o şey
Transkript
o şey
AYYAŞ GAZİ Bugünlerde yalnızca depremi konuşuyorlar. Onları dinlemiyorum. Benim bir şişe şarabım var. Hikayeleri daha güzel. Her yer enkaz. Her yer çocuk. Her yer leş. Doğrusu bunların hiçbiri beni ilgilendirmiyor. İnsanları seviyorum. Yalnız o kadar. Elimde şişem, sırtımda çaputlar, ağzımda bayat duman ve bir şarkı. Toprak sıcak. Şehir leş. O kokudan kurtulmanın tek yolu ondan daha kötü kokmaktır. Deprem sırasında uyuyordum. Gözümü binanın zemin katındaki kahvenin enkazının ortasında oluşmuş bir odacıkta açtım. (Uzun bir cümle oldu bu. Yorgunum.) Üçüncü ve dördüncü katlardan düşen üç komşu kiracıyla beraberdim. Biri ağır olmak üzere üçü de yaralıydı. Bende hasar yoktu. Bulunduğumuz yerde bir masa vardı. Kağıtlar ve dört sandalye. Ağır yaralı olan Cengizdi. Onu kollarından ve bacaklarından tutup kaldırdık. Masaya oturduk. Bütün oyunları bitirdik. Üçümüzün cebinde felaketten kurtardığımız konyaklar ve viski vardı. İçtik. Güzel bir gece oldu. Enkazın üstünden ve altından çeşitli sesler geliyordu. İnlemeler, yardım çığlıkları, kurtarma ekipleri.. Köpekler.. Üstümüzdeki betonu kaldırdıklarında öğle güneşinin parlak ışığı gözlerimizi aldı. Enkazı kaldıranlardan biri gördüklerine inanamayıp gözlerini ovuşturdu. Enkazın altında bir masa, üç şişe, dört adam ve kağıtlar.. Hepsinin ağzı açık kaldı. Ağızları açıktı ve ağızlarını kapayamıyorlardı. Öyle şaşırdılar ki.. Kahkahalara boğulduk. Yalnız Cengiz gülmüyordu. O, bu arada ölmüştü. Dışarı çıktık. Yollar ayrıldı. Eskiden olduğu gibi. Cengiz için biraz ağladım. Tekel bayiinin camları kırıktı. Acıları biraz şaraba boğdum. Gözlerimi kapadım. Alevlerin, çığlığın, sonsuzluğun, endişenin, betonun ve bekleyişin içinde yürüyordum. Onlar bana aldırmıyordu. Ben onları görmüyordum. Gözlerimi kapadım. O kadar çok yürüdüm ki, gözlerimi açtığımda hala aynı şehirde olmam beni hiç şaşırtmadı. Dünya’yı turlamış olmalıydım. İçiyordum. Yürüyordum ve içiyordum. İyi gidiyordum. Çarpmadan ve durmadan. Teslim olmuştum. YÜRÜYEN “Geliyorlar!” diye haykırdı genç Osman. “Geliyorlar!” Köye koşarak girmişti. Güneşten kararmış yüzünde gözleri dehşetle açılmış, yüz hatları gerilmişti. Tozlu yolda tökezledi, düşecek gibi oldu, düşmedi, koştu ve koştu.. Kahvedekiler ayağa kalkmış neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Bazıları ellerini gözlerine siper edip bakışlarıyla genç Osman’ın geldiği yönde sarı ufku taradılar. Görünürde bir tuhaflık yoktu. Her zamanki sarı ova, güneşin altında kavrulan tarlalar, yer yer yeşil çayır, su.. Toz toprak içinde yollar, yapış yapış gün.. Uzaklarda, görünmeyen bir yerlerde kertenkeleler kaçışıyor, fareler ürüyor, türlü böcek ve kuş ve kurt insanlara görünmeden maceralı, tehlikeli ve kutsal bir hayatı sürdürüyorlardı. Tabi çekirgeleri de unutmamalısınız. Ve bir de kurbağaları.. “Orman..” Dedi bir. Kahveci Rıfkı suratında “Ne oluyoruz?” der gibi bir ifadeyle dudaklarını birbirine bastırmış, kollarını iki yana açmış, kaşları hafif çatılı, genç Osman’a doğru hareketlenecek oldu. Fakat daha o delikanlının yolunu kesip, eliyle genç adamın kolunu kavrayamadan genç Osman yanlarından fırtına gibi geçip Hasan Emmi’nin evine doğru koşmayı sürdürdü. Rıfkı az kalsın devrilip yere kapaklanıyordu. “Yavaş.. Allah Allah, Allah Allah!” “Deli mi ne?” Ardından bakakaldılar. Kahvede bir şaşkınlık ve merak mırıltısı başladı. Niçin kaçıyordu Osman? Neden kaçıyordu? Yeniden Osman’ın geldiği yöne, ufka baktılar. Ne bir insan, ne araba, ne de başka şey: Hiçbir şey! Koyu gri bulutların altında sessiz upuzun yatan ova.. Ekili tarlalar, bir çay.. Rüzgarla sürüklenen saman topları.. Ve sıcak. Sonunda genç Osman’ı ciddiye almamaları gerektiğine karar verdiler. Ne de olsa ‘gençti’ o. Delikanlıydı. Kim bilir hangi renkli hayal kanını tutuşturdu da böyle dellenmiş koşuyor. Gözleri çakmak. “Hangi kızın memeleri?” diye ekledi Murtaza. Bir kahkaha koptu kahvede. Keyifleri yerine gelmişti. Oyunlarına döndüler. Yalnız, biraz önce delikanlının bakışlarında görülen o korku dolu ifadeyi daha iyi süzenler biraz tedirgin olmuşlardı. Arada bir başlarını kaldırıp ufka doğru bakıyorlardı. Bir ikisi kalkıp dışarı çıktı. Ellerini siper edip yine ufka doğru baktılar. Ufka baktılar: Sessizlik. Gün batımı. Turuncu ışık başlamış. Alaca kara.. Hafif serin. Ve ıssız. Sonunda şüpheler kayboldu. Dışarı çıkanların bazıları başlarını iki yana sallayarak kahveye geri döndüler, bazıları da, arada sırada yolda durup geriye dönerek ve ellerini gözlerine siper edip batıya doğru bakarak evlerine doğru yürümeye başladılar. Akşam olmuştu. Osman eve vardığında güneş batmak üzereydi. Aceleci ayakları yerleri dövüyor, delikanlı yere düşmemek için kollarını yana açmış, elleriyle havada daireler çiziyordu. “Hasan Emmi! Hasan Emmi!” Hasan Emmi karısı Haticeyle birlikte bütün gün tarlada çalışmış, bitkin düşmüştü. Kümese tavukları yemlemeye gidiyordu. Geçen zamanın ve güneşin kırıştırdığı alnının altındaki parlak gözleri merakla Osman’a döndü. Ne işi vardı bu saatte? Mesaisi bitmiş miydi? Korucuydu genç Osman. Köylüler zaman zaman toprak açıp tarla yapmak için ağaçları yakarlardı.. Osmanın görevi de buna mani olmaktı.. Lanetli ekeneklerdi ekilen bu toprak.. Hasan Emmi de yapmıştı bunu. Ağaçları yakmıştı, toprak açıp tarla yapmak için.. Ama bu durumdan hiç hoşlanmıyordu. “Ölülerin küllerine ektik bu tohumları” diyordu Hatice. “Ölülerin küllerine..” Devlet propagandası Hasan Emmi’yi etkilemişti. Devlet ona ağaçları sevmesi gerektiğini, ağaçların onun için çok değerli olduğunu söylüyordu, demek ki o da, ağaçları seviyordu. Ağaçlar değerliydiler. İyi de, genç Osman’ın bu saatte burada işi ne? Onun hala ormanda olması gerekmez miydi? Hem ne bu hali? Korku dolu bakışlar, bembeyaz bir yüz. Beti benzi atmış. Soluk. Nefes nefese durdu genç. “Hasan Emmi.. Hasan Emmi..” “N’oldu Osman? Ne bu hal?” Genç Osman göğsü körük gibi inip kalkarken başını kaldırıp Hasan Emmi’ye baktı. Delikanlının gözlerindeki sessiz dehşeti gören yaşlı adamın tüyleri diken diken oldu. “Mehmet, emmi, Mehmet! Onlar geliyor.. Onlar.. Mehmet’i öldürdüler!” Hasan Emmi şaşırdı. Bir an şüpheyle genç Osmanı süzdü, fakat gencin doğruyu söylediği belliydi. Gözlerindeki korku bütün şüpheleri siliyordu. “Kim yaptı Osman? Onlar kim?” Yaşlı adam Osman’ın omuzlarından tutmuş, onu hafifçe sarsarak çatallı sesi ve sert aksanıyla genç adama soruyordu. İhtiyar heyecanlanmış, endişeye kapılmıştı. Genç Osman başını hafifçe kaldırıp yaşlı adamın omzu üzerinden odaksız bakışlarla boş boş bakındı. Mırıltısı şimdi tekdüze, anlamsız ve sadeydi: “Geliyorlar.. Onlar.. Çabuk..” “Osman?” “Osman!” Osman bayıldı. Tam o sırada Hatice Kadın odaya girdi. İnekleri sağmış, elinde bir kova ılık süt taşıyordu. “Anam!” Osman’ı yerde baygın görünce kovayı yere bırakıp hemen genç adamın yanına seyirtti. Yere çömelirken elleriyle eteklerini topladı. Genç korucunun başını yavaşça tutup kaldırdı ve şaşkın bakışlarla kocasına baktı. “Ne oldu Hasan? Ne oldu?” Hasan Emmi olanlardan hiçbir şey anlamamıştı. “Ne bileyim ben.. Dellenmiş! Mehmet’i öldürmüşler diyor.” Hatice kadın korkuyla Hasan’a baktı. “Ne bileyim..” diye tekrar etti yaşlı adam, çaresiz. “Jandarmaya haber verelim.” Hasan bir karısına baktı, bir de yerdeki baygın Osman’a. Hatice doğru diyordu. Bu işten jandarma anlar. “Doğru diyorsun.” dedi ihtiyar. “Ben gider haber veririm.. Sen tez..….” İşte tam o sırada kanlarını donduran o korkunç sesi duydular. Akşam olmuştu. Gece kuşları kıpırtısız bekliyor, ayın soluk ışığı tepeleri, kireç damları ve toprağı korkunç bir manzara şeklinde aydınlatıyordu. Bu ölgün, soluk ışıkta sanki köy bembeyaz bir karabasan kenti, bambaşka bir dünyadan bir yer gibiydi. Çevresi ıssız ve boştu. Ne bir ağaç, ne bir köpek, ne de at.. Bir Allah’ın kulu bile yürümüyor köye giren ve köyden çıkan o dapdaracık yollarda. Jandarma komutanlığı on kilometre ötede. Kahveden arada sırada, bir kahkahanın ya da oyunlardan birinde kazanan birinin attığı bir zafer çığlığının sesi geliyordu. Sonra bu değişti. Haticeyle Hasan, kahvedeki yaşlı başlı adamların, koca koca heriflerin, çocuklar, kadınlar gibi, hem de hep bir ağızdan haykırdığını duydular. Acı dolu çığlıkları geceyi yırtıp atıyor. Ama ne bir silah sesi var ne de havlayan köpekler. Bu öyle bir şey değil zaten. Yirmi kadar adamın, aynı anda, sanki etleri sökülüyor, gözleri oyuluyormuşçasına avazlarının çıktığı kadar bağırdığı ses. Hatice dehşete düştü. Faltaşı gibi açık gözlerle erine baktı. Yutkundu. Hasan Emmi “Yirmi adam..” diye düşündü. “Yirmi tane koca adam.” “Silah sesi yok. Hiç ses yok. Yalnızca bağırıyorlar.” Pencereye yürüdü Hasan. Ağır ağır.. Karısı Hatice de ağır ağır onu izledi.. Dışarı baktılar. Ayın önü açıktı. Orada onları gördüler. Gördükleri anda da artık hiçbir şansları olmadığını ve artık onlar için her şeyin sonunun geldiğini anladılar. Kaçacakları hiçbir yer, haber verecekleri kimse yok. Gözlerinin önündeki bu Dünya dışı görüntüye hayret ve dehşetle baktılar. Kanları dondu. Arkada tepeler boştu. Uzakta patika boştu. Toprak ve kayalar boştu. Arkası boştu.. Yalnızca köyün içinde.. Onlar geliyor! Dalları uzun ve sivri. Gövdeler kalın. Yapraksız ve sert. Köklerin nasıl süründüğünü.. Görmeliydiniz. Ayışığında yüzlercesi. İnce, uzun, çatallı ve karmaşık on binlerce dal dolunayın önünde bir sanat şaheseri gibi dansederek ve oynaşarak yürüyor. Onlar sizi almaya geliyor! Gövdeler ve dallar ıslak. Bu ıslaklık yoğun, ağır damlalar halinde yerlere dökülmekte. Damlayanın kan olduğu çok açık. EFLAK Antikacı dükkanı karanlık, tozlu ve serindi. İçerde boğucu, nemli, ağır bir hava vardı. Görüntü bile sanki burada biraz bulanık gibiydi, bir rüya görüyormuşsunuz ya da başka bir dünyada, başka bir boyuttaymışsınız gibi. Eşyaların kalabalığı bize nice acı, dehşet, mutluluk ve neşe dolu hikaye anlatıyordu. Yüzlerce yıldır kimsenin dinlemediği hikayeler.. Ve bunların en mutlu, en saf olanı dahi tüylerimizin sessizce ürpermesine neden oluyordu. Çünkü bunlar ne de olsa uzak bir geçmişin ve çoktan bu dünyayı terketmiş olan ruhların mirasını taşıyordu. Güzel kızlar, genç erkekler, soylu ve asil kimseler.. Hepsi de ölüydüler. Ölü bir terzi, ölü uşaklar, ölü bir işçi, ölü çiftçiler, ölü sultan, ölü bir kral.. Eşyalar da ölüydü: Papiruslar, hiç açılmamış mektuplar, yüzükler, bıçaklar, artık başka hiçbir yerde bulunamayan plaklar, çeşit çeşit, renk renk, kumaş kokan, eski kokan şapkalar, gömlekler, pantolonlar.. Pullar, bir şehzadeye ait olduğu iddia edilen bir kama, bir piramitten alındığı söylenen üzeri hiyeroglif yazılı bir tablet, kafatasları, doldurulmuş hayvan başları, saatler.. Ölüydüler. Birçoğunun üzeri kalınca bir toz tabakasıyla örtülüydü. Antikacının uzunca bir süredir buraların tozunu almadığı belliydi. Antikacı uzun boylu, tombul, iriyarı bir adamdı. Beyaz, kısa bir sakalı vardı. Yalnız yaşıyordu. Esrarlı tabloların, üzerlerinde tehlikeli masalların yazılı olduğu sararmış eski kağıtların ve ölü hayvan gözlerinin arasında sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar bir şeyler okuyup bir şeyler yazarak ve sadece arada bir -o da yemek yemek için- dışarıya çıkarak hayatını sürdürmeyi başarıyordu. Yalnız bir adam gibi görünürdü, ama aslında öyle değildi. Kutsal hazinelerin ve büyüleyici, esrarlı, tozlu eşyaların haricinde dışarıdaki dünyada da bir takım yakın dostları olduğu biliniyordu. Gazeteciler, tarihçiler, yazarlar, istihbaratçılar, bürokratlar, işçiler. Yaşlı, eski dostlar. Güçlü kişiler. Sıkı adamlar. Antikacı bilirdi. Hem de pek çok şeyi. Ve anlatırdı. İstediği zaman ve istediği kadarını.. Bize doğru döndü. “Drakula’yı biz yarattık!” Antikacının sesi, bu mat, pastel, ölü dünyada büyük bir gürültü gibi yankılandı. Bu tuhaf dünya adamın gür, etkili sesinin biraz pes perdeden, yankısız bir ses gibi duyulmasına neden oluyordu. “Bunu unutmamalısınız.. Tabi sorumluluğun çoğu aslında Macarlardaydı. Ama bizim de bu caninin ortaya çıkmasında büyük bir etkimiz olduğu inkar edilemez. Ya da buna kaderin bir oyunu diyelim isterseniz.. Ülkesi büyük bir kuşatma altında olmasaydı dahi, Drakula canisi yine aynı şekilde ortaya çıkabilirdi.” Adam koyu, ağır, meşe bir masanın ardındaki üzeri deriyle kaplı yumuşak koltuğa oturdu. Masanın üzeri çeşitli kalemler, kullanılmış kağıtlar, mürekkep hokkaları ve düzgünce üstüste konmuş boş, beyaz sayfalarla kaplıydı. Antikacı hikayesini anlatmaya başladı: “Transilvanya’da zulüm, hastalık ve acı vardı. Ölümler! Bir katilin öldürdüğü, hastalığın öldürdüğü, açlığın öldürdüğü adamlar, kadınlar ve çocuklar. Çocuklar.. Ve Transilvanya halkı bir suçlu aramaya başladı. Çaresizdiler, ne yapacaklarını, kimi suçlayacaklarını bilemiyorlardı. Ne de olsa karanlık çağlardı o çağlar. O günlerde Transilvanya’da herkes, başlarına gelen kötü şeyler için birbirinden kuşkulanır olmuştu. Komşunun komşuya güveni kalmamıştı.” Sanki o yılları o da yaşamış gibi anlatıyordu. “Ve en sonunda suçluyu buldular: Suçlu, ölülerdi!” Antikacı ayağa kalkıp duvardaki bir resmin yanına yürüdü. Bunda gece vakti bir mezarlık görülüyordu. Genç erkeklerden oluşan bir kalabalık mezarlardan birini kazmış ve tabutun kapağını kaldırmıştı. Çoğunun gözleri görünmüyordu. Görünenlerdeyse korku, şaşkınlık ve öfke karışımı ifadeler vardı. Yalnız nedense, adamlardan birinin gözlerindeki pırıltı tuhaf bir biçimde bir neşe pırıltısını andırıyordu. Ancak çok dikkatli gözlerin farkedebileceği bir ayrıntıydı bu. Belki de ressam bir hata yapmıştı. “Çürüyen cesetlerin ağzından bazen biraz kan gelir. Basit, tıbbi bir gerçektir bu. Ama onlar bunu bilmiyorlardı tabi. Ve mezarları açtılar. Durumu kafanızda canlandırmaya çalışın: Ortada bir suç var, belki öldürülen bir çocuk ya da bir genç kız ve siz bir mezarı açıyorsunuz. Ölü adam kıpırtısız yatıyor. Dudaklarının kenarında da bir miktar kurumuş kan! Ne düşünürdünüz? Pek fazla kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin bir kanıt! En azından onlar böyle olduğunu düşündüler. Artık durum açıktı: Ölüler kan içiyordu. Bir gece vakti mezarlarında uyanıyorlar ve susadıklarını hissediyorlardı. Sonra tabutun kapağını açıp dışarı çıkıyor ve bütün gece, sabah olana değin masum kurbanların peşinde koşuyorlardı. Efsane kısa sürede yayıldı. Vampirlerin efsanesi.. Ben yine de, cehaletlerine ve görünüşte bu konudan emin ve oldukça da kararlı olmalarına rağmen Transilvanya halkının aslında gerçeği bildiğinden, en azından sezdiğinden en ufak bir şüphe dahi duymuyorum. Onlar tüm bu ölümlerden, açlık ve sefaletten ve bu açlık ve sefaletin neden olduğu bütün cinayetlerden aslında kimin sorumlu olduğunu biliyorlardı, bunu kendilerine bile itiraf edemeseler de. Herkes asıl kan içicinin kim olduğunun farkındaydı. Aslında kimin masumları korkunç bir şekilde katledip üstüne üstlük bundan büyük bir keyif aldığını biliyorlardı. Tüm bu felaketlerin sorumlusu tek bir kişiydi: Eflak’ın genç Voyvodası, namı diğer Kazıklı Voyvoda.. Eflak Voyvodası Vlad.. Vlad Drakula! Güneydeki Osmanlı İmparatorluğuyla kuzeydeki Macar İmparatorluğunun arasına sıkışıp kalmış olan küçük ülkesindeki düzeni sağlamak için, çoğu masum binlerce kişiyi acımasızca kazığa oturtarak öldürten cani! Bu sapık, hükümdarlığı süresince beş yüz bin nüfuslu ülkesinde tam kırk bin kişiyi bu vahşi yöntemi kullanarak katletti. Öldürttüğü Türklerin sayısı bundan fazladır. Babası ve ağabeyi Macar İmparatoru tarafından öldürtülen genç Vlad sadist ve vahşi bir insandı. Öldürttüğü kurbanların önüne bir yemek masası kurdurur ve onların cansız bedenlerine bakarak ekmek yer ve kan içerdi. Bu söylediklerimin ucuz dedikodular ya da asılsız söylentiler olduğunu sanmayın sakın. O bunu GERÇEKTEN YAPARDI. Ölülerin akan kanını kadehlere doldurtur ve yudum yudum içerdi. Drakula adı ona babasından geçmişti. Bu ad babasına Türklerle savaştığı için Roma İmparatoru tarafından verilmişti. Bu düşmanlık duygusunu Vlad da Türklere karşı kanında duyuyordu. Ama aslında onun bütün insanlığa düşman, kana susamış bir zorba olduğunu söylemek daha doğru olacaktır. Nitekim kendi halkının da onda birini öldürtmüş, masumların kanına girmiştir. İçtiği kanın kimin kanı olduğu onun için pek farketmiyordu anlaşılan! En sonunda Fatih Sultan Mehmet Eflak’a bir sefer düzenlemeye karar verdi. Sayıca çok üstün olan tecrübeli Türk ordusu karşısında Voyvodanın hiç şansı yoktu. O da çareyi kaçmakta buldu. Fakat cani, kaçarken ardında hiçbir şey bırakmamaya kararlıydı. Öyle de yaptı: Köyleri ateşe verdi, suları zehirledi ve de en önemlisi.... Fatih şehre girdiğinde korkunç bir manzarayla karşılaştı: Kazıklara oturtulmuş binlerce Türk esirin oluşturduğu lanetli, ölü ve kanlı bir orman. Sıcağın etkisiyle cesetler çürümüş, havayı berbat, mide bulandırıcı bir koku kaplamıştı ve bütün şehir aynı şekilde kokuyordu. Fatih’in gözleri doldu: “Bir insan böyle bir ölümü haketmek için nasıl bir suç işlemiş olabilir, yüce Yarabbim!” Zırdeli Vlad en sonunda batılılar tarafından yakalandı ve hapse atıldı. İşte durumun vahameti de asıl burada ortaya çıkıyor.” Antikacı bir an sustu. Hala duvardaki resmin civarında geziniyordu. Yazı masasının yanına geldi ve masaya yaslandı. Gözlerinde garip bir pırıltı vardı. Sanki çok ilginç bir şeyi inceliyormuş gibi bakıyordu. “Hapisteyken Vlad yakaladığı farelere işkence yapıyor ve sonra da onları kendi yaptığı küçük kazıklara oturtuyordu! Daha sonra aynı şeyi gardiyanlara aldırdığı zavallı kuşlara da yaptı. Gördüğünüz gibi dostlar Drakula hikayesi batılı yazarlar tarafından biraz çarpıtılmıştır. Drakula diyince şimdi aklımıza ilk gelen, smokinli, asil, esrarlı bir yarasa adam.. Hatta romantik bir çapkın! Parası var, çekici, istediği her şeyi yapıyor, karizmatik ve de şık.. Karşı konulmaz bir cazibesi var. İstediği zaman bir yarasa ya da bir kurt kılığına girebiliyor.. Drakula canisinin niçin bu kadar popüler olduğuna şaşırıyor musunuz siz? Halbuki ben tam da buna derim, Amerikan Rüyası diye!” Antikacı bir kahkaha patlattı. Sonra ekledi: “Aslında Drakula bir iş adamıdır!” “Neyse biz hikayemize geri dönelim.. Tabi aslında Vlad’ın sonunun ne olacağı ta en başından belliydi. En sonunda kafası bir tepsi içinde Fatih’e sunuldu. Onu öldürtenin kim olduğu konusunda çeşitli rivayetler var. Fakat şimdi işin en can alıcı noktasına geliyoruz.” Antikacı yine durakladı. Bu sefer gözlerindeki pırıltının yerini bulanık bir bakış almıştı. Suratı asıldı. Gür sesini biraz kısarak kelimelerin üstüne basa basa fısıldadı -sanki odada uyuyan ve uyandırılmaması gereken bir şeyi uyandırmaktan çekiniyordu: “1900’lü yıllarda Drakula’nın mezarını açtılar. Ama mezar boştu! Bomboş!” “Ve orada insan kemikleri yoktu. Bunun yerine bazı küçük hayvanların kemiklerini buldular. Farelerin ve kuşların kemiklerini..” Antikacı koltuğuna oturdu. Ellerini birbirine kavuşturup başını anlamlı anlamlı sallayarak bize baktı. Dışarda hava iyiden iyiye serinlemişti. Antikacı dükkanının tabelası hüzünlü bir Eylül rüzgarında usul usul sallanıyordu. Yağmur başladı. RÜYA Önce bir savaş meydanını gördüm. Manzara korkunçtu. Patlamaların, ateşin ve dumanın içinde yaralı insan bedenleri yerlerde sürünerek ilerlemeye çalışıyor, kopmuş organların, el, ayak ve kolların kanlı yığını gitgide büyüyordu. Camlaşmış ölü gözleriyle bakıyordu gencecik delikanlılar. Ateşin sıcaklığını hissediyordum. Ben büyük bir kayanın arkasındaydım. Yanımda hiç tanımadığım birisi vardı. Sonra birden bana döndü: Bakışları dehşetle dolu ve de şaşkındı. Benimle sanki kırk yıllık dostmuşuz gibi konuştu: “Galiba yanlış yerdeyiz. Birliğe ulaşmaya çal....” Seken bir kurşun, beni önceden tanıdığı anlaşılan adamın sol gözünden içeri girdi. Yere yığıldı. Başından akan kan ince bir çizgi halinde toprağa yürüdü. Toprak kanı kurak bir tarla gibi iştahla içine çekti. Tüm kan nehre akıyordu. İki tane dar, tahta köprüyle geçilen, suları sakin, genişçe, gri nehrin iki yakasında alevler, patlamalar ve sonu gelmeyen ölüm dolu bir kurşun yağmuruyla süren anlatılmaz bir kıyım vardı. Genç bedenler paramparça olup yerlere savruluyor, ama yine de geride kalanlar, çaresiz, ileri doğru koşuyorlardı, ileri, hep ileri.. Marş! Gözlerinde bilinç kaybı, korku ve dehşet.. Sonra bir büyük patlama daha oluyordu. Ve dağılıyordu çevreye: Kol, bacak ve et.. Çok anlamsız bir şeydi bu. Birdenbire kendimi bir partide buldum. Bir doğum günü kutlamasıydı bu. Yıllar önce ölmüş olan ağabeyimi gördüm. Şimdi adını çıkaramadığım bazı eski dostları.. Ev bir güzel süslenmişti. Bakırköy’de eskiden oturduğumuz evdi bu. Doğum günü çocuğu bendim. Yeniden o küçük, minik bedenin içine geri dönmüştüm. Annem birazdan pastayı getirecekti. Heyecanlıydım. İnsanlar hediye paketleriyle gelmişti. Demet de oradaydı. O zamanlar sadece küçük, neşeli bir yumurcaktı o. Aşık falan da değildim. Gerçi ‘sadece küçük, neşeli bir kız çocuğu’ diyerek küçümsememelisiniz. Küçük, neşeli kız çocuklarında bu büyülü, bu devasa, bu zalim Dünya’yı değiştirecek kadar büyük bir güç saklıdır. Kutsaldır onlar.. Hava karardı. Sahilde yürüyorduk. Uzakta çok büyük bir kalabalık vardı. Sonra birden meydana bir araba girdi. Küçük araç kalabalığın içinde insanlara çarparak büyük bir hızla ilerliyordu. Silah sesleri duyuldu. İnsanlar paniğe kapılıp kaçışmaya başladı. Ezilenler, ölenler oldu. Bulunduğumuz yerden her şeyi açıkça görebiliyorduk. İşin tuhafı bizim olduğumuz yerde akşam olmasına reğmen meydanda daha gündüzdü ve ortalık aydınlıktı. Ölenler oldu. En tuhafıysa bu Dünya’nın ta kendisiydi. Hüzünlü Eylül akşamları ve büyük şehir halklarının o tekdüze yalnızlığı.. Bu engellenemeyen bir şeydir. Sanki ne kadar büyür ve ne kadar çoğalırsak o kadar yalnız kalıyor ve birbirimizden o kadar çok ayrılıyorduk. Çoğul bir yalnızlıktı bizim yalnızlığımız. Bahar akşamlarından biri ya da kara kışta gri bir sabah.. Farketmiyordu. Yine o yalnızlığı duydum o yaz akşamında. Bir yazlık evin girişinde, beyaz bir masanın çevresinde, vernikli, parlak pergulelerin ılık gölgesinde oturuyorduk. Yanımdakilerden hiçbirini tanımıyordum. Yalnız, masadaki iki adamdan biri geçen yıl yazlıkta tanıştığım emekli albaya benziyordu. Sanırım oydu gerçekten. Fakat suratı sanki biraz eskisinden farklı gibiydi. Karısı da ilkokul öğretmenime benziyordu biraz. Uzaktan. Birden bir deprem başladı. Evden dışarı çıktık. Gökyüzü yıldız doluydu. Kırsalda gece, şehirde olduğundan daha parlaktır. Yapay şehir ışığının geceye vuran şavkı burada zayıftır. Yıldızları görürsünüz. “Tsunami vuracak. Çabuk çatıya çıkın. Çubukları getireyim.” Çubuk dediği neydi, anlamamıştım. Ne işimize yarayacaktı? “Çubuk ne? Ne çubuğu? Ne saçma, çubuğu ne yapacağız ki?” Annem saçmalamamamı, acele etmemi söyledi. “Biz bizim çubukları bahardan hazırlamıştık.” dedi. Kır ölümüne güzeldi. Bir bahar günü.. Büyük yalnızlık.. İçimde korkunç bir aşk acısı duydum. Gerçek hayatta olduğu gibi ve gerçek hayatta olduğu kadar gerçekti. Midem büzüldü. Nefes alamıyormuşum gibi geldi. Derin bir nefes almayı denedim. Havayı sanki yeteri kadar içime çekemiyordum. Boğulur gibi oldum, silkinip bir iki adım ileri koştum. Daralmıştım. Az ilerde küçük bir kız tek başına ip atlıyordu. Beyazlar giyinmişti. Korku filmlerindeki esrarlı kız çocuklarına benziyordu. Hatta onlardan biriydi. Ama bu kızı tanıdığımı hissediyordum. Aşık olduğum kadınla bir ilgisi vardı onun. Aşık olduğum o değildi, hayır, fakat onu tanıyordu. Aşkımı hiç değilse ona açmak istedim, içimi dökmek, sancıyı biraz olsun hafifletmek, biraz olsun nefes almak. Ona doğru yürümeye başladım. Fakat ben yürüdükçe küçük kız benden uzaklaşıyordu. Halbuki o yine olduğu yerde ip atlamaya devam ediyordu. Ve ben toprağı, otları ve küçük bir çayın hafif kıvrımlarını ağır ağır geride bıraktığımı görüyordum. Ama küçük kıza bir türlü ulaşamıyordum. Duygularımı ona açacaktım. Açamadım. Olmadı. Sancılar içimde kaldı. Birdenbire zaman ve mekan tekrar değişti. Şimdi bulunduğum yer tıpkı bir bayram yeriydi. Oldukça da kalabalık. Burası bir büyük şehrin meydanıydı. Bu da bir bayram kutlaması ya da bir konser. Gece üzerimizde sessizce uzanıyordu. Gözlerim kalabalıkta o küçük kızı aradı. Arkadaşlarıyla birlikte yanıma geldi. Büyümüştü. “Ben aslında onu seviyorum ama sen de onun kadar güzelsin.” diye düşündüm. Bana, sırf güzelim diye mi beni seviyorsun diye çattı. Sırtını döndü. Küsmüştü. Annem, babam ve ben. Kardeşim. Ağabeyim. Bütün arkadaşlarım. Bütün tanıdıklar. Benim tanıdığım ama birbirini tanımayan bütün o güzel insanlar.. Bir aradaydık. Bütün hayatım boyunca hayal ettiğim bir şeydi bu. İşte sonunda gerçek oluyordu. Üstelik başkaları da vardı. Tanımadığım dostlarım, tanımadığım sevgililer ve birçok ünlü insan. Şarkıcılar, sinema oyuncuları, sporcular, şairler ve yazarlar. Çoğu yıllar önce ölmüştü. Hepsi beni tanıyordu. Gecenin yıldızı bendim. Sanki bütün evrende beni tanımayan ve sevmeyen tek bir kişi bile yoktu. Sonra az kişi kaldık. Yine gece, yine yıldızlar. Şehrin kalabalığını hissediyordum. İnsanlar evlerindeydi. Ama ne yazık! Meteoru ilk ben gördüm. Korkunç bir heyecan dalgası benliği sardı. Sevdiklerim için korktum. Birçoğu yanımdaydılar. Onlara sarıldım. Onlarla birlikte olduğum için mutluydum. Aklıma bir eski sevgili takıldı yalnız. Neredeydi şimdi kim bilir? Dünya’nın sonu gelmişti. Ruhlar olup uçacaktık. Belki de bir yerlerde hepsiyle buluşacaktık. Tuhaf bir dünyadayım şimdi. Enteresan yapılar. Gökte iki ay.. Garip turuncu bir ışık Dünya dışı uzay kentini aydınlatıyor. Bu biraz da bizim günbatımına benziyor.. Büyük gözlü, beyaz tenli yaratıklar yanımda ayakta durmuş bana bakıyorlar. Kafamda bir ağırlık var. Sanırım bir çeşit başlık. Aynı rüya devam ediyor. O aynı gariplik hissi. İnsanlık dışı, Dünya dışı bir kent bu.. Yaratıklar da öyleler. Biri üstüme eğildi. “Seni budala bu gerçek. HEPSİ gerçek, rüya değil!” Gözlerimi kırpıştırıp yüzüne baktım. Anlamaya çalışarak.. Sıkı sıkı yumdum gözlerimi. Bu bir rüya olmalıydı! Sanki bir ilgisi varmış gibi, gözlerimi kapatırken dudaklarımı da birbirine bastırıp nefesimi tutmuş ve yumruklarımı sıkmıştım. Gözlerimi açtığımda hala ordaydı. ÖLÜ YAŞAYANLARIN GECESİ Hasan Bey sıkıntıyla kanalı değiştirdi. Televizyonda siyah beyaz bir korku filmi başlıyordu: “Yaşayan Ölülerin Gecesi” Bu tip şeyleri, sonraki gün sabah erkenden kalkıp okula gitmek zorunda olan küçük çocukların bile henüz ayakta olduğu böyle erken bir saatte yayınlamalarına Hasan Bey anlam veremiyordu. Sonra da yazarlardı gazetelerinde: “Uyuşturucuya Başlama Yaşı On Beşe Düştü!” “Satanist Gençler İntihar Etti” diye. Ederler tabi! Uyuşturucuya da başlarlar. Sen bunu böyle yaparsan onlar daha neler yapar! Televizyonda ‘bir bok’ yok. Kapatma düğmesine bastı. Mualla Hanım mutfakta patlıcan kızartıyordu. Hasan Bey’in babası Süleyman Usta bir işçi emeklisiydi. Geceleri elli beş yıllık eşi İkbal hanımla birlikte oturur, saatlerce tombala oynardı. Bazen de gazete okumaya dalardı. İkbal hanım da böyle gecelerde eline iki şiş alır, örgü örerdi. İki namaz arasını böyle dolduruyorlardı. Hem de her akşam. “Baba, dışarı çıkalım?” Yok, olmaz.. Yorgun.. “Baba, evde oturalım?” ‘Beni hiç dışarıya çıkarmıyorsunuz.’ İkbal Hanım deseniz böyle. Her zaman her şeyden şikayet! Hasan da çok zevk alarak ve mutluluklar içinde yaşamıyor ki! Biraz da Hasan’ı düşünün. Mualla’yı düşünün. Mualla Hanım sofrayı kurmaya başladı. Oturduğu koltukta bir magazin dergisinin sayfalarını karıştırmakta olan kızına sert bir bakış attı. Kız dudaklarını büktü. Bir ergenin dolup taşan öfkesiyle dergiyi pufa çarparak ayağa kalktı: “Üff anne yaa!” Mualla sinirlendi: “Her işe ben bakamam ki! Bari sofrayı kurmama yardım et. Koca kız oldun! Bir şeylerle ilgilen artık!” Derya suratını astı. Ayaklarını yerlere pat pat vurarak mutfağa girdi. Gözlerini devirdi, sonra annesine baktı: “İlgileniyorum zaten!” “Konuşma!” Bu sırada Bora içerde, salonda oturmuş, babasının elinden televizyon kumandasını nasıl alacağının hesaplarını yapıyordu. Mutfaktan annesinin bu son, “Konuşma!” şeklindeki emri duyulunca hafifçe sırıttı. Belki de annesiyle Derya arasında başlayan bu tartışma eğlenceli olabilirdi. Fakat Derya annesine ikinci kez cevap vermedi. Anlaşılan genç kız tartışma havasında değildi. Hemencecik annesine boyun eğmişti. ‘Demek ki bugün Derya’nın muayyen günü de değil..’ Bora’nın ilgisi kayboldu. Gözlerini tekrar babasının sehpanın üzerine bıraktığı kumanda aletine çevirdi. Planlar kuruyordu. “Haydi sofraya!” Mualla Hanımın sesi monoton ve heyecansızdı. Kadın belki de bu çağrıyı pek de farkında olmadan, alışkanlıkla yapmıştı. Zaten onun dışındakiler de bu sesi duymamış gibiydi. “Yemeğe diyorum!” Bu sefer daha bilinçli, biraz da kızgın bir ses.. Hasan Bey ayağa kalktı. “Haydi çocuklar sofraya. Bora! Sana diyorum!” Bora televizyon kumandasında odaklanmış gözlerini şaşkınlıkla kırpıştırdı. Ne oldu? Ne var? Uykudan uyanmış gibi boş boş baktı babasına. Neden sonra kavradı çocuk, babasının söylediği şeyi.. “Tamam tamam.. Geliyorum..” Derya bardakları getirdi. Mualla da tencereyi.. “Haydi baba, gelin siz de..” Süleyman Usta gazeteyi yavaşça yere bırakıp yakın gözlüklerini dikkatle gözünden çıkardı ve yine dikkatle kabına koydu. İkbal Hanım da ördüğü kaşkolu şişlerle birlikte ikili koltuğun yanındaki üstü camlı ufak sehpaya koydu. İkisi aynı anda ağır ağır ayağa kalktılar. Yine aynı anda tam olarak doğrulup dik durmayı başardılar ve yine aynı anda, aynı tonda ‘of’ dediler: “Of!” Yalnız, Süleyman Usta bu ‘of’un yanına bir de ‘anam’ eklemişti. Yine de bu senkronize doğruluş eğer bir sokak bienalinde sergilenen bir gösteri olsaydı bayağı bir alkış alırdı. Bunun yerine genç Bora, dilini dudaklarının arasına sıkıştırıp omuzlarını sarsarak güldü. Pek fazla ses çıkarmamaya dikkat etmişti. Ne de olsa dedesiyle babaannesiydi onlar. Tabi aslında daha çok babasını kızdırmaktan çekiniyordu. Halbuki Hasan Bey de o sırada bıyıklarının altından kıs kıs gülmekteydi. Sonra çocuklardan birinin onu görebileceği aklına geldi, aniden biraz doğruldu ve toparlandı. Fakat çok geç: Derya her şeyi görmüş! Kaşlarını kaldırmış babasına bakıyor. Hasan Bey hafifçe öksürdü: “Öhhö!” Derya elini kaldırıp parmaklarını birbirine sürerek ‘para’ işareti yaptı. Hasan Bey sıkıntıyla başını salladı. Önce ‘evet’ anlamında, sonra da ‘sen görürsün’ gibilerinden.. Derya hain hain güldü. İkbal Hanımla Süleyman Usta iki ağır kamyon gibi ve biraz da yalpalayarak yemek sofrasına yanaştılar. Ağır ağır oturdular sandalyelerine.. Kaba etleri sandalyeleri birer kez de çatırdattı. Yemek başladı. Yemekler güzel olmuştu. Tabi bu durum İkbal Hanımı hayal kırıklığına uğrattı. Zira kadının en büyük zevki, özellikle de akşam yemeklerinde, gelininin yaptığı yemekleri bu böyle olmuş, şu şöyle olmuş diyerek yerin dibine geçirmekti. Zaten, yemeklerin gayet güzel olduğu o akşamda da yaşlı kadın, Mualla’nın lokmasını çiğneyişini ağzının içinde donduran bir laf etmekten geri kalmadı: “Salatanın tuzu az olmuş!” “Hanım!” Süleyman Usta gelinini çok severdi. Her akşam geliniyle karısı arasında geçen bu soğuk tartışmalarda da hep gelinine destek çıkardı. Karısı ne derse o da onun tam tersini söylemeyi adet edinmişti: “Salatanın tuzu iyi. Gene başladın be hanım! Bırak Allah aşkına şu kızın yemekleriyle uğraşmayı!” Mualla önce kayınpederine baktı. Sonra kaynanasına doğru dönüp kadının gözlerinin içine bakarak ağır ağır lokmasını çiğnemeye koyuldu. Sanki yaşlı kadına “Seni de böyle yerim sevgili kaynanacığım!” demek istiyor gibiydi. “Mualla..” Hasan Bey karısını masanın altından bacağıyla hafifçe dürttü. Mualla başını çevirip kocasına baktı. Bakışları çok şey anlatıyordu. Hasan Bey başını sağa yatırıp, kaşlarını kaldırdı ve masanın altında avuçlarını göğe çevirip hafifçe gülümsedi: ‘Ne yapalım karıcığım. Annemi bilmiyor musun?’ Gözlerinde bir parça da korku vardı adamcağızın. Anlaşılan karısının soğuk, tehditkar bakışı onu biraz ürkütmüştü. Bora ve Derya birbirlerine bakıp sessizce gülümsediler. Her akşamki sofra keyfi bu akşam da başlamıştı. Yalnız bu akşam kavgalar öyle pek ateşli değil.. Sıkıcı akşamlar içinde en sıkıcılarından biri.. Dışarda Eylül akşamı hüzün yüklüydü. Sarı sokak lambaları şehrin sisli yollarını aydınlatıyor. Burası bu büyük Dünya.. Ölümlerin, kalımların, doğumların dünyası.. Kim bilir şimdi nerede kim kiminle sevişiyor? Hangi işler yapılmakta? Gölgelerin arasında bir başına ölen kız kim? Evet, şimdi! Ve bu anda.. Belki de bir sokak arasında bir cinayet işleniyor.. Bir kıza tecavüz ediyor biri.. Biri işkence yapıyor.. Ve başka bir ülkede yine gün doğdu. Balıkçılar ilk ağları sulara bırakıyorlar. Bu esrarlı, bu kocaman, bu güzelim Dünya’da kuş sürüleri göçüyor.. Herkesin ve her şeyin üzerinden, usul usul.. Rengarenk.. Sessiz.. Sonra tüfekler patlıyor. Tuhaf bir dünya.. Bu dünyanın tartışılmaz, tek hakimi Süleyman Usta hafifçe geğirdi. “Derya, kızım, ilacımı getir bir zahmet..” “Getireyim dedeciğim.” Derya ayağa kalktı. “Önce ellerini yıka.” Mualla yine bilinçsiz ve duygusuzca konuşmuştu. Konuştuğunun farkında bile değildi belki de.. ‘Görev’ diye konuşmuştu. ‘Evi temiz tutmalıyım.’ İkbal Hanım’ın bu gece iyiliği üzerindeydi. “Eline sağlık kızım. Güzel olmuş.” Başlar şaşkınlıkla kalktı. Dedesinin ilacını almaya giden Derya kız, salonun ortasında donakalmıştı. Şaşkınlıkla çatılı kaşlarının altından babaannesine baktı. ‘Kızım’? ‘Güzel’? İkbal Hanım’ın gelinine böyle övgü dolu sözler söylediği duyulmamış şeydi! Mualla’nın gözlerinde, önce şaşkınlık, şüphe ve sevinç karışımı ihtiyatlı bir bakış belirdi. Daha sonra İkbal Hanım’ın sözlerinde samimi olduğuna ve bu sözleri sahiden de içtenlikle söylediğine kanaat getirince kadının yüzüne sıcacık bir gülümseme yayıldı. Mualla Hanım’ın kaynanasına bu şekilde baktığı da daha önce görülmemişti. Bu akşam yeniliklerle dolu sürprizli bir akşamdı! Mualla Hanım konuştuğunda bu mucizevi akşamın artık onları şaşırtamayacağını düşünenler yanıldıklarını anladılar. Kadın sevgiyle konuştu: “Teşekkürler.. Anneciğim. O senin kendi güzelliğin!” Hasan Bey babasıyla gözgöze geldi. Mutlulukla birbirlerine gülümsediler. Bora, acaba içlerinden biri bu büyülü anı benimle de paylaşmayı düşünür mü diyerek dedesi veya babasıyla gözgöze gelmeye çalıştı. Ne de olsa artık o bir ERKEK olmuştu. Fakat ne babası ne de ihtiyar dedesi ona doğru bir dönüp bakmadılar bile. Çocuk buna çok üzüldü. Hasan Bey o mutluluk anını geride bırakmaya başladıkları ilk saniyelerde hafifçe kaşlarını çatıp sağ elini yanağına doğru götürdü. Bir yandan eliyle yanağını aşağı yukarı sıvazlarken, bir yandan da düşünüyordu: Bir terslik vardı. Bütün yemek boyuncu bir şeyin eksikliğini hissetmişti ama bunun ne olduğunu bir türlü bulup çıkaramamıştı. Yemek boyunca masadakiler birbirleriyle fazla konuşmamışlardı. Annesiyle karısının -bu sefer gözleri yaşartan mutlu bir sonla noktalanan - her akşamki olağan tartışması dışında yemek boyunca söylenenler sadece “Tuzu uzatır mısın?” “Bir bardak su koysanıza” “Biraz daha koy” gibi, yedikleri yemekle ilgili birtakım emir cümleleri ve ricalardı. Ama bir eksiklik vardı. Bir eksiklik vardı.. Var da, ne? Tabi ya! Hasan Bey keyifle sırıttı. Nasıl olmuştu da kimse daha önce farkına varamamıştı? Halbuki onsuz.... Bora’ya seslendi: “Bora! Getir bakayım şu televizyonun kumandasını! Niye kapalı ki bu alet?” “Öyle ya!” diye sevindi Süleyman Usta. “Ben de bir şey eksik diyorum! Ama ne? Televizyonun sesi yok! Açın bakalım şu mereti!” Bora başını iki yana sallayarak getirdi kumandayı. “Ne oldu oğlum?” “E, sen kapattın ya baba, televizyonu.. Ben de sıkıntıdan patladım yemek boyunca!” “Söylesene oğlum televizyon kapalı diye.. Farkında değiliz ki biz! Allah Allah!” “Neyse, ver bakalım şu aleti.. Bismillah!” Düğmeye bastı. Bu noktadan sonra neler olduğu pek de öyle kolay kolay açıklanacak şey değil. Hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ettiler.... Süleyman Ustayla Hasan Bey bir ara tavla oynadı. O akşam Hasan Bey babasını beşe üç yendi. Süleyman Usta homurdanarak sandalyeden kalktı. Hasan Bey keyiflenmişti. İkbal Hanım örgüsünü örmeye devam etti. Mualla Hanım mutfaktaki işleri kolayladıktan sonra, bilinmeyen bir sebepten dolayı, zaten pırıl pırıl olan büfenin tozunu aldı. Derya dergisini karıştırmaya devam etti. Bora camdan dışarı baktı. Tavla oynayan babasıyla dedesini izledi. Dedesinin koltuğuna oturup gazetelerin spor sayfalarını okudu. Televizyon hep açıktı. Böylece hayatlarında hiçbir şeyin eksik olmadığına inandılar. Sanki televizyonun o kısık, tekdüze sesi ve o büyülü, mavi ışığı hayatlarındaki bütün boşlukları dolduruyordu. Televizyon açıktı: Demek ki her şey yolunda! Dünya’daki açlığın ya da silah satıcılarının sudan sebeplerle çıkardığı savaşlarda ölen sayısız küçük çocuğun hiçbir önemi yok. Eğer bu görüntü gelirse ekrana, kanalı değiştirsiniz, olur biter. Belki bir küfür savurur ve günahlardan arınırsınız. Sizin bunla ilginiz yok. Başka bir dünya orası. Orası, Televizyon Dünyası! Haberlerdeki katliam ve film birbirinin aynı! Petrolde boğulan martı aslında gerçek değil.. Gerçek değil, gece görüşlü ekranda roketin gönderildiği binanın infilak edişi! Bunlar kurgu.. Bunlar hayal.. Gerçek olansa sizsiniz.. Sıradan geceleriniz.. Uykuya dalışlarınız…. Önce İkbal Hanım yattı. Sonra da Süleyman Usta. Derya, Bora ve Mualla.. En son da Hasan Efendi.. “İyi geceler!” Dileyin. İyi geçmesini umun. Ölü yaşayanlar böyledir. Her gece aynı dört duvarın arasındaki o hep aynı yatağa girip uykularına dalarlar. Televizyon açıldıktan sonra bu evde neler olduğu öyle pek de kolay kolay açıklanacak şey değil! Ama sizler anlarsınız. HAYALET I- Sularda Su buz gibi. Denizin üstü hafif bir sis tabakasıyla kaplı. Gökyüzünde kapkara bulutlar geziniyor. Denizin ortasında, suyun içinde yalnızım. Tahta bir fıçıya tutunmuşum. Beni suyun üstünde tutan bu fıçıyla birlikte sürükleniyorum. Dalgaların boyu yükselmeye başladı. Sanırım bir fırtına yaklaşıyor. Fakat.. Nasıl geldim ben buraya? Hem daha da önemlisi.. Kimim ben? Adımı hatırlayamıyorum! Gözlerimi kapatıp hatırlamaya çalıştığımda, zihnimi, tıpkı şu suyun üstünde toplanan ak duman gibi bir sis tabakası kaplıyor. Dilimin ucunda adım. Bazen o kelimeyi bulup çıkaracak gibi oluyorum. Fakat sonuçta çabalarım hep boşa gidiyor. Hatırlayamıyorum. Herhalde bir gemideydim. Ve bir kaza oldu. Tek bildiğim bu. Kim bilir kaç saattir böyle sürüklenmekteyim. Hiçbir şey hatırlayamadığım halde bu şekilde bu fıçıya tutunarak kurtulmuş olmam çok büyük bir şans. Kurtulabildiysem tabi. Yapayalnızım. Su buz gibi. Kimsecikler yok. Ne başka bir kazazede ne de bir köpekbalığı.. Gökyüzündeki kapkara, yoğun bulutlar bir fırtına habercisi. Mesele benim bu fırtınaya ne kadar uzakta olduğum. Geçip gitti mi dalgalar? Yoksa henüz geliyor mu? Anlamam ki hiç bunlardan. Anlamıyorum. Gökyüzünü kaplayan kara bulutlara bakıp ‘bir fırtına yaklaşıyor’ diyemiyorum. Bu da benim aslında bir denizci olmadığım anlamına geliyor. Sanırım.. Belki de yolculuk ettiğim gemiyi suların dibine yollayan fırtınadan arta kalan bulutlardır bunlar. Kesin bir şey söyleyemem. Dahası hem.... Kimim ben?! Soğuk ve dalgalı su sonunda beni çok yordu. Bilincim sustu. II- Gemide Neden sonra uyandım. Şimdi neredeyim? Bir kamara olmalı bu. Küçük, soğuk ve kasvetli.. Her şey demirden. Doğrulayım dedim.. Başıma korkunç bir sancı saplandı. Yine uzandım. Belleğimi bir kez daha yokladığımda, büyük bir hayal kırıklığıyla hala hiçbir şey hatırlayamadığımı anladım. Ne kim olduğumu ve nereden geldiğimi, ne de başıma neler geldiğini hatırlayabildim. Yine yalnızca o kalın ve bulanık sis perdesi.. Tekrar doğruldum.. Bu sefer ağrı biraz daha hafif, katlanılacak gibiydi. Nabzım şakaklarımda atmaya başladı. Parmaklarımla şakaklarımı ovdum bir süre. Ağrı diner gibi oldu. Ayağa kalktım. Kamaranın içi boştu. Ne bir masa ne sandalye.. Yalnızca iki kişilik bir ranza ve küçük, yuvarlak bir pencere. Camdan dışarı bir göz attım. Tüm görebildiğim küçük, gri dalgaların beyaz köpükleri ve ufkun üstünde göğü kaplayan parçalı, gri bulutlardı.. Kapıyı açıp dışarı çıktım. Kurtarıcılarımla tanışma vakti gelmişti. III- Karşılama Güverteye çıktığımda tayfalar beni gördüler. Sonra çok şaşırtıcı bir şey oldu. Sanki korkunç bir şey görmüş gibi benden uzaklaştı hepsi. İşi gücü bırakıp benden kaçtılar. Yüzleri bembeyaz oldu. Güverteyi yıkayan miço kovayı ve bezi bir kenara fırlatıp koşarak geminin baş kısmına doğru kaçtı. Belli bir uzaklığa geldikten sonra birtakım sandıkların arkasına saklanıp saklandığı yerden korkuyla bana baktı. Genç adamın gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Sanırım tayfalar askerdi. Geminin de silahlı olduğu görülüyordu. İskele ve sancakta simsiyah toplar vardı. Yalnız bunlar hatırladığım kadarıyla artık pek kullanılmayan eski model silahlardı. İsmimi hatırlayamıyorsam da bu tip şeyleri hala hatırlayabiliyordum. Bilgi hala yerindeydi. Anladığım kadarıyla bu gemi oldukça eski bir gemiydi. Birinin “Kaptan! Kaptan!” diye bağırdığını duydum. Kaptan köşkü arkamda kalıyordu. Dönüp o yöne baktım. Yukarda bir kapı açıldı. Geminin kaptanı bu kapıdan dışarı çıktı. Adam bana bakıyordu. Bu uzaklıktan seçmek kolay olmasa da, fikrim, o benden pek korkmamıştı. Gözlerinde bir korku ifadesinden eser yok. Yalnızca kaşlar çatılı, gözleri öfkeyle dolu. “Getirin onu!” diye gürledi. Tayfaların böyle bir şey yapmaya hiç niyeti yoktu. Kaptan eliyle içlerinden ikisini işaret etmek zorunda kaldı: “Sen, sen..” İki tayfa istemeye istemeye bana doğru sokuldular. Kaşlarım hafifçe çatılı, yüzlerine bakıyordum. Şaşkındım. Benden böyle korkmalarınn nedeni ne olabilirdi? “Tamam. Tamam. Geliyorum. Sorun yok, çocuklar. Sorun yok.” Sesimi duyunca ikisi birden irkildi. Gergin yüz hatlarındaysa herhangi bir rahatlama olmadı. Yalnızca önümde iki yana çekilip bana yol verdiler. Aralarından yürüdüm. Çekingen adımlarla peşimden geldiklern duyuyordum. Korkmalarına rağmen peşimden geliyorlardı. Sanırım kaptanın emrine karşı çıkmış olmaktan çekiniyorlardı. Peşimden geldiler. Demirdi. Her şey demirdi. Merdivenlerden çıktık. Kaptan köşkünün kapısı ardına kadar açıktı. Bu kapıdan girerken biraz tedirgin oldum. Burada da geminin tamamını kaplayan o aynı buz gibi, kasvetli hava vardı. Kaptan beni gördüğü zaman.. Katiyen gülümsemedi! Hatta zaten çatılı olan kara kaşlarının biraz daha çatıldığını gördüm. Konuk ağırlamaktan hoşlanmadığı belliydi. Bana kendini tanıtmadı. Gemisinin ismini söylemedi. Hiçbir soru da sormadı. Bu, bir bakıma sevindirici bir şeydi. Zira hafızamı kaybetmiş olmaktan nedense utanıyordum. Sanki benim hatammış gibi. Öte yandan tanışma faslını es geçmemiz bu geminin adı ve konumu hakkında sorular sorma hevesimi de kursağımda bırakmıştı. Böyle askeri bir gemide, üstelik bu şekilde soğuk karşılanmışken, henüz soru soracak cesaretim yoktu. Kaptanın pek öyle nezaket meraklısı bir insan olmadığı anlaşılıyordu. Aslında belki de bunda adamın bir suçu yoktu. Tayfalarının benden nasıl korktuğunu görmüştüm. Kaptanın gözlerine biraz daha dikkatli bakınca aslında onun da benden korktuğunu anladım. Öfkeli bakışları daha derinlerdeki bir korkuyu gizlemekteydi. Korkusunu hafifletmek ve bu geminin sırrını öğrenebilmek için, onların aksine ben, konuşurken sevecen ve elimden geldiğince de kibar olmaya çalıştım: “Kaptan! Her şeyden önce beni geminize alarak hayatımı kurtardığınız için size şükranlarımı sunarım. Eğer yetişmeseydiniz herhalde çoktan denizin dibini boylamış olurdum! Size herhangi bir şekilde daha fazla zahmet vermeye ve yük olmaya ne hakkım var, ne de buna niyetim. İlk limanda beni otoritelere teslim edebilirsiniz. Ben....” “Zaten yapılacak olan da o!” Sesi soğuk ve güçlüydü. Gözlerindeki ifade yumuşamamıştı bile. Ve hala benden korkuyordu. Bu gidişle hiçbir yere varamayacaktık. Bazı soruların sorulması gerekiyordu. Ben de işte tam olarak bunu yapmaya niyetliydim: “Kaptan.. Tayfalarınız benden korkuyor. Bunu gözlerinde gördüm. Ve sanırım sizinkilerde de.. Buna bir anlam veremiyorum. Yani.. Ben bir kazazedeyim. Bir kazazede! Hepsi bu! Kimseyi öldürmedim ki! Açık konuşalım: Aslında birini öldürüp öldürmediğimi dahi bilmiyorum. Çünkü hafızamı kaybettim. Ne adımı hatırlayabiliyorum, ne de kim olduğumu. Fakat bu durumun korkutması gereken biri varsa o da benim herhalde, siz değil!” Adamın gözlerindeki öfkeye ve korkuya şimdi bir parça da şaşkın ve şüphe dolu bir bakış eklenmişti. Sözümü şöyle bitirdim: “Artık benden niçin böyle korktuğunuzu anlatacak mısınız? Ve de kim olduğunuzu..” Kaptan bir süre kararsız kaldı. En sonunda konuşmaya karar verdiği zamansa, söylediği sözler büyük bir şaşkınlık duymama neden oldu. Kelimelerin üstüne basa basa şunu söyledi: “Sen biraz tuhafsın!” Adamın sesi bu kez daha hafif, endişeli ve tedirgindi. Kelimeleri dikkatle seçtiğini anladım. Fakat ne demek oluyordu bu? Tuhaftım demek! Tuhaftım! “Ne anlama geliyor bu? Biraz daha açar mısınız?” Kaptan yine temkinliydi, fakat yüz hatlarında ve bakışlarında belirgin bir rahatlama olduğunu farketmiştim. “Seni bulduğumuzda.. Sen.. Sen.. Ölüydün!” Şaşkınlıkla irkildim. Adamın sözleri beni hayrete düşürmüştü. Kaptan bana aldırmadan konuşmaya devam etti: “Yani.. Ölüden hiç farkın yoktu.. Ve şimdi şu haline bak: Bembeyaz bir surat.. Bir ölüden daha beyaz.. Ben.. Ben..” İşte o zaman adamın benden aslında ne kadar çok korktuğunu anladım. Gözleri korkuyla doldu. Adam herhalde bir ölüyle konuştuğu gibi bir sanıya kapılmıştı. Adam alelacele lafı değiştirdi ve benimle ilgili sözlerine bir son verip asıl niyetinin ne olduğunu açıklamaya koyuldu: “Her neyse, beyefendi! Benim bu tip şeylere ayıracak zamanım yok. Onun için sadede gelelim. Bizim bu gemiyle yaptığımız seyahat çok mühim bir görevi yerine getirmek içindir. Bu görev, hem büyük ülkemiz hem de Dünya’nın geriye kalanı için çok büyük bir önem arz etmekte. Kutsal görevimizi tamamlamamıza hiçbir şey, ama hiçbir şey mani olamaz. Bizi hiç kimse ya da hiçbir şey yolumuzdan alıkoyamaz! Dünya barışı için ve gelecek için tüm bunlar.. Yüce vatanımız için. İşte bu yüzden sizinle kaybedecek zamanım yok. İster bir kazazede olun, ister sulardan çıkıp gelmiş lanetli bir ruh: Farketmez! Sizinle ne yapacağımız belli. Yakınlarda küçük bir ada var. Yanınıza size uzunca bir süre yetecek erzağı da verip sizi bu adaya bırakacağız. Bu adaya su almak için sık sık gemiler uğrar. Kurtulursunuz.” Kaptan bir an duraksadı. Sonra konuşmasını sürdürdü: “Sizden korktuğumu söylüyorsunuz. Bu doğru. Fakat bizim yerimizde siz olsaydınız ve denizlerin nasıl korkunç esrarlarla ve ne gibi inanılmaz ve tehlikeli sırlarla dolu olduğunu bizim gibi siz de bilseydiniz siz de böyle korkardınız. Ve bu.. Bu yüzünüz.. Soluk ve parlak.. Ve.. Ve bu.. Bu..” Adamın gırtlağından garip bir ses geldi.. Biraz çığlık biraz da yutkunmaydı bu. Bakışlarını izleyip onun baktığı yere baktım. Sol elim saydamlaşmış, adeta görünmez olmuştu. Beyaz, tül gibi sisli bir havanın ardında kayboluyordu. Kaptan, bir hayaletle konuştuğunu birdenbire anlayan bir ölümlü gibi geriledi. Boğuk boğuk haykırdı: “Götürün şunu buradan! Götürün! GÖTÜRÜN ŞU İBLİSİ!” Tayfalar her şeyi unutup üzerime çullandılar. İpler ve tahta. Beni bağlarken gözleri duydukları korkunç şüphenin verdiği dehşetle doluydu: İpler bu Dünya dışı yaratığı, bu lanetli ölüyü, bu hayaleti bağlı tutabilir miydi? Esir alabilir miydi? Tenine dokunur muydu? Elbet dokundu. Ben de dehşet içindeydim. O korkunç şüphe tüm benliğimi sarmıştı. Ölü müydüm ben? Lanetli miydim? Korkmakta haklı mıydılar? Kollarımın gün ışığında nasıl kaybolduğunu ben de kendi gözlerimle görmüştüm. Sandala bindirildim. Daha doğrusu beni bir çuval gibi sandala attılar. Her yanım yara bere içinde kaldı. Fakat bayılmamıştım. İki tayfa sandala atladı. Adamların ikisi de korkularından tir tir titremekteydiler. Fakat ne çare: Kaptanın emri! Kürek çektiler.. Kürek çektiler.. Adaya vardık. Beni yine bir çuval gibi kumsala atıverdiler. Bir sandık dolusu erzağı da kumsala bıraktıklarını şaşkınlıkla gördüm. Belki de kaptan bu lanetli ruhun haline acımıştı. Fakat ölüler yemek yer miydi? Daha sonra onların bu sandığı bir çeşit rüşvet, bir tanrıya bir sunu, bir adak, bir affedilme bedeli olarak bana verdiğini anlayacaktım. Anlaşılan kaptan ve tayfası gazabımdan korkmuşlardı. Tayfalardan biri bir bıçakla beni bağlayan ipi kesti. Zavallı adam korkudan titrediği için bunu yapması pek de öyle kolay olmadı. En sonunda ipi kesmeyi başardığında ellerini tiksintiyle benden uzaklaştırdı. Bıçağı yere atıp sandala bindi. İki adam kürek çekerek uzaklaştılar. Burası ıssız bir adaydı. Sahilden uzakta büyük ağaçlıklar vardı. Adanın kumu sarıydı. Gökyüzü hala o kapkara bulutlarla, denizin yüzeyi de bembeyaz bir sisle kaplıydı. Gemi uzakta, sislerin ardında kıpırtısızdı. Geçirdiğim şokun etkisiyle yarı bilinçsiz doğruldum. Geminin kıyıdan açıkta demir aldığını gördüm. Tayfalar gemiye ulaştı. Gemidekiler sandalı yukarı çektiler. Geminin adını okumaya çalıştım. Nedense içimden böyle gelmişti. Halbuki artık bunun benim için bir önemi yoktu. Hiçbir şeyin önemi yoktu. Ya da ben öyle sanıyordum. Fakat en sonunda geminin önündeki sis bir an için yarılıp, gün ışığı geminin önüne bir an vurunca işin aslını kavradım. Birden her şeyi anladım. Geminin adını okumuştum. Demir alıp bu sahilden ayrıldı ONLAR. Kapkaranlık bulutlar da onlarla gitti. Birkaç dakika içinde tüm sis dağıldı. Güneş açtı. Gözün görebildiği yere kadar uzanan denizse masmavi oldu. Hafif bir meltem vardı. Geminin adını okudum. Kendi gözlerimle gördüm. Teknenin iskele başında beyaz ve büyük harflerle ERTUĞRUL yazıyordu. IV- Son Sözler Onlar hala oradalar. Ve de bir görevleri var. Ölü kaptan ve tayfası o lanetli yolculuğu hala sürdürüyor. Bir konuda yanılıyorlardı. Ölü olan ben değildim. Kendileriydiler. O gün güvertede niçin öyle görünmez olduğumu sanırım biliyorum. Niçin benden korktuklarını da.. Orası başka bir dünyaydı. Ve ben o dünyaya ait değildim. Lanetli ruhların da bu Dünya’ya ait olamayacağı gibi. Ben Ertuğrul’a ait değildim. Orada bir yabancıydım. Dedikleri doğru çıktı. Su almak için o ıssız, küçük adaya yanaşan bir gemi beni kurtardı. Fakat beni kurtaran aslında onlardı. Bunu niçin yaptıklarını bilemiyorum. Belki benim de onlar gibi boğularak ölmeme gönülleri razı olmamıştı. Ya da damarlarımda onlarınkiyle aynı kanın aktığını hissetmişlerdi. Bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da bugün hayatta olduğum. Ve onların o gemide var olmayı sürdürdükleri. Onların bir görevi var. Asla tamamlayamayacakları bir görev. O büyük ülke için.. O büyük, esrarlı ülke.. Neden bu düşünce benim, kendimi suçlu hissetmeme neden oluyor? Neden? Bilemiyorum. Benimle birlikte adaya bıraktıkları erzağı inceletecektim. İpleri ve tahtayı da.. Fakat esrarlı bir şekilde ben İstanbul’a dönerken bagajda kayboldular.. Bir daha da izlerine rastlayamadım. ONLAR hala orada. Denizler üzerindeki lanetli yolculuklarını sürdürüyorlar. Geminin etrafı kalın, esrarlı bir sisle kaplı. Kaptan sinirli bir adam. Önemli bir görevi var. Kutsal görevini tamamlamasına hiçbir şey mani olamaz. Hiçbir şey ama hiçbir şey! Hatta ölüm bile olsa.. METEORDA UYANAN ÇOCUK Önce bunu rüya sandı. Uzayın soluk ışığı taş kütleyi aydınlatıyor. Simsiyah, sonsuz boşluğun içinde beyaz yıldızlar ve renkli galaksiler var. Fakat hiçbir şey aslında olması gerektiği gibi değil. Burada hiç hava olmaması gerekirdi. Halbuki çocuk rahatça nefes alıp veriyordu. Sonra bu yıldız kümeleri.. Birçoğu rengarenkti. Halbuki güneş sisteminde böyle renkli yıldızlar çıplak gözle görülmezdi. Tabi güneş sistemiyse bu. Çocuk bir rüya gördüğünü sandığı için önce pek fazla endişelenmedi. Ayağa kalktı. Rahatça nefes alıyor. Veriyor. Alıyor. Veriyor. Al. Ver. Al. Ver. Al.. Sonra o güneşi gördü. Kırmızı dev, inanılmaz, apayrı bir evren gibi ışıl ışıl parlıyordu. Dev güneşin sıcaklığı meteordan duyuluyordu. Dev taş kütle bu yıldızın yörüngesinde yol alıyor. Çocuk hayranlıkla bu büyük, bu devasa yıldıza baktı. Sonra başını çevirip bakışlarıyla diğer yönlerdeki yıldızları araştırdı. Büyülenmişti. Mavi, yeşil, kırmızı, mor ve lacivert yıldızların kalabalığı göz alabildiğine uzanıyor, renkli yıldız kümeleri ve büyük gaz bulutları korkunç, aralıksız bir döngü içinde deviniyordu. Dairesel hareketlerle ivmelenen meteorlar bir anda ortaya çıkıp bir anda kayboluyorlardı. Meteor yağmuru ve pulsar. Kozmik ışıklar ve ateş! Bu sürekli akış, bu cümbüş, sanki hayatın ve var olmanın bir kutlaması gibiydi. Çocuk büyülenmişti. Gözlerinin önündeki bu kutsal ve sessiz hülyayı ağzı açık seyrediyordu. Birden acıyla irkildi. Başına bir şey çarpmıştı. Parçalanan bir meteordan geriye kalan küçücük bir zerre. Elini saçlarının arasına götürdü. Başı kanıyordu. Bu kan! Gözleri büyük açıldı. Demek ki rüya değil bu! Peki, öyleyse? Korkuyla sarsıldı çocuk. Evrenin derinliklerinde, bir meteorun üstünde, Dünya’dan binlerce ışık yılı uzakta, yapayalnız uyanmıştı. Bu bir rüya değildi. Onun yerine, olabilecek en korkunç YALNIZLIKLARDAN biriydi.. Dünya çok uzaklardaydı. Işık bir saniyede üç yüz bin kilometreden daha fazla yol alır. Bir ışık yılı ışığın bu süratle giderek bir yılda aldığı yoldur. Çocuğun bir meteorun üzerinde, içinde yol aldığı galaksi Dünya’dan milyonlarca ışık yılı uzaktaydı. Bilinmeyen bir nedenden dolayı çocuk bu büyük taş kütlesinin üzerinde uyanmıştı ve açıklanamayan bir şekilde hayatta kalıyordu. Ne radyasyon ne havasızlık ne de başka bir şey sorun olmuyordu. Yalnızca sıcaklık biraz yüksek sayılabilirdi. Fakat insanların hayatta kalabileceği sıcaklıkların bütün olası sıcaklıkları gösteren bir çizelgede yalnızca küçücük bir aralığı işgal edeceği düşünüldüğünde bunun da ne kadar inanılmaz bir şey olduğu anlaşılıyordu. Çocuk bir adım attı. Ellerini iki yana açmıştı. Böylelikle, aklınca, herhangi bir sarsıntıda yere yuvarlanmamak için önlem almış oluyordu. Bir adım daha attı. Kolları açık.. Yer çekimi burada Dünya’dakinin aynıydı. Renkli güneşler ve gölgeli göktaşları çevresini dolduruyordu. Biraz önce çocuğu büyüleyen bu manzara şimdi onu korkutuyordu. Işık oyunları ve yıldızların o büyük kalabalığı içinde korkunç bir yalnızlık duymasına yol açtı. Gözlerini kapadı. Çömeldi, ellerini yere koydu ve oturdu. Başını ellerinin arasına alırken gözleri hala kapalı. Hafifçe titriyor. Korkmuş. Gözünü açtı. Burada böyle durmanın kimseye bir faydası yok. Tekrar ayağa kalktı. Meteorun üzerinde dolaşıp etrafı araştırmaya karar verdi. Yürümeye başladı. Ne bir bitki, ne biraz su, ne de bir kum tanesi vardı. Aslında tuhaftır, çocuk hiç açlık hissetmiyordu. Susamış da değildi. Canı su çekmiyordu. Sanki yemeye içmeye ihtiyacı yok gibiydi. Fakat buradaki bu yalnızlık. Açlık duymasa bile bu yalnızlık onu öldürebilirdi. İnsan insanı arıyor. Dünyadaki açlık sorununu çözdüğümüz gün, biz de bu yalnızlıkla sarsılıp başımızı ellerimizin arasına alacağız. Güneş DOĞMUYOR. Sabah OLMUYOR. Burada akşam, sabah YOK. Gün YOK. Güneş YOK. Yalnızca yıldızlar var.. Yalnızca rüzgar.. Yanında başka bir insanın gölgesi yoksa, bu devasa hayat ışığı hiçbir şeye çare değil. Çocuk açlık hissetmiyor. Ama yine de aç, o! Yine de susuz. Metorun üzerinde yaptığı araştırma sonuçsuz kaldı. Fen derslerinde öğrendiği şeyleri hatırlamaya çalıştı. Bunun bir faydası yoktu. Burada olan hiçbir şey bilimin gerçeklerine uymuyor. Uyumsuz. Yanlış. Yıldızların devinimi ve meteor ‘uygun’ belki. Fakat burada hiç hava olmamalıydı. Saçlarını dalgalandıran bu hafif rüzgar.. Burada bir insanın hayatta kalması mümkün olmamalıydı. Hava olsa bile, kozmik ışıklar, radyasyon ve yakındaki yıldızların sıcaklığı savunmasız, küçük bedenini anında kavurmalı, küle çevirmeliydi. Sıcaklık, basınç ve çekim.. Hiçbiri olması gerektiği gibi değil. Hepsi yanlış. Ve hatalı. Çocuk bu bilmeceyi çözebileceğine dair umutlarını yitiriyordu. Evine bir daha asla dönemeyeceğinden korktu. Artık gerçeği anlamıştı: Bu kesinlikle bir rüya değildi. Eğer burada kalacaksa ve bu hep böyle olacaksa.. Bunun yerine ölmeyi tercih ederdi! Acıkmak hiç sorun değil. Susamak da öyle.. Fakat burada böyle, kimsesiz. Nefes alıp vermeye mi diyorlardı ‘yaşamak’ diye? Yoksa başka bir şey miydi? Burada bu yalnızlık onu öldürmese bile, çıldırtacaktı. Okulda öğrettikleri ve ansiklopedilerde okuduğu kara delikleri anımsadı. Keşke burada da olsaydı onlardan biri! Onu içine çekseydi! Bu gri, dev meteoru.. Bu kırmızı, dev güneşi.. Her şeyi ama her şeyi.. Işığı, maddeyi, tozu.. Maddeyi, tozu, zamanı.. Tozu, zamanı, çocuğu.. Çocuğu.. Yalnızlığını.. Bir nefes aldı. Bir nefes daha. Sonra bir nefes.. Bir daha.. Çaresi yok. Değişmiyor. Ne bir kıpırtı.. Ne de bir gölge.. Bir ses, bir dokunuş, biri.. Hiç kimsecikler yok burada. Burada yalnız, yalnızlık.. Gözleri doldu. Dünya’daki hayatı düşündü. Annesizliğini, babasızlığını ve kardeşsizliğini.. Bir yetimhanede kalıyordu. Oradaki arkadaşlarını düşündü. Okulu.. Öğretmenini.. Oradaki yalnızlığını.. Dünya’daki yalnızlığı buradakine tercih ederdi. Açlığı tercih ederdi. Dünya’daki açlığı, ölümleri, işkenceyi tercih ederdi.. Umudu tercih ederdi! Umudu tercih ederdi! Burada umut yok. Yere diz çöktü. Başını yine ellerinin arasına aldı. Karanlığın içinde hüngür hüngür ağlamaya başladı. Gözyaşları bu zemini ıslatan ilk şey oldular. İNSANLAR Bir erkek aslan bir göl kıyısında uyukluyordu. Yalnız yaşayan, büyük, yaşlı bir aslandı bu. Biraz önce avlanıp karnını doyurmuştu. Güneşin sıcak ışığı sapsarı, gür yelesini ısıtıyordu. Esnedi. Ağzını açtığı zaman upuzun, sipsivri dişleri ortaya çıktı. Hayatından memnundu. İnsanlar sinsice ona doğru yaklaştılar. Beş genç erkek, iki kadın ve bir çocuk.. Hepsi de çırılçıplaktı. Ellerinde ne bir silah ne de başka bir şey vardı. Yalnızca çıplak elleri.. Çalıların arasından koşarak saldırıya geçtiler. Erkekler önde, iki kadın biraz arkada.. Çocuk da yürüyerek onların peşinden gitti. Zavallı, ihtiyar aslan neye uğradığını şaşırdı. Pençeleri ve dişleriyle karşı koymaya çalıştıysa da bu vahşi sürüye karşı hiçbir şansı yoktu. İnsanlar dişleri, tırnakları ve kaslı kollarıyla aslana saldırmış onu yumrukluyor, tekmeliyor, vahşice ısırıyorlardı. Gözlerinde kana susamış, kan dökmek isteyen, anlamsız bir bakış vardı. Kadınlardan biri aslanın gözlerini oydu. Bir adam hayvanın sağ ön bacağını kırdı. Bir diğeri burun deliklerini parçaladı. Yelesini yoldular. Pençeleri söküldü. Altı metrelik bir timsah güneşin altında kıpırtısız uzanıyordu. Onu orada öyle görseniz bir timsah değil de büyük, devrilmiş bir kütük olduğunu sanabilirdiniz. Bu timsah açtı. Nehirden geçmesi muhtemel bir zebra sürüsünü pusuda beklemekteydi. Zebralardan birini yakalayıp suda boğduktan sonra çiğ etini parçalayıp mideye indirecekti. İnsanlar sessizce geldi. Güneşin altında temkinli ilerliyorlardı. Yerdeki gölgelerinin kolları iki yana açılmıştı. Bu gölgeler sarı kumda dikkatle ilerliyordu. Her adımda bacakları dizlerden kırılıyordu. Bir sağ kol önde, bir sol kol.. Bir sağ, bir sol.. Sokuldular. Ağaçların gölgesinde koşarak saldırıya geçtiler. Erkekler önde, iki kadın biraz arkada.. Çocuk da yürüyerek onların peşinden gitti. Timsah genç, kuvvetli ve diriydi. Açtı.. Fakat bu özellikleri hiçbir işine yaramadı. İnsanlar daha vahşiydi. Önce timsahın gözlerini oydular. Genç erkeklerin ikisi timsahın ağzını kapalı tutmak için uğraşırken, bir tanesi de hayvanın uzun ve kaslı kuyruğuna sarılmıştı. Geriye kalanlar hayvanın başını tekmeleye tekmeleye onu öldürdüler. İnsanlar hırslarını alamamış vurmaya devam ediyordu. Halbuki timsah çoktan ölmüştü. Büyük gri fil yalnızdı. Sivri, uzun iki dişi güneşin altında pırıl pırıl parlıyordu. Güneşin sıcaklığı hayvanı bunaltmıştı. Serinleyebileceği bir su birikintisi arıyordu. Ağır ağır yürümekteydi. Heybetli gövdesinin ağırlığı attığı her adımda yerin biraz sarsılmasına neden oluyordu. Hortumu uzun ve kaslıydı. Birdenbire bir insan sürüsü saklandığı yerden fırlayıp koşarak file saldırdı. Erkekler önde, iki kadın biraz arkada.. Çocuk da yürüyerek onların peşinden geldi. Genç erkekler yerden sıçrayıp filin üzerine çıktılar. Bir tanesi hayvanı hortumundan yakaladı. Zaten güneşin altında saatlerdir yürümekte olan yorgun fili uzunca bir uğraştan sonra yere devirmeyi başardılar. Hayvan büyük, kalın bir ağaç kütüğünün yanından geçerken iki erkek diğer taraftan onu iterek yere yıkılmasını sağladı. Büyük gövde yere çarptığında tok bir ses duyuldu. Tozlar havaya kalktı. Gözlerini oydular. Dişlerinden yakalayıp bu uzun, kalın, parlak, beyaz dişleri kırdılar. Kuyruğunu kopardılar. Kafasına vura vura hayvanın canını aldılar. Köpekbalığı saldırıya hiç hazırlıklı değildi. Hayvan çok açtı. Suda bulduğu her şeyi büyük bir iştahla yutuyor, fakat küçük balıklar ve sudaki insan pisliği ona kafi gelmiyordu. Daha büyük, daha doyurucu bir av bulmak zorundaydı. Sonunda av onu buldu. O sırada sığ sularda yüzmekteydi. Birden burnunda korkunç bir acı duydu. Bir şey korkunç bir hızla burnuna çarpmıştı. Başka bir şey de gövdesini üst yüzgecinin önünden ve altından kavramıştı. Hareket edemiyordu. Boşa çırpındı. Gözlerini oydular. Yüzgeçleri parçalandı. Burun delikleri yırtıldı. Tekmelenip yumruklanarak öldürüldü. Bu Dünya’dan göçüp gitti. Kartalı avlamaları çok kolay oldu. Tüm mesele o kaçmadan, kanat çırpıp havalanmadan onu yakalayabilmekti. Bunu yapabilmek için hayvana sinsice arkadan sokuldular. Kartal hiçbir şeyden şüphelenmedi. Hiçbir şey hissetmedi. O sadece, yamacın dibindeki geniş ovaya ve birazdan geniş kanatlarıyla fethedeceği mavi, uçsuz bucaksız, berrak gökyüzüne bakıyor, bir av bulabilmek için gökleri ve otların arasını keskin gözleriyle araştırıyordu. Bacaklarından tuttular. Kanat çırptı ama faydasız. Havalanamıyordu. Bir el haince uzanıp boynunu kırıverdi kuşun. Tüylerini yolup, bacaklarını kopardılar. Onun da gözleri oyuldu. O çok uzakları gören, keskin, güzel gözlerini tırnaklarıyla oydular. Göz boşluklarından kan, iki ince çizgi halinde süzüldü. Kanlı gözyaşları gibi aktı. Boğa yılanı bir ağaçtan yere kaydı. Büyük bir hayvanı boğup tek lokmada midesine indirebilmek için süründü. Avını arıyordu o. İnsanlar nehrin yanından koşarak saldırdılar. Erkekler önde, iki kadın biraz arkada.. Çocuk da yürüyerek onların peşinden gitti. Yılan daha ne olduğunu anlayamadan kaslı bedeninin birileri tarafından yakalandığını hissetti. İki tane ince, sivri tırnaklı parmak gözlerine girdi. İnsanlar bu uzun, ağır, güçlü hayvanı kafasına vurarak değil, vücudunu iyice sıkıp, boğarak öldürmeyi tercih ettiler. Böylesi daha uygundu. Güneş doğuyor, boğa sessizce yürüyordu. Boynuzları sert ve sivri. Ağır, simsiyah, büyük ve genç bir boğa bu. Yenilmez bir hayvan. Adımları kendinden emin, adeta gururlu.. Yürüyor. Ufukta güneş doğuyor. İnsanlar bir anda orada bitiverdiler. Boğa hemen yere devrildi. Üç erkek, hayvanı boynuzlarından kavradı. İki kadın gözlerini oydu. Diğer erkekler genç boğanın boynunu kırdı. Bunu yapmak için epey bir çaba harcadılar. Sonunda hayvanı öldürmeyi başardıklarında içlerinden biri doğrulup elinin tersiyle alnının terini sildi. Havayı içine çekip, tek bir kere yüksek sesle nefes verdi. Sonra diğerleri gibi o da, hayvanın üzerine doğru eğildi. Boz ayı sakin ve toktu. Oldukça iri bir hayvandı bu. Pençeleri keskin, dişleri sivriydi. Esnedi. Gölgelerin içinden hayvana saldırıverdiler. Onu da kafasına vura vura öldürdü sürü. İçlerinden biri bile yaralanmadı. Tırnakları ve dişleriyle büyük ayıya saldırıp etlerini liğme liğme ettiler. Kürkünü yırtıp parçaladılar. Gözlerini çıkardılar. Dişlerini kırdılar. Fakat içlerinden biri bile hayvanın etini ısırıp yutmadı. Kanını da içmediler. Onlar yemek için değil, öldürmek için öldürüyordu. Zevk olsun diye. Keyiften. Küçük bir çocuk tek başına oynuyordu. Bir parkta. Öğleyin.. Sıcak. Tahterevalliyle salıncağın arasından koşarak geçtiler. Erkekler önde, iki kadın biraz arkada.. Sürüdeki çocuk da yürüyerek onların peşinden gitti. Çocuğu başına vurarak öldürdüler. Gözlerini oydular. Kulaklarını kopardılar. Küçük bedenini parçaladılar. Göğüs kafesini kırıp kalbini çıkardılar. Sürüdeki küçük çocuk, büyük bir keyif ve istekle akranının üzerine çullandı. Kardeşine saldırdı. Ve onu paramparça etti. Not: Bu hikaye eğer birgün yayınlanırsa, özellikle de son bölümünü sansürlemeyi düşünüyorum. Belki bu, hikayenin etkisini belli bir ölçüde azaltacaktır, ama.... Sanırım böylesi daha doğru. Yani, ben bile yazarken rahatsız oldum. AYNADA KAYBOLAN ADAM Mehmet Aksu o sabah yine çalar saatin sesiyle uyandı. Serin bir Eylül sabahıydı. Yorganı üstünden attı. Sabah serinliği içini titretti. Yatağında doğruldu. Karısı Tülin saatin sesine uyanmamıştı. O da karısını uyandırmaya kıyamadı. Tülin Hanım bir melek gibi uyuyordu. Ağzı hafifçe aralık ve yüzünde sonsuz bir huzur.. Mehmet Aksu yataktan çıktı. Ayaklarını yere bastı. Çıplak ayakları, terliklerini ya da halıyı değil de, buz gibi parkeyi bulmuştu. Midesi büzüldü, ayaklarını yerden kaldırdı. “Hay Allah..” El yordamıyla terliklerini bulup onları yatağın baş kısmına daha yakın bir yere koydu. Ayaklarıyla bu sefer terlikleri bulup giydi. Ayağa kalktı. Yürüdü. Banyoya girmeden önce pencereden dışarı baktı. İstanbul’un soğuk, gri kaldırımları henüz ıssızdı. İşe gitmek zorunda olmanın sıkıntısıyla içini çekti. Bugün de bir yenilik yok. O hep aynı eski hayat.. Memuriyete git. Evraklar. Fatura. Rüşvet. Bütün gün insanlarla uğraş. Kavga gürültü. Gürültü patırtı. Stres. Amirlerin yaptığı eziyeti çek. Sabahtan akşama kadar büroda canını çıkarsınlar. Akşam yorgun argın eve dön. Sonra da karıda bir surat. Karının suratını çek. Halbuki böyle uyurken melekten farkı yok Tülin’in. Bir bebek gibi masum. Mehmet Aksu’nun içinde, derinde, eski bir yerde, küllenmiş bir ateş yine yanacakmış gibi parladı. Sonra bir Eylül rüzgarı külleri savurdu. Toz etti. Haydi banyoya! Marş marş! Bir-kii, bir-kii.. İstemeye istemeye banyoya gitti.. Yüzünü yıka.. İlk çiş.. Traş.. Her zamanki sabah eziyeti.. Hayattan bıkmış. Uykusu var Mehmet Bey’in. Biraz uyumak istiyor. Bir gün de traş olmamak, işe gitmemek istiyor. Karısının dırdırını bugün çekmemek, karısıyla tartışmamak, onu üzmemek istiyor. Tülin’in yine o aşık olduğu kadın, yatakta uyuyan melek, hayallerdeki rüya kız olmasını istiyor. Yeni bir Dünya istiyor! Bu İstanbul, bu iş, bu ev.. Bunlar ona göre değil. O eskiden bu Dünya’ya maceralar yaşamaya, sevip sevilmeye gelmişti. Kahraman olacaktı o! Ünlü ve zengin biri, önemli biri olacaktı. Onun hayalleri vardı. Dünya’yı değiştirmesine yetecek kadar büyük bir gücün damarlarında dolaştığını, yüreğinde kabardığını, ruhunu doldurduğunu zannediyordu. Bu memuriyetten kısa süre sonra ayrılacak, kendisi, Tülin ve çocuklar için yepyeni, harika bir hayat kuracaktı. Onlar da onu sevip sayacak, hiç sözünden çıkmayacak, onun her dileğini yerine getireceklerdi. Fakat o zaten bu saygıyı hakediyor olacaktı. Hele şu memuriyetten ayrılıp işini bir kursun. Uygun bir fırsatın karşısına çıkmasını bekledi. O doğru anı.. Yirmi beş yıldan beri de beklemeyi sürdürüyor. Yeni bir Dünya istiyor! Sokaklardaki çamurun bir araba tarafından üstüne başına sıçratılmayacağı, otobüs kuyruklarında, otobüs ve dolmuşlarda sürünmeyeceği, hakettiği kadar para kazandığı için artık rüşvet almak zorunda kalmayacağı ve bu yüzden vicdanının sızlamayacağı bir Dünya. Belki de, rüşvet almak dışında hiçbir suç işlemediği ve karısı ve çocukları hiçbir suç işlemedikleri halde, kendisi ve ailesi adına polislerden korkmayacağı, yepyeni bir Dünya! Yine güneşin doğduğu.. Yine ayın çıktığı.. Yine kuşların dallarda neşeyle cıvıldaştığı.. Boğazın manzarasının yine aynı olduğu.. Yine en güzel, en kıymetli şehri İstanbul şehiri olan.. Yine bebeklerin doğup, aşıkların seviştiği.. Yepyeni, büyük bir Dünya! Mehmet Aksu sıkıntıyla sakalını sıvazladı. Ne de çabuk uzuyordu sakalı. Traş olmaya başladı. Aynada yine o bildik, sıkıntılı, bıkkın surat.. Her şeyden bıkmış.. Sevmediği şeylerden bıkmış. Yoksulluğundan, işinden, şehrin kapkara isinden.. Sevdiği şeylerden bıkmış. Karısından, çocuğundan, şu İstanbul şehirinden.. Hepsinden bıkmış.. Hepsinden! Traş olmayı bitirdi. Aynada yine aynı yüz. Değişen bir şey yok. Mavi gözleri sıkıntı, bıkkınlık ve uykusuzluktan yarı kapalı. Yüzü gölgeli.. Umutsuz. Kaybetmiş, bitirmiş, kaçık. Hiçbir çare yok. Gülümse. Bir kandırmaca da olsa bu, haydi, bir kere gülümse.. Gülümsediğini göreyim aynadaki şu sefilin.. Ne olur, bir kez gülümse! Bir tek kere, yalnız bir kez! Gülümse.. Yüzündeki pek sık kullanmadığı kasları biraz zorladı. Faydasız. Kuşkusuz iş yerinde Mehmet Bey gülümsüyordu. Fakat içten, sahici, samimi değildi bu gülümşeyişlerin hiçbiri. Öyle bir gülümseme tüm suratı aydınlatır, ışığı gözlerden taşar. Amirini sevmeyen, işini sevmeyen bir memurun gülümsemesiyse, göz çukurlarına bir damla bile ışık düşürmez. Suratına geçirdiği plastik bir maskedir yalnız. Mehmet Aksu’nun aynadaki görüntüsü gülümsemedi. ‘Komik bir şey yok ki güleyim! Mutlu da değilim ki ben.. Neye güleceğim? Bu hayatın kendine mi? Kasvetli, soğuk, karanlık.. Sabahları çıkıp işe gitmek zorundayım. Bunda gülünecek ne var? Çok mu komik sizce? Çok mu?’ Hayatın yorduğu adam yavaşça gözlerini kapadı. Artık sonuna gelmişti. Dayanacak gücü yoktu. Pes etmek üzereydi. Mutsuz.. Depresyondaydı. Umutsuz.. Gözlerini kapatıp Yeni Bir Dünya diledi. Kendisi ve ailesi için. Yepyeni, sıfır kilometre, başka, bambaşka bir Dünya! Gözünü açtı. Karşısındaki aynada görüntüsü kaybolmuştu! Bir an aynaya boş boş baktı. Sonra gözleri hayretle açıldı. Ne oldu? Ne oldu, bu.. Bu nasıl olur?! Bir gariplik daha vardı. Bunun ne olduğunu biraz daha sonra farketti. Dünya tersine dönmüştü! Aynen, bazen fotoğrafların gazetelere ters basıldığı gibi.. Şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı. Ne olduğunu anlaması için aradan birkaç dakika geçmesi gerekti. “Banyo yine aynı banyo.. Ben.. İşte şofben, işte halı, işte duş.. İşte klozet kapağı, işte diş fırçam.. İşte.. Aynada.. Aynada hepsi.. Ben.. Ne ol.. Ne oldu?. Ayna.. Ben.. Yani..” Mehmet Aksu aynanın öbür tarafına geçmişti. Gerçek Dünya’daki Mehmet Bey ise ortadan kaybolmuştu. Artık o tarafta adamın bir görüntüsü yoktu. O ise aynadaki kendi görüntüsü olmuştu. Bu kadar basit! Anladı.. Gözlerini tekrar kırpıştırıp aynaya baktı.. Belki de adamın dileği kabul olmuştu! Mehmet Aksu öylesine yorgun ve umutsuzdu ki bu olayın tuhaflığı ve inanılmazlığı onu pek etkilememişti. Hem.. İstanbulluydu o! Tuhaf ve inanılmaz olaylara zaten eskiden beri alışıktı! Dünya’nın en tuhaf, en inanılmaz şehrinde doğup büyümüştü. Bu kadarı Dünya’daki herkese yeter! Aynaya baktı. Büyük bir gülümseme ağır ağır ve sessizce adamın traşlı, yorgun yüzüne yayıldı. Üstelik, gözlerindeki bir ışık bu yorgun, bu yaşlı yüzün şimdi sanki daha genç, daha parlakmış gibi görünmesine neden oluyordu. Umudun ışığıydı bu. Banyonun kapısını açtı. Derin bir nefes aldı ve ağır, sessiz adımlarla umut dolu, ışıklı, yeni bir Dünya’ya yürüdü.. Banyodaki ayna hala aynı yerinde öylece asılı duruyordu. TOPRAK ADAM Eylül geldi. Kasaba şimdi daha ıssız, daha sakin. Yazlıkçıların ve turistlerin şehre dönmesinden sonra sahil yine eski haline döndü. Büyük, yüce ve unutkan denizin kıyısındaki taş ve kum kıpırtısız uzanıyor. Güzel bahar günleri geri gelmek üzere. Yapraklar dökülmeye çoktan başladı bile. Kuruyan dere yataklarına gökten ilk damlalar düştü. Denizin dalgaları yavaş yavaş yükseliyor. Kasaba sessiz, huzurlu. Bir tek yabancı bile yok. Böyle biz bize.. İhsan Bey rakısından bir yudum aldı. Sahildeki yazlığında tek başına oturuyor. Yazlık dense de evine, aslında bir yazlık değil bu. Artık değil.. Bu, kasabada sahile yapılan ilk evdir.. Yirmi yılı aşkın bir süredir İhsan Bey yaz kış bu evinde oturuyor. Artık o bir ‘kasabalı’. Yerli halktan biri. Sahil yolundan traktörle genç Hasan geçti. Köye gidiyor. İhsan Bey’i balkonunda otururken görünce elini kaldırıp gülümsedi. İhsan Bey delikanlının selamını rakı bardağına aldı. Sonra bir yudumda bunu mideye indirdi. Bir parça peynir kopardı. Bunu lokmaya çevirdi. Sonra bir parça da kavun. Rakı.. Su.. Rakı.. Su.. Rüzgar.. Güzel bir Eylül günü bu. Güzel bir bahar sabahı. Bağbozumu, yağmur, kasvet.. Koskoca bir hayatın muhasebesi yapılsın. Şimdi bunun zamanıdır. Başını çevirip baktı. Kızının resmi salonda, büfenin üstünde duruyor. Genç bir kızın üniversiteden mezun olduğu gün çektirdiği bir resim. Yanında bir resim daha: Üç kişilik bir ailenin resmi. Kızı, damadı, torunu.. Torununu görünce -onu her gördüğü zaman yaptığı gibisıcacık, dolu dolu gülümsedi. “Kerata! Özledim seni..” Deniz dümdüz uzanıyor. Evinin yirmi beş metre kadar önünde.. Deniz büyük ve yüce. Yüce ve hafızasız.. Huzurlu. Ah o büyük huzur! O depderin su! O huzur! “Şu dalgalar boğsa beni! Boğsa, silinsem.. Bu keder, bu Eylül günü.. Bu yalnızlığım.” Karısı Neriman on yıl önce toprak olmuştu. O da İhsan Bey gibi bir öğretmen emeklisiydi. Hayatları boyunca doğru bildiklerini söylemiş, doğru olduğunu düşündükleri şeyi yapmışlardı. Bunun sonucunda sürgünler, soruşturmalar, davalar.. Onca zulüm, onca acı, onca hakaret! Fakat değerdi.. Hepsine değerdi. Adam gibi adamlar yetiştirmiş olmanın verdiği iç huzuru.. Bayramlarda arayan bir iki eski öğrenci. Değerdi ki hem de nasıl! Ama artık Neriman yok. Kızı da bir hafta önce torununu alıp şehre, kocasının yanına döndü. Damat senelik iznini bu yazlıkta geçirmiş, iki hafta önce de işinin başına dönmüştü. Bir bankada çalışıyordu. İhsan Bey’in kızı Oya, bir hafta daha oğlu Mertle birlikte babasının evinde kaldıysa da en sonunda tabi onlar da ait oldukları yere, yani evlerine dönmüşlerdi. “Ne demek kızım, burası da sizin eviniz sayılır.” Tabi! Anlat anlatabilirsen bunu bu yeni yetmelere.. Aslında İhsan Bey de onlara hak veriyordu. Artık koca kadın olmuştu Oya. Bir evi, bir işi, bir ailesi vardı. Altına kaçıran o bebek, konuşmayı bilmeyen küçük kız, mazide, çok çok uzakta, yıldızlardan da uzakta, artık gidilmesi mümkün olmayan bir yerde kalmıştı. Ne yazık! Fakat işte buna diyorlar, hayat diye.. Şu rüzgar.. Şu kasabayı çeviren, şu yüce, şu koskoca dağ.. Şu deniz.. Sürülmüş tarlaların mis gibi kokusu burnuna geldi. Eylül camlardan sızıyor. Buğu, damlacıklar ve soğuk.. Rüzgarın tiz çığlıkları kapı pervazlarında. Hava iyice soğudu. Bir yazı daha geride bıraktık. İnsanlar O’nu da sever. Denize girmeyi, sıcağı.. Parlak güneşle beraber parlar çocukların yüzü. Okul tatili.. Bisiklet. Yine de bizi asıl büyüleyen, asıl kendine bağlayan şey, hüzün yüklü bulutları ve kasvetli havasıyla ‘sonbahar’ denen değil mi? En çok bu mevsimde şiir yazılır. İlkbahar ve yaz aşklarının acısı bu mevsim çekilir. Bu mevsimde gider kuşlar. Kuşlar, yapraklar.. Ve gelir yine, yalnızlık. Okul sıralarında üşür çocuklar. O ışıltılı günlerden eser kalmamıştır, yazık. Sınav heyecanı, hoca korkusu, sıkıntı.. İlk gençlik aşkları bu sıralarda yaşanır. Tren istasyonlarında, yapraksız ağaçlıklarda, beton duvarlarda aranır ilk sevgilinin yüzü.. Otobüs kuyrukları ve dükkanlar kalabalıktan geçilmez. Her şey acı vericidir, eğer aşıksan.. Eğer o yoksa.. Her şey yüreği acıtır: Akşamları ışıklı pazarlar, ışıklı manavlar ve kasap, şehrin soğuk kaldırımları, dolmuş kuyrukları, parklar.. Anlatmakla bitmez.. Şehir! Şehir anlatmakla bitmez. İhsan Bey’in gençlik aşkı biricik Nerimanıydı. O acıları o, ilk kezinde Neriman için çekmişti. Bir daha da hiç çekmedi. Neriman’ı sevdi o hep. Nerimanına tutuldu. Güneş ve ay istisnasız her yıl nasıl tutulduysa, o da her yıl Neriman’a aşık oldu bir kez daha. Hep onu sevdi. Hep. Ama artık Neriman yok. Aşk acısını İhsan Bey işte asıl şimdi çekiyor. Bu ev Neriman’ın evi. Bu karyola Neriman’ın. Bu masa, bu dolap, bu komodin.. Bu terlikler.. Neriman’ın. On sene oldu. On sene.. İsterse yirmi, otuz olsun. Bu acı hiç dinmeyecek. Küçük Mert de gitti şimdi. Küçük Oya, küçük Mert’i alıp götürdü.. Evine. Bir Eylül yalnızlığında kıvranıyor İhsan Bey. Bir yudum aldı rakıdan. Bir parça peynir. Kavun, su.. “Deniz beni çağırıyor.” İçinden böyle demek geldi: “Deniz beni çağırıyor.” “Gideyim öyleyse.” Rakıdan son yudumu alıp ağır ağır ayağa kalktı. Bardağı, rakı kadehini, peyniri, kavunu, su dolu sürahiyi ve boşalmış rakı şişesini mutfağa götürdü. Geldi.. Götürdü. Geldi.. Götürdü. Bitirdi. Islak bir el beziyle masayı bir defa sildi. Sonra hırkasını aldı. Dışarı çıkıp anahtarla kapıyı kilitledi. Bir defa. Issız sahil yolunda yürümeye başladı. Kimsecikler yok. Yüce dağ, bulutlar, deniz.. Hepsi kutsal bir bütünün, bir büyük Dev’in parçası.. Huzurlu, sakin bir bütün. Dalgalar dayanılmaz bir düzenle, ardarda ve kesintisiz, sahile vuruyor. Kumsalda çıplak ayak izleri var.. Dağ sessiz. Kasabanın batı ve güney yanlarını çevreliyor. Dağ sessiz, kocaman bir dev. Hakkında anlatılan acıklı aşk efsanesindeki kıza benziyor biraz. Boylu boyunca uzanmış. Karnında da bir çocuk var. Bulutlar yağmur yüklü. Hava rutubetli, ağır. Her an yağmur yağabilir. Toprak da hevesli zaten. Açılmış, kabarmış bekliyor. Bacakların’ açmış bekliyor. İhsan Bey sahil yolunda hiç kimseye rastlamadı. Henüz çok erken. Bütün dükkanlar kapalı. Köyler uzakta. Kimse yok. Bir Allah’ın kulu bile.. “Şöyle tarlalara doğru bir uzanalım bakalım.” İhsan Bey öyle de yaptı. Geniş, düzgün, parke yolda doğuya doğru yürüdü. Güneşin doğduğu yere. Yol boyunca yine kimseye, hiç kimseye rastlamadı. Güneşin sıcak ışığı depderin bir sessizliği sarıya boyamaktaydı. Toprak ağırbaşlı ve genç. Aydınlık yollarda güneş, bir ayrık otu istilasını aydınlatıyor. Yaban ayrık otu kaplı. “Tamam.” diye düşündü. “İşte burası.” Kimsesiz, yeni sürülmüş bir tarlaya adım attı. İn cin top oynuyor burada. Toprak suya aç, bakir. Şehvetle kabarmış. Uzunca bir süre orada öylece durup toprağa baktı. Sanki deli toprağın göğsü kalkıp kalkıp iniyor. Sanki nefes alıyor dev. Sanki hayatta. Hipnotize olmuş gibi uzunca bir süre seyretti. Sonra İhsan Bey, tarlanın ortasına kadar yürüdü. Kollarını havaya kaldırdı. Başını kaldırıp, yavaş yavaş toprağı ısıtmaya başlayan güneşe baktı. Gözlerini yumdu sonra. Güzel bir hayat sürmüştü. Sıkıntı ve acıyla dolu, sefalet çektiren bir hayat. Fakat bir ‘eşi’ vardı onun. Bir hayat arkadaşı.. Bir yoldaşı, bir sırdaşı.. Bir insan.. Sevdiği tek sevgili.. Aşık olduğu, yıllarını birlikte geçirdiği, birlikte ağlayıp birlikte güldüğü ve o ölünce onunla birlikte öldüğü sevgili, biricik eşi.. Artık bu Dünya’da yapacak başka işi kalmamıştı. Kollarını havaya kaldırdı ve.. Toprak oldu İhsan Bey. Kimsenin onu görmediği bir anda toprak oldu ve döküldü. Eylül yağmuru başladı.... CADI (DATURA) Kasabanın doğusunda, karanlık, sisli ormanın içinde tiz bir çığlık yankılandı. Bardaki erkekler dışarı çıkıp ormana doğru baktılar. İçlerinden bazıları çığlığın geldiği yöne doğru koşmaya başladı. Gençlikleri ve içtikleri bira bunu yapacak cesareti onlara vermişti. Koyu karanlık, rutubetli, tekin olmayan gecede ıssız ormana daldılar. Bir kadın yerde baygın yatıyordu. Kadının niçin bayıldığı bir bakışta anlaşılıyordu. Ormanda bir şey bulmuştu. Kanlı bir ağaç gövdesinin önünde, yerde kımıltısız yatan bir şey. Bu şeyi gördüklerinde, ormana koşarak gelen cesur erkeklerden biri kendinden geçip yere yığıldı. İçlerinden bir tanesi elleriyle yüzünü örttü. Bir diğeri bir ağaç gövdesine tutunup yere doğru eğildi ve zemini kaplayan ölü sonbahar yapraklarının üzerine kustu. Hepsi dehşete düşmüştü. Ne yapmaları gerektiğini bilemiyorlardı. Gecenin içinde bir puhu kuşu birdenbire öttü ve hepsi korkuyla irkildi. Buldukları şey bir bebek cesediydi. Vahşice öldürülmüştü. Katil, yavrunun ölü bedenine hiç saygı göstermemişti. Berbat etmişti ölüyü. Sivri ağaç dalları ve diğer şeyler.. Ağacın gövdesinde bazı deri parçaları vardı. Kasaba halkı ertesi gün kasaba meydanında büyük bir toplantı düzenledi. Bebeği öldüren bu zalim, bu gaddar, bu barbar katil derhal yakalanmalı ve işkenceler yapılarak, yakılarak öldürülmeliydi. Fakat suçluyu nasıl bulacaklardı? Kimsenin bir fikri yoktu. Şimdilik, her gece kasabanın çevresinde nöbet tutulması, araştırmayı yürütmek için başkanlığını hakimle rahibin birlikte yürüteceği bir komite kurulması ve kadınlarla çocukların belli bir saatten sonra tek başlarına sokağa çıkmalarının yasaklanmasında karar kılındı. Belediye başkanı ateşli bir konuşma yaptı. Kurbanın ailesi intikam istiyordu. Bebeğin annesi üzüntüsünden hasta olmuş, yataklara düşmüştü. Bebeğin babasının saçları bir gecede ağarmıştı. Küçük oğlunun ölü, parçalanmış bedenini ayık kafayla görmüştü adam. İntikam istiyordu. Kan istiyordu. İkinci bebek ilkinin bulunduğu günden bir hafta sonra kayboldu. Kaybolan, nalbantın iki aylık torunuydu. Biri öğle vakti adamın evine girip çocuğu kaçırmıştı. Küçük kızın annesi o sırada su almak için kuyunun başına gitmişti. Döndüğünde beşik boştu. Çocuğun cesedini sekiz ayrı yerde buldular: Kilise, bir ahır, meyhanenin kapısının önü, belediye binasının önü ve orman. Parçalar farklı günlerde bulundu. Katil hergün bir parçayı kasabadaki belirli bir noktaya bırakıyordu. İnsanlar korku ve paranoya içinde yaşamaya başlamışlardı. Her an her yerde karşılarına zavallı bir küçüğün bedeninden arta kalan kanlı bir et parçası çıkabilirdi. Çoğu bu yüzden korkunç kabuslar gördü. Artık bu gidişe bir son verilmesi gerekiyordu. Anneler çocukları için korkmaya başlamışlardı. İnsanlar diken üzerindeydi. Geceleri sokaklar bomboş kalıyordu. Meyhaneye bile yalnızca bir iki eski müdavim, bir iki ayyaş ve bir de ‘hiçbir şeyden korkmayan’ ‘cesur’ gençler geliyordu. Fakat kasaba halkı korku ve tedirginlikten çok öfke ve nefret duyuyordu. Katil ne yapıp edip bulunmalıydı. Bir cadı avı başladı. Katilin bir cadı olabileceği ihtimali zaten daha en başından beri gözönünde tutuluyordu. Bunun resmiyet kazanması ve adının konmasıysa nöbetçilerin bazı ipuçları, şehrin dört bir yanına dağılmış bazı gizemli işaretler bulmasından sonra oldu. Önce bir ahırda esrarengiz bir çömlek bulundu. Bu çömlek, içinde bazı bitkilerin dövülerek ezilmesinde kullanılmıştı. Çömleği bulan nöbetçi onu kokladıktan sonra derin bir uykuya dalmıştı. Doktorun ve rahibin adamı uyandırmak için harcadığı tüm çabalar boşa gitti. Genç adam komadaydı. Ağaç dallarında esrarengiz ipler bulunmaya başlandı. Hiç kimse bu ipleri çözmeye cesaret edemedi. Kasabanın çevresinde, dört bir yanda ağaçlara bu ipler düğümlenmişti. Kasabadaki fare ve sıçan nüfusunda gözle görülür bir artış olmuştu. Sıçanlar ürünü talan ediyor, eşyaları kemiriyor, hatta küçük hayvanları öldürüyorlardı. Küçük hayvan ölülerine kasabanın her yerinde rastlanıyordu. Bunların tümünün sıçanlar tarafından öldürülmediği de belliydi. Bir sabah bir belediye görevlisi işe gitmek için kasaba meydanından geçerken meydanın tam ortasındaki bir şey dikkatini çekti. Yanına yaklaştığında bunun, birbiri ardına konulan taşlarla yere çizilmiş tuhaf bir şekil olduğunu gördü. En sonunda, ilk cesedin bulunuşundan tam iki hafta sonra küçük bir kız çocuğunun daha kaybolması bardağı taşıran son damla oldu. Bu küçük kız hiçbir zaman bulunamayacaktı. Kasaba halkı o gece yine meydanda toplandı. Çok sıkı önlemler alınması karara bağlandı. İnsanlar çocuklarını asla yalnız bırakmayacaklardı. Tüm evlerde arama yapılacaktı. Şüphelenilen herkes gözaltına alınıp sorgulanacaktı. Komiteye bu konuda geniş yetkiler tanındı. Komitenin emrindeki askerlere karşı koyan herhangi biri zor kullanılarak yakalanacak, kaçmaya çalışan olursa emir beklemeden vurulacaktı. Bir gün sonra araştırmalar başladı. Bütün evler didik didik aranıyor, genç erkekler ve kızlar sorguya çekiliyordu. Şehrin saygın ailelerinden ve asillerden pek fazla gözaltına alınan olmadı. Yalnızca genç olanları mahkeme salonunda sorguya götürüp, zararsız bir iki soru sorduktan sonra serbest bırakıyorlardı. Hakimin, rahibin ve belediye başkanının evleri aranmadı bile. Öte yandan, yoksul halkın arasından oldukça yaşlı olmalarına rağmen gözaltına alınanlar olmuştu. Bunların başında da yabancılar geliyordu. Kasaba halkından olmayanlar. Yaşlı bir dilenci kadın.. Gece gündüz içen bir ayyaş.. İşsiz güçsüz bir adam.. Kasabanın delileri.. Kör bir çalgıcı.. Sorguların başlamasından sekiz, ilk cesedin bulunmasından tam yirmi üç gün sonra katil bulundu. Katil, bir avukatın evinde çalışan genç, sarışın bir hizmetçi kızdı. Her şeyi itiraf etti. Zaten uzunca bir süredir bu kızla ilgili pek çok söylenti dolaşıyordu. Arkadaşları hizmetçi kızı uçarken gördüklerine yemin ediyorlardı. Odasında esrarengiz kitaplar bulundu. Bunların çoğu din dışı, müstehcen şeylerdi. Bazı kitapların içinde büyü tarifi olduğunu sandıkları bazı tarifler de vardı. Genç cadı çocukları nasıl öldürdüğünü anlattı. Kasabada görülen tüm tuhaf işaretlerden de o sorumluydu. Ağaçlardaki düğümler, kasaba meydanındaki lanetli taşlar, küçük hayvan ölüleri, hepsi onun eseriydi. Neden böyle bir şey yaptığını sorduklarında yüzünde esrarlı bir gülümseme belirdi. Cevap vermedi. O an hakim kendini tutmasa bu genç kızı boğazlayıp öldürebilirdi. En şüpheci olanların bile bu kızı tanıyan diğer hizmetçi kızlardan herhangi biriyle konuştuktan sonra katilin o olduğuna dair en ufak bir şüphesi dahi kalmıyordu. Bu yoksul ve dürüst kızlar onun bir cadı olduğuna ve onu uçarken, geceyi renklere bürüyüp havada yüzerken gördüklerine İncil’e ellerini basıp yemin ediyorlardı. Gözlerinde korku dolu bir bakış vardı. Doğruyu söyledikleri her hallerinden belliydi. Cadının odasında tuhaf bitkiler bulundu. Bunlardan birini koklayan genç bir asker bayıldı. Arkadaşlarının onu uyandırma girişimleri sonuçsuz kaldı. Ahırda çömleği bulan genç nöbetçinin daldığı uykunun aynıydı bu! Bu kanıt, geride kalan son şüpheleri de sildi. Datura stramonium.. Cadının bahçesinde buldukları çiçeğin adı işte buydu. Kızın kendi gibi güzel.. Zehirli, lanetli, gaddar! Bu lanetli çiçeği bir meşaleyle tutuşturup yaktılar. Onu yetiştiren cadıyı da aynı son beklemekteydi! O gün kasaba meydanı bir bayram yeri gibiydi. Sonunda adalet yerini buluyordu. Zavallı bebeklerin hain katili, bu zalim, bu adi şıllık, cehenneme gidecekti! İntikam günüydü bugün! Kardeşlerim.. Hallelujah! Tek bir endişeleri vardı.. Tek bir korkuları. Bu cadının bir büyü yapıp ellerinden kurtulması.. İplerini çözüverip, uçup gitmesi.. Hakkın yerini bulmaması.. Ve bu lanetin sürmesi.. Rahip cellatlara şöyle tembih etmişti: “Cadının gözlerine bakmayın. Sizi büyüler ve siz de ona acımaya başlarsınız.” “Sakın gözlerine bakmayın!” Korktukları tek şey buydu.. Olan da bu oldu! Cadı, o gün onun idam edilişini seyretmek için toplanmış bulunan kalabalığın gözleri önünde uçup gitti ve gözden kayboldu: Hizmetçi kızı…. Yaktılar! Küle döndü kız. Bedeninden arta kalan kül, rüzgarla havaya savruldu. Ve uçup gitti. Saatlerce süren işkencenin ardından, cellat meşaleyi yakmış ve saman yığınını ateşe vermişti. Hizmetçi kız oracıkta çığlık çığlığa can verdi. Halkın zafer nidaları ve haykırışlar alacakaranlığı doldurdu. Sonunda bitmişti! Kurtulmuşlardı! O musibet, o illet şey, o cehennem kaçkını yaratık artık bir daha asla onları rahatsız edemeyecekti. Masum bebeklerin kanına giremeyecekti.. Gitmişti. Hakimin ve askerlerin çevresini saran halk, delice onların lehine tezahüratlar yapıyor, onları alkışlıyor ve kutluyordu. Fakat hakim ve mahkeme aslına bakılırsa öyle çok da büyük bir başarı göstermiş sayılmazdı. Sonuçta üç küçük çocuk öldürülmüş ve iki genç asker de lanetli bir uykuya dalmıştı. AYRICA HİZMETÇİ KIZ DA ASLINDA SUÇSUZDU! Sorgulama sırasında her şeyi, işkenceye bir son versinler diye itiraf etmişti. O gün şehir meydanında genç ve masum bir kızı yaktılar! Sonra da onun küllerinin doldurduğu havayı içlerine çekip “Adalet!” diye haykırdılar. Dünya’nın her yerinde.. Yaptıkları hala budur. Not: Katil rahipti. AMAÇSIZ Bomboş bir otoyolun tozlu kıyısında, yere uzandı adam. Bunu yaparken hiçbir şeyi amaçlamıyordu. Orada öylece uzandı. Aklında hiçbir şey yoktu. Ne bir hayal ne içgüdü. Tümüyle bomboş.. Yere yatmaktaki amacı dinlenmek değildi. Orada öylece uzanırken bacaklarından birini havaya dikmiş olması da zaten bunu gösteriyordu. Ama orada öylece uzanırken bacaklarından birini havaya dikmesi, bunu göstermek için değildi. Tek bacağı havada, öyle boylu boyunca, tozlu yollara uzanmış.. Bunu neden yaptığını kendisi de bilmiyordu. Amacı bilmek değildi. Amacı, bir insanın bir amacı olmadan da hareket edebileceğini göstermek de değildi. Amacı yoktu. Tartışılmaz ve kesin bir gerçekti bu. Bir hayvandan daha doğal.. Bir taş kadar unutkan.. Saflığın ve bekaretin zirvelerinde.. Yerde boylu boyunca uzanmış, kıpırtısız yatıyordu. Halbuki bir hayvanın bile yaptığı her hareketin bir amacı vardır. Avlanır: Beslenmek için. Uzanır: Dinlenmek için. Nefes alır: Ölmemek.. Ölmemek, yaşamak için. Yalnız, adamın yaptığı her hareket amaçsız değildi. Bunu bilinçli olarak yapmasa da, boğulup ölmemek için nefes alıyordu o da. Trilyonlarca hücresi, onu oluşturan bu karmakarışık, bu küçük, canlı birimler korkunç bir kimyasal döngü içinde hayatta kalmayı sürdürüyorlardı. Fakat adamın yatışı tamamıyle amaçsızdı. Öylece, kendiliğinden.. Hayvanlardan da daha saf.. Bilinçten yüce.. Anlamsız.. Sadece.. Amaçsız.. Uzan.. MUM IŞIĞINDA GÖLGELER (BEKLEYİŞ) Evleri ıssız kırın ortasındaydı. Tahtadan iki göz bir kulübe.. Evin dışında küçük bir ahır, bir kümes, bir kuyu ve bir tarla vardı. Bu tarla bir mısır tarlasıydı. O gelene kadar, onlar burada çok huzurlu bir hayat sürdürmüşlerdi. Akşam oldu yine bir gün! İki haftadan beri O’nun evlerini ziyaret etmesini bekliyorlar. Ucubenin gelişi bu kez gecikti. Evin içi karanlık ve gölgeli. Evin küçük oğlu mum ışığını ve parmaklarını kullanarak ahşap duvarlarda tuhaf şekiller oluşturuyor. Dışarda bir çocuğun kurbağaların peşi sıra koşarak, sapanla acımasızca gece kuşlarına taş atarak ve uzun, ince bir dalla domuzları dürtükleyerek oyunlar oynamak isteyeceği sessiz ve büyük bir akşam, dümdüz, bomboş, ay ışığıyla aydınlanan bir kır ve muttasıl ötüp duran cırcır böcekleri var. Ama evin küçük oğlu tahtadan kulübenin içinde, karanlık ve gölgeli duvarlarda ışık oyunları oynamakla yetinmek zorunda. Dışarısı tekin değil. Hiç tekin değil. Cehennem kaçkını yaratık bugün yarın gelecektir. Eli kulağındadır. Adam karanlıkta karısının gözlerini buldu. Kadın ona bakıyordu. Gözlerinde birçok duygunun karışımı bir ifade: Endişe, korku, şaşkınlık, öfke, nefret, kin, yorgunluk, bıkkınlık, keder.. Adam ağzını açıp karısını rahatlatacak birkaç kelime söyleyecek oldu ama diyecek bir şey bulamayıp sıkıntıyla ağzını tekrar kapadı. Diyecek söz yoktu. Tüm dualar tükenmişti. Artık ne umut vardı, ne de umutsuzluk. Yalnızca bu bekleyiş vardı. Yaratığın gelişini beklemek tam bir işkenceydi. Ne zaman geleceği hiç belli olmuyordu. Bu bekleyiş, bu işkence, onları çıldırtacaktı. İlk ziyaret bundan altı hafta önce gerçekleşmişti. Ah o mutlu günler! Ah o, mutluluğun ellerinde havadan hafif durduğu ve onların bunun katiyen farkında olmadığı eski çağ: Bundan altı hafta öncesi! Yalnızca altı hafta! O gün iki oğullarından küçük olanı yakınlardaki kurumuş dere yatağının kıyısında taş topluyordu. Bir elinde uzun ve sivri bir ağaç dalı, diğerindeyse topladığı taşları içine attığı küçük bir sepet vardı. Arada bir yere doğru eğilip sopayı tuttuğu eliyle yerden bir taş alıyor, onu şöyle bir eliyle tartıp gözleriyle süzdükten sonra, eğer beğenirse sepete, beğenmezse de fırlatıp dere yatağına atıyordu. Bu işi büyük bir ciddiyetle, adeta bir arkeolog edasıyla yapıyordu çocuk. Halbuki büyük bir ihtimalle annesi bu taşları bir iki gün içerisinde kaldırıp atacaktı. Çocuğun ağabeyi, babasıyla birlikte tarlada çalışıyordu. Çok heyecanlıydı genç adam. Babası söz vermişti: Eğer bir aksilik olmaz ve havalar bozmazsa ertesi gün birlikte ayı avlamaya gideceklerdi. İki köpeklerini ve iki Winchester tüfeği de yanlarına alacak ve mataralarına su ve viski dolduracaklardı. Bir anlamda bu, çocuğun artık bir erkek, bir ‘adam’ olduğunun ailesi tarafından resmen kabul edilişiydi. Delikanlı bundan büyük gurur duyuyordu. Artık o bir ‘erkek’ olmuştu. Yarın hayatının en önemli günüydü. Bu yüzden tarlada büyük bir hırs ve azimle çalışıyordu. Babası arada bir başını kaldırıp oğlunun bu telaşlı, içten çalışmasına bakıyor ve sessizce gülümsüyordu. Çocuğa belli etmiyordu ama asıl gururlanan kişi adamın ta kendisiydi. Tabi karısı da.. Aile oğullarıyla gurur duyuyordu. Onun çalışması sayesinde bu sene üründe gözle görülür bir artış olmuştu. O sırada çocukların anası evde, mutfakta yemek yapmaktaydı. Kadın arada bir dışarıya kuyudan su almaya çıktığı zaman, az ilerde tarlada çalışmakta olan kocasıyla oğluna bakıp derin derin iç çekiyor ve gözleri yaşla dolarak gülümsüyordu. Yılların çalışması ve emeği işte artık sonunda meyvelerini veriyordu. Büyük oğlu artık bir erkek olmuştu. Yakında bir kız bulup evlenmesi de artık işten bile değildi. Onlar bu Dünya’ya çalışkan, vatansever, akıllı ve cesur bir insan yetiştirip sunmuşlardı. Bu da onlara yeterdi. Bir de ufaklık vardı tabi.. Kadın her seferinde, elinde içi su dolu kovayla mutfağa dönmeden önce gözleriyle dere kıyısını tarayıp küçük oğlunu arıyor, onu bulup güvende olduğundan emin olunca ve ancak ondan sonra mutfağa, işinin başına geri dönüyordu. Güzel bir akşamdı o akşam. Karı kocanın ilişkisi uzunca bir süredir olmadığı kadar iyi bir durumdaydı. Kavgalar azalmış, mutluluklar çoğalmıştı. Adam karısına tekrar aşık olduğunu hissediyordu. Aşık olduğu bu kadın zaten onunla birlikteydi, onun karısıydı. Onundu. Büyük bir mutluluktu bu. Çocuklara gelince, onlar da hallerinden memnundular: Büyük olanı bir gün sonra babasıyla birlikte hayatının en güzel gününü geçirmeye hazırlanıyordu. Küçük kardeşiyse dere kenarında oyunlar oynamaktaydı. Ailedeki sakin, mutluluk dolu, huzurlu hava küçük çocuğa da yansımıştı. Annesini üzmemek için fazla sorun çıkarmıyor, başını belaya sokacak oyunlar oynamaktan kaçınıyor ve yılanlarla akreplere çok çok dikkat ediyordu. Sonra O geldi. O huzurlu, güzel akşamda O’nun geldiğini ilk gören büyük oğlan oldu. Genç adam yorucu çalışmasına bir nefeslik küçük bir ara vermek üzere doğrulmuştu. Eliyle alnını silerken ufukta ‘geleni’ gördü. Çocuğun dili tutuldu. Babasına haber vermek, bir ses çıkarmak, bağırmak, haykırmak için ağzını açmış fakat sesi çıkmamıştı. Daha sonra babasının yanına seğirtip elleriyle adamı sertçe dürttü. Adam başını kaldırıp oğlunun gözlerindeki büyük korkuyu görünce, korkuyla başını çevirdi. İlk aklına gelen şey arkasında bir ayı olduğuydu. Sonra o da ‘geleni’ gördü. Ağzı şaşkınlıkla açıldı. Büyümüş gözleriyle onlara doğru gelen yaratığın başına, yani yukarıya baktı. Neden sonra biraz toparlanır gibi oldu. Tüm gücüyle karısıyla küçük oğlunun isimlerini haykırdı ve endişeyle ekledi: “Eve girin! Çabuk eve!” Karısı telaşla evden dışarı çıkıp neler olduğunu anlamak için kocasına baktı. Onun korku içinde eve doğru koştuğunu görünce paniğe kapıldı.. Büyük bir sorun olmalıydı bu. Bir ayı ya da bir yılandan daha büyük bir sorun. Belki de bir hortum.. Kadın küçük oğlunu kurtarmak için koştu. Ufaklık derenin kıyısında ayakta dururken evin öbür tarafından yaklaşmakta olan şeye bakıyordu. Küçük çocuk donmuştu, kıpırdayamıyordu. Hortumun görüntüsü çocuğu büyülemişti. Elindeki sepeti yere düşürmüş, sepetin içindeki taşlar yerlere saçılmıştı. Kadın koşarak çocuğun yanına ulaştı. Kocası da arkasından geliyordu. Anne yavrusunu kucağına alıp döndü. Ve orada, ufukta, hortum sandığı şeyi gördü. Hortum değildi bu. Hortum değildi.. Bir DEVDİ! Eski çağların inanılmaz yaratığı, bu büyülü, bu korkunç ucube, kanlı canlı bir gerçek olmuş karşılarında duruyordu. Adam karısını omuzlarından tutarak kadını sarstı: “Haydi! Kendine gel, haydi çabuk! Eve girelim! Eve!” Fakat artık çok geçti. Hem zaten eve girseler bile muhtemelen bunun onlara bir faydası olmayacaktı. Onları bu canavardan nasıl koruyabilirdi ki, ‘ev’ dedikleri sığınak? Saklanacak bir yer yoktu, ne bir dolap, ne de depo.. Olsaydı bile herhalde yaratık onları oradan da bulup çıkarırdı. Onları görmüştü. Burada olduklarını biliyordu. Artık çok geçti. Yaratık yaklaştıkça attığı her adımda yerin sarsıldığını duydular. Çok uzaklardaydı önce. Sonra birden yanlarında.. On adımda tarlaları ve tozlu tepeyi aşıp yanlarına geldi. Boyu on beş adam boyu kadardı. Çırılçıplak ve kaslıydı. Hiç saçı yoktu. Gözleri biraz tuhaftı: Birbirinden fazla uzak ve kanlı.. Dev onların yanına gelince yere diz çöktü. İnsanlar şaşkınlık ve korku içindeydi. Kadın tir tir titriyordu. Çocuk başını annesinin göğsüne bastırmıştı. Adam ikisine birden sarılmıştı. Bütün vücudunda, kulaklarında, gözlerinde, burnunda, boynunda, kollarında, bacaklarında ve göğsünde, kalbinin güm güm attığını duyuyordu. Adam adeta kendisi, koskocaman ve kıpkırmızı bir kalp olmuştu. Kasları gergindi. Bacakları titriyordu. Görüşü bulandı. Dev, elini uzatarak çocuğu annesinin kucağından koparıverdi. Kadın çığlık çığlığa haykırarak deve doğru hareketlendi. Kocası belinden kavrayıp onu durdurdu. Kadın kocasının kollarında çırpınıyordu.. Adam kadını yine de bırakmadı. Dev, çocuğu taşıdığı avucunu gözlerine yaklaştırıp dikkatle baktı. Çocuk bu avucun kalın derisi üstünde, yere oturmuş önüne bakıyor ve titriyordu. Altını ıslattı. Sonra yavaşça başını kaldırıp deve baktı. Devin nefes alışı burundan ve yere dikti. Yine de metrelerce uzaktaki avucun içinde oturan çocuk rüzgarı hissediyordu. Çocuk ona bakınca dev hafifçe gülümsedi. Daha sonra bundan asla emin olamadılar. Fakat adam devin gülümsediğini gördüğüne yemin edebilirdi. Küçük çocuk da daha sonra aynı şeyi söyleyecekti. Dev, çocuğu yere koydu. Ağır ağır doğruldu ve geldiği yöne doğru yürüyüp gitti. Attığı her adımda yer biraz sarsılıyordu. Güneşle birlikte dev silüet de gözden kayboldu. Çocuk annesinin kollarına koştu. Kadın eğilip çocuğa sarıldı. Sonra bir eliyle usulca çocuğu babasına doğru itti ve bayıldı. Büyük oğul saklandığı kayanın ardından çıktı. Devin uzaklaştığı yöne doğru baktı. Sonra adımlarını hızlandırıp ailesinin yanına yürüdü. Ara sıra başını çevirip yine devin uzaklaştığı yöne doğru bakıyordu. “Baba.. Neydi o?” Delikanlının sesi adamın irkilmesine yol açtı. Bir puhu kuşu öttü. Güzel bir akşamdı bu. Fakat adam oğlunun sorduğu sorunun cevabını bilmiyordu. Kasaba evlerinden yürüyerek iki hafta uzaklıktaydı. Atları yoktu. Bundan iki hafta önce ortadan kaybolmuştu atlar. Kasabaya gitmek için tüm ekini ve ürünü heba etmeyi göze almak zorundaydılar. Aylarca harcanan emek.. Yıllardır beklenen bu ürün.. O yağmurlar, o dinlenmiş toprak, o güneş.. Bir daha asla ele geçmeyecek bir fırsat.. Devin geldiği günden sonraki birkaç gün evde bunu tartıştılar. Bu büyük yaratık ekine ya da eve herhangi bir zarar vermemişti. Onlara da, aslına bakılırsa herhangi bir zarar verdiği söylenemezdi. Ayrıca tekrar geleceği de belli değildi. Üstelik eğer onları yakalamak istese zaten bunu çoktan yapardı, hem de rahatlıkla. Şimdi ya da sonra.. Onlar için on günde gidilen yol dev için birkaç saatlikti. Bunu gerçekten istediği takdirde onları kasabaya giderken yolda da yakalayabilirdi. Hem kasabaya gittikleri zaman insanların alay konusu olacaklardı. Kasaba halkını en azından bir keşif ekibi kurmaya ikna etmek bile en azından bir haftalarını alırdı. Bu süre içinde de zaten her şeyi kaybetmiş olurlardı: Ürünü, hayvanlarını.. Sonunda evde kalıp ürünü beklemeye karar verdiler. Yapabilecekleri tek mantıklı hareket buymuş gibi görünüyordu. Devin ikinci ziyareti ilkinden bir hafta sonra gerçekleşti. Bir gece vakti yataklarına çekilmişlerdi. Çocuklar uyuyordu. Kadınla adam sessizce sevişiyordu. Bu yüzden de sarsıntıyı farketmediler. Birdenbire büyük bir gürültü koptu. Evin damı yukarıya doğru kaldırılmıştı. Kadın bir çığlık attı. Evin diğer büyük odasında uyuyan çocukların da bağırdıkları duyuluyordu. Adam hemen geri çekilip elleriyle uzun külodunu yukarı çekti. Dev, elini içeri sokup o sırada çarşafa sarınmaya çalışan kadını aldı. Sonra avucunda kadınla birlikte uzaklaştı. Yirmi dakika sonra geri döndüler. Bu süre içinde adam ve iki çocuk endişe ve korku içinde onları beklemişlerdi. Akıllarına bin türlü şey ve binbir olasılık geliyordu. İşkence gibi bir bekleyiş oldu bu. Mumların ışığında duvarlar gölgeyle dolu. Ve gece sessiz. Ulu. Aradan yirmi dakika geçmişti ki o hafif ve ritmik sarsıntı duyuldu. Adım. Adım! ADIM! Dev, çıplak kadını yatağa koydu. Küçük çocuk şaşkınlık ve merakla annesinin iri, ıslak göğüslerine baktı. Kadın büyük bir utançla çarşafa sarındı. Baba emretti: “Siz yatın. Bu gece tekrar gelmeyecek.” Çocuklar çıktıktan sonra soran gözlerle kadına baktı. Kadın konuştu: “Bana.. Bana hiçbir şey yapmadı.. Yalnızca.. Dokundu.” Sonra ekledi: “Bir şeyim yok.. Gerçekten.. Ben iyiyim.” Aslında kadın kocasından bazı şeyleri gizlemişti. Dev, kadına dokunmaktan biraz daha fazlasını yapmıştı. Fakat kadın devin niyetinin tam olarak ne olduğundan emin değildi. Dev ona dokunmuştu. Göğüslerine.. Bacaklarının arasına.. Ayaklarına.. Yüzüne. Onu öpmüştü. Koklamıştı. Sonra yine ona dokunmuştu. Özel bir biçimde. Kadının hoşuna gidecek biçimde. Onu okşamıştı. Kadın parmağının ucunda kıvranırken dev ilgiyle onu izlemişti. Bu ilgide bir parça heyecan da var mıydı? Kadın bunun böyle olduğunu sanmıyordu. Ne de olsa dev daha ileri gitmemişti. Daha ‘küçük’ bir erkeğin yapmak isteyeceği gibi. Ya da ona benzer bir şekilde. Kadın yorgundu. Şimdi bunları düşünecek hali yoktu. Kocası onun sessizce uykuya dalmasına izin verdi. Ertesi gün yeni kararlar alma günüydü. Masanın başına oturdular: Adam kadın ve büyük oğul. Delikanlı duyduğu tüm endişe ve korkuya rağmen içten içe bu yeni konumuna seviniyordu. Gerçi devin gelişi yüzünden babasıyla gitmeyi planladıkları ava gidememişlerdi ama bu olay yine de bir şekilde çocuğun büyüdüğünün aile tarafından artık kabul edildiğini göstermişti. Artık onun da fikri soruluyordu. Bütün gün konuşuldu. Sonunda dönüp dolaşıp yine aynı noktaya geldiler: Yapacak hiçbir şey yoktu! Ürünü beklemek zorundaydılar. Devin onlara zarar vermek istemediği anlaşılıyordu. Eğer korkunç bir şey yapacak olsaydı bunu şimdiye kadar çoktan yapardı. Bu söylenirken kadın, biraz kendinden utandı. Belki de devin ona yaptıklarından haberi olsaydı kocasının kararı başka olurdu. Ama bunun hiçbirine bir faydası dokunmazdı. Ürünü kaybederlerdi. Korku dolu uzun bir yolculuk yapmak zorunda kalırlardı. Çocuklar böylesi bir yolculuğa hazır mıydı? Dayanabilecekler miydi? Atları yoktu, yürümek zorundaydılar. Yeni atları ürünü sattıkları parayla alacaklardı. Kadın devin kendisine kötü bir şey yaptığını düşünmüyordu zaten. Sadece onu biraz ‘incelemişti’. Böylece evlerinde kalmaya karar verdiler. Küçük çocuk bu karardan mutluluk duydu. Devi seviyordu o. Üçüncü ziyaret ikinciden on iki gün sonra gerçekleşti. Akşam geldi dev. Yağmurlu, serin bir akşam. Geldiğini duydular. Sarsıntı hissedildi. Devi ufukta gördüler. Aile yanyana, ayakta karşıladı devi. Birbirlerine sarılmışlardı. Hepsi korku içindeydi. Dev çabucak yanlarına ulaştı. O gün sinirliydi dev. Büyük bir hızla eğilip büyük oğlanı yerden aldı. Sonra çocuğun başını ağzına götürdü. Çığlık attılar! Orada, o akşam, onlar, çığlık attılar! Devin üstüne yürüdüler. Adam sırtındaki tüfeği eline alıp telaşla deve doğrulttu. Ateş etmek üzereydi. Küçük çocuk annesine sarılmıştı. Kadın, gözleri yaşla dolu, deve bakıyordu. Çığlık çığlığa bağırdı. Çığlık çığlığa! Adam ateş etmek üzereydi. Birden dev durdu. Çocuğun kafasını ağzından çıkardı. Sonra çocuğu aileye gösterdi. Adam aslında ateş edemeyeceğini anladı. Bir atış deve zarar verse, en azından yaratığın derisini gıdıklasa bile bunun doğurabilceği sonuçlar sadece devin öfkelenmesi ya da çocuğu elinden düşürmesi olabilirdi. Üstelik, küçük kurşunlarının devin kalın derisine işleyeceğini bile sanmıyordu adam. Ateş etmedi. Dev de sessizce çocuğu yere bıraktı. Yere diz çöktü. Hafifçe gülümseyerek Onlar’a baktı. Sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı. İnsanlar anlamayan, cahil, şaşkın gözlerle deve baktılar. Hiçbiri yaratığın bu davranışına anlam veremedi. Böyle bir şeyi hiçbiri beklemiyordu. Dev ayağa kalktı. Onlara son bir kez daha baktı. Sonra sırtını dönüp ağır ağır uzaklaştı. Güneşe gitti. Batıya.. Geldiği yere. Duyduğu yalnızlık ta buradan hissediliyordu. Şimdi.. Devin bu son ziyaretinin üzerinden tam olarak on altı gün geçti. Onlar yine evlerinde oturmuş onu bekliyor. Evin duvarlarında gölgeler kıpırdıyor. Çocuk mum ışıklarıyla duvarlarda bir gölge oyunu oynuyor. Adam ve kadın hiç ses çıkarmıyorlar. Büyük oğlan pencerede. Ay ışığını izliyor. Ay ışığının altında kır kıpırtısız. Böcek ve kuş ötüşleri sessiz bir gürültü olmuş. Dere yatağı hala kuru. Devin ayak izleri de.. Adam artık ne yapacağını bilemiyor. Dayanacak gücü kalmadı. Son gelişinde devin ne kadar tehlikeli olabileceğini gördüler. Adamın daha fazla beklemeye tahammülü kalmadı. Ürünü ve hayvanları bile feda etmeye hazır. Yeter ki bu işkence sona ersin. Artık her şeyi göze alıp yola çıkmaları lazım. Bu akşam son! Yarın, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte yola çıkıyorlar! Sonra sarsıntı başladı.. KARAN Uzak Dünya’daki güneş günde iki kez doğardı: Bir kez günün sabahında, öksüz kuşları geniş ve boş ovalarda öterken.. Bir kez de akşamdan sonra, yalnızca birkaç saatlik bir süre için.. Sonra zifiri karanlık.. Gökte ne güneş ne de ay.. Yalnızca gökyüzünde parlayan çok çok uzak yıldızların kızıl ve soluk ışığı.. Yalnızca rüzgar. O gün güneşin ilk doğuşu batıdan oldu. Yılda iki kez güneşler diğer günlerde battıkları yönden doğardı. Yani iki yüz elli bir günde iki kez.. Bu olay yalnızca sabah doğumlarında görülürdü. Akşamdan sonra doğan güneş her zamanki gibi doğudan doğardı. Bu ikinci güneş, akşamları mavi ve çok parlak bir ışıkla ısıtırdı. Sonra gece, sonra buz.. Sonra zifiri karanlık. O gün güneşin ilk doğuşu batıdan oldu. Büyücü Karan o gün öğle uykusu vaktine kadar kırlarda, ormanlarda, okyanusun kıyısında ve sarp tepelerde dolaşmaya niyetliydi. Bu sıcak ve güzel yılın bu ilk Kutsal Doğuş’unda bereket ve mutluluk tanrıları Dünya’yı bolluk ve sükunetle doldurup insanları birbirlerine daha da yakınlaştıracak, ağlamaya meyilli olanların yüzlerini güldürecek, yüce büyüklerin önderliğinde yapılacak ayinlerin daha huzurlu geçmesini, bütün yakarışların duyulmasını sağlayacak ve Savaş Sonrası Çağ’ın bin dört yüz seksen beşinci yılındaki ilk baharı müjdeleyecekti. Büyücü Karan gülümsedi. Beyaz sakalı, uzun, etekli, tek parça cübbesi ve sihirli asasıyla bu dünyadaki diğer büyücülere hiç benzemiyordu. Kaşları beyaz ve kalın, gözleri gri, boyu uzundu. Heybetli, sağlıklı, dinç bir ihtiyardı. Tek göz kulübesinin kapısını açtı. Yeni günün ilk ışığı, bu müjde, bu fevkalade şey, bu ılık, bu nemli dokunuş yüzüne değdi. “Buna değer!” diye iç çekti ihtiyar. “İşte bu.. Bu, buna değer!” Evinden çıktı. Yürümeye başladı. İlkbaharın ilk gününde ilk adımları hızlı ve gürültüsüzdü. Karan bir gölge gibiydi. Ne yerdeki otları ezdi, ne bir ince dal kırıldı.. Adeta bir hayalet gibi maddesiz ve akışkandı. Halbuki o ayaklarının yere bastığını duyuyor, rüzgarın saçlarına, yüzüne ve açıktaki ellerine çarptığını hissediyordu. Dokuzuncu dereceden bir Su Büyücüsüydü Karan. Yokluğa karışanların sırrını bilirdi. Bu yüzden bu kırda böyle yokmuş gibi yürüyerek, aynı zamanda da yerlere basabiliyordu. Yürüdü. Onu görenler saygıyla selam veriyor, mutlulukla gülümsüyordu. “Karanlıkta ve gecede, aydınlıkta ve ışıkta, yoklukta ve varlıkta!” Genç kızlar çıplak ve güzel, delikanlılar yakışıklıydı. İnsanlar giyinmeyi bırakalı yüzyıllar olmuştu. Yalnızca manevi ya da sanatsal değeri olan giysiler giyilirdi. Bazı büyücülerin sihirli elbiseleri vardı. Bazıları beyazlığı saflığı simgeleyen kumaşlara sarınmışlardı. Yalnız o kadar. İnsanlar soğuk gecelere rağmen üşümüyorlardı. Büyünün ve teknolojinin harikaları bu sorunu çoktan çözmüştü. Yürüdü. Aydınlık ovaları, rengarenk kuş ve çiçekleri, çığlık çığlığa öten binbir türlü böcekleri, vahşi kara hayvanlarını ve küçük, ahşap binaları ardında bıraktı. Okyanusu uzaktan gören Derin Tepe’ye tırmandı. Bu büyük, bu yüce günde, bu sıradan, bu masum adam, havada bir tuhaflık, bir korku, karanlık bir şey, bir kötülük, bir kaygı, bir bela hissediyordu. Küçük bir şeydi bu. Çok çok uzakta, çok zayıf. Fakat aynı zamanda kuvvetli. Kuvvetli ve de çok büyük.. Olduğu yerde.. Karan zirveye tırmandı. Ondan başka kimse yoktu. Ne sevişmeye gelenler, ne düşünceli bir şair, ne bir hayvanla gezenler, ne de bir arkadaş gurubu, umarsız gençler.. Hiçbiri.. Yalnızca sessizlik, güneş.. Bu gündüz vakti.. Önemli bir büyücü değildi Karan. Ne bir önderdi ne de bir yönetici. Başka hiç kimsenin de olmadığı gibi.. Hepsi aynıydı onların.. Yeni doğmuş bir bebek.. On ikinci dereceden bir büyücü.. Bir küçük kız.. Bir kanarya.. Bir atragon.. Bir kankor.. Önemli biri değildi. Yani diğerlerinden daha önemli biri.. Fakat önemli bir şeydi: Bu varlığın bilgili, akıllı ve karmaşık bir parçası.. Evrende bir odak.. Bir enerji merkezi.. Biri.. Aynı zamanda da en bilgili ve kudretli büyücülerden, çok şeyi duyanlardan biri.. O kutsal, o yüce günde Karan Acı’yı hissetti. Ve zulmü duydu. Tepenin en tepesinde, günlerden bir gün, orada tek başına, öylece, ayakta dururken Karan, uzak göklerden de uzak, renkli, başka bir evrende, küçük, ilkel bir dünyada yaşanan tüm acıları, zulmü ve yalnızlığı, içinde, ruhunda duyarak yere diz çökmek zorunda kaldı. “Yarabbim!” Okyanus biraz ötede, geniş, yeşil ve dupduru, tıpkı büyük ve unutkan bir sessizlik gibi uzanıyordu. Karan yüreğindeki korkunç sancıyı biraz hafifletip azaltmak için dikkatini kendi dünyasına, şu önündeki muhteşem ve berrak suya, okyanusa çevirdi. Bu ona çok iyi geldi. Şimdi kendini daha iyi, daha huzurlu ve daha sakin buluyordu. Ama az önce hissettiği acı ve yalnızlık hissi, akıldan çıkacak, unutulacak şey değildi. O büyük acıyı artık bundan sonra her zaman, ruhunun derinliklerindeki biraz önce acıyan o yaralı yerde, sonsuza dek bir aşk acısı gibi taşıyacaktı. O artık hep oradaydı. Zulüm.. Dehşet.. Savaş.. Kıtlık.. Bela.. Kan.. Bu dünyada çoktan beri unutulmuş olan şeyler. O büyük, o sıcak, o derin sessizlikle, o büyük huzurla ve adalet duygusuyla ilgisi olmayan şeyler.. Unutulmuş, berbat geçmiş.. Uzaklardaki o küçük, o talihsiz dünya için hala, gelecek. Karan tepenin üstünde gözlerini kapadı. Biraz önce çok uzak bir gezegende yaşanan acıları hissetmişti. Bu konuda mutlaka bir şeyler yapılması gerekiyordu. Aksi halde bu gidişin sonu hem o gezegendekiler hem de evrenin özünü oluşturan tüm kutsal varlık enerjisi için bir felaket olabilirdi. Hissetmişti: O dünyadaki yaratıklar da kendileri gibi insandı. Yani hem iyi, hem de kötü şeyler yapabilecek, akıllı, tehlikeli ve mutsuz yaratıklardı. Oradakiler mutsuzdular, çünkü gözleri görmüyor, kulakları duymuyordu. Görmüyorlardı masmavi gezegenlerinin o güzel denizlerini, büyülü balıklarını, olağanüstü kuşlarını, akılalmaz çiçeklerini.. Kalabalığını, karmaşıklığını, sadeliğini, mükemmelliğini.. Gücünü.. Görmüyorlardı. Kördüler. Duymuyorlardı.. Su sesini, balıkları, dağların uğultusunu, çocukların gülüşünü.. Duymuyorlardı. Kendi yaptıkları şarkılar kendilerine yabancı.. Kendi resimleri saydam.. Kendi şiirleri sessiz.. Bırakılmış ve kimsesiz. Çoğu da farkında değil. Karan yumduğu gözleri sonunda açtı. Bu konuda mutlaka bir şeyler yapılmalıydı. Ağır ağır yürüyerek evine döndü. Konsey toplantıları ilk Kutsal Doğuştan on dokuz tüm gün batımı sonra yapılırdı. Karan ilk toplantıda yetmiş sekizinci konuşmacı olarak söz aldı. Her konuşmadan önce olduğu gibi, onunkinden birkaç saniye önce de, büyücü, sanatçı, filozof ve bilim adamlarının doldurduğu devasa toplantı salonu büyük bir sessizliğe büründü. Karan o seneki ilk Kutsal Doğuş’ta Derin Tepe’nin üzerinde duyduğu büyük yalnızlığı, o zulmü, o acıyı konseye aktardı. Bazı yüksek büyücüler de onun konuşmasının hemen ardından söz alıp buna benzer bir şeyi kendilerinin de hissettiğini söylediler. Tartışmalar başlatıldı. Bu konuda derhal bazı önlemler alınması gerektiği konusunda zaten hepsi hemfikirdi. Tartışmalar daha çok bunların ne gibi önlemler olacağı konusundaydı. Tabi ki hiçbiri, o uzak dünyayla savaşmak ya da buna benzer bir şekilde güç kullanmak gibi bir düşünceyi aklına bile getirmedi. Yalnızca o dünyaya ne kadar müdahele etmelerinin ve oradaki talihsiz ruhlara ne kadar yol göstermelerinin uygun olacağını tartıştılar. Sonunda, verecekleri mesajın gezegendeki insanların derin bilincine, toplumsal bilinçaltına yerleştirilecek bir çeşit öğüt olmasına karar verildi. Ayrıca gezegende bir anıt inşa edilecekti. Bu anıt bir yandan bu gezegendeki insanların bilinçaltında belli belirsiz çağırışımlar yapıp bir şekilde onları kendilerine verilmiş olan bu öğüdü anımsamaya yaklaştırırken, bir yandan da gezegendeki yıkımın fiziksel bir ölçüsü, bir göstergesi olacaktı. Sağlam, sade, zarif yapılar olmalıydı bunlar. Adına Piramit dendi. Konsey verilecek mesajı hazırlayan komitenin başına yüce büyücü Karan’ın getirilmesinde karar kıldı. Bu alçakgönüllü, basit adamın başkanlığındaki komite uzun tartışmalar sonucunda en sonunda bir karara vardı: Mesaj barış olacaktı! “Teksiniz siz, dedi Karan. Ve tekiz biz. Hep aynıyız. Bu acı, bu hüzün, bu yalnızlığınız.. Hem sizindir, hem de bizim.. Hepimizin! Hepimizin! Biz büyük bir aydınlığız. Işığı yutan geceyiz! Karanlığın içindeyiz. Ta kendiyiz Karan’lığın. Siz bensiniz.. Ben de sizim! Bu büyük enerji, bu evren! İşte mesele de bu zaten.. Bu tekliğimiz: Bu çokluğumuz: Bu bir’liğimiz.... Acı güzeldir. Ve sevgi ve hasret, neşe! Zulüm, nefret ve ihanetse sizin sonunuz olacak! Var olma hakkı bunları silenlerde var. Sonsuza dek var olma hakkı.. Yoksa sonsuz bir yok oluş, hem de huzurla ilgisi olmayan, acı dolu bir yok oluş sizleri bekler.. Zalim ve gaddarları. Zorba ve hainleri. Işıktaki lekeleri.. Bilim olun siz! Siz sanat olun! Işığı görün. Resmini yapın. Sesini duyun. İçine bakın! Şiddet, öfke ve yıkım! Buna hakkınız yok.. Bu kuşlar, bu okyanus, su.. Bunlar bunu haketmedi. Siz kan döktünüz! İşte size bu, sözümüz.. Bilgiye, ışığa ve güvene ihtiyaç vardır. Fakat bunlar zorla değil, kendiliğinden bulunur. Meraktan bilim, taklitten de sanat doğar! “Başarı” diyip sakın ha siz bunları zorlamayın! Bunlar ancak istenir de arzu ile yapılırsa mutluluk verir. Maddi kıymetten sakının! Evrene bakın! Işığa bakın! Kendiniz o olana dek, ışığa bakın! Bu binaları size biz yaptıracağız. Nasıl olduğunu sizler, unutacaksınız. Söylenen bu sözlerimiz gündüz gözünüz açıkken hatırlanmayacak. Ama gece olduktan sonra ve gözler de kapanınca hayal dolu o ülkede siz bunu bileceksiniz. Bu yapılar, Piramitler, bu Dünya’ya dikilecek: Onların yıkıldığı gün umut azalmış demektir. Yine de umut hep vardır! Ve her zaman da olacak! Bir kere var oldu.. Bir daha değiştirilemez bu. İşte buna denir zaten AŞK diye! Artık gerisi size kalmış. Yolu siz seçeceksiniz. Bir tarafta yıkım, zulüm ve yok oluş. Diğer yanda ışık, Dünya ve adalet.. Seçim yalnız size kalmış. Hangi yolu seçtiğinizi bize zaman gösterecek.. BULUTTA KAYBOLAN ÇOCUK Çocuk uçaktan atladı. Bulutların arasına daldı. Bir daha da asla oradan dışarı çıkmadı. Aşağıya düşmedi. Kayalıklara çarpıp paramparça olmadı. Kemikleri kırılmadı. Belki öldü.. Belki ölmedi. Uçaktaki diğer yolcular şaşkınlıkla açık kapıdan ve camlardan dışarı baktılar. Paraşüt öğretmeni çocuğun hemen ardından kendini boşluğa bırakmıştı. Çünkü çocuk aşağıya atlamadan önce paraşütünü sırtından çıkarmıştı. Paraşüt öğretmeni çocuk bulutların içine girdikten üç saniye kadar sonra bulutların arasına daldı. Büyük bir hızla, bu beyaz gizemin içinde aşağı doğru düşüşünü sürdürürken bir ses duyduğunu sandı. Garip, isterik, çılgınca bir ses.. Sanki sıra dışı, doğaüstü, tuhaf bir varlık, bulutların arasından şöyle fısıldamıştı, nefretle: “Artık o benimle!” Tecrübeli paraşütçü bu sesi gerçekten duyduğundan daha sonra asla emin olamayacaktı. Belki de hızlı hava akımlarının ve yağmur yüklü bulutların çıkardığı olağan dışı, pek duyulmadık bir sesi, o bir konuşma sanmıştı. Ya da hatta, tümüyle bir yanılgı, tümüyle hayaldi. Ama her neyse.. Geçmişte kaldı. Adam bulutların altından çıktı. Çocuk çıkmadı. “Rüzgar sürüklemiştir. Zavallı çocuk..” dediler. Sonra da bu konuda pek konuşulmadı. CENAZE Birisi bir çığlık attı. Bir kadın sesi. Kadına baktılar. Kadın kalabalığın önünde ayakta duruyordu. Tabutlara sırtını dönmüş, kalabalığın içinden çıkmak için diğer tarafa doğru yürümeye başlamıştı. Bu sırada da başını kaldırıp, çığlık atmasına sebep olan şeyi görmüştü. Arkalarına dönüp kadının korku dolu gözlerle baktığı yöne baktılar. Tabutların içinde olması gerekenler dışardaydılar! Üstlerinde yırtık pırtık üniformaları vardı. Kan içindeydi bu üniformalar. Yara bere içindeydiler. Hepsinde en azından bir tane büyük yara, ölüme sebep olacak bir travma göze çarpıyordu. Bazısının başına bir kurşun saplanmış, kimisi de kalbinden yaralanmıştı. O en acı veren kalp yaralarından değildi bunlar. Yine de bir insanı öldürmeye yeterdi. Bazıları beraberlerinde bazı ‘hatıralar’ da getirmişti. Kimi bacağıyla gelmişti, kimi bağırsaklarıyla.. Orada öylece ayakta duruyorlardı.. Sanki ölmemişler gibi. Parmakları havadaydı. İşaret parmakları.. Hepsi aynı şeyi işaret ediyordu. Protokolü. İki general.. Bir politikacı.. Belediye başkanı.. Ve diğerleri. Sonrası malum.. Çığlıklar, kaçışma, telaş.. KARANLIK OLDU Bir gün güneş söndü. Karanlık oldu. Bir öğle vakti Dünya’dan ışık kayboldu. Birdenbire gece oldu. Akşam olmadı, ay yoktu. Birdenbire güneşin ışığı ortadan kayboldu. Şehirlerde insanlar korkuyla yolları doldurdu. Büyük bir panik başladı. Kadın, erkek ve çocuklar dehşete kapılmış bir halde oradan oraya amaçsızca koşuyorlardı. Bazıları evlerine gitmeye çalışıyordu. Bunlar şanslı olanlardı. Çünkü bir amaçları vardı. Ayakta ve uyanık kalmalarına yardım edecek bir şey. O ilk karanlık anında gökyüzü birdenbire yıldızlarla dolmuştu. Daha önce hiç görmedikleri kadar çok yıldız vardı şimdi orada. Gökyüzü yıldız kaynıyordu. İrili ufaklı, parlak soluk, büyük küçük yıldızlar. Fakat yalnızca bu yıldızların ışığıyla yapamazlardı. Işıklar yandı. Sokak lambaları ve evlerdeki ışıklar.. Sokaklardaki kargaşa insanların arabalarına binip bir yerlere gitmeye çalışmalarıyla iyice büyüdü, karmakarışık bir hal aldı. Trafik sıkıştı, arap saçına döndü. Çoğu kişi güneş ışığının yerini tutamayan evlerindeki ışıkları günün bu saatindeki aydınlığı sağlamakta yetersiz bularak evde ne kadar lamba varsa hepsini yakıyordu. Bu yüzden birçok yerde sigortalar attı. Trafolar arızalandı. Elektrik gitti. Karanlığa gömüldüler. Mutlak, zifiri karanlıkla aralarında kalan tek şey, arabaların farları, el fenerleri ve yıldızların güçsüz ışığıydı. Araba farları yolların kıyısını, apartman camlarını ve kuytuları dolduran şaşkın ve şok geçiren insan kalabalıklarını aydınlatıyordu. Şehirlerde bir deprem sonrası paniği yaşanmaktaydı. Dünya’nın dört bir yanında insanlar çıldırmış gibiydiler. Kimi yerlerde kargaşalar çıkıyor, yağmalar yapılıyordu. Şehirleri polis, jandarma ve askerler doldurmuştu. Bir yandan da yönetimler afet planlarını, olağanüstü hal uygulamalarını devreye sokuyor, acil yönetim merkezleri kuruyor, olayların şimdi olduğundan daha kötüye gitmesini engellemeye çalışıyordu. Bilim adamları da insanların çoğu gibi ışığın gittiği sırada zaten işlerinin başındaydı. Laboratuvarlarda, üniversitelerde ve gözlem evlerindeydiler. İnceleme ve araştırmalar hemen başlatıldı. Güneşin ışığı Dünya’dan görünmüyordu. Bunun mutlaka mantıklı bir açıklaması olmalıydı. Fakat onu bulamadılar. Hiç kimse güneşin niçin böyle birdenbire, durup dururken Dünya’yı aydınlatmaktan vazgeçtiğini açıklayamadı. Enerji hala oradaydı: Güneş Dünya’yı ısıtıyordu. Fakat bu ısıyı Dünya’ya taşıması gereken ışık gözle görülmüyordu. Hatta gözle görülen dalga boylarının dışındaki bilinen diğer dalga boylarında da güneşin ışığı olabilecek, Dünya’nın Güneş’e bakan yüzünü aydınlatacak miktarda ışığa rastlanmadı. Güneş ışığının frekansı değişmemişti. Yalnızca ortadan kaybolmuştu. Oluvermişti. O kadar. Gazeteler ve televizyonlar inanılmaz bir tempo ve yoğunlukta çalışmaya başladılar. Dünya üzerinde hala herkese yetecek kadar enerji vardı. İnsanların paniğe kapılmaları yüzünden meydana gelen arızalar dışında her şey olması gerektiği gibiydi. Elektrik santralları çalışmaya devam ediyordu. Televizyonlar açıktı. Evlerdeki insanlar beklenti dolu bakışlarını, bu büyülü, mavi ekranlara çevirdiler. Birilerinin o sihirli sözleri söyleyip kendilerini rahatlatmasını bekliyorlardı. “Ufak bir arıza oldu!” ya da “Bu olay zaten her sekiz yüz elli yedi bin yılda bir gözlemlenmektedir” gibi bir şeyler.. Ama hiç kimse televizyona çıkıp böylesi tatmin edici bir açıklama yapmadı. İnsanlara tek söyledikleri şey sakin olmaları gerektiği, yeterli enerji rezervine sahip oldukları ve bitkilerin fotosentez yapmaya devam ettiğiydi. Yalnızca o kadar. Anlamıyorlardı. Nefes almak bazen yeterli olmaz. Yetmeyebilir. İnsanlar boğulmaktan başka sebeplerden dolayı da ölebilir. Bu karanlık onları öldürebilir! Onlar bunu anlamıyor. İnsanlar bir kaçış yolu, bir çıkış arıyorlardı. Arabasında benzin olanlar gidebildikleri yere kadar gittiler. Radyolar açıktı. İnsanlar her zaman yaptıkları şeyleri yapmayı sürdürüyordu. Böylece bu karanlığı görmezden gelebilecekleri umuyorlardı. Fakat bir işe yaramadı. Arabaların çoğunda şarjlı el fenerleri yanıyordu. Gün ışığı kadar güzel ve aydınlık olmasına çalıştılar. Ama değildi. Meydanlarda toplandılar. Konuşmalar yapıldı. Moral toplamak için bir araya geldiler. Kalabalıklar çoğaldı. Işıklarını yaktılar. Felaket tellalları peydah olmuştu. Bunlar bir takım dini çağrılar yaparak kıyametin geldiğini iddia ediyorlardı. Güneş sönmüştü. Şimdi de dalgalar yükselecek ve Dünya sular altında kalacaktı. Dağlar yürüyecekti. Gökle yer birbirine girecek, kan dolu nehirler akacak, ölüler uyanacaktı. Zaman gelmişti. Kefaret zamanı! Polis ve asker, yağmacılar yetmezmiş gibi bir de bunlarla uğraşmak zorunda kalıyordu. Halkların içinde de bu tip insanlara karşı tepki gösterenler olmakla birlikte, onları dinleyip destekleyen, hatta onların peşinden gitmeye hazır olan insanların sayısı hiç de az değildi. İşler yavaş yavaş çığırından çıkıyordu. Dünya’nın diğer yarısındaki insanlar acı gerçeği saatler sonra anladılar. Gerçi onların ülkelerinde de televizyonlar haberi çoktan vermişti fakat onlar o sırada uykularındaydılar. Bir telefonla uyandırılıp haberdar edilmeyenler güneşin doğma vakti geçip sabah gözlerini açtıktan sonra anladılar ki, Dünya karanlığa gömülmüştü. Güneş ışınlarının normal yayılma güzergahındaki milyarlarca ruh o sabah büyük bir umutsuzluk ve korkuya kapıldı. Hemen hemen bütün insanlar aynı şeyi yaptılar: Televizyonu açtılar ve bir açıklama beklediler. Bir çeşit güven arayışı.. Umutsuz bir çabalama.. Hiç kimse bu olayın nasıl ve niçin meydana geldiğini çözemedi. Bilim adamları bu olayı açıklayamıyordu. Güneşin görünmez oluşu tam bir muammaydı. Çözümsüz.. Böylece kabullendiler. Aradan iki gün geçti. İnsanlar meydanları doldurup fenerlerini yakıyor ve milyonlarca kişi hep bir ağızdan güneşli ve aydınlık şarkılar söylüyordu. Her ne kadar bu durum esrarlı ve korku verici olsa da, yalnız olmadığını bilmek yine de güzeldi. İnsanlar oradaydı. Yanıbaşında. Demek ki hala umut var.. Gecede bir rüya gibiydi her şey. Bu kalabalık, bu meydan, bu yapay ışık.. Bu aydınlık, söylenen bu şarkı.. Hayal gibiydi. Korkunç bir kabus. Aynı zamanda hüzün dolu ve güzel bir birliktelik. Gücümüz. Gücümüzdü bu! Şiirler yazıldı. Mum ışıklarında şarkılar bestelendi. Resimler yapıldı. Büyük bir ilham kaynağıydı sonsuz gece. Yüz binlerce kişi de intihar etti. Uyku ilacı aldılar. Binalardan atladılar. Tetiği çektiler. Bunlar yalnız kalanlardı. Yalnızca kendilerine özgü sandıkları hüzünlere kolayca boyun eğenler. Herkesin kaybettiği Dünya’da kazanamamayı kendilerine bir türlü yediremeyenler. Zifiri karanlıktaki parlak ışığı görmeyen, sessizliğin korkunç gürültüsünü işitmeyen talihsizler. Yok olup gittiler. Diğerleri bir araya geldi. Karanlıktan sonraki ilk birkaç saatte hiçbir ülkede telefonlar çalışmamıştı. Sistem yükü kaldıramayıp çökmüştü. Böylece insanlar da kendi sistemlerini kurmaya karar verdiler. Eller ellerle birleşti. Karanlıkta yürüyenler ışığın çevresinde toplanıp şarkılar söylediler. Ve ruhları bütünleşti. Yeni dostluklar kuruldu. Aşık oldular. Her şeyi göze alarak aşık oldular. Belki de kalplerinde derin yaralar açılacaktı. Ruhları deşilecekti. İçlerinde kaybolmayan, bir türlü geçmeyen ve bastırınca acıyan bir ağrı kalacaktı. Hepsini göze aldılar. Buna değerdi. Şaşkın hayvan sürüleri şehirlere girdiler. İnsanlar bu sefer onları öldürmemeyi denedi. Çoğu zaman da bunda başarılı oldular. “Zavallılar!” diyorlardı. “Yollarını kaybetmiş olmalılar. Burasının bir şehir olduğunu anlamadılar. Bu hayvanları lütfen öldürmeyelim.” Aslında bahsettiklerinn kendileri olduğunun farkında değildi çoğu. İçlerinden biri bir şeyi farketti sonunda: “Güneş hala orada!” dedi. Başlarını kaldırıp baktılar. Maalesef bunu diyen yanılıyordu. Fakat beriki ısrar etti: “İşte orada! Orada, bakın!” Sonra ekledi: “Ama gözlerinizle değil, ruhunuzla, aklınızla ve yüreğinizle bakın! Gözlerle bakınca onu göremezsiniz. Onun ışığı hala ısıtmıyor mu tenlerimizi? Hala nefes yapmıyor mu klorofilli bitkiler. Hala burada değil miyiz biz? İşte, orada! Güneş de orada!” Neden sonra anladılar ne demek istediğini. Başlarını tekrar havaya kaldırıp baktılar. Sahiden de oradaydı! Gözleri karalığa da alışıyordu. Bilim adamları ve filozoflar fikir üretmeye başlamıştı çoktan. Her şeyin mantıklı bir açıklaması olması gerektiğini savunacağı sanılan bilim adamları, açıklamasız yok oluşu en kolay kabullenenler arasında görünüyordu. Anlaşılan oydu ki, onlar inanılmaz olaylara ve muammalara eskiden beri alışıktılar. Mantık bilgiyle sınırlıydı. Bilgi ise sınırsızdı. Mutlaka bu olayın da bilimsel bir açıklaması vardı ve bir gün mutlaka onu birileri bulacaktı. Fakat şimdilik herkes kendi uzmanlığı olan konularda konuşacak ve kimse kendisini ilgilendirmeyen işlere burnunu sokmayacaktı. Böylece bazıları evrimden söz etmeye başladılar. İnsanoğlunun ve Dünya’daki diğer canlıların bu ışık miktarına da adapte olacağını anlattılar. Oysa bazıları bunu artık önemsemiyordu bile. Halbuki ne kadar üzülmüşlerdi ışığı ilk kaybettiklerinde: Onlar böyle yaşayamazdı! Böyle, karanlığın içinde, gözleri hiç kamaşmadan.. Başlangıçta bu şekilde düşünmüşlerdi. Fakat şimdi artık bu çoğunun umrunda bile değildi. Çünkü artık biliyorlardı ki, içlerindeki ışık gözlerini kamaştırmaya yeter de artardı bile! Bir gün güneş söndü. Karanlık oldu. Birbirlerine sarıldılar. Kalabalıklar oldular ve şarkılar söylediler! Eller birbirini buldu. Gözler bakıştı. Bir gün güneş doğdu.. Sıcak ama ışıksızdı. Yine de her şeye rağmen, onlar oradaydı! Ve şarkılar söylediler! Artık biliyorlardı: Gözlerinden akan ışık bu koskocaman Dünya’yı aydınlatmaya yeterdi! Yüzlerine vuran aydınlık güneşinkinden parlaktı. Onlar oradaydılar ve.. Birlikteydiler! KUYTU Kaan Yılmaz üniversiteden bir sene önce mezun olmuştu. Altı aydan beri bir bankada çalışıyordu. İşini pek sevmese de maaşı fena sayılmazdı. Daha iyisini bulana kadar bu bankada çalışmaktan başka çaresi yoktu. O da bunu yapıyordu. Güzel bir Eylül akşamıydı. Kaan Yılmaz o gün mesai saatinin bitimini iple çekmişti. İş yerinde çok sıkıcı bir gün geçirmişti. Üstelik bazı işlemlerde hata yapmış ve müdürlerden birinden bir ton azar işitmişti. Morali çok bozuktu. Kendini bir an önce bankanın dışına atmak istiyordu. Saat beşe kadar duvardaki saatte saniyeleri saydı. Saat en sonunda nihayet beşi gösterir olduğunda Kaan Yılmaz çıldırmak üzereydi. Neyse ki o sırada müşterisi yoktu. Vezneyi kapatıp çıktı. Güzel bir Eylül akşamıydı. Hava sıcak ve güneşliydi. Yine de mavi gökyüzünde yer yer kara bulutlar toplanıp kümeler oluşturmuşlardı. Dünkü yağmurdan artanlar.. Ya da yarınki yağmurun habercileri.. Bilemiyordu. Bildiği tek şey canının çok sıkkın olduğuydu. Sokakları dolduran, bisiklete binen, top oynayan, bakkaldan bir şey almak için dışarı çıkmış olan çocukların arasından görmeyen gözlerle geçti. Güzel bir Eylül akşamıydı. Ama o bunu görmüyordu. Dallarda kuş sürüleri kümeleniyor, ağaçların yaprakları ölmeden önce son bir kez güneşe dönüp, yemyeşil ve unutkan, parıldıyordu. Sokaklar gri ve hüzünlüydü. Yağmur günleri yaklaşıyordu. Bazıları pencerelerde bunu büyük bir heyecan ve sabırsızlıkla beklemekteydiler. Kaan Yılmaz bir bara ya da bir meyhaneye gidip bir şeyler içmek istedi. Sonra bundan vazgeçti. Bir yerde tek başına oturup içmek tatsız ve keyifsiz olurdu. Arayabileceği kimsesi yoktu. Ailesi İzmirdeydi. O İstanbul’a beş yıl önce üniversite için gelmiş, sonra burada iş bulunca da kalmaya karar vermişti. Arkadaşları okul bitince dağılmışlardı. Aynen lise bittikten sonra da dağıldıkları gibi. Kimi şehrine dönmüş, kimi yurt dışına gitmiş, kimisi de onun gibi, burada bir iş bulup çalışmaya başlamıştı. Kimseyi aramamıştı. Kimse de onu.. Bir sevgilisi yoktu. Ayla’dan iki sene önce ayrıldığından beri başka kimse olmamıştı. Bankadaki kızlar ilgisini çekmiyor ve onunla ilgilenmiyordu. Zaten çoğu da evliydi. Bankada yakın olduğu bir arkadaşı da yoktu. Buradan ayrılacağını düşündüğü için insanlarla öyle çok sıcak ilişkilere girmekten kaçınmıştı. Yapılan davetleri hep geri çevirmişti. Onlar da sonunda onu çağırmaktan vazgeçmişlerdi. Kaan nasıl olsa bankadan ayrılacaktı. Fakat böyle diye diye daha şimdiden altı ay olmuştu. Bu iş gereğinden fazla uzamıştı. Yapacak şey yok. İşte hayat bu! Sıkıntıyla iç çekti. Sokaklarda serin bir rüzgar esmeye başlamıştı. Elinde taşıdığı ceketi sırtına aldı. Yapraklar ağaçlarda usul usul sallanıyor, göç hazırlığındaki kuşlar arada sırada başlarını kaldırıp güneye doğru bakıyorlardı. Uzakta deniz sakindi. Güzel bir Eylül akşamıydı. Her zamanki yoldan değil, daha önce hiç yürümediği sokaklardan eve gitmek aklına geldi. Her gün aynı saatlerde hep aynı şeyleri yapmak insanı çıldırtabilirdi. Bir kez olsun yüreğinin sesini dinlemeye karar verdi. İlk sokaktan sağa saptı. Sonraki sokaktan sola.. Sola.. Sağa.. Sağa.. Sola.. Böyle böyle yürüyerek bayağı bir yol katetti. Bazen insanların çok olduğu, kalabalık ve çarşılı sokaklara giriyordu. Buralardaki insanların yüzlerinde telaşlı ve aceleci bir ifade görülüyordu. Herkes bir şeylere yetişmenin telaşındaydı. Peşlerinden bir kovalayan varmış gibi yürüyorlardı. Alışveriş yapılıyor, inanılmaz bir çokluktaki mallar ve para büyük bir hızla el değiştiriyordu. Elleri çift torbalı ev hanımları, bir ekmeği en ucuz gazeteye sarmış, kondusuna götüren işçiler, elleri ceplerinde aylak aylak gezinenler, dilendirilen çocuklar, tinerci gençler ve esnaf.. Geniş caddelerde polis arabaları bekliyordu. Bazı yerlerde gençler el ilanları dağıtıyor: Yeni açılan bir mağaza, bir bar, bir türkü evi ya da politik bir şeyler, miting çağrıları falan.. Kaan bu tip şeylerden pek anlamazdı. Bir banka tanıtımı ya da sosyalistlerin toplantısı. Onun için ikisi de aynı kapıya çıkardı. “Reklam reklamdır!” diye düşünüyordu. Eline tutuşturdukları ilanları, şöyle bir göz attıktan sonra buruşturup atıyordu. Yürüdü. İnsan kalabalıkları o anda görmek istediği en son şeydi. Zaten sabahtan akşama kadar deri kaplı bir koltuğa oturup insanlarla uğraşmaktan başka bir şey yaptığı yoktu. O yüzden de sokakta yürürken başını kaldırıp bakmadı. Oysa başını kaldırıp yüzlerine bir kez baksa, belki de gözlerindeki o gizli ışığı görür, yüzlerdeki yazıyı okur, yorgun hatların ve düşük gözlerin fısıldadıklarını duyardı. Bunu yapmadı. Yalnızlıktan memnun değildi. Ama bunun bir çaresini de aramıyordu. Haline yana yakıla bir ömrü tüketecekmiş gibiydi. Önce Ayla’yı düşündü. Şimdi kim bilir nerede ve kiminleydi. Bir erkek arkadaşı var mıydı acaba? Herhalde vardır. Yumruklarını sıkıp dudaklarını sıkıca birbirine bastırdı, başını eğdi. Delikanlıda güzel Eylül akşamlarını takdir edecek hal yoktu. Annesini anımsadı. Onu özledi. Babasını.. Kardeşini.. Dedesini özledi. Gözlerini kapadı. Yapayalnızdı. Yüreğini dinledi ve sağ yola saptı. Sonra sol.. Sonra yine sol.. Sonra sağ.. Bir kez daha sağa saptı ve uzakta onu gördü. Issız, insandan boşalmış sokaklara gelmişti. On dakikadır yollarda kedi, köpek ve kuşlardan başka kimseyi görmüyordu. Bu son saptığı sokaksa bir çıkmaz sokaktı. Normalde geri dönüp başka bir çıkış araması gerekirdi. Yalnız ufak bir sorun vardı. Sokağın öbür yanında bir kadın, yerde baygın yatıyordu. Bir an tereddüt etti. Etrafına bakıp kendinden başka kimsenin olup olmadığını kontrol etti. Faydasız. Yapayalnızdı. Bu kadını orada öylece bırakamazdı. Ne kadar ‘şehirli’ olsa da, bunu yapamazdı. İyi biriydi Kaan. İyi bir insandı. Sokağa girdi. Sokağın girişinde büyük ve yuvarlak çöp tenekeleri vardı. Paslı tenekelerdi bunlar. İçleri doluydu. Fakat tuhaftır, sokakta bir tane bile kedi yoktu. Halbuki kedilerin aradığı tüm şartlar bu sokakta mevcuttu: Ağzına kadar dolu çöp tenekeleri, gölgeli duvarlar ve sokakta bir tane bile insan yok! Tabi yerde yatan kadını saymazsak. Kaan Yılmaz çamurlu yerlere ve parçalanmış gazete kağıtlarına basarak yerde yatan gölgeli silüete doğru yürümeye başladı. Bir yandan da kendi kendine homurdanıyordu: “Yüreğinin götürdüğü yere git.. ” “Ve belanı bul!” Yürüdü. Akşam olmuştu ve hava kararmaya başlamıştı. Üç binanın arasında kalan ışıksız sokak, gölgelerle doluydu ve oldukça da karanlıktı. Üstelik burada insanı tedirgin eden bir hava vardı. Bir ölüm kokusu. Bir terslik. Kaan, yerde yatan kadının ölmüş olmasından korktu. Yavaşça ona doğru yaklaştı. Arada sırada geriye dönüp sokağa gelip giden birileri olup olmadığını kontrol ediyordu. Beladan çekiniyordu. Eğer bir kadın çıkmaz bir sokakta yerde baygın yatıyorsa, işte bu bela demektir. Tedirgin ve heyecanlıydı. Başına iş alıyordu. Sandığından daha fazla.. Kadına yaklaştıkça sokak daha büyük bir karanlığa gömülüyor ve kadını gözlerden saklayan gölgeler çoğalıyordu. Kaan kadına yaklaştıkça, duyduğu korku ve tedirginliğin yerini büyük bir merak almaya başladı. Artık arkasına dönüp bakmıyordu bile. Yalnızca yerde yatanı görmeye çalışıyordu. Adeta hipnotize olmuş gibiydi. Kadını görmeye çalışıyor, ama onu göremiyordu. Yaklaştıkça kadının görüntüsü iyice gözden kayboldu, gölgelerin arasında kaldı. Hem de bu oldukça ‘mantıklı’ ve ‘kabul edilebilir’ bir şekilde oluyordu. Belki de aslında mantıksız, saçma bir şeydi bu. Belki de Kaan, rüya görürken olduğu gibi, mantıksız ve olağan dışı olan bir şeyi mantıklı ve olağan buluyordu. Kadının yerde yatan silüetine yaklaştıkça, bir şekilde duvarlar ve akşam sebep oldukları gölgelerle kadının görüntüsünü saklıyorlardı. Sanki bir ilüzyondu bu. Bir göz yanılgısı.. Yerdeki kadınla arasında yalnızca bir metre kaldığında Kaan Yılmaz bu işte bir gariplik olduğunu anladı. Uykudan uyanır gibi irkilip başını geriye çekti. Fakat artık çok geçti. Yerdeki gölge bir kadına ait değildi. Hiçbir şeye ait değildi. Bir gölge kadar karanlık ve kuytu olmasına rağmen aslında bir gölge de değildi o. Başka bir şeydi. Kuytuluk yerde hızla kaydı. Kaan’a saldırdı. Ve onu yuttu. Genç adam çığlık atacak kadar bile zaman bulamamıştı. Yalnızca gözlerini dehşetle ve ağzını da sanki bağırıyormuş gibi açtı. Bağıramadı. Gölgeli, karanlık bir sokakta, kuytuların arasında, Kaan Yılmaz bu Dünya’dan siliniverdi. Ortadan kayboldu. Yok oldu gitti. Silindi. Son saniyesinde genç adamın gözlerinin önünden soluk bir hayatın sıradan ve bilindik görüntüleri geçti yalnız. Bu görüntüler çok renksiz ve bulanıktı. Tanıdığı birkaç kişi.. Ve koskoca yalnızlığı.. Güzel bir Eylül akşamıydı. Dünya denen gezegende uygar insan sürüleri büyük kalabalıklar halinde şehirleri dolduruyor ve anlatılamayacak kadar çok işler yapıp, anlatılamayacak kadar çok miktarda acı çekiyor, mutlu oluyor, gülüyor ve hüzünleniyordu. Sokaklarda anlatılmaz bir akış vardı. Bu akışın, bu insanların, bu korkunç kalabalığın içinde yalnız kalmamalıydınız. Öyleyse siz de yalnız kalmayın! Birilerine sarılın.. Birilerine tutunun. Birileriyle olun. Konuşun, sevişin, gülün. ‘Onlarla’ birlikte olun. Asla da yalnız kalmayın. Çünkü o şey sizi gecenin içinde bekliyor. Bu gölgeler, bu kuytu, hiç tekin değil. Sizi içine, bu umutsuz, bu yalnız, bu karanlık yok oluşun, bu ulu ve sessiz gecenin içine çekmek için pusuya yatmış bekliyor. Sabırsızlıkla bekliyor. Yalnız kalacağınız ve gölgelerin ıssızında tek başınıza yürüyeceğiniz o korkunç günü bekliyor. UMUDA GİDEN Hüzün yüklü bulutlar geçiyor gökyüzlerinden. Dünyalarda Eylül şimdi. Her gezegenin iklimi farklı. Yine de havadaki hüzün, sessiz duvarlar ve yalnızlık aynı. Dünyalarda Eylül şimdi. Gece gemisi Umuda Giden yolculuğunun sekizinci yılında. Bu yolculuk umut dolu, bitmek bilmeyen bir yolculuk. Geminin yolcuları aradan geçen onca yıla rağmen hala her gün aynı şevk ve heyecanla uyanıyor. Tabi bunlar Büyük Uyku döneminde olmayan yolcular. Diğerleri uyku bölmelerinde dört ay sürecek derin ve rüyasız uykularındalar hala. Galaksi renkli. İnsanlar her yerde. Fakat bu güzel ve ışıklı karmaşayı gölgelendiren bir şey var: Üç gezegen birbiriyle savaş halinde. Bu savaşta şimdiye dek milyarlarca kişi öldü. Federasyona bağlı diğer gezegenler ve Ahira savaşta tarafsız kaldı. Hiç arzulanmayan, korkunç bir şey bu savaş. Bunun farkındalar. Fakat federasyona üye olmayan gezegenler istediklerini yapmakta hürler. Savaşmak serbest. Üstelik her gezegenin kendi ırkları, kendi dinleri ve dilleri var. Onlar ‘uygar’ gezegenler. Sanat ve bilimleri var. Federasyon denilen büyük ortaklık kendi üyesi olmayan uygar ülkelerin içişlerine karışma konusunda yetkisiz, çekingen ve isteksiz. Hem belki de böylesi aslında daha iyi. Çünkü herkesin kendi acılarını çekmeye hakkı vardır! Çocukların bile.. Böyle düşünüyor çoğu.. Zaman geçiyor.. Galaksi renkli. İnsanlar her yerde. Bu yolculuk umut dolu, umuda yapılan bir yolculuk. Bundan seksen yıl önceydi: Ünlü düşünür Karen bu fikri ortaya attı. Teknik ve zaman değişince, diye yazmıştı Karen. “Teknik ve zaman değişince..” İşte zaman şimdi o zaman. Teknik değişti: Gemiler daha hızlı ve dayanıklılar. İnsanlar daha kuvvetli. Daha sabırlı.. Azimli. Teknik değişti. Hüzün yüklü bulutlar geçiyor gökyüzlerinden. Dünyalarda Eylül şimdi. Savaş sürüyor. Bunları biliyorlar. Arkin uyandı. Büyük Uyku değil, günlük uykusuydu uyandığı. Dışarı baktı: Yıldızlar, uzay.. Büyük bir bıkkınlıkla başını iki yana sallayarak kabinden çıktı. Diğer yolcuların bulunacağı lobiye doğru yürüdü. Bu sırada dışarda hala yalnızca uzay vardı. Bir de yıldızlar.. Yalnız o kadar. Yürüdü. Geniş, beyaz koridorlardan, ışıklı bölmelerden geçti. Lobiye vardı. Oradalardı. Selamlar.. Lafı hiç dolandırmadan lobideki yolculara düşüncesini söyledi. Duyulmadan konuştu: “Bu iş çok fazla uzadı! Hala çok aydınlık uzay. Hesaplarda bir hata olmalı. Başka bir açıklaması yok.” İnsanlar ona baktılar. Bazıları başlarını sallayarak onayladı. Etne itiraz etti: “Sabırlı olun kardeşlik. İnançlı olun! Delik yer değiştiriyor olabilir pekala. Bilimin açıklayamadığı gariplikleri bilinir. Şimdi de sanki bizden kaçıyor gibi. Burada olması gerekirdi. Ama burada yok! Sanki bilinçten kaçıyor. Bilinçle kaçıyor. Bulunmak istemiyor. Ama çaresiz. Biz er geç ona ulaşıp içine dolacağız. Başka yolu yok.” Arakin’e baktı. Arakin başıyla sessizce onayladı. Etne haklıydı. Hesaplarda hata yoktu. Hepsi trilyonlarca kez kontrol edilmişlerdi. Hata Delik’teydi. Delik’in ta kendisinde. Bu da çok tuhaftı. Bir yıldız kalıntısı, esrarlı bir boşluk, sanki onların varlığından ağır ağır uzaklaşıyordu. Kutsal, hatta ilahi bir güç tarafından yönlendiriliyormuş gibi. Arakin sessizce gülümsedi. O sırada onun düşüncesini dinleyenler de ona uyup güldüler. ‘Aslında bunların hepsi belki de Karen’in ne kadar haklı olduğunu gösteren şeyler’ Başlarıyla onayladılar. Umuda Giden, uzayda sessiz yolculuğunu sürdürdü. Geminin hedefi galaksinin merkezindeki büyük bir kara delikti. Karen sonsuz kurtuluşun onun içinde olduğunu iddia etmişti. Onun bu fikirlerini Ahira’da pek çok insan benimsemiş ve Karen’in felsefesi neredeyse bir din haline gelmişti. Sonunda Umuda Giden’in inşasına başlandı. Bu gemi bir milyon Ahiralı ruhu taşıyacaktı. Çok büyük bir projeydi. Geminin yapımı yirmi sekiz yıl sürmüştü. Bu arada Federasyon’un da teknolojik ve ham madde yardımını almışlardı. Çünkü Ahira halkının teknolojik açıdan Federasyon’un en ileri halklarından biri olduğu söylenemezdi. Bir şiir ve filozofi ülkesiydi Ahira. Altı yüz seksen beş milyon Ahiralının hemen hepsi bu konularda son derece yetenekliydi. Duygusal ve kırılgan bir canlı türüydü onlar. Yani diğer insanlara benziyorlardı. Belki de en büyük farkları, onların yazmayı tercih etmiş olmasıydı. Laboratuvarlarda çalışmayı ya da denizlerin derinlerine dalmayı değil, yalnızca ama yalnızca yazmayı ve yazmayı. Oturup düşünmeyi.. Hayal kurmayı.. Fakat Ahira halkı artık bıkmıştı. Kızıl-yeşil gezegenlerinde denizlere bakıp hayaller kurmaktan veya şiirler yazmaktan değil, ama kendi dünyaları dışındaki diğer yerlerde yaşanan zulüm, şiddet ve savaşın rahatsız edici varlığından.. Göçmenler Ahira’ya kırk sekiz yıl önce gelmişti. Karpotya gezegeninden gelen on bir milyon kişi.. Savaştan ve açlıktan kaçan insanlar.. Alınları Ahiralılarınkinden biraz daha basık, çeneleri daha büyük ve gözleri kapaksızdı. Ama yine de insandı onlar. Ve onların yaşadıkları sonsuz acı ve dehşetin sadece izlerini görmek bile Ahiralılara yetmişti. Birçok Karpotya kaçkını yaralı ya da hastaydı. Bu hastalıklar Ahiralılar ya da galaksinin her hangi başka bir yerinde yaşayan diğer insanlar için tehlike oluşturmuyordu. Çünkü bulaşıcı değildiler. Bu hastalıkların sebebi virüs ya da bakteri benzeri taşıyıcılar değildi. Daha çok gaz ve radyasyon benzeri içe işleyen ve hücre bozan etkenlerdi. Tüm bunların sebebi de savaşlarda kullanılan silahlardı. Karpotyalılar deforme olmuş, yıpranmış, parça parça dökülen, çarpık bedenleriyle Ahira’ya geldiklerinde Ahiralıların kalplerinde onarılmaz yaralar açıldı. İnsanların birbirine yapabileceği şeylerin bazılarını onlar ilk defa görüyorlardı. Çünkü Ahira’da asla bir savaş olmamıştı. İnsanlarla hayvanlar ya da insanlarla fırtına, yani insanlarla doğa arasında bir mücadele tabi ki her zaman vardı. Fakat bu mücadele doğal, kendiliğinden, zararsız ve uyumluydu. Ahenkli bir dans.. Bir tören. Ahiralılar belki de bazı hormonların eksikliğini duyuyorlardı. Ya da Ahira’da evrim, onları saldırganlaştırmadan libidolarını yüceltmenin ve yaratıcılıklarını kamçılamanın bir yolunu bulmuştu. Bilinmez. Bilinen şudur ki Ahira, Büyük Göç’ten sonra değişti. Hem de çok değişti. Şimdi neredeyse tanınmaz halde, harap ve yıkık bir gezegendi. İnsanlar adeta bütün hayallerini ve UMUTLARINI yitirmişlerdi. Sokaklar bomboş.. Deniz kıyısı sessiz.. Şairler suskun. Karpotya’ya yardım için ellerinden başka ne gelirdi ki? Göçmenlere kapılarını ardına kadar açtılar. Fakat Karpotya’ya yardım malzemesi göndermeleri söz konusu bile değildi. Zira savaş sürüyordu. Ahira bu konuda ise hiçbir şey yapamazdı. Savaş onların işi değildi. Ahira’nın Federasyon gezegenleri arasında büyük saygınlığı vardı. Bu düşünürler ve sanatçılar gezegeni, sözü dinlenen ve tavsiyelerine uyulan önemli bir Federasyon üyesiydi. Ama konu savaş olunca işler değişti. Aslına bakılırsa bu konuda Federasyon haklıydı da. Federasyon üyesi olmayan üç uygar gezegen birbiriyle çarpışıyordu. Üç gezegen de saldırı halindeydi. Üçünün de belli amaçları ve çıkarları vardı. Suçlu olan da hepsiydi, mağdur olan da.. Yeterince uzaktan baktıkları için Federasyon üyeleri bunun böyle olduğunu açık seçik görüyordu. Yapacak hiçbir şey yoktu. Tüm yapabildikleri savaşan üç gezegeni sözlü olarak uyarmak ve onlara bu savaşı bitirmelerini şiddetle tavsiye etmekti. Yalnızca o kadar. Yalnız yıldızlar.. Ahiralılar işin aslını öğrendiklerinde çok daha büyük bir dehşet ve umutsuzluğa kapıldılar. Demek insanlar yalnızca maddi çıkarlar için birbirlerini öldürüyor, kadınlara tecavüz, çocuklara işkence ediyordu. Birbirlerinin gezegenlerine, bilgi birikimlerine ve hazinelerine göz koymuşlardı. Bu korkunç, anlaşılmaz ve kabul edilemez bir şeydi. Ve bu konuda galaksideki diğer insanlar hiçbir şey yapamıyorlardı. Elleri kolları bağlıydı. Ahira halkı deliliğin pençesindeydi. Onlar duygusal ve hassas yaratıklardı. Diğer dünyalarda insanlar zulüm görürken, onlar kendi gezegenlerinde huzur, barış ve mutluluk içinde yaşamayı sürdüremezlerdi. Bu olamazdı. Dünyaların, insanların ve evrenin ruhu birdi. Biri öyleyken diğeri başka türlü olamazdı. Onlar kardeşlerinin acılarını hissederlerdi. Başka türlüsü olmazdı. Kimse başka bir insanı sırf canı istiyor diye öldüremezdi. Böyle şey olmazdı. İnsanlar bunu yapamazlardı. Bu gerçek olamazdı. Böyle şey olmazdı...... Ahiralılar çıldırmak üzereydi. Kafalarını dolduran bu yeni düşünceler ve bu sorular onlar için yabancı ve çözümsüzdü. Karmakarışık, anlamsız. Kafa karıştırıcı.. Bu şekilde yaşamayı sürdüremezlerdi. Tutunacak bir dala, sarılacak yeni bir umuda ihtiyaçları vardı. Sonra Karen ortaya çıktı. Büyük düşünür, huzurlu bilgin Karen. Karen ve onun Sonsuz Boşluk Teorisi. Bu teoriye göre kara delikler evrendeki varlığın ve farkedilmeyen yokluğun dışındaki başka bir şeyi, huzur, umut ve bilgi dolu, dahası bilinçli ve adeta canlı bir ‘mutlak boşluğu’ barındıran muhteşem yerlerdi. “Evrende boşluk yoktur.” diye anlatıyordu Karen. Bir çocuğun bile anlayabileceği şekilde açıklıyordu: “Her yerde ışık var, değil mi? Durduğumuz her noktadan yıldızları görüyoruz. Ya da meteor bulutlarını ve gaz topluluklarını. Çünkü her yerde, görünen ışık var. Bu en basit örnek. Görünmeyen ışığa değinmiyorum bile.. Ve diğer şeylere.. Olan ve olmayanlara.. Varlıktaki yokluğa.. Her yerdekine..” “Oysa kara deliklerde ne ışık ne başka bir şey.. Hiçbir şey yok! Mutlak boşluk. Ve orada başka bir şey var. Varlığın ve yokluğun ötesinde başka bir şey. Buna Tanrı demiyorum. Buna cesaret edemem. Fakat orada bilinçli bir varlık var. Mutlak boşluğun içinde.. Orada huzur ve sonsuz bilgi ve mutluluk var. Tabi ki hüzün, acı ve keder de.. Burada olduklarından farklı olsalar bile.. Her şey öylesine açık ve de öyle görünür ki. Anlatılamaz. Ben anlatamam. Yalnızca, biliyorum.” “Bilimsel kanıtlarım yok. Bu konuda ‘inançlı’ ya da ‘ısrarcı’ değilim. Rüyamda bunu görmedim. Bunu ben düşünmedim. Öyle olmadı. Yalnızca, biliyorum. Yalnızca öyle.” Bu tuhaf adamın, bu dahinin, bu delinin, yıllar önce açıkladığında büyük beğeni toplayan ve saygı gören, ama bunun ötesine geçemeyen ilginç düşünceleri, Büyük Göç’ten sonraki acı dolu yıllarda yeniden keşfedildiğinde, umutsuzluğun pençesinde delirmemek için kıvranan Ahira halkı için bir umut ışığı oldu. Teoriye sarıldılar. Yıllar boyunca bu düşünce dine benzer bir akıma dönüşerek ve gitgide büyüyen bir ilgi ve heyecanla karşılanarak yayıldı. Vazgeçilmez oldu. Sonunda zamanı geldi. Yüz milyonlarca Ahiralı o gün meydanlarda, evlerinde ve toplantı salonlarında buluştu. En saygıdeğer ve en ünlü düşünürler Büyük Salon’da toplandı. Bu kongrenin konusu Karen’in Sonsuz Boşluk Teorisinin nasıl olup da insanların yararına kullanılabileceğini bulmaktı. Artık bu konuda somut bir takım adımlar atılmalıydı. Kabul görecek olan öneri toplantının onur konuğu olan büyük bilgin Karen’in yakın arkadaşı Lareh’ten geldi: Lareh’in önerisi büyük bir gemi yapılması ve Ahira halkının bir kısmının galaksinin merkezindeki kara deliğe gitmesiydi. Lareh bunu söyledi. Milyonlarca kişi meydanlarda ve diğer yerlerde ekranlara bakarak Lareh’i izliyordu. Onun sözlerini sürdürmesini beklediler. Fakat Lareh başka bir şey söylemedi. Tek bir cümleyle açıkladığı önerisini tekrar etti. Sonra da ağır ağır kürsüden ayrılıp yerine döndü. Bu an Ahira tarihinin en önemli anlarından biriydi. Birkaç saniye sonra gezegende çok büyük bir gürültü koptu. Yüz milyonlarca kişi Lareh’i alkışlıyordu. Bunların başında da büyük bilgin Karen vardı. Ekrana onun Lareh’i alkışlayan görüntüsü yansıyınca Ahira halkının coşkusu bir kat daha arttı. Alkışlar adeta gezegeni yörüngesinden çıkaracak kadar yoğunlaştı. Yolculuk fikrinin anlamı açıktı. Ahiralılar kendilerini kurban edeceklerdi. Karen’in düşüncesi felsefi bir önermeydi yalnız. Bilimsel geçerliliği maalesef yoktu. Hem olsa bile yine de bu yolculuğa çıkanlar bir daha asla bu evrene geri dönmeyecekti. Bir şey bulsalar bile bulduklarını anlatamayacaklardı. Bilinmeyecekti. Ahira gezegeni gerekçelerini açıklayarak yardım talebinde bulunduğunda Federasyon’un diğer üyeleri şaşkınlık ve endişe duydular. Yine de Ahira’nın talepleri kabul edildi. Gezegenler birliğinin yönetmelikleri bunu gerektiriyordu. Ayrıca Federasyon üyesi gezegenlerde yaşayan milyarlarca insanın arasında da böylesi bir yolculuğun gerçekten de olumlu etkileri olabileceğini düşünenler vardı. Umutlananlar oldu. Sonuçları her ne olursa olsun bu yolculuk tüm galakside nesilden nesile aktarılarak Büyük Sonlar’a kadar anlatılacak ve evrendeki barışı simgeleyen büyük bir olay olarak tarihe geçecekti. Gemi yapıldı. Yolcu listelerine yazılmak isteyenlerin sayısı üç yüz milyondu. On beş milyon ‘başka’ insan da diğer gezegenlerden başvurmuştu. Onlar için de elli bin yer ayrıldı. Bir milyon yolcunun isimleri belirlendi. İsmi listede olanlar büyük bir sevinç ve mutlulukla doldular. Onlar şanslı olanlardı. Büyük gün geldi. Yola çıkıldı. O gün sanki bütün evren derin bir sessizliğe gömülmüştü. Adeta ilahi bir şekilde, savaşan üç gezegen de yalnızca üç ay uyacakları bir ateşkes antlaşmasını tam da o gün imzaladılar. Gemi yörüngeden çıktı. Her şeyi geride bıraktı . Ve aradan yıllar geçti. Arakin camdan baktı. Diğerleri de.. Bir gariplik vardı. Bunu hissetmişlerdi. Birbirlerine baktılar. Sonra yine dışarıya.. Sona yaklaşıyorlardı. Büyük Yolculuk sona eriyordu. O esrarlı anın gelmesinden birkaç saniye önce hepsi bunu anlamıştı. Her şey aniden oldu. Bilinmezin içine düşmeden önceki o son bilinç saniyesinde sessizce gözlerini kapadılar. Gittikleri yerde hiçbir şeyin olmadığını umarak.. Sonra karanlık oldu. KUZULAR Steplerde sapsarı bir bahar günüydü. O gün steplerde bir cinayet işlendi. Çoban Mehmet neşeliydi. Koyunlar otlağa yayılmış, otlağın en yeşil, en bol otlu, en bereketli kısmında otluyorlardı. Güneş pırıl pırıl, kuşlar cıvıl cıvıldı. Cıvıl cıvıl kuşlar, pırıl pırıl güneşe doğru bakıp mutluluğu çağrıştıran, bize sanki neşeliymiş gibi gelen o bilindik şarkılarını söylediler. Halbuki kim bilir neler diyorlardı gerçekte.. Çoban Mehmet bunu hiç aklına getirmedi. Koyunlar otlağa yayılmış, otlağın en yeşil, en bol otlu, en bereketli kısmında otluyorlardı. Çoban Mehmet neşeliydi. Koçlar, anaç koyunlar, toklular, şişekler ve kuzular her zaman yaptıkları şeyi yapıyordu. Başlarını indiriyor, otları dişleriyle koparıp başlarını tekrar kaldırıyor ve ağır ağır çiğnemeye koyuluyorlardı. Sonra tekrar aynı şeyler. Akşama kadar hep aynı.. Her gün aynı şey! Çoban Mehmet için bu bir sorun sayılmazdı. Hayatından memnundu o. Bir ağaç kıyısına çömelip öğle güneşinin sıcağında kavalıyla ezgiler uydurarak eğleniyordu. Bu ağaç, bu gölge, bu kuşlar.. Ona yeterdi.. Kuzular, ona yeterdi.. Koyunları, Çoban Mehmet’in bütün ihtiyaçlarını karşılıyordu. Et, süt, yün ve diğer şeyleri.. Yani ‘bütün’ ihtiyaçlarını.. Kınalı, yumuşak kuzulara bakıp büyük bir keyifle gülümsedi. Ayağa kalktı. Güneş tam tepedeydi. Gökyüzünde top top beyaz bulutlar geziniyordu. Onun kınalılarına benziyordu onlar. Yumuşak, beyaz ve tombul. Gözlerinde tuhaf bir parıltı baş gösterdi. Bakışlarını indirip sürüye baktı. Yavaşça hayvanların arasına girdi. Koyunlar umursamaz hareketlerle olağan işlerini yapmayı, yani yaşamayı sürdürüyorlardı. Otları kopar. Yut. Geviş getir. Traş edil. Süt ver. Kesil. Ve diğer şeyler.. Çoban Mehmet gözlerinde mutlu bir kararsızlıkla kuzucuklarına baktı. Bugün içlerinden hangisini götürseydi acaba? Zor seçimdi. Kararsız kaldı. Güneş tam tepedeydi. Koyunlar her zamanki bildik, sıradan, olağan, sıkıcı şeyleri yaparak o sıkıcı -ve belki mutlu- -bir gün kesilerek öldürüleceleri- hayatlarını sürdürüyorlardı. Arada bir, o da yalnızca önlerindeki ot bitince, ileriye doğru bir iki küçük adım atıyorlardı. Çoban Mehmet’e yavaşça çarparak yanından geçiyorlardı. Genç adamın ayakta durduğu yerin çevresindeki otlar giderek azaldı. Vakit ilerledi. Çoban hala boş gözlerle kuzucuklarını süzüyordu. Bir ona bakıyordu bir ötekine. Bir türlü içlerinde birinde karar kılamıyordu. Birini alsa aklı ötekilerde kalacaktı. Böyle böyle güneşin altında, kuşların cıvıltısını dinleyerek bir saat kadar öylece ayakta dikildi. Vakit ilerliyordu. Çoban Mehmet’in çevresinde, onun durduğu yerin dışındaki otlar gittikçe azaldı. Koyunlar çobana doğru sokulmaya başladılar. Yavaş yavaş sokuldular. Çevresindeki koyun kalabalığı ve bu kalabalığın yoğunluğu arttıkça Çoban Mehmet’in de heyecanı artıyordu. Artık bir kuzuyu seçerek onunla beraber ufak bir gezintiye çıkma vakti gelmişti. Biraz daha sokuldular. Aykız’ı seçti. Onlar biraz daha sokuldu. Çoban Mehmet yüzünde aptal bir gülümsemeyle iyice yanına sokulan koçları iteleyecek oldu. Hayvanlar kıpırdamadı. Biraz daha sokuldular. Küçükbaşların sessiz kalabalığı Çoban Mehmet’i yavaşça sıkıştırmaya başladı. Çoban Mehmet şaşırdı ve öfkelendi: “Durun lan! Dur.. Çekilin! Oğlum!” Koyunlar aldırmadı. Onlar her gün yaptıkları sıradan işleri yapmaya devam ediyorlardı. Başlarını indirip dişleriyle otları kopardılar ve yuttular. Sonra geviş getiriler. Çoban Mehmet artık endişelenmeye ve korkmaya başlamıştı. Koçlar ve diğer koyunlar çobanı iyice sıkıştırmıştı. Hayvanların üzerinden aşmayı denediyse de sakin kalabalığın içinden çıkmayı başaramadı. Biraz daha sokuldular. Çoban Mehmet yardım için bağırmaya başladı. Biraz daha sokuldular. Yardım çağrısı acı dolu bir çığlığa dönüştü. Bacakları iyice araya sıkışmıştı. Kalın, etten duvarı kımıldatamıyordu. Neden sonra kalabalık biraz açılır gibi oldu. Çoban Mehmet’in bacakları tamamen uyuşmuştu. Yere yığıldı. Biraz daha sokuldular. Son çığlıklar alacakaranlıkta duyulmadan yitip gitti. Steplerde sapsarı bir bahar günüydü. O gün steplerde bir cinayet işlendi. FİGÜRAN Silahlı adamlarla dolu siyah küçük bir kamyonet kapıdan içeri daldı. Üstü dikenli tellerle kaplı demir kapının iki kanadını bir arada tutan kalın zincir paramparça oldu. Kapının bir kanadı koparak fırladı ve yerde kıvılcımlar saçarak uzaklara sürüklendi. Nöbetçiler sıçrayarak kamyonetin önünden kaçtılar. Kamyonetin arkasında ayakta duran iki adam makinalı tüfekle ateş açtı. Kurşunlar nöbetçilerden birine isabet etti. Bu sanki önemsiz bir şeymiş gibi olmuştu: Ateş edersin, silahlar patlar ve ölü, aptal kurşunlar havada hızla uçarak bir parça ete saplanır. Biraz kan çıkar, orada bir delik açılır. Vurulan adam yere düşer. Kamyonet yoluna devam eder: Başarmışlardır! Artık arkada kalanların onlar için hiçbir önemi yok. Önemli olan yalnızca önlerinde onları bekleyen heyecan ve adrenalin yüklü maceralardır. Arkada kalanların önemi yoktur: Kırılan zincirin, parçalanan kapıların, yerde baygın yatan nöbetçilerin, vurulan adamın.. Vurulan adam öldüğünde gözlerinde sönen ışığın.. Yüzünde baş gösteren donuk ve solgun ifadenin. Bir heykel gibi kaskatı kasılan iki elinin. Bir adı vardı. İki çocuk babasıydı. Karısını seviyordu. Küçükken apartman boşluklarına bakıp hayaller kurardı. Sessiz bir çocuktu. Okuldayken, ders sırasında öğrenciye sorular soran öğretmenlerden çekinirdi. Onca insanın önünde konuşamazdı o. Böyle öğretmenlerin dersinde, bütün ders boyunca oturduğu yere siner, tedirgin bir şekilde ve kalbi güm güm atarak saniyeleri sayardı. Sonra ders zili.. Ev yolu.. Onunla alay edenler. Çok akıllı bir çocuk sayılmazdı. Derslerine çalışırdı ama dersleri vasattı. ‘Parlak’ biri de değildi. Komik şakalar yapamaz, diğerlerinin ilgisini kendi üzerine çekemezdi. Silik biriydi. Ne yakışıklıydı, ne de çirkin.. Sıradan bir yüz. Ne neşeli, ne somurtan.. Sessizce arkada durup şakalara gülen biri.. Sessiz kalabalıktan. Ama iyi biriydi o. Masum bir çocuk.. Belki eline fırsat geçse Hitler olurdu! Yani o da herkes gibi.. Eline fırsat geçse, o gücü ona verseler Sezar olurdu. Büyük İskender. Bir canavar, bir cani! Bir kahraman, bir önder! Herhangi biri.. Seçim sizindi. Yalnızca ‘herhangi biri’ olarak kaldı o. Aradan yıllar geçti. Beraber olduğu ilk kızla evlendi. Onu çok sevdi. Kız da onu. Ona benziyordu kız. O da kıza. Herkesin çoktan unuttuğu silik tipler.. Tabi adamın hala okul yıllarında olduğu kadar sıkılgan ve sessiz bir insan olarak kaldığını sanmamalısınız. Artık yüksek sesle konuşup, bir ağız dolusu gülebiliyordu o. Basit şakalar yapıyordu. Kendisi gibi sıradan ve unutulmuş insanlar olan arkadaşlarından olumlu tepkiler alıyordu: Gülüyorlardı şakalarına. Artık sokakta gördüğünüz zaman ona yine dikkat etmeseniz bile, bunun sebebinin utangaç ve sıkılgan biri olması değil de normal ve bildik bir adam görüntüsü çizmesi olacağı belliydi. Sıradan bir adamdı o: Sokaklarda yürürken gözlerinde şimdi daha rahat ve huzurlu bir ifade vardı. Ellerindeki torbalar onun bir aile babası olduğunu gösteriyordu: Kurulu bir düzeni vardı. Hemen hemen istediği her zaman sevişebileceği bir karısı ve ona saygı duyan çocukları vardı. Bir işi vardı, bu, ellerindeki torbalardan anlaşılıyordu, daha yeni alışveriş yapmıştı. Beklentileri karşılayan, olağan bir insandı. Evine gidiyordu. Kurulu bir düzeni vardı. Bu, ellerindeki torbalardan anlaşılıyordu. Okul arkadaşlarının çoğu onu hatırlamıyor olabilir. Ama zaten okul çağında hayatınıza giren insanların sizin için pek bir önemi yoktur - dostlar ve ilk aşklar hariç. Okul çağı karakterlerinden aklınızda kalanlar yalnızca KÖTÜ olanlarıdır. Onları hatırlarsınız. Ama onlar HİÇBİR ŞEYİ hatırlayamazlar! O sıradan bir adamdı: Hayalleri vardı. Karısıyla kurdukları en büyük hayallerden biri şimdi oturduklarından daha büyük bir ev satın almaktı. Başka bir yerde.. Belki bir göl kıyısında, belki de deniz. Buradan uzaklarda.. Başka bir yerde. Çocukların üniversiteye gitmesini istiyorlardı. Tüm imkanlarını kullanıp, her şeyi, hatta gerekirse bir ev satın alma hayallerini bile feda ederek bunu mutlaka başaracaklardı. Çocuklar okumalıydı. Üniversitede.. O sıradan bir adamdı: Bir işi vardı. Büyük bir fabrikada gece bekçisi olarak çalışıyordu. Gecenin kör karanlığında fabrikanın kapısındaki camlı bölmede oturup sabaha kadar soğuktan tir tir titrerdi. İki iş arkadaşı vardı. Birisi onun gibiydi: Sıradan bir adam. (Hayalleri, çocukları, unutulmuşluğu vs.) Diğeri biraz gizemli.. Esrarlı bir tip. Belki de belalı biri.. Bilemiyorlar. Gece bekçisi o gün fabrikaya gelirken yine hayaller kurmuştu. Küçük bir çocukken apartman boşluklarına bakarak kurduğu hayallere benziyordu bunlar. İçinde yine o hüznü, o acı tadı duydu. Sanki yüzyıllar olmuştu: Çocukken seyrettiği çizgi filmleri, babasını, eski, küçük evlerini, apartman boşluklarındaki yemek kokularını, hüzünlü Eylül yağmurlarını hatırladı. Babasının ellerini, yüzünü, kuvvetli kollarını, kumaş kokan ceketini, pardesüsünü.. Sonra acıklı hayaller, otobüs camına yağmur damlalarıyla çizilen o saydam resmin içinde ağır ağır silindi. İz bırakmadan. Dallarda serçeler vardı. Yalnız, kuşlardan biri dalların üstünde değil de yerdeydi. Kaskatı ve kıpırtısız.. Zavallı serçe ölmüştü. Yerde öylece yatıyor.. Fabrikanın nöbetçisi sessizce içini çekti: “Aslında benim de ondan ne farkım var? Zavallı bir serçeyim ben. Zavallı, ölü bir serçe.” Sonra hayaller, hüzün ve keder birdenbire ortadan kayboldu. Otobüsten ineceği yere yaklaşıyordu. Gerçek hayat suratına, bir duvar gibi sert ve soğuk, çarptı. İrkildi. Hızla ayağa kalkarak durağı kaçırmamak için telaşla düğmeye bastı. Fabrikaya geliyordu. Kötülükler ve esrarla dolu büyük ölüm çukuruna. Böyle düşündü nedense. Çaktırmadan gülümsedi. Onu böyle kendi kendine gülerken görseler deli olduğunu sanabilirlerdi. Akşamın geç saatine rağmen sokakta hala insanlar vardı. Fabrikaya geliyordu. “Kötülükler ve esrarla dolu büyük bir ölüm çukuru..” Nedense böyle düşündü. Gülümsedi. Bu gülüşü rahatsız ve tedirgindi. Fabrikaya her gelişinde ve burada geçirdiği bütün zaman boyunca aynı şeyi duyuyordu: Tedirginlik ve endişe. Biraz da korku.. Burası hiç de öyle tekin bir yer sayılmazdı. Buradayken içinde hep kötü bir his vardı. Bir şeyler tersmiş gibiydi. Her an bir sorun çıkabilirdi. Hep böyle hissediyordu. Fakat her şeye rağmen, o burada çalışmak zorunda. İşini bırakamaz. Çünkü hayalleri var. Karısının, kendinin ve çocuklarının geleceği için bunu yapmalı. Bu fabrikada çalışmaya devam etmeli. İçindeki tüm kötü hislere ve kulaklarına “Bela!” diye fısıldayan önsezilerine rağmen, aslında şimdiye kadar burada hiçbir sorun yaşanmadı. Bundan sonra da böyle bir sorunun çıkabileceğine dair her hangi bir belirti yok. Yalnızca önsezileri.. Hem en kötü ne olabilir ki? O ve diğer iki nöbetçi baştan aşşağı silahlı. Fabrika iyi korunuyor. Demir kapılar sağlam. Üstleri dikenli telli. İçerde de bekçi köpekleri var. İçeri girdi. Üniformasını giydi. İş arkadaşlarını başıyla selamladı. Kapının yanındaki görev bölgesine gitmeden önce tüfeği eline aldı ve hayallerini unuttu. En kötü ne olabilir? Silahlı adamlarla dolu siyah küçük bir kamyonet kapıdan içeri daldı. Üstü dikenli tellerle kaplı demir kapının iki kanadını bir arada tutan kalın zincir paramparça oldu. Kapının bir kanadı koparak fırladı ve yerde kıvılcımlar saçarak uzaklara sürüklendi. Nöbetçiler sıçrayarak kamyonetin önünden kaçtılar. Kamyonetin arkasında ayakta duran iki adam makinalı tüfekle ateş açtı. Kurşunlar nöbetçilerden birine isabet etti. Bu sanki önemsiz bir şeymiş gibi olmuştu: Ateş edersin, silahlar patlar ve ölü, aptal kurşunlar havada hızla uçarak bir parça ete saplanır. Biraz kan çıkar, orada bir delik açılır. Vurulan adam yere düşer. Kamyonet yoluna devam eder: Başarmışlardır! Artık arkada kalanların onlar için hiçbir önemi yok. Önemli olan yalnızca önlerinde onları bekleyen heyecan ve adrenalin yüklü maceralardır. Arkada kalanların önemi yoktur: Kırılan zincirin, parçalanan kapıların, yerde baygın yatan nöbetçilerin, vurulan adamın.. Vurulan adam öldüğünde gözünde sönen ışığın.. Yüzünde baş gösteren donuk ve solgun ifadenin. Bir heykel gibi kaskatı kasılan iki elinin.. TUTUNAMAYANLAR Karanlığın içinde tehlike büyük! Bir film olsaydı bu, hoşunuza gidebilirdi belki. Ama film değil. Karanlığın içinde oturan sizsiniz. Ve bundan yıllar önce.. Bildiğin bütün çağlardan önceki bir çağ. Ne bu makinalar var, ne bu yazı, ne de ay.. Şey.. Aslına bakılırsa gökyüzünde ay yine var. Fakat başka ışık yok.. Yalnızca ay.. Yalnızca ay ve yıldızlar.. Aylardan Eylül yine. Fakat onlar bunu henüz bilmiyor. Takvim de yok saat de.. Karanlığın içinde tehlike büyük! Bir film olsaydı bu, hoşunuza gidebilirdi belki. Ama film değil. Film de yok. Karanlığın içinde oturan sizsiniz. Yani siz: İnsanlar. Alınlar basık, köpek dişleri uzun ve keskin. Makyaj yok. Şimdi olduğunuzdan çok farklısınız. Ama yine de aynı: Gözlerinizdeki bakış, yalnızlığınız.. Aslına bakılırsa şimdiki insanlardan sandığımızdan da farklı bu grup. Karanlığın içinde oturuyorlar. Gözleri tuhaf bir şekilde parlak. Bu pırıltıda korkunun dışında bir şey daha var: Beklenmedik bir zeka.. Bir güven hissi. Bu adamlar ve kadın, kendinden emin. Bir şeyleri görmüş onlar. Bir şeyi anlamış. Bu şeyin ne olduğunu çözmeye çalışalım.. Kadın adamlara baktı. Aylardan Eylül. O ise bunu bilmiyor. Bunu bilmemesine rağmen onlara baktı. İki adamın daha az kıllı ve daha yapılı olanı bu bakışa karşılık verdi. Diğeri gözlerini yaktıkları orta-ateşten bir an olsun ayırmadı. İri yarı olan adam dönüp arkadaşına baktı. Sonra tekrar kadına doğru döndü ve başını ağır ağır iki yana salladı. Kıllı adam pes etmişti. Umutları tüketmişti. Kıtlık, hastalık ve kasırga sorun değildi. Yırtıcı kediler ve kurtlar.. Sorun değildi. Sorun olan yalnızca ‘diğerleriydi’. ‘Farklı’ olanlar.. Diğer insanlar.. Onlar.. Onların kabilesiyle kabileleri arasında aylardır süren korkunç bir savaş vardı. Anlamsız bir şekilde, ‘farklı olanlar’ onlara saldırarak çocuklarını, kadınları ve erkekleri öldürüyorlardı. Koskoca bir kabileden, koskoca bir türden geriye yalnızca üç kişi kalmıştı. Son saldırı iki gün önce bir gece vakti olmuştu. Acımasız, avcı insanlar, ellerinde sivriltilmiş uzun sopalarla gelip gecenin korkusunu elleriyle büyüterek kabilelerine saldırmıştı. Çocukları, kadınları ve adamları katletmişlerdi. Sopalarını savunmasız insanların gözlerinden sokup ense köklerinden dışarı çıkarmışlardı. Sopaların ucundaki kan ve beyin ıslaklığı sönmeye yüz tutmuş sarı alevlerin ışığında parlarken, savaşçıların çığlıkları kaçışanlarınkine karışıyordu. Hepsini yakaladılar. İki adam ve bir kadın hariç. Bu üçü, gecenin korkutucu karanlığından hayatlarında ilk defa faydalanarak ağaçların arasında gözden kayboldu. Savaşçı insanlar kabilelerindeki herkesi öldürmüştü. Bunu ne bir parça toprak ne de biraz et için yapmışlardı. Bu korkunç saldırıların belirli bir sebebi yoktu. Adeta, yalnızca var oldukları için saldırıya uğramışlardı. Oradalar diye. Bunun bir anlamı yoktu. Tamamıyle anlamsızdı. Onlar bunu anlıyordu. Diğerleri anlamıyordu. Gece karanlığında saldırıp çocukların kafalarını bedenlerinden ayırıyorlardı. Bunu sadece onlara zevk verdiği için yapıyorlardı. Bunun bir anlamı yoktu. Ama bunu göremiyorlardı. Kadın adamlara baktı. Geceden korkuyordu. Onlara baktı. Alevlerin dalgalı ışığında aydınlanan yüzlerinden aslında onların da korktuğunu anladı. Onlar korkuyorlardı. O bunu anladı. Onlara baktı. İri yarı olanıyla gözgöze geldi. Adam gözlerini çevirip karanlığın içindeki ağaçları aradı. İşte oradalardı. Karanlığın içinde geceden daha kara, daha uzun ve ince.. Geceyi bölen, çizgi çizgi gövdeler. Arkada uzanan orman. Ve kim bilir daha neler.. Adam kadına baktı. Sonra dönüp diğer adama.. Sonra yine ağaçlara.. Savaşçı insanlar hiçbir şeyi anlamıyordu. Yaptıkları şey amaçsız, anlamsız ve saçmaydı. İnsanlara saldıran kediler, bunu onların etini yemek için yapardı. Fakat ‘diğer’ insanların böyle bir amacı yoktu. Onlar yalnızca öldürmek için öldürüyordu. Yalnızca o kadar. Türlerinin sonu gelmişti. Bunu içgüdüsel olarak hissediyorlardı. ‘Tür’ kelimesinin ya da ‘bir türün soyunun tükenmesinin’ ne anlama geldiğini tabi ki bilmiyorlardı. Ama neler olabileceğini hissediyorlardı. Bu da onlara yeterdi. Diğerleri aptal ve ilkel yaratıklardı. Acımasız ve vahşiydiler. Aslında onlar da akıllı canlılardı, fakat sabırsız ve korkaktılar. Korktukları için saldırıyorlardı. Korktukları için öldürüyorlardı. Mantıksızca ve korkakça. Bir şeyi önce öldürüp sonra da onun ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Öldükten sonra onun asla eskisi gibi olamayacağını anlamıyorlardı. Onlar kadar zeki insanlar değillerdi. Onlar için yalnızca öldürmek vardı. Soykırım ve katliam! Yalnızca zulüm.. Gecenin içinde kadın adama baktı. Adam diğer adama. Diğer adam alevlere.. Yazık olacaktı. Onlar diğerlerinden daha sevecen ve daha akıllı canlılardı. Depremlere, sele ve kıtlığa dayanmışlar ve bütün bu evrimsel engelleri teker teker aşmışlardı. Fakat şimdi yok olmanın eşiğindeydiler. Çünkü diğerleri bunun böyle olmasını istiyordu. Ve bu böyle olacaktı. Artık başka yolu yoktu. Belki de onlar hayatta kalsa ve soyları tükenmese Dünya denen bu koca gezegen şimdi bambaşka bir yer olacaktı. Belki de hayalini kurduğumuz barış, huzur ve refah şimdi bizim olacaktı. Tüm hastalıkların çaresi bulunacak (belki bir, aşk acısı hariç), ruhumuza dolan bu işe yaramazlık, anlamsızlık ve boşluk hissi bir nebze daha giderilmiş olacak ve çoktan uzak yıldızlara gidilecekti. Artık birbirimizi öldürmeyecektik. Uzun ve sivri sopaları çocukların gözlerinden sokup beyinlerini enselerinden çıkarmayı sürdürmeyecektik. Böyle bir şeyin ne kadar anlamsız ve saçma olacağını bilecektik. Böylesi bir düşünce aklımıza geldiğinde hafif bir titremeyle sarsılıp unutmaya çalışacaktık. Bu bir gerçek olmayacaktı. Bunda anlam aramayacaktık. Cinayetlerde de sebep. Çünkü artık cinayet diye bir şey de olmayacaktı. Ancak artık bunları düşünmenin kimseye bir faydası yok. Hiç yaşanmayacak bambaşka bir zamandı o. Yoklukta kaldı. Belki de başka bir boyutta - ki bu bir umuttur.. Kadın adama baktı. Adam diğer adama.. Diğer adam alevlere.. Geceden daha kara, daha uzun ve ince olan ağaç gövdelerinin arasından bir SÜRÜ fırladı. Kadını ve iki adamı oracıkta öldürdüler. Uzun, sivri sopalarla canlarına okudular. Sonra da başlarını koparıp sopalarının ucuna taktılar ve sönmeye yüz tutan alevlerin gölgesinde dansettiler. Hiç yaşanmayacak bambaşka bir zamandı o. Yoklukta kaldı. Yine de bu hikaye hala yazılabiliyorsa, hala umut var demektir. Hala var bir şans. Not: Homo sapiens dışında da insan türlerinin bir zamanlar Dünya üzerinde yaşamış olduğu fosil verilerine bakılarak anlaşılmış bilimsel bir gerçektir. KARADAĞ Tahsin Yıldırım bu tüneli bitirmek zorundaydı! Sapsarı, geniş ve sıcak arazide kamyonlar gidip geliyordu. Delgeçli, burgaçlı, paletli, kepçeli dev makinalar tarih öncesi çağların korkunç yaratıkları gibi insanların arasında hareket ediyor, kesiyor, deliyor, parçalıyordu. Birkaç ay öncesine kadar huzurlu, sessiz ve sakin bir bölge olan, Karadağ’ın eteğiyle Sarıkır’ın birleştiği yerdeki bu çorak topraklar, şimdi bir savaş gürültüsüyle çalkalanmaktaydı. İnsanla doğa arasında sürüp giden bir savaştı bu. Karadağ kıpırtısız ve katı varlığıyla insanlara direniyordu. İnsanlarsa, zekalarının ürünü olan makinalara güvenerek küstahça Karadağ’a meydan okuyorlardı. İş makinalarının büyük kalabalığı çok yukarılardan bakınca bir arı kovanı ya da bir karınca yuvası gibi görünüyordu. Makinalar sürekli hareket halindeydiler. Adeta bir ölüm dansı, bir cinsel tören gibiydi bu: Araçlar paletlerinin ve büyük tekerleklerin üzerinde bir ileri bir geri, bir ileri bir geri gidiyorlardı. Kum çıkar, kum taşı, kum at! Del, kaz, kum çıkar.. Kum çıkar, kum taşı, kum at! Bir ileri bir geri.. Bir ileri bir geri.. Adeta bir ölüm dansı.. Bir cinsel tören. Tahsin Yılmaz koordinasyon merkezinde projeyi bir masanın üzerine yaymış ve ellerini krokilerin üzerine bastırarak bir mühendis duruşu almıştı. Düşünceliydi. Arada bir başını kaldırıp neredeyse yarılanan tünel inşaatına bakıyor, sonra da başını iki yana sallayarak mırıldanıyordu: “Allah kahretsin.. Rezalet!” Projenin tam altı hafta gerisindeydiler. Yakında Ankara’dan homurdanma sesleri gelmeye başlardı. Zaten seçimler yaklaşıyordu. Her zamanki gibi yine iktidar değişecekti. Yeni gelen adamlara kim laf anlatacak ki? Onlar yalnızca önlerin konulan kağıtlarda yazılı olanlara bakarlar. Tahsin Yıldırım’ın bu projeyi zamanında tamamlayabilmek için gösterdiği insanüstü çabayı onlar nereden bilecekler.. Bütün o yaptıklarını.. Çoluğunu çocuğunu İzmirlerde bırakıp buraya geldiğinden beri, aylarca tozun toprağın içinde ve güneş denen şu kanlı belanın altında sabahın altısından gecenin on birine kadar çalışıp didindiğini.. Yanında çalışan işçilerin ne beceriksiz, ne içten pazarlıklı, ne laftan anlamaz adamlar olduklarını.. Tahsin Yıldırım’ın herşeye rağmen şu ana kadar burada, bu adamlarla ve bu maddi yoksunluklar içinde gösterebilecek en büyük çabayı gösterip, herşeye rağmen yine de aslında iyi bir verim aldığını.. Nereden bilecekler! Onlar yalnızca önlerin konulan kağıtlarda yazılı olanlara bakarlar. Böyle durumlarda ilk olarak idari kadro değiştirilir. Yani Tahsin Yıldırım.. “Nereden bilecekler! Bizi tanıyan kimse de kalmadı anasını satayım.” Tahsin Yıldırım kendini büyük bir boşlukta hissetti. Ellerini masanın üzerinden çekip beline koydu. Sağ avucuyla alnının terini sildi. Başını kaldırıp ovaya baktı. Kamyon tekerlerinin kaldırdığı beyaz toz, ince bir sis tabakası halinde manzarayı örtüyordu. Bu tozun ardında ova, geniş, sarı ve dümdüzdü. Hayat belirtisi yoktu. Sapsarı otlar ve güneş bir çöl kadar sıcaktılar. Sıcak öylesine yoğun ve etkiliydi ki hava bu sıcaklar yüzünden dalga dalga görünüyordu. Sıcaktan sanki Dünya sarsılıyordu. Hepsi bir rüya gibiydi: Toz, duman, ova, güneş, kamyonlar, işçiler, işçilerin uzaktan gelen sesleri, kamyonların gürültüsü. Rüya gibiydi.. Bu rüyanın içinde Tahsin Yıldırım bir hayal gördü. Gördüğü hüzünlü bir kızdı: Ovanın ortasında, yüzlerce metre ötede, yarıboy uzunluğundaki ölü otların içinde küçük bir kız çocuğu ayakta duruyordu. Başında beyaz bir örtü vardı. Şalvar giymişti. Bu uzaklıktan gözlerinin görünmemesi gerekirdi ama Tahsin Yıldırım kızın gözlerin gördü. Bu gözler öfke ve kızgınlıkla ona bakıyordu. Küçük kız sağ elinin işaret parmağını ağır ağır kaldırarak adama doğru çevirdi. Kaşları çatık. Tahsin Yıldırım gözlerini kırpıştırarak irkildi ve başını hızla iki yana sallayarak silkindi. Ovanın ortasında kızı gördüğünü sandığı noktaya baktı. Görüntü kaybolmuştu. Adamın tüyleri diken diken olmuştu. Gözlerini yere indirdi. Başını tekrar kaldırıp, ovaya tekrar bakmadı. Küçük kızı yine orada görürüm diye korkuyordu. Tuhaf bir şekilde, sanki bilinçaltında bu gördüğü hayalin aslında ne anlama geldiğini biliyordu. Havanın sıcak olmasına rağmen ürperdi. Sağ avucuyla alnının terini sildi. Tüm bunların sebebi bu sıcaklar olmalıydı. Sıcaklar, toz duman, ışık. Gün ortasında görülen hayaller, rüyalar, ayakta uyumak: Bunlar pek de öyle hayra alamet olan şeyler değildi. Prefabrik kulübesine gidip biraz dinlenmeye karar verdi. Kaç gündür doğru dürüst uyku yüzü gördüğü yoktu. Yorgunluktan hayaller görmeye başlaması gayet doğaldı. Doğal fakat sağlıksız.. Odasına girdi. Küçük masanın üstünde ailesiyle çektirdiği bir resim vardı. O resmi eline aldı. Islak gözlerle resmi inceledi. Sonra resmi dudaklarına götürüp resimdekilere birer öpücük kondurdu. Oğluna.. Kızına.. Karısına.. Resmin camında dudaklarının izi kalmıştı. Gömleğinin kenarıyla bu izi sildi. Karyolanın kenarına oturdu. Küçük, kare camlardan odaya bembeyaz bir ışık doluyordu. Camları örttü. Sessizce yatağına uzandı ve gözlerini yumdu. Uykuya daldı. Küçük kız sessizce odaya girdi. Kızın gözleri yoktu. Gözlerinin yerinde oyuklar vardı. Odaya girdi. Karanlık odada Tahsin Yıldırım tümüyle savunmasızdı. Kızın soluk, beyaz yüzü karanlığın içinde hafifçe parlıyordu. Kız sessizce adamın yanına sokuldu. Elinde bir bıçak vardı. Bıçağı havaya kaldırdı ve dudaklarının arasından bir yılan tıslaması çıkararak havayı yardı. Ve bıçak indi. Tahsin Yıldırım ovanın ortasında uyandı. Kan ter içindeydi. Başını hızla eğerek kızın bıçağı sapladığı yere baktı. Elleriyle yokladı: Hiçbir şey yoktu! Hiçbir şey! Tanrıya şükür! Peki şimdi neredeydi? Başını kaldırıp ileri baktı. Tünel çalışmaları ve kamyonlar ötedeydi. Kamp yeri ötedeydi. Tahsin Yıldırımsa ovanın ortasında, kavruk, ölü otların arasında, kamptan yüzlerce metre uzaktaydı. Neden sonra burasının kızın hayalinin ona ilk göründüğü yer olduğunu anladı. Dehşete kapıldı. Hızla ayağa fırlayıp etrafına baktı. Hiç kimse yoktu. Hiç kimse! Tanrıya şükür! Bulunduğu yerde şimdi öğle vaktiydi. Güneş tam tepedeydi. Hava sıcaktı. Oysa ileride, kamp yerinin olduğu yerde neredeyse akşam olmuştu. Alacakaranlıkta kamyonların gölgesi iyice uzamıştı. Dağın ardında turucu bir güneş batıyordu. Başını kaldırıp yukarı baktı. Tepedeki güneş sarı ve sıcaktı. Sessizce konuştu çocuk: “O ölü değil!” Tahsin Yıldırım büyük şaşkınlık ve korkuyla küçük kızın hemen yanıbaşında durduğunu gördü. Kızın gözleri yoktu. Gözlerinin yerinde iki tane kapkara ve ışıksız çukur vardı. Baş örtüsünün altından saçlarının sarıya çaldığı görünüyordu. Küçük kız tekrar konuştu: “O sizden büyük. Hepinizi öldürecek!” Tahsin Yıldırım bu sözlere öfkelendi. Korkusunu unutmuştu. Hem şimdi artık küçük kızın gözleri de vardı. Çocuksu büyük, adamın suratına bakıyorlardı. Kız bu sefer, küçük çocukların mantıksız, çocukça iddialarını dile getirdiği o ses tonuyla konuşmuştu. Bir çocuk hırsıyla. Üstelik bu seste tuhaf bir biçimde tanıdık bir tını da vardı. Belki de çok eskiden tanıdığı bir çocuğun sesiyle konuşuyordu küçük kız. Tahsin Yıldırım konuştu: “Demek bizi öldüreck. Öldürsün de görelim! Öldürsün de görelim!” Dağa dönerek haykırdı: “Seni alt edeceğim Karadağ! Seni yeneceğim!” Kız birden bıçağı kaldırıp, çatallı, boğuk bir yaşlı kadın sesiyle adama bağırdı: “Kafir!” Ve bıçak indi. Tahsin Yıldırım uyanarak hızla yatağında doğruldu. Tedirgin bakışları karanlık odanın içinde dolaştı. O beyaz yüzü arıyordu. Aceleyle, titreyerek yataktan fırladı ve hızla perdeleri açtı. Gözlerini kamaştıran ışık odaya dolarken ardına dönüp odanın içine baktı. Küçük kızın hayalini orada bulmaktan korkuyordu. Korkudan bir an nefesi kesildi. Odası boştu. Tuttuğu nefesi büyük bir rahatlamayla bıratı. Odası boştu! Tabi ki! Yorgunluk ve uykusuzluk insana neler düşündürüyor. Yine de gerçek hayatın da kabuslardan çok farklı olduğu söylenemez. Küçük hortlak kız yok ama bürokratlar hala oradalar! Elleri Tahsin Yıldırım’ın ipini çekecekleri zamanı bekliyor. Bu ellerde bıçak değil, mürekkepli kalemler var. Kılıçtan keskin.. Tahsin Yıldırım lavaboya gidip yüzüne biraz su çarptı. Aynaya bakarken hala, acaba arkamda o kızı görür müyüm diye korkuyordu. Tabi kimseyi görmedi. Bu korkusuna kendi de güldü. Hala basit bir rüyanın etkisinden kurtulamamıştı. Halbuki onu dışarda çok daha çetin işler bekliyordu. Dışarı çıktıı. Hava henüz aydınlıktı. Anlaşılan yalnızca iki saat kadar uyumuştu. O da rahatsız ve kabuslu bir uykuydu. Fakat aynı zamanda da derin ve dinlendiriciydi. Şimdi kendini daha iyi hissediyordu. Kamyonlar aralıksız gidip geliyordu. Delgeçler dağı delmeye devam ediyordu. Burgaçlar kayaları un ufak ediyor, kepçeler de taşa toprağa dönüşen kayaları kamyonlara yüklüyordu. İşçilerin suratı ifadesizdi. Yorgun ve sıkıntılıydılar. Günde on iki saat çalışıyorlardı. Hiç kimse dağın farkında değildi. Gökyüzünden onları seyreden kuş sürülerinin.. Yalnız şahinlerin.. Çamurlu göletlerde sıçrayan kurbağaların.. Farelerin.. Köstebeklerin.. Böceklerin.. Solucanların.. Renkli ve kokulu o binlerce çiçeğin.. Ağaçların.. Yaprakların.. Bulutun.. Farkında değildiler. Onlar sadece o dağı delmek istiyorlardı. Bunu yaparken ezdikleri böcekleri görmüyorlardı. Bozulan kuş yuvalarını.. Mahvolan kelebekleri.. Yamyassı olan çiçekleri.. Saygı göstermiyorlardı. Biraz olsun dikkat etmiyorlardı. Biraz yandan geçmek varken tam üstüne gidiyorlardı. Bu doğanın içinden çıkarıp yine bu doğanın ateşiyle erittikleri demirlerden yaptıkları, tarih öncesinde yaşamış yaratıklar kadar büyük ve kuvvetli araçlarla (ki bu araçları onlar, yine doğanın kendilerine bahşetmiş olduğu o harikulade zekalarını kullanarak üretmişlerdi) bu doğayı mahvediyorlardı. Çünkü dağı delmek istiyorlardı. Tek istedikleri buydu. O dağı delmek! Tahsin Yıldırım hiçbir şeyin farkında değildi. O, projelerin, bürokrasinin, Ankara’nın, tozun, toprağın ve güneşin içinde kaybolup gitmişti. Bu kargaşanın içinde çokluk, hasretini bile anımsamıyordu. Hırslı ve kararlıydı. Onlar onu işinden etmeden önce o bu dağı delecekti! Tüneli açacaktı! Yolu bitirecekti! Ne rüyayı hatırladı, ne de çocuklarını.. O sırada yıllar önce karısına nasıl aşık olduğunu bile hatırlamıyordu. Aklında tek bir şey vardı: O dağı delmek! Fakat bunu yapmasına izin verilmeyecekti. Bu sefer gündüzdü.. Rüya değildi.. Uykusunu almıştı.. Zindeydi, kendindeydi.. Ve yine o kızı gördü. Ağzı korkuyla açıldı. Gözleri büyüdü. Sırtından soğuk terler boşandı. Bu sefer kız ona onu ilk gördüğü zamankinden çok daha yakındı. Birkaç metre ötesinde.. Projenin üstüne yayıldığı masanın, yani gerçeğin, birkaç metre kadar önünde.. Yavrucak sessizce gülümsedi. Bir deprem başladı. Ve dağ yürüdü. VAN En kötüsü de şu başbelası sivrisineklerdi! Karanlığın içinde yapışkan, aptal ve yavaş, uçuyorlardı. Bir tanesini kovuyor, hatta öldürüyordunuz, fakat hemen onun yerine birkaç tane başka sinek birden üşüşüyordu. Baştan kaybedilmiş bir savaştı bu. Bu küçük yaratıklar kelimenin tam anlamıyla, kana susamışlardı. Umarsızca Dünya’nın efendisi olan insanların üzerine konuyor ve küstahça onların kanlarını emmeye yelteniyorlardı. Verdikleri rahatsızlık umurlarında bile değildi. Çok düşüncesizdiler. Van Gölü denen bu mağrur, esrarlı ve kutsal oluşum, Artos ve Süphan dağlarının arasında sessizce uzanıyordu. Araştırma gurubu on iki günden beri gölün kıyısında kamp yapmaktaydı. Gölün sodalı sularına dalıp irtifa dalışı tabloları çıkarıyorlardı. Araştırmanın diğer bir amacı da göldeki hayatı incelemekti. Bu konuda fazla zorluk çekmeyecekleri kesindi, zira gölde yaşayan gözle görülür en büyük canlı, insanlardan kaçmamasıyla ünlü incikefali balığıydı. Onun dışında gölde yaşayan balık yoktu. Onun da bu ortamda yaşıyor olması aslında bir mucizeydi. Çünkü göl çok tuzlu ve bazikti. Suyun pH değeri biraz daha yüksek olsaydı elinizi içine soktuğunuzda derinizin yanarak soyulduğunu görecektiniz. Ahmet Kemal araştırma ekibinin başındaydı. Sivrisineklerden ve gölün esrarengiz, hatta tehlikeli sayılabilecek havasından bıkmış usanmıştı. Gölün korkunç ıssızlığında insanı tedirgin eden bir şeyler vardı. Bir kere bu göl ‘ölüydü’. İçinde tuhaf bir balıktan başka hayvan yaşamıyordu. Gölün üzeri bomboştu. Tek bir feribot seferiyle birkaç balıkçı teknesinin dışında gölün durgun yüzeyi yalnızlığına mahkumdu. Zaten bin altı yüz metreden daha yüksekte böylesi bir gölün var olması bile insanı şaşırtan ve tedirgin eden bir şeydi. Üstüne üstlük gölün içinde renkli bir hayatın, bir yaşam cümbüşünün sürdüğünü göremiyordunuz. Bu da işin tuzu biberi oluyordu. Bu göl ölüydü. Hem Ahmet Kemal zaten oldum olası göllerden pek hoşlanmazdı. Suyu değiştirilmeyen akvaryumları anımsatırdı ona göller. Bir de göl kıyısında işlenen cinayetleri.. Belki de böyle düşünmesine seyrettiği bazı filmler neden oluyordu. Göl kıyısında seri cinayetler işleyen sapık katillerle ilgili bazı korku filmleri.. Araştırma gurubu, araştırma gezisinin on üçüncü gününün akşamı bir gece dalışı yapmaya karar verdi. Malzemeyi yüklenip kıyıya götürdüler. Hazırlıklar tamamlandı. Işıklar yakıldı. Suya daldılar. Gölün ölü suları gecenin karanlığında korkunç bir kabus gibiydi. Aslında burada ne katiller, ne köpek balıkları, ne de piranalar vardı. Fakat en derin, en güçlü korku, yani bilinmezlik korkusu, hemen yanıbaşlarındaydı. Karanlıkta suyun yalnızca ellerindeki fenerlerle aydınlanan kısmını görüyorlardı. Onun dışında suda ne var, bilemiyorlardı. Orada her şey olabilirdi: Yıllardır kayıp olan bir çocuğun iskeleti, ayağınıza takılıp sizi dipte tutarak boğulmanıza neden olacak bir çapa, girdaplı, derin bir çukur, suyun altında yatan paslı bir araba, kedi ölüleri, mayın. Her şey olabilirdi. Çünkü o bilinmeyendi. Parlak gün ışığında gördüğünüz zaman, bir dönüp bakmayacağınız, ilgi göstermeyeceğiniz şeyler, bu karanlık Eylül akşamında başka bir dünyadan ya da geçmiş çağlardan, hatta başka bir dünyanın geçmiş çağlarından fırlayıp gelmiş garip, yabancı cisimler gibi görünüyorlardı. Feneri belli bir yöne çevirdiğiniz zaman orada neler olduğunu yapay, beyaz bir ışıkta görüyordunuz, fakat geriye kalan her şey birdenbire karanlığın içinde kalıyordu. Sizin bunu böyle yapmaktan başka çareniz yoktu. Fakat bu böyle olunca kaçınılmaz olarak, biraz önce açık saçık gördüğünüz yer yeniden nice gizleri saklayan esrarlı bir bölge olup çıkıyordu. Belki de dev bir canavar ona yönelttiğiniz ışıktan kaçıp şimdi buraya sığınmıştı. Sudan çıktılar. İncikefali balıkları suyun altında her zamanki yaşantılarını, şimdi onları izleyen ve fotoğraflarını çeken bu iri, paletli, gözlüklü, tüplü, tuhaf yaratıkların varlığına rağmen fazla bir değişiklik yapmadan sürdürüyorlardı. İçlerinden biri hariç. Ahmet Kemal bir balıkçı teknesinin uzaklardan geçtiğini gördü. Teknede yanan fenerler gölün yüzeyini biraz olsun aydınlatıyordu. Bir radyoda çalan bir türküyü duydular. Gecede çalan bu şarkı sudaki dalgıçların, özellikle de Ahmet Kemal’in, yalnızlıklarının farkına varmalarına yol açtı. Hüzünlü bir kadın sesi bin altı yüz metre yükseklikte bir gölün içinde, bu Eylül gecesinde yüzerken duydukları yalnızlığı büyüttü, büyüttü ve en sonunda dayanılmaz bir hale getirdi. En azından Ahmet Kemal için. Ahmet Kemal’in bir ailesi yoktu. Hayatı boyunca sadece tek bir kadını sevmişti. Onu da kaybetmişti. Gece karanlıktı. Gözlerinin dolduğunu kimse görmedi. “Siz çıkın. Ben geliyorum.” Ahmet Kemal böyle dedi. Balıkçı teknesi, ışıkları ve müziğiyle hayatı taşıyarak ağır ağır yanlarından geçip gitti ve uzaklaştı. Adeta minyatür bir şehir ya da yüzen bir ada gibi görünmüştü gözlerine. Gecenin içinde yalnızlıkları öylesine büyüktü. Sudan çıktı diğerleri. Merakla birbirlerine baktılar. Ahmet Bey acaba niçin suyun içinde kalmıştı? Bu saatte incikefalleri bile artık uykuya dalmıştır. İçlerinden biri hariç. Ve o ‘içlerinden biri’ suyun yüzeyine çıkarak fazla bir ses çıkarmadan Ahmet Kemal’e doğru yüzmeye başladı. Dalış ekibindekiler yaratığı farkettiler. Ahmet Kemal’e var güçleriyle bağırıp adamı uyarmaya çalıştılar. Ahmet Kemal oralı olmadı. Suyun yüzeyinde kıpırdamadan durdu. O zaten kendine doğru gelen şeyi çoktan görmüştü. Uzunca bir süre önce. Hepsinden önce. Yaratığın yalnızlığı hissediliyordu. Tarih öncesinden kalma bu ulu suyun içinde, herkesten ve her şeyden uzakta, hüzünlü ve huzurlu bir yalnızlıktı onunki. Ne bir karışanı vardı, ne de sorumlulukları. Fatura ödemiyordu. Aşk acısı çekmiyordu. Bir şeyleri zamanında yetiştirmek için uğraşmıyordu. Hesap vermiyordu. Düşmanı yoktu. Gölün suyunu içip gölde yaşayan mikro organizmaları yiyerek hayatta kalıyordu. Tüm bunların yalnızca tek bir bedeli vardı: Bu tarih öncesi gölde, bu Eylül gecelerinde, bu sodalı suyun içinde sürüp giden yalnızlığı.. Öyle bir yalnızlıktı ki bu, bir eşi benzeri daha en kalabalık şehirlerde bile görülmemiş henüz.. Fakat Ahmet Kemal yalnızlığa alışkındı. Ve bu bedeli ödemeye, o çoktan razıydı. Suya daldı Ahmet Kemal. Bir daha da hiç çıkmadı. Araştırma gurubundakilerin geceyi bölen çığlıkları, suya girerek Ahmet Kemal’i bulmaya çalışmaları, bulamamaları, sonra şehre dönüşleri, cenaze töreni, Eylül, hüzün ve yalnızlığınız, hepsi de berbat şeylerdi.. Yine de en sivrisineklerdi! kötüsü şu baş belası