Silahsız siyaseti savunan
Kürt demokratları devlet tarafından
engellendiler. Onlar, Avrupa’ya gitmek
zorunda kaldılar. Anlayacağınız devlet,
her dönemde ve her aşamada, sonuçta
muhatabının PKK olmasını istedi...
Kaynak: Taraf Gazetesi, 13.03.2012
www.istanbulrumazinligi.com
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Taraf Gazetesi’nde, 12-14 Mart 2012
tarihleri arasında, Neşe Düzel’in Taner
Akçam’la yaptığı bir röportaj yayımlandı. Bu röportajı şaşırarak okudum.
Hrant Dink’in katledilmesinde, Hrant
Dink Davası’nda, Ergenekon’u eleştiren, İttihat ve Terakki’den bu yana,
Ergenekon politikalarına şiddetle kaşı
çıkan Taner Akçam, konu Kürdler olduğunda Ergenekon politikalarını ve
uygulamaların aynen benimseyerek
Kürdleri korkutmaya çalışıyordu. “Bireysel haklarla yetinin, daha fazlasını
istemeyin, yoksa ortalık kan gölüne
döner” diyordu. Bu tam anlamıyla Ergenekon söylemidir.
“Özerklik, etnik temelde çözüm arayışıdır. Bu, ulus devletin çekirdeğidir.
Light devlettir bu. Böyle bir çözümle
bölgede kan gövdeyi götürür.”
“Otonomi çevresinde bir çözüm, hem
Türklerle Kürtler, hem de Türk devletiyle Kürtler arasında kitlesel katliamlara zemin hazırlar. Kısaca, özerk
bölge kurulması çatışma getirir.”
“Etnik temelde bölünme, ülkede katliamlara yol açar.”
“Dünya, ulus devletlerin kurulmasına
artık izin vermiyor.”
Kürdlerin, Kürd toplumu olmaktan,
Kürd ulusu olmaktan doğan haklarını
talep etmeleri neden ortalığı kan gölüne çeviriyor. Aslında, Kürdlerin, doğal haklarını gasbeden devletin eleştirilmesini gerektirmez mi? Bu tutumun
ırkçı sömürgeci bir tutum olduğu da
çok açıktır. Taner Akçam’ın, bu konuda, devlete, resmi ideolojiye hiçbir
eleştiri yönetmemesi, doğal haklarını
talep eden Kürdleri korkutmaya çalışarak, bu taleplerinden vazgeçmeleri-
ni istemesi dikkate değer bir tutumdur.
Taner Akçam “ röportajda “dünya ulus
devletlerin kurulmasına artık izin vermiyor” diyor.
Bu da sağlıklı bir değerlendirme değildir. Bu, Kürdlerin aklını çelmek,
Kürdlerin zihnini bulandırmak için
imal edilmiş bir Türk aydın görüşüdür. Bu konuda, Türk aydınlarının
çok önemli bir kısmi, ırkçı, sömürgeci
devletin yanında yet tutmaktadır.
Henüz geçen yıl 2011 de, Güney Sudan, Sudan’dan ayrılıp kendi bağımsız
devletini kurdu. Kosova ve Karadağ,
birkaç yıl önce, Sırbistan’dan ayrılıp
kendi ulus devletlerini kurdular. Filistinli Arapların İsrail egemenliğinden
kurtarılıp kendi bağımsız devletlerini
kurmaları için uluslar arası camia yoğun bir çaba içinde. Bunu, Arap devletleri de, Avrupa devletleri de destekliyor. Eritre’nin Etiyopya’dan ayrılıp
kendi bağımsız devletin kurması 20
yılı bile bulmadı.
2004 Atina Olimpiyatları’na 204 devlet katılmıştı. 2008 Pekin Olimpiyatları’na 206 devlet karıldı. 2012 Londra
Olimpiyatları’na daha çok devletin katılacağı biliniyor. Bu neyi gösteriyor?
Ulus devletlerin zamanla çoğaldığını gösteriyor. Uluslar arası ilişkilerde, “kardeşlik” denen süreç de ancak
ancak, böyle bir ortanda gerçekleşir.
Uluslar, eşit egemenlik haklarına sahip olmadan, “birlik-bütünlük” gerçekleşmiyor.
Dünyada bugün 2008 devlet var, Bunlardan 192 si Birleşmiş Milletler üyesi. Bu devletlerden, belki 40’ının nüfusu bir milyonun altındadır. Dünyada,
nüfusu bin, onbin, 30 bin rakamla-
rıyla ifade edilen devletler bile vardır.
47 üyeli Avrupa Konseyi’nde, Andora,
San Marino, Monaco, Liechtenstein nüfusları 30 bin, 40 bin civarında
olan devletlerdir. Bu devletler Birleşmiş Milletler’in de üyesidir. 27 üyeli
Avrupa Birliği’nde, Luxemburg, Malta, Kıbrıs gibi devletlerin nüfusu bir
milyonun altındadır. Luxemburg’un
ve Malta’nın yarım milyon civarında nüfusları vardır. Kıbrıs’ta, Rumlar
artı Türkler bir milyon etmemektedir.
AB’de, Slovenya, Sovakya, Estonya,
Letonya, Litvanya, gibi devletler, 2-3
milyon nüfusa sahip olan devletlerdir.
Kürdlerse, Ortadoğu’da 40 milyondan
fazla nüfusuyla, uluslararası ilişkilerde geçerli olan bir statüye sahip değildir. Güney Kürdistan’da, Kürdistan
Bölgesel Yönetimi’nin durumunu ayrıca değerlendirmek gerekir.
AB’de, sadece, Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere ve İspanya’nın nüfusu,
Kürdlerin Ortadoğu’daki toplam nüfuslarında fazladır. Belki, Polonya’nın Kürdlerin nüfusuna eşit bir nüfusu
vardır. AB’de, geriye kalan 13 devletin, Belçika, Hollanda, Danimarka,
Yunanistan, Portekiz, İrlanda, Bulgaristan, Romanya, Avusturya, Macaristan, İsveç, Finlandiya, Çekya gibi
devlerin nüfusları Kürdlerin Ortadoğu’daki toplam nüfusunun yarısı, bazı
yerlerde, üçte biri bile değildir.
Bütün bunlara rağmen, bu kadar büyük nüfusuna rağmen, Kürdlerin bir
statüsünün olmaması, Kürdlerin, hala,
hak, hukuk, adalet, özgürlük, eşitlik
talepleriyle değil, “terör” kavramlarıyla, değerlendirilmesi dikkatlerden
uzak bir konu değildir. Öte yandan, bu
ülkelerden bazılarının sahip olduğu
toprak genişliği, Kürdistan’ın bir beldesi kadar bile değildir.
O zaman bu anti-Kürd politikaların
nasıl oluştuğu, Kürdlerin başına neden lanetli bir çorap geçirildiği elbette
önemli bir konu olmaktadır.
Kürdler ve Kürdistan, 1920’lerde,
Cemiyet-i Akvam (Milletler Cemiyeti) döneminde bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştır. Dönemin iki
emperyal devleti, Büyük Britanya ve
Fransa, bu projeyi oluşturan ve yaşama geçiren iki önemli güçtür. Bu
projeyi oluşturan ve yaşama geçiren
Büyük Britanya ve Fransa, Yakındo
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ğu’daki ve Ortadoğu’daki Türk, Arap
ve Fars yönetimleriyle işbirliği içinde olmuştur. Dünyada önde gelen iki
emperyal devlet Büyük Britanya ve
Fransa ve Ortadoğu’nun iki köklü
devleti, Osmanlı İmparatorluğu’nun
devamı olarak Türkiye Cumhuriyeti,
İran İmparatorluğu’nun devamı olarak
Yeni İran Şahlığı, birlikte ve organize bir şekilde Kürdlerin, Kürdistan’ın
üzerine çullanmışlardır.
soruyor: “Neden Kürdler, demokratik bir hareket yaratamadı?” “Aradan
uzun yıllar geçti. Neden Kürdler hala
demokratik bir hareket yaratamadı?”
Bu sorular kanımca yanlıştır. Temel
soru şu olmalıdır: “Neden Türkiye
demokratik bir siyasal sistem oluşturamıyor? “Türkiye, aradan uzun
yıllar geçmiş olmasına rağmen neden
demokratik bir siyasal rejim oluşturamadı”
1920’lerde, Milletler Cemiyeti, uluslar
arasında barışın kurulması, anlaşmazlıkların barışçıl yollara çözülmesi gibi
amaçlarla kurulmuştur. Kürdistan ve
Kürdler, böyle bir ortamda, bölünmüş,
parçalanmış ve paylaşılmıştır. Kürdler
ve Kürdistan, Sovyetler Birliği liderleri tarafından, ABD başkanı, Woodrow Wilson tarafından, ulusların kendi geleceklerini tayin hakkının en çok
konuşulduğu bir dönemde, bölünmüş,
parçalanmış ve paylaşılmıştır.
Prof. Taner Akçam, Kürdlere zulmeden devlete, zulümkar devlet politikalarına, resmi ideolojiye küçücük bir
eleştiri bile getirmemiş. Kürd toplumu
olmaktan doğan, Kürd ulusu olmaktan
doğan haklarını talep eden Kürdler
eleştiriliyor. Kürdler, devlet adına korkutularak, bireysel hakların ötesinde
hak talebinde bulunmamaları konusunda uyarılıyor.
Milletler Cemiyeti, uluslar arası barışın kurulması konusunda kendisinden beklenenleri gerçekleştirememiş,
İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine engel olamamıştır. Uluslar
arası camia, savaştan sonra, uluslar
arası barışı kurmak için yine çaba
harcamış,Birleşmiş Milletler böyle
kurulmuştur.
Birleşmiş Milletler kurulduktan ve çalışmaya başladıktan sonra, dünyanın
siyasal çehresinde çok büyük değişiklikler olmuştur. Örneğin, İkinci Dünya
Savaşı’ndan önce, Afrika’da, sadece
iki bağımsız devler vardı. 1950’lerin
sonlarında, 1960’larda bu sayı arttı.
Bugün Afrika’da 57 bağımsız devlet
var. Ama, Kürdistan’da hiçbir şey değişmedi. Kürdlerin, Kürdistan’ın statüsüzlüğü aynen devam etti. Halbuki
Kürdler, 1920’lerde de, 1940’larda
da ayaktaydı. 1920’lerde, Şeyh Mahmud Berzenci, Güney Kürdistan’da,
1940’larda Kadı Muhammed, Doğu
Kürdistan’da, Kürd milli hareketi yaratmışlardı. Ama, ne 1920’lerde, ne
1940’larda, Kürdler seslerini uluslararası camiaya duyuramadılar. Kürdlerin, Kürdistan’ın devletlerarası sömürge durumu, statüsüzlüğü, sömürge
bile olmayan yapısı aynen korundu.
Uluslar arası camia bu durumu korumak için yoğun bir çaba içinde oldu.
Neşe Düzel, Prof. Dr. Taner Akçam’a
Yukarıda temel sorunun, Kürdlerin/
Kürdistan’ın, 1920’lerde bölünmesiyle, parçalanmasıyla, paylaşılmasıyla
ilgili olduğu vurgulanmıştı. Uluslar
arası nizamın, bu konulardaki anlayışıyla ilgili bir sorgulama yapmaması,
Prof. Taner Akçam’ın dikkate değer
bir tutumudur. Hak, hukuk, adalet,
özgürlük, eşitlik istemleri karşısında,
“ortalık kan deryasına döner”, “kan
gövdeyi götürür” vurgusu yapmak,
devletin dilini, Ergenekon’un dilini
kullanmak şaşırtıcı bir durumdur. Sorun tam da bu noktada düğümlenmektedir. Doğal istemlerin, hak-hukuk
istemlerinin, adalet, özgürlük istemlerinin ortalığı “kan gölü”ne çevireceği
vurgulanıyor. O zaman, devletdeki,
resmi ideolojideki bu anti-demokratik tutumun eleştirisi gerekmez mi?
Doğal hak istemleri neden, “kan gölü”
“kan deryası” ortaya çıkarıyor? Bunlar aynı zamanda Neşe Düzel’e de sorulması gereken sorular olmalıdır.
Kürdlerin geleceklerini belirleme
haklarını tanımayıp, “Kürdü ille de
ben yöneteceğim” demek, Recep
Maraşlı’nın dediği gibi, Kürd’ü, Türk’e
zimmetli sayan bir anlayıştır. Önemli
olan Kürdlerin geleceklerin özgürce
belirleyecekleri toplumsal ve siyasal
ortamın hazırlanmasıdır. Kürdlerin
nasıl bir siyasal sistem oluşturacakları
Kürdlerin bileceği bir iştir.
Bu konularda Kürdlere müdahale etmek, ağabeylik yapmaya çalışmak
yanlıştır.
Kürdlerin / Kürdistan’ın 1920’lerde,
Milletler Cemiyeti döneminde, bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması
bize şunu gösteriyor. Bir toplum, bir
ulus, tarihin belirli bir döneminde bölünmeye, paylaşılmaya uğradığı zaman, bu, artık kendini sürekli olarak
üreten, çoğaltan bir süreç. yaratmaktadır. Şüreç, ülke topraklarının bölünmesi yanında, giderek, aşiretlerin,
ailelerin bölünmesini, hatta, aynı aile
içinde kardeşlerin bölünmesini de getirmektedir. Temmuz 1943 de, Van’ın
Özalp İlçesi’nde meydana gelen, “33
Kurşun, Org. Mustafa Muğlalı Olayı”,
Aralık 2011 sonlarında, Qılaban’da
Robeske’de gerşekleşen 34 Kürdün
uçaklarla bombalanarak katledilmesi
olayı bu durumun çarpıcı örnekleridir.
Kürdler/Kürdistan ilk olarak 16, yüzyılın ilk çeyreğinde, Osmanlı İmparatorluğu ve İran İmparatorluğu arasında fiilen bölünmüş ve paylaşılmıştır.
Bu durum 17. yüzyılın ilk yarısında,
1639 Kasr-ı Şirin Anlaşması’yla resmileşmiştir. İran kesimindeki Kürdistan ise 1812-1813 ve 1826-1828 Rusİran savaşları sürecinde bölünmüştür.
Doğu Kürdistan’ın kuzey kesimleri
Rus İmparatorluğu’nun denetimi altına bırakılmıştır.
1920’lerde Milletler Cemiyeti döneminde bölünme, parçalanma ve paylaşılma Kürdlerin, Kürdistan’ın üçüncü
bölünmesidir, paylaşılmasıdır. Bu durum, Kürdlerde, bir insanın iskeletinin
parçalanması gibi, beyninin dağılması
gibi bir etki yaratmıştır. bölünme, parçalanma ve paylaşılma sadece Kürdlerin değil, örneğin Ermenilerin de sorunudur. Ermenilerin, Ermenistan’ın,
Osmanlı İmparatorluğu, Rus İmparatorluğu, İran İmparatorluğu arasında
bölünmesi ve paylaşılması dikkatlerden uzak tutulmaması gereken bir süreçtir.
1923-1928 yılları arasında, yaşayan,
Karabağ ile Ermenistan arasında yer
alan Kızıl Kürdistan yine dikkate
değer bir örnektir. Laçin, Qelbecer,
Kubatlı, Cebrail, Zengilan toprakları
üzerinde kurulan Kızıl Kürdistan’ın
nasıl yıkıldığı, neden yıkıldığı, Kürdlerin neden, Orta Asya’daki Türki
Cumhuriyetlerin alanlarına sürgün
edildikleri, elbette üzerinde durulması gereken, önemli konulardır. Bu
da, bölünmenin, parçalanmanın ve
paylaşılmanı, farklı bir boyutudur.
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kürd/Kürdistan sorunu ile Ermeni/
Ermenistan, Süryani, Rum-Pontus
sorunu arasında çok yoğun ilişkiler
de vardır. Bu, ayrı bir yazının konusu
olmalıdır.
Burada, önemli bir konuya daha dikkat çekmekte yayar vardır. O da şu.
Türk aydını Taner Akçam, Prof. Dr.
Taner Akçam Kürdler karşısında,
Kürd/Kürdistan sorunları karşısında
neden bu kadar futursuzdur? Neden,
Hrant Dink’in katledilmesinde, Hrant
Dink Davası’nda, Ermeni, Ermenistan
sorunlarında, Ergenekon eleştirilirken, Kürdler gündeme geldiği zaman,
Ergenekon söylemi benimsenmekte,
içselleştirilmektedir.
Bunun temel nedeni, Kürdlerin, özellikle Kürd aydınlarının kendi özleri
konusunda, Kürdlerin, Kürd toplumu
olmaktan, Kürd ulusu olmaktan doğan
hakları karşısında duyarlı davranmamaları, “kardeşlik” söylemine kanmalarıdır. Ama, gelecek Kürd nesilleri
böyle olmayacaktır. Onlar, Kürdlerin
hak-hukuk, adalet, özgürlük, eşitlik istemleri karşısında daha duyarlı, daha
ısrarlı olacaklardır. Bu çok açıktır.
To r o s S a r i a n
Beşikci tarihe tipik bir "solcu" görüşle bakıyor. Sevres antlasmasının
62'ci ve
varvar
Kürtlerle
ve64'ci
64'cimaddeleri
maddeleri
Kürtilgili.
1920-23
dönemidönemi
üzerineüzerine
Beşiklerle ilgili.
1920-23
cinin
bilgisibilgisi
az. Aynısı
Beşikcinin
az. "Kızıl
Aynısı "Kızıl
Kürdistan" üzerine de gecerli. Tarihi
ve tarih sürec içinde olanları siyasi
degirlendirmek için çok geniş bilgi
gerekiyor. Bunları Beşikci'de göremiyorum. Anlatıkları bildigim "sol"
şablonu içinde. Diger mesele de: Taner dedikleri yanlışm mı? Türk egemenleri halkların özgürlük isteklerini sanki kana boğmadılar mı? Son
100 yıl içinde yaptıklarını hatırlarsak
gelecekte neler mümkün olabilicegini
göstermiyor mu? Yani bunları görmek için Ergenokoncu tipi tehtidlerle
Kürtleri korkutmaya kalkmaya hic
gerek yok ki. Türk egemenlerin siyaseti her zaman katliam ve soykırım
siyasetiydi. Taner'de çok iyi biliyor
bunu ve uyarıyor.
Kaynak: http://www.gelawej.net
yeni çıktı
Kaynak: http://www.gelawej.net
İsmail Beşikci Vakfı
Kuloğlu Mah. Ayhan Işık Sok.
No: 21/1
Beyoğlu/İstanbul,
[email protected]
Telefon: (+90 212) 245 81 43
s ip a r i ş iç i n : n-y a lc i n k ay a @ w i ndow s l i ve .c om
Hrant Dink Vakfı
Adres: Halaskargazi Cd.
Sebat Apt. No: 74 Daire 1
Osmanbey 34371 Şişli İstanbul
Telefon: +90 212 2403361
+90 212 2403362
+90 212 2403365
Faks: +90 212 2403394
E-Posta: [email protected]
Pencere Yayınları
Pavlonya Sok. Nuhoğlu İşhanı
No: 10/6 Kadıköy İstanbul
Tel: 0216 414 64 41
[email protected]
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Mustafa Kemal ve Ermeni Meselesi’ne Dair Naçizane Bir Katkı
Sait Çe t inoğlu
Mustafa Kemal’in Ermeni Meselesi üzerine görüşlerini, muhaliflerinin düzmece
İzmir ve Ankara yargılamaları sırasında
LA Times’te 1926’da yayınlanan mülakatı çerçevesinde değerlendirmelerine
ve burada kullandığı argümanlara –fezahat- dayandırılmaktadır. Bu mülakatın
yanında Mustafa Kemal’in ayrıca çok
bilinen Adana konuşmasında da Ermenilerin bu coğrafyada bir hakkının olmadığının altı çizilir. Kürt egemenlerine yazdığı mektuplarda da Ermeni meselesine
değinerek bu egemenleri Ermenilerin
geri döneceği korkusunu işleyerek milliyetçi hareketin yanına çekmeyi başarır.
M. Kemal asker kökenli ittihatçı gelenekten gelen politikacıdır. Değerlendirme
yapılırken bu husus gözden kaçırılmamalıdır. Politikacı veçhesi unutulmamalıdır. M. Kemal iyi bir politikacıdır. Ve
sözleri bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Biz bu yazımızda M. Kemal’in askerlikle
ilişkisinin kesilmediği bir dönemindeki
Türkiyeli okurlar tarafından bilinmeyen
bir dönemindeki konuşmasına ve değerlendirmesini aktaran Klaus Kreiser’in
Atatürk Eine Biographie[1] adlı çalışmasındaki bir perioda odaklanacağız. Özellikle vurgulamamız gerekir ki Kreiser’in
çalışması özünde M. Kemal’e yazılmış
bir güzellemedir ve argümanları da güçlüdür. Bu bakımdan Kreiser’in çalışmasına dikkat edilmesi gerektiği düşüncesindeyiz.
Yıl 1917 ve M. Kemal şehzade Vahdettin’in yurt dışı gezilerine özel yaveri
olarak eşlik etmektedir. Burada sözü
uzatmadan Kreiser’e bırakıyoruz ki
Kreiser’in sözleri başkaca yorum yapmamızı gerektirmeyecek kadar açık olduğu kadar Mustafa Kemal’in sözleri de
son derece açıktır. Vahdettin ile seyahatinin Strassburg ayağındaki yemekte M.
Kemal Alman valiyi paylarken, İttihat ve
terakki’nin Ermeniler ile ilgili sıradan
düşüncelerini paylaşmaktadır.
“Gezinin öteki etabı Strassburg'ta o zaman vali olan Nikolaus von Dallwitz'le
sürdü. -Ki Dallwitz sonraları Prusya
içişleri bakanı oldu - Mustafa Kemal'le
Dallwitz arasında sofra sohbetinde konu
Ermeni Sorununa geldi .- Mustafa Kemal
yanlış olarak Dallwitz'i askeri vali sanmışM Kemal 1926 de bu sohbeti şöyle özetliyor.
‘Alman Vali bana Ermenilerin iyi niyetli
insanlar olduğunu ve Türklerin Ermenilere karşı epey kötü saldırıları olduğunu
söylemeye yeltendi.çok şaşırdım. Yüksek bir valinin -ki ben misafiri idim- ve
biz savaş müttefiki idik. - Bütün ciddiyetiyle bana geleceğin Türk yöneticisine
böyle bir şeyi sorması çok garipti.
Ben dedim ki evvela ben sizden şunu
öğrenmek istiyorum siz neden Ermenilerin lehine bir düşünceye kapılıyorsunuz,
tarihin bilinmeyen bir zamanında millet olduğunu iddia ederek ve bu milletin varlığını ispata kalkışanlara böylece
dünyayı kandırarak Türkiye'ye zarar vererek maddi ve manevi her türlü desteği
veren bir savaş müttefikinizin desteğini
riske sokuyorsunuz.
Ben anladım ki bizden pek haberi yoktu.
Bu konuşmada kendimi tutamadım.Ve
alaycı bir tonla konuşmaya devam ettim.
Bu kadar kurban vermemize rağmen
Türkiye topraklarında bir Ermeni milletinin olabileceğini düşünmesini garip
buldum.Bunun üzerine Dalwittz cevabında söylediklerinin sadece duyduğu
şeyler olduğunu kendisinin bir iddiada
da bulunmaktan uzak olduğunu söyledi,
Bende kendimi tutup yumuşatmaya çalıştım. Konuyu bitirmek için: - Ben buraya Ermeni meselesini konuşmak için
değil ,müttefikimiz Alman ordusunun
durumunu öğrenmeye geldik. Ve biz bu
müttefikimizi destekliyoruz. Bunu öğrendiğimde ülkeme geri döneceğim.‘
Mustafa Kemal 1926 de Ermeni sorununda görüslerini sansürliyebilirdi ama
yapmadı. Türk kamuoyu icin bu bilgiler
katliam ve tehcirin bitmesinden bir yil
sonra cahil Almanin haddini bildirmiş
olmak yeterli olabilirdi.
Fakat kendisi yabanci elciliklerde de
okunan HAKİMİYET-I MİLLİYE gazetesinde yayınlanmasında bir beis görmedi .
Gerçekten de fransizca metin kısa bir
zaman sonra uzman dergi REVUE DU
MONDE MUSULMAN‘da (MÜSLÜMAN DÜNYA DERGİSİ) yayınlandı.
Mustafa Kemalin görüsü korkunç bir
basitlikteydi .‘ Ermeniler uzun yüzyillar boyunca birsey yapmayip ulus insa
hakkını kaybettiler.TEHCİR EMRİ VE
NETİCELERİ İLE İLGİLİ BURDA SUSUYOR . -Sonra da sustu- Insan tabii zor
düsünüyor 1917 aralık‘ında resmi görüş
olan Ruslarla işbirliği yaptıkları için tehcir edildiler görüsünü söylemeyi ihmal
ettiğini . Ancak bu tip meşru gösterme
jön türklerin kaçışı ve savas sonrasinda
Ermeni yargılamalarından dolayi izahı
biraz zor olurdu onun icin susuyor. Zaten Ruslar çekildikten sonra , artık bir
güvenlik rizikosu teşkil etmiyen Ermenilerin evlerine dönmelerine izin verilmesine karsi çıkılmayabilirdi. Mustafa
Kemal 1917 de açıkça Ermenilerin ‚TARİHSİZLİĞİNİ kendi tezi yapmış bu
yüzden devletleri olmaması gerektiğini
savunmustur .Onun ‘ERMENİ ULUSUNUN‘ varlığı konusunda görüsleri açıkça söyledir :
‘Uzak bir tarihte hatırlanmayan devirlerde Ermenilerin devleti olmuş olsa bile
bu arzuyu günümüzde gerçekliştirmek
mümkün değildir günümüzle de iliskisi
yoktur.‘
Bu analiz Starassburgtaki sofra konusmasinda açıkça belli oluyor .Geç Osmanli ve modern Türk milliyetcileri kendilerine devlet hakkı görüp bu hakkın eski
ve meşru olduğunu fakat Ermeniler gibi
sonra ulusal ajitasyon yapan kürt gibi
halkların böyle bir hakkı olmayacagını
savunur. Romantik, konsept , devlet öncesi ‘ULUSLAŞMA’gibi böyle düsüncelere burada yer yoktur .
Bu görüşü daha da vazih hale getirmek
icin mart 1919 da toplanan ERZURUM
KONGRESİNDE ŞARK VİLAYETLERİNiN MÜDAFFAYİ HUKUK CEMİYETİNİN BİLDİRİSİ ZİKREDİLEBİLİNİR:
‘Bu toprakların gerçek sahiplerinin kim
olduğunu çifte minare ve türbeler açık
bir dille, gelecekte hakem olacaklara çok
açık bir dille belirtmektedir . Ermeni
iddialarına gelince Ermeni toprak ağalarına dayanmakta ki bunlar bir kültür ve
medeniyet yaratamamışlardır. Ve geriye
bir Anıt bırakmamışlardır. Tarihin karanlık devirlerinde bir ulus seviyesine
ulaşmamış dolayisiyle bu iddialar bir
hiçtir.‘
Mustafa Kemal bu görüşü süphesiz paylasmıştır. Her ne kadar Ermenilerin bir
sürü anıt bıraktığını bildigi halde Bu
anıtların tahribi doğu vilayetlerinin sahipliğinin tartışmasız olduğunun ispati
için gerekliydi . Strassburg sofra konusmasının son sözleri sevdigi bir konu
ile bitiriyor ‘ALMAN ORDUSUNUN
ZAAFLARI VE KOMUTANLARININ
YETERSİZLİĞİ‘.“ *
Kriser’in aktarmalarına karşı herhangi
herhangi bir yoruma gerek duymuyoruz.
Zaten gerek de bırakmadığını düşünüyoruz.
Kreiser’den çeviri için İbrahim Seven’e
teşekkürler
[1] KLAUS KREISER ATATÜRK,
EINE BIGRAPHIE, C. H. BECK Yayinevi, Sahife 118 http://www.gelawej.net
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
1915 öncesinde Anadolu'daki Ermeni nüfusunun 1.5-2 milyon arası
olduğu söyleniyor. Soykırım iddialarını bir kenara bırakır ve Anadolu
Ermenileri'nin sürgününe de iyimser bir yaklaşımla “Zorunlu Göçe”
tabi tutulduklarını var sayarsak; bu
yoğunluklu nüfusun savaş sonrası
Türkiye'ye dönmemesi nasıl açıklanabilir?
S E VA N N İ Ş A N YA N
'Milli
Sermaye
Ermeni
Tehcirinden'
(Söyleşi):
Sevan Nişanyan, Türkiye’de oluşturulan "Milli sermaye" ile Koç ve
Sabancı gibi şirketlerin sermayelerinin, Ermeni tehcirinden elde edilen
kapitalin eseri olduğunu belirtti.
Ermeni asıllı Türkiye vatandaşı, dil
bilimci ve gazeteci Sevan Nişanyan,
Türkiye'de oluşturulan "Milli sermaye" ile Koç ve Sabancı gibi şirketlerin
sermayelerinin, Ermeni tehcirinden
elde edilen kapitalin eseri olduğunu
belirtti.
1919'da örgütlenen Kuvay-i
Milliye'nin asıl amacının, İngilizFransız işgaline direnmek değil, sürülmüş Ermeniler'in dönmesine engel
olmak olduğunu söyleyen Nişanyan,
Anadolu Ermenileri ve Kürtleri'nin
kaderlerinin, tarihin her döneminde
farklı vesilelerle kesiştiğini ifade etti.
"Soykırım, 1915'te olup biten bir hadise değildir. 1913 civarında başlayıp
günümüze kadar aralıksız devam
eden bir devlet politikasının adıdır"
diyen Sevan Nişanyan, Ermenistan
ile ilişkilerin geliştirilmesi amacıyla
yapılan çalışmaları ve her yıl Nisan
ayının ülke gündeminde yadsınamaz
bir yeri olan Ermeni sorunu hakkında
AKnews'in sorularını yanıtladı.
Suriye'de hayatta kalan yarım milyon mültecinin bir bölümü 1918
Kasımı'ndan sonra döndü veya
dönmeye teşebbüs etti. Ancak bunlar
1919 Mayısı'ndan itibaren çeşitli
baskı ve saldırılarla tekrar kaçırıldılar. 1919'da örgütlenen Kuvay-i
Milliye'nin asıl amacı, İngiliz-Fransız işgaline direnmek filan değildi:
Ermeniler'in dönmesine engel olmak
ve Rumlar'ın da Ermeniler'in peşinden defolup gitmesini sağlamaktı.
Ermeni mallarının yağmasından pay
almış olan yerel mütegallibenin çoğu
Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri'ne
katıldı, dönen mültecileri kovmayı bir
“vatan meselesi” olarak halka benimsetmeyi başardı. 1919 sonunda Fransız güçleriyle beraber Adana-MaraşAntep bölgesinde yurtlarına dönen
Ermeniler, Ankara'nın örgütlediği silahlı çetelerin saldırısına uğradı. Aynı
yıl Kuzey Irak'tan Hakkâri'ye dönen
Nasturi Hıristiyan aşiretleri, 1924'te
Cumhuriyet Hükümeti'nin düzenlediği bir askeri operasyonla imha edildi
veya tekrar sınır dışına kaçırıldı.
Nihayet, tam tarihini hatırlamıyorum,
yanılmıyorsam 1924'te çıkarılan bir
yasayla Milli Mücadele yıllarında
(kendi iradesiyle olsun, mecburiyet
dolayısıyla olsun) yurt dışında bulunanların TC vatandaşlığını kazanması engellendi. 1927'de çıkarılan
bir kanunla, geriye kalanların seyyar
satıcılıktan şimendifer memurluğuna
kadar, bin çeşit işi yapması yasaklandı. Vakıf ve cemaat mallarına el
kondu. Hemen her gün uyduruk bir
gerekçeyle azınlık mensupları vatan
hainliğiyle, casuslukla, vergi kaçakçılığıyla suçlandı; basında terörize
edildiler; ekonomik açıdan çökertildiler. İstanbul ve İzmir dışındaki illerde
yaşamaları imkânsız hale getirildi.
Soykırım, 1915'te olup biten bir hadise değildir. 1913 civarında başlayıp
günümüze kadar aralıksız devam
eden bir devlet politikasının adıdır.
Ermeni tehcirine yol açan olayların
gelişimi ve sonrasına bakıldığında sürekli olarak İttihat ve Terakki
Partisi suçlu gösteriliyor. Bu görüşün
doğruluk payı nedir?
Doğru değildir. Ermenilere yönelik zulüm ve katliam politikasını
başlatan İttihat ve Terakki değil
Abdülhamit'tir. Ermeniler ilk başta
İttihat ve Terakki'ye, kendilerini Abdülhamit zulmünden kurtaracak bir
umut olarak baktılar. Bu durum 1909
ile 1913 yılları arasında, tam olarak
araştırılmamış bir sürecin sonunda,
tersine döndü.
İttihat ve Terakki Partisi'ni tek suçlu
olarak kabul edersek, zorunlu göçe
tabi tutulduğu söylenen Ermeniler'in,
yeni kurulmuş Cumhuriyet tarafından
topraklarına geri dönmeleri bir jest
olarak sağlanamaz mıydı?
1919 yazından itibaren Anadolu'da iktidarı ele geçiren Müdafaa-yı Hukuk
hareketi çok büyük oranda İttihat ve
Terakki kadrolarından oluşmaktaydı.
Az önce belirttiğim gibi tehcir ve
katliam zenginleri, bunların arasında
önemli bir pay tutmaktaydı. “Kurtuluş Savaşı” adı verilen hadise büyük
ölçüde 1913-1915'te başlatılan tehcir
politikasının sürdürülmesi ve sonuca
ulaştırılmasından ibaret bir olaydır.
Ermeniler'in Anadolu'dan sürülmelerinin ardından yeni kurulan Cumhuriyetin aldığı ilk kararlardan biri
de,"kaçak ve yitik kişilerle, başka
yerlere nakledilenlere ait gayrimenkullerin Devlete intikaline dair Nisan
1923 tarihli kanun"un yürürlüğe konulması ile ilgili. Söz konusu kanunda, "gerçekleşecek hak taleplerinde
de Lozan Antlaşması'nın yürürlüğe
girdiği 6.8.1924 tarihinde malının
başında bulunması şartına bağlıdır"
hükmünün getirilmiş olması, yaşanan
trajedinin salt kışkırtma ya da bağımsızlık hevesi olmadığının; ekonomik
temellerinin de olduğuna bir kanıt
olarak gösterilebilir mi?
1913-1922 yılları arasında gerçekleşen Rum/Ermeni yağması esnasında,
Türkiye'deki menkul ve gayrımenkul
servetin en az üçte biri el değiştirdi.
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bu varlığa el koyanlar, doğal olarak,
öncelikle İttihat ve Terakki rejimine
yakın olan, tehcir ve katliam olaylarında aktif katkısı bulunan kişilerdi.
Aralarında özel bir gayreti olmadan
tesadüfen mala konan ve bu sayede
ekonomik durumunu düzelten kişiler
de olabilir belki, ama şüphesiz bunlar
azınlıktadır. Bu kişilerin 1919’da,
hem yeni edinilmiş servetlerini savunmak, hem de kendilerini muhtemel suçlamalardan korumak için
büyük bir gayret içine girmiş oldukları şüphesizdir.
Cumhuriyetin ilk iki kuşağında ortaya çıkmış olan servetlerin tamamına
yakını, incelenirse, Rum ve Ermeni
mülklerinin gaspına dayanır. Buna
Koç, Sabancı vs. gibi, 1946 sonrasında Türk kapitalizminin belkemiğini
oluşturan isimler dahildir. Daha
önemlisi, Atatürk döneminde siyasi
iktidara kavuşan Cumhuriyet elitinin
neredeyse tümü dahildir. Başta Atatürk dahildir. Düşünün ki Çankaya
köşkü sonuçta Kasapyan çiftliğidir.
Memleketin dört bir yanındaki “Atatürk evlerinin” tümü, bazısı demiyorum HEPSİ, gayrımüslimlerden ele
geçirilmiş ganimet malıdır.
Birkaç yıldır “Ortak tarih komisyonu” önerileri gelmekte. Bu komisyonun kurulması durumunda, bugüne
kadar bir muhasebeci edasıyla kimin
kimden daha fazla katlettiğini iddia
eden tarafların bir araya gelerek, net
bir karara varması muhtemel midir?
Temel ahlaki değerlerde uzlaşma
olmadıktan sonra komisyon filan boş
işlerdir. Önce açık yürekli ve samimi
bir barışma iradesi olacak ki, oturup
konuşmak bir işe yarasın. Amacınız eğer kan davasını çözmek değil
sürdürmekse, oturup konuşmak barışa
hizmet etmez; eski yaraları tekrar
kaşıyıp durumu büzbütün içinden
çıkılmaz hale getirmeye hizmet eder.
Ermeniler’in son derece örgütlü ve
ağır silahlı oldukları iddialarına
karşılık, 1.5-2 milyon “son derece iyi
silahlanmış ve örgütlü Ermeni”nin
topluca katarlara katılması ve sağsalim Suriye’ye vardırıldıkları iddiaları gerçekçi midir?
Resmi ideoloji tellallarının, tutarlı
olmak veya inandırıcı olmak gibi bir
derdi olduğunu sanmıyorum. Kurt
kuzuya “suyumu bulandırdın” demiş.
“Ama sen derenin yukarısındasın”
deyince, “vay sen bana cevap verdin”
deyip kuzuyu yemiş. Hesap, işte o
hesap.
Türkiye’de kalan az sayıda Ermeni
için soykırımın olmadığını kabullenmeleri dayatılırken, bir yandan da
okul kitaplarında ya da günlük hayatta (üzülerek söylüyorum bunları)
hain, çapulcu gibi aşağılayıcı sözlere
katlanmak mı daha zordu?
Irkçılık, cumhuriyet ideolojisinin en
temel vasfıdır. Eğitim sisteminin,
devlet söyleminin, egemen basının
her hücresine ırkçılık sinmiştir. Her
gün, her an, her yerde karşınızdadır.
Adeta soluduğumuz hava gibi etrafınızı sarmıştır; çoğu kişinin artık
farkına bile varmayacağı şekilde
doğallaşmıştır.
Tabii, ilkokuldan beri o ırkçılığın
hedefi olanlar için bunun bıkkınlık
verici bir şey olduğunu takdir edersiniz. Ama ben şahsen bunu kendim
adına olumsuz bir şey olarak hissetmedim; aksine hep beni güçlendirdiğini düşündüm. Benim kadar inatçı
olmayanlar ise, ilk fırsatta memleketi
bırakıp gitmekten başka çıkış yolu
göremiyorlar.
ayrıntılarıyla tekrar tekrar sahnelendiğini görürsünüz. Toplum liderlerini
ayırıp sürmeler, suikastler, idamlar,
köy baskınları, provokasyonlarla
insanları isyana zorlayıp “tedip”
etmeler, köy meydanlarında toplu katliamlar vs. Özellikle Dersim olayında
ortada mantıklı bir sebep de yoktur;
adeta bir kez kötü yola düşmüş bir
caninin aynı suçu tekrar işlemeden
duramaması gibi psikolojik bir durum
sözkonusudur.
1960 darbesinden sonra gene aynı
hastalık nükseder. 1980-83’ten sonra
bir daha nükseder. “Atalarımız bunları kesti, bizim neyimiz eksik” gibi ruh
haleti içindeler sanırsın. Günümüzde
koşulların biraz değişmiş olması kimseyi aldatmasın; ben Kürtler’in ciddi
bir tehlike ile karşı karşıya olduklarına inanıyorum. “Açılım” vs. klasik
aldatmacadır. Unutmayın, 1914’te de
“Ermeni Açılımı” yapılmıştı, bir sürü
reform vaadi ortaya atılmıştı. Sonunu
biliyorsunuz.
Ne tavsiye ederim? Güzel soru.
Nisan ayı sürekli bir “Soykırım
sendromu” ile geçiyor. Bu korkuyu ve
soykırım depresyonunun yaşanmaması için yapılması gerekenler nelerdir?
Ermeniler’in yaşadığı felaketlerin
bir benzerini Cumhuriyet sonrası
Kürtler’in yaşadığını düşünüyor
musunuz? Düşünüyorsanız, Kürtlere
tavsiyeleriniz nelerdir?
A) Uluslararası güvencelere bel
bağlamayın, işlerine geldiği gün sizi
satacaklardır.
B) Hazırlıklı olun, ama silahlı mücadeleye güvenmeyin. Silahlanmak
provokatiftir; tepki doğurur. Askeri
açıdan daha güçlü olanın ekmeğine
yağ sürer.
C) Cephenin önünü değil arkasını düşünün. Türk kamuoyunu elde
etmeye çalışın. Türk siyasi hayatında ben Kürtler’in çok daha aktif ve
olumlu bir rol oynayabileceklerine
inanıyorum. Maalesef o alanda şu ana
kadar pek başarılı görünmüyorlar.
Tüm siyasi eylemlerinde kendilerini
marjinalleştiren, dışlayan bir tutum
içindeler.
Tabii. 1925’te Sünni Kürtler, 193638’de Dersimliler aynı şeyleri yaşadılar. Ermeni tehcirinin sanki tüm
Hişyar Barzan Şeref hanoğlu
A. Knews
Kaynak: haberdiyarbakir.com
Sevan Nişanyan/Siyaset ve Tarih Yazıları
İlk başlarda buraya sadece siyaset ve tarih yazılarımı
koyuyordum. Bir ara anayasa tartışmalarına daldım.
Son zamanlarda aklıma ne gelse yazıyorum.
http://nisanyan1.blogspot.de
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kürtlerin Ermenistan'da yayılması
NICOLAI ADONTZ (çeviri: Sako Zulalyan)
Hamidiye alaylarında aktif yer alan kürt aşiret kuvetlerinden bir görüntü!:.
KÜRTLERIN
ERMENİSTAN'DA YAYILMASI
I.
Dağlık Ermenistan ülkesini egemenlikleri altina almak için kapışan iki rakip ülke, İngiltere ve Rusya'nin Türklerin Kürt yanlısı siyasetletine göz
yumduklarini, aci da olsa kabul etmeliyiz. Ermeniler, Osmanli eğemenliğine
karşı kalkıştıkları mücadelede, Türklerin boyunduruğu ve zulümunden
kurtulabilmek için, Ruslarin yardimci olabilecegini düsleyerek, yüzlerini
kuzeye çevirmislerdi. Yüzyillarin etkisiyle Ermeniler de gelisen russeverlik,
Ingiltere'nin gözünde, Asyadaki çikarlarindan dolayi kabullenilmez bir egilimdir. Ingiltere, Ermenilerin Rus karsiti manevralarda kullanilamayacagina
sonunda tamamen ikna olup, agirliklarini Kürtlerden yana koymuslardir.
Ayni zamanda, Rusya'nin ittifaki ve
dogal yurttasi niteledikleri Ermenilere
karsi, Kütlerin öne sürülmesini öngörmüstür.
Rus yayilmaciligina karsi, Kürdistan'in
siyasi bir alet haline dönüstürülmesi
fikri, yani "kürdistan karti", Ingiliz elçisi Palker'a aittir. Gerçi halefi, Tailor,
18 Mart 1869 tarihinde kaleme aldigi raporunda; "Kürtlerin de Rusya'ya
yönelebileceklerini"
öne
sürmüs,
Palker'in harcini koydugu "kürt karti"
için "onaylanamaz ve gerçeklestirilemez" diyerek serh koydugu dogrudur.
Bu rapora
ragmen, Ingiliz ajanlari Ermenistan
da Kürt yanlisi girisimlerini sürdürmüslerdir. Burda, Erzurumdaki elçiliklerini; "Kürdistan Ingiliz Elçiligi"
lâkâbiyla andiklarini vurgulamamiz
aslinda fazlaliktir. Türkler de kendi
paylalarina, haritalarindan "Ermenistan" adini silip yerine Kürdistan yazarak 'ermeni karsiti' siyasetlerini temellendiriyorlardi. Türklerin gelistirdigi,
"Ermenistani yok sayma" siyasetinin
Ingilizlerin koruyucu semsiyes altinda
gizlenebilmesi, Ermeniler için saskinlik vericiydi. Onaylamadiklari bu tür
adimlara karsi Patrikleri araciligi ile
seslerini yükseltmeken öte gidemediler.
Ingilizlerin Ermenistan'a düsmanca
bakmalarinin asli nedeni olan Ruslar'in
Kürtlere yônelik girisimlerini yorumlamak ise mümkün degil. Ruslar Ermenistan' daki mevkilerini saglamlastirmak yerine, bölgede Kûrt kartini
öne süren Ingilizlerin etkisini bertaraf
etmek için, bu karti ele geçirmeye çalisiyorlar.
Rus ajanlari, askeri raportörler, seyahlar bölgede Ermenilerin belirleyici varliklarini yadsiyip, Kürtlerin üstünlüklerinden söz ediyorlardi. Ermenilerin
üzerinde yasadiklari topraklarin Ermenistan oldugunu yadsiyor, kitaplarinda
ve makalelerinde Kürdistan diye geçiyorlardi. Erzurum ve mahaline 'Kuzey
Kürdistan', Bitlis (Van) ve civarina 'Güney Kürdistan' deniyordu. Bunlardan
bir kaçi laubaliliklerinde öylesine ileri
gitmislerdi ki, Kürtlerin Ermenistan'in
asli yerli halki oldugu ve Ermenistan'in
ise her zaman Kürtlerin vatani oldugu
görüsünü ortaya atip, çirkin siyasetlerine malzeme hazirliyorlar.
II.
Kürtler ne antik ne de ilk çaglarda Ermenistan da tesekkül etmemmisler
aksine, Osmanli Türk idaresi zamaninda bu topraklara nakledilmislerdir.
kızılbaş - sayfa 35 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Osmanlilar, 1514 Caldiran meydan
muharebesinde, henüz tekellerinde
bulundurduklari toplar sayesinde, Iran
hükümdari Sah Ismail'in güçlerini yenilgiye ugrattiktan sonradir ki Bati
Ermenistan'i egemenlik alanlarina dahil olmustur. Iranlilar ve Osmanlilar
arasindaki Ermenistan'in bütününü
kontrolleri altinda tutabilme mücadelesi, Caldiran muharebesinden sonra da
araliksiz sürmüs, sinirlar ise günümüze
dek degismez kalmistir.
Bitlis'in yerlisi, bölgeyi iyi taniyan
Kürt Molla Idris, Sultan Selim'in muharebe hazirliklarinda önemli yararliliklar göstermistir. Sultan'in ugruna
kalkistigi islerde, ondan beklenilecegi
gibi, bölgedeki daginik küçük Kürt asiretlerinin çikarlarini gütmüstür. Iranlilar, Ermenistan'daki egemenliklerini
saglamlastirmak için konar-göçer Kürt
asiretlerini bölgeden uzaklastirarak
basari kazanirken, Osmanli sultanlari
Iranlilar'in ilerlemesine engel olacak
bir cephe kurmak için tam aksi siyaset izleyip, göçebe Kürt asiretlerine
egemelikleri altinda tutabilecekleri
topraklar bahsediyorlardi. Molla Idris,
Nizip'ten Dersim'e kadar uzanan genis
bir eyaleti kontrol ediyordu. Diyar-i
bâkir diye anilan eyaleti, Molla Idris 19
sancaga bölmüs, 'eben an cedd' (babadan ogula) hakkiyla sekizini Kürt asiret
beylerine birakmisti. Bu Kûrt öncüler,
Dicle havzasindaki verimli topraklari
özel mülk ya da 'hokümat' edindiler.
Sultan Selim, Kürtlerin hizmetlerinden
dolayi hediye ettigi yirmi bin Düka altini, Molla Serif Kürt beylerine dagitti.
Ayrica yetmis 'Seref Kaftani' (Khalat)
ve yetmis mühür, irili ufakli tüm beylerin gönüllerini cezb etmek için ortaliga
saçilmisti. Akabinde, bazi Kûrt asiretlerini Erzurum vilayetine nakledince,
Ermenistan'in bu yöresindeki ilk Kürt
etnik unsurlar belirdi. Mürekkep yalamis olan Idris gibi oglu Abulfazi de,
yaptiklari firsatçiliklari yaziya dökmüslerdir. Bugün bizler, onlarin özgün
kayitlarindan tarihin bu dönemindeki
gelismeleri ögreniyoruz.
1597 yilinda Bitlis’in yöneticisi Sarafettin, Kürt zenginliklerinin tarihini yazdi. Bu eseri, akademisyen ........ 1886 yilinda Saint Petesburg da “Seref-Nâme”
adiyla yayimladi. Fransizca çevirisi ise,
bir yil sonra 1887 yilinda Paris’te gün
isigina çikti. Kürt tarihçinin bu eseri,
ilk milli tarih örneklerinde görülen ek-
sikleri aynen barindirmaktadir. Kronolojik tarihsel konularin eksikliginden
kaynaklanan bosluklar, hayali yaradilis
ôyküleriyle sakinilmaksizin doldurulmustur. Herhangi bir sülalenin dogusunu kanitlamak için farazi rakamlar
en eski zamanlarla karsilanmis, kayitli
tarih olmadigi gibi, olaylarin geçtigi
yüzyillar da belirtilmemistir. Kimi zavalli Kürt asiretleriyle, önemli tarihsel
kisilikler arasinda hayali akrabaliklar
kurulup, asiret boylarindan bir kaçi ilk
halifelerin torunlari olarak sayilir. Sarafettin, iddialarina kanit diye mitolojik destanlara basvurur. Ne var ki, bu
destanlarin ayrintili incelemesi yapildiginda, destanlardaki kisiliklerin, soy
adlarinin halk dilindeki etimolojik yapisi üzerine kuruldugunu görmekteyiz.
Binaenaleyh, destanlarin bizzat eserin
yazari tarafindan uydurulmus olma
ihtimali su yüzüne çikiyor. Ne vakit
zamane tarihçi, uyduruk dogus öykülerinden, içi bos tahminlerden, Kürt beyleriyle ilgili somut verilere geçmesi gerekiyor, o vakt; eski çaglardan süzülüp
Selim ve Idris dönemine konmasi gerekiyor. Timur döneminde otaya çikmis,
Van ve Bitlis yöresindeki hanedanlar
disinda, Dicle boylarina kosullanmis
asiretlerin istisnasiz tümünün teskkülü
15. yüzyilin sonu 16. yüzyilin basina,
Osmanli-Iran savaslari dönemine denk
düser. Van ve Bitlis deki egemen sülalelere gelince, atalarinin Kürtler oldugu
tartismalidir. Tarihçi Sarafettin geçmisini arastirirken atalarinin damarlarindaki kani Araplara ya da Kürtlere degil
‘Ermenilere’ baglayabilecek daha fazla
dayanaga sahipti. “Dersim Kürtleri”
olarak anilan Dujigler’in dogus meselesi de ayni sekilde incelenmelidir. Hasili, Dujigleri Kürtlerin hanesine kaydedenler dahi onlari temiz Kürt olarak
kabullenmiyorlar. Kürt tarihçi, bütün
bu egemen beyliklerin adlarini verirken Dersim’den Diyarbekir’e dek uzayan bölgede yasayan ahaliden bir kelime dahi söz etmiyor. Bu sancaklarin
beyleri Kürt oldugu için ahalinin Kürt
sayilmasi hangi akla hizmettir?
III.
Yeni sancak beylerinin ceddlerince
isgal edilmis eyaletlerde oldugu gibi,
Ermenistan’in diger bölgelerinde de,
Osmanli-Iran çarpismasindan önce
Türkmensahlar’in akarabalari, Akkoyunlu ve Karakoyunlu beyler hüküm
sürmekteydiler. Bu beyler, mogollarin
gelisinden önce bölgeyi idare eden Ishanlarin (°) sürdürücüleriydiler. Hatta
Ishanlarin önemli kismi varliklarini,
Timur’un saldirilarina dek korumustu.
Selçuklu akincilar, Daglik Ermenistan’
akmaya basladiklarinda, Bizans Imparatorlugu bu zorlu düsmani karsisinda
sanki daha baska çare kalmamis gibi,
Ermeni kiraliklarini ve egemen hanedanlari Firatin batisina, Küçük Hayk’a
(°°)
dogru, Firat boyunca yeni bir cephe
açmak amaciyla sürmüstür. Bir yandan Sivas’tan Adana’ya, diger yandan
Dersim’den Urfa’ya uzanan Ermeni
komutanlarin kontrolündeki burçlardan olusmus iki savunma hatti kurumustur. Van bölgesindeki Artzruniler,
Bizans’in kontrölüne biraktiklari topraklar karsiliginda, Sivas’tan Firat’a
uzanan genis arazinin zilliyet hakkini
edinmislerdi. Ani’deki Bakraduniler,
Ligan’a simdiki Maras sancagi içinde
kalan bölgeye, Kars’taki Bakraduniler
ise Klikya’nin vadilerine yerlestiler.
Artzrunilerin Tornavan kolu, Tarsus,
Adana, Mersin bölgesinde belirdiler.
Pahlavilerin bir kolu, Kesan Malatya
sancagina yerlesti. Firat-Dicle arasidaki bölgeyi bir baska kol kontrölüne
almisti? Urfa zaten Ermeni hükümdarlarin egemenligi altindaydi. Öteyandan, Bizans Imp. 9. yüzyilda acimazis
katliamlarla sindirdigi Paulakianlar’in
(Paulitiens, Pavlikler diye de anilirlar)
torunlari, Dersim mahalinde özerkliklerini koruyorlardi. Bütün bu irili ufakli feodal beyler mogollarin rüzgar gibi
engellenemez saldirilari karsisinda sindirildiler. Timur’un firtinali seferi de,
mogol beyliklerini de yerlerinden ederken, savasci Türkmen boylarina zemini
hazirladi. 15. yy da Ak ve Karakoyunlu
beyler Ermenistan’da soylarina has kayitsizlik ve gönülsüzlükle hüküm sürdüler.
IV.
Ermenilerin yasadigi topraklardaki yönetici beylerin kimligindeki degisiklik,
feodal üretim iliskilerindeki yapisal
çarpiklik, ayni zamanda etnik temelde
etkilenmeye yol açti mi? Üst yapidaki
tahrifat acaba alt yapiya da yansidi mi?
Etnik yapinin bazi, Mogollarin egemenliginde mogolasmadi. Ne de Türkmen beyleri zamaninda Türkmenlesti.
Yönetim Kürt beylerine devredildiginde de Ermenistan Kürtlesmedi. Yerle-
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
sik çalisan toplumun temel unsurunu
Ermeniler olusturuyordu, hali hazirda
Ermeniler olusturmaktadir.
Uygar dünyada agirligi olan hiç bir
ülke yalnizca daglar, vadiler, akarsulardan mütesekkil degildir. Her bir ülke
tabî görüntüsünün yanisira manevi
özelliklere de haizdir. Manevi nitelikler birini digerinden ayirir. Realitede,
manevi etkenler âmâ tabîatin artiklari
olmayip, insanin yaratici özgün çalismasinin ebedilesen eserleridir. Zihinsel üretkenligin vûcuda tahavvül etmesi (dönüsmesi), kültürlerinin ulastigi
düzeyin disavurumudur.Bu ruh kime
aittir? Ya da ne zamandan beri bu ruh
ait oldugu bedenden kopmustur? Bu
bedenin yaratici isçileri ve mirasçilari
kimlerdir?
Ermenistan, insanin üretken gücünün
labaratuari olarak Ermani idi ve Ermeni olarak da kalmaya devam ediyor.
Ermenistan, Ermeninin elleriyle insan
için yapilmis barinaklarin kendisidir.
Diger bütün geler geçerler bu topraklarda konaklayacaklari hanlar aramaislar,
kültürel zenginligini har vurup harman
savurmuslar. Kimileri geçici misafir olmus, bazilari alinyazilarinin degismezligiyle savaçi birimler olmaktan öteye
geçememis, bir kismi onlara egemenlik
sunuldugu halde yagmalamaktan, yakip yikmaktan usanmamislardir. Bunlardan hiç biri manevi bir miras ya da
kültürel yapi birakmamislardir. Ne bir
Türkmen, ne bir Kürt bu ülkenin mimari sanatsal zenginligine katki olabilecek tek bir tas bile koymamistir.
Mimarinin görkemli yapilari saraylar,
kaleler, kiliseler ve vanklar (manastir)
inanç ve sabirla islendikleri daglarin
oyuklarinda çogalip, çevrelerine kültürel zenginligin isigini saçmis eserler,
bugün tozlarin arasina gömülüdürler.
Fakat onlarin ruhlari yikintilar arasinda yasiyor, geçmisin gölgeleri göz nuruyla yontulmus taslarin arasinda araliksiz dolanmaktadirlar. O gölgeler ki,
her an vücut bulmaya hazirdirlar.
Ermeni halkinin Ermenistan’i “yikintilar arasinda oturan genç kiz” halinde
canlandirip simgelestirmeleri yerindedir. Calismanin ruhu ve yikinti halindeki kültürel miras, Kürt çobanlarin
sürülerinden daha fazla yakismiyor mu
bu ülkeye? Ermenistan’in bütün sehirlerindeki Ermeni kiliselerinin ve diger
yöredekilerin girisine mimari zevkten
yoksun minareler dikildiginde, erme-
ni kimligini yitiriyor mu? Ermenistan,
gelismis medeni bir ülke olarak bütün
bir organizmadir. Onun yüregindeki en
güçlü vuruslar ve en derin soluklar ermenidir. Yasayan bir organizm olarak
Ermenistan geçmisinden ve geleceginden vaazgeçemez. O yarali, sürekli kan
kaybediyor olabilir. Ama henüz katledememislerdir. Yaralarini iyilestirmek,
agrilarini dindirmek, közden canli atese dönüstürmek siyasi tabiplerin borcudur.
Yüzyillardir Ermenistan’in yanip tutusan, bagimsizlik askini görememek,
Ermenistan’in canli vücudundaki karmasik etnik uru bahane ederek onu yok
saymak, siyasilerin isledikleri suçtur.
‘Ermeni Sorunu’u yarim yüzyildir süründürdükleri ve kanli bir rejimin çiz-
meleri altinda, bu topraklara tamamen
yabanci düsman unsurlarin, vücudunda
yayilmasina izin verdikleri için, bütün
o diplomatlar yargilanmalidir.
NOTLAR:
°- Ermeni kiraliklarinin ve hanedanlarin Bizans Imp.’nun karariyla sürülmesinin ardindan beliren yerel yönetim
otoriteleridir.
°°- Küçük Hayk, Firatin bati kiyilarindan Sivasa, güneyde Malatya’ya kadar
uzanan bölgeye verilen addir. Bu bölgenin ahalisinin önemli kesimi dogudan beslenen Ermeniler olmasina ragmen, bati merkezli yönetimlerce idare
edilmisitir
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir İstisna Mı Yoksa Devlet Politikası Mı?
Ermeni Kadın ve Çocukların
Müslümanlara Dağıtılması
1915 baharından başlayarak uygulanan tehcir sırasında, kocaları ya da
babaları sevkedildiği, öldü(rüldü)ğü
ya da Osmanlı ordusunda askerlik görevini yapmakta olduğu için "sahipsiz
kalan" Ermeni kadın ve çocukların
Müslümanlara dağıtıldığına ya da
sistemli olarak Müslümanlaştırıldığına dair Başbakanlık Osmanlı
Arşivi'nde birçok belge var. Bunların
bir kısmına ulaşmak için arşivde uzun
araştırmalara girmeye bile gerek yok.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nin yayınlarından ya da internet sitesinden
bile bazılarına ulaşmak mümkün.
Dahiliye Nazırı Talat Paşa'nın Halep
Valiliğine 9 Ağustos 1915 tarihinde yolladığı emirde, sahipsiz kalan
kız ve erkek çocukların teker teker
Müslüman köylerine dağıtılması
isteniyor.Yine Talat Paşa'nın 30 Nisan
1916 tarihinde çeşitli vilayet ve mutasarrıflıklara gönderdiği telgrafta,
bu uygulamaya "erkekleri askerde
olan Ermeni aileleri"nin de dahil
olduğu açıkça belirtiliyor. Bir başka belgede Ankara Vali Vekili Atıf,
"Kalecik'te bulunan 257 ve Keskin'de
bulunan 1.169 Ermeni'nin çok büyük
bir kısmının Müslüman köylerine
dağıtılacak olan kadın ve çocuklardan
ibaret olduğunu" Dahiliye Nezareti'ne
bildiriyor. Arşivde yine Müslümanlığa geçen Ermeni kızlarının bir
suiistimale meydan vermeden Müslümanlarla evlendirilmelerinin uygun
olduğuna ve Müslümanlığa geçtikten
sonra evlendirilen veya güvenilir
Müslümanlara emanet edilen kadın ve
çocukların, eğer Ermeni anne-babaları ölmüşse mal-mülklerinin kendilerine [dolayısıyla onları alan Müslüman ailelere] verilmesine dair, Talat
Paşa'nın emirlerini içeren telgraflar
da var.
cik ve Keskin'deki Ermenilerin çok
büyük kısmının Müslüman köylerine
dağıtılacak olan kadın ve çocuklardan ibaret olduğuna dair, 22 Eylül
1915 tarihinde Dahiliye Nezareti'ne
gönderdiği bilgi:
Bab-ı Ali
Dahiliye Nezareti
Osman Köker
sesiz Ermeni çocuklarının Müslüman
köylerine dağıtılmasına dair Halep
Valiliği'ne yolladığı 9 Ağustos 1915
tarihli emir:
Bab-ı Ali
Dahiliye Nezareti
Emniyyet-i Umumiyye Müdiriyyeti
Şifre
Kalem-i Hususi: 4963
Mahremdir
Haleb Valisi Bekir Sami Bey'e
C. 15 ve 20 Temmuz sene [1] 331.
Erkekleri olmayan Ermeni a'ile ve
kadınların büyük şehirlere tevzi'i
münasib olamaz ancak küçük yaşta
ve bi-kes kalan kız ve erkek çocukları
müteferrik suretde İslam karyelerine
verilebilir.
Fi 27 Temmuz sene 1331
Nazır
BOA.DH.ŞFR [Başbakanlık Osmanlı
Arşivi Dahiliye Nezareti Şifre Kalemi] nr. 54-A/325.
Belge I:
Belge II:
Dahiliye Nazırı Talat Paşa'nın, kim-
Ankara Vali Vekili Atıf'ın, Kale-
Mahreci
Şifre Kalemi
Ankara
4 Eylül sene [1] 331 tarihli ve 125
numrolu şifre telgrafnameye zeyldir.
Gayr-i ez sevk merkez-i vilayetteki Ermeni nüfusu kadın ve çocuk
olmak üzere yedi yüz otuz üçe baliğ
olup bunlar da yevmi iki yüz elli
kadar kafile kafile Eskişehir tarikiyle
mıntıka-i mu'ayyeneye gönderilmekde olduğu ve Kal'acık'da bulunan iki
yüz elli yedi ve Keskin'deki bin yüz
altmış dokuz Ermeni nüfusdan çok
kısmının kura-yı İslamiyye'ye tevzi'i
icab eden nisvan ve sıbyan kabilinden
bulunduğu ma'ruzdur.
Fi 9 Eylül sene [1] 331
Vali Vekili
Atıf
BOA.DH.EUM.2.Şb. [Başbakanlık
Osmanlı Arşivi Dahiliye Nezareti
Emniyet-i Umumiye Müdüriyeti İkinci Şube] 68/79
Belge III:
Müslümanlığa geçen Ermeni kızlarının Müslümanlarla evlendirilmelerinin uygun olacağına dair, 18 Ağustos
1915 tarihinde Dahiliye Nezareti'nden
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Niğde Mutasarrıflığı’na gönderilen
telgraf:
Bab-ı Ali
Dahiliye Nezareti
Emniyyet-i Umumiyye Müdiriyyeti
Şifre
Hususi:5112
Bi’z-zat hall olunacakdır.
Niğde Mutasarrıflığı’na
Ermeni kızlarından ihtida edenlerin su-i isti’male kat’iyen meydan
verilmemek şartıyla İslamlara tezvici
münasibdir.
Fi 5 Ağustos sene [1]331
Nazır
BOA.DH.ŞFR nr. 55/92
Belge IV:
Erkekleri sevkedilen ya da “askerde
olan” Ermeni ailelerinin Müslüman
köylerine dağıtılıp mahalli adetlere
alıştırılmalarına, genç ve dul kadınların evlendirilmelerine, çocukların
“bizim” yetimhanelere yerleştirilerek ya da Müslümanlara dağıtılarak
mahalli adetlerle yetiştirilmelerine
dair,30 Nisan 1916 tarihinde Dahiliye
Nazırı Talat Paşa’nın çeşitli vilayet ve
mutasarrıflıklara ve Harbiye Nazırı
Enver Paşa’ya gönderdiği telgraf:
Bab-ı Ali
1-Erkekleri sevkedilip veyahud ‘askerde bulunup’ da kimsesiz ve velisiz
kalan a’ileler’ ecnebi ve Ermeni
bulunmayan kura ve kasabata müteferrikan tevzi’ ve muhacirin tahsisatından i’aşeleri te’min edilerek adat-i
mahalliyye ile istinaslarına.
güvenilir kimselere emanet edilen Ermeni çocukların mallarının “korunması” ve ailelerinden miras kalanların
“kendilerine” verilmesine dair, 11
Ağustos 1915 tarihinde Dahiliye
Nazırı Talat Paşa’nın çeşitli vilayet ve
mutasarrıflıklara gönderdiği telgraf:
2-Genç ve dul kadınların tezviclerine.
Bab-ı Ali Dahiliye Nezareti
3-On iki yaşına kadar olan çocukların bizim darü’l-eytam ve öksüz
yurdlarına tevzi’ine.
İskan-ı Aşayir ve Muhacirin Müdiriyyeti İstatistik Şu’besi
4-Darü’l-eytamların mevcudu kifayet
etmediği takdirde sahib-i hal Müslümanlar nezdine verilerek adab-ı
mahalliye ile terbiye ve temsillerine.
5-Bunları kabul ve terbiye edecek
sahib-i hal Müslümanlar bulunmadığı
takdirde muhacirin tahsisatından ayda
otuz kuruş i’aşe masrafı verilmek
şartıyla köylülere tevzi’ine gayret
edilmesi ve suver-i sabıka dahilinde
vaki’ olacak icra’at ve teşebbüsatdan
aded ve erkama müstenid olarak peyder-pey ma’lumat i’tası.
17 Nisan sene [1] 332
Nazır
(I) Enver Paşa Hazretlerine; Zeyl
Fi 17 Nisan sene [1] 332. Vilayat ve
elviyeye vuku’bulan tebliğat zire derc
olunmuştur.
BOA.DH.ŞFR nr. 63/142
Belge V:
Müslümanlığa geçen, evlenen ve
Dahiliye Nezareti
İskan-ı Aşayir ve Muhacirin
Müdiriyyet-i Umumiyyesi
Umumi:158 Şifre
Adana, Erzurum, Edirne, Haleb,
Hüdavendigar, Sivas, Diyarbekir,
Ma’muretü’l-aziz, Konya, Kastamonu, Trabzon vilayetleriyle, İzmit,
Canik, Eskişehir, Karahisar-ı Sahib,
Mar’aş, Urfa, Kayseri, Niğde mutasarrıflıklarına
Bir sureti Başkumandan Vekili Enver
Paşa Hazretlerine (I)
altan tan
Umumi:451 Şifre
Adana, Ankara, Erzurum, Bitlis, Haleb, Hüdavendigar, Diyarbekir, Suriye, Sivas, Ma’muretü’l-aziz, Musul,T
rabzon, Van vilayatıyla, İzmit, Urfa,
Eskişehir, Zor, Canik, Kayseri,
Mar’aş, Karesi, Kal’a-i Sultaniyye,
Niğde, Karahisar-ı Sahib mutasarrıflıklarına,
Adana, Haleb, Mar’aş, Ma’muretü’laziz, Diyarbekir, Trabzon, Sivas,
Canik, İzmit Emval-i Metruke Komisyon Riyaseti’ne
İhtida eden veyahud izdivac edenlerle beray-ı teslim ve terbiye şayan-ı
i’timad zevat nezdine bırakılan
çocukların emlak-i zatiyyeleri ibka
ve murisleri vefat etmiş ise hisse-i
irsiyyeleri i’ta olunur.
Fi 29 Temmuz sene [1] 331
Nazır Tal’at
BOA.DH.ŞFR nr. 54-A/382
Kaynak: Toplumsal Tarih, sayı: 197
Mayıs 2010, s.43-44.
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
TEHCİR
KANUNU
BAŞLIBAŞINA
BİR ETNİK
TEMİZLİK,
YANİ
SOYKIRIM
DEMEKTİ!
Prof. Halil Berktay, "Tehcir emri, bütün Ermeni tebaasını hedef alıyordu.
1915, Doğu'yla sınırlı değil. 'Öldürme'
unsuru hariç bu kadarı dahi 'jenosit'
tanımına giriyor" diyor.
Osmanlı'nın son dönemindeki 1915
olaylarını bir tarihçi olarak nasıl değerlendiriyorsunuz ? 1. Dünya Savaşı
öncesinde Osmanlı'nın ruh hali nasıl
gözüküyor ?
Dışarıya karşı çok endişeli. Kendisini
hep mazlum ve kurban olarak gören
çok öf keli ve patlamaya hazır bir
Türk milliyetçiliği oluştu. 1912 - 13
Balkan savaşları bu açıdan çok büyük
bir dönüm noktası oldu. Yunan ve
Bulgar orduları ilerlerken İstanbul'daki azınlıklar Pera'da zaferi kutluyorlardı. Birinci Dünya Savaşı patlak
vermeden Yunanlılara, Rumlara yönelik etnik temizlik başladı. Osmanlı
Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe
anılarında bunu anlatıyor.
Trakya'dan sürgün
Balkan Savaşı'nda Osmanlı'ya ihanet
edenlere karşı önlem alınmış...
Trakya'daki Rumlara yönelik bir
temizlik. 'Cemiyet'in teşkilatı'
(Teşkilat-ı Mahsusa) eliyle Rumların
ürkütüleceğine dair bir talimat dahilinde hareket başlıyor. Halil Menteşe anılarında 100 bine yakın Rum
burunları kanamaksızın Yunanistan'a
gittiklerini yazıyor. İzmir civarında
benzer şeyler oluyor. Yarı açık, yarı
gizli politikayla etnik temizlik yapılıyor. Bu olaylar Ermeni katliamlarının
silahsız provasıdır. O sırada Ermeni
tehciri planlanmıştı demiyorum ama
sonuç olarak böyle bir tecrübe vardı.
1912'de İstanbul'un düşme tehlikesi
belirmiş. Enver Paşa, Harbiye nezaretinin boşaltılarak, Anadolu'ya geçme
emrini vermek durumundaydı, hiç
olmazsa Anadolu ihanet edebilecek
unsurlardan temizlenmeli ve güvenli
olmalıydı. Tehcir kararı böyle bir
halet-i ruhiye içinde alınmıştı.
Emir Talat Paşa'dan
Ermeni tehciri emrini kim çıkarıyor?
Tabii ki Talat, bana göre Talat
Enver'den çok daha önemli bir insandır. İttihatçıların esas beynidir. Napolyon döneminin bir gizli polis şefi
vardır Fuşe, Talat biraz ona benziyor.
Her şeye 'hikmeti devlet' diye bakıyor. Ermenilere karşı Enver'i, Cemal'i
Talat ikna ediyor. Ermeniler de büyük
bir hesap hatası yapıyorlar. Aldırmayalım, bunlar 'blöf'tür diyorlar.
Tehcir emri, imparatorluğun bütün
Ermeni tebaasını sırf Ermeni oldukları için hedef alıyordu. Yani tehcir kanunu şöyle demiyordu: Sadece Doğu
Anadolu'yu boşaltacağız! Hayır. 1915,
Doğu Anadolu'daki savaş bölgesiyle
sınırlı değildir. Tehcir kanunu başlı
başına bir etnik temizliktir.
Tehcir emri nasıl uygulanıyor ?
Devletin yasal aygıtı eliyle, Dahiliye Nezareti'nden doğrudan doğruya
yollanan emirlerle, 'Bölgenizdeki
Ermenileri derhal toplayacaksınız' deniliyor: 'Konvoylar halinde
Güneydoğu'ya, oradan Suriye'deki,
Irak'taki bazı şehirlere yollaya
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
caksınız, orada iskân edilecekler.’
Mesele Doğu bölgesiyle sınırlı değil.
İznik’ten, İzmit’ten, Çorlu’dan alınanlar var. Ermeni oldukları için tehcir
ediliyorlar. Günümüzde ‘öldürme’
unsuru hariç bu kadarı dahi ‘jenosit’
tanımına giriyor. Bir etnik grubu
topluca yok etme, sürüp atma kategorisine giriyor.
Resmi söylem şudur: ‘Efendim,
maalesef açlıktan ölmüşler!’ Ermenilerle ne savaşı var? İlk katliamlar bir
sinyal. Yerel nüfus içindeki en kötü
unsurlar, Ermenilerin artık ‘avlanmasının serbest’ olduğu sinyalini alıyor.
Katliamların ikinci türevsel dalgası
başlıyor. Size bunun kanıtını sunmak
istiyorum.
Dahiliye Nazırı Talat’ın telgrafı...
Evet, Talat Paşa’ın Diyarbakır
Valisi’ne çektiği (29 Haziran) 12 Temmuz 1915 tarihli telgrafı okuyorum:
Diyarbakır’dan sevk edilen Ermenilerden ve diğer Hıristiyan ahaliden
bazılarının geceleri şehirden çıkarılıp
öldürüldüğü ve çevredeki Müslü-
man ahalinin topluca kıyam ederek
tüm Hıristiyanları katletmelerinden
korkulduğunun istihbar edildiğini
bildiriyor Talat. Diyarbakır Valisi’ni,
‘Ermeniler’e yönelik tedbirlerin diğer
Hıristiyanlara asla uygulanamayacağı’ konusunda uyarıyor. Talat tedbir
derken neyi kastediyor, tehciri mi,
katliamı mı? Söylemiyor.
Hedef Ermeniler
Telgrafı başka türlü okumak mümkün
değil mi?
Diyelim ki, Talat bütün katliamların
önlenmesini ve sadece Ermenilerin
tehcirinin kan dökülmeksizin sürmesini istiyor. Ne derdi ? Her çeşit
katliam derhal önlensin. Talat bunu
demiyor. Ama Diyarbakır Valisi’ne
dolambaçlı yoldan, ‘Diğer Hıristiyanlara dokunmayın, Ermenilere bildiğiniz gibi yapmaya devam edin’ demeye
getiriyor. Gizli emirler var. Devlet
Ermeni muhacirlerin yanına koruma
birlikleri verdi diyorlar.
Askeri korumaya rağmen saldırı oluşmuşsa bu çatışmanın bilgileri nerede?
Kürtleri de mi kullandılar ?
1915 Ermeni olayları sırasında Kürtlere yönelik benzer emirler çıkarılıyor
mu? Niye sadece Ermeniler sürülüyor?
- O tarihte henüz Kürt milliyetçiliği
yok. Ermeniler, Anadolu’nun tek ve
büyük Hıristiyan nüfusu. Yarısı Doğu
Anadolu’da yaşıyor. Ermeni milliyetçiliği Taşnak Sütyun ciddi bir mesele.
Geçmişte Osmanlı, Bulgarlara karşı
Pomakları kullandığı gibi Ermeni kıpırdanışlarına karşı da Kürtleri kullanıyor. Hamidiye alayları meşhur. Kürt
aşiretleri de arkasına alıyor. Türk milliyetçi söyleminde zaman zaman ‘Biz
öldürmedik, Kürtler öldürdü’ denir.
Kürtler Osmanlı’nın emrindeydi.
Sonuç şu tabii: TEHCİR KANUNU
BAŞLIBAŞINA BİR ETNİK TEMİZLİK, YANİ SOYKIRIM DEMEKTİ!
Kaynak:
http://www.facebook.com/1938.Soykirimdir#!/photo.php?f bid=23724507
6372120&set=a.121275731302389.228
34.100002598872715&type=1&theater
Yetkili Kişiler
Payline Tomasyan
Hayastan İnfo
ht t p://w w w.ar men ien i nfo.net
İstiklal Cad. Hıdivyal Palas No. 465/Z.
Tünel BEYOĞLU - İSTANBUL
TEL : (212) 252 65 18
FAX : (212) 252 65 19
E-mail : [email protected]
Internet : www.arasyayincilik.com
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
19 Mayıs 1919: Pontus Soykırımını Anma Günü
İşgal kuvvetlerinin verdiği nota üzerine,
Mustafa Kemal, Padişah VI. Mehmet
Vahdettin tarafından olağanüstü yetkilerle donatılarak Vilayet-i Sitte'deki
(Altı Vilayet) Hıristiyan ahaliyi korumakla görevlendirildi. Mustafa Kemal,
Samsun'a çıkar çıkmaz katil çetelerini
kendi komutasına aldı. Azılı bir katil olan Topal Osman, Kuvay-ı Milliye
kimliğiyle Karadeniz gayrimüslimlerini
soykırıma tabi tuttu.
İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin milli
devlet kurmak için uygulamaya koyduğu "Anadolu'yu Türkleştirme" projesinin bir ayağı olan Ermeni soykırımı
gerçekleştirildikten sonra, sıra diğer
"rahatsızlık verici" unsurların ortadan
kaldırılmasına gelmişti. Özellikle Karadeniz kıyılarında yoğun olarak yaşayan
gayrimüslim nüfusun katledilmesi için
çeşitli çeteler görevlendirmişti. Bunların en zalimi ve en korkuncu olan Topal Osman çetesi, Giresun ve civarında
Rumları ve gayrimüslimleri soykırıma
uğratıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu'nun 1. Dünya Savaşı'nı kaybetmesi üzerine, yurt
dışına kaçan İttihatçıların "A Kadrosu", yerini başını M. Kemal'in çektiği
"B Kadrosu"na bıraktı. Topal Osman,
Samsun'a çıkan Mustafa Kemal'le görüştü, Kuvay-ı Milliye adı altında yeniden örgütlenme ve başladığı işi bitirme
emrini aldı.
Topal Osman bir yandan bu yeni destekle Pontus soykırımını tamamladı, öte
yandan Mustafa Kemal'in özel muhafızlığını yaparak muhaliflerine kan kusturdu. İşi bitince de M. Kemal tarafından
gözden çıkartıldı, II. Grup mensubu muhalif milletvekili Ali Şükrü Bey'i katletmesinden sonra yakalanarak öldürüldü
ve cesedi meclis önünde asılarak teşhir
edildi.
Pontus'da soykırım 1916'da başladı ve
1919'da doruğuna ulaştı. Yaklaşık 300350 bin kişi sistematik bir şekilde ve
devlet erkinin katılımıyla katledildi. Sağ
kalmayı başaran az sayıda gayrimüslim,
Lozan mübadelesiyle yerinden yurdundan edilerek kovuldu ve soykırım tamamlanmış oldu. 19 Mayıs, bu anlamda
Pontus Soykırımını Anma Günü'dür.
19 Mayıs'ın milliyetçi gösterilerle bir
bayram olarak kutlanması, 1937 yılına
denk düşüyor. Cumhuriyet 1923'te ilan
edilmesine rağmen, "Gençlik ve Spor
Bayramı" olarak aradan 14 sene geç-
tikten sonra kutlanmaya başlanmasının
nedeni olarak, güya Atatürk'ün birdenbire "yahu Samsun'a bu gün çıkmıştık,
bari bayram olarak kutlayalım" demesi
gösteriliyor. Oysa gerçekte Almanya'da
nazilerin ırkçı ayin-törenlerinin birebir
kopyasıyla karşı karşıyayız. Naziler, Alman (ya da Aryan) ırkının ne kadar üstün olduğunu göstermek için seçtikleri
güzel vücutlu genç kadın ve erkeklere
spor gösterileri yaptırıyor, böylece cümle âleme ne kadar üstün olduklarını, gerekirse bu gençliği düşmanların üzerine
salmaktan çekinmeyecekleri tehdidiyle
birleştirerek sergiliyorlardı.
19 Mayıs'ın Türkiye'de gençlik ve spor
bayramı olarak kutlanmasının altında
yatan neden de bu. Kemalist diktatörlüğün "Benim fikrim, kanaatim şudur ki, dost da düşman da dinlesin ki,
bu memleketin efendisi Türk'tür. Öz
Türk olmayanların Türk vatanında bir
hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır,
köle olmaktır" diyebilen Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, bu ifadesiyle
resmi devlet politikasını ifade ediyordu.
Özellikle 30'lu yıllardan sonra ırkçı politikalar iyice ayyuka çıktı, Yahudilere
karşı hareketler başladı, Türk Tarih Tezi
gibi ipe sapa gelmez teorilerle ırkçılık
kurumsallaştırıldı. 19 Mayıs da milliyetçilik hezeyanının patladığı ırkçı bir
gösteri olarak bu günlere geldi.
Kaynak:
http://www.marksist.org
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
OSMANLI SONRASI İLK İCRAAT:
KOÇGİRİ KATLİAMI
Dr. Ali K. Yıldırım/...Dersim katliamı
ile ilgili tartışmaların yaşandığı bu
günlerde, Koçgiri katliamı’nın sadece kısmi bir boyutunu konu eden bu
sohbeti ; insaf sahibi insanlarla paylaşmak, demokrasi isteyen herkesin
yararına. Yeterli tepki gösterilmemesi
nedeni ile, Dersim katliamına Koçgiri
katliamı ile açılan yoldan varılmıştır.
Babamın dayısı Nair efendi’nin oglu
olan Ali Yıldırım ile agustos 2011 yılında koyumuz Sıddıklar da sohbet
etme imkanı buldum.. Nayır Efendi,
amca çocuğu dedem Hasangazi, diğer
amca oğlu Nazım amca ve Apé Dursun gibi ufak yaşlarda Koçgiri katliamı sırasında büyük ızdıraplar yaşamış
isimlerden biri. Ali amca’nın oglu Bezat, TİKKO içerisinde iken karanlık
bir şekilde katledildi. Ölüm Kürd’ü hiç
yanlız bırakmadı. Dedeler ve torunlar!
Değişik tarihlerde aynı kaderi paylaşan insanlar ve onların tarihleri...
Dersim katliamı ile ilgili tartışmaların yaşandığı bu günlerde, Koçgiri
katliamı’nın sadece kısmi bir boyutunu konu eden bu sohbeti ; insaf sahibi insanlarla paylaşmak, demokrasi
isteyen herkesin yararına. Yeterli tepki gösterilmemesi nedeni ile, Dersim
katliamına Koçgiri katliamı ile açılan
yoldan varılmıştır.
Bir noktanın altını çizmekte yarar var:
Tek parti dönemini ve de o dönemin
diktatörünü eleştirilemez bir tabu olarak görmeye devam etmekle gerçek bir
ilerleme sağlanamaz. İttihad Teraki ve
tek parti dönemi ile geliştirilen kültür
ve terbiye Kürt muhalefeti de dahil
herkesi değişik biçimlerde etkiledi. İki
tarafta sivillere karşı hoşgörüsüzlük
ve saldırganlığın nedeni öncelikle bu
‘ortak’ terbiyedir.
Dr. Ali K. Yıldırım (sağda)
göçü ile çatısmaya girerler. Bekiranlılar fazla dayanamayıp çoluk çocuk aşağı doğru kaçmaya başlarlar.
Bu arada çok kişi öldürülür. Büyük
Axdepe’nin dibinde Alisér Efendi’nin
konağı ateşe verilir. Anlatılanlara göre
bir hafta boyunca konaktan duman çıkar.
Osman’ın çeteleri daha sonra ilki Nahala Sur, ikincisi Kevıré Sur, üçüncüsü Tayé Salan olmak üzere tepeleri
tutarak üç koldan ilerlerler. Amaçları
bir çevirme hareketi ıie hareketin merkezi olarak gördükleri Alişér’in köyü
Axızger (Atlıca) ile Haydar Beg’in
köyü Karapınar ahalisini ölü veya sağ
ele geçırmektir.
Büyük deden Apé Nuri Topal Osman
kuvvetlerinin yaklaştığını görünce atı
Mahina Şére atlayarak komşu köy olan
Haydar Beg’in köyü Karapınar’a yönelir. Kendisine kurşunlar isabet etmesin
diye eğilerek atına yapışır. Bizimkiler
birşeye karışmamış olduklarından
önceden kaçmıyorlar. Ayrıca ailesini
SIDDIKLI
ALİ YILDIRIM ANLATIYOR
Sohbetimize Ali amca gülerek “Ali
Kemal eski meselere çok ilgi duyuyor”
diyerek söze başladı. Ve sonra devam
etti:
-Topal Osman çeteleri Axtepe’den bizim köye inmeden önce Bekiranlılar’ın
kemal paşa, t. osman paşa, sağır paşa
çoluk çocuğunu bırakıp nereye gidecekler?
O sırada Nizamiye Karapınar’a girmiş,
etrafa “Topal Osman’dan kurtulmak
istiyorsan Karapınar’a Nurettin Paşa
kuvvetlerine sığının” haberleri iletilmiştir. O nedenle halk Karapınar’a
akın etmektedir.
Karapınar’da çok insan öldürülür, etraf cesetlerle doludur. Ufak bir ihtiyar
olan Ağızgerli Medin yoksul ve perişan görünmek için elbiselerini yırtmış
,yüzüne kurum sürmüştür. Tanınmamak ve belkide yoksula merhametli
davranırlar diye böyle yapıyor. Medin
orada bir ara Apé Nuri ile karşılaşıyor.
Medin nasıl yapıyorsa kaçmayı beceriyor, bir süre dağda saklanıyor ve kurtuluyor.
Kendisi Sünnü Türk olan Goralis’li
Şahsuvaroglu Mahmud Bey de oradadır. O kişilerle ilgili, yetkililere direk
bilgi verir. Mahmud Beg bir ara Nuri
amca’nın yanına gelir: “Nuri ağırlığın
kadar para ver ve ölümden kurtul” der
Nuri amca birşey vermez.
Nuri amca bir ara karanlığı fırsat bulup gözden kayboluyor. Cesetlerin
arasına girerek gizleniyor; fakat bakıyor olmuyor, hava çok soğuk, üstelik
gündüzlüyün farkedilme riskide var;
oradan çıkıp bir kar kütüğünün dibinde bir süre gizleniyor. Yine bakıyor
soğuktan donacak, Türk köyü olan
Bapsu’ya kivralarına sığınmaya karar
veriyor.
Bapsulular o zaman kadar ‘ kivralalarımıza yardım edecegiz’ diyerek
bizim köyü boşalatmışlar: Aileler ile
birlikte; mal-davar, koyun sürülerini,
yatakları, halıları,değerli herne var ise
götümüşler. Dedem Mustafa’da oraya
sığınmıştır.
Aynı Mahmud Beg iki askerle gelip
Bapsu’ya sıgınmış insanlardan para
topluyor. Dedem Mısté para veriyor.
Amcam Nuri de altın ve paraları bulup getirtmek için köye birisini gönderiyorsa da yetişmiyor. O sırada Topal
Osman’ın komutanı Kel Hasan, mahiyeindeki 60 çete ile birlikte, Bapsu’ya
giriyor;.köyde topladığı Kürtler’i de
diğer esirlere katarak Çengelli dağının yolunu tutuyor. Kel Hasan o sıra
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
çocuk olan Apé Nazim’i önüne kattığı
guruptan ayırıyor, bunu gören Ağızgerli baba oğlu İzzet’ide Nazim amcanın yanına gitmesi için o tarafa doğru
itiyor. Kel Hasan buna da ses çıkarmıyor.
Dedem Mısté bir ahırda saklanıyormuş, gelip orada buluyorlar. Henüz çocuk denecek kadar genç olan babam da
aynı ahırda imiş, ahır yıkık olduğundan o diğer tarafta gizlenmiş. Babamı
görmüyorlar, o sayede kurtuluyor.
Çengelli dağının dibinde, Buğanak
köyünün üstlerinde, değirmene yakın
bir yere vardıklarında mola veriliyor.
Her seferinde iki kişi “komutanın atı
suya düştü, yardım edin “ bahanesi
ile seçilip götürülüyor ve teker teker
süngülenip öldürülüyormuş. Gidenlerin geri gelmediğini gören dedem
Mısté bakıyor hepsini öldürecekler
bağırıyor: “Bunlar hepimizi öldürecekler, bize taştıttıkları yüklerden zaten belamızı bulduk, kaçın kurtulun
diye bağırıyor”. O sırada kaçanlardan
Kutan’lı(Gökdere’li) Telli gillerden
Hemo kurtuluyor. Diger esir halk kurşun ve süngülerle orada öldürülüyor.
Dedem Mustafa vurulduğunda kelim-i
şahedet getiriyor. Asker “ulan adam
meğerki müslüman imiş ...” diyor.
Hemo daha sonra köyünün yukarısında öldürülüyor.
Sabahleyin Sünnü Türk köylerinden
terteleciler cesetlerin üstüne üşüşüyor,
sağ kalanların başını taşlar ile ezip
öldürüyorlar; sonra da üzerlerinde ne
varsa alıyorlarmış. İçlerinden Kandil
köyünden olan biri ölü rolü yaparak
kurtuluyor. Oradan te Ağızger’e kadar
yürüyor. Burada Medin gil yaralarını
dikiyorlar.. Bu olanların hepsini de o
adam anlatıyor. İsmini şimdi hatırlamıyorum, ama adam son zamanlara
dek yaşıyordu..
Dedem Mısté götürüldükten sonra,
babam bakıyor etrafta sesler kesiliyor,
kapı aralığına yanaşıp dışarı bakıyor.
Bakıyorki ne görsün , deden Hasangazi dışarıda yanlız başına ağlıyor.
Babam alçak sesle ‘Hesengazi...! Hesengazi...!’ diyor. Deden amcam Nuri
ve dedem Mısté’nin bir yanda götürüldüğünü söylüyor, bir yandan da hıçkırıyormuş. Tabii babam dedemden daha
büyük, “gel buradan kaçalım “ diyor.
Ve kaçmaya başlıyorlar. O ara onları
gören bir kadın “Kürt kaçtı! Kürt kaçtı” diye yaygarayı basıyorsa da Suna
Hanım “ulan Kürt uşağı durmayın,
durmayın kaçın!” diye bağırarak on-
ları cesaretlendiriyor. Yoksa köylüler
babam’ı da yakalayıp teslim edeceklerdi.
Dedenle babam bir süre bayırda gizlendikten sonra , etrafta kimsenin olmadığından emin olunca köye iniyorlar. Evler yakılmış, ama bir iki ahır
tümden yanmamış. Yanık un ve buğdayı kazıp yenilebilecek olanla karınlarını doyuruyorlar.
Yani tam bir felaketmiş. Yetişkinler
öldürülmüş, ölmeyenlerde ölüme terk
edilmiş. Etraf gömülmeyen ve kurtlanan cesetlerin kokusundan geçilmiyormuş. Aç kalan sahipsiz köpekler bu
cesetleri yıyor , sonra da kuduruyorlarmış.
Dedem Mustafa ve Apé Nuri varlıklı
imişler. Dedem bakıyor köy basılacak,
önceden odanın duvarını açıyor, oradan yeri duvar boyunca epeyce eşiyor
ve ardından dikine eşip eğer (heqip)
dolusu altınları ve parayı oraya gömüyor. Duvarı tekrardan yapıp üstünü
sıvazlıyor. Vurgun olduğu zaman Topal Osmanı’ın çeteleri gelip yakmadan
önce evin her tarafını kontrol ediyorlar. Duvardaki sıvanın eski olmadığı
fark ediliyor; duvar açılıyor. Fakat
adamlar dikine eşiyorlar, böylece bir
şey bulamıyorlar. Sonradan babam
gidim onları çıkarıp başka yere gömüyor. Babam dedenin de altın ve paralarını saklıyor.
Bu paralarla yeniden ev yapılıyor;
hayvan, yiyecek giyecek alınıyor. Paralar gene Turkler’e akıyor. Geçinecek
durumda olmayanlar durumu biraz iyi
olanların yanına yerleşiyor.
En sonunda, deden Apé Hesengazi,
Babam Nair, amcam Haydar Yukarı
Çulfalı Haci yé Hesen Begé ile birlikte
İmranlı da manufatura dükkanı açıyorlar.Goralis köyünden il encümen
üyesi olan kişi bunu rapor ediyor. Ceza
olarak bu sefer varlık vergisi kesiliyor.
Deden 800 altın, babam 500, amcam
500 altın ödüyor. Diğer ortağın ne
kadar ödediğini bilmiyorum. Burada
Alevi Kürttür diye çok insana bu varlık vergisi cezası geliyor. Bizimkiler
cezadan sonra dükkanı işletemiyorlar
ve dükkan kapatılıyor. Memlekette
varlık sahibi kimse kalmayınca iş için
gurbet yollarına düşülüyor. Sonuçta
velhasılı kelam hepimiz büyük şehirlerde işçi olduk. Şimdi onu da bulmak
zor.
Sohbetin sonlarında gözüm Ali dayının taşıdığı Atatürk rozetine takılıyor. Bu anlatılanlardan sonra rozeti
takmasına anlam veremediğini söyleyince, Ali amca sorumluluğu Sakallı
Nurettin paşa ve Topal Osman ile sınırlandırmayı deniyorsa da olmuyor...
Bunun üzerine” canım Mustafa Kemal
olmasa idi memleket hacı ve hocaya
kalacaktı “diyor. “Niye Sakallı Nurettin Paşa ile Topal Osman hacı ve hoca
değilmiydi , üstelik başkomutan tarafından korunmadılarmı? “ diyince Ali
dayı gülerek “ne yapalım savaşalımmı?” diye soruyor. Ben şiddeti onaylamadığımı belirttikten sonra doğruları
söylemenin yeterli olduğunu vurgulayıp sohbetimizi bitiriyorum. Bu arada
Kılıçdaraoğlu ile benzerlik üzerine
düşünmekten kendimi alamıyorum.
Not: Katliam mıntıkasına komşu olan
Giliç köyü’nin eski muhtarlarından
Adil amca Boğanak köyünde öldürülenlerin sayısının 70 kişi olduğunu
bana söyledi. Yaygın kanı ise sayının
daha kalabalık olduğu, birkaç yüz kişiyi bulduğu doğrultusunda.
Öldürülen insanlar arasinda Kevenli köyünden, annem’in amcazedeleri
Remzi ve Süleyman’da bulunmakta
idi.
Üst ve yanda İmranlı’nın Pevriziyan
(Eskidere) kiyünde bir mağara. Çevre
köylerden kaçıp bu mağaraya sığınanlar, Topal Osman güçlerince mağaranın girişine yığılan samanın yakılması
sonucunda duman ile boğularak öldürüldü. Bunu bana hiç sormama rağmen
köylüler anlattı.
Altta Ana Fatma olarak anılan başka
bir mağara. Buraya yerleşen Eskidereliler kurtulmayı beceriyor. Mağara’nın
girişi dar ve içerisnde su akıyor. Birilerinin buraya saklanacağı tahmin
edilmediğinden Eskidereliler kurtuluyor. Bu nedenle buraya Ana Fatma
deniliyor ve ziyaret olarak Kabul ediliyor.
43 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş - sayfa 44
Şeyh
için gereğinin yerine getirilmesi teklif
olunmuştur."
Said'den
Dersim'e
Ayşe Hür
Aralık 1935'de Tunceli Kanunu çıkarılır ve Dersim'in adı Tunceli olarak
değiştirilir. Ocak 1936'da Elazığ, Tunceli, Erzincan, Bingöl, Sivas, Malatya,
Erzurum ve Gümüşhane illerini kapsayan Elazığ merkezli Dördüncü Genel
Valilik kurulur
* * *
Resmi tarihe göre, Kürtler 1803'ten
1914'e kadar 12 defa ayaklandılar.
Sonuçlardan biri, Türkçü Osmanlı
aydınlarından Naşit Hakkı'nın dediği gibi, Osmanlı'nın Alevi Kürtlerin
yurdu "Dersim'e sefer edip zafer eyleyememesi" oldu. Sünni Kürtlerle II.
Mahmud'un başlattığı zorunlu askerlik
uygulaması ve 1858 Arazi Kanunu ile
bozulan ilişkileri ise ne Abdülhamid'in
Hamidiye Alayları ne de Aşiret Mektepleri düzeltebildi. Cumhuriyet kadroları ise işi kökten halletmeye kararlıydı. Gerçi, 1921 Koçgiri İsyanı'nı
"Türkiye'de Zo (Ermeniler) diyenleri
temizledik. Lo (Kürtler) diyenlerin
köklerini de ben temizleyeceğim" diyen Sakallı Nurettin Paşa komutasındaki Topal Osman'ın gönüllüleri şiddetle bastırdı, ama Mustafa Kemal'in
sonraki tutumu gayet yumuşak oldu.
İdama mahkum edilen 117 kişiden elebaşları hariç hepsi affedildiği gibi, bazı
Dersim ağaları mebus olarak Ankara'ya
davet edildi. Ne yazık ki bu barış hali
kısa sürdü. Bir süredir Diyarbakır havalisinde "din elden gidiyor" yolunda
vaazlar veren varlıklı ve eğitimli Kadiri şeyhi Said'in, 13 Şubat 1925'de
Bingöl'ün Piran köyündeki evine sığınan altı asker kaçağını almak üzere gelen jandarma birliğine ateş açmak zorunda kalmasıyla erken patlayan isyan
önemli bir dönüm noktası oldu. Şeyh
Said'in yandaşlarına şöyle seslendiği
rivayet olunur: "Artık bu işi durdurmak elimde değildir. Ne netice verirse
versin harekata devam edeceğiz. Kürtlerin bulundukları yerleri Türklerin
elinden alacağız. Topraklarımız verimlidir. Madenlerimiz çoktur, bunlardan
yararlanacağız." (Uğur Mumcu, Kürtİslam Ayaklanması). Şeyhin konuşmalarındaki ulusal ve dinsel temalara tam
o günlerde yerel beylere ödenen Aşar
vergisinin kaldırılmasından kaynaklanan feodal öfkeyi de eklersek, bu isyanın arka planını biraz daha iyi kavrarız.
İngiliz parmağı mı?
Her şeyi dış güçlere bağlamayı seven
resmi tarihçiler ise, Şeyh Said'in bir
adamının isyan öncesinde İstanbul'da
kendisine İngiliz ajanı Mr. Templeton süsü veren Nizamettin Bey adlı
bir istihbaratçı ile temasa geçmesini
olaylardaki "İngiliz parmağına" kanıt
olarak gösterir. Bu iddiayı, Bakanlar
Kurulu'nun 3 Mayıs 1341[1925] tarihli
kararnamesi yalanlar: "Öson isyan ve
irticâ olayının basınımızda ve özellikle
İstanbul basınının büyük bir kısmında
genel bir Kürt ayaklanması şeklinde
gösterilmesi, iç ve dış düşmanlarca
propaganda zemini ittihaz edilmekte
olduğundan ve esasen sınırlı bir sahada çeşitli emeller ve iğfalât (aldatmalar) neticesi oluşan olayın büyütülmesi
uygun olmadığından, isyanın ayrımcılıktan ziyade irticâî cehalet ve aldatma
neticesi zemininde yayın yapılması
"Sınırlı" olduğu bizzat hükümet tarafından itiraf edilmesine karşın 14 doğu
vilayetinde sıkıyönetim ilan edilir. Ardından 1920 tarihli Hıyaneti Vataniye
Kanunu'na dinin siyasal kullanımını
vatana ihanet suçu sayan bir madde
eklenir. Başbakan Ali Fethi (Okyar)
Bey'in hükümeti "pasif davrandığı"
için düşürülür. Yeni İsmet Paşa kabinesinin ilk icraatı, hükümete iki yıllık
bir süre için neredeyse sınırsız yetkiler
veren Takrir-i Sükun (Huzur ve Güveni Sağlama) Kanunu ile biri Doğu
için Diyarbakır'da, diğeri öteki bölgeler için Ankara'da olmak üzere, iki
İstiklâl Mahkemesi'nin kurulması olur.
Sonuçta, isyancılar düzenli ordu güçleri karşısında ancak 1,5 ay dayanırlar. 15 Nisan'da yakalanan Şeyh Said,
48 yandaşıyla birlikte 28 Haziran'da
Diyarbakır'da yerli ve yabancı erkanın
huzurunda idam edilir. Bundan 25 gün
önce de muhalif Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası isyana destek verdiği
iddiası ile kapatılır. Peki ülkeye huzur
ve güven gelmiş midir?
Tedip ve tenkil
İlginçtir, Genel Kurmay belgelerinde, 1924-1938 döneminde yaşanan
17 Kürt isyanının yarısı "ayaklanma"
diye tanımlanırken, diğer yarısı "harekat", "tedip" (terbiye etme) ve "tenkil" (örnek olarak ceza verme) olarak
adlandırılır. Tedbir diye akla gelen ise,
önde gelen Kürt ailelerini ülkenin Batı
vilayetlerine sürmektir. Ancak 1927
ve 1929 tarihli tehcir yasaları caydırıcı olmayınca, Mayıs 1926 ile Eylül
1930 arasında fasılalarla gerçekleşen
üç Ağrıayaklanması dolayısıyla son
derece sert bir yasa çıkarılır. Olaylara müdahale eden güvenlik güçlerinin
nelerden muaf olduğuna dair bir fikir
vermek için 1930 tarihli 1850 sayılı
yasanın ilk maddesine bakalım: "20
Haziran 1930'dan 10 Aralık 1930'a kadar, devlet ya da vilayet temsilcileri,
askeri ya da sivil yetkililer, jandarma
ya da korucular ya da üst makamlara
yardım eden veya tek başlarına hareket
eden siviller tarafından, Erzincan Vilayeti'ndeki Pülümür ve Birinci Müfettişlik bölgesi dahil olmak üzere, Erciş,
Zilan, Ağrı Dağı ve çevreleyen bölgelerde meydana gelen isyanların takibi
ve bastırılması sırasında tek başına ya
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
da topluca işlenen cinayetler ve diğer
eylemler suç olarak görülmeyecektir.”
Yani atış serbesttir! Nitekim üçüncü
ayaklanmayı izlemek üzere bölgeye
giden yarı-resmi Cumhuriyet gazetesinin yazarı Yusuf Mahzar, 16 Temmuz
tarihli haberinde müjdeyi verir: “Ağrı
Dağı tepelerinde kovuklara iltica eden
1500 kadar şaki kalmıştır. Tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi
olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türk’ün demir kartalları asilerin
hesabını temizlemektedir. Eşkiyaya iltica eden köyler tamamen yakılmaktadır. Zilan Harekatı’nda imha edilenlerin sayısı 15.000 kadardır. Zilan deresi
ağzına kadar ceset dolmuştur...”
Zilan Deresi’ni cesetlerle doldurursa sorunu çözeceğini düşünen İsmet
İnönü, “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme
hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin
böyle bir hakkı yoktur” derken (Milliyet, 31 Ağustos 1930) Ödemiş’te
seçmenlere bir konuşma yapan Adalet
Bakanı Mahmut Esat Bozkurt baklayı
ağzından çıkarır: “Biz Türkiye denen
dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz.
Mebusunuz inançlarından samimiyetle
bahsetmek için buradan daha müsait
bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk bu ülkenin
yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf
Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi
olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve
düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle
bilsinler!” (Milliyet, 19 Eylül 1930)
“O bölgeye ayıracak zaten fazla para
yoktu. Yani ülkenin olanakları bu
kadardı ancak, özellikle de fazla yatırımdan kaçınılırdı. ‘Bunları uyandırmamalıyız, yol yaparak, okul yaparak milliyet hissi uyandırılmamalı’
yaklaşımı egemendi. Fevzi Çakmak,
‘ne okulu bunların cahiliyle baş edemiyoruz, okumuşu ile nasıl baş edeceğiz’ demişti”. Bu sözler 1932-1948
arasında emniyet teşkilatında görevler
alan, 1965-1978 arasında ise aralıklarla dışişleri bakanlığı yapan İhsan Sabri Çağlayangil’e ait. (Anılarım, 1990)
Fevzi Çakmak’ın “o bölge” dediği yer
ise şimdiki adı Tunceli olan Dersim.
1928-1932 arasında birkaç kez silahlarını ve bölgeye sığınmış Koçgiri isyancılarını teslim etmeleri için sıkıştırılan
Dersimliler yine Naşit Hakkı’nın deyimiyle “kapılarını misilsiz bir inatla
içerden kilitleyince”, asırlık kilidi ne
pahasına olursa olsun açmaya yeminli olan devletin aklına dahiyane (!)
bir fikir gelir: Aralık 1935’de Tunceli
Kanunu çıkarılır ve Dersim’in adı Tunceli olarak değiştirilir. Ocak 1936’da
Elazığ, Tunceli, Erzincan, Bingöl, Sivas, Malatya, Erzurum ve Gümüşhane illerini kapsayan Elazığ merkezli
Dördüncü Genel Valilik kurulur ve
başına Dersim Valisi ve Kumandanı sıfatıyla, Koçgiri şahini Sakallı Nurettin
Paşa’nın damadı Abdullah Alpdoğan
atanır. Tunceli yasak bölge ilan edilir,
giriş çıkışlar özel izne tabi tutulur. Ve
görünen köy kılavuz istemez, gerginlikler sonucu çıkan küçük çatışmaları
Koçgiri isyanının lideri Alişer Bey’le
aynı aşiretten olan Şeyh Rıza liderliğindeki kalkışma izler. Diyarbakır’dan
kalkan uçaklar (Mustafa Kemal’in manevi kızı Sabiha Gökçen de pilotlardan
biridir) yöreye bombalar yağdırır. Sonuçta 31 Ağustos 1938’e kadar isyanın
liderleri ele geçirilir ve bölge tümüyle
boşaltılır.
Çağlayangil anılarında, “Elazığ’da
bekleyen beyaz donlu 6,000 Doğulu
Pertek’teki Singeç köprüsünün açılışına giden Mustafa Kemal’den Seyit
Rıza’nın hayatını bağışlanmasını istemesin diye” her türlü hukuk ilkesini çiğneyerek, tatil günü, gece demeden, otomobil farlarının ışığı altında
isyancıların davasını alelacele nasıl
sonuçlandırdığını pek güzel anlatır.
Mahkemenin verdiği 11 idam cezasının dördü yaşlılık gerekçesi ile 30 yıla
çevrilmiş, Seyit Rıza ve altı yandaşının
idam hükmü 18 Kasım 1937’de Elazığ
Buğday Meydanı’nda infaz edilmiştir.
Ölülerin bedenleri ise Elazığ’da dolaştırılır ve “mezarları türbe olmasın
diye” yakılır. Yıllardır resmi tarihçilerce tekrarlanan, Seyit Rıza’nın idama
giderken “Yaşasın Kürdistan!” dediği
meselesine Çağlayangil şöyle açıklık
getirir: “Son sözünü sorduk, ‘kırk liram ve saatim var, oğluma verirsiniz’
dedi. Oğlunun asılacağını bilmiyordu.
(.) Hava soğuktu ve etrafta kimseler
yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan
doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti. ‘Evladı Kerbelayıh. Bihatayıh.
Ayıptır. Zulümdur. Cinayettir’ dedi.
Benim tüylerim diken diken oldu. Bu
yaşlı adam rap rap yürüdü, çingeneyi
itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye
ayağı ile tekme vurdu infazını gerçekleştirdi”. Kürt beylerinden Nuri Dersimi ise bu sözlerin Zazaca olmadığına
dikkat çekerek, Seyid Rıza’nın sadece
Zazaca “şerefsiz ve yalancı hükümet”
dediğini iddia eder. Başbakan İsmet
İnönü idamdan sonra “Dersim müşkilesinden kurtulduk” der. Tahminlere
göre 110 bin nüfusu olan Dersim’in 72
bin kişisi ülkenin değişik bölgelerine
sürülür. Dağlara sığınanların mücadelesi 1946 affına dek sürer, bölgenin yasak bölge olmasına ise ancak 1948’de
son verilir. Hikâyenin devamını anlatmadan bir kez daha soralım: Başımızdaki dert 20 yıllık terör meselesi mi,
yoksa 80 yıllık Kürt meselesi midir?
Yoksa ortada aynı zamanda bir de Türk
meselesi mi vardır?
Kaynak:
http://ararat-welat.blogspot.de
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Utanc
ve
Onur
Hırsız, Talancı Devlet
Sait Çiya
Başbakan Erdoğan´ın Dersim´den özür
dilemesi bilinen cepheyi çok rahatsız
etti. Rahatsız olanlar nispeten geniş
bir kesim. İçinde solcusu da, sağcısı
da var. Alevisi, Sunnisi, Türkü, Kürdü
de var. Kabul edilmesi zor ama, Dersimlisi de var.
sındadır.
Neden rahatsızlar? Çünkü bir şekilde
Dersim Soykırımı´nı yapan sistemle
ilişkileri var. Soykırımın sorgulanmasının kendilerine kadar, içine girdikleri ilişkilere kadar uzanacağını düşünüyorlar. Haksız sayılmazlar. Özür,
işin temeline uygun yapılsa, çok şey
değişecek. Çok maskeler düşecek.
Ankara´da diller, dinler, farklı görüşler yasakken, Dersim çok renkli bir
bahçeydi. Kimse dilinden, dininden,
görüşlerinden dolayı baskı görmezdi.
Kimsenin aklına böyle bir şey de gelmezdi. Ankara korkunun merkeziydi.
Tek lider her şeye hakimdi. Herkesten kuşkulanır, işine gelmediğini yok
ederdi. Ankara´da tek lider, tek parti,
hükmü olmayan ya da Atatürk´ün ve
CHP merkezinin dediklerini onaylayan güdümlü bir meclis vardı.
Dersim´de nerdeyse her köyün bir lideri vardı. Kararlar halkın, din adamlarının, bilirkişilerin katıldığı Cematlarda alınırdı. Liderler kendi bölgeleri
ile ilgili ve ya Dersimle ilgili kararları
topluma sorar, daha sonra yapılan geniş Cematlarda ortak kararlar alınırdı. Dersim´de demokrasi, Ankara´da
İtalya ya da Almanya gibi faşist diktatörlük vardı. Ankara katliamlara
imza atmıştı. Rum techiri, Asur-Süryani Kırımı, Zaza Kırımı, Zilan katliamı, Ermeni Soykırımı´nın mirası
Ankara´yı daha da karanlık yapmıştı.
Dersim vijdanın sembolüydü. Baht ülkesiydi. Dininden, dilinden dolayı başı
derde girenlerin sığındıkları güvenli
bir kaleydi. Dersim, Ermeni halkını
gücü yettigince korumuş, ölümün pençelerinden kurtarmıştı. Niye Dersim
diyenlere cevabtır. Neden, bir Türk
dünyaya bedeldir, ne mutlu Türküm
diyene anlayışıdır, bu memleketde
Türk olmayana sadece hizmetci olmak
düşer mantığıdır. Dersim´in hizmetçi
olmayı kabul etmemesidir. Dersim,
Dersim olduğu için, Dersim gibi yasadığı için hedef seçilmiştir. ırk sistemine, faşizme uymadığı için çıban ilan
edilmis ve kesilmiştir.
Medeni Dersim, Barbar Kemalizme
Karşı
Faşistler soruyor, neden Dersim? Devlet niye katliam yapsın ki? Dersim
adına konusan Kamer Genc(türk) gibilere, MHP ve CHP´nin faşistlerine bakılırsa devlet medeniyet getiriyormuş,
Dersimliler karşı çıkmış, Oğuz soyundan geldiğini söyleyen Kılıçdaroğlu´na
göre de „her devrimin başında böyle
sıkıntılar oluyor“muş.
Medeniyet nedir, barbarlık nedir? Örneğin otoyollar yapan, modern sanayi
tesisleri kuran, yeni silahlar üreten
Hitler mi medenidir, yoksa Yahudiler, Çingeneler mi? Libya´yı isgal eden
Mussoloni mi, yoksa çöllerde yasayan bedevi Araplar mı medenidir?
Amerika´nın yerlileri mi medenidir,
yoksa onları kırıma uğratanlar mı medenidir? Medeniyet nedir? Tank, top,
uçak, fabrika mıdır? Yoksa hak-hukuk,
demokrasi, vijdan mıdır? Medeniyet
tank, top, uçak, fabrika ise, en büyük
medeniyet Hitlerin, Mussoloninin,
köle tacirlerinin, Saddam´ın, Stalin´in,
Atatürk´ün hanesine yazılmalıdır. Yok
eğer medeniyet hak-hukuk, vijdan, demokrasi ise, medeniyet bu değerleri
koruyan, yasatanların hanesine yazılmalıdır. Dersim bu hanenin ilk sıra-
Ankara, hilenin, zorbalığın, işkencenin, darağaclarının merkezi iken,
Dersim´de ölüm cezası dahi yoktu. En
ağır ceza, toplumun vijdanında verilirdi.
Yanlızca Osmanlı değil, Cumhuriyet´de Dersim´den vergi adı altında
harac istemiştir. Karşılanamayacak
bedeller belirlemiş, alamayınca da
Dersim´e talan seferleri düzenlemiştir. Hem Osmanlı ve hem de modern
Cumhuriyet her saldırısında yalnızca
köyleri, tarlaları yakıp-yıkmakla kalmamış, ele gecirdiği taşınabilir değerleri, yiyecekleri, hayvanları talan
edip götürmüstür. Saldırılar arkasında
sadece kan ve gözyaşı bırakmamış, açlık, sefalet de bırakmıştır. Halkın 10
yılda, ş0 yılda biraraya getirdiği her
şey talan edilmiştir. Binlerce keçi, koyun, sığır, at, katıra el konulmuş, bir
kısmı orduya yiyecek yapılmıs, bir
kısmı da saldırılara katılan Türk milislere dağıtılmıştır. Sadece bir örnek.
Devlet 19ş6´da Koçan bölgesine saldırıyor. Köyleri yakıp, insanları öldürmekle yetinmiyor, eline geçirebildiği
her şeye el koyuyor. Genel Kurmay
Belgelerinde bunun itirafları da var:
„Koçusağı tedip harekátının başlangıcından bu yana, Kuzey Cephesi Birliklerinden (10., 1ğ. Alaylar), bir subay,
ğ1 er sehit, bir subay, 5ğ er yaralı verilmiş, ayrıca 10 er de kaybolmuş ve
buna karşılık asilere bir hayli zayiat
verdirilmiş ve 108ı küçük baş, ğış büyük baş hayvan ganimet alınmıştı.“
Bu nedir? Bunun adı nedir? Hemen
her saldırıda böyle yapılmıştır.
Dersim ganimet için yağmalanmıstır. Aç kalan, perisan olan insanlar
ölmemek için komşu bölgelere Dersimlilerin deyimiyle qola gitmişlerdir.
Devletin götürdügü ile, Dersimlinin
canını tehlikeye atarak geri aldıkları
arasında korkunc bir esitsizlik vardır.
Aynı devlet sebebi olduğu bu durumu,
Dersim´i ortadan kaldırmanın gerekçelerinden birine dönüstürmüştür. Yasanmış, büyüklerimizden dinlediğim
bir olayı anlatayım. 19ş6 saldırısında her şeyini kaybeden aşiret üyeleri
Eğin´e, Elazığ´ın köylerine, Erzincan´a
qola gitmişler. Eğin´e gidenler milislik yapan, Dersim saldırılarıyla zenginleşen birisinin Konağını basarlar.
Mallarının bir kısmına el koyarlar. El
koydukları mallar içinde bir inek de
vardır. Qola katılan aşiret üyelerinden
birisinin çok sevdiği tek inegi askeri
hareket sırasında ganimet olarak alınmıştır. Manga Bore (Zazaca´da kırmı
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
zıya yakın sarı renge bor denilir) tek
varlığıdır. Onu kaybetmesi çok zoruna
gitmiştir. Qola katılanlar bunu bildikleri için, inek senindir, derler. Henüz
karanlıktır. Hızla bölgeden uzaklaşırlar. Dersim dağlarına ulaştıklarında
safak vaktidir. Ortalık aydınlanınca
fark ederler ki, inek ganimet olarak
alınan Manga Bore´dir. Qola giden,
kendi inegini yeniden “çalmış”tır.
Devletin her seferinde gasp ettigi binlerce hayvanı, yaktığı tarlaları, yıktığı
evleri, götürdüğü buğdayı, yağı-peyniri, yiyeceği görmeyip, “Dersimliler
de rahat durmuyorlardı” diyen faşistlerin ve onların yalakalarının durumu
budur. Hırsız devleti anlatacaklarına,
can derdine düşmüş, malı yağmalanmış Dersimliyi suçlamaları beyin yıkamanın sonucu değilse, suc ortaklığındandır.
Ölüm Seferleri
Dersim´e karşı yapılan saldırılar çok
vahşidir. Kaçamayanlar, esir düşenler
vahşice katledilmişlerdir. Kadınlara tecavüz edip, öyle öldürmüslerdir.
Ṣimdi bunun belgeleri tek tek yayınlanıyor. 19ğ7-ğ8 saldırısında ise toplu
kırım yapılmıştır. 19ğ7´de belli aşiretlere karşı yapıldığı söylenen hareket,
ğ8´de tüm halkı hedef almıştır. Artık
düsman aşiret, yandas asiret ayrımı
yoktur. Her kes hedeftir.
Saldırıya karşı istenilen düzeyde bir
direnc de gösterilememistir. Bunun
bir çok nedeni var. Birinci nedeni
güçler dengesizligidir. Sivil halk ile
modern ordu karşı karşıyadır. Silahların büyük kısmı 19ğ6´da teslim edilmiştir. 19ğ7´de hareket başladığında
bunun sadece belli aşiretlere karşı
yapıldığı söylenmiştir. Halkın önemli
bir bölümü de bu inanctadır. Önceki
saldırılardan tecrübe de bu yöndedir.
19ğ8´de toplu kırım başladığında büyük çoğunluk köylerindedir, kaçmamıştır. Kendilerine karışılmayacağını
düşünmektedirler. Ne varki onlar da
toplu kıyımın hedefi olurlar. Faşistler
yer yer kırıma karşı verilen direnişi
örnek gösterek, bakın devlete silah
çekilmiş, devlet de karşılık vermiştir,
diyorlar. Zulüm varsa, zulme karşı direnmek en tabii haktır.
Dersim hazırlıksız yakalandı. Devletin, Dersim´i ortadan kaldırmak
niyetinde olduğunu farkedemedi. Etseydi de sonuç değişirmiydi, bilinmez.
Kemalist rejim her seyi göze almıstı.
Dersimlilerin karşı direnişleri çok doğal, savunulması gereken tepkilerdir.
Ne yapsalardı, hepsi sıraya girip ölüme mi gitselerdi? İsgal için gelen, öldüren, talan eden saldırgana karşı direnmek kadar doğal bir şey yoktur. Bu
direniş de örgütlü, planlı, proğramlı
değildi. Mağaralara, ormanlara kaçanlar bulabildikleri silahlarla kendilerini korumaya çalışıyorlardı. Saldıranı,
öldüreni değil, kendini, çocuklarını
savunmaya çalışanı suçlamak ancak
canilere, faşistlere yakışır.
Dersim silahı nerden buldu, diyorlar?
Bunlar kendi tarihini de bilmiyor.
Rus isgali başladığında, Osmanlı ordusu bölgeyi boşaltdı. Erzurum, Erzincan, Rusların eline geçti. Rus ordusu
Munzur´a dayandı. Dersim´e girmek
istiyorlardı. Dersimliler bu dönemde
Osmanlılardan silah aldılar. Bölgeyi savundular. Geri çekilen Rus birliklerinden de silahlar ele geçirdiler.
Dersimliler, Türk ordusundan önce
Erzincan´a girdiler. Yani devlet vergi
isterken, asker isterken vardı, Ruslar
gelince kaçtı. Bölge halkını, Ruslarla
baş başa bıraktı. Dersim ele geçirdiği
silahlarla topraklarını korudu. Ki bu
silahlar omuzda taşınan piyade silahlarıydı. Büyük bir kısmını da 19ğ6´da
teslim etti.
Yabancı Parmağı
Bu parmak teorisi çok meşhur. Dersim
izole edilmiş bir durumda. Sınırda
değil. Dış devletlerle ilişki kurmasının koşulları yok. Bu yönde bir çaba
da yok. Yabancı parmağı Anakara´da.
Kemalist rejim, Batılı kapitalist ülkelere karşı Sovyet kozunu, Sovyetlere
karşı da İngiltere kozunu öne çıkarıyordu. Sonradan bunun adı “denge
politikası” oldu. Türk dış politikası
her kese yaranmak üzerine kuruluydu.
Bazen de santaj yaparak istediklerini
elde etti. Dersimliler kendilerıne karşı
gelistirilen saldırıda yabancı ülkelerden yardım isteselerdi ne olurdu? Hiç
bir şey? Dersim, ne İngiltere, Fransa
için ve ne de Sovyetler için bir anlam
ifade etmiyordu. Dersim´i anlatacak,
diplomasi oluşturacak bir güç de yokdu. Zaten Sovyetler Kırım´a destek
verdi. İngiltere, Fransa bu işle hiç ilgilenmedi.
Suriye´den Hoybun adına gönderilen
başvurular da Kürtlük temelinde ya
pılmıstı. Gerçek durumla bir alakası
yoktu. Onlar hayali savaslar çıkartıp,
burdan kendilerine destek bulmaya çalışıyorlardı. Hoybun´a ve Batılı ülkelere bilgi veren Baytar Nuri´dir. Baytar
Nuri çift taraflı calısan birisidir. Devlet
memurudur. Birinci Müfettişliğin emrinde çalısmıstır. Bunun için ödüllendirilmiştir.Kendisi 19ş6´dan Suriye´ye
çıktığı tarihe kadar Diyarbakır ve
Elazığ´daki Kırım Merkezi´nin emrinde bir memurdur. Sonradan Suriye´de
yazdıkları kendini Hoybun´a pazarlama, büyük gösterme, kabul ettirme
çabasıdır. Biz belgeler açıklansın derken, çalıştırdığınız istihbarat elamanlarının da açıklanmasını istiyoruz.
Dersimlilerin elbet de talepleri vardı. Bunu görüşmelerde, yazışmalarda
açıkladılar. Bu belgeler de açıklanmalı
ki kim ne istiyordu anlaşılsın.
Dersim Kırımı Türk devletinin utancıdır. Ṣimdi yarım-yamalak da olsa bir
özür dilendiğine göre, bu utanc onura
dönüştürülebilinir. Devlet geçmişiyle
yüzleşirse, işin hukukuna uygun özür
dileyip gereklerini yerine getirirse,
bugünkü nesil dedelerinin, babalarının utancını onura dönüştürebilir…..
Kaynak:
http://www.jarudiyar.com
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
E t y e n Ma h c u b y a n
Dersim
ve 1915
Vesayet sisteminin bitirilmesi AKP
acisindan hayati bir konu.
Çünkü Uludere katliaminin gösterdigi
üzere, vesayetin tam anlamiyla bitmemesi halinde herhangi bir demokratik
hükümetin tam anlamiyla iktidar olmasi da mümkün degil. Öte yandan
vesayet sistemi Cumhuriyet'in uzantisi, ulus-devlet rejiminin günümüzdeki
'dogal' hali. Dolayisiyla bu süreç ideolojik baglamda Cumhuriyet'in de elestiri masasina yatirilmasini ima ediyor.
AKP'nin bu açidan en önemli çikisi
Dersim özrü oldu... Detaylarina girmeye gerek yok, ama kimliksel farkliligi
olan bir kesimin denetlenemeyen bir
cografyada enterne edilmeleri ve siddet
yoluyla bastirilmalari örneklerinden
biriydi Dersim. Görüntüde mesruiyet
saglanmasi amaciyla bazi çete olusumlari sanki yekpare bir isyan varmis
gibi gösterilmis ve nihayette kadin ve
çocuk dinlemeden binlerce insan göz
göre göre imha edilmisti. Hiçbir ölçüte göre insanliga sigmayan bu vahsetin
temel nitelikleri de gizlenebilir gibi degildi. Ortada salt Alevi/Kürt olduklari
için grup halinde imha edilen ve devletin merkezi kararla, planli bir biçimde,
kasitli olarak yürüttügü bir askerî operasyon bulunmaktaydi... Yani günümüzün terimleriyle her yönüyle bu adi hak
eden bir soykirim yasanmisti.
AKP Dersim'e mesafe almak konusunda pek de yabancilik hissetmedi. Ama
daha önemlisi, toplum da bundan tahmin edilecegi kadar rahatsiz olmadi.
Anlasilan o ki Sünni Islami kesim bir
zihni esigi geçmisti. Genelde bu türden
esik geçmelerin genel bir zihniyet dönüsümünü ima etmesi nedeniyle belki
birçoklari ayni tutum degisikliginin
1915 konusunda da olmasini beklediler
ama en azindan henüz öyle bir 'rahatlama' olmadi. Oysa Dersim'de yasananlar
1915'in dar bir zaman ve mekâna sikistirilmis 'konsantre' halinden ibaret.
Yani ne devlet eyleminin niteligi, ne
üretilen gerekçeler ne de magdurlarin
maruz kaldigi kosullar açisindan esasta
bir fark yok. Dolayisiyla soru su: Acaba
Dersim konusunda gerçegi kabullenmeye bu denli hazir olan AKP ve Islami kesim, 1915 konusunda niçin böylesine tutuk?
Bunun nedenlerinden biri 1915'in tazminat ve toprak talebi gibi tartismalari
ima etmesi olabilir. Ama toprak talebi
açikça uydurulmus, hukuki zemini hiç
olmayan bir konu. Tazminat ise belirli ölçülerde hem Dersim için geçerli
hem de bu tür tazminatlar zaten sembolik bir adim olarak gelecegin insasi
açisindan islev görüyor. Yani sonuçta
Türkiye'nin kendi halki ve tarihsel mirasi için yapacagi bir harcamadan söz
etmis oluyoruz. Tabii AKP'nin Dersim
özrünün arkasinda CHP'yi zora sokma
niyetinden de söz edebiliriz, ama dogrusu CHP'nin hükümete rakip olma
özelligi o kadar yipranmis durumda
ki, bunun temel bir neden olarak öne
sürülmesi mümkün degil. O halde soruya dönelim... Benim görebildigim
kadariyla AKP'nin ve Islami kesimin
Dersim'e iliskin gösterdigi nesnelligi
1915'e iliskin gösterememesinin dört
nedeni var.
Birincisi Dersim'de fail devletin kendisi ve halkin bu fiile katilimi yokken,
1915'te halkin önemli bir bölümü devletin yaninda saf tutarak katliamin parçasi olmus durumda. Dolayisiyla 1915 bir
suç ortakligini ima ediyor ve hatirlanmasi ya da hatirlatilmasi rahatsiz edici
oluyor.
Ikincisi Dersim'de bir yeniden bölüsüm
meselesi yokken, 1915 Ermeni kisi ve
kurumlarina ait çok büyük bir servetin
yeniden paylasilmasini ve yerel esrafin
da bundan nemalanmasini ifade ediyor.
Ayrica bu yeniden dagitimin devletle
isbirligi içinde, olayi hukuksal kilifa
uydurarak yapilmasi söz konusu. Diger
bir deyisle katliamin parçasi olanlarin
mükâfatlandirildigi, bu süreçte devletle
organik bag kurdugu bir konsolidasyon
üretiliyor. Nihayet bu genis çapli nemalanmadan dogrudan yararlanmayanlarin bile, Ermenilerin terk ettigi siradan
isleri ve gayrimenkulleri devralarak
hayatlarinda ekonomik bir siçrama yasadiklari açik. Dolayisiyla hatirlama
kimsenin isine gelmiyor.
Üçüncü olarak, Dersim'de suçu 'rejime' yüklemek mümkünken, 1915'te fail
'kurulus halindeki devlet'. Rejim Islami
kesimin kendisini yakin hissetmesi bir
yana, çatisma içinde oldugu bir ideolojiye karsilik gelmekte. Oysa 'kurulus halindeki devlet' Islami kesimin de
devleti ve neredeyse kutsallastirilmis
durumda. Dolayisiyla Islami kesim rejimin yipranmasindan gocunmazken,
devletin korunmasi gerektigi duygusuyla yasiyor.
Dördüncüsü, Dersim'de gerilim asayisçi ve bagnaz rejimle bir kisim vatandas
arasinda. Yani bu bir 'iç mesele'. Buna
karsilik 1915 emperyalizm ve Hiristiyanlik kabugu altina alinarak 'dissallastirilmis', 'biz ve onlar' seklinde
ayrimlastirilmis bir mesele. Nitekim
Dersim'in 'gayrimilli' savunuculari
yok, ama 1915'in var... Böylece bizatihi 1915'i 'milli' olanin disina ve karsisina konumlandirmak ve bu sayede
Ermenileri yabancilastirarak hafizayi
ertelemek mümkün. Görüldügü üzere
Dersim, mesafe almayi kolaylastiran
özelliklere sahip... Oysa 1915'te hem
paylasilmis bir suç ve nemalanma var
hem de bu suçun üzerinin ideolojik olarak örtülmesini mümkün kilan bir biçimde 'devletlesme'... O nedenle de gerçek bir demokratiklesme zemini 1915'e
iliskin hafizaya muhtaç.
Kaynak:
http://www.zaman.com.tr
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
insanlık adına ermenilerden özür diliyorum...
AB KOMAZAN
28 Ağustos 1789-1799 FRANSIZ
DEVRİMİ tüm dünyada ilk ve yepyeni bir düşünce sistematiği nin temelini
attı. On yıllık bir meltem rüzgarıyla
insanlığa ulusal eşitliğin olabileceği
sinyalini verdi.
Bu tarihten sonra Avrupa başta olmak
üzere diğer alanlarda Despotik Çok
Uluslu İmparatorluklara karşı MilliUlusalcı savaşımlar zaferle taçlanmaya başladı...
İlk kıvılcımlar 1804-1815 NAPOLYON
istilasındaki Almanyada görüldü...
Aynı yıllarda Rus işgalindeki Polonyada Fransız Devriminin Milliyetçi
rüzgarı etkisini hissettiriyordu
25 Mart 1821 de başlayan Dünya
Medeniyetinin Beşiklerinden; GREEKLAND da OSMANLI Despotizmine karşı oluşturulan ÖZGÜRLÜK
Kalkışması Avrupa tarafından büyük
Manevi ve maddi destek gördü. Sekiz
yıl süren Özgürlük Savaşı 1829 da
zaferle taçlandı...
1848 lerde Avusturya Despotizmine
karşı HUNGARYA özgürlük ateşi görüldü... Diğer taraftan Çek ve Sırplar
aynı yıllarda ÖZGÜRLÜK etkileşiminden ayrı tutmadılar kendilerini...
GABRİALDİ önderliğindeki Milli
Birlik 1860-1870 yıllarında İTALYA
da sonuçlanırken Fransız Devrimine
methiye göndermeleri gönderiliyordu...
Uzun soloklu Rus Şavaşlarında nefesi tıkanan Osmanlı; çağdaş devlet
örgütlenmesini idame ve teknolojik
yenilikten yoksun; eskide ısrarcı
oluşu,ekonomik gelişiminin uzun soluklu savaşları kaldıracak yetkinlikte
olmaması nedenlerinden, BALKANLARDAN süratle atılıyordu...
Yapay İDEOLOJİLER le ayakta tutunulma girişimleri hayat bulmuyor, bu
temelde oluşturulan uyduruk Felsefeler tez zamanda iflas ediyordu...
Pan Osmanlıcılık, Pan islamcılık, Pan
Türkçülük ve Turancılık hayat bulmuyordu...
Jön Türklerin Pan Osmanlıcılık ve
Pan İslamı Türk ve Müslüman olmayan HALKLARI boyunduruk altında
tutmaya yeterli olmuyordu...
1839 da ilan edilen TANZİMAT FERMANI yutturmacası da tutmayınca,
Pan Türkizme soyunuldu... o da tutma-
yınca TURAN ucubesi yaratıldı...
Fransız Devriminin oluşturduğu
Ulusal Özgürlük rüzgarı Osmanlı
Despotizmi altında inleyen Halkları
etkilediği gibi; Osmanlı egemenlerini
ve bilhassa Devşirme Subayları da
etkiliyor, dağılmakta olan Osmanlıyı
geciktirme eğilimi; çeşitli kümelenmeler oluşturan bu devşirmeleri çeşitli
*teorik* üçkağıtçılıklara itiyordu...
Namık Kemal öncülüğündeki Genç
Osmanlılar; İslam Milliyetçiliği temelinde Gayrı MÜSLÜM lerired ettiler...
1850 lerde ağırlık kazanan bu akım
1860 larda doruk noktasına ulaştı...
Bu tarihten sonra Müslüman olmayan Halklar arasında ayrılıkçı
Milliyetçilik hayat ve başarı buldu...
1878 Osmanlının RUS yenillgisi
sonrası; bu akım başta Greekler olmak
üzere diğer Balkan Halkları arasında
büyük sempati buldu...
Avrupanın da desteğiyle Balkanlardaki tüm Ulusal oluşumlar Osmanlıyı
kovarak bağımsızlıklarını elde ettiler..
Bu etkileşim Anadoludaki Müslüman
olmayan halktan ERMENLERİ oldukça etkiliyordu...
Özgürlük erekli çeşiti örgütlenmeler
içine girmişlerdi... Ancak Avrupadan
da destek alamıyorlardı. Daha ABDÜLHAMİD zamanında ZEYTUN
ve VAN da kısmi katliamlara uğramış;
HAMİDİYE ALAYLARI Armenlere
karşı büyük suçlara itilmişti...
Balkan Savaşları sonucu büyük hezimetlere uğrayan ve atılan Osmanlı
çırpındıkça batıyordu.
TURANCI-IRKÇI-FAŞİST olan İTTİHAT ve TERAKİ Devşirme subaylar
kanalıyla kendi ideolojik formülünü
oluşturmuştu: *İSLAM OLMAYANI
YOK ETMEK*
Birinci Paylaşım Talan Savaşına
katılan Osmanlı bu puslu ortamda ne
yapacağını, içeride ne denli *Etnik
Temizlik* yapacağını formüle etmişti
zaten...
Kendi tabirleriyle yedi cephede savaşırken; hiç savaşa sokulmayan zinde
*Kuvvet* Kazım KARABEKİR güçleri ARMEN SOYKIRIMI ile iştigaldi...
Kısa sürede yenilgiye uğrattıkları *savunma* refleksli ARMEN milislerini
püskürttükten sonra SİVİL HALKA
yönelinmiş; kadın-çocuk ve yaşlılardan oluşan savunmasız ARMEN
HALK Katmanlarını tarihin en büyük
jenosid ine uğratarak affedilmez insanlık suçu işlemiş; HİTLERE ilham
kaynağı olmuşlardır...
Yapılan ve hayata geçirilen *SOYKIRIM* M.Kemal'in de üyesi olduğu
İttihat ve Teraki vede TEŞKİLAT-I
MAHSUSA nın plan ve projesi temelinde hayata geçirilmiştir...
Bu Teşkilat-ı Mahsusa ki: KURUCULARI Enver PAŞA, Başkanı
Hüsamettin Bey (ERTÜRK); Fevzi
ÇAKMAK, Rauf ORBAY, Süleyman ASKERİ, Eşref KUŞCUBAŞI ve
M.KEMAL dir....
Fransızların hiç kimseye haber vermeden ve atların ayaklarına ses çıkarmasın diye keçe bağ layarak MARAŞ
tan ayrıldıklarının sabahında; durumu
fark eden ve kiliselere sığınan YİRMİBİN
ARMEN Halkı; Kahraman(!!!?) MARAŞ'lılar tarafından yakılarak yok
edilmişlerdir...
Ellerinde eleklerle; yerde iki santimlik
yağ tabakası oluşturan insan sızıntısına basarak kiliselere girmiş ve külleri
eleyerek: *Ermeni Pistir Ama Altını
Temizdir* söylemleriyle bulduğu altına şehvetle atılmışlardır...
Tüm Ülke Çapında *Birbuçuk
Milyon ARMEN* yok edilmiş;
Müslümanlık gereği olsa gerek kalan
birbuçuk Milyon ARMEN de Suriye
çöllerine sürülmüştür...
24 Nisan ARMEN Halkının *SOYKIRIM ANMA GÜNÜ*
Tarihin en dramatik soykırımını lanetle anıyor; sadece İNSAN olduğum
için bu İNSANLIK DIRAMI nedeniyle utanç duyuyor ve ARMENLERDEN bir buçuk milyon kez af
diliyorum...
Tarihin Yüzkarası Türk Yönetiminden de Aynı Özrü bekliyor; Dünyanın
Çeşitli YÖRELERİNE Dağıtılmış
ARMENLERİ Kayıtsız Şartsız Geri
Çağırmalarını ve İstedikleri Yerlere
Yerleşmelerini Sağlayarak; Arzuladıkları SÜTATİKOYU Vermelerini
Salık Veriyorum...
Tarih; Zor Ama Belki Sizi Affeder...
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
DERSİM
GİZEMİ!
Sarkis HATSPANIAN
Son yılların toplumsal yaşam gündemine göz atacak olursak, onun belirlenmesinde önemli rol oynayan faktörlerden birinin çevremizdeki birçok
halktan tarihsel gerçeklerle yüzleşme
ihtiyacı duyan insanlarının etnik ve
inanç kimliği arayışlarına endeksli
olduğunu görürüz. Bu gündemin günümüzde ilk olmasa da akılalmaz bir
tırmanışla, hem de kalıcı olmak üzere
üst sıralara yerleşmesi ihtiyacına temel
teşkil eden ve kendini ortak bir söylemle genelde DERSİMLİ adlandıran insan
sayısındaki artışın reddedilmez bir gerçek olduğunun farkındayız. Sözkonusu
çevrelerde fakat, buna paralel olarak
geçmişin araştırılmasının en «olmazsa
olmazı» tarihsel yazılı kaynaklara ulaşma iyiniyet ve çabasının, enva-i türden
sebepler nedeniyle arzulanan ivedilikte
olmayışının yarattığı reel bir hayal kırıklığı yaşandığını da farketmekteyiz.
Ancak, kabul edilmesinde zorlandığım
bu durumun temelinde konuyla ilgilenen kesimlerin bilimsel araştırı ve incelemeler için gereken dil ve kaynakça
bilgilerine vakıf olabilme yetersizliğinin yarattığı olumsuzluklardan ziyade,
izlenmesi gereken yol haritasını belirleyememeleri yatmaktadır.
Dünyanın neresinde bulunursa bulunsun, kendini Dersimli tanımlayan bu
çevrelerdeki hemen her insanın son
on yıllarda kendine yönelttiği ["Kimiz
biz?" Ma kamime? "Nereden geldik, ne
zamandan beri buradayız?" Ma koti ra
ameyme, çı wext ra nat etıya derime?
"Etnik kimliğimiz nedir, inançlarımızın hamuruna çalınan maya nereden
geldi?" Ma kamci mılet rayme, mirazo ke şanao mirê itıqatanê ma, koti ra
ameo?] türü daha onlarca soruya yanıt
arayanlardan bir kısmı da, kötü zamanların dayanılmaz şartları altında salt fiziksel varlıklarını koruyabilme kaygısıyla zoraki kimlik değiştirmeye maruz
bırakılmış Ermeni soydaşlarımızdır.
Dersim bölgesine ilk yerleşimin M.Ö 6
binlere kadar uzandığını bize ileten ta-
rihsel verilere istinaden Subari-Khurri
evrelerinden başlamak üzere Ermeni etnisitesinin oluştuğu Mittani ve
Urartu-Van Krallığı’ndan bu yana sözkonusu coğrafyanın en eski ve yerleşik
toplumu olarak aralıksız olarak bu topraklarda yaşayan bir halkın evlatlarının
asıl kimliklerini öğrenmek ve özlerine
dönebilmek için son yıllarda gösterdikleri çaba çok büyük bir saygıya layıktır.
İnsanın kendi geçmişiyle ilgili bilgilenmeye duyduğu açlıkla-susuzluğu giderecek en önemli bilim dalı tarihtir tabii
de, yaşadığımız topraklarda hüküm
süren politik iktidarların varoluşunun
belki de en temel, en vazgeçilmez sebebini teşkil eden ve yaşamımızın her alanında, her an şahidi olduğumuz haddi
hesabı olmayan asılsız yalanlardan oluşan devasa bir engeli, o uydurmaları bilimsel olarak çürütebilmek için ihtiyaç
duyulan kaynaklara ulaşma zorluğuyla
karşı karşıya bulunduğumuz da gözönünde bulundurulmalıdır. Osmanlı’dan
miras edinilen ve sadece kanlı katliamlarla, ateşe ve savaşa, görülmemiş
yağma-talanla, haraca ve işgale, dahası
sömürgeye dayalı resmi tarih söylemlerinin TC devleti eğitim sisteminde
neredeyse beyin yıkamasına varan insanlıkdışı bir metodun hiç durmaksızın
uygulanmış ve uygulanıyor olmasının
yarattığı bir realite karşısında, deprem
felaketzadesini andıran bir örneklemeye bire-bir uyan, enkaz altında, üzerine
yığılan molozların kaldırılıp-temizlenmesi çabalarına dahi duyumsuz ve duyarsız, yüreği yaralı, ruhu ezik, yapayalnız ve yardımsız durumda bulunan
birisinin hal-i ruhiyesini gözlemlemekteyiz. Bence bu reel durumun tesbitinin
doğruluğu temelinde, insanların maruz
kaldığı bu felaketten asgari zararla
kurtulabilmesini sağlayacak en sağlıklı
yol, küreselleşme ortamının en güçlü
aleti internet olanaklarından olabildiğince yararlanarak, bilim ve çağdaş
teknolojilerin artık her yer ve herkese
ulaşılırlığı sayesinde, kişisel kullanım
amaçlı bilgisayarlara yüklenebilecek
tüm bilgilerin aranıp-bulunması, incelenip-araştırılması, elde edilen bulgu
ve belgelerin toplumsal yaşamımızın
ihtiyaçlarına karşılık verecek şekilde
değerlendirilmesi olmalıdır.
Ancak, tarihsel doğruların bulunupöğrenilmesi sürecinde yaşanan zorluklarla, aşılması gereken engeller kadar,
o bilgi ve bulgulara ulaşma sürecinde
rastlanan ve neredeyse o veriler kadar
bilinmesi gereken en önemli etken,
araştırılması kararlaştırılan alanı boydan boya bir mayın tarlasına dönüştüren önyargılardır. Zararlı bu olgunun,
bir doğa vergisi olarak insanın ömür
boyu taşımak zorunda olduğu kamburuna eşdeğer bir handikap, yani engellilik-özürlülük halinin yaratacağı en
başta sosyal ve kültürel sorunlar olmak
üzere, çözümsüz olarak algılanan daha
onlarca problemin omuzlanmasını da
beraberinde getireceğini bilmek ve ona
hazırlıklı olmak gerekir. Kaydedilmesi
mutlak olan gerçek, karşılanması olağanüstü, neredeyse insanüstü bir çaba
gerektiren bu zorlu sürecin kendi doğasında barındırdığı bilinmeyenler girdabına gönüllü olarak atılanların sahip olduğu medeni cesaretin, olası her türden
engel ve tehlikenin üstesinden gelme
inanç ve azminin saygıya layık olduğudur. Bu sorumlulukla hareket eden insanlar bulundukları toplumda azınlıkların azınlığı durumunda bulunmakta,
o kesime özgü karakteristik değerlerle
yaşamaya zorlanmaktadırlar.
Küçüklüğümde tanıdığım Dersimli
Zaza Alevi-Kızılbaşlarının biz Ermenilere gösterdiği yakınlıkla, dostluğunun samimiyet derecesini henüz
sorgulayabilecek yaşta bulunmadığım
yıllardan çok seneler sonra, Dersim
Mamekan aşiretinden olup hamuru
Alevi-Kızılbaş kimliğiyle en az dörtbeş nesil boyu yoğrulmuş evlatlarından, 25 yıldan beri Avrupa’da yaşayan birisinin, Ermenistan’a henüz
yerleştiğim 1990 yılı sonbaharında
bana ulaştırdığı uzunca bir yazısında
Hacı Bektaşi Veli’nin “ilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” sözlerini
hatırlatarak «bizleri karanlıktan aydınlığa çıkaracak yolun ilim sayesinde
olacağına inandığımdan, geçmişimiz
hakkında değerli bilgiler barındırabilecek her tür kaynağın bilimsel olarak
incelenmesinde çoktan karar kılmış
olduğumdan, Ermenice dilini bilmediğimden varolası kaynaklara ulaşmada
değerli yardımlarınızı rica ediyorum»
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
dizelerini ciddiye almam sonucu elime
geçirebildiğim onlarca kitapla tanışma
olanağım oldu. Bu vesileyle elde ettiğim kaynaklar sayesinde hem tarihsel
Ermenistan’ın Dzopk bölgesinin yerlisi soydaşlarım, hem de bu bölgeye
13.üncü yüzyıl başlarından itibaren
İran’dan gelip yerleşen Zazalarla ilgili
hiç de yabana atılmayacak bilgi birikimim oldu diyebilirim. O günlerden bu
yana da her olanakta bilgi dağarcığımı
zenginleştirmeye çalıştığım Dersim
bölgesinin asıl yerlisi olan Ermeni insanlarının acı kaderiyle ilgili elde ettiğim tarihsel verilerin son beşyüz yıllık
tarih dilimini kapsadığını ve bu çağlarda yaşanan buhranlar sırasında, başlarına gelen facialardan kurtulabilmek
için önce dinsel, sonra dilsel, kültürel
ve daha sonra da etnik kimlik kaybına
uğratıldıklarını öğrenmiş oldum.
Osmanlı İmparatorluğunun 1501’den
itibaren İran’a açtığı ve 1746’ya kadar tam 245 yıl süren 10 kanlı savaş,
1520’de Gürcistan’a açılan ve 1774’e
dek aralıklı olarak devam eden 5 ayrı
savaş esnasında en büyük felaketlere
maruz kalarak, en fazla derbeder edilen halk, binyıllardan beri o coğrafyada
yerleşik olarak yaşayan Ermeniler olmuştur. Bahsi edilen dönemin Ermeni
halkı için en acılı zamanlar oluşunu,
halkın kitleler halinde bir inanç ve kimlik depremine maruz bırakılmasından
anlıyor, görüyoruz. Bu felaket yıllarının, 1512’den başlayarak 1514 ocağına
dek öz babası ve kardeşlerini katletmek
yoluyla Osmanlı hanedanlığı tahtına
oturan ve tarihte I.Selim veya Yavuz
Sultan Selim olarak tanınan padişahın hükümdar olduğu ve sadece 8 yıl
süren saltanatı döneminde başladığını
kaydetmek zorundayız. Osmanlı İmparatorluğunda merkezi iktidara karşı,
tarihe özelde Kızılbaş Celal, genelde de
Celali isyanları adıyla geçen ve (15071632) tarihleri arasında vuku bulan
(1507-1513, 1520, 1526-27, 1596-1610
ve 1616-1632) tam beş önemli başkaldırı olmuştur. Batı Ermenistan’da Dersim ve onu çevreleyen geniş bölgede
zorla veya «gönüllü» müslümanlaştırma örneklerinin yığınsal bir karaktere
büründüğü yüzyıl zarfında Ermeni nüfustan onbinlercesinin «tercihi» olarak
çoğunlukla Alevi-Kızılbaş, fakat bazen
yer yer de sünni islam dinine geçmek
zorunda bırakıldığı değişik dillerde yayımlanmış yazılı kaynaklarda belirtilmektedir.
Bu konuda en önemli şahadet Dersim
bölgesinde yaşayan Ermenilerin dini
lideri olan Der Simon adlı ruhbanın,
toplumuna karşı ardı arkası kesilmeyen
ve durmak bilmeyen saldırıların artık
herkesin canına tak dediği zamanlardan 1604 yılında onlarca Ermeni köyün
ahalisiyle yaptığı görüşmelerde onlara
«Ya Hristiyanlığımızdan vazgeçmeyip,
şehit olup-ölmeyi tercih edeceğiz ya da
gönüllü olarak islam dinine geçmeyi
kabul edip, Alevi-Kızılbaş olarak yaşamayı sürdüreceğiz» ikilemi arasında seçim yapılmasını önererek, halkın
çoğunluğunun tercihini Alevileşerek
Dersim’de yaşaması yönünde yapmasının hemen ardından dost Kureyşan
aşiretine katılıp DER SİMON papazlık
adını değiştirerek, Seyid Ali adıyla bu
kez de Alevi din adamlığı yapmaya devam etti. Kureyşanların Pir’inin az zaman sonra rahmetli olmasının ardından
da onlar tarafından dini rütbelerin en
yükseğine layık bulunarak Pirler Piri,
Pire Piran dini ünvanıyla anıldı ve sadece Kureyşan aşireti tarafından değil,
Dersim çevresindeki tüm Alevi-Kızılbaş toplumunun hem çok sayıp-sevdiği, hem de ulu bir bilge vasfıyla kabul
ettiği dini önderi oldu. Der Simon’un
soyundan gelen yüzlerce insan Alevi
Dedesi, Seyidi, Şeyhi ve Pir’i olarak
şimdiye kadar da atalarının izinden
yürüyerek, Dersim halkına dini hizmet
sunmaya devam etmekteler.
O zamandan beri Osmanlı resmi kayıtlarına MÜHTEDİ, yani «başka bir
dinden İslamlığa geçmiş» olarak kaydedilmiş, halk dilindeyse dönme olarak tanımlanan bu insanlar hakkında
2007 yılı yazında Türk Tarih Kurumu
başkanı olan Yusuf Halaçoğlu beşyüz
yıllık gerçeği itiraf etmiş ve «Eğer
devlet isterse bu listeyi açıklar, Alevi
kimliğiyle yaşayan yüzbinlerce insanın Ermeni asıllı olduğunu belgelerim»
demişti. İşin ilginci, Osmanlı arşivlerine vakıf, devleti temsil eden bu şahsın
beyanatının, aslının ne olduğunu herkesten gizleyerek yaşayıp da bilenlerin
de içlerinde bulunduğu kesimler adına
yapılan yalanlamalara meydan vermesiydi. Yakın dostlarımdan biri, Yusuf
Halaçoğlu’nun kuru gürültü koparan
açıklamasına karşı tavır alıp, sertçe
açıklamalarda bulunan kurum ve kuruluşlardan onlarca kişinin seceresini
yakından tanıdığından olsa gerek ki,
tam da o günlerde bana «şeytan diyor
kalk bu beyzadelerin cinsini-cibiliyetini detaylı olarak açıkla da, onlardan her
kim ki daha yüksek sesle bağırıp-çağı-
rıyorsa, asıl onların Ermeni asıllı olduklarını herkes bilsin de seslerini kessinler artık !» diye yazıyordu. Ermeni
olduklarını dededen toruna ser verip
sır vermeden saklamayı bir yaşam biçimi olarak algılayıp-omuzlayagelmiş
bu kişilerin 21.inci yüzyıl koşullarında
bile hala maruz kaldığı diskriminasyon
politikasının mağduru olması anlaşılır
değildir.
Kendilerini diğer halk ve inançlardan ayırmaya özen gösteren Dersimli Alevi-Kızılbaşlar’dan bir kısmı bir
zamanlar Ermeni etnik kimliğiyle yaşayan soyun öz be öz evlatlarıdırlar ve
bu gerçeklik TC devletinin şu an gizli
tuttuğu belge ve tutanaklarda ayrıntılı
olarak mevcut olduğu gibi, aşağıda bibliografyası verilen onlarca kitap sayfaklarında da yer, zaman, aşiret, inanç,
isim, nüfus ve nüfuz belirlemelerine
parmak basılıp, bildirilerek, o eserleri
yaratan emektarlar tarafından tarihsel
bir şahadetin belgesi olarak, katıksız
birer anlatımla bize ulaştırılmıştır. Bu
matbuatın eski tarih bölümlerinden
birçoğunda özellikle belirtilen bu olgu,
değişik zamanlarda hemen tüm bölgeyi
gezmiş Avrupalılar tarafından hazırlanıp, yayınlanan kitaplardaki birçok
kaynakta da ‘Erken Dersimliler’ denilen Kırmanclar ‘proto-Ermeni’ olarak
tanımlanmaktadırlar. Onların anlatımlarına göre, Ermeniler tarih içinde büyük ölçüde Aleviliğe geçmiş, ama hem
Pagan dönemi, hem de Hristiyanlığın
izlerini taşıyan Surp Sarkis, Gağant,
Zadik, Vartavar gibi eski inanç ve geleneklerini kendi içlerinde yaşatmaya
devam etmişlerdir.
Ğukas İnciciyan’ın Tarihsel Olaylar
(1799-1802-Venedik), Dünyanın Dört
Tarafının Coğrafyası (1804-1806-Venedik), Eski Ermenistan İmzası
(1822-Venedik), Ermenistan dünyasının coğrafyası hakkında Eski Sözler
(1835-Venedik), Andranik’in Dersim,
Seyahat ve Topografya notları (1901-Tiflis), Taparakan-Kevork Halacyan’ın
Tebi Gakhağan (1932-Boston), Harutyun Sarkisyan’ın Palu (1932-Kahire),
G.Sürmenyan’ın
Yerznka-Erzincan
(1947-Kahire), Manuk Çizmeciyan’ın
Kharberd ve Evlatları (1955-California), Vahe Hayk’ın Kharberd ve Onun
Altın Ovası (1959-New-York), Mesrop
Krayan’ın Palu (1965-Antilias), Pağinliler Araştırma Birliği tarafından yayınlanan Pağin-Palu Evleri (1966-Boston),
Gevorg S.Yerevanyan’ın Çarsancak Ermenileri Tarihi (1956-Beyrut), Arşak
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Alboyacıyan’ın Tarihsel Ermenistan’ın
Sınırları (1957-Kahire), Hambartsum
Y. Gasparyan’ın Çmşkadzak ve Köyleri (1969-Boston), Kevork Halacyan’ın
Dersim Ermenileri Etnografyası (Yerevan-1973), Ruben Ter-Minasyan’ın Bir
Ermeni Devrimcinin Hatıraları – 7 cilt
(1990-Yerevan), Garnik Stepanyan’ın
Eski çağlardan Günümüze Yerznka-Erzincan (Yerevan-2005) adlı eserler Ermenice dilinde yayınlanmış ve Dersim
ve yakın çevresiyle, komşu bölgeleri
içeren genişçe coğrafyayı yakından tanımak isteyen, araştırma-inceleme çalışmalarında bulunan insanlar tarafından neredeyse hiç incelenmemiş, ancak
pek değerli bilgiler içeren kitaplardan
sadece bir kısmıdır. Son yıllarda Türkçeye çevrilerek basılan ve üç Ermeni
din adamı V.Bardizaktsi, B.Natanyan,
K.Srvantsyants’ın Çarsancak, Çemişgezek, Çapakhçur, Erzincan, Hizan ve
civar bölgelerdeki sosyal, ekonomik ve
etnik durumla ilgili genişçe raporlarını
içeren iki ciltlik Palu-Harput 1878 adlı
kitabı da bizlere pek değerli veriler iletmektedir.
Bunların dışında Farsça, Gürcüce ve
Rusça dilinde de sayısız kaynak bulunduğu bilindiği halde bu kaynaklar,
eminim kendi araştırmacılarını bekle-
mektedir. Konuya ilişkin Avrupalı bazı
yabancı gezgin, coğrafyacı, asker ve
diplomatların da belgesel özellikte yazılı şahadetleri, mektupları ve kitapları
da vardır. Bunlardan bir kısmı aşağıda
belirtilmektedir.
The Religion of the Dersim Kurds,
Henry H. Riggs, The Missionary Review of the World – (1911), “The Kurdish
tribes of the Ottoman Empire”, Mark
Sykes, Journal of the Royal Anthopological Institute 38 (1908), “Journal of
a tour in Armenia, Kurdistan, and Upper Mesopotamia, with notes on researches in the Dersim Dagh, in 1866″,
J.G.Taylor, Journal of the Royal Geographical Society 38 - (1868), Elisée
Réclus, Nouvelle Géographie universelle, 19 volumes, Hachette, Paris
(1876-1894), H.F.B. Lynch, Armenia,
travels and studies - (1901), “A Journey in Dersim”, L. Molyneux-Seel, The
Geographical Journal 44, no.1- (1914),
Martin van Bruinessen, The Suppression of the Dersim Rebellion in Turkey
(1937-38) - (1994).
Dersim denince akla bilinen 126 aşiret
ve boyun birleşmesi geliyor. Bunların
hepsi Zaza Alevi-Kızılbaş değil, çünkü içlerinde istemediğin kadar Ermeni
soyundan olanlar da var. Hatta bu aşi-
retlerden birçoklarının tarihsel hikayesi farklı olduğu için, hepsini ayrı ayrı
ele almak ve bölgeye geliş tarihlerinin
bile farklılıklar göstermesini gözönünde bulundurarak, onların Dersim’in has
yerlisi Ermeni halkıyla tüm ilişkilerinin olabildiğince ayrıntılı bir şekilde
araştırılıp-incelenmesi de gerekir diye
düşünüyorum. Tarihe ve bilime hizmet
açısından, doğru olan budur !
Platon’un «Adaletsizliği işleyen çekenden daha sefildir» diye çok güzel
bir sözü var, ama ben “Aslanlar kendi
hikayelerini yazmadıkça, avcıların hikayelerini dinlemek zorundayız” diyen
Afrika yerlilerinin sözünü daha anlamlı buluyorum.. Bana kalırsa, aslanların
kendi hikayelerini yazma zamanı gelmiştir ve yakın gelecek de, bunu gerçekleştirmek isteyen insanların onurlu
çabaları üzerine kurulacaktır diye inanıyorum.
Zaman aşımı olmayan tek insanlık suçunun mağduru olmuş halkımın, zamana karşı direnişinin en büyük sırrı da,
bize geleceğin kapısını açacak anahtar
da bence DERSİM GİZEMİ’nde saklıdır.
Yerevan, 21. mart. 2012
DOĞU ERMENİSTAN
ZALIMO XINZIR PAŞA
Berxwedêr Pîr Sultan Abdalo,
Sirbûna te ra, çitan rabirt Pênsed sale,
Ku jî bîrnebû, wer jî navê te ye,
Tu wekî gulo, tim dilê me da, zîldide ye,
Wekî bîna çîçegan, timê tê pozê me ye,
Pîro talîb te qicik mezinan va,
Heq ra terin semê´ye,,
Şîngirêdana dewûdu îmaman ra,
Seyîd girêdidin, Heq ra demê ye
Jin û mêr qîz û lawan va, giştîk li cemê ye,
Civata me zelale, yêrmîşdibî wekî Kanîye,
Posti û Pîrê me heye, yê xayînan jî çiyêxwe heye,
Mêrasa Şax Meradan, ji mera maye,
Riya me tim ronîhye, nay pêşîya me ewr û sîye,
Karaman Ercan dibê wiha gotin,
Alî Şer û Eslanê Xwedê´ye,
Kanê ku nexuyaye. nizam ew li kûye,
Bila wan nezan û yobazan ra bibê,
Ser me mekin tarî ye,
Me çî mekujin. çi dibî carik bibin meri ye,
Alî Alî Pîro Alî, bibîne me bi vê halî,
Xwedê me xelaske, mera mêyne tenganî,
Ercan Qereman
sipar iş içi n:
kocg i r i l [email protected]
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
seyid rıza ve dersim
dosyasındaki bazı ayrıntılar üzetine
seyid rıza’ların idamı ve mezarlığı hangi yüksek iradenin eseri?
Hovsep Hayreni ........... 4. Bölüm:
deniyet” savaşı verdiğinin propagandası yapılmış.
SEYİT RIZA'YI KARALAMA MALZEMESİ YAPILAN MÜSADERE
EDİLMİŞ ERMENİ KÜLTÜR DEĞERLERİ
7 Ekim 1937 tarihli Ulus gazetesi Seyit Rıza'nın yakalanmasından sonra
onun “çadırında” ele geçirildiğini öne
sürdüğü çoğu Ermeni-Hristiyanlık
eseri eşyalardan söz ederek onu “DİN
HOKKABAZI” diye teşhir etmeye
çalışmış, diğer Kemalist gazeteler de
benzer yayınlar yapmışlar.
Ulus'un haberinde “Hayali en geniş
olanlar bile, şu din hokkabazı Seyid
Rıza'nın çadırında Ermenice kitaplar,
Almanca lügat, çeşid çeşid, boy boy,
renk renk istavroz, üzerinde Ermenice yazılar olan taçlar, içinde İsa'nın
başparmağının kemiği olan eizzei
nasara'dan birine aid bir kutu, diş tedavisi için bir kerpeten serisinin bulunacağını nasıl tahmin edebilir?”
denildikten sonra bir yığın uyduruk
iddiayla rencide edici yorumlar yapılmış.
Dökümü yapılan bazı eşyalar ve yorumları şöyle:
“Ermenice kitaplar ve Almanca diksiyoner:
Seyid Rıza'nın çadırında bir sürü Ermenice kitab çıkmıştır. Bunlar, en
çok din kitaplarıdır. Bir kaç şiir kitabı
da vardır. Bu kitapların ele alınmış,
okunmuş olduklarına dair birçok deliller var. Sayfalarının içlerinde bazılarına işaretler yapılmıştır. Notlar vardır.
Yarıda kalanların kenarları bükülmüştür. Almanca lügate gelince: Seyid Rızanın yakınları, şeyhin bu büyük kitabı -lügat gerçekten beşyüz sayfadan
fazladır- ancak başı pek sıkıya geldiği
zaman açıp okuduğunu söylüyorlar.
İstavrozların hikayesi:
Rivayete göre Seyid Rıza; gümüş, altın
kaplama, demir ve çeşid çeşid maden,
muhtelif boylarda, üzerinde türlü tür-
Sayılıp dökülen eşyaların nerede ve
nasıl ele geçirildiği belli değil. Ama
haberdeki bazı ayrıntılara bakarak
bunların hiç değilse bir kısmının Halvori Surp Garabed Vankı'na (18) ait eşyalar olduğunu ve asker eliyle oradan
müsadere edilip Seyid Rıza hissesine
yazıldığını tahmin edebiliriz.
sey riza
lü resim olan istavrozları, bir talandan
sonra ele geçirmiştir. Her eline geçeni
istismarı pek iyi bilen Seyid Rıza, bu
istavrozları da her bir ucunda saadet
getiren bir vasıta, sıhat, para, kuvvet
ve hayat dağıtan birer kaynak halinde
kullanmıştır.
Her derde deva taç:
Masallarda bir dudağı yerde bir dudağı gökte bir arab vardır. Efsanenin
kahramanı başı sıkıya gelince elindeki
tavus tüyünü yakar, karşısında çıkan
araba bir saniyede saraylar yaptırır,
Hind'den, Çin'den haberler alırdı. Seyid Rıza da bu arab yerine kendisine
bir taç bulmuş ki, başına giydiği zaman fena giden bütün işler düzelirmiş.
Bu tacın üzerinde ermenice bazı yazılar vardır. Tacı kim yaptırmış ve neden yaptırmıştır? Malum değil... Fakat
onun da bir talan malı olduğu besbellidir.
Cumhuriyet kuvvetleri kendisini sıkıştırmaya başladığı zaman, şeyh, başına bu süslü demir kavuğu geçirmiş
ve gece gündüz çıkarmadığı halde
cumhuriyet adaletine hesab vermekten kurtulamamıştır. Taç ele geçtiği
zaman Seyid Rıza'nın başına uygun
gelmemiş olacak ki, bir köşesi genişletilmiştir.” (17)
Daha fazlası da olan bu suntursuz yalanlarla Cumhuriyet'in nasıl bir “me-
Zira Halvori Vankı Seyit Rıza'nın yaşadığı mıntıkada hem Ermeniler hem
de Kızılbaş Kürtler tarafından kutsal
sayılan, kendi azizlerine ait “masunk”
(beden kalıntısı) bulunduğuna inanılan ve kurbanlarla ziyaret edilen bir
mekandır. Ermeniler bir efsaneye bağlı olarak manastırda Surp Garabed'in
(19) sağ kolunun gömülü olduğuna
inanırlarmış. Zamanla Kızılbaşlar da
İmam Hüseyin'in bir parmak kemiğinin burada saklı olduğuna inanır
olmuşlar. M. Kalman bunu şöyle yorumluyor:
“Surp Garabet Vank’ı Alevi Kürtlerince de kutsaldı. Çünkü Ermeniler, manastırda Hazreti Ali’nin çocuklarından Kerbela’da öldürülen Hüseyin’in
orta parmağının uç kısmının bulunduğunu söyleyerek altı çeşit renkli, üzeri
özel bir koruyucuyla -mumya gibi- korunan bu kemik parçası aracılığıyla
manastırlarının kutsal bir yer olarak
görülmesini sağlamışlardır... Hangi
Ermeni bu hileyi düşünmüşse son derece akıllıcaymış. Halk kutsal olarak
bildiği yerlere dokunmuyor.” (20)
Mümkündür ki geçmişte yaşanan hırsızlık olayları üzerine bir daha kimse manastırın eşyalarına dokunmasın diye böyle bir söylentiyi Ermeni
din adamları uydurmuş ve Kızılbaş
Kürtler de inanmış olsun. Yine mümkündür ki manastıra eskiden Ermeni
olarak bağlı bulunan bir kısım yerliler zamanla Kızılbaş Kürt kimliğine
bürünüp oranın mucizeler yarattığına dair eski inançlarını bu kez Surp
Garabed yerine İmam Hüseyin adına
kızılbaş - sayfa 54 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
adapte etmiş olsunlar. Bunun nasıl
olduğunun fazla önemi yoktur. Konumuz açısından önemli olan, Seyit
Rıza şahsında “din hokkabazlığı” karalaması yapanların bu yerel inanışlara paralel, fakat Hz. İsa’ya mal edilen
bir “parmak kemiği”nden söz etmeleri. Haberin ayrıntısında yapılan tasvir
bunun ne kadar dönüştürülmüş bir şey
olduğunu hemen ele veriyor:
“Seyid Rıza’nın çadırında bulunan
eşya arasında İsa’nın baş parmağının
kemiği vardır. Bu baş parmak, kapalı
bir kutu içindedir. Kutu hiç açılmamıştır. İçinde ne olduğu malum değildir. Fakat Seyid Rıza buna bir hikaye
uydurmakta gecikmemiştir: elinde
İsa’nın bu parmağı olan kabilesine,
İsa ümmetinden gelecek bütün kötülükleri de önlemiştir” (21)
Kendi kendini yalanlayan bu tuhaf
iddia farklı ihtimalleri akla getiriyor.
Belki sözü edilen türden bir kutu hiç
ele geçirilmemiş, fakat Vank’ta o türden birşey olduğu bilgisinden hareketle eşyalar içine bir kutu eklenerek
Hz. İsa adına bu haber uydurulmuştur.
Belki de ele geçirilen eşyalar içinde
neyin nesi olduğu bilinmeyen bir kutuya böyle bir yakıştırma yapılmıştır.
Zira “hiç açılmamış, içinde ne olduğu
malum değil” sözleri boş bir şeyden
bahsedildiğini ele veriyor.
Gazete haberinde ismi geçmeyen
Vank’ın dava iddianamesinde genişçe
konu edilmesi de ilginçtir. Bu durum
devletin Vank’ı çok iyi tanıdığını ve
içinde ne var ne yoksa bildiğini gösteriyor. Bakın iddianamede neler yazılı:
“Seyit Rıza’nın Sosan kalesine yakın
Vank isminde bir köyü vardır. Bu köyün müstahkem kilisesinde alt tarafı
gümüş savatlı, üst tarafı altın yaldızlı tahminen iki kilo sikletinde bir haç
vardır. Bu haçın ortasında muhaddep bir cam içinde fındık tanesi kadar bir nesne vardır. Bu nesne İmam
Hüseyin’in baş parmağının kemiğidir.
Dersimli çapulcu başı sıkıştıkça bu
haçtan istiane için kiliseye girer, huzu
ve huşu ile haçı öper, hamlinde müşkilat çeken kadın, derdi devasız kalan
hasta gene Vank’a gider, papaza yalvarır ve haçı öper. Seyit Rıza bile hastalandıkça bu kiliseyi ziyaret etmiştir.
Bir köy papazı kim bilir ne vakitten
beri bütün Dersim’e böylece haça tapmayı öğretmeye uğraşıyordu. İzzettin
İlter’in bir tahta kutu, bir çocuk takunyası ve bir de fener pili ile Dersim
içinde yaptığı marifetleri burada nelere inanılabileceğinin başka bir misali
olmak üzere tekrar hatırlayabiliriz.
Hala Erkan ağacı tuhaflıklarına inanan fikirsizler içinde viyalıktan çıkan
yalanlara kapılanların bulunması da
mümkündür. Bu propagandalardan
sonra çapulcuların hissiyatını muayyen istikametlere tevcih edebilmek
artık kolaylaştığından tasavvurdan
fiiliyata geçilmiş ve cemaatların faaliyeti başlamıştır. Dersimin isyan tarihi
sadece bu cemaatların hazırladığı bir
eser, bir çapulnamedir(...)” (22)
Bu minvalde eylemler sayarak devam
eden iddianame Dersim’i yargılayan
zihniyetin bazı parametrelerini çok
güzel sergiliyor. Üstüne yorum yapmak gereksiz. Fakat özellikle dikkat çekmek istediğim, iddianamenin
Vank’daki haç ile içindeki başparmak
kemiği tasviri ve ardından bir tahta
kutu ile Dersim’de ne marifetler yapıldığına dair sözleridir. Bu satırlar
ve “başı sıkıştıkça” vb tabirler, Ulus
gazetesinin Seyit Rıza’ya atfettiği eşyalarla ilgili yakıştırmalarının iddianameden kes-kopyala-yapıştır usulü
devşirilmiş veya zaten savcı-asker
eliyle servis edilmiş olduğunun inkar edilemez kanıtlarıdır. Haberde
Vank’ın sözünün edilmemesi ise kitaplardan haçlara, kutudan taça her
şeyi Seyit Rıza’ya mal etme amacının
mantıki gereğidir.
Seyit Rıza’nın emirberi F. Doğan döneme ilişkin sözlü tanıklığında tıpkı
iddianamedeki adlandırma gibi “Vank
Kilisesi” diye andığı Halvori manastırından ve keşişinden söz ederek şöyle
devam eder:
“Bu keşiş, çok güvenilir birisiydi. Seyit Rıza’nın önemli evrakları ve parası hep ondaydı. İsyan sırasında keşiş
emaneti olduğu gibi korudu. Fakat
asker keşişin oğlunu yakalayıp işkenceyle konuşturuyor. Sonra da gelip evraklarla paralara el koyuyor. Ardından
Vank Kilisesi’ni yakıp yerle bir ediyor.
Ama söylenene göre kıymetli emanetlerin bir kısmı hala belli yerlerde gömülüymüş.” (23)
Bu bilgilerden hareketle, gazete haberinde sayılıp dökülen Ermenice dinsel kitap, haç, taç ve benzeri eşyala-
rın tamamen veya büyük çoğunlukla
Vank’tan müsadere edilmiş olma ihtimali kuvvetlidir. Bunun yanında keşişin oğlunun gösterdiği yerden Seyit
Rıza’nın emanetleri arasında ele geçirilmiş bir iki kitap da olabilir.
Başka bazı Dersim seyitleri gibi Seyit
Rıza ile de yakın tanışıklık ve görüşmelerinden söz eden Kevork Halacyan, onun babası Seyit İbrahim’den
devraldığı bir kısmı eski el yazması
çok sayıda Ermenice eserleri kendi
denetimindeki gizli bir yeraltı geçidin
“Mübarek” denilen özel bölümünde
titizlikle sakladığını belirtiyor. Aşiretler arası anlaşmazlıkları giderme,
tarafları barıştırma yada direniş için
ortak karar alma gibi durumlarda bu
kitaplardan birinin ortaya çıkarılıp
üzerine yemin edildiğini anlatıyor.
(24)
Bunların hangi devirlerden nasıl miras kaldığı ayrı bir sorun, fakat bir
çok vesileyle varlıklarından söz edilmesi dikkate değer olup, devletin Seyit Rıza’ya ait gösterdiği kitaplardan
bazıları pekala o gizemli mirasın parçası da olabilir. İster manastıra, ister
seyitlere ait olsun bölgeden müsadere
edilmiş o eserlerin yerel tarihe ışık
tutacak nitelikte bilgiler içermeleri de
muhtemeldir.
Halvori’deki manastır Dersimli Kızılbaşların Ermenilerle kutsallığını
paylaştıkları tek mekan değil. Pek
çok yerde yıkık manastır ve kiliselerin kalıntıları ziyaret yerlerine dönüşmüştür. Ayrıca iki halkın belli inanç
ve gelenekleri arasında ortaklığa varan paralellikler görülür. Bunların
arka planında, bir kısım Ermenilerin
Kızılbaş-Zaza kimliğine dönüşmüş
olma ihtimali kadar ve belki daha fazlasıyla, Pagan inancının paylaşıldığı
antik devirden, eski İrani ve Ermeni
geleneklerden, Hristiyanlık sürecindeki çeşitli muhalif akımlardan gelen
kültürel mirasın da rolü vardır. Bu tarihsel damarlardan beslenmiş olmanın
üzerine şeklen bağlandığı İslam içinde
egemen İslama karşı mücadeleyle son
evrim sürecini yaşayan ve bunun şekillendirdiği temel argümanları ile Şii
mezhebine dahil gözüken Kızılbaşlık,
öz olarak ondan da farklı, oldukça özgün bir sentez ürünüdür. Tanrı ve peygamberlerden çok doğaya tapan, insani erdemleri destur eden, fanatizmden
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
uzak, özgürlüğe tutkun, farklılıklara
nispeten açık ve kucaklayıcı bir inanç
tarzı olmuştur. Komşu halklarla birarada yaşamayı kolaylaştıran bu olumlu
karakter barışsever ve yapıcı Ermeni
köylüsüne genelde sıcak gelmiş, uzun
tarihsel ilişkilerin taşıdığı pürüzlere ve kısmi husumetlere rağmen ağır
basan dostane iklim içinde kirvelik
bağlarına varan güzel bir kaynaşma
yaşanmıştır.
İnsanlık adına takdir edilmesi gereken bu kaynaşmanın tezahürleri,
hem dinsel hem de etnik planda farklı
kimliklere tahammülsüz hakim ideoloji tarafından işte öyle nefret dolu
bir yaklaşımla kendi meşrebine uygun küstahlık içinde teşhir edilmeye
çalışılmış. Yavuz Selim’den itibaren
“gavurdan da beter” sayılan Kızılbaşlığın üzerine bir de son dönemin “en
lanetli” kimliği olarak Ermeni tüyünü dikmek ve “iki melaneti bir arada
idare eden demir kavuklu hokkabaz”
resmini çizmek, Türk toplumunu ırkçı
ajitasyonla şerbetleme ve katliamların sürmesi lehine tezahüratı besleme
gayretindeki Kemalist basının dünya
tarihine geçecek bir yaratıcılık şaheseri olmuştur.
Ulus gazetesinin haberi şöyle bitirilmiş:
“Seyid Rıza’nın bu hepsi mucize dolu
eşyası, şimdi Dersim’de değildir. Ankara’dadır. Bugün açılacak olan polis
enstitüsündeki müzenin bir köşesinde
yer alacaktır. Bu köşeyi muhakkak ziyaret ediniz: Bir hokkabazlığın tarihini seyretmek az mı enteresandır?” (25)
Bu aşağılayıcı satırlardan anlaşılıyor
ki sözkonusu eşyalar birer suç unsuru gibi de teşhir edilmiş. Öyle ise halen devletin gözetiminde saklıdırlar.
Şimdi o sürecin aydınlatılma ihtiyacı
katliam boyutuyla sınırlı bir şey değilse eğer, devletin yalnız gizli arşivleri
ve kayıp mezarları değil, zamanında
spekülatif karalama malzemesi yaptığı sözkonusu eşyalar gibi sır perdesi
altında kalan herşeyi de açması gerekir. Bu, Seyit Rıza’ya yapılmış manevi
saldırıların hakkıyla karşılanabilmesi
yanında, müsadere edilmiş tarihsel ve
kültürel değerlerin bütün ayrıntılarıyla bilinebilmesi için de önemlidir.
Ortaya çıkartılması halinde o kitaplar
ve eşyaların dilinden anlayan uzmanlarca incelenmesi, sonra da örneğin
yakılıp yıkılmış Halvori Surp Garabed Vankı anısına onun minyatürü
gibi inşa edilecek sembolik bir yapı
içinde korunması çok yerinde olur.
Seyit Rıza ve arkadaşlarının anıt mezarları yanında Dersim Tertelesi adına
bir müze kurulabilirse, Vank’ı sembolize eden maketin de kutsal eşyalarıyla
birlikte -kültürel soykırımı sergileme
yönüyle- o müze içinde yer alması çok
anlamlı bir hatırlama ve yaşatma örneği olacaktır.
Evet, o tarihsel-kültürel değerlerin
yeri Ankara’nın polis müzesi değil,
Dersim’in jenosid müzesidir.
DİPNOTLAR:
17) M. Kalman, age, s. 340-341
18) Vank: Ermenice manastır.
Dersim’in iç bölümünde Halvori
köyüne yakın ve Munzur vadisi kenarındaki bir yükselti üzerine kurulu bu
manastır bölgede Ermenilerin daha
yoğun bulunduğu Osmanlı öncesi
yüzyıllardan kalmadır. 1937’ye kadar
ayakta, ibadet ve ziyarete açık olmuştur. O tarihte başlayan Dersim’i imha
harekatına karşı bir kısım aşiretlerin direniş için kavli karar ettikleri
Munzur suyu kenarındaki gözeler
bu manastırın aşağısında bulunur.
Bilindiği gibi Halvori köyünün halkı
Dersim soykırımında topyekün katliama uğratılmıştır.
19) Surp Garabed: Ermenice “Aziz
Rehber (Öncü/Klavuz)”, nam-ı diğer
Surp Hovhannes Mıgırdiç, İsa Peygamberi vaftiz eden aziz, Türkçe yayınlarda Vaftizci Yahya olarak geçer.
20) M. Kalman, age, s. 68
21) M. Kalman, age, s. 341-342
22) Ali Kaya, Başlangıcından Günümüze Dersim Tarihi, 1999, s. 244
23) F. Bulut, Dersim Raporları, s. 313
24) Kevork Halacyan, Dersim konulu
etnografik arşiv dizisi, II nolu fasikül,
s. 184-189
25) M. Kalman, age, s.342
duyuru tanıtım için tel: +49 (0) 177 502 88 53 [email protected]
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Mardin Ermeni Olayları (1895)
5 Kasım 1895'te Kara Diyarbakır ve
civar köylerinde başlatılan ve büyük
zararlar getiren acı felaketlerle kıyımın
haberi duyuldu. Korkunun dehşeti tüm
Ermenileri sardı, herkes kiliselere sığındı. Ermeni ve Kapuçin kiliselerine
de 230 hane sığındı. Geriye kalan Ermeniler ise canlarını. kurtarmak için
tedirginlik içinde büyük evlere sığındılar. Eşyalarını da evden eve taşıyorlardı. Tam bir karınca dizisi gibi, biri
gidip biri geliyordu. Ermenilerin dehşeti özellikle civar köylerden ve TellErmen kazası ile Gölliye köyünden
alevin insanları nasıl yuttuğunu gözleriyle görünce arttı. Müslüman liderlerden özellikle Necim-el-Mütevelli ile
şeyh olan el-Araç (topal), Hacı Merre
ve Ermenilere karşı olanlar sinsi düşmanlıklarını hayata geçirmeyi fırsat
bildiler. 9 Kasım cumartesi günü Kürtler saldırıya hazırlanmak için bir nehir
gibi kentin batısında kalan Ayn-Sınce
çeşmesine aktı. Kadınlar ağlamaya,
çocuklar ise sızlanmaya başladı. Korku
ve dehşet herkesi ölümün eşiğine getirdi. Bu sırada Mışkeviyelerin liderleri
Ahmet ağa ve Sait ağa Mendelkaviyelerin lideri Faraç beg aralarında anlaşıp
taraftarları birlikte, tamamen kin ve
nefretle dolu olan güçlü Kürtlere karşı
koydular. Açtıkları ateş sonucu Kürtler
geri çekilmek zorunda kaldılar. Karşı
saldırı olmasa Kürtler Mardin kentine
saldıracaklardı. Her yeri yağmalayıp
ateşe verecek ve insanları öldüreceklerdi. Mişkeviyeler ve Mendelkaviyeler
geri geldiklerinde, doğrudan hükümet
binasına Mutasarrıfa gittiler.
Kürtlere karşı koyabilmek için, yeteri kadar silah talep edilir. Yetkililere Kürtlerin Mardin kentine saldırısı
halinde, Müslümanlara bile dikkat
etmeyeceklerini söylediler. Uzun tartışmalar sonucu yetkililer kırk tüfek
verdiler. Bedelinide de Mardin ileri gelenlerinden İskender Atamyan (Adem)
ve Raffı Çermeyan (Çerme) vermeyi
kabul ettiler. Alınan silahlara karşılık
280 altın Lira yatırıldı. Silahlar geri
verilmedikçe yatırılan para da geri alınamayacaktı. Aynı anda Abdülkadir
Paşa, Hacı Göze de yetkililerden silah
aldılar. Alınan silahlar Mendelkaviyelere, Mışkeviyelere ve diğer Müslüman
liderlere Kürtlere karşı kullanılmak
üzere dağıtıldı.
Daha sonra yetkililer savaş olacağı
uyansını, çarşıda şu sözlerle belirtti-
ler: "Devletten ve Hz. Muhammed'ten
yanaysanız silahlanın ve Kürtlerle birlikte savaşın". Olası grup avamın silahlanmasını sağladı. Liderleri Necimel-Mütevellinin yaydığı fesat sonucu,
Mardin kenti yağmalanmaya uygun
hale geldi. Necim-el-Mütevelli halka şu
şekilde sesleniyordu: "Madem ki ben
bir lider ve imamım, beni dinlemeniz
gerekiyor ve Ermenilerin işini bitirin
diyorum". Bu söylemler yetkililer tarafından duyulunca bir günlüğüne hapse
atıldı.
Mışkeviyeler, Ulu cami minare diye
adlandırılan ve kentin batısında kalan,
stratejik önemi büyük bu noktayı koruyacaklarına dair vaatte bulundular.
Burada oturanların çoğunluğunu Ermeniler oluşturuyordu. Mışkeviyeler
ve Mendelkaviyeler bu bölgeyi koruma
konusunda anlaştılar. Kaleyi koruma
görevini ise askeri güç üzerine aldı.
Burdan geçiş yapan kimseler aranacaktı. 11 Kasım günü Kürtler kentin
giriş kapılarından Buvayre'nin önünde
belirdiler. Müslüman ve Hristiyanların
oluşturduğu grup Kürtlere karşı koydular. Ateş açılmasına rağmen Kürtler
hemen geri çekilmediler. Bunun üzerine Abdurrahmanın oğlu olan Şeyh Hamit Kürtlere geri çekilmelerini öğütler.
Kürtlerin yanıtı ise açıktır: "Bizi yağma ve öldürmekten alıkoyamazsınız,
çünkü bunu devletin kendisi istedi.Bize
engel olmanız, rüşvet aldığınızın göstergesidir". Sonunda geldikleri yoldan
geri dönerler. 16 Kasım günü Kürtler
kente saldırmak için tekrar gelirler.
Aziz Mikail manastırının önünde Kürtler Mışkeviyeler tarafından geri püskürtülürler. Tam bu sırada başkentte
büyük vezir görevinden istifa eder. Yerine geçen yeni vezir tüm şehirlere gönderdiği telgrafta tüm kilise, manastır
ve Ermenilerin koruma emri yazılıdır.
Emir şehre ulaştığında korku ve dehşet
biraz olsun kaybolmuştu.Mutasarrıfın
temsilcileri olan Cemil efendi, Surri
efendi, binbaşı ve diğerleri Ermeni dini
liderlerine güvenlik içinde olduklarını
ve eskisi gibi güven içinde olacaklarına
dair söz verdiler.
20 Kasım Ermeniler işyerlerini nihayet açabildiler. Askerler Ermeni dükkanlarını tek tek dolaşıyor istediklerinı karşılıksız alıyorlardı.Bu rezalet 10
Aralığa kadar devam etti.Bu tarihten
itibaren yetkililer her türden tecavüze
ve hırsızlığa yasaklar getirdiler. Yasak-
lar gelene kadar Ermenilerin zararlarını anlatmak ise mümkün değildir. Tüm
bunlara rağmen müslümanlar memnun
değildi. Kürtleri yağma ve vurgundan
men etmekle nasıl bir zarara sokulduklarına üzülüyorlardı. Ermenilerin
mal ve mülklerini" tamamen yağma
edebilmenin fırsatını elden kaçırdıklarına hayıflanıyorlardı. Yetkililerin çıkardığı bir emir gereği Kürtler ne çalmışsa iade edilecekti. Bu emri yerine
getirmek üzere Ğurs'a ve diğer bölgelere Hüseyin Çelebi, Hacı Marre, Şeyh
Muhammed, Ali Ansar, Yusuf Cinenci
(Ermeni) ve 30 asker gönderildi. Çalınan maldan çok azı geri alınabildi. Ermeni kiliselerine ait Haçlar ve ayinde
kullanılan kadehler Yusuf Cinenci'ye
geri verildi. Kutsal eşyaları Hacı Merre
aldı. Önce hepsinin içine tükürdü, sonra yere fırlattı. Onları kirli ayaklarıyla
ezdi. Tanrı'ya ve Mesih'e (Hz. İsa) ait
her şeye küfürler ve hakaretler yağdırdı. Bu çirkin hareketlere Yusuf Cinenci
korkup hiç bir şey yapmadı.
24 Aralık 1895'te Mardin'e Şeyh
Abdurrahman'ın oğlu Şeyh Muhammed Said ayak bastı. Şeyh 5 yıl evvelki gibi Çerkezlere, Ermenilerin mal
ve mülkünü kendilerine mal etmesi
için yeşil ışık yakar. Şehre girişinde
kendisini bir çok müslüman karşıladı.
Bulunduğu bina müslümanlarla dolup
taştı. İçlerine yavaş yavaş şeytan girmeye başlamıştı. Amaçları Ermenileri
öldürüp daha sonra yağma yoluyla mal
ve mülklere el koymaktı. Hacı Hüseyin
Çelebi ve arkadaşı Hacı Merre de aynı
görüşteydiler. Yeni gelen şeyh de bu
görüşe katılıyordu. Mışkeviyelerin iki
şeyhini görüşmek üzere çağırdı. Kendilerine iyi bir karşılama yapıldı. Yapılan görüşmede Ermenileri öldürmek ve
soymak için baskı yapıldı.
Konuşmaların birinde Mışkeviyelere
şöyle denildi; "Diyarbakır müslümanları, Mardinli müslümanlara müslüman
olmadıklarını tersine Ermeni olduklarını söylüyorlar. Bu rezaleti kendimize kabul ettiremiyoruz. Bize düşen yegane görev Diyarbakır ve diğer
yörelerde ki müslümanların yaptığını
burada da yapmak". Aralarındaki tartışma devam etti. Ahmet Ağa'nın son
sözleri şöyleydi: "Ermenilerin evlerini
Mişkeviye giriş kapısından minareye
kadar koruyacağımıza dair şeref sözü
verdik. Vardığımız bu uzlaşma ve vaad
de geri adım atmayacağız. Sizlerden
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
birinin sınırı geçtiği görülürse hemen
kafası kesilecek. Bunun dışında yetkililer ayaklananları araştırıp, soruşturulacaktır. Gece yarısına kadar anlaşma
sağlanamadı. Mışkeviyeli şeyhler, bu
tehditlerin kanatlarını kırmaya çalışıyorlardı. Nihayet toplantı sona erdi ve
herkes evine gitmeye başladı. Ahmet
ağa ve kardeşleri evlerine giderken
İskender Atamyan'ın evine uğradılar.
Bu toplantıya Atamyan'ın komşusu
Raffi Çerme'de iştirak etti. Notları yazıya alan bir de katip bulunmaktaydı.
İskender'e komploların ardındakiler
anlatıldı.Daha sonra Hıdır efendi'nin
evine gidildi. Hıdır efendi yanındaki
iki şeyhle birlikte Surp Kevork Ermeni
kilisesine uğradı. Olan biten hakkında Piskopos Melkon Nazaryan'a bilgi
verildi. Piskopos Nazaryan gösterilen
dostluk için teşekkür edip onları büyük
bir duygu ve bağlılıkla ödüllendirdi.
Çelebi Merre, Hasanoğlu Hüseyin,
Necim Mütevelli, Topal ve Hacı Kahveci şeyhler, Yusuf Bey ve kardeşi ile
onlar gibi birçok ikiyüzlü gaddar amacına ulaşmak için davulla kentte dolaştı. İçlerinde yatan arsızlık geleneği,
özellikle de Ermeni Yusuf Cinenci'ye
karşı savruldu.Konunun daha fazla
büyümemesi için Hıdır efendi, Hacı
Hüseyin binbaşı, Ali Ensari ve Şeyğ
Muhammed Ermeni metropoliti Sayın
Meikon'u ziyaret ederler. Bu görüşmeye Yusuf Cinenci İskender Atamyan,
Raffi Çerme ve Sait Kendir de davet
edilir. Yapılan görüşme sonucu antlaşma sağlanır. Ermenilerin uğradığı zarar ve haksızlıklara rağmen bazı
müslümanlar ağızlarına gelen her türlü
çirkin lafı kullanır. Arsızlıklarını şöyle
ifade ederler: "Niçin bu din düşmanı,
inançsız, lanet olası domuz Ermenileri bağışlayalım? Onları son fertlerine
kadar öldürüp mal ve mülklerine el
koysak bize kim ne yapabilir? Bunları
gerçekleştirirsek bizlere büyük faydası
olur". 1896 yılının ilk aylarında sahte
bir belge düzenlenir. Bu belgede daha
önce olan olaylar üzerine bir sis perdesi
çekilir.İçeriğine göre; "Ermeniler için
sağlanan güven ve rahat, yüksek makamlar tarafından gerçekleştirilmiştir.
Bu olaylar esnasında bölgemizde sadece iki köy ateşeverilmiştir". Söz konusu
belge Yakubi-Süryani cemaatinin ileri
gelenlerinden Abdülmesih Hanaşe'ye
[şimdiki soyadları Güzeliş] teslim edilir, o da belgeyi imzalar ve Yakubi-Süryani Dini liderlere belgeyi imzalatır.
Abdülmesih Şehristan'da imzalar. Ya-
kubi-Süryaniler, Ermenilere karşı her
dönemde ihanet içinde olmuşlardır. Bu
sırada Abdülmesih Şehristan , Mişkeviyelerin şeyhi Muhammed ağayı ziyaret
eder. Ona olup bitenler hakkında bilgi
verir. Şeyh korkunç bir şekilde sinirlenir. Yandaşları ile birlikte müslümanlara karşı savaşma kararı alır. Sebebi
ise Süryanilerin sahte tanık ifadesinde
bulunmuş olmalarıdır. Ermeniler arasında şu sözler söylenmekteydi: Doğan
her yeni günde bir önceki günden daha
fazla şiddetle bizleri karşılaştırmakta.
Muhammed Sait Ağa ve kardeşi Ahmet
Ağa, iskender Atamyan'm evine gidip
yeni gelişmeleri kendisine aktarırlar.
Aralarında geçen uzun tartışmadan
sonra Atamyan içlerinde alevlenen öfkeli ateşi söndürmeyi başarır. 1 Şubat
1896 Mardin'e yeni bir Mutasarrıf atanır. Adı Şakir paşaydı. Fesat barınağı yardımcı mutasarrıf Habis (Şerir)
Diyarbakır'a yollanır. Böylelikle zalim
Enis'in (Diyarbakır valisi) yardakçısı konumuna geliyordu. Birçok defa
yüksek rütbelilerin entrikası gereği
Ermenileri yok etmeye kalkıştı, fakat
başaramadı. Yeni mutasarrıfın gelmesiyle kentte yeniden huzur egemen
oldu. Mardin'e ayak bastığı gün Ermeni protestanların piskoposu ve kardeşi
Yakub'u cezaevinden dışarı çıkartıp,
serbest bıraktı. Bunların dışında protestan okulu öğretmenleri Mecdi Virase ve Said Ambar Aggasi'de cezaevinden salıverildi. Cezaevine girmelerinin
nedeni yakın akrabalarına yazdıkları
mektuplar idi.
20 Nisan günü Mardin'e iki yeni müfettiş geldi. bunlardan biri Hristiyan
(Yorgaki efendi) diğeri ise Müslümandı. Kentte 10 gün kaldıktan sonra
Midyat'a hareket ettiler. Her şey eskisi
gibi normale dönmeye başladı. Burda
yer alan bilgiler 1895 yılında meydana
gelen olayları kapsamaktadır. Bilgiler
Mahdesi Habib di Jarwe'nin günlüğünden aktarılmıştır. Okuyucuya Türkiye'deki Hıristiyanların tam durumunu
öğretebilmek için geçmişteki zarar ve
kıyımların getirdiği korkunç olaylara
yer verilmiştir. Zararlar şimdi olduğu
gibi gelecekte de devam edecektir. Bu
durumda oldukları müddetçe, bu böyle
sürecektir.
Kaynak Yazar; Piskopos Ishak Armale [görgü tanığı] Al-qousara fi Nekebet
En-Nasara (Hıristiyarılann Başına Gelen Felaketler) (Arapça) 1919
Kaynak:
Nsibin Mecmuası 46/9 sayısından alınmıştır 1987 Södertalje İSVEÇ
Adres: Nsibin P.O. Box 6042, 151 06 Södertalje-SWEDEN
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
SÜRYANİLERDE
PASKALYA BAYRAMI VE HAZIRLIKLAR
Süryanilerde bayramlar ve onlara ait
gelenekler, toplum yaşamında önemli
bir yer tutar. Günümüzde her ne kadar
bu gelenekler şehirlerdeki yaşam sonucu unutulmaya yüz tuttuysa da, Süryani toplumunun belleklerinde kalan
güzel ve anlamlı bayram gelenekleri
vardır. Sizlere bu yazıda Hıristiyanlık dünyasının önemli bayramlarından
biri olan Paskalya’nın Süryanilerdeki
önemini ve bayram öncesi hazırlıklarını anlatmaya çalışacağız.
Paskalya bayramı İsa Mesih’in dirilişi
nedeniyle Hıristiyanlık dünyasında her
sene İlkbahar aylarında kutlanır. Bu
bayram öncesi Süryaniler kilise kuralları içinde belirlenen sürelerde oruçlarını tutarlar. Bu süre 50 gündür. Bu
süre içinde Süryaniler hiç bir hayvansal gıda kullanmazlar. Sabahtan akşama kadar hiç bir şey yemezler. Uzun
süreli bu oruç dışında imanlı süryani
halkının da bayram öncesi hazırlıkları
olur. Kırsal kesimde yaşayan Süryaniler bayramı şu geleneklerle karşılarlar:
Hano Kritho
Paskalya'dan önce tutulan 50 günlük
orucun başlangıçından önceki son Pazar günü, Süryani gençleri toplanıp
kendilerine bir kadın maketi hazırlarlar. Bu maketi, "Hano Kritho" adında
bir şarkıyı söyleyerek ev ev gezdirirler.
Bu şarkıyı söyledikten sonra ev sahipleri gençlere bulgur, yağ ve yumurta
verirler. Gençler bu ev ziyaretlerini
bitirdikten sonra topladıkları malzemeyi, kilisenin avlusunda pişirerek geleneksel bulgur yemeği hazırlarlar. Avluya toplanan insanlara bu yemekten
dağıtılır ve müzik eşliğinde oyunlar
oynanır. Kalan yemekler köyün muhtaç insanlarına verilir. Şölenin sonunda hazırlanan kadın maketi parçalanır.
Gulyadlı Naftah ve Kızı'nın hikayesine
dayandırılan bu gelenek her sene yapılır.
Rozuno (Hamur)
Sivaslı Kırk Şehitler'in Günü'nde, ev
halkı için hamurdan hazırlanan ve içlerinden bir tanesine madeni para konan
Rozuno'lar yapılır. Madeni para saklı
Rozuno'yu alan kişinin o yıl şanslı ve
bereketli olacağına inanılır. Yapılan
Rozuno'lar bereket niyetine tarlalara,
bağlara bırakılır ve hayvanlara verilir. Bu geleneğin, Hıristiyanlığın ilk
yıllarında şehit düşen Sivaslı Kırk
Şehitler'in hikayesi ile bağlantılı olduğunun söylenmesinin yanı sıra, bazı
kaynaklar tarafından Süryani kilisesine giren eski bir mezopotamya geleneği olduğu belirtilmektedir.
Siboro ( Kırmızı ve Beyaz İpler)
Paskalya öncesi oruca denk gelen Meryem Ana'nın Müjdelenme Bayramı
Süryaniler arasında Siboro olarak bilinir. Bu bayramın gecesinde ailenin
kızı mayasız hamur yoğurur ve bir
kaba koyar. Kaba konulan hamurun
üstüne de tarlalarında yetişen tüm tahıllardan serper; bunun yanı sıra hamurun üstüne biri kırmızı biri beyaz
olmak üzere iki ip koyar. Hazırlanan
bu hamuru kızlar dışarı çıkarıp, şu ilahiyi söylerler;
Hayat ekmeği benim dedi
Mesih Dünyaya yiyecek diye gökten
indim
Etsiz söz olan baba beni gönderdi
Bir çiftçi gibi ekti beni Gabriel
Kusursuz bir tarla gibi kabul etti beni
Meryem'in karnı
İşte elleri üzerinde beni yüceltiyorlar
Medbahta kahinler
Haleluya meleklerin nizamı ile
Tüm bunların ardından, mayalanmış
olan hamurdan evdeki eski maya yenisiyle değiştirilir. Evin hanımları
her sene bu günde bu işlemi yaparlar.
Bereket diye de tahılların arasına ve
ambarlara birer parça hamur konulur.
Beyaz ve kırmızı ipler birbirine örülüp
ev halkına dağıtılır. Bunlardan başka
ipleri hayvanların kulaklarına takar,
bağların ve ağaçların dallarına sararlar. İnsanlar örülmüş ipleri yüzük gibi
parmaklarına veyahut boyunlarına takarlar. Ve bunları Paskalya bayramının
ikinci gününe kadar saklarlar. O günde
tüm Süryaniler ölülerinin mezarında
toplanıp ölüleri için dua ederler. Dualar okunduktan sonra yanlarında getirdikleri yiyecekleri paylaşıp yemeğe
başlarlar ve daha önce takmış oldukları Siboro iplerini burada çıkartıp kilisenin bir yerine saklarlar.
Paskalya bayramının karekteristik
özelliklerinden biri de bu gün nedeniyle hazırlanan yiyeceklerdir. Bu
yiyeceklerin en bilinenleri renk renk
boyanmış yumurtalar, Süryanilerin
kliçe dedikleri paskalya çöreği , sütlaçve Lebeniye’dir. Dilerseniz bu yiyeceklerin ne anlam ifade ettiklerini
okuyalım:
Yumurtanın anlamı
Yumurta hiç bir uyarıcı etki olmadan
büyür, gelişir ve öyle bir olgunluğa kavuşur ki, kabuğunu kırarak bir canlı
dünyaya gelir. Aynı şekilde Süryaniler
de İsa'nın hiçbir dış etkinin altında kalmadan, kendine özgü tanrısal gücü ile
mezardan çıkıp dirilmesinin yumurta
olayı ile özdeşleştirmişlerdir. Burada
yumurtayı kaplayan kabuk Hz. İsa'nın
mezarını, yumurta sarısının ortasındaki canlı nokta Hz. İsa'yı, yumurta
sarısı o noktanın etrafa saçtığı ışığı
ve sarıyı saran tabaka da Hz. İsa'nın
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
sarıldığı bezleri simgelemektedir. Bu
yumurtalar çeşitli renklerde boyanır.
Her bir renk ayrı bir anlam ifade eder.
Kırmızı renk Hz. İsa'nın fedakarlığını yani insanlar için akıttığı kanları,
Mavi renk ise onun gökselliğini yani
bulunduğu yer olan gökleri temsil etmektedir. Diğer renkler ise bayram neşesinin daha renkli bir havaya girmesi
ve bahis yoluyla tokuşturulan yumurtaların daha hoş bir görünüm kazanmasını sağlamaktadır.
Daşışto (Sütlaç) , Lebeniye ve Paskalya
çöreği (Kliçe)
Paskalya Bayramı genellikle yumurta
bayramı olarak bilinir ama bu bayramın diğer önemli yiyecekleri de Sütlaç
(Daşışto), Lebeniye ve paskalya çöreğidir. Daşışto ile Lebeniye bayramın
vazgeçilmezleri arasındadır. Bayram
boyu yani bir hafta kadar, insanlar
genellikle süt, yoğurt ve yumurta ile
yapılan yiyeceklerle beslenirler. Genellikle yumurtaların yanında sütlaç,
lebeniye ve paskalya çöreği de ikram
edilir. Lebeniye haşlanmış buğdayın
yoğurtla birlikte kaynatılmasıyla hazırlanan ve genellikle üzerine pekmez
dökülerek yenen Süryani mutfağına
özgü nefis bir yiyecektir. Süryaniler
,Paskalya çöreğininin İsa’nın bedenini
ve bereketi temsil ettiğine inanmaktadırlar. Yaptığımız araştırmalarda eskiden Urfa’da külçe gibi ağır manasına
gelen Klünçe kelimesinin çörekler için
kullanıldığını ve bu kelimenin Mardin
şivesiyle Kliçe olarak ses değişimine
uğradığını öğrendik.
Bayramın ilk üç gününde insanlar birbirlerini ziyaret ederken şu sözlerle
bayramlarını kutlarlar;
Birinci şahıs: "Kom Moran Men Kabro!" (Rab dirildi!)
İkinci şahıs: "Şariroyith Kom!" (Gerçekten dirildi!)
Veya
Birinci şahıs: "Hedo Briho!" (İyi bayramlar)
İkinci şahıs: "Ahluh u halamithaythuh!" (Sana ve rahmetli ölülerine de)
Sonuç olarak, Süryaniler her sene bu
geleneklerle bayramlarına hazırlanıyorlar. Bu geleneklerin unutulmaması
ve yaşatılması dileğiyle...
NOT: Fotoğraflar Prof. Dr Hans
Hollerweger’in “Canlı Kültür Mirası
TURABDİN” isimli kitabından alınmıştır.
http://www.suryaniler.com/kultur-sanat.asp?id=366
[email protected]
Süryanilerin İlk Gazetesi: ’Sabro’
Türkiye’de yaşayan Süryani vatandaşların da artık bir gazetesi var.
Süryanice’de ‘Umut’ anlamına gelen
"Sabro" adlı gazete resmen yayın
hayatına başladı. Başlangıçta aylık
olarak yayınlanacak olan gazetenin, daha sonra haftalık olarak
yayınlanması planlanıyor. Türkçe ve
Süryanice olmak üzere iki dilde yayınlanacak ve İstanbul’da basılacak
olan gazetenin merkezi ise mardin
Midyat.
Halen yaklaşık 25 bin Süryani’nin
yaşadığı Türkiye’de Süryanilerin
büyük bir bölümü İstanbul’da; beş
bini de Mardin, Şırnak ve Batman’da
bulunuyor. Yurtdışında Türkiye kökenli 300 bin Süryani var.
Tuma Çelik, 25 yıl önce terk ettiği
Türkiye’ye bir yıl önce dönmüş ve
Sabro gazetesini çıkarmaya karar
vermiş. Gazetenin beş gönüllüsü
daha var.
binaet’e konuşan Çelik, "Süryaniler dünyanın her yerine göçtü; her
tarafı dolaştı, her yerde çalıştı. Artık
Süryanilerin sorunlarını, taleplerini, yaşama isteğini Türkiye’de dile
getirmeliyiz" diyor.
Gazete aracılığıyla öncelikle "Süryanilerin tanınmasını" istediklerini
belirten Çelik, sözlerini şöyle sürdürüyor:
"Süryaniler var mı yok mu? Sürekli
Türkiye’nin bir rengi olduğumuz söy-
leniyor ama kim olduğumuzu kimse
bilmiyor. Halk mıdır, din midir?
Lozan Antlaşması’nda azınlıkların
hakları belli ancak Süryaniler bu
kategoride sayılmıyor; devlet bunu
engelledi. Sadece vakıf kurma hakkımız var; ki bu da devletin bizi azınlık
olarak tanıdığının teyididir aslında."
Anadilde eğitim görecekleri okul
dahil, azınlıklara verilen tüm hakları
talep ettiklerini söyleyen Çelik,
"Türkiye devlet olarak bizi nasıl
görüyor artık bu ikircikli durum
ortadan kalksın" diyor ve Süryanilerin tüm bu nedenlerle bir gazeteye
ihtiyacı olduğunu söylüyor.
(imc tv)
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Qoçgıri
Aşiretleri
“Sıvas. Qoçgıri Bölgesindeki Aşiretler
ve ZERIQİLER “
Mesut Özcan
Araştırmacı Yusuf Zeri’nin uzun yıllardan beri üzerinde çalışıp, yoğun
emekler sarf ederek hazırladığı “Sıvas. Qoçgıri Bölgesindeki Aşiretler
ve ZERIQİLER“ (Dil-tarih-kültürkimlik-inanç-edebiyat) adlı, 400 sayfalık araştırması Kalan Yayınları tarafından yayınlanarak okuyucuların
hizmetine sunuldu.
Kitapta devletin 70-80 yıldır yok saydığı, inkar etiği, asimle etmeye çalıştığı Kürtlerin ve bilhasa da Qoçgıri
bölgesindeki Alevi Kürtlerin kültür ve
kimliği araştırılıp derlenmiştir.
Devleti geçmişte <<Kürt diye birşey
yoktur, Kürt demek dağlı Türk demektir>> söyleminden bugün <<Kürt
de vardır, Kürt sorunu da vardır, alın
size 24 saat Kürtçe yayın yapan TRT
6 kanalı” diye kanal açtıran ve nihayet
<<devlet Dêrsim’de katliam yapmıştır>> dedirtip, devleti dersim katliamı konusunda itiraf noktasına getirtip, göstermelik de olsa özür dileten
ve ileride bir gün devleti, Koçgiri’de,
Zilan’da , Tendürek’te katliam yapmıştır, dedirtip özür diletecek noktaya
getirtecek olan şey Kürtlerin son 2530 yıldır verdikleri mücadele ve ödedikleri bedellerdir.
Devlet 90 yıllık eski inkarcı söyemini terk edip Kürtlerin varlığını kabul
ettiği halde, resmi görüş taraftarı,
asimilasyonun hizmetindeki yazarlar
ve onları takip eden bazı kalemşörler Kürtlerin verdiği hak ve özgürlük
mücadelesini zayıflatmak, Alevi Kürtleri diğer Kürtlerden koparmak için
yıllarca; <<Alevinin Kürdü olmaz,
Aleviler öz be öz Türk ve en iyi müslümandır!>> şeklindeki yalan ve demagojilerini Alevi Kürtlerin beynine
şırınga etmeye çalıştılar. Maalesef bir
çok Alevi Kürt de bu yalanlara kanıp
kimliğinden, soyundan şüphe ederek,
cedlerinin kemiklerini sızlatacak kadar zavallı duruma düştü. Alevi Kürt
gençlerinin kafası allak bullak oldu.
Gençler hayatında bir kere dahi camiye uğramayan, evinde Türkçe bilmediği için Kürtçe konuşan Alevi Kürt dedesine, nenesine mi inanacaktı, yoksa
üç kağıtçı politikacıların yalanlarına
kanıp Kürt olduğu halde Kürt olmadığını iddia edecek kadar kimliğindenkültüründen uzaklaşan, asimlasyon ve
inkar politikalarının etkisinde kalmış
olan babasına mı inanacaktı? Bu nasıl Müslümanlıktı,nasıl Türklüklüktü?
kimin doğru, kimin yalan söylediğini
kestiremeyen Kürt-Alevi gençler bu
şekilde kimlik bunalımına düşürüldü.
İşte bu kitap hariçten gazel okuyarak Alevi Kürtlerin kültür ve kimliğini saptırıp onları kimlik bunalımına
düşüren yalancı ve demagokların aksine; Qoçgırilerin, Zerıqilerin, Xor-
meqilerin, Dımılilerin, Pewrêzilerin,
Çareqilerin, Şadilerin, Riçiqilerin,
Qûrmeşilerin, Parçıqilerin,… kısaca
Qoçgıri Bölgesinde yaklaşık 280-300
köye yerleşmiş bulunan 30 civarındaki Alevi Kürt Aşiretlerinin gerçek
kimliğini ve kültürünü ortaya koyarak kafa karışıklığına son verecek ve
gençlerin imdadına yetişecek önemli
bir kaynaktır.
Kimliği belirleyen kültür ile ilgili
ne varsa ; tarih (Sivas’ın-Qoçgıri’nin
isminin kaynağı, Sivas’ın ve Qoçgıri’
nin genel tarihi, yetiştirdiği ozanlar)dil-edebiyat-gelenek-görenek, türküler-ağıtlar-sözler-deyimler-atasözleribedualar-dualar, yeminler, ma sallar,
yemekler-kıyafetler, düğünler, Zerduştilik inancı ve onun günümüzdeki
devamı ve ismi olan Alevilik adetleri;
sünnetler,kirvelik , mısayblık , pirlik,
taliplik, Cem (cûvat), sema, sabah güneşe yakarış Xzır, Gağand, heftımala
mezın (newroz), Ziyaretler, dağlara,
çeşmelere tapınma ve kudsiyet izafe
etme ...
Günümüzdeki değerlendirmeler ışığında Qoçgıri isyanını doğuran nedenler, Qoçgıri İsyanı ve katliamı,
Qoçgıri isyanını bizzat yaşayanlarla
yapılan röportajlar, isyanda yaşanan
trajediler, Alışêr û Zarife, Zerıqi Aşiretinin Anadolu’da geçen 900 yıllık
geçmişi, Zerıqilerin Sivas’a sürgün
edildiği tarih ve dağıtıldığı bölgeleri
de içeren, tarihi vesikalara dayanan,
geniş kapsamlı 400 sayfalık büyük
boy fotoğraflı araştırma –inceleme
kitabı bu alanda önemli bir boşluğu
doldurmakta.
siparişleriniz için: [email protected]
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kaynak: Sait Çetinoğlu özel arşivi. - Sait Çetinoğlu’nun facebook adresi
http://www.facebook.com/home.php#!/profile.php?id=100003147729225
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
dindar nesil: 4+4+4- eğitim: 0+0+0
18. milli eğitim şurasının, zorunlu
eğitimin on iki yıla çıkarma kararı ne
kadar pedagojik gerekçelere dayanmaktadır, ne kadar şeffaf ve uygulanabilir
ve ne kadar sorunlara, ihtiyaçlara cevap verebilir niteliktedir? Yangından
mal kaçırırcasına alınan bu karar belleklerde kaygı ve şüpheden başka bir
şey yaratmıyor. Belirsizlikler siyasal ve
ideolojik bir karar olabileceği ihtimalini
kuvvetlendiriyor. Eğitimi dinselleştirme, ticarileştirme ya da özelleştirme zemini mi hazırlanıyor? Kur’an-ı Kerim
dersinin seçmeli ders olacağı gibi çok
ayrıntılı bir nokta tartışılarak gündeme
yansıtılırken neden daha genel çerçeve
ve hedefler saptırılıyor, neden ana dilde
eğitim, fiziki şartlar, bölgesel özellikler,
kopyala yapıştır kullanılan eğitim yöntemleri, sınav sistemleri ve en önemlisi
sistemin pedagojik gerekçeleri üzerinde
çalışılmıyor ya da reforma ihtiyaç duyulmuyor.
“Dil konusunu ben de önemsiyorum,
bunu söylerken bir şeyi daha söylemek
lazım; Gerçekten bir ikinci dili insanların öğrenmesi noktasında kendi dilini
öğrenmesi çok çok önemli. Onu öğrenirse ikinci dili öğrenmesi o kadar kaliteli olacaktır…” 2010 yılında Başbakan
Erdoğan’ın Almanya Başbakanı Merkel
ile yaptığı görüşme sonrasında Almanya da yaşayan Türkler için dile getirdiği sözlerdir. Yine Başbakan Erdoğan
“Kimse benden ana dilde eğitim beklemesin.” Demiştir. Bu sözlerse Türkiye’
de Barış ve Demokrasi Partisi ile yapılan görüşmeler sonucunda Başbakan tarafından söylenmişti. İki açıklama arasında nasıl bir zıtlık söz konusu olduğu
son derece aşikârdır.
Rum suresi 22. Ayet “ Ve min âyâtihî
halkus semâvâti vel ardı vahtilâfu elsinetikum ve elvânikum, inne fî zâlike
le âyâtin lil âlimîn(âlimîne).” “Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin
ve renklerinizin ayrı (farklı ve değişik)
olması da, O'nun ayetlerindendir. Hiç
şüphe yok bunda, âlimler için gerçekten
ayetler vardır.” Kimse benden ana dilde
eğitim beklemesin” ifadesi İslam inanıcındaki, hoşgörü ve eşitliği dile getiren
bir zihniyet ile ne kadar örtüşür?
Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları
Sözleşmesinde her çocuğun eğitim hakkına sahip olduğu (Madde 28), her çocuğun ailesinin konuştuğu dili öğrenme ve
kullanma hakkına sahip olduğu (Madde
30) belirtilir. 21. yy Türkiye’sinde hala
dığının örneğidir.
fırat yurtsever
ırkçılık karşıtı, kültürlerarası bir eğitim
sisteminin benimsenmemiş olması Orta
Çağı aratmayacak nitelikte bir karanlıktır.
Belki yeni eğitim sistemi 4+4+4 ile
yetişebilecek tinerci olmayan genç nesil bu ayetin farkına vararak, insanların
var oluşunu sağlayan dillerinde eğitim
almalarının yolunu din vicdanı üzerinden sağlayabilirler. Gömlek değiştirerek
ülke yönetimine geldiklerini ifade eden
bu isimlerin gösteremediği samimiyeti
ve aidiyeti “gerçekten dindar” olacak
nesil farkına varır umarız. Çok açık bir
şekilde insanlar farklı dillerde yaratılmıştır denilmekteyken ana dilde eğitimi
sadece Almanya’da yaşayan Türk vatandaşları için isteyip bu topraklarda yaşayan milyonlarca insanın bu istekte bile
bulunamayacağını dile getiren zihniyet
yine bir çelişkiyi sergilemektedir.
Zihinsel gelişim ve soyut düşünme yeteneğinin dil ile ilişkili olduğu uzmanlar
tarafından açıklanmaktadır, daha anne
karnındayken bebek seslere karşı duyarlı hale gelmektedir. İlkokula başlama dönemine kadar çevreyle etkileşim
sonucunda dilin temeli oluşur, farklı bir
dilde eğitim almak zorunda olan çocuk
kendi dünyasından çıkıp anlamadığı bir
dilde, çoğu zaman güneydoğu ve doğu
da birleştirilmiş sınıflarda, kendisini
ifade edemeyeceği, anlama sorgulama
yeteneğinden yoksun ezberci bir sistem
içinde kendi dilinden ve kültüründen
uzaklaştırılır. Ait olduğu toplum düzenine yabancılaştırılarak asimilasyonun
yolu başlatılır. Ünlü düşünür Konfüçyüs “Bir milleti yok etmek istiyorsanız
işe önce dili ile başlayın” sözünü doğrular nitelikte planlı bir şekilde devam
ettirilen asimilasyon politikaları bizzat
öğretmenler tarafından evlerinde kimler Kürtçe konuşuyor, evde Kürtçe konuşmayın gibi noktalara kadar gelmişti.
Okulda Kürtçe konuşan çocukların sıra
dayağından çekilmesi bile insanlarımızın ne tür uygulamalara maruz bırakıl-
Said-i Kürdi Sultan Abdülhamit’i ziyaret ederek Türkçe, Kürtçe ve Arapça
dillerinde eğitim veren bir üniversite yapmak için başvurmuştur. Said-i
Kürdinin Arapça farz, Türkçe vacip
ve Kürtçe lazımdır diyerek, kurulacak
üniversitede üç dilde eğitim yapılacağını söylemiştir. Bu isteği üzerine Said-i
Kürdi Sultan Abdülhamit tarafından tımarhaneye kapatılır. Günümüzde cemaat toplumunda Said-i Kürdi Said-i Nursi
olmuş, Amerika’da yaşayan Fettullah
Gülen’in yarattığı cemaat ideolojisi sonucunda cemaat evlerinde raflardan
Said-i Kürdi’ nin kitapları inmiş yerini Fettullah Gülen’ in kitapları almıştır.
Bugün 4+4+4 olarak bilinen yeni eğitim
sisteminde dindar nesil yetiştirmek niyetinde olduklarını açık açık dile getiren insanlar cemaat örgütlenmesiyle
geldikleri konumlarının belki de borcunu ödemeye çalışmaktalar. Dindar neslin sadece İslam dinine dayalı olması bu
ülke de yaşayan başka dinlere mensup
insanları, çocuklarının dindar olarak
yetişmesini istemeyen insanları göz ardı
ederek, dayatmacı tek tipte insan yetiştiren eğitim sisteminin içine biraz da
din koyup yola devam etmekten başka
bir niyetleri olmadığının göstergesidir.
Cumhuriyetin kurulduğu günden
bugüne kadar, Milli Eğitim sistemi ile
yetiştirilmek istenen tipte yetişmeyen
muhafazakâr insanlar tarafından eğitim
sistemi değiştirilmektedir. Bugünden
yıllar sonra dindar insan yetiştirmek
için düşünülen 4+4+4 eğitim sistemi ile
dindar olamayacak şekilde yetişebilecek
muhalif kesim belki bu eğitim sistemini
değiştirebilir. Demokratik, özgürlükçü,
eşit, baskıcı olmayan, ırkçılık ve her
türlü ayrımdan uzak bir eğitim sistemi
bizim için bir rüya mı?
BANA KENDİ
DİLİNDEN BİR ŞARKI SÖYLE
Bana kendi dilinden bir şarkı söyle
Kimin adına olursa olsun
Yeter ki çığlığı senin olsun
Sesine dökülsün isyanın
Sesin sel olsun bağırsın
Bana bir şeyler söyle
Ama kendi dilinden olsun
Belki anlamam dediğini
Ama senin dilinden olsun
Yılmaz Güney
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kızılbaş - sayfa 64 - sayı 13 - nisan 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
8 Eylül 2011 tarihinde Maraş 5. Zırhlı
Tugay 1.Mekanize Taburunda askerlik
yaparken öldürülen Eren Özel’in annesi Zeynep Özel oğlunun cinayetiyle
ilgili mektup yazdı.
“Vatan sağ olsun, demiyorum. Benim
vatanım oğlumdu. Vatanımı öldürdünüz işte. Ölüler sağ olur mu? Gitme
askere dedim gitme sen Kürtsün, Solcusun, Alevisin vururlar’’ diyen Anne
Özel, mektubunu yayınlıyoruz.
‘’Nedense hep bebekliğini hatırlıyorum bugünlerde. Kara gözlerin, tombul beyaz yanakların, alt çenende iki
dişinle gül goncası gibi gülen ağzın…
Hep bebekliğini hatırlıyorum bugünlerde nedense…
Eren, askerde vurulmuş, dediklerinde
Pirpirim döndü, Malatya döndü, Beydağları döndü, Fırat nehri döndü…
Ben, hepsinin altında kaldım. Yavrum,
sen hepsinin altında kaldın. Boğazıma
bir taş, göğsüme koca bir kaya oturdu.
Soluk alamadım. Almak da istemedim.
Bebeğim soluk almayacaksa, Pirpirim
sokaklarında yürümeyecekse… Gülen
gözleriyle, anne ben geldim, demeyecekse… Sokağın başından dayeeeeee,
halteeeey, aneeeey diye seslenmeyecekse…
Artık, yürüsem, soluk alsam, konuşsam neye yarar? Ayaklarım, her gün
senin üstünü örten toprağa götürüyor
beni. Soluğum, senin acınla ağıtlar
söyletiyor bana. Göğüs kafesim dar geliyor senin acını taşımaya. Ölüm, beni
de al, götür Eren’ime diyorum. Duymuyor sesimi.
Eren’im, babasız büyüdü. Eren’im
okula çoğu gün aç gitti. Eren’im çocukluğuna, gençliğine doymadı. Gitme, dedim; Eren’im gitme. Sen daha
küçüksün; vururlar seni. Sen Kürtsün;
vururlar seni. Sen Alevisin, vururlar
seni. Sen solcusun vururlar seni…
Sen daha çocuksun, vururlar seni…
Siyasi hükümlü babanı ziyarete cezaevlerine gittiğimizde itilip kakılarak
kendiliğinden öğrenmiştin bu ülkedeki
yerini. Bu ülkedeki değersizliğini…
Borcumu ödeyeceğim, dedin. Ne almıştın ki borcun olsun? Babanı elimizden alıp seni babasız bıraktıkları mıydı
sana verdikleri? Borcun, babasızlığın
mıydı? Borcun, okula aç gitmen miydi? Borcun, okulunu yarıda bırakarak
ayak işlerinde çalışmak zorunda kalışın mıydı? Borcun, köyünü sevmen
miydi? Borcun, aileni, komşularını,
akrabalarını, ülkeni sevmen miydi?
Eren yaşamayı severdi, neşeliydi. Yavrum süslüydü. Güzel giymeyi severdi.
Kefeni de güzel giydirdiler yavruma.
Daha 19 yaşındaydı. Nasıl kıydınız
yavruma, ben saçının teline kıyamazken? Nasıl vurdunuz gözünden, ben
öpmeye kıyamazken? Askerim, çocuk
askerim, anan öleydi yavrum…
Vatan sağ olsun, demiyorum. Benim
vatanım oğlumdu. Vatanımı öldürdünüz işte. Daha niye diyeyim sağ olsun
vatanım, diye? Öldürdünüz vatanımı.
Ölüler sağ olur mu?
Erenim’i vurduranlar, sizin yavrunuz
yok mu? Evlat sevgisi tatmadınız mı
hadi evlat acısı tatmadınızsa da. Siz
hiç gözünden vurulan, yüzünün yarısı parçalanan yavrunuzu kucakladınız
mı? Ben indim mezarına yavrumun.
Yüzünün, parçalamadığınız yanını öptüm. Ellerini okşadım, öptüm ellerini.
Yüzünün sol yanı yoktu yavrumun.
Yavrumu vurduranlar, kardeşi kardeşe
vurduranlar, siz hiç yavrunuzu toprağın altına koydunuz mu? Çocuğunuzun üstüne toprak attınız mı? Yavrum,
diyerek taşı toprağı kucakladınız mı?
Ben, artık, taşı toprağı kucaklıyorum.
Eren’imin başucuna dikilen bir kalas
parçasını öpüp okşuyorum. Artık, böyle yaşamak da istemiyorum…” ANF
Dur kadın ne yapıyorsun !
Baksana çocuklar ne güzel uyuyor, uyandıracaksın onları.
Bugün birlikte oynamışlar, gün boyu yorulmuşlar.
Ne güzel yan yana aynı hizada açık havada tatlı tatlı uykuya dalmışlar.
Kim o arkada yatan kocaman adamlar,
Sakın horlayıp gürültü yapmasınlar,
Bugün Halepce’ de herkes derin uykuda.
Bak bir sinek kondu Zilan’ın yanağına.
Ama o da hareket etmiyor yapışmış yanağa.
Sanırım onunda uykusu geldi, dokunma bırak uyusun serin yanakta…
Sen neden ağlayıp ağıtlar okuyorsun be kadın !
Baksana beş bin kişi uyuyor bugün Halepçe’ de… Nurcan Gül

Benzer belgeler

kızılbaş

kızılbaş veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan ankara temsilcisi: hatice çe...

Detaylı