aydın ural

Transkript

aydın ural
Iğdır Sevdası
AYDIN URAL
Mir Ali Ural (Mireli) Iğdır tarihinde tolerans,
hoşgörü ve hümanizm sembolü olarak saygın yerini
almıştır. “İşler gaydasına göre gider” sözü onundur.
Mevlâna gibi gönlü zengin ve insan sevgisiyle yoğrulmuştu. Siyasi keşmekeşliğin Iğdır’ı kucakladığı
zor bir dönemde (1950-60) belediye başkanlığını
üstlenmesi Iğdır için büyük bir şanstı.
Aydın Ural, babasının ve ailesinin bilinmeyen
yönlerini kendine özgü ve duygu yüklü konuşmasıyla
özetledi.
Aydın Ural
Hayatım
1938 Iğdır doğumluyum. İlk ve ortaokulu Iğdır’da, liseyi Ağrı’da bitirdim. Erzurum Üniversitesi Edebiyat Fakültesine kaydımı yaptırdım. Iğdır’daki manifatura mağazamızı çalıştırmak düşüncesiyle, Fakülteyi yarıda bırakıp Iğdır’a dönmek zorunda kaldım. Uzun yıllar esnaf olarak hizmet verdim.
Babamın vefatından sonra, Kars Öğretmen Okulu sınavlarını dışarıdan verip öğretmen olma hakkını kazandım. 1968 yılından itibaren öğretmen
olarak çeşitli zamanlarda görev yaptım.
1970’li yılların sonuna doğru, ilçedeki
siyasi durumun bozulması nedeniyle İstanbul’a
yerleştim. Emekli ve iki çocuk babasıyım.
Ağabeyim Zeki Ural
1931 doğumlu Zeki Abim, uzun yıllar
Iğdır Baharlı Mahallesindeki Meteoroloji İstasyonunda müdür olarak çalıştı. Tayini Ayvalık’a çıktı
ve oradan emekli oldu. 1998 yılında ani bir kalp
kriziyle aramızdan ayrıldı.
Babam Mir Ali Ural
Babam Mir Ali Ural, 1897 yılında AzerMir Ali Ural
baycan’ın Gence şehrinde dünyaya gelmişti. Babası Mir İbrahim Ağa halk arasında çok sevilen bir din adamıymış.
Babam ilk gençlik yıllarından itibaren eğitim nedeniyle Tiflis’e yerleşmiş; lise mezunu olduktan sonra da Tiflis’ten ayrılmamış, orda kendisine
bir iş kurmuştu. Babam; Rusça, Gürcüce ve Ermenice’nin yanı sıra Kafkas
567
Aydın Ural
dillerinin birçoğunu ana dili gibi konuşurdu.
Savaş patlak verince ve şiddet
olayları Kafkasya’ya yayılınca babam
Aras nehrini geçip Türkiye’ye sığınmış, Iğdır’a yerleşip yeni bir hayata
başlamıştı. Aradan 3-5 yıl geçince gizliden Azerbaycan’a gidip, babasını
ve iki kız kardeşini (Sakine ve Hanım)
Iğdır’a getirmeyi başarmıştı.
Sakine Halam, Timur Doğu’yla (Nurettin ve Ziyaettin Doğu’nun
babaları) evlenmişti. Timur Bey, işleri
nedeniyle uzun yıllar İran’da tek başına ikâmet etmek zorunda kalmıştı. Ailenin bu şekilde parçalanmış olmasını
kabullenemeyen babam bir gün İran’a
gidip eniştesi Timur Doğu’ya, “Yeter
artık İran’da bu kadar çalışman! Gel
ailenle beraber Iğdır’da bir iş kur!”
diyerek yanına alıp getirmişti.
Soldan Sağa : Aydın Ural ve Mir Ali Ural
“Doğu” ailesi başarılı iş kolları açarak hayli mal mülk sahibi oldular. Bugün hâlen bu aileden girişimcilerin
açıp işlettiği “Kelebek Mobilya” Iğdır halkına hizmet vermektedir.
Babamın diğer kız kardeşi, Hanım Halam da Naxcıvan yakınlarındaki
İğdeli köyünden Mehmet Sezgi isimli bir beyle evlendi. Yaver, İsmail ve Rıza
isimli oğulları var.
“Ah siz Muğanlar!...”
Babam, Iğdırmava’nın en köklü ailesi, halk arasında kimi zaman
“Hacı Ümmet Uşağı” kimi zaman da “Muğanlar” olarak bilinen aileden,
568
Iğdır Sevdası
Meşe Abbas’ın kızı Terlan Hanım’la evlendi. (Terlan, bir kuş adıdır)
“Muğan” kabilesinden olanlar kabadayı, gururlu ve baş eğmez olarak
bilinirler. Rahmetli annem Terlan Hanım da bu özelliklere sahipti. Babam çok
seyrek de olsa annemi bir konuya ikna edemeyince başını yere eğerek, “Evet
bilirim! Siz ‘Muğan’lar hep böyle baş eğmezsiniz” derdi.
“Nereden biliyorsun?”
MİT Müfettişi Hüsnü
Bingöl babamın iyi dostuymuş. Sık sık bir araya gelir
sohbet ederlermiş.
Rusya’dan
yayın
yapan radyo istasyonlarını
dinlemek Iğdır’da uzun yıllar yasaklanmıştı. Bu yayın
yasağını delenlere karşı uygulanan ceza oldukça ağırmış. Ama babam bu cezaya
aldırmaz, evdeki radyosunun
başına geçer, çocukluğunun
Terlan (Ural) Hanım Semaver Sofrasında
ve gençliğinin geçtiği Kafkasya’yla ilgili haberleri, ayar düğmesini bir istasyondan diğerine çevirerek
merakla dinlermiş.
Bir gün babam ve Hüsnü Bingöl, kahvehanede oturmuş, dünyadaki
yeni gelişmeler üzerine sohbet ediyorlarmış. Babam sözün bir yerinde, Rusya’daki ve Kafkasya’daki gelişmelere ilişkin ayrıntılı bir konuşma yapmış.
Hüsnü Bey, şaşkın babama dönerek,
“Ali Bey bu haberleri nereden duydun?” diye sormuş. Babam da hiç
çekinmeden,
“Evimdeki radyodan” demiş. Hüsnü Bey, babamın bu açık sözlülüğü
karşısında yumuşamış, sohbetlerine kaldıkları yerden devam etmişler.
Babam, evlilikten hemen sonra, büyükbabam Meşe Abbas’a ait
manifatura dükkanında çalışarak iş hayatına atılmıştı. O yıllar Iğdır ticareti,
aralarında Haydar Yüksel ve Fazıl Baykal’ın da olduğu “Muğan” kabilesinin
elindeymiş. Öyle ki Haydar Yüksel’in imzası olmadan Rusya’dan mal getirmek mümkün değilmiş!
569
Aydın Ural
Bir taşla üç kuş
Iğdır’daki Aras sinemasının ortağı Ali Bey (Orkun), üç oğlunun sünnet merasimi için kasaba eşrafından üç kişiyi kirve olarak seçmişti: Ali Ural,
Mecit Hun ve Aziz Güney.
Sünnet töreni görkemli oldu. Unutamadığım bir olay, çalgılar eşliğinde misafirlerin yöre oyunlarını saatlerce oynamalarıydı. Bir ara babam ve
Mecit Hun birlikte çok güzel bir oyun oynadılar. Bütün seyirciler pür dikkat
bu iki oyun üstâdını zevkle izlemişti.
“Paşam, sen yüz yaşa!”
1950’li yılların ortalarına doğru CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, bir seçim gezisine çıkmıştı. Iğdır’dan bir
parti heyeti, genel başkanlarını karşılamak için Erzurum’a
doğru hareket etmişti. Heyetin
içinde yer alanlardan birisi de
CHP’nin Iğdır’daki en saygın
isimlerinden biri tüccâr Bağır
Aras imiş.
Heyet, Paşa’nın etrafını alıp kendilerini “Iğdır
Heyeti” olarak takdim etmişler. Yolculuktan ve seçim
Sol başta : Mir Ali Ural Sağ başta : Kaymakam
çalışmalarından yorgun Paşa,
kafasını kaldırıp,
“Söyleyin bakalım beyler! Iğdır’da Bağır Aras isminde birisi vardı. O
hâlen hayatta mı?” diye sormuş. Bu sözü duyan Bağır Aras, heyetin arasından
kendini zorlayarak Paşa’nın önüne çıkmış, gür sesiyle, “Hay Paşam seni 100
yaşa, beni de iki elli!” diye bir sevinç narası atmış.
Paşa, yıllar önce kendisine görkemli yemek şöleni vermiş Bağır
Aras’ı unutmamıştı. Onun bu vefalı ve kadirşinas davranışı Bağır Aras’ı çok
duygulandırmıştı.
Iğdır Belediye Başkanlığı
Babam 1950 seçimlerinde CHP listesinden Iğdır Belediye başkanlığına seçildi. 1950 ve 1960 yılları arasında belediye başkanlığı seçimi bugünkünden farklı bir prosedür gerektiriyordu. Bunu kısaca özetlemek isterim:
Partiler bugün olduğunun aksine başkanlık için aday göstermezdi.
570
Iğdır Sevdası
Önce meclis azaları seçilir; meclis de kendi arasında toplanarak aralarından
birisini başkan olarak tayin ederdi. Böyle olunca, meclis üyeleri ne zaman isteseler bir araya toplanıp, başkan hakkında bir güvensizlik oylaması yaparak
onu düşürebilirlerdi. Eğer kaymakam veya vali bu güvensizlik suçlamasını
haklı görürse, onayını verir, böylece yeni bir başkanın seçilmesinin yolu açılırdı.
Fazıl Baykal’ın Başkanlığı
Fazıl Baykal, annemin öz amca çocuğuydu. 1955 mahalli seçimlerinin arifesinde bir gün evimize geldi. Babam evde yoktu. Anneme, “Amca
kızı, enişteye (Ali Ural) söyle beni de meclis aza listesine alsın!” dedi.
Akşam babam eve gelince,annem, Fazıl Baykal’ın isteğini kendisine
iletti. Babam biraz düşündü, temkinli ses tonuyla, “Hanım, Fazıl’ı listeye alırsam yarın karşıma çıkar!” dedi. Babam ilk anda isteksiz davrandı. Akrabadan
Ziya ve Kâmil Yüksel kardeşler annemin üzerinde baskı yapınca babam, Fazıl
Baykal’ı listeye dahil etmek zorunda kaldı.
Seçimlerde babamın listesi çoğunlukla kazandı.
Her yıl Şubat ayında, belediye başkanı meclise bir faaliyet raporu
sunar, bir yıl içinde yapılan işlerin bilançosunu özetlerdi. Eğer meclis açıklamalardan memnun kalırsa başkanlığa olumlu oy kullanırdı.
Fazıl Baykal, meclis azaları arasında kendine epeyce taraftar toplamıştı. Şubat ayı (1956) toplantısında oy çoğunluğuyla babamı düşürüp, Iğdır
Belediye Başkanı oldu. Ancak bir yıl sonra, 1957 Şubat’ında yapılan faaliyet
raporu değerlendirme toplantısında bu kez meclisten güven oyu alamayınca
başkanlıktan düştü, babam yeniden belediye başkanı oldu.
“Baykal’a buzlu su!”
Faaliyet raporunun okunma ve değerlendirme toplantısı halka açık
olarak yapılırdı. Belediye meclis salonunun bir kapısı açık bırakılır, halktan
insanlar kapının önüne yığılıp içeride olup bitenleri merakla izlerlerdi.
Yapılan seçimler sonucunda Fazıl Baykal’ın kaybettiği anlaşılınca salonu bir heyecan kapladı. Ben, 17-18 yaşlarında delikanlıydım. Heyecan dalgasına kendimi kaptırdım; yüksek sesle, “Baykal’a buzlu su!” diye bağırdım.
Hükümet komiseri yerinden fırladı, hiddetli bir şekilde, “Kim bu terbiyesiz?”
diyerek etrafı sorguladı. Gözler benim üzerime çevrilmişti. Fazıl Baykal, araya girip, “Komiserim o benim yeğenim! Bir şey olmaz!” dedi. O gün, Fazıl
Baykal’ın bu jesti beni büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştı.
1960 İhtilâli olunca tüm belediye başkanları gibi babamı da görevden
aldılar. Osman Ataman geçici bir süre belediye başkanlığı görevini üstlendi.
Bir ara Adnan Gürcan isimli, belediyede nikâh memurluğu yapmış yetenekli
571
Aydın Ural
bir genç, üç aylık bir süre için başkanlık görevine vekâlet etti. Daha sonra
kaymakam seçimlere kadar görevi üzerine aldı.
Mecit Hun ve Hüseyin Akbulut
1963 mahalli seçimleri gelip çatmıştı. AP’nin adayı Hüseyin Akbulut’tu. Babam da seçimlere CHP’den katılmak için gerekli olan 250 lirasını yatırmış, çalışmalara başlamıştı. Ancak beklenmedik bir olay babamı adaylıktan
feragat etmek zorunda bırakacaktı.
Seçimlerin arifesinde Kurucu Meclis üyeleri Sırrı Atalay, Mehmet
Hazer ve Turgut Göle Iğdır’a geldiler. Bugün Halk Bankası’nın olduğu yerde,
o yıllar Gümüşhanelilerin çalıştırdığı, İmren Lokantası vardı. Milletvekilleri,
yaklaşan seçimlere hazırlık bazı değerlendirmelerde bulunmak için babamı
lokantaya davet ettiler.
CHP ilçe başkanı Mecit Hun da belediye başkanlığına aday olmak
istiyordu. Üç milletvekili,
“Ali Bey, bu sefer de Mecit Hun adaylığını koysun!” demişler. Babam,
“Bırakın başkanlığı yine ben alayım. Benim kazanmam demek Mecit
Hun’un kazanması demektir. Sonra unutmayın ki seçimi kazanmak için benim Hüseyin Akbulut’a karşı güçlü olduğum bir yanım var. Halkın desteğini, ‘Ben onun babasıyım’ diyerek kazanabilirim. (Bir açıklama: Bu sözle Hz. Ali
ve oğlu Hz. Hüseyin’e referans var. Seyit ailesinden Ali Ural ve Hüseyin Akbulut, halk arasında sevilip sayılmışlardır. Mücahit )”
Babamın tüm uyarılarına rağmen milletvekilleri tercihlerini Mecit
Hun’dan yana yapınca babam adaylıktan vazgeçti. Halk akın akın mağazaya
ve eve gelerek,
“Ağa duydu ki çekilmişsin. Biz bunu kabul etmeyiz!” diyerek babamı
yeniden ikna etmeye çalıştılar. Ancak babam kesin kararını vermişti: “Ben
aday değilim. Bildiğiniz gibi yapın!”
1963 mahalli seçimlerini Hüseyin Akbulut kazandı.
Babamın Vefatı
Babam kalbinden muzdaripti. Hastalığını uzun yıllar ihmal etmişti.
Bir gün protokol görüşmelerinde bulunmak için, tercüman olarak
Rusya’ya gitmişti. Çalışmaların orta yerinde birdenbire ayakları şişmiş, yürüyemez hale gelmişti. Rus heyetinden dostları, “Ali Bey, bu ayak şişkinliğinin
ne anlama geldiğini biliyor musun?” diye sormuşlar. Babam da, “Hayır!”
demiş. Rus görevli, “Kalbinizin rahatsız! Hemen ciddi bir tedaviye ihtiyacınız var. İsterseniz burada kalın gerekli tedaviyi görün” demiş ama babam bu
öneriyi nazikçe reddedip Türkiye’ye geri dönmüştü.
572
Iğdır Sevdası
Babam 1964 yılında ani kalp krizi sonucu vefat etti.
“Kendi gözümü çıkardım!”
Babamın vefatının üzerinden 5-6 yıl geçmişti.
Hacı Nebi Gölalı’nın kızının nikâh merasiminden çıkmış, yanımda
Mecit Hun ve Hacı Ekber Gökçe kasaba merkezine doğru yol alıyorduk. Yollar çamurdan geçilmiyordu. Hacı Ekber Gökçe, “Mecit Bey, yollar nasıl da
çamur!” diyerek sitem etti. Mecit Hun, üzgün ses tonuyla,
“Ne yapayım, kendi parmağımla kendi gözümü çıkardım. Eğer bıraksaydım Mireli Ağa belediye başkanı olsaydı, şimdi sıra bende olacaktı! Ama
yaptığım hata yüzünden bugün oğlu Aydın Ural
bile benimle olmuyor” dedi.
Esat Malgaz (Esede Beko)
Babam yapıcı ve uzlaştırıcı bir karaktere
sahipti. Zümrecilik veya ayrımcılık diye bir şey
bilmezdi. O, Iğdır insanını bir bütün olarak sever,
elinden geldiğince hepsine yardım elini uzatırdı.
Hatıralarım arasında, babamın insanlara yardım
duygusunu örnekleyen bir olayı anlatmak isterim:
Gece yarısına doğruydu. Evimizin kapısı
acele acele vuruldu. Kapıyı açtım. Evci köyünün
Ali Ural
tanınmış ismi Esede Beko, elinde atın dizginleri
bahçede duruyordu. Esat Bey, manifatura dükkanımızın düzenli müşterilerinden olduğundan kendisini tanıyordum.
“Buyur amca!” dedim.
“Ağa evde mi?”
“Evet, dedim, gidip çağırayım!”
Babam çalışma odasında kitaplarıyla meşguldü. “Baba, dedim, Esat
Malgaz amca gelmiş seni istiyor” Babam bana döndü, sitem edercesine,
“Oğlum, misafiri niçin içeri almadın?” dedi.
Bahçeye çıkıp, Esat amcanın elindeki dizginleri kaptım,
“Amca siz eve buyurun ben atı bağlayayım!” dedim.
Piyasada şeker kıtlığı vardı. Belediyenin verdiği makbuz olmadan
dükkânlardan şeker almak mümkün değildi.
Misafirimize çay ikram edildi. Kısa sohbetten sonra, Esat Amca, babama dönerek,
“Ağa, yarın sabah erkenden yaylaya gidiyorum. Ama evimizde hiç
şeker yok! Bana bir makbuz verebilir misin?” dedi. Babam hiç düşünmeden,
“Esat Bey, makbuzu hemen veririm ama dükkânların hepsi kapalı.
573
Aydın Ural
Şekeri nereden alacaksın?” diye sordu. Esat Amca,
“Makbuzu akrabalara vereceğim. Onlar şekeri alıp gönderirler” dedi.
Babam,
“O şekerin yaylaya gelmesi haftalar sürer... Bu arada şekersiz ne yapacaksınız?” diyerek karşı geldi. Babam bana döndü,
“Oğlum git evdeki şeker torbasını al getir!” dedi. Şekerler beş kiloluk
şeker torbalarında satılırdı. Evimizdeki şeker torbasından bir kilo kadarı ev
ihtiyacı için kullanılmıştı. Geri kalanını alıp odaya girdim. Babam, torbayı
Esat Amca’ya uzatarak,
“Bizim şekerin hepsi bu! Bununla durumu idare edin, ta ki akrabalarınız şeker gönderinceye kadar...”
Esat Amca, önüne konan torbaya baktı, gönlü buruk,
“Ağa, sen evin şekerini bana verdin, peki sen ne yapacaksın?” dedi.
Babam gülerek,
“Allah büyüktür!” dedi. Esat Amca bu kez,
“Peki ya şekerin parası?” diye üsteleyince babam,
“Esat Bey, ne parası! Sen de bana şor getirirsen, yiyerem!” dedi.
Hep birlikte gülüştük.
Salamullah Emi
Babam Rusça ve Kafkas dillerini iyi bildiğinden gençlik yıllarında
Rusya’ya gider, halı gibi ticari eşyalar satın alırmış. Ancak bir gün, kötü bir
şansızlık, Rus polisi babamı yakalayıp, gözaltına almıştı.
Rus subayı hücreden içeri girmiş. Babam o anı şöyle anlatırdı:
“Kapı açıldı, içeri heybetli bir Rus subayı girdi. Türkçe’yi çok güzel
konuşuyordu. Bana dönerek, “Senin adın ne?” diye sordu. Ben de “Aliyof”
dedim. “Nerelisin?” sorusuna “Türkiyeli’yim” diye cevap verince meraklanıp ikinci bir soru daha yöneltti: “Türkiye’nin neresinden?” Kısaca “Iğdır”
diye cevapladım. Rus subayı bana yaklaştı, “Aliyof, ben de Türk’üm. Ben
diğer subayları konuşmaya tutarken sen buradan kaç! Yoksa sana büyük ceza
verecekler!” dedi.
Konuşmaların ve gülüşmelerin çoğaldığı bir an, açık kapıdan sıvışıp
ortalıktan kayboldum”
Bu olayın üzerinden yıllar geçmiş, babam Iğdır belediye başkanı olarak görev yapıyordu.
Rus subayı, 1950’li yıllara doğru bir yolunu bulup Türkiye’ye kaçmış,
Iğdır’daki kız kardeşi, mahalle ebeliği yapan Hürriye Hanım’ın yanına gelip
sığınmıştı. Kız kardeşine, “Bacı, bu kasabada Aliyof adında şu tipte birisi var
mı?” diye sormuş. Ebe Hanım, biraz düşündükten sonra, “Bu tanımlara uyan
biri var. O da şimdiki belediye başkanı Mir Ali Ural’dır” demiş.
574
Iğdır Sevdası
Rus subayı, ertesi gün belediye binasına gitmiş,
“Sayın Reis Bey’le görüşmek istiyorum” demiş. Subayı babamın çalışma odasına almışlar. Subay, babamı görür görmez tanımış.
“Aliyof, beni tanıdın mı? Ben seni serbest bıraktıran Rus subayı Salamullah!” demiş. Babam, heyecanla yerinden kalkarak kendisini Salamullah
Emi’nin kollarına atmış. İki dost gözyaşlarını tutamayıp birbirlerine sarılı
ağlamışlar.
Uzun bir hasret sohbetinden sonra babam, Salamullah Emi’ye,
“Ne iş yapıyorsun?” diye sormuş. Salamullah Emi, çaresiz şekilde,
“İşsizim! İş arıyorum” demiş. Babam,
“Sana bir iş versem yapar mısın? Belediye parkında çiçek yetiştireceksin...
“Niye olmasın!” demiş sevinçle Salamullah Emi
Sonraki yıllar ne zaman Salamullah Emi’yle karşılaşsam, saygıyla
yanıma gelir,
“Rahmetli babanın sayesinde bu ekmeği yiyorum” diyerek bana iltifat ederdi.
“Kör Hacı”
50’li yıllarda sebzelerin günlük alış ve satış fiyatları belediyenin
önündeki tahtaya tebeşirle yazılırdı. Bütün tüccâr ve esnafın fiyatlara uyma
zorunluluğu vardı.
“Kör Hacı”, bahçesinde salatalık yetiştiriyormuş. Belediyenin önündeki siyah tahtada, salatalığın alış fiyatını kilo başına 20 kuruş olduğunu
görünce, hızlı adımlarla evin yolunu tutmuş. Çok geçmeden birkaç sandık
salatalığı faytona yükleyip belediyenin önüne getirmiş. Bir de ne görsün!
Salatalığın alış fiyatı 20 kuruştan 15 kuruşa düşmemiş mi!... Kör Hacı, bu duruma çok sinirlenmiş. “Ben bele belediyenin anasını avradını ...” diyerek bir
yandan küfür ediyor bir yandan da belediye binasına doğru yürüyormuş.
Kör Hacı’nın deli dolu belediyeye geldiğini gören zabıta Halil Çavuş,
korkuyla babamın yanına koşmuş.
“Reis Bey, hiç sorma! Kör Hacı, belediyenin anasına avradına küfür
ede ede buraya geliyor” demiş. Babam,
“Halil Çavuş, Kör Hacı bize küfür etmiyor ki...”
“Peki kime?”
“Bizim belediyenin ebe hanım var ya... Ebe hanım belediyenin anasıdır... Kör Hacı ona küfür ediyor” demiş. Halil Çavuş bu açıklama üzerine
biraz rahatlamış,
“Reis Bey vallah doğru deyirsen! Ona sövür!” demiş.
Çok geçmeden Kör Hacı, hışımla içeri girmiş. Babam saygıyla yerin575
Aydın Ural
den kalkıp,
“Vay benim kardeşim Hacı! Sen hoş gelipsen! Çabuk Hacı’ya çay
getirin!” demiş. Kör Hacı oturur oturmaz, babam,
“Hacı söyle bakalım! Ne isteğin var?” diye sormuş. Kör Hacı,
“Hıyarın kilosu bu sabah 20 kuruştu, indi oluptu 15 kuruş!” diye dert
yanınca babam,
“Hacı, uşağlar yanlış yazıptı... İndi düzelterik... Heç canını sıkma!”
demiş. Milli Koruma Derneği
50’li yıllarda fahiş fiyatları engellemek için kurulmuş bir Milli Koruma Derneği vardı. Belediye reisi olan babam aynı zamanda bu derneğin de
başkanıydı.
Bütün malların alış ve satış fiyatları, fatura tarihi ve numarası, etiket
üzerinde yazılıydı. Eğer esnaf fiyatın dışına çıksa, tüketici derneğe başvurarak
tazminat cezası talep edebilirdi. Verilen ceza çok ağır olduğundan genelde
esnaflar etiket fiyatına uymak zorunda kalırlardı.
Şube sokağında lokantası olan Nuri Usta bir gün mağazadan içeri girdi. “Dört metre taraklı basma!” dedi. O zamanlar halk arasında “taraklı” dediğimiz, yeşil, kırmızı ve mavi renkte kareli basmalar vardı. Bu kumaşlardan
genellikle garsonlara önlük dikilirdi. Basmanın alış fiyatı 80 kuruş satış fiyatı
100 kuruştu. Dört metre ölçüp paket yaptım. Nuri Usta’nın borcu dört liraydı.
Ama ben o anda para tutkusuna yenik düştüm, yalan konuşarak,
“Borcunuz beş lira” dedim. Nuri Usta beş lira verip çıktı.
Nuri Usta etiket fiyatını görmüş, benim ondan bir lira fazla aldığımı
anlamıştı.Elindeki paketle doğru belediyeye gidip, “Milli Koruma Derneği
başkanı kim?” diye sormuş, Halil Çavuş, “Belediye reisi Ali Ural” diye cevaplamıştı. Nuri Usta,
“Ama nasıl olur? Beni mağdur eden zaten reisin oğlu! Kimi kime
şikayet ediyorum!” diyince, Halil Çavuş, “Siz başkanla yine bir görüşün!”
diyerek onu ikna etmiş.
Nuri Usta başına gelenleri babama anlatmış. Oğlunun bu densiz hareketine çok kızan babam, Halil Çavuş, Bahri Çavuş ve Meleklili zabıta Enver’i
yanına çağırtıp,
“Gidin benim dükkanı 3 gün kapatın, 50 lira da para cezası yazın!”
demiş.
Zabıtalar dükkana gelince beni bir telâş aldı. “Dükkanı kapatıyoruz ve
50 lira da ceza yazıyoruz” dediler. 50 lira çok paraydı. Bunu ödemem mümkün değildi. Hele dükkanın üç gün kapalı kalması ne demekti! Pazarlık yapmaya çalıştım başarılı olamayınca babamın dostlarından Şube Reisi Yarbayın
576
Iğdır Sevdası
yanına koşturdum.
Kapıdan içeri girer girmez, “Yarbayım, babam benim dükkanı kapattırıyor! Aman yardımıma gelin!” dedim. Yarbay, babamın bu tedbirsiz (!)
hareketine kızmıştı. Benimle beraber dükkana geldi. Yarbay, zabıtaları ikan
etmeye çalışırken ben bir koşuda babamın yakın dostlarından bu kez Ziraat
Bankası Müdürü İzzet Bey’in yanına gittim. Nefes nefese bürodan içeri girip,
“İzzet Amca, aman yetiş! Babam dükkânımı kapatıyor” dedim. O da
babamın bu haksız (!) uygulamasına sitem ederek benimle beraber Belediyeye doğru yola koyuldu. Yarbay ve üç zabıta da belediye binasına girmek
üzereydiler. İki grup birleşip babamın huzuruna çıktılar. Ben elbette dışarıda
beklemeyi tercih ettim.
Yarbay ve banka müdürü babamla şiddetli bir tartışmaya girmişlerdi.
Babam, “Ben bu cezayı vermesem esnafın yüzüne nasıl bakarım?” diyerek
onlara karşı diretmiş. Sonunda dükkanımı kapatmamak koşuluyla 50 lira ceza
vermeye mahkum edildim.
Akşam eve gelince herkesin sinirlerini çok gergin bulmuştum. Babam
öylesine derin bir üzüntü ve hayal kırıklığı içindeydi ki, benim onunla aynı
masaya oturup yemek yemem mümkün olmayacaktı. Mecburen küçük odaya
saklanıp olup biteni izlemeye koyuldum.
Nihayet annemin çabaları sonucu, babam beni huzuruna kabul etmeye
razı oldu. Odadan içeri mahcup ve boynu bükük girdim. Babam başını gazeteden kaldırıp,
“Oğlum, bir lira fazla almakla zengin mi oldun? Kâr etmeseydin ne
olacaktı? O senin müşterin, o senin velinimetindir. Kaldı ki, sen benim bu
şehirde onurumla nasıl oynarsın? Ben bu onur için yıllar süren emek verdim
ve mücadele ettim.”
Babamın söylediklerini sessizce dinledim. Babam siteminde haklıydı.
Konuşması bitince gidip elini öpüp özür diledim. Babam gönül rahatlığıyla
tekrar gazetesini okumaya koyuldu.
“İşler gaydasına göre gider...”
Gulem Çağlar’ın mağazasının olduğu bölgede, sonraları Veli Turan’ın kuyumcu dükkânına mekanlık eden binada, İsrafil isimli şahsa ait küçük bir
manifatura dükkânı vardı. Bir gün İstanbul malı yüklü bir kamyon, İsrafil’in
dükkânına mal boşaltmak için gerisin geriye hareketlenmiş, kazaen, dükkânın
önündeki elektrik direğine çarpıp, demir direğini bir tarafa doğru eğmişti.
Bu olaya tanık olan halktan kimseler, oradan geçmekte olan Halil ve
Bahri Çavuşları durumdan haberdar etmişler. Bunlar da şoförü aralarına alıp
577
Aydın Ural
belediye reisine götürmek için yola koyulmuşlar. Yarı yolda Halil Çavuş, Bahri Çavuş’a, “Bahri, gel bu adamdan 5 lira
alıp serbest bırakalım. Gidip kendimize bozbaş yiyelim!” demiş. Ama Bahri
Çavuş, adaletin olduğu gibi tecellisinden yanaymış: “Hayır, demiş, bu adamı
reise götürmeden serbest bırakmam!”
Hep birlikte babamın huzuruna çıkmışlar. Bahri Çavuş bir çırpıda olup
biteni özetlemiş. Babam, iki zabıta arasında sıklım püklüm duran şoföre,
“Bu kamyon senin mi?” diye sorumuş. Şoför,
“Hayır Reis Bey, ben şoförüm!” demiş. Babam bu kez,
“Nerelisin?” diye sorunca şoför yine korku dolu,
“Trabzonluyum” diye cevaplamış. Babam adamın haline acımış, zabıtalara dönerek, “Bırakın adamı gitsin! Başka biri de gelir öbür tarafından
vurur, direk düzelir. Üzülmeyin, işler gaydasına göre gider” demiş.
Dışarı çıktıklarında Halil Çavuş, elden kaçan fırsat yüzünden Bahri
Çavuş’a kızgınmış: “Bak ne güzel 5 lira alıp bozbaş yiyecektik. Artık o da
yok!”
Rutto Yusuf
Bir gün RuttoYusuf babamın yanına gelip,
“Reis Bey, atım kayboldu!” demiş. Babam,
“Ne yapalım?” diyerek aldırmaz havada Rutto Yusuf’a bakmış.
Rutto Yusuf, babamın işin ciddiyetini anlamadığına kanaat getirip,
sesini yükselterek,
“Daha ne olsun! Tellâl çavuşa söyle bağırsın da!...” demiş. Babam
fırsatı kaçırmayıp,
“İki buçuk lira ver. Makbuz keselim. Sen de makbuzu tellâl çavuşa
ver, o da bağırsın” demiş. Rutto Yusuf, parayı verip makbuzu almış, sonra
da dışarı çıkıp tellâl çavuşa sokaklarda, “Duyduk duymadık demeyin, Rutto
Yusuf’ın atı kaybolmuş!” diye bağırtmış.
Rutto Yusuf’un atı nihayet bulunmuş. Babamın huzuruna çıkıp sevinçle,
“Reis Bey, gözünüz aydın atım bulundu!” demiş. Babam “Bana ne!”
anlamında boş gözlerle Rutto Yusuf’a bakınca, Rutto Yusuf,
“Şey... Haberin olsun diye geldim!” demiş. Babam,
“Yusuf, git atın kuyruğunu hemen yol” demiş. Rutto Yusuf’un bu anlamsız öneri karşısında kafası karışmış, işin içinden çıkamayınca babama,
“Atın kuyruğunu niye yolayım?” diye merakla sormuş. Babam da
işgüzârlığı elden bırakmadan,
“A, olur ya, kendine elek falan yaparsın” demiş. Rutto Yusuf, kafası
başka işlerle (!) meşgul bu garip yaratılışlı reise içinden kızarak, “Elek yapar578
Iğdır Sevdası
mışım ha!” diye söylenip odadan çıkmış.
“Ben sana çalışıyorum ya sen kime?”
Babam kolay kolay sinirlenmezdi. Ama bir keresinde sinirlerine hakim olamayıp, bir top kumaşı üzerime fırlatmıştı. Bu olay şöyle gelişmişti:
Iğdır Lisesi müdürü Atila Bey’le, 1 Mayıs Bahar Bayramı nedeniyle
bir geziye çıkmıştık. İhmal edip babamı durumdan haberdar etmemiştim.
Babam bütün gün mağazada dönüşümü beklemiş, gelmediğimi görünce de
beklemeye koyulmuştu.
Iğdır’a döndüğümüzde saatler akşama yaklaşıyordu. Mağazadan içeri
girince babamla Kazancılı Ali Yılmaz masanın etrafında çaylarını yudumlayarak sohbet ederken buldum. Babam beni görünce ayağa kalktı, raftan eline
geçirdiği bir top kumaşı üzerime fırlattı:
“Ben sana çalışıyorum peki ya sen kime çalışıyorsun? Bir yere gidiyorsan haber verebilirdin! Şimdi çık dükkândan gözüm seni görmesin!” diyerek üzerime bağırdı. Bana hızla çarpan kumaşı yerden alıp tezgâhın üzerine
koydum.
“Bu
benim
dükkân, sizin değil!”
dedim. Ali Kazancılı
benim sözüme,
“Ali Bey, oğlun haklı.Bu onun dükkânı” diyerek güldü.
Babam da dayanamayıp hafiften gülümsedi.
Sonra bana dönüp,
“Orada ayakta Ayaktakiler soldan sağa: Enver Sever, Aydın Ural, Muhtar Çifçi,
dikileceğine git bize Ali Akbulut Oturanlar soldan sağa: Ferruh Bozbeyli, Cevat
Önder, Faruk Sükan
çay söyle!” dedi.
Böylece o gün
babamın en sinirli anını ucuz atlatmıştım.
Babamın Eserleri
Iğdır’a elektriği ilk olarak Rıza Yalçın getirmişti. Iğdır’ın içme suyunu Orgof’tan getirme projesi de babama kısmet olmuştu. Babamın kendisine
övünç payı çıkardığı hizmetlerinden birisi de Narınçoğlu bağını alıp, kasabanın en güzel mezarlığı olarak hizmete açmasıydı.
Babam, Narınçoğlu Mezar projesine öylesine sevinmiş ki eve geldiği
zaman anneme, “Hanım, bu gün çok güzel bir iş yaptım. Ağaçlar arasında
579
Aydın Ural
Yıl 1957. Ankara. Iğdır heyeti.
1. Ali Ural, 2. Av. İsmail Oktay, 3. DP İlçe Başkanı Eşref Kaya, 4. Hacı Nağdali Parlar, 5. Turan Atasever, 6. Sadık
Tezel, 7. Adnan Menderes, 8. Fazıl Şıktaş, 9. Hacı Ekber Çöllü, 10. Sultan Kölanlı
yemyeşil bir mezarlığı belediye için satın aldım” demiş.
Babam vefat ettiğinde Narınçoğlu’na defnettik.
1973 Iğdır Belediye Seçimleri
Belediye başkanı Hüseyin Akbulut, 1973 mahalli seçimlerinden önce
işlendiği iddia edilen bir suçtan dolayı, altı aylık bir cezaya mahkum edilmişti. Bu yüzden seçimlere tekrar katılıp katılmayacağı şüpheliydi. Yasal uygulamanın, daha doğrusu eğer yeniden belediye başkanı seçilirse durumunun ne
olacağını kimse bilmiyordu. Bu yüzden benim de üyesi olduğum Demokratik
Parti yöneticileri arasında her ihtimale karşı yeni bir aday üzerinde anlaşma
sağlamak için hareketli bir kulis yaşanıyordu. Başkan adayı olarak akla gelen
isimlerden birisi de bendim.
Bir gün Hacı Hüdaverdi Aras’ın mağazasında oturmuş hep birlikte son
gelişmeleri değerlendiriyorduk. O sırada ilçe hâkiminin, tam karşı caddedeki
Hacı Zöhrap Makinist’in dükkânından içeri girdiğini gördük. Çok geçmeden,
Hacı Zöhrap Makinist bizi dükkânına davet edip bir durum değerlendirmesi
yapmak istedi.
580
Iğdır Sevdası
Hacı Zöhrap Makinist, açık ve net hâkime şu soruyu yöneltti:
“Hüseyin Akbulut tekrar başkan seçilirse, yasal durumu ne olur?”
Hâkim bu soruya fazla düşünmeden şöyle cevap verdi:
“Seçime katılabilir ama eğer kazanırsa belediye başkanı olamaz. Altı
aylık cezasını tamamladıktan sonra ancak görevine başlayabilir” dedi. Hâkim
gittikten sonra biz kendi aramızda durumu yeniden değerlendirdik, Hüseyin
Akbulut’un yeniden aday olması için şu sloganı yarattık: “Hüseyin Akbulut
ceketini asacak biz de ona oy vereceğiz!” Bu duygusal bir karardı, nitekim
sözümüzü tutup Hüseyin Akbulut’u tekrar başkan seçtik.
Hüseyin Akbulut’un görevine hemen başlaması imkânsız olduğundan altı aylık bir süre için bir vekil seçmemiz gerekiyordu. Aramızda oturup
konuştuk, Cemalettin Güneş’in hanımı Azeri olduğundan zümrecilik yapmaz
diye vekil olarak onu seçme yönünde karar aldık.
Cemalettin Güneş, Süphan Güneş’in lokantasında akşam yemeğine
oturmuştu. Heyet olarak etrafını aldık; meclis azaları alınan kararı kendisine
açıkladı. Cemalettin Güneş bize dönerek, “Ben olmam! Mecit Hun olacak”
dedi. O akşam Cemalettin Bey’i zar zor vekil olmaya ikna edebildik.
Altı ay sonra Hüseyin Akbulut cezasını tamamlayıp başkanlık görevini devraldı.
581

Benzer belgeler