26. Gurci Selçuk

Transkript

26. Gurci Selçuk
Gurci Selçuk
GURCİ SELÇUK
Ahmed Şemo’nun Kızı
Eşir, aşiret, kabile yada oymak...
Kural değişmez. İnsanlar liderin etrafında kümeleşir, kan bağıyla birbirine örülür, bir bütün olarak doğanın ve sosyal
yaşamın zorluklarına göğüs gerir.
Her aşiret kendi değer yargısını kendi eliyle yoğurur, kendi kimliğini
kendisi yaratır. Kendisinin efendisidir.
Gölgede olmak istemez. Aşiretin özgürlük
tutkusu ve bağımsız kimliğini devam ettirme isteği aynı zamanda varoluş nedenidir.
Bu özleminden taviz veremez, elinden
Gurci Selçuk
alınmasına göz yumamaz. Ölümüne direnir, gerekirse ölür.
Aşiret, canlı ve hareketli sosyal bir bütünlüktür. Başından geçen
önemli olaylar kuşaktan kuşağa sözel olarak aktarılır, hikayeleşir, destanlaşır.
Aşiret kimliğine güç ve anlam yükler.
20 yy boyunca Iğdır bölgesindeki Kürt aşiretleri de bu genel kuraldan
kaçamadı. Pastoral yaşamları; acı, tatlı sosyal ve siyasal altüst oluşlarla sarsıldı; yok oluşla var oluşu birlikte yaşadı.
1919 doğumlu Gurci Selçuk, başında “kofi”si, üzerinde kat kat “derye”siyle, bizleri zaman tünelinin bir ucuna, aşiret değerlerinin bütün görkemiyle hüküm sürdüğü bir döneme davet ediyor. Korkunç bir hafıza gücünün
ona verdiği ayrıntılar arasında, bizlerin bir zamanlar nerede olduğumuzu
hatırlatan silik izleri görebiliyorsunuz.
Gurci Selçuk öz halamdır. Tüm hayatım boyunca ilk kez bu söyleşi
nedeniyle bu denli uzun süreli yan yana oturmuştuk. Ama ne yazık ki, ne o
Türkçe konuşabiliyor ne de benim Kürtçe konuşma kabiliyetim onu tatmin
edecek düzeydeydi. İki yabancı gibi oturup, tercüman olarak görev yapan
kuzenim Fatma’nın aracılığıyla birbirimizi sorguladık.
Gurci Selçuk’un tüm anlatımı, başlı başına bir kitaptır. Önemli kısımları sizlere sunuyorum.
312
Iğdır Sevdası
Hayatım
“Dı salek de İdir drevıye ez hatıme dınyê” (Kaça-Kaç’da (1919) dünyaya
gelmişim)
Ne zaman dünyaya geldiğimi yıl olarak bilmiyorum. Ancak annemin
anlattığına göre o yıl Ermeni ve Kürt milisleri arasındaki çatışma çok hızlanmış; Ermeni komitacılar Iğdır ovasının dört yanında Müslümanlara karşı saldırıya geçmişlerdi. Yavaş yavaş Ağrı dağı eteğindeki köylere geliyorlarmış.
Nitekim bir gün Gelturan aşiretine bağlı Bulakbaşı köyüne saldırıp dağıtmışlar. Derken Axura ve Tezxerav köyleri de bu saldırılardan payını almış. Sıra
Adetli ve Hıdırlı köyüne geldiğinde ailem güvenlik nedeniyle köyü boşaltarak
“Kerre” dediğimiz savunmaya elverişli kayalık alana çekilmişti.
Annem o yıl bana hamileymiş. Böyle bir gün bir mağarada dünyaya
gelmişim. (“Cemileye Elke” adlı başka bir kadın da benim gibi o yıl “Kerre’de dünyaya gelenler arasındaydı.) Dünyaya geldiğimde mağarada sadece
annem Fatma’yla babaannem Gulizar Hanım varmış. Evin erkekleri ellerinde
silah “Kerre”nin aşağı kısımlarında Ermeni çetelerle çatışma halindeymiş.
“Hespan wan hêrık bun” (Atları ufak tefekti)
Annemin anlattığına göre saldırıya gelen Ermeni kuvvetlerinin yanında ayrıca Kazak birlikleri de varmış. Bu süvari birliklerinin atları garip şekilde ufak tefek, uzun tüylü imişler. Ermeni saldırıları bir zaman daha devam
etmiş. Ne zaman ki Abdülmecit Bey’in (Hamidiye Alay Komutanı) kovaladığı
Yezidiler Doğubeyazıt bölgesinden gelerek bize yakın yerden İran’a ya da
Ermenistan’a sığındıkları zaman olaylar azalmıştı.
“Ez ne şıvanım ez serşıvanım! “ (Çoban değil baş çobanım!)
Başkent (Aralık) tamamen boşalınca babam maiyetindeki milis güçleriyle kasabanın bir mahallesini işgal etmişti. O sırada Eleşref Bey ve Kerem
Bey komutasındaki diğer bir milis gücü de kasabaya girmiş. Kerem Bey ileri
atılmış, babamın onun izni olmadan bir mahalleyi ele geçirmesini hoş karşılamamış:
“Ehmede Şemo tu şıvaneki çıma wisa xwe dırej dıki?”
(Ahmed Şemo, sen bir çobansın niçin sınırını aşıyorsun)
“Kerem Beg, caw xwe weke jı mın ra bınêre, ez Ehmede Şemo me. Ez
ne şıvanım ez ser şıvanım”
(Kerem Bey, gözünü aç gözüme bak! Ben Ahmed Şemo’yum. Sıradan
bir çoban değil, baş çobanım.)
313
Gurci Selçuk
Aşiretim Gêloi
GÊLOİ AŞİRET ŞECERESİ
Aşiretim Gêloi aslen İran’dan gelmedir. Bu yüzden halen aşiretimiz
“Acem” olarak çağrılır. Gêlo dedem İran’daki baba evini bilmediğimiz bir
nedenden dolayı terk edip tek bir aile olarak Iğdır bölgesine gidip yerleşmişti.
Gêlo dedemizin üç hanımı varmış. Hanımları Helikan aşiretinden olduğundan
sonraki yıllar aşiretimiz kendisini en çok bu aşirete yakın hissetmişti.
Gêlo dedemin hanımlarından birisinin adı da Besik imiş. Bu nenemiz
çok saf ve kendi halinde olduğundan aile içinde onunla ilgili bugüne kadar
yaşayan bir tekerleme doğmuş:
“Besik hınek sefık e” yani “Besik nenemiz biraz saftır” şeklinde.
Gêlo dedemin 12 oğlu varmış. Dedem, oğullarından birini (Ceco)
zekât vermiş böylece bugünkü Gêloi aşireti, geriye kalan on bir oğlunun zürriyetinin çoğalmasıyla meydana gelmiş.
Şemo dedem Motanlı bir hanımla evliymiş. Bu evliliğinden Gêlo
ve Şaqul adlı çocukları dünyaya gelmiş. Şemo dedemin gönlünde Gêloi bir
kadınla evlenmek varmış. Mıstoya Gêlo’nun kızı Gulizar nenem bugün DÜÇ
sınırları içinde kalan bir köyde yetim kalmış bir kızmış. Şemo dedem Gulizar
nenemi zorla kaçırmış. Bu evliliğinden Ahmet, Mısto ve Emo adlı üç oğlu
dünyaya gelmiş.
Şemo dedemin Gulizar isimli hanımından çocukları zayıf ve çelimsiz
olduklarından bu aileye “Kelax” ismi takılmış. (“Kelax” biz göçerlerin çok
zayıf koyunlara verdiğimiz bir addır.)
Babamın İki Evliliği
Babam Ahmed Şemo iki evlilik yapmıştı. İlk hanımının adı Zeyno idi.
Zeyno’nun annesi Yusufê Gêlo’nun kızı Gozê idi. Gozê, Burukan aşiretinden
314
Iğdır Sevdası
bir beyle evlenerek bugün DÜÇ sınırları içinde kalan (ve artık yok olmuş) bir
köyde yaşıyordu. Kinyas Kartal’ın ailesi de aynı köyde(Torunkent) ikamet
ediyordu.
MALA ŞEMO (ŞEMO AİLESİ)
Annem Zeyno’nun Ailesi
Berdêl (Takas) Evlilik
Dedem Şemo, oğlu Ahmed’in evliliğini “Berdêl” dediğimiz geleneğe
bağlı kalarak yapmıştı. “Berdêl” bir anlamda iki ailenin kendi kızlarını oğullarıyla evlendirip takas etmesidir. Böyle olunca “Qelend” dediğimiz başlık
parasına da gerek kalmıyordu.
Şemo dedem kızı Susan’ı Fethi Bey’in ailesine gelin vermiş buna
karşılık Zeyno’yu oğlu Ahmet’e almıştı. Susan çok güzelmiş buna karşılık
Zeyno hoş bir kadın olmasına karşın kısa boylu ve çelimsizmiş. Dedem bir
315
Gurci Selçuk
ara pişmanlık duyup, “Keşke Susan’ı bu kara kız için değişmeseydim!” diye
hayıflanmış. (Zeyno, Ahmet’ten yaşlıymış.)
Susan’ın Zamansız Ölümü
Susan ilk çocuğuna hamileymiş. Aşiret içinde devam eden geleneğe
göre yeni evlenen kızlar bir zaman sonra baba evine bir koç getirerek, babanın ona vermiş olduğu emeği onurlandırmak isterler. Buna aşiret içinde “xêra
bavê xwe “ (babasının hayrı) ve “xêr xwastın” (hayır istemek) ziyareti denir.
Susan da böyle bir günde baba evinde iken birden bire rahatsızlanmış, çocuğunu doğururken vefat etmişti. Bu acılı olaya şahit olan Zeyno,”Hayatımda
asla çocuklarımı berdêl’le evlendirmeyeceğim”diye yemin etmişti.
Zeyno doğacak kızına görümcesi Susan’ın adını verecekti.
“Zeyno bê zar ma” (Zeyno çocuksuz kaldı)
Zeyno’nun ilk doğumundan Emine isimli bir kızı olur ama birkaç
aylık iken ölür. İkinci çocuğu da kız olmuş, adını Susan koymuşlar. Zeyno
üçüncü çocuğuna hamile iken bir doğum sorunu yaşamış. Yedi gün doğum
zorluğuyla yatakta kalmış. Bebek bir türlü dünyaya gelmiyormuş. Bebek anne
karnında ölünce köyün kadınları Zeyno’yu kendi yöntemlerince ameliyat etmişler. Bebeği parçalayarak anneden çıkarmışlar. Bu arada Zeyno’nun rahmi
de zarar görmüş. Nitekim onu da kesip atmışlar. Bu trajik olaydan sonra Zeyno’nun hamile kalması artık imkansızlaşmıştı.
“Senin malını da ben yiyeceğim”
Babamın ikinci evlilik yapmaya niyeti yokmuş. Ama bir olay babamı
böyle hareket etmeye zorlamıştı. Kardeşi Emo’yla arasında çıkan bir tartışmada, Emo:
“Ahmet, benim üzerime öyle ağalanma! Nasıl olsa oğlun yok. Tek
kızın Susan’ı oğluma alacağım, senin malını da ben yiyeceğim” demiş.
Zeyno bu sözlere çok içerlemiş. Kocasına bir erkek evlat verememenin acısını yüreğinde duymuş. O akşam kocasına:
“Ahmet, seni kendi ellerimle evlendireceğim. Emo’nun sözleri bir
bıçak gibi yüreğime saplandı” demiş. Babam, karşı gelmiş:
“Zeyno, ben senin üzerine evlenmem!”
Zeyno, planından vazgeçmemiş, gizliden uygun bir kız aramaya koyulmuştu. Bir gün Ali Yusuf’a (Mirzo Kısk’ın dedesi):
“Kocamı evlendireceğim eğer bildiğin soylu bir kız varsa beni haberdar et!”, diye tembihlemiş.
Ali Yusuf sorup soruşturmuş, nihayet Zeyno’ya şu haberi getirmiş:
316
Iğdır Sevdası
“Ali Mirze Bey’in kızı Fattê’yi kocana al!”
“Fattê çok genç, istesek vermezler..”
“Ahmed Şemo’ya verecekler..”
“Kalıko, çıteri ez qiza Ali Mirze biyınim?” (Bey Amca! Nasıl edip de Fattê’yi bir göreyim?)
Zeyno kocasına durumu anlatmış. Ahmed Şemo kızı görmeye isteklenmiş. Ali Mirze Bey’le aynı
köyde oturan Redkan aşiretinden Xelite Emo isimli bir
tanıdıktan yardım istemiş:
“Bey Amca! Nasıl
edip de Ali Mirze Bey’in kızı Fattê’yi bir
göreyim?”
“Sen
meraklanma!
Benim kızım onun arkadaşı.
Kızıma diyeceğim yarın FattêGurci Selçuk torunlarıyla
’yi beraberinde Taşburun yolu
üzerindeki Kaniye-Qerka’ya götürsün. Orada birlikte ip eğirsinler. Kızım,
Fattê’ye, “Hele sen ipini uzat git” diyecek, o zaman Fattê yola yakın bir yere
gelecek. Sen de bileceksin ki o kız Fattê’dir.”
Sabah olunca Ahmed Şemo ve Xelite Emo birlikte çeşmeye yakın bir
tepeye gitmişler. Fattê elindeki iği (teşi) tutarak yola doğru gidince babam da
tepeden inip yola çıkmış. Fattê’nin yanından geçerken dikkatlice kızı süzmüş.
Xelite Emo olup biteni uzaktan izliyormuş. Bir ara şöyle bağırmış:
“Ahmed Şemo, dê bı cawen xwe rınd lê bınêre!” ( Kendi gözlerinle
kıza iyi bak!)
Annem daha sonra bu ilk karşılaşmayı anlattığında, “Anlayamadım
niçin Ahmed Şemo gibi evli bir erkek bana öyle yakın geldi. Üstelik Xelite
Emo’nun manalı sözünü anlayamamıştım” derdi.
Annem 12-13; Ahmed Şemo da 42 yaş civarında imiş. Babam genç ve
cilveli Fattê’ye gönlünü kaptırmıştı.
“Her bra ser diya mın jı hev bûyin” (Annem yüzünden iki kardeş ayrıldılar)
Gêloylular, Fattê’yi istemeye gitmişlerdi. Ali Mirze Bey, berdêl türünden bir evlilik önerir. Kızı Fattê’yi babama verecek buna karşılık oğlu İsa,
üvey ablam Susan’la evlenecekti. Ancak Zeyno “berdêl” evliliklerin uğrusuzluk getirdiğine inandığı için kızını vermek istememiş. Ali Mirze Bey’in
317
Gurci Selçuk
kardeşi Mıhê de bu evlilik planına karşı gelmiş. Onun gönlünde Fattê’yi oğlu
Mirze’ye almak buna karşılık kızı Zelêxan’ı İsa’ya vermekmiş. Ancak kardeş
hanımları Pero ve Hênık Hanımlar, bu evliliğe karşı gelmişler, her ikisi de
“Ben kızımı asla diğerine vermem” diyerek inatlaşmışlar. İki eltinin neden
olduğu bu tartışma Ali ve Mıhê kardeşlerin mallarını bölerek birbirinden ayrılmasına neden olmuştu.
Ali Mirze ve Ailesi
Berdêl evlilik önerisi karşılık bulmayınca bu kez “qelend” karşılığında
Fattê’yi istemişler. Normal bir evlilik için istenen başlık 30 koyun kadarmış.
Ancak babam hem yaşlı hem de zengin olduğundan başlığı iki katına yani 60
koyuna çıkarmıştı. Annem üç yıl nişanlı kaldıktan sonra bir sonbahar günü
(1918) gelin gelmişti.
318
Iğdır Sevdası
“Qizamın wisa rınd e mina Gurcikek!” (Kızım eşi bulunmaz güzel bir
kız!)
Fattê’nin ilk çocuğu benim. Benim adımı önce “Bahar” koymuşlar.
Bıro dayım (İbrahim Ağa) bu ismi bana vermişti. Bahar, nenem Pero’nun
vefat etmiş kız kardeşinin adıydı.
Gulizar nenem gider gelir beni sever, “Qizamın wisa rınd e mina
Gurcikek!”, dermiş. Bu göçerler arasında güzel kadınlar için söylenirmiş. Bu
yüzden benim adım “Gurci” olarak kalmıştı. Bazen komşular Gulizar nenemi
alaya alırlar, “Bu kara kızın neresi güzel?” diye sorarlarmış. O da övgüyle:
“Benim kızım, çekik gözleri, al yanaklarıyla bir esmer güzeli”, dermiş.
“Fattê çocuk yapmaya devam etti..”
Benden sonra Fattê (Biz annemizi hep ‘Fattê’ diye çağırırdık) bir düşük yaptı. Annemin üçüncü çocuğu benden iki yaş küçük kardeşim A.Hamit’tir
(1921). Bundan sonra her iki yılda bir çocuk ailemize katıldı. Cemile (1923)
ve A.Mecit (1925) sırayla dünyaya geldiler. Annem kardeşim A.Müslüm’ü
dünyaya getirdiğinde (1926) ailemiz sıkıntılı anlar yaşıyordu. Bir yandan
sürgün kanunuyla mağdur olma durumu bir yandan da Kızılbaşoğlu aşiretiyle
çatışma halindeydik.
“Bav hat! Bav hat!” (Baba geldi! Baba geldi!)
Evdılleye Yusuf’un öldürülmesini izleyen günlerdi (1929 İlkbahar).
Babam Iğdır’a gidip Nuri Bey’i ziyaret etmişti. Cephane ve silah yardımı talebinde bulundu. Eğer o yıllar Nuri Bey’in yardımı olmasaydı babamın Ağrı
Teşkilatını örgütleyen Temıre Emo, Şeyh Zahır ve Şeyh Abdülkadir gibi güçlere ve Kızılbaşoğlu aşiretine karşı gelmesi mümkün olamazdı.
Babam geri döndüğünde Müslüm 3 yaşında bir çocuk olarak babama
doğru heyecanla koştu, “Bav hat! Bav hat!” diye bağırdı. Babam onu kucakladı, birlikte eve doğru geldiler.
Babamın elinde bir sigara çubuğu vardı. O zamanlar sarılı sigara
olmadığında açık tütünü uzun bir çubukta içerlerdi. O akşam A.Müslüm hastalandı. Annemin anlattığına göre babam gece yarısı birden uyanmış, “Fattê
kötü bir rüya gördüm. Rızgê’nin köpekleri elbiselerimi parçalıyordu” demiş.
Tam o sırada da A.Müslüm yatağında acı içinde kıvranıyormuş. Aniden vefat
etmişti.
O yıl kardeşim Seyran dünyaya geldi (1929). Numan Efendi öldürüldüğünde Yakup dünyaya geldi (1930 Sonbahar) Babam tutuklanıp Erzurum
cezaevinde iken Yakup vefat etti (1931 Sonbahar). Bundan sonra Gulizar ve
Almas dünyaya geldiler. Son beşik Asiye bir yaşında vefat etti.
319
Gurci Selçuk
Ağalar ve Beyler Sürgünü
Hükümet ağa ve beyleri sürgüne gönderdiğinde (1926) listede babamın adı da varmış. Bir gün Kızılbaşoğlu aşireti liderlerinden Hesene Tozo
babama Iğdır’dan bir mektup getirdi. Mektubu Numan Efendi göndermişti.
Mektubunda,
“Ahmet Ağa ben yakalandım; sürgüne gönderecekler. Sen kaç bir zaman için “kerre”de saklan ama kesinlikle İran’a gitme. Kaymakam vekilliği
yıllarımdan tanıdığım Yüzbaşı Nuri Bey sana bilahare yardım edecek.”
Numan Efendi Gêloi aşiretindendi. Babası (Ceco) Gêlo dedemizin öz
oğluydu. Bu yüzden babamı çok severdi.
İlkbahar zamanıydı. Babam yanına nenem Gulizar ve Fattê’yi alarak
“kerre”de saklandı. Annem kardeşim Abdülmüslüm’e hamileydi.
Ben ve Zeyno anam köy yerinde kalmıştık. Koyunlar yeni doğurmuştu, ben de ortalıkta koşturup duruyordum. Ev sahipsiz kaldığından Zeyno
anam koyunları otlatmaya bizzat kendisi gidiyordu.
Hamit Bey, Kerem Bey ve daha başkalarının yakalanıp sürgüne gön320
Iğdır Sevdası
derdikleri haberleri geliyordu. Dedem Ali Mirze ve ailesi de İran’a kaçmaya
hazırlanıyordu. Her yerde büyük bir panik yaşanıyordu. Kaçmak için fazla
zamanları yoktu. Her an askerler gelebilirdi. İbrahim dayımın (Bro) Iğdır
merkezde bir çok dükkanı vardı. Tapuları alelacele tandırın soğuk külleri
arasına sakladılar. Eşyalarını yanlarına alamadan tüm aile hüzünlü bir şekilde
İran’a doğru yola koyuldu. Çok geçmeden askerler köye geldiler, eşyalara el
koyup götürdüler.
Ortalık biraz sakinleştikten sonra Nuri Bey babamı yanına çağırtıp işlerini düzenledi. O günden sonra babam Nuri Bey’den birçok konuda yardım
aldı. Aralarında iyi bir dostluk gelişmişti. Babam serbest olunca o yaz evimiz
Sinek yaylasına gitti
Mecit Hun’un Doğumu (1925 Mayıs, Guhıra-Evdi-Ağa, Ağrı Dağı)
Mecit’in doğduğu yıl ailemiz Ağrı Dağı’nda yaylaya çıkmıştı. İlkbaharla aşiretimiz köyün yakınında veya “kerre”de çadırlarını açıyor, koyunların yavrulamasından ve kuzuların biraz büyümesinden sonra obamız daha
serin olan yukarılara çıkıyordu.
O yıl ailemiz “kerre”den ayrılıp Guhıra-Evdi-Ağa’ya taşındı. Koyunların sağılma zamanıydı. Böyle bir günde Mecit yayla yerinde dünyaya geldi.
(1925 Mayıs)
İki ay sonra tekrar sıcaklardan korunmak için Arpa-Tepe mıntıkasına
göç ettik.
Mecit’in dünyaya geldiği yıl İran’dan gelen kaçaklar Mıhê Kazak
amcamın atlarını çalmışlardı.Yabani olarak otlayan bu at sürülerinin sayısını
kimse tam olarak bilmezdi.
“İki kadın çok uzaklardan geldiler”
Mecit üç dört aylıktı. Obamız Arpa-Tepe’ye taşınmıştı. Bir gün yayan yürüyen bir kılavuzun arkasında iki süvari kadın çadırlarımıza geldiler.
Kadınlar beyaz çarşafla örtünmüşlerdi. Dağ taş gittikleri her yerde, “Ahmed
Şemo’nun evini arıyoruz, nasıl buluruz?” diye sormuşlar, bu şekilde evimize
kadar gelmişlerdi.
O gün Medet Gulê’nin Ardê’yle evlilik törenleri yapılıyordu. Fattê
annem genç yaşın vermiş olduğu merak ve heyecanla düğün dernekleri kaçırmazdı. Zeyno annem Mecit’e çok düşkündü; düğün yerindeki kadınların
nazarı değer korkusuyla Mecit’i dışarı çıkarmaz, onunla evde kalmayı tercih
ederdi.
İki atlı kadın eve geldiklerinde Zeyno annem evde yalnızmış. 3-4 aylık Mecit de mışıl mışıl uyuyormuş.
Kadınlar uzak yerden geliyorlardı. Birisinin adı Besrê idi. Hasanhan
321
Gurci Selçuk
aşiretinden Ferzende’nin hanımıydı. Cibranlı Halit Beyin akrabası olan Ferzende Ağrı Dağı Teşkilatının önemli isimlerinden birisiydi. Onun yaralandığı
haberi üzerine iki kadın çok uzaklardan çıkıp gelmişlerdi. Diğer kadın Şeyh
Abdulhadi’nin hanımıydı. Şeyh Abdulhadi, bölgede tanınan Şeyh Kasım’ın
kardeşiydi. Şeyh Kasım da isyancıların arasındaydı.
(Not: Ferzende 1925 yılında Şeyh Sait isyanın hemen akabinde İran’a
sığınır. Mücahit)
“Şeyh Abdulhadi’nin evi ziyaret olmuş”
Şeyh Abdulhadi’nin karısı başından geçen şu olayı anlatır.
“Yedi erkek çocuk doğurdum. Çocuklarım bir yaşına girince kocam onları
eline alıp, kötü dualar okuyarak ölmesini
istedi. Bu şekilde bütün çocuklarımı kaybettim. Nihayet sıra yedinci oğluma gelince kocama yalvardım, “Ne olur hiç olmasa
Gurci Selçuk
bu çocuk yaşasın!” dedim. Fakat fayda
etmedi. Kocam, “Hanım bu çocuklardan
bize bu dünyada fayda yok öbür dünyada biz onların hayrını göreceğiz” dedi.
Aradan kısa bir zaman geçti hem kocam hem de oğlum öldüler. Bu olaydan
sonra insanlar evimizi ziyaret yeri olarak gördüler. Ben de evde oturup gelen
gidenleri kabul etmekle günümü geçiriyorum. Besrê hanım kendisine Ağrı
Dağında eşlik etmemi isteyince onunla yola çıktım.
“Halit Begê Ferzende lı ku ye?”(Ferzende nerede?)
Kadınlar oturup çay içtiler. Babam geldi. Besrê Hanım babamdan Ferzende’yi nerede bulabileceğini sordu. Babam yerini biliyordu ama söylemedi.
O gün Ferzende’nin nasıl yaralandığına dair şu hikaye anlatılırdı:
Ferzende, bir grup arkadaşıyla İran hükümeti yetkililerinden bir görüşme teklifi almıştı. Mektup geldiğinde yanlarında Şeyh Kasım da varmış.
Şeyh, “Ben rüya gördüm oraya gitmeyelim, bizi bir uğursuzluk bekliyor”
demiş. Buna rağmen kadınları geride bırakarak sadece erkekler İran’a geçip,
kale gibi surları yüksek bir binanın içinde ağırlanmışlar. Bir ara kapı açılmış
içeri giren şişman bir asker Şeyh Kasım’a tokat atmış. Bu davranışa tepki
gösteren Kürtler İranlılara saldırmışlar. İranlı askerlerin ateş açması yüzünden
çoğu orada ölmüş, Ferzende de yaralı olarak kaçmıştı.
Bu konuşmalar bittikten sonra Şeyh Abdulhadi’nin hanımı Mecit’i
kucağına aldı. “Ben bu çocuğa kaynım Şeyh Kasım’ın adını vermek istiyorum” dedi.
322
Iğdır Sevdası
İsyancıların bir kısmı hırsızlık ve gasp olaylarından uzak duruyorlardı. Bunlar daha çok bölgenin dışından gelmiş kimselerdi. Cibranlı aşiretinden
Ferzende gibi bir çok insan başkalarına zarar vermekten kaçınırlardı. Babam,
içlerinde İbrahim Hseki Telli, Süleyman Ahmed gibi savaşçıların olduğu bu
kesimi sever, yardımını esirgemezdi. Ayakkabı ve elbise gibi ihtiyaçlarını
karşılardı.
“Allah’ıma şükürler olsun! Dileğim yerine geldi”
Evimiz Guhıra-Evdi-Ağa’daydı. Mecit yeni doğmuş henüz iki günlüktü. Evimize bir sabah erkenden dul bir kadın gelmişti. Yanında bir sürü
yetim kalmış çocuğu vardı. Kadın ağlamaklı ve perişan bir haldeydi.
Karakuyu köyünden Xattê Qaso (Xattêye Eli) –Çakmaz soyadlı- isimli bu kadın o yaz evini alıp Doğubeyazıt tarafına gitmişti. Bir oğlu Qotan aşiretinin yanında gavan (sığır çobanı) olarak çalışmaya başlamış ancak bir kıza
sarkıntılık olayı nedeniyle aşiret lideri bu ailenin çadırlarına ve mallarına el
koymuş, “Defolun geldiğiniz yere gidin!” diyerek de obadan kovmuştu.
Kadın kendisini babamın ayaklarına attı,
“Benim kimsem yok. Bize yardım et!” dedi.
Sonra da Mecit’in battaniye sarılı kundağına yakın gitti,
“Ben bu bebeğin belek’ine (battaniye) sığınmışım. Belki bu bebek
büyür de bize sahip olur” dedi.
Babam, İsa Bey’den dul kadının eşyalarını ve oğlunun hakkını fazlasıyla alıp geri döndü.
Kaderin garip tecellisi yıllar sonra Mecit büyüdü, o kadının yetimlerine yardımda bulundu, onları korudu. Artık yaşlanmış olan kadın bir gün
Mecit’in elini öpüp,
“Allah’ıma şükürler olsun! Dileğim yerine geldi” demişti.
Çocukların İsimleri
Babamın Kağızmanlı dostlarından Yusuf ve Ali Beyler (Kağızman
yerlileri) bizleri yaz ayları kendi yaylaları Çemd’e davet ederlerdi. Yusuf Bey’in Müslüm adında bir oğlu vardı. Genç ve yakışıklıydı. Zeyno bir gün dedi
ki, “Eğer oğlumuz olursa adını Müslüm koyacağım”
Fattê o yaz hamileydi. Erkek çocuk dünyaya gelince adını Müslüm
koyduk. Diğer kardeşlerime gelince; Gulizar kız kardeşime nenem Gulizar’ın; Seyran’a da dayımın hanımı Horê’nin kız kardeşinin adı verilmişti.
Almas kardeşimin adına gelince: Zeyno annemin kız kardeşlerinden
birisi Burukan aşiretinden Yakup Efendi’yle evliydi, onun kızının adı da Almas imiş.
Diğer kardeşim Cemile’nin adı da, Zeyno annemin ağabeyi Ali Bey’in
323
Gurci Selçuk
Gurci Selçuk, oğlu Ahmet, gelini Fatma ve torunlarıyla
kızına atfen verilmişti.
Ben doğduktan sonra annem düşük yapınca ve babamın hâlâ erkek evlat sahibi olmaması nedeniyle babam annemi Karahacılı köyünde ikamet eden
Şeyh Edin’in yanına götürmüş. Şeyh, anneme muska yazmış, dualar okuyup
kutsamış. Şeyh’in A.Hamit ve A.Mecit adında iki oğlu varmış. Babam o gün
şöyle bir niyet yapmış:
“Eğer oğlum olursa isimlerini Şeyh’in çocuklarına atfen koyacağım”
Bu şekilde Hamit ve Mecit’in isimleri daha onlar doğmadan kararlaştırılmıştı.
Ağrı Dağı İsyanı (Teşkilata Glidağ)
Sürgün kanunu nedeniyle bazı aşiretler Ağrı Dağına sığındılar. Askerlerin elinden kaçan Bro Hseki Telli ve diğer aşiret liderleri de gruplar halinde
Ağrı Dağına gelip orada karargah kurdular. Kısa sürede bir teşkilat oluştu.
“Bize zorla şapka giydirecekler, karılarımızın yüzündeki peçeyi açacaklar”
şeklinde bir propaganda yapılıyordu.
Sonbaharda Adetli köyüne döndük. Daha sonra İngiliz olduğunu öğrendiğimiz bir Şeyh (!) ev ev dolaşıp Kürt aşiretlerini Türklere (Romê Rêş)
karşı kışkırtıyordu. Bu şeyhi bende birçok defalar gördüm. Yüzü peçeyle kaplıydı. Yanında 12-14 yaşlarında bir çocuk vardı. Bizim eve de geldi, babamla
Türkçe konuşarak anlaştı. Ne konuştuklarını anlamıyordum ama yüz ifadelerinden ciddi bir konuda konuştukları belli oluyordu. Daha sonra anlatılanlara göre Şeyh, “Türklerin arkasından gitmeyin. Beni izleyin. Buralarda tuz
çıkartıp size dağıtacağım” diyormuş. Son bir kere evimize daha geldi. Babam
324
Iğdır Sevdası
alışılageldiği gibi kuzu kesmiş, onu ağırlamıştı. Uzun tartışmalardan sonra
babamı ikna edemeyince küsüp gitmişti. Onun ardından babam ev halkına bu
adamın şeyh olmadığını ve ona güven duymadığını defalarca söylerdi.
Babam Nuri Bey’le görüşüp Ali Mirze dedemin tekrar İran’dan Türkiye’ye dönmesini sağladı. Ancak dedemin ailesi sınırı geçerken Bıro dayım
kaza kurşunuyla kardeşi Eso tarafından vurularak öldürüldü. (1928)
Kızılbaşoğlu – Gêloi Aşiret Çatışması
Hepo’nun neden olduğu ilk kan (1924 Sonbahar)
Mıhê Kazak dedemizin oğlu Hepo, Ağrı Dağı’nda Korhan köyünde
yaşıyormuş. Yanına Kızılbaşoğlu aşiretine mensup birisini çoban olarak almıştı. Bir ayağı topal çoban ailesiyle beraber gelip köye yerleşmişti.
Bir gün çoban köye üzgün döner. Kurtlar sürüye saldırmış bir koyunu
da parçalayıp öldürmüştü. Bu habere çok kızan Hepo çobanı dövmeye başlar.
Hepo’nun karısı da o anda ekmek pişiriyormuş. Kocasının bu hiddetine anlam
verememiş:
“Çobana bu kadar eziyet etme. Ölen sadece bir koyun!”
Hepo karısının bu şekilde müdahale etmesine tahammül edemez, kaptığı taşı tüm şiddetiyle karısına fırlatır. Zavallı kadın olay yerinde can verir.
(Karısı Hacı Husso’nun kızı, Mahmut Güveren’in kız kardeşiydi.)
Hepo bu talihsiz olaydan çobanı sorumlu tutar ama intikamını başka
bir güne saklar. Bir gün çobanına, “Eşeklere yağ ve peynir yükle Iğdır’a gideceğiz” diye emretmiş.
Kendisi at üstünde önden gidiyor çoban da eşekleri arkadan sürüyormuş. Bu şekilde şehire varıp alış verişlerini tamamlamışlar; yağ peynir satıp
soğan, patates, şeker gibi ev ihtiyaçlarını alıp geri dönerler. Erhacı yakınlarında Mir tepeleri denilen yerde Hepo çobanını öldürür, cesedini bir taşın altına
gizler. Eşeklerin yüklerini açıp ortalığa dağıtır, sonra hiçbir şey olmamış gibi
atına atlayıp Iğdır’a geri döner.
Birkaç gün handa konakladıktan sonra tekrar Korhan’a döner. Oğlunun akıbetini merak eden çobanın annesi Hepo’ya gelir,
“Oğlum nerede?” diye sorar. Hepo soğukkanlı:
“Nasıl olur? Henüz gelmedim mi? Üç gün önce yolcu etmiştim. İşlerim olduğundan birkaç gün geç geldim.”
Çobanın annesi (Huri) mensubu olduğu Kızılbaşoğlu aşireti liderlerine gidip yardım ister. Gruplar her tarafta iz sürer, nihayet kurtlar tarafından
parçalanmış eşeklerden birisinin leşi bulunur. Derken ortalığa dağılmış soğan
ve patateslerin yanı başında bir taşın altında çobanın cesediyle karşılaşırlar.
325
Gurci Selçuk
Taşlıça Köyü: Soldan ikinci Gulizar Aktaş (Hun), Cengiz Aktaş, Fatma
Aktaş (Oturan)
Çobanın ailesi bu ölümden Hepo’yu sorumlu tutar fakat Hepo inatla
suçunu inkar eder.
İki aşiretin ileri gelenleri bir araya toplanıp soruna bir açıklık getirmek isterler. Babam Gêloi aşiretine liderlik yapıyordu.
Hesene Tozo’nun da hazır bulunduğu toplantıda babam Hepo’yu sorgulamış:
“Hepo, Huri’nin oğlunu sen mi öldürdün?”
“Hayır!”, diye kesin bir dille cevaplamış Hepo.
Hepo suçunu kabul etmediğinden karşı tarafa geleneklerin öngördüğü
“kan parası” da ödenememiş. Bu nedenle Kızılbaşoğlu ve Gêloi aşiretleri arasına soğukluk girmişti.
“Temıre Gulê kolundan yaralandı” (1926 Sonbahar)
Bu olaydan birkaç yıl sonra bir sonbahar günü bir grup silahlı adam
kırda otlayan sürülerimizi toplayıp İran sınırına doğru götürürler. Sürüler Temıre Gulê’ye (Aziz Güney’in babası) aitti. Başında da iki çoban vardı. Saldırganlar çobanlardan birini öldürür, Mirza İsa’nın amcası oğlu olan diğer çoban
Karahacılı köyüne koşar, baskını haber verir.
Temıre Gulê köyde yalnızmış. Atına atladığı gibi tek başına İran sınırına doğru yola çıkar. Kaçakları tam sınırı geçerken kıstırır. Temıre Gulê iki
saldırganı öldürür, kendisi de kolundan yaralanır, buna rağmen sürüyü alıp
326
Iğdır Sevdası
köye geri getirmeyi başarır.
Haber duyulur duyulmaz babamın Hepo’ya olan kızgınlığı daha da
artmıştı:
“Onun yüzünden üç insan öldü, üç kan bedeli var. Üstelik yüz adama
bedel Temıre Gulê gibi birisi de kolundan yaralandı”
Babamın bu sert çıkışı yüzünden Mıhê Kazak ailesiyle aramız bozulmuştu.
Aradan zaman geçti, bir gün Hepo’nun öldürüldüğü haberi geldi.
Mıhê Kazak bu ölümden babamı sorumlu tutmuştu:
“Hepo ağalığı Ahmed Şemo’nun elinden alacaktı. Kıskandığı için
oğlumu öldürttü”
Bu yüzden Gêloi aşireti içerisinde Aqo-Gêlo ayrımı yaşandı.
Bir ilkbahar sabahı çadırlarımız “kerre”de iken, Hepo’nun oğlu evimize geldi. Babasını kendisinin öldürdüğünü üzülerek itiraf etti:
“Babam bizi her gün döverdi. Bir gün dayanamayıp uyurken öldürdüm”
Babam atlılarla, Mıhê Kazak ve diğer aşiret ileri gelenlerine haber
göndertti. Toplanan cemaat Hepo’nun oğlunun ifadesini aldı. Böylece babam
da iftiradan kurtulmuştu.
“Dünyaya bedel Evdılleye Yusuf namaz kılarken öldürüldü” (İlkbahar
1929)
Evdılle 22-23 yaşlarında üç çocuk babasıydı. Cesareti nedeniyle bütün aşiretler tarafından sevilirdi.
Yanında birkaç çobanla aşiretimize ait 2000 koyunu Ağrı Dağında
otlatıyordu. Bir gece yarısı saldırganlar sürüyü kuşatmaya almış. Amaçları
kimseye özellikle Evdılle’ye zarar vermeden sürüyü alıp gitmekmiş. Çatışma
başladığında Evdılle namaz kılıyormuş. Aldığı kurşun yarasıyla olay yerinde vefat etmişti. Bu çatışmada Emo (Emoya Mıstoya Şaqul) da öldürülmüş,
saldırganlar 2000 koyunla gözden kaybolmuştu. (Evdılle, Abdurrahman ve
Şevket Aktaş’ın babasıdır. Bu olay günü Kore Harbi Gazisi Zürbe dünyaya
gelir)
Haber aşiretimiz üzerine kara bulut gibi çökmüştü. Bir yandan en cesur gençlerimizden ikisini kaybetmiş bir yanda da sürülerimiz elden çıkmıştı.
Babam Evdılle’ye son derece bağlıydı. Bunu izleyen günlerde Şeyh Abdülkadir arabulucu sıfatıyla evimize gelmişti. Babam kararlı konuşmuştu:
“Bu yaz yaylaya Ağrı Dağında çıkacağım. İki oğlumun ölümü pahasına dahi olsa Evdılle ve Emo’nun intikamını alacağım. Hele namazı üzerinde
öldürülen Evdılle için gerekirse canımı feda edeceğim”
327
Gurci Selçuk
Gêloi Aşiretinin Kader Günü: Arê-Yusuf-Beg Çatışması (Ağustos
1929)
O yaz Arê-Yusuf-Beg denilen yerde obamızı kurmuştuk.
İki aşiret arasında karşılıklı tehditler devam ediyordu. Bir gün Bro
Hseki Telli’nin oğlu Davut ve Cihagire Reso evimize geldiler. Davut babasının şu mesajını iletti:
“Ahmed Ağa, karşı taraf 200-300 kişilik silahlı bir grup oluşturmuş
size karşı savaşmaya hazırlanıyor. Bir barış heyeti yakında gelip sizinle konuşacak eğer gücünüz yetiyorsa barışmayın yoksa da onların barış koşullarını
kabul edin. Benden yardım beklemeyin gücüm yetmez. Ben kaçağım üstelik
aşiretimden uzağım. Ferzende, Süleyman Ahmed ve Mıhê Mirze’de benim
gibi çaresizler”
Babam şu cevabı verdi: “Git İbrahim Ağaya söyle Ahmed Şemo Şeyh’in barış önerisini kabul etmeyecek”
Babam kaderiyle baş başa bırakıldığını anlamıştı. Helikanlı aşireti
reisi Halit Ağa’ya haber gönderterek birkaç evin obamıza gelip katılmasını
istedi. Halit Ağa da 10-15 evi zoma’mıza gönderdi.
Barış Heyeti
Barış görüşmesi sırasında evimize gelenler arasında İhsan Nuri, Bıro
Hseki Telli, Şeyh Abdülkadir, Seyda Resul, Mıhê Mirze, Süleyman Ahmed,
Hacı Süleyman, Ferzende Bege Halis Beg, Ermeni Zilan Bey, Süleyman oğlu
Kazım geldiler. Çadırın orta yerine Şeyh Abdülkadir oturdu. Diğerleri onun
etrafında sıralandılar. Numan Efendi toplantıda yoktu. Ferzende ve İhsan Nuri
yakışıklıydılar fakat Zilan Bey oldukça çirkindi.
Ez çıteri jı te ra lı hev bem?
Toplantıyı Şeyh Abdülkadir açtı:
“Ahmed Şemo, barış yapalım”
“Ben nasıl barış yapayım? Üç adamım öldürülmüş 4500 koyunum
–öncekilerle beraber- gasp edilmiş
Hesene Tozo mülayim ve çok iyi bir insandı. Şeyh ısrar etti:
“Haydi elinizi birbirinize uzatın”
Babam gönülsüz elini uzattı.
“Elimi uzatıyorum ama barışmıyorum. Bunu böyle bilin.”
Hesen Tozo’yla babam el sıkıştılar. Hesene Tozo’nun gözlerinden yaş
geldi.
“Ehmed bu kadar inatçı olma, ben de bir oğlumu kaybettim.”
Görüşmeler uzadı. Bir ara içlerinden birisi ayağa kalktı, eliyle babamı
tehdit etti:
328
Iğdır Sevdası
“Kendine öyle güvenme Ahmed Şemo. Madem ki barışmıyorsun ben
de yarın gelip seni ve bütün erkeklerini öldüreceğim. Senin karını da en öndeki deveye bindirip kendime eş götüreceğim”
Barış olmadan heyet obamızdan ayrıldı.
“Kan ter içinde bir kadın koşarak evimize geldi..”
Ertesi gün erkenden yaşlı bir kadın evimize geldi. Bütün gece koştuğundan kan ter içindeydi. Heyecanla:
“Gêlo’nun torunuyum. Kızım Kızılbaşoğlu aşiretinden evli. Kocasının
anlattığına göre 300 kişilik silahlı bir grup obanızı basmaya geliyor. Kızım,
kocası uyuduktan sonra bu haberi bana getirdi. Ben de gizliden yola çıktım
bütün gece koşup size geldim. Aman tedbirinizi alın!”
.
Babam aşireti topladı. Eli silah tutan erkek sayısı 20 kadardı.
Baskın sırasında Gêloi Aşireti Silahlı Birimleri
Toplantıda Mıhemmede Hesen yoktu. Bir gün önce buğdayları atlara
yükleyip uzaktaki bir değirmene gitmişti. Babam elindeki adamları üç gruba
ayırdı. Hacı Medet (Güney) komutasında Mirze Aziz (Aktaş) ve altı kişiyi
Axura tarafına; Hacı Haşem (Çakmaz) komutasında Hacı Abbas, kardeşi Bêtır, Yusufe Nado, amcam Emo ve Koço’yu da Kevıre Gul denilen mıntıkaya;
Hesso Xelef komutasındaki Helikanlı birliğini de Zemyan deresine nöbete
gönderdi. Kendisi ve Temıre Gulê de obada kalan güçleri örgütlemeye başladılar.
Babam savunma güçlerini örgütlerken Sanoya Yusuf adlı bir akrabamız Gulizar nenemin yanına geldi. “Teyze müsaade et! Hem çocukları (Hamit
ve Mecit) hem de develeri alıp götüreyim. Bizim evler meşeliklerin yukarısında emniyetli bir yerdedir”
Nenem öneriyi reddetti.”Kimsen demesin Gêloylular korkudan çocuklarını sakladılar”
Sanoya Yusuf develeri alıp gitti.
Gece yarısına kadar her şey sakin görünüyordu. Bir ara Yusufe Nado
eve geldi. Barış Heyeti için hazırlanan etten çok yemiş, midesi rahatsızlan329
Gurci Selçuk
mıştı. Üstelik olup bitenden de memnun görünmüyordu:
“Ne gelen var ne giden. Eğer yaşlı kadın yalan söylediyse cezalandıracağım”
“Kew kew bû” (Sabahın koyu maviliği etrafı örtüyordu)
Biz çocuklar uykuya daldık. Sabahın çok erken saatinde gürültüye
uyandık. Saldırganlar yaya olarak Zemyan deresi tarafından geliyorlardı. Etrafı koyu bir mavilik örtüyordu. Babam yatağına yakın oturmuş adamalarına
emir yağdırıyordu:
“Herkes kanının son damlasına kadar savaşacak, herkes evinin önünde ölecek” diyordu. Tam o sırada mermiler çadırlara yağmaya başladı. Hacı
Haşem ilk ateşte bacağından yaralandı. Bir kurşun da babamın önüne düşmüştü. Babam ayağa kalktı bir yandan fişekliğini kuşanırken bir yandan da
kadınlara ve çobanlara bağırdı:
“Çabuk iki teneke altını, Hamit, Mecit ve Fatma’yı Yusufa Sano’nun
evine gönderin. Çobanlar da koyunları ve inekleri oba yerinden uzaklaştırsınlar.”
Babamın istekleri hemen yerine getirildi. Bize saldırı haberini getiren
yaşlı kadın korkuyla kuline (mutfak) girip saklanmıştı.
Babamın çadırını bekleyen iki nöbetçi vardı. Ancak Mıhêmmed Hesen’in evinde kimse olmadığından babam iki yardımcısını oraya gönderdi,
tek başına çadırın önündeki taşın arkasında mevzi alıp ateş etmeye başladı.
Herkes kendi çadırının önünde bir siper etmiş, ateş ediyordu.
Çatışma epeyce devam etti. Güneşin ilk ışıkları oba yerini aydınlatınca çatışma daha da hızlandı.
Kadınlara ateş edilmiyordu. Ninem Gulizar uzun bir çoraba doldurduğu mermileri bana veriyor ben de koşarak babama götürüyordum. Bir ara
Hacı Medet komutasındaki birliğin cephanesinin bitmek üzere olduğu haberi
geldi. Zeyno anam ve Gulizar nenemin cimrilik tarafları tutmuş, mermileri az
az veriyorlarmış. Babam bu habere çok kızdı:
“Gidin bütün cephane sandıklarını kırın herkese bol bol mermi dağıtın!”
Sandıklar kırılıp, mermiler dağıtıldı.
Saldırganların bir amacıda mümkün olduğu kadar hayvanımızı telef
etmekti. Koyunlar ve inekler obadan uzaklaştırılmıştı. Develeri de Sanoya
Yusuf götürmüştü. Develerin sırtına konan, “cihaz” denilen kocaman eyerler
evimizin önünde şurada burada dağınık duruyorlardı. Sabahın alaca karanlığında saldırganlar bu eyerleri gerçek deve zannettiklerinden üzerlerine
epeyce mermi sıkmışlardı. (Boyunları iple bağlı buzağılar kaçamadıkları için
330
Iğdır Sevdası
kurşunlara hedef olup telef olmuşlardı.)
Bu arada bazı ilginç olaylar da yaşanıyordu. Ozmane Yusuf isimli
bir akrabamız sabahın alaca karanlığında bir taşın arkasına saklanmış ateş
ediyormuş. Babam da öyle zannetmiş ki o da saldırganlardan birisi. Üzerine
epeyce mermi yağdırmıştı. Gün ağarınca bunun Ozmane Yusuf olduğunu anlayıp kendisine kızmıştı.
Bacağından yaralı Hacı Haşem yarı baygın mutfak bölümünde yatıyordu. Kendine gelir gelmez silahını kapıp babamın yardımına koşuyordu.
Erkekler bütün güçleriyle savaşırken kadınlar da boş durmuyordu.
Zeyno adlı bir kadın (Kıçê’nin hanımı, Gulizare İsik’in annesi) gür sesiyle
saldırganlara küfrediyor, morallerini bozmaya çalışıyordu. Onların liderlerinin isimlerini çağırıp alay ve küfür ediyordu. Bir ara da Qamoya Yusuf
adlı bir akrabamız atına bindi, dört nala obada koşturdu, savaşçılara cesaret
vermeye çalıştı. “Haydi Temıre Gulê dayan! Hesso Xelef o tarafı temizledi!
Haydi Ahmed Şemo! Medet aslan gibi dövüşüyor”
Mıhêmmede Hesen sordu: “Ahmed heye an tûne?” (Ahmet hayatta mı
yoksa ölü mü?)
Mıhêmmed Hesen atlarıyla değirmenden geldiğinde gün öğlene dönmek üzereydi. Oba yeri savaş alanına dönmüştü. Mıhêmmed Hesen elinde
silahı koşarak çadıra geldi. Gulizar ninemi görünce sorduğu ilk şey:”Ahmed
heye an tûne?” oldu. Babamın hayatta olduğunu öğrenince cesaret aldı, yakasını yırtıp, “Ez hatım!” (Geldim!) diye bağırdı.
Mıhêmmed Hesen’in gelmesiyle Gêloiler cesaretlenmişti. Bu arada
saldırganlar da çadırlara epeyce yaklaşmışlardı. Babam Mıhêmmed Hesen’in
gelişini fırsat bilerek, yerinden fırladı “Ya Allah ya Xude!” diye bağırarak atağa geçti. Hacı Medet de babamın yanına geldi. O anda tüm Gêloi erkekleri siperlerinden çıktılar yeri göğü inleten bağırma ve silah sesleriyle ileri atıldılar.
Bu hamleyi beklemeyen saldırganlar dağınık bir şekilde kaçmaya başladılar.
Silahlarını omuzlarına atmış Zemyan deresine doğru koşuyorlardı.
“Onlar da Celali aşiretinin onurlu insanlarıdır”
Saldırganları kovalayan silahlı birliklerimiz obadan bir hayli uzaklaşmışdı. Bu arada Seyre adlı bir kadın düşman cenazeleri üzerine yoğurt döküp
köpeklere yedirmeye çalışıyordu. Babam geldiğinde bu habere çok kızdı. Kadını dövüp köpekleri uzaklaştırdı. Sinirli şekilde, “Onlar da Celali aşiretinin
onurlu insanlarıdır. Onları kendi elimle kefenleyip gömeceğim”dedi.
Babam ölüleri kendi eliyle kefenledi; Arê-Kaniye-Korhan denilen
mıntıkada defnetti. Bir tarafta Kızılbaşoğlu aşiretine mensup 7 mezar bir tarafta da biri kadın 4 erkek Gêloi mezarları. Babamın kendi eliyle kazdığı bu
331
Gurci Selçuk
mezarlar bugün halen aynı yerde durmaktadır.
“Helal olsun Ahmed Şemo!”
Kızılbaşoğlu aşireti, ölülerinin köpeklere yedirildiği şeklindeki habere çok üzülmüştü. Bir gece özel bir timi Arê-Kaniye-Korhan’a gönderip
mezarları açtırmış, haberin doğruluğunu bizzat kendi gözleriyle görmek
istemişlerdi. Ancak ölülerin kefenlenip gömüldüğünü görünce sevinmişler.
Sakan ve Kızılbaşoğlu aşireti ileri gelenleri Ahmed Şemo’ya bir teşekkür
mektubu gönderdiler:
“Hela olsun Ahmed Şemo! Sen onurlu bir insansın. Senin gibi düşmana 100 can feda olsun!”
Babamın bu adil davranışı yöre aşiretleri arasında halen konuşulur.
Karahacılı Köyü
Babam o kışı Adetli köyünde geçirmek istemedi. Adetli köyü kayalıkların altında olduğundan savunmaya elverişli değildi. Yeni bir baskını olabilir
diye kışı Karahacılı köyünde Temıre Gulê’nin evinde geçirdik. Her gün köyün
dört bir yanında nöbet tutuluyor, olası bir saldırıya karşı hazır bekleniyordu.
İlkbaharda çadırlarımızı Kıraçbağ tarafında sazlıkların yanında kurduk.
O yaz Sinek yaylasına gittik. Bizim obamız Kaniye-Pez-Berdan’da
kuruldu. Dedemin obası Kandil’e gitti.
“Teyyare! Teyyare! Mın nexın!” (Ey savaş uçakları sakın beni vurmayın!)
Sinek yaylasındaydık. (1930 Ağustos) Bir sabah büyük bir gürültüyle uyandık. Savaş uçakları çadırlarımızın üzerinde uçuyordu. Zeyno çadırın
önünde ekmek pişiriyordu. Gulizar ninem ellerini havaya kaldırmış alçaktan
uçan savaş uçaklarına:”Teyyare!Teyyare! Mın nexın! Ez diya Ehmed’ım”
(Ben Ahmet’in annesiyim. Beni vurmayın!) diye bağırıyordu.
Askerler Geliye Zilan’daki (Zilan Deresi) direnişçileri dağıtmış, şimdi konvoy halinde Ağrı Dağına doğru yol alıyorlardı. Her taraf askerle kaynıyordu. Süvari birlikleri bir yanda gidiyor, piyadeler onları izliyordu.
Ağrı Dağı Teşkilatı dağıldıktan sonra (1930 Eylül) Adetli köyü yasak
bölge içine alınmıştı. O kış artık baba dede köyümüze dönmemiz mümkün
değildi. Babam Salih Paşa’yla görüşerek aşiretimize bir kışlak yeri istedi.
Salih Paşa babama Karakuyu, Quçe, Taşlıca, Xan ve Karahisar köyleri teklif etti. Erhacı köyündeki dört mahallenin ağaç, odun gibi yapı malzemesini
kullanması için de izin verdi. Böylece Erhacı’dan getirilen ağaç kütükleriyle
Karakuyu köyünde derme çatma evler yapıldı, aşiretimiz kışı orada geçirdi.
332
Iğdır Sevdası
Numan Efendinin Öldürülmesi
“Tu dıbê bêhna çiçek de” (Sanki çiçek kokusu geliyor)
Babam Numan Efendiyi çok severdi. Onun evimize her gelişinde sevgiyle dolar, onu saygıyla ağırlar, varıyla yoğuyla onu onurlandırırdı. Babam
Numan Efendi hakkında,
“O içeriye girdiği zaman sanki çiçek kokusu geliyormuş gibi gönlüm
hoş duygularla doluyor” derdi.
Numan Efendi Iğdır’ın önemli memurlarındandı. Okumuş, tahsil
görmüştü. Herkes onu tanır saygı duyardı. Aslen Doğubeyazıtlıydı. Iğdır’a
memur olarak geldiğinde Doğubeyazıtlı bir kadınla evliydi. Üç çocuğu vardı.
Ancak sürgüne gönderildiği yıl (1926) kolera salgını yüzünden karısı ve üç
çocuğu ölmüştü. Numan Efendi sürgün yerinde tanıştığı Arnavut kökenli dul
bir kadınla evlendi. Kadının yetişkin bir kızı vardı.
Numan Efendi yaylada evimizi ziyarete gelir babamla uzun uzun sohbet ederdi. Evimiz Baharlı Mahallesine yerleştikten sonra da Numan Efendi
birkaç kez evimize geldi. “Ahmed çocuklarını okut!” diye hep nasihat ederdi.
Bir gün Hamit’i yanında götürüp ilkokula kaydetti. (1930 Sonbahar) Mecit’te onlarla beraber gitmişti.
Numan Efendinin öldürülmesinden birkaç ay sonra kardeşi Abdurrahman Doğubeyazıt’tan gelip ev yerini sattı, Numan efendinin hanımı ve kızı
da Batıya bilmediğimiz bir tarafa gittiler. Aradan yıllar geçti, Mecit askerliğini yapıyordu (1945-48), bir gün Numan Efendinin üvey kızının Tuzluca’ya
memur olarak geldiği haberini duyduk. Genç kız, “Annem öldü. Amcalarım
Ahmed Şemo ve Temıre Gulê’yi arıyorum. Ahmed amcamın vefat ettiğini
öğrendim. Başka kimseyi de tanımıyorum” diyerek araştırma yapıyormuş.
Mecit askerlik dönüşü Tuzluca’ya gitti ancak Numan Efendinin kızı
artık orada değildi. Kimsenin bilmediği bir şehire gitmişti. O günden sonra da
o kızdan hiç kimse bir haber alamadı.
Ölüm Timi: Dayı Mıhêmmede Üzeyir ve Yeğen Elo
Numan Efendi’nin intikamını almak için babam ve Kerem Bey Orgof
köyünden Mıhêmmede Üzeyir’le anlaşırlar. İshak’ın öldürülmesi için babam,
Kerem Bey, Osman Bey, Behçet Bey ve Eşref Bey’in her biri 100,000 lirayı
Mıhêmmede Üzeyir’e verecekti. Babam en güzel atını da Mıhêmmede Üzeyir’in emrine verdi. (Doğubeyazıt eşrafından Osman, Behçet ve Eşref Beyler,
Numan Efendinin arkadaşları ve ilk hanımının akrabalarıydılar.)
İlkbaharda Sinek yaylasına çıktık. Bu arada Behçet ve Eşref Beyler
her yerde İshak’ı takibe almışlardı. Her gün evimize .”İshak Erzurum’da,
333
Gurci Selçuk
D.Beyazıt’ta” gibisinden haberler geliyordu. En sonunda İshak’ı Ağrı şehir
merkezinde kıstırmışlardı.
İshak birisiyle kol kola gidiyormuş. Mıhêmmede Üzeyir tabancayı
Elo’ya vermiş. Elo İshak’ı takibe almış, uygun bir zamanda sırtına kurşunları
boşaltmış, elinde silah şehir merkezinde koşmaya başlamış. Polisler Elo’yu
bir çeşmenin başında yakalamışlar. Daha ilk sorguda her şeyi itiraf etmişti:
“Durun! Bana falanca adamlar para verdi”
Mıhêmmede Üzeyir haberi iletmek için atına atlayıp yayla yerine dört
nala yola çıkmıştı. Yorgunluğa dayanamayan zavallı hayvan evimizin önüne
yığılıp kaldı, soluyarak can verdi.
“Gışt hatıne gırtın...”(Hepsi tek tek yakalandılar)
Askerler önce Kerem Bey’i yakaladılar. Kerem Bey ninem Gulizar’a
haber göndertmişti: “Beni yakaladılar, Ahmed gizlensin!”
Babam yakalanmamak için kaçtı, Doğubeyazıt’ta İsa Bey’in evinde
bir zaman saklandı. Arada bir yaylaya geliyor ancak eve uğramıyordu. Zeyno
annemle gizliden görüşüyordu. Bir gün babam bir evde misafir iken askerler
çadırın etrafını sarıp, babamı yakalamışlar.
Babamı önce Ağrı’ya götürdüler. Orada üç gün hapiste tutular. Bu arada babam bir yolunu bulup akrabalarımızdan Qaso’yu (Mala Sürmeli) yanına
çağırtmış, ona en kısa sürede Temıre Gulê’yi yanına getirmesini istemişti.
Temıre Gulê geldiğinde babam şu istekte bulunmuş:
“Ben yakalandım ve ne kadar yıl ceza evinde kalacağımı da bilmiyorum. Evimi, çocuklarımı ve mallarımı sana emanet ediyorum. Git evimdeki
altınları da kendi evine götür. Çocuklarım büyüyünceye kadar her şeyim sana
emanet!”
Erzurum Cezaevi, “Kelat”
Babamı daha sonra Erzurum Cezaevine (Kelat) nakledildi. Sanıkların
hepsini ölüm cezasıyla yargılamaya başlamışlar.
Babamla Kerem Bey aynı odada kalıyorlarmış. Mele Şeviç adlı genç
birisi de adi suçtan içerdeymiş. Mele, babamla Kerem Bey’in günlük işlerine
yardımcı oluyor onlara çay falan yapıyormuş. Bir gün yatakları hapishanenin
bahçesind havalandırıyormuş. Annem, yatakların üzerine örtülmesi için “carcim” dediğimiz çok güzel bir kilimi hapishaneye göndermişti. O gün Mele bu
“carcim”i de dışarı çıkarıp duvarın üzerinde güneşlendiriyormuş. Hakimin evi
hapishanenin bitişiğindeymiş. Hakimin hanımı carcimi görünce satın almak
istemiş, mele, “Carcimin sahibi ben değilim” diyerek teklifi geri çevirmişti.
Bu durumu anlatınca, babam, “Gelecek sefer kadını gördüğünde söyle eğer
kocası bize yardım ederse kilimi ona bedava vereceğim!” demiş. Birkaç gün
334
Iğdır Sevdası
sonra Mele kadını görmüş ve babamın dediklerini ona aktarmıştı.
Bir gece babamı gizliden hakimin evine götürürler. Babam bu tanışmayı fırsat bilip, başından geçenleri anlatır. Hakim:
“O adamı öldürtmek için nasıl her biriniz 100’er binler verdiyseniz
şimdi de bu kadar parayı bana vereceksiniz, ben de sizi kurtaracağım”
Babam cezaevine döndükten sonra Kerem Bey ve diğerlerine durumu
anlatmış. Herkes evine haber göndertmiş..
“Ahmede lo! Tu pêşiya me here!”(Hadi Ahmet! Sen önden git!)
Mahkeme günü ölümle yargılanacaklarını biliyorlarmış. Kerem Bey
babama: “Ahmede lo! Tu pêşiya me here!” diyerek onun en öndeki sıraya
oturmasını istemiş. Babam soğukkanlıydı..Kerem Bey’in bunu yapmakta ki
amacı hani olur ya ölüm kararı çıkarsa herkes babama bakarak metanetini
korusun diyeymiş. Babam söz alıp şöyle demiş:
“Elo denilen bu şahsı tanımıyoruz. Bizler tanınmış aşiret liderleriyiz.
Elo bizi bu işe bulaştırmakla bizden para almayı amaçlıyor”
Hakim zaten babama yardım söz vermişti. Serbest bırakıldılar.
Iğdır’a geldikten sonra babam ve diğerleri aralarında para toplayıp
cezaevindeki Elo’ya yardım gönderdiler.
Babamın serbest bırakıldığı yılın sonbaharı Temıre Gulê ve bir kısım
Gêloiler Karakuyu köyünden Taşlıca’ya taşındılar. Sonbaharda kardeşim Mecit’te ilk okula başladı.
Amcam Mısto (Mustafa)
Mısto amcam ben doğduktan beş altı ay sonra (1919 Ağustos) Taşburun Ermenilerine karşı yapılan saldırıda şehit düşmüştü. Mısto, anlatılanlara
göre cesur ve atılganmış. (Üç kardeş yaş sırasına göre Ahmed, Mısto ve
Emo)
Mısto amcamın iki karısı varmış. İlk evliliğini Mıhêmmede Hesen’in
kız kardeşi Nurê’yle yapmış, bu evlilikten olan iki çocuğu ölmüştü.
Gêloi aşireti ileri gelenlerinden Bala Ağa ölünce Mısto amcam onun
dul eşini de kendisine getirmişti.
Bala Ağa, Gêloi aşiretine babamdan önce liderlik yapan Mısto Şexali’nin oğluydu. Rus yönetiminde memur olarak çalışıyor, “Glava” görevini
yürütüyormuş. Ancak bir gün bilinmeyen bir nedenle Taşburun’da ölmüştü.
Ermeniler tarafından zehirlendiği yönünde şüpheler varmış.
Bala Ağa’nın hanımı Bremuski aşiretindendi. (Mala Mıhêmmede
Eset) Ailesi kızlarını götürmek istemiş ama Mısto amcam “Telle” adlı bu kadınla evlenerek onu aşiretimiz içinde alıkoymuştu. Bu kadından Nadır isimli
bir oğlu olmuş; çocuk 13 yaşında aniden ölmüştü. Mısto amcam şehit düştü335
Gurci Selçuk
ğünde zürriyeti yoktu.
“Mısto ber Taşburunê şehid ket” (Mısto Taşburun önlerinden şehit oldu)
Ermenilerle savaş yaz aylarında kızışmıştı. Abdülmecit Bey komutasındaki Hamidiye alayları Ermenileri yenilgiye uğratıp Kızılçakçak sınır
kapısına dayanmış; Doğubeyazıt’ta İsa (Konyar) Bey Korum Ermenilerini Iğdır’a doğru
kovalamıştı.
Savaş bizim bölgede tüm şiddetiyle
devam ediyormuş. Bir yaz günü aşiret birlikleri Türk askeriyle beraber Taşburun’a saldırmışlar. Annemin anlattığına göre askerler per
perişan durumdaymışlar. Ayaklarında çarık,
çoğu zaman karınları aç savaşıyorlarmış.
Ali Mirze Bey ve Yusufe Hesso (Gur
Hesso) komutasındaki Gıskan ve Sakan aşiGulizar Aktaş (Hun)
retleri, Ahmede Şemo ve Temıre Gulê komutasındaki Gêloi aşireti yanlarında Türk askerleri olmak üzere Taşburun’a saldırmışlar. Taşburun Ermenileri hem kalabalık
hem de iyi örgütlüymüşler. Saldırıda amcam Mısto yaralanmıştı.
Amcamı yaralı haldı Atıcı’daki oba yerine götürmüşler, ancak birkaç
gün yaşam mücadelesi verdikten sonra kendi çadırın da vefat eder. Mezarı
atıcı köyündedir.
Taşburun saldırısında Gêloi aşireti üç şehit vermişti: Amcam Mısto,
Mehmude Yusufe Elo (Temıre Gulê’nin kız
kardeşiyle nişanlı) ve Şevi halamın oğlu.
Hamit ve Mecit Kardeşlerim
Numan Efendinin kayıt yaptırdığı yıl
Hamit (9 yaşında) ilkokula başladı (1930 Sonbahar). Aynı dönem sınıf arkadaşlarından birisi de Kerem Bey’in oğlu Enver Bey’di. Ayrıca
Dervışe Sınco ve Bekıre Sınco’nun oğulları da
onlarla beraber gidip geliyorlardı.
Mecit (7 yaşında) ilkokula başladığı
yıl (1932 Sonbahar) iki kardeşim her gün birAbdurrahman Aktaş
likte okula gidip gelmeye başladılar.
Hamit ders çalışmayı sevmezdi. Zamanının çoğunu dışarıda arkadaşlarıyla top oynamakla geçirirdi. Bir keresinde top oynarken ayakkabılarını
çıkartıp bir kenara koymuş, oyun bittikten sonra ayakkabılarını yerinde bula336
Iğdır Sevdası
mayınca kör pişman eve gelmişti. Babam habere çok kızmışı. Hamit’i epeyce
haşladı, suratına birkaç tokat indirdi. Hamit’in yanakları tokadın şiddetiyle
kıpkırmızı olmuştu.
Babam Hamit’in vurdumduymazlığına ve dersleri ihmal etmesine
tahammül edemiyordu:
“Gune mın bê te!” (Senin haline acıyorum!) diyerek sinirli sinirli
bahçede dolaşırdı.
“Mecide mın dest Mısto Şexali bıke”(Benim Mecit’im dedesi Mısto Şexali
gibi olacak)
Babam, Mecit’i çok severdi. Onu hiçbir zaman ne dövdüğünü ne de
azarladığını gördüm. Mecit derslerinde çok başarılıydı. Disiplinliydi. Ders
çalışmayı severdi. Pekiyi dereceyle sınıfını geçiyordu.
Mecit’in çalışkanlığı babam için övünç kaynağıydı. Aile toplantılarında gururla, “Mecide mın dest Mısto Şexali bıke” diyerek sevgisni belli
ederdi.
Mısto Şexali, Gêloi aşiretinin yetiştirdiği en büyük liderlerden birisiydi. Onun ciddiyeti, disiplini ve karizması aşiret içinde dilden dile anlatılırdı.
“Mecit, tu bave mın i” (Mecit, sen benim babamsın)
Hamit ve Mecit kardeşler birbirlerine karşı inanılmaz sevgiyle bağlıydılar. Bu sevginin kaynağı Hamit’ti. Hamit Mecit’ten 4 yaş büyük olmasına
rağmen, her fırsatta Mecit’e, “Mecit sen benim babamsın” derdi. Mecit’in
okul başarısını kıskanmaz, aksine bununla gururlanırdı. Yeni bir şey alındığında kendi eliyle kardeşine verir, “Mecit sen giy biraz eskisin ondan sonra
ben giyeyim” derdi.
Şamil (Ayrım) Bey
İki yaz Kağızman’a bağlı Çemd Yaylasına gitmiştik. Şamil Bey arada
bir çadırımızı ziyarete gelirdi.
Şamil Bey’in en büyük eğlencesi avcılıktı. Bunun için özel eğitilmiş
şahinleri ve köpekleri vardı. Köpeklerinden birisinin adı “Altun” idi. Şamil
Bey ne zaman emir verse köpeği gelip giden misafirlerin ayakkabılarını ve
bastonlarını ağzına alır sahibine götürürdü.
Bir genç, emir eri gibi hareket eder; başları maskelenmiş, ayaklarına
zil bağlanmış şahinleri taşır, onları çiğ etle beslerdi.
Bazen de maskeyi çıkartıp doğanları gökyüzüne fırlatırlardı. Zil sesi
ta uzaklardan duyulurdu. Şamil Bey av partisine katılmaz babamla sohbet
ederdi. Konuşmaları genellikle Kürtçe olurdu.
337
Gurci Selçuk
Hacı Ali Ekber (Tufan) ve Eseda Mazan
Yayla zamanı çadırlarını obamıza kuran Azeri dostlarımızdan birisi de
Melekli köyünden Hacı Ali Ekber ve Esat Beyler idi. Esat Bey’i aile içinde
“Eseda Mazan” ismiyle bilirdik. Babam Eseda Mazan’la Erzurum’da koyun
ticareti yapardı. Ticari dostlukları ve kirveliğimiz vardı.
Ahmed Şemo’nun Vefatı (1944 Mayıs)
(Gurci Selçuk, babasının vefatını özel bir duygu yoğunluğu ve ayrıntıyla anımsadı. Hafıza gücü karşısında pes ettim. Bunca yıl sonra babasının
vefatının son beş gününü bunca detaylı hatırlayan kaç kişi var aramızda, diye
sorguladım kendimi. Bu müthiş hafızaya saygı olarak, Gurci halamın anlatımındaki zaman çizelgesine bağlı kalmayı görev bildim. Mücahit)
İlkbahar günüydü. Kıl çadırlarımız Arê-Kozê denilen, Doğubeyazıt
yoluna yakın bir mıntıkada kurulmuştu. Kuzular doğmuş, yaylaya gitme hazırlıkları yapılıyordu. Ben Cemal’le evli, oğlum Mehmet’e hamileydim. Evim
köy (Karakuyu) yerindeydi Annelerim Fatma ve Zeynep çadırlarda yatıp kalkıyorlardı. Hamit askerdi. Mecit Iğdır Ortaokulunda öğretmenlik yapıyor,
kirvemiz Eseda Mazan’ın evinde yatıp kalkıyordu.
Gün 5: “Halam Etar babamın bacağını sigarayla dağladı”
Babam Hoşhaber köyüne taziye yerine gitmişti. Gelturan aşiretinden
Mısto Elmas’ın kardeşi koyun yününü kırpmada kullanılan makası (hevring)
getirmek için köye giderken attan düşüp ölmüştü. Babam geri geldiğinde
Emine teyzem evimizdeydi. Babam halama şöyle demiş:
“ Otururken sağ bacağımda dizimin altında bir ağrı hissettim. Ağrı
gittikçe arttı. Dayanamayıp eve geldim”
Emine teyzem yaranın olduğu yere bakmış, ağrıyı dindirir umuduyla
elindeki sigarayı içerek yaraya bastırmıştı. Babam geceyi çadırda geçirdi.
Gün 4: “Mecit geceyi bizim evde geçirdi”
Ertesi gün sabahleyin babamın Doğubeyazıt’a gitmesi gerekiyordu.
Ahmet Kartal, kardeşim Hamit’in de adının karıştığı bir dolandırıcılık işinden
yargılanıyordu. Babam bu nedenle mahkeme de ifade verecekti. Sabahleyin
faytonla yola çıkmıştı. Yolculuk sırasında yarası şişmiş babama eziyet etmişti.
Babam geceyi D.Beyazıt’ta geçirdi.
“Mın şev xemd dit Gridağ hılşıya”(Rüyamda Ağrı Dağının yerle bir olduğunu gördüm)
O gün Mecit köye gelmişti: “Çobanımız yok. Babam köyden bir çoban
338
Iğdır Sevdası
tutmamı istedi”dedi. Qeleciye Hepo’yu çoban tuttu. Geceyi bizde geçirdi. O
gece bugün bile ayrıntılarını çok iyi hatırladığım şöyle bir kabus görmüştüm:
“Ağrı Dağı volkan püskürtmeye başladı. Her taraf ateş içindeydi.
Ben ağlayarak sağa sola koşuyordum. Birden kendimi Ağrı Dağına doğru
giden bir yolda buldum. Hem hıçkırıklara boğuluyorum hem de yürüyordum.
Kardeşim Hamit önüme çıktı. Ona sarılıp, “Hamit, Hamit! Artık bu vadide
mahsur kaldık. Artık hiç kurtuluşumuz yok. Çok da susamışım” dedim. Hamit
bana bir su birikintisi gösterdi. Eğilip avucumla suyu içtim. Su acıydı hem de
çok acı. Eğer bu suyu içsem ciğerim yanacak dedim kendi kendime. Üzgün
eve döndüm. Oturup yün alıp ip eğirmeye başladım. Dedem Ali Mirze (o sırada vefat etmişti) kapıyı açtı, bana dönerek, “Kızım o ipi elinde tutma getir
benim mezarımın taşına bağla.”dedi”
Kabustan irkilerek uyandım. Korkuyla titriyordum. Kardeşim Mecit’i
uyandırıp ona rüyamı anlattım. Sabah oluncaya kadar ikimizde uyumadık.
Mecit öğretmen olduğu için erkenden Iğdır’a gitti.
Gün 3: Lıngê wi wisa werımiye..(Bacağı öyle şişmiş ki..)
Sabahleyin rüyamı Emê Felek (Qolukentli) isimli akrabamıza anlattım. O da, “İnşallah hayra alamettir” dedi.
Öğlene doğru çoban geldi, “Ahmed amcayı faytonla köye getirdiler.
Ayağını gördüm. Öyle şişmiş ki...” dedi. Eşim Cemal da geldi. Telaşlıydı.
O da haberi doğruladı: “Ayağı öylesine şişmişti ki çorabı keserek çıkartmak
zorunda kaldım”
Oba yerindeki Zeyno ve Fatma’nın olup bitenlerden haberi yoktu.
Babam köyde iken aşiret ileri gelenleri toplanmış durumu tartışmışlar. Yaralı
ayağın ayı postuna sarılması halinde iyileşebileceği şeklinde bir öneri gelmiş.
Mıhêmmede Hesen ve Hesse Kudret zaman kaybetmeden silahlarını alıp Ağrı
Dağına doğru yola çıkmışlar.
Ben de aceleyle Şeyh Hesen’i bulup babamın yanına getirdim. Şeyh
Hesen, Sakan aşiretinden Şeyh Yusuf’un oğluydu. Hem alimdi hem de doktorluğu vardı. Babam Şeyhi görünce, “Şeyh, bizim gençler dağa gidip bir ayı
getirecekler, ayağımız posta sararsam belki yara iyileşir” dedi. Şeyh beni
bir köşeye çekti, “Ben Ahmed Şemo’yu çok severim. Zaman kaybetmeyin
Iğdır’a gidin. Bacağı ayı postuna sarmayın” diye önerdi. Ancak aşiretin ileri
gelenleri kendi yöntemlerine bir şans verilmesini istiyorlardı.
Mecit ve kirvemiz Eseda Mazan babamı faytona bindirip köyden çadırlara götürdüler.
Akşama doğru Mıhêmmede Hesen atın sırtında kocaman bir ayıyla
çıkageldi. Zemyan deresinde öldürmüşlerdi. (O zamanlar Ağrı Dağı yasak
bölge) Ayıyı post edip babamın yaralı ayağına sardılar. Gece olunca köye
döndüm.
339
Gurci Selçuk
İki yıl önce babam bir geceyi koyunların arasında dağ başında geçirmek zorunda kalmış, onu izleyen günler idrar yanmasından şikayetçi olmuştu.
Doktor, “Herhalde soğuk aldınız” diye önemsememişti. Annelerimin anlattığına göre o günden sonra idrar sorunu gittikçe ciddileşmişti.
Babam faytonda şöyle demiş:
“Ah! Canım öyle kar yemek istiyor ki!”
Hacı Haşem Zor dağlarına doğru yola çıkmış. Akşama doğru elinde
bir kova karla çadıra geldi.
Gün 2: Mecit babamı Iğdır’a götürdü
Sabahleyin erkenden annem Fatma köye geldi. Babam o gece hiç uyumamıştı. Sabahleyin postu kaldırdıklarında, daha önce var olan sivilcelerin
yok olduğunu görmüşler ama babam hâlâ kendisini iyi hissetmiyormuş.
İşlerimizi yoluna koyup annemle beraber çadırlara doğru yola koyulduk. Mire Hüseyin adlı akrabamıza rastladık. Ağlamaklıydı. Babamın
durumu ağrılaşmış, Mecit faytonla babam ve Seyran’ı Iğdır’a götürmüştü. Bu
haber üzerine köye geri döndük. Babam o geceyi kirvemiz Eseda Mazan’ın
evinde geçirdi.
Gün 1: “Bana Mele Sıdıq’ı çağırın..”
Sabahleyin erkenden Eme Felek ve Cemal, Iğdır’a gittiler. Annem
Fatma ve kardeşi Musa da atla yola çıktılar. Ben de obaya Zeyno annemin
yanına gittim.
Annemin sonradan anlattığına göre Eseda Mazan’ın evine yaklaştıklarında Mecit’i evin etrafında ağlayarak dolaştığını görmüşler. Annem merakla sormuş:
“Mecit niye ağlıyorsun, yoksa Ahmet’e bir şey mi oldu?”
“Babam çok hasta.”
Annem odadan içeri girdiğinde babam sırt üstü yatıyormuş. Annemi
görünce doğrulmuş, zorlukla konuşarak:
“Fattê, ben öleceğim. Beni çadırlara evime götürün”, demiş.
Cemal’i yanına çağırmış:
“Cemal, elbiselerimi getir giydir. Cüzdandaki parayla Hacca gitmeye
niyetliydim. Al bu parayı cenaze masraflarımı karşıla. Bir de biliyorum Mecit
çok ağlıyor, onu teskin et!”
Babam, “Bana Mele Sıdıq’ı getirin. Beni o gömsün” demiş. Mele Sıdıq, Halfeli köyünde ikamet ediyordu. Ona haber göndermeye vakitleri yoktu.
Bu yüzden Müftü (Mehmet Aydın), babam, Mecit ve Seyran faytona binip
340
Iğdır Sevdası
çadırlara dönmüşler. Annem atla onları arkadan takip etmiş.
“Bırak herkes doyunca ağlasın...”
Babam uzun boylu ve kiloluydu. Müftü kısa boylu ve sıska olduğundan babamı indirmekte zorlanmışlar, babamın eli faytonun demirlerine
takılmış kanamış. Mecit kahverengi bir mendili yırtarak babamın yarasını
sarmıştı. Babamı bu halde çadırın içine getirip yatağa uzattılar.
Babamın gelmesiyle Gêloylular akın akın oba yerine doluştular. Iğdır’dan da faytonlar gelmeye başladı. Babam uzandığı yerde zorlukla konuşuyordu. Annelerime dönerek:
“Zeyno, Fattê kendinizi kaybetmeyin! Bu kuzuları ve koyunları ayak
altından uzaklaştırın. Birazdan burası çok kalabalık olacak. “
Herkes ağlıyordu. Kız kardeşi Hatun kendisini yerden yere atıyor,
ağıtlar yakıyordu. Emê Felek’te bir köşe de oturmuş acıklı ölüm ezgileri söylüyordu. Hepimiz hüngür hüngür ağlıyorduk. Müftü, “Böyle ağlamak günahtır” diye Hatun halama müdahale edince, babam:
“Müftü bırak herkes doyunca ağlasın”, dedi.
Mecit de çadırın dışında ağlıyordu. Halam Emine, “Ağlama Mecit!”
diye teskin edince, babam bunu işitti:
“Emine, bırak oğlum benim için ağlasın”, dedi.
“Bre mın e axret hat!”(Ne mutlu bana ahret kardeşim geldi!)
Tesadüf olarak Mele Sıdıq ve Ali (Uca) Bey dağdaki koyunlarını
teftişten dönüyorlardı. “Ahmed Şemo’nun evine uğrayıp bir ayran içelim!”
demişler. Babamın ölüm yatağında görünce şaşırıp üzüldüler. Mele Sıdıq çadırdan içeri girdi:
“Ahmet ne oldu sana? Bu ne hal?”
Babam sevinçle cevap verdi:
“Bre mın e axret hat! Tu ser sera mın ra hat!” (Ne mutlu bana ki ahret
kardeşim geldi!)
“Dinye wisa şirin e ez hez dıkım saateki dı dıjım”
(Yaşamak öyle güzel ki! Keşke bir saat daha yaşayabilsem!)
Babam kendisini zorlayarak Mele Sıdıq’la sohbet etti. Mele Sıdıq,
“Ahmed Şemo kelimeyi şahadeti getir” dedi. Babam,
“Elbette Mele Sıdıq. Bu beni mutlu edecek” Babam daha sonra şeriat
hükümlerinden sorular sordu. Mele Sıdıq cevapladı. Babamın yüzü durgunlaştı. Dudakları son kez kıpırdadı,
“Mele, dinye wisa şirin e ez hez dıkım saateki dı dıjım” dedi ve hayata gözlerini yumdu. Mele Sıdıq mendilini çıkarıp ağlayınca babamın öldü341
Gurci Selçuk
ğünü anladık. O anda bütün aşiret gözyaşına gömüldü.
“Walle ez naçım, an mina gısk mı gırêde sitıl”
(Vallahi gitmem! Yoksa keçiye yaptığı gibi beni kazana kelepçeletip götürecek)
Aşiretimiz içinde kötü bir gelenek oluşmuştu. Aşiret lideri Mısto Şexali öldüğünde mal varlığı kendi aşiretimiz tarafında talan edilmiş, mirasına
el konmuştu. Babamın vefatında da sonra buna benzer bir durum tekrar ediyordu. Önce tahsildar karnemiz ortadan kayboldu. Bu kağıt olmadan sürülerin
bize ait olduğunu kanıtlayan hiçbir şey yoktu. Mecit uğraşıp o kağıdı buldu.
Bu sefer koyun ve keçilerin kaybolduğunu işitiyorduk.
Aşiret mensubu bir şahısın bir keçimizin kulağını keserek kendi sürüsüne dahil ettiği ihbarı geldi. Mecit savcılığa şikayette bulundu. Jandarmalar
bu şahsı keçiye kelepçeleterek mahkemeye götürdüler. Bir daha böyle bir şeyi
yapmaması koşuluyla serbest bıraktılar.
Bu olayın üzerinden birkaç hafta geçmişti. O zamanlar bakır kazanlarımız her iki üç ayda bir Iğdır’a lehimlenmeye gönderilirdi. Nasıl olmuşsa bu
şahsın da kazanı bizim evin kazanlarına karışıp Iğdır’a gitmişti. Kazanlar geri
geldiğinde birileri bu şahsı haberdar etmiş:
“Duyduğumuza göre kazanlar Iğdır’dan gelmiş, git kendi kazanını
iste!”
“Vallahi gitmem. O (Mecit Hun) bu sefer benim kolumu kazana kelepçeletip mahkemeye göndertir!”
Bu kazan uzun yıllar evimizde kaldı.
Mecit Askerde
O yılın sonbaharı Mecit askere gitti. Mecit askerlik dönüşü başından
geçen şu olayı anlatmıştı.
“Kuro ew dırej ...”
Mecit subay olarak yeni bölüğüne atanmıştı. Alayın bahçesinde dolaşırken bir grup askerin yakınından geçmiş. Askerler kendi aralarında Kürtçe
konuşuyorlarmış. Mecit esmer ve uzun boylu olduğundan onu Zaza zannetmişler. Askerlerden birisi:
“Ulan anasını s.... bu sırık boylu Zazası, bizi yaman dövecek ha!”
Mecit yanlarına yaklaşmış, Kürtçe:
“Peki ya ben de sizin gibi Kürt isem!”
Küfür eden er kendini Mecit’in eline atıp özür dilemiş. İşin garibi bu
asker sonradan Mecit’in emir eri olmuş.
342
Iğdır Sevdası
Fahrettin’e Tuzak
Kirvemiz Eseda Mazan’ın oğlu Fahrettin’le Mecit yedeksubay okulunda beraberlermiş.
II. Dünya Savaşı yılları olduğundan açlık bir sorunmuş. Mecit yatakhaneyi mutfaktan ayıran tahta bölmede bir delik açmış, arada bir gizliden
ekmek aşırıyormuş. Mutfaktaki görevli ekmeklerin eksik çıktığını görünce tuzak kurmaya karar vermiş. Mecit tedbirli hareket etmeye karar vermiş. Hiçbir
şeyden habersiz Fahrettin’i yanına çağırmış:
“Fahrettin, hele elini şu delikten içeri sok bak ne var?”
“Niçin?”
“Canım bir bak elin bir şeylere değiyor mu?”
Fahrettin de masum şekilde elini uzatmış. Mutfaktaki görevli çavuş
Fahrettin’in elini yakalamış. Yanındaki askerlere:
“Hırsızı yakaladım. Koşun bakalım kim bu?”
Askerler gelince karşılarında Fahrettin’i bulmuşlar. Fahrettin suçsuz
olduğunu söylemişse de suç üstü (!) yakalanmanın sıkıntısını yaşamış tabii.
Kinyas Kartal
Kinyas Bey, Zeyno annemin amcası oğluydu. Waynê-Vırê (Kaça-Kaç
1919) zamanında Erivan’da yatılı bir okulda mahsur kalmıştı. Ailesi ve aşireti
Van’a gidince aralarındaki bağ da tamamen kopmuştu.
Hatırlıyorum bir gün Zeyno annem ekmek pişiriyordu, birden ağladı.
Fattê, “Zeyno ne oldu niçin ağlıyorsun?” diye sorunca, Zeyno, “Hüseyin amcamın oğlu Kinyas aklıma düştü. Kim bilir başına neler geldi” dedi.
“Kinyas, Aras nehrini bir Rus kızıyla geçiyor...”
Kinyas Bey, Rus tarafında kalıp okulunu bitirmişti. Başından bir aşk
hikayesi geçmiş, sınıf arkadaşı “Leyla” adlı güzel bir Rus kızı Kinyas’a aşık
olmuştu. Babası yüksek bir devlet görevlisi Leyla Hanım, evlilik konusunda
babasını ikan etmiş, nikah hazırlıklarına başlamıştı. Geleneklere göre çiftler
nikahtan önce gezintiye çıkar, birkaç şehir dolaştıktan sonra nikah masasına
otururlarmış.
Kinyas evlilik için tek şart koymuş:”Eğer bana yardım edip ayrı kaldığım aileme kavuşursam seninle evlenirim”
Kinyas’a deli gibi tutkun kız düşünmeden öneriyi kabul etmiş. “Nasıl
ve nereden Türkiye’ye kaçarız?” diye araştırmaya koyulmuşlar. Markara
köprüsü yakınında bir yerden Aras’ı geçmek için bir yer tespit etmişler. Kimse şüphelenmeyecek şekilde üç defa Erivan’a gidip gelmişler. Nihayet bir gün
(1928 Sonbahar) kaçmaya karar verirler.
Aras nehri kıyısındaki sazlıkların arasından sıyrılıp suyu geçmek
343
Gurci Selçuk
isterler. Rus devriyeleri bunları fark eder, üzerlerine ateş açar. Yara bere almadan Türkiye’ye geçmeyi başarırlar.
Hılloi aşiretine –Redkan aşiret grubu- ait Hacı Ağa köyü varmış. Kinyas Bey bir çobandan aile dostu Hesene Hıllo’nun evini sormuş, kapıdan içeri
girip tanıtmış, başından geçenleri anlatmış. “Amcamın kızı Zeyno Ahmed
Şemo’nun hanımıdır. Beni oraya götürün” demiş.
Gece yarısına doğruydu. Ev halkı yataklara girmiş uyumak üzereydi.
Kapı çalındı. Zeyno kapının arkasındaki sesi tanımıştı: “Bu amcam oğlu Kinyas olmalı onun çocukluk sesine benziyor” dedi. Gerçekten de kapıda bekleyen Kinyas Bey’in ta kendisiydi. Sarışın mavi gözlü Rus kızı “Leyla” Hanım
da onunla beraberdi.
“Kızım kelimeyi şahadet getir ki Kinyas kurtulsun “
Babam, bir an önce dini nikah yapılmasından yanaydı. Ama “Leyla”
Hanım, Müslüman adetlerine göre evlenmeyi reddediyor, kelimeyi şahadet
getirmekten uzak kaçıyordu. Nikah kıyacak Şeyh Sait odanın bir köşesinde
çaresiz bir halde oturuyordu. Kinyas Bey’in aklına iyi bir fikir gelmişti. İki
annemi bir odaya çekti, şunu söyledi:
“Ağır hasta numarasıyla baygın uzanacağım, siz de avazınız çıktığı
kadar ağlayın, bu ara Hoca Efendi, eğer Leyla kelimeyi şahadet getirirse Kinyas tekrar iyileşir, desin. O kelimeyi şahadet getirir getirmez nikahı kıyın”
Kinyas Bey, bir fırsatını bulup kendisini boylu boyunca uzattı, önce
“Ah! Ölüyorum” dedi sonra sesiz şekilde öylece kalakaldı. İki annem ağlamaya (!) ve dövünmeye başladılar. Leyla Hanım durakladı, işin ciddi (!) olduğunu anlayınca telaşlandı, içli içli ağlamaya koyuldu. Rusça bir şeyler söylüyor,
ağlamasına devam ediyordu. Sonradan Kinyas Bey’in anlattığına göre Leyla
Hanım o an
“Vay benim bahtsız Kinyas’ım! Bütün bu şehirleri dolaştık, bütün bu
acılara birlikte katlandık ailene kavuşasın diye, şimdi de ölüp bizi terk ettin”
diye söylenip ağıt yakıyormuş.
Bir ara Fattê annem gerçekten ağlamaya başladı. Her şey olup bittikten sonra Fattê annem,
“Rus kızı öyle içten ağlıyorduk ki ben de dayanamayıp onun için
ağladım” diye itiraf etmişti.
Şeyh usulce Kinyas Bey’e yaklaştı. Oda sessizliğe büründü. Bir şeyler
okuyup üfledi. Sırayla herkese kelimeyi şahadet getirtti. Sıra Leyla Hanım’a
gelince Rus kızı tereddüt etti fakat Şeyh ciddi yüz ifadesiyle yerde yatan
Kinyas Bey’i işaret edip,
“Onun kurtulması için bunu yapmalısın” anlamında el kol hareketi
yaptı, Leyla Hanım zar zor kelimeyi şahadeti tekrarladı. Şeyh Sait üç defa
344
Iğdır Sevdası
tekrar ettirdi. Kuran’ı açıp okumaya başladı. Kinyas Bey doğruldu, sevinçle
Leyla’ya sarıldı. Böylece dini nikahları bizim evde kıyılmış oldu.
Babam Numan Efendi’ye haber göndertti. Onun yardımıyla Van yöresindeki Burukan aşiretine Kinyas Bey’in geldiği haberi iletildi. Birkaç gün
sonra 100 atlı, görkemli bir düğünle gelini alıp gittiler.
Zeyno annem de düğün halayına karışıp Van’a, baba evine gitmişti.
Rus gelinin çocuğu olmadı. Kinyas Bey ikinci evliliğe cesaret edemiyordu. Leyla Hanım,
“Eğer böyle bir şey yaparsan seni kendi ellerimle öldürürüm. Ben
hayatımı senin için feda ettim, ailemi ve ülkemi terk edip senin için buralara
geldim, vefasızlığını affetmem!”
Bu tehditlere rağmen Kinyas Bey, Ali Bey’in kızı Cemile Hanım’la
gizli nikah kıydı. Bu evlilikten bir oğlu oldu. Aradan yıllar geçmiş. Çocuk
büyüyüp 8 yaşında gelmişti. Bir gün Kinyas Bey ve Leyla Hanım, köy yerini
ziyarete giderlerken çocuk, “Baba!Baba!” diye koşarak Kinyas Bey’e gelip
sarılmıştı. Kinyas Bey gerçeği itiraf etmek zorunda kalmıştı.
Ali Mirze Bey
Dedem zayıf,uzun boylu ve yakışıklıydı. Omuzları dar, başı hafiften
eğikti. Sakin yaratılışlıydı. Buna karşılık oğlu İbrahim Ağa iri yapılı geniş
omuzlu ve “ser req” yani atılgandı.
Dedem Ali Mirze Bey, ben doğmadan çok önceleri glava’lık yapmış;
bir olay nedeniyle de bölgede ün yapmıştı.
“Ali Mirze Bey Tehtê-Reş’e (uzak bir yere) sürgüne gönderilmiş”
Bir gün Gelturan aşiretine mensup yedi kişi Çarlık jandarması tarafından tutuklanıp Tiflis’e gönderilir. Kürtlerin Rus yönetimi nezdinde sözü en
geçen Eleşref Bey (Bege Gulıcehar Ağa) Tiflis’e gider, aralarında Bayê Bışo
gibi aşiret ileri gelenlerinin bulunduğu yedi kişiyi serbest bıraktırmaya çalışır
ama başaramaz. Hatta üzerindeki general rütbelerini çıkartıp rehin verir, “Yeter ki bu saygın insanları serbest bırakın!” der ancak onları kurtaramaz.
Bu kez glava Ali Mirze Bey Tiflis’e gider. Yedi kişinin serbest bırakılması karşılığında kendisinin tutuklanmasını ve mahkeme sonuçlanıncaya
kadar da rehin olarak alı konmasını ister. Yedi kişi serbest bırakılır, dedemi de
“Tehtê Reş”e (uzak bir yer) gönderilir. Dedem bir yıl tutuklu kalır.
“Glava, glava! Bejna bılınd...” (Ey selvi boylu Glavam ....)
Dedemin bu özverisi ve fedakarlığı bölge halkı arasında büyük takdir
345
Gurci Selçuk
kazanır. Ailesi de onun bu davranışıyla hem övünür hem de onun için türküler
besteler. Emine teyzem babası için o zamanlar bestelenmiş şu türküye söylerdi:
Glava, glava! Bejna bılınd e, nav kelka wi zırav e.
(Ey selvi boylu, zarif yapılı glava!)
Ali Mirze Bey iki evlilik yapmıştı. Öz amcasının kızıyla yapmış olduğu ilk evliliğinden bir kızı olmuş; erkek evladı olmadığından ikinci evliliğini
Redkan aşiretinden Pero Hanım’la (Hacı Ömer Şark’ın annesi Bahar Hanım’ın amcası kızı) yapmıştı.
Dedemin ilk evliliğinden olan kızı çok güzelmiş. Uzun saçları yere
değdikten sonra ikiye katlanıp tekrar kafasına kadar geliyormuş.
Bir gün evlerin taşınması sırasında 7-8 yaşlarındaki bu kızı atın üzerindeki bir heybenin bir yanına, dengelemesi için de taş parçalarını diğer yarısına koymuşlar. At kontrolden çıkmış, sağa sola koşturmuş, yükünü kayalara
vurup parçalamış, kız da ölmüştü.
Ali Mirze Bey’in Vefatı (1942 İlkbahar)
Ali Mirze Bey, oğlu Musa’nın yanında yatıp kalkıyordu. Pero nenemin vefatından (1941) sonra sağlık durumu bozulmaya başladı. Felç gibi bir
durum oldu. Bir ilkbahar günü vefat etti.
Ali Mirze Bey, oğlu Eso’ya kızgındı. Uzun yıllar onu görmeyi reddetmişti. Eso dayım, babasının ölüm döşeğinde olduğunu öğrenince sessizce
odanın bir köşesine oturmuş, babasına karşı son görevini yerine getirmek istemişti. Ölüm döşeğindeki Ali Mirze Bey yarı baygın yatağında yatıyormuş. Bir
ara gözlerini açmış, etrafa bakınmış, rafın üzerindeki Kuran-ı Kerimi okumak
istemiş. Eso dayımdan başka da odada kimse yokmuş. Üzüntülü ses tonuyla,
“Benim vefasız oğlum. Bana Kuran’ı getir” demiş. Ali Mirze Bey, Eso dayımın getirdiği Kuran’ı okurken vefat etmişti.
Mısto Şexali
Gêloi aşiretinin babamdan önceki lideri Mısto Şexali dedemizdi.
Mısto Şexali anlatılanlara göre babam gibi uzun boylu, iri yapılı ve daha esmerceymiş. Yürüdüğü zaman insanlar korkuya kapılır, kendilerine çeki düzen
verirlermiş. Fakat bu korku; şiddet ve tehditten çok görünüş ve davranıştan
kaynaklanırmış.
“Zehmê Mısto Şexali zehf gıran bû” (Mısto’nun insana korku veren bir
görünüşü vardı)
Aile şeceremizde nesilden nesle intikal eden bir özelliğimiz var: Biz
346
Iğdır Sevdası
buna “Zehm” diyoruz, yani başkalarının üzerinde korku ve çekingenlik yaratan fiziksel ve ruhsal görünüşümüz. Mısto Şexali’nin “zehm”i gerçektende
çok güçlüymüş. Onunla ilgili şu olay anlatılırdı:
“Mustafa Ağa jı te ra uğur bê!” (Mustafa Ağa size uğurlar olsun!)
Mısto Şexali dedemden şikayetçi Üzeyire Husso adlı birisi Torun ailesinden, Evdi Ağa’nın oğlu Hesen Bey’den yardım istemiş. Hesen Bey:
“Sen hiç merak etme, yarın birlikte yola çıkar Mısto Şexali’ye gideriz.
Ben ona ne söyleyeceğimi bilirim”
Sabahleyin atlarına binip Adetli köyüne doğru yola çıkmışlar. Önlerine çıkan ırmağı geçerlerken Mısto Şexali de atla karşıdan geliyormuş.
Derenin orta yerinde karşılaşmışlar. Mısto Şexali’den hesap sormaya kararlı
Hesen Bey’in o an sanki dili tutulmuş, sadece saygılı şekilde, ““Mustafa Ağa
jı te ra uğur bê!” diyebilmiş. Üzeyire Husso bu durumu çok garipsemiş, biraz
uzaklaştıktan sonra dayanamayıp:
“Hesen Bey, ne oldu? Hani Mısto Şexali’den hesap soracaktın!”
“Evi yıkılası, görmedin mi! Adamın kendisi koyu esmer, üzerindeki
palto simsiyah (kınca reş), üzerine bindiği at ondan siyah, öyle zannettim ki
Azrail geliyor.”
Deste Kınca Reş
Mısto Şexali’nin simsiyah renkte, üzeri nakışlı bir paltosu varmış.
Onu her gittiği yere giyermiş. Bu yüzden bir zamana sonra Gêloi aşiretine
halk arasında “Deste Kınca Reş” yani “Siyah Elbiseliler” lakabı takılmış.
Mısto Şexali korkusuz ve cesurmuş.
Mısto Şexali glava olarak Taşburun ve civar köylerinin yönetim işlerinden sorumluymuş. Oğlu Cevho “Surya” imiş. Kardeşinin oğlu Bala’da
(annesi Cumkanlı) glavalık yaparken Taşburun’da zehir verilerek öldürülmüştü.
Babam çocuklarının Mısto Şexali’ye benzemelerini isterdi. Kardeşim
Mecit esmer teni, uzun boyu ve çalışkanlığıyla babamın sevgisini kazanmıştı.
Babam övünçle, “Mecit inşallah Mısto Şexali gibi olacak” derdi.
Karakuyu Mezrası
Karakuyu köyünün mezrası yoktu. Sultanabat Beylerinin çayırları
köye kadar dayanmıştı. Beyler Iğdır’da mal mülk sahibi, güçlü insanlardı.
Aklıma gelenler arasında Sultan Bey, Beyler Bey, Xançer Bey, Ali Bey, Mehmet Bey, Xanbaba Bey vb Bir gün Mecit köye gelip Hacı Haşem ve Mıhêmmede Hesen gibi ileri gelenleri bir araya topladı:
“Aranızda para toplayın. Beylerin çayırlarını dava edip köye kazan347
Gurci Selçuk
dıracağım”
Hacı Haşem teklif üzerine:
“Mecit, sen yeter ki bu toprakları kazan, yarısı senin yarısı köyün”
“Hayır, Apo! Herkes kendisine ne düşüyorsa onu alacak”
“Mecit, peki bu mümkün mü?
“Apo, eğer ben Mısto Şexali’nin torunuysam başaracağım”
“Kömürleri çıkardık..”
Rus yönetimi zamanında Karakuyu köyünde Yezidiler oturuyormuş.
Daha o zaman Sultanabat Beyleri bu çayırların sahipleriydiler. Kaça-Kaç zamanında, Iğdır’ı terk etmeden önce Beyler kendilerine ait arazilerin sınırlarını
belirlemek için, sınırları yarım metre derinlikte kazıp içine kömür atmışlar.
Tekrar Iğdır’a geldiklerinde, mahkemelik bir durum olursa kömürler bu toprakların daha önce onlara ait olduğunu gösteren bir kanıt olacakmış.
Geceleyin kazı yapıp kömür aramaya koyulduk (1947). Birden birisi,
“Kömürü buldum” diye bağırınca sevinçle oraya gittik. Gerçekten de bir çizgi
üzerinde yerler eşilip belli aralıklarla kömürler saklanmıştı. O gece sabaha
kadar çalışıp kömürleri taşıdık. Çukurları tekrar kapatıp evimize döndük.
Birkaç gün sonra Mecit Ankara’ya gidip, Beylere karşı dava açtı.
Mahkeme birkaç yıl devam etti. Sonunda karar köyün lehine çıkmıştı. Bu
habere en çok da Xançer Bey kızmıştı. Oğluna sille tokat girişmiş:
“Ulan bak, beraber okuduğun Kürt toprağımızı elimizden aldı, sen...”
Zeyno ve Fattê Annelerimiz
Ev ortamında biz üvey annemiz Zeyno’yu daha çok sever, onu “anne”
bilir ve çağırırdık. Gerçek annemize kısaca “Fattê” derdik.
Zeyno hem bizlere düşkün hem de emektar bir kadındı. Bizi büyüten,
sorunlarımızla ilgilenen oydu. Bu yüzden hala bugün bir sadaka verdiğim
zaman, “Annem Zeyno’nun hayrına” derim. Fattê gerçek annemizdi ama çok
genç olduğu için başına buyruktu. Babam da hanımlarından Fattê’ye daha
düşkün olduğunda bir dediği iki olmuyordu.
Mecit’in Evliliği
Babamın vefatından sonra evin altınlarının bir kısmını bana emanet
edilmişti. Evimiz Karakuyu köyünde idi. İlkbahar günüydü. Bir gece yarısı
Emerê Susık (Hoca Mehmet Çetinkaya’nın babası) evimize geldi. “Gurci dedi,
kardeşin Mecit yakında nişanlanıyor, dört altın bir beşibirlik göndermeni istedi” Şaşırıp kalmıştım. Kardeşim evleniyordu ama haberim yoktu. Kızgınlıkla
“Mecit kiminle evleniyor?” diye sordum.
348
Iğdır Sevdası
“Vallahi, Topal Ömer bir Türk kızı bulmuş!”
O gün altınları vermedim.
“Naciye qemer û çav reş, wisa rınd bu!” (Naciye esmer kara gözlü bir
dilberdi)
Birkaç gün sonra Mecit geldi. Bu konuyu benimle konuşmaktan çekiniyordu.
“Mecit, doğru mu, nişanlanıyormuşsun?”
“Evet, abla”
“Kiminle?”
“Bitlisli Mehmet’in kızıyla”
Kerem Bey’in kızı Kudret Hanım’la evlenen Bitlisli Reşit Keki’yi
ismen tanıyorduk, ama Mehmet Bey’i tanımıyordum. Nişana Fattê annem
gitti.
Naciye bir esmer güzeliydi. Sonbaharında düğün yapıldı. Berbûk
(gelin almaya giden kadınlar) görevini de Hüsnü Bey’in iki kızı üstlenmişti.
Naciye’yi Şeyh Xano’nun evine gelin götürdüler. Naciye evlendiğinde Kürtçe
bilmezdi.
Babamın Variyeti
Babam vefat ettiğinde üç kantar deve (Her bir kantar yedi deve demekti); 1000’e yakın koyun, keçi; 50-60 atımız, az da olsa sığırımız vardı.
Babamın vefatından sonra hayvanların içine “şetele” (uğursuzluk)
girdi. Sayıları gittikçe azaldı. Bir olayı özellikle hatırlıyorum:
Evimiz Aladağ’a yaylaya çıkmıştı. Keleşe Melek çobanımızdı. Mecit
bir ara onu tembihledi, “Sakın develeri kewges’e (ısırgan otu) yakın götürme”
dedi. Çadırın önünde oturmuş çay içiyorduk. Çobanımız bağırarak bize doğru
geldi. “Gacer” isimli devemiz ısırgan otu yemiş, yere yığılmıştı. Develer bu
otu yediklerinde zehirlenerek ölürdü. Biraz debelendikten sonra zavallı hayvan gözlerimizin önünde can verdi.
“Gacer” sürünün en önemli devesiydi. O olmadan sürü gitmezdi. Evin
erkeği gibiydi. Maddi ve manevi değeri bizim için çok büyüktü. Mecit bu
olaya öylesine çok içerledi ki üç gün yemek yemedi.
Deve Katarlarımız
Deve sahibi olmak zenginlik belirtisiydi. Anlattıklarına göre babam
develeri almak için koyun sürüsünün nerdeyse tamamını satmak zorunda
kalmıştı.
Develer çok amaçlı hizmet veriyordu: Hem kendi taşıma işlerimizde
kullanıyor hem de başkalarına kiralanıyordu. Yaylaya gidiş gelişlerde obayı
349
Gurci Selçuk
taşıma; şeker, un gibi gıda maddeleri Markara köprüsünden başka yerlere götürme belli başlı işler arasındaydı. Hatta Ankara’ya ve Trabzon’a kadar yük
taşıdıkları da olurdu.
Develerimiz için özel eğitilmiş çobanlarımız vardı. Ancak her zaman
bir baş çobanımız olurdu. Bütün sorumluluk onun üstündeydi. Bizim en vefakar baş çobanımız Axura köyünden Terekeme asıllı Ali (Bağa) Ağaydı. 12
yıl baş çoban olarak görev yaptı. Yaşlanmıştı. Bir gün ayağında yılancık dediğimiz bir çıban çıkınca artık yürüyemez olmuştu; işi bıraktı. Bir gün de ölüm
haberini aldık. Hepimiz onu çok seviyorduk. Emektar ve dürüst bir insandı.
Develerin üzerindeki heybeler ve başlarına takılan cihazlar İran’dan
ısmarlanmıştı. Halit Ağa babamın gönderdiği her koça karşılık bir tane nakışlı
baş cihazı göndermişti. Bunlardan sadece bizim develerde vardı.
“Me gazi dıkın, ‘Tırkan’, Tırkan, dıhatın” (Türkan gel, dediğimizde yanımıza gelirdi)
Her kantarın başında bir erkek deve (nêr) bulunurdu. Develere isim
takardık. Mesela erkek develerden birisinin adı Nêrizer (sarı deve) idi. Geriye
kalan develerin hepsi dişiydi. Ancak bunlardan birkaç tanesini Evrane yani
doğum yapan deve olarak beslerdik. Evrane’lere çok hafif yükler konurdu.
Çünkü onlar genellikle cılız ve hassas olurlardı. Geriye kalan dişi develere
meya derdik. Meya’lar siyah gözlü, hoş develerdi. Erkek develerle ilişkiye
girmesine müsaade edilmezdi. Asıl yükü onlar taşırdı. Meya develerimizin
adları çeşit çeşitti. Aklımda kalanlar Delli Meya, Meya Sevaz, Meya Tokaz,
Meya Tango, Meya Tırkan, Meya Xanım, Meya Nisbet vb. Ne zaman develerden birisini örneğin “Tırkan, Tırkan” çağırsak hemen yanımıza gelirdi.
Meya’ların olması için özel yetiştirilmiş, buxur denilen damızlık develere ihtiyaç vardı. Erkek develer özel bir besiye alınır; yağlar ve etler her
tarafından sarkardı. İlk zamanlar bizim buxur yoktu. Eşleşme zamanı babam
İran’a Halit Ağa’ya haber gönderir, birkaç gün sonra süslü püslü kocaman
erkek bir deve kadir kıymet kapımıza gelirdi. Iğdır bölgesinde buxur yalnızca Taşburun’da Azeri bir ailede (Mecit Kumtepe’nin ailesi) vardı. Bir gün
Taşburun’daki Azeri ailenin (Mala Şirvanlılar) buxur’larını sattıkları haberi
geldi. Babam yanına 12 yaşlarındaki Mecit’i de alarak Taşburun’a buxur’u
satın almaya gitti. Onlar da buxur’u bize hediye etmişlerdi. Bu nedenle daha
sonra bu aileyle kirve olduk.
Emo amcamın oğlu Nadır (Yalçın) develerle gider gelirdi.
Genellikle kimse develerin ne taşıdığını bilmezdi. Bir gün Nadır başından geçen şu olayı anlattı:
“Bizim kervan yola düşmüş gidiyordu. Azeri birisine ait başka bir
350
Iğdır Sevdası
kervan da karşıdan geliyordu. Develer birbirine yakın gelince huysuzlaşıp
birbirlerine saldırdılar. Bizim develerden birisinin yükleri yırtılmış, ipekli
kumaşlar yere saçılmıştı.”
Nadır’la birlikte katarımızı götüren diğer çobanlar, “Nadır nasıl olsa
bu mallar yabancı birisinin gel çalalım” demiş ama Nadır onları babama ihbar
etmekle tehdit etmiş.
Develerimiz bazen de beyaz un taşırdı. Bir keresinde beyaz un yüklü
develer birkaç saatliğine çadırımızın önünde mola vermişti. Kız kardeşlerim
kıllor (saç altında pişirilen özel bir pasta) yapımında kullanmak için beyaz
un aşırıp yerine siyah un koymuşlar. Mecit, babamı olup bitenden haberdar
edince, babam ev halkını azarladı:
“Hırsızlık benim aileme uğursuzluk ve hainlik getirir”
Gerçektende kervan yola koyulduğunda “Fındık” adlı bir devemiz
ayağını kırdı. Ayağı kırılan deve hemen kesilirdi.
Babamın vefatından sonra bir çok devemiz telef oldu elimizde 18
deve kaldı. Bir gün Adetli köyünde develerle ot taşıyorduk. Develerden birisi
yere uzanmış can çekişiyordu. Mecit vakit kaybetmeden Pulurlu Ahmet’i getirdi ve develerin tamamını ona sattı.
Mecit ve Hamit kardeşler eldeki sürü ve atları satıp bir manifatura
dükkanı açtılar. (Hunoğlu Manifatura - 1955) Veresiye, hatır gönül işi yüzünden iflas ettiler. Mağaza daha bir yılını doldurmadan çıkan yangınla zarar
gördü, kapandı.
Torun Beyleri
Eleşref Bey, Gulicehar Ağa’nın oğludur. Eleşref Beyin çocuğu olmadı. Eğer bugün Adetli köyü yakınındaki mezarlığa giderseniz orada büyük bir
kümbet vardır. O Gulicehar Ağanındır. Hemen yanında bir yer mezarı vardır.
O da Eleşref Beyindir.
Bir keresinde annem Fattê’yle birlikte mezarlığı ziyarete gitmiştik.
Eleşref Bey’in mezar taşı düşmüştü; onu tekrar dik koymak için ikinci bir
taşa ihtiyaç vardı. Babası Gulicehar Ağa’nın kümbetinden taş aldım bunu
yaparken sesli şekilde:
“Gulicehar Ağa, beni bağışla. Senin oğlun sana sahip çıktı, kümbet
yaptırdı ama onun mezarına sahip çıkacak oğlu olmadı. Müsaade et bu taşı
oğlunun mezarına koyayım”,dedim.
Annem duygulanmış olacak ki oturup ağladı.
Gulicehar Ağa’nın oğlu Eyüp Paşa’nın Rus hükümetiyle arası açılmış
Osmanlı Devletine sığınmıştı. Osmanlı Hükümeti kendisine Eleşkirt tarafla351
Gurci Selçuk
rında yedi köy vermişti. Eyüp Paşa’nın kızı Horê Hanım, Hacı İsa dayımla
evlendi.
Eleşref Bey
Eleşref Bey Rus ordusunda general rütbesiyle görevliydi. Beş evlilik
yaptı ama çocuğu olmadı.
“Ana, men hara Kürt hara!” (Ben nere, Kürt nere!)
İlk eşi Aliye Hanım idi. Erivan’daki Azeri Hanlarından birisinin kızıydı. Aliye Hanım evliliği istememiş, kendisine ısrar eden annesine, “Ana, men
hara Kürt hara!” diyerek direnmiş ama sonuçta evlenmişti.
Redkan aşiretinden Hacı Husso Bey, Alıkızıl köyüne yerleşikti. Bir
gün Eleşref Bey Hacı Husso’ya haber göndertmiş, “Bu akşam evinize misafirliğe geleceğim” demiş. O da, “Beyim buyur gel. Her akşam 10 saat sürer,
her saat 60 dakikadır. Ve her dakikanın bir hükmü vardır. İnşallah ziyaretiniz
hayır getirir”
Eleşref Bey, Hacı Husso’nun evine konuk olmuş. Tam oturup dinlenecek iken bir atlı uzaktan dört nala gelmiş. Eleşref Bey dürbünüyle atlıya
bakmış. Gelen kendi nökeriymiş (ev hizmetçisi).
“Beyim Aliye Hanımın durumu çok ağır. Sizi görmek istiyor”
Bey eve varıncaya kadar Aliye Hanım vefat etmiş.
Eleşref Bey, Memkan ve Azizan aşiretinden iki kadınla evlendi ama
çocuğu olmadı. Dördüncü evliliğini Nino adlı bir Ermeni kızla yaptı. Nino,
Ermeni sevgilisiyle kaçınca Eleşref Bey onu öldürtüp Aras nehrine attırdı.
Eleşref Bey son evliliğini Zeyno annemin amcası kızı Nave Hanım’la yaptı.
Ondan da çocuğu olmadı.
Kardeşim Hamit’in Cüretkârlığı
Düğün yeriydi. Iğdır’ın önemli simaları davet edilmişti. Bunların arasında Enver Güneş ve kardeşim Hamit’te vardı. Her ikisi yan yana oturmuş
günün zevkini çıkarıyorlardı. Orta yerde davul ve zurna eşliğinde hareketli
parçalar çalıyor herkes neşeyle sağa sola koşturuyordu.
Kürt düğünlerinde def, davul çalan köçekler halk arasında “mırtıb”
olarak bilinir. Bu özel grubun nereden geldikleri ve kim oldukları konusunda
tam bir bilgi yoktur. Torun ailesinin de aşiretler üstü bir durumda olması nedeniyle, nereden ve nasıl geldikleri konusunda şüpheli bilgiler her iki gurup
arasında benzerlikler kurulmasına neden olur.
Düğünün en hareketli yerinde davulcu pişkin bir ifadeyle kardeşim
Hamit’e yaklaştı:
“Beyim bana bir sigara uzat!”
352
Iğdır Sevdası
“Ben bey falan değilim. Enver Bey hem beydir hem de amcanızın
oğludur. Sigarayı ondan isteyin.”
“Aman Hamit, beni yine rezil ettin!”, diye atıldı Enver Bey.
Bizlere de sadece doyasıya gülmek kalmıştı.
Eleşref Beyin Ciddiyeti
Eleşref Bey hiçbir zaman despotluğu ve haksızlığı kabul etmezdi. Bütün aşiretlerin sorunlarına eşit şekilde yaklaşırdı. Yanında 100 atlıyla oba oba
dolaşır, halkın sorunlarını dinlerdi. Maiyetindeki askerlerin yeme içmesini
oba halkından kabul etmezdi. Her asker ekmek ve katığını yanında taşımakla
sorumluydu. En nihayet bir bardak çaylarını büyük bir vefa ve minnetle kabul
ederdi.
Bir araya topladığı oba halkı ve reisleriyle sorunları tartışırdı. Örneğin eğer bir aile çok yoksul ise zenginlerden alır ona verirdi, eğer bir aşiret
devlete veya başka bir aşirete karşı haksızlığa uğramışsa onların bu sorunuyla
canı gönülden ilgilenirdi. Eleşref Bey konum itibarıyla bütün aşiret ağalarının
üstünde ve onlara emir verecek konumdaydı. Herkeste onun kişiliğine ve adil
davranışına sonsuz güvenle bağlıydı. Onun zamanında Kürtlerin Rus yönetimi nezdinde ciddi bir ağırlığı vardı.
Eleşref Bey ve Dedem Şemo (Şemegor)
Şemo dedem, bir gözünü güneşte kapattığı için halk arasında Şemegor
(Kör Şemo) lakabıyla tanınırdı. Ailesi çok yoksuldu ama kendisi oldukça gururlu, baş eğmezdi. Bir yere gittiğinde yırtık elbiselerinin üzerine özenle sakladığı paltosunu giyer, yoksulluğunu belli etmez, kibirli kibirli sohbet edermiş
Bu yüzden yöre aşiretleri ve Beyler onu saygın bir kişi olarak bilir, kendisine
“Şemdin Ağa” diye hitap ederlerdi.
Bir gün kardeşi Eto, Kars tarafındaki Cemaleddin isimli Kürt aşiretine
çoban olmuştu. Şemo da yeni evliymiş. Hem kardeşini teslim etmek hem de
tek ineğiyle bu yaylada kalmak için beraber yola çıkmışlar.
Şemo yaylada iken Eleşref Bey oba halkının hal hatırını sormak niyetiyle oba reisinin evinde misafir edilmiş. Beyle görüş günü bütün oba halkına
açıkmış. Herkes hiçbir çekingenlik hissetmeden Bey’in yanına gidip sorununu anlatıyor veya en azından ona saygıyla “tu bı xêr hati!” (hoş geldin!)
diyormuş. Şemo, Beyin geldiğini öğrenince hanımını çağırmış:
“Gulizar, paltoyu tertemiz et! Beyi ziyarete gideceğim”
353
Gurci Selçuk
“Walleh Beg! Goşt
dıqıjin caw mın
dıçe, tikeyi goşt nadın”
Üzerinde ağır
çuhadan Ermeni paltosu, Şemo ciddi yüz
ifadesiyle çadırdan
içeri girmiş. Eleşref
Bey kendisini hemen
Arka sıra soldan sağa: Gurci Selçuk, Naciye Hun, Gulizar
tanımış:
Aktaş; Ön sıra soldan sağa: Nazire Hun (Yiğit), Almas
“Şemdin Ağa
Güney
siz buralar!
Hayırdır”, demiş.
Orada toplananlar ve oba reisi şaşırmışlar. Nasıl olur da koskocaman
Bey onların çoban olarak tuttukları birisinin kardeşine bu kadar iltifat eder!.
Şemo da mağrur bir edayla:
“Kardeşimi çoban verdim. Onun yanında geldim” diye cevaplamış.
“Peki bunlar sana ne veriyorlar. Halinden memnun musun?”
Kalabalığın içinden birisi laf yetiştirmiş:
“Allah bu çobanın belasını versin! Koyunlarımızı çalıyorlar umurunda bile olmuyor.”
Bey öne çıkmış, Şemo’yu korumasına almış:
“Sakın bir daha böyle bir şey söylemeyin yoksa misafirliğinizi kabul
etmem, çıkıp giderim. O Şemdin Ağa’dır. Yoksul olmuş, kardeşiyle size çobanlığa gelmiş diye değeri yok öylem mi! Söyle Şemdin Ağa bunlar sana nasıl
muamele ediyor?”
Şemo ete çok düşkünmüş. O anda aklına gelen ilk söz:
“Walleh Beg! Goşt dıqıjin caw mın dıçe, tikeyi goşt nadın.”
(Beyim, et pişiriyorlar gönlüm düşüyor ama bir parça bile ikram
etmiyorlar)
Sonra da üstüne eklemiş:
“Bir ineğim var onu da kesip yiyemem ya!”
Bey, adil olmayan bu duruma bir çözüm bulmaya karar vermiş. Oba
reisinden dört, diğerlerinden de durumlarına göre bir veya iki koyun alıp Şemo’ya vermiş.
Şemo zengin birisi olarak köye dönmüş.
354

Benzer belgeler

17. Mahmut Alar

17. Mahmut Alar İsyan bölgesi Kürtlere yasak Azerilere serbestti. Iğdır Kaymakamı Ertuğrul Kürkçü bizi Halfeli köyü tarafındaki Çimen’e yerleştirmek istedi. Çimen bölgede ki aşiretlerin uğrak yeriydi. İlkbahar ve ...

Detaylı

44. Hoca Mehmet Çetinkaya

44. Hoca Mehmet Çetinkaya Hoca Mehmet, işte böyle bir yaşam öyküsüyle karşımıza çıkıyor. Ağrı Dağı eteğinde doğup büyüyen bir genç adam, başından geçen macera dolu yaşamında, bizi kendisiyle beraber bir medreseden diğerine ...

Detaylı

55. Fahrettin Gülseven

55. Fahrettin Gülseven da hız kazanmış. 1917 Rus Devriminden sonra Rus ordusunun terhis olmasıyla bölgedeki Ermeni komitacıların saldırıları artmış, Müslüman nüfus için güvenlik azalmış. Kaça-Kaç Yılları Vefakâr Ermeni k...

Detaylı