Merhaba Yaz 2005 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı

Transkript

Merhaba Yaz 2005 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
KUBBEALTI GENÇLERİNDEN MERHABA
Sevgili Merhaba Dostları,
En son sizlerin beğenisine sunduğumuz ve hep olumlu eleştiriler
aldığımız “Sâmiha Ayverdi Özel Sayısı”ndan sonra, sizlere Yaz 2005 sayımızla
MERHABA diyoruz. Aldığımız tepkiler çok güzeldi ve bu da bizi daha çok
şevklendirdi. Başta vakfımızın Mütevelli Heyeti Başkanı Muhterem İlhan
Ayverdi Hanımefendi olmak üzere birçok kişiden teşekkür aldık. Hattâ
10 Nisan 2005 tarihli Tercüman Gazetesi’nde Sevinç Çokum köşesinden
bizlere şöyle seslendi:
“(...) Kubbealtı Akademi Mecmuası Samiha Ayverdi için, doğumunun
yüzüncü yılı dolayısıyle bir hatıra sayısı hazırlamış...
Bir de yanında yavrusu var. Samiha Hanımın çocuksu genç kızlık
dönemiyle ilgili fotoğrafının kapak olduğu Merhaba Dergisi, ek sayı. Onu da
gençler gerçekleştirmiş. (0212/ 516 23 56 - 518 92 09) (...)
Güleda ve Nevnihal
Gençlerden, ismi de pek hoş olan Güleda Engin... Ne güzel yazmışsınız
Samiha Ayverdi'nin o güzelim çocuk iftarlarını... İftar sonrası oynanan ve
yavaş yavaş hayatımızdan çekilmiş olan, kimilerinin ise hiç bilmediği oyunları...
Gözler bağlanıp şişe üstünden atlama yarışı bu... "Haydi üç tane kaldı,
dikkat" falan derken gözler açılıyor, bir bakıyorsunuz ortalıkta şişe mişe yok.
Bir de Güleda'nın anlatmasıyla, Samiha Anne'nin onun üşümüş soğuk ellerini
avuçlarında ısıtmış olmasının unutulmazlığı...
Yine anlamlı adıyla bu çevreyi belirleyen Nevnihal Bayar şunları
anlatıyor:
— Dizlerinin dibine oturmuştum, ellerinde kermes için hazırladıkları
anahtarlıklar vardı. Zannediyorum onları paketliyorlardı. Benden yardım
etmemi istediler. Daha sonra insanın yorulduğu vakit başka bir iş yaparak
dinlenmesi gerektiğini, boş durmanın iyi bir şey olmadığını, el dinlenirken gözün
Merhaba – Yaz 2005 /1
çalışabileceğini, göz dinlenirken de elin çalışabileceğini söylediler. O günden
sonra Samiha Ayverdi'den öğrendiğim bu prensibi hayatıma tatbik etmeğe
çalıştım. (...)”
Merhaba Ailesi olarak bizi destekleyen herkese teşekkür ediyoruz.
***
NOT: Merhaba Ailesi’nden Kübra Yetiş 5 Haziran 2005 tarihinde yine
yazarlarımızdan Buğra Şamlı ile dünya evine girmiştir. Kendilerine ömür boyu
mutluluklar diliyoruz.
2 / Merhaba – Yaz 2005
ŞİİR
Kübra YETİŞ *
ON’DAN GERİYE KALAN
En güzel gülleri solmuş bir bahçedeyim.
On’dan geriye kalan hazin bir âti.
Yosun tutmuşsa gözlerim
Rutubettendir,
Öyle bilin.
Sırlarım size göre değildir.
Hasret tüm geçitleri tutmuşsa
ve yayında zehirli oklar varsa,
Bu pusu
sırtına ölümü yüklenenleredir.
Hiç toprak avuçlamadınızsa,
Bir taşa sarılmadınızsa
Sırlarım size göre değildir.
En güzel gülleri solmuş bir bahçedeyim.
On’dan geriye kalan kırık bir şarkı.
Söylemeye dilim varmıyorsa
Unuttuğumdandır,
Öyle bilin.
Sırlarım size göre değildir.
On’a...
*
e-posta: [email protected]
Merhaba – Yaz 2005 /3
KAF DAĞI’NIN ARDINDAKİ SEVGİLİ
Leal YILMAZ
Filibe hep ulaşmak istediğim bir hayaldi. Bu şehir, âdeta, masal
kahramanlarının varmak istediği, Kaf Dağı’nın ardındaki yerdi. Çocukluğumda
okuduğum masallardaki yolcu, yola çıkmadan evvel ve yol boyunca yaptığı
iyiliklerden elde ettiği ne varsa, o hedefe ulaşmak için yolda harcar, hedefe
varmak ise, ancak her şeyden vazgeçip, hiçbir şeyi kalmayınca lûtfedilirdi.
Bütün bu masallardaki ortak nokta, Kaf Dağı’nın ardındaki yere, masal perisinin
izni ve yardımı olmadan gidilemeyeceği husûsu idi.
Filibe, Hatice Cenân Sultân’ın, ezel âşinasını “ilk bakışta” tanıdığı
1
yerdi. Ethem Şah’ın kabri, Ken´an Rifâî’nin dedesinin adıyla anılan Hacı Hasan
Bey Mahallesi hudutları içerisindeki müslüman mezarlığında bulunmaktadır.
Mahalle bugün de hâlen aynı isimle anılmaktadır. Hocam Ayşe Topuz eşiyle
beraber Balkanlar’a yaptıkları seyahatler sonrasında, Ethem Şah’ın makamının
ve söz konusu müslüman mezarlığının oldukça bakımsız ve metruk bir görüntü
içerisinde olduğunu üzüntüyle anlatmıştı.
İşte şimdi uzun süren yazışmalar, telefon görüşmeleri ve sıkı bir takip
neticesinde, Bulgaristan resmî makamlarından, görüşme ve anlaşma talebine
bir cevap gelmiş bulunduğunu ifade ediyordu. Hedef, Ethem Şah’a yaraşır bir
makam yapılması idi. Hazırlıklar tamam olunca, “masal perisinden” destûr alınıp
Ekim 2004’te yola çıkıldı. Filibe’de ilk ziyâretgâhımız Hacı Hasan Bey
Mahallesi’ndeki müslüman mezarlığı oldu. Şükür ve sükût içerisinde
ziyaretimizi tamamladık. Oraların gönlümüzdeki kıymeti, dünya harikalarıyla
mukayese kabul etmez. Ancak metruk ve bakımsız olduğunu bilmemize rağmen,
bu makamın çevresinin tahmin edebildiğimizden çok daha perişan olması
yüreğimizi burktu.
İki gün süren görüşmelerin ardından, Ethem Şah’ın makamının
düzenlenmesi ve müslüman mezarlığının tâdil edilmesi konularında 8 Ekim 2004
tarihinde Bulgar resmî makamlarıyla mutabakata varıldı.
1
Nezihe Araz, Anadolu Evliyaları, Atlas Kitabevi, 8. bs., İstanbul 1988, s.455.
4 / Merhaba – Yaz 2005
İnsan Rumeli’ye doğru gidip o toprakları görüp koklayınca: “İşte tamam,
atalarımızın neden hep buralara doğru geldiğini anladım” diyesi geliyor.
Anlatılacak, görülecek, yapılacak daha çok şeyler, mâmur edilecek, korunacak
çok yerler var… Yapılması planlanan bu makam, hepimizi o topraklara getirip
götürecek ne kuvvetli bir bağ. Nitekim Sâmiha Ayverdi Filibeli Ethem Şah’ı
şöyle tanıtmaktadır: “Ne ki, cihanı bağrına basmış, dünyaları içine sığdırmış bu
ananın (Hatice Cenân Sultan), gönlüne ışık tutmuş, kendi mânâsını kendine
gösterip uyandırmış bir rehberi bir mürşidi vardı: Filibeli Ethem Şah”2.
“Kıyametler kıyametleri takip etse, aşkı ve îmânı ile gene de gönüllerde
yaşayacak olan büyük velîlerden, mübarek yüzüne sır peçesi çekmiş bir velî…
Yokluğun azametli dünyasında haşr olarak var olmuş ebedîlerden bir yüce
ebedî…”3
Kubbealtı Akademisi Kültür ve San’at Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı
İlhan Ayverdi, Filibe’den İstanbul’a dönüşte kendisini ziyaret eden ekibe:
“Gazânız mübarek olsun” dediler. Bu sözün yüzü suyu hürmetine, Kaf Dağı’nın
ardındaki Sevgili ile bu yolun yolcularının gönülleri arasında nice yollar açıla,
nice köprüler kurula, inşaallah.
2
Sâmiha Ayverdi, Dost, Hülbe Basım Yayın, Ankara, s.8.
Sâmiha Ayverdi, Yeryüzünde Birkaç Adım, Kubbealtı Neşriyatı, 2. bs., İstanbul 2001,
s.96.
3
Merhaba – Yaz 2005 /5
BULGARİSTAN’DA YOK OLMAK ÜZERE OLAN
BİR OSMANLI ESERİ: HAMZA BEY CAMİİ
Dr. Gülberk BİLECİK *
Eski adı Ugandıra olan bugün ise Stara Zagora olarak bilinen Eski
Zağra, Bulgaristan’da, Filibe’nin 75 km. doğusunda küçük ve güzel bir şehirdir.
Evliya Çelebi, Seyahatnâmesinde kasabanın 766 (h.1364/1365) senesinde
Yıldırım Bayezid Han zamanında Koca Lala Şahin Paşa tarafından feth
edildiğini söylemekte ve Eski Zağra’yı “kuzeyi dağlarla çevrili, sebze
bahçeleriyle ve bağlarla dolu, müzeyyen bir şehir” olarak tarif etmektedir.
Ayrıca Eski Zağra’da 14 mahallenin, 3000 adet evin, 17 cami ve mescidin, 42
adet mektebin, 200 hamamın, 855 adet dükkanın ve 760 kadar cadde ve yolun
varlığından da bahsetmektedir.1
İki asır boyunca büyük zulüm ve tahribat gören Eski Zağra’daki
eserlerden günümüze sadece Eski Cami olarak da bilinen Hamza Bey Camii
ulaşabilmiştir. Evliya Çelebi, Seyahatnâmesinde 811 (h.1408/1409) senesinde
inşa edilen Hamza Bey Camii’ni şöyle tarif etmektedir: “(...) Büyük kubbeli,
mevzun minareli bir cami olup, gece ve gündüz cemaati çoktur. Şehirde bundan
büyük cami olmayıp kubbeleri mavi kurşunla örtülüdür.” Ayrıca bu yapının bir
mektebi bulunduğunu ve bunun da Eski Zağra’daki 42 mektebin en derli toplusu
olduğunu söylemiştir. Ancak bu yapı günümüze ulaşmamıştır.
Zaman içerisinde büyük tahribat, eziyet ve zulüm gören Eski Zağra’da
asıl büyük yıkım, 93 Harbi olarak da bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı
sırasında gerçekleşmiştir. Bu savaş sırasında bir gecede 14 caminin minaresi
yıkılmış, birçok bina ve cami tahrip edilerek yağmalanmış ve binlerce insan
öldürülmüştür. Bütün bu olumsuzluklardan Hamza Bey Camii de nasibini almış,
caminin minaresi Bulgarlar tarafından barutla patlatılarak yıktırılmış ve bu
esnada kubbesi de büyük zarar görmüştür. Bir süre kilise olarak kullanılan yapı
uzunca bir dönem cephanelik görevi üstlenmiştir. 1297 (h.1879) senesinde
* İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü Türk ve İslam Sanatı Anabilim Dalı.
1
Evliya Çelebi Seyahatnamesi (Haz. Zuhuri Danışman), C.8, s. 213.
6 / Merhaba – Yaz 2005
Bâb-ı Âlî’nin emir ve ısrarı üzerine müslümanlara verilerek tamir edilmiş ve
tekrar cami fonksiyonu kazanmıştır.2
16,5 × 17,7 cm. ölçülerinde kareye yakın planlı cami, yüksek bir kasnak
üzerine oturan tek bir kubbe ile örtülmüştür. Yapının önünde üç gözlü son
cemaat yeri bulunur. Binanın kuzeybatı köşesinde cami mekânı ile son cemaat
yeri arasına yerleştirilen ve girişi içerden sağlanan yuvarlak gövdeli tek
şerefeli minare yer almaktadır. Son cemaat yerinin taşıyıcıları, kemerleri ve
kubbe kasnakları hariç bütün yapı, bir sıra taş üç sıra tuğla malzeme ile inşa
edilmiştir.
1297 (h.1879) senesinde esaslı bir tamir geçiren caminin içi, yoğun bir
şekilde süslenmiştir. Sarı, kırmızı, yeşil ve mavi renkteki kalem işi bitkisel
süslemeler, vazo içinde çiçekler ve kıvrımlı perde motifleri, barok ve ampir
üslûbunun özelliklerini taşımaktadır. Ayrıca yapının orijinalinde olmayan bazı
ilaveler de yine bu tamir sırasında yapılmıştır.
Cami ilk olarak Ekrem Hakkı Ayverdi tarafından 1969 senesinde ciddî
bir şekilde ele alınmıştır. Üç defa Bulgar resmî makamlarına müracaat
etmesine rağmen caminin içine giremeyen Ayverdi, binanın dışarıdan
görülmeyecek şekilde tahta perdelerle sarılmış vaziyette olduğunu ve son
cemaat yeri kapısına bitişik bir meyhânenin bulunduğunu söylemektedir.
Yapının 1969 senesindeki resimlerinden minaresinin durduğu ve son cemaat
yerinin ise giriş hariç bütün açıklıklarının kapatıldığı anlaşılmaktadır.
Müslüman-Türk araştırmacıların sokulmadığı yapıya, 1974 senesinde
Machiel Kiel adlı yabancı bir bilim adamı girebilmiş ve ilk defa yapının içini
resimleyebilmiştir.
2004 Ekim ayı içinde Bulgaristan’ın güney bölgesine yaptığımız bir gezi
sırasında, Hamza Bey Camii’nin Eski Zağra’da mevcut tek cami olduğunu
gördük. Büyük zorluklarla içine girebildiğimiz yapı, ibadete kapalıydı. Uzun
yıllar boş kalan bina her ne kadar dışarıdan sağlam görünse de özellikle iç
mekânı büyük tahribata uğramış, kalem işlerinin çoğu hasar görmüştü. Yapının
minaresi mevcut değildi. Son cemaat yerinin kapatılan kısımları açılmış ancak
pencerelerin çoğu kapatılmıştı.
2004 senesi içinde Bulgar hükümeti tarafından camide kazı çalışmaları
başlatılmıştı. Binanın zemininde Trak döneminden kalma bir mezarlığın olduğu
iddiasıyla yapının ve son cemaat yerinin zemininin tamamen kazılarak
2
Zağra Müftüsünün Hatıraları, (Haz. Ertuğrul Düzdağ), 1001 Temel Eser, İstanbul, s. 92.
Merhaba – Yaz 2005 /7
kaldırıldığını gördük. Binanın cami işlevinden kurtarılıp müze olarak
düzenleneceği ve içindeki süslemelerin temizlik adına tamamen kapatılacağı,
bizzat bu işle uğraşan kişiler tarafından dile getirildi.
Bir zamanlar cemaatle dolup taşan ve bir medeniyeti temsil eden
caminin içler acısı durumu bizi derinden etkiledi. Ne yazık ki Eski Zağra’da yer
alan son Osmanlı eseri de göz göre göre yok olmak üzereydi. Yetkililerin bu
konuda hassâsiyet göstermeleri tahribatı gerçekleştirenlere verilecek en
güzel cevap olacaktır.
8 / Merhaba – Yaz 2005
KISACA KİM?
Cenan ERGİYDİREN
HAZRET-i MEVLÂNÂ MUHAMMED CELÂLEDDİN-İ RÛMÎ
(30 Eylül 1207- 17 Aralık 1273)
Kültürümüze ve mânevî hayatımıza büyük tesirleri olan Hz. Mevlânâ,
bütün insanlığı etkilemiş Goethe, İkbal gibi başka milletlerin dehalarını
kendisine bağlamış büyük bir mutasavvıftır. “Efendimiz” mânâsına gelen
Mevlânâ ismi, ona daha çok genç iken Konya’da hocalığa başladığı tarihlerde
verilir. Rûmî ise “Anadolulu” demektir.
Mevlânâ’nın doğum yeri bugünkü Afganistan’da bulunan, eski büyük
Türk kültür beldesi Belh’tir. Hz. Mevlânâ’nın doğum tarihi ise 30 Eylül
1207’dir. Asil bir aileye mensup olan Hz. Mevlânâ’nın annesi, Belh Emiri
Rükneddin’in kızı Mü’mine Hatun; babaannesi Harezmşahlar hânedânından Türk
prensesi Melike-i Cihan Emetullah Sultan’dır. Babası, Sultânü’l-Ulemâ ünvanı
ile tanınmış Muhammed Bahâeddin Veled’dir.
Batıya doğru uzanan Moğol istilası sebebiyle Sultânü’l-Ulemâ, ailesi ve
dostlarıyla 1212 veya 1213 tarihlerinde Belh şehrinden ayrılır. Pek çok şehir
gezdikten sonra önce Karaman’a oradan da Konya’ya yerleşirler. Hz. Mevlânâ,
Karaman’da bulunduklari 1225 tarihinde babasının arzusuyla, asil bir zât olan
Semerkantlı Hoca Şerâfeddin Lâlâ’nın kızı Gevher Banu ile evlenir.
Babası Hz. Mevlânâ’nın ilk mürşididir. Bahâeddin Veled’in irtihâlinde
Hz. Mevlânâ yirmi dört yaşındadır. Babasının vasiyeti ve halkın isteğiyle ondan
boşalan makama geçer. 1232 tarihinde babasının halifesi Seyyid Burhâneddin
Konya’ya gelir. Hz. Mevlânâ onun mânevî terbiyesi altına girer. Yüksek ilimlerde
daha çok derinleşmek için, Seyyid Burhaneddin’in izniyle Halep’e gider.
Haleviyye Medresesi’nde fıkıh, tefsir ve usûl ilimlerinde âlim olan
Kemâleddin’den ders alır. Hz. Mevlânâ, Halep’teki tahsilini bitirdikten sonra
Şam’a geçer. Burada dört yıl kalır. Eflâki’ye göre Hz. Mevlânâ, Şam’da Şems-i
Tebrizî ile görüşmüştür. Bu görüşme çok kısa sürmüş ve şöyle cerayan
etmiştir: Şems-i Tebrizî, bir gün halk arasında Hz. Mevlânâ’nın elini yakalayıp
Merhaba – Yaz 2005 /9
öper ve ona: "Dünyanın sarrafı beni anla!" diyerek kaybolur. Bu bir anlık
görüşmeden takriben sekiz sene sonra Şems, Konya’ya gelecek ve Hz. Mevlânâ
ile buluşacaktır.
Şems, 1244’te Konya’ya gelir. Hz. Mevlânâ ile Şems, bu iki kābiliyet, bu
iki nur nihayet buluşurlar. Kendilerini tamamiyle Hakk’a verirler ve gönüllerine
gelen ilahî ilhamlarla sohbetler ederler. Bir müddet sonra bu iki ilâhî dostun
sohbetlerindeki mukaddes sırrı idrakten âciz olanlar ileri geri konuşmaya
başlarlar. Bunun sonucunda Şems, Hz. Mevlânâ’nın yalvarmalarına rağmen
1246’da Konya’dan Şam’a gider.
Şems’in ayrılığından dolayı derin bir ıstırâba düşen Hz. Mevlânâ bir
mektup yazarak oğlu Sultan Veled’le Şems’e gönderir. Şems « Muhammedî
ahlâklı Hz. Mevlânâ’nın arzusu kâfidir" diyerek onun davetine icâbet eder ve
1247’de Sultan Veled’in kāfilesiyle, Konya’ya döner. Şems’in Konya’ya geri
gelmesiyle semâ meclisleri tertip edilir. Ancak huzurla, muhabbetle, dostluk
içinde geçen günler uzun sürmez, dedikodular yeniden başlar. Şems bu
dedikoducu topluluğun yine kinle dolduğunu ve kendisini ortadan kaldırmaya
uğraştıklarını anlar. Sultan Veled’e : "Gördün ya, azgınlıkta yine birleştiler.
Doğru yolu göstermekte, bilginlikte eşi olmayan Mevlânâ’nın huzurundan beni
ayırmak, uzaklaştırmak, sonra da sevinmek istiyorlar. Bu sefer öyle bir
gideceğim ki hiç kimse benim nerede olduğumu bilemeyecek” diyerek kaybolur.
Hz. Mevlânâ Şems’in ayrılığıyla gönülleri yakan, sızlatan, nice şiirler
söyler. Onu aramak için iki kere Şam’a gider ama bulamaz. O günlerde Kuyumcu
Şeyh Selâhaddin ile sükûn bulur. 1259’da Şeyh Selâhaddin’in ebedî âleme
göçmesiyle kendisine hemdem ve halife olarak Çelebi Hüsâmeddin’i seçer. Hz.
Mevlânâ, Mesnevîsini Çelebi Hüsâmeddin’e söylemiş, o da yazıya geçirmiştir.
Hz. Mevlânâ 1273’te hastalanır ve düğün gecesi olarak nitelendirdiği
17 Aralık günü ebedî sevgilisine kavuşur. Son demlerinde iken dostu Sirâceddin
Tatari’yi yanına çağırarak kendisine şu duayı öğretmiştir: “Ya Rabbi! Bana ne
senin zikrini unutturacak, sana şevkimi söndürecek, seni tesbih ederken
duyduğum lezzeti kesecek bir hastalık ne de beni azdıracak bir sıhhat ver.
Allah’ım kalbimi nurlandır, kulağımı nurlandır, gözümü nurlandır, saçımı
nurlandır, derimi nurlandır, etimi nurlandır, kanımı nurlandır, önümü nurlandır,
ardımı nurlandır, altımı nurlandr, üstümü nurlandır, sağımı nurlandır, solumu
nurlandır. Allah’ım nurumu arttır, bana nur ver. Ey nurun nuru, ey
merhametlilerin merhametlisi Allah’ım, merhametinle beni nur et. Ey
Merhamet edenlerin merhametlisi, merhametinle bu duamı kabul et ! »
10 / Merhaba – Yaz 2005
Hz. Mevlânâ ‘nin Vasiyeti şöyledir : "Ben size gizli ve alenî Allah’dan
korkmanızı, az yemenizi, az uyumanızı, az söylemenizi, günahlardan
çekinmenizi, oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmenizi, dâima şehvetten
kaçınmanızı, halkın eziyet ve cefâsına dayanmanızı, avam ve sefihlerle düşüp
kalkmaktan uzak bulunmanızı, kerem sahibi olan sâlih kimselerle beraber
olmanızı vasiyet ederim. İnsanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır.
Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd, yalnız tek olan Allah’a mahsustur.
Tevhid ehline selâm olsun."
Eserleri :
Mesnevi (Tasavvufî ve didaktik olan bu eser altı ciltten ibarettir)
Divân-ı Kebir (Gazel ve rubâilerden meydana gelmiştir)
Mevâiz-i Mecâlis-i Seb´a (Mevlânâ’nın yedi vaazından oluşmuştur)
Fîhi Mâ Fih (Mevlânâ’nın sözlerinin not edilmesinden meydana gelen
özün özü anlamında bir kitaptır.)
Merhaba – Yaz 2005 /11
YEMİN
Hayri BİLECİK
Sütün beyaz yüzüne düşmüş kara bir çöp gibi, büyük ve saf
cemiyetlerin de içinde lekeyi andıran insanlar vardır.
Ancak kovan içinde ölen bir arı, kokuşup kovanın havasını bozmasın diye
nasıl arkadaşları tarafından derhal mumyalanırsa, tıpkı bunun gibi millî ve
mânevî değerlerine sahip sağlam cemiyetler de böyle safra misâli kimseleri
derhal tanır ve onları yalnız bırakarak zararsız hale getirirdi.
İşte Hamdi Efendi de cemiyetimizin yüzündeki bu lekelerden biriydi.
Ne seveni ne de sayanı vardı. Yalnız kendisi için yaşardı. Haram helâl bilmez,
kendinden başkasını düşünmezdi. Bu bencil adam, İstanbul’da fakir fukarâya
ücretsiz yemek dağıtan bir imârethânenin aşçıbaşısı idi. Üç akçe gibi, o zamana
göre çok az sayılabilecek bir aylıkla çalışmasına rağmen İstanbul’un sayılı
zenginleri arasına girivermişti. Nereden, nasıl mal-mülk sahibi olduğunu çok
kimse bilmezdi. Hoş, bilenler de dedikodusunu yapmaya tenezzül etmezlerdi.
Hamdi Efendi eski evinin yerine üç katlı, âdeta konak yavrusu denecek
bir ev yaptırıyordu. Çoğu zaman sokağa iskemle atarak inşaatı takip eder,
bazan da coşarak: “Denizde kum bende para” diye bağırırdı.
Fakat ne çare ki bu övündüğü büyük serveti kendisine dost
kazandırmıyor, tam tersine onu daha da insanlardan uzaklaştırıyor daha da
yalnız bırakıyordu.
Genç bir karısı ve güzel bir kızı vardı. Günün birinde genç kız semtin
delikanlılarından birine gönlünü kaptırıp onunla gezip tozmaya başladı.
Hamdi Efendi, bu beraberliği bozmak için elinden geleni yapıyordu.
Çünkü delikanlının ne serveti ne şöhreti ne de belli başlı bir işi vardı. Nerde
akşam orda sabah yaşayan sıradan bir gençti. Hamdi Efendi böyle bir adama
nasıl kız verebilirdi?
Ama ne yaptıysa kâr etmedi. Kızına söz geçiremiyordu. Nihayet
evlenmelerine boyun eğdi. Kızevinin şânına yakışır bir düğün yapıldı.
***
12 / Merhaba – Yaz 2005
Genç karı kocanın ertesi sene bir çocukları oldu. Adını Veli koydular.
Fakat kısa zamanda karı kocanın geçinemedikleri ağızdan ağıza dolaşmaya
başladı. Çocuk iki buçuk yaşına geldiği zaman ise, karı koca arasındaki
geçimsizlik artık kimseden saklanamaz hâle gelmişti. İki taraf da birbirlerinin
ailelerini suçlamakta âdeta yarış ediyorlardı.
Böyle bir kavganın sonunda kadın da erkek de aynı kararda birleştiler.
Birbirlerinin ana-babalarının evlerine gitmeyeceklerdi. İş inada binmişti. İkisi
de kocaman bir yeminle kararlarını sağlama aldılar.
Yemin, Allah’ı şâhit tutmaktı. Boş öfkeler ve tutulamayacak sözler için
Allah’la oyun oynanır mıydı? Hiç yeminin şakası olur muydu?
Nitekim aradan bir kaç hafta geçtikten sonra genç karı kocanın
öfkeleri yatıştı. Yerini pişmanlık aldı. Sonunda ettikleri yemini hiç
umursamadan bozarak ilk ziyareti, erkeğin İstanbul Boğazı’nın Anadolu
yakasında oturan ailesine yaptılar.
Dönüşte, Boğaz’ın tatlı rüzgârı genç karı kocayı vapurun bordasına
düşen yandaki sıralara çekti. Böylece çocuk da rahatça denize bakabiliyordu.
Fakat o yıllarda, dümen zinciri vapurun yan korkuluklarının dibinden
geçmekte idi. Olacak ya çocuğun minicik ayağı, bu yılan gibi kenarda sürünerek
giden zincirin altına girivermişti.
Küçük Veli’nin yürek parçalayan feryâdı ile genç ana-baba yerlerinden
fırlayıp yetiştiler. Ama iş işten geçmiş ve zincir, o minicik ayağın birini
bileğinden koparıvermişti.
-Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’den faydalanılarak-
Merhaba – Yaz 2005 /13
OKUYORUM: HATTATLARIN GECESİ
Alidost ERTUĞRUL *
“Hattatların Gecesi”
Yazar: Yasmine Ghata
Çeviri: Aysel Bora
Dünya Yayıncılık
Rikkat Kunt adını geleneksel Türk el sanatlarıyla ilgilenenler, özellikle
de tezhip hakkında az çok bilgisi olan herkes duymuştur. Son aylarda Rikkat
Kunt, konuyla alâkası olmayan kimseler tarafından da tanınmaya başlanıldı.
Buna sebep Fransız yazar Yasmine Ghata tarafından yazılan “Hattatların
Gecesi” adlı roman. Geçen Ağustos ayında yayımlanmasından sonra Fransız
edebiyat çevrelerinden övgüler almış, hattâ saygın bir ödüle de aday
gösterilmiş. Türkçe olarak Şubat ayında yayımlanan kitap konu edindiği kimse
dolayısıyla Türkiye’de de çok konuşuldu.
Rikkat Kunt yazarın sadece iki yaşında gördüğü babaannesiydi. Çeşitli
nedenlerle aile bağlarının kopmasıyla birbirlerini tanıma fırsatı bulamamışlar.
Ta ki yazar Louvre Müzesi’nde sergilenen Sabancı Koleksiyonu’nda
babaannesinin imzasını bir eserde görünceye kadar. Yazar, kopan bağları
yeniden inşa edebilmek adına bu romanı yazmaya karar vermiş ve romanda
sanatçı isimlerinin gerçek olmasına özen gösterirken, babaannesinin yakın
çevresindeki isimleri değiştirmeyi tercih etmiş.
Yasmine Ghata romanında Rikkat Kunt’un hayatını sanatıyla birlikte
anlatmaya çalışmış. Fakat Rikkat Kunt’tan “müzehhip” değilde “hattat” olarak
bahsetmiş. Bu sebeple de kitabın adını “Hattatların Gecesi” olarak belirlemiş.
Roman bu yönüyle hem sanatçının talebeleri hem de edebiyatçılar tarafından
çok eleştirildi. Bu şekilde yazılan bir romanın sanatçının yanlış tanınmasına ve
toplumda hatalı bilgilenmeye sebep olacağı, yapılan eleştirilerin başında
gelmekte. Kitabının tanıtımı için Türkiye’ye gelen yazar, romandaki bu tavrın
*
e-posta: [email protected]
14 / Merhaba – Yaz 2005
bilgi eksikliği olmadığını, bunun sadece bir roman kurgusu olduğunu, sanatçının
hislerini ve düşüncelerini daha iyi ifade edebilmek için böyle bir düzeni tercih
ettiğini belirtmiştir. Kitaptan alınan şu cümlede bu düşüncenin izleri
görülmektedir: “Hattatlar içlerinden yazar, sonra kararan bedenlerinden
küçücük bir parçayı harfler aracılığıyla dışa yansıtırlar.”
Rikkat Kunt, 1903-1986 yılları arasında yaşamış son devrin önde gelen
müzehhiplerindendir. İsmail Hakkı Altunbezer ve Feyzi Dayıgil’den dersler
almıştır. Osmanlı Klasik Tezhip uslûbunu iyi şekilde öğrenmiş ve uygulamıştır.
Güzel Sanatlar Akademisi’nde ve Kubbbealtı Vakfı tarafından düzenlenen
tezhip kurslarında dersler vermiş, gerek yaptığı çalışmalar, gerekse
yetiştirdiği öğrencilerle bu sanatın yaşaması için ömrünün sonuna kadar gayret
etmiştir.
Yazar, sanatçının hayatının değişik aşamalarını, sanata bakışını, iş
arkadaşlarını sosyal hayatta meydana gelen değişimleri de içine alacak şekilde
romanlaştırmıştır. Ancak romanın kurgusu içinde çeşitli yanlışlıklar olmakla
birlikte, Rikkat Kunt gibi mühim bir sanatkârı yeniden gündeme getirmesi ve
hakkında konuşulmasına vesîle olması oldukça önemli. Eğer bu eleştirileri göz
ardı ederseniz ve tarihî-biyografik roman seven biriyseniz bu eseri sıkılmadan
okuyabilirsiniz.
Merhaba – Yaz 2005 /15
ŞİİR
Şehkâr FAYDA KINIK *
Cânânım’a...
Bir dem var idi; sen yoktun, aşkın yoktu. Kesret
çoktu, vahdet yoktu. Gaflet bol idi, niyâz yoktu.
Bir dem var idi; hayâl çoktu. Bâde bol idi, lezzeti
yoktu. Neş’e çoktu, şevk yoktu.
Bir dem geliverdi, aşk doğdu. Mâşukum geldi, meşk
oldu. Can candan çıktı, Cânân cana geldi.
Bir dem geldi, hicrân oldu. Bir od düştü, yüreğim
kül oldu. Cânânım gitti, gönlüm giryân oldu.
Bir dem geldi, gönül vuslat buldu. Hicrân bitti, hayâl
oldu. Can gitti, Cânân oldu.
*
e-posta: [email protected]
16 / Merhaba – Yaz 2005
ANTARKTİKA’YA* YOLCULUK
Güleda ENGİN
Yüzümüze çarpan yakıcı, soğuk rüzgâra rağmen şehri uzaktan
görebilmek ümidiyle geminin güvertesine çıkmıştık. Güverte bizim gibi meraklı
pekçok yolcuyla doluydu. Kendimize sancak tarafında, hemen filikaların altında
bir yer bulmuştuk ki karşımızda şehrin siluetini gördük. Aslında ben tâbir-i
câizse kara çocuğu olduğumdan öyle denizcilik deyimlerini falan bilmezdim.
Ama gemiyle yaptığımız bu uzun yolculuk sayesinde bu kelimelere de âşina
olmaya başlamıştım.
Şehir hâlâ çok uzaktaydı. Siluet halinde belirdiğinde bende ilk önce bir
Amerikan şehri intibaı uyandırdı. Doğrusu yola çıkmadan önce yanıma aldığım
kitaplardan 1820’lerden bugünlere kadar Antarktika’nın tarihi ile ilgili epey
bilgi almıştım. Tabii Antarktika için asıl dönüm noktası değerli mineral
yataklarının, ardından da büyük doğalgaz rezervlerinin bulunmasıydı. Bütün
bunları haberlerden dinleyip, seyretmiştik. Ama o zamanlar Antarktika’nın
böyle bir yerleşim yeri haline geleceğini tahmin edememiştik. Bilindiği gibi
Antarktika 180 milyon yıl önce Gondwanaland süperkıtasının bir parçasıydı.
İşte bütün bu mineral yatakları ve doğalgaz rezervleri Güney Amerika ve
Güney Afrika’daki fosillerin âdeta kopmuş birer parçasıydı.
Şile’nin Punta Aeres liman şehrinden kalkan gemimiz, yaklaşık 1000
km’lik uzun yolculuğun sonuna gelmek üzereydi. Onca yorgunluğa rağmen
heyecandan yerimizde duramıyorduk. Milletlerarası düzenlenen Ekoloji
Kongresi bu yıl Antarktika’nın yeni şehri Berkner’deydi. Ben de kongreye bir
bildiri ile katılıyordum. Eşim de bana refakat ediyordu. Gerçi kongre işin
bahanesiydi. Aslında hem uzun zamandır görmediğimiz Ali Can Uzuntürk
arkadaşımızı görecek hem de yeni bir kıtaya, yepyeni bir şehre ayak
basacaktık. Can Bey son iki yıldır tamamen eritilmiş Felchner şelfbuzunun
ortasındaki Berkner adalarında önce sistem mühendisi olarak çalışmış,

Güney yarıküresinde Amerika, Afrika ve Hindistan’nın bir kısmından oluşmuş, yaklaşık
180 milyon yıl önce birbirinden kopup bugünkü haline gelmiş olan süper kıta.
Merhaba – Yaz 2005 /17
ardından da kısa bir sürede yükselerek şirketin genel müdürü olmuştu.
Türkiye’deki emekliliğinin arkasından böyle bir vazifeye getirilmesi hepimizi
gururlandırmıştı. Görevi çok önemliydi. Çünkü Berkner adalarının ısıtılmasından
o sorumluydu. Adalarda yaşayan 1 milyonun üzerindeki insan ısı sistemine
herhangi bir şey olması durumunda donma tehlikesiyle karşı karşıyaydı.
Aslında herşeyin otomatik olduğu tüm sistemlerin dışarıdan kontrol edildiği
biliniyordu ama yine de omuza alınmış büyük bir sorumluluk söz konusuydu.
Varmak üzere olduğumuz Berkner adaları 14 milyon km2’lik
Antarktika’nın sadece çok küçük bir parçası. Antarktika kış aylarına nazaran
yaz aylarında küçülen yüzey alanıyla altı kıtadan beşincisi. Avustralya’nın iki
katı olan bu uzak kıta, kış aylarında yüzölçümünü buzlanmadan dolayı ikiye
katlıyor.
Berkner’in küçük adalarının arasından geçerken biraz evvel yüzümüzü
ısıran soğuğun yerini tatlı, ılık bir meltem almıştı. Can Bey bizi limanda
karşıladı ve evine doğru hareket ettik. Özellikle tabiatı korumak için
Berkner’de taşımacılık sadece otobüslerle yapılıyor. Neredeyse ne ararsanız
bulabileceğiniz bu uzak kıtada, otobüsten başka hiçbir taşıma aracının
bulunmaması bana çok garip geldi. Sadece güvenliği sağlayan Milletler
Topluluğu’na ait askerlerin jipe benzer araçlar kullandıklarını sonradan
öğrenecektik.
Kimi mâcera aramak için gelmiş kimi de çalıştıkları şirket tarafından
araştırma yapmak üzere gönderilmiş binlerce insan ve aileleri, bu yeni millet
topluluğunda yerlerini almış ve otobüsün açık camından görebildiğim kadarıyla
mutlu yaşıyorlardı. Aslında uzaktan edindiğim Amerikan şehri intibaı yanlış
değildi. İlk anda birkaç gökdeleni ve etrafında yer alan yüksek binalarıyla tipik
bir “downtown” görünümündeki bu şehir, envâi çeşit milletin etkisiyle
bambaşka bir kimlik kazanmıştı. Yazın gittiğimiz sayfiye yerlerinde
karşılaşabileceğimiz kaldırım üstü kahvehâneleri, şortları veya t-shirtleri ile
yarı çıplak insanlar, çok değişik yemek kokuları hafızama ilk kaydolanlar.
Can Bey ve eşi güzel bir tepe üzerinde Berkner’in diğer adalarını ve
okyanusu gören bir evde yaşıyorlardı. O akşam, yerleştikten sonra yenen
yemeğin akabinde şehir turuna çıktık. Ilık havanın etkisiyle insanlar
kahvehânelere hücum etmişti. Can Bey’den öğrendiğimize göre bu aslında her
zaman böyleydi. Bu uzak kıtada yapılacak fazla birşey olmadığından insanlar
kendilerini sosyal kaynaşmanın geliştiği bu kafelere atıyorlardı. Sadece
18 / Merhaba – Yaz 2005
kafeler mi, restoranlar da aynı şekilde dışarı taşmış kalabalığa hizmet eden
diğer yerlerden..
Şehrin göbeğinde 60 m’lik, haşmetle yükselen binanın içindeki büyük
“Akvaryum” o gece gördüğümüz en güzel yerdi. Çeşit çeşit balık ve diğer deniz
canlıları burada turistlerin ve özellikle de çocukların ilgisine sunuluyordu. En
çok ilgiyi toplayan sevimli yunuslardı. Akvaryum’daki çocuk cıvıltıları hakikaten
görülmeye değerdi. Bir zamanlar çocukların gelmesinin yasak olduğu bu kıta
şimdi ne kadar çok çocuk barındırıyordu. 2015’lere kadar sadece
araştırmacıların ve kâşiflerin gittiği soğuk, boş Antarktika şimdi çocukların
kahkahalarıyla çınlıyordu âdeta.
Ertesi gün küçük şehri, Can Bey ve eşi işe gitmek zorunda oldukları için
kendimiz gezdik. Elimize tutuşturulan elektronik yön bulucuyla ve benim
gelişmiş yön bulma duygumla kaybolmayacağımız kesindi. İstanbul’un
keşmekeşinden sonra bu sakin ve temiz yer bana sayfiye yerlerini
hatırlatıyordu. Şehir merkezine gitmek için bindiğimiz otobüsün şoförü bize
ne kadar yol gideceğimizi, nerede olduğumuzu sakin sakin anlattı. Yolculardan
hiçbiri: “Haydi kardeşim, işimiz gücümüz var, yürüsene!” dememişti. Bu
rahatlık, sakinlik çok hoşuma gitti diyebilirim. Gerçi küçük Avrupa şehirleri de
böyledir ama burada anlatamadığım bir farklılık vardı.
Şoförde de hissettiğimiz kırık İngilizce aksanı, aslında hemen hemen
herkesde fark ediliyordu. Çok değişik kültürlerden gelen bunca insan 2017’de
milletlerarası imzalanan antlaşmayla ortak dil olarak seçilen İngilizce’yi
konuşuyordu. Ama konuşulan İngilizce, yıllardır burada yaşayan insanların,
toplumların kendi özelliklerini, kültürlerini dile yansıtmasından olacak ki,
farklılıklar arzediyordu. Bu ne İngiliz İngilizcesi’ne, ne Amerikan, hatta ne de
Avustralya İngilizcesi’ne benziyordu. Bu dil aslında farklı milletlerin kendi dil
özellikleriyle lezzetlendirdikleri bir İngilizce olup çıkmıştı.
1983 yılında Rus kâşif Vostok tarafından “ulaşılması imkânsız kutup”
olarak adlandırılan Antarktika kış aylarında -89.2ºC ile dünyanın en soğuk ve
en rüzgârlı kıtası. Ama çok zengin doğalgaz rezervleri işte bu Berkner
adalarını dört mevsim 23ºC sıcaklıkta tutabiliyordu. Can Bey’den öğrendiğimize
göre elektrik enerjisi ise “katabatik rüzgârları” adı verilen hızı saatte 320
km’ye ulaşan rüzgârlar sayesinde karşılanıyordu. Bütün Berkner takım
adalarının ısıtılması ise borular içinde gezinen sularla sağlanıyordu. Suların
büyük bir kısmı Felchner şelfbuzunun eritilmesi sonucu ileri teknoloji
kullanılarak elde edilmişti. Eğer %99’u buzla kaplı olan tüm kıtanın buzları
Merhaba – Yaz 2005 /19
eritilse okyanus seviyesi 60-65 m yükselecekti ki bu da diğer kıtalar üzerinde
büyük bir tehlike oluştururdu. Bu kıtayla ilgili bir diğer ilginç husus ise
dünyadaki içilebilir nitelikteki suların %70’inin Antarktika’da buz olarak
bulunmasıydı.
İşte bu buz kütlesine doğru ertesi gün yola çıkacak ve orada 1 gece
geçirecektik. Bence seyahatimizin en mâceralı bölümü daha yeni başlıyordu.
Ertesi gün sırtımıza, üzerimize giyeceğimiz kat kat kıyafetlerimiz, botlarımız,
iki yanı kapalı güneş gözlüklerimiz, bereler, eldivenler ve aklınıza gelebilecek
bizi sıcak tutacak her türlü eşyayı yüklemiş bir halde harekete geçtik.
Berkner takım adaları arkamızda, ana karaya ayak basmadan önce ufak
teknede üstümüzü değiştirdik. Can Bey bizi sıkı sıkı birbirimizden asla
ayrılmamamız hususunda ve ‘white-out’ (tüm-beyazlık) adını verdikleri bir
tehlike hakkında uyarıyordu. Bu tüm-beyazlığın ne olduğunu sorduğumda
rüzgârın yağmış olan karı bir taraftan alıp diğer tarafa atması olarak açıkladı.
İlk başta bunda korkacak ne var diye içimden geçirdim ama Can Bey devam
etti: “İnsan önünde bembeyaz bir duvardan başka hiçbir şey görmüyor, bu da
geçici olarak bilinç ve yön duygusu kaybına neden oluyor.”
Ana karada bizi bir Brezilyalı genç karşılayarak her birimiz için
ayarlanan şarjlı kar motorlarımızı verdi. Uzun yıllar önce alınan bir kararla
kızakları çekmekte kullanılan Eskimo köpeklerinin kıtaya getirilmesi doğal
dengeyi korumak maksadıyla yasaklanmış. Kısa bir motor kullanma eğitiminden
sonra yola koyulduk. Plana göre önce sahilden penguenlerin çokça bulunduğu
Halley koyuna gidecek oradan da bir saatlik bir seyahatten sonra
geceleyeceğimiz yere varacaktık. Halley koyunun adını bence ‘Penguen Koyu’
olarak değiştirmek gerekir. Bu kadar çok penguen bir arada. İnanın
gördüklerimizi anlatmak mümkün değil. Bir anda beyaz olan her şey yerini
siyah-beyaz bir görüntüye bırakmıştı. Koyu lacivert ve bugün pek az dalgalı
olan denize dalıp çıkanlar, alt alta, üst üste yürüyen, yatan, kayan yüzlerce
penguen... Can Bey bize kıtada yaşayan 6 değişik tür fok balığının, ayrıca 12
tür de kuşun olduğunu söyledi. İşte o anda aklıma geldi, Berkner adalarında hiç
hayvan görmemiştim. Can Bey gülerek: “Doğru, buraya evcil hayvan getirmek
hâlâ yasak. Dolayısıyla sokakta, evde kedi, köpek aklınıza ne geliyorsa görmek
mümkün değil” dedi.
Akşama doğru eski bir araştırma merkezi olan şimdi bizim gibi
turistleri ağırlamakta kullanılan misafirhanedeki odamıza yerleştik. Doğrusu
üşümeyi pek sevmeyen ben sonunda sıcak bir ortama kavuştuğumuz için
20 / Merhaba – Yaz 2005
sevinçliydim. Ama beni, “buraya oturmaya gelmedik” diyerek tekrar o
dondurucu soğuğa çıkmaya ikna ettiler. Mevsimlerden yaz olduğu için
dışarıdaki hava sıcaklığı sadece -30ºC imiş! Evlerimizdeki derin dondurucuların
-20ºC’de çalıştığını hatırlatmak isterim.
Dışarıda gökteki ay bütün haşmetiyle yıldızların arasında parlıyordu.
Ben ayı hiç bu kadar parlak görmediğimi düşündüm. Birden içim ürperdi, insan
burada Allah’a ne kadar yakın hisseder kendini. O kadar yalnız, o kadar
çaresizsiniz ki...
Sonunda Berkner’e dönmüştük. Dönüş hazırlıklarını yaparken “daha
burayla ilgili öğrenilecek çok şey var” diye geçirdim içimden. Bu şehir
kozmopolit yapısına rağmen temizliğiyle, küçük, mutlu kafeleriyle ve ilginç
gerçekleriyle hafızamdan silinmeyecekti.
Bilmem sizde de olur mu? Seyahatlerimizin sonlarına doğru içime bir
hüzün düşer. Adalardan ayrılırken de içimizde Can Bey’den ve Berkner’den
ayrılmaktan dolayı bir hüzün vardı. Kendi kendime buraya tekrar gelmek sözü
vererek, gözlerim yaşlı el salladım bu teknoloji harikası şehre...
Merhaba – Yaz 2005 /21
ADAM YUTAN TAŞ
Semânur ALTUĞ FAYDA *
Bir varmış bir yokmuş, Allah’ın günü, insanoğlunun derdi çokmuş. Sabah
kalktım kuşlukta, selam verdim çil horoza. Az gittim, uz gittim, dere tepe düz
gittim. Vardım girdim bir ormana, baktım ki ağaç yok. Dedim bu ne biçim
ormandır, dediler senin ağaç dediğin tahta mıdır? Davrandım lâ havle çektim,
acıktım dere kenarına indim. Attım oltamı suya, balıklar kaçıştı sağa sola...
Düşe düşe bahtıma, geldi çattı bir kurbağa. Dedi sakın yeme beni, bana derler
masalcı peri. Peki dedim, anlat bakalım, dinleyelim, açlığımızı unutalım. Başladı
şu masalı anlatmaya:
Evvel zaman içinde, uzak diyarların birinde iyi kalpli bir şehzâde
yaşarmış. Ülkedeki herkes bu güzel huylu delikanlıyı çok severmiş. Çünkü
etrafta dolaşırken nerede üzgün bir yüz görse, hemen yanına gidip kulak
kesilir, derdine dermân olmayı vazifesi bilirmiş. Yine böyle bir gezinti
sırasında yaşlı bir adamcağıza rastlamış. Adamın yere düşecekmiş gibi
sendelediğini görünce, hemen yanına gidip koluna girmiş:
- Selâmünaleyküm dayı, hayırdır, hasta mısın?
- Aleykümselâm evlat, iyiyim çok şükür. Buralara epeydir gelmemiştim.
Şimdi etrafa bakınca kardeşimi hatırladım, ondan kötü oldum. Geçer birazdan.
- Kardeşine ne oldu? Öldü mü?
Adamın gözleri dolmuş:
- Bir bilsem oğul, bir bilsem. Gençtik o zamanlar, buralarda at koşturur,
sık sık gelip giderdik. Bir gün bir koca kayanın önünde dinlenirken ben
kardeşimi bırakıp abdest bozmaya gittim. Gürültüye koşup geldiğimde taşın
kımıldadığını gördüm, kardeşimden de iz bile yoktu. Herhalde o taş yuttu
dedim. Sormadığım kimse kalmadı. Hiç kimse “adam yutan taş”ın sırrını
bilemedi. O günden sonra da kendisinden haber alamadım. Öldü mü kaldı mı, ne
oldu bilmiyorum.
*
e-posta: [email protected]
22 / Merhaba – Yaz 2005
Şehzâde hem üzülmüş, hem de merak etmiş. O zamana kadar adam
yutan taşla ilgili hiçbir şey duymamışmış. Adamdan kendisini o taşın yanına
götürmesini rica etmiş ve beraberce oraya gitmişler. Koskocaman, yerinden
kımıldayabileceğine kimsenin inanmayacağı cinsten bir kayaymış bu taş...
Etrafı da çok sessizmiş. Sadece biraz öteden berrak bir derenin şırıltısı
duyuluyor, kayanın yanındaki çınar ağacı, rüzgârda sakin sakin sallanıyormuş.
- Bu taş olduğuna emin misin dayı, hiç kımıldayabilecekmiş gibi
durmuyor, demiş şehzâde.
- Evet oğlum, eminim. Şu çınarın altında biraz kestirdik, sonra gitmek
için kalktık. İşte kardeşim de sır olmadan evvel tam bu noktada durmuş beni
bekliyordu. Yok yok, kardeşimi kesin bu kaya yuttu.
İkisi birlikte kayanın etrafını dolaşmışlar, üstüne çıkmışlar, yanından
ittirmişler, kenarını kazmışlar, yapmadıklarını bırakmamışlar, fakat nâfile...
Kayada en ufak bir hareket olmamış. Çaresiz ayrılıp evlerine dönmüşler. Ama, o
günden sonra şehzâde çok değişmiş. O neşeli, ilgili, sevgi dolu genç gitmiş;
yerine düşünceli, dalgın, içine kapanık bir başkası gelmiş. Garip bir merak
oğlanın içini kemiriyor, kayanın içinde ne olduğunu düşünmekten geceleri
gözüne uyku girmiyormuş. Evlatlarının halini gören annesi ile babası, bir gün
çocuğu sıkıştırıp olanı biteni anlattırmışlar. Padişah hemen ertesi gün bir
ferman okutmuş: “Duyduk duymadık demeyin! Adam Yutan Kaya’nın sırrını
bilene ağırlığınca altın verilecektir.” Bunu duyan kimsesiz bir kadıncağız hemen
saraya koşmuş. Şehzâdeyi bulup;
- A evlâdım, huyu güzel kendi güzel çocuğum. Vaktiyle benim oğlumu da
o kaya yuttu. Bir bilen çıkarsa bana da haber eder misin? demiş.
Şehzâde bunu duyunca adamın doğru söylediğine iyice inanmış. Kadına
bir kese altın verip gönlünü hoşladıktan sonra: “Ben sarayda oturup keyif
çatarak bu bilmeceyi çözemeyeceğim. Emek vermeden ne öğrenilmiş ki ben
böyle kimsenin bilmediği bir şeyi öğreneyim?” diye düşünmüş ve soluğu kayanın
dibinde alarak günlerini çevreyi gözetleyerek geçirmeye başlamış. Bekçiliğinin
üçüncü gününde, ağaçların arasında bir gürültü olmuş ve yanına çok güzel bir at
çıkagelmiş. Sarayında birbirinden cins atları bulunan bir padişahın oğlu
olmasına rağmen, delikanlı o zamana kadar bu denli güzel bir hayvan
görmemişmiş. Atın yeleleri çok uzunmuş ve üzerinde hiçbir koşum yokmuş.
Bunun sahipsiz, vahşî bir kısrak olduğunu anlayarak yavaş yavaş, ürkütmeden
yaklaşmış. Hayvan oğlanın elini yalamış ve arkadaş olmuşlar. Bir ay kadar sonra
şehzâde kayayı beklemekten sıkılmış. Atını da alıp sarayına dönmüş. Arkadaşını
Merhaba – Yaz 2005 /23
en sevdiği seyisine teslim ederken üzerine kendisinden başka kimsenin
binmemesini, sabahları bizzat çıkarıp dolaştıracağını tembihlemeyi de
unutmamış. Ertesi gün erkenden atının yanına indiğinde hayvanın terli olduğunu
fark etmiş ve hemen seyisi çağırıp kısrağı niye gezdirdiğini sormuş. Seyis:
- Aman şehzâdem, sizin sözünüzden çıkmak ne haddime... Bu sabah bu
ahırın kapısını bile açmadım, demiş.
Bu çocuğa çok güvendiği için delikanlının canı sıkılmış. Onun yalan
söylediğini düşünmek istemediğinden, başka bir açıklama aramış ama
bulamamış. “Belki de ahıra vuran güneş ışığından dolayı terlemiştir” diye
düşünüp o gece başka bir ahıra koydurmuş. Fakat ertesi günü yine aynı şeyler
olmuş. Nihâyet üçüncü günde seyise:
- Bu işin içinde bir iş var. Bu akşam şu hayvanı bir gözleyeyim bakalım
neler oluyor? demiş.
“Seyis yalan söylüyorsa vazgeçer, başka bir şey varsa da öğrenirim.
Hem meraktan kurtulurum, hem de çocuğun ayıbını yüzüne vurmamış olurum”
diye düşünüyormuş. O gece ahıra saklanıp hayvanı beklemeye başlamış. Bütün
hizmetkârlar uyuyup el ayak çekilince, kısrak yavaş yavaş hareketlenmiş. Ama
o da ne? Atın önüne çıkan kapılar kendiliğinden açılıveriyormuş. Delikanlı
gözlerine inanamamış. Fark ettirmeden hayvanın peşine düşmüş. At önde, o
arkasında meşhur kayanın dibine kadar gelmişler. Kısrak hemen gidip çınar
ağacına yaslanmış, sonra da taşın önünde yedi kere gidip gelmiş. Bir gürültüyle
taş yerinden oynamasın mı? Neyse ki şehzâde şaşkınlığını yenip taş yerine
dönmeden kendini içeri atabilmiş.
Kayanın ardında, daha önce hiç görmediği parlak çiçekler, altın renkli
kuşlar, mücevherlerle kaplı böceklerle dolu bambaşka bir dünya varmış. Oğlan
büyülenmiş gibi etrafına bakınırken, iki yanında iki muhafız belirmiş. Onu
tuttukları gibi ilerdeki görkemli saraya götürmüşler ve padişahın huzuruna
çıkarmışlar. Padişah:
- Buraya nasıl geldiğini bilmiyorum delikanlı, fakat ülkemize ayak basma
cesaretini gösteren insanoğulları soracağım soruyu doğru cevaplamak
zorundadır. Bilemezsen seni zindana atmam gerekecek, demiş. Şehzâde:
- Huzurunuzda boynum kıldan incedir sultanım, sualinizi bekliyorum,
diye cevap vermiş.
- Pekâlâ, söyle bakalım: Kâinat mı büyüktür, insan mı?
Oğlan biraz duraklamış. Koskoca padişah, herhalde karış hesabı
sormuyordur diye içinden geçirmiş.
24 / Merhaba – Yaz 2005
- Bana düşünmek için kırk gün mühlet verir misiniz sultanım? demiş.
Padişah keyiflenerek sormuş:
- Buraya gelen hemcinslerinin içinde düşünmek isteyen bir sen çıktın,
soru zor mu geldi?
- Düşünmeden karar vermek âdetim değildir efendim.
Padişah daha da keyiflenerek:
- Âferin delikanlı, sen çok akıllı ve cesur bir çocukmuşsun. Sana
istediğin kadar mühlet, demiş.
Kırk gün tamam olunca şehzâdeyi huzura çıkarmışlar. O, bu sürede uzun
uzun düşünüp taşındığı için tereddütsüz:
- Sultanım, kâinata sığmayanı kalbine sığdırabilen insan, daha büyüktür,
demiş. Padişah:
- Doğru cevap verdin yiğidim! Bundan sonra sen de benim evlâdımsın.
Dile benden ne dilersen! diye heyecanla bağırmış. Ama şehzâdenin malda
mülkte gözü yokmuş:
- Sağlığınızdan başka bir şey istemem sultanım. Yalnız, ben de bir
padişah oğluyum. Takdir edersiniz ki halkımı mutlu etmek vazifemdir. Daha
önce buraya gelen insanları evlerine yollarsanız, onları bekleyen akrabalarına
borcumu ödemiş olurum, demiş.
- Peki yavrum. Yalnız senden bir isteğim olacak. Benim arada sırada
gizlice sizin dünyanıza kaçan yaramaz bir kızım var. Orada dolaşırken seni
görmüş ve âşık olmuş. Onu sana versem alır mısın?
- Benim için şereftir sultanım. Kısmetimdir der, başımın üzerinde
gezdiririm.
Padişah hemen kızını çağırtmış. Delikanlı heyecan içinde beklerken bir
de ne görsün? Sevgili atını getirmiyorlar mı? Sevinçten kendini tutamayıp
hayvanın boynuna atılmış. Tam o sırada peri padişahının kızı da üzerinden
kısrak elbisesini atıp göz kamaştıran bir dünya güzeline dönüşmüş. Peri
padişahı kırk gün kırk gece düğün yaparak onları evlendirmiş ve taşın yuttuğu
diğer insanlarla beraber memleketlerine yollamış.
Kaybolduğunu zannettikleri biricik evlatlarının yasını tutan padişah ile
karısı, şehzâdeyi karşılarında görünce çok sevinmişler. Oğulları ile gelinlerini
bağırlarına basmışlar. Bir düğün de burada yapılmış, herkes yemiş içmiş
eğlenmiş. Ömürlerinin sonuna kadar adaletle davranıp mutluluk içinde
yaşamışlar. O taş da başka kimseyi yutmamış. Ben o gün bu gündür bu derenin
içindeyim, oradan biliyorum.
Merhaba – Yaz 2005 /25
KISA KISA

15 Ocak 2005 tarihinde Kubbealtı Akademisi Kültür ve San´at
Vakfı’nda “Sahaflık” konulu konferans verildi. Konuşmacı Turan
Türkmenoğlu idi.

5 Şubat 2005 tarihinde Kubbealtı Akademisi Kültür ve San´at
Vakfı’nda verilen “Türk Kültüründe Kahve” konulu konferansta Beşir
Ayvazoğlu konuştu. Hilal Uğurlu tarafından kahveyle ilgili küçük bir
sergi düzenlendi.

19 Şubat 2005 tarihinde Kubbealtı Akademisi Kültür ve San´at
Vakfı’nda “Kerkük Meselesi” konulu konferans verildi. Konuşmacı Mimar
Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Üyelerinden,
Kerküklü bir Türkmen olan Prof. Dr. Suphi Saatçi idi.

19 Mart 2005 tarihinde Kubbealtı Akademisi Kültür ve San´at
Vakfı’nda “Türk Mûsıkîsi” konulu konferansta Nevzat Atlığ konuşmacı
idi.

2 Nisan 2005 tarihinde Kubbealtı Akademisi Kültür ve San´at
Vakfı’nda “Vâkıfları Anma Günü” tertip edildi. Sâmiha Ayverdi
doğumunun 100. yılında yâd edildi. Konuşmacı Prof. Dr. Ruhi Fığlalı idi.

20 Nisan 2005 tarihinde Hz. Muhammed (S.A.V.)in doğumunun 1434.
senesi vesilesiyle Cenan Eğitim ve Kültür Vakfı ile Türk Kadınları Kültür
Derneği İstanbul Şubesi tarafından Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda
anma gecesi düzenlendi.

22 Nisan 2005 tarihinde Zübeyde Hanım Kültür Merkezi’nde “Fâtih
Kültür ve San´at Platformu” çerçevesinde Dursun Gürlek “Dünden
Bugüne Fâtih” konulu konferans verdi.
26 / Merhaba – Yaz 2005

23 Nisan 2005’te Kubbealtı Akademisi Kültür ve San´at Vakfı’nda
Muhterem Yüceyılmaz “Son Nefesten Önce” adlı kitabının tanıtımını
yaptı.

30 Nisan 2005’te Orkun Vakfı Genel Merkezi’nde İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp
Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fevzi Samuk “Türkiye Nereye
Koşuyor?” konulu konferans verdi.

6-16 Mayıs “12. İstanbul Türk Müziği Günleri” kapsamında T.C. Kültür
ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla 8 Mayıs 2005 tarihinde, Atatürk
Kültür Merkezi’nde, Şef Yusuf Ömürlü önderliğinde
“Kubbealtı
Akademisi Kültür ve San´at Vakfı Türk Müziği Konseri” düzenlendi.
Solistler Noktanur Kefkep ve Emre Ömürlü idi.

27 Mayıs - 1 Haziran 2005 tarihleri arasında Eman Tur’un katkılarıyla
Kubbealtı Vakfı, İstanbul Fetih Cemiyeti ve Bosna Enstitüsü “Bosna ve
Fâtih Programı” tertip etti. Programda Saraybosna’da çeşitli
seminerler ve konserler verildi. Travnik / Kaçuni, Poçitel / Blagay /
Mostar’a geziler düzenlendi.
Merhaba – Yaz 2005 /27
AB GENÇLİK PROJELERİ
Gülniyaz TAHRALI
Türkiye’nin AB üyeliği siyasî bir konu olarak gündemde yer almaya
devam ederken, aday ülkelerle üye ülke kuruluşlarını bir araya getiren AB
program ve projeleri, artık meslekî hayatlarımız ya da içinde aktif olarak
çalıştığımız Sivil Toplum Kuruluşları için de öncelikli bir konu haline geldi.
Başvuran kişi veya kurumların niteliklerine ve amaçlarına göre farklı
kategorilerde işleyen AB programları, sağladığı fonlarla Türkiye’de de çok
sayıda projenin ve organizasyonun yapılmasına imkân veriyor.
AB destekli programlar içerisinde yer alan “Gençlik Programı”1 üye ve
aday ülkelerdeki gençlik örgütlerini ve STK’lar içinde çalışan gençlik gruplarını
hedef alıyor ve program kapsamında yer alan ülke gençlerini belli konular ve
projeler etrafında bir araya getirmeyi amaçlıyor. Bu projeler konularına ve
hedeflerine göre gençlik değişimleri, gönüllü hizmetleri, gençlik girişimleri ve
seminerler gibi farklı süreleri ve yöntemleri kapsayan faaliyetler şeklinde
düzenlenebiliyor.
Bu anlamda Kubbealtı Gençleri ilk tecrübesini 15-18 Temmuz 2004
tarihinde düzenlediği “Gençlik, Aile ve Modernleşme” başlıklı seminerle
yaşamış, böylece toplumsal önemi şüphe götürmez bir konuyu Avrupa
gençleriyle birlikte tartışma imkânı bulmuş ve AB gençlik projelerine başarılı
bir adım atmıştı.2 Ayrıca bu seminerle, hem programın işleyişi hakkında bilgi
edinilmiş, hem uluslararası bir organizasyona ev sahipliği yapma tecrübesi
kazanılmış, hem de ileriki projeler için yeni ortaklar kazanılmış oldu.
Kubbealtı Akademisi Kültür ve San´at Vakfı’nın Gençlik Programı
dahilindeki ikinci tecrübesi ise yazın düzenlenen projenin ortaklarından
Polonya’nın davetiyle -bu kez katılımcı olarak- gerçekleşti. 28 Mart-2 Nisan
tarihleri arasında Polonya’nın Krakow şehrinde EFIS’in düzenlediği “Birlikte
1
Ayrıntılı bilgi için bkz. www.youth.gov.tr, diğer AB eğitim programları için
bkz.www.ua.gov.tr
2
Bu seminerde yer alan tartışma konularıyla ilgili olarak Cemil Tahralı’nın Merhaba’nın
30.sayısındaki “Ailede Huzur…İşte Mutluluk Budur” yazısına bakabilirsiniz.
28 / Merhaba – Yaz 2005
Daha İyi Bir Geleceğe” başlıklı “irtibat semineri”ne3 Kubbealtı’nı temsilen ben
ve kuzenim Cemil Tahralı birlikte gittik. (Diğer katılımcı ülkeler: Portekiz,
İtalya, Estonya, Belçika, Polonya, Romanya, Hollanda, Güney Kıbrıs Rum Kesimi,
Malta, İsveç)
Seminerin amacı, -türünün de irtibat semineri olması dolayısıylakatılımcı kuruluşlar arasında gelecekte de devam edecek nitelikte bir irtibat
sağlamak ve akıllarda var olan proje fikirlerini bu ortamda birlikte tartışarak
somut projeler haline getirmekti. Bu bakımdan seminer dahilindeki
faaliyetlerin temelini oluşturan şey, proje taslağı oluşturma ve partner
bulmaya yönelik simulasyonlardı. Her katılımcının ortaya koyduğu proje
fikirlerinin geliştirilmesi, bu fikirlerin Gençlik Projesi formatında yazılması,
partnerlere tek tek teklif götürerek ve
tartışarak fikir alışverişinde
bulunulması ve projelere son hallerinin verilmesi şeklinde düzenlenen bu
etkinliklerle, gerçeğe oldukça yakın bir
ortam yakalandı. Bu açıdan
simulasyonların gerçekten başarılı olduğu söylenebilir.
Genel mânâda da seminer oldukça samimi bir havada geçti. Zaten bu
tip organizasyonlarda öncelikle amaçlanan, konunun doğal bir ortamda ve
katılımcıları aktif hale getiren bir şekilde işlenmesi, uzun ve tek kişide
odaklanan konuşmalardan kaçınılması ve kaynaşmaya yönelik basit ama
eğlenceli “oyun”larla neşeli bir atmosferin oluşturulması.
İşte bu atmosfer içinde biz de kafamızdaki proje fikirlerini ortaya
koyduk ve diğer katılımcılardan büyük destek aldık. Karşılıklı tartışmalar
sırasında ortaya çıkan ve projelerimizde yer verebileceğimiz yeni fikirlerden
de yararlanarak, bunları yine bir gençlik projesi içerisinde hayata geçirmenin
adımlarını attık. Seminerin doğal bir sonucu ise katılımcı kuruluşlar içerisinden
yeni partnerler bulmak oldu. Orada bulunan her katılımcıya, Necat Samuk ve
Cemil Tahralı’nın birlikte hazırladığı, Kubbealtı Akademisi Kültür ve San´at
Vakfı ve Kubbealtı Gençleri’nin faaliyetlerini içeren “Kubbealtı Tanıtım CD”sini
dağıttık ve “irtibat” kurmak isteyenlere kapımızı açmış olduk. Etkinlikler
içerisinde yer alan ve her katılımcının kendi ülkesiyle ilgili karakteristik
özellikleri sergilemesini sağlayan “Kültürel Gece”de de Türkiye’yi en iyi şekilde
3
Bu seminerler, Gençlik Projeleri için potansiyel ortakları bir araya getiriyor. Gençlik
Programı içinde yer alan diğer faaliyetlere “destek” ve bir başlangıç aşaması oluşturması
nedeniyle “Eylem 5 Destek Faaliyetleri” kategorisinde yer alıyor.
Merhaba – Yaz 2005 /29
temsil etmeye çalıştık. Bütün bunların yanında, henüz bir senelik AB üyesi olan
Polonya’yı gezip görme fırsatını bulduk.
Sonuç olarak, hem kişisel açıdan hem de temsil ettiğimiz kurum
açısından oldukça yararlı bir tecrübe yaşamış olduk. Katıldığımız seminer bize
ilk projemizdeki eksilerimizi ve artılarımızı çok daha net bir biçimde
göstermiş oldu. Ayrıca AB Gençlik Programı kapsamındaki proje ve
seminerlerin eğlendirici ve bu tip projelere devam konusunda cesaret verici
olduğunu gördük. Fakat diğer taraftan, uzun dönemli ve profesyonel projeler
geliştirme konusunda Gençlik Programı’nın daha çok bir başlangıç niteliği
taşıdığını söyleyebiliriz. Çünkü aslında gençlik projelerinin amacı, yüksek
düzeyde profesyonellik gerektirmeyen bir katılımla, Avrupa’nın farklı
ülkelerinden gençlerin birlikte bir şeyler yaparak birbirlerine ısınmasını
sağlamak. Bu da AB’nin “Avrupa toplumu” yaratma hayalinin bir parçası. Farklı
millî köklerden gelen gençlerin birbirleriyle kaynaşabilme, iş yapabilme
potansiyelini bir anlamda ölçmeye, bir yandan da geliştirmeye çalışan bu
program, yapılan projelerin içeriği ne olursa olsun öncelikli olarak bir “eğlence”
ve “kaynaştırma” unsuru taşıyor. Bu da geniş kapsamlı ve etkili projeler için bir
alıştırma niteliğinde. Bu bakımdan gençlik projelerini topluma uzun dönemli
olarak katkı sağlayacak - AB programları kapsamında ya da bağımsız – diğer
projelere geçişte bir araç, bir basamak, şahsî ve kurumsal anlamda güven
kazandırıcı bir geçiş yolu olarak görmek daha doğru olur. Bu yolun aşılması,
bazı şeylerin gözde büyütüldüğü kadar zor olmadığını görmek için oldukça
önemli.
Avrupa toplumunun bir parçası olmaya niyetli olalım veya olmayalım,
gençlere sunulan bu imkânları değerlendirmek gerekli. Asıl önemli olan da
yaşadığımız bu tecrübeleri, kendi ülkemize yararlı olabilecek yeni ve etkili
faaliyetlere dönüştürebilmek….
30 / Merhaba – Yaz 2005
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE KELİMELER
Dr. Nevnihal BAYAR *
TÜRKÇEMİZ NEREYE GİDİYOR YA DA KİMLERE EMANET
Kısa bir aradan sonra yeniden merhaba! Bundan iki sayı önceki yazımda
“Geçmişten Günümüze Kelimeler” adlı köşede, sizlere özellikle 1930’lu yıllardan
sonra türetilen yeni kelimeler hakkında çeşitli bilgiler vereceğimi duyurmuş ve
kısa bir giriş yapmıştım. Bu sayıda da belirttiğim kelimeler üzerinde durmaya
devam edeceğim.
Kelimelere geçmeden önce sizlerle paylaşmak istediğim birkaç şey var.
30 Nisan 2005 tarihli Milliyet gazetesini okurken bir haber, daha doğrusu bu
haberde kullanılan bir kelime dikkatimi çekti. Gazete bir eğitim seferberliği
başlatıyormuş ve Başbakanımız da bu projeye destek veriyormuş. İyi güzel.
Ancak bu faaliyet için kurulan heyetin adı “Milliyet Eğitim Çalıştayı”. Çalıştay
kelimesini görünce şok oldum. Ne demekti bu çalıştay? Çalışmak kökü belli de –
tay eki de neyin nesi? Belli ki “çalışma grubu, çalışma topluluğu, çalışma kurulu”
veya “çalışma heyeti” anlamında bir kelime. Türk Dil Kurumu’nun en son tarihli
Türkçe Sözlüğüne baktım, bu kelime yok. Demek ki Türkçe’de daha önce de
kullanılmamış veya hâlen kullanılmıyor. O zaman zaten dilimizde “çalışma grubu,
çalışma heyeti, çalışma topluluğu, çalışma kurulu” gibi ifadeler varken
“çalıştay”ı türetmenin, dilimize sokmaya çalışmanın anlamı ne? –tay, Türkçe’de
danıştay, sayıştay, yargıtay ve kurultay olmak üzere sadece dört kelimede
yaşayan, çok az kullanılmış ölü eklerden biri. Ayrıca pek çok dilbilimcinin de
söylediği gibi Türkçe bile değil. Moğolca’dan bize geçmiş ama işlek olarak
kullanılmamış bir ek. Öyleyse böyle bir ekten gereksiz yere, hiç yoktan yeni
bir kelime türetmenin daha doğrusu uydurmanın mânâsı var mıdır? Güzel Türkçemizin mutlaka yeni kelimelere ihtiyacı vardır veya olacaktır. Ancak türetilen
bu yeni kelimeler mutlaka bir ihtiyacı karşılamalıdır. Aynı zamanda yapı ve anlam bakımından da doğru olmalıdır. Kelime türetmeye çalışan ya da bu işe heves
edenlerin dil şuuru bulunan, bu konuda bilgili insanlar olması gerekir. Her önüne
*
e-posta: [email protected]
Merhaba – Yaz 2005 /31
gelen kişi veya kurum kendine göre kelime türetmeye kalkarsa yazık bu
Türkçe’ye...
Üzerinde durmak istediğim diğer bir konu da bazı kelimelerin
yazılışlarıyla ilgili. Türkçe yazıldığı gibi okunan bir dildir. Her sesin kendi
karşılığı vardır. Dolayısıyla sizin yazdığınız bir şeyi başkası farklı bir şekilde
okuyamaz. “Anne, okul, can, dede” vb. yazdığınızda bu kelimeler gene aynı
şekilde okunur. Niye sözü bu kadar uzattın, diyebilirsiniz. Ancak vereceğim
örnekler için bu kısa bilgi gerekliydi. Efendim! Gene bazı gazete, dergi ve
sokak levhalarında gördüğüm, dikkatimi çeken, beni hayretlere düşüren birkaç
kelimeyi sizlere sıralamak istiyorum. Lütfen yüksek sesle okuyunuz. “Eskidji,
machka, mayhosh, kanatchı, saatchi”. Okuyabildiyseniz bravo! Şahsen ben ilk
görüşte okuyamamıştım. Üzerinde düşündükçe, ne olabilir dedikçe işi çözmeye
başladım. Serde dilcilik de var ya! Bu kelimeler kesinlikle Latince kökenli
olmalıydı. Çünkü Türkçe’de bu şekilde bir imlâ kuralı yoktu. Kelimeler yazıldığı
gibi okunurdu. Sessiz harflerin yanyana gelmesi belli kurallar dahilinde
olabilirdi. Demek ki benim tezim doğruydu. Kesinlikle bunlar yabancı dilden
kelimelerdi. Çünkü genellikle Latince kökenli diller yazıldığı gibi okunmazlardı.
Bunları ancak yabancı kelime kabul edip, yabancı dil kurallarına göre
okuyabiliyordum. O zaman “eskici, maçka, mayhoş, kanatçı, saatçi” kelimeleri
belirginleşti, bir anlam kazandı.
İşin şakası bir yana... İnanın ne diyeceğimi bilemiyorum. Kendi dilinden
utanan, kurduğu iş yerine veya açtığı lokantaya, mağazaya Türkçe isim
vermekten kaçınan, bunu gericilik kabul eden insanlar var ve bunların sayısı hiç
de az değil. Umarım aklı başında aileler, öğretmenler ve kurumlar işin
ciddiyetini kavrayıp, yeni nesilleri, dilinden utanmayan, kompleksiz, millî dil ve
tarih şuuru bulunan insanlar olarak yetiştirirler...
***
Gelelim bu sayıdaki yeni kelimelerimize:
Bağımlı (<bağ+ı+m+lı): “Tâbi” kelimesine karşılık olarak ilk defa Türk Dil
Kurumu’nun 1955 yılında çıkardığı Türkçe Sözlük’te teklif edilmiştir. Bu
tarihten itibaren kabul görmüş, kısa bir süre içinde de dilimizde tutunmuştur.
Bugün de yaygın olarak kullanılan bir kelimedir. Bağımlı’nın yanında “bağımlılık,
bağımlı kelime, bağımlı olmak, bağımlı hâle gelmek, madde bağımlılığı” gibi
kelime, terim ve birleşik şekiller de dilimize yerleşmiştir.
32 / Merhaba – Yaz 2005
Bununla birlikte, “bağımlı” kelimesi yapı bakımından yanlış türetilen bir
kelimedir. Çünkü Türkçe’de isim köküne (bağ) gelerek tekrar isim yapan +m eki
yoktur. Buna rağmen kelime teklif edildiği tarihten itibaren yaygın olarak
kullanılmıştır. Bağımlı kelimesi ilk türetildiğinde pek çok tartışmaya konu
olmuştur. Faruk K. Timurtaş, Necmettin Hacıeminoğlu ve Doğan Aksan gibi
dilcilerimiz kelimenin yanlış bir türetme olduğunu söylemişler, Nurullah Ataç
ve Ali Püsküllüoğlu gibi dilde özleşme taraftarı dilcilerimiz de “bağımlı”nın
öztürkçe ve doğru bir kelime olduğunu savunmuşlardır. Sonuç olarak dilimizden
Arapça ve Farsça kelimeleri atma çalışmalarının yapıldığı dönemde türetilen bu
kelime, Türkçe’deki yerini almıştır.
Beşgen (<beş+gen): “Muhammes” kelimesine karşılık olarak ilk defa,
Atatürk’e ait olduğu söylenen Geometri adlı kitapta, 1937 yılında teklif
edilmiştir. Hattâ beşgen kelimesini Atatürk’ün türettiğini söyleyen kaynaklar
da vardır. Daha sonra Türk Dil Kurumu’nun ilk Terimler Sözlüğü’nde (1941)
kullanılmış ve 1945 yılında da gene kuruma ait ilk Türkçe Sözlük’te yer
almıştır. Bu tarihten itibaren yaygın olarak kullanılmaya başlanmış ve kabul
görmüştür. Beşgen’in haricinde aynı ekle türetilen “altıgen, üçgen, dörtgen,
yedigen, sekizgen, dokuzgen” kelimeleri de hemen tutunmuştur. Bütün bu
kelimeler hâlen yaygın olarak kullanılmaktadır.
Ancak beşgen, yapı bakımından yanlış türetilmiş bir kelimedir. Çünkü
Türkçe’de isimden isim yapan bir +gen eki yoktur. Ek, Yunanca gônia “köşe”
kelimesinden alınmış olmalıdır. Ekin Türkçe asıllı olmadığı ses uyumuna tâbi
olmayışından da bellidir. Faruk K. Timurtaş, Necmettin Hacıeminoğlu, Tahsin
Banguoğlu ve Nihad S. Banarlı bu kelimenin yanlış olduğunu ve ekinin de Türkçe
değil Yunanca olduğunu söylemişlerdir. Nurullah Ataç, Ö. Asım Aksoy ve Ali
Püsküllüoğlu ise kelimenin doğru ve öztürkçe olduğunu savunmuşlardır. Bütün
bu tartışmalara rağmen, beşgen yapı bakımından yanlış da olsa bugün
Türkçe’de sık kullanılan, kabul edilmiş, tutunmuş bir geometri terimidir.
Merhaba – Yaz 2005 /33
SANAL ÂLEM
A. Feyyaz ERKAN
*
http://www.turkcv.net
İş arayanların ya da istedikleri nitelikte elemanları işe almak isteyen
şirketlerin bir araya geldiği bir site tukcv. Hangi tarafta olursanız olun, gün
geçtikçe zenginleşen kayıtlarına bir göz atmak ve belki de aradığınızı bulmak
için ziyaret etmeniz gereken sitelerden.
http://www.germanwings.com
http://www.lastminute.com
Yaz tatili yaklaşıyor ve belki siz de yurt dışında bir tatil düşünüyorsunuz. Bu
noktada Orta Avrupa seyahatleriniz için uygun fiyat seçeneklerini sorgulamak
ve gideceğiniz yerdeki konaklama, kiralık araç gibi ihtiyaçlarınız konusunda
bilgi almak için germanwings sitesini ziyaret etmenizi öneririz. Lastminute ise
aynı imkanları Büyük Britanya yolculuklarınız için sunuyor. Unutulmaması
gereken bir nokta; bu sitelerin biletinizi ne kadar erken alırsanız o kadar
uygun fiyatlar sunuyor olmaları.
http://www.bilimfeneri.gen.tr
Temel bilim dalları ile ilgileniyor ve bu konuları tartışmaktan hoşlanıyorsanız
bilimfeneri sık kullanılanlara eklemeniz gereken sitelerden. Sitede; soğuk
füzyondan sayılar teorisine, evrim teorisinden alternatif enerji kaynaklarına
birçok alanda mevcut tartışmalara katılabilir ya da merak ettiklerinizi diğer
kullanıcılara danışabilirsiniz.
http://www.istanbul.net.tr
İstanbul ile ilgili öğrenmek istediğiniz birçok bilgiye bu adresten ulaşmanız
mümkün. Kültürel etkinlik takvimi, her türlü ulaşım bilgisi, sokak sokak
İstanbul haritası ve daha birçokları site bünyesinde mevcut. Ayrıca
*
e-posta: [email protected]
34 / Merhaba – Yaz 2005
ziyaretçileri için sunduğu tatil fırsatları ile bu İstanbul rehberi, sık ziyaret
edilmesi gereken sitelerden.
http://www.seslisozluk.com
Seslisözlük, İngilizce – Türkçe, Türkçe – İngilizce bir sözlük sitesi. Ancak onu
diğerlerinden ayıran özelliği girdiğiniz tanımla ilgili bilgiyi iki dilde de veriyor
oluşu. Ayrıca kelime tellaffuzlarını sunma özelliği de çok işe yarayabilecek
farklılıklarından.
http://www.sanalpsikolog.com
Günümüzün zor ve yorucu hayat şartları insanların kendileriyle ilgilenme
sürelerini oldukça sınırladı. Psikolojik problemler ve bazı konularda ne yapmak
gerektiğine karar verememek ise bunun doğal birer sonucu. Sanalpsikolog,
internet üzerinden bu boşluğu doldurma amacındaki sitelerden. Adreste, hazır
konu başlıklarından durumunuza en uygun bilgileri alabilir ya da sorularınızı
sitedeki uzmanlara yöneltebilirsiniz.
http//www.oyunalani.com
http://www.tr.net/oyun
Boş vakitlerinizi internette oyun oynayarak değerlendirmekten hoşlanıyorsanız
bu adresler tam size göre. Oyunalanı’nda küçük boyutlu flash oyunlar sizi
bekliyor. Tr.net sitesinin oyun bölümünde ise tavla, kağıt oyunları ve satrancı
sanal alemdeki gerçek rakiplerinizle oynayabilirsiniz.
Merhaba – Yaz 2005 /35
NEŞRİYAT
Vedat ÖZSÜLLÜ *
KUBBEALTI LUGATI (Misalli Büyük Türkçe Sözlük)
Farklı dönemlerdeki yazılı ve sözlü dil örneklerini 2 cilt halinde yaklaşık
3.500 sayfa, 52.000 madde başı, 8.000 ara madde, bunlardan türetilmiş
80.000'i aşkın deyim ile 400 müellifin 600'e yakın eserinin taranmasıyla elde
edilen 500.000 misalli bu temel başvuru eseri, Türkçemize bir sivil toplum
kuruluşunun yaptığı önemli bir hizmet olması bakımından dikkate değerdir.
Kubbealtı Lugatı’nın ilk bilimsel danışma toplantılarına 1971 yılında ilim ve fikir
adamları ile Türk dili üzerinde çalışmış akademisyenlerden oluşan 12 kişilik bir
heyetle başlanmıştır.Bu heyet, Sâmiha Ayverdi, Dr. Ekrem Hakkı Ayverdi,
Nihad Sâmi Banarlı, Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu, Prof. Dr. Ömer Lütfü Barkan,
Prof. Dr. Kaya Bilgegil, Prof. Dr. Abdülkâdir İnan, Prof. Dr. Faruk Kadri
Timurtaş, Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhon, Fevziye Abdullah Tansel
ve İlhan Ayverdi'den oluşmaktaydı. Buna ilâveten metin taraması yapmak
üzere görevlendirilenler olduğu gibi, bir kısım elemanlara lugat fişlemesi de
yaptırılmıştır.
1976 yılından itibaren lugatı yazma işini Kubbealtı Akademisi Kültür ve
San´at Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı İlhan Ayverdi üzerine almış ve Prof.
Dr. Ahmet Topaloğlu yönetimindeki 6 kişilik ilmî teknik heyet işin
yürütülmesini sağlamıştır. Ayrıca gerekli durumlarda çok sayıda özel alan
danışmanlarına da müracaat edilmiştir.
Hazırlığı 1971, yazılması ise 1976 yılında başlayan Kubbealtı Lugatı 33
sene süren ciddî ve zahmetli bir çalışmanın sonunda 2004 yılında
tamamlanmıştır.
İlk yayın tarihi : 2005
*
e-posta: [email protected]
36 / Merhaba – Yaz 2005
MÜLÂKATLAR
Sâmiha Ayverdi
Eserde yazarın 1940'lı yıllarda, evinde kendisini ziyâret eden,
aralarında Mehmed Ali Aynî, Sâlih Zeki, Necip Fazıl, Safiye Erol ve Burhan
Toprak gibi şahsiyetlerin de bulunduğu kimselerle yaptığı görüşmelerden
zaptetmiş olduğu ve "tevhid" inancına sımsıkı bağlı hayat telakkisini ve çeşitli
konulardaki görüşlerini aksettiren karşılıklı konuşmaları bulacaksınız.
İlk yayın tarihi: 2005
MÂVERÂDAN GELEN SES
Hicran Göze
Yaşadığı müddetçe özel hayatını ve şahsiyetini geri planda tutmayı
tercih eden mütefekkir yazar Sâmiha Ayverdi'nin doğumunun 100. yılı
münâsebetiyle, eserleri ve hakkında yazılanların ışığında hayatının anlatıldığı
bir biyografi denemesi.
İlk Yayın Tarihi : 2005
HÂTIRALAR
Ord.Prof.Dr. Ali Fuad Başgil
Kıymetli bir hukuk âlimi olduğu kadar Türk milletiyle bütünleşmeyi de
başararak onun değerlerine sahip çıkan Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil'in
hayatının son yirmi yılını anlattığı hatıraları aynı zamanda tarihî bir döneme de
ışık tutmaktadır.
İlk yayın tarihi: 1989
3. baskı: 2005
DİLBESTE
Fırat Kızıltuğ
Bu kitapta, özellikle yakın zamanlardaki bestekârlarımıza âit eserlerin
nağme yapıları, güftelerin şairlerinin hayat hikâyeleri, bazı biyografik bilgiler,
hikâye atmosferinde kaleme alınmıştır. Okuyucu farkında olmadan, bestelerin
yapıldığı zamana ve mekâna dalıp gitmekte ve bir mûsıkî eserinin adım adım
meydana gelişine şahit olmaktadır.
İlk yayın tarihi: 2005
Merhaba – Yaz 2005 /37
BESTEKÂR, TANBÛRÎ, HATTAT, HÂFIZ KEMAL BATANAY
Prof. Dr. Muhittin Serin
Hatıra, belge, kayıt ve fotoğrafla titiz bir araştırma sonucu
hazırlanmış, Kemal Batanay’ın hayatı, şahsiyeti, eserleri ve renkli hat
örneklerinin yer aldığı bu çalışma Türk kültür ve sanat hayatına sunulmaktadır.
İlk Yayın Tarihi : 2003
KARAKTER EĞİTİMİ
Danışman: Prof.Dr. Mustafa Fayda; Hazırlayanlar: Dr. Fahrünnisa Bilecik
- Semânur Fayda - Yunus Emre Şen - Ali Şir Olgaç - Ulyâ Karpuzcu Mehmetcan Topuz - Kübrâ Yetiş
Bu çalışma; çocuklarımızın ve gençlerimizin madde bağımlılığı, çeşitli
kültler ve bilhassa satanizm gibi tehlikelere açık ve şiddete eğilimli bir nesil
olarak yetişmelerinin asıl sebebini manevî bir zırhtan mahrum olarak
yetişmelerinden ileri geldiğini gösteren, karakter eğitiminde mânevî eğitimin
zarûret ve âciliyetini vurgulayan ve yapılması gereken hususlarda teklifler
sunan bir grup genç arkadaşın hamiyetli ve gayretli ürünüdür.
İlk yayın tarihi: 2005
DEVLET VE DEVLET TERBİYESİ
Nihad Sâmi Banarlı
Bu eserde Banarlı Hoca’nın çeşitli konulardaki fikir yazıları ve edebî
sohbetleri yer almakla beraber, ağırlığı “devlet anlayışı”nın ifade edildiği
makaleler teşkil etmektedir.
İlk Yayın Tarihi: 1985
2.Baskı: 2005
Kitaplar hakkındaki bilgi, “Kubbealtı Akademisi Kültür ve San’at Vakfı 2004” kataloğundan alınmıştır.
38 / Merhaba – Yaz 2005

Benzer belgeler

Merhaba Sonbahar 2005 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı

Merhaba Sonbahar 2005 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı güzel ve faydalı projenin desteklenmesi ve çorbada bizim de tuzumuzun bulunması gerektiğine inanarak, proje bünyesinde gönüllü olarak çalışacak sekiz genç arkadaştan oluşan “Dost Mimarlar Grubu”nu ...

Detaylı