İSTANBUL BULUŞMALARI - TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul

Transkript

İSTANBUL BULUŞMALARI - TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul
TMMOB
Şehir Plancıları Odası
SEMPOZYUM:
İSTANBUL BULUŞMALARI
“Belirsizlik Ortamında İstanbul’un
Planlama Gündemi”
8–9 Ekim 2008
Yayına Hazırlayanlar
Yrd. Doç. Dr. P. Pınar Özden
Yılma Karatuna
Gökçen N. Taşkın
EKİM, 2009
İSTANBUL
Basım Yeri ve Yılı
İstanbul, Ekim 2009
Baskı:
Kurumsal Baskı Hizmetleri
ISBN:
978-9944-89
İletişim ve Sekretarya
TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi
Adres
Çıkmazı Sok. No: 1/1 Beşiktaş
: Emirhan Cad. Bayındır
Tel
212 288 99 60
: 0 212 275 43 67 – 0
Faks
: 0 212 272 91 19
GSM
: 0 533 372 84 32
e-posta
: [email protected]
Web adresi
: www.spoist.org
TMMOB Şehir Plancıları Odası yayınıdır. Bütün hakları saklıdır.
Bu eserin bir kısmı veya tamamı TMMOB Şehir Plancıları Odası’nın
izni olmadan, hiçbir şekilde çoğaltılamaz, kopya edilemez.
İSTANBUL BULUŞMALARI 2008
PROGRAM
Yer:YTü Oditoryumu
BİRİNCİ GÜN
08 EKİM 2008 Carşamba
09:45-10:15
Kayıt işlemleri
10:15-10:45 AÇILIŞ KONUŞMALARI…………………10
Prof.Dr. Zekai GÖRGüLÜ YTÜ Mim.Fak.Dek.
Prof.Dr. Hüseyin Cengİz, YTÜ Mim. Fak. Sehir ve Bolge
Planlama Bolum Bsk.
10:45-11:15
DAVETLİ KONUŞMACILAR………….16
Daniel DROCOURT, Marsilya Tarihi Miras Atöl. Yön.
11:15-12:00 TEMATİK
SUNUŞ…………………………22
Yrd. Doç. Dr. Pelin Pınar ÖZDEN, ŞPOİst II. Bsk.
12:00-13:00 Yemek arası
8
13:00-15:30
Yuvarlak Masa 1: ………………………29
Üst Ölçekli Planlama
Moderatör: Prof.Dr. Ayşenur ÖKTEN, YTÜ
Işıl Nadire Yener, DPT Müsteşarlığı Bölgesel Gelişme ve
Yapısal Uyum Genel Müd.
Ahmet Kindap, DPT Müsteşarlığı Bölgesel Gelişme ve
Yapısal Uyum Genel Müd.
Güzin Kaya, MSGSÜ
Prof. Dr. Betül Şengezer, YTÜ
Doç. Dr. Ferhan Gezici, İTÜ
Hakan Genç, Arkas Holding Müd.
Dinçer Mete, Makina Mühendisi
Fikret Kasapoğlu, İstanbul Vali Yardımcısı
Namık Kemal Döleneken, Şehir Plancısı
Özcan Biçer, Şehir Plancısı
15:30-15:45
15:45-18:15
Çay/Kahve arası
YUVARLAK
MASA
9
2:…………….........84
Kentsel Ölçekli Planlama
Moderatör: Prof. Dr. Güzin KONUK, MSGSÜ
Hasan Büyükdede, İstanbul İl Genel Meclis Başkanı
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali Yüzer, İTÜ
Adnan Gürdal, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı
Prof. Dr. Haluk Gerçek, İTÜ
Asuman Yeşilırmak, Mimar
Zeynep Sindel Buket, DLH
Eyüp Özgüç, 2010 AKBAjansı Genel Sekreteri
Faruk Pekin, Türkiye Seyahat Acentaları Birliği
Tayfun Kahraman, ŞPOİST
09 EKİM 2008 Perşembe
Yer:YTü Oditoryumu
09:45-10:30
DAVETLİ KONUSMACI……………….153
Prof. Dr. George PREVELAKIS, Sorbonne Uni.
10:30-13:00
YUVARLAK MASA 3:…………………161
Tarihi Kent Merkezlerinde Planlama
Moderatör: Doc. Dr.İclal DİNÇER, YTÜ
10
Sait Karabulut, İstanbul 2. nolu KTVKK Üyesi
Mehmet Gürkan, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Cem Eriş, İBB Tarihi Çevre Müdürü
Muzaffer Şahin, İBB Planlama Müdürlüğü
Yrd. Doç. Dr. Gülşen Özaydın, MSGSÜ
Mehmet Erdal, İstanbul Yenileme Alanları KTVKK Başkanı
Prof. Dr. Nuran Zeren Gülersoy, İTÜ
Doç. Dr. Cengiz Can, YTÜ
Ömer Kanıpak, Arkitera
Neşe Ozan, Sulukule Platformu
Yrd. Doç. Dr. Oya Akın, ŞPOİST
13:00-14:00 Yemek arası
14:00-16:30
YUVARLAK MASA 4: ………...........225
Kentsel Dönüşüm Alanlarında Planlama
Moderatör: Prof. Dr. Fulin BÖLEN, İTÜ.
Prof. Dr. Ali Turel, ODTÜ
Yrd. Doç. Dr. Fatma Ünsal, MSGSÜ
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali Yuzer, İTÜ
Uğur İnan, İBB Şehir Planlama Müdürü
Lütfü Altun, İBB Kentsel Dönüşüm Müdürü
11
Kübra Şen, Zeytinburnu Belediyesi
Hacer Bakkal, Zeytinburnu Belediyesi
Celal Erdoğdu, İstanbul Gayrimenkul Değerleme
Gül Deliktaş, TOKİ
Prof. Dr. Gülden Erkut, İTÜ
Ayşe Yazıcı, Mahalle Dernekleri Platformu
Öğr. Gör. Levent Yarar, MSGSÜ
Doç. Dr. Murat Cemal Yalçıntan, ŞPOİST
Ahmet Gün, Tarlabaşı Derneği
16:30-17:15 Çay/Kahve arası
17:15-18:00 RAPORTÖR SUNUMLARI ve SERBEST KÜRSÜ
Yuvarlak Masa 1:
Yrd. Doç. Dr. Yiğit EVREN, YTÜ
Arş. Gör. Dr. Nazire DİKER, YTÜ
Yuvarlak Masa 2:
Yrd. Doç. Dr. Hürriyet ÖĞDÜL, MSGSÜ
Arş. Gör. Dr. Ebru Firidin ÖZGÜR, MSGSÜ
Yuvarlak Masa 3:
Arş. Gör. Dr. Elif ÖRNEK, YTÜ
Arş. Gör. Tolga İSLAM, YTÜ
12
Yuvarlak Masa 4:
Yrd. Doç. Dr. Özlem ÖZÇEVİK, İTÜ
Arş. Gör. Burçin YAZGI, İTÜ
18:00 KOKTEYL VE MÜZIK DİNLETİSİ
13
SUNARKEN…
2000’li yıllar İstanbul için sanayi kentinden hizmet kentine evirilme
sancılarının yaşandığı dönem olarak tanımlanabilir. Ancak üretici
sektörler üzerinden olmayan ve tüketimi tetikleyen bu dönüşüm süreci,
bir taraftan kentsel arsa değerlerini spekülatif olarak artırırken, diğer
taraftan da kenti dünyadaki sosyo-ekonomik ve kültürel yapılanmalara ve
dolayısıyla belirsizlik ortamına çok daha açık hale getiriyor. Bu belirsizlik
ortamı, nüfusu 12 milyona ulaşan metropolün ulaşım ve altyapısının
yönetilmesini zorlaştırırken, bir yandan üst ölçekli ve kentsel ölçekli
planlama süreçlerini bilinmezliğe sürüklüyor, diğer yandan da tarihî kent
merkezlerinin sağlıklaştırılmasını ve merkez ile çeperlerdeki yasadışı
ve/veya sağlıksız konut stoğunun, yenilenmesi süreçlerini tehdit ediyor.
Belirsizlik ortamı, kentin gelişimi bağlamında hem kentte yaşayanlar hem
de yatırımcılar için bir yönüyle fırsat, diğer yönüyle ise tehdit olarak
algılanabilecek
ikili
yapıları
içeriyor.
Buna
karşın
toplumda
sürdürülebilirlik kavramının etkisinin güçlenmeye başlaması ve planlama
sürecine yönelik olarak toplumsal hassasiyetlerin oluşması bu belirsizlik
ortamıyla mücadele için bir fırsat olarak büyümekte.
Bilindiği üzere, İstanbul gerek 1/100.000 ölçekli planlama süreci, gerek
noktasal ölçekli büyük projeler ve gerekse üst ölçekli planlama
kararlarından bağımsızca ele alınan dönüşüm ve yenileme projeleri gibi
konularda büyük belirsizlikler taşıyor. Halen tümüyle üst karar vericiler
tarafından yönlendirilen, bilimsel veriler ve yerel aktörleri yok sayan
yaklaşımlar, yerelleşme yönündeki çabaların önünde önemli bir engel
olarak etkisini sürdürüyor. Bölgesel ölçekte yapılan, ancak kenti
doğrudan etkileyen planlama çalışmaları, deprem odaklı çalışmalar ile
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkentliği süreci konusundaki belirsizlikler
14
de üzerinde durulması gereken diğer önemli gündem konuları arasında
bulunuyor.
Bu çerçevede, 08 – 09 Ekim 2008 tarihlerinde gerçekleştirilen “İstanbul
Buluşmaları”nın ikinci
etkinliğinin
teması,
“Belirsizlik
Ortamında
İstanbul’un Planlama Gündemi” olarak belirlendi. Etkinlik kapsamında,
"Üst
Ölçekli
Planlama,
Kentsel
Ölçekli
Planlama,
Tarihî
Kent
Merkezlerinde Planlama ve Kentsel Dönüşüm Alanlarında Planlama"
temalı dört yuvarlak masa toplantısı gerçekleştirildi. Planlama, hukuk,
yönetim ve bilgi alanı zeminlerinde sürdürülen etkinlik, ilk toplantıda
olduğu gibi ilgili tüm kesimleri bir araya getirerek, konuyu çok yönlü bir
bakış açısı ve ortak akıl geliştirerek gündeme taşımayı, kamuoyuyla
paylaşmayı ve sorunlara çözüm aramayı hedef olarak saptadı.
İstanbul Buluşmaları 2008’in başarıya ulaşmasında yuvarlak masa
toplantılarının moderatörlüğünü üstlenen Prof. Dr. Güzin Konuk, Prof. Dr.
Ayşenur Ökten, Prof. Dr. Fulin Bölen ve Doç. Dr. İclâl Dinçer’in büyük
katkıları olmuştur. Ayrıca, yuvarlak masa toplantılarının raportörlüğünü
üstlenen değerli akademisyenlerimiz, tartışmaların sonuca ulaşmasını
sağlamışlardır. İstanbul Buluşmaları 2008’in gelecek buluşmalara katkı
sağlamasını umuyor, gelecekte de devamını diliyoruz.
İstanbul Buluşmaları 2008 Bilim ve Düzenleme Kurulu adına,
Yrd. Doç. Dr. Pınar ÖZDEN
15
TMMOB
ŞEHİR PLANCILARI ODASI
İSTANBUL BULUŞMALARI
“BELİRSİZLİK ORTAMINDA İSTANBUL’UN
PLANLAMA GÜNDEMİ”
BİRİNCİ GÜN: 8 Ekim 2008
Sayın dekanım, sayın bölüm başkanları, sayın oda başkanları,
değerli meslektaşlarımız, değerli konuklar, sevgili öğrenciler; “Belirsizlik
Ortamında
İstanbul’un
Planlama
Gündemi”
konulu
İstanbul
Buluşmalarına hoş geldiniz. Açılış konuşmasını yapmak üzere Yıldız
Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölüm
Başkanı Sayın Prof. Dr. Hüseyin Cengiz’i davet ediyorum.
Prof. Dr. HÜSEYİN CENGİZ- Teşekkür ederim. Sabah herkes
yoldan geldi, epey kalabalık görüyorum. Günaydın diyerek sözlerime
başlamak istiyorum. Sayın Dekanımız, Sayın Bölüm ve Oda Başkanları,
üniversitelerimizin değerli mensupları, değerli konuklar ve sevgili
öğrencilerimiz, hepiniz tekrar hoş geldiniz. Bilindiği gibi İstanbul
günümüzde sanayi sonrası küresel hizmet kenti olma koşutunda yeniden
yaratılma süreci yaşamaktadır. İstanbul’un daha önce çok hızlı olarak
yaşadığı, doğal kaynaklar ve çevre kapsamında ağır bedeller ödediği
hızlı sanayileşme ve kentleşme sürecine benzer bir süreç, çok hızlı,
çarpık
ve
bütüncül
planlamalardan
yoksun
olarak
yeniden
yaşanmaktadır. Sanayileşme, hızlı ve çarpık kentleşme sürecinde
yasadışı
olarak
gelişmekte,
aşılmaması
gereken
doğal
eşikleri
aşmaktadır. Yatayda gelişme alanlarını yitiren İstanbul
16
metropolü, düşeyde saçaklanarak gelişmesini sürdürmekte, ve bu süreç,
dönemin en belirgin özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Metropolün gelecekteki vizyonu kapsamında yeniden yaratılma
süreci tüm iyi niyetler ve çabalara rağmen çok hızlı, bize özgü biçimde
bütüncül
planlamadan
yoksun
olarak
belirsizlik
ortamında
gerçekleşmektedir. Yatırımcılar için parçacıl planlama çok acele, hızlı,
“islim
sonradan
gelsin”
biçiminde
planlama
anlayışı
hükümet
politikalarının özellikle ulaşıma ilişkin alınan kararlarının mekana
yansıtılması bu dönemin en belirgin özelliği olarak, ancak üst ölçekli ve
çeşitli ölçeklerdeki planlama kademelerine uç vermeyen, planlama
açısından en belirsiz özellikleri olarak dikkat çekmektedir. Bu yıl ikincisi
Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama
Bölümü’nün ev sahipliğinde gerçekleştirilecek ve iki gün sürecek olan
İstanbul Buluşmaları’nda, güncel planlama sorunlarından yola çıkılarak,
belirsizlik ortamında İstanbul’un planlama gündemi dört ana başlık
altında yuvarlak masalara yatırılarak, tartışmaya açılacaktır.
Belirsizlik ortamında kesinlikle belli olması gereken konu,
metropolün aşılmaması
gereken doğal
eşiklerinin korunması
ve
kullanılması konusunda ilkeleri saptayan ve her ölçekteki planlamaya
girdi verecek olan, “metropolün vazgeçilmez eşik planlaması”dır.
Sözlerimi 2008 İstanbul Buluşmalarının gerçekleşmesi koşulunda maddi
ve manevi emek ve destek veren tüm kurul, kurum, kuruluş ve kişilere ev
sahibi olarak Düzenleme Komitesi adına teşekkür ediyor, bu buluşmanın
ülkemize
ve
katılımcılara
İstanbul
başarılar
metropolüne
diliyorum.
yararlı
Hepinize
olması
sevgi
ve
temennisiyle
saygılarımı
sunuyorum. Teşekkür ederim.
17
SUNUCU- Açılış konuşmasını yapmak üzere Yıldız Teknik
Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekanı Sayın Prof. Dr. Zekai Görgölü’yü
davet ediyorum.
Prof. Dr. ZEKAİ GÖRGÜLÜ- Efendim, hepinize günaydın.
Sizleri bir kez daha üniversitemizde ağırlamanın keyfi içerisinde fakültem
adına sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Tabii umuyorum ki, bu toplantı
başarıya ulaşsın, her toplantıdaki dileğimiz budur ya da sonuçlarından
bizim dışımızda birileri yararlanabilsin. Amaçlardan biri de bu, ama bu
konuda çok umutlu muyum? Çok da umutlu değilim. Ben hiç karamsar ya
da umudunu yitiren insan olmamışımdır birçok konuda, ama özellikle son
10 yıla baktığımızda bu galiba birazcık daha somutlaştı, birazcık daha
öne çıkar gibi oldu.
Böyle baktığımızda gerçekten biz planlama adına belirsizlik
ortamı yaşıyoruz. Genelde tüm aktörleri kapsayacak şekilde yoksa bu
belirsizlik ortamı başka akademiye olmak üzere bizim gibi düşünen ve o
düşündüğünü, yani aklı egemen kılmak, bilimi egemen kılmak adına ve
onu pratiğe dökmek adına düşünen insanların yaşadığı bir belirsizlik mi?
Galiba ikincisi, çünkü baktığınız zaman bu işi sürdüren yönetsel erki
elinde tutan kesimler, tarihsel süreç içinde de, cumhuriyet döneminde de
baktığınızda -ülkenin yaşadığı eklemlenme süreçlerindeki belirsizlikler
dışında- yapacaklarını planlama adına çok kararlı yaptılar. Bu da
sürüyor, o anlamda bir belirsizlik yok. Son yaşadığımız örneklere
baktığımızda Sulukule belirsiz midir, Galata belirsiz midir, Haydarpaşa
belirsiz midir? Kamuoyuna da yansıyan popüler olan örneklere
baktığınızda bunlar son derece nettir. O anlamda planlama yasal
tabanını bulmuş mudur? Bulmuştur. Tüm kesimlere mi dönmüştür olay?
Hayır dönmemiştir. Sınırlı aktörlerle mi yapılmıştır? Evet, sınırlı aktörlerle
yapılmıştır. Biz hep bu tarafa doğru çekmeye çalışıyoruz,
18
kendimiz o sürece eklemlenip gerçekten dürüst ve ahlaklı bir tavır
içerisinde planlamayı gerçek anlamında bir yere taşıyalım, gelin beraber
yapalım dediğimiz zaman da onu çoğunlukla kapalı görüyoruz. Açık mı o
kanallarımız? Değil. Öyle baktığımda dediğim gibi bu belirsizliği, bu
temayı ben kendi adımıza çok önde diye düşünüyorum. O anlamda da
bütün dileğim şu: Biz buna ne kadar dayanacağız? Bu belirsizlik yakın bir
süre içerisinde bizler adına yine de umutsuzluğa dönüşmemek
durumundadır, yine de bunu sürdürmek zorundayız. İşin bizler açısından
bence son noktada tıkandığı yer bu olacak gibi gözüküyor, ama yine de
şu anda sınırlı aktörlerle buradayız, yine de buna rağmen izin vermemek
durumundayız
kendi
kendimize
diye
düşünüyorum
sevgili
meslektaşlarım.
Bu toplantı önceden planlandı, ama şu anda günümüze
baktığımızda gerçekten küresel sistem adına ciddi bir kriz var. Her gün
dinliyoruz, bu bekleniyordu, çok sürpriz değildi, ama mesela, orada
enteresan gelişmeler var. Acaba onlar bizi ve planlamayı, mesleğimizi,
ülkemizi nereye taşıyacak? Herhalde çok somut belirsizlik böyle bir
noktada duruyor gibi, galiba şu bitiyor: Bakın, çok enteresan, bize sürekli
“yeni politikalardan vazgeçmeyeceksiniz; tüm sorunlarınızı küresel süreç
içerisinde, serbest piyasa ve serbest pazar içinde çözeceksiniz” diyen
küresel söylemin merkezi ülkeler muhteşem bir devletçi politika
içerisinde, devletin gücüyle, devletin sübvansiyonuyla bunu çözmeye
çalışıyorlar ve onlar bize göre “boş verin planlamayı, her anlamda
planlamayı boş verin” diyen, ama kendileri son derece güçlü bir planlama
geleneğine ve uygulamasına sahip olan ülkeler olmasına karşın şimdi
bunu yapar durumdalar. Peki, bu acaba bizleri nereye götürecek ve bu
bağlamda planlama bundan nasıl etkilenecek? Ülkemiz nasıl etkilenecek,
kentlerimiz nasıl etkilenecek? Galiba şu bitiyor sevgili arkadaşlarım, öyle
gibi gözüküyor, tabii şimdi ortalık biraz toz duman, belki kısa
19
bir süre sonra biraz daha somut konular üzerinde konuşulabilecek, ama
acaba bu tek kutupluluk sürecek mi? Başka merkezler mi çıkacak? O
merkezler çıktığında küresel ilişkiler nereye gelecek? Kentlerin rolleri ne
olacak? Hâlâ bu yarışma bu boyutuyla bu vahşiliğiyle mi sürecek?
Kentler hâlâ bu vahşiliğiyle mi buradan pay almaya çıkacaklar, yoksa
biraz daha kutupların arttığı bir dünya mı olacak? Bunlar hakikaten şu
anda belirsiz. O zaman biz belki kısa bir süre sonra başka şeyleri
konuşmaya başlar hale geleceğiz, ama net olan galiba bir şey var: Dün
akşam sevgili İclâl Hocayla konuşuyorduk, öyle bir şey söylemiştim. Yeni
tüketim normları ve formları galiba değişecek, artık 2 lira kazanıp 10 lira
harcayacağınız bir ortam yok. O zaman o kentler ne hale gelecek?
Çünkü bakın, çok etkilenen örneklere baktığınızda hep gayrimenkul
eksenli, bütün birikimini ona dayamış olan bankalar sistemi öncelikle
etkilenmeye başladı, önce onlar çöküyor. Şimdi neye dönmeye
başladılar? Aman mevduat, aman yatırım dursun, aman mevduat
toplayalım. Yani parayı başka türlü tutmaya çalışmak, o zaman bizde çok
daha kolay sorgusuz sualsiz bir anlamda çok kolay yasal taban bularak
uygulanan bu örnekler sonlanma demeyeceğim, ama bizlerin çabalarıyla
belki birazcık daha şeffaf, birazcık daha akılcı, birazcık daha bilimin
egemen kılınabileceği süreçler çıkabilir diye de böyle bir umudu
taşıyorum. O anlamda da başta evet, şimdi çok somut bir belirsizliğin
içerisindeyiz. Onu yönlendirebilmek adına galiba biraz biraz başka şeyleri
konuşuyor olmamız lâzım.
Şunu da biraz netleşecek gibi görüyorum: O 2 lira, 10 lira
örneğini öyle verdim sevgili arkadaşlarım, artık galiba ürettiğinizden
fazlasını tüketemeyeceksiniz. Hatta daha azını tüketmek zorundasınız. O
zaman bu da kent adına da, yatırımlar adına da o kentte yaşayanlar
adına da, ülke adına da galiba bizi farklı süreçlerle biraz daha karşı
karşıya getirecek ve umudum odur ki, bu bizde birazcık daha
20
şeffaflığı getirebilsin. Çünkü biliyorsunuz şeffaflık geldiği sürece,
yolsuzluk ve yoksulluk hep azalır. Bugün buraya gelirken, üniversiteye
gelirken çok enteresan bir haber okudum, ama çok kısa okuyabildim.
Hangi verilere göre öyle bir araştırma yapılmış bilemiyorum, bakarız
sonrasında tabii, bu şeffaflık konusunda en yüksek puanı Danimarka
almış, notu 9; 1 puan alan Somali ve benzeri birkaç ülke var. Türkiye 4
puanla 58, 60. sıralarda. Kriterlere baktığınız zaman, yani yolsuzluk ve
yoksullukla en az mücadele eden ülkelerden biri, bunların odağında kent
olduğunu düşünürseniz, o kentlerin içerisinde İstanbul’un çok ağırlığı
olduğunu düşünürseniz, o ağırlık içerisinde planlamanın ne olduğunu
ortaya
koyarsanız,
galiba
gelecek
politikalarımız
birazcık
daha
farklılaşmak durumunda kalacak, ama bir kez daha diyorum, bir süre
sonra bu toz duman ortadan kalktıktan sonra mesele netleşecek gibi
geliyor.
Ben o anlamda bütünü biraz böyle algılayarak bu konuya
bakmaya çalıştım. Yoksa toplantının metni okunduğunda, tabii çok
anlamlı, çok derinliği olan konular var. Tartıştığımız konular, ama günceli
yakalamak adına tekrar bunları tartışıyor ve yeniliyor olmak ya da bir
şekilde dinamiklerini bir kez daha gözden geçiriyor olmak çok
önemsenmesi gereken bir iştir. Onun için gerçekten sanayi sektöründen
hizmet sektörüne doğru geçiş, bunun sancıları, burada yaşanan
problemler var. Ama hakikaten kısa bir süre sonra yatırım meselesi çok
öne çıkacaksa, bu noktada hizmet kentinden tekrar sanayi kentine ya da
farklı tür üretimler kentine geçişteki sancılarımız acaba ne olacak
meselesini belki yeniden konuşur hale geleceğiz diye düşünüyorum. Bu
anlamda aklımdan geçenleri sizlerle paylaşmak istedim. Tekrar sizlerle
birlikte olmanın çok keyifli ve güzel olduğunu söylemek istiyorum, tekrar
hoş geldiniz demek istiyorum. Sevgili konuğumuz Daniel Drocourt’a da
teşekkürlerimi sunuyorum hepimiz adına, o da kırmadı bizi,
21
geldi. Biraz sonra da onun konuşmasını dinleyeceğiz. Sevgiyle kalın,
sağlıkla kalın, keyifle kalın. Çok teşekkür ediyorum. (Alkışlar)
SUNUCU- Davetli konuşmacımız Daniel Drocourt’un yoğun
programı nedeniyle akışta bir değişiklik yaparak konuşma sırasını
kendisine vereceğiz, ama öncelikle Daniel Drakor’u sizlere tanıtmak
istiyorum. Kendisi Marsilya Kültür Varlıkları Atölyesi Müdürü, Marsilya
Akademisi Başkanı, Birleşmiş Milletler Çevre Programı Akdeniz Eylem
Programı Yüz Tarihi SİT’ler Programı Alan Koordinatörü, UNESCO kültür
varlıkları eksperi ve aynı zamanda İstanbul’un kültür projeleri direktörü.
Kendisi İstanbul’da bu görevi nedeniyle bulunurken bizi kırmayıp İstanbul
Buluşmalarında konuşmayı kabul ettiler. Kendisine tekrar teşekkür ediyor
ve konuşmasını yapmak üzere kendisini davet ediyorum. Ancak
rahatsızlığı
nedeniyle
kalkamayacağı
için
konuşmasını
yerinden
yapacak, bunu da belirtmek istiyorum.
DANİEL DROCOURT - (TERCÜME)- Merhaba, Daniel Drakor
Fransızca
konuşacağı
için
biraz
yavaşlayacağız,
çünkü
arada
çevireceğim.
Bu sabah Marsilya’daki kültür varlıklarıyla ilişkili kurumlar arası
ilişkiler konusunda bir konuşma yapmam istendi ve bu çok eğlenceli bir
şey değil. Marsilya yalnızca 800 bin kişilik bir kent, dolayısıyla aslında
Beyoğlu Mahallesi kadar; yani İstanbul’la karşılaştırılacak bir ölçeği yok.
İdari yapılanma bizdeki valiliğe denk gelen bir resmi yapılanma, onun
altında bölgesel, yerel yönetim bir senato, bölge senatosu gibi bir
yapılanma, onun altında kent, yani bizim belediye dediğimiz yerel idare,
onun yanında kent yönetimi denilen , meclis gibi seçilerek oluşan bir yapı
daha var ve onun dışında da Marsilya’nın çevresindeki ilçelerle birlikte 17
22
komünel alanı bir araya getiren bir başka yapılanma daha var.
Bizdekinden bile daha karmaşık.
Yakın bir zamana kadar Marsilya kent belediyesi bütün
sorumlulukları üzerine alarak daha bütünsel bir yapı gösteriyordu. Yakın
zamanda kentsel grup, kentsel komünite denilen ayrı bir birim kurularak,
biraz önce bahsettiğimiz seçilerek gelinen meclis yapısı gibi bir
yapılanma
oluşturarak
kentsel
planlamayla
ilgili
şehrin
altyapı
sorunlarıyla ilgili bütün teknik işlevler ve teknik hizmetler buranın
kontrolüne geçti. Kültür gibi, kültür varlıkları gibi daha kentsel, sosyal
yaşama değin konular da belediyenin hizmetleri olarak sürdürülüyor.
Mimari ve kent planlama anlamında bunlar en çok ilginizi çekecek
konulardır. Tabii ki belediyenin, kent belediyesinin yönetimiyle yapılan
çalışmalar var. Fakat bunun dışında da Marsilya’yı, çevresinde yer alan
başka yerleşim birimleriyle -bizdeki ilçeler gibi- birlikte toplu olarak ele
alan yaklaşımlar da var. Kentin çevresini de ilgilendiren konular için
mimari kent planlama ve çevre konseyi diye bir yapılanma söz konusu.
Bu konseyin içinde halk tarafından seçimle gelen kişilerin yanı sıra,
memur olarak, idari birimlerden bu konseye tayin edilmiş kişiler de var.
Ben Marsilya kent belediyesinin mimari danışmanıyım, aynı
zamanda mimarlık ve şehir planlama konusunda yapılan çalışmalara
onay vermek, onları değerlendirmekle yükümlüyüm. Bu görevimin
yanında bağlantılı olduğu için az önce sözü geçen Çevre Mimari ve Kent
Planlama Konseyi’nin de seçilmiş bir üyesiyim. Bu konseyin dışına, yani
kent planlama ve altyapı çevreyle ilgilenen konseyin dışında özel olarak
kültür varlıkları ve arkeolojiyle ilgilenen bir ayrı birim de var. Arkeoloji
işleri bölgesel konseyin merkez yönetimden görevlendirdiği bir yapı
içinde bulunuyor. Bölgesel konsey bizdeki vilayet, yani il konseyine bir
miktar denk geliyor. Onların arkeoloji işlerini denetleyen bir
23
birimi var ve yüzey araştırmalarıyla kent içindeki ve çevresindeki yüzey
araştırmaları ve yapılması gereken kazılara onlar karar veriyor. Örneğin,
İstanbul’un da altı Marsilya gibi tamamen arkeolojik katmanlarla kaplı
olduğu için yapılacak olan her türlü kentsel çalışmada mutlaka yüzey
araştırması ve sondaj yapılıyor olması gerekiyor.
Arkeoloji konusunda çalışabilmek için, kazı yapabilmek için
devletin birimlerinin kesin onayı gerekiyor. Onun dışında da bu kazıyı
yürütecek, sorumluluğunu alacak kişilerin, kurumların ya da kuruluşların çünkü Fransa’da bunu özel sektör de yapabiliyor- bir yetki onayı olması
gerekiyor.
Yani
yetkin
olduklarının
da
gene
devlet
tarafından
onaylanması gerekiyor. Arkeoloji alanı aslında özelleştirildiği için şu anda
birçok ekip kent içindeki bu tür kurtarma kazılarının yanında sondajlar
yapabilmek için birbiriyle rekabet halinde, aynı şekilde inşaatlarda da,
aynı şekilde benzer bir düzen de kültür varlıkları için, özellikle taşınmaz
kültür varlıkları için geçerli. Bunlar da, bunların korunması da devletin
sorumluluğu alında. Fransa’da her bölge için, yani birden fazla kenti içine
alabilecek her bölge için bir yerel organizasyon var. Mimari ve şehir ve
bölge planlamayla ilgili kararların verildiği ve çalışmaların yapıldığı bir
yerel organizasyon var. Bu organizasyonlar sorumlu oldukları bölgede
yapılacak her türlü kentsel planlama ya da mimari çalışması için kültür
varlıkları üzerine ve kültür varlıklarının çevresindeki 500 metreye kadar
olan yerlerde yapılabilecek her şey için görüş bildirmek ve izin vermekle
yükümlüler. Bu belediyenin hizmetleri içinde değil, fakat belediye
hizmetleriyle paralel yürüyen bir sistemdir.
Marsilya gibi büyük kentlerde kültür varlıkları hakkında ne
yapılacağı, bu iki birbirine paralel görüşle saptanıyor: Bunlardan biri
devletin verdiği görüş, ikincisi de belediyeye bağlı mimari danışmanların,
mimari yapının verdiği görüş. Bu iki görüşün ortak hareket
24
etmesiyle kültür varlıkları konusunda ne yapılacağına karar veriliyor.
Küçük ölçekli onarımlarda, devletin koruması altındaki kamusal yapıların
küçük ölçekli onarımlarında şehir ve
bölge planlama ve mimarî
servislerinin görüşü yeterli oluyor. Tarihi eserlerde daha kapsamlı
çalışmalar söz konusu olduğunda bunlar kentin malı bile olsa, kentin
kamu binaları bile olsa devletin koruması altında ve özünde devletin
mülkiyetinde olduğu için orada yapılacak olan çalışmalara, “Tarihi Eserler
Baş Mimarı” ünvanlı kişi ve onun ekibi bu karar veriyor.
Fransa’da liberalleşme her alanda yoğun olarak uygulamaya
konulmaya başlandığı için bu sene başından itibaren, restorasyon
işlerine karar verecek baş mimarlar arasında da bir rekabet oluşmaya
başladı ve artık çok sayıda baş restoratör mimardan teklifler alınarak bu
işler yapılıyor.
Kentsel yönetim anlamında özellikle planlama üzerinde durmak
istiyorum. Kentsel yönetim planlamasında belediye bünyesinde hem
Marsilya’nın çevresini hem de kent merkezini kontrol eden birim var.
Görevleri ve yetkileri arasında her türlü ruhsatı vermek, küçük onarım
ruhsatları,
inşaat
ruhsatları
ve
ikametle
ilişkili
olan
her
türlü
ruhsatlandırmayı ve kontrolü yapmaları görevleri arasındadır. İnşaat
ruhsatı alabilmek için beş ayrı birimin görüşüne ihtiyaç var. Bir inşaat
talebi için hazırlanan dosya öncelikle şehir planlama ofisine geliyor. Bir
ya da iki ay boyunca inceleniyor. Bu sürenin sonunda ön onay veriliyor.
Yeni çıkan bir kanunla bu süre bu kadar kısıtlandı. Dolayısıyla dosyanın
tamamlanması, iznin çıkması için bir-iki aylık sürenin yeterli bir süre
olmadığını düşünüyoruz. Belediyenin içindeki bu birimin bir-iki ayda
yapılması gereken işe paralel biçimde işleyen bir başka kentsel planlama
birimi Bölge ve Kent Planlama Grubu. Belediyeye ait şehir planlama ofisi
bir-iki ay içinde dosyayı tamamlayamadığı için, işi genelde
25
Bölge ve Kent Planlama Ofisine gönderiyor ve orada üç-dört aylık bir
süreye yayılarak tamamlanmaya çalışılıyor. Tüm bu beş değişik servisin ki, bunların içinde hijyenle ilgili servisler de var, itfaiye ve güvenlik
servisler var, sosyal yapıyla ilgili servisler de var- inşaat ruhsatı alınacak
olan alan için görüş bildiriyor olması ve diğer tüm bu gitti-geldiler bir
aydan daha az sürmüyor. Semt belediyesinden görüş alınıyor ve mimari
görüş alınıyor, yani son derece kompleks bir yapı var.
Bütün bu anlattıklarım birazcık yabancı geliyor olabilir, ama
Fransa’da çok başlı bir sistem var. Bizdekinde niye olmasın? O kadar
bölünmüş bir sistem var ki, bütün bu sistemler arasındaki ilişkiler idari
olarak da aynı şekilde yapılanmadığımız için onların katmanları, yani
Türkiye’de il, Büyükşehir Belediyesi ve diğer ilçe ve belde belediyeleri
şeklindeki sistem, Fransa’da altı seviyeye çıkıyor bölgesel anlamda,
dolayısıyla biraz daha komplike bir yapılanma söz konusu; bitirdikten
sonra sorularla açabilirsek daha iyi olacak.
Şu anda her şeyi bilgisayar üzerinden, sanal ortam üzerinden
yapmaya ve artık sanal dosyalama sistemine geçmeye çalışıyoruz. Hem
dosyaların teslim edilmesinde, hem de bu dosyaların incelenmesinde
rahatlamaya başlıyoruz; çünkü bu şekilde hem boyut, hem de zaman
olarak oldukça küçüldüler. Genel olarak iki dosyadan biri mutlaka
tamamlanmamış halde geliyor. Bu noktada da işin uzamaması ve çok
gidip gelmemesi için ona izni vermeyip neden izin vermediğimizi hemen
yazıp yolluyoruz ki, yeni ve tam bir dosyayla gelebilsinler.
Marsilya’daki bu tür inşaat işleriyle ilgili bize yaklaşık senede 4
bin dosya geliyor. Bunlardan yaklaşık 1.500’üne inşaat ruhsatı veriliyor.
Bunların içinde onarımlar da var tabii, sadece yeni inşaat değil, aynı
zamanda onarım ruhsatları da veriliyor. Bunların yaklaşık
26
1.200’ü cephe temizliği, küçük iç onarımlar üzerinde yoğunlaşıyor.
Yaklaşık 400 yıkım ruhsatı veriyoruz ve geri kalanı da genel olarak ticari
alanlardaki girişler, ticari alanların cepheleri ve onların düzenlenmesi
üzerine yapılan uygulamalar. Bunlar için tabii ki yeterli zaman olması
gerekiyor. Yalnızca bakmakla yetinmiyoruz, aynı zamanda projelerin
kentsel çevreye ve Marsilya’nın çok katı kuralları olan koruma planına
uygunluğu için yapılması gereken şeyleri de tek tek not etmek zorunda
kalıyoruz. Küçük bir ev için de olsa, 50 katlı bir bina için de olsa genelde
aynı önemi vermek ve hepsiyle teker teker ilgilenmek gerekiyor. Kentin
bütünsel gelişimi için ve kentsel alanın yönetimi için bütün bu detayları ve
ince noktaları aynı önemle ve tek tek ele almak gerekiyor. Bu aynı
zamanda aynı konu üzerine çalışan farklı servislerin, farklı birimlerin de
koordinasyon içinde çalışmasını gerektiriyor ki, bunlar belediyenin
birimleri, yerel konseyin birimleri ve bölgesel konseyin birimleridir.
Planlamayla ilgili gündemin içinde yer alan konular aynı zamanda
arkeoloji ve kültür varlıklarıyla ilişkilendirilerek de değerlendirilmelidir.
Genel olarak yeni bir inşaatın başlamasından önce alan
üzerinde yaptığımız arkeolojik kazılar birkaç aydan daha fazla sürüyor.
Bir yüzey araştırması yaklaşık 15 gün sürüyor. Kurtarma kazısı
niteliğinde yapılan daha kapsamlı bir arkeolojik kazıysa 8 ay civarında
sürüyor. Yaklaşık 20 yıldır üzerinde çalıştığımız ve artık oluşturmaya
başladığımız sistemle, hem arkeoloji hem de mimari anlamındaki işlerin
benim çalıştığım serviste olduğu gibi aynı çatı altına toplanıyor olması,
sistemin birbiriyle daha koordineli ve daha hızlı kararlar üreten bir
mekanizmaya kavuşmasını sağladı.
Kentsel planlamayla ilgili var olan bir yapının, bir servisin
mutlaka bilimsel araştırmalarla, arşivlerle, belgeleme konusunda çalışan
diğer birimlerle ortak iş yapıyor olması ve kentsel anlamda
27
ortaya konulan tüm verilerin bütünsel olarak ele alınıp bu alan içinde
değerlendirilmesi gerekiyor. Yaklaşık 2 yıldır gelişkin olarak elimizde
bulunan yaklaşık 800 paftalık bir Marsilya arkeoloji haritasına sahibiz.
Kentle ilgili tüm bilgiler, yani var olan yapılar, arkeolojik alanlar, kültür
varlıklarına ilişkin tüm bilgiler hem dijital olarak hem kağıt olarak bunun
üzerine işlenmiş halde elimizde var ve bu işimizi çok kolaylaştırıyor.
Böyle bir belge olmadan önce inşaat yapmak isteyenler “burada hiçbir
şey bulamadık” diye yıkabiliyorlardı ve arkeolojik alanları tahrip
edebiliyorlardı. Zaman zaman politik güçler tarafından rahatsız edilip
dönüştürülmeye çalışılıyor bile olsa şu anda artık bu çok mümkün değil,
çünkü kent planlama belgelerinin üzerinde birbiriyle ilişkili arkeolojik
alanların hepsi görünüyor ve eskiden ne olduğu, yani arşivlerden çıkmış
birtakım bilgileri de onun üzerine işledikleri için potansiyel olarak yeni bir
çalışma yapılacak alanda ne olabileceği en azından tahmin ediliyor ve
ümit ederiz bu, bu şekilde devam edecek. Çok teşekkürler.
SUNUCU- Daniel Drocourt’a ve çevirisine yardımcı olan Burçak
Madran’a çok teşekkür ediyoruz. Burçak Madran aynı zamanda Yıldız
Teknik Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğretim üyesi, müzeler
uzmanı ve koruma çalışmalarını Drocourt’la beraber sürdürmekte. Tekrar
teşekkür ediyoruz.
Tematik sunuşu yapmak üzere TMMOB Şehir Plancıları Odası
İstanbul Şube İkinci Başkanı Sayın Yrd. Doç. Dr. Pelin Pınar Özden’i
davet ediyorum.
Yrd. Doç. Dr. PELİN PINAR ÖZDEN- Sayın Dekanım, sayın
bölüm başkanlarım, sayın öğretim üyeleri, sevgili meslektaşlarım, değerli
konuklar ve sevgili öğrenciler; TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul
Şubesi olarak İstanbul Buluşmaları’nın ikincisine hoş geldiniz
28
diyorum. Bilindiği üzere geçen yıl İstanbul Buluşmaları’nın ilk toplantısını
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ev sahipliğinde gerçekleştirdik,
Yıldız Teknik Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi de tüm
destekleriyle bu etkinliğin yanında oldular. Bu toplantıda, bundan böyle
her yıl üç bölümümüzün işbirliğiyle ve bölümlerimizden birinin ev
sahipliğinde İstanbul Buluşmaları’nı devam ettirme kararını aldık.
Böylelikle her yıl geçen bir yılın bir öz değerlendirmesini yapmak, o yıl
öne çıkan gündemi meslek camiamızla ve ilgili tüm kurum ve kuruluşlarla
paylaşma, tartışma zemini
hazırlamayı
amaçlamıştık. Geçen yıl
“İstanbul’da Büyük Projeler” teması altında İstanbul’un sosyo-ekonomik
yapısı, konut ve ulaşım gündemiyle büyük yatırımlar başlıkları ayrı
yuvarlak masalar altında tartışmaya açıldı ve ilgili tüm kurum ve
kuruluşların bir fikir platformu ortamında bir araya gelmesinden doğacak
yeni yaklaşımlar, öneriler ve değerlendirmelerin ülkemizde eğitim,
uygulama, düzenleme, denetim ve araştırma yapan kurumlar için bir
rehber oluşturması hedeflendi. Geçen yılki etkinliğin ardından bu çalışma
Odamız tarafından yayın haline getirildi. Sanıyorum şu anda dışarıda bu
yayını bulabileceksiniz. Bir çoğunuza ulaştırdık, ama elinde olmayanlar
için buradan temin etme imkanı da mümkün.
İstanbul Buluşmaları’nın bu yılki teması “Belirsizlik Ortamında
Planlama” olarak seçilmiştir. Bu seçimin ardındaki en büyük neden
2000’li yıllarla birlikte aslında tüm kentlerimizin, ama en çok da
İstanbul’un planlama gündemine hâkim olan belirsizliklerdir. Neo-liberal
bir yeniden yapılanma döneminin tam ortasında yer alan İstanbul’un
sanayi kentinden hizmet kentine doğru evrildiği bu hızlı ve sancılı dönem,
arkasından birçok sayısız dinamiği de tetiklemektedir. Kentte arsa
değerleri giderek daha fazla spekülasyon aracı haline gelirken, aslında
kentin bütünü bu özelliğiyle yerli ve yabancı yatırımcı için açık bir pazar
yeri olmanın zeminini de hazırlamaktadır. Kamusal alan hızla
29
dönüşmekte, biçim değiştirmekte, “yarı kamusal alan” gibi tehlikeli
ifadelerle
altı
yeniden
doldurulmaya,
yeniden
tariflenmeye
çalışılmaktadır. Piyasa mekanizması hiç durmaksızın kendi kuralları
çerçevesinde işlerken kent mekanı üzerinde işlevi belirsiz alanlar
yaratmaktadır. Piyasa mekanizmasının yarattığı belirsizliğin ancak
planlamayla azaltılabileceğini belirten MAS’ın bu görüşüne katılmamak
mümkün değilse de planlamanın piyasa mekanizmasının hızla dönen
çarkı içindeki yerini tanımlamak da her zaman kolay olamamaktadır. Bu
yer biraz kaygan, biraz da belirsizdir. Bu süreçte planlamanın dilinde,
kabullerinde anlayış ve yaklaşımlarında esnekleşme ve çözülmeler
ortaya çıkmaktadır. Bu esnekleşme ve çözülmeler dünyanın her yanında
görülmekle birlikte İstanbul’un kaygan sosyoekonomik ve mekansal
zemini üzerinde belirsizlik ortamını daha da belirgin hale getirmektedir.
Belirsizlik bir yandan kenti bir spekülasyon aracı haline getirerek
yatırımcı için çeşitli fırsatlar yaratırken diğer yandan da kenti birtakım
olası tehditlere de açık hale getirmektedir. Belirsizliğin yarattığı kaos
ortamı içindeki kentin geleceği ve gelecek için üstleneceği misyon
netleşememekte, buna bağlı olarak kentin her bir parçası için birbirinden
bağımsız hareket eden alt misyonlar tanımlanmaktadır.
1964’te Stone planlama bakışını şöyle ortaya koymaktadır: Bir
plan verilen sistemin işleyiş özellikleri içinde politikalarımızı nasıl
gerçekleştireceğimizi gösterir. Plan yönetim ve denetimle özleştirilebilir.
Ona göre planın karşıtı plansızlık ve anarşidir. Kuşkusuz Stone bir plancı
değil, iktisatçı ve ekonometrisyendir. Bununla birlikte onun bakış açısı
planlama kavramının özünü kısa yoldan yakalamaktadır. Gerçekten de
yönetim ve denetim planlamanın hayat bulmasında en temel unsurlardır.
Bu iki unsurun ortadan kalkması kent sistemini belirsizlik ortamlarına açık
hale getirir. Bu ortamda kentin aktörleri ve bu aktörlerin görev
tanımlamaları da birbiri içine girmiş durumdadır. Yönetimde
30
çok başlılık ve yetki çatışmaları, politik ilişkiler ağı, karar vericiler, sakinler
ve kentin diğer sivil aktörleri arasında yürütülen eşgüdümsüz ilişkiler ve
iletişim kopuklukları katılım süreçlerinin ve aşamalarının doğru bir şekilde
kurgulanıp
sürdürülebilir
kılınamaması,
izleme
ve
denetim
mekanizmalarının geliştirilmemiş olması kentlerin yönetim bütünlüğünü
derinden sarsmaktadır. Bu sağlıksız iletişim döngüsü kamu ve özel
sektör tarafından kentlerde yürütülen planlama ve projelendirme
çalışmalarını çıkmaza ve bilinmeze sürüklemekte, kentsel gerginliklerin
tırmanmasına zemin hazırlamaktadır. Bu kaos ve belirsizlik durumunun
toplumsal maliyeti ise sanılanın çok üzerindedir. 1990’lı yıllarla birlikte
belirsizlik ortamını daha da pekiştiren bir kaos ortamı ortaya çıkmıştır. Bu
kaos ortamı yasal düzenlemelerdeki gelişmelerle, değişmelerle, reform
çalışmalarıyla birlikte daha da pekiştirilmiştir. Ölçek, yetki, içerik gibi
konularda, planlamanın içeriği gibi konularda kaos ortamı daha da
belirgin hale gelmiştir. 2000’li yıllarda ise üst ölçek çalışmalarında, üst
ölçeğe yönelik yetki çatışmalarının ortaya çıkmasıyla ve yerel yönetim
reform paketleri altında yapılan yasal düzenlemelerle birlikte sorunlar
daha da birbiri içine girmiş, kaosun alanı daha da genişlemiştir.
İstanbul’un planlama ortamına, gündemine dönüldüğünde son
dönemde başka 1/100.000 ve 1/25.000 ölçekli planlama çalışmaları
olmak üzere üst ölçekli planlama kararlarından bağımsızca ele alınan
noktasal ölçekli büyük projeler, dönüşüm ve yenileme projeleri gibi
konularda çok önemli belirsizlikler olduğu bilinmektedir. Bu belirsizlikler
kamuya karşı güveni sarsmakta, toplumsal ve kurumsal gerilimleri
tırmandırmaktadır. Karar vericilerin yerelleşme ve demokratikleşme
çabalarını yok sayan, bilimsel veriyi ve öğretiyi görmezden, yerel aktörleri
duymazdan gelen, katılımı planlama sürecinin temel bir parçası olarak
kabullenmeyen yaklaşımları planlama sürecinin belirsizliğe doğru hızla
yol
almasına
neden
olmaktadır.
Özellikle
2007-2008
31
döneminde İstanbul’da kentsel dönüşüm ya da yenileme alanı ilan edilen
çok sayıda mahallede sakinler yerinden edilme korkusuyla büyük gerilim
ve endişe içindedirler. Birçok mahallede yaşanan gerginlikler panzerlerin
müdahalesiyle
engellenebilmiştir.
Sakinler
haklarını,
akıbetlerini,
gelecekte hayatlarına nasıl devam edeceklerini bilmemektedirler. Yani
yakın gelecekteki hayatları belirsiz hale gelmiştir.
Kamu idareleri ise bu süreci izleme, denetleme, örgütleme
niteliklerini haiz değildir. Planlamanın değerleri olan bilimsel verilere ve
öğretiye bağlı kalma, toplumsal uzlaşı ve ortak akıl bu sürecin hiçbir
noktasında yer almamaktadır. Bir yanda bölgesel ölçekli ve kenti
doğrudan etkileyen planlama çalışmalarındaki belirsizlikler, diğer yanda
deprem odaklı eşgüdümsüz, cılız, birbirinden kopuk ve kenti bir sistem
içinde görmeyip onun bütününü beslemeyen ve sonuca ulaşamayan,
yani akıbeti belirsiz çalışmalar İstanbul’un planlama gündeminin esas
konuları arasındadır. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkentliği süreci
konusundaki belirsizliklerle ilçe sınırlarının değiştirilmesine yönelik olarak
ortaya çıkan belirsizlikler de İstanbul’un 2008 planlama gündemi içinde
önemli yer tutmaktadır.
Bu koşullar içinde kamunun planlama çalışmalarına harcadığı
güç, kaynak ve enerji ne yazık ki tüm uyarılara rağmen sonuçsuz
kalmakta, boşa harcanmaktadır. Kamu özellikle noktasal projeler,
dönüşüm ve yenileme projeleri gibi konularda son derece isteklidir ve
hızla yol almaya gayret etmektedir. Ancak sürecin başından itibaren
yapılan hatalar yukarıda da sıralanan hatalı yaklaşımlar süreçleri
belirsizliğe itmekte, önünü tıkamakta, çok yol aldığını düşünen kamu
idareleri bu yoldan geri atmamakta ısrarcı olmaktadırlar. Bu durum
yanlışın
yanlışla
düzeltilmeye
çalışıldığı
uygulamaları
ortaya
çıkarmaktadır. Noktasal projeler konusunda bu derece istekli
32
ve gayretli olan kamu idareleri aynı istekliliği planlama çalışmaları
konusunda
göstermemektedir.
Yapılan
çalışmalar
yasal
açıdan
sorunlarla, sıkıntılarla başlatılmakta, sivil toplum kuruluşlarının, meslek
odalarının, üniversitelerin tüm iyi niyetli uyarıları duymazdan gelinmekte,
neticede belirsizliğe mahkûm olan, sonuca ulaşmayan planlama
çalışmalarının sorumluluğu bu kurumların üzerine yüklenmektedir.
Kamu sektörü 2000 sonrası dönemde özel sektör mentalitesine
giderek
daha
fazla
yakınlaşmış,
planlama
ve
projelendirme
çalışmalarında özel sektörle adeta yarışır hale gelmiştir. Kamusal fayda
kavramı da aynı şekilde giderek daha az gözetilen ve daha fazla istismar
edilen bir unsur olmuştur. Bugün kamu idareleri eliyle yeni konut alanları
üretme adına donatı alanları birer birer yok edilmekte, mevcut yoğunluk
değerleri hızla artırılmaktadır. Etkinlik kapsamında üst ölçekli planlama,
kentsel ölçekli planlama, tarihi kent merkezlerinde planlama ve kentsel
dönüşüm alanlarında planlama temalı dört adet yuvarlak masa toplantısı
gerçekleştirilmesi amaçlanmaktadır. Planlama, hukuk, yönetim ve bilgi
alanı zeminlerinde sürdürülecek olan bu etkinlik geçen yıl olduğu gibi bu
yıl da ilgili tüm kesimleri bir araya getirmeyi, konuyu çok yönlü bir bakış
açısı
ve ortak akıl geliştirerek gündeme taşımayı, kamuoyuyla
paylaşmayı ve sorunlara çözüm aramayı hedeflemektedir.
Sözlerimi tamamlarken başta bu etkinliğin ev sahipliğini
üstlenen Yıldız Teknik Üniversitesi olmak üzere Şehir ve Bölge Planlama
Bölüm Başkanı Prof. Dr. Hüseyin Cengiz’e, etkinliğe emeği geçen tüm
Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü öğretim
üyelerine, katkılarından dolayı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
ve İstanbul Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümlerine,
bölümlerimizin değerli öğretim üyelerine, başta Zeynep Arman olmak
üzere TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi’nin
33
tüm çalışanlarına teşekkürü bir borç biliyorum. Yine birçok etkinliğimizde
olduğu gibi bu etkinliğimizde de bizleri yalnız bırakmayarak desteklerini
esirgemeyen
Yıldız
Teknik
Üniversitesi
Vakfına,
Küçükçekmece
Belediyesi’ne, İlke Planlama, İMPO Planlama, İstanbul Planlama, Nokta
Planlama, Promer Planlama ve Salarha Şehircilik’e, Odamız ve meslek
camiamız adına teşekkürlerimi bir borç biliyorum. Teşekkür ediyorum.
SUNUCU- Değerli konuklar, TMMOB Şehir Plancıları Odası
İstanbul Şube Başkanı Erhan Demirdizen rahatsızlığı nedeniyle etkinliğe
katılamamıştır. Açılış konuşmaları burada son bulmuştur. Yuvarlak
masalara saat 13.00’de başlayacağız. 13.00’e kadar yemek arası
veriyoruz.
34
“ÜST ÖLÇEKLİ PLANLAMA”
Oturum Başkanı: Ayşenur Ökten
SUNUCU-
“Belirsizlik
Ortamında
İstanbul’un
Planlama
Gündemi” konulu İstanbul Buluşmaları’nın oturumlar bölümüne hoş
geldiniz. Moderatör Prof. Dr. Ayşenur Ökten’i “Üst Ölçekli Planlama” ile
ilgili oturumu başlatmak üzere kürsüye davet ediyorum. Yuvarlak
masanın konuşmacıları DPT Müsteşarlığı Bölgesel Gelişme ve Yapısal
Uyum Genel Müdürlüğünden Işıl Nadire Yener, Mimar Sinan Güzel
Sanatlar
Üniversitesinden
Doç.
Dr.
Güzin
Kaya,
Yıldız
Teknik
Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümünden Prof. Dr. Betül
Şengezer, İstanbul Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama
Bölümünden Doç. Dr. Ferhan Gezici, Arkas Liman Hizmetleri Grup
Başkanı Hakan Genç, Makina Mühendisi Dinçer Mete, İstanbul Vali
Yardımcısı Fikret Kasapoğlu, Şehir Plancısı Namık Kemal Döleneken,
Şehir Plancısı Özcan Biçer, Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubeden
Ahmet Turgut, Şehir Plancısı Sultan Gündüz.
AYŞENUR ÖKTEN- Sayın izleyiciler ve sayın katılımcılar hoş
geldiniz.
Temamızı
biliyorsunuz,
“belirsizlik
ortamında planlama”.
Belirsizlik bize pek yabancı bir kavram değil, bu kadar dinamik bir ülkede
yaşarken sık sık belirsizliklerle karşılaşıyoruz. Yaşadığımız gerçeklerle
anılan kurallar, öğrendiğimiz kurallar arasında uyuşmazlık ortaya çıkıyor
ve bu uyuşmazlığın yarattığı da bir belirsizlik söz konusu. Öğrendiğimiz
yöntemlerle, karşılaştığımız sorunların arasında bir uyumsuzluk oluyor,
bunun yarattığı belirsizlikler oluyor. Bir de, alıştığımız belli bir düzenden,
radikal
değişikliklerle
kalabiliyoruz.
bambaşka
Tanışmadığımız,
bir
ortama
tanımadığımız
geçmek
yepyeni
zorunda
sorunlarla
35
karşılaşabiliyoruz. O zaman da gene kendimizi bir belirsizlik ortamı içinde
buluyoruz.
Planlamaya ilişkin olarak belirsizlik ortamından söz ederken
aklımıza birkaç sorun geldi. Bir kere genel olarak planlamada bu
belirsizlik ortamının üç ana sorun yarattığını düşündük. Bütüncül
yaklaşımların gözden kaçırıldığı meselesi var. Hemen hemen hangi
plancıyla konuşursanız bu kaygının dile getirildiğini görürsünüz. Sürekli
yaşadığımız bu dinamik ortamın sürekli yaşadığımız değişiklikleri
arasında planlama hiyerarşisinin gözden kaçırıldığı endişesi var, onu
görüyoruz ve bir de bütün bu değişiklikler sırasında yeni çözümler
arayışları sırasında genel bir planlama stratejisi üretebiliyor muyuz? Bu
kuşku ve kaygı var, üretemediğimiz korkusu var, bunu sorun olarak
görüyoruz.
Biliyoruz ki, özellikle İstanbul’da çok sayıda noktasal, dar
kapsamlı, ama etkisi çok büyük olabilecek projeler üretiliyor. Bu projelerin
noktasal olması, küçük olması değil asıl sorun, asıl sorun bu projelerin bir
bütünün parçası olamaması, bir bütün oluşturamaması, ortak bir
planlama stratejisi yaratamaması. Oysa bu projelerden bazıları sırf bir
kentin değil, bir ülkenin geleceğini etkileyecek düzeyde projelerdir. Kent
planları yapılırken benzer şekilde yerel vizyonlar, yerel gelişme
kaygılarıyla toplumun bütününü ilgilendiren gelişme kaygıları, bütününün
vizyonu arasında bazı uyuşmazlıklar gözlemliyoruz. Gene bunlar da bir
belirsizlik ortamı yaratıyor ve plancılar için kaygı yaratıyor.
Sonuç olarak hepimizin aklında sık sık tartıştığımız, sık sık
gündeme gelen soru planlama nasıl olmalı, plancı nasıl davranmalı. Bir
üst ölçekte bizim bu oturumumuzun konusu özellikle üst ölçekte
planlama
açısından
hangi
sorulara
cevap
arayalım,
36
meseleleri nasıl ortaya koyalım ve plancının yaklaşımı nasıl olsun? Ben
bu soruları daha fazla uzatmadan konuşmacılarımızın katılımlarına
geçmek istiyorum. Bu bağlamda kendilerine dört başlık altında sorular
yönelttik. Aslında bu sorular hepimizin tanışık olduğu sorulardı. Birincisi,
belirsizlik derken hangi belirsizliklerden söz etmeliyiz plancılar olarak,
planlama topluluğu olarak? Bir kere bunu sorduk, yani belirsizliklerin
tanımlanmasını, saptanmasını rica ediyoruz. İkincisi, özellikle değişik
plan türlerinin amaçları, kapsamları üzerine düşüncelerini öğrenmek
istiyoruz. Üçüncüsü planlamada gene kurumsal yapının işleyişiyle ilgili
kurumlar arası ilişkiler, kurumlarla plancılar, kurumlarla halk arasındaki
ilişkiler açısından meseleler var. Bu açıdan kurumsal yapının işleyişini
değerlendirmelerini rica ediyoruz. Son olarak da bu konuda ne yapılabilir,
deneyimleri nedir, önerileri nedir, bunları öğrenmek istiyoruz. Sırayla her
konuşmacıya 10’ar dakika süre vereceğiz. Bu 10 dakika süre içerisinde
bize bu doğrultudaki deneyim ve düşüncelerini aktarırlarsa seviniriz.
Daha sonra da sorulara bir miktar süre ayırmayı arzu ediyoruz. Güzin
Hanım sizinle başlayalım.
GÜZİN KAYA- Benim bu konudaki yaklaşımım daha çok ülke
ölçeği olacak. O yüzden daha genel bir kavram içinde belki konuya
başlamak mümkün olur diye düşünüyorum. Ülke ölçeğindeki planlama
konusu Türkiye için çok yeni bir konu değil, 1968’lerden itibaren milli,
fiziki plan, zamanla unutuldu, 2002’de ulusal fiziki plan toplantısı yapıldı.
Sonra da son yasada ülke mekânsal strateji planı olarak bir ölçek
karşımıza çıkıyor. Genelde Türkiye için önemli sorun bence ülke
ölçeğindeki yaklaşımın hangi içerikte olacağı konusu, yani ülke
ölçeğindeki yaklaşımın bir fiziki, plan yaklaşımı içinde karşımıza çıktığını
görüyoruz. Ülke mekansal strateji planı derken bile bu plan kavramı için
bir anlamda yine bir mekan kullanımı karşımıza çıkıyor. Oysa belki
konuya ülke ölçeğindeki yaklaşım, bunun aksine tam
37
anlamıyla düzenleme ve gelişim politikalarının stratejik seçimidir.
Dolayısıyla söz konusu olan hiçbir şekilde bir fiziki planlama değildir, yani
en başta üst ölçek stratejileri tanımlanmasıdır ve bu üst ölçek stratejileri
tanımlarken de gelişme ve düzenleme birlikte öngörülmesi gerekir.
Dolayısıyla burada acaba terminoloji yönünden bazı değişikliklere mi
ihtiyaç var diye bir soru getiriyorum. Çünkü içerik yönünden belirsizlik
belki bu terminolojiden de kaynaklanıyor. Çünkü planlama her zaman
mekân boyutunu içermeyebilir. Mesela, başka ülkelerde kullanılan
düzenleme sözcüğü bizde de 1960’larda kullanıldı. Düzenleme sözcüğü
içinde mekân boyutunun olmazsa olmaz olan bir kavramı da getirdiğini
düşünüyorum. Dolayısıyla ulusal stratejik düzenleme gelişme politikaları
en temelde neyi belirtiyor? İki çelişkili amaçtan bahsetmek mümkün; biri
ekonomik gelişmeyi tetiklemek, ikincisi de ekonomik ve sosyal bağlamda
mekânsal eşitliksizlikleri azaltmak. Aslında bunlar içinde çelişkili olan iki
yaklaşım, dolayısıyla zorlukların da odaklandığı, belirsizliklerin de
odaklandığı bir nokta belki. Ayrıca tabii ki, ülke ölçeğindeki stratejilerin
farklı ölçekteki planlar ve doğası farklı planlar arasında bir uyum
sağlamak yönünde bir amacı olması gerekiyor.
Ülke düzenlemeyle ilgili deneyimler şunu gösteriyor: Ülke
düzenlemede ilkelerin devamlılığı, buna karşılık da pratiklerin devamlı
değiştiğini görüyoruz. Fakat demek ki, bazı devamlılığı, sürekliliği olan
temel ilkelerden bahsetmek mümkündür. Buna karşılık pratiklerin de
devamlı
evrim
gösterdiğini
görüyoruz.
Dolayısıyla
genelde
uygulamalarda bir kamu faaliyeti olarak karşımıza çıkıyor. Fakat daha da
ileride göreceğiz, bu kamu faaliyetinin içeriği de bugün bu statüde belli bir
evrime uğramış vaziyette. Değişimi gerektiren şeyler neler diye bakarsak,
toplumun veya temsilcilerinin belli bir dönem içerisinde belirlediği temel
objektiflere göre ülke düzenleme stratejileriniz değişebilir.
38
İkincisi,
öngörülen
yönlenmelere
rehberlik
eden
aksiyon
ilkeleridir. Mesela, eşitlik ilkesi, dayanışma, rekabet, sürdürülebilirlik.
Bunlara paradigma da demek mümkün tabii ki. Üçüncüsü, olguların bir
anlamda yorumlama egzersizi olarak tanımlanan mevcut durumun tespiti
ve nihayet tanımlanan öncelikli aksiyon alanları. Fakat buna karşılık ülke
düzenlemede değişmeyen bazı temel, sürekliliği olan ilkeler de var.
En baştaki, dağıtım ve yeniden dağıtım ilkesidir. Burada
bölgesel dengesizliklerin giderilmesi özünde bir gelir ve kaynak dağıtımı
veya yeniden dağıtımı söz konusudur. İkincisi, ülke düzenlemede
değişmeyen temel ilke olarak, yaratıcılık ilkesini görüyoruz. Çünkü her
yerde genel geçer bir şekilde bu planlama metotları tanımlamak mümkün
değil, yerel şartların, mekanizmaların olanak sağladığı yaratıcılık
gerekiyor. Mesela, belli ülkelerde tek başlılığın giderilmesi, gelişme
kutupları, denge metropolleri, yerel üretim güçleri gibi örnekleri
çoğaltabiliriz. Onun dışında üçüncü ilke devamlı bir onarım ilkesi
olmasıdır. Toplumsal adalet adına dengesizliklerin giderilmesi, çöküntü
alanlarının rehabilitasyonu, rekonversiyonu gibi konular bize devamlı bir
onarım gereksinimi olduğunu gösteriyor. Dördüncüsü, koruma konusu.
Koruma
hassas
bölge
ve
alanlarının
korunması
şeklinde
ülke
düzenlemenin ilk gündeme geldiği günden beri bir ilkedir. Beşincisi de,
bölümleme,
denkleştirme.
Yani
müzakere
ve
ödülleme
olarak
baktığımızda
ülke
tanımlamak mümkündür.
Buradan
hareketle
uygulamalara
düzenlemenin paradigmalara bağlı olarak evrildiğini görüyoruz. Ülke
düzenleme 60’lı yıllarda gündeme geliyor ve bu 60’lı yıllarda bilhassa iki
tip uygulama ayırmak mümkün; biri merkezi sisteme dayalı ülkeler Fransa gibi kapitalist ülkelerden bahsediyoruz. Türkiye’de o yönden
benzerlik var ve daha desantralize olan ülkelerde veya
39
bölgeselleşmeye geçmiş ülkelerdeki tutum gibi. Bu dönem 60’lı yıllar ülke
düzenlemenin yükselme devri ve genelde de devletin başat rolünü
görüyoruz. Yani plancı devlet ön planda. 80’li yıllar ekonomik krizin baş
gösterdiği yıllar ve burada ortaya çıkan önemli değişiklik bölgeselleşme
olayı, ama bölgeselleşme olayının da daha geniş anlamda ele alınması
lâzım. 90’lı yıllar ülke düzenlemenin uluslararasılaşması dönemi, yani
80’li yıllarda ülke düzenleme az-çok prestijini kaybediyor ve bu
parçalanma planlama ilkelerinde daha çok tabandan gelme olgusuna
karşılık üst düzeyde müdahalenin olmaması savunulduğu için önemini
kaybediyor. Fakat 90’lı yıllarda tekrar gündeme geliyor. Bu sefer biraz
evvel söylediğim gibi uluslararasılaşma konusunu da ele alarak -Avrupa
Birliği bu ölçekte önümüze çıkan yeni bir veri- Avrupa Birliği’nden gelen
politik objektifler var. En başta sürdürülebilirlik olayı tabii ki, ikincisi
ekonomik ve sosyal uyum, “cohesion” olayı, üçüncüsü de küresel ölçekte
rekabet olayı etkiliyor tabii ki, planlamayı ve buna bağlı olarak Avrupa
Birliği
mekansal
sistemlerini
bütünleşmesinin
yeniden
düzenliyor.
ilkeleri
Buradaki
doğrultusunda
paradigmalar
planlama
tabii
ki
sürdürülebilirlik yanında yönetişim ve işbirliği kavramları. Burada
kesiyorum, bundan sonraki sorulara göre devam ederiz.
AYŞENUR ÖKTEN-
Sırayı
biraz değiştirelim, makinanın
hazırlanması gerekiyormuş. Ferhan Gezici’den katkısını rica ediyoruz.
FERHAN
GEZİCİ-
Teşekkür
ediyorum.
Ben
planlama
gündemiyle ilgili olarak, dünyada olup biten çok güncel konularla
başlamak istiyorum. Hepimizin bildiği ciddi bir ekonomik kriz dünyayı
sarsarken aslında yaklaşık 30 yılı bulan yeni bir paradigmanın ya da
ekonomik bir ortaya çıkışın da çatırdamaya başladığını görüyoruz ve bu
aslında her şeyin serbest rekabet koşulları altında çok da geçerli
olmadığı, bu sistemin çok da işlemediğini bize gösteriyor. Bu
40
günümüzde sorgulanmaya başlanmış durumda; bütün dünya bunu
tartışıyor. Dolayısıyla bu noktadan hareket ettiğimizde, tabii ekonomik
anlamda bunlar tartışılıyor, ama tüm dünyada ve özellikle Türkiye’de 80
sonrası neo-liberal politikaların kentlerimizi ve bölgelerimizi çok ciddi
anlamda etkilediğini, yeni birtakım süreçler ve dinamiklerle karşı karşıya
getirdiğini de hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla planlamanın bu anlamda bir
kez daha gündeme gelmesinin, tartışılmasının, işleyen, işlemeyen
yönleriyle tartışılmasının önemi gerçekten ortaya çıkıyor.
Burada aslında temel olarak yine iki kavram her zaman
karşımıza çıkıyor; bölgesel kalkınmadan söz ediyorsak, İstanbul için de
bu geçerli. Bir tarafta rekabet gücünün artırılması gibi bir hedef var
önümüzde, bir tarafta da sürdürülebilirlik gibi bir hedef var ve bu iki
hedefin aslında birbiriyle çatıştığı noktalar olduğunu da görüyoruz. Bir
yandan da aslında neo-liberal politikalar sonrası gündeme gelen ve
ezberi bozan birtakım dinamikleri görüyoruz. Üretimin ayrışması, artan
mekânsal, bölgesel etkileşim ve ilişkiler, teknolojik gelişmelerle mekânın
yerinin tartışılmaya başlanması, artan nüfus hareketliliği, yerelleşme
konusunda artan bir istek ve eğilim ve bu çerçevede güçlenen, daha aktif
konuma gelen, ulusları aşarak daha aktif pozisyon alan bölgeler. Bu
noktadan baktığımızda aslında Türkiye’deki planlama sürecinde ne
oluyor, ne bitiyor dediğimizde hepimizin gene bildiği planlı dönemin
başından bu yana Türkiye’nin bölgeler arası gelişmişlik farkları daima
gündemin en önemli maddelerinden biri olagelmiş durumda, ama gene
süreci değerlendirdiğimiz zaman bu konuda ele alınan politikalar
olduğunu biliyoruz, ama bunların başarı düzeyini de gene bugünkü
koşullara bakarak değerlendirebiliyoruz, aslında olumlu sonuçlar ortaya
koymadığını söyleyebiliyoruz.
41
Ulusal sınırlar içerisinde belirlenen, ulusal düzeyde belirlenen
bölgesel politikaların aslında bugün çok da başarılı sonuçlar vermediğini,
bölgeler
arası
gelişmişlik
farklarının
hâlâ
devam
ettiğinden
anlayabiliyoruz. İstanbul’un üst ölçekli planından söz edeceksek eğer,
bugünkü ve daha sonraki aşamalarını tartışacaksak o zaman İstanbul’un
Türkiye’nin en gelişmiş metropol kenti ve bir anlamda ekonomik kalbi
olması nedeniyle İstanbul’da olup bitecek her şeyin, İstanbul’a yönelik
alınacak her kararın bütün Türkiye’yi ve aslında Türkiye içinde söz
konusu olan bölgeler arası gelişmişlik farklarını da etkileyeceğini göz ardı
edemeyiz. İstanbul için alınacak her tür kararın aslında tüm Türkiye’yi de
ilgilendireceğini bilmek durumundayız. Bu çerçevede baktığımızda tabii
bölgeler arası gelişmişlik farklarını İstanbul’un planlamasından ayrı
düşünemeyiz. Türkiye’de ne oluyor, Türkiye’nin diğer bölgeleri ne tür
dinamikler içerisinde ya da ne tür problemlerle karşı karşıya, bunu göz
ardı ederek İstanbul’un planlanması söz konusu değil, ama günümüze
geldiğimizde bu süreç içerisinde gerek üst ölçekli planlarla ilgili olarak,
gerekse kurumsal ve yasal düzenlemelerle ilgili olarak özellikle
uluslararası trendlere bağlı birtakım etkilenmelerin ortaya çıktığını
görüyoruz ki, bunun en önemli yansıması da Avrupa Birliği ve Avrupa
Birliği’ne uyum süreci kapsamında bölgesel politikalarda Türkiye’de
birtakım şeylerin değişmeye başlaması. Bu doğrultuda, yine hepimizin
bildiği gibi Avrupa’yla uyumlu bir istatistikî bölge birimlerinin oluşturulması
söz konusu. Bu da yine bizim için yeni bir ortaya çıkış aslında, şimdiye
kadar hep bakış açıları ya coğrafi bölgelerdir ya da iller düzeyinde bir
karşılaştırmadır, ama günümüze geldiğimizde Avrupa Birliğiyle uyum
kapsamında istatistikî bölge birimlerinin oluşturulması gündeme gelmiştir
ve bu yanılmıyorsam 2002 yılında gerçekleştirilmiştir.
Bu
işin
bir
boyutu,
istatistikî
bölge
birimlerinin
oluşturulduğu ile ilgili. Bunlar Avrupa Birliği’ne uyumla birlikte
neden
42
bu bölgelerin ileriye dönük özellikle 10 bölgenin bölge planlarının
hazırlanması ve Avrupa Birliği fonlarının bölgesel kalkınma amacıyla
kullanılabilmesinin yolunun açılması, böyle bir yeni gündem ortaya
çıkıyor. Diğer bir gündem yerelleşme eğilimleri ile ilgili. Türkiye’de
hepimizin bildiği bir merkezî yönetim sistemi var aslında ve bölgesel
politikaların da merkezî olarak ulusal düzeyde geliştirildiğini biliyoruz,
Ama “Bölgesel Kalkınma Ajansları” kavramı ve Bölgesel Kalkınma
Ajansları Yasası’nın hazırlanma süreciyle bu da gündemimize gelip
uzunca süre tartışılmış durumda ve en son olarak da “bölge” kelimesi
çıkartılarak “kalkınma ajansları” olarak geçerliliğini günümüzde taşımaya
başlamış durumda. Bu aslında bölgesel politikalarla ilgili yeni yapılanma
Türkiye’nin gündemini de belli ölçülerde değiştireceğe benziyor, ama
buradan aslında nasıl değiştireceğe benziyor dersek bugüne kadar bir
bölgecilik anlayışından kaçınma veya bölge planlarının çok uzun süreye
yayılmasının getirdiği caydırıcılık gibi şeylerle bölge planlarının çok etkin
olarak gündeme gelmemiş olması ya da kullanılamaması acaba bundan
sonra başka bir uygulama alanı, yeni bir evrim içinde olabilecek mi diye
bir soruyu akla getiriyor.
Bundan sonra devam etmek üzere şöyle bağlayabilirim:
Günümüzde genel bölgesel politikalardan üst ölçekli planlara gelirsek
eğer, il düzeyinde valiliklerin hazırladığı kurumsal stratejik planlar söz
konusu, aynı şekilde yine Bayındırlık ve İskan Bakanlığı ve Çevre
Bakanlığı arasında uzunca süre tartışma yaratıldıktan sonra Çevre
Bakanlığı tarafından yürütülen 1/100.000 ölçekli çevre düzeni planları
bugün olmayan bölge planlarının yerini alabilir mi, alamaz mı? Şu andaki
koşullarıyla, şu andaki belki uygulamacı arkadaşlar bunu daha da
açacaklardır, ama benim izlediğim ve deneyimlerimden edindiğim de şu
anda bölge planlarının yerini alabilecek ne teknik anlamda ne içerik
anlamda ne süreç anlamında böyle bir yapıya sahip değiller,
43
ama bu da bu oturumda tartışacağımız bir konu. Teşekkürler.
AYŞENUR ÖKTEN- Betül Şengezer’i dinleyeceğiz. Daha sonra
da kurumlara geçeceğiz.
BETÜL ŞENGEZER- Aslında iki konuşmacının ardından
benimkisi birazcık daha uygulamaya dönük olarak, somut sorunlara
dönük olarak aslında biraz belgeleri ve somut örnekleri içeren bir
çalışma, aktarım olacak. Bu nedenden dolayı da herhalde birbirini devam
ederek daha sonra da doğrudan planları uygulayan arkadaşlarla
herhalde tartışma olanağı bulacağız.
Belirsizlik dediğimiz zaman Internet’te şöyle bir araştırma
yaptım: Çok hoşuma giden Türkiye’de planlamaya her zaman nasıl
bakılmış, onu gösteren bir örnek olması adına o bilgiyi, deneyimi size
aktarmak istiyorum. Biliyorsunuz kredi almak üzere Dünya Bankası’ndan
planlar, projeler hazırlanıyor ve bunları denetlemek üzere de banka
uzmanları geliyor. Böyle bir projede Dünya Bankası’ndan gelen uzman
DPT’den görevli olan uzmana planların nasıl yapıldığını soruyor. APK
bölüm başkanı da hemen yakınmaya başlıyor: “Kurlar değişiyor,
enflasyon oranı şöyle böyle, bir dolu ardı arkasına sıkıntıyı dile getiriyor.
Bu nedenle her şey o kadar belirsiz ki, plan yapamıyoruz” diyor. Dünya
Bankasından gelen uzmanın söylediği şey de “her şey belirli olsa plan
yapmaya ne gerek var ki? Kendini suyun akışına bırakan birinin nereye
gideceğini planlamasına gerek yoktur” diyor. Dolayısıyla buradan şu
sonuca varıyoruz: Planlama dediğimiz olay aslında belirsizliği azaltıcı bir
araç.
Buradan
baktığımız
zaman
aslında
planlama
amaçlar,
varsayımlar, riskler arasında ilişki kurmak, bunları bilimsel
44
yöntemlerle değerlendirme ve sonunda da rasyonel bir seçim yapılması
faaliyeti olarak değerlendirebiliriz. Tabii, plan dediğimiz zaman hep
politikası, planı, programı, parası, finansı, katılımı olan bir planlama
sürecinden bahsediyoruz burada yaptığımız tanımda; planlama tanımının
içerisinde bizdeki gibi sadece kağıt üzerinde yer alan renkli paftalar
ötesinde çok boyutlu her yönünü içeren bir plandan bahsediyoruz. Eğer
böyle bir yapınız varsa risk var, bir de burada belirsizlik tanımı var.
Belirsizlik tanımı riskten birazcık daha farklı, riski olumlu ya da olumsuz
yönlerine göre ve olasılıklara bağlı olarak tahmin edebiliyorsunuz. Bir
tahmin etme durumu var, ama belirsizlikte tahmin edilemeyen durumlar
söz konusu. İç ve dış koşullar tahmin edemeyeceğiniz şekilde
değişebiliyor. Bu durumda aslında her belirsizlik, yani bir sonra çıkan
belirsizlik daha sonraki döngüde belirli ve bilinen bir risk şekline geliyor
ki, bu belirsizlikler de genellikle baktığımız zaman ekonomik krizler
oluyor, hızlı teknolojik değişim oluyor, iklim değişikliği, vesaire oluyor. Bu
teknolojik değişimin getirdiği birtakım olanaklardan da aslında biz bilgileri
depolama, sistematik olarak değerlendirme gibi çok önemli bir kazanım
getiriyoruz. Dolayısıyla bu döngünün sonucunda aslında biz riskleri iyi
değerlendirdiğimiz
zaman,
bilgileri
sistematik
şekilde
depolayıp
kullanabildiğimiz ve paylaşabildiğimiz oranda çıkan yeni bir belirsizlik
durumunda onu değerlendirip bu sorunun içerisinden çıkma ve bu sorunu
bir fırsata dönüştürme olanağı yakalayabiliyoruz. Dolayısıyla kısaca
söylemek istediğim planlama sistemini çok iyi bir şekilde oturtursanız,
katılımlı süreçlerle yaparsanız ve belirsizliği doğuran şeyin de aslında
bilgi noksanlığı veya bilgisizlik olduğu söylendiğine göre bilgiye sahip
olursanız bu belirsizlikleri de aşmak kolay olacaktır diyoruz.
Ben aslında bize sorulan sorulara sondan başladım. Buradan
geldikten sonra tabii bu kapsamlı olarak planlamadan ne algıladığımızı
sunduktan sonra günümüzde biliyorsunuz çok sayıda plan
45
yapılıyor, çok sayıda planla ilgili yasa çıktı. Çevre Bakanlığı çevre düzeni
planı yapıyor. Çevre düzeni planı 1/100.000 ölçekte yapılıyor, İl Özel
İdaresi 1/25.000 ölçekte yapıyor, yine Büyükşehir Belediyesi planlamakla
görevli, arazi kullanım planı yapılıyor, turizm planı yapılıyor, pek çok
sayıda plan var, ama bu planlar arasındaki ilişkiler nasıl kuruluyor veya
bunlar bizim sorunumuzu çözüyor mu? Dolayısıyla biz bu kadar karmaşık
bir sistemi belirgin hale getirmek için şöyle bir şema kurmuştuk: Turizm
Bakanlığı, Çevre Bakanlığı ve herkes plan yapabilir. Kendi konusuyla
ilgili öngörülerini, stratejilerini geliştirebilir, ama bölge planlaması
içerisinde bütün bu farklı kurumların geliştirdiği stratejilerin aslında bir
harmanlanıp
bölge
kalkınma
planlarının
hazırlanması
gerekiyor.
Kalkınma planları hazırlandıktan sonra ancak mekânsal anlamda çevre
düzeni planları bu stratejiler doğrultusunda oluşabilir veya sürdürülebilirlik
anlamında mekânsal verilerinizle kalkınmaya ilişkin verileriniz arasında
bir dengeyi veya sürdürülebilirliği bu kapsamda arayabilirsiniz.
Bu belirsizliğin kalkmasındaki en önemli noktalardan biri de
koordinasyonunuzun, yani bilgi yapınızın olması gerekliliği. Kurumlar
arası ilişki ve koordinasyonun, yani organizasyon yapınızı koordineli bir
şekilde çalıştırabilirseniz dolayısıyla planlama sistematiğiniz de daha iyi
çalışacak ve belirsizliği daha ortadan kaldırabilecek veya belirsiz
durumlarda bu sorunu daha kolay atlatıp fırsata dönüştürme olanağınız
kalacak.
Bu anlamda baktığımız zaman bizim mesela, “çevre düzeni
planları acaba bölge planı olarak algılanabilir mi veya değerlendirilmeli
mi?” sorusunu gündeme getirmek istiyorum. Tabii şu andaki yapıldığı
şekliyle bakarsanız ağırlıklı olarak mekânsal kararları içeren bir plan tipi
gibi gözüküyor. Ancak bunu kurumun farklılaşması veya yapım biçiminin,
sorumlu kurumun farklılaşması şeklinde Ferhan Hocamız da
46
söyledi, bunun kalkınma ajanslarının getirildiği kurgusuyla, kurumsal
yapısıyla onun çözümlemesi mümkün gözükmüyor. Dolayısıyla kırsal
kalkınmayı da, bölgesel kalkınmayı da içerecek şekilde bir yapıya
kavuşturulması gerekir ve bu planlamanın da aslında bir anlamda illerin
kendi kurumsal yapıları arasında bir kurumlar arası koordinasyon ve
eşgüdüm platformu olarak da çalışması gerekli diye düşünüyoruz.
Baktığınız zaman bir valilik biriminin içinden planlamadan
sorumlu çok birim var, belediyenin içinde çok birim var. Her biri bağımsız
olarak kendi başına çalışıyor, ama bunun dışında bakıyorsunuz hem
çevre düzeni planları yapılıyor. Bunların hiçbiriyle bunların ilgisi yok veya
bu çevre düzeninden kaynaklanan veya kalkınma için bunlara
yükümlülükleri ve birtakım sorumlulukları var. Bunlar plandan bağımsız
olarak kendi başlarına yürüyor. O halde bütün bu sistemi birbirine
koordine edilecek plan platformunda buluşturacak bir sisteme ihtiyacımız
var diye düşünüyoruz. Dolayısıyla planın sadece bir yere ihale edilip
yapılan, sonra da kuruma teslim edilen bir belge olmaması, aslında
kurumun içinde, kurumların içinde içselleştirilen ve sürekli kullanılan bir
planlama
kültürü
oluşturulan
bir
mekanizmanın,
bir
sistemin
oluşturulması gerektiğini düşünüyorum. Bu olduğu takdirde belirsizliklerle
daha
mücadele
edilebilecek
veya
bu
belirsizliklerin
üstesinden
gelinebilecektir.
Bölge planlarından ne bekliyoruz? Yine bu bölge planından ne
bekliyoruz derken aslında çevre düzeni planını da bölge planı olarak
algılarsak bunun daha neleri içermesi gerekir diye de düşünebilirsiniz.
Bölgenin gelişme önceliklerinin belirlenmesi, kalkınması için bir ekonomik
ve sosyal çerçeve planın hazırlanması, aktörlerin katılımının sağlanması
ki, artık katılımın sağlanması için biraz önce bahsedemedim, bizim daha
önce Erzincan, Erzurum’da yaptığımız dar bölge polarize
47
modeli veya mikro bölge planı gibi evrensel düzeyde uygulanan birtakım
planların da yine bölge planları kapsamı içerisinde bir araç olarak
kullanılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu sınırlı alandaki aktörlerle
katılım, kalkınmayı sağlamak ve uygulamaları takip etmek daha kolay ve
yapılabilirliği daha yüksek olmaktadır.
Projeler
arasındaki
uygulama
ve
projeler
arasında
koordinasyonun olması gerekir. Gördüğünüz gibi bizim günümüzde
projeler aynı dönemde plan yapılıyor, ama aynı dönemde de yine kentsel
metropoliten ölçeğinde çok önem taşıyan, plan içerisinde bunun karara
bağlanması gereken birtakım olayların da plandan bağımsız olarak ayrı
projeler şeklinde götürüldüğünü görüyoruz. O zaman tabii böyle bir
planın ne işe yaradığını veya ne için yapıldığını algılamak zor oluyor
doğrusu. İlke ve önceliklerin saptanması, örgütlenme, bilgilendirme,
iletişim, ölçme, denetlemeyi içermesi gerekiyor.
Kısaca, ben olan olaylardan birtakım somut örnekler verip o
zaman olayın vahametini ve karmaşıklığını ortaya koymak istiyorum. Bilgi
altyapısının olmasını ve planların esnek olmasını sayıyoruz ve hiyerarşik
yapıda olmasını söylüyoruz. “Üst ölçekler yol gösterici olmalı” diyoruz,
ama yapılan örneklerde şunları görüyoruz: Çevre düzeni planlarında
kırsal yerleşmelerin gelişme alanlarına kadar her şeyin işaretlenmiş
olduğunu görüyoruz. Kent içerisindeki bütün fonksiyonların, ticaret
alanlarının, konut alanlarının şematik dağılmış olduğunu görüyoruz.
Hatta küçücük parsel bazında, yani şekil olarak parsele oturan birtakım
fonksiyonların tanımlanmış olduğunu görüyoruz. Eğer bunları böyle
yapıyorsak o zaman şu sorular akla geliyor: Bu kadar yerleşime ne hâkim
olmanız ne yerine gitmeniz ne de bu kadar kişiyle muhatap olup fikir
alışverişinde bulunmanız mümkün... Bütün bunlar üst ölçekte yapılıp
bitiriliyorsa o zaman alt ölçeğe ne iş kalıyor? 1/100.000
48
ölçekte bu yapılıyorsa 1/25.000 ölçeğin işlevi, hatta 1/5.000 ölçeğin işlevi
ne diye insanın aklına pek çok soru geliyor. Tabii, bütün bu kararlarda bu
kadar büyük alanlarda yerine gitme olanağınız olmadığına göre yeniden
gitmeden bunlara herhalde karar veriliyor. Çünkü Coğrafî Bilgi Sistemleri
(CBS) önümüze her şey getiriyor deniliyor, ama acaba yerel ölçekteki
birtakım bu kararları geliştirmek için daha ayrıntılı teknik bilgilere gerek
yok mu? O da başka bir soru.
Bütün bunlar tabii bu şekilde raporlarında tabii kentsel, kırsal
nüfus projeksiyonları yapılıyor. Bu başka bir telden çalıyor. Mekâna
baktığınız zaman mekân başka telden çalıyor. Çünkü raporda şunu
görüyorsunuz: Kırsal nüfus azalıyor, bunun mekânsal karşılığına
bakıyorsunuz, mekânda kırsal yerleşmelerin gelişme alanları açılıyor. Bir
başka örnek, yani planlar ve kurumlar arasındaki koordinasyonsuzluğu
yansıtan başka bir örneği sunmak istiyorum. X alanı diyorum, isim
vermiyorum, kalkınma planı bu sektör hakkında gelişme öngörüsünde
bulunuyor. Yer olarak da belirtilmiş, bu bölgede gelişsin denilmiş, bu
nedenle de teşvikler verilmiş, yatırımlar yapılmış, ama çevre düzenine
bakıyorsunuz, burada bu sektör tamamıyla yok sayılmış, bunun yanına
hizmet sektörü öngörülmüş veya rekreasyon alanı öngörülmüş. Aynı
alana nazım planda bakıyorsunuz, yine sanayi olarak öngörülüyor. Peki,
bunun yanında hemen komşu alana bakıyorsunuz, komşu alanda bu
sefer tam tersine çaprazlama bir ilişki söz konusu, çevre düzeni planında
yan tarafa hizmet sektörü getirilirken komşu alanda sanayiyle ilişkili
olabilecek, onu destekleyecek rekreasyon alanı değil de sanayiyle ilişki
kurulabilecek bir sektör görüyorsunuz. Dolayısıyla bu yerel ölçeğe
geldiğiniz zaman da tam tersi bunun söz konusu, bir tarafta rekreasyon
alanı yapıyorsunuz, diğer tarafta bununla çelişkili başka bir alan
getiriyorsunuz. Burada söylemek istediğim şu: Yeni projeksiyonlarda da
buna benzer çok fazla örnekler var, ama onları aktarma
49
olanağım olamadı. Dolayısıyla aslında planların kendisi bir belirsizlik
getiriyor, yani mekan başka şey söylüyor, raporlar başka şey söylüyor
veya raporların içerisinde mekansal birtakım sayısal büyüklükler veriliyor,
projeksiyon veya kestirim nüfusları veriliyor. Bunlar birbiriyle hiç
tutmuyor. Dolayısıyla eğer bu üst ölçekler yol göstericiyse yerel ölçekli
planlar bunlardan yararlanacaksa acaba bu raporların, bu planların
hangisinden, hangi sayısından yararlanacak ve nasıl bunlar arasında bu
koordinasyon oluşacak, rol paylaşımı olacak?
Bir başka örneği daha vereyim; yerel ölçekte yapılan planların
aynen çevre düzeni planlarına aktarıldığını görüyoruz. Dolayısıyla onların
geniş alanları imara açtığını ve büyük nüfuslar barındırdığını düşünürsek
bunları bölge planına yansıttığınız zaman planlardan gelen nüfuslarla,
yine çevre düzeninde öngörülen nüfuslar arasında çok önemli farklar
olduğu ve bunlara göre de birtakım yatırımların yapıldığını görüyoruz.
Hem bireyler açısından, hem kurumlar açısından hem de kaynakların
kullanımı açısından israfa yol açabilecek pek çok belirsizliğin olduğu
dikkati çekiyor.
AYŞENUR ÖKTEN- Teşekkür ederiz. Biraz da kurumların
dertlerini dinlemek açısından DPT’den katılan sayın konuşmacıyı rica
edelim.
IŞIL NADİRE YENER- Teşekkür ederim Hocam. Tabii DPT
adına burada konuşmacı olmak oldukça zor, öncelikle benden önce
konuşan tüm konuşmacılara tabii toplantıyı düzenleyen TMMOB Şehir
Plancıları Odası’na ve değerli üniversitelerimize teşekkür ederek
sözlerime başlayayım. Aslında benim bir hazırlığım vardı. Burada bizim
neler yaptığımız, üzerinde durduğumuz çalışmaların içeriğini sizlerle
paylaşmayı düşünmüştüm. Ancak o kadar güzel noktalara
50
değinildi ki, benden önceki bütün konuşmacılarda hem problem hem de
çözüm önerileri öyle güzel değerlendirildi ki, ben biraz onlara vurgu
yaparak doğaçlama konuşmak daha güzel olacak diye düşündüm.
Hocalarımız öncelikle dediler ki, noktasal projeler üretiliyor. Bu
projeler bir bütünü oluşturamıyor. Planlama stratejisine göre değil, ama
her biri kendi başına faydalı projeler de olabilir, ama bir araya geldiğinde
bir genel stratejinin bir gelişme kaygısının bir vizyonun parçası olamıyor
dediler. Ayşenur hocamızdan böyle bir vurguyla başladık ve dediler ki,
bizim bir sorumuz varsa mesela, üst ölçekteki meseleleri nasıl ele alalım,
nasıl ortaya koyalım ve bunları nasıl bir yaklaşımla çözelim vurgusunu
biraz düşünelim dediler. Biliyorsunuz, Devlet Planlama Teşkilâtı 3194
sayılı Kanuna göre bölge planlarını hazırlıyor ve hazırlatıyor. Ferhan
Hocamızın dediği gibi bugüne kadar da çok sayıda deneyim var. Birçok
bölge planı hazırlanmış, çok iyi niyetlerle çok emekler verilerek ortaya
konulmuş, ama hayata geçirilme aşamasında birçok sebeple geri kalmış.
Bu sebeplerin tabi önemli bir bölümü ekonomik sebepler, yeterli
kaynağın, finansmanın sağlanamaması gibi; ama bir de yerel düzeyde
sahiplenilmiş olma sorunu söz konusu. Bu konuda, gerçek anlamda bu
işleri takip edecek, hayata geçirmekte öncü olacak bir yerel birimin
olmaması da aynı şekilde buna bir etken olmuş.
Bizim önümüzde “Kalkınma Ajansları” projemizle aslında çok
önemli bir fırsat duruyor. 3194 kapsamına baktığımızda biraz mekânsal
perspektifi
de
olan,
ama
Devlet
Planlama
Teşkilâtı
olarak
düşündüğümüzde ekonomik, sosyal kalkınma konusunda bölgeler arası
gelişmişlik farklarını azaltmayı hedef alan, buraya hizmet etmesini
beklediğimiz bölge planlarını hazırladıktan sonra, bu planları hayata
geçirmek için bir kaynağımız, bir mekanizmamız ve bir sahibimiz olacak.
Kalkınma ajansları kendi bölgelerinde öncelikle tabii çok
51
detaylı araştırmalar yaparak, hakikaten öncelik olabilecek rekabet gücü
yüksek olabilecek alanları saptayacaklar. Bu anlamda, oradaki yerel
dinamiği hepimizden çok daha iyi görerek öncelikle nerelere sihirli
dokunuşlar yaparak, bir arada entegre bir yapı içerisinde nerelere kaynak
aktararak bölgesel düzeyde bir hareket başlatabiliriz, kalkınmaya ivme
kazandırabiliriz sorusunu bir kere doğru olarak tespit edebileceklerini
düşünüyoruz. İkincisi, bu tabii bir plan yaklaşımı içinde, Betül Hocanın
bahsettiği şekilde, bütün ilgili merkezi kurumların stratejilerini de görerek
bölgedeki problemleri, fırsatları, güçlü yönleri, zayıf yönleri de bir arada
değerlendiren bir bölge planı olmalı ki, biz bu bölge planını sadece yazılı
bir plan olarak görmüyoruz; operasyonel olarak 7 yıllık yapılacağını
varsayıyoruz. Ne yapılacak, kim yapacak, nasıl yapacak, hangi düzeyde?
KOBİ’leri
geliştireceğiz
hedefiyle
bitmeyecek.
Amaç
KOBİ’leri
geliştirmekse eğer, hangi sektörler burada öncelikli olabilir? Güçlü,
genelde böyle bir kültür var, gelenek var veya coğrafik olarak
baktığınızda, ülke ölçeğinde baktığınızda çok yüksek bir potansiyeli var.
Eğer bu sektörse o sektördeki mesleki eğitimi de destekleyecek kaynak
var. O sektördeki yatırımcıyı da destekleyecek, pazarlama faaliyetini de
destekleyecek,
gerekiyorsa
uluslararası
kongreler
fuarları
da
düzenleyecek ve oralara yatırımcıyı getirip götürebilecek. Bütün bu
entegre hareketi bir arada yapabilecek bir birimimiz, bir kurumumuz
olacak.
Tabii,
burada
bunlar
çok
iyi
niyetli
beklentiler
diye
düşünebilirsiniz. Kimin, nerede, ne zaman, neyi, nasıl yapacağını, çok iyi,
şeffaf ve net bir şekilde kurgulamamız gerekiyor. Bunun en başında tabii
bölge planlaması geliyor. Biz, kalkınma ajanslarının DPT adına bu bölge
planlarını hazırlamalarını öngörüyoruz. Şu andaki yaklaşımımız böyle,
dolayısıyla bölge planı olarak ne hazırlayacaklar? Çevre düzeni
planından farkı ne? Genel olarak kalkınma vizyonu olarak neye ne
düzeyde sahip çıkılması gerekiyor? İlk Ayşenur Hocamın sorduğu soru
kapsamında meseleleri nasıl ele almalı? Bir bölge planı
52
dediğimizde ne görmek istiyoruz? Bir kere bunları netleştirmemiz
gerekiyor ki, onun üzerinden bir yol alabilelim.
İkincisi, bunu operasyonel hale dönüştürmek diyoruz, bunu nasıl
operasyonel
hale
dönüştüreceğiz?
Bunun
sistemini
nasıl
kurgulayacağız? Hazırlıklar nasıl yapılacak ve destekleme mekanizması,
iş finansmana geldiğinde, hibe vermeye geldiğinde, doğru yere, doğru
noktaya odaklanabildiğimizden nasıl emin olacağız? Bu kaynağı aktarma
sürecinin, tereddüde mahal vermeyecek ve herkesin emin olacağı bir
şekilde kurgulanması lâzım. Biz hakikaten müsteşarlığımızda çok
heyecanla çalışıyoruz. Birçok ülke örneklerini araştırıyoruz, çeşitli
toplantılar yapıyoruz. Dışarıdan da çok ilgilenen İngiltere olsun, Dünya
Bankası olsun bize destek vermek isteyen kurumlar var; onlarla da
birlikte çalışacağız, ama en önemlisi biz bunları, üniversitelerimizle, yerel
yönetimlerimizle, sizlerle birlikte geliştirmek istiyoruz. Bir anda bunu
böyle geliştirmek tabii çok güzel, ama bir yandan da kaynağımız var,
ajansları kurmaya başladık. Bir an evvel de bir harekete geçmek, somut
örnekler koyup belki bu örnekler içerisinde hatalarımızdan ders alarak
sistemi geliştirerek kurgulamak zorundayız. Bu süreçte ben çok kısaca
neler yapacağımızı adım adım söyleyebilirim.
Öncelikle, kalkınma ajanslarının da öncesinde, ilk konuşmacı
hocamızın da vurguladığı ulusal düzeyde bölgesel gelişme stratejisi
hazırlığı söz konusu. Burada bizim iki kademeli bir yaklaşımımız olacak.
Bunu çalışıyoruz, bunu kurgulamaya uğraşıyoruz. Aslında bu nasıl
hazırlanmalı konusunu bir yandan da sizlerle müşahede edeceğiz.
Bunları da önümüzdeki aylar içerisinde bir toplantı, bir sempozyum,
seminer gibi bir etkinlikle masaya yatırmayı planlıyoruz. Öncelikle uygun
bölgeler ölçeğinde bir analiz, bir tanımlama, bir farklılaşmaya ihtiyaç var.
Ajanslar bölge planı hazırladığı zaman bu kaynakları
53
kullanacağız. ama ajansların hazırladığı bölge planlarına da belki ülkesel
ölçekte bir girdi sağlayacak yaklaşımlar gerekli. Örneğin -şu anda
tamamen teorik söylüyorum-, deniz kıyısında olan ve ülke ölçeğinde,
turizm açısından gelişme perspektifi yüksek olan bölgelerimiz için biz
daha yüksek gelir grubundaki turistlere hizmet etmeyi turizm stratejisi
olarak koyduysak, bu stratejinin, bölgelere uygun olabilecek tanımlı proje
alanlarını,
öncelik
alanlarını
biraz
netleştirebilen,
biraz
daha
somutlaştıran, dolayısıyla ajansın bölge planını operasyonel hâle
getirdiğinde o sene vereceği hibelerde kaynak aktarırken dayanak olarak
kullanabileceği,
tematik
alanları
netleştiren,
farklılaştırılmış
genel
sosyoekonomik gelişme öngörüleri bulunan bir yapısı olsun istiyoruz.
Ulusal düzeyde bölgesel gelişme stratejisinin bir sosyoekonomik
gelişmeyle ilgili bölümü, bir de mekansal gelişme politika belgesi olarak
algılayabileceğimiz, yine ülke ölçeğinde genel ilkelerimizi koyacağımız bir
yapısı olacak. Çok kısaca ulusal bölgesel gelişme stratejisini geçiyorum.
Ondan sonra 7 yıllık vadeyle bölge planı ve bölgesel gelişme
stratejisinden bahsedeceğiz. Sonrasında bu bölge planlarının hayata
geçirilmesi için 3 yıllık operasyonel programlar hazırlanacak. Bu
programlarda ajanslar kendilerinin 7 yıllık planın içerisindeki tedbirlerden
o 3 yıl için öncelikli olarak hangilerine ağırlık vereceklerini bize
hazırlayacaklar. Bütün o hazırlık tabii bölgesel düzeyde olacağı ve bütün
o bölgenin önde gelen aktörleri de bu hazırlıklar içinde rol oynayacağı
için tabii başlı başına baştan beri katılımcılık anlamında olsun, hem yerel
düzeyde sahiplenme, hani merkezden karar vermek çok gerçekçi değil
biliyoruz, bütün bunları bir şekilde hayata geçirme imkânı bulmuş
olacağız.
Daha
hazırlayacağız
ve
sonra
yıllık
yıllık
bazlı
düzeyde
ajanslar
çalışma
programlarımızı
destekleme
faaliyetlerini
hazırladığımız -onun yönetmelikleri hazırlandı, yayınlanmak üzere-
54
yönetmelikler çerçevesinde yürütecekler.
Burada kritik olan bizim önem verdiğimiz nokta ilk defa bu bölge
planlarıyla ortaya konulmak istenilen hedeflerin hayata geçirilmesi için bir
kaynak olacağı ve bu kaynağı doğru bir şekilde kullanabilmek için de
etkili, şeffaf tanımlı bir sistemin net olarak çıkarılması için bir çaba
harcadığımız, kısaca bu kadar söyleyeyim. Teşekkür ederiz.
AYŞENUR ÖKTEN- Planlama kuşkusuz sektörleri de etkiliyor.
Sektörler içinde yapılıyor. Bu bağlamda eğer yanlış söylemiyorsam Arkas
Liman Hizmetleri Yöneticisi Hakan Genç Bey’den katkı rica ediyoruz.
HAKAN GENÇ- Efendim, teşekkür ederim öncelikle beni davet
ettiğiniz için, burada tabii genel olarak İstanbul’un planlamasıyla ilgili
konular konuşuluyor. Tabii, ben bu konuyla ilgili yetkin bir ağız değilim.
Yetkin ağızlar elbette ki var ve burada konuşuyorlar, ama benim için ve
temsil ettiğim sektör açısından önem verdiğimiz ve önemli bulduğumuz
konu hakikaten böyle bir toplantıya davet edilmiş olmaktır. Çünkü çok da
sık rastlanılan bir şey değil bu, umarım bu örnekler çoğalır.
Benim konuşmalarım kendi sektörümle ilgili, bağlantılı olacak.
Ben liman konusunda konuşacağım. Limanlar tabii ki, bir şehrin, bir
ülkenin çok önemli kapıları, yerleri, fakat ülkemizde maalesef bu önem
onlara atfedilmiş durumda değil. Bilmiyorum, İstanbul’un limanı neresidir
diye soracak olsak kaç kişi acaba cevap verecek durumdadır. Bu önemi
gerçekten limanlara vermemiz, hissetmemiz gerekir.
Limanlarla ilgili planlama bakımından durum nedir derseniz
birçok durumda konuyla ilgili irtibata geçtiğimiz kurumlarda bir plan
yapma aşamasında bize çeşitli planların olduğu söyleniyor,
55
ifade ediliyor. Bir konuşmacı değindi, aslında baktığınız zaman plandan
geçilmiyor gibi bir durum ortaya çıkmış gibi görünüyor. Ama esasında fiili
durum öyle değil. İzmit Körfezi içerisinde baktığımız zaman 20, belki
daha fazla iskele mevcut. Hepsi kendi başına planlarını yapmışlar,
yürümüşler ve hakikaten baktığınız zaman bütüncül planlamanın ne
kadar
gerekli
olduğunu
bu
ortamda
görebiliyorsunuz,
değerlendirebiliyorsunuz. Böyle bir bütüncül çalışma nihayet çok yakın
bir zamanda, Ağustos ayı içerisinde yapıldı. Belki yeteri kadar
tartışılmadı, ama en azından ortaya bir plan konuldu. Tabii, konulan plan
mevcut çapraşık yapılanmayı giderecek mahiyette de değil; bundan
sonrasını bir ölçüde kurtarmaya yönelik bir çalışma oldu, ama bu şekliyle
dahi bence önemli.
Bunun dışında temel olarak Türkiye’nin veya İstanbul’un liman
ihtiyaçları nedir diye planlamacılar bakmış mıdır diye benim bildiğim
içinde kayda değer birkaç şey görüyorum. Biri Japonların yaptığı JICA
(Japan International Cooperation Agency – Japon Uluslararası İşbirliği
Ajansı) planlaması, ama bir bütün olarak baktığınızda bunların hiçbirinde
konuyu tamamen kavramış, anlamış, buna göre değerlendirmiş ve
planlamış bir yapı bulmak kolay değil. O yüzden öneri olarak ortaya
koymak istediğim konu burada birtakım sivil toplum örgütleri artık
eskisinden daha örgütlü, bilgili ve donanımlı bir şekilde hareket ediyorlar.
Bu planlama süreçlerine bunların muhakkak surette dâhil edilmesi
gerekiyor ve eğer dâhil edilirlerse o zaman planlamalarda çok daha fazla
yardım ve destek sağlayacakları için öyle tahmin ediyorum ki, en azından
limanlar için bu belirsizlik ortadan kalkmış olacaktır.
Öyle bir metropol ki, Marmara’nın iki tarafında muazzam bir
coğrafyaya yayılmış bir alan, yani burada, bu iki yaka arasında hem yükü
aktaracaksınız, hem insanları aktaracaksınız. Yükün bir
56
kısmı
kuzeyden,
Avrupa’dan
sokmamanız gerekiyor.
kamyonlarla
Bütün bunları
gelecek,
onu
şehre
planlamanız gerekiyor
ve
hakikaten çok önemli yerler, o yüzden de başta söyledim, gerçekten de
bilinçli bir seçimdir diye düşünüyorum buraya davet edilişimi, çünkü her
şey aslında büyük ölçüde limanlar üzerinden yürüyor. Bunları gerçekten
doğru bir şekilde planlamamız gerekiyor ve uzun vadeli planlar
yapmamız gerekiyor. Bunları planlarken tabii ki, bu konudaki trendleri
bilmemiz gerekiyor, yani 50 sene sonraki gemi boylarının, gemi
draftlarının o gemilerin ihtiyaç duyacağı liman altyapılarının neler
olacağını az-çok kestiriyor olmamız gerekiyor. Yoksa yapmış olduğunuz
planlar kısa kalabilir. O gemiler ileride tekrar geldiği zaman, yeni yapılar
yapmak durumunda kalabilirsiniz. Ben konuşmamı şimdilik burada
keseyim, ileride diğer konularda görüşlerimi ifade etmek isterim.
AYŞENUR
ÖKTEN-
Yine
sektörler
açısından
planlama
sorunlarına bakışını öğrenmek üzere Dinçer Mete Bey, Makine
Mühendisleri Odası’ndan katkıda bulunacak.
DİNÇER METE- Teşekkür ederim. Makine Mühendisleri Odası
İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu üyesiyim, ama Makine Mühendisinin bu
toplantıda ne işi var diye bakılabilir. Aslında Trakya’da yaşanan bir
planlama sürecinin deneyimini ve onun sonuçlarını aktarmak istiyorum.
Trakya’da Ergene Havzası Çevre Yönetim Planı yapıldı. 1994’te Makine
Mühendisleri Odası’nın tetiklemesiyle başlayan bir sürecin sonunda bir
plana kavuştuk ve bu süreci de ben başından sonuna kadar yaşayan
kişilerden biriyim. Buradaki deneyimlerimizi aktarmaya çalışacağım.
Makine Mühendisleri Odası’nın bütün web sitelerinde 4. Sempozyumun
sonuç bildirgesi vardır. Bu sonuç bildirgesi de bütün o deneyimin
sonuçlarını iyi biçimde özetliyor. 7 sayfalık bildirgenin hepsini burada
aktarmam mümkün değil, ama başvurulabilir. Başvururken
57
tabii ki, Şehir Plancıları Odası’nın düzenlediği ve bu kadar plancının
olduğu bir yerde başka bir şey söyleyerek başlayacağım. Planlamanın
kendisi
noktasında
tanım
olarak
bizim,
planlamak
noktasında
birleştiğimizi, bu anlamda genel bir uzlaşı sağlandığını düşünmüyorum.
Biz planlamanın kendisini, esas olarak teknik bir süreç olarak algılıyoruz.
Planlama hiçbir zaman teknik bir süreç olarak görülmemeli. Özellikle üst
ölçekli planlardan,
bahsediyorsanız,
değerlendirirseniz,
bölgesel ya da ulusal düzeydeki planlardan
bu
planı
daha
ilk
sadece
tek
baştan
bu
tip
bir
planın
süreç
hiçbir
olarak
kararının
uygulanmayacağını Türkiye gibi ülkede güvence altına almış olursunuz.
Birçok plan yapılır ve bunlar uygulanmaz.
Ben Trakya deneyiminin burada tanım ürettiğini düşünüyorum.
Eğer, adına ister il bölge planı deyin, ister çevre düzeni planı deyin, bir
planı kamusal belgeye dönüştürme şansınız yoksa, yani planınız
kamusal bir belge olarak gözükmüyorsa siz bu işi esas olarak
örgütleyememişsiniz demektir. Bütün plancılar bu işi teknik bir süreç
olarak algılamakta çok mahirler. Bir deneyim aktarmak isterim: Bu süreç
1994’te başladı. 1999’da eğrisi doğrusuna gelerek çevre düzeni planı
bizim 3. Sempozyumumuzun açılışında imzalandı ve olabilecek en iyi
kuruluşa verildi. Bütün sivil toplum örgütleri de bunu destekliyordu.
Trakya Üniversitesi aldı planı, yapma yükümlülüğünü üstlendi. Bu
yükümlülüğü üstlendikten sonra biz 4 sene Trakya Üniversitesi’nden bilgi
alabilmek için elimizden gelen her şeyi yaptık. Hatta hocalarımız, “Bu işi
sadece kendi işleri olarak görüyorlar, burada yanlış bir şey yapıyorlar.
Gelin
bir-iki
sempozyum
yapalım”
dediler.
Edirne’den
gelen
arkadaşlarımız da bilir, “Kentler ve Sorunları” gibi sempozyumlar yaparak
bilgiler almaya çalıştık, ama eğer hayatı değiştirecek, toplumun tümü için
geçerli olacak bir plan yapıyorsanız, planınızı kamusal bir bölgeye
dönüştürmenin yollarını ve araçlarını yaratmak zorundasınız.
58
Ayrıca, planın kendisi sonuca bağlanmış olarak görülmemeli. Özellikle
üst ölçekli planlardan bahsediyorum; planın kendisinin uygulanması
dinamik bir süreç, planla hayatı yönetiyorsunuz. Bu hayatın dinamizmiyle
uyuşacak mekanizmaları yaratmazsanız yine problemleri yaşamaya
başlıyorsunuz.
Her tarafın katılımından bahsediyoruz. Katılım derken bütün
hepimiz
bütün
toplantılarda
hangi
sorun
olursa
olsun
aslında
başladığımız nokta şurasıdır: Merkezî idarenin katılımı olacak, onların
elinde yetkiler var. Yerel yönetimler muhakkak katılacak. İlgi alanındaysa,
meslek odaları uzmanları, üniversiteler katılacak. Sivil toplum örgütleri de
katılacak. Aslında söylediğimiz bu önermeyi her toplantıda, her konuya
ilişkin olarak söylerken aslında boş bir önerme haline de dönüştürüyoruz,
ama hiçbir zaman da pratikte bunların yollarını bulmuyoruz. Bu konuda
bir örnek vereyim; karar alındıktan sonra Trakya’da Devlet Su İşleri
dışında Trakya Üniversitesi veri alabilmek için olağanüstü zorlandı. Biz
bu zorlanmayı da aşağıdan baskı yoluyla kırmaya çalıştık. Belediyeler bu
işin hem planlama sürecinde hem de plan yapıldıktan sonra bu baskıyı
kendi yetki alanlarına bir tür müdahale, hareket alanlarının da
kısıtlanması olarak görme eğiliminde oldular. En sonunda gelinen yerde
planların kendisinin tartışıldığı, planın ayrıntı düzeyinin tartışıldığı bir
noktaya geldik. Hatta birçok belediye dedi ki, bu planı askıya alalım.
Aslında plan nereden başlamıştı? Planlama türleri açısından ben ölçek,
ulusal bölge, ulusal, kentsel arada ara ölçekli planlar kısmından geçerek
başka bir şey söyleyeceğim; bence iki tür planlama var: Bir aşağıdan
planlama var, bir yukarıdan planlama var. Yukarıdan planlama dediğimiz
sürecin kendisinde ülkenizin bir ulusal planı olur, kalkınma bir planıdır,
hedefleri belirlenmiştir. O hedeflere bağlı olarak da siz bunu bölge
düzeyindeki bölgesel kalkınma hedeflerinize bağlı olarak uyarlarsınız,
59
türeterek gelirsiniz aşağı doğru inersiniz.
Türkiye’de yaşadığımız süreç, bizim yaşadığımız deneyim böyle
bir şey değildi. Biz aşağıdan, yani hiç kimsenin aklında ve İstanbul’un
aklında dahi planlama yokken “İstanbul Trakya’ya gelecek, Trakya bu işin
planlama sürecini başlatsın, bir halkın ve bir bölge kesiminin geleceğine
ilişkin olarak Trakya’nın kendine özgü koşullarından dolayı da tarım
alanları ve bütün bu alanların tasfiyesini ele alarak böyle bir planlama
süreci başlasın” demiştik. Sonunda başarıya ulaştı, ama burada hemen
üçüncü bir noktayı vurgulamak isterim: Bizim planlama deneyimimiz var
mı, planlamayı biliyor muyuz? Bu konuda ne yazık ki şunu söylemek
zorundayım: Hayır, biz planlamayı da bilmiyoruz. Türkiye’nin planlama
olayında DPT deneyimi nedir, DPT hangi dönemden sonra bir özel teşvik
bürosu halinde çalışmaya başlar, hangi planı yapar? Bunların hepsi
tartışılmalı, yerel planlar düzeyinde de hep beraber katılımı söylüyoruz.
Katılımdan anladığımız ne? Mesela, İstanbul Çevre Düzeni Planı’nda
katılımcı modellerden söz edildiğini duyuyoruz; ancak belediye bunu
nasıl uyguluyor? Diyor ki, toplantı yapıyorum. Gelin, toplantıya katılın. Ne
olacak?
Katılacağız
toplantıya,
düşüncelerimizi
söyleyeceğiz.
Bu
katılımcı bir planlama modeli olacak. Planlama sürecinin kendisini
katılımcı hale getiremezseniz, burada bir model yaratamazsanız bu işi de
çözemezsiniz. Örgütler buna hazır mı? Birileri bize dese ki, “Haydi gelin
hakikaten katılımcı model yapacağız. Katılım önerilerinizi bu plana
aktarın”. Bunu biliyor muyuz? Hayır, bunu bildiğimiz noktasında da
şüphelerimiz var. Çünkü talep etmekle bir şeyi örgütlemek noktasındaki
onu hayata geçirmek üzere planlamak noktasındaki farkın önemli
olduğunu düşünüyorum. Planlı bir yaşamın ne olduğu konusunda ne
yazık ki bizden önceki kuşak birazcık daha fikir sahibiydi: en azından
plan olgusunun varlığı noktasında bir düşünceye sahiplerdi, bunu
60
söylüyorlardı, ama bizim kuşağımız da dâhil olmak üzere ne yazık ki
böyle bir süreci yaşamadık, bilmiyoruz.
Böyle bir durumda belirsizlik dediğiniz şey kendini gösteriyor;
dışarıda aslında kriz var, bugün tam ortamı, ülkeler iflâs ettiklerini
açıklamaya başlıyorlar. Genel olarak borsa düşüşleri ve benzeri çıktı,
geçti. Bu belirsizlik değil, ama bu krizin kendisi. Belirsizliğin aşılması
noktasında evet, belirsizlikleri belirliliğe dönüştürüyorsanız siz süreci
yönetiyorsunuz demektir. Bu anlamıyla belirsizliği her şart altında fırsata
dönüştürmek, dönüştürmemekten daha ziyade belirsizlik ortamından
çıkarmak gerekir. Fırsatlar krize dönüşebilir, çünkü orada kağıtlar
yeniden kırılıyordur. Kumarbazların yaklaşımlarında her el kağıt dağıtılır,
bir sonraki ele kağıt gelmezse masadan kalkamaz. Bunun içinde
belirsizlik yönetilemez. Fırsatları dönüştürebilmek olgusunun temel yönü
güç meselesidir. Siz bu belirsiz ortamda bütün kağıtların yeniden
dağıtıldığı ortamda belli bir güce, belirsizlikleri yok ettiğiniz bir plana
sahipseniz evet, belli hedefe gidebilirsiniz ve bunu yönetebilirsiniz. Böyle
bir durumda da o başkalarının belirsizliklerini kendinizin planlama
sürecine katarak kendiniz için olumlu bir sonuç elde edebilirsiniz.
Buradan çıkacak olan temel sonuç, planlamayı bugün dünya,
ABD dâhil yeniden herkes keşfetmeye başladı. Planlama dışında bir
şans yok, planlama geliyor. Bizim planlama noktasında hazır olmamız
gerekir, ama biz mühendisler, şehir plancıları, mimarlar buna çok
yatkınız. Tekrarlıyorum, planlamayı sakın sadece ve sadece bir teknik
süreç olarak algılamayalım.
Son olarak şunu vurgulamak isterim; “Kalkınma Ajansları”. Plan
yaparken ne için plan, kim için plan sorusunun cevabını vermediğiniz
sürece, yaptığınız planın kimin yararına olacağını da
61
bilemezsiniz. Herkesin yararına olan plan, her şeyi içeren mutlu mesut bir
dünya planı, bunların kendisi birazcık havada kalan şeyler. Kalkınma
ajanslarının amaçlarıyla bizim bölgesel planlama deneyimimiz tamamıyla
çelişiyordu. Biz Trakya’nın tarımsal topraklarına sahip çıkan, İstanbul’un
Trakya üzerine yüklenmesini yok eden, Trakya’nın geleceğini planlayan
bir yere gidiyorduk. Bölgesel kalkınma ajansları ise bunun tam tersine…
Trakya’yı İstanbul’a açmak için ne yapacaksınız ya da Çanakkale’yle
nasıl rekabet edeceksiniz zorlamasını yapıyor. Bu bir tür neo-liberalizm
politikasıydı, temenni ederiz ki neo-liberalizm kendisiyle beraber yok olur,
ama insanlar kendi geleceklerini planlamalılar.
Son olarak şunu vurgulamak isterim; “planlama ne olmalı?”
sorusuna bir yanıt olarak, Makine Mühendisleri Odası tarafından düzenli
bir şekilde devam eden sanayi kongreleri var. Sanayi kongrelerinin geçen
dönem on altıncısını yapmıştık. 40 yıldır oluyor bunlar, 16 ve 17.sinde,
biz artık “alternatif plan ne olmalıdır?” sorusunu sorduğumuz, bu soruya
ülke düzeyinde cevap aradığımız ve bunların bölgelerle ilişkilerini
kurduğumuz bir süreci başlattık. İkincisinin, daha fazla bilgiyi taşıdığımız
bir süreç olacağını düşünüyorum. Son söz, planlı bir hayat, ama
hepimizin planlı bir yaşamı öğrendiğimiz, planlama için kolektif bir arada
olmayı becerebildiğimiz ve hayatı örgütlediğimiz bir plan… “Ne için, kim
için?” sorularına çok açık bir cevap verdiğimiz bir hayatın parçası olarak
plan. Teşekkür ediyorum.
AYŞENUR ÖKTEN- Teşekkür ederiz. Tabii belirsizlik ortamı,
profesyonel olarak plan yapanları da son derece etkileyen, onların
sorunları birebir yaşadıkları bir ortam. O bağlamda önce plancı Namık
Kemal Döleneken’e söz vermek istiyorum.
62
NAMIK KEMAL DÖLENEKEN- Çok teşekkür ediyorum. Aslında
sevgili Makina Mühendisleri Odası temsilcisinden sonra konuşmak biraz
da avantaj olacak. Çünkü bizim geldiğimiz noktanın onlarla çok yakın bir
bağlantısı var. Ben hem şehir plancısıyım, aynı zamanda da Edirne
Belediyesinde meclis üyesiyim, İmar Komisyonu başkanıyım ve belediye
başkanlığı vekilliğini bir süre yürüttüm. Aynı zamanda da Trakya
Üniversitesi tarafından yapılan planın planlama ekibinde de yer aldım.
Tabii, Türkiye’de bu konulardaki kargaşayı ve belirsizliği belki de en
güzel tanımlayacak şey bu konuda yıllarca bayrağı Trakya’da Makina
Mühendisleri Odası’nın taşımış olmasıdır. Şehir plancıları, mimarlar,
üniversite değil, yıllarca üst üste yaptıkları toplantılarla, kongrelerle
Trakya’daki bu sorunlara dikkat çeken, planlama konusunu aralıklı olarak
gündeme getiren Makine Mühendisleri Odası oldu ve hâlâ da bunun
peşinde gidiyorlar, biliyorum.
Bu teorik olarak söylenilen lafların, yasalara yazılanların,
konulan ilkelerin hepsinin bir bütünlüğü, bir anlamı var, ama yaşam hiçbir
zaman için kitaplardaki kadar net, yasalardaki kadar tanımlanmış
olmuyor. Ben burada ağırlıklı olarak İstanbul’daki planlamanın da
doğrudan etkilediği ve ilgilendiği yine Trakya’daki planlama, özellikle üst
ölçek planlama ve onunla ilgili bazı pratik konulara değinmek istiyorum.
Aslında genel çerçeveyle ilgili çok fazla bir şey söylemeyeceğim, zaten
sevgili hocalarımız ve arkadaşlarımız anlattılar. Ben daha çok, bu iş ne
kadar biliniyor, nasıl yapılıyor, bu belirsizliğin somut olarak insanlardaki
yansıması ne şekilde ortaya çıkıyor, bununla ilgili bazı örnekler vermek
istiyorum.
Aslında Ergene Havzası Çevre Düzeni diye başlayan, sonra
bunun bu şekilde çözüm olmayacağı düşünülerek Trakya Alt Bölgesi
olarak adlandırılan planlama o zamanın Trakya Üniversitesi
63
rektörünün o zamanki Çevre Bakanıyla bir toplantıda karşılaşıp sohbet
sırasında “bunu yapar mısın?” “yaparım” şeklindeki bir diyalogla, yani
biraz da planlı-programlı olmayan bir gelişme sonucunda ortaya çıktı.
90’lı yılların sonunda “bunu ne yaparsanız yapın” diye Çevre Bakanının
ortaya attığı 55 milyar Türk Lirası gibi komik bir bütçeyle, rektörün de
kendi çizgisi ve çevreci yaklaşımından dolayı uygun gördüğü ve “yaparız”
dediği bir çalışmayla başladı. Rektör o hızla Ankara’ya gidip Bakanın
karşısına çıkıyor. Diyor ki “planı yapmaya geldik.” “Tamam da bir protokol
yapmamız lâzım, senin planlama ekibin, plancın nerede?” Sevgili Osman
Hoca dostumuz “Ben rektörüm, ben yetmez miyim?” diyor. “Hayır
yetmezsin. Buraya planlamayla ilgili birilerini gönderin” diyorlar. Telefon
etti, birkaç arkadaşımla birlikte gittik, Çevre Bakanıyla, bir ön protokol
hazırladık. Daha sonra bir müellif gerekiyor bu denetim kuruluna, bir
başkan gerekiyor denildi hocaya, “ben rektörüm ya” dedi Sayın üroloji
profesörü dostumuz; “hayır üroloji profesörü olmaz” dediler. “O zaman
kimya mühendisi yardımcım var, o da mühendis, o yapsın” dedi. Onun da
olmayacağı anlatıldı. Bu tartışmalar sırasında konu birden bire şuna
geldi; bu sefer orman mühendisi olan sevgili Doğan Hoca ben orman
mühendisiyim, durmadan amenajman planı yapıyoruz, bölge planlıyoruz.
Bölge planını ben yaparım” dedi. Arkadan Cemil Hocamız “ben zaten
tarım alanlarını planlıyorum, bunun de yüzde 75’i tarım alanı. Niye ben
yapmayayım?” dedi. Bu anlamda ciddi ciddî biz bunları tartıştık. En
sonunda bu kadar parasız bir ortamda, bu şartlarda bunu bedavaya
yapacak, para almadan fahri olarak yapacak birileri arandı. Sevgili
öğretim üyesi profesör dostumuz Emre Aysu bulundu; Yıldız Teknik
Üniversitesi’nden, o geldi, ekibin başına geçti ve bu ekip amatör bir ruhla
çalıştı, bir plan hazırladı. O dönemde muhatap olduğu kurum Çevre
Bakanlığıydı, daha sonra bu Çevre ve Orman Bakanlığı oldu; uzun bir
süreçten sonra da plan onaylandı.
64
Yapılan 1/100.000 ölçekli bir plandı ve bu plan gerçekten de
amatör bir ekip tarafından, çok profesyonel olmayan ama iyi niyetli bir
ekip tarafından hazırlanmıştı. Bu planın onaylanmasıyla en azından plan
resmi bir belge haline geldi. Bu planın en önemli taraflarından biri, bütün
ayrıntılardan öte bir konunun altını çizmiş olmasıydı; eğer bu planı
yürütecek bir kurumsal yapı, bir yetkili kurum yoksa bu plan hiçbir anlam
ifade etmez. O nedenle mutlaka bir örgütlenme gelmesi lâzım bu planı
kapsayan ve bunu hayata geçirecek ve buna bağlı olarak da zaten
Trakya Kalkınma Birliği TRAKAB diye meşhur oldu, şimdi herkes iyi kötü
biliyor, yerel yönetimler birliği kuruldu. Bunun amaçlarından biri de bu
planın uygulanmasıyla ilgili kurumsal yapının oluşmasıydı. Bugün
ajanslar, vesaire gündeme geliyor değişik şekilde, tabii herkes değişik
yerden değişik örgütlenme modeli sunabilir, ama şu çok net: Belirsizliğin
planlamada ortadan kalkması için uygulayıcı kurumun net bir şekilde
tanımlanmış ve gerekli yasal güce erişmiş olması gerekiyor. Örneğin, alt
ölçekte imar planlarını siz belediyelere verdiğiniz zaman plan yapma
yaptırım yetkisi, plan onaylama yetkisi, uygulama yetkisiyle birlikte
veriyorsunuz. Hatta bunun maddi bazı finansmanla ilgili bazı elemanlarını
da görüyorsunuz. Ondan sonra bunu yapabiliyorlar, uygulayabiliyorlar.
Siz üst ölçekli bir planı kimin olursa olsun kim uygularsa uygulasın
mantığıyla yaptığınız zaman, onun arkasında alt ölçeklerde olduğu gibi
tanımlanmış yetkisi, gücü olan bir kurum yoksa bunun bir anlamı da yok.
Eski krallıklarda, çocuklar babalarını boğarmış; burada da öyle
bir olay oldu. TRAKAB’ın içinde 1/100.000’lik planın aşırı korumacı ve
kısıtlayıcı maddelerinden dolayı özellikle bazı yerel yönetimlerde ve
Bayındırlık ve İskân Bakanlığı Müdürlüklerinde bir tepki oluştu.
TRAKAB’ın
tutucudur,
içinde
“1/100.000
bunu mutlaka
plan
ortadan
yanlıştır,
kaldıralım”
eksiktir,
baskıcıdır,
düşüncesi
kurulunda hâkim oldu. Bunun üzerine de 1/250.000’lik bir
yönetim
65
plan yapımına geçildi. Bunun için ihale komisyonu kuruldu. Bunun için de
tabii ki bir grup hocaya danışman tutuldu. “Lütfen, 1/100.000’lik planı
nasıl ortadan kaldırırız, biz bunu bilmiyoruz, biz bunun cahiliyiz, bize bir
yol gösterin” denildi, bir rapor hazırlandı. “Ancak 1/100.000 üst ölçekli
plandan daha üst ölçekli bir plan hazırlarsanız, onaylarsanız bu ortadan
kalkar” denildi ve bu konuda bir karar alındı. İhaleye çıkılma aşamasında
fark ettik. O dönemde biz de yönetimde Edirne Belediyesi olarak söz
sahibiydik. Tepki gösterdik, ciddi tartışmalar oldu ve bu tartışmaların
sonucunda 1/250.000’lik plan yapılmasından vazgeçti. Bizim de ilk
günden beri tezimiz şu; 1/100.000’lik plan, tamamlanmış resmî bir
belgedir. Bunun zaten alt ölçekte 1/25.000’likleri yapılırken eksiklerini geri
beslemeyle düzeltmemiz mümkündür, pekala bunu bir an önce çıkalım,
zaten
tanımlanmış
1/25.000’lik
bölgeleri
var.
Bunu
yaparken
1/100.000’liği revize de edebiliriz. Bunlar mümkün ve biz zaten o yüzden
Edirne belediyesi olarak 1/100.000’liğin emrettiği 1/25.000’liklerin alanı
içinde planlamayı yapıp gerekirse 1/100.000’lik planın revizyonunun
ihalesini de yapmıştık. Bu tartışmaların sonucunda tabii bir taraftan da
her kafadan bir ses çıkıyor, her çağrılan uzman başka bir şey söylüyor.
Valiler diyor ki, kardeşim bütün hocalar aynı şeyi söylese tamam biz onu
yapalım, ama hepsi başka şey söylüyor, biz ne yapalım? O konuda tabii
yöneticiler de haklı, yöneticiler bu konunun o kadar uzağında ki, biz bile
bilim adamları, meslektaşlar hâlâ bu ölçekleri, hâlâ bu yasaları hâlâ bu
planları tartışırken yöneticilerin, idarecilerin bu konuda kafalarının net
olmasını, belirsizlik olmamasını beklemek haksızlık. Biz de gidip onlara
net bir şey söylemeyince bu defa ortalık allak bullak oldu.
1/25.000’likleri uygulama sırasında tam o aşamada birden bire
ortaya yeni bir olay çıktı. İstanbul Trakya’nın biraz gerisinde kalmış,
İstanbul faktörü damgasını vurdu. İstanbul zaten Tekirdağ bölgesini işin
içine almış, zaten Çevre ve Orman Bakanlığı bir yıl içinde
66
1/100.000’likte 7 adet ciddi plan hükmü değiştirerek tadilat yapmış,
bunların biri de İstanbul’un Tekirdağ bölgesini etki alanı olarak alması ve
planlama yapmasıyla ilgili bazı kararlar. Bu defa dediler ki, “biz
Trakya’nın bu tutucu, korumacı planlarını alalım, İstanbul Büyükşehir
Belediyesi’ne verelim, onlar bunu uyumlaştırsınlar. İstanbul’un planıyla
Trakya’nın planı birbirine uyumlaştırılsın. Yan yana yapılan iki plan
uyumlu olmazsa olmaz” dediler. Buna da en azından biz belediye olarak
itiraz ettik, belli kesimler, sivil toplum örgütleri itiraz etti. Ancak bu
tepkilerin sonucunda ilk önce ihaleye çıkıldı. İhale aşaması son gün,
karar verileceği gün tekrar ihaleden vazgeçildi, planlama işi tekrar İMP’ye
verildi. Böyle bir süreç yaşandı. Bu kafalardaki karışıklıklar pratikte çok
somut nedenlerle somut yerlere yöneldi. Kimse teorik değerlerin
arkasından bu planlamanın ne getireceği, ne götüreceği gibi çok genel
ilkelerin arkasından değil, günlük sıkıntılar ya da İstanbul gibi metropolün
Türkiye’deki hükümetleri bile çok ciddi ilgilendiren metropolün talepleri
doğrultusunda
şekillendi.
Kimse
zaten
bunun
aksini
çok
fazla
beklemesin, ama bu arada bir şey oldu: Tabii, Trakya’daki gerek bazı
kurumların gerek sivil örgütlerin bu konudaki net tavrı şöyle bir olay
yarattı: En azından zaten burada yapılan planlamada bütün Trakya’yı
yeniden planlamak gibi bir istek yoktu, bir üst ölçek plan yapma isteği
yoktu. Mevcut planlamalar alındı, lekeler konuldu daha önce hocalarımın
söylediği gibi “buyurun kardeşim 1/100.000’lik, otoyol istemiyor musunuz,
peki kaldırdık” dediler. Böyle toplantılarda çok tepki alan konuları
kaldırdık dediler, nasıl olsa yarın bu bir şekilde değişikliğe konacağı için,
ama sonuçta bütün o teorik çözümler, yasalar, çerçeveler bir kenara
konuldu,
günlük
sorunlar,
İstanbul’un
problemleri,
İstanbul’u
soylulaştırırken buradan çıkaracağı soysuz bazı faaliyetlerin Trakya’ya
kaydırılmasıyla ilgili adım böyle bir-iki ay sonra da atıldı. Teşekkür
ederim.
67
AYŞENUR ÖKTEN- Teşekkür ederiz. Gene bir başka plancı
Özcan Biçer’e geçiyoruz.
ÖZCAN BİÇER- Teşekkür ederim Hocam. İlke Planlama
Limited Şirketi’nin sahibiyim. Burada bulunmamın sebebi de şu ana
kadar 9’u Çevre Bakanlığı’ndan 1’i de İl Özel İdaresi’nden olmak üzere
10 ilin çevre düzeni planını yapmam. İki kurumda da farklı farklı süreçler
yaşadığım için ikisinin arasındaki farkları da iyi-kötü biliyorum. Sanırım
benim buradaki konuşmamın bir nedeni de bunun hikâyesini anlatmak,
buradaki deneyimlerimi size aktarmaya çalışmak olacak.
Biz, Çevre Bakanlığı’nda TL 83 ve TL 90 olarak bilinen illerin
ihalelerine girdik, bu iki ihaleyi almayı başardık. Bunlardan biri 9 illik TL
90 bölgesiydi. Burası Samsun’dan başlar, Ordu’dan başlar, Gümüşhane,
Rize, Trabzon diye gider. Diğer taraftan Samsun, Tokat, Çorum’dan
oluşan bir üçlü paket çıktı. Fakat burada Amasya TR 83 bölgesinin içinde
olmasına rağmen Valiliğin reddetmesi, İl Özel İdaresi’nin geri çevirmesi
yüzünden 4 yerine 3 il olarak çıktı. Bahsettiğim, sonradan İl Özel
İdaresi’nden aldığımız diğer iş de bu Amasya’dır. Sonraları kendileri bize
geldiler, farklı bir idare olarak da onlarla Valilikte çalıştık.
Başladığımızda şöyle bir durum vardı: Biz iyi-kötü çevre düzeni
planlarına girerken ortamın değişmekte olduğunun farkındaydık. Çünkü
son senelerde ister AB yasalarındaki değişiklik, uyum yasaları vesaire
olsun, teknik ve yasal çerçevede birtakım değişimler olduğu ortadaydı.
İmar suçlarına ceza verilmesi, üst ölçekli plan kavramını öngörecek -her
ne kadar bu çekişme ortamında da olsa- birtakım yasal gelişmeler
olması, kalkınma ajanslarının gündeme getirilmesi, Toprak Koruma
Kanunu çıkması, zorlama gibi geliyordu, ama sonuçta bir bütün içinde
düşündüğünüz zaman, İl Özel İdaresi Kanunu gibi kanunlarla
68
birleştirildi. Bu bir reformist hareket habercisiydi bizim için. Biz de elbette
ki, geçmişten gelen çekişmelerin olduğunu bilerek, böyle bir ortamda
plan yapacağımızı anlayarak işe girdik. İlk an itibariyle tabii demin
sözünü ettiğimiz hiyerarşik sorunlar baş gösterdi. Ben çevre düzeni
planından almışım 1/100.000 ölçeği, benim üstümde bir bölge planı yok
gibi sorunlar dâhil, birçok eksikliklerle başladık. DPT’ye şimdi burada bir
şey demek istemem, ama denilecek de çok şey var; çünkü bizim
planlarımız Çevre Bakanlığı finansmanını DPT’den almıştı ve DPT bu
planların finansmanını verirken bir sene süreyle vermişti. Yani “bir
senede bu işi yapıyorsanız ben size parayı vereceğim, bir sene sonra
bitiremezsen bu bütçeyi yakacağım” diye zorlayarak vermişti. Fakat bu
planları
verdiği
bölgelerde
DPT
kendisi
daha
bölge
planlarını
yürütüyordu. Yani aslında DPT kaynak verdiği Çevre Bakanına “sen bu
işi yap” dediği sırada kendisi TL 83 olarak bilinen Samsun bölgesinde
bölge planlarını yürütüyordu. Çevre Bakanlığının haberi olmayabilir, ama
DPT’nin herhalde bir planlama kurumu olarak bir planlama çerçevesinde
bu işe bütçe ayırması beklenirdi. Hiç olmazsa ihaleler çıkmazdı, iki sene
sonra çıkardı. Çok da önemli değil.
Daha baştan bu tür sorunlarla başladık. Çevre Bakanlığı’nda iyi
niyetli arkadaşlar da var, ama çok iyi niyetli olmayan, “burada yeni bir güç
odağı doğuyor, biz bunun sahibi olacağız” edasıyla orada görev almış
arkadaşlar da vardı. Çok bilinçli bir idare değildi, bunları kendi yüzlerine
de söylemişimdir her zaman Yani bu konuda çok hazırlıklı, deneyimli bir
idare değildi, ama zaten bu anlamda pek de bir şey söyleyemeyeceğim.
Çünkü bu anlamda şehir plancıları camiası olarak ne kurumsal ne
akademik olarak çok hazır olduğumuzu söyleyebilirim. Bu konuda ilgili,
kendini geliştirmiş üç-beş kişi dışında özellikle benim bahsettiğim
bölgelerde herhangi bir karşılık bulmak mümkün değildi.
69
Biz böyle bir altyapıyla başladık. Bizim ilk sorunumuz -Dinçer
Mete Bey çok güzel söyledi- “planlamayı niçin yaptığımız” sorunu, bizim
13-14 senedir plan yapan bir grup olarak hep en büyük sorunumuz oldu.
Gelişmişlik denilen şeyi arttırmak için hedef koyarlar; sürdürülebilirlik,
gelişme, vb. Biz doğrusu bu kavramları pek planlama amacı olarak
göremiyoruz. Çünkü bu bölgede çok gelişmiş diye saydığınız refah,
konfor, vb. koşullara sahip olmamasına rağmen çok daha mutlu yaşayan
insanlar var; çok daha bilgili olan, çok daha doğayla yaşayan, üstüne
üstlük sizin burada refah veya diğer saydığınız şeylere sahip olmayan
insanlar var. Biz hep biraz daha onları hedefleyen bir planlamayı öne
çıkarmaya çalıştık. Hikâyenin özünde ben ilk cümlede onu kullanacaktım.
Planlamayı da eğer böyle yapabilirsek biz plan diye bir kavrama
varabileceğimize, onun işe yarayabileceğine inandık; planlamanın bir
yaşam döngüsü olabileceğini düşündük, öyle yola koyulduk. İlk
yaptığımız şey 80 civarında bir personel toplayıp yanımıza 30-35
civarında inandığımız, güvendiğimiz, bizimle zor koşullarda çalışacağını
bildiğimiz kişileri toplayıp yola koyulmak oldu. Altyapı sorunlarından veri
eksikliklerine, CE sorunlarına, uydu fotoğraflarının alınmasına her
konuda ciddi sıkıntılar yaşadık, ama işin iyisi bir hedefle yola çıktığınızda
karşılık görebildiğinizi görüyorsunuz. Orada insanlar var, size karşılık
veriyorlar, ama bunun için sizin o yaklaşıma sahip olmanız lâzım. Burada
söylenilen teknik ve akademik birçok şeyin dışında insan olarak onların
karşısına çıkmanız gerekiyor ki, orada o etkiyi yaratıp onlardan karşılık
alabilin. Bu aslında planın yaşam döngüsü bize göre, biz maalesef planı
hep lineer bir şey gibi görüyoruz. Zaman var, onun kendi içinde
beklenilen döngüleri var, ama aslında planlarımızın bir yaşam döngüsü
yok. Çünkü karşılığında bunu oluşturacak ne bir kültürümüz var bizim, ne
kurumsal bir altyapımız var, ne öyle bir işleyişi yakalayabilecek
durumdayız. Basit bir örnek vereyim, bir valimize biz bir örgütlenme
modeli önerdik. “Ben dışarıdan yaptım, bu planı buraya
70
koyduk. Artık bundan sonra her şey planlı, sabah kalkın akşam yatın”
diye bir şey yok. Çünkü ortak akıl diye bir şey yok. İl bazında bunu
yönetebilecek, geliştirebilecek bir yapı yok. Belediyeler kent konseylerine
katılımı öngörüyor, ama o sadece belediye sınırı içerisinde. İl genel
meclisi diye bir kavram var, o kırsal bölgeyi karşılıyor, ama ona da katılım
yok. Dolayısıyla burada bizim devletimizin şu anda bu konuları
geliştirmesine rağmen henüz bunu yaşatabilecek bir kodu ürettiği
söylenilemez. Biz bununla ilgili hukuk araştırması yaptık. Hukuk
müşavirimiz olan Erbay abimiz, çok güzel bir çalışma yaptı. Bunu nasıl
bir araya getirirsek, kırsaldan başlayıp kentsele ulaşan bir döngüyü
tamamlayacak insanları bir araya getirecek, bu deneyimleri birbirine
aktaracak bir yapı peşinde koşarız diye düşündük ve bir şey önerdik.
Sayın Valimiz toplantıdan sonra dedi ki “Özcan Bey siz o sinerjiyi
mümkünse o komisyonlarda bir topluluğa verin.” Böyle bir ortamda bu
işleri yapmak çok kolay değildi doğrusu, karşınızda bunu isteyen bir
kesim yoktu. Buna plancılar dâhildi. Bizim arkadaşlarımız da bu niyetle
davranmadıkları için teknik gerekçelerle saldırmayı daha uygun buldular.
Demeye çalıştığım şey şu aslında; biz burada bu sorunları
yaşarken aslında bunun bir kültür sorunu olduğunu atlıyoruz. Biz
planlamayı birlikte hayal etmemizin, birlikte yaşamayı bulmamızın yolu
olarak göremezsek o teknik kısımları çok doğru, bir işe de yaramıyor.
Çünkü aşağıdaki insan sizinle birlikte dilememişse, bunu birlikte hayal
etmemişse o zaten bir yerde, sizin olmadığınız bir ortamda onun içini
boşaltıyor. Sizin o yüzden yaptıklarınız raflardaki kağıtlardan başka bir
şey haline de gelmiyor maalesef. Şansımız şu oldu: Bu 9 ili planladıktan
sonra Amasya’da güzel yerler yakaladık. Amasya valisi de bize izin verdi.
Bir de bu 9 ili planlamaktan dolayı elde ettiğimiz deneyim bizi biraz
güçlendirdi. Orada bu denemeyi biz devam ettiriyoruz. Alt ölçekli planlar,
vesaire o hiyerarşik sistemi tamamlıyoruz. Orada biraz
71
umutluyuz. Sorunlar; planlamanın kendi içinde. Hassasiyet sorunundan
tutun da -bu fiziksel hassasiyet, karar alma hassasiyeti, vb olabilir- sizin
etki yaratacağınız noktalara -polar kutup diyebilirsiniz, özdeş bölge
diyebilirsiniz-, dair tekliflerinin ne olacağına dair kavramsal bir çerçeve
bile oturmamışken, bununla ilgili kültürü geliştirmek zor gibi gözüküyor.
Ama yine de şunu söylemek zorundayım: O kültür gelişmeden bunlar da
işe yaramayacak. Bizim tüm çabamız da şu anda o yüzden olabildiğince
planlama denilen şeyin yaşamın kendisi olduğuna, yaşamı devam ettiren
bir döngü olduğuna dair o duyguyu geliştirebilecek birtakım eylemler
dizininde bulunmak. Teşekkür ederim.
AYŞENUR ÖKTEN- Teşekkür ederiz. Bir başka plancı daha
dinleyeceğiz; Ahmet Turgut.
AHMET TURGUT- Teşekkür ederim Sayın Hocam. Çok kıymetli
4 hocam bölge planlama deneyimleri paralelinde örgütlenme modeline,
mevcuda değindiler. DPT’yi dinledik. Türkiye’de saygınlığını ve önemini
sürdürebilen kurumlardan biridir DPT bana göre. Lojistik konusunu
gazetelerde görüyorum. Limanların önemi nedir, bu konuda çalışan özel
firmanın yöneticisinden dinledik. İki kıymetli büyüğüm de Trakya
konusunda bugüne kadar gerçekten çok kayda değer özverili ve takdir
edilmesi gereken emekler sarf ettiler. Ben Dinçer Bey’i hep meslektaşım
olarak nitelendiriyorum, Oda sürecinde de öyle söylüyordum. Gerçekten
çok
önemli
bir
meslektaşlarımız,
çaba
ve
Trakya’yı
gayretin
dinledik.
öncülüğünün
Trakya’yı
belki
içinde
oldu
İstanbul’daki
meslektaşlarım o kadar yakından takip edemiyorlardı, ama sağ olsun
İstanbul Büyükşehir Belediyesi 1.5-2 yıl önce TRAKAB’ı da meşhur etti,
hepimizin gündemine Trakya Çevre Düzeni Planı girdi, uzun süredir de
İstanbul’dan çok Trakya’yı tartışır hale geldik.
72
Bu noktada şöyle bir bakmak lâzım Sayın Namık Kemal
Döleneken Trakya Çevre Düzeni Planının başlangıç serüvenini biraz
hikâyeleştirdi. Hikâye Cumhuriyetin ilk yılları değil, yani anlattıklarından
öyle algılamayın. Şehir plancıları yok, kurumlar yok, Bakanlıklar yok,
belediyeler yetkisiz, veteriner müdürlerinin encümenlere girdiği yıllar
değil, yani Cumhuriyetin ilk yıllarını değil 1999’la 2000, 2001 arasındaki
yılları bize hikâyeleştirdi. O dönemin yöneticilerinin ve hatta bu dönemin
yöneticilerinin de bana göre utanması gereken hikâyeler bunlar, ama
anlıyorlar mı, anlamıyorlar mı? Bu 2008 yılının Ekim ayının 8’inde hâlâ
anlamadıklarını görüyoruz.
Özcan Biçer meslektaşım tabii, 1/100.000 ölçekli çevre düzeni
çalışmalarının içinde oldu. 10 yıl deyince hemen hemen Türkiye’nin
yaklaşık yüzde 10’unun çevre düzen, çalışmalarından söz ediyoruz.
Çevre düzeni planını yapmış, deneyimini yaşamış, bence önemli bir
sonuç çıkardı; “planlama eşittir yaşamı anlatamadık” dedi. Bakıyorum da,
1990’lı yıllarda ben röportaj yaparken veya planlama camiasının
dışındaki ortamlarda konuşurken, planlamayı kolay anlasınlar diye hep 34 kelimeye indirgemeye çalışıyordum. Bu yetki karmaşasını konuşurken,
gene bu salonda bir panel yapıyorduk, “mühür kimdeyse Süleyman o”
demiştim. Sene 91 ya da 92’ydi. Bu ülke Osmanlı geleneklerini atamadığı
için Süleyman kelimesini de, mühür kelimesini de bilerek kullanmıştım.
Ne anlama geldiğini tarih bilgisi olan arkadaşlar bilecektir. 2000’li yıllarda
söylemimi şöyle değiştirdim: “Sabah erken kalkan plan yapıyor” dedim.
Sabah erken kalkan bu ülkede planı yapıyordu, onaylıyordu, yürürlüğe
sokuyordu. Ya şu son 3-4 yıllık uygulamalara bakarsak, 2000’li yıllara ne
demek gerekir? Arkadaşlara, emeği geçenlere gerçekten teşekkür
ediyorum bugünkü organizasyon için, belirsizlik ortamını çok güzel
tariflemişler. Özellikle okumaya çalıştım broşürü alınca sunuş yazısı çok
kısa bir sunuş yazısı, ama fevkaladeydi. Emeği geçenlere
73
gerçekten teşekkür ediyorum. Bu yılları ben şöyle tanımlayabilirim
arkadaşların yazısı paralelinde: Fırsatçılar kazanıyor, ülke ve toplum
kaybediyor.
Belirsizlik
fırsatçılara
kazandırıyor,
ülke
ve
toplum
kaybediyor. Bunu görmek lâzım.
“Bu ülkede üst ölçekli planlama ne anlama geliyor? Hocalarım
ifade etmeye çalıştılar, mevzuatına bir bakalım. Mevzuatı olmayan bir
işin uygulanma şansı olmaz. Bu noktada 3194 sayılı Yasa devrim, öyle
kabul ediyor 85 yılının meslek adamları. Katılıyoruz evet, gerçekten
devrim 1985 yılı için 3194 sayılı İmar Kanunu. 3194 hâlâ yürürlükte
biliyorsunuz, bir Şehircilik Tasarısı olmasına rağmen yürürlükte. Bu arada
bütün kanunlar çıktı. O Bayındırlık Bakanlığı’nın hepimizin katkı sağladığı
güzel çalışması hâlâ hükümet tasarısı haline bile getirilmiyor. Mühürler
gitmesin, Süleymanlar bitmesin diye. Bunun başka hiçbir açıklaması
yoktur.
Bakınız, İmar Kanunu’nda biz planlama camiası olarak bir
planlama hiyerarşisi sorunundan söz ediyoruz. Metin Hocam şemayla
göstermeye çalıştı, hemfikiriz herhalde. Biz planlama sürecini tariflemede
biraz tartışabiliriz, detaylara girebiliriz, türleri ayırabiliriz, içerikleri
tanımlayabiliriz, ama biz hiyerarşide hemfikir oluruz. Şunun içini
doldururuz: Ülke, bölge, çevre, kent. Kentin içini açarız. Kırsalı bir yerlere
koyarız, ama uzlaşırız bir noktada, bunu da bir saatte yaparız.
İmar Kanunu’na bakın, bunu İmar Kanunu’nu bilenler yazdı,
İmar Kanununu bilenler değiştiriyor. Bu bilenlere rağmen kanunlar
değişti. Burada hiyerarşiye bakın, tanımlar maddesinde nazım plandan
başlıyor, sonra uygulama planı diyor. 2000’li yılların başında hatırlayın;
Çevre Bakanlığı ile Bayındırlık ve İskân Bakanlığı çirkin, aymazca bir
tartışmanın içerisine girdi. Devlet adabına yakışmayan,
74
Libya’da olabilir mesela bu tartışma, ama böyle bir ülkede olmaz.
Hatırlayın 2000’li yılları, genelgeler yayınladılar. Meslektaşlarımıza,
Odaya, Belediyelere “sakın Bayındırlık Bakanlığı’na gitmeyin, sakın ha
Çevre Bakanlığı’na gitmeyin” diye genelgeler gönderdiler. Bunlar şu an
elimde; zaman olsa bazı paragrafları size okuyacaktım. 2000’li yıllara
bakın, o tarihlerde Bayındırlık Bakanlığında hiç meslektaşımız yok. Yine
şehir plancısının olmadığı yıllar 2000’li yıllar, Bayındırlık Bakanlığı’nda
yöneticiler fark ettiler, tanımlara çevre düzeni planını girdiler. “Ülke ve
bölge planına göre yapılan” diye başlıyor. 8 yıldır genelge yayınlıyorlar,
bu Haziranda da yayınladılar. Buradan -kelimelerle oynuyorlar ya- , şöyle
bir sonuç çıkarmak lâzım: “Ülke ve bölge planı yoksa bu ülkede çevre
düzeni planı yapılamaz”. Bakın, bu konuda tek madde İmar Kanunu’nun
tanımlar maddesindedir, orada da “ülke ve bölge planına uygun olmak
üzere” diyor. “Varsa” demiyor, dikkatinizi çekerim. Madem kelime oyunu,
buyurun. Bu ülkede ülke ve bölge planı yapılmadan çevre düzeni planı
yapılamaz.
İmar Kanunu’nda “ülke planı” tanımlarda geçmiyor, “bölge planı”
da tanımlarda geçmiyor. Çevre düzeni planı girdi, nazım plan tanımda
diyor ki “varsa bölge ve çevre düzeni planına göre”. Bu planlar olmadığı
için yıllardır yapılmıyor. Bakınız, 8. madde “bölge planı” diye başlıyor.
Çevre düzeni planını ey bilmezler, tanıma girdiniz. Ona girerken niye
bölge
planının
altına
da
girmediniz,
niye
oradaki
hiyerarşiyi
düzeltmediniz? Bilmediler mi, cahiller mi? Bilemem. Kasıtlılar mı? Onu da
bilemem, çıkıp söylemek zorundalar. Peki bölge planı Türkiye’de
yapılabilir mi? Yapılır. Bir plan yapılınca, onaylanmayınca yürürlüğe
girebilir mi? Değerli meslektaşlarım, konuklar, giremez. Türkiye’de bölge
planının tanımlı olduğu tek madde İmar Kanunudur, orada da diyor ki,
bölge planını gerek görürse DPT yapar, yaptırır. Yaptırdı, ne olacak?
Onayla ilgili hiçbir hüküm yok. Türkiye’de bölge planı bu
75
mevzuata
göre
yapılamaz.
Yapacak,
onaylayacak
bir
kurum
tanımlanmamış.
2000’lere gelmeden değinilmesi gereken, gözden kaçan konular
var. 1991’de Özel Çevre Koruma Kurum Başkanlığı kuruldu. Bir rahmetli
Cumhurbaşkanımız meşhur etmişti, ama unuttuk biz o kurumu herhalde
çok uzun yıllardır. Türkiye’de her ölçekteki plan yapma yetkisi ilk defa
1991’de Özel Çevre Koruma Kurumu’na verilmiştir. Her ölçekteki tanımı
neye karşılık geliyorsa mevzuatta; onu siz yorumlayın.
2000’lerde Çevre Bakanlığı bir şeyi fark etti. Çevre Bakanı
2000’li yıllarda şehir plancısı değildi; müsteşar da şehir plancısı değildi.
Planlama Genel Müdürü de şehir plancısı değildi, ama birileri bunu
buldu, keşfetti. Dedi ki, “bundan sonra çevre düzeni planlarını Çevre
Bakanlığı yapacak. Çünkü Bayındırlık Bakanlığı’nın kuruluş kanununda
böyle bir hüküm yok. İmar Kanunu’nda size atıfta da bulunmuyor İmar
Kanunu, onun için biz yaparız.” Çevre Bakanlığı Kuruluş Kanunu’nda
“çevre düzeni planlarını yapmak” diye bir madde var. Genelgeler birbirini
izledi, hatırlayın o çirkin yılları. Yanılmıyorsam 8 kez Çevre Bakanlığı, 2
ya da 3 kez de Bayındırlık Bakanlığı genelge yayınladı 2003 yılındaki
düzenlemeyle
Özellikle
İstanbul
Büyükşehir
Belediyesi’nin
95’de
onaylayacağı 1/50.000 alt ölçekli nazım imar planının onama sürecindeki
bir kararda, Danıştay kararında bu işi Çevre Bakanlığı’nın yapmasıyla
ilgili hüküm yer aldı. 2003 yılında da bir yasal düzenlemeyle bu netleşti
diye düşünüyorduk.
Bakınız, 2003’te 2634 sayılı Turizm Teşvik Kanunu’na bir
madde girdi. Turizm alan bölge merkez kararlarıyla ilgili yorumu
yaparken dedi ki, “bu alanlarda Kültür ve Turizm Bakanlığı her ölçekteki
imar planını yapar”. Her ölçeğin içini doldurun istediğiniz gibi,
76
bunun içine çevre düzeni planını da alın, bölge planını da alın, ülke
planını da alın. Çünkü onayacak kurumu belli değildir, her ölçekteki imar
planı denildiğinde. Demek ki, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda her ölçekte
plan yapma yetkisi var. Sonra 2005’te yeni İl Özel İdaresi Kanunumuz
yürürlüğe girdi. 1930’lu yılların kanununu yeniledik, çok iyi yapıldı, ama
ne anlama geldiği tanımlar maddesinde hiçbir yerde olmayan il çevre
düzeni kavramı getirildi. İl çevre düzeni planı diye bir madde İl Özel
İdaresi’nin görevleri maddesine girdi. Diyor ki, “il çevre düzeni planını İl
özel İdaresi yapar, yaptırır”. Kim onaylıyor? Orası çok enteresan, il genel
meclisi. Kabul, bütün millet, o ildeki herkesin seçmeninin oluşturduğu bir
meclis. İl ise il belediyesi, büyükşehir ise Büyükşehir Belediyesi. Öbür
belediyeler yok, ama bana karar veriyor bu merkez belediye, “olsun”
diyor. Ama il çevre düzeni planı tanımı bugün için yok. Çevre düzeni
planının altında mıdır, eşdeğer midir, üstünde midir, bunu açıklayan bir
kurum da yok 2005’ten beri. Böyle planlar yapıldı mı? Bazı illerde yapıldı.
İl çevre düzeni planıyla ilgili bu düzenlemeyi İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Çevre Bakanlığı ile 2005’te yaptığı protokolle başlattı. İstanbul
il bütününün planlama çalışmasını, ben onaylayayım dedi. Bu planlar İl
Genel Meclisi’nde onaylanmayacaktı, çok açık ve net: İl Genel Meclisi’ni
İstanbul Büyükşehir Belediyesi baypas etti. “İl sınırı Büyükşehir olan
yerlerde Büyükşehir Belediyesi yapar, onaylar” dedi. 16 büyük şehrin
hangisi? İstanbul ve İzmit… İzmit onayladı bir sürü planı, bu ölçekteki
planları yürürlüğe soktu. İstanbul doğru ya da yanlış hâlâ cebelleşiyor.
Sonra
2007’de
kalkınma
ajansları
DPT’den
gelen
meslektaşımız, arkadaşımız açmaya çalıştı. Kalkınma ajansları ne iş
yapar, neleri yapar, Türkiye’de başka düşünceleri hortlatır mı? Hiç
düşünmeden, ne anlama geldiği bilinmeden orada bazı tanımlar girdi. Hiç
uygulandı mı? Hayır ve 2008’e geldiğimizde bu tablo devam ediyor.
2008’de sadece ne oldu biliyor musunuz? 8 yıldır üç konu
77
çıkarmışım, Bayındırlık İskân Bakanlığı tekrar sürece girdi. Kenarda
bekliyorlardı, oyuna dâhil oldular. Haziranda bir genelge yayınlamışlar:
Burada diyor ki “artık çevre düzeni planları benim” Tekrar bir yorum
yapmışlar: “Çevre Kanunu’ndaki il çevre düzeni planı yapılaşma, imar
tanımlamasına yönelik değildir. Yapılaşma ve imar faaliyetlerden dolayı
ortaya çıkan çevresel faaliyetlerden ortaya çıkan kirlilik ve benzeri
konuları bertaraf edici planlardır. Onun için Çevre Orman Bakanlığı’nın
bu tanıma göre yetkisi yoktur. İl çevre düzeni planını da il bütününde
yapmadıysa İl Özel İdaresi yetki benim” diyor.
2008’i de böyle bir süreçle başlattık. Özcan Biçer meslektaşım
yaptığı için biliyorduk. Çevre Orman Bakanlığı tarafından 31 ilde
yaptırılan 1/100.000 ölçekli çevre düzeni planları biliyorsunuz birden fazla
ili kapsıyordu. Çoğu onaylandı. Bazılarına, büyük çoğunluğuna geçtiğimiz
1-1.5 ay içerisinde yargıdan yürütmeyi durdurma çıkmış. Yargıya
gidenlerin hepsi
usulden şu anda yürütmeyi
durdurmayı
almış
durumdalar. O illerde ne olacak, bu planlar nereye gidecek? Usulden
şunu söylüyor: “Çevre Bakanlığı aldığı yetkiyi, yasayı, yasada tanımlanan
yönetmelikleri çıkarmadan bu işi yaptığı için…” Çok basit bir gerekçeye
dayandırmış.
Ben bu fırsatçılık meselesini niye söyledim biliyor musunuz? Bir
torba kanun geçti bu Temmuz ayında, belki fark ettiniz. Okumaktan
yoruluyorsunuz, maddelerin içini deşe deşe buluyorsunuz. Orada bazı
kurumlara yeni planlama yetkileri verildi. Biri, “her ölçek” tanımı için bugün biz üst ölçek planları konuştuğumuz için sadece bunlara
giriyorum, altlara girmiyorum-. Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’na toplu
konut
alanı
ilan
edilen
yerlerde,
gecekondu
dönüşüm
projesi
uygulayacağı alanlarda, kendine ait arsa ve arazilerde tanım gene aynı,
78
“her ölçekteki imar planı” dediler. Her ölçeğin içini isteyen istediği gibi
doldursun, çünkü ben bilemiyorum.
Bir diğeri meşhur bir idaremiz var, İstanbul’da da meşhur oldu,
Kuşadası’nda da meşhur oldu; Özelleştirme İdaresi Özelleştirme Yüksek
Kurulu’nun biliyorsunuz 5-6 yıldır plan yapma, onama yetkisi var. Buraya
da şöyle bir tanım girildi: Özelleştirme Yüksek Kurullarında onama yetkisi
her ölçekteki imar planı diyor. Demek ki, Türkiye’de çevre düzeni planı
kaosu Bayındırlık ve İskân Bakanlığı sürecinden ibaret değildir. Artık biz
takip etmekte, yorumlamakta zorlanıyoruz. Meslektaşlar, imar hukukunu
bilen hocalarımız bir araya gelip yorumlamaya çalışıyoruz. Özel Çevre
Koruma Kurumu Başkanlığının böyle bir yetkisi vardır, Kültür ve Turizm
Bakanlığı’nın ilân edilmiş turizm alanlarıyla ilgili turizm koruma ve
gelişme bölgelerinde yetkileri vardır, TOKİ’nin olmuştur ve Özelleştirme
Yüksek Kurulu’nun olmuştur. Her ölçek tanımı üst ölçek plan anlamına
gelir.
Konuyu İstanbul’la bitireceğim. İstanbul’da bir planlama kaosu
hâlâ devam ediyor. Bu kaosu İstanbul’un çevresi sonlandıramıyor. Niye
sonlandıramadığını belediye yöneticileri açıklamak zorunda., Ben bir
buçuk yıl öncesini söylüyorum, ondan sonrası için yorum yapamam, ama
benim dönemimde mesela, Şehir Plancıları Odası “taş üstüne taş
koymayanlardan” olmuştur. Şehir Plancıları Odası “istemezükçülerden”
oluştu. Şehir Plancıları Odası “her şeye dava açanlardan” oldu. Benim
dönemimde
Şehir
Plancıları
Odası
“suçlu”
mesela,
belediyenin
yapamaması o dönem için “bizlerin sorumluluğu”; ama bundan sonrasını,
son bir buçuk yılı bilmiyorum. Ancak İstanbul 80’de yapılmış bir planla
94’e kadar yönetildi. O dönemden de arkadaşlarım var burada, 94’teki
plan onaylandı, il sınırları Büyükşehir sınırı içinde, il sınırı içinde değil.
95’te revizyon gördü. Yargı iptal etti biliyorsunuz, “senin
79
yetkin yok, yetki Bayındırlık Bakanlığı’nın” dedi. Mesela, çok ilginçtir; 97
yılında
Bayındırlık
Bakanlığı
bir
genelgeyle
İstanbul’daki
bütün
belediyelere üst ölçek plan onama yetkisi verdi. Şöyle diyor: “Alt ölçekli
planlarınız üst ölçekli planlara uygun olmak zorunda. İstanbul’un üst
ölçekli planları 1980 tarihlidir, siz alt ölçekli planlarınıza göre üst ölçekli
planları yapın ve onaylayın” Bunu, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı 97 ve
98 yılında yazdığı genelgelerle diyor.
95 planı gitti. Arada 2004, 2006 var. 5216 ile Temmuz’da bir
düzenleme yapıldı. Bu kadar kaosun içinde mutlaka bilen birileri yazdı,
belediye orijinli olduklarını tahmin ediyorum. Dediler ki, belediyeler -geçici
birinci madde- iki yıl içinde 1/25.000 nazım plan yaparlar. 5.000’i, 2.000’i
tartışırken 25.000 nazım planımız oldu. Yaptı mı belediye? Yapamadı.
2008 temmuzundayız, yapamadı. 4 yıl geçti, 2 yıldı görevi, bu süre
içerisinde bir protokolle başlamış 100.000 plan, sonra İl Çevre Düzeni
planı kapsamına dönüşmüştür. Onaylanmıştır, gene suçlusu o dönemin
meslek odalarıdır. Dava açtılar; hiç de uyarmadan açtılar, yetkisizlik
nedeniyle bazı gerekçe maddeleriyle… Meslek adamları çözemeyince
idari yargı hakimleri il çevre düzeni planı ve çevre düzeni planının ne
anlama geldiği hususunda yorum yapmışlar. Biz uzlaşamayabiliriz o
tanımda, iptal oldu ve süreç devam ediyor; İstanbul plansız, İstanbul
5.000 ve binlerle yürürken biz üst ölçekli planı tartışıyorduk, idareciler
rahatsız oluyor diyorduk. Ancak artık idareciler, yönetenler, siyasetçiler
nazım uygulama planından da rahatsız oluyorlar. Yaşadığımız kent artık
nazım planlarla da değil, büyük ölçekli projelerle ve noktasal projelerle ve
tadilatlarla yönetiliyor. Odanın, üniversitelerin gündeme getirdiği bir konu
olarak geçen sene İstanbul Buluşmaları’nda tartışmıştı arkadaşlar.
Geldiğimiz tablo bu. Hepinize teşekkür ediyorum.
80
AYŞENUR ÖKTEN- Çok teşekkürler. Tabii, bu hemen bir
oturumda bir toplantıyla çözülecek bir sorun değil, zaten aslında sorunlar
yumağı bir konu. Ancak gene de biraz vaktimiz kaldı. O süre içinde bazı
konuşmacılar da, mesela, Hakan Bey çözüme yönelik düşüncelerini daha
sonra söyleyeceğini belirtti. Onun için bu bağlamda konuşmacılardan çok
kısa katkı rica edeceğim. Belki bölgesel kalkınma ajanslarına biraz daha
bakarak da bir düşünce ifade edilebilir. Çünkü anlaşıldığına göre henüz
sadece kağıt üstünde gibi gözükmekle birlikte bu yönde DPT’nin
uygulamaya dönük hazırlıkları var. Hakan Bey isterseniz sizinle
başlayalım bu sefer.
HAKAN GENÇ- Efendim, gene ben kıyı yapılarıyla ilgili
görüşlerimi aktaracağım. Kıyı yapılarında hakikaten çok sancılı bir süreç
var. Yalnız, bu konuşmaları dinledikten sonra bunları ifade etmem ne
kadar doğru olur bilmiyorum. Çünkü herkesin anladığım kadarıyla epey
bir derdi var. Herkes şikayetçi, yani kurumlar arasında büyük bir
anlaşmazlık, her kurumun, bakanlığın olaya sahip çıkma isteği var; bizim
durumumuz da aslında farklı değil. 3621 sayılı Kıyı Kanunu’na göre bir
yapı yapmaya çalıştığınızda belediyeden başlıyorsunuz, Bayındırlık
Bakanlığı’na
plan onaylatıyorsunuz.
Plan onaylatma aşamasında
Bayındırlık Bakanlığı Ulaştırma Bakanlığı’ndan Demiryolları, Limanlar,
Hava Meydanları İnşaatı Genel Müdürlüğü, yine Ulaştırma Bakanlığı
Denizcilik Müsteşarlığı, Çevre Bakanlığı, Maliye Bakanlığı’na bağlı Milli
Emlâk Genel Müdürlüğü ve Genelkurmay olmak üzere – ben
başlıcalarını söyledim, böyle 5-6 kurum daha var- sayısız kurumdan
görüş almak suretiyle bu planları onaylıyor. Tabii, tahmin edebileceğiniz
gibi sürenin ne olacağı belli değil, başladığımız noktada ne zaman
bitirebilirsiniz, bunu kestirebilmek mümkün değil, o çok büyük bir
belirsizlik. Bir kamu hizmeti için bu limanları yapıyorsunuz, bu ülkenin
buna ihtiyacı var. İhracatınız buradan gidecek, ithalatımız
81
buradan girecek, bunları yapmanız gerekiyor, ama ne kadar zamanda
bunu yapacaksınız belli değil. O yüzden de biraz kaş göz yara yara bu işi
yapıyorsunuz. Özel sektör mevcut ne varsa onu birazcık tadil etmek
suretiyle bir şeyler yapmaya çalışıyor. Sonra da bizler de yaptıklarımızla
övünüyoruz. Çok da güzel şeyler yaptık diyoruz; ancak aslında yan yana
koyduğumuzda hakikaten insanı üzüyor. Buradaki örnekleri, gelişmiş
ülkelerdeki örneklerle yan yana koyduğumuzda maalesef aynı yerde
durmadığını görüyoruz.
Bu süreçte bir sürü kaynağa sahip olabilirsiniz. İnsan kaynağınız
vardır, paranız vardır, bilginiz vardır, teknolojiniz vardır, hepsi vardır, ama
çok önemli bir kaynak da zaman, maalesef zamanımız yok. Zaten geri
kalmış bir durumda olduğumuz için bu hamleleri yapabilmek için
muhakkak surette mevcut olan zamanı çok iyi kullanmamız lâzım. O
zamanı hakikaten iyi değerlendirmemiz lâzım, yoksa zamanı iyi
kullanamazsak geri kalacağız ve para kaybetmek bir yana şevkimiz de
kırılacak. Hiçbir zaman istediğimiz şeyleri başaramayacağız. Bu anlamda
özellikle kıyı yapılarıyla ilgili hakikaten çok büyük bir açık olduğunu
söylemek durumundayım. Siz bunu çok fazla hissetmiyor olabilirsiniz,
ancak yerine gidip gördüğünüz zaman daha fazlasıyla bir bilinç
oluşabiliyor, ama konuşmanın başında söyledim ilk bölümde, hakikaten
her şeyimiz aslında limanlardan, hava meydanlarından geliyor. Bunlar
olmadığı sürece sektör, bütün çalıştığımız yerler, hizmet ettiğimiz yerler
durmak durumunda kalacak. Tabii söylenilenlere de katılarak, ama aynı
zamanda biraz da empati yaparak bir şey söylemek istiyorum; çok sayıda
kurum -beyefendi bahsetti- bu işe soyunuyor plan yapmak için. Fakat
bazılarında bu durum
bir
ihtiyaçtan da kaynaklanıyor.
Mesela,
Özelleştirme İdaresinin plan yapma yetkisinden bahsetti. Hakikaten
saçma gibi gözüküyor, ama düşünün; limanları özelleştirmek istiyor
devlet, özelleştirmeseydi olur muydu? Bana göre olurdu,
82
başka yöntemleri muhakkak vardı, ama bir özelleştirme kararı aldı ve
bunları biran önce devretmek durumunda. Fakat mevcut devlet limanları
bir
plana
dayanmıyor,
ortada
plan
yok.
Dolayısıyla
neyi
özelleştireceksiniz? Orada tepeden inme bir yöntem gerekiyor. Biraz da
bu yöntemi benimsemek mecburiyetinde de kalınabiliyor. Teşekkür
ederim.
AYŞENUR ÖKTEN- Eğer konuşmacılar izin verirlerse soruları
alalım, o bağlamda da öneriler de ortaya çıkabilir.
SALONDAN- Aykırı söylem gibi gelecek, ama yine de bu
anekdotu aktarmayı uygun buluyorum genç dostlarıma, en azından
akademisyen olanlara belki bir vizyon avantajı sağlayabilir. Geçen sene
Frankfurt’ta cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında ben oradaydım. Bir
panel izledim. Sizin paneliniz gibi çok günlük işler vardı. Bunlar arasında
iki kişi benim için çok önemliydi. Biri, Nicola Ulo isimli bir derin bir
ekolojistti; “derin”in altını çizgiyle çiziyorum. Hem kafasıyla hem
bedeniyle hayatını riske ederek çalışan bir çevre aşığı. Karşıtı da
Mitterand’a uzun yıllar siyasal danışmanlık yapmış büyük bir beyin Jack
Attali
politika
profesörü.
Oturum
başkanı
sözü
verdiğinde
“cumhurbaşkanından ne bekliyoruz, neler beklemeliyiz?” sorusuna önce
Jack Attali’yle başladı. Jack Attali dedi ki “reel politika bağlamında
bakarsak -bizim direkt konumuz olduğu için bunu açıyorum- gayet tabii
işsizlik sorunumuzu bir numarada ele almak durumundadır. İş, aş, onun
akabinde konut sorunumuz vardır, sağlık sorunumuz vardır, eğitim vardır,
vesaire, ulaşım ve tabii hiç şüphesiz ki çevre sorunları da gelip
bastırmaktadır” ve daha birçok şeyler söyledi. İkinci sözü yönetici Nicola
Ulo’ya verdi. Onun söylediği şey çok veciz, ben bu mesajı aktarmak için
söz aldım. Dedi ki, “Prof. Attali, esasen bu kadar dert etmeyin bu reel
politika meselesini, 30-40 sene daha beklersek bunlardan
83
hiçbirine ihtiyacımız kalmayacak” Yani, ne işe, ne aşa, ne konuta, ne
eğitime, ne sağlığa, çünkü “bizler olmayacağız” dedi. Yeteri kadar bilinçli
geçinen bir vatandaş olarak önümüzdeki 20-30 sene içinde bakın; 20-30
yıllık planlar bırakıldı artık, petrol rezervlerinin yaşlarına, vb. bağlı olarak,
50 ve 100 yıllık planlar yapılıyor.
Öyle baktığımızda biz acaba en azından akademik anlamda, en
azından eğitimlerimizi şöyle bir gözlükle gözden geçirmek durumunda
mıyız, değil miyiz diye bir soru benim kafama uzun bir süredir
takılmaktadır. Eğer biz İstanbul’u planlayacaksak acaba su altı
planlamasına mı başlamalıyız? İroni yapmıyorum bakınız, katiyen
sarkastik değilim, çünkü önümüzdeki 40-50 yıl içinde hemen hemen
bütün dünya kıyı şehirlerinin su altında kalacağı saptandı. Bu belirsizlik
filan değil, bu çok belirli bir veri, yani atmosferle yerkürenin ne duruma
geldiği belli ve bu konuyu biz hiç dert etmiyoruz. 10 sene evvel feci bir
deprem geçirdik, arada sırada konuşuyoruz, onu da unutuyoruz. Bu beni
doğrusu plancı olarak da, insan olarak da olağanüstü rahatsız ediyor. Bu
şekilde böyle bir vizyonla biz genç kuşakları geliştirmemeliyiz, böyle
bırakmamalıyız diye düşünüyorum. Çok aykırı gelmiş olabilir, ama bunu
tekrar ediyorum, çok belirli bir veri, aman dikkat edelim.
AYŞENUR ÖKTEN- Teşekkürler.
HÜRRİYET
ÖĞDÜL
(Mimar
Sinan
Güzel
Sanatlar
Üniversitesi)- Ben DPT’den gelen arkadaşımıza bilgi amaçlı bir soru
yöneltmek istiyorum. Bölge Kalkınma Ajanslarının plan yetkisinden
bahsetti. Acaba DPT bütün plan yetkilerini kalkınma ajanslarına delege
etmekte midir ya da plan sürecinde DPT ve kalkınma ajanslarındaki
ilişkiyi net olarak bize açıklayabilir mi?
84
IŞIL NADİRE YENER- Sorunuza teşekkür ederim. Bu önemli bir
konu. DPT plan yetkisini tabii ki vermiyor, yetkiyi devredemiyor. Hem
istemiyor, hem de zaten böyle bir şey söz konusu değil, ama kanunda
biliyorsunuz “yapar, yaptırır” maddesi var. Bu “yaptırır”ların altını çizerek
kalkınma ajanslarının bölge planlarını yapmalarını istiyoruz, ama burada
az önce altını özellikle çizmek istedim. Bölge planınızı yapın deyip
bırakmak gerçekçi değil, burada hep tartıştığımız konular da bunlar.
Bölge planı nedir? Ne hazırlayacaklar, ne bekliyoruz? Bunun çevre
düzeni planlarına etkisi olacak mı, olmayacak mı? Mekânsal perspektifi
var mı, yok mu? Varsa ne düzeyde var? Sadece ekonomik ve sosyal
kalkınmayı mı düşünecek, yoksa kırsal kalkınmayı da mı ele alacak?
Koruma perspektifi ne düzeyde olacak? Bütün bunları düşünen, tartışan
ve ne olduğu, nasıl hazırlanması gerektiği tanımlı, katılımcılık süreçlerini
arzu ediyorsak -ki, tabii ki ediyoruz- bunların netleştirildiği bir sistemi
henüz kurgulayacağız. Bu kurgulamada herkesten destek bekliyoruz.
Özellikle onun da altını çizdim, DPT yapacak, herkese yap demeyecek,
ama sonuçta yasal süreçte bunların DPT tarafından onaylanması
gerekecek. Ajans, “kendim hazırladım, ben onayladım, bu bütün bölgeyi
de bağlar, bundan sonraki bütün planlar da buna uygun olmak zorunda”
gibi bir yetkiyle bu işlere girmiyor. Süreç içerisinde herhalde, bunu
uyguladıkça, hayata geçirdikçe daha net göreceğiz diye düşünüyorum.
İCLAL DİNÇER (Yıldız Teknik Üniversitesi)- Ben Sayın Güzin
Kaya’nın üzerinde durduğu bir konuyu alarak sorumu herkese ve aslında
belki de salona yöneltmek istiyorum. “İlkeler devam ediyor, o ilkeler çok
fazla
değişemiyor,
ama
pratiklerin değiştiğini
görüyoruz,
devrim
geçirdiğini görüyoruz” dedi. Bir taraftan da Sayın Namık Kemal
Döleneken ve Ahmet Turgut önemli hikâyeler anlattılar. Özellikle Namık
Kemal beyin Trakya hikâyesi gerçekten nasıl bir evrim geçirdiğimizi de
bir
anlamda
anlatıyor.
Bir
taraftan
da
üzülüyorum,
85
öğrencilerimiz var. Bu ülkede hiçbir kurum yok muydu, bu kurumlar nasıl
yok olup gittiler? Bunları da dehşetle izliyorlar. Bunun bir kez daha altını
çizerek geçirdiğimiz süreç bir evrim midir? Bunu Güzin Hanım’dan
referansı alarak tekrar vurgulamak istedim.
Bir diğer konu da Ahmet Turgut’un sözünü ettiği bu Özelleştirme
Yasası konusunda tüm salondaki arkadaşların, öğrencilerin ve tüm
öğretim üyesi arkadaşlarımın dikkatini çekmek istiyorum. Bu yasa en
dokunulmaz zannettiğimiz 2863 sayılı Koruma Yasasını da baypas etmiş
durumda şu andaki hâliyle, yani sit alanlarında Özelleştirme Yüksek
Kurulu artık istediği planı yapabilir yetkiye kavuşmuş durumda. Bu bilgiyi
de herkese sunmak istiyorum. Yarınki oturumda söz edecektim, ama
bugünkü oturumda da arkadaşlar duysunlar, Ahmet çok hızlı anlattığı için
tam anlaşılamamış olabilir, bu yasa gerçekten plancılık adına dikkatle
izlenmesi gereken bir yasadır.
GÜZİN KAYA (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi)Bütün bunları dinlerken hangi yıldayız diye düşündüm. Ben 1920’lerde
olduğumuza karar verdim. Çünkü gerçekten 1960’lar diyemeyeceğim,
60’larda bu tür konular birçok ülkede halledilmişti. Demek ki, en başta
sorun olarak belirlediğimiz şey bir planlama iradesinin olmadığı konusu.
Ülke düzenleme yönünden baktığımızda bu konuyu milli, fiziki plan neyse
içeriğinin doğru olmamasına rağmen Mimarlar Odası gündeme getirdi.
Hâlbuki başka ülkelerde bu üst düzeyden geldi. Üst düzeyden sektörel
problemlerle mekânın uyuşmasını sağlamak için geldi. Dolayısıyla
bakanlıklar arası bir kurumun işin içine girmesi bizde olmayan bir şey
tabii ki ve konunun mekânsal etki değerlendirmelerinin göz önüne alması
gibi bir yaklaşım da gelişti. O deneyimlerdir ki bugün insanları bir
evrimden, yani plancı devletten devlet ve bölge işbirliğine getirdi. Yani
devlet bir aktör, ama plancı devlet değil, regülatör bir devlet
86
ve kesinlikle yerelle işbirliği yapmak durumunda. Ülke düzenleme
konusunda yaratıcılık ilkesi demiştik, şu anda koyulan adlandırmalarda
nasıl yapılacağı, ne olacağı konusunda kimin fikri var? Kim yapacak, kim
onaylayacak? Tabii ki, bu üst düzey planın, ülke düzeyi olduğu zaman
meclisten geçmesi gerekir. Meclisin onaylaması gerekiyor. Orada
tartışılacak bir konu, çünkü genel ilkeleri koyması söz konusu. Bu çok
önemli diye düşünüyorum. Muhakkak ki planlama en başta iradî bir olay,
eğer irade yoksa planlama da hakikaten tehlikeye düşüyor. İkincisi,
geleceği kestirim meselesi de işin içinde. Bence bir de esneklik konusunu
sağlayacak, yani en başta gördüğümüz problemlerde yasal altyapının
olmaması meselesi. Başka ülkelere bakıyoruz, bütün planlama sistemi
değişirken ilk önce yasal sistemine oturtuyor. Diyor ki, “Sürdürülebilir
Gelişmeyi Yönlendirme Yasası”. Ondan sonra bölgeler tanımlandı. Nasıl
tanımlandı? Bilemiyoruz. Zaten İstanbul bölgesinde bütün sorunlar ortaya
çıktı. Demek ki, yapıya göre, idari birimlere göre esnek bir çözüm
bulmamız lâzım. Bunun için bir de işbirliği ilkesi var. Yani biz yerel
birimler arası bir İşbirliği Yasası bekliyoruz. Bu işbirliği sayesinde bölge,
ihtiyaçlara göre esnek bir şekilde tanımlanabilir, ama bu gelin beraber bir
berber dükkânı açalım şeklinde olamaz. Kesinlikle yasaya dayanması
gerekir. Dayanışma ve kentsel dönüşüm aynı şey bence, yani eğer
İstanbul’da onay sürecinde sorun çıktıysa bunu ben çok iptidai
buluyorum. Çünkü altyapısı olmayan bir konu. Plan değil şemadan
bahsedelim üst ölçeklerde; nerede neyi tanımlayacağımızı bilelim. Onun
dışında galiba DPT’den ayrı bir kuruma ihtiyacımız var. Yani planların
kimler tarafından yapılacağı belli mi? Hiç belli değil. Bu çevre düzeni
planı da nasıl bir şey, o da belli değil, bölgeleri de tek büro alıyordu.
Planlama olgusu çok aktörlü, çok sektörlü diyoruz; bu nedenle
planlamada birçok mesleğin bir arada çalışması söz konusudur.
Teşekkür ederim.
87
AYŞENUR ÖKTEN- Teşekkürler. Bizim katılımcılardan birisinin
de sorusu var.
FERHAN GEZİCİ- Soru, aslında kendi kendime sorduğum, ama
hepimizin de herhalde sorması gereken bir soru: Güzin Hoca’nın
söylediğinden yola çıkarak, bu çok aktörlü bölge planı ya da üst ölçekli
planların kimin tarafından yapılacağı konusu çok önemli. Hakikaten
tartışılması gereken bir konu, ama en son Ahmet Bey’in dediği bir konuya
ilişkin soru sormak istiyorum. 31 ilin şu anda çevre düzeni planlarının
iptali söz konusu değil mi? Yanlış mı anladım?
AHMET TURGUT- Dava açılanlar Hocam.
FERHAN GEZİCİ- Bu da aslında bana göre çok büyük bir
belirsizlik; kuramsal olarak baktığınız zaman o plan yapımından sorumlu
kurumun bir aymazlığı değil mi? Bir yönetmelik çıkmadığı için eğer bu
planlar iptal ediliyorsa müthiş bir emek, müthiş bir zaman ve bir kaynak
kaybı ve bu ülkenin hakikaten böyle bir şeye tahammülü var mı diye
sormak gerekiyor herhalde. Üst ölçekli planlar konusunda genel bir
isteksizlik, gönülsüzlük olduğunda da hemfikiriz, buradan çıkan sonuç da
o gibi gözüküyor, ama ben Şehir Plancıları Odası’nın bu konuda
yapabileceği ne var diye bir soru yöneltmek istiyorum aslında. Bizler de
bu konuda ne yapabilirsek, nasıl bir katkı koyabilirsek koymalıyız. Çevre
düzeni planlarının içeriğini, süreçlerini, yürütülüş biçimlerini eleştirebiliriz.
Bunları da ele alacak şekilde bu iş nasıl ileriye götürülebilir sorusunu
sormamız gerekir. Belki bu toplantının sonucu olarak böyle bir şey
yapmamız gerekir diye öneriyorum.
GÜZİN KAYA- Çevre düzeni planı denildiği zaman planlama
ilkesi yönünden herhalde sürdürülebilirliği kastediyoruz.
88
Hâlbuki sürdürülebilirlik de tek çevreden ibaret değil; diğer iki ayağı yok
olmuş oluyor. Dolayısıyla bu çevre düzeni planı kavramının kalkması
gerekiyor. Sürdürülebilir planlama evet, sürdürülebilir bölge planlama,
sürdürülebilir ülke düzenleme diyebiliriz belki, ama en başta herhalde
kavramları ve planlama hiyerarşisindeki bu aksaklığı da tartışmak
gerekiyor.
NAMIK KEMAL DÖLENEKEN- Ben bu konuda bir tek şey
söylemek istiyorum: Kalkınma Ajansları bize dışarıdan önerilen bir
model, yani bizim de planlarımızı bölgelere göre yapmak gibi
denemelerimiz de var. Ama bu dışarıdan önerilen, hatta şekli de
dışarıdan önerilen bir model. Bu modelde önerilen yer de Avrupa Birliği
olarak görülüyor. Ben bir şeyin altını çizeceğim; Avrupa Birliği birkaç
temel ilkeyle çıktı. Bunlardan biri tek Anayasaydı, tek Anayasaları yok bu
kadar yıla rağmen, “tek ülke serbest dolaşır” diye çıktılar. Kurucu İngiltere
henüz Schengen Anlaşması’nı imzalamadı. “Tek ekonomi Euro para
birimi” dediler. Kurucu İngiltere Euro’ya geçmedi. Yani Avrupa Birliği’nin
her önerdiği ve temel ilke kabul edilen konuların uygulamasının o kadar
kolay olmadığını, hatta bazen uygulanmaması gerektiğine yönelik
örnekleri dikkate almak lâzım.
AYŞENUR ÖKTEN- Teşekkür ederiz. Bütün konuşmacılara
teşekkür ediyorum. Sanıyorum bir kahve arası var. Ondan sonra da ikinci
oturuma geçilecek. Teşekkürler.
ARA
89
SUNUCU-
İstanbul
Buluşmalarının
ikinci
yuvarlak
masa
toplantısını moderatör Prof. Dr. Güzin Konuk yürütüyor. Konuşmacılar,
İstanbul İl Genel Meclis Başkanı Hasan Büyükdede, İstanbul Teknik
Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali Yüzer, Özelleştirme İdaresi
Başkanı Adnan Gürdal, İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Prof. Dr. Haluk
Gerçek, Mimar Asuman Yeşilırmak, DLH temsilcisi Zeynep Simder
Buket, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Genel Sekreteri
Mehmet Gürkan, Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı
Faruk Pekin, Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube temsilcisi Tayfun
Kahraman, Bimtaş yetkilisi Serap Şengül Çetinkaya, TOKİ temsilcisi
Banu Tantan, Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Doç. Dr. Zeynep Enlil.
Prof. Dr. GÜZİN KONUK- İyi günler. İstanbul Buluşmaları bizim
için çok önemli bir toplantılar dizisi. Bizim diyorum, çünkü İstanbul’da
planlama eğitimi veren üç üniversitenin Şehir ve Bölge Planlama
Bölümlerinin kimi zaman özellikle toplantılarda bir araya gelerek kente
özgü
dinamikleri,
sorunları,
çözüm
önerilerini
birlikte
tartışma
alışkanlıkları var. Bunu biraz da farklı kentsel aktörlerle birlikte daha
yaygın bir platforma taşımayı hedefledik. Burada Şehir Plancıları
Odası’nın da katkısı çok oldu, çok güzel bir işbirliğiyle ilk kez geçen yıl bu
buluşmaları başlattık. Biz İstanbul’u Türkiye ölçeğinde kentsel bağlamda
önemli bir laboratuar olarak görüyoruz dedim. Her açıdan biliyoruz, ülkeyi
sırtında taşıyan, öncü, kimi zaman problemlerin içerisinde en ağır
sorunlarla karşı karşıya kalan büyük ölçek bir kentimiz. Bu nedenle
İstanbul ağırlıklı olarak bilgi paylaşımının, hepimize çok şey katacağına
inanıyoruz.
Bu toplantıda seçilen tema olan belirsizlik ortamı bugün
sabahtan beri yapılan açıklamalarda da izlediğiniz gibi hem aktüel ortamı
çok net yansıtıyor, hem de bizim yöneltmek istediğimiz
90
sorularda yerini çok güzel buluyor. Neden böyle bir tema çerçevesinde
tartışmak istiyoruz? Çünkü İstanbul’un bu dinamik yapısına karşı biz
istiyoruz ki, kentsel geleceği yönlendiren planlama öncü bir rolüyle bütün
bu
dinamikleri,
tüm
kentsel
aktörleri,
sorunları
çözücü
şekilde
taşıyabilsin. Bu mücadelenin içerisinde geri dönüp baktığımız zaman
maalesef
planlama
ortamının
bunun
önünde gidemediğini,
plan
iptalleriyle, parçacı planlama yaklaşımlarıyla, farklı kurumsal yetki
kargaşasıyla -ki, biraz önceki toplantıda da bunlar net olarak açıklandıbu belirsizlik ortamını hem sosyal hem ekonomik hem de mekânsal
çözümsüzlüğe taşıyor.
Biz de bu genel yaklaşım çerçevesinde şöyle bir kurguyla bu
oturumu
yönlendirmek
istedik:
İstanbul’un
kentsel
geleceğini
kurgulamada, içinde bulunduğu bu ortamdan yola çıkarak sorunlarını
biraz açmak istersek, dört temel eksen bizim için çok belirleyici olur diye
düşündük. Bugünkü oturumda da değerli katılımcı arkadaşlarıma bu
bağlamda söz vereceğim. Birincisi, ileriye doğru baktığımız zaman kent
bir tür sanayisizleşmeye yönlendirilen bir yapıda gelişiyor. Bu, endüstri
kentinden bilgi toplumuna geçişte çok önemli bir veri. Bu bağlamda bir
genel yaklaşımla, planlama bu sanayisizleşmeye nasıl bakıyor, plan
kararları bunu nasıl yönlendiriyor? Bizim için özelleştirmenin sanayi
ayağında Özelleştirme İdaresi’nin rolü çok güçlü. Üst ölçek kararlarda
farklı aktörler konuya nasıl yaklaşıyor, bunu çözümlemek istedik, ama
ben Mehmet Ali Bey’i burada göremiyorum ve Ahmet Bey de yok.
Dolayısıyla bu konuya biraz da farklı bir bakış açısından yaklaşarak
bakacağız. Ben arkadaşlarıma söz vermeden önce şunu özellikle
belirtmek istiyorum: Bu toplantı her ne kadar akademik kurumların
planlama okullarının, bölümlerinin Odayla birlikte bir organizasyonu olsa
da asıl hedefimiz bu sorunlar çerçevesinde farklı aktörlerin de görüşlerini
birlikte dinleyebilmek, izleyebilmek. Kimi zaman akademik,
91
kimi zaman da bu konudaki yetkin aktörlerin burada olduğunu göreceğiz.
Dolayısıyla birlikteyken hep tartıştığımız o iletişim eksikliğini biraz daha
kırmış olacağız.
Ben bu toplantıda ilk sözü İstanbul İl Genel Meclisi Sayın Hasan
Büyükdede’ye vereceğim. Kendisinin birkaç rolü var, belki onları
bütünleştirerek
bize
İstanbul
kentinin
hem
bir
yandan
sanayi
bağlamındaki duruşu ve planlamayla olan ilişkisi, hem de alt ölçekte
bütün bu organizasyon, kendi üstlendiği meclis rolü kadar diğer rolleriyle
birlikte organizasyonun sorunlarını nasıl gördüğünü bize aktaracak.
Buyurun lütfen.
HASAN BÜYÜKDEDE- Teşekkür ediyorum Başkanım. Sayın
Başkan,
değerli
sunucular,
değerli
arkadaşlar,
hepinizi
saygıyla
selamlıyorum. Öncelikle böyle bir bilgi platformunda sizlerin aranızda
olmaktan son derece mutlu olduğumu belirtmek isterim. Ben biraz
kendimi de tanıtarak başlarsam belki faydalı olur. Öncelikle İstanbul
Teknik Üniversitesi Makina ve Uçak Fakültesi ‘72 mezunu mühendis bir
arkadaşınızım. Öncelikle mühendisim, iki, sanayiciyim, şu anda makina
endüstrisinde makine üretimi yapan bir fabrikam var. Üçüncüsü, İstanbul
Ticaret Odası’nda meclis başkan vekilliğinde bulunuyorum, dördüncüsü,
İl Genel Meclisi Başkanlığı yapıyorum, Beşincisi, İhracatçılar Birliği’nde
de yönetim kurulunda bulunuyorum.
Tabii özellikle İstanbul Ticaret Odası ve İl Genel Meclisi
İstanbul’a şekil veren en önemli kurumlardan ikisidir. İstanbul’un iki büyük
meclisi var. Biri, Büyükşehir Belediye Meclisi, biri de 225 üyesi bulunan
ve İstanbul’daki eğitim, sağlık, spor, sosyal hizmetler, afet yönetimi ve
istihdamla ilgili sanayi ve ticaret fonksiyonunu gören, bütün kararları alan
İstanbul il parlamentosudur. İl Genel Meclisi, seçimle gelir,
92
fakat bir noktada İstanbul’un şekillendirilmesinde Büyükşehir Belediye
Meclisimiz kentin belli bir bölümünde rol oynarken, İstanbul İl Genel
Meclisi de kendisinin üzerine düşen özellikle eğitim, sağlık, sosyal
hizmetler, spor, 2010 Kültür Başkenti Projesi, afet yönetimi, sosyal
hizmetler, vb. konularla ilgili İstanbul’da yapılacak bütün yatırımları
yapan, onları koordine eden bir kurumdur. Dolayısıyla İstanbul’u
şekillendirmede, planlamada atılacak her adım konuşma İstanbul
metropoliten planlamadaki her düşünce bizi çok yakinen ilgilendirir.
İstanbul’daki şehir plancısı arkadaşlarımızın her görüşü bizi çok yakinen
ilgilendirir ve İstanbul İl Genel Meclisi içerisinde de İstanbul’u
metropoliten planlamada temsil eden 30’a yakın kişinin bulunduğu bir
komisyonumuz vardır ve o komisyonda metropoliten planlamanın daha
başından beri bütün proje çalışmalarına katılmışızdır, görüşlerimizi
söylemişizdir ve orada üretilmiş olan bütün hazırlanmış dosyaları teker
teker inceleme ve onları değerlendirme fırsatı bulmuşuzdur.
İkinci bir konu ise İstanbul Ticaret Odasıdır. İstanbul Ticaret
Odası dünyanın üçüncü büyük odasıdır. 300 bin üyesi vardır ve dünyanın
en sayılı meclislerinden birine sahiptir. 230 üyesi olan, şimdi yeni nace
koduyla aşağı-yukarı 300 üyeye çıkmış olan büyük bir meclisi vardır.
İstanbul şekillendirilirken İstanbul’un sanayi ve ticaret hayatının mutlaka
dikkate alınması gerekir. Avrupa Birliğinin getirdiği normlar dikkate
alınarak nace kodlamasına geçilmiştir. İstanbul’un bu yöndeki envanteri
çıkarılmıştır. Çıkarılan bu envanter çerçevesinde şu anda İstanbul’un
eskiden 32, şimdi 38 ilçesinde hangi sektörlerde kaç firması vardır, kim
nerede ne yapar; İstanbul Ticaret Odası bilir. Dolayısıyla da İstanbul
Ticaret Odası’nın içinde İstanbul Metropoliten Planlama’da çalışan bir
komisyonu vardır ve metropoliten planlamada bir de dairesi vardır.
Oradaki bütün planlamaların her noktasında devreye girmiştir, itirazlar,
hatta şiddetli itirazlar olduğu dönemler de olmuştur ve
93
katkıları da olmuştur. Bugün nace kodu daha yeni bitmiştir. İstanbul
Ticaret Odası’ndaki 90 meslek komitesi, 90 ayrı sektör şimdi daha iyi
şekillenmiştir ki, sadece İstanbul değil İstanbul Sanayi Odası da nace
koduna göre yenilenmiştir. Türkiye’deki bütün Ticaret Odaları, Sanayi
Odaları ve borsalar naceye göre yeniden kodlanmıştır. Türkiye Odalar
Borsalar Birliği şu anda belki yüzde 10 hatayla aşağı-yukarı ülke
içerisinde ne kadar sanayimiz var, ticaret ve hizmet sektöründe ne kadar
firmamız var, tarım sektöründe ne kadar firmamız var, lojistikte ne kadar
kişimiz var, turizmde ne kadar var; tahmin edebilmektedir. Bunların hepsi
nace kodlamasına göre belirlenmiştir. Ticari işletmeler ne kadardır,
sanayi işletmeler ne kadardır, imalat işletmeleri ve hizmet sektöründe
kimler vardır; hepsi belirlenmiştir. Gündemin konusu belirsizlik ortamında
İstanbul’un planlaması, bu belki büyük bir belirginlik ortaya çıkarmış
olabilir. Belirsizlikten hiçbir şey çıkmaz, mutlaka belli bir şeyleri bizim
istinat
etmemiz lâzım. İstanbul
Ticaret
Odası’nın nace koduna
baktığınızda şunu görürsünüz: 300 bin üyeli İstanbul Ticaret Odası’nın
yaklaşık 100.000 üyesi -97.000 üyesi- toptan ve perakende ticaretle
uğraşır, 65.000 üyesi sanayicidir -en büyük ikinci grup sanayicidir-,
40.000 üyesi inşaatla uğraşır, geri kalanı da lojistik, danışmanlık
firmaları, mühendislik firmaları, vesaire gibi büro firmaları, çeşitli
aktivitelerdeki firmalarımızdan meydana gelir.
Burada Sayın Başkan bir şeyden başlayarak yola çıktı ve bu
başlanılan konu İstanbul
Metropoliten
Planlama’daki
en
sıkıntılı
konulardan biriydi. İstanbul sanayisizleştirilerek planlanabilir mi? Bu konu
yanlış başlamış bir konudur. Genellikle planlamacılarımızda, belediye
meclis
üyelerimizde,
üniversitelerimizde
sanayiyi
tanımamaktan
kaynaklanan yanlış bir algılama olduğuna inanıyorum ve “İstanbul’dan
sanayi çeksin gitsin, İstanbul kurtulacak” gibi bir yaklaşım var. Ben bunun
şundan kaynaklandığı gibi bir inanca sahibim: Genellikle
94
İstanbul’u planlayan arkadaşlarımız ki, biz bunu İstanbul Metropoliten
Planlama’da
çok
yaşadık,
genellikle üniversite öğretim
görevlisi
arkadaşlarımız, planlamacı arkadaşlarımız şekillendirmek istedikleri
İstanbul için, düşündükleri, hayal ettikleri İstanbul’la İstanbul’un pratiği
arasında bir fark olduğunu görmüyorlar. İstanbul’un pratiğinde demin de
size bahsettiğim gibi İstanbul Ticaret Odası verileri, Sanayi Odası verileri
gerçekten son derece önemlidir. Sanayi Odası verileri o kadar önemli
değildir, İstanbul Ticaret Odası üyesi aynı zamanda Sanayi Odası
üyesidir. İstanbul Ticaret Odası’nın 300.000 üyesi vardır, Sanayi
odasının 14.000 üyesi vardır. Yani onun içinde bir birimdir, ama onun elit
tabakasını temsil eder. Metropoliten planlamadaki alınan verilere de
baktığınız zaman o tarihteki sanayi dünyası 12.000 diye farz edilir ve
bütün hesaplar 12.000’e göre yapılmıştır. Belki yanlışlığın biri de oradan
kaynaklanmıştır. Yanlış veri girişi de tahmin ediyorum ki öyle bir girdi
hatasından kaynaklanmıştır. Bunu Sayın Cengiz Giritlioğlu Hocamızla da
uzun uzun tartışma fırsatı olmuştu.
Sanayiciler İstanbul’da çilekeş bir gruptur. İlk önce Karaköy’de
2
küçücük 10-20 m ’lik dükkanlarda teşekkül etmişler, sonra Haliç’e,
oradan Bayrampaşa’ya atılmışlar veya karşıda İmes’e atılmışlar, oradan
Beylikdüzü’ne atılmışlar, şimdi de diyorlar ki, “git kardeşim buradan
Tekirdağ’a mı gidersin, Bilecik’e mi gidersin, sen bir git de biz senden bir
kurtulalım. Senin atığın çok, kirliliğin çok fazla ve bu şehri batırıyorsun”.
Ama ben tam tersi olduğuna inanıyorum. Konut sanayiden daha fazla
kirleticidir.
Konut
evsel
atıkları
bakımından
aynı
miktardaki
metrekarelerde konutlarla aynı metrekaredeki sanayi tesislerini karşı
karşıya getirin, göreceksiniz ki konutlarımızın atık ve kirleticilik oranları
her zaman sanayinin çok üstündedir.
95
Değinmem gereken ikinci konu şu: İl Genel Meclisinin
görevlerinden biri de istihdamdır. İstanbul istihdam planını valimiz
kanalıyla beraberce hazırladık, İstanbul’un 500 bin işsizi vardır. Bu her
dört veya beş evde bir kişinin aile içerisinde işsiz olduğunun ve dört-beş
evde, bir evde kanayan bir yara bulunduğunun işaretidir. Bunu
giderebilmek için şu anda İstanbul Ticaret Odası, İl Özel İdaresi, İl Millî
Eğitim Müdürlüğü ve İşkur ortaklaşa bir proje hazırladı. ÖZİMEK
Projesi’yle, bedeli İl Genel Meclisi’nden karşılanmak kaydıyla, 75 endüstri
meslek lisemizde şu anda 108 dalda kurs vermekteyiz. Bu hızlandırılmış
kurslarda reel mesleki eğitim vermeye ve onları da İstanbul Ticaret Odası
meslek komiteleri kanalıyla yerleştirmeye gayret ediyoruz. Artık mesleki
yeterlilik kuruluna geçiyoruz, kısmet olursa yakında İstanbul Ticaret
Odası’nı mesleki yeterlilik kurulu kanalıyla akredite edeceğiz ve
insanların nerede eğitim gördüğünü değil, endüstri ve iş dünyası için ne
kadar işe yaradığını ölçmeye çalışacağız. Artık Avrupa bunu ölçüyor,
bizde de aynı döneme geçeceğiz. Sekiz kademeli Avrupa Birliği
normlarında yetişmiş insan kaynağımızı teker teker imtihan edeceğiz ve
iş dünyası için bilgi ve beceri düzeyinin ne mertebede olduğunu tespit
etmeye ve onu uluslararası düzeyde sertifikalandırmaya, uluslararası
pazara açmaya gayret edeceğiz.
Burada bir konuyu daha söyleyip bitirmek istiyorum. Bir
hedefimiz var. Bu hedefin üstünde son derece sağlıklı durmaya gayret
ediyoruz. Türkiye şu anda dünyanın 17. büyük ekonomisi ve 10. büyük
ekonomisi olmak için koşuyoruz. Amerikan şehirlerinin, Avrupa Birliği
içerisindeki
şehirlerin,
örneğin
İtalyan,
İspanyol
şehirlerinin
yapılanmalarını çok yakinen inceliyoruz. Ne kadar sanayi, ne kadar
hizmet sektörü, ne kadar turizm, ne kadar tarım yapılıyor; nerede
durmalı, nereye kadar olmalı ve bunu bu ülkeler nasıl halletmişler gibi
soruları çözmeye çalışıyoruz. İstanbul için de bunu çözmek
96
zorundayız. Çünkü 62.000 endüstri üyemiz var. Buna 700.000 adet
küçük esnaf dâhil değil, ayrıca 700.000 küçük sanayici ve esnaf var.
Berberinden küçük bir tornası olan, kendi başına çalışan arkadaşa kadar
bir de böyle bir kitlemiz var ve bu kitle yavaş yavaş kayboluyor. Bizim
İstanbul Ticaret Odası’nda yaptığımız bir incelemeye göre 90 meslek
komitemizle meclis başkanlığı olarak müracaat ettik. Yaptığımız ankette
bizden 64 milyon metrekare endüstri alanı talep edildi. Biz bunun ne
kadarını dışarıya taşıyabiliriz diye şu anda bir mücadele veriyoruz. Daha
önce Hüseyin Kaptan hocamla beraber de bu mücadeleyi vermiştik.
Çerkezköy, Çorlu, Tekirdağ, Edirne’ye kadar olanı bir taraftan tarıyoruz,
bir taraftan da Düzce’ye kadar olan alanı tarıyoruz. Bu 64 milyon
metrekarenin ne kadarını dışarıya taşıyabiliriz ve hangi kriterdekiler
dışarıya taşınabilir sorularını soruyoruz.
Bizim sanayicimiz veya
imalatçımız çok büyük cirolar yapan insanlar değil, eğer işletmelerinde 10
milyon YTL’nin üstünde ciro yapan varsa ancak onlar dışarıya gidebiliyor
ve burada bir büro sahibi olabiliyor. Onun altında kalan işletmeler,
toplamda yüzde 90’ın altında değil ve şu anda Bayrampaşa boşaltılıyor,
bunları bir yere yerleştirmemiz gerekiyor. Karşıda İmes boşalıyor, İkitelli
Sanayi Bölgesi boşalıyor. İkitelli küçük bir sanayi bölgesidir, İkitelli Sanayi
Bölgesi yakında iş merkezi olacak. Bunu bir yere yerleştirmemiz
gerekecek; sebebi de şu: 20-25 yıl önce 300 metrekaredeki bir atölye
büyük bir atölyeydi. Bugün 5 bin metrekarenin altındaki atölye küçük bir
atölye, artık yeni geniş alanlar, daha modern alanlar, modern sanayi
siteleri, kümelenmeler çok önem taşıyacaktır. İmes bir ticari merkezi
haline gelecektir ve dışarı taşınmak zorunda kalacaktır. Şu anda
Gebze’de yerleri yapılıyor. Hatta Beylikdüzü OSB boşalıyor, şu anda
ticari merkez oluyor. İkitelli ticari merkez haline gelecek ve boşalacak.
Dolayısıyla bu kadar aynı tür sanayiciyi siz daha büyük alanlara, ama
biraz daha dışarıya desantralize etmek zorunda kalacaksınız. Bunun
planını yapmak zorundayız. Bir Hadımköy, bir Silivri, bir
97
Tekirdağ iyi değerlendirilmelidir, Edirne, Kırklareli iyi değerlendirilmelidir;
Çanakkale iyi
değerlendirilmelidir.
Dolayısıyla
da
sanayisizleşmiş
İstanbul mefhumundan uzaklaştırılıp elinizdeki bu sanayi ve istihdam
kaynağını en iyi nasıl değerlendiririz dönemine girmemiz gerekiyor.
Teşekkür ederim.
PROF. DR. GÜZİN KONUK- Sayın Hasan Büyükdede’ye
teşekkür ederiz. Sanayisizleşme grubundan tek temsilci olarak o burada
olduğu için onu biraz daha uzun süre dinleme şansımız oldu. İkinci temel
eksen alanımız konut, bu konuda TOKİ’den temsilcilerin burada olmasını
istedik, ama teknik nedenlerle olamadılar. Bu bağlamda iki konuşmacı
arkadaşımız var. Önce ben Asuman Yeşilırmak’a söz vermek istiyorum.
Kendisinden İstanbul’daki planlama ortamını ve buradaki farklı plan
yaklaşımları, yetki kargaşası ve genel çerçeveyi bir şekilde konut bakış
açısından da değerlendirmesini rica ediyorum.
ASUMAN YEŞİLIRMAK- Büyükşehir Belediyesinde çalışma
görevime devam ediyorum ama buraya katılımım Büyükşehir Belediyesi
adına değil. 1977 yılından bu yana nazım plan bürolarında başlayan ve
İstanbul için yapılmış dört üst ölçekli planın yapım süreci içinde bulunmuş
biri olarak ve bugüne kadar öğrendiklerim ve biriktirdiklerimle bu
tartışmaya katılmak üzere buradayım. Ben 10 dakikaya şöyle bir
programı sığdırmak istiyorum. Üst ölçekli plan karmaşası, alt ölçekli plan
karmaşası -bunlar sabah söz edildi, ama biraz bağlayarak geçmek
istiyorum- dönüşüm, nasıl bir planlama diye bir dörtlü gruba ayırdım.
Üst ölçekli plan karmaşası aslında önceki oturumda Betül
Hanım tarafından ve diğer tartışmacılar tarafından açıklandı, ama
sonuçta şunu görüyoruz: Biz son 30 yıldır çabalara rağmen üzerinden
gidilebilecek
bir
üst
ölçekli
plana
ulaşamadık.
Kimi
98
onaylanmadı, hukukilik kazanmadı. Kazanılanlar fiilen ya da hukuken
gene geçersiz sayıldı. Yine sabah söz edildi, ama gerçekten tarihte
görülmemiş biçimde Çevre Bakanlığı’yla Bayındırlık Bakanlığı üst ölçekli
planda bir paylaşamama sorunu yaşıyor. Bir yandan İl Özel İdaresi
Yasası Büyükşehir Belediyesi’ne bir görev tanımlıyor. Bu da ilginç,
Büyükşehir Belediye Yasası değil de İl Özel İdaresi Yasası Büyükşehir
Belediyesi’ne bir görev tanımlıyor; bir il çevre düzeni planı tanımı geliyor.
1985 tarihli bir İmar Yasamız var. Ben özellikle planlama alanında bu
yasanın
artık
geçerliliğinin
kalmadığını
söylersem
çok
abartmış
olmadığımı düşünüyorum. Çünkü yalnızca üst ölçekli planda değil,
aslında imar plan sistematiğinde de ciddi bir karmaşa var. Bakanlıklar üst
ölçekli planı paylaşamıyorlar, ama bir yandan da her iki bakanlık da yarım yetkilerle parsel ölçeğine kadar inen ve parsel ölçeğinde olmakla
birlikte kentin gelişimini etkileyen- plan tadilatlarını yapıp uygulamaya
koyabiliyorlar. Basit bir biçimde “yaptım, imzaladım, uygulamaya
koydum” diyebiliyorlar. Böyle bir yanı var ve yine sabah söylendiği gibi
Özelleştirme İdaresi, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Sanayi Bakanlığı her
ölçekte plan yapıp onaylayabiliyorlar ve buna tabii TOKİ eklendi. TOKİ
her ölçekte plan yapıp onaylayabiliyor. Bu karmaşa içerisinde aslında alt
ölçekli planlarda da aynı sorun var. Çünkü şu son dönemde yapılan
bütün planlara binlerce itiraz geliyor, yüzlerce davalar açılıyor ve
planlama birimleri aslında bu dava açılmış dosyalardan başlarını
kaldıramıyorlar. Ya plan iki şekilde yapılmak durumunda kalınıyor ya
mevcut durumu ıslah planı mantığıyla kabul eden bir imar planı yapılmak
durumunda kalınıyor. Odalar zaten en baştan donatı standartları
açısından -zaten donatı standartları bakımından bugün teknik olarak iptal
edilmeyecek plan yok- bu planlara karşı duruyor. Eğer kağıt üzerinde
yoğunluğu biraz düşürüp donatıyı biraz artıran planlar yapılırsa, hem
uygulama şansı bulunuyor ve aynı zamanda da ciddi itirazlarla ve
tepkilerle karşılaşılıyor. Çünkü artık İstanbul’da kentsel alan,
99
yerleşim alanı tükendi. Bunu geçmiş bütün süreç içerisinde gördük,
yaşadık. Yaptığımız her planla insanların yaşamını değiştirebileceğimizi
zannediyoruz. Onu da değiştiremiyoruz ve doğal olarak itirazlarla
karşılaşıyoruz. Planlama sistematiği içinde bunu yapacak ne kaynak, ne
sistem görünüyor ortada, ne de hakkımız var gibi görünüyor. Burada tabii
plancının rolünün de sorgulanması gündeme geliyor.
Bizim toplum olarak zor durumlarda kısa yoldan pratik çözümler
bulmak gibi bir yeteneğimiz var. Sanayileşme, kentleşme döneminde
gecekonduyu çözüm olarak bulduk. Başka çare de yoktu belki, bu kaçak
yapılaşmaların hukuki sorunlarını kamu arazilerini satarak çözdük.
Sattığımız bu arazilerin ardında ciddi mülkiyet sorunları, çok parçalanmış
mülkiyet
dokusundan
kaynaklanan planlama
problemleri
bıraktık.
Kolaycılık aslında bu; kolay ve pratik çözüm bulma yanımız kurumsal
planlama,
kurumsal
yapılanmada
da
ortaya
çıkıyor.
Bir
türlü
kurumsallaşmış, kalıcılığı olan bir planlama kurumsallaşmasını ortaya
çıkaramıyoruz. Daha önce kurulan nazım plan büroları kapatıldı, yerine
pek de yenisi konamadı. Son dönemde aynı bakışı görüyorum;
kentleşme içerisinde gecekonduyu nasıl bir çözüm olarak ürettiysek ben
İMP yapılanmasını da biraz öyle algılıyorum. Hızla bir planlama bürosu
oluşturuldu. Bunun kalıcılığı, hukukunun oluşturulması, çağdaş ya da
İstanbul’un gerektirdiği bir kurumsal yapılanmaya ulaşması kaygısı
taşınmadı ve orada aslında çok değerli çalışmalar da yapıldı. Emekler
harcandı, zaman harcandı ve şu anda o kurulan birimde üretilen plan
“yok” demek noktasında, yani şu anda işlevsiz, plan iptal edildi.
Benzer şekilde dönüşümün ele alınmasında da aynı benzerlik
var. Çağdaş ve yenilikçi bir Planlama ve Kentleşme Yasası yok elimizde,
ama bir Kentsel Dönüşüm Yasa taslağı var ve bir de Yenileme Yasası
diye kısaca ifade edebileceğimiz yasa var. Bir de bildiğimiz
100
kat karşılığı yöntemleri var. Şu anda İstanbul’un birçok köşesinde bu
anlamda kentsel dönüşüm faaliyetleri başladı. Aslında İstanbul ikinci
büyük dönüşümünü yaşıyor, birincisi herhalde kentleşmenin kendisiydi.
Sanayileşme ve kentleşmenin ta kendisiydi birinci dönüşüm. İkinci
dönüşümde
sektörel
bir
dönüşümün
bütün
izlerini
görüyoruz.
Sanayisizleşmeye doğru bir gidiş var. Bunun mekânsal, toplumsal
yansımaları ve dönüşümü var. Bunlar bugün yaşanıyor, ama dönüşümün
ele alınışında olaya sadece mekânsal anlamda birtakım alanların
güzelleştirip temizlenmesi gibi bakıyoruz. Burada şu anda İstanbul’da
devam eden dönüşüm çalışmalarına bakarsak ilçelerin TOKİ’yle,
protokolle yaptıkları, yapmak istedikleri dönüşüm çalışmaları var,
KİPTAŞ’ın bazı uygulamaları var. Özel sektöre havale edilen, ihale edilen
bazı çalışmalar var.
Burada TOKİ’den de bir konuşmacı olsaydı iyi olurdu, şöyle bir
durum var: TOKİ bir yandan İstanbul’un artık son kalan konut alanlarını,
yerleşim alanlarını, son kalan alanlarını da tüketiyor ve buna bir yandan
dönüşüm deniliyor, ama bu dönüşümün nasıl yapılacağı ortada yok.
Rezerv konut alanları da artık yapılıp satılıyor. Diğer taraftan
sanayisizleştirdiğimiz ya da öyle olduğunu düşündüğümüz bu kentte
sanayi işgücünün hizmet işgücüne nasıl döneceği konusu var. Çünkü
bugün o sanayi işgücü olarak İstanbul’a gelmiş olanlar “tamam, işimiz
bitti, geri gidiyoruz” demeyecekler. Bunlar burada yaşayacaklar ve bu
büyük bir dönüşüm. Bunlar bu sorunların tümünü karşımıza aldığımız
zaman nasıl bir planı gerektiriyor; İstanbul için hatta, Türkiye için
gerçekten
nasıl
bir
planlama
gerekiyor?
Batılı
ülkelerin
kendi
problemlerini kendilerinin çözdüğü, kenti problematiklerini tespit edip
çözdükleri sistemler var. Öğrenebileceklerimiz de var, ama bizim kendi
problemlerimizi, -çünkü kendi koşullarımız farklı- kendi çözümlerimizi
üretecek, yani geleceği planlarken aslında büyük fotoğrafı
101
gören, olasılıkları, alternatifleri, öncelikleri hesaba katan, mekânın
bütünlüğünün
ötesinde
başka
bütünlükleri
de
arayan,
kentlerin
kullanıcılarıyla birlikte uygulamaya kadar giden sürecin bir düşünce ve
planlama sistematiğini kuran bir yaklaşımı nasıl oluştururuz? Geçen
yıllarda İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin dört üniversiteyle, Mimar
Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Ortadoğu
Teknik
Üniversitesi
ve
Yıldız
Teknik
Üniversitesi’yle
birlikte
gerçekleştirdiği “İstanbul Mekânsal Gelişme Stratejileri” başlıklı bir
çalışma oldu. Burada kavramlardan başlayarak konu tartışıldı. Önemliydi,
bu toplantıların bu bakımdan önemli olduğunu düşünüyorum. Galiba
Bayındırlık Bakanlığı’nın da bu konuda önümüzdeki günlerde bir Şurası
olacak. Bunlar şu bakımdan önemli: yasalar oluşturulacaksa eğer önce
bunun hazırlığının ortaya çıkması lâzım. Bu toplantıların ya da
üniversitelerin, meslek ortamının, toplumun, profesyonellerin tümünün
aslında bu konuda bir fikri hazırlığının olması lâzım. Oradan yasalara,
yasal düzenlemelere geçmek gerek; yoksa “yasalar çıksın da biz bunu
yapalım” diye beklediğimiz zaman sonra daha çok yakınıyoruz.
Farklı bütünlükler derken neyi kastediyorum? Bir yandan bir
dünya kenti olarak tarihle ve dünyayla bir bütünleşmeden söz etmek
gerek. Şu ana kadar yapılan bütün çalışmalar, bütün kentsel dönüşüm
uygulamaları, bütün planlama uygulamaları, bütün yasalar hep bölük
pörçük, birçok alanda bütüncül düşünmeye ihtiyacımız var. Kent vizyonu,
dünya kenti vizyonu açısından tarih ve dünyayla bütünleşmek, karar
verme süreçlerinde toplumsal
bütünleşme,
müzakere kurallarının
belirlenmesi, vb. Toplumla anlaşmadan, topluma rağmen, hiçbir planın
uygulanma şansı olmadığını yaşayarak görüyoruz. Yönetim-denetim
bütünlüğü, kentsel bölgede mekânsal bütünlük, İstanbul il sınırlarını aşan
ve işlevsel bölgesinin planlanması anlamında bir bütünlük, planlamauygulama bütünlüğü, planlamadan uygulamaya kadar olan
102
sürecin yönetiminin bütünlüğü ve kurumsal bütünlük… İstanbul’un
planlanmasının kentsel bölge ölçeğinde mekânsal strateji planından
kentsel tasarım ölçeğine kadar bir bütün olarak ele alınacağı, gerçekten
şeffaf ve katılımlı bir planlama örgütünün oluşması ve bunun kurumsal
koordinasyonlarının kurulması… Bunların zor olduğunu biliyorum. Böyle
bir planlama sistematiği ve kurumsal yapılanmayla yasal düzenlemeler
gerekli ve böyle bir düşünce sistematiğinin ortaya çıkması çok önemli.
Zor, ama bu belki hepimiz için, bütün toplum için uzun bir öğrenme
sürecini de gerektiriyor, ama artık kısa yollardan ve kolaycı çözümlerin
de sürdürülemez olduğunu görüyoruz.
PROF. DR. GÜZİN KONUK- Teşekkürler. Bir konuyu da anons
etmek istiyorum: Asuman Hanımın açtığı temel alanlardan biri kentsel
dönüşüm oldu. Yarın o konuda özel bir yuvarlak masamız var ve geniş
katılımlı olarak tartışılacak.
Ben Sayın Faruk Göksu’ya dönüyorum ve diyorum ki,
İstanbul’un konut gelişiminde acaba bu yasal, yönetsel belirsizlik ortamı
neler getirdi, götürdü? Nereye doğru gidiyoruz?
FARUK GÖKSU- Sayın Başkanın başlığı altında ben de
görüşlerimi aktarmaya çalışacağım. İstanbul’u konuşuyoruz. Bir önceki
toplantıya da katıldım. İstanbul’u konuşmak kolay değil, yönetmek de zor,
planlamak da zor. Ben Ankara kökenli 6-7 uygulamalı projede bulundum,
bunları hep Anadolu’da yaptım. 10 yıldır İstanbul’dayım, bir proje
gerçekleştiremedim. Sonuç olarak İstanbul, Bizans, bir proje geliştirmek,
planlama yapmak o kadar kolay olmuyor.
Başkanın sorusunun yanıtına İstanbul’un bugününe çok kısa
bakarak
yanıt
bulmaya
çalışacağım.
İstanbul’a
103
baktığımızda ki, burada sadece İstanbul için değil, tüm Anadolu kentleri
için çok önem taşıyan iki risk var: Bunlardan biri hepinizin bildiği yapı
riski, ikincisi de yaşam kalitesi riski. Hiç araştırma, çalışma yapmaya
gerek yok, tüm kentlerimizde bu iki temel riskin olduğunu biliyoruz.
Bunun göstergeleri nedir diye baktığımızda kentlerimizdeki yapı stokunun
-İstanbul da dâhil- yüzde 70’i son 30 yılda yapılmış. Müthiş bir rakam bu,
yani İstanbul’da yılda 60-70 bin konut üretilmiş, Türkiye geneline
baktığımızda 500-600 bin konut üretilmiş. Bu hızlı süreç içerisinde iki risk
ortaya çıkmış. Bunda plancıların da kabahati var, sistemin de kabahati
var, yönetsel, yasal çerçevelerin de katkısı var.
Sonuçta kentlerimizde ikili, üçlü yapılar oluşmuş. Anadolu
kentlerine gittiğinizde gördüğünüz eski geleneksel dokular çöküntüye
uğruyor; yeni gelişme alanları, özellikle de konut alanları... İstanbul’a
geldiğinizde bu yapıyı ikili, üçlü, dörtlü olarak görebiliyorsunuz.
İstanbul’un geleceğini nasıl planlayacağız? Ortada iki risk var.
Önceliklerimiz ne olacak? Plancı olarak bana göre öncelik yapı riskinin
ve yaşam kalitesi riskinin minimize edilmesidir. 30 yılda, 40 yılda ortaya
çıkardığımız bu riski, bu durumu herhalde 30-40 yılda çözemeyeceğiz.
Onun için plan, program yapıp önceliklerimizi ortaya koymamız lâzım.
Bana göre İstanbul’un geleceğinde üç kavram var. Bu üç kavram
çerçevesinde plan, proje üretilecek. İster sevelim bu kavramları, ister
sevmeyelim, birincisi dönüşüm, kentlerimiz dönüşecek. Bu iki risk olduğu
sürece dönüşüm zorunlu. İki yenileme, öyle bir kavram girdi. SİT
alanlarının içerisinde yasal dayanağı olduğu için söylüyorum, kavramları
tartışmıyorum, yani dönüşümün içinde yenileme var mı, bunları
tartışmıyorum, ama bu projeler uygulanmaya başlandı. Üçüncüsü de
gelişme. İstanbul gibi hızla büyüyen kentlerde hem dönüşüm olacak,
hem kentsel gelişim olacak. Bizim bunlara hazırlıklı
104
olmamız
lâzım.
Buna
ilişkin
stratejiler
üretmemiz
lâzım.
Düne
baktığımızda ürettiğimiz çevrenin iyi olmadığını biliyoruz, klasik imar
planı anlayışımızın da iyi olmadığını biliyoruz. Bunun değiştirilmek
zorunda olduğunu biliyoruz. Peki, temel strateji ne? Bunu hepimiz
biliyoruz. Ben kısaca, 3E ile özetliyorum: Ekoloji olmadan, planlamanın
özünü, çevre değerlerini korumadan yaptığımız planlamanın bir anlam
ifade etmediğini gördük; yani ekolojik değerlere sahip çıkacağız. Dün
çıkmadık, havzalarımız yapılaştı, göllerimiz yapılaştı. Ekolojiyi dikkate
alacağız. İkincisi, düne kadar imar haklarını eşitlikçi dağıtmadık. Bugün
artık eşitlikçi dağıtmak zorundayız. Bu eşitliğin içerisinde sosyal eşitlilik,
mekânsal eşitlilik var; bunları çoğaltabiliriz. Detayına girmiyorum. Bir
üçüncüsü, artık -ilk konuşmacı söyledi- planlama kavramının içerisinde
ekonomiyi de yaratmamız lâzım. Bana sorarsanız dönüşüm yerel
ekonominin
kalkınmasına
yönelik
öncü
birtakım
programların
üretilmesidir. Bunu gündemimize almamız lâzım. Sadece mekânsal
olarak bakmamalıyız. Onun için yeni planlama anlayışımızda 3E
kavramlarına dikkat etmemiz, bunları öncelikli konu olarak almamız
lâzım. Bu yetmiyor, 3P dediğimiz -tartışmadan sadece isimlerini
söyleyeceğim; çünkü plancı çoğunluklu bir toplantıdayız- plan, program,
proje üçlüsüne de dikkat edeceğiz. Yani bütüncül planlama çerçevesinde
yapacağız.
Konut sunumuna gelelim. Bugün kamu eliyle büyük konut
projeleri, yerleşmeler yapılıyor. Bunda da öncü rolü -İstanbul özelinde
konuşuyoruz- TOKİ ve KİPTAŞ alıyor. Bu kamu odaklı proje geliştirmede
birtakım yanlışlıkların olduğunu biliyoruz, birtakım artıların olduğunu da
görüyoruz. Bardağın hem dolu hem boş yönünden bakmamız lâzım.
Kentsel çevre açısından baktığımızda hiç olumlu örnekler olmadığını
görüyoruz, ama sosyal konut üretimi açısından baktığınızda olumlu
örneklerin de olduğunu görüyoruz. Birincisi bu, buna ilişkin
105
yasalar çıkıyor, yönetmelikler çıkıyor. İkincisi özel sektör eliyle konut
sunumu var. Son 4-5 yılda bu iyice yaygınlaştı. Artık Türkiye’nin
gündeminde büyük yatırımcılar, kurumsal yatırımcılar, uluslararası fonlar
var. Fonlar devreye girmeye başladı, ölçekler değişmeye başladı. Kamuözel işbirliği projeleri gündeme gelmeye başladı. Örneğin, son günlerde
gündemde olan Tarlabaşı’nda kamuyla özel sektör bir yasal çerçeve
içerisinde bir araya geliyor, mülk sahiplerinin bilgisi dahilinde, iradesi
dışında özel mülkiyet ihlal edilebiliyor. Bu tür yasalarımız var, artılarını
eksilerini tartışmayacağım, ama burada bir taraf eksik; yerel. Adına mülk
sahibi deyin, yaşayan deyin, bunları nasıl katacağız; bunu düşünmemiz
lâzım. Yani stratejik ortaklık dediğimiz ortamı nasıl yaratacağız, bunun
üzerinde çalışmamız lâzım.
Bana göre Türkiye’nin kentlerinin gündeminde iki temel sorun
var. Bunu çözmemiz lâzım. Birincisi, arsa yok, kentsel arsanın yeniden
kullanımını nasıl ortaya koyacağız, bunu nasıl yöneteceğiz? Boş arsa
kalmadığına göre, kentlerimizde yapılaşmalar çok yoğun olduğuna göre,
yapı riskleri bulunduğuna göre, yaşam kalitesi riskleri olduğuna göre bu
alanlarda kentsel arsayı yeniden kullanma becerisini gösterebilecek
miyiz? Burada plancılara çok büyük görevler düşüyor. Bunun üzerinde
çalışmamız lâzım. İkincisi de, kıt kaynakların kullanımı. Kaynaklarımız
kıt, İstanbul imar rantı üzerinden yeniden şekilleniyor. Finansman
yaratamıyorsunuz, sosyal projeler için finansman bulamıyorsunuz, imar
rantı, yani yoğunluk artışlarıyla dönüşüm yapıyorsunuz. Bunun yönetimini
de sosyal odaklı, kamu odaklı olarak nasıl yapabiliriz sorusunun üzerinde
tartışmamız gerekiyor. Bu da plancıların gündemine “proje ve arazi
geliştirme” kavramını getiriyor. Bu konularda artık üniversitelerde dersler
veriliyor. Yani, bir proje nasıl geliştirilir, arazi nasıl geliştirilir, gibi konular
üzerinde yeni sektörler oluşmaya başladı.
106
Son olarak da böyle bir yapı içerisinde yeni kurguyu nasıl
kurarız? Bunun üzerinde birkaç ana başlık söyleyeceğim ve konuşmamı
bitireceğim. Klasik imar planı anlayışı içerisinde üst ölçekli plan, alt
ölçekli plan, vb. plan ve kavram kargaşası içerisinde ben kentlerin
yeniden
şekilleneceğine
inanmıyorum.
Bütüncül
planlamanın
yanındayım, tabii ki plancı olarak bütüncül planlama yaklaşımı içerisinde
her şeyi düşünmemiz lâzım. Fakat biraz önce söylediğim yığınla sorun
var ortada, o zaman farklı bir planlama anlayışını ortaya koymamız
lâzım. Hukuksal sürece girdiğinizde artık klasik imar planının çözüm
olmadığı ortada. O nedenle artık mekânsal gelişim strateji şemaları ya da
mekânsal gelişim strateji çerçevesi, adına ne derseniz deyin bunun
içinde esnek, yereli dikkate alan, tarafları dikkate alan, beklentileri ele
alan bir yaklaşımı ortaya koymamız lâzım. Bunları biliyoruz, artık
gündemimize stratejik planlama kavramı girdi. Bunun gereğini yapmamız
lâzım. İkincisi, benim özellikle son yıllarda uzmanlık alanım olan uzlaşma
yönetimi. Artık proje bazında tarafları uzlaştıracak mekanizmaları,
yöntemleri geliştirmemiz lâzım. Son 6 ay ben Tarlabaşı projesindeydim,
yarın zannediyorum tartışılacak. Bir uzlaşma yönetim sürecine girdim,
çok şey öğrendim. Fakat orada işe üç sorun var diye başladık; karşımıza
36 sorun çıktı. Bu tarafları bir araya getirmek, beklentileri yönetmek o
kadar zor ki, ama bunların içine girmemiz lâzım. İkinci şey, katılımcı
planlama. Bunu hep söylüyoruz; ama değerli arkadaşlar, plancılar,
katılımcı planlamanın gereğini yapmamız lâzım. Ben 80 yılında
üniversiteye girdiğimde ilk bu kavramı duydum, hâlâ tartışılıyor. Bunun
yöntemlerini geliştirmemiz lâzım.
Bir de yenilikçi yaklaşımları artık hızla gündeme getirmemiz
lâzım. Türkiye’nin en büyük problemi kentlerde mülkiyet, mülkiyet hisseli
parçalı ve çok önemli. Bunu çözmemiz lâzım. İkincisi yoğunluklar,
kentlerimiz
çok
yoğun,
dönüşüm
projelerinde
bunu
107
görüyoruz. Zeytinburnu’na giriyorsunuz, emsal 5. İstanbul’da en yüksek
emsal 2.5 veriliyor yeni plan yapılınca, hiç kimse memnun değil.
Diyorsunuz ki “değerin artıyor” Mülk sahibine sorduğunuzda “bana ne,
bana ne kadar imar hakkı verirsen o kadar önemli” diyor. Artık arsa
önemli değil, arsa üzerindeki imar hareketleri, mülkiyetin toplulaştırılması,
imar haklarının transferi gibi konular yasalarımıza girdi; bunlara ilişkin
örnekler gösterip çalışmalar yapmamız lâzım.
Son olarak bütün bu belirsizlikler içerisinde plancının rolü ne
olmalı? Bunu yeniden tanımlamamız lâzım. Şu anda iki projede
çalışıyorum. Biri biraz önce söylediğimdi; bitti, uzlaşma yöneticisi olarak
girdik, tarafları uzlaştıramadık. İkincisi, Kartal dönüşüm projesinde
tarafları uzlaştırmaya çalışıyoruz. O biraz daha kolay gibi gözüküyor,
ama oranın da sorunları farklı, orada yaşayan yok. Tarlabaşı’nda
yaşayan çoktu. Şu sonuçları çıkardık: Sadece başlıklarını verip
bitireceğim. Plancının rolünü ben 5B maddesiyle özetleyeceğim. Bu
üzerinde çok konuşulacak ayrı bir konu, plancının birinci görevi doğru
bilgilendirmedir. Plan olsun, proje olsun, senaryo olsun tarafları doğru
bilgilendirecek. İkincisi, plancı bilinçlendirme görevini de üstlenmeli.
Tarafsız bir gözle özellikle mülk sahiplerini, projeden doğrudan etkilenen
tarafları bilinçlendirecek söylemleri ortaya atmalı, örnekleri göstermeli.
Üçüncüsü ki, bu en önemlisi, plancının bir başka görevi buluşmaları
sağlamalı. Örneğin, Tarlabaşı’nda 8-10 tarafı buluşturduk. Belediye,
yatırımcı, mülk sahipleri, yaşayan, yoksul, travesti neyse bütün bu
tarafları
yenileme
buluşturuyorsunuz,
kuruluyla
bu
ortamları
buluşturuyorsunuz,
sağlıyorsunuz.
4
belediyeyle
B
dediğimiz
belirsizliklerin ortadan kaldırılması için. Belirsizlik ortamında proje
üretemiyorsunuz. O zaman belirsizliklerin ortadan kaldırılmasına yönelik
stratejiler üretmeniz lâzım. Tabii, en önemlisi, onu sona bıraktım;
beklentileri yönetmek. Her tarafın beklentileri ister belediye
108
olsun, ister yatırımcı, ister mülk sahibi olsun, çok yüksek. Bu beklentileri
ortak payda altında bireysel yararla toplumsal yararı çakıştıracak düzeye
getirdiğiniz zaman uzlaşma sağlanmış oluyor, ama bu kültür maalesef
gelişmemiş durumda. Bunu geliştirecek mekanizmaları sağlamalı, bunun
içinde güven ortamı önemli. Kamuya güven yok. Dönüşüm projelerinin
bence sıkıntısı o. Müthiş bir gerilim yaşanıyor. Sulukule’de olduğu gibi
kamu odaklı geliştirirseniz güven ortamı olmuyor; tersten giderseniz
süreç uzun, sorunlar çok, ama o zaman güven ortamı oluşuyor, daha
farklı sonuçlar ortaya çıkıyor.
Benim söyleyeceklerim bunlar, özetle kentlerimizin önünde
büyük
riskler
var.
Kentlerimizin
geleceğini
kurgularken
yeni
mekanizmaları, yeni yaklaşımları ortaya koymamız lâzım. Bence burada
plancının rolünün biraz önce söylediğim bu 5B -bunları çoğaltabilirizçerçevesinde yeniden kurgulanması lâzım. Teşekkür ederim.
PROF. DR. GÜZİN KONUK- Teşekkürler Sayın Göksu. Bu
belirsizlik ortamında yeni belirleyicilerle geleceğe bakmamız gerekiyor.
Üçüncü eksende çok önemli bir temel alanımız var; ulaşım.
İstanbul’un geleceğini yönlendirmede. Ben bu konuda üç konuşmacıdan
Sayın Prof. Dr. Haluk Gerçek’e ilk sözü veriyorum ve diyorum ki, acaba
İstanbul’un ulaşımla ilgili kararlarında nasıl bir sistem, sistematik var ya
da görüşler neler?
Prof. Dr. HALUK GERÇEK- Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Tema belirsizlik olduğu için ben de belirsizlik ortamında İstanbul’un
ulaşımının planlanmasına ilişkin bazı şeyler söylemek istiyorum. Belki
çoğumuz biliyoruz, şu anda İstanbul’un ulaşım ana planı yapılmakta,
İstanbul
Büyükşehir
Belediyesi
ve JICA
tarafından,
109
sanıyorum önümüzdeki haftalar ya da aylar içerisinde tamamlanacak.
Son aşamaya gelme durumunda. Belirsizlikle ilgili birkaç boyuttan
başlayarak konuşmama girmek istiyorum. Biraz da plancı değil de
mühendis kökenli olduğum için bir kere belirsizlik kaynakları olarak üç
temel kaynak sayabiliriz. Bunlardan biri verilerdeki hatalar, bu geçmiş
olaylardaki belirsizliği ortaya koyuyor. Biz ne yazık ki gerek planlama
olarak kent planlaması, gerek ulaşım planlaması olarak verilerimizin çok
sağlıklı olduğunu söyleyemiyoruz. Bu verilerdeki hataları buradaki
belirsizliği istatistiksel olarak ölçmek mümkün, yani ne kadar hata
yaptığımızı istatistik yöntemlerle ölçebiliyoruz ve bunları azaltmak da
mümkün. Çünkü bu veri hataları ya ölçme hatalarıdır, ya örnekleme
hatalarıdır ya da insan hatalarıdır. İyi bir veri tabanı oluşturduğumuz
takdirde daha dikkatli, özenli bir çalışmayla hataları azaltarak, buradaki
belirsizliği gidermek mümkün.
İkinci grup belirsizlik kaynağı öngörülerdeki hatalardır. Bu da
gelecekteki olaylara ilişkin belirsizliktir. Burada teknolojiyi ne kadar
kullanırsak kullanalım, ne kadar ilerlemiş teknikler, yöntemler kullanırsak
kullanalım, bu belirsizliği gidermek, tamamıyla gidermek mümkün
değildir. Çünkü gelecek her zaman için belirsizdir. Özellikle Türkiye gibi
sosyo-ekonomik dinamiği çok hızlı değişen ülkelerin, İstanbul gibi
özellikle çok hızlı bir değişim içerisinde olan kentlerinde geleceğe ilişkin
belirsizlikler çok daha fazla olmakta, çünkü stabil bir toplumsal ekonomik
yapı yok, stabil bir politik yapı yok, siyasal yapı yok, kurumsal yapı da
yok. O nedenle bu konudaki belirsizlikleri azaltmak her ne kadar
mümkünse de tamamen gidermek mümkün değil.
Üçüncü grup hatalar model hatalarıdır. Belirsizlik kaynağı olan,
çünkü biz özellikle ulaştırma planlamasında -mekânsal planlamada da
var
tabii-
birtakım
matematiksel
modeller
kullanırız.
110
Geleceği öngörmek için, projeksiyonlar yapabilmek için bunlar bir
anlamda insan davranışlarını betimleyen modellerdir. Hâlbuki insan
davranışları, toplumsal davranışlar, çok kompleks, karmaşık yapısı olan
olaylardır. Ne kadar karmaşık, gelişmiş matematik modeller kullanırsanız
kullanın, bunları belirli bir hata payıyla öngörebilirsiniz. Bunların da
giderilmesi tamamen mümkün değildir, bir anlamda bunlar kalıcı
hatalardır. Bunlara da çok dikkat etmek gerekir.
Bu belirsizlik kaynakları çerçevesinde İstanbul ulaştırmasını
planlarken
karşımıza
çıkan
belirsizlik
kaynakları
nelerdir
diye
baktığımızda ben belli başlı birkaç madde altında bunları toplamak
istiyorum. Bunlardan biri demografik öngörülerdir, yani İstanbul nasıl
büyüyecek? Nüfus olarak baktığımızda, İstanbul Metropoliten Planlama
Merkezi içerisinde yapılan çalışmalarda, İstanbul’un 2025 yılındaki
nüfusu için 17.4 milyonla 22 milyon arasında değişen farklı öngörüler var.
Kimse bunlardan hangisinin gerçekleşeceğini tam olarak söyleyemiyor. O
zaman siz plancı olarak belirli bir varsayım, belirli bir kabul yapmak
durumunda kalıyorsunuz. Burada yapılan kabul şudur: Korumacı bir
yaklaşımla İstanbul’un kırmızı çizgileri belirlenerek, yani su havzalarının,
orman alanlarının, yeşil alanların, doğal kaynakların daha fazla tahrip
olmaması için İstanbul’un taşıyabileceği maksimum kapasite nüfusu
üzerinden yapılan bir yaklaşımla 15.5’la 16 milyon arasında değişen bir
nüfus eşiği öngörülmüştür ana planda ve İstanbul’un ulaştırma ana planı
da bu nüfus öngörüsüne göre yapılmaktadır. 2023 yılı için bu nüfus
öngörüldüğüne göre, demek ki bugüne göre baktığımız zaman yüzde
30’luk bir artış doğrultusunda plan yapıyoruz.
İkinci önemli belirsizlik kaynağı demografik öngörülerin dışında
ekonomik büyümeye ilişkin öngörülerdir. Çünkü İstanbul’da 2006 yılında
gayri safi yurtiçi hâsıla kişi başına 5842 dolar olarak
111
hesaplanmış; ulaştırma ana planında ise, 2023 yılındaki kişi başına gayri
safi yurtiçi hâsılanın 9681 dolara çıkacağı öngörülüyor. Yani aşağı yukarı
yüzde 80’lik bir artış öngörülmüş.
Günümüzün özellikle çok hızla değişen ekonomik ve finansal
koşullarına baktığınızda nasıl bir büyümeyle İstanbul’un büyüyeceğini,
hele böyle 15-20 yıllık bir süreç içerisinde öngörmek hiç kolay değil.
Çünkü Türkiye’de büyüme tahminleri çoğu zaman tutmuyor. 2009’dan
itibaren İstanbul için öngörülen yıllık ortalama ekonomik gelişme hızı 5.2.
Biliyoruz ki, zaten bu sene Türkiye ekonomisindeki büyüme öngörülerin
altında gerçekleşti ve içinde yaşadığımız küresel kriz göz önünde
tutulduğunda ve bunun Türkiye’ye yansımalarını da göz önünde
tuttuğunuzda önümüzdeki yakın yıllarda büyüme değerlerinin herhalde
yüzde 5’in oldukça altında gerçekleşmesi pek fazla sürpriz olmayacaktır.
O halde sizin öngördüğünüz senaryolar ya da büyüme öngörüleri sık sık
değiştirilmek durumundadır. Böyle uzun dönemli planlarda bunu
yapmadığınız için baştan zaten önemli sapmalarla karşılaşıyorsunuz.
Diğer önemli bir belirsizlik kaynağı istihdamdır. İstanbul için
istihdamın 2023 yılında bugüne göre yüzde 70’lik bir artışla 6.4 milyona
çıkacağı öngörülüyor. Bu da tabii yine belirli bir hata, bir belirsizlik
içeriyor. Bununla ilgili ilk konuşmacı Sayın Ticaret Odası’ndan görüşlerini
belirtti; belki elinde başka büyüme senaryoları olabilir, ama sonuç olarak
plancılar belirli kabullerle gitmek zorunda kalıyorlar.
Nüfus ve büyüme hızları dışında ulaştırma açısından önemli
olan çok önemli bir parametre de mobilite diye bilinen hareketlilik, kişi
başına gayri safi yurtiçi hasıla nasıl ekonomik büyüme için bir
göstergeyse kentlerde de kişi başına günlük yolculuk sayısı o kadar
önemli bir göstergedir. 1996 yılında İstanbul Teknik
112
Üniversitesi’nin yaptığı yolculuk anketlerinde bulduğumuz değere göre,
İstanbul’da
motorlu
araçlarla
kişi
başına
günde
bir
yolculuk
yapılmaktadır. Motorlu araçlarla günde yapılan toplam yolculuk sayısını
kentin
nüfusuna
bölerek
bulunan
değer
1’di
1996’da;
2006’ya
geldiğimizde şu anda yapılmakta olan çalışmada bu değerin 0.88’e
düştüğünü görüyoruz. Hareketlilikte bir azalma olmuş İstanbul’da, buna
karşılık yaya yolculuk hareketliliği artmış. 2023 planı hangi hareketlilikte
yerini esas alıyor? Motorlu araçlarla hareketliliğe baktığımızda 1.10
değerinin esas alındığını görüyoruz. Yani bugün 0.88 olan 1996’da da 1
olan hareketlilik değerinin, 2023’te 1.10’a çıkacağı öngörülmüş. Kişisel
olarak ben bunun oldukça düşük bir değer olduğunu düşünüyorum.
Çünkü şu anda İstanbul’daki ulaştırmanın getirdiği sorunlar, insanların
trafik içerisinde çok uzun zaman harcamaları, hiper tıkanma dediğimiz
trafik tıkanıklığı olayının insanın yaşam kalitesini düşürmesi gibi değişik
nedenlerle bastırılmış bir ulaşım talebi vardır. İnsanlar motorlu araçlarla
mümkün olduğu kadar az yolculuk yapmaya çalışmaktadır. Yapmak
zorunda oldukları yolculukları yapıyorlar, işe gidiyorlar, okula gidiyorlar
veya çok önemli yolculuklarını yapıyorlar, ama onun dışında sosyal
faaliyetler için, gezmek için, arkadaş ziyareti için, diğer bazı sosyal
etkinlikler için yolculuklarını mümkün olduğu kadar yapmıyorlar ya da
yapıyorlarsa bunu kısa mesafelerde yürüme mesafesi içerisindeki
noktalarda yapmaya çalışıyorlar. Bu bastırılmış talebin, önümüzdeki 1520 yıl içerisinde ulaşım sisteminde sağlanacak iyileştirmelerle önemli
ölçüde sıçraması mümkün. Bu nedenle ileriye dönük projeksiyonları
yaparken bu sıçramanın olabileceğini de, ulaşım sistemindeki gelişmeye
paralel olarak göz önünde tutmak gerekir.
Başka bir belirsizlik kaynağı finansman kaynakları konusu.
Özellikle bu yaşadığımız günlerdeki küresel krizi de göz önünde
tuttuğunuzda Türkiye’nin artık dışarıdan kolayca kredi
113
bulması, gerek yatırımları, gerek diğer projeleri için pek mümkün
olmayacak. Hâlbuki ulaştırma ana planının bize verdiği rakamlara
baktığımızda İstanbul’da 2023’e kadar sadece raylı sistem projeleri için
24 milyar dolara, karayolu projeleri içinse 16 milyar dolara ihtiyaç var.
Yani 2023’e kadar olan periyot içerisinde kentin ulaştırma altyapısı için
40 milyar dolarlık bir yatırım gerekiyor. Bu kadar büyük bir finansmanı ne
yerel yönetimlerin ne merkezi yönetimin sağlaması mümkün değil. Zaten
gerek İstanbul’da, gerekse Türkiye genelinde baktığımızda Türkiye’deki
ulaştırma yatırımlarının çok önemli bir kısmı dış borçla yapılan
yatırımlardır. Yani öz kaynak değil, kredi bulunarak yapılan yatırımlardır.
Bunların bir kısmı uygun faizli kredilerdir, bir kısmı daha değişik
kredilerdir, ama sonuçta kredi maliyetlerini de üstüne koyduğunuz zaman
1000 dolara çıkacak bir proje borç ödemeleri nedeniyle 2000 dolara
çıkmaktadır. 24 milyar dolarlık yatırım için kredi bulunmasının bundan
sonra ne kadar zor olacağını tahmin etmek çok zor değil, burada da
önemli bir belirsizlik ve sıkıntıyla karşı karşıya kalacağız.
Son olarak belirsizlikle ilgili bir başka önemli etmen, özellikle
merkezi yönetimlerin plan dışı büyük proje kararları alması ve bunun
planın bütünlüğünü olduğu gibi değiştirmesi. Daha plan yapılırken bu
kararlar alınıyor. İşin ilginci, bir yandan ulaştırma ana planı yapılıyor, bir
yandan merkezi
yönetim
ulaştırma ana planında hiçbir şekilde
öngörülmeyen çok büyük ulaştırma projesini, örneğin, üçüncü Boğaz
Köprüsü’nü yapma kararı alabiliyor. Plan süresince buna daha başka
büyük projelerin de eklenmeyeceğini kimse söyleyemez. Tabii, bütün
bunlar sizin yaptığınız bütün öngörüleri, matematik modelle bulduğunuz
sonuçları tamamen değiştiriyor. Yeni bir köprünün örneğin, kuzeye
yapılması sadece ulaştırma açısından değil, mekânsal planlama
açısından da kente çok önemli etkiler getiriyor. Bunu bugünden
göremiyorsunuz, çünkü böyle siyasî otoritenin karar
114
vericilerin tepeden inme bir karar verme kültürü, alışkanlığı var bizde; bu
da belirsizliğin en önemli kaynaklarından biri olarak ortaya çıkıyor. Çünkü
bütün bu belirsizliklere karşı tabii planlama sürecinde bunları mümkün
olduğu kadar giderici bazı yöntemler uygulamak mümkün, bunun
başında senaryo analizleri geliyor. Yani madem biz geleceği kesin
biçimde ya da çok küçük hatalarla öngöremiyoruz, o zaman ulaştırma
planlaması yaparken olası bazı senaryolar geliştirmeye gidiyoruz.
Bu
senaryolar değişik gruplar için yapılabilir, yani mekânsal gelişme için de
değişik senaryolar geliştirebilirsiniz. Ulaştırma sisteminin ulaştırma
altyapısının yapısıyla ilgili de senaryolar geliştirebilirsiniz. O senaryolara
göre farklı öngörüler, farklı planlar ortaya çıkarmak mümkün.
İkinci bir yaklaşım duyarlılık analizleri yapmak, yani sensitivite
testleri yapmaktır. Bu da çok bilinen ve en çok kullanılan yaklaşımlardan
biridir.
Örneğin,
biraz
önce
saydığım
bütün
bu
belirsizlik
parametrelerinden plana en fazla etki edecek olanların birkaçını alıp
bunların
belirli
ve
makul
diyebileceğimiz
aralıklarda
değişmesi
durumunda plan sonuçlarının nasıl değişebileceği konusunda analizler
yapılır ve bunlar da karar vericilerin önüne konulur.
Üçüncü bir yaklaşım var ki, bunun kullanılması biraz zordur ve
benim bildiğim kadarıyla da ancak finans sektörü, yatırım sektörü bunu
kullanıyor. Ulaştırma planlamasında pek kullanıldığını, genel anlamda
kullanıldığını bilmiyorum. Olasılıksal temelli analizler, örneğin matematik
modeller kurarak her bir parametrenin belirsizliğini ve risklerini ölçen
Monte Carlo simülasyonu, vesaire gibi yöntemlerle, olasılık temelli bazı
yaklaşımlarla geleceğe ilişkin olarak daha ayrıntılı bazı risk analizleri
yapmak mümkün, ama bizde demin de söylediğim gibi en çok kullanılan
senaryo ve duyarlılık analizleridir. Ancak bildiğim kadarıyla örneğin,
İstanbul ulaştırma ana planı çalışmasında böyle bir
115
senaryo analizi yapılamıyor. Çünkü konuştuğunuz zaman bu projeyi
yürüten JICA’nın ileri gelenleri de haklı olarak “bizim sözleşmemizde
böyle bir şey yok, biz bir öngörü yapacağız. Mekânsal gelişmeyi 16
milyona göre yapacağız, ulaştırma sistemi için de belirli kabuller
yapıyoruz ve bunun sonuçlarını da plan olarak ortaya koyacağız”
diyorlar.
Ulaşım planlaması açısından ne yapmak gerekir? Bütün bu
belirsizlikleri göz önünde tuttuğumuzda her şeyden önce şunu daha
önceki konuşmacılar da söyledi, katılımcılık ve paydaşların planlama
sürecine katılımının geliştirici bir mekanizmanın pratiğe dönüştürülmesi
zorunluluğu var. Bu artık tartışmasız herkesin kabul ettiği bir gerçek,
çünkü bizde nasıl mekânsal planlama kararlarında yerel insanlar, orada
yaşayanlar,
bundan
etkilenen
paydaşlar
söz
sahibi
olamıyorsa
ulaştırmaya ilişkin kararlarda da söz sahibi olamıyorlar, tamamen
tepeden inme bir planlama anlayışıyla karşı karşıyayız, ama bunu
sağlayabilmenin ön koşulu da katılımcıları bilgilendirmek her şeyden
önce. Çünkü insanlarımız, yani kentliler diyelim İstanbul örneğini alırsak,
ne yazık ki ben en azından ulaştırma bağlamı içerisinde söylüyorum,
yanlış
bilgilendiriliyorlar,
eksik
bilgilendiriliyorlar
ya
da
hiç
bilgilendirilmiyorlar. Bu çok önemli bir şey, siz onlara herhangi bir proje
konusunda
fikrini
sorduğunuz
zaman
da
yanlış
ya
da
eksik
bilgilendirildikleri için yanlış kararları kendilerince doğruymuş gibi ortaya
koyabiliyorlar. Ben İMP’de kuruluş zamanlarında çok kısa süreli bir
danışmanlık deneyimi yaptım. Orada hatırlıyorum, çok küçük ölçekte
üçüncü Boğaz Köprüsü için bir anket yapılmıştı. Ölçek çok küçüktü
örnekleme anlamında; ama gelen cevapta İstanbullular yüzde 70
destekliyordu. Bunun önemli bir kısmı bilgi eksikliğinden ve yanlış
bilgiden
kaynaklanıyor.
O
halde
toplumda
farkındalık
kampanyalara ihtiyaç var, bunun yollarını aramak lâzım.
yaratıcı
116
Yani insanlara kendi yaşam mekânlarıyla yaşadıkları kentle ilgili
gerçekleri başına gelecekleri doğru biçimde aktaracak bir farkındalık
kampanyasının yollarını bulmak lâzım. Bu tür toplantılar kendi aramızda
fikir birliği, görüş alışverişi açısından yararlı oluyor, ama bunlar topluma
hiçbir şekilde yansımıyor. Bu konuda toplumu aydınlatmak için çok başka
araçlar bulmak gerekiyor.
Ben bu farkındalık bilincinin artmasıyla ve katılımcılıkla ilgili
demokratik
karar
verme
süreçlerinin
geliştirici
uygulanabilir
mekanizmalarının bulunmasıyla karar vericilerin kente ilişkin, ulaştırmaya
ilişkin kararlarında şimdiki kadar rahatça karar veremeyecekleri bir
noktaya gelinebileceğini düşünüyorum. Çünkü bu demokratik ortam
içerisinde en azından yerel yönetim ya da merkezi yönetim seçimleri
geldiği zaman, yerel halklar kendilerine karşı kararlar alan insanları bir
daha yönetimde görmek istemediklerini belirtme hakkını da daha bilinçli
olarak ortaya koymuş durumda olacaklar, ama şu aşamada plancıların
da bu işte çok fazla masum olduğunu söylemek mümkün değil. Örneğin,
İstanbul ulaşım ana planıyla ilgili son çalışmalarda bize yapılan
sunumlarda şu ortaya çıktı: Harem’le Sarayburnu arasında sadece
otomobillerin geçeceği bir tünel projesi var. Belki büyük bir kısmını
biliyorsunuz, bu tünel projesi plana alınmış durumda. “Bu niye alındı?”
diye sorduğunuzda “hükümet zaten buna karar verdi” diyorlar. İhalesi de
yapıldı. O zaman planlamanın anlamı ne oluyor? Hükümet elini çabuk
tutup üçüncü köprüye de karar verirse bu planın son noktası konulmadan
o zaman onu da aynı mantıkla plana almak gerekecek. Bunları
sorgulamak gerekiyor. Teşekkür ederim.
PROF. DR. GÜZİN KONUK- Teşekkürler Sayın Gerçek. Sayın
hocamız ulaşım mastır planından bahsetti İstanbul için, bu konuda Serap
117
Çetinkaya’dan ben özellikle görsel birtakım verilere dayanan bir
bilgilenme açıklaması rica ettim.
SERAP ÇETİNKAYA- Teşekkür ediyorum hocam. Sizin ricanız
üzerine ulaşım ana planında yaşanılan süreci anlatmak üzere görsel bir
sunum hazırladım. Olabildiğince en son ulaşım mastır planını görmek,
tanımak durumundayız. Bu da bizim için bir fırsat. Eğer biraz zaman
alacaksa ben Zeynep Hanım’a hemen sözü vereyim. Ulaşımda üçlü bir
gruptuk. Kendisinden görüşlerini alalım. Zeynep Sindel Buket.
ZEYNEP SİNDEL BUKET- Teşekkür ediyorum. Ben DLH adına
çalışmıyorum, ancak Marmaray projesinin DLH adına kontrolünü yapan
müşavirlik firması Avrasya Consult için çalışıyorum. Dolayısıyla burada
benim size verebileceğim bilgiler ancak Marmaray projesi ve Marmaray
projesiyle ilintili şu an için öngörülen ve planlanan diğer projelerle sınırlı
kalacak.
Ben öncelikli olarak bu projenin çıkış noktasına değinmek
istiyorum. Çok kısaca, bildiğimiz gibi bu İstanbul metropoliten bölgesi için
hazırlanan 1995 yılı plan kapsamında kent içi ulaşım politikaları plan
kararlarının uygulanmasının önemli bir bileşeni olarak ele alınmıştı ve
ulaşım hizmet düzeyinin yükseltilmesi, kentsel yaşam standardının
artırılması için temel faktör olarak benimsenmişti. Dolayısıyla kent içi
ulaşımında yolculuk sürelerinin kısaltılması, konforlu ve güvenilir bir
ulaşım sisteminin oluşturulabilmesi, kent merkezi alanlarında ve özellikle
de Tarihî Yarımada’daki trafiğin olumsuz etkilerinin azaltılması amacıyla
toplu taşım sistemlerine bir öncelik verilmesi plan ilkesi olarak kabul
edilmişti.
118
Bu planın ilke ve kararları doğrultusunda 95 yılında hazırlanan
Ulaşım Ana Planı, bu toplu taşım sisteminin ana omurgasını oluşturacak
yaklaşık 200 km. uzunluğundaki bir raylı sistem ağının 2010 yılına kadar
gerçekleştirilmesini ve bu hakların deniz taşımacılığı ve diğer toplu taşım
sistemleriyle entegrasyonunu öngörmekteydi. Bu İstanbul’da kent içi
yolculuklarının önemli bir parçası olan ve hâlâ iki adet karayolu köprüsü
ve deniz hatlarıyla sağlanan boğaz geçişi için yüksek kapasiteli bir raylı
sistem bağlantısı planının getirdiği bir başka önemli ulaşım kararı olarak
o zaman yer almıştı.
Bu ulaşım ana planı doğrultusunda kentin her iki yakasında
doğu-batı aksı üzerindeki mevcut demiryolu ağının rehabilite edilerek
yüksek kapasiteli bir metro sistemine dönüştürülmesi ve boğaz altında
yapılacak olan tünel marifetiyle de doğu-batı yönünde sürekli bir geçişin
sağlanması hedeflenmişti. Bu kararlar ışığında 2004 yılında Marmaray
projesinin ilk adımı atıldı, temel atma töreni oldu. 2004 yılının Ağustos ayı
itibariyle boğaz tüp geçişinin inşaatına başlandı.
Ben birazcık sayısal değerler vermek istiyorum. Aslında
kamuoyunda oldukça biliniyor, ama gene de hafızaları, bilgileri tazelemek
adına vereceğim birtakım rakamlar olacak. Bu proje sona erdiğinde ki,
önümüzdeki hedef yılı 2011 yılı sonu; ilk başta anons edilen resmi
sözleşme bitiş tarihi 2009 yılı olmasına rağmen özellikle istasyon
bölgelerinde yürütülen yoğun arkeolojik kazı çalışmaları nedeniyle bu
süreç uzadı. Tabii bu 2011 yılı sonu olarak öngörülen tarih, her zaman
için değişikliğe tabi olabilir. Çünkü arkeolojik kazıların ne zaman
biteceğini, nerede sonuçlanacağını tahmin etmek çok olası değil. Bu
proje sona erdiği zaman Gebze-Halkalı arasında 76 km.lik kesintisiz bir
raylı sistem ağına kavuşmuş olacağız. Üç hat üzerinden çalışacak. Bu
hatta karma trafik işletmesi yapılacak. Hem banliyö trenleri,
119
hem de şehirlerarası yük ve yolcu trenleri bu sistemden faydalanacak.
Bildiğiniz gibi boğaz geçişinde bu üç hat ikiye inecek ve pik saatler
dışında şehirlerarası yük ve yolcu trenleri iki yaka arasında geçmeye
devam edebilecekler.
Marmaray projesi toplam 40 adet istasyondan oluşuyor.
Bunların üçü yeraltı istasyonu, Üsküdar’da, Yenikapı’da ve Sirkeci’de bu
yeraltı istasyonları yapımı devam ediyor. Geri kalan istasyonlar da
yerüstü istasyonları, bunların büyük çoğunluğu şu anda mevcut
demiryolu ağı üzerinde yer alan istasyonların bulunduğu bölgelerde
yapılacak, ama tamamen yeni imalatlar olacak ve bu sistem elektromekanik açıdan da sıfırlanarak yeniden imâl edilecek.
2004 yılında ihalesi yapılan projeye göre, aslında Marmaray
projesi üç ihaleden oluşuyordu, üçe bölünmüştü. Bunlardan biri boğaztüp geçişi ki, bu 13.5 km.lik bir kısmını kapsıyor. Onunla ilgili gelişmeleri
size vermek istiyorum. 11 tüp elemanı bu kapsamda imâl edildi ve
bunların boğaz tabanına açılan hendeğe yerleştirilmesi tamamlandı. Biz
bu geçişin ortasını bitirdik, ama iki taraftaki, karadaki tünelleri henüz
tamamlayamadık ve istasyonların inşaatına devam ediyoruz. Anadolu
yakasındaki tünellerin de yaklaşık yüzde 50’lik bir kısmını tamamlamış
durumdayız. Buradaki arazi koşulları, zemin koşulları tünel açma hızımızı
oldukça etkiliyor, ama tahmini olarak 6-7 ay içerisinde Anadolu yakası
tünellerinin boğaz geçiş elemanlarına ulaşması planlanıyor.
Avrupa yakasında ise birazcık daha sıkıntılı bir durum var.
Yenikapı istasyonunda, bu tünel porteli olarak kullanılacak şaft kazısı,
istasyon kazısı ve arkeolojik kazılar 2004 yılından beri, yani 4 senedir
devam etmekte ve sanırım bir süre daha devam edecek. Dolayısıyla
buradan
indirilecek
olan
tünel
açma
makinelerinin
120
inşaatının başlanma süreci de hep erteleniyor. Sirkeci’de şaft kazılarımız
devam ediyor. Orada da yine oldukça yoğun arkeolojik kazılar yapıldı,
yapılmakta da, iki adet giriş-çıkış yapılarımız var. Biri bu Sirkeci Garı’nın
içinde, bir diğeri ise Valiliğin önündedir. Bunlarla ilgili de arkeolojik kazılar
devam etmekte. Güney girişi dediğimiz Valilik önündeki kazılar henüz
başlamadı.
Boğaz tüp geçişiyle ilgili şu ana kadarki gelişmeleri kısaca böyle
özetleyebilirim. Bu arada geçen sene 2007 yılı haziran ayı itibariyle
mevcut bu 152 demiryolunun rehabilitasyonu ihalesini yaptık. Bu ihale
içerisinde şöyle bir ikiye ayırdığımız dönem var: Biri demiryolu hatlarının
trafiğe kapatılmadan önce yapılacak olan işlemler ki, bu Gebze ve
Halkalı’daki şehirlerarası yük ve yolcu trenlerinin sonlanması için
yapmayı planladığımız tesisler, istasyon ve depo-gar sahaları. Daha
sonra da bunlar tamamlandıktan sonra hatlar 24 ay süreyle kapatılacak
ve akabinde de bu Gebze-Halkalı arasındaki tüm sanat yapıları ki,
200’ün üstünde köprü, altgeçit ve üstgeçit var, tüm hat altyapısı ve
üstyapısı yenilenecek. Önümüzde oldukça zorlu bir program var. Ancak
burada da takvimde değişik sebeplerden dolayı ufak bir gecikme var.
Aslında bu yılın sonunda plana göre hatların kapatılması öngörüldü, ama
şu an için bunun yüzde 100 gerçekleştirilebileceğini düşünmüyoruz,
bunda da bir erteleme olabilir. Tabii, bu hatlar kapatıldığı zaman hemen
akla o soru geliyor: Mevcut demiryolu taşımacılığı nasıl devam edecek?
Yük taşımacılığı nasıl sürecek? Bunun için belediyelerle görüşmeler
yapıldı, bunlar hâlâ devam etmekte. Bu süreç içerisinde transit veya belli
ana duraklara uğrayacak bir ilave hat otobüs seferleri düzenlenmesi söz
konusu,
artı
bu yük trenleri için yine DLH’nın bu kapsamda
gerçekleştirdiği bir ihale var. Bu Tekirdağ-Muratlı arasında yaklaşık 30
km.lik bir demiryolu inşaatı, altyapısı çift hatta göre, üst yapısı tek hatta
göre yapılıyor. Bunun ihalesi yapıldı, inşaatı devam ediyor.
121
Hatlar kapanana kadarki süreçte bunun tamamlanması öngörülüyor ve
dolayısıyla Derince’den feribotlara yüklenecek olan trenlerin, yük
trenlerinin Tekirdağ, Tekirdağ’dan Muratlı’ya ve buradan da Avrupa’ya
iletilmesi öngörülüyor. Bu önemli bir proje.
Marmaray’la ilintili olabilecek bir diğer DLH projesi de Halkalı
Kapıkule arasındaki çift hatlı bir hızlı tren projesi. Aslında Halkalı’ya dört
hattın gelmesi planlanmış durumda ki, biliyorsunuz şu anda Avrupa
tarafında hizmet veren tek hat var. Bu dört hattın ikisi hızlı tren güzergahı
olarak görev yapacak, diğeri ise çift hatta Çerkezköy’e bağlantıyı
sağlayacak
Halkalı
Çerkezköy
arasındaki
banliyö
işletmeciliğine
ayrılacak. Dolayısıyla biz Marmaray projemizi Halkalı çıkışımızı bu
projeleri
göz önüne alarak güncelleştirdik.
Benim
projeyle ilgili
verebileceğim özet bilgiler bundan ibaret. Teşekkür ediyorum.
PROF. DR. GÜZİN KONUK- Ben teşekkür ederim grup adına,
Serap Hanım hazırsa İstanbul’un ulaşım planına ilişkin son gelişmelerini
izleyelim.
SERAP ÇETİNKAYA- Teşekkür ederim hocam. Ben İstanbul
Büyükşehir Belediyesi Ulaşım Planlama Müdürlüğü adına size slaytta da
görüldüğü gibi İstanbul metropoliten alanı entegre kentsel ulaşım ana
plan çalışması kapsamında bugün geldiğimiz süreci ve yaptığımız
çalışmaları anlatacağım. Öncelikle organizasyon şemamızı göstererek
başlayacağım. İstanbul ulaşım ana planı çalışması İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Ulaşım Daire Başkanlığı tarafından ihale edilen bir çalışmaydı.
Bu çalışma iki aşama olarak ihale edildi. Birincisi, İstanbul ulaşım ana
planı modern kalibrasyon işiydi. Bu aşama İBB tarafından kurulan bir
proje ekibi tarafından yapıldı. Bu proje ekibi benim de içinde bulunduğum
bir
proje ekibiydi.
İkinci
aşamada
JICA’yla (Japon
122
Uluslararası İşbirliği Ajansı) ortak olarak çalışmaya başladık ve İstanbul
ulaşım ana planı çalışmasını gerçekleştirmek üzere birinci aşamada
kalibre ettiğimiz modeli kullanarak bir analiz çalışması yaptık ve
gelecekteki senaryolar için kendi kurduğumuz modeli test ettik. Bu ulaşım
ana planı çalışmasını oluşturmak üzere bize katkıda bulunan iki ayrı
kurum da vardı. Biri çeşitli üniversitelerimizden değerli hocalarımızın
oluşturduğu danışma kuruluydu, bir diğeri ise İstanbul Büyükşehir
Belediyesi UKOME kararıyla oluşturulmuş izleme kuruluydu. İzleme
kuruluna İstanbul Büyükşehir Belediyesindeki ulaşım ve planlamayla ilgili
kuruluşların yetkili kişileri ve gene İstanbul’daki ulaşımla ilgilenen diğer
kamu kurumları oluşturuyordu. Bunlardan birkaçı DLH Genel Müdürlüğü,
Karayolları Genel Müdürlüğü, Ulaşım A.Ş., Şehir Planlama Müdürlüğü
gibi bu konuyla ilgilenen kurumlardı.
Bu çalışmanın birinci aşamasında yaptığımız işleri öncelikle
anlatacağım. Birinci aşama, demin de söylediğim gibi ulaşım ana planı
modern kalibrasyon işiydi. 2005 yılı haziran ayında bu çalışmaya
başladık. Aynı dönemde İstanbul Metropoliten Planlama Atölyesi de
kurulmuştu ve İstanbul’un bütün ilçelerine ilişkin mevcut arazi kullanım
verileri toplanmıştı. Bu verileri alarak İstanbul’da hangi bölgelerde hangi
açık arazi kullanımlarının olduğunun analizlerini çıkardık ve aynı
dönemde çevre düzeni 1/100.000 ve 1/25.000 ölçekli çevre düzeni
planları da başlatıldı. Biz bunların eş zamanlı olarak yürütülmesini çok
önemsiyorduk. Çünkü bize model kalibre edildikten sonra çevre düzeni
planından gelecek olan arazi kullanım verilerini kullanarak 2023 yılı için
nasıl bir ulaşım talebinin ortaya çıkacağını hesaplamayı planlıyorduk. Bu
anlamda ilkönce çevre düzeni planı süreci devam ederken biz de kendi
modern kalibrasyonumuzu sürdürdük. İstanbul ilinde en küçük birim
olarak mahalleleri kabul edip kendimize trafik analiz bölgeleri oluşturduk.
İl genelinde toplam 451 trafik analiz bölgemiz var. Bunlar
123
demin de söylediğim gibi en küçük birim olarak mahallelerden oluşuyor
ve birçok yerde homojen özellik gösteren birkaç mahalleyi birleştirerek bir
trafik analizi oluşturarak bunu elde ettik. Ayrıca mevcut karayolu
altyapısına ilişkin bilgiler topladık. Elimizde ilkönce çok detaylı bir
network, bir ağ vardı, ama bu ağ bizim ulaşım ana planında kullanmamız
için fazla detay içeriyordu. Bunda bazı linkleri eleyerek kendimize bir
ulaşım ana planı mevcut networkü oluşturduk ve bu şebeke üzerinde
araziye giderek bilgi topladık. Toplu taşıma altyapısına ilişkin bilgiler
topladık. Gene bu şebeke üzerinde belirli fonksiyonel sınıflardaki yolların
şebeke hızlarını ölçmek üzere şebekede etütler yaptık ve en önemlisi en
küçük birimimiz mahalleydi ve bu bazda sosyo-ekonomik veriler olarak
nelere ulaşabileceğimizin bilgilerini toplamaya çalıştık. En kolay
ulaşabildiğimiz
veriler
nüfus
sayımından
elde
edilen
nüfus
değişkenliğiydi. Nüfus öğrenci sayısı gibi verileri çok kolay elde
edebiliyorduk. Çünkü düzenli olarak Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE)
tarafından yapılan sayımlar vardı, ama istihdam bilgileri konusunda aynı
beceriye sahip olamadık. Çünkü istihdam üzerine DİE’nin yaptığı
çalışmalar bile son derece yetersizdi. Yanlış hatırlamıyorsam hane halkı
anketlerinden elde edilen işgücü sayısına baktığımızda 3.400.000 gibi bir
çalışan olduğunu gösteriyordu, ama aynı istatistik enstitüsünün yaptığı
işyeri sayımlarına baktığımızda İstanbul’da kayıtlı olarak çalışan 1.700
.000 işgücü varmış gibi bir analiz çıkıyordu. Özellikle de bu kayıt dışı
istihdam nedeniyle biz bu bilgileri ne mevcut durum için ne de gelecek
için almakta son derece zorluk çektik.
Bir diğer yaptığımız iş trafik sayımı anket çalışmalarıydı.
Birçoğunuz belki takip etmişsinizdir, 90.000 hanede oldukça detaylı bir
hane halkı anket çalışması yaptık ve kişilere bundan bir önceki günlerine
ilişkin yolculuk bilgilerini sorduk. Ayrıca hanelere ilişkin sosyoekonomik
verileri topladık. 90.000 hanede olması nedeniyle orada
124
çok iyi bir örneklemeye sahip olduk. Ayrıca bu hane halkı anketleriyle
birlikte İstanbul içerisinde yaşayan nüfusun nasıl hareketlilik yaptığını,
hangi amaçlarla nerelere gittiğini tespit edebilmiştik, ama İstanbul dışında
yaşayıp İstanbul içine gelen ya da İstanbul’u transit geçen yolculuklar
hakkında bilgi sahibi olamayacaktık. Bu nedenle İstanbul’un doğu ve batı
yakasında dış istasyon anketi yapacağımız noktalar belirledik ve burada
istasyonlar kurarak anketler yaptık ve kişilere nereden nereye hangi
amaçla gittiği bilgisini sorduk. Ayrıca belirli bu yapacağımız sayımları
kontrol etmek için belirli kordon hatlarında trafik sayımları yaptık ve
bunları kontrol için kullandık.
Tüm bu verileri topladıktan sonra artık model aşamasına geçtik.
Topladığımız bütün bu verileri bir model formatına dönüştürdük ve biz
daha önce ‘97 planında Haluk Hocanın da kullandığı gibi 4 aşamalı
ulaşım talep tahmin modelini kullandık. Ulaşım talep tahmin modelinin ilk
aşaması üretim ve çekimlerin hesaplanmasıydı. Üretim ve çekimleri
hesaplarken bizim artık elimizde 451 trafik analiz bölgesi vardı ve bu 451
trafik analiz bölgesi için hangi bölgede ne kadar yolculuk üretildiğini ve
hangi bölgede ne kadar yolculuk çekildiğini modelledik ve bu modelleri
gelecek için de kullandık.
İkinci aşamamızda artık hangi trafik analiz bölgesinde ne kadar
yolculuk üretilip ne kadar yolculuk çekildiğini biliyorduk, ama bunların
hangi trafik analiz bölgeleri arasında gerçekleştiğini bilmek için dağılım
modeli oluşturduk. Yani belirli trafik analiz bölgelerimiz var. Bu bölgeler
arasında belirli sürtünme faktörlerimiz var. Bunun için biz şebeke
sürelerini kabul ettik. Bu sürtünme sürelerinin faktörlerine karşı kişilerin
gösterdiği davranışları modelledik ve dağılım modelimizi oluşturduk.
125
Üçüncü aşamamız türel seçim modeliydi. Artık biz kişilerin hangi
trafik analiz bölgeleri arasında ne kadar yolculuk yaptığını biliyoruz, ama
bunların hangi türlerle yapıldığını bilmiyorduk. Bunu modelledik, yani bu
yolculukların yüzde kaçı yaya, otomobille, servisle ve toplu taşımayla
yapılıyor bunları tespit ettik.
Dördüncü aşamamız da, her bir trafik analiz bölgesi arasında
hangi
türle
ne
kadar
yolculuk
yapıldığını
biliyorduk,
bunların
şebekemizdeki hangi hatta göre hangi hatları takip ettiğini modelledik ve
bu
yolculukların
hepsini
şebeke
üzerine
atadık,
bu
kontrolleri
tamamladık.
Bunu bitirdikten sonra çevre düzeni planının verilerini kullanarak
2023 yılı için nasıl bir gelişme planlandığını analiz etmek istedik.
Bahsettiğimiz çevre düzeni planı İstanbul’un doğusunda ve batısında
lineer bir gelişme öngörüyor. İstanbul dışına çıkıldığında yeni konut ve
istihdam ve iş alanları yaratılıyor. Bu da İstanbul’da esasen mesafelerin
daha çok uzamasına neden oluyor. Ne kadar kendine yeterli alt
merkezler oluşturmaya çalışsak da nüfus ve istihdam dengesini çok iyi
kuramadığımız
zaman
bu
lineer
yayılma
mesafeleri
daha
da
uzaklaştırıyor ve şebeke üzerinde tıkanıklıkların da artmasına neden
oluyor.
Sabahki oturumda da bahsedildiği üzere çevre düzeni planını
biz ilk başta kabul ettiğimizde aldığımız veriler kabul edilmiş bir çevre
düzeni verileriydi, ama plan daha sonra iptal edildi. Yeni bir planlama
süreci var. Eski planlama sürecinde daha detaylı veri içeriyordu. Yeni
süreçte daha az detaya değinen 1/100.000’lik çevre düzeni planını
görüyoruz. Bunu 1/5.000’lik ölçeğe inildikçe detaylandırmayı planlıyorlar,
ama bizim çalışmamız bu sürede devam ediyor ve biz 451
126
trafik analiz bölgesi bazında bu çalışmayı yapıyoruz. Bunlar da özellikle
bazı merkezi alanlarda her bir mahallenin ona denk gelmesine neden
oluyor, ama biz bu planla mahalle bazlı verileri çok güç alıyoruz. Zaten
kendi yaptığımız analizlerle bazı kabuller yapmak zorunda kalıyoruz. Bu
da bizim kurduğumuz bu dört aşamalı model ne kadar iyi olsa bile,
sonuçta bir model ve hata payı içeriyor. Bu tip çevre düzeni planından
gelen verilerden kaynaklı belirsizlikler nedeniyle yaptığımız öngörüler
gelecekteki talebi karşılamama riskiyle karşı karşıya kalıyor. Ayrıca bazı
gelişme
senaryoları
var,
yani
İstanbul’da
Silivri
bölgesinde,
Büyükçekmece’de 2 milyonun üstünde nüfus öneriyoruz ve bu nüfusun
yaratacağı trafiğin de birçoğunun Çorlu tarafında, Çerkezköy’e gideceğini
öngörüyoruz, ama bu insanların aynı şekilde Büyükçekmece’ye ve diğer
yakındaki bölgelere de gidebileceği, bizim planımızda görülen bir gerçek.
O zaman da sizin mevcut altyapıda kullandığınız yollar üzerine çok
büyük gelişmeler yapmıyorsunuz. Bu sefer de altyapı üzerinde
yetersizlikler ortaya çıkıyor. Bundan sonraki slaytlarda da daha detaylı
değineceğim.
Burada trafik analiz bölgelerimiz ve networkumuz var. Burada
biraz önce Haluk Hocam da söyledi, sosyo-ekonomik veriler var. Bugün
ve gelecek için nasıl geçti, burada belki dikkat çekici bir şey şu olabilir:
Nüfusun yüzde 40 oranında artacağını öneriyoruz. Yani çevre düzeni
planı 16 milyonluk bir nüfus öneriyor ve yolculuk bakımından da
gelecekte 160’lık bir artış olacağı söyleniyor, ama yolcu km bazında
baktığımızda 2.6 katı bir artış var. Yani yüzde 160’lık bir artış var.
Yolculuk bakımından yüzde 60 artış varken yolcu km bakımından yüzde
160’lık bir artış olması kişilerin artık bu lineer gelişme nedeniyle daha
uzak mesafelere hareket
etmeye başladıklarını
gösteriyor.
Yani
kurguladığımız planın, esasında belki de kendine yeterli bir plan olmadığı
127
sonucu ortaya çıkıyor.
Burada da yaptığımız kurguyu anlatıyorum. Önümüzde ilk önce
mevcut bir şebeke vardı. Haluk Hocamın da söylediği üzere bu şebeke
üzerinden şu anda onaylanmış olan projelere ekleyerek temel bir şebeke
oluşturduk. Bu bizim artık üzerine fizibilite çalışmaları yapmadığımız bir
şebekeydi. Yani tüp tünelin mesela, bu projenin temel şebeke olarak
alınması ve üzerine hiçbir analiz yapılmaması açıkçası bizim açımızdan
da olumsuz bir etki, ama böyle bir proje var ve bunu yapmak isteyen
kamu kurumları var ve bunun yapılacağına kesin gözüyle bakıyorlar.
Bizim bunu kendi şebekemize almadan modellerimizi kurgulamamız da
ulaşım ana planı açısından bir eksiklik olarak ortaya çıkacaktı. Bu
anlamda onaylanmış olan projeleri temel şebeke olarak nitelendirdik.
Başta da söylediğim gibi izleme kurulu oluşturmuştuk ve İstanbul’la ilgili
bütün kurumlar, kamu kurumları, karayolları, DLH Genel Müdürlüğü,
Ulaşım A.Ş., Ulaşım Planlama Müdürlüğü gibi kurumların hepsinden
bütün projelerini topladık ve bu projelerin hepsiyle maksimum bir şebeke
oluşturduk. Şu anda devam ettiğimiz, önümüzdeki 4 ay içerisinde devam
edeceğimiz konu ise, ulaşım ana planı şebekesini yapmak. Burada da şu
anda bütün projelerin fizibilitelerine devam ediyoruz ve hangi projelerin
öncelikli olarak yapılması gerektiğini seçerek bu projeleri öncelik
listemize alarak ulaşım ana planı ağını bu projelerle oluşturmayı
hedefliyoruz. Şu anda bu aşamadayız.
Burada mevcut şebekedeki trafik talepleri görülüyor ve renkler
de hacim kapasite oranlarını gösteriyor. Mevcut şebekede hepimizin
bildiği gibi Boğaz köprülerinde E-5 ve TEM üzerinde hacim kapasite alanı
1.5’un da üzerine çıkıyor. Burada da hiçbir yatırım yapılmaması durumu
var. Hiçbir yatırım yapılmaması durumunda 2023 yılında tabii ki
şebekede birçok yer hacim kapasite oranı 1’in üzerinde ve
128
bu zaten kabul edilebilir bir durum değil. Temel şebeke dediğimiz, yani şu
anda onaylanmış ve Marmaray gibi yapımına devam eden projeleri
içeriyor. Burada da sadece bu projeleri aldığımızda gene hacim kapasite
oranlarının 1’in üzerinde birçok yolda, ana arterde 1’in üzerinde, hatta
1.5’un üzerinde olduğu görülüyor. Maksimum şebekede de birçok yerde
artık 1’in altına düşmüş hacim kapasite oranları mavi şekilde, ama hâlâ
yoğunluğu fazla olan yerler var.
Bu da raylı sistem hattını gösteriyor. Bazı politikalarımızdan
bahsedecektim. Biz kent merkezi alanlarda park alanlarının mümkün
olduğu kadar kısıtlanmasını ve kişilerin özel otomobillerinden toplu
taşımaya geçmeleri için park et, devam et projelerinin geliştirilmesini
öneriyoruz. Hatta bu konuda bir proje çalışması yaptık. Bunlar 1’le
kodlanan mevcut çalışmaydı. Pilot projeyi de metrobüs çalışması üzerine
yaptık. İkiyle kodlanan da uzatılan hattı, 3’le kodlanan uzatılması
düşünülen hat, diğerleri de bizim fizibilitelerini yaptığımız, ileride olması
durumunda nasıl bir durum yaşanacağını gösteren hatlar.
Burada da trafik tıkanıklılığında araç sahiplerinin esasında toplu
taşıma kullanıcılarına göre ne kadar olumsuz durumda olduğu
gösteriliyor. Mesela, burada bir örnek aldık. Sıkışıklık olan bölgede araç
sahiplerinin yolculuk süreleri oldukça artıyor. Aynı mesafe çok daha uzun
sürelerde gidebiliyorsunuz, ama metrobüs, metro gibi sıkışıklıktan
etkilenmeyen diğer hatlar için kişilerin, eğer park et, devam et alanları
sağlanabilirse,
araçlarını
bırakabileceklerini
ve
diğer
türlere
geçebileceklerini söylüyoruz. Mesela, Avcılar’da “park et, devam et” alanı
üzerine bir pilot çalışma yaptık, ama pilot çalışmayı yaptığımız zaman
metrobüs
çalışması
Zeytinburnu’na
kadar
uzatılmıştı.
İnsanların
Zeytinburnu’na kadar uzatılan bir hatla sürekli aktarma yapması
gerekiyor ve aktarmalar da kişilerin istemediği bir şey ve
129
zamanı artırıyor. Mesela, burada bir insanın Avcılar’dan Levent’e gitmesi
için metrobüsle Zeytinburnu’nda inmesi, oradan tramvaya binmesi,
Kabataş’tan fünikülere binmesi, oradan metroyla devam etmesi sıkışıklık
olan bölgede bile özel otomobilden daha yüksek, daha fazla bir süre
oluşturmasına neden oluyor.
Ama bu tip hatların devamlılığını
sağladığımız sürece mesela, Avcılar’da oturan bir insanın burada
arabasını metrobüsün yakınında bir yere park edip Mecidiyeköy’e kadar
gelmesi ve oradan metroya binerek Levent’e geçmesi durumunda kişiler
daha kısa sürelerde toplu taşımayı kullanarak özel otomobillere karşı
daha avantajlı oluyorlar. Böylece insanların bu tür alternatiflere
kaymasını sağlayabileceğimizi umuyoruz. Burada ulaşım talep yönetimi
üzerine bazı politikalar var. Burada da planlama stratejileri açısından
neler yaptığımızı söylüyoruz. Şu anda da finansal ve ekonomik olarak
kabul edilebilir bir ulaşım ana planı oluşturmak için maksimum ağdaki
bütün projelerimizin fizibilitelerini yaparak hangilerinin daha öncelikli
olması gerektiğini tesis ediyoruz, o aşamadayız. Teşekkür ediyorum.
PROF. DR. GÜZİN KONUK- Çok teşekkür ederim. Tabii, özür
diliyorum, bu kadar hızla bütün bu bilgileri aktartmak zorunda kaldık. İki
temel alanda bilgilenmek istemiştik; biri ulaşımdı. İkincisi ise 2010 kültür
başkentliliği bağlamında kültür ve turizm yaklaşımları olacak; bu konuda
Sayın Mehmet Gürkan’a söz veriyorum. Çok yoğun programı içerisinde
bize bu süreyi ayırdı.
MEHMET GÜRKAN-. Ben konuşmamın altında üç dosya
açacağım: Birincisi, Avrupa Kültür Başkenti Ajansı çalışmaları, ikincisi
İstanbul’un planlanması, üçüncüsü de tarihi çevrenin bu iki konseptle
birlikteliği. Birinci klasörü açalım. Birinci klasörde Avrupa Kültür Başkenti
nedir? Avrupa Kültür Başkenti’ni, 1985 yılından beri Avrupa’daki Avrupa
Komisyonu’na üye, Avrupa Birliği’ne üye ülkeler içerisinde
130
belirlenen kentlerde düzenlenen etkinlikler olarak düşünelim. Her yıl bir
kentken daha sonra her yıl iki, üç kent; derken Avrupa Birliği’ne üye
olmayan aday ülkelerin de dâhil edilmesiyle başlatılmış bir çalışma.
Amaç kültürel bilincin yükseltilmesi, amaç o kentteki tüm kesimin
kültürünün
farkına
vardırılması,
kültürün
iyileştirilmesi,
çevrenin
iyileştirilmesi, kentteki her şeyi aslında bu kapsama sokabilirsiniz. Bu
doğrultuda da yürütülen çalışmaları koordine etmek üzere de geçen sene
yasası çıkmak üzere. Daha önce tabii ki bununla ilgili çalışmalar vardı,
bununla ilgili girişim grubu vardı. Ancak biraz daha güçlendirilerek,
birazcık daha finansal boyutta desteklenerek, 2007 yılının sonundan
itibaren de yasası yayınlandıktan sonra bu sene çalışmalarına hız veren
“İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı” adı altında kentteki tüm
kültürle ilgili çalışmaları koordine eden bir oluşum gerçekleştirildi. Bunun
içerisinde, kentteki tüm taraflardan, kamu kurumları olsun, sivil toplum
örgütleri olsun, özel firmalardan olsun, şahıslardan olsun, herkesten
gelecek olan proje teklifleri değerlendirilerek neler yapılabilir sorusunun
karşılığının birlikte arayışı yapılıyor. Aslında İstanbul 2010 Ajansı bir
anlamda
yapılacak
olan,
İstanbul
için
gerekli
olan
işlerin
gerçekleşmesinde ilgili tarafları bir araya getiren, bir anlamda bir katalizör
görevi gören bir grup. Bu grubun İstanbul’daki çalışmalara ne etkisi
vardır? Aslında temel olarak bu boyutta ele alacak olursak birincisi,
somut olan kültürel mirasın korunmasındaki çalışmaları, diğeri kentteki
sanatsal etkinlikler, bir diğeri de kentteki sanatsal ve kültürel etkinliklerin
düzenlenebileceği, mekân ihtiyaçlarının karşılanması, bu tür çalışmaların
yürütülmesi
olarak
derleyebiliriz,
çalışmalarımızın
içeriğini
böyle
özetleyebiliriz.
Burada bakacak olursak bizde yapılan çalışmaların esası
temelde kültürel mirasın korunması olarak gözükse de, kentteki kültürel
faaliyetlerinin yürütüleceği mekânların düzenlenmesi de bir
131
anlamda planlamanın bir konusu olarak önümüzde yer alıyor. Şu anda
kültürel mirasın korunması anlamında ikinci klasörümüzü açtığımızda
İstanbul’un
kentsel
kültürel
mekânlarının
korunması
açısından
planlamanın ne kadar gerekli olduğundan bahsetmeme gerek yok
zannediyorum. Hepimiz bu mesleğin içerisinden insanlarız. İstanbul,
biliyorsunuz özellikle de şu son bir hafta içerisinde sürekli basında yer
alıyor. Yenikapı kazılarıyla beraber İstanbul’un tarihi 8500 yüz yıl
öncesine gitti diye birtakım açıklamalar var. Bu gerçeği dikkate
aldığımızda, bu gerçeğin nerede yükseldiğine baktığımızda, Tarihi
Yarımada’nın dünya için, inanlık tarihi için ne kadar önemli bir alan
olduğunu anlayabiliyoruz.
Tarihî Yarımada’da hem toprak üstündeki, hem de toprak
altındaki kültürel miras bu kadar önemli. Alanın günlük nüfus
potansiyeline baktığımızda 3 milyon, 4 milyon, 5 milyon gibi günlük bir
nüfus hareketi olduğunu görüyoruz. Bu kadar nüfus baskısının altında -ki,
bu nüfus ticaretle uğraşıyor Tarihî Yarımada’da- bu kadar ticaretin, bu
kadar nüfusun baskısı tabii ki kültürel mirasa, tarihi dokuya zarar
verecektir. Bu zararın önlenmesi için, turizme ve kültürle temelden ilgili
olarak, bundan yaklaşık bir yıl önce İMP’de Kültür ve Turizm Bakanımızın
yapmış olduğu sunumda temel yaklaşım olarak ana kararlarını kentin
desantralizasyonu şeklinde tanımlayabileceğimiz iki nokta gündeme
geldi. Birincisi, dediğim gibi desantralizasyondu. Kentin önemli ticari
faaliyetlerini merkezden dışarıya doğru taşımak, bir yandan da kent
dışındaki küçük sanayi siteleri, küçük ticarethanelerle bunu sağlamak,
birincisi oydu. İkincisi de, hem nüfusu yine ticari faaliyetleri doğu batı
aksında Kartal’a ve Silivri’ye taşıyarak bu akslar üzerinde güçlü ulaşım
potansiyeli yaratarak demiryolu, metro ve benzeri etkenleri ortaya
sunarak kent merkezindeki yoğun baskının azaltılması; ve bununla
beraber kültürel yapının korunmasına katkı sağlanmasıydı.
132
Bu çalışmalar sonucunda umuyorum ki, birazcık daha rahatlayacaktı
kent. Umuyorum ki bu plan kararları yürürlüğe girer ve uygulamaya
geçer.
Üçüncü klasöre baktığımızda, yine ikinciyle alakalı olarak
birazcık daha kentin detayındaki mekanlara baktığımızda dünya için
önemli olan dört noktayla tanışıyoruz. Tanışmıyoruz, hepimizin içinde
büyüdüğü noktalar aslında bunlar. Birincisi, Sultanahmet - Topkapı
bölgesi, ikincisi Zeyrek, üçüncüsü Süleymaniye, dördüncüsü de Surlar.
Bu dördü dünyada eşi benzeri bulunmayan dört nokta aslında, UNESCO
dünya miras alanları bunlar, İstanbul’un içerisinde tanımlanmış olan dört
nokta. Bu dört noktanın planlanması ve korunması şu anda İstanbul için
en
büyük
problemlerden
birisi
aslında.
Dünyada
bizim
turizm
potansiyelimizi de etkileyecek çok önemli bir konu. Bu noktalar için
olumsuz bir gelişme İstanbul’un şu anda 5 milyon, 5.5 milyon civarında
olan ve 15-16 milyona çıkarılması planlanan turizm potansiyelini son
derece negatif yönde etkileyecektir; eğer ki, biz bu dünya miras
alanlarımızla yeterince ilgilenmezsek, korumaya yönelik yeterince karar
üretemezsek zannediyorum bizi tehlikeli günler bekliyordur.
Burada planlamayı sadece imar planlama, fiziki planlama olarak
ele almayalım. Burada planlamanın ikinci boyutuna, yani somut boyuttan
soyut boyutuna geçelim. Bir yönetimsel plana da bakalım. İmar
planlaması,
çevre
düzeni
planı,
nazım
plan
gibi
bizim
fiziki
kavramlarımızdan bir adım daha öteye götürelim, yönetim planlamasına
bakalım. Yönetim planı içerisinde tüm
grupların sorumluluklarını
tanımlayalım. Alandaki sorunların, alanın zayıf, güçlü yönlerinin, alandaki
alternatiflerimizin, imkânlarımızın veya kısıtlılıklarımızın, bizi zorlamakta
olan
hususların
gerçekleştirebiliriz,
dökümünü
neler
yaparak,
analizini
yaparak
neler
yapabiliriz arayışına girelim.
133
Yönetim planlaması açısından da İstanbul’da birtakım sıkıntılar vardır.
Bunun çözümü için de tüm tarafların, Büyükşehir Belediyesi’nin, Kültür
Turizm Bakanlığı’nın, ilçe belediyelerinin, valiliklerin, eğitim kurumlarının,
üniversitelerin, sivil toplum örgütlerinin ve bunların katalizörü olabilecek,
bunları bir araya getirecek ajansın üzerine aslında çok büyük görev
düşüyor. Söyleyeceklerim bu kadar, bunun devamında da hepinize
teşekkür ediyorum, kolay gelsin diyorum.
PROF. DR. GÜZİN KONUK- Katılımınız ve katkılarınız için
teşekkürler. Biraz evvel bahsettiğim gibi son eksenimiz özellikle
İstanbul’un kültür değerleri ve turizm yatırımlarıyla ilgili. Burada ikinci
sözü Sayın Faruk Pekin’e bırakıyorum. Acaba yerli ve yabancı turizm
yatırımcıları İstanbul’un bu belirsiz ortamına nasıl bakıyor, siz nasıl
bakıyorsunuz?
FARUK PEKİN- Herkese merhaba. Öncelikle düzenleme
kurulunu turizm ve kültüre de yer verdiği için kutluyorum. Biraz sonra niye
böyle söylediğim de ortaya çıkacak. Erzurumlu Hasan belediyede iş
bulmuş; cenaze arabası şoförlüğü. Çok sevinmiş. Almış cenaze
arabasını gitmiş nişanlısının evine “kız binsene” demiş. Kız: “Hasan, hiç
olur mu? Ben bu arabaya biner miyim?” demiş. Hasan’ın cevabı şöyle:
“Kız, bu arabaya binmek için herkes ölüyor” Ülkelerin birçoğunda herkes
gerçeğe ulaşmak ve geleceği planlamak için ölüyor gerçekten. Yoğun bir
çaba var, ancak Sayın Gerçek çok güzel özetledi, bu olayda ciddi bir veri
ve bilgi meselesi var. Bu çok önemli.
Bakıyoruz ortama, tamam belirsiz gibi görünüyor, ama bu
belirsiz ortamda bence bazı planlı işler de var, çok güzel planlar da var.
Mesela, rant yaratmak, rant paylaşmak bunlar güzel, planlı işler. Öyle
pek de plansız demeyelim, bazı şeyler planlı. Vizyon yok,
134
sınayıcı yok, bütüncül bir yaklaşım yok, esas aktörler devreye
sokulmuyor, yani katılımcılık dediğimiz olay yok. Kurumsallaşma da
olmayınca sonra bayağı ciddi sorunlar yaşıyoruz. Turizme gelmeden
önce şunu söylemek istiyorum: Bir kere plan derken, plancıların
gerçekten çok dikkatli olması gerekiyor. Nedeni ortada, biraz önce bir
plan çalışması dinledik. Çok güzel, hoş, ama bazı aktörler hiç yok,
arkeolog yok, tarihçi yok, ormancı yok. Sonuç işte ortada, Marmaray
kazıları. Bugün Sayın Bakan oradaydı. Ne karara vardığını bilmiyorum,
belki Zeynep Hanımın konuşmasından yanlış bir tespit olarak sanki
arkeoloji sorumluymuş gibi bir sonuç da çıkabilir. Kazılardan dolayı
gecikme var; İstanbullu 40 yıldır zaten metro bekliyor, 2 ay daha
gecikmesi çok sorun değil. Ben bu kadar rahat söyleyebiliyorum, ancak
ne yazık ki Marmaray kazılarında çok yoğun çalışma olmadı. Keşke
olsaydı, o zaman süre biraz daha kısalacaktı. Tabii ki, kazılarda bir
minimum bir de maksimum sayılar vardır. Onlar devreye giriyor, ama
şimdi daha bu iş düşünülürken planlama aşamasından önce bile yüzey
çalışması söz konusuydu. Planlama sürecinde de aynı yüzey çalışmaları
ve arkeologlara iş düşüyordu. Biliyor musunuz, bu iptal edilen koruma
amaçlı imar planında ilk defa İstanbul’un tarihsel değerleri sıralandı.
Bunu yapan insan şu anda İstanbul’da tek yüzey çalışması yapan Bizans
konusunda Tarihî Yarımada’daki kişi ve de bizim vakıf finanse ediyor,
sponsorluğunu yapıyor. Tek kişi şu anda İstanbul’da yüzey araştırması
yapıyor, başka kimse böyle bir şey yapmıyor, ama birden bire İstanbul’un
bugüne
kadar
Fikirtepe,
Pendik,
Sulamit
Meydanı,
Silahtarağa
bölümünde ortaya çıkan buluntulardan zaten -4 bin 5 bin gibi
hesaplanıyordu, ama Yenikapı kazıları o kadar önemli ki, ilk defa 6 00500’e giden dönemde çamurda ahşap buluyoruz. Bu çok önemli. Bugüne
kadar bu işi belki biraz yavaş, ama gayet iyi götüren İsmail Bey
bilmiyorum niye, kalp ameliyatından sonra kararını değiştiriverdi
birdenbire. Bayramdan önce cuma ya da perşembeydi,
135
Yalçın Doğan bir yazı yazdı. Ağır bir yazıydı Bakan için, sonra da
konuştular telefonda, vesaire. Vatanda benim de içinde olduğum iki ayrı
gün yazı çıktı. Bir gün o talihsiz olay, bir gün de o kepçeler meselesi. O
yüzden
bayramda
oraya
kepçeler
girmedi,
ama
ben
rehberlik
platformunda bir yazı attım. Attığım yazıda “tamam bayramda eğer
girmediyse bunlardandır, ancak pazartesi, Salı, onu izleyen günlerde
girmeyeceği belli değil” dedim. Bilmiyorum şu anda telefonum kapalı, şu
saatlerde belki bakan açıklama yapmıştır, ama ne yaparlarsa yapsınlar
Mehmet Bey’in korktuğu noktaya gelecek iş, bütün dünya prehistoryası
İstanbul’u aşağılayacak.
Plan, program, bunlar güzel. UNESCO 2002 yılından beri baskı
içerisinde. Oturduk biz, içinde Çekül de vardı, Faruk Bey de vardı. 12
kuruluş o zamanki belediye başkanının izniyle Vezneciler’deki ekiple
beraber uzun uzun çalıştık. Bir profesörümüz “Ben yerin altını size
elletmem” dedi. Böyle davranırsan tabii Marmaray’da bunlar çıkar. Yüzey
araştırması yapılmış olsaydı belki istasyon başka bir yere kurulabilirdi.
Hâlâ vakit geç değil. Yine bakın, esas aktörler olmak üzere mimarlar,
arkeologlar, tarihçiler, şehir plancıları, İstanbul Büyükşehir Belediyesi
2010 yetkilileri, ama her durumda sivil inisiyatifin de insanları, halkın
kendisi ile yeniden oturulur,
yeniden konuşulur. Oranın yerinin
planlanması yeniden yapılır, ancak Türkiye’de işler böyle gitmiyor. Birisi
yerel yönetimin başına geçiyor “halk beni seçti” diyor. Katılımın anlamı o
işte, tek başına karar veriyor. Bakınız, Sulukule olayı ortada. Bütün
bunlar tabii ki turizmi etkiliyor. Planlama diye başladım, ama bütün bunlar
turizmi etkiliyor. Bu tür bir turizm konusunda planlama açısından şunlar
çok önemli: Turizm bir girdi çıktı meselesi mi? Salt rakamsal bir olay yok,
biz büyük bir yalanla karşı karşıyayız. Türkiye’ye gelen turist sayısı
yaklaşık 20 milyon kişi, yaklaşık 22-25 belki bu sene, 20-25 milyar dolar
136
da para girdi. İkisi de yalan, giren sayısı da yanlış, giren para da yanlış.
Hesap şöyle, 30 gün masa başında sen adam başı 540 dolar,
640
dolar
kazanacaksan,
çarparsan
bu
çıkıyor.
Ben
nereden
anlayacağım turist sayısını? Bakacağım, müzeye kaç kişi girmiş? 2005
yılında 8 milyon kişi geldi Antalya’ya, Türkiye’nin en güzel müzelerinden
biri olan Antalya müzesini gezen oranı yüzde 1. İstanbul’da Papa’dan
sonra Ayasofya gezisinin arttığı söyleniyor. Topkapı Sarayı’na giren turist
sayısı İstanbul’a giren yabancının 1/3’ünü aşamamıştır. Otellerin durumu
felâket, şu anda hepsi dolu. 300 Euro diyor üç yıldızlı otel, şu anda
felaket bir durumdayız. Bütün bunlar daha önceden planlanabilecek
şeyler aynı zamanda, ama eğer Türkiye’de siz deniz, güneş, plaj
turizmine ağırlık verip de böyle plan yaparsanız ki, bakanlıkta stratejik
plan çalışması yapıldı, ama bunun üzerine kurgulanmıştır, fena halde
çuvallıyorsunuz.
Kriz var, gelecek sene işler berbat, turist gelmeyecek. Bu krizi
görmek tabii çok kolay değil belki, ama gene de bazı konularda önünü
almak mümkün. Örneğin, turizmde en az kırılgan olan yerin üzerine
gireceksin, o da kültür turizmi. Çünkü bunun müşterisi farklı, olmazsa
olmaz koşulları var, vesaire. Hep bunlar tabii yine o veri meselesi. Veriler
nasıl ortaya konulacak?
Bir başka örnek vereyim: Ben 20 yıldır İstanbul’da kültür
severlere kültür gezileri yapıyorum. Bu 20 yılda ulaştığım rakam yaklaşık
35 bin kişi. Ancak 35 bin İstanbulluyu İstanbul’la yeniden buluşturmuşum.
İçeriden de baktığımızda, dışarıdan da baktığımızda aslında bunlar tabii
ki plana alınabilecek şeyler, planlanabilecek konular, ama bütün mesele
oradaki bazı verilerde hata olmaması, hata yapılmaması. UNESCO
izledi, gittik konuştuk. Koruma amaçlı imar planından önce
137
konuştuk. Öneriler getirdik, söyledik. Burada korku şu: Bugün sur içinde
ya da Tarihî Yarımada’da 2 metre aşağı gittiğin andan itibaren bir şeyler
çıkmaya
başlıyor.
Bu
yüzden
de
arkeolog
gerekiyordu,
tarihçi
gerekiyordu, vesaire. Planlarken temel sıkıntılar bunlardı, ama biz daha
bu kültür olayına, kültür endüstrisine yeni yeni giriyoruz. Sosyo-ekonomik
veriler öyleydi, ama artık öyle olmuyor. UNESCO 2008 raporunda “ey
İstanbul, son ikaz, bir üst model kuracaksın, bir üst yönetim planı
hazırlayacaksın”
dedi.
Hâlâ
kavgadan
bir
yönetim
planı
hazırlayamıyoruz.
Pendik limanının resmi danışma kurulunda üyeyim. Mehmet
Bey gitti, Aslında Eyüp Bey gelse daha iyi olacaktı. Şu anda Yenikapı da
onlardan soruluyor, sorulması gerekiyor. UNESCO modeli de, planı da
sorulması gerekiyor. Başta girişim kurulu vardı denildi, bizdik o, sivildi. Bir
vali muavini, bir belediye temsilcisi, ikisi de çok iyi insanlardı, çok
yardımcı oldular. Ama kanun çıkarken kurulda sivil temsilciler 9’dan 2’ye
düştü. Yürütme kurulundan bahsediyorum. Bu çerçeve içerisinde
genelde eğer para bırakmayan, sizin onun cebine para koyduğunuz
turisti istemiyorsanız o zaman turizmi farklı algılamak durumundasınız.
İstanbul için de bu geçerli, İstanbul’a zarar veren her adımla, esas
gelmesi gereken turistten geriye kayma olacaktır. Ana nokta da bence
bu, bundan kaçınmamız gerekiyor. Hemen hemen 6. yılımız neredeyse
UNESCO içerisinde, hâlâ uğraşıyoruz.
Burada birçok plan yapıldı, ama o planlamada bir şey yok.
İMP’yi çağırdılar. Bir plan kelimesi geçiyor. Orada bir hanım mimardı.
Bize bir sunum yaptı. “5 kişi beraber bunu hazırladı” dedi. Bu
İstanbul’daki güzergahları belirleme ve güzergahları yenileme, temizleme
çalışması. Sadece Tarihi Yarımada’yı almışlar, 5 mimar kişi 1.5 yıl
çalışmışlar. Bir çalışma yaptılar, 45 dakikalık bir sunum
138
bitince ben kendimi tutamayarak. “Hanımefendi, bu kadar vaktimizi
alıyorsunuz, 1.5 yıldır nasıl 5 kişi çalışıyor? Bizim web sayfamıza
girseydiniz 5 dakikada bu bir yıla ulaşabilirdiniz” dedim. Çünkü bizde
onların ulaştığının daha fazlası var.
Planlama yapılırken bu veri meselesi, veriye ulaşma, gerçeğe
ulaşma bunlar tabii bir hayli önemli, o belirsizlik durumu devam eder
gider. Tabii, arada bu siyasi iktidarların seçim olayı da çok önemli,
koruma amaçlı imar planı iptal edildi. Üçüncü köprü derken pat diye bir
TOKİ çıktı, TOKİ’yle beraber bu iş çözülecek, ama hep yanlış planlı iş.
Köprü deyince aklıma geldi, bir belgesel film oynadı birkaç yerde;
“Devrimci Gençlik Köprüsü” filmini seyrediyorum. Yıllar önce ben de
vardım, gençlik Boğaziçi Köprüsü’ne karşı Zap Köprüsü yapmıştı. Filmde
o dönemden bir televizyon haberini almışlar. Demek ki 40 yıl önceki bir
olay var. Diyor ki, 2000’li yıllarda İstanbul’un nüfusu 4 milyon olacak,
köprü niye gerekli? Onu anlatırken 2000’li yıllarda öyle planlanmış, 4
milyon olmadı. Biliyorsunuz ne olduğunu. Son bir nokta, bunu da
söylemeden geçemeyeceğim; geçenlerde İMÇ’de bununla 8 sanatçıya
ait 9 sanat eserini vakfımız gönüllülerle temizledi. Bu da basında çıktı.
Bakın, 40 sene önce İMÇ yapılmış, orada 9 sanat eseri var. 40 yılın sonu
aşağı yukarı Metrocity, Park, Etiler’deki vesaire bakın, bütün alışveriş
merkezlerinin hiçbirinde bir sanat eseri yok. Bu da aslında planlamanın
başka bir noktası. Çok teşekkür ediyorum.
PROF. DR. GÜZİN KONUK- Çok teşekkürler Sayın Pekin.
Gerçekten İstanbul için önemli bir kesitti bu turizm ve kültür kesiti. Siz de
kültür endüstrilerinden bahsettiniz. Bu grupta ben Sayın Zeynep Enlil’e
söz veriyorum. Onun bakışlarını alacağız.
139
ZEYNEP ENLİL- Teşekkür ederim. Akşamüstünün bu geç
saatlerinde ne kadar dikkatinizi verebileceksiniz bilemiyorum, ama tabii
aslında anlatacak şey çok fazla. Kültür endüstrileri, kültür ve turizm
deyince bizim 2.5 yıllık bir emeğimiz var ve bu emeğin sonunda geldiği
nokta da baktığımız zaman elimizde ne var? Bu tabii çok acı bir şey bir
bakıma, gerçi geride bırakılan birtakım dokümanlar var, raporlar var,
oralardan üretilen yeni bilgiler var, öğrencilerimiz bunları kullanıyor
vesaire, ama bugün İstanbul, örneğin, 2010 Kültür Başkentliliğine
soyunuyor. Ajans kurulmuş, ama ajansın işbirliği yapabileceği, belki
ajansın fonlayacağı projeleri seçmekte yardımcı olabileceği bir üst bakış
açısı yok. Bu tür fırsatlar vardı, bunlar bir bakıma kaçtı. Geriye dönüp
tabii bu konuda bir şey yapamayız, ama ben size kısaca bu bizim
yaşadığımız süreçteki öyküyü özetleyeyim. Biz arkadaşlarımızla birlikte
İMP’de kültür endüstrileri, kültür ve turizm grubu olarak çalıştık. Aslında
bu işe başlarkenki amacımız kültür ve turizmden ziyade tamamen kültür
endüstrileri ve yaratıcı sektörler üzerinde bir çalışma yapmak ve
İstanbul’un bu yeni planlama sürecinde yaratıcı ve buluşucu kapasitesini
nasıl geliştirebiliriz konusu üzerinde bir araştırma yapmak ve stratejiler
demetiyle sonuçlandırmaktı; bu ümitle yola çıktık. Önümüzde birtakım
engeller vardı. Bunların başında değerli konuşmacıların bazılarının da
işaret ettiği gibi veri eksikliği, verilerin, veri tabanının sağlam olmaması
gibi birtakım engeller böyle bir çalışmanın istediğimiz kapsamda
yapılmasına engel oldu. Ben bugün Hasan Bey’in söylediklerini duyunca
bir bakıma sevindim. Keşke bu İTO’nun naceye endekslenmiş verileri biz
çalışma yaparken olsaydı herhalde biraz daha önümüzü açadı. Bir
boyutu veri eksikliği, bir boyutu ise kültür endüstrileri ne demek ya da
yaratıcı sektörler ne demek, bunu anlatabilmekte sıkıntı yaşadık ve hâlâ
da yaşadığımızı düşünüyorum. Bu sektörleri yeterince gerçekten
tanımıyor henüz camiamız. Ne planlama camiası yeterince tanıyor, ne
akademik camia tanıyor, ne de tabii karar verici konumda
140
olan politikacılar tanıyor. Dolayısıyla da yapılan çalışmaların değeri bir
bakıma yeterince anlaşılıp desteklenemedi. Örneğin, gene ben Sayın
Hasan Bey’e atıfla bunu söyleyeceğim, İstanbul’un sanayisizleşmesi
değil de aslında belki de o sanayinin yapısal bir dönüşüm geçirmesinde
bu yaratıcı sektörler, kültür endüstrileri çok önemli bir kilit nokta olacaktı,
ama biz bunu anlatmakta oldukça büyük bir güçlük çektik. Kültür
endüstrilerini, yaratıcı sektörleri ya da kaybolmuş folklorik sektörleri
canlandırmak olarak anladı bazıları, bu da tabii işin önemli bir boyutudur,
bazıları eğlence sektörü olarak anladı. Hâlbuki değil, kültür ve sanat
sadece bir eğlence değildir muhakkak ki, o nedenle de çok ciddiye
alınması gereken, kentteki yaratıcı ortamı besleyen, kültür ortamını
besleyen önemli sektörlerdi. Dolayısıyla bu tür bir veri eksikliğinin yanı
sıra belki bilgi eksikliğinin, bilinç eksikliğinin de planlama sürecinde farklı
noktalara gelinmesinde rol oynayan konular olduğunu vurgulamak
istiyorum.
Grubumuzun yaptığı çalışmalar içerisinde gene tabii ki turizm,
adının başında kültür lafı olduğu için, kültür ve turizmle birlikte ele
alındığı için ve daha önceden yapılmış bir ihale çerçevesinde bir bakıma
oradaki kurulan yapının geçirdiği kaotik dönemin ve belirsizlik döneminin
bir parçasıydı. Birden bire kucağımızda yeni bir bebek vardı; kültür ve
turizm araştırmaları. Tabii, bu bizim ilgi alanımızla bir bakıma örtüştüğü
için buna soyunduk, bunda bir sakınca görmedik. Oradan geldiğimiz
noktada da Faruk Bey’in değindiği gibi aslında İstanbul’a bakış açımız
belki de İstanbul’u yönetenlerin ya da ülkeyi yönetenlerin bakış açısından
çok farklıydı. Örneğin, dönemin kültür bakanı İMP’yi gezmeye geldiğinde
bizim ekibimizi ziyaret etti. Bizim o çalışmaları yapıyor olmamızdan çok
heyecan duyduğunu belirtti ve şöyle bir şey söyledi: İstanbul’da her
ilçeye 2000 yataklı bir kongre oteli lâzım. Yani bu bizi dehşete düşüren
bir bakış açısıydı. Bunu niye söylüyorum? Aslında o
141
belirsizlik ortamının bence çok önemli bir parçası bu. Siz orada Haluk
Hocamın da söylediği gibi planı yapıyorsunuz bir yanda, başka türlü bir
yaklaşımla başka türlü bir bakış açısıyla yapıyorsunuz, ama merkezi
hükümetin kendi elinde önemli araçlar var. Bizim durumumuzda bir Kültür
ve Turizmi Teşvik Yasası kapsamında belli alanları kültür ve turizmi
geliştirme bölgesi ilan edip tamamen sizin öngörülerinizin, planın
öngörülerinin ve çizdiği yol haritasının dışında başka türlü kararlar
getirebiliyor. Dolayısıyla bu ortam içerisinde aslında bizim yapmak
istediğimiz şu oldu: Tabii ki öncelikle planı eğer bilimsel bir veri tabanına
oturtmak
istiyorsak,
mevcut
durumun
bir
fotoğrafını
çıkarmak
zorundaydık. Elimizdeki en sağlıklı ve en resmi bilgiler çerçevesinde
bunu yapmaya çalıştık. Sonuç olarak İstanbul için çizdiğimiz yol
haritasında şöyle bir temel unsur vardır. Bunlar yayınlanmış raporlar, çok
detayına girmeyeceğim, ama bir defa İstanbul’un perspektifinde kültüre
dayalı bir turizm gelişiminin olması kaçınılmaz gözüküyordu. O zaman
gene birtakım rakamlar telaffuz ediliyordu. Şimdi de gene dile getirildi,
yılda şu kadar turist. Yılda o kadar turisti getirdiğiniz zaman ne
yapacaksınız? Veriler zaten şunu gösteriyordu ki, o turist gelip
İstanbul’da ne kadar kalacak, ne yapacak ve de bu gelen turistin kalış
sürelerini uzatmak mevcut altyapıyı verimli kullanabilmenin yolu, o
dönemki bakış açısına göre yeni oteller, 5 yıldızlı oteller yapmaktan
geçmiyordu. Dolayısıyla bizim ana mesajımız aslında kentin kültürel
altyapısının geliştirilmesi, tarihî mirasının korunması, yaşam kalitesinin
artırılması ve bunun akabinde zaten turist sayılarının da artacağı
yönünde oldu.
Burada bir de şöyle bir şey çok önemli; bu bir süreç meselesi,
dolayısıyla da yaptığınız planların hayata geçirilmesi için gene ilgili
aktörlerle
bir
arada
o
çizilen
yol
haritalarının
nasıl
dönüştürüleceğinin sürecinin kurgulanması gerekiyor. Bu
eyleme
142
da aslında gerekli kurumsal yapıların oluşturulmasından geçiyor. Böyle
bir kurumsal yapınız olmadığı zaman yaptığınız plan ne denli stratejik ya
da klasik olursa olsun, sonuçta gene bir yerlerde yine tozlanmaya
mahkûm oluyor. Bizim yaptığımız çalışma belki klasik plan anlayışına
benzemiyordu, bir yol haritası vardı, ilkeler vardı, stratejiler vardı.
Bunların hepsi alt ölçeklerde yapılması gereken çalışmalara uç veriyordu,
birlikte çalışılması gereken aktörlere uç veriyordu, ama bu yapıyı sürekli
kılacak, hayata geçirecek bir kurumsal yapının olmayışı, Asuman
Hanım’ın da dediği gibi ya da belki de böyle bir yapının kurulmasında
samimi bir niyetin olmayışı bugün gelinen noktada, 2010 sürecinde de
belki de çok önemli fırsatların yeterince değerlendirilememesi açısından
önemli olacak.
2010 süreci baktığımız zaman bir fırsat, ama bu fırsatı ne
şekilde değerlendireceğimiz de çok önemli. Gerçekten kentin kültürel
altyapısını geliştirecek ve bunu sürdürebilir kılacak bir yöntem, bir
yaklaşım içerisinde mi olacağız, yoksa kültür başkenti oluşumuz birtakım
emlak değerlerinden kazanç elde etmeye yönelik yeni projelere giydirilen
bir kılıç haline mi gelecek? Bu da aslında bir tehdit ve belirsizlik
ortamında düşünmemiz gereken önemli bir unsur. Dolayısıyla da bu
süreci nasıl yöneteceğimiz şu önümüzdeki 2 yıl içerisinde çok büyük
önem taşıyor. Teşekkürler.
PROF. DR. GÜZİN KONUK- Teşekkürler Sayın Enlil. Bu
oturumun son konuşmacısı bu çok aktörlü yapıda TMMOB Şehir
Plancıları Odası İstanbul Şubesi’nden Sayın Tayfun Kahraman, onunla
bu yuvarlak masayı bitireceğiz.
TAYFUN KAHRAMAN- Herkes çok yorgun gözlerle bakıyor.
Ben çok kısa bir genel değerlendirme yapacağım. Hocam o
143
yüzden zaten benim konuşmamı arkaya bırakacağını söylemişti. 3 saattir
buradayız ve sanırım çok kısa bir değerlendirmeyle birlikte artık bitirme
vakti de geldi. İlk olarak şöyle başlamak lâzım, az önce dinledik, hocam
da bu konuşmaları dörde ayırdı. Sanayisizleşme, konut, ulaşım, kültür ve
turizm. Buradan şunu gördük, çok açık bir tablo var: İstanbul kendine
yeni bir rota çiziyor. Bu yeni rotaya giderken de plan disiplinine ihtiyaç
duyduğunu anlamış durumda ve bu anlamda İstanbul’da belli çalışmalar
var. Bunlardan da çok yerde bahsettik, İMP’de yapılanlardan, ulaşımdan,
mastır plandan ve birçok plan çalışmasından bahsettik. Alt ölçekte
yapılanlardan bahsettik, bir önceki toplantıda üst ölçekli planları
vurguladık. İstanbul böyle bir rota belirlemiş durumda kendisine, fakat bu
rotada doğru ve net bir çizgi çizemediğini gördük İstanbul’un, İstanbul
kendi planlama çalışmalarını hazırlarken ne yazık ki, böyle doğru, net ve
çok belirleyici, mekânsal ve toplumsal anlamda kentsel ilişkileri
düzenleyici, akılcı bir planlama anlayışı ortaya koyamıyor. Haluk Hocam
az önce bahsetti, ulaşım mastır planı yapılıyor, bir taraftan da merkezi
hükümet bir karar alıyor. Lastik tekerlekli araçlar için Marmaray benzeri
bir yatırımı bu sefer Göztepe’yle Kazlıçeşme arasında yapma kararı
alıyor. Diğer bir taraftan DLH’nın başka bir projesi daha var. Bizce
İstanbul için çok kritik ve burada da kesinlikle telaffuz edilmesi gerekiyor.
100.000 ölçekte şu an taslak halinde olan plana da geçmiş durumda,
üçüncü hava limanı. Tam Ambarlı üzerinde TEM otoyolunun üst tarafında
İstanbul için DLH tarafından önerilmiş olan üçüncü bir hava limanı var ki,
Çorlu havalimanına 20 km diğer tarafta da şu an Atatürk Havalimanı’na
da 30 km uzaklıkta böyle bir havalimanına İstanbul’un neden ihtiyacı var,
nasıl bir fizibiliteyle bu proje önerildi ve 100.000 plana geçirilmesi
kararlaştırıldı? Bunu da sormak gerekiyor.
Bu anlamda İstanbul Buluşmalarının bu yılkı teması çok iyi
belirlenmiş; belirsizlik. İstanbul planlaması denildiğinde,
144
gerçekten de her konuşmacı aynı şeyi vurguladı, herkes belirsizlikten
bahsetti. Peki, genel olarak baktığınızda İstanbul’un gelişmesine
rehberlik etmesi beklenilen hani o mekânsal örüntüyü yönlendirmesi
beklenilen planlar neden bu kabiliyeti gösteremiyorlar? Bunun çok açık
nedenleri var, bir önceki oturumda ortaya çıktı. Üst ölçekli plan
eksikliğimiz, bir vizyonumuz yok, iki, bu vizyona doğru bizi götürecek bir
gelişmeyi yönlendirecek stratejik bir planımız yok. Biz 100.000 ölçekli
planları arazi kullanım planı olarak üretiyoruz. Şu anki plan da aşağı
yukarı o şekilde üretilmiş durumda. 2006 yılında iptal edilen bir önceki
plandan bir farkı var, bu planda en azından lejantlar kullanılmaya
başlanmış. Arazi kullanımı biraz terk edilmiş durumda, ama gene de
siyasilerin baskılarıyla birlikte belli noktalarda çok belirgin şekilde arazi
kullanımlarıyla belli fonksiyonların yerleştirildiğini ve bu fonksiyonların da
İstanbul’un kesinlikle korunması gereken ve olmazsa olmaz dediğimiz
alanları içerisinde yer aldığını da ne yazık ki görüyoruz. Örneğin, mutlak
tarım alanlarına bakın; DLH’nın önerdiği üçüncü hava limanı da
İstanbul’un mutlak koruması gereken tarım alanları üzerinde yer alıyor.
Bu projelerin plan marifetiyle işlendiğini görüyoruz. İkincisi plan öğretim
süreçlerimizin -bugün telaffuz edenleri size toparlıyorum- sakat olduğunu,
çıkar gruplarının ve siyasi iradenin yönlendirilmesiyle planlarımızın
oluştuğunu, analitik çalışma eksikliklerinin planlar üzerinde büyük bir
eksiklik yarattığını ve planları ne yazık ki sakat bıraktığını görüyoruz.
Üçüncüsü bugün bahsedilmedi, ama ben ekleyeceğim: Islah imar planları
İstanbul için özellikle 90’lı yıllarda yapılan ıslah imar planları İstanbul’un
şu anki plansızlığının oluşmasında çok önemli etkenler. Hocam bahsetti,
Zeytinburnu’nda 5-6 emsal yapılaşma görüyorsanız eğer, bunların
nedeni 80’li yıllarda yapılmış olan bu ıslah imar planlarıdır. Bu ıslah imar
planı gerçeğiyle de yüzleşmemiz gerekiyor.
145
Bir taraftan böyle planlar üretiyoruz, böyle bir ayağı sakat
planları üretirken de diğer taraftan mahkemeler kanalıyla biz Odalar,
sürekli bu planları iptal ediyoruz ve İstanbul’da plan karmaşasına biz de
ne yazık ki Şehir Plancıları Odası olarak bir katkıda bulunuyoruz. Ancak
biz bunu İstanbul’un daha sağlıklı bir plan hak ettiği düşüncesiyle
yapıyoruz. Diğer taraftan bu iptal edilen planlar başka bir şeyi gündeme
getiriyor. Bir bakıyorsunuz bu alanlarda mevzi imar planları yapılıyor. Siz
bir planı iptal ettirmişsiniz, buraya çok yoğun bir yapılaşma hakkı tesis
edildiği için, fakat bir bakıyorsunuz ertesi hafta İstanbul Büyükşehir
Belediye Meclisi’nden bir karar çıkıyor, burada bir mevzi plan
onaylanıyor. O planda verdiği, iptal edilen planda verdiği yapılaşma
hakkının yaklaşık üç katı, yani planları iptal ettirmek de İstanbul’da ne
yazık ki çözüm değil. Tüm odalar için bahsediyorum, TMMOB’ye bağlı
hiçbir Oda bu durumdan çok memnun değil. Plan iptali kesinlikle bir
çözüm değil.
Bir taraftan da tabii yetki karmaşası var. 6 Ağustos tarihinde
Resmi Gazetede yayınlanmış olan 5397 sayılı bir torba kanunumuz var
ki, gerçekten de artık tüm alanların Türkiye Cumhuriyeti’nde satılabilir
olduğunu bize kanıtladı. Şöyle ki, bu kanun TOKİ’ye ve Özelleştirme
İdaresi’ne sınırsız plan yapma, plan onama, askı ve askı sonrasında
yapılan itirazlar hakkında karar verme yetkilerini teslim etmiş durumda.
Üstelik bunun başında şöyle bir ibare geçiyor. Bu sefer “her tür ölçekte”
denmiyor. Her tür ölçekte denildiğinde çünkü, daha önce Danıştay
tarafından yönetmeliklerde alınmış kararlar var, bu maddeler iptal edildi.
“Gerekli olan ölçeklerde plan yapım hakkına sahiptir” diyor. Gerekli
yapım ölçekleri, tahmin edersiniz, bölge planlarından tutun, 1/1.000
ölçekli uygulama imar planlarına kadar uzar. Her türlü planlarda değişiklik
yapma ve plan yapma hakkına bu iki kurum sahip bundan sonra ki, şu
anda bu iki kurum da, plan aleniyetini düzenleyen 3194
146
sayılı Kanunun 8. maddesine aykırı işlem yapıyorlar. Şu an TOKİ yapmış
olduğu planları kendi müdürlüklerinde kasada saklayarak askıya
çıkartıyor, daha sonrasında tutanaklar tutularak biz haberdar oluyoruz ya
da oradaki meslektaşlarımızın haber vermesiyle haberdar oluyoruz ve bu
planlara itiraz ediyoruz. Bunun bir örneğini iki gün önce yaşadık, yani
plan askıdan bugün indi, plan askıdan inmeden iki gün önce pazartesi
günü haberdar olduk ve o gün itiraz metnini hazırlayıp TOKİ’ye
gönderdik. Böyle de bir süreç var. Şu an kamu otoritesi kendi hazırladığı
yasaları kendi eliyle çiğniyor. Bu anlamda tabii 3194’ün 8. maddesi
planların aleni olduğunu söylüyor. Ama bir taraftan da bakıyorsunuz ki
yetki karmaşasını artıran 9. maddede tüm merkezi yönetim birimlerine
plan yapım hakkını tanımlanıyor. Böylece planı yerelden mümkün
olduğunca kopartıyor ve yetki karmaşasının ana maddelerinden biri bu
ve şu anda Türkiye’de yanlış biliyorsam siz düzeltin, yaklaşık 18 farklı
kurum plan yapma hakkına sahip.
Planlarla ilgili son olarak ve en önemli söylenmesi gereken plan
değişiklikleri.
İstanbul’da
artık
planlama
disiplini
tamamen
plan
değişiklikleri üzerine kurgulu. Bu plan değişiklikleri çoğunlukla donatı
dengesini bozuyor, çoğu zaten donatı alanlarında gerçekleştiriliyor. Bir
taraftan da baktığınızda bu plan değişiklikleri artık İstanbul’da bazı
bölgeleri yaşanılmaz hale getirmiş durumda. Bunların en büyük örneği
Büyükdere Caddesi aksı; bu aksta artık ulaşım altyapısı şu anda o
yapılaşmayı kaldırmıyor ve bizim bu parçacıl ve bütünlükten kesinlikle
uzak plan yaklaşımımızla birlikte de İstanbul’un ne kadar belirsiz ve ne
kadar kapalı kapılar ardında planlandığını gözler önüne seren de gene
plan değişiklikleri oluyor.
Bu tablo İstanbul’da ne yazık ki 50’li yıllardan beri devam ediyor.
İstanbul’un o büyük sanayileşme atılımı ve ondan sonra
147
başlayan süreçle birlikte, 50 yıllardan bu yana devam ediyor ve 50’li
yıllardan bu yana İstanbul’da planlamanın sürekli bir ayağı topal.
Hepinize sabrınız için teşekkür ederim.
PROF. DR. GÜZİN KONUK- Teşekkürler. Ben tekrar Hasan
Bey’e söz veriyorum, bir ekleme yapmak istiyor.
HASAN BÜYÜKDEDE- Ben hocama kültür ve turizmle alakalı
bir eklemede bulunmak istiyorum. İl Özel İdaresi aynı zamanda 2010
Kültür Başkenti’nin finansörü, dolayısıyla oradaki yönetim kurulunda,
Ticaret Odası’ndan da yönetimde bir arkadaş var ve oraya hakikaten
ciddi bir para aktarılıyor. Aktarılan bu paranın böyle yayınlarla, folklorlarla
kaybolup gitmesine bizim gönlümüz razı değil ve oraya proje götürmek
gerekiyor. Bu tür projelere şu anda aç durumda oradaki yönetim kurulu,
ben bunu biliyorum. Dolayısıyla da durmadan bütün sivil toplum
kuruluşlarından proje talep ediliyor. Oraya bir katkınızın olmasında çok
büyük yarar görüyorum.
İki, turizmle alakalı, yani biz 2010’la sadece turist gelecek diye
2010’un kültür başkenti mücadelesini vermemiz yanlış. Çünkü turizm o
kültürel değerlere gelmiyor. Çok cüzi bir kısmı geliyor, dünyanın her
yerinde de bu böyle. Ben Milano’yu mesela örnek vereceğim, 12 milyon
turist gidiyor. O Katedralle yalancıktan bir kapalı çarşısına gittiği için
değil, oraya gidişin ana nedeni iş dünyası içindir. İstanbul şu anda iş
dünyasının bir merkezidir ve şu anda CeBIT Fuarı var, bütün uçaklar
dolu, bütün oteller dolu. Artık İstanbul kabuk değiştirmiştir, sadece
Ayasofya yahut Sultanahmet için insanlar bir kere gelir, ama iş dünyası
için on kere geliyor. Biz de öyleyiz, bir Paris’e gideceksek veya gelecek
hafta mesela Almanya’da fuarımız var, standımız var, herhalde
Almanya’ya yılda 10-12 kere gidiyoruz. İtalya’ya herhalde
148
15 kere gidiyoruz. Yani turizm artık iş dünyası turizmidir. Dolayısıyla
sadece camilerimizi şöyle yapalım, kiliselerimizi şöyle yapalım, şöyle bir
kültür yapalım, vesaire tamam, onları bizim varlığımız olduğu için
yapmak zorundayız, ama turizm artık bugün sosyal aktivite, kongre, spor,
fuar ve iş turizmi, Türkiye bir iş dünyası, iş cenneti haline gelmiştir.
Özellikle İstanbul Türkiye vergisinin yüzde 48’ini ödeyen bir şehirdir.
Ekonominin lokomotifidir, çalışan nüfusunun yüzde 32’si endüstride
çalışan ve ticaret hayatında çalışan bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla
turizmle kültürü birbirinden ayırmak gerekiyor. Turizm denilince ayrı bir
şeyi düşünmemiz gerekiyor, kültür denilince o bizim çok özel bir
varlığımızdır ve onun arkasında koşmamız gerekir. Yılda 240-250 milyon
TL para transfer ediyoruz şu anda, çok ciddi bir para aktarılıyor, ama o
değerlerimizi, bizim saraylarımızı, arkeoloji müzemizi kurtarmak için
harcıyoruz. Tamam turist onun için de geliyor, ama gelen turistin en fazla
yüzde 20’si ancak onun içindir, ondan sonrası iş dünyası içindir. Bunu
dikkate almak gerekiyor.
Bir konu daha, arkadaşım söylediği için söylüyorum; havaalanı
meselesi, artık o havaalanının oradan gitmesi lâzım. Artık çok tehlikeli
hale geldi, inişlerde, çıkışlarda yüreğimiz ağzımızda, şehrin çok içinde.
Eskiden doğruydu, ama bütün dünyadaki büyükşehirlerin hepsine bakın,
havaalanları şehirlerin dışına kaymıştır. Milano’da Malpenza 80 km.
dışarıya kaymıştır şehir içinden, ancak iç hatlarda çok küçük dış turizm
için ve büyük yoğunluk için kesinlikle kullanılmamaktadır. İstanbul’un
doğru
dürüst
bir
havaalanına
ihtiyacı
var
ve
oranın
farklı
değerlendirilmesi gerekir; oraya bu kadar yoğun şekilde uçakların
girmesinin doğru olduğuna inanmıyorum.
Bir konu daha söyleyip bitirmek istiyorum. Bizim elimizde
mevcut alanlarımız var. Topraklarımız son derece sınırlı.
149
İstanbul’un su havzaları dışında kalan alanları son derece sınırlı ve
değerli,
ama
bunun
İstanbul’da
illa
tarım
yapacağız
diye
bir
mecburiyetimiz yok. Böyle bir sorunu Konya Ovası için konuşmuyorum;
ben Konyalıyım. İstanbul’da küçücük bir yerde ayçiçeği yetiştirmek için
mücadele ediyorum. Olayı, daha farklı, daha ekonomist gözle bakıp
elimizdeki varlıkları maksimum nasıl değerlendiririz diye düşünmemiz
lâzım. Ben öyle düşünüyorum. Dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum.
PROF. DR. GÜZİN KONUK- Teşekkürler. Buyurun.
SALONDAN- Ben tabii şu anda turizmin içindeyim ve
TÜRSAV’ın Kültür Turizmi Komitesinin de başkanıyım. 2006 yılında Lütfü
Kırdar’da toplantı yapan kişi sayısı 46 bin, buna Türkler de dâhil. Yani
şunu söylemek istiyorum: 2006 yılında 5.3 milyon yabancı gelmiş, ama
Lütfü Kırdar’da yapılan kongreye katılan sayı Türk yabancı hep beraber
46 bin kişi. Bunu değerlendirmeyi size bırakıyorum.
ZEYNEP ENLİL- Ben sizin bıraktığınız yerden bir şey daha
ekleyeyim, şu anda sayıları hatırlamıyorum, çantamdan raporu çıkarmam
lâzım, ama o söylediğiniz Lütfü Kırdar’daki 46 bin kişi de niye gelmiş
oraya? Bakıyorsunuz, düğün davetleri, vesaire gibi toplantılar da o
toplantıların içinde sayılıyor ve çok büyük bir miktar tutuyor. Esas kongre
faaliyeti için Lütfü Kırdar’ı kullanan sayısı oranı çok az o dönem için,
dolayısıyla hakikaten bu rakamları iyi konuşturmak lâzım. Esas sizin
söylediğinize dönmek istiyorum. Tabii ki, 2010’u kesinlikle turist çekecek
bir faaliyet olarak görmüyoruz, aksine bu ülkede kültür politikaları
geliştirmek için önemli bir fırsat, ama o fırsatı kaçırıp onu sadece turizm
gözüyle görürsek o zaman ben onu bir tehdit olarak algılıyorum. Ona bir
açıklık getireyim.
150
İkincisi, dediğinize katılmıyorum. Evet, iş turizmi bugün
önemlidir, onu kimse yadsımıyor. Kongre turizmi tabii ki önemlidir, onu da
kimse yadsımıyor. Fuar önemlidir, hepsi önemlidir, ama dünya bugün
kültür turizmi üzerine gidiyor. Bütün turizm örgütlerinin raporlarına bakın,
diğer raporlara bakın, ülkeleri gezen turistin çok artan oranda bir bölümü
o ülkelere kültür varlıklarını görmek için gidiyorlar. İkincisi, kültür turizmi
haricinde başka amaçlarla gelen turist de geldiği zaman ben kendimden
biliyorum, siz de kendinizi düşünün, iş turizmi için gittiğinizde sadece
işiniz neyi gerektiriyorsa o kongre otelinde veya o fuar alanında işinizi
yapıp gidiyorsanız, onun kente ve kentin kültürüne hiçbir yararı yok.
Kültürel alışveriş açısından dünya kültürleri, dünya barışı, vesaire bunu
çok uzatabilirsiniz, bu açıdan da bir yararı yok. Eğer gelen kişi işini
yapmanın haricinde o kenti, o kültürü tanımak için bir çaba sarf ediyorsa
o zaman bizim için daha fazla kıymeti var. Yani bakış açımızı
değiştirmemiz gerekiyor. Benim söylemek istediğim bu.
Gene Faruk Bey’in söylediğine atıfla bir şey söylemek istiyorum.
Örneğin, Paris’e gelen turist sayısı 2005 verileriyle 25 milyon. Müzelerini
gezen turist sayısına bakıyorsunuz, o da 25 milyon. Faruk Beyin
söylediği çok doğru, İstanbul’a gelen yabancı turist sayısı 4-5 milyon,
bunun ancak 1/3’ü müzeye gidiyor. O da sadece ikisine, Topkapı Sarayı
ve Ayasofya. Onlara giden turistin ya da ziyaretçinin -hepsi yabancı turist
değil belki de- toplamı da gene 2005 verilerine göre 1.600.000 kişi, o
kadar komik rakamlardan söz ediyoruz ki, dolayısıyla bizim müzelerimizi
gezen ziyaretçi sayısı tabii ki daha fazla olmalı. Eğer ekonomik getiri
bekliyorsak bu önemli bir ekonomik gelir kaynağıdır. Bunu da dikkate
almamız lâzım. O kültürel varlıkları korumak için kullanabileceğimiz bir
gelir kaynağı öte yandan, mesela, ben yeni Çin’de bir kongreden geldim.
Adamları tamam yasak kenti gezdiriyorlar, ama bunun haricinde hiç
görmediğim bir tur biçimi vardı. Kültür endüstrileri turu.
151
Teknolojik, tekno parklara götürüyor. 7, 9, 8 adını verdikleri bir sanat
zonu yapmışlar. Eski sanayi alanını tamamen sanat üretim atölyelerine
ve galerilere ayırmışlar. Hem üretim, hem sergileme ve hem tüketimin bir
arada olduğu bir mekan, oraya gidiyor, antikacıların olduğu yere gidiyor,
böyle bir günlük geziye sizden 70 dolar alıyor. Vizyon farklı, burada
sadece turisti getirmek, turistten para kazanmak da değil, bakış
açılarımızı biraz değiştirmemiz lâzım. O nedenle siz sanayicisiniz,
sanayici olarak da yaratıcı sektörlerin yaptığınız işe getirebileceği katma
değeri de düşünmeniz gerekiyor diye ben sözümü bitirmek istiyorum.
HASAN BÜYÜKDEDE- Hocam, ben size aynen katılıyorum.
Türkiye’ye gelen birçok sanayici Alman, vesaire geliyor. Bir kere turistik
alanları gezdiriyoruz, on kere iş için, onu söylemeye çalıştım. Yani turistik
alanları
mutlaka
gezdirmeye
gayret
ediyoruz,
ama
bir
kere
gezdiriyorsunuz. Ondan sonraki geliş gidişlerinde onları pas geçiyorlar.
PROF. DR. GÜZİN KONUK- Görüyorsunuz ki bütün bu
konuşmalar gerçekten çok canlı ve uzun sürecek.
TAYFUN KAHRAMAN- Esasında bana bir cevap hakkı doğdu,
ama hocam salona soralım, kullanalım mı, kullanmayalım mı? Yani, bunu
kesin söylememiz gerekiyor. Siz tabii ki sizin bakış açınızla bizim
plancılar olarak bakış açımız çok farklı. Bir Konya Ovası’yla İstanbul’u
karşılaştırmayın. Konya Ovası’nın içler acısı hali ortada. Şu an Konya
Ovasında zaten tarımsal üretim neredeyse yapılmıyor. Şöyle bir veri
vereyim: İstanbul’da her ne kadar sanayileşmiş bir kent diyoruz, ama
hâlâ daha istihdamın yüzde 5’i tarımda istihdam oluyor. Yani İstanbul
ilinde hâlâ daha önemli bir tarım faaliyeti var ve bu tarım faaliyeti de az
önce benim söylediğim mutlak tarım alanları içerisinde faaliyet gösteriyor
ki, bunlar bizim verilerimiz değil, bunlar İMP’nin verileri,
152
yani o bizim iptal ettirdiğimiz 2006 yılı planının verileri bunlar. Bu
anlamda mutlak tarım alanlarına da bu bir avuç yerde tarım yapılacak
şeklinde bakamayız kesinlikle. İstanbul zaten biz ne kadar Oda
yöneticileri olarak bunu çok fazla telaffuz etmesek de 10 milyonda
kalması ve daha fazla büyümemesi gereken bir şehir. İstanbul şu an
zaten sınırlarını fazlasıyla aşmış ve sınırlarının ötesine geçmiş durumda.
Siz bir avuç tarım toprağı dediniz, ama o bir avuç tarım toprağı
İstanbulluya lâzım. Bir gün yaklaşık 20-30 yıl sonra da o şu an yapılacak
üçüncü hava limanı da kullanılamaz hale gelecek, o da kent içinde
kalacak. Şu anda zaten Atatürk Havalimanı’nın, DLH’nın projeleri var,
Atatürk Havalimanı’na farklı bir pist yapılması projesi daha var ki, bunun
20 km uzağında da Çorlu Havalimanı var. Bunlar da havalimanları için
çok önemli mesafeler değiller, Çorlu Havalimanı hâlâ da fizıbıl şekilde
kullanılmıyor.
PROF. DR. GÜZİN KONUK- Teşekkür ederiz. Ben salona
sormak istiyorum, soru var mı? Çünkü son 10 dakikamız var.
EMSAL DİNÇALP- Teşekkür ederim, iyi akşamlar diliyorum.
Genel olarak ben şunu hissettim, aynı zamanda soru olarak da
yönelteceğim: Az önce Sayın Kahraman’ın anlattığına göre hem kentsel
dönüşümden bahsediyoruz ki, en büyük iddiamız o, planlamadan
bahsediyoruz, ama İstanbul’un iki yakasını bir araya getirecek ulaşım
konusunda nedense hassas davranıyoruz. Neden bir köprü daha, neden
Marmaray, neden bir tüp geçit daha gibi şeyler söylendiğini duyuyorum.
Bu nedenle kentsel dönüşüm yapılırken daha ziyade şehir plancıları
tarafından ulaşım konusunda iki yakayı birbirine bağlayan projeler
olmayacakmış kentsel dönüşümde. Bunlara şu anda neden karşı çıkar
gibi bir halimiz var? Neden köprüler yapılıyor, neden Marmaray, neden
153
tüpgeçit, gibi karşı çıkmamız doğru m?
İkincisi, belki Sayın Haluk Gerçek Hocamızı daha ziyade
ilgilendirecek.
Geleceğe
dönük
belirsizliklerden
bahsetti
kendisi,
Marmaray projesi bir belirsizlik unsuru mudur, faktörü müdür? Bu konuda
düşüncelerini alabilir miyiz? Teşekkür ederim.
SALONDAN.- Benim merak ettiğim bir konu var. İstanbul’un
makro formu ile öngörülen ulaşım meselesiyle ilgili lineer büyüme aldı
gidiyor tamamen ve öngörülen ulaşımda acaba gerçekten bağlantılar
sağlanabilecek mi? Raylı sistemin hızı ne olacak ki bizi Silivri’den
merkeze veya o tarafa gidecek hastanelere taşıyacak? Haluk Hocama
bilhassa sormak istiyorum, bu raylı sistemin yeterliliği hakkında ne
düşünüyor. Çünkü neticede 16 milyonu taşıyacak bir hat çıkıyor galiba,
yani buradaki metro sistemini bölgesel hızlı metro ağı ve kent içi metro
olarak ikiye mi ayırmak lâzım?
HALUK GERÇEK- Ben ulaşımla ilgili önce Marmaray’dan
başlayayım. Marmaray projesiyle ilgili belirsizlikten ayrıca söz etmek pek
anlamlı gelmiyor, yani genelde tek başına bir projenin belirsizliği değil,
genelde yapıya ilişkin, sosyo-ekonomik yapıya ilişkin ve ulaşım sistemine
ilişkin belirsizliklerden söz etmeye çalıştım. Bunun içerisine Marmaray da
dahildi tabii, Marmaray projesi benim kanımca karşı çıkılan bir proje
değil, burada da kimsenin Marmaray’a karşı çıktığını sanmıyorum.
Sadece Marmaray nedeniyle yapılmakta olan kazılarla ilgili bazı
endişeler dile getirildi. Arkeolojik buluntuların önemi nedeniyle kazı
çalışmaları zaten bir miktar gecikmiş durumda, bunun biraz daha
geciktirilmesinin kültürel mirasın korunması açısından gerekli olduğu
söylendi. Yoksa ulaşım projesi olarak Marmaray’a karşı bir görüş
154
olduğunu sanmıyorum.
Marmaray’la ilgili bizim yaptığımız öngörüler var. Marmaray
projesi tek başına İstanbul’un ulaşım sistemini çözecek bir proje değil
tabii, Marmaray’la birlikte ulaştırma ana planında da öngörülen yaklaşık
400 km.’nin üzerine çıkan bir raylı sistem ağı söz konusu İstanbul’un
geleceği için planlanan 2023 ve sonrası için. Ancak bu şekilde birbiriyle
entegre olmuş bir ulaşım sistemi oluşturduğunuz zaman Marmaray
kentin iki yakası arasında yüksek kapasiteli bir omurga oluşturacak ve
diğer sistemlerle de beslenecek. O nedenle mesela, bizim 2011 yılında
açılması öngörülüyor, belki 2011’in sonuna da sarkabilir. Daha önce
yaptığımız projeksiyon çalışmalarında açılış yılında yaklaşık 1 milyona
yakın yolcu taşıyacağı tahmin ediliyor. Onu izleyen yıllarda 2023’lerde bu
sayının günde 1.600.000’e çıkması bekleniyor. İstanbul’un ulaşımı
açısından oldukça önemli bir taşıma sağlayacak.
Diğer soruya gelirsek, bu mekânsal planlama çalışmaları Serap
Hanım da biraz bahsetti, ben de ulaşım ana planı için JICA’nın yaptığı
sunumda bunu bir eleştiri olarak getirmiştim. Aynı noktayı o da bugün
burada tekrarladı. İstanbul’da lineer gelişmeyi öngörüyor ve aynı
zamanda da çok merkezli gelişmeyi öngörüyor. Bu yeni merkezlerden biri
Silivri çevresinde, biri Kartal civarında ve bunların da birtakım güçlü
ulaşım eksenleriyle -daha çok raylı sistemle- bağlanması sözkonusu;
ama tabii esas felsefe bana göre ulaşım taleplerinin azaltılması olmalıdır.
Erişilebilirliği artırmak ve mümkün olduğu kadar da mekânsal planlamayı
öyle düzenlemek gerekir ki, gereksiz ulaşım talepleri olmasın. İnsanlar
kendi yaşadıkları mekânlar içerisinde kısa mesafede yolculuklar yaparak
günlük faaliyetlerini yapabilsinler. Yani Silivri’de oturan bir insanın kentin
eski merkezine gelmesi ya da tersi ihtiyaçların çok da fazla olmaması
gerekir böyle bir planlama içerisinde. Orada kendine yeterli
155
birtakım merkezlerin oluşması lâzım, ama tabii bu çok merkezli yapının
da birbiriyle entegre olması gerekiyor. Güçlü ulaşım ağlarıyla bunun da
toplu taşımayla sağlanması elbette ki idealdir. Yalnız Serap da söyledi,
yeni plan projeksiyonlarına baktığınız zaman bize aktarılan verilere,
yolculuk sayısı İstanbul’da 2023 yılında yüzde 60 artarken yolcu km
sayısı yüzde 160 artıyor. Bunun anlamı şudur: Türkçeye çevirirsek
insanlar daha uzun mesafelere yolculuk yapmak zorunda kalacaklar.
Hâlbuki plan felsefesi o değildi, mümkün olduğu kadar bu yolculukları
azaltmak, kısaltmak ve kendi içinde yeterli merkezler oluşturmaktı. Bu
bana bir çelişki olarak gözüktü, orada da söyledim bunu zaten. Demek ki,
bu merkezler kendi içerisinde yeterli olmayacak. Bunun iki nedeni olabilir:
Biri dediğim gibi bu merkezler yeterli değildir, insanlar hâlâ birtakım
faaliyetleri için kentin eski merkezlerine yolculuk yapmaya devam
edeceklerdir,
ikinci
bir
nedeni
tamamen
teknik
bir
hatadan
kaynaklanabilir. Oradaki toplantıda da söylemiştim. Bu çalışmada
kullanılan model İstanbul il sınırlarını alıyor ve bir de yanılmıyorsam
Gebze’yi alıyor. Hâlbuki kentin batısında Çorlu, Çerkezköy ve Marmara
Ereğlisi gibi, ileride Silivri’deki bir merkezle güçlü alışverişi olacak
yerleşimler var. Orada sanayi var, konut var, vesaire var. Eğer modelde
siz bu Çerkezköy’ü Marmara Ereğlisi’ni dış zonlar olarak modelinize
katmadıysanız zaten model oraya size yolculuk hizmeti vermez, gene
bütün yolculukları eski merkeze doğru verir. Bu soruya o zaman net bir
cevap alamamıştım, şimdi tekrar soruyorum: Teknik olarak bu zonlar
dikkate alındı mı? Çünkü benim bildiğim kadarıyla alınmamıştı. Sonradan
mı eklendi, yani modelin böyle bir sonuç vermesi biraz da model
hatasıdır. Onu o şekilde yorumlamak gerekir.
SERAP
ŞENGÜL ÇETİNKAYA-
Hocam,
biz
o
konuda
çalışmalar da yaptık. Gerçekten de dediğiniz gibi mesafeler artıyor, ama
siz Silivri’de oluşturduğunuz yeni gelişme alanlarına “burası
156
kendine yeterli merkezler olacak” dediğiniz için orası kendine yeterli bir
merkez olmuyor. Çünkü siz orada yeterli istihdamı, yeterli iş alanını
sağlayamadığınız sürece ki, orada çok büyük iş alanları önerilmiyor ve
çevre düzeni planı zaten istihdam verileri açısından son derece yetersiz,
bunu sağlayamıyorsunuz. İlçe bazında çok net diyorum ki, biz mahalle
bazına iniyoruz bu verilerden, İstanbul ili için 2023 yılında istihdamların
ne olacağının verisi yok. Biz bunu alansal ölçütler ve bazı parametreler
kullanarak kendimiz hesaplamaya çalışıyoruz, ama bu hesaplar
sonucunda çıkan alanlar da öyle, hem yaka bazlı istihdam açısından
dengesizlik gene sürüyor, hem de Silivri bölgesinde yeni oluşturulan
gelişme alanlarında yeterli iş alanları planın verdiği verilere göre
sağlanamıyor. Belki alt ölçek planlar geldikten sonra daha detaylı
çalışmalar yapılacak ve orada daha büyük iş alanları önerilecekse bunlar
belki mesafenin kısalmasına ve kendine yeterli alt merkezlerin
oluşmasına neden olabilir.
Onun dışında ikinci soruda biz modeli kurgularken İstanbul iliyle
yakın ilişkisine değinerek Gebze’yi almıştık, ama Çerkezköy bölgesinde
İstanbul’la Gebze kadar yakın ilişkiler olmadığı için dış zon olarak kabul
etmiştik ve orada anket çalışması ve tespit çalışması yapmadık. Bu
nedenle bu bölge bizim sınırlarımızın dışında kalıyor ve sadece dış
istasyon anketlerinden gelen rakamları belirli oranlarda büyülterek
matrise ekliyoruz ve dış istasyonları da bizim atamamızla gene
gösteriyoruz, ama Silivri’deki insanların gerçekten de Çerkezköy’le bu
kadar yakın ilişkileri olacak mı? Onu modelde gösteremiyoruz, yani bu
model açısından da bir eksiklik olabilir, ama ben esas büyük eksikliğin
arazi kullanım verilerinden kaynaklandığını düşünüyorum.
PROF. DR. GÜZİN KONUK- Ben toplantıyı burada kapamak
istiyorum. Çünkü bu buluşma yarın da devam edecek,
157
sabaha kadar da tartışabilecek ya da bilgi paylaşabilecek çok talebimiz
var. Tüm yuvarlak masa katılımcılarına içten teşekkür ediyorum. Ayrıca
Yıldız Teknik Üniversitesi ve TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul
Şubesi’ne de teşekkürlerimi sunuyorum, iyi akşamlar. Yarın aynı
heyecanı beklemek üzere.
158
ŞEHİR PLANCILARI ODASI
İSTANBUL BULUŞMALARI
“TARİHÎ KENT MERKEZLERİNDE PLANLAMA”
9 Ekim 2008
İkinci Gün
Yunan asıllı olmakla beraber Fransa’da yaşamakta, hem
Yunanistan’da hem de Fransa’da çalışmalar yapmış bulunuyor. Aslen
mimar, teknik üniversite mezunu. Fransa’da öğretim görevini 2004
yılından beri Sorbonne Üniversitesi’nde sürdürmekte. Çeşitli fiziksel
planlama ve master plan koordinatörlükleri bulunmakta, Çevre - Bölge
Planlama Bölümü’nde öğretim görevlisi kendisi. İlgi alanları özellikle
politik
coğrafya,
konuşmasını
ağırlıklı
olarak
bu
konu
üzerine
gerçekleştirecek. Konuşmasını yapmak üzere kendisini kürsüye davet
ediyorum.
Prof. Georges PREVELAKIS:
BELİRSİZLİK ZAMANLARINDA PLANLAMA
Belirsizlik: İstisna mı, kural mı?
Uzun dönemli bir süreç olan planlama kestirimlere dayanır.
1950’ler, 1960’lar ve 1970’ler boyunca süren parlak dönemlerinde
planlama, mekânsal olguları ‘bilimsel’ yöntemlerle önceden kestiren “Yeni
Coğrafya” akımıyla sıkı sıkıya ilişkili olarak yürütüldü.
159
Ne var ki, Yeni Coğrafya akımı kayda değer ya da objektif bir
yöntem ortaya koyamayınca bu kuramın yanlış olduğu anlaşıldı. Dahası,
gelişmeler planlama politikalarının dayandırıldığı pek çok hipotezin
(önermenin) de yanlış olduğunu gösterdi.
Örneğin, 1950’ler ve 1960’larda yapılan kentsel büyüme
kestirimleri gerçek değerlerin çok altında kalmış, daha sonra yapılan
kestirimlerin ise abartılı olduğu ortaya çıkmıştı: Büyük kentlerde
yaşayanlar doğrusal eğilim hesaplarına uygun davranmıyorlardı.
Kestirimdeki bu başarısızlık coğrafî ve tarihsel açıdan olağanüstü
istikrarlı bir ortamda –soğuk savaş içindeki Batı Avrupa ve Kuzey
Amerika’da- gerçekleşmiştir. Avrupa odaklı olmaktan uzaklaşıp daha
geniş bir açıdan baktığımızda bu kestirilemezlik daha da büyük bir ölçeğe
ulaşmaktadır.
Avrupalı plancıların 1910’da tasarladıkları harika Atina nazım
planı
1922’deki
Yunan
yenilgisinden
ve
onu
izleyen
nüfus
mübadelesinden sonra işe yaramaz bir belgeye dönüşmüştür. Hiçbir
plancı
Atina’nın
nüfusunun
500.000’den
750.000’e
fırlayacağını
öngörememiştir. Tahmin edileceği gibi, tüm planlar terkedilmişti. Yaşamın
gerçekleri o güne dek yapılan Atina planlarındaki “City Beautiful” idealini
yerle bir edince Türkiye’den kaçan göçmenler sorununun üstesinden
gelmek üzere bir acil durum planı geliştirilmişti.
Jeopolitik dinamiklerin kentler üzerinde çok büyük etkisi vardır.
Doğu Akdeniz ve Orta Doğu, bizim kendi dünyamız, büyük tarihsel
çalkantıların, patlamaların sahnesi olmuştur; öyle ki, bu patlamalar
İskenderiye gibi ‘ebedî’ kentlerin hem biçimsel hem de içerik olarak
160
kökten değişmesine yol açmıştır.
Batı dışındaki planlama yetkililerinin söylemleri konvansiyonel
Batılı planlama yaklaşımını destekler gibi gözükürse de gerçekte bu
yaklaşımın ne kadar etkili olabileceği konusunda kuşkularla doludur. O
nedenle, Batılı çözümlerin aynen kopyalanmasıyla çözülemeyen durumlar
için onlara koşut sistemler bulunmuştur.
Yunanistan’da ve Türkiye’deki kentsel mekânın üretilmesinde
aynı sistemin işletildiği gözlenmektedir. Politikacılar ve sermaye kesimi,
çoğunluğu Batı eğitimi almış resmî plancıların geliştirdiği planları kendi
eylemlerini, uygulamalarını aklamak için bir gerekçe, haklı göstermek için
bir özür olarak kullanmaktadırlar. Oysa, bu uygulamalar çoğunlukla
aklama belgesi olarak gösterilen planların özündeki düşüncelerle taban
tabana
zıttır.
geliştirilmiştir:
Yunanistan’da
siyasal
sonuçları
ve
Türkiye’de
seçimleri
benzer
etkileyebilen
‘çözümler’
yasa
dışı
yapılaşma; küçük toprak sahipleriyle küçük yükleniciler arasındaki
enformel ortaklıklarla yürüyen küçük ölçekli inşaat sektörü. Bu çözümlerin,
toplumsal bağlılığı ve istikrarı güçlendirmek, kırsal alanlardan göçenlerin
kente
entegrasyonunu
kolaylaştırmak,
ekonomik
büyümeye
katkı
sağlamak gibi pratik bazı yararları vardı.
Batı kentlerinin varoşlarında Atina Belgesi (Athens Charter)
ilkelerinin
uygulanmasıyla
ortaya
çıkan
büyük
komplekslerle
karşılaştırıldığında bu çözümlerin doğurduğu toplumsal olgunun çok daha
insanî ölçekte olduğu görülmektedir. Ne var ki, bu pratik çözümler bir
strateji planı kapsamına alınmadığı için zamanla her türlü işlevsel ve
çevresel sorunun kaynağı durumuna gelmiştir.
161
Batılı planlama yöntemi hem hiç esnek olmadığı için hem de
bölgenin içsel özellikleri nedeniyle dünyanın bizim yaşadığımız bu
bölgesinde etkisiz kalmıştır. Bölgenin içsel özelliklerinden birisi, daha
önce belirttiğim gibi, siyasal istikrarsızlıktır; diğer özelliği ise halkın
toprağa, mekâna ve konuta yaklaşımındaki kültürel farktır.
Mimarî ve Kimlik
Bunlara ek olarak göz önüne alınması gereken bir başka gerçek
de kültüre ve kültürel mirasa yönelik tavırdaki evrim ve değişikliklerdir ki
bunun da tarihî kentler üzerinde önemli etkileri olmuştur. 1970’lerin
sonlarına doğru Batı sanayi arkeolojisini icat edince, Paris’in sanayi mirası
birdenbire korunmaya değer konuma gelmiştir. Hemen hemen aynı
zamanda Atina Belgesi (ilkeleri) terk edilerek o zamanki belediye başkanı
–daha sonra Fransa devlet başkanı olan- Jacque Chirac tarafından Paris
için yepyeni bir politika ortaya atılmış ve gerçekleştirilmiştir.
Kentlerin tarihinde siyasal ayaklanmalar sonucunda her zaman
kültür mirasına yönelik radikal değişiklikler olmuştur. 1789 Fransız
Devrimi gotik anıtları harap etmiştir; bir buçuk yüzyıl sonra sanayi yapıları
egemen ideolojiye yenik düşmektedir. Her iki örnekte de verilen zararlar
bir kaç on yıl sonra derin pişmanlıkla anılmış, ayakta kalabilen yapıları
kurtarmak için çok ciddi çaba harcanmıştır. Tavırlardaki bu değişkenlik
mimarîyle kimlik arasındaki güçlü ilişki ile açıklanabilir.
Doğu Akdeniz’de ve dünyanın başka bölgelerinde son iki yüz
yıldır ‘ötekiler’ tarafından yapılmış yapılar, camiler, kiliseler ya da
sinagoglar ya yıkılmakta ya da harap olarak yıkılmak üzere kendi haline
terkedilmiştir. Son olarak Yugoslavya’daki savaşta ‘etnik temizlik’ ile
162
‘miras temizliği’nin nasıl birlikte yürütüldüğünü yeniden görülmüştür.
Bizim
Osmanlı
sonrası
dünyamızda
da
kent
mekânına
damgasını vurmuş olan imparatorluk anıları genç ulusal toplumlarımızın
kimliklerinin gelişmesinin önünde bir engel gibi görülmüştü. Ulusalcı
düşünce tarafından ele geçirilen kentler ya yeni kimlik stratejilerinin aracı
haline gelmişler ya da marjinalleştirilmiş, bir kenara itilmişlerdir.
Yunanistan’da Atina, 19. yüzyıl neo-klasik biçemin temsilcisi olan
merkeziyle ulusalcıların ‘Antik Yunan’ın kesintisiz sürekliliği’ ideasını
simgelemekteydi. Buna karşılık, büyük dinlerin ve kültürlerin kavşağı
olarak simgeleşmiş olan Selanik unutulmaya mahkûm edilmişti.
Ne tuhaftır ki, son iki yüzyıldır egemen olan ulusalcı yapılanma
bizim
kentlerimizdeki
simgesel
belirliliğin
(kestirilebilirliğin)
Batı
dünyasındakinden daha çok olmasını sağlamıştır. Her şeye kâdir ulusalcı
mitoloji kentlerde de herşeye yön vermiş, Batı kentlerinde görülen büyük
iniş çıkışlara olanak tanımamıştır.
Ancak, tarihsel deneyimler kültürel ve ideolojik eğilimlerin
değişmeye yatkın olduğunu göstermektedir. Böyle ulusalcı bir bakış açısı
İstanbul gibi bir örnekte, özellikle kültürel merkez söz konusu olduğunda,
belirlilik başarısını koruyamayabilir.
Globalleşme, göç, Avrupa’nın bölgeselleşmesi ve ulus-devletin
gerilemesi günümüzün jeo-politik ve jeo-kültürel keşmekeşinin değişik
yüzleridir. Belki, dünyayı sarsacak daha başka önemli, büyük olaylar da
olacaktır ama pek az kentte İstanbul’daki gibi evrimi yakalayacak ve
yorumlayabilecek potansiyel vardır.
163
Neden İstanbul?
Dünyadaki başka hiç bir kent, ne tarihsel ne de coğrafî açıdan,
İstanbul’un sahip olduğu simgesel değere sahip değildir. Bu simgesel
değer bazen Avrupa gerçeğinin tamamlayıcısı bazen de Batı gerçeğiyle
çelişkili diye yorumlanmaktadır.
Batılıların çoğu tarafından benimsenen ikinci yorum, İstanbul’un
paha biçilemez mirasının yanlış anlaşılmasından ya da bu mirasa kayıtsız
kalınmasından kaynaklanmaktadır. Dahası, Türk ulusalcılığı da, Osmanlı
geçmişinden uzaklaşma çabası içinde, eski başkentin marjinalleşmesini
teşvik etmiştir. O nedenle, İstanbul’un kültür mirası daha çok yabancı
ziyaretçiler için -ki çoğu ya bilgisizlikleri ya da ön yargıları nedeniyle bu
mirasın değerini anlayamaz- turistik çekim aracı olarak ele alınmaktadır.
Gelecekte ne var? Bu soru planlamadan çok siyasetin
konusudur. İstanbul’un tarihî bölümünün kaderi karar odaklarına bağlıdır;
ancak bu odakların her hangi bir planlama kurumu tarafından
durdurulması şöyle dursun, yönlendirilmeleri bile kolay değildir.
Aşağıda bazı olası yaklaşımlar sıralanmıştır:
A. Uluslararası sermayenin kenti ele geçirmesi
Yerel halkın yavaş yavaş kentten atılması; sağlıklılaştırma;
restorasyon ve yüksek nitelikli kentsel projeler; soylulaştırma. Bu yaklaşım
kabullenilirse, yüksek nitelikli konut alanları, pahalı turistik etkinlikler ve
çok-uluslu firmaların yapılarıyla geliştirilen tarihî merkez uluslararası
kozmopolitan burjuvazi için çok ‘moda’ bir yer durumuna gelecektir. Doğal
çevreye de olumlu etkisi olacak bu gelişme, tümüyle Batılı
164
bir ruha ve anlayışa teslim edilen İstanbul’un özgün kimliğine bir ihânettir.
B.Durağanlık (stagnation)
Siyasal açıdan bakıldığında, Kemalizm sonrası değişimlerin
yarattığı sıkıntılar İstanbul’un rolünü yeniden tanımlamaya yönelik her
türlü çabayı son derece hassas meseleler durumuna getirebilir. Kentin
tarihiyle ilişkisi geçmişindeki iki imparatorluğun dinsel ve anıtsal
simgelerine karşı benimsenen tutumda kendini gösterir. Bu ilişki kolay ya
da güvenli yanıtı olmayan siyasal soruları gündeme getirecektir. Böylesi
durumlarda genellikle minimalist ve teknokratik yaklaşımın ‘güvenli’
yoluna girilir. Bu yolda İstanbul gibi bir kentin kültürel potansiyelinin ve
olağan üstü olanaklarının bilmezden gelinmesine devam edilir.
C. Bölgesel bütünleşme (entegrasyon)
Jeopolitik
istikrarsızlık,
Avrupa’yla
olan
sıkıntılar
ve
globalleşmenin zorlamaları bölgesel bütünleşme rüyasının yeniden
görülmesine yol açabilir. Böyle bir projenin ideal odağı İstanbul olacaktır:
Kentin tarihsel kesimi geçmişin tüm farklılıkları, tüm zenginlikleri
canlandırma, bir simge, dinlerin ve kültürlerin bir sentezi durumuna gelme
fırsatına ve sorumluluğuna sahip olacaktır.
Planlama açısından (peyzaj, çevre) bakıldığında bu yaklaşımın
en iyi senaryo olmadığı görülür: Bu senaryoya göre mevcut toplumsal
doku sürdürüleceği, bir başka deyişle, Doğu ile Batının önemli kavşak
noktasını simgeleyen insan mirası büyük oranda korunacağı için çevre
kalitesinde en üst düzey yakalanamayacaktır; dinsel
165
anıtların ibadet yeri ve müze rolleri arasında bir denge aramak
gerekecektir; bugüne kadar varlığını sürdürebilmiş, Osmanlı’nın ya da bir
başka geçmişin temsilcisi olan kurumların görünür kılınması, kent
yaşamına katılmasını sağlamak gerekecektir.
Dolayısıyla, İstanbul’un tarihsel kesimi imparatorluk geçmişinin
yeniden kazanılarak modern, daha doğrusu post modern, bağlam içine
oturtulacağı bir simgesel laboratuar işlevi yüklenecektir.
Plancıların her zaman düşleri olmuştur. Bugün artık daha
gerçekçi düşler görüyor olabiliriz; çünkü teknokratik ütopyayı aştık;
kentlerimizi biçimlendiren güçleri denetleme kapasitemizin ne kadar sınırlı
olduğunu artık anladık. Hiç kuşku yok ki, geçmiştekinden daha alçak
gönüllüyüz.
Dünya geçmişte olduğundan daha az ya da daha çok kestirilebilir
bir dünya değil. Ama biz, bizi çevreleyen belirsizliğin daha çok
bilincindeyiz.
Bizim görevimiz, bizim sorumluluğumuz kestirilebilir bir geleceğin
fiziksel ve mekânsal boyutunu tasarlamak ve uygulamak değildir.
Plancılar ve vatandaşlar olarak bizim rolümüz, kentimizle ilgili siyasal
tartışmanın içinde plancı bilgisi ve kavrayışıyla yer almak, sonra da bu
tartışmadan çıkan ortak kararları olabilecek en iyi biçimde uygulamaktır.
Batılı
teknokratik
planlama
öğrenimimizin
sınırlarının,
zayıflıklarının artık farkında olduğumuza göre her birimizin yaklaşımının
farklı olacağını da biliyoruz. Plancılar olarak yaklaşımlarımız politik
düşüncelerimizle, ideallerimizle ve sosyo-kültürel köklerimizle yakından
ilişkilidir
ve
bunlara
bağlı
olarak
farklılaşır.
Bizim
166
farklılıklarımız kentlerimiz için olası planların çeşitliliğini tanımlar.
SUNUCU- “Tarihî Kent Merkezlerinde Planlama” konulu üçüncü
yuvarlak masayı açmak üzere Doç. Dr. İclâl Dinçer’i davet ediyorum ve
yuvarlak masanın katılımcıları İstanbul 2 No’lu Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kurulu üyesi Sait Karabulut, Kültür ve Turizm
Bakanlığı temsilcisi Mehmet Gürkan, İstanbul Büyükşehir Belediyesi
Tarihî Çevreyi Koruma Müdürlüğü’nden Cem Eriş, İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Planlama Müdürlüğü temsilcisi Muzaffer Şahin, İstanbul
Yenileme Alanları Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu Başkanı
Mehmet Erdal, İstanbul Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama
Bölümü’nden Prof. Dr. Nuran Zeren Gülersoy, Yıldız Teknik Üniversitesi
Mimarlık Bölümü’nden Doç. Dr. Cengiz Can, Arkitera Mimarlık
Merkezi’nden Ömer Kanıpak, Sulukule Platformu’ndan Neşe Ozan, Şehir
Plancıları Odası İstanbul Şube Temsilcisi Yrd. Doç. Dr. Pelin Pınar
Özden, Eminönü Belediyesi’nden Mahir Katırcı.
Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Günaydın. Belirsizlik Ortamında
İstanbul’un Planlama Gündemi toplantımızın üçüncü yuvarlak masasına
hoş geldiniz diyorum. Konu başlığımız “Tarihî Kent Merkezlerinde
Planlama”. Ben öncelikle panel davetimizi kabul ederek katılma nezaketi
gösteren konuşmacılarımıza şükranlarımı sunarak başlamak istiyorum,
daha sonra da sizlere katılımlarınız açısından teşekkür etmek istiyorum.
Raportör arkadaşlarımızı da takdim etmek istiyorum. Yrd. Doç. Dr. Elif
Örnek Özden ve Araş. Gör. Tolga İslâm - onlar da tutanakları tutacaklar.
Biliyorsunuz
Şehir
Plancıları
Odası’nın
geleneksel
İstanbul
Buluşmaları’nın ikincisi de yayınlanmak üzere bir program çerçevesinde
gidiyor. Geçen seneki yayınlandı, kapıda da dağıtımları zannediyorum
yapılıyor.
167
Çok fazla uzatmak istemiyorum, ama şunu da söyleyerek
başlamak istiyorum. Dünkü tartışmalardan da sizlere aktarmak ve
bağlantıyı kurmak istiyorum. Tarihî alanlarda belirsizlik ortamının
tartışılması aslında diğerlerine göre benim açımdan değerlendirildiğinde
çok daha büyük önem taşıyor. Çünkü biliyorsunuz 1950’li yıllara kadar
tarihî kentsel alanlarımız bir süzülme süreci yaşadı ve buranın gerçek
sahipleri oraları terk ederek gittiler. 1950’den sonra 80’lere kadar uzanan
süreçte ise göçle gelen büyük bir nüfus burayı yeniden üretti ve
kullanmaya başladı. Yoğunluğuyla, ekonomisiyle, aktivitesiyle korumanın
da geri plana itildiği bir dönem yaşandı. 90’larla birlikte tarihî merkezler
hem kamu tarafından hem de büyük ölçekli yatırımcılar tarafından adeta
keşfedildi ve böyle olunca da aktörler çoğaldı. Aktörlerin çoğalması
demek çatışmanın daha da çok artması demekti ve çatışma ortamından
çıkmanın bence yollarından biri de aslında belirsiz ortamlar yaratmak
diye tanımlayabiliriz, belirsizliği bir politika olarak benimsemek diye
tanımlayabiliriz. Bu ortamlarda hepimiz yaşıyoruz, ülke ölçeğinde, dünya
ölçeğinde yaşıyoruz, bunları biliyoruz.
Konumuzu daraltmak ve tartışmayı yürütmek açısından biz bu
paneli üç ana başlıkta ve ona yardımcı iki alt başlıkta tartışmayı
programladık. Bunlardan birincisi hukuk alanı. Hukuk alanı belirsizlik
ortamının en çok artırıldığı alan olarak karşımıza çıkıyor. Dün de çok açık
biçimde ortaya çıktı ki, çıkarılan yeni yasalarla hukuk bir anlamda
parçalandı. Hiyerarşik ve yatay ilişkileri kaybedildi. Bir yasada olan, diğer
bir yasada tekrarlanan ve birbiriyle çelişir hâle geldi. Bunu biraz sonra
sayın hocamız değerlendirecek. Bir alanımız bu tartışmada, özellikle de
koruma alanına geldiğimizde başımıza neler geliyor bu belirsizlik
ortamında, ona bakacağız.
168
İkincisi kamu alanını tartışalım dedik. Kamu alanında da tarihî
bölgelerin artan bu değeri nedeniyle birçok müdürlük, birçok kamu
kurumu yeniden oluşturuldu. Bunlar bir taraftan hiyerarşik süreçler
içerisinde ürünlerini elde etmeye çalışırken, ama diğer taraftan da bu
hiyerarşiyi bozan plan bütünlüğünü zedeleyen bir sürecin içerisine girildi.
Bunun yarattığı önemli olumsuzlukları ve belirsizlikleri tartışmak istedik.
Bilim alanında ise tabii artan teknolojiyle birlikte iletişimle birlikte bilim
alanı çok hızla değişir ve dönüşür hale geldi. Yeni bilgiler herkesin eline
ve önüne ulaşmaya başladı. Bu kavramları yanlış kullanmamıza ve
birbirimizi artık anlamamamıza neden olur hâle geldi. Üçüncü tartışma
alanımızı da böyle tanımladık.
Bunlara yardımcı olacak iki tartışma alanını da bu üretilen tüm
bilgilerin, yani kamu alanında, hukuk alanında, bilim alanında üretilen
tüm bilgilerin dağıtılmasında yaşadığımız problemler ve belirsizlikler
şeklinde belirledik. Yanlış bilgilendirmeler bilerek ve bilmeyerek toplumun
yanlış bilgilendirilmesi ve süreçlerin yanlış başlatılıp devam edilmesi
karşımıza çıktı. Bu konuda da bir tartışma alanı açtık. Bir diğer konu da
bir umut olarak başlayan sivil örgütlenme meselesi, bu da Türkiye’de
kendine özgü biçimde gerçekleşti. Bunun bir temsilcisini de davet ederek
bütün bu çerçeve içerisinde konuşmalarımızı yapmaya ve biraz aslında
bu belirsizlik ortamından nasıl çıkılıra mesajlar üretmeye çalışacağız,
amacımız budur. Bütün konuşmacıların herbir cümlesi bu anlamda bize
yön verecektir. Sayın konuşmacılara ben soruları yönlendirdim. O
soruların dışında da kendileri gayet serbest olarak konuşmalarını
sürdürecekler, deneyimlerini anlatacaklar ve listedeki sırayla başlamak
istiyorum. Önce hukuk alanına bakmak istiyorum ve sözü Sayın Sait
Karabulut’a vermek istiyorum. Sait Karabulut İstanbul 2 No’lu Kültür ve
Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun hukukçu üyesi, kendisi konumuzla
169
ilgili bilgi ve deneyimlerini bizlere aktaracak. Buyurun Sait Bey.
SAİT KARABULUT- Sayın Başkanım, değerli katılımcılar ve
konuklar; hepinize saygılar sunuyorum. Tabii bu soru başlı başına çok
önemli bir soru, dün tartışılan, bugün tartışma konusu olan, yarın da
gene tartışılacak olan bir konu. Çünkü hukuk her şey demektir. İnsan
hayatının, toplum hayatının, devlet hayatının her alanında olan bir
kavramdır, bir olgudur. Hukuksuz hiçbir şey olmaz. Soruya baktığımız
zaman, esasen sorunun içerisinde dahi hukukun bir sistem, bir düzen, bir
gerçek ve mutlaka uyulması ve uygulanması gereken bir kavram olduğu
karşımıza çıkıyor. Çünkü soruda hukuk alanının, planlamanın, korumanın
ve kent yönetiminin kamu yararına uygun olarak gerçekleştirilmesine bir
araç -ki, aracın yanında esas ve temel diye ifade etmekte yarar var- olma
özelliği devam etmekte midir? Hukuk buradaki ifadeye göre kamu
yararının gerçekleştirilmesinde bir esastır ve bir temeldir. Yani olmazsa
olmazdır.
İkinci kısmına baktığımız zaman sorunun, yoksa hukuk
belirsizlik ortamını yasal çerçeveye oturtan bir araç haline mi gelmiştir?
Tabii ki bu biraz önce de bahsettiğim gibi zaman içerisinde dün, bugün,
yarın tartışılan bir mesele ki, siyasetçilerimiz, idarecilerimiz ve biz kişi
olarak çoğu zaman hukuka uymayı çok sevmeyiz, hukuka uymak işimize
gelmez. Çünkü hukuk bir disiplindir, hukuk bir düzendir, hukuk bir
kaideler bütünüdür, hukuk geneldir, hukuk bağlayıcıdır, hukukun yaptırım
gücü vardır. Hukuktaki esas amaç toplum düzenini sağlamakta adalete
ulaşmaktır. Bütün bunlar olduğu zaman insan olarak, toplum olarak,
siyasetçi olarak, idareci olarak bazen hukuktan sapmak isteyebiliriz.
Nitekim hukuktan sapmalar da olmuştur. Bu bazen bilmeden, art niyetli
olmadan olmuştur, bazen de kasıtlı olarak hukuktan sapmaların olduğu
görülmüştür. Fakat enteresan bir şey vardır; bütün bilim
170
dallarında mutlaka o sistemin, o kuralın dışına çıktığınız zaman bir
düzeltme aracı olmayabilir, fakat hukukta bir düzeltme aracı vardır. O da
hukukun dışına çıktığınız zaman gene hukukla düzeltiyorsunuz. Yani
siyasetçiler, idareciler bir yasa veya yönetmelik veya tüzük tanzim
ettiklerinde, düzenlediklerinde bir yanlışlık varsa hukukun dışına
çıkmışlarsa bu gene hukuk organı olan ve millet adına yargılama yapan
bağımsız mahkemelerin önüne gidiyor ve bu mahkemeler bu yanlışlığı,
bu belirsizliği ortadan kaldırmaya çalışıyor ve nihayetinde kaldırıyorlar
da. Dolayısıyla hukukun hukuksuzluğa, belirsizlik ortamına araç olması
mümkün değil, ancak uygulamada bazı sorunlar çıkabiliyor. Bu
uygulamada çıkan sorunlar zaman içerisinde gideriliyor veya giderilmiyor,
bu süreç uzun süre devam edebiliyor. Fakat hukukun temel amacı
düzeni, istikrarı sağlamak ve belirsizlik ortamını kaldırmaktır.
Koruma hukuku, yani kentsel, tarihî kent merkezleri bakımından
baktığımızda bizim esasımız planlamayla ilgili ana kanunumuz olan İmar
Kanunu’dur. İmar Kanunu’nun altında diğer özel kanunlarımız var ki, bizi
ilgilendiren 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu. Bu
kanunun esas amacı tabii ki koruma, Eski Eserler Kanunu olarak
isimlendirilen 1710 sayılı Yasadaki sıkı koruma, olduğu gibi koruma, katı
koruma anlayışı 2863’le biraz yumuşatılmış olmasına rağmen zaman
içerisinde iki ana değişiklik daha yapılmış bu kanunda, biraz daha bu
koruma anlayışı günümüzün şartlarına göre şekillenmiş ve değişmiştir.
Yani sürdürülebilir bir koruma, yenileyerek koruma gibi birtakım
kavramlar bizim uygulamalarımızda ve mevzuatımızda yer almıştır.
Dolayısıyla bu uygulamaları yaparken 2863 sayılı Kanunda birtakım yerel
ve merkezî kurullar teşekkül etmiş; Yüksek Kurul, Bölge Kurulları. Bölge
Kurullarının tabii esas çalışmasını yasa olmasına rağmen uygulamada
şunu görüyoruz: İlke kararlarına çok büyük etkisi oluyor. Fakat ilke
kararlarının yeterli olduğu kanaatinde değiliz. Genel olarak
171
bu görüşteyiz. Çünkü ilke kararları her meseleyi, her sorunu çözmeye
yetmiyor ve zaman içerisinde de değişikliğe uğruyor. Hâlbuki yasada
şöyle bir hüküm var. Belki bu Yüksek Kurulun ilke kararları bakımından
Türkiye’de tek örnektir, ilk örnektir. İlke kararları yasa olmamasına
rağmen, yasal bir düzenleme olmamasına rağmen tüzük yönetmelik
hükmünde de olmamasına rağmen kanun koyucu öyle bir yer vermiş ki,
yasa değerinde, yani yasa anlamında bağlayıcılık hükmü var. Yani
sadece kişileri bağlamıyor, idareleri bağlıyor, mahkemeleri bağlıyor. Bu
konuda karar vermesi gereken, uygulama yapması gereken kim varsa
hepsini bağlıyor, ama buna rağmen ben kuruldaki görevim sırasında
şunu müşahede ettim, gördüm: İlke kararları sık değişmek zorunda
kalıyor. Tabii ki değişmeli, değişmemeli değil, ancak yargıdan çok
etkilenerek değişiyor. Hâlbuki ben bir hukukçu olarak şunu çok rahatlıkla
söyleyebiliyorum: Mahkemeler bir kurul kararı veya yüksek kurul kararı
verildiği zaman bu kararların hem yasa hem de ilke kararlarına
uygunluğunu denetlemek durumunda olmasına rağmen kurullar, bilhassa
yüksek kurul ilke kararları noktasında hemen değişikliğe gidiyor. Ben
bunun
doğru
olmadığı
kanaatindeyim.
Çünkü
mahkemelerdeki
bilirkişilerimizin -bir dosyada 2–3 bilirkişi atanıyor- çoğunun koruma
hukukuyla bir alakası yok, yani herhangi bir listeden bakıyorsunuz, bir
mühendis, bir mimar veya bir plancı koruma hukukuyla, korumayla hiç
ilgilenmemiş, ama bir rapor yazıyor, mahkeme bu rapora göre kararını
oluşturuyor. Tabii ki karara uymak zorundayız vatandaş olarak, idare
olarak ayrı mesele, ama yüksek kurul olarak o kararlar doğrultusunda da
kararların sık değiştirilmemesi gerektiği kanaatindeyim.
2863 anlamında tabii tarihî kent merkezlerinin korunmasıyla ilgili
hem tescilli yapılar hem sit alanları, sit alanları dediğimiz zaman da
koruma amaçlı imar planları ortaya çıkıyor. Daha önce koruma amaçlı
imar planlarının yapılmasıyla ilgili bir belirsizlik vardı.
172
Nihayetinde bizim bölgemiz Beyoğlu’nda şu anda 15 yıllık süre geçmiş
olmasına rağmen henüz plan yapılmadı, artı son değişiklikle birlikte 2
yıllık verilen süre içerisinde de plan yapılmadı ve bir yıl uzattık bunu,
gene plan yapılmadı. Peki, plan yapılmayınca ne oluyor? Artık
uygulamayı terk ediyorsunuz, bir nebze korumayı kısıtlıyorsunuz. Bu bir
yıllık süre içerisinde de bu yapılmadığı zaman o da bir belirsizlik ortamı
oluşturuyor. Koruma amaçlı imar planlarıyla ilgili olarak, plancı arkadaşlar
olarak hepiniz benden daha iyi biliyorsunuz, nasıl yapılır, nasıl uygulanır,
nasıl uygulanması gerekir? Bu konuda fazla bir şey söylemek
istemiyorum, bu kanunun altında yönetim alanı, yönetim planı ve alan
yönetimi diye ifade edilen bir uygulama ortaya çıktı. Bu da 2863 sayılı
Yasaya getirilen ek bir maddeyle belirlendi, bir de yönetmeliği var. Fakat
bu kanun çok iyi niyetli olarak, daha doğrusu bu düzenleme iyi niyetli
olarak ortaya konulmuş ve düzenlenmiş olmasına rağmen uygulanabilme
şansını ben hiçbir şekilde göremedim. Çünkü teşkilatlanma olarak
baktığınız zaman organa, Türk idarî teşkilât yapısına uymuyor. Yani
merkeze mi bağlı, yerel yönetime mi bağlı belli değil, artık kanunda
bakanlığa
verilen
yetkilerin
yönetmelikle
belediyeye
verildiğini
görüyorsunuz. Mesela Alan Yönetimi Başkanlığı, kanunda mutlaka
bakanlığın belirlenmesi gerekiyor, yönetmeliğe göre de kentsel sitlerde
Büyükşehir, onun dışındaki alanlarda da bakanlığın belirlemesi gerekiyor.
Diğer organlarının oluşumunda mesela taşınmaz malikleri kurullardan
birisine temsilci olarak atanacak. Taşınmaz maliklerinin bu temsilcisini
nasıl tayin edeceksiniz, nasıl belirleyeceksiniz? Bu hiçbir şekilde belli
değil. Gene “üniversitelerden bir yetkili, görevli atanır” deniliyor. Hangi
üniversiteden, kim, nasıl atanacak, kim atayacak? Bu da belirsizliğini
koruyor, artı bunun yanında ilgili kurumların, yani idare organın o alan
yönetimi planıyla ilgili olarak ilgili idare -ne demekse o da belli değiltemsilcisi atanacak. Bu temsilciyi kim nasıl atayacak, hem zaten yasada
173
bir madde yok, hem de yönetmelikte bütün bunlar düzenlenmemiş
durumda.
Alan yönetiminin de uygulanması tarihî kent merkezlerinde şu
haliyle mümkün gözükmemektedir. Tabii, en fazla tartışılan bir mesele de
adı uzun olan bir kanunumuz var; 5366 sayılı Yenileme Kanunu. Bu
kanun çok keskin bir kanun, radikal bir kanun, çok kesin sonuçlara
gitmeyi isteyen bir kanun. Kanunun amacında zaten genel gerekçesinde
bunu görüyoruz. Orada söz alanların, konuşmacıların çoğu çıktılar
“oradaki adam 400 lira maaş alıyor, 8 çocuğu var, bu adam çalışmıyor,
bu adamı ne yapacaksınız?” diye tartışma genelde bu minvalde geçti. Bu
doğru değil. Kanunun lafzı ve ruhu bakımında doğru değil. Kanun koyucu
açıkça diyor ki “ben buradaki sosyal yapıyı beğenmiyorum, bunu
değiştirmek istiyorum”. Kanun koyucu bu amaçla kanun çıkarırken siz
sosyal yapıyı koruma noktasında tartıştığınızda neticeye varmanız
mümkün değil. Dediğim gibi çok sert, çok radikal, çok yeni düzenlemeler
içeren en az 8-10 temel kanunu, temel ana kavramları içerisinde
barındıran, fakat birer cümleyle barındıran bir kanun. Tabii yenileme
alanlarının şehir planlamacıları arasında en büyük talihsizliği onları
tamamen devre dışı bırakmış durumda, plan hiyerarşisi tamamen
ortadan kalkmış durumda ki, düzelttiler, zannediyorum yeni bir tasarı var.
Onunla birlikte daha da düzeltilecek. Yeni kurulan kurulun sadece
yenileme avan projesiyle ilgili bir görevi, yetkisi vardı. Onu tamamen
diğer kurullar olarak doğru bir şekilde düzelttiler. Çünkü burada tevhid
yapmak isteyeceksiniz, ifraz yapmak isteyeceksiniz, tescil yapmak
isteyeceksiniz,
kamulaştırma
kararı
vereceksiniz,
tescilden
düşüreceksiniz. Birçok kurulların genel olarak görevlerine giren konuları
yenileme
kurulu
alamadan
bu
konuda
karar
projeyi
onaylayamayacağından ve diğer bu konuyla ilgili görevli kurulun da
bakması halinde iki başlık doğacağından, bunu doğru ve
174
isabetli bir şekilde yeni tasarıyla değiştiriyorlar. Zannediyorum kısa
dönem içerisinde bu tasarı da meclisten geçecektir. Ayrıca yenileme
alanlarında en büyük sorun ben şahsi olarak baştan bu tarafa mülkiyet
meselesinin, acele kamulaştırma meselesinin -ki, iskân meselesi daha
gündeme gelmedi, yargıda daha tartışılmadı- çok önemli olduğunu ifade
etmiştim. Danıştay İdarî Dava Daireler Kurulu bir yeni karar verdi. Orada
diyor ki;
1. Bakanlar Kurulu’nca -çünkü çok istisnaî bir yol kamulaştırmaacele kamulaştırılmasına karar verilen yerlerle ilgili olarak mahkemece
tespit yapmak gerekiyor. Yani acele kamulaştırmayı gerektiren şartlar var
mı, yok mu? Eğer bu koşullar varsa acele kamulaştırma yoluna git,
değilse önce otur anlaş, anlaşamazsan normal kamulaştırma yolunu izle,
normal kamulaştırma yolundan da gidemiyorsan ve acele kamulaştırma
yolu söz konusuysa ancak o zaman acele kamulaştırma yap. Bu çok
önemli bir karar.
2. Tabii bu kamulaştırmayla ilgili kısmı, kararın diğer bir kısmı da
Bakanlar Kurulu’nun acele kamulaştırma yapılıp yapılamayacağına hangi
kriterlere, hangi kıstaslara göre karar verdiğidir. Bunu da yargı kararıyla
belirle. Bu haliyle bu kanun -bizim bölgemizde olduğu için Tarlabaşı’nı
izleyebiliyorum-, Tarlabaşı’nda çok iyi niyetli çalışmalar olduğunu,
gerçekten kanunun hedeflediği, yani lafzına, biçimine uygun bir şekilde
bir yol izlendiği gözüküyor. En azından anlaşma tutanakları yapılıyor,
kamulaştırmayla ilgili henüz safhalara geçilmedi. Diğer kısımlarını
bilmiyorum. Genel olarak baktığımızda bu kanun bilhassa da şunu
vurguluyor; mutlaka buranın kanunda ifade edildiği şekilde çöküntü alanı,
yıpranan ve tarihî özelliğini kaybeden alan olup olmadığını araştır.
175
Yenileme alanlarının birçoğuna baktığınız zaman bu anlamda
kanunun amacına uygun mu? Pek uygun gözüktüğü söylenemez.
Yenileme
Kanunu’nun
en
büyük
sıkıntısının
da
şu
olacağını
düşünüyorum: Eğer bir tıkanma olursa gerek yargı kararıyla gerek idarî
yönden veya gerek mülkiyet açısından veya anlaşma yönünden korkarım
yenileme alanları tamamen bir enkaz alanına dönüşecektir. O da çok
vahim bir durum ortaya çıkaracaktır. Kısaca vaktimiz bitmek üzere, bir
hususu belirtmek istiyorum. Sabahki konuşmasında misafir hocamızın
anlattığı kısımla ilgili iki nokta vardı; İstanbul gerçekten çok önemli bir
şehir, yani yüzyıllarca dünya şehirlerinin baş şehirliğini yapmış bir şehir,
bir kültür şehri, medeniyetler şehri. Gerçekten gerek coğrafî olarak, gerek
yapı olarak, gerek tarihî olarak dünyada benzeri olmayan bir şehir.
İstanbul’u bu genel kanunlarla korumak mümkün değil, bir kere
İstanbul’da hocamın da başta ifade ettiği gibi belirsizlik ortamı istiyor
muyuz, istemiyor muyuz? İstemiyorsak sadece İstanbul’a has bir
düzenlemenin olması, mutlak surette yapılması gerekiyor. Bunu da ne
bizlerin, ne idarecilerin ne de yerel yönetimlerin yapması mümkün değil,
bu tamamen siyasî irade isteyen bir iş, hatta millî güvenliği ilgilendiren,
ulusal politikayı ilgilendiren bir mesele. Eğer İstanbul’u kurtarmak
istiyorsak mutlaka bazı haklara dokunmak zorundayız, mutlaka kamu
yararının gerektirdiği noktalarda gerekirse mülkiyet hakkında ve diğer
haklarımıza mutlaka sınırlama getirmek zorundayız ve çok temel bir
kanun yapıp bu kanun içerisinde de çok önemli icraî ve yaptırım gücü
olan birtakım organlar tesis ederek nispeten özerk yapıda bir sistem
kurmalıyız. Aksi halde İstanbul’u kurtarmamız mümkün değil, çünkü
İstanbul şehir kültürünü bu tarihî kent alanında yaşayanlar tamamen
kaybetmiş durumda. Dolayısıyla binalar terke zorlanmış durumda, terk
edilen binalar da şu anda çürüme aşamasında. Bunun bu haliyle şu
andaki mevcut düzenlemelerle düzeltilmesi mümkün gözükmemektedir.
176
Teşekkür ederim.
Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Sait Bey’e çok teşekkür ediyoruz.
Gerçekten çok temel yasaları dile getirdi. Ben izniyle bir ilâve yapmak
istiyorum. Dün de gündeme geldi, Özelleştirme Yasası içerisinde geçen
yeni ilâve haliyle artık “Özelleştirme İdaresi”, sit alanları dâhil olmak
üzere hiçbir denetime tâbi kalmadan plan yapma ve yine yanılmıyorsam
onama yetkisini kazanmış durumda.
Ben ikinci sözü Sayın Mehmet Gürkan’a vermek istiyorum. İki
şapkası var. Birincisi Kültür ve Turizm Bakanlığı şapkası, ikincisi ise
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Genel Sekreter Yardımcısı
kendileri, buyurun.
MEHMET GÜRKAN- Herkese günaydın. Dün de burada
şapkalardan birisiyle, ajans şapkasıyla genel sekreterimizin rahatsızlığı
nedeniyle kendisi adına bir konuşma yapmak üzere bulunuyordum.
Dünkü konuşma sırasında biraz daha üst çerçeveden planlamadaki üst
kademeden başlayarak bir sunuş yapmıştım. Bugün birazcık daha
detaya girerek özel olarak planlamanın koruma noktasındaki durumu
hakkında hem Bakanlık olarak hem ajans olarak neler yaptık, hangi
yöntemlerle yaptık, onlardan bahsedelim, hem de bu korunan alanlardaki
korunma araçları neler, onlardan bahsedelim istiyorum.
İlk olarak korumanın araçları olarak az evvel Sait Bey’in
bahsettiği
tüm
kanunlar,
tüm
yönetmelikler
mevzuat
içerisinde
tanımlanmış olan araçların da bir şekilde burada ifade edilmesi
gerektiğini düşünüyorum. Bu konularda 2863 sayılı Yasa İmar Yasası,
diğer yasalar Sponsorluk Yasası, Kültür Girişimlerini Teşvik Yasası ve
benzeri yasaların içerisinde geçen korumanın araçları
177
olarak kullandığımız birçok kavram var. Bunlar, hepimizi yakından
ilgilendiren kavramlar ve koruma amaçlı imar planı da bunların başında
geliyor. Yönetim planı, kurul kararları, yüksek kurul kararları, ilke
kararları, yenileme alanı, kültür yatırımlarının teşviği, sponsorluk,
bunların herbirini kanunların içerisinde geçen korumanın araçları olarak
değerlendirebiliyoruz. Neredeyse önümüze birer imkân birer araç gibi
konulmuşsa da birçok noktada tıkanmalar nedeniyle bunlar bir sorun
yumağı haline geliyor giderek ve bu sorun yumağı da giderek tarihî
çevredeki sorunların çözümünden ziyâde sorun üretimi sebebi haline
geliyor. Bugün koruma amaçlı imar planlarıyla ilgili yasadaki değişiklikle
beraber 2005 yılında da yönetmeliği çıktıktan sonra hepimizin beklentisi
mükemmel bir yasa, mükemmel bir yönetmelik dedik, koruma amaçlı
imar
planlarının
nasıl
yapılacağını,
kimin
yapacağını,
sürecini,
yapılmazsa neler olacağını anlatan bir yasa maddesiydi. Bu doğrultuda
da yönetmeliği çıktı, fakat bir baktık ki yine olmuyor. Bunun neden
olmadığının araştırılması lâzım. Bunun nedeni finansal nedenler mi,
teknik problemler mi? Hiç zannetmiyorum. Bugün yeni açılımlarla
beraber İl Özel İdarelerinde, yerel idarelerde, merkezî idarelerde koruma
için inanılmaz kaynaklar yaratıldı. Hepimizin cebimizden harcadığı, emlâk
vergileri için yatırdığımız paraya ilâveten ek vergiler geldi. Hepimiz bir
anlamda korumaya katkı sağlıyoruz. Bu katkılar, bu paylar toplanarak
büyük meblağlar ortaya çıkıyor. Bu meblağlarla beraber yapılması
mümkün olmayan neredeyse çalışma yok gibi gözüküyor, ama gene de
bunun işleyişinde bazı problemler olduğu ortaya çıkıyor ki, yine bazı işler
yapılamıyor,
yine
bu
sistem
işleyemiyor.
Neden
işlemediğinin
araştırılması lâzım. Her bir başlık belki bir arama konferansı sebebi bile
olabilir.
Yönetim planı konusuna baktığımızda; yönetim planı konusu
Türkiye’ye yeni gelen bir kavram, dünyada uzun yıllardan
178
beri kullanılan bir kavram. Türkiye’de ilk literatüre girişi, 2004 yılındaki
yine 2863 sayılı Yasadaki değişiklikle oldu. Yönetim planı için
önümüzdeki en stresli nokta gene İstanbul, çünkü neredeyse 2000
yılından, 2002 yılından beri yönetim planının yapılması öngörülüyor
UNESCO Dünya Miras Komitesi’nin kararlarında. Fakat bununla ilgili
mevzuat tam olmadığı için 2004 yılına kadar yapılamadı, 2004 yılından
sonra kanun yayınlandı, yönetim planı kanuna girdi, sonrasında
yönetmeliği çıktı. Fakat yine de birtakım sorunlar yaşanıyor. Şu anda
İstanbul’da bir yönetim birimi oluşturulmuş vaziyette. Yönetim birimi
aracılığıyla Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın işbirliği içerisinde yürütülmesi
gereken bazı hususlar var. Fakat bu noktada da yine tıkanma var.
Dediğim gibi çözüm için üretilen maddeler, bir noktada konularımızı
çözümsüzlük yumağı haline getirebiliyor.
Kurul kararları ve yüksek kurul ilke kararları gene korumanın
araçlarından olan iki temel unsur. Bu iki temel unsur olmadan zaten
koruma konusunda herhangi bir icraat yapmamız mümkün değil. Koruma
kurulları konusunda geçmiş yıllarda çok büyük sorunlar vardı. Sorun,
gelen konuların değerlendirme süreciyle alâkalıydı. Üç koruma kurulu
vardı İstanbul’da ve bu üç koruma kurulunun gündeminde yüzlerce konu,
yüzlerce gündem vardı. Dolayısıyla bir konu, bir başvuru geldiği zaman
aylarca, yıllarca bekleyen konular olabiliyordu. Bunun için çözüm olarak
yeni kurulların kurulması kararlaştırıldı. İlk başta yedi kurul kuruldu,
sonrasında beş kurul kuruldu, sonrasında yenileme kurulu oluşturuldu,
derken yenileme kurulu ardından geçen ay yeni bir karar daha çıktı,
İstanbul’a bir kurul daha kuruluyor. Böylece koruma kurullarındaki
bekleme süreci azaltılma yoluna gidildi. Fakat tabii ki bu yetmiyor. Teknik
personel problemi gene kendini gösteriyor, yine kurullarımızdaki sıkıntılar
çözümlenemiyor. Teknik personel katkısından sonra belki de bu sefer de
denilebilir ki, teknik donanım sıkıntısı. Teknik donanımı
179
çözersiniz belki araba sıkıntısı, yani korumada sorun bitmiyor, işin
açıkçası tarih’i çevrenin korunmasındaki sorunlar bitmiyor.
Hepimizin bildiği yenileme kavramı 2005 yılı sonundan itibaren
gündeme oturdu. Bazı çevreler çok olumlu yaklaşım getiren bir kanun
derken bazı çevreler de korunacak alanlar için çok sıkıntılı olduğunu
belirtiyor. Bundaki sebep bana göre yaklaşımdır, yani yenileme
alanlarının bir gelişim bölgesi olarak kurgulanması mı öngörülüyor, yoksa
yenileme
alanları
birer
kültürel
dokunun
korunurken,
gelişirken
korunması veya geliştirilirken korunması mı ya da sağlıklaştırılırken
korunması mı anlamında birtakım tartışmalar var. Bazı endişeli kişiler bu
alanların gelişim bölgesi olarak değerlendirildiği yönünde değerlendirme
yapıyorlar. Dolayısıyla yenileme alanı konusunda da karşıt fikirler her
zaman çarpıştı şu ana kadar, bir çözüm getirilmiş değil. İstanbul’da da
Tarihî Yarımada’nın neredeyse 2/3’ü yenileme alanı ilân edilmiş
vaziyette, bunun dışında da gündeme oturan “Sulukule Yenileme Alanı”
da bunların içerisinde en gündemde olan alan.
Bugüne kadar fazla gündeme gelmeyen iki konudan daha
bahsetmek istiyorum. Kültürel alanların korunmasında kullanılan iki
kavram; birincisi, kültür yatırımlarının teşviği, ikincisi de sponsorluk. Her
ikisi de birbiriyle ilintili olan konular, fakat maalesef aktive edilebilmiş
değiller şu ana kadar yeterince. Bazı çevreler, bazı girişimciler bu
kanunlardan, bu imkânlardan haberdar, ama yeterince bilgilenemedikleri
için bu iki araç yeterince kullanılamıyor. Bugün 5225 sayılı Kültür
Yatırımlarını Teşvik Kanunu der ki, eğer ki bir girişimci kültürel doku,
kültürle ilgili, sanatla ilgili, yayıncılıkla ilgili, kültürel mirasın korunması ve
restorasyonu, restütüsyonu ile ilgili bir çalışma yapmak istiyorsa bununla
ilgili teşvik uygulanır, devlet teşviklerinden faydalanır. Bu teşvikler şu
anda diğer sektörlerde olduğu gibi SSK primleri, elektrik,
180
su, telefon indirimleri, taşınmaz maldan faydalandırılma ve benzeri bir
dolu teşvik unsurundan faydalanma gibi unsurlarda yardımcı olma
konusunda kapı açmış vaziyette. Fakat maalesef yeterince kültür
girişimcisi bu konuda hareket etmiyor. Diğer konu da sponsorluk, şu ana
kadar sponsorluk konusunda çok büyük şirketler faaliyet gösterdiler. Bu
konuyu gelir vergilerinde olsun, yıllık vergi beyanlarının matrahlarındaki
indirimlerden faydalandırma şeklinde yöntemlerde olsun bu konuda da
sponsorluğun özendirilmesi öngörüldü, kanunu da çıktı. Bunun da
maddesi 5228 sayılı Kanun sponsorlukla ilgili, fakat yine dediğim gibi çok
büyük firmalar, çok büyük şirketler dışında küçük, orta ölçekteki şirketler
sponsorluk konusunda maalesef yeterince duyarlı değil. Bunların da bir
şekilde aktive edilmesi gerekiyor. Bunlarla ilgili yöntemlerin birlikte
saptanması gerekiyor. Şu anda benim aklıma gelen korumadaki temel
araçlar bunlar, bu araçların kullanılarak en doğru şekilde çözüm
üretilmesi
gerekiyor.
Çözüm
üretirken
de
çözümsüzlük
yoluna
gidilmemesi için çok büyük gayret sarf edilmesi gerekiyor. Teşekkür
ederim.
Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Ben teşekkür ediyorum Sayın
Mehmet Gürkan’a. Konuşma sırası Sayın Cem Eriş’te. Kendileri İstanbul
Büyükşehir Belediyesi Tarihî Çevre Müdürü. Buyurun Sayın Eriş.
CEM ERİŞ- Teşekkür ederim Hocam. Günaydın. Odamıza
böyle bir organizasyon yaptığı için öncelikle teşekkür etmek istiyorum.
Bana kadar gelen konuşmacıların bir kısım eleştirilerine katılmamla
beraber biraz daha eksi yönlerden, bardağın boş tarafından bahsettiler.
Ben size bu sabah bardağın dolu tarafından biraz bahsetmek istiyorum.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tarihî Çevre Koruma Müdürlüğü olarak
tarihî sit alanlarında, kentsel sit alanlarında yaptığımız çalışmalardan,
181
yenileme alanlarında yaptığımız çalışmalardan örnekler de vereceğim.
Tabii, sit alanları ve kültür varlıklarının bulunduğu alanlarda çok
fazla belirsizlik olduğu kanaatinde değilim. 2863’ten önceki mevzuatımız,
özellikle 2004’ten sonraki 2863’ün 5226’yla gelen ilâvelerde yer alan
fonlar, teşvikler, vergiler, muafiyetler, 5366, diğer kanunlar, kurul
kararları, yüksek kurul ilke kararları gibi bir dizi uygulamadan,
mevzuattan bahsedebiliyoruz. Koruma kurulları kararları dediğim gibi bu
açıdan biz İstanbul Büyükşehir Belediyesi olarak sit alanlarında ve
korunması gerekli kültür varlıklarıyla ilgili yaklaşımımızda bir belirsizlik
görmüyoruz. Gerek Tarihî Çevreyi Koruma Müdürlüğü olarak, gerek
Koruma Uygulama Denetleme Müdürlüğümüz olarak, gerek alan
yönetimi olarak bizim kafamızda bir belirsizlik yok. Problemler olmadığını
söylemiyorum, tabii ki problemler var. Mesela, buradaki bulunan değerli
misafirlere en son ne zaman Süleymaniye’yi gezdiklerini sormak
istiyorum. En son ne zaman gezdiniz, kaç kişi gezdi? Bakın, bir
problemden bahsediyoruz, 3-4 kişi. Süleymaniye derken külliyeyi
demiyorum sadece, sivil mimarî örneklerinin bulunduğu kentsel alanı
kastediyorum. O zaman tekrar gezmenizi lütfen tavsiye ediyorum. Bakın,
bakışınızda muhakkak ki bazı artılar oluşmaya başlayacak. Biraz daha
bardağı dolu tarafından görmeye başlayacağız. Bunu niye söylüyorum?
Dün Sayın Kültür Bakanımız vardı. Kendisiyle de Süleymaniye’yi tekrar
gezdik. Memnuniyetlerini ifade etti. Özellikle Süleymaniye’de Koruma
Uygulama Denetleme Müdürlüğümüzün yaptığı, yani 2004’ten sonra
mevzuatımızla yapılan iyileştirmeler az önce söylendi. Hakikaten ciddi
iyileştirmeler var. Biz bunları bir fırsat olarak görüyoruz. Eksikleri
olmasına rağmen bir fırsat olarak görüyoruz.
Netice itibariyle özellikle yoğunlaştığımız ki, şahsım itibariyle
son 5 yıldır Tarihî Yarımada’da kurul üyeliği yapmış olmam
182
ve şu anda Yenileme Kurulu’nda kurumumu temsîlen, ama bir mimar
olarak bulunmamdan dolayı edindiğim tecrübelerden dolayı bir sit
alanında koruma planı olsun veya olmasın çok ciddi mevzuat desteğimiz,
çok ciddi iyileştirmeler var. Büyükşehir Belediyesi olarak biz bunları bir
fırsat görüyoruz ve bu alanlara o şekilde yaklaşıyoruz. Buradan devamla
tabii ki ben konuyu özellikle Süleymaniye’ye getirmek istiyorum. Bildiğiniz
gibi Süleymaniye’de yenileme alanı Eminönü Belediye Başkanlığımızın
önerisiyle ilân edilmişti, yenileme alanı daha sonra Büyükşehir Belediye
Başkanlığımızla yapılan bir protokol gereği Tarihî Çevreyi Koruma Etüt
ve Projeler Daire Başkanlığı Tarihî Çevre Koruma Müdürlüğü olarak bu
alanda biz de bir aktör olarak alana girdik. Kanunda, mevzuatta
tanımlanan gerekleri yerine getirerek bu uygulama birimimizi kurduk.
Yaklaşık 30 senedir Süleymaniye dünya miras alanı, yani
UNESCO
heyeti
geldiği
zaman
önce
Süleymaniye’yi
gezdi.
Süleymaniye’yi gezdirdik, anlattık. Yaklaşık 30 senedir sit olan ve dünya
mirası
alanı
olan
Süleymaniye’nin
çok
iyi
durumda
olduğunu
söyleyemiyorduk. Fakat demin bahsettiğim fırsatlardan yararlanarak
özellikle yenileme alanı, yani 5366 sayılı Kanunun da bu alanla
örtüşmesinden, buranın yenileme alanı ilân edilmesinden sonra biz
hadiseye şöyle baktık: Tarihî Yarımada’nın koruma amaçlı imar planı var.
Her ne kadar bu koruma amaçlı imar planı usul yönünden iptal edilse de
bakın, şunu söyleyeyim; bu plan 2005’te onaylandı, 2008’de usul
yönünden 1/5.000’i iptal edildi. Fakat bugünkü kurulun, yani Suriçi’ne
bakan 4 numaralı kurul ki, tamamen üyeleri değişmiş bir kuruldur, -o
planı 2005’te onaylayan hiçbir üyesi bugün o kurulda değil- bu planı
tekrar geçiş dönemi yapılanma koşulları olarak kabul etti. Bu plana
yapılan itirazlar, planda birtakım iptal edilen hususlar ve plan notlarında
bazı iyileştirmeler yapılarak revize edilmesi hususunda da bir karar aldık.
Bu da bizim açımızdan çok önemli, yani aslında plan bir
183
bütün olarak koruma kurullarımız tarafından anlaşılmış ve sahiplenilmiş
vaziyette.
Bu koruma planı üzerine bir de Süleymaniye için 5366’nın
verdiği fırsatları biz ciddi olarak ele aldık. Özellikle İl Özel İdaresi valilik
fonlarından yararlanarak Süleymaniye’de tamamen özel mülkte, bakın
kamu mülklerinde hiçbir çalışmamız yok, orada tamamen sivil mimarî
örnekleri olan ahşap yapılar üzerinde uygulama birimimizi kurarak bir
çalışma başlattık. Yaklaşık 100 hektarlık bir alan olan Süleymaniye
yenileme alanı. Bu 100 hektarlık alanın yaklaşık 35 hektarlık 1/3’lük
kısmını da 5 etaba ayırdık ve proje ihalelerimize başladık. Hesap
ettiğimiz bu sivil mimarî örneği yapıların proje maliyeti geçen seneki
fiyatlarla hesap ettiğimizde 16 milyon TL. Bununla ilgili olarak İl Özel
İdaresi’ne 2863 sayılı Kanunun 12. maddesiyle getirilen imkân, vergi
fırsatını da kullanarak projelerimize fon oluşturmak için müracaat ettik.
Oradan bir katkı aldık. Şu anda kalan kısmıyla ilgili olarak da yine
ihalelerimiz devam ediyor. 2010 Ajansımıza da müracaat ettik, oradan da
bir katkı alacağız. Büyükşehir Belediyemizin imkânlarıyla ilk etapta
yaklaşık 150 tescilli sivil mimarî örneği özel mülkiyette ahşap yapının
projelerini
hazırladık.
Bunları
Yenileme Kurulumuza sunduk.
Bu
projelerimiz yaklaşık bir senelik bir süreç içerisinde Yenileme Kurulumuz
tarafından onaylandı. Şu aşamada da yapımla ilgili hem mal sahipleriyle
görüşüyoruz, hem de kiracılarla görüşüyoruz. Olayın sosyal boyutu var.
Her ne kadar yani alanda oranın çok özgün kullanıcılığı bugün kalmamış
da olsa, biz bugün yaşayan insanlarımızı da kesinlikle reddetmiyoruz,
hepsiyle 10’a yakın toplantı yaptık. Bunların hepsi kayıt altına alındı. Bu
toplantılarda problemleri dinledik, kiracılar da dahildi.
Sonuç itibariyle de şunu gördük: İnsanımızın fazla imkânı yok
bu binaları onarmak, ki bunlar çok ciddi ahşap yapılar, ve
184
bunlara bakmak hakikaten maliyetli. Hedefimiz burada şu oldu: Biz ilk
etapta belirlediğimiz bu alanda iyileştirme yönünde bir hareket temin
edersek bunun ciddi bir örnek teşkil edeceğini, insanımızın buna
inanacağını ve bu projemize destek vereceğini düşünüyoruz, bunun
olumlu sinyallerini de alıyoruz. Biz bu projeyi Büyükşehir Belediyesi
olarak
birebir
olarak
yaklaşımımızdan
Süleymaniye’de
bahsetmek
istiyorum.
yaşıyoruz.
Tescilli
Kısaca
kültür
proje
varlıklarına
yaklaşımımızdan önce bir kere özellikle şunu da belirtmem lâzım:
Yapılarımızı özgün malzemesi, özgün plan şeması ve detaylarıyla
korumayı hedefleyerek projelerimizi hazırladık. Koruma kurulu da bu
şekilde
onayladı.
rekonstrüksiyon
Ancak
projeleri
artık
arsa
hazırladık,
haline
ama
gelmiş
bunlar
da
parsellerde
tamamen
restütüsyona dayalı, restütüsyonu aynen rekonstrüksiyon olarak kabul
eden, güncel ihtiyaçları ve donatıları da içine yerleştiren projelerdir. Bu
projeleri hazırlarken tabii şunu da belirtmek istiyorum, buraya size de
getirdim, göstermek istiyorum. Özellikle proje müelliflerimizden Ali Talat
Bey’i takip etmelerini istirham ettik. Yüzyıl önce yaşamış Mimar Vedat
Kemalettin’in çağdaşından bir örnek vereyim, Beşiktaş İskelesi’nin
mimarı o dönemde İstanbul’da yapılan ahşap yapıların detaylarını
hazırlayan hocamız. Kendisine Allah rahmet eylesin diyoruz. 1920’lerde
Osmanlıca olarak basılmış, bunu bir özel belediye şirketimiz bastı.
Burada tanıtıyorum, arkadaşlarım hazırlık da yaptı. Bunun içerisindeki
detayların taranmışını da dışarıda 20-30 CD olarak ben sizlere
dağıtacağım. Çoğaltırsanız ve öğrencilerimize de verirseniz çok memnun
olurum. Bugün restore etmeye çalıştığımız o yapıların orijinal detayları,
çizimleri, malzemeleri, ölçüleri bu kitapta, burada hepsi var.
Sonuç itibariyle biz işi öyle bir noktaya getirdik ki, geçmiş kurul
kararlarıyla betonarme yapılıp ahşap giydirilmiş yapıların dahi projelerini
hazırladık. Çünkü bunlar yanlış uygulamalardı. Zaten çoğu
185
onaylı projesine bile aykırı yapılmış yıkım kararları olan binalardı.
Bunların da tamamen yeniden rekonstrüksiyon projelerini hazırladık. Şu
aşamada da yapım ihalesiyle ilgili çalışmalarımız var. İlk etapta 57 adet
sivil mimarî örneği yapının yüzde 60 yapım bedelini İl Özel İdaresi’nden
karşılattık, yüzde 40’ını da imkânı olan vatandaşlarımızla, olmayanların
da kendi kamu imkânlarımızla ve 2010 Ajansından alacağımız
yardımlarla, ödeneklerle inşallah bu sene sonunda yapım ihalelerini
gerçekleştireceğiz. Tabii, alanda KUDEB’in yaptığı çalışmalar da çok
ciddi örnekler teşkil ediyor. Bunlar da basit bakım onarım kapsamında
yapılan çalışmalar. Süleymaniye’yi bu çalışmalardan sonra bir kez daha
en azından gezmenizi tavsiye ediyorum. Bardağa biraz daha dolu
tarafından bakalım. Bu kısa süre içerisinde ben size bu kadar bilgi
aktarabildim, arzu eden arkadaşlarımıza müdürlüğümüzde de daha
detaylı bilgi vermek isterim. Teşekkür ederim.
Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Ben teşekkür ediyorum Sayın Cem
Eriş. Konuşma sırası Sayın Muzaffer Şahin’de. Kendileri İstanbul
Büyükşehir Belediyesi Şehir Planlama Müdür Yardımcısı. Buyurun Sayın
Şahin.
MUZAFFER ŞAHİN-
Teşekkür
ederim
Hocam.
Hepinize
saygılar sunuyorum. Biz 2000-2004 yılları arasında Tarihî Yarımada
planlarının yapımı sırasında bulunduğumuzdan, genelde kazanmış
olduğumuz tecrübelerden bahsetmek istiyorum. Ayrıca kamuda da
yaklaşık 14 yıllık şehir plancısı olarak bulunmuş olmanın getirdiği bazı
paylaşmak istediğim noktalar var.
Temelde kamuda plancıysanız pek sevilmezsiniz, burada
çalışan arkadaşlar var aramızda, onlar da bilirler, pek sevilmeyen kısmı
oluştururuz. Biz plancıların maalesef böyle bir kaderimiz
186
var. Bunu ümitsizlik olarak algılamayın, ama bu hep süreç itibariyle böyle
geldi. İnşallah böyle gitmez. Olayın bir boyutu var. Tarihî Yarımada
planları sırasında tabii birçok zorluklarla karşılaştığımız oldu. Mesela, bu
eski eserler hakkında arşiv var, 1920’li, 30’lu yıllarda Koruma
Kurulu’ndan önce GEYAK (Gayrimenkul Eski Eserler Anıtlar Yüksek
Kurulu) var, daha öncesinde de bu Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlıymış.
Bazı yayınlarda görüyorduk bunu, sonra gittik Millî Eğitim Müdürlüğü’ne;
“Böyle bir sürü şeyler var, eski eserlerle alâkalı mevzular var. Bunları
bize bir gösterin, bakalım, istifade edelim” dedik. Dediler “Bu bizde yok”
“Peki nerede?” “Bu kurulda” Biz her gün kurula gidiyoruz. “Böyle şey
varmış sizde, bak, Millî Eğitim Bakanlığı’ndan böyle diyorlar” Baktık,
kurulun 5. katında orada yağmurlar arasında, rüzgârlar arasında o
dosyalara ulaştık. Sonra tabii hepsini taradık, ortaya getirdik, ama bu
şekilde tuhaf mevzular da oldu. Böyle yaşadığımız birkaç örnek oldu.
Ben böyle madde madde değinerek gideceğim.
Bir de koruma planları üst idare tarafından pek bilinmez. Normal
imar planları bakımından biraz daha malumat olabilir, ama üst idare
noktasında farklı mesleklerden dolayı da bu olabiliyor. Mesela, bundan
önceki belediye başkanımız hukukçu da olması hasebiyle kendisine 2003
mayıs ayında, 1.5-2 saat boyunca konferans verdik, Tarihî Yarımada’yı
anlattık. “Ben böyle bilmiyordum, ben de arkadaşlara buğz ediyordum, bu
niye bitmiyor hâlâ yıllardan beri? Olay başkaymış” Bunu da kendileri o
tarihte ifade etti. Diğer alanlardaki planlar gibi değildir, malûm çok çeşitli
araştırmalar gerekir, çok teferruatlı detaylar koruma planlarında var.
Dolayısıyla üst idare noktasında böyle de bir mevzu vaktiyle geçmişti.
Bu noktada tabii yıllar itibariyle baktığımızda 2000’li yıllardan
beri geldiğimiz süreç içinde koruma planında çalışmış pek yetişmiş
elemanımız da o tarihte en azından kamuda yoktu. Tabii
187
bugün itibariyle bu konuda müdürlüklerimizde çeşitli kademelerde
koruma planı yapmış, bulunmuş arkadaşlarımız var. Ayrıca, kamuda
istihdam noktasında çeşitli meslek grupları, sanat tarihçileri, arkeologlar
da koruma planlarında artık yönetmelik gereği de çalışıyorlar. Ancak
gene de bazı eksiklerimiz var. Geçmişe nazaran daha iyiyiz, ama bazı
eksiklerimiz var.
Geçtiğimiz zaman içinde yine arşiv ve envanter hadisesi oldu.
Özellikle o tarihlerde daha bilgisayarlar yeni yeni gelişiyordu. O zaman
Pentium bilgisayarlar yoktu, yeni yeni daha gündeme geliyordu. Biz
bütün Tarihî Yarımada’yı, yaklaşık 50.000 civarında yapıyı o tarihte bir
sayısal veri tabanı sistemine girmiştik. O da bu tarih itibariyle
başladığımız güzel olan şeylerden biri oldu.
Bunun dışında kurumlar arası iletişim noktasında yine o
tarihlerde birçok sorunlar olmuştu, ama bugün geldiğimiz noktada bunlar
daha iyi bir seviyede şu anda kamu kurumları arasında, bunu söylemek
mümkün. Plan yapımı sırasında yaşadığımız birkaç mevzu olmuştu. Bir
kamu kurumu Tarihî Yarımada’da 20-25 katlı bina yapmak istiyordu.
Bayağı da bastırıyorlardı o tarihte. Dedik, etmeyin eylemeyin, bu olmaz.
Tarihî Yarımada burası, Esenler’i hep örnek veriyorum ben, “Esenler
değil burası” dedik. Biraz da Kurula atarak “Bak, Kuruldan da geçmez bu”
çok üzerinize gelince insanlar, kamu kurumları, özellikle idareciler,
yöneticiler “Bu geçmez, Tarihî Yarımada siluettir, tarihtir, medeniyettir”
dedik, sonra onları zor belâ ikna ettik. Biliyorsunuz Tarihî Yarımada
planlarında 5 kattan daha fazla yapı yapılamıyor. Bu tür şeyler de plan
çalışması sırasında geldi.
Bunun dışında bütüncül planlama noktasında bir şeyler
söylemek gerekirse özellikle Beyoğlu Planı Sait Bey’in bu
188
konuda “plan hâlâ yok” gibi ifadesi oldu. Doğrudur, plan yok. Fakat 2003
yıllarında biz o tarihte görevli bulunduğumuz Planlama Müdürlüğü’ne bir
plan göndermiştik. Geri geldi. 2004’ten sonra yeni kanun kapsamında
planı tekrar ele aldık, tekrar gönderdik, yine geri geldi. Sebep de bildiğim
kadarıyla benden sonra karar verilmiş olan bir hadiseydi, orada 5366
sayılı alanlar da planlanmış gibi görünüyordu. Hâlbuki biz o planda o
alanları belli bir lejant içine alıp bunların 5366 sayılı Yasa kapsamında
değerlendirilmesi noktasında plan notlarımız da vardı. Biz şuna
inanmadık hiçbir zaman; yani siz plan yapıyorsunuz ortada beyaz beyaz,
hiç öyle şey olmaz. Burada herhalde kimse buraları bırakın, filan diyecek
kimse yok herhalde, ama maalesef onu biraz da kuruldaki hocalarımıza,
yani olmuyor, böyle beyaz bırakıp ondan sonra bu şekilde yol nereye
gidecek? Yenileme alanı içine girecek, nereye girecek? Yolluk var,
kenarında, sağında solunda, maalesef bunun da iyi değerlendirilmesi
lâzım. Kamuda plan yapmak -yap gönder- kolay olmuyor, onu meclisten
geçirmek, hazırlamak, ortaya koymak çok uzun zaman alıyor. Maalesef
bunların da görülmesi lâzım. Özellikle kuruldaki hocalarımızın buna
dikkat etmesi lâzım, yani çok basit bir şekilde hazırlanıp gelmiyor Kurula.
Hele meclisten geçmesi ayrı bir derya, o ayrı bir mesele.
Bunun dışında notlarım arasında bir de serbest çalışan plancı
arkadaşlarımıza söyleyeceğimiz birkaç mevzu var. Görev yaptığım
sırada sit alanı Sarıyer’deydi galiba. Komple yeşil alan, tutmuş
arkadaşımız hepsini yeşilden çıkarmış. Olmaz bu iş, plancıyız değil mi?
Evet, ama bunun makûl bir ölçüsü var, en azından yarısını yap. Hepsini
konuta açmış. Biraz da meslekî etik lâzım, adam olmak lâzım. Fazla lafa
hacet yok, adam olmak lâzım. Bunu hep ilkokulda söylerdi hocalarımız,
ama biraz adam olmak lâzım. Vatandaş istedi diye al yeşili olmaz, doğru
değil. Arkadaşlarımızın bunu elemesi lâzım. Herkesin bulunduğu
seviyede bu mesleğe biraz dikkat etmesi lâzım, yani biraz
189
aşağı seviyelere inince bu işin artık ölçüsü kaçıyor. Buna dikkat
edilmesinde fayda var.
Bunun dışında zaman da kalmadı, ama hocam biraz da
bilirkişiler hakkında bilgi vermek istiyorum. Özellikle Tarihî Yarımada
konusunda bizim o tarihlerde danışman hocalarımız vardı. Anlattık,
burası şöyle şöyle defalarca konferanslar verdik. Kayıtlar var. Tamam,
her şey iyi, güzel, eleştiriler de oldu, değiştirdik. Tekrar tekrar, hepsi
kayıtlı. Fakat bu sefer iptal mahkeme noktalarında bir baktık ki, iş değişik.
Hocam, konuştuk bunu “tamam” dedin. Şimdi niye aksini yazıyorsun?
Olmaz ki böyle şey, doğrusu biraz hocam eleştiri olarak kabul edin, ben
de bunları pek doğru bulmuyorum. Ben teşekkür ederim, sağ olun.
Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Sayın Şahin’e teşekkür ediyoruz.
Mahir Katırcı Eminönü Belediye Teknik Başkan Yardımcısı katılamadılar.
Sayın Gülşen Özaydın İstanbul 3 Numaralı Kurulun eski üyesi sıfatıyla
katılacaklardı. Onlar da mazeret belirtti. İstanbul Yenileme Alanları Kurul
Başkanı Mehmet Erdal da mazeret belirterek panelimize katılamadılar.
Ben sözü Sayın Hocam Nuran Zeren Gülersoy’a vermek istiyorum.
Buyurun Hocam.
NURAN ZEREN GÜLERSOY- Teşekkür ederim. İclâl Hoca
tarafından bana yöneltilen soru “bilgi”yle ilgiliydi. “Genelde şehircilik
disiplini, özelde koruma bilim alanında yer alan bilgilerin çok çeşitlilik
içermesi meslekî uygulamalarda bir fırsat mıdır, yoksa bazı durumlarda
tehdit mi oluşturmaktadır?” Bu çerçevede bilginin çeşitliliğinin meslekî
uygulamalarda fırsat mı, tehdit mi olduğunu tartışacağım.
Aslında bilgi belirsizlik ortamını tanımlayan araç bana göre,
onun için de önce izin verirseniz bilgiyi tanımlamak
190
istiyorum. Konunun uzmanları bilgiyi insanla obje arasındaki ilişki olarak
tanımlıyorlar. Bir başka ifadeyle de bilgi insanın bir varlığı bilme, tanıma
ve anlama sonucu ortaya çıkan ürün. Burada bilen, insan kuşkusuz, obje
ise bilinen, bilinmek istenilen varlığın kendisi. Bana yöneltilen soruda,
bizim örneğimizde obje şehir, şehir planlama, tarihî çevre ve koruma.
Tabii, bilmesi gereken varlık da insan.
Bilginin, ilgili kaynaklara baktığımızda çok değişik çeşitleri,
türleri var. Gündelik bilgi (diyorlar) denilen; insanın günlük yaşamında biriki deneyimden sonra genellemelere ulaşması şeklinde ortaya çıkan bir
bilgi türü var. Örneğin, midesi ağrıyan birinin kekiği kaynatıp içtikten
sonra ağrısının geçmesi üzerine “kekik suyu her türlü mide ağrısına iyi
gelir” demesi gibi… doğru mu acaba? Evet, belki bazı mide ağrılarına iyi
gelir, ama hepsine iyi gelir mi? Gündelik bilgiler, bu tür bilgilerdir, duyu
organları aracılığıyla basit denemeler sonunda elde edilir. Bazen bu duyu
organı kulak da olur ve başkalarının deneyimi de kulaktan dolma
gündelik bilgiler şeklinde aktarılabilir. “Evin tescillenirse bir çivi bile
çakamazsın”, “kurul bir çivi çakmamıza izin vermiyor” veya “ben bu
ahşap konağı yakarsam yerine beş katlı bir betonarme bina yapabilirim”.
Gündelik bilgi, sübjektif ve özel olarak tanımlanıyor. Sonuçları kesin
değil, çoğunlukla doğru da değil, duyulara dayanıyor, düzensiz,
sistemsiz, yöntemsiz, bireysel ve özel, kesinlikle evrensel değil ve genel
geçerliği de yok.
İkinci bilgi türü tartışmak istediğim bilimsel bilgi; deney ve
gözlemlerle akla dayanarak elde edilen kesin ve sistemli bilgi. Formel
bilimlerde matematik ve mantık, doğa bilimlerinde fizik, kimya, biyoloji,
insan bilimlerinde sosyoloji, psikoloji, antropoloji bilimsel bilgi kullanılıyor.
Bilimsel bilginin özelliklerini de hepimiz çok iyi biliyoruz. Kesinlikle
objektif, sonuçları kesin, akla dayanıyor, sistemli, evrensel,
191
tüm dünyaca benimseniyor, sonuçlara ulaşmakta deney ve gözlem
yöntemi çoğunlukla kullanılıyor. Üst üste biriken, yığılan, gelişen,
ilerleyen bir özelliği var. Çoğunlukla merak ve hayret sonucu ortaya
çıkıyor, nedensellik ilişkisine dayanıyor. Sonucunda yasa ve kuramlara
ulaşıyor.
Bunu da bir kenara koyduktan sonra üçüncü bilgi türüne
bakalım; buna da teknik bilgi diyoruz. İnsanın günlük yaşamını
kolaylaştırmak amacıyla araç, gereç yapımıyla ilgili bilgidir. Bilimsel
bilgiye dayalı teknik bilgi, genelde teknik bilgi olarak tanımlanıyor. Çünkü
aslında gündelik bilgiye dayalı teknik bilgiden de söz edilebiliyor.
Gündelik yaşantısındaki deneyimlere dayanarak insanlar birtakım araçgereçler geliştirebiliyorlar, ama bizim teknik bilgi dediğimiz bilimsel bilgiye
dayalı teknik bilgi. Teknik bilgi de objektif, akla dayanıyor, sistemli, o da
evrensel, insana yarar sağlıyor, insan yaşamını kolaylaştırıyor, o da
ilerleyen özelliğe sahip pratik bir uygulama ve teknik bilginin amacı
üretmektir.
Dördüncü bir bilgi var yine bilgi konusundaki uzmanların
tanımladığı; bu da sanat bilgisi. İnsanın çevresindeki olaylar ya da
nesneler karşısındaki duygularını, heyecanlarını değişik biçimlerde ifade
etmesiyle ortaya çıkan bir bilgi. Örneğin, edebiyat, resim, müzik
alanlarındaki eserler, bu eserlerin yaratılabilmesi tabii doğal birtakım
özelliklere sahip olmayı da gerektirir, ama sonuçta bir sanat bilgisi olarak
tanımlanabilir. Sübjektif, kesin sonuçları yok, ama akla dayanıyor,
sistemli ve düzenli diye tanımlanabiliyor. O da evrensel, eleştirici bir yanı
var. Merak ve hayret sonucu da ortaya çıkıyor. Üst üste birikebiliyor, ama
yığılmasına rağmen ilerleyemeyebiliyor.
192
Bir diğer bilgi türü de dinî bilgi olarak tanımlanıyor ya da belki bu
bilgi türüne manevî bilgi de diyebiliriz. Tanrının insanlara peygamberler
aracılığıyla vahiy yoluyla bazı emir ve yasaklar bildirilmesi şeklindeki
kutsal olanla bunun karşısındaki insanın konumunu ifade ediyor. Dinsel
bilgiye kesin imanla inanılıyor, eleştirisi yapılmıyor ya da yapılamıyor.
Mutlak gerçekliği inceliyor. Dinî bilgi dogmatik, sonuçları kesin vahiye
dayanıyor.
Sistemli
ve düzenli
sayılabilir,
evrensel, akıl
ötesini
aydınlatmayı amaçlar. Bireyi ve toplumu ilgilendiren kurallara dayanır,
ibadet biçimi ve ahlâk kurallarını içerir.
Son bilgi türümüz felsefi bilgi. Felsefi düşünceyle genel geçer ve
kesinlikten uzak, ama önyargısız, iyi temellendirilmiş güvenli ve tutarlı
olarak ortaya konulan bir bilgi türü tanımlanıyor. Felsefi bilgide her sorun
aklın süzgecinden geçebiliyor, açıklamalarında bitmişlik ya da kesinlik
yok. Filozofun kişiliği önemli rol oynuyor bu bilginin gelişmesinde;
sistemli, düzenli ve birleştirilmiş bir bilgi olarak tanımlanıyor.
Bilgi konusundaki temel tanımları ve türlere baktıktan sonra
tekrar sorumuza dönelim: Genelde şehircilik disiplini, özelde koruma
bilim alanında yer alan bilgilerin çok çeşitlilik içermesi meslekî
uygulamalarda bir fırsat mıdır, yoksa bazı durumlarda tehdit mi
oluşturmaktadır? Bu bilgiler eğer bilimsel bilgiler, bilimsel bilgiye dayalı
teknik bilgiler ise ve birbirleriyle çelişmiyorlarsa meslekî uygulamalarda
tartışmasız ve kuşkusuz fırsattır. Ancak bu bilgiler gündelik bilgi ya da
gündelik bilgiye dayalı teknik bilgi niteliği taşıyorlarsa o zaman gerçekten
ciddi tehditler oluşturabilirler.
Dün akşam bu konuyu yanıtlamaya çalışırken sürekli elimde
dolaştırdığım kitaplara tekrar baktım. Doğan Kuban’ın Tarihî Çevre
Korumanın Mimarlık Boyutu Kuram ve Uygulama kitabına,
193
Zeynep Ahunbay’ın, Restorasyon, Cevat Erdel’in Tarihî Çevre Bilinci,
Tarihî Çevre Kaygısı kitabına tekrar baktım. Bu kaynakları içerikleri ile
tekrar inceledim ve kuşkusuz bu kaynakların tartıştığımız konularda
bilimsel bilgilere ve bilimsel bilgilere dayalı teknik bilgiler içerdiğini bir
kere daha gördüm. Evrensel, objektif, sistemli, nedensellik ilişkisine, akla
dayanan bilgiler içeriyor. Bu konularda çok sayıda kitap var, hepsini
sayma olanağım olmadığı için bunlardan bahsettim. Bazılarında deney
ve
gözlem
kullanılmış,
uluslararası
benimsenmiş
anlaşmalara,
uluslararası örgütlerin belirlediği kurallara, yasa ve kuramlara yer
verilmiş, bazıları sanatsal, bazıları felsefî bilgiler içeriyor. İçindekilere
baktığımızda sonuç olarak çok çeşitlilik içerdiğini görüyoruz. Sorumuz
“çeşitlilik, meslekî uygulamalarda fırsat mıdır?” dı ya, bu kitaplardan
aldığımız bu bilgiler gerçekten bizim için meslekî uygulamalarda çok
yararlı fırsatlar tanımlıyor.
Bazı yayınlarınsa gündelik bilgi niteliği taşıdığını görüyoruz.
Sübjektif, bireysel, sistemsiz, yöntemsiz ve evrensel bilgi. Günlük gazete
haberleri şeklinde… Öyle yayınlarımız da var, böyle çalışmalar da
maalesef var. Genel geçerliği yok bunların, bu bilgiler eğer çok yanlış
değillerse
bir
değerlendirilebilir,
ölçüde
ama
söyleyenin,
doğru
yazanın
sonuçlara
görüşleri
varmayan
olarak
sübjektif
değerlendirmelerse özellikle konuya çok da hâkim olmayan gençler
tarafından kaynak olarak kullanılıyorsa ciddi tehlike yaratabiliyor.
Yürüttüğüm ya da jüri üyesi olarak bulunduğum tezlerde zaman zaman
başta günlük bilgi olarak adlandırdığım bu sübjektif değerlendirmelerin
bilimsel bilgi gibi kullanıldığını görüyorum, bunu hepimiz zaman zaman
görüyoruz. Eğer bu “bilgi çeşitliliği” sayılırsa gerçekten tehdittir.
Konuya bir başka açıdan tekrar baktım dün akşam, koruma
başlığını taşıyan yabancı kaynakları tekrar inceledim.
194
Hiçbirinde bu alanlara yapılacak müdahaleler içinde urban renewal
(yenileme karşılığı) ifadesine rastlamadım. Bu kitapların indekslerini “Koruma” başlığı altındaki kitaplardan söz ediyorum- teker teker yeniden
taradım, urban renewal kelimesi bir-ikisinde vardı, hemen o sayfalara
atlamış olabilir miyim diye tekrar baktım. Koruma anlayışı gelişmeden
yaygınlaşmadan önce yenileme yaklaşımının söz konusu olduğuna ilişkin
eleştiriler var. Oysa bizim koruma alanımız içinde yenileme alanlarımız
var. Bu yenileme alanları eğer benim bu sözünü ettiğim literatürdeki
urban renewal-yenileme-yıkıp yeniden yapma anlamında ise böyle bir
bilimsel bilgiye ben rastlamadım. Ayrıca, bizim koruma kurullarımız
dışında yenileme kurullarımız var. Eğer bu alanlar gerçekten koruma
anlamıyla
korunuyorsa
niye yenileme alanları,
koruma
şeklinde
korunuyorsa neden koruma kurulları değil? Bu benim için pek bilimsel
olarak
kendi
kendime
de
öğrencilerime
de
anlatamadığım,
açıklayamadığım bir yaklaşım. Bunu önerenler herhalde bunun bilimsel
bilgi kaynağını biliyorlardır, ama ben henüz ulaşamadım. Tabii ki benim
bu yorumlarımı da sübjektif yorumlar içeren gündelik bilgiler olarak da
değerlendirebilirler.
Kaynaklarda korunması gereken alanlarda transformasyon
ifadesine de rastlamadım. Transformasyon eğer dönüşüm anlamında
kullanılıyorsa koruma alanlarında, transformasyon daha çok 19 ve 20.
yüzyıl endüstri mimarîsinin liman ve fabrikalara bağlı gelişmiş yakınındaki
konut alanlarının işlev değiştirerek yeniden işlevlendirildiği alanlarda ya
da liman alanlarında kullanılıyor. Tescilli kentsel sit alanlarında pek
transformasyon ifadesine de dediğim gibi rastlamadım. Transformasyon
değil, daha çok “control of change” yani “değişimin kontrolü” kullanılıyor.
Sağlıklaştırma, canlandırma anlamında rehabilitasyon, regeneration,
revitalization gibi ifadeler gerçekten var. Biz bu “dönüşüm” kelimesine de
195
literatürdekinden farklı, uluslararası literatürdekinden farklı bir tanım
getiriyoruz.
Ülkemizde geçerli çok çeşitli tanımlar, müdahale türleri ve çok
sayıda ve birbiriyle çelişen yasalar, yetki karmaşası yaratan kurumlar
insanla obje arasındaki ilişki olarak tanımlanan bilgi çerçevesi içerisinde
değerlendirilirse, kuşkusuz tarihî alanların çağdaş anlamda bütünleşik
korunması konusunda zaman zaman tehdit yaratan unsurlar olarak
değerlendirilebilir diye düşünüyorum. Teşekkür ederim.
Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Çok teşekkür ediyorum Hocam.
Hemen sözü sırayla gittiğimiz zaman Sevgili Cengiz Can’a vereceğim.
CENGİZ CAN- Teşekkür ediyorum. İki şey çok zor dünyada,
hep ben böyle düşünmüşümdür. Birisi film çekmek, birisi de plan
yapmak, yani kentlerin planlanması. Çünkü filmde de biliyorsunuz renk
var, doku var, hareket var, mekân var, konu var, aktörler var, burada da
var. Bir de koruma alanının planlanması olursa iş daha da zorlaşıyor.
Film çekme işinde bulunmadım, ama koruma planlamasında bunu
yaşadık da, hakikaten zaten temel ilkeler vardır. Biliyorsunuz, hatasız
plan olmaz. Bu işi bitirmenin sonu olmadığını da biliyoruz. Onun için bu
belirsizlik çok zarif ifade edilmiş, bence bu bocalama normal bir şey,
tarihî alanların, kentsel mekanların korunmasıyla ilgili birikim zaten
dünyada bilimsel olarak epey yeni, bizde daha da yeni. Epey çalışma
var, ama gene de bu bocalama normal, olması lâzım. Her zaman da
olacaktır hakikaten.
Ben tabii restoratörüm, çoğunuz biliyorsunuz ve o noktadan
bakıyorum, bir koruma uzmanı olarak bakıyorum. Biraz sonra söz
edeceğim bu tarihî mekanların, kentsel mekanların tarihî
196
mekan olarak korunması düşüncesi koruma, restorasyon, kuram ve
felsefesinin yaygınlaşmasıyla mekanda oluşan bir şey bana göre, bizim
meslekte olanlara göre. Tabii ki, tarihî çevre dediğimiz zaman onun
korunmasıyla ilgili çok ciddi disiplinlerarası çalışma gerekiyor ve birçok
bilim alanında uzmanların katılımı gerekiyor. Bu giderek ben bu kısa
yaşamımızda bile bunun ne kadar hızlı Türkiye’de yaygınlaştığının
şahidiyim. Bundan 30 sene önce baktığımız zaman biz çok yalnız
hissederdik
kendimizi
restorasyon,
koruma,
teoriler,
felsefe
kavramlarında, şimdi hakikaten çok mutluyum, o kadar çok bilim
alanından insan bu alanda çalışıyor ki, çok da hoş birşey. Yalnız hemen
şunu söylemek lâzım, yine de çok ihtiyaç var, çok az kişi var. Bir küçük
örnek hep beni etkilemiştir. Zannediyorum 30.000 mimar var Türkiye’de,
restoratör sayısı çok az, bilmiyorum 1.000’i bulmamış da olabilir. Zaten
bunlardan bir bölümü de başka alanlarda çalışıyor, ama Türkiye
biliyorsunuz korkunç bir kültürel mirasa sahip ve mimarlık uygulaması
büyük oranda da giderek de artarak tarihî merkezlerde yapılıyor. O
zaman bu mimarların doğrusu restorasyon ve koruma alanında, tarihî
çevre alanında yetişmiş olması lâzım. İtalya’ya baktığımız zaman ki,
orası da bizim kadar çok tarihî geçmişi olan bir coğrafya, mimarlık eğitimi
biliyorsunuz orada dörde ayrılıyor. Ortalama tam bir rakam bilmiyorum,
onlar da veremediler, ama mimarların ¼’ü orada restoratör. Burada da
öyle olmalıydı, yani bunda çok geç kalmışlığımız var, sayımız çok az.
Hakikaten bu belirsizlik ve bocalama da buradan geliyor, ama son
yıllarda büyük gelişme de olduğunu, bizlerin ve mezunlarımızın çok etkili
olduğunu ve diğer bilim alanında hakikaten kendini yetiştiren ve çok iyi
bu işe katılan uzman arkadaşların -burada da dinlerken onu düşündümolduğunu görüyoruz ve bu alandaki katkıların çok önemli olduğunu
düşünüyorum.
197
Bir yandan da bu risk deyince hakikaten birkaç senedir dile
getirdiğim Türkiye’de büyük risk var. Türkiye bundan 15-20 yıl evvel
hayâl bile edemeyeceğimiz bir şekilde eski eserlere ve tarihî kimlikle
ilgilenmeye ve merak etmeye başladı. Bunlar bizim için çok sevindirici
şeyler tabii, ben hayâl bile edemezdim. Çünkü hocalarımız bize eskiden
şöyleydi, böyleydi, bir grup entelektüel meraklı adam bunlarla, anıtlarla
uğraşır, biz de bunlardan öğreniyoruz diye anlatırken, şimdi inanılmaz bir
şey üstümüze geliyor ve birçok yerde ben valilere, belediye başkanlarına
fırsat buldukça “aman yavaş” diyorum. Lütfen dikkat edin, bakın bu çok
önemli bir şey, burada bir kültür varlığı var, buna müdahale edecekseniz
bu ülkenin tapusudur bu, yani bir ülkenin kültür varlıkları tapusudur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusu bu kültür varlıklarıdır. Bunlara müdahale
ederken çok dikkat edelim. Öncelikle bilgi birikimi gerekiyor. Bizim o
kadar bilgi birikimimiz oluşmamış ki, mesela, Tarlabaşı’nın birinci katları,
zemin katlarını gösteren kentsel röleve dediğimiz röleveleri yok.
Bilmiyoruz ki, tesisatlarının rölevesi yok, tarihini de çok iyi bilmiyoruz.
Kimler yapmış, nasıl yaşamışlar, arkadan kimler gelmiş? Müthiş zor ve
değişiklik de olmuş orada. Yani bu bilgilerin muhakkak eğer bir
korunması gerekli kültür varlığı varsa onun ne olduğunu ortaya koymak
için değerlenmesi lâzım ki, neden söz ettiğimizi önce anlayalım. O zaten
bizi planlamaya götürecektir.
Ülkelerin koruma tarihine baktığımız zaman bilinen bir yöntem,
bu işin üç aşaması vardır: Birincisi farkına varma, ikincisi tespit, tescil,
kayda alma, üçüncüsü de koruma, restorasyon. Süre az olduğu için çok
hızlı geçeceğim bu kavramları, ama anlaşılıyor. Burada bir eserimiz
varmış, insanların bunların kültür varlığı olduğunu fark etmesi, önce o
mahallede
oturan,
belki
önce
uzmanların,
sanat
tarihçilerinin,
arkeologların, belki sonra yöneticilerin, orayı kullanıcıların derken
yöneticilerin belki en son bilmiyorum oluyor mu, ondan
198
sonra karar vericilerin, politikacıların, hukukçuların bunun farkına varması
ve bunun önemli bir değer olduğunu anlaması ülkenin tapusu olduğunu
gerçekten anlaması, sonra da tespit, tescildir. Her bir ülke biliyorsunuz
uluslararası kararlara göre bütün eserlerini kayda almak durumundadır.
Ondan sonra koruma - restorasyon gelir. Böyle baktığımız zaman tabii ki
bunların metodolojileri ve tarihsel kurguları, felsefesi ve teorisini hep
Avrupa’dan alıyoruz. Bu da doğru, yanlış bir şey de yok bunda. Oraya
baktığımız zaman bu süreç var, bu sırayla da gidiyor.
Bizde böyle gitmiyor, bizde üçünü birden yaşıyoruz. Yani biz
birçok yerde henüz farkına da varmadık, tespit tescilleri de bitiremedik,
ama bir restorasyon yapalım diye uğraşıyoruz. Burada bu işe giriştiğimiz
zaman demin de sözünü ettiğim bu hayal bile edemeyeceğimiz bir ilgiden
dolayı büyük bir risk karşısındayız, büyük bir zarar verme riski
karşısındayız ve aşırı restorasyon denilen Türkiye’de çok az bahsedilen
bir riskle karşı karşıya. Bu aşırı restorasyon çok karmaşık ve belirsizlik
ortamlarında olur hakikaten, yani eski yapılara benzer yapılar yaparsınız,
restorasyon
yapıyoruz.
Zannedersiniz
Boğaz’da
olduğu
gibi
hiç
bilmediğiniz hortlatırsınız binaları, tarihin hiçbir döneminde bir arada
olmamış yapıları bir araya getirirsiniz. Uyduruk şeyler yaparsınız, o
belirsizlik bu aslında. Bunu çabuk atlatmamız lâzım, çok büyük iş
düşüyor tabii bu işle uğraşanlara. Bir yandan da tabii hep söylüyorum
yine de söyleyeyim, çok onurlu ve doğru işler de yapılıyor. Meselâ, Tarihî
Yarımada planlaması aşamasında yapılan tespit ve tesciller muhteşemdi,
arkadaşlarımı o zaman da kutladım, yine söylemem lâzım. Bu hakikaten
farkına varmak tespit ve tescil korkunç güzeldi, çok başarılıydı. Hayâl bile
edemeyeceğiniz
bir
bilimsel
çalışmaydı.
Ayrıca
Tarihî
Çevre
Müdürlüğü’ne de daha önce kaç kere söyledim, çalışmaları burada da
Cem Eriş ve arkadaşlarının anlattıklarından bildiğim kadarıyla çok
detaylarını bilmiyorum, ama hakikaten bana göre olması
199
gereken çok doğru çalışmalardır. Ancak Tarlabaşı için onu da çok iyi
bilmiyorum, ama duyduğum, bazen arkadaşlardan gördüğüm yıkıp
yeniden yapma hakikaten Nuran Hoca’nın söylediği gibi o zaman biz niye
burasını koruma alanı ilan ettik? “Bana sormayın, beni ilgilendirmez, ne
isterseniz yapın” derim. Eğer yenileyelim diye burada yeni şeyler
yapacaksak o zaman bunu yok edeceğiz. Yok etme projesi geliyorsa o
zaman olmaz, yenileme olur o başka, belli bir metotla olur.
Koruma, kentsel koruma ve sit alanı kavramı nasıl çıktı? Bizim
öğrendiğimiz
ve
benim
düşünce
sistemimi
oluşturan
şekil
biliyorsunuzdur, tek yapı ölçeğinden çıkıyor, anıt ölçeğine kadar gelişiyor
ve kenti, hatta ülkenin, hatta biliyorsunuz Avrupa kıtası olduğu gibi sit
alanı ilân edilmesi teklifleri var. Bilimsel olarak da bu kabul görüyor.
Demek ki, bu planlama dediğimiz şey de kopuk bir şey değil, plancı
arkadaşlarımız dile getirirler, çok haklılar, yani bir alanı böyle ayırıp
koruma alanı deyip planlayalım, kenti, ülkeyi farklı planlama bu da
yanlıştır. Bütününde Avrupa’da düşünüldüğü gibi Avrupa’nın sit olmasını,
Türkiye de bence bir sittir. Tamamen kararların bütün değerleri dikkate
alarak ihtiyaçlara cevap verecek şekilde karar verilmesi gerekir,
planlanması gerekir, ortak çalışma yapmak gerekir.
Bu alanların uygulanmasında da tarihî çevrede yeni yapı
yapmada da her zaman bu bildiğimiz koruma ilkelerinin kullanılabilir
olduğunu düşünüyorum. Bütün bunları yaparken bu riskle ilgili çok dikkat
etmemiz gereken bir şey var. Hakikaten hiç unutmamak gereken, bütün
bu işleri yaparken bir ülkenin tapusuyla oynadığınızı bilerek önce zarar
vermemek gerektiğidir. Yani hep bakmamız gereken şey orada sahip
olduğumuz kültür varlığını kullanalım, değerlendirelim, gündelik yaşama
sokalım derken yaptığımız planlarla ve sözde restorasyonlarla, koruma
uygulamalarıyla onlara zarar verirsek geri dönüşü olmayan
200
ve büyük hatalar yapmış oluruz. Bunlara çok dikkat etmek gerekiyor.
Teşekkür ederim.
Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Ben teşekkür ediyorum. Söz sırası
Sayın Ömer Kanıpak’ta. Arkitera Mimarlık Merkezi adına konuşacak
kendileri, buyurun Ömer Bey.
ÖMER KANIPAK- Teşekkürler
İclâl
Hanım
ve herkese
merhaba. Sanırım burada bulunmamın esas amacı özellikle İclâl
Hanımın bana sormuş olduğu sorunun benim şu anda meşgul olduğum
konularla ilgili olmasıyla ilgili, yani birazcık bencil kimliğim var. Biraz bu
sektörümüzün, yani mimarlık ve şehir plancılığı ve fiziksel çevrenin bilgi
dağıtımı üzerine çalıştığımız için sanırım bu soru bana yöneltildi.
“Planlama gündemi konusunda toplumun kasıtlı veya kasıtsız yanlış
bilgilendirilmesi giderek artmaktadır. Belirsizlik ortamını besleyen bu
durumun yarattığı sorunlar nelerdir?” diye soru geldi.
Toplum
deyince
bir
kere
ilk
aklımıza
gelen
toplumun
bilgilendirilmesi için herhalde bu en geniş kesime yayılan ve gündelik
basını kastediyoruz. Burada gündelik basının tarihî kimlikle ilgili olan
ilişkisini biraz sorguladım ben kendi kafamda soruyu ilk aldığımda ve
toplum olarak, yani tarihle, tarihî kimlikle olan ilişkimiz ne kadar sağlıklı?
Belki dün de tartışıldı, bu toplantıdaki konulardan biri de oydu. Tarihî
kimlikle ilgili bir sorunumuz var tabii ki, bu her alanda karşımıza çıkıyor.
Modernleşmeyi böyle devrimle yaşamış ve tamamlamamış bir proje
olarak gördüğümüz zaman bunun yan etkileriyle ülke olarak baş
ediyoruz. Açıkçası yapay olarak bir Alzheimer geçirmiş bir toplumun
bunalımı ve yan etkileriyle her alanda karşımıza çıkıyor. Ben bunu biraz
da şeye benzetiyorum; bir kişinin geçmişle olan ilişkileri, sevgilileri veya
eşleriyle olan yaşadığı sorunlarda fotoğraf albümünün
201
önceki sayfalarını yırtıp atması, yani bir şekilde hafızanın temizlenmesi
için görünür varlıkların ortadan kalkması, yani bir önceki fazın hatırlatıcı
objelerinin ortadan kaldırılması gibi. Türkiye de böyle bir şeyden geçti
sonuçta, ama bu daha çok kültürel alanda görsel ipuçlarını veren görsel
olarak bize bu hatıraları canlandıran araçlar üzerinden gerçekleşti.
Hepimiz biliyoruz, kıyafetlerimizden tutun da yazıya kadar ve bunun en
bizimle ilişkili olan kısmı tabii ki mimarlık ve şehircilik. Çünkü üç boyutlu
ve dokunabileceğimiz bir alan ve öyle kolay kolay da ortadan
kaldırılabilecek, silinebilecek izleri olmayan objelerden bahsediyoruz.
Dolayısıyla
geçmiş
albümün
sayfalarını
temizlemek,
bu
albüm
sendromunun öerneğin, mimarlıkta postmodernizmi bile biz aslında
batının albümünün sayfalarında yaşadık. Kendi postmodernizmimizi
yaşarken bile geçmişimizdeki mimarî elemanları, mimarî, görsel izleri
kullanmak yerine bu batının görsel izlerini, hatıralarını kullanarak
postmodernizmi yaşadık.
Tabii ki tarihî mirasımızın değerlerinin farkına varıyoruz, ama bir
yandan da küreselleşmeye, çağdaşlaşmaya, ilerlemeye devam ediyoruz.
Dolayısıyla bu aslında birazcık şizofren bir durum hem kentlerin
planlamasında hem de mimarî üretimde ayrık ruhların bir araya gelmesi
diyebileceğim bu en temel sorun aslında bence bu tarihî kimlikle olan baş
etme meselesi. Bunu bir kenarda tutarsak bir de basının psikolojisine
gelelim. Toplumu bilgilendirme misyonunu yüklediğimiz basın aslında
bizim
hayâl
ettiğimiz
gibi
ya
da
arzuladığımız
gibi
toplumu
bilgilendirmekten çok ya da gündem oluşturmaktan çok gündemdekini
yansıtmakla meşgul. Bu belki başka ülkelerde de böyledir, ama özellikle
Türkiye’de basının bir gündemi ortaya çıkartmaktan daha çok var olan
gündemi yansıtmak üzerine kurduğunu düşünüyorum. Tabii, gündeme
getirecek olan kurumlar, yani sorunları gündeme getirecek olan
kurumların aslında bağımsızlığından taviz vermeyen başta
202
akademik kurumlar olması gerektiğini düşünüyorum. Bunu tekrar
konuşmanın sonunda vurgulayacağım.
Türkiye’de basın gündem yaratma tartışma platformu olarak
değil, daha çok bir boy gösterme, bir boy aynası olarak kullanılıyor. Bu
özel sektördeki en ufak firmadan tutun da kamu kurumlarına kadar
yansıyan bir anlayış aslında. Bugün basını herkes kendisini göstermek
amacıyla kullanıyor. Özellikle Büyükşehir Belediyesi’nin kendi yaptıklarını
kendi vatandaşlarına duyurmak için basın araçlarını (kendine ait olan
mecraları) kullanması aslında sorgulanması gereken bir şey. Çünkü
icraatların duyurulması rekabet ortamında olması gereken bir şey. Daha
çok bildiğimiz pazar ekonomisinde olan, ama Büyükşehir Belediyesi veya
başka herhangi bir kamu kurumunun, basın yayın organlarını kendi
yaptıklarının reklamını yapmak üzere kullanması kiminle rekabet ettiği
veya kendini kanıtlama ihtiyacından dolayı mı acaba basını kullanma
ihtiyacı var sorusunu ortaya çıkarıyor. Bu paranoyanın nereden
kaynaklandığını belki biraz sorgulamak lâzım.
Basının aslında çok temel, çok da basit primitif motivasyonları
var. Kimi zaman buna 5S kuralı diyorlar ya da 6S diyorlar. Bunlar siyaset,
spor, sağlık, sosyete ve seks olduğu zaman bu basının içeriğini
doldurmak için yeterli mevzuu oluşturuyor zaten, belki buna son
zamanlarda bir de ekonomiyi eklemek gerekiyor ve bütün bunları
bağlayan şey de aslında sansasyon, yani eğer basın bir haber yapmak
istiyorsa bunu bir şekilde bir sansasyonel başlıkla veya bir içerikle ortaya
çıkarmaya çalışıyor. Çünkü aynı rekabet orada da kendi içinde var.
Dolayısıyla basın mensubunun psikolojisinin esas amacı, toplumu
bilgilendirmekten daha çok bu sansasyonel noktaları ortaya çıkarmak.
Bence bizim mesleğimize ve belki başka mesleklerin de esas karşılaştığı
sorun bu, bununla baş etmek, yani basın mensubunun
203
veya basın araçlarını nasıl bu motivasyondan kurtarıp gerçekten bizim
yansıtmak istediğimiz bilgilendirme amacıyla kullanmak. Mesela, biz
Arkitera Mimarlık Merkezi olarak dünyanın pek çok önemli mimarını
buraya getirdik konferanslar vermek için ve basın bir şekilde bunlarla
ilgilendi, ama mesela, bir ünlü mimar Avusturyalı Wolfritz ilk geldiğinde
Türkiye’ye Hürriyet Gazetesi’nden bir gazeteci geldi ve mimarlıkla ilgili
tabii ki hiçbir arka planı yok ve röportaj yapmak istiyor. Tabii ki, biz bir
şekilde bu röportajdan önce birazcık muhabire mimarlık,
kent,
planlamayla ilgili beş dakikada ne anlatabileceksek biraz o altyapıyı
vermeye çalıştık ve Wolfritz’le röportaj yaptı. Çok temel ilk akla gelen
soruları sordu. Hiç alakası olmasa da Wolfritz’in, Türkiye’deki deprem o
sırada gündemdeydi, onu soruyor, ama “Türkiye’de ya da İstanbul’da
hangi yapıyı yapmak istersiniz?” dediği zaman da Wolfritz “herhangi bir
yapı aklıma gelmiyor, ama yaptığım yapının en az Ayasofya kadar etki
yaratmasını beklerim” dedi. Tabii ki, gazeteci psikolojisini anlatmak için
bu örneği veriyorum. Ertesi günü çıkan manşet “Wolfritz Ayasofya’yı yıkıp
yeniden yapmak istiyor” şeklindeydi. Bu bütün mevzularda bizim
karşımıza çıkıyor ve bir şekilde yanlış bilgilendirmenin komik bir örneği,
tabii ki aynı muhabir uzmanlaşmış olmadığı için bir önceki röportajını bir
futbolcuyla yapıyor, bir sonrakini bir mankenle yapıyor. Aslında basının
ortak sorunu orta kararlılıkla devam ediyor olunması. Dolayısıyla
uzmanlaşmamış
muhabirlerin
içinde
yer
aldığı
basınla
toplumu
bilgilendirmek ne kadar doğru, bu benim kafamda bir soru işareti.
Dolayısıyla toplumun bilgilendirilmesi basın tarafından esas amaç değil,
esas amaç toplumun ilgisini çekmek.
Planlama, mimarlık gibi, bizim gibi ufak bir çevreye hitap eden
bu alanlar gündelik basında nasıl yer alabilir? Biz müdahale etmediğimiz
süreçte ancak gündelik basın bunu bir sansasyonel haber haline getirdiği
zaman yer alıyor. “Yenikapı’ya kepçeler girdi, Hilton
204
yıkılıyor, Süleymaniye’de tek çivi çakılmıyor” gibi böyle örnekler verildi.
Dolayısıyla biz bu mekanizmanın farkına vararak bir şekilde kendi
dertlerimizi basını da kullanarak topluma anlatmamız lâzım. Basın bir
şekilde kendi mitlerini yaratarak o mitlerden besleniyor. Benim 8 senede
gördüğüm
o,
mesela,
geçtiğimiz
senelerde
dünyada
yaşanılan
Danimarka’da çizilen bir karikatür yüzünden belki yüzlerce insan o
görmedikleri karikatür uğruna öldüler. Orhan Pamuk’un mesela, hiçbir
kitabını okumadan onu tek bir cümlesiyle yargılamaya başladık. Kendi
meslek alanımızdan örnek verelim; Yenikapı’yla ilgili veya Hilton’la ilgili
veya herhangi bir kentsel sorunla ilgili çıkan haberlerde o haberleri
okuyan vatandaşların veya okuyucuların çok büyük bir kesimi Yenikapı’yı
görmemiştir bile, Hilton’un nerede olduğunu belki bilmiyordur. Bu basın
bir şekilde bu mitleri yaratıp ondan sonra bu mitlerle kendini var etmeye
çalışıyor. Tarihî yapı da veya tarihî kimlik de başta bahsettiğim gibi
aslında basın için bir mit ve bu mit sonuçta bütün içeriğini aslında bir
şekilde bağlayabileceği, çipe atabileceği bir mit. Tarihî yapı her zaman
değerlidir. Ölçeğine veya niteliğine veya içeriğine bakılmadan her zaman
korunmalıdır.
Bunun
aslında
arka
planlarında
bir
sürü
burada
konuştuğumuz bizim kendi içimizde birbirimizle anladığımız sorunlar
basının içine çıktığı zaman aslında o bir imgedir, basın için tarihî bir
binanın imgesidir. Dolayısıyla bütün bu mitlerle birlikte yaşarken bir
yandan da küresel ekonomiye adapte olmaya çalışan, Avrupa Birliği’ne
girmeye çalışan bir Türkiye var. Şehirler bir şekilde birbiriyle rekabet
ediyor. Dolayısıyla basının bir şekilde bu mitleri üç boyutlu bizim derinlikli
bir şekilde algıladığımız tarihî kimlik, tarihî çevre konularını bir şekilde
yansıtıp bütün topluma bu şekilde iki boyutlu bir şekilde sunuyor ve
sonuçta bu bir imgeye dönüşüyor. Tarihî mekân imgesi, tarihî bina
imgesi, tarihî kent imgesi ve ondan sonra bu bir şekilde bize ters
tepkiyor. Diyelim ki, Türkiye’deki bütün üretilen camilere baktığımız
zaman hepsi birer minik Sinan kopyası veya trafo binalarını
205
mesela, Türk evi kimliğiyle boyanıyor. Yeni bir iskele yapıldığı zaman bu
bir medrese, cami, Türkiye kimliği bunun karmaşası içinde yapılıyor. Bir
kongre merkezi yapıldığı zaman muhakkak kenarına, sağına, soluna
cumba konuyor ki, bir şekilde bu basının yarattığı bu mit tekrardan ortaya
çıkıyor.
Burada bahsettiğiniz birden fazla yasanın, kurumun söz sahibi
olduğu ortamda basını bu şekilde nasıl kullanabiliriz? Esas sorun bence
bu, bence bunun da tek çözümü şu anda aklıma gelen akademik dünya,
yani şu anda içinde bulunduğumuz ortamın, yani sizlerin ve bizlerin
basının bu motivasyonunun farkında olarak, bu mekanizmaların farkında
olarak bunu bir şekilde ortaya kendi görüşlerimizle koymamız. Bugün
baktığımız zaman gündelik basında mimarlık ve şehircilik alanında
sadece benim bildiğim Orhan Gümüş düzenli bir şekilde kentin
sorunlarını yansıtmaya çalışıyor. Bunun sayısının çok daha fazla artması
lâzım. Dolayısıyla esas sorunun kaynağı belki de biziz ya da çözümün
kaynağı, yani akademik dünyanın yatırımcıların ve belediyelerin
meşrulaştırma aracı olarak kullanılmasına izin vermeyerek bir şekilde bu
kolektif bilginin basın aracılığıyla yaratıldığının farkına vararak buna karşı
durması veya kendi görüşlerini bir şekilde basın aracılığıyla topluma
yansıtması gerekiyor. Bu biraz da tabii emek ve çaba gerektiriyor.
Teşekkürler.
Doç. Dr. İCLAL DİNÇER- Biz çok teşekkür ediyoruz. Sondan
bir önceki konuşmacımız Sayın Neşe Ozan kendisi Sulukule Platformu
adına konuşacak ve yaşadıkları deneyimden yola çıkarak bize anlatımda
bulunacak. Buyurun Neşe Hanım.
NEŞE OZAN- Teşekkür ederim. Benim son bir senesini
paylaştığım, ama birlikte çalıştığım arkadaşlarımın üç
206
senedir yaşadığı bir deneyim bu ve bu üç sene boyunca aslında hep
şöyle bir his içinde yaşanmış: Bir hafta içinde burası tamamdır, dümdüz
olur, tarla haline gelir ve biter. Ben bugün konuşurken gene aynı his
içindeyim, üç senedir hâlâ bitmedi, ama bir hafta sonra ne olur
bilmiyorum. Yani bir yenileme alanında bulunmak bir bıçak sırtı üstünde
yaşamak demek. Tabii bizler sadece dışarıdan gözlemcileriz, dışarıdan
gelen tanıklarıyız bunların, akşam olduğu zaman yenileme alanı dışında
çok düşük gittiğimiz birer evimiz var, ama bölgede yaşayan insanlar bu
ortamı üç senedir her gün her saat yaşıyorlar.
Bana yöneltilen soru “bu konudaki toplumsal duyarlılığın artması
belirsizliğin aşılmasında bir umut olabilir mi?” şeklindeydi. Şöyle bir şey
söyleyebilirim: Yaptığı en önemli etkilerden biri bence bu duyarlılığın
artmasının sorunları görünümleştirmek olduğu diye düşünüyorum ve
özellikle çok genel minvallerde seyreden çok genel
başlıkların
ayrıntılarını su yüzüne çıkarmak ve böylece biraz ortaya çıkabilecek
soruları
çeşitlendirmek,
dillendirmek
oldu
diye
düşünüyorum.
Arkadaşlarımın mahallede mevcut yerel dernekle birlikte yaptığı çeşitli
çalışmaların en önemlilerinden biri sivil mimarî alan eserlerinin
korunmasıyla
ilgili
çalışmalardı.
Burada
bu
kadar
korumadan
bahsedilmişken ve bardağın dolu tarafını yansıtan örneklerden söz
edilmişken bunları duymaktan ben de çok gurur duydum, mutlu oldum,
ama bardağın boş tarafını da görmemiz gerekiyor diye düşünüyorum.
Sulukule’de mevcut projede 34 adet sivil mimarî örneği
tescillidir. Gönüllü arkadaşlarımızın yaptığı titiz tarama çalışması
neticesinde 85 adet daha sivil mimarî örneği olabilecek yapı tespit
edilmiş, dosyalanmış ve Koruma Kurulu’na tescillenmesi için önerilmiştir,
öneri olarak sunulmuştur. Burada da diğer tescilli yapılara bakılmış,
onlara benzer nitelikleri arz eden, aynı karakteristikleri
207
taşıyan yapılar seçilmiştir. Tabii, bu bizlerin gönüllü çalışması, bunu
herhangi bir karşılık bekleyerek ödüllendirme bekleyerek yapan insanlar
değiliz, ama şöyle bir şeyi beklerdik tabii; böyle bir dosya Koruma
Kurulu’nun önünde incelenmek üzere bekliyorken en azından bu
yapıların yerel yönetim tarafından yıkılmaması. Maalesef önerilen bu
yapıların bir bölümü göz göre göre bu inceleme süreci içinde yerel
yönetim tarafından yıkılmıştır.
Buradan şuna gelmek istiyorum: Yerel yönetim bir koruma
perspektifine sahip değilse böyle bir niyeti ve isteği taşımıyorsa herhangi
bir sonuç almanız çok zor. Yenileme alanında bilindiği üzere belediye
projesi, mülk sahiplerine borçlanma karşılığında mahallede yeni
yapılacak yapılardan edinme hakkı tanıyor. Fakat parsel yapısını
tamamen bozduğu için projede hiç kimse kendi oturduğu evinin yerinde
ev alamıyor, bahtına ne çıkarsa, şu tarafta ya da bu tarafta. Fakat tescilli
evler sözde korunacağından, bu evlerde yaşayan mülk sahiplerine başka
bir kapı açmak mümkün. Eğer bu evde yaşamaya devam etmek
istiyorlarsa ki, Sulukule bu evlerin doğrudan kullanıcılarının sayısının çok
yüksek olduğu bir yerdir. Böyle tespit ettiğimiz mülk sahipleriyle birlikte
yerel yönetimle görüştük ve şunu söyledik: Bu insanların mülk sahibi
olarak nasıl olsa burada bir mülk edinme hakları var. Bunlar başka
herhangi bir yeri değil, manevî bağlarla bağlı oldukları şu anda
oturdukları yeri mülk edinmek istiyorlar. Tamam, yasa bunlara kendi
evlerini kendileri restore etmesi hakkını veriyor, ama böyle bir karışık
süreci yönetebilecek bir teknik beceriye, bilgi birikimine bu aileler sahip
değil. Dolayısıyla madem bu insanların bir ev hakkı var, siz bunlara
oturdukları
evi
verin,
fiyatı
neyse
bunu
söyleyin,
bu
konuda
borçlanmalarını teklif edin. Biz bu süreci sivil toplum olarak elden
geldiğince
destekleyelim.
Hatta
şöyle
bir
şey
yaptık:
Üniversitesi’nin restorasyon bölümüyle temasa geçtik.
Yıldız
208
Yüksek lisans öğrencilerine tespit ettiğimiz evlerin restorasyon projelerini
ödev olarak verebileceklerini söylediler ve belediyeye de dedik “bu
kalemi de indirebilirsiniz, bir akademiyle sivil toplumun işbirliği gibi bir
kapsamda alabilirsiniz.” Dolayısıyla yerel halk var, sivil toplum var,
akademi var, eksik olan tek şey yerel yönetim burada, maalesef olumlu
cevap alamadık. Aldığımız yazılı cevapta yasanın herkese kendi evini
restore
etme
hakkını
verdiğini,
bunun
için
TOKİ
kredisine
başvurulabileceği söyleniyordu. Tabii bizim platform inatçı ve sebatla
çalışan bir platformdur. Devam ettiğimiz sürece, söz konusu evlerin basit
onarım izinlerini çıkarttık. İşbirliği yapabildiğimiz kesimler de oldu
ilçemizdeki yerel yönetim bünyesinde olmadığı halde, dolayısıyla
bölgede en azından üç ev şu anda kendi restorasyonunu yapmaya
devam edecek. Fakat tabii yerel yönetimin negatif yaklaştığı bir durumda
yenileme alanı gibi bir muamma içinde bu ne kadar mümkün olacak,
bunu bilemiyorum.
Aslında burada konunun tarafları, ilgilileri varken şöyle bir şeyi
de söylemek gerekiyor: Acil tedbirler alınmadığı takdirde tescilli
binalardan, sivil mimarî örneklerinden geriye hiçbir şey kalmayacak. Şu
anda mahallenin yaklaşık olarak yarısı tamamen yıkılmış, boşalmış ve bir
hayalet alan haline gelmiş durumda. Bu yıkımlar son derece dikkatsiz
yapılmakta, yani dozer aniden giriyor. Yanındaki bina tescilliymiş, üstüne
bir şey devrilirmiş, devrilmezmiş, böyle bir kaide kesinlikle ortada yok ve
başka bir faktör var: Bu mahalle hurda toplayarak geçinen bir bölümü
yoksul bir mahalle, sizin korumasız bıraktığınız, insansız bıraktığınız
tescilli evler yıkmasanız bile hurdacılar için geçim kaynağı, giriyorlar
içeriye ve söküyorlar. Hiçbir koruma tedbiri ne yazılı, ne sözlü hiçbir şey
alınmıyor. Yani süreç böyle ilerlediği takdirde korkarım geriye hiçbir şey
kalmayacak bu alanda, umarım bu son noktaya gelmeden Sayın Kültür
209
Bakanı Süleymaniye gibi bir de bizim mahalleye uğrar. Teşekkür ederim.
Doç. Dr. İCLAL DİNÇER- Çok teşekkür ediyoruz Neşe Hanım.
Son sözü Şehir Plancıları Odası İkinci Başkanımız Sayın Pelin Pınar
Özden’e bırakıyorum.
PELİN PINAR ÖZDEN- Teşekkür ederim. Biz Şehir Plancıları
Odası olarak çoğumuzun da takip ettiği gibi aslında uzun yıllardır
dönüşüm ve yenileme konularını gündemde tutmaya çalışıyoruz. Gene
birçoğunuzun hatırlayacağı gibi 2003 yılında o zaman pek yenileme lafını
telaffuz etmiyorduk, daha çok dönüşüm üzerinde konuşuyorduk, Ulusal
Kentsel
Dönüşüm
Sempozyumu
yapmıştık.
Ardından
2004’te
Uluslararası Sempozyum gerçekleştirdik, hemen bir yıl sonra da “Tarihî
Kent
Merkezlerinde
Yenileme”
başlıklı
bir
etkinlik,
bir
panel
gerçekleştirdik. O günden bugüne de İstanbul buluşmalarında da geçen
yıl gene ele aldığımız konulardan biriydi. Bu yıl da özellikle İstanbul’un
gündeminde olduğu için böyle bir oturumun yapılmasını arzu ettik.
Önemli de konuşmalar oldu, önemli bilgiler aldık, ben bütün katılımcılara
teşekkür ediyorum.
Biz Sulukule platformuyla birlikte aslında belki çoğunuz takip
etmişsinizdir basından kamuoyuna “kentsel dönüşüm ve yenileme
uygulamaları hakkında duyuru ve davet” diye bir açıklama yapmıştık.
İnternet sitelerinde de buna rastlarsınız, imza kampanyası da açmıştık.
Orada birtakım başlıklar ele aldık, onların altlarını açtık. Bunlardan biri
“planlamanın bütünlüğü” başlığıydı. Bir diğeri “çok boyutluluk ve uzun
dönem” başlığıydı, bir başkası “katılım ve karar alma” çok önemsediğimiz
başlıklardan biriydi. “Şeffaflık ve hesap verebilirlik” bir başka başlıktı,
“uzmanlıklar” gene bir başka başlıktı, “yer seçimi özgünlük ve
gereksinmeler”
yine
önemli
başlıklarımızdan
biriydi.
210
“Etaplama” ve “uygulamanın izlenmesi” diye iki başlığımız daha vardı.
Bunların altlarını detaylı bir şekilde açıp endişelerimizi kamuoyuyla
paylaşmıştık. Aslında bu başlıkların her biri hakikaten kentsel yenileme
konusundaki ülkemizde ve özellikle de İstanbul’da süregelen belirsizlikleri
çok iyi ortaya koyan başlıklardı. Ben de gene bu başlıklardan yola
çıkarak bazı kaygılarımı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bunlardan biri plan bütünlüğüyle ilgili, aslında Muzaffer Bey de
biraz önce değindi, plan bütünlüğü sorunu çok tekrara girmek
istemiyorum, ama bizim açımızdan önemli belirsizlikler taşıyor. Plansız
alanlarda
yenileme
alanlarının
misyonu
tanımlama
konusunda
belirsizliklerimiz var. Şöyle karşı görüşler olabiliyor bazen, buna karşı
söylemler duyabiliyoruz. Diyorlar ki, yenileme alanları zaten sit alanları,
sadece fiziksel bir yenileme oluyor, bu üst plan olsa da olmasa da buralar
zaten aynı şekilde devam edecek alanlar, bu niye size bu kadar
endişelendiriyor? Çünkü burada aslında şöyle bir sorun var: Evet bu
alanlar belki sit alanları ve koruma ilkeleri çerçevesinde de yenileniyor
olabilirler. Mimari açıdan da çok mükemmel yenileme çalışmaları olabilir,
ona hiçbir itirazımız da olmaz, ama buraların kent içindeki alt konumları,
alt misyonları tanımlı değil. Bu alanlar yenilendiği zaman yenilendikten
sonraki süreçte ne olacaklar bunlar belli değil. Yeniden işlevlendirme
süreçleri nasıl gelişecek, nasıl örgütlenecek, nasıl denetlenecek ve bu
yeniden işlevlendirme kente ya da bulunduğu bölgeye alt bölge ilçeye ne
gibi
etkilerde
bulunacak?
Bunları
bilmiyoruz,
bu
konularda
belirsizliklerimiz var. Bu nedenle kentsel yenileme alanlarının da tıpkı
dönüşüm alanları gibi plan bütününün, plan hiyerarşisinin bir parçası
olması gerektiğini düşünüyoruz. Bu konu hâlâ belirsiz, çözümlenebilmiş
değil, çünkü İstanbul’un çok büyük çok ciddi plan sorunları var. Maalesef
plansız bir kentte yaşamaya devam ediyoruz.
211
Bir başka önemli konu kamunun öncülüğü konusuydu bana
göre, özellikle özel sektör kamunun dengeleri çok önemli, biz hep
ortaklıklardan bahsediyoruz. Batıda da uygulamalarını görüyoruz. Kamu
ve özel sektör ortaklıklarıyla yenileme uygulamalarının gerçekleştiğini
görüyoruz. Kaynak açısından özel sektörü de burada olmazsa olmaz bir
parça olarak görüyoruz belki, ama ben şöyle düşünüyorum: Özel sektör
dengesinin burada kamuya göre çok daha az olması gerekiyor. Biz eğer
sosyal amaçlı projeler yapmaya çalışıyorsak burada çok fazla rant
kaygımız olmaması gerekiyor, ama özel sektörün içinde bulunduğu bir
ortam ne yazık ki, belki normali de bu doğrusu da bu, olması gereken bu,
ama özel sektörün içinde olduğu bir ortaklık ilişkisi ne yazık ki rant
sağlamaya yönelik, spekülasyona yönelik bir uygulama olmanın ötesine
geçemiyor. Bu nedenle kamunun ağırlığının çok daha fazla olması
gerektiğini düşünüyoruz. Özellikle yenileme alanlarında kamu yenileme
uygulamalarına daha fazla kaynak aktarmalı, pay aktarmalı.
Kamudan söz ederken bir başka önemli nokta son yıllarda
izlediğimiz kamunun aceleciliği diyorum, kamu çok hızla yol almak istiyor.
Alıyor da, ama bu yolu alırken ne meslek odalarını, ne üniversiteleri ne
diğer sivil toplum kuruluşlarını ne yörenin sakinlerini dinliyor. Bunları göz
ardı ediyor, kulak ardı ediyor, ondan sonra aldığı yolun sonucunda bir
noktada tıkanıyor çok haklı olarak, çünkü bütün kurumlar yasal
mekanizmalarını bu noktada devreye sokuyorlar. Önü tıkandığı zaman
diyor ki kamu, ben çok yol aldım, bu noktadan sonra geri dönemem. Bu
sefer dün de bunu böyle ifade ettim, yanlışı yanlışla düzeltme yoluna
başvuruyor. Bu sıkıntılı ve belirsiz bir süreç.
Burada gene yerinden edilme konusuna çok hızla değinmek
istiyorum. Yerinden edilme konusu aslında hem yenileme hem de aslında
dönüşüm uygulamalarında çok önemli bir nokta. Biraz önce
212
söylediğim kamunun ağırlıklı olması konusu da aslında bununla çok
birebir ilişkili bir konu, özel sektörün devrede olduğu bir yenileme projesi
içinde sakinleri yerinde tutmak ne yazık ki çok mümkün olmuyor. Çünkü
yenileme uygulaması yapılan alanlara baktığımız zaman buraların son
derece örgütsüz, sosyo-ekonomik düzey açısından oldukça düşük
seviyede olduğu gruplar olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla buralardaki bir
spekülasyon bu insanların burada tutunamamasına neden oluyor,
alandan dışlanmasına akıbeti belirsiz başka yerlere sürülmesine neden
oluyor. Sulukule örneğinde gördük, başka uygulamalarda gördük.
Sakinlerin ayaklanmalarını gördük çeşitli uygulamalarda, polislerin
müdahalesini gördük. Dolayısıyla kamunun burada çok fazla gözünü
kapadığını düşünüyoruz, ama bu gözünü kapama ne yazık ki yenileme
süreçlerini belirsiz bir noktaya doğru devam
ediyor. Toplumsal
gerginlikleri bu anlamda ortadan kaldırmak çok önemli, kamuya olan
güvensizliği tersine çevirmeye mecbur olduğunu düşünüyorum kamunun,
çünkü artık nerede bir kentsel yenileme ya da dönüşüm uygulaması
yapıldığını duyacak olursak hemen hepimizin tüyleri diken diken oluyor,
acaba altından ne çıkacak diye düşünmeye başlıyoruz. Belki son derece
iyi niyetli bir uygulama da olabilir yapılacak olan uygulama, ama
gördüğümüz örnekler ne yazık ki bu güvensizliğe yol açtı, zeminini
hazırladı. Bence kamunun burada topluma bir borcu olduğunu da o
anlamda düşünüyorum. Bu güvensizliği yapacağı uygulamalarla çok
hızla ortadan kaldırmak zorunda. Bu noktada tabii ki doğru bilgilendirme
ve uzlaşma ortamları, zeminleri hazırlaması çok önemli, buradan meslek
odalarına biraz geçeyim. Meslek odalarının rolünü yeniden tanımlamak
gerekiyor. Bugüne kadar bu süreçlerden dışlanan, itilen, püskürtülen
meslek odalarından biri de biziz. Belki de konuyla en ilgili Odayız bu
anlamda, ama yaptığımız tüm iyi niyetli girişimlerin belediyeler tarafından
özellikle geri püskürtüldüğünü görüyoruz, yaşadık, sizler de buna
213
tanıksınız. Bu nedenle meslek odalarının rolünün yeniden tanımlanması
gerektiğini düşünüyorum.
Kurumlar arası koordinasyon konusundaki belirsizlikten aslında
bahsedildi. Onu da çok kısa geçeyim. Burada Bakanlıktan ve Bakanlar
Kurulu’ndan tutun belediyeler, Büyükşehir Belediyeleri, Boğaziçi İmar
Müdürlükleri, Koruma Kurulları, Yenileme Kurulları ve Özelleştirme
İdaresi’ne kadar giden bir kaos ortamı ve üst üste çakışan yetkiler söz
konusu. Bu durum ne yazık ki gene planlama süreçlerinde yenileme
süreçlerinde belirsizliğe doğru itiyor. Ben burada söyleyeceklerimi bir
noktayla bitireyim, Sait Bey zannediyorum başta söylemişti; “Bu kenti bu
sorunlardan kurtarmak için İstanbul’a özel birtakım düzenlemeler olması
gerekiyor” demişti. Ben onu şöyle biraz açmak istiyorum: Kentlere özgü
değil de kentlerin özgünlüğünü gözetecek esneklikteki birtakım yasal
düzenlemelerin olması gerekiyor. Bunlar özel yasalar değil, özel yasalar
olmamalı, gene genel yasalar her zamanki gibi yasalar olmalı, ama
kentlerin özgünlüğünü gözetecek bu özgünlüğü yaşatmaya yönelik
birtakım esneklikleri içeren düzenlemelere ihtiyacımız var. Gene bir tur
gelirse orada tekrar konuşurum. Teşekkür ediyorum.
Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Çok teşekkür ediyorum Sayın Pınar
Özden’e. Birinci turu tamamlamış bulunuyoruz. Aslında 10.30’da
başlayacaktık, 11.15’te başladık ve bitiriş saati 13.45 gibi gözüküyor,
ama herhalde kimse o saate kadar uzamasını istemez diye tahmin
ediyorum. Hem salondan hem de konuşmacıların birbirlerinin belirttikleri
konular üzerinde söyleyecekleri sözleri olabilir. Önce izninizle salona söz
vermek istiyorum.
MÜMTAZ IŞINGÖR- Küçükçekmece’nin İçkumsal yöresinde
oturuyorum. Uzun bir süredir orada oturuyorum. Siz birden
214
bire salona sual sorma hakkını getirdiğiniz zaman tabii telaşlandım.
Hâlbuki çok güzel notlar aldım burada, fevkalade istifade ettiğim
konuşmacılardan çok önemli notlar aldım. Bunları biraz düşünüp
suallerimi daha derli toplu sormayı yeğlerdim doğrusu.
Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Sonra söz verelim.
MÜMTAZ IŞINGÖR- Tamam. Bir-iki cümlem var. Sondan
başlamak kaydıyla Pınar Özden Hanım çok güzel yerlere böyle temas
ediyorsunuz. Her zamanki gibi, sizin daha evvelki konuşmalarınızı da
Mimar Sinan’da izlemiştim. Yörenin sakinleri hiçbir biçimde hiçbir
konumda hiçbir durumda söz hakkı alınamaz, alınamıyor, olmuyor böyle
bir şey. Nedenini niçinini ben bir vatandaş olarak, konunuzun dışında bir
vatandaş olarak anlayamamakta çok haklıyım, zira siz de anlaşılan o
yöre sakinlerinin niçin devreye sokulmadığını anlamamışsınız. Niçin
onlara herhangi bir şeyin sorulmadığını siz de bilmiyorsunuz. Acıklı bir
şey tabii, sonra güvensizlik. Tabii bu iki kavram birbiriyle çok iç içe, bu
yöre sakinlerine herhangi bir şey sorulmadığı zaman dolayısıyla o
sakinler üzerine bir de güvensizlik geliyor.
Bir konuşmacı arkadaşım üç senedir dedi, hayır beş senedir bu
güvensizliği, bu rahatsızlığı yaşayan insanlarız. Sit sahasındayız,
yenileme alanı ilân edildi. Herkesin tapusu var, 800 haneyiz, herkesin
tapusu,
projesi,
ruhsatı
var.
Bir
de
böyle
bir
özelliğe
sahip
Küçükçekmece’nin İçkumsal yöresi. Bu kadarla iktifa edeyim eğer
müsaade ederseniz, daha sonra yine seçtiğim sualleri sorma hakkını
bana verirseniz teşekkür edeceğim.
Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Tabii, teşekkür ediyoruz. Tekrar
215
salona bakıyorum, arka taraftan Sırma Hanım.
SIRMA TURGUT (Yıldız Teknik Üniversitesi)- Teşekkür
ediyorum Hocam. Ben çok küçük bir ilave yapmak istiyorum. Pınar
Hanım konuşmasında özellikle kamunun ciddi anlamda reddettiği bu
ilişkilerin altını çizdi. Son derece doğru, bir başka boyutu da galiba bunun
“mış” gibi davranması. Ne yapmaya çalışıyor ya da neyi söylemeye
çalışıyorum? Aslında şu anda acaba Fatih Belediyesi burada olsaydı ne
denli geniş bir katılımdan başlayarak yola çıktı ve projeyi geliştirdiğini
anlatacaktı. İlk sunumunu dinlediğimde kimler katılmış sürece diye ben
bile şaşırdım. İMP, İstanbul Büyükşehir Belediyesi planlama çalışmaları
sırasında aynı şeyi yaptı, diğer pek çok yerel yönetim ya da kamu
kuruluşu yapmış olmak için ya da birtakım yasalarla zorunlu olarak
sürece dâhil olduğu için örneğin, katılım gene korumayla ilgili yasal
süreçle gündeme gelen katılım toplantılarının yapılması, paydaş
toplantılarının yapılması, sürdürülebilirlik adına birtakım çalışmaların
yapılması, her neyse o veya bu adına birtakım çalışmaların aslında
sözde olarak yapıldığına, kimi kez hepimizin oralara katıldığına, ama o
çalışmaların sonucunda tik atılıp bir şeylere artı konulduktan sonra yine
birimlerin bildiğini bildiği gibi yaptığına, hatta yapılan çalışmaları aslında
o katılan kişilere atfederek nasıl o değişiyor, biraz evvel basından katılan
arkadaşımız söyledi, bu bizlerin de başına geliyor. “mış” gibi davranmaya
ve bunu hiç çekinmeden de kamuoyunda bu şekilde paylaşmayı bir
alışkanlık haline getirdiğinin altını çizmek istedim. Teşekkür ederim.
Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Teşekkürler. Abdullah.
ABDULLAH ACAR (İstanbul Üniversitesi)- Ben öncelikle şunu
söylemek istiyorum:
bulundum:
Yenileme
Konuşmacılardan sanki
alanları
koruma
böyle bir izlenimde
amaçlı
imar
216
planlarından muafmış gibi bahsedildi. Bunun böyle olmadığını öncelikle
söylemek istiyorum. İkinci olarak Muzaffer Bey’e bir soru sormak
istiyorum. Tarihî Yarımada’da ve Beyoğlu ilçesindeki kentsel site yönelik
hazırladığınız koruma amaçlı imar planlarının onaylanma sürecini nasıl
yapacaksınız? Yenileme alanlarını yenileme kurulu değerlendirecek,
diğer alanları ise ilgili koruma bölge kurulu muhtemelen değerlendirecek,
ama burada bir planda bütünlüğün esas alındığı kentsel sitlerde, en
azından öyle olması gereken yerlerde iki ayrı kurulun iki ayrı görüş
farkının olmasını nasıl çözeceksiniz?
SALONDAN- Ben soru sormaktan ziyade çok ufak bir katkı
yapmak istiyorum. Siz de başta belirttiniz, bu 90 sonrasında tarihî kent
merkezlerinin yeniden keşfedildiğini, ben bunu genellikle bir bakıma bit
pazarına nur yağdı diye ifade ediyorum. Tabii, Cengiz arkadaşımın
söylediği konu burada çok önem taşıyor bence, o farkına varmak ilk önce
tarihî kültürel değerlerin farkına varmak, ama farkına varış biçiminde
zannediyorum bizim açımızdan bir sorun var. Biz tarihin para getirdiğinin
farkına vardık. Biz derken yani, meslek insanlarından ziyade herhalde
lafımın kime gittiği belli, kamu yöneticilerinin de buradan kendilerine bir
pay çıkarmaları gerektiğini düşünüyorum. Bu çok önemli bir ayrım, bu
farkına varmanın biçimi açısından tabii bu da gene Nuran Hocamın
yaptığı analiz açısından da çok önemli. Gerçekten kavramları kendimize
özgü biçimde, bu farkına varışa uygun biçimde belki de üretiyoruz.
Literatürde yerini
bulamadığımız kavramlar
çerçevesinde hareket
ediyoruz. Bunu belirtmek isterim, teşekkür ederim.
Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Çok teşekkür ederiz. Başka soru
yoksa konuşmacılara tekrar söz vereceğim. Benim de sorum baki Sayın
Karabulut’a, sırayla Sait Bey’den başlayalım mı? Aynı sırayla gidelim mi?
Eksikleri de tamamlayabiliriz, söylemek istediğimiz, mesaj
217
vermek istediğimiz şeyler varsa onları da tamamlamak adına herkese
söz vermek istiyorum.
SAİT KARABULUT- Hocam tam kapatırken bahsettiğiniz bir
torba kanun vardı. Bu torba kanunlar çok tehlikelidir, birçok yapılmak
istenilip de yapılamayan şeyler bu kanunlara eklenilir veya gerçekten iyi
niyetli olarak da eksiklikler giderilir. O bahsettiğiniz 2863 sayılı Yasa
kapsamındaki yerlerle ilgili olarak Özelleştirme İdaresi’ne tanınan
planlama yetkisi ben de ilk duyduğumda “olmaz bu kadar” dedim, “nasıl
olur? Kurullar devre dışı bırakılamaz” diye, sonra o anlam çıkıyormuş gibi
olmakla beraber iyice okunduğu zaman mesela sen 2863 sayılı Yasanın
hükümlerinin aynen geçerli olduğu, sadece 17. maddenin A bendinin 2.
ve 8. paragrafındaki hükümlerin ayrık tutulduğu, yani onların da
uygulanmayacağı ifade ediliyor. Aksi halde böyle bir şey olmaz,
Anayasaya aykırı, kamu düzenine aykırı, kamu yararına aykırı, oradaki A
bendinin 2. ve 8. paragrafındaki hükümler de bir planlama aşamasındaki
süreçle ilgili ilk başlangıçtan itibaren geçiş dönemiyle ilgili süreçlerle ilgili,
8. bendi de plan yapımına katılacak arkeologlar, şunlar bunlar kim varsa
normal bizim koruma amaçlı imar planında onları devre dışı bırakarak
sadece
Özelleştirme
İdaresi’nin
kendi
tayin
ve
tespit
edeceği
planlamacılar tarafından, plancılar tarafından yapılacağını söylüyor. O
hüküm tamamen ortadan kaldırmıyor, zaten öyle bir şey olamazdı da,
ama ilk başta söylendiğinde ben de okuduğumda öyle anladım, ama öyle
değil, onu özellikle belirtmek istiyorum.
İkincisi, bahsedemediğim bir konu vardı. Bizim en çok sıkıntı
çektiğimiz bu etkiyle geçiş alanı diye bir şey var; bir yeri sit alanı ilan
ediyorsunuz. Sitin etkileşim geçiş alanını da belirliyorsunuz. Fakat sit ilan
ettiğiniz yerin hangi rejime, hukukî rejime tabî olacağı belli, kanunda
yazılmış, ilke kararlarında yazılmış, ortaya konulmuş.
218
Kurullar buna göre bir kararlar veriyorlar. Fakat bu etkileşim alanıyla ilgili
olarak bir hüküm yok, sadece koruma amaçlı imar planında bir
bahsediliyor. Plan onu da kapsayacak şekilde düzenlenir diyor, fakat o
sürece kadar kurul nasıl karar verecek, ne yapacak? Oradaki
uygulamalarla ilgili ne söyleyecek? Tek tek inceleyecek mi sit gibi,
değilse incelemeden serbest mi bırakacak, mevcut plan mı uygulanacak
veya sit ilân ettiğiniz yerde plan uygulaması duruyor, yani iptal ediliyor.
Peki, bu geçiş alanında, etkileşim alanındaki plan ne oluyor? Bunda çok
ciddi belirsizlik var. Zannediyorum İstanbul’da böyle bir saha fazla
olmadığı için pek gündeme gelmiyordu. Bizim bu Kağıthane’de bu sıcak
olarak gündeme geldi. Bunun sıkıntısını çekiyoruz, Bakanlık tarafından
da bu konuda herhalde bir düzenleme yapılır veya yüksek kurul
tarafından diye bekliyoruz. O ciddi anlamda problem oluşturuyor.
Ayrıca bu yöne alan yönetimiyle ilgili olarak alan yönetimleri
zaten 2863 sayılı Yasa kapsamında sit, ören yeri, koruma alanı bir de
bunlara bağlantı noktası eklenmiş, bunlar zaten belirlenmiş şeyler, daha
önceden Bakanlık tarafından tayin edilmiş, belirlenmiş, kurullardan
geçmiş noktalar ve bunların uygulama rejimleri de belli, yani yeni bir şey
yok. Dolayısıyla bu alan yönetiminde nasıl bir uygulama yapılacak? Daha
önce sit ilan ettiğiniz, daha önce alanlarını belirlediğiniz, daha önce
rejimini belirlediğiniz yeri tekrar yönetim alanı olarak ilan etmenin bir
anlamı var mı? Onu da çok fazla anlayabilmiş değiliz. Benim
söyleyeceklerim bu kadar, teşekkür ediyorum.
Yalnız Abdullah Bey bir şey söyledi, onu ben hemen ifade
edeyim. Gerçi Muzaffer Bey’e sordu, ama yenileme alanlarında plan yok,
uygulama tamamen avan projesiyle yapılıyor. Ankara bunu çevirerek
koruma amaçlı plan havasına soktu, ama orada yürümedi. Yürümesi de
mümkün değil, çünkü kanunun amir hükmü, yani emredici
219
hükmü diyor ki, avan projesine göre uygulama yapar. Yani planlama
aşaması altta ve üstte yok, avan projesini yapıyorsunuz, uygulama
projelerini götürüyorsunuz, ona göre de bütün uygulamaları tamamlayıp
işi bitirmiş oluyorsunuz. Teşekkür ederim.
MUZAFFER
ŞAHİN-
Sorulardan
bir-iki
tanesini
cevap
noktasında değerlendirirsek Tarihî Yarımada Beyoğlu yenileme alanları
konusunda “planlılığı konusunu nasıl değerlendirdiniz?” diye soru
soruldu. Bizim Tarihî Yarımada planlarına başladığımız tarih 2000’li
yıllardı. 2003 mayıs ayında bitti, dolayısıyla o tarihlerle yenileme alanları
kavramı yoktu. 5366 sayılı Yasa daha sonradan çıktı. Uygulama konusu
ayrı, bundan sonraki süreçte ne olduğu ayrı bir konu, ama bizim plan
üzerinde 5366’ya ait alanlar yoktu. Kanun yeni daha henüz o tarihte
çıkmamıştı. Beyoğlu noktasında da Beyoğlu planlama süreci devam
ediyor, tabii şu an itibariyle de devam ediyor. Orada gene 5366’ya atıflar
yaparak onları tartışıyoruz, Sait Bey’in de söylediği şeyler doğrudur. Her
iki kurula birden göndermek gibi bir düşünce de var. Onlar net kanunda
belirli olmadığı için henüz daha tartışma aşamasında, ama biz yenileme
alanları için Yenileme Kurulu’na oradaki plan kararları açısından, diğer
alanlar için, koruma alanları için de 2 No’lu Koruma Kurulu’na göndermek
gibi düşünceler var, onları şu an itibariyle tartışıyoruz.
Bir başka konu da, Odanın katılımı noktasında bir-iki şey geldi.
Benim görev yaptığım saha itibariyle Üsküdar geri görünüm planlarını
yapıyoruz. Kanun gereği, yönetmelik gereği iki toplantı yapılması
gerekiyor. Biz bu noktada Şehir Plancıları Odası ile gayet uyumlu
çalışıyoruz. Oraya bütün muhtarları çağırıyoruz, dernek varsa o alan
içinde
onları
çağırıyoruz,
kurullardan
çağırıyoruz,
Başbakanlık
kurumlarından, belediyenin diğer kamu kurumlarından çağırıyoruz. O
noktada çok fazla ısrarlar, yoğun talepler, şunlar bunlar
220
noktasında ben her zaman Şehir Plancıları Odası’na teşekkür ediyorum,
bizi bayağı bir sualliyorlar, rahatlatıyorlar. Biz o noktada işbirliği içindeyiz,
bunu da ifade etmek lâzım. Mesela, şu anda toplantıya gelmeden önce
Kartal Dragos’u görüyorduk. Bilmiyorum Şehir Plancıları Odası’ndan
arkadaş geldi mi? Bize bu noktada gayet düzgün destek veriliyor. Ben
teşekkür ediyorum, Şehir Plancıları Odası’ndan katılım da oluyor, destek
de veriliyor. Bu anlamda teşekkür ediyorum.
Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Yaptığınız, kurduğunuz çerçeve
gerçekten
çok
etkileyiciydi.
Herkes
aslında
kendine
bütün
konuşmacılardan gereken dersleri çıkardı diye tahmin ediyorum. Burada
sıra Cengiz Bey’de.
Doç. Dr. CENGİZ CAN- Ekonomik değerinin farkına varmak
önceliktedir. Doğru, aslında korumada ekonomik değerinin farkına varma
vardır, yani biliyorsunuz koruma iktisatçıları kültür varlığına kültürel
sermaye olarak bakar ve öyle tanımlar. Bu doğrudur, bence de bunu
hatta biz araç olarak kullanırız tespit, tescil ve farkına varılsın diye, ama
Zeynep Hanımın söylediği spekülasyon ve yağma için farkına varmaktan
söz ediyor. Bu çok tehlikeli.
İkinci bir küçük not, ben uzun süre Anadolu’da Koruma Kurulu
üyeliği ve başkanlığı yaptım, İstanbul örnektir. Onun için burada çok
dikkat etmek lâzım. Anadolu’da birçok tarihî merkez korumayla ilgili
uygulamalarında
İstanbul’un
uygulamalarını
bekliyor.
Biliyorsunuz
Beyoğlu’na yaya alanı yapıldı, Anadolu’da o kadar çıktı ki, hatta tescilli ve
koruma alanı olmayan yerlerde belediye başkanları bizim kurula
başvuruyordu. “Burayı biz yaya alanı yapacağız, tescil edin” hocam diye,
buna çok dikkat etmek lâzım.
221
Bir başka şey Ömer’in verdiği örneklerdi. Benim biraz sözünü
ettiğim o imge haline dönüşmesi korunması gerekli kültür varlıklarının,
anıtların, onların üslup özelliklerinin, mimari elemanlarının içselleşmeden
gidip orada burada kullanılması çok bütün kültürsüzlük tabii, bu yayılıyor.
Yani bilinçsiz kullanılması bütün ülkede yayılıyor. Bu aşırı restorasyonun
ilginç güzel örneği bizi ürküten. Teşekkür ediyorum.
Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Biz teşekkür ediyoruz. Ömer Bey
ilaveniz var mı?
ÖMER KANIPAK- Çok kısa söyleyeceğim; Cem Bey’e bir
yandan katılıyorum. Aslında hiçbir zaman belirsizlik yok, benim de fark
ettiğim, çok konuların içinde değilim, hukukî olarak da çok bilgim yok,
ama belirsizlikten çok fazla belirli bir katı kurallar içinde hareket etmeye
çalışıyoruz. Üst üste katmanlar var ve her katman çok tanımlı, her birinin
kanunu, yönetmeliği çok belli, ama bunlar üst üste çakıştığı noktalarda
sorunlar çıkıyor. Hepimiz iyi niyetli bir şekilde kentte bir şeyler yapmaya
çalışırken bir şekilde bu üst katmanlar arasından yol bulmaya çalışıyoruz.
Dolayısıyla yol bulurken de bizim de doğru olarak bildiğimiz şey bu
katmanlar arasında dolaşırken çarpıklaşıyor. Esas sorun bence birazcık
güvensizlikten kaynaklanıyor. Bütün bu kanunların bu kadar katı ve
birbirinin üstüne binmesi bence bundan kaynaklanıyor. Birazcık bu artık
kimin yöntemi, kime bağlıyor bilmiyorum, ama insan yaratıcılığına, hayal
gücüne yol açabilecek, tartışmayla birtakım sorunları çözebileceğimiz bir
model üzerinde kurulması gerekiyor bence her şeyin, bu kadar katı bir
şekilde her şeyin sınırlarını belli ettiğimiz zaman da zaten bize gerek
kalmıyor.
Kendi
kendine bir mekanizma kurulmuş oluyor,
ama
gördüğümüz gibi işlemiyor.
222
Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Teşekkür ediyoruz Ömer Bey. Neşe
Hanım aslında şimdiye kadar Sulukule platformlarının dile getirdiği
konuların çok dışına çıkarak tamamen tescilli yapılar üzerinden
konuştunuz. O çok önemliydi. Zannediyorum Cem Bey özellikle, gerekse
Muzaffer Bey kamu yetkilileri olarak bunu mesaj olarak almalıdırlar.
Çünkü Cem Bey özellikle Süleymaniye’de tescilli yapıların yıkılmadan
korunması
konusunda
büyük
mücadele
veriyor.
Dolayısıyla
Sulukule’dekileri de aynı kapsamda değerlendirmek bir boyun borcudur
diye düşünüyorum.
NEŞE OZAN- Aslında çok geniş, vaktimiz de çok sınırlı, ama
çok tarihî konular üzerinden gidilince bu konuda sadece bir alan üzerinde
yoğunlaşabildim. Belki de insanları koruma, bir dokuyu koruma, kültürü
koruma meseleleri var. Başka bir zaman artık.
Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Çok teşekkür ediyoruz. Pınarcığım.
PINAR ÖZDEN- Ben bir-iki konuya değinmek istiyorum. Biri,
Mümtaz Bey zaten yenileme uzmanı kesildi, bizim etkinliklerin hepsini
dinledi, sizi hepsinde var yazdık. Sakinler konusu hakikaten çok önemli,
yerinde edilme süreçlerinin çok işlediğini görüyoruz. Şöyle bir hataya
düşülüyor: Yenileme alanı ilan etme ve yenileme alanı ilan ettikten sonra
da yenileme projesi yapma konusunda ısrar ediliyor. Şurada bu noktada
kaçırdığımız bir şey var: Bugüne kadar sonucu alınmış herhalde var mı,
yok mu bilmiyorum, ama yenileme uygulaması bunların acaba
hangisinde aslında alanı yenilemeye yönelik ve ondan sonrasında
yaşatmaya yönelik birtakım kararlar alınıp uygulanmış doğrusu ben bunu
çok bilmiyorum, görmedim. Gören varsa belki burada bizimle paylaşır.
Daha çok yenileme uygulamalarının şöyle olduğunu görüyoruz. Zaten sit
alanları
restorasyonu
yapılıyor,
fiziksel
anlamda bir
223
yenileme sağlanıyor, o noktada bırakılıyor ya da alanda yaşayanlarla
birtakım anketler, bu anketlerin sonucunda çıkan birtakım veriler, bunlar
üzerinden
bazı
o
alandaki
yaşayanı
sosyo-ekonomik
anlamda
geliştirmeye yönelik birtakım maddeler yazılıyor. Bunlar ne kadar o anket
verilerini besleyen ve onun ışığında yazılan konular bilmiyorum. Mesela,
Tarlabaşı’nda bir örneğini gördüm; projeyi anlatan arkadaşımız anket
sonuçlarını sundu. Anket sonuçlarından biri şuydu: Alanda yaşayanlara
soruyorlar, yenileme sürecinde alanda inşaat yapılacak inşaatlarda
çalışmak ister misiniz? Yüzde 100 hayır cevabı çıkıyor, ama ondan
sonraki stratejiler yazılmış, onları okurken bir bakıyorsunuz alanda şu
kadar insan burada inşaat işlerinde çalışacaktır. O zaman bu yapılan
anketin hiçbir faydası da yoktur, zaman kaybıdır, emek kaybıdır, para
kaybıdır, yazıktır. Eğer hakikaten gerçek doğru bir şekilde onu hayata
geçiremiyorsanız, o zaman ne yapmalı? Madem bu tip birtakım
yaşayabilir, sürdürülebilir stratejiler uygulamıyorsanız ya da uygulamak
istemiyorsanız
o
zaman
yenileme
alanı
ilan
etmekte
ısrar
etmeyebilirsiniz, ama bu alanı çok güzel restore edersiniz. Çünkü
kamunun bu anlamda yetkileri vardır, TOKİ’ye de son dönemde bu
konuda geniş yetkiler verilmiştir, kaynak aktarması imkânı verilmiştir.
Bakanlığın zaten bu konuda yetkisi vardır, belediyelerin de yetkisi vardır.
O zaman belediyeler bu alanda gayet güzel bir restorasyon uygulaması
yaparlar, kaynaklarını aktarırlar. Bu alanda yaşayanlar da bundan hiçbir
şekilde mağdur olmadan yaşamlarını sürdürürler. Bu yapılmayacak bir
şey değil, ama öbürü neden bu kadar ısrar konusu oluyor? Onu da ben
size söyleyeyim; çünkü 5366 sayılı Kanun yasaların etrafından dolaşan
bir kanundur, baypas edip geçen bir kanundur, Koruma Kanunu’nu da
baypas eder, başka bir sürü kanunu da baypas eder geçer. Dolayısıyla o
yolları hızla almak çok daha mümkündür, kolaydır. Bunun tek sebebi
budur.
224
Bir başka konuya değinmek istiyorum. Sakinler konusunda
belediyenin yapması gereken üç önemli temel konu var. Bunlardan biri bunu şimdiye kadar belediye yapmış değil, ama yapması gerektiğini
düşündüğüm için söylüyorum- alanda yaşayan örgütlü olmayan halkı
örgütlemek, yenileme uygulaması yapılacak alanlarda çok asli bir
görevdir. Çünkü örgütsüz alanların çok fazla olduğunu görüyoruz. Kendi
kendine örgütlenemeyen, örgütlenemeyecek, o yapıya sahip olmayan, o
potansiyeli olmayan nüfus grupları var. Burada belediye böyle bir rol
üstlenmeli, bu çok olumlu bir davranış olur. O kamuya olan güvensizliği
de aslında azaltacak bir yaklaşım olur.
İkincisi, fikrini almak; diyoruz zaten, hiçbir zaman bu fikirler
alınmıyor, gözler, kulaklar kapatılıyor ya da “mış” gibi yapılıyor Sırma
arkadaşımızın söylediği gibi, ona da tekrar geleceğim. Ayrıca, bu fikrini
alma konusunda belediyenin samimi olması gerekiyor.
Üçüncüsü, alanda yaşayan sakini izlemek. Sadece anket
yapmak değil, sadece birtakım sayısal verilerle o halkı tanımak değil, o
havayı koklamak, o insanların nasıl yaşadığını, nerede toplandığını,
nerede gezdiğini, nerede buluştuğunu, yani o alanın patinasını bir şekilde
özümsemek, belediye yenileme uygulaması yapmadan önce bunu
yapmak zorunda. Bunlar önemli diye düşünüyorum.
Son olarak çok uzatmayayım, şu “mış” gibi yapma lafına gelip
çok kısa bir deneyimimizi sizinle paylaşayım. Adını vermeyeyim, malum
bir belediyemiz yenileme uygulaması yapan bir belediyemiz bu
uygulamalarıyla gündemde, medyada da olan bir belediyemiz, yenileme
uygulamasına açtığımız davaya karşı mahkemeye yakın zamanda bir
cevap yazdı. Bu cevapta hem eski Oda Başkanımız Ahmet Turgut’un,
hem yeni Oda Başkanımız Erhan Demirdizen’in adlarını da
225
zikrederek ve benim daha önce 2001 yılında yazdığım bir makaleye de
atıf yaparak çok doğru uygulamalar yaptığını ve projenin o adı geçen
Oda Başkanlarıyla da paylaşıldığını mahkemeye verdiği cevapta yazdı,
bildirdi. Bu tam anlamışla “mış” gibi yapmanın en güzel örneğidir. Ben
başka bir şey söylemiyorum, hiçbir mesaj da vermiyorum. O belediye
inşallah buradan ne demek istediğimi ve ne mesaj vermek istediğimi de
anlar. Teşekkür ederim.
CEM ERİŞ- Teşekkür ederim Hocam. Süleymaniye’den hiçbir
soru almadım. Söylediklerim herhalde anlaşılmadı. Bir takdir de almadık,
bir ikaz da almadık. Bunu nasıl anlamam lâzım bilmiyorum.
CENGİZ CAN- Takdir aldınız.
CEM ERİŞ- Takdir aldık, özür dilerim Hocam, Cengiz Hocam
özür dilerim. O belirtti. Ben Pınar Hanım’a bir soru sorarak bir açıklama
yapmak istiyorum. Süleymaniye’de yaptığımız röleve restorasyon avam
projemize dava açmayı düşünüyorlar mı? Bunu öğrenmek istiyorum ve
bir açıklama da yapmak istiyorum tekrar, bakın; Tarihî Yarımada’nın bir
koruma imar planı var, koruma amaçlı imar planı var. Bu plan iptal
edilmiş de olsa bunu tekrar bir geçiş dönemi yapılanma koşulu olarak
kabul eden bir 4 numaralı kurul kararı var. Dolayısıyla bizim burada
bütün hareketimiz koruma planının uygulanmasında 5366’ya bakın,
yenileme alanı denilmesi evet, hocam çok güzel bunu analiz etti. Bu
literatürde tâbir olarak belki yanlış şeyler ifade ediliyor, yanlış anlaşılıyor
ilk etapta baktığınızda, kanun içerisine baktığınız zaman da ya da
yönetmeliği incelediğinizde böyle çok sağa sola çekiştirilebilecek
hususlar var, ama ben bir şey söyleyeyim; 2863 var, Yüksek Kurul İlke
Kararları var, kurul kararları var, geriye dönük senelerdir alınmış kurul
kararları var, geçiş dönemi yapılanma koşulları var. Bunlar
226
bakın çok ciddi belirleyicilerdir. Biz buna bakıyoruz. Süleymaniye
yenileme alanında, burası da yenileme alanı, burası da 5366
kapsamında ilan edilmiş bir yenileme alanı, ama biz ne yaptığımızı
burada anlatıyoruz. O zaman sizden ricam şu: Başka yenileme
alanlarında başka uygulamalar yapılır, ama Süleymaniye’de de böyle bir
uygulama var. Bakın, biz burada Süleymaniye yenileme alanında da her
parsel sahibiyle her eski eser sahibi içindeki kiracılarla ayrı ayrı
görüşüyoruz 6 aydır, onları bu projeye katmaya çalışıyoruz. İnsanlar
inanmıyorlar, koruma kurulundan restorasyon projelerini onaylattık,
kendilerine takdim ettik toplantılarda, gösterdik, inanmadılar bize, samimi
söylüyorum. Bu yılların ihmal edilmişliği var. İnsanlara anlatmakta bazen
zorlanıyoruz, ama gerçekten Süleymaniye’de uygulama birimi kurduk.
Daha önce de söylediğim gibi Müdürlüğümüz olarak, Projeler Dairemiz
olarak biz her türlü bilgiyi, yaptığımız çalışmaları vermeye hazırız. Bu gibi
imkânları da sağladığı için gerek Şehir Plancıları Odamıza veya
geçtiğimiz günlerde toplantı yapılan Mimarlar Odamıza da teşekkür
ediyorum. Ancak, hadiseyi belki farklılaşma mı olarak görüyorsunuz
bilemiyorum. Süleymaniye yenileme alanında yaptığımız çalışmalar da
5366 kapsamında yapılan çalışmalar. Bunu da lütfen dikkate alalım, ben
bunu hatırlatmak istiyorum.
Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Teşekkür ediyoruz. Artık soruları
bitirmek zorundayız. Mümtaz Bey’i hemen bir dakikada alalım. Çünkü
öbür oturum başlayacak, araya da yemek arası girecek.
MÜMTAZ IŞINGÖR- Zaten onun için konuşmak istedim bir
dakika içerisinde,
bu arkadaşlar
değişecekler, başka arkadaşlar
gelecekler. Dolayısıyla bu konu biraz devam edecek de, daha değişik
biçimde devam edecek.
227
Pınar Hanım bu tespitleriniz tam bir akademisyene yakışan
tespitler, zaten halk bunu istiyor. Halk zaten kendi içerisinde bu acıyı
hissettiği zaman az buçuk, irili ufaklı bir örgütlenmeye giriyor. Belediyenin
bunu yapması çok daha mükemmel bir şey olur, çok daha anlamlı bir şey
olur, ama yapmadığı zaman da halk bunu yapıyor.
Katılımcılığı söylüyorsunuz, halk bunu bekliyor, bu diyaloğun
tekrar sağlanmasını bekliyor. Başka bir beklentisi yok. Sizden evvel
konuşan Neşe Hanım çok güzel özetledi. Bıçak sırtında yaşamak ve de
yanılmıyorsam güven eksikliği. Bunlar hep böyle bu bütünün içerisindeki
parçalar. Çok teşekkür ederim.
Doç. Dr. İCLÂL DİNÇER- Ben de tüm değerli konuşmacılara
teşekkürlerimi iletiyorum. Bitirirken bir konunun altını çizmek istiyorum,
başta da söyledim; aslında en tehlikelisi belirsizlik ortamını bir politika
olarak benimsemek ve bunu sürdürmektir. Herkesin ortak mücadelesinin
bu olması gerektiğini söyleyerek bitirmek istiyorum. Mümtaz Bey, iç-dış
kumsal yenileme alanı olarak ilan edilmemiştir. Bu bilgi belirsizlik
ortamının bir ürünüdür. Sit alanıdır, başka bir süreçten geçmiştir, bir
yarışma projesine konu olmuştur, ama ne yazık ki toplumun gündeminde
iç-dış kumsal da yenileme alanı olarak bilinmektedir. Örnek olsun diye
hemen bunu söylemek istedim.
Bir diğer konu Sait Karabulut Hocam lütfen beni affetsinler,
Özelleştirme Yasası gerçekten sadece üretim birimlerinin değil, okulların
da, devlet demiryolları birimlerinin de arsalarının da satışa konu edildiği
ve bu satışın tamamen Özelleştirme İdaresi tarafından planlandığı bir
sürece işaret ediyor. Aynı zamanda da 2863 sayılı Yasanın o söylenilen
maddeleri zaten iptal edilince hem geçiş dönemi yapılanma koşulları
imkânı ortadan kalkıyor, hem de imar planı hazırlama
228
koşulları ortadan kalkıyor. Yani çok özür dileyerek söylüyorum, hukuk
terminolojisi kurnazlığı içerisinde bence çözümlenmiş gibi gözüküyor.
Bunun üzerinde başka platformlarda gene konuşacağız ve imkân olursa
yazacağız.
Bir diğer bilgiyi de düzeltmek istiyorum izninizle, şu anda
uygulama 2863 sayılı Yasa ve 5366 sayılı Yasa birlikte yürütülerek
sürdürülmektedir. Buna Yüksek Kurulun ilke kararları da dahildir. Bunu
da tüm kamuoyunun bilgisine sunmak istiyorum. Bu büyük bir
mücadeleyle elde edildi. Yasanın adının da gene dikkatinizi çekmek
istiyorum, bir sit alanı bütününde değildir tanım, yıpranan tarihî ve
kültürel varlıkların yenilenerek korunması der, yani tescilli binaya atıf
yapar. Adı da tek bina ölçeğinden çok minimum ölçekte bakılmış, hiç
makro
ölçekte
mücadelelerimizle
çalışıyoruz.
ele
alınmamış
bunu
Süleymaniye
2863’ün
bir
yasadır.
içerisine
meselesi
bunun
Biz
kurulda
oturtarak
büyük
uygulamaya
örneklerinden
biri.
Süleymaniye projesinin en önemli problemi Cem Bey hep restore
edilecek yapıları dile getirdi. Sevgili Asuman’ın da sorusu o, kusura
bakma, ben onu hemen özetleyip söyleyeceğim. Tarihî çevrede yeni yapı
meselesi en kritik noktadır. Burada çok dikkatli olmamız gerekiyor, yani
Cengiz Bey’in dile getirdiği gibi yepyeni bir Süleymaniye yaratmamaktır.
Bu konuda eleştirilerimizi her zaman dile getiriyoruz. Tarihî Çevre
Müdürlüğü iyi niyetle geliştirmeye çalışıyor. Buradan bütün üniversiteleri
aslında davet etmek istiyorum. Biz kendi üniversitemizde bir proje
konusu olarak verdik. Süleymaniye bölgesinde tarihî çevreye yeni yapı
sorunsalını temel alan projeler versinler. Öğrenci projeleridir, belki çok
uçuk gelebilir, ama en azından fikir verebilir. Zeynep Ahunbay Hoca
şöyle bitirmişti Kurula geldiğinde arkadaşlar sordukları zaman “Peki
hocam, o zaman yeni yapıyı nasıl yapacağız?” diye, o da dedi ki “İyi
mimar olmak gerekiyor” Tarihî çevrede iyi yapı yapabilmek
229
için gerçekten iyi mimar olmak gerekiyor. Sorunlarımız çok fazla,
belirsizliklerimiz çok fazla, ama gene de ben umudumuzu yitirmemek
konusunda herkese umut vermek istiyorum ve Nuran Hocanın tarif ettiği
bilimsel bilgi ve diğer tasnifleri herkesin bir kez daha gözden geçirip bulunduğu konum itibariyle gözden geçirip- neredeyiz ve hangi bilgiyi
kullanıyoruz diye sormasını istiyorum. Herkese saygılar sunuyorum,
teşekkürlerimi iletiyorum.
- ARA -
230
“KENTSEL DÖNÜŞÜM ALANLARINDA PLANLAMA”
Oturum Başkanı: Prof. Dr. Fulin Bölen
SUNUCU-
“Belirsizlik
Ortamında
İstanbul’un
Planlama
Gündemi” konulu İstanbul Buluşmaları’nın ikinci gününün son oturumuna
hoşgeldiniz.
Dördüncü yuvarlak masamızın konusu “Kentsel Dönüşüm
Alanlarında Planlama”. Oturumu yönetmek üzere Prof. Dr. Fulin Bölen’i
davet ediyorum. Oturumun katılımcıları Prof. Dr. Ali Türel Ortadoğu
Teknik Üniversitesi’nden, Doç. Dr. Fatma Ünsal Mimar Sinan Güzel
Sanatlar Üniversitesi’nden, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ali Yüzer İstanbul
Teknik Üniversitesi’nden, Uğur İnan İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir
Planlama Müdürlüğü Temsilcisi, Lütfü Altun İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Kentsel Dönüşüm Müdürü, Araştırma Görevlisi Erhan Kurtarır
Yıldız Teknik Üniversitesi’nden, Kübra Şen Zeytinburnu Belediyesi’nden,
Celal Erdoğdu İstanbul Gayrimenkul Değerleme temsilcisi, Gül Deliktaş
T.C Toplu Konut İdaresi temsilcisi, Prof. Dr. Gülden Erkut İstanbul Teknik
Üniversitesi’nden, Ayşe Yazıcı Mahalle Dernekleri Platformu temsilcisi,
Öğretim
Görevlisi
Levent
Yarar
Mimar
Sinan
Güzel
Sanatlar
Üniversitesi’nden, Doç. Dr. Murat Cemal Yalçıntan Şehir Plancıları Odası
İstanbul Şubesi temsilcisi, Ahmet Gün Tarlabaşı Derneği temsilcisi,
Hüseyin Oflaz Küçükçekmece Belediyesi’nden.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Herkese hoşgeldiniz diyorum.
“İstanbul Buluşmaları - Belirsizlik Ortamında İstanbul’un Planlama
Gündemi” toplantısının son oturumunu açıyorum. Çok zengin bir katılımcı
grupla birlikte olacağım. Bütün katılımcılara şimdiden vakitlerini ayırıp
231
geldikleri için çok teşekkür ediyorum. Dinleyicilerimiz, sizlere de
gösterdiğiniz ilgi için çok teşekkür ediyoruz.
Ben arkadaşlarım Özlem Özçevik ve Burçin Yazgı’yla birlikte bu
oturumun tutanaklarını
da daha sonra birlikte sizlere sunmaya
çalışacağız. Aslında konumuz ülkemizde planlama gündemini en fazla
meşgul eden en tartışmalı konulardan biri, belki o yüzden burada daha
da geniş bir kadroyla yer alıyoruz. İstanbul, globalleşen başka
metropoller gibi çok sıkı bir rekabet ortamında ve kendini sürekli
markalaştırarak pazarlama sürecine girmiş bir kent durumunda şu anda.
Bir yandan da 1950’li yıllardan bu yana plansız ve düşük maliyetli bir
gelişme süreci geçirmiş, yaşam kalitesi çok düşük, buna karşılık deprem
riski çok yüksek. Konut alanlarının büyük bir bölümü bu ortamda gelişmiş
durumda. Bu alanlar için amaçlanan yaşam kalitesinin mevcut durumda
piyasa temelli çözümlerle gerçekleştirilebileceği düşünülüyor gibi bir
izlenim de var. Bu yaklaşımın karşısında plancılar ortaya çıkan durumu
bütüncül gelişmeden uzak; parçacı, ranta dayalı, kısa vadeli çözümler
olarak değerlendiriyorlar. Dönüşüm alanlarının sakinleri ise barınma
haklarının ellerinden alındığını, kentsel sürgünle karşı karşıya olduklarını
düşünüyor ve insan hakları ihlâli olarak gördükleri bu duruma karşı
kendilerini savunmak için örgütlenmeye başlamış durumdalar. Özel
yatırımcılar ise bu alanlarda yatırım yapmak isterlerken bir anda yasa ve
finans mekanizmalarının yeterli olmadığını düşünüyorlar. Belediyeler bu
alanlar için finans yönetimi uygulama modelleri araştırıyor, deneme
yapıyor ve günümüzün özellikle son zamanlardaki belirsizlik ortamında
gelecekle ilgili beklentilerimiz neler, öngörülerimiz neler olabilir? Bu
oturumda özellikle bu konulara değineceğiz.
Şöyle bir düzenleme içinde toplantıyı yürütmeyi düşünüyorum:
Önce dönüşüm alanlarıyla ilgili olarak Türkiye’deki şehir ve
232
bölge planlaması bölümleri olan dört büyük üniversitemiz tarafından
İstanbul
Büyükşehir Belediyesi için hazırlanmış bir araştırmanın
sonuçlarını ele almak istiyoruz. Orada geliştirilen modeller var.
Üniversitenin
önerilerini
böylece
görmüş
olacağız.
Daha
sonra
katılacaklarını ümit ettiğim İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kentsel
Dönüşüm Müdürü Lütfü Altun ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir
Planlama Müdürü Sayın Uğur İnan’ın görüşlerini almak istiyoruz. Şehir
planlamada planlama ölçeği açısından İstanbul’da neler yapılıyor? Diğer
yandan bu üst plan kararlarının altında yerel belediyelerin çalışmalarına
örnek
olarak
da
Zeytinburnu
ve
Küçükçekmece
Belediyelerinin
görüşlerini alacağız, deneyimleri ve önerilerini almak istiyoruz. Buna tepki
olarak
kullanıcıların
görüşü
olarak
İstanbul
Mahalle
Dernekleri
Platformundan Sayın Ayşe Yazıcı ve Tarlabaşı Derneği’nden Erdal
Ayberk görüşlerini açıklayacak. Sonra bu çerçevede bir irdeleme yapmak
istiyoruz. Konunun sosyal açıdan irdelenmesini Prof. Dr. Gülden
Erkut’tan istiyoruz. Finansman ve ekonomik yönden irdelemesini
TOKİ’den Sayın Gül Deliktaş ve İstanbul Gayrimenkul’den Sayın Celal
Erdoğdu’dan alacağız. Hukuki irdelemeyi yapacak üyemiz Levent Yarar
gelmemiş durumda, onu alamayacağız. Fakat planlamayla ilgili durumu
mesleki açıdan irdeleme konusunu da en son Sayın Doç. Dr. Murat
Yalçıntaş’tan alacağız. Sonra tekrar sorulara cevap olarak konuşmak
isteyenlere söz verme durumu olur. Şimdi Prof. Dr. Ali Türel.
Prof. Dr. ALİ TÜREL - Herkese merhaba. Fulin Hanım’ın
bahsettiği gibi 2005 yılında başladığımız İstanbul Büyükşehir Belediyesi
Şehir Planlama Müdürlüğü’nün tanımladığı bir araştırma programı
çerçevesinde dört üniversitenin paylaşarak yürüttükleri, ama yer yer
örtüşen bir çalışmada İstanbul’da kentsel dönüşümün özellikleri,
sorunları, müdahale konuları üzerinde çalışmıştık. Büyükşehir Belediyesi
Şehir Planlama Müdürlüğü’nün harita üzerinde dönüşüm
233
alanı olarak tanımladığı yerlere giderek hem oradaki muhtarlar ve bazı
kişilerle hem de daha sonra ilgili ilçe belediyesinde plancılarla konunun
değişik yönlerini tartıştıktan sonra belirli tipolojiler oluşturmuştuk.
Buraya başlarken önce kentsel dönüşüme müdahale biçimleri
nelerdir şeklinde dünya literatürü tanımlanmıştı. Çok değişik isimler var
ve bunların içinde müdahale biçimleri var. Kentsel yenileme, yani bazısı
binayı tümüyle yıkma, aynı fonksiyonda yeniden yapma, bazıları yıkıp
veya o çevreyi temizleyip başka kullanışa döndürme -ki, kentsel yeniden
yapılanma bir miktar böyledir- bir kısmı mevcut yapıyı ve çevreyi
iyileştirme, koruma, sağlıklılaştırma gibi değişik tanımlar bu kentsel
dönüşüm
için
veriliyor.
Burada
üç
sene
önce
Küçükçekmece
Belediyesi’nin düzenlediği bir seminerde yurtdışından bu konudaki 10
uzman geldi ve Avrupa’daki özellikle ve dünyadaki kentsel dönüşümle
ilgili konuları anlattılar. Tabii, biz iki gün onları dinledik, ondan sonra
üçüncü gün Küçükçekmece Belediyesi konuyu önümüze koydu. Orada
tanımlananlardan çok fazla kimsenin yararlanmadığını fark ettik. Çünkü
konteks kapsamı çok farklıydı, çünkü orada yasal olarak oluşmuş,
eskimiş, bir kısmı sosyal konut, bir kısmı özel konut, çevrelerin
iyileştirilmesinden bahsediliyordu. Oysa bizim elimizdeki konuların önemli
bir kısmı tapusu olmayan ruhsatsız yapılaşmış, su havzalarına yapılmış
konut alanları olduğundan bahsediyorduk. Dolayısıyla Türkiye ölçeğinde,
yani dünyadaki kavramların birçoklarını Türkiye’ye uydurmada bazı
sorunlarımız var.
Ben
İstanbul’da
özellikle
kentsel
dönüşüm
beklenti
ve
girişimlerinin başlıca nedenleri nelerdir diye başlayacağım. Öncelikle,
kentsel gelişme ve nüfus hızının çok yüksek olduğu İstanbul’da arsanın
kıt olduğunu, bu nedenle taşınma fiyatlarında büyük artışlar ortaya
çıktığını biliyoruz. Üstyapıdaki fiyat artışları arsa fiyatlarına
234
da yansıyor ve bu durum arsaya yapılan yatırım miktarının, yani sermaye
arsa oranının çoğaltılması eğilimlerini ve baskılarını ortaya çıkarıyor. Bu
emsal arttırımı, ekonominin arz kuramının faktör kullanımıyla ilgili olarak
daha lüks bina yapma şeklinde kendini gösterdiği bir uzantısıdır.
İkinci olarak, taşınmaz ve özellikle arsa fiyatlarındaki büyük
artışların emsal niteliğindeki arsalara göre daha az sermaye yatırımı
yapılmış arsalar üzerindeki yapılarda ekonomik eskimeyi hızlandırması
ve bunun sonucu olarak getirinin artık bunu karşılamaması, dolayısıyla
da fırsat maliyetinin yükselmesi tanımlanmaktadır. Üçüncüsü ruhsatsız
inşa edilmiş, ancak af kanunları uyarınca yasallaştırılamayan veya başka
yasaların yasallaştırılmasına olanak tanımadığı yapılarla ilgili çözüm
beklentileri (Biraz sonra anlatacağım, İstanbul’da bunlardan çok fazla
var). Dört, küreselleşme sürecinde İstanbul’un dünya kentleri arasında
rekabetçi
konumunu
yükseltme
amacı.
Bu,
İstanbul’un
imajını
yükseltmenin yanı sıra nitelikli ofis alanları, konut alanları yaratma gibi
girişimleri de kapsıyor.
Ekonomik eskimeye bunlardan biraz daha fazla odaklanarak ele
alacağım. Ruhsatlı yerleşmeler için planlarda verilen yapılaşma hakları
kullanılmamış veya yüksek getirisi olmayan yapılar yıkılarak yerlerine
daha yüksek sermaye yatırımı getiren yapılar inşa edilmektedir, bunları
biliyoruz. İkincisi, bazı sanayi ve depolama tesisleri için daha yüksek
getirisi olan alternatifli kullanışlar ortaya çıkınca diğer bir deyişle kent
içindeki mevcut konuların da faaliyetlerini sürdürmelerinin fırsat maliyeti
yükselince, bu tesisler kent dışına taşınarak yerlerine yüksek getirisi olan
binalar inşa edilmektedir. Bunu Maslak aksından başlayarak biliyoruz
İstanbul’da ve yeni Kartal projeleri bu konuda daha güncel örneklerdir.
235
Ruhsatsız
yerleşmelerle
ilgili
ekonomik
eskime
örneği:
Ruhsatsız yapılaşmış alanlardaki arsalar üzerinde mevcut yapıların
yerine daha yüksek getirisi olan binaların inşa edilmesi girişimleri
başlamaktadır.
Bu
arsalardan
henüz
yasallaştırılmamış
olanların
değerlendirilmesinde kamu kuruluşları öncülük yapmaktadır. Mesela,
Ankara’da “Kuzey Ankara Kent Girişi Projesi” var. 3000 kadar konut
yıkıldı ve bunlara 18 konut inşa ediliyor. Bunun için kanun çıkarıldı, hatta
üst üste iki kanun çıkarıldı ve bunların hiçbirisi aslında 1986’dan sonra
inşa edildikleri için af kanunlarına girmiyordu. Özel af kanunu da
çıkarılmış oldu ve TOKİ bu işleri üstlendi. Bu tür projelerde Türkiye ülke
genelinde biz 8 ili dolaştık. Bir TÜBİTAK projesi kapsamında, her yerde
bize gösteriyorlardı. Buraya TOKİ gelecek, eski gecekondu alanları
dönüşecek. Dolayısıyla TOKİ konusunda büyük bir beklenti var. Ancak
İstanbul’da özel sektörün bu projelere ilgisiz kalması beklenemez. Zaten
birçoklarının da arkasında özel girişimciler olduğunu biliyoruz, tahmin
edebiliyoruz.
Dönüşümün örgütlenmesinde temel husus, bir özel proje alanı
olarak bu gerçekleştirilebilir. Bunun örnekleri var. Ankara’da Dikmen
Vadisi, birçok başka proje İstanbul’da da sayılabilir. İkinci yaklaşım,
piyasa koşullarında zaman içinde planını yaparak kendi içinde
gerçekleştirilmesinin sağlanmasıdır. Bir de burada önemli olan bir şey,
dönüşüm projesini ve sürecini hangi kurumun, kuruluşun hazırlayıp
uygulamayı yönlendireceği ve diğer paydaşların üstlenecekleri rollerle
yapıların dönüşümünün hangi sunum biçimiyle, yani kamu, özel,
kooperatif vs. gibi yapılmasıdır.
Çok hızlı bir şekilde bizim belirlediğimiz kategorilerin sadece
isimlerini söyleyeceğim:
236
1. Islah imar ve parselasyon planları yapılarak gecekondu
maliklerine
tapuları
verilmiş
olan
gecekondulardan
dönüşen
yerleşmelerden 2005 tarihinde 1/5.000 ölçekli nazım imar planının
onaylanarak yürürlüğe girmesiyle ıslah imar planının uygulanması ve
yeni inşaat ruhsatı verilmesi durdurulanlar. Burada artık yeni planlar, yeni
plan yönetmelikleri var. Mesela, burası için yeni bir uygulama imar planı
2
yapılmaya kalkıldığında kişi başına düşen yeşil alan miktarı 10 m ’ye
çıktı, diğer sosyal donatılar arttı. Dolayısıyla burada bir sorunla karşı
karşıya kalınıyor. Zaten İstanbul’da bunların büyük çoğunluğu oldukça
yoğun olarak yapılaşmış alanlardır.
2. Islah imar planları yapılan, ancak parselasyon planları
hazırlanmadığı için -birincisinde hazırlanmıştı, tapular verilmişti- tapuların
verilmediği gecekondu yerleşmelerinde 2005 tarihinde 1/5.000 ölçekli
nazım imar planının onaylanarak yürürlüğe girmesiyle ıslah imar planı
geçerliliğini yitirmiş olanlar (Burada iş biraz daha kolay belki, çünkü
tapular verilmemiş, ama mevcut yapı oldukça yoğun ve orada operasyon
yapmak gene aynı derecede zor bir nitelik kazanıyor).
3. Orman alanlarının işgal edilerek oluşturulduğu yerleşmeler,
orman niteliğini kaybetmiş araziler 2B olarak tanımlanmaktadır. Özel
mülkiyete devredilmesine olanak tanıyacak Anayasa değişikliği ve yasal
düzenleme girişimleri kabul edilmediği için bu alanların yasallaştırılması
yönünde herhangi
bir
işlem
yapılamamaktadır.
Yani 2B olarak
tanımlanan orman alanı işgal edilerek yapılmış alanlara örnek olarak
Ümraniye’de 80 bin kişilik yerleşmeler bulunmaktadır. Dolayısıyla bu
alanları tanımlamaktadır.
4. Boğaziçi Kanunu kapsamında geri görünüm veya etkileme
alanlarında bulunan yerleşmelerde hisseli tapulu araziler
237
üzerine inşa edilmiş konutlar Boğaziçi Yasasının 10. maddesinin
maksimum Taks: 0.15 şartını sağlayamadıklarından yasallaştırılmaları
mümkün olamamaktadır. Bu geri görünüm bölgesinde çok sayıda bu tarz
konut yerleşmeleri vardır. Bunlar da dönüşüm kapsamında dönüşüm
olarak
işaretlenmiş
alandadır,
ancak
yasaya
uymayan
yönleri
bulunmaktadır.
5. Boğaziçi Kanunu kapsamında geri görünüm veya etkileme
alanında bulunan yerleşmelerde hazine veya orman arazisi üzerinde
veya doğal sit kararı bulunan alanlarda inşa edilmiş konutların bu yasa
kapsamına giren yerlerde imar affı yasalarının uygulanamaması ve
ayrıca Boğaziçi Yasası’nın 10. maddesinin maksimim Taks: 0.15 şartını
sağlayamadıklarından yasallaştırılamamaları. Birincisi hisseli tapulu
arsalar üzerindeydi. Özel mülkiyette bunlar orman veya kamu arsası
işgal edilerek yapılmış yerleşmelerdir.
6. Boğaziçi Kanunu kapsamında öngörünüm bölgesinde Hazine,
orman arazisi veya hisseli tapulu araziler üzerinde inşa edilmiş konutların
öngörünüm bölgesinde yeni konut yapılamadı ve Boğaziçi imar planında
bu alanlar yeşil alan veya ağaçlandırılacak alan gösterildiği için imar affı
veya diğer yasalar uyarınca yasallaştırılmaları mümkün olamamaktadır.
Beykoz’da öngörünüm bölgesinde böyle alanlar var, birçok yerler
tanımlanmış durumdadır.
7. Su havzalarının mutlak korumayla kısa ve orta mesafe
koruma kuşaklarında ruhsatsız bir yapılaşmayla ilgili imar mevzuatıyla
bağdaşması mümkün olmayacak şekilde çok yoğun inşa edilmiş
yerleşmelerin su havzalarını koruma yönetmeliği hükümlerine de aykırı
oldukları için imar aflarıyla yasalaştırılamadıklarını biliyoruz. Ben üç defa
İstanbul’un Su Havzalarını Koruma Yönetmeliği bilirkişiliği
238
yaptım. Dolayısıyla burada ne kadar yoğun bir kavganın olduğunu çok
yakından biliyorum.
Ruhsatlı yapılaşmış dönüşüm alanları kısaca Kartal’da ve
Maltepe’de olduğu gibi eski sanayi depo alanlarıdır. Boşalan sanayi ve
depolama alanları yerine büro, ticaret, konut, rezidans gibi projelerin
yapılması bir proje paketidir. Tarihi dönüşüm alanlarında bireysel, kamu
ve bakım mülkiyetindeki tarihi yapı stoğunun bulunduğu alanlar, burada
sabahki oturumda da uzun uzun tartışılmıştı. Ayrıca, biz bunu
yazdığımızda yapmamıştık, Sulukule olayı çıktı biliyorsunuz. Geçtiğimiz
günlerde sabah tartışıldı. Cevat Erder Hocamız Türkiye’de korumanın
duayeni bir hocamızdır, ICOMOS’un da Roma’da uzun süre başkanlığını
yaptı. Şöyle tanımlamıştı: Çok özgün yaşam biçimi koşulu olan bir sosyal
toplumun temelde bu özgün özelliklerinin korunmasıdır. Bu bizim
şehircilik
daha
mekansal
tanımlamanın
fiziksel
yapılara
ilişkin
tanımlamanın biraz dışında bir tanımlama, ama olayın başka yönleri de
var. Kusura bakmayın, zaman biraz az olduğu için biraz da aşarak
bitiriyorum. Teşekkür ederim.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Çok teşekkür ediyoruz, çok geniş
kapsamlı bir şekilde anlattınız. Mecburen aşmak zorundaydık, özür
diliyoruz.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin çalışması ve
sonuçlarını Sayın Doç. Dr. Fatma Ünsal’dan alacağız.
Doç. Dr. FATMA ÜNSAL- Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Öncelikle bütün katılımcıları saygıyla selamlıyorum. Aslında ben bugün
bir sunum hazırlamıştım fakat daha sonra sorular gelince, bir de zaman
kısıtını da göz önüne alarak sadece sonuçlarımızı,
239
bulgularımızı özetlemeyi tercih edeceğim, ama Erhan arkadaşımdan da
rica ettim, arada sırada refere etmemiz gerekirse bir yandan da o
slaytları geçebiliriz. Dolayısıyla mümkün olduğu kadar zamanı iyi
kullanmaya çalışacağım. Tülin Hocanın bize yönelttiği soruda bu
alanların nasıl belirlendiği konusu önemli vurgulanıyordu. Ben izin
verirseniz bir tersten okuma yapıp aslında nasıl belirlenmediğini
söyleyerek biraz da bizim grubumuzun bakış açısını da belki bu şekilde
açıklayabilmiş olurum diye umut ediyorum. Aslında bu çalışma,
İstanbul’un bütününe yönelik bir analitik çalışmanın tamamlanmasından
sonra mevcut sorunların ve potansiyellerin ortaya konulması, planlama
ilkelerinin belirlenmesi, sorun ve potansiyellerin ilişkilendirilmesi ve onun
sonrasında konut konusuna odaklanarak farklı konut gelişme projelerinin
belirlenmesi ve bunun üzerine de konut gelişme tipolojilerine uygun birer
çözüm arayışına gidilmesi biçiminde gelişmedi maalesef. Aslında öyle
olması gerekirken bu süreç bu şekilde yaşanamadı. Çünkü aslında
hepinizin de çok iyi hatırladığı gibi birbiriyle eş zamanlı gelişen bazı farklı
planlama mecraları vardı. İMP çalışmasının hemen öncesinde başlamıştı
bu proje, daha sonra İMP çok hızla yapılandı. Yine bu dönemde buna
paralel giden OECD çalışmaları vardı. Dolayısıyla bunlar eş zamanlı
olduğu için olması gereken biçimde hem çalışma gruplarının hem de tabii
en başta Şehir Planlama Müdürlüğü’nün bütün iyi niyetli çabalarına
rağmen olması gereken biçimde kurgulanamadı.
Fakat ciddi olarak şu vardı: Şehir Planlama Müdürlüğü Uğur Bey
ve ekibi, arkadaşları, o zaman Asuman Hanım, İhsan Bey ve Taner Bey
çok ciddi olarak İstanbul’da artık parça parça sürmekte olan planlama
çalışmalarının çok ciddi bir sıkıntı yarattığını ve bunun bir tek çatı altında,
bu adresin de İstanbul Büyükşehir Belediyesi olması gerektiğine ciddi bir
şekilde inanıyorlardı. Bu arada yapılmış bütünsel çalışmalardan deprem
master planı vardı. Aynı zamanda yine o dönemde
240
hatırlarsanız yönetim alanında yeniden yapılanma kapsamında daha
sıcak olan İmar Yasası Taslağı tartışmalara açılmıştı. Bütün bunların
ışığında bu meselelerin artık parça parça gidemeyeceğini, 1/5.000’lerde
bu kentin kotarılamayacağını ve bir bütünsel çalışmanın gerekliliği
konusunda çok ciddi bir farkındalık vardı. Tam o dönemde Mimar Sinan
Üniversitesi ile Şehir Planlama Müdürlüğü’nü bir araya getiren bambaşka
bir çalışma kapsamında ki, o da İstanbul’un donatı alanlarına yönelik bir
analizdi ve orada da artık alarmın çalmaya başladığı ortaya çıkmıştı,
İstanbul donatı alanları açısından nasıl iflas ettiğini, o noktada böyle bir
projenin gelişme fikri ortaya çıktı. Fakat bu projenin dediğim gibi
gelişmesi en başta ya da ilk kurgusu en başta dönüşüm alanları için bir
model geliştirilmesi değildi. Zaten öyle bir şey olsaydı biz de Mimar Sinan
Üniversitesi çalışma ekibi olarak böyle bir çalışmanın içinde yer
almazdık. Çünkü biz zaten dönüşüm meselesini İstanbul’un bütünündeki
sektörel dönüşüm ve onun toplumsal yansımalarıyla birlikte ele almanın
gerekliliğine inanan bir grup olarak çalışmaya başladık. Dolayısıyla
baştan böyle bir dönüşüm modeli siparişi olsaydı zaten bu çalışmanın
içine diğer üniversitelerde de öyle olurdu, biz de yer almazdık.
Nasıl başladığını ve bu alanın nasıl seçildiğini bir parça
hatırlatmak isterim ve yine o dönemde çok sınırlı olanaklarla, tabii ki
İMP’deki koşullar üniversitelerde hepimizin biliyorsunuz başımızdaki
teknik olanaklar, mekan, zaman hiçbiri öyle değildi. Fakat sınırlı
olanaklarla biz de diğer üniversiteler gibi bir analitik çalışma yaparak
başladık. Çok kabaca çalışmamızın akışını arkadaki şemada da izlemek
mümkün. Analitik çalışmaları izleyen SWOT tekniğiyle yapılmış bir
analizimiz oldu. Onun çözümlemeleri, sürdürülebilirlik parametrelerinin
filtresinden geçti. Biraz o noktada seçici olduk, daha sonra bu
sürdürülebilirlik parametrelerinden mekansal temel stratejiler ürettik ve
ortaya konulan çerçevede bu temel stratejileri ürettiğimiz
241
noktada ki, dediğim gibi bu kısım biraz da İMP çalışmalarıyla birlikte atıl
hale de geldi. Çünkü çok daha kapsamlı ve çok daha zengin bir analitik
çalışma da bu arada sonuçlandı.
Bu noktada biz yine çalışma grubu olarak konut alanına
yönelmek, konut meselesini ele almak gerektiğine karar verdik. Yine tabii
bu biraz interaktif bir süreçti. Şehir Planlama Müdürlüğü ile sürekli temas
halindeydik. Projenin kurgusu da o anlamda gayet demokratik gelişiyordu
ve biz bu ortaya koyduğumuz genel çerçeve içinde konut sektörünün
İstanbul’da
özellikle
nasıl
sanayisizleşmeyi
temsil
ettiği,
nasıl
sanayisizleşen bir ekonominin kurtarıcısı ilan edildiğini, ekonomide nasıl
üretimden vazgeçip tüketime yöneldiğimizi, tarihsel olarak konut
alanlarının aslında üretim yapısından kaynaklanan eşitsizlikleri tadil
etmek gibi bir misyonu olduğu halde nasıl bunun tam tersine bu
eşitsizlikleri daha da güçlendirecek biçimde rol aldığını ve konut
alanlarında özellikle İstanbul’daki kentsel sorunların hem kronik hem de
akut biçimde tezahür ettiği alanlar olarak çalışmaya değer olduğu
noktasına geldik ve bu tespitlerimizle altı tip konut alanı belirledik. Bu
çalışma da yine İMP’nin çalışmalarına paralel gelişti, yine Tülin Hocamın
da içinde olduğu konut ve yaşam kalitesi grubunun tipolojik ayrışması
olmuştur. Bunlar hemen hemen eş zamanlı gelişen çalışmalar. Bu altı
grubun da tarihi konut alanları, yerleşik düzenli konut alanları, yeni
yapılaşmakta olan düzenli konut alanları, ruhsatlı - ruhsatsız yeni gelişen
alanlar, ıslah planı görmüş yerleşik ruhsatsız alanlar ve dönüşmemiş
alanlar. Bu noktada geldiğimiz stratejilerimizle ifade etmeye çalıştığımız
şey tek tip bir dönüşüm modelinin böyle bir çeşitlilik içinde işlerliğinin
olmayacağıydı. Diğer üniversiteler gibi biz de bu noktada birbirinden
farklılaşan, yasanın dayatmaya çalıştığı tek tipleşen bir modelden ziyade
alanın dinamiklerine göre formüle edilen ayrı ayrı modeller geliştirmenin
242
gerekliliği konusunda hem fikirdir ve o noktada 6 farklı strateji paketi
geliştirdik.
Biz bu çalışmayı bu noktaya getirirken Şehir Planlama
Müdürlüğü’nde durum neydi? Tabii yine uzaktan izleyebildiğim kadarıyla
o noktada tercihler ve alanların ortaya konulması daha çok sorun olan
alanlar, 1/5.000’lerin yapıldığında kilitlenen süreçler ve o süreçlerdeki
alanlarla üniversitelerin mevcut çalışma eğilimleri, mevcut yoğunlaşan
ihtisaslıklarıyla denkleştirmeye çalıştıkları gibi bir durum söz konusuydu.
Biz de Mimar Sinan grubu olarak gerek katılım, gerek demokratik
planlama süreçlerinde etkin rol almaya çalıştığımız çeşitli çalışmalar
olduğu için dönüşmemiş bir konut alanı olduğunu düşündüğümüz - tam
dönüşmemiş değil tabii - İstanbul’da böyle katıksız dönüşmemiş bir alan
tabii ki bulmak mümkün değil, ama diğer alternatifler içinde yine en az
dönüştüğünü düşündüğümüz Gülsuyu ve Gülensuyu Mahallelerini
çalışmaya karar verdik ve bu noktada da Mimar Sinan Üniversitesi
çalışma grubuyla Gülsuyu’nun yolları kesişti.
Çok kısaca Gülsuyu kısmından bir parça bahsetmek istiyorum.
Belki daha sonra Murat Cemal Yalçıntan da bahsedecektir. Aslında bize
göre Gülsuyu - Gülensuyu çalışması çok basit bir denklemin birbirini
reddettiği noktada duruyordu. Şöyle ki; aslında kentsel dönüşümün çok
çok basit üç denklemi vardır. Bunlardan biri, İstanbul artık ekolojik
eşiklerine dayandı, İstanbul’un mevcut yapı stoğunu rasyonalize etmesi,
bunu akılcı biçimde kullanması gerekiyor. Diğer denklem yine çok basit:
Tülin Hocam da giriş konuşmasında bahsetti, hızlı ve bedelsiz bir
kentleşme sonucunda yaşam kalitesi, hatta yaşam riski taşıyan alanların
sıhhileştirilmesi gerekmektedir. Bu denklemin yanıtı da çok basit:
“dönüşüm”. Fakat asıl bizim için sıkıntı yaratan ve hepimizi buraya
toplayan ve bu çalışmayı konuşmaya değer kılan üçüncü
243
denklemdir. Çünkü üçüncü denklem İstanbul’un sektörel dönüşümünü ve
değişen işgücü profilini buna uygun yaşam alanlarını yaratmak üzere ve
kentin imajını yükseltmek üzere, kentin dünya kenti olma misyonunu
düzeltmek ve yükseltmek adına yapılan dönüşüm. Bu noktada bu üçüncü
denklem ilk iki denklemin bir tür paravanı haline gelmeye başladığı
noktada alanlarda çatışmalar başlıyor. Dolayısıyla bu alanlarda bir
kısmında zaten çok hızlı gelişiyor süreç, hemen alana girildiğinde beyaz
bayrak çekmiş oluyor kullanıcıların bir kısmı ve çok hızla gelişebiliyor.
Başka alanlarda taktik savaşları oluyor. Fakat bazı alanlarda dirençle
karşılaşılıyor. Gülsuyu ve Gülensuyu da bu alanlardan biriydi. Çünkü
Gülsuyu ve Gülensuyu’nun aslında çok eskilere dayanan ciddi bir
örgütlenme kapasitesi var.
Gülsuyu ve Gülensuyu diğer kaçak yapılaşmış alanlardaki
sorunlara benzer sorunları olan, fakat buna karşılık bize en büyük
avantajı sağlayan çok ciddi bir örgütlenme kapasitesine sahip, toplumsal
sermayeye çok kolay işlerlik kazandırabilecek bir altyapıya sahip olan ve
ciddi, bilinçli ve dirençli bir gruptu. Orada geliştirdiğimiz modelin de
tamamen katılım odaklı demokratik süreçlere işlerlik kazandırmaya
yönelik yasada eksikliği hissedilen eşgüdüm araçlarını bir şekilde palyatif
de olsa çözmeye çalışan, yine yasada eksikliği hissedilen katılım
metotlarını tanımlamaya çalışan bir model geliştirmeye çalıştık. Daha
sonra belki sorularla açma şansım olur, ama çok özgün ve çalışılası bir
alandı. Bu açıdan oraları çalışmak bizlere büyük zenginlik kattı.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Belki sonra bunun ne olduğu,
belediyenin ne kadar uyguladığı hakkında hepinize soru gelecektir.
Doç. Dr. FATMA ÜNSAL- Belki bir cümle eklemek gerekirse
bizim için bu anahtar kavramlarımız bütün bu modelin
244
çalışmasını sağlayan bir kere her şeyden önce çağdaş ve demokratik bir
anlayışın gereği olarak katılım, etkin ve sürekli bir kurumsal yapı modeli
olarak ortaklıklar ve hem modelin uygulanabilirliğinin hem de toplumsal
uyumun bir tür teminatı olarak da uzlaşma üzerinden hareket ettik. Sonra
sorularınızla açmaya çalışayım.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Çok teşekkür ediyorum.
Üçüncü olarak İstanbul Teknik Üniversitesi’nin çalışmasını Yrd.
Doç. Dr. Mehmet Ali Yüzer sunacak.
Yrd. Doç. Dr. MEHMET ALİ YÜZER- Ben de tüm katılımcıları
saygıyla
selamlıyorum.
Tülin
Hocam
bahsetti,
nihayetinde
dört
üniversitenin hazırlamış olduğu bir çalışma var. Her çalışma kendi
içerisinde bağımsız bir çalışmaydı. Yalnız bu çalışmaların içeriği
konusunda tümünün üniversitede ortak bir içerik verildiğini, daha doğrusu
beraber hazırlandığını da en baştan söylemek istiyorum. Çünkü iki – iki
buçuk senelik bir çalışma bu, diğer üniversiteler de aynı zamanı ayırdı.
Bu çalışmanın büyük bir kısmı, İstanbul’un bütününe yönelik eylemsel
planın ne şekilde olacağına dönüktü ama bir kısmı da İstanbul’da yalnız
konut alanları değil sanayi alanları veya diğer farklı bölgelerdi. Eğer bir
dönüşüm eylemi olursa bu nasıl olabilir, bunun bir modeli ortaya
konulabilir mi diye bir arayış içerisine girildi. Dolayısıyla ben bu dönüşüm
modeli siparişini doğrusu kabul etmiyorum ve doğru bulmuyorum. Kendi
üniversitem adına yaptığımız model çalışmasının yerinde ve belediyenin
ve üniversitelerin birlikte hazırladığı içeriğe uygun olarak hazırlandığını
düşünüyorum. Bunu en başta söylemek istiyorum. Çünkü buna alındım
doğrusu.
245
Burada İstanbul’un bütününe yönelik çok fazla açıklamalarda
bulunmayacağım. Çünkü zamanımız kısıtlı ve yuvarlak masanın gündemi
de anladığım kadarıyla dönüşüm üzerine ve dönüşüm modeli üzerine.
Dolayısıyla bütün İstanbul’da yapılan çalışmaları geçtikten sonra bir
dönüşüm modeli Türkiye’de yalnızca İstanbul’da değil, Türkiye’de bir
dönüşüm modeli gündeme geldiğinde bunun süreci nasıl olmalı, biz bunu
tariflemeye çalıştık. Bu tariflemeyi yaparken de çok değerli hocalarımla
birlikte çok uzun yılların birikimi ve bu konularda yine ders veren
hocalarımla beraber birikimleri bir şekilde buraya aktarmaya çalıştım. Ali
Türel Hocama katılıyorum, ismi dönüşüm olabilir, ama bunun açılımına
baktığınız zaman kimi yerde buna sağlıklaştırma diyebilirsiniz, kimi yerde
yeniden canlandırma diyebilirsiniz, kimi yerde iyileştirme diyebilirsiniz,
ama son dönemlerde yasa da o şekilde hazırlanmaya çalışılıyor.
Nihayetinde bir dönüşüm kavramı gündemde, biz de modelimizin ismine
dönüşüm modeli dedik.
Bu çalışmayı yaklaşık 8-9 kişilik bir ekiple başlattık, ama
ekibimiz çok daha genişledi. Arazi çalışmalarının yanında çok farklı
ekipler yer aldı. Nihayet Fikirtepe bölgesinde bir kentsel dönüşüm modeli
nasıl gerçekleştirilebilir, bunu ortaya koymaya çalıştık. Bizim modelimizin
temel
yaklaşımı
şu:
Aslında burada
çoğu
plancı
katılımcılarda
planlamanın gereğinde ve planlama sistemi içerisinde zaten bu tanımlı,
bir dönüşüm eylemini gerçekleştirmek için planlamanın dışına aslında
çıkmamak lâzım ve her aşamasında planlamayla eşgüdümlü bir şekilde
yapmak lâzım. Bunu yaparken de yasalarımızın, yönetmeliklerimizin
bunlarla örtüşmesi lâzım. Eğer yasalar ve yönetmelikler buna hazır
değilse zaten geliştirdiğiniz modelin de çok fazla uygulanabilirliği olmaz.
Baktığınız zaman biz modelimizde üç aşama belirledik. Biri, ön
hazırlık aşamaları, bir diğeri planlama aşaması, ondan
246
sonra da uygulama aşaması. Bu aşamaları belirlerken her bir aşama
içerisindeki ve her bir süreçte kimler katılımcı olacaktır, kimler aktörler
olacaktır, hangi aktörler yer alacaktır, bu çok önemli bir meseleydi. Bizim
genel olarak belirlediğimiz yaklaşık 9-10 ana aktörün olduğunu
düşünüyoruz ve bu aktörlerin de kendi içerisinde birtakım açılımlarının
olması gerektiğini varsaydık. Raporumuz çok geniş, onu da söyleyeyim,
burada çok özet bir bilgi vermeye çalışıyorum. Her bir aktörün hangi
süreçte ne tür katkı yapacakları tamamen bu modelde tanımlı bir
şekildedir. Burada ön hazırlık aşamasında en önemli konu şu: Ne yazık
ki, Türkiye’de o gerçekleşmiyor. En son çıkan eski eserlerle ilgili
Yenileme Yasasını da değerlendirdiğiniz zaman bir yer yenileme alanı
ilan ediliyor. Bunu ilan eden, öneri yapan bir grup var, Bakanlar Kurulu
kararıyla da ilan ediliyor. Böyle olmamalı tabii ki, bütün aktörlerin katıldığı
ve en başında, yani burada bir kanaat oluşurken bile “burası dönüşüm
alanı olabilir mi?” diye bir arayış içerisine girildiği zaman da bütün bu
katılımcıların bu kanaate ortak olması lâzım. Yani en başından bütün
aktörlerin buna destek vermesi lâzım ve bence bu modelin en önemli
aşaması bu. Eğer siz en başından bütün katılımcıları, bütün aktörleri
modelin içerisine sokarsanız nihayetinde diğer aşamalar çok rahatlar
diye düşünüyorum.
Bizim modelde her bir aşamada hangi komisyonların kurulacağı,
bu komisyonların görevleri, bu komisyonların alacağı kararları ne şekilde
alacağı, tamamı bir şekilde tanımlı. Bunların bütçelendirilmesi en
başından tanımlı; koordinasyon kurulacak kurumlar arasında ve
komisyonlar
arasındaki
koordinasyonun
kullanılması,
kurulması,
denetlenmesi, yönlendirilmesi adına da çeşitli aşamalar tanımlandı
modelde ve bütün bu değerlendirmeleri yaptıktan sonra çok büyük bir
aşama nihayetinde bir yeri dönüşüm alanı ilan ediyorsunuz. Peki, bitiyor
mu? Ondan sonra da planlama aşaması başlıyor ve
247
hepimizin bildiği aşama. Burada planlama sürecini görüyorsunuz.
Dönüşüm alanında farklı bir planlama süreci tanımlanmalı mı? Aslında
tanımlanmamalı, her tarafta aynı yapılan çalışmayı burada da yapmak
lâzım. Bir tek şunu eklemek gerekir belki dönüşüm alanlarıyla ilgili;
tematik analizleri burada bir oturtmak lâzım. Siz modeli yerele özgü
çalıştırmak için o bölgenin tematik analizlerini ve dokusunu çok iyi
anlamanız lâzım, kavramanız lâzım. Bu modelde de tematik analizler
üzerine biraz daha fazla eğilinmesi gerektiği yönünde bir açılımımız var.
Burada ne tür analizlerin yapılacağı, bunların alt başlıkları gene tanımlı.
Son dönemlerde planlamada sıkça kullanılan SWOT analizinin burada
da yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Bütün bunlar bittikten sonra
nihayetinde bir plan kararı olarak o bölgede dönüşüm alanı ilan edilebilir
ve bunun plan kararı olarak yapılaşma koşulları tanımlanabilir. Bunlar
bittikten sonra uygulama aşamasına geçeceksiniz, uygulama aşaması da
çok önemli. Eğer siz en başta modelinizi iyi kurgularsanız ve aktörleri de
işin içine sokarsanız nihayetinde burada belirlenmiş olan bütün aşamaları
çok da rahat yürüyeceğini düşünüyoruz, ama bugünün koşullarında
Türkiye’de yapılan çalışmalarda ne yazık ki bu modeli besleyecek bir
yasa, yönetmeliğin olmadığını da söyleyebilirim.
Burada en son uygulama aşamasında kişilerin -hatta bunu belki
ilk aşamada ön raporlarda da ortaya koymak lâzım- orada bir dönüşüm
eylemi gerçekleştirdikten sonra beklentileri ne olacak, bunu çok iyi
tanımlamak lâzım. Orada eğer bir değer artışı söz konusuysa bu değer
artışından herkesin ne şekilde faydalanacağı çok net ortaya konulmalı ki,
açıklıkla herkes modelin içerisine katılmış olsun.
Belediye, bir Fikirtepe Bölgesi’ni, bir de Bayrampaşa Sanayi
Bölgesi’ni bize önerdi. Her iki bölgede de çok kapsamlı çalışmalar
yapıldı. Ben burada sadece Fikirtepe’yi bir örnek olsun diye
248
anlatmaya çalışıyorum. Fikirtepe’yi biliyoruz, genel olarak Kadıköy’ün
hemen hemen merkezî konumunda sayılabilecek bir yerde. Tarihî
özellikleri bakımından da aslında güçlü bir yer, arkeolojik değerlerin de
olduğunu bildiğimiz bir yer. 1960’lı yıllarda çeşitli af yasalarıyla birtakım
edinimler var bu bölgede, ama nihayetinde en son baktığımız zaman
fotoğraflarda da görüyorsunuz, nihayetinde 4-5 katlı, 3-4 katlı, bazen 7-8
katlı binaların olduğu ve hemen hemen aynı kalfaların elinden çıktığı -bu
da çok önemli, inşaat mühendisleri tarafından yapılmadığı çok açık
birbirine benzeyen binalar- depreme dayanıklı olmayan, çok küçük
parsellerde bulunan, bu parsellerin içerisinde hemen hemen yüzde 8090’a varan taban alanı kullanımları, bir kısmında küçük sanayi
bulunmaktadır. Özellikle Göztepe oto sanayi bu alana giriyor. Bütün
bunları değerlendirdiğimiz zaman da dönüşüm alanı ilan edilmesi için
aslında bilinçli ve uygun bir şekilde seçilen bir alan. Nihayetinde buradan
birtakım değerleri verdiğimde de bunu anlayacaksınız, baktığımız zaman
bölgede yaklaşık 1.8 civarında bir emsal kullanımının olduğunu biliyoruz.
1.86 civarında bir emsal kullanımının olduğunu biliyoruz ve Kadıköy’de
de biliyoruz ki, 2.07’nin üzerinde herhangi bir emsal verilmiyor. Bizim
modelimizin çıkış noktası da zaten hemen hemen İstanbul’un diğer
bölgelerinde de bunu önermiyoruz, hiçbir yerde yakın çevredeki
yapılaşma koşullarını aşan bir yere özel birtakım haklar getiren dönüşüm
modeli değil, o bölgenin mevcut koşullarına yakın bir dönüşüm modelini
burada önermeye çalıştık ve 2.07 emsalini ortak tuttuk. Burada çevreyle
ilgili birtakım fotoğrafları görüyorsunuz. Analizlerde ciddi anlamda
bölgenin dönüşüme uğramasına yönelik işaretler var. Bunları da
görebiliyorsunuz. Ben en son Fikirtepe’de yaptığımız çalışmada çıkan
sonuçları
size
aktarmaya
çalışayım.
Burada
belki
kısmen
izleyebiliyorsunuz, özel mülkiyet çok fazla, hazine arazileri düşük. SWOT
analizi yapıldı, bütün bölge en küçük hücrelerine varana kadar
değerlendirildi. Bunlardan sonra birtakım leke çalışmaları
249
yapıldı ve leke çalışmalarında da bugün var olan hemen hemen ızgara
dokusundaki yol dokusunun bir kısmını korumaya karar verdik. Göztepe
sanayi bölgesini yine ticaret artı hizmet fonksiyonlarına ve turizm
fonksiyonlarına tahsis ettik. Mandıra Caddesi üzerinde var olan ticaret
aksını yine koruduk. Burada en son yaptığımız çalışma şu: Izgaraları
koruduk, yolları koruduk ve her bir bölge için birtakım fonksiyon
tanımlamaları yaptık ve nihayetinde de bir hesap yaptık. Bu hesapta da
burada dönüşüm eylemi olursa kim ne şekilde katkıda bulunur, buna
paydaş olur ve nihayetinde de böyle bir dönüşüm eylemi sonunda kim ne
kadar kazançlı çıkar, buna paydaş olmak ister mi, yoksa buradan
parasını alıp başka yere gitmek ister mi? Bunları değerlendirmeye
çalıştık, bunların örneklerini verdik. Bu plan çalışması yapılırken gerekli
donatı alanları da ayrıldı ve sonunda şu görüldü: Bugünkü ekonomik
2
koşullarda Fikirtepe Bölgesi’nde yaklaşık 80-90 m dairenin fiyatının 70’le
80 milyar civarında olduğunu biliyoruz, ama hemen Mandıra Caddesi’nin
diğer yakasında, hemen caddenin öbür tarafında yeni yapılarda 300.000
dolara varan bir değerin olduğunu ortaya koyduk. O zaman kişiler bu
projenin içerisine dâhil edilmeli. Burada bire dört oranında bir değer
artışının olacağını varsayıyoruz. Bunun bir biriminin inşaata gideceğini
varsayıyoruz, bir biriminin müteahhidin kârı olacağını düşünüyoruz, diğer
iki biriminin de kişiye, oradaki kullanıcılara kalacağını düşünüyoruz.
Metrekare olarak bir azalma söz konusu olacaktır bölgede, ama burada
tam tersine iki katına bir değer artışının olacağını varsayıyoruz. Ben
böylelikle bitireyim.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Teşekkür ederiz.
Son olarak bu grupta Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Şehir ve
Bölge Planlaması Bölümünün çalışmasını sunmak üzere araştırma
250
görevlisi Erhan Kurtarır’dan dinleyeceğiz. Teşekkür ederim.
ERHAN KURTARIR- Teşekkür ederim Hocam. Ben de öncelikle
-bize yöneltilen bir soru olmuştu modoratörümüz tarafından katılımcılara,
burada konuşmacı olarak katılacaklara- o sorunun açtığı bazı fırsatlarla
sunuma başlamak istiyorum. Çünkü bu soru aslında bugün tartışmamız
gereken birçok noktayı işaret ediyordu. Bu konuda da emeği geçenlere
şimdiden teşekkür ediyorum. Birinci soruya baktığınızda İstanbul
Büyükşehir Belediyesi için yapmış olduğunuz İstanbul mekânsal gelişme
ve dönüşüm araştırmaları, araştırma projesi için grubunuz tarafından
seçilen örnek alanlar nasıl belirlendi ve bu alanlarda gerçekleştirilmesi
düşünülen uygulamalar için tespit edilen güçlükler ve fırsatlar nelerdir?
İkincisi de, bu sorunların çözümleri için önerileriniz nelerdir?
Burada birinci soruya dikkatinizi çekmek istiyorum, çünkü bu
soru sorulması açısından değil, cereyan eden, devam eden süreç
açısından bazı önemli noktalar içeriyor. Birinci önemli nokta, İstanbul
Büyükşehir Belediyesi için noktası. Biz bu çalışmayı İstanbul Büyükşehir
Belediyesi için yaptığınızdan şüpheliyiz. Çünkü bu iş bize belli bir
müdürlüğü tarafından iletildi, fakat kurumun tamamını kapsayan bir iş
saatliliği tanımlanmamıştı ve süreç içerisinde de bütün Büyükşehir
Belediyesi’nin sahiplendiğini görmedik. İkinci nokta, grubunuz tarafından
seçilen örnek alanlar meselesi. Biz alanı seçmedik, alan bize verildi, yani
önerildi. “Bu alanda kentsel dönüşüm modeli üretir misiniz?” denildi ve bu
amaç için biz de çalışmalarımızı yaptık. Üçüncü nokta da bu alanda
gerçekleştirilmesi düşünülen uygulamalar. Bu aşamada şüphelerimiz
devam ediyordu, bugüne geldik ve hâlâ bu konuda uygulama açısından
bizim önerdiğimiz raporların değerlendirilmediğini görüyoruz.
251
Bu sorunun katkısıyla ortaya çıkan bu saptama çerçevesinde bu
soruya yine cevap vermeye çalışırsak, alan aslında işin başında
belirlenmişti ve belirlenme gerekçesi olarak verilerinin hazır olması, yani
bu alanın verileri elimizde hazır, bu alanla çalışmanıza başlayın,
devamını da belki başka alanlar için uygun bir model olarak
uygulayabiliriz denilmişti. Fakat bu aşamada bazı güçlükler vardı.
Onlardan birkaçı örneğin, alanın iç dinamikleri, yani bize verilen
Küçükbakkalköy çalışma alanının iç dinamiklerinin yetersizlikleri. Çünkü
bu dönüşüm sürecindeki aktörlerin çeşitliliği düşünüldüğünde kaybeden
kesimin yoğun olarak yaşadığı bir alan olarak ortaya çıkıyordu. İkincisi,
alanı çevreleyen, baskı oluşturan üst ölçekli ve üst gelir grubu hedefli
projelerin
varlığı,
yani
Küçükbakkalköy
Mahallesi’nin
çevresine
baktığınızda Ağaoğlu’nun projesi hemen aklıma geliyor, arka taraftaki
Ataşehir aklıma geliyor, E-5 üzerindeki İstanbul bütününe hitap eden bazı
tüketim alanları aklıma geliyor ve aslında bize verilen proje alanının
çevresi bu tür kent bütününe hitap eden ya da üst gelir grubuna hitap
eden farklı kullanım alanlarıyla çevriliydi ve bu açıdan da bir tehdit
altındaydı. Önemli bir güçlük de buydu.
İşin
sonuçlarının
kurumun
tamamı
tarafından,
kurumun
tamamından kasıt burada İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin tamamı
tarafından sahiplenilmesi bizim için diğer bir güçlüktü. Çünkü artık biz bu
projenin çalışma sürecinde ve sonrasında tıpkı diğer üniversiteden
katılan hocalarımın belirttiği gibi bir amaca ulaşmasını istiyorduk. Fakat
burada önemli bir fırsat var, o da her şeye rağmen yerel idarenin bir
organının konuyu üniversitelerin katılımıyla tartışmaya açarak yol haritası
belirlemek istemesi, bu gerçekten önemli, üzerinde durulması gereken bir
nokta. Çünkü burada bir iyi niyet var ve bu iyi niyeti karşılıksız
bırakmamak adına biz bu sürece ve bu işe başladık. Bu işte çalışırken üç
farklı grup oluşturuldu ve üç farklı ölçekte çalışıldı. Biri
252
İstanbul bütünüydü, biri Kadıköy ilçesinin bütününü ilgilendiren bir
çalışma sahası grubuydu. Üçüncüsü de, yani bizimki, en alt ölçek olan
Küçükbakkalköy Mahallesi ölçeğinde çalışan gruptu.
Bu süreç tabii ki birtakım tehditler içeren -kentsel dönüşüm
sürecinden bahsediyorum artık- birtakım öncelikle yapılması gereken
süreçler gerektiren bir olgu ve kentsel dönüşüm olgusuna baktığımızda
aslında bu oturumların ya da bu buluşmanın ana başlığında yer alan
belirsizlik ifadesinin yine kavrama dönük bir belirsizlik sahası içerisinde
olduğunu görüyoruz. Yani dönüşüm kavramı aslında Türkiye’de bulanık
bir sahada şu anda ve net olarak uzlaşılmış bir tanımı yok. Çok farklı
kavramlar, çok farklı amaçlar için kullanılmakta ve özellikle aceleci
davranan idari erk kavrama sahip olarak kamuoyuna yansıtmakta. Bu
belki de bulanıklığın temel zeminini oluşturuyor. Bir diğeri, dönüşüm
alanları belirlenirken sorun olarak saptanılanların ortak olmaması, ortak
sorunlarımız olmaması. Tabii ki sorunlar var, ama hepimiz için aynı sorun
mu bu? Bu sorun hepimizin sorunu mu, yoksa belirli grupların sorunu
mu? Bunu bir daha düşünmemiz gerekiyor, çünkü bu planlamanın temel
sorusu olan kaybeden ve kazanan sorunsalını tekrar tartışmaya açacak
bir olgu.
Bir de işin sahibinin belirsizliği, çünkü işi üretiyorsunuz,
projelerinizi üretiyorsunuz, süreçleri tanımlıyorsunuz, fakat bu işi
üstlenecek, sonuna kadar götürecek idari erk seçim süresinden sonra
kaybolabiliyor. Bunu neden böyle tespit ediyoruz? Çünkü kentsel
dönüşüm süreci aslında çok uzun erimli süreçleri gerektirir. Yani
bugünden yarına çözüm üretemezsiniz, bunu belediyenin pragmatik
yaklaşımıyla, yani kısa sürede çözüm üretme ve bundan kazanç sağlama
anlayışıyla çözemezsiniz. Birkaç belediyeyi kapsayacak uzun erimli
programlar ve projeler gerektiren süreçlerdir bunlar ve bu
253
noktada bizim üzerinde durmak istediğimiz ana olgu ilke ve ölçütlerin
belirlenmesi olgusu, çünkü bu noktada bir uzlaşıya varmamız gerekiyor.
Hem üniversiteler arasında hem kamuoyu hem idari otorite açısından
hepimizin artık bir uzlaşıya varması gerekiyor ve bu ilkeleri biran önce
hayata geçirmemiz gerekiyor. Bunu defalarca hocalarım da, farklı
kurumlar da dile getirdiler, ama bu yolda da atılmış ciddi adımlar ne yazık
ki az.
Baştakini söylemiştim zaten, uzun vadeli bir süreç olduğunu
kabul ederek işe başlamalıyız ve bunu sorumlu kurumların içselleştirmesi
gerekiyor. Bir de bu olgular, yani kentsel dönüşüm süreci mekanın ve
toplumun tüm alanlarını kapsayacak şekilde çok bileşenli olarak
kurgulanmalı ve ülkenin hem ekonomik hem fiziksel ve hem sosyal
koşullarından referans almalı, uygulanabilir olmalı ve kentsel dönüşüm
sürecinin tüm bölgeler için tek tip olarak düşünülmemesi gerekiyor.
Çünkü her bölgenin özgün değerleri, özgün gerçeklikleri ve özgün
sorunları var ve o özgün sorunlar çerçevesinde özgün çözümler
gerektirebiliyor.
Bir diğeri, bir mekan için üretilecek kentsel dönüşüm sürecinde
temel kriterlerin yerel topluluklar yaşayanlarla birlikte geliştirilmesi esas
olmalı. Hiçbir kesim bu açıdan dışlanmamalı ve bir kentsel dönüşüm
sürecinin her aşamasında alınan kararların ve bunların gerekçelerinin net
anlaşılabilir olması ve kabul edilen konuların toplumla paylaşılması esas
olmalı ve yine süreç boyunca gerçekleşmesi programlanan sosyoekonomik ve fiziksel müdahalelerin zamanlamasındaki önceliklerin doğru
öngörülmesi, kentsel dönüşümün en önemli konularından biridir. Bu
süreç içerisinde tehdit olabilecek unsurlara tekrar değinecek olursak,
(bunlarla zaten bitireceğim) az, ama çok önemli noktalar; bunlardan biri
kriterler, yani bu dönüşüm ölçütlerindeki belirsizlikler ve
254
eksiklerin önemli bir tehdit oluşturması. Bu artık sürdürülebilirlik ilkesinin
önündeki belki de en büyük tehdit. Çünkü siz bu noktada yerel halka ve
uygulayıcılara belirsiz bir ortam sunarsanız, bu sahiplenilmeyen bir süreç
olarak karşınıza çıkacaktır ve bu noktada kriterlerdeki belirsizlikleri biran
önce ortadan kaldırmamız gerekmektedir. Bir diğeri, kentsel dönüşüm
alanının seçimindeki herhangi bir kriterin olması. Bunlar belirsiz, bir de
kritersiz hareket eden bazı girişimler var. Toplumsal güveni sarsan
olgular bunlar ve kamu yararı ilkesini de zedelemektedirler. Tehdit olarak
algılanması gereken bir başka nokta, kısa vadede yaygın işbirlikleri
yapılması veya umutları artırıcı vaatlerde bulunulması, sürecin işleyişi ve
güvenilirliğini zedelemektedir. Bir diğeri, kentsel dönüşüm sürecinin
modelinin yanlış seçildiğinde -bu yanlış tabii tırnak içinde kullanılmalıkamu yararı ya da toplum yararı açısından baktığınızda yanlış olabilir,
ama başka yararlar açısından baktığınızda yanlış diye tanımlanmayabilir.
Burada bunu tırnak içinde kullanıyorum, yanlış seçildiğinde belli bir
aşamada sürecin kilitlenmesi ve hedeflere varılmamasını getirebilir ve
yine son olarak, sonuçtaki tüm aktörlerin eşdeğer olarak temsil gücünün
olmaması sürecin katılım ve şeffaflıkla yönetilmesini engellemektedir.
Buradaki
katılım
sürecinde
kesinlikle
artık
kendi
şapkalarımızı,
yetkilerimizi ve gücümüzü kapı dışında bırakıp, içerideki ortaklık
kurgusunda eşdeğer, eşit seviyede olduğumuzu anlayıp ona göre
masaya oturmamız gerekiyor, yoksa diğerinin de bir faydası olmuyor.
Çünkü güçlü olan zayıf olana sözünü dinletiyor, sözünü geçiriyor. Burada
eşit seviyede konuşabilmemiz gerekiyor.
Son iki maddeyi de söyleyip bitiriyorum: Kentsel dönüşüm süreci
konunun uzmanı olan profesyoneller tarafından tasarlanmadığında ya da
profesyonellerin bu konuda yeterince birikimi olmadığı takdirde konu
spekülatif ve politik risklere açık hale gelir ki, bu da yerel topluluklar başta
olmak üzere tüm aktörler açısından önemli kayıpları
255
oluşturur. Bir diğeri de sürecin dürüst ve ilkeli olarak yönetilmemesi
sorunsalı ve tehdidi. Bu, kamuoyunun kentsel dönüşüm programları ve
projelerine olan güvenini sarsacağı için amaca ulaşmada diğer bir tehdit
olarak algılanmalıdır. Biz temel olarak bu ilkelerle ve bu doğrularla yola
çıkılması gerektiğine inanıyoruz ve sürecin bu şekilde kurgulanması
gerektiğine inanıyoruz. Bunun için çalışmamızda uluslararası örnekleri
incelemiştik. Onlardaki bazı dersleri çıkarmaya çalıştık. Uygulamalardaki
zorlukları ve başarılı olan yönlerini anlamaya çalıştık ve bunu yerel
gerçeklikle yorumlamaya çalıştık. Bu üzerinde yaptığımız çalışmanın,
uzlaştığımız çalışmanın sonuçlarını raporumuzda daha detaylı olarak
inceleyebilirsiniz.
ulaşabilirsiniz.
Fakültemizin
Daha
detaylı
web
olarak
sayfasında
orada
raporumuza
göreceksiniz,
sorular
aşamasında da gereken noktaları açıklamaya çalışırım. Teşekkür
ederim.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Teşekkürler. Bu çalışmaların sahibi
olan kurum temsilcisi olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir
Planlama Müdürü Sayın Uğur İnan’a sözü vermek istiyorum. Bu alanda
İstanbul genelinde dönüşüm alanlarının nasıl seçildiğini, bu konuyla ilgili
sorunları ve önerilerini alacağız.
UĞUR İNAN- Ben teşekkür ediyorum. Sahibi olarak bir ifade
oldu bu, tabii biz kendi adımıza birtakım işler yapıyor noktasında değil,
belli şekilde kanun ve yönetmeliklerle yerel yönetimlere tanımlanmış
görevlerden birimimizin dahilinde olan görev alanlarında faaliyet
gösteriyoruz.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Söylemek istediğim sahip olan
İstanbul Büyükşehir Belediyesi.
256
UĞUR İNAN- Tamam, kusura bakmayın hocam. Sonuçta
bununla ilgili ben başını kaçırdım, o anlamda da eksiğim olabilir. Genel
anlamda bu özellikle son dönemdeki trende uygun olarak gelişen
ülkemizin en büyük metropolünde belli noktalarda yapı stoğunun
yenilenmesiyle ilgili son dönemdeki sürece ayak uydurmak anlamında
böyle bir çalışmanın yapılması gereklidir. Buradan yola çıkarak böyle bir
dönüşümün kitabî anlamda pratiğe de en azından bazı ipuçları
verebilecek noktada bir modele oturtulup oturtulamayacağı, bu noktada
ne gibi arayışlar, ipuçları olabileceği, bununla ilgili bir çalışmaydı. Dört
değerli üniversitemizin değerli akademisyenleri katkı verdi. Bununla ilgili
herkes
kendi
yaptığı
çalışmaları
girmeyeceğim.
Ancak
bunun
anlattı,
onunla
paylaşılmaması
ilgili
detaylara
noktasında
veya
sahiplenilmemesi noktasında bu tabii sadece belediyenin veya kamu
kurumlarının sahiplenmesi noktasında bir beklenti olabilir. Bunu biz kendi
dairemiz veya kendi görev alanımızla ilgili belli noktalarda zaten
sahipleniyoruz veya sahiplenilmesi gerektiği noktada ilgili kurumlarla da
bunu paylaştık. Bakanlıklarla olsun, diğer ilgili kurum diyebileceğim genel
müdürlükler, belediyelerle paylaştık. Tabii bunlar ne kadar dikkate alınır
onunla da ilgili benim bu noktada en azından sizi tatmin edecek bir şey
söylemem çok doğru olmaz diye düşünüyorum. Ancak sadece şu kadar
söyleyeyim; biz kendi yaptığımız çalışmalarda belli noktalarda burada
oluşan sonuçlara ilişkin belli değerlendirmeler ve kriterleri dikkate
alıyoruz, zaten almak durumundayız. Bu noktada da bunu baştan
belirteyim.
Ben genel anlamda bunları ifade ettikten sonra bu çalışmaya da
örnek olması anlamında bizim özellikle 2004-2005 yılına kadar belli
ilçelerde, belli alt bölgelerde yaptığımız plan çalışmalarında dönüşüme
konu olabilecek, yenilenmesine ihtiyaç duyulan alanlarda analiz ve arazi
çalışmaları ile oluşturulan 1/5.000 ölçekli Nazım imar plan
257
çalışmalarını yaparken, buna yönelik bazı açılımlar getiriyorduk. Özellikle
bu çalışmaya konu olan alanlar, burada tespit ettiğimiz örnek alanlardan,
yani bu konuda örnek olarak çalışılabilecek alanlardan bazılarıydı - bunu
özellikle belirteyim. Bu noktada farklı şekilde elimizde verisi olan farklı
özellikte sanayi olsun, eski tarihi merkezler olsun veya yeni hisseli veya
kaçak yapılaşmanın geliştiği alanlar olsun, farklı özelliklere sahip yapı
stoğunun mekana yansıdığı bölgeleri seçmeye çalıştık. Bu da bizim daha
önce nazım plan çalışmalarında yaptığımız ve tespit ettiğimiz örnek
olabilecek alanlardı. Bunun açılımı, özellikle burası, şurası noktasında
değil, genel anlamda bizim tespitlerimiz doğrultusunda buralarda böyle
bir çalışmanın yapılması, bize belli şekilde birtakım genele şablon
olabilecek bazı örnek alanlardı. Bunu da ifade ettikten sonra özellikle
100.000 ve 25.000 sürecinde Büyükşehir Belediyesi’nin 2004 ve
2005’ten sonraki 2004’ten sonra Bakanlıktan yetki alarak protokol
dahilinde yaptığı çalışma ve 2005 ve 2006’dan sonra da kanuni
düzenlemelerden sonra belli
şekilde yetkili
kılınmasından sonra
yaptığımız birtakım çalışmalarda özellikle dönüşüm alanlarıyla ilgili üst
ölçekli planlara da bazı açılımlar yaptık.
Tülin Hocamızın da bir şekilde içinde bulunduğu grup
çalışmalarında da ortaya çıkan belli ilkeler var. Bu ilkeler çerçevesinde
de
özellikle
ana
ilkeler
diyebileceğimiz
veya
başat
kabuller
diyebileceğimiz deprem güvenlikli yerleşmeler özellikle sakıncalı ve yapı
kalitesinin düşük olduğu alanlar, sürdürülebilirlik açısından özellikle
havza ve doğal yaşam alanları üzerine gelişmiş konut alanlarının veya
yerleşme alanlarının dönüştürülmesi ve yaşam kalitesinin özellikle donatı
ve diğer teknik altyapı, sosyal ve teknik altyapı açısından yetersiz
alanların dönüştürülmesiyle ilgili alanlarda bunlarla ilgili bazı açılımlar
yapıldı. Bunların detaylarını şimdi vermeyeyim, ama özellikle deprem
güvenlikli
yerleşmelerde
zemin
yönünden,
üstyapı
258
yönünden kentsel kullanım açısından risk oluşturan alanlar tespit edildi.
Sürdürülebilirlik açısından havza alanlarında dere yatakları veya dere
koruma alanları içinde, orman alanları üzerinde veya orman alanları
kenarında tehlike oluşturan ekili alanlarda ve tarım alanlarında gelişen
konut alanlarında veya meskûn alanlarda dönüşümle ilgili birtakım
açılımlar yapıldı. Bu kriterler dahilinde bir de yaşam kalitesiyle ilgili biraz
önce söylediğim gibi teknik ve sosyal donatı alanlarının yetersiz olduğu
alanlar kaçak yapılaşmanın, binaların fizikî ve köhnel durumlarına göre
de bu alanlar tespit edildi. Bunlarla da ilgili şu anda iptal edilen planda da
bizim şu anda revize yaptığımız 100.000 ölçekli çevre düzeni planında da
bu kriterlerden yola çıkarak 2006 tasdikli planda özel planlama alanları
tespit edilmişti. Biz bunu şu anda yaptığımız revizyon çalışmasında bu
alanları 100.000 ölçekte belirlemek yerine -çünkü orada fizikî olarak bir
belirleme vardı- bunu genel anlamda 25.000 nazım plan ölçeğine
bırakarak plan notlarıyla ve ana strateji hedef 4 ana strateji 1’de ifade
edilen çerçevede plan notlarıyla 100.000 ölçekli şu anki revizyon
çalışmasında ifade ettik. Daha önce çalışması yapılan ve şu anda da bu
100.000’e göre birtakım revizyonlar yapılması öngörülen 25.000 nazım
plan çalışmasında da bu alanlar özellikle özel planlama alanları olarak ve
özel proje alanları olarak belirlenmesi öngörüldü. Özel planlama alanları
daha çok MİA ve ekonomik gelişme alan amacıyla özel planlama alanları
ve çevresel sürdürülebilirlik amaçlı özel planlama alanları şeklinde iki
başlık altında belirlendi. Bunlar özellikle çevresel sürdürülebilirlik amaçlı
özel planlama alanları, özellikle havza ve havzaya baskı oluşturan
alanlarda özel planlama alanlarının oluşturulması, bunların 1/10.000
ölçekli planlarda değerlendirilmesi öngörüldü. Ekonomik gelişme amaçlı
özel planlama alanları da özellikle MİA gelişme aksları ve çevresinde
öngörüldü. Bunların da yine dediğim gibi 1/10.000, 15.000 ölçekli
planlarda
bütüncül
olarak
değerlendirilmesi
alt
ölçekli
değerlendirilmesi şeklinde genel anlamda bir açılım yapıldı.
planlarda
259
Özel proje alanları olarak da ifade edilen bölgeler bunlarla beraber
toplumsal sürdürülebilirlik amaçlı, yani kentsel yaşam kalitesinin sosyal
ve toplumsal boyuttaki çerçevede artırılmasını öngören birtakım
bölgelerdir. Bu kapsamda özellikle donatı alanlarının yetersiz olduğu,
belli suç oranlarının yüksek olduğu alanlarda belli şekilde rehabilitasyona
yönelik dönüşüm amaçlı proje bölgeleri tespit edildi. Bunların da daha
çok 5.000 ve 1.000 ölçekli plan ve buna bağlı olarak da yarışma
projeleriyle gerçekleştirilmesi, hayata geçirilmesi 1/25.000 taslak planda
öngörüldü. Genel anlamda üst ölçekli planlarda da ifade edebileceğim
şekilde dönüşüm alanları veya dönüşüm bölgeleriyle ilgili yaklaşımlar bu
şekilde. Teşekkür ederim.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Çok teşekkür ederim. Zamanı da iyi
kullandınız. Zannediyorum daha önce Sayın Ali Türel’in açıkladığı
kapsamda benzer başlıklar altında nerelere rastladığını belirlemiş
oldunuz.
UĞUR İNAN- Genel anlamda bunlarla ilgili genel çerçeveler,
özellikle 25. 000’de lekesel olarak ifade edildi.
Prof.
Dr.
FULİN
BÖLEN
-
Tabii,
bu
alanların
nasıl
dönüştürüleceği ayrı bir konu.
UĞUR İNAN- Onlarla ilgili bazı açılımlar var. Bunu ifade
ederken ekonomik, hukukî ve yönetsel anlamda bazı açılımlara ihtiyaç
olur. Bunu kanunî düzenlemeden tutun, birtakım ekonomik kaynakların
oluşturulmasına kadar ve bunların yönetilmesine kadar bazı açılımlar
plan notlarında veya raporlarında belirtildi, ama bunlar tabii sadece
planda belirtilmekle hayata geçecek şeyler değil, bunların belli şekilde
260
yasal ve yönetsel anlamda da bazı düzenlemelere ihtiyaç duyduğu
herkesin malumudur. Teşekkürler.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Çok teşekkür ederiz. Uygulamaya
baktığımız zaman, yani bu teorik kısım ve planlama kısmından sonra
uygulamada nasıl gerçekleşiyor bu durum? Zeytinburnu Belediyesi ile
Küçükçekmece Belediyesi’nden temsilcilerin görüşlerini almak istiyorum.
Önce Zeytinburnu Belediyesi’nden Sayın Kübra Şen sizin deneyimleriniz,
yaşadığınız sorunlar ve önerilerinizi 10 dakika içinde rica ediyorum.
KÜBRA ŞEN- Öncelikle teşekkür ediyorum Hocam. Herkese iyi
günler
diliyorum.
Aslında
bugün
Zeytinburnu
Belediye
Başkan
Yardımcımız Zafer Alsaç katılacaktı, son dakika bir program değişikliğiyle
ben katılıyorum. Onun da özürlerini sizlere iletiyorum. Ben Zeytinburnu
Şehircilik Atölyesinde çalışıyorum, yüksek şehir plancısıyım ve proje
koordinatörlüğü yapıyorum. 2003 yılı sonu itibariyle Zeytinburnu
Belediyesi’nde çalışmaya başladım ve çok da o güne kadar ilişkili
olmadığım kentsel dönüşüm konusunun içine birden düşmüş gibi
hissettim. Gerçekten çok önemli bir konuydu ve bu süreç içerisinde
bulunmaktan da bir plancı olarak mutluluk duyuyorum. Sizlere de o
günden bugüne bir plancı kimliğiyle yaşadığımız Zeytinburnu kentsel
dönüşüm
deneyimini,
o
süreci
ve
hocamın
sorusu
üzerine
deneyimlerimizdeki sonuçları ileteceğim.
99 Marmara depremi tüm Türkiye ve İstanbul olduğu kadar
Zeytinburnu için de bir uyanış. O günden itibaren Zeytinburnu daha önce
gecekondu, çarpık kentleşmenin odağıyken, birden kentsel dönüşümün
odağı olmaya başladı ve 2002 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin
Japon işbirliği ajansına yaptırdığı JICA raporu sonuçları çerçevesinde
oluşturulan dört üniversitemizin hazırladığı deprem master
261
planının pilot bölgesi Zeytinburnu bölgesi seçildi. Zeytinburnu için tam bir
kırılma
noktası
ışığında
birçok
çalışmalar
yapıldı.
Benim
deneyimlediklerim arasında en önemlisi, yoğun analizler ve envanter
çalışmasıydı. İşin sahibi aslında İstanbul Büyükşehir Belediyesi, bu
anlamda o projenin sonuçlarını benim ifade etmem çok doğru değil, şunu
söyleyebilirim; şu anda Zeytinburnu’nda Sümer Mahallesi’nde yapılan
proje bu proje çalışmaları sonucu olarak başlamak üzere.
Bu projede planlama anlamında asıl amacı yapı güvenliği ve
yaşam kalitesinin artırılması olan birçok çalışmalar yapıldı. Keşke Lütfü
Bey de burada olsaydı, o projenin sonuçları üzerine daha fazla
tartışabilseydik. Bu zaman paralelinde bizim ilçe belediyesi olarak da
yaptığımız bir çalışma var. Maalesef o neticelenmedi. O dönemde
İSMEK adı altında Dünya Bankası’nın desteklediği Başbakanlık Proje
Uygulama Biriminin yönlendiriciliği ışığında Zeytinburnu bir pilot çalışma
yaptı. İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi bize bu anlamda
destek oldu. Burada bir kentsel dönüşüm programının bütünleşik etki
proje yönetimi üzerine bazı sonuçlar ortaya konuldu. Orada dönüşmeye
yönelik belki ilk adımlar atılmıştı, ama asıl vurgulamak istediğim, bu
projenin neden gerçekleştirilemediği, çünkü finansın çok önemli bir ayağı
olan Dünya Bankası, merkezî hükümetin garantisini istemişti. Devlet
Planlama Teşkilâtı’nda yaptığımız görüşmelerde bu tür projelerde küçük
ilçelerin özellikle bu finansmanda geri ödemelerde zorlandığı ve merkezî
hükümetin
bunları
ödemek
zorunda
kaldığından
dolayı
destek
vermemesi oldu. İkinci projenin sekteye uğramasının nedeni de
Zeytinburnu -hepimiz biliyoruz tarihi itibariyle- Türkiye’de gecekondunun
ilk odağı, daha sonra ıslah planlarıyla bir apartmankondu kenti şeklinde
ve oradaki vatandaşın sosyal yapısına baktığımız zaman da belki artık
Türkiye’nin birçok kentinde bunu gözlemliyoruz, ranta çok fazla alışmış
durumda ve bu rantı metrekareyle, birimle ölçüyor
262
vatandaşımız. Hâlbuki yaşam kalitesinin artması ya da yapı güvenliği bu
anlamda onlara artı değerler katmakta, biz maalesef bunu anlatamadık.
Belki projenin katılım boyutunun bu anlamda geri planda kalmasının bir
sonucu olarak da vatandaşla bu anlamda bir karşı karşıya geliş oldu ve
projemiz uygulanamadı.
Size anlatmak istediğim üçüncü projemiz ise Matra Regima
projesi. Ben şu anda Kültür Vadisi Projesi’nin koordinatörüyüm. Kültür
vadisi projesi aslında 5366 sayılı Yasa kapsamında yenileme alanı, bir
çeşit koruma bölgesi, sit alanı. Bu alanda aynı zamanda dönüşüme
yönelik de bazı çalışmalar yapıldı. Matra Regima
ise Hollanda
hükümetinin Avrupa Birliği uyum süreci içerisinde verdiği bir fon. Bu fonu
Zeytinburnu Belediyesi hak etti ve bir şekilde bir ortaklık kuruldu. Burada
Kültür Vadisi proje alanında tarihî kentsel doku içerisinde kamusal alana
yönelik olarak bir pilot bölge seçildi ve burada kurumsal ve toplumsal
kapasite gelişimine yönelik olarak bazı eğitimler başladı. Proje
ortaklarımız İstanbul Teknik Üniversitesi Uyg-ar Merkezi, Hollanda PRC
şirketi, Zeytinburnu Belediyesi ve İnsan Yerleşmeleri Derneği idi. Bizim
yaptığımız çalışmaların bir kısmını eğitimler, bir kısmını bu pilot alan
içerisindeki pratikler içeriyordu. Bu anlamda üç halk, kapanış paneli
şeklinde bir toplantı daha yaparak deneyim aktarımını gerçekleştirmeye
çalıştık.
Benim oradaki ifade etmek istediğim şey, biz orada vatandaşla
ilk karşı karşıya gelişimizde ilk halk çalıştayını hiç unutmuyorum. Aslında
şu anda olduğum gibi titriyordum, böyle orada bir moderatörlük yapmak
durumunda da kaldık ve gerçekten korkuyorduk. Ne olacak, karşı karşıya
nasıl geleceğiz? En önemli sorun oydu bizim için, kendimizi ifade
edebilecek miyiz? Biz bilmiyorum bir süre sonra plancılar öyle mi
oluyoruz ya da bu işin içinde olan insanlar, hâlbuki onlar da
263
bizi anlıyorlar. Biz “a” dediğimiz zaman “b” anlamıyorlar, yani bir şekilde o
“a”yı anlayabiliyorlar. Onlar da biziz aslında ve bizim bu eğitimler ve
pratikler içerisinde son geldiğimiz nokta, oradaki vatandaşı değil kendi
mülkiyeti kamusal mülkiyet üzerinde karar vermeye yönlendirmek ve bu
anlamda karar verdiler. Bunun sonucunda da biz bir katılım ve iletişim
planı da ortaya koyduk, bir model ortaya koyduk, bazı dersler çıkardık.
Bunların başlıklarını söylemek istiyorum. Eleştirel Düşünce, Eylem
Planlaması, Karar Alma Süreçleri, Proje Yönetimi, Finansal Analiz, Yasal
Stratejik Planlama ve asıl konumuz olan Katılım ve İletişim. Bu anlamda
çok büyük dersler çıkardık, umarım başka bir zamanda bunu tartışabiliriz.
Matra Regima Projesi içerisinde bir süreç tanımlandı. Bu süreç
içerisinde katılım yasal ve finansal yapı taşları bir zaman çizelgesinde
oluşturularak aslında bir model de ortaya konuldu. Zaten amacı da
buydu,
pilot
bölgede
oluşturulan
modelin
diğer
projelere
de
yaygınlaştırılması. İdare olarak da şu anda yapmak istediğimiz bu
modelin diğer projelerimize ve diğer projelere yaygınlaştırılması. Şu
andaki kentsel dönüşüm yasa tasarısıyla da ilgili bazı kendi plancı
kimliğimle çıkarımlarım var. Sorularda ya da ikinci turda söyleyeceğim.
Teşekkürler.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Çok teşekkür ederiz verdiğiniz bu
özgün bilgiler için. Küçükçekmece Belediyesi’nden Hüseyin Oflaz.
HÜSEYİN OFLAZ- Teşekkür ederim. Sevgili hocalarım, değerli
meslektaşlarım, meslektaş adaylarım ve en önemlisi Küçükçekmece’nin
kumsalından gelmiş olan değerli komşularım; hoş geldiniz. Tabii, bu
salonda aşağı yukarı salonun yüzde otuzu Küçükçekmece’den gelmiş
kumsalda oturan komşularım, özellikle kendi alanlarıyla ilgili ne
düşündüğümüzü veya ilçe yerel yöneticileri olarak neler
264
söyleyeceğimizi merak ediyorlar, ama şu anda ben Küçükçekmece’nin
Ayazma bölgesiyle ilgili olarak yapmış olduğumuz kentsel dönüşüm
uygulamaları ve bunun sonuçlarıyla ilgili olarak çok kısa bilgi vereceğim.
Zaman zaman Küçükçekmece’den gelen arkadaşlarla bu konuları
Küçükçekmece’nin kumsalıyla ilgili konuşuyoruz ve kendileri de bu
konuya çok duyarlılar, çok yakinen de takip ediyorlar. Zannediyorum
şunu biliyorlardır; kumsalla ilgili olarak şu an itibariyle yerel yönetici
olarak Küçükçekmece ilçesi olarak bizim yapmış olduğumuz bir çalışma
yoktur. Şu an itibariyle Küçükçekmece’nin kumsalıyla ilgili olarak
Büyükşehir Belediyesi o alanları yenileme alanı ilan etmiştir ve bildiğiniz
gibi bir ulusal - uluslararası yarışma projesi açılmıştır. Bu yarışmanın fikir
projesi gerçekleşmiştir. Ken Yang bu projenin sahibiydi ve şu an itibariyle
Büyükşehir Belediyesi bu projenin ikinci etabıyla ilgili çalışmalar
yürütmektedir. Durum bundan ibarettir.
Arkadaşlar, ben size çok hızlı bir şekilde Küçükçekmece
Ayazma Bölgesiyle ilgili olarak yapmış olduğumuz çalışmalardan bilgiler
vereceğim. Ben çok hızlı bir şekilde bunları geçiyorum. Küçükçekmece
11.845 hektar yüzölçümüne sahip, aşağı-yukarı 780.000 nüfusu, 28
mahallesi olan bir ilçe. Bu yeni yasayla beraber Küçükçekmece ilçesinin
ikiye bölünmesi söz konusu; TEM’in altı, TEM’in üstü. TEM’in üzeri
Başakşehir ilçesi oluyor, TEM’in altı da Küçükçekmece ilçesi olarak
devam
edecek.
Bizim
çalışma
alanımızın
içerisinde
özellikle
Küçükçekmece yansıda da görüldüğü gibi kumsal biraz önce bahsettiğim
gibi Marmara’ya kıyısı olan bölge, Küçükçekmece Gölü sanayi alanları,
Basın Ekspres yolu içerisinden TEM otoyolu geçmekte ve Türkiye’nin en
büyük Organize Sanayi Bölgesi olan İkitelli OSB bulunmakta ve ilçemiz
içerisinde İkitelli Organize Sanayi Bölgesinin hemen yanı başında
Olimpiyat Köyü ve Atatürk Olimpiyat Stadı bulunmakta. Bizim dönüşüm
alanımızda belirlediğimiz alan da Atatürk Olimpiyat Parkı
265
ile Olimpiyat Stadı ve İkitelli Organize Sanayi Bölgesi arasındaki
bölgeden oluşmaktadır.
Niçin özellikle biz bu Ayazma bölgesini seçtik? Ayazma bölgesi
özellikle İstanbul’un sorunlarının bileşkesini oluşturmaktaydı. Biraz sonra
da göstereceğim gibi biz bu alanda üç kurumla beraber projeyi
gerçekleştirdik. Bunlardan biri Büyükşehir Belediyemiz, diğeri Toplu
Konut İdaresi (Daire Temsilcilerimiz burada) ve ilçe belediyesi olarak bu
projeyi gerçekleştirdik. 2004 yılında bu projeye başladık ve biraz önce ilk
konuşmacı hocamızın söylediği gibi projeye ilk başladığımızda siz
hocalarımızın destekleriyle beraber uluslararası bir “Çekmece’de Büyük
Dönüşüm Başlıyor” kentsel sempozyumu yaptık. Bu sempozyumda biz
yurtdışında neler yaşamışlar, bu dönüşümlerin sonucunda ne tür
deneyimler kazanılmış, bunları öğrenmek istedik. Bununla ilgili Ali
Hocamın da söylediği gibi yurtdışındaki deneyimler birebir ülke
örnekleriyle örtüşmüyor. Fakat buradan bizim kendi kazanımlarımız oldu,
buradan çıkarttığımız sonuçlar oldu ve bu alanlarda biz kentsel dönüşüm
sorunlarını tespit ettik ve bölge halkının hazır olduğu özellikle Ayazma ve
Tepeüstü bölgesini kentsel dönüşüm alanı olarak ilan ettik. Bunlardan
Ayazma bölgesi 120 hektar ve toplam 1.625 bina yaklaşık 1.900 daire
mevcuttu. Bu alanların yüzde 40’ı özel, yüzde 56’sı kamu alanı.
Görüyorsunuz TEM otoyolu ve hemen TEM otoyolunun kuzeyinde yer
alan İkitelli Organize Sanayi Bölgesinin batısındaki alanlardı bunlar.
Yansıda da topografyayı ve üzerindeki dokuyu görüyorsunuz. İstanbul’un
içerisinde böyle mahalleler vardı maalesef ve biz bu alanlarla ilgili
belediyemiz içerisinde bir kentsel dönüşümü gerçekleştirmek için ayrı bir
ekip
oluşturduk.
Bu
ekipte
birebir
vatandaşın
katılımıyla
muvafakatnameler imzaladık ve bölgede aşağı-yukarı yüzde 90 oranında
başarıyla bu sözleşmeler imzalanmış ve her vatandaşa Toplu Konut
İdaresi ile beraber Toplu Konut İdaresi’nin yapmış olduğu
266
sosyal
konutlardan
daireler
verilerek
bu
alanlar
boşaltılmıştır.
Gördüğünüz gibi yeni dairelerine taşınıyorlar. Bölgenin yıkımdan sonraki
halini görüyorsunuz. Bölgede toplam 1.800 gecekondu yıkılmıştır, yani
TEM’den giderken kuzeye baktığınızda da bölgedeki yıkık gecekonduları
göreceksiniz. Tabii biz bu projeyi sadece fiziksel yönünün ortadan
kaldırılması veya fiziksel dönüşüm olarak düşündüğümüz zaman
başarısız olacağını biliyorduk. Bu nedenle projenin ikinci ayağı olan bizim
halka sosyal kalkınma projesi fiziksel yönüyle beraber paralel şekilde
yürütülmüştür ve şu anda da bu proje devam etmektedir. Projenin sosyal
yönü yürüyen bir projedir. Burayla ilgili olarak istihdam programları
oluşturduk. Özellikle bölgeden her bir hane halkından bir kişinin iş sahibi
olması için çeşitli eğitimler oluşturduk. Bununla ilgili İTKİP’le, İSMEK’le ve
İkitelli Organize Sanayi Bölgesi’ndeki çeşitli kurumlarla anlaşarak
vatandaşları meslek sahibi yapmaya çalıştık. Çünkü verilen dairelerin
kendilerine bir ücret karşılığı verildiği ve her ay bu dairelerin ödemeleri
var. Netice itibariyle buradaki insanları meslek sahibi yaparak kendi
ailesinin geçimini sağlaması, aynı zamanda almış oldukları konutun
parasını ödemesini istiyorduk. Bununla ilgili aşağı-yukarı yüzde 60-65’e
yakın taşınan 1.800 haneden her bir kişiyi iş sahibi, meslek sahibi yaptık.
Bunlarla ilgili Avrupa Birliği’nden fonlar aldık. Özellikle sosyal yönüyle
ilgili
meslek
sahibi
yapılmasına
yönelik
olarak
Küçükçekmece
Belediyesi’yle ortak bir fon aldık ve bu fonla oradaki yaşayan insanları iş
sahibi yapmak için temel eğitimler oluşturduk ve iş garantili olarak bu
eğitimleri aldılar, hepsi işlere yerleştirildiler.
İkinci sosyal projenin ayağı sağlık projesiydi. Burada da İstanbul
Üniversitesi Bakırköy Sağlık Meslek Yüksekokulu ve Büyükşehir
Belediyesi’nin çeşitli sağlık birimleriyle çeşitli sağlık taramaları yaptık.
Özellikle kadın sağlığı ve çocuk sağlıklarıyla ilgili taramalar yapıldı.
Bölgede bir Sağlık Ocağı kuruldu ve diş taramasıyla ilgili
267
bölge halkına özellikle (10.000 nüfusa hizmet veriyor bu sağlık ocağı)
10.000 nüfusa hizmet edecek sağlık taramaları sürekli devam ediyor.
Burada AÇEV özellikle bölgedeki insanların, kadınların bilgilendirilmesi
için Ana Çocuk Sağlığı Vakfı’yla ortak projeler geliştiriyoruz. Şişli Etfal
Hastanesi’yle kadın ve çocuk sağlığı konusunda projeler geliştirip
bilgilendirmeler yapıyoruz. Türk Eğitim Gönüllüleri Vakfı’yla aynı şekilde
projeler
geliştirip
eğitimlerimiz
devam
etmektedir.
Yansıda
da
gördüğünüz gibi özellikle çocuk sağlığı, kanserden korunması, aile
planlamasıyla ilgili hocalarımız eğitimler vermekte. Bu proje bizim için
özellikle İstanbul’daki gecekondu bölgelerinin yenilenmesiyle ilgili olarak
çok önemli bir projeydi. Gerçekleşmiş olması bakımından çok önemli bir
proje. Tabii ki proje bir bütün olarak baktığımızda projenin muhakkak
eksikleri vardır, yanlışları vardır. Projenin tamamen yüzde 100 oranında
başarılı olmasını beklemek doğru da değildir. Bu bir deneyimdir,
deneyimden çıkarttığımız sonuçlar vardır. Bu sonuçları biz zaman zaman
diğer yerel yönetimdeki arkadaşlarımızla paylaşıyoruz, yuvarlak masa
toplantıları yaparak üniversiteden hocalarımızla nerede hata yaptığımızı,
yapmış olduğumuz hataları nasıl telafi edeceğimizi konuşuyoruz ve
teşekkür ediyorum, sağ olun.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Çok teşekkürler. Kullanıcılara
geliyoruz. Tarlabaşı Derneği’nden Sayın Erdal Aybek.
ERDAL
AYBEK-
Teşekkür
ederim
Başkan.
Arkadaşlar,
Tarlabaşı Derneği’nden geliyorum, yetkilisiyim, dernek sözcüsüyüm.
Demin arkadaşların protestosunu görünce kısmen, biz onu sıkça
yapıyoruz. Kentsel dönüşüm projelerini yaşayanlar iyi bilirler. Yani
dışarıdan kentsel dönüşüm projelerini anlamak, anlatmak teknik olarak
mümkün değil. Bizim Tarlabaşı projemizde Koruma Kurulu kararı
olmadan projemiz sürüyor. 5366 sayılı Yasayı hukukçular
268
iyi
okusunlar,
burada
bulunan
bütün
bilim
adamları,
bütün
akademisyenler işin teknik tarafını anlatıyorlar. Bizi ilgilendiren tarafını
biz yorumlayamıyoruz o zaman, anlayamıyoruz.
Bizim kapımıza biri ansızın geldi “2005 yılında ben bir yasa
çıkarttım,
burayı
dönüşüm
alanı
ilan
ediyorum.
Ben
Beyoğlu
Belediyesiyim, ben burayı ihale ediyorum” dedi. 5366 sayılı Yasa
çıktıktan sonra Beyoğlu Belediyesi 2006 yılında bizi bilgi amaçlı bir
toplantıya çağırıyor. Bütün malikler gittik o toplantılara grup grup, dediler
ki, bir dönüşüm projesi öngörüyoruz. Burada Dünya Bankası’ndan bir
kredi sağlamışız, bu krediyi size düşük faizle vereceğiz, binalarınızı
restore edeceğiz. Bakın, restorasyonla yenilemeyi birbirinden ayırıyoruz.
Restorasyonun ne demek olduğunu teknik uzmanların hepsi iyi bilirler,
yıkmanın ne olduğunu, yok etmenin de ne olduğunu az çok hepimiz
biliyoruz. Biz bunun üzerine bu toplantılara ben gitmedim, damadım gitti,
sen gitmedin kızın gitti, yaşlı anne gitti, teyze gitti, birçok kişi gitti, ama
aynı belediye ne gariptir bir yıl sonra bu bilgi amaçlı toplantı
tutanaklarının üzerine “5366 sayılı Yasanın 7. maddesine göre maliklerle
yaptığım uzlaşma görüşmesidir” diye şerh düştü. Bu şerhi de Bakanlar
Kurulu’na gönderdi, acele 101 numaralı kararı aldı. Bundan önce de
Yenileme Kurulu kararı alıyor bizim bölgemize ilişkin ve yapı tipimiz, yapı
stokumuz, bölgemize ilişkin sosyal eylem planı, biz kimiz, demografik
yapımız nedir, kim yaşıyor, nasıl yapıyor, hangi gelir grubuna sahip hiçbir
veri elinde yokken, ayrıca mülkiyet durumumuzu da şöyle görüyor
yukarıdan yetkililer, belediyeler böyle bakıyorlar: Ya bunlar zaten
garibandır, bunlar bir şey bilmiyor, bu malların yarısı zaten devletin
arazisidir, devletin mülküdür ya da kamunun vakıflarına aittir. Ben nasıl
olsa yenileme projesiyle buraya giriyorum, bunları söküp atıyorum. Bakış
mantığı bu, kentler bizim için tasarlanır, biz kent için tasarlanamayız.
Bütün idareler, bütün yetkili kuruluşlar bu cümleyi iyi
269
bulmak zorundalar. Ben yoksam 50 yıldır sen Koruma Kurulu’yla benim
yapılarımı koruyorsun, Tarlabaşı’na bizim bütün binalarımız 278 binamız
tescilli yapı, 278 bina içerisinde 209’u tescilli yapı, Anıtlar Kurulu 50 yıldır
çivi çaktırmadı, bacasız, penceresiz evde çocuklar büyüttük, aileler
yaşadı orada, biz yaşadık. Aynı kuruluşlar bugün benim binamı ve o 278
binadan 209 tescilli yapının yıkımına onay vermektedir. Bu akademik
ünvanın referansı nedir sorusunu soruyoruz o zaman biz, yani bir
profesör tescilli yapı ilan ettiği bir yapıyı 5 ay sonra ya da bir yıl sonra
hangi referansla değiştirebilmektedir? Tescilli yapı neye göre değişir?
Dolayısıyla bizim binalarımızı yıkmayı öngören akademisyenlerle biz
sıkça tartışıyoruz ve kavga da ediyoruz.
Ayrıca kendi projemize bir örnekle daha gelelim: Biz Beyoğlu
Belediyesi’yle görüşmeler yürüttük. Çekmece’den, her yerden gelen
insanlar sorular sorduk. Biz biliyoruz ki, kentsel dönüşüm projelerinin her
biri ayrı özelliklere sahiptir; yasal durumu aynı değil, yerleşiminin durumu
aynı değil, yaşayanların durumu aynı değil. Arkadaşların elinde 5663
sayılı
bir
Yasa
var,
bunları
ellerinden
gelse
uzaydakilere
de
uygulayacaklar. Her yerin değişik olduğunu, durumun değişik olduğunu
bir türlü kabul etmiyorlar. Biz Beyoğlu Belediyesi’yle görüşmeye
başladıktan sonra durumu öğrenmek istedik. Dedi ki, ben yüzde 42’yle
burayı ihale ettim. Bir saniye, tapu sahibi biziz. Burada 50 yıldır biz çile
çektik, 100 yıldır biz yaşıyoruz, çocuklarımızı biz büyütüyoruz. Bizim
haberimiz olmadan burayı nasıl ihale ettin? Diyor ki, “5366 sayılı Yasa
bana bu yetkiyi vermiş, ben de sizin burayı yenileme alanı ilan ettim,
binalarınızı ihale ettim” “Kime?” diyoruz. “Çalık Holding’e bağlı Gat İnşaat
diye bir firmaya” Firma tercihi yapmıyoruz, bu çok önemli değil. Bir
hukuksuzluğu ifade etmek için bunu söylüyorum. Neye göre ihale ettin?
2
Yüzde 42. Bu yüzde 42 nedir? Bizim 20. 000 m alanımız var. Bu dokuz
2
ada bizim projemiz, 20.000 m alandaki binalarımızın kat
270
aralığı 3.5 m’dir. Arkadaşlar hepsi teknik uzmandır, mimar, mühendis
olan insanlar iyi bilir. Kendisi bir adada 14 katlı binalar yapıyor.
Tarlabaşı’na inerken, caddeye bakan yerde, hani kent soyluları yürürken
bakarlar ya çöküntü alanı aman kapkaççılar, aman yamyamlar diye
bakarsınız ya, aşağılarsınız ya, orada yaşıyoruz. Önce 14 katlı iş
merkezleri, otel, “biz kimiz?” dedik. İşyerimiz var, bina bizim, biz içinde
oturuyoruz. Nerede yaşayacağız? Dediler “Siz bizi ilgilendirmiyorsunuz,
biz ihaleye girdik, burayı aldık.” “Kimin adına aldınız?” Dediler ki, “Yasa
burada, buyurun hukukçulara gidelim.” Yasayı inceledik. Önemli olan
bunu iyi algılamak, biz kentsel dönüşüm projesine karşı olmamalıyız,
ancak şu şartla: Kamu burada yüklenici olmak durumundadır, özel
müteşebbis yüklenici olduğu zaman boru hattı döşüyor hemen, ben bunu
tutayım atayım. Bizi dışarı atmayı amaçlıyor. Çünkü ona göre bir birimi
satarsa, bir birimden doğru, yüksek değerde para elde ederse onu
ilgilendiren şey odur. Bizim sosyal yanımıza bakmıyor.
Bakın, küçük fotoğraflardan bir örnek vereyim. Hocam, yetkililer
bizi basına taşırken “Tarlabaşı’nın yüzde 70’i, 90’ı boş, metruk çöküntü
alanı”
diye bir
fotoğraf
sunuyorlardı. Oysa Tarlabaşı’nda
proje
belirsizliğinden bu yana 350 ev boşaldı, proje alanımızdan 350 ev
boşaldı. Ben 40 gün sonra kazma vuruyorum dediğinizde çocuğunuzu
okula yazdırmanız gerekir, bir yere gitmeniz gerekir, başka bir yere
sığınmak için çaba sarf etmeniz gerekir. Kaçan insanlar boşalttıkları
zaman o binalara yeni kiracı gelmiyor. En yoksul, en fakir bölgedeki
insanlar biraz daha fakirleşiyor. Demografik yapıya kimse bakmamış
orada, yani biz orada - proje alanımızda Müslümanlar, gayrimüslimler,
her dinden her toplumdan insanlar olarak yaşıyoruz. Travestilerimiz var o
adını duyduğunuz, yamyam gibi bakılan o travestilerimiz var, bizim proje
alanımızda yaşıyor. Bir travestinin bina edinme hakkı yok mudur? Bir
travestinin yaşam hakkı yok mudur? Dolayısıyla hepimizin
271
yaşam hakkı eşittir. Bizim proje alanımızda bunlar yapılırken de biz bu
fotoğrafları nereden aldıklarını sormaya başladık. Burada söyleyeceğim
cümle akademisyen arkadaşlarım tepki gösterebilir, efendim
biz
akademik çalışma yaptırdık, saha araştırması yaptırdık, proje dedikleri
zaman “o” harfinin büyüklüğü bu kadardır. İki kapkaççı da “benim projem
var” diyor, hırsızlık yapıyor. Dolayısıyla bizim alanımızda röleve
çalışması yapılırken arkadaşlar, bu cümleme çok dikkat edin, çünkü
dertliyiz, bir bina aktif dört daire yaşıyor içinde, röleve çalışması yapan
yetkili arkadaşlar atıl bina, tek bir duvarı var diye çalışma yapıyor. Bu
gelecekte yıkım kararının zeminidir. Yani ben gittim bir duvar vardı
binada, ben bunu yıkacağım. Bu, bu kadar basittir.
Biz belediyeyi denetleyemiyoruz. Belediye kamuyu temsil eden
idaredir. İdare yurttaşın yanında olmak durumundadır. Holdingle idare
yan yana kol kola biz kimiz, biz sığınmacıyız, bugünün deyimiyle
yerleşimciyiz, bugünün deyimiyle yeni sürgüncüyüz, yeni sürgünleriz. Bir
kenti bulunduğu yerde bütün değerleriyle bütün altyapısıyla, üstyapısıyla
insan için tasarlar. Bütün mimarlar, bütün şehir plancıları kenti insan için
tasarlar. Biz yoksak siz kenti neye göre tasarlıyorsunuz? Tıpkı 50 yıldır
biz içindeyken biz bu binaları koruyoruz; aman burayı delmeyin, aman
bunu yapmayın. Bankaları boyadık diye yaklaşık proje alanımızda 37 kişi
şu anda icra yoluyla 3 binle 7 bin YTL arasında ceza ödemektedir. Bakın,
o cezayı bize tahakkuk eden Belediye ve Anıtlar Kurulu bugün o binaların
yıkımına onay vermiş ve binalarımızı yıkıyor. Biz diyoruz ki, restorasyon
nedir? Bize cevap verin. Diyor ki, efendim bu bir yenileme projesidir,
bunu kaldıracağız, değiştireceğiz. Beş kat otopark yapıyorsunuz, bu
hangi teknolojidir? Sayborg teknolojisi mi, NASA teknolojisi mi? Ben
binayı kaldırıyorum, otoparkı altına koyuyorum, binayı oturtuyorum. Bunu
nereden öğrendiniz? Bu benim binamın yıkılacağı anlamına geliyor.
Demografik yapıya ilişkin bir cümle daha söyleyeyim, bizim
272
proje alanımızda -Tarlabaşı için söylüyorum- doğu ve güneydoğuluların
oranı yüzde 56, Karadenizlilerin oranı yüzde 15, İç Anadolu, Ege her
bölge yüzde 5, 4, 3, 2, ama zencilerin oranı yüzde 2, ama Avrupalı
gazeteci, göçmen statüsü, mesleği farklı olan insan oranı yüzde 1.5.
Demek ki, biz dünyanın her tarafından insanlara hitap ediyoruz, birlikte
yaşıyoruz. Siz hiçbir zenciye tebessüm ettiniz mi? Biz aynı katta
tebessüm ediyoruz. Ben burada çocuk büyütüyorum, o da karşıda
oturuyor. Mahalle kültürüne saygı gösteriyor, ben de saygı gösteriyorum.
Cenevizlilerden bu yana Tarlabaşı vardı, Cenevizlerden bu yana çok
kültürlüydü, çok farklıydı, çok farklı insanlar yaşıyordu. Bugün birileri bizi
dünün gavur mahallesinin yerleşimcisi olarak algılamak istiyor. Önemli
olan budur, biz dönüşüm projelerine dirençle karşı olmak durumundayız.
Çünkü
bireyi
yok
sayan,
bireyin
hasretlerini,
yaşam
biçimini,
alışkanlıklarını bütün değerlerini, kent dokusunu yok eden bir anlayış.
Buna nasıl onay veririz? Bir sözleşme yapmışlar, 17. maddesini
okuyorum. Bütün odalara gönderdim. Diyor ki, mal sahibi, bina sahibi
binasını yükleniciye sattığı zaman eşyadan ve insandan arındırmış boş
bir şekilde teslim etmekle yükümlüdür. Yani ben kiracımı keseyim,
kiracılar beni kessin. Anlayışı örneklemek açısından söylüyorum. Bir
cümle daha söylüyorum; bu bütün kuruluşlar sosyal konut yaptıklarını
iddia etmektedir. Sosyal konuttan biz ne anlıyoruz? Bu firma bizim proje
alanımızda bir bina satın alıyor. Belgesi olduğu için söyleyebiliyorum, 15
2
Mayısta binayı satın alıyor, 32 m binanın 3. katında bir kiracı üyemiz
oturuyor. Kiracımız 100 YTL kira veriyor, 10 yıldır aynı yerde oturuyor.
Yüklenici firma binayı satın aldıktan bir gün sonra noter yoluyla -bakın,
belgesi burada, Tarlabaşı Derneği canavar bir dernek, belgesiyle
konuşuyoruz- ihtarname çekiyor. Diyor ki, ey vatandaş, senin kiran 600
YTL, sana 3 gün süre, binayı boşalt git, burayı ben satın aldım. Satın
vaadinde bulunacak kadar bina satın alıyor ilgili grup, biz soruyoruz
“onaylanmış bir proje var mı?” “Yok.” Diyoruz ki, burada
273
kaç bin metrekare inşaat yapıyorsun? “Bilgim yok.” Her ne hikmetse
belediye imar kuruluşu, ama bilgisi yok. Diyoruz ki, bizim durumumuz ne
olacak? Bunlar yapılıp bitiyor. Sen belediyesin, biz senden kamu hizmeti
almak durumundayız. “Biz karışamayız, sizin muhatabınız odur.” diyor.
Kamulaştırma yetkisini niçin aldın o zaman? Sen mi kullanıyorsun, o mu
kullanacak? “Bu kanun gereği ben bu yetkiyi aldım” diyor. Biz aptalız,
kanun gereği bu yetkiyi alıyoruz. Bu yetkiyi alıyoruz ortak kamu yararı
için değil, baraj, yol, su yapmak için değil, Melen Çayı Projesi’nde
uygulanmış bir kez, Bakü-Ceyhan Boru hattında acil ek anlaşma
kararıyla iki kez uygulanmış, başka Türkiye’de örneği yok, ama her ne
hikmetse kentsel dönüşüm projelerinin tümünde acil ek anlaşma kararı
alınmıştır. Bu, başından idarenin tavrını ortaya koymaktadır. Bizim proje
alanımıza ilişkin durum budur. Arz ediyorum. Teşekkür ederim.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Çok teşekkür ederim. Kullanıcılar
açısından mesajınızı çok iyi verdiniz. Teşekkür ediyorum.
İstanbul Mahalle Dernek Platformu’ndan Sayın Ayşe Yazıcı’yı
dinleyeceğiz, bir de kullanıcılar açısından değerlendirmelerini almak
istiyoruz.
AYŞE YAZICI- Çok teşekkürler. Ben Tarlabaşı’ndan gelen
arkadaşlarımın sorularına cevap vererek, biraz onun söylediği şeyleri
açarak devam etmek istiyorum. Şunu sorguluyor: “Kamulaştırma kararı
nasıl bu kadar çabuk alınabiliyor, yasalar nasıl böyle uygulanıyor, bu
nasıl hukuk?” diyor. Bizde de burada yöneltilen soru, hocamızdan gelen
soru şuydu: Dönüşüm Yasa tasarısı taslağı önerisi bu farklı sorun ve
fırsatlara sahip alanlarda gerekli katılım, finans ve uygulama araçlarını
sağlayabilecek mi? Bir yandan bu soruya cevap verirken diğer taraftan
Tarlabaşı’ndan gelen arkadaşın belirlediği yolda ben de bir-
274
iki şeyi sorgulamak ve düşüncelerimizi sizinle paylaşmak istiyorum.
Dönüşüm
Alanları
Yasa
Tasarısı’nda
bu
dönüşümün
nasıl
belirleneceğine dair pek çok hüküm var. Aynı şekilde 5366 sayılı Yasa,
yani Tarlabaşı’nda uygulanmak istenilen ve pek çok farklı bölgede
uygulanmak istenilen yasa da benzer hükümler içeriyor. Burada yasa
şunu söylüyor: Diyor ki, idareler öncelikle oradaki insanlarla uzlaşma
aramaya çalışacak, uzlaşmayı sağlamaya çalışacak. Hemen ardından
ekliyor “uzlaşma sağlayamazsa kamulaştırma yapabilir” Bu bana şunu
çağrıştırıyor -lisedeyken buna gülerdik, aklıma onu getiriyor-: Askeriyede
madde 1: Komutan her zaman haklıdır, madde 2: Komutanın haksız
olduğu durumlarda madde 1 geçerlidir. Anti demokratik bir uygulamayı
meşrulaştıran yasalar getiriliyor. Yasa demek hukuk demek olmuyor her
zaman, yasa her zaman doğru, haklı demek değil. Tabii ki biz yasaların
adaleti sağlayan, hakkaniyeti sağlayan şekilde yürürlüğe sokulmasını
istiyoruz, ama bu dönüşüm alanları yasa tasarısında aynen 5366 sayılı
Yasada olduğu gibi bunu göremiyoruz. Çünkü yasanın hazırlanması
aşamasında daha taslağın hazırlanması aşamasında hiç kimsenin fikri
alınmıyor. Bu yasa milyonlarca insanın hayatına dokunacak, insanları
yerlerinden edecek. Peki, o zaman neden bu insanlara sorulmuyor?
Sorulmuyor, çünkü sorulması gerekmiyor, çünkü idare istediğini
yapabilir bu yasaya göre ve ona olanak sağlanmalı. Yani, yasadaki
anlayış, dönüşüm alanları yasa taslağındaki anlayış böyle. Yıldız Teknik
Üniversitesi’nden araştırma görevlisi arkadaşım çok güzel izah etti: Bir
kentsel dönüşüm hangi ilkeleri içermeli, neleri içermeli? Güzel bir ifade
kullandı. Dedi ki “bu bir ortaklıktır, bundan etkilenen herkes bu ortaklığın
tarafıdır ve ortaklıkta eşdeğer ilişki esastır” Biz burada bu eşdeğer ilişkiyi
göremiyoruz.
İdarenin
samimiyetine
inanmamamız,
belediyelerin,
Büyükşehir Belediyesi’nin, ilçe belediyelerinin ve merkezi yönetimin
samimiyetine inanmamızın sebebi bu, eşdeğer ilişki yok,
275
“ben belirlerim ve uygularım” diyor. Açık örneği Tarlabaşı, çok güzel ifade
etti arkadaşım. Diyor ki, bir gün uyandık baktık dediler ki “sizin yeriniz
ihaleye çıkarılmış.” Aynen böyle uygulandığı için projelerin başarılı olma
şansı da yok.
Zeytinburnu’ndaki proje de arkadaşımız ifade etti, halk katılımı
olmadığından, katılım sağlanamadığından yürürlüğe giremedi. Her ne
sebeple olursa olsun halkın katılmadığı bir projenin yürürlüğe girme,
uygulanma ve başarılı olma şansı yoktur. Bu devirde 21. yüzyılda
Türkiye’ye yaraşan, bizim insanımıza yaraşan halkın hak ettiği şey
kendisine bir sorulması, fikrinin alınması ve katılımının sağlanmasıdır. Bu
yüzden de bu dönüşüm alanları yasa taslağının yasalaşsa dahi -ki
yasalaşmaması için biz mahalle dernekleri platformu olarak elimizden
geleni yapacağız- başarılı olma şansı yoktur.
Neden bu taslak hukuka aykırıdır, neden bu taslağa karşıyız?
Ona bir-iki şey daha eklemek istiyorum. Çünkü burada idare işlemini
kamu yararını sağlamak için yapar. Çünkü bunun için idare var, bunun
için devlet var. Herkes kendi bireysel menfaatini düşünürken idare bunu
dengeleyecek ve kamu yararı neyi gerektiriyorsa onu yapacak.
Kentleşmede ve yapılaşmada başka bir şeye daha dikkat edecek, üstün
kamu yararı nedir? Bir yerden bir yol geçiriyorsan ve birisinin mülkiyet
hakkını ihlal ediyorsan burada üstün kamu yararı acaba hangisidir?
Burada yapılmak istenilen projelerde kimse üstün kamu yararını
düşünmüyor. Belediye diyor ki, benim bir ranta ihtiyacım var, kasam boş,
kasamı doldurmalıyım, başka yerlere para aktarmalıyım. Bunu yapmak
için kent içinde sıkışmış kalan ve rantı çok daha yüksek olan bu arazi
üzerinde kimin yaşadığı, nasıl hayatların kurulduğu, kaç yıldır insanların
orada
yaşadığının
hiçbir
önemi
yok.
Ben
bu
araziyi
paraya
dönüştürmeliyim ve bunu yapacak bir şirket bulmalıyım.
276
Anlayış bu olunca başarılı olma şansı da olmuyor. Mümkün değil, çünkü
orada 30 yıldır, 50 yıldır, 60 yıldır kurulan hayatları ezip geçemezsiniz.
Ezip geçerseniz o insanları sürdüğünüz yerlerde daha büyük sosyal
patlamalara sebep olursunuz. Nitekim yaşanılanlar bunlar, o yüzden
mutlaka bu Dönüşüm
Yasalarında olayın ekonomik boyutu da
düşünülsün, biz buna hayır demiyoruz. Tabii ki, belediyelerin gelirlere
ihtiyacı var, ama mutlaka oradaki sosyal, kültürel yapı dikkate alınmalı, o
sosyal kültürel yapıyı, oradaki insanların ekonomik durumunu dikkate
alan projeler geliştirilmeli. Yoksa bir sürü insan belki önemsenmeyen,
yoksul olduğu için dikkate alınmayan pek çok insan daha ciddi sosyal
patlamalara yol açıyor. Bundan en çok gençler etkileniyor, çocuklar
etkileniyor, kadınlar etkileniyor. Sorun daha büyük bir sorunlar yumağı
haline dönüşüyor. Çözmeye çalışırken aslında bu yaratılıyor. Bu
yaratılırken şöyle bir şey de doğuyor ortaya, Dervand Mahallesi’nden
Rıza Bey Küçükçekmece Belediyesi’nin temsilcisine müdahale etti, çok
doğru bir şey söyledi; halk gittiği yerde o kredileri ödeyemiyor. Burada
çizilen pembe tablolar gerçek hayatta karşılığı olmayan hikayelere
dönüşüyor. Maalesef böyle oluyor. İnsanlar bir yerde diyelim ki, birisi
oturuyor bir mahallede, Fatih Sultan Mahallesi’nde bir evi var.
Kamulaştırma yapılıyor, adamın evine biçilen değer 30 milyar, kendisine
diyelim Pendik’ten bir daire veriliyor 80 milyar, 100 milyar ve aradaki
değeri 20 yılda, 30 yılda borçlanarak ödeyeceksin. Sonuçta ülkedeki
ekonomik koşullar belli, emeklinin, işçinin, yoksulun aldığı maaş belli. Bu
mutlaka bir yerde aksıyor, ödeyemiyor ve o elindeki daireyi elden
çıkarıyor, satıyor. Bu sefer daha büyük bir aile faciası, sosyal bunalım
gerçekleşiyor. Bu açıdan da bu tip projelerin başarılı olma, yani topluma
uzun vadede başarı verme şansının olmadığını düşünüyoruz.
Yenileme, iyileştirme, geliştirme gerekli mi? Tabii ki gerekli,
bundan en çok sıkıntı çekenler orada yaşayan halk. Belki
277
birisinin göz estetiğini bozduğu için kentli rahatsız oluyor, ama ya orada
yaşayan halk? Biz geçen hafta Mahalle Dernekleri Platformu toplantısını
Maden Mahallesi’nin Dereiçi Sokağı’nda gerçekleştirdik. Sarıyer’in
tepesinde çok güzel manzarası olan bir mahalle, yanından hemen
geçiverirken Acarlar Sitesi ve Pelikan Siteleri diye gayet lüks, bahçeli
villalar görüyorsunuz. Hemen karşı sokağa sapıyorsunuz, 235 konutluk
bir mahalle, 80 yılından sonra kurulmaya başlanmış. 20 yılı aşkın bir
tarihi var, ama bu mahallede su yok, bu mahallede hemen 100 metre
ilerisinde Pelikanlar Sitesi yani 3-5 yıllık tarihi olan bir site olduğu
söylendi, orada yüzme havuzları var. Sosyal adaleti bir düşünelim,
samimiyet dediğimiz şey bu, idarenin samimiyeti, yerel yöneticilerin
samimiyeti, bunları sorgulayalım. Tabii ki, yenileştirme, iyileştirme
projeleri yapılsın, ama kimin için yapılsın? Herkes için yapılsın, halk için
de yapılsın. Burada bir samimiyeti görmek istiyoruz ve bu samimiyeti
maalesef göremiyoruz. İnsanların barınma hakkı var, mülkiyet hakları
ezilip geçilemez aynı Tarlabaşı’nda olduğu gibi mülkiyet hakkı, çevreye
ulaşım hakkı, bu da çok önemli. Sadece tapusuz gecekondu bölgelerinde
hak ihlalleri yaşanmıyor, tapulu yerlerde de yaşanıyor. Çarpıcı bir şey
söyleyeceğim, Küçükçekmece iç dış kumsal hakkında bana iletilen şey
şu: Küçükçekmece’nin bütününde yüzde 75’i ruhsatsız ve kaçak yapı, iç
dış kumsalın yüzde 100’ü tapulu ruhsatlı yapı. Hal böyleyken belediye
geliyor ve burada yenileme alanı yaratmak istiyor. Burada bir yenileme
kararı alıyor, sonra bu kararı geri çekiyor ve şu anda belirsiz bir durum
var. Orası bir doğal sit alanı, yani İstanbul’un belki başka hiçbir yerinde
yaşamayan canlılar var orada, doğa var, ama bu ezilip geçiliyor, hiç
dikkate alınmıyor. Dolayısıyla çevre hakkı da yok sayılıyor. Yani sadece
bu projeler güzel güzel resimler, koca koca binalar hayır, biz bunu
samimi bulmuyoruz.
278
Ne yapılmalı? Çok özetle çözüm önerilerimizden söz etmek
istiyorum. Öncelikle bu anlayışı değiştirmeliyiz. Bir dönüşüm olacaksa, bir
yenileme olacaksa ki, olmalı, çünkü bunu en çok biz yaşıyoruz bu
mahallelerde yaşayanlar, mutlaka bu anlayış değiştirilmeli, gerçekten
halk için, sosyal, kültürel dokuyu koruyan, çevreyi dikkate alan, yeşili yok
etmeyen, ama mutlaka o mahallelerde yaşayan insanların mahallelerde
yaşamasını sağlayan sıfır tahliyeli dönüşümler, projeler geliştirilebilir. Biz
de bunların tarafı olmak istiyoruz, sözümüz dinlensin istiyoruz. Burada
yeni dönüşüm yerlerinde bütün halkı süren sosyal dokuyu, kültürel
dokuyu, dayanışmayı bu da çok önemli bir husus, o mahallelerin pek
çoğunda Anadolu’dan gelen kültür ve dayanışma hâlâ devam ediyor. Bu
sosyolojik açıdan çok önemli, bütün bunlar dikkate alınmalı, yeşil dikkate
alınmalı, çevre dikkate alınmalı, insanların ekonomik durumu orada
mahallede yaşayanlar asla bir yere sürülmemeli. Bunu kesinlikle kabul
etmemiz mümkün değil. İnsanların mülkiyet hakkı, barınma hakkı, çevre
hakkı, insan gibi insan onuruna yaraşacak şekilde maddî ve manevî
varlığını
devam
ettirilmesine olanak sağlayacak şekilde projeler
geliştirilmeli. Bu Anayasamızda yazıyor, devletin var olma sebeplerinden
biri bu: “Toplumdaki kişilerin maddî ve manevî varlığını medenî bir
şekilde yaşamasına olanak sağlayacaksın” Anayasanın emredici hükmü
bu, oysa bizim bu geliştirilen projeler insan onurunu saymıyor, ezip
geçiyor. O yüzden biz rant ve gelir odaklı değil, insan odaklı, çevre, kültür
odaklı projeler görmek istiyoruz. Mutlaka uzun vadeli planlamaların
yapıldığı, oldu-bittiye getirilmeyen, gerçekten uzun vadede İstanbul’un
önümüzdeki 50 yılını, 100 yılını planlayan, ama orada yaşayan insanların
gene yerinde kaldığı projeler görmek istiyoruz. Çok teşekkür ederim.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Çok teşekkür ederiz. İsterseniz üç
konuşmacı kaldı, hepimiz buradayız, sorulara sonra devam edelim.
Başka önerilere geçelim. Diğer konuşmacıların önerileri
279
belki bizim sorunlarımızı çözmeye yardımcı olacak. Katılımcılarımız bu
alanlarda yaşayan toplumun sıkıntılarını çok iyi bir şekilde dile getirdi.
Çok teşekkür ediyorum.
Aslında
işin
finans
yönü
bütün
bu
problemi
yaratıyor
zannediyorum, onun için finans kaynaklarıyla ilgili ve bu inşaatların nasıl
yapılacağı, dönüşüm işleminin nasıl yapıldığı veya yapılabileceği
konusunda bize katkı sağlamak üzere iki üyemiz bulunuyor. Önce özel
sektörden destek alıyoruz. Özel sektör kamu sektörü işbirliği nasıl
olabilir, olabilir mi? Bu konuda buralarda yaşayanların ekonomik durumu
da göz önüne alınarak bu dönüşüm çalışmalarında özel sektörün bakışı
nedir? Bu konuda Sayın Celal Erdoğdu İstanbul Gayrimenkul Değerleme
Bürosu’ndan bize görüşlerini sunacak. Teşekkür ediyorum.
CELAL ERDOĞDU- Biraz havayı yumuşatalım diyorum, 1996
senesinde İstanbul Teknik Üniversitesi’ne başladığımda Gülden Hocam
şimdi yok herhalde, ona şunu sormuştum: Okulumuza geldiğinde bu
işten ne kadar kazanabiliriz, hayatımızı sürdürebilir miyiz? Herkesin
dikkatini çekmişti, çok finans bazlı bir soru olmuştu. Ondan sonra 2004
yılında Gayrimenkul Değerlemesine girdim ve gayrimenkullere değer
biçer bir hale geldik ve Sermaye Piyasası Kurulu’ndan lisans alarak bir
gayrimenkul değerlemecisi olduk. Yani bu finans etiketi üstüne yapıştı,
kaldı. Burada da bu konu üzerine bildikleri biraz paylaşmaya
çalışacağım. Tabii, finans aşaması tüm bu tartışmaların bitip herkesin
muvaffak
olduğu,
herkesin
mutabık
olduğu
projenin
başlama
aşamasından sonraki kısım için geçerli, yani finans aşamasına
gelinebilmesi için tüm bu konuşulan, bu tartışılanların bitmiş olması
gerekiyor.
280
Finans için genel yaygın olarak dünyada iki model var. Biri,
tamamen özel finansmanla sağlanan model, bir diğeri de kamu ve özelin
beraber götürdüğü. Bunlar ne zaman beraber kullanılır, ne zaman biri
tercih edilmeli? Bunlara tek tek gireceğim, çok fazla uzatmadan sizi basit
bir şekilde bilgilendirmeye çalışacağım. Kamu - özel işbirliği aslında bu
modelleme içerisinde en fazla tercih edileni, çünkü tek başına özel
kurumların finansman sağlaması çok kolay değil. Çünkü devletin
desteğini alarak finansman sağlamak, finans kurumları için çok daha
güvenilir. Bir de belki biliyorsunuzdur, finans kurumları 20 yılı aşkın
müddetle fonlama yapamıyor ve bu durumda da devletin güvencesi
gerekiyor. Sadece banka finansmanıyla olabilecek bir durum değil bu,
devletin elini bu işin altına koyması gerekiyor.
Kamu-özel işbirliğinde en çok tercih edilen durum, ölçeğin büyük
olmasıdır. Yani küçük ölçekli projelerde tercih edilmeyen bir model,
küçük ölçekli projelerde daha çok özel finansman yöntemi. Burada şu
anlaşılmasın yalnız, inşaatı kamunun, devletin yapacağı, özelin yapacağı
değil, finansmanın sağlanacağı kurum. Kamu-özel işbirliğinden özel
sektör kamunun gücünü alarak birçok kurumdan finans toplayabiliyor.
Yani bunlar özel fonlar olabiliyor, emeklilik fonları olabiliyor, yine
bankalardan olan fonlar olabiliyor. Bazıları bazı aşamalarda bitiyor,
bazıları projenin sonuna kadar devam ediyor gibi parçalar halinde de, bir
baktığınız zaman 30 yıllık bir proje olabilir, ama içerisinde 5-6 kademeli
bir finansman modeli kurulabiliyor.
Kamu-özel işbirliğinin yapılmasında özel kurumları bunun
içerisine çekebilmenin temel noktalarından biri risk minimizasyonudur,
yani özel sektör bu işten kâr edebilmeli. Çünkü finansman sağlıyor, yani
burada yine finansmanın üzerinde duruyoruz. Parayı verdikleri için
sonunda alabilme güvencesi, nasıl bir gayrimenkulü
281
aldığınız zaman sonunda sizin bunu ödeyebileceğinizin garantisini
görmek istiyorlarsa, bu proje 20 yıl sonra tamamlandığı zaman paralarını
sonuna kadar almış olmaları gerekiyor. Yani risklerin minimize edilmiş
olması gerekiyor. Burada da devletle beraber çalışmanın, bu işbirliğini
yapmanın altında yatan espri şudur: Devlet bazı riskleri ortadan
kaldırabilme gücüne sahip oluyor. Burada devletten kasıt yerel
yönetimler olabilir, merkezî yönetim olabilir.
Kamu-özel işbirliğinde risklerin çok iyi yönetilmesi gerekiyor. En
büyük avantajlarından biri de şu bu yapının beraber olmasının; öğrenen
bir yapısı olmasıdır. Devlet kendi bilgi birikimlerini, özel sektör kendi bilgi
birikimlerini birleştirerek projenin finansmanının sağlıklı bir şekilde
neticelenmesini sağlayabiliyor. Devlet desteği kurumlar arasında ilişkiyi
ve işlerin daha hızlı sağlanabilmesini sağlıyor. İşleri biraz daha
hızlandırıyor. Özel finansman modeli, yani sadece devletin kamu
kurumlarının projenin birçok kısmını kendisi yaparken finansman kısmını
özel kurumlardan sağladığı durumda bunlar için dünyada uygulanan
metotlar arasında parçalı finansman var. Bir özel finans kurumu projenin
sonuna
kadar
finansör
olmuyor,
bir
kısmına
olabiliyor,
yıllara
bölünebiliyor ya da işlemlere bölebiliyor. Birisi altyapısına finansman
sağlıyor,
biri
üstyapıda
sosyal
donatılarda
inşaatın
yapılması
aşamasında gibi parçalara bölünerek finansman sağlayabilir.
Burada önemli konulardan biri de özel sektörle kamu beraber
işbirliği içerisine giriyorsa anlaşmaların açık olması gerekiyor. Burada kâr
modellerinin düzgün kurulmuş, finansmanı sağlayan kişinin de, kamunun
da zor durumda kalmaması gerekiyor. Kamunun zor durumda kalması
finansmanın arkasının kesilmesi demek oluyor, yani bir inşaata
başlıyorsunuz, bir altyapıya başlıyorsunuz ve belli bir zaman sonra özel
282
sektör tarafından finansman eğer kesilirse başlanmış olan proje tabii ki
devam edemez hale geliyor.
Burada tabii bu iki modelde de süreçlerin çok iyi planlanması
gerekiyor, finansman katılımcılarının belirlenmesi gerekiyor, doğru
bütçelerin yapılmış olması gerekiyor. Proje önceliklerinin her iki modelde
de çok iyi belirlenmesi gerekiyor. Proje dengelerinin sağlanması
gerekiyor. Burada tabii birçok katılımcının da söylediği gibi uzlaşılmış
olması gerekiyor. Artık sonucuna karar verilmiş noktada olması gerekiyor
ve son cümle olarak da şununla bitirmek isterim: Belirsizlik ortamında
finansman sağlamak özel kurumlardan mümkün değil, belirsizlik
ortamında
kentsel
dönüşümü
özel
kurumların
fonlayacağını
zannetmiyorum. Bunun çok belirli bir ortamda olması gerekiyor.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Çok teşekkür ediyorum. Kamu
sektörü olarak kabul edebileceğimiz TOKİ’nin dönüşüm alanlarındaki
uygulamalarında finans kaynağı ve uygulamayla ilgili sorunlar ve
önerilerinizi alalım.
SALONDAN- Teşekkürler Hocam. Sayın katılımcılar, kentlerimiz
hem eskiyor, hem kalabalıklaşıyor, hem bir taraftan sıkışıyoruz, bir
taraftan da büyüyoruz. Geçim sıkıntısı, işsizlik, can güvenliği, yeni bir
düzen kurma umuduyla kente gelen vatandaşların konut piyasasında
kendilerine
uygun
ev
seçeneği
bulamaması
durumunda
başta
İstanbul’da, Ankara’da, ama bildiğiniz gibi, bize okullarda öğretildiği gibi
ya da gezdiğimiz kentlerde gördüğümüz gibi baskın olan ucuz barınma
talebi, fakat sınırlı olan satın alma gücü sebebiyle kamusal işgaller
Türkiye’de çok yaygın. Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’nın gündeminde
belediyelerle protokol imzalayarak bana sıra gelene kadar değerli
hocalarımızın ve diğer arkadaşlarımızın anlattığı gibi
283
ortaklık kurma noktasında yerel yönetim-merkezî yönetim ortaklığı
kurarak geliştirdiği şu anda 117 projesi var. Bu projelerin tamamı hayata
geçmiş durumda değil, çünkü kentsel dönüşüm projeleri analiz
aşamasından sonuçlandırma aşamasına kadar uzun ve karmaşık
süreçlerle ancak ilerleyebiliyor. Bu herhangi bir yerde sosyal konut
yapma sürecinden oldukça farklı, çünkü bizim dönüşüm alanlarımızda
belediyelerce tespit edilip bize sunulan, bizce de yerinde tespit edilip
uygun bulunan dönüşüm alanlarında hayatlar var. Bunlar boş alanlar
değiller, bunlar yıllardır o bölgede yaşayan, çok kısa bir dönem evvel o
bölgeyi işgal etmiş tapulu, tapusuz, işgalci, çok katlı, az katlı oldukça
değişik katmanlardan gelen vatandaşlarımızın oluşturduğu yaşayan
mahalleler. O yüzden dönüşüm alanları birbirinin içine girmiş değişik
karar süreçleri gerektiriyor.
Yasalar kurumlara belli yetkiler ve sorumluluklar veriyor. Bu
yasaları beğenip beğenmeme hakkına kişisel olarak sahibiz, kurumsal
olarak sahip değiliz. Bu yetkileri kullanırken bu yetkilerin etkileyeceği
alanlarda var olan hayatlar olduğunda karar mekanizmalarının bir değil
iki kere, belki iki-üç kere düşünmeleri gerekiyor. Bu önemli, ancak kamu
adına söz aldığım için şunu da belirtmek istiyorum ki, gecekondulaşma
ve kaçak yapılaşma bugün Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri, gerek
kaynak israfı, gerek çevresel kalitedeki düşüş, gerek kentsel kalitedeki
düşüş açısından bizim bu kaçak yapılaşmaları ve gecekondulaşmayı
engellememiz ilk başta, oluşanı da tasfiye etmemiz, sağlıklaştırmamız,
yeniden yapılandırmamız artık o proje alanı ne tip bir müdahale
gerektiriyorsa yapmamız gerekiyor.
Kentsel yenilemede hedef biliyoruz, teknik açıdan yenilenmesi
ya da tamamen tasfiye edilmesi zorunlu bir bölgede kentin gelişimine ve
kimliğine uymayan üst ölçekli planlama hedeflerine de
284
uygulanmasını engelleyen alanlarda bu alanları kente ihtiyaç duyulan
formda yeniden kazandırmak, fakat bu çok teknik bir cümle, kentsel
yenileme alanlarındaki mahallelerde bu tartışmaya açılmadıkça kamusal
alanda ortak bir akıl oluşmadıkça uygulaması söylenildiği kadar kolay
olmuyor.
TOKİ açısından nasıl çalışıyoruz, onu size tanıtmak için
söylüyorum: Biz 2004 yılında kendi kanunumuzda değişiklik yapan bir
kanunla gecekondu bölgelerinde ve kentsel çöküntü alanlarında
yetkilendirildik. Fakat res’en bu iradeyi kullanmıyoruz, zaten kanunumuz
da bunu tek başımıza kullanmamıza izin vermiyor, yerel yönetimlerle
işbirliği halinde yapıyoruz. Biz merkezî bir teşkilâtız, taşra teşkilâtımız
yok. Sadece Ankara’da tek merkezde çalışıyoruz. Dolayısıyla yerelin
sorunlarının en iyi yerel tarafından tespit edildiği inancıyla belediyelerle
çalışıp son dönemde 2-3 ilde valilik makamıyla çalışma da yaptık, ama
sonuçta yerel otoriteden gelen talepleri yerinde inceleyerek dönüşüm
alanlarıyla ilgili bir protokol imzalıyoruz.
Bizim protokollerimiz iki aşamalı, burada hocalarımızın belirttiği
detaylı teknik analizleri içeren bir ön protokol aşamamız var. Bu bize o
alanda kimlerin yaşadığını, ne kadar süredir yaşadığını, bina stoğunun
kalitesini, kaç yıllık bir mahalle olduğunu, ortalama gelir süresini,
yapılaşma kalitesini, iskân veya inşaat ruhsatı bilgilerini derlediğimiz 6
aylık bir çalışma sürecimiz var. Biz sonuçta kaç adet konutun
yenilenmesi gerektiğini, vatandaşın buna nasıl baktığını, çünkü bir
muvafakat görüşmesi sürecimiz de var, imza almadan bir nevî koruma
planı yapar gibi proje tanıtma toplantıları yapıyoruz. Oysa alanlar sit alanı
olmak zorunda değil. Projelerden başlatıp iptal ettiklerimiz de oldu.
Çünkü özellikle tapulu alanlarda vatandaşların rızası olmadan bizim biraz
uygulamaya esas kabulümüz yüzde 60 benimseme oranlı.
285
Yüzde 40’ı için kamulaşma kararı yetkisini kullanmaya karar verdik ve
kullanıyoruz. Çünkü bir apartmana bir uygulama yaparken tüm kat
maliklerinin aynı kararı veremediği gibi mahallelerde de bir uygulama
yaparken herkes hemfikir olmuyor, ama üstün kamu yararı ya da
mahallece en azından ortaklaşa karar verilmiş mülkiyetini bizim
konutumuzda takaslama, dükkanını bizim dükkanımızda takaslama, aynı
yerde yeniden barınma talebinin olup olmaması ya da mevcut
mülkiyetinin parasal karşılığını eğer beğeniyorsa kendisine nakit olarak
ödenmesi tercihlerini içeren bir yasal metin var. Bu onlarla tartışmalar
halinde belirleniyor. Çünkü bazen belediye mevcutta ticari fonksiyonu
olan bir yerin yeniden ticaret olmasını da öngörmeyebiliyor üst ölçek
planlarında ya da bir konut alanı o anda eski bir dere yatağına yerleşmiş
oluyor, orası tekrar konut olmuyor. Orası olamaz da bizim aldığımız
eğitim gereğince, orası rekreasyona ayrılıyor. Bütün bu analizler toplu
konut ve belediyece 6 ay sürüyor. 6 ay sonra onu bir ana protokol, yani
bu noktadan sonra bizce finanse edilecek bir ihalelendirmeye konu edilip
edilmeyeceği, inşaatları biz bilfiil kendimiz yaptırıyoruz. Vatandaşlarla
kendimiz muvafakat imzalayıp mallarını Toplu Konut İdaresi adına
tapulandırıp, TOKİ adına bağımsız birimlere çevirdiğimiz mallarımızı
onlarla takaslıyoruz. Yani vatandaş-kamu işbirliği var, fakat bu 6 aydan
sonra belirleniyor.
Çok geri dönüş yaşadık. Pratikte hatalarımız olduğunu daha
sonraki uygulamalarda gördük. İnanın çok zor çalışmalar bunlar, çok
derin uygulaması yapılan ve Türkiye’de çok fazla örneği olan çalışmalar
değil.
Fakat
vatandaşlarla
yapılan
diyalogların
belediye
eliyle
sürdürülmesinde daha anlam görüyoruz. Çünkü idare olarak, inşaatları
yönetmekteki yetkinliğimizin burada olduğunu düşünmüyoruz. Diğer
taraftan seçilmiş bir belediye yönetiminin vatandaşla daha kolay diyalog
kuracağını düşünüyoruz. Şimdiye kadar da ürettiğimiz bu
286
100’ün üzerinde projede genellikle katılımı sağladığımızı samimiyetle
söyleyebilirim. Ancak gecekondu işgalli alanlar, tapulu alanlardaki kaçak
yapılaşmalar oldukça farklı. Yasallık zeminine baktığınızda burada bir
kamusal işgal var. Bir bağımsız bölümün içine girip tapu sahibinden izin
almadan orayı kullandığınızda oluşturduğunuz durum devletin arazisini
işgal ettiğinizde oluşturduğunuz durumdan çok farklı değil, dolayısıyla bir
taraftan bizim açımızdan en az geçerli sava sahip olanlar kamusal
işgalcilerken, çünkü bu yasal bir durum değil, bu yasayla engellenmesi
gereken bir şey, ama diğer taraftan da takas mekanizması çalıştığı için
tapulu hak sahiplerine göre daha mağdur olmak ihtimalleri de var. Çünkü
toprakta mülkiyetleri yok ve bu YTL’ye YTL ya da metrekareye metrekare
takasında elleri güçsüz. Dolayısıyla biz hep şuna inanıyoruz; kurumsal
işbirlikleri yapılması lâzım. Bu 6 aylık sürede görüyoruz ki çocuklar okula
gitmiyor, bebeklerin aşıları eksik, belli bir okuma yazma oranı yok, el
becerisi yok, hakikaten sadece Toplu Konut İdaresi için değil bir devlet
politikası halinde belki de kamusal kaynakların da gerektiği finansmanı
sağlayarak, birden fazla örgütlü bir yapı oluşturarak bu dönüşüm
projelerine ihtiyacımız var. Dönüşüm projeleri sadece rantsal dönüşüm
etiketiyle harcanmayacak kadar önemli projeler, fakat iyi tasarlanması iyi
uygulanması lâzım. Müstakbel bir dönüşüm alanı yaratmaması lâzım.
Bunda da rasyonel akıl olarak hemfikiriz.
Bizim proje gündemimiz Ankara’da 11, İzmir’de 2, İstanbul’da 13
olmak üzere tüm Türkiye’ye yayılmış durumda. Bunlardan Erzincan,
Denizli, İstanbul, İzmir, Samsun, Kocaeli, Erzurum, Kars ve Ankara’nın
bir bölgesinde bu inşaatlarımızı tamamlayıp vatandaşların takasını
yapmış durumdayız. Tabii, tapulu mülk üzerinde kaçak yapılaşmalarda
beyefendinin işaret ettiği sorun gibi taksitleri ödeme sorununda en
yoksun ve en yoksul grup tarafından yaşanılan sorun budur. Diğerlerinde
vatandaşın bu yenilemeye çok sıcak baktığını görüyoruz.
287
Çünkü 180 ay, 240 ay konut piyasasından konut edinmek için finansçı
arkadaşımız da bunu destekleyecekti, çok uzun vadeler, çok düşük
taksitler olabiliyor. Fakat gidecek bir yeri olmayan zaten çok geçici,
piyasadan kopuk sosyal bir güvence altına alınmamış gruplar için, asıl bu
gruplar için belki bir yasa çıkartılması, bir sübvanse politikası yapılması
gerekir diye düşünüyorum, ama diğer taraftan da plancı aklım da, bana
bu bölgeleri böyle bırakmamamız gerektiğini söylüyor. Teşekkür ederim.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Çok teşekkür ederiz. Son
konuşmacımıza sıra geldi. Sayın Gülden Erkut bir sağlık problemi
nedeniyle acil olarak özür dileyerek yanımızdan ayrıldı. Bunun için Sayın
Doç. Dr. Murat Cemal Yalçıntan Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi
adına planlama mesleği ve uygulamalarıyla ilgili görüşlerini bize sunacak.
Bütün bu sorunla ilgili, dönüşüm sorunuyla ilgili görüşlerini sunmasını
bekliyoruz. Teşekkür ediyorum.
Doç. Dr. MURAT CEMAL YALÇINTAN- Ben teşekkür ederim.
Dönüşüm üzerine hakikaten çok uzun süredir çok konuşuyoruz ve
söyleyecek de çok fazla şey kalmadı aslına bakarsanız. Böyle
toplantılarda söylenilen lafların üzerine giderek tartışma ortamları
yaratmaya çalışıyoruz. Artık biraz eylem zamanı diye düşünüyorum, artık
sözün ötesine geçme zamanı diye düşünüyorum. Aslına bakarsanız
Erdal’ın ve Ayşe’nin söylediklerinden sonra onlarla çok örtüşen de bir
konuşma yapacağım. O akademik kimliğimden de zaman zaman çıkarak,
meslek adamı kimliğimden de zaman zaman çıkarak temsilcisi olmama
rağmen af buyurun çıkmak zorundayım diye düşünüyorum.
Ben olaya şöyle bakıyorum; kentsel dönüşüm denilen olay
yüzyıllardır yaşanılan bir şeydir. Kentlerin merkezleri 200 yıl önce
dönüşmüyor
muydu?
Dönüşüyordu,
konut
alanları
288
dönüşüyordu, ama son dönemde yaşanılan kentsel dönüşüm tamamen
neo-liberal küreselleşmenin -ona neo-liberal sıfatı da ekliyorum, çünkü
bence küreselleşme farklı şekillerde de olabilir- ve iktisadî teorisinin bir
getirisi bize. Onun için ben ona kentsel dönüşüm demek yerine IMF nasıl
yapısal uyarlama politikaları diyor, ben de fizikî uyarlama politikaları,
uygulamaları şeklinde bir tanım getirmeyi tercih ediyorum. Neyle karşı
karşıya olduğumuzu birazcık daha doğru tanımlama şansını buluyoruz
diye düşünüyorum. Mesela, her ne kadar Kübra’nın sunumunu çok
beğendiysem, çok takdir ettiysem de deprem argümanını çok geçerli
bulmuyorum.
Niçin
Avcılar’da
yapmıyorsunuz
o
projeyi
de
Zeytinburnu’nda yapıyorsunuz diye sorarım o zaman, öncelik niçin
Avcılar’da değil? Avcılar daha tehlikeli bir zemin bildiğim kadarıyla.
Üzerine gitmeye kalktığımızda getirilen gerekçelere çok ciddi argümanlar
geliştirmek mümkün. Bu acil kamulaştırma örneği de bana bu
argümanları çürütecek ipuçları veriyor doğrusunu isterseniz. Mesela,
Sulukule’yi biliyoruz, Sulukule’de ilk çıkartılan şeylerden biri acil
kamulaştırma dedikodusuydu. Bu dedikodu üzerinden el değiştirmeler
yaşandı Sulukule’de ilk olarak, insanlar kamulaştırma geliyor korkusuyla
50 lira ediyorsa evi 60 lira verene evlerini sattılar. Bu tip araçların ne
amaçla ne şekilde kullanıldığı çok önemli, bunların da Ayşe’nin dediği
gibi samimiyetle çözülür yanı yok. Bunlar kamusal alanda tartışılacak,
alenîleştirilecek, planlamanın kamusal alanı genişleyecek ve planlama
meslek alanını mesleğini icra eden arkadaşların elinden biraz daha
ötelere çıkaracak. Plancı, mimar “artık bu tartışma 70’te yaşandı bitti”
diyoruz, ama hâlâ daha plancının, mimarın belki bıraktığı bazı yetkileri
belediyeler eliyle uyguladığını görüyoruz ve halkın içinde hiçbir şekilde
bulunmadığı projeler, planlarla karşılaşıyoruz.
Bu dönüşüm ve yenileme kavramlarını belediyelerin çok
sahiplenmesini de doğrusunu isterseniz şuna bağlıyorum.
289
İktisadî bazı motivasyonlar var, yaratılan rantı dağıtmak için çok ciddi bir
ortam oluşuyor. Planlamanın getirdiği katılıklardan da çok uzun süredir
zaten şikayetçiyiz. Dolayısıyla dönüşüm ve yenileme gibi kavramlara
sarılıp yeni
kanunlar
tüketmekte bu
gibi
sorunların üstesinden
gelebiliyoruz. İşin gelip kilitlendiği nokta özne sorunudur. Aslında herkes
memnun hayatından da, özne sorununu tanımlamaya geldiğimizde,
özneyi tanımlamaya geldiğimizde sıkışıyoruz. Mesela, bu projelerin
tamamında şöyle bir şeyle karşılaşıyoruz; yerele, o yerelde yaşayana, o
yerele özgün olana sırtını çevirme, yani onlara uygun bir yerleşme planı
yapılmıyor. TOKİ’den gelen arkadaşımız diyor ki “biz 6 aylık çalışmalar
yapıyoruz” ve Başıbüyük’e kaç katlı blok diktiniz? O yerelin sosyal
yapısını bırakın, fiziki yapısına uygun muydu o bloklar diye sormak
isterim veya Akçakoca’dan geçiyorum geçen gün, bir baktım sabah saat
6.30, hava daha yeni aydınlanıyor, 6 katlı toplu konutlar. Akçakoca’da
ortalama bina kat sayısı 2.5-3, hakikaten sabah sabah irkildim. Çok tek
tip projeler üretiyorsunuz, çok tek tip projeler de o yereli tamamen yok
sayan projeler haline geliyor. Aslına bakarsanız ben bu sorunu tamamen
şuna bağlıyorum; biz planlamanın insan için yapıldığını öğrendik. Şu
anda mekânın belirleyici olduğu bir planlama süreci yaşıyoruz. İstanbul’u
bir
şekilde güzelleştirmemiz,
daha
yüksek
fiyatlara
satılır
hale
getirmemiz, daha iyi kalifiye edilmiş insanlar tarafından kullanılır hale
getirmemiz gerekiyor. Bunu yapmak için fizikî mekânda uyarlamalar
yapmamız gerekiyor. Dolayısıyla mekânı mekân için dönüştürmüş
oluyoruz, yani planlama mesleği orada yaşayan insandan çıkmış oluyor.
O zaman da bu tip hatalar kaçınılmaz hale gelebiliyor. Bu sürecin aslına
bakarsanız benim gözümde getirdiği iki olumlu özellik var: Biri
planlamanın artık teknik bir iş olmadığı bana göre kesinleşmiştir.
Yaşanılan sosyal ve ekonomik sıkıntılar nedeniyle Sulukule bunun çok
bariz bir örneğidir. Şu anda yaşlı insanlar evlerinde güvenlik sorunuyla
yaşıyorlar, hastalıklar içinde kıvranıyorlar. Bana göre
290
yaşanılan çok büyük bir felâkettir, daha da yaşayacağız bunun felâketini
uluslararası kamuoyu bizi bu yönde çok hırpalayacak.
İkinci kazanım da, örgütlülük temelli demokratik hak talepleri
artmıştır. Burada arkadaşlar, 6 sene önce ben İstanbul’a geldiğimde
benim bildiğim aktif 3-4 mahalle derneği vardı. Bugün çok ciddi sayıda
mahalle derneği aktif, bu mahalle derneklerinin bir birlikteliği var, bir
platformu var. Bu mahalle dernekleriyle birlikte çalışan çeşitli sivil
inisiyatifler var. Bunların bir kısmı hak temelli çalışıyorlar, bir kısmı
mağduriyet temelli çalışıyorlar. Olsun sorun değil, onlarla birlikte
çalışıyorlar. Onlarla birlikte çalışırken şöyle bir ümit doğuyor tabii; o
meslek içindeki insanlar halktan bir şeyler öğrenirken arkadaşlarımız
onlardan bir şeyler öğreniyorlar. Karşılıklı bir öğrenme sorunu yaşanıyor
ve çok daha aslında makûl, yapılabilir işler olabileceği ortaya çıkıyor. Bu
yönde de son bir-iki sene içerisinde somut bazı alternatif plan önerileri
geliştirildi.
Şöyle bağlayayım; ben olayın çözümünü biraz meslek etiği
olayını yerleştirmede buluyorum. Şu anda kimseye hesap soramaz
durumdayız, kimseyi eleştiremez durumdayız. Birisini eleştirmeye
başladığımızda tepkiler alıyoruz bayağı, küsülüyor, herkes de birbirini
tanıyor tabii camia içerisinde, eleştirmek pek mümkün değil. O zaman
küçük camiayı bir kere büyültmemiz lâzım. Son dönemde yaşanılan bir
şey bu, kamuoyu artık bu konuları tartışıyor, gazetelerde kentsel
dönüşüm ve yenileme projeleri manşet haline gelebiliyor. Bunun
getireceği çok ciddi bir sonuç var; meslek insanı rahat hareket edemez
hale geliyor. Meslek insanı yanlış yapacağı zaman biliyor ki, artık
kamuoyunun
önüne
atılacak
ve
savunamayacağı
yanlışlardan
kaçınmaya başlayacak. Belediyenin yapmasını zorladığı bazı yanlışları
yapmamakta direnmek durumunda kalacak. Ben bu
291
meslek
alanının
kamusal
alanının
genişlemesi
hikâyesine
çok
inanıyorum. Mümkünse mimarlar, şehir plancılarının çok ötesine çıksın
olay, bütün yaşayanların tartıştığı bir meslek kamusal alanı yaratılsın ve
bu projelerin de artık hiç endişe etmeden mahalle dernekleriyle birlikte
rahatlıkla yürütülebileceğini düşünüyorum. Arkadaşları dinlediniz, meslek
insanlarından çok farklı mıydı bilgileri? Birçok meslek insanından daha
fazla bilgiliydiler bana göre, teşekkür ederim.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN- Çok teşekkür ederiz. Değerli
konuşmacılarımıza değerli katkıları için tekrar teşekkür ediyorum.
Salondan sorulara sıra geldi. Buyurun.
HASAN KESKİN- Değerli idareciler ve misafirler, hepinizden
özür dilerim, tekrar konuştum. Kusura bakmayın, bu senelerin birikimidir.
Küçükçekmece iç kumsal Örme Sanayi Sitesi’ndenim. Sitemizin
yapılışıyla mahallenin kuruluşu aynıdır.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN- Siz soru soracaksınız değil mi?
HASAN KESKİN- Soru, ama benim anlatacağım şeyden soru
çıkacak zaten.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN- Mümkünse başkalarına da vakit
ayıralım.
HASAN KESKİN- Eğer abdest almazsak namaz kılamayız.
Bizim sosyal meskenlerimiz Sayın Hüseyin Bey’in bahsettiği gibi
iç kumsaldadır. Bunlar devlet müdahalesiyle yapılmış, yapılırken her türlü
kanunî vecîbeleri yerine getirilmiş. İmarlı, iskânlı, ruhsatlı, tapulu
292
binalardır, gecekondu değillerdir. Bunlarda da her türlü sosyal yaşam
hakkını veren bir hükümet tarafından müsaade altına alınmış ve aynı
zamanda Büyükşehir Belediyesi İmar Müdürlüğü ile Belediye Başkanlığı,
valilik tek olduğu zaman bu karar alınmış; orası mesken sahası, orada
yaşayan insanlar aynı boğazda yaşayanlar gibidir. Onlar hangi belediye
hizmetlerinde hak sahibiyseler biz de aynı belediye hizmetlerinde hak
sahibiyiz, ama işin doğrusunu arayacak olursak biz Küçükçekmece
Belediyesi’nden Büyükşehir’in zamanında gördük ki, bu semtten
atılmamız için bir ortam yaratılmış. Buna da Küçükçekmece’yi alet
etmişler, kullanmışlar. En sonunda Büyükşehir İmar Müdürlüğü’ndeki
görevliyi Belediye Başkanı olarak bize getirdi, biz onu seçtik, seve seve
seçtik. Gene de seviyoruz, ama semtimizi, 60 senedir yaşadığımız
semtimizi daha çok seviyoruz. Bizim mağduriyetlerimiz çok fazladır.
Büyükşehir’in
verdiği
hizmetler
alındı,
otobüsümüz
semtimizden
kaldırıldı. Küçükçekmece otobüsleri güzergâhı değiştirildi. Nedenini
sormayacağım, nedenini siz sorun kendileri cevabını versinler. Ancak E5 Karayolunun kenarında iki yan yol var. Bu yan yollar ölüm saçıyor.
Bunlar çalışıyorlar, trafik işareti yok. İşin en garip tarafı en hareketsiz bir
semte sinyalizasyon koymuşlar.
Biz hizmet istiyoruz, altyapı istiyoruz, altyapımızı yapmadıkları
gibi altyapı bizi zehirliyor şu anda. Büyük arterler döşendi, kanalizasyon
toplama boruları döşendi, ama bizim semtimizin ne altyapısı, fosseptikleri
toplamadılar, sahili de kapladılar, suç içimizde kaldı. Bizi üvey evlat gibi
görmesinler. Biz hizmet istiyoruz.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Çok teşekkür ediyoruz. Müsaade
ederseniz cevap versinler.
293
HASAN KESKİN- Dile getirmek zorunda kaldığım bir şey daha
var. O da şu: Metrobüsü döşediler, Avcılar’a kadar gidiyor, ama biz
ondan istifade edemiyoruz. Niçin istifade edemiyoruz? Projelerinde bize
geçit var, üstgeçit var. Projeyi toprakla kapattılar, ancak Küçükçekmece
niye bununla meşgul olmuyor? Biz insanî yaşam haklarına sahip değil
miyiz? Seçerken onları seçtik, başkasını seçmedik.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Tamam, çok teşekkür ederiz.
Küçükçekmece’yle ilgili başka soru varsa onları da alalım.
HASAN KESKİN- Bizim semtimizde 15 ölü var, acaba
Küçükçekmece bunlarla hiç meşgul oldu mu? Ben size teşekkür ederim.
Dinleyicilerden de özür dilerim, çünkü belki bağırmamla rahatsız ettim.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Teşekkür ederim.
SALONDAN- Küçükçekmece’yle ilgili de sorum var, ama ben
baştan almak istiyorum. Zeytinburnu’ndan gelen arkadaş şöyle söyledi:
“Vatandaşlarımız
ranta
alışmış.”
Son
konuşmalarına
doğru
da
“konuşulduğu zaman da “a” deyince “b”yi anlıyorlar” gibi sözler söylendi.
Yani ben şunu anlamıyorum. Kendisi uzaydan mı geldi, yoksa halkın
içinden değil miydi? Masanın başına oturduğu an halktan uzaklaştı mı?
Tabii ki bu şekildeki yaklaşımlar destek bulamayacaktır.
İkincisi Küçükçekmece’den gelen beyefendi güzel güzel anlattı,
arkadaşın söylediği gibi de güzel politika yaptı: Şunu yapıyoruz bunu
yapıyoruz, AÇEV’den yardım alıyoruz, vesaire. Belediye tabii ki bunları
yapacak, yani belediyenin, yerel yönetimlerin görevi zaten bunlar, bunlar
da
ceplerinden
yapmıyorlar,
halkın
parasıyla,
bizlerin vergisiyle
yapıyorlar. Bunlar asıl görevleri zaten. Ben şunlarla
294
övünmesini isterdim: “Biz Ayazma’da veya başka bir yerde halkı topladık,
halkla beraber güzel bir proje oluşturduk. Herkesin yaklaşık mutlu olduğu
bir projeyle bunu yaptık” demesini beklerdim. Orada Ayazma’yı
çözdüğünüzde de Ayazma’da yine arkadaşın söylediği gibi biz ziyarete
gittiğimizde orada 18-20 kişilik ailenin yıllardır çadırda yaşadığını
görüyoruz. Bunun çözümünü sormak istiyorum ve bu çözümü yaptılar
mı? Çünkü ben gideli bayağı oldu.
TOKİ’deki arkadaşımıza şunu söyleyeyim, işgalci kelimesini
hiçbir şekilde kabul etmiyoruz, ama tapulu, ama tapusuz. Yani tapulu
olup da üzerine kat çıkanlar nasıl çıktılar zannediyorsunuz? Belediyelerin
haberi yok muydu bunları çıkarken veya işgalci değil, bu insanlar
barınma hakkını kullanıyor, bizler barınma hakkını kullanıyoruz. İnsanî bir
yaşam hakkını kullanıyoruz. Bunu anlamıyorum, işgalci diyorsunuz.
Tapulu yere de işgalci diyorsunuz, tapusuz yere de işgalci diyorsunuz.
Bu işgalci kelimesini asla kabul etmiyoruz, yaşam hakkını kullanıyoruz,
barınma hakkını kullanıyoruz. Teşekkür ederim.
RIZA COŞKUN- İyi günler diliyorum. Böyle bir toplantıyı
düzenlediğiniz için çok teşekkür ederim Hocam. Sarıyer Derbent
Mahallesi Güzelleştirme Dayanışma Dernek Başkanıyım. Ben Sayın
TOKİ temsilcisi ve Büyükşehir’den gelen temsilci arkadaşa sorularımı
yöneltmek istiyorum. Biz 1960’larda, 70’lerde bilmiyorum bizden daha
yaşlı abilerimiz hatırlarlar; İstanbul’da, biz Anadolu’dan geldiğimizde
“kendi evinizi kendiniz yapın” diye bir kampanya başlamıştı. Levent
güzergâhındaki fabrikalara işçiler lazımdı, onlar çok iyi bilirler, Hisar
üstüne Zeytinburnu’nda dönemin valileri gelip “kendi evini kendin yap”
kampanyası başlatarak gecekondu mahallelerinin yapımına önayak
olmuşlardı. Biz Anadolu’dan geldiğimizde burada devletimizin ve yerel
yönetimlerimizin bize sunduğu binalar vardı da gidip
295
oturmadık mı ki, bize şimdi işgalci, hırsız, aşağılayıcı deniliyor. Sayın
Başbakanım diyor ki, “iki tuğla at arabasına atmışlar, gelmişler tuğlaları
üst üste koymuşlar. Arabesk müziği de açmışlar, benim zabıtama,
polisime tuğla atıyorlar.” Hayır efendim, böyle bir şey yok. Çünkü onun
zabıtası da polisi de bizim mahallemizde oturuyor. Ben Derbent
Mahallesi’nde oturuyorum. Bizim karşımıza Mesa Evleri diye bir site
kuruldu. Benim mevcut mahallemde şu anda devlette görev yapan polis,
zabıta arkadaşlar oturuyor, ama karşı sitede hemen yolun karşısında dört
milyar orada aylık kira.
Sorum şudur: Belediyenin “biz birlikte yönetiyoruz” diye her
yerde afişlerini görüyorum. Sayın TOKİ yöneticim de dediler ki “belediye
bunu tespit ediyor, bize sunuyor”. Kesinlikle biz de daha lüks yerlerde
yaşamayı, daha güzel yaşamayı isteriz. Kesinlikle yerlerimizden asla
tahliye olmadan yerinde iyileştirerek, bunu da uzun bir döneme yayarak
isteriz. Bir de Ankara’daki örneğini vermek istiyorum, önce bizim
tapularımızı versinler, biz mülkiyet sahibi olalım. İki-üç komşu da bir
araya gelir. Belediyenin bize sunduğu projeleri yerine getiririz, ama bizi
buralardan Kayabaşı’na, Trakya’ya, Sarıyer’den beni alıp benim babam
oraya gelmiş, ben orada doğdum büyüdüm, beni Trakya’ya kimse
gönderemez. Biz bunu asla kabul etmiyoruz. Benim bu iki sorum
TOKİ’yle Büyükşehir yöneticileri için geçerlidir. Teşekkür ederim.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Teşekkür ederim. Son bir soru galiba
alabileceğiz, çünkü çok geç oldu.
SALONDAN- Üniversitelerin yüklendikleri bu misyon için
hakikaten teşekkür ederim. Halkı aydınlatan bir kurumlar birliği olarak bu
görevi
mükemmelen
haberlerden
elimde
yerine
iki
getiriyorsunuz.
basın
küpürü
var:
Zira
basında
çıkan
Birinde
296
“Küçükçekmece’nin iç dış kumsalı Dubai’lilere pazarlanıyor” ikincisi de
“Arap Şeyhleri İstanbul’da Küçükçekmece’nin iç kumsalı için sıraya
girdiler” diye bir küpür var. Bunları Sayın Oflaz Bey’e sormak isterdim,
ama yeterince elektriklendiği için bu salon ben bunları sormayayım. Bu
sualler nasıl olsa onun hatırında kalacaktır, bir gün nasıl olsa tekrar bir
yerde karşılaşacağız ve bana bunun cevabını verirler. Burada bulunan
halk bunlardan dolayı tedirgin. Hasan Bey’in yaklaşımı fevkalâde güzeldi.
Biz kumsal halkı olarak buraya geliyoruz. Bize bir başka yer anlatılıyor.
Bunları yadırgıyorum, ama sözümün özü, üniversitelerin yaptığı bu görev
anlayışına teşekkür ediyorum.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Teşekkür ederiz.
SALONDAN- Mümtaz Hocama teşekkür ederim. Tabii ben
Mümtaz Hocamın buraya geleceğini bilmiyordum. Buraya geliş gayem
Şehir Plancıları Odası’nın yapmış olduğu bir oturumda, yuvarlak masa
toplantısında kentsel dönüşüm uygulamaları ve sonuçlarını tartışmak,
karşılıklı neler yaptık bunları incelemekti. Eğer bilseydim tabii Mümtaz
Hocamın buraya geldiğini Kumsal’la ilgili de kendilerinin sorularını
önceden alır, hazırlık yapar gelirdik. Burada benim eksikliğim var, hocam
ben bu nedenle özür dilerim.
Dubaili’lere
satıyorlarmış,
gerçekten
benim
bilgim
yok.
Küçükçekmece kumsalını Dubaili’lere kim nasıl satıyor, tapuda sizle
ortaklık yaparak mı satıyorlar, yoksa sizin adınıza mı hareket ediyorlar?
Bunu bilmiyorum.
Hasan
amca
soruyu
sordu,
ama
bekleme
nezaketini
göstermedi. Hasan amca gitti. Hasan amcayla biz hemen hemen her gün
beraberiz, görüşüyoruz. Hasan amca netice itibariyle bizim
297
amcamız, onun farklı problemleri de var. Ben kendisine sorduğu sorunun
cevabını yarın itibariyle veririm.
Hanımefendi, yöneticilerin keşke “biz halkla beraber yaptık”
deseydi de övünseydi dedi, yani yerel yöneticinin görevi övünmek değil
hizmet
etmektir.
Netice itibariyle ben
burada
yapmış
olduğum
çalışmadan çok kısa bir şekilde bilgi verdim. Tabii, burada biraz önceki
soruda gördünüz hanımefendi, 10 bin insanın transfer edilmesi ve 1.825
gecekondunun anlaşarak yıkımı söz konusu, anlaşarak karşılıklı protokol
imzalayarak yapımı söz konusudur. Bunun için de gerçekten Türkiye
Cumhuriyeti adına Küçükçekmece Belediyesi’nde görev yaptığım için ve
buradaki insanlarla karşılıklı anlaşarak bunları bundan sonraki nesilleri
için çok iyi bir yere taşıdığımız için ve bunların eğitimine katkı verdiğimiz
için Toplu Konut İdaresi’ne, Büyükşehir Belediyesi’ne ve Küçükçekmece
Belediyesi çalışanları olarak Başkanım ve ekibi olarak övünüyoruz.
Rıza Çalışkan Beyefendi TOKİ’ye sormuştu. Beni dinlediğiniz
için teşekkür ediyorum.
Hanımefendi Hasan amcanın sorusuna cevap istedi. Hasan
amca soru sormadı, bizim iç kumsalımızda altyapı çalışması tabii ki var.
Hasan amcanın sorusu orada E-5’in kenarındaki kumsalda yan yolda
ölenler dedi, yan yolda ölen yoktur. Acaba şunu mu sormak istedi?
“Çekmece kumsalda 15 kişi vefat etti” dedi. Ne zaman nasıl oldu onu da
bilmiyorum. Ben ölenleri Dernek Başkanı’ndan alayım, cevabını veririm.
Teşekkür ederim efendim.
SALONDAN- Aslında ben bu tartışmanın tarafı olarak değil de,
son
dönemin
politikasını
açıklamak
isterim.
Hükümet
açıkladı
biliyorsunuz Sayın Başbakan başta olmak üzere, 1984
298
yılında çıkarılmış olan 2981 sayılı İmar Affı Kanunu arsayı 400 metrekare
kadar gecekonducuların malik oldukları işgâl edilen arsaları onlara verme
iznini veriyordu ve 4 kata kadar da inşaat hakkı veriyordu. Bu, aslında
toplumda özellikle orta ve daha üst gelir grupları arasında önemli bir
reaksiyon yarattı Türkiye’de ve bu nedenle bugüne kadar yeni bir İmar
Affı Yasası çıkarılamadı. Belki hatırlarsanız 1994 seçimlerinden önceydi
galiba, Tansu Çiller Başbakandı ve bir yeni imar affından söz etti. Kendi
belediye başkanları Aytaç Bey ve Özfatura İzmir’den itiraz ettiler ve o
günden beri de çıkarılamıyor. Şimdiki hükümet Sayın Başbakan birkaç
defa söyledi, artık arsa transferini yapmıyoruz, buna karşılık TOKİ’nin
uyguladığı modelde olduğu gibi bu Ayazma projesinde olduğu gibi
kişilere hak sahipliği bazında TOKİ aracılığıyla veya başka şekilde inşa
edilen konutlarda hak sahipliği yapıyoruz, ama belli bir ödeme planı
içinde yapıyoruz. Ödeme planları aslında piyasaya göre oldukça
düşüktür.
Türkiye’de bugün hükümetin kararlılıkla uyguladığı politika
budur ve bence bunun sebebi de Sayın Başbakan’ın İstanbul’dan gelmiş
olmasıdır. Çünkü İstanbul, arsanın en kıymetli olduğu yer ve dolayısıyla
arsa transferi konusunda daha hassas olan bir ilden gelen bir kişi olması
dolayısıyla böyle bir şey uygulanıyor. Tabii, bunun da kaynağı şu:
Türkiye’de hep mülk konut üzerinden iş yapıyoruz. Mülk konut; bu işin
hastalığının sebebi de bu. Yani biz geliri olmayan, işi olmayan insana
mülk konut edindirmek için projeler uyguluyoruz. Bunun alternatiflerini
geliştiremediğimiz sürede hakikaten çadırda yaşayan insanlar çıkacaktır.
Türkiye’nin her tarafında projeler uygulanıyor ve bu çıkacaktır. Temelde
bu yaklaşımın hastalığıdır bu bence.
Son olarak da söyleyeceğim bir şey var. Başında söylediğim,
çok vurgulayamadığım İstanbul, Türkiye’nin yapılaşma
299
yoğunluğunun 10 katı -belki şu anda daha da arttı- olan dünyanın en
yoğun yapılaşan kentlerinden birisi. Çünkü toprak çok kısıtlı, doğal
eşikler çok fazla (orman, su kanalları vs.) olmakla birlikte giderek
yükseliyor. Gayrimenkul fiyatları giderek artıyor ve bunun ekstrem örneği
dünyada
Hong Kong’dur. Arsa çok azdır ve müthiş yapılar, yüksek
binalar ve bu dönüşüm olaylarının da argümanlarında en fazla geleceği
yer de İstanbul’dur ve bunu yaşamaya devam edeceğiz. Giderek İstanbul
salaşlığın tümüyle ortadan kalktığı salaşlığı şu anlamda söylüyorum:
Sakın gecekondu olarak söylediğimi sanmayın, arsanın çok verimsiz
kullanıldığı, çok çarçur edildiği bir yerden bir kent olmaktan yüksek
bloklar yüksek yatırımlara dönecektir ve bu önümüzdeki 10-20 yılda bunu
göreceğiz. İstanbul giderek son derece yoğun yatırımların olduğu ve pek
çok kişinin arsasını, mülkünü satıp daha zengin yatırımcının yatırım
yaptığı bir kent olacaktır ve bu süreci yaşıyoruz ve daha da yaşayacağız.
Teşekkür ederim.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN - Teşekkür ederim. Zeytinburnu’ndan
cevap, saat 18.00’de bu oturumu bitirmek zorundayız. Daha sonra
raportörlerin raporları var.
KÜBRA ŞEN- Yanlış anlaşılmış olmaktan dolayı ya da kendimi
yanlış ifade etmiş olmaktan dolayı üzgünüm. Sizi kırmak istemezdim
açıkçası, benim ifade etmeye çalıştığım şey şuydu: Aynı dili konuşma
konusu, yani ben şu anda doktora öğrencisiyim ve bir doktora gittiğim
zaman bana söylediği şeylerin çoğunu anlamıyorum. Teknik adam
kimliğimle bir öz eleştiri yaptım. Sanki kendim anlaşılamayacakmışım ya
da ekibim anlaşılamayacakmış gibi düşündüğümden dolayı böyle bir
ifade kullandım, ama bizim geldiğimiz nokta ve edindiğimiz deneyim
aslında böyle değil, biz kendimizi nasıl açık ifade edersek o kadar da
300
karşılıklı anlaşabiliriz ve aynı dili konuşabiliriz.
Diğer konu da rant konusu, o zaten başarısız olmuş bir örnek
üzerindendi. Orada rant üretilmesiyle ilgili olarak şunu söylemeye
çalıştım: Evet, ihtiyaçtan dolayı gecekondular üretildi. İlk ortaya çıkışı
buydu, ama biz yanlışı yanlışla düzeltmeye çalışarak ıslah planlarını
yaptık, gecekondu aflarını yaptık ve bu alışkanlık şu anda bizim kentsel
dönüşümle ilgili çözümlerimizi bazen olumsuz yönde etkiliyor ki, İSMEK
projesi de bu anlamda olumsuz sonuçlandı. Bunu ifade etmeye
çalışmıştım. Teşekkürler.
SALONDAN- Beyefendiye cevaben Büyükşehir Belediyesi
temsilcimiz yukarıda, o cevap verecektir herhalde. Bizim Toplu Konut
olarak Sarıyer’de imzalanmış bir protokolümüz, başlatılmış bir projemiz
yok. Şu anda bizim gündemimizde değil, ama dediğimiz eleştireler
elbette dikkate alınması gereken şeylerdir. İşgalci bir terimdir. Yasal
olarak başkasının arsasını ya da taşınmazını devlet ya da şahıs rızası
almadan kullanmaya işgalcilik denilir. Benim de şehir plancısı olarak
yasa dışı bir durumu savunmam mümkün olmaz. Barınma hakkı çok
daha başka bir şey, bu hepimizin saygı duyması gereken bir şey, ama
işgalci tanımını kabul edip etmememiz terimi mi kabul etmiyorsunuz, belli
bir insan grubu olarak mı kabul etmiyorsunuz? Onun detayını bilmiyorum.
İşgalcilik kelimesini kullanırken de bunun bir hakaret anlamı asla yok, bu
teknik ve mevzuatta yeri olan bir terimdir. Rıza alınmadan kullanıma biz
yazılı dilde de ifadelerde de işgalci diyoruz. O yüzden herhalde hassas
davrandınız.
Tapulu
mülkler
için
zaten
işgalcilik
kelimesini
kullanmamıştım.
Bir dönüşüm alanında karşılaştığınız grubun tapusu yoksa onu
yazacağınız liste işgalci listesidir. Yoktan saymak diye bir
301
şey değildir. Yasal ve yasal olmayan bir tasnif yapıyorsanız biz imar affını
da desteklememeliyiz.
Prof. Dr. FULİN BÖLEN - İsterseniz tartışmaya dışarıda devam
edelim. Katılımcılara ve salondaki katkılara çok teşekkür ediyorum.
302

Benzer belgeler