KapaK KonuSu: Karda Kışta LojİStİK ¼ olumsuz Hava Koşullarında

Transkript

KapaK KonuSu: Karda Kışta LojİStİK ¼ olumsuz Hava Koşullarında
KapaK KonuSu: Karda Kışta LojİStİK
¼ olumsuz Hava Koşullarında demiryolu taşımacılığı
¼ Lojistik Sektöründe Her Mevsime Hazırlıklı olmalısınız
¼ aKoM Karda Kışta İstanbullunun Hizmetinde
depreMLerİn pSİKoLojİK etKİLerİ ve pSİKoSoSyaL deSteK
SaLİM KadıbeşegİL: “KuruMSaL İtİbar, bİr organİzaSyonun en ÖneMLİ
ve en değerLİ SerMayeSİdİr.”
Latİfe teKİn : “İyİ bİr KİtapLa zİHnİMİz MutLu bİr SonSuzLuğa gİder”
1
İçindekiler
BLMYO Adına İmtiyaz Sahibi
Prof. Dr. Ahmet Yüksel
Yüksekokul Müdürü
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Doç. Dr. Baki Aksu
Yüksekokul Müdür Yrd.
Genel Yayın Yönetmeni
Prof. Dr. Nükhet Güz
Yayın Koordinatörü
Yrd. Doç. Dr. Pınar Seden Meral
Başyazı
Prof. Dr.
Ahmet Yüksel
Kış Ayları Lojistik
Sektörü İçin Krize
Dönüşebilir.
Genel Yayın
Yönetmeni’nden
Prof. Dr.
Nükhet Güz
Akademi Beykoz
dergimizin onuncu
sayısı ile karşınızdayız!
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Nükhet Güz
Prof. Dr. Okan Tuna
Doç. Dr. Baki Aksu
Doç. Dr. Emine Koban
Yrd. Doç. Dr. Güray Tezer
Yrd. Doç. Dr. Pınar Seden Meral
Yrd. Doç. Dr. Nejla Karabulut
Yrd. Doç. Dr. Kenan Dinç
Öğr. Gör.Dr. Reha Uluhan
Öğr. Gör. Sevil Bektaş
04 Başyazı
66 Olumsuz Hava Koşullarında Demiryolu Taşımacılığı
05 Genel Yayın Yönetmeninden
68 Lojistik Sektöründe Her Mevsime Hazırlıklı Olmalısınız
06 Havayolculuğunda Hizmet Kalitesinin Önemli Bir Halkası: Yer
72 Kar Ve Buzlanma Birçok Ana Güzergahın Kapanmasına Neden
Hizmetleri Operasyonları
Oluyor
12 Marka ve Lojistik
74 Akom Karda Kışta İstanbullunun Hizmetinde
14 Özel Dosya: AFET LOJİSTİĞİ
16 Kuraklık Kıranı Risk Yönetimi
22 Depremlerin Psikolojik Etkileri ve Psikososyal Destek
28 İş Zekası Nedir, Ne Değildir?
34 İnanılmaz Büyüklükte Bir Kara Delik Keşfedildi
28 Empati ve Kendine Aşık Olmak Üzerine
32 “Dijital Yaşam Koçunuz” BİLKOM
Grafik Tasarım
Ayşegül İzer
36 Özel Dosya: EĞİTİM
Yönetim Yeri
Beykoz Lojistik Meslek Yüksekokulu
Vatan Caddesi No:69 Kavacık/Beykoz
T. 444 25 69 F. (0216) 413 95 20
www.beykoz.edu.tr
38 Lojistik Eğitiminde Laboratuvar Kullanımı Üzerine Bir
E-posta
[email protected]
Özlem Matbaa, Litros Yolu 2.Matbaaclar Sitesi
D/Blok Kat :5 3ND 1-2-3-4. Topkapı/İSTANBUL
Tel : (0 212) 612 06 62. Fax : (0 212) 612 06 63
SAYI: 10 • MART 2013 • ISSN:1309-4092
Akademi Beykoz, Beykoz Lojistik Meslek
Yüksekokulu’nun süreli yayınıdır. Bu yayının
herhangi bir bölümü kaynak gösterilmeden
kullanılamaz. Bu dergide yayınlanan yazılar
yazarlarının sorumluluğundadır.
Değerlendirme
42 Eğitim/Öğretimde Bilgisayar Kullanımının Başarıya Etkileri
44 Biofeedback: Beyin Eğitim Sistemi
47 Soğuk Zincir
50 Dokuz Canlı Konumlandırma Stratejileri
52 Nöromarketing: Bu Ayakkabıyı Bana Satın Aldıran Mantığım Mı
Yoksa Duygularım Mı?
56 “Kurumsal İtibar, Bir Organizasyonun En Önemli Ve en Değerli
Sermayesidir.”
60 Özel Dosya: KARDA KIŞTA LOJİSTİK
62 Lojistik Hizmetlerde Mevsimsellik Ve Kış Etkisi
64 Dikkat! Çatıda Kar Ve Buz Birikimi
76 Karda Kışta Sorunsuz Lojistik İçin Müşteriyle Doğru İletişim
80 Latife Tekin: “İyi Bir Kitapla Zihnimiz Mutlu Bir Sonsuzluğa Gider”
84 2012 Yılında Yolumuzu Aydınlatan Kitaplar
88 Çağlar Boyu Takvim
92 “Bir Çift pedal Ve Mutluluk...”
94 2012’de Türkiye’de En Çok İzlenen Filmler
98 Lars Trier* Sineması: İnsana Düşmanlığın Estetize Hali
108 Ömür Gedik: “Şehrin İçinde Şehir Baskısını Yaşamadığım Tek Yer
Beykoz”
110 Plazaların Ortasında Mangal Keyfi: Kavacık Mangal
Prof. Dr. Ahmet Yüksel
Prof. Dr. Nükhet Güz
Başyazı
Genel Yayın Yönetmeni’nden
Kış Ayları Lojistik Sektörü İçin Krize
Dönüşebilir
Akademi Beykoz dergimizin ONUncu sayısı ile
karşınızdayız!
Beykoz Lojistik Meslek Yüksekokulu’nun akademik ve
sektörel katkı hedefinde siz değerli okuyuculara sunduğu Akademi Beykoz dergisi, kurumumuzun vizyonerliğinin ve eğitim, öğretim standartlarındaki kalitenin görsel bir ifadesidir.
Akademi Beykoz dergimizin onuncu sayısı ile karşınızdayız! Dergimizin bu sayısı da yine dopdolu bir içerikle
karşınızda. Afet yönetiminin önemini sürekli zihinlerde
kalmasını sağlamak amacıyla oluşturduğumuz afet
lojistiği dosyamızı dördüncü kez beğenilerinize sunuyoruz. Farklı bir afet biçimi olan kuraklık afetini ve
afet sonrasında bireylerin psikolojik durumlarını incelemeye çalıştığımız bu dosyamızda Prof.Dr. Mikdat
Kadıoğlu’nun “Kuraklık Kıranı Risk Yönetimi” ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nda Prof.Dr. Nuray Karancı’nın
“Depremlerin Psikolojik Etkileri ve Psikososyal Destek”
başlıklı yazılarını bulacaksınız. Her bir yazının afet yönetimi konusundaki önemi büyük.
Bu kaliteyi, siz değerli okuyucularımıza duyduğumuz
saygının bir sorumluluğu olarak sunmayı ve her sayıda
kalite standartlarımızı daha da yukarı çıkartmayı sürdürebilmeyi hedefliyoruz. Geçen sayımızda lojistiğin;
son derece derin ve geniş bir alanı içeren ve çok çeşitli
uzmanlık hizmetlerinden oluşan operasyonların planlanması ve tasarlanması süreci olduğunu ve tüm bu
operasyonların gerçekleştirilmesine yönelik bir faaliyetler zinciri olduğunu ifade etmiştim. Bu itibarla; Lojistik
kesintisiz, sürdürülmesi zorunlu bir faaliyetler zinciri
olarak son derece hassas bir sektördür. Diğer bir ifade
ile; çevresel ve iklimsel koşullardan, sosyal, ekonomik
ve siyasal ortamlardan en fazla etkilenen sektörlerden
biridir. Lojistik sektörünün kış ayları itibariyle, mercek
altına alınmasının özellik arz ettiği düşüncesinden hareketle, dergimizin bu sayısında, kış hava koşullarında
lojistik faaliyetleri ve süreçleri “Karda Kışta Lojistik”
başlığında incelenmiştir.
Akademi Beykoz’un
eğitim dosyasının konukları ise Prof. Dr.
Okan Tuna, Öğr. Gör.
Çağla Terzioğlu ve Dr.
Tanju Sürmeli oldu.
Prof. Dr. Okan Tuna
“Lojistik Eğitiminde
Laboratuvar Kullanımı
Üzerine Bir Değerlendirme” başlıklı yazısı
ile lojistik sektöründe
uygulamanın önemine
dikkat çekerken, Öğr.
Gör. Çağla Terzioğlu
“Eğitim/Öğretimde
Bilgisayar Kullanımının Başarıya Etkileri”ni irdeliyor. Dr.
Tanju Sürmeli ise henüz ülkemiz için yeni bir teknik olan
Bioofeedback’i anlattığı röportaj ile siz okuyucularımızla
bir araya geliyor.
Dergimizin onuncu sayısının ana dosya konusunu ise
“Karda Kışta Lojistik” oluşturuyor. İstanbul gibi metropollerde yaşayan insanlar için zorlu hava koşulları günlük hayatın akışını kesintiye uğratan önemli bir
faktör. Ama bunun ötesinde bu günlük hayat içerisinde
hiç fark etmediğimiz lojistik unsurların kesintiye uğraması deyim yerindeyse hayatı felç edebiliyor. Lojistik işletmeleri açısından da zorlu kış koşulları işletme
giderlerinin arttığı kriz dönemleri haline gelebiliyor.
Akademi Beykoz ekibi olarak zorlu hava koşullarının
lojistik süreçlere etkilerini mercek altına yatırdığımız
dosyamızda Atilla Yıldıztekin’in “Lojistik Hizmetlerde
Mevsimsellik ve Kış Etkisi”, Demiryolu Taşımacılığı
Derneği Genel Müdür Yardımcısı Nükhet Işıkoğlu’nun
“Olumsuz Hava Koşullarında Demiryolu Taşımacılığı”
başlıklı yazılarını ve Mars Lojistik - “Lojistik Sektöründe
Her Mevsime Hazırlıklı Olmalısınız” ve AKOM - “AKOM
Karda Kışta İstanbullunun Hizmetinde” başlıklı röportajları bulacaksınız. Dosyamızdaki diğer yazıları da
zevkle okuyacağınıza eminim.
Her sayısında lojistik sektörünün farklı eğilimlerini ortaya koymak ve bu alanda kamuoyuna, gençlerimize, sektöre ve akademik çevrelere popüler bir kaynak sunmak
amacını güttüğümüz dergimiz onuncu sayısını gururla
ilgilerinize sunuyor ve bu sayımızı da beğeniyle okuyacağınızı umut ediyorum.
Dergimizin onuncu sayısı bu yazılarla sınırlı değil elbet.
Marka danışmanı Güven Borça’nın “9 Canlı Konumlandırma Stratejileri”, Öğr.Gör. Mehmet Sarıoğlu’nun “İnanılmaz Büyüklükte Bir Kara Delik Keşfedildi”, Bülent
Göven’in “İş Zekası Nedir, Ne Değildir?” başlıklı yazılarını ve Think Neuro Yönetici Ortağı Dr.Yener Girişken ile
yapılan nöromarketing, ünlü yazar Latife Tekin ile yapılan “İyi Bir Kitapla Zihnimiz Mutlu Bir Sonsuzluğa Gider”
röportajları ve Ömür Gedik ile gerçekleştirilen Beykoz
sohbetlerini büyük bir keyifle okuyacağınızdan eminim.
Dergimiz Akademi Beykoz’un onuncu sayısının daha
nice nitelikli sayılara yol açması dileğiyle.
Esenlikler!
6
7
Havayolculuğunda Hizmet Kalitesinin Önemli Bir
Halkası: Yer Hizmetleri Operasyonları
Röportaj: Yrd. Doç. Dr. Nejla Karabulut
lanmayı gerçekleştiriyorlar. Yer işletme için şunu söyleyebilirim: Yer işletme, havalimanındaki ürün, hizmet,
yer operasyonu ve anlaşmaları takip eden, kontrollerini
yapan ve uygulayan birimdir. Havayolunun yolcuya bakan yüzlerinden en önemlilerindendir yer işletme. Bunun içine yolcunun yanında taşıdığı yükü de girer. Kargo
hizmetiyse yalnızca eşyayı, yükü kapsar. Biz kargo hizmetini, THY Kargo aracılığıyla veriyoruz.
Yer hizmetleri, havayolu şirketlerinin yolcuya bakan en önemli
yüzlerinden biri. Havaalanına girdiğimiz andan itibaren, karşılanmamız ve check-in işlemleri ile başlayan bu
süreç, bizim görmediğimiz ama tüm yolculuk sürecinin başarısını etkileyen bagaj,
güvenlik gibi unsurları
da kapsıyor. Türk Havayolları Yer İşletme
Başkanı Mehmet Büyükkaytan, “Tüm hava
yolları aynı koltuğu satıyor; önemli olan, bir
bütün olarak iyi hizmet sunmaktır” diyor. Yer hizmetleri
süreci de bu bütünün içinde çok önemli bir rol oynuyor.
Şu anda yaklaşık olarak 12.000-13.000 kişiye istihdam
sağlayan yer hizmetleri sektörünün durumu, sorunları ve
geleceğiyle ilgili olarak THY Yer İşletme Başkanı Mehmet
Büyükkaytan’la konuştuk.
Havacılık hizmetleri içinde yer işletmelerinin önemi nedir?
Bir havayolu üç büyük operasyonun yürütülmesiyle çalışır. Bunlar; pazarlama-satış, yer ve uçuş operasyonu.
Yani süreç, operasyon olarak pazarlama-satış operasyonu ile başlıyor, yolcu havalimanına geldiğinde yer
operasyonu devreye giriyor. Yerdeki hizmetlerden sonra
uçuşa geçiyor ve uçuş operasyonu yapılıyor. Yolcu gideceği noktaya vardığında tekrar yere geçiyor ve yolcuyu
uğurluyorsunuz.
Yer işletmeleri, yolcu havalimanına girdiği andan itibaren başlayan, yolcu varış noktasında havalimanını terk
ettiği anda biten bir süreci kapsıyor.
Evet, aradaki uçuş kısmında yok sadece. İndikten sonra
yine var. Orada da bagajınızı alıyorsunuz veya elde olmayan bazı sebeplerden dolayı alamıyorsanız, ne olduğunu ve çözümünü yine biz takip ediyoruz.
Yer hizmetlerinin önemi, sadece yolcuya hizmetle sınırlı değil, güvenliği de kapsıyor değil mi?
Mehmet Bey, genel olarak hep “yer hizmetleri” diye
söylüyoruz ama doğrusu “yer işletmeleri” galiba?
Aynen öyle. Uçak yolculuğunda güvenlik ve hizmet ayrılmaz bir bütündür. Yolcuların gidecekleri yere emniyetli
şekilde ulaşmalarını sağlamak, sizin vermiş olduğunuz
hizmetlerden biridir.
İngilizcede “ground operation” yani “yer operasyonu”
olarak geçer. Türkiye’de ve dünyada yer operasyonlarının farklı uygulamaları var. Bunun tek bir standardı
yok. Mesela yer işletmelerinin içine kargoyu da dahil
edebilirsiniz veya bizde (THY’de) ya da dünyadaki diğer
örneklerinde olduğu gibi kargo ayrı bir oluşum da olabilir. Operasyon noktasında Yer Hizmetleri çevirisi doğru.
“Yer İşletmeleri” dediğiniz zaman içerisinde operasyon
dahil bir çok başka fonksiyonu kapsıyor.
Zaten bakarsanız, yer işletmenin yer hizmeti noktasındasınız. Yer hizmeti nedir? Servistir, hizmettir. Sonuçta
sattığınız şeydir. Aslında koltuk değil, hizmet satıyoruz.
Herkesin koltuğu var. Önemli olan hizmettir. Yolcunun
yerdeki, havadaki ve tekrar yerdeki hizmetinin bir bütün
olması lazım. Yer hizmetleri, havayolu şirketinin yolcuyla ilk olarak yüz yüze gelen kısmı. İlk kez uçan yolcu neye dikkat eder diye düşünürsek eğer; hayatında
ilk defa uçağa binen yolcu, uçağı merak eder. Onun için
algı noktası uçaktır. Uçağa binmesidir, uçağın kalkışıdır. Ama bir yolcu, devamlı seyahat ediyorsa, onun artık
hizmet noktasında algısı başlar. Yerdeki olaya bakar sık
seyahat eden yolcu. İlk defa uçan yolcu, yerde ne olup
Bu, kurumun yapılanmasıyla ilgili sanıyorum.
Tabii, kurumun yapılanmasıyla ilgili. Havayolu şirketi
nasıl yapılanmak istiyorsa o şekilde düzenleme yapıyor.
Burada şunu unutmamak gerekir. Şirketler, ülkelerin
Sivil Havacılık otoritelerinin kurallarına uyarak bu yapı-
8
bittiğine çok dikkat etmez; çünkü onun uçağa binme heyecanı vardır. Ama çok uçan insanların algısı artık uçak
değildir. “Yerde ne olup bitiyor, hizmeti nasıl alıyorum,
bagajımı sorunsuz aldım mı, istediğim yere oturabildim
mi, uçaktaki hizmet nasıldı?” gibi noktalara bakar. Yerdeki hizmetler ve istekler sınırsız.
lama 340 seferin kalkışı oluyor burada. Bir 340 tane de
geldiğini düşünürsek yaklaşık 700 tane sefer sadece THY
İstanbul İstasyonu’nda yapılıyor. İstanbul İstasyonu’nda,
diğer havayollarıyla beraber toplamda yaklaşık 1000
uçuş gerçekleşiyor. Peak dediğimiz yoğun sezonda, yani
Temmuz-Ağustos’ta bu seneki planımız 800 sefer. Bu da
demektir ki İstanbul seferleri de 1200’lere çıkacak. İstanbul havalimanı, böyle bir kapasite için yapılmış bir havalimanı değil. Bizim tahmin edilemeyen bir şekilde büyümemiz nedeniyle artan transit yolcu geçişi için de yapılmış
bir havalimanı değil. Ondan dolayı sıkıntılar yaşanıyor.
Peki sektör olarak baktığımızda Türkiye’de yer hizmetlerinin büyüklüğü nedir? Kaç tane şirket var? Çalışan
sayısı nedir?
Şöyle ifade edeyim. Yer hizmetini, havayolu şirketleri kendi elemanlarıyla sağlayabildikleri gibi, yer hizmet
kuruluşlarından da satın alabilirler. Türkiye’de şu anda
üç tane büyük yer hizmet kuruluşu var. Bizim (THY’nin)
ortağı olduğumuz Turkish Ground Services (TGS), Havaş
ve Çelebi. TGS’yi üç yıl önce, Havaş’la ortak kurduk. Üç
sene öncesine kadar yer hizmetlerinin %70’ini biz kendi
personelimiz ile yapıyorduk. Yani yolcuya bakan yüzde
THY’nin kendi personeli vardı. Kontuarda duran arkadaş
THY personeliydi. Boarding yapan, aşağıda yolcuyu karşılayan arkadaşlar THY personeliydi. O dönemde sadece
bagaj taşıma hizmeti alıyorduk -ki on sene öncesine kadar onu da biz kendimiz yapıyorduk-. Ama yavaş yavaş
hem maliyet baskısı, hem hizmet alanının genişlemesi,
hem kaliteli yer hizmet kuruluşlarının bu hizmetleri daha
iyi vermesi, bu hizmetler için ayrı bir yapılanmaya yönlendirdi bizi. Biraz önce dediğim gibi TGS’yi kurduk. Sektör çok hızlı ilerliyor
Yeni bir havalimanı projesi var. Sayın Başbakanımız ve
Sayın Bakanımızın dile getirdiği bir 2016 yılı var. Dilerim
bu proje, bu tarihte gerçekleşir.
Sabiha Gökçen de büyüyor değil mi ?
Evet, Sabiha Gökçen de büyüyor ama bir havalimanının
büyük olmasının iki önemli unsuru vardır. Birisi pistleri, diğeri terminalleri. Sabiha Gökçen Havalimanı’nda bir
tane pist var; yeterli değil. İkinci bir pist için uğraşılıyor,
yapılacak. Burada yani İstanbul İstasyonu’nda üç tane
pist var ama birbirini kesen pistler. Bazı sıkıntılara neden
olabiliyor. Ama ürün noktasında gelişmeler çok farklı.
Belki İstanbul İstasyonu’nda yapamayacağız ama Devlet Hava Meydanları, yeni yapacağı meydanda bunları
yapabilir. Amaç artık, yolcunun evinden uçağa bineceği
zamana kadar sorunsuz, kolay ve basit bir şekilde herhangi bir sıraya girmeden kapıya gelmesi ve kapıdan da
uçağa geçmesi.
Bu noktada son yıllardaki gelişmelerden bahseder misiniz?
Bu, şu anda online check-in işlemleriyle kısmen de olsa
gerçekleşiyor değil mi?
Son on senedeki ilerlemesi çok büyük sektörün. THY 60
uçaktan 207 uçağa çıkmış durumda ki bu, büyük bir atılım. 2020’ye kadar 360 uçağa çıkmayı planlıyoruz ama
biz her zaman planlarımızın üzerine çıkmışızdır. Sektör,
Başbakanımız ve Ulaştırma Bakanımızın destekleriyle hızlı bir büyüme içinde. Özel havayollarının sayısı ve
uçak filoları gün geçtikçe artıyor.
Evet kısmen, ama meydanlarda şimdi gidişat şu yönde.
Konvansiyonel check-in dediğimiz personelle check-in
her geçen gün azalıyor. Genelde dalga sistemi uygulanıyor. Nedir bu dalga sistemi? Havalimanına girmeden
önce araç park yerlerinde veya farklı lokasyonlarda kiosklarla (kerbside) karşılaşıyorsunuz, o kiosklarda işleminizi yapıyorsunuz, bagaj etiketinizi takıyorsunuz,
Sonra havalimanına giriyorsunuz, işleminiz bittiyse uçağa binmek üzere kapıya geçiyorsunuz. Bu noktalardan
gelmediyseniz havalimanına girişte yine bir kiosk dalgası ile karşılaşıp, orada işlem yapıyorsunuz. En son artık,
bagajınızı kontuara ve/veya bagaj bırakma alanına getirip, sadece bagaj teslimi gerçekleştiriyorsunuz. Atatürk
Havalimanı şu anda daha çok konvensiyonel tipte. Yeni
havalimanında kiosk düzenine uygun bir yapılanma olur
Her alanda olduğu gibi yer işletmeleri de 2023 için ciddi
hedeflere sahip o zaman.
Ürün ve hizmetler konusunda hedeflerimiz var tabii ama
havalimanının alt yapısı da burada çok önemli. Dünya
ne tarafa gidiyor, nasıl ilerliyor, yer hizmetlerinde ne
yapmaya çalışıyorlar, havacılık sektörü nasıl ilerliyor?
Bu noktalara dikkat ediyoruz, takip ediyoruz. Şu anda
THY’nin merkezi (hub’ı) İstanbul. THY’ye ait günde orta-
9
mu bilmiyorum. Çok farklı yeniliklerden söz ediliyor dünyada. Geçenlerde Abu Dabi’de IATA’nın konferansında
bir sunum vardı. Çok uzak değil, 2020 yılında, belki insanların vücutlarındaki ve bagajlarındaki çiplerle hiçbir
yere uğramadan uçağa geçebileceklerini söylediler.
maya mahkum. Bir şirketin de güçlenebilmesi için yurtdışına açılması gerekiyor. Bunu Havaş ve Çelebi yaptı.
TGS de yavaş yavaş başlıyor. TGS’nin, sektörde olgunlaşması gerekiyor, daha çok yeni bir şirket. Her geçen
gün daha iyiye gidiyor, THY gibi bir operasyonu bir anda
devir alması kolay değil ve dezavantajınız gibi gözüküyor. Çünkü 79 senenin birikimini devralıyorsunuz; bir
anda böyle büyük bir opeasyonu devralmak zor ama bir
taraftan da avantaj. Diğer firmalardan çok daha hızlı olgunlaşmayı başarabilir.
Sektörde çalışan sayısına geri dönersek…
Ben TGS’nin çalışan sayısını biliyorum. TGS, altı meydanda hizmet veriyor. Tabii ki en büyük müşterisi THY.
Diğer uçak şirketlerine de hizmet veriyor ama domine
eden THY. TGS’nin çalışan sayısı A’dan Z’ye 7000 civarında. Bu rakam, önümüzdeki sene 7500 olacak. Diğer
istasyonlardaki Havaş ve Çelebiyi de katarsak herhalde
12.000-13.000 civarında olur çalışan sayısı.
Siz de sonuçta daha iyi hizmet verebilmek için TGS’yi
kurma yoluna gittiniz değil mi?
Doğru. İki nedeni var: Birincisi daha iyi bir hizmet. İkincisi maliyet.
Bu çalışan sayısı yeterli mi sizce? Genel olarak havacılık sektöründe nitelikli eleman konusunda bir sorun
olduğu dile getiriliyor. Bu, yer hizmetlerine de yansıyordur mutlaka.
Bildiğim kadarıyla yer işletme şirketleri, sahip olduğu sertifika tipine göre hizmet veriyor. TGS hangisine sahip?
A tipi sertifikaya sahip. Yani herkese, her türlü hizmeti
verebilir.
Çok doğru. Buradaki önemli konu şu: Havayolunun yolcuya bakan tarafında nitelikli elemana ihtiyacınız var.
Özellikle dil bilen elemanlara ihtiyacınız var. En büyük
sorun dil. Bir de nesiller fark ediyor herhalde. Yeni nesil,
iş noktasında biraz sıkıntı yaşıyor bazen. Yer hizmeti zor
bir iştir, çünkü insanla ilgileniyorsunuz. İnsanla ilgilendiğiniz her iş zordur. İnsanların istekleri sonsuz.
Üç Türk şirketi sektöre hakim. Yabancı şirketlerin ilgisi
var mı sektöre?
Şimdi, Türkiye’de piyasayı domine eden THY’dir. Örnek
vermek gerekirse, İstanbul istasyonunun %70’lik kapasitesini THY doldurur. TGS, bize hizmet vermek için
kurulmuş bir şirket. Geriye kalan %30’luk bir kapasite
var. Bunu üç firmanın paylaşması gerek. TGS’nin, bu
%30’luk orandan da tekrar pay alması lazım. O zaman
geriye kalan, %10, %10, %10 olarak paylaşılıyor. Bu durumda birkaç tane daha yeni şirket sektöre girse, çok yaşama şansı yok. Ama pasta büyük, herkese kapılar açık.
Özellikle rekabet ortamında, çalışanların müşteriyle
olan iletişimleri, şirketin tercih edilmesinde belirleyici
bir rol oynuyor. Siz de hizmet veriyorsunuz, diğeri de
veriyor ve müşteri, hizmeti en iyi şekilde aldığı yere gitmek istiyor.
Havayolu olarak biz de müşteriyiz yer işletme kuruluşları karşısında. Yurtdışında da yer hizmeti kuruluşlarından
hizmet alıyoruz. O noktada hem fiyat rekabeti hem hizmet rekabeti devreye giriyor. Sektörde nitelikli eleman
ihtiyacı var. İngilizce bilen eleman ihtiyacı var. Ama
İngilizcesi iyi olan çalışanlar diyor ki “Ben burada niye
çalışayım? Başka yerde iş bulurum.” Çünkü yer hizmeti kuruluşları çok yüksek paralar vermiyor personeline.
Ama sektörde şöyle bir fırsat var. Turn-over’ı yüksek bir
sektör. Çalışanın önünün açık olduğu bir sektör. Dünyanın havacılık gidişatına bakarsanız, belki bundan 20
sene sonra tüm dünyada seyahat edebilen belli başlı
havayolu şirketleri kalacak. Yer hizmetleri de bu şekilde
ilerliyor. Tüm dünyada hizmet veren belli başlı hizmet
kuruluşları kalacak. Onun dışındakiler sadece lokal ol-
Yer hizmetlerini, kendi elemanlarıyla gerçekleştiren
şirket var mı Türkiye’de?
Şu anda çok yok. Bir ara Pegasus düşünmüştü bildiğim
kadarıyla, vazgeçti.
Kurduğunuz yer hizmeti şirketine Turkish Ground Services adını vermeniz, uzun vadede markalaşıp, yurtdışında da daha rahat ifade edilebilmesi için mi?
Evet. THY’nin bir markası olduğunun görünmesi gerekiyor. Örneğin DO&CO bir markadır ama Türk Hava Yolları
ile yapılan ortaklık sonucu ismi TURKISH Do&Co olan
bir şirket kululmuştur; Mesela Opet’le ortaklığımız var-
10
dır ama havalimanında hizmet veren ortaklığın adı TURKISH OPET’tir. Hepsinin başında THY’nin ismi var.
Yolcular hangi havayolundan ne bekleyeceklerini çok
iyi biliyor. Hizmet kalitesinde öne çıkmaya çalışan bir
havayolu markası, bizde olduğu gibi verdiği hizmeti çeşitlendirebilir. Daha az hizmet verebileceğiniz yolcularınız olabileceği gibi Business Class bilet almış, sadakat
programına katılmış ve daha üst seviye hizmet almak
isteyen yolcularınız da olabilir. Bu tip yolcuların çoğunluğu birebir insan ilişkisi ister. Yüz yüze hizmet vermeniz gerekiyor. Havayollarının bu tip kartlara sahip olan
yolcuları her zaman sizden özel ilgi istiyorlar. Ödedikleri
para arttıkça, istedikleri hizmet de farklılaşıyor. Beklenti
farklılaşınca, bir makineden değil, insandan hizmet almak istiyorlar. Yolcuların hep yüksek ücret ödemesi şart
değil. Sık uçarak havayolu kart statüsünü yükseltip bu tip
kartlara sahip olan ve Ekonomi Class bilet ile uçan özellikli yolculara da hizmet verdiğimiz bir alan burası. Durum böyle olunca, bu sektörde yapacak daha çok iş var.
THY’nin markalaşma ve farklılaşma stratejisiyle ilgili
bir durum bu.
Evet, markalaşmayı ve farklılaşmayı, yer hizmetlerinde
de yapmaya çalışıyoruz. Ortaya koyduğumuz ürün ve
hizmet, THY markası olarak yolcunun karşısına çıkıyor,
Yer İşletme Başkanlığı’nın bir ürünü olarak değil. Örnek
olarak Atatürk Havalimanı Dışhatlar gidiş terminaline
Business Class ve Türk Hava Yolları kartına sahip olan
yolcularının kullanabileceği salonumuzu yeniledik, Lounge Istanbul. Her yerde çok konuşuldu. Bu salon artık
bir Türk Hava Yolları markası oldu.
Peki mesleki eğitim konusunda ne düşünüyorsunuz?
Sivil Hava Ulaştırma İşletmeciliği eğitiminin önemli bir
alanı, yer işletmeleri. Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü
(SHGM), Türkiye’de havacılıkla ilgili verilen eğitimin
standardize edilmesi için çalışmalar yapıyor. Siz buna
dahil oluyor musunuz ya da önerileriniz var mı?
Sektörün sorunları neler? Bu konuda neler denebilir?
Sektörün sorunları konusunu yer hizmetleri kuruluşlarıyla konuşsanız daha faydalı olur. Ben, havayolu şirketi tarafında olduğum için, sektördeki gelişmeleri takip
ederek, Yer Hizmetleri Kuruluşlarından yeniliklere ayak
uydurmalarını talep ediyorum..
Tabii. Eğitim konusuna da dahil oluyoruz. Alınması gereken
eğitimleri, eğitimlerin neleri kapsaması gerektiğini Eğitim
Başkanlığımızla beraber hazırlıyoruz ve Eğitim Başkanlığımız vasıtasıyla aktarıyoruz konuştuğumuz konuları.
Ama siz de TGS olarak hizmet veriyorsunuz. O yüzden
oradaki sorunlar sizi de ilgilendiriyor.
Gittiğim bazı okullarda yaptığımız söyleşilerde, öğrencilerin moralinin bozuk olduğunu gördüm. Yer işletmelerinin makineleşmeye gitmesi onları endişelendiriyor.
TGS bakış açısıyla size söyleyebileceklerim şöyle olabilir. Sektörün en büyük sorunlarından bir tanesi havalimanı kısıtları, havalimanları yer hizmet kuruluşlarının ve
havayollarının operasyonlarını düşünerek tasarlanmıyor.
Bu kısıtlar sektörde büyük bir sıkıntı yaratıyor. Maliyet bir
başka önemli sorun. Araçlar mesela… Sektörde kullanılan araçlar çok pahalı. Yatırım maliyetleri çok yüksek.
Örnek olarak uçaklardaki buzlanmayı önlemek için kullanılan de-icing araçlar. Bu araçları yılda belki iki sefer
kullanıyorsunuz ama bir araç, 200 bin ile 400 bin Avro
arası değişiyor. Çok pahalı bir sektör, yatırımın geri dönüşünü, yedi-sekiz seneden önce sağlayamıyorsunuz.
Ama makineleşmeye gitse bile o teknolojileri kullanacak,
süreci yönetecek insan gücüne her zaman ihtiyaç var.
Ben de onu söylüyorum onlara. Bazı noktalarda makineleşmeye gidilmesine rağmen insan faktörü hala önemli.
Hizmet kalitesini etkileyen bir faktör. Low Cost Havayollarını örnek verirsek, yer hizmetleri konusunda tam
bir makineleşmeye gidebilir, yolcuların kimseyle karşılaşmadan uçağa geçme şansı olabilir ancak hizmeti
makinalaştırma noktasında her zaman bir insan elinin
değmesine gerek vardır, her seviyesinde hizmeti daha
etkili ve kaliteli yaparsınız.
Bence sektörün en önemli sıkıntısı, daha önce belirttiğim gibi özellikle yolcuya bakan yüzde kalifiye eleman
bulmak. Bunu bagaj işçilerine de indirgeyebiliriz. Çünkü bagaj işçileri sadece bagajları uçaklara basit olarak
yükleyip boşaltmıyorlar, etiket de okumaları gerekiyor.
Biz bugün 98 ülkeye uçuyoruz. 219 destinasyon, 219
farklı kod demektir. Yeni noktaların üçlü kodlarını akılda
Zaten insanların da onlardan, çok kaliteli bir hizmet
beklentisi de yok.
Doğru. Beklentiler markaya göre şekilleniyor. Havayolları
da markalarını, verdikleri hizmete göre ortaya koyuyor.
11
tutmakta ben de zorlanıyorum. Bagajdaki arkadaşların,
bu üçlü kodları bilip, bagajların yanlış gitmesini engellemeleri gerekiyor. Burada sistem var ancak her zaman
insanın bakması da gerekiyor.
Sizin sektörle ilgili öngörüleriniz neler?
Evet, artık Z neslinden bahsediliyor.
Sektörde teknoloji çok üst düzeyde. Buna ayak uyduramayan firmalar kapanmaya yüz tutabilir.
Şimdi bilgisayar çağı çocukları var. Sürekli online yaşıyorlar.
Eğitimler yalnızca yolcu tarafında değil, öbür tarafta
da var değil mi? Yani bagaj kısmında?
Tabii, bagaj kısmında da var. Orada en fazla belki güvenlik eğitimi veriyorsunuz. Zaten yer hizmetlerinde, biraz önce sizin de söylediğiniz gibi, sadece hizmet değil,
güvenlik noktası da var. Her yer hizmetinde çalışan kişi,
aynı zamanda bir güvenlik elemanı. Çünkü terör noktasında, dünyada en fazla ses getiren işler, uçakla alakalı
oluyor maalesef. Onun için yer hizmeti çalışanlarının
her biri, birer güvenlik elemanıdır aynı zamanda. Dikkatli
olmaları gerekiyor. Eğitimlerde bu da veriliyor arkadaşlara. Profilingden tutun da yolcuyla konuşmaya, yolcunun hareketlerine nasıl karşılık verilmesi gerektiğine ve
stres noktasında neler yapması gerektiğine kadar eğitimler veriyoruz. Yer hizmetleri stresli bir iş. Adrenalin
çok yüksek. Sürekli zamanla yarışıyorsunuz. Alıştıktan
sonra da kolay kolay bırakamıyorsunuz.
Djital yerliler yani.
Bagaj etiketi okumak da makineleşen bir süreç değil
mi? Barkodları okutuyorsunuz.
Ayak uydurmaktan öte, bu maliyeti karşılamak lazım.
Sonuçta her şirket, bu gelişmeye ayak uydurmak ister.
Makineleşen bir süreç ama, sizin okutup yüklemeniz
veya boşaltmanız ile görerek yapmanız daha farklı. Okutup yükleyip boşaltırken vakit kaybediyorsunuz özellikle
sıkışık zamanlarda. Diğerinde, gördüğünüz an, hemen
nereye koymanız gerektiğini biliyorsunuz. Mesela dün,
kötü hava şartları yüzünden uçaklar, indikten iki saat
sonra park yerine gelebildiler. İki saat sonra park yerine gelmeleri, havayolu olarak bizim yapmış olduğumuz
tüm planı alt üst etti. Örnek olarak herhangi bir yerden
gelen uçakta Londra devamlı transit yolcular var ve dendi ki “Londra bagajını ayırın ve hızlı bir şekilde Londra
uçağına aktarın” çünkü Londra uçağının kalkış zamanı
gelmişti. LHR’nin, Londra olduğunu bilmiyorsa buradaki
bagaj işçisi arkadaşımızın onu okuta okuta ayırması çok
vakit alır ve Londra uçağının rötara girmesine sebebiyet
verebilir ya da sefer, bagajları beklemeden başka kısıtlar
nedeniyle o bagajları almadan kapısını kapatır ve bagajlar kalır. Ama LHR nin Londra nın üçlü kodu olduğunu bilen arkadaşım, bu işlemi çok daha hızlı yaparak, Londra
uçağının rötara girmesini önlemiş olur ve/ veya tüm bagajların yolcuyla beraber seyehat etmesini sağlayabilir.
Dediğiniz şirketin hem mali yapısı hem de yönetim tarzı
ile alakalı. Teknolojiye çok çabuk adapte olunması gerekiyor, bu da sadece malzeme ve sistemle ilgili değil
insan programlanmasını da kapsıyor. Herkesin bildiği
Japonların ilk olarak uygulamaya başladığı “Lean Management” adında bir konsept var. Bunun yer operasyona
uygulamasında, operasyon yönetimde çok sade bir yapı
kurulmasını ve operasyon süreçlerinde her duruma karşı çeşitli standartların koyulmasını ve o yapıda ilerlemesini sağlıyor. Sektörün bu sisteme yavaş yavaş adapte
olması ve düşünce yapısını değiştirmesi gerekiyor. Lean
Management, var olan süreçleri geliştirmekten öte, süreçler içerisinde boşa geçen zamanı tespit edip burada
iyileştirme sağlar.
Evet, artık hep online. Sürekli tweet atıyorlar, sürekli Facebook’talar. Böyle bir durum sıkıntı yaratıyor tabii. Anlayışları farklı. Ben 43 yaşındayım. Ankara’da doğdum
ve büyüdüm. Bürokrasi noktasında daha resmiyimdir.
Sert dururum. Kurallar önemlidir benim için. Ama onlar,
bizim baktığımız gibi bakmıyor olaya. İletişim anlayışları farklı. Yolcuya daha rahat bakıyorlar. Mesela kravatın
düzgün durmaması, benim için kabul edilemez bir şey,
özellikle yolcunun karşısında dururken. Ama arkadaşlar
diyor ki “Neden beni zorluyorsun? Ne olur ki? Ben yolcuya iyi hizmet veriyorum.” İşte o noktada bazı eğitimler
veriliyor ve bu eğitimler tazeleniyor. Sürekli bir eğitim
durumu var.
Bu bilgileri bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz.
Şöyle bir örnek verirsem daha somut olur. Mesela bir
bagaj işçisi, uçaktan bagajı indiriyor. Bu, bir süreçtir.
Şimdi siz, bu bagajı indirme süreciyle ilgili bir iyileştirme yaparsanız en fazla %5’lik bir iyileştirme yaparsınız
ve verimi %35’e çıkarırsınız. Ne yaparsınız? Aracı biraz
daha hızlı çalıştırırsınız, çalışanın biraz daha hızlı çalışmasını sağlarsınız. Ama bu kişinin, görevi sürecindeki
boş zamanlarda ne yaptığını tespit edip, ona başka bir
iş bulabilirseniz, o süreci komple yeniden daha güzel
işletebilirsiniz. İşte lean management, %70’lik kısımda
iyileştirme ile ilgilenir. %30’luk bir süreçte iyileştirme
yaptığınız zaman en fazla %5’lik bir oran yakalıyorsunuz. Oysa %70’lik sürece odaklandığınızda, toplamda
%50-55’lik bir oranı yakalamak mümkün.
Yüksek maliyetler sorununu daha önce söylemiştim zaten. Ama şu da bir gerçektir ki havayolları, sektördeki
diğer şirketlere nazaran kar marjı en düşük olandır.
Bize -yolcu olarak- sanki havayolu daha çok kazanıyormuş gibi geliyor.
Değildir. Net karda zarardasınız yatırımlarınızdan dolayı (uçak alımları gibi). Operasyonu döndürebilmek için
bir paranız var mı genelde havayollarında buna bakılır.
Buna da Operasyon Karı denir. Biz bu konuda uzun zamandır başarılıyız.
Verimliliğin artırılmasında çalışanların eğitilmesi de
önemli. Siz neler yapıyorsunuz bu konuda? Buraya aldığınız elemanları, belli aralıklarla eğitime tabii tutuyor
musunuz?
Sonuçta kâr ediliyor ama…
Tabii. Buraya başlayan arkadaşların, öncelikle mesleki eğitimleri var. Bu mesleki eğitimleri geçtikten sonra, ara ara
da tazeleme eğitimleri yapılıyor. Bunun dışında verdiğimiz
en önemli eğitim, kişilerarası iletişim eğitimi. Yolcuya karşı
davranışı öğreniyorlar mesela. Şimdiki nesil farklı. X nesli
vardı, sonra Y oldu. Şimdiki nesil daha da farklı.
Operasyon karı elde ediliyor. Bir de cironuz büyüyor tabii. Yoksa bu uçakları nasıl alacaksınız. Veya kredi gerektiği zaman , kredi veren kuruluşlar, hiçbir şekilde size
kredi vermez.
12
13
Marka ve Lojistik
Dr. Hakan Çınar
Üniversite’deki bir öğrencim, şöyle bir soru yöneltti bana bir süre önce : “Hocam, Türkiye’de pek çok
Türk markası var artık, ve başarıyla işlerini yürütüyorlar, onlarca mağaza açıyorlar ülkemizde. Ancak
neden Türkiye ile sınırlı kalıyorlar, neden yurtdışında da tüm Dünya’nın tanıdığı bir marka olmaya
çabalamıyorlar. Bugün engel gibi görünen bir çok
şey ortadan kalkmış durumda, özellikle yakın coğrafyada yer alan Avrupa Birliği ile imzalanan Gümrük Birliği anlaşması ile bu ülkelerle gümrük vergisi
olmaksızın ticaret yapabiliyoruz.
bul ettirebilmiş işletme sayımız parmakla gösterilebilecek kadar az, belki de kimilerine göre yok bile.
Bu konuda hep bir takım çabaları duyar, sağlanan
devlet desteklerinden de yararlanarak, tanıtım faaliyetlerini ve mağazalar oluşturma fikrini gündeme getirir, ancak çok azımız bu konuda bir çaba
içerisine gireriz. Elbette sebebinin çeşitli zorluklara
dayandığını kabul etmekteyiz. Öncelikle ben bahsettiğim bu amaca ulaşmada gördüğüm iki temel
zorluğu paylaşmakta yarar görüyorum. Şüphesiz
ilk zorluk ve endişe; söz konusu markanın, yaygınlaşılması düşünülen ülkedeki tanıtımı, marka
bilinirliğinin oluşturulma güçlüğü ve dolayısı ile de
satılabilirliği. Bunun için önemli bir kapital güce ihtiyaç olduğu aşikar. İkinci önemli zorluk ise, böyle
bir oluşumun meydana gelmesi halinde oluşacak
lojistik güçlükler. Malum, yurtdışında markalaşabilmek için, en önemli şeylerden bir tanesi, mağaza raflarında her zaman bulunabilir mal düzeyini sağlamak ve sürekliliği- yenilikçiliği her daim
başarabiliyor olmaktır. Bugün dünya devleri olan
markaların başarısında belirttiğim noktaların ve hızın çok büyük önem taşıdığını hepimiz bilmekteyiz.
Lojistik sektörü çok gelişti ve artık firmalar imkansız denilen herşeyi yapabiliyor, burada depolanan
ürünleri Avrupa’daki veya dünyanın her yerinde yer
alan mağazalara dahi doğrudan sevk edebiliyorlar.
Ekonomi Bakanlığı’nın sunduğu başta Turquality
olmak üzere, yurtdışında pazar araştırma, ofis-mağaza açma, marka desteği gibi destekler de var.
Peki neden bunca pozitif gelişmeye rağmen, Türk
markaları yurtdışında yeterince yaygınlaşamıyor,
neden Dünya markaları yaratamıyor ve bunları geliştiremiyoruz? ”
Eminim bir çok firma, doğaldır ki, yurtdışında mağazalar açtığı taktirde, o bölgelerde depo açmak
ve o depolardan da dağıtımı yönetmeleri gerektiğini düşünerek, bunun da lojistik maliyetlerinin
yanı sıra, aynı zamanda önemli bir stok maliyeti
yaratacağını varsayarak, hesaplarını da buna göre
yapıyorlardır. Oysa ki lojistiğin geldiği noktada işin
bu yönü öylesine kolaylaştı ki, firmalara sadece ne
istediklerini, diğer bir deyişle doğru zamanda doğru bilgiyi aktarmak suretiyle, onlarla uzun soluklu
bir iş birliği yapmak kalıyor.
Soru çok yerinde, ama asıl zor olan bu sorunun cevabını bulabilmek. Hatta bu sorunun cevabını tüm
iş adamları ile birlikte arayabilmek. Ülkemizin de
önemli ihtiyaç noktalarından birisi olan, yurtdışına
açılabilme, “franchise” verebilme, markaların yurtdışında yaygınlaştırılabilmesi gibi konuları tartışmak için zamanın geldiğini hatta geçtiğini düşünüyorum. Hepimizin kabul edeceği üzere, yurtdışında
Türk markası olarak yaygın bir şekilde kendisini ka-
Geriye, bu kararı verebilmek, asıl enerjisi ve gücü,
tasarım, satış ve tanıtım organizasyonu, ve markalaşmaya harcamak kalıyor. Benim için Türkiye pazarı yeterlidir diyen pek çok markanın, ülkemizde
dahi, ben markayım diyen yabancı yatırımcıların
baskısı altında kalarak, bir süre sonra darboğa girebilmesi kaçınılmazdır. Belki az sayıda Türk markası istikrarını kaybetmeden koruyabilecek, ama
pek çok Türk markasının, ülkemize gelen yabancı
500 milyar dolarlık bir ihracat hedefine adım adım
ilerleyen ve geride bıraktığımız 2012 yılı itibarı ile de
150 milyar Dolar çıtasını geride bırakan ülkemizde
markalaşmanın ne denli önemli olduğunu ve bu konudaki gereksinimi her an gündemde sıcak tutmak
gerektiğini belirterek başlamak isterim yazıma.
14
markaları gördükçe işlerinin her geçen gün zorlaştığını, yeni açılımlar yaratmak zorunda olduklarını,
tek çıkışın da global marka olabilmeyi başarmak
olduğunu düşünüyorum.
Marka olabilmek vizyon işidir; önce buna inanmakla başlıyor süreç, sonra doğru noktalarda konumlanma, kaliteli ve iyi bir hizmet, istikrarlı mal
tedariki, özetle doğru bir “Tedarik Zinciri Yönetimi”.
İşimiz kolay değil, ama girişimci ve pratik zekalı bir
toplum olduğumuzu ve lojistiğin de ne denli geliştiğini düşündüğümüzde, o kadar zor da değil.
15
Türkiye
Afet Lojistiğine
Hazır Mı?
Akademi Beykoz Dergisi
Onuncu Sayısında;
Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu’nun
“Kuraklık Kıranı Risk
Yönetimi”
Ve
Prof. Dr. Nuray Karancı’nın
“Depremlerin Psikolojik
Etkileri ve Psikososyal
Destek”
Başlıklı yazıları ile
“afet ve afet lojistiği”
konularını masaya yatırıyor.
Kuraklık Kıranı Risk Yönetimi
Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu
layısıyla kuraklığın gelişimini, günlük/aylık olarak takip
ederek, kurak ve nemli alanların ve bunların şiddetinin
yerel dağılımı hakkında doğru ve zamanında bilgi sahibi
olamıyoruz. Bunun bir sonucu olarak kuraklığı, su kaynaklarının azalması, göllerin kuruması gibi, görünür olan
ciddi sonuçları ile ama çok geç kalarak fark edebiliyoruz.
İstanbul Teknik Üniversitesi
Kuraklık, iklimin su kaynaklarını, tarımı ve tüm canlıları etkilemesinin bir yoludur. Aynı zamanda kuraklık, en
kapsamlı sosyo-ekonomik zararlara neden olan, yavaş
gelişen en sinsi ve en tehlikeli doğal afettir. Kuraklık, yer
çekimi gibi bir doğa kanunudur. Nasıl ki suyun çoğu (sel)
ölümcül ise suyun azı da (kuraklık) ölümcüldür. Deprem
gibi kuraklık da, çeşitli büyüklüklerde oluşabilen bir doğal afettir. Her kuraklığı, küresel iklim değişikliğine bağlamak doğru değildir. Aslında sürekli olarak “iklim” ile
“hava şartları” arasında bağlantı kurmak, bu tür meteorolojik afetler sanki sadece “iklim değişince” oluşurmuş
gibi kamuoyunda yanlış bir kanı uyandırmakta ve gerçek
çözümleri de geciktirmektedir.
Toplumun çok geniş bir kısmını ilgilendiren kuraklık
kıranı için yıllardır söylenmeye çalışılan özetle şudur:
“Normal hava şartları diye bir şey yoktur. Meteorolojik
kuraklık, normal ve bilinen atmosferik sistemler tarafından geçmişte hep oluşturulmuş ve gelecekte de oluşturulmaya devam edecektir. Kuraklık, meteorolojik kuraklık olarak başlar, tarımsal, hidrolojik kuraklık olarak
gelişir ve sosyo-ekonomik kuraklık olarak devam eder.
Kuraklığın etkileri en fazla, suya talebin en çok olduğu
zamanlar hissedilir, ama o zaman da herhangi bir önlem almak için artık çok geçtir. Türkiye’de köy, kasaba,
şehir ve ülke bazında da artık bu günden itibaren kuraklık ile mücadele için acilen planlar geliştirilmeli ve
su kaynaklarımız için kriz yönetimi yerine sürekli olarak risk yönetimi uygulanmalıdır.” Bunun için de acilen
yanlış olan “kriz yönetimi” mantığını terk edip, “Kuraklık Planları” gibi planlama vb. hazırlık ve zarar azaltma
çalışmaları ile “risk yönetimine” geçmeliyiz. Çünkü kuraklığın etkileri, suya talebin en çok olduğu zamanlarda
en fazla hissedilir, ama o zaman da herhangi bir önlem
almak için artık çok geçtir. Yani, kıt olan su kaynaklarımızı da verimli kullanabilmek için merkezi ve yerel yönetimlerimiz de her yeni su yılının başında su bütçesini
hazırlayıp gerektiğinde “Kuraklıkla Mücadele Planları”nı
devreye sokmalıdır. Yoksa planlamadan yoksun bir
çerçevede aşırı ve yanlış su tüketip su kaynaklarımızı
verimli kullanamayarak büyük su (bütçe) açıkları ve su
kıtlıkları ile çaresizce boğuşur dururuz.
Maalesef, yarı kurak bir iklim kuşağında bulunan
Türkiye’de ise sahipsiz afetlerin başında kuraklık gelmektedir. Çünkü 1959 yılında çıkan 7269 sayılı Umumi
Afetler Kanununa göre Türkiye’de kuraklık afet dahi sayılmamakta ve afet istatistiklerinde hiç yer almamaktadır. Hâlbuki depremle beraber Dünyada etkili olan 31 çeşit doğal afet arasında kuraklık ilk sırada sayılmaktadır.
Gerçekte ülkemizde yağışların yersel ve zamansal dağılımı düzensizdir. Şehirlerimizin su kaynakları hızla artan
nüfusu ve sanayinin ihtiyacını karşılayamıyor. Vahşi sulama ile tarımsal üretimde suyun büyük bir kısmını israf
ediyoruz. İçme, kullanma ve sulama suyumuzun kalitesi
artan sanayi ve diğer çevre kirlilikleri neticesinde giderek düşüyor. Bütün bunlara bir de küresel iklim değişimi eklenirse ülkemiz kuraklığın şiddetini çok daha fazla
hissediyoruz ve hissetmeye de devam edeceğiz. Diğer
bir deyişle, kuraklığın artması ile şehir ve ülke sınırlarını aşan nehirlerin kullanımı dâhil birçok uluslararası,
ulusal ve yerel su kaynağının paylaşımını ve yönetimini
daha da zorlaşmaktadır. Bugün yaşanan kuraklık, ülkemizin ileride karşılaşabileceği tehlikenin boyutlarını
göstermesi açısından son derece önemlidir. Çünkü kuralık yavaş gelişen, sinsi ve kronik bir afettir.
Kuraklık Tanımları
Literatürde kuraklığın tek bir tanımı yoktur. Kuraklığın
tanımı her disiplin için farklıdır. En basit ve genel anlamda kuraklık, arz ve talep ilişkisinde su sıkıntısıdır.
Kuraklığı, “yağışların, normal seviyelerinin önemli ölçüde altına düşmesi sonucu arazi ve su kaynaklarının
olumsuz etkilenmesi” şeklinde de tanımlayanlar vardır.
Meteorolojik Kuraklık:
Belli bir dönemin ortalamasına göre yağış miktarının az
olması. Ya da belirli bir zaman periyoduna ait normallerden (genellikle en az 30 yıllık) meydana gelen sapma
olarak tanımlanır. Bu tanımlamalar genellikle bölgesel-
Ülkemizde, değişik kuraklık endeksleri hazırlayıp, yeraltı
suyu, akarsu ve göllerdeki su miktarını, toprak nemi ve
uzun vadeli yağış tahminlerini bir elde toplayı değerlendirebilen her hangi bir kurum veya kuruluş yoktur. Do-
18
dir ve bölgenin klimatolojisinin tam olarak anlaşılması
temeline dayanır. Normal olarak meteorolojik ölçümler kuraklığı ifade etmede başta gelen göstergelerdir.
Devam eden bir meteorolojik kuraklık hızlı bir şekilde
kuvvetlenebilir veya aniden sona erebilir. Kuraklık periyotları genellikle, belirlenen eşik değerlerinin altında
yağışlı olan günlerin sayısı olarak da tanımlanır. Seçilen noktada ve istenen periyotta meydana gelen yağışın, uzun yıllar yağış ortalamalarına göre az yâda çok
oluşunu mukayese ederek bir kuraklık sınıflandırması
için “Normalleştirilmiş Yağış Endeksi” (NYE) endeksler
de hesaplanabilir. NYE metodu, yağış eksikliğinin geriye doğru farklı zaman dilimleri (1, 3, 6, 9, 12, 24 ve 48
aylık) içerisindeki değişkenliğini dikkate alabilen bir kuraklık endeksidir. En az 30 yıl süreli periyotta aylık yağış
dizileri hazırlanır. NYE değerlerinin normalize edilmesi
sonucu seçilen zaman dilimi içerisinde kurak ve sulak
dönemler tespit edilir.
lunmaması durumu olarak da ifade edilir. Büyüme periyodu boyunca, belirli bir bitkinin suya ihtiyaç duyduğu
belirli bir kritik döneminde yeterli toprak nemi olmadığı
zaman tarımsal kuraklık meydana gelir. Tarımsal kuraklık meteorolojik kuraklıktan sonra ve hidrolojik kuraklıktan önce ortaya çıkan tipik bir durumdur. Tarımsal kuraklık, toprağın derinlikleri doymuş halde olsa bile ürün
verimlerini ciddi oranda düşürebilir. Yüksek sıcaklıklar,
düşük bağıl nem ve fön rüzgârları da yağış azlığının etkilerinin artmasına sebep olur. Kuraklık zamanla (yağış
mevsiminin başlamasında gecikmeler, ürün büyüme
mevsimi- yağış zamanının ilişkisi) ve yağışların tesirleri (yağış şiddeti, yağışlı gün sayısı) ile ilişkilidir. Yüksek
sıcaklık, şiddetli rüzgâr ve düşük nem miktarı gibi diğer
değişkenler de birçok bölgede kuraklıkta etkili olur.
Hidrolojik Kuraklık:
Nehir, göl ve yeraltı su kaynaklarında azalan su miktarı
olarak tarif edilir. Hidrolojik kuraklık, uzun süre devam
eden yağış eksikliği neticesinde ortaya çıkan yeryüzü ve yeraltı sularındaki azalma ve eksikliklerini ifade
eder. Bu nedenle kuraklık, “su kaynaklarının (yağışlar,
yeraltı ve yüzey suları) beklenen normal seviyelerin ve
ortalamaların altında kalması olarak” da tanımlanabiliyor. Nehir akım ölçümleri ve göl, rezervuar, yeraltı su
seviyesi ölçümleri ile takip edilebilir. Yağmur eksikliği
Tarımsal Kuraklık:
Toprakta bitkinin ihtiyacını karşılayacak miktarda suyun bulunmaması olarak tarif edilebilir. Yetiştirilen bitki için toprakta tutulan elverişli su miktarına da toprak
nemi denir. Bitkiler gelişme dönemlerinde farklı miktarda suya ihtiyaç duyar. Böylece tarımsal kuraklık bitkinin
kök bölgesinde, büyüyüp gelişmesi için yeterli nem bu-
19
ile akarsu, dere ve rezervuarlardaki su eksikliği arasında
bir zaman aralığı olduğundan dolayı hidrolojik ölçümler
kuraklığın ilk göstergelerinden değildir. Meteorolojik kuraklık sona erdikten uzun bir süre sonra dahi hidrolojik
kuraklık varlığını sürdürebilir.
1. İklim şartları (Türkiye için yarı kurak iklim)
2. Kuraklık (Kuru dönemlerin görülme sıklığı ve şiddeti)
3. Çölleşme ve ormansızlaşma
4. Su stresi (Yüksek nüfus, yoğun sanayi nedeniyle aşırı
su talebi, kaçak yer altı kuyularının kullanımı)
5. Çevre tahribatı. Su havzalarının amaç dışı kullanımı,
kirlilik ve küresel iklim değişimi
Örneğin, 1915, 1930’lu yıllarda ve 1970-1974 arası Türkiye
ciddi bir kuraklık tehlikesi geçirmiştir. 1988 -1989 yılları,
Güneydoğu Anadolu Bölgesi için en kurak yıllardan biri
olmuştur. Keban barajı girişinde Fırat’ın debisi kurak yıllarda 50 m3/sn’ye düşmesine rağmen, Keban ve Karakaya baraj göllerinden verilen ilave sularla komşumuz
ülkelerle yapılan yazısız anlaşmalardaki 500 m3/sn’lik
debiyi sağlayabilmek için mevcut depolardan 269 m3/
sn lik bir ilave su ile bu verilen söz yerine getirilmeye
çalışılmıştır. Keban barajında 23 Kasım 1989 ile su tutulmasının bittiği 13 Şubat 1990 tarihleri arasındaki 81
günlük süre boyunca sınırımızdan 515.6 m3/sn’lik su
verilmiştir. Aynı yıllarda İstanbul’da da benzer büyük bir
kuraklık yaşanmış.
Bu nedenler alt alta geldiğinde susuzluğun nedeninin
sadece kuraklık olmadığı gerçeği ortaya çıkar. Bazen
bunların biri, çoğu kez de bunların birkaçı birden kuraklığa neden olur. Şu anda bunların 5’i de ülkemizin
farklı yerlerinde farklı faklı ölçülerde etkili olmaktadır.
Bu nedenle, kuraklığın tek bir nedeni ve çözümü yoktur.
Problemi ve çözümü bir bütün olarak yapısal ve yapısal olmayan tüm yönleri ile ele almak zorundayız. Yani,
kuraklık problemi sadece baraj yapmak, boru döşemek
gibi “yapısal” önlemler ile çözülemez. Zaten ülkemizde
birçok havzada baraj ve gölet yapılacak yer de kalmadı.
Ülkemizde küresel iklim değişimi sonucu artması beklenen problemler: (1) Kuraklık, (2) Ani seller ve (3) Deniz su
seviyesinin yükselmesi gibi üç genel başlık altında toplanabilir. Kuraklık artması demek, daha az yağış, daha
çok güneş, sıcak hava dalgalarının daha uzun süreli ve
şiddetli geçmesi, daha fazla böcek ve haşere üremesi,
susuzluk ve kıtlık yaşanması, daha sık ve uzun süreli orman yangınları anlamına gelir. Bu nedenlerden dolayı,
günümüzde iklim değişikliği toplumların en az kalkınma, açlık, sağlık kadar dünyanın üzerinde durması gereken çevre sorunlarının başında gelmektedir. Ülkemizin
de içinde bulunduğu enlemlerde sıcaklıklarda artışların,
yağışlarda ve toprak su içeriğinde azalmaların olacağı
tahmin edilmektedir. Bütün bunlar yarı kurak olan ülkemizde kuraklığın etkilerinin gelecekte daha da fazla
hissedilebileceğini, suyun ülkemiz için öneminin gelecekte daha da artacağını göstermektedir. Küresel İklim
Modelleri ile yapılan projeksiyonlara göre 2030 yılında
Türkiye’nin de büyük bir kısmı oldukça kuru ve sıcak bir
iklimin etkisine girecektir (IPCC, 1990). Türkiye’de sıcaklıklar kışın 2 0C, yazın ise 2 ila 3 0C artacaktır. Yağışlar
kışın az bir artış gösterirken yazın % 5 ila 15 azalacaktır. Bununla birlikte, şu an Türkiye’nin gece ve gündüz
sıcaklıkları ile beraber yağış gözlemlerinin trend analizinde ise, Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de özellikle
gece sıcaklıklarında istatistiksel anlamda önemli artışların olduğu belirlenmiştir (Kadıoğlu, 1993a,b, 1997; Karl,
1994). Ayrıca, yaz aylarında toprak neminin de % 15 ile
% 25 arasında azalacağı tahmin edilmektedir.
Ülkemiz için su hem enerji, hem de tarımsal açıdan son
Sosyo-ekonomik Kuraklık:
Toplumun üretim ve tüketim faaliyetlerini etkileyen su
eksikliğidir. Kuraklığın sosyo-ekonomik tanımı meteorolojik, hidrolojik ve tarımsal kuraklıkla bağlantılı bazı
ekonomik ürünlerin arz ve talepleriyle ilgilidir. Sosyoekonomik kuraklık, yukarıda bahsedilen kuraklık tiplerinden farklı bir durum arz eder. Çünkü bu kuraklık yer
ve zamana bağlı olarak ortaya çıkar. Su, gıda, balık ve
hidroelektrik santralleri gibi birçok ekonomik ürünün temini hava şartlarına bağlıdır. İklimin doğal değişkenliği
nedeniyle bazı yıllar su kaynakları yeterli olsa da sonraki yıllarda bu su kaynakları gerek insanların ve gerekse
çevrenin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olabilmektedir. Sosyo-ekonomik kuraklık yağışlardaki azalmanın
sonucu olarak gelişen ve üretimin ihtiyacı karşılayamadığı durumlarda ortaya çıkar.
Küresel İklim Değişiminin Su Kaynaklarına Etkisi
İklimi yarı kurak olan ülkemizde yaşanan kuraklıktaki
artışın birçok nedeni var. Bunların başında: İklim değişimi ile beraber yağışların olduğu yerler ile suya ihtiyacın
bulunduğu yerlerin bir birinden çok farklı ve uzakta gelişiyor olası gelir. Ayrıca içme, kullanma ve sulama suyu
kalitesi her gün geçtikçe artan sanayi ve diğer çevre kirlilikleri neticesinde düşüyor. Ve su havzaları korunamayıp
tahrip ediliyor... Özetle su kıtlığına neden olan aşağıdaki
gibi belli başlı 5 faktör vardır:
20
derece önemlidir. Sulama ve enerji amaçlı ülkemizde
çok sayıda su yapısı inşa edilmiş ve edilmektedir. Bu su
yapılarının amaçlarına uygun faaliyet gösterebilmesi,
ancak yeterli miktarda yağışın düşmesi ile mümkündür.
den ve yeraltından) sağlayabiliriz. Temel soru şudur: bu
kaynaklardan nasıl daha fazla su temin edilebilir? Yağış
olarak yer yüzeyine inen suyun bir kısmı bitki örtüsünce tutulur, bir kısmı yüzeyde akarak denizlerde ve yapay
göllerde toplanır. Bu suyun bir kısmı da bitkilerden terleme, toprak ve su yüzeylerinden de buharlaşma yoluyla
tekrar atmosfere geri döner. Bu süreçlerin her birinde
yapay ve doğal göllerde daha fazla suyun toplanması ve
daha az su kaybedilmesi için tedbirler alınabilir. Alınan
önlemlerden biri su tahmini ve yönetimdir. Su tahmini ve
yönetimi, dünyanın tüm modern kentlerinde, su rezervlerinde mevcut suyun en verimli bir şekilde kullanılabilmesi, suyun planlı olarak şehir şebekesine verilmesi ve
kuraklığa karşı zamanında önlem alınabilmesi için:
Zarar Azaltma ve Kayıp Önleme
Maalesef millet olarak genellikle zorda kaldığımız zamanlar çareler aramaya başlıyoruz. Böylece, kuraklık
gibi doğal afetlere karşı toplumumuz hiç de rasyonel
davranmamaktadır. Kriz doğduğunda otomatik olarak
harekete geçmekte ve tüm zamanımızı ve paramızı kayıplarımızın hafifletebilmesi için harcanmaktayız. Bunun adı “kriz yöntemi”dir. Kriz şartları ortadan kalkınca
da, bir sonraki, örneğin, kuraklık için zaman ayırmak ve
yatırımlar yapmak da gereksiz ve mantıksız görülmektedir. Çünkü tek başına uygulanan kriz yönetimi; tepkisel,
eşgüdümsüz, hedef kitle yanlış, etkisiz, zamansız, güven vermez ve afetin felakete dönüşmesine neden olur.
Bunun için ülkemizde kriz yönetiminden risk yönetimine
geçerek afetlere müdahale ve iyileştirmeden daha çok
afetin oluşmaması, zararlarının azaltılması, hazırlık,
tahmin ve erken uyarı konularına önem verilmeli. Aksi
takdirde kriz yönetimi ile yani su tamamen bittikten sonra yapacak fazla bir şeyimiz yok.
¼ su havzaları ve çevrelerinin iklimi iyice bilinir ve değişimler sürekli takip edilir,
¼ su rezervlerinin klimatolojik su denge analizleri yapılır,
¼ kısa ve uzun vadeli meteorolojik tahmin ve bilgilere
göre rezervuarlarındaki su seviyeleri sürekli olarak ve
çok önceden belirlenir.
Farklı şehir veya bölgeler birbirlerine benzer coğrafya, iklim, nüfus gelişim vb. unsurları içermesine karşın kuraklık riskine karşı sergiledikleri duyarlılık ve hassasiyetleri
birbirlerinden farklı olabilir. Bir bölgenin kuraklığa karşı
hassasiyetini azaltan dolayısı ile maruz kalınabilecek
olumsuz etkileri asgaride tutan en önemli faktörler, insanların musluğuna su temini sağlayabilecek alternatif
su kaynaklarının ve bu kaynakların değerlendirilmesine
olanak sağlayacak olan sağlam bir altyapının varlığıdır.
İstanbul, Ankara vb. büyük şehirlerimiz bugün kendi
kendine yetemeyen, suyu, toprağı ve enerjisiyle başka
coğrafyaları sömüren bir dev haline geldi. Yağmur suyunu mahallerde toplamak tek çözüm olamaz elbet. Kuraklıkla başa çıkmak için aynı zamanda su havzalarının
korunması, yağmur suyunun toprakla buluşmasını engelleyecek uygulamalardan uzak durmak gerek. Çünkü
bu tür uygulamalar yağmur suyunun toprağa sızmasını
engelliyor ve yeraltı sularının beslenmesini de önlüyor.
Hâlbuki yağışlar azaldıkça su havzalarına olan ihtiyaç
artacak. Zaten az olan suyun baraj havzalarına yönlendirilmesi için havzaların amaç dışı kullanımının önlenmesi
gerek. Normalde bir kentin kendi suyunu kendi havzalarından karşılayabiliyor olması gerektir. Bu nedenlerden
dolayı bugün Türkiye’deki susuzluğun nedeni sadece
kuraklığa bağlanamaz ve çözüm başka derelerden su
getirmek ve onları da kurutmak da olamaz. Çözüm, her
şeyde olduğu gibi yerleşim planlarını da doğanın taşıma
kapasitelerini göz ardı etmeden yapmak. Kentlere olan
yığılmaları önlemenin yolu dengeli bölgesel planlamanın ve arazi kullanım planlarının yapılmalı, kırsalda yaşayanların refahının artırılması ve onlara bu konuda destek
olunmalı… Bilindiği gibi, kullandığımız suyu hidrolojik
çevrimin değişik kısımlarından (atmosferden, yeryüzün-
Bununla beraber, kuraklık tehlikesinin oluşturduğu can ve
mal kaybı gibi riskleri hesaplayabilmek için çevre tahribatı
ile birlikte sosyo-ekonomik etkilerin belirlenmesi gerekir.
Hazırlık
Kuraklık ile mücadele planları, kuraklık şartlarının oluşup oluşmadığını tespit edebilmek, kuraklığın ne kadar
sürdüğü ve hangi aşamalarda hangi önlemlerin alınması
gerektiğini belirleyebilmek için objektif standartlar ortaya koyar. Bu planlar, genellikle Kuraklık Gözetlemesi,
Kuraklık Uyarısı ve Kuraklık Alarmı gibi üç aşamadan
oluşur. Bir bölgedeki yağış miktarları, nehirlerdeki akışlara ve barajlardaki su seviyelerine göre sırasıyla bu
aşamalara geçilir ve önceden belirlenmiş su kullanımı ve yönetimini düzenleyen çeşitli tedbirler yürürlüğe
konulur. Kuraklık planı bireysel vatandaşların, ulusal ve
yerel yönetimlerin, kurum ve kuruluşların ve diğerleri-
21
nin kuraklık nedeniyle ortaya çıkabilecek olan problem
ve etkilerinin zararlarını azaltmak için atılması gereken
adımları tanımlar. Bu problemlerin aşılması için bireysel
ve kurumsal önlemler tüm paydaşların katılımı ile beraber belirlenip uygulanmalıdır. Kuraklık yönetim planı,
ilgili tüm otoritelerin ve tarafların katılımı ve desteği ile
oluşturulur, kuraklık ve akabinde su tasarrufu ve kısıtlamalarının etkin ve pratik bir şekilde çözümlenmelerine
yönelik gerekli tüm plan, program ve prosedürleri içerir. Bu nedenle, ülkemizde ilk defa bir kent için Valilik
koordinasyonunda Kocaeli Kuraklık Yönetim Planı 31
Mayıs 2005 tarihinde geliştirilmiştir. Kocaeli Kuraklık
Yönetim Planı Alt Komisyonu kuraklığın yol açabileceği
riskler, kuraklık aşamaları ve her aşamada alınabilecek
aksiyonlar ve konunun Kocaeli bölgesi için kritik önem
ve hassasiyeti göz önüne alarak Kocaeli bölgesinin karşılaşacağı kuraklık problemlerine yönelik çalışmaların
ilgili otoritelerce bir plan ve program dâhilinde hayata
geçirilmesi uygulamaya konması için bir plan hazırlanmıştı. Kuraklık yönetim planı, “olası kuraklık riskleri ile
karşılaşıldığında yaşanacak olan istenilmeyen etkilerin
ve su kesintilerinin minimum seviyelerde tutulması ve
mümkün olan en kısa süreçte kuraklık problemlerinin
berterafına yönelik olarak oluşturulmuş uygulamalı yönetimsel bir plandır.”
nemi gibi ana iklimsel ve hidrolojik değişkenler düzenli
olarak izlenmeli ve normal değerlerden olan sapmalarının trendi gözlenmelidir. Kuraklık endeksleri formüle edilip limitleri tanımlandığında kuraklığı izlemek ve
araştırmak için çok kullanışlı anahtar olacaklardır. Kuraklık olduğunu anlamak için “Yağış, Dere ve Nehirlerdeki Akış, Yer altı Su Seviyesi, Kuraklık İndeksleri, Reservoir seviyeleri” parametreleri ölçülüp izlenmelidir.
Sonuç ve Öneriler
Ülkemiz için su, hem enerji, hem de tarımsal açıdan son
derece önemlidir. Sulama ve enerji üretme amaçlı ülkemizde çok sayıda su yapısı inşa edilmiş ve edilmektedir.
Bu su yapılarının amaçlarına uygun faaliyet gösterebilmesi, ancak planlanırken düşünülen miktarda yağışın
düşmesi ile mümkün. Bilindiği gibi buharlaşma, küresel
ısınma ile artacak ve ülkemizde daha şiddetli ve uzun
süreli kuraklıklar görülebilecek. Bu nedenle hem su kaynakları, hem de genelde yağışa bağlı olan kuru tarım ve
hidro-elektrik enerji üretimini ciddi bir şekilde etkilenebilecek. Ayrıca hidrolojik döngüdeki değişimler, sulama
ve su sağlama problemlerinin yanı sıra ani sel olaylarında da artışı beraberinde getirecektir.
Çevre koruma, arazi kullanımı, kuraklık, vb. ülkemizde
bilimsel ve bütünleşik bir şekilde ele alınmamasından
dolayı Türkiye’de kuraklık gelişmiş ülkelere nazaran
daha büyük bir problemdir. Yoğunlaşan nüfus ve sanayi, iklim değişimi, kuraklık, kirlilik ve su havzalarındaki
yapılaşma nedeniyle ülkemizde su kalitesi, arz ve talebi değişmekte. Ülkemizde kuraklık, geçmişte olduğu
gibi gelecekte de büyük problemlere neden olabilecek.
Bunun için yerel yönetimler su bütçelerini hazırlanmalı, kuraklığı meteorolojik, hidrolojik, tarımsal ve sosyoekonomik yönü ile izlemeli ve gerektiğinde erken uyarı
ile su tasarrufu, vb. önlemlerin gecikmeden yürürlüğe
girmesini sağlamalı. Bunun için de her su yılının başı 1
Ekim’de yürürlüğe girmek üzere bireysel vatandaşların,
ulusal ve yerel yönetimlerin, kurum ve kuruluşların ve
diğerlerinin kuraklık nedeniyle ortaya çıkabilecek olan
problem ve etkilerinin zararlarını azaltmak için atılması gereken adımları tanımlayan “Kuraklıkla Mücadele
Planları” hazırlayıp uygulanmalı. Böylece su kullanımda,
zarar azaltma ve hazırlığı öne çıkartan; kurum ve kuruluşlar içindeki ve birbirleri arasındaki koordinasyonu geliştiren; erken uyarı ve bütünleşik izleme ile zamanında
önlem alınması sağlayan ve tüm paydaşlar sürece katan proaktive bir yapı oluşturulmalıdır. Ayrıca, içme ve
sulama suyu, sınırı aşan sular, ekolojik göçler, çölleşme,
Kuraklık planının içeriği ve aşamaları şehri değişik seviye
ve büyüklüklerde karşılaşabileceği kuraklık riskleri olası
tüm senaryolar dikkate alınarak hazırlanmalıdır. Kuraklık
yöntemi planı, sadece kuraklık riski ve akabinde yaşanabilecek sıkıntılara ve alınabilecek tedbir ve çözümlere
yönelik oluşturulmalıdır. Geçici su kesintileri, altyapının
zarar görmesi, su kıtlığı ve hastalıklar gibi sebeplerden
dolayı yaşanabilecek zorunlu su kısıtlamaları ise bu planlar dâhilinde değildir. Kuraklık yönetim planının ana aşamaları esas itibarı ile kuraklık kritik tanımlama ve temel
yaklaşımlarını, bölgenin potansiyel su kaynaklarını ve bu
kaynakların kullanım planlamalarının, birbirini takip eden
kuraklık seviye alarm aşamalarının ve söz konusu alarm
seviyelerinde ki kuraklığın boyutlarını tespit ve alınacak
tedbirlere yönelik çözüm başlıklarını içerir. Nihai olarak
da gerek su kaynağına gerekse de su tüketimine yönelik
önlem ve ölçütler belirtilmeli, kuraklık aksiyon tabloları
oluşturulmalı ve planın ekinde sunulmalıdır.
Tahmin, İzleme, Uyarı ve Önlemler
Kuraklık; normalin altında yağış, düşük toprak nemi,
sıcak kuru hava gibi birçok faktörün bileşiminin bir sonucudur. Bunun için sıcaklık, yağış, yüzey akışı, toprak
22
azalmasına yol açacağı, zemin çökmeleri ve akabinde
yapısal hasar ve taşkınların artma tehlikesini beraberinde getireceği gözden uzak tutulmamalı. Bütün bunlar
için de acilen bir Su Çerçeve Yasası çıkartılmalıdır.
yok olan yaban hayatı, meralar, tarım alanları ve tarımsal üretim, azalan hidroelektrik üretimi gibi büyük problemler ile karşı karşıya olan ülkemizde de kuraklık, afet
mevzuatına dâhil edilmelidir. Çünkü uzak yerlerden su
getirme projeleri kısa vadede problemi çözerse de uzun
vadede çözüm değildir ve başka problemlere neden
olur. Bu nedenle, azalan su varlığımız havzalar arasında
projelerle taşınmamalı, doğal bütünlük bozulmamalı su
yerinde değerlendirilmeli. Su havzalarımızın planlaması
yapılarak suyu daha az tüketen bitkilerin yetiştirilmesine dikkat edilmeli. Tarımda vahşi sulama ve büyük yağmurlama sistemleri yerine damla sulama gibi mikro sulama sistemlerinin kullanımı teşvik edilmeli. Rüzgârlı ve
yağışlı havalar ile birlikte gündüz sulama yasaklanmalı.
Bitkilerin su ihtiyacını doğru belirleyebilmek için her ilçeye en az bir tane “tarımsal meteoroloji istasyonu” kurulmalı. Drenaj suları doğal arıtımla yeniden kazanılmalı.
Su kullanım planlaması doğal varlıkların su ihtiyacını da
gözetmeli. Sanayinin suya olan gereksinimini en aza indirecek teknolojiler desteklenmeli. Sürdürülebilir üretim
ve tüketim teşvik edilmeli. Suyun sanayide kullanımında kapalı su devre sistemleri geliştirilmeli, buna rağmen
çıkacak atık sular da arıtımla geri kazanılmalı. Kentlerde
su kullanımında bütün tasarruf önlemleri alınmalı, şebeke su kayıpları engellenmeli. Ayrıca ülkemizde denetimsiz açılan kuyuların, taban suyu düzeyinin hızla
Türkiye yarı kurak bir ülkedir. Ayrıca kuraklık sosyo-ekonomik etkileri, kalıcılığı ve çözüm bulmadaki zorluk nedeniyle dünyadaki en tehlikeli doğal afet olarak kabul
edilmektedir. Kuraklık şehirlerde kullanma suyu kıtlığının
yanı sıra, tarımsal ürün ve hidro elektrik üretiminde de büyük düşüşlere yol açabilir. Bu nedenle, su havzalarının ve
tarım alanlarının korunması büyük önem arz etmektedir.
Ayrıca kuraklık, ülke içinde şehir sınırlarını aşan sular ile
beraber ülke sınırlarını aşan sularda da büyük sıkıntılara
yol açabilecektir. Sonuç olarak suyun kısıtlı, yağışların
bazı bölgeler dışında miktar ve dağılımının düzensiz olduğu, büyük şehirlerde ve tarımsal üretimde suyun kısıtlı
bulunduğu, içme, kullanma ve sulama suyu kalitesinin
gün geçtikçe artan sanayi ve diğer çevre kirlilikleri neticesinde düştüğü ve küresel ısınma düşünülürse, ülkemizin
kuraklığın şiddetini çok yakın bir zamanda bugünkünden
çok daha fazla hissedeceği açıkça görülmektedir.
23
Depremlerin Psikolojik Etkileri ve Psikososyal Destek
Prof. Dr. A. Nuray Karancı
gerektirecek kadar büyük can ve mal kayıplarına neden
olduklarında doğal afet olarak tanımlanırlar.
ODTÜ, Psikoloji Bölümü
Depremlerden kimler ruhsal olarak etkilenir diye sorduğumuzda çok geniş bir kitlenin etkilenebileceği ortaya
çıkmaktadır. Depreme doğrudan maruz kalanlar, depremde yakınlarını kaybedenler, mal varlıklarını kaybedenler, arama kurtarma ekipleri elemanları ve diğer afet
çalışanları, medya mensupları, gönüllüler, görgü tanıkları , TV’den ve sosyal medyadan olayı izleyenler gibi
depremlerin doğrudan ve dolaylı olarak etkileyebileceği
pek çok grup vardır.
Travmatik yaşam olayları ise, insanların yaşamları boyunca karşılaşabilecekleri, kendi yaşantılarını tehdit
eden veya ciddi yaralanmalara yol açan, kişisel bütünlüklerini tehdit eden olaylar ve/veya bu durumlara başkalarının maruz kalmalarına tanık oldukları olaylardır.
Travmatik yaşam olaylarının ruhsal travma yaratabilecek olaylar olarak sınıflanabilmeleri için kişinin bu travmatik olaylara verdiği tepkiler de göz önünde tutulmaktadır. Kişinin olaya aşırı korku, dehşet veya çaresizlikle
tepki vermesi de önemlidir. Ciddi kazalar, doğal afetler,
fiziksel veya cinsel saldırı, bir yakının beklenmedik ani
ölümü gibi olaylar ruhsal travmatik olaylara örnek olarak verilebilir. Dolayısıyla ruhsal travma tanımında hem
olayın özellikleri hem de bireyin tepkileri bir arada değerlendirilmektedir. Travmatik olaylar önceden tahmin
edilemez olmaları, bireyin kontrol algısını tehdit etmeleri, ve zarar görebilirliklerini fark etmelerine yol açmaları
nedeniyle temel varsayımları yıkarak örseleyici olmaktadırlar. Travmatik olaylara örnek verirsek, deprem, sel,
kasırga gibi doğal afetler , savaşlar, cinsel ya da fiziksel
saldırıya uğrama, işkence görme, trafik kazaları ve yaşamı tehdit eden hastalıklar, gibi olayları sıralayabiliriz.
Bu tür olayların oldukça yaygın olarak yaşandığı ve yaşam boyu en az bir travmatik yaşantısı olanların % 55
ile % 90 arasında olduğu çeşitli ülkelerde yürütülen
çalışmalarda bulunmuştur (Breslau ve ark., 1998, Flett
ve ark.,2004; Frans ve arkadaşları, 2005; Karanci ve ark,
2009; Karanci ve ark., 2011; Norris ve ark., 2003). Karanci ve ark., (2009), Türkiye’de en yaygın olarak yaşanan
travmatik yaşantıların sevilen bir yakının beklenmedik
ölümü, kazalar ve doğal afetler oluğunu bulmuşlardır.
Depremlerin fiziksel, ekonomik ve sosyal etkileri üzerinde
oldukça çok araştırma olmakla birlikte psikolojik etkileri
daha az odaklanan bir konu olmaktdır. Ancak, deprem
yaşantısı bireyler üzerinde oldukça örseleyici etkiler yaratabilirler. Bu etkilri anlamak onları azaltmanın en önemli
adımıdır. Bu nedenle bu makalede depremlerin psikolojik etkileri ve bu etkileri azaltmada psikososyal desteğin
işlevleri üzerinde durulacaktır. Depremler sonrası ortaya
çıkan psikolojik etkilerin bir kısmı olağan ve geçicidir.
Ancak, bazı tepkiler , şiddetleri, sosyal ve iş yaşantısını
engellemeleri ve ne kadar uzun süre devam ettiklerine
bağlı olarak ciddi ruhsal bir bozukluk olarak değerlendirilebilirler ve bu durumlarda profesyonel destek sağlamak
önemlidir. Psikososyal destek uzun soluklu bir süreçtir ve
afet yaşayan toplulukların ve bireylerin temel ihtiyaçlarını, sorunlarını ve psikolojik sıkıntılarını odak alan önleyici
bir yaklaşımdır. Uygulanmasında çok farklı kurumların ve
meslek gruplarının katkıları gerekmektedir.
Afetlerin Psikolojik Etkileri
Ruhsal travmatik olaylar ve afetlere maruz kalan kişilerde bu olaylar sonrasında çeşitli psikolojik sıkıntı belirtileri
görülebilir. Bu tepkiler daha sonraki bölümlerde ele alınacak olan “olağan üstü bir duruma verilen normal tepkilerdir” ve zamanla şiddetleri azalır. Ancak, ruhsal bir travma
ve /veya afet sonrası bazı kişilerde akut stres bozukluğu,
Afetler ve travmatik yaşam olayları
Afetler, belirli bir coğrafi bölgede nispeten aniden ortaya çıkan, kolektif stres yaratan, önemli ölçüde kayıp
yaratan, toplumun yaşantısını sekteye uğratan ve kendi
başa çıkma kaynaklarını aşan doğal veya insan kaynaklı
olaylardır. Deprem, sel, heyelan, fırtına gibi doğa olayları, bölge ve ülke düzeyinde veya uluslararası yardım
24
(kişiler arası) tepkilerdir. Bu tepkiler olağan üstü bir duruma verilen normal tepkilerdir ve mağdurların bunların
normal tepkiler olduğunu bilmeleri normalleştirme ve
rahatlatma açısından psikolojik ilk yardım prensipleri
arasında önemli bir yer tutar.
Duygusal Tepkiler
Doğal afetler sonrası mağdurlarda görülen duygusal
tepkiler; şok, öfke, çaresizlik, kendini boşlukta hissetme, hissizlik, aşırı korku hali, suçluluk, yas, ümitsizlik,
asabiyet, karamsarlık, dissosiyasyon (ayrışma), değersizlik hissi, panik ve utanç olarak sayılabilir.
Bilişsel (düşünceler ve düşünce akışında) Tepkiler
Mağdurlarda görülen bilişsel tepkiler; konsantrasyon
bozukluğu, karar verme konusunda zorlanmalar, hafıza
ile ilgili sorunlar ve/veya hafıza kaybı, yanlış inançların
geliştirilmesi (örneğin; ‘Hep benim suçumdu.’ gibi), düşüncelerde karışıklık/düzensizlik, yaşadıklarını çarpıtma/değiştirme, kendine saygı duymama, kendine olan
inancını kaybetme, kendini suçlama, endişe geliştirme,
istenmeyen ve önlenemeyen düşünceler ve anılara maruz kalma olarak görülebilir.
Şekil 1. Afet olaylarına uyumu etkileyen faktörler
ve daha sonra travma sonrası stres bozukluğu (TSSB)
olarak adlandırılan ve kişinin yaşamını engelleyebilen ve
oldukça yoğun sıkıntı yaratabilen ruhsal rahatsızlıklar
da gelişebilmektedir. Ayrıca, çeşitli başka kaygı bozuklukları (panik bozukluğu, fobiler gibi), depresyon, madde
bağımlılığı, saldırganlık ve öfke, kişilik bozuklukları ve
patolojik uzatılmış yas gibi sorunlar da gözlenebilir.
Davranışsal Tepkiler
Mağdurlarda görülen depremi hatırlatan uyaranlardan
kaçınma, yerinde duramama ve ani irkilmeler gibi tepkiler davranışsal tepkiler arasında değerlendirilir.
Öncelikle afet ve travmanın bireyler üzerindeki etkilerini açıklayan Parkinson’un (2000) modelini incelememiz bize bu olaylardan etkilenmenin hangi değişkenlere bağlı olabileceğini gösterecektir.
Fiziksel Tepkiler
Mağdurlarda fiziksel olarak görülen tepkiler arasında
yorgunluk/bitkinlik, uykusuzluk, uyku düzeninde bozulma, aşırı uyuma, uyuyamama veya uykuyu sürdürememe, tedirginlik, yaygın ağrılar, baş ağrısı, cinsel istekte
azalma, iştahsızlık, bağışıklık sisteminde bozulmalar,
mide ve bağırsaklarda sorunlar, gerginlik, çarpıntı, bulantı, baş dönmesi ve göğüs ağrıları görülebilir.
Şekil 1’de gösterildiği gibi afet öncesi bulunan bazı
özellikler afetin kişi üzerindeki etkisini belirlerler. Bu
özellikler kişinin çevresel ve öz kaynakları (sosyal
destek, eğitim, iş durumu, gelir, gibi), kişilik özellikleri
(iyimserlik, deneyime açıklık gibi), daha önce karşılaşılan travmatik yaşantılar ve bunlarla nasıl başa çıkılmış olduğu, ve kişinin başa çıkma yollarıdır (problem
odaklı veya duygusal başa çıkma gibi). Afet olayı ile
ilgili olarak afetin etkilerine ne derece maruz kalındığı,
afet olayının şiddeti ve kişinin kayıpları göz önünde tutulmalıdır. Modelde afet sonrası olayların ve çevrenin
de psikolojik tepkileri önemli ölçüde belirlediği görülmektedir. Bu bakımdan psikososyal destek afet sonrası olumsuzlukları en aza indirmeyi amaçlamalı ve
afetzedelere olayla başa çıkabileceklerini göstermeli
kontrol ve güven duygusunu yeniden kazandırmayı
amaçlamalıdır.
Sosyal (kişiler arası) Tepkiler
Yabancılaşma, sosyal geri çekilme, kişiler arası ilişkilerde çatışmalar ve sorunlar (aile, iş, okul, evlilik), güvensizlik, şüphecilik, yargılayıcı ve suçlayıcı olma mağdurlarda afet sonrası görülen sosyal (kişiler arası) tepkilerdir.
Psikolojik Tepkiler: Afet Sonrası Aşamalar
Afetler/travmatik yaşam olayları bireylerin karşılaştıkları olağan dışı durumlardır ve bu bakımdan aşağıda açıklanan olay sonrası tepkiler normal psikolojik tepkilerdir.
Bu normal tepkiler afetten sonraki dönemde çeşitli evreler içerisinde incelenebilir. Genel olarak travmatik bir
yaşantıdan ve/veya afetten sonra kişilerin geçtikleri evreler ve tepkiler şunlardır ( ISMEP, 2009; Karanci, 2005;
Yetişkinlerde afet sonrası psikolojik tepkiler
Doğal afetlerden sonra mağdurlarda görülen tepkiler
genel olarak beş ayrı başlık altında incelenebilir. Bunlar; duygusal, bilişsel, fiziksel, davranışsal ve sosyal
25
Bu dönemde afetzedeye destek olmak için normal yaşam rutinine dönebilmesini sağlamak, okula veya işe
gitmek gibi, yitirilen kontrol duygusunu geri verebilir ve
sosyal desteğe ulaşımı sağlayabilir. Afetzedelerde gelecek perspektifi yaratmak ve umut aşılamakta bu dönemde yardımcı olacaktır.
Saari, 2005) :
1. Psikolojik Şok Dönemi: (İlk 24 saat veya daha uzun)
Bu dönemde afet yaşayanlarda genel olarak şu tepkiler
görülür;
¼ Fizyolojik uyarılma
¼ Algıda hassasiyet ancak kısıtlanma
¼ Mantıklı düşünememe ve karar verememe sorunları
¼ Hafıza ve dikkati yoğunlaştırma güçlükleri
¼ Her şeyin gerçek dışı görünmesi (dissosiyasyon)
¼ Duyguların küntlenmesi/taşlaşmak
¼ Acı hissetmeme
¼ Şok
¼ Bazıları panik ya da dona kalma reaksiyonları gösterebilir, ancak bu oran çok yüksek değildir (20 %).
4. İyileşme / Yeniden Oryantasyon Dönemi:
Bu dönemde afetzede gelecek planları yapmaya başlar
ve tepkilerin şiddeti azalır. Bu evrede görülen genel tepkiler ise şunlardır :
¼ Afetzede olanları kabul etmeye başlar.
¼ Tepkilerin şiddeti azalır.
¼ Afetzede günlük hayata ilgi göstermeye başlar.
¼ Gelecekle ilgili planlar yapar.
¼ Duygusal olarak kendini daha iyi hisseder.
¼ Afet/travma olayı yaşamının, anılarının bir parçası
haline gelir, ancak zihnini tamamen meşgul etmez.
Tüm olanları işlemleyebilmek için zaman gereklidir.
Afet sonrası olayla başa çıkma stratejisi olarak olanları
inkâr etme, kabullenememe, bastırma ve kaçınma yollarını kullanmak ve/veya psikolojik olarak tam hazır olmadan işe/okula geri dönme zorunluluğu işlemleme ve
anlamlandırma süreçlerini engelleyebilir. Bu durumda
belli dönemlerde kalma/takılma olabilir ve ileriki yaşamı
etkileyebilecek psikolojik sorunlar ortaya çıkabilir.
2. Tepki Dönemi: (afet olayından yaklaşık 2 - 6 gün sonra ortaya çıkar) Neler olduğunun ve olayın anlamının farkına varıldığı dönemdir.
Bu dönemde görülen tepkiler:
¼ Duygusal karmaşa: Kaygı, korku, öfke, sinirlilik, umutsuzluk, çaresizlik, üzgünlük, suçluluk, utanç, suçlama,
güvensizlik, kendini yalnız ve gerçek hayattan kopuk
hissetme.
¼ Bedensel/Fizyolojik tepkiler: Titreme, bulantı, kardiak sorunları (çarpıntı gibi), adale ağrıları, baş dönmesi,
yorgunluk, yerinde duramama, uyku sorunları, iştah değişimleri.
¼ Afet durumunu hatırlatan uyaranlardan kaçınma
¼ Afet ile ilgili tekrar eden düşünceler ve hayaller (flashback)
¼ Korkutucu, dehşet verici rüyalar ve kâbuslar
Tüm bu tepkiler çok korkutucudur ve bu dönemde afetzedelere bu tepkilerin olağan dışı bir duruma verilen
normal tepkiler olduğu ve sağlıklı başa çıkma yöntemlerinin anlatılması, kısaca psikoeğitim olarak tanımlanan
süreci başlatmak yararlı olacaktır.
Afetler Sonrası Görülebilecek Ruhsal Bozukluklar:
Yukarıda anlatılan tepkiler normal dışı bir yaşantıya
verilen normal tepkilerdir. Ancak, bazı afetzedeler belirtilen evreleri başarı ile atlatamazlar ve tepki aşamasında takılıp kalarak Akut Stres Bozukluğu ( 2gün-bir
aya kadar olan) veya Travma Sonrası Stres Bozukluğu
(TSBB)(bir aydan sonra), depresyon, uzatılmış-patolojik yas, maddde kullanım bozuklukları gösterebilirler.
Bu durum, şiddetli bir travmatik olayın ardından kişinin
yaşamının ya da fiziksel bütünlüğünün tehdit altında
olmasından, yoğun bir korku hissi ve dehşet duygusu
yaşamasından veya çaresizlik hissi duymasından ve bu
olayı tam olarak sindirememesinden veya anlamlandıramamasından kaynaklanır.
3. İşlemleme ve Olanları Düşünme (Üzerinden Geçme)
Dönemi:
Bu dönemde afet yaşantının işlemlenmesi, yani yaşantının ve yarattığı duygusal, düşünsel ve davranışsal tepkilerin gözden geçirilmesi ve anlamlandırılması gerekir.
Afetzede olayla kendi arasına bir mesafe koyabilmelidir.
Bu evrede görülen genel tepkiler şunlardır :
¼ Afetzede artık afet ile ilgili konuşmak istemez.
¼ Kaybettikleri için yas tutar.
¼ İşlemleme içsel olarak devam eder.
¼ Üzüntü, özlem gibi güçlü duygular yaşayabilir.
¼ Hafıza ve dikkat sorunları ortaya çıkabilir.
¼ Kişiler arası ilişkilerde sorunlar, sinirlilik ve çatışmalar,
dış kaynaklara/kişilere öfke patlamaları yaşayabilir.
¼ Yalnız bırakılmak ister, psikolojik olarak ortamda değildir.
26
TSSB’nin çok daha yüksek oranda görüldüğünü gösteren çalışmalar bulunmaktadır (Amir ve Sol, 1999; Frans
ve ark., 2005). 17 Ağustos’tan sonra yapılan çalışmalarda Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) oranları
% 23 ile %43 arasında bulunmuştur (Kılıç ve Ulusoy
2003; Başoğlu ve ark. 2002, Başoğlu ve ark. 2004; Tural ve ark. 2004).
Afetler Sonrası Psikososyal Destek : Neler Yapılmalı
Psikososyal Destek Nedir?
Geniş bir yelpazede psikososyal problemlere odaklanan ve sosyal birlikteliği ve afetzedelerin saygınlığını ve
bağımsızlığını desteklemeyi, psikolojik sorunların gelişmesini ve sosyal dağılmayı engellemeyi amaçlayan
bir süreçtir. Psikososyal destek örseleyici bir deneyim
yaşamış olan, ancak psikolojik olarak sağlıklı bireylere
uygulanır”(IPPHEC, 2009; p.9). Psikososyal destek sadece afetden hemen sonra verilen bir uygulama değil,
sürekliliği olan bir süreçtir. Bu süreçte sürekli izleme,
takip ve etkililiğn degerlendirilmesi gerekir.
Şekil 2. Afetler sonrası psikososyal destek
¼ Psiko-sosyal sorunları olanlar (işsizlik, evsizlik, kronik
hastası olanlar, vs)
¼ Aile problemleri olanlar
Psikolojik Destek : Genel İlkeler
1. Paylaşım : Afetzedelere yaşadıkları olayı paylaşabilecekleri ortamları sunmak
2. Normalleştirme: Yaşanan sıkıntıların olağanüstü bir
duruma verilen olağan tepkiler olduğunu ve bunlarla nasıl başa çıkabileceklerini anlatmak
3. Normal yaşama dönüş: Mümkün olduğunca normal
yaşam rutinlerine dönmelerini sağlamak
4. Afet sonrası olumsuz olayların azaltılması: Afetzedelerin ihtiyaçlarını tespit etmek bunları karşılayan kaynakları sağlamak
5. Bilgilendirme: Afetzedelere açık ve anlaşılabilir bir
şekilde yapılacaklar ve kaynaklar hakkında bilgi vermek
6. Katılım-kontrol: Afetzedelerin verilen kararlara ve
uygulamalara katılımlarını sağlamak ve onlara kontrol
duygusunu verebilmek
7. Profesyonel yardım-tarama: Belirtileri çok şiddetli
olanların profesyonel yardıma ulaşmalarını sağlamak
8. Afet çalışanları: Afet bölgesinde görev yapan ekiplerin, ve öğretmenler gibi diğer görevlilerin stress tepkilerini tanımalarına ve bunlarla başa çıkabilmelerini
sağlamak
Psikososyal destek toplum yaşantısının işlevsel bir
şekilde devam etmesini sağlamayı ve bireylerin iyilik
hallerini ve dayanıklılıklarını arttırmayı amaçlar.
Önceki bölümlerde belirtildiği gibi, afetler sonrası etkilenen çok sayıda afetzedenin sadece bir kısmı uzmanların verebileceği profesyonel desteğe (psikiatri ve
klinik psikoloji) ihtiyaç duyarlar. Şekil 2’den görüleceği
gibi afet yaşayanların hepsi akut destek olarak adlandırabileceğimiz psikolojik ilk yardımdan yararlanabilirler.
Orta vadede ise daha az bir kısmı sosyal destek, psikoeğitim, kaygı/stres yönetimi gibi yaklaşımlardan yararlanabilirler.
Şekil 2’den görülebileceği uzun vadede uzmanlardan
destek görmesi gerekebileceklerin oranı oldukça düşüktür. Akut dönem ve orta dönemde ne kadar çok
destek verilirse ciddi sorunların ortaya çıkması o kadar
önlenebilecektir.
TSSB’nin özelliklerinin bilinmesi afetzedelerin sorunlarını anlayabilmek ve gerekli durumlarda uzmanlara yönlendirebilmek açısından önemlidir.
Akut dönem ve orta vadede destek verilirken kimlerin
afetden daha çok etkilenmiş olabilecekleri göz önünde
tutulmalıdır.
TSSB’nin yaşam boyu yaygınlığı toplumu temsil eden
çalışmalarda % 5 ile %12 oranları arasında saptanmıştır (Frans ve ark., 2005; Breslau ve ark., 1998, Bernat ve
ark., 1998; Norris ve ark., 2003; Amir ve Sol, 1999). TSSB
yaygınlığının travmatik olayın türüyle ilişkili olduğunu,
özellikle cinsel saldırı ve tecavüz olaylarının ardından
Afetlerden daha çok etkilenme olasılığı olanları şöyle
listeleyebiliriz:
¼ Yoğun kayıp yaşayanlar
¼ Kadınlar
¼ Sosyal desteği eksik olanlar
¼ Yakın geçmişte kayıp yaşamış olanlar
Sonuçlar
Deprem sonrası psikolojik tepkilerin neler olduğu ve
deprem yaşayanlara psikososyal desteğin nasıl verilmesi gerektiği konusunda bilgili olmak gerekmektedir.
Psikososyal Destek Yöntemleri konusunda yapılmış çok
sayıda çalışma ve yayımlanmış rehber bulunmaktadır.
Bu rehberlerde psikososyal destek kapsamında neler
yapılması gerektiği, desteğin nerelerde, ne zaman , kim-
27
ler tarafından ve kimlere verilmesi gerektiği açıklanmaktadır. Yani, afetzedelere uygulanacak bilimsel temelli
uygulamalar için standartlar verilmektedir. Bu kılavuzlar
geliştirilirken hem bilimsel çalışmalar hem de uygulayıcılardan gelen verilere yer verilmektedir (IASC ;2007; IPPHEC,2009 ; IFRC, 2001; NICE, Psychosocial Working Group [PWG],2004; United Nations High Commissioner for
Refugees [UNHCR], 2001; Weine et al., 2002; WHO, 2001,
2003, 2005). Avrupa Psikologlar Birliği (EFPA) Afet, Kriz
ve Travma Psikolojisi Komitesi’de (SC on Disaster, Crisis
and Trauma Psychology ) psikolojik destek ilkelerini belirlemiştir ( Proposal for quality standards for psychological interventions in disaster and crisis (http://disaster.
efpa.eu/standing-committee).
Kaynakça
in Oslo, Norway, 15-18 June.
Parkinson, F. (2000). Post-Trauma Stress. Fisher Books: U.S.A.
Amir,M., & Sol, O. (1999). Psychological impact and prevalence of
traumatic events in a student sample in Israel: The effect of multiple
traumatic events and physical injury. Journal of Traumatic Stress,
12, 139-154.
Karanci, A.N., Özkol, H., Aker, T., & Işıklı, S. (2011).Psychological effects of traumatic events: A qualitative analysis. The 12th European
Congress of Psychology, July, İstanbul, Turkey.
Saari, S. (2005) A Bolt from the Blue: Coping with Disasters and Acute Traumas. Jessica Kingsley Publishers, London and Philadelphia.
Basoglu, M., Kılıc, C., Salcioglu, E., et al.(2004). Prevalence of posttraumatic stress disorder and comorbid depression in earthquake
survivors in Turkey. Journal of Traumatic Stress, 17, 133-141.
Basoglu, M., Salcioglu, E., Livanou, M., et al. (2002). Traumatic stress
responses in earthquake survivors in Turkey. Journal of Traumatic
Stress, 15, 269-276.
Tural,Ü., Coşkun,B., Önder,E., Çorapçıoğlu, A., Kesapara, C., ve ark.
(2004). Psychological consequences of the 1999 earthquake in Turkey. Journal of Traumatic Stress, 17, 451-459
Kılıc, C., & Ulusoy, M. (2003). Psychological effects of the November
1999 earthquake in Turkey: an epidemiological study. Acta Psychiatrica Scandinavica, 108(3), 232-238.
Norris, F.H., Murphy, A.D., Backer, C.K., Perilla, J.L., Rodriguez, F.G.,
& Rodrigues,J.J.G. (2003). Epidemiology of trauma and posttraumatic stress disorder in Mexico. Journal of Abnormal Psychology, 112,
646-656.
Breslau, N., Kessler, R.C., Chilcoat, H.D., Schultz, L.R. , Davis, G.C., &
Andreski, P.(1998). Trauma and post-traumatic stress disorder in the
community.: The Detroit area survey of trauma. Archives of general
Psychiatry, 55, 626-632.
EUR-OPA (Avrupa ve Akdeniz Büyük Tehlikeler Anlaşması) kapsamında da üye devletlere verilen önerilerde psikososyal desteğin tüm afetler sonrası afet yaşayanların
kolay ve ücretsiz erişebilecekleri şekilde sağlanması
önerilmiştir. (http://www.coe.int/t/dg4/majorhazards)
Psikososyal destek ve hizmetlerin afet sonrası planlara dahil edilmeleri önemlidir. Bu bakımdan Türkiye’de
afetler sonrası psikososyal desteğin mekanizmalarının
geliştirilmesi , koordinasyonun sağlanması ve sürdürelebilir bir şekilde afetler sonrası verilmesi önemlidir. Bu
konuda hizmet verecek profesyonellerin (örn. Afetlerde
Psikososyal Hizmetler Birliği’ne dahil meslek kuruluşları) ve afet alanında çalışan STK’ların kaynak arttırımına
destek sağlamak, verilecek psikososyal desteğin bilimsel temelli ve nitelikli olmasını sağlayacaktır.
Bernat, J.A., Ronfeldt, H.M., Calhoun, K.S., & Arias, I. ((1998). Prevalence of traumatic events and peritraumatic predictors of posttraumatic stress symptoms in a nonclinical sample of college students. Journal of Traumatic Stree, 11, 645-664.
DSM-IV-TR. (2001). Psikiyatride Hastalıkların Tanımlanması ve Sınıflandırılması El Kitabı, Yeniden Gözden Geçirilmiş Dördüncü Baskı,
Amerikan Psikiyatri Birliği, Washington DC, 2000’den çeviren Köroğlu E, Hekimler Yayın Birliği, Ankara, Sy. 288.
EUR-OPA: Major Hazrds Agreement. http://www.coe.int/t/dg4/majorhazards/
Flett, R.A., Kazantzis, N., Long, N.R., MacDonald, C., & Millar, M.
(2004). Gender and ethnicity differences in prevalence of traumatic
events: evidence from New Zealand community sample. Stress and
health, 20, 149-157.
Frans, O., Rimmo, P.A., Aberg, P., & Fredikson, M. (2005). Trauma
exposure and post-traumatic stress disorder in the general population. Acta Psychiatrica Scandinavica, 111, 291-299.
ISMEP (2009). Afetlerde Psikolojik İlk yardım (Karancı, A.N., ve Aker,
T. Editorler).
Karancı, A.N. (2005). Afetzede Psikolojisi ve Hazırlıklı Olma/Zarar
Azaltma Davranışları. Afet Yönetiminin Temel İlkeleri, JICA Türkiye
Ofisi Yayın No:1, 93-99.
Karanci, A. N., Aker, T., Işıklı, S., Başbuğ Erkan, B. B. Gül, E., Yavuz,
H., Önen, P. (2009). Personality, impact of traumatic event and
post-traumatic growth in an adult sample from Turkey. 11th ECOTS
28
29
İş Zekası Nedir, Ne Değildir ?
Bülent Göven
başka bir şey anlamasından mı, pek de emin değilim
doğrusu. Daha ziyade yapılan işe, o yapılan iş her ne ise
artık, popüler bir yaklaşımın ismiyle hitap etmek ürünü daha pazarlanabiliyor kılıyor da, ondan ortaya böyle
bir durum çıkmış diye düşünüyorum ben. İş zekasının
özünde ne olduğunu bilseler, pazarlamaya çalıştıkları
şeye iş zekası diyerek aslında ne komik duruma düştüklerini de görecekler de, neyse artık...
Getron Bilişim Hizmetleri Ürün Yöneticisi
Biz dışarıdan ithal ettiğimiz kavramları kendimizce evirip biçimlendirmeye bayılırız. İçini ve biçimini değiştiririz
de bir tek ismi aynı kalır. Demokrasi mesela. Biz toplum
olarak demokrasiyi kendimiz için olduğunda pek severiz de, başkalarının hakları söz konusu olduğunda gözardı ederiz. Dilimizde pelesenk olmuştur demokrasinin
herkese lazım olduğu, ama sadece kendi anladığımız
şekle sokabildiysek. Demokrasi sözcüğü, uygulamada
olmasa bile en azında felsefi anlamda, gelişmiş ülkelerde aynı şekilde tanımlanır. Bizim her parti liderlerimiz
içinse ayrı bir tanımı, ayrı bir felsefesi vardır. Keza gazetecilerimiz için de öyledir. Bir sorun bakalım Yılmaz
Özdil, Mehmet Tezkan, Emin Çölaşan demokrasiden ne
anlıyor; Mehmet Barlas, Ayşe Hür, Mehmet Altan, Etyen
Mahçupyan ne ?
Adını burada andığım ya da anmadığım tüm bu yazılımlar, gerçekten de pek çok üstün özellikle donatılmış.
Ne ki, bu ürünlerin hiç biri iş zekası çözümü olarak pazarlanmadı üretildikleri ülkelerde bile, bunlar yalnızca iş
zekası çözümleri üretirken kullanılabilecek araçlardı. Bu
yüzden bu yazılımların üreticileri bile kendi ürünlerine
“business intellegence tools” demeyi tercih etmişlerdi.
Ülkemizde ise bu yazılımlar, haydi açık açık söyleyelim,
bu araçlar, öyle bir anlatıldılar ki pazarda, sanırsınız
ki parayı verip aldığınızda tüm dertleriniz sona erecek.
Tüm verilerinizi kontrol altına alıp işleyebilecek, kolaylıkla yorumlayabilecek ve tüm kararları doğru verme şansına sahip olabileceksiniz. Evet bu araçlar yoğun verinin
işlenebilmesi üzerine kurgulanmış, veritabanı bağımsız
çalışabilen, kullanımı son derece basit, kolaylıkla diğer
uygulamalara entegre edilebilen, karmaşık verileri birbirinden anlaşılır görsellerle son derece hızlı ve pratik şekilde raporlayabilen harika yazılımlardı. Ama adı üstünde bunlar sadece birer “tool”du. Sadece bir işinize akıl
katarken kullanabileceğiniz kullanışlı araçlar. Hepsi bu.
Anlaşılan, bizim sektörde de, iş zekası kavramını da
eğip büküp nalıncı keseri gibi kendine yontacak hale
getirmek epeyce prim yapıyor...tıpkı demokrasi kavramı
gibi...tıpkı kurumsallık kavramı gibi...
Burada kastedilen anlayış farkı işin felsefi boyutundan
kaynaklanıyorsa amenna. Ama buradaki bakış açısı farkı, işin genelde felsefesinden değil de algılayan kişinin
çıkarıyla ilintili gibi görünüyor çok zaman.
gibi hani. Eğer veriler içinde bu tip ilişkiler belirlenebilirse buna göre yeni pazar stratejileri oluşturulabilir,
tüketici segmentasyonu bu ilişkilere göre tanımlanabilir, ürünler markete bu ilişkileri destekler nitelikte sunulabilir, müşteri memnuniyeti ve sadakati yükseltilebilir,
karlılık arttırılırken maliyetler düşürülebilir.
İş dünyasında da benzer eğlenceliklerle karşılaşmak
mümkün. Ülkemizde hemen hemen her firma kendi
içinde bir kurumsallaşma hedefi belirlemiştir ancak bu
hedef yalnızca işverenin çıkarına işlediğinde gündem
konusudur. Herhangi bir çalışan kurumsallık adına görev
tanımı dahilinde kalmak istediğinde işten kaytaran kişidir işverenin gözünde. Tam tersi de olabilir tabii zaman
zaman; çalışan kurumsal yapılarda olduğu gibi yaptığı
fazla mesainin ücretini, çok haklı olarak talep eder, ama
işverenin, sebebi her ne olursa olsun, kendisinin maaşından kesinti yapmasına hiçbir şekilde hak vermez.
Kağıt üzerinde baştan çıkarıcı duran bu söylem tüm
dünyada olduğu gibi ülkemizde de, özellikle son dönemde oldukça popüler oldu. Ben de bu yazımda, naçizane, bu konu üzerine birkaç kelam etmek isterim.
İş Zekası deyince...
Yıllardır üzerine kafa patlattığım iş zekası üzerine yazmaya karar verdiğimde öncelikle kavramı tanımlamak
gerek diye düşündüm. Kavrama karşılık gelen açıklamayı yabancı kaynaklı bir yerden almak yerine ise, iş zekası üzerine bir şeyler yaptığını iddia eden yerli firmaların yaptıkları işi nasıl tanımladıklarına bakmak istedim
önce. Karşıma öyle değişken, ilintisiz ve işin felsefesinden bağışık ifadeler çıktı ki anlatamam.
Malum, son bir kaç on yıldır, kurumlar ellerindeki verileri
işleyip bu verilerden bilgi üretmeye odaklandılar. Bunun
için de operasyonel veri içinde anlamlı bir ilişki olup olmadığını tespit etmeye çalışıp duruyorlar. Şu “çocuk
bezi alanlar bira da alır” klişesiyle verilen türden ilişkiler
Tamam, iş zekası demek yoğun veriyi düzenlemek demek, bu verileri güvenli bir ortamda saklamak demek,
yine bu verileri işleyip anlamlı şekilde raporlayabilmek
demek. Ama hepsi bu kadar değil, çok daha fazlası var.
Bu tanım kargaşası, herkesin iş zekası kavramından
Kurumsallık da aynen demokrasi gibi eğilip bükülmeye
çok elverişlidir, hem işverenin hem de çalışanın gözünde.
30
İş Zekası Nedir ?
Nobel ödüllü İrlandalı oyun yazarı George Bernard Shaw
“En basit insanı bile tek bir sözcük ile tanımlamak mümkün değildir” der, Kara Kız adlı eserinde. Sanırım iş zekası kavramı için de benzer bir şey söylemek mümkün.
Okuduğum tüm tanımlamalar arasında işin felsefesini
de ortaya koyabilen, çok içime sinen herhangi bir açıklama göremedim doğrusu. Bunda şaşılacak pek de bir şey
yok sanırım, çünkü işin hikayesini okumadan tariflemek
epey zor bu kavramı.
İş Zekası Bir Teknoloji de Değildir
İş zekası çözümü üretiyoruz diye ortaya çıkanların bir
kısmının anlattıkları da doğrudan bu amaçla üretilmiş
teknolojilerden ibaret kalıyor. Eğer bir firma büyük veriyi
depolamaya yönelik birtakım çözümler üretiyor ve bunun üstüne bir de bu büyük veriyi işleyebilecek veri madenciliği teknikleriyle geliştirilmiş arayüzler sunuyorsa,
hiç çekinmeksizin iş zekası çözümü sağladığını söylüyor böbürlene böbürlene. Keşke bu kadar basit olsa.
O halde biz önce, iş zekasının ne olmadığına bakalım. Çerçeveyi daraltırsak resim biraz daha netleşecek sanırım.
İş Zekası Ne Değildir ?
Madem ki “iş zekası nedir ?” sorusuna öyle bir seferde
kolaylıkla cevap vermek mümkün değil, o halde sorduğumuz soruyu değiştirip işe şu soruyla başlayalım: “iş
zekası ne değildir ?” Bu soruya cevap verirken de yapılmış yanlış tanımlardan gidelim.
Bu noktada bir iş zekası çözümü üretirken bu tip teknolojilere ihtiyaç duyulduğunu söylemek gerek en baştan.
Yoğun verinin temizlenmesi ve anlamlı hale getirilmesi
için elbette ki farklı teknolojilerden yararlanmak durumundayız. Ötesi yıllar boyunca toplanmış operasyonel
verilerin saklanması için elbette ki veri depolama (data
warehousing) teknikleri de kullanılmalıdır. Ayrıca, tera
bytelarca verinin en hızlı şekilde ve anlamlı şekilde raporlanabilmesi için de veri madenciliği teknolojisine de
çok zaman muhtaç olduğumuz doğrudur.
İş Zekası Bir Tür Yazılım Mıdır ?
İş zekası öncelikle CRM gibi, ERP gibi, herhangi bir muhasebe paketi gibi ya da ofis uygulamaları gibi bir yazılım olmaktan ibaret değildir. Doğrudur, bir iş zekası
çözümü üretmek yoğun verinin pek çok kırılımla detaylı
şekilde irdelenmesini gerektirir ve bu gerekliliği yerine
getirmek herhangi bir yazılımdan faydalanmaksızın pek
de mümkün değildir. Yine doğrudur, günümüzde sadece bu ihtiyaçtan yola çıkılarak üretilmiş pek çok yazılım
var: SPSS gibi, Cognos gibi, Business Objects gibi, QlikView gibi. Bu yazılımlar da ülkemizde de uzun yıllardır
pazara sunulmuş durumda.
Yine de söylemeli ki tüm bunlar bir iş zekası çözümü
üretirken kullanacağımız yazılım tekniklerinden başka
şeyler değil. Doğru, bu teknikler olmaksızın iş zekası çözümü üretmek pek mümkün değil, ancak bu gerçek, iş
zekası denen şeyin basit bir teknoloji olduğunu da göstermiyor. Tüm bunlar yalnızca hedefe giden yolda kullanılmak üzere üretilmiş pratik ve faydalı enstrümanlar,
31
ama iş zekasının bizzat kendisi değil.
ya koymak için üretilmiş veri madenciliği (data mining)
diye anılan veri işleme tekniğinin
tek başına çok da bir şey demek
olmadığı anlaşıldıktan sonradır
aslında. Veri madenciliği yazılımları, verileri işlemede ve raporlamada büyük avantajlar sağlıyorlardı gerçekten de. Ama büyük
verileri işleyip kurumların stratejik karar almalarına yarayacak bilgi üretimi işi yazılımcıların üzerine kalınca birer raporlama aracı
olmaktan öteye gidememişlerdi.
Bu uygulamaları kullanan teknik
personel çok zaman hangi verilerin birbiriyle ilişkili olabileceğini,
hangi parametrelerin birbirini nasıl etkileyebileceğini ortaya koyamadı. Kaldı ki bu insanlara böyle
bir görev yüklemek de anlamsızdı. Ne de olsa, verilere bu tip ilişkilerin varlığını gösterebilecek doğru soruları sormak ciddi bir sektör bilgisi
gerektiriyordu.
Kavram Kargaşasının Kaynağı...
İş zekası kavramının içinin, bilerek ya da bilmeyerek, bu
kadar boşaltılmış olmasının temel sebebi sözcüğün dile
bu şekilde çevrilmesi olarak anlatılıyor sık sık.
Veri madenciliği yazılımlarına yapılan yatırımlar tam
çöpe gidecekken, görece daha kısıtlı teknik bilgiye sahip ama ondan da önce “iş” (business) bilen kişilerden
talep edildi bu zorlu görev. Ancak bu noktadan sonra
doğru analiz edilen verilerden anlamlı bilgiler üretmek
mümkün olabildi. Yani “tool” aynı “tool”du, ama işi bilen kişilerin elindeydi şimdi. Ama bu değişim bir devrim
niteliğindeydi, çünkü veri madenciliği sadece bir teknolojiyken, henüz adı konmamış hali, yepyeni bir kavramdı.
Bir süre sonra, sadece operasyonel sistem üzerinden
toplanan verilerden türetilen bilgilerin bir ölçüde işe yaradığı, ancak karar verme sürecine yeterince katma değer sağlayamadığı görülecekti. Bunun için daha planlı ve
en baştan varılmak istenen nokta hesaba katılarak düşünülmüş bir yapı kurmak gerekiyordu. Yani veri madenciliği ve raporlama artık yazılım sürecinin en son adımı
değildi; tasarımla başlayıp son güne kadar devam eden
bir kompleks süreçti. Günlük operasyon içinde önemi olmayan bir veri dahi, raporlama esnasında bir kriter olarak
önem kazanacağı düşünülerek veritabanı yapısına dahil
edilmeliydi belli ki. Tabii, operasyonel süreçte kullanılmadığı halde kritik olabilecek parametreleri bilmek sektör bilgisine sahip kişilerin harcıydı yalnızca.
Malum, kavramın orijinal ismi “business intelligence”.
“intelligence” sözcüğü de dilimize zeka olarak çevrilince, kavram da tümden içerik değiştirdi diye düşünenler
oldu önce. Daha sonra, “intelligence” sözcüğünün aslında CIA içinde geçen “intelligence” şeklinde yorumlanması gerektiği dillendirildi; haber ve bilgi toplama,
istihbarat edinme yani. Birtakım insanlar da iş zekasını
bu algı üzerinden değerlendirdiler.
Haber ve Bilgi Toplamak Yeterliydi Sanki.
Yukarıda saydıklarım yüzünden mi (işin gerçeği ben öyle
olduğunu sanmıyorum), yoksa “gerçeğini yapamıyoruz
bari adının karizmasından yararlanalım” temalı pazarlama stratejilerinden mi bilinmez; iş zekası denen şey,
tümden olmadığı bir şey haline evriliverdi bu topraklarda. Uluslararası yazılım devlerinin sundukları iş zekası
araçlarını bir yana koyun, her bir veritabanı yazılımının
bir iş zekası modülü oldu neredeyse. Müşteri tanımları
listesi bile görmeyeli epey bir büyüdü, gelişti, serpildi; iş
zekası uygulaması raporu uygulamasına dönüşüverdi.
İş Zekasının Öyküsü Oldukça Yeni Aslında
İş zekası kavramının ortaya çıkışı, yazının başında örneğini verdiğim operasyonel veri içindeki ilişkileri orta-
32
üretilmiş zaten. İş zekası kavramı dünyada böyle algılansa da bizde durum epeyce değişik. Bankalardaki ve sigorta şirketlerindeki raporlama departmanları iş zekası
departmanlarına dönüştü mesela. Perakendecilerin pek
çoğu liyakat programlarıyla bolca işlenemeyen veri topluyorlar yıllardır. Bir de Excel ve Word ile alınan raporlar
daha pahalı yazılımlarla ama daha şık görsellerde üretilebiliyor. Bolca yaldızımız var anlayacağınız ama kutunun için hep aynı.
Peki Nasıl Olacak ?
Bir iş zekası çözümü üretmek oldukça kapsamlı ve çetrefilli bir meydan okuma. Öyle ülkemizde sunulduğu gibi
“veritabanınızdaki verileri dilediğiniz gibi boyutlandırıp
raporlayabilirsiniz” basitliğinde olmadığı artık daha biraz daha nettir sanırım. Zaten bu kadar basit olmadığı
için, veri madenciliği teknolojisi bir devrim olarak ortaya
konulduğu halde beklenen etkinliği yaratamadı. Verileri boyutlandırıp raporlamak iş zekası araçları (business
intelligence tools) sayesinde gerçekten çok kolay ve
zevkliydi ama işin kritik tarafı bunun çok ötesindeydi.
Veritabanı uzmanlarının ya da yazılımcıların teknik konulardan ziyade, derin bir sektör bilgisine ve bu bilginin
özüne odaklanabilmek gibi çok özel yetenekleri yoksa;
bu araçların ürettiği raporlar Excel ya da Word raporlarından pek de fazla katma değer yaratmıyordu. Çünkü iş
zekası kavramı bir mühendislik işi olmasından çok daha
fazla, bir vizyon ve sezgi meselesiydi.
Sektör bu noktaya ulaştığında, iş zekası çözümü sunmak
için gerekli tüm altyapıya sahipti. Doğru tasarlanmış bir
veritabanı, operasyonel veri, veri işleme teknolojileri ve
harika raporlama araçları. Ama sanılanın aksine unu,
yağı ve şekeri bulduktan sonra helva yapmak o kadar kolay değildi. Çünkü bu malzemenin teslim edildiği kişiler
yine teknik personeldi. Veri madenciliği yaparken sektör
ve iş bilgisizliği yüzünden yaşanan sıkıntı bir kez daha
ortaya çıkmıştı. Ancak yazılım dünyası bu sefer daha deneyimliydi, verileri yorumlama işini “business” bilen kişilere devretmekte bir önceki seferki kadar geç kalmadı.
Böyle bir tarihsel gelişimle ortaya çıkmıştır iş zekası
kavramı. Yani ülkemizde kullanıldığı gibi şık görünümlü
raporlama araçları yeterli değildir tek başına. Evet, doğru veritabanı tasarımıyla, operasyonel sistemiyle, raporlama aracıyla bir mühendislik işi yanı da vardır iş zekası
kavramı içinde. Ama iş zekası bir bakış açısı ve vizyon
meselesidir, son tahlilde. Çünkü bir iş zekası çözümü
üretebilmek için yazılımın içine iş aklı katmak gerek.
Bunu yapabilmek içinse yazılımdan ziyade işin kendine
odaklanmak gerek herşeyden önce.
Öncelikle, bir iş zekası çözümünü operasyonel verinin
raporlanması olarak algılama yanlışından çıkmak olmazsa olmazı bu işin. Gerçekten kurumun süreçlerinin
ve faaliyetlerinin performansını doğru şekilde ölçmek
ve bu performansların nasıl iyileştirilebileceği üzerine
bilgi üretmek isteniyorsa, operasyonel veriden çok daha
fazlasına gereksinim var demektir. Operasyonel süreçte
hiç ihtiyacınız olmayan; ama süreç performansını etkileyen parametrelere ilişkin verilere mesela.
Yine Aynı Soru...İş Zekası Nedir ?
Bunca tantanadan sonra yeniden asıl sorumuza dönelim: iş zekası nedir ?
Daha önce çalıştığım bir kurumda, bankalara ve bağımsız ATM operatörlerine yönelik olarak bir tahminleme
(forecasting) uygulaması geliştiriyorduk ekibimle. Hangi
ATM’ye hangi tarihte ne kadar para yüklenmesi gerektiğine ilişkin oldukça karmaşık algoritmalar geliştirdik.
Temel olarak yapay sinir ağları prensiplerine dayanan
bu algoritmalar pek çok parametreyi dikkate alıyordu:
geçmişe yönelik para çekim miktarları, maaş ödeme tarihleri, dönemsel etkinlikler, tatil ya da bayram günleri
vs. Operasyon içinde anlamlı olduğuna inandığımız tüm
Benim şimdiye kadar karşılaştığım en iyi tanımı Gardner’dan
Andreas Bitterer yapmış. “İş zekası”, Bitterer’e göre, “kurumların etkinlik ve finansal fayda elde etmek amacıyla,
performansla ilgili doğru kararları verebilmek, ölçümleri yapabilmek, süreçleri en iyi şekilde yönetebilmek ve optimize
edebilmek için bilgiyi kullanmalarıdır.” Malum bunun için de
veriye, veriyi doğru ilişkilendirme ve yorumlama yeteneğine
ve dolayısıyla iş bilgisine gereksinim var. Dünyadaki başarılı iş zekası çözümleri de böyle bir felsefeden yola çıkarak
33
parametreleri algoritmamıza dahil ettiğimiz halde beklediğimiz başarıyı tutturamamıştık. Bazı günlerde beklenmedik artışlar ya da düşüşler olabiliyordu.
makinalar için bu durum her zaman bu şekilde gerçekleşmiyordu. Hatta yağmur sebebiyle kapalı mekanlara
yönelen insanlar para çekim miktarlarının artmasına
sebep oluyordu.
Sonra bir gün verilerini işlediğimiz bankanın Beşiktaş
ilçesi sınırları içindeki tüm ATM’lerine ilişkin bir veri
toplama çalışması yaptık. Bu çalışma sonucunda, bir
ATM’nin performansını etkileyen pek çok kriter daha
olduğunu farkettik. Bir kısmının etkisinin bu kadar yüksek olacağını tahmin etmemiştik, bir kısmı ise aklımıza
bile gelmemişti. ATM’nin hemen yanındaki diğer makinanın çalışıp çalışmadığı, güneş ışığının ATM ekranının
görüntüsünü etkileyip etkilemediği, üzerinde bir tente
olup olmadığı gibi pek çok faktör vardı aslında. Havanın yağmurlu olup olmaması durumunu algoritmamıza
bir parametre olarak eklediğimizde gerçek verilere % 8
oranında daha fazla yaklaşmıştık örneğin.
içini boşalttıkça, hem kendimizi hem de müşterilerimizi
daha fazla kandırmıyor muyuz ?
Aklı Özgür Bırakmak...
Bir iş zekası çözümü üretmenin olmazsa olmazlarından
birinin de aklı özgür bırakmak olduğunu söylemiştik.
Yani hiç bir şeye “olmaz” dememek gerek. Aksi halde
gidecek yolu da kendi kendimize tıkamış oluruz.
“Yağmurlu hava, açık ve kapalı mekanlardaki ATM’leri
farklı yönde etkiler gibi” bir mantık kurmak da mümkün
değildi. Çünkü Beşiktaş’ın İnönü Stadyumu’nda maçı
olduğu günlerde yağmurun etkisi ihmal edilebilir bir
hale dönüşüyor, başat parametre futbol maçı oluyordu.
Beşiktaş’ın maç programını sisteminize dahil etmenin
gerekliliği düşünülmez ya da parametreler arasındaki
ilişkiler doğru kurulamazsa, eldeki operasyonel veri tek
başına bir şey ifade etmeyecekti.
Tatsız Bir “İş Zekası”zlığı Hikayesi...
Tabii iş, altyapıyı doğru kurup işe katma değer yaratan
bilgiler üreten raporları hazırlamakla bitmiyor. Raporu
doğru okuyabilmeli ve bu bilgileri doğru bir şekilde yorumlayabilmek gerek. Bununla ilgili çok çarpıcı bir örneğim var. Ülkemizin aklı en özgür akademisyenlerinden
ve gazetecilerinden biri olan Mehmet Altan, Star Gazetesi’ndeki 30 Temmuz 2009 tarihli “Meryem’in Kürt Açılımı” adlı yazısında tam da buna değinmişti:
Görüldüğü gibi, sadece operasyonel veriden yola çıkıldığında bu türlü bir uygulamanın başarıya ulaşma şansı
pek yoktu. Başka pek çok parametre daha vardı düşünülmesi gereken. Üstelik bunlar sistem çalışır hale geldikten
sonra eklenebilir türden parametreler değildi. Daha en
baştan veritabanı tasarımına dahil edilmesi gerekiyordu.
Buradaki kritik nokta elbette ki, bu parametrelerin algoritmaya dahil edilmesi değil. Asıl önemli olan bir
ATM’nin performansını etkileyen faktörleri masanın
üzerine koyabilmek. Bunu da bir ofis odasında oturduğunuz yerden yapamazsınız. Gerçekten işin özünü bilmek, güçlü sezgilere sahip olmak (ilki olmadan ikincisi
zaten olamaz) ve “yok daha neler, ATM üzerindeki bir
tente ne kadar önemli olabilir ki” demeyecek kadar aklı
özgür bırakabilmek gerek.
Türkiye’nin en yüksek doğum oranına sahip kentlerden
biri olan Muş’ta, 6,5 aylık olarak dünyaya gelen Ebrar ve
Merve adlı ikiz kardeşlerin yaşayabilmeleri için solunum
cihazlı kuvözlere konmaları gerekiyordu. Oysa bu tip kuvöz Muş’ta yoktu. Erzurum’da, Diyarbakır’da, Elazığ’da,
Şanlıurfa’da ve Bingöl’de de yoktu. Güzel haber Van’dan
gelmişti, ama ne yazık ki orada da yalnızca bir tane vardı. Doktorlar sağlık durumu kardeşine göre daha iyi olan
Ebrar bebeği Van’a naklettiler. Ebrar bebek kurtulmuştu
ama Meryem bebek ikinci bir solunum cihazlı kuvöz bulunamadığı için maalesef yaşamını yitirmişti.
Bu detayları bilmiyorsanız ve sisteminize ona göre tasarlamamışsanız harika özelliklere sahip bir raporlama
aracı neyinize yarar ki!
Bundan birkaç ay önce Türkiye’nin kalburüstü yazılım
firmalarından birinde bir toplantıya katılmıştım. Orada
İş Geliştirme’den sorumlu kişiye, verilere bakarak bilgi
üretmenin önemli olduğunu, ama iş zekasının gelmesi gerektiği noktanın bunun ötesinde bir şeyler olması
gerektiğini söyledim. Veriler doğru analiz edildiğinde
kullanıcının farkında olmadığı gereksinimler ortaya konabilir ve yepyeni sektörler bile yaratılabilirdi. Bu bey,
kendinden ve yazılımından emindi. “Bizim yazılımımız”
dedi, “pek çok sektörün her türlü ihtiyacını karşılıyor ve
hiç bir açık bırakmıyor. O yüzden neyi inceleyip de yeni
şeyler bulacağız. Yapılabilecek her şeyi yaptık biz.”
o bilgi neden üretilir ki ? İstatistik, yalnızca okumak için
midir, biraz da yorumlayabilmek gerekmez mi?
İşte bu yüzden veri madenciliği tek başına hiçbir şeyken, iş zekası çok fazla şeydir. Bu yüzden iş zekası çözümleri üretiyoruz diyen kurumların pek çoğu, - bilerek
ya da bilmeyerek - aslında sadece basit veri madenciliği
uygulamaları sunuyorlar. Sektör bilgisi dahil edilmemiş
bir sistem nasıl bir iş zekası çözümü olabilir? Üstelik
bu yazılımlar eğer güçlü bir yapay zeka içermiyorsa bir
bilgiyi yorumlayıp nasıl çözüm üretebilir ki ? Kavramın
Böyle bir cümle üzerine söylenecek birşey yoktu doğrusu. Ama böyle bir cevap üzerine gülümsememek de olmazdı. Tabii ki aklıma Charles H.Duell gelmişti. Bilirsiniz
canım siz de, 1899 yılında “Artık yeni hiç bir şey yok, icat
edilebilecek her şey icat edildi” diyen Amerikalı. Hani şu
Amerikan Patent Dairesi Başkanı olan adam. Anımsadınız mı ?
Olay gerçekten çok acı ve konumuz açısından da ibret
verici. Eldeki tüm istatistiki verileri, veri madenciliği teknikleriyle işleyip, bu işlenen verileri de yüksek yetenekli iş zekası araçları ile raporlayabilir ve Doğu Anadolu
Bölgesi’nin Türkiye’nin doğum oranı en yüksek bölgesi
olduğunu, Muş’taki doğum oranının da bölgeyle paralellik gösterdiğini açıklıkla ortaya koyabilirsiniz. Verinin gerçek anlamda bilgiye dönüşmesi için çok güzel bir örnek.
Ancak okuma, anlama ve yorumlayabilme yeteneğiniz
yoksa, bu bilgiye sahip olmak neye yarar ki ! Böyle bir
bilgi üretildikten sonra bile bölgedeki hastanelere yeterli
sayıda solunum cihazlı kuvöz konması akıl edilemiyorsa,
Süreçlerin performanslarını etkileyen parametreleri yapıya entegre etmek yetmiyor çok zaman. Bu parametreler arasındaki ilişkiyi de doğru belirleyebilmek gerek.
ATM tahminleme projesinde karşılaştığımız ilginç durumlardan biri de şuydu: Yağışlı havalarda ATM’lerden
çekilen para miktarlarının düşeceğini ama bu oranın
ATM’den ATM’ye değişiklik göstereceğini varsaymıştık.
Gerçekten de yağmurlu bir günde ATM’lerden para çekme oranları “outdoor” makinalarda ciddi oranda düşüyordu. Ama alışveriş merkezlerinde konumlandırılmış
34
35
İnanılmaz Büyüklükte Bir Kara Delik Keşfedildi
Öğr.Gör. Mehmet Sarıoğlu
Öylesine büyük bir delik ki bu, kütlesi, kendi galaksisinin
genel kütlesinin %14’ünü oluşturuyor. Oysa, genelde
galaksilerin çoğunda kara deliğin kütlesi bulunduğu galaksisinin kütlesinin %0.01 ini oluşturmaktadır. Bu öylesine devasa ve bilinen “normal” standartlardan o denli
uzak büyüklükte bir kütle ki bilim adamları tam bir sene
boyunca yaptıkları ölçümlerin sonuçlarını doğrulamak
için üzerinde hep çalıştılar ve çalışmalarının sonuçlarını
yayınlama aşamasına getirdiler. Almanya da, astronomiye ilişkin bir kuruluş olan Max Planck Enstitü’sünden
astronom Remco van den Bosch, Space.com’a yaptığı
açıklamada: “İlk defa bu gözlemin sonucunu hesaplarken bir yerlerde belli bir hata yaptığım düşüncesine
kapıldım. Tekrar aynı araçları kullanarak ölçümler yaptık, sonra başka yöntemler de kullanarak hesaplamalarımızı neticelendirdik.” demiştir. Zaten, araştırmaların
sonucunda aynı verilere ulaştılar.
İstanbul Kültür Üniversitesi
Şimdiye kadar asla bu denli büyük, muazzam boyutlara
ulaşan bir kara delik keşfedilmemişti. Astronomlar, şu
ana kadar gözlemlenen en büyük kara delikler içinde
ikincisini, hatta birincisini gözlemlediklerini düşünüyorlar. Bu muazzam kara deliğin kütlesi, güneşimizin
kütlesinden tam 17 milyar defa daha büyük bir kütleye eş değer ve dünyadan 250 milyon ışık yılı uzaklıkta
ufak bir galakside bulunmakta.
Astronomlar, uzakta bulunan bir galaksinin tam kalbinde, şimdiye kadar asla keşfedilmemiş en büyük kara
deliğin keşfedildiği hususunda hem fikirler. Bu dev canavar dünyadan 250 milyon ışık yılı uzaklıkta bulunan
ve Saman Yolu’nun 10 katı küçük, NGC 1277 kimlikli bir
galakside bulunmaktadır. Oysa bu kara deliğin ağzı, yapılmış olan ölçümlere göre, Neptün Gezegeni’nin güneş
etrafında çizdiği yörüngesinden 11 kere daha fazla bir
genişliğe sahip. Daha da çarpıcı olanı ise bu kara deliğin
kütlesi Güneş’imizin kütlesinden 17 milyar kere daha büyük bir kütleye denk olmasıydı.
büyük kara delikler klâsmanında ki yerinin ne olduğuna
ilişkin saptamaları şüphesiz olanaklı kılacaktır. Devam
eden incelemenin ışığında, söz konusu kara deliğin,
bilinen en büyük rakibine karşı çok daha fazla kitlesi
olduğu ortaya çıkmıştır. Öyle ki, bu kara deliğin boyu,
tahmin edilen fakat henüz onaylanmamış verilere göre
güneşin kitlesinden 6 ilâ 37 milyar kere daha fazladır.
Bu özelliği de içinde bulunduğu galaksisinin merkez
kitlesinin yaklaşık % 59’luk kısmını oluşturmaktadır.
Bununla birlikte, Van den Bosch ve ekibine göre, NGC
1277 galaksisinin yakınlarında 5 benzer galaksi daha belirlediklerini ve bunların da muazzam büyük kara delikler
taşıyabilecekleri olasılığı bulunduğunu açıklamışlardır.
Van den Bosch sözlerine ek olarak: “ Hep bir fenomen
bulmayı ümit ederken şimdi bunlardan tam 6 tanesini
bulmuş durumdayız. Onları öyle ümit etmezdik, çünkü
galaksilerin ve tüm kara deliklerin birbirlerinden etkilenmelerine değin bekleme durumundayız.” demiştir
Austin’de bulunan, Texas Üniversitesi’nden, Karl Gebhart “ Bu gerçekten alışılmadık bir galaksi” demiş ve
“Sanki neredeyse tamamı bir kara delik olan bir galaksi”
diye fikrini ortaya koyan “Nature” Dergisi ortak yazarlarından Gebhart, sözlerine ilâve olarak: “ Galaktik Kara
Delikler içinde yeni bir sınıfın ilk nüvesi de olabilir.” demektedir.
Galaksilerin Oluşumunda Yeni Bir Teori Mi?
Onlara göre, söz konusu
keşif, uzmanları galaksilerin oluşumunda öne
sürülen teorileri yeniden gözden geçirmeye
zorlayabilir. Gerçekte,
kara deliğin içinde bulunduğu NGC 1277 kayıtlı
galaksisine oranla sahip olduğu bu ölçüsüz
büyüklüğün, kozmik bir
oluşumun mekanizmasına bu güne kadar bilinememiş bir ipucu sunabilir. Bu olasılığı göz
ardı etmeyen araştırıcılar, diğer kara delikleri
araştırıp, inceledikleri
gibi keşfedilmiş kara
deliği incelemektedirler.
Bu da, NGC 1277 de bulunan kara deliğin, en
36
37
Lojistik Eğitiminde Laboratuvar Kullanımı Üzerine
Bir Değerlendirme
Prof. Dr. Okan Tuna
lamında büyük farklılıklar taşımaktadır. İn-vitro deneyler
bütünüyle yapay ortamı oluşturmaya çalışmakta, böylece gerçek hayata ilişkin uygulamaları bu ortamda geliştirerek test etmeyi amaçlamaktadır. Öğrenme sürecinin
de büyük oranda gerçekleştirildiği in-vitro laboratuvarlar hem deneysel öğrenme hem de sistem geliştirme
görevlerini yerine getirebilmektedir (Tuna, 2009). İnvitro laboratuvarlar, gerçek yaşama ilişkin yapısallaştırılmış mikrokozmozları kullanarak katılımcıların birlikte
öğrenmelerini sağlayan ortamlar olarak da tanımlanmaktadır (Senge, 2010). Bunun yanı sıra, öğrenme laboratuvarları anlamlı işletme olgularını anlamlı kişilerarası
dinamiklerle bütünleştirmektedir.
İki ayrı kısımdan oluşan bu çalışmanın ilk bölümü Akademi Beykoz dergisinin 9. Sayısında “Türkiye’de Lojistik Sektörü Üzerine Genel Bir Değerlendirme” başlığı
ile yayınlanmış olup, Türkiye’deki lojistik sektörü ve
hizmetleri genel bir değerlendirme ile okuyuculara sunulmuştur. Yazının bu ikinci kısmında kullanımı önem
arz eden lojistik laboratuarları üzerine genel bir değerlendirme yer almaktadır.
Lojistik Laboratuvarı
Güncel Türkçe Sözlüğe göre, Laboratuvar; “ayrıştırma,
birleştirme yoluyla bir sonuca ulaşmak veya teşhis koymak için çeşitli araçlar kullanılarak tıp, eczacılık, fizik,
kimya gibi bilim dallarıyla ilgili araştırmaların, deneylerin yapıldığı özel donanımlı yer” olarak tanımlamaktadır.
Türkçede Batı Kökenli Kelimeler Sözlüğü ise Laboratuvarı; “bilimsel ve teknik araştırmalar, çalışmalar için
gerekli araç ve gereçlerin bulunduğu yer” olarak ortaya
koymaktadır.
Lojistik eğitiminde, özellikle benzetişim (simülasyon)
uygulamalarının etkili olduğu ortaya konulmakta ve gerçek ortamlara erişimin güç ve pahalı olduğu durumlarda öğrencilere gerçeğin bir benzeri üzerinde çalışma ve
gerçeğe yakın kurguları tecrübe etme olanağı sağladığı
belirtilmektedir (Esmer ve Tuna, 2010). Benzetişim ile,
sınıf içinde bir olay, durum ya da problem gerçeğe uygun
olarak geliştirilen bir model olarak yaratılabilmekte ve
bunun üzerinden öğrenme sağlanabilmektedir. (Uşun,
2004; 48). Yönetim eğitiminde benzetişimin en fazla
kullanıldığı alanlar pazarlama, değişim yönetimi, strateji geliştirme, ürün ve operasyon yönetimi ve lojistik/
fiziksel dağıtım olarak belirtilmiştir (Moratis vd., 2005;
219). Yaşayarak ve deneyimleyerek öğrenme prensibi
kapsamındaki benzetişim yöntemleri arasında
rol oynama, örnek olay
(vaka), eğitim oyunları ve
bilgisayar benzetişimleri
gibi çeşitli alternatifler
de yer almaktadır.
Son dönemlerde ise, gerçeğe yakın iş atmosferinin yansıtıldığı in-vitro
laboratuvar
ortamları,
deneysel öğrenme platformu olarak değerlendirilmeye başlanmıştır
(Tuna, 2009; Göçer v.d.,
2011), Laboratuvar deneyleri (in-vitro), saha/
klinik (in-vivo) deneylerinden özellikle içerik an-
Laboratuvar kavramı her ne kadar tıp ve fen bilimleri ağırlıklı bir kavram olarak algılansa da günlük kullanımda “bilgisayar laboratuvarı” ve “dil laboratuvarı” gibi
farklı uygulamaların da olduğu gözlenmektedir.
Bu çalışma kapsamında laboratuvar; “kontrollü koşullar
altında araştırma, deney, ölçme ve öğrenmenin gerçekleştirildiği özel donanımlı yer” olarak ele alınmaktadır.
Laboratuvar deneyleri (in-vitro), saha/klinik (in-vivo) deneylerinden özellikle içerik anlamında büyük farklılıklar
taşımaktadır. İn-vitro deneyler bütünüyle yapay ortamı
oluşturmaya çalışmakta böylece gerçek hayata ilişkin
uygulamaları bu ortamda geliştirerek test etmeyi amaçlamaktadır (Moller, 2008).
alınmaktadır. Maliyetler ise stok tutma, sipariş verme ve
stok dışı kalma gibi maliyetleri içermektedir.
2. Üretim Laboratuvarı (The Product X, Product Z
Production Laboratory)
Robert J. Schlesinger (San Diego State University) tarafından geliştirilen bu uygulama işletmelerin iç tedarik
zinciri sürecini katılımcılara göstermeye yönelik olarak
tasarlanmıştır. Uygulama kapsamında, 5 istasyonlu bir
montaj hattı X ve Z ürünlerini üretmektedir. Teknik çizimleri iş istasyonlarına verilen bu ürünler, pazarlama
müdürü tarafından tanımlanan siparişlerin satın alma ve
lojistik müdürlüğüne aktarılması ve gerekli malzemelerin
tedarikin den sonra doğru zaman ve doğru yere doğru kalitede ulaştırılması amacına dayanmaktadır. Uygulamada, Oyun süreci içerisinde, kalite kontrol sorumlusu da
bitmiş ürünlerin kalitesini kontrol etmekten sorumludur.
En az 7 en fazla 14 kişi ile gerçekleştirilebilmektedir.
Öğrenme laboratuvarları, gerçek yaşama ilişkin yapısallaştırılmış mikrokozmozları kullanarak katılımcıların
birlikte öğrenmelerini sağlayan unsurlar olarak tanımlanmaktadır (Senge, 1990). Yine Senge’ye göre öğrenme
laboratuvarları anlamlı işletme olgularını anlamlı kişilerarası dinamiklerle bütünleştirmektedir.
Lojistik Laboratuvarı Uygulamaları
1. Tedarik Zinciri (Beer Distribution Game)
İlk kez John D. Sterman (Massachusetts Institute of
Technology-MIT) tarafından geliştirilen ve dünyadaki
birçok lojistik ve tedarik zinciri okulu tarafından kullanılan bir modeldir. Beer Distribution Game (Bira Dağıtım
Oyunu) olarak da bilinen bu model, tedarik zincirinin
tüm taraflarını içermektedir. Tedarik Zinciri modeli, en
az 8 en fazla 15 kişi ile gerçekleştirilmekte ve üç farklı
renkteki legonun birleştirilmesi ile ortaya çıkarılan bir
ürün kullanılmaktadır.
3. Cooperstown Araba (Cooperstown Cars, Inc.)
Larry R. Dolinsky (Bently College) tarafından geliştirilen
bu model Malzeme İhtiyaç Planlaması (MRP) kavramını
bir araba üretim hattı kapsamında katılımcılara yaşatmayı hedeflemektedir. Üretilecek olan arabaları temsil
etmek amacıyla farklı renklerde ve boyutlarda legolar
kullanılmaktadır. En az 6 en fazla 10 kişi ile uygulanabilmektedir.
Cooperstown arabası GÖVDE – DİNGİL ve TEKER olmak
üzere üç ayrı bölümden oluşmakta ve her bir araç için bir
gövde, iki dingil ve dört tekerleğe ihtiyaç duyulmaktadır.
Katılımcılar bu uygulama kapsamında çeşitli üretim ve
dağıtım pozisyonlarından sorumludurlar ve pozisyonları
gereği talepleri tahmin etmek, tahminlere göre sipariş
vermek, talepleri karşılamak, talebin karşılanmaması
durumunda talebi bekletmek gibi çeşitli kararları vere-
Uygulama sürecinde, müşterinin perakendecilere vermiş olduğu siparişler tedarik zincirinin son aşamasına
kadar yazılı sipariş formları ile iletilmekte ve bu kapsamda zincirin her oyuncusu hem müşteri hizmet düzeyi hem de maliyetler anlamında hedeflerini yerine getirmeyi amaçlamaktadır. Uygulama kapsamında, müşteri
hizmet düzeyi siparişlerin karşılanma oranı olarak ele
40
41
5. Gozinto (Gozinto Products)
Peter Arnold, J. Robb Dixon, ve Jay S. Kim (Boston University) tarafından geliştirilen bu oyun çok basit bir Kanban uygulamasını katılımcılara yaşatmayı hedeflemektedir. En az 5 en fazla 8 kişi ile gerçekleştirilebilmektedir.
Gozinto, yalnızca çekme ve üretim Kanbanlarını kullanarak, oynayan ve izleyenlerin Kanban sisteminin genel
akış mantığını kavramasını amaçlamaktadır Tedarik
kanbanı, uygulamayı daha basite indirgemek amacıyla
Gozinto modelinde yer almamaktadır.
rek temsil ettikleri bölümlerin maliyetlerini minimum
kılmaya çalışmaktadırlar.
4. Yokimabobs (Yokimabobs)
Robert E. Stein (CASE Design, Inc.) ve Conor F.
O’Muirgheasa (University of Houston) tarafından geliştirilen bu model işletmelerde uygulanan Tam Zamanlı
Üretim (JIT) sisteminin akışını göstermek, anlatmak ve
kavratmak amacıyla hazırlanmış olan bir Kanban Üretim
Sistemi uygulamasıdır.
6. Stok Yönetimi Oyunu (The
Simkin Inventory Decision)
William R. Benoit (Plymouth
State College) tarafından geliştirilen bu uygulama, katılımcılara stok yönetimi kapsamındaki karar verme sürecine
ilişkin gerçeğe yakın ortamı
yaşatmayı amaçlamaktadır.
Bu kapsamda da Monte Carlo
simülasyonundan faydalanılmaktadır. En az 8 en fazla 10
kişi ile gerçekleştirilebilmektedir.
Uygulamada, Kanban Üretim Sisteminde olduğu gibi,
sonraki süreçler önceki süreçlerden sadece tükettikleri
miktarda ve zamanda malzeme (WIP) talep eder ve çekerler. Dolayısıyla üretimin ters yönünde oluşan iş akışı,
son süreçten ilk sürece doğru hareket ederek sağlanır.
Uygulama, somun, rondela, cıvata ve bağlayıcı gibi tedarik edilen malzemelerin 3 ayrı iş istasyonunda aşama
aşama süreçten geçerek yarı mamul haline getirilip ilgili
malzemelerle birleştirilmesinden ortaya çıkan Yokimabobs isimli bir bitmiş ürün üzerine kurgulanmıştır.
rencilerinin Pazarlama Algısı: Bir Vakıf ve Bir Devlet Meslek Yüksek
Okulunda Uygulama”, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, Cilt.7, Sayı.13, s. 404-419
Louise, W. Smith, Doren, Van, Doris C., (2004), “The Reality-Based
Learning Method: A Simple Method for Keeping Teaching Activities
Relevant and Effective”, Journal of Marketing Education, Cilt. 26,
Sayı. 1, s. 66-74
Senge, P., Smith, B., Kruschwitz, N., Laur, J.& Schley, S., (2010), “The
necessary revolution Working Together to Create a Sustainable
World”, Broadway Books, USA
Messina, Micheal J., Guiffrida, Alfred L., Wood, Gregory R., (1991),
“Faculty/Practitioner Differences: Skills Needed for Industrial Marketing Entry Positions”, Industrial Marketing Management, Cilt. 20,
s. 17-21
Tuna, O. (2009), Lojistik Laboratuvarı: İlkeler ve Uygulamalar,2009,
ISBN 978-975-441-267-3
Moller, C. (2008), The Process Innovation Laboratory as an Enabler of
an Action Research Program, Workshop on the 12th International Conference on Project Engineering, July, Zaragoza Logistics Center, Spain.
Uşun, S. (2004). Bilgisayar Destekli Öğretimin Temelleri, 2.Basım.
Ankara: Nobel Yayın
Moratis, L., Hoff, J. ve Reul, B. (2005). A Dual Challange Facing
Management Education: Simulation-based Learning and Learning
About CSR. Journal of Management Development, 25(3): 213-231
Önce, Günal, Kayabaşı, Aydın, Fettahoğlu, H.Seçil., (2008), “Öğrencilerin İş Uyumlarının Geliştirilmesi için Etkin Öğretim Yöntemlerinin
Belirlenmesi üzerine bir Uygulama”, KMU İİBF Dergisi, Yıl. 10, Sayı. 14
Özsoy, Tufan, Gelibolu, Levent, (2010), “Meslek Yüksekokulu Öğ-
Kaynakça
Akkurt, M., Öztekin, M.Seyyid, Görener, Ali, Türkyılmaz, Ali, (2008),
“Endüstride İhtiyaç Duyulan Mesleklerin Belirlenmesi ve İş Gücüne
Yönelik Eğitim: İmalat Sanayinde bir İnceleme”, 1. Mühendislik ve
Teknoloji Sempozyumu, Ankara, TÜRKİYE
Çakaloz, Burak, (2008), “Lojistik Yönetiminde Simülasyon Temelli
Eğitim Yaklaşımları”, Dokuz Eylül Üniversitesi, Denizcilik İşletmeleri
Yönetimi Programı, Yüksek Lisans Tezi
Esmer, S. ve Tuna, O. (2010) “Pazarlama Araştırmalarında Benzetim
Yönteminin Kullanımı”. 15. Ulusal Pazarlama Kongresi, 26-29 Ekim
2010. Kuşadası, İZMİR. S: 430-447.
Yokimabobs, çekme ve üretim Kanbanlarının yanı sıra
tedarik Kanbanlarını da kapsamaktadır ve her üç tip kanbanın işleyiş detaylarının kavranması hedeflenmektedir.
Ayrıca, Kanban Üretim Sistemlerinde stokların ihtiyaca
paralel olarak nasıl düşürülebileceğinin gösterilmesi de
oyun süresince amaçlanmaktadır. Bu bağlamda, her istasyon, akış süresince stok seviyelerini takip etmekten
ve raporlamaktan sorumludur.
Gocer, Aysu, Saatci, Omur Yasar, Demir, Muhittin H., Tuna, Okan,
Baltacioglu, Tuncdan, Adalı, Erman, (2011), “Achieving Sustainable Learning Through ERP Based Supply Chain In Vitro Laboratory”,
World Conference on Educational Technology Researches
Kolb, David A., (1984), “Exxperimental Learning”, Englewood Cliffs,
NJ:Prentice Hall
42
43
EĞİTİM VE ÖĞRETİMDE BİLGİSAYAR KULLANIMININ
BAŞARIYA ETKİLERİ
Öğr. Gör. Çağla Terzioğlu
Yapılan istatistiksel sonuçlara göre teknolojinin getirdiği yenilikler ve bilgisayar kullanımının giderek artması,
ülkemizde eğitim-öğretimde değişiklik yapma gereksinimi doğurmaktadır. Öğretim programlarına uyarlanması gereken değişmeler gelişmeye yönelik olmalıdır.
Derslerin içeriğinin de değişmesine yol açan bu değişiklikler öğreticiyi uygun bir yazılım kullanmaya zorunlu
kılar. Öğreticinin bu noktada bir takım ihtiyaçları olacaktır. Bu ihtiyaçların giderilmesi çalıştığı kurum tarafından
karşılanabilir. Yazılımsal ve donanımsal anlamda bir
yeterlilik göstermesi ilk başta bu eksikliklerin giderilmesiyle tamamlanmalıdır.
Bilgisayarların kullanımından öğretimde yararlanılması,
bu alanda önemli bir rol oynaması ve kullanım sonuçlarının getirdiği etkenler; ulusal ve uluslararası kaynaklarda çok fazla araştırmalara/çalışmalara konu olmuştur.
Yaşamımızda artık önemli bir yer kaplayan, birçok insan, kurum ve kuruluşlar için vazgeçilmez bir halde olan
bilgisayar teknolojisinden eğitim/öğretimde de önemli
ölçüde faydalanılmaktadır. Bilgisayarlardan derslerde
eğitim aracı olarak kullanılmak amaçlanmış ve öğrenci
başarısının bu doğrultuda arttığı görülmüştür. Bozkurt’a
göre (2000: 30-31) bilgisayarlar birer alettirler, yazı yazmamıza, hesaplarımızı yapmamıza ve iletişimde bulunmamıza yardımcı olurlar ancak bunların çok ötesinde
bilgisayarlar ayni zamanda bizlere, hem zihni modeller
sunarlar, hem de, fikirlerimizi aktarmaya yardımcı olan
birer araç işlevi görürler.
Bugünkü bilgi çağında bireysel öğretimlerde de kullanılan bilgisayarlar öğretim sürecinin ve niteliğinin gelişmesinde önemli rol oynamaktadır. Her geçen gün artan
bilgi oranı bireysel öğrenimleri önemli kılmakta bu yüzden bilgisayarlardan yararlanma isteği doğurmaktadır.
Bu süreçte hem öğrencinin hem de öğreticinin bilgisayarlardan yararlanma isteği hem bir amaç hem de
bir araç olarak kullanılmaktadır. Bilgisayarların eğitim/
öğretimde birçok sebeple kullanılması öğrenciye daha
çağdaş bir ortam yaratmakta ve derslerin verimliliğini
arttırmaktadır.
Bugünün teknolojisine baktığımızda bilgisayar kullanımının giderek arttığı bir gerçektir. Türkiye İstatistik
Kurumu (TÜİK)’nun yaptığı bir araştırmaya göre verilen
grafikte Türkiye’de, 16-74 yaş grubu bireylerde bilgisayar kullanımının 2007-2012 yıllarına göre değişimi verilmiştir. Çıkan sonuçlardan bir tanesi de bilgisayar ve
internet kullanım oranlarının en yüksek olduğu yaş grubu 16-24’tür.
Gerçekleşen bu hızlı değişimle birlikte hem ülkemiz hem
diğer ülkeler bir bilgi toplumu oluşturmaktadırlar. Artan
küreselleşme, ekonomiyi olduğu gibi, sosyo-kültürel
ilişkileri de etkilemektedir. Örgütler ve toplumlar bilgi ile
yönetilmektedirler bu da eğitim ve öğretim sisteminin
bu değişimlere ayak uydurması gerektiğini göstermektedir. Yani okullarda yapılan eğitim ve öğretime bunlar
yansıtılmalıdır, aksi takdirde giderek artan bilgiden geri
kalınmış olur. Oluşan bilgi toplumuna ayak uydurmak
gerekmektedir, bilgisayar teknolojilerini evlerde olduğu
kadar örgütlerde de kullanılması, öğrenci başarısının
artması için bilgisayara daha fazla aşina olunması gerekmektedir (Bayrakçı, 2005).
de yapılmasını sağlamıştır. Eğitim/öğretim hayatında
bilgisayarlardan yararlanılması çoğu bölgede beklenen
düzeyi karşılamalıdır.
Öğrencilerin bilgisayarlı derslerdeki başarıları öğreticilerin derslerine bilgisayarı nasıl entegre ettikleriyle de
doğru orantılıdır. Bu yüzden öğreticiler bilgisayarları
dersleriyle nasıl bütünleştirmeleri gerektiği hususunda
eğitim alabilirler. Bu hem kendileri için hem de öğrenci
grupları için geliştirici bir çözüm yolu olabilir. Öğrencinin
tutum, beklenti ve görüşleri bilgisayarın derse iyi entegre edilmesine bağlı değişebilir ve böylelikle bu tepkilerin
pozitif yönde artması için öğreticinin çok iyi planlanmış
bir yol izlemesi gereklidir.
Yapılan birçok araştırmada özellikle bilgisayarlı veya
bilgisayar destekli yapılan derslerde öğrenci başarısının arttığı ispat edilmiştir. Öğrencinin derse olan ilgisi
pozitif yönde artmaktadır. Buna örnek olarak bilgisayar
destekli yapılan bir İstatistik dersi araştırmasının bulguları incelenebilir. Bunun dışında çeşitli dersler ve ortaya
çıkan negatif ve pozitif bulgular da değerlendirilebilir.
Araştırmadan elde edilen bulgular; istatistik derslerinde bilgisayardan faydalanmanın, istatistik paket programları ile işlem yapmanın, internet bilgi kaynaklarını
kullanmanın, derslerin görsellik bakımından zengin sunulmasının hem istatistik dersindeki başarıyı artırdığını
hem de istatistik dersine karşı tutumu olumlu yönde
etkilediğini (tutum puanlarını artırdığını) göstermektedir
(Doğan, 2009).
Öğreticinin teknolojiye yakın olması bir bakıma bilgisayar kullanımına da etki etmektedir. Bu nedenle ders
içinde uygulanmak üzere verilen kararlar, öğreticilerin
öğretimde bilgisayar kullanımına yaklaşımları ve deneyimleri öğrencinin de buna motive olma yüzdesinin
değişmesini sağlamaktadır. Bunun sonucu da başarının
artması demektir.
Çağımızda günümüz insanının en çok ihtiyacı olan şey
zamandır. Bilgisayar destekli yapılan derslerde öğretici öğretirken, öğrencide öğrenirken zamandan büyük
oranda tasarruf sağlar. Bunun sonucunda da öğretici
açısından farklı bilgiler aktarma, öğrenci açısından fazla
bilgi edinme, daha az öğrenebilen öğrenci açısından ise
tekrarlama imkânı doğar.
Öğretimde bilgisayar kullanılması veya öğretimin bilgisayar destekli yapılması öğrenciler için teşvik edici olmakta, öğrencinin derse katılımını arttırmaktadır.
Kaynak: Türkiye İstatistik Kurumu
Kısaca şöyle söyleyebiliriz; eğitim/öğretim alanında bilgisayar kullanılması, öğrencileri ve öğretmenleri geleneksel ders işleyişinden uzak tutmakta ve davranışlarını
geliştirmektedir.
Kaynaklar
Bayrakcı, M. (2005). Avrupa Birliği Ve Türkiye Eğitim Politikalarında
Bilgi Ve İletişim Teknolojileri Ve Mevcut Uygulamalar, Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Milli Eğitim, Üç Aylık Eğitim ve Sosyal
Bilimler Dergisi, Yaz Dönemi, Yıl 33, Sayı 167
Bozkurt, V. (2000). Enformasyon Toplumu ve Türkiye, Sistem Yayıncılık, İstanbul.
Doğan, N. The Effect of Computer –Assisted Statistics Instruction
on Achievement and Attitudes toward Statistics, Education and Science. 2009, Vol. 34, No 154, ss. 13, Hacettepe Üniversitesi, 2009.
Türkiye İstatistik Kurumu Başkanlığı, Sayı: 10880, 16/08/2012
Son yıllarda bilgisayarların günlük hayatımızda da özellikle çok fazla kullanılması bilgisayar destekli birçok işin
44
45
Biofeedback: Beyin Eğitim Sistemi
Röportaj: Yrd. Doç. Dr. Pınar Seden Meral
1888’de Feré deriden elektrik akımının kayıtlanabileceğini gösterdi. 1907’de Jung ilk Galvanometeri keşfetti.
1930’da Jacobsan EMG ölçüm aleti geliştirdi. Lindsley
1935’de insanların Biofeedback yapmadan kendilerini
relax ettiklerini motor sinir sistemini değiştirebileceğini keşfetti. Kegel 1947’ de perinometre geliştirdi ve ilk
olarak idrarını kaçıran hamile kadında uyguladı. Klinik
biofeedback eğitimi Amerikan halkı tarafından hızla
kabul görmeye başladı.
Fotoğraflar: Hüseyin Alemdaroğlu
Türkiye’de Biofeedback aletlerinden bazıları anlatılanlara göre Farmakolojist Prof. Dr. Cankat Tolunay ve
Psikiyatrist Prof. Dr. Cevdet Arsan tarafından 1980’li yıllarda kullanıldı ama oturmuş bir tedavi yöntemi haline
hiçbir zaman gelmedi. ABD’den döndükten sonra 2001
yılında benim tarafımdan QEEG yönlendirmeli neurofeedback uygulaması psikiyatrik hastaların tedavisinde
bir tedavi yöntemi olarak bazı hastalıklarda (Özellikle
Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite bozukluğu, Öğrenme
Zorluğu çeken çocuklarda, uyku bozukluklarında, anksiyete bozukluklarında) kullanılmaya başlandı. 2007
yılında da Biofeedback, Neurofeedback, Psikiyatri de
QEEG ve ERP kullanım derneğini kurdum.
Tanju Sürmeli
İnsan beyni sırlarla dolu kapalı bir kutu. Onca bilimsel
çalışmaya rağmen, bugün gelinen bilimsel noktada
dahi beynin sırları tam olarak çözümlenmiş değil. Dr.
Tanju Sürmeli’ye göre herşeyin sırrı beyinde ve beynimizi eğer doğru yönlendirebilirsek bir çok rahatsızlıktan
kurtulmak mümkün. Beynimizi doğru yönlendirmek için
kullanılan son tekniklerden biri biofeedback. Kişinin bedenini kontrol altına almasını ve bedensel farkındalığı
arttırmak sureti ile rahatlama sağlayan bir yöntem olan
biofeedback hakkında bu konunun uzmanı Dr. Tanju
Sürmeli ile bir röportaj gerçekleştirdik.
Sağlık Bakanlığınca hazırlanan ve 25.09.2010 tarih ve
27710 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan yönetmeliğe
göre bugün Biofeedback muayenehanede yapılabilecek tıbbi işlemler listesindedir.
Biofeedback yöntemi
kullanılabilir?
hangi
rahatsızlıklar
için
Amerikan Çocuk Akademisi’nin “Çocuk ve Ergen Kanıta
Dayalı Psikososyal Müdahaleler” altında Biofeedback’i
Dikkat ve Hiperaktif Davranışlar (DEHB) için Seviye
2 - İyi Destek’ten, Seviye - 1 En İyi Destek seviyesine
yükseltmiştir. İlaç ve Davranış terapisinin birlikte kullanılması ile Biofeedback aynı etki seviyesine tek başına ulaştığını görmekteyiz. Ayrıca Amerikan Uyku Tıbbı
Akademisi, EEG Biofeedback’i kronik uykusuzluk tedavisinde önermektedir.
Tanju bey biofeedback nedir? Nasıl bir yöntemdir?
Biofeedback kişilerin fiziksel, zihinsel, duygusal ve ruhsal sağlıklarını artırmak için fizyolojilerini nasıl değiştirmeleri gerektiğini öğrendikleri bir zihin-beden tekniğidir.
Klinik biofeedback, stres yönetimi eğitimi yoluyla genel
sıhhat ve sağlık durumunu iyileştirdiği gibi, hastalık
semptomlarını nasıl kontrol edeceğimizi de öğretir. Biofeedback terapisi bir tedavi olmaktan ziyade bir eğitim
sürecidir. Bisikleti nasıl süreceğimizi ya da ayakkabıyı
bağlamayı öğrenmek gibi, kişiler biofeedback eğitiminde de beceriyi geliştirmek için aktif bir şekilde rol almalıdırlar. Pasif bir şekilde tedavi almaktan ziyade hasta
aktif bir öğrencidir. Bu aynı yeni bir dil öğrenmek gibidir.
Migrende Biofeedback’in etkisinin kanıtlanmış olduğunu gösteren Meta-Analiz çalışması bulunmaktadır.
Bunun dışında kadınlarda, erkeklerde ve çocuklarda
idrar kaçırma, kaygı, hiperaktivite ve dikkat bozukluğu,
epilepsi, yetişkinlerde başağrısı, pediyatrik başağrısı,
kronik ağrı, alkol/madde kötüye kullanımı, uykusuzluk,
travmatik beyin hasarı, depresif bozukluklar, travma
sonrası stres bozukluğu, otizm, inme, Bell paralizisi,
serebral palsi, fibromiyalji/kronik yorgunluk sendromu, el distonisi, yetişkinlerde kabızlık, hipertansiyon,
Bu yöntem ne kadar süredir kullanılıyor? Dünyadaki ve
Türkiye’deki gelişiminden söz eder misiniz?
46
ransı arttırmak, karar verme mekanizmalarını sağlıklı ve
yerinde kullanabilmek, planlama yapma ve organizasyon yeteneklerini geliştirmek, hayat kalitesini arttırmak.
araç tutması, Raynaud hastalığı, Temporomandibular
Bozukluk, artrit, diyabet mellitus, fekal inkontinans,
vulvar vestibülit, tinnitus, erektil disfonksiyon, astım,
kronik obstruktif akciğer hastalığı,koroner arter hastalığı, kistik fibroz, irritabl bağırsak sendromu, tekrarlanan
kasılma yaralanması, solunum yetmezliği, mekanik
ventilasyon, yeme bozuklukları, bağışıklık sistemi fonksiyonları, omurilik yaralanması, senkop gibi rahatsızlıklarda kullanılabilir. Ama etkinliği farklı boyutta olacaktır.
Yani hastanın rahatsızlık düzeyi gibi değişkenler tedaviden alınacak sonucu etkiler.
Üniversite gençliğinin en fazla yaşadığı sıkıntıların başında sınav stresi geliyor. Gençler eğitim hayatlarındaki bu kaygıyı nasıl yönetebilirler?
“Beynin İyileştirme Gücü” adlı kitabımda bu konulara
yer verdim. Sınav kaygısını sınavdan önce olumlu düşünerek yenmeye çalıştıklarında veya sınav öncesi kendilerini oturdukları yerde beklerken gözlerini kapatıp iyi bir
yerde hayal etmelerini yaptıkları halde sorun çözülmüyorsa Biofeedback’i deneyebilirler.
Her hekim bu yöntemi kullanabilir mi, yoksa ayrı bir uzmanlık sertifikası gerektiriyor mu?
Bir öğrenci veya yüzücü, sınav heyecanıyla veya diğer
kulvardaki yüzücüden etkilenebilir ve bu sırada beynin
ön bölgesinde fazla theta dalgası aktivitesi gösterir. Bu
theta dalgalarını normalize etmeyi beyne öğretirsek,
aynı yüzücü diğer kulvardaki yüzücüyle ilgilenmeden
dikkatini tamamen yarışa vererek yarışı tamamlayacaktır veya öğrenci sınav heyecanı yaşamayacaktır.
Haziran 1990 yılından beri Amerikan Çocuk ve Ergen
Psikiyatrisi Akademisinin kararına göre Çocuk ve Ergen
psikiyatristlerinin Biofeedback (BF) uygulaması için gerekli eğitimi almaları ve Biofeedback sertifikalı olmaları
gereklidir denmektedir.
Türkiye’de standartlar ve gerekli olan kural Amerikadaki
gibi olmalıdır. Dernek olarak bu konuda bir girişimimiz
olduğu halde, Sağlık Bakanlığı bu konuda herhangi bir
düzenleme yapmamıştır.
Aileler çocuklarının ve antrenörler sporcuların çok stres
altında kaldığından yakınabilir, bir taraftan da sınavda
veya oyunda konsantrasyonlarının düştüğünden! Bunların hepsinin kısa, etkili ve kalıcı çözümü Biofeedback
beyin vücut eğitim sistemidir.
Eğitim alanında ve iş dünyasında bu yöntemden nasıl
fayda sağlanabilir? Özellikle öğrencilere ne gibi yararlar sağlar?
Dikkat, konsantrasyon, motivasyon, planlama yapma,
organizasyon, karar verme mekanizmalarını sağlıklı ve
yerinde kullanabilme hepsi frontal lob yani ön beynin
işidir. Bu bölge beynin dış etkenlerden en kolay etkilenen bölümüdür.
Sağlıklı insanlarda yapılan çalışmalarda performanslarının arttığına dair karşılaştırmalı çalışmalar dikkati arttırma, hafızayı güçlendirme ve daha iyi uyku uyumak için
kanıta dayalı müdahale olarak etkili olduğu belirlenmiştir.
Öğrenciler veya Sporcuların, hangi derste veya spor dalında olursa olsun “tam performans” göstermeleri için
yaptıkları işe tam olarak odaklanmaları, dikkatlerini sürdürebilmeleri, el göz koordinasyonunu iyi sağlamaları,
maç veya ders öncesi ve sırasında her zaman motive olmaları, bireysel bir sporda iseler rakiplerine karşı doğru
strateji ve soğukkanlılıkla yaklaşmaları, takım oyunu ise
takım arkadaşlarıyla koordineli çalışma gereklidir. Stres
ve heyecan her zaman olmalı ancak stres bir sınavın
sonucunu veya bir maçın sonucunu olumlu etkileyecek
şekilde olmalıdır.
İş dünyasında CEO’ların performansını arttırmak için çalışmalar yapılıyor. Öğrenciler, atletler, sanatçılar ve yöneticilerin ortak amacı performanslarının en iyisini ortaya koymaktır. Peak Performans hem doğal yetilerimize
hem de zihnimizin net, kararlı ve odaklanmış olmasına
bağlıdır. Peak performansta Biofeedback kullandığımızda şu yararları gözlemlemekteyiz. Dikkat ve konsantrasyonu artırmak, odaklanma ve hedef belirlemelerini
artırmak, motivasyonu arttırmak ve uzun vadede yüksek tutmak, hafızayı güçlendirmek, özgüveni arttırmak,
sınav kaygısını azaltmak, ders notlarını arttırmak, ödev
yapma becerilerini arttırmak, sınıf içerisindeki duygusal
reaktifliği azaltmak, sınıf içerisinde veya arkadaşlarına
karşı şiddeti azaltmak ya da ortadan kaldırmak, stres
kontrolünü sağlamak, anksiyeteyi azaltarak doğru karar vermeyi sağlamak, aniden parlamadan sabırla olaya
müdahale etmeyi sağlamak, diğer insanlara karşı tole-
Bütün bu saydıklarımız beynin en iyi performansıdır ve
neurobiofeedback ile bunu başarmak mümkündür.
Tanju bey son olarak Yaşam Sağlık Merkezi’ndeki çalışmalarınızdan söz eder misiniz?
47
SOĞUK ZİNCİR
“Kişiye özel,” kişinin tedaviye nasıl yanıt vereceğini ayırt
ederek tahmin etmemizi sağlayacak, kişi hakkında bir
bilgiye sahip olduğumuz anlamına gelir. Kanıta dayalı
tedavi algoritmaları, bireysel farklılıklar (örn. Kalıtımsal
varyasyonlar) için küçük değişiklikler yapıldığında faydalı
olurlar ancak çok genel kalırlar ve akut tedaviler haricindekiler çok az kanıt tarafından desteklenirler.
Amerika’dan döndüğüm 2000 yılından beri 10.000 den
fazla yetişkin, ergen ve çocuk hasta birden fazla psikotropik ( antidepresantlar, antipsikotikler ve amfetamin
grubu ) ilaçlar ile iyileşemedikleri için kliniğimize başvurdu. 4000’den fazla hasta diğer yöntemlerden (çoğunluğu
ilaç) iyileşmediği halde bizde QEEG uygulamalı Neurobiofeedback yönteminden yararlanıp iyileştiğini gördük.
Psikiyatride elektrofizyolojik bulguların kullanımına
önem vermekteyim. Psikiyatrik hastalıkların kimyasal
bir bozukluktan oluştuğu ispatlanamadı, ama birçok
psikiyatrik hastalıkta elektrik akım bozuklukları olduğu
kanıtlandığı için ilaçlarla tedaviyi en az kullanmaktayım.
Vücut-beyin bağlantısının çok önemli olduğuna dair çıkan bilimsel yayınları takip etmekteyim. Kalp atışı, nefes
alışı ve beynin elektrik akımının o kişide senkroni halinde olmasını sağlatan Biofeedback yönteminden yararlanmaktayım. Psikiyatrik hastalıkların bazılarını (DEHB,
Öğrenme zorluğu, Depresyon, Manik depresyon, Şizofreni, Geçirilmiş Kafa travması, Alkol Madde bağımlılığı,
Alzheimer ve Damarsal Bunama gibi) beyin EEG kayıtlamaları yapıp FDA onaylı veri tabanında inceleyip tanı
koyma en önemli bulduğum incelemelerimden biri, ayrıca Biofeedback protokolleri için beynin hangi bölgesinde elektrik bozukluğu olduğunu gösterdiği için tedavide
de yardımcı oluyor. Kaplan& Shadock (2009) psikiyatri
ders kitabı bu yöntemin bilimsel olduğu halde psikiyatristler tarafından az kullanıldığından şikayet etmektedir.
Biofeedback yöntemi çok doğal ve bilinçaltı mekanizmalarımızı kontrol etmeyi öğreten yan etkisiz bir yöntem ve birçok ilaca cevap vermeyen depresyon hastasında 10 günde bile belirgin klinik iyileşme görülebiliyor.
Down sendromu, zeka geriliği, antisosyal kişilik bozukluğu ve şizofren hastalarda biofeedback uygulamasının
olumlu sonuçlarını prestijli tıp dergilerinde dünyada ilk
klinik uygulama olarak yayınladık.
Zeka geriliği olan çocukların önemli kısmında EEG biofeedback sonrası zeka skorlarında artış gördük. Ortalama 8 sene ilaçlarla iyileşmemiş obsessif kompulsif
bozukluk olan hastalarda biofeedback ile iyileşme sağladığımız çalışmamız ilk geniş sayıda hastanın katıldığı
klinik çalışma olarak yayınlandı. Elsevier yayıncılık Klinik
uygulamalı bir kitapda şizofrenlerde neurofeedback’in
etkisi ile bir bölüm yazmamı istedi. Nijerya’dan ve
Lübnan’dan kliniğimize gelen psikiyatrist, ve psikologlara Biofeedback eğitimimizi yeni tamamladık. Society
of Applied Neuroscience yıllık toplantısını ve çalıştaylarını hazırlıyorum. Kurumlarla Pik performans çalışmaları yapıyoruz ve onlara stres karşısında vücüdumuzdaki
değişiklikleri kontrol etmeyi öğretiyoruz.
EEG Biofeedback ( Neurofeedback: NF), “tek beden herkese uyar” şeklinde bir yöntem değildir. Her tedavi protokolü hastaya göre kişiselleştirilmelidir, düzenli olarak kontrol
edilmelidir ve en iyi tedavi sonuçları için düzenlenmelidir.
Yrd. Doç. Dr. Ruhet Genç
Bilgi Üniversitesi Turizm ve Otel İsletmeciliği
Yüksekokulu Müdürü
Soğuk Zincir, kolay bozulabilen ve belirli ısılarda saklanması gerekli olan ürünlerin taşınmasında kullanılan bir
sistemdir. Bu sistem, kolay bozulabilen ve ısı hassasiyeti olan ürünlerin taşınması sırasında oluşan sorunlar
nedeniyle ortaya çıkmıştır. Ürünlerin taşındığı araçların
değişiklik göstermesi (uçak, gemi, kamyon vb.) ve ürünün bir araçtan başka bir araca transfer edilişi nedeniyle ürünü her koşulda sabit ısıda tutabilecek sistemlere
ihtiyaç duyulmuştur. Bu sistemlerle ilgili olarak Soğuk
Zincir Yönetimi ise bu ürünlerin taşınması sürecinde
işlevsellik gösterir. Bu yönetim, ürünün taşınması işleminin başından sonuna kadar ürünün gerekli ısı derecesinde tutulmasını sağlar. Soğuk Zincir Yönetimi, tedarik
zinciri boyunca ürünün termal ve soğutulmuş paketleme yöntemiyle sabitlenen ısısının kesintiye uğramaksızın, nakliyatın bütünlüğünü korumaya yönelik yapılan
logistik planlamayı kapsar. Gıda çeşitlerinin yanı sıra
tıbbi, biyolojik, kimyasal ürünler ile laboratuvar örnekleri
ve sonuçları bu yöntemle taşınılmasına ihtiyaç duyulan
ürünlerdir. Bu ürünlerin tam vaktinde (just-in-time) taşınacağı son noktaya sağlıklı ulaşması açısından soğuk
zincir önemli bir yöntemdir.
bi ürünlerin hem de gıdaların bozulmadan taşınmasında;
ve bir başka önemli nokta olarak da raf ömürlerinin uzatılması konusunda işlevsellik gösteriyor. Tıbbi ürünlerin
içerisinde ısı hassasiyeti olan ilaçlar, aşılar, test sonuçları, örnekler, klinik deneyler ve tıbbi aletler bulunmaktadır.
İlaçlar, aşılar vb. gibi tıbbi malzemelerin bozulmadan taşınabilmesi kullanıcıların sağlığı açısından hayati önem
taşımaktadır Yine benzer bir şekilde test sonuçları ve
klinik deneyler gibi ürünlerin doğru sonuçları verebilmesi
açısından zarar görmeden taşınması gerekmektedir. Etkili ve zararsız bir tedavi açısından tıbbi ürünlerin gereken
soğukluk derecesinde taşınması önemlidir.
Soğuk Zincir yöntemiyle ürün taşımak on dokuzuncu
yüzyılın başlarına rastlamaktadır.
Taşınan ürünleri iki başlık altına aldığımızda ilkini tıbbi,
kimyasal ürünler oluştururken ikincisini gıdalar oluştuyor. Gıdaların tazeliğinin korunması yine sağlık açısından oldukça önemli. Sağlık örgütleri soğuk zincir yönteminin öneme vurgu yapmaktadır.
Özellikle et ve meyve taşımacılığında ürünü soğuk tutarak
taşımak, ürünün bozulmasını önlemek açısından önemli
taşıyordu. Günümüzde bu yöntem geliştirilerek hem tıb-
Kimi gıdaların taşımacılığının belirli derecelerde tutulması ve belirli yollarla yapılması öngörülmüştür. Bunlara örnek olarak muzun 13 derecede taşınması gerek-
Şekil 1. Soğuk Zincir Yönetimi
Kişiselleştirilmiş tıbbın öneminin artmasıyla birlikte, bu
çeşit tedaviler gelecekte daha yaygın olabilir. Bu sorun
yakın zamanda Amerika NIH’de Ruh Sağlığı Konseyi
Ulusal Danışma Grubu’nun Ağustos 2010 raporunda ele
alınmıştır. Rapora göre kişiselleştirmenin tanımı aşağıdaki gibidir:
48
49
Şekil 4. Büyük Bir Buzdolabı
Şekil 6. Soğuk Zincir Yönteminde Kullanılan
Ekipmanlardan Birkaçı
tiğini ve taşımacılıkta belirli ısı standartları olduğunu
söyleyebiliriz (chill (2°), frozen (-18°), deep (-29°) gibi). Bu
öngörülerde çevresel faktörlerin etkileri yer alır.
Jel/buz paketlerinin avantajı katıdan sıvıya ve svıdan
katıya geçerek etrafındaki hava ısısını kontrol etmesidir.
Yüksek oranda ısıyı emebilir. Kuru buz, -80 dereceye kadar ürünlerin uzun süre saklanmasında kullanılır.
Şekil 8. Kuru Buz
Havayla temasa geçtiğinde, suya dönüşmeden buharlaşır. Ötektik plaka ise jel/buz paketleriyle aynı işlevi
görür; onlardn farklı olarak içinde kimsayal sıvı vardır.
Bu sıvı tekrar tekrar kullanımını kolaylaştırır. Yorgan ise,
ürünlerle temas edilen hava arasında bir tampon görevi
görür. Bu da ürünün ısısının daha uzun süre korunmasını ve pahalı soğutma sistemlerinin kullanımını azaltmayı sağlar. Soğutulmuş konteyner (reefer) ısıyı kontrol
eden konteynerlerdir. Küçük bir soğutulmuş kamyondan, soğutumuş gemiye kadar büyüklükleri değişir.
Şekil 9. Konteyner ( Reefer)
bir sonucu olarak dondurulmuş gıdaların tüketimine
yönelinmesi, küreselleşme sonucu daha çok sayıda ve
türde ürünün tedarik edilip tüketilebilmesi, tıb ve ilaç
sanayisindeki teknolojik gelişmelerin daha çok noktaya
ulaşması ve bunlara artan talepler sonucu soğuk zincir
lojistik sektöründe önemli ve vazgeçilmez bir yöntem
haline gelmiştir. Artan enternasyonel ticaretin etkisiyle
maddi geliri yüksek olan kişilerin daha çok tükettiği et,
sebze ve meyve gibi gıdaların taşınması kolaylaşmıştır.
Bunlarla birlikte soğuk zincir sayesinde ürünlerin market potansiyeli artmaktadır. Normal koşullar altında
taşınma sürecinde bozulmaya uğrayacağından dolayı
taşınamayan ürünler, soğuk zincir sayesinde taşınarak
kendine yeni pazarlar bulabilmektedir. Dünyanın daha
çok bölgesine ürün taşımak ve bu yolla tüketicinin ürüne ulaşımı kolaylaştırılmaktadır.
Şekil 5. Isı Ölçer
Bu çevresel faktörlerden biri uzun mesafede ve süreyle taşınan gıdaların değişen hava sıcaklıkları nedeniyle
bozulması sorunudur. Soğuk Zincir, besini hangi hava
koşulu altında olursa olsun aynı sıcaklık derecesinde tutarak gıdanın çevresel faktörlerden olumsuz etkilenişini
ortadan kaldırmaya için kullanılır. Soğuk Zincir, gıdaların bozulmadan daha uzak alanlara ve daha çok miktarda taşınmasını imkanlı kılar. Soğuk Zincir taşımacılığı
belirli teknolojik araçları gerektirir.
Bunlar ürünün aynı ısı derecesinde saklanması açısından önemlidir. Bu teknolojik araçlar içerisinde jel/buz
paketleri, ötektik plaka, yorgan (quilt), likit nitrojen, kuru
buz ve soğutulmuş konteyner (reefer) yer alır. Jel/buz
paketleri, daha yaygın bir şekilde kimyasal ve tıbbi ürünlerin taşımacılığında kullanılır.
Bu büyük konteynerler içerisinde, buzdolabında olduğu
gibi, hava dolaşımı sayesinde ısı istenen seviyede tutulur.
Şekil 7. Jel/Buz Paketleri
50
Soğuk Zincirine duyulan ihtiyaç değişen yemek yeme
alışkanlıkları ve teknoloji ile yakından alakalıdır. Yaşam biçimi nedeniyle şekillenen zaman yönetiminin
Şekil 10. Likid Nitrojen ile soğutulmuş gıdalar
51
DOKUZ CANLI KONUMLANDIRMA STRATEJİLERİ
- Al Ries ve Jack Trout’a saygıyla -
Güven Borça
Siz de onunla dalaşmak yerine gidip tüketicinin en çok
önem verdiği ikinci, üçüncü özellikleri sahiplenirsiniz.
Örnek: Alo-beyazötesi, Ona-Açık sarı. Konumlandırma
stratejileri arasında şekil açısından en karaktersiz görünenidir ama markaya para kazandırır.
Fotoğraf: Güven Borça Arşivi
3. Kafa kafaya vuruşma: Pazar liderine kafa tutar, ondan iyi olduğunuzu
iddia edersiniz. Bir savaş stratejisi
olarak değerlendirildiğinde cepheden
saldırı anlamına gelir. Konvansiyonel
savaşta iyi savunulan bir mevkinin
üç-dört katı kuvvetle ele geçirilebileceğinden yola çıkarak lideri tehdit
eden markanın gerçekten de altı okka
GRP, muharebe deneyimi, istihbarat
ve lojistiğe ihtiyacı olduğunu söyleyebiliriz. Örnek: Ariel ile Omo arasındaki mücadele Sakarya Meydan
Muharebesini aratmaz. Tarihte kimse
Prima’ya (dünyada Pampers) uzun
soluklu kafa tutamamıştır...vb
4. Niş pazarlama: Pazardaki büyük
kütleler büyük markalar tarafından
sahiplenilmiştir. Yeldeğirmenleriyle
savaşa girmek yerine kendinize küçük ama emniyetli bir
alan bulur, onu sahiplenir ve şükredersiniz. Örnek: Perwoll yünlüler için özel deterjan veya kahve içenler için
özel beyazlatıcı diş macunu. Otomotiv pazarında Jeep
vakası niş pazarlamaya örnek verilirdi ancak günümüz
İstanbul’unda ciplerin sedanlara cepheden direkt taarruz başlattığını söylemek yanlış olmaz.
Soru: 400 kiloluk goril nerede oturur?
Cevap: Nerede isterse
Marka konumlandırma, hedef kitlenin beyninde bir yer
sahiplenmek ve mümkünse oradan çıkmamaktır. Standart bir reçetesi yoktur. Ne yapacağımıza pazar ve rekabet durumuna göre karar veririz. Öncüsü olduğumuz
bir pazar ile beşinci girdiğimiz bir pazarda aynı şekilde
davranamayız. Aşağıda farklı durumlar için kullanılabilecek dokuz farklı konumlandırma stratejisi beğeninize
sunulmaktadır:
5. Gerilla pazarlama: Genellikle niş pazarlama ile karıştırılır. Aradaki fark şudur; Niş pazarlama yapan marka etliye sütlüye karışmadan küçük bir alanda işini sürdürme
çabasındadır. Kanaatkar ve mutludur. Gerilla da küçük bir
alanı ele geçirmeyi hedefler ancak bu parçayı liderden
kopartır. Yani pazar liderinin alanına girer, onu rahatsız
eder. Örneğin Kosla, normal deterjanların çıkaramadığı
lekeleri çıkarma iddiasında olan hazımsız bir markadır.
Bu tavrı büyükler arasında tiksintiyle karşılanır.
1. Çöreklenme: Bir pazarda iletişime başlayan ilk marka, doğal olarak tüketicilerin en çok önem verdiği ürün
özelliklerini (attribute) sahiplenmelidir. Sen bu üründen
bunu bekliyorsun, ben de sana onu veriyorum, al ve hayrını gör. Örnek: Omo ve lekesiz temizlik, Prima ve emicilik, Akbank ve güven. İlk marka doğru işler yapıp zirveydeki yerini sağlama almazsa günün birinde goril gelir ve
onu oradan kovalar. Örnek: Salat-Komili, Meysu-Cappy.
ruz. Bu da bir nevi niş pazarlama taktiğidir. Hormonlu
pazarlarda iletişimi kesince satışlar durur çünkü çoğu
zaman gerçek bir tüketici ihtiyacını karşılamıyordur.
Bkz. Ton balığı konservesi pazarı.
7. Yanında bir de tükenmez kalem: Pazar lideri çorbasına düşen sineğe karşı bazen önlem almak ihtiyacı duyar. Deterjan pazarındaki lider markaların “biz de
kirece karşı koruyoruz” şeklinde reklam yapması gibi.
Bazen rakipler ikincil-üçüncül özelliklerin üzerine öyle
kuvvetle giderler ki lider de çıkıp “yahu biz bu alanda da
iyiyiz” deme mecburiyeti hisseder. Omo’nun klasik leke
reklamları dışında arada yaptığı “beyazlık” kampanyası
gibi. Buna “ikincil yarar” denir.
8. Kanat taarruzu: Ana markalar niş sayılabilecek alanlarda da varyant çıkarırlar. Buradaki amaç bir yandan
ana markanın temel iddialarını kullanırken, bir yandan da
daha spesifik ve alt seviyedeki ihtiyaçları da karşılamasıdır. Örneğin ana deterjan markalarının “Active Fresh”,
“Dağ esintisi” gibi parfüm varyantları çıkarması bu alana
girer. Literatürde bunlara “flanker” denir. Kanat taarruzunun gerilla savaşından farkı, küçük bir alanı sahiplenmek
değil de savaşı kazanmaya yönelik bir girişim olmasıdır.
9. Hepsi bir arada: Oh ne ala. Çok kuvvetli ve kalıcı bir
konumlandırma stratejisi değildir ama bazı durumlarda işe yarayabilir. En iyi örnekleri dört eğilimi birleştiren
ANAP ve şampuandaki ikisi-üçü bir arada konseptleridir. Turgut Özal’ın karizması ve dönemin özel koşullarıyla ayakta duran ANAP zamanla eridi gitti. Şampuanda
üçü bir arada hiç tutmadı. İkisi bir arada da eski gücünü
yitirdi zaman içinde. Hem karada hem havada (ya da
denizde) giden taşıtlardan onlarca üretildi ama hiçbiri
satılmadı. Zor iştir bu işler. Siz siz olun bir şey yapın ve
iyi yapın. Bir de onu net bir şekilde ifade edin.
Konumlandırma stratejileri esas olarak somut ürün yararları üzerine kurulduğundan “farklılaşmada” tek başlarına yetersiz kalırlar. İşin içine duygusal yararlar, kişilik
özellikleri, semboller, sloganlar, metaforlar, renkler ve
sesler girer. Onları da başka sefere ele alırız.
6. Hormon takviyesi: Tüketicinin çok az ya da hiç önem
vermediği ürün özelliklerinden biri öne çıkarılır, abartılır. İnsanlar bundan böyle onsuz asla yapamayacağına
inandırılır. On yıl önce çamaşır makinelerimizde kireç
diye bir sorun var mıydı? Şimdi Calgon’suz yapamıyo-
2. Var mı ikimize yan bakan? Pazar lideri en tepeye çöreklenmiştir ve onu oradan indirmek altı okka GRP ister.
52
Gerilla Marketing
53
Nöromarketing
“ Bu Ayakkabıyı Bana Satın Aldıran Mantığım Mı, Yoksa Duygularım Mı?”
Röportaj: Yrd. Doç. Dr. Pınar Seden Meral
Nöropazarlamanın ortaya çıkması ve gelişmesine neden olan unsurlar nelerdir? Yani daha evvel sadece
sıradan pazarlama araştırmaları yapılıp tüketici davranışları hakkında veri elde edilirken, ne oldu da bizim
beynimizde ne olduğunu anlamaya çalışmaya başladık?
Burası çok kritik, zira burası nöromarketingin temelini
oluşturuyor. Pazarlama dünyasında tüketici kaynağı
duygusal tepkilerden oluşuyor. Bundan dolayı tüketicilere soru sorarak neden o davranışı sergilediklerini,
neden o çantayı satın aldıklarını sorgulamak artık çok
anlamlı değil. Çünkü onların verecekleri cevap bilinç
seviyesinde olacak ama gerçekte davranışların kaynağı
bilinç dışında olacaktır. Bilinç seviyesi ile bilinç dışı ölçülmeyi çalışmak geçerli olmadığından ve bilim bunu
ortaya koyduğundan dolayı, artık nöro pazarlama ve
nöro bilime olan ilgi hat safhada. Bu nöropazarlamanın
temelinde yatan esas konsepttir, yani duygusal algılama sürecinin çok ön plana çıkması.
Nöro pazarlamada hangi teknikler kullanıyor ve nöro
pazarlama klasik araştırma çalışmalarına ne gibi katkılarda bulunmuştur?
Yener Girişken
Nöromarketing Türkiye’de henüz çok yeni olarak kullanılmaya başlanan bir araştırma yöntemi. Bireylerin satın alma eğilimlerini, satın almaya karar verirken hangi
dinamiklerin etkili olduğunu, beynimizin nasıl çalıştığını
ve nasıl karar verdiğimizi bilimsel tekniklerle ölçen ve
açıklamaya çalışan bir kavram nöromarketing. Diğer
araştırma yöntemlerinin tersine bireyin karar verme süreçlerini incelerken salt beyana bakarak yorum yapmıyor nömarketing yöntemi, beyanı dışarıda bırakmadan
bireyin belki de hiç farkına bile varmadığı yönleri ortaya
koyuyor. Bu yeni teknik hakkında Think Neuro Yönetici
Ortağı Dr.Yener Girişken ile görüştük.
Nöropazarlamada şu anda iki tane temel yöntem kullanıyor. Aslında biyolojik ölçümlemelerin metotları çok
farklı olmakla beraber nöronların ölçümlenmesi konusunda esas kaynak teşkil edenlerin ölçülmesi konumunda. Örneğin beyin MR’ı var fMR’ı var, yani o kandaki oksijen seviyesindeki değişimi ölçüyor; bir duyguyu
hissettiğinizde beyinde o duygunun oluştuğu bölgede
aktivasyon söz konusu.
Bu aktivasyonla beraber kan dolaşımı hızlanıyor ve o
bölgedeki oksijen seviyesi değişiyor, artıyor. Bunun ölçümlenmesi fMR makineleri ile mümkün, MR cihazları
ile mümkün. Bizim sıklıkla kullandığımız EG cihazları
var, EG ise elektronik nokta anlamına geliyor yani küçük elektrik parçacıkları olarak ifade edilir. Bu da beyindeki elektrik aktivasyon artışı sonucunda ortaya çıkan
artışı veya azalmayı ölçüyor; böylelikle kişilerin bir reklama bir filme bir logoya bir ambalaja verdikleri beyinsel
tepkiyi ölçümleyerek bunu anlamlı bir algoritmayla anlamlandırarak pazarlama çıktısı haline getiriyor.
Yener Bey nöromarketing nedir? Bize kısaca anlatır
mısınız?
Nöromarketing aslında pazarlama ile nöro bilimi buluştuğu bir nokta. Bu buluşma sonrasında pazarlama sosyal bilimler gömleğinden yavaş yavaş kurtularak, daha
doğrusu pozitif bilimle etkileşim içine girerek duygusal
tüketicinin duygusal tepkilerini modernleyerek pazarlama stratejilerini geliştirme özelliği olan birim ve iş alanı
haline geldi. Nöropazarlama temelinde tüketicileri anlamak ama bunların duygusal seviyelerini hesaba katarak anlama söz konusu.
54
Nöropazarlama İnsanların Davranışlarını Etkileyen
Duygusal Tepkileri Ölçüyor
Nöropazarlamayı daha çok hangi sektörlerde kullanıyorsunuz? Bu sektörlerde hangi amaçlar için kullanıyorsunuz, firmalar reklamlarını mı ölçümlüyorlar ya da
marka tutum araştırmaları, imaj araştırması için mi
tercih ediyorlar?
Bunu da cevaplayalım ama daha önceki soruyla ilgili
aklıma bir şey geldi. Onu da ekleyip bu sorunun cevabına geçelim. Geleneksel araştırmaya nasıl bir faydası
var onu söylerken şunu da ifade edelim, biz bu nöromarketing araştırmalarında evet EG tekniği gibi birçok
tekniği kullanıyoruz ancak beyan verisini de tamamen
göz ardı etmiyoruz. Çünkü nöromarketing tekniği kullanarak bir kişinin verdiği tepkinin ne olduğunu tespit etmek mümkünken, neden o tepkiyi verdiğini tespit etmek
mümkün olmayabilir. Dolayısıyla sorarak derinlemesine
görüşmeler yaparak bir moderatör eşliğinde bire bir, bir
de nöroskorler eşliğinde olmak kaydıyla biz beyan verisinde de hesaba ve modele katıyoruz. Bu orta vadede
tüketiciyi anlarken geleneksel araştırmacılarında işine
yarayacak kodları ortaya koymakta ve tüketicilerin hem
beyan verisinden hem beyan dışı verisi hesaba katmakta çok faydalı oluyor.
lerinde, kafeye girdiklerinde, kafede alışveriş yaparken
oraya oturduklarında neler hissettiklerini ölçümlemek
yine EG yöntemiyle mümkün. Yani insanlar bir gözlükle
nereye bakıyorlar onu görme imkanına sahip oluyoruz.
O baktıkları yerde ne hissediyorlar onu görme imkanına sahip olabiliyoruz. Bu açıdan alışveriş sırasında
real time gerçek alışveriş zamanında duygu dağılımını
ölçmek, saniye saniye raporlamak mümkün. Dolayısıyla reklamda alışveriş deneyiminde web tasarımı dijital
pazarlama da kullanıyoruz, bir kişinin bir web sayfası
incelerken ya da x alışveriş sitesinden satın alma yaparken neler hissettiği ile y alışveriş sitesinden alışveriş
yaparken neler hissettiği arasındaki farkı net bir şekilde
ortaya koyabiliyoruz. Ve bunu ortaya koyduktan sonra
gelişim planlarını ortaya koyarak o çıktığı sağlayarak
çok önemli bir fayda sağlamış oluyoruz. Çünkü duygusal açıdan insanların rahatsız olmadığı şekilde bir sayfa
dizayn etmek satın alma davranışına da büyük bir ölçüde etki edeceğini düşünüyoruz. Temel kullanım alanları
bunlar. Ek olarak marka konumlandırmasında bunu kullanmak mümkün.
Diğer sorunuza geçecek olursak, bu yöntem Türkiye’de
şu anda ve dünyada da aslında reklam ve film sektöründe çok kullanılıyor. Esas olarak reklam sektöründe kullanılıyor. Çünkü, her bir reklam yatırımı milyonlarca lira
değerinde. Ve reklam sadece yaratıcılıkla ilgili bir konu
değil aynı zamanda etki etmekle ilgili bir konu. Çünkü
yaratıcılık sonucunda eğlendirmek ya da insanları duygulandırmak tek amaç değil; o reklamı yapan markanın
algısına nasıl katkıda bulunacağına, o reklamın ya da
satın alma davranışına nasıl etki edeceği çok önemli bunu da ölçümlemek nöromarketing yöntemleriyle
mümkün oluyor. Örneğin bir reklamın belli bir bölümünü
kısalttığımız takdirde hem o reklamın maliyetini azaltmış oluyoruz. Diyelim ki 40 saniyelik bir reklamdan 4
saniyeyi çıkartmak, etkisiz olan travma yaratan ya da
duygusal anlamda rahatsızlık yaratan 4 saniyeyi çıkartmak -tabii ki hikayenin bütününü bozmadan çıkartmak
- hem reklamın etkinliğini artıyor hem de ciddi bir tasarruf sağlıyor reklam verene. Bu yöntemin reklam verenler tarafından hızlı bir şekilde kabullenilmesi ve hayata
geçirilmesi sağlandı. Bunun yanında alışveriş deneyimi
sırasında da kullanılıyor; yani insanlar bir kafeye gittik-
Eğer bir markadan bahsediyorsak bir markanın duygusal gücü çok önemli ise ve yarattığı sembolik değerler
çok önemli ise yine bunu beyan yönteminde sorarak almak markanın gücünü beyan gücüyle tespit etmek çok
kolay bir şey değil çünkü insanlar çoğu zaman neler hissettiklerini kendilerini bile farkında değiller ondan dolayı
beyin dalgaları yönetimiyle, EG yöntemiyle bir markanın
gücünün ölçümlenmesi ve markanın konumlandırılması
mümkün.
55
Nöropazarlama çalışmalarında dikkat edilmesi gereken etik kurallar var mı? Varsa bunlar neler?
tüketicilerimizin hem müşterilerimizin hem de diğer tüketicilerin bundan korkmamasını bunu doğru algılamasını sağlamak temel amaç bu.
Yayınlanmış etik kodlar listesi var mı ?
Tabii. Nöromarketing yöntemlerinde özellikle şunu vurgulamak gerekiyor ki neler yapabildiğimizi anlatırken
aslında nöromarketingin neler yapamadığını da anlatmak çok önemli. Neler yapamadığını anlatamazsak insanların zihninde nöropazarlamanın bir şeytan işi olduğu, bilinç altımızı yönlendirerek bizi satın almaya koşan
zombiler haline getirebileceği algısı yaratabilir. Fakat bu
kesinlikle doğru değildir.
Var NMSBA web sayfasında bulabilirsiniz. Lojistik Firmaları Nöromarketingten Yararlanabilir
Lojistik sektörü nöromarketingden ne şekilde fayda
sağlayabilir? Ya da bu konuda size başvuran şirketler
firmalar var mı ?
Nöromarketing araştırmalarından daha çok son tüketiciye hitap eden şirketlerin reklamlarında faydalanıyoruz, yani diyelim ki bir internet sağlayıcısının ilgisini
çekebiliyor ya da bir FMCG sektöründe ya da gıda sektöründe bu çok yaygınlıkla kullanılabiliyor. Çünkü bu milyonlarca insana hitap ediyor, onun reklamları, onun pazarlama stratejileri fakat lojistik sektöründe bir şirketler
grubuna hitap ediyorsun ve belki hitap ettiğiniz müşteri
sayısı 1000-2000. Ancak bir düşünün, çikolata satan ya
da internet satan bir şirket ya da cep telefonu operatörü
40 milyona hitap ediyor. Dolayısıyla 40 milyonun duygusal tepkisini ölçmek demek 1000 kişi ya da şirketin duygusal tepkisini ölçmemekten çok daha zor bunun için
nöropazarlama orada çok daha etkili. Bu demek değil
ki, lojistik sektöründe kullanılmaz lojistik sektöründe de
kullanılabilir özellikle marka konumlandırma konusunda örnek veriyorum, bir Borusan’ın, bir DHL’in marka algısı lojistik müşterileri gözünde nedir? Bunu ortaya koymak mümkün; bunu marka kişiliği araştırmaları temelli
düşünecek olursak o marka konumlandırmayı yapmak
mümkün. Bunda yardımcı olabilir, aynı zamanda mesela dergilerde yazılı görsel bir takım reklamlar veriliyor,
o reklamların etkisini ölçmek mümkün. O reklamlarda
gerçekten marka görülüyor mu? Mesaj anlaşılıyor mu?
Bunu ölçümlemekte, çünkü lojistik sektöründe dergilerde yayınlanan reklamların etkisini ölçmek çok mümkün
ve sıklıkla reklam yayınlanıyor biliyorum sektör hala ilerde bunu ölçümlemek mümkün tabi ki.
Biliyoruz ki yapılan araştırmalar sonucunda subliminal
etki insanların algılayabildiklerinden daha farklı daha
hızlı bir takım veriler sunmak onların beyinlerinde bir takım tepkiye yol açıyor. Fakat davranışa yöneltmek konusunda o kadar etkili olmuyor. Dolayısıyla biz insanlara
farkında olmadan her hangi bir tohum ekemeyiz. Bunu
ekmek teknik olarak mümkün değil, evet onların belli bir
noktada beyinlerinin tepki vermesini sağlayabiliriz ama
davranışa yöneltmek başka bir şey.
Nöropazarlama yöntemleri insanların beyninde ki satın alma tuşuna basarak, ona basmayı da göstermiyor
aslında sadece gösterdiği pazarlama araştırmalarında
nasıl temel olan tüketiciyi anlamak ve bu anlama süreci sonucunda markaya uygun bir strateji geliştirerek
insanları kendi markanıza yöneltmek ise geleneksel
pazarlamada nöropazarlama da aslında bunu yapıyor.
Buna ek olarak o anlama sürecinde duygu dağılımını
da hesaba katıyor, çünkü biliyor ki nöropazarlama insanların davranışlarını etkileyen duygusal tepkileri yani
aslında bizim yaptığımız o duygusal tepkileri ölçmek,
insanların duygusal seviyelerini anlamak ve ona göre
stratejiler geliştirmek.
Tek farkı çok önemli farkı yeni bir bilim ama sanıldığı
gibi insanları zombiye dönüştüren, tüketicilerin bilincini
devreden çıkartan bir yöntem değil dolayısıyla etik olarak. Şuna dikkat etmek lazım nöro pazarlama uzmanı
nöromarketing bulgularıyla kendi bulgularını aynı şeymiş gibi sunmaması lazım bu dünyada karşısına çıkan
bir takım etik sorunlar var. ve bunları da NMSBA yani
Neuromarketing Science & Business Association belirliyor. NMSBA en büyük nöromarketing örgütü ve biz
onun Türkiye başkanıyız. Burada çok dikkatli bir şekilde yapmaya çalıştığımız şey, bu etik kuralları net bir
şekilde ortaya koyarak, önce kendimizi bağlamak, oto
kontrol mekanizmasını devreye sokmak ve sonra hem
56
niyeyi tut demiyoruz; biz diyoruz ki bir hikayenin etkili
olabilmesi için onun örgüsü çok kritik ve bir reklamın
etkili olabilmesi için yarattığı hikaye aslında çok kritik
dolayısıyla biz hiçbir zaman aslında hikayeyi bozacak
bir takım optimizasyon planları sunmuyoruz. Reklam
şirketlerine ya da kreatif ajanslara biz diyoruz ki, hikayeyi bozmayacaksa şu şu saniyeler arasında duygusal
travma yaşanıyor, bunu belki müzikle belki orda ki seslendirmeyi değiştirerek belki orada ki görselliği değiştirerek aşalım; aşamıyorsak ve hikayeyi de bozmuyorsa,
bu sahneleri çıkartalım ya da bu sahneler arasını çıkartalım diye geri bildirimde bulunuyoruz. Dolayısıyla bu
aslında hem reklam ajanslarının hangi kodlarının çalıştığını öğrenmesi noktasında Türkiye’de Türk toplumuna
hemde reklamın hikaye örgüsünün ne kadar önemli olduğunu algılama konusunda onlara önemli bir sıçrama
tahtası görevi görüyor. Buradan elde ettikleri bulguları
kullanarak yaptıkları reklamları daha duygulara hitap
eden daha etkili kılmaları mümkün olabiliyor
bir takım çalışmalar yaparken bilimsel çalışmaları da
yapmayı kendimize görev edinmiş durumdayız. Bununla ilgili makaleler yazıyoruz, sık sık görsel basında ya da
yazılı basında bu makalelere yer veriyoruz.
İTÜ ile, ODTÜ ile bir takım çalışmalarımız var; hem makale konusunda hem de sosyal sorumluluk konusunda;
bunların detaylarını daha sonra kamuoyuyla paylaşacağız. Onun yanında dünydaa nöromaketing konusunda
aktif şekilde yer alıyoruz. Mart ayında Brezilya’da bir konuşma sunum yapmak üzere davet edildik; bu konuşmanın konusud a hem Türkiye’de hem Azebeycan’da
aynı reklamın ölçümlenerek, o kültürel farklılıkları kültürel kodları coğrafyaya göre ne kadar değiştiğini, o değişimin de reklamın algılanmasına ne kadar etki ettiğini
ortaya koymaya çalışıyoruz. Dolayısıyla Think Neuro’nun
yaptığı pazarlama alanında ki değişiklikleri nöromarketing bakış açısıyla harmanlayarak hem iş konusunda
hem bilim konusunda bir öncü görevi üstlenmek.
Yener Bey son olarak bize firmanız Think Neuro’dan
söz eder misiniz?
Nöromarketing reklam dünyasının geleceğini ne şekilde etkileyebilir, zira bu bir bilinç altı reklam değil.
Think nöro 2011 Kasım ayında nöropazarlama araştırmaları yapmak üzere kuruldu. Temel amacı insanların
tüketicilerin duygusal seviyelerini tespit ederek onlara
her hangi bir şey sormaksızın, onların ne hissettikleri
onların ne istediklerini ölçümlemeye yönelik bir araştırma modeli kurumu. Bu araştırma modelinin içerisinde
göz takibi, EG ve bunların sonucunda da yine bu bilgiler
ışığında deneklerle görüşme yaparak onların hikayelerini elde etmeye yönelik araştırma modeliyle yoluna devam ediyor. Başladığı zamandan itibaren bugün en çok
reklam araştırması yapan şirket haline gelmiş durumdadır. Ve sektöre öncü reklam verenle çalışıyor. Finans
sektöründe, FMCG sektöründe, otomotiv sektöründe,
internet sektöründe, iletişim sektöründe, beyaz eşya
sektöründe, kafe sektöründe yani çok geniş bir yelpazede hem reklam konusunda hem alışveriş deneyimi
konusunda hem dijital pazarlama konusunda, marka
konumlandırması konusunda Türkiye’de ve çevre ülkelerde ölçüm yaparak şirketlere nöromarketing hizmetlerini sunuyoruz.
Biz bulgularımızı Mediacat dergisinde yayınlıyoruz. Ve
bizi sevindiren nokta şu ki reklam şirketleri bu bulguları
alıyorlar ve hayata geçirip kullanıyorlar. Bizim yaptığımız bir montaj makinesi üretmek değil, ya da biz insanların beyin dalgalarına bakarak şu saniyeyi kes şu sa-
Bizim yaptığımız çalışmalar Irak’ta, Azerbaycan’da yankı buldu. Oralara kadar giderek Türkiye’nin bir anlamda
bu bilgiyi ihraç etmesi ve Think Neuro’nun Türkiye merkezli belki çevre ülkelere hizmet eden şirket haline gelmesi bizi gururlandırıyor, aynı zamanda biz ticari olarak
57
“Kurumsal İtibar, Bir Organizasyonun En Önemli Ve En
Değerli Sermayesidir.”
Röportaj: Okutman Mehtap Tunç
Ekolojik Dönüşüm Derneği ve Türkiye Bilim Merkezi
Vakfı Yönetim Kurulu üyeliklerinde aktif görev yapmaktadır. Temsil ettiği ORSA Stratejik İletişim Danışmanlığı aynı zamanda Global Reporting Initiative üyesidir.
iletişim alanındaki 30 yıllık birikimi içinde yayımlanmış altı kitabı bulununan Salim Kadıbeşegil, MediaCat
Communication Institute’ de ve İletişim Danışmanları
Derneği İDA’da “Kurumsal İtibar Yönetimi, Kriz iletişimi yönetimi, Stratejik İletişim Planlaması, Kurumsal
Sosyal Sorumluluk” konularında workshop ve seminer
programları vermektedir.. Halkla ilişkiler, Stratejik İletişim, Kurumsal İtibar Yönetimi, Kriz İletişimi, Kurum İçi
İletişim konularında yerli ve yabancı yayınlarda yayımlanmış 100’den fazla makalesi olan Kadibeşegil ile “itibar” konusunda bir söyleşi gerçekleştirdik.
Salim Kadıbeşegil’in “ İtibar” ile tanışması nasıl oldu?
İtibar yönetimi ile beni tanıştıran sanırım “sosyal paydaş” kavramı oldu. Aslında bunu da uzun zaman “sosyal
ortaklar” olarak kullandım ama pek tutmadı. Şirketlerin
gerçek anlamda performansları sosyal paydaşlarıyla
olan ilişkilerinden geliyor. Oysaki 1990’lara kadar üret ve
sat anlayışı egemendi. Yani varsa yoksa tüketici odaklı
is modelleri. Oysaki hemen bir adim arkadaki çalışanlar
ve tedarikçilerin performansı iş sonuçları açısından son
derece kritik önem taşıyordu ama ihmal ediliyordu.
Bizler de halkla ilişkiler endüstrisinde doğrudan tüketici
odaklı bir düşünce anlayışındaydık. Gazetelerde dergilerde televizyonlarda hizmet verdiğimiz müşterilerin
haberlerinin çıkması üzerine yoğunlaşmıştık. Bu konuda oldukça başarılı olmamıza karşın rekabette istenen
farklılaşma yaratılamıyordu.
Zamanla sadece tüketiciler değil o şirketin eko sistemindeki tüm paydaşların şirket performansı üzerinde
etkili olduğunu gösteren araştırmalar bizleri itibar kavramı ile tanıştırdı. Çünkü şirketlerin gerçek sahibi sosyal
paydaşlarıdır. İtibarlı olup olmadıklarına da onlar karar
verir. Araştırmalar paydaşları tarafından itibarlı tanımlanan şirketlerin sadece finansal değil tüm iş sonuçlarında farklılaşma yaratabileceklerini söylüyorlardı. O
halde itibar bir felsefe olmakla birlikte, ölçümlenebilir
yaklaşımlarla yönetilebilirdi de...
Salim Kadıbeşegil
Stratejik İletişim Yönetimi alanında akademik ve profesyonel birikimi ve yüksek referansları bulunan Salim
Kadıbeşegil, Kurumsal İtibar Yönetimi kavramının ülkemizde tanınması ve yer etmesine öncülük etti. Merkezi
Londra’da bulunan Uluslararası İletişim Danışmanları
Birliği, ICCO’da ülkemizi 1999-2004 yılları arasında Yönetim Kurulu Üyesi olarak temsil eden Kadıbeşegil, Capital Dergisi’nin “En Beğenilen Şirketler” ve “Kurumsal
Sosyal Sorumluluk” araştırma projelerine danışmanlık
verdi. Kadıbeşegil halen merkezi New York’ta bulunan
“The Reputation Institute”un Türkiye temsilciliğini yürütüyor. Türkiye Kurumsal Yönetim Derneği ve Buğday
Zamanla en beğenilen şirketlerin en çok ciro yapan ya
da kar eden şirketlerden tüm paydaşları nezdinde daha
fazla güven verdiği ortaya çıktı. Bu noktadan sonra
itibar yönetimi küçük, orta veya büyük tüm şirketlerin
gündemi oldu. Çünkü itibarlarını yönetmekten daha
önemli bir işleri yoktu!
58
Bu aşamaları dünyada ve ülkemizde yakından izlemeye
çalışırken ben de kendimi bu disiplinin içinde buldum.
dır. Sadece ülkemizde değil dünyada da halkla ilişkiler
mesleğinin gündemi pek iç acıcı değil. Temel sorun
mesleğin alt yapısında kuramsal ve nitelikli insan kaynağı yetiştirilmesine yönelik temel alt yapının eksikliği.
Halkla İlişkiler, Türkiye’deki kurumlar tarafından, olması gerektiği gibi mi algılanmaktadır?
Dürüstlük ve Etik Öncelikli Konular
Halkla ilişkiler maalesef kendini yenileyememiş bir meslektir. Aslında içinde bulundurması gereken birçok farklı
disiplini birer uzmanlık alanı olarak dışarı ihraç etmiştir. Örneğin yatırımcı ilişkileri, kurum içi iletişim, sosyal medya, sürdürülebilirlik yönetimi vb. Halkla ilişkiler
mesleği artik pek de önemli olmayan medya ilişkilerinin
dar duvarları arasında kendini göstermeye çalışmakta-
Halkla İlişkiler aslında bir algılama yönetimidir. Peki bu
algının olumlu olması için neler gereklidir?
Algılama yönetimi olarak tanımladığımız kavram yaşamın gerçekleri ile uyumlu olduğu zaman anlamlıdır.
Çünkü gerçek algılar böyle oluşur. Oysaki algılar her zaman gerçekleri vermeyebilir! Bu da normaldir.
59
Ancak itibar konusunda şirket içinde bir kültür oluşmamışsa, günümüzde çok yaygın olduğu gibi, şirketler
sosyal sorumluluk adı altında bir şeyler yaparak itibarlarına “yama” yapmaya çalışırlar ve genellikle de bu yamalar tutmaz.
Burada kritik soru şu: Halkla ilişkiler bu algı yönetiminin
neresinde duracak? Yaşanan gelişmeler göstermektedir ki gerçek bilgi, bulgu ve kanıtlardan yola çıkılarak
halkla ilişkiler yapılabildiği gibi, gerçeğe dayanmayan,
spekülatif ve manipülatif bilgi ve eylemlerden de hareket edilerek halkla ilişkiler yapılmaktadır.
Sözünü ettiğimiz kültür yapmakta olan binada kullandığımız “harçtır”. Demir ve çimentodan çalan muteahhitin
binası ne kadar sağlam olabilir ki? Aynı şey itibar için de
geçerlidir.
Yani gerçeklerin üzerine battaniye örtmek için de halkla ilişkiler mesleğinin nimetlerinden yararlanılmaktadır.
Temel sorun burada etik değerlerle ilgilidir. Her ne kadar dünyada halkla ilişkiler mesleği ile ilgili yeteri kadar
etik ilke ve kural varsa da bunlara uymayanlar için bir
yaptırım söz konusu değil. Bu durum terziler, kasaplar,
berberler, marangozlar için geçerli değil. Orada ahlaki
değerlerle ilgili bir sorun olduğunda meslek odası devreye girmekte ve faaliyetten mene kadar yaptırım uygulayabilmektedir.
Sosyal Sorumluluğun İtibara katkısının ne kadar büyük
olduğunu biliyoruz. Özellikle Türkiye’deki kurumlar
için sormak istiyorum, sizce sosyal sorumluluk doğru
anlaşıldı mı?
Sosyal sorumluluk doğru anlaşılmadı. Bu sadece ülkemiz için değil dünyada da yanlış anlaşılmasının payı var.
Sorumluluğun sosyalı olmaz! Temel sorun burada zaten. Olması gereken bireysel sorumluluktur. Kendimize,
topluma, çevreye, gezegene karşı bireysel anlamda sorumluluklarımızın bilincinde olmalıyız ki hangi kurumda
hangi pozisyonda çalışıyor olursak olalım bu sorumluluk bilincini yaptığımız işin içine katabilelim.
Dolayısıyla halkla ilişkiler ve algı kavramları bir araya getirildiğinde dürüstlük ve etik öncelikli konular olmaktadır.
İtibar Yönetimi kitabınızda, “ kurumsal itibar, bir organizasyonun en önemli ve en değerli sermayesidir. İtibarı olmayan bir organizasyonun ayakta durabilmesi
düşünülemez bile. Kurumsal itibar, bir binanın beton
direkleri ile kaba inşaatına benzetebiliriz .” demişsiniz.
İnşaata benzetmekten yola çıkarsak itibar, “ kurumun
oluşması ile birlikte başlayan bir süreçtir” diyebilir miyiz? Yoksa sonradan da elde edilebilir mi? .
Bireysel sorumluluklarımızın bilincinde olamadığımız
için çalıştığımız kurumlarda toplum veya cevre adına
yanlış giden bir şeylere bugüne kadar engel olamadık.
Sonuçta engelli bir gezegenin engelli bireyleri olduk
ancak bunun ne kadar farkındayız? Belki ucu bize henüz dokunmadığı, yaşam kalitemiz ve konforumuzdan
henüz çalmadığı için farkında olmayabiliriz ama büyük
ölçekte baktığımızda çocuklarımızın geleceğini tehdit
eden son derece ciddi sorunların burnumuzun ucunda
durduğunu görmekteyiz.
Şirketler kuruldukları günden itibaren itibarlarını yönetmek durumundadırlar. İş hayatı ve güven et ve tırnak gibidir. İtibarınız yoksa kimsenin güvenini elde edemezsiniz.
Aslında bankalar ve kurumsal müşterileri arasında bu
ilişkinin karşılığı “kredibilite” dir. Yani kredi vermeye değer bir şirket olması ya da olmaması! Aldığı krediyi geri
ödeyebileceğine inanılan şirketlere bankalar para verir.
Aynı şekilde kalite ve müşteri memnuniyeti konusunda
güvenilir markaların malini tercih eder tüketiciler. Rekabete uygun maaşları, sosyal paketleri ve adil yönetilen şirketlerde çalışmak ister nitelikli insan kaynakları.
Ödemeleri düzenli iyi yönetilen şirketlerle çalışmak ister
tedarikçiler. Gibi... Gibi...
Yüz yılı aşkın bir süredir üretmek ve tüketmek konusunda doğadan aldığı borcu ödemeye yanaşmayan bir toplumsal yaşamı benimsemişiz. Yani toprağı, havası, suyu
ile her şeyi borçlu olduğumuz doğaya karşı oldukça sorumsuz davranmışız. Simdi sosyal sorumluluk başlığı
altında bu borcu geri ödemekle arınacağımızı düşünüyoruz. İşte bu nedenle sosyal değil kurumsal sorumluluk bilincini yerleştirmemiz gerekiyor.
Adil ve hakkaniyetli bir yönetim, herkese ve her şeye
karşı sorumlu, hesap verebilirlik anlayışı ile işimizin yönetimi kaynak ayıracağımız sosyal projelerden çok daha
fazla katma değeri olacak sorumluluk bilincidir.
Bir şirket ilk günlerinde itibarını yönetmek konusunda ne
kadar hassasiyet gösteriyorsa bu zamanla kurum kültürüne dönüşür. Bu kültür şirketi risklerden uzak tutar.
Kendi dışında oluşan kriz ortamlarında şirketin ayakta
kalmasını sağlar. Rekabette her zaman fark yaratır.
60
Salim Bey, son olarak şu soruyu sormak istiyorum,
çağa ya da döneme göre sizce itibarın tanımı değişir
mi? Değiştiğini düşünüyorsanız, günümüz dijital çağında ( sosyal medya ortamında) “ itibar” nedir?
İtibar değerler üzerine inşa edilir. Dolayısıyla toplumun
değerleri ne ise o dur. Geçtiğimiz yüzyıl “para, silahlanma, nükleer, atom bombaları” birer değer gibi algılanıyordu ve bu kavramların üzerinde itibarlı olunabiliyordu.
Oysa günümüzde, küresel ısınma, insan hakları, kadına
şiddet, çocuk hakları, hayvanlar, bitki örtüsü, su gibi konular toplumun değerleri arasında bir önceki yüzyıldan
farklılaşıyor. Platformların değişiyor olması kavramın
özünde bir değişime neden olmuyor. Sonuçta her gecen
gün yaşanmakta olan güven bunalımı derinleşiyor. Bunu
aşmak sadece bu değerlere uygun iş yapmak, siyaset
yapmak ve toplumu yönetmek ile mümkün olacak.
Türkiye’de ve dünyada bir uyanış var. Belki yeterli değil.
Sesi cılız çıkıyor olabilir. Ancak unutmayalım; geçen yıl
kapitalizmin mabedi sayılan Wall Street işgal edildi. Bir
anda binlerce şehirde on binlerce insan eylemleri ile bu
eyleme destek verdi.
Söyledikleri şarkılar, taşıdıkları yazılar değerlerdeki
değişimi vurguluyordu. Bu seslere kulak vermeyenler,
görmezden gelenler ve umursamayanların bu yüzyılda
itibarları olmayacağı açık bir gerçek.
Ancak bu değerlerle buluşmak pek kolay değil. Sanayi
devriminden bu yana tüketmek için geliştirilmiş şablonlara aykırı bir şeyler söylüyorum.
61
KARDA KIŞTA
LOJİSTİK
62
63
Lojistik Hizmetlerde Mevsimsellik ve KışI Etkisi
Atilla Yıldıztekin
sadece envanter maliyetleri artmaktadır.
Lojistik Yönetim Danışmanı
Lojistikçiler için kış ayları kriz aylarıdır. Her yıl hazırladığımız yıllık bütçelerde cironun azaldığı, işletme masrafların arttığı dönemdir soğuk kış ayları.
Tedarik zincirinde en temel operasyonlarımızdan birisi depolama hizmetlerimizdir. Tedarik zincirinde arz
ve talebin farklı lokasyonlarda olduğu her durumda, ilk
temel işlemi, yani taşımayı yapmak zorundayız. İkinci
temel operasyon da depolamadır. Arz ve talep arasında
eşitsizlik olduğu zamanlarda üretim fazlası olan ürünleri depolar ve talebin arttığı zamanlarda, bunları tedarik
zinciri içine aktarırız. Üretim her zaman aynı seviyede
olmasına rağmen tüketici talepleri yıldan yıla, mevsimden mevsime, aydan aya, haftadan haftaya hatta günden günde farklılık gösterir. Bu farklılığın tümü lojistik
sektöründe mevsimsellik olarak ele alınır ve tüm planlarımızda göz önünde bulundururuz.
Kışın günler kısalmaktadır. Geç aydınlanan günler ve erken
gelen akşam karanlığı aydınlık içindeki çalışma saatlerini
kısaltır. İş yapma koşulları zorlaştırır. Kışın tüketim de düşer ve buna bağlı üretimde azalmalarla karşılaşırız. Lojistik
sektörü daha az ürün taşır ve daha az ürün depolar.
Yağmur, kar, hatta dolu ve buzlanma gibi hava muhalefeti, kısa gün ışığı dönemi, nedenleriyle kara taşıma
araçlarımızın hızı düşer, taşıma süreleri uzar. Yollarda
daha fazla kaza olayları ile karşılaşırız. Taşımalar aksar
ve yavaşlar, aktarmalar söz konusu olur. Taşıma araçlarımızın da ıslak zemin ve soğuk hava nedeniyle yakıt
tüketimleri artar, rölantide bekleme süreleri uzar. Eski
araçlarda bakım eksikliğinden doğan arızalar hep kış
döneminde ortaya çıkar. Taşıma daya yüksek maliyetli
bir hale gelir. Buna karşılık azalan iş kapasitesi nedeniyle pazardaki taşıma fiyatları düşer ve kar oranları alt
limitlere dayanır.
Özellikle tarımsal üretimi, bir dereceye kadar tüketim
ürünlerini, yatırım ürünlerini etkileyen en büyük mevsimsellik yaz-kış farklılığıdır. İş kolları arasında Turizm’den
sonra yaz ve kış farkından en çok etkilenen sektör lojistik sektörüdür. Üretim sektöründe örneğin, buzdolabı
ve soba üreticileri kendilerini en çok etkilenen iş kolları
içine koysalar da; üretimlerini talebin az olduğu zamanlarda depolamaları ve talebin üretimin üzerine çıktığı
dönemlerde, bu depolardan pazara ürün sevk etmeleri
kendi çözümleri olmaktadır. Üretimleri aksamamakta
uçakları da seferlerinde gecikmekte ve verimlilikleri
azalmaktadır.
munda kalırlar. Kargo şirketlerimiz gibi günün tamamını
dışarıda geçiren dağıtım elemanlarının da işleri zordur.
Yağmur, çamur, kar buz onların günlük verimliliklerini
etkilemektedir. Şehir içindeki trafik hızının azalmasından dolayı günlük dağıtım adetleri düşmektedir. Daha
geç saatlere kadar çalışmak zorunda kalırlar.
Lojistik tedarik zinciri sürecinin planlanmasını, uygulanmasını ve ardından da planlanan durum ile gerçekleşen sonuçların analizi ile yeni planlamalar yapmayı
gerekli kılar. Bundan dolayı planlarımızı yaparken yıllık,
mevsimsel, aylık, haftalık hatta günlük sapmaları yani
mevsimselliği göz önünde bulundurmamız gerekir. Maliyetlerimizin artmaması, kaynaklarımızın gereksiz yere
kullanılmaması için doğru planlama yapmak zorundayız.
Denizcilerimiz de kış aylarında daha kötü deniz koşullarında seyahat etmektedirler. Gemilerin sefer hızları
düşmekte, liman erişimlerinde gecikmeler yaşanmakta,
zaman zaman limanlarda gemi sayıları azalmakta ve
zaman zaman da üst üste binmeler olmaktadır. Dalga nedeniyle limana yanaşamayıp açıkta bekleyen her
gemi, hem taşıtan için hem taşıyan için hem de liman
hizmetleri için bir maliyet yaratmaktadır. İş yoğunluğuna neden olmaktadır. Liman elleçlemesinde hız düşüklüğü ile karşılaşılmaktadır.
Her türlü olumsuz koşullara rağmen tedbirlerini baştan
alan şirketler mevsimselliklerin en önemli olanını, kış
krizini kolay ve çabuk atlatırlar. Sorunu ortaya koyduktan sonra çözme veya sorunun etkisini azaltma çalışmaları bir risk yönetim işlemidir ve lojistik sektöründe
de son derece önemlidir. Başımıza gelecekleri önceden
ön görüp sorunların krize dönmemesi için tedbirlerimizi
önceden alırız. Yağmur yağmaya başlayınca şemsiyesiz
kalmayalım diye..
Hava taşımasında da sis veya kar nedeniyle uçuşlarda
iptaller olmaktadır. İptal edilen her uçuşta yolcu uçaklarının yük bölmelerinde taşınan uçak altı kargo hizmeti sekteye uğramaktadır. Uçakla ulaşması gereken
JIT ürünler ulaşamamaktadır. Genel yük taşıyan kargo
Kışın soğuk algınlığı, grip, akciğer hastalıkları gibi sorunlar da artmaktadır. Çalışanlarımız daha fazla viziteye
çıkmakta, hastahanelerde zaman geçirmekte veya özel
izin kullanmakta ve işyerinde kalanlara daha çok iş yükü
düşmektedir. Kurumsallaşmamış şirketlerde iş kalitesi
düşer ve daha fazla müşteri şikayetleri oluşur.
Depolarımızda da ısıtma maliyetlerimiz artar, depoların tamamını
ısıtmıyorsak da sosyal tesislerin,
yönetim ofislerinin ısıtılması gerekir. Havanın erken kararmasından
dolayı çalışma alanlarımızda daha
fazla elektrik tüketiriz. Bazı depolarda elleçleme alanlarında radyant
ısıtıcılar devreye girer.
Ofis dışında çalışan satıcılarımız,
pazarlamacılarımız da kış aylarında, yaz ve bahar dönemlerindeki
performanslarını göstermezler. Yoğun trafik nedeniyle günlük ziyaret
sayıları azalır. Gittikleri ziyaretlerde
daha fazla zaman harcamak duru-
64
65
DİKKAT! ÇATIDA KAR VE BUZ BİRİKİMİ
Taner Atlatırlar
Çatılarda kış öncesi yapılması tavsiye edilen” Çatıyı
kontrol edin ve yağmur oluklarını temizleyin” önerisi
genelde her tesis için geçerlidir. Depo çatılarının maruz
kalacağı kar yükü; bölgede yağan karın kaç gün yerde
kaldığı ve kar kalınlığı istatistiklerine bakılarak hesaplanır. Unutmamak gereken ise; “mevsimler değişiyor ve
bu kış çetin geçecek “sloganıdır.
Frigonetwork - Gıda Lojistik & Tedarik Zinciri Danışmanı
Palamut balığı bol, ayva ağaçları dalları kırılacak biçimde meyve dolu, bu işaretlerin yaklaşan kışın çetin geçeceğine dair işaretler olduğu büyüklerimiz tarafından
öğretilirdi. Her sonbaharda olduğu gibi kış mevsiminin
sebep olabileceği olumsuzlukları anımsatmak ve ilgililerin AVM, depo ve fabrikaların çatılarında kışa hazırlık
önlemleri konusunda dikkatlerini çekmek benim için geleneksel bir hal aldı.
Mevsim değişiyor ve depo çatısında biriken kar normal
sürede erimeyecek veya atılmayacaksa çok ciddi sorunlar bizi bekleyecektir. Örneğin; yaklaşık 5000 m2 çatısı olan bir lojistik şirketi deposunun çatısında 2,5 cm
kar birikmesi 117 ton ilave yük getirmektedir. Kar kalınlığının artması veya çatıda kar bulunma sürenin uzaması
sizleri önlem almaya yöneltmelidir.
Küresel ısınma nedeniyle mevsimlerin değiştiğini konuşur olduk, şayet kış sert geçecek ise özellikle depo çatılarında biriken kar için ve çatılarda oluşan buz sarkıtları
için şimdiden önlemler almak gerekmektedir.
Şayet deponuz; büyük düz tavan gibi yüksek çatıysa,
yüksek ve düşük tavanların bir arada olduğu binalar varsa rüzgarın sürükleyip getireceği kar düşük tavana toplanacaktır. Bu gibi birleşim yerleri hemen temizlenmelidir.
Geçen kış orta ve güney Avrupa’da birkaç lojistik depoda ağır kar birikmesinin sebep olduğu çatı çökmesi olayı
hakkında farkındalık yaratmak gerekiyor.
Kar temizleme; yapısal sistemin tasarımı üzerinde büyük ölçüde etkilidir.
Çatılardaki kar temizliği yapılırken dikkat edilmesi gerekenler ise;
Bina çatınızın canlı yükünü azaltmak için ne yapılması
gerektiğini mütahidinize sorunuz Eriyen kar sularının
serbestçe yağmur kanallarına gittiğinden emin olunuz,
kar erimesinden sonra yağmur oluklarındaki su, gecegündüz ısı farkından donar.
1. Çatılarda kar temizliği için kenardan başlayıp ortalara
gitmek bir yoldur ancak ortada biriken karın sebep olacağı yük kolon-kiriş mesafeleriyle ilintilidir.
Ertesi gün eriyen kar suyu, buzlanmış yağmur oluğu nedeniyle akamaz, taşar ve göllenme olabilir.
2. Orta açıklıkta kirişlerde kar yükü kenarlarda daha
fazla öneme sahiptir. Ancak, genel olarak konuşursak,
çoğu kar temizleme kenarlarında başlar ve merkeze
doğru ilerler. Çok ağır kar yüklerinde ortadan bir yol açmak tavsiye edilir.
Yağmur oluklarından buz sarkması sonucu üzücü olaylara sıklıkla rastlanır. Eğer buz çatıdan aşağıya gerek
yağmur oluğundan gerekse çatıdan aşağıya sarkıyor ve
çatı yüksekliği iki metreden fazla ise oluşan buzu yok
gerekir. Bu nedenle buz sarkıtlarını temizletiniz, temizleninceye kadar bölgedeki yaya trafiğini engelleyininiz.
3. Konsol Kirişli düz Çatılarda başka bir sorun ise; Karla kaplı bir bölüm kaldırılır ise, diğer uçta yüksek yükler
oluşturabilir.
4. Genel Çatılarda gölleneme konusunda da duyarlı
olunmalıdır. Çözülmenin sebep olacağı potansiyel gölleneme sorunları için sık sık kontrol edilmelidir.
Çatılar; canlı ve ölü yükleri taşımak için tasarlanmıştır
ve canlı yük kar ağırlığıyla ilgilidir.
66
67
Olumsuz Hava Koşullarında Demiryolu Taşımacılığı
Nükhet Işıkoğlu
Soğuk kış günlerinde olumsuz hava şartları, kar ve buzlanma yüzünden kapanan yolları, iptal edilen uçak ve
gemi seferleri haberlerini sıklıkla duyarız.
ve verimliliklerini arttırmışlardır.
Avrupa Birliği; taşımacılığı modern ekonominin anahtarı
olarak ele almakta ve ulaştırma politikalarında dengenin
demiryolu, denizyolu ve iç suyolları lehine arttırılmasını
sağlamak için çalışmaktadır. Avrupa genelinde tek tip
Pazar oluşturmak ve tüm Avrupa ülkelerini dolaşabilen
kesintisiz bir demiryolu altyapısını tesis etmek amacıyla; Demiryolu kuruluşlarının özerkliği, İşletme ve altyapının birbirinden ayrılması, yeni işleticilerin hatlara erişim
hakkının sağlanması, Altyapı kullanım bedelinin ayrımcı
olmayan bir şekilde belirlenmesini sağlama konularında
ülkeleri yapısal değişimler yönünde zorlamaktadır.
Demiryolu Taşımacılığı Derneği
Genel Müdür Yardımcısı
Sağlıklı, güvenli bir gelecek için yeşil ve temiz
bir çevrenin oluşturulmasının gerekliliği artık
tüm dünyada uygulanacak politikalara ve yatırımlara yön vermektedir.
Lojistik sektöründe de
bu hedeflere ulaşmanın
yolunun ancak demiryolu taşımacılığının daha
yaygın ve etkin kullanımıyla mümkün olabileceği anlaşılmıştır.
Bu çalışmalara paralel olarak Avrupa Birliği’nde, ülkelerin milli demiryolu şebekelerini bir araya getiren, Orta ve
Doğu Avrupa ülkelerini de içine alan bir Avrupa yüksek
hızlı tren şebekesinin gerçekleştirilmesi yönünde de süreç devam etmektedir.
Kombine taşımacılık her geçen gün önem kazanmakta ve
bu durum da demiryolunu yıldızını daha da parlatmaktadır.
AB ülkeleri bu bağlamda demiryolu sektörü ile ilgili
91/440 sayılı Avrupa Konseyi Direktifi doğrultusunda yönetim özerkliği sağlayarak mali yapılarını iyileştirmişler
Dünya genelinde küresel ticaretin gelişimine paralel
68
Demiryolu olumsuz hava koşullarından en az etkilenen
taşıma modu olarak lojistik zincirinin güvenli bir şekilde
aksamadan devam etmesine imkân sağlamaktadır.
Demiryolcular, zorlu hava şartlarında, özellikle yoğun kar
yağışında demiryolunda seyrüseferin kesintiye uğramaması için önceden gerekli tedbirlerin alınmasını sağlarlar. Demiryolu hatlarının her kısmında trafiği engelleyen
ve her kış mevsiminde karın kapattığı bölgeler önceden
tespit edilerek gerekli önlemler alınır. Demiryolunun karla
kapanmasını ve karın hat üzerinde birikmesini önlemek
üzere yapılan engeller yani kar siperleri, tamir ettirilerek
kar mevsimi gelmeden hazır bulundurulur.
olarak ortaya çıkan ulaştırma koridorları, demiryollarının
küreselleşmenin getirdiği düzene ayak uydurabilmesi için önemli yapısal ve teknik değişim süreçlerinden
geçmesine neden olmaktadır.
Özellikle istasyonlardaki ve hatlar üzerindeki makas
parçaları, hatlar, traversler, vagon kantarları, hemzemin üst ve alt geçitler, peron, istasyon meydanları, bina,
ambar ve yollar karlanma ve buzlanmaya karşı sürekli
temizlenmektedir.
Ülkemizde de demiryoluna verilen önem yatırımların
planlamasında kendini göstermiştir. 2003 yılında 480
milyon TL olan Demiryolu sektörü ödeneği, 2013 yılında
16 kat artarak 7.968 milyar TL’ye ulaşmıştır.
Demiryolunun güvenli olması, ağır yük taşımacılığına uygunluğu, sabit transit süresi, çevreci olması ve hava koşullarından etkilenmemesi demiryolu taşımacılığını üretici ve
ihracatçı için etkin bir taşıma modu haline getirmektedir.
Bu önlemler sayesinde demiryolu her türlü olumsuz
hava şartı, kar, buz demeden işleyişine devam eder.
69
Lojistik Sektöründe Her Mevsime Hazırlıklı Olmalısınız
Röportaj: Öğr. Gör. Sevil Bektaş
le başa çıkabilme yollarını Türkiye’nin önde gelen kara,
hava, deniz ve demiryolu nakliyesi, fuar ve etkinlik lojistiği, proje taşımacılığı ve diğer tüm lojistik hizmetlerini
başarıyla sunan, sektöre sayısız yenilikler getirmiş olan
Mars Logistics firmasından Ali Tulgar ile konuştuk.
Fotoğraf: Mars Lojistik Arşivi
Bize Mars Logistics’in tarihçesinden bahsedebilir misiniz? Hangi alanlarda faaliyet gösteriyorsunuz?
Mars Logistics, Karayolu Taşımacılığı, Havayolu Taşımacılığı, Denizyolu Taşımacılığı, Demiryolu Taşımacılığı, Fuar ve Etkinlik Lojistiği, Proje Taşımacılığı, Intermodal Taşımacılık, Gümrükleme, Sigorta, Depolama ve
diğer tüm lojistik hizmetlerinin kusursuz olarak sunulduğu, sektöre sayısız yenilikler getirmiş olan kurumsal
bir lojistik firmasıdır. Çatısı altında topladığı şirketleri,
1000’nin üzerinde profesyonel çalışanı, tam donanımlı
altyapısı ve kusursuz iletişim ağıyla, tam hizmet politikası güden organize bir kurum olarak yapılanmaktadır.
Mars Lojistik Uluslararası Taşımacılık Depolama Dağıtım, Mars Hava ve Deniz Kargo, Mars Sigorta ve Mars Logistics S.A.R.L. şirketlerinden oluşan Mars Logistics’in,
merkezi İstanbul Yenibosna’da olmak üzere Avcılar,
Bursa, İzmir, Adana, Ankara, Mersin, Tuzla, Atatürk Havalimanı, Adnan Menderes Havalimanı, Esenboğa Havalimanı’nında, yurtdışında ise Lüksemburg, Trieste, Guangzhou ve Shanghai’da şubeleri bulunmaktadır.
Peki siz Mars ailesine nasıl katıldınız?
Ben 1997 senesinden beri Mars ailesinin bir üyesiyim.
Daha önce yüksek inşaat mühendisi olarak Yıldız Teknik
Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olarak çalışmaktaydım. Karayolu ve demiryolunda yaptığım projelerin benim lojistik sektörüne olan ilgimi artırması sonucu bu
sektöre giriş yaptım.
Mars Logistics Genel Müdür Yardımcısı Ali Tulgar
Son yıllarda ülkemizde de kış oldukça ağır geçiyor.
Mevsimsel değişikliklerden en çok etkilenen sektörlerin
başında gelen lojistik faaliyetlerinde ciddi krizler yaşanabiliyor. Özellikle kış aylarında etkili olan kar yağışları
günlük hayatın neredeyse durmasına sebep olabiliyor.
Tren seyirlerinin aksamaması, karayolu ile taşınan
ürünlerin zarar görmemesi ve müşterilere sunulan hizmetin zamanında ulaşması lojistik firmalarının önceliğini oluşturuyor. Kış dönemi yaşanabilecek her türlü
doğal afetlerden en az zararla atlatabilmek için diğer
mevsimlere göre ek tedbirler almak gerekiyor. Başta
komşu ülkeler olmak üzere Avrupa’da ve son yıllarda
Türkiye’de zorlu geçen kış koşullarının lojistik süreçlerine olan etkisini, yaşanan krizleri ve bu zorlu süreçler-
Türkiye ve Avrupa’da son yıllarda kış koşulları hayatı
zorlamakta. Turizmin yanı sıra taşımacılıkta mevsimsel değişikliklerden en fazla etkilenen sektör olarak
karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda zorlu hava koşulları
lojistik süreçlerini nasıl etkilemektedir?
Mevsimsel değişiklik kavramı bizim sektörümüzde yok.
Sadece kış şartları ya da kar olarak düşünmemek lazım.
Şiddetli yağmur yağışları sonucunda, yollarda sel baskınları vb. gibi sorunlar da yaşanabiliyor. Yine şiddetli
rüzgârların etkisiyle sert hava şartlarından dolayı gemilerin yanaşamama durumları söz konusu olabiliyor.
70
Örneğin 2012 senesinin ilk ayında hava şartlarından en
az etkilenen demiryolu taşımacılığı olmasına rağmen,
komşumuz Bulgaristan’da ciddi bir sel baskını oluştu
ve demiryolları ciddi hasar gördü. Bu afet yaklaşık bir
ay Avrupa’ya yapılan demiryolu taşımacılığının aksamasına sebep oldu. Dolaylı olarak da bu selin etkilerini
yaşadık. Örneğin o sırada mevcutta gelmekte olan tren
taşımalarında ciddi aksamalar görüldü.
Kötü hava koşullarının yarattığı olumsuzluklar karşısında kriz yaşamadan süreçlerimizi yönetebiliyoruz. Çünkü
rota değişikliğine anında karar verebilen şirketimizde
ayrı bir filo yönetimi departmanımız var. Yaklaşık 1500
tane aracımız var ve bu araçların yönlendirilmesi ve değiştirilmesinde profesyonel bakış açısına ihtiyaç var.
Başarılı filo yönetimimizin yanı sıra 2012 senesinin eylül
ayında Intermodal taşımacılığı hayata geçirdik.
Biraz önce söz ettiğim Demiryolu taşımacılığımızı aksatan Bulgaristan sel faciası bizim açımızdan ciddi bir
vakaydı. Aslında bu olay bir vaka çalışması gibi düşünülebilir. Bu durumda ne yaptığımıza gelince, biz Mars
Lojistik olarak, Türkiye’den Bulgaristan’a tırlarımızı yollayarak, yolda kalan trenlerden ürünleri devralarak, zamanında müşterisine ulaştırdık. Tabii ki ister istemez
ufak aksamalar yaşandı ama lojistikteki tüm alternatiflerimizi kullanarak taşımaları zamanında gerçekleştirdik. Bu kriz çok ciddi ve masraflı bir çalışma oldu ama
hepimiz açısından incelenecek güzel bir vaka olarak
yerini aldı.
Intermodal taşımacılık nedir?
İtalya’nın Trieste limanından Lüksemburg’a kadar olan
güzergahtaki tren sistemi üzerinde kendi tırlarımızın
taşınmasını kapsayan bir intermodal taşıma hizmetini
hayata geçirdik. Şuan için haftada 3 ihracat ve 3 ithalat
yani 3 tren geliş, 3 tren gidiş olarak hizmet vermeye devam ediyoruz.
Bu taşıma işlemi sırasında kullanılan özel treylerler ile
yüklerde ekstra bir boşaltma işlemi yapılmadan treylerler direkt olarak limanda trene hızlı bir şekilde aktarılır.
Karayolu, demiryolu ve denizyolunun karma bir şekilde
kullanıldığı bu taşıma modeli ile optimum süre ve maksimum çevrecilik hedeflenmektedir. Bu sistemin getirdiği
en büyük avantaj, Avrupa içinde kötü hava şartlarından
en az etkilenecek bir alternatif olarak müşterilerimize
sunuyor olmamız. Başta otomotiv ve kimya olmak üzere birçok endüstriyel sektör intermodal hizmetimizden
ciddi anlamda faydalanıyor. 2013’ün ilk yarısı tamamlandığında tren sayısını dörde yılın son çeyreğinde de
beşe çıkartmayı planlıyoruz.
Mevsimsel değişikliklerden dolayı lojistik süreçlerimizde yaşadığımız diğer sıkıntıların başında hava şartlarından dolayı kışın kar ve buzlanmadan dolayı oluşan
aksaklıklar gelmektedir. Yine komşularımızdan özellikle
Bulgaristan başta olmak üzere Romanya, Polanya’da ve
eski doğu ülkelerinde ciddi kış şartları oluşuyor. Keza
aynı şekilde diğer Avrupa ülkeleri için de geçerli ama kış
şartları yakın komşularımızda daha şiddetli hissediliyor.
Bu gibi durumlarda hava şartlarının gidişatına göre rota
değişiklikleri yapıyoruz.
Türkiye’nin İstanbul, İzmir ve Mersin limanlarından gemilere bindirilen tırlarımız hiçbir şekilde başka bir işleme maruz kalmadan tesis limanında trene bindiriliyor.
Lüksemburg’a kadar hiçbir çekicisi olmadan devam
ediyor. Bu da kara şartlarından minimum etkilenmemiz
demek. Her ne kadar transit süre açısından direkt kara
ulaşımına göre biraz daha yavaş gibi dursa da gemi ve
trenlerin belli zamanlarda muhakkak hareket etmesi ile
en güvenilir ve sabit bir hizmeti sunmuş oluyorsunuz.
Çünkü tren yoluyla gelen treylerin gemiye binme öncelikleri vardır. Bu projemiz ile Lüksemburg, Belçika, Kuzey Fransa, Hollanda, İngiltere ve Batı Almanya bölgelerine intermodal hizmetini sunuyoruz.
Rota değiştirdiğimiz durumlarda yaşanabilecek zamansal değişikliklerde, müşterilerin bilgilendirilmesi
önceliğimiz oluyor. Bu durumda denizyolu ile taşımacılığa yöneliyoruz. Ama kötü hava koşullarından ötürü
Ro-Ro’ların limana yanaşamadığı durumlar da olabiliyor. Bu durumda yapacak bir şey kalmıyor ve müşteri
konuyla ilgili bilgilendiriliyor.
Rota değişiklikleri size ekstra masraf yaratmıyor mu?
Bu durumu nasıl çözüyorsunuz?
Tabii ki lojistik süreçlerinde planlanmamış değişiklikler beraberinde yeni masraflarda getiriyor. Mesela
Bulgaristan’daki sel felaketinde, müşterilerimizin etkilenmemesi için ciddi fedakârlıkta bulunduk. O felaket
aşamasını şirket olarak başarıyla atlattık, hatta birçok
rakibimize de bu konuda destek vererek karşılıklı işbirliğine gittiğimiz de oldu.
Mars Logistics olarak geliştirdiğiniz Intermodal taşıma
sistemi, yurtdışında yaşanabilecek sert hava koşullarına
karşı bir alternatif çözüm olduğunu söyleyebilir miyiz?
Intermodal sistemi kullandığı karma taşıma sistemi
ile hava ve yol şartlarından etkilenmeden yüklerinizin
71
optimum sürede varış noktasına ulaşmasını sağlıyor.
Avrupa’ya Karayolu taşımacılığı, tren taşımacılığı, denizyolu ve havayolu olarak biz müşterilerimize değişik
birçok alternatif sunuyoruz. Bunların içinde denizyolu
daha ekonomik olmasına rağmen hepimizin bildiği gibi
deniz yolu taşımacılığı taşımacılıkta en uzun süreye sahiptir. Açıkçası lojistik süreçlerimizin rotası, müşterinin
ürün yelpazesine göre değişebiliyor. Acil bir ürün ise
hava şartlarından dolayı bir aksama yaşanmaması için
hava taşımacılığı tercih edilebiliyor.
Biz Mars Lojistik olarak bünyemizde olan tüm imkanları
kullanarak mevsimsel değişikliklerin sonuçlarından en
az etkilenmeye çalışıyoruz.
Bu durumda Ali Bey dışarıdan destek almak yerine çözümleri kendi içinizde ürettiğinizi söyleyebiliriz…
Bugüne kadar kötü hava koşullarında müşterinizle yaşadığınız bir sorun oldu mu? Varsa eğer bu krizi nasıl
yönettiniz?
Kötü hava şartları nedeniyle oluşabilecek can ve mal
kaybıyla karşılaştığınızda bu durumun tazmini karşısında neler yapıyorsunuz?
Müşteriyle yaşadığımız ciddi bir kayıp söz konusu değil.
Bizde yaşanan kriz, müşteriyle olan ilişkiyi yönetmedeki
psikolojik faktörler diyebiliriz. Şöyle düşünürsek, burada
mevsim koşullarını biliyorsunuz. Kışın bile bizde bazen
güneşli veya 20 derecelere kadar hava şartlarına ulaşabiliyoruz. Şimdi müşteri camdan dışarı bakıyor ve hava
belki kış şartlarına göre ceketle bile dolaşılacak durumda ama siz diyorsunuz ki şu anda buzdan dolayı araçlar
yürüyemeyecek konumda. Hatta çok uzağa gitmeyelim
Kapıkule yani bizim kendi Trakya bölgemizde de biz
bunu yaşıyoruz.
Hava şartlarından dolayı hiçbir zaman mal kaybı yaşanmadı hatta Mars Lojistik olarak hiç bir kaza da yaşamadık. Zorlu hava şartlarına hem ekipman olarak hazırlıklı
olmamız hem de sürücülerimizin bu durumlarda azami
dikkat sarf etmeleri bugüne kadar bizleri kötü sonuçlardan uzak tutmuştur. Yaşanan tek sorun transit sürelerin
gecikmesi olmaktadır. Bahsettiğim gibi belli bir güzergahlarda tıkanmalar yaşanmaktadır.
Müşteri her ne kadar bunu bilse de sonuçta kendi ürününü sattığı veya satacağı müşterisine karşı sorumluluk
hissettiğinden dolayı baskı altında ve o şartları anlamak
istemiyor. Bu durum karşısında son derece deneyimli
ekibimiz müşterilerimize en doğru şekilde bilgileri ulaştırarak karşılıklı çözüm yolları buluyorlar. Sonuçta müşteri memnuniyetinin önemli olduğu hizmet sektörüyüz.
İletişim bizim sektörümüz için çok önemli ve mümkün
olduğunca ön bilgilendirme yapmaya gayret ediyoruz.
Dediğim gibi iletişimde çok başarılı bir şirket olmamızdan dolayı müşterimizle sorun yaşamıyoruz. Müşterilerimiz tüm bilgilere sadece Mars çalışanları vasıtasıyla
değil aynı zamanda web üzerinden ve hatta Apple ve
Android mobil sistemleri üzerinden de günün 24 saati
hızlı ve doğru bir şekilde ulaşabiliyorlar.
Öncelikle elinizdeki tüm imkanları ve alternatifleri değerlendirmeniz gerekmektedir. Tabi ihtiyaç durumunda
sektördeki diğer imkanları da değerlendirmeye alıyoruz.
Çünkü Türkiye bile son yıllarda ciddi kar koşullarıyla karşı karşıya kalıyor. Kelimenin tam anlamıyla İstanbul’da
hayat durabiliyor ki, Anadolu’da kış şartları daha da ağır
geçiyor. Sadece Avrupa’da değil son 2-3 yıldır ciddi
oranda Türkiye içindeki sorunumuz da artmaya başladı
ve o yüzden kendimize kriz masaları oluşturuyoruz. Kış
döneminde süreçlerimizi ve filolarımızı daha hızlı takip
ediyoruz. 1500 araçlık bir filoyu yönettiğimizi düşünürseniz sadece kış ayları değil bizim 365 gün 7/24 çalışan
içeride her an krize hazır olan bir ekibimiz bulunuyor.
Çünkü buna mecbursunuz. Biraz önce örneklendirdiğim
gibi birçok alternatif kötü senaryoya karşı bizim çok hızlı
reaksiyon almamız gerekiyor.
Kış şartlarında süreçlerinizin aksamaması için uyguladığınız stratejiler ya da önlemler var mı?
Biz araçlarımıza özel bir bakım yaptırıyoruz ve bu bakımları ikiye ayırıyoruz. Bir yaza girerken bir kışa girerken araçlarımızın genel bakımlarını uyguluyor ve olası
hava muhalefetlerine karşı önlemlerimizi erkenden
alıyoruz. Lastik, zincir kontrollerinin yanı sıra antifiriz
kontrollerini yapıyoruz özellikle kuzey Avrupa bölgesinde soğuk havalara göre dereceleri ayarlamak önem
teşkil ediyor. 1500 araçlık bir filo ve bunların her dönem
kontrol edilen bakımları söz konusu olduğundan kendi
bakım atölyemiz bulunuyor. Kışa girmeden tamamladığımız hazırlıklarla herhangi bir sürprizle karşılaşmadan
yılı tamamlıyoruz.
En kötü zorlu şartlardan dolayı belki yolda kaymalar yaşanmıştır ama bunlara da en kısa zamanda müdahale
edilmiştir. Kardan dolayı yaşanabilecek kaymalar için
zincir, kış lastiği gibi önlemler kış başlamadan alınıyor.
Peki mevsimsel değişikliklerin etkisini en fazla hissettiğiniz yerler, Türkiye mi Avrupa mı ?
Sadece 3 tırdan, 5 tırdan bahsetsek hiç önemli değil bir
çözüm bulunur ama 1500 araçlık bir filo yönetimi ve artı
bunun yanında da ciddi anlamda bir taşeron yani dış kaynak olarak kullandığımız filonun devamı da söz konusu.
Kış koşulları için düşünürsek en ağır şartlar genelde
Avrupa’da yaşanıyor diyebiliriz. Firma olarak karayolunda ağırlıklı faaliyet alanımız Avrupa olduğu için burada
her sene doğal olarak oluşan kış şartları ağır geçiyor ve
haliyle bu durum bizi erken çözümler üretmemizi zorunlu kılıyor. Aslında Türkiye’de de sonuçta hava şartlarından etkileniliyor ve ona göre alternatif ulaştırma veya
toplama dağıtım metodları da uygulanıyor.
Sadece kar kış olarak tanımlamamak lazım bazen
hiç hesaba katmadığımız doğa olayları da bizim sektörümüzde kriz yaratabiliyor. Bunun en güzel örneği
İzlanda’da patlayan yanardağ. Bu felaket Avrupa’ya
olan uçuşları aksattı. Biz bu süreci müşterilerimize
alternatif olarak karada daha hızlı olan ultra ekspres
dediğimiz acil taşımalarla başarılı bir şekilde geçirdik.
Neredeyse uçak seferlerine yaklaşacak kadar hızlı olan
bu alternatif ulaşımla ithalat ihracat bazında müşterilerimize hizmet verdik. Bu kriz örneği de gösteriyor ki süreçlerimizi kendi içimizde yarattığımız alternatif yollarla
çözebiliyoruz.
Tek fark ülkemizde zorlu hava şartlarını kendimizde yaşadığımız için gördüğümüz şeyi kabullenmemiz, müşterilerimizin kendi müşterilerine durumu izah etmesi
biraz daha kolay oluyor.
72
73
KAR VE BUZLANMA BİRÇOK ANA GÜZERGAHIN KAPANMASINA
NEDEN OLUYOR
Röportaj: Yrd. Doç.Dr. Pınar Seden Meral
Biz özellikle İstanbul kentinde olumsuz hava şartlarının
hayatı felce uğratmasından yakınıyoruz ama ticaret yapan firmalar açısından bu olumsuzluklar kuşkusuz çok
önemli. Sizin işbirliği içerisinde olduğunuz ülkelerde
hava koşulları nakliyeyi etkiliyor mu? Örneğin kara yollarının ya da sınır kapılarının kapanması gibi.
Uluslararası lojistik sektöründe partnerlerine 2007 yılından beri hizmet veren Damla Uluslararası Nakliyat, Avrupa ve Uzakdoğu ülkelerine konteyner ve karayolu taşımacılığı yapıyor. Sundukları lojistik hizmetinin niteliği
sebebiyle olumsuz hava koşullarından en fazla etkilenebilecek kuruluşların başında gelen Damla Uluslararası Nakliyat kurucusu Korkut Doğan ile lojistik faaliyetleri
üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
nistan-Hırvatistan- Romanya güzergahıdır. Diğeri İtalya
Trieste üzerinden çalışan Ro Ro hattıdır.
Her iki güzergah da göz önüne aldığımızda bir taraftan
Balkanlar diğer taraftan deniz yolu karşımıza çıkmaktadır. Bu iki güzergah da kış aylarında çok çetin hava
koşulları meydana gelmekte kara yolunda kar, tipi ve
buzlanma denizde ise fırtınaya bağlı büyük dalgalar
meydana gelmektedir.
Korkut bey, Damla Lojistik olarak uluslararası alanda
lojistik hizmetleri sunuyorsunuz. Bize hangi ülkelerle
nasıl bir işbirliği içerisinde olduğunuzu anlatır mısınız?
Firmamız Damla uluslararası nakliyat 2007 yılında kurulmuş genç bir kuruluştur. İstanbul merkez ofisi Macaristan Budapeşte şubesi ve Çin acentaları ile başta
Avrupa ile karayolu taşımacılığı ve Uzakdoğu’dan konteyner taşımacılığı yapmaktadır.
Özellikle son yıllarda küresel ısınmanın sonuçları olsa gerek kış ayları bir çok ana yol güzergahının kar ve buzlanma sebebiyle kapanmasına sebep olmaktadır. En güzel
örnek geçen yıl yoğun kar yağışı sebebiyle İpsala kapıkule ve Hamzabeyli kapılarımızın tamamen kapanması ve
İtalya Trieste’de dev dalgalar ve fırtına sebebiyle Ro Ro
gemilerinin karaya yanaşamamasını gösterebiliriz.
Avrupa’da ağırlıklı çalıştığımız ülkeler Macaristan, Yunanistan, Polonya, Almanya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Hollanda, Avusturya, Fransa, Belçika Ve İngiltere’dir .
Bu tip durumlarda taşımalarımız tamamen durmakta
ve hava koşullarının düzelmesini beklemekteyiz. Yol
gidememek, kapılardan geçememek limanlara varamamak ticaretimizin durması işin bir kötü sonucu olmakla
beraber uzun süreli beklemelerde araçlarımızdaki yüklerinde uzun süreli araç üstünde soğuk ortamda beklemesi bazı malların bozulmasına deforme olmasına da
sebep vermektedir.
teyiz. çok kötü durumlar da yüklemeleri kesinlikle henüz
araç yola çıkmadan durdurmaktayız.
Bu tedbirin mümkün olmadığı durumlarda araçların yol
almasını durdurmakta ve güvenli parklarda bekletilmesini sağlamaktayız. İleri aşamada taşıdığımız yükün
bozulma vs gibi durumlarda içinde bulunduğumuz ilke
gümrüklerine başvurarak malzemelerin güvenli depolarda belirli prosedürleri yerine getirerek geçici olarak
muhafaza edilmesini sağlamaktayız
Avrupa’ya 3 ana sınır bölgesinden çıkış yapmaktayız:
İpsala (Yunanistan) Kapıkule- Hamzebeyli (Bulgaristan).
Ülkemizin konum olarak Akdeniz ülkesi olmasına rağmen Başlıca çalıştığımız ülkelerin Avrupa ülkeleri olduğu
düşünüldüğünde özellikle Balkanlar ve Kuzey kutbuna
yaklaştıkça zorlaşan iklim şartları bu ülkelerde ki yolların
ülkemizden daha çok kapanmasına sebep olmaktadır .
Deniz yolu ya da hava yolu ile yapılan nakliyelerde nasıl
bir yöntem izleniyor sorunun çözümünde?
Hava yolunda direk uçuşlar iptal edilmekte deniz yolunda ise geminin limana yanaşamaması durumunda açıkta bekletilerek uygun şartların oluşması beklenmektedir .
Özellikle Bulgaristan’ın ekonomik ve siyasi kararları çerçevesinde yeterli yol açma çalışmalarına önem vermemesi yağışlı havalarda baraj kapaklarının açarak Trakya
bölgesini sular altında bırakması, yaz aylarında sıcak
yüzünden trafiği durdurması, karlı yolları temizlememesi bu güzergah üzerindeki tüm yolların kapanmasına
neden olmaktadır.
Kötü hava koşullarında lojistik süreç herhangi bir sebep ile kesintiye uğradığında işin sigorta boyutu nasıl
gerçekleşmektedir?
Sigorta firmaları kış şartlarında araçların kaza yapması durumunda hasa ödemesi yapmakta onun dışında
araçların yol alamamasından kaynaklanan ticari kayıpları kesinlikle ödememektedir.
Siz bu tip durumlara ne gibi çözümler üretiyorsunuz?
Aldığınız önlemler nelerdir?
Kış aylarında özellikle hava durum raporları dernek ve
ulaştırma bakanlığının haberlerini dikkatle takip etmek-
Diğer yandan çok sıcak geçen yaz aylarında da aşırı
sıcaklarda yol güzergahı üzerinde ki ülkelerin asfaltın
erimesi sebebiyle yollarının korumak amacıyla araç trafiğini günün belli saatlerinde durdurmaktadırlar. Yine
sıcak hava şartları da kışın olduğu gibi uzun süreli beklemelerde araç üstündeki malların bozulma deforme
olma durumu ortaya çıkmaktadır.
Artan rekabet koşullarında sektör içinde ki firmalar daha
hızlı daha ucuza taşıma teklifleri oluşturmakta bunları
karşılamak içinde daha çok tur atıp rekabetin getirmiş
olduğu durumları karşılamaya çalışmaktadır. kötü hava
koşullarının yolları kapatması ve benzeri duraksamalar
nakliye sektöründe rekabet adına yapılan bütün hesapları alt üst etmekte ve firmalar zarara uğramaktadır.
İş kolları arasında turizmden sonra mevsimlerden en
çok etkilenen sektör lojistik sektörü. Zorlu hava koşulları lojistik süreçleri nasıl etkiler?
Firmamızın ana iş konusu Avrupa Türkiye arasında kara
taşımacılığı olduğu daha önce bahsetmiştim. Araçlarımızın Avrupa’ya ulaşması için iki yol kullanmaktayız,
bunlardan biri Balkanlar üzerinden Bulgaristan –Yuna-
74
75
AKOM Karda Kışta İstanbullu’nun Hizmetinde
Röportaj: Yrd. Doç.Dr. Pınar Seden Meral
rında tuz ve solüsyon temin noktaları oluşturulmuştur.
Ayrıca arazide çalışan araçların ihtiyacı olan yakıt vb.
ihtiyaçlar içinde uygun noktalar oluşturulmuştur. Çalışan personelin 24 saat boyunca yeme içme ihtiyacının
karşılanması içinde İBB’nin yemek ve kumanya çıkaran
mutfağı 24 saat açık tutulup uygun araçlarla sahada
çalışan tüm personele iaşe yardımı yapılmaktadır. Kış
mevsiminde her zaman ortaya çıkan kimsesiz vatandaşlarımız içinde mutlaka bir spor salonumuz tahsis
edilip daha sonra mağdur olan vatandaşlarımızı bu
spor salonumuzda barındırıp her türlü ihtiyaçlarını karşılamaktayız.
İstanbul kenti coğrafi konumu itibariyle kış aylarında
yalnızca kısa bir süre kar ve şiddetli yağışa maruz kalsa
da, olumsuz hava koşullarından en fazla etkilenen şehrimiz. Olumsuz hava koşullarının, bu denli kalabalık ve
plansız büyüyen bir metropoldeki yaşamı durma noktasına getirmesi, İstanbul halkını en fazla zorlayan bir
faktör olarak karşımıza çıkıyor.
İstanbul kentinin en önemli problemlerinden birisi kötü
hava şartlarında şehrin
normal hayat seyrinin etkilenmesi. Büyükşehir Belediyesi AKOM olarak 2013
kış sezonu hava koşullarıyla mücadele planlarınızdan
söz eder misiniz?
Her yılın Eylül, Ekim aylarında Akom ’da İlçe belediyeleri ve İBB birimlerinin
katılımı ile kışla mücadele
hazırlık toplantıları yapılır.
Bu toplantılarda bir önceki kış mevsiminde yapılan
mücadele masaya yatırılıp
varsa eksikler gözden geçirilir. Araç, gereç, personel,
tuz, solüsyonvb. depoları
tam kapasite hazır tutulur.
Özellikle İstanbul’un kritik
ve sorunlu güzergahlarında
araçlar konuşlandırılır.
Bu araçlar araç takip sistemi (GPS) ile takip edilir. BEUS ve OMGİ’den faydalanılır.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı olarak faaliyetlerini sürdüren AKOM ile zorlu kış şartlarındaki uygulamaları ve önlemleri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Sert hava koşullarında İstanbulluların hayatını felce
uğratan ulaşım ve trafik problemleri için nasıl çözüm
önerileriniz var?
Öncelikli olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi AKOM
olarak kötü hava koşullarındaki lojistik çalışmalardan
söz eder misiniz?
Dünyanın bütün büyük metropollerin de yaşanılan sorun İstanbul’da da az da olsa yaşanmaktadır. Bu sorunları en aza indirebilmek için sürücülerin trafik kurallarına mutlaka uymaları, mutlaka kış lastiği kullanmaları ve
mümkün olduğunca toplu taşıma araçlarını kullanmaları en önemli tedbirdir.
Öncelikle kışla mücadele çalışmalarının etkin bir şekilde
yapılması ve çalışmalara katılacak personelimize, lojistik desteğin verilmesi noktasında, İstanbul 9 bölgeye
bölünmüş her bölgeye yeteri derecede araç ve personel görevlendirilmiştir. Bu 9 bölgenin değişik noktala-
76
Kötü hava koşullarında yaşanan ulaşım ve trafik problemlerinde sizce İstanbulluların yaptığı hatalar nelerdir?
buzlanmanın meydana gelmemesi için anında önceden
tuz ve solüsyon atarlar.
Kötü hava koşullarında, halkımızın her hangi bir problemle karşılaşmaması için ya da problemin bir parçası
olmaması yönünde, yazılı görsel vb. tüm iletişim kanalları ile bizler yaklaşan olumsuz hava koşullarını vatandaşlarımıza bildirip, onların kişisel olarak almaları gereken tedbirleri hatırlatırız. Ama en önemlisi toplumda
hala kış lastiği kullanılmasının öneminin tam olarak bilinmemesidir. İnsanlarımız kış lastiğini her kasım ayından mart sonuna kadar aracına takmış olsa trafikteki
sorunlar %80 azalacaktır.
Kış hazırlıkları kapsamında İlçe Belediyeler ile nasıl bir
işbirliği içerisindesiniz?
İBB şehrin tüm ana halterlerinden sorumlu olmakla
beraber, şehrimizin Mikro düzeydeki ara sokak ve ara
caddelerinden ilçe belediyelerimiz sorumludur. Akom
olarak tüm ilçe belediyelerimiz ile kışa hazırlık toplantısı yaparız. Onların ihtiyacı olan tuz, solüsyon vb. malzemelerden kendilerine temin ederek, ilçe belediyelerinin
de çalışmaların içinde yer alması sağlanır.
Buzlanma Erken Uyarı Sistemi ve Otomatik Meteoroloji Gözlem İstasyonları AKOM’un kötü hava koşulları ile
mücadelesinde nasıl bir rol oynuyor?
OMGİ ile özellikle yağışın yoğun olacağı yerlerin ve yağış
miktarı bilgilerini temin ettikten sonra, BEUS sistemi ile
buzlanma çiğ, kırağı vb. gibi durumları noktasal olarak
tespit ederiz. Sorun yaşanmaması için buzlanmaya 1
saat kala noktası tespit edilen yol güzergâhından alınan
otomatik mesaj ile, tuz veya solüsyon atacak araçlar
77
karda kışta sorunsuz lojistik için müşteriyle
doğru iletişim
Röportaj: Öğr. Gör. Sevil Bektaş
DHL, 220 ülkede faaliyet gösteren dünyanın en yaygın
şirketi. Seda Hanım bize hangi alanlarda faaliyet gösterdiğinizden ve DHL’in Türkiye’deki konumundan söz
edebilir misiniz?
DHL, bir Deutsche Post DHL Grubu şirketidir. DHL, uluslararası hızlı hava taşımacılığı, deniz taşımacılığı, kara
ve demiryolu taşımacılığı, kontrat lojistik ve uluslararası posta hizmetleri alanlarındaki uzmanlığıyla müşterilerine taşımacılık çözümleri sunmaktadır. 220’den
fazla ülke ve bölgeyi kapsayan küresel ağı ve yaklaşık
275.000 çalışanı ile üstün hizmet kalitesi ve yerel tecrübesini birleştirerek müşterilerinin tedarik zinciri ihtiyaçlarını karşılamaktadır. DHL, sosyal sorumluluğunun
bilincinde bir şirket olarak; iklim korumayı desteklemekte, afet yönetimi ve eğitim konularında da önemli
çalışmalar yürütmektedir. Tüm hizmet ihtiyaçlarınızı
doğru bir şekilde karşılamak için DHL, Türkiye’de dört
uzmanlaşmış şirket ile faaliyet göstermektedir:
Son yıllarda tüm dünyayı etkisi altına alan küresel ısınmanın etkisiyle hızlı değişen mevsimsel koşullar günlük
hayatın yanı sıra ticareti de etkiliyor. Özellikle zorlu hava
koşullarında en çok aksayan sektör olan ulaşım ve lojistik hizmetlerinde krizlerle karşılaşmak olağanlaşıyor.
Tabii ki lojistik süreçlerinde planlanmamış değişiklikler
beraberinde yeni masrafları da gündeme getiriyor. Bu
bağlamda Kötü hava koşullarının yarattığı olumsuzluklar karşısında kriz yaşamadan lojistik süreçlerini nasıl
yönetmek gerektiğini ve olası durumlarda üretilen çözümleri konuşmak üzere, 220 ülkede faaliyet gösteren
dünyanın en yaygın şirketi olan DHL grubu şirketlerinden tedarik zinciri ve lojistik çözümleri şirketi olan DHL
Supply Chain’in Türkiye Pazarlama ve İletişim Müdürü
Seda Bi ile görüştük.
¼ DHL Express : Uluslararası Hızlı Hava Paket/Döküman Taşımacılığı
¼ DHL Supply Chain: Tedarik Zinciri Yönetimi Hizmetleri ( Depolama ve Yurtiçi Dağıtım)
yönetimi hizmetleri sunar. Ev teslimatı, gıda lojistiği,
hastane lojistiği ve LLP (Lider Lojistik Sağlayıcı) hizmetleri ile DHL’in küresel bilgi ve deneyimini, yerel tecrübesiyle birleştirerek “fark” yaratır. Müşterilerinin hayatını
kolaylaştırır.
¼ DHL Global Forwarding: Uluslararası Hava, Deniz, Demiryolu Yük Taşımacılığı
¼ DHL Freight: Uluslararası Karayolu Yük Taşımacılığı
DHL şirketler grubu içerisinde yer alan Supply Chain
şirketinin iş tanımından ve faaliyet gösterdiği alanlardan bahseder misiniz?
Peki siz DHL ailesine nasıl katıldınız?
İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi mezunuyum.
2010 senesinin Kasım ayından beri DHL Supply Chain
Türkiye’nin Pazarlama ve İletişim Müdürü görevini yürütüyorum.Daha önce 3M Türkiye’de farklı bölümlerde
pazarlama pozisyonlarında görev aldım.
Lojistik endüstrisinin dünya çapında pazar lideri DHL
grubu şirketlerinden DHL Supply Chain, DHL’nin tedarik zinciri ve lojistik çözümleri şirketidir ve 60 ülkede müşteri odaklı 140 binden fazla çalışanı ile hizmet
vermektedir. DHL Supply Chain Türkiye, DHL’in global gücünü kullanarak, tedarik zincirlerini yönetmek
için entegre çözümler üretir. DHL Supply Chain olarak
78
Türkiye’de 3000’den fazla çalışanımız ile 21 lokasyonda
ve 370.000 metrekareyi aşan depolama alanımızla toplam 7 sektörde faaliyet gösteriyoruz.
Türkiye ve Avrupa’da son yıllarda kış koşulları hayatı
zorlamakta. Turizmin yanı sıra taşımacılıkta mevsimsel değişikliklerden en fazla etkilenen sektör olarak
karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda zorlu hava koşulları
lojistik süreçlerini nasıl etkilemektedir?
Sağlık, teknoloji, perakende, tüketici ürünleri, otomotiv,
kimya ve sanayi sektörlerindeki uzmanlığı ile şirketlere
rekabet avantajı sağlayan DHL Supply Chain Türkiye,
müşterilerinin iş kolunun ihtiyaçlarına özel depolama,
dağıtım ve katma değerli hizmetler gibi tedarik zinciri
DHL Supply Chain Türkiye olarak tüm Türkiye’yi kapsayan dağıtım ağımız ile sağlık, teknoloji, perakende,
tüketici ürünleri, otomotiv, kimya ve sanayi gibi sektörlerdeki şirketlere hizmet sunuyoruz. DHL Supply Chain Türkiye olarak 2012 yılında dağıtım merkezi sayısını
79
8’den 13’e çıkardık. Zamanında ve hasarsız teslimat,
kısa sürede araç ihtiyacına cevap verebilme gibi hizmetlerimizle müşterilerimizin operasyonlarını gelişmiş
dağıtım altyapımızla ve tüm Türkiye’de parsiyel, FTL,
ekspres, soğuk zincir gibi farklılaştırılmış yurtiçi dağıtım hizmetlerimizle destekliyoruz.
Zorlu hava koşulları lojistik süreçleri olumsuz yönde
etkileyebilir, önreğin gecikmelere neden olabilir.Ülkemizin karayolu altyapısı her yıl iyileştiriliyor. Bu nedenle
önceki yıllara oranla bu zorlu hava koşullarını daha rahat atlattığımızı söyleyebilirim. Ayrıca DHL’nin her türlü
beklenmedik şartlar oluştuğu zaman yürürlüğe koyduğu acil durum prosedürü mevcuttur. Bu prosedür kapsamında örneğin bahsettiğiniz gibi kötü hava koşulları
nedeni ile operasyonumuzu engelleyen bir durum oluşursa, bu durumun içeriğine göre kimin ne yapması
gerektiğini açıklayan acil durum planı devreye alınıyor.
Biz her zaman çalışanlarımızın iş güvenliğini ve sağlığını koruyarak müşterilerimiz için en verimli ve hızlı
çözümü geliştirip, uyguluyoruz.
Özellikle İstanbul’da kar yağdığı zaman hayat durma
noktasına geliyor ve ticaret yapan firmalar da olumsuz hava koşullarından ciddi anlamda etkileniyor.
Sizin işbirliği içerisinde olduğunuz ülkelerde hava koşulları nakliyeyi etkiliyor mu?
Bugüne kadar kötü hava koşullarında yaşadığınız bir
sorun oldu mu? Varsa eğer bu krizi nasıl yönettiniz?
Bizim faaliyet gösterdiğimiz diğer ülkelerde ve şehirlerde olduğu gibi İstanbul’da yaşanan kötü hava koşulları tabii ticareti olumsuz etkileyebiliyor. Bu kapsamda
özellikle kötü hava şartlarının sıkça yaşandığı yerlerdeki uygulamaları inceleyip ülkemize bu uygulamaları
uyarlamaya çalışıyoruz.
Spesifik bir örnek veremeyeceğim.
Siz bu tip durumlarda bir kriz masası oluşturuyor musunuz? Aldığınız önlemler nelerdir?
Yukarıda da bahsettiğim gibi her lokasyon ve operasyon bazında önceden hazırlanan acil durum planlarımız var. Bu plan kapsamında kontrol masasının nasıl
oluşacağı, kimlerin katılacağı ve hangi aksiyonların alınacağı ve zamanlamaları belli. Bazı acil durumlar için
düzenli provalar organize ediyoruz, böylece her an beklenmedik durumlar karşısında hazırlıklı oluyoruz.
Kötü hava şartları nedeniyle oluşabilecek can ve mal
kaybıyla karşılaştığınızda bu durumun tazmini karşısında neler yapıyorsunuz?
Son olarak lojistik süreçleriyle ilgili eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Dünyanın bir numaralı tedarik zinciri yönetimi şirketi
olan DHL Supply Chain, olarak müşterilerimizin öncelikli ihtiyaçlarına esnek çözümler sunabilmek için, sektörel
ve tedarik zinciri yönetimi alanındaki uzmanlığımızdan,
yerel bilgi birikiminden ve DHL’in global gücünden faydalanıyor ve tedarik zincirinin her aşamasında sektöre
özel çözümler sunuyoruz.
Bugün iş ortaklarımıza İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirler dışında Antalya, Adana, Kayseri, Konya gibi
önemli lojistik durakları gibi toplam 14 şehirde bulunan
aktarma platformlarımız ile Türkiye’nin 81 ilini kapsayacak şekilde dağıtım hizmetleri sunuyoruz.
Tek amacımız müşterilerimize değer katmak ve onların
hayatını kolaylaştırmak.
Şirket politikamız gereği bu soruyu cevaplayamıyorum.
80
81
Latife Tekin : “İyi Bir Kitapla Zihnimiz Mutlu Bir
Sonsuzluğa Gider”
Röportaj: Yrd. Doç.Dr. Pınar Seden Meral
Latife hanım, İlk kitabınız Sevgili Arsız Ölüm’ü 1983
yılında yayınladınız. Bu kitabınız bütün yazarlar tarafından her zaman Türk Edebiyatının en sevilen ve
en beğenilen eserleri arasında ilk onda. Bize yazarlığa
nasıl başladığınızı ve bu eserinizi anlatır mısınız?
Yazmaya şiirle başladım ama bizim kuşağımız neredeyse çocuk yaşta politize
oldu ve ben de politik mücadele içinde
buldum kendimi, şiir yazmayı bıraktım
o arada. Fakat 12 Eylül’e doğru içimde
tekrar yazma isteği uyandı, diyordum
ki, “eğer ileride devrim yaparsak ben romancı olacağım, benden hayır gelmez
size” Sonra darbe oldu, darbeden hemen
sonra yazmaya başladım, 12 Eylül öncesi arkadaşlarla toplandığımızda ben hep
anlatırdım ve herhalde onların tepkilerini
de ölçüyordum, kitapta herkesin hoşuna
giden bir mizah duygusu var, anlatarak
sınıyordum kendimi. Sonra yazmaya başladım ve çok kısa zamanda yazıp bitirdim.
O dönemde kendimiz, kuşağımız için çok
güçlü bir şey yapmamız gerekiyordu,
kendimizi ayakta tutabilmek için. Benim
için o roman oldu yani edebiyat oldu.
Peki, bir yazar olarak nasıl bir yazarsınız? Yani her yazarın kendine göre
alışkanlıkları var; kağıt mı kullanırsınız
yoksa daktilonuz mu vardır, bilgisayar
mı kullanırsınız? Kendinizi evinize kapatır mısınız ya da her yerde yazabilir
misiniz?
Ben uzun süre yazacağım kitabın hayalini kuruyorum, notlar alarak ilerleyen
biri değilim. Sonuna kadar hayal ederim,
kurarım kafamda, düşünürüm, kalbimi
kitabın duygusuna açarım… Başlarda
sadece bir imgesi vardır, bu imgeye yakınlaşmaya çalışırım, onu görünür hale getirmeye çalışırım. Yazmak
istediğim şeyle ilgili zihnimde ışımalar olur, dilime sözcükler doğar, işte kalbim çarpar falan böyle bir duygu
birikmesi. Sonra işte bir taşma noktasında yazmaya
başlarım. Duygular yüklenip düşüncelere kapılarak dolarım dolarım bir an gelir, zihnim bana ilk cümleyi söyler
sonra yazmaya başlarım. Daha çok yatakta yazıyorum,
gündüzün gerçeği bastırmadan, uykuyla uyanıklık arasında, yatakta dönerek yazarım. Ama tabi şimdi artık
korkuyorum uzun süre hareketsiz kalıyorum böyle yaz-
Latife Tekin
Sanırım pek az insan, çocukluğunda kendini hayal ettiği
yerde ve hayal ettiği işi yaparken bulabilir. Türk edebiyatının en önemli romancılarından biri olan Latife Tekin,
bir söyleşisinde ilkokul bitirme sınavlarında kendisine
“Ne olacaksın ilerde?” diye sorulduğunda, “Yazar olacağım,” yanıtını verdiğini ifade eder. Yazarlık serüvenine
1983 yılında Sevgili Arsız Ölüm adlı eseri ile başlayan
ve bugüne dek sekiz romana imza atan Latife Tekin ile
söyleştik.
82
dığım için, o yüzden arada bir bahçede dolanırım sonra gelir yatağın içine girerim. Öyle kalabalıklar içinde
yazamam , yoğunlaşamam çünkü, kendi iç sesimin
müziğini duyarak yazmak isterim. Dışarıdan bir ses
gelse, ritmik ses rahatsız eder beni. Kuşların cıvıltısı,
insanların mırıltısı değil de hani öyle ritmik şeyler rahatsız eder. Çok sigara içiyorum en korkutucu yanı bu.
Diğer zamanlarda sigara içmediğim halde. Doğrudan
bilgisayara yazamıyorum çok uzun yıllar daktiloyla
yazdım. Bilgisayarı yabancıladım önceleri, zamanla
alıştım. Tabii büyük kolaylık. Bazen daktilo tıkırtısını özlüyorum. Saman kağıtlara yazardım önceleri, o
kağıdın kokusunu, rengini özlüyorum. Her şeyi önceden planlayan bir yazar değilim, hani kahramanların
hikayesi öyle yürüyecek böyle yürüyecek. Şöyle düşünürüm, onlar benim aracılığımla var olmak istiyorlar,
sözcükler yoluyla hissedilir olmak, okunmak istiyorlar,
onların arzusuna bırakmalıyım kendimi... Kahramanlarını yönetmek isteyen zorba bir yazar değilim… Roman
Kahramanlarına karşı özgürleştirici bir yazar…
En son sizin hakkınızda yazılan bir kitap var, Şeref Nur
Atik’in kitabı, okuma fırsatım olmadı fakat arka kapağı
çok fazla dikkatimi çekti. Sizin oradaki bir sözünüzü de
çok dikkat çekici buldum. Diyordunuz ki “iyi roman, iyi
şiir, iyi resim insan kalabalığından kurtulmuş evrenin
sonsuzluğuna eklenebilecek, dağların, kuşların, masum insanların dünyasına katılabilecek bir şeydir, öyle
olmalıdır”.
Biraz açıklar mısınız?
Ne hissettin peki sen bunu okuduğunda?
Zihnimde bir imge belirdi, onu çok net olarak söyleyebilirim. Beyaz dalın ucunda cıvıldayan bir kuş. Net
olarak buydu. O yüzden çokta hoşuma gitti. Bu sözün
devamında da bir şey yazmışsınız ama bu kısmı çok
hoşuma gitti. Ben de gerçekten şunu düşündüm, ben
roman okumayı, güzel demlenmiş bir romanı okumayı çok severim. Böyle bir kitap okuduğumda da böyle
bir hissin uyandığını hissettim bu cümleyi okuduktan
sonra. Sizin ağzınızdan dinlersek daha hoş olur diye
düşünüyorum.
Zorba Bir Yazar Değilim
Bu romandaki duygu ve karakterleri nasıl besliyorsunuz?
Yani iyi bir kitap okuduğumuzda, iyi bir resme baktığımızda sessizlik çöker üstümüze. İyi bir sanatçı, sonunda yarattığı eserin sessizliğe ekleneceğini bilir, yani
burada sessizlik, sonsuzluk anlamında artık, her şeyin
ahengine katılacak, o ahenkte eriyecek bir şey yaratma
arzusuyla işine koyulur demek istiyorum, güzel bir resim, iyi bir roman gürültüyü çoğaltmaz, ağaçlar, dağlar
gibi susar. Ve o güzel kitaplar bizi öyle bir yere götürür ki, zihnimiz durulur… Günlük hayatın gürültüsüne
karmaşasına değil; oradan alıp bizi kuş cıvıltılarının çoğalttığı sessizliğe ulaştırır, dağların doruklarına ermiş
gibi hissederiz kendimizi. O yüzden ben şunu söylerim
hep, iyi bir kitabı elinize alıp okumaya başladığınızda
bakışlarınız göğe doğru çekilir, gözleriniz dünya dışı bir
şeyleri görüyormuş gibi parlar. Kitabı alıyoruz, okuyoruz, bırakıyoruz sonra ne kalıyor bize. Okuduklarımızı
unutuveririz aslında. Sözcükleri hatırlamayız; bir duygu, bir imge kalır geriye. İşte o duygu sonsuzluk duygusuna eştir. Günlük hayatın karmaşasından gürültüden
uzakta, yükseklerde parlayan yıldızların imgesi… İyi
bir yazar sözcükleri öyle kullanır ki, sözcükleri sözcük olmaktan, bizi biz olmaktan kurtarır, ben yazdıkça
sessizleştim mesela, yazma sürem uzadı, kafamın
içindeki gürültü de, yani ilk zamanlarda korkunç acılı
çatışmalı bir yazma süreciydi, hafifledi zamanla. Tabi
ki çarpan bir imgeyle, silik bir duyguyla yola çıkıp bir roman yazmaya kalkışmak, zorlu bir macera…
Duygu olarak, imge olarak geliyor. Yani şimdi bir şey
yazacağım, önce başladım ama sonra yarım bıraktım. Emin olamadım çünkü daha çok düşünmem,
hayal etmem gerekiyordu. Zihnimiz nerede acaba,
hiç susmuyor, biriktiriyor, soru soruyor, çarpıyor, bölüyor. Onun içine ne kadar çok şey atarsan, his, duygu,
düşünce, fikir onu sonsuz defa çarpar böler müziğini
bulur. Aslında biz zihni farkında olmadan böyle kullanırız. Benim yaptığım zihnimle bir çeşit farkındalık
oyunu gibi bir şey, zihnimi serbest bırakırım yani. Bir
şey yazacaktım, bekledim, tekrar düşündüm, havasını
soluyabileyim, müziğini besteleyebileyim, duygusunu
tam hissedebileyim diye. Hikayeyi biliyorum ama tam
olarak nasıl yazacağımı bilmiyorum, hayal ettikçe düşündükçe oluşacak… Romanın uzun zaman alacağını
biliyorum sadece. Sabırsızlığa gelmez. Aceleci bir yazar değilim, bu sene bir roman, seneye bir roman daha
yazayım filan. Araya zaman girsin, bir önceki romanımın havasından sıyrılayım ki, tekrar aynı şeyleri yazmayayım... Diyelim ki unutmak konusunda yazacağım;
unutmakla ilgi bir roman yazacağım diye başlıyorum o
kadar. Hayal ede ede şöyle mi yazsam, böyle mi yazsam, o konu hakkında okuyorum, düşünüyorum, öyle
yani. Ama yazma sürecinde kopmamaya çalışıyorum,
eserek yazıyorum, esmeli bir halde yazıyorum.
83
Eskiden Çocuk ve Genç Edebiyatı Yoktu
Peki günümüzde gençlerin çok az okuduğundan şikayet ediyoruz. Akıllı telefonlar sebebi ile yazma eylemimiz de üç beş kelime ile sınırlandı ama halen yazar olmak isteyen, yazmaktan haz alan gençler var,
onlara ne önerirsiniz? İmkanlar belki sizin döneminize
göre arttı diye biliriz, kendi kitaplarını basabilirler ama
günümüzde yazma eğilimi de konuşmamızın uzantısı gibi duygudan arınmış gibi, sadece sözcükler ve
eylemlerin sözcüğe dökülmesi gibi görünüyor. Siz ne
düşünüyorsunuz?
Türk toplumu az ya da hiç okuma alışkanlığı edinmiş
bir toplum. Evinde kütüphanesi, bir kitabı dahi olmayan bir kesim var. Bu gençlere belirli bir yaştan sonra
okuma alışkanlığı kazandırabilmek mümkün mü?
Ben oğlumu, kızımı büyütürken Türkçe çocuk kitabı bulamıyordum, Pıtırcık serisi vardı, Küçük prens… Hep aynı
şeyleri oku, oku… Gençlik edebiyatı yoktu; şimdi var ama
diyebiliriz, bir ev içinde annenin babanın okuyup okumaması, çocuğuna kitap okuma-okutma çabası önemlidir. Bizim zamanımızda çok sınırlı sayıda anaokulu
vardı, ilkokulda da resim, müzik, okuma derslerine pek
önem verilmiyordu; bugün okullarda öğrenciler yazarlarla sohbet edebiliyorlar… Yani
öğretmenler, okul yöneticileri, yazarlar bu konuda ciddi
biçimde çaba sarf ediyorlar,
ama çocuklar, gençler fazla
da zorlamaya gelmez…
Şöyle düşünüyorum, insan dediğimiz canlılık halinin bir
sanatçı damarı var, o damar da melankolik bir damar, o
damar dünya kurulalı beri var, ve hep var olacak, endişem
yok bu konuda, formlar değişiyor, farklı biçimler alıyor….
yor, çevirmenler geliyor, tarihçiler geliyor, beyin üstüne
çalışanlar geliyor. 450 kişilik bir anfitiyatromuz, sanat
atölyelerimiz var, gelenekselleşmiş atölyelerimizin yanı
sıra, her yıl yeni bir tema belirleyip farklı disiplinlerden
ustaları bahçemizde katılımcılarla buluşturuyoruz, ama
sadece kitap okumak için gelen konuklarımız da oluyor,
roman yazmak için sessiz bir çalışma mekanı arayanlar,
dünyanın çeşitli ülkelerinden fotoğrafçılar, müzisyenler,
şairler…
edecek kişilerle gelebilirler, ama büyüklerin çalışmalarını izlemek onlar için sıkıcı olabilir tabi ki. Bazı zamanlar
çocuklara, gençlere yönelik atölyeler de yaptığımız oluyor, projeler oluyor, ayrıca yaşlı insanlar için de zorlayıcı
bir mekân, inişli çıkışlı, merdivenli, çocuklar ve yaşlılar
geldiğinde Akademide herkes seferber olur…
Her yaş grubundan bireylere hitap ediyor mu?
Gümüşlük Akademisi, alanında ustalaşmış insanlar için
tasarlanmış bir yer, yani oraya gelirken hocalar veya katılımcılar bazen çocuklarını da getirirler. Yanlarında denetleyecek büyükler yoksa küçük çocuklar için güvenli
bir yer sayılmaz pek, büyükçe bir göletimiz, göletimiz
de kurbağalarımız, su yılanlarımız var, nilüferlerimiz ve
su sümbüllerimiz de var tabii. Bahçemiz aynı zamanda
bir su bahçesi… Çocuklar aileleriyle ya da onları kontrol
Son olarak, Gümüşlükteki
akademinizden bahsedelim
istiyorum, bu önemli bir gelişme. Neler yapıyorsunuz,
fikir ortaya nasıl çıktı, ne
gibi projeleriniz var?
Gümüşlük Akademisi bir
vakıf, 15 yıldır Vakfın bahçesindeyim ben de, orada
yaşıyorum. Bağışlanmış bir
arazinin üzerinde kurulmuş
edebiyat - sanat atölyelerimiz var ve konuklar için konuk odalarımız var.
Aynı zamanda bilim insanlarına da açık bir bahçe. Sanat,
kültür, ekoloji ve bilimsel araştırma merkezi vakfı. Profesyonellerin, farklı alanlardan ustaların bir araya gelip
doğa içinde ayaklarını toprağa basarak tartışacakları
çalışacakları düşüncelerini paylaşacakları bir yer olsun
diye hayal edilerek kurulmuş bir vakıf. Bahçemizde çok
çeşitli etkinlikler yapıyoruz, tamamen bağımsız bir ortam ve mimarisi bile öyle kendi kendine ayakta kalabilsin diye tasarlanmış. Projelerimiz olmadığı zamanlarda
odalarımızı kiraya vererek, yemekli buluşmalar gibi çeşitli etkinlikler düzenleyerek temel giderlerimizi karşılamaya çalışıyoruz, edebiyat evine bağlı yaratıcı yazarlık
atölyeleri yapıyoruz, edebiyatçılar geliyor, fizikçiler geli-
Yani şimdi gençler okumuyorlar ama biliyorum ki, daha
doğrusu hissediyorum bunu, edebiyat üniversitelerde
bir uzmanlık alanı olacak, felsefenin başına gelen edebiyatın da başına gelecek, gelebilir… Gençlerin şimdi bu
kadar enerjisi ve heyecanı var, yani o ifadesini şöyle ya
da böyle bulacak, endişelenmemek lazım. Edebiyat, sinema, dans, müzik gibi formlar iç içe girmeye başladı,
yeni ifade biçimleri oluşacak…
84
85
2012 Yılında Yolumuzu Aydınlatan Kitaplar
Yrd. Doç. Dr. Pınar Seden Meral
Çocukluktan gençliğe geçiş döneminde ben hayatı kitaplardaki benzersiz dünyaları hayal ederek anlamaya
çalışanlardanım. Kimileri için bu gerçeğin yerine gölgesini koymak olsa da, asla yaşayamayacağım yaşamlara
tanık olmak, kendimi o kahramanlardan birinin yerine
koymak düşünsel ve duygusal dünyamı hiç olmayacak
ölçüde zenginleştirdi ve geliştirdi. Bir Çin atasözü der
ki “Kitaplar insanların yolunu aydınlatır”. Bu özlü söze
tüm kalbimle inanarak, sizler için 2012 yılında yolumuzu aydınlatan kitaplardan küçük bir seçki sunmak isterim.1 Yolunuz aydın olsun!
mektup açacağıyla öldürülmüş bir tarih profesörü... Bir
aşk cinayeti mi? Yoksa kökleri “Ulu Hakan”ın şüpheli ölümüne uzanan bir entrika mı? Osmanlı devletinin
bir imparatorluğa dönüştüğü o zaferler ve ihanetlerle
dolu günlere yapılan sıradışı bir yolculuk. Ve bu heyecan verici yolculuk boyunca kulaklardan eksik olmayan
o kadim soru: Tarih, geçmişte yaşananlar mıdır, yoksa
tarihçilerin anlattıkları mı?
Yedinci Gün - İhsan Oktay Anar (İletişim Yayınevi)
Çizgilerin kürelere, zamanın sonsuzluğa, sonsuzlukların da hayâllere dönüştüğü bir hikâyedir bu. Sıradan
insanların sıra dışılığı, bilinen hikâyelerin düşlere dönüşümü, zaafların asîlleşmesi, erdemlerin ardındaki
günâhkârlık tüm içtenliğiyle akacak zihinlere. İnsan
olmanın en zayıf ve en yüce yanları, bir hikâyenin dokunuşuyla bir kez daha bilinebilir olacak. İhsan Oktay
Anar, bu yeni düşüyle sizleri bir kez daha şaşırtacak.
Çizgilerde değil kürelerde gezinecek, bilinen zamanların bilinmeyen anlarına yolculuk edeceksiniz. Alışık olmadığınız bu dünyanın kapısından girdiğinizde âşinalık
hissedecek, sadeliğin ihtişâmına teslim olmanın rahatlığıyla kendinizi akışta yolculuk ederken bulacaksınız.
“...Ve Sultan Mehmed Han. Mehmed Han oğlu Murad Han
oğlu Fatih Sultan Mehmed Han. İki karanın ve iki denizin
hâkimi. Allah’ın yeryüzündeki gölgesi. Kostantiniyye’yi
zapt eden padişah. Roma İmparatorluğu’nun doğal
varisi, farklı dinlerden, farklı dillerden, farklı ırklardan
yepyeni bir millet yaratma aşkıyla yanıp tutuşan kudretli hükümdar. Uçsuz bucaksız ovalarda at koşturan ordular. Kılıç sesleri, savaş naraları, korku çığlıkları. Ardı
ardına düşen şehirler, ardı ardına yıkılan devletler, ardı
ardına el değiştiren kaleler. Kırk dokuz yaşında dünyaya
nam salmış bir hükümdar. Ve değişmez kader. Akşama
kavuşan gün. Ecel şerbetini içen insan. Ve Fatih Sultan Mehmed’in şüpheli ölümü. Ve onun iki şehzadesi.
İkiye bölünen saray, ikiye bölünen devlet, hiçbir şeyden
haberi olmayan bir halk. Ve iki şehzadenin kanlı boğazlaşması sürerken saray odasında unutulan Fatih Sultan
Mehmed Han’ın cansız bedeni...”
“Çıplak Deniz Çıplak Ada”, Yaşar Kemalin yerlerinden
edilen insanların Egede bir adada yeni bir yaşam kurma çabalarının destansı öyküsü Bir Ada Hikâyesinin
dördüncü ve son kitabı. Dörtlünün bu son romanında,
geçmişin yaraları kapanmaya yüz tutmuş ama izleri kalmıştır... Ağaefendiyle Melek Hatun, Poyrazla Zehra, Ali
Hüseyinle Nesibe muradına erecektir; Lena Ananın hasretle yollarını beklediği kayıp oğulları da geri dönmüştür
ama balıkçıların reisi Hıristonun başına beklenmedik bir
olay gelir.
Ahmet Ümit, kusursuz bir kurguyla ele aldığı bu cinayetaşk-tarih örgüsünde edebiyat okurlarının gözündeki ayrıcalıklı yerini bir kez daha sağlamlaştırıyor.
Tren raylarında bulunan, hafızasını yitirmiş bir adam…
Aynı yerde, bir bakım çukurunda çırılçıplak bir ceset...
Ve olay üzerine polis tarafından çağrılan psikiyatr Mathias Freire… Polis, hafızasını yitirmiş adamı sorgulamak
isterken, Mathias kendisinde de aynı kişilik hastalığı olduğunu fark eder. Acaba aranan seri katil kendisi midir?
Sisle Gelen Yolcu - Jean-Christophe Grange (Doğan
Kitap)
Çıplak Deniz Çıplak Ada - Yaşar Kemal (Yapı Kredi
Yayınları)
Yaşar Kemalin “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana” romanı
ile başlayan, “Karıncanın Su İçtiği” ve “Tanyeri Horozları”
kitaplarıyla devam eden
Bir Ada Hikayesi dörtlemesi, son kitabı “Çıplak
Deniz Çıplak Ada” ile tamamlandı.
Bir Ada Hikâyesi dörtlüsü,
savaşlardan, kırımlardan,
sürgünlerden arta kalan
insanların, Yunanistana
gönderilen Rumların boşalttığı bir adada yeni bir
yaşam kurma çabalarını
konu alır. Umut romanın
başkahramanıdır.
Sultanı Öldürmek – Ahmet Ümit (Everest Yayınları)
“Biri, sizi cinayet işlemekle suçladığında deliller bulur,
tanıklar gösterir, bunun bir iftira olduğunu kanıtlamaya
çalışırsınız, ama sizi itham eden kişi bizzat kendinizseniz, ne yaparsınız?”
Ahmet Ümit’in romanı Sultanı Öldürmek bu satırlarla başlıyor. Yıllardır aynı kadını bekleyen bir tarihçinin
hikâyesi bu. Şahane bir aşk için harcanmış bir ömrün hikâyesi... Serhazinlerin son temsilcisi Müştak
Serhazin’in başından geçen dört günlük tuhaf bir serüven. Sapında Fatih Sultan Mehmed’in tuğrası bulunan
Sadece Fransa’da 300 binden fazla satan ve şimdiden
10 dile çevrilen Sisle Gelen Yolcu, tüm romanlarında
ısrarla “kötülük”ün kaynağını arayan Jean-Christophe
Grangé’nin kurduğu kabus dolu bir labirent. Grangé, romanını tasarlamak için her romanında olduğu gibi bu
romanında da titiz bir araştırma süreci yaşamış. Bir psikiyatri hastanesinde bir süre kalmış ve hastalarla uzun
sohbetler etmiş. Marsilya’daki evsizlerin arasına, heyecan
verici tasvirlerle anlattığı tekinsiz bir dünyaya dalmış.
Dörtleme hem bir Yaşar Kemal klasiğidir hem de diliyle,
yarattığı kişilerle, yarattığı doğayla Yaşar Kemalin romancılığında önemli bir yeniliği işaret eder. Yaşar Kemal, mitos yaratıcısıdır... Ağıtların diliyle, kendi özgün dilini (hiçbir
yazara benzemez ve asla taklit edilemez) harmanlamış,
çeviride bile yitmeyen anlatısını kurmuştur. Bu dörtlüyse,
tarihle destanların kaynaşmasıdır. Yaşar Kemal tarihi roman yazmaz bu dörtlüde, bir tarih var eder.
1
Bu kitap listesi internet üzerinden satış yapan www.dr.com, www.
ideefixe.com, www.kitapyurdu.com, www.ilknokta.com sitelerindeki
satışlar baz alınarak hazırlanmış olup, kitaplarla ilgili bilgiler de yine bu
sitelerden ve www.dogankitap.com sitesinden derlenmiştir.
86
87
Romanın ana karakterini bu araştırmalar sonucunda yaratmış Grangé. Mathias Freire, Bordeaux’da işi dışında
özel bir hayatı olmayan, bir ihtisas hastanesinde görev
yapan genç bir psikiyatr. Nöbetçi olduğu bir gece, tren
raylarında bulunan, hafızasını yitirmiş bir adam getirilir
hastaneye. Ertesi gün ise bölgede bir ceset bulunur. Cesedi bulunan kişi genç bir uyuşturucu bağımlısıdır ve vücudunda hiçbir darp izi yoktur. Mathias hastasıyla özel
olarak ilgilenir. Yaptığı hipnoz sonucu hastası, geçmişiyle ilgili bazı bilgileri hatırlar. Ancak doktorun araştırmaları, hastasının verdiği bilgilerin tamamen düzmece
olduğunu gösterir. Mathias, adamın psişik bir kaçış içinde olduğu, büyük bir travmadan sonra esas benliğinden
kurtulmaya çalıştığı ve bu yüzden bilinçsizce yeni bir
kimlik yarattığı görüşündedir. Ancak an gelir, kendisinin
de, hastası gibi psişik bir kaçış yaşadığını keşfeder ve
asıl kimliğini bulmaya karar verir. Mathias’da da hafıza
kaybı vardır; kendine geldiği zamanlarda, başka bir kişiliktir. Ve “bavulsuz yolcu” olarak, kendi geçmişini araştırmak üzere yola düşer.
gibi önünde durduğum “Kürk Mantolu Madonna”yı seyre
dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum.”
Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç
pişman olmayacağımızı biliriz. Yapıtlarında insanların
görünmeyen yüzlerini ortaya çıkaran Sabahattin Ali, bu
kitabında güçlü bir tutkunun resmini çiziyor. Düzenin
sildiği kişiliklere, yaşamın uçuculuğuna ve aşkın olanaksızlığına dair, yanıtlanması zor sorular soruyor.
Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer - Laurent Gounelle
(Pegasus Yayınları)
Bir düşünün. İntihar etmek üzeresiniz. Bir adam hayatınızı kurtarıyor, ama karşılığında sizinle bir anlaşma
yapıyor. Bundan sonra o ne söylerse sorgusuz sualsiz
yapacaksınız. Kendi iyiliğiniz için... Çaresiz, kabul ediyorsunuz ve hayatınızın iplerini tıpkı bir kukla gibi başkasının ellerine bırakıyorsunuz. Ve hayatınız eskisinden
çok daha güzel oluyor. Yine de şüpheleriniz var: Bu
adam aslında kim? Çevresindeki gizemli kişilerin sırrı
ne? Sizden aslında ne istiyor?
Kürk Mantolu Madonna – Sabahattin Ali (Yapı Kredi
Yayınları)
Od – İskender Pala (Kapı Yayınları)
Ve Türk yurtlarında, onu en çok “Bizim Yunus” diye
çağırırlar.
Her yazdığı romanla yüz binlerin kalbini feth eden İskender Pala yeni romanı OD ile yeniden okurlarını selamlıyor.
Od bir Yunus Emre romanı. Gök kubbemizin her zaman
parlayan ve hep çok sevilen, şiirleri gönülden gönüle dolup dilden dile dolaşan Yunus Emre, bu kez ODun ana
kahramanı. İskender Palanın ilim ve kültür adamı olmasının yanında, yazar kişiliğinin imbiğinden geçirilerek
aşkın tahtına bir kez daha oturtuluyor. 13. yüzyılın her
bakımdan kavruk ve yanıp yıkılan ortamına Yunus Emrenin gelişi tarihi atmosfer içerisinde hakiki anlamına
kavuşturuluyor. Yıkıntılar ve yangınlar içinden bir gönül
ve bir insanlık anıtının inşa edilişi cümle cümle anlatıyor
ve elbette kalbe dokuna dokuna yol alıyor. Romanın her
sayfasında Yunusun hamlıktan saflığa geçişi okunuyor.
Biliyorum…
Ten fânidir, can ölmez
Çün, gitti geri gelmez
Ölür ise ten ölür
Canlar ölesi değil
Doğu’dan Uzakta - Amin Maalouf (Yapı Kredi Yayınları)
Geçmiş... bıraktığın yerde mi hâlâ?
Amin Maalouftan unutulmayacak bir “eve dönüş” romanı Amin Maaloufun merakla beklenen yeni romanı
Doğudan Uzakta, kaderin ve tarihin acımasızlığında terk
ettikleri yurtlarına dönen bir grup arkadaşın hikâyesini
anlatıyor.
Doğudan Uzakta, bir yüzleşmenin romanı: Gençliklerinin
en güzel dönemlerini bir arada geçiren, ülkelerinde patlak veren iç savaştan sonra farklı yerlere dağılan ve yıllar
sonra, eski arkadaşlarından birinin cenazesi için tekrar
ülkelerine dönen bir grup arkadaş... Açıkça belirtilmese
de Lübnan İç Savaşının getirdiği yıkımlara ve Ortadoğu
coğrafyasının kültürel, tarihsel ve toplumsal sorunlarına dair çok çarpıcı gözlemlere de yer veren Doğudan
Uzakta’da Maalouf, yine en iyi bildiği şeyi yapıyor: Doğuyu anlatıyor.
“Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük
bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı
zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış
Biliyorum,
“Biz bu ilden gider olduk, kalanlara selam olsun,”
demişti…
Yine Biliyorum,
“Bizim için hayır dua kılanlara selam olsun.” Demişti…
Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer, kendi kendimize
koyduğumuz engelleri, korkularımızı ve önyargılarımızı
nasıl aşacağımızın, kaderimiz sandığımız mutsuz bir
yaşamı, bizi mutluluğa götüren bir yolculuğa nasıl dönüştüreceğimizin hikâyesi.
88
Ve Sevgiliye gittiği o geceden sonra adının dilden dile,
Aşkının gönülden gönüle dolaştığını da biliyorum…
Şimdilerde ona kimisi Âşık Yunus, Miskin Yunus…
Derviş Yunus…Varsın onu da desinler.
89
Çağlar Boyu Takvim
Dr. Selçuk Tuzcuoğlu
Takvimlerde hesap birimi olarak kullanılan gün, hafta,
ay ve yıl gibi değerlerin büyüklüğünün saptanması da
hep bir sorun olarak toplumların karşısına çıkmıştır.
Gün; doğal zaman birimidir. Tartışmasız olarak güneşin
doğuşu ile batışı arasında yeralan süre diye tanımlanır.
7 günlük zaman biriminin hafta olarak tanımlanması
Babilliler döneminde olmuştur. Ondan önceleri Mısırlılar, Çinliler ve Yunanlılar günleri onar onar (decades sistemi) sayarlardı. Türkçe’ de kullandığımız HAFTA kelimesi, farsça YEDI anlamına gelen HEFTE’ den türetilmiştir.
Haftanın 7 günden oluşmasının sebebi, ilk çağda bilinen
7 gezegene, uğurlu sayılan 7 rakamına ve ayın hareketinin 4 evresinin sürelerinin, en yakın tam günü sayısı olan
Bahçeşehir Üniversitesi
uzunluğuna (29,5 gün / 4 = 7,375) bağlanmaktadır. Ay,
dünyanın uydusu ve ilk çağlarda ilk tespit edilen gök cismi olan ayın dünya etrafındaki dönme süresinden yola
çıkılarak (29,53 gün) bulunan bir hesap birimidir.
Haftanın günleri ilk çağlarda bilinen gök cisimlerinden
yola çıkılarak tanımlanmıştır. Pazartesi; Ay Tanrısı Lunae’ nin günüdür (Monday, Lundi !), Salı; aynı zamanda Savaş Tanrısı’ nın da ismi olan Mars’ ın günüdür.
Çarşamba; Merkür’ ün, Perşembe; Jüpiter’ in, Cuma;
Venüs’ ün, Cumartesi; Satürn’ ün (Saturday !), Pazar
da Güneş’ in (Sonntag, Sunday !) günüdür. Pazar günü,
daha sonradan kilisenin baskısıyla Tanrının Günü (Dies
Dominica) olarak tanımlanmıştır.
Tarih boyunca bütün medeniyetler, hem gündelik hayat ile dini faaliyetleri düzenlemek hem de yaşanan
olayları tarihlendirerek kaydetmek amacıyla, bir zaman
dilimleri sistemi geliştirme ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu
ihtiyaç ile ortaya çıkan takvim kavramı, güneşin ya da
ayın dünya etrafında dönmesi gibi astronomik olayları
temel alan bir sistemdir. Tarihte bilinen ilk takvimi M.Ö.
4. binyıldan itibaren Mısırlılar kullanmışlardır. Daha
sonraki dönemlerde Babilliler, Eski Yunanlılar, Mayalar,
Aztekler ve Romalılar bugünküne çok benzer takvimler
geliştirerek kullanmışlardır. Bugün takvim kavramının
birçok batı dillerindeki karşılığı olan kelime, latince
CALENDARIUM’dan gelir ve HESAP DEFTERI anlamındadır. Romalılar’ da faizlerin ödendiği ayın ilk günü CALENDAE adını alırdı.
Haftanın günleri için bugün Türkçe’ de kullandığımız
kelimelerin kökeni ise arapça ve farsçadır.
¼ Pazar; farsça alışveriş yeri anlamına gelen BA-ZAR’
dan türetilmiştir.
¼ Salı, arapça ÜÇÜNCÜ anlamına gelen SALIS’ den türetilmiştir.
¼ Çarşamba; farsça DÖRDÜNCÜ GÜN (Çehar Şenbih),
¼ Perşembe; farsça BEŞINCI GÜN (Penç Şenbih) anlamına gelmektedir.
90
¼ Cuma; arapça TOPLANMA anlamına gelen ve inananların camide toplanmasını hatırlatan CEM’ den türetilmiştir.
Bugün kullandığımız Gregoryen Takvimi’ nin temelleri
ise Roma Takvimi’ ne dayanmaktadır. Başlangıçta 10
ay ve 304 olarak belirlenen Roma takvimi, M.Ö. 6. ve 7.
yüzyılda yapılan düzeltmeler ile ortalama 366 günlük bir
takvim haline gelmiştir. M. Ö. 46 yılında Imparator Julius
Sezar’ın emriyle Mısırlı astronomi bilgini Sosigenes’ in
hazırladığı ve bir yılın tam 365,25 gün olduğu varsayımına dayanan takvime JÜLYEN TAKVIMI adı verildi. 6 ayın
30, 6 ayın da 31 gün olduğu bu takvimde, 366’ ya ulaşan
gün sayısını 365’ e indirebilmek için Roma takviminin
son ayı olan Şubat’ tan 1 gün indirilmiştir. Ayrıca Sezar,
Roma takviminin 5. ayı olan QUINTILIS’ de doğduğu için
bu aya imparatorun adı (JULY, JULI) verilmiştir. Takvim
yılıyla mevsimyılı arasındaki uyumu sağlamak amacıyla
değişikliklerin yapıldığı M.Ö. 46 yılı, bu düzenlemeler sebebiyle tam 455 gün sürmüştür. Jülyen Takvimi’ ne geçilirken, o zamana kadar ilkbaharın başlama tarihi olan 1
Mart’ da kutlanan YILBAŞI da, Romalı konsüllerin göreve
başladıkları tarih olan 1 Ocak gününe alındı. Mart ayının
yılbaşı kabul edilmesi geleneği Ingiltere gibi bazı Avrupa
ülkelerinde 18. yüzyıla kadar devam etti.
Gregoryen Takvimi’ ndeki 12 ayın batı dillerindeki isimleri büyük benzerlikler göstermektedir. Bu ayların isimlerinin bir kısmı Roma mitolojisinden, bir kısmı da ayların
sıra numaralarının latince söylenişlerinden kaynaklanmaktadır. Ilk ay (JANUARY, JANUAR) ismini, biri geçmişe diğeri geleceğe bakan çift yüzlü roma tanrısı JANUS’
dan alır. 2. ay (FEBRUARY, FEBRUAR); 15. Şubat’ da kutlanan FEBRUA isimli dini bayramdan adını alır. Roma’
nın savaş tanrısı MARS, 3. aya (MARCH, MÄRZ) adını
verir. 4. ayın ismi (APRIL), latince açmak anlamına gelen ve çiçeklerin açması ile bağlantılı olarak kullanılan
APRIRE kelimesinden gelmektedir. 5. ay (MAY, MAI) romalı tanrıça MAIA’ dan ismini almaktadır. Doğum tanrıçası ve dünyanın koruyucusu JUNO, 6. aya (JUNE, JUNI)
ismini verir. 7. ve 8. ayların isimlerinin Roma imparatorlarından geldiğini yukarda belirtmiştik. 9. aydan 12. aya
Sezar’ ın evlatlığı Octavius da Senato’ dan “kutsal ve
saygıdeğer” anlamına gelen AUGUSTUS ünvanını aldıktan sonra, 6. ay olan SEXTILIS’ e ismini vermek istemiş (AUGUST) ve Sezar’ ın altında kalmamak için kendi
ayının da 31 güne çıkartılmasını emretmiştir. Ağustos
ayına eklenen bir gün de, yine yılın son ayı Şubat’ dan
alınınca, bu ayın gün sayısı 28’ e düşmüştür.
Papa 13. Gregorius’ un emriyle 1582’ de hazırlanan son
Gregoryen takvimi ise takvimle mevsimler arasındaki
uyumu koruyabilmek için artık yıllarla ilgili düzenlemeleri getirmiştir. Her şeye rağmen Gregoryen takvimi de
0,0003 günlük bir hatayı içermektedir ve bu sebeple
4317 yılı 1 gün fazla olacaktır.
91
kadar olan ayların isimleri bu ayların eski sıralamadaki
yerleri ile ilgilidir (SEPTEM = 7, OCTO = 8, NOVEM = 9,
DECEM = 10).
takvim, kullandığımız takvimden yaklaşık 11 gün (365,25
- 354,37 = 11 gün) kısa olduğu için, örneğin Ramazan ayı
her yıl, bir önceki yıldan 11 gün daha önce başlar. 29 ve
30’ ar günlük olan Islami ayların isimleri sırasıyla Muharrem, Sefer, Rebiülevvel, Rebiülahir, Cemaziyelevvel,
Cemaziyelahir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade ve Zilhicce’ dir.
Ayların türkçe adlarından sadece üçü, Mart, Mayıs ve
Ağustos, Roma kökenlidir. Şubat, Nisan, Haziran, Temmuz ve Eylül Süryanice asıllıdır (Şevat, Nisan, Heşvan,
Tamuz, Illul) ve Musevi takviminden dilimiz geçmiştir.
Ekim, Kasım, Aralık ve Ocak ise,1945 yılına kadar teşrinievvel, teşrinisani, kanunuevvel, kanunusani olarak
anılmaktayken, 15 Ocak 1945 tarihli ve 4696 sayılı yasa
ile değiştirilerek, öztürkçe isimler alan aylardır.
Hrıstiyanların da azizlere adanmış yortuların sabit günlerde kutlandığı bir dini takvimi bulunmaktadır. Tarihi
yıldan yıla değişiklik gösteren dini bayramlar ise, Paskalya Yortusu ile bağlantılı olan bayramlardır.
Islamiyeti benimsemeden önceki dönemlerde Türkler,
güneş yılı esasına dayalı ve sıçan, sığır, kaplan, tavşan,
balık veya kertenkele, at, koyun, maymun, tavuk, köpek
ve domuz isimli yılları içeren 12 Hayvan Yılı Takvimi’ ni
kullanıyorlardı. Islamiyetin benimsenmesiyle beraber
Türkler, Hicri Takvim adı verilen
Peygamber’ in Mekke’ den Medine’
ye göçüş tarihini başlangıç kabul
eden takvimi kullanmaya başladılar. Hicri 1255, miladi 1839 yılında
Müslüman Arap ülkelerinde bügun hala kullanılmakta
olan Islami takvim ise, Gregoryen Takvimi gibi dünyanın
güneş etrafındaki dönüş süresini değil, ayın dünya etrafındaki dönüş süresini esas almaktadır. Yılın ortalama
süresinin 354.37 gün (29,53 günlük 12 ay) olduğu Islami
Tanzimat’ la beraber Rumi Takvim
de benimsendi ve tüm mali ve resmi işler bu takvime bağlandı. Başlangıcı Hicret olan Rumi takvimde
yıllar güneş yılına göre hesaplanıyordu. Cumhuriyet’ in ilanından
sonra 26 Aralık 1925 tarihli ve 698
sayılı kanun ile kabul edilen Gregoryen Takvimi, 1 Ocak 1926 tarihinden itibaren yürülüğe girmiştir.
92
93
“Bir Çift Pedal ve Mutluluk...”
Emrah Altuntecim
Mardin’den İzmir’e, Amasya’dan Çanakkale’ye kadar onlarca kentte seminer ve konferans verdim. Manisa’da
Manisa Tarzanı’nın arşınladığı Spil Dağları’nın o nefis
havasını soludum. Her gittiğim şehirde yepyeni şeylerle
karşılaşmanın zevkine vardım.
Danışman-Yazar
Seyahat etmenin okumaktan daha öğretici olduğunu
savunanlardanım. Bir İstanbullu olarak 5 kilometrelik
bir yolu 1 saatte gitmenin ne demek olduğunu da biliyorum… İstanbul’u seven ancak İstanbul’dan da sık
kaçanlardanım… İstanbul’un bu durumunu nasıl çözebiliriz diye düşünüyorum. Seyahat ederken sıra dışı uygulamalarla ve modellerle karşılaştım.
Geçen yıl 29 Nisan tarihinde İstanbul’da gerçekleştirilen Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turnuvasını eşim Ceyda
Altuntecim ile birlikte canlı olarak izledik. Yüzlerce bisikletçi yanınızdan geçerken rüzgar esmeye başlıyor,
alkışlıyor, bisikletçilerle gönülden ve coşkunlukla selamlaşıyoruz. Her biri çok karizmatiktiler. Rengarenk
kıyafetleri, kaskları, güneş gözlükleri ve zarif bisikletleri
ile bu gün onların günüydü!
Seyahat edenlerin öyküleri çoktur. Şimdi sizi biraz geçmişe götüreceğim… Beni hem ferahlatan, hem de kıskandıran bir anımı paylaşacağım.
Seyahat etmeyi seviyorum. Bir yaşam koçu ve yazar
seyahat etmeyi olağan karşılamalı ve alışkanlık haline
getirmeli diye de düşünüyorum. İş haricinde de seyahat ediyorum. Eşimle beraber Afrika’nın yoksul ülkesi
Nijer’de insani yardım çalışmalarına gönüllü olarak katıldım, ardından kişisel gelişim konularında seminerler vermek için ABD’deydim.… Fakirliğin ve zenginliğin
timsali iki uç nokta arasında bir sarkaç gibi gidip geliyorum… Bu durum kalbimde ve zihnimde yepyeni açılımlara meydan veriyor.
Yıl 2002. Kopenhag Tren İstasyonundaydım. Almanya’nın
en büyük liman kenti Hamburg kentinden buraya çok keyifli bir gemi ve tren seyahati ardından ulaşmıştım. Önce
Baltık Denizi’nde kutuplardan esen serin havayı ciğerlerime çekmiş, ardından da Viking ülkesine ayak basmıştım. Başkent Kopenhag’a kadar yemyeşil düzlüklerine
serpiştirilmiş on binlerce devasa rüzgar pervanesine
hayranlıkla bakarak tamamladığım tren yolculuğunun
ardından meşhur masalcı Andersen’in memleketindeydim işte. “Danimarka!”
Kopenhag tren istasyonu tamimiyle geçme ahşaptan yapılmış koca bir
oyuncak maketi andıran
rengârenk bir sanat eseri. Yaz olmasına karşın
içerisi oldukça serin…
Çantalarımı bozuk para
ile çalışan çelik dolaba
kilitledim ve dışarı çıktım. Pırıl pırıl güneşli bir
Kopenhag sabahı ve tertemiz bir hava… Avrupa
ülkelerindeyseniz tren
istasyonunda iki noktaya uğramadan şehri
gezmek için istasyondan ayrılmayın: Birincisi
94
turist enformasyon; şehir haritası ve bilgi için, ikincisi
de tren enformasyon; dönüşte kullanacağınız trenleri
öğrenmek ve gerekirse bileti önceden alabilmek için…
Kopenhag’da buna ihtiyaç duymadım. Trenler sakin,
Şehir’de sakin ve kaybolmak için herhalde çok uğraşmak gerekiyor.
Ancak herkes benim kadar rahat değildi, İsveç’e geçmek
için trenlere binen ve Kopenhag’da yalnızca birkaç saati
olan bembeyaz saçlı İskandinavlar vardı. Ama Kopenhag
herkesi düşündüğü gibi, acele etmek zorunda olan yolcularını da misafir olarak kazanmanın bir yolunu bulmuştu.
Treninize 1 saat varsa, bu kısıtlı zamanda ancak tren
istasyonunun yakınlarında bir kafeye gidebilirsiniz, şehri gezmek için zamanınız yetersizdir. Hele benim gibi
uzak bir ülkeden geldiyseniz bu sizde bir burukluk yaratır… Güzel bir şehri gezmeden geçip gitmek genlerinde
göçebelik olan bizler için kolay değildir… Güzel bir şehir
gezilmeli, görülmeli, yemeği varsa yemeği tadılmalıdır.
Bu konuda çok teferruata girmeden ama anlatacak bir
haritası bulunuyor. Şehrin tüm ilginç ve güzel yerlerini gezdikten, bir şeyler de yiyip içtikten sonra bisikleti
geri getirip cihazınkollarına bırakıyorsunuz. “Trink!” size
paranızı geri veriyor! İnanılmaz değil mi? Cihaz bozuk
paranızı rehin alıp bisikleti geri koyduğunuzda paranızı
geri veriyor… Böylelikle koca şehri tek kuruş harcamadan gezebiliyorsunuz.
Böylelikle ne oluyor;
1 – Tren istasyonunda bekleyeceğinize bu zamanınızı
değerlendirip bir ülkenin başkentini geziyorsunuz.
2 – Gezerken yemek yiyor, bir şeyler içiyor ve ufak tefek bir alış veriş bile yapsanız Danimarka’yı harcadığınız
para ile daha da zenginleştiriyorsunuz.
3 – Ülkenin ayaklı reklam modülü olabiliyorsunuz.
4 – Çevreyi egzoz dumanı ve motor sesi ile kirletmiyorsunuz.
5 – Bir turist olarak şehri en ekonomik yoldan gezmiş
olmanın ve bu güzellikleri ıskalamamanın verdiği mutlulukla seyahatinize devam ediyorsunuz.
Bu arada “bisiklet çalınmıyor mu?” diye aklınıza geliyor değil mi? Pek nadiren oluyor bu… Çünkü bisiklet
çalındıktan sonra serbestçe binilebilecek bir görüntüye sahip değil, özel yapılmış, jantları değişik boyutta
ve gidonu farklı. Ayrıca Danimarka’da bu bisiklete bir
Danimarkalı’nın binmesi ilgi çekerdi. Her Danimarkalı’nın
bir adet hatta birden fazla bisikletinin olduğunu düşündüğünüzde pek de kalabalık olmayan bir şehirde polisin
yakalama olasılığı oldukça yüksek.
Bisikletin jant kapaklarında da bir sürü markanın logosu
var. Kopenhag Belediyesi kendine bir reklam mecrası
bulmuş! Bu markalardan elde edilen “Jant üstü reklam
mecrası”nın kira bedeli ile bozuk para ile bisiklet sistemi tıkır tıkır yürüyor…
hikaye için gerekli ipuçlarını da toplamak için ekspres
tarafından da olsa şehri görmek isteriz…
Peki, ister istemez aklımıza gelecektir; Türkiye’de bu
mümkün mü? Her yerde olmasa da bizce mümkün,
özellikle nüfusun az olduğu ancak turizm açısından
önem taşıyan, yol güzergâhları üzerinde bulunan kent
ve kasabalarımızda bu sistem kurulabilir.
Zamanı kısıtlı olan yolcuyu şehir içlerine çekmenin bir
yolu vardı bu şehirde; “bisiklet”. Bir bisiklet ile 2 saat
içinde Kopenhag’ın en güzel yerlerini baştan aşağı gezebilir, ara sokaklardaki Danimarkalıların günlük yaşamına ve lezzetlerine şahit olabilirsiniz…
Otomobil kullanmaktan kaçınan ve toplu taşıma araçlarını destekleyen biri olarak dışarı çıktığımda manzara değişiyor… Dışarıda pek nadiren bir bisikletle karşılaşıyorum…
Dünyanın en pahalı petrolünü kullanan bir toplumda,
sarkacın diğer ucunda düşüncelere dalıyorum…
Tren istasyonunun hemen önündeki bisiklet parkı dikkatimi çekti, insanlar trenden inip yaklaşık 1 Euro’ya tekabül eden Danimarka Kronunu cihaza atıyor, bisikleti
gövdesinden kavrayan cihazın kolları bir anda açılınca
bisiklet sizin oluyor. Bisikletin gidonunda bir Kopenhag
95
2012’de Türkiye’de En Çok İzlenen Filmler
Ege Görgün
Fetih 1453
Fetih 1453‘e yoğun bir ilgi oldu. Ancak ben bu tür tarih
konulu eserlerin, hele bir de bu kadar ilgi görüyorlarsa
önemli bir misyon üstlenmeleri gerektiğine inanıyorum.
Bu misyon da toplumda “sağlıklı bir tarih bilinci yaratmak” olmalı. Sağlıklı tarih bilincinden anladığım şey ise
geçmişe karşı merak duymak, tarafsız bir gözle geçmişi
araştırmak ve bu araştırmalardan çıkan sonuçları daha
iyi bir gelecek inşa etmek adına kullanmak. Fetih 1453’ün
böylesi bir misyona çok fazla hizmet etmediği rahatlıkla
söylenebilir. Bu konunun ayrıntısına az sonra gireceğim
ama önce eskilere gidip sinemanın İstanbul’un Fethi’yle
imtihanına bir göz atalım.
2012’de sinema seyircisinin en çok rağbet ettiği filmlere baktığımızda PR’ı iyi yapılmış, ya da kendinden PR’lı
popüler filmlerin her zamanki gibi öne çıktığı görülüyor.
Listenin ilk sırasında yer alan ve yıldız oyunculara yer
vermeyen Fetih 1453 PR’ı iyi yapılan filmlere en iyi örnek.
Fetih 1453 en çok seyredilen ikinci filmin seyirci sayısını
bu sayede üçe katlıyor, ya da diğer bir kıstaslama şekliyle en çok izlenen ikinci, üçüncü ve dördüncü filmin seyirci toplamından daha fazla seyirci toplayarak yıllarca
konuşulacak bir başarıya imza atıyordu.
İstanbul’un Fethi ilk kez 1951 yılında filme çekilmişti. Aydın Arakon’un yönettiği, İlhan Arakon’un kameramanlığını üstlendiği filmde Fatih Sultan Mehmet’i Sami Ayanoğlu, Ulubatlı Hasan’ı Turan Seyfioğlu canlandırıyordu.
İkinci ve dördüncü sıralardaki iki film ise başrol oyuncuları sayesinde kendinden PR’lı dediğimiz türden yapımlardı. İki film de eleştirmenler tarafından beğenilmese
de, sinema seyircisi televizyon programından gülerek
takip ettiği Tolga Çevik’i ve önceki filmlerinden memnun
kaldığı Ata Demirer için bir kez daha salonları doldurmaktan geri durmadılar.
İstanbul’un Fethi’ni konu alan dev bütçeli diğer bir filmin
çekilmesinin gündeme gelmesi ise 1960’ların ilk yarısına rastlar. Ünlü İtalyan yapımcı Dino De Laurentiis Türk
hükümetinin desteğini alarak çekmeyi planladığı filmde
Fatih rolünde Kirk Douglas’ı, Bizans İmparatoru rolünde
ise Anthony Quinn’i oynatmayı planlıyordu. Neyse ki Fin
yazar Mika Waltari’nin Kara Melek (The Dark Angel) romanından uyarlanacak bu film hiçbir zaman gerçekleşmedi. Muhtemelen bu De Laurentiis’in Türk hükümetini
söğüşlemek maksadıyla ürettiği bir projeydi bu. Ayrıca
filmde müzelerimizde saklanan silah, zırh ve giysilerin
kullanılması konusunda hükümeti ikna etmişti De Laurentiis. İşin ucu tarihi eser kaçakçılığına bile gidebilirmiş
anlayacağınız.
En çok seyredilen 10 filmden dördünün Türk filmi, 2 tanesinin animasyon, 2 tanesinin süper kahraman çizgi
romanı uyarlaması olduğu görülüyor. Dokuzuncu sıradaki Cehennem Melekleri 2’nin ise bu rakamlara ulaşmasının ardında kadrosunda çok sayıda aksiyon yıldızını
barındırması var.
Açlık Oyunları’nın listeye girmesi ise gençliğe hitap eden
filmlerin her zaman sürpriz yapabileceğinin bir göstergesi. Tür olarak benzeşmeseler de Açlık Oyunları’nın
Alacakaranlık’ın kulvarında yer aldığı ve benzer bir seyirci
profiline hitap ettiği söylenebilir.
Bir diğer örnek ise Ersin Pertan’ın 1997 tarihli filmi Kuşatma Altında Aşk filmidir. Fatih’in kuşatması altındaki
Bizans’ta yaşanan bir aşkı anlatan filmde de gerçekle
kurgu harmanlanmıştı. Senaryoda Pertan’ın imzası olsa
da bu filmin hikayesinin Waltari’nin Kara Melek romanından esinlendiği aşikardı. Türk-Macar-Yunan ortak yapımı
olan film görüntü dalında Altın Portakal’la ödüllendirilmiş olsa da pek çok zafiyetinden dolayı bugün pek de iyi
anılmamaktadır.
2012’nin en çok seyredilen filmleri haftasonu seyircisinin 2013’te en çok hangi tür filmleri tercih edeceği konusunda güvenilir ipuçları veriyor.
Fetih 1453 filminin senaryosu yazılırken olması gerektiği
gibi tarih kitaplarının karıştırıldığı çok açık. Danışmanlar sayesinde bu güvenilir tarih kitaplarından alıntılanan
bazı ayrıntılar ve diyaloglar bire bir filme taşınmış. Ancak
bu ayrıntılardan yalnızca bizim milli duygularımızı okşa-
96
yacak, ceddimizi övecek ayrıntıların seçilmiş olması da
dikkati çeken bir diğer nokta. Bu anlayış filmi tek yönlü
okumaya açık kılmasının dışında, projenin ne kadar popülist ve ticari bir yaklaşımla kotarıldığını da gözler önüne seriyor. Yani içerik derinliği, tarihsel ve politik olgunluk açısından Fetih 1453 bir zamanların Cüneyt Arkın’lı
Kara Murat’larından çok da farklı bir yerde durmuyor.
Filmde, ülkelerini korumaya çalışan sıradan insanlar olmak yerine Yeşilçam’ın o malum “kötü adam” kalıbına
sokulup adeta karikatüre dönüştürülen Bizanslılar söylediklerimizin doğruluyor zaten.
Hikayenin dramatik yapısını güçlendirmek, epik coşkusunu artırmak, sinema duygusu yaratmak için bu filmde de tarihi arkaplana kıvam arttırıcı kurgusal ilaveler
yapılmış. Fatih’le Ulubatlı Hasan’ın dostluğu ve yine
Ulubatlı’yla Urban’ın kızı Era arasındaki aşk bu türden
insiyatifler. Bunların seyirci üstünde gayet etkili olduğu
söylenebilir.
Filmin sınıfı geçtiği taraf ise işin prodüksiyon kısmı.
Bugüne kadar konvensiyonel sinemada ülke adına gelinmiş en uç nokta herhalde bu. Ha, film için harcandığı
iddia edilen o astronomik rakamları karşılayacak işçilik
var mı ortada diye sorarsanız… Ben de o hissiyat uyanmadı açıkçası…
Cesur Yürek, Son Samuray, Cennetin Krallığı gibi Hollywood epiklerinin izinden gidildiğini gösteren pek çok
sahneye sahip filmde kalabalık savaş ve birebir dövüş
sahneleri, kostümler, mekanlar ve grafik uygulamalar
son derece başarılı. Bu tür kalabalık sahneli filmlerde her
daim başımızı ağrıtan figürasyon sorunu, olabildiğince
bertaraf edilmiş. İşin bu yönünde göze batan noktalar
ise, Dilek Serbest’in peruğu, castta çok benzer tipte aktörlerin yer alması – öyle ki Ulubatlı Hasan ile Jüstinyen’in
dövüşünde ikiz kardeşler kapışıyor zannediyorsunuz,
Fatih de bu ikiliye benzer bir tipe sahip üstelik. Seyircinin dikkatinden kaçabilecek de olsa dikkatli gözlerin es
geçmeyeceği bir iki devamlılık hatası da mevcut filmde.
Fetih 1453
Yönetmen: Faruk Aksoy
Senaryo: Atilla Engin, İrfan Saruhan
Oyuncular: Devrim Evin, İbrahim Çelikkol, Dilek Serbest
Yapım: 2011 / Türkiye/ 165 dakika
97
muhakkak ama, beklediği sonucu ne yazık ki elde edemiyor. Karizması, komikliği filmi vasat bir eğlencelik olmaktan öteye taşımıyor. Filmin fragmanındaki esprilerden fazlasını bulamıyorsunuz Sen Kimsin?’de.
Filmin teknik ve yapısal unsurlarının kusursuz kotarıldığını söylemek lazım yine de. Ticari filmlerde karşımıza
böyle bir titiz çalışma çıktığında filmin teknik ekibini
mutlaka kutlamak lazım.
Toparlarsak… Pembe Panter filmlerinin Türkiye uyarlaması sanki Sen Kimsin?, Komedi Dükkanı’ndaki Tolga
Çevik biraz Komser Cluzo olmuş, biraz da İnek Şaban.
Zekice espriler yerine karakterin sakarlıklara, salaklıklarına gülmeniz bekleniyor. Bu da bir noktadan sonra
sıkıyor. Hikayenin de sizi meraklandıracak, şaşırtacak,
coşturacak bir yanı yok. Tolga Çevik, Komedi Dükkanı
seyircileri üstünde yarattığı etkiyi sinema salonunda yaratamıyor. Demek beyazperdede tek adam olmak sahnede tek adam olmaya benzemiyor.
Bu arada, Sen Kimsin? Madem Pembe Panter filmlerinin
bir devamı tadında, ismini de seriye uygun olarak değiştirelim o zaman: Pembe Panter’in Sönüşü.
Sen Kimsin?
Yönetmen: Ozan Açıktan
Senaryo: Levent Pala, Tolga Çevik, Ozan Açıktan
Sen Kimsin!
bir öykü olması da onun işini kolaylaştırıyordu. Çünkü
bu sayede esprilere hazırlıksız yakalanıyordu seyirci ve
daha kolay gülüyordu.
Tolga Çevik 2005 tarihli Organize İşler filminde önemli
bir rol üstlenip, bu rolde başarılı bir performans ortaya
koysa da, şöhreti televizyon sayesinde elde etti. Avrupa
Yakası gibi müthiş bir dizinin, “dreamteam” olarak nitelendirilebilecek kadrosuna girerek yakaladığı şansı ve
ivmeyi, aslında gayet iddiasız bir proje olarak başlayan
Komedi Dükkanı’nda bireysel bir patlamaya dönüştürdü.
Oyuncular: Tolga Çevik, Köksal Engür, Toprak Sergen
Yapım: 2012 / Türkiye
Şimdi sahne ilk kez tamamen Tolga Çevik’e kalıyor. Elbette başta Köksal Engür olmak üzere onu destekleyen iyi oyuncular var, ama Sen Kimsin? de aynı Komedi
Dükkan’ı gibi bir Tolga Çevik şovu. Önemli fark, bu kez
ortaya konulanın dışarıdan manipülasyona kapalı, başı
sonu belli, geleneksel, kısacası seyirciyi hazırlıksız yakalaması anlık espriler dışında mümkün olmayan bir hikaye olması. Üstelik bırakın geleneksel olmasını, düpedüz
sıradan, son derece tanıdık, üstüne pek kafa yorulmamış
bir hikaye de bu. Tipleme filmlerinde karşımıza çıkan türden. Yani Tolga Çevik bir zamanlar İnek Şaban’ın, Cilalı
İbo’nun, Turist Ömer’in, hatta Recep İvedik’in yaptığı gibi
bir yandan hikayeyi sürüklemeli, bir yandan da seyirciyi
güldürmeli bu durumda. Komedi Dükkanı’ndan miras popülerliğine güvenen Çevik bu konuda kendinden emindi
O güne kadar sinema söz konusu olduğunda üzerine düşeni her seferinde layığıyla yaptığını, yani parçası olduğu
öykülere en iyi şekilde hizmet ettiğini kanıtlayan Çevik,
bu şovda sahne tamamen kendisine kaldığında da başarılı olacağını gösterdi.
Başarısının sırrı Allah vergisi sempatikliğinde ve hazır
cevaplılığında gizliydi. Ama sahneye konulanın sonunun
nereye varacağı belli olmayan, seyri her an değişebilen
98
99
Lars Trier* Sineması: İnsana Düşmanlığın Estetize Hali
Yrd. Doç. Dr. Nevzat Evrim Önal
Danimarka sinemasının kendi ülkesi dışında en fazla tanınan yönetmeni olan Lars Trier’in filmleri, gerek biçim
gerekse öz açısından “gişe filmi” olarak tanımlanmaları
mümkün olmamakla beraber, kıta Avrupası’nın sanat
sinemasının da dışında konumlanıyor. Böyle bir konumlanışın ne sanatseverlere, ne de Hollywood izleyicilerine
yaranamayıp boşa düşmesi pekâlâ mümkünken Trier
filmleri, içerdiği tüm marjinal biçimsel ve düşünsel öğelere rağmen ortalama eğitime ve entelektüel derinliğe
sahip sinema izleyicisinin zorlanmadan tüketebileceği
birer pazarlama başarısına dönüşüyor.
Kanımca Trier bu başarısını bugün bütün diğer sanat
dalları gibi sinemanın da neredeyse tamamen postmodernizmin etkisi altına girmiş olmasına borçlu. Postmodernizmin temel eğilimlerinden olan, öz ile biçimin
birbirinden ayrılması ve biçimin özü fazlasıyla baskılayarak öne çıkması Trier sinemasının da başat öğesidir.
Öyle ki, Trier filmlerinin çoğu aslında hayli basit, sıradan
fikirlere dayalı bir düşünsel özün, entelektüel açıdan
çarpıcı bir biçimle ambalajlanmış halidir.
Bu filmlerin başarısı Lars Trier’in, kendisinin de mensup
olduğu alıcı kitlesi olan batılı ve kentli küçük burjuvazinin
dertlerini gayet iyi anlamış olmasıyla ilgilidir. Deklase konumu içerisinde kendi dertlerinin herkesinkilerden farklı
ve derin olduğunu zanneden küçük burjuva entelektüel,
aslında bütün bireysel niteliğine rağmen “sınıfdaşları”
arasında nezle gibi bireysel yaşanan ancak bir salgın kadar sık rastlanan dertleri beyazperdede gördüğünde Lars
Trier’e tutulmaktadır. Sonuçta bir miktar eğitim almış,
bir miktar da düşünsel nitelik sahibi hangi yalnızlaşmış
kentli birey sık sık “insan kötüdür, insanlardan mürekkep
toplum daha da kötüdür” diye düşünmez ki?
Bu yazı, Trier’in düşünsel çerçevesinin özünde bu basit,
hatta bayat önermenin bulunduğunu deşifre etmeye yönelik olarak kaleme alınıyor, yani Trier sinemasının ambalajını açıp içindeki özü açığa çıkartmaya çalışacağız.
Bunu yaparken de üç yöntemsel kırmızı çizgimiz olacak.
Birincisi: Analiz nesnemizi şu veya bu Trier filmi değil,
“Trier sineması” olarak tanımlıyoruz; dolayısıyla bu yazı,
Trier’in bilhassa Dogville sonrası filmlerine doluşturduğu dinsel ya da sanatsal göndermelerle, bu göndermeler
Trier sinemasının bütünü açısından bir anlam taşımadı-
ğı müddetçe ilgilenmeyecek. Trier’in filmlerine yönelik
bugüne dek yapılan pek çok analiz denemesinde görüldüğü üzere filmin sembolojisine odaklanmak, Trier’in
entelektüel zokasını yutmak manasına geliyor. Bu zokayı yutan analizler filmin biçimsel öğelerinin şurasını burasını didikleyip, nihayetinde işin içinden çıkamadığında
yönetmenin “hakkını teslim etmek” zorunda kalıyor; zira
bir sanat eserine yönelik her analiz denemesi bir meydan okumadır ve sanat eleştirmenliğinin küçük burjuva
entelektüel ortamında bir eseri çözümleyip ne olduğunu
ortaya dökemiyorsanız bu (her niyeyse), o eserde belki
de anlaşılacak bir şey olmadığını değil, muhakkak sizin
o eserin derinliğini kavrayamadığınızı gösterir; size de
bükemediğiniz eli öpmek kalır.
İkincisi: Bu yazı “ambalajı açmayı” hedefliyor, ambalajı
tartışmayı değil; dolayısıyla tartışmamızı Trier sinemasının düşünsel içeriği ile sınırlayacağız. Bu, gerek Dogma 95 manifestosu, gerekse Dogville ve Manderlay’in,
entelektüel çevrelerin Trier aşkıyla yanıp tutuşmasını
sağlayan sözde minimalizmiyle hesaplaşmanın önemsiz olduğu manasına gelmiyor. Kuşkusuz Trier’in ambalajı da çok önemli, sonuçta Danimarkalı bu beyefendi
aynı zamanda usta bir reklamcı. Ancak ölçek darlığı
nedeniyle biçime dair tartışmayı şimdilik erteleyeceğiz.
Son olarak: Lars Trier, kariyeri ilerledikçe öncelikle Danimarka, ardından da tüm dünyanın gündemini filmleri dışında bir pazarlamacı yaklaşımıyla ortaya döktüğü
cinsel fantezileri ve benzeri skandallarla da meşgul etmiş bulunuyor. Bu skandalların sonuncusunda, “Hitler’i
anlıyorum” ve “ben Nazi’yim” gibi açıklamaları(1) sonucunda tüm dikkatleri üzerine çekmenin dışında festival
jürisi tarafından 2011 Cannes Film Festivali’nden kovuldu. Trier sinemasına yönelik bütünlüklü bir tartışmanın,
Trier’in kendisine yönelik bir tartışma yapılmaksızın
eksik kalacağı söylenebilir, ancak bu da çerçevemizin
dışında kalıyor. Biz bu yazıda Trier’in kişiliğini değil,
filmlerinde ifade ettiği, zaman içerisinde bir miktar evrim geçirse de baskın bir sürekliliğe sahip olan gerici
düşüncelerini eleştireceğiz.
Trier 01: Lars Trier: Avrupa sinemasının kendi kendisine unvan veren “asilzadesi”
Trier Sinemasında Toplumsal-Mekânsal Gerçeklikten
Uzaklık
Trier’in erken dönem filmlerinde(2) toplumsal gerçeklik
değiştirilmeyen ve her ne kadar zaman zaman bu yönde
çaba gösterilse de, değiştirilmesi mümkün görünmeyen bir zemindir. Tüm spotların üzerine tutulduğu ana
karakter bu zemin üzerinde hareket eder ve yan karakterlerle etkileşime girer. Bu ana karakter daima söz konusu toplumsal zemine yabancıdır: Örneğin Europa’da
100
Trier 02: Dalgaları Aşmak: Bess’in haykırışlarına dalgalar yanıt veriyor
101
2. Dünya Savaşı sonunda yıkılmış Almanya’ya gelmiş
ve Alman kuralcılığı karşısında sürekli eli ayağına dolaşan liberal bir Amerikalı; Karanlıkta Dans’ta sosyalist
Çekoslovakya’dan ABD’ye iltica etmiş, meta fetişizminden bihaber ve çocuğunun ameliyatı için gıdım gıdım
para biriktirmeye çalışan bir işçidir. Bu yabancılık illa ki
uyruk farkından kaynaklanmak zorunda değildir, önemli
olan onun düşünsel niteliğidir: Dalgaları Aşmak’taki Bess
zenofobik ve köktendinci bir balıkçı kasabasının, yabancı
bir işçiyle evlenen delisidir; Geri Zekalılar’daki Karen ise
çocuğunun ölümünün ardından depresyona girmiş, kocasını ve ailesini bırakıp sürüklenmeye başlamıştır.
Geç dönem filmlerinde Trier’in öyküleri toplumsal gerçeklikten giderek uzaklaşır ve o gerçeklik aktarılmak
istenen fikre uygun biçimde, suni olarak inşa edilen
bir şeye dönüşür. Dogville ve Manderlay’de gerçeklik
bir tiyatro sahnesi formunda sunulan, sözde bir sosyal
laboratuardır. Bu filmlerde yan karakterler yoktur. Her
iki filmin ortak ana karakteri olan Grace dışındaki tüm
şahıslar birer karakter değil, bu laboratuarın bir parçası
olan stereotipler, Grace ise bu izole laboratuarlara girip içindeki insanlar üzerinde olumlu değişiklikler yaratmaya çalışan bir çeşit azize-peygamberdir. Bu laboratuarlar yalnızca sembolik değildir; gerçeklikten de
kopuk mekânlardır. Birinci filme ismini veren Dogville,
ABD’nin Kolorado eyaletinin dağlık kesiminde, artık kullanılmayan bir maden ocağının sefalet içindeki kasabasıdır ama sekiz hanenin bulunduğu bu kasabada her
nasılsa bir çiftçi, bir de aile emeğiyle işletilen küçük bir
cam atölyesi olmasına rağmen aynı zamanda bir zenci
gündelikçi evlere temizliğe gidebilmekte; çiftçinin yedi
çocuğundan hiçbiri elma bahçesinde çalışmamaktadır
ve anneleri tarafından yunan mitolojisinden kahraman
isimleri verilmiş bu çocuklara evde antik yunan felsefesi gibi konular öğretilmektedir; kasabanın tek dükkânı
ise sadece temel ihtiyaçlara yanıt vermemekte, aynı
zamanda porselen biblolar da satmaktadır. İkinci filmin
geçtiği Manderlay ise, köleliğin kaldırılmasından yetmiş
yıl sonra halen köleliğin yürürlükte olduğu, zaman içinde donmuş bir pamuk çiftliğidir.
Trier’in son iki filminde ise artık mekânsal gerçeklik tamamen yitirilmiştir. Deccal ormanın ortasında, sadece
toplumsal yaşamdan değil tüm fiziksel gerçeklikten kopuk bir kulübede geçen bir cadı hikâyesidir. Öyle ki, filmin ana karakteri bir kadın, yan karakteri onun kocasıdır
ve gittikleri kulübenin ismini (Cennet) biliriz ama bu iki
insanın isimlerini film boyunca duymayız. Melankoli ise
dünyanın sonuna birkaç gün kala, izole bir şatoda geçmektedir. Ana karakter şatoda yapılacak bir düğünle ev-
Trier 03: Azize Bess’in şehadetini gökte çalan çanlar müjdeliyor
lenecektir ama düğün dağılır, damat (ve davetliler) çekip
gider ve film melankolik ve kendisine “düzgün” bir hayat
kuramamış ana karakter ile onun fazlasıyla düzgün bir
burjuva yaşantıya sahip ablası arasındaki rol paylaşımı
üzerinden ilerler.
Trier’in Kadını
Trier’in hikâyelerini kadın karakterler üzerinden anlatmaya her ne kadar Altın Kalpli üçlemesi ile başladığı
düşünülse de bu konuda dönüm noktası, gerek ilk örnek
olması gerekse seçilen karakterin sembolik niteliği açısından 1988’de çektiği Medea’dır. Yunan mitolojisinde
en geniş olarak Euripides tarafından yazılan aynı adlı
tragedyada ele alınan Medea karakteri, bir cadı-kâhin
olmanın yanı sıra, aşkı için büyük fedakârlıklarda bulunmaktan, onun için cinayet işlemekten dahi çekinmeyen; ancak âşık olduğu adam kendisine ihanet ettiğinde
çekip gitmeden önce sadece yeni karısını zehirlemekle
kalmayıp, ondan yaptığı iki çocuğu öldürecek(3) kadar
şiddetli bir öfke hissedebilen bir figürdür.
Trier’in Medea’dan sonra çektiği Europa ve Manderlay
ile Deccal arasında çektiği, çok ses getirmeyen Emret
Patronum dışındaki bütün filmlerinde ana karakterler
sadece kadın değil, Medea’nın kimi özelliklerini taşıyan,
mistifiye edilmiş kişilerdir. Bu kadın, doğa ile erkeklerin sahip olmadığı ve anlamadığı paganik bir uyuma
sahiptir ve ikinci planda olan ana erkek karakterle arasında bir bütünlük ya da diyalektik değil, dualite vardır.
Son tahlilde, ana erkek karakter tüm olgulara rasyonel
yaklaşıp, onları anlamada tamamen başarısız olurken,
sezgileriyle hareket eden kadın er ya da geç haklı çıkmaktadır. Postmodernizmin temel düsturlarına gayet
uygun olan bu çerçeve, senaryolara aynı zamanda materyalist düşünceye yönelik bir güvensizlik olarak yansır: Melankoli’de, Melankoli isimli gezegenin dünyaya
çarpmayacağını iddia eden bilim adamı John yanıldığını
ve dünyanın yok olacağını anladığında intihar etmekte,
oysa bunu baştan beri sezgileriyle bilen Justine dün-
102
Trier 04: Grace: Dogville’in köpekleşmiş insanları karşısında bir tanrıça
Trier 05: Trier’in iddiası: İnsan kötüdür; fırsatını bulursa en kötüsünü yapar
yanın sonunu stoacı bir metanetle karşılamaktadır. Bir
başka örnek olarak; Geri Zekâlılar’da yerleşik toplumsal
düzeni geri zekâlı taklidi yaparak reddeden komünün lideri olan anarko-komünist Stoffer tüm ilerici fikirlerine
rağmen komünü bir arada tutamazken; yalnızca “Altın
Kalpli” Karen yerleşik düzen ailesinin yanında da geri
zekâlı taklidi yapacak kadar reddeder. Karen’in bunu
yapmasını olanaklı kılan, tek varlığı olan evladını kaybetmiş yoksul bir anne olarak hayattan hiçbir beklentisi
kalmamış olmasıdır.
Aşmak – Bess, Geri Zekâlılar – Karen ve Karanlıkta Dans
– Selma) mistik öğeler barındırmakla beraber gerçek
karakterlerdir ancak daha önce değindiğimiz üzere,
onları mevcut toplumsal zeminden ayrıksı kılan farklılıklar taşırlar. Bu karakterlerin ortak özelliği uçlaştırılmış
düzeyde sevgi dolu, verici, emektar ve fedakâr olmaları
ve asla bunun karşılığını görmemeleri, aksine her türlü
şanssızlığın yanı sıra, gösterdikleri iyiliğin tam tersi bir
kötülüğe maruz kalmalarıdır(6).
Lars Trier neredeyse tamamını kendisi yazdığı filmlerinde bir yandan söz konusu ettiğimiz kadının ağzından
konuşmakta, diğer yandan da onu, adeta sadistçe tarifsiz acılara boğmaktadır. Kadın karakterin çektiği acılara
verdiği tepki, Trier sinemasının evrimine paralel olarak
değişkenlik gösterir ve bunu aşağıda detaylı olarak ele
alacağız.; ancak bu acıların ortak yönü erkek karakterden ya da aynı anlama gelmek üzere toplumun erkek
egemen yapısından kaynaklanıyor olmasıdır. Yani dünyada “feminist” olarak nitelenebilecek belki de son insan olan, bir pornografi hayranı olmasının yanı sıra pornografinin yaygınlaşmasına da katkıları olan(4), hatta
filmlerindeki ana kadın karakteri oynayacak oyuncuyu
iyi performans göstermesi için karakterinin filmde çektiği işkencelere benzer acılara tabi tutan(5) Trier, insanlığın kötücül yönlerine mercek tutmak için, kötülüğün
en kolay dramatize edilebilecek biçimi olan “erkek”in
“kadın”a karşı kötülüğünü araçsallaştırmaktadır.
Altın Kalpli Azizeler
Trier’in kadını her ne kadar ilk kez Medea’da kendisini
gösterse de, bir karakter olarak Trier’in kaleminden ilk
kez Altın Kalpli üçlemesinde çıkar ve evrimi de bu filmlerle başlar. Bu üçlemenin kadınları (sırasıyla; Dalgaları
Üçlemenin ilk filmi olan Dalgaları Aşmak’ın “Altın
Kalpli”si Bess biraz “kaçık”tır ve köktendinci bir balıkçı
kasabasında yaşamaktadır. Kasaba o denli gericidir ki,
kadınların Pazar ayinlerinde konuşmalarına ve cenaze
törenlerine katılmalarına izin yoktur. Kilisenin çanı sökülmüştür zira kimseye ayin saatinin hatırlatılmasına
gerek yoktur. Din tarafından düzenlenen sosyal normlara uymayanlar toplumsal hayattan dışlanmakta, kimse
onlara selam bile vermemekte ve nihayetinde kasabayı
terk etmek zorunda bırakılmaktadırlar. Bu ortamda Bess
kasaba dışından bir işçi olan Jan’a deli gibi âşık olur ve
evlenirler. Jan denizin ortasında bir petrol platformunda
çalışmakta, sadece izin günlerinde karaya çıkabilmekte,
Bess ise gönüllü olarak kilisenin temizliğini yapmaktadır. Bu arada Bess yalnız kaldığı zamanlarda tanrı ile konuştuğuna inanmakta, hatta konuşmanın tanrı tarafını
da gözlerini kapatıp kendisi seslendirmektedir. Bess’in
en önemli özelliği budur ve filmde kendisi tarafından da
dile getirilir. Bess çok iyi “inanabilmektedir.”
Âşık olduğu andan itibaren Bess’in hayatı Jan’dan ibaret
olur ve o petrol kuyusuna çalışmaya gittiğinde sinir krizi
geçirir. Israrla onu geri getirmesi için tanrıya dua eden
Bess, tanrının sesiyle kendi kendisine gayet ürkütücü
biçimde “bunu istediğine emin misin?” diye sorar. Bess
“eminim” der ve Jan geri gelir: İş kazası geçirmiştir,
103
Trier 06: Deccal: Trier’in azizesi canavarlaşıyor
boynundan aşağısı felç olmuştur ve yavaş yavaş ölmektedir. Jan bu halde Bess’ten, başka erkeklerle birlikte olmasını ve yaşadıklarını ona anlatmasını ister. Jan’ı halen
taparcasına seven (hatta film açısından çok önemli bir
sahnede Bess, komadaki Jan’ı aynı tanrıyı seslendirdiği
gibi seslendirir) Bess, Jan’ın bu isteğini yerine getirmeye başladığında kasabada kıyamet kopar. Kısa bir süre
sonra kimse Bess’le konuşmaz olur. Bess kendisini İsa
tarafından himaye altına alınan fahişe Magdalene’e
benzetir ve bir başka önemli sahnede kovulduğu kiliseye
tekrar kabul edilmek için, çocuklar tarafından taşlanarak, sırtında çarmıhı Golgotha’ya tırmanan İsa misali kilisenin bulunduğu tepeye tırmanır, ama rahip tarafından
bir kez daha kovulur. Diğer yandan Bess, bedenini başka
erkeklerle kullandırırken çektiği bedensel ve ruhsal çilenin Jan’ı iyileştiriyor olduğuna inanmıştır. Jan, bu sefer
öleceğine kesin gözüyle bakılan bir komaya girdiğinde
Bess, başına gelecekleri bile bile limanda çalışan fahişelerin hiçbirinin adım atmadığı, hatta kendisinin daha
önce bir kez gidip canını zor kurtardığı gemiye gider.
Bess ağır yaralı olarak kıyıya getirilir ve Jan’ın da yatmakta olduğu hastanede son nefesini verir. Onun ölümüyle
birlikte Jan mucizevî biçimde iyileşir. Doktoru mahkemede Bess’e “nevtorik ya da psikotik” değil olsa olsa
“iyi” tanısı konabileceğini söyler. İyileşmiş olan Jan ve
petrol platformundan arkadaşları Bess’in cesedini çalar
ve tabutuna kum doldururlar. Kasabanın bağnaz yaşlıları
Bess’in günahkârlığından dem vurarak onun yerine boş
bir tabut gömerken Bess kocası tarafından denize gömülür. Ertesi sabah platformun radarında hiçbir şey görünmüyor olmasına rağmen gökten açıkça duyulan çan
sesleri gelmeye başlar. Kamera göğe doğru yükselir ve
film gökte çalan koca çanların görüntüsüyle son bulur.
Bess, Trier’in kadınının ilk halidir ve onda saf, idealize ve
kendini korumaktan aciz, hatta korumayı düşünmeyen
bir iyilik görürüz. Bess bu iyilikle özgeci bir biçimde dokunduğu her şeyi kendince güzelleştirmeye çalışmaktadır. Bess aynı zamanda paganik bir biçimde doğayla
uyumludur: film boyunca deniz ve gökyüzü Bess’in ruh
halini yansıtmaktadır. Hatta filmin ismi, Bess’in Jan gittikten sonra kıyıdaki kayalara gidip denize doğru defalarca haykırdığı ve çıldırmış haldeki dalgaların kayaları
dövdüğü meşhur sahneden gelmektedir. Bess, iyiliği kasabanın bağnazlığına çarptığında bu bağnazlığın üzerine de sonrasını düşünmeden gider; ancak Trier’in derdi
kesinlikle din eleştirisi yapmak değildir. Trier’in pek çok
filminde olduğu gibi(7) burada da Bess’in zekâ geriliği
bir özür değil, bilgelik halidir ve Bess sahip olduğu bu
bilgelikle neyin iyi, neyin kötü olduğuna herkesten, hele
ki siyahtan başka bir renk giyinmeyen bağnaz yaşlılardan çok daha vakıftır. Bess bir azizedir; onun iyiliği, sadece saflık ve masumiyet değil, metafizik bir iyiliktir ve
bunun sonucunda kocasının hayatını kurtarmak için şehit olduğunda, tanrı katına bağnaz dindarların reddettiği
çan seslerinin neşesi içinde kabul edilmiştir.
Dalgaları Aşmak üçlemenin ilk filmi olmasına ve son filmi
Karanlıkta Dans çok daha büyük bir başarıya (Cannes’da
Altın Palmiye ve en iyi kadın oyuncu) ulaşmasına rağmen,
Trier’in sinemasına düşünsel açıdan en fazla öğeyi Dalgaları Aşmak kazandırmıştır. Bunun sebebi, her ne kadar
Altın Kalpli üçlemesinin filmleri kendi içerisinde önemli
ölçüde benzerlik gösterseler de, Dalgaları Aşmak’ın bir
yöne, Geri Zekâlılar ve Karanlıkta Dans’ın başka bir yöne
işaret etmesi ve bu üçlemeyle birlikte kariyerinde önemli
bir kırılma yaşayan Trier’in Dalgaları Aşmak’ın işaret ettiği yönde ilerlemiş olmasıdır.
Aradaki farklılık şudur: Her ne kadar Geri Zekalılar’ın
Karen’i ya da Karanlıkta Dans’ın Selma’sı da Bess gibi
gerçek olamayacak ölçüde fedakâr ve cefakâr birer iyi-
104
lik meleği olsalar da; her ikisini Bess’ten ayıran bir temel özellik vardır: Karen ve Selma, hiçbir mistik yanları
olmayan, iyi yürekliliklerinin de, yaşadıkları trajedilerin
de temelinde maddi sebepler bulunan karakterlerdir.
Örneğin Selma kör olmaktadır ve kendisiyle aynı körleşme hastalığından muzdarip çocuğunu tedavi ettirmek
için çalışıp para biriktirmektedir. Bunun için sosyalist
Çekoslovakya’dan ABD’ye iltica etmiştir, ancak sosyalizmin insanlar arasında oluşturduğu maddi ilişkileri
daha güzel ve hakça bulduğunu açıkça ifade etmektedir. Selma’ya büyük bir kötülük edecek erkek olan
ev sahibi polis Bill ise Selma’nın biriktirdiği parayı yine
gayet maddi bir gerekçeyle, lüks düşkünü karısının harcamalarının yarattığı borç batağını kapatmak için çalar.
Selma, Bill’i parayı geri almak için öldürür ve parayı çocuğunun tedavisi için ödedikten sonra paranın nerede
olduğu keşfedilip çocuğunun tedavisi durdurulmasın
diye mahkemede kendisini doğru dürüst savunmaz, nihayetinde de idam edilir.
Geri Zekâlılar ve Karanlıkta Dans, Trier’in genel kariyeri açısından çok daha ayakları yere basan ve ideolojik
içeriği öne çıkan filmlerdi. Trier, Altın Kalpli üçlemesini
tamamladıktan sonra kariyerine bilinçli bir biçimde bu
yönde değil, Dalgaları Aşmak’ın gösterdiği yönde; içeriğini geri felsefi tartışmalar ve mistisizmin oluşturduğu
filmler çekerek devam etmeyi tercih etmiştir.
Tanrı’nın İnayeti, İnsan Kötülüğü Karşısında Gazaba
Dönüşüyor
Altın Kalpli üçlemesinin ardından Trier, henüz üçüncü
filmini çekmediği Fırsatlar Ülkesi ABD üçlemesini çekmeye başlar. Bu üçlemede ana karakter, her türlü işini
zorbalıkla gören bir gangster babanın, sonsuz bir merhamet ve anlayışla donanmış kızı Grace’tir. Grace karakterinin temeli Bess’tir, ama Grace’in iyiliğinde öne çıkan
başat özellik bağışlayıcılıktır.
Grace, Bess’de başlayan iyiliğin mistikleştirilmesi sürecinin tamamına ermiş hali gibidir. Bu, isminden de bellidir:
Grace kelimesinin anlamı “tanrının lütufu”dur. Burada lütuf, en geniş anlamıyla tanrının insana bahşettiği her iyilik
anlamına gelmektedir, örneğin İncil’de Adem ve Havva’nın
cennetten kovulması “fall from grace” olarak isimlendirilir
ve tanrının lütufunun kaybedilmesi anlamını taşır(8).
Trier’in en fazla seyredilen ve hakkında en fazla övgü
yazılan filmi kuşkusuz Fırsatlar Ülkesi ABD üçlemesinin ilk filmi Dogville’dir. Film, babasının şiddete dayalı
yaşantısını reddedip kaçan Grace’in sekiz haneden oluşan sefil bir dağ köyüne sığınmasıyla başlar. Babası ve
adamları Grace’in peşindedir ve köylüler Grace’i saklamakta tereddüt ederler. Ancak köyün henüz tek bir satır
yazmamış olsa da her fırsatta köylülere ahlakçı söylevler çekip onları “başkalarına kucak açmamakla” suçlayan genç “yazar-aydın”ı Tom Edison, Grace’in Dogville
için bir lütuf olduğunu; Dogville sakinlerinin bir yabancı
olan Grace’i aralarına kabul etmelerinin onların diğer insanlara değer veren kişiler olduklarının ispatı olacağını
söyler. Köylüler razı olur ve Grace, iki haftalık bir “deneme süresi” sonucunda kendisini herkese sevdirir ve
köyde saklanmaya başlar.
Bütün bunlar olurken, Grace ile Tom Edison arasında
daha önce dikkat çektiğimiz dualitenin geliştiğini görürüz. Grace, kasabalıların tümünden daha erdemli, özgeci
ve sevgi doludur; onlardaki eksiklikleri sınırsız bağışlayıcılığıyla hoş görmekte, nazikçe göstermekte ve düzeltmek için emek vermektedir. Tom ise gördüğü tüm eksikliklere aşağılayarak yaklaşmakta, düzelmeleri için emek
vermek şöyle dursun, babasının emekli maaşı sayesinde
en ufak bir üretkenlikte bulunmadan asalak gibi yaşamaktadır. Tom ve Grace arasındaki zıtlığı en güzel özetleyen, Tom’un atölye sahibinin alık oğlunu yenip aşağılamak için her akşam aynı saatte onunla dama oynaması,
Grace’in ise çocuğa Tom’u yenebilecek derecede taktik
geliştirmeyi öğretmesidir. Diğer yandan, Grace ile Tom
arasında bir aşk ilişkisi de gelişmektedir.
Ancak köyün kilisesinin kapısına önce Grace’in arandığına,
ardından da yerini bildirene 5000 dolar verileceğine dair
posterler asıldığında işler Dogville “dişlerini gösterir.” Artık geldiği günden beri kasabanın tümünde erişilmezlik ve
hayranlık uyandıran Grace’in de yüksek olmakla beraber
bir fiyatı vardır ve bu onun o kadar da erişilemez olmadığını göstermektedir. Grace’ın bu gökten yere inmesi, onun
erdemlerine ve güzelliğine duyulan hayranlığın kıskançlığa
ve köyün erkekleri açısından da istismar etme arzusuna
dönüşür. Üstelik tamamı satılsa 5000 dolar etmeyecek
Dogville’in sakinleri, bu güzel varlığa pekâlâ tek kuruş ödemeden, onu ele vermekle tehdit ederek de istediklerini yaptırabilecek durumdadırlar.
İlk taşı kendisi de Grace gibi aslen kentli olan çiftçi
Chuck atar ve elma bahçesinde Grace’i öpmeye çalışır.
Bu olayın ardından Dogville büyük bir hızla habisleşir ve
film bize kötülüğün çocuklara dek uzandığını gösterir.
Chuck’ın oğlu Jason(9), ailenin diğer çocuklarıyla birlikte
ders alırken sürekli Grace’in kucağında oturmak ister; bu
isteği karşılanmadığında ise ortalığı dağıtır ve Grace’ten
onu dövmesini talep eder. Filmin belki de en alçakça
sahnesinde Grace Jason’ı dövmeyeceğini söyler. Jason
105
ise son günlerde kötü çocuk olduğunu, cezalandırılmayı
hak ettiğini, eğer onu güzelce cezalandırmazsa Grace’e
hiç saygısının kalmayacağını, dahası, annesi eve geldiğinde onu dövdüğü yalanını atacağını söyler ve “annem
sana cephe alırsa senin için kötü olur” diye şantaja başlar. Grace şantajı yutmaz, Jason bunun üzerine uyumakta olan bebek Achilles’in beşiğini devirmeye kalkar.
Nihayet Grace Jason’ı dizine yatırıp dövmeye başladığında ise “daha hızlı, daha hızlı!” diye bağırır. Dayak
faslı henüz yeni bitmiştir ki, Chuck vakitsizce çıkagelir.
Dogville’e bir kez daha polis gelmiş, Grace’i sormaktadır.
Grace sokağa çıkamayacak haldedir ve Chuck, Jason’ı
dışarı yollayıp Grace’e tecavüz eder.
Chuck kısa sürede bunu alışkanlık haline getirir ve sonunda olay Chuck’ın karısı Vera’nın kulağına gider. Bir
gece, kasabadan iki kadınla birlikte Grace’in kaldığı eve
gelirler. Vera, Grace’in köylülerden emeği karşılığında aldığı küçük ücreti biriktirerek köyün dükkânından
satın aldığı yedi çirkin porselen bibloyu kırmaya karar
verir. Grace için biblolar çok değerlidir çünkü “her şeye
rağmen, çektiği çilenin değerli bir ürün verdiğini” göstermektedirler. Bu yüzden Vera’ya “çocuklarına stoacı
doktrini anlattığımda ve anladıklarını gördüğünde birlikte ne kadar mutlu olduğumuzu hatırla” diye yalvarır.
Vera ise Grace’e “o halde önce bibloların ikisini kıracağım ve eğer stoacı doktrin konusundaki bilgini gözyaşlarını tutarak göstertebilirsen geri kalanını kırmayacağım” der. Grace gözyaşlarını tutamaz, Vera da bibloların
hepsini kırıp çekip gider.
Bu noktadan sonra ipler kopar. Grace, Tom’un da verdiği akılla kasabadan kaçma planı yapar ama Grace’in
gitmesini istemeyen Tom’un ihaneti sonucunda Grace
bir de kamyon şoförünün tecavüzüne uğrar ve köye geri
getirilir. Dogville böylelikle “köpekleşmesinin” son noktasına ulaşır: Kaçmasını engellemek için Grace’i boynundan demir bir tekerleğe zincirler ve onu köy içinde
sürekli olarak tekerleği çekerek gezmeye mahkûm ederler. Grace köylülerin arasından tekerleği çeke çeke yürürken, onun şahsında bir kez daha sırtında çarmıhıyla
Golgotha tepesine tırmanan İsa imgesini görürüz.
Artık kasabanın tüm erkekleri geceleri Grace’e tecavüz
etmeye başlarlar. Bu öyle olağan hale gelir ki köyün
çocukları birisi bu amaçla Grace’in evine girdiğinde kilisenin çanını çalıp dalga geçmektedirler. Sonunda bir
gece Tom’un çağrısıyla kilisede toplanırlar ve Grace
Dogville’in tüm sakinlerine yaptıkları her şeyi tek tek sayıp döker. Grace evine döner, köylüler büyük bir ikiyüzlülükle hep bir ağızdan yapılanları yalanlar, Tom da köylü-
lerle tartıştıktan (ve kendisine “taraf seçmesi gerektiği”
söylendikten) sonra Grace’in yanına gelir ve “onu seçtiğini” söyleyip birlikte olmak ister. Grace kendisi böylesine özgür değilken birlikte olmalarının doğru olmayacağını söyleyince Tom “ideallerini biraz esnetsen olmaz
mı” diye üsteler. Grace ise yumuşak tavrını hiç bozmadan onun da diğerlerinin yaptığını yapabileceğini söyler
ve Tom’a “böylesine insanca düşünceler taşımaktan
korkuyor musun” diye sorar. Tom yüzüne tutulan bu
aynaya dayanamaz ve Grace’i arayan gangstere, onun
Grace’in babası olduğunu bilmeden telefon eder.
Grace babasıyla yüzleştiği diyalog ve ardından olanlarda Lars Trier’in artık olgunluğa ermiş düşünsel çerçevesinin en açık halini görürüz. Grace babasını insanları
yargıladığı için, babası ise Grace’i tüm kötülükleri koşullarla açıklayıp, insanları hiç yargılamadığı için kibirli olmakla suçlar. Grace “köpekler doğalarına tabidir, neden
onları affetmeyelim?” diye sorar; babası ise “köpekleri
ancak doğaların uygun davranmalarını engellersen eğitebilirsin” der; ancak görünüşe göre her ikisi de köpek
benzetmesinde hemfikirdir. Babası Grace’e “insanları
kendi yüce etik standartlarında görmeyecek kadar kibirlisin, oysa onları, kendini yargılarken uyguladığın standartların aynısıyla yargılamalısın” der. Grace ikna olur
ve bunu yaptığında tüm kasabayı ölüme mahkûm eder.
Bunu gerçekleştirecek gangsterlere “çocuklu bir aile
var, çocukları tek tek öldürün ve anneye seyrettirin, ona
eğer gözyaşlarını tutabilirse duracağınızı söyleyin, bunu
ona borçluyum” der, Tom’u ise bizzat kendisi infaz eder.
Dogville’in katliam sahnesi, sinema tarihinde belki de en
sinsice hazırlanmış katarsistir. Trier’in idealist felsefi demagojisine kapılan bir izleyicinin film boyunca Grace’e
yapılan kötülüklere giderek hiddetlenip, sonunda Dogville tanrının gazabına nazire kıyıma uğradığında, “layıklarını buldular, oh olsun” diye rahatlaması, beşiğinden alınıp
vurulan bebek Achilles’in bile biraz olsun bunu hak ettiğini düşünmesi işten bile değildir. Oysa çevrilen üçkâğıt
çok basittir: sahne dizaynı, kamera tekniği ve oyunculuk
kullanılarak izleyicide bir “gerçekçilik” hissi yaratılmakta
ancak gerçek olması olanaksız derecede ideal bir siyahbeyaz dualitesi kurulmaktadır. Grace’in saflığı ve iyiliği tanrısaldır (ve bu hissi yaratması için oyuncu olarak
bembeyaz tenli Nicole Kidman seçilmiştir), karşısındaki
köylüler ise kıskanç, kaknem, hırpani kılıklı ve pistir. Bir
tanesi dahi Grace’e yapılan kötülüklere ses çıkartmamakta, üstelik tümü istekli biçimde dâhil olmaktadır.
Küçücük çocuklar bile Grace’in acılarında rol sahibidir:
Grace tecavüze uğradıkça çanı çalıp dalga geçmekte,
kaçmasın diye boynuna zincirledikleri tekerleğin içine
106
oturup Grace’e işkence etmektedirler.
Trier Dogville’in ana fikrini “kötülük doğru koşulların
bulunduğu her yerde ortaya çıkabilir” diye özetlemektedir(10), ancak Dogville’de ortaya çıkan “kötülük” değil,
koşullarla açıklanamayacak, ancak De Sade’ın romanlarına yakışacak bir iblislikler manzumesidir. Söz konusu
olan koşuların ürünü bir kötülük olsaydı, Dogville sakinlerinin sefaletleri içinde Grace’i ihbar edene verilecek
5000 dolarlık ödül için sıraya girmeleri gerekirdi; ama
onun yerine Grace’i boynuna çan takıp köyün orta malına dönüştürmeyi ve sırayla tecavüz etmeyi tercih etmektedirler. Üstelik içlerinden bir tanesi bile diğerlerinden bağımsız olarak parayı almayı denememekte, söz
konusu tecavüz kadınların da onay vererek dahil olduğu
büyük bir örgütlülükle işlenmektedir.
Trier, çizdiği kötülük portresiyle kendi “koşullara bağlı
ortaya çıkan kötülük” açıklamasıyla çelişmektedir ancak bu çelişkinin kaynağı düşünsel çerçevenin eksikliği değil, bozukluğudur. Gerçek hayatta kötülük, maddi
koşullardan kaynaklanır kötülüğü işleyenler ne denli
maddi sıkıntı içerisindeyse, o ölçüde maddi kazanç için
işlenir. Oysa Trier’in derdi bu sıradan kötülüğü anlatmak değil, kendi içinde mükemmeliyete ulaşmış, ideal
bir kötülüğü anlatmaktır; zira ona göre “kötülük iyilikten
çok daha net bir biçimde görseldir. İyiliği resmetmeye
çalışmak filmlerde iyi sonuçlar vermez”(11). Dolayısıyla
ortada, insan gerçekliğinin bir parçası olan kötülüğün
anatomisine dair sanatsal bir inceleme yoktur. Dogville, izleyicinin vicdanını daha iyi istismar edebilmek için
Brechtiyen epik tiyatro tekniğini dahi arsızca araçsallaştırmaya yeltenecek derecede samimiyetten uzak,
gerçekdışı ve suni bir kötülük melodramıdır.
Bu, Trier’in düşünsel ve estetik çerçevesindeki nihai kırılmadır. Bu noktadan itibaren yokuş aşağı bir yolculuk
başlar. Üçlemenin ikinci filmi olan Manderlay’de Grace,
köleliğin kaldırılmasından yetmiş yıl sonra hala kölelik
uygulanan izole bir çiftliğin kölelerini “özgürleştirir” ve
çiftliğe silah zoruyla el koyarak kölelerin mülkü haline
getirir. Ama sonradan ortaya çıkar ki, bu çiftlikte yetmiş
yıldır kölelik silah zoruyla veya kölelerin cehaletinden
dolayı değil, köleler ve efendiler arasında bu yönde bir
anlaşma kurulduğundan dolayı sürmektedir; zira tüm
köleler, köleliğin rahatlığının özgürlüğün getirdiği sorumluluk ve zorluklara göre daha tercih edilebilir olduğu
konusunda hemfikirdirler. Grace onları zorla özgürleştirdiğinde köleler tembellik ve örgütsüzlük nedeniyle artık kendi mülkleri olan çiftliği batma noktasına getirirler
ve Grace’i zorla yeni efendi tayin ederler. Film, Grace’in
“bizi siz böyle yaptınız” diyen köleyi delirmişçesine bir
hiddetle kamçılaması ve ardından çiftliği kaçarak terk
etmesiyle son bulur. Her ne kadar dış ses bütün bu olanların sebebinin ABD’nin özgür zencileri kabul etmemiş
olması olduğunu söylese de, film boyunca resmedilen,
özgürlükleri için büyük mücadele vermiş, onurlu zencilerle uzaktan yakından alakası olmayan, tembel, aptal,
riyakâr ve köleyken daha mutlu olduğunu iddia eden
onursuz kapıkullarıdır. Böylelikle büyük bir tarihsel mücadelenin tüm olumlu sonuçları bir kalemde silinir ve
Dogville’de öne sürülen “insan kötüdür” iddiasının yanına “insan tembeldir ve özgürlüğe değil, rahatlığa düşkündür” iddiası eklenmiş olur.
Kaçınılmaz Son: Mizantropi
İnsana dair bu denli olumsuz düşüncelerden oluşan bir
düşünsel çerçeve, içerdiği iyilik kırıntılarını da zorunlu
olarak kusar ve Deccal’de buna şahit oluruz. Bu filmde
artık ana karakter, Trier’in varlığından ve derinliğinden
kuşku duymadığı insan kötülüğünün “dişi” halidir. Bu
isimsiz kadın, içinde kendisine destek değil yük olduğunu düşündüğü çocuğunu işkence edip sakatlayacak
ve kocasıyla cinsel birleşmesinin hazzı içerisinde onun
camdan düşmesini seyredip kılını bile kıpırdatmayacak derecede canavarca bir taraf barındırmaktadır. Bu
taraf “cadı”dır ve uyumlu olduğu doğa da “şeytanın
kilisesi”dir. Bu sefer kötülük kadının kişiliğinde yoğunlaşmıştır ve erkek rasyonel aklıyla olan biteni anlamamakla beraber, sabırla karısına yardım etmeye çalışan,
iyi bir karakterdir. Ne var ki cadının kötülüğü ona da bulaşır. Kadın, ölen çocuklarına işkence ediyor olduğunu
öğrenen erkeği, kendisini terk edeceği düşüncesiyle ağır
işkencelere tabi tutarak sakatlar. Bunu yaparken kendi
bedenine de zarar verir. Nihayetinde erkeği kendisini öldürecek derecede hiddetlendirir ve sonra da kendisini
boğmasına izin verir. Böylelikle Bess’ten Grace’e gelen
yolculukta artık bir safra haline gelmiş olan idealize insan iyiliği, isimsiz bir karı-kocanın, ismi “Cennet Bahçesi” olan idillik bir ortamda birbirlerine her türlü fiziksel
kötülüğü yaptığı sado-mazoşistik bir şiddet öyküsüyle
Trier’in gündeminden düşer.
Böylelikle Trier’in son filmi Melankoli’ye geliriz. Artık
Trier’in kadını, ismi Justine olan, kayıtsız ve yabancılaşmış bir tiptir. “Melankoli” isimli gezegenin dünyanın
yakınından mı geçeceği, yoksa çarpıp dünyayı yok mu
edeceği tartışılmaktadır ama Justine kesinlikle dünyanın yok olacağını bilmektedir çünkü o metafizik öngörülere sahiptir. Bunun delili ise çekiliş yapmak için bir
şişeye doldurulan fasulyelerin kaç tane olduğunu bilme-
107
sidir. Filmin yaklaşık 90. dakikasında Justine ve ablası
arasında yaşanan diyalogda Trier Justine’in ağzından
konuşmaya başlar(12) ve “dünya habis, onun için üzülmeye değmez, zaten kimse onu özlemeyecek. Dünyadaki yaşam habis, evrende başka hiçbir yerde de hayat
yok, evrende yalnızız ve yakında yok olacağız” şeklinde,
sadece “kötü” değil “iyi” olarak bildiğimiz her şeyin de
kaynağı olan dünyadaki yaşama nefretini kusar.
Sonuç
Özü bu denli açıkça ifade edilen, bu denli insana düşman düşünceler olan bir eserin biçimine ya da estetiğine dair bir tartışmanın bizim açımızdan bir anlamı bulunmuyor. Artık, Trier sinemasının vardığı noktaya dair
genel bir tahlil yaparak yazıyı noktalayacağız.
bir inanç ve bu inanç üzerinden insana düşmanlıktır. Bu
düşünsel çerçeve, Trier’in kariyerinde adım adım gelişmiş, ilk aşamada olağanüstü iyi karakterlerin insan kötülüğü karşısında yaşadığı trajediler olarak anlatılırken,
giderek bu “kötülük” durumu her türlü cezalandırmayı
hak eden bir aşağılıklık olarak resmedilmeye başlanmış, nihayetinde de insanlığın tek hak ettiği şeyin tümden yok olmak olduğunu iddia eden, yabancılaşmış bir
mizantropinin vazedilmesine varmıştır. Trier, eserlerinde insana dair umut barındırmayan ve onun daha iyiye,
daha güzele doğru ilerlemesini ne mümkün gören, ne
de arzu eden bir entelektüeldir. Trier’in estetiği ise, bu
“kötülük” algısının kötücül estetiğidir. Bütün bunların
sonucu olarak Trier, kaçınılmaz olarak gericidir.
Trier sinemasının biçimsel ambalajı açıldığında ortaya
çıkan öz insanın da, insanlığın da kötü olduğuna dair
Notlar
(*) Lars Trier’in soyadının önünde
yer alan “von” eki, kendisi tarafından
eklenmiştir. Bu ek, Cermen aristokrasisinin asaletini belirtmek için kullandığı ön ektir.
(1)http://www.youtube.com/
watch?v=stjM2q3D8I4
(2) Bu yazı çerçevesinde Trier’in
sinematografisini kabaca ikiye
ayıracağız ve Dogville’e (2003) kadar çektiği filmleri erken dönem,
Dogville’den sonra çektiği filmleri
ise geç dönem olarak adlandıracağız. 2006 yılında Manderlay ve
Deccal arasında çekilen Emret Patronum ise erken döneme kısa bir dönüş niteliğinde olmakla birlikte, çok
önem arz etmemektedir.
(3) Söylencenin kimi yorumlarında
Medea çocuklarını Jason tarafından
işkence edilmesinler diye öldürmektedir, ancak bu “yumuşatılmış” bir
yorumdur. Euripides’in tragedyası
ve Trier’in filminde Medea, çocuklarını işkenceden kurtarmak değil,
intikamını tamamlamak için evlat
katili olmaktadır.
(4) Jack Stevenson, Lars Von Trier,
108
İstanbul: Agora, 2005, s.85, 168-169.
Ayrıca bkz: http://www.imdb.com/
title/tt0285610/fullcredits#cast
(Erişim Tarihi: 03.05.2012)
(5) age., s. 150, 186-187.
(6) Üçlemenin Trier tarafından dile
getirilen (age. s.85) iki ilhamı vardır.
Birincisi elinde avucunda ne varsa
hepsini başkalarına dağıtıp, sonunda çırılçıplak kalan bir kız çocuğu
hakkındaki “Altın Kalp” isimli çocuk
masalıdır. İkincisi ise Marquis de
Sade’ın “başyapıtı” sayılabilecek
Justine romanıdır. Bu romanda ana
karakter Justine, “erdem”i aramak
için uzun bir yolculuğa çıkar, 12 yaşından 26 yaşına kadar her türlü
tacize, tecavüze katlanır. Nihayet
kendi ablası tarafından kurtarıldıktan sonra da kafasına yıldırım düşüp
ölür.
(7) Örneğin Türkiye’de de yayınlandığında çok sayıda hayran edinmiş
olan Krallık dizisinde senaryoda
nelerin dönüyor olduğunu ancak bölüm açılışlarında konuşan geri zekâlı
karakterlere kulak vererek anlayabilirsiniz. Geri Zekalılar’da karakterlerin geri zekâlı gibi davranmaları,
sadece bir yerleşik düzen eleştirisi
değil, aynı zamanda iç huzura ulaşmak için verilen bir çabadır.
(8) Sembolojiler peşinde koşmayacağımızı söylemiştik, ancak geçerken değinmekte yarar var: Bess ismi
de Elizabeth’in kısaltılmış halidir
ve genel kabule göre “tanrı yemini”
manası taşımakla beraber, kimi kaynaklarda “tanrının kızı” manasına da
geldiği ifade edilmektedir.
(9) Kuşkusuz bu habis çocuğun isminin Medea’nın kocasının ismi olması da tesadüf değildir.
(10) A.O.Scott, “’Dogville’: It Fakes a Village”, New York Times,
21 Mart 2004, http://www.nytimes.com/2004/03/21/movies/dogville-it-fakes-a-village.
html?pagewanted=all&src=pm (Erişim Tarihi: 04.05.2012)
(11) Stevenson, s.109.
SEÇİLMİŞ FİLMOGRAFİ
Suç Unsuru (1984)
Salgın (1987)
Medea (1988)
Europa(1991)
Krallık (1994)
Altın Kalpli Üçlemesi
Dalgaları Aşmak (1996)
Geri Zekâlılar (1998)
Karanlıkta Dans (2000)
Fırsatlar Ülkesi Abd Üçlemesi
(Tamamlanmamış)
(12) Trier bu filmde Justine’in kendisi olduğunu açıkça söylemektedir:
Lars Von Trier, “Longing for the End
of All” (Herşeyin Sonuna Özlem),
2011 Cannes Film festivali için hazırlanmış basın kitinde yer alan, Nils
Thorsen tarafından yapılan röportaj, http://www.festival-cannes.fr/
assets/Image/Direct/042199.pdf
Erişim Tarihi: 04.05.2012)
109
Dogville (2003)
Manderlay (2005)
Wasington (henüz çekilmedi)
Emret Patronum (2006)
Deccal (2009)
ÖMÜR GEDİK:
“Şehrin İçinde Şehir Baskısını Yaşamadığım Tek Yer Beykoz”
Röportaj: Öğr. Gör. Sevil Bektaş
sinin yazı işlerinde de görev yapıyordum. İlk ekonomik
krizde ana gazetenin kültür sanat sayfası kapatılınca
bizler de eklere dağıldık.
konumu çok ayrıcalıklı. Şehre bu kadar yakın ama bir o
kadar da şehir baskısının hissedilmediği bir yer. Özellikle hayvanlarla yaşıyorsanız yeşil, toprak çok önemli. Bu
da Beykoz’daki evimizde bize sunulan bir lütuf.
Üniversite yıllarında seçmeli sinema dersleri almıştım.
Londra’da yaşadığım yıllarda sinema kurslarına gittim.
TÜRSAK sinema seminerlerini de bitirmiştim. Bunlar ve
sinemaya olan özel ilgim, Hürriyet eklerde sinema eleştirmenliğine kadar uzanan yolu açmış oldu.
Televizyon ekranlarının en sevilen yüzlerinden olan
Ömür Gedik, Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Filolojisi okurken, bölümün seçmeli olarak verilen sinema derslerine
katılarak, şimdiki mesleği sinema eleştirmenliğinin tohumlarını atmış. Altı sene rock müzik yapan ‘Mavi Topluluk’ grubu ile çalışan Gedik, sinemanın yanı sıra müziğe
olan ilgisi de üniversite yıllarında devam etmiş.
Beykoz’daki komşuluk ilişkileriniz nasıldır? Beykoz’da
oturan diğer ünlülerle görüşüyor musunuz?
Şafak Sezer ve Tamer Karadağlı ile onlar buraya taşınmadan önce görüşüyorduk. Şimdi yakınlarda yaşayan Erol
Avcı, Erkan Petekkaya, Mustafa Sandal ve Murat Han var.
Sinema kadar hayvan hakları konusundaki yazılarınız
da dikkat çekmekte. HAÇİKO ile ortaklaşa gerçekleştirdiğiniz projeden söz edebilir misiniz?
Televizyonculuk serüvenine 2004 yılında başlayan
Ömür Gedik, 2005 yılından beri Kanal D’de yayınlanan
ve ekranların en çok izlenen sinema programı olan
Cinemania’yı hazırlayıp sunmaya devam ediyor. Hürriyet Kelebek ekinde Salı ve Perşembe günleri popüler
kültür, Keyif ekindeyse Cumartesi ve Pazar günleri sinema yazıları yazan Ömür Gedik, son dönemlerde Sinema
kadar hayvan hakları konusundaki yazılarıyla da gündemde yer alıyor.
Üç yıl önce kurduğum ve halen başkanı olduğum HAÇİKO (Hayvanları Çaresizlik ve İlgisizlikten Koruma Derneği) daha çok sahada çalışan bir dernek. Şu anda mecliste
olan yasa ile ilgili olarak sık sık Ankara’yı ziyaret ediyoruz. Ama dediğim gibi daha çok sahadayız. HAÇİKO’nun
iki adet arabası var. Bu arabalar restoran, ilaç firmaları ve
mama sponsorumuz olan Goody’den aldıkları yemek ve
tıbbi malzemeleri orman ve barınaklara götürüyor. Çok
yakında derneğimizin bir ambulansı da olacak.
Başarılı sanatçı Ömür Gedik, başkanlığını yaptığı Hayvanları Çaresizlikten ve İlgisizlikten Koruma Derneği
olan ve ‘HAÇİKO’ ile ortaklaşa gerçekleştirdiği organizasyonlarda hayvan hakları konusunda pek çok soruna
parmak basmaya devam ediyor.
Sinema eleştirmenliği ve köşe yazarlığının yanı sıra son
zamanlarda müzik piyasasında da kendinden söz ettiren Ömür Gedik de Beykoz’lu ünlülerimizden. Beykoz’u
‘Şehre bu kadar yakın ama bir o kadar da şehir baskısının hissedilmediği bir yer’ olarak tanımlayan Ömür Gedik ile Beykoz’daki yaşantısı ve son projeleri üzerine kısa
bir söyleşi yaptık.
Derneğe yaralı hayvan ihbarı çok geliyor. Bunları en
yakın veterinerlere aldırırken çektiğimiz zorluklar biraz
daha azalacak. Yollardan kurtardığımız hayvanların tedavilerini de yaptırıyoruz. Sonrasında da sokakta yaşayamayacak olanları sahiplendirme yoluna gidiyoruz.
Öğrencilik yıllarınızda müzik tutkunuz başlamış diyebiliriz. Yaklaşık altı sene çok sesli rock müzik yapan
“Mavi Topluluk” ile çalışmışsınız. Müzikle ilgili yeni
projelerinizden ve müzik ile beraber kariyerinizdeki değişimi nasıl yorumluyorsunuz?
Ortaokul yıllarımdan beri müzikle iç içeyim. Uzun süre
piyano çaldım, solfej dersleri de aldım. Üniversitede solisti olduğum bir rock grubum vardı.
Ömür Hanım, öncelikle Beykoz Lojistik Meslek Yüksekokulu bünyesinde yayınlamakta olduğumuz Akademi
Beykoz adlı dergimizin, Beykoz’dan portreler köşesine
konuk olmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Beykoz semti ile ilgili sorularımıza geçmeden
önce son çalışmalarınızdan ve meslek hayatınızdan
bahsetmek istiyorum. Sinema eleştirmenliği serüveniniz nasıl başladı?
Mavi Topluluk adlı çok sesli rock korosunda 10 yıla yakın
Koristlik yaptıktan sonra İstanbul Avrupa Korosu, AG34
ve Ladies and Gentlemen korolarında da çalıştım. Ama
albümle birlikte müzik hayatıma farklı bir şekilde girdiğinden bu yana daha geniş kitlelere seslenme imkanı
bulduğumu itiraf etmeliyim.
1993 yılında Sabah gazetesinden Hürriyet gazetesinin
Kültür Sanat bölümüne geçtim. O arada Focus dergi-
Bu durum özellikle hayvan hakları konusundaki çağrılarımı
çok daha geniş kitlelere ulaştırma imkanı sağladı bana.
110
Beykoz semtinde gitmeyi sevdiğiniz ve gözlerden uzak
kaçış noktalarız var mı? Bu bölgede neler yapmaktan
keyif alırsınız?
Beykoz’da en çok yol kenarına atılmış köpekleri beslemeye gidiyorum. Belli besleme noktalarımız var. Benim
hem HAÇİKO kapsamında görev olarak bildiğim hem de
yapmış olmaktan keyif aldığım bir etkinlik bu.
Son olarak Bu bölgede sevmediğiniz, gözünüze batan
ve Beykoz ilçesinde olmamalı dediğiniz unsurlar var mı?
Beykoz demek yeşil demek. Ama son zamanlarda korunacağına çarpık yapılaşma nedeniyle yeşil yok ediliyor. Daha çok beton, daha çok araba sadece bizim değil,
doğayı paylaştığımız hayvanların da yaşam alanlarının
daha da daralması anlamına gelecek.
Hayvan hakları için çıkarttığım albüm bu anlamda hem
maddi hem de manevi açıdan amacına ulaşmış oldu.
Bildiğim kadarıyla 18 yaşında bir kızınız var. Annelik ve
müzisyenlik birbirinden apayrı ve büyük sorumluluklar.
Aradaki dengeyi nasıl sağlıyorsunuz?
Kızım Tayga en özel arkadaşım. Tayga müziğe olan tutkumu biliyor ve bu konuda da benim yanımda. Anne kız
ilişkisinin sınırlarını korurken iyi de birer arkadaş olduk.
Çok olgun, derslerinde başarılı ve duyarlı bir kızım var.
Özellikle çevreye ve hayvan haklarına duyarlı olması
beni çok mutlu ediyor.
Beykoz’u yaşama alanı olarak tercih etme nedenleriniz
nelerdir? Beykoz’un sizin için taşıdığı anlam nedir? Ne
kadar zamandır Beykoz’da ilçesinde oturuyorsunuz?
Üç yıldır Beykoz’da yaşıyorum. Buranın yeşili, doğası ve
111
PLAZALARIN ORTASINDA MANGAL KEYFİ: KAVACIK MANGAL
Kiracılarımız vardı restoran işleten; kendi dükkanlarımızı kiraya verdiğimizde öyle haşır neşir olduk. Bir
de yemek kültürü olan bir aileyiz; gezdiğimiz yerlerde
özellikle gittiğimiz yerin meşhur olan yemeğini yemeye
çok dikkat ederiz. Amcam Mehmet Ali Tuncer sanatçı
olduğu için de -lezzet yolu diye bir program hazırlıyordu TV 8’de, Kanal 7- ailecek bir aşinalığımız da, merakımız da vardı yemeğe karşı.
Fotoğraflar: Yrd. Doç. Dr. Pınar Seden Meral
Mangalda et sever misiniz? Eğer cevabınız evet ise, Kavacık Mangal tam size göre! Kavacık gibi İstanbul’un iş
merkezlerinin olduğu bir noktada gerçek mangal keyfini sürebileceğiniz ender mekanlardan biri olan Kavacık
Mangal, hiç yorulmadan, zahmetsizce öğlen ya da akşam saatinde mangalda pişmiş et yiyebilmenize olanak
sağlıyor. Kavacık Mangal’ın sahibi ve işletmecisi olan
Ekrem Tuncer ile lezzetli bir söyleşi yaptık.
Bu iş bir de severek yapılması gereken bir iş; hani bu iş
para kazanmak mantığıyla yapıldığı zaman yapılamaz.
Yani hem başarılı olamazsınız, hem de heyecan duyamazsınız. Sadece materyal gözle baktığınızda bunun
size bir getirisi olmaz; tam tersi götürüsü olur. İnsanlarla diyaloğu genel olarak seven bir yapım var; restoran kültüründe de insanlarla devamlı diyolog halinde
olmamız gerekiyor.
Ekrem Bey, bize kendinizden söz eder misiniz? Bu işe
nasıl başladınız?
Benim bu işe girmem de ailemin rolü çok oldu.
Kavacık’ta da açıkçası böyle bir şey yoktu; böyle plazaların içerisinde, alışveriş merkezlerinin içerisinde
mangal yapılan bir yer yoktu. Bu işe girmenin avantajlı
olacağını öngördük.
Ben, 27 Mayıs 1986 Beykoz doğumluyum. Bu ilçenin
çocuğuyuz. Aslen de Ordu Mesudiyeliyim. Babam ve
dedem de oralı. Mesudiye’ye de devamlı gider geliriz.
Hemşehrilerimizle diyologlarımız vardır. Bu işe başlamadan önce, biz emlak-inşaat üzerine çalışıyorduk; yemek sektörüyle kiracılarımız yoluyla haşır neşir olduk.
Ekrem bey, röportaj öncesi sohbet ederken balıkçıktan
söz ettiniz; önce balıkçılıkla başlamışsınız bu işe. Balıktan ete geçişiniz nasıl oldu?
Ayrıca et üzerine aklınıza hangi çeşit var ise, bu çeşitleri burada bulabilirsiniz. Ama kebapçıdan farklıyız.
Kebapçıdan farklı olduğunu söylediniz. Burası bir et
restoranı, kebap türü et mönünüzde yer alıyor mu?
Balık işi çok zor bir iş ve genelde Erzincanlıların elindedir balık işi; Karadenizlilerin elinde değildir.
Kebap da yapıyoruz, köfte de yapıyoruz, beyti de yapıyoruz, sucuk da yapıyoruz ama karışım yoktur bizim
ürünlerimizde. Tamamen ettir, tamamen doğaldır.
Köftemiz kuzu eti ve dana etiyle karıştırılır.
Balıkçılığın çok daha ayrı bir zorlukları var, örneğin balık
fiyatı borsa gibidir, devamlı değişir. Yani daha dikkat isteyen bir durumu var.
Sucuğumuz da aynı şekilde Osmanlı sucuğudur, büyük
sucuklardandır, etten yapılır, içinde sakatat yoktur. Burada ayrıca her ürünümüzü kilo ile alabilirsiniz.
Restoranımızda hala devam ediyoruz yoğunluk olarak
biz bu et işine geçtik, daha zevkli geldi açıkçası. Bir de
balık her yerde ucuza yenebiliyor ama et her yerde ucuza ve kaliteli yenmiyor.
Peki fiyatlarınız nasıl?
Balık piyasasına baktığınızda bir kilo hamsiyi pişmiş
halde 5 liraya yiyebilirsiniz ama bir kilo eti bu fiyata yiyemezsiniz.
Fiyatlarımız çok uygun; piyasada herhangi bir et restoranında bir porsiyona yenilen her hangi bir eti burada
bir buçuk porsiyon kadar yiyebiliyorsunuz.
Mangal olması enteresan…Mangal yapan yerde daha
çok kendin pişir kendin ye biçiminde çalışıyor. Ama
sizin mekanınız böyle değil. Gayet şık, gayet nezih ve
hem aile hem iş yemeğine de hitap eden yer burası..
Mekanın dekorasyonunda nelere dikkat ettiniz ?
Mekan kavacık’ın çok merkezi bir noktasında; bu müşteri portföyünüzü nasıl etkiliyor? Kimler gelir? Öğle
akşam servisindeki yoğunluğunuz neye göre değişir?
Öğle servislerinde plaza çalışanları yoğunlukla geliyorlar; 12 ile 14 arasında çok ciddi yoğunluk yaşıyoruzB
bunun dışında Beykoz’un çeşitli mahallelerinden duyanlar, tavsiye üzerine aileler yoğun bir şekilde akşam
servisine geliyorlar. Beykoz’un dışarısından da gelen
insanlar var, mesela Sarıyer’denÜsküdar’dan mesela.
Mangal dediğimiz zaman bayanlar özellikle geri planda duruyorlar dumanı kokusu.. Biz bayanları düşündük.
Bayanların da mekanı tercih etmesini istediğimiz için,
özellikle ailelerin çok rahat gelebilmelerini, iş toplantılarının, iş yemeklerinin rahat yenmesini göz önüne aldık.
Mekanımızın konsepti hem klasik hem de hareketli cafe
tarzı gibi. Herkesin gelip rahat edebilecğei bir mekan olmasına dikkat ettik. Herkesin gelebileceği bayanlarında
rahat edebilecekleri ferah bir mekan olsun istedik.
Ünlü müşterileriniz var mı?
Sanat camiasından tanınmış kişiler geliyor. Devamlı
müşterilerimiz arasında Adnan Sezgin var, Kurtlar Vadisi dizisinin oyuncunlarından Barbaros bey var Eşref
Bey karakterini oynayan. Buraya pek çok ünlü gelir ve
mekanımızda yemek yer.
Burada bize sunduğunuz etler nereden geliyor ve nasıl
hazırlanıyor?
Şimdi eti öncelikle Balıkesir bölgesinden alıyoruz Balıkesir gönen ve Bigadiç bölgesinden alıyoruz. Bunun
araştırmasını yaptık, Türkiye’de en çok yayla hayvanlarının etinin lezzetli olduğunun öğrendik; çünkü yayla
hayvanları gezen hayvanlar.
Başka şubeniz var mı? Yoksa açmayı düşünüyor musunuz?
Hayır yok, ama açmayı düşünüyoruz.
Nerelere düşünüyorsunuz? Sahil kesimine mi ineceksiniz?
Etlerimizi direk kesimhanelerden alıyoruz ve bütün haliyle alıyoruz; parça olarak değil. Bizzat kesimini de görüyoruz; hepsi İslami usullere kesilmiş oluyor ve böylece farklı karışımların önüne geçmiş oluyoruz.
Avrupa yakasında düşünüyoruz. Biz lezzetimize çok
güvendiğimiz için insanlar bizi nerde olursak bulurlar
diye düşünüyoruz.
Bundan sonrası için açacağımız yer Avrupa yakasında
herhangi bir yer olacak ama sahilde olabilir olmayabilir.
İthal hayvanın etini kullanmıyoruz. Biz aldığımız hayvanın kemiğinin suyunu dahi değerlendiriyoruz, burada
müşteriye bunu sunuyoruz ve daha ucuza mal ediyoruz.
112
Mekanınıza gelen müşterileriniz hangi yemeğinizin
113
tadına bakmadan gitmemeli?
Kavacık köftemiz, kaşarlı köftemiz, Kavacık Kebabımız
kendimize ait ürünlerimizdir. Özellikle Türkiye’de bizim
yaptığımız gibi kaşarlı köfte yoktur. Kavacık kaşarlı köfteyi yemeden gitmesin.
Kavacık Et & Mangal Restaurant: 0 216 322 83 22
114
116

Benzer belgeler