Ekli dosyayı indirmek için tıklayınız.

Transkript

Ekli dosyayı indirmek için tıklayınız.
Doç. Dr. Ersel AYDINLI ile
AKP’nin D›fl Politikas› Hakk›nda
Bir De¤erlendirme*
AKP’nin iktidarı boyunca ABD ile ilişkileri, Avrupa Birliği’ne bakış açısı ve uygulamaları, Ortadoğu politikaları, İran ile temasları, arabuluculuk girişimleri ve son olarak İsrail’le yaşadığı kriz,
AKP’nin dış politikasının sürekli sorgulanmasına neden oluyor.
Yıllardır uygulanan politik söylemleri de değiştiren AKP’nin dış politikasını Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Doç. Dr. Ersel Aydınlı ile konuştuk.
21. YÜZYIL TÜRKİYE ENSTİTÜSÜ- AKP dış politikası Türk dış politikası geleneğinden ne derece kopmuştur? Yoksa bu Türk dış politika geleneği çerçevesinde değerlendirmek
mümkün müdür?
DOÇ. DR. ERSEL AYDINLI- Bunu anlayabilmek için Türk dış politikası ne idi de nereye
gitti onu açmak gerekir. Aslında Osmanlı’dan beri Türk dış politikasında böyle arzular hep vardı.
Türkiye’nin daha merkezi bir güç olarak etrafını etkilediği öngörülen görüşler, talepler, arzular,
girişimler olageldi. Bu açıdan bakarsak, ilk mantıklı cevap aslında kopuş değil, yeni formülasyon,
yeni algılama diyebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti bir modernleşme hikayesi, atılım gayreti olarak iç
meseleleriyle çok fazla uğraşan bir memleket oldu. Çünkü Türkiye’nin Cumhuriyet’le beraber
yapmaya çalıştığı şey, dünya tarihinin gördüğü en önemli iddialardan bir tanesiydi. Böyle olunca,
başınızı kaldırıp yukarıya bakmayı arzu etseniz bile kendinizi kuvvetlendireceksiniz, pazılarınızı,
beyninizi kuvvetlendireceksiniz, doğal olarak kendi vücudunuzla iştigal ediyorsunuz. O yüzden
yapılmaması veya yapılamaması, yapılmak istenmemesi, daha büyük roller arzu edilmemesi anlamına gelmiyor. Oradan bugüne gelirsek eğer, bugün yapılan, yapıldığı iddia edilen, ortaya çıkan
imaj her zaman arzu edilen, ama belki de bugün gerçekleştirilmeye başlanmış ya da ortaya atılmış, daha uzun süre gündemde tutulabilmiş, bunun gerek rötuş gerekse bazı hareketlerinin de yerine getirildiği bir dönem gibi bakmak lazım. Dolayısıyla ben ciddi anlamda yapısal bir kopuş, bir
ray değiştirme, yeniden tarif olduğunu çok düşünenlerden değilim. Buna şöyle bir şey daha eklemek mümkün. Ben aslında dünyada farklı eksenler olduğunu da kabul edenlerden değilim.
AKP dış politikası Türkiye’yi alıp başka bir eksene koymadı mı?
Belki de maalesef demek lazım, 21. yüzyılın başlarında aktif farklı eksenler olduğunu söylemek
artık mümkün değil. Böyle bir şey yok. Ne kadar insanlar tarif etseler de ben bunun somut verilerini hiç görmüyorum. Mesela bugün Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle beraber, ki belki bazıları buna
maalesef de diyebilir ama, kapitalizm galebe çalmıştır. Bugün dünyada bir hakim kültür, iktisadi kanaat ve insanların da çoğunun olmak istediği bir tür tarz kalmıştır. Böyle bir gerçeklik var. Bugün
farklı eksen olarak tarif edilen bir Doğu, bir farklı Doğu varsa bile bunun farklı bir iktisadi teorisi,
*
Bu söyleşi 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü adına Ceyhun Bozkurt tarafından yapılmıştır.
Kasım ’10 • Sayı: 23
21. YÜZYIL
[39]
Röportaj
hatta yaşam tarzı itibariyle bile cazip bir Doğu yoktur. Ama böyle bir Batı vardır. Bu dönemde bunun bir alternatifi de yoktur. Dolayısıyla böyle bir gidilecek bir adres var mıdır ondan da çok emin
değilim. Bugünkü tartışmalarının biraz yapısal gerçeklikten uzak olduğunu düşünüyorum.
Aslında eksen kaymasında ima edilen biraz da İslam dünyası.
Evet aynen öyle. Ama öyle bir dünya da, adres de yok. Yani alıp bu gemiyi götürüp demirleyeceğiniz bir İslami liman yok. Ama batı olduğu farz edilen bir liman var. Kimse ‘Batılılaşmıyoruz,
aman batıdan kopuyoruz’ diye korkmasın. Ben fena halde, hatta haddinden fazla Batılılaşıyoruz diye düşünüyorum. Ben Türkiye’nin, Türkiye’deki insanların herkesten daha süratli bir şekilde eskiden koptuklarını, hatta Cumhuriyetin başından çok daha hızlı, süratli bir şekilde başkalaştıklarını,
başka bir şey olduklarını düşünüyorum. Bu başka bir şey aslında, kapitalist bir toplum oluyoruz.
Kapitalizmin öngördüğü sosyal devinimleri de haddinden daha fazla, hızlıca yaşıyoruz ve başkalaşıyoruz. Böyle bir kopuş var Türkiye’de. Eksen kayması anlamında bir kopuş değil ama eski değerlerden yeni değerlere muazzam bir kopuş olduğunu gözlemliyorum. Mesela bu toplumun ahlaki,
milli, hatta dini değerlerin fena halde törpülendiğini, fena halde başka bir şeye dönüştüğünü düşünüyorum. Ben Türk insanının vicdansızlaştığını, vicdandan, adalet hissinden koptuğunu, daha bir altta kalanın canı çıksın psikolojisine doğru doludizgin gittiğini ve bunun bir gün bizi çok fena sallayacağını düşünüyorum. Yani böyle bir zihni eksen kayması var.
Bahsettiğiniz değişim, politik bir yönlendirme sonucu mu yaşanıyor?
Çok ilginç bir şekilde değil. Çok karışık anlatıyorum belki ama biraz açabilirim. Komik gelebilir size ama bu mesela adalet diye diye adaletten kopuşumuzun, din diye diye dinden kopuşumuzun, ahlak diye diye ahlaktan kopuşumuzun bir hikayesi. Ama bu durum, bugünkü hükümet ile sınırlı değil. 24 Ocak 1980 kararlarını aldığımızda, istikametimizi çizdik. Dedik ki “Biz kapitalist bir
toplum olacağız, serbest piyasaya teslim olacağız”. Biz bir seçim yaptık o kararlarla. Bu iyidir, kötüdür ayrı bir konu. O gün yaptığımız seçimin bizi nereye getirdiğini söylüyorum. O gün yaptığımız
seçim, bugün sadece ekonomimizi dönüştürmekle kalmadı, siyasal, sosyal, kültürel zihnimizi de
[40]
21. YÜZYIL
Kasım ’10 • Sayı: 23
Doç. Dr. Ersel AYDINLI ile AKP’nin D›fl Politikas› Hakk›nda Bir De¤erlendirme
çok değiştirdiğini, bizi başka bir topluma dönüştürdüğünü düşünüyorum. Tüm bunların altında insani yapımızın, bin yıllardan süzüle gelen Anadolu’daki öz değerlerin fena halde erozyona uğradığını, bambaşka bir Türkiye toplumunun ortaya çıkacağını, ortaya çıktıktan sonra bu toplumla çok da
mesut mutlu olamayabileceğimizi söylüyorum.
Böyle bir kamuoyu, böyle bir toplum Türk dış politikasını nasıl etkiliyor?
Çok ilginç bir şey söylüyorsunuz. Böyle bir toplum, çok fazla pragmatist olduğu için dış politikada nereye gittik, ne oldu bunu artık önemsemiyor. Mesele de oradan kaynaklanıyor. Herkes bu
yüzden topluma kızıyor. Bu biraz da az önce söylediğim değişimi, dönüşümü görmemiş olmaktan
kaynaklanıyor. Zihinlerdeki o toplum yok artık. Topluma atfettiği değerler artık orada olmadığı için
başka formülasyonlar ortaya çıkarıyor. “Eksen mi kaydı”, “Nereye gittik”, “Hangi dünyaya monte
oluyoruz” gibi sorular soruyorlar. Halbuki çok içeride DNA’mız, esas yapımız değişiyor.
Yeniden dış politika boyutuna gelecek olursak, AKP’nin dış politikasının Türk dış politikasından bir kopuş olduğunu düşünmediğiniz sonucunu çıkarmak mümkün mü?
Türkiye küreselleşmenin, sonra da konjonktürün ona sağladığı fırsatların getirdiği, olgunlaştığı
noktada zaten bir kalkışma yapmak, yeni bir ivmeye girmek durumundaydı. Türkiye, zaten eski usul
yönetilemezdi, gidemezdi. AKP Hükümetinin, bütün eleştiriler bir tarafa, eğer takdir edilecek bir
noktası varsa o da şudur: Bu konjonktürün içinde Türkiye’nin geldiği noktayı, yapacağı veya yapma potansiyeli olan patlamayı yadsımamış olmalarıdır. Risk alarak bu söylemi kabullenip, hatta bunu popülizm çerçevesinde iyi değerlendirmiş bir şekilde gözükmüş olmalarıdır.
AKP dış politikasını “sistemli”, “iyi çalışılmış” ve “ne istediğini bilen” bir dış politika olarak mı yoksa, kopuk, çelişkili ve hadiselere karşı anlık tepkisellik olarak mı görüyorsunuz?
Bazı hadiselerde zaman zaman savrulduğunu düşünüyorsunuz, görüyorsunuz. Mesela benim en
büyük eleştirim hatta tavsiyem şudur: Türk dış politikası bir şeyi tam hazmetmeden, onu içselleştirmeden başka bir şeye dalıyormuş gibi. Türk dış politikasına getirilebilecek en önemli eleştiri, hatta özeleştiri bu olsa gerek. O kadar çok şeye el atıyoruz ki, muhtemelen birini içselleştirmeden, tam
hazmetmeden, sonuç almadan, hatta sonuç alacak yapısal değişiklikler yapmadan yeni bir konuya
dalıyoruz, yeni bir heyecan yaratıyoruz. Dolayısıyla bu saykıl nerede bitecek, bilemiyoruz.
Ama gidiyorsunuz bir yere, hemen Türkiye’nin pozisyonunu soruyorlar. 10-15 yıl önce bu, böyle değildi. Türkiye’nin ekonomik pozisyonunu, Türkiye’nin çıkarını soruyorlar, bunu anlamaya çalışıyorlar. Bunlar sadece Ortadoğu’da olmuyor, Batı’lı devletlerin büyükelçileri tarafından soruluyor,
siyasi iktidarları tarafından “Türkiye ne yapacak, ne yapmak istiyor” diye soruluyor. Bu, bence başlı başına tespit edilmesi ve hakkı da verilmesi gereken bir şey.
Bu politikaların plansız olduğu söylenebilir mi?
Hükümetin sistematik planladığı bir politika mıdır derseniz ben buna evet diyemem. Çünkü biraz önce o uzun analizi yaptım. Türkiye bu vakti kerahatine geliyordu, yaklaşıyordu. 1990’da Sovyetler Birliği yıkılıyor, Türkiye ise 1980’de serbest piyasaya geçmiş. İnsanlar bugün merak ediyor,
“Türkiye neden bu krizlerden az etkileniyor” diye. Çok önceleri biz tercihimizi yapmışız. Biz o tercihleri yaparken Yunanistan, hala komünizm mi gelsin başka bir rejim mi gelsin diye tartışıyormuş.
Bunlar o dönemki tercihler.
Kasım ’10 • Sayı: 23
21. YÜZYIL
[41]
Röportaj
Eleştirilerin ana noktasını milli dış politika izlenmediği yönünde. AKP milli dış politikayı
tasfiye mi ediyor?
Önemli bir şey söylüyorsunuz. Mesela bugün bir iddia var. “MHP’nin tabanı kayıyor” deniyor.
MHP’nin tabanını AKP mi kaydırıyor. Yine vurguluyorum: Toplum fena halde içten değişiyor. Dolayısıyla bildiğimiz anlamda milliyetçilik, dincilik, paracılık, pulculuk, devrimcilik kendi kendine
tasfiye oluyor. Kimse bunları tasfiye etmiyor. Çünkü memleket üzerinde başka bir rüzgar esiyor,
başka bir yağmur yapıyor, başka bitkiler ortaya çıkıyor. O yüzden en başında bunu söylemeye çalıştım. 1980’de yapmışız bu seçimi. Şu beni acayip şaşırtıyor: Bu tercihi devlet yapmış. Yine 1999’da
en büyük konsensuslarla devlet kararı ile AB tercihini de yapmış. İki tane birbirini tamamlayan, muazzam bir tercih yapmışsınız. Şimdi de o tasfiye oluyor, bu tasfiye oluyor diye şaşırıyorsunuz. Şaşırmamak lazım. Bugünkü iktidarsa bu değişim dalgasının üstüne çıkmış, bu dalganın üstünde (kabul
etmek gerekir ki) iyi bir şekilde usta bir sörfçü gibi duruyor. Esas analizin bu dalga nasıl oldu diye
yapılması gerekir. Bu yüzden milliyetçi söylemlerle eleştirileri gidip 30 sene önce o kararları alanlara sormak lazım. O zaman generallere “Sayın Paşalar bu aldığınız kararlarda, artık sizin anladığınız anlamda bir devletçilik yok, sizin anladığınız anlamda milliyetçiliğe yer yok” hatta çok kritik bir
ifadeyle “Sizin anladığınız anlamda bir TSK’ya bile yer yok” denebilir. Bugün ona da şaşırıyor millet. Hayır şaşırmayın. Aynı şey TSK’ya da oluyor. Bütün kurumlar bu yeni iklimin dayattığı değişikliği yaşıyorlar.
AKP dış politikası liberal mi, yoksa AKP dış politikasını Türk muhafazakârlık (İslamcılık, Türkçülük, Osmanlıcılık) geleneği içinde değerlendirmek mi daha doğru olur?
İslamcılık, Türkçülük, Milliyetçilik ne kadardır, erozyona uğramış bir Milliyetçilik, Türkçülük
ne kadar olacaktır da Osmanlıcılık da olacaktır? Bunları hiç bilmiyoruz. Ben orada tek bir şey görüyorum. İstikrarla da devam edecektir bu gerçek. Türkiye liberalleşiyor. Türkiye’nin elinde belki de
kontrolsüz bir liberalizm kalacak. Bu durum da beni zaman zaman endişelendiriyor. Biz onun ilk
şevkini, heyecanını yaşadığımız için Türk toplumu olarak çok rahatız. Ama elimizde sadece o değer
kalır ise ya da o pratik kalır ise o resimden çok memnun olmayabiliriz. Türk dış politikasının mevcut ruhunun içerisinde en önemli eksenin bu ekonomik, siyasi liberalizm olduğunu söylemek mümkün. Onun dışındakilerin hepsi konjonktüreldir, gelip geçicidir. Ben korkutucu bir liberalizm görüyorum.
Bu çerçevede şu soruları da sormak isterim: Konjonktürel gelişmeler ne kadar Türk dış
politikasını etkiliyor? AKP yerine başka bir iktidar olsaydı günümüzdeki Türk dış politikası
ne kadar farklı olurdu? 11 Eylül, Irak işgali, Kuzey Irak, PKK terörünün yükselişi, Türkiye’deki Amerikan karşıtlığı vb. Türk dış politikasını ne kadar etkiledi?
Türk siyasetinin ve dış politikasının kaderinin bu noktada biraz birleştiğini düşünüyorum. Bence Türkiye’nin ve Türk dış politikasının karşılaşabileceği en önemli sorun, hem iç sorunumuz hem
de dış sorunumuz haline gelen Kürt meselesidir. En kritik noktası orası. Bam teli orasıdır. Orada hem
uzun zamandır söz edilen değişim bir testten geçecek, hem Türkiye’nin büyük ülke olma lafları, büyük vizyon orada testten geçecek, hem Türk siyaseti, hem Türkiye’deki Türkler Kürtler testten geçecek. Böyle bir sorun düşman başına. Orada ak koyun kara koyun, ne kadar büyüğüz ne kadar küçüğüz, ne kadar büyük vizyonlar kurduk, ne kadar küçük devlet kaldık orada hepsi ortaya çıkacak.
Hem de böyle gün ışığına çıkacak. Mahşer günü gibi olacak. İnsanlar ve dünya kamuoyu o zaman
Türkiye’ye notunu verecek.
Kürt meselesi, biraz önce sözünü ettiğimiz, güvenlik merkezli dönüşüm paradigmasına dönme
arzusunu kamçılayacak yegane unsur. Ne şeriat, ne dincilik, ne şu, ne o... Ama Kürt meselesi iyi yö[42]
21. YÜZYIL
Kasım ’10 • Sayı: 23
Doç. Dr. Ersel AYDINLI ile AKP’nin D›fl Politikas› Hakk›nda Bir De¤erlendirme
netilemezse, Türk insanının, Türk halkının zihninde yine ehveni şer, bu iyidir dedirtebilecek noktaya çekebilecek bir potansiyel arz ediyor. Mesela ben Türkiye’de darbeler döneminin ebediyen kapandığını düşünüyorum. Bir istisnayla! Kürt meselesi... Bu süreç iyi yönetilemezse, bu ülkede her
bir şey olabileceğini tahmin ediyorum.
Kürt meselesi çözülemez veya bu mesele PKK’nın istediği doğrultuda ilerlerse, Türkiye’yi hiç
istemediğimiz günler karşılar. O günler gelirse de o zaman ne eksen kalır, ne büyük ülke iddiası kalır. İç savaş akla gelir, darbeler akla gelir, zulümler akla gelir... Bütün bunların akla geldiği bir Türkiye can derdine düşer. O yüzden Türkiye’de dış politika ile iç politika fena halde ilişkilidir. Bu nedenle de AKP’nin dış politikadan iç politikaya, iç politikadan dış politikaya kurduğu kanallar ve rotalar aslında metodolojik olarak yanlış şeyler değil, iyi yönetilebilirse süreç doğru şeylerdir.
Hocam “sıfır sorun” politikasını da değerlendirmenizi istiyorum. Bu konuyla ilgili ilk akla gelen sorular şunlar: Bu politikayla “Yurtta sulh cihanda sulh” söylemi arasında bir benzerlik var mı? “Sıfır sorun politikası” dış politikadaki sorunların gerçekliğini ne kadar yansıtabilmektedir? “Sıfır sorun” yaklaşımı Türkiye’nin caydırıcılığını zedeliyor olabilir mi?
Aslında bunlar, gayet kompleks, biraz da zor konular. Naif gelebilir insanlara ama “sıfır sorun”
diye ortaya çıkmanın bence hiçbir mahsuru yok. Böyle bir stratejik hedefiniz olabilir. “Ben komşu
ülkelerle sorunlarımı çözeceğim” sözüyle “Sıfıra indireceğim” arasında bir fark var mı? Bence yok.
Daha önce de her Dışişleri Bakanımız “Komşu ülkelerle sorunları çözeceğim” demiştir mutlaka.
Ancak sıfır sorunu veya böyle bir hedefiniz olduğunu, herkesle sorununuzu çözmek istediğinizi, sorun çözmeye çok can attığınızı söylemenin klasik diplomaside, klasik uluslararası ilişkilerde zaman
zaman bir handikap yarattığı tezi vardır ve bu doğrudur. Birisinin kapısına çok sık giderseniz, o kapısına gittiğiniz kişi biraz şımarmaya başlar. Ama bu siyasi iktidarın ve Türkiye’nin bugünlerde karşı tarafın şımarma riskini azaltan bir şansı var.
Nedir o şans?
Türkiye tarihinin en büyük ekonomik büyümelerinden birini yaşıyor. Türkiye’nin çok kuvvetli
bir silahlı kuvvetleri var. Bütün bunlar bir arada olunca karşı tarafın şımarma ihtimali biraz azalıyor.
Çünkü sizden beklentileri var. Bizden hala korkuyorlar, çünkü hala dünyanın en büyük silahlı kuvvetlerinden bir tanesini yönetiyoruz ve çok ciddi para harcayabilir bir hale gelmişiz. Ülkemiz, civarın cazibe merkezi olmuş, başka insanlar ülkemize gelmek istiyorlar. Sıfır sorun gibi iddialarla ortaya çıkılabilecek en uygun zamanlardan birisindeyiz. Sıfır sorunu eleştirenler bunu anlamıyorlar.
Dünyanın getirdiği konjonktürel bir avantaj da var. Bu iddialara, daha büyük bir ekonomik güce,
muhafazakar bir kimlikle dünyanın buralarında ihtiyaç var. Bir boşluk var çünkü. Bu iktidar da doldurmaya çalışıyor.
Bu konuya biraz değindiniz ama açmak bağlamında ve son söylediklerinizle bağlantılı
olarak ülkenin birliği, güvenliği ve bekası ile ilgili endişeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ülkelerin bekası temel hedeflerden biridir. Onun için milli menfaatler tanımlanır, stratejiler geliştirilir vs. Bugün birileri çıkıp “Ülkenin bekası için ben ulusal çıkarı böyle tanımlıyorum ve bana
da bunun için oy veriliyor. Ben dış politikada böyle bir rota çizeceğim, çünkü ben bu politikayla ulusal menfaatin sağlanabileceğini düşünüyorum” derse ne yapacaksınız? Bizim yavaş yavaş hazmetmemiz gereken nokta bu. Ulusal çıkarın tarifini artık, birisi 100 yıl önce kara kitaba yazdı ve hep öyle olacak diyemeyiz. Bunun da 1980’de yapılan dönüşümle ilgisi var. Demokrasi denen şeye inanıyorsak, ulusal çıkarın tarifinin de yeniden yapılabileceğine inanmalıyız. ABD’nin daha önceki başKasım ’10 • Sayı: 23
21. YÜZYIL
[43]
Röportaj
kanı Irak’tan çekilmemek için “ulusal çıkar” diyordu, Obama geldi ulusal çıkarı farklı tarif etti. Şimdi başkası gelip ulusal çıkarı farklı tarif etti diye ABD göçüyor mu? Demokraside bu tür şeylere yer
var. Anlaşılıyor ki, halkımız da bu politikayı kabulleniyor, mantıklı buluyor. Önemli bir kısmımızın
hazmetmekte zorlandığı mesele “Bugüne kadar olan, bugüne kadar yapılan, bu kadar şehit verdik ne
olacak” diye çok meşhur bir soru soruluyor. Ama demokrasi denilen şey böyle. Onu kabullenmemiz gerekiyor. İyi bir şeydir demiyorum ama bunu seçtin, oy sandığının kutsallığına söz verdik, razı geldik. O zaman “ülkeyi satıyorsun” diyemeyiz. Çünkü adam da bir ulusal çıkar tarifi yapıyor ve
pek çok kişi onunla hem fikir olmuş. Türkiye’nin Kürt ve PKK meselesinde kendini çok çabuk toparlaması gerekiyor. Bakınca meseleye, ne yaptığını bilen bir PKK varmış gibi bir görüntü ortaya çıkıyor. Sistemi gerektiğinde dürten,. Eylemlerle hizaya çeken, tartışmaya yön veren, sabote etme yeteneğini hatırlatan bir PKK varmış gibi.
Son dönem Türk dış politikası ile ilgili olarak, “temel milli meselelerin yerine ikinci ve
üçüncü dereceden konulara odaklandığı,” “yumuşak ve tavizkar yaklaşımlar nedeniyle artık
Türkiye’den korkulmadığı,” abartılı bir “İslam dayanışmacılığı” ve “arabuluculuk saplantısı” gösterildiği ve “egemenliğin eski moda bir şey gibi görüldüğü” türünden eleştiriler var.
Bunlara ne ölçüde katılıyorsunuz?
Taktiksel düzeyde bunların bazılarının haklılık payları olabilir. Ancak herkesle çözüm gibi bir
stratejik hedef ortaya atmış bir dış politikanın sert olması beklenemez. Tavizkar olduğunu söylemek
zaten anormal olmaz. Çünkü genel stratejisi yumuşak bir strateji. Mesela İslam dayanışmacılığı deniyor. Ortadoğu’da bunu yapacak ise, bu da kullanacağı alet edevatlardan birisi ise, bunu kullanıyor
olması çok şaşırtıcı değil ki. Ama zihinlerde başka sorular var ve bu nedenle bir karışıklık yaşanıyor.
Bu başka bir konu. Ama burada Türk dış politikasını tartışıyorsak eğer, burada İslamcılığı da bir pul
olarak kullanması bence çok anormal değil. ABD Başkanı da ikide bir gidip Papa’yı ziyaret ediyor,
görüşmeler yapıyor.
Laiklik noktasında bakılıyor meseleye. O da zaten bir dış politika değil iç politika eleştirisi. Orada haklılık payı var. Dış politikada bu arabuluculuk saplantısı vs. çok anormal değil. Ben olsam şöyle eleştirirdim: Müthiş arabulucuyuz diyorsunuz, hangi arayı buldunuz? Bir örnek verin. Ben olsam
bunu sorardım. “Sizde saplantı var mı, arabuluculuk saplantısı var, her işe atlıyorsunuz, maydanoz
oluyorsunuz” demezdim. Ben söylediğim şekilde sorardım. Onlar da eğer örneğin “Suriye ile israil’i yaklaştırdık” diyorlarsa, buna bakmak lazım. Eğer diyemiyorlarsa bu durum eleştiri olur.
Örneğin Filistin’de El Fetih’le değil de daha radikal olan ve dini motifleri çok daha kuvvetli olan Hamas’a açık bir şekilde yakın durması eleştiri konusu oluyor.
Oradaki eleştirilere katılıyorum. Siyasi iktidarın kendince öne çıkan, güçlü bir kimliği var. Bu
kimlik dindar kimliktir. Bu dindar kimlik onu ikili tercihlerinde eminim etkiliyordur. Bence siyasi
iktidarın en çok dikkat etmesi gereken noktalardan bir tanesi de bu. Söylediğiniz noktada bir sorun
olabileceğini tahmin edebiliyorum. Enformal Network denen bir şey var. Mesela dindar olanlar dindar olanlarla yakındır. Ama Filistin hareketinin çok önemli bir boyutunun da laik ve seküler bir hareket olduğunu, oranın öyle bir toplum olduğunu, kurtarılması gereken, azap çeken, zulüm gören Filistinli kardeşlerimiz arasında bu seküler insanların da çok büyük bir yekün oluşturduğunu, onların
da zulüm çektiğini hatırlamak lazım. Yarın bir gün başkasının devrinde de sizin bugün yakın durduğunuz insanlar daha fazla zulüm görür. Onlara daha az dikkat ve ihtimam gösterilir. Bu kısa vadede bir oportünizm olur. Uzun vadede çok işinize yaramaz. Hatta mağdur duruma düşerler diye düşünüyorum.
21. YÜZYIL
[44]
21. YÜZYIL
Kasım ’10 • Sayı: 23