41.sayıya ulaşmak için tıklayınız

Transkript

41.sayıya ulaşmak için tıklayınız
CMYK
CMYK
Halkın Kurtuluş Partisi’nden...
Kurtuluş Partili Kadınlar:
“Yaşamın yarısı biziz, kavganın yarısı da
biz olmalıyız!”
Kurtuluş Partili Kadınlar, 25 Kasım
“Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele
Günü” dolayısıyla yayımladıkları bildiriyle,
tüm Kadınları Halkın Kurtuluş Partisi saflarında
her türden sosyal eşitsizliğe ve ayrımcılığa karşı
mücadeleye çağırdı.
19 Aralık Cezaevleri Katliamlarını Unutmadık,
Unutturmayacağız!
Engelliler Toplumun Eşit Bir Parçasıdır
Kurtuluş Partisi İl örgütleri yaptıkları açıklamalarla, 19 Aralık
Cezaevi Katliamlarını lanetlediler.
Diri diri yakılan devrimci tutsakların çığlıklarını unutmadık ve
unutmayacağız. Devrimcilerin çığlıkları, bir gün elbet halkımızın
zafer çığlıklarına dönüşecektir. İşte o zaman bu katliamları yapan
Parababaları uşakları kaçacak delik arayacaklardır. Ama şunu iyi
bilsinler ki, Halk iktidarında zaman aşımı olmayacaktır, dedi.
Kurtuluş Partisi, Dünya Engelliler Günü dolayısıyla yaptığı
açıklamada, tüm engellilerimizin günlerini kutladı. Kurtuluş
Partisi yaptığı açıklamada: İnsanlığın tüm sorunlarının
kaynağında olduğu gibi, engelli insanlarımızın sorunlarının
kaynağı da yaşanan Parababaları düzenidir. Çözümü ise insanın
insana kulluğunu yok edecek olan Sosyalizmdedir. Sosyalizmin
eşit-adil-hakça üretim ve üleşim düzenindedir, dedi.
www.kurtulusyolu.org
ISS 1305-8975
YIL: 4 • SAYI: 41 •27 ARALIK 2008
Kriz Bahanesi ile İşten
Atılmalara, Zamlara Son
Halkın Kurtuluş Partisi:
İ
15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE
FİYATI: 50 Ykr
Emperyalizmin (Yerli-Yabancı Parababalarının) Krizinin Faturasını, İşçi Sınıfımıza ve
Halkımıza Ödetmeye Çalışanlar Tarih Önünde Hesap Vereceklerdir.
HALKIMIZA
çerisinde yaşadığımız son aylarda kapitalizmin en
son tekelci aşaması olan Emperyalizm, tam da
merkezinden-ABD’den başlayan ve İngiltere,
Almanya, Fransa, İtalya, İspanya, Kanada, Rusya,
İsveç, İzlanda, Türkiye vb. tüm ülkeleri etkisi altına alan
ve 1929’dan bu yana en önemli kriziyle karşı karşıya
kalmıştır.
Finans krizi olarak adlandırılan, ancak bizim
bildiğimiz gibi, kapitalizmin en son aşaması olan
emperyalizmin kaçınılmaz krizi sonucu, ABD’de bu
güne kadar 11 büyük finans işletmesi battı. Dünyanın en
büyük otomotiv şirketlerinden olan ABD’nin General
Motors’u batma noktasına geldi. Birçok ülkede FinansKapitalistlerin onlarca işletmesi ya battı, ya el değiştirdi
ya da devletleştirildi. ABD bütçesinden ayrılan 850 mil-
İşçi Sınıfımız İşten Atılmalara karşı İşgal ve Direnişlerle savaşıyor
Devamı sayfa 10’da
Yaşasın Ünsa Direnişimiz ve Sinter İşgalimiz!
P
arababalarının oyunları bitmek
bilmiyor. Yerli yabancı Parababaları,
son aylarda kriz bahanesi ile fırsat bu
fırsat deyip, işçileri -haklarını vermedentopluca işten çıkarmaktadır.
Krizin
faturasını
İşçi
Sınıfına
ödetmek
istemektedir. Ancak İşçi Sınıfı kendisine
yönelik bu saldırılara direnişlerle, grevlerle
cevap vermektedir. Bu çok açık kanunsuz
işten çıkarmaların bir tanesi de Ünsa Çuval
fabrikasında gerçekleşti.
Ünsa fabrikasında 2 bin işçi
çalışmaktadır. Çalışan 300 işçi DİSK’e
24 Aralık Maraş ve 19 Aralık Cezaevi Katliamlarını lanetliyoruz!
A
ralık ayı da Mart ayı gibi talihsiz bir
aydır. Katliamlarla doludur çünkü o
da… Çok acı, kanlı katliamlar…
24 Aralık 1978’de, Kontrgerilla’nın sivil kanadı olan MHP, Maraş’ta “solcular
camiye bomba koydu” provokasyonuyla
111 solcu-Alevi insanımızı vahşice katletti, 1000’den fazla insanımızı yaraladı
ve birçok ev ve işyerini harabeye çevirdi.
Daha sonra bu boyutta olmasa da aynı
senaryo; Sivas, Kayseri, Trabzon, Tarsus,
Çorum ve Malatya’da tekrarlandı. Tâ ki 12
Eylül Faşist Darbesi gerçekleştirilene kadar…
Maraş Katliamı; 27 Mayıs Politik
Devamı sayfa 11’de
Devriminden sonra toplumda hızla yayılıp
gelişen Sosyalist Hareketin ve Sosyalist
Kültürün kökünü kazımak amacıyla,
ABD’nin ve onun casus örgütü CIA’nın
tezgâhladığı 12 Eylül Faşist Darbesini
oturtmak için yürürlüğe koyduğu kanlı bir
senaryoydu. CIA’nın tetikçileri ise
Panama’daki Kontrgerilla okulunda CIA
tarafından eğitilmiş Alpaslan Türkeş’in
“komandoları”ydı.
Bugün, dünyanın başhaydudu, kanlı
zalim ABD Emperyalizmi; ülkemizin ekonomisinden siyasetine, kültürüne kadar
her
şeyini
yönetmektedir.
ABD
Emperyalizmi,
özellikle
Sosyalist
Kamp’ın yıkılmasından sonra Dünyayı istediği gibi sömürmektedir. Bunun için de,
gerekli gördüğü yerlerde her türlü “operasyonu” yapmaktadır. ABD, bu amacına
ulaşmak için bizim gibi geri ülkelerin devletlerini uydulaştırmakta, yönetici olarak
da Amerikancı siyasetçileri getirmektedir.
Bu ülkelerde istediği gibi faşist darbeler
yaparak, katliamlara girişmekten çekinmemektedir.
Maraş Katliamı da, bu hayâsız emperyalist planların ülkemizde uygulananlarından sadece birisidir.
Devamı sayfa 2’de
Başyazı
Görmek isteyen herkesçe görülmektedir ki,
Ergenekon Davası bir CIA Operasyonudur
2
001’de Tuncay Güney’i sorgulayan, o
dönemin
“Organize
Suçlarla
Mücadele ve
Kaçakçılık Şube
Müdürü”
Adil
Serdar Saçan, yardımcısı
Ahmet
İhtiyaroğlu’na diyor
ki;
“Ergenekon
operasyonunu
Tuncay Güney’in
bize anlattıklarına
göre başlatmışlar.”
(Milliyet, 29 Kasım
2008)
Türkiye Yahudi
Cemaati
de
T.
Güney’in davadaki
önemini şöyle belirtiyordu. 16 Kasım
tarihli Milliyet’ten
okuyalım:
“Türkiye’nin
gündeminde olan
önemli olaylarla ilgili en kilit adamın, bir
Yahudi din adamı kisvesi altında biri olması, ters bir olay.” (agy)
Gördüğümüz gibi Milliyet yazarı da,
Musevi cemaati sözcüsü de Tuncay
Güney’in, bu davanın kilit ismi olduğundan
hemfikirdir. Kaldı ki tüm objektif olmaya
çalışan yazarçizerler de aynı görüştedir.
Biz, bu dava maskeli CIA operasyonu
başlatıldığında, devrimci teorimizin ışığını
olayın üzerine düşürerek, Tuncay Güney’in
CIA adına bu davada görev yaptığını görmüş ve göstermiştik.
Davanın amacının
da, Türkiye’deki antiemperyalist, yurtsever ve laik güçleri
tasfiye etmek olduğunu söylemiştik.
Bunları teorimizin
gücüyle görmüştük.
Bugün artık gün gibi
açığa çıktı ki, davanın kilit ismi olarak
nitelenen Tuncay
Güney, Sabah gazetesinde yayımlanan
bir MİT belgesine
göre, MİT’in “İpek”
kod adlı bir elemanıymış. Belgenin yayımından
sonra
MİT’ten
yapılan
açıklama ise gazetelerde şöyle yer aldı:
“MİT adres verdi EYMÜR
“Milli İstihbarat Teşkilatı, 2001’de
verdiği ifadelerle Ergenekon’da kilit rol
oynayan Tuncay Güney’in bir dönem
Mehmet Eymür’ün başında olduğu
‘Kontr Terör Merkezi’nce kullanıldığına
işaret etti.
Devamı sayfa 8’de
2
27 Aralık 2008
Kurtuluş Partisi’nden
Tarih Önünde Yargılanacak Olan
Tayyipgiller’dir!
Partimiz Genel Sekreter Yardımcısı ve Ankara İl Başkanı Av. Sait Kıran’ın
Yargılandığı Tayyip Erdoğan’a Hakaret Davasının ilk duruşması yapıldı.
H
alkın Kurtuluş Partisi olarak; AKP ve
MHP’nin el ele vererek yaptığı türbanı üniversitelerde serbest bırakan
Anayasa değişikliği (Anayasa’nın 10. ve 42.
maddelerinde yapılan değişiklik) üzerine,
bu eylemin “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü Laik-Demokratik Düzeninin ortadan kaldırmaya, bu düzenin
fiilen uygulanmasını önlemeye teşebbüs”
suçu (TCK 309/1) ve “Halkı din ve mezhep farklılığı gözeterek birbiri aleyhine
kin ve düşmanlığa tahrik” (TCK 216/1)
suçu oluşturduğu gerekçesiyle Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli başta gelmek üzere
bu yasa değişikliğini yapan tüm milletvekillerinin yargılanarak cezalandırılmalarını talep eden bir suç duyurusunda bulunmuştuk.
Suç duyurusunun ardından da adliye önünde
basın açıklaması gerçekleştirmiştik.
İşte Partimiz adına bu basın açıklamasını gerçekleştiren Av. Sait Kıran hakkında,
bu konuşmasında Tayyip Erdoğan’ı hukuksal ve siyasal olarak teşhir etmesinden dolayı, kamu görevlisine hakaret suçlamasından
dava açılmıştır.
Oysa Tayyip Erdoğan’ın eleştiriye konu
eylemi, Anayasa Mahkemesi’nce “laiklik
karşıtı eylemlerin odağı haline gelme” sebebi olarak kabul edilmiştir. Nitekim üniversitelerde türbanı serbest bırakan Anayasa
değişikliği de laiklik ilkesine aykırılığından
dolayı iptal edilmiştir. Şayet Yüksek Mahkeme, yaptırım olarak hazine yardımının
kesilmesine değil, AKP’nin kapatılmasına
karar verseydi, Tayyip Erdoğan’ın siyasi yasaklılığı ortaya çıkacak, kamu görevlisi sıfatını kaybedecek ve içerisinde bulunduğu eylem nedeniyle belki de ceza yargılamasına
tabi tutulacaktı. Demek ki, Halkın Kurtuluş
Partisi siyaseten olduğu kadar hukuken
de haklı çıkmıştır.
Yargılanması gereken vatan haini, laik-
lik-demokrasi ve hukuk düşmanı Tayyipgiller olması gerekirken, yurtsever ve halksever devrimci-demokrat aydınlar yargılanmaktadır ne yazık ki. İşte bu “ortaoyunu”
yargılamanın ilk sorgu duruşması 27 Kasım
günü Ankara 2. Sulh Ceza Mahkemesinde
yapıldı.
Av. Sait Kıran, duruşmada, türban değişikliği ve benzer uygulamaların karşıdevrim niteliğinde olduğunu ifade ettiği savunmasıyla AKP’yi bir kez daha teşhir etti.
Kurtuluş Partili avukatların, Kıran’ın avukatlık
görevi
nedeniyle
Adalet
Bakanlığı’ndan izin alınması gerektiği şeklindeki dava şartını öne sürmeleri üzerine,
bu talebin değerlendirilmesi için dava 24
Şubat 2009 tarihine ertelendi.
Duruşma çıkışında Halkın Kurtuluş Partisi üyeleri ile yönetici ve avukatları adına
Av. Doğan Erkan tarafından basın açıklaması gerçekleştirildi.
Erkan açıklamasında, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarıyla Kurtuluş Partisi’nin
tezlerinin kanıtlandığını, asıl yargılanması
gerekenlerin Tayyip Erdoğan ve benzerleri
olduğunu; Türkiye üzerinde AB-D Emperyalistleri ve yerli satılmışlar tarafından iki
projenin atbaşı biçimde inşa edilmek istendiğini, bu projelerin “Yeni Sevr” ve “Ilımlı
İslam” olduğunu söyledi.
Ilımlı İslam projesine dönük olarak yaşanan türban değişikliği sürecinin namusluyurtsever-laik yargıçlarca bir süreliğine de
olsa frenlenebildiğini ifade eden Erkan,
Kurtuluş Partililerin bu gerici-halk düşmanı
saldırılara karşı mücadele etmek için bugüne kadar her türlü baskı ve zulmü göze aldığını, bundan sonra da her türlü baskının, dava-tutuklama-mahpuslukların vız geleceğini
vurguladı.
Kurtuluş Partili Hukukçular
24 Aralık Maraş ve 19 Aralık Cezaevi
Katliamlarını lanetliyoruz!
Baştarafı sayfa 1’de
19 Aralık 2000’de Parababaları düzeni,
F Tipi Cezaevlerine karşı Ölüm Orucu ve
Açlık Grevi eylemi ile direnen devrimci
tutsaklara vahşi bir şekilde saldırarak, ilk
anda 28 devrimci tutsağı şehit etmiş, onlarcasını yaralamıştır.
Devrimcileri her ne pahasına olursa olsun yok etme derdinde olan Parababaları,
onları bedenen yok edemediklerinde cezaevlerinde tutsak ederek halktan soyutlamak
isterler. Ama halkımızın en ileri unsurları
olan devrimciler, cezaevlerinde tutsak edilmekle teslim alınamazlar. Bunu bilen Parababaları bu kez onları F tipi denen hücrelere koyup yalnızlaştırmak, zayıf kişilikli, zayıf bilinçli insanlar haline getirmek, kafaca
ve bedence sakatlayacak olan yoğun işkencelerle yok etmek isterler. İşte buna boyun
eğmeyen ve cezaevindeki tek mücadele
aracı olan bedenini ortaya koyan devrimciler, Ölüm Orucu ve Açlık Grevi eylemleriyle F tiplerine karşı mücadele ettiler. Ancak kan içiciler, insanlıktan nasibini almamış olan caniler, “Hayata Dönüş” operasyonu adı altında devrimci canları, yakarak,
kurşunlayarak, bombalayarak yok etmeye
çalıştılar.
Ülkemizde yaşanan bu kanlı katliamlar,
Parababaları düzeninin halk düşmanı, devrimci düşmanı yüzünü bir kez daha gözler
önüne seriyor. Onlar kendi çıkarları için
devrimcilerin ve emekçi halkımızın kanını
içmekte en ufak bir tereddüt bile göstermiyor. Yaşanan bu insanlık dışı katliamları,
yıldönümleri dolayısıyla bir kez daha lanetliyoruz.
Tarihte katliamcılar hep Tarihin çöplüğüne atılmış ve halkın iradesiyle defterleri
dürülmüştür, isimleri cisimleri lanetle anılmaktadır. Maraş ve Cezaevleri Katliamlarının katilleri de elbet halkımıza hesap
verecek, hak ettikleri yere, “lağım çukuruna” süpürüleceklerdir. 19.12.2008
Sinter İşçileri: İşgalden Direnişe7 Mücadele devam ediyor!
Kurtuluş Yolu/İstanbul
Sinter İşçileri, 22 Aralık’ta fabrikayı
işgal etti.
Ümraniye Yukarı Dudullu Bölgesi’nde
500 kişinin çalıştığı Sinter Metal
işyerindeki işçilerin Birleşik Metal-İş
Sendikası’na üye olması üzerine işveren
işçilere işbaşı yaptırmadı. Bunun üzerine,
Sinter İşçileri 22 Aralık’ta fabrikayı işgal
etti.
Sinter İşçileri, 22 Aralık’ta 07.30’da
fabrika önünde, işten atılan sendikalı
arkadaşlarıyla ilgili eylem yaptılar.
Eylemin ardından işbaşı yapmak için
fabrikaya girmek isteyen işçilere seslenen
işveren, eyleme katılan işçilerin tümünün
işlerine son verildiğini söyledi ve kapıları
işçilerin yüzüne kapadı.
İşverenin üretimi durdurması ve fabrika
tabelalarını sökmesinin ardından, işçiler
durum hakkında bilgi almak için demir
kapıların üstünden atlayarak üretim alanına
girdiler. Burada bekleyen işçiler, “İnadına
Sendika, İnadına DİSK” sloganları atarak
İşgal başlattı.
Fabrikada işçilere seslenen Birleşik
Metal-İş Örgütlenme Sekreteri Özkan Atar;
“İşverenin saldırılarının psikolojik
yıpratma politikası olduğunu belirterek,
işçilerin sendikanın güvencesi altında
olduğunu” söyledi.
Sabah işçilerle birlikte fabrikaya gelen
D
bırakılmayacağını belirtti.
Birleşik Metal İş Sendikası’nın İşçilerle
birlikte almış olduğu karar doğrultusunda
mücadele fabrika önünde devam ediyor.
Sinter İşçilerinin İşgali, Direnişte devam
ediyor.
İşçileri, DİSK’e bağlı sendikalar, KESK
ziyaret etti.
Nakliyat İş Sendikası yöneticileri ve
Halkın Kurtuluş Partisi de İşgal ve
Direnişin ilk gününden itibaren İşçilerle
dayanışma içerisinde.
reel sektöre “yardım olarak” veya yaklaşan
yerel seçimlerde AKP iktidarına oy olarak
geri dönecek yatırımlara aktarılması kaçınılmaz olacaktır.
“Nasıl ki AKP ve sermaye, yaşanan krizi kendi hak ve çıkarlarının korunması temelinde aşmak istiyorsa, bizler de; işçiler,
emekçiler, işgücüyle yaşayanlar olarak
kendi taleplerimiz etrafında mücadele etmek ve en geniş toplumsal muhalefeti örgütlemek, harekete geçirmek zorundayız.
Bu tespiti yapan çeşitli halk örgütleri ve
zam haberiyle uyanmadığı günün kalmadığına, yoksullaşma oranının gün geçtikçe
büyüdüğüne dikkat çekti. “AKP hükümeti,
kamu emekçisine, işçiye, emekliye, dul ve
yetimlere zam yaparken yüzde 2-3’leri geçmiyor ama doğalgaza, elektriğe, ulaşıma,
haberleşmeye yani temel tüketim maddelerine gelince neredeyse yüzde yüzlere varan
zamları yapmakta tereddüt etmiyor” dedi.
Basın açıklamamız halkın da yoğun ilgisiyle karşılandı. Toplam sayının yaklaşık
110 kişiyi bulduğu basın açıklaması sıra-
meslek örgütleri olarak yaşanan krizin yarattığı işsizliğe ve zamlara karşı örgütlü bir
mücadelenin başlatılması kararlılığındayız” diyerek konuşmasını noktaladı.
Ardından sözü Eğitim Sen MYK Üyesi Serpil Açıl Özer aldı.
Özer konuşmasında, hükümetin, ekonomik krizin yükünü vatandaşın sırtına
yüklediğini belirterek, vatandaşın yeni bir
sında sık sık “İşçilerin Birliği Sermayeyi
Yenecek”, “İşsizliğe Pahalılığa Zamma
Zulme Son”, “Yaşasın DİSK Yaşasın
KESK” sloganları atıldı.
Nakliyat-İş, işten atılmalara ve zamlara karşı alanlarda
İSK’in ve KESK’in aldıkları ortak
karar doğrultusunda 26 Kasım Çarşamba günü Konya’nın en merkezi
yeri olan Zafer Meydanı’nda DİSK/Nakliyat-İş ve Eğitim Sen Konya Şubeleri tarafından ortak düzenlenen ve siyasi partiler
ile bazı halk örgütlerinin de desteklediği bir
basın açıklaması yapıldı.
Eylem, Nakliyat-İş üyesi işçilerin saat
11:30’da Nakliyat-İş ve DİSK Bölge Temsilciliği yazılı pankartın arkasında seksen
kişilik bir kortejle sendika önünden Zafer
Meydanı’na doğru yürüyüşüyle başladı.
Nakliyat-İş üyesi işçiler Zafer Alanı’na
“İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”
sloganlarıyla coşkulu bir şekilde girdi ve
orada KESK’e bağlı sendikalar ve diğer
halk örgütleriyle buluşuldu ve basın açıklaması başladı.
Basın açıklaması Eğitim-Sen Konya
Şube Başkanı Celalettin Dinç’in kısa bir
konuşma yapmasıyla başladı.
Bu konuşmanın ardından sözü DİSK İl
Temsilcisi ve akliyat-İş Konya Bölge
Temsilcisi Ali Özçelik aldı.
Özçelik konuşmasında kısaca; “Bütün
dünyada bir ekonomik kriz yaşanmakta.
Ancak ülkemizde bu kriz çok önceden başladı. 2008’in ilk aylarından itibaren büyümede yaşanan durgunluk, işsizlikte yaşanan artış ve artık kimsenin saklayamaz hale geldiği hayat pahalılığı, halkımızı olumsuz yönde etkilemektedir. Geçen süreçte
anlaşıldı ki, hükümet, ekonomik krizin
tüm yükünü zamlar yoluyla emekçi ve yoksul kesimlerden çıkartmak istemektedir.
“Önümüzdeki süreçte de gerek işsizlik
gerekse yeni zamlarla devlete para aktarılması ve bu paranın, bir yönüyle finans ve
Selam Olsun Bizden Önce Geçene!
Selam Olsun Savaşırken Düşene!
Konya’dan
Kurtuluş Partili İşçiler
DEVRİMCİ MÜCADELEMİZDE
YA;IYOR
Eğitim Emekçisi Yoldaşımız Orhan Melek Demiröz,
kısa ömründe insanlığından
başka her şeyini Türkiye İşçi Sınıfının ve Halkının kurtuluş davasına adadı.
Yol ver ölüm
Çök yıkıl ey mezar
Bak Devrim dev gibi dimdik
İnsan ateştir, yanarken yakar
Bomba patlarsa açılır gedik
Maraş Katliamının Hesabı Sorulacak!
19 Aralık Cezaevleri Katliamını
Unutmadık!
Devrim Şehitleri Ölümsüzdür!
Katiller Halka Hesap Verecek!
Halkın Kurtuluş Partisi
İstanbul İl Örgütü
DİSK Merkez Yönetim Kurulu Üyesi ve
Nakliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali
Rıza Küçükosmanoğlu da işçilere bir
konuşma yaptı. Direnişteki işçilerin
yanında
olduklarını
ifade
eden
Küçükosmanoğlu: “İşçi Sınıfının haklı
mücadelesi meşru ve haklıdır. Ayrıca
Anayasaya ve hukuka da uygundur”
dedi.
Sinter işçilerinin mücadelelerinin
Türkiye İşçi Sınıfının mücadelesinden
ayrı düşünülemeyeceğini vurgulayan
Küçükosmanoğlu, Sinter İşçisinin yalnız
Doğan Terlemez
1956/16.12.1976
Orhan Melek Demiröz
1946/06.11.1987
Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: M. Cihan Çakır Yönetim Yeri: Bestekâr Osman Sokak ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli
Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah.
8/19 Cağaloğlu/İST Telefaks: (0212) 512 43 95
Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30
internet: www.kurtulusyolu.org
e-posta: [email protected]
3
27 Aralık 2008
CIA Ajanı G. Fuller!
Hevesin kursağında kalacak!
A
ksiyon dergisi yazarlarından Taner
Korkmaz, “A!KARA-WASHI!GTO! HATTI-Amerikan İktidarının
Sonu” kitabında Abdullah Gül’ün devlet
başkanı seçilmesini:
“Gül ‘Yeni Ankara’nın adayı
“Gazeteci Tamer Korkmaz, (…) gelinen
noktada Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün
“Yeni Ankara”nın adayı olduğunu düşünüyor.” diye değerlendiriyor.
Yeni Şafak gazetesinden Hakan Albayrak,
Ergenekon soruşturmasını konu alan 2 Temmuz 2008 Çarşamba günkü yazısını:
“Yeni Ankara”nın mimarlarına selam
olsun!
“O Ankara er veya geç payidar olacaktır inşaallah.” diye bitiriyordu.
CIA Türkiye Masası Eski Şefi ve CIA
Ulusal İstihbarat Konseyi Başkan Yardımcısı,
CIA’nın RAND şirketinde siyaset bilimci,
Vancuwer (Kanada) Simon Fraser Üniversitesinde misafir Tarih Profesörü ve Müslüman
Dünya ile İlişkiler Danışmanı, Analist, bağımsız bir yazar (Bu kadar sıfattan sonra nasıl bağımsız olabiliyorsa(!)), Graham
Fuller’in ABD’de 2007 yılında, Türkiye’de
ise Mart 2008’de yayımlanan “Yükselen
Bölgesel Aktör Yeni Türkiye Cumhuriyeti”
adlı kitabına, “Yeni Türkiye İçin !e Dediler?” başlıklı bölümünde yazan ABD’li Ian
Lesser de şöyle diyor:
“Yeni Türkiye’yi ve onun başkaları için
ne anlam ifade ettiğini anlamak isteyenler
için çok önemli bir eser.” (Ian Lesser, ABD
Alman Marshall Fonu Kıdemli Transatlantik
Üyesi, Washington D.C. Woordow Wilson
Merkezi Kamu Politikası Uzmanı, Aktaran:
Graham Fuller, Yükselen Bölgesel Aktör Yeni Türkiye Cumhuriyeti, s. 7)
Yani ABD Emperyalistlerinin ve onların
ülkemiz medyasındaki kalemşorlarının, yazarçizerlerinin lügatinde Türkiye Cumhuriyeti’nin adı artık “Yeni Türkiye Cumhuriyeti”. Doğal olarak da bu Cumhuriyet’in başkenti de “Yeni Ankara”…
“Yeni” kavramını sadece Ortaçağcı Tayyipgiller’in medyası kullanmıyor. Başta Taraf
yazarlarının tamamı olmak üzere, dönekliğinin kitabını yazmış Milliyet’in yazarı Hasan
Cemal’inden, Derya Sazak’ına, Taha Akyol’undan Çetin Altan’ına kadar yazarçizerleri ve Radikal’in İsmet Berkanı vb.leri de aynı
kavramı sürekli ve geliştirerek kullanıyorlar,
açımlıyorlar ve yeni yeni örneklerle kanıtlamaya çalışıyorlar durup dinlenmeden.
Emperyalistler ve onların ülkemizdeki kalemşorları, kendileri açısından olumsuz bir
durumun ya da kurumun tersine dönmesi halinde, yani esasta olumsuz bir hale dönmesine
ise olumlu anlamda “Yeni” ibaresi ekleyerek
olumluluyorlar. Taha Akyol’un “Yeni DİSK”
demesi gibi, “Yeni KESK” denmesi gibi… Ve
“Yeni Sol” denmesi gibi…
Şimdi okuyalım Bay Graham Fuller’in
“yeni” kitabına yazdığı Önsüz’ü ve görelim
bakalım “Yeni”den kastı ne Fuller’in:
“Türkiye hakkındaki bu yeni kitabımın Türkçe çevirisine önsöz yazma fırsatı
bulduğum için çok memnunum.
“Her şeyden önce, -İngilizce baskısıyla
aynı başlığı taşıdığını varsayarak- kitabın
başlığı konusunda bir yorum yapayım. Söz
konusu başlık benim tarafımdan değil,
ABD’deki yayıncı tarafından seçilmiştir ve
korkarım biraz yanıltıcı olabilir, zira kitap
gerçekte Türkiye’de bir “Yeni Cumhuriyet”ten değil, daha çok yeni bir dönemden
söz etmektedir. Doğru başlık “Türkiye’nin
Dünyadaki Yeni Yeri” olmalıdır, çünkü kitabın odaklandığı nokta budur.” (G. Fuller,
agy, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin Türkçe
Çevirisine Önsöz, s. 17)
İyi de Bay Fuller, adına ne dersen de, Türkiye için biçtiğin (daha doğrusu ABD’nin
biçtiği) rol, Ilımlı İslam değil mi? Bu da “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” anlamına gelmez
mi?
Bunun böyle olduğunu aşağıdaki satırlarda bizzat kendin en açık biçimde dile getiriyorsun:
“(…) şu anda Türkiye hakkında hayatımda olmadığı kadar olumlu düşünüyorum. Türkiye’ye ilk gittiğimde ülkenin devasa sorunları vardı. Bugün inanıyorum ki
Türkiye’de durum daha önce hiç olmadığı
kadar iyidir. Ülke refah içindedir. Ilımlı İslamcı bir çizgiyi siyasi düzene başarılı bir
şekilde entegre etmiş dünyadaki ilk Müslüman ülke Türkiye’dir. Zorlu Kürt sorununu çözme yolundadır. Kürtlerle olan durum, problemli olmakla birlikte, Kürt sorunu hakkında yazdığım 1990’ların ortalarındaki durumdan çok daha iyidir. Özal’a
kadar giden reformlar sayesinde ekonomi
de daha iyi durumdadır. Kendine daha güvenir durumda olan ülke şu anda, Orta
Doğu dâhil olmak üzere dünyadan, modern zamanlarda hiç olmadığı kadar saygı
görmektedir.” (agy, s. 18)
AB-D, Sovyetler Birliğine karşı 0eriatçı hareketleri destekledi
“Ilımlı İslamcı bir çizgiyi siyasi düzene
başarılı bir şekilde entegre etmiş dünyadaki
ilk Müslüman ülke” haline getirmişsiniz Türkiye’yi.
Daha farklı nasıl bir “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” düşünüyordunuz ki? Düşündüğünüz, istediğiniz, yapmaya çalıştığınız ve de
yaptığınız şey bu değil mi?
Bunu daha önce Türk gazeteci Devrim Sevimay’a verdiğiniz (Vatan Gazetesi’nde) bir
röportajda açıkça söylemediniz mi?
“AKP İslam dünyası için iyi bir örnek.
Sonuçtan memnun musunuz peki?
“Bence şu anda Türkiye çok iyi bir noktada.” (Devrim Sevimay, Vatan, …1994) diyordunuz o zaman. Yani 1994’lerde...
Ve şimdi de ne diyorsunuz?
“(…) şu anda (Mart 2008’de – K. Y.)
Türkiye hakkında hayatımda olmadığı kadar olumlu düşünüyorum.”
Yani başarmışsınız size göre. O yüzden
de:
“Bu kitabı Türk insanına ve onun başarıya ve kazanımlara doğru –sağlığımda şahit olduğum- yürüyüşüne ithaf etmekten
mutluyum.” (G. Fuller, agy., s. 20) diyorsunuz.
Nereye “yürüyüş”?
“Ilımlı İslamcı bir çizgiyi siyasi düzene
başarılı bir şekilde entegre etmiş dünyadaki
ilk Müslüman ülke”ye yürüyüş…
Değil mi Bay Fuller?..
Ama “sağlığımda şahit olduğum”, diyerek
erken bayram ediyorsun.
Bir: henüz yaşıyorsun ve hayat akıyor.
“Yürüyüş” devam ediyor. Sizin için de, bizim
için de...
İki: Sizin ülkenizde ne derler bilmiyoruz
ama bizim ülkemizdeki bir deyimde: “Erken
öten horozun başını keserler”, denir, Bay
Fuller.
Siz, “erken öt”üyor ve erken bayram ediyorsunuz be Bay Fuller. Hem de çok erken…
Bilir misiniz ki; “Gün doğmadan meşime-i şebden neler doğar...”
Size erken öttüğünüzü ve erken bayram
ettiğinizi kanıtlayıverelim mi?
Siz ve yöneticisi olduğunuz CIA, Sovyetler’e karşı Afganistan’da mücadele eden “cihatçıları, Taliban’ı, Kuzey İttifakı”nı, vb.
vb…lerini desteklediniz, Afganistan’ın Sosyalist İktidarını ve onun devrimci, yiğit önderi Necibullah’ı iktidardan devirmek için.
Devrim Sevimay’a verdiğiniz röportajda
aynen şöyle söylemiştiniz: “(…) bütün dünya radikal İslam’ı Sovyetlere karşı kullanmak istedi. Sadece ABD değil. Bütün Arap
dünyası, Avrupalılar, herkes Sovyetler bir
hezimete uğrasın diye yardım ettiler. Parayla, silahla... Her şekilde...” (agy)
“Parayla, silahla... Her şekilde...” yürütülen mücadele ve Leninci Bolşevik Partisi’yle
ilgisi kalmamış ve Bürokratik Sosyalizme
karmış Sovyet liderlerinin alçakça ihaneti sonucunda Afganistan’ın yalnız bırakılmış, yalıtılmış Sosyalist İktidarı ve önderi Necibullah Yoldaş kahramanca direndi ancak yenildi.
İktidarı bilumum tonlarıyla Şeriatçılar ele geçirdi. “Sadece ABD değil. Bütün Arap dünyası, Avrupalılar” bayram ettiniz… Sovyetler
ve Sosyalist İktidar yenilmiş, Emperyalizm
kazanmıştı!
Ama bugün baktığımızda sonuç ne?
Şeriatçılar arasında yaşanan mücadeleler
sonrasında iktidara Taliban geldi. Sosyalist
Kamp yıkılıp, tehlike olmaktan çıkınca, Afganistan’daki Şeriatçılar size, Batılılara karşı
mücadeleye başladılar. Taliban ve El Kaide,
11 Eylül 2001’de gerçekleştirdikleri “İkiz
Kule” saldırılarıyla sizi -ABD’yi- kalbinizden
vurdular.
Ve siz bir kez daha “Parayla, silahla... Her
şekilde...” saldırarak, Taliban iktidarını yıktınız, yerine size sadık Şeriatçı unsurları getirdiniz. Taliban da yenilmiş, “Ilımlı İslam”cı
bir Şeriatçı hareket (Karzailer, Raşit Dostumlar, vb…) iktidara gelmişti… Bir kez daha
bayram ettiniz.
Ama aradan geçen onca yılın sonunda Afganistan’da askeri açıdan düştüğünüz utanç
verici durumlar da ne öyle Bay Fuller?
Şehirler, kasabalar, köyler basılıyor, kurduğunuz garnizonlar basılıp yıkılıyor, cezaevleri basılıp tüm mahkûmlar kaçırılıyor… Aynen Vietnam’da ya da Irak’ta olduğu gibi asker, daha çok asker, daha çok asker… deyip
duruyorsunuz. NATO ülkeleri de bu savaşa
katılmalıymış, terörle mücadele herkesin göreviymiş, vb. vb… diye bağırıp duruyorsunuz.
Hani “para, silah, her şekil” ne oldu?..
Ya Irak?.. Irak’ta ne oldu?..
Irak’ı işgal ederek seçilmiş yönetimi devirdiniz, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’i ve yardımcılarını astınız.
Sonuç ne oldu?
Irak’ta direniş var gücüyle devam ediyor.
Vietnam’dan sonra en büyük askeri kaybı
Irak’ta verdiniz. Askerleriniz ve ülkeniz bir
kez daha “Vietnam Sendromu” yaşamaya
başladı.
Öyle değil mi Bay Fuller?..
Türkiye, 1923’lerde mi saygındı,
2000’lerde mi?..
Yine Önsöz’ünüzde: “(…) Kendine daha
güvenir durumda olan ülke şu anda, Orta Doğu dâhil olmak üzere dünyadan, modern zamanlarda hiç olmadığı kadar saygı görmektedir.” diyorsunuz.
“Yağcılarda inecek var” mı diyelim, “o
kadar büyük yalan söyle ki, duyanlar bu kadarı da yalan olmaz desin”, diyen Nazi Propaganda Bakanı Göbels’i mi hatırlayalım?
Ülke “kendine daha güvenir durum”daymış ve “Orta Doğu dâhil olmak üzere dünyadan, modern zamanlarda hiç olmadığı kadar
saygı görmekte”ymiş.. Öyle mi gerçekten?
Bir cümlede kaç yalan, kaç vuruş?..
Türkiye Cumhuriyeti ne zaman kuruldu?
1923’te.
Türkiye, 1920’lerde mi daha “saygı
gör”üyordu, 2008’lerde mi?
Ekim Devrimi’nin Önderi Lenin’in, Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mıza ve onun önderi Mustafa Kemal’e ilişkin değerlendirmelerini, gazetemizdeki yazılarımızda aktardık.
Lenin’in görüşleri çok açık ve çok net hatırlayacağımız gibi: “Mustafa Kemal sosyalist de-
CIA Türkiye Masası Eski Şefi Graham Fuller
ğil ama akıllı bir devlet adamı…” diyerek
Mustafa Kemal’i övüyor ve saygısını belli
ediyordu.
Şimdi de, 2008’lere gelmeden önce, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran (Ama “Yeni”(!)
Türkiye Cumhuriyeti’ni değil, Birinci Kuvayimilliyeci atalarımızın, Türk ve Kürt Halklarımızın ve azınlık insanlarımızın ortak çabalarıyla kurdukları Kurtuluş Savaşı kahramanlarının, önderlerinin saygınlıklarını ve onların
kendilerine ve Halklarımıza olan güvenlerini
görelim:
“Gazi, İsmet paşa’yı Eskişehir istasyonunda sevgiyle kucaklar, bağrına basar.
Olan biteni İsmet paşa’nın ağzından dinlemek için sabırsızlanmaktadır. İsmet Paşa’yı Lozan’dan beri takip etmekte olan
yerli ve yabancı basın ordusu da Eskişehir’e gelmiştir.
“(…)
“Mustafa Kemal ve İsmet Paşa yanındakilerle birlikte Eskişehir istasyonundan
ayrılırken bir fırsatını bulup yanlarına kadar gelen (…) Fransız bayan gazeteci şöyle
sorar:
“-Paşam Lozan Konferansı sırasında
çok hararetli ve hırçın görüşmeler oldu. İsmet Paşa çok güzel Fransızca bilmesine
rağmen çok ağır duyuyor. Ağır duymasından dolayı da söylenenleri dinleyemediği
kulaktan kulağa dolaşıyor. Bu arada konferansın ikinci defa açılacağı duyumları
var. Şayet konferans ikinci defa açılırsa, İsmet Paşa’nın yerine daha iyi duyan ve dinleyen bir kimseyi gönderseniz daha çabuk
netice alamaz mısınız?
“Günlerdir bir çocuk sabırsızlığı ile İsmet Paşa’yı bekleyen Gazi, o alev alev yanan gözlerini bayan gazeteciye çevirerek
şöyle der:
“HA!IMEFE!Dİ, 600 SE!E SİZ
SÖYLEDİ!İZ BİZ Dİ!LEDİK. OYSA
BU!DA! SO!RA BİZ SÖYLEYECEĞİZ
SİZ Dİ!LEYECEKSİ!İZ. İSMET PAŞA’!I! DUYACAKLARI DEĞİL SÖYLEYECEKLERİ MÜHİMDİR. KO!FERA!S AÇILDIĞI ZAMA! LOZA!’A
BAŞDELEGE OLARAK TEKRAR İSMET PAŞA GİDECEKTİR.
“Konferans ikinci defa açıldığı zaman
Türkiye’yi temsilen İsmet Paşa Başdelege olarak gene Lozan’daydı ama İngilizler ve
Fransızlar kendi delegelerini
değiştirmişlerdi.
“İngilizler
Lord
Curzon’un
yerine
İngiltere’nin Türkiye eski
Büyükelçisi Sir Horas Rumbold’u, Fransızlar ise Bombard’ın yerine General Pelle’yi göndermişti.
“Müttefikler
İsmet
Paşa’nın dediklerini duymuş
ve dinlemişler, 24 Temmuz
1924 günü de Türkiye’nin bağımsızlığının belgesi olan LOZA! A!TLAŞMASI’nı imzalamışlardı.” (S. Eriş Ülger,
Türk Rönesansı ve Anılarda
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, s.
69-71)
İşte emperyalistlere böyle
Damat Ferit, Rıza Tevfik, Hadi Paşa, Reşat Halis Paris Konferansı
ders verilir! Saygınlık böyle
için Fransız savaş gemisi “Demokrasi”nin güvertesinde
sağlanır. Başka türlü değil.
Hatırlayacağımız gibi, Taynı Mussolini, İsmet Paşa’yı resmen İtalyip bundan birkaç yıl önce, geçtiğimiz gün- ya’ya davet eder. Ziyaretle ilgili tüm hazırlerde ortaya çıkan ve arsa yolsuzluğu yaparak lıklar tamamlanır, İsmet Paşa beraberin1 milyon dolar komisyon alan Şaban Dişli’yi deki heyetle İtalya’ya doğru yola çıkar.
(pek de “Dişli” çıkmadı, rüşvet ayan beyan
“İsmet Paşa yol boyu, Mussolini ile yaolunca kuyruğu kıstırıp çekip gitmek zorunda pacağı karşılıklı görüşmelerde neler konukaldı.), “Karanlıklar Prensi” Wolfowotiz’e şacağını, isteklerini, gelecek teklifleri uzun
göndererek, şöyle yalvartmıştı:
uzun düşünür, ara ara küçük not defterine
“Bu adamı (Tayyip’i) lağım deliğinden notlar alır.
aşağı süpürmeyin kullanın.”
“Yolculuk hareketli ve neşeli geçmekteBir bunlara bakın, bir de 1920’lerin Kuva- dir. Yanında eşi Mevhibe Hanım da vardır.
yimilliyecilerine… Aradaki dağlar kadar far“Roma’ya doğru yaklaşılırken, paşanın
kı görmemek mümkün mü? Tayyipgillerle ne yaveri kendisine bir tel yazısı arz eder. Telkadar utansak azdır. Birinci Kuvayimillliyeci- graf Mussolini’den gelmektedir. Telgrafta,
lerle ise ne kadar övünsek, ne kadar gururlan- İsmet Paşa’nın İtalya’da hararetle beklensak yeridir…
diğini ancak daha evvelce yapılan protokol
gereği, istasyonda değil, devlet konukeviBirinci Kuvayimilliyecilerle Tayyip- nin önünde karşılanacağı bildirilir. Paşagiller akla kara kadar karşıttırlar
nın canı sıkılır. Gerçi küçük bir ayrıntıdır
Birbiriyle bağlantılı iki örnek daha:
ama genç başbakanın huzuru kaçar. Lozan
Birinci örneğimiz bugünden, 14 Ağustos Konferansı’ndan tanıdığı bu yuvarlak yüz2008 tarihinden.
lü, kısa boylu, asık suratlı İtalyan delegesi
İran Devlet Başkanı Ahmedinecad, resmi ile konferans sırasında birkaç kere baş babir ziyaret için ülkemize geldiğinde, Birinci şa görüşmüş, hatta bir seferinde de beraAntiemperyalist Kurtuluşun önderi Mustafa ber yemek yemişlerdir. Ancak Paşa, MusKemal’in Anıtkabiri’ne gitmemek için, gö- solini’ye pek sıcak bakmamıştır.
rüşmeleri Ankara’da yapmak yerine, İstan“Telgrafı birkaç kere daha okuyan pabul’da yapmayı istedi. Ve bizim Mustafa Ke- şanın gözleri dalar. Lozan Konferansı’nın
mal düşmanı Başbakan ve Cumhurbaşkanı da o hırçın, yorucu, sinirleri allak bullak edici
Ahmedinecad’ın bu isteğini olumlu karşıladı- görüşmelerini, konferansın kesildiği sabalar. A. Gül ve Tayyip İstanbul’a gelerek bura- hı, Gazi’nin kendisini Eskişehir istasyoda görüştüler Ahmedinecad’la. Bu durum ka- nunda karşılayışını, İkinci Lozan Konfeçınılmazca tartışmalara yol açtı. Dışişleri Ba- ransı’nın açılışını, Mustafa Kemal’in bir
kanı Ali Babacan ise, bu konuyu soran gaze- edebiyat şaheseri olan telgrafını ve nihayet
tecilere:
Lozan Anlaşması’nın imzalandığı günü ha“Bunlar küçük şeyler. Geçelim.” dedi. tırlar. Fakat şimdi bunların üstünden koca
Diyebildi…
bir sekiz sene geçmiş, hırçınlıklar, kavgalar
“İRA CUMHURBAŞKAI’I ZİYA- yerini dostluğa bırakmıştır. Bunun gereği
RETİDE, ŞEKİLDE ÖTE ÖZE DİKKAT değil midir ki, şu anda İsmet Paşa İtalya’yı
EDİLMELİ”
ziyaret etmektedir?
“Babacan, İran Cumhurbaşkanı Ahme“Paşa telgrafa şöyle göz ucu ile bir defa
dinecad’ın Ankara’yı ziyaretinde Anıtka- daha bakar. Kararını vermiştir. Ancak bir
bir’i ziyaret etmeyeceği yönünde çıkan ha- de durumu Gazi’ye bildirmek ister. Öyle
berlerin hatırlatılması üzerine, İran’ın de yapar. Çok kısa bir zaman sonra Gadünyanın gündeminde bulunan önemli bir zi’nin cevabı gelir. İsmet Paşa yanılmamışülke olduğunu söyledi. !ükleer program tır. Gazi de kendisi gibi düşünmektedir.
ile ilgili tartışmaların ve müzakere süreci“İsmet Paşa Hazretlerine,
nin halen devam ettiğini dile getiren Baba“Telgrafınızı aldım. Tereddüt edecek bir
can, şöyle devam etti:
durum yoktur. İlk protokol gereği Ekselans
‘Tartışmalar yersiz’
Mussolini sizi istasyonda karşılamadığı tak“Böylesine önemli bir süreçte ve böyle- dirde aynı gün aynı vasıta ile Türkiye’ye avsine önemli bir ziyaret öncesinde, ziyaret det edeceğinizi kendilerine bildiriniz. Buraüzerinde ufak tefek detayları, ‘Formatı da esas olan protokol değil Türk Devleti’nin
böyle olacak, şöyle olacak’ tartışmalarını, saygınlığıdır.
ben son derece yersiz görüyorum. Ziyare“Gözlerinizden öperim, aziz kardeşim.
tin özüne, başarısına gölge düşürecek yak“Gazi Mustafa Kemal”
laşımlar olarak görüyorum. Görüşmeye
“İsmet Paşa gerekeni yapar.
odaklanmak gerektiğini düşünüyorum.
“Ertesi gün alacakaranlıkta İtalya DevBunun haricindeki tartışmaları, tamamen let Başkanı Mussolini üzerinde frak, elinde
bu ziyareti gölgelemeye, ziyaretin başarısı- silindir
şapkası
ile
Türkiye
nı şimdiden engellemeye yönelik çok tatsız, Cumhuriyeti’nin Başbakanı İsmet Paşa’yı
yersiz girişimler olarak görüyorum”
istasyonda karşılamaktadır.
“Babacan, sözlerini şöyle sürdürdü:
“İşte Türkiye Cumhuriyeti Devleti, işte
“Bu konuların zaten iki ülke arasında onun Devlet Başkanı,
görüşmesi yapılır. Şekilden öte öze dikkat
“İşte, onun Başbakanı.” (S. Eriş Ülger,
etmeniz lazım. Bu tür ziyaretlerin özü, iç- agy., s. 90-91)
eriği ve zamanlaması önemlidir. Şekilden
Gördük mü İ. İnönü’nün ve Mustafa Keöte, öze dikkat etmenizi ben özellikle siz- mal’in benzer bir olaydaki tutumlarını?
lerden rica ediyorum. Türkiye gibi hem
Yapabilir mi bizim şimdiki satılmışlar?
5+1 ülkeleri hem de İran’ın güven duyduYapabildiler mi?
ğu bir ülkede, kuşkusuz basın kuruluşlarıYapamadılar!
mızın da Türkiye’nin önemli pozisyonuNerede İnönü’deki ve Mustafa Kemal’denun bilincinde olarak ve Türkiye’nin bu ki onur? Nerede Tayyipgiler’deki onur?...
önemli, ağırbaşlı, ciddi pozisyonuna gölge
“Burada esas olan protokol değil, Türk
düşürmeyecek bir yaklaşımla bu ziyarete Devleti’nin saygınlığıdır.” diyebildiler mi?
yaklaşmalarını tavsiye ediyorum.” (Milli- Diyebilirler mi?..
yet, 5 Ağustos 2008)
Devletlerarası ilişkilerde eşitlik esastır.
Bakın aynı olay için, İngilizlerin ünlü ga- Sen kendini eşit görmezsen ve bunun gerekzetesi The Guardian bile:
lerini yerine getirmezsen, seni kimse ciddiye
“Türkiye (yani Tayyipgiller – K. Y.), Ah- almaz. Sana saygı duymaz ve sana güvenmez.
medinecad’ın devletin kurucusunu hiçe Kendisine saygı duymayana kim saygı duyar?
saymasını önemsiz gösteriyor” diye yazıBakın Türkiye Cumhuriyeti nasıl kurulyor. (Milliyet, 7 Ağustos 2008)
muş?
Şimdi de 1932 yılına gidelim ve o zaman“Lozan Muahedesinin ilk müzakereleri
ki devlet ve hükümet başkanının tutumlarını eşit haklarla müzakere mevzuu üzerinde
görelim benzer bir olayda. Bakalım onlar da, başlar. Birinde Yunanlılar ve Mondros’un
“Şekilden öte, öze dikkat etme”liyiz mi de- galip devletleri olduğunu söyleyenler, diğer
mişler…
tarafta ise Amerikalılar.
“Yıl 1932 ortaları. İtalya Devlet Başka-
4
“Yunanlılar bizimle ayrı bir sefer yapmışlardır. Bunu hesaba katmayıp, Mondros Mütarekesi haklarına dayanarak salona oturduklarını söylüyorlardı. İlk münakaşa daha konferans açılmadan söylenecek nutuklar üzerinde çıktı. Karşımızdakiler, Lozan Konferansını Orta Şark meselelerinin halli için toplanmış gibi bir hava
vermek istiyorlardı.
“Çok ehemmiyet [önem] verdikleri bu
konferansta Lord Curzon, Fransız Cumhurbaşkanı Poincare ve İtalyan murahhası
[delegesi] olarak da Mussolini bizzat konferensa gelmişlerdi. Biz Lozan Konferansına ilk anlaşmayı Fransızlarla yapmış olarak, Ankara İtilafnamesi ile Adana ve Gaziantep hudutlarını çizmiş olarak giriyorduk.
“Onların hazırlamış oldukları bir programa göre evvela konferans açılırken muhtelif devlet temsilcileri birer nutuk söyleyeceklerdi. Bu kararı bize de tebliğ etmişlerdi.
“Mösyö Poincare ve ben Lozan Palas
otelinde oturuyorduk. Benimle konferanstan evvel temas etmek istedi ve beni Paris’e
davet etti. Poincare o zamanlar yalnız
Fransa’nın değil bütün dünyanın en ileri
gelmiş siyaset adamlarından biriydi. Benim konferansın açılacağı gün söyleyeceğim nutku görmek arzusunu gösterdi. Ben
de gösterdim. Zehir zemberek bir şeydi o
nutuk. Anadolu’dan yeni gelmişiz. Sıcağı
sıcağına… Çok eziyetler çekmişiz. “Aman”
diyordu, “Konferans iyi bir hava içinde
açılsın. Sulh yapacağız.” Diyordu.
“utkumuzu çok sert bulmuş. “Yalan
mı?” diyordum, “Şunları şunları yapmadınız mı? Bu anlattıklarımız yalan mı?” diyordum. Mırın kırın etti, fakat ısrar ediyor
ve bazı değişiklikler yapmamı istiyordu.
Esası bozmayacak şekilde sadece birkaç
kelime değiştirmeye razı oldum.
“Konferansta ilk nutku İsviçre Cumhurbaşkanı söyleyecek ve sonra normal
müzakerelere başlanacaktı. Tam konferans binasına hareket ederken Poincare
geldi. Benim nutkumun metnini bildiği için
telaşa düşüp onlara gitmiş anlatmış ve hepsini ikna etmiş, konferansta hiç kimse nutuk vermeyecekmiş, hepsini razı etmiş. Pekâlâ dedim ve bir kişi konuştuğu takdirde
derhal çıkıp benim de nutkumu okuyacağımı bildirdim.
“Konferans başladı. İsviçre Cumhurreisi kısa ve nazikâne bir nutukla çıktı. O
iner inmez fevkalade İngiliz Murahhası
Lord Curzon söz aldı. Hâlbuki hiç kimse
konuşmayacaktı. Daha ilk günden böyle
bir muamele ile karşılaşmıştık. Lord Curzon nutkunu bitirdi. O, yerine oturmadan
ben kürsüye koştum, kimseden söz istemeden konuşmaya başladım. Etraf şaşkınlık
içinde iken başladım ve zehir zemberek
nutku baştan sona kadar okudum. Ses çıkarmadan sonuna kadar dinlediler. utuk
bitince İsviçre Reisicumhuru yerinden
kalktı ve “Celse bitmiştir beyler” diyerek
toplantıyı kapattı.
“Herkes dışarı çıktı. Koridorda Lord
Curzon beni yakaladı ve latife [şaka] ederek “Hani kimse konuşmayacaktı?” dedi
ve ben de “Hani bir kişi konuşmayacaktı?
Bir kişi konuştu, ben de konuştum” dedim
ve sordum:
“-Biz bu konferansa eşit haklarla gelmedik mi?
“-Evet, dedi ve sustu.” (İsmet İnönü, Lozan Barış Konferansı Konuşma, Demeç, Makale, Mesaj, Anı ve Söyleşileri, Hazırlayan:
İlhan Turan, s. 229-230)
Birinci Kuvayimilliyecilerdeki onurun,
cesaretin, inancın zerresi Damat
Feritlerde ve bugünkü ardıllarında
yoktur
İ. İnönü’yü böyle cesaretle ve kararlılıkla
konuşturan ne?
Silahın gücü! Emperyalizme karşı, Dünyanın ilk Başarılı Kurtuluş Savaşı’nı başarmış
olmanın güveni!
Batılıların, özellikle İstanbul’un fethiyle
birlikte bölüp parçalamak, ortadan kaldırmak
için can attıkları ama bir türlü başaramadıkları Osmanlı’nın, 17 ve 18’inci Yüzyıllarda
başlayan gerilemesi ve nihayet 19’uncu Yüzyılın başında Birinci Emperyalist Evren Savaşı’yla yıkılması üzerine, elde kalan son parça
Anadolu toprağının da elden gitmemesi için
verilen Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı ve çekilen onca acı, kan ve gözyaşının
sonunda elde edilen Bağımsızlık ve Kurtuluşun verdiği inanç, yiğitlik ve cesaret…
Bir örnek daha verelim 1920’lerin Kuvayimilliyeci kahramanlarının, komutanlarının
kendilerine, davalarına ve halklarına olan güvenlerine ve emperyalistlere dayattıkları saygınlıklarına dair:
“Enternasyonal müzakere ve konuşmaların daima müsavi [eşit] şartlar içinde cereyan etmesi lazımdır. Biz Lozan’da bu
müsavi şartları temin ederek davamızı yürüttük. Konferansın resmi dili Fransızca
ve İngilizce idi. Esasen bu bütün enternasyonal görüşmelerde böyle kabul edilmiştir.
27 Aralık 2008
Ben itiraz ettim, “Bir de Türkçe olacaktır.”
dedim. Kıyametler koptu. Hepsi “Türkçe
bilmiyoruz ki” diye haykırıyorlardı. “Ben
ihtiyaç hissedersem Türkçe de konuşurum” dedim. ihayet buna da razı oldular.” (İ. İnönü, agy., s. 231)
Emperyalistler “Kıyametler kop”arsalar
da, “haykır”salar da beş para etmiyor gördüğümüz gibi…
Ya da Damat Feritler? Rıza Tevfikler?..
Onlar ne yapmışlar?
“(…) o ana kadar Fransız lisanı, III.
apolyon devrinden beri, genellikle milletlerarası diplomatik dil olarak kabul edilmişti ve kullanılırdı. En yüksek rütbede
bulunan İngilizlerden pek çoğunun bile ecnebi dili öğrenemedikleri, makam-ı mazarette ileri sürülerek diplomasi müzakeratında (görüşmelerinde) ve layihalarda mutlaka İngilizcenin de Fransızca ile birlikte
bulunması şart koşulmuş imiş. Hatta aslına tamamen mutabıktır diye İngilizce bir
de şerh verilmesi lazım gelirmiş.” (Rıza
Tevfik, Biraz da Ben Konuşayım, s. 77)
İşte böyle teslimiyetçi bir yaklaşımla Emperyalistlerin dayatmasını sanki Tanrı buyruğuymuş gibi kabul ederler. Ve bu kabulün sonucu olarak Damat Ferid, metnini Fransızca
okur. Bu teslimiyet anlayışının yarattığı olayın acıklı hikâyesi şudur:
Hatırlayacağımız gibi Sevr Antlaşması
öncesi İtilaf Devletleri, 1919 yılında Paris’te
“Paris Barış Konferansı” adlı bir konferans
düzenleyerek, dünyaya yeni bir şekil vermeye
başlamışlardı. Bu Konferansa, Osmanlı Devleti de 1919 Haziranı’nda çağırılmış ve görüşleri alınmıştı. Konferansta Osmanlı Devletini; Sadrazam (Başbakan) Damat Ferid Paşa,
Maliye Bakanı Tevfik Bey, o zamanki Paris
büyükelçisi olan Reşad Halis Bey ve Meclisi
Mebusan (Milletvekilleri Meclisi) Başkanı
Rıza Tevfik temsil etmiştir. Heyeti Fransa’ya
Fransızların “Demokrasi”(!) zırhlısı götürmüştür.
Rıza Tevfik, “Biraz da Ben Konuşayım”
adlı İletişim Yayınlarından çıkan anılarında,
bu gidişi ve orada yaşadıklarını uzun uzun anlatır. Güya, Damat Ferid, hiçbirisinin görüşlerini almadan bir metin hazırlamış ve onlara
rağmen Paris Barış Konferansına sunmuştur:
“Onlar Meclisi Huzurunda
“Meclis, at nalı şeklinde, yeşil örtülü bir
masa etrafında toplanmıştı. Meclise Fransız Başvekili (Başbakanı) ve murahhası (delegesi) Monsieur Clemenceau riyaset (başkanlık) ediyordu. Sağ tarafında Birleşik
Amerika Devletleri Cumhurreisi Wilson,
sol tarafında da İngiltere’nin o zamanki
Başvekili Lloyd George yer almışlardı. Büyük Britanya İmparatorluğu emperyalizminin en büyük mürevviçlerinden (yayıcılarından) olan Lord Balfour’un da Lloyd
George’un yanında oturduğuna dikkat ettim.” (R. Tevfik, agy, s. 74)
Emperyalistler, uşaklarını -Rıza
Tevfikleri vb.- aşağılar
Rıza Tevfik burada bir anısını aktarır.
1909 yılında Londra’ya, Osmanlı mebuslar
heyeti olarak, yaptıkları bir resmi ziyarette,
İstanbul’da Duyun-ı Umumiye müdürü olan
İngiliz Sir Adam Block tarafından Lord Balfour’la tanıştırılır. Lord Balfour’la, sohbet
ederler. Hatta Lord Balfour, yeni çıkan “İmanın Esasları” adlı kitabını Rıza Tevfik’e hediye etmek ister ve “Sizde bu kitabım var mıdır?” diye sorar. Gerçi Rıza Tevfik, İstanbul’dayken kitabı okumuş ve üzerinde çeşitli
ortamlarda değerlendirmelerde de bulunmuştur. Şöyle der:
“Şüphesiz ki vardır efendim, lakin sizin
hediye edeceğiniz kitap benim ailemde,
mucib-i şeref olacak pek kıymetli bir yadigâr olarak, çok müddet kalacaktır.” der. Ve
anlatmaya devam eder:
“Bunun üzerine Lord Balfour, büsbütün mahzuz olmuş ve bana ithaf ettiği bir
nüsha kitap ile iki mektubu otelde ismime
göndermişti.” (R. Tevfik, agy, s. 76)
Rıza Tevfik, bu anısını bu kadar uzun anlatmasının gerekçesine gelir. İbretle okuyalım:
“Bunu anlatmaktan maksadım şudur ki
Lord Balfour’u ve daha bir hayli mühim
zevatı Londra’yı bu ziyaretimde tanımıştım. Fakat biz, Fransız Hariciye ezareti’ndeki Onlar Meclisi’nde at nalı şeklindeki büyük yeşil örtülü masanın karşısına
konulmuş küçük ve müstakil masada, yani
mahkûmlar mevkiinde yer aldığımız vakit
meclis haricinde kimse bizimle ne konuştu,
ne de selam verdi. Onun için bu büyük
adamlar arasında bildiklerimden bir iki
kişi, yanımdan, pek yakından geçtikleri
halde yüzüme bile bakmadılar.” (R. Tevfik,
agy, s. 76)
Böyledir emperyalistler. Mahkûmsanız,
yenilmişseniz, ne konuşur, ne de selam verirler. Yüzünüze bile bakmazlar.
Ne yaparlar?
Bunu da bize yine Rıza Tevfik anlatsın.
Ama önce kısa bir bilgi aktaralım. Bu toplantıda, Damat Ferid hazırladığı metni okur. Daha doğrusu okumaya çalışır. Çünkü hazırladığı metni Fransızca yazmıştır ve Fransızca ola-
rak okumak ister. Ama Fransızcası iyi olmadığı ve kısık bir sesle okuduğu için Clemanceau tarafından uyarılır. Okuyalım:
“Bizim Damat Ferid Paşa, evvelce arzettiğim gibi, tertip ve tashih ettirmiş olduğu mahud uzunca layihayı koynundan çıkarıp bizzat okumaya başladı. Paşa merhum Fransızcayı epeyce bilir, mektup yazmasını da becerirdi. Hatta bana bile ilk
gönderdiği mektup Fransızca idi. Lakin
ulûm-ı siyasiye ile ve alelumum ilimlerle
hiçbir ülfeti olmadığı için o vadide ve o meselelere dair hiçbir rapor yazmaya kabiliyetli olmadığı da bence muhakkaktı. Fazla
olarak Fransızcayı da pek rahat söyleyemez ve söylediği şeyleri de İstanbul Türkçesi şivesiyle söylerdi. Bu itibarla raporunu yavaş sesle ve o yabancı Fransızcasıyla
okumaya başladı.
“Monsieur Clemenceau başını ileriye
eğdi. Llyod George sağ elini kulağına koydu. Anlaşıldı ki kimse paşanın sesini işitemiyordu. O vakit Lloyd George, Clemenceaui’ya doğru eğilerek bir şeyler söyledi.
Monsieur Clemenceau, derhal Damat Ferid Paşa’ya hitaben:
“-Efendim, sesinizi biraz yükseltin,
kimse işitemiyor! Dedi.
“Zavallı paşa zaten sıkılgan bir adam
olduğu için bu ihtar karşısında büsbütün
sıkıldı, bozuldu ve bu sefer de kekelemeye
başladı.
“Onun üzerine yine Clemenceau:
“-Lütfen siz evvela layihayı bize veriniz! Biz içeride müzakere odasında bunu
mütalaa ederiz. Buna intizaren de, siz lütfen büfeye teşrif buyurun! Dedi ve ayağa
kalktı. Damat Paşa da kâğıdı odacıya teslim etti, herkesle beraber biz de salondan
çıktık.”
Okuyoruz, acıyoruz ama bir yandan da
kinle doluyoruz.
Yukarıda İsmet Paşa’nın Lozan görüşmeleri sürecindeki tutumunu gördük. Şimdi de
Damat Feridlerin, Rıza Tevfiklerin durumunu
görüyoruz. Nasıl aşağılandıklarını, nasıl uşak
muamelesi gördüklerini okuyoruz. Devam
edelim emperyalistlerin aşağılamalarını okumaya:
“Benim sinirliliğim o derecede idi ki
munis Türkçemizdeki pek meşhur bir tabire göre, ağzım çarık gibi kurumuş ve dilim
damağıma yapışmıştı. Büfede her türlü içki vardı. Ben bir parça limonata içtim ve
yarım saatten ziyade, sanırım kırk dakika
kadar, büfeye hücum etmiş olan kalabalık
arasında, kımıldamadan durduk ve birbi-
Mussolini
rimizle hiç konuşmadık. Orada bulunanlardan hiçbir kimse de bizimle ne konuştu,
ne aşinalık etti.
“Onlar Meclisi azası müzakere odasından çıkıp da masa başındaki yerlerini yeniden işgal edince bize de haber verdiler,
biz de hemen geldik, yerlerimize oturduk.
“O vakit Clemenceau dEskierhal kalktı
ve bize hitaben dedi ki:
“-Efendiler, raporunuzu okuduk. Siz bu
raporda öyle birtakım meselelerden dem
vurmuşsunuz ki onlar hakkında mülahaza
beyan etmek ancak dört büyük devletin salahiyeti dairesindedir. Mamafih bundan
başka bir söyleyeceğiniz varsa; buyurun,
dinlemeğe hazırız.
“(…)
“Damat Paşa o sırada gayet büyük bir
gaf daha yaptı, bizimle müşavereye lüzum
görmeden:
“-Efendim bize üç gün ruhsat veriniz,
size daha mufassal bir rapor vermek üzere
hazırlanalım ve yine buraya gelelim! dedi.
“Paşanın bu ricasını derhal kabul ettiler. (…)
“(…)
“Köşkümüze avdet eder etmez Damat
Ferid Paşa ile adeta görüşmedik bile. (…)
“Kendisi yine bir şeyler kaleme aldı.
Bermutad yine hiçbirimizle müzakere lüzumunu görmeyerek karargir olan günde
kalktık, yine Hariciye ezareti’ne gidip
Onlar Meclisi huzuruna çıktık ve yeni layihayı verip döndük, köşkümüze geldik.” (R.
Tevfik, agy, s. 77-79)
Rıza Tevfik anılarının bundan sonraki bölümlerinde, Onlar Meclisi’nin artık kendile-
riyle görüşmediğini ve ülkenize dönebilirsiniz diye haber saldıklarını anlatır.
Aradan zaman geçer ve itilaf Devletleri,
Osmanlı Temsilcilerini Antlaşmayı imzalamak üzere yine Paris’e çağırırlar. Bu arada
geçen olaylar konumuz dışında olduğu için
aktarmıyoruz. Görüşmeler bu kez Sevr çini
fabrikasında yapılmaktadır. Osmanlı Heyeti;
Hadi Paşa, Reşad Halis ve Rıza Tevfik’ten
oluşmaktadır:
“(…) 22 isan 1920 tarihinde de İtilaf
Devletleri Osmanlı hükümetini sulh kongresine resmen davet etmişlerdi.
“(…) Şura-yı Saltanat’ta verilen karar
açıkça gösteriyordu ki bize uzatılan sulh
muahedesini imza etmek mecburiyetinde
idik ve o zamanki şartlara göre de yapılacak başka bir şey görünmüyordu.
“Zaten bizden biraz evvel koskoca Almanya İmparatorluğu mümessillerine de
800 sayfalık bir kitap şeklindeki muahedename zorla imza ettirilmiş ve bu vesikanın
mütalaası için kendilerine ancak bir hafta
müddet verilmişti. Bu cebri teklife karşı
Alman murahhasları itiraz edecek olmuşlar ve 800 sayfalık koskoca bir kitabı bu
kadar kişi bir haftada okuyup mülahazalarında ittifak ettikten sonra nasıl imza edebileceklerini ve bunun insafa sığıp sığmayacağını sormuşlar, Monsieur Clemenceau’dan şu şiddetli, hiddetli ve bed cevabı
almışlardı:
“-Efendiler, sizin bunları okuyup okumamanız bizce haiz-i ehemmiyet bir şey
değildir. Bu muahedeyi imza etmeğe mecbursunuz vesselam.
“Bu misal bizim gözümüzün önünde
belirirken ve Clemenceau’nun sözleri de
kulaklarımızda çınlayıp dururken 70 milyonluk kavi ve müterakki bir Avrupa devleti olan Almanya’dan daha ziyade zorbaca bir mukabeleye maruz kalabileceğimizi
düşünüyor ve üzülüyorduk. Zira koca Hıristiyan Almanya’nın ağız açmasına bile
müsaade etmeyen galip ve müntakim devletler, Müslüman ve zayıf Osmanlı İmparatorluğu mümessillerine kim bilir ne hakaretler reva göreceklerdi.
“Ben o halde, o mevkide ve o günkü
şartlar altında bulunan Osmanlı imparatorluğu’nun Almanya’dan daha cesur ve
kuvvetli bir lisan ile cevap verip de muvaffak olacağına inanacak kadar dimağı mağşuş bir adam değildim. Ben divane olsam
bile Hadi Paşa merhum öyle değildi. Biraz
aşağıda vereceğim tafsilattan da anlaşılacaktır ki Paris’te Sevres çini fabrikasının
bilhassa hazırlanmış olan salonuna girmezden evvel bize Fransız hariciye memurlarından seçilmiş ve bu işe memur
edilmiş üç kişi ağız açtırmadılar ve şu tenbih ile bizi ikaz ettilerdi:
“-Efendiler, her şey olmuş bitmiştir. Sizlerin imza etmekten başka bir işiniz kalmamıştır.
“(…)
“Evvelce arzetmiş olduğum gibi, bize
ağız açmak memnu idi. Yalnız imza etmek
düşüyordu. Teklif olunan maddeler evvelce
hükümetin
malumu
idi.
Şura-yı
Saltanat’ta ise teklif olunacak sulh ve şartlarının kabulüne karar verilmiş olduğundan bizlere sadece vesikayı imza etmek
mecburiyeti düşüyordu. Hatta galip devletler yalnız imza ettirmekle iktifa etmeyip
bir de mühür istediklerini vaktiyle Babıali’ye ihtar etmişlerdi. Ben de vakit (R.T.)
harfli bir mühür kazdırmıştım ve yanıma
almıştım.
“Evvela Venizelos imzaya davet olundu.
O zaman salonda toplanmış olan birçok
Yunanlılar Venizelos’a suret-i mahsusuda
hazırlanmış altından mamul dolma bir kalem hediye ettiler ve kendisini alkışladılar.
Venizelos muahedeyi bu altın kalemle imza
ettikten sonra bizi çağırdılar, biz de, sıra
tertibi üzere, evvela Hadi Paşa, sonra ben,
sonra da Reşad Halis Bey muahedeyi imzaladık ve mühürledik. Sonra salondan çıkıp gittik.” (Rıza Tevfik, Biraz da Ben Konuşayım, İletişim Yayınları, 2. Baskı, 2008, s.
74-76-77-78-79-80-135-136-140-141)
Halka ihanet edenler Tarih boyunca
lanetle anılacaktır
Sevr Antlaşmasını imzalayan Damat Feritleri, Rıza Tevfikleri, Tevfik Paşaları, Hadi
Paşaları, Reşad Halisleri örnek alanlar günümüzde vardır. Hem de ne yazık ki bolca vardır. Bizler bunları ve bugünkü takipçilerinin
adlarını lanetle anacağız; satılmış, hain, alçak
diye…
Ve elbette 1950’lerden sonra ABD tarafından iktidara gelmiş-getirilmiş Amerikanofil
Bayarları, Menderesleri, Demirelleri, Özalları, Tayyipgilleri de aynı sıfatlarla anacağız...
“Lozan konferansında arada (Şubatta)
kopma oldu, ayrılma oldu. Mesela, bahsettim; kapitülasyonların kalkmasını kabul
etmiyorlar. Promajo isminde bir Fransız
hukukçusu var, Hariciye hukuk müşaviri
imiş. Çok anlatır bana. Kapitülasyonlar
maddesini söyleriz, “Yazın,” der, kapitülasyonlar maddesi:
“Kapitülasyonların ıslahı ve kaldırıl-
Mustafa Kemal ve İsmet İnönü
ması için zemine girmek üzere...” İşte şöyle
olur, böyle olur...
“Canım, kaldırılması zeminine girmek
falan yok! Kaldırılmıştır! iye bunu demiyorsunuz?”
“Canım, hukuk dili bu, olmaz ki böyle
şey... Hukuk dili...”
“Hulâsa, dokuz ay, hukuk dilini öğrenemedim... “Tali komisyon”da uzun boylu
konuştuktan sonra olmadı. Sonra bir gün,
kapitülasyonlar maddesini yazmak için
Promajo bana geldi:
“asıl istiyorsunuz?” dedi.
“Yazın!” dedim, “kapitülasyonlar kaldırılmıştır! Lağvedilmiştir!” Daha bilmem
ne falan... “Bitti, yoktur böyle bir mesele!”
dedim.
“Peki, böyle yazalım” dedi.
“e oldu, hukuk diline uydu mu?” dedim.
“Karar verdiler” dedi, “kapitülasyonları kaldırmaya karar verdiler.”
“E, demek şimdiye kadar karar vermemiştiniz?” dedim.
“Vermemişlerdi...”
“Hukuk dilidir diye “kıyamet”i kabul
ettirmeye çalışıyorlar. Bu tarzda kapitülasyonlardan çıktık.” (İ. İnönü, agy., s. 303304)
Bir örnek de Mustafa Kemal’in kendisine
olan özgüveninden ve saygısından verelim:
“O sırada Atatürk’ün başlıca uğraş konusu Hatay işidir. 29.10.1937’de Romanya
Başbakanı (Tataresko)’nun önünde Fransız Büyükelçisi (Ponsa)’ya şunları der:
“(…) Ben toprak büyütme dileklisi değilim. Barış bozma alışkanlığım yoktur.
Ancak muahedeye dayanan hakkımızın isteyicisiyim; onu almazsam edemem. Büyük Meclisin kürsüsünden milletime söz
verdim. Hatay’ı alacağım. Milletim benim
dediğime inanır. Sözümü yerine getirmezsem onun huzuruna çıkamam; yerimde kalamam. Ben şimdiye kadar yenilmedim;
yenilmem, yenilirsem bir dakika yaşayamam. Bunu bilerek ve sözümü mutlaka yerine getireceğimi düşünerek benim dostluğumu lütfen bildiriniz ve doğrulayınız.”
(Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, c.
II, s. 608’den Aktaran: Tayfur Sökmen, Hatay’ın Kurtuluşu İçin Harcanan Çabalar, s. 11)
Bir örnek daha vermek istiyoruz. Bu örneğimiz de Rauf Orbay’dan. Mondros Mütarekesi’ni imzalayan Osmanlı Bahriye Nazırı,
Birinci Kurtuluş Savaşı kahramanlarından
olan R. Orbay, “Cehennem Değirmeni-Siyasi Hatıralarım” adlı kitabında Mondros
Mütarekesi’nin görüşmelerini uzun uzun anlatır. İbretle doludur hatıralar… Herkesin
okuması ve ders alması gerekir… Hele de bizim Sevrci Solcularımızın mutlaka okuması
gerekir. Emperyalistlerin “demokrasi güçleri”, “umut kaynağı” olmanın, emperyalistlere
güvenmenin nelere yol açtığını anlamak bakımından.
“(…) Kırım Muharebesi’nden beri, İngiliz ve Fransızların yalnız ahitlerine değil,
vaatlerine de sadık milletler oldukları hakkında milletimizde umumi bir kanaat vardı. Bu kanaate ben de iştirak ediyordum
[katılıyordum]. (e yazık ki, bu fikir ve kanaatlerimizde yanılmıştık. Mütarekenin
hemen ertesi günlerinde gördüğümüz hareket tarzları ile tamamıyla hayal kırıklığına uğradık. Rızaları ile kabul ettikleri şartlara, hiçbir makul sebep olmaksızın, riayet
etmediler ve mütarekenameyi pervasızca
ve mütemadiyen [sürekli olarak] yırta yırta parçaladılar.” (R. Orbay, agy., s. 107)
1950 sonrası iktidara gelmiş-getirilmiş siyasi partilerin ve onların liderlerinin ne mal
olduklarını, nasıl sıfır numara Amerikan uşağı olduklarını tarihi okuyan herkes bilmektedir. Amerika’ya danışmadan atanamayan bakanlar, NATO’ya girebilmek için Mehmetçikleri binlerce kilometre ötedeki Kore Savaşına
sokarak asker sayısına oranla en fazla kaybı
verdirenler, eskiden olsa müttefik olacağımız
mazlum halklarla düşmanlıklar, Birleşmiş
Milletler’de yapılan oylamalarda, ABD Emperyalistlerinin emriyle onlar aleyhine oy kullanmalar, birkaç milyon dolar para için IMF
ve Dünya Bankası başkanlarının kapısında dilenmeler… Bunlar bizzat yaşadığımız gerçeklerdir. Kim bunları inkâr edebilir ya da etmesinin kaç paralık değeri olur?
Devam edecek
5
27 Aralık 2008
İşsiz Üniversite Mezunlarına
YURTKUR’dan bir de İcra Takibi-Sillesi
Baştarafı sayfa 16’da
bunları göz önünde bulundurmayacak ve
bölüm değişikliğinden kaynaklanan uzamaları hesaba katmayacak ve henüz okurken
geri ödemeleri başlatacaktır.
Özetlediğimiz durum işin ayrıntılarına
girdikçe vahametini daha da açık göstermektedir. Krizi bahane eden Parababalarına, “aman siz kârınızdan eksik düşmeyin
biz faturayı işçi-emekçilere keseriz” diyerek her türlü kolaylığı gösteren AKP, toplumun en eğitimli kesimine dahi iş bulamazken, bir de icralık yapıyor. Bir toplumun
aydınları işsiz ve icralıksa gerisini siz düşünün artık...
Tüm bu gerçekleri dile getirmek için 17
Aralık 2008 Çarşamba günü ,Ankara’da
YURTKUR Genel Müdürlüğü önündeydik.
Yaptığımız basın açıklamamızda şöyle haykırdık:
“Asıl Sen Halka Borcunu Öde, Gör-
evini Yap”
“Yurtkur Uyuma, Yurt Kur!”
13 Aralık Cumartesi tarihli Milliyet
Gazetesinde Abbas Güçlü şöyle yazıyor:
“Milli Eğitim Bakanlığı ve YURTKUR, öğrenciyken aldıkları kredi borcunu ödemeyen öğrencilere 17 Aralık Çarşamba gününe kadar süre tanıdı. 5 bin
100 YTL’lik borcu ödemeyenlere haciz
uygulanacakmış.”
“ Kaldı ki bu paranın çok önemli bir
bölümü faizlerden oluşuyor.”
“AKP iktidarı bunu hep yapıyor. Son
dakikaya kadar vatandaşı sıkıştırıyor.
“Ortada bir kriz var: Üniversiteyi
bitirdiği halde yıllardır iş bulamayan
gençlerin kapısına haciz memurları
dayanmak üzere ve perişanlık diz boyu.
Öğrencilerin burs ve yurt sorunu,
böylesi büyük bir devlet için çocuk oyuncağı denilecek boyutlarda. Ama çözülmüyor. Hem de hiçbir iktidar tarafından.
Hem de kasıtlı olarak!..
“Her yıl on binlerce konut üreten bir
ülke, birkaç yüz yurt yapamaz mı? Yapmıyor işte. Her yıl ithalata yüz milyarlarca dolar harcayan bir ülke, üniversite
öğrencilerine asgari ücret düzeyinde
öğrenim kredisi vermez mi? Fazlasıyla
verir. Ama vermiyor işte!
Ve belli ki okuru olan bir öğretim görevlisinden aktarıyor:
“Çalıştığım üniversite küçük bir
şehirde. Maddi durumu yetersiz olan
öğrencilerin nasıl cemaatlerin eline düştüğünü görüyorum. Ayrıca cemaatlerin
yeni üye bulma baskısı, kimi öğrencilerimizde psikolojik baskılara yol açıyor.
Bölümümde cemaatlere üye olmayan
öğrencilerin umudu yatay geçiş yapıp
ailelerinin bulunduğu şehirlere gitmek
ama şu ana kadar sadece bir öğrencimiz
bunu başardı. Biz de en iyi öğrencilerimizden birini kaybetmiş olduk. Umarım
çabalarınız başarılı olur ama ben umudumu yitirdim...”
YURTKUR’un kuruluş gerekçesi anayasaya dayanır: 1961 Anayasası ile; öğrencilerin barındırılması devletin temel görevi
olarak belirtilmiştir. Bu görevlerin yerine
getirilmesi için 1961 tarihindeki bir kanun
ile Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu YURTKUR’un görevi şöyle belirlen-
miştir:
“Yüksek öğrenim öğrencilerinin çağdaş ve güvenilir barınma, beslenme,
kredi-burs hizmetleriyle öğrenimlerine,
sosyal, kültürel ve sportif faaliyetlerle
kişisel gelişmelerine sosyal devlet yaklaşımıyla katkıda bulunmaktır.”
YURTKUR, 2007-2008 verilerine göre
2 milyon 497 bin 473 üniversite öğrencisinden yalnızca 200 bin 942’sine yurt sağlamıştır.
Rakamlarla Yurt Sorunu
1999-2008 yılları arasında özel yurtlar yatak kapasitelerini % 111,4 artırırken devlet yurtlarındaki artış % 15,2
olmuştur. Böylelikle 2008 yılında kayıtlı
olan özel yurtların sayısı 3126 iken devlet
yurtlarının sayısı 219’da kalmıştır. (Kullanılan veriler YURTKUR’un internet sitesinden alınmıştır.)
Gördüğümüz gibi devlet yurtlarının kapasitesi yıllardır çok az bir artış gösterirken,
nasıl oluyor da özel yurtların kapasitesi
ikiye katlanıyor?
Neden devlet, üniversite kontenjanlarını
% 20 artırırken, aynı öğrencilerin barınma
sorununa çözüm bulmuyor?
Bu sorulara kestirmeden verilecek bir
cevap: “Kaynak sıkıntısı var.” olabilir. Ama
devletin, ortalama sayıları her yıl belli olan
öğrencileri kaynak sıkıntısından dolayı
Yurt Kur Kampanyası dalga dalga
büyüyerek devam ediyor
K
urtuluş Partisi Gençliği’nin başlattığı “Yurt-Kur Uyuma Yurt Kur
Kampanyası” Türkiye çapında yapılan çeşitli eylem ve etkinliklerle devam
ediyor.
ABD-AB (AB-D) Emperyalistlerinin
“Ilımlı İslam” Projesinin bir ayağı olarak,
ülkemizdeki Şeriatçı örgütlenmenin önü
açıldı. Halkımızı kafadan silahsızlandırmak, ulusal değerlerden, laiklikten uzaklaştırmak, böylece kendi emperyalist çıkarlarına yedeklemek için hayata geçirilen bir
barındıramaması anlaşılır bir durum değil!
Sonuçta YURTKUR’a bağlı yurtların kapasitesinin yetersizliği, Tarikat yurtlarına fırsat yaratıyor. Bizce bu durum bilerek görmezden geliniyor, Cemaat yurtları özel olarak destekleniyor.
2004 yılında AKP’nin yaptığı bir yasa
değişikliği ile:
“Yurtların faaliyetine dini alet etmesi” yurtların kapatılma gerekçeleri arasından
çıkarılmıştır.”
(Radikal,
04.12.2004)
Böylece devlet yurtlarına yerleşemeyen
öğrenci, pıtrak gibi artan cemaat yurtlarının
kucağına düşüyor. Tabiî Cemaat ve Tarikatlar da maddi sıkıntı çeken insanlarımızı,
sundukları bol imkânlarla kandırmasını
biliyorlar. Öğrenciler; 3 öğün yemek, 24
saat sıcak su, tamamı halı kaplamalı
mekânlar, internet kullanma gibi olanaklar
sunan bu yurtlardan ücretsiz ya da sembolik
ücretler ödeyerek yararlandırılıyor.
Biz, öğrencilerin, ailelerin; Cemaat evi,
Tarikat yurdu kıskacına kurban gitmesini
istemiyoruz.
Biz, Ortaçağcı gericilerin, insanlarımızın acizliklerinden yararlanamayacağı bir
ülke istiyoruz.
Biz, halktan gasp ettiklerinin küçük bir
bölümüyle AKP’li belediyelerce fakire
kömür, öğrenciye burs vererek ruhu dilencileştirilen bir ülke istemiyoruz.
Biz Aydın Gençliğimizin günde bir
simit parası için belediye önlerinde dilendiği bir ülke istemiyoruz.
Herkese Eşit, Parasız, Demokratik,
Laik, Anadilde Eğitim talebimizi dile
getiriyoruz.
Eğitim parasız olmalıdır, eğitimin
ondan kopmaz bir parçası olan barınma da
parasız olmalıdır.
Çözüm bizim ellerimizde. Unutmayalım ki; örgütlü olduğumuzda kazanacağız.
Kurtuluş Partisi Gençliği, Emperyalizme karşı ilk başarılı Kurtuluş Savaşı’nı vermiş, saltanatı ezmiş bu ülke halklarını, pırıl
pırıl gençlerimizin meczuplaştırılmasına,
bu işi kotaran, başını AB-D Emperyalistlerinin çektiği Ortaçağcıların örgütlenmesine
dur demeye çağırıyor.
Kurtuluş Partisi, Halkımızı:
“Emperyalizme köle, Tarikata mürit
olmayacağız” demeye çağırıyor.
Gel, sen de bu gidişe “dur” de.
Tepkini imza kampanyamıza destek
vererek göster!
Basına ve Kamuoyuna
Tayyipgiller, Öğrenci Gençliğin en meşru
ve haklı talebi olan Yurt Talebini bile
Düşmanlıkla karşılıyor!
K
urtuluş Partisi Gençliği’nin, Türkiye çapında başlattığı “YurtKur Uyuma Yurt Kur!” Kampanyasını en yaygın biçimde halkımıza
duyurmak için yapmak istediği afişlere
ilgili makamlardan yasak çıktı.
İzmir ve Muğla’dan sonra İstanbul,
İzmit ve Gebze’de de afiş başvuruları yasakla karşı karşıya geldi.
Tayyipgiller; üniversite öğrencilerinin (Aydın Gençliğin) en haklı ve meşru
talebi olan insanca yaşanılacak yurtlar
talebini içeren afişlemeler yapmasına engel olmaya çalışıyor. Resmi makamlara
yapılan afiş başvurularına red cevabı veriyor. Halk düşmanlığını bir kez daha
gözler önüne seriyor. Halkımızın elektrik, su, yol istemesi gibi yurtlar da öğrencilerimizin son derece insancıl ve zorunlu isteği-ihtiyacı. Üniversiteyi kazanarak başka bir şehre üniversite okumaya giden gençlerimiz için bundan daha
acil, daha haklı ve meşru ne olabilir?
Kurtuluş Partisi Gençliği, Aydın
Gençliğimizin bu en haklı, insancıl ve
meşru talebi için mücadele ediyor. İnsanca yaşanılacak devlet yurtları açmak yerine gençlerimizin, ateş pahası özel yurtlara ya da Mustafa Kemal ve laiklik düşmanlığı yapan tarikat yurtlarına, cemaat
evlerine mahkûm edilmesine karşı çıkıyor ve herkese eşit, parasız, demokratik,
laik, anadilde eğitim talebini dile getiriyor, bu kampanyada.
Yurt-Kur’un 2007-2008 verilerine
göre, kayıtlı olan özel yurtların sayısı
3126 iken devlet yurtlarının sayısı
219’da kalmış durumda. Yine 2,5 milyon üniversite öğrencisinden yalnızca
200 binine devlet yurdu sağlanabiliyor.
Sonuçta YURT-KUR’a bağlı yurtların kapasitesinin yetersizliği tarikat yurtlarına fırsat yaratıyor. Bizce bu durum
bilerek görmezden geliniyor, cemaat
yurtları özel olarak destekleniyor. 2004
yılında AKP’nin yaptığı bir yasa değişikliği ile “Yurtların faaliyetine dini
alet etmesi.” yurtların kapatılma gerekçeleri arasından çıkarılmıştır. (Radikal, 04.12.2004) Böylece devlet yurtlarına yerleşemeyen öğrenci, pıtrak gibi
artan cemaat yurtlarının kucağına düşüyor.
İlköğretim ve lise öğrencileri de cemaat yurtlarının özel ilgi alanındadır. Li-
sedeki öğrenciler ücretsiz sınavlara hazırlık vaadiyle, özel okullarla, özel dersanelerle kandırılmaktadır. Bizce tüm bu
olanlardan; çaresizlikten cemaat yurtlarına gitmek zorunda kalmış, dar gelirli
halk çocukları sorumlu değildir. Olanların sorumlusu ABD-AB (AB-D) Emperyalistleri ve onların “Yeşil Kuşak”,
“Ilımlı İslam” projesiyle yarattığı ucube
Tayyipgiller’dir. Amaçları, vurgunlarını,
soygunlarını daha da arttırmak, bu tarikat yurtlarında ve cemaat evlerinde, beyinleri gerici ideolojileriyle doldurarak
kendilerine mecnun olacak kişiler yetiştirmektedir.
İşte Kurtuluş Partisi Gençliği’nin:
“ e Tarikat Yurdu e Cemaat Evi, İnsanca Yaşanılacak Yurtlar İstiyoruz!
Yurt-Kur Uyuma Yurt Kur!” Kampanyasına düşmanlıkları ve kampanyanın afişleri için resmi makamlara yapılan başvuruya söz birliği etmişçesine çeşitli illerde red cevabı vermeleri, yuvalarına
çomak sokuşumuzdandır. CIA ajanı Fethullah Gülen’in tarikatı başta gelmek
üzere, Ortaçağcı-Şeriatçıların örümcek
yuvası tarikatların gerçek yüzünü, zavallı, çilekeş halkımıza anlatışımızdandır.
Bu yasak bizim için onurdur. Doğru
yolda olduğumuzu bir kez daha gösterir.
AB-D Emperyalistlerine karşı ve onların
uşağı yerli satılmışlara, Ortaçağcı din bezirgânlarına karşı mücadelemiz her gün
daha da büyüyerek devam edecek. Bu
yasaklar bize vız gelir. Birinci Ulusal
Kurtuluş Savaşımızın yiğit savaşçıları
gibi, biz İkinci Kurtuluş Savaşçıları da
ulusal değerlerimize, kendi vatanına düşman bu Şeriatçılara pabuç bırakmayacağız. Ve onları, tıpkı Birinci Kurtuluş Savaşçıları gibi, emperyalist ağababaları ile
birlikte ülkemizden defedeceğiz, ama bu
sefer İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı sosyal devrimle, Sosyalizmle taçlandıracağız. Vahdettinler İngiliz zırhlılarıyla kaçtı, Tayyipgiller o kadar şanslı olamayacak…
Yaşasın Yurt Kur Kampanyamız!
Demokratik, Laik, Anadilde Eğitim!
Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız!
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Kurtuluş Partisi Gençliği YURTKUR’a
hesap soruyor;
ASIL SE HALKA BORCU U
ÖDE, GÖREVİ İ YAP!
“YURTKUR UYUMA, YURT KUR!
www.yurtistiyoruz.org
Ankara’dan
Kurtuluş Partisi Gençliği
projeydi bu.
Tarikat yurtları, cemaat evleri pıtrak gibi çoğaldı. Şeriatçı örgütlenme ilkokullara
kadar el attı. Ülkemizde iktidar, Şeriatçı
güçlerin, tarikatların eline geçti. Bu hayat
pahalılığında okumaya çalışan halk çocukları, kötü koşullardaki yetersiz devlet yurtlarına da giremeyince, ateş pahası özel yurtların ya da onlara her türlü kolaylığı sağlayacağını vaadeden, Mustafa Kemal ve laiklik düşmanı, ulusal değerlere düşman tarikat yurtlarının, cemaat evlerinin pençesine
düştü-düşüyor.
Kurtuluş Partisi Gençliği, Aydın Gençliğin uyanıklığı, yurtseverliğin gereği olarak
Şeriatçı örgütlenmeye karşı, tarikat yurtlarına, cemaat yurtlarına karşı, “bilimsel, demokratik eğitimin bir gereği olarak insanca yaşanılacak yurtlar istiyoruz” talebiyle bir kampanya başlattı.
Kampanya çerçevesinde Ankara’dan İzmir’e, İstanbul’a, İzmit’e, Muğla’ya, Isparta’ya kadar Türkiye’nin çeşitli illerinde
stantlar açılarak kampanyanın amacını anlatan ve öğrenci gençliği, anneleri, babaları
kampanyaya desteğe çağıran bildiriler dağıtıldı. Binlerce imza toplandı.
Bu çerçevede İzmit’te de iki kez imza
standı açıldı. İkincisi 22 Kasım’da Yürüyüş
Yolu’nda açılan standa halkımızın ilgisi
gerçekten heyecan vericiydi. Yüzlerce imza
topladık. Bin civarında bildiri dağıttık. Sesli ajitasyon yaparak halkımıza kampanyamızı tanıttık. Partimizin önlükleri, şapkalarıyla, afişlerimizle canlı, ilgi çeken bir stant
oldu standımız.
Aldığı bildiriyi, üzerinde Tayyip ve İblis
Fethullah’ın resmi var diye buruşturup atmak isteyen iki kişi, Kurtuluş Partisi Gençliği tarafından hadleri bildirilince çareyi
arkasına bile bakmadan kaçmakta buldu.
Bu sırada çevredeki insanlarımız da; bu gericilere karşı mücadele ediyorsunuz, bunların hiçbir şeye tahammülleri yok, sizi tebrik
ederiz, diyerek bize destek oldular. Hatta,
verin biz dağıtalım, diye desteğini göstermek isteyenler oldu.
Yine İTÜ’nün Maslak ve Maçka Kampusları’nda imza stantları açıldı, yüzlerce
bildiri dağıtıldı, afişler yapıldı. Yurt Kur
Kampanyası İTÜ’de de devam ediyor, büyüyerek devam edecek.
Hâlâ halkımızın çoğunluğu Şeriatçı örgütlenmeye, Şeriatçı örgütlere karşı tepki
duyuyor. Ulusal değerlerinin kerte kerte
aşındırılmasından, 1 milyon şehit vererek
emperyalistlerin işgalinden kurtardığımız
ülkemizin, bugün yine aynı Batılı Emperyalistlerin ayaklarının altında ezilmesinden,
Kurtuluş Savaşımızda işgalci emperyalistlerle işbirliği yapan Tefeci-BezirgânlarınŞeriatçıların bugün ülkemizin iktidarında
olmasından büyük rahatsızlık duyuyor. Fakat halkımız örgütsüz, Örgütsüz Halk da ne
yazık ki duyduğu tepkilere rağmen bir mücadele yürütemiyor, etkili olamıyor. Görev
biz Kurtuluş Partililere düşüyor. Halkımızı
örgütleyeceğiz. Ulusal Kurtuluş Savaşımıza, Laikliğe düşman oldukları halde takiyye
yaparak bugün iktidarda olan Tayyipgiller’in varlığına, bu yaman çelişkiye son vereceğiz.
Sadece öğrenci gençlikten değil, halkımızın her kesiminden destek gören “Yurt
Kur Kampanyamız”ı daha da büyütecek
ve yayacağız. Yurt Kur Kampanyası Devam
Ediyor!
İstanbul ve İzmit’ten
Kurtuluş Partisi Gençliği
6
27 Aralık 2008
Devrimci, Che gibi, Kıvılcımlı gibi yaşarsa
insanlığının hakkını vermiş olur (2)
Hikmet Kıvılcımlı’yı Anma Toplantısı’nda Kurtuluş Partisi Genel Başkanı urullah Ankut Yoldaş’ın Yaptığı Konuşma: Türkler, tüm insanlıkla aynı sıraya gir- Türkleri, Arapların önceki 300 yıl içinde
İlkel Komünal Osmanlı
Toplumu, içine girdiği Sınıflı
Toplum bataklığında hızla
kirlenir
V
e biz, Usta’mızın “Tarih Tezi” adını
verdiği, Tarihi bir bilim haline getiren emeğinin ışığında Osmanlı’yı da
yani Tarihimizin bir parçası, kökümüz olan
Osmanlı’yı da çok iyi anlıyoruz. Selçuklu’yu da çok iyi anlıyoruz. Ve bizim dışımızda hiç kimse anlamıyor. Ne Halil İnalcık gibi ömrünü, 100 yıla yaklaşan uzun
ömrünü, Osmanlı Tarihine adamış burjuva
profesörleri anlayabiliyor Osmanlı’yı, ne
de bizim Küçükburjuva Sahte Solcular. Bizim dışımızda hiç kimse anlamıyor. Onu da
sadece neyse öylece, olduğu gibi tek biz anlıyoruz.
Usta’mız diyor ki, Osmanlı’yı kuran
400 atlı Göçebe, İlkel Komünal Toplum
insanıdır. Çoban Toplum insanıdır. Ve Söğüt-Domaniç taraflarına geliyorlar, 300 çadır, arkadaşlar. Yurt adını verdikleri Çadırda yaşıyor bu insanlar. İlkel Sosyalist Toplumu benimsiyorlar. Oğuz’un Kayı Boyu’na mensup 300 çadırda yaşayan insanlar, 400 savaşçıları var.
Özel mülkiyet nedir bilmiyor bu insanlar o güne kadar. Ama içine girdikleri toplum, sınıflı toplum. Biri-Doğudaki; çökkün
İslam Medeniyeti’nin bir parçası olan, derebeyleşmiş Selçuklu Medeniyeti’nin bir parçası. Diğeri ise en Batıdaki, yine çökmek
üzere olan derebeyleşmiş Bizans Medeniyeti’nin bir parçası. Bunların içine gelip giriyorlar.
Tabiî İlkel Komünal Toplum insanları
yani sosyalist insanlar, o değerlere sahip insanlar, sınıflı toplumun içine girdiler mi, sınıflı toplum bataklık… İnsanı çamurlara
bulayan bir bataklık sınıflı toplum… Yalanın, alçaklığın, namussuzluğun, düzenbazlığın, korkaklığın, ikiyüzlülüğün, sömürünün, talanın, acımasızlığın diz boyu olduğu
bir toplum sınıflı toplum.
İnsanlar kişicil çıkarlarından başkaca
hiçbir şeyi düşünmezler genellikle sınıflı
toplumda. Toplumun çıkarı diye bir şey olmaz… Hile, yalan, düzen, sahtekârlık, acımasızlık var sınıflı toplumda. Ama İlkel
Sosyalist Toplumda bunların hiçbiri yok.
Eşit kan kardeşler toplumu. Korku nedir,
yalan nedir bilmeyen bir toplum. İşte onun
(sınıflı toplumun) içine girince, kirlenirler
insanlar. Hızla kirlenirler…
Hani yine şairimizin dediği gibi:
Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu,
birinciliği beyaza verdiler.
Özdemir Asaf, değil mi, arkadaşlar?
Evet. İşte İlkel Sosyalist insanlar da beyaz gibi hızla kirlenirler, tozlanırlar sınıflı
toplumda.
Çünkü, katran kazanının yanında olup
da islenmeyen, üzeri kararmayan insan olur
mu?
Olmaz.
Mezbahaya gidip de işkembe kokusu
üzerine sinmeyen insan olur mu?
Olmaz… Olmaz… Onun gibi.
İnsan kirlenir, sınıflı toplumun kurallarını da benimser; ama o güne kadar o insanlar, o toplum yüz binlerce yıl, sosyalizmi
yaşamışlardır. O yaşam tarzını, o geleneklerini bir anda unutamazlar. O kuralları unutamazlar. Ruhları öyle şekillenmiş bu insanların. O yüzden o insanlar, gelenekler biçiminde o İlkel Sınıfsız Toplumun kurallarını
yaşatmaya devam ederler. Ülkülerini bir ölçüde de olsa yaşatmaya devam ederler. İşte
Osmanlı, o kuralları yaşattığı sürece gelişti,
üç kıtaya yayılan koca bir imparatorluk oldu, arkadaşlar.
Ama o da giderek derebeyleşti. Sınıflı
toplumun bütün rezilliklerine bulaştı ve sonunda çöktü. Yani her şey gibi Osmanlı’nın
yaşamı da bakın, İnsanlığın başından geçenler gibi, İslam Toplumunun başından
geçenler gibi bir süreç… Ve o süreçte de
başlangıçtaki kurallar, töreler, insanlar; o
sürecin sonunda tamamen öbür tarafa savrulmuş, zıddına dönüşmüş olurlar. Diyalektik süreç de işte budur. Her şey zıddıyla birlikte bulunur ve başlangıçta baskın olan
yön, sonunda altkın duruma gelir, yani
onun zıttı olan taraf ağırlık kazanır. Bu iki-
sinin çarpışmasından da bambaşka, yeni bir
sentez ortaya çıkar. Bu senteze varılamazsa
çürüme, çökme ve yok olma meydana gelir.
İşte burada da aynen o oluyor. Başlangıçtaki İlkel Sosyalizm, içine girilen toplumun
niteliğinden dolayı, yani aşırı olumsuzluğundan dolayı, giderek katı derebeyleşmeye varıyor. İkisinin çarpışmasından yeni bir
senteze-daha üst bir toplum biçimine (kapitalizme) varılamıyor. Bu derebeyleşmenin
yoğunluğundan kaynaklanıyor. Osmanlı
her geçen gün derebeyleşmenin batağına
biraz daha saplanıyor. Ve sonunda da çöküş
ve bitiş geliyor.
Bizim dışımızdakiler ve burjuva tarihçileri sanırlar ki, Osmanlı derebeyi, feodal bir
toplum olarak doğdu. Yok böyle bir şey.
Böyle bir şey yok, arkadaşlar. Göçebe Toplum neyin özel mülkiyetine sahip olacak?..
Bir sürüleri, bir de çadırları var. Kan kardeşler toplumu zaten. Nerede özel mülkiyet, neyi paylaşacak? Bunu düşünmezler.
Bu hiç akıllarına gelmez. Zaten üretilen
ürünler kabilenin geçimine ancak yeter.
Kim mal istifleyecek, Karunlaşacak, zenginleşecek?..
Yok böyle bir şey...
Ve toplum önderleri, Askercil Demokrasi dediğimiz demokratik kurallarla seçilir
gelirler. İşte bunu da netçe tek biz görürüz.
Bizim dışımızdakiler görmez.
Osmanlı’nın, o 400 savaşçının bir anda
hem İslam Medeniyeti’ni-Selçuklu Medeniyeti’ni, hem de Bizans Medeniyeti’ni iskambilden şatolar gibi paramparça etmesi,
üç kıtaya yayılan ve 15 ila 20 milyon kilometrekare yüzölçümüne sahip koca bir imparatorluğa dönüştüren gücü nereden geliyor arkadaşlar?
İşte bu İlkel Sosyalist Geleneklerden geliyor. İlkel Sosyalist toplum, eşit kan kardeşler toplumu olduğu için korku nedir bilmez. Kendini toplumun dışında görmez. O
bakımdan savaşçıdır. Bir de; adildir, eşitlikçidir. Zalim, gaddar değildir. İşte bu iki
önemli anlayıştan dolayı Osmanlı hızla gelişti ve yayıldı, güçlendi, koca bir imparatorluğa dönüştü.
Bunu bizim Küçükburjuva Sahte Solcu
arkadaşlara bir türlü anlatamıyoruz. Bunu
anlattığımız zaman, vay, sen Osmanlıcısın
diye saldırıyorlar bize. İslamiyeti anlatıyoruz, vay sen, İslamiyet sosyalizm demektir,
Kur’an’da sosyalizm savunulur diyorsun,
diye saldırıyorlar bize. Anlamıyorlar bizim
ne dediğimizi. Osmanlı’nın bu tarihi sürecini anlattığımız zaman, vay siz Osmanlıcısınız, şovensiniz, diye yine saldırıyorlar bize.
Süreci görmüyorlar ki, olayı görmüyorlar,
anlayamıyorlar. Çünkü o teorik ışık yok kafalarında, o teorik güç yok.
bulursunuz. Bu kişi sıradan bir tarihçi, bir
yazar, arkadaşlar:
“İsa’dan sonra on üçüncü yüzyılda
Büyük Kuraklık meydana geldi. Çin
Seddi’nden Orta Asya’ya kadar bütün
topraklar susuzluktan çatlayıp kavruldu
ve bu topraklarda yaşayan kabileler sü-
Yusuf Hikmet Bayur
rüleri için yeni topraklar aramak üzere
yollara düştüler. Bunların arasında, sancaklarının üzerinde bir Bozkurt başı
olan, Süleyman Şah önderliğindeki Osmanlı Türkleri de vardı.
“Geniş Moğol suratlarındaki çekik
gözleri ve hayvanca güçleriyle, bu Osmanlı Türkleri zalim ve ilkeldiler. (Tabiî
Medeni İnsan, İlkel Sosyalist İnsanı böyle
değerlendiriyor, değerlendirecek.) En azından vahşi Orta Asya topraklarının uçsuz
bucaksız steplerinde avlanan bozkurtlar
kadar acımasız ve gaddardılar. Gene de,
göçebe yaşamlarının sunduğu tehlikeler
ve risklere karşı, önderlerine kayıtsız
şartsız boyun eğecek kadar disiplinliydiler.” diye gidiyor.
Yani bir Göçebe Çoban Toplum olduğunu anlatıyor burada Osmanlı’yı kuranların,
arkadaşlar, bu yazar.
di.”
Yani tüm insanlıkla aynı sıraya indi, diyor. Ondan önce tüm insanlığın daha üst bir
aşamasındaydılar, düzeyindeydiler.
Neydi bu?
İlkel Sosyalist Geleneklere sahip oldukları dönemdi, arkadaşlar. Onu söylemiyor
ama böyle bir gücün olduğunu söylüyor. E,
biz bunun, Marksist Tarih anlayışımız ve
Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi ışığında, İlkel
Sosyalist Gelenekler olduğunu koyuyoruz,
buluyoruz.
“(…) aynı sıraya girdi. Yapılarındaki
çelik doku yok olmuştu. (Bakın, ne güzel
bir anlatım: “Yapılarındaki çelik doku yok
olmuştu.”) Enerjilerinden ve canlılıklarından eser kalmamıştı. (Derebeyleşince,
artık çıkar ilişkileri ön plana geçince, özel
mülkiyet duygusu ön plana geçince, insanlar işte böyle çürür.) Soy ve ahlâk açısından çürümüşlerdi. Egemenlikleri altındaki bağımlı halklar, onlara başkaldırdılar. Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan
birbiri ardına bağımsızlıklarını ilan ettiler. (Yani giderek Osmanlı’nın çürümüşlüğünü, dökülmüşlüğünü, artık giderek çatırdamaya başladığını anlatıyor.)
“Bu imparatorluğun artık dağıtılması
gerektiğine kani olan Hıristiyan güçler,
onu baskı altına alıp, cesaret edebildikleri parçalarına ele koymaya başladılar.
Kırım’ı ve Kafkasya’yı ele geçiren Rusya, İstanbul ve Akdeniz’e açılan yolu
olan Boğazlar üzerinde hak iddia etmeye
başladı. Fransa, Suriye ve Tunus’a el attı. İngiltere, Mısır ve Kıbrıs’ı işgal etti.
Yeni ve gelişmekte olan Almanya, diğer
rakiplerini saf dışı eder etmez ülkeyi
kendi başına ele geçirme ümidiyle, tüm
Avrupa’ya karşı Sultan’ın, yani II. Abdülhamid’in yanında saf tuttu. Bu ulusların hepsi Osmanlı’dan özel haklar ve
ekonomik ayrıcalıklar talep etmekteydi.
“Birer akbaba kadar açgözlü olan Hıristiyan Güçler, büyük bir iştahla imparatorluğun sonunu gözlemekteydiler.
Birbirlerinden çekinerek de olsa, tohumlarını ektikleri akla ziyan Dünya Savaşı
felaketi öncesinde, her birinin haset dolu
gözleri diğerlerinin üzerindeydi.” (Armstrong, agy, s. XI-XII)
Selçuklu ve Osmanlı’nın eşit
kankardeşleri toplumu
olduğunu Burjuva Tarihçileri
bile görüyor-seziyor
1932 yılında Mustafa Kemal’in biyografisini yazan ilk kişi İngiliz Armstrong, arkadaşlar. Ve Türk düşmanı bir yazar Armstrong. Arabistan cephesinde yüzbaşı olarak
İngiliz Ordusunda savaşırken Osmanlı’ya
esir düşmüş bir kişi. Sonra rüşvet vererek
kaçıp kurtulmuş, bir yolunu bulmuş kurtulmuş, İngiltere’ye gitmiş. Ve Osmanlı çöküp
İtilaf devletlerinin egemenliğine girdikten
sonra da, İstanbul işgal edildikten sonra da
gelip İngiliz yüzbaşısı olarak İstanbul’da
görev yapmış bir kişi. Ve o zaman da Anadolu’ya silah kaçıran yurtseverlerin peşine
düşmüş, onları yakalamış, yakalamaya çalışmış. Yani İstanbul’dan silah sevkiyatını
engellemeye çalışmış bir kişi Armstrong.
İşte 1932’de de bu biyografiyi yazıyor.
Mustafa Kemal, İngilizcesini bulup getirtiyor bunun. Ve okutuyor Yusuf Hikmet Bayur’a. Hakaretamiz saldırılar var burada
Mustafa Kemal’e. Okumak istemiyor Hikmet Bayur, zorla okutuyor Mustafa Kemal.
O bile, Armstrong bile yazdığı Önsöz’de,
Giriş diyor, o bile bütün bilinçsizliğine rağmen, Osmanlı’nın ne olduğunu, nereden
gelip nereye gittiğini az çok sezer, arkadaşlar. Sezer... İnanın şu Giriş’i okuduğunuz
zaman, yani bizim Tarih Tezinin ışığında
Osmanlı’ya ilişkin bu bakışımızın sezi biçiminde de olsa, çok yüzeysel bir anlayışını
Selçuklu Savaşçıları
“Önlerinde can çekişmekte olan imparatorluklar buldular. Yozlaşmış Selçuklu İmparatorluğu, Bağdad ve Halifelerin yıpranmış Arap İmparatorluğu ile
köhnemiş Bizans. Bu imparatorlukları
paramparça edip fethettiler.
“Süleyman Şah’ın ölümünden sonraki üç yüzyıl içinde, onun onuncu halefi
olan Kanuni Sultan Süleyman, Adriyatik
kıyılarındaki Arnavutluk’tan İran İmparatorluğu sınırlarına ve Mısır’dan Kafkasya’ya dek uzanan koskoca bir imparatorluğu adalet ve dirayetle yönetmeye
başlamıştı bile.”
Diye devam ediyor.
Yani arkadaşlar, bütün düşmanlığına
rağmen, bakın o yazar bile diyor ki, Kanuni
Sultan Süleyman koca imparatorluğu “adalet ve dirayetle” yani beceriklilik ve başarıyla yönetmeye başlamıştı. Ama sonradan,
arkadaşlar, derebeyleştiğini de yine sezi halinde anlatır:
“(…) Bir istisna dışında (yani Kanuni’den sonra), ondan sonra gelen yirmi
yedi padişahın her biri bir öncekinden
daha da dejenere idi. Yönetimi saray haremi, iç oğlanları ve hadım ağaları ele geçirdi. İyi bir önderden yoksun kalan
Arkadaşlar, burada Birinci Emperyalist
Büyük Yağma Savaşı’nın sebebini de koyuyor Armstrong. Yani bütün mesele, Osmanlı’dan en büyük payı kimin kapacağı. Birinci Büyük Emperyalist Yağma Savaşı’nın en
büyük nedeni bu. Böyle gidiyor, zamanımız
yok, gerisini okumaya.
Yine Georgios akracas adında bir Yunanlı yazarın, günümüz yazarının “Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni” adında
çok ciddi, değerli bir incelemesi var. Buradan kısa bir bölüm okumak istiyorum. Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın neden genişlediğini, neden yayıldığını, neden kolayca büyük fetihler yaptığını, zaferler kazandığını
anlatıyor:
“Bizanslılar 1071 Mancikert (Malazgirt) savaşında bozguna uğradıktan sonra, bunu izleyen 10 yıl içinde
Anadolu’nun siyasi haritasında dramatik değişmeler oldu. Bu süre içinde Selçuklu Türkleri ikaiya’ya (İznik) ulaşarak, neredeyse tüm Anadolu’yu ele geçirdiler. İznik, sultan Alp Arslan’ın ilk başkenti oldu. Bu devletin toprakları dışında Dardanel (Çanakkale), Küçük Ermenistan ve Trabzon bölgeleri kaldı.
“Engel tanımadan ilerleyen Selçuklu
başaramadıklarını 10 yıl içinde başardılar. Bibliyografyada Selçuklu Türkleri
ile Bizanslılar arasında cereyan eden
önemli bir savaştan söz edilmemektedir.
Bu olay, Anadolu topluluklarının istilacılara karşı neredeyse hiç direniş göstermediklerine işaret etmektedir.
“Anadoluluların Selçuklu istilacılarına karşı hiçbir askeri direniş göstermemeleri, önceki Bizans döneminde yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkilerin çok düşük bir düzeyde oluşuna bağlanmaktadır. Bilinen bir olay, Makedon
Hanedanının hüküm sürdüğü yıllarda,
derebeylerin, imparatorların da katkısıyla, küçük toprak…”
Selçuklular da aynı süreçten geçiyor,
tıpkı Osmanlı gibi. Yazar Selçuklu’yu anlatıyor burada öncelikle. Yani o da İlkel Komünal toplumdan gelip, derebeyleşip çürüyor ve Osmanlı tarafından ortadan kaldırılıyor.
Evet… “(…) Makedon hanedanının
hüküm sürdüğü yıllarda, derebeylerin,
imparatorların da katkısıyla küçük toprak sahiplerini tam anlamıyla ezdikleri
ve onları toprak kölelerine dönüştürdükleridir. Makedon Hanedanı yıllarında
Anadolu Bizans toplumunda mülkiyet
ilişkilerindeki değişiklik şu yolla gerçekleşmişti: Büyük çiftliklerde ve Kilise topraklarında yapılan üretim her çeşit vergiden muaf tutulurken, küçük üreticilere
% 90’lara varan çok ağır vergiler konuyordu.”
Düşünebiliyor musunuz, arkadaşlar, küçük üretmenler ürünlerinin yüzde doksanını
vergi olarak ödüyorlar Bizans’ta. Ama büyük çiftlikler ve kilise toprakları vergiden
muaf tutuluyor. İşte çürümüş derebeyi medeniyetlerinde üretmenler böylesine baskı
ve zulüm altında bulunurlar.
“Bu ezici vergilendirme yüzünden özgür üreticiler kendi başlarına var olmayı
sürdüremiyor ve topraklarını gönüllü
olarak derebeylerine bağışlayıp, geçinebilmek için toprak kölesi olmayı yeğliyorlardı. Derebeyleri ise, boyun eğmeyen
az sayıdaki özgür rençperleri, “sopalılar” diye adlandırılan adamlarının yardımıyla ikna ediyorlardı. (Gönüllü boyun
eğmeyenleri dayakla yola getiriyordu, diyor, arkadaşlar.) Çimiskes’ler, Phokas’lar,
Bardas’lar gibi imparatorlar veren Bizans aristokrasisinin bu toplumsal politikası, Anadolu’nun en büyük bölümünde
Bizans yönetiminin sona erişine de damgasını vurdu.”
Yani bu zulüm politikası, Anadolu’nun
en büyük bölümünde Bizans’ın sona erişine
damgasını vurdu, diyor.
Alparslan’ın Malazgirt zaferinden sonra
da bildiğimiz gibi Selçuklular hızla Anadolu’yu ele geçirdiler, Bizans’ı Anadolu’dan
silip süpürdüler.
“Bizanslı yazar Khionates’in (arkadaşlar, bunun ünlü bir tarih kitabı da var,
Khionates’in) anlattıklarını, Fotiadis şöyle yorumlar: “(…) böylelikle sonunda Helen kentleri tümüyle barbar sömürgeleri
olmayı yeğliyorlardı ve vatanlarını seve seve ödün olarak verdiler.” (Georgios Nakracas, Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni,
Belge Yayınları, s. 51-52)
Düşünebiliyor musunuz, arkadaşlar,
Kent Üretmenleri, Barbar Toplum dediği İlkel Komünal Toplum insanlarını seve seve
kabulleniyorlar ve vatanlarını gönül rızasıyla onlara veriyorlar.
Niye?
Çünkü o Barbarlar geldiği zaman, bunları derebeylerin zulmünden kurtarıyor. Bunu, kendisinin Bizans’ın varisi olduğunu
iddia eden Yunanlı bir yazar anlatıyor. İşte
Selçukluların geçtiği bu süreçten, Osmanlılar da aynen geçtiler.
Şimdi bu yazarların gördüğünü bile, (hiç
de solculuk iddiası yok bu yazarın, bir burjuva tarihçisi) bizim küçükburjuva sahte
sollar göremiyorlar. Göremiyorlar, çünkü
yok o teorik güç kendilerinde. Ve yine ömrünü Osmanlı Tarihine, Bizans Tarihine
vermiş Tarihçilerimiz de göremiyor. Ve
Marksizmin-Leninizmin ve Hikmet Kıvılcımlı’nın ideolojisinin şaşmaz ışığı altında,
sadece biz görüp teorik zeminine oturtabiliyoruz olayları. Yani olayı olduğu gibi kavrayabiliyoruz. İşte Kıvılcımlı böylesine büyük işler başarmış, büyük teorik mucizeler
yaratmış, insanüstü emekler ortaya koyabilmiş bir devrimci, arkadaşlar.
7
27 Aralık 2008
Çanakkale Savaşı ve Zaferi,
Tüm Mazlum Milletlerin
Emperyalizme Karşı İlk
Zaferidir
Şimdi, geçen yıl 18 Mart’ta, İzmirli ve
İstanbullu Kurtuluş Partili Yoldaşlarımız,
Çanakkale’de 18 Mart 1915 Deniz Zaferi’nin kutlamasını yaptılar. Çoğu yoldaşımız bunu hatırlar. Yine bizim küçükburjuva
sahte sollarımız, ad vermeden bizleri eleştirdiler, bu kutlamayı yaptığımız için, bu
zafere sahip çıktığımız için.
Kıvılcımlı Usta der ki:
“Çanakkale Zaferi sadece bizim değil,
tüm mazlum milletlerin emperyalizme
karşı ilk zaferidir.”
(Alkışlar…)
“O yüzden o zaferi ne kadar kutlasak
yeridir”, der, arkadaşlar.
Bizim Sahte Solculara göre, Birinci
Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Osmanlı
da, emperyalist paylaşım savaşını güden
cephelerden birine mensup bir devlet. O
yüzden, onun kazandığı bir zafere sahip
çıkılamaz. Bu anlayıştalar.
Ama biz diyoruz ki, Osmanlı o savaşın
bir tarafı değil, o savaşın kurbanı!
O savaşın öznesi değil, nesnesi!
O savaşın asıl çıkış sebebi, Osmanlı’yı
parçalamak, yağmalamak, yutmak arkadaşlar. Olay bu.
Osmanlı aldatılarak yarısömürge durumuna düşürüldüğü için, o savaşa zorla
sokuldu.
(Sloganlar: Davamız Halkın Kurtuluş
Davasıdır… Alkışlar…)
Lenin, arkadaşlar, “Proletarya İhtilali
ve Dönek Kautsky” adlı eserinde, yine
yüce anıt eserlerinden biri Lenin Usta’nın:
“(…) Kendi burjuva “vatanı” için
konuşmaya tarihî bir hakkı bulunan ve
feodalizme karşı mücadelede yeni ülkelerde milyonlarca insanı uygar bir hayata götüren büyük burjuva ihtilallerine
derin bir saygı gösteremeyen insan,
Marksist olamaz.”
Yani büyük burjuva devrimlerine,
15’inci Yüzyılda İngiltere’de başlayan
büyük burjuva devrimlerine saygı göstermemiz gerekir, çünkü feodalizmden daha
üst bir üretim ve toplum biçimi olan kapitalizme sıçrattı insanlığı o devrimler, diyor.
Onlara saygı göstermeyen insan, Marksist
olamaz, diyor Lenin.
“(…) Bir insan, Alman Emperyalistleri tarafından Belçika’nın boğazlanması ya da Avusturya ve Türkiye’yi yağma
için İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya
Emperyalistleri arasında imzalanan
pakt ile ilgili olarak, “vatanın savunması”ndan söz eden Plekhanov ve
Kautsky’nin ikiyüzlülüğüne karşı nefret
duymayınca da Marksist olamaz.”
(Lenin, age., s. 26)
Demek ki, arkadaşlar bakın, Lenin Usta
burada emperyalist savaşın iki cephesini
çok net olarak görüyor.
Bir tarafta kim var?
Almanya var.
Mustafa Kemal ve Arkadaşları Çanakkale Savaşı’nda
Marks-Engels Usta’mızın, Türkiye üzerine yazıları Sol Yayınları tarafından
“Doğu Sorunu [Türkiye]” adıyla yayımlanmıştı. Ustalarımız burada der ki, Batılı
devletler Osmanlı’nın ruhuna fatiha okumaktadırlar.
Yine bir yerde derler ki, Osmanlı, Avrupa Medeniyetine yem olacaktır, yem edilecektir.
Ve yine burada Engels der ki, Osmanlı
kaçınılmaz bir şekilde parçalanacak, çökecek…
“(…) Türkiye’nin bağımsızlığının
korunması ya da Osmanlı İmparatorluğu’nun olası çözülüşü durumunda,
Rusya’nın bu toprakları kendine katma
tasarısının önlenmesi en önemli sorundur. (F. Engels, age., s. 31)
Yani ne güzel koyuyor meseleyi.
1853’te yazıyor bunu Engels. New York
Daily Tribune’de, 12 Nisan 1853’te, “Türkiye’de Konusunda Gerçek Sorun” başlığını taşıyan Başyazısında.
Yani Osmanlı’nın parçalanması kaçınılmaz.
(Bir dinleyicinin sözü üzerine.. Söz
anlaşılmıyor.)
Evet, tabiî, tabiî… Biz diyoruz ki işte,
Batı Kapitalizmi, Emperyalizm aşamasına
geçti artık, o dönemde. Yani, Türk bağımsızlığını korumak, diyor, önemle üzerinde
durulması gereken meselelerdendir. Yani
büyük Usta’mızın 1853’te gördüğünü,
bizimkiler bugün bile, aradan 150 yıl, 155
yıl geçmiş olmasına rağmen görüp kavrayamıyorlar. Bunların nerede MarksistLeninistliği?..
Lafta!
İşte biz Marksist-Leninistiz derken,
bunu dudaktan söylemiyoruz.
Bir söz, ünlü yazarımız Reşat Nuri’nin
dediği gibi, “dudaktan kalbe” vurmazsa,
o sözün beş paralık bir değeri yoktur.
Biz Marksizmi-Leninizmi bir bilim olarak, İşçi Sınıfının kurtuluş bilimi olarak
benimsiyoruz. Onun rehberliğinde mücadelemizi sürdürüyoruz.
Bizi, vay Osmanlıcı, şoven vesaire zırvalamalarıyla adi, basit sözlerle suçlamaya
kalkıyorlar, kara çalmaya çalışıyorlar. Buna
prim verir miyiz biz? Ciddiye alır mıyız
bunu?
Bilimin dediği ortada…
O neyi yutmak istiyor, Usta’nın koyuşuna göre?
Belçika ve Avusturya’yı.
Öbür tarafında kim var emperyalist
yağma savaşının?
İngiltere, Fransa, Çarlık Rusyası ve İtalya var.
Bunlar kimi yağmalamak istiyor?
Avusturya ve Türkiye’yi yağmalamak
istiyorlar.
Demek ki emperyalist savaşın bir parçası değil, kurbanı Türkiye. Öznesi değil, nesnesi, arkadaşlar. Ve bunu Lenin söylüyor.
Ne zaman söylüyor?
“1915 yılında, Mayıs’ın ikinci, Haziran’ın birinci yarısında yazıldı” bu
makale.
Bu dönem, Çanakkale Kara Savaşlarının bütün şiddetiyle sürdüğü dönemdir. Bildiğimiz gibi Çanakkale Kara Savaşları, 25
Nisan 1915’te başladı, 9 Şubat 1916’da
emperyalistlerin hezimeti kabul ederek
defolup gitmesiyle sona erdi.
Tam o savaşın en şiddetli biçimde sürdüğü günlerde diyor bunu, Lenin Usta.
E, şimdi biz Leninistsek, bunu böyle
göreceğiz, teori bunu söylüyor.
Hem bunu ciddiye almayacaksın, bunun
zıddına zırvalamalar ortaya süreceksin,
ondan sonra da ben Marksist-Leninistim
diyeceksin. Adına MLKP, bilmem HÖC şu
bu diye adlar koyacaksın. Bunların, bu zırvalamaların, beş paralık bir değeri yok
bizim için.
Bizse Marksist-Leninist ideolojiyi biliyoruz ve onun rehberliğinde savaşıyoruz!
Oyun oynamıyoruz!
Stalin de burada, “Leninizmin İlkeleri”nde iki yerde açıkça söyler. Ama vaktimiz son derece azaldı, o yüzden… “Leninizmin İlkeleri”nde, (Sol Yayınları’ndan)
arkadaşlarımız bakabilirler. Aynı, Lenin’in
koyduğu tezleri tekrarlar.
Demek ki, Çanakkale Savaşları konusunda da, Marksizmin-Leninizmin tezini
savunuyoruz biz; Kıvılcımlı ve biz.
Bizim dışımızdakiler, burjuvazinin tezlerini savunuyorlar.
Çanakkale Savaşları’na böyle aşağılık
biçimde saldıran dönek yazarçizerler var.
Hadi Uluengin, geçen yıllarda benzer bir
yazı yazmıştı, hatırlayan arkadaşlarımız
olabilir. Mustafa Yoldaş’la birlikte okumuştuk. Yine Engin Ardıç döneği, benzer
bir yazı yazdı. E, şimdi bunlarla saf tutacaksın sen, ondan sonra da devrimcilik
iddiasında bulunacaksın. Biz de sana Sahte
Sol, Soytarı Sol deyince, vay bize hakaret
ediyor, diye bize saldıracaksın. Ve bizimle
ilişkiyi askıya alacaksın. Hiç umurumuzda
olmaz! Ya adam olursunuz ya da erir, tükenir, yok olur gidersiniz…
(Alkışlar… Sloganlar… Yeni Sevr’e
Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız…)
Emperyalistlerin Çanakkale
Hezimeti ve bu Hezimetin
Dünya çapındaki önemi
Çanakkale Savaşları’nda bulunan, yağmacı emperyalist orduyla beraber bulunan
bir İngiliz Savaş muhabiri var, arkadaşlar,
Ellis Ashmead Bartlett. “Çanakkale
Gerçeği” diye, tüm arkadaşlara salık vereceğim bir kitabı var. Burada çok açık bir
şekilde anlatır emperyalistlerin amaçlarını.
Yani, “Rüyalar Şehri İstanbul’u bir an önce
ele geçirmek, Ayasofya’da yeniden Haç’ın
hâkimiyetini sağlamak, Fatih’in Yeniçerilerinin yaptıklarının öcünü almak”, diye sıralar. Sürekli makaleler gönderir Londra’ya,
savaşın başlarında gönderdiği yazılarında,
zaferden o denli emindir ki; zafer çok
yakın, der defalarca. Ve “Osmanlı Türkleri
son Haçlı Seferinden bu yana Anglosakson
süngüsü tatmadılar, şimdi tadacaklar”, der.
“Haç için savaşan o kutsal şövalyelerin
öcünü alacağız”, der. Ve coşkuya kapılır
emperyalist ordu karşısında. “Bugüne dek
Tarihin gördüğü en büyük Haçlı Ordusu bu.
Onun önünde kim durabilir?” der. Ve Türkleri o kadar aşağılar ki… Türkleri ve
Osmanlı Halklarını… Tabiî Kürt yoldaşlarımız da var, omuz omuza bu savaşlarda.
Hiçbir şekilde ayrılmamışlar, Malazgirt
Savaşı’ndan bu yana sürekli Türklerle
omuz omuza, her zaman, sevinçte ve zor
günlerde, tasada beraber olmuşlar, arkadaşlar.
“Bunlara on şilin rüşvet versek, bir de
teslim olduklarında af çıkarsak, bu siperlerdeki Osmanlı Türkleri kaçar gider”, diye
teklifte bulunur, Çanakkale Savaşlarının
Komutanı Ian Hamilton’a. O denli emin
yani, o denli aşağılıyor bizleri, savaşın başlangıcında.
Ama sonunda ne olduğunu görür.
“Türkler müthiş kahramanca savunuyorlar
yurtlarını. Köşeye sıkıştığı zaman korkunç
yenilmez savaşçılar olur Türkler” der.
Ve savaşın gidişatını görür. Ve o yönde
değerlendirmelerde bulunur ve Londra’ya o
makaleleri göndermeye başlar. Ian Hamilton hemen ambargo koyar, Bartlett’in yazılarına. Engeller, gönderilmesini. Sonunda
bir Avustralya savaş muhabirine makalesini
verir ve İngiltere Başbakanı Asquith’e bir
mektup yazar, arkadaşlar. Fakat bu mektubu Avustralya savaş muhabirine verirken,
başka bir İngiliz savaş muhabiri görür, Ian
Hamilton’a haber verir. Ian Hamilton,
hemen o Avustralya savaş muhabirini Marsilya’da gemiden iner inmez tutuklatır. Ve
elinden Bartlett’ın makalesini alır. İngiliz
Başbakanına, Asquith’e ulaştırılmasını
engeller böylece. Ama Avustralya savaş
muhabiri, mektubun içeriğini belleğine
yazmıştır. Onu tekrar kaleme alır. Avustralya Başbakanı Andrew Fisher’e gönderir.
Fisher de İngiliz Başbakanı Asquith’e gönderir. Şimdi o mektubun son bölümünden
kısa bir bölüm okumak istiyorum:
“Sayın Asquith,
“Size böylesine rahatça yazıyor olmamı mazur göreceğinizi umuyorum;
ancak, bu mektubu size elle ulaştırma
imkânına sahibim ve kesinlikle meselelerin gerçek yüzünü buradan öğrenmeniz
gerektiğini düşünüyorum. Türklere
karşı mutlak büyük başarılar gösterme
yolundaki son büyük çabamız, Bannockburn Muharebesi’nden beri tarihimizdeki en korkunç ve pahalı fiyasko idi.
Karargâhlar tarafından belirlenen planın en ufak bir başarı şansının bulunduğunu şahsen hiç düşünmedim, keza, bu
planın akim [başarısız] kalışını 9. Kolordu’nun Anafarta Tepelerini zapt etmede
başarısız kalışıyla açıklamaya yönelik
gayretlerin gerçekle bir ilgisi bulunmamaktadır. Operasyonlar, imkânsız bir
ülkede, İşgalci Güçlerin, bir generalin
kesinlikle beklenti hakkına sahip olamayacağı mikyasta, elde edilmesi imkânsız
hedeflere kahramanca dalması ve hayatlarını feda etmesi suretiyle bir süre
sürdü. Asıl hedef, Yarımada’yı Suvla
Körfezi’nden” (agy, s. 276) diye devam
eder, arkadaşlar.
Yani, bu savaşın, vaktimiz yok okumaya, sürmesinin hiçbir anlamı yok. Kayıptan
başka, hezimetten başka hiçbir şey vermez.
En kısa sürede, zaten kış da yaklaşmakta-
dır, çekilmemiz gerekir, der, arkadaşlar.
Onun üzerine İngiliz Başbakanı
Asquith, Ian Hamilton’ı, o gururlu, mağrur,
emperyalist yağma savaşlarında büyük
deneyimler edinmiş, zaferler kazanmış,
Güney Afrika Halklarına kan kusturmuş,
Hindistan’da mazlum Hindistan Halkına
kan kusturmuş Ian Hamilton’ı görevden,
yani Çanakkale Savaşları Müttefik Orduları Komutanlığından alır, yerine General
Monroe’yu gönderir. Monroe, savaşın sürmesindeki anlamsızlığı çabuk kavrar. Ve
onun üzerine emperyalist İtilaf Ordusu
defolur gider, arkadaşlar.
Yani Çanakkale Savaşları ve Zaferi
konusundaki tezlerimiz de, tümüyle Marksizmin-Leninizmin ilkelerine uygundur,
arkadaşlar.
Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın
niteliği nedir?
Taci Arkadaşımız da uzun uzun anlattı.
Bizim Birinci Kurtuluş Savaşı’mız, Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’dır.
Burjuva Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş
Savaşı’dır. Usta’mız adını böyle koyar. Ve
Türkiye Komünist Partisi’nin ilk Başkanı
ve onun yoldaşları da böyle koyar bu savaşın adını. Mustafa Suphi Yoldaş ve
Onbeşler de aynen böyle koyar, arkadaşlar.
Şimdi bizim Sevrci Sahte Solcular,
Mustafa Suphi’yi savunur görünürler,
Onbeşler’i savunur görünürler. Ama hiç
ilgileri yok Onbeşler’le de, Mustafa
Suphi’yle de, TKP’nin o yıllarda verdiği
mücadele ve savunduğu tezlerle de. Tam
tersine, onlarla tam bir uyum içinde olan
bizleriz.
Yine isterseniz önce Lenin’den başlayalım, arkadaşlar, Kurtuluş Savaşı’mızın niteliği neymiş. Büyükelçi olarak Ankara’ya
gönderilen Sovyet diplomatı Aralov, Türkiye’ye hareket etmeden önce Lenin’le görüşür. Lenin’in öğütlerini, direktiflerini alır.
Lenin’in ona söylediklerinden kısa bir
bölüm okumak istiyorum.
“Türkler”… Lenin söylüyor arkadaşlar. Lenin’in çalışma odasına gidiyor Aralov, zamanımız yok oraları aktarmayalım.
Lenin içtenlikle, dostlukla tokalaşıyor, hal
hatır soruyor. Yani gönlünü okşayıcı sözler
ediyor ve şunları söylüyor sonra da:
“(…) Şimdi size büyük bir iş veriliyor.
Türkiye’de yararlı çalışacağınızı umuyorum. Türkler, milli kurtuluşları için
savaşıyorlar. Bunun için Merkez Komitesi, askerlik işlerini bilen birisi olarak,
sizi oraya gönderiyor. Emperyalistler
Türkiye’yi soyup soğana çevirdiler, hâlâ
da soyuyorlar. Köylüler ve işçiler buna
katlanamadılar ve başkaldırdılar. Sabır
bardağı taştı; gerek Doğu Halkları,
gerek biz emperyalist kuvvetlere karşı
savaşıyoruz. Sovyetler Birliği emperyalistlerle olan işini bitirdi. Onları bozguna
uğrattı ve memleketten kovdu. Onların
dişlerini söktük. Keskin tırnaklarını
vücudumuza geçirmelerine izin vermedik.”
“Lenin Türkiye’de olup bitenleri çok
iyi biliyordu. (Aralov diyor bunu hatıralarında ve Lenin devam ediyor:)
“-Mustafa Kemal Paşa, tabiî ki sosyalist değildir” diyordu Lenin, “Ama görülüyor ki iyi bir teşkilatçı. Kabiliyetli bir
lider, milli burjuva ihtilalini idare ediyor.
İlerici, akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist inkılâbımızın önemini anlamış
olup, Sovyet Rusya’ya karşı olumlu davranıyor. O, istilacılara karşı bir kurtuluş
savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla birlikte silip süpüreceğine inanıyorum. Halkın ona inandığını söylüyorlar.
Ona, yani Türk Halkına yardım etmemiz
gerekiyor. İşte, sizin işiniz budur. Türk
Hükümetine, Türk Halkına saygı gösteriniz. Büyüklük taslamayınız. Onların
işlerine karışmayınız... İngiltere onların
üzerine Yunanistan’ı saldırttı. İngiltere
ile Amerika bizim üzerimize de sürü ile
memleket saldırttı... Sizi ciddi işler bekliyor. Yoldaş Frunze bu günlerde Ukrayna
Cumhuriyet adına Ankara’ya gidecektir.
Herhalde onunla Türkiye’de karşılaşacaksınızdır.
“-Kendimiz fakir olduğumuz halde
Türkiye’ye maddi yardımda bulunabiliriz. Bunu yapmamız gereklidir.” (diyor
arkadaşlar.)
Küçük paragraf bir daha aktarayım:
“-En önemlisi halka saygı göstermektir. Emperyalistlerin yağmacı istilacı
politikalarına karşılık bizim, hiçbir çıkara dayanmayan dostluk ve memleketin iç
yaşamına karışmama durumumuzu,
açıklayınız! İşte sizin ödeviniz!.. e gibi
yardımlarda bulunacağımızı da bildirelim; en kuvvetli bir ihtimalle silah yardımında bulunacağız. Gerekirse başka şey-
ler de veririz. Dil öğreniniz…” filan diye,
devam eder arkadaşlar, zamanımız yok. (S.
İ. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye
Hatıraları, s. 37-40)
Demek ki Lenin, çok net bir şekilde
Kurtuluş Savaşımızın karakterini ortaya
koyuyor, arkadaşlar. Şimdi bunu inkâr ettik
mi, o zaman Leninciyiz deme hakkımız
kendiliğinden ortadan kalkar.
Biz neden Leninistiz?
Marksizmin-Leninizmin
tezlerini
benimsediğimiz için. O tezlerin ışığında
kavga yürüttüğümüz için Leninistiz, diyoruz. E, onları reddedersek Leninistliğimiz
lafta kalır…
Yine, zamanımız yok arkadaşlar, burada, Stalin Boğazlar’da İtilaf Donanmasını
bombalayalım, der, imha edelim der, işgalci donanmayı. İşgal altında o zaman İstanbul. Ali Fuat Paşa’ya önerir Stalin bunu
açıkça. Ve 10 milyon altın ruble yardım
vaat eder Sovyetler. Birinci 5 milyonunu
gönderirler, ikinci 5 milyonu da, arkadaşlar,
halledeceğiz, der Stalin.
“Stalin’in Boğazlar’ı torpilleme teklifi,
“Bundan sonra Milletler Komiseri
Stalin’le olan mülakatımız aşağıdaki
Stalin
şekilde cereyan etmişti.”
General, Mustafa Kemal’in silah arkadaşlarından Ali Fuat Cebesoy. O zaman
Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi. O, anılarında, “Moskova Hatıraları” adlı anılarında, yazıyor.
“- Anlıyorum, Paşa! (diyor, Ali Fuat
Cebesoy’a, Stalin) Selanik’in Bulgaristan,
Yunanistan, Sırbistan’dan hangisine
verilmesinin daha münasip olacağı hakkında fikrinizi öğrenebilir miyim?”
Yani bu denli dostça davranıyor Stalin
de. Sizin tercihiniz yönünde bizim de görüşümüz olsun, istiyor. Sizin tercihinize uyalım, diyor Stalin.
“Ben- Yunanistan’da kalması daha
adilane olur.
“Stalin- Boğazlar’da denizden bir
teşebbüste bulunulmasını ve İtilaf
Donanmasının ızrar edilmesini [zarar
verilmesini] düşünüyorum. Bu maksatla
Alman mütehassıslarını Kırım’a getirteceğim. Onlara Kırım’da torpil ve sair
tahrip vasıtaları yaptırtacağım. Eğer
bunların Boğazlar’a nakli tarafınızdan
temin edilebilirse, hemen işe başlanabilir. Siz ne dersiniz?
“Ben- Tahrip vasıtalarını, mütehassısların gösterecekleri usul dairesinde
Türk denizcilerinin kendi küçük gemileriyle nakledebileceklerini mümkün
görüyorum.
“Bundan sonra sözü benim istediklerim üzerine getirdim, dedim ki:
“Vaadedilen on milyon rublelik altının ikinci taksidi olan beş milyonu Ankara’ya gönderebilmek üzere acele yola
çıkarılmasını rica edeceğim.
“Bu hususta bir iki gün içinde kat’i ve
müspet bir cevap verebileceğini söyledi.
“Türkiye’ye gönderilmesi takarrür
eden esliha (yani Türkiye’ye gönderilmesi
kararlaştırılan silahlar, - N. Ankut), cephane ve harp malzemesinin, görülen mübrem ihtiyaç üzerine bütün süratiyle gönderilmesini hususi surette Yoldaş Stalin’den rica edebilir miyim?
“Sual ve ricama da:
“Bunu temin edeceğimi vaad ediyorum.
“Cevabını verdi. Konuşmamız geç
vakitlere kadar samimi olarak devam
etmişti.” diye devam ediyor, arkadaşlar.
(agy., s.160-161)
Yani Stalin de böylesine dost. Birlikte
İtilaf Donanmasını, işgalci donanmayı
imha edelim, diyor.
Şimdi zamanımız ne kadar kaldı?
İki saat doldu, bir yarım saat kaldı. İki
buçuk saat süre tanımıştı yoldaşlarım bana.
O bakımdan…
Devam edecek
8
27 Aralık 2008
Başyazı
Görmek isteyen herkesçe görülmektedir ki,
Ergenekon Davası bir CIA Operasyonudur
Baştarafı sayfa 1’de
“Atasagun yolladı iddiası
“ERGE EKO davasının seyrini değiştirecek önemli bir belge ortaya çıktı.
Dün Sabah gazetesinde yayımlanan haberdeki iddialara göre, Tuncay Güney bir dönem “İpek” kod adıyla MİT’in Türkiyeİran Masasında görevliydi. 1992’de JİTEM
ve Ergenekon’un içine sızdırıldı. Ancak
2001’de Adil Serdar Saçan’ın yaptığı sorguda Ergenekon’u deşifre ettikten sonra
dönemin MİT Müsteşarı Atasagun tarafından ABD’ye gönderildi.
“O belge teşkilata aittir’
“Bu haber üzerine MİT’ten bir açıklama geldi. Teşkilat, belgenin kendilerine ait
olduğunu doğruladı ancak “Güney, o dönem itibarıyla şüpheli faaliyetlerinden dolayı dikkatimizi çeken ve üzerinde çalışma
yapılan bir şahıstır. Kayıtlı bir haber kaynağımız değildir” dedi. Açıklamada, “Kuruluş ve işleyişi tartışmalı Kontr Terör
Merkezi, sorumluları ile birlikte 1997’de
kuruluş şemasından çıkarıldı” ifadesiyle,
Eymür’ün başında olduğu birime dikkat
çekildi.” (Milliyet, 27 Kasım 2008)
Demek ki Tuncay Güney, MİT’te Mehmet
Eymür’ün başında bulunduğu birimde çalışmış. Zaten T. Güney de 2001’deki polis sorgusunda, “Eymür’ün adamlarına düzenli
bilgi veriyordum.” (Milliyet, 27 Kasım
2008) diye netçe itiraf ediyor.
Mehmet Eymür, geçmişte uzun bir süre olduğu gibi şimdi de AB-D’de yaşıyor. CIA’nın
koruması altında… Tabiî yine CIA’nın beslemesinde…
MİT’teki “Kontr-Terör Dairesi” de, CIA
yönetimindeki Uluslararası Kontrgerilla’nın
ya da diğer adıyla “Süper ATO”nun Türkiye’deki şubesinin adıdır. Yani gerçek Ergenekon’dur. Bu gerçeğin ışığında bakınca, “Ergenekon Davası”nın bir CIA ya da bir Kontrgerilla ya da Gerçek Ergenekon Operasyonu olduğunu görürüz.
Demek ki gerçek Ergenekon, yani Kontrgerilla görevine eskiden olduğu gibi yine devam ediyor.
16 Mart Katliamı’nın failleri olan
gerçek Ergenekoncular aklandı
AB’ci, dönek, sinsi sermaye uşağı Can
Dündar bile, 16 Mart Katliamı’nın kurbanları
olan devrimcilerin gönüllü savunucusu, namuslu aydın, avukat Cem Alptekin’in görüşlerine yer vermek durumunda kalıyor, Milliyet’teki köşesinde. O yazının başlığını da Cem
Alptekin’in kullandığı bir kavramdan oluşturuyor. “Çakma” diyor Cem Alptekin, bugünkü Ergenekon Davasına işaret ederken. Bu argo kelime, çalıntı ya da kaçak araba motorlarının seri numaralarının silinerek, yerlerine
numaratörle sahte seri numaraları vurulması,
yahut da çakılması olayından hareketle oluşturulmuş bir kavramdır. Motor numarasının orijinal değil de sahte olduğunu işaret eder.
C. Dündar’ın köşe yazısından bir bölüm:
“İstanbul Üniversitesi’nde 100 solcu öğrencinin üzerine atılan ve 7 öğrenciyi öldürüp 41’ini yaralayan bombanın polis aracında bir ülkücüye verildiği ortaya çıkmıştı.
“O ülkücü, vicdan azabıyla davadan
dönmeye niyetlenince beyninden kurşunlanmıştı.
“Kanlı perde böyle açılmıştı.
***
“16 Mart’ın altını kazınca, altından tanıdık isimler çıkmıştı.
“Mahkeme tutanaklarına göre, bombayı getiren, dönemin Ülkü Ocakları Şube
Başkanı Abdullah Çatlı idi.
“Bomba atıldıktan sonra saldırganları
kovalayan polislere bir komiser muavini
“Geri dönün” emri vermişti.
“Katiller böyle kollanmıştı.
“Veee tesadüfe bakın ki, o “Dönün” diyen müdür, Emniyet içinde hızla tırmanmış, Terörle Mücadele’nin başına geçmişti.
“Veee tesadüfe bakın ki Susurluk’ta kazada ölen Abdullah Çatlı’nın telefon kayıtları incelendiğinde, ölmeden önce o Şube
Müdürü ile 5 kez konuştuğu ortaya çıkmıştı.
“16 Mart davasında avukatlar, bunun
sıradan bir cinayet davası değil, “devlet
içindeki bir suç örgütü”nce gerçekleştirilen, birçok başka davayla ilişkili, örgütlü
bir suç eylemi olduğunu dile getirmişlerdi.
“Mahkeme ikna olmuş ve MHP davası,
Abdi İpekçi suikastı, TİP’li 7 gencin katledilmesi gibi önemli davalar, bu dava dosyasına delil olarak celp edilmişti.
“Sonra mahkeme durdu, heyetler değişti, dava geciktirildi ve nihayet beklenen ol-
du:
“Dün 16 Mart katliamı davası, 30 yılını
doldurduğu ve zaman aşımına uğradığı gerekçesiyle “düştü”.
***
“Veee tesadüfe bakın ki, “kontrgerilla”
denilen devlet örgütlenmesinin işbaşı yaptığı eylem sayılan 16 Mart’ın tarihe gömülüşü, Ergenekon denilen yapılanmaya ilişkin
davanın başladığı güne denk geldi.
“Dün 16 Mart davasını baştan beri inatla takip eden Cem Alptekin’e bu “ilahi tesadüf”ü sordum:
“Şimdiki gençler buna ‘Çakma’ diyorlar” dedi:
“Çakma” yani “bir şeyin sahtesini aslına benzetme çabası...”
“Yakın tarihimizin bütün katliamlarını
içine alan Gladio dosyasını kapattıkları
gün, içinde yakın tarihin hiçbir ciddi katliamının olmadığı Ergenekon davasını başlattılar.” (agy, 21 Ekim 2008)
Demek
ki
bugünkü
“Ergenekon
Davası”nda adı geçen-konu edilen sahte-uydurma Ergenekon’un gerçek Ergenekon’la yani Kontrgerilla ile bir ilgisi yoktur. Benzerliği
yoktur. Amaçları da birbirinin tam zıddıdır.
CIA, kendi emrindeki gerçek Ergenekon’u
gizlemek, korumak ve kullanmak için, bu sahte Ergenekon’u onun yerine “çakma” yapmıştır.
İşte bu “çakma” Ergenekon Davasının da
“kilit ismi” yine kendi ajanı Tuncay
Güney’dir.
Tuncay Güney’i ABD’ye ve CIA’ya pazarlayan Fethullah Gülen hareketidir. Çünkü bu
ruhu rahatsız, değer yargısız kişi, medya ortamında dolaşırken, Fethullahçı medyaya da gider. Ve orada işe alınır. Fethullah Gülen’in Ortaçağcı hareketiyle CIA zaten içli dışlıdır. Yani CIA’nın istediği gibi oynamaktadır bunlar.
İşte bu arada T. Güney, CIA’nın gözüne çarpar. Tam onların kullanacağı tiplerdendir T.
Güney. Çıkar ve kariyer için her şeyi yapmaya
hazır kişilerdendir çünkü T. Güney. CIA bunu
alır, doktrine eder ve Veli Küçük’le JİTEM
çevresine gönderir. Onlara yakın görüşlere sahip, bu nedenle de onların vereceği her görevi
istekle yapacak kişi görünümünde bu çevreye
yaklaşır. Sonunda da Veli Küçük ve JİTEM
yetkililerini kandırarak, içlerine girmeyi başarır.
Sonra ulusalcı, yurtsever, laik askerlerin
yanına da gönderilir. Oralardan da bilgiler toplamaya çalışır, görüşmeler yapar…
CIA, Tuncay Güney’i yetiştirerek
İstanbul polisine gönderir
CIA zaten bu kesimlerin her yaptığını izlemekte ve büyük oranda bilmektedir. CIA,
elindeki bilgileri de yükler T. Güney’e. Sonunda da “teşekkül halinde dolandırıcılık”tan
İstanbul polisine düşürülüyor T. Güney. Dikkat edelim. Polise düşmüyor. Planın bir parçası olarak polise düşürülüyor. Daha doğrusu T.
Güney, CIA tarafından polise gönderiliyor.
Tabiî bu gönderilmeden önce de CIA, Tuncay Güney’in cebine “10 yıl süreyle ABD’de
oturma izni” veren belgeyi koyuyor. Ve görev sonrası da T. Güney de ABD’ye uçuruluyor. Sonra oradan da Kanada’ya aktarılıyor.
Şimdi, Tuncay Güney’i sorgulayan polis
şefi Ahmet İhtiyaroğlu’nun konuya ilişkin
açıklamalarına yer veren Milliyet’e bakalım:
“Tuncay Güney’in sorgucusu olan eski
emniyet amiri:
“ 24 Bİ KİŞİ SORGULADIM, OU
GİBİSİİ GÖRMEDİM.
“Tuncay Güney’i 2001’de sorgulayan
Organize Şube Müdür Yardımcısı Ahmet İhtiyaroğlu, savcılığa dilekçeyle başvurarak o
dönemi anlattı: “Sanki birileri bize bazı şeyler anlatması için göndermiş gibiydi. Hem bu
kadar evrak bulunduran hem de kolay anlatan adam bana uygun gelmedi”
“Ergenekon davasının ‘kilit’ ismi Tuncay Güney’i 2001 yılında Organize Suçlarla Mücadele ve Kaçakçılık Şube Müdürlüğü’nde sorgulayan polisin, 2005’te işkence
iddiasıyla yargılanan ve ceza alan, dönemin
Organize Şube Müdür Yardımcısı Ahmet
İhtiyaroğlu olduğu anlaşıldı. Savcılığa dilekçeyle başvururak o dönemi anlatan İhtiyaroğlu, “ esim Malki cinayeti, Karagümrük çetesi, Hizbullah başta olmak üzere örgütlü 110 cinayet olayını çözdüm, Meslek
hayatım boyunca 24 bin kişi sorguladım
ama Tuncay Güney gibisini görmedim” dedi.
“2 Mart 2001’de “Teşekkül halinde dolandırıcılık” iddiasıyla gözaltına alınan
Tuncay Güney’in, Ergenekon yapılanması
ve emekli Tuğgeneral Veli Küçük hakkındaki iddialarla ilgili sorgusunu yapan İhtiyaroğlu, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılı-
ğı’na 28 Ekim 2008’de bir dilekçeyle baş- kalı bir çalışma başlatılmasını isteyip ‘İsvurarak, ‘Adalete yardımcı olmak istiyo- tihbarat ve Organize birlikte çalışalım’ dedi.
rum’ dedi.
“Her şeyi bilen tek adam olamaz dedim
“Dilekçede kendisini “muhafazakâr
“Ben her fırsatta bu adama inanmadığımilliyetçi” olarak tanımlayan İhtiyaroğlu,
sorgulamadaki başarısı nedeniyle işin ken- mı söyledim çünkü meslek hayatım boyundisine
verildiğini
öne
sürdü. ca 24 bin kişi sorguladım, yanıldığım elbetİhtiyaroğlu’nun dilekçesinden bazı bölüm- te vardır ama Tuncay Güney gibisine hiç
rastlamadım. Bu kadar çok şeyi bilen tek
ler şöyle:
“Şubede ‘Küçük’ün adamıyım, çıkarım’ adam... Bu kasetleri incelediğinizde bizim
de ne kadar şaşırdığımızı göreceksiniz.
demiş
“İstihbarat Şubesi’nde görevli Emniyet Hem gay, hem bu kadar evrak bulunduran,
Amiri Hakan Ünsal Yalçın, Harun isimli hem de kolay anlatan adam bana uygun
polis memuru, bizim şubede Tahkikat Büro gelmedi.
“Hatta ben Adil Bey’e herkesin içinde,
Amiri Kemal Karademir toplantı yaptık.
Hakan Ünsal Yalçın bana ‘Tuncay Güney ‘Müdürüm bu adamın anlattıkları doğru
ise şu an burada MİT Müsteşarı’nın, Geisimli bir şahsı takip ediyorduk.
“Teknik dinleme yaptık. Bu adam dün nelkurmay İstihbarat Komutanı’nın, EmAsayiş tarafından gözaltına alındı, gözal- niyet İstihbarat Daire Başkanı’nın da oltındayken bizim takip ettiğimiz grubu de- ması gerekiyor. Biz bunların doğru olup olşifre etti, mecburen bu adamı aldırdık, sor- madığını süzebilecek bilgi ve beceriye sahip
gusunu yapıp operasyona hazırlamamız la- değiliz’ dedim.
“Ama Adil beyi ikna edemedim. Onun
zım’ dedi.
“Ben de bu grubun eylemlerini sordum. anlattıklarına inandı. Sonunda proje izni
Hakan da bana ‘Ergenekon denilen bir suç alınmasına ve İstihbarat ile koordineli çaörgütü, bu suç örgütünün lideri Veli Kü- lışmaya karar verildi.”(Belma Akçura, Milçük, mafya bağlantısı da Sedat Peker’dir, liyet, 28 Kasım 2008)
Ahmet İhtiyaroğlu, katıldığı bir tv prograeylemlerini tam olarak bilmiyoruz’ dedi.
Zaten ilk olarak Asayiş’te ‘Ben Veli Kü- mında; “Sizce Tuncay Güney’i kim gönderçük’ün adamıyım, bizim Ergenekon örgü- miş olabilir? MİT mi?” diye soran medya
tümüz var, beni buradan alırlar’ demiş. görevlisine, “Yabancı bir istihbarat örgütü
Asayiş’teki polislerin sorusu üzerine Erge- gönderdi gibi geldi bana…” diye cevap vermiştir. Yani A. İhtiyaroğlu, CIA gönderdi denekon’u tamamıyla anlatmış.
“İstihbarat’tan Hakan ‘Konu İl Emni- mek istemiştir.
Yine bildiğimiz gibi CIA’nın kardeş istihyet Müdürlüğü’ne intikal edince olaydan
bizim haberimiz oldu. Sızma ihtimali olma- barat örgütü MOSSAD’dır. CIA, Ortadoğu’da
sın diye biz de gidip susturduk. Yine de MOSSAD ve hain, kukla kralların yönetiminoradaki arkadaşların yarım yamalak da ol- deki Ürdün İstihbarat Örgütü El Muhabesa bilgileri oldu. İyi sorgulanması lazım, biz rat’la ortaklaşa çalışır. Tabiî yönetici hep
de bu yüzden sorguyu senin yapmanı iste- CIA’dır.
dik’ dedi (...) Bu işi Tahkikat Amiri Kemal
Musevi Cemaati, T. Güney’in
Karademir’in yapması gerekirdi ama Şube
Yahudiliğinin ve Hahamlığının
Müdürü emrettiği için ben yapmak zorunsahte olduğunu açıkladı
daydım. Ben soruşturmanın içinde hiç bulunmadım, sadece Tuncay Güney’in sorgu
Tuncay Güney’in Musevi olduğu hatta bumülakatını ben yaptım.
nunla da yetinmeyip Kanada’da Hahamlık
“Güney sanki her gün sorgulanıyormuş (Musevi din adamlığı) yaptığı da yine medyagibi rahattı
da çok geniş biçimde yer aldı. Bir de bunlara
“Akşam saatlerinde Tuncay Güney sor- ilaveten Tuncay Güney’in homoseksüel halk
guya hazırdı(...) Mülakat odasına girdik. deyişiyle ibne olduğu yazıldı çizildi. Zaten T.
Tuncay Güney’i getirdim, içeri girdi, karşı- Güney’in görünümü de o mesajı veriyordu.
mıza oturdu. Ben Hakan ile yan yana idim.
Bu iş ortaya atıldığı anda, biz işin içinde
Kemal Karademir ise solumuzda oturuyor- bir b.k’lik olduğunu anlaşmıştık. Çünkü hodu. Memur arkadaşlar ise ayakta ya da boş moseksüelliğe karşı en tepkili kitaplı-yapay
bulduğu banka oturmuştu. Ben kendisini din Museviliktir. Eşcinsel ilişkilerin yaygınlıtanıtarak başlamasığı yüzünden İsrail
nı istedim. Tuncay
tanrısının-Rab’bin bir
doğumundan günüşehri çoluk çocuk,
müze kadar kendini
genç yaşlı, kadın eranlattı. Ben dün gece
kek demeden tümden
Asayiş’te anlattığı
yok ettiği bu dinin
Ergenekon’u en başkutsal kitabında-Tevtan detaylı anlatmarat’ta anlatılır. Bu sesını istedim.
bepten homoseksüel
“Güney konuşurbirinin Musevi din
ken hep hareketleriadamı olması bizce
ne neye tepki verip
olası değildi. T. Güneye vermediğine de
ney haham olamazdı.
bakıyordum. Dikkaİşin garibi, bu dutimi ilk çeken hiç terum karşısında İsrail
dirgin değildi. Oysa
Elçiliği
de,
olması
gerekirdi.
Türkiye’nin Musevi
Sanki her gün sorguCemaati de uzun sülanıyormuş gibi raren bir suskunluğa bühat, soru sorulmasıründü. Oysa, Tuncay
Mehmet Eymür
nı dahi beklemeden
Güney’in haham olmaanlatmaya başladı. Bu
dığını onların da anında bilmesi gerekirdi.
durumdan şüphelendim. Hatta önümdeki MOSSAD için bu türden bilgilere ulaşmak dadeftere ‘Hiç tedirgin değil, bu adamda yo- kikalık işlerdi. Biz, İsrail tarafının bu suskunlunda gitmeyen bir şeyler var’ diye yazıp luğundan anladık ki, onlar da oyununun içinHakan’a okuttum (...) Tuncay ise anlattı da dedir. T. Güney MOSSAD tarafından da koanlattı. Hatta öyle şeyler anlattı ki, ilk defa runmaktadır. Ve bir şekilde ilişkidedir. Dolayduyduğumuz olaylar olduğu gibi, duyunca lı ya da dolaysız…
şaşırdığımız olaylar, meğerse yanlış biliyorSonunda suskunluğu bozan Türkiye Musmuşuz bu olay bildiğimiz gibi değil de baş- evi Cemaati lideri oldu. Baktı ki Türkiye’deki
kaymış dediğimiz olaylar, hatta ve hatta Yahudi toplumu, T. Güney yüzünden düzey
inanamadığımız olayları anlattı.
yitirmektedir. Zaten de Türkiye’de kendilerine
“Tuncay Güney’i sanki bize konuşsun di- karşı hayli önyargılı bir yaklaşım mevcuttur.
ye göndermişler
Şimdi bu T. Güney olayı, durumu daha da
“Güney’in anlattıklarında dikkatimi çe- ağırlaştırmaktadır. Tuncay Güney ve CIA yüken bizim asli görevimiz olan mafya, çete işi zünden puan yitiren biz oluyoruz. Artık yeter,
değil de başka oluşum, terör niteliği taşı- ABD kendi işini kendi halletsin bundan sonra,
masıydı. Ben de ‘kendi kendime yahu bu diye düşünerek suskunluğunu bozdu Türkiye
adamın anlattıkları bizim şubeyi ilgilendir- Yahudilerinin temsilcisi…
miyor ki’ dedim. Bu işin sonu nereye varır
Konu 15 Kasım tarihli gazetelerde yer aldı.
diye de merak ettim (...) Sorguyu bitirdiği- Milliyet, haberi manşetten, “SAHTE HAmizde sabaha karşıydı. Aralıksız 6 saate HAM OPERASYO U” şeklinde vermişti.
yakın belki de daha fazla sürdü. Bu sorgu Bir gün sonra da, haberin bir özetini verdi iç
kayda alınmadı sorgu notları tutuldu. En sayfada. Biz amacımız için yeterli olacağı sesonunda Adil Bey (Dönemin Organize Suç- bebiyle bu özeti aktarıyoruz:
larla Şube Müdürü Adil Serdar Saçan) ile
“Türkiye Musevi Cemaati Başkanı Sildeğerlendirme yapmaya karar verdik ve is- vio Ovadyo, Ergenekon soruşturmasının
tirahate ayrıldık.
önemli isimlerinden Tuncay Güney’le ilgili
“Şube’de tekrar Adil Bey’in başkanlı- olarak, “Türkiye’nin gündeminde olan
ğında toplandık. Ben ‘Sanki birileri bize önemli olaylarla ilgili en kilit adamın, bir
bazı şeyler anlatması için göndermiş gibi. Yahudi din adamı kisvesi altında olması
Ben bu adamın anlattıklarına inanmıyo- ters bir olay” dedi
rum. Bilgiler tek adamda toplanmaz. Bu
“Milliyet dün manşetten “Sahte haham
işin içinde başka bir şey var’ dedim. İstih- operasyonu!” manşetiyle yayımladığı habarat’tan Hakan da, ‘Bu adamın anlattık- berde, İstanbul Emniyeti’nde 2001 yılında
larının bazılarını kendilerinin de bildiğini, verdiği ifadeyle Ergenekon soruşturmasınbir proje izni alarak bu suç örgütüyle ala- da kilit rol oynayan Tuncay Güney’le ilgili
olarak Türkiye Hahambaşılığı’nın yaptığı
araştırmayı duyurmuştu. Hahambaşılık,
Kanada’da yaptıkları araştırmada, Güney’in söylediğinin aksine “Toronto’daki
Beith Jacob Sinagogu’nda din adamı olmadığını” ortaya çıkardıklarını açıklamıştı.
“Rahatsız edici
“Beith İsrail Sinagogu önündeki törende konuyla ilgili soruları yanıtlayan katılan
Türkiye Musevi Cemaati Başkanı Silvio
Ovadyo, “Hahambaşılığın kayıtlarında
böyle bir kişinin (Tuncay Güney) adına
rastlanmamıştır” dedi.
“Ovadyo, bir gazetecinin, “Tuncay Güney’in, sürekli Yahudi kıyafetiyle televizyonda demeç veriyor olması sizi rahatsız
ediyor mu?” sorusu üzerine, “Bu durum
Yahudi cemaatini rahatsız ediyor. Türkiye’nin gündeminde olan önemli olaylarla ilgili en kilit adamın, bir Yahudi din adamı
kisvesi altında biri olması, ters bir olay. Bu
bizim bünyemizde oluşan bir hahamın bulaştığı olay da değilse tabii ki bizim için daha da rahatsız edici” karşılığını verdi.”
(agy, 16 Kasım 2008, s.19)
Gördüğümüz gibi, T. Güney’in bırakalım
hahamlığını, Museviliği bile sahte çıkıyor. Yani Türkiye’deki hahambaşılığın kayıtlarında
böyle bir isme rastlanmıyor. Bu karanlık soytarı Türkiye’de Musevi diye bilinmiyor.
T. Güney, CIA, MOSSAD, MİT’le
içlidışlıdır
Şimdi de T. Güney-MOSSAD ilişkisini
bildiren habere gelelim:
“MOSSAD’a ÇALIŞIYOR İDDİASI
“Tuncay Güney’le ilgili bir iddia da haber dergisi ewsweek Türkiye’de çıktı:
“2007’de Muhammed el Attar adlı bir
Mısırlı genç, Mısır’da İsrail lehine casusluk
yaptığı suçlamasıyla tutuklandı. Ardından
Kanada’da yaşayan üç isim bu kişiyle bağlantılı olarak aynı casusluk olayıyla gündeme geldi. Bu isimler Daniel Levi, Kemal
Kosba, Tuncay Bubay. Biri Mısır Dışişleri
Bakanlığı’ndan üst düzey bir isim, diğeri
bu ülkedeki etkin bir Batılı elçiliğin güvenlik sorumlusu iki yetkili tarafından doğrulanan bilgilere göre, bu üç ismin de Güney’e ait olması olasılığı yüzde 99.9. Yani
Güney, Mısır tarafından aranıyor.
Güney’in bir dönem Toronto’da aynı evi
paylaştığı bir kişi de, Attar ile farklı bir
isim altında Güney’in arkadaşı olarak tanıştığını gayet iyi hatırlıyor.” (Milliyet, 28
Kasım 2008)
Gördük ki Tuncay Güney CIA, MOSSAD
ve MİT’le içli dışlı olmuş biridir. Ve besbelli
ki AB-D Emperyalistlerinin alçak çıkarlarının
hizmetkârıdır. AB-D uşağı bir zavallı, insan
sefaletidir. Bu zavallıyı bu ajan örgütlerine pazarlayan da, iblis Fethullah Gülen’in yönettiği
Ortaçağcı harekettir. T. Güney, 1994 yılında
bu hareketin ana tv’si Samanyolu tv’de çalışmıştır.
Yine hatırlarsak, bu davanın bir numaralı
savcısı Zekeriya Öz de bu gerici-Şeriatçı harekete mensuptur. Yalova’da sıradan bir savcı
iken, onu da alıp bu davanın başına getiren aynı güçlerdir. Medyada yer aldığına göre, Z. Öz
de, AB-D ve İngiliz istihbarat örgütlerinin
temsilcileriyle görüştükten sonra Ergenekon
Davasını oluşturmaya başlamıştı.
Sonuç olarak, bu dava AB-D Emperyalistlerinin, Türkiye’deki Mustafa Kemalci, yurtsever, antiemperyalist ve laik güçleri tasfiye
yönelik bir operasyondur.
AB-D Emperyalistleri bir şaşırtmaca yaparak bu davaya, Kontrgerilla içinde yer almış
Veli Küçük ve ekibini de dahil etmiştir. Sebebi saf kitleleri kandırmaktır. Peki neden bu
ekibi katmıştır da, Kontrgerilla’nın yani gerçek Ergenekon’un başka bir ekibini katmamıştır?
Şundan: Veli Küçük ve ekibi 1991 sonrasında Kürt hareketiyle mücadeleye ağırlık vermişlerdir. AB-D Emperyalistlerinin çıkarlarıysa bu hareketin önünün kesilmesi değil tam
tersine açılmasını gerektirmektedir. Bilindiği
gibi bugün Amerikancı burjuva Kürt Hareketiyle AB-D müttefik durumdadır.
Bu nedenle de, AB-D, Veli Küçük ve çevresini bu davaya dahil ederek, burjuva ABD’ci Kürt hareketinin de gönlünü bir kez daha
kazanmış olacaktır. Yani AB-D böyle davranarak iki ayrı kazanç sağlamış olmaktadır.
Tekrarlarsak, bu davada konu edilen Ergenekon hayalidir. Bir AB-D operasyonudur.
Geçen yazımızda da belirttiğimiz, Soner Yalçın’ın uzun uzun anlattığı, örnekleriyle kanıtladığı gibi böyle davalar, daha önce de Sorosçu Zerzavat Devrimlerinin yapıldığı daha doğrusu yaptırıldığı her ülkede açılmış, görülmüş.
Bunu iyi bilelim. Bu davanın Ergenekon’unun
gerçek Ergenekon’la hiç ilgisi yoktu. Amaçları da terstir zaten.
Biz, gerçek Ergenekon’la yani Kontrgerilla’yla 1960’lı yıllardan beri mücadele ediyoruz. Hep de edeceğiz…
9
27 Aralık 2008
Kahraman Iraklı gazeteci Arap Halkına
ve tüm İnsanlığa umut veriyor!
Fidel Yoldaşın Görüşleri
Akıntıya Karşı
1
Havana, 5 Aralık (Prensa Latina) Küba Devrimi lideri Fidel Castro, Cubadebate sitesinde Cuma günü yayınlanan ‘Akıntıya karşı’
(‘avegar contra la marea’) başlıklı yazısında, ABD’nin yeni seçilen
başkanı Barack Obama’nın son açıklamalarını ele aldı. Castro, Obama ile her koşulda görüşebileceklerini, ancak kendilerine karşı havuçsopa taktiğinin geçerli olmayacağını söyledi.
O
bama’nın 23 Mayıs tarihinde, vaktiyle Ronald Reagan tarafından kurulmuş olan Küba-Amerika Ulusal
Vakfı’nda yaptığı konuşmanın ardından,
25 Mayıs’ta, ‘İmparatorluğun ikiyüzlü politikaları’ başlıklı bir yazı yazmıştım.
Söz konusu yazıda, Miami’de konuşlanan ABD mandası sevdalılarına hitaben
Obama’nın sarf ettiği cümleleri aktarmıştım: “(…) omuz omuza Küba’da özgürlük
için çalışacağız; size sözüm budur (…) Kübalı-Amerikalıların geride kalan ailelerine,
Castro rejimine dokundurmadan para gönderebilmelerinin vaktidir. (…) Ambargoyu
sürdüreceğim.”
Daha sonra bu bugüne kadar gelmiş
geçmiş başkanların tezlerine ve ahlâk dışı
davranışlarına örnekler vermiştim. Şöyle
yazmıştım:
“Bazı hassas soruları gündeme getirmem gerek.
“1. ABD Devlet Başkanının, hangi gerekçeyle olursa olsun, bir insana suikast
düzenlenmesini emretmesi doğru mudur?
“2. ABD Devlet Başkanının, insanlara
işkence yapılmasını emretmesi ahlâka sığar mı?
“3. Devlet terörü, ABD gibi güçlü bir
ülke tarafından dünyaya barış getirmek
için bir araç olarak kullanılmalı mıdır?
“4. Bir ülkeye, Küba’ya, istikrarını bozmak için ceza olarak, masum çocukların ve
annelerinin hayatına mal olması pahasına,
Uyum Yasası adlı bir yasanın uygulanması,
iyi ve gurur duyulacak bir şey midir? Eğer
bu iyi bir şeyse, neden bu hak, otomatik
olarak Haitililere, Dominiklilere, Karayiplerdeki diğer halklara da verilmiyor ve neden bu Yasa, Meksika sınırında sinek gibi
avlanan Meksikalılara veya Atlas ve Pasifik okyanuslarının sularında boğulan diğer
Orta ve Güney Amerika halklarına uygulanmıyor?
“5. ABD, kendi vatandaşları için sebzemeyve yetiştiren, gıda üreten göçmenler
olmadan ayakta kalabilir mi? Sokaklarını
kim süpürür, evlerinde kim hizmetçilik yapar, en kötü ve az maaşlı işlere kim koşulur?
“6. ABD’deki yasadışı göçmenlere yönelik operasyonlar, ABD’de doğan çocukları bile kapsamına alan bu operasyonlar,
adil midir?
“7. Yoksul ülkelerin mustarip olduğu
beyin göçü, bu ülkelerin en iyi bilimcilerinin ve aydınlarının sürekli çalınması ahlâki midir, savunulacak yanları var mıdır?
“8. Yazımın başında belirttiğim gibi, ülkeniz uzun süre önce Avrupalı erkleri, kendi yarımkürenize yönelik herhangi bir müdahaleyi hoş görmeyeceğini söylemişti ve
siz de konuşmanızda bunu tekrarladınız.
Ancak aynı zamanda, dünyanın dört bir yanına, yüzlerce askeri üsle, deniz, hava ve
kara güçleriyle müdahale etme hakkı istiyorsunuz. Soruyorum: ABD’nin özgürlüğe, demokrasiye ve insan haklarına saygısı
bu mudur?
“9. Hangi gerekçeyle olursa olsun,
Bush’un deyimiyle, dünyanın altmış kadar
karanlık köşesine önleyici saldırı düzenlemek adil midir?
“10. Savunma sanayiine milyonlarca
dolar yatırmak, dünyadaki bütün canlıları
birkaç kez yok edebilecek güçte silahlar
üretmek şerefli ve mantıklı bir iş midir?”
Bu soruları daha da uzatabilirdim.
Yine de, sorularımın tüm yakıcılıkları
bir yana, Afrikalı-Amerikalı adaya karşı
merhametsiz davranmadım. Hem diğer
partiden, hem de kendi partisindeki rakiplerine kıyasla siyaset sanatında çok daha
üstün yeteneklere sahip olduğunu baştan
farketmiştim.
Geçen hafta ABD’nin seçilmiş başkanı
Barack Obama, İktisadi Canlanma Programı’nı açıkladı.
1 Aralık Pazartesi günü ise ulusal güvenlik ve dışişleri ekiplerini kamuoyuna
sundu.
“Başkan yardımcısı Biden ve ben ulusal
güvenlik ekibimizi açıklamaktan memnuniyet duyuyoruz (…) eski çatışmalar devam ediyor, kimi yeni, iddialı güçler uluslararası sistemin sınırlarını zorlamakta.
Nükleer silahların yayılması dünyanın bu
en ölümcül teknolojisinin
yanlış ellere geçmesi tehlikesini doğuruyor. İthal petrole
bağımlı oluşumuz otoriter
hükümetleri güçlendiriyor ve
gezegenimizi tehdit ediyor.
“(…) iktisadi gücümüz,
askeri gücümüzü, diplomatik
ağırlığımızı ve küresel öncülüğümüzü sürekli kılmalı.
“Eski ittifaklarımızı yenileyeceğiz ve yeni ve sürekli
ortaklıklar kuracağız (…)
Amerikan değerleri Amerika’nın en büyük
ihraç kalemleri olacak.
“(…) bugün burada kurduğumuz ekip
bu hedefleri gerçekleştirmek için biçilmiş
kaftandır.
“(…) bu kişiler Amerikan gücünün tüm
öğelerini temsil ediyorlar (…) dün üzerlerinde üniforma vardı, diplomat olarak hizmet veriyorlardı (…) iktidarın kullanılması
konusundaki pragmatizmimi ve Amerika’nın dünya lideri olarak rolü konusundaki hissiyatımı paylaşıyorlar.
“Hillary Clinton’u yakinen tanıyorum
(…),” diyor.
Bu arada benim aklıma gelenler: Hillary Clinton Barack Obama’nın rakibi idi
ve de ABD’nin Küba’ya karşı çıkardığı
Torricelli ve Helms Burton yasalarını
onaylayan eski başkan Bill Clinton’un karısıdır. Başkanlık yarışı sırasında kendisi
de bu yasalara ve iktisadi ablukaya bağlılığını açıklamıştı. Şikayet etmiyorum, yalnızca kayda geçsin istiyorum.
Obama diyor ki “Yeni Dışişleri Bakanımız olacağı için gururluyum (…) Dünyanın her başkentinde saygı görecektir; çıkarlarımızı dünya çapında geliştirecek yeteneğe sahiptir. Hillary’nin atanması, bu yöndeki kararlılığımızı dosta düşmana göstermiştir.”
“İki savaş arasında yaşayacağımız bu
ciddi geçiş döneminde, Robert Gates Savunma Bakanı olarak görevine devam edecektir.”
“(…) Bakan Gates’e ve ordumuza, görevi devralır almaz yeni bir görev vereceğim: Irak’ta kontrolü yerli güçlere devrederek Irak savaşını sona erdirmek.”
Bu arada Gates’in Demokrat değil,
Cumhuriyetçi olduğunu hatırlıyoruz. Kendisi hem Savunma Bakanı hem de Merkezi Haberalma Teşkilatı Başkanı olarak görev yapmış yegane kişidir, hem Demokrat
hem de Cumhuriyetçi yönetimlerde çalışmıştır. Gates popularitesinin farkındadır ve
yeni seçilen başkanın kendisi seçeceğini
hemen temin etmiştir.
Bir başka ilginç nokta aklıma geliyor:
Condoleezza Rice şu anda Hindistan ve
Pakistan’a Bush’un görevlendirmesiyle
gitti ve bu iki ülke arasındaki gergin ilişkileri yumuşatmaya çalışmakta. Öte yandan
iki gün önce Brezilya Savunma Bakanı, bir
Brezilyalı şirketin MAR-1 füzelerinden,
şimdiye kadar olageldiği üzere ayda bir değil, beş adet üretmesine yeşil ışık yaktı.
Çünkü bu füzelerden yüz adedi, 85 milyon
avro karşılığında Pakistan’a satılacak.
Kamuya yaptığı açıklamada Brezilyalı
bakan şunları söylüyordu: “Uçaklara yerleştirilebilen bu füzeler yerdeki radarları
tespit edecek şekilde tasarlandı. Hem hava
hem de kara alanını etkili şekilde izleme
imkanı yaratıyorlar.”
Obama’ya gelince, Pazartesi günkü konuşmasını aynı soğukkanlılıkla devam etti:
“Ordumuzu güçlendirecek ve kara kuvvetlerimizin 21. yüzyılın tehditleriyle başetmelerini sağlayacak yatırımlara devam
edeceğiz.”
Janet Napolitano hakkında ise şunları
söyledi: “İçgüvenlik Bakanlığı’nda ihtiyaç
duyacağımız tüm tecrübe ve yeteneklere
haiz bir kişidir.”
“Janet bu kritik rolü, 11 Eylül ve Katrina gibi kimi vahim deneyimlerin ardından
üstleniyor (…) Zayıf bir sınırın yarattığı
tehlikeleri herkesten daha iyi anlıyor. Ülkemizi korurken bir yandan da genişleyen bir
bakanlığı reforme edecek bir liderdir.”
Bu tanıdık şahsiyet de 1993 yılında
Clinton tarafından Arizona Bölge Savcısı
olarak atanmıştı, 1998’de de Vali Danış-
manı oldu. 2002’de kendisini Demokrat
Parti adayı olarak gördük, 2006’da, yasadışı göçmenlerin en sık kullandıkları yolların
geçtiği bu sınır eyaletinde vali seçildi.
Susan Elizabeth Rice hakkında şöyle
konuşuyor: “Susan, karşı karşıya olduğumuz küresel sınavların, küresel kurumlar
gerektirdiğini bilen bir kişidir. Birleşmiş
Milletler’in ortak eylemler için daha etkili
bir platform olmasını istiyoruz - teröre, iklim değişikliğine, açlığa ve hastalığa karşı.”
Ulusal Güvenlik Danışmanı James Jones hakkında ise şunları sarfetti: “(…) General James Jones’un Ulusal Güvenlik Danışmanı konumu için son derece uygun olduğuna kaniyim. Nesiller boyunca Jones
ailesi savaş meydanlarında kahramanca
çarpıştılar - İkinci Dünya Savaşı’nın Tarawa sahillerinden Vietnam’da Foxtrot Sırtı’na kadar. Jim’in Gümüş Yıldız Madalyası bu gururlu mirasın bir parçasıdır (…) Bir
muharebede müfreze komutanlığı yapmış,
savaş zamanında Müttefik Güçler Komutanı olarak hizmet vermiş (NATO’yu ve Körfez Savaşı’nı kastediyor – FC), Ortadoğu’da barış adına çalışmıştır.”
“Jim bugünün ve yarının tehditlerine
odaklanmıştır. Enerji ve ulusal güvenlik
arasındaki
ilişkiyi
iyi
kavramış,
Kosova’dan Irak ve Afganistan’a kadar küresel istikrarsızlık cephelerinde çalışmıştır.”
“Bana danışmanlık yapacak ve hükümetin tüm çabalarının bütünlük içinde yürümesi için uğraşacaktır, ki Amerikan gücünün tüm öğelerini yeni tehditleri yenmek
ve değerlerimizi yaymak için kullanalım.”
“Amerikan ulusal güvenliğinin yeni bir
başlangıç yapması için muhtaç olduğumuz
ekibin bu olduğuna yürekten inanıyorum.”
Obama, istediği herhangi bir yerde görüşebileceğimiz bir kişidir, ne de olsa şiddet ve savaş yandaşı değiliz. Ancak kendisine hatırlatmak isterim ki, bizim ülkemize
karşı havuç-sopa taktiği geçerli olmayacaktır.
Dikkat edilirse, yukarıda alıntıladığım
konuşmanın hiçbir yerinde, altı ay önce, 25
Mayıs tarihinde sorduğum sorulara cevap
teşkil edecek bir öğe yoktur.
Obama’nın zeki olmadığını söyleyemem. Aksine, vasat bir kişi olan rakibi
John McCain’e kıyasla üstün meziyetleri
olduğunu fark etmiştim. Yine de McCain
Amerikan toplumunun gelenekselliği sayesinde büyük destek almıştı. Eğer ekonomik
kriz, televizyon ve internet olmasaydı,
Obama, bu ülkedeki etkin ırkçılığı alt edip
yarışı kazanamazdı. Tabiî Obama’nın önce
Columbia Üniversitesi’nde siyaset bilimi
okumuş olması, sonra da Harvard’dan hukuk diploması alması da herhalde faydalı
olmuştur. Bu adımlar sayesinde kendisi de
cepte birkaç milyon doları olan bir orta sınıf zenginler katmanına dahil olmuştur.
Kesinlikle Abraham Lincoln değildir, tabiî
bugün de Lincoln’ün zamanından farklıdır.
Artık karşımızda azgın bir tüketim toplumu var; tasarrufa önem veren bir toplum
bugün kendini harcamaya adamıştır.
Bunları niye yazıyorum: Birisinin gelişmelere sakin ve soğukkanlı şekilde tepki
vermesi gerekiyordu, bu, Obama’nın uluslararası kamuoyunda yarattığı umut dalgasına karşı yüzmek anlamına gelecekse bile.
Bizim ilkelerimiz Baraguá’nınkilerle
aynıdır. İmparatorluk, anavatanımızı küle
çevirebileceğini, ancak Küba halkının egemenliğinin pazarlık konusu olmadığını artık öğrenmek zorundadır.
Fidel Castro Ruz
4 Aralık 2008
4 Aralık günü ve ertesinde defalarca televizyondan izlemişizdir… Yüzlerimizde
bir gülümse ve yüreğimizde bir ferahlık ile
Iraklı televizyoncu Muntazar El-Zeydi’nin,
Bush’un kafasına ayakkabısını fırlatmasını…
ABD Emperyalizminin eski temsilcisi Bush,
kan gölüne çevirdiği Irak’a, görevini bırakmadan önce “veda ziyareti” yapmak üzere gitti.
Irak Başbakanı Nuri El Maliki ile ortak bir basın toplantısı düzenlediği sırada, gazeteci El
Zeydi, “Bu sana ırak Halkının veda öpücüğü
köpek” diyerek, ayakkabılarını Bush’a fırlattı. Bush, saldırıdan eğilerek kurtuldu
maalesef… İsabet ettiremedi gazeteci…
Gazeteci belki hedefi tutturamadığı için
Bush’a fiziksel olarak zarar veremedi; bu konuda başarılı olamadı. Ama bu yürekli gazetecinin
bu bireysel tepkisi, eylemi, başta Ortadoğu olmak üzere tüm dünyadaki antiemperyalistlere,
yurtseverlere büyük moral verdi, geniş destek
buldu.
El Zeydi’nin kardeşinin belirttiği gibi,
“Muntazar, Iraklıların kalplerini gururla
doldurdu. Eminim Iraklıların çoğu, Muntazar’ın yerinde olmak isterdi”.
Sanırız sadece Iraklılar değil, tüm dünyadaki antiemperyalistler, devrimciler isterdi bunu…
Ve El Zeydi’nin 4 yaşındaki yeğeni Haydar
Dirğam El Zeydi… Amcasının bir kahraman olduğunu belirtti. Amcasının durumundan çok etkilenen, ağlayan Haydar,
“Bush’un ayakkabıdan fazlasını hak ettiğini, amcasının serbest bırakılmaması durumunda Amerikalıları parçalayacağını” söyledi.
Türkiye’deki bir televizyon programına katılan Haydar, “Bush’tan bir talebin var mı?”
diye sorulması üzerine de “Hayır! Ben amcamın o ayakkabıyı Bush’un suratına tekrar
fırlatmasını istiyorum” demiştir.
nu ve bu tavrının kabul edilemez olduğunu
açıkladılar. El Zeydi’ye tepki gösterdiler.
Şimdi şöyle düşünelim:
Dünyanın başhaydudu, kimyasal silah var,
diye ülkenizi işgal ediyor. Özgürlük ve demokrasi getireceğim diye… Sonra da ülkenizi harabeye çeviriyor. Kadın, çocuk, yaşlı sivil demeden bombaları yağdırıyor tepenize… Bir milyonun üzerinde insanınız ölürken, dört milyon
insanınız da ülkeyi terk ediyor… İşsizlik, yoksulluk da diz boyu…
Sonra da bütün tekelleri ile ülkenize giriyor… Tekeller ülkenizi yağmalıyor, bütün kaynaklarınıza el koyuyor…
Karşı koyanlar cezaevlerinde, işkence uçaklarında en insanlık dışı muameleyi görüyor.
Yaklaşık 60 bin kişi hiçbir dava veya suç isnadı
olmadan hapiste tutuluyor. 15 bin kişi kayıp...
Kadınlara tecavüz ediliyor…
Ülkenizi fiilen üç parçaya bölmüş, halklar
ırk, mezhep ayrımlarıyla birbirine düşman edilmiş.
5 yıldır Irak Halkı ölüm, açlık, gözyaşından
başka bir şey görmemiş… Hâlâ da aynı durumda…
Ve bunun yaratıcılarından, ülkenizi bu hale
getiren AB-D Emperyalizminin temsilcisi, tüm
bunlara rağmen akıl almaz bir yüzsüzlükle “veda etmeye” gelmiş!..
Evet, işte bu ortamda ne yaparsınız?..
Eğer gerçekten halkınızın çektiği acıları yüreğinizde duyarsanız, elinize böyle bir fırsat geçerse ve yürekliyseniz El Zeydi’nin yaptığını
yapmaz mısınız? Tepki vermeden durabilir misiniz?
Gazeteci, soracağı sorularla, kalemiyle onu
sıkıştırmalıymış, onu öyle vurmalıymış, basın
özgürlüğü kötüye kullanılmış(!) Kimisine göre
de ülke işgal edilirken neredelermiş(!)
Emperyalistler tarafından işgal altında tutulan bir ülkede hangi ideal “gazetecilik” normla-
Zeydi, kanlı zalim ABD Emperyalizminin
temsilcisi Bush’a olan kini, öfkeyi haykırdı.
Tüm ezilen halkların duygularına, düşüncelerine tercüman oldu. El Zeydi’nin ayakkabısını
fırlatmasından sonra da Irak’ta ve birçok yerde
binlerce kişi ellerinde ayakkabılarla, AB-D Emperyalizmini lanetleyen eylemler, mitingler düzenliyor. Destek için internet sitelerinde yüzlerce grup açıldı. Bush’a ayakkabı atma oyunu internette büyük ilgi görüyor.
Ve tabiî ki, El Zeydi kahraman ilan edildi.
Bir yönüyle ayakkabısıyla direnişin simgesi oldu. Tabiî Arap Halkının kültüründe, terlik veya
pabuç ile karşısındaki insana vurmak, onu aşağılamak anlamına gelir. Bu nedenle Arap Halkı
daha bir sahiplendi Iraklı gazeteciyi…
Ayrıca Saddam Hüseyin’in avukatlarından
Halil Duleymi, Iraklı gazeteciyi 200 avukatın
ücretsiz savunmaya hazır olduğunu açıkladı.
Duleymi, AFP’ye yaptığı açıklamada, kendisinin de Iraklı gazetecinin savunmasını hazırladığını belirterek, “Şu anda aralarında Iraklı ve
Amerikalıların bulunduğu 200 kadar avukat, gazeteciyi ücretsiz savunmak için başvuruda bulundu” dedi. Duleymi, “Bir Iraklının,
Irak’ta ve Afganistan’da 2 milyon insanı öldüren zalim bir tiran olan Bush’a yapabileceği en asgari hareket budur” diye konuştu.
Iraklı gazetecinin kardeşinin ve yakınlarının
belirttiğine göre, El Zeydi, büyük bir Che
hayranı. Evinde Kahraman Gerilla’nın resmi
asılıymış… Onun kitaplarını okuyor, O’nu kendine örnek alıyormuş…
Evet, Che, dünyanın dört bir yanında insanlara ilham kaynağı olmaya devam ediyor.
rından bahsediliyor, hangi basın özgürlüğünden
bahsediliyor?
Evet, gazeteci olabilirsiniz ama ondan önce
insansınız… Sizin de bir ülkeniz, değerleriniz,
onurunuz var… Bunlara saldırıldı mı, gereken
tavrı vermek zorundasınız… İnsan olmanın gereğidir bu… Hani Fidel der ya; “Onur yaşamdan önemlidir” diye…
Iraklı gazeteciye bu tepkiyi verenlerin bir
kısmı zaten 2003 yılında ABD’nin Irak’a girmesinin özgürlük ve demokrasi getireceğini savunan satılık, dönek yazarlar…
O yüzden onların bu tepkiyi vermesi gayet
doğal… AB-D uşaklıklarında tutarlılar bir anlamda…
Diğerleri ise farkına varmadan ABD yandaşlığı yapmaktadırlar.
Iraklı gazeteci şimdi tutuklu… Ayakkabıyı
fırlattıktan hemen sonra zaten televizyonlara
yansıdığı gibi, oradaki korumalar tarafından
çok kötü dövülmüştür. Haber ajanslarının geçtiği bilgilere ve ailesinin anlattığına göre de gazetecinin bir kaburgasının kırıldığı, bacağından
sakatlandığı ve sorgulanmak üzere Amerikalıların denetimindeki, havaalanı hapishanesi olarak
bilinen Croper Cezaevi’nde bulunduğu belirtiliyor.
Evet, gazeteci bu durumdayken, desteklenmesi gerekirken yapılan açıklamalar, kanlı zalim ABD’nin yandaşlığını yapmak demektir.
Gazetecinin hareketini “barbarca ve rezalet”
olarak nitelendiren bu davranışın medyanın rolüyle bağdaşmadığını söyleyen ABD uşağı hain
Irak hükümeti ile aynı yerde, safta olmak demektir.
Emperyalizmin savaşlarla, işgallerle, krizleriyle dünya halklarına kan kusturduğu günlerden geçiyoruz. Mücadele etmediğimiz, örgütlü
olmadığımız sürece, bu artarak devam edecek
maalesef… İnsanlık daha fazla acı çekecek…
Buna isyan eden, bunu yüreğinde duyan herkes kavgadaki yerini almalı. Başka çıkar yolumuz yok!..
Ülkemizde, Parababaları medyasının
köşeyazarları Iraklı gazeteciye saldırdı
Bizim ülkemizde medyada verilen tepkilere
gelince…
Çağdaş Gazeteciler Derneği, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Türkiye Gazeteciler Federasyonu ve köşe yazarlarının büyük çoğunluğu, neredeyse tamamı, El Zeydi’nin gazetecilik mesleğini kötüye kullandığını, “saldırgan” olduğu-
10
E
27 Aralık 2008
Yerli-yabancı Parababaları, IMF aracılığıyla
krizin faturasını İşçi Sınıfına ödettirme peşinde
mperyalizmin krizi giderek daha fazla
derinleşiyor. Dünyanın önde gelen tekelleri iflas açıklamaları yapıyor, üretim kapasiteleri düşürülüyor. İşten çıkarmaların artarak süreceği açıklanıyor. Tekelleri kurtarmak için devlet kaynaklarından yüzlerce
milyar dolarlar devreye sokuluyor.
İşçi Sınıfının, emekçi halkın payına da işten atılma, yoksulluk, açlık düştü. Kriz, şu anda tüm ülkelerde emekçi halkları kasıp kavuruyor. Parababaları, krizinin faturasını İşçi Sınıfına çıkartmak istiyor. Krizde en büyük fatura dünya halklarına ödetiliyor. İşsizler ordusu giderek büyüyor, maaşlar eksik-geç yatıyor, işçiler “ücretsiz izne” çıkarılıyor.
İLO’nun tahminlerine göre, kriz dünya çapında 20 milyon işçinin işini kaybetmesine
yol açacak.
Dünyadaki bu gelişmelerin aynısını tabiî
ki Türkiye’de de yaşıyoruz. Her gün bir fabrikadan üretime ara verildiği, işçilerin ücretsiz izine gönderildiği, işçi çıkarıldığı haberleri geliyor.
Son 5 yıla baktığımızda, sürekli “ekonomi
büyüyor, istikrar var” denildi. Gerçekten Parababaları, tekeller kârlarına kâr kattılar. Ama
emekçi halk cephesinde değişen bir şey olmadı. Ne işsizlik azaldı, ne maaşlar doğru dürüst
zam gördü, ne eğitim ve sağlıkta iyileşme
sağlandı. Bahsedilen büyümeden emekçi halkın payına yine açlık ve yoksulluk düştü.
Ve şimdi doğası gereği kapitalizm krizde.
Bu krizden çıkabilmek, egemenliklerini devam ettirebilmek için faturayı emekçi halkımıza çıkartmak istiyorlar. Yabancı Parababaları, emperyalistler, kendi ülkelerinde başlayan krizi ihraç ederek faturayı ezilen halklara
ödetiyorlar.
Özellikle bizim gibi ekonomisi tamamen
AB-D’ye bağlı ülkelerde bunu yine IMF aracılığıyla gerçekleştirecekler.
En son yapılan G20 Zirvesinde yapılan
açıklamalarda “IMF, makro finansal uzmanlığı (soyma ve sömürme uzmanlığı- K.
Y.) dikkate alınarak var olan krizle ilgili
dersler çıkarmada önder rol oynamalı” denildi.
Bugüne kadar da IMF’yle Macaristan ve
Ukrayna anlaşma imzaladı. Sırada iflas bayrağını çeken İzlanda, Pakistan ve Belarus var.
Türkiye de şu anda yeni bir stand-by anlaşması imzalama aşamasında. En son yapılan açıklamaya göre, IMF heyeti ocak ayı başında Türkiye’de olacak.
Parababaları ve burjuva ekonomistleri
bangır bangır tek kurtuluşun IMF’yle anlaşmak olduğunu söylüyorlar. Hatta ülkemizdeki
yerli Parababalarının örgütü TÜSİAD’ın Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, kendi sınıfının cibilliyetini ortaya koyan bir açıklama
yaptı geçtiğimiz günlerde…
Geçmiş dönemlerde IMF ile yapılan anlaşmalardan Türkiye’nin fayda sağladığını
kaydeden Yalçındağ, “IMF’yle yapılacak
bir anlaşmayı onur zedeleyici gibi görmemeliyiz” diye konuştu.
Tabii TOBB, MÜSİAD, TİSK de benzer
açıklamalar yaptılar: “Krizden çıkmak için
bir an önce IMF’yle anlaşma imzalanmalı”
dediler.
Yerli
Parababaları,
anlaşmayla,
Türkiye’den çıkan sıcak paranın tekrar ülkeye
döneceğini umuyor, dışarıdan yeniden kredi
almayı amaçlıyor. Tabiî bunun yanında krizin
faturasından kurtulmayı, onu bahane ederek
İşçi Sınıfının kazanımlarını gasp etmeyi de
planlıyor.
Yabancı Parababalarının örgütlerinden
Moody’s de Türkiye’yi tehdit etmekten çekinmiyor. Moody’s Ülke Risk Birimi Kıdemli Başkan Yardımcısı Kristin Lindow,
IMF’yle anlaşma imzalanmadığı taktirde Türkiye’nin 1-2 yıl içinde resesyonla (ekonomik
durgunlukla) karşı karşıya kalacağını açıklıyor.
Tayyip, IMF’ye karşı çıkamaz
Tayyip, halkımızın IMF’ye olan bakışını
bildiği için yerel seçimler nedeniyle “ümük
sıktırmam” diye sözde IMF’ye efelendi. Önce
“IMF’ye ümüğümüzü sıktırmayız” dedi ardından G20 Zirvesi için Washington’a gitti ve
orada yaptığı açıklamada, “Burada bütün
hedef karşılıklı olarak dayanışma içinde
bir çözüm yolunu bulmaktı, yani çözüme
en çok yaklaştığımız noktadayız diyebilirim” diye konuştu.
Tayyip’in, yemek yer su içer gibi nasıl yalan söylediği bir kez daha kanıtlanmış oldu
böylece. Davranışlarının, sözlerinin ne kadar
sahte olduğu da…
IMF demek AB-D demek. Karşı çıkarsa
bir gün bile iktidarda duramayacağını biliyor.
Çünkü onu iktidara getiren ABD’dir.
IMF’den yalvar yakar istedikleri, yerel seçimlerden sonra IMF’nin acı reçetesini uygulamaya koymak. Yerel seçimler için halka yine kaşıkla vermek -kömür vs sadakaları-kazandıktan sonra da IMF aracılığıyla verdiklerini kepçeyle almak…
Ümük sıktıracak program
Basına da yansıyan ve iki tarafın da inkâr
etmediği IMF’nin emirleri doğrultusunda hazırlanan anlaşma, aşağı yukarı belli oldu. Hazine Müsteşarlığı kaynaklarına dayandırılan
bilgilere göre, IMF anlaşma için Türkiye’nin
önüne beş şart koydu. Krizin bütün faturasını
emekçi halka yükleyecek anlaşmanın belli
noktaları şunlar:
IMF ile 18 ay vadeli 25 milyar dolarlık bir
anlaşma imzalanması bekleniyor.
2009 yılında GSYH büyümesi yüzde 0
olacak. 2009 yılında enflasyon yüzde 14-15
aralığında tahmin ediliyor.
“Bütçede harcama kısıcı önlem alınsın”
IMF’nin ilk şartı, cari harcamaların azaltılması. Buna göre, bütçede, 8-10 milyar dolarlık harcama kısıcı önlem alınacak.
“Yüzde 8 olan KDV oranın yüzde 18’e
çıkarılsın”
Başta gıda, tekstil ve ilaç olmak üzere bazı ürünlerdeki KDV oranı yüzde 8’den yüzde
18’e çıkartılacak. Yeni zamlar demektir bu…
Örneğin halkımızın mutfağındaki yağlar, tüm
bakliyat ürünleri, meşrubatlar, şeker vs. KDV
artışından sonra ciddi bir zam görecek.
“Kamu personeline zam yok...”
Maaş artışına neden olacak kamu personel
reformu askıya alınacak. Anlaşmadan sonra
reformun ertelenmesi için yeni bir yasa çıkartılması gerekecek.
Bu kadar zama, pahalılığa karşı kamu
emekçimizin maaşının satın alma değerinin
daha bir düşmesi demektir. Yani daha bir
yoksullaşması demektir.
“Belediyelerin bütçesi küçülecek...”
Belediyelere, 2009 yılında yapılması öngörülen 4 milyar YTL’lik yardımın 1.7 milyarı kesilecek. Ancak, yerel seçimler nedeniyle söz konusu kesinti yılın ikinci veya
üçüncü
çeyreğinde
yapılacak.
“Sağlık harcamalarında da kesinti yapılacak...”
IMF ile imzalanacak anlaşma ile sağlık
harcamalarında da kesinti yapılacak. İlk etapta, yeşil kart sayısı azaltılacak.
Sağlık hizmetinin ne durumda olduğunu
sanırım anlatmaya gerek yok. Sadece parası
olanın gerçek anlamda sağlık hizmeti alabildiği bu sistemin daha da bozulması demektir.
Evet, aşağı yukarı IMF’nin stand-by anlaşması için verdiği emirler bunlar. Gördüğümüz gibi, sağlık dâhil, kamu harcamalarının
azaltılmasını emrediyor. Yine ezilen, yoksul
halk için zamdan, pahalılıktan başka bir şey
yok.
Resmi rakamlara göre, bu ülkede nüfusun
yaklaşık yüzde 20’si yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Zaten son dönemde yapılan
zamlardan halkımız daha belini doğrultamadı.
Kasım 2007-Kasım 2008 fiyat artışlarına
baktığımızda da bunu somut olarak görürüz:
Ekmekte yüzde 30, makarnada yüzde 38,
kırmızı ette yüzde 15, margarinde yüzde
16, patateste yüzde 8, kuru fasulyede yüzde 33, kirada yüzde 13, mercimekte yüzde
118, toz şekerde yüzde 16, çayda yüzde 12.
Pirinç ve bulgur fiyatları ise yüzde 48 ve
yüzde 53 artmıştır. Tüp ve kömür fiyatlarında artış yüzde 11 ve yüzde 52’dir. Hastane yatak ve ameliyat ücretleri yüzde 71
ve yüzde 23 oranında yükselmiştir. Belediye otobüs, dolmuş, banliyö tren ücretleri
yüzde 16 artmıştır.
IMF programları, borç döndürme
üzerinedir
IMF’nin isteği, düşündüğü tek şey verdiği
krediyi faiziyle almaktır. Modern tefeci bir
anlamda… IMF programları borç döndürme
programlarıdır zaten. Üretimin arttırılması,
fabrikaların kurulması, işsizliğin önlenmesi
bu programda yer almaz.
IMF, “memur ve işçi maaşlarını arttırmayacaksın. Tarıma destek vermeyeceksin. Altyapı yatırımlarına, sağlık, eğitime
kaynak aktarmayacaksın. Buralardan kısacaksın. Sana verilen krediyi-borcuyu
ödemeye odaklanacaksın” diye emreder.
Anlaşmaya varılan konulara baktığımızda
da bunu net bir biçimde görürüz.
Ekonomist Mustafa Sönmez de bu durumu şöyle ifade ediyor: “IMF’nin derdi, hastalanan Merkez ayağa kalkıncaya kadar
çevre ülkelerini eteklerde, sistemde dağılmadan tutmak, alacakları, devlet garantileri alarak tahsil etmek, yeni bir retorik
oluşturuncaya kadar merkezkaç hadiselerin önüne geçmek, çevre ülkelerine, bütçe
disiplinleri ile daralmaları, soğumaları yaşatıp sistemi yeni bir finansal mimari inşasına kadar ayakta tutmak, oyalamak...”
Türkiye, ilk stand by anlaşmasını yaptığı
1958 yılından bu yana geçen 49 yılın 27’sini
IMF’nin denetim ve gözetiminde geçirdi.
Sonuç, ekonominin durumu ortada… Tabiî
halk açısından…
ATO’nun IMF programlarının makro ekonomik sonuçlarıyla ilgili araştırması da durumu ortaya koyuyor:
“IMF programlarının temel amacı Türkiye’nin ‘yüksek borçluluk düzeyini düşürerek, yüksek reel faiz oranlarını kabul
edilebilir düzeylere çekmek’ olarak açıklanmıştı.
“(…) 1999 yılı sonunda Türkiye’nin 42
milyar dolar düzeyinde bir iç borç stoku
bulunuyordu. IMF gözetiminde geçen
yaklaşık 7,5 yıllık sürede iç borç stoku 153
milyar dolar artarak 195,4 milyar dolara
kadar yükseldi. Milli gelirin yüzde 121 oranında arttığı bu dönemde iç borç stokundaki artış ise yüzde 365,2’ye ulaştı. 1999 yılında yüzde 22,7 olan “iç borç stokunun
milli gelire oranı” 2006 yılı sonunda yüzde
44,8 oldu. Türkiye’nin 1999 yılında toplam 103,1 milyar dolarlık dış borcu bulunuyordu. IMF ile program uygulanan dönemde dış borç yüzde 107 oranında artarak 213,4 milyar dolara (Mart 2007) kadar
çıktı. Hazine’nin iç borçları ile kamu ve
özel sektörün dış borçlarının toplamından
oluşan “geniş anlamda borçlar” ise, bu sürede 264 milyar dolar artarak 145 milyar
dolardan 409 milyar dolara kadar tırmandı.
“Özel sektörün dış borçları ise 49,6 milyar dolardan 125,6 milyar dolara kadar
yükseldi. Şirketlerin, Türkiye’deki bankalar ve bu bankalar aracılığıyla yurtdışından kullandıkları toplam krediler ise 33,5
milyar dolardan 139,9 milyar dolara ulaştı.”
IMF’nin ülkemize verdiği zararlar ortada.
Geçmiş deneyimlerden yola çıkılırsa alınacak
paranın nereye gideceği belli.
Giderek kötüleşen koşullarda imzalanacak
olan bu anlaşma da, halkımızın hayatını iyice
cehenneme çevirecektir. İşverenler, meclistekiler kriz karşısında herkesin “fedakârlık”
yapması gerektiğini söylüyorlar. Fedakârlığı
sadece İşçi Sınıfından ve emekçi halkımızdan
istedikleri ortada… Ama emekçi halkımız bu
fedakârlığı yapmayacak. Çünkü bu krizin
sorumlusu halkımız değil. Bu kriz; tekellerin talan, anarşi, soygun düzenlerinden kaynaklıdır.
İşçi Sınıfımız sessiz kalmayacağını ortaya koymaktadır. Kapitalizmin ölüm çağındayız. Bu sömürü düzenine son vermek bizim ellerimizde. Sömürüsüz, adil, eşit düzeni yani Sosyalizmi kurmak için, bizlere işsizliği, açlığı, yoksulluğu dayatan bu düzeni Tarih çöplüğüne göndermek için mücadele etmeli, örgütlenmeliyiz. Sonunda kazanan mutlaka biz olacağız!..
Halkın Kurtuluş Partisi:
Kriz Bahanesi ile İşten Atılmalara, Zamlara Son
Baştarafı sayfa 1’de
yar dolar krizi aşmaya yetmiyor.
İşten atılmalar, yoksulluk, açlık -başta
ABD olmak üzere- tüm ülkelerde emekçi
halkları kasıp kavuruyor. Hızla yayılan
Emperyalizmin krizi sonucu, bilindiği gibi, bir Avrupa ülkesi olan İzlanda ekonomisi battı.
Yaşanan bu ekonomik gelişmeler ve
sonuçları, Marks-Engels-Lenin-Kıvılcımlı gibi İşçi Sınıfının önderi Ustaların,
kapitalizm ve emperyalizm üzerine yaptıkları açıklamaların olaylarca bir kez daha kanıtlandığını göstermiştir.
Emperyalizm, krizlerin, buhranların
olduğu asalak, çürüyen, dağılan tekelci
kapitalizmdir. Emperyalizm çağı aynı zamanda kapitalizmin ölüm, sosyalizmin ise
doğum çağıdır. Türkiye Devriminin Önderi Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi:
“Emperyalizm, geberen kapitalizmdir.”
Dünyada emperyalizmin krizinden etkilenmeyen, tersine insanların yaşam
standartlarının giderek daha da yükseldiği
ülkeler de vardır. Başta Devrimin 50’nci
yılını kutlayan sosyalist Küba, Kuzey
Kore, Laos gibi sosyalist ülkeler olmak
üzere anti-emperyalist halkçı iktidarların
olduğu Venezüella, Bolivya, Ekvador gibi ülkelerin halkları doğal olarak emperyalist krizden etkilenmemektedir.
İşçiler, Emekçiler
Ülkemizin ekonomisi, yerli satılmışlar
cephesi ve onların iktidarları sayesinde
AB-D Emperyalistleri ile onların IMF,
Dünya Bankası gibi ekonomik örgütlerinin denetimi altındadır. Bundan dolayı da
Kriz etkisini ülkemizde daha fazla göstermektedir.
Son bir iki ay içerisinde başta tekstil,
metal, bankacılık sektörü olmak üzere
200.000’e yakın işçi kardeşimiz işten atılmış, birçok fabrika (Sönmez, Filament,
Philips gibi büyük firmalar, ayrıca Adana’da 9, Denizli’de 8, Kahramanmaraş’ta
21, Gaziantep’te 23 vb. fabrika) ile 1500’e
yakın tekstil atölyesi kapanmıştır. YTL,
ABD doları karşısında % 40 oranında değer kaybetmiştir. Resmi açıklamalarda
yıllık % 11-12 civarında; gerçekte ise %
20-25 oranında olan enflasyon giderek
artmaktadır. Otomatiğe bağlanan doğalgaz, elektrik, su zamları; bir yılda sırasıyla doğalgazda % 82’ye, elektrikte % 65’e,
suda ise % 57’ye ulaşmıştır. Ekonomik
kriz, işsizliği, yoksulluğu, açlığı ahlâkî
çöküntüyü daha bir hızla arttırmaktadır.
Yerli-yabancı Parababaları düzeni ve
onların siyası iktidarları tarafından ülkemizde sürekli uygulanan ekonomik-siyasi
zulüm zaten biz emekçileri canımızdan
bezdirdi. Bu da yetmedi, şimdi bir de emperyalizmin en büyük krizinin faturası biz
emekçilere çıkarılıyor.
Yıllardan beri İşçi Sınıfımızı ve Halkımızı sömürerek elde ettikleri yıllık %
300’e varan kârlarını, yüzlerce milyar dolarları İsviçre Bankalarına kaçıran Parababalarının; kendi ekonomik soygunununtalanının sonucu oluşan krizlerinin faturasını, İşçi Sınıfına ve Halkımıza ödetmeye
kalkışması adaletsizlik, haksızlık, ahlâk-
sızlıktır ve insanlık dışıdır.
Sıradan bir ABD Eyalet Valisinden daha teslimiyetçi bir politika izleyerek; ülkemizin ekonomik ve siyasi geleceğini
AB-D Emperyalistlerine teslim eden AKP
iktidarının Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın; “kriz bizi teğet geçecek, krizi
fırsata dönüştüreceğiz” gibi söylemlerinin ne kadar sahte, ne derecede yalan olduğu yaşadıklarımızla ortaya çıkmıştır.
Yerli-yabancı Parababalarının (FinansKapitalistlerin) krizinin faturasını zamlarla, işten atmalarla başta İşçi Sınıfımız olmak üzere Halkımıza yani bizlere yıkanlar, yerli satılmış Parababaları ve TefeciBezirgânlardır, onların siyasi temsilcisi
olan Tayyipgiller’dir.
Ömrünün sonuna gelmiş sömürü düzenlerini kurtarmak için bizi yoksulluğa
ve açlığa: İşsizlik ve Pahalılığa mahkûm
etmek istiyorlar.
Bu durum kader değildir!..
Bu hayasızca saldırıya karşı örgütlenelim mücadele edelim!.. Bu bir avuç sömürgene vatanımızı ve halkımızı sömürtmeyelim!..
Biz çalışan, üreten emekçi milyonlarız.
Onlar ise sayısı üç bini, beş bini geçmeyen asalaklardır. Tükürüğümüz bile onları
boğmaya yeter. Yeter ki örgütlenelim, mücadele edelim…
O yüzden AB-D Emperyalistlerine
yerli-yabancı Parababalarına, satılmışlar
cephesine karşı en açık biçimde mücadele
yürüten Halkın Kurtuluş Partisi saflarında toplanalım. Halk Kurtuluş Cephesini kuralım. Bu örgütlü gücümüzle Emperyalistlere ve onların yerli uşaklarına karşı
vereceğimiz İkinci Kurtuluş Savaşımız
sonucunda yaratacağımız Demokratik
Halk İktidarı ve İşçi Sınıfı Sosyalizmi
ile emperyalizmin krizinin faturasını bizlere ödetmeye çalışanlardan hesap soralım, kendi hakça, sömürüsüz düzenimizi
kuralım.
Tarihin akışı hiçbir ikirciğe yer vermeksizin İşçi Sınıfından, Sosyalizmden
yanadır. Bu sömürü, soygun ve talan düzenine son verecek, sömürüsüz bir dünya
kuracak güç, İşçi Sınıfı öncülüğündeki
halklardır.
Son yaşamakta olduğumuz Kriz, bir
kez daha göstermiştir ki, emperyalizm çürüyen dağılmaya mahkûm olan asalak tekelci kapitalizmdir. İçerisinde bulunduğumuz tarihsel dönem emperyalizmin
ölüm, sosyalizmin doğumu dönemidir.
Kahrolsun İşçi Sınıfımızı, Halkımızı
İşsizliğe, Pahalılığa, Yoksulluğa, Açlığa
Mahkûm Eden Yerli-Yabancı Parababaları Düzeni!
Emperyalizmin Krizinin Faturasını
Bizlere Ödetmeye Çalışanlar Hesap Verecekler!
İşten Atılmalara, Zamlara Son!
Doğalgaz Zammı, Elektrik ve Su
Zamları Geri Alınsın!
Kahrolsun Emperyalizm, Yaşasın
Sosyalizm!
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
27 Aralık 2008
Emperyalizmin Krizinin Faturasını Ödemeyeceğiz!
Kurtuluş Partisi İşçi Sınıfı Mücadelesinin
olduğu her yerde...
K
apitalizmin en son, tekelci aşaması olan
emperyalizm, emperyalizmin kalesi
ABD’den başlayan ve İngiltere, Almanya, Fransa, Kanada, Rusya gibi birçok ülkeyle birlikte ülkemizi de etkisi altına alan,
1929 ekonomik buhranından bu yana, en
önemli kriziyle karşı karşıya kalmıştır. 1929
Krizi, etkisini 1930’un sonunda tam olarak
göstermeye başladı. 2008 Krizi, etkisini başladığı günden itibaren yoğun bir şeklide göstermeye başladı. Önümüzdeki günlerde de genişleyerek etkisini artıracaktır.
Finans krizi olarak adlandırılan, emperyalizmin krizi, daha şimdiden 11 büyük finans
işletmesini batırdı. Dünyanın en büyük otomotiv şirketlerinden, ABD’nin simgesi General Motors batma noktasına geldi. Finans-Kapitalistlerin onlarca işletmesi ya battı ya da el
değiştirdi. Bizim gibi geri kalmış ülkelere her
şeyinizi özelleştirin baskıları yapan emperyalistler, kriz ortamında devletçiliğe sarılarak
batık işletmelerini kurtarmaya çalışıyorlar.
ABD’nin bütçesinden ayırdığı 850 milyar dolar, krizden çıkmasına yetmiyor. Bu nedenle
emperyalizmin krizinin faturasını kendi halklarıyla birlikte dünya halklarına çıkartmaya
çalışıyor.
Marks-Engels-Lenin-Kıvılcımlı Ustalar,
İşçi Sınıfının önderleri yıllar önce açıklamışlardır: Kapitalist sistem için ekonomik krizler
kaçınılmazdır. Bugün yaşadığımız ekonomik
gelişmeler onları bir kez daha doğrulamıştır.
Emperyalizm çağı kapitalizmin ölüm, sosyalizmin doğum çağıdır. Türkiye Devriminin
Önderi Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi
“Emperyalizm, geberen kapitalizmdir.”
lere çıkartmaya çalışıyorlarsa, biz de açıkça
onlar gibi söylemeliyiz ki, bu krizin faturasını
biz emekçiler ödemeyeceğiz.
Bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra
da Halkın Kurtuluş Partisi olarak, nerede bir
işçi eylemi varsa orada olacağız. Nerede bir
işçi direnişi varsa oraya ses vereceğiz. Nerede
bir işçi kıyımı varsa ilk biz karşı duracağız.
İşte bu yüzden, 29 Kasım’da Türkiye’nin
dört bir yanından gelerek Ankara meydanlarını dolduran işçi ve memurların eylemindeydik. Umudu olduk halkımızın. Umutlandık on
binlerin Ankara yürüyüşünde. Sonra 30 Kasım’da Gebze’deydik, mitingin başlayacağı
yere kadar iki kilometrelik yolu halkımızın alkışları eşliğinde sloganlarımızla yürüdük.
Binlere karıştık, moral bulduk, moral olduk
Gebze Halkına ve tüm halkımıza.
Kurtuluş Partisi işten atılan işçi kardeşleriyle dayanışmada
Kurtuluş Partisi Gebze İlçe Yöneticileri
olarak, 4 Aralık’ta, Gebze’de işten atılan Dostel Makine İşçilerini DİSK/Nakliyat-İş Sendikası Gebze Şube Yöneticileriyle beraber ziyaret
ettik.
DİSK/Birleşik
Metal-İş
Sendikası’nda örgütlü olan Dostel İşçilerinden
ilk anda 30 kişi kriz bahanesiyle işten atıldı,
ardından 4 Aralık’ta 40-45 kişi daha işten çıkarıldı. Biz de aynı gün işçi kardeşlerimizi işyeri önünde ziyaret ettik. Dostel İşçileri bizi
sloganlar ve alkışlarla karşıladı. Ziyaretimiz
eyleme dönüştü.
Nakliyat-İş Gebze Şube Başkanı Erdal Kopal işçilere mücadelelerini desteklediklerini
ve her zaman yanlarında olacaklarını belirten
11
DİSK Örgütlenme Daire Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun, Ünsa Ambalaj taşeronlarının işten attığı
işçilerle 19 Aralık’ta yapılan dayanışma eyleminde yaptığı konuşma.
Yerli-Yabancı Parababaları Düzeni Krizinin Faturasını
Ödemeyeceğiz Faturayı Sermaye Sınıfı Ödesin
Ü
nsa Ambalaj’ın alt işverenleri Doğa
Tekstil, Baran Tekstil, Eda Tekstil
işçilerinin kriz bahanesi ile keyfi şeklide işten atılmalara karşı başlatmış oldukları haklı direnişe sahip çıkıyor, destekliyoruz.
Emperyalizmin merkezi olan ABD’de
finans krizi olarak başlayan ekonomik kriz
derinleşerek dünya geneline yayılmıştır.
Kapitalizmin en yüksek aşaması olan
emperyalizm krizler, buhranlar çağıdır. Bu
krizde bunun bir göstergesidir.
Kriz, emperyalizmin yerli yabancı Parababaları düzeninin, sermaye sınıfının krizidir. Bundan dolayı krizin faturasının başta
İşçi Sınıfımız olmak üzere halkımıza ödetilmesi ahlâksızlıktır. Krizin faturasını yerli
yabancı Parababaları, sermaye sınıfı patronlar ödemelidir.
Değerli Basın Emekçileri
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK olarak “krizin bedelini ödemeyeceğiz” kampanyası başlatmış bulunuyoruz. DİSK olarak bu çerçevede işten atılmalara, işçilerin hak gasplarına, karşı verilen
mücadeleleri örgütlemek daha da büyütmek
bizlerin görevidir.
DİSK ve KESK öncülüğünde 29 Kasım
da Ankara’da toplanan on binler “Krizin
Bedelini Ödemeyeceğiz” diye haykırdı.
Belirli bir program çerçevesinde DİSK,
KESK, TMMOB ve TTB’nin ortak eylemleri devam ediyor.
Ünsa Ambalaj’ın Doğa Tekstil, Baran
Tekstil, Eda Tekstil ile diğer alt işverenlerinde, taşeronlarda çalışan bizim tespitlerimize
göre 300’e yakın işçi, kriz bahanesi ile işten
atılmıştır. İşten çıkartmalar tamamen keyfi
ve kanunsuzdur.
İşten atılan Baran Tekstil ve Eda Tekstil’de çalışan (toplam 90 işçi) işçilerin birikmiş (birkaç aylık) ücretleri, fazla mesai
ücretleri kıdem ve ihbar tazminatları öden-
mediği gibi işçilere aldatılarak, tehdit edilerek tüm haklarımı aldım diye ibranameler
imzalatılmıştır. İşçilerin hangi maddeye
göre çıkarıldığı dahi bugüne kadar bildirilmemiştir.
Ünsa Ambalaj işvereni, alt işverenlerle
birlikte krizi kendileri açısından tam bir fırsata çevirmekte yüzlerce işçinin ücret, fazla
mesai, kıdem, ihbar tazminatından kriz
bahanesi ile kurtulmaya çalışmaktadır.
Ünsa Ambalaj’ın alt işvereni Doğa Tekstil’de çalışan 85 işçiye de yukarıdakine benzer bir ibraname imzalatılmak istenmiş
ancak, Doğa Tekstil İşçileri, Ünsa patronu
ile alt işverenin bu oyununu bozarak
DİSK’in de sahip çıkması ile direnişe geçmişlerdir. 15 Aralık’tan beri ise başta Doğa
Tekstil İşçileri olmak üzere Baran ve Eda
Tekstil’de çalışan işçiler bu haksız keyfi
kanunsuz uygulamalara karşı direnişi geçmişlerdir.
Ünsa işvereni, alt işverenle birlikte 4857
sayılı İş Kanununun 2. maddesine göre işçi-
lerin ücret fazla mesai, kıdem-ihbar tazminatı gibi haklarından sorumludur.
DİSK olarak Ünsa Ambalajın alt işverenleri Doğa Tekstil, Baran Tekstil ve Eda
Tekstil İşçilerinin, haklı direnişlerine sahip
çıkıyoruz. İşçiler aynı zamanda “krizin
faturasını ödemeyeceğiz, krizin faturası
patronlara” diyerek örnek bir sınıf mücadelesi sergiliyorlar.
Buradan DİSK olarak, Ünsa işvereni ve
alt işverenlerine sesleniyoruz: Sizin krizi
fırsata çevirmenize izin vermeyeceğiz.
Yaşasın Ünsa Ambalaj’daki Taşeron
İşçilerinin Haklı Direnişi!
Krizin Bedelini Ödemeyeceğiz!
Krizin Bedeli Sermaye Sınıfı Patronlar
Ödesin!
Yaşasın İşçilerin Birliği!
Yaşasın DİSK!
Yerli yabancı Parababalarının krizin faturasını İşçi Sınıfına ödetme saldırılarına İşçi Sınıfı Direnişlerle cevap veriyor
Baştarafı sayfa 1’de
Dünyayı sarsan emperyalizmin krizi her
türlü ablukalara karşı Sosyalist Küba, Kuzey
Kore, Laos; antiemperyalist halkçı iktidarların
olduğu Venezüella, Bolivya, Ekvator gibi ülkeleri etkilememiştir. Aksine bu ülkelerde yaşam koşulları her geçen gün daha da iyiye
doğru gitmektedir.
Ülkemizde ise Başbakan ve AKP Hükümeti önceleri krizi göstermemeye çalıştı. Sonra Başbakan, teğet geçer, sağdan, soldan geçer
diyerek birçok konuda olduğu gibi bu konuda
da bilgisiz, ilgisiz, yetkisiz olduğunu gösterdi.
Oysa herkes bilir ki, dünyayı etkileyen krizden, emperyalist devletlere her yönüyle bağlı
bir ülkenin etkilenmemesi mümkün değildir.
Ama şöyle de düşünmek lazım, başbakanın teğet geçeceğini söylediği kesim kim, kimleri
kastetti? İşçi Sınıfını, emekçileri kastetmediği
kesin. Bu aşamadan sonra “kriz var, kriz” demeye başladı. Ne yapalım? İşçi çıkartalım,
maaşları geç ödeyelim, ücretsiz izne çıkaralım, tüketim mallarına zam yapalım, binbir
oyunla Parababalarının krizinin faturasını İşçi
Sınıfına ödetelim politikasını uygulamaya
başladılar.
Başbakan, ulusa sesleniş konuşmasında,
“krizin artık inişe geçtiğini” ve “bu krizin Türkiye üzerindeki etkisinin sınırlı olacağını” iddia ediyor. Bir kez daha halkımızı kandırmaya, oyalamaya çalışarak ihanetini sürdürüyor.
Oysa resmi kurumların verilerinden de anlaşılıyor ki, kriz inişe geçmiş değil. İŞKUR’a
ekim ayında başvuran işsiz sayısı, eylül ayına
göre % 128 artmıştır. İşsizlik oranı % 9,3 ten
% 10,3’e (bu rakam % 25 civarındadır.) çıktı.
Kasım 2007-Kasım 2008’de bazı malların yıllık fiyat artışı şöyledir:
Ekmek % 30, makarna % 38, kırmızı et %
15, margarin % 16, toz şeker % 16, çay % 12,
elektrik % 65, su % 57, doğalgaz % 82 artmıştır.
Son bir iki ay içerisinde başta tekstil, metal, bankacılık sektöründe 200.000’e yakın işçi işten atılmış, birçok firma (Sönmez Filament, Philips gibi büyük firmaların yanında
Adana, Denizli, Kahramanmaraş vb. birçok
ilimizde de onlarca atölye, fabrika) kapanmıştır.
Bu krizi İşçi Sınıfı çıkartmadı. Ve de sonuçlarına İşçi Sınıfı katlanmayacak. Nasıl ki
onlar açıkça krizlerinin faturasını biz emekçi-
bir konuşma yaptı.
Kurtuluş Partisi adına da kısa bir konuşma
yaptık. Krizin Parababalarının krizi olduğunu,
faturasını İşçi Sınıfımıza ödetmeye çalıştıklarını, işten atılmaların, hayat pahalılığının bunun bir parçası olduğunu, ancak Parababalarına karşı mücadele edersek krizin faturasını
ödemeyeceğimizi anlattık işçi kardeşlerimize.
Ardından yine aynı gün, 172 gündür grevde olan DİSK/Basın-İş’te örgütlü olan E-kart
İşçilerini ziyaret ettik. Grev çayını paylaştık.
Mücadelelerinde başarılar diledik. Mücadelelerini desteklediğimizi vurguladık.
Daha sonra yine Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlü olan ve kriz bahanesiyle işten
atılan Kocaeli’ndeki Tezcan Galvaniz İşçilerini ziyaret ettik. Orada da 39 işçi kriz bahanesiyle işten çıkarılmış ve 55 işçinin daha işine
son verileceğinin açıklandığını söylüyordu işçi arkadaşlar. İşten çıkarılan işçi arkadaşlara
içeride çalışan arkadaşları da destek verdi.
Sloganlarımızı mücadele hıncı ve isteğiyle
haykırdık, karşılıklı olarak. Birleşik Metalİş’in Kocaeli Şube Başkanı’nın işçilere hitabının ardından, Nakliyat-İş ve Kurtuluş Partisi
adına da konuşmalar yapıldı. Emperyalizmin
geberen kapitalizm olduğunu, her 10-20 yılda
krizler patlak verdiğini, Tayyipgiller’in “kriz
bizi teğet geçecek” zırvalamalarının hikaye
olduğunu da yaşayarak gördüğümüzü belirttik. İşçi kardeşlerimizi mücadeleye çağırdık.
Oradan da Direniş başlatan Samandıra’daki Ünsa Ambalaj İşçilerinin yanına koştuk, diğer bölgelerden Kurtuluş Partililerle beraber,
yangın yerine koşar gibi…
Ve sonra Esenyurt, Avcılar, Güzeltepe Pazarı, Nurtepe, Kartal, Sarıgazide’ydik, Gebze’nin çeşitli semtlerinde, işçi servislerinin
kalktığı yerlerde; Kocaeli’nde Yürüyüş Yolu’nda, Fethiye Caddesi’ndeydik, binlerce bildirimizi dağıttık. Bir kez daha haykırdık
“Emperyalizmin Krizinin Faturasını Ödemeyeceğiz!” Halkımız konuştu biz dinledik,
biz konuştuk halkımız dinledi, güçlendik, güç
aldık. Ve gördük ki teğet geçmeyecek halkımız, biz kazanacağız, inancımıza inanç kattık.
İstanbul ve İzmit’ten
Kurtuluş Partililer
Yaşasın Ünsa Direnişimiz!
bağlı Tekstil Sen üyesidir. İş yerinde Toplu
İş Sözleşmesi vardır. Diğer işçiler ise değişik taşeronlarda çalışmaktadır. Ünsa patronu, kendi krizini fırsata çevirerek, daralma
gerekçesiyle taşeronları Baran Tekstil, Eda
Tekstil ve Ar-Ge’de çalışan toplam 300’e
yakın işçiyi işten çıkarmıştır.
Bunlardan 90 işçiye; ücretlerini, kıdem,
ihbar tazminatlarını fazla mesailerini vermediği halde, tüm haklarımı aldım diye
baskıyla ibraname imzalattırmıştır.
Ünsa’nın taşeronlarından Doğa Tekstil
firmasına bağlı olarak çalışan 85 işçiyi de,
kasım ayı maaşlarını, 2 aylık fazla mesailerini, yıllık izin paralarını, kıdem ve ihbar
tazminatlarını vermeden çeşitli tezgâhlarla
işten çıkarttı.
Ünsa patronu, 25.12.2008 tarihinde
taşeron Doğa Tekstil ile olan sözleşmesini
feshedeceğini bildirerek işçilere işbaşı yaptırmadı. 04.12.2008 tarihinde, bu haberi
alan Doğa Tekstil’de çalışan Rozi Direnişçisi arkadaşımız, hemen durumu Kurtuluş
Partililere iletmiştir.
Durumu öğrenen DİSK’in Devrimci
Sınıf sendikacılığını temsil eden Nakliyat
İş Sendikası yöneticileri ve İşçi Sınıfının
kurtuluş mücadelesini yürüten Kurtuluş
Partililer, mücadelelerinin gereğini yerine
getirmek için hemen fabrikanın önüne gitmişlerdir. Burada işçilerle yapılan görüşmelerde, fabrika önünde Direnişe geçme
kararı alındı. Direnişin ilk gününde jandarma ile arbede yaşandı. Direnişin ilk günün
sonucunda, daha önce “Sizin bizimle işiniz
yok” diyen Ünsa patronları, bir aylık
mesaileri Kurban Bayramı öncesi ödemek
zorunda kaldı.
Bir sonraki gün, mücadelenin bir kazanımı olarak fazla mesai ücretlerini aldıktan
sonra işçiler, Direniş Önderleriyle birlikte
mücadelelerine devam etme kararı almışlar; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı
Bölge Çalışma Müdürlüğüne dilekçe ile
durumu bildirmişlerdir.
Bayramın hemen bitiminde işçiler, Kurtuluş Partililer ve Nakliyat İş Sendikası’yla
yapılan toplantıda, Direniş başlatma kararı
almışlardır. Taşeronun ve Patronun, Ünsa
Direnişini kırmaya yönelik saldırılarına
karşı gerekli tavır alınmıştır.
Direnişin başladığı ilk gün olan 15 Aralık’tan beri işçilerle dayanışma içerisinde
olan Halkın Kurtuluş Partisi de, Direniş
yerinden bir an bile ayrılmadan bu mücadeleye destek vermektedir. Nakliyat İş Sendikası avukatıyla işveren arasında yapılan
görüşmelerde, işveren yine, işçilerin alacaklarının Doğa Tekstil’de olduğunu, Ünsa
Çuval’dan alınacak bir paranın olmadığını
söylemiştir. Bunun üzerine sendika avukatları yasa gereği alt işverenin yaptığı tüm
işlerden asıl işverenin de sorumlu olduğunu, işçilerin alacaklarından asıl işveren
ÜNSA Çuval’ın da sorumlu olduğunu
“Davamız Ekmek Davasıdır”, “İşçiyiz,
Haklıyız Kazanacağız” sloganlarının atıldığı eylem halaylarla son buldu.
Bir diğer eylem 25 Aralık’ta Taksim’de
yapıldı. İşçilerin aileleriyle katıldığı eyleme
DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi,
DİSK Örgütlenme Daire Başkanı Ali Rıza
Küçükosmanoğlu, Gıda İş Genel Başkanı,
Dev Sağlık İş Genel Başkanı, DİSK Genel
Başkan Yardımcısı, TÜMKA İş ve Kurtuluş
Partisi yönetici ve üyeleri katıldı.
Basın açıklamasında, Çelebi, Küçükosmanoğlu ve Ünsa İşçileri birer konuşma
yaptı. Basın açıklamasından sonra İstiklal
Caddesi’ne yürümek isteyen eylemcilere
polis izin vermedi. Ardından Taksim’de bir
belirtmişlerdir. İşverenle yapılan görüşmelerde, Sendika yöneticilerince; işçilerin bir
kuruşunun bile burada kalmayacağı, bunun
için işçilerle birlikte her türlü mücadeleyi
göze aldıkları belirtilmiştir. Bu kararlılığı
gören işveren, geri adım atarak işçilerin
maaşlarını 17.12.2008 günü ödemek zorunda kalmıştır. Doğa Tekstil’den önce işten
çıkarılan, hiçbir ödeme yapılmadığı halde
zorla ibraname imzalayan İşçiler de Direnişe katılmışlardır.
19 Aralık’ta DİSK, Ünsa İşçileriyle bir
dayanışma eylemi yaptı. Basın açıklamasında DİSK Örgütlenme Daire Başkanı Ali
Rıza Küçükosmanoğlu konuşma yaptı.
Eyleme Kurtuluş Partisi de katılarak
destek verdi.
Sık sık “İşçilerin Birliği Sermayeyi
Yenecek”, “Örgütlü İşçi Yenilmez”,
saat beklendi. Ardından İstiklal’de sloganlarla yüründü. Yaklaşık 2.5 saat süren
eylem coşkulu geçti.
Burada yapılan mücadelede de İşçi Sınıfımız, doğru önderlik yapıldığında nasıl
mücadele ettiğini, hakkını aradığını gösteriyor. Bizler de Kurtuluş Partili İşçiler olarak; Ünsa İşçilerinin mücadelesine sonuna
kadar sahip çıkacağımız. Ünsa İşçilerinin
mücadelesi mutlaka başarıya ulaşacaktır!
Ünsa İşçisi Yalnız Değildir!
Yaşasın Ünsa Direnişimiz!
İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek!
İstanbul Samandıra’dan
Kurtuluş Partili İşçiler
12
27 Aralık 2008
Ünsa İşçileri: “Mücadele etmeden hiçbir şey kazanılamaz!”
K
urtuluş Yolu: 4 Aralık’tan beri kışın soğuğuna aldırmadan en meşru haklarınızı
alabilmek için işyerinizin önünde direniştesiniz. Başarılar diliyoruz. İsminizi öğrenebilir miyiz?
Ben Ebru Altındağ.
Kurtuluş Yolu: Direnişinizin taleplerini öğrenebilir miyiz sizden?
Ebru Altındağ: Biz verilmeyen haklarımızı
almak için buradayız. İçeride, bize ödenmeyen
maaşımız, mesaimiz, tazminatlarımız var.
Ebru Altındağ
Ben Fatih Bolat. Taşeron’da çuval üretimi
yapıyoruz. Ben makineci olarak çalışıyordum.
Biz bayramdan bir gün önce başladık Direnişe.
Bayramdan sonraki Pazartesi, geçtiğimiz pazartesi tekrar başladık direnişe. Bizim şu anda içeride bir maaşımız, bir mesaimiz, iki aile indirimimiz, kıdem ve ihbar tazminatlarımız var. Onları istiyoruz. Sabah erken saatte, 8.00’da geliyoruz. Akşam 6’lara kadar buradayız. Gerekirse
her gün burada olacağız. Mücadelemizi devamlı
vereceğiz, paramızı, hakkımızı alana kadar.
Adım Melahat. Biz taşeronda çalışan işçileriz. İşyerinde bant şefiydim. İşyerini kapatma
kararı aldılar. Taşeronu kapattılar. Paramızı vermiyorlar. Haklarımızı vermiyorlar. Kasım ayının
maaşı, mesaisi, işten çıkartıldığımız için tazminatlar içeride. On yıllık arkadaşlar var aramızda.
Hiçbir şekilde hiçbir hakkımız verilmeden kapının önüne konulduk. Onun için burada bekliyoruz, haklarımızı almak için mücadele ediyoruz.
Ben Hakan Yavuz. Ünsa’da çalışan bir ustabaşıyım. İçeride Kasım maaşımız, mesailerimiz,
aile geçim indirimlerimiz var ve tazminatlarımız
var. Bunları almanın mücadelesini veriyoruz.
Bayramdan önce başladık. Şu an hâlâ devam
ediyoruz. Arkadaşlarımızın tavsiyesi üzerine çağırdığımız DİSK’ten arkadaşlar yardımcı oluyor,
sendikacı arkadaşlar, onlarla birlikte mücadelemize devam ediyoruz. Ve kararlıyız, hakkımızı
alacağız.
Ben Güven, ustabaşıyım burada. Ünsa yurtdışına çalışan, çuval ihracatı yapan bir firma.
Kurtuluş Yolu:
Sizi daha önceden
DİSK/TÜMKA-İş’te örgütlenen Rozi Direnişinden tanıyoruz. Burada da mücadele ediyorsunuz…
Güven: Çoğu arkadaş mücadelenin ne olduğunu bile bilmiyordu. Şu anda mücadeleyi herkes yaşayarak öğreniyor. Burada işçilerin çoluk
çocuğunun rızkını kesmişler içeriden, vermeyeceğiz diyorlar. Biz de mücadele sonucunda Rozi’de olduğu gibi burada da kazanacağımıza inanıyoruz. Ünsa burada hayali taşeron şirketler
kurmuş. Taşeronları burada çalışan şoförlerin
üzerine kurmuşlar mesela. Hayali şirketler yani.
Bize, sizin sigortanızı ödüyoruz, yemek paranızı, servis paranızı veriyoruz diyorlar. Ondan sonra da ben sizden sorumlu değilim, diyor. Değilsen, niye veriyorsun? Yani bizim asıl işverenimiz Ünsa. Biz mücadele ederek hakkımızı söke
söke alacağız. Zafer kazanacağız. Sessiz de kalmayacağız. Yarın farklı olacağız, öbür gün farklı olacağız. Her gün yaşadıkça farklı farklı şeylerle karşılaşacağız ama sonunda kazanan biz
olacağız. Mücadelede ölmek var dönmek yok.
Haklarımızı alana kadar bunun peşini bırakmayacağız
Bizim sendikacı arkadaşlara da Rozi’de olduğu gibi çok teşekkür ediyorum. Her zaman her
yerde yanımızda oldular, önümüzde oldular. Yanımızı bırak her zaman önümüzde oldular. Önce
onlar bir adım gidiyor, peşinden bizi çağırıyorlar, biz gidiyoruz. Nakliyat-İş Genel Başkanı ve
Güven
DİSK Örgütlenme Daire Başkanı Ali Rıza Başkan, Erdal Başkan, Barış Bey, sizler… Sağolun
Allah razı olsun hepinizden, yardımcı oluyorsunuz.
Zaten daha önceden de tanışıklık olduğu için
ne zaman başımız sıkışsa hemen bir alo demek
yetiyor yani. Türkiye’nin neresinde olursa olsun
bir telefonla geliyorlar hemen, sağolsunlar.
Adım Hüseyin Korkmaz. 5 yıldır Ünsa’da
çalışıyorum.
Kurtuluş Yolu: Siz de Ünsa’nın bir başka
taşeronunda çalışıyordunuz. 4 Aralık’ta direnişe
başlayan arkadaşlarla birlikte beklemeye başladınız Ünsa’nın önünde. Taleplerinizi öğrenebilir
miyiz?
Hüseyin Korkmaz: Biz de diğer arkadaşlar
gibi, mesailerimizi, maaşlarımızı, tazminatlarımızı alamadık. Mesailerimizi senet olarak verdiler bize, tazminatlar için de sözleşme yapmıştık,
ödemediler. Ödeyeceğiz dediler, ödemediler, bir
kandırmaca yaptıkları. Ödemeye niyetleri yok.
Oyalıyorlar. Biz de mücadele edeceğiz haklarımızı almak için. Buradayız hakkımızı alana kadar.
Kurtuluş Yolu: Bildiğimiz kadarıyla Direnişinizin başlamasında size öncülük eden ve o
günden verilen mücadeleyle bayram öncesi bir
kısım mesailerinizi almanızı sağlayan
DİSK/Nakliyat-İş Sendikası oldu. Nakliyat-İş
Genel Başkanı ve DİSK Örgütlenme Daire Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu ve Nakliyatİş’in diğer yöneticileri ve avukatları oldu. Size
önderlik, öncülük ettiler. Yine Kurtuluş Partililer
Direnişin başından beri her an sizinle birlikteler.
Mücadelede omuz omuzasınız…
Ebru Altındağ: Sendikacılarımıza ve avukatlara çok teşekkür ediyoruz. Hepsinden Allah
razı olsun. Onlar sayesinde çok şey öğrendik.
Bilmediğimiz çok şey vardı. Onlar bize yol gösterdi.
Fatih Bolat: Arkadaşları, içimizden bir ar-
Hüseyin Korkmaz
kadaşımız daha önce tanıyordu. Biz de tanıştık,
görüştük. Kendileri bize haklarımızı anlattılar.
Tabiî biz işçiyiz sonuçta. Kafamızı koyuyoruz
işe, akşama kadar çalışıyoruz. Hiçbir hak, hukuk
bilmiyoruz. Öğreten de yok. Bu arkadaşlar sayesinde birçok hakkımızı öğrendik. Tabiî illaki bilmediğimiz birçok şey daha var. Onları da öğreneceğiz bu zaman içerisinde. Öğrenip hakkımızı
devamlı savunacağız artık.
Mücadelemize destek veriyorlar. Bizi hiçbir
zaman yalnız bırakmıyorlar, bırakmayacaklar da
zaten. Biz de bu şekilde hakkımızı alana kadar
devam edeceğiz. Başarıya ulaştıracağız. Bunun
başka çaresi yok. Biz sadece içeride olan maaşımız, mesaimiz, aile indirimleri için değil, ihbar,
kıdem tazminatlarımız için de, hepsi için mücadele ediyoruz. Buraya sadece 300-500 YTL para
almaya gelmedik. Bizim alınterimiz var, emeğimiz var, hakkımız var. Bütün hakkımızı almak
için geldik.
Melahat: Bu arkadaşlar bize çok yardımcı
oldular. Burada bize her konuda destek oluyorlar, önderlik ediyorlar. Bize her konuda burada
öncülük ediyorlar.
Hakan Yavuz: Tamamen bizden yana, işçiden yana olan insanlar. Sonuna kadar destekliyorlar. Başından beri yanımızdalar. Bizim kararlılığımız, onların kararlılığı, bu mücadelede en
nihayetinde başarıya ulaşacağız. Ölmek var dönmek yok. Hakkımız neyse alacağız.
Kurtuluş Yolu: Siz taşeronda çalışıyor görünüyorsunuz. Fakat tüm alacaklarınızdan üst işveren Ünsa sorumlu. Siz de zaten bu mücadelede Ünsa’yı muhatap alıyorsunuz. Ünsa’ya karşı
veriyorsunuz mücadelenizi. Direnişinizde size
öncülük eden Nakliyat-İş yöneticileri, avukatları
ve Genel Başkanı’nın girişimleriyle işverenle
görüşmeler yapıyorsunuz…
Melahat: Biz Ünsa’nın işçisiyiz. Bu fabrikaya çalışıyoruz. Buradan iş geliyor parça halinde.
Biz dikip pres yapıp tekrar buraya gönderiyoruz
ama işyeri Ahmet’in üstüne, Mehmet’in üstüne
yapılmış. Vergiden kaçırmak amaçlı… Ama dedi ki patron, haklarınız bende duruyor, çıkarken
hakkınızı vereceğim. Şimdi fabrika kapatılıyor,
diyor ki, ben size hiç bir şey veremem, bir canım
var, alacaksanız... Gidin Ünsa’dan alın, onlar da
Ünsa’yı kapatıyor, tüm hakkınızı vermek zorunda diyor. Ama onların bize bir şey verdiği yok,
gördüğünüz gibi, arkadaşlarla hep beraber bekliyoruz. Biz 80-90 kişiyiz. Bir de ayrıca 3-4 tane
Fatih Bolat
daha taşeron var. Buradaki arkadaşlar daha da
mağdur. Nereden baksanız 300-400 kişi varız bu
şekilde. Hep bizim gibi mağdur edilen arkadaşlar.
Fatih Bolat: İşverenin söylediği, bayramdan önce bize dağıtmış olduğu ekim ayının mesai parası, geri kalanı da veremeyeceğini, kendisinde öyle bir para olmadığını söyledi. İçeride
olan parasını da kendi borcuna yatıracak. Bize
vermeyeceğini söylüyor. Kapının önüne koydular bizi. Biz de hakkımızı Ünsa’da arıyoruz, ana
binada arıyoruz.
Kurtuluş Yolu: Mücadele süreci, birlikte
mücadele etmek size neler kazandırdı?
Ebru Altındağ: Çok şey öğrendik. Sonuna
kadar mücadeleye devam edeceğiz. Birlik beraberliğin gücünü gördük. Hakkımızı alıncaya kadar buradayız. Hakkımızı söke söke alırız.
Fatih Bolat: Birçok şey öğrendik. Boşu boşuna bunca sene boş yere çalıştırıldığımız, ezildiğimiz, hep hakkımızın yendiğini öğrendik bugünler içerisinde.
Melahat: Birlikte mücadele etmek bize açıkçası bir umut kazandırdı. İlk başta hiçbir muhatap bulamazken şimdi Ünsa’nın hissedarlarıyla
görüşüyoruz, hissedarlarla, ortaklarla… Ekim
ayının mesaisi de içerideydi, onu aldık, mücadele sonucunda. Şimdi Kasım ayının maaşı, mesaisi verilmezken bu direnişimizle, mücadelemizle,
birlik ve beraberliğimizle maaşımızı alma sözünü de aldık. Bugün burada onun için bekliyoruz,
alacağız. Bu birlikle hep beraber tazminatımızı
da buradan alacağız. Sonuna kadar bu mücadeleye devam edeceğiz.
Hakan Yavuz: Bizlere kendi kişiliğimizi,
kendi onurlu mücadelemizi verme hakkını kazandırdı. Kendi kendimizi savunmayı öğrendik.
Birliği, beraberliği öğrendik. Dayanışmayı öğrendik, arkadaşlarımızı yarı yolda bırakmayacağımızı öğrendik.
Kurtuluş Yolu: Şu anda Türkiye’de sizin gibi kriz bahanesiyle işten atılan ve direnişte olan
işçi kardeşlerimize neler söylemek istersiniz?
Ebru Altındağ: Mücadele etmeden hiçbirşey kazanılmıyor. Hepimizin mücadele etmesi
gerekiyor.
Fatih Bolat: Sonuna kadar dirensinler. Öbür
türlü hep kaybeden biziz. Hep kaybettik, kaybetmeye de devam ederiz yoksa. Sonuna kadar mücadele etsinler.
Melahat: Bu mücadelede sesimizi duyurmakta yetersiz kaldığımızı düşünüyorum. Daha
çok hareket, daha çok direniş, daha çok mücadele. Mücadele etmeden hiçbirşey kazanamayız.
Yiğit Ünsa İşçileri ve Önderlerine
Y
erli yabancı Parababalarının, içine
girdikleri krizin faturasını İşçi Sınıfımıza yıkmasına isyan eden sizleri
kutluyoruz.
İşçileri işsizlik cehennemine attıkları
yetmiyormuş gibi, bir de kazanılmış haklarına göz diken hırsızlara karşı sessiz kalmayarak, Örgütsüz İşçi Köle İşçidir! Örgütlü İşçi Yenilmez! ilkesinden hareketle,
HAK VERİLMEZ ALIIR DİYEREK
haklarını söke söke alan, ÜNSA işçilerine
ve onların devrimci sınıf sendikacılığı yapan önderlerine İzmir’den devrimci selamlarımızı gönderiyoruz.
Her biri Hikmet Kıvılcımlı ideolojisi ile
donanımla, onlarca-yüzlerce direniş, grev,
işgal okulundan yetişmiş, Halkın Kurtuluş
Partisi’nin teorisi ve pratiği içinde çelikleşmiş önderleriniz sayesinde, bu direnişin başarılı bir şekilde sonuçlanması kaçınılmazdır.
Daha düne kadar sizleri birer “yük hayvanı” yerine koyan patronunuz, şimdi sınıf
bilinçli önderlerinizle bütünleştiğinizde,
karşısında sizleri örgütlü bir güç olarak görmekten kaçamıyor ve el çabukluğu ile gasp
etmek istediği haklarınızı vermek zorunda
kalıyor.
İşçi Sınıfımızın tek başına ekonomik kazanımlar elde etmesini küçümsemeden, asıl
kurtuluşun işsizlik pahalılık cehennemine
attıkları ülkemizi yangın yerine çeviren,
yerli yabancı Parababaları ile onların uşağı
Tayyipgiller’i başımızdan atmak olduğunu
unutmamalıyız.
Halkın Kurtuluş Partisi; bu yangını
söndürecek, İşçi Sınıfımıza ve emekçi
halkımıza rahat nefes aldıracak Demokratik Halk İktidarını kuracak biricik
güçtür.
Demokratik Halk İktidarıyla; başta İşçi
Sınıfımız ve emekçi halkımız ABD ve AB
Emperyalistleriyle yerli satılmışlar cephesine karşı zaferini taçlandıracak, işsizliğin pahalılığın, zammın, zulmün, işkencenin, baskının, sömürünün olmadığı, herkesin eşit,
mutlu, özgür birer kardeş olarak yaşayacağı
düzen kurulacaktır.
Bu direnişiniz de Halkların Kurtuluş Davasına İşçi Sınıfımız cephesinden yapılmış
önemli bir katkıdır.
Kazanacağınıza inanıyoruz.
Devrimci Sınıf Sendikacılığı yapan Kurtuluş Partili önderlerin kitabında kaybetmek
yazmaz. Zira “DOĞRUYLA MÜCADELE EDE YEİLİR.”
Şu anda Ünsa işvereni de doğruyu temsil
eden sizlerin karşısında mutlaka dize gelecek ve yenilecektir.
Mücadeleniz mücadelemizdir. Sizlerin
bu haklı ve onurlu mücadelenizi İzmir Halkına ve Ege Bölgesindeki İşçi Sınıfımıza
duyurmak boynumuzun borcudur.
18.12.2008
Yaşasın Ünsa Direnişimiz!
Selam Olsun Ünsa İşçilerine ve
Önderlerine!
Halkın Kurtuluş Partisi
İzmir İl Örgütü
E-Kart Grevcileri:
Sendikamızla birlikte kazanacağız!
D
İSK/Basın-İş Sendikası’nda örgütlü
olan
Gebze
Organize
Sanayi
Bölgesi’nde bulunan E-Kart’ta işçiler
172 gündür grevde. İşlerine, ekmeklerine, sendikalarına sahip çıkmak için 6 aydır mücadele
eden E-Kart İşçileri adına Grev Komitesi Yürütme Üyesi İbrahim Şen’le kısa bir sohbet gerçekleştirdik:
Kurtuluş Yolu: Öncelikle başarılar diliyoruz. İsminizi öğrenebilir miyiz?
İbrahim Şen.
Kurtuluş Yolu: Ne zamandır devam ediyor
greviniz?
İbrahim Şen: 2006 Ağustosu’nda bu mücadele başladı. Bununla birlikte ilk 2 arkadaşımız
işten çıkarıldı. Bu 2 arkadaşımız da işe iade davası açtılar ve kazandılar bu davaları. Fakat tabiî işveren işe almadı, tazminatlarını ödedi. Bunun ardından atılan 3 arkadaşımızın daha işe iade davalarını kazandık. Hâlâ atılan arkadaşları-
miz devam ediyor. Çeşitli kurumlardan dayanışmalar oluyor. Her ziyaretten sonra, dışarıda
bekleyen arkadaşlarımıza daha bir neşe, bir heves geliyor. Yavaş yavaş üye kazandığımız arkadaşların olması, dışarıdaki arkadaşlarımızın
da moralini yükseltiyor.
Kurtuluş Yolu: Biliyorsunuz Türkiye çapında ekonomik kriz bahanesiyle 200 binden
fazla işçi işten atıldı. Parababalarına yıllık yüzde 300’lere varan oranda kârlar kazandıran işçileri bir anda, daha kriz patlayalı 2 ay gibi kısa
bir zaman olmasına rağmen kapıya koydular.
Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
İbrahim Şen: Biz ulusal medyadan izliyoruz krizi. Herkes kriz var diyor. Fakat bazı ekonomistler, uzmanlar Türkiye’de hâlâ reel bir
krizin olmadığını söylüyor. Burada bir çelişki
var. Ben bu krizi sadece işverenlerin işçilerini
çıkartmak, dışarıdaki işsiz sayısını arttırmak,
sendikaları bitirmek amaçlı bir koz olarak kul-
mızdan üçünün işe iade davası devam ediyor.
Bunları da kazanacağımıza eminiz. Bugüne kadar hepsini kazandık, kaybettiğimiz davamız
yok.
Biz geçtiğimiz ağustos ayından beri, 172
gündür burada grevdeyiz. Bu 172 gün boyunca, ortalama 6 ay boyunca 17 kişi olarak greve
çıktık. Ve boş durmayarak sürekli çalışmalarımızı devam ettirdik. İçeride birçok üyemiz var.
Şu an bizim üye sayımızdan çok fazla üye sayımız var. Teker teker üye yaptık hepsini. Şu anda içeride yeniden çoğunluğu sağlamaya çalışıyoruz ve buna da yaklaştık.
Bir yandan da burada Grevimiz, mücadele-
landığını düşünüyorum. Zaten işverenler bugüne kadar hiçbir sendikayı istememiştir. Giderler
kendileri sendikalara üye olurlar ama işçilerin
hiçbir şekilde sendika üyesi olmasını istemezler. Çünkü ancak örgütlü olduktan sonra işverenden bir şeyler alabiliyor işçi, daha kararlı
mücadele verebiliyor. Ama örgütsüzse işveren
tarafından istediği zaman, keyfi olarak çıkarılabiliyor. Biz de bunu istemediğimiz için örgütlendik ve mücadelemize devam ediyoruz. Herkesin desteğini de bekliyoruz.
Sonuna kadar mücadelemize devam edeceğiz, sendikamızla beraber kazanacağız.
Melahat
Mücadele, mücadele, direniş, direniş… Sendikadan arkadaşlara da çok teşekkür ederim. Bize
çok yardımcı oluyorlar. Genel olarak özetlemek
gerekirse mücadele etmeden hiçbir şey alamayız. Kararlılıkla sürdüreceğiz, mücadele edeceğiz sonuna kadar. Ölmek var dönmek yok. Gerekirse burada çadır kuracağız ama buradan ayrılmayacağız. Hakkımız olanı buradan alacağız.
Hakan Yavuz: Kesinlikle mücadelelerinden
vazgeçmemelerini, emeklerinin karşılığını almalarını, kendilerini satmamalarını, örgütlü olmalarını, birlik beraberlik içinde devam etmelerini isteriz.
Kurtuluş Yolu: Bizler de Kurtuluş Yolu
olarak mücadeleniz mücadelemizdir, diyoruz.
Sonuna kadar destekleyeceğimizi belirterek başarılar dileriz.
İşçiler: Biz de size teşekkür ediyoruz. Sesimizi duyurmakta bize yardımcı oluyorsunuz.
13
27 Aralık 2008
Dostel İşçileri: İşten atılmalara karşı sonuna
kadar mücadele edeceğiz!
4 Aralık 2008 tarihinde Otomotiv Yan Sanayi üretimi yapan DİSK/Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlü olan ve kriz bahanesiyle işten
çıkarılan Gebze Organize Sanayi Bölgesi’ndeki Dostel Fabrikası İşçileriyle yaptığımız röportajı olduğu gibi sunuyoruz:
K
urtuluş Yolu: Öncelikle
mücadelenizde başarılar
dileyerek girmek istiyoruz
söze. İsminizi öğrenebilir miyiz?
Şengül Karabulut.
Kurtuluş Yolu: Dostel’de kriz
bahanesiyle işten çıkarıldınız. Kısaca işten çıkarılma sürecinizi anlatır
mısınız okuyucularımıza?
Şengül Karabulut: Bizim işten
atılmamız… Evlere kâğıt gönderdiler, noterden imzalatıp. Tazminat
her şey yatmış bizim. Yeni çıkan
arkadaşların tazminatları ise verilmemiş. 25’e 2 (25/2)’den atılmışlar
şu anda. Bizi de kriz bahanesiyle
Şengül Karabulut
işten çıkardılar. İşler yavaşladı, durgunlaştı diye. Ama kriz diye bir şey
yok. Bütün kalıpların hepsi dışarı
gönderildi. İşin çoğu dışarıya,
müteahhide verildi. Bizim de hiç
haberimiz yokken ücretsiz izinden
dönüşte evlere kâğıt gelmiş.
Vedat Demircan: Kriz bahane
edildi. Önce iki vardiya birleştirildi.
Ardından bir hafta çalıştık. Ücretsiz
izne çıktı Ford Otosan, ardından
bizim işveren de çıkardı ücretsiz
izne. Ondan sonra tebligat göndermişler evlerimize noter huzurunda.
Ve buradayız. İşten atıldık.
Kurtuluş Yolu: İşinizi bize
kısaca anlatır mısınız?
Vedat Demircan
Vedat Demircan: Ford Otosan’a metal üzerine parçalar yapıyoruz. Ben fork-lift operatörüyüm.
Erdinç Polat: İki yıldır burada
çalışıyorum. Bu sabah işe geldik,
fakat (bize böyle imzalı bir, işten
atıldığımıza dair), 25’e 2’den bizi
işten attıklarını belirttiler. Bizim
daha önce 15’e yakın arkadaşımızı
işten attılar. Biz de onların arkasında olduğumuzu her zaman işçilerin
arkasında olduğumuzu, işçilerin
birlik olduğunu anlatmak için işverene, burada bir eylem yaptık, içeride. Üretimi düşürdük. Gizli kameralarla hepimizi çektiler ve o vardiyayı işten attılar.
Buraya biz geldik! Bu kâğıt
bizim için hiçbir şey ifade etmiyor!
Biz burada mücadelemizi sonuna
kadar sürdüreceğiz! Ölümüne kadar
kararlıyız biz!
Biz sonuçta işçiyiz. Türkiye’yi,
dünyayı ayakta tutan İşçi Sınıfıdır,
kimse değildir. Biz olmazsak hiçbir
şey olmaz. Biz bunun bilincinde
olan işçileriz. Bu yüzden bu sendikaya, Birleşik Metal-İş’e üye olduk.
Başka bir sendikaya üye olmadık.
Tüm İşçi Sınıfına anlatmak istediğim şey, birlikte mücadeleci olmamız gerekiyor. 68 kuşağını, o
zamanları yeniden canlandırmamız
gerekiyor. O zamanlar alınan haklardır bunlar. Kimse kimseye hakkı
bedavaya vermiyor. Ağlamayana
emzik vermiyorlar bu devirde
böyle. Sonuna kadar mücadelemizi
vereceğiz biz. İster polis çağırsınlar, ister asker çağırsınlar burada
yatacağız, burada kalkacağız, sonuna kadar... Hakkımızı alacağız.
Kurtuluş Yolu: Siz de işten
çıkarıldınız…
Bülent Kötek: Ben daha önceden çıkarıldım, 30 kişiyle beraber.
22 Kasım’da. Hatta raporlu olduğum tarihte çıkartıldım. Kâğıtlar
eve gönderildi. Şaşırdık yani, aynen
şok olduk. Sizin de bildiğiniz gibi,
hiç böyle bir şey beklemiyorduk.
Neden böyle oldu diye sorduğumuzda, işveren direk krizi bahane
etti.
Geçen burada Can Bey, işverenin tâ kendisi… Daha önce de ben
2-3 kez çıkartıldım. Tekrar geri
aldılar mücadele sonucunda, birlik
beraberlik sonucunda. Tekrar geri
alındım… Adam buraya geldi,
direk bana saldırdı. “Senin ne utanmaz yüzün var, yüzün kızarmıyor.
Bülent Kötek
Terbiyesizlik yapıyorsun burada
durmakla”, diye.
Tabiî ben de ona aynen cevabını
verdim. Terbiyesiz sizsiniz, daha
önce çıkardınız nasıl aldıysanız
yine alacaksınız!
Çünkü bir mücadeleye girmişsin, bir örgütlenme var içeride,
ondan dolayı, ona güvenerek öyle
konuştuk. Yani beni alması da
önemli değil, önemli olan İşçi Sınıfı dayanışmasıdır. 3-4 gündür 4-5
kişi bekliyordu burada. Bugün de
bu arkadaşlardan hiç haberimiz
Tezcan Galvaniz İşçileri Direnişte-Mücadelede!
K
Birleşik Metal-İş’te örgütlendikleri için işten atılan Gebze-Tezcan Galvaniz İşçileriyle
yaptığımız röportajı sunuyoruz:
urtuluş Yolu: İsminizi öğrenebilir miyiz?
Ali Kıyak.
Kurtuluş Yolu: Bildiğimiz
kadarıyla Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlüsünüz ve kriz bahanesiyle işten çıkarıldınız. Kısaca
Ali Kıyak
süreci anlatır mısınız?
Ali Kıyak: İşveren sendikayı
istemiyordu, işverenler sendikayı
sevmez zaten. 2003’te de aynı sendikal mevzudan dolayı epeyce bir
insanın canını yaktı. Arkadaşlarımızı işten atarak, o zaman sendikayı
göndermeyi başardı. 2-3 yıl tekrar
zam vermeyi kesince, insanlar yeniden sendikaya üye olmaya başladı,
2005 yılından bu yana. Bu süreç
2005 yılında başladı. 2008’in başından itibaren de hızlandı. 0 zam
olunca süreç hızlandı. Daha önce
daha yavaş gidiyordu ama durum
böyle olunca bir hızlanma olmuştu.
3-4 ay önce Yargıtay’a başvurmuştuk. 15-20 gün önce de tam yetkimiz geldi.
İşverenler sendikayı istemez.
Burada da işveren krizi fırsat bildi.
Sendikal tazminat yüksek olduğu
için işten çıkaramadı hiçbirimizi.
Ama daha sonra kriz bahanesiyle,
benim de içinde olduğum 39 kişiyi
çıkardı.
Ali Rıza Keskin: İşveren kriz
bahanesiyle sendikayı düşürmek
için işçi çıkarma yoluna gitti burada. Sendika güçlendi, toplusözleşmeye oturmak istedi. Bunun üzerine işveren işçi çıkarmaya başladı
krizi bahane ederek. Ama bir yandan da biz bakıyoruz yatırımlar
devam ediyor. Sevkiyat devam ediyor. Makineler çalışıyor, iş var…
Bizi çıkarmasının tek sebebi sendikayı buraya sokmamak…
Daha önceki süreçte de 60 işçi
atmış, direniş olmuş burada, 40
işçiyi geri almak zorunda kalmış.
Adem Turgut: Kasımın birinde
39 arkadaşımız krizden dolayı işten
çıkarıldı. Ama öncelikle 20 Nisan,
1 Mayıs faaliyetlerinden dolayı.
Ayrıca Yetki belgesi de fabrikaya
geldi ve işveren sendikayı bitirmek
için işçi atmaya başladı. 39 arkadaşı çıkardı. 55 kişi de çıkarılacak.
Krizi bahane ederek kötü niyet
tazminatından da kurtulmak istiyor.
Biz, işyerinde bu duruma karşı
çeşitli eylemler yaptık. 18
Kasım’da fabrikanın önünden,
İzmit İnsan Hakları Parkı’na kadar
yağmur altında yürüdük. Servislere
almadılar bizi, biz de bir yürüyüşle
bunu protesto ettik. Ardından
Aslanbey’e,
Suadiye’ye
ve
Acısu’ya yürüdük. Böylece sesimizi tüm İzmit’e duyurmak istedik.
Fabrikanın önüne çadırımızı
kurduk. Çadırımız bizim şerefimiz.
Yıkılırsa biz de yıkılırız.
Kurtuluş Yolu: Parababalarına
yıllardır yıllık yüzde 300’lere varan
oranlarda kârlar kazandırdı İşçi
Sınıfımız, fakat kriz patlak vereli
daha 2 ay oldu, işverenler patır patır
işçileri sokağa dökmeye başladı. Ne
düşünüyorsunuz bu konuda?
Ali Kıyak: Ben işe başladığımda sadece şu gördüğünüz bina vardı
burada. 8,5 yıldır burada çalışıyorum, şu anda sizin de gördüğünüz
gibi 3 işletme var. Hâlâ da yatırım
devam ediyor aslında. İşten atmasının bahanesi oldu kriz, yoksa asıl
amacı sendikayı bitirmek.
2003’te bitirdi, bakalım 2008’de
bitirebilecek mi?
Kurtuluş Yolu: 17 Kasım’dan
beri burada işyerinizin önünde direniştesiniz…
Ali Kıyak: Evet, sendikalı ola-
yoktu. Geldik herkes kapıda…
Arkadaşlar bize destek verdiği için
tamamen 25’e 2’den hepsi kapının
önüne koyulmuşlar. Onun mücadelesini veriyoruz burada şu anda.
Kurtuluş Yolu: Sendikanız Birleşik Metal-İş’le birlikte fabrika
önünde direniştesiniz. Kaç gündür
burada fabrika önünde bekliyorsunuz?
Şengül
Karabulut:
27
Kasım’dan beri bekliyoruz.
Kurtuluş Yolu: 27’sinden beri
burada işinize sahip çıkmak için
mücadele ediyorsunuz. Sizinle birlikte atılan başka işçi arkadaşlar da
vardı...
Vedat Demircan: Evet biz 40
kişiydik işten çıkarılan. Biz haklarımızı aldık, içerideki arkadaşlarımızın da mağdur olmaması için bekliyorduk fabrika önünde ama onları
da koydular kapının önüne bu
sabah. Onları koymasın diye bekliyorduk ama işveren sözünde durmadı. Arkadaşları normal çalışmaya döndürdü ve bugün de kapının
önüne koydular. 40-45 kadar arkadaşımızın işine son verdiler.
17’sinde bizimle beraber 30 kişiyi
işten çıkarmışlardı, bugün de 40-45
kişiyi işten çıkardılar.
Tuncer Tüter: Şu an bildiğimiz
vardiya böyle. Diğer vardiyalardan
işçi çıkarılıp çıkarılmadığını henüz
bilmiyoruz.
Kurtuluş Yolu: Kadın olarak da
sadece siz varsınız şu anda direnişte olan…
Şengül Karabulut: Kadınlar
kendilerini hep ikinci sınıfa atıyorlar gerçekten. Buraya gelmekle
kendi mücadelemi veriyorum. İşsiz
kaldık… Öteki bayan arkadaşlar
eşleri dolayısıyla mücadele vermiyorlar, işin içinde olmadılar. Ben
sonuna kadar buradayım. Ekmek
kapısı sonuçta…
Kurtuluş Yolu: Bugüne kadar
rak işimize geri dönebilmek için,
içerideki arkadaşlarımız atılmasın
diye burada bekliyoruz. 17
Kasım’dan beri burada mücadele
ediyoruz.
Kurtuluş Yolu: Krizin etkileri
size en başta işsizlik olarak yansıdı…
Ali Kıyak: Tabiî, ondan sonra
pahalılık var. Kocaeli çok pahalı bir
şehir. Geçen ayki doğalgaz faturam
95 YTL gelmişti, hemen arkasından
3-4 günlük bir fatura daha geldi, 35
YTL tutarında.
İşverenlere yıllardır her türlü
kıyağı yaptılar ama bunlar doymaz.
Ali Rıza Keskin
Şimdi daha krizin başında bizi
sokağa döktüler. Yarın 53 arkadaşımızın daha işten atılacağının duyumunu aldık. Bekliyoruz. Mücadelemiz devam edecek. Sendika başkanı ve yöneticilerimizle birlikte
devam edeceğiz.
Kurtuluş Yolu: Gebze işçi böl-
İşçi Sınıfımız, Parababalarına yıllık
yüzde 300’lere varan oranlarda kârlar kazandırdı. Ama Dostel’de de
gördüğümüz gibi kriz daha yeni
başladı, hemen işçileri sokağa dökmeye başladılar…
Bülent Kötek: Yüzde 300’lere
değil, yüzde 500’lere varan değerler kazandı Dostel işvereni. Sonuçta yüzde 300’lerden yüzde 400’lerden bir pay vermediği gibi en ufak
Erdinç Polat
bir krizde milletin haline bakın
hemen kapının önüne koyabiliyor
işverenler demek ki. Krizin faturasını İşçi Sınıfına ödetiyor.
Kriz bir bahane oldu işverenler
için. Bence benim düşüncem ve
arkadaşların düşüncesi de bu.
Örgütlü işyerlerinde örgütlülüğü
dağıtmak, sendikayı nasıl dağıtırım,
bu örgütlülüğü nasıl dağıtırım, en
büyük amaçları bu… Devlet bu
kadar imkânları sundu, işçi çıkarmayın dedi. Gidin başvurun o
zaman. Asıl amaç örgütlülüğü,
sendikaları tamamen bitirmek.
Bu çalışma ona yönelik.
Kurtuluş Yolu: Sizin kısaca
krizle ilgili ve şu an sürdürdüğünüz
gesi olduğu için burada krizi daha
yoğun yaşıyoruz. Gün geçmiyor ki,
yeni bir fabrikada işten çıkarmalar
olmasın. Türkiye çapında da son
birkaç ayda 200 bin civarında işçi
işten çıkarıldı. İşverenlere her yıl
yüzde 300’lere varan oranda karlar
kazandıran işçiler ödüyor krizin
faturasını…
Ali Rıza: Evet, burada gördüğünüz her şey işçi arkadaşlarımızın
sırtından yoktan var edildi. Şimdi
aynı arkadaşlar kapının önüne
konuverdi. Zam zamanı geldiğinde,
önce yatırımlar bitsin, diyorlardı.
Biz de işimize, sendikamıza sahip
çıkmak için sonuna kadar mücadele
edeceğiz. Mahkeme süreci de başladı. Her şey sonuçlanana kadar
buradayız. İçeride, dışarıda hepimiz
aynı ekmeğin peşindeyiz. O yüzden
mücadeleye devam…
Kurtuluş Yolu: Kriz Parababalarının krizi fakat faturasını İşçi
Sınıfımız ve halkımız ödüyor…
Adem Turgut: Kriz söylentile-
mücadeleyle ilgili düşüncelerinizi
alabilir miyiz?
Şengül Karabulut: Mücadele
etmezsen olmaz. Kavga zaten
masada bitmez, dışarıda da mücadeleni vereceksin, sınıf dayanışmanı. Sınıf dayanışması olmazsa zaten
kapıyı vur çık. Patron sana kapıyı
gösteriyor. Sen de öyle çıkıp gitmeyeceksin, mücadele vereceksin…
Vedat: Sonuna kadar biz arkadaşların yanındayız. Arkadaşlar
bize destek çıktı, biz de arkadaşların yanındayız. İşverenin dışarıda
3-4 fabrikada taşeronda malzemesi
var, kalıpları var.
Tuncer Tüter: İşverenin 54
tane kalıbı var dışarıda. Geçen hafta
da iki tane daha gitti.
Vedat Demircan: Geri alsa bu
işçi burada mağdur kalmaz. Bunu
yaparak daha ucuza ve daha fazla
imalat yapıyor işveren. İçerideki
işçi arkadaşlar iş beklemek zorunda
kalıyor. İşçiye kriz bahanesini gösterip işten atmalar başlıyor. Dışarıdayız… Sonuna kadar buradayız.
Arkadaşları destekleyeceğiz. Mücadeleye devam edeceğiz.
Bülent Kötek: Mücadelemiz
devam edecek, edeceğiz. Arkadaşlar her zaman arkasındayız. Biri de
benim, çıkartılan işçilerden. Yani
sonuna kadar mücadeleye devam,
sonuna kadar örgütlülük, birlik,
beraberlik her zaman devam etmesi
lazım…
Kurtuluş Yolu: Biz de teşekkür
ediyoruz. Mücadelenizde başarılar
diliyoruz.
rine inanmıyorum. İşverenler işçilerin işsizlik fonunda biriken parasını, 47 katrilyona ulaştığı söyleniyor
bu paranın, iç etmek istiyorlar.
TÜSİAD hiç utanmadan bu parayı
istiyor. Vergileri düşürün, diyorlar.
İşçinin vergisi daha maaşı cebine
girmeden kesiliyor. Yani işverenler
hiç doymuyor.
Ben temsilciyim bu işyerinde.
Yarın beni de atacak belki. Ama biz
işimize, ekmeğimize, sendikamıza
sahip çıkmaya devam edeceğiz.
Sendika olmazsa bu işçiler haklarını nasıl alacak? Biz hırsızlık yapmadık. Gittiği yere kadar gideceğiz.
Burada bir işletme vardı, şimdi 3
işletme oldu. Biz ne kadar çalışırsak çalışalım bu patronu doyuramadık, doyuramayız. Sendikalaştık
diye, krizi bahane edip arkadaşlarımızı kapının önüne koydu. Biz de
gittiği yere kadar gideceğiz…
Kurtuluş Yolu: Teşekkür ederiz. Mücadelenizde başarılar diliyoruz.
14
27 Aralık 2008
Ekim Devrimi Unutulmaz!
Baştarafı sayfa 16’da
liamına karşı devrimci düzeni sağlayacaktır.
“Petrograd Garnizonu şiddet olaylarına ve kargaşalıklara izin vermeyecektir.
Halk, serseri ve kışkırtıcıları en yakın kışladaki Sovyet Komiserliğine tutuklayarak
götürecektir. Petrograd sokaklarında karışıklık, yağma ve savaş çıkarmak için şüphelilerin yapacağı ilk girişimde, suçlular
amansızca ve derhal cezalandırılacaklardır.
“Vatandaşlar... soğukkanlılığınıza ve
sükunetinize güveniyoruz. Düzen ve devrim davası ellerdedir.” (John Reed, Dünyayı Sarsan On Gün, Oda Yayınları, Çev. Erdoğan Gürkan, 1976)
Bu bildiri dağıtıldığında devrimci durum vardır ama henüz devrim başarılmamıştır. Buna rağmen bu kadar insancıl, bu
kadar halka yakındır devrimcilerin tavrı.
Halkı provokasyonlara, katliamlara, yağmaya, kargaşaya karşı uyarırlar. John Reed,
başka bir yerde Devrim günü sabahını aktarır. Şöyle:
“7 Kasım Çarşamba günü çok geç
kalktım. evski caddesini indiğim zaman
Piyer ve Pol Kalesi öğle topunu ateşliyordu. emli ve soğuk bir gündü bu. Devlet
Bankasının kapısı kapalıydı ve süngülü
tüfekleriyle birkaç asker koruyuculuk yapıyordu önünde.
“- Hangi kampa dâhilsiniz? Hükümete
mi? diye sordum.
“- Hükümetin işi bitti, dedi içlerinden
biri alayla, Slava Bogu (Allaha şükürler
olsun).
“Bütün duyabildiğim bunlar oldu.
“Erkeklerin, kadınların, çocukların
bulabildikleri her yere asıldıkları tramvaylar evski üzerinden işleyip duruyorlardı.
Dükkânlar açıktı ve sokaktaki kalabalık
bir gün öncekinden daha az endişeli gözüküyordu.” (age)
Devrim günü halk böylesine rahattır.
Devrim en kansız şekilde yürütülmektedir.
Bunun için elden gelen yapılmıştır. John
Reed, “Sendikalar Kurulu Başkan Yardımcısı” Riazanov’un şu sözlerini aktarır.
“Riazanov, Bolşevikler adına, Belediye
Dumasının (Meclisinin – K. Y.) isteği üzerine Devrimci Askeri Komitenin görüşmek
üzere Kış Sarayına bir delegasyon gönderdiğini bildirdi. “Böylece kan dökülmesini
önlemek için her şeyi yapmış oluyoruz” diye ekledi.”(age)
Devrimciler, devrim günü zorunlu olmadıkça karşı güçlere ateş bile açmamışlardır.
John Reed, bu durumu ortaya koyan pek
çok olay anlatır. Örneğin, devrimin başladığı gün ağırlıklı olarak devrim karşıtlarından, aristokratlardan, hükümet ve belediye
üyelerinden oluşan 400 kişilik bir güruh ile
devrimcilerin tartışmasını aktarır:
“Önümüzde şaşırtıcı bir sahne vardı.
Tam Katerina kanalının köşesinde, bir fenerin altında silahlı gemicilerden oluşan
bir kordon dörderlik kolonlar halinde yürümeye çalışan bir kalabalığın yolunu tıkayarak evski caddesini kesiyordu. Şık
kadınlar, giyimli erkekler, subaylar ve her
sınıftan oluşan üç-dört yüz kişiydiler. Aralarında Kongredeki delegeleri, Menşevik
liderleri ve Devrimci Sosyalistleri (Bilindiği gibi Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler kısa süre içinde karşıdevrim saflarına
savruldular – K. Y.) tanıdık: kırmızı sakalıyla Belediye Reisi Avksentiyev, Kerenski’nin sözcüsü Sorokin, Khintchouk, Abromoviç ve başlarında Petrograd Belediye
Reisi beyaz sakalıyla Schreider, sabahleyin tutuklanan ve hemen sonra bırakılan
Geçici Hükümet Levazım Bakanı Prokopoviç. “Russian Daily ews” gazetesi muhabiri Malkin de oradaydı. “Kış Sarayında ölümü aramaya gidiyoruz” diye neşeyle laf attı. Kolon durdu ve baş tarafta bir
tartışmadır koptu. Schreider ve Prokopoviç, kendilerine emreder gibi duran bir gemiciye küfrediyorlardı.
“- Geçmek istiyoruz. Bütün bu arkadaşlar Sovyet Kongresinden geliyor. Bak
istersen kartlarına. Kış Sarayına gidiyoruz
biz. Gemici çok şaşırmıştı. Kocaman eliyle
başını kaşıyıp kaşlarını çattı.
“- Komite bana kimseyi Kış Sarayına
bırakmamamı emretti, diye mırıldandı. Bir
arkadaşı göndereyim de Smolni’ye (Bolşeviklerin karargâhı ve Sovyet Kongresinin
yapıldığı yer – K. Y.) telefon etsin.
“- Geçmekte ısrar ediyoruz. Görüyor-
sun silahlı değiliz. İzinli ya da izinsiz geçeceğiz, diye haykırdı ihtiyar Schreider öfkeyle.
“- Emir aldım, diye tekrarladı gemici
canı sıkkın.
“Her yerden, “İsterseniz ateş edin, geçeceğiz, ileri” diye bağrışılıyordu. “Ölmeye hazırız, eğer Rusların, arkadaşların
üzerine ateş etmek cesaretiniz varsa. Göğüslerimizi açtık tüfeklerinize” diye haykırıyorlardı. “Hayır”, dedi gemici, “sizi bırakmak istemiyorum.”
“- Geçersek ne yaparsınız? Ateş mi
edersiniz?
“- Hayır silahsız insanlara ateş etmek
istemem. Silahsız Ruslara ateş etmeyiz
biz.”
“- Geçmek istiyoruz. e yapabilirsiniz
ki?
“İyicene şaşırmış olan gemici “Haber
veririz. Sizi bırakmayız ama, haber veririz”, diye cevap verdi.
“- e yapacaksınız? e yapmak istiyorsunuz?
“Kafası iyice kızmış olan diğer bir gemici söze karıştı.
“- e mi yapacağız? Gerisin geri göndereceğiz.” (age)
Ve gerisin geri dönerler. Görüldüğü gibi,
mümkün olduğunca ikna yolunu seçmiştir
devrimciler. Çünkü hainlik yapmaları önlendiği sürece, kişilerle işi yoktur devrimcilerin Hatta, Kışlık Saray’ı kuşatan devrimcilerin bile ateş açmadığını, kendi ağızlarından aktarır John Reed:
“Bir grup askerin, Kış Sarayı’nın pırıl
pırıl parladığı yüzüne bakarak şiddetle
tartıştığı kızıl Arche’a döndük.
“İçlerinden biri “Yok arkadaş ateş edemeyiz. Kadınlar taburu içerde. Sonra Rus
kadınlarına ateş ettiler derler bize” diye
konuşuyordu.” (age)
Böylesine dikkatli davranırlar, Ekim
Devrimcileri. John Reed, daha ileride,
Kışlık Saray’ın devrimcilerce ele geçirilişini ise, bir devrimcinin ağzından aktarır.
Karşıdevrimciler halkın örgütlü gücü karşısında sırra kadem basmıştır. Geride kalan
askeri okul öğrencileri de direnmez:
“- Kış Sarayı’nın nasıl alındığını biliyor musunuz? diye atıldı bir gemici. Saat
on bire doğru, eva (Petrograd içinden geçen ırmak – K. Y.) yönünde hiçbir junker’in (karşıdevrimci askeri okul öğrencileri – K. Y.) kalmadığını görerek kapılara
yüklendik ve çeşitli merdivenlerden birer
birer ya da ufak gruplar halinde girmeye
başladık. Merdivenlerin yukarısına vardığımız zaman junkerler bizi tutuklayarak
silahlarımızı aldılar. Fakat arkadaşlarımız
gelmeye devam ettiklerinden çoğunluk
bizde kaldı. O zaman biz junkerlerin silahlarını aldık.” (age)
Ekim devrimcileri esirlere karşı da adil
davranırlar. Kesinlikle zulüm yapmazlar.
Hatta kendileri açken, yiyeceklerini paylaşırlar. Önemli olan karşıdevrimcileri etkisiz
hale getirmektir. Başka bir yerde, bir aristokrat karşıdevrimci esire karşı devrimcilerin
tutumunu aktarır John Reed:
“O sırada, gözlerinin etrafı uykusuzluktan morarmış, kolu sargı içinde, güleç
yüzlü bir assubay olan kumandan içeri
girdi. Gözü derhal esire takıldı (esir, karşıdevrimci Kont Tolstoy’dur – K. Y.). O da
başladı durumu açıklamaya.
“- Tamam tamam, diye sözünü kesti
kumandan, Çarşamba günü öğleden sonra kurmaylığı teslim etmeyi reddeden şu
komiteye dahilsiniz siz. Kusura bakmayın,
size ihtiyacımız yok.
“Kapıyı açarak Kont Tolstoy’a gidebileceğini işaret etti. Özellikle kızıl koruyucular (muhafızlar – K. Y.) arasında bir
protesto mırıltısı dolaştı ve gemici kasıla
kasıla.
“- e haber, ben size dememiş miydim,
dedi.
“Sonradan iki asker kumandanla konuşmaya başladılar. Kale garnizonu tarafından gönderilen iki delegeydiler ve ancak ölmeyecek kadar yiyecek varken esirlerle nöbetçilerin aynı yemeği yediklerini
söyleyerek olayı protesto ediyorlardı. eden karşıdevrimcilere bu kadar iyi bakılıyordu?
“- Arkadaşlar, dedi kumandan, biz devrimciyiz, haydut değil.
“Sonra bize döndü. Kendisine, junkerlere işkence yapıldığı ve bakanların hayatının tehlikede olduğu dedikodularının yayıldığını söyleyerek belki esirleri görme
olanağı bularak şunu kanıtlayabilirdik
ki...
“- Hayır, diye atıldı genç asker. Bir kez
daha esirleri rahatsız edemem. Zaten biraz
önce onları uyandırmak zorunda kaldım.
Garanti kendilerini öldürmeye geldiğimizi
zannettiler... Junkerlerin çoğu serbest bırakıldı. Geri kalanlar da yarın sabah çıkacaklar.” (age)
Ve John Reed, 8 Kasım sabaha karşı
devrimin başkentinde sokakları tanımlıyor
kısaca:
“Sabahın üçüydü. evski üzerindeki
tüm havagazı fenerleri yeniden yanmış,
üçlük top kaldırılmıştı ve ateşin başında
toplanmış askerler ve Kızıl Koruyuculardan başka savaşı hatırlatan bir şey yoktu.
Kent, belki de tarihinde görmediği bir sessizliğe gömülmüştü. O gece ne bir cinayet
işlendi ve ne de bir hırsızlık olayı oldu.”
(age)
Ekim Devrimi
Devrimci Ahlâk Demektir
Ekim Devrimi, 1914’te başlayan Birinci
Emperyalist Savaş içinde doğmuştur. Çarlık Rusyası da savaşın içindedir. Açlık,
yoksulluk, sefalet, acı, ölüm dizboyudur.
John Reed’in deyişiyle “Dünyanın en çok
ezilen 160 milyonluk halkını kurtaran”
devrimdir Ekim. Ama bir taraftan da saraylardan lüks, zenginlik, asalet fışkırır.
Ekim Devrimcilerinin ilk gün ele geçirdiği
Kışlık Saray da böyledir. Yaşanan bu büyük
çelişkiye rağmen Ekim Devrimcileri yokluk içindeki görevlilerin en küçük bir yarar
sağlamalarına izin vermez. Başta bazı bilinçsiz görevlilerin bu yönde bazı girişimleri olsa da...
Karşıdevrimciler mi?
Onlar zaten kargaşayı değerlendirip çıkar sağlama peşindedirler. Tıpkı günümüzde emperyalist askerlerinin ve uşaklarının
geri ülkelerde yaptıkları gibi... Ama devrimciler buna da izin vermez. John Reed,
Devrim sırasında Kışlık Saray’da yaşananları aktarıyor:
“Birkaç yüz kişiden oluşan grup, kolonun arkasında yığılı olarak bir iki dakika
kaldıktan sonra yavaş yavaş yatıştı ve yeni
emir beklemeden kendiliğinden yeniden
ilerledi. Kış Sarayı’nın pencerelerinden
gelen ışık sayesinde ilk iki üç yüz kişinin
tamamen Kızıl Koruyucular olduğunu ve
aralarında yalnızca birkaç askerin bulunduğunu seçebildim. Sarayı savunan odun
barikatını aşarak öte yana geçtiğimiz zaman junkerlerin bıraktıkları tüfekleri görerek sevinç gösterisinde bulunduk. Genel
girişin iki yanındaki kapılar ardına kadar
açıktı ve ışık dışarıya vuruyordu. Bir tek
ses bile gelmiyordu koca binadan.
“Sabırsız kalabalık dalgası bizi, çıplak
duvarlı ve kubbeli geniş bir salona açılan
sağdaki girişe doğru sürükledi. Burası, bir
sürü koridor ve merdivene açılan doğu kanadının mahzeniydi. Kızıl koruyucularla
askerler, orada bulunan büyük tahta sandıkların üstüne atılarak kapakları dipçiklerle söktüler ve içlerindeki halıları, perdeleri, çamaşırları, porselen ve kristal takımları dışarı döktüler. Bir tanesi, omuzuna oturttuğu bronzdan bir sarkacı gururla
gösteriyor, diğeri şapkasına devekuşu tüyü
iliştiriyordu. Yağma henüz başlamıştı ki
bir ses işitildi: “Arkadaşlar, hiçbir şeye dokunmayın, hiçbir şey almayın, bunlar halkın malıdır.” O anda yirmi ses birlikte tekrarladı: “Durun, her şeyi yerine koyun,
yasak bir şey almak, bunlar halkın malı.”
Eller suçluların yakasına yapıştı. Şam kumaşları, halılar yağmacılardan geri alındı,
iki kişi bronz sarkacı yakaladı. Alınan
mallar iyi kötü sandıklara yerleştirildi ve
birkaç kişi kendiliklerinden nöbetçi kaldılar. Bu tepki tamamen kendiliğinden doğmuştu. Koridor ve merdivenlerde uzaklığın hafiflettiği kelimeler duyuluyordu.
“Devrim disiplini bu. Halkın malı.”
“Batı kanadındaki sol girişe yöneldik.
Orada da düzen sağlanmaya çalışılıyordu.
“- Sarayı boşaltın diye bağırıyordu bir
Kızıl Koruyucu. Haydi arkadaşlar, çekip
gidelim, hırsız ve haydut olmadığımızı
gösterelim onlara. öbetçiler konuncaya
kadar, komiserlerin dışında herkes dışarı.
“İki Kızıl Koruyucu, bir asker ve bir subay, tabancaları ellerinde ayakta duruyor,
bir asker de defter ve kamış bir kalemle bir
masada oturuyordu. Her yerden aynı haykırış işitiliyordu. “Herkes dışarı, herkes
dışarı.” Tüm kalabalık itişip kakışarak,
küfrederek ve karşı çıkarak kapıdan yavaş
yavaş dışarı çıktı. Her asker durduruluyor,
üstü aranıyor, cepleri boşaltılıyor ve kaputunun içine bakılıyordu. Kendisinin olmayan her şeye el konuluyor, sekreter not alıyor ve eşya yandaki ufak odaya götürülüyordu.
“Enteresan şeyler yakalandı: Küçük
heykeller, mürekkep şişeleri, imparatorluk
baş harflerinin işlendiği yatak örtüleri,
şamdanlar, küçük bir yağlıboya kutusu,
sümenler, altın saplı kılıçlar, sabun kalıpları, her çeşit giyim eşyası ve örtüler. Bir
Kızıl Koruyucunun elinde, ikisini junkerlerden aldığı üç tüfek vardı. Bir tanesi ise
içinde kâğıtların bulunduğu dört çanta taşıyordu. Suçlular, ya canları sıkkın eşyaları geri veriyor, ya da çocuklar gibi kendilerini savunuyorlardı. Araştırma komisyonu
üyeleri ise hep bir ağızdan konuşarak, çalmanın halk şampiyonlarına yakışmadığını
anlatıyorlardı. Yakalananlar, çoğunlukla
geri dönüyor ve arkadaşlarının aranmasına yardımcı oluyorlardı.
“Üçer, dörder kişilik gruplar halinde
junkerler de gözüktü. Komisyon onların
üstlerini ararken ince eleyip sık dokuyor
ve “Provokatörler, Kornilovçular, Karşıdevrimciler, halk katilleri” diye de çeşitli
hakaretlerde bulunmasına rağmen kendilerine hiçbir kaba kuvvet gösterisinde bulunulmuyordu. Ama ödleri patlamıştı. Her
şeye rağmen cepleri boş değildi. Tüm çalınanlar sekreter tarafından kaydedilip yandaki odaya taşınıyordu. Ayrıca junkerlerin
silahları da alınıyor ve kendilerine “Gene
halka karşı silah kullanacak mısın?” diye
sorulduğu zaman, peşpeşe “hayır” diyorlar ve serbest bırakılıyorlardı. (age)
Görüldüğü gibi Ekim Devrimcileri en
ufak bir kişisel zaafiyete, lümpenliğe, yağmacılığa izin vermezler. Gerekli ajitasyon
ve propagandayı yaparak, ama bazen zor da
kullanarak kendi sempatizanlarını ve karşıdevrimcileri ikna ederler. Bir de yanı başımızda süregelen emperyalist işgale bakalım. Irak’ta 2.5 milyon masum insan katledildi; binlerce Iraklı Direnişçi işkenceden
geçirildi, geçiriliyor; on binlerce Iraklı kadın ve kıza tecavüz edildi; Irak’ın yeraltı
zenginlikleri yağmalanıyor, yerüstü zenginlikleri çalındı; insanlık tarihi için büyük değer taşıyan müzeleri yağmalandı ve tahrip
edildi. Irak Halkına karşı tümünü bilemediğimiz ama tahmin edebildiğimiz daha nice
haksız uygulamalar yapıldı ve yapılıyor.
(Yeri gelmişken, burnunun dibindeki bu
zulmü, daha dünkü 12 Eylül Faşizminin
katliamlarını, işkencelerini görmeyip, yaklaşık yüz yıl önceki olaylar için “Özür”
kampanyası düzenleyen Sorospu Çocuklarını da analım.) Bu iki tabloyu yan yana
Amerikalı Gazeteci John Reed
koyduğumuzda Ekim Devriminin insanlığı
bir anda nasıl zirveye taşıdığı görülüyor.
Ekim Devrimi Demokratiktir
Gericiler Ekim Devrimi’ni demokratik
olmamakla suçlarlar. Ekim Devrimi bir toplumsal devrimdir. Elbette ki bir devrimde
zor gereklidir. Ekim Devrimcileri de iktidarı alırken kaçınılmaz olarak zor kullanmışlardır. Ancak kullanılan zor halka karşı değil, tersine halka zulmeden gericiliğe, burjuvaziye ve büyük toprak sahiplerine karşıdır. Sömürücüler, hiçbir zaman kendiliklerinden sömürüden vazgeçmezler. İktidarlarını korumak, sömürülerini her daim sürdürmek isterler. Bunun içindir ki, cezaevleriyle, polisiyle, ordusuyla koca bir devlet
yapısını sömürü aracı olarak kullanırlar.
Ekim Devrimi bu sömürücü iktidarı alaşağı
etmiştir. Hem de en demokratik biçimde...
Devrim günü toplanan İşçi ve Asker
Temsilcileri Sovyetleri’nin 2. Kongresi’nde
kabul edilen bildiri, Ekim Devrimi’nin her
alanda ne kadar demokratik olduğunu göstermektedir. Kısacık bildiride dört kez demokratik kelimesi geçmekte ve demokratik
girişimler amaçlanmaktadır. John Reed aktarıyor:
“Meclis, bazı fraksiyonların ayrılışını
hesaba katmadan, tüm Rusya’nın köylü,
asker ve işçisine yapılacak aşağıdaki duyurunun yazılmasına geçti:
“İŞÇİLER, ASKERLER, KÖYLÜLER,
“İşçi ve Asker Temsilciler Sovyeti’nin
Rus Birliği İkinci Kongresi açılmıştır. O,
Sovyetlerin çoğunluğunu temsil etmektedir. Ayrıca Köylü Sovyeti’nden bazı delegeler de katılmışlardır. Köylü asker ve işçi
büyük çoğunluğunun iradesiyle, Petrograd Garnizonu ve işçilerin zaferini destek
alan Kongre iktidarı ele geçirmiştir.
“Geçici Hükümet devrilmiştir. Üyelerinden çoğunluğu şimdiden tutuklanmıştır.
“Sovyet iktidarı tüm milletlere ivedi demokratik bir barışla tüm cephelerde ivedi
bir mütareke teklif edecektir. Kilise, Çarlık
ve toprak sahipleri mallarının köylü komitelerine bırakılması için girişimde bulunacaktır. Askerlerin haklarını savunacak ve
ordunun tüm demokratikleşmesi gerçekleştirilecektir. Üretim üzerinde işçi kontrolünü egemen kılacak, Kurucu Meclis’in
belirlenen tarihte toplanmasını sağlayacak, kentleri ekmeğe ve köyleri ilk gereksinim maddelerine kavuşturmak için tüm
gerekli tedbirleri alacaktır. Rusya’da yaşayan tüm milletlerin kendi kendilerini idare
etme hakkını kesinlikle sağlayacaktır.
“Kongre taşradaki tüm yetki kullanılmasının, mükemmel devrimci bir disiplin
sağlamakla görevli İşçi, Asker ve Köylü
Sovyetleri’ne bırakılmasına karar verir…
“Kongre siperlerdeki askerlerin uyanıklığına ve cesaretine güvenmektedir.
Sovyet Kongresi, hükümet tüm ülkelere
doğrudan teklif edeceği demokratik barışı
gerçekleştirinceye kadar Devrimci Ordunun emperyalist saldırılara karşı devrimi
koruyacağından emindir. Yeni hükümet,
varlıklı sınıfların vergilendirilmesi ve mallarının müsaderesini amaçlayan kesin bir
politika güderek devrimci ordunun gereksinimlerini sağlamak ve asker ailelerinin
durumunu iyileştirmek için gerekli tedbirleri alacaktır.
“Kornilovcular –Kerenski, Kaledin ve
diğerleri– Petrograd üzerine birlik göndermeye çalışmaktadırlar. Kerenski’nin
kandırdığı birçok alay şimdiden ayaklanan halkın yanına geçmiştir.
“Askerler! Kornilovcu Kerenski’ye
karşı direnin. Daima tetikte olun.
“Demiryolu İşçileri! Kerenski tarafından Petrograd üzerine gönderilen tüm
trenleri durdurun.
15
27 Aralık 2008
“Askerler! İşçiler! Memurlar! Devrimin kaderi ve demokratik barış sizlerin
elindedir.
“İşçi ve Asker Temsilciler Sovyetleri
Rus Birliği Kongresi,
Ve Köylü Sovyetleri Delegeleri”
Görüldüğü gibi, konulan amaçlar ve alınan önlemler barışa ve demokrasiye yöneliktir. Devrim, bugün dünya halklarına yutturulmak istenen, emperyalist ajanları ve
emperyalistlerce para dökülerek satın alınan Sorospu Çocukları tarafından yürütülen “Sarı, Turuncu vb.” sözde devrimlerden
tümüyle farklıdır.
Sovyetlere gelince, bunlar zaten en
demokratik halk meclisleridir. İlk kez
1905 Devrimi sırasında kendiliğinden oluşmuş, daha sonra Şubat 1917 Devrimi ile
birlikte, eski deneyimin de katkısıyla İşçi,
Asker ve Köylü Sovyetleri şeklinde bir anda örgütlenivermiştir. Sovyetler, iktidar ele
geçirildikten sonra yönetimin seçimle oluştuğu yasama ve yürütme organları olarak
devam etmiştir. Hiyerarşik yapıda, önce yerel boyutta başlayarak, özerk cumhuriyet,
cumhuriyet ve tüm federatif devlet ölçüsünde, aşağıdan yukarıya doğru seçilen delegelerden oluşur.
Bu sistem kuşkusuz günümüzdeki “çoğulcu demokrasi” kandırmacasından farklıdır. Burada demokrasi bir oyun değil, gerçektir. Bu nedenle klasik demokrasi kavramından farklıdır.
Demokratik midir?
Evet, emekçiler için demokratiktir.
Diktatörlük müdür?
Evet, sömürücüler için diktatörlüktür.
Bu anlamda, klasik burjuva demokrasisi
kavramından da kopuş demektir Ekim.
Şöyle açıklar Lenin bu durumu:
“(...) Sovyet düzeni işçiler ve köylüler
için azami demokrasidir. Aynı zamanda,
burjuva demokrasisinden kopuş, yeni, evrensel bir demokrasi tipinin, başka deyişle
işçi demokrasisinin ya da işçi sınıfı diktatörlüğünün doğuşu anlamına gelir.” (Lenin, Ekim Devrimi’nin Dördüncü Yıldönümü Üzerine)
Pekiyi, Ekim Devrimi’nde tepeden vuruş yok mudur?
Tabiî ki vardır. Ama bu çekilen acıları
azaltmaya yöneliktir, meşrudur, adildir ve
yukarıda da aktarıldığı gibi kansızdır. Sovyetler, yukarıda değindiğimiz gibi gerçek
halk örgütleridir. Bu yapı içinde devrimci
kurmay Parti de çoğunluğu temsil eder.
Sovyetler içinde, karşıdevrim saflarına geçecek olan Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler de vardır. Ancak Ekim Devrimi sırasında çoğunluk devrimci partidedir. Lenin bu durumu özellikle vurgular. Sovyet
kongrelerindeki delegelerde Bolşevikler’in
sayısını ve oranını verir. Buna göre, 3 Haziran 1917 tarihli 1. Sovyetler Kongresi’nde
Bolşevikler’in oranı % 13’tür (toplam 790
delege içinde 103). Bu oran Devrim günlerinde (yeni takvimle 7 Kasım, eski takvimle 25 Ekim 1917) yapılan İkinci Sovyetler
Kongresi’nde % 51’e çıkar (toplam 675 delege içinde 343). Oran artarak devam eder;
10 Ocak 1918’de yapılan Üçüncü Sovyetler
Kongresi’nde % 61’e, 14 Mart 1918’deki
Dördüncü Sovyetler Kongresi’nde % 64’e,
4 Temmuz 1918’de yapılan Beşinci Sovyetler Kongresi’nde % 66’ya ulaşır. (Lenin,
Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky)
sonucuna ulaştı.
“Böylece, Ekimin hazırlanmasının temel noktası olarak, yönetimin bütünüyle
tek bir partinin, Komünist Partisi’nin elinde olması, Ekim Devrimi’nin belirleyici
bir niteliği, Ekimin hazırlanması döneminde Bolşevikler’in taktiğinin ilk özelliğidir.” (Stalin, Ekim Devrimi ve Rus Komünistlerinin Taktiği, Leninizmin Sorunları, Sol Yayınları, 1977)
Devrim İçin Parti )arttır
Görüldüğü gibi, Ekim Devrimi temsili
açıdan da demokratiktir. Yapılan devrim
halkın çoğunluğunun kararını temsil etmektedir. Oranlar aynı zamanda, doğru siyasi
önderliğin, dolayısıyla Devrimci Partinin,
kitlelerin eğitimi açısından ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Devrim eğer
doğru yönetilirse hızla öğretir de. Devrim
sıcaklığında, kitleler on yıllardır öğrenemediği gerçekleri aylar içinde öğrenebilir.
Rusya’da kitleler 4 ay içinde kimin karşıdevrimci, kimin gerçek devrimci olduğunu
seçebilir hale gelmişlerdir. Devrimi yönetecek olansa Devrimci Partidir. Stalin, Ekim
Devriminin başarısını değerlendirirken partiyi en önemli yere koyar. Şöyle der:
“1. Ekimin hazırlık dönemi boyunca,
parti mücadelesinde her zaman devrimci
kitle hareketinin kendiliğinden atılışından
destek aldı;
“2. Bu kendiliğinden atılışa dayanarak, hareketin yönetimini bütünüyle eline
geçiriyordu;
“3. Hareketin böyle yönetilmesi, partinin Ekim ayaklanması için bir kitle siyasal
ordusunun kuruluşu işini kolaylaştırıyordu;
“4. Böyle bir politika, zorunlu olarak,
Ekimin hazırlanmasının bütünüyle tek bir
parti, Bolşevik Partisi yönetiminde yapılması sonucuna götürüyordu;
“5. Böyle bir hazırlık da, Ekim ayaklanması sonucunda iktidarın, tek bir partinin, Bolşevik Partisi’nin elinde bulunması
Halkımız Sefalet Ücretine mahkûm ediliyor
Karşıdevrimci Kazak General Kornilov
İktidarı Almak Yeterli mi?
Ekim devrimcileri hem aşağıdan yukarıya örgütlenerek, hem de yukarıdan aşağıya
etkiyle, Partinin önderliğinde devrimi başardılar. Böylece Marks’ın teorisini hayata
geçirdiler. Sosyalizmi bir slogan olmaktan
çıkardılar, bir uygulamaya dönüştürdüler.
Sosyalizmin sadece sınıf mücadelesi olmadığını, teorinin iktidarı ele geçirmekle taçlanması gerektiğini kanıtladılar. Ayrıca,
Marksizmi softaca öğrenenler, sosyalizmin
Rusya gibi bir “küçük köylüler ülkesinde” (Lenin), geri bir ülkede, başarıya ulaşamayacağını iddia ediyorlardı. Ekim Devrimi bu softalıkları da yıktı. Benzer şekilde,
Marksizm Softaları sosyalizm için belli bir
kültürel düzeye varılması gerektiğini, bu
yüzden geri ülkelerde sosyalizmin hayata
geçemeyeceğini öne sürüyorlardı. Lenin,
bu Marksizm kaçkını softalara “Sosyalizmi
kurmak için belli bir kültür düzeyi gerekiyorsa ki bu belli “kültür düzeyi”nin ne olduğu belli değildir, neden önce bu belli düzey için şartları devrimci yoldan sağlayıp,
Bu artık ölüm sınırı değil de nedir?
2009 için belirlenecek Asgari Ücret ne
olabilir?
30 Haziran 2004 tarihinden bu yana toplam artış, 154,55-YTL. 5 yıldaki artış oranı
% 50.
Doğalgaza, yılbaşından bu yana gelen %
82 zam, elektriğe yılbaşından bu yana gelen
% 57,72 zam ve bunlara bağlantılı olarak
tüm mal ve hizmetlere gelen % 40’ları
bulan zamlarla halkımızın beli iyice bükülmekte. Görünen o ki 2009 yılı için asgari
ücret ölüm sınırına bile gelemeyecek. Halkımızın belinde bir dikleşme görülmediği
gibi daha da bükülecek.
ABD-AB Emperyalistleri, taşeronları
yerli satılmışlar aracılığıyla, daha fazla kâr,
daha fazla sömürü için ülkemizi ucuz işgücü cennetine çeviriyorlar. Bizim gibi ülkelerden aşırdıklarıyla kendi insanlarına sus
payı veriyorlar. O yüzden ABD ve AB’de
asgari ücret bizdekinin 6 katı.
İşçi Sınıfının Ekonomik Mücadele
Örgütü olması gereken sendikalar, birkaç
istisna dışında, ihanetin batağına saplanmışlardır. Nicelikçe en büyük ama niteliği
yerlerde sürünen ve göstermelik olarak bu
yılki görüşmelerden çekilen TÜRK-İŞ’in,
yıllardır bu ortaoyununda figüran olması,
sefalet ücretine olur vermesi, buna karşı
oluşan sınıfın tepkisini göstermelik açıklamalarla yoka çevirmesi, ihanet batağına
saplandıklarının kanıtı değil midir?
Başta İçi Sınıfımız olmak üzere, halkımız için işsizlik-pahalılık cehennemine,
Parababaları için “ucuz işgücü cennetine”
çevrilen ülkemizi; ABD-AB Emperyalistleri ile yerli satılmışlar cephesinin ekonomiksiyasi zulmünden kurtaracak olan, Halkın
Kurtuluş Partisi’dir. Kurtuluş Partisi Parabalarına teğet geçen, emekçi halkımızı
delip geçen krize karşı basın açıklamalarıyla yetinmiyor. Direniş örgütlüyor, İstanbulSamandıra’da bulunan Ünsa Ambalaj Fabrikası’nda. Asgari ücret adı altında bizlere
ölüm ücretini dayatanları, işsizliği, pahalılığı, zammı, zulmü yaratanları ve bir avuç
olan azlık olan Vatan Satıcılarını yok etmenin yolu, İşgal, Grev ve Direnişlerin Partisi
olan Kurtuluş Partisi saflarında örgütlenmekten geçmekte.
Bu halkın tokadı 85 yıl önce Emperyalistlerin suratında patladı. Bu halkın 85 yıldır sıkılı olan yumruğu Emperyalistleri bir
daha kalkmamak üzere yere yıkacaktır.
İkinci Kurtuluş Savaşıyla bu halk, Demokratik İktidarını, kuracaktır. O günler mutlaka gelecektir. İşçi Sınıfımıza, Emekçi
Halkımıza zulmedenler, İşsizlik-Pahalılık
cehennemini yaratanlar; hesap vereceklerdir.
Partimiz, İşçi Sınıfımızın öncülüğünde
Halk Kurtuluş Cephesini örgütleyip, Demokratik Halk İktidarını kurarak bu ekonomik
ve siyasi zulüm düzenine son verecektir.
25/12/2008
Sefalet Ücreti Değil; İnsanca Yaşam
Ücreti!
İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek!
HALKI KURTULUŞ PARTİSİ
GEEL MERKEZİ
bizi geriye itmek için, ülkede mümkün olduğunca çok çöküntü yaratmak amacıyla
Rusya’daki iç savaştan yararlanmak için,
yarı kasıtlı, yarı bilinçsiz ellerinden geleni
yaptılar... Şöyle dediler: “Rusya’daki devrimci sistemi yıkmayı başaramazsak ne
olursa olsun Rusya’nın sosyalizme doğru
ilerlemesini engelleyeceğiz.” Kendi açılarından başka türlü düşünemezlerdi... Devrimin yarattığı yeni sistemi yıkmayı başaramadılar ama sosyalistlerin üretici güçleri büyük bir hızla geliştirmelerini sağlayacak potansiyeli harekete geçirecek adımın
atılmasını engellediler.” (Lenin, Az Olsun,
Öz Olsun)
Lenin’in vasiyeti diyebileceğimiz, susmadan önceki bu son makalesinde çözüm
de gösteriliyordu devrimcilere: Birbiriyle
ilişkili olarak Ucuz Devlet, Bürokrasiyle
Savaş, İleri İşçilerin ülke yönetimine çekilmesi, İşçi-Köylü Denetimi, Tekniğin
Geliştirilmesi ve Öğrenmek. Lenin’in bu
önerileri kısmen hayata geçirildi ama büyük ölçüde başarılamadı.
Sonuç
Sovyetler Birliği’nin ve Avrupa’daki diğer sosyalist ülkelerin yıkılması, Ekim
Devrimi’ni de başarısız gösterme aracı olarak kullanılmaktadır. Oysa gördük, Ekim
Devrimi başarılıdır. Ekim Devrimcileri, bütün engellere, oynanan bütün oyunlara rağmen, daha 1920’de tüm gericileri yenmiş,
sosyalizmi kurma çabasına girişmiş, asgari
“burjuva demokratik” nitelikte reformları
sağlamakla yetinmeyip, halkın taleplerini
daha da ileri götürmüştür.
Ayrıca, Ekim sadece bir başlangıçtır. Bu
anlamda sonraki olumsuz gelişmeler Ekim
Devrimi’ne gölge düşüremez. Lenin, daha
1921’de, Ekim Devrimi’nin 4. yıldönümü
üzerine, şöyle diyordu:
“Biz başlangıcı yaptık. e kadar zamanda, ne zaman, hangi ulusun işçileri
bu eseri sonuna vardırırlar, bunun önemi
yok. Önemli olan, buzun kırılmış, yolun
açılmış ve gösterilmiş olmasıdır.” (Lenin,
Ekim Devrimi’nin Dördüncü Yıldönümü
Üzerine)
İnsana hayvanlık konağından çıkmasının yolunu gösterir Ekim. Bu başarısıyla Ekim Devrimi dünya halkları için ders
niteliğindedir. Bu özelliğini sürdürecektir. Bu dersin başka uygulamalarının olması kaçınılmazdır. Bu yüzden insanlık
tarafından sonsuza kadar anılacaktır.
Kubilay’ın Hesabı Ortaçağcı İrticadan
Mutlaka Sorulacaktır!
Baştarafı sayfa 16’da
Baştarafı sayfa 16’da
daha sonra işçi-köylü iktidarı ve Sovyet
düzenine dayanarak diğer halklara yetişmeyelim?” diye cevap veriyordu. Çünkü
zaten kültür bir üstyapı kurumu idi. Altyapıdaki değişiklikler kaçınılmaz olarak üstyapıyı hızla değiştirebilirdi.
Ancak, tabiî ki güçlükler büyüktü. İktidarı ele geçirmeye göre, sosyalizmi kurmak
çok daha zordu. Ekim Devrimcileri bunun
farkındaydı. Lenin:
“1917’deki son derece uygun tarihsel
durumda Rusya için sosyalist devrime başlamak kolay olmuştu, oysa onu sürdürmek
ve sonucuna ulaştırmak Avrupa devletlerinden çok daha zor olacaktır”, diyordu.
(Sol Komünizm, Çocukluk Hastalığı)
Bu kapsamda, devrimcilerin önündeki
en büyük görevlerden birisi hantal, bürokratik devlet yapısının yıkılarak, ucuz devletin yapılandırılmasıydı. Ne var ki, bu görev yerine getirilememişti. Şöyle diyordu
Lenin, devrimden 5 yıl sonra:
“Beş yıldır devlet cihazımızı düzeltmek
için didinip duruyoruz. e var ki bu uğraşımız, geçen beş yıl boyunca yararsız, boşuna hatta zararlı bir telaştan öteye gidemedi. Bu telaş, bir şeyler yaptığımız izlenimini uyandırıyordu. Oysa kurumlarımızı
ve beyinlerimizi kösteklemekten başka bir
şey yapmıyordu.
“İşlerin değişmesi zamanı artık gelmiştir.” (Lenin, Az Olsun, Öz Olsun.)
Sosyalizmi kurmak emperyalistler tarafından da zorlaştırılıyordu. Devrimden hemen sonra hem işgallerde bulundular, hem
de gericileri, karşıdevrimcileri sosyalizme
karşı örgütlediler ve silahlandırdılar. Bu durum, güç ve zaman kaybına yol açtı, sosyalizmin kuruluşunu geciktirdi. Şöyle diyordu
Lenin, son makalesinde:
“Bugünkü yaşamımızın genel niteliği
şudur: Kapitalist endüstriyi yıktık ve Ortaçağ kurumlarıyla toprak mülkiyetini kökünden kazımak için elimizden geleni yaptık. Böylelikle de küçük bir köylü kitlesi
yarattık. Bu köylüler, İşçi Sınıfının devrimci çalışmasının sonuçlarına inandıkları için, İşçi Sınıfının önderliğinde yürümektedirler. e var ki, daha gelişmiş ülkelerde sosyalist devrim zafere ulaşıncaya
kadar sadece köylülükteki bu inancın desteğiyle yürümemiz kolay değildir... Üstelik
uluslararası olaylar da Rusya’yı geriye itti
ve genel olarak halkın emek üretkenliğini
savaş öncesinin hayli altında bir düzeye
düşürdü. Bütün Avrupalı kapitalist güçler,
nin belli başlı yerlerinde çalışmalar yapıyor, Hilafetin tekrar getirileceğini, dinin
elden gittiğini halka yayıyorlardı.
Bu Şeriatçı düşünce ile beyinleri yıkanan Derviş Mehmet ve arkadaşları, Şeriat
düzenini hâkim kılmak için Menemen’de
bir sabah vakti yeşil bayraklarla harekete
geçtiler. Tekbir sesleriyle dolaştıkları
Menemen’de, 170 bin kişinin gelmekte
olduğu, dinin elden gittiği, Mehdi’ye top
tüfek işlemeyeceği, halifenin geleceği, yeşil
bayrak altında toplanmaları, aksi takdirde
kılıçtan geçirilecekleri naralarıyla halkı
yanlarına çekmek istediler.
Şeriatçıların bu isyanını bastırmak için
görevlendirilen Teğmen Kubilay, Mustafa
Kemal’in Laiklik ilkesini benimsemiş bir
yurtseverdi. Mustafa Kemal’in; “Vazifeye
atılmak için içinde bulunduğun vaziyetin
imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin”
sözünü eyleme geçiren ve Şeriatçılar tarafından başı kesilerek şehit edilen onurlu bir
genç subaydı.
Ortaçağcı gericilere gözünü kırpmadan
karşı koyan ve Derviş Mehmet’in boğazına
sarılan Kubilay, kapışmada önce yaralanır.
Sonra geri çekilirken yere düşünce arkasından gelen yobazlar tarafından başı vücudundan ayrılır ve bir sırığa geçirilerek
Menemen sokaklarında dolaştırılır. Kubilay’a yardım eden iki bekçi de vurularak
öldürülür.
Kubilay’a yapılan saldırı emperyalizme
karşı Birinci Kurtuluş Savaşı’nı başarıyla
vermiş, Batılı Emperyalistleri ülkemizden
atarak, Saltanatı ve Hilafeti kaldırmış Yurtseverlere yapılan bir saldırıdır.
Kubilay’ı katledenler o zaman idam sehpalarında sallandırılmışlardır. Ne yazık ki
günümüz Türkiye’sinde Şeriatçılar, devleti
işgal ederek en üst makamlarda oturmaktadırlar. Dün Hilafeti ve Saltanatı bu topraklardan atanların oturduğu koltuklarda
bugün, “Ilımlı İslam” maskesini takmış
Şeriatçılar oturmaktadırlar.
Dün Kubilay’ın katillerine misliyle ceza
veren askeri güçler, bugün Tayyipgiller’le
sarmaş dolaş maçı idare etmektedirler.
(Elbette ki Devrimci Gelenekli Ordu Gençliği bunların dışındadır.)
Dört yıl yürüttüğümüz Birinci Ulusal
Kurtuluş Savaşı’mızla kazandığımız bu
topraklarda bugün, AB-D (ABD ve AB)
Emperyalistleri cirit atmakta ve yerli uşakları onlara yaranmak için vatanı satmaktadırlar.
Gün,
Birinci
Ulusal
Kurtuluş
Savaşı’mızla kovduğumuz emperyalistleri
ve Şeriatçı güçleri bir daha geri dönmemek
üzere bu topraklardan atmak için İkinci
Kurtuluş Savaşı’nı başarmak günüdür.
Eğer Kubilay’ın intikamını almak ve
ona layık olmak istiyorsak, Kubilay gibi
onurlu olmalı, mücadeleye gözü kara, ikircikliğe düşmeden girmeli ve Şeriatçı güçlere derslerini vermeliyiz.
O gün Derviş Mehmetleri yetiştiren
akşibendîler, bugün ülkemizde iktidarda iseler, bu, bu gidişe açık net tavır alıp
mücadele etmesi gerekirken, tam tersine
Şeriatçılara destek veren “laiklerin”,
“yurtseverlerin”, “sosyalistlerin” ve
Şeriatı tehlike olarak görmeyen Sahte
Solcuların ayıbıdır.
Halkın Kurtuluş Partisi, hiç kimsenin bu
ayıpla yaşamasını istemiyor. Halkımızın da
bu ayıpla yaşamaması için emperyalizme
ve Ortaçağcı irticaya karşı mücadele bayrağını yükseltiyor.
Halkımızı, Demokratik Halk İktidarını
kurmak için Halkın Kurtuluş Partisi etrafında birleşmeye çağırıyor. Halkın Kurtuluş
Partisi, bu görevi başaracak sorumlulukta
ve kararlılıktadır.
Kubilay’ın anıtında yazdığı gibi;
“İADILAR, DÖVÜŞTÜLER, ÖLDÜLER. BIRAKTIKLARI EMAETİ
BEKÇİLERİYİZ!”
Kubilay’ın geleneğini sürdüren bizler de
diyoruz ki; VATA AŞKII SÖYLEMEKTE ve BU UĞURDA DAVRAMAKTA KORKAR HALE GELMEKTESE ÖLMEK YEĞDİR. 23/12/2008
Şeriat Ortaçağdır!
Onur Yaşamdan Değerlidir!
Halkın Kurtuluş Partisi
İzmir İl Örgütü
CMYK
CMYK
Ekim Devrimi Unutulmaz!
B
ABD-AB Emperyalistleri ve yerli satılmışlar yarattıkları krizin faturasını Halkımıza çıkartıyorlar
Halkımız Sefalet Ücretine mahkûm ediliyor
“A
sgari ücret normal geçim endeksinden (şu andaki
rakamla günlük net 50 YTL’den) aşağı düşmeyecek. Günümüzde uygulanmakta olan asgari ücretin 4 mislinden fazla artış sağlanmış olacak. ormal geçim
endeksi de üretimimizin verimindeki artışa paralel olarak
yükseltilecek. Kişi emeğinin, sağlığının ve ulusal verimliliğin
zararına olan prim usulü kaldırılacak. Ücretler, her hafta başı muntazam ödenecek. Genel tatil günleri tam ücretli olacak.
Zorunlu haller ve işin niteliğinden dolayı o günler çalışana
çift gündelik verilecek. Kadın, çocuk, din, ırk farklarına bakmaksızın: AYI İŞİ görene AYI ÜCRET verilecek.” (Halkın
Kurtuluş Partisi Programı-2005)
İnsanca yaşanacak ücreti tarif ediyor, Halkın Kurtuluş Partisi
Programı’nın ücret ile ilgili maddesi.
ABD-AB Emperyalistlerinin yarattığı kriz Parababalarına teğet geçmesin diye, halkımız açlığa, yokluğa ve yoksulluğa mah-
kûm ediliyor. Göstermelik, göz boyamaya yönelik ve halk görmesin, duymasın diye, basına kapalı yapıyorlar toplantılarını. Asgari ücreti kendileri belirliyormuş gibi de havaya bürünüyorlar.
Parababalarını temsilen TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) adına 5 üye, Tayipgiller hükümetini temsilen 5 üye,
işçileri “temsilen” sarı-gangster Türk-İş’ten 5 üye ABD-AB Emperyalistleri adına sefalet ücretini belirlemek üzere “Asgari Ücret
Tespit Komisyonu” adı altında oynuyorlar aşağılık oyunlarını.
Komisyon, toplantıları sonucunda tarif ediyor azami yoksulluk ücretini. Yıllardır sınıyorlar sabrımızı.
Bu ülkede asgari ücretler hep sefalet ücreti olmuştur. Türk-İş,
Aralık ayında dört kişilik bir aile için açlık sınırını yaklaşık 740,
yoksulluk sınırını 2 bin 409 YTL olarak hesapladı. 1 Temmuzdan itibaren Asgari ücret 457,63-YTL.
Asgari Ücret Ankara’da Protesto Edildi
Partimiz, her yıl olduğu gibi bu yıl da
alanlara çıkarak, halkımıza reva görülen sefalet ücreti olan asgari ücretin artırılması
için eylem yaptı.
Çalışma Bakanlığı önünde gerçekleştirdiğimiz eylem sırasında, Asgari Ücret Tespit
Komisyonu içeride toplantı halindeydi. Onlar da her yıl olduğu gibi bu yıl da, içeride
İşçi Sınıfımızı nasıl sefalete mahkûm edeceklerinin planlarını yapıyordu.
Attığımız; “İşsizliğe Pahalılığa Zamma
Zulme Son”, “Sefalet Ücreti Değil İnsanca Yaşanacak Ücret İstiyoruz”, “Asgari
Ücret Arttırılsın” “Zam Zam Ucuzluk e
Zaman” sloganlarıyla, içerideki Parababalarının temsilcilerine ve ihanet çetesine sesimizi duyurduk.
Ankara’dan
Kurtuluş Partililer
Devamı sayfa 15’te
İşsiz Üniversite Mezunlarına
YURTKUR’dan bir de İcra Takibi-Sillesi
Y
URTKUR, 1961 Anayasası’nda tanımlanan görevini yapmadığı gibi,
bir de öğrenciyken aldıkları kredileri
ödeyemeyenlere icra takibi başlatacağını
açıkladı. Çoğu faizlerden oluşan borçlar
ödenmediği takdirde haciz işlemleri başlatılacak. Milyarları bulan borçları, Türkiye’de
işsizlik oranının en yüksek olduğu üniversi-
te mezunlarının çoğunun ödeyemeyeceği
açık. Bu durumda üniversite mezunlarına iş
bulamayan devlet, bir sille de icra takibi ile
vurmuş oluyor.
YURTKUR’dan alınan kredilerin geri
ödemesi, normal durumda mezuniyet tarihinden 2 yıl sonra başlıyor. Ve 4 yılda aldığınız parayı 2 yılda ödemeniz bekleniyor.
Ödemediğiniz takdirde beyaz eşya fiyat endeksi üzerinden faizlendiriliyor. Bu durumda 2 yıl içinde iş buldunuz buldunuz yoksa
haliniz harap. Çünkü işiniz olsa da, olmasa
da borcu ödemeniz bekleniyor.
Gerçi iş bulsanız ne olacak?
En garanti meslek gözüyle bakılan öğretmenlik dahi aslanın midesinde artık.
Kadrolu, sözleşmeli, vekil, ücretli hiçbirinin maaşı, aldığı kredinin taksitlerini düzenli olarak ödemeye yetmeyecektir. Bir de
4 yıllık bir fakülteden örneğin 6 yılda mı
mezun oldunuz, haliniz bitik, çünkü o yıl
borcunuzu ödemeye başlamanız gerekecek.
Hele bir de okurken çoğu ÖSS zedenin yaşadığı gibi bölümünüzden memnun kalmayıp bölüm mü değiştirdiniz, YURTKUR hiç
Devamı sayfa 5’te
Kubilay’ın Hesabı Ortaçağcı İrticadan
Mutlaka Sorulacaktır!
AB-D Emperyalizmi ve Yerli Satılmışların
Karşıdevrim Cephesine Karşı
Yaşasın Halk Kurtuluş Cephesi!
D
ün Kubilay’ı Menemen sokaklarında şehit eden Şeriatçı katiller, 2
Temmuz 1993’te de Sivas’ta 37 canı diri diri yakmışlardır.
23 Aralık 1930’da, Cumhuriyet Devrimlerine saldıran, Hilafeti tekrar getirmek
isteyen Ortaçağcı Şeriatçılar; Manisa’da
örgütlenip köy köy gezerek topladıkları
güçle Menemen’de eyleme geçtiler.
Manisa’da örgütlenen bu Ortaçağ kalıntılarını yönlendiren Nakşibendî Tarikatı
Şeyhi Erbilli Esat Hoca ise Erenköy’deki
villasında Şeriat düşüncesini müritlerine
anlatarak onları isyana hazırlıyordu.
İstanbul’da eğitim gören gericiler, ülkeDevamı sayfa 15’te
izim takvimimizle 7 Kasım tarihi,
1917 Ekim Devrimi’nin yıldönümüdür. Eski Rus Takvimi, bugün kullanılana göre 13 gün geri olduğundan, devrim günü eski Rus takviminde 25 Ekim’e
karşılık düşer ve bu nedenden Ekim Devrimi olarak adlandırılır.
Belki, Sosyalist Kamp’ın çöküşünden beri büyük kitlelerle kutlanamıyor Ekim
Devrimi.
Ama
tüm dünyada gerçek devrimciler tarafından coşkuyla
kutlandığı bir gerçek. Hep de kutlanacak...
Bu
yazıda
Ekim Devrimi’nin
temel bazı özelliklerini ve insanlığa
sağladığı bazı kazanımları aktarmaya çalışacağız.
Ekim Devrimi Kansızdır
Ekim Devrimi Bir Hükümet Darbesi
Değildir. Emperyalist uşakları, hatta kendini “Marksist” olarak gösteren satılık burjuva sosyalistleri, oldum olası Ekim Devrimi’ni basit, kanlı bir hükümet darbesi gibi
göstermeye çalışırlar. Böylece Marks-Engels ile Lenin’i de ayırmaya çalışırlar. Onlara göre darbecidir Lenin.
Ekim Devrimi ne darbedir, ne de
kanlıdır. Tersine, darbe yoluyla devrimcileri etkisiz hale getirmeye çalışan ve Çarlığı, burjuvaziyi ve büyük toprak sahiplerini
temsil eden Geçici Hükümet’tir darbeci.
Geçici Hükümet’in temsil ettiği bu güçler,
1917 Eylül ayında devrimcileri ezmek için
Kazak General Kornilov’u darbe için kışkırtmışlar ama devrimcilerin önderliğinde
örgütlü halkın tepkisiyle bu tehlike savuşturulmuştur. Hükümet darbesinden halkı
koruyan devrimciler olmuştur.
Öte yandan, Geçici Hükümet’in başvur-
duğu tüm karşıdevrimci uygulamalara (sıkıyönetim, baskılar, tutuklamalar, sansür)
rağmen, Ekim Devrimi kansız bir devrimdir. Çünkü hem halk Geçici Hükümet’in ne
idüğünü bellemiş, halk düşmanı yüzünü
görmüş, hem de Geçici Hükümet halkı güdemez hale gelmişti. Halk ise,
başta işçiler ve
askerler olmak
üzere, örgütlüydü. Devrimci Parti o anacık babacık günlerinde
doğru bir çizgi izliyordu. Bu nedenle devrimcilerin iktidarı almaları
neredeyse
kansız oldu denebilir. Zaten devrimcilerin devrim
sırasındaki çağrıları da barışçıl ve
meşrudur: “Barış, Ekmek ve
Toprak!”
Amerikalı
Gazeteci John Reed (1887-1920), devrim
günlerinde bizzat yaşadıklarını bir belgesel
roman halinde “Dünyayı Sarsan On
Gün” adıyla yayımlamıştır. Reed, burada
hem devrimin nasıl başarıldığını, hem de
devrimcilerin saflığını ve barışçıllığını belgelerle ortaya koyar. Örneğin, devrimden
bir gün önce (6 Kasım), devrimin başkentinde, Petrograd Sovyeti tarafından yayımlanan bildiride şöyle denilmektedir:
“Vatandaşlar,
“Karşıdevrim cani başını doğrultmaktadır. Kornilov taraftarları, Kurucu
Meclisi dağıtmak ve Sovyet Rus Birliği
Kongresini ezmek için güçlerini harekete geçirmişlerdir. Aynı zamanda Yahudi
düşmanları, belki de halkı kanlı olaylara
sürüklemeye çalışacaklardır. Petrograd
Asker ve İşçi Temsilcileri Sovyeti, her
türlü karşıdevrim eylemi ve Yahudi katDevamı sayfa 14’te
Gökçek, Mamak Halkının
sırtından elini çek!
A
nkara’nın en uç yerleşim yerleri olan
Mamak İlçemize bağlı olan Tepecik
ve Dostlar Mahallesi’ne yapılan otobüs seferlerinin yetersizliği üzerine, mahalleli yoldaşlarımızın talebi ve mahalle halkının
Partimizle temasa geçmesiyle otobüs seferlerinin arttırılması kampanyası yapılmıştır.
Bu mahallelerde son derece yoksul, demokrat, alevi kökenli yurttaşlar yaşamaktadır. Mahallenin altyapısı her yanıyla bozuktur. Mahalle halkı, Şeriatçı-vurguncu Büyükşehir Belediyesi ve Gökçek tarafından adeta
cezalandırılmaktadır. İşte bu satılmış, gerici
belediyeye karşı, yoksul fakat onurlu mahalle halkının sorununu üzerimize alarak, güzel
bir mücadele ve mahalle çalışması örneği
verdik.
İlk adım olarak Partili avukatlarımız, mahalleyle ilgili Ulaşım Koordinasyon Merkezi
(UKOME) kararlarını taradılar, daha sonra
Büyükşehir Belediyesine “Bilgi Edinme Kanunu” çerçevesinde başvuruda bulundular.
Bu süreç devam ederken yoldaşlarımız her
iki mahallenin esnafını ve mahalle derneklerini gezerek görüşmeler yaptılar. Gelinen süreçte mahalle dernekleri ile yapılan toplantılar sonucunda Dilekçe Kampanyası yapılmasına karar verildi. Partililerin ve mahallenin öncülerinin katılımıyla ev ev, dükkan
dükkan, kahve kahve gezilerek kısa bir sürede avukatlarımızca hazırlanan 1000 adet dilekçe toplandı. Dilekçeler toplanırken diğer
yandan da Partimiz Ankara İl Örgütü’nün çıkardığı, İ. Melih Gökçek’i ve halka yaptığı
zulümleri anlatan bildiriler dağıtıldı, “Ulaşım Haktır-Otobüs İstiyoruz” başlıklı afişler mahallenin dört bir yanına asıldı ve onlarca yazılama yapıldı. Evlere, kahvelere, esnafa ziyaretler sürekli hale getirildi. Öyle ki,
belirli bir noktadan sonra mahalle halkı, dernekler ve esnaf dilekçeleri kendi kendine
toplamaya başladı.
Dilekçeler öngördüğümüz süre içinde
1000 rakamına ulaştığında, dilekçe toplama
aşamasını momentinde noktalayarak belediyeye teslim etme kararı alındı. Gerek yoldaşlarımızla, gerek halkın öncüleriyle yaptığımız görüşmede ise, dilekçeleri eylemle teslim etme görüşü ortaya çıktı. Yoldaşlarımızın
yaptığı bu hummalı çalışma öyle sessiz sedasız sürdürülemezdi de zaten…
Her iki mahalle ve kampanyanın yayılmasıyla sürece dahil edilen Çobançeşmesi
Mahallesi, yine Partili avukatlarımız, yoldaşlarımız ve mahallenin öncülerinin birlikte
kurduğu ekiple, bu kez eylemin duyulması
için adım adım gezildi. Yeniden afişler asıldı
ve el ilanları dağıtıldı.
25 Aralık Perşembe günü saat 13.00’de
Büyükşehir Belediyesi önünde “Otobüs İstiyoruz” pankartımız arkasında “İ. Melih’in
Ulaşım Zulmüne Son”, “Ulaşım Haktır”,
“Otobüsler Halkındır” ve benzeri dövizlerimizle toplandık.
Mahalle halkı adına basın açıklamasını,
Halkın Kurtuluş Partisi Ankara İl Sekreteri
Av. Doğan Erkan gerçekleştirdi.
Açıklama esnasında sık sık “Otobüs
Hakkımız, Söke Söke Alırız”, “Gün Gelecek, Devran Dönecek, İ. Melih Halka Hesap Verecek”, “İ. Melih Şaşırma, Sabrımızı Taşırma”, “Ulaşım Hakkımız Engellenemez” sloganları atıldı. Açıklamanın ardından toplanan dilekçeler, Büyükşehir Belediyesinin ilgili birimine teslim edildi.
Ankara’dan Kurtuluş Partililer