o şey

Transkript

o şey
AYYAŞ GAZİ
Bugünlerde yalnızca depremi konuşuyorlar.
Onları dinlemiyorum. Benim bir şişe şarabım var.
Hikayeleri daha güzel. Her yer enkaz. Her yer
çocuk. Her yer leş.
Doğrusu bunların hiçbiri beni ilgilendirmiyor.
İnsanları seviyorum. Yalnız o kadar. Elimde
şişem, sırtımda çaputlar, ağzımda bayat duman ve
bir şarkı.
Toprak sıcak. Şehir leş.
O kokudan kurtulmanın tek yolu ondan daha
kötü kokmaktır.
Deprem sırasında uyuyordum. Gözümü
binanın zemin katındaki kahvenin enkazının
ortasında oluşmuş bir odacıkta açtım. (Uzun bir
cümle oldu bu. Yorgunum.) Üçüncü ve dördüncü
katlardan düşen üç komşu kiracıyla beraberdim.
Biri ağır olmak üzere üçü de yaralıydı. Bende
hasar yoktu.
Bulunduğumuz yerde bir masa vardı. Kağıtlar
ve dört sandalye. Ağır yaralı olan Cengizdi. Onu
kollarından ve bacaklarından tutup kaldırdık.
Masaya oturduk. Bütün oyunları bitirdik.
Üçümüzün cebinde felaketten kurtardığımız
konyaklar ve viski vardı. İçtik. Güzel bir gece
oldu.
Enkazın üstünden ve altından çeşitli sesler
geliyordu. İnlemeler, yardım çığlıkları, kurtarma
ekipleri.. Köpekler..
Üstümüzdeki betonu kaldırdıklarında öğle
güneşinin parlak ışığı gözlerimizi aldı.
Enkazı kaldıranlardan biri gördüklerine
inanamayıp gözlerini ovuşturdu. Enkazın altında
bir masa, üç şişe, dört adam ve kağıtlar.. Hepsinin
ağzı açık kaldı. Ağızları açıktı ve ağızlarını
kapayamıyorlardı. Öyle şaşırdılar ki..
Kahkahalara boğulduk. Yalnız Cengiz
gülmüyordu. O, bu arada ölmüştü.
Dışarı çıktık. Yollar ayrıldı. Eskiden olduğu
gibi.
Cengiz için biraz ağladım.
Tekel bayiinin camları kırıktı.
Acıları biraz şaraba boğdum. Gözlerimi
kapadım. Alevlerin, çığlığın, sonsuzluğun,
endişenin, betonun ve bekleyişin içinde
yürüyordum. Onlar bana aldırmıyordu. Ben onları
görmüyordum. Gözlerimi kapadım. O kadar çok
yürüdüm ki, gözlerimi açtığımda hala aynı
şehirde olmam beni hiç şaşırtmadı. Dünya’yı
turlamış olmalıydım. İçiyordum. Yürüyordum ve
içiyordum. İyi gidiyordum. Çarpmadan ve
durmadan. Teslim olmuştum.
YÜRÜYEN
“Geliyorlar!” diye haykırdı genç Osman.
“Geliyorlar!”
Köye koşarak girmişti. Güneşten kararmış
yüzünde gözleri dehşetle açılmış, yüz hatları
gerilmişti. Tozlu yolda tökezledi, düşecek gibi
oldu, düşmedi, koştu ve koştu..
Kahvedekiler ayağa kalkmış neler olduğunu
anlamaya çalışıyorlardı. Bazıları ellerini gözlerine
siper edip bakışlarıyla genç Osman’ın geldiği
yönde sarı ufku taradılar. Görünürde bir tuhaflık
yoktu. Her zamanki sarı ova, güneşin altında
kavrulan tarlalar, yer yer yeşil çayır, su.. Toz
toprak içinde yollar, yapış yapış gün.. Uzaklarda,
görünmeyen bir yerlerde kertenkeleler kaçışıyor,
fareler ürüyor, türlü böcek ve kuş ve kurt
insanlara görünmeden maceralı, tehlikeli ve
kutsal bir hayatı sürdürüyorlardı. Tabi çekirgeleri
de unutmamalısınız.
Ve bir de kurbağaları..
“Orman..”
Dedi bir.
Kahveci Rıfkı suratında “Ne oluyoruz?” der
gibi bir ifadeyle dudaklarını birbirine bastırmış,
kollarını iki yana açmış, kaşları hafif çatılı, genç
Osman’a doğru hareketlenecek oldu. Fakat daha o
delikanlının yolunu kesip, eliyle genç adamın
kolunu kavrayamadan genç Osman yanlarından
fırtına gibi geçip Hasan Emmi’nin evine doğru
koşmayı sürdürdü. Rıfkı az kalsın devrilip yere
kapaklanıyordu.
“Yavaş.. Allah Allah, Allah Allah!”
“Deli mi ne?”
Ardından bakakaldılar.
Kahvede bir şaşkınlık ve merak mırıltısı
başladı. Niçin kaçıyordu Osman? Neden
kaçıyordu?
Yeniden Osman’ın geldiği yöne, ufka
baktılar. Ne bir insan, ne araba, ne de başka şey:
Hiçbir şey! Koyu gri bulutların altında sessiz
upuzun yatan ova.. Ekili tarlalar, bir çay..
Rüzgarla sürüklenen saman topları.. Ve sıcak.
Sonunda genç Osman’ı ciddiye almamaları
gerektiğine karar verdiler. Ne de olsa ‘gençti’ o.
Delikanlıydı. Kim bilir hangi renkli hayal kanını
tutuşturdu da böyle dellenmiş koşuyor. Gözleri
çakmak.
“Hangi kızın memeleri?” diye ekledi Murtaza.
Bir kahkaha koptu kahvede. Keyifleri yerine
gelmişti. Oyunlarına döndüler.
Yalnız, biraz önce delikanlının bakışlarında
görülen o korku dolu ifadeyi daha iyi süzenler
biraz tedirgin olmuşlardı. Arada bir başlarını
kaldırıp ufka doğru bakıyorlardı. Bir ikisi kalkıp
dışarı çıktı. Ellerini siper edip yine ufka doğru
baktılar. Ufka baktılar: Sessizlik. Gün batımı.
Turuncu ışık başlamış. Alaca kara..
Hafif serin.
Ve ıssız.
Sonunda şüpheler kayboldu. Dışarı çıkanların
bazıları başlarını iki yana sallayarak kahveye geri
döndüler, bazıları da, arada sırada yolda durup
geriye dönerek ve ellerini gözlerine siper edip
batıya doğru bakarak evlerine doğru yürümeye
başladılar. Akşam olmuştu.
Osman eve vardığında güneş batmak
üzereydi. Aceleci ayakları yerleri dövüyor,
delikanlı yere düşmemek için kollarını yana
açmış, elleriyle havada daireler çiziyordu.
“Hasan Emmi! Hasan Emmi!”
Hasan Emmi karısı Haticeyle birlikte bütün
gün tarlada çalışmış, bitkin düşmüştü. Kümese
tavukları yemlemeye gidiyordu. Geçen zamanın
ve güneşin kırıştırdığı alnının altındaki parlak
gözleri merakla Osman’a döndü. Ne işi vardı bu
saatte? Mesaisi bitmiş miydi? Korucuydu genç
Osman. Köylüler zaman zaman toprak açıp tarla
yapmak için ağaçları yakarlardı.. Osmanın görevi
de buna mani olmaktı..
Lanetli ekeneklerdi ekilen bu toprak..
Hasan Emmi de yapmıştı bunu. Ağaçları
yakmıştı, toprak açıp tarla yapmak için.. Ama bu
durumdan hiç hoşlanmıyordu.
“Ölülerin küllerine ektik bu tohumları”
diyordu Hatice.
“Ölülerin küllerine..”
Devlet propagandası Hasan Emmi’yi
etkilemişti. Devlet ona ağaçları sevmesi
gerektiğini, ağaçların onun için çok değerli
olduğunu söylüyordu, demek ki o da, ağaçları
seviyordu. Ağaçlar değerliydiler.
İyi de, genç Osman’ın bu saatte burada işi ne?
Onun hala ormanda olması gerekmez miydi?
Hem ne bu hali? Korku dolu bakışlar, bembeyaz
bir yüz. Beti benzi atmış. Soluk.
Nefes nefese durdu genç.
“Hasan Emmi.. Hasan Emmi..”
“N’oldu Osman? Ne bu hal?”
Genç Osman göğsü körük gibi inip kalkarken
başını kaldırıp Hasan Emmi’ye baktı.
Delikanlının gözlerindeki sessiz dehşeti gören
yaşlı adamın tüyleri diken diken oldu.
“Mehmet, emmi, Mehmet! Onlar geliyor..
Onlar.. Mehmet’i öldürdüler!”
Hasan Emmi şaşırdı. Bir an şüpheyle genç
Osmanı süzdü, fakat gencin doğruyu söylediği
belliydi. Gözlerindeki korku bütün şüpheleri
siliyordu.
“Kim yaptı Osman? Onlar kim?”
Yaşlı adam Osman’ın omuzlarından tutmuş,
onu hafifçe sarsarak çatallı sesi ve sert aksanıyla
genç adama soruyordu. İhtiyar heyecanlanmış,
endişeye kapılmıştı.
Genç Osman başını hafifçe kaldırıp yaşlı
adamın omzu üzerinden odaksız bakışlarla boş
boş bakındı.
Mırıltısı şimdi tekdüze, anlamsız ve sadeydi:
“Geliyorlar.. Onlar.. Çabuk..”
“Osman?” “Osman!”
Osman bayıldı.
Tam o sırada Hatice Kadın odaya girdi.
İnekleri sağmış, elinde bir kova ılık süt taşıyordu.
“Anam!”
Osman’ı yerde baygın görünce kovayı yere
bırakıp hemen genç adamın yanına seyirtti. Yere
çömelirken elleriyle eteklerini topladı. Genç
korucunun başını yavaşça tutup kaldırdı ve şaşkın
bakışlarla kocasına baktı.
“Ne oldu Hasan? Ne oldu?”
Hasan Emmi olanlardan hiçbir şey
anlamamıştı.
“Ne bileyim ben.. Dellenmiş! Mehmet’i
öldürmüşler diyor.”
Hatice kadın korkuyla Hasan’a baktı.
“Ne bileyim..” diye tekrar etti yaşlı adam,
çaresiz.
“Jandarmaya haber verelim.”
Hasan bir karısına baktı, bir de yerdeki baygın
Osman’a.
Hatice doğru diyordu. Bu işten jandarma
anlar.
“Doğru diyorsun.” dedi ihtiyar. “Ben gider
haber veririm.. Sen tez..….”
İşte tam o sırada kanlarını donduran o
korkunç sesi duydular.
Akşam olmuştu. Gece kuşları kıpırtısız
bekliyor, ayın soluk ışığı tepeleri, kireç damları
ve toprağı korkunç bir manzara şeklinde
aydınlatıyordu. Bu ölgün, soluk ışıkta sanki köy
bembeyaz bir karabasan kenti, bambaşka bir
dünyadan bir yer gibiydi. Çevresi ıssız ve boştu.
Ne bir ağaç, ne bir köpek, ne de at.. Bir Allah’ın
kulu bile yürümüyor köye giren ve köyden çıkan
o dapdaracık yollarda. Jandarma komutanlığı on
kilometre ötede.
Kahveden arada sırada, bir kahkahanın ya da
oyunlardan birinde kazanan birinin attığı bir zafer
çığlığının sesi geliyordu.
Sonra bu değişti.
Haticeyle Hasan, kahvedeki yaşlı başlı
adamların, koca koca heriflerin, çocuklar,
kadınlar gibi, hem de hep bir ağızdan haykırdığını
duydular. Acı dolu çığlıkları geceyi yırtıp atıyor.
Ama ne bir silah sesi var ne de havlayan
köpekler. Bu öyle bir şey değil zaten. Yirmi kadar
adamın, aynı anda, sanki etleri sökülüyor, gözleri
oyuluyormuşçasına avazlarının çıktığı kadar
bağırdığı ses.
Hatice dehşete düştü. Faltaşı gibi açık
gözlerle erine baktı. Yutkundu.
Hasan Emmi “Yirmi adam..” diye düşündü.
“Yirmi tane koca adam.”
“Silah sesi yok. Hiç ses yok. Yalnızca
bağırıyorlar.”
Pencereye yürüdü Hasan. Ağır ağır.. Karısı
Hatice de ağır ağır onu izledi..
Dışarı baktılar.
Ayın önü açıktı.
Orada onları gördüler.
Gördükleri anda da artık hiçbir şansları
olmadığını ve artık onlar için her şeyin sonunun
geldiğini anladılar. Kaçacakları hiçbir yer, haber
verecekleri kimse yok. Gözlerinin önündeki bu
Dünya dışı görüntüye hayret ve dehşetle baktılar.
Kanları dondu.
Arkada tepeler boştu. Uzakta patika boştu.
Toprak ve kayalar boştu. Arkası boştu..
Yalnızca köyün içinde.. Onlar geliyor!
Dalları uzun ve sivri. Gövdeler kalın.
Yapraksız ve sert. Köklerin nasıl süründüğünü..
Görmeliydiniz.
Ayışığında yüzlercesi. İnce, uzun, çatallı ve
karmaşık on binlerce dal dolunayın önünde bir
sanat şaheseri gibi dansederek ve oynaşarak
yürüyor.
Onlar sizi almaya geliyor!
Gövdeler ve dallar ıslak. Bu ıslaklık yoğun,
ağır damlalar halinde yerlere dökülmekte.
Damlayanın kan olduğu çok açık.
EFLAK
Antikacı dükkanı karanlık, tozlu ve serindi.
İçerde boğucu, nemli, ağır bir hava vardı.
Görüntü bile sanki burada biraz bulanık gibiydi,
bir rüya görüyormuşsunuz ya da başka bir
dünyada, başka bir boyuttaymışsınız gibi.
Eşyaların kalabalığı bize nice acı, dehşet,
mutluluk ve neşe dolu hikaye anlatıyordu.
Yüzlerce yıldır kimsenin dinlemediği hikayeler..
Ve bunların en mutlu, en saf olanı dahi
tüylerimizin sessizce ürpermesine neden
oluyordu. Çünkü bunlar ne de olsa uzak bir
geçmişin ve çoktan bu dünyayı terketmiş olan
ruhların mirasını taşıyordu. Güzel kızlar, genç
erkekler, soylu ve asil kimseler.. Hepsi de
ölüydüler. Ölü bir terzi, ölü uşaklar, ölü bir işçi,
ölü çiftçiler, ölü sultan, ölü bir kral.. Eşyalar da
ölüydü: Papiruslar, hiç açılmamış mektuplar,
yüzükler, bıçaklar, artık başka hiçbir yerde
bulunamayan plaklar, çeşit çeşit, renk renk,
kumaş kokan, eski kokan şapkalar, gömlekler,
pantolonlar.. Pullar, bir şehzadeye ait olduğu
iddia edilen bir kama, bir piramitten alındığı
söylenen üzeri hiyeroglif yazılı bir tablet,
kafatasları, doldurulmuş hayvan başları, saatler..
Ölüydüler.
Birçoğunun üzeri kalınca bir toz tabakasıyla
örtülüydü. Antikacının uzunca bir süredir
buraların tozunu almadığı belliydi.
Antikacı uzun boylu, tombul, iriyarı bir
adamdı. Beyaz, kısa bir sakalı vardı. Yalnız
yaşıyordu. Esrarlı tabloların, üzerlerinde tehlikeli
masalların yazılı olduğu sararmış eski kağıtların
ve ölü hayvan gözlerinin arasında sabahtan
akşama, akşamdan sabaha kadar bir şeyler
okuyup bir şeyler yazarak ve sadece arada bir -o
da yemek yemek için- dışarıya çıkarak hayatını
sürdürmeyi başarıyordu. Yalnız bir adam gibi
görünürdü, ama aslında öyle değildi. Kutsal
hazinelerin ve büyüleyici, esrarlı, tozlu eşyaların
haricinde dışarıdaki dünyada da bir takım yakın
dostları olduğu biliniyordu. Gazeteciler,
tarihçiler, yazarlar, istihbaratçılar, bürokratlar,
işçiler. Yaşlı, eski dostlar. Güçlü kişiler.
Sıkı adamlar.
Antikacı bilirdi. Hem de pek çok şeyi. Ve
anlatırdı. İstediği zaman ve istediği kadarını..
Bize doğru döndü.
“Drakula’yı biz yarattık!”
Antikacının sesi, bu mat, pastel, ölü dünyada
büyük bir gürültü gibi yankılandı. Bu tuhaf dünya
adamın gür, etkili sesinin biraz pes perdeden,
yankısız bir ses gibi duyulmasına neden oluyordu.
“Bunu unutmamalısınız.. Tabi sorumluluğun
çoğu aslında Macarlardaydı. Ama bizim de bu
caninin ortaya çıkmasında büyük bir etkimiz
olduğu inkar edilemez. Ya da buna kaderin bir
oyunu diyelim isterseniz.. Ülkesi büyük bir
kuşatma altında olmasaydı dahi, Drakula canisi
yine aynı şekilde ortaya çıkabilirdi.”
Adam koyu, ağır, meşe bir masanın ardındaki
üzeri deriyle kaplı yumuşak koltuğa oturdu.
Masanın üzeri çeşitli kalemler, kullanılmış
kağıtlar, mürekkep hokkaları ve düzgünce üstüste
konmuş boş, beyaz sayfalarla kaplıydı.
Antikacı hikayesini anlatmaya başladı:
“Transilvanya’da zulüm, hastalık ve acı vardı.
Ölümler! Bir katilin öldürdüğü, hastalığın
öldürdüğü, açlığın öldürdüğü adamlar, kadınlar
ve çocuklar. Çocuklar.. Ve Transilvanya halkı bir
suçlu aramaya başladı. Çaresizdiler, ne
yapacaklarını, kimi suçlayacaklarını
bilemiyorlardı. Ne de olsa karanlık çağlardı o
çağlar. O günlerde Transilvanya’da herkes,
başlarına gelen kötü şeyler için birbirinden
kuşkulanır olmuştu. Komşunun komşuya güveni
kalmamıştı.”
Sanki o yılları o da yaşamış gibi anlatıyordu.
“Ve en sonunda suçluyu buldular: Suçlu,
ölülerdi!”
Antikacı ayağa kalkıp duvardaki bir resmin
yanına yürüdü. Bunda gece vakti bir mezarlık
görülüyordu. Genç erkeklerden oluşan bir
kalabalık mezarlardan birini kazmış ve tabutun
kapağını kaldırmıştı. Çoğunun gözleri
görünmüyordu. Görünenlerdeyse korku, şaşkınlık
ve öfke karışımı ifadeler vardı. Yalnız nedense,
adamlardan birinin gözlerindeki pırıltı tuhaf bir
biçimde bir neşe pırıltısını andırıyordu. Ancak
çok dikkatli gözlerin farkedebileceği bir
ayrıntıydı bu. Belki de ressam bir hata yapmıştı.
“Çürüyen cesetlerin ağzından bazen biraz kan
gelir. Basit, tıbbi bir gerçektir bu. Ama onlar
bunu bilmiyorlardı tabi. Ve mezarları açtılar.
Durumu kafanızda canlandırmaya çalışın: Ortada
bir suç var, belki öldürülen bir çocuk ya da bir
genç kız ve siz bir mezarı açıyorsunuz. Ölü adam
kıpırtısız yatıyor. Dudaklarının kenarında da bir
miktar kurumuş kan! Ne düşünürdünüz? Pek
fazla kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin bir
kanıt! En azından onlar böyle olduğunu
düşündüler. Artık durum açıktı: Ölüler kan
içiyordu. Bir gece vakti mezarlarında uyanıyorlar
ve susadıklarını hissediyorlardı. Sonra tabutun
kapağını açıp dışarı çıkıyor ve bütün gece, sabah
olana değin masum kurbanların peşinde
koşuyorlardı. Efsane kısa sürede yayıldı.
Vampirlerin efsanesi..
Ben yine de, cehaletlerine ve görünüşte bu
konudan emin ve oldukça da kararlı olmalarına
rağmen Transilvanya halkının aslında gerçeği
bildiğinden, en azından sezdiğinden en ufak bir
şüphe dahi duymuyorum.
Onlar tüm bu ölümlerden, açlık ve sefaletten
ve bu açlık ve sefaletin neden olduğu bütün
cinayetlerden aslında kimin sorumlu olduğunu
biliyorlardı, bunu kendilerine bile itiraf
edemeseler de. Herkes asıl kan içicinin kim
olduğunun farkındaydı. Aslında kimin masumları
korkunç bir şekilde katledip üstüne üstlük bundan
büyük bir keyif aldığını biliyorlardı.
Tüm bu felaketlerin sorumlusu tek bir kişiydi:
Eflak’ın genç Voyvodası, namı diğer Kazıklı
Voyvoda.. Eflak Voyvodası Vlad.. Vlad Drakula!
Güneydeki Osmanlı İmparatorluğuyla
kuzeydeki Macar İmparatorluğunun arasına
sıkışıp kalmış olan küçük ülkesindeki düzeni
sağlamak için, çoğu masum binlerce kişiyi
acımasızca kazığa oturtarak öldürten cani! Bu
sapık, hükümdarlığı süresince beş yüz bin nüfuslu
ülkesinde tam kırk bin kişiyi bu vahşi yöntemi
kullanarak katletti. Öldürttüğü Türklerin sayısı
bundan fazladır.
Babası ve ağabeyi Macar İmparatoru
tarafından öldürtülen genç Vlad sadist ve vahşi
bir insandı. Öldürttüğü kurbanların önüne bir
yemek masası kurdurur ve onların cansız
bedenlerine bakarak ekmek yer ve kan içerdi. Bu
söylediklerimin ucuz dedikodular ya da asılsız
söylentiler olduğunu sanmayın sakın. O bunu
GERÇEKTEN YAPARDI. Ölülerin akan kanını
kadehlere doldurtur ve yudum yudum içerdi.
Drakula adı ona babasından geçmişti. Bu ad
babasına Türklerle savaştığı için
Roma
İmparatoru tarafından verilmişti. Bu düşmanlık
duygusunu Vlad da Türklere karşı kanında
duyuyordu. Ama aslında onun bütün insanlığa
düşman, kana susamış bir zorba olduğunu
söylemek daha doğru olacaktır. Nitekim kendi
halkının da onda birini öldürtmüş, masumların
kanına girmiştir. İçtiği kanın kimin kanı olduğu
onun için pek farketmiyordu anlaşılan!
En sonunda Fatih Sultan Mehmet Eflak’a bir
sefer düzenlemeye karar verdi. Sayıca çok üstün
olan tecrübeli Türk ordusu karşısında
Voyvodanın hiç şansı yoktu. O da çareyi
kaçmakta buldu. Fakat cani, kaçarken ardında
hiçbir şey bırakmamaya kararlıydı. Öyle de yaptı:
Köyleri ateşe verdi, suları zehirledi ve de en
önemlisi.... Fatih şehre girdiğinde korkunç bir
manzarayla karşılaştı: Kazıklara oturtulmuş
binlerce Türk esirin oluşturduğu lanetli, ölü ve
kanlı bir orman. Sıcağın etkisiyle cesetler
çürümüş, havayı berbat, mide bulandırıcı bir koku
kaplamıştı ve bütün şehir aynı şekilde kokuyordu.
Fatih’in gözleri doldu: “Bir insan böyle bir
ölümü haketmek için nasıl bir suç işlemiş olabilir,
yüce Yarabbim!”
Zırdeli Vlad en sonunda batılılar tarafından
yakalandı ve hapse atıldı. İşte durumun vahameti
de asıl burada ortaya çıkıyor.”
Antikacı bir an sustu. Hala duvardaki resmin
civarında geziniyordu. Yazı masasının yanına
geldi ve masaya yaslandı. Gözlerinde garip bir
pırıltı vardı. Sanki çok ilginç bir şeyi
inceliyormuş gibi bakıyordu.
“Hapisteyken Vlad yakaladığı farelere
işkence yapıyor ve sonra da onları kendi yaptığı
küçük kazıklara oturtuyordu! Daha sonra aynı
şeyi gardiyanlara aldırdığı zavallı kuşlara da
yaptı.
Gördüğünüz gibi dostlar Drakula hikayesi
batılı yazarlar tarafından biraz çarpıtılmıştır.
Drakula diyince şimdi aklımıza ilk gelen,
smokinli, asil, esrarlı bir yarasa adam.. Hatta
romantik bir çapkın! Parası var, çekici, istediği
her şeyi yapıyor, karizmatik ve de şık.. Karşı
konulmaz bir cazibesi var. İstediği zaman bir
yarasa ya da bir kurt kılığına girebiliyor.. Drakula
canisinin niçin bu kadar popüler olduğuna
şaşırıyor musunuz siz? Halbuki ben tam da buna
derim, Amerikan Rüyası diye!”
Antikacı bir kahkaha patlattı. Sonra ekledi:
“Aslında Drakula bir iş adamıdır!”
“Neyse biz hikayemize geri dönelim.. Tabi
aslında Vlad’ın sonunun ne olacağı ta en başından
belliydi. En sonunda kafası bir tepsi içinde
Fatih’e sunuldu. Onu öldürtenin kim olduğu
konusunda çeşitli rivayetler var. Fakat şimdi işin
en can alıcı noktasına geliyoruz.”
Antikacı yine durakladı. Bu sefer gözlerindeki
pırıltının yerini bulanık bir bakış almıştı. Suratı
asıldı. Gür sesini biraz kısarak kelimelerin üstüne
basa basa fısıldadı -sanki odada uyuyan ve
uyandırılmaması gereken bir şeyi uyandırmaktan
çekiniyordu:
“1900’lü yıllarda Drakula’nın mezarını
açtılar. Ama mezar boştu! Bomboş!”
“Ve orada insan kemikleri yoktu. Bunun
yerine bazı küçük hayvanların kemiklerini
buldular. Farelerin ve kuşların kemiklerini..”
Antikacı koltuğuna oturdu. Ellerini birbirine
kavuşturup başını anlamlı anlamlı sallayarak bize
baktı.
Dışarda hava iyiden iyiye serinlemişti.
Antikacı dükkanının tabelası hüzünlü bir Eylül
rüzgarında usul usul sallanıyordu.
Yağmur başladı.
RÜYA
Önce bir savaş meydanını gördüm. Manzara
korkunçtu. Patlamaların, ateşin ve dumanın içinde
yaralı insan bedenleri yerlerde sürünerek
ilerlemeye çalışıyor, kopmuş organların, el, ayak
ve kolların kanlı yığını gitgide büyüyordu.
Camlaşmış ölü gözleriyle bakıyordu gencecik
delikanlılar. Ateşin sıcaklığını hissediyordum.
Ben büyük bir kayanın arkasındaydım. Yanımda
hiç tanımadığım birisi vardı. Sonra birden bana
döndü: Bakışları dehşetle dolu ve de şaşkındı.
Benimle sanki kırk yıllık dostmuşuz gibi konuştu:
“Galiba yanlış yerdeyiz. Birliğe ulaşmaya
çal....”
Seken bir kurşun, beni önceden tanıdığı
anlaşılan adamın sol gözünden içeri girdi. Yere
yığıldı. Başından akan kan ince bir çizgi halinde
toprağa yürüdü. Toprak kanı kurak bir tarla gibi
iştahla içine çekti.
Tüm kan nehre akıyordu. İki tane dar, tahta
köprüyle geçilen, suları sakin, genişçe, gri nehrin
iki yakasında alevler, patlamalar ve sonu
gelmeyen ölüm dolu bir kurşun yağmuruyla süren
anlatılmaz bir kıyım vardı. Genç bedenler
paramparça olup yerlere savruluyor, ama yine de
geride kalanlar, çaresiz, ileri doğru koşuyorlardı,
ileri, hep ileri.. Marş! Gözlerinde bilinç kaybı,
korku ve dehşet.. Sonra bir büyük patlama daha
oluyordu. Ve dağılıyordu çevreye: Kol, bacak ve
et..
Çok anlamsız bir şeydi bu.
Birdenbire kendimi bir partide buldum. Bir
doğum günü kutlamasıydı bu. Yıllar önce ölmüş
olan ağabeyimi gördüm. Şimdi adını
çıkaramadığım bazı eski dostları.. Ev bir güzel
süslenmişti. Bakırköy’de eskiden oturduğumuz
evdi bu. Doğum günü çocuğu bendim. Yeniden o
küçük, minik bedenin içine geri dönmüştüm.
Annem birazdan pastayı getirecekti.
Heyecanlıydım. İnsanlar hediye paketleriyle
gelmişti. Demet de oradaydı. O zamanlar sadece
küçük, neşeli bir yumurcaktı o. Aşık falan da
değildim. Gerçi ‘sadece küçük, neşeli bir kız
çocuğu’ diyerek küçümsememelisiniz.
Küçük, neşeli kız çocuklarında bu büyülü, bu
devasa, bu zalim Dünya’yı değiştirecek kadar
büyük bir güç saklıdır. Kutsaldır onlar..
Hava karardı. Sahilde yürüyorduk. Uzakta
çok büyük bir kalabalık vardı. Sonra birden
meydana bir araba girdi. Küçük araç kalabalığın
içinde insanlara çarparak büyük bir hızla
ilerliyordu. Silah sesleri duyuldu. İnsanlar paniğe
kapılıp kaçışmaya başladı. Ezilenler, ölenler oldu.
Bulunduğumuz yerden her şeyi açıkça
görebiliyorduk.
İşin tuhafı bizim olduğumuz yerde akşam
olmasına reğmen meydanda daha gündüzdü ve
ortalık aydınlıktı. Ölenler oldu.
En tuhafıysa bu Dünya’nın ta kendisiydi.
Hüzünlü Eylül akşamları ve büyük şehir
halklarının o tekdüze yalnızlığı.. Bu
engellenemeyen bir şeydir. Sanki ne kadar büyür
ve ne kadar çoğalırsak o kadar yalnız kalıyor ve
birbirimizden o kadar çok ayrılıyorduk. Çoğul bir
yalnızlıktı bizim yalnızlığımız. Bahar
akşamlarından biri ya da kara kışta gri bir sabah..
Farketmiyordu.
Yine o yalnızlığı duydum o yaz akşamında.
Bir yazlık evin girişinde, beyaz bir masanın
çevresinde, vernikli, parlak pergulelerin ılık
gölgesinde oturuyorduk. Yanımdakilerden
hiçbirini tanımıyordum. Yalnız, masadaki iki
adamdan biri geçen yıl yazlıkta tanıştığım emekli
albaya benziyordu. Sanırım oydu gerçekten.
Fakat suratı sanki biraz eskisinden farklı gibiydi.
Karısı da ilkokul öğretmenime benziyordu biraz.
Uzaktan.
Birden bir deprem başladı. Evden dışarı
çıktık. Gökyüzü yıldız doluydu. Kırsalda gece,
şehirde olduğundan daha parlaktır. Yapay şehir
ışığının geceye vuran şavkı burada zayıftır.
Yıldızları görürsünüz.
“Tsunami vuracak. Çabuk çatıya çıkın.
Çubukları getireyim.”
Çubuk dediği neydi, anlamamıştım. Ne
işimize yarayacaktı?
“Çubuk ne? Ne çubuğu? Ne saçma, çubuğu
ne yapacağız ki?”
Annem saçmalamamamı, acele etmemi
söyledi.
“Biz bizim çubukları bahardan hazırlamıştık.”
dedi.
Kır ölümüne güzeldi. Bir bahar günü.. Büyük
yalnızlık.. İçimde korkunç bir aşk acısı duydum.
Gerçek hayatta olduğu gibi ve gerçek hayatta
olduğu kadar gerçekti. Midem büzüldü. Nefes
alamıyormuşum gibi geldi. Derin bir nefes
almayı denedim. Havayı sanki yeteri kadar içime
çekemiyordum. Boğulur gibi oldum, silkinip bir
iki adım ileri koştum. Daralmıştım.
Az ilerde küçük bir kız tek başına ip
atlıyordu. Beyazlar giyinmişti. Korku
filmlerindeki esrarlı kız çocuklarına benziyordu.
Hatta onlardan biriydi. Ama bu kızı tanıdığımı
hissediyordum. Aşık olduğum kadınla bir ilgisi
vardı onun. Aşık olduğum o değildi, hayır, fakat
onu tanıyordu. Aşkımı hiç değilse ona açmak
istedim, içimi dökmek, sancıyı biraz olsun
hafifletmek, biraz olsun nefes almak. Ona doğru
yürümeye başladım. Fakat ben yürüdükçe küçük
kız benden uzaklaşıyordu. Halbuki o yine olduğu
yerde ip atlamaya devam ediyordu. Ve ben
toprağı, otları ve küçük bir çayın hafif
kıvrımlarını ağır ağır geride bıraktığımı
görüyordum. Ama küçük kıza bir türlü
ulaşamıyordum. Duygularımı ona açacaktım.
Açamadım. Olmadı. Sancılar içimde kaldı.
Birdenbire zaman ve mekan tekrar değişti.
Şimdi bulunduğum yer tıpkı bir bayram yeriydi.
Oldukça da kalabalık. Burası bir büyük şehrin
meydanıydı. Bu da bir bayram kutlaması ya da bir
konser. Gece üzerimizde sessizce uzanıyordu.
Gözlerim kalabalıkta o küçük kızı aradı.
Arkadaşlarıyla birlikte yanıma geldi.
Büyümüştü. “Ben aslında onu seviyorum ama sen
de onun kadar güzelsin.” diye düşündüm.
Bana, sırf güzelim diye mi beni seviyorsun
diye çattı. Sırtını döndü. Küsmüştü.
Annem, babam ve ben. Kardeşim. Ağabeyim.
Bütün arkadaşlarım. Bütün tanıdıklar. Benim
tanıdığım ama birbirini tanımayan bütün o güzel
insanlar.. Bir aradaydık. Bütün hayatım boyunca
hayal ettiğim bir şeydi bu. İşte sonunda gerçek
oluyordu. Üstelik başkaları da vardı.
Tanımadığım dostlarım, tanımadığım sevgililer
ve birçok ünlü insan. Şarkıcılar, sinema
oyuncuları, sporcular, şairler ve yazarlar. Çoğu
yıllar önce ölmüştü. Hepsi beni tanıyordu.
Gecenin yıldızı bendim. Sanki bütün evrende beni
tanımayan ve sevmeyen tek bir kişi bile yoktu.
Sonra az kişi kaldık. Yine gece, yine yıldızlar.
Şehrin kalabalığını hissediyordum. İnsanlar
evlerindeydi. Ama ne yazık!
Meteoru ilk ben gördüm.
Korkunç bir heyecan dalgası benliği sardı.
Sevdiklerim için korktum. Birçoğu
yanımdaydılar. Onlara sarıldım. Onlarla birlikte
olduğum için mutluydum. Aklıma bir eski sevgili
takıldı yalnız. Neredeydi şimdi kim bilir?
Dünya’nın sonu gelmişti. Ruhlar olup
uçacaktık. Belki de bir yerlerde hepsiyle
buluşacaktık.
Tuhaf bir dünyadayım şimdi. Enteresan
yapılar. Gökte iki ay.. Garip turuncu bir ışık
Dünya dışı uzay kentini aydınlatıyor. Bu biraz da
bizim günbatımına benziyor.. Büyük gözlü, beyaz
tenli yaratıklar yanımda ayakta durmuş bana
bakıyorlar. Kafamda bir ağırlık var. Sanırım bir
çeşit başlık. Aynı rüya devam ediyor. O aynı
gariplik hissi. İnsanlık dışı, Dünya dışı bir kent
bu.. Yaratıklar da öyleler.
Biri üstüme eğildi.
“Seni budala bu gerçek. HEPSİ gerçek, rüya
değil!”
Gözlerimi kırpıştırıp yüzüne baktım.
Anlamaya çalışarak..
Sıkı sıkı yumdum gözlerimi. Bu bir rüya
olmalıydı! Sanki bir ilgisi varmış gibi, gözlerimi
kapatırken dudaklarımı da birbirine bastırıp
nefesimi tutmuş ve yumruklarımı sıkmıştım.
Gözlerimi açtığımda hala ordaydı.
ÖLÜ YAŞAYANLARIN GECESİ
Hasan Bey sıkıntıyla kanalı değiştirdi.
Televizyonda siyah beyaz bir korku filmi
başlıyordu: “Yaşayan Ölülerin Gecesi” Bu tip
şeyleri, sonraki gün sabah erkenden kalkıp okula
gitmek zorunda olan küçük çocukların bile henüz
ayakta olduğu böyle erken bir saatte
yayınlamalarına Hasan Bey anlam veremiyordu.
Sonra da yazarlardı gazetelerinde: “Uyuşturucuya
Başlama Yaşı On Beşe Düştü!” “Satanist Gençler
İntihar Etti” diye. Ederler tabi! Uyuşturucuya da
başlarlar. Sen bunu böyle yaparsan onlar daha
neler yapar!
Televizyonda ‘bir bok’ yok.
Kapatma düğmesine bastı.
Mualla Hanım mutfakta patlıcan kızartıyordu.
Hasan Bey’in babası Süleyman Usta bir işçi
emeklisiydi. Geceleri elli beş yıllık eşi İkbal
hanımla birlikte oturur, saatlerce tombala oynardı.
Bazen de gazete okumaya dalardı. İkbal hanım da
böyle gecelerde eline iki şiş alır, örgü örerdi. İki
namaz arasını böyle dolduruyorlardı. Hem de her
akşam.
“Baba, dışarı çıkalım?”
Yok, olmaz.. Yorgun..
“Baba, evde oturalım?”
‘Beni hiç dışarıya çıkarmıyorsunuz.’
İkbal Hanım deseniz böyle. Her zaman her
şeyden şikayet! Hasan da çok zevk alarak ve
mutluluklar içinde yaşamıyor ki! Biraz da
Hasan’ı düşünün. Mualla’yı düşünün.
Mualla Hanım sofrayı kurmaya başladı.
Oturduğu koltukta bir magazin dergisinin
sayfalarını karıştırmakta olan kızına sert bir bakış
attı. Kız dudaklarını büktü. Bir ergenin dolup
taşan öfkesiyle dergiyi pufa çarparak ayağa
kalktı:
“Üff anne yaa!”
Mualla sinirlendi:
“Her işe ben bakamam ki! Bari sofrayı
kurmama yardım et. Koca kız oldun! Bir şeylerle
ilgilen artık!”
Derya suratını astı. Ayaklarını yerlere pat pat
vurarak mutfağa girdi. Gözlerini devirdi, sonra
annesine baktı:
“İlgileniyorum zaten!”
“Konuşma!”
Bu sırada Bora içerde, salonda oturmuş,
babasının elinden televizyon kumandasını nasıl
alacağının hesaplarını yapıyordu. Mutfaktan
annesinin bu son, “Konuşma!” şeklindeki emri
duyulunca hafifçe sırıttı. Belki de annesiyle
Derya arasında başlayan bu tartışma eğlenceli
olabilirdi. Fakat Derya annesine ikinci kez cevap
vermedi. Anlaşılan genç kız tartışma havasında
değildi. Hemencecik annesine boyun eğmişti.
‘Demek ki bugün Derya’nın muayyen günü de
değil..’
Bora’nın ilgisi kayboldu. Gözlerini tekrar
babasının sehpanın üzerine bıraktığı kumanda
aletine çevirdi.
Planlar kuruyordu.
“Haydi sofraya!”
Mualla Hanımın sesi monoton ve
heyecansızdı. Kadın belki de bu çağrıyı pek de
farkında olmadan, alışkanlıkla yapmıştı. Zaten
onun dışındakiler de bu sesi duymamış gibiydi.
“Yemeğe diyorum!”
Bu sefer daha bilinçli, biraz da kızgın bir ses..
Hasan Bey ayağa kalktı.
“Haydi çocuklar sofraya. Bora! Sana
diyorum!”
Bora televizyon kumandasında odaklanmış
gözlerini şaşkınlıkla kırpıştırdı. Ne oldu? Ne var?
Uykudan uyanmış gibi boş boş baktı babasına.
Neden sonra kavradı çocuk, babasının söylediği
şeyi..
“Tamam tamam.. Geliyorum..”
Derya bardakları getirdi.
Mualla da tencereyi..
“Haydi baba, gelin siz de..”
Süleyman Usta gazeteyi yavaşça yere bırakıp
yakın gözlüklerini dikkatle gözünden çıkardı ve
yine dikkatle kabına koydu. İkbal Hanım da
ördüğü kaşkolu şişlerle birlikte ikili koltuğun
yanındaki üstü camlı ufak sehpaya koydu. İkisi
aynı anda ağır ağır ayağa kalktılar. Yine aynı
anda tam olarak doğrulup dik durmayı başardılar
ve yine aynı anda, aynı tonda ‘of’ dediler:
“Of!”
Yalnız, Süleyman Usta bu ‘of’un yanına bir
de ‘anam’ eklemişti. Yine de bu senkronize
doğruluş eğer bir sokak bienalinde sergilenen bir
gösteri olsaydı bayağı bir alkış alırdı.
Bunun yerine genç Bora, dilini dudaklarının
arasına sıkıştırıp omuzlarını sarsarak güldü. Pek
fazla ses çıkarmamaya dikkat etmişti. Ne de olsa
dedesiyle babaannesiydi onlar. Tabi aslında daha
çok babasını kızdırmaktan çekiniyordu.
Halbuki Hasan Bey de o sırada bıyıklarının
altından kıs kıs gülmekteydi. Sonra çocuklardan
birinin onu görebileceği aklına geldi, aniden biraz
doğruldu ve toparlandı. Fakat çok geç: Derya her
şeyi görmüş! Kaşlarını kaldırmış babasına
bakıyor. Hasan Bey hafifçe öksürdü: “Öhhö!”
Derya elini kaldırıp parmaklarını birbirine
sürerek ‘para’ işareti yaptı. Hasan Bey sıkıntıyla
başını salladı. Önce ‘evet’ anlamında, sonra da
‘sen görürsün’ gibilerinden.. Derya hain hain
güldü.
İkbal Hanımla Süleyman Usta iki ağır
kamyon gibi ve biraz da yalpalayarak yemek
sofrasına yanaştılar. Ağır ağır oturdular
sandalyelerine.. Kaba etleri sandalyeleri birer kez
de çatırdattı.
Yemek başladı. Yemekler güzel olmuştu.
Tabi bu durum İkbal Hanımı hayal kırıklığına
uğrattı. Zira kadının en büyük zevki, özellikle de
akşam yemeklerinde, gelininin yaptığı yemekleri
bu böyle olmuş, şu şöyle olmuş diyerek yerin
dibine geçirmekti. Zaten, yemeklerin gayet güzel
olduğu o akşamda da yaşlı kadın, Mualla’nın
lokmasını çiğneyişini ağzının içinde donduran bir
laf etmekten geri kalmadı:
“Salatanın tuzu az olmuş!”
“Hanım!”
Süleyman Usta gelinini çok severdi. Her
akşam geliniyle karısı arasında geçen bu soğuk
tartışmalarda da hep gelinine destek çıkardı.
Karısı ne derse o da onun tam tersini söylemeyi
adet edinmişti:
“Salatanın tuzu iyi. Gene başladın be hanım!
Bırak Allah aşkına şu kızın yemekleriyle
uğraşmayı!”
Mualla önce kayınpederine baktı. Sonra
kaynanasına doğru dönüp kadının gözlerinin içine
bakarak ağır ağır lokmasını çiğnemeye koyuldu.
Sanki yaşlı kadına “Seni de böyle yerim sevgili
kaynanacığım!” demek istiyor gibiydi.
“Mualla..”
Hasan Bey karısını masanın altından
bacağıyla hafifçe dürttü. Mualla başını çevirip
kocasına baktı. Bakışları çok şey anlatıyordu.
Hasan Bey başını sağa yatırıp, kaşlarını kaldırdı
ve masanın altında avuçlarını göğe çevirip hafifçe
gülümsedi: ‘Ne yapalım karıcığım. Annemi
bilmiyor musun?’
Gözlerinde bir parça da korku vardı
adamcağızın. Anlaşılan karısının soğuk, tehditkar
bakışı onu biraz ürkütmüştü.
Bora ve Derya birbirlerine bakıp sessizce
gülümsediler. Her akşamki sofra keyfi bu akşam
da başlamıştı. Yalnız bu akşam kavgalar öyle pek
ateşli değil.. Sıkıcı akşamlar içinde en
sıkıcılarından biri..
Dışarda Eylül akşamı hüzün yüklüydü. Sarı
sokak lambaları şehrin sisli yollarını aydınlatıyor.
Burası bu büyük Dünya.. Ölümlerin, kalımların,
doğumların dünyası.. Kim bilir şimdi nerede kim
kiminle sevişiyor? Hangi işler yapılmakta?
Gölgelerin arasında bir başına ölen kız kim?
Evet, şimdi! Ve bu anda..
Belki de bir sokak arasında bir cinayet
işleniyor..
Bir kıza tecavüz ediyor biri..
Biri işkence yapıyor..
Ve başka bir ülkede yine gün doğdu.
Balıkçılar ilk ağları sulara bırakıyorlar. Bu esrarlı,
bu kocaman, bu güzelim Dünya’da kuş sürüleri
göçüyor.. Herkesin ve her şeyin üzerinden, usul
usul.. Rengarenk.. Sessiz..
Sonra tüfekler patlıyor.
Tuhaf bir dünya..
Bu dünyanın tartışılmaz, tek hakimi
Süleyman Usta hafifçe geğirdi.
“Derya, kızım, ilacımı getir bir zahmet..”
“Getireyim dedeciğim.”
Derya ayağa kalktı.
“Önce ellerini yıka.”
Mualla yine bilinçsiz ve duygusuzca
konuşmuştu. Konuştuğunun farkında bile değildi
belki de.. ‘Görev’ diye konuşmuştu. ‘Evi temiz
tutmalıyım.’
İkbal Hanım’ın bu gece iyiliği üzerindeydi.
“Eline sağlık kızım. Güzel olmuş.”
Başlar şaşkınlıkla kalktı. Dedesinin ilacını
almaya giden Derya kız, salonun ortasında
donakalmıştı. Şaşkınlıkla çatılı kaşlarının altından
babaannesine baktı. ‘Kızım’? ‘Güzel’? İkbal
Hanım’ın gelinine böyle övgü dolu sözler
söylediği duyulmamış şeydi! Mualla’nın
gözlerinde, önce şaşkınlık, şüphe ve sevinç
karışımı ihtiyatlı bir bakış belirdi. Daha sonra
İkbal Hanım’ın sözlerinde samimi olduğuna ve
bu sözleri sahiden de içtenlikle söylediğine
kanaat getirince kadının yüzüne sıcacık bir
gülümseme yayıldı. Mualla Hanım’ın
kaynanasına bu şekilde baktığı da daha önce
görülmemişti. Bu akşam yeniliklerle dolu
sürprizli bir akşamdı! Mualla Hanım
konuştuğunda bu mucizevi akşamın artık onları
şaşırtamayacağını düşünenler yanıldıklarını
anladılar.
Kadın sevgiyle konuştu:
“Teşekkürler.. Anneciğim. O senin kendi
güzelliğin!”
Hasan Bey babasıyla gözgöze geldi.
Mutlulukla birbirlerine gülümsediler.
Bora, acaba içlerinden biri bu büyülü anı
benimle de paylaşmayı düşünür mü diyerek
dedesi veya babasıyla gözgöze gelmeye çalıştı.
Ne de olsa artık o bir ERKEK olmuştu. Fakat ne
babası ne de ihtiyar dedesi ona doğru bir dönüp
bakmadılar bile. Çocuk buna çok üzüldü.
Hasan Bey o mutluluk anını geride bırakmaya
başladıkları ilk saniyelerde hafifçe kaşlarını çatıp
sağ elini yanağına doğru götürdü. Bir yandan
eliyle yanağını aşağı yukarı sıvazlarken, bir
yandan da düşünüyordu: Bir terslik vardı. Bütün
yemek boyuncu bir şeyin eksikliğini hissetmişti
ama bunun ne olduğunu bir türlü bulup
çıkaramamıştı. Yemek boyunca masadakiler
birbirleriyle fazla konuşmamışlardı. Annesiyle
karısının -bu sefer gözleri yaşartan mutlu bir
sonla noktalanan - her akşamki olağan tartışması
dışında yemek boyunca söylenenler sadece “Tuzu
uzatır mısın?” “Bir bardak su koysanıza” “Biraz
daha koy” gibi, yedikleri yemekle ilgili birtakım
emir cümleleri ve ricalardı. Ama bir eksiklik
vardı. Bir eksiklik vardı.. Var da, ne?
Tabi ya!
Hasan Bey keyifle sırıttı. Nasıl olmuştu da
kimse daha önce farkına varamamıştı? Halbuki
onsuz....
Bora’ya seslendi:
“Bora! Getir bakayım şu televizyonun
kumandasını! Niye kapalı ki bu alet?”
“Öyle ya!” diye sevindi Süleyman Usta. “Ben
de bir şey eksik diyorum! Ama ne? Televizyonun
sesi yok! Açın bakalım şu mereti!”
Bora başını iki yana sallayarak getirdi
kumandayı.
“Ne oldu oğlum?”
“E, sen kapattın ya baba, televizyonu.. Ben de
sıkıntıdan patladım yemek boyunca!”
“Söylesene oğlum televizyon kapalı diye..
Farkında değiliz ki biz! Allah Allah!”
“Neyse, ver bakalım şu aleti.. Bismillah!”
Düğmeye bastı.
Bu noktadan sonra neler olduğu pek de öyle
kolay kolay açıklanacak şey değil.
Hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam
ettiler....
Süleyman Ustayla Hasan Bey bir ara tavla
oynadı. O akşam Hasan Bey babasını beşe üç
yendi. Süleyman Usta homurdanarak sandalyeden
kalktı. Hasan Bey keyiflenmişti.
İkbal Hanım örgüsünü örmeye devam etti.
Mualla Hanım mutfaktaki işleri kolayladıktan
sonra, bilinmeyen bir sebepten dolayı, zaten pırıl
pırıl olan büfenin tozunu aldı.
Derya dergisini karıştırmaya devam etti.
Bora camdan dışarı baktı. Tavla oynayan
babasıyla dedesini izledi. Dedesinin koltuğuna
oturup gazetelerin spor sayfalarını okudu.
Televizyon hep açıktı. Böylece hayatlarında
hiçbir şeyin eksik olmadığına inandılar.
Sanki televizyonun o kısık, tekdüze sesi ve o
büyülü, mavi ışığı hayatlarındaki bütün boşlukları
dolduruyordu. Televizyon açıktı: Demek ki her
şey yolunda!
Dünya’daki açlığın ya da silah satıcılarının
sudan sebeplerle çıkardığı savaşlarda ölen sayısız
küçük çocuğun hiçbir önemi yok. Eğer bu
görüntü gelirse ekrana, kanalı değiştirsiniz, olur
biter. Belki bir küfür savurur ve günahlardan
arınırsınız. Sizin bunla ilginiz yok. Başka bir
dünya orası.
Orası, Televizyon Dünyası!
Haberlerdeki katliam ve film birbirinin aynı!
Petrolde boğulan martı aslında gerçek değil..
Gerçek değil, gece görüşlü ekranda roketin
gönderildiği binanın infilak edişi! Bunlar kurgu..
Bunlar hayal.. Gerçek olansa sizsiniz..
Sıradan geceleriniz..
Uykuya dalışlarınız….
Önce İkbal Hanım yattı. Sonra da Süleyman
Usta. Derya, Bora ve Mualla.. En son da Hasan
Efendi..
“İyi geceler!”
Dileyin.
İyi geçmesini umun.
Ölü yaşayanlar böyledir. Her gece aynı dört
duvarın arasındaki o hep aynı yatağa girip
uykularına dalarlar.
Televizyon açıldıktan sonra bu evde neler
olduğu öyle pek de kolay kolay açıklanacak şey
değil!
Ama sizler anlarsınız.
HAYALET
I- Sularda
Su buz gibi.
Denizin üstü hafif bir sis tabakasıyla kaplı.
Gökyüzünde kapkara bulutlar geziniyor. Denizin
ortasında, suyun içinde yalnızım. Tahta bir fıçıya
tutunmuşum. Beni suyun üstünde tutan bu fıçıyla
birlikte sürükleniyorum. Dalgaların boyu
yükselmeye başladı. Sanırım bir fırtına
yaklaşıyor.
Fakat.. Nasıl geldim ben buraya? Hem daha
da önemlisi..
Kimim ben?
Adımı hatırlayamıyorum! Gözlerimi kapatıp
hatırlamaya çalıştığımda, zihnimi, tıpkı şu suyun
üstünde toplanan ak duman gibi bir sis tabakası
kaplıyor. Dilimin ucunda adım. Bazen o kelimeyi
bulup çıkaracak gibi oluyorum. Fakat sonuçta
çabalarım hep boşa gidiyor. Hatırlayamıyorum.
Herhalde bir gemideydim. Ve bir kaza oldu.
Tek bildiğim bu.
Kim bilir kaç saattir böyle sürüklenmekteyim.
Hiçbir şey hatırlayamadığım halde bu şekilde bu
fıçıya tutunarak kurtulmuş olmam çok büyük bir
şans.
Kurtulabildiysem tabi.
Yapayalnızım.
Su buz gibi. Kimsecikler yok. Ne başka bir
kazazede ne de bir köpekbalığı.. Gökyüzündeki
kapkara, yoğun bulutlar bir fırtına habercisi.
Mesele benim bu fırtınaya ne kadar uzakta
olduğum. Geçip gitti mi dalgalar? Yoksa henüz
geliyor mu? Anlamam ki hiç bunlardan.
Anlamıyorum. Gökyüzünü kaplayan kara
bulutlara bakıp ‘bir fırtına yaklaşıyor’
diyemiyorum. Bu da benim aslında bir denizci
olmadığım anlamına geliyor. Sanırım..
Belki de yolculuk ettiğim gemiyi suların
dibine yollayan fırtınadan arta kalan bulutlardır
bunlar. Kesin bir şey söyleyemem.
Dahası hem.... Kimim ben?!
Soğuk ve dalgalı su sonunda beni çok yordu.
Bilincim sustu.
II- Gemide
Neden sonra uyandım.
Şimdi neredeyim?
Bir kamara olmalı bu. Küçük, soğuk ve
kasvetli.. Her şey demirden.
Doğrulayım dedim.. Başıma korkunç bir sancı
saplandı. Yine uzandım.
Belleğimi bir kez daha yokladığımda, büyük
bir hayal kırıklığıyla hala hiçbir şey
hatırlayamadığımı anladım. Ne kim olduğumu ve
nereden geldiğimi, ne de başıma neler geldiğini
hatırlayabildim. Yine yalnızca o kalın ve bulanık
sis perdesi..
Tekrar doğruldum.. Bu sefer ağrı biraz daha
hafif, katlanılacak gibiydi. Nabzım şakaklarımda
atmaya başladı. Parmaklarımla şakaklarımı
ovdum bir süre. Ağrı diner gibi oldu. Ayağa
kalktım.
Kamaranın içi boştu. Ne bir masa ne
sandalye.. Yalnızca iki kişilik bir ranza ve küçük,
yuvarlak bir pencere. Camdan dışarı bir göz
attım. Tüm görebildiğim küçük, gri dalgaların
beyaz köpükleri ve ufkun üstünde göğü kaplayan
parçalı, gri bulutlardı.. Kapıyı açıp dışarı çıktım.
Kurtarıcılarımla tanışma vakti gelmişti.
III- Karşılama
Güverteye çıktığımda tayfalar beni gördüler.
Sonra çok şaşırtıcı bir şey oldu. Sanki
korkunç bir şey görmüş gibi benden uzaklaştı
hepsi. İşi gücü bırakıp benden kaçtılar. Yüzleri
bembeyaz oldu. Güverteyi yıkayan miço kovayı
ve bezi bir kenara fırlatıp koşarak geminin baş
kısmına doğru kaçtı. Belli bir uzaklığa geldikten
sonra birtakım sandıkların arkasına saklanıp
saklandığı yerden korkuyla bana baktı. Genç
adamın gözleri faltaşı gibi açılmıştı.
Sanırım tayfalar askerdi. Geminin de silahlı
olduğu görülüyordu. İskele ve sancakta simsiyah
toplar vardı. Yalnız bunlar hatırladığım kadarıyla
artık pek kullanılmayan eski model silahlardı.
İsmimi hatırlayamıyorsam da bu tip şeyleri hala
hatırlayabiliyordum. Bilgi hala yerindeydi.
Anladığım kadarıyla bu gemi oldukça eski bir
gemiydi.
Birinin “Kaptan! Kaptan!” diye bağırdığını
duydum.
Kaptan köşkü arkamda kalıyordu. Dönüp o
yöne baktım. Yukarda bir kapı açıldı. Geminin
kaptanı bu kapıdan dışarı çıktı.
Adam bana bakıyordu. Bu uzaklıktan seçmek
kolay olmasa da, fikrim, o benden pek
korkmamıştı. Gözlerinde bir korku ifadesinden
eser yok. Yalnızca kaşlar çatılı, gözleri öfkeyle
dolu.
“Getirin onu!” diye gürledi.
Tayfaların böyle bir şey yapmaya hiç niyeti
yoktu.
Kaptan eliyle içlerinden ikisini işaret etmek
zorunda kaldı: “Sen, sen..”
İki tayfa istemeye istemeye bana doğru
sokuldular.
Kaşlarım hafifçe çatılı, yüzlerine bakıyordum.
Şaşkındım. Benden böyle korkmalarınn nedeni ne
olabilirdi?
“Tamam. Tamam. Geliyorum. Sorun yok,
çocuklar. Sorun yok.”
Sesimi duyunca ikisi birden irkildi. Gergin
yüz hatlarındaysa herhangi bir rahatlama olmadı.
Yalnızca önümde iki yana çekilip bana yol
verdiler. Aralarından yürüdüm. Çekingen
adımlarla peşimden geldiklern duyuyordum.
Korkmalarına rağmen peşimden geliyorlardı.
Sanırım kaptanın emrine karşı çıkmış olmaktan
çekiniyorlardı. Peşimden geldiler.
Demirdi. Her şey demirdi.
Merdivenlerden çıktık. Kaptan köşkünün
kapısı ardına kadar açıktı. Bu kapıdan girerken
biraz tedirgin oldum. Burada da geminin
tamamını kaplayan o aynı buz gibi, kasvetli hava
vardı. Kaptan beni gördüğü zaman.. Katiyen
gülümsemedi! Hatta zaten çatılı olan kara
kaşlarının biraz daha çatıldığını gördüm. Konuk
ağırlamaktan hoşlanmadığı belliydi.
Bana kendini tanıtmadı. Gemisinin ismini
söylemedi. Hiçbir soru da sormadı. Bu, bir
bakıma sevindirici bir şeydi. Zira hafızamı
kaybetmiş olmaktan nedense utanıyordum. Sanki
benim hatammış gibi. Öte yandan tanışma faslını
es geçmemiz bu geminin adı ve konumu hakkında
sorular sorma hevesimi de kursağımda bırakmıştı.
Böyle askeri bir gemide, üstelik bu şekilde soğuk
karşılanmışken, henüz soru soracak cesaretim
yoktu.
Kaptanın pek öyle nezaket meraklısı bir insan
olmadığı anlaşılıyordu. Aslında belki de bunda
adamın bir suçu yoktu. Tayfalarının benden nasıl
korktuğunu görmüştüm. Kaptanın gözlerine biraz
daha dikkatli bakınca aslında onun da benden
korktuğunu anladım. Öfkeli bakışları daha
derinlerdeki bir korkuyu gizlemekteydi.
Korkusunu hafifletmek ve bu geminin sırrını
öğrenebilmek için, onların aksine ben,
konuşurken sevecen ve elimden geldiğince de
kibar olmaya çalıştım:
“Kaptan! Her şeyden önce beni geminize
alarak hayatımı kurtardığınız için size
şükranlarımı sunarım. Eğer yetişmeseydiniz
herhalde çoktan denizin dibini boylamış olurdum!
Size herhangi bir şekilde daha fazla zahmet
vermeye ve yük olmaya ne hakkım var, ne de
buna niyetim. İlk limanda beni otoritelere teslim
edebilirsiniz. Ben....”
“Zaten yapılacak olan da o!”
Sesi soğuk ve güçlüydü. Gözlerindeki ifade
yumuşamamıştı bile. Ve hala benden korkuyordu.
Bu gidişle hiçbir yere varamayacaktık. Bazı
soruların sorulması gerekiyordu. Ben de işte tam
olarak bunu yapmaya niyetliydim:
“Kaptan.. Tayfalarınız benden korkuyor.
Bunu gözlerinde gördüm. Ve sanırım sizinkilerde
de.. Buna bir anlam veremiyorum. Yani.. Ben bir
kazazedeyim. Bir kazazede! Hepsi bu! Kimseyi
öldürmedim ki! Açık konuşalım: Aslında birini
öldürüp öldürmediğimi dahi bilmiyorum. Çünkü
hafızamı kaybettim. Ne adımı hatırlayabiliyorum,
ne de kim olduğumu. Fakat bu durumun
korkutması gereken biri varsa o da benim
herhalde, siz değil!”
Adamın gözlerindeki öfkeye ve korkuya
şimdi bir parça da şaşkın ve şüphe dolu bir bakış
eklenmişti. Sözümü şöyle bitirdim:
“Artık benden niçin böyle korktuğunuzu
anlatacak mısınız? Ve de kim olduğunuzu..”
Kaptan bir süre kararsız kaldı. En sonunda
konuşmaya karar verdiği zamansa, söylediği
sözler büyük bir şaşkınlık duymama neden oldu.
Kelimelerin üstüne basa basa şunu söyledi:
“Sen biraz tuhafsın!”
Adamın sesi bu kez daha hafif, endişeli ve
tedirgindi. Kelimeleri dikkatle seçtiğini anladım.
Fakat ne demek oluyordu bu? Tuhaftım demek!
Tuhaftım!
“Ne anlama geliyor bu? Biraz daha açar
mısınız?”
Kaptan yine temkinliydi, fakat yüz hatlarında
ve bakışlarında belirgin bir rahatlama olduğunu
farketmiştim.
“Seni bulduğumuzda.. Sen.. Sen.. Ölüydün!”
Şaşkınlıkla irkildim. Adamın sözleri beni
hayrete düşürmüştü.
Kaptan bana aldırmadan konuşmaya devam
etti:
“Yani.. Ölüden hiç farkın yoktu.. Ve şimdi şu
haline bak: Bembeyaz bir surat.. Bir ölüden daha
beyaz.. Ben.. Ben..”
İşte o zaman adamın benden aslında ne kadar
çok korktuğunu anladım. Gözleri korkuyla doldu.
Adam herhalde bir ölüyle konuştuğu gibi bir
sanıya kapılmıştı. Adam alelacele lafı değiştirdi
ve benimle ilgili sözlerine bir son verip asıl
niyetinin ne olduğunu açıklamaya koyuldu:
“Her neyse, beyefendi! Benim bu tip şeylere
ayıracak zamanım yok. Onun için sadede gelelim.
Bizim bu gemiyle yaptığımız seyahat çok mühim
bir görevi yerine getirmek içindir. Bu görev, hem
büyük ülkemiz hem de Dünya’nın geriye kalanı
için çok büyük bir önem arz etmekte. Kutsal
görevimizi tamamlamamıza hiçbir şey, ama
hiçbir şey mani olamaz. Bizi hiç kimse ya da
hiçbir şey yolumuzdan alıkoyamaz! Dünya barışı
için ve gelecek için tüm bunlar.. Yüce vatanımız
için. İşte bu yüzden sizinle kaybedecek zamanım
yok. İster bir kazazede olun, ister sulardan çıkıp
gelmiş lanetli bir ruh: Farketmez! Sizinle ne
yapacağımız belli. Yakınlarda küçük bir ada var.
Yanınıza size uzunca bir süre yetecek erzağı da
verip sizi bu adaya bırakacağız. Bu adaya su
almak için sık sık gemiler uğrar. Kurtulursunuz.”
Kaptan bir an duraksadı. Sonra konuşmasını
sürdürdü:
“Sizden korktuğumu söylüyorsunuz. Bu
doğru. Fakat bizim yerimizde siz olsaydınız ve
denizlerin nasıl korkunç esrarlarla ve ne gibi
inanılmaz ve tehlikeli sırlarla dolu olduğunu
bizim gibi siz de bilseydiniz siz de böyle
korkardınız. Ve bu.. Bu yüzünüz.. Soluk ve
parlak.. Ve.. Ve bu.. Bu..”
Adamın gırtlağından garip bir ses geldi..
Biraz çığlık biraz da yutkunmaydı bu.
Bakışlarını izleyip onun baktığı yere baktım.
Sol elim saydamlaşmış, adeta görünmez
olmuştu. Beyaz, tül gibi sisli bir havanın ardında
kayboluyordu. Kaptan, bir hayaletle konuştuğunu
birdenbire anlayan bir ölümlü gibi geriledi.
Boğuk boğuk haykırdı:
“Götürün şunu buradan! Götürün!
GÖTÜRÜN ŞU İBLİSİ!”
Tayfalar her şeyi unutup üzerime çullandılar.
İpler ve tahta. Beni bağlarken gözleri duydukları
korkunç şüphenin verdiği dehşetle doluydu: İpler
bu Dünya dışı yaratığı, bu lanetli ölüyü, bu
hayaleti bağlı tutabilir miydi? Esir alabilir miydi?
Tenine dokunur muydu?
Elbet dokundu. Ben de dehşet içindeydim. O
korkunç şüphe tüm benliğimi sarmıştı. Ölü
müydüm ben? Lanetli miydim? Korkmakta haklı
mıydılar? Kollarımın gün ışığında nasıl
kaybolduğunu ben de kendi gözlerimle
görmüştüm.
Sandala bindirildim. Daha doğrusu beni bir
çuval gibi sandala attılar. Her yanım yara bere
içinde kaldı. Fakat bayılmamıştım. İki tayfa
sandala atladı. Adamların ikisi de korkularından
tir tir titremekteydiler. Fakat ne çare: Kaptanın
emri!
Kürek çektiler..
Kürek çektiler..
Adaya vardık.
Beni yine bir çuval gibi kumsala atıverdiler.
Bir sandık dolusu erzağı da kumsala bıraktıklarını
şaşkınlıkla gördüm. Belki de kaptan bu lanetli
ruhun haline acımıştı. Fakat ölüler yemek yer
miydi? Daha sonra onların bu sandığı bir çeşit
rüşvet, bir tanrıya bir sunu, bir adak, bir affedilme
bedeli olarak bana verdiğini anlayacaktım.
Anlaşılan kaptan ve tayfası gazabımdan
korkmuşlardı. Tayfalardan biri bir bıçakla beni
bağlayan ipi kesti. Zavallı adam korkudan
titrediği için bunu yapması pek de öyle kolay
olmadı. En sonunda ipi kesmeyi başardığında
ellerini tiksintiyle benden uzaklaştırdı. Bıçağı
yere atıp sandala bindi. İki adam kürek çekerek
uzaklaştılar.
Burası ıssız bir adaydı. Sahilden uzakta büyük
ağaçlıklar vardı. Adanın kumu sarıydı. Gökyüzü
hala o kapkara bulutlarla, denizin yüzeyi de
bembeyaz bir sisle kaplıydı. Gemi uzakta, sislerin
ardında kıpırtısızdı.
Geçirdiğim şokun etkisiyle yarı bilinçsiz
doğruldum. Geminin kıyıdan açıkta demir
aldığını gördüm. Tayfalar gemiye ulaştı.
Gemidekiler sandalı yukarı çektiler. Geminin
adını okumaya çalıştım. Nedense içimden böyle
gelmişti. Halbuki artık bunun benim için bir
önemi yoktu. Hiçbir şeyin önemi yoktu. Ya da
ben öyle sanıyordum.
Fakat en sonunda geminin önündeki sis bir an
için yarılıp, gün ışığı geminin önüne bir an
vurunca işin aslını kavradım. Birden her şeyi
anladım. Geminin adını okumuştum.
Demir alıp bu sahilden ayrıldı ONLAR.
Kapkaranlık bulutlar da onlarla gitti. Birkaç
dakika içinde tüm sis dağıldı. Güneş açtı. Gözün
görebildiği yere kadar uzanan denizse masmavi
oldu.
Hafif bir meltem vardı.
Geminin adını okudum. Kendi gözlerimle
gördüm.
Teknenin iskele başında beyaz ve büyük
harflerle ERTUĞRUL yazıyordu.
IV- Son Sözler
Onlar hala oradalar. Ve de bir görevleri var.
Ölü kaptan ve tayfası o lanetli yolculuğu hala
sürdürüyor. Bir konuda yanılıyorlardı. Ölü olan
ben değildim. Kendileriydiler. O gün güvertede
niçin öyle görünmez olduğumu sanırım
biliyorum. Niçin benden korktuklarını da.. Orası
başka bir dünyaydı. Ve ben o dünyaya ait
değildim. Lanetli ruhların da bu Dünya’ya ait
olamayacağı gibi. Ben Ertuğrul’a ait değildim.
Orada bir yabancıydım.
Dedikleri doğru çıktı. Su almak için o ıssız,
küçük adaya yanaşan bir gemi beni kurtardı.
Fakat beni kurtaran aslında onlardı. Bunu niçin
yaptıklarını bilemiyorum. Belki benim de onlar
gibi boğularak ölmeme gönülleri razı olmamıştı.
Ya da damarlarımda onlarınkiyle aynı kanın
aktığını hissetmişlerdi. Bilemiyorum.
Bildiğim bir şey varsa o da bugün hayatta
olduğum. Ve onların o gemide var olmayı
sürdürdükleri. Onların bir görevi var. Asla
tamamlayamayacakları bir görev. O büyük ülke
için.. O büyük, esrarlı ülke..
Neden bu düşünce benim, kendimi suçlu
hissetmeme neden oluyor? Neden?
Bilemiyorum.
Benimle birlikte adaya bıraktıkları erzağı
inceletecektim. İpleri ve tahtayı da.. Fakat esrarlı
bir şekilde ben İstanbul’a dönerken bagajda
kayboldular.. Bir daha da izlerine rastlayamadım.
ONLAR hala orada. Denizler üzerindeki
lanetli yolculuklarını sürdürüyorlar. Geminin
etrafı kalın, esrarlı bir sisle kaplı.
Kaptan sinirli bir adam. Önemli bir görevi
var. Kutsal görevini tamamlamasına hiçbir şey
mani olamaz.
Hiçbir şey ama hiçbir şey!
Hatta ölüm bile olsa..
METEORDA UYANAN ÇOCUK
Önce bunu rüya sandı.
Uzayın soluk ışığı taş kütleyi aydınlatıyor.
Simsiyah, sonsuz boşluğun içinde beyaz yıldızlar
ve renkli galaksiler var. Fakat hiçbir şey aslında
olması gerektiği gibi değil. Burada hiç hava
olmaması gerekirdi. Halbuki çocuk rahatça nefes
alıp veriyordu. Sonra bu yıldız kümeleri.. Birçoğu
rengarenkti. Halbuki güneş sisteminde böyle
renkli yıldızlar çıplak gözle görülmezdi. Tabi
güneş sistemiyse bu.
Çocuk bir rüya gördüğünü sandığı için önce
pek fazla endişelenmedi. Ayağa kalktı. Rahatça
nefes alıyor. Veriyor. Alıyor. Veriyor. Al. Ver.
Al. Ver. Al..
Sonra o güneşi gördü.
Kırmızı dev, inanılmaz, apayrı bir evren gibi
ışıl ışıl parlıyordu. Dev güneşin sıcaklığı
meteordan duyuluyordu. Dev taş kütle bu yıldızın
yörüngesinde yol alıyor. Çocuk hayranlıkla bu
büyük, bu devasa yıldıza baktı. Sonra başını
çevirip bakışlarıyla diğer yönlerdeki yıldızları
araştırdı.
Büyülenmişti.
Mavi, yeşil, kırmızı, mor ve lacivert
yıldızların kalabalığı göz alabildiğine uzanıyor,
renkli yıldız kümeleri ve büyük gaz bulutları
korkunç, aralıksız bir döngü içinde deviniyordu.
Dairesel hareketlerle ivmelenen meteorlar bir
anda ortaya çıkıp bir anda kayboluyorlardı.
Meteor yağmuru ve pulsar. Kozmik ışıklar ve
ateş! Bu sürekli akış, bu cümbüş, sanki hayatın ve
var olmanın bir kutlaması gibiydi. Çocuk
büyülenmişti.
Gözlerinin önündeki bu kutsal ve sessiz
hülyayı ağzı açık seyrediyordu.
Birden acıyla irkildi. Başına bir şey çarpmıştı.
Parçalanan bir meteordan geriye kalan küçücük
bir zerre. Elini saçlarının arasına götürdü. Başı
kanıyordu.
Bu kan!
Gözleri büyük açıldı. Demek ki rüya değil bu!
Peki, öyleyse?
Korkuyla sarsıldı çocuk. Evrenin
derinliklerinde, bir meteorun üstünde, Dünya’dan
binlerce ışık yılı uzakta, yapayalnız uyanmıştı. Bu
bir rüya değildi. Onun yerine, olabilecek en
korkunç YALNIZLIKLARDAN biriydi.. Dünya
çok uzaklardaydı.
Işık bir saniyede üç yüz bin kilometreden
daha fazla yol alır. Bir ışık yılı ışığın bu süratle
giderek bir yılda aldığı yoldur. Çocuğun bir
meteorun üzerinde, içinde yol aldığı galaksi
Dünya’dan milyonlarca ışık yılı uzaktaydı.
Bilinmeyen bir nedenden dolayı çocuk bu
büyük taş kütlesinin üzerinde uyanmıştı ve
açıklanamayan bir şekilde hayatta kalıyordu. Ne
radyasyon ne havasızlık ne de başka bir şey sorun
olmuyordu. Yalnızca sıcaklık biraz yüksek
sayılabilirdi. Fakat insanların hayatta kalabileceği
sıcaklıkların bütün olası sıcaklıkları gösteren bir
çizelgede yalnızca küçücük bir aralığı işgal
edeceği düşünüldüğünde bunun da ne kadar
inanılmaz bir şey olduğu anlaşılıyordu.
Çocuk bir adım attı. Ellerini iki yana açmıştı.
Böylelikle, aklınca, herhangi bir sarsıntıda yere
yuvarlanmamak için önlem almış oluyordu. Bir
adım daha attı.
Kolları açık..
Yer çekimi burada Dünya’dakinin aynıydı.
Renkli güneşler ve gölgeli göktaşları çevresini
dolduruyordu. Biraz önce çocuğu büyüleyen bu
manzara şimdi onu korkutuyordu. Işık oyunları ve
yıldızların o büyük kalabalığı içinde korkunç bir
yalnızlık duymasına yol açtı.
Gözlerini kapadı.
Çömeldi, ellerini yere koydu ve oturdu.
Başını ellerinin arasına alırken gözleri hala
kapalı. Hafifçe titriyor. Korkmuş.
Gözünü açtı. Burada böyle durmanın kimseye
bir faydası yok. Tekrar ayağa kalktı.
Meteorun üzerinde dolaşıp etrafı araştırmaya
karar verdi. Yürümeye başladı.
Ne bir bitki, ne biraz su, ne de bir kum tanesi
vardı. Aslında tuhaftır, çocuk hiç açlık
hissetmiyordu. Susamış da değildi. Canı su
çekmiyordu. Sanki yemeye içmeye ihtiyacı yok
gibiydi.
Fakat buradaki bu yalnızlık. Açlık duymasa
bile bu yalnızlık onu öldürebilirdi. İnsan insanı
arıyor.
Dünyadaki açlık sorununu çözdüğümüz gün,
biz de bu yalnızlıkla sarsılıp başımızı ellerimizin
arasına alacağız.
Güneş DOĞMUYOR. Sabah OLMUYOR.
Burada akşam, sabah YOK. Gün YOK. Güneş
YOK. Yalnızca yıldızlar var..
Yalnızca rüzgar..
Yanında başka bir insanın gölgesi yoksa, bu
devasa hayat ışığı hiçbir şeye çare değil.
Çocuk açlık hissetmiyor. Ama yine de aç, o!
Yine de susuz.
Metorun üzerinde yaptığı araştırma sonuçsuz
kaldı. Fen derslerinde öğrendiği şeyleri
hatırlamaya çalıştı. Bunun bir faydası yoktu.
Burada olan hiçbir şey bilimin gerçeklerine
uymuyor. Uyumsuz. Yanlış.
Yıldızların devinimi ve meteor ‘uygun’ belki.
Fakat burada hiç hava olmamalıydı. Saçlarını
dalgalandıran bu hafif rüzgar..
Burada bir insanın hayatta kalması mümkün
olmamalıydı. Hava olsa bile, kozmik ışıklar,
radyasyon ve yakındaki yıldızların sıcaklığı
savunmasız, küçük bedenini anında kavurmalı,
küle çevirmeliydi. Sıcaklık, basınç ve çekim..
Hiçbiri olması gerektiği gibi değil. Hepsi yanlış.
Ve hatalı.
Çocuk bu bilmeceyi çözebileceğine dair
umutlarını yitiriyordu. Evine bir daha asla
dönemeyeceğinden korktu. Artık gerçeği
anlamıştı: Bu kesinlikle bir rüya değildi.
Eğer burada kalacaksa ve bu hep böyle
olacaksa.. Bunun yerine ölmeyi tercih ederdi!
Acıkmak hiç sorun değil. Susamak da öyle..
Fakat burada böyle, kimsesiz.
Nefes alıp vermeye mi diyorlardı ‘yaşamak’
diye? Yoksa başka bir şey miydi?
Burada bu yalnızlık onu öldürmese bile,
çıldırtacaktı.
Okulda öğrettikleri ve ansiklopedilerde
okuduğu kara delikleri anımsadı. Keşke burada da
olsaydı onlardan biri! Onu içine çekseydi! Bu gri,
dev meteoru.. Bu kırmızı, dev güneşi.. Her şeyi
ama her şeyi.. Işığı, maddeyi, tozu.. Maddeyi,
tozu, zamanı.. Tozu, zamanı, çocuğu.. Çocuğu..
Yalnızlığını..
Bir nefes aldı. Bir nefes daha. Sonra bir
nefes.. Bir daha..
Çaresi yok. Değişmiyor. Ne bir kıpırtı.. Ne de
bir gölge.. Bir ses, bir dokunuş, biri.. Hiç
kimsecikler yok burada. Burada yalnız, yalnızlık..
Gözleri doldu. Dünya’daki hayatı düşündü.
Annesizliğini, babasızlığını ve kardeşsizliğini..
Bir yetimhanede kalıyordu. Oradaki arkadaşlarını
düşündü. Okulu.. Öğretmenini.. Oradaki
yalnızlığını..
Dünya’daki yalnızlığı buradakine tercih
ederdi. Açlığı tercih ederdi.
Dünya’daki açlığı, ölümleri, işkenceyi tercih
ederdi.. Umudu tercih ederdi! Umudu tercih
ederdi!
Burada umut yok.
Yere diz çöktü. Başını yine ellerinin arasına
aldı.
Karanlığın içinde hüngür hüngür ağlamaya
başladı.
Gözyaşları bu zemini ıslatan ilk şey oldular.
İNSANLAR
Bir erkek aslan bir göl kıyısında uyukluyordu.
Yalnız yaşayan, büyük, yaşlı bir aslandı bu. Biraz
önce avlanıp karnını doyurmuştu. Güneşin sıcak
ışığı sapsarı, gür yelesini ısıtıyordu. Esnedi.
Ağzını açtığı zaman upuzun, sipsivri dişleri
ortaya çıktı. Hayatından memnundu.
İnsanlar sinsice ona doğru yaklaştılar. Beş
genç erkek, iki kadın ve bir çocuk.. Hepsi de
çırılçıplaktı. Ellerinde ne bir silah ne de başka bir
şey vardı. Yalnızca çıplak elleri..
Çalıların arasından koşarak saldırıya geçtiler.
Erkekler önde, iki kadın biraz arkada.. Çocuk da
yürüyerek onların peşinden gitti.
Zavallı, ihtiyar aslan neye uğradığını şaşırdı.
Pençeleri ve dişleriyle karşı koymaya çalıştıysa
da bu vahşi sürüye karşı hiçbir şansı yoktu.
İnsanlar dişleri, tırnakları ve kaslı kollarıyla
aslana saldırmış onu yumrukluyor, tekmeliyor,
vahşice ısırıyorlardı. Gözlerinde kana susamış,
kan dökmek isteyen, anlamsız bir bakış vardı.
Kadınlardan biri aslanın gözlerini oydu. Bir adam
hayvanın sağ ön bacağını kırdı. Bir diğeri burun
deliklerini parçaladı. Yelesini yoldular. Pençeleri
söküldü.
Altı metrelik bir timsah güneşin altında
kıpırtısız uzanıyordu. Onu orada öyle görseniz bir
timsah değil de büyük, devrilmiş bir kütük
olduğunu sanabilirdiniz. Bu timsah açtı. Nehirden
geçmesi muhtemel bir zebra sürüsünü pusuda
beklemekteydi. Zebralardan birini yakalayıp suda
boğduktan sonra çiğ etini parçalayıp mideye
indirecekti.
İnsanlar sessizce geldi. Güneşin altında
temkinli ilerliyorlardı. Yerdeki gölgelerinin
kolları iki yana açılmıştı. Bu gölgeler sarı kumda
dikkatle ilerliyordu. Her adımda bacakları
dizlerden kırılıyordu. Bir sağ kol önde, bir sol
kol.. Bir sağ, bir sol.. Sokuldular.
Ağaçların gölgesinde koşarak saldırıya
geçtiler. Erkekler önde, iki kadın biraz arkada..
Çocuk da yürüyerek onların peşinden gitti.
Timsah genç, kuvvetli ve diriydi. Açtı.. Fakat
bu özellikleri hiçbir işine yaramadı. İnsanlar daha
vahşiydi.
Önce timsahın gözlerini oydular. Genç
erkeklerin ikisi timsahın ağzını kapalı tutmak için
uğraşırken, bir tanesi de hayvanın uzun ve kaslı
kuyruğuna sarılmıştı. Geriye kalanlar hayvanın
başını tekmeleye tekmeleye onu öldürdüler.
İnsanlar hırslarını alamamış vurmaya devam
ediyordu. Halbuki timsah çoktan ölmüştü.
Büyük gri fil yalnızdı. Sivri, uzun iki dişi
güneşin altında pırıl pırıl parlıyordu. Güneşin
sıcaklığı hayvanı bunaltmıştı. Serinleyebileceği
bir su birikintisi arıyordu. Ağır ağır
yürümekteydi. Heybetli gövdesinin ağırlığı attığı
her adımda yerin biraz sarsılmasına neden
oluyordu. Hortumu uzun ve kaslıydı.
Birdenbire bir insan sürüsü saklandığı yerden
fırlayıp koşarak file saldırdı. Erkekler önde, iki
kadın biraz arkada.. Çocuk da yürüyerek onların
peşinden geldi.
Genç erkekler yerden sıçrayıp filin üzerine
çıktılar. Bir tanesi hayvanı hortumundan yakaladı.
Zaten güneşin altında saatlerdir yürümekte olan
yorgun fili uzunca bir uğraştan sonra yere
devirmeyi başardılar. Hayvan büyük, kalın bir
ağaç kütüğünün yanından geçerken iki erkek
diğer taraftan onu iterek yere yıkılmasını sağladı.
Büyük gövde yere çarptığında tok bir ses
duyuldu. Tozlar havaya kalktı.
Gözlerini oydular. Dişlerinden yakalayıp bu
uzun, kalın, parlak, beyaz dişleri kırdılar.
Kuyruğunu kopardılar. Kafasına vura vura
hayvanın canını aldılar.
Köpekbalığı saldırıya hiç hazırlıklı değildi.
Hayvan çok açtı. Suda bulduğu her şeyi büyük bir
iştahla yutuyor, fakat küçük balıklar ve sudaki
insan pisliği ona kafi gelmiyordu. Daha büyük,
daha doyurucu bir av bulmak zorundaydı.
Sonunda av onu buldu. O sırada sığ sularda
yüzmekteydi.
Birden burnunda korkunç bir acı duydu. Bir
şey korkunç bir hızla burnuna çarpmıştı. Başka
bir şey de gövdesini üst yüzgecinin önünden ve
altından kavramıştı. Hareket edemiyordu. Boşa
çırpındı.
Gözlerini oydular. Yüzgeçleri parçalandı.
Burun delikleri yırtıldı. Tekmelenip
yumruklanarak öldürüldü. Bu Dünya’dan göçüp
gitti.
Kartalı avlamaları çok kolay oldu. Tüm
mesele o kaçmadan, kanat çırpıp havalanmadan
onu yakalayabilmekti. Bunu yapabilmek için
hayvana sinsice arkadan sokuldular. Kartal hiçbir
şeyden şüphelenmedi. Hiçbir şey hissetmedi. O
sadece, yamacın dibindeki geniş ovaya ve
birazdan geniş kanatlarıyla fethedeceği mavi,
uçsuz bucaksız, berrak gökyüzüne bakıyor, bir av
bulabilmek için gökleri ve otların arasını keskin
gözleriyle araştırıyordu.
Bacaklarından tuttular. Kanat çırptı ama
faydasız. Havalanamıyordu. Bir el haince uzanıp
boynunu kırıverdi kuşun. Tüylerini yolup,
bacaklarını kopardılar. Onun da gözleri oyuldu. O
çok uzakları gören, keskin, güzel gözlerini
tırnaklarıyla oydular. Göz boşluklarından kan, iki
ince çizgi halinde süzüldü. Kanlı gözyaşları gibi
aktı.
Boğa yılanı bir ağaçtan yere kaydı. Büyük bir
hayvanı boğup tek lokmada midesine
indirebilmek için süründü. Avını arıyordu o.
İnsanlar nehrin yanından koşarak saldırdılar.
Erkekler önde, iki kadın biraz arkada.. Çocuk da
yürüyerek onların peşinden gitti.
Yılan daha ne olduğunu anlayamadan kaslı
bedeninin birileri tarafından yakalandığını
hissetti. İki tane ince, sivri tırnaklı parmak
gözlerine girdi. İnsanlar bu uzun, ağır, güçlü
hayvanı kafasına vurarak değil, vücudunu iyice
sıkıp, boğarak öldürmeyi tercih ettiler. Böylesi
daha uygundu.
Güneş doğuyor, boğa sessizce yürüyordu.
Boynuzları sert ve sivri. Ağır, simsiyah, büyük ve
genç bir boğa bu. Yenilmez bir hayvan. Adımları
kendinden emin, adeta gururlu.. Yürüyor. Ufukta
güneş doğuyor.
İnsanlar bir anda orada bitiverdiler. Boğa
hemen yere devrildi. Üç erkek, hayvanı
boynuzlarından kavradı. İki kadın gözlerini oydu.
Diğer erkekler genç boğanın boynunu kırdı. Bunu
yapmak için epey bir çaba harcadılar. Sonunda
hayvanı öldürmeyi başardıklarında içlerinden biri
doğrulup elinin tersiyle alnının terini sildi. Havayı
içine çekip, tek bir kere yüksek sesle nefes verdi.
Sonra diğerleri gibi o da, hayvanın üzerine doğru
eğildi.
Boz ayı sakin ve toktu. Oldukça iri bir
hayvandı bu. Pençeleri keskin, dişleri sivriydi.
Esnedi. Gölgelerin içinden hayvana
saldırıverdiler.
Onu da kafasına vura vura öldürdü sürü.
İçlerinden biri bile yaralanmadı. Tırnakları ve
dişleriyle büyük ayıya saldırıp etlerini liğme
liğme ettiler. Kürkünü yırtıp parçaladılar.
Gözlerini çıkardılar. Dişlerini kırdılar. Fakat
içlerinden biri bile hayvanın etini ısırıp yutmadı.
Kanını da içmediler. Onlar yemek için değil,
öldürmek için öldürüyordu. Zevk olsun diye.
Keyiften.
Küçük bir çocuk tek başına oynuyordu. Bir
parkta. Öğleyin.. Sıcak.
Tahterevalliyle salıncağın arasından koşarak
geçtiler. Erkekler önde, iki kadın biraz arkada..
Sürüdeki çocuk da yürüyerek onların peşinden
gitti.
Çocuğu başına vurarak öldürdüler.
Gözlerini oydular.
Kulaklarını kopardılar.
Küçük bedenini parçaladılar. Göğüs kafesini
kırıp kalbini çıkardılar.
Sürüdeki küçük çocuk, büyük bir keyif ve
istekle akranının üzerine çullandı.
Kardeşine saldırdı.
Ve onu paramparça etti.
Not: Bu hikaye eğer birgün yayınlanırsa,
özellikle de son bölümünü sansürlemeyi
düşünüyorum. Belki bu, hikayenin etkisini belli
bir ölçüde azaltacaktır, ama.... Sanırım böylesi
daha doğru. Yani, ben bile yazarken rahatsız
oldum.
AYNADA KAYBOLAN ADAM
Mehmet Aksu o sabah yine çalar saatin
sesiyle uyandı. Serin bir Eylül sabahıydı. Yorganı
üstünden attı. Sabah serinliği içini titretti.
Yatağında doğruldu.
Karısı Tülin saatin sesine uyanmamıştı. O da
karısını uyandırmaya kıyamadı. Tülin Hanım bir
melek gibi uyuyordu. Ağzı hafifçe aralık ve
yüzünde sonsuz bir huzur..
Mehmet Aksu yataktan çıktı. Ayaklarını yere
bastı. Çıplak ayakları, terliklerini ya da halıyı
değil de, buz gibi parkeyi bulmuştu. Midesi
büzüldü, ayaklarını yerden kaldırdı.
“Hay Allah..”
El yordamıyla terliklerini bulup onları yatağın
baş kısmına daha yakın bir yere koydu.
Ayaklarıyla bu sefer terlikleri bulup giydi. Ayağa
kalktı. Yürüdü.
Banyoya girmeden önce pencereden dışarı
baktı. İstanbul’un soğuk, gri kaldırımları henüz
ıssızdı. İşe gitmek zorunda olmanın sıkıntısıyla
içini çekti. Bugün de bir yenilik yok. O hep aynı
eski hayat..
Memuriyete git. Evraklar. Fatura. Rüşvet.
Bütün gün insanlarla uğraş. Kavga gürültü.
Gürültü patırtı. Stres. Amirlerin yaptığı eziyeti
çek. Sabahtan akşama kadar büroda canını
çıkarsınlar. Akşam yorgun argın eve dön. Sonra
da karıda bir surat. Karının suratını çek.
Halbuki böyle uyurken melekten farkı yok
Tülin’in. Bir bebek gibi masum.
Mehmet Aksu’nun içinde, derinde, eski bir
yerde, küllenmiş bir ateş yine yanacakmış gibi
parladı.
Sonra bir Eylül rüzgarı külleri savurdu. Toz
etti.
Haydi banyoya! Marş marş!
Bir-kii, bir-kii..
İstemeye istemeye banyoya gitti.. Yüzünü
yıka.. İlk çiş.. Traş..
Her zamanki sabah eziyeti..
Hayattan bıkmış.
Uykusu var Mehmet Bey’in. Biraz uyumak
istiyor. Bir gün de traş olmamak, işe gitmemek
istiyor. Karısının dırdırını bugün çekmemek,
karısıyla tartışmamak, onu üzmemek istiyor.
Tülin’in yine o aşık olduğu kadın, yatakta uyuyan
melek, hayallerdeki rüya kız olmasını istiyor.
Yeni bir Dünya istiyor! Bu İstanbul, bu iş, bu
ev.. Bunlar ona göre değil. O eskiden bu
Dünya’ya maceralar yaşamaya, sevip sevilmeye
gelmişti. Kahraman olacaktı o! Ünlü ve zengin
biri, önemli biri olacaktı. Onun hayalleri vardı.
Dünya’yı değiştirmesine yetecek kadar büyük bir
gücün damarlarında dolaştığını, yüreğinde
kabardığını, ruhunu doldurduğunu zannediyordu.
Bu memuriyetten kısa süre sonra ayrılacak,
kendisi, Tülin ve çocuklar için yepyeni, harika bir
hayat kuracaktı. Onlar da onu sevip sayacak, hiç
sözünden çıkmayacak, onun her dileğini yerine
getireceklerdi. Fakat o zaten bu saygıyı hakediyor
olacaktı. Hele şu memuriyetten ayrılıp işini bir
kursun. Uygun bir fırsatın karşısına çıkmasını
bekledi. O doğru anı..
Yirmi beş yıldan beri de beklemeyi
sürdürüyor.
Yeni bir Dünya istiyor! Sokaklardaki
çamurun bir araba tarafından üstüne başına
sıçratılmayacağı, otobüs kuyruklarında, otobüs ve
dolmuşlarda sürünmeyeceği, hakettiği kadar para
kazandığı için artık rüşvet almak zorunda
kalmayacağı ve bu yüzden vicdanının
sızlamayacağı bir Dünya. Belki de, rüşvet almak
dışında hiçbir suç işlemediği ve karısı ve
çocukları hiçbir suç işlemedikleri halde, kendisi
ve ailesi adına polislerden korkmayacağı, yepyeni
bir Dünya!
Yine güneşin doğduğu.. Yine ayın çıktığı..
Yine kuşların dallarda neşeyle cıvıldaştığı..
Boğazın manzarasının yine aynı olduğu.. Yine en
güzel, en kıymetli şehri İstanbul şehiri olan.. Yine
bebeklerin doğup, aşıkların seviştiği.. Yepyeni,
büyük bir Dünya!
Mehmet Aksu sıkıntıyla sakalını sıvazladı. Ne
de çabuk uzuyordu sakalı. Traş olmaya başladı.
Aynada yine o bildik, sıkıntılı, bıkkın surat..
Her şeyden bıkmış.. Sevmediği şeylerden bıkmış.
Yoksulluğundan, işinden, şehrin kapkara isinden..
Sevdiği şeylerden bıkmış. Karısından,
çocuğundan, şu İstanbul şehirinden.. Hepsinden
bıkmış.. Hepsinden!
Traş olmayı bitirdi.
Aynada yine aynı yüz. Değişen bir şey yok.
Mavi gözleri sıkıntı, bıkkınlık ve uykusuzluktan
yarı kapalı. Yüzü gölgeli.. Umutsuz. Kaybetmiş,
bitirmiş, kaçık. Hiçbir çare yok.
Gülümse. Bir kandırmaca da olsa bu, haydi,
bir kere gülümse.. Gülümsediğini göreyim
aynadaki şu sefilin.. Ne olur, bir kez gülümse! Bir
tek kere, yalnız bir kez! Gülümse..
Yüzündeki pek sık kullanmadığı kasları biraz
zorladı. Faydasız.
Kuşkusuz iş yerinde Mehmet Bey
gülümsüyordu. Fakat içten, sahici, samimi değildi
bu gülümşeyişlerin hiçbiri. Öyle bir gülümseme
tüm suratı aydınlatır, ışığı gözlerden taşar.
Amirini sevmeyen, işini sevmeyen bir memurun
gülümsemesiyse, göz çukurlarına bir damla bile
ışık düşürmez. Suratına geçirdiği plastik bir
maskedir yalnız.
Mehmet Aksu’nun aynadaki görüntüsü
gülümsemedi. ‘Komik bir şey yok ki güleyim!
Mutlu da değilim ki ben.. Neye güleceğim? Bu
hayatın kendine mi? Kasvetli, soğuk, karanlık..
Sabahları çıkıp işe gitmek zorundayım. Bunda
gülünecek ne var? Çok mu komik sizce? Çok
mu?’
Hayatın yorduğu adam yavaşça gözlerini
kapadı. Artık sonuna gelmişti. Dayanacak gücü
yoktu. Pes etmek üzereydi. Mutsuz..
Depresyondaydı. Umutsuz..
Gözlerini kapatıp Yeni Bir Dünya diledi.
Kendisi ve ailesi için. Yepyeni, sıfır kilometre,
başka, bambaşka bir Dünya!
Gözünü açtı.
Karşısındaki aynada görüntüsü kaybolmuştu!
Bir an aynaya boş boş baktı. Sonra gözleri
hayretle açıldı. Ne oldu? Ne oldu, bu.. Bu nasıl
olur?!
Bir gariplik daha vardı. Bunun ne olduğunu
biraz daha sonra farketti.
Dünya tersine dönmüştü! Aynen, bazen
fotoğrafların gazetelere ters basıldığı gibi..
Şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı. Ne olduğunu
anlaması için aradan birkaç dakika geçmesi
gerekti.
“Banyo yine aynı banyo.. Ben.. İşte şofben,
işte halı, işte duş.. İşte klozet kapağı, işte diş
fırçam.. İşte.. Aynada.. Aynada hepsi.. Ben.. Ne
ol.. Ne oldu?. Ayna.. Ben.. Yani..”
Mehmet Aksu aynanın öbür tarafına geçmişti.
Gerçek Dünya’daki Mehmet Bey ise ortadan
kaybolmuştu. Artık o tarafta adamın bir
görüntüsü yoktu. O ise aynadaki kendi görüntüsü
olmuştu.
Bu kadar basit!
Anladı..
Gözlerini tekrar kırpıştırıp aynaya baktı..
Belki de adamın dileği kabul olmuştu!
Mehmet Aksu öylesine yorgun ve umutsuzdu
ki bu olayın tuhaflığı ve inanılmazlığı onu pek
etkilememişti. Hem.. İstanbulluydu o! Tuhaf ve
inanılmaz olaylara zaten eskiden beri alışıktı!
Dünya’nın en tuhaf, en inanılmaz şehrinde doğup
büyümüştü. Bu kadarı Dünya’daki herkese yeter!
Aynaya baktı.
Büyük bir gülümseme ağır ağır ve sessizce
adamın traşlı, yorgun yüzüne yayıldı. Üstelik,
gözlerindeki bir ışık bu yorgun, bu yaşlı yüzün
şimdi sanki daha genç, daha parlakmış gibi
görünmesine neden oluyordu. Umudun ışığıydı
bu.
Banyonun kapısını açtı. Derin bir nefes aldı
ve ağır, sessiz adımlarla umut dolu, ışıklı, yeni bir
Dünya’ya yürüdü..
Banyodaki ayna hala aynı yerinde öylece asılı
duruyordu.
TOPRAK ADAM
Eylül geldi. Kasaba şimdi daha ıssız, daha
sakin. Yazlıkçıların ve turistlerin şehre
dönmesinden sonra sahil yine eski haline döndü.
Büyük, yüce ve unutkan denizin kıyısındaki taş
ve kum kıpırtısız uzanıyor. Güzel bahar günleri
geri gelmek üzere. Yapraklar dökülmeye çoktan
başladı bile. Kuruyan dere yataklarına gökten ilk
damlalar düştü. Denizin dalgaları yavaş yavaş
yükseliyor. Kasaba sessiz, huzurlu. Bir tek
yabancı bile yok. Böyle biz bize..
İhsan Bey rakısından bir yudum aldı.
Sahildeki yazlığında tek başına oturuyor. Yazlık
dense de evine, aslında bir yazlık değil bu. Artık
değil.. Bu, kasabada sahile yapılan ilk evdir..
Yirmi yılı aşkın bir süredir İhsan Bey yaz kış bu
evinde oturuyor. Artık o bir ‘kasabalı’. Yerli
halktan biri.
Sahil yolundan traktörle genç Hasan geçti.
Köye gidiyor. İhsan Bey’i balkonunda otururken
görünce elini kaldırıp gülümsedi. İhsan Bey
delikanlının selamını rakı bardağına aldı. Sonra
bir yudumda bunu mideye indirdi. Bir parça
peynir kopardı. Bunu lokmaya çevirdi. Sonra bir
parça da kavun. Rakı.. Su.. Rakı.. Su.. Rüzgar..
Güzel bir Eylül günü bu. Güzel bir bahar
sabahı. Bağbozumu, yağmur, kasvet.. Koskoca
bir hayatın muhasebesi yapılsın. Şimdi bunun
zamanıdır.
Başını çevirip baktı. Kızının resmi salonda,
büfenin üstünde duruyor. Genç bir kızın
üniversiteden mezun olduğu gün çektirdiği bir
resim. Yanında bir resim daha: Üç kişilik bir
ailenin resmi. Kızı, damadı, torunu.. Torununu
görünce -onu her gördüğü zaman yaptığı gibisıcacık, dolu dolu gülümsedi.
“Kerata! Özledim seni..”
Deniz dümdüz uzanıyor. Evinin yirmi beş
metre kadar önünde.. Deniz büyük ve yüce. Yüce
ve hafızasız.. Huzurlu. Ah o büyük huzur! O
depderin su! O huzur!
“Şu dalgalar boğsa beni! Boğsa, silinsem.. Bu
keder, bu Eylül günü.. Bu yalnızlığım.”
Karısı Neriman on yıl önce toprak olmuştu. O
da İhsan Bey gibi bir öğretmen emeklisiydi.
Hayatları boyunca doğru bildiklerini söylemiş,
doğru olduğunu düşündükleri şeyi yapmışlardı.
Bunun sonucunda sürgünler, soruşturmalar,
davalar.. Onca zulüm, onca acı, onca hakaret!
Fakat değerdi.. Hepsine değerdi. Adam gibi
adamlar yetiştirmiş olmanın verdiği iç huzuru..
Bayramlarda arayan bir iki eski öğrenci. Değerdi
ki hem de nasıl!
Ama artık Neriman yok. Kızı da bir hafta
önce torununu alıp şehre, kocasının yanına
döndü. Damat senelik iznini bu yazlıkta geçirmiş,
iki hafta önce de işinin başına dönmüştü. Bir
bankada çalışıyordu. İhsan Bey’in kızı Oya, bir
hafta daha oğlu Mertle birlikte babasının evinde
kaldıysa da en sonunda tabi onlar da ait oldukları
yere, yani evlerine dönmüşlerdi.
“Ne demek kızım, burası da sizin eviniz
sayılır.”
Tabi! Anlat anlatabilirsen bunu bu yeni
yetmelere..
Aslında İhsan Bey de onlara hak veriyordu.
Artık koca kadın olmuştu Oya. Bir evi, bir işi, bir
ailesi vardı. Altına kaçıran o bebek, konuşmayı
bilmeyen küçük kız, mazide, çok çok uzakta,
yıldızlardan da uzakta, artık gidilmesi mümkün
olmayan bir yerde kalmıştı. Ne yazık! Fakat işte
buna diyorlar, hayat diye..
Şu rüzgar..
Şu kasabayı çeviren, şu yüce, şu koskoca
dağ.. Şu deniz..
Sürülmüş tarlaların mis gibi kokusu burnuna
geldi. Eylül camlardan sızıyor. Buğu, damlacıklar
ve soğuk.. Rüzgarın tiz çığlıkları kapı
pervazlarında. Hava iyice soğudu. Bir yazı daha
geride bıraktık. İnsanlar O’nu da sever. Denize
girmeyi, sıcağı.. Parlak güneşle beraber parlar
çocukların yüzü. Okul tatili.. Bisiklet.
Yine de bizi asıl büyüleyen, asıl kendine
bağlayan şey, hüzün yüklü bulutları ve kasvetli
havasıyla ‘sonbahar’ denen değil mi? En çok bu
mevsimde şiir yazılır. İlkbahar ve yaz aşklarının
acısı bu mevsim çekilir. Bu mevsimde gider
kuşlar. Kuşlar, yapraklar.. Ve gelir yine,
yalnızlık.
Okul sıralarında üşür çocuklar. O ışıltılı
günlerden eser kalmamıştır, yazık. Sınav
heyecanı, hoca korkusu, sıkıntı.. İlk gençlik
aşkları bu sıralarda yaşanır. Tren istasyonlarında,
yapraksız ağaçlıklarda, beton duvarlarda aranır
ilk sevgilinin yüzü.. Otobüs kuyrukları ve
dükkanlar kalabalıktan geçilmez. Her şey acı
vericidir, eğer aşıksan.. Eğer o yoksa.. Her şey
yüreği acıtır: Akşamları ışıklı pazarlar, ışıklı
manavlar ve kasap, şehrin soğuk kaldırımları,
dolmuş kuyrukları, parklar.. Anlatmakla bitmez..
Şehir! Şehir anlatmakla bitmez.
İhsan Bey’in gençlik aşkı biricik
Nerimanıydı. O acıları o, ilk kezinde Neriman
için çekmişti. Bir daha da hiç çekmedi. Neriman’ı
sevdi o hep. Nerimanına tutuldu. Güneş ve ay
istisnasız her yıl nasıl tutulduysa, o da her yıl
Neriman’a aşık oldu bir kez daha. Hep onu sevdi.
Hep. Ama artık Neriman yok.
Aşk acısını İhsan Bey işte asıl şimdi çekiyor.
Bu ev Neriman’ın evi. Bu karyola
Neriman’ın. Bu masa, bu dolap, bu komodin.. Bu
terlikler.. Neriman’ın.
On sene oldu. On sene.. İsterse yirmi, otuz
olsun. Bu acı hiç dinmeyecek. Küçük Mert de
gitti şimdi. Küçük Oya, küçük Mert’i alıp
götürdü.. Evine. Bir Eylül yalnızlığında
kıvranıyor İhsan Bey.
Bir yudum aldı rakıdan. Bir parça peynir.
Kavun, su..
“Deniz beni çağırıyor.”
İçinden böyle demek geldi: “Deniz beni
çağırıyor.” “Gideyim öyleyse.”
Rakıdan son yudumu alıp ağır ağır ayağa
kalktı. Bardağı, rakı kadehini, peyniri, kavunu, su
dolu sürahiyi ve boşalmış rakı şişesini mutfağa
götürdü. Geldi.. Götürdü. Geldi.. Götürdü.
Bitirdi.
Islak bir el beziyle masayı bir defa sildi.
Sonra hırkasını aldı. Dışarı çıkıp anahtarla
kapıyı kilitledi. Bir defa.
Issız sahil yolunda yürümeye başladı.
Kimsecikler yok.
Yüce dağ, bulutlar, deniz.. Hepsi kutsal bir
bütünün, bir büyük Dev’in parçası.. Huzurlu,
sakin bir bütün. Dalgalar dayanılmaz bir düzenle,
ardarda ve kesintisiz, sahile vuruyor. Kumsalda
çıplak ayak izleri var..
Dağ sessiz. Kasabanın batı ve güney yanlarını
çevreliyor. Dağ sessiz, kocaman bir dev.
Hakkında anlatılan acıklı aşk efsanesindeki kıza
benziyor biraz. Boylu boyunca uzanmış.
Karnında da bir çocuk var.
Bulutlar yağmur yüklü. Hava rutubetli, ağır.
Her an yağmur yağabilir. Toprak da hevesli zaten.
Açılmış, kabarmış bekliyor. Bacakların’ açmış
bekliyor.
İhsan Bey sahil yolunda hiç kimseye
rastlamadı. Henüz çok erken. Bütün dükkanlar
kapalı. Köyler uzakta. Kimse yok. Bir Allah’ın
kulu bile..
“Şöyle tarlalara doğru bir uzanalım bakalım.”
İhsan Bey öyle de yaptı. Geniş, düzgün, parke
yolda doğuya doğru yürüdü. Güneşin doğduğu
yere.
Yol boyunca yine kimseye, hiç kimseye
rastlamadı. Güneşin sıcak ışığı depderin bir
sessizliği sarıya boyamaktaydı. Toprak ağırbaşlı
ve genç. Aydınlık yollarda güneş, bir ayrık otu
istilasını aydınlatıyor.
Yaban ayrık otu kaplı.
“Tamam.” diye düşündü. “İşte burası.”
Kimsesiz, yeni sürülmüş bir tarlaya adım attı.
İn cin top oynuyor burada. Toprak suya aç, bakir.
Şehvetle kabarmış. Uzunca bir süre orada öylece
durup toprağa baktı. Sanki deli toprağın göğsü
kalkıp kalkıp iniyor. Sanki nefes alıyor dev. Sanki
hayatta.
Hipnotize olmuş gibi uzunca bir süre seyretti.
Sonra İhsan Bey, tarlanın ortasına kadar yürüdü.
Kollarını havaya kaldırdı. Başını kaldırıp, yavaş
yavaş toprağı ısıtmaya başlayan güneşe baktı.
Gözlerini yumdu sonra.
Güzel bir hayat sürmüştü. Sıkıntı ve acıyla
dolu, sefalet çektiren bir hayat. Fakat bir ‘eşi’
vardı onun. Bir hayat arkadaşı.. Bir yoldaşı, bir
sırdaşı.. Bir insan..
Sevdiği tek sevgili.. Aşık olduğu, yıllarını
birlikte geçirdiği, birlikte ağlayıp birlikte güldüğü
ve o ölünce onunla birlikte öldüğü sevgili, biricik
eşi..
Artık bu Dünya’da yapacak başka işi
kalmamıştı. Kollarını havaya kaldırdı ve..
Toprak oldu İhsan Bey.
Kimsenin onu görmediği bir anda toprak oldu
ve döküldü.
Eylül yağmuru başladı....
CADI (DATURA)
Kasabanın doğusunda, karanlık, sisli ormanın
içinde tiz bir çığlık yankılandı. Bardaki erkekler
dışarı çıkıp ormana doğru baktılar. İçlerinden
bazıları çığlığın geldiği yöne doğru koşmaya
başladı. Gençlikleri ve içtikleri bira bunu yapacak
cesareti onlara vermişti. Koyu karanlık, rutubetli,
tekin olmayan gecede ıssız ormana daldılar. Bir
kadın yerde baygın yatıyordu. Kadının niçin
bayıldığı bir bakışta anlaşılıyordu. Ormanda bir
şey bulmuştu. Kanlı bir ağaç gövdesinin önünde,
yerde kımıltısız yatan bir şey. Bu şeyi
gördüklerinde, ormana koşarak gelen cesur
erkeklerden biri kendinden geçip yere yığıldı.
İçlerinden bir tanesi elleriyle yüzünü örttü. Bir
diğeri bir ağaç gövdesine tutunup yere doğru
eğildi ve zemini kaplayan ölü sonbahar
yapraklarının üzerine kustu. Hepsi dehşete
düşmüştü. Ne yapmaları gerektiğini
bilemiyorlardı. Gecenin içinde bir puhu kuşu
birdenbire öttü ve hepsi korkuyla irkildi.
Buldukları şey bir bebek cesediydi. Vahşice
öldürülmüştü. Katil, yavrunun ölü bedenine hiç
saygı göstermemişti. Berbat etmişti ölüyü. Sivri
ağaç dalları ve diğer şeyler.. Ağacın gövdesinde
bazı deri parçaları vardı.
Kasaba halkı ertesi gün kasaba meydanında
büyük bir toplantı düzenledi. Bebeği öldüren bu
zalim, bu gaddar, bu barbar katil derhal
yakalanmalı ve işkenceler yapılarak, yakılarak
öldürülmeliydi. Fakat suçluyu nasıl bulacaklardı?
Kimsenin bir fikri yoktu. Şimdilik, her gece
kasabanın çevresinde nöbet tutulması, araştırmayı
yürütmek için başkanlığını hakimle rahibin
birlikte yürüteceği bir komite kurulması ve
kadınlarla çocukların belli bir saatten sonra tek
başlarına sokağa çıkmalarının yasaklanmasında
karar kılındı. Belediye başkanı ateşli bir konuşma
yaptı. Kurbanın ailesi intikam istiyordu. Bebeğin
annesi üzüntüsünden hasta olmuş, yataklara
düşmüştü. Bebeğin babasının saçları bir gecede
ağarmıştı. Küçük oğlunun ölü, parçalanmış
bedenini ayık kafayla görmüştü adam. İntikam
istiyordu. Kan istiyordu.
İkinci bebek ilkinin bulunduğu günden bir
hafta sonra kayboldu. Kaybolan, nalbantın iki
aylık torunuydu. Biri öğle vakti adamın evine
girip çocuğu kaçırmıştı. Küçük kızın annesi o
sırada su almak için kuyunun başına gitmişti.
Döndüğünde beşik boştu.
Çocuğun cesedini sekiz ayrı yerde buldular:
Kilise, bir ahır, meyhanenin kapısının önü,
belediye binasının önü ve orman. Parçalar farklı
günlerde bulundu. Katil hergün bir parçayı
kasabadaki belirli bir noktaya bırakıyordu.
İnsanlar korku ve paranoya içinde yaşamaya
başlamışlardı. Her an her yerde karşılarına zavallı
bir küçüğün bedeninden arta kalan kanlı bir et
parçası çıkabilirdi. Çoğu bu yüzden korkunç
kabuslar gördü.
Artık bu gidişe bir son verilmesi gerekiyordu.
Anneler çocukları için korkmaya başlamışlardı.
İnsanlar diken üzerindeydi. Geceleri sokaklar
bomboş kalıyordu. Meyhaneye bile yalnızca bir
iki eski müdavim, bir iki ayyaş ve bir de ‘hiçbir
şeyden korkmayan’ ‘cesur’ gençler geliyordu.
Fakat kasaba halkı korku ve tedirginlikten çok
öfke ve nefret duyuyordu. Katil ne yapıp edip
bulunmalıydı.
Bir cadı avı başladı.
Katilin bir cadı olabileceği ihtimali zaten daha
en başından beri gözönünde tutuluyordu. Bunun
resmiyet kazanması ve adının konmasıysa
nöbetçilerin bazı ipuçları, şehrin dört bir yanına
dağılmış bazı gizemli işaretler bulmasından sonra
oldu.
Önce bir ahırda esrarengiz bir çömlek
bulundu. Bu çömlek, içinde bazı bitkilerin
dövülerek ezilmesinde kullanılmıştı. Çömleği
bulan nöbetçi onu kokladıktan sonra derin bir
uykuya dalmıştı. Doktorun ve rahibin adamı
uyandırmak için harcadığı tüm çabalar boşa gitti.
Genç adam komadaydı.
Ağaç dallarında esrarengiz ipler bulunmaya
başlandı. Hiç kimse bu ipleri çözmeye cesaret
edemedi. Kasabanın çevresinde, dört bir yanda
ağaçlara bu ipler düğümlenmişti.
Kasabadaki fare ve sıçan nüfusunda gözle
görülür bir artış olmuştu. Sıçanlar ürünü talan
ediyor, eşyaları kemiriyor, hatta küçük hayvanları
öldürüyorlardı. Küçük hayvan ölülerine
kasabanın her yerinde rastlanıyordu. Bunların
tümünün sıçanlar tarafından öldürülmediği de
belliydi.
Bir sabah bir belediye görevlisi işe gitmek
için kasaba meydanından geçerken meydanın tam
ortasındaki bir şey dikkatini çekti. Yanına
yaklaştığında bunun, birbiri ardına konulan
taşlarla yere çizilmiş tuhaf bir şekil olduğunu
gördü.
En sonunda, ilk cesedin bulunuşundan tam iki
hafta sonra küçük bir kız çocuğunun daha
kaybolması bardağı taşıran son damla oldu. Bu
küçük kız hiçbir zaman bulunamayacaktı.
Kasaba halkı o gece yine meydanda toplandı.
Çok sıkı önlemler alınması karara bağlandı.
İnsanlar
çocuklarını
asla
yalnız
bırakmayacaklardı. Tüm evlerde arama
yapılacaktı. Şüphelenilen herkes gözaltına alınıp
sorgulanacaktı. Komiteye bu konuda geniş
yetkiler tanındı. Komitenin emrindeki askerlere
karşı koyan herhangi biri zor kullanılarak
yakalanacak, kaçmaya çalışan olursa emir
beklemeden vurulacaktı.
Bir gün sonra araştırmalar başladı. Bütün
evler didik didik aranıyor, genç erkekler ve kızlar
sorguya çekiliyordu. Şehrin saygın ailelerinden
ve asillerden pek fazla gözaltına alınan olmadı.
Yalnızca genç olanları mahkeme salonunda
sorguya götürüp, zararsız bir iki soru sorduktan
sonra serbest bırakıyorlardı. Hakimin, rahibin ve
belediye başkanının evleri aranmadı bile. Öte
yandan, yoksul halkın arasından oldukça yaşlı
olmalarına rağmen gözaltına alınanlar olmuştu.
Bunların başında da yabancılar geliyordu. Kasaba
halkından olmayanlar. Yaşlı bir dilenci kadın..
Gece gündüz içen bir ayyaş.. İşsiz güçsüz bir
adam.. Kasabanın delileri.. Kör bir çalgıcı..
Sorguların başlamasından sekiz, ilk cesedin
bulunmasından tam yirmi üç gün sonra katil
bulundu. Katil, bir avukatın evinde çalışan genç,
sarışın bir hizmetçi kızdı. Her şeyi itiraf etti.
Zaten uzunca bir süredir bu kızla ilgili pek çok
söylenti dolaşıyordu. Arkadaşları hizmetçi kızı
uçarken gördüklerine yemin ediyorlardı.
Odasında esrarengiz kitaplar bulundu. Bunların
çoğu din dışı, müstehcen şeylerdi. Bazı kitapların
içinde büyü tarifi olduğunu sandıkları bazı tarifler
de vardı.
Genç cadı çocukları nasıl öldürdüğünü anlattı.
Kasabada görülen tüm tuhaf işaretlerden de o
sorumluydu. Ağaçlardaki düğümler, kasaba
meydanındaki lanetli taşlar, küçük hayvan ölüleri,
hepsi onun eseriydi.
Neden böyle bir şey yaptığını sorduklarında
yüzünde esrarlı bir gülümseme belirdi. Cevap
vermedi. O an hakim kendini tutmasa bu genç
kızı boğazlayıp öldürebilirdi.
En şüpheci olanların bile bu kızı tanıyan diğer
hizmetçi kızlardan herhangi biriyle konuştuktan
sonra katilin o olduğuna dair en ufak bir şüphesi
dahi kalmıyordu. Bu yoksul ve dürüst kızlar onun
bir cadı olduğuna ve onu uçarken, geceyi renklere
bürüyüp havada yüzerken gördüklerine İncil’e
ellerini basıp yemin ediyorlardı. Gözlerinde
korku dolu bir bakış vardı. Doğruyu söyledikleri
her hallerinden belliydi.
Cadının odasında tuhaf bitkiler bulundu.
Bunlardan birini koklayan genç bir asker bayıldı.
Arkadaşlarının onu uyandırma girişimleri
sonuçsuz kaldı. Ahırda çömleği bulan genç
nöbetçinin daldığı uykunun aynıydı bu! Bu kanıt,
geride kalan son şüpheleri de sildi.
Datura stramonium.. Cadının bahçesinde
buldukları çiçeğin adı işte buydu. Kızın kendi
gibi güzel.. Zehirli, lanetli, gaddar!
Bu lanetli çiçeği bir meşaleyle tutuşturup
yaktılar.
Onu yetiştiren cadıyı da aynı son
beklemekteydi!
O gün kasaba meydanı bir bayram yeri
gibiydi. Sonunda adalet yerini buluyordu. Zavallı
bebeklerin hain katili, bu zalim, bu adi şıllık,
cehenneme gidecekti! İntikam günüydü bugün!
Kardeşlerim.. Hallelujah!
Tek bir endişeleri vardı.. Tek bir korkuları.
Bu cadının bir büyü yapıp ellerinden kurtulması..
İplerini çözüverip, uçup gitmesi.. Hakkın yerini
bulmaması.. Ve bu lanetin sürmesi.. Rahip
cellatlara şöyle tembih etmişti: “Cadının
gözlerine bakmayın. Sizi büyüler ve siz de ona
acımaya başlarsınız.” “Sakın gözlerine
bakmayın!”
Korktukları tek şey buydu..
Olan da bu oldu!
Cadı, o gün onun idam edilişini seyretmek
için toplanmış bulunan kalabalığın gözleri önünde
uçup gitti ve gözden kayboldu:
Hizmetçi kızı….
Yaktılar!
Küle döndü kız. Bedeninden arta kalan kül,
rüzgarla havaya savruldu. Ve uçup gitti.
Saatlerce süren işkencenin ardından, cellat
meşaleyi yakmış ve saman yığınını ateşe vermişti.
Hizmetçi kız oracıkta çığlık çığlığa can verdi.
Halkın zafer nidaları ve haykırışlar alacakaranlığı
doldurdu. Sonunda bitmişti! Kurtulmuşlardı! O
musibet, o illet şey, o cehennem kaçkını yaratık
artık bir daha asla onları rahatsız edemeyecekti.
Masum bebeklerin kanına giremeyecekti..
Gitmişti.
Hakimin ve askerlerin çevresini saran halk,
delice onların lehine tezahüratlar yapıyor, onları
alkışlıyor ve kutluyordu. Fakat hakim ve
mahkeme aslına bakılırsa öyle çok da büyük bir
başarı göstermiş sayılmazdı. Sonuçta üç küçük
çocuk öldürülmüş ve iki genç asker de lanetli bir
uykuya dalmıştı.
AYRICA HİZMETÇİ KIZ DA ASLINDA
SUÇSUZDU!
Sorgulama sırasında her şeyi, işkenceye bir
son versinler diye itiraf etmişti.
O gün şehir meydanında genç ve masum bir
kızı yaktılar!
Sonra da onun küllerinin doldurduğu havayı
içlerine çekip “Adalet!” diye haykırdılar.
Dünya’nın her yerinde..
Yaptıkları hala budur.
Not: Katil rahipti.
AMAÇSIZ
Bomboş bir otoyolun tozlu kıyısında, yere
uzandı adam. Bunu yaparken hiçbir şeyi
amaçlamıyordu.
Orada öylece uzandı. Aklında hiçbir şey
yoktu. Ne bir hayal ne içgüdü. Tümüyle bomboş..
Yere yatmaktaki amacı dinlenmek değildi.
Orada öylece uzanırken bacaklarından birini
havaya dikmiş olması da zaten bunu gösteriyordu.
Ama orada öylece uzanırken bacaklarından birini
havaya dikmesi, bunu göstermek için değildi. Tek
bacağı havada, öyle boylu boyunca, tozlu yollara
uzanmış..
Bunu neden yaptığını kendisi de bilmiyordu.
Amacı bilmek değildi.
Amacı, bir insanın bir amacı olmadan da
hareket edebileceğini göstermek de değildi.
Amacı yoktu. Tartışılmaz ve kesin bir gerçekti
bu.
Bir hayvandan daha doğal.. Bir taş kadar
unutkan.. Saflığın ve bekaretin zirvelerinde..
Yerde boylu boyunca uzanmış, kıpırtısız
yatıyordu. Halbuki bir hayvanın bile yaptığı her
hareketin bir amacı vardır. Avlanır: Beslenmek
için. Uzanır: Dinlenmek için. Nefes alır:
Ölmemek.. Ölmemek, yaşamak için.
Yalnız, adamın yaptığı her hareket amaçsız
değildi. Bunu bilinçli olarak yapmasa da, boğulup
ölmemek için nefes alıyordu o da. Trilyonlarca
hücresi, onu oluşturan bu karmakarışık, bu küçük,
canlı birimler korkunç bir kimyasal döngü içinde
hayatta kalmayı sürdürüyorlardı.
Fakat adamın yatışı tamamıyle amaçsızdı.
Öylece, kendiliğinden.. Hayvanlardan da daha
saf.. Bilinçten yüce.. Anlamsız..
Sadece.. Amaçsız.. Uzan..
MUM IŞIĞINDA GÖLGELER (BEKLEYİŞ)
Evleri ıssız kırın ortasındaydı. Tahtadan iki
göz bir kulübe.. Evin dışında küçük bir ahır, bir
kümes, bir kuyu ve bir tarla vardı. Bu tarla bir
mısır tarlasıydı. O gelene kadar, onlar burada çok
huzurlu bir hayat sürdürmüşlerdi.
Akşam oldu yine bir gün! İki haftadan beri
O’nun evlerini ziyaret etmesini bekliyorlar.
Ucubenin gelişi bu kez gecikti.
Evin içi karanlık ve gölgeli. Evin küçük oğlu
mum ışığını ve parmaklarını kullanarak ahşap
duvarlarda tuhaf şekiller oluşturuyor. Dışarda bir
çocuğun kurbağaların peşi sıra koşarak, sapanla
acımasızca gece kuşlarına taş atarak ve uzun, ince
bir dalla domuzları dürtükleyerek oyunlar
oynamak isteyeceği sessiz ve büyük bir akşam,
dümdüz, bomboş, ay ışığıyla aydınlanan bir kır ve
muttasıl ötüp duran cırcır böcekleri var. Ama evin
küçük oğlu tahtadan kulübenin içinde, karanlık ve
gölgeli duvarlarda ışık oyunları oynamakla
yetinmek zorunda. Dışarısı tekin değil. Hiç tekin
değil. Cehennem kaçkını yaratık bugün yarın
gelecektir. Eli kulağındadır.
Adam karanlıkta karısının gözlerini buldu.
Kadın ona bakıyordu. Gözlerinde birçok
duygunun karışımı bir ifade: Endişe, korku,
şaşkınlık, öfke, nefret, kin, yorgunluk, bıkkınlık,
keder.. Adam ağzını açıp karısını rahatlatacak
birkaç kelime söyleyecek oldu ama diyecek bir
şey bulamayıp sıkıntıyla ağzını tekrar kapadı.
Diyecek söz yoktu. Tüm dualar tükenmişti. Artık
ne umut vardı, ne de umutsuzluk. Yalnızca bu
bekleyiş vardı. Yaratığın gelişini beklemek tam
bir işkenceydi. Ne zaman geleceği hiç belli
olmuyordu. Bu bekleyiş, bu işkence, onları
çıldırtacaktı.
İlk ziyaret bundan altı hafta önce
gerçekleşmişti. Ah o mutlu günler! Ah o,
mutluluğun ellerinde havadan hafif durduğu ve
onların bunun katiyen farkında olmadığı eski çağ:
Bundan altı hafta öncesi! Yalnızca altı hafta!
O gün iki oğullarından küçük olanı
yakınlardaki kurumuş dere yatağının kıyısında taş
topluyordu. Bir elinde uzun ve sivri bir ağaç dalı,
diğerindeyse topladığı taşları içine attığı küçük
bir sepet vardı. Arada bir yere doğru eğilip sopayı
tuttuğu eliyle yerden bir taş alıyor, onu şöyle bir
eliyle tartıp gözleriyle süzdükten sonra, eğer
beğenirse sepete, beğenmezse de fırlatıp dere
yatağına atıyordu. Bu işi büyük bir ciddiyetle,
adeta bir arkeolog edasıyla yapıyordu çocuk.
Halbuki büyük bir ihtimalle annesi bu taşları bir
iki gün içerisinde kaldırıp atacaktı. Çocuğun
ağabeyi, babasıyla birlikte tarlada çalışıyordu.
Çok heyecanlıydı genç adam. Babası söz
vermişti: Eğer bir aksilik olmaz ve havalar
bozmazsa ertesi gün birlikte ayı avlamaya
gideceklerdi. İki köpeklerini ve iki Winchester
tüfeği de yanlarına alacak ve mataralarına su ve
viski dolduracaklardı. Bir anlamda bu, çocuğun
artık bir erkek, bir ‘adam’ olduğunun ailesi
tarafından resmen kabul edilişiydi. Delikanlı
bundan büyük gurur duyuyordu. Artık o bir
‘erkek’ olmuştu. Yarın hayatının en önemli
günüydü. Bu yüzden tarlada büyük bir hırs ve
azimle çalışıyordu. Babası arada bir başını
kaldırıp oğlunun bu telaşlı, içten çalışmasına
bakıyor ve sessizce gülümsüyordu. Çocuğa belli
etmiyordu ama asıl gururlanan kişi adamın ta
kendisiydi. Tabi karısı da.. Aile oğullarıyla gurur
duyuyordu. Onun çalışması sayesinde bu sene
üründe gözle görülür bir artış olmuştu.
O sırada çocukların anası evde, mutfakta
yemek yapmaktaydı. Kadın arada bir dışarıya
kuyudan su almaya çıktığı zaman, az ilerde
tarlada çalışmakta olan kocasıyla oğluna bakıp
derin derin iç çekiyor ve gözleri yaşla dolarak
gülümsüyordu. Yılların çalışması ve emeği işte
artık sonunda meyvelerini veriyordu. Büyük oğlu
artık bir erkek olmuştu. Yakında bir kız bulup
evlenmesi de artık işten bile değildi. Onlar bu
Dünya’ya çalışkan, vatansever, akıllı ve cesur bir
insan yetiştirip sunmuşlardı. Bu da onlara yeterdi.
Bir de ufaklık vardı tabi.. Kadın her seferinde,
elinde içi su dolu kovayla mutfağa dönmeden
önce gözleriyle dere kıyısını tarayıp küçük
oğlunu arıyor, onu bulup güvende olduğundan
emin olunca ve ancak ondan sonra mutfağa, işinin
başına geri dönüyordu.
Güzel bir akşamdı o akşam. Karı kocanın
ilişkisi uzunca bir süredir olmadığı kadar iyi bir
durumdaydı. Kavgalar azalmış, mutluluklar
çoğalmıştı. Adam karısına tekrar aşık olduğunu
hissediyordu. Aşık olduğu bu kadın zaten onunla
birlikteydi, onun karısıydı. Onundu. Büyük bir
mutluluktu bu. Çocuklara gelince, onlar da
hallerinden memnundular: Büyük olanı bir gün
sonra babasıyla birlikte hayatının en güzel
gününü geçirmeye hazırlanıyordu. Küçük
kardeşiyse dere kenarında oyunlar oynamaktaydı.
Ailedeki sakin, mutluluk dolu, huzurlu hava
küçük çocuğa da yansımıştı. Annesini üzmemek
için fazla sorun çıkarmıyor, başını belaya sokacak
oyunlar oynamaktan kaçınıyor ve yılanlarla
akreplere çok çok dikkat ediyordu.
Sonra O geldi.
O huzurlu, güzel akşamda O’nun geldiğini ilk
gören büyük oğlan oldu. Genç adam yorucu
çalışmasına bir nefeslik küçük bir ara vermek
üzere doğrulmuştu. Eliyle alnını silerken ufukta
‘geleni’ gördü.
Çocuğun dili tutuldu.
Babasına haber vermek, bir ses çıkarmak,
bağırmak, haykırmak için ağzını açmış fakat sesi
çıkmamıştı. Daha sonra babasının yanına seğirtip
elleriyle adamı sertçe dürttü. Adam başını
kaldırıp oğlunun gözlerindeki büyük korkuyu
görünce, korkuyla başını çevirdi. İlk aklına gelen
şey arkasında bir ayı olduğuydu.
Sonra o da ‘geleni’ gördü.
Ağzı şaşkınlıkla açıldı. Büyümüş gözleriyle
onlara doğru gelen yaratığın başına, yani yukarıya
baktı. Neden sonra biraz toparlanır gibi oldu.
Tüm gücüyle karısıyla küçük oğlunun isimlerini
haykırdı ve endişeyle ekledi: “Eve girin! Çabuk
eve!”
Karısı telaşla evden dışarı çıkıp neler
olduğunu anlamak için kocasına baktı. Onun
korku içinde eve doğru koştuğunu görünce paniğe
kapıldı.. Büyük bir sorun olmalıydı bu. Bir ayı ya
da bir yılandan daha büyük bir sorun. Belki de bir
hortum..
Kadın küçük oğlunu kurtarmak için koştu.
Ufaklık derenin kıyısında ayakta dururken evin
öbür tarafından yaklaşmakta olan şeye bakıyordu.
Küçük çocuk donmuştu, kıpırdayamıyordu.
Hortumun görüntüsü çocuğu büyülemişti.
Elindeki sepeti yere düşürmüş, sepetin içindeki
taşlar yerlere saçılmıştı. Kadın koşarak çocuğun
yanına ulaştı. Kocası da arkasından geliyordu.
Anne yavrusunu kucağına alıp döndü. Ve orada,
ufukta, hortum sandığı şeyi gördü.
Hortum değildi bu.
Hortum değildi.. Bir DEVDİ!
Eski çağların inanılmaz yaratığı, bu büyülü,
bu korkunç ucube, kanlı canlı bir gerçek olmuş
karşılarında duruyordu.
Adam karısını omuzlarından tutarak kadını
sarstı: “Haydi! Kendine gel, haydi çabuk! Eve
girelim! Eve!”
Fakat artık çok geçti. Hem zaten eve girseler
bile muhtemelen bunun onlara bir faydası
olmayacaktı. Onları bu canavardan nasıl
koruyabilirdi ki, ‘ev’ dedikleri sığınak?
Saklanacak bir yer yoktu, ne bir dolap, ne de
depo.. Olsaydı bile herhalde yaratık onları oradan
da bulup çıkarırdı. Onları görmüştü. Burada
olduklarını biliyordu. Artık çok geçti.
Yaratık yaklaştıkça attığı her adımda yerin
sarsıldığını duydular. Çok uzaklardaydı önce.
Sonra birden yanlarında.. On adımda tarlaları ve
tozlu tepeyi aşıp yanlarına geldi.
Boyu on beş adam boyu kadardı. Çırılçıplak
ve kaslıydı. Hiç saçı yoktu. Gözleri biraz tuhaftı:
Birbirinden fazla uzak ve kanlı..
Dev onların yanına gelince yere diz çöktü.
İnsanlar şaşkınlık ve korku içindeydi. Kadın tir tir
titriyordu. Çocuk başını annesinin göğsüne
bastırmıştı. Adam ikisine birden sarılmıştı. Bütün
vücudunda, kulaklarında, gözlerinde, burnunda,
boynunda, kollarında, bacaklarında ve göğsünde,
kalbinin güm güm attığını duyuyordu. Adam
adeta kendisi, koskocaman ve kıpkırmızı bir kalp
olmuştu. Kasları gergindi. Bacakları titriyordu.
Görüşü bulandı.
Dev, elini uzatarak çocuğu annesinin
kucağından koparıverdi. Kadın çığlık çığlığa
haykırarak deve doğru hareketlendi. Kocası
belinden kavrayıp onu durdurdu. Kadın kocasının
kollarında çırpınıyordu.. Adam kadını yine de
bırakmadı.
Dev, çocuğu taşıdığı avucunu gözlerine
yaklaştırıp dikkatle baktı. Çocuk bu avucun kalın
derisi üstünde, yere oturmuş önüne bakıyor ve
titriyordu. Altını ıslattı. Sonra yavaşça başını
kaldırıp deve baktı. Devin nefes alışı burundan ve
yere dikti. Yine de metrelerce uzaktaki avucun
içinde oturan çocuk rüzgarı hissediyordu.
Çocuk ona bakınca dev hafifçe gülümsedi.
Daha sonra bundan asla emin olamadılar.
Fakat adam devin gülümsediğini gördüğüne
yemin edebilirdi. Küçük çocuk da daha sonra
aynı şeyi söyleyecekti.
Dev, çocuğu yere koydu. Ağır ağır doğruldu
ve geldiği yöne doğru yürüyüp gitti.
Attığı her adımda yer biraz sarsılıyordu.
Güneşle birlikte dev silüet de gözden
kayboldu.
Çocuk annesinin kollarına koştu. Kadın eğilip
çocuğa sarıldı. Sonra bir eliyle usulca çocuğu
babasına doğru itti ve bayıldı.
Büyük oğul saklandığı kayanın ardından çıktı.
Devin uzaklaştığı yöne doğru baktı. Sonra
adımlarını hızlandırıp ailesinin yanına yürüdü.
Ara sıra başını çevirip yine devin uzaklaştığı yöne
doğru bakıyordu.
“Baba.. Neydi o?”
Delikanlının sesi adamın irkilmesine yol açtı.
Bir puhu kuşu öttü.
Güzel bir akşamdı bu. Fakat adam oğlunun
sorduğu sorunun cevabını bilmiyordu.
Kasaba evlerinden yürüyerek iki hafta
uzaklıktaydı. Atları yoktu. Bundan iki hafta önce
ortadan kaybolmuştu atlar. Kasabaya gitmek için
tüm ekini ve ürünü heba etmeyi göze almak
zorundaydılar. Aylarca harcanan emek.. Yıllardır
beklenen bu ürün.. O yağmurlar, o dinlenmiş
toprak, o güneş.. Bir daha asla ele geçmeyecek bir
fırsat..
Devin geldiği günden sonraki birkaç gün evde
bunu tartıştılar. Bu büyük yaratık ekine ya da eve
herhangi bir zarar vermemişti. Onlara da, aslına
bakılırsa herhangi bir zarar verdiği söylenemezdi.
Ayrıca tekrar geleceği de belli değildi. Üstelik
eğer onları yakalamak istese zaten bunu çoktan
yapardı, hem de rahatlıkla. Şimdi ya da sonra..
Onlar için on günde gidilen yol dev için birkaç
saatlikti. Bunu gerçekten istediği takdirde onları
kasabaya giderken yolda da yakalayabilirdi. Hem
kasabaya gittikleri zaman insanların alay konusu
olacaklardı. Kasaba halkını en azından bir keşif
ekibi kurmaya ikna etmek bile en azından bir
haftalarını alırdı. Bu süre içinde de zaten her şeyi
kaybetmiş olurlardı: Ürünü, hayvanlarını..
Sonunda evde kalıp ürünü beklemeye karar
verdiler. Yapabilecekleri tek mantıklı hareket
buymuş gibi görünüyordu.
Devin ikinci ziyareti ilkinden bir hafta sonra
gerçekleşti.
Bir gece vakti yataklarına çekilmişlerdi.
Çocuklar uyuyordu. Kadınla adam sessizce
sevişiyordu. Bu yüzden de sarsıntıyı
farketmediler. Birdenbire büyük bir gürültü
koptu. Evin damı yukarıya doğru kaldırılmıştı.
Kadın bir çığlık attı. Evin diğer büyük
odasında uyuyan çocukların da bağırdıkları
duyuluyordu.
Adam hemen geri çekilip elleriyle uzun
külodunu yukarı çekti.
Dev, elini içeri sokup o sırada çarşafa
sarınmaya çalışan kadını aldı.
Sonra avucunda kadınla birlikte uzaklaştı.
Yirmi dakika sonra geri döndüler. Bu süre
içinde adam ve iki çocuk endişe ve korku içinde
onları beklemişlerdi. Akıllarına bin türlü şey ve
binbir olasılık geliyordu. İşkence gibi bir bekleyiş
oldu bu. Mumların ışığında duvarlar gölgeyle
dolu. Ve gece sessiz. Ulu.
Aradan yirmi dakika geçmişti ki o hafif ve
ritmik sarsıntı duyuldu. Adım. Adım! ADIM!
Dev, çıplak kadını yatağa koydu.
Küçük çocuk şaşkınlık ve merakla annesinin
iri, ıslak göğüslerine baktı. Kadın büyük bir
utançla çarşafa sarındı. Baba emretti: “Siz yatın.
Bu gece tekrar gelmeyecek.”
Çocuklar çıktıktan sonra soran gözlerle
kadına baktı. Kadın konuştu:
“Bana.. Bana hiçbir şey yapmadı.. Yalnızca..
Dokundu.”
Sonra ekledi: “Bir şeyim yok.. Gerçekten..
Ben iyiyim.”
Aslında kadın kocasından bazı şeyleri
gizlemişti. Dev, kadına dokunmaktan biraz daha
fazlasını yapmıştı. Fakat kadın devin niyetinin
tam olarak ne olduğundan emin değildi. Dev ona
dokunmuştu. Göğüslerine.. Bacaklarının arasına..
Ayaklarına.. Yüzüne. Onu öpmüştü. Koklamıştı.
Sonra yine ona dokunmuştu. Özel bir biçimde.
Kadının hoşuna gidecek biçimde. Onu okşamıştı.
Kadın parmağının ucunda kıvranırken dev
ilgiyle onu izlemişti. Bu ilgide bir parça heyecan
da var mıydı? Kadın bunun böyle olduğunu
sanmıyordu. Ne de olsa dev daha ileri gitmemişti.
Daha ‘küçük’ bir erkeğin yapmak isteyeceği gibi.
Ya da ona benzer bir şekilde.
Kadın yorgundu. Şimdi bunları düşünecek
hali yoktu.
Kocası onun sessizce uykuya dalmasına izin
verdi.
Ertesi gün yeni kararlar alma günüydü.
Masanın başına oturdular: Adam kadın ve
büyük oğul. Delikanlı duyduğu tüm endişe ve
korkuya rağmen içten içe bu yeni konumuna
seviniyordu. Gerçi devin gelişi yüzünden
babasıyla gitmeyi planladıkları ava
gidememişlerdi ama bu olay yine de bir şekilde
çocuğun büyüdüğünün aile tarafından artık kabul
edildiğini göstermişti. Artık onun da fikri
soruluyordu.
Bütün gün konuşuldu. Sonunda dönüp dolaşıp
yine aynı noktaya geldiler: Yapacak hiçbir şey
yoktu! Ürünü beklemek zorundaydılar. Devin
onlara zarar vermek istemediği anlaşılıyordu.
Eğer korkunç bir şey yapacak olsaydı bunu
şimdiye kadar çoktan yapardı. Bu söylenirken
kadın, biraz kendinden utandı. Belki de devin ona
yaptıklarından haberi olsaydı kocasının kararı
başka olurdu. Ama bunun hiçbirine bir faydası
dokunmazdı. Ürünü kaybederlerdi. Korku dolu
uzun bir yolculuk yapmak zorunda kalırlardı.
Çocuklar böylesi bir yolculuğa hazır mıydı?
Dayanabilecekler miydi? Atları yoktu, yürümek
zorundaydılar. Yeni atları ürünü sattıkları parayla
alacaklardı.
Kadın devin kendisine kötü bir şey yaptığını
düşünmüyordu zaten. Sadece onu biraz
‘incelemişti’.
Böylece evlerinde kalmaya karar verdiler.
Küçük çocuk bu karardan mutluluk duydu.
Devi seviyordu o.
Üçüncü ziyaret ikinciden on iki gün sonra
gerçekleşti.
Akşam geldi dev. Yağmurlu, serin bir akşam.
Geldiğini duydular. Sarsıntı hissedildi. Devi
ufukta gördüler.
Aile yanyana, ayakta karşıladı devi.
Birbirlerine sarılmışlardı. Hepsi korku içindeydi.
Dev çabucak yanlarına ulaştı.
O gün sinirliydi dev. Büyük bir hızla eğilip
büyük oğlanı yerden aldı. Sonra çocuğun başını
ağzına götürdü.
Çığlık attılar! Orada, o akşam, onlar, çığlık
attılar! Devin üstüne yürüdüler. Adam sırtındaki
tüfeği eline alıp telaşla deve doğrulttu. Ateş
etmek üzereydi. Küçük çocuk annesine sarılmıştı.
Kadın, gözleri yaşla dolu, deve bakıyordu. Çığlık
çığlığa bağırdı. Çığlık çığlığa!
Adam ateş etmek üzereydi. Birden dev durdu.
Çocuğun kafasını ağzından çıkardı. Sonra çocuğu
aileye gösterdi. Adam aslında ateş edemeyeceğini
anladı. Bir atış deve zarar verse, en azından
yaratığın derisini gıdıklasa bile bunun
doğurabilceği sonuçlar sadece devin öfkelenmesi
ya da çocuğu elinden düşürmesi olabilirdi.
Üstelik, küçük kurşunlarının devin kalın derisine
işleyeceğini bile sanmıyordu adam. Ateş etmedi.
Dev de sessizce çocuğu yere bıraktı.
Yere diz çöktü.
Hafifçe gülümseyerek Onlar’a baktı.
Sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı.
İnsanlar anlamayan, cahil, şaşkın gözlerle
deve baktılar. Hiçbiri yaratığın bu davranışına
anlam veremedi. Böyle bir şeyi hiçbiri
beklemiyordu.
Dev ayağa kalktı. Onlara son bir kez daha
baktı. Sonra sırtını dönüp ağır ağır uzaklaştı.
Güneşe gitti. Batıya.. Geldiği yere.
Duyduğu yalnızlık ta buradan hissediliyordu.
Şimdi.. Devin bu son ziyaretinin üzerinden
tam olarak on altı gün geçti. Onlar yine evlerinde
oturmuş onu bekliyor. Evin duvarlarında gölgeler
kıpırdıyor. Çocuk mum ışıklarıyla duvarlarda bir
gölge oyunu oynuyor. Adam ve kadın hiç ses
çıkarmıyorlar. Büyük oğlan pencerede. Ay ışığını
izliyor.
Ay ışığının altında kır kıpırtısız. Böcek ve kuş
ötüşleri sessiz bir gürültü olmuş. Dere yatağı hala
kuru. Devin ayak izleri de..
Adam artık ne yapacağını bilemiyor.
Dayanacak gücü kalmadı. Son gelişinde devin ne
kadar tehlikeli olabileceğini gördüler. Adamın
daha fazla beklemeye tahammülü kalmadı. Ürünü
ve hayvanları bile feda etmeye hazır. Yeter ki bu
işkence sona ersin. Artık her şeyi göze alıp yola
çıkmaları lazım. Bu akşam son! Yarın, sabahın ilk
ışıklarıyla birlikte yola çıkıyorlar!
Sonra sarsıntı başladı..
KARAN
Uzak Dünya’daki güneş günde iki kez
doğardı: Bir kez günün sabahında, öksüz kuşları
geniş ve boş ovalarda öterken.. Bir kez de
akşamdan sonra, yalnızca birkaç saatlik bir süre
için.. Sonra zifiri karanlık.. Gökte ne güneş ne de
ay.. Yalnızca gökyüzünde parlayan çok çok uzak
yıldızların kızıl ve soluk ışığı.. Yalnızca rüzgar.
O gün güneşin ilk doğuşu batıdan oldu. Yılda
iki kez güneşler diğer günlerde battıkları yönden
doğardı. Yani iki yüz elli bir günde iki kez.. Bu
olay yalnızca sabah doğumlarında görülürdü.
Akşamdan sonra doğan güneş her zamanki gibi
doğudan doğardı. Bu ikinci güneş, akşamları
mavi ve çok parlak bir ışıkla ısıtırdı. Sonra gece,
sonra buz.. Sonra zifiri karanlık.
O gün güneşin ilk doğuşu batıdan oldu.
Büyücü Karan o gün öğle uykusu vaktine kadar
kırlarda, ormanlarda, okyanusun kıyısında ve sarp
tepelerde dolaşmaya niyetliydi. Bu sıcak ve güzel
yılın bu ilk Kutsal Doğuş’unda bereket ve
mutluluk tanrıları Dünya’yı bolluk ve sükunetle
doldurup insanları birbirlerine daha da
yakınlaştıracak, ağlamaya meyilli olanların
yüzlerini güldürecek, yüce büyüklerin
önderliğinde yapılacak ayinlerin daha huzurlu
geçmesini, bütün yakarışların duyulmasını
sağlayacak ve Savaş Sonrası Çağ’ın bin dört yüz
seksen beşinci yılındaki ilk baharı
müjdeleyecekti. Büyücü Karan gülümsedi. Beyaz
sakalı, uzun, etekli, tek parça cübbesi ve sihirli
asasıyla bu dünyadaki diğer büyücülere hiç
benzemiyordu. Kaşları beyaz ve kalın, gözleri gri,
boyu uzundu. Heybetli, sağlıklı, dinç bir ihtiyardı.
Tek göz kulübesinin kapısını açtı. Yeni günün ilk
ışığı, bu müjde, bu fevkalade şey, bu ılık, bu
nemli dokunuş yüzüne değdi. “Buna değer!” diye
iç çekti ihtiyar. “İşte bu.. Bu, buna değer!”
Evinden çıktı. Yürümeye başladı. İlkbaharın
ilk gününde ilk adımları hızlı ve gürültüsüzdü.
Karan bir gölge gibiydi. Ne yerdeki otları ezdi, ne
bir ince dal kırıldı.. Adeta bir hayalet gibi
maddesiz ve akışkandı. Halbuki o ayaklarının
yere bastığını duyuyor, rüzgarın saçlarına, yüzüne
ve açıktaki ellerine çarptığını hissediyordu.
Dokuzuncu dereceden bir Su Büyücüsüydü
Karan. Yokluğa karışanların sırrını bilirdi. Bu
yüzden bu kırda böyle yokmuş gibi yürüyerek,
aynı zamanda da yerlere basabiliyordu. Yürüdü.
Onu görenler saygıyla selam veriyor,
mutlulukla gülümsüyordu. “Karanlıkta ve gecede,
aydınlıkta ve ışıkta, yoklukta ve varlıkta!” Genç
kızlar çıplak ve güzel, delikanlılar yakışıklıydı.
İnsanlar giyinmeyi bırakalı yüzyıllar olmuştu.
Yalnızca manevi ya da sanatsal değeri olan
giysiler giyilirdi. Bazı büyücülerin sihirli
elbiseleri vardı. Bazıları beyazlığı saflığı
simgeleyen kumaşlara sarınmışlardı. Yalnız o
kadar. İnsanlar soğuk gecelere rağmen
üşümüyorlardı. Büyünün ve teknolojinin
harikaları bu sorunu çoktan çözmüştü.
Yürüdü. Aydınlık ovaları, rengarenk kuş ve
çiçekleri, çığlık çığlığa öten binbir türlü
böcekleri, vahşi kara hayvanlarını ve küçük,
ahşap binaları ardında bıraktı. Okyanusu uzaktan
gören Derin Tepe’ye tırmandı.
Bu büyük, bu yüce günde, bu sıradan, bu
masum adam, havada bir tuhaflık, bir korku,
karanlık bir şey, bir kötülük, bir kaygı, bir bela
hissediyordu. Küçük bir şeydi bu. Çok çok
uzakta, çok zayıf. Fakat aynı zamanda kuvvetli.
Kuvvetli ve de çok büyük.. Olduğu yerde..
Karan zirveye tırmandı. Ondan başka kimse
yoktu. Ne sevişmeye gelenler, ne düşünceli bir
şair, ne bir hayvanla gezenler, ne de bir arkadaş
gurubu, umarsız gençler.. Hiçbiri.. Yalnızca
sessizlik, güneş.. Bu gündüz vakti..
Önemli bir büyücü değildi Karan. Ne bir
önderdi ne de bir yönetici. Başka hiç kimsenin de
olmadığı gibi.. Hepsi aynıydı onların.. Yeni
doğmuş bir bebek.. On ikinci dereceden bir
büyücü.. Bir küçük kız.. Bir kanarya.. Bir
atragon.. Bir kankor..
Önemli biri değildi. Yani diğerlerinden daha
önemli biri.. Fakat önemli bir şeydi: Bu varlığın
bilgili, akıllı ve karmaşık bir parçası.. Evrende bir
odak.. Bir enerji merkezi.. Biri..
Aynı zamanda da en bilgili ve kudretli
büyücülerden, çok şeyi duyanlardan biri.. O
kutsal, o yüce günde Karan Acı’yı hissetti. Ve
zulmü duydu.
Tepenin en tepesinde, günlerden bir gün,
orada tek başına, öylece, ayakta dururken Karan,
uzak göklerden de uzak, renkli, başka bir
evrende, küçük, ilkel bir dünyada yaşanan tüm
acıları, zulmü ve yalnızlığı, içinde, ruhunda
duyarak yere diz çökmek zorunda kaldı.
“Yarabbim!”
Okyanus biraz ötede, geniş, yeşil ve dupduru,
tıpkı büyük ve unutkan bir sessizlik gibi
uzanıyordu.
Karan yüreğindeki korkunç sancıyı biraz
hafifletip azaltmak için dikkatini kendi
dünyasına, şu önündeki muhteşem ve berrak
suya, okyanusa çevirdi.
Bu ona çok iyi geldi. Şimdi kendini daha iyi,
daha huzurlu ve daha sakin buluyordu. Ama az
önce hissettiği acı ve yalnızlık hissi, akıldan
çıkacak, unutulacak şey değildi. O büyük acıyı
artık bundan sonra her zaman, ruhunun
derinliklerindeki biraz önce acıyan o yaralı yerde,
sonsuza dek bir aşk acısı gibi taşıyacaktı. O artık
hep oradaydı. Zulüm.. Dehşet.. Savaş.. Kıtlık..
Bela.. Kan..
Bu dünyada çoktan beri unutulmuş olan
şeyler. O büyük, o sıcak, o derin sessizlikle, o
büyük huzurla ve adalet duygusuyla ilgisi
olmayan şeyler.. Unutulmuş, berbat geçmiş..
Uzaklardaki o küçük, o talihsiz dünya için hala,
gelecek.
Karan tepenin üstünde gözlerini kapadı. Biraz
önce çok uzak bir gezegende yaşanan acıları
hissetmişti. Bu konuda mutlaka bir şeyler
yapılması gerekiyordu. Aksi halde bu gidişin
sonu hem o gezegendekiler hem de evrenin özünü
oluşturan tüm kutsal varlık enerjisi için bir felaket
olabilirdi. Hissetmişti: O dünyadaki yaratıklar da
kendileri gibi insandı. Yani hem iyi, hem de kötü
şeyler yapabilecek, akıllı, tehlikeli ve mutsuz
yaratıklardı. Oradakiler mutsuzdular, çünkü
gözleri görmüyor, kulakları duymuyordu.
Görmüyorlardı masmavi gezegenlerinin o güzel
denizlerini, büyülü balıklarını, olağanüstü
kuşlarını, akılalmaz çiçeklerini.. Kalabalığını,
karmaşıklığını, sadeliğini, mükemmelliğini..
Gücünü..
Görmüyorlardı.
Kördüler.
Duymuyorlardı.. Su sesini, balıkları, dağların
uğultusunu,
çocukların
gülüşünü..
Duymuyorlardı. Kendi yaptıkları şarkılar
kendilerine yabancı.. Kendi resimleri saydam..
Kendi şiirleri sessiz.. Bırakılmış ve kimsesiz.
Çoğu da farkında değil.
Karan yumduğu gözleri sonunda açtı. Bu
konuda mutlaka bir şeyler yapılmalıydı.
Ağır ağır yürüyerek evine döndü. Konsey
toplantıları ilk Kutsal Doğuştan on dokuz tüm
gün batımı sonra yapılırdı.
Karan ilk toplantıda yetmiş sekizinci
konuşmacı olarak söz aldı. Her konuşmadan önce
olduğu gibi, onunkinden birkaç saniye önce de,
büyücü, sanatçı, filozof ve bilim adamlarının
doldurduğu devasa toplantı salonu büyük bir
sessizliğe büründü.
Karan o seneki ilk Kutsal Doğuş’ta Derin
Tepe’nin üzerinde duyduğu büyük yalnızlığı, o
zulmü, o acıyı konseye aktardı. Bazı yüksek
büyücüler de onun konuşmasının hemen ardından
söz alıp buna benzer bir şeyi kendilerinin de
hissettiğini söylediler. Tartışmalar başlatıldı. Bu
konuda derhal bazı önlemler alınması gerektiği
konusunda zaten hepsi hemfikirdi. Tartışmalar
daha çok bunların ne gibi önlemler olacağı
konusundaydı. Tabi ki hiçbiri, o uzak dünyayla
savaşmak ya da buna benzer bir şekilde güç
kullanmak gibi bir düşünceyi aklına bile
getirmedi. Yalnızca o dünyaya ne kadar müdahele
etmelerinin ve oradaki talihsiz ruhlara ne kadar
yol göstermelerinin uygun olacağını tartıştılar.
Sonunda, verecekleri mesajın gezegendeki
insanların derin bilincine, toplumsal bilinçaltına
yerleştirilecek bir çeşit öğüt olmasına karar
verildi. Ayrıca gezegende bir anıt inşa edilecekti.
Bu anıt bir yandan bu gezegendeki insanların
bilinçaltında belli belirsiz çağırışımlar yapıp bir
şekilde onları kendilerine verilmiş olan bu öğüdü
anımsamaya yaklaştırırken, bir yandan da
gezegendeki yıkımın fiziksel bir ölçüsü, bir
göstergesi olacaktı. Sağlam, sade, zarif yapılar
olmalıydı bunlar.
Adına Piramit dendi.
Konsey verilecek mesajı hazırlayan komitenin
başına yüce büyücü Karan’ın getirilmesinde karar
kıldı. Bu alçakgönüllü, basit adamın
başkanlığındaki komite uzun tartışmalar
sonucunda en sonunda bir karara vardı: Mesaj
barış olacaktı!
“Teksiniz siz, dedi Karan. Ve tekiz biz. Hep
aynıyız. Bu acı, bu hüzün, bu yalnızlığınız.. Hem
sizindir, hem de bizim.. Hepimizin! Hepimizin!
Biz büyük bir aydınlığız. Işığı yutan geceyiz!
Karanlığın içindeyiz. Ta kendiyiz Karan’lığın. Siz
bensiniz.. Ben de sizim! Bu büyük enerji, bu
evren! İşte mesele de bu zaten.. Bu tekliğimiz: Bu
çokluğumuz: Bu bir’liğimiz....
Acı güzeldir. Ve sevgi ve hasret, neşe!
Zulüm, nefret ve ihanetse sizin sonunuz olacak!
Var olma hakkı bunları silenlerde var. Sonsuza
dek var olma hakkı.. Yoksa sonsuz bir yok oluş,
hem de huzurla ilgisi olmayan, acı dolu bir yok
oluş sizleri bekler.. Zalim ve gaddarları. Zorba ve
hainleri. Işıktaki lekeleri..
Bilim olun siz! Siz sanat olun! Işığı görün.
Resmini yapın. Sesini duyun. İçine bakın!
Şiddet, öfke ve yıkım! Buna hakkınız yok..
Bu kuşlar, bu okyanus, su.. Bunlar bunu
haketmedi.
Siz kan döktünüz!
İşte size bu, sözümüz.. Bilgiye, ışığa ve
güvene ihtiyaç vardır. Fakat bunlar zorla değil,
kendiliğinden bulunur. Meraktan bilim, taklitten
de sanat doğar! “Başarı” diyip sakın ha siz
bunları zorlamayın! Bunlar ancak istenir de arzu
ile yapılırsa mutluluk verir. Maddi kıymetten
sakının! Evrene bakın! Işığa bakın! Kendiniz o
olana dek, ışığa bakın!
Bu binaları size biz yaptıracağız. Nasıl
olduğunu sizler, unutacaksınız. Söylenen bu
sözlerimiz gündüz gözünüz açıkken
hatırlanmayacak. Ama gece olduktan sonra ve
gözler de kapanınca hayal dolu o ülkede siz bunu
bileceksiniz.
Bu yapılar, Piramitler, bu Dünya’ya dikilecek:
Onların yıkıldığı gün umut azalmış demektir.
Yine de umut hep vardır! Ve her zaman da
olacak! Bir kere var oldu.. Bir daha değiştirilemez
bu. İşte buna denir zaten AŞK diye!
Artık gerisi size kalmış. Yolu siz
seçeceksiniz. Bir tarafta yıkım, zulüm ve yok
oluş. Diğer yanda ışık, Dünya ve adalet.. Seçim
yalnız size kalmış.
Hangi yolu seçtiğinizi bize zaman
gösterecek..
BULUTTA KAYBOLAN ÇOCUK
Çocuk uçaktan atladı.
Bulutların arasına daldı.
Bir daha da asla oradan dışarı çıkmadı.
Aşağıya düşmedi. Kayalıklara çarpıp paramparça
olmadı. Kemikleri kırılmadı. Belki öldü.. Belki
ölmedi.
Uçaktaki diğer yolcular şaşkınlıkla açık
kapıdan ve camlardan dışarı baktılar. Paraşüt
öğretmeni çocuğun hemen ardından kendini
boşluğa bırakmıştı. Çünkü çocuk aşağıya
atlamadan önce paraşütünü sırtından çıkarmıştı.
Paraşüt öğretmeni çocuk bulutların içine
girdikten üç saniye kadar sonra bulutların arasına
daldı. Büyük bir hızla, bu beyaz gizemin içinde
aşağı doğru düşüşünü sürdürürken bir ses
duyduğunu sandı. Garip, isterik, çılgınca bir ses..
Sanki sıra dışı, doğaüstü, tuhaf bir varlık,
bulutların arasından şöyle fısıldamıştı, nefretle:
“Artık o benimle!”
Tecrübeli paraşütçü bu sesi gerçekten
duyduğundan daha sonra asla emin olamayacaktı.
Belki de hızlı hava akımlarının ve yağmur yüklü
bulutların çıkardığı olağan dışı, pek duyulmadık
bir sesi, o bir konuşma sanmıştı. Ya da hatta,
tümüyle bir yanılgı, tümüyle hayaldi. Ama her
neyse.. Geçmişte kaldı.
Adam bulutların altından çıktı.
Çocuk çıkmadı.
“Rüzgar sürüklemiştir. Zavallı çocuk..”
dediler.
Sonra da bu konuda pek konuşulmadı.
CENAZE
Birisi bir çığlık attı. Bir kadın sesi.
Kadına baktılar. Kadın kalabalığın önünde
ayakta duruyordu. Tabutlara sırtını dönmüş,
kalabalığın içinden çıkmak için diğer tarafa doğru
yürümeye başlamıştı. Bu sırada da başını kaldırıp,
çığlık atmasına sebep olan şeyi görmüştü.
Arkalarına dönüp kadının korku dolu gözlerle
baktığı yöne baktılar.
Tabutların içinde olması gerekenler
dışardaydılar!
Üstlerinde yırtık pırtık üniformaları vardı.
Kan içindeydi bu üniformalar. Yara bere
içindeydiler. Hepsinde en azından bir tane büyük
yara, ölüme sebep olacak bir travma göze
çarpıyordu. Bazısının başına bir kurşun
saplanmış, kimisi de kalbinden yaralanmıştı. O en
acı veren kalp yaralarından değildi bunlar. Yine
de bir insanı öldürmeye yeterdi.
Bazıları beraberlerinde bazı ‘hatıralar’ da
getirmişti. Kimi bacağıyla gelmişti, kimi
bağırsaklarıyla..
Orada öylece ayakta duruyorlardı.. Sanki
ölmemişler gibi.
Parmakları havadaydı. İşaret parmakları..
Hepsi aynı şeyi işaret ediyordu.
Protokolü.
İki general.. Bir politikacı.. Belediye başkanı..
Ve diğerleri.
Sonrası malum..
Çığlıklar, kaçışma, telaş..
KARANLIK OLDU
Bir gün güneş söndü. Karanlık oldu.
Bir öğle vakti Dünya’dan ışık kayboldu.
Birdenbire gece oldu. Akşam olmadı, ay yoktu.
Birdenbire güneşin ışığı ortadan kayboldu.
Şehirlerde insanlar korkuyla yolları doldurdu.
Büyük bir panik başladı. Kadın, erkek ve
çocuklar dehşete kapılmış bir halde oradan oraya
amaçsızca koşuyorlardı. Bazıları evlerine gitmeye
çalışıyordu. Bunlar şanslı olanlardı. Çünkü bir
amaçları vardı. Ayakta ve uyanık kalmalarına
yardım edecek bir şey.
O ilk karanlık anında gökyüzü birdenbire
yıldızlarla dolmuştu. Daha önce hiç görmedikleri
kadar çok yıldız vardı şimdi orada. Gökyüzü
yıldız kaynıyordu. İrili ufaklı, parlak soluk, büyük
küçük yıldızlar. Fakat yalnızca bu yıldızların
ışığıyla yapamazlardı.
Işıklar yandı. Sokak lambaları ve evlerdeki
ışıklar.. Sokaklardaki kargaşa insanların
arabalarına binip bir yerlere gitmeye
çalışmalarıyla iyice büyüdü, karmakarışık bir hal
aldı. Trafik sıkıştı, arap saçına döndü. Çoğu kişi
güneş ışığının yerini tutamayan evlerindeki
ışıkları günün bu saatindeki aydınlığı sağlamakta
yetersiz bularak evde ne kadar lamba varsa
hepsini yakıyordu. Bu yüzden birçok yerde
sigortalar attı. Trafolar arızalandı. Elektrik gitti.
Karanlığa gömüldüler. Mutlak, zifiri karanlıkla
aralarında kalan tek şey, arabaların farları, el
fenerleri ve yıldızların güçsüz ışığıydı. Araba
farları yolların kıyısını, apartman camlarını ve
kuytuları dolduran şaşkın ve şok geçiren insan
kalabalıklarını aydınlatıyordu. Şehirlerde bir
deprem sonrası paniği yaşanmaktaydı.
Dünya’nın dört bir yanında insanlar çıldırmış
gibiydiler. Kimi yerlerde kargaşalar çıkıyor,
yağmalar yapılıyordu. Şehirleri polis, jandarma
ve askerler doldurmuştu. Bir yandan da
yönetimler afet planlarını, olağanüstü hal
uygulamalarını devreye sokuyor, acil yönetim
merkezleri kuruyor, olayların şimdi olduğundan
daha kötüye gitmesini engellemeye çalışıyordu.
Bilim adamları da insanların çoğu gibi ışığın
gittiği sırada zaten işlerinin başındaydı.
Laboratuvarlarda, üniversitelerde ve gözlem
evlerindeydiler. İnceleme ve araştırmalar hemen
başlatıldı. Güneşin ışığı Dünya’dan
görünmüyordu. Bunun mutlaka mantıklı bir
açıklaması olmalıydı. Fakat onu bulamadılar. Hiç
kimse güneşin niçin böyle birdenbire, durup
dururken Dünya’yı aydınlatmaktan vazgeçtiğini
açıklayamadı. Enerji hala oradaydı: Güneş
Dünya’yı ısıtıyordu. Fakat bu ısıyı Dünya’ya
taşıması gereken ışık gözle görülmüyordu. Hatta
gözle görülen dalga boylarının dışındaki bilinen
diğer dalga boylarında da güneşin ışığı
olabilecek, Dünya’nın Güneş’e bakan yüzünü
aydınlatacak miktarda ışığa rastlanmadı. Güneş
ışığının frekansı değişmemişti. Yalnızca ortadan
kaybolmuştu. Oluvermişti. O kadar.
Gazeteler ve televizyonlar inanılmaz bir
tempo ve yoğunlukta çalışmaya başladılar. Dünya
üzerinde hala herkese yetecek kadar enerji vardı.
İnsanların paniğe kapılmaları yüzünden meydana
gelen arızalar dışında her şey olması gerektiği
gibiydi. Elektrik santralları çalışmaya devam
ediyordu. Televizyonlar açıktı. Evlerdeki insanlar
beklenti dolu bakışlarını, bu büyülü, mavi
ekranlara çevirdiler. Birilerinin o sihirli sözleri
söyleyip kendilerini rahatlatmasını bekliyorlardı.
“Ufak bir arıza oldu!” ya da “Bu olay zaten her
sekiz yüz elli yedi bin yılda bir
gözlemlenmektedir” gibi bir şeyler.. Ama hiç
kimse televizyona çıkıp böylesi tatmin edici bir
açıklama yapmadı. İnsanlara tek söyledikleri şey
sakin olmaları gerektiği, yeterli enerji rezervine
sahip oldukları ve bitkilerin fotosentez yapmaya
devam ettiğiydi. Yalnızca o kadar.
Anlamıyorlardı. Nefes almak bazen yeterli
olmaz. Yetmeyebilir. İnsanlar boğulmaktan başka
sebeplerden dolayı da ölebilir. Bu karanlık onları
öldürebilir! Onlar bunu anlamıyor.
İnsanlar bir kaçış yolu, bir çıkış arıyorlardı.
Arabasında benzin olanlar gidebildikleri yere
kadar gittiler. Radyolar açıktı. İnsanlar her zaman
yaptıkları şeyleri yapmayı sürdürüyordu. Böylece
bu karanlığı görmezden gelebilecekleri
umuyorlardı. Fakat bir işe yaramadı.
Arabaların çoğunda şarjlı el fenerleri
yanıyordu. Gün ışığı kadar güzel ve aydınlık
olmasına çalıştılar. Ama değildi.
Meydanlarda toplandılar. Konuşmalar yapıldı.
Moral toplamak için bir araya geldiler.
Kalabalıklar çoğaldı. Işıklarını yaktılar.
Felaket tellalları peydah olmuştu. Bunlar bir
takım dini çağrılar yaparak kıyametin geldiğini
iddia ediyorlardı. Güneş sönmüştü. Şimdi de
dalgalar yükselecek ve Dünya sular altında
kalacaktı. Dağlar yürüyecekti. Gökle yer birbirine
girecek, kan dolu nehirler akacak, ölüler
uyanacaktı. Zaman gelmişti. Kefaret zamanı!
Polis ve asker, yağmacılar yetmezmiş gibi bir
de bunlarla uğraşmak zorunda kalıyordu.
Halkların içinde de bu tip insanlara karşı tepki
gösterenler olmakla birlikte, onları dinleyip
destekleyen, hatta onların peşinden gitmeye hazır
olan insanların sayısı hiç de az değildi. İşler yavaş
yavaş çığırından çıkıyordu.
Dünya’nın diğer yarısındaki insanlar acı
gerçeği saatler sonra anladılar. Gerçi onların
ülkelerinde de televizyonlar haberi çoktan
vermişti fakat onlar o sırada uykularındaydılar.
Bir telefonla uyandırılıp haberdar edilmeyenler
güneşin doğma vakti geçip sabah gözlerini
açtıktan sonra anladılar ki, Dünya karanlığa
gömülmüştü. Güneş ışınlarının normal yayılma
güzergahındaki milyarlarca ruh o sabah büyük bir
umutsuzluk ve korkuya kapıldı. Hemen hemen
bütün insanlar aynı şeyi yaptılar: Televizyonu
açtılar ve bir açıklama beklediler. Bir çeşit güven
arayışı.. Umutsuz bir çabalama..
Hiç kimse bu olayın nasıl ve niçin meydana
geldiğini çözemedi. Bilim adamları bu olayı
açıklayamıyordu. Güneşin görünmez oluşu tam
bir muammaydı. Çözümsüz..
Böylece kabullendiler. Aradan iki gün geçti.
İnsanlar meydanları doldurup fenerlerini yakıyor
ve milyonlarca kişi hep bir ağızdan güneşli ve
aydınlık şarkılar söylüyordu. Her ne kadar bu
durum esrarlı ve korku verici olsa da, yalnız
olmadığını bilmek yine de güzeldi. İnsanlar
oradaydı. Yanıbaşında. Demek ki hala umut var..
Gecede bir rüya gibiydi her şey. Bu kalabalık,
bu meydan, bu yapay ışık.. Bu aydınlık, söylenen
bu şarkı.. Hayal gibiydi. Korkunç bir kabus. Aynı
zamanda hüzün dolu ve güzel bir birliktelik.
Gücümüz. Gücümüzdü bu!
Şiirler yazıldı. Mum ışıklarında şarkılar
bestelendi. Resimler yapıldı. Büyük bir ilham
kaynağıydı sonsuz gece.
Yüz binlerce kişi de intihar etti. Uyku ilacı
aldılar. Binalardan atladılar. Tetiği çektiler.
Bunlar yalnız kalanlardı. Yalnızca kendilerine
özgü sandıkları hüzünlere kolayca boyun eğenler.
Herkesin kaybettiği Dünya’da kazanamamayı
kendilerine bir türlü yediremeyenler. Zifiri
karanlıktaki parlak ışığı görmeyen, sessizliğin
korkunç gürültüsünü işitmeyen talihsizler. Yok
olup gittiler.
Diğerleri bir araya geldi. Karanlıktan sonraki
ilk birkaç saatte hiçbir ülkede telefonlar
çalışmamıştı. Sistem yükü kaldıramayıp
çökmüştü. Böylece insanlar da kendi sistemlerini
kurmaya karar verdiler. Eller ellerle birleşti.
Karanlıkta yürüyenler ışığın çevresinde toplanıp
şarkılar söylediler. Ve ruhları bütünleşti. Yeni
dostluklar kuruldu. Aşık oldular. Her şeyi göze
alarak aşık oldular. Belki de kalplerinde derin
yaralar açılacaktı. Ruhları deşilecekti. İçlerinde
kaybolmayan, bir türlü geçmeyen ve bastırınca
acıyan bir ağrı kalacaktı. Hepsini göze aldılar.
Buna değerdi.
Şaşkın hayvan sürüleri şehirlere girdiler.
İnsanlar bu sefer onları öldürmemeyi denedi.
Çoğu zaman da bunda başarılı oldular.
“Zavallılar!” diyorlardı. “Yollarını kaybetmiş
olmalılar. Burasının bir şehir olduğunu
anlamadılar. Bu hayvanları lütfen öldürmeyelim.”
Aslında bahsettiklerinn kendileri olduğunun
farkında değildi çoğu.
İçlerinden biri bir şeyi farketti sonunda:
“Güneş hala orada!” dedi.
Başlarını kaldırıp baktılar.
Maalesef bunu diyen yanılıyordu. Fakat beriki
ısrar etti: “İşte orada! Orada, bakın!”
Sonra ekledi: “Ama gözlerinizle değil,
ruhunuzla, aklınızla ve yüreğinizle bakın!
Gözlerle bakınca onu göremezsiniz. Onun ışığı
hala ısıtmıyor mu tenlerimizi? Hala nefes
yapmıyor mu klorofilli bitkiler. Hala burada değil
miyiz biz? İşte, orada! Güneş de orada!”
Neden sonra anladılar ne demek istediğini.
Başlarını tekrar havaya kaldırıp baktılar. Sahiden
de oradaydı!
Gözleri karalığa da alışıyordu. Bilim adamları
ve filozoflar fikir üretmeye başlamıştı çoktan. Her
şeyin mantıklı bir açıklaması olması gerektiğini
savunacağı sanılan bilim adamları, açıklamasız
yok oluşu en kolay kabullenenler arasında
görünüyordu. Anlaşılan oydu ki, onlar inanılmaz
olaylara ve muammalara eskiden beri alışıktılar.
Mantık bilgiyle sınırlıydı. Bilgi ise sınırsızdı.
Mutlaka bu olayın da bilimsel bir açıklaması
vardı ve bir gün mutlaka onu birileri bulacaktı.
Fakat şimdilik herkes kendi uzmanlığı olan
konularda konuşacak ve kimse kendisini
ilgilendirmeyen işlere burnunu sokmayacaktı.
Böylece bazıları evrimden söz etmeye başladılar.
İnsanoğlunun ve Dünya’daki diğer canlıların bu
ışık miktarına da adapte olacağını anlattılar.
Oysa bazıları bunu artık önemsemiyordu bile.
Halbuki ne kadar üzülmüşlerdi ışığı ilk
kaybettiklerinde: Onlar böyle yaşayamazdı!
Böyle, karanlığın içinde, gözleri hiç
kamaşmadan..
Başlangıçta bu şekilde düşünmüşlerdi. Fakat
şimdi artık bu çoğunun umrunda bile değildi.
Çünkü artık biliyorlardı ki, içlerindeki ışık
gözlerini kamaştırmaya yeter de artardı bile!
Bir gün güneş söndü. Karanlık oldu.
Birbirlerine sarıldılar.
Kalabalıklar oldular ve şarkılar söylediler!
Eller birbirini buldu. Gözler bakıştı.
Bir gün güneş doğdu.. Sıcak ama ışıksızdı.
Yine de her şeye rağmen, onlar oradaydı! Ve
şarkılar söylediler!
Artık biliyorlardı: Gözlerinden akan ışık bu
koskocaman Dünya’yı aydınlatmaya yeterdi!
Yüzlerine vuran aydınlık güneşinkinden parlaktı.
Onlar oradaydılar ve.. Birlikteydiler!
KUYTU
Kaan Yılmaz üniversiteden bir sene önce
mezun olmuştu. Altı aydan beri bir bankada
çalışıyordu. İşini pek sevmese de maaşı fena
sayılmazdı. Daha iyisini bulana kadar bu bankada
çalışmaktan başka çaresi yoktu. O da bunu
yapıyordu.
Güzel bir Eylül akşamıydı. Kaan Yılmaz o
gün mesai saatinin bitimini iple çekmişti. İş
yerinde çok sıkıcı bir gün geçirmişti. Üstelik bazı
işlemlerde hata yapmış ve müdürlerden birinden
bir ton azar işitmişti. Morali çok bozuktu.
Kendini bir an önce bankanın dışına atmak
istiyordu. Saat beşe kadar duvardaki saatte
saniyeleri saydı. Saat en sonunda nihayet beşi
gösterir olduğunda Kaan Yılmaz çıldırmak
üzereydi. Neyse ki o sırada müşterisi yoktu.
Vezneyi kapatıp çıktı.
Güzel bir Eylül akşamıydı. Hava sıcak ve
güneşliydi. Yine de mavi gökyüzünde yer yer
kara bulutlar toplanıp kümeler oluşturmuşlardı.
Dünkü yağmurdan artanlar.. Ya da yarınki
yağmurun habercileri.. Bilemiyordu.
Bildiği tek şey canının çok sıkkın olduğuydu.
Sokakları dolduran, bisiklete binen, top oynayan,
bakkaldan bir şey almak için dışarı çıkmış olan
çocukların arasından görmeyen gözlerle geçti.
Güzel bir Eylül akşamıydı. Ama o bunu
görmüyordu. Dallarda kuş sürüleri kümeleniyor,
ağaçların yaprakları ölmeden önce son bir kez
güneşe dönüp, yemyeşil ve unutkan, parıldıyordu.
Sokaklar gri ve hüzünlüydü. Yağmur günleri
yaklaşıyordu. Bazıları pencerelerde bunu büyük
bir heyecan ve sabırsızlıkla beklemekteydiler.
Kaan Yılmaz bir bara ya da bir meyhaneye
gidip bir şeyler içmek istedi. Sonra bundan
vazgeçti. Bir yerde tek başına oturup içmek tatsız
ve keyifsiz olurdu. Arayabileceği kimsesi yoktu.
Ailesi İzmirdeydi. O İstanbul’a beş yıl önce
üniversite için gelmiş, sonra burada iş bulunca da
kalmaya karar vermişti. Arkadaşları okul bitince
dağılmışlardı. Aynen lise bittikten sonra da
dağıldıkları gibi. Kimi şehrine dönmüş, kimi yurt
dışına gitmiş, kimisi de onun gibi, burada bir iş
bulup çalışmaya başlamıştı. Kimseyi aramamıştı.
Kimse de onu..
Bir sevgilisi yoktu. Ayla’dan iki sene önce
ayrıldığından beri başka kimse olmamıştı.
Bankadaki kızlar ilgisini çekmiyor ve onunla
ilgilenmiyordu. Zaten çoğu da evliydi. Bankada
yakın olduğu bir arkadaşı da yoktu. Buradan
ayrılacağını düşündüğü için insanlarla öyle çok
sıcak ilişkilere girmekten kaçınmıştı. Yapılan
davetleri hep geri çevirmişti. Onlar da sonunda
onu çağırmaktan vazgeçmişlerdi. Kaan nasıl olsa
bankadan ayrılacaktı. Fakat böyle diye diye daha
şimdiden altı ay olmuştu. Bu iş gereğinden fazla
uzamıştı.
Yapacak şey yok. İşte hayat bu!
Sıkıntıyla iç çekti. Sokaklarda serin bir rüzgar
esmeye başlamıştı. Elinde taşıdığı ceketi sırtına
aldı. Yapraklar ağaçlarda usul usul sallanıyor, göç
hazırlığındaki kuşlar arada sırada başlarını
kaldırıp güneye doğru bakıyorlardı. Uzakta deniz
sakindi. Güzel bir Eylül akşamıydı.
Her zamanki yoldan değil, daha önce hiç
yürümediği sokaklardan eve gitmek aklına geldi.
Her gün aynı saatlerde hep aynı şeyleri yapmak
insanı çıldırtabilirdi. Bir kez olsun yüreğinin
sesini dinlemeye karar verdi. İlk sokaktan sağa
saptı.
Sonraki sokaktan sola.. Sola.. Sağa.. Sağa..
Sola.. Böyle böyle yürüyerek bayağı bir yol
katetti. Bazen insanların çok olduğu, kalabalık ve
çarşılı sokaklara giriyordu. Buralardaki insanların
yüzlerinde telaşlı ve aceleci bir ifade
görülüyordu. Herkes bir şeylere yetişmenin
telaşındaydı. Peşlerinden bir kovalayan varmış
gibi yürüyorlardı. Alışveriş yapılıyor, inanılmaz
bir çokluktaki mallar ve para büyük bir hızla el
değiştiriyordu. Elleri çift torbalı ev hanımları, bir
ekmeği en ucuz gazeteye sarmış, kondusuna
götüren işçiler, elleri ceplerinde aylak aylak
gezinenler, dilendirilen çocuklar, tinerci gençler
ve esnaf.. Geniş caddelerde polis arabaları
bekliyordu. Bazı yerlerde gençler el ilanları
dağıtıyor: Yeni açılan bir mağaza, bir bar, bir
türkü evi ya da politik bir şeyler, miting çağrıları
falan.. Kaan bu tip şeylerden pek anlamazdı. Bir
banka tanıtımı ya da sosyalistlerin toplantısı.
Onun için ikisi de aynı kapıya çıkardı. “Reklam
reklamdır!” diye düşünüyordu. Eline
tutuşturdukları ilanları, şöyle bir göz attıktan
sonra buruşturup atıyordu.
Yürüdü. İnsan kalabalıkları o anda görmek
istediği en son şeydi. Zaten sabahtan akşama
kadar deri kaplı bir koltuğa oturup insanlarla
uğraşmaktan başka bir şey yaptığı yoktu. O
yüzden de sokakta yürürken başını kaldırıp
bakmadı. Oysa başını kaldırıp yüzlerine bir kez
baksa, belki de gözlerindeki o gizli ışığı görür,
yüzlerdeki yazıyı okur, yorgun hatların ve düşük
gözlerin fısıldadıklarını duyardı. Bunu yapmadı.
Yalnızlıktan memnun değildi. Ama bunun bir
çaresini de aramıyordu. Haline yana yakıla bir
ömrü tüketecekmiş gibiydi.
Önce Ayla’yı düşündü. Şimdi kim bilir nerede
ve kiminleydi. Bir erkek arkadaşı var mıydı
acaba? Herhalde vardır. Yumruklarını sıkıp
dudaklarını sıkıca birbirine bastırdı, başını eğdi.
Delikanlıda güzel Eylül akşamlarını takdir edecek
hal yoktu.
Annesini anımsadı. Onu özledi. Babasını..
Kardeşini.. Dedesini özledi.
Gözlerini kapadı. Yapayalnızdı.
Yüreğini dinledi ve sağ yola saptı. Sonra sol..
Sonra yine sol.. Sonra sağ..
Bir kez daha sağa saptı ve uzakta onu gördü.
Issız, insandan boşalmış sokaklara gelmişti.
On dakikadır yollarda kedi, köpek ve kuşlardan
başka kimseyi görmüyordu. Bu son saptığı
sokaksa bir çıkmaz sokaktı. Normalde geri dönüp
başka bir çıkış araması gerekirdi. Yalnız ufak bir
sorun vardı. Sokağın öbür yanında bir kadın,
yerde baygın yatıyordu.
Bir an tereddüt etti. Etrafına bakıp kendinden
başka kimsenin olup olmadığını kontrol etti.
Faydasız. Yapayalnızdı.
Bu kadını orada öylece bırakamazdı. Ne kadar
‘şehirli’ olsa da, bunu yapamazdı. İyi biriydi
Kaan. İyi bir insandı.
Sokağa girdi. Sokağın girişinde büyük ve
yuvarlak çöp tenekeleri vardı. Paslı tenekelerdi
bunlar. İçleri doluydu. Fakat tuhaftır, sokakta bir
tane bile kedi yoktu. Halbuki kedilerin aradığı
tüm şartlar bu sokakta mevcuttu: Ağzına kadar
dolu çöp tenekeleri, gölgeli duvarlar ve sokakta
bir tane bile insan yok! Tabi yerde yatan kadını
saymazsak.
Kaan Yılmaz çamurlu yerlere ve parçalanmış
gazete kağıtlarına basarak yerde yatan gölgeli
silüete doğru yürümeye başladı. Bir yandan da
kendi kendine homurdanıyordu:
“Yüreğinin götürdüğü yere git.. ” “Ve belanı
bul!”
Yürüdü.
Akşam olmuştu ve hava kararmaya
başlamıştı. Üç binanın arasında kalan ışıksız
sokak, gölgelerle doluydu ve oldukça da
karanlıktı. Üstelik burada insanı tedirgin eden bir
hava vardı. Bir ölüm kokusu. Bir terslik. Kaan,
yerde yatan kadının ölmüş olmasından korktu.
Yavaşça ona doğru yaklaştı. Arada sırada geriye
dönüp sokağa gelip giden birileri olup olmadığını
kontrol ediyordu. Beladan çekiniyordu. Eğer bir
kadın çıkmaz bir sokakta yerde baygın yatıyorsa,
işte bu bela demektir. Tedirgin ve heyecanlıydı.
Başına iş alıyordu.
Sandığından daha fazla..
Kadına yaklaştıkça sokak daha büyük bir
karanlığa gömülüyor ve kadını gözlerden
saklayan gölgeler çoğalıyordu. Kaan kadına
yaklaştıkça, duyduğu korku ve tedirginliğin yerini
büyük bir merak almaya başladı. Artık arkasına
dönüp bakmıyordu bile. Yalnızca yerde yatanı
görmeye çalışıyordu. Adeta hipnotize olmuş
gibiydi. Kadını görmeye çalışıyor, ama onu
göremiyordu. Yaklaştıkça kadının görüntüsü iyice
gözden kayboldu, gölgelerin arasında kaldı. Hem
de bu oldukça ‘mantıklı’ ve ‘kabul edilebilir’ bir
şekilde oluyordu. Belki de aslında mantıksız,
saçma bir şeydi bu. Belki de Kaan, rüya görürken
olduğu gibi, mantıksız ve olağan dışı olan bir şeyi
mantıklı ve olağan buluyordu. Kadının yerde
yatan silüetine yaklaştıkça, bir şekilde duvarlar ve
akşam sebep oldukları gölgelerle kadının
görüntüsünü saklıyorlardı. Sanki bir ilüzyondu
bu. Bir göz yanılgısı.. Yerdeki kadınla arasında
yalnızca bir metre kaldığında Kaan Yılmaz bu
işte bir gariplik olduğunu anladı. Uykudan uyanır
gibi irkilip başını geriye çekti. Fakat artık çok
geçti.
Yerdeki gölge bir kadına ait değildi. Hiçbir
şeye ait değildi. Bir gölge kadar karanlık ve kuytu
olmasına rağmen aslında bir gölge de değildi o.
Başka bir şeydi.
Kuytuluk yerde hızla kaydı. Kaan’a saldırdı.
Ve onu yuttu. Genç adam çığlık atacak kadar bile
zaman bulamamıştı. Yalnızca gözlerini dehşetle
ve ağzını da sanki bağırıyormuş gibi açtı.
Bağıramadı. Gölgeli, karanlık bir sokakta,
kuytuların arasında, Kaan Yılmaz bu Dünya’dan
siliniverdi. Ortadan kayboldu. Yok oldu gitti.
Silindi.
Son saniyesinde genç adamın gözlerinin
önünden soluk bir hayatın sıradan ve bilindik
görüntüleri geçti yalnız. Bu görüntüler çok
renksiz ve bulanıktı. Tanıdığı birkaç kişi.. Ve
koskoca yalnızlığı..
Güzel bir Eylül akşamıydı.
Dünya denen gezegende uygar insan sürüleri
büyük kalabalıklar halinde şehirleri dolduruyor ve
anlatılamayacak kadar çok işler yapıp,
anlatılamayacak kadar çok miktarda acı çekiyor,
mutlu oluyor, gülüyor ve hüzünleniyordu.
Sokaklarda anlatılmaz bir akış vardı. Bu akışın,
bu insanların, bu korkunç kalabalığın içinde
yalnız kalmamalıydınız.
Öyleyse siz de yalnız kalmayın!
Birilerine sarılın.. Birilerine tutunun.
Birileriyle olun. Konuşun, sevişin, gülün.
‘Onlarla’ birlikte olun. Asla da yalnız kalmayın.
Çünkü o şey sizi gecenin içinde bekliyor.
Bu gölgeler, bu kuytu, hiç tekin değil. Sizi
içine, bu umutsuz, bu yalnız, bu karanlık yok
oluşun, bu ulu ve sessiz gecenin içine çekmek
için pusuya yatmış bekliyor. Sabırsızlıkla
bekliyor. Yalnız kalacağınız ve gölgelerin
ıssızında tek başınıza yürüyeceğiniz o korkunç
günü bekliyor.
UMUDA GİDEN
Hüzün yüklü bulutlar geçiyor gökyüzlerinden.
Dünyalarda Eylül şimdi. Her gezegenin iklimi
farklı. Yine de havadaki hüzün, sessiz duvarlar ve
yalnızlık aynı. Dünyalarda Eylül şimdi.
Gece gemisi Umuda Giden yolculuğunun
sekizinci yılında. Bu yolculuk umut dolu, bitmek
bilmeyen bir yolculuk. Geminin yolcuları aradan
geçen onca yıla rağmen hala her gün aynı şevk ve
heyecanla uyanıyor. Tabi bunlar Büyük Uyku
döneminde olmayan yolcular. Diğerleri uyku
bölmelerinde dört ay sürecek derin ve rüyasız
uykularındalar hala.
Galaksi renkli. İnsanlar her yerde. Fakat bu
güzel ve ışıklı karmaşayı gölgelendiren bir şey
var: Üç gezegen birbiriyle savaş halinde. Bu
savaşta şimdiye dek milyarlarca kişi öldü.
Federasyona bağlı diğer gezegenler ve Ahira
savaşta tarafsız kaldı. Hiç arzulanmayan, korkunç
bir şey bu savaş. Bunun farkındalar. Fakat
federasyona üye olmayan gezegenler istediklerini
yapmakta hürler. Savaşmak serbest. Üstelik her
gezegenin kendi ırkları, kendi dinleri ve dilleri
var. Onlar ‘uygar’ gezegenler. Sanat ve bilimleri
var. Federasyon denilen büyük ortaklık kendi
üyesi olmayan uygar ülkelerin içişlerine karışma
konusunda yetkisiz, çekingen ve isteksiz. Hem
belki de böylesi aslında daha iyi. Çünkü herkesin
kendi acılarını çekmeye hakkı vardır! Çocukların
bile..
Böyle düşünüyor çoğu..
Zaman geçiyor.. Galaksi renkli. İnsanlar her
yerde. Bu yolculuk umut dolu, umuda yapılan bir
yolculuk. Bundan seksen yıl önceydi: Ünlü
düşünür Karen bu fikri ortaya attı. Teknik ve
zaman değişince, diye yazmıştı Karen. “Teknik
ve zaman değişince..” İşte zaman şimdi o zaman.
Teknik değişti: Gemiler daha hızlı ve
dayanıklılar. İnsanlar daha kuvvetli. Daha sabırlı..
Azimli. Teknik değişti.
Hüzün yüklü bulutlar geçiyor gökyüzlerinden.
Dünyalarda Eylül şimdi.
Savaş sürüyor.
Bunları biliyorlar.
Arkin uyandı.
Büyük Uyku değil, günlük uykusuydu
uyandığı. Dışarı baktı: Yıldızlar, uzay..
Büyük bir bıkkınlıkla başını iki yana
sallayarak kabinden çıktı. Diğer yolcuların
bulunacağı lobiye doğru yürüdü. Bu sırada
dışarda hala yalnızca uzay vardı. Bir de yıldızlar..
Yalnız o kadar.
Yürüdü. Geniş, beyaz koridorlardan, ışıklı
bölmelerden geçti. Lobiye vardı. Oradalardı.
Selamlar..
Lafı hiç dolandırmadan lobideki yolculara
düşüncesini söyledi. Duyulmadan konuştu: “Bu iş
çok fazla uzadı! Hala çok aydınlık uzay.
Hesaplarda bir hata olmalı. Başka bir açıklaması
yok.”
İnsanlar ona baktılar. Bazıları başlarını
sallayarak onayladı.
Etne itiraz etti: “Sabırlı olun kardeşlik. İnançlı
olun! Delik yer değiştiriyor olabilir pekala.
Bilimin açıklayamadığı gariplikleri bilinir. Şimdi
de sanki bizden kaçıyor gibi. Burada olması
gerekirdi. Ama burada yok! Sanki bilinçten
kaçıyor. Bilinçle kaçıyor. Bulunmak istemiyor.
Ama çaresiz. Biz er geç ona ulaşıp içine
dolacağız. Başka yolu yok.” Arakin’e baktı.
Arakin başıyla sessizce onayladı. Etne
haklıydı. Hesaplarda hata yoktu. Hepsi
trilyonlarca kez kontrol edilmişlerdi. Hata
Delik’teydi. Delik’in ta kendisinde. Bu da çok
tuhaftı. Bir yıldız kalıntısı, esrarlı bir boşluk,
sanki onların varlığından ağır ağır uzaklaşıyordu.
Kutsal, hatta ilahi bir güç tarafından
yönlendiriliyormuş gibi. Arakin sessizce
gülümsedi. O sırada onun düşüncesini dinleyenler
de ona uyup güldüler.
‘Aslında bunların hepsi belki de Karen’in ne
kadar haklı olduğunu gösteren şeyler’
Başlarıyla onayladılar.
Umuda Giden, uzayda sessiz yolculuğunu
sürdürdü. Geminin hedefi galaksinin
merkezindeki büyük bir kara delikti. Karen
sonsuz kurtuluşun onun içinde olduğunu iddia
etmişti. Onun bu fikirlerini Ahira’da pek çok
insan benimsemiş ve Karen’in felsefesi neredeyse
bir din haline gelmişti. Sonunda Umuda Giden’in
inşasına başlandı. Bu gemi bir milyon Ahiralı
ruhu taşıyacaktı. Çok büyük bir projeydi.
Geminin yapımı yirmi sekiz yıl sürmüştü. Bu
arada Federasyon’un da teknolojik ve ham madde
yardımını almışlardı. Çünkü Ahira halkının
teknolojik açıdan Federasyon’un en ileri
halklarından biri olduğu söylenemezdi. Bir şiir ve
filozofi ülkesiydi Ahira. Altı yüz seksen beş
milyon Ahiralının hemen hepsi bu konularda son
derece yetenekliydi. Duygusal ve kırılgan bir
canlı türüydü onlar. Yani diğer insanlara
benziyorlardı.
Belki de en büyük farkları, onların yazmayı
tercih etmiş olmasıydı. Laboratuvarlarda
çalışmayı ya da denizlerin derinlerine dalmayı
değil, yalnızca ama yalnızca yazmayı ve yazmayı.
Oturup düşünmeyi.. Hayal kurmayı.. Fakat Ahira
halkı artık bıkmıştı. Kızıl-yeşil gezegenlerinde
denizlere bakıp hayaller kurmaktan veya şiirler
yazmaktan değil, ama kendi dünyaları dışındaki
diğer yerlerde yaşanan zulüm, şiddet ve savaşın
rahatsız edici varlığından..
Göçmenler Ahira’ya kırk sekiz yıl önce
gelmişti.
Karpotya gezegeninden gelen on bir milyon
kişi.. Savaştan ve açlıktan kaçan insanlar..
Alınları Ahiralılarınkinden biraz daha basık,
çeneleri daha büyük ve gözleri kapaksızdı. Ama
yine de insandı onlar. Ve onların yaşadıkları
sonsuz acı ve dehşetin sadece izlerini görmek bile
Ahiralılara yetmişti.
Birçok Karpotya kaçkını yaralı ya da
hastaydı. Bu hastalıklar Ahiralılar ya da
galaksinin her hangi başka bir yerinde yaşayan
diğer insanlar için tehlike oluşturmuyordu. Çünkü
bulaşıcı değildiler. Bu hastalıkların sebebi virüs
ya da bakteri benzeri taşıyıcılar değildi. Daha çok
gaz ve radyasyon benzeri içe işleyen ve hücre
bozan etkenlerdi. Tüm bunların sebebi de
savaşlarda kullanılan silahlardı. Karpotyalılar
deforme olmuş, yıpranmış, parça parça dökülen,
çarpık bedenleriyle Ahira’ya geldiklerinde
Ahiralıların kalplerinde onarılmaz yaralar açıldı.
İnsanların birbirine yapabileceği şeylerin
bazılarını onlar ilk defa görüyorlardı. Çünkü
Ahira’da asla bir savaş olmamıştı. İnsanlarla
hayvanlar ya da insanlarla fırtına, yani insanlarla
doğa arasında bir mücadele tabi ki her zaman
vardı. Fakat bu mücadele doğal, kendiliğinden,
zararsız ve uyumluydu. Ahenkli bir dans.. Bir
tören.
Ahiralılar belki de bazı hormonların
eksikliğini duyuyorlardı. Ya da Ahira’da evrim,
onları saldırganlaştırmadan libidolarını
yüceltmenin ve yaratıcılıklarını kamçılamanın bir
yolunu bulmuştu. Bilinmez.
Bilinen şudur ki Ahira, Büyük Göç’ten sonra
değişti. Hem de çok değişti. Şimdi neredeyse
tanınmaz halde, harap ve yıkık bir gezegendi.
İnsanlar adeta bütün hayallerini ve
UMUTLARINI yitirmişlerdi. Sokaklar bomboş..
Deniz kıyısı sessiz.. Şairler suskun.
Karpotya’ya yardım için ellerinden başka ne
gelirdi ki? Göçmenlere kapılarını ardına kadar
açtılar. Fakat Karpotya’ya yardım malzemesi
göndermeleri söz konusu bile değildi. Zira savaş
sürüyordu. Ahira bu konuda ise hiçbir şey
yapamazdı. Savaş onların işi değildi.
Ahira’nın Federasyon gezegenleri arasında
büyük saygınlığı vardı. Bu düşünürler ve
sanatçılar gezegeni, sözü dinlenen ve
tavsiyelerine uyulan önemli bir Federasyon
üyesiydi. Ama konu savaş olunca işler değişti.
Aslına bakılırsa bu konuda Federasyon haklıydı
da. Federasyon üyesi olmayan üç uygar gezegen
birbiriyle çarpışıyordu. Üç gezegen de saldırı
halindeydi. Üçünün de belli amaçları ve çıkarları
vardı. Suçlu olan da hepsiydi, mağdur olan da..
Yeterince uzaktan baktıkları için Federasyon
üyeleri bunun böyle olduğunu açık seçik
görüyordu. Yapacak hiçbir şey yoktu. Tüm
yapabildikleri savaşan üç gezegeni sözlü olarak
uyarmak ve onlara bu savaşı bitirmelerini şiddetle
tavsiye etmekti. Yalnızca o kadar. Yalnız
yıldızlar..
Ahiralılar işin aslını öğrendiklerinde çok daha
büyük bir dehşet ve umutsuzluğa kapıldılar.
Demek insanlar yalnızca maddi çıkarlar için
birbirlerini öldürüyor, kadınlara tecavüz,
çocuklara işkence ediyordu. Birbirlerinin
gezegenlerine, bilgi birikimlerine ve hazinelerine
göz koymuşlardı. Bu korkunç, anlaşılmaz ve
kabul edilemez bir şeydi. Ve bu konuda
galaksideki diğer insanlar hiçbir şey
yapamıyorlardı. Elleri kolları bağlıydı.
Ahira halkı deliliğin pençesindeydi. Onlar
duygusal ve hassas yaratıklardı. Diğer dünyalarda
insanlar zulüm görürken, onlar kendi
gezegenlerinde huzur, barış ve mutluluk içinde
yaşamayı sürdüremezlerdi. Bu olamazdı.
Dünyaların, insanların ve evrenin ruhu birdi. Biri
öyleyken diğeri başka türlü olamazdı. Onlar
kardeşlerinin acılarını hissederlerdi. Başka türlüsü
olmazdı. Kimse başka bir insanı sırf canı istiyor
diye öldüremezdi. Böyle şey olmazdı. İnsanlar
bunu yapamazlardı. Bu gerçek olamazdı. Böyle
şey olmazdı......
Ahiralılar çıldırmak üzereydi. Kafalarını
dolduran bu yeni düşünceler ve bu sorular onlar
için yabancı ve çözümsüzdü. Karmakarışık,
anlamsız. Kafa karıştırıcı..
Bu şekilde yaşamayı sürdüremezlerdi.
Tutunacak bir dala, sarılacak yeni bir umuda
ihtiyaçları vardı.
Sonra Karen ortaya çıktı. Büyük düşünür,
huzurlu bilgin Karen. Karen ve onun Sonsuz
Boşluk Teorisi.
Bu teoriye göre kara delikler evrendeki
varlığın ve farkedilmeyen yokluğun dışındaki
başka bir şeyi, huzur, umut ve bilgi dolu, dahası
bilinçli ve adeta canlı bir ‘mutlak boşluğu’
barındıran muhteşem yerlerdi. “Evrende boşluk
yoktur.” diye anlatıyordu Karen. Bir çocuğun bile
anlayabileceği şekilde açıklıyordu: “Her yerde
ışık var, değil mi? Durduğumuz her noktadan
yıldızları görüyoruz. Ya da meteor bulutlarını ve
gaz topluluklarını. Çünkü her yerde, görünen ışık
var. Bu en basit örnek. Görünmeyen ışığa
değinmiyorum bile.. Ve diğer şeylere.. Olan ve
olmayanlara.. Varlıktaki yokluğa.. Her
yerdekine..”
“Oysa kara deliklerde ne ışık ne başka bir
şey.. Hiçbir şey yok! Mutlak boşluk. Ve orada
başka bir şey var. Varlığın ve yokluğun ötesinde
başka bir şey. Buna Tanrı demiyorum. Buna
cesaret edemem. Fakat orada bilinçli bir varlık
var. Mutlak boşluğun içinde.. Orada huzur ve
sonsuz bilgi ve mutluluk var. Tabi ki hüzün, acı
ve keder de.. Burada olduklarından farklı olsalar
bile.. Her şey öylesine açık ve de öyle görünür ki.
Anlatılamaz. Ben anlatamam. Yalnızca,
biliyorum.”
“Bilimsel kanıtlarım yok. Bu konuda ‘inançlı’
ya da ‘ısrarcı’ değilim. Rüyamda bunu görmedim.
Bunu ben düşünmedim. Öyle olmadı. Yalnızca,
biliyorum. Yalnızca öyle.”
Bu tuhaf adamın, bu dahinin, bu delinin, yıllar
önce açıkladığında büyük beğeni toplayan ve
saygı gören, ama bunun ötesine geçemeyen ilginç
düşünceleri, Büyük Göç’ten sonraki acı dolu
yıllarda yeniden keşfedildiğinde, umutsuzluğun
pençesinde delirmemek için kıvranan Ahira halkı
için bir umut ışığı oldu. Teoriye sarıldılar. Yıllar
boyunca bu düşünce dine benzer bir akıma
dönüşerek ve gitgide büyüyen bir ilgi ve
heyecanla karşılanarak yayıldı. Vazgeçilmez
oldu.
Sonunda zamanı geldi.
Yüz milyonlarca Ahiralı o gün meydanlarda,
evlerinde ve toplantı salonlarında buluştu. En
saygıdeğer ve en ünlü düşünürler Büyük Salon’da
toplandı. Bu kongrenin konusu Karen’in Sonsuz
Boşluk Teorisinin nasıl olup da insanların
yararına kullanılabileceğini bulmaktı. Artık bu
konuda somut bir takım adımlar atılmalıydı.
Kabul görecek olan öneri toplantının onur
konuğu olan büyük bilgin Karen’in yakın
arkadaşı Lareh’ten geldi: Lareh’in önerisi büyük
bir gemi yapılması ve Ahira halkının bir kısmının
galaksinin merkezindeki kara deliğe gitmesiydi.
Lareh bunu söyledi. Milyonlarca kişi
meydanlarda ve diğer yerlerde ekranlara bakarak
Lareh’i izliyordu. Onun sözlerini sürdürmesini
beklediler. Fakat Lareh başka bir şey söylemedi.
Tek bir cümleyle açıkladığı önerisini tekrar etti.
Sonra da ağır ağır kürsüden ayrılıp yerine döndü.
Bu an Ahira tarihinin en önemli anlarından
biriydi. Birkaç saniye sonra gezegende çok büyük
bir gürültü koptu. Yüz milyonlarca kişi Lareh’i
alkışlıyordu. Bunların başında da büyük bilgin
Karen vardı. Ekrana onun Lareh’i alkışlayan
görüntüsü yansıyınca Ahira halkının coşkusu bir
kat daha arttı. Alkışlar adeta gezegeni
yörüngesinden çıkaracak kadar yoğunlaştı.
Yolculuk fikrinin anlamı açıktı. Ahiralılar
kendilerini kurban edeceklerdi. Karen’in
düşüncesi felsefi bir önermeydi yalnız. Bilimsel
geçerliliği maalesef yoktu. Hem olsa bile yine de
bu yolculuğa çıkanlar bir daha asla bu evrene geri
dönmeyecekti. Bir şey bulsalar bile bulduklarını
anlatamayacaklardı. Bilinmeyecekti.
Ahira gezegeni gerekçelerini açıklayarak
yardım talebinde bulunduğunda Federasyon’un
diğer üyeleri şaşkınlık ve endişe duydular. Yine
de Ahira’nın talepleri kabul edildi. Gezegenler
birliğinin yönetmelikleri bunu gerektiriyordu.
Ayrıca Federasyon üyesi gezegenlerde yaşayan
milyarlarca insanın arasında da böylesi bir
yolculuğun gerçekten de olumlu etkileri
olabileceğini düşünenler vardı. Umutlananlar
oldu.
Sonuçları her ne olursa olsun bu yolculuk tüm
galakside nesilden nesile aktarılarak Büyük
Sonlar’a kadar anlatılacak ve evrendeki barışı
simgeleyen büyük bir olay olarak tarihe
geçecekti.
Gemi yapıldı.
Yolcu listelerine yazılmak isteyenlerin sayısı
üç yüz milyondu. On beş milyon ‘başka’ insan da
diğer gezegenlerden başvurmuştu. Onlar için de
elli bin yer ayrıldı. Bir milyon yolcunun isimleri
belirlendi. İsmi listede olanlar büyük bir sevinç
ve mutlulukla doldular. Onlar şanslı olanlardı.
Büyük gün geldi. Yola çıkıldı. O gün sanki
bütün evren derin bir sessizliğe gömülmüştü.
Adeta ilahi bir şekilde, savaşan üç gezegen de
yalnızca üç ay uyacakları bir ateşkes antlaşmasını
tam da o gün imzaladılar.
Gemi yörüngeden çıktı. Her şeyi geride
bıraktı . Ve aradan yıllar geçti.
Arakin camdan baktı. Diğerleri de..
Bir gariplik vardı. Bunu hissetmişlerdi.
Birbirlerine baktılar. Sonra yine dışarıya..
Sona yaklaşıyorlardı. Büyük Yolculuk sona
eriyordu. O esrarlı anın gelmesinden birkaç
saniye önce hepsi bunu anlamıştı.
Her şey aniden oldu. Bilinmezin içine
düşmeden önceki o son bilinç saniyesinde
sessizce gözlerini kapadılar.
Gittikleri yerde hiçbir şeyin olmadığını
umarak..
Sonra karanlık oldu.
KUZULAR
Steplerde sapsarı bir bahar günüydü.
O gün steplerde bir cinayet işlendi.
Çoban Mehmet neşeliydi. Koyunlar otlağa
yayılmış, otlağın en yeşil, en bol otlu, en bereketli
kısmında otluyorlardı. Güneş pırıl pırıl, kuşlar
cıvıl cıvıldı. Cıvıl cıvıl kuşlar, pırıl pırıl güneşe
doğru bakıp mutluluğu çağrıştıran, bize sanki
neşeliymiş gibi gelen o bilindik şarkılarını
söylediler. Halbuki kim bilir neler diyorlardı
gerçekte.. Çoban Mehmet bunu hiç aklına
getirmedi. Koyunlar otlağa yayılmış, otlağın en
yeşil, en bol otlu, en bereketli kısmında
otluyorlardı. Çoban Mehmet neşeliydi.
Koçlar, anaç koyunlar, toklular, şişekler ve
kuzular her zaman yaptıkları şeyi yapıyordu.
Başlarını indiriyor, otları dişleriyle koparıp
başlarını tekrar kaldırıyor ve ağır ağır çiğnemeye
koyuluyorlardı. Sonra tekrar aynı şeyler. Akşama
kadar hep aynı.. Her gün aynı şey!
Çoban Mehmet için bu bir sorun sayılmazdı.
Hayatından memnundu o. Bir ağaç kıyısına
çömelip öğle güneşinin sıcağında kavalıyla
ezgiler uydurarak eğleniyordu. Bu ağaç, bu gölge,
bu kuşlar.. Ona yeterdi.. Kuzular, ona yeterdi..
Koyunları, Çoban Mehmet’in bütün
ihtiyaçlarını karşılıyordu. Et, süt, yün ve diğer
şeyleri.. Yani ‘bütün’ ihtiyaçlarını.. Kınalı,
yumuşak kuzulara bakıp büyük bir keyifle
gülümsedi.
Ayağa kalktı. Güneş tam tepedeydi.
Gökyüzünde top top beyaz bulutlar geziniyordu.
Onun kınalılarına benziyordu onlar. Yumuşak,
beyaz ve tombul. Gözlerinde tuhaf bir parıltı baş
gösterdi. Bakışlarını indirip sürüye baktı.
Yavaşça hayvanların arasına girdi. Koyunlar
umursamaz hareketlerle olağan işlerini yapmayı,
yani yaşamayı sürdürüyorlardı. Otları kopar. Yut.
Geviş getir.
Traş edil. Süt ver. Kesil.
Ve diğer şeyler..
Çoban Mehmet gözlerinde mutlu bir
kararsızlıkla kuzucuklarına baktı. Bugün
içlerinden hangisini götürseydi acaba? Zor
seçimdi. Kararsız kaldı.
Güneş tam tepedeydi.
Koyunlar her zamanki bildik, sıradan, olağan,
sıkıcı şeyleri yaparak o sıkıcı -ve belki mutlu- -bir
gün kesilerek öldürüleceleri- hayatlarını
sürdürüyorlardı. Arada bir, o da yalnızca
önlerindeki ot bitince, ileriye doğru bir iki küçük
adım atıyorlardı. Çoban Mehmet’e yavaşça
çarparak yanından geçiyorlardı. Genç adamın
ayakta durduğu yerin çevresindeki otlar giderek
azaldı. Vakit ilerledi. Çoban hala boş gözlerle
kuzucuklarını süzüyordu. Bir ona bakıyordu bir
ötekine. Bir türlü içlerinde birinde karar
kılamıyordu. Birini alsa aklı ötekilerde kalacaktı.
Böyle böyle güneşin altında, kuşların cıvıltısını
dinleyerek bir saat kadar öylece ayakta dikildi.
Vakit ilerliyordu.
Çoban Mehmet’in çevresinde, onun durduğu
yerin dışındaki otlar gittikçe azaldı. Koyunlar
çobana doğru sokulmaya başladılar.
Yavaş yavaş sokuldular.
Çevresindeki koyun kalabalığı ve bu
kalabalığın yoğunluğu arttıkça Çoban Mehmet’in
de heyecanı artıyordu. Artık bir kuzuyu seçerek
onunla beraber ufak bir gezintiye çıkma vakti
gelmişti.
Biraz daha sokuldular.
Aykız’ı seçti.
Onlar biraz daha sokuldu.
Çoban Mehmet yüzünde aptal bir
gülümsemeyle iyice yanına sokulan koçları
iteleyecek oldu.
Hayvanlar kıpırdamadı.
Biraz daha sokuldular.
Küçükbaşların sessiz kalabalığı Çoban
Mehmet’i yavaşça sıkıştırmaya başladı.
Çoban Mehmet şaşırdı ve öfkelendi: “Durun
lan! Dur.. Çekilin! Oğlum!”
Koyunlar aldırmadı. Onlar her gün yaptıkları
sıradan işleri yapmaya devam ediyorlardı.
Başlarını indirip dişleriyle otları kopardılar ve
yuttular. Sonra geviş getiriler.
Çoban Mehmet artık endişelenmeye ve
korkmaya başlamıştı. Koçlar ve diğer koyunlar
çobanı iyice sıkıştırmıştı. Hayvanların üzerinden
aşmayı denediyse de sakin kalabalığın içinden
çıkmayı başaramadı.
Biraz daha sokuldular.
Çoban Mehmet yardım için bağırmaya
başladı.
Biraz daha sokuldular.
Yardım çağrısı acı dolu bir çığlığa dönüştü.
Bacakları iyice araya sıkışmıştı. Kalın, etten
duvarı kımıldatamıyordu. Neden sonra kalabalık
biraz açılır gibi oldu.
Çoban Mehmet’in bacakları tamamen
uyuşmuştu.
Yere yığıldı.
Biraz daha sokuldular.
Son çığlıklar alacakaranlıkta duyulmadan
yitip gitti.
Steplerde sapsarı bir bahar günüydü.
O gün steplerde bir cinayet işlendi.
FİGÜRAN
Silahlı adamlarla dolu siyah küçük bir
kamyonet kapıdan içeri daldı. Üstü dikenli tellerle
kaplı demir kapının iki kanadını bir arada tutan
kalın zincir paramparça oldu. Kapının bir kanadı
koparak fırladı ve yerde kıvılcımlar saçarak
uzaklara sürüklendi. Nöbetçiler sıçrayarak
kamyonetin önünden kaçtılar. Kamyonetin
arkasında ayakta duran iki adam makinalı tüfekle
ateş açtı. Kurşunlar nöbetçilerden birine isabet
etti. Bu sanki önemsiz bir şeymiş gibi olmuştu:
Ateş edersin, silahlar patlar ve ölü, aptal
kurşunlar havada hızla uçarak bir parça ete
saplanır. Biraz kan çıkar, orada bir delik açılır.
Vurulan adam yere düşer. Kamyonet yoluna
devam eder: Başarmışlardır! Artık arkada
kalanların onlar için hiçbir önemi yok. Önemli
olan yalnızca önlerinde onları bekleyen heyecan
ve adrenalin yüklü maceralardır. Arkada
kalanların önemi yoktur: Kırılan zincirin,
parçalanan kapıların, yerde baygın yatan
nöbetçilerin, vurulan adamın.. Vurulan adam
öldüğünde gözlerinde sönen ışığın.. Yüzünde baş
gösteren donuk ve solgun ifadenin. Bir heykel
gibi kaskatı kasılan iki elinin.
Bir adı vardı.
İki çocuk babasıydı. Karısını seviyordu.
Küçükken apartman boşluklarına bakıp
hayaller kurardı. Sessiz bir çocuktu. Okuldayken,
ders sırasında öğrenciye sorular soran
öğretmenlerden çekinirdi. Onca insanın önünde
konuşamazdı o. Böyle öğretmenlerin dersinde,
bütün ders boyunca oturduğu yere siner, tedirgin
bir şekilde ve kalbi güm güm atarak saniyeleri
sayardı. Sonra ders zili.. Ev yolu.. Onunla alay
edenler.
Çok akıllı bir çocuk sayılmazdı. Derslerine
çalışırdı ama dersleri vasattı. ‘Parlak’ biri de
değildi. Komik şakalar yapamaz, diğerlerinin
ilgisini kendi üzerine çekemezdi. Silik biriydi. Ne
yakışıklıydı, ne de çirkin.. Sıradan bir yüz. Ne
neşeli, ne somurtan.. Sessizce arkada durup
şakalara gülen biri.. Sessiz kalabalıktan.
Ama iyi biriydi o. Masum bir çocuk.. Belki
eline fırsat geçse Hitler olurdu! Yani o da herkes
gibi.. Eline fırsat geçse, o gücü ona verseler Sezar
olurdu. Büyük İskender. Bir canavar, bir cani! Bir
kahraman, bir önder! Herhangi biri.. Seçim
sizindi.
Yalnızca ‘herhangi biri’ olarak kaldı o.
Aradan yıllar geçti.
Beraber olduğu ilk kızla evlendi. Onu çok
sevdi. Kız da onu. Ona benziyordu kız. O da kıza.
Herkesin çoktan unuttuğu silik tipler..
Tabi adamın hala okul yıllarında olduğu kadar
sıkılgan ve sessiz bir insan olarak kaldığını
sanmamalısınız. Artık yüksek sesle konuşup, bir
ağız dolusu gülebiliyordu o. Basit şakalar
yapıyordu. Kendisi gibi sıradan ve unutulmuş
insanlar olan arkadaşlarından olumlu tepkiler
alıyordu: Gülüyorlardı şakalarına.
Artık sokakta gördüğünüz zaman ona yine
dikkat etmeseniz bile, bunun sebebinin utangaç
ve sıkılgan biri olması değil de normal ve bildik
bir adam görüntüsü çizmesi olacağı belliydi.
Sıradan bir adamdı o: Sokaklarda yürürken
gözlerinde şimdi daha rahat ve huzurlu bir ifade
vardı. Ellerindeki torbalar onun bir aile babası
olduğunu gösteriyordu: Kurulu bir düzeni vardı.
Hemen hemen istediği her zaman sevişebileceği
bir karısı ve ona saygı duyan çocukları vardı. Bir
işi vardı, bu, ellerindeki torbalardan anlaşılıyordu,
daha yeni alışveriş yapmıştı. Beklentileri
karşılayan, olağan bir insandı. Evine gidiyordu.
Kurulu bir düzeni vardı.
Bu, ellerindeki torbalardan anlaşılıyordu.
Okul arkadaşlarının çoğu onu hatırlamıyor
olabilir. Ama zaten okul çağında hayatınıza giren
insanların sizin için pek bir önemi yoktur - dostlar
ve ilk aşklar hariç. Okul çağı karakterlerinden
aklınızda kalanlar yalnızca KÖTÜ olanlarıdır.
Onları hatırlarsınız. Ama onlar HİÇBİR ŞEYİ
hatırlayamazlar!
O sıradan bir adamdı: Hayalleri vardı.
Karısıyla kurdukları en büyük hayallerden biri
şimdi oturduklarından daha büyük bir ev satın
almaktı. Başka bir yerde.. Belki bir göl kıyısında,
belki de deniz. Buradan uzaklarda.. Başka bir
yerde.
Çocukların üniversiteye gitmesini istiyorlardı.
Tüm imkanlarını kullanıp, her şeyi, hatta
gerekirse bir ev satın alma hayallerini bile feda
ederek bunu mutlaka başaracaklardı. Çocuklar
okumalıydı. Üniversitede..
O sıradan bir adamdı: Bir işi vardı. Büyük bir
fabrikada gece bekçisi olarak çalışıyordu.
Gecenin kör karanlığında fabrikanın kapısındaki
camlı bölmede oturup sabaha kadar soğuktan tir
tir titrerdi. İki iş arkadaşı vardı. Birisi onun
gibiydi: Sıradan bir adam. (Hayalleri, çocukları,
unutulmuşluğu vs.) Diğeri biraz gizemli.. Esrarlı
bir tip. Belki de belalı biri.. Bilemiyorlar.
Gece bekçisi o gün fabrikaya gelirken yine
hayaller kurmuştu. Küçük bir çocukken apartman
boşluklarına bakarak kurduğu hayallere
benziyordu bunlar. İçinde yine o hüznü, o acı tadı
duydu. Sanki yüzyıllar olmuştu: Çocukken
seyrettiği çizgi filmleri, babasını, eski, küçük
evlerini, apartman boşluklarındaki yemek
kokularını, hüzünlü Eylül yağmurlarını hatırladı.
Babasının ellerini, yüzünü, kuvvetli kollarını,
kumaş kokan ceketini, pardesüsünü.. Sonra acıklı
hayaller, otobüs camına yağmur damlalarıyla
çizilen o saydam resmin içinde ağır ağır silindi. İz
bırakmadan.
Dallarda serçeler vardı.
Yalnız, kuşlardan biri dalların üstünde değil
de yerdeydi. Kaskatı ve kıpırtısız.. Zavallı serçe
ölmüştü. Yerde öylece yatıyor..
Fabrikanın nöbetçisi sessizce içini çekti:
“Aslında benim de ondan ne farkım var? Zavallı
bir serçeyim ben. Zavallı, ölü bir serçe.”
Sonra hayaller, hüzün ve keder birdenbire
ortadan kayboldu. Otobüsten ineceği yere
yaklaşıyordu. Gerçek hayat suratına, bir duvar
gibi sert ve soğuk, çarptı. İrkildi. Hızla ayağa
kalkarak durağı kaçırmamak için telaşla düğmeye
bastı.
Fabrikaya geliyordu. Kötülükler ve esrarla
dolu büyük ölüm çukuruna. Böyle düşündü
nedense. Çaktırmadan gülümsedi. Onu böyle
kendi kendine gülerken görseler deli olduğunu
sanabilirlerdi. Akşamın geç saatine rağmen
sokakta hala insanlar vardı. Fabrikaya geliyordu.
“Kötülükler ve esrarla dolu büyük bir ölüm
çukuru..”
Nedense böyle düşündü.
Gülümsedi. Bu gülüşü rahatsız ve tedirgindi.
Fabrikaya her gelişinde ve burada geçirdiği bütün
zaman boyunca aynı şeyi duyuyordu: Tedirginlik
ve endişe. Biraz da korku.. Burası hiç de öyle
tekin bir yer sayılmazdı. Buradayken içinde hep
kötü bir his vardı. Bir şeyler tersmiş gibiydi. Her
an bir sorun çıkabilirdi. Hep böyle hissediyordu.
Fakat her şeye rağmen, o burada çalışmak
zorunda. İşini bırakamaz. Çünkü hayalleri var.
Karısının, kendinin ve çocuklarının geleceği için
bunu yapmalı. Bu fabrikada çalışmaya devam
etmeli. İçindeki tüm kötü hislere ve kulaklarına
“Bela!” diye fısıldayan önsezilerine rağmen,
aslında şimdiye kadar burada hiçbir sorun
yaşanmadı. Bundan sonra da böyle bir sorunun
çıkabileceğine dair her hangi bir belirti yok.
Yalnızca önsezileri..
Hem en kötü ne olabilir ki? O ve diğer iki
nöbetçi baştan aşşağı silahlı. Fabrika iyi
korunuyor. Demir kapılar sağlam. Üstleri dikenli
telli. İçerde de bekçi köpekleri var.
İçeri girdi. Üniformasını giydi. İş
arkadaşlarını başıyla selamladı. Kapının
yanındaki görev bölgesine gitmeden önce tüfeği
eline aldı ve hayallerini unuttu.
En kötü ne olabilir?
Silahlı adamlarla dolu siyah küçük bir
kamyonet kapıdan içeri daldı. Üstü dikenli tellerle
kaplı demir kapının iki kanadını bir arada tutan
kalın zincir paramparça oldu. Kapının bir kanadı
koparak fırladı ve yerde kıvılcımlar saçarak
uzaklara sürüklendi. Nöbetçiler sıçrayarak
kamyonetin önünden kaçtılar. Kamyonetin
arkasında ayakta duran iki adam makinalı tüfekle
ateş açtı. Kurşunlar nöbetçilerden birine isabet
etti. Bu sanki önemsiz bir şeymiş gibi olmuştu:
Ateş edersin, silahlar patlar ve ölü, aptal
kurşunlar havada hızla uçarak bir parça ete
saplanır. Biraz kan çıkar, orada bir delik açılır.
Vurulan adam yere düşer. Kamyonet yoluna
devam eder: Başarmışlardır! Artık arkada
kalanların onlar için hiçbir önemi yok. Önemli
olan yalnızca önlerinde onları bekleyen heyecan
ve adrenalin yüklü maceralardır. Arkada
kalanların önemi yoktur: Kırılan zincirin,
parçalanan kapıların, yerde baygın yatan
nöbetçilerin, vurulan adamın.. Vurulan adam
öldüğünde gözünde sönen ışığın.. Yüzünde baş
gösteren donuk ve solgun ifadenin. Bir heykel
gibi kaskatı kasılan iki elinin..
TUTUNAMAYANLAR
Karanlığın içinde tehlike büyük! Bir film
olsaydı bu, hoşunuza gidebilirdi belki. Ama film
değil. Karanlığın içinde oturan sizsiniz. Ve
bundan yıllar önce..
Bildiğin bütün çağlardan önceki bir çağ. Ne
bu makinalar var, ne bu yazı, ne de ay.. Şey..
Aslına bakılırsa gökyüzünde ay yine var. Fakat
başka ışık yok.. Yalnızca ay.. Yalnızca ay ve
yıldızlar..
Aylardan Eylül yine. Fakat onlar bunu henüz
bilmiyor. Takvim de yok saat de..
Karanlığın içinde tehlike büyük!
Bir film olsaydı bu, hoşunuza gidebilirdi
belki. Ama film değil.
Film de yok.
Karanlığın içinde oturan sizsiniz. Yani siz:
İnsanlar. Alınlar basık, köpek dişleri uzun ve
keskin. Makyaj yok. Şimdi olduğunuzdan çok
farklısınız. Ama yine de aynı: Gözlerinizdeki
bakış, yalnızlığınız..
Aslına bakılırsa şimdiki insanlardan
sandığımızdan da farklı bu grup. Karanlığın
içinde oturuyorlar. Gözleri tuhaf bir şekilde
parlak. Bu pırıltıda korkunun dışında bir şey daha
var: Beklenmedik bir zeka.. Bir güven hissi.
Bu adamlar ve kadın, kendinden emin. Bir
şeyleri görmüş onlar. Bir şeyi anlamış.
Bu şeyin ne olduğunu çözmeye çalışalım..
Kadın adamlara baktı. Aylardan Eylül. O ise
bunu bilmiyor.
Bunu bilmemesine rağmen onlara baktı. İki
adamın daha az kıllı ve daha yapılı olanı bu
bakışa karşılık verdi. Diğeri gözlerini yaktıkları
orta-ateşten bir an olsun ayırmadı.
İri yarı olan adam dönüp arkadaşına baktı.
Sonra tekrar kadına doğru döndü ve başını ağır
ağır iki yana salladı. Kıllı adam pes etmişti.
Umutları tüketmişti.
Kıtlık, hastalık ve kasırga sorun değildi.
Yırtıcı kediler ve kurtlar.. Sorun değildi. Sorun
olan yalnızca ‘diğerleriydi’. ‘Farklı’ olanlar..
Diğer insanlar.. Onlar..
Onların kabilesiyle kabileleri arasında
aylardır süren korkunç bir savaş vardı. Anlamsız
bir şekilde, ‘farklı olanlar’ onlara saldırarak
çocuklarını, kadınları ve erkekleri öldürüyorlardı.
Koskoca bir kabileden, koskoca bir türden geriye
yalnızca üç kişi kalmıştı. Son saldırı iki gün önce
bir gece vakti olmuştu. Acımasız, avcı insanlar,
ellerinde sivriltilmiş uzun sopalarla gelip gecenin
korkusunu elleriyle büyüterek kabilelerine
saldırmıştı. Çocukları, kadınları ve adamları
katletmişlerdi. Sopalarını savunmasız insanların
gözlerinden sokup ense köklerinden dışarı
çıkarmışlardı. Sopaların ucundaki kan ve beyin
ıslaklığı sönmeye yüz tutmuş sarı alevlerin
ışığında parlarken, savaşçıların çığlıkları
kaçışanlarınkine karışıyordu. Hepsini yakaladılar.
İki adam ve bir kadın hariç. Bu üçü, gecenin
korkutucu karanlığından hayatlarında ilk defa
faydalanarak ağaçların arasında gözden kayboldu.
Savaşçı insanlar kabilelerindeki herkesi
öldürmüştü. Bunu ne bir parça toprak ne de biraz
et için yapmışlardı. Bu korkunç saldırıların belirli
bir sebebi yoktu. Adeta, yalnızca var oldukları
için saldırıya uğramışlardı. Oradalar diye. Bunun
bir anlamı yoktu. Tamamıyle anlamsızdı.
Onlar bunu anlıyordu. Diğerleri anlamıyordu.
Gece karanlığında saldırıp çocukların
kafalarını bedenlerinden ayırıyorlardı. Bunu
sadece onlara zevk verdiği için yapıyorlardı.
Bunun bir anlamı yoktu. Ama bunu
göremiyorlardı.
Kadın adamlara baktı. Geceden korkuyordu.
Onlara baktı. Alevlerin dalgalı ışığında
aydınlanan yüzlerinden aslında onların da
korktuğunu anladı. Onlar korkuyorlardı. O bunu
anladı.
Onlara baktı.
İri yarı olanıyla gözgöze geldi. Adam
gözlerini çevirip karanlığın içindeki ağaçları
aradı. İşte oradalardı. Karanlığın içinde geceden
daha kara, daha uzun ve ince.. Geceyi bölen, çizgi
çizgi gövdeler. Arkada uzanan orman. Ve kim
bilir daha neler..
Adam kadına baktı. Sonra dönüp diğer
adama.. Sonra yine ağaçlara..
Savaşçı insanlar hiçbir şeyi anlamıyordu.
Yaptıkları şey amaçsız, anlamsız ve saçmaydı.
İnsanlara saldıran kediler, bunu onların etini
yemek için yapardı. Fakat ‘diğer’ insanların böyle
bir amacı yoktu. Onlar yalnızca öldürmek için
öldürüyordu. Yalnızca o kadar.
Türlerinin sonu gelmişti. Bunu içgüdüsel
olarak hissediyorlardı. ‘Tür’ kelimesinin ya da
‘bir türün soyunun tükenmesinin’ ne anlama
geldiğini tabi ki bilmiyorlardı. Ama neler
olabileceğini hissediyorlardı. Bu da onlara
yeterdi.
Diğerleri aptal ve ilkel yaratıklardı. Acımasız
ve vahşiydiler. Aslında onlar da akıllı canlılardı,
fakat sabırsız ve korkaktılar. Korktukları için
saldırıyorlardı. Korktukları için öldürüyorlardı.
Mantıksızca ve korkakça. Bir şeyi önce öldürüp
sonra da onun ne olduğunu anlamaya
çalışıyorlardı. Öldükten sonra onun asla eskisi
gibi olamayacağını anlamıyorlardı. Onlar kadar
zeki insanlar değillerdi.
Onlar için yalnızca öldürmek vardı. Soykırım
ve katliam! Yalnızca zulüm..
Gecenin içinde kadın adama baktı.
Adam diğer adama.
Diğer adam alevlere..
Yazık olacaktı. Onlar diğerlerinden daha
sevecen ve daha akıllı canlılardı. Depremlere,
sele ve kıtlığa dayanmışlar ve bütün bu evrimsel
engelleri teker teker aşmışlardı. Fakat şimdi yok
olmanın eşiğindeydiler. Çünkü diğerleri bunun
böyle olmasını istiyordu. Ve bu böyle olacaktı.
Artık başka yolu yoktu.
Belki de onlar hayatta kalsa ve soyları
tükenmese Dünya denen bu koca gezegen şimdi
bambaşka bir yer olacaktı. Belki de hayalini
kurduğumuz barış, huzur ve refah şimdi bizim
olacaktı. Tüm hastalıkların çaresi bulunacak
(belki bir, aşk acısı hariç), ruhumuza dolan bu işe
yaramazlık, anlamsızlık ve boşluk hissi bir nebze
daha giderilmiş olacak ve çoktan uzak yıldızlara
gidilecekti. Artık birbirimizi öldürmeyecektik.
Uzun ve sivri sopaları çocukların gözlerinden
sokup beyinlerini enselerinden çıkarmayı
sürdürmeyecektik. Böyle bir şeyin ne kadar
anlamsız ve saçma olacağını bilecektik. Böylesi
bir düşünce aklımıza geldiğinde hafif bir
titremeyle sarsılıp unutmaya çalışacaktık. Bu bir
gerçek olmayacaktı. Bunda anlam aramayacaktık.
Cinayetlerde de sebep. Çünkü artık cinayet diye
bir şey de olmayacaktı.
Ancak artık bunları düşünmenin kimseye bir
faydası yok. Hiç yaşanmayacak bambaşka bir
zamandı o. Yoklukta kaldı. Belki de başka bir
boyutta - ki bu bir umuttur..
Kadın adama baktı.
Adam diğer adama..
Diğer adam alevlere..
Geceden daha kara, daha uzun ve ince olan
ağaç gövdelerinin arasından bir SÜRÜ fırladı.
Kadını ve iki adamı oracıkta öldürdüler. Uzun,
sivri sopalarla canlarına okudular. Sonra da
başlarını koparıp sopalarının ucuna taktılar ve
sönmeye yüz tutan alevlerin gölgesinde
dansettiler.
Hiç yaşanmayacak bambaşka bir zamandı o.
Yoklukta kaldı.
Yine de bu hikaye hala yazılabiliyorsa, hala
umut var demektir.
Hala var bir şans.
Not: Homo sapiens dışında da insan türlerinin
bir zamanlar Dünya üzerinde yaşamış olduğu
fosil verilerine bakılarak anlaşılmış bilimsel bir
gerçektir.
KARADAĞ
Tahsin Yıldırım bu tüneli bitirmek
zorundaydı!
Sapsarı, geniş ve sıcak arazide kamyonlar
gidip geliyordu. Delgeçli, burgaçlı, paletli,
kepçeli dev makinalar tarih öncesi çağların
korkunç yaratıkları gibi insanların arasında
hareket ediyor, kesiyor, deliyor, parçalıyordu.
Birkaç ay öncesine kadar huzurlu, sessiz ve sakin
bir bölge olan, Karadağ’ın eteğiyle Sarıkır’ın
birleştiği yerdeki bu çorak topraklar, şimdi bir
savaş gürültüsüyle çalkalanmaktaydı. İnsanla
doğa arasında sürüp giden bir savaştı bu. Karadağ
kıpırtısız ve katı varlığıyla insanlara direniyordu.
İnsanlarsa, zekalarının ürünü olan makinalara
güvenerek küstahça Karadağ’a meydan
okuyorlardı. İş makinalarının büyük kalabalığı
çok yukarılardan bakınca bir arı kovanı ya da bir
karınca yuvası gibi görünüyordu. Makinalar
sürekli hareket halindeydiler. Adeta bir ölüm
dansı, bir cinsel tören gibiydi bu: Araçlar
paletlerinin ve büyük tekerleklerin üzerinde bir
ileri bir geri, bir ileri bir geri gidiyorlardı. Kum
çıkar, kum taşı, kum at! Del, kaz, kum çıkar..
Kum çıkar, kum taşı, kum at! Bir ileri bir geri..
Bir ileri bir geri.. Adeta bir ölüm dansı.. Bir cinsel
tören.
Tahsin Yılmaz koordinasyon merkezinde
projeyi bir masanın üzerine yaymış ve ellerini
krokilerin üzerine bastırarak bir mühendis duruşu
almıştı. Düşünceliydi. Arada bir başını kaldırıp
neredeyse yarılanan tünel inşaatına bakıyor, sonra
da başını iki yana sallayarak mırıldanıyordu:
“Allah kahretsin.. Rezalet!”
Projenin tam altı hafta gerisindeydiler.
Yakında Ankara’dan homurdanma sesleri
gelmeye başlardı. Zaten seçimler yaklaşıyordu.
Her zamanki gibi yine iktidar değişecekti. Yeni
gelen adamlara kim laf anlatacak ki? Onlar
yalnızca önlerin konulan kağıtlarda yazılı olanlara
bakarlar. Tahsin Yıldırım’ın bu projeyi
zamanında tamamlayabilmek için gösterdiği
insanüstü çabayı onlar nereden bilecekler.. Bütün
o yaptıklarını.. Çoluğunu çocuğunu İzmirlerde
bırakıp buraya geldiğinden beri, aylarca tozun
toprağın içinde ve güneş denen şu kanlı belanın
altında sabahın altısından gecenin on birine kadar
çalışıp didindiğini.. Yanında çalışan işçilerin ne
beceriksiz, ne içten pazarlıklı, ne laftan anlamaz
adamlar olduklarını.. Tahsin Yıldırım’ın herşeye
rağmen şu ana kadar burada, bu adamlarla ve bu
maddi yoksunluklar içinde gösterebilecek en
büyük çabayı gösterip, herşeye rağmen yine de
aslında iyi bir verim aldığını.. Nereden bilecekler!
Onlar yalnızca önlerin konulan kağıtlarda yazılı
olanlara bakarlar. Böyle durumlarda ilk olarak
idari kadro değiştirilir. Yani Tahsin Yıldırım..
“Nereden bilecekler! Bizi tanıyan kimse de
kalmadı anasını satayım.”
Tahsin Yıldırım kendini büyük bir boşlukta
hissetti. Ellerini masanın üzerinden çekip beline
koydu. Sağ avucuyla alnının terini sildi. Başını
kaldırıp ovaya baktı.
Kamyon tekerlerinin kaldırdığı beyaz toz,
ince bir sis tabakası halinde manzarayı örtüyordu.
Bu tozun ardında ova, geniş, sarı ve dümdüzdü.
Hayat belirtisi yoktu. Sapsarı otlar ve güneş bir
çöl kadar sıcaktılar. Sıcak öylesine yoğun ve
etkiliydi ki hava bu sıcaklar yüzünden dalga dalga
görünüyordu. Sıcaktan sanki Dünya sarsılıyordu.
Hepsi bir rüya gibiydi: Toz, duman, ova, güneş,
kamyonlar, işçiler, işçilerin uzaktan gelen sesleri,
kamyonların gürültüsü. Rüya gibiydi..
Bu rüyanın içinde Tahsin Yıldırım bir hayal
gördü.
Gördüğü hüzünlü bir kızdı: Ovanın ortasında,
yüzlerce metre ötede, yarıboy uzunluğundaki ölü
otların içinde küçük bir kız çocuğu ayakta
duruyordu. Başında beyaz bir örtü vardı. Şalvar
giymişti. Bu uzaklıktan gözlerinin görünmemesi
gerekirdi ama Tahsin Yıldırım kızın gözlerin
gördü. Bu gözler öfke ve kızgınlıkla ona
bakıyordu. Küçük kız sağ elinin işaret parmağını
ağır ağır kaldırarak adama doğru çevirdi. Kaşları
çatık.
Tahsin Yıldırım gözlerini kırpıştırarak irkildi
ve başını hızla iki yana sallayarak silkindi.
Ovanın ortasında kızı gördüğünü sandığı noktaya
baktı. Görüntü kaybolmuştu.
Adamın tüyleri diken diken olmuştu.
Gözlerini yere indirdi. Başını tekrar kaldırıp,
ovaya tekrar bakmadı. Küçük kızı yine orada
görürüm diye korkuyordu. Tuhaf bir şekilde,
sanki bilinçaltında bu gördüğü hayalin aslında ne
anlama geldiğini biliyordu. Havanın sıcak
olmasına rağmen ürperdi. Sağ avucuyla alnının
terini sildi.
Tüm bunların sebebi bu sıcaklar olmalıydı.
Sıcaklar, toz duman, ışık. Gün ortasında görülen
hayaller, rüyalar, ayakta uyumak: Bunlar pek de
öyle hayra alamet olan şeyler değildi. Prefabrik
kulübesine gidip biraz dinlenmeye karar verdi.
Kaç gündür doğru dürüst uyku yüzü gördüğü
yoktu. Yorgunluktan hayaller görmeye başlaması
gayet doğaldı. Doğal fakat sağlıksız..
Odasına girdi. Küçük masanın üstünde
ailesiyle çektirdiği bir resim vardı. O resmi eline
aldı. Islak gözlerle resmi inceledi. Sonra resmi
dudaklarına götürüp resimdekilere birer öpücük
kondurdu. Oğluna.. Kızına.. Karısına.. Resmin
camında dudaklarının izi kalmıştı. Gömleğinin
kenarıyla bu izi sildi.
Karyolanın kenarına oturdu. Küçük, kare
camlardan odaya bembeyaz bir ışık doluyordu.
Camları örttü.
Sessizce yatağına uzandı ve gözlerini yumdu.
Uykuya daldı.
Küçük kız sessizce odaya girdi. Kızın gözleri
yoktu. Gözlerinin yerinde oyuklar vardı. Odaya
girdi. Karanlık odada Tahsin Yıldırım tümüyle
savunmasızdı. Kızın soluk, beyaz yüzü karanlığın
içinde hafifçe parlıyordu. Kız sessizce adamın
yanına sokuldu. Elinde bir bıçak vardı. Bıçağı
havaya kaldırdı ve dudaklarının arasından bir
yılan tıslaması çıkararak havayı yardı. Ve bıçak
indi.
Tahsin Yıldırım ovanın ortasında uyandı. Kan
ter içindeydi. Başını hızla eğerek kızın bıçağı
sapladığı yere baktı. Elleriyle yokladı: Hiçbir şey
yoktu! Hiçbir şey! Tanrıya şükür!
Peki şimdi neredeydi? Başını kaldırıp ileri
baktı. Tünel çalışmaları ve kamyonlar ötedeydi.
Kamp yeri ötedeydi. Tahsin Yıldırımsa ovanın
ortasında, kavruk, ölü otların arasında, kamptan
yüzlerce metre uzaktaydı. Neden sonra burasının
kızın hayalinin ona ilk göründüğü yer olduğunu
anladı. Dehşete kapıldı. Hızla ayağa fırlayıp
etrafına baktı. Hiç kimse yoktu. Hiç kimse!
Tanrıya şükür!
Bulunduğu yerde şimdi öğle vaktiydi. Güneş
tam tepedeydi. Hava sıcaktı. Oysa ileride, kamp
yerinin olduğu yerde neredeyse akşam olmuştu.
Alacakaranlıkta kamyonların gölgesi iyice
uzamıştı. Dağın ardında turucu bir güneş
batıyordu. Başını kaldırıp yukarı baktı. Tepedeki
güneş sarı ve sıcaktı.
Sessizce konuştu çocuk: “O ölü değil!”
Tahsin Yıldırım büyük şaşkınlık ve korkuyla
küçük kızın hemen yanıbaşında durduğunu gördü.
Kızın gözleri yoktu. Gözlerinin yerinde iki tane
kapkara ve ışıksız çukur vardı. Baş örtüsünün
altından saçlarının sarıya çaldığı görünüyordu.
Küçük kız tekrar konuştu: “O sizden büyük.
Hepinizi öldürecek!”
Tahsin Yıldırım bu sözlere öfkelendi.
Korkusunu unutmuştu. Hem şimdi artık küçük
kızın gözleri de vardı. Çocuksu büyük, adamın
suratına bakıyorlardı. Kız bu sefer, küçük
çocukların mantıksız, çocukça iddialarını dile
getirdiği o ses tonuyla konuşmuştu. Bir çocuk
hırsıyla. Üstelik bu seste tuhaf bir biçimde tanıdık
bir tını da vardı. Belki de çok eskiden tanıdığı bir
çocuğun sesiyle konuşuyordu küçük kız.
Tahsin Yıldırım konuştu: “Demek bizi
öldüreck. Öldürsün de görelim! Öldürsün de
görelim!”
Dağa dönerek haykırdı: “Seni alt edeceğim
Karadağ! Seni yeneceğim!”
Kız birden bıçağı kaldırıp, çatallı, boğuk bir
yaşlı kadın sesiyle adama bağırdı: “Kafir!”
Ve bıçak indi.
Tahsin Yıldırım uyanarak hızla yatağında
doğruldu. Tedirgin bakışları karanlık odanın
içinde dolaştı. O beyaz yüzü arıyordu. Aceleyle,
titreyerek yataktan fırladı ve hızla perdeleri açtı.
Gözlerini kamaştıran ışık odaya dolarken ardına
dönüp odanın içine baktı. Küçük kızın hayalini
orada bulmaktan korkuyordu. Korkudan bir an
nefesi kesildi.
Odası boştu.
Tuttuğu nefesi büyük bir rahatlamayla bıratı.
Odası boştu! Tabi ki!
Yorgunluk ve uykusuzluk insana neler
düşündürüyor. Yine de gerçek hayatın da
kabuslardan çok farklı olduğu söylenemez.
Küçük hortlak kız yok ama bürokratlar hala
oradalar! Elleri Tahsin Yıldırım’ın ipini
çekecekleri zamanı bekliyor. Bu ellerde bıçak
değil, mürekkepli kalemler var. Kılıçtan keskin..
Tahsin Yıldırım lavaboya gidip yüzüne biraz
su çarptı. Aynaya bakarken hala, acaba arkamda o
kızı görür müyüm diye korkuyordu. Tabi kimseyi
görmedi. Bu korkusuna kendi de güldü. Hala
basit bir rüyanın etkisinden kurtulamamıştı.
Halbuki onu dışarda çok daha çetin işler
bekliyordu.
Dışarı çıktıı. Hava henüz aydınlıktı. Anlaşılan
yalnızca iki saat kadar uyumuştu. O da rahatsız ve
kabuslu bir uykuydu. Fakat aynı zamanda da
derin ve dinlendiriciydi. Şimdi kendini daha iyi
hissediyordu.
Kamyonlar aralıksız gidip geliyordu.
Delgeçler dağı delmeye devam ediyordu.
Burgaçlar kayaları un ufak ediyor, kepçeler de
taşa toprağa dönüşen kayaları kamyonlara
yüklüyordu. İşçilerin suratı ifadesizdi. Yorgun ve
sıkıntılıydılar. Günde on iki saat çalışıyorlardı.
Hiç kimse dağın farkında değildi.
Gökyüzünden onları seyreden kuş sürülerinin..
Yalnız şahinlerin.. Çamurlu göletlerde sıçrayan
kurbağaların.. Farelerin.. Köstebeklerin..
Böceklerin.. Solucanların.. Renkli ve kokulu o
binlerce çiçeğin.. Ağaçların.. Yaprakların..
Bulutun.. Farkında değildiler.
Onlar sadece o dağı delmek istiyorlardı. Bunu
yaparken ezdikleri böcekleri görmüyorlardı.
Bozulan kuş yuvalarını.. Mahvolan kelebekleri..
Yamyassı olan çiçekleri.. Saygı göstermiyorlardı.
Biraz olsun dikkat etmiyorlardı. Biraz yandan
geçmek varken tam üstüne gidiyorlardı. Bu
doğanın içinden çıkarıp yine bu doğanın ateşiyle
erittikleri demirlerden yaptıkları, tarih öncesinde
yaşamış yaratıklar kadar büyük ve kuvvetli
araçlarla (ki bu araçları onlar, yine doğanın
kendilerine bahşetmiş olduğu o harikulade
zekalarını kullanarak üretmişlerdi) bu doğayı
mahvediyorlardı. Çünkü dağı delmek istiyorlardı.
Tek istedikleri buydu. O dağı delmek!
Tahsin Yıldırım hiçbir şeyin farkında değildi.
O, projelerin, bürokrasinin, Ankara’nın, tozun,
toprağın ve güneşin içinde kaybolup gitmişti. Bu
kargaşanın içinde çokluk, hasretini bile
anımsamıyordu. Hırslı ve kararlıydı. Onlar onu
işinden etmeden önce o bu dağı delecekti! Tüneli
açacaktı! Yolu bitirecekti!
Ne rüyayı hatırladı, ne de çocuklarını.. O
sırada yıllar önce karısına nasıl aşık olduğunu bile
hatırlamıyordu. Aklında tek bir şey vardı: O dağı
delmek!
Fakat bunu yapmasına izin verilmeyecekti.
Bu sefer gündüzdü.. Rüya değildi.. Uykusunu
almıştı.. Zindeydi, kendindeydi.. Ve yine o kızı
gördü.
Ağzı korkuyla açıldı. Gözleri büyüdü.
Sırtından soğuk terler boşandı.
Bu sefer kız ona onu ilk gördüğü
zamankinden çok daha yakındı. Birkaç metre
ötesinde.. Projenin üstüne yayıldığı masanın, yani
gerçeğin, birkaç metre kadar önünde..
Yavrucak sessizce gülümsedi.
Bir deprem başladı.
Ve dağ yürüdü.
VAN
En kötüsü de şu başbelası sivrisineklerdi!
Karanlığın içinde yapışkan, aptal ve yavaş,
uçuyorlardı. Bir tanesini kovuyor, hatta
öldürüyordunuz, fakat hemen onun yerine birkaç
tane başka sinek birden üşüşüyordu. Baştan
kaybedilmiş bir savaştı bu. Bu küçük yaratıklar
kelimenin tam anlamıyla, kana susamışlardı.
Umarsızca Dünya’nın efendisi olan insanların
üzerine konuyor ve küstahça onların kanlarını
emmeye yelteniyorlardı. Verdikleri rahatsızlık
umurlarında bile değildi. Çok düşüncesizdiler.
Van Gölü denen bu mağrur, esrarlı ve kutsal
oluşum, Artos ve Süphan dağlarının arasında
sessizce uzanıyordu. Araştırma gurubu on iki
günden beri gölün kıyısında kamp yapmaktaydı.
Gölün sodalı sularına dalıp irtifa dalışı tabloları
çıkarıyorlardı. Araştırmanın diğer bir amacı da
göldeki hayatı incelemekti. Bu konuda fazla
zorluk çekmeyecekleri kesindi, zira gölde
yaşayan gözle görülür en büyük canlı, insanlardan
kaçmamasıyla ünlü incikefali balığıydı. Onun
dışında gölde yaşayan balık yoktu. Onun da bu
ortamda yaşıyor olması aslında bir mucizeydi.
Çünkü göl çok tuzlu ve bazikti. Suyun pH değeri
biraz daha yüksek olsaydı elinizi içine
soktuğunuzda derinizin yanarak soyulduğunu
görecektiniz.
Ahmet Kemal araştırma ekibinin başındaydı.
Sivrisineklerden ve gölün esrarengiz, hatta
tehlikeli sayılabilecek havasından bıkmış
usanmıştı. Gölün korkunç ıssızlığında insanı
tedirgin eden bir şeyler vardı. Bir kere bu göl
‘ölüydü’. İçinde tuhaf bir balıktan başka hayvan
yaşamıyordu. Gölün üzeri bomboştu. Tek bir
feribot seferiyle birkaç balıkçı teknesinin dışında
gölün durgun yüzeyi yalnızlığına mahkumdu.
Zaten bin altı yüz metreden daha yüksekte böylesi
bir gölün var olması bile insanı şaşırtan ve
tedirgin eden bir şeydi. Üstüne üstlük gölün
içinde renkli bir hayatın, bir yaşam cümbüşünün
sürdüğünü göremiyordunuz. Bu da işin tuzu
biberi oluyordu. Bu göl ölüydü. Hem Ahmet
Kemal zaten oldum olası göllerden pek
hoşlanmazdı. Suyu değiştirilmeyen akvaryumları
anımsatırdı ona göller. Bir de göl kıyısında
işlenen cinayetleri.. Belki de böyle düşünmesine
seyrettiği bazı filmler neden oluyordu. Göl
kıyısında seri cinayetler işleyen sapık katillerle
ilgili bazı korku filmleri..
Araştırma gurubu, araştırma gezisinin on
üçüncü gününün akşamı bir gece dalışı yapmaya
karar verdi. Malzemeyi yüklenip kıyıya
götürdüler. Hazırlıklar tamamlandı. Işıklar
yakıldı. Suya daldılar.
Gölün ölü suları gecenin karanlığında
korkunç bir kabus gibiydi. Aslında burada ne
katiller, ne köpek balıkları, ne de piranalar vardı.
Fakat en derin, en güçlü korku, yani bilinmezlik
korkusu, hemen yanıbaşlarındaydı. Karanlıkta
suyun yalnızca ellerindeki fenerlerle aydınlanan
kısmını görüyorlardı. Onun dışında suda ne var,
bilemiyorlardı. Orada her şey olabilirdi: Yıllardır
kayıp olan bir çocuğun iskeleti, ayağınıza takılıp
sizi dipte tutarak boğulmanıza neden olacak bir
çapa, girdaplı, derin bir çukur, suyun altında
yatan paslı bir araba, kedi ölüleri, mayın. Her şey
olabilirdi. Çünkü o bilinmeyendi. Parlak gün
ışığında gördüğünüz zaman, bir dönüp
bakmayacağınız, ilgi göstermeyeceğiniz şeyler,
bu karanlık Eylül akşamında başka bir dünyadan
ya da geçmiş çağlardan, hatta başka bir dünyanın
geçmiş çağlarından fırlayıp gelmiş garip, yabancı
cisimler gibi görünüyorlardı. Feneri belli bir yöne
çevirdiğiniz zaman orada neler olduğunu yapay,
beyaz bir ışıkta görüyordunuz, fakat geriye kalan
her şey birdenbire karanlığın içinde kalıyordu.
Sizin bunu böyle yapmaktan başka çareniz yoktu.
Fakat bu böyle olunca kaçınılmaz olarak, biraz
önce açık saçık gördüğünüz yer yeniden nice
gizleri saklayan esrarlı bir bölge olup çıkıyordu.
Belki de dev bir canavar ona yönelttiğiniz ışıktan
kaçıp şimdi buraya sığınmıştı.
Sudan çıktılar. İncikefali balıkları suyun
altında her zamanki yaşantılarını, şimdi onları
izleyen ve fotoğraflarını çeken bu iri, paletli,
gözlüklü, tüplü, tuhaf yaratıkların varlığına
rağmen fazla bir değişiklik yapmadan
sürdürüyorlardı.
İçlerinden biri hariç.
Ahmet Kemal bir balıkçı teknesinin
uzaklardan geçtiğini gördü. Teknede yanan
fenerler gölün yüzeyini biraz olsun
aydınlatıyordu. Bir radyoda çalan bir türküyü
duydular. Gecede çalan bu şarkı sudaki
dalgıçların, özellikle de Ahmet Kemal’in,
yalnızlıklarının farkına varmalarına yol açtı.
Hüzünlü bir kadın sesi bin altı yüz metre
yükseklikte bir gölün içinde, bu Eylül gecesinde
yüzerken duydukları yalnızlığı büyüttü, büyüttü
ve en sonunda dayanılmaz bir hale getirdi. En
azından Ahmet Kemal için. Ahmet Kemal’in bir
ailesi yoktu. Hayatı boyunca sadece tek bir kadını
sevmişti. Onu da kaybetmişti.
Gece karanlıktı. Gözlerinin dolduğunu kimse
görmedi.
“Siz çıkın. Ben geliyorum.”
Ahmet Kemal böyle dedi. Balıkçı teknesi,
ışıkları ve müziğiyle hayatı taşıyarak ağır ağır
yanlarından geçip gitti ve uzaklaştı. Adeta
minyatür bir şehir ya da yüzen bir ada gibi
görünmüştü gözlerine. Gecenin içinde
yalnızlıkları öylesine büyüktü.
Sudan çıktı diğerleri. Merakla birbirlerine
baktılar. Ahmet Bey acaba niçin suyun içinde
kalmıştı? Bu saatte incikefalleri bile artık uykuya
dalmıştır.
İçlerinden biri hariç.
Ve o ‘içlerinden biri’ suyun yüzeyine çıkarak
fazla bir ses çıkarmadan Ahmet Kemal’e doğru
yüzmeye başladı.
Dalış ekibindekiler yaratığı farkettiler. Ahmet
Kemal’e var güçleriyle bağırıp adamı uyarmaya
çalıştılar. Ahmet Kemal oralı olmadı. Suyun
yüzeyinde kıpırdamadan durdu. O zaten kendine
doğru gelen şeyi çoktan görmüştü. Uzunca bir
süre önce. Hepsinden önce.
Yaratığın yalnızlığı hissediliyordu. Tarih
öncesinden kalma bu ulu suyun içinde, herkesten
ve her şeyden uzakta, hüzünlü ve huzurlu bir
yalnızlıktı onunki. Ne bir karışanı vardı, ne de
sorumlulukları. Fatura ödemiyordu. Aşk acısı
çekmiyordu. Bir şeyleri zamanında yetiştirmek
için uğraşmıyordu. Hesap vermiyordu. Düşmanı
yoktu. Gölün suyunu içip gölde yaşayan mikro
organizmaları yiyerek hayatta kalıyordu. Tüm
bunların yalnızca tek bir bedeli vardı: Bu tarih
öncesi gölde, bu Eylül gecelerinde, bu sodalı
suyun içinde sürüp giden yalnızlığı.. Öyle bir
yalnızlıktı ki bu, bir eşi benzeri daha en kalabalık
şehirlerde bile görülmemiş henüz..
Fakat Ahmet Kemal yalnızlığa alışkındı. Ve
bu bedeli ödemeye, o çoktan razıydı.
Suya daldı Ahmet Kemal.
Bir daha da hiç çıkmadı.
Araştırma gurubundakilerin geceyi bölen
çığlıkları, suya girerek Ahmet Kemal’i bulmaya
çalışmaları, bulamamaları, sonra şehre dönüşleri,
cenaze töreni, Eylül, hüzün ve yalnızlığınız, hepsi
de berbat şeylerdi..
Yine de en
sivrisineklerdi!
kötüsü
şu
baş
belası

Benzer belgeler