ismail ağırkaya

Transkript

ismail ağırkaya
İsmail Ağırkaya
İSMAİL AĞIRKAYA
“Ağırkaya” ailesi, Iğdır’ın siyasi
ve ekonomik yaşamında ağırlıklarını her
zaman hissettirmiş, zümreler arasındaki
dengenin korunmasında, Iğdır gerçeğiyle
barışık sağduyulu politikaların geliştirilmesinde ve uygulanmasında, değişmeyen
bir kararlılıkla hep en öne çıkmasını bilmiştir.
İsmail Ağırkaya, ailesinin bu
siyasi misyonunu devam ettirmenin yanı
sıra, Nağı Odoğlu’ndan beri, bağ ve
bahçecilik konusunda dünya çapında bir
İsmail Ağırkaya
vizyon sahibi olarak Iğdır’a çok değerli
bir hizmet sunmaktadır. Değerli amcamı
bu konudaki çalışması nedeniyle özellikle kutlamak isterim.
Hayatım
Babam Hacı Bahçeli Ağırkaya ve dedelerim, Alıköçek ve Kundo
köyü yerlisidirler. Kaça-Kaç zamanı güvenlik nedeniyle köylerini terk edip
İran’a sığınmışlar. Orada 5-6 yıl kaldıktan sonra tekrar Iğdır’a geri dönüp
eskiden bir Ermeni köyü olan Alikamerli’ye yerleşmişler. Ben de bu köyde
1925 yılında dünyaya gelmişim.
“Nağdali adında birisi...”
Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru Ermeni komitacılar oba
köylerindeki Müslümanlara büyük eziyetler vermişler. Bir araya toplayıp
camilerde yakmışlar.
Bizim köyler dağlık ve Ermeni köylerinden uzak olduğu için önceleri
bu saldırılardan fazla zarar görmemiş. Ancak zamanla Ermeniler dağ köylerine doğru saldırıya geçmişler.
Bir keresinde yüzlerce silahlı Ermeni köyümüze doğru hareket geçmişler. Gözcüler baskını haber alıp, köyü haberdar etmişler. Silahlanan köylüler, Ermenileri uygun bir yerde tuzağa düşürmüşler.
İçlerinde “Nağdali” adında birisi o gün gerçek bir kahramanlık göstermiş. Kendisini tepedeki bir siperin arkasına atıp saldırganları ateş yağmuruna
tutmuş. Attığı boşa gitmiyormuş.
Ermeniler, onu teslim almak için etrafını kuşatmışlar. Nağdali mermisi bitinceye kadar 30-40 saldırganı haklamış. Son mermiyi de kendi kafasına
68
Iğdır Sevdası
sıkıp intihar etmiş.
Kızgınlıklarını yenemeyen Ermeniler kendilerine bunca kayıp verdirten Nağdali’nin kafasını kesip beraberlerinde götürmüşler.
“ Hayvanlarımıza el kondu..”
Kaça-Kaç’ın en kötü günlerinde (1919) babam ve ailesi hayvanları
önlerine katıp, yükte hafif pahada ağır neleri varsa yanlarına alıp İran’a doğru
yola çıkmışlar.
Bu konvoy Orgof köyüne yakın bir yerden geçerken Kerem Bey’in
adamları önlerini kesip sürülerine el koymuşlar. Babam bu haksızlığa karşı
gelmiş,
“Kerem Bey biz yıllardır komşuyuz. Bize bunu nasıl yaparsınız? Biz
Ermeni’nin elinden kurtulmaya çalışırken sizin gibi Müslüman kardeşlerimizin bu davranışı bizi çok üzüyor” Ağabeyim Hacı Ekber 8-10 yaşlarında bir çocukmuş. Kevê adında
çok sevdiği bir koyunu ve bir keçisini kurtarmak için çok ağlamış ama onları
da zorla ellerinden almışlar. Kerem Bey,
“Eğer biz almasak yolda Ermeniler yolunuzu kesip nasıl olsa elinizden alacak. En iyisi hayvanlarınız bizimle kalsın” diyerek konvoyu tekrar
yola salmış.
Günlerce süren zorlu bir yolculuktan sonra konvoy Doğubeyazıt
üzerinden İran’a geçmiş. Yolda yabani ot ve pancar türünden ne buldularsa
yiyerek kendilerin tehdit eden açlığa karşı mücadele etmişler.
“İran Serdarı’nın gözü anama düşmüş”
Anam çok güzelmiş. Bir gün nasıl olmuşsa İran’da kaldıkları bölgenin Serdarı (Kaymakam) anamı görüp aşık olmuş. Nasıl edip bu muhacir kadını ele geçireyim diye düşünen Serdar, bir gün evindeki hizmetçi kadınlardan
birisini babama göndererek şu haberi iletmiş:
“Loğusadaki eşimin bebeği emzirecek sütü az. Sizin hanım günün
belirli saatlerinde eğer benim eve gelip bebeğimi emzirirse ne isterseniz vereceğim” demiş. Babam Serdarın kötü niyetinden şüphelenmediği için anamı
göndermek istemiş. Ama anam tehlikenin farkındaymış:
“Herif (Kocam) o köpeğin niyeti bozuktur. En iyisi evimizi alıp buradan göç edelim. Yoksa başımıza iş aşacak!” diyerek babamı uyarmış.
Ailem 5-6 yıllık bir aradan sonra xalas tamburas (kör pişman) tekrar Iğdır’a gelip Alikamerli köyüne yerleşmişler.
Kim bilir eğer bu olay olmasaydı benim ailem hiç geri dönmeyecek
İran’da kalacaktı!.
69
İsmail Ağırkaya
Alikamerli köyü
Alikamerli köyü tıpkı Halfeli, Hoşhaber, Enginalan gibi önceleri bir
Ermeni köyü imiş. Ailem gelip yerleştiği zaman (tahminen 1924) köy yeri
ve araziler nerdeyse bomboş ve sahipsiz imiş. Sonraki yıllar aşiretten Torun,
Şeyh ve Motanlı gurupları gelip yerleşti.
Babam ziraat ve hayvancılığı birlikte yürüttü. Ama ilk yıllar bizim
için daha çok hayvancılık önemliydi.
Iğdır bölgesinde sığır besisini bizim kadar ciddiye alan başka kimse
yoktu. Her yıl düzenli olarak yaylaya çıkardık. Sinek, Çeme-Çottê (Hacı İsa
Yiğit’e aitti) ve birkaç kez de Kaniye-Kut denilen yaylalarda konakladık.
Doğrusu yaylayı sevmezdim. Dere, tepe ve soğuktan başka bir şey
yoktu. Halbuki köy beni kendisine tutkuyla çekerdi. Yeşillik, bağ ve bahçelik
vardı. Bu yüzden elime fırsat geçtikçe yayladan kaçar köye gelirdim.
1938 yılında Iğdır bölgesine yerleştirilen Bulgar göçmenler, beraberlerinde güzel cins inekler getirmişlerdi.. Beyaz yada mavi renkte, karagözlü bu ineklere babam gönlünü kaptırmıştı. Elimizdeki yerli ırk ineklerin
tamamını satıp göçmen inek aldık. Göçmen inekler iki kat pahalıydı. Her çift
yerli ineğe karşılık bir göçmen inek alabildik.
O günden sonra sığır besiciliğini profesyonel olarak yapmaya başladık. Bu inekler sayesinde süt randımanımız oldukça artmıştı.
Yayla zamanı bu inekler sürü halinde gittikleri zaman uzaktan
bembeyaz bir bulut gibi görünürlerdi. İnsanlar birbirlerine gösterip gıptayla,
“Bahçeli Beyin inekleri gidiyor” derlerdi.
“Ver hayvanın gübresini sırtına..”
İlkokula 12 Kasım’da başladım. İnönü İlkokulu açılınca oraya transfer oldum.
Evimiz köyde olduğu için aile dostumuz, Fazıl Baykal’ın -1956
yılında Iğdır belediye başkanı- evinde kalarak okula gidip geliyordum. Derslerimi çok seviyor ve oldukça başarılı bir öğrenciydim. İlkokulu teşekkürle
bitirdim.
Ortaokula kaydımı yaptırdım ancak her nedense istekli olmadım.
Yaşımın çok üstünde cüsseli, iri yarı bir görünümüm vardı. Sınıf
arkadaşlarım yanımda ufak tefek kalıyorlardı. Bu da bana garip bir kompleks
duygusu veriyordu. Okula gitmektense ahırda çalışmak bana daha cazip ve
akıllı bir iş gibi geliyordu. Ancak abim Hacı Ekber benim bu kararımdan hiç
memnun değildi.
Bir gün beni ahırda köşeye sıkıştırdı. Önce tatlı bir dille,
“Güzel kardeşim niçin okula gitmiyorsun. Bak ilkokulu birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar teşekkürle bitirdin, sınıf mümessili seçildin. Git oku
70
Iğdır Sevdası
büyük adam ol!”dedi. Abimin bu uyarısını şöyle cevapladım:
“Okula gitmek istemiyorum. Benim boyum çok büyük benimle alay
edecekler”
Tabii bu gerekçe abim için doyurucu değildi. Beni sözle ikna edemeyince birkaç silleyi suratımda patlattı. Dengemi kaybedip yere düştüm. Abim
sinirine hakim olamayıp eline geçirdiği kamçıyla ha bire vurmaya devam etti.
Ben avazım çıktığı kadar bağırıyor, yardım çağırıyordum.
Babam kapıda belirdi, “Ne oluyor?” diye sorunca abim durumu anlattı. Babam da benim inatçı huyuma kızmış olacak ki abime güya sitem eder
gibi,
“Sana bir yük hayvanı lazım değil mi, ver sırtına hayvan gübresini
taşısın. Hayvan gibi çalıştır ki okumamanın cezasını anlasın!”
Bu olayı bugün hatırladığım zaman içim burkuluyor ve boğazım
düğümleniyor. Eğer abimin sözünü dinleseydim hiç olmasa okul hayatım o
kadar erken sona ermezdi. Beni ikna etmek için bu kadar uğraşan abimi bu
vesileyle rahmetle anıyorum.
Askerlik
Askere gitmeden önce evlenmiştim. Askerlik için yola çıktığım zaman hanımım, oğlum Orhan’a 4 aylık hamileydi.
Askerliğimi 1945-46 yıllarında önce Sarıkamış daha sonra Erzurum’da Topçu Alayında yaptım. İkinci Dünya Savaşı’nın son yıllarıydı. Açlık
ve yokluk her yerde kendini hissettiriyordu.
Asker ocağına teslim olduğum zaman yaz mevsiminin yağmurlu bir
günüydü. Ortalıkta ne kışla binası ne de yatakhane vardı. Elimize bir battaniye tutuşturmakla yetindiler. “Hani döşek?” diye sorduğumuzda, “Onu siz
yapacaksınız” diye cevap aldık. Bu şekilde ortalıktan topladığımız çer çöpü
üst üste koyup döşek gibi kullanmaya başladık. Sabahları kalktığımız zaman
vücudumuzun yarısı çamura gömülmüş olurdu. Ama ne hikmetse asker ocağında asla hasta olmadım!
O yıllar DP yeni yeni ortaya çıkıyor, hükümet daha liberal politikalar
izliyordu.Bu durum ordu içerisinde kendisini erata karşı daha hoşgörülü davranmak şeklinde tezahür ettiriyordu.
Bir gün bir Yüzbaşı erin birini çok şiddetli bir şekilde dövdü. Bunun
üzerine Alay komutanı bu Yüzbaşıyı ve diğer subayları bir toplantıya çağırdı.
Ben de emir eri olarak orada hizmet görüyordum. Alay komutanı,
“Yeni askeri kanuna göre kesinlikle erat dövülmeyecek yoksa hapis
cezası alırsınız” dedi.
71
İsmail Ağırkaya
“Farenin yarısını yemiştik”
Laleli Askeri Kışlası Erzurum’a 10 km uzaklıktaydı. Arada bir, üç
saatlik bir yürüyüşle Erzurum’a gider, kendimize eğlenirdik Kış aylarında bu
yollar karla kaplandığı için kızağa binerdik.
Doğrusu kış ayından pek rahatsız değildim. Sık sık kışlanın yakınındaki tepelere çıkıp kayak yapardık. İnanın çok zevkli olurdu! Bazı günler
sabahtan akşama yemeden içmeden kayardık.
Görevim revir çavuşluğu idi. Birlikleri dolaşır hasta eratı yanıma
alıp revire getirirdim.
Bir akşam arkadaşlarla revirde oturmuş sohbet ediyorduk. Tabii o
zamanlar elektrik olmadığı için ortalık karanlık olurdu.
Karnımız acıkmıştı. Elimizdeki tek somunu ikiye bölüp yarısını akşam yemeği niyetine yedik. Sabahleyin kahvaltı için ekmeğin diğer yarısını
yemek istediğimizde bir de ne görelim, ekmeğin içinde yarım bir fare! Meğerse hamura karışmış bir fare ekmeğin içine sandviç gibi sıkışıp kalmış ve orada
pişmiş. Biz de farkında olmadan yarısını afiyetle yemişiz!
Bu yarım ekmeği alıp emir subayına götürdüm. O da Levazım görevlilerine bu ciddi ihmal yüzünden fırça attı. İş büyüyünce Alay komutanı
olaya el koydu.
Traktörlü yaşam
Türkiye 1951 yılında Marshall yardımını alınca ülkeye yabancı
marka traktörler girmeye başladı. Ben de bundan haberdar olmuş ve böyle bir
traktör almaya çok heveslenmiştim. Bir gün babamı zorla ikna edip traktör
almaya karar verdik.
Traktörün fiyatı pulluk dahil 5000 lira kadardı. Bu bizim için gerçekten büyük bir paraydı. Başladık elimizdeki hayvanları satıp para biriktirmeye.
Kötan (çift) süren bir çift manda ve öküzü 100 liradan, bir çift ineği 20 liradan
ve koyunları daha az bir parayla elden çıkardık. Buna rağmen gerekli olan
paraya ancak ulaştık
Kardeşim Hacı Abdullah’ı şoförlük öğrenmesi için Erzurum’daki
bir traktör kursuna gönderdik. Kinyas Kartal’ın oğlu Fevzi Bey ve Doğu Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelen çiftçiler kardeşimin de katıldığı bu kurs
yerinde tanışıp birlikte dört ay boyunca şoförlük öğrendiler. Kardeşim kursu
bitirip Iğdır’a geri gelince ben parayı alıp Ankara’ya gittim ve Fordson Major
marka bir traktör satın aldım.
“Men size demedim mi, demir işinden anlamazsınız...”
Traktör birkaç gün çalıştı fakat bir sabah ne olduysa marş basmadı.
İlk günlerin sevinci kaybolup gitti. Kardeşim traktör kursu aldığı halde soru72
Iğdır Sevdası
nun ne olduğunu çözemiyordu. Bütün servetimizi bu traktöre yatırmış o da bir
demir yığını gibi önümüze dikilmişti.
Babam son derece sinirliydi. Bazen elini şakağına atıp kara kara
düşünüyor bazen de yanımıza gelip bize fırça atıyordu:
”Men size demedim mi, demir işinden anlamazsınız ama dinlemediniz. Görün halinizi!”
Komşulardan iki öküz kiraladık. Traktörü araziden çıkarıp yol kenarına getirdik. O yıllar devlet yolu dar ve virajlı bir patikayı izleyerek köyün
ortasından geçiyordu. İnşallah bir vasıta geçer diye umutla beklemeye koyulduk.
Nihayet uzaktan bir kamyon göründü. Sevinçle yolun önüne fırlayıp
61 plakalı bu kamyonu durdurdum. Trabzonlu şoför çok cana yakın ve iyi bir
insandı.
“Şoför kardaş, ne olur, bizim bu traktör çalışmıyor, hele bir göz at!
Yoksa babamızın gazabına uğrayacağız”dedim.
Şoför karşısında gıcır gıcır bir traktör görünce,
“Merak etmeyin bu traktör çok yeni. Önemli bir sorunu olmaz”
dedi.
Traktöre çıkıp elini kontak anahtarına attı ama ses gelmedi. Birkaç
kez denedi, yine ses yok! Kontak bölmesini açıp baktı. Keyifli bir şekilde,
“Hele bana biraz sıcak su getirin!” dedi. Biz de, “Bu adam sıcak
suyu ne yapacak?” diye meraklandık. Kutudaki cıvataları söküp bağlantı kablosunun demir başını çıkarıp bize gösterdi:
“Tellerin ucu oksitlenmiş yahu, bakın şu beyazlık var ya nemden
dolayı olur ve elektriği geçirmez o yüzden de marş basmaz” dedi.
Demiri sıcak suya daldırınca oksitler eriyip kayboldu. Tekrar bağlantıyı yapıp marşa basınca motor “Kııııırt!” diye çalışmaya başladı. Hepimiz
sevinçten nerdeyse zıplayacaktık.
O gün öylesine mutlu olmuştum ki bunca yıl sonra bile o mutlu anı
hatırlamak bana güzel bir duygu veriyor, “Vay be! Nereden nereye?” demekten de kendimi alıkoyamıyorum.
“Aile reisi oldum”
Beş kardeş ve babam hep birlikte büyük bir uyum içinde ziraat ve
hayvancılık işlerini yürütüyorduk. Bir gün babam tüm aileyi bir araya topladı.
“Çocuklarım, dedi, ben artık yaşlanmışım. Bugün yarın ölüp gideceğim. İstiyorum ki siz kardeşler beraberce bu evin işlerini yürütün. Ama aranızdan birisinin idare işini üstlenmesi gerekir. Ben istiyorum ki İsmail ailenin
yönetim işlerini eline alsın. Eğer bu kararım hoşunuza gelmiyorsa o zaman
73
İsmail Ağırkaya
ben sizleri ayıracağım. Biliyorum oğlum Ekber düşünecek, “Ben kardeşlerin
en büyüğüyüm ama babam idare işini İsmail’e veriyor” diye düşünecek. Benim İsmail’den isteğim abisine olan sevgi ve saygısını her zaman koruması
ve onu küçük düşürmemesidir. Ben inanıyorum oğullarım çok başarılı olacaklar.”
Babamın vefatı ve bir kaza
Babam 1950’li yılların başında Hacca gidip geldi. Artık yaşlanmıştı
ve sağlık durumu kötüleşiyordu. 1956 yılında vefat etti.
Aynı yıl ailemiz bir kaza nedeniyle ikinci kez üzüldü.
Yaz sonuydu. Yayla yerinde hogeç (koç) sürümüz vardı. Kardeşim
Abdullah arada bir çobanların cirosunu yani yeme-içme, sigara vb. ihtiyaçlarını traktörle onlara ulaştırırdı. Yol güzergahına yakın yerlerde bolca keklik
sürüleri dolaştığı için yanına av tüfeğini almayı da ihmal etmez, hazinesine
mermi sürülmüş bu tüfeği iki bacağı arasında saklardı.
O gün yola çıktığında ağabeyim Hacı Ekber de ona eşlik etmişti.
Yolda karşılarına kendileriyle aynı yöne giden iki yolcu çıkmış.
Kardeşim traktörü durdurup onları da almak istemiş ama o anda bacaklarının
arasından kayan tüfek yere düşüp kendi kendine ateşlenmiş, patlayan mermi
ağabeyim Hacı Ekber’in kolunu parçalamış.
Bu kaza bizi çok üzdü.
Kardeşimin kolunu tekrar sağlığına kavuşturacak plastik cerrahi o
zamanlar Türkiye’de yoktu. Kardeşimi yurt dışına göndermeye hazırlandık
ama karşımıza döviz sorunu çıktı. Menderes Hükümeti zamanında Türkiye’de döviz alım-satımı tamamen Maliye Bakanlığının emrinde ve çok sıkı
koşullara bağlıydı. Biz elimizde kardeşimin Türkiye’de tedavisinin mümkün
olmadığını söyleyen bir devlet hastane raporuyla döviz alımı için Maliye Bakanlığına başvurduk. 2500 Mark alıp abimi Almanya’ya gönderdik. Abim
tedavisini gördü fakat elindeki döviz bittiği için geri dönemiyordu.
Kars Milletvekilleri Abbas Çetin ve Latif Aküzüm’ü devreye sokup
döviz almaya çalıştık. Onlarda doğrudan Menderes’e gidip durumu anlatmışlar. Başbakanın özel girişimiyle Maliye Bakanlığı ağabeyime yeni bir döviz
hesabı açtı. Ancak yanlışlıkla 2500 Mark yerine 2500 Dolar göndermişler!
Hüsnü Bingöl
Memleketini ve milletini seven son derece dürüst bir insandı. Parada
pulda gözü yoktu. Vatan sevgisini kendisine ilke edinmişti. Aleyhinde hiçbir
zaman konuşulmayan ender bir simaydı.
Ağabeyim Hacı Ekber’in başından Hüsnü Bey’le ilgili olarak tatsız
bir olay geçmişti.
74
Iğdır Sevdası
Bir gün ağabeyim Iğdır’daki kahvehanelerin birinde tanımadığı
insanlarla sohbet ediyormuş. Kars’tan gelmiş yabancı birisi Hüsnü Bey’in
aleyhinde laf edince hiçbir neden yokken ağabeyim de bu konuşmayı cesaretlendirmiş, Hüsnü Bey’in kötülüklerinden (!) dem vurmuş.
Hüsnü Bey’in her yerde kulağı vardı. Bu durum kendisine rapor
edildiğinde uyarı yapmak niyetiyle ağabeyimi yanına çağırtmış:
“Babanı ve aileni çok iyi tanıyorum. Niçin böyle şeylere karışıyorsun? Söylediklerinden bir tanesini ispat et desem edemezsin”
Ağabeyimin korkudan benzi atmış. Hüsnü Bey, bu kez sesini yumuşatıp, ağabeyimin sırtını şefkatle sıvazlamış. Gönlünü aldıktan sonra eve
göndermiş.
Nurettin Kirman
Nurettin Kirman ismi bana hatırlatıldığı zaman aklımdan, “Su testisi
su yolunda kırılır” atasözü geçer.
Nurettin Kirman yapısı gereği içinde bulunduğu yere sığmaz daha
fazlasını isterdi. Bu da onu biraz hırçın tabiatlı yapar, geçimsizliğe iterdi.
Aklımda kalan şu olay Nurettin Kirman’ın dostlarını ne kadar zorladığını iyi
anlatır.
DP iktidarı dönemiydi. Erzurum’da Şeker Fabrikası açılmıştı. Bir
gün Nurettin Kirman, Kars Milletvekilleri Abbas Çetin ve Latif Aküzüm’e
gidip,
“Beni Erzurum Şeker Fabrikası müdürü veya Genel Müdür yardımcısı olarak atamanızı istiyorum” demiş.
Nurettin Kirman gittikten sonra iki milletvekili şaşkın şaşkın birbirlerinin yüzüne bakıp ne yapacaklarını bilememişler. Ortaokul mezunu bir
kimseyi böyle bir göreve nasıl getiririz, yarın bir soruşturma olursa bunun
hesabını nasıl veririz diye haklı olarak tereddüt etmişler. Nurettin Kirman’ın
buna benzer cüretkar davranışları vardı.
Nurettin Kirman kürsü konuşmalarında çok iyi bir hatipti. Karşısında sadece Mecit Hun konuşabilirdi. Her ikisinin konuşma tarzı ve üslubu
oldukça farklıydı. Nurettin Kirman söyleyeceklerini makineli bir tüfek gibi
tek bir ağızdan söyler, kelimelerden çok cümleler anlamlı olurdu. Halbuki
Mecit Hun her kelimenin üstüne basarak boncuk boncuk konuşurdu. Konuşması daha inandırıcı ve sağduyulu olurdu. Hepimiz Mecit Bey’in bu hitabet
gücüne hayran kalırdık.
Hamit Hun
Hamit Bey beynelmilel bir karikatürcüydü. Eline kağıt kalem aldı
mı vay diğerlerinin haline!
75
İsmail Ağırkaya
Bazen açık hava kahvelerinde aynı masaya oturur sohbete dalardık.
Eğer o sırada karşıdan garip duruşlu veya yürüyüşlü birisi geliyorsa hemen
Hamit Bey’e doğru eğilip,
“Ay Hamit! Ne olursan bu gelen adamın hele bir karikatürünü çiz!”
diye isteklenirdim. Hamit Bey önce biraz nazlanır,
“Hacı bu işin içinde bozbaş (yöresel bir yemek) var mı, kebap var
mı?” diyerek pazarlığa girişirdi. Ben de, “Vallahi var! Sözüm söz!” derdim.
Bunun üzerine Hamit Bey cebinden çıkardığı kağıt üzerine birkaç kalem darbesiyle o adamın karikatürünü inanılmaz bir benzerlikle hemen resmederdi.
Oğlum Orhan’ın Iğdır Belediye başkanlığına adaylığını koyup yoğun seçim çalışmalarını yaptığı günlerdi. Bir gün Hamit Bey bana bir karikatür hediye etti. Bu karikatürde oğlum Orhan güya Belediye başkanı seçilmiş,
vakur bir edayla makam koltuğunda oturuyor, hemen yanı başında da sert
mizacıyla bilinen kardeşim Kurban elinde sopayla tehdit eder bir şekilde,
“Haydi Orhan çabuk bu koltuğu boşalt orada ben oturacağım” diyordu.
Mecit Hun
Mecit Hun en iyi dostlarımdan birisiydi. Siyasi konularda kendisine
vefa borcum vardı. Her ne kadar aynı siyasi partide beraber olmadıysak da
siyasetin kuralları her yerde aynı olduğu için başım sıkıştığı zaman onun öneri ve yol göstericiliğine baş vururdum. O da büyük bir zevkle bana yardımcı
olmaya çalışırdı. Diyebilirim ki onun gösterdiği yolda yürüdüm ve muvaffak
oldum.
Mecit Hun’un en önemli özelliği zümrecilik yapmamasıydı. Aslında
anlaşılması zor bir nedenle Hüseyin Akbulut ve Mecit Hun isimleri hep zümreci olarak ortalıkta tanıtıldı. Ama bu doğru değildi. Her ikisi de memleketini
ve insanını seven, ayrım gözetmeden hizmet verme aşkıyla dolu insanlardı.
“Mecit Hun kaymakam oldu”
Mecit Bey ilkokul ve ortaokul yıllarında çok başarılı bir öğrenciydi.
Onun çalışkanlığı ve zekası öğretmenlerin diline destan olmuştu.
Hiç unutamam bir öğrenim dönemiydi. Mecit Bey benden birkaç
sınıf ileride olduğu için o yıl ya ilkokul beşinci sınıf ya da ortaokul öğrencisi
olmalıydı. Iğdır’ın Kurtuluşu Bayramı törenle kutlanıyordu. Tıpkı 23 Nisan’da bir ilkokul öğrencisinin temsili olarak Cumhurbaşkanı koltuğuna oturması
gibi bu bayramda da Iğdır’ın en başarılı öğrencisini kaymakamlık koltuğuna
oturtmaya karar verdiler. Öğretmenler aralarında sözbirliğiyle Mecit Bey’i
seçtiler. Mecit Bey ciddi bir havada kaymakamlık koltuğuna oturup kısa bir
süre bu görevi icra etti.
76
Iğdır Sevdası
Halk arasında, “Ahmed Şemo’nun oğlu Mecit kaymakam oldu” şeklinde uzun zaman bu olaydan övgüyle konuşuldu.
Politik Hayatım
Politikaya ilgim 1950’li yıllarda başladı. O yıllar DÜÇ müdürü Ziya
Ayrım politikaya hazırlık olarak birtakım kirvelik ilişkileri geliştiriyordu. Bir
oğlunu benim kucağımda bir oğlunu da Enver Güneş kucağında sünnet ettirdi.
Bu kirvelik sözleşmesi nedeniyle uzun yıllar hem Ziya Ayrım hem de onun
kaynı Latif Aküzüm için çok çalıştım. Fakat 1970li yıllarda Ziya Ayrım ve
eniştem Behman Turan aynı anda Senatörlük için aday olunca kendisine açık
destek vermediğim için yollarımız ayrıldı. Uzun yıllar politik hareketliliğe dışardan müdahale etmekle yetindim.
Ancak oğlum Orhan’ın 1984 yılında Belediye başkanı seçilmesiyle politikanın içine davet edilmiş oldum.
1993 yılında DYP İl başkanı olarak aktif olarak görev aldım. Büyük bir şevk ve azimle çalışarak kısa sürede üye sayısını 120’den 6000’e
çıkardım. 1994 yerel seçimlerinde 43%’lük oyla Türkiye genelinde bir rekor
kırdım. Ancak politika menfaatlerin çatıştığı ve hızla değiştiği bir yerdir. Gereken kadirşinaslığı ne parti genel merkezinden ne de çalışma arkadaşlarımdan bulamayınca 5-6 yıllık aktif politika yaşantıma son verip tekrar dışardan
yönlendirme pozisyonuma geri döndüm.
Iğdır’da ziraatçılık hakkında birkaç söz...
Toprakta çalışmayı ve ziraatı çok seviyorum. Bir yaşam prensibim
vardır: Güneş asla üzerime doğmaz.
Erkenden kalkar namazımı kılar sonra da işçilere yapacakları işleri
anlatırım. İyi bir organizasyon çalışma hayatının temelidir.
Her şeyin en iyisinin bende olmasını isterim. Bu yüzden yenilikleri
yakından izler, onları ilk fırsatta uygulamaya korum. Iğdır’da tarımda traktörün kullanılmasını ilk ben uyguladım. Her 2-3 yılda bir traktörümü yenileyerek kendimi teknolojik olarak hep en son modellerle çalışmaya alıştırdım.
Yine Iğdır’a ilk seracılığı da ben başlattım. “ Napolyon” kiraz ve Bursa şeftalisini de getirip Iğdır toprağına uygun olarak ıslah eden de benim.
Halihazırda İspanya ve Özbekistan’dan getirttiğim tohumlarla yeni
kavun türleri üzerinde çalışıyorum. Şimdiye kadar çok başarılı sonuçlar elde
ettim.
Başarılı bir meyveciliğin iki koşulu vardır: Budama ve haşerelere
karşı mücadele etmek.
Budama işini şöyle özetlemek isterim. Şeftali fındık büyüklüğünde
iken eğer doğru ayıklama ve budama yapılmazsa bu meyve çok büyümez, üs77
İsmail Ağırkaya
telik ağacın ömrü de 5-6 yıl kadar olur. Halbuki bir daldaki şeftaliler arasında
dört parmak olacak şekilde ayıklama ve budama yapılırsa hem meyve büyük
ve iri taneli olur hem de ağacın ömrü 20-25 yıla kadar uzar! İyi bir ayıklama
yapıldığında şeftalinin 95%’i dallardan fındık büyüklüğünde iken toplanır.
Bunlara ek olarak çok iyi bir haşereyle mücadele tekniği geliştirmek
gerekir. Bu konuya o kadar önem veririm ki çoğu zaman bizzat kendim donanıp kuşanır elimde ilaçlama tabancasıyla ağaçları tek tek dolaşırım.
Şu anda 40 dönüm elma, 20 dönüm Napolyon kirazı ve 55 dönüm
şeftali ağacım var. Elmalarım Golden ve Starking çeşitlerinden. Artık kayısı
ağacı yetiştirmiyorum. Kayısı hem soğuğa az dayanaklı hem de olgunlaşması
çok hızlı olduğu için toplanıp pazarlanması zor.
1963’ten beri yapmış olduğum Petrol Ofisi bayiliğini, bazı nedenlerden dolayı, Aytemiz bayiliğine dönüştürdüm.
78

Benzer belgeler

17. Mahmut Alar

17. Mahmut Alar daha birçokları Batı illerine sürgün edilmişler. Iğdır Tabur komutanı Ali Mirze Bey’e haber gönderir, “Bir hafta on güne kadar sürgün edecekler, kaçın!” Bunun üzerine babam Ali Mahmut’un da içinde ...

Detaylı

35. Mustafa Şimşek

35. Mustafa Şimşek sinirine hakim olamayıp eline geçirdiği kamçıyla ha bire vurmaya devam etti. Ben avazım çıktığı kadar bağırıyor, yardım çağırıyordum. Babam kapıda belirdi, “Ne oluyor?” diye sorunca abim durumu anl...

Detaylı

aydın ural

aydın ural Oğlum Orhan’ın Iğdır Belediye başkanlığına adaylığını koyup yoğun seçim çalışmalarını yaptığı günlerdi. Bir gün Hamit Bey bana bir karikatür hediye etti. Bu karikatürde oğlum Orhan güya Belediye ba...

Detaylı

2. Mücahit Özden Hun

2. Mücahit Özden Hun lisesini pekiyi dereceyle bitirmiş, hayatının iki üç yılını Iğdır Ortaokulunda Matematik ve Fen bilgisi öğretmeni olarak geçirmiş bir babanın çocuklarının eğitimine böyle uzak durmasını uzun yıllar...

Detaylı

hacı cihangir turan

hacı cihangir turan tedavisini gördü fakat elindeki döviz bittiği için geri dönemiyordu. Kars Milletvekilleri Abbas Çetin ve Latif Aküzüm’ü devreye sokup döviz almaya çalıştık. Onlarda doğrudan Menderes’e gidip durumu...

Detaylı