liseli dev-genç`ten

Transkript

liseli dev-genç`ten
LİSELİ DEV-GENÇ’TEN
Merhaba Sevgili Dostlar, Yoldaşlar!
Okullarımız açıldı. Eğitim yılı yine binbir
sorunla başladı. KPSS’den sonra ÖSS’de ortaya
çıkan kopya fiili sistemin kendi kurallarını
bile hiçe saydığını ve kendi oluşturduğu yarışa
bile güvenmediğini gün yüzüne çıkardı. Binlerce gencin “kurtuluş kapısı” olarak gördüğü
üniversitenin kurtuluş kapısı olmadığı bir kez
daha görüldü. Eğitimin elemeci mantığının
arkasında eğitim sürecini ticarileştirmenin
yattığı bu örnekle de ispatlandı. Özel okullar,
dersaneler, özel kurslar ve okullarımızda bizlerden kayıt, temizlik vb. adı altında alınan
“bağışlar” eğitimin ticarileşmesinin boyutunu
göstermektedir.
Bu da yetmezmiş gibi sistem bir yandan bizlerin kazanmak için mücadele ettiği üniveristeleri özelleştirmekte, diğer yandan ise liselerimizi satmaya zemin hazırlamaktadır. Son olarak
Taksim Ticaret Lisesi’ne 9. sınıfa yeni dönemde
öğrenci alınmamıştır. Ticaret Lisesi’nin tarihi
binası sistem için iştah kabartan bir noktada
durmaktadır. Önümüzdeki süreçte birçok lisenin sermayeye peşkeş çekileceği unutulmamalı
ve yaşanan örnekler bulunduğumuz alanlarda
öğrenci, öğretmen, veli olmak üzere hemen
herkesle paylaşılmalıdır. Böylelikle sistemin
yüzü teşhir edildikçe kendi okullarımızda
yaşanan sorunlarla bu örneklerin bağı daha
rahat kurulabilir.
Liseli Dev-Genç’in bu sayısı da dolu dolu
oldu. Gençliğin sorunlarından eğitimin
ticarileşmesine, yozlaşmadan anayasa referandumuna, örgütlülük ihtiyacından çevre sorununa kadar birçok konuda biz liseliler için ön
açıcı olabilecek değerlendirmeler mevcut. Orta
sayfada liselerde yürütülecek çalışmada bizler
için bir araç olabileceğini düşündüğümüz
öğrenci meclislerini ele aldık. İşlevsiz ve kağıt
üzerinde olan bu temsiliyete, Dev-Gençliler
anladığımız demokrasiyi uygulayıp, sistemin
demokrasi yalanını açığa çıkarırken diğer yandan hedeflediğimiz demokrasinin ön biçimlerini şimdiden mücadele alanlarında yaratabiliriz.
Bu yaz geçen yıl olduğu gibi Dev-Genç olarak
çalışma yapmak üzere Karadeniz’in köylerine
gittik. Karadeniz’in yeşilini, tertemiz doğasını
ve en önemlisi insan sıcağını içimize çektik.
Ordu ve Artvin’de yörenin sorunlarını yerinde
gözlemleme fırsatımız oldu. Bu çalışmaların
geniş değerlendirmesini sayfalarımızda bulabilirsiniz.
Ayrıca Eylül ayında çıkardığımız “Eğitim
Gençlik ve Mücadele Dinamikleri” adlı
kitapçık eğitimde yaşanan sürecin, sorunların
bir özetini sunması ve alternatif eğitime
dair gelecek rotası çizmesi bakımından
önemli bir noktada durmaktadır. Yaygın
dağıtımının yapılması, gençlik kitleleri içinde
eğitimin sorunlarının tartışılıp taleplerin öne
çıkarılmasını sağlayacaktır.
Gençlik olarak bir mücadele aracına daha
kavuştuk. Bu da www.devrimci-genclik.org
adlı sitemiz. Tüm okurlarımızın adeta birer
haber yorumcu gibi gündelik yaşamın nabzını
tutmalarını ve günlük yaşamdan süzdükleri
haberleri bizlerle paylaşmalarını istiyoruz.
Böylelikle gerçekliği binbir farklı biçimle resmedecek ve özüne ineceğiz. Özde karşı duruşlar
ve alternatifler, böyle bir tartışma ortamından,
ürettiklerimizi yaşama içereceğimiz bir pratik
süreçten doğacaktır. Gelin kendimizi kendi ellerimizle yaratalım.
Bir daha ki sayıda görüşmek dileğiyle! Sevgiyle kalın...
1
KPSS’DE YAŞANANLAR
SİSTEMİN GERÇEK YÜZÜDÜR
İşsizlik ve Geleceksizliğin Çözümü Bilinç
Yürek Bilek Üçgeninin Merkezindedir
Kapitalizmin kriziyle birlikte işsizliğin hiç
olmadığı boyutlara ulaştığı ülkemizde, insanların
“umut kapısı” olarak gördükleri KPSS 2010 sınav
sonuçları açıklandı. Daha önceki sınavlarda birincilerin bile tüm soruları doğru yanıtlayamadığı
sınavda, tüm soruları doğru yanıtlayan yaklaşık
500’e yakın birinci çıktı. Ayrıca binlerce kişinin
mail adreslerine soruların atıldığı belirtiliyor.
Günlerdir ülke gündeminde tartışılan bu sınav,
aslında sistemin gerçek yüzünü göstermesi
açısından önemlidir.
Bireysel kurtuluş hikâyelerinin sıklıkla
anlatıldığı ve abartıldığı kapitalizm koşullarında
gerçekten kurtuluş mümkün mü?
İlköğretimle başlayan sınavlar dozunu
ve şiddetini arttırarak, gençliğin yaşamında
bir ağırlık oluşturur. Düne kadar SBS ile her
yıla yayılan sınavlar ve ardından ÖSS. Bu da
yetmezmiş gibi, “üniversiteyi bitirdiniz ama
yine de bir meslek sahibi olamazsınız.”, dercesine sistem tarafından önümüze konulan yeni
sınavlar; KPSS, vb. Sistem bununla da kalmıyor,
tutuyor başka sınavlarda olduğu gibi kendi
kadrolaşmasını sağlamak üzere sınav sorularını
birilerine kopya veriyor. Yani kendi eleme sistemini, sınavlarını bile hiçe sayarak sınırlı
sayıdaki alana kendi kadrolarını yönlendiriyor.
Eğitimi ticarileştirip bir gereksinim gibi satan,
sınavları ve dershaneleriyle karlarına kar katan kapitalizmin doğası gereği, işsizlik olmazsa
olmazdır. Nasıl ki herkes üniversiteye giremiyorsa, herkes iş sahibi de olamayacaktır. Böylelikle
işsizlik sorunu, var olan iş alanlarına girişte elemeyi doğurmaktadır. Eleme mantığı da sınavları
doğurur. Sonuç olarak gençlerin birbiriyle
yarıştığı bir döngü oluşturulur. Sermaye karına
kar katar. Bu döngünün, gençliğin sistemden
kopuşunu engelleyen ideolojik motivasyonunda
da bireysel kurtuluş hikâyeleri vardır.
“730 kardelen üniversiteli oldu.”
“Çöp toplayarak yaşayan genç hayalindeki tıp
fakültesine girdi.” vb. Ancak aynı genç kazandığı
okula kayıt yaptıracağı parayı bulamadığı için
kayıt yaptıramıyor. Aslında bireysel kurtuluş
hikâyesi olarak medyanın alına puluna bulanarak önümüze konulan örnekler bile ortada
bir kurtuluşun olmadığını bize göstermektedir.
Yine binlerce öğretmen adayı atanamamaktadır.
Yani kardelenlerin üniversiteli olmasının tek
başına bir önemi yoktur. Örneğin inşaat mühendisi olsanız bile önünüze yetkin mühendislik çıkmakta, ayrıca sizi işealacak birilerini de
bulmanız gerekmektedir.
Kapitalizm İşsizliği Üretir, İşçi Ücretlerini
Düşürür, “Bireysel Gelişim” Yalanıyla
İşsizlerin İş İhtiyacını Sömürecek Yeni Pazar
Alanlarını da Yaratır
Kapitalizm tarih sahnesine ilk çıktığı dönemde
serbest rekabetçi özelliğiyle üretim araçlarını
geliştirmiştir. Ayrıca köylüleri toprağından,
küçük esnafı da işinden ederek gitgide üretimin
toplumsal dinamiği olan işçi sınıfını oluşturduğu
bir süreci de beraberinde getirmiştir. Ancak
sonrasında oluşan sermaye evlilikleri veya
büyük balığın küçük balığı yuttuğu rekabet,
tekelleşmeyi doğurmuştur. Tekellerin bitmek
tükenmek bilmeyen kar hırsı, iki emperyalist
paylaşım savaşını yaratmıştır. Dünya halklarının
ağır bedeller ödemesine sebep olmuştur. Tekelci aşamayla birlikte kapitalist üretim tarzı
bütünüyle üretici güçlerin gelişimi üzerinde engel oluşturmaya başlamıştır.
Üretici güçlerin ulaşmış olduğu düzey ve
üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçları
üzerindeki özel mülkiyet temel çelişkidir. Bu
da gün be gün sermayenin merkezileşmesine,
kısacası dünya üzerindeki zenginliklerin %
60’ının 500 aileye kadar daralabilecek bir azınlığın
elinde birikmesine yol açmaktadır. Bu çelişki,
ürettiği metayı pazarda alabilecek alım gücü
olmayan halkın, ihtiyaçlarını karşılayamayarak
eksik tüketimine sebep olmakta, böylelikle
stoklarda biriken ürünlerle birlikte üretim durmakta, ekonomik kriz ve işsizlik oluşmaktadır.
Kısacası dünya nüfusunun 1/5’i işsizler ordusunun mevcudu, atıl bir enerji olarak üretim
dışıdır. Çalışan kesimlerin birçoğu ise istemediği
2
işlerde çalıştıkları için verimlilik açısından iyi
bir noktada değildir. Kapitalist üretim ilişkileri
içinde, işlerlik kazanamayan büyük bir kapasite
mevcuttur. Kapitalist üretim ilişkilerinin devamı
doğayı, insanı ve onun kültürel mirasını çöküşe
götüren bir çürümeye neden olmaktadır. Silahlanma, savaşlar ve çevre felaketleri bunun sonucudur.
Hâlbuki üretim araçlarının toplumsal olduğu
planlı bir ekonomik sistemde, çalışanın haddinden fazla çalışmasına gerek kalmadan, herkesin ihtiyacı oranında üretimin yapıldığı ve herkese
ücretsiz sağlanan eğitimle halkın yeteneğine
göre mutlu ve verimli olacağı mesleğe
yönlendirildiği bir düzeni sağlamak
mümkündür. Sömürünün olmadığı
böyle bir sistemde, insana yaraşır
iş koşullarında, herkese istediği işte
çalışma olanağı sağlanacaktır. Bugün
üretenin aynı zamanda yöneten
olduğu böyle bir üretim tarzının maddi koşulları mevcuttur.
Daha yüksek üretim tarzına sistem
kendiliğinden geçmemektedir. Bunun
önündeki engel kapitalizmdir, tekellerdir, onların baskı ve zor aygıtlarıdır.
Bu engel ancak toplumsal bir devrimle aşılabilir. Buna öncülük edecek
örgütlülüğü yaratmak bugünün acil
görevidir.
Bu yapılmadığı oranda sistem,
işsizleri yarıştırıp “kişisel gelişim” yalanı üzerinden onlara umutlar satacak, işsizler üzerinden de
işini kaybetmek istemeyen işçinin, ücretini kölelik koşullarına çekecek, onlara krediler açarak gelecekteki emeklerini bugünden sömürecek, topyekun bir halkı borç batağında, birbirinin kurdu
haline getirip yalnızlaştırarak çürütecektir.
İşsizlik ve Geleceksizlik Kader Değildir
Bugün ülke gündemine baktığımızda anayasa tartışmaları almış başını gitmektedir. Ancak kimse “bu kimin anayasası?” diye sormamakta, evet-hayır ikileminde sistemin istediği
şekilde sorun tartışılmaktadır. Öncelikle, 1980
12 Eylül’ünde yapılan anayasa da bir burjuva
anayasasıydı. 2010 12 Eylül’ünde değiştirilmeye
çalışılan anayasa maddelerini şekillendiren eller de aynı ellerdir. Burjuva anayasalarda kâğıt
üzerinde ne yazdığının halk açısından önemi
yoktur. Örneğin herkesin çalışma hakkı vardır.
3
Ancak iş olanağı yoktur, sistemin doğası gereği
olmayacaktır. Bugün halkın gerçek gündemi
olan işsizlik, geleceksizlik sorunu referandum
üzerinden yaratılan yapay gündemle aşılabilecek
bir sorun değildir.
Bugün devrimcilerin yapması gereken burjuva bir anayasayla uğraşmak yerine, burjuvazinin
hak yalanını açığa çıkarıp, demokratik halk
devriminde sağlanacak hakların neler olduğunu
halka anlatmaktır. Bunun yaşanmış somut örnekleri de vardır. Küba’ya baktığımızda dünyanın
en iyi sağlık sistemine sahip bulunmaktadırlar
ve üstelik herkes sağlığa ücretsiz ulaşmakta,
barınma ve yiyecek sorununu çözmek koşuluyla
Küba’dan doktor istenebilmektedir. Sovyetler’de
1936 Anayasası’nın 119. Maddesi’nde “SSCB
yurttaşları dinlenme ve boş zaman hakkına sahiptir. Dinlenme ve boş zaman hakkı, işgününün
işçilerin ezici çoğunluğu için yedi saate inmiş
olması, işçiler ve memurlar için tam ücretli yıllık
izinlerin bulunması ve emekçilerin kalabileceği
geniş bir sanatoryum, dinlenme evi ve kulüpler ağının bulunması ile güvenceye alınmıştır.”,
herkese iş imkanı sağlandığı açıkça ortaya
konmuştur, konut hakkı da herkese sağlandıktan
sonra anayasaya girmiştir. Kısaca demokratik
halk iktidarında da haklar anayasaya girmeden
önce fiilen pratik yaşamda var olacak, tüm halka
sağlanacaktır.
Kaderimizi elimize alalım, demokratik halk
iktidarı için mücadeleyi yükseltelim!
29 Ağustos 2010
LİSELİ DEV-GENÇ
İNŞAAT-ÖĞRENCİ-ÖLÜM
E
ğitim-öğretim
yaz
tatiline
girdi. Birçoğumuz bu yaz tatilinde de
diğerlerinde olduğu gibi bir yerlerde işe girip
çalışmak, harçlıklarımızı çıkarmak derdindeyiz. Liselerden üniversitelere kadar uzanan
bir öğrenci-işçi durumuyla karşılaşmaktayız.
Yorucu ve zor bir eğitim-öğretim döneminden
sonra öğrenciler dinlensin diye yapılıyor bu yaz
tatilleri. Bugün kriz altında ezilen ülkemizde
kaç öğrenci için tatil demek yaz ayı? Çevrenize
bir bakın arkadaşlarınızın kaçı bir işte çalışıyor
ya da iş arıyor.
Ülkemizdeki sınıf farkı kendini giderek daha
çok hissettiriyor. Yoksul ve zar zor geçi-nen ailelerin çocukları için çalışmak artık bir zorunluluk bugün. Yoksul bir ailenin liseli gencini ele
alalım. O, yoksulluk içinde bitiriyor okulunu,
her yaşıtı gibi onun da hayalleri var. Hayallerinin önünde çok büyük engelleri de var. Bunlardan ilki üniversiteye girebilmektir. Üniversitenin önünde de ÖSS engeli var. Ailesinin
maddi durumu kötü olduğu için ders-haneye
gidemiyor. Bir de ailesinin geçimine yardımcı
olmak için bir işe girmek zorunda. Artık es-
kisi gibi işte bulunamıyor. Bütün işler, açık bir
şekilde kölelik koşullarında. Bir işe girebiliyor
belki ama haftada sadece bir gün izni oluyor
ve eve ancak saat sekizde dönebiliyor. Şimdi
nasıl kazanacak bu çocuk üniversiteyi, nasıl
gerçekleştirebilecek hayallerini? İşte alın size
bir kapitalizm gerçeği. Bugünün insanlarının
kulaklarını kapatmayı tercih ettiği bir örnek
verdik. Kapalı kulakları açmanız için bir örnek
daha verelim size. Yaşadığımız ülkede, yakın zamanda gerçekleşen bir olaydan söz edelim. Yaz
tatilinde memleketinde yapacak bir iş olmadığı
için İstanbul’a gelen bir gencin hikâyesi bu. Çetin Ömer, zorlu üniversite maratonuna girerek
bundan 2 yıl önce kazanmış olduğu Muğla
Üniversitesi’nde Fen-Edebiyat Fakültesi’nde
okuyan bir öğrencidir. Henüz yirmi yaşında
olan Çetin İstanbul’da bir inşaatta çalışmaya
başlar, günde otuz TL yevmiyeye, vasıfsız işçi
olarak. Tek istediği çalışıp okul masraflarını
karşılamaktır. Sırf bu yüzden elinde daha fazla para kalsın diye de, inşaatta yatar. Birgün
dördüncü katta çalışırken dengesini kaybedip
düşer. O, öldüğünde onunla yaşıt ama varlıklı
ailelerin çocukları en güzel plajlarda yaz
tatilinin keyfini çıkarmakla meşguldür.
Bu ülkemizdeki sınıf farkının en acıklı
örneği değil midir? Yirmi yaşındaki Çetin
Ömer, kapitalizm yüzünden öldü. Sınıfsız
bir toplumda yaşıyor olsaydı, bugün
hala arkadaşlarının ve ailesinin yanında
olacaktı. Görüldüğü gibi, üniversiteyi
kazanmak tek başına asla bir çare değil.
Önemli olan düzeni değiştirebilmektir.
Bizi açlığa, sefalete ve ölüme terk eden
bu düzen gitmesi gerektiğinin de habercisidir.
Esra Hanoğlu
4
ÖRGÜTLÜLÜK GÜÇTÜR, GÜÇ
UMUTTUR
M
erhabalar Sevgili Arkadaşlar;
Bizler bu memleketin çocuklarıyız, bizler bu memleketin öğrencileri ve gençleriyiz.
Bizler bu ülkenin geleceğinin aydın olması için
aydınlık, çağdaş bir yolun takipçileriyiz. Bizler
koyun olup amaçsız bir şekilde beyni yıkananlar
değil, daha özgür, daha demokratik daha eşit
bir yaşam amacı için mücadele veren ve kendini geliştiren bu ülkeyi düşünen insanlarız.
Dolayısı ile yaşadığımız, karşılaştığımız,
bizleri rahatsız eden sorunlarımız var,
okullarımızda, iş yerlerimizde, yaşadığımız
çevrede…
Ama şu son dönem için okulumda beni
mutlu eden gelişmeler de var, onları da sizlerle
paylaşmak istiyorum. Özellikle benim okulumda gerek idari gerekse öğrenciler arasında büyük
bir faşist yapılanma var. Yani tam anlamıyla
idare ve öğrenciler iş birliği içerisinde… Bu durum beni umutsuzluğa sürükleyecekti ki okulumda sol görüşlü öğretmenlerimin olduğunu
da gördüm. Bu beni gerçekten mutlu etti. Çünkü
artık konuşabileceğim diyalog kurabileceğim
öğretmenlerim de vardı. Örneğin ben artık bu
öğretmenlerimle, öğretmenler odasında oturup
konuşabiliyorum. Evet, biliyorum kulağa basit
geliyor ama bana göre hiç de öyle değil! Çünkü
biz öğrenciler fikrini belirtmek istediğinde
sürekli dışlanan, hocaları tarafından dinlenmek
istenmeyen kişileriz, öğrenciyiz ya nede olsa…
Hatta birçoğumuz da öğretmenler odasına
hocasına çay, yemek götürmek
gibi şeyler için girmişizdir
büyük ihtimalle. Ama olması
gerektiği gibi o odada karşılıklı
konuşarak, fikir fırtınası yaratarak, sorunları ve çözümleri
tartışarak, insan yerine öğrenci
yerine konmak bambaşka bir
duygu açıkçası.
Bildiğiniz gibi geçtiğimiz
yıl 25 Kasım 2009’da kamu
emekçileri iş bıraktılar, grev
yaptılar. Evet, okulumuz-
daki öğretmenlerimiz de buna destek verdiler.
Açıkçası grevin tarihini öğrendiğim gün ben de
greve, kamu emekçilerine destek vermeye karar
verdim. Bunun için öğretmenlerimle konuştum.
Grev günü nasıl bir tavır alacaklarını, okula gelip
gelmeyeceklerini sordum. En azından benim
hocalarımın birçoğunun cevabı hayır oldu biz
de destek vereceğiz dediler. Ben de onlara grev
günü yanlarında olacağımızı söyledim. Nitekim
Beyazıt Meydanı’nda öğretmenimi gördüm
ve selamlaştık. İnanın bana bambaşka bir his
bambaşka bir haz... Hani “okulda öğretmenim,
sokakta yoldaşım” sözünü, sloganını yaşayarak
görmek bu olsa gerek.
Sonuç olarak; biz gençlerin bu öğrencilik
yıllarındaki ve hayatta sergileyecekleri duruş:
özgürlükçü, bağımsız ve tabularını yıkmış kolektif mücadeleci bir yaşamı seçmektir. Bizler
koyun sürüsü değiliz ve haklarını aramasını
bilen ve haklarını alan aydın gençler olmalıyız.
Okullarımızda, ailemizde, sosyal hayatımızda
düşünen, sorgulayabilen, çözüm üretebilen bireyler olmalıyız. Kendinizi yalnız hissetmeyin
çünkü sizin gibi düşünen insanlar da var. Sizin
gibi daha iyi bir ülke ve dünya idealini taşıyan
öğretmenleriniz de var, öğrenci arkadaşlarınız
da. Sizin düşüncelerinize, sorunlarınıza, çözüm
önerilerinize sonuna kadar sahip çıkan Liseli
DEV-GENÇ var. Yeter ki bir şeyler yapmak için
bir adım atın…
Serdar Kandemir
5
GENÇLİK VE
DEVRİMCİ GENÇLİK
G
ençlik dönemi, çocukluktan yetişkinliğe
geçilen bir dönemdir. Bu dönemde
insanların kişilikleri oturur, hayata ve insanlığa
karşı duruşu şekillenir. Kısaca açıklamak gerekirse birey kimliğini gençlik döneminde elde
eder. Gençlik dönemi ortalama olarak 15–23
yaş arasındaki dönem olarak kabul edilir. Bireyin kimliğini tayin eden bu süreç doğal, çevresel, sosyal, kültürel ve ekonomik faktörlerden
etkilenir. Kendine bir idol, model yaratma da
gene bu dönemin özelliklerindendir. Çevreye
uyum sağlama, kendini kanıtlama veya arkadaş
çevresinde bir yer edinme bu dönemde ortaya
çıkar. İşte sistem, insanları özellikle bu dönemde
yontarak sistemin bir parçası haline getirmeyi
amaçlar. Çocuk yaşlarda üzerine sınav stresi, ailesel beklentiler gibi ağır sorumluluklar yüklenmeye başlayan bireye fiziksel ve zihinsel olarak
çocukluğunu geçirebileceği uygun bir çevre
yaratılmaz. Aksine, sınavlarda sürekli başarılı
olması gereken, arkadaşları ile rekabete sokulan
bir çocukluk dönemi yaşatılır. Lise dönemine
geçildiğinde ise rekabet, yarış, sınav stresi gibi
baskılar, bireyin üzerinden kalkmaz. Bunlarla
birlikte birey\genç ‘ben kimim? Neyim?’ gibi
soruları da kendine sormaya başlar. Sistem, lise
hayatı boyunca gençliğin üzerine sigara, alkol,
uyuşturucu gibi zararlı ve yozlaştırıcı silahlarla
gelir. Televizyonlar da, filmler de bu yozlaşmayı
özendirecek idoller yaratır. Müzik gibi sanatsal etkinliklerle ilgilenen gençlere, madde bağımlılığı
olan, aykırı yaşayan modeller sunulur. Dizilerde ya vatan, millet, sakarya propagandalarıyla
mafyatik ilişkileri özendiren ya da arkadaşlık\
sevgililik ilişkilerini birbirlerini kandırma aldatma üzerine kuran tipler oynatılır. Okullar da
bilimsel içerikten yoksun olduğu için sıkıcı olan
derslerden kaçışı ya da rekabetten bıkarak alternatif arayan gençler, bu yoz kültürü daha çabuk
ve kolay seçiyorlar. Tam tersine gelecek kaygısı
taşıyan gençler kendilerini gerici, paralı eğitimin
kucağına bırakıyorlar. Okul, dersane, özel derse
maratonunda, gençlik dönemlerini yarış atı
misalı geçiriyorlar. Dolayısıyla sorgulamayan, ne
denirse uygulayan kişilikten yoksun bir eğitimli
nesil oluşturuluyor. Tabi gençlik sadece televiz
-yondan vs. kendine model almıyor. Çevresindeki arkadaşlarından, mahallesindeki abisinden\
ablasından da örnek alıyor. Dolayısıyla sistem
fire vermemek adına gençleri birkaç model
olarak yontuyor. Herkes aynı şeyi giyiyor, aynı
şeyi dinliyor, aynı diziyi izliyor ya da aynı kitabı
okuyor. Dev-genç mücadelesindeki arkadaşlar,
çevrelerinde bu tip örnekleri rahatlıkla göreceklerdir. Bütün gençlik bu şekilde yetişiyor. Sadece
liselerde değil üniversitelerde de durum böyle.
Yozlaşan gençliğin eğitim sisteminden sıkılarak\
bıkarak alternatif olarak yoz hayatı seçmesinde
asıl önemli eksiklik, topluma ve gençliğe yol gösterecek güçlü bir devrimci gençlik yapılanmasının
olmamasıdır. Devrimciler hayatın her alanında
olduğu gibi okullarda da örnek olmalıdırlar.
Bu köhne sistemin alternatifinin var olduğunu,
bu sistemi gene bizlerin inşa edebileceği
hatırlatılmalı\unutturulmamalıdır.
Gençlik
sorgulayan, öğrenmek isteyen ‘isyancı’bir yapıya
sahiptir. Gençliğin öfkeyle kalkan yumruklarını
yıldızlarla buluşturmak biz DEV-GENÇ’lilerin
görevidir. Okullarımızdaki arkadaşlarımıza,
çevremizdeki
insanlara
söylemlerimizle
olduğu kadar duruşumuzla da örnek olmalıyız.
Eğitimden sağlığa, ulaşım sorunlarından cinsiyet ayrımcılığına kadar hayatın her alanında
karşılaşılan sorunların çözümsüz olmadığını
anlatmak, biz DEV-GENÇ’lilerin görevidir.
Biz DEV-GENÇ’liler olarak gençlik hareketlerinin düşmüş olduğu isyankâr, sistemle barışık,
uzlaşmacı söylem ve tavırlarındaki hatalara biz
6
de kapılmamalıyız. Gençliğin sorunlarına yanıt verebilen, ihtiyaçlarını karşılayabilen eylem ve pratikler örgütlemeliyiz. Bütün ilerici demokrat arkadaşlarımızı DEV-GENÇ saflarında mücadeleye
çağırmalıyız. Okul yönetimlerinin gerici, tehditkâr göz korkutmalarına karşı, tek ses tek yumruk
olarak karşılık vermeliyiz. DEV-GENÇ tarihi başta gençliğe olmak üzere topluma ışık tutan şanlı
ve onurlu bir tarihtir. DEV-GENÇ’liler, genç yaşlarına rağmen ağır bedeller ödemiş, korkmadan,
yılmadan kararlılıkla mücadelelerine devam etmiş kişilerdir. Gözlerini dahi kırpmadan ölüme gidebilen DEV-GENÇ’lilere yakışır şekilde mücadeleyi yükselteceğiz.
İnancımız sonsuz kararımız kesindir oligarşiyi yıkana kadar savaşacağız.
Aslı Dağdeviren
İ
ÇEVRECİLİK
ALDATMACASI
stanbul’da bir belediye, çöplerden ayrıştırılan kâğıtları geri dönüşüm yolu ile büyük kâğıt topları
haline getirerek matbaalarda deftere dönüştürme projesini gerçekleştirdi. Haber televizyonunda ilköğretim öğrencilerinin büyük bir sevinç ile defterleri tören eşliğinde alırlarken, spikerin uzattığı mikrofondan çocukların “Ağaçlar kesilmesin “ demesi kadar doğal bir şey yok. Ancak
doğal olmayan şeyin, TBMM Başkanı M.Ali Şahin, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, Esenler
Kaymakamı Nazım Madenoğlu, Esenler Belediye Başkanı M.Tevfik Göksu’nun okulda defterleri birebir dağıtmaları ve zaten olması gereken küçük bir hizmetin halkın gözünde büyütülerek büyük bir
törene dönüştürmelerinin altında yatan çevrecilik ve sosyal sorumluluk imajıyla halka şirin gözükerek gelecekte de oturmayı planladıkları koltuklarını sağlamlaştırma çabasıdır. Bu imaj siyaseti
burjuva siyasetin karakteri gereğidir. Onlar o tazecik yavruların ve emekçi halkımızın algılarını
çelmeleyerek umutlarını ve duygularını sömürerek kendi çıkarlarına fayda sağlarlar.
Meseleye düzenin bir başka çelişkisinden de göz atarsak sanırım büyük resim netleşmiş olur. Bizi
çevrecilik safsatalarıyla aldatmaya çalışan aynı devlet geçtiğimiz Ağustos ayında “güvenlik” gerekçesi ile Tunceli’de 25 km’lik bir alanda Kobra tipi helikopterlerden atılan bombalarla 100 yıllık Munzur meşelerinin yok olmasına sebep oldu. Yangına müdahale etmeye çalışan köylüler engellendi ve
zaten böylesi büyük bir yangını söndürmek devlet destekli araç ve teçhizatı gerektirir. Bu bağlamda
devlet istediğinde kilometrelerce öteye helikopterlerini savaşmak için gönderebiliyorsa o halde orman yangınlarına karşı da aynı refleksle hareket neden etmez. Tabiî ki bu beklenti içerisinde olmak
saflık olurdu. Halkın yıllarca emek harcayıp yetiştirdiği ağaçları yok eden zihniyet, iş yaşamında
bizleri asgari ücrete mahkum eden, sağlık sisteminde parası olanın sağlıklı bir yaşam sürmesini
sağlayan, eğitimde
parası
olanın okuyabileceğini söyleyenle aynı zihniyettir. Böyle
bir yaşamı bize reva görenler kısacası sermayenin emek
düşmanı devletidir. Yani emek
düşmanlığı onun varlık sebebidir. Onlar emeğe düşman
olduğu gibi daldaki meyveye, bahardaki çiçeğe, çiçekteki arıya yaşamın ve doğanın
akışına düşmandırlar. Onların
çevreciliği bu nedenle sahtedir. Yukardaki gibi örneklere
şüpheyle bakılmalıdır.
Erkan Emin
7
OKULLARIMIZIN
TİCARİLEŞMESİ NASIL
SAĞLANIYOR?
B
iz Yedikule Lisesinde okuyan DEV-GENÇ ’
li öğrenciler olarak, liselerde çokça görülen
sorunlardan birkaçını dile getireceğiz:
Bu sorunlar genel başlık altına alınırsa;
•Eğitimin ticarileşmesi,
•Zorunlu aidat paraları,
•Sınav paraları
•Kantin vb. işletmelerin sosyal yararı gözetmemesidir.
Bugün eğitim hayatında, SBS, YGS, LYS
adı altında birçok sınavla, rekabet ve yarış her
yıla yayılarak, eğitimin ticarileşmesinin önü
açılıyor. Dershanecilik sektörüne aktarılan
para gün geçtikçe artıyor. Özel dershane sayısı
2002 yılında 2.122 iken 2008 yılında 4.031 ‘e
yükselmiştir. Günümüzdeki eğitim sistemi liseleri; düz lise, anadolu lisesi, meslek lisesi, özel
lise olarak ayırmakta, böylelikle fırsat eşitliğine
sahip olmayan bizler, ekonomik durumumuzun gereğine göre sınıflandırılmaktayız. Bu da
eğitim sisteminin kapitalizmin uşağı olduğunun
kanıtıdır. Sınıf mevcutlarının çokluğu, yeteri
kadar öğretmen atamasının yapılmaması ve artan genç nüfusa rağmen okullaşma oranının
azalması, eğitim sisteminin kangrenleştiğini
gösteren diğer sorunlardır. Normal standartlara
göre 25–30 kişilik olması gereken sınıflar; devlet
okullarında 60–70’ i bulmakta, okul yapmak için
harcanacak para ve öğretmene verilecek maaştan
kaçınılmaktadır. Sınıfların kalabalıklaşması da,
okul idaresinin cebine girecek paranın artmasını
sağlamaktadır. Okulumuzda rahatsız olduğumuz
en önemli sorunlarsa, dersin ortasında yapılan
ani baskınlarla çantalarımızın, üzerimizin ve
ayakkabılarımızın içine kadar, erkek ve bayan
öğretmenler tarafından aranıyor olmasıdır. Telefon, kolye, küpe, parfüm, kolonya, ayna, müzik
çalar bulunduğunda sorgu sual olmadan bizden
alınıyor, ailelerimiz teslim almaya geldiğinde ise
alınanlar değerlerine göre para karşılığında geri
veriliyor. Örnek vermem gerekirse; altın kolyeler
50 TL, gümüş kolyeler 25 TL, telefonlar içinse en
az 50 TL… Tanıdıklar aracılığıyla zayıf karneler
düzeltiliyor, devamsızlıklar düşürülüyor. Hakkı
olmayan öğrenciler iyi notlarla geçiriliyor, durumu olmayan veya tanıdığı olmayan öğrencilerse
sınıfta kalma tehdidi altında kalıyor.
Okullarda toplanan “bağış” adı altındaki zorunlu aidatlar eğitim sisteminde kapitalistleşmenin
en önemli kanıtıdır. Ve bu nereye gittiği belli
olmayan bağışlar okulun her dönemi toplanmakta. Okulumuzun mezun olan öğrencileri
diplomalarını almaya gittiklerinde eğer bağışları
ödememişse 4 yıllık her dönem bağışları isteniyor, şayet durumu yoksa fotokopisini alıp yetinmesi gerekiyor. Toplanan paralar keşke okul
ihtiyaçları için kullanılsa. Ne tuvaletlerimiz temiz, ne kantinde yenebilecek bir şeyler satılıyor.
Okul koridorlarımız tuvalet kokuyor. Sözde, toplanan paralar okula tutulan hademelere ödeniyor, temizlik malzemeleri için harcanıyor.
Sınav paralarını ele alırsak, yaklaşık 1,5 milyon kişinin girdiği YGS sınavında kişi başı 40
TL toplanıyor ve devletin kasasına yaklaşık
60 trilyon para giriyor. Eğitimden toplanan bu
paranın, eğitime harcanması gerekirken ne
okul yaptırılıyor, ne de eğitime ayrılan bütçe
arttırılıyor. Lise son sınıf öğrencileri üniversite sınavı yaklaştığında, okul idaresine velileri
tarafından imzalanmış dilekçelerle rapor veriyorlar. Ancak idareyi asıl ilgilendiren, dilekçelerle beraber gelen 100 TL para. Eğer veliler parayı
vermezse devamsızlık yılsonu düşürülmüyor.
Oysa dilekçe yazıp 45 gün rapor almak Milli
Eğitim tarafından, lise öğrencilerine verilmiş bir
haktır.
Son olarak da kantin konusuna değineceğim;
kantinimizde satılan yiyecekler; bir gün önceden
kalmış ve satılmayan hamburgerler, sandviçler,
patates kızartmaları. Bunları bize ısıtıp ısıtıp
satmaya çalışıyorlar. Yapılan tosta da kullanılan
margarin yağ pislik içinde, şikâyet ettiğimizde ise
tosta sürdüğümüz fırçadan yapışıyor temiz yağ
deniliyor. Mayonez ve ketçaplar bol olsun diye su
8
ile karıştırılıyor. Yiyeceklerin içindeki yeşillikler
ise kararmış oluyor çoğunlukla. Kantindeki her
şey cep yakıyor.
Yaptığımız araştırmalara göre, okul kantinine;
Su: 12 krş geliyor, 50 krş satılıyor
Kola: 75 krş geliyor, 1.75 satılıyor
Bisküvi: 60 krş geliyor, 1.25 satılıyor
Çikolata: 60 krş geliyor, 1.25 satılıyor
Zaten alınan sosis, sucuk, kaşar, köfte toptan
fiyatına geldiği için onların eline çok ucuza geçiyor ama okulda satılan yiyecekler hem pahalı hem
içine konulan malzemeler yenebilecek gibi değil.
Evde hazırladığımız, arkadaşlarımızla yemek için
getirdiğimiz kek veya börekler ise okula girişte
yapılan kontrollerde bizden alınıyor. Gerekçesi
ise, içine ne koyup koymadığımızı bilemezlermiş.
Ve bu alınan yemekler öğretmenler tarafından
yeniyor. Koşullarımız bu olsa da yapacak çok
işimiz var. Liselerin dört yıla çıkarılması, sistemin bizi dört sene boyunca sömürmesi, dershanelere milyonlar kazandırması ve bizleri
baskı altında tutmak olarak düşünülse de diğer
yandan, kişiliğimizi şekillendireceğimiz, tüm
arkadaşlarımızla yoldaşlaşarak uzun erimli ve
planlı bir mücadelenin taşlarını dizebileceğimiz
bir fırsat olarak da düşünülebilir. En önemlisi
inancımızı yitirmeden devrimin o ışıltılı yolunda
ilerlemeye devam etmektir Tek Yol Devrim ...
Yedikule Lisesi
EL LABİRENTO DEL FAUNO
(Pan’ın Labirenti)
‘Gerçekler sizi sardığında tek sığınağınız hayal gücünüzdür’
G
uillermo Del Toro’nun yönetmen olarak
koltuğa oturduğu ve 3 dalda Oscar alan 2007
yapımı olan bu film de İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda faşist yönetim idaresi altındaki İspanya’ya
bir çocuğun gözünden bakıyoruz. Alıştığımız
politik filmlere benzemeyen bu filmde gerçekler
küçük bir çocuğun hayal gücü katılarak fantastik
bir üslupla karşımıza çıkıyor.
10 yaşındaki Ofelia annesiyle beraber üvey
babası Yüzbaşı Vidal’ın orman içinde yaşayan
gerillalara karşı savaşmak üzere bulunduğu karargaha taşınmak zorunda kalır.Ofelia yüzbaşıya
ne kadar zorlasa da alışamaz.Biriyle aynı yerde
yaşayabilmek başta ona karşı sevgi duymayı
gerektirir.Ne var ki yüzbaşı acımasız,bencil
ve taş kalpli biridir.Ofelia yaşıtı her çocuk gibi
kendi dünyası içinde oyunlar oynamak ve fantastik kitaplar okumakla zaman geçirir.Bir gün
karargahın etrafındaki ormanda dolaşırken esrarengiz bir labirent keşfeder.Çok geçmeden labi-
rentin içerisinde yaşayan Pan adlı yaratıkla tanışır
ve bu tanışma hayatını değiştirir. Pan küçük
kızın aslında gerçekten insan olmadığını,yer altı
krallığının prensesi olduğunu ve kendi dünyasına
dönebilmesi için insanların arasında yaşadığı
süre boyunca özünün kirlenmediğini kanıtlamak
adına sadakatini sınayan 3 korkunç görevi
tamamlaması gerektiğini aksi takdirde gerçek
prenses olduğunu asla kanıtlayamayacağını
ve kral olan babasını bir daha göremeyeceğini
söyler.
Filmin sonlarına doğru kimilerini yıkan bir
gerçeğe Ofelia’nın gözünden bakarak ağlamakla
gülmek arası bir ruh halinin benliğinizi sardığnı
hissedebilirsiniz. Her ne kadar bilindik konular işlenmiş olsa da kurgusu ve hayal gücü
derinliğiyle başından sonuna soluksuz izlenen
ve çocukluğun getirdiği masumiyetle izleyenleri
saran gerçekten inanılmaz bir film.
Selcan Çamyar
9
GENÇLİK VE YOZLAŞMA
E
mperyalizm, tüm dünya halklarına
sürekli baskılar uygulamakta, halkları
geleceksizleştirmekte, her geçen gün bu
sömürüyü yoğunlaştırmaktadır.
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan beri
ülkemiz yeni sömürgedir. Yani emperyalizmin
önceden uyguladığı açık işgal yerine tekeller sömürgeleştirdikleri ülkelere işbirlikçileri
üzerinden girmeye başladılar ve ülkelerde
üretimin dolayısıyla da sömürünün birer parçası
oldular. Ülke içindeki işbirlikçiler de emperyalist tekellerin sömürüsünün gizlenmesini sağladı.
Böylece Türkiye, emperyalizme muhtaç, ona
bağımlı hale gelmiştir.
Emperyalizmden gençlik de payına düşeni
almaktadır. Kapitalizm bulduğu her açıktan,
medya ve benzeri araçlarla beyinleri yıkayarak,
eğitim sisteminin içini boşaltarak, üretim
ilişkilerimize, sosyal yaşantımıza, kültürümüze
sızmıştır. Bireylere bencilliğin tohumlarını
serpmiş, onları çevresine, ailesine, kendisine yabancılaştırmıştır. Teknoloji ilerlemiş,
iletişim sistemleri gelişmiştir fakat bunun halklar üzerindeki etkisi yozlaşma, yalnızlaşma,
iletişimsizlik olmuş ve sistem kendi teknolojisini
yine kendi çıkarları için kullanmıştır. İletişim
araçlarından olumsuz etkilenenlerin başında
gençler gelmektedir. Gelişen teknolojiyle gençler
arkadaşlarıyla sürekli telefonda mesajlaşıp, internette konuşmakta buna rağmen yan yana geldiklerinde sohbet edecek konu bulamamaktadır.
Telefonda konuştuklarını ise paylaşım olarak
nitelendirmekte ve samimiyetsiz kısa vadeli
arkadaşlıklar ortaya çıkmaktadır. Şeyh Bedreddin’ in söylediği gibi “yârin yanağından gayrı
her şeyde, her yerde hep beraber olmak” çok gerilerde (geçmişte) kalmış “sadece benim, hep benim olmalı” kültürü köklü bir biçimde topluma
yayılmıştır. Sevgi ilişkileri de yozlaşmadan
payını almıştır. Cinsellik sevginin yerine geçmiş,
bir gecelik ilişkiler sevgi, aşk olarak anılmaya
başlanmış. Onun şusu güzel, bunun busu güzel,
şu beni çok etkiledi diyerek; çorap değiştirir gibi
sevgili değiştirmek; bağlanmaktan korkan, üret-
mekten çok tüketmeyi seçen bizim neslin bir
özelliği haline getirilmiştir. Oysaki sevgi, üretimle büyüyen, çoğalan kendisinden sonraki çemberi de etkileyen, içine alan bir olgudur. Sevgide
bağlanmaktan korkan gençlik, içinde bulunduğu
boşlukla/belirsizlikle madde bağımlılığına doğru
kapıyı sonuna kadar açmıştır.
Bu saldırılar sonucu günümüz tüketim
toplumu oluşmuştur. Durmadan tüketen,
insandışılaştırılan gençlik de araştırmayı,
sorgulamayı bir yana bırakmış, günün büyük
bölümünü bilgisayar başında oyun oynayarak,
chat yaparak, televizyon karşısında sistemin
yönlendirdiği magazin programları, toplumsal
ilişkileri çürüten diziler, hiçbir kazanımı olmayan yarışma programları izleyerek geçirmektedir. Günün geri kalan kısmında ise uyumaktadır.
Okulunda arkadaşlarıyla konuştuğu tek şey
geçen akşam oynanan futbol maçı, bilgisayarda
bulduğu yeni bir oyun veya izlediği mafya dizileri olmaktadır. Gençler giydiklerinin bile
başkası tarafından belirlendiği modayı takip etmekte her yıl giyim sektörüne yarar ailesine ise
zarar sağlayan gereksiz birçok giysi ve aksesuar
almaktadır. Bu sebepledir ki gençlik tam da
sistemin istediği gibi kendisine, ailesine, çevresine yabancılaşmakta, sosyal yönü zayıflamakta,
beyni uyuşmakta, düşünmekten sorgulamaktan
uzaklaşmaktadır. Sonuçta saldırgan, anlayışsız,
duyarsız, yozlaşmış bir gençlik profili ortaya
çıkmaktadır.
Bu yozlaşma metropol dediğimiz büyük
kentlerde daha yoğun olarak yaşanmaktadır.
Gençlerin bu tarz büyük kentlerde kurduğu
arkadaşlıklar dışarıdan bakıldığında dostça, samimi görünmektedir fakat irdelendiğinde soğuk ve
çıkarcı olduğu anlaşılmaktadır. Paylaşmaktan
uzak, sınıfında yanında oturan arkadaşına bile
güvenmeyen bireyler ortaya çıkmaktadır.
Medya bu yabancılaşma, yozlaşmada en
etken rolü oynamaktadır. Gençler medyanın
etkisi altında kalarak fiziki görünüşleri de dahi
yaşam tarzları ve hedeflerini belirlemektedir.
Televizyonlarda oynayan dizilerde lise çağındaki
10
çocukların uyuşturucu kullandıkları, bıçak
taşıdıkları, kavga ettikleri, yalan söyledikleri,
okuldan kaçtıkları, alkol kullandıkları, gösterilmektedir. Ortaokul çağındaki çocukların bu
dizileri izlediğinde liseli olmanın böyle bir şey
olduğunu düşünerek liseye geçtiğinde dizide
meşru gösterilen bu alışkanlıkları kazanması,
bu davranışları sergilemesi muhtemeldir. Yine
aynı şekilde dizilerde gençler mafyacılığa,
çeteciliğe özendirilmekte, davranışları bu yönde
değişmektedir. Sonuçta ortaya sorunlarını kavga
ederek, zor kullanarak çözen bir gençlik ortaya
çıkmaktadır. Haberlerde izlediğimiz, gazetelerde
okuduğumuz, liselerimizde tanık olduğumuz
şiddet dolu olaylar, sudan sebeplerle çıkan fakat
birbirini bıçaklamaya, öldürmeye kadar giden
kavgalar, nefret kusan gençlik, bu dizilerin yani
medyanın ürünüdür.
Gençliğin bu denli yozlaşmasının başka bir
nedeni ise bugün uygulanan eğitim sistemidir.
Sosyalizm öncesi toplum
biçimlerinde
eğitime
yüklenen işlev; var olan iş
bölümü çerçevesinde istihdam edebilmek üzere
hazırlanan ve ideolojik
uyumlulaştırmadır. Bu
uyumlulaştırma insanı
düzenin ilerlemesinde
birer nesne, bu çarkın
birer dişlisi haline getirmesidir.
Öznenin
irade kullanan, üreten,
yön veren özelliği tehlikeli görülmüş; eğitimsiz
olanından çok eğitilerek ehlileştirilmiş insan tercih edilmiştir. Çünkü bu şekilde kişinin özgür
iradesi, üreticiliği, insani güzellikleri budanıp
korku bencillik ve sevgisizlik tarafından teslim alınabilmiştir. Bu süreçse uzun ve planlı
bir uğraş gerektirir. Okullarda öğrencileri
disiplin altına alma “yönetmelik” adı altında
uygulanır. Eğitimde rol alan öğretmeninden velisine, müdüründen müfettişine kadar herkes de
yönetmeliğin tam ve düzgün uygulanmasında
etkin rol oynar.
Eğitim sisteminin ne durumda olduğunuysa
hepimiz biliyoruz. Bize okullarda okutulan
derslerin amacı kişisel yeteneklerimizi fark
edip geliştirmenin tersine, ihtiyaca göre ve
öğrenciyi düşünmek, sorgulamak,karar vermekten uzaklaştırıp, mevcut iktidarın çağın en iyisi
olduğuna inandırarak gençliğin karşı çıkma,
üretkenlik gibi özelliklerini yok etmektir. Amaç
bu olunca da eğitim sisteminde en gerekli özelliklerden biri olan bilimsellikten uzaklaşılmaktadır.
Son yıllarda eğitime damgasını vuran çoklu
zekâ kuramının amacının gençleri çok yönlü yetiştirmek olduğu söylenmektedir. Ama
bu şekilde eğitim veren(vermeye çalışan)
öğretmenler bile bunun nasıl yapılacağından
habersizdir.
Öğrencilerden,
öğretmenin
rehberliğinde kendi kendilerine bilgiye ulaşması
istenmektedir. Ancak öğrenciler (özellikle ilkokul) bilgiyi(doğruluğu bile kesin olmayan) internet ortamından olduğu gibi alıp, okumadan,
öğretmenlerine teslim ediyorlar. Kısacası
ülkemizde her şeyde olduğu gibi eğitimde tepeden inme değişikliklerle düzeltmeler(!)
yapılmaktadır. Her şey göstermelik ve yüzeyseldir. Bugün sistemin bilimsellikten anladığı
kendi ihtiyacına göre araştırmalar yapılması ve
işine gelenlerin insanlara duyurulması, sosyal bilimlerin halkı uyutmak, istediği sınırlar
içinde tutmak pozitif
bilimleri ise savaş ve
yıkım
teknolojileri
için kullanmaktır. Ancak bizim istediğimiz
dünyada bilim gerçekten üretenlerin daha
az yorulması ve halkın
daha sağlıklı, bilgi
düzeyi yüksek olması için kullanılır.
Bütün bu sorunlara karşı biz devrimcilerin alternatif bir kültürü vardır. Bu kültür ile
günümüzde kapitalizmin hakim ve bunun sonucunda yozlaşmanın bu derece artmış olmasına
rağmen bu karanlıktan kurtulabiliriz. Bunun
yolu sistemin gençlerde yok ettiği güzellikleri
geri getirmek için uğraşmak ve onun yaymak
istediği popüler ve insandışılaştıran kültüre karşı
çıkmaktır. Unutulmamalıdır ki bu kültür bize
günün koşulları için zorunluluk olarak gösterilse
de değildir ve insani olmayan hiçbir eylem bu
şekilde kabul edilebilir hale getirilemez. Sisteme
karşı durduğumuz ölçüde, aldığımız devrimci
ahlak ve kültürle hareket edersek bu yozlaşmadan
kurtulmamız hiç de zor olmayacaktır.
11
İzmir Liseli Dev-Genç
NEDEN-SONUÇ İLİŞKİSİ
HER ZAMAN ÇIPLAK GÖZLE
GÖRÜLEBİLECEK DENLİ
DOĞRUDAN DEĞİLDİR
Görünür Müsebbip Her Zaman Tek
Müsebbip Değildir
Hemen hemen her öğrenci, bitiş zilinin
çalmasını ve kendini bir an önce, çok da barışık
olmadığı okul ortamının dışına atmak ister. Bu,
dışarıdaki yaşamın “çağıran cazibe”sinden çok,
okulla sıcak bağlar kurulamaması sebebiyledir.
Söz konusu “soğukluk”ta, müfredattan eğiticiye
ve eğitim şekline kadar pek çok faktörün rolü
vardır. Alternatif eğitim, bu faktörlerin yakından
incelenmesini ve sadece doğruları öğretmeyi
değil, öğretirken sevdirmeyi, alınan bilgiyi
içselleştirmeyi; hayatın içine bilerek ve isteyerek
taşımayı gerektirir.
Eğitimde alternatif konusu, sanıldığından da
kapsamlıdır. Aradaki fark, “ezber”i reddettiğini
söylemekle veya “beynimize, kurbağanın iç
organları gibi gereksiz bilgiler yüklüyorlar” demekle, alternatife dönüşmüyor. Dikkat edilirse,
öğretmenler ne müfredattan, ne de geciken
bitiş zilinden rahatsızdır. Onlar, hem öğreten,
disiplin uygulayan konumdadır, hem de o işten
maaş almaktadır. Demek ki “sıra”dan “tahta”ya,
öğrencilikten öğretmenliğe geçince, yani öğrenci
öğretmene dönüşünce, o reddettiği müfredatın
ve bir bütün halinde eğitim sisteminin (objektif
olarak) öznesi haline geliyor. Tam da bu nedenle alternatif, “okul”un dışında yeni “okul”lar
oluşturmak, sistemin öğretmenlerini (veya
öğretmen-öğrenci ilişkisini) farklı mekanlarda
yeniden üretmek değildir.
Bir olguyu reddetmek, red sahibini doğruların
hazır beklediği bir zemine taşımıyor. İnsanlararası
iletişimin, karşılıklı anlama diyalektiğinin,
iletişim teknolojisindeki gelişmeyle adeta ters
orantılı olarak zayıf düştüğü, bu “iletişim özürlü çağ”da, sanıldığının aksine mesele, refkleksel
karşı duruşlarla aşılamayacak denli kapsamlıdır/
d e r i n l i k l i d i r.
Örneğin feminizmin, kadına yönelik
ayrımcılığın nedenlerini yanlış kavramaya dayalı, fikri
ve fiili duruşunun
devamı
olarak,
sorunun
özüne
değil
biçimine
dikkat çeken, kimi
kavramları
“eril
baskı”dan kurtarma
adına öyle zorlama
tanımlar geliştirildi
ki, dilbilimsel anlamda yeni bir sorun üretildi.
“İnsanoğlu”
12
kavramının yerine başka bir kavram bulmanın
elbette bir mahsuru yok. Ama buradaki “oğul”dan
fazlaca “erkek egemenliği” sağlamak da şart
değil. Hele bu, ifadeyi/anlamı bütünüyle bozacak nitelikteyse. Bu türden, şekli kaygılar üzerine
oturtulmuş bir yazıda, deniyor ki “İnsansoyu var
oluşsal olarak her zaman kendini bir öğrenme
sürecinin içinde bulmuştur. Bunu doğuran
en önemli sebep, insansoyunun içine atıldığı
‘dünya’yı anlama ve açıklama isteğidir.” Dikkat
edilirse, “insanoğlu”nun yerine “insansoyu”
geçirilmiş ve sonuçta, niyetten bağımsız olarak,
“soy”a nitelik olarak denk düşmeyecek işlevler
yüklemiştir. Bilinir ki “isteyen ve öğrenen”,
insanın soyu değil kendisidir. Soy, öğrenen
türden bir nitelik değil, sürdürülen türden bir
niteliktir.
Bugün artık bilgi toplumuna geçildiği ve bilgi
toplumu sürecinin bilgisayarlar ve diğer yaygın
iletişim araçları ile devam ettirildiği belirtilen söz
konusu yazıda, “eğitimde ideolojinin var olması”
iktidarın yarattığı bir risk olarak görülmüş.
Bilgisayar vb. olgulara bakarak bilgi toplumuna geçildiğini söylemek, hem sistemin ürettiği
bir yanılgıya kan taşımaktır, hem de bu çürüme
ve gericileşme çağında bugün, sistemin bilgiye
sadık kalabileceğini kabul etmektir. Bilgi toplumuna geçiş, bir anlamda kilise doğmalarının,
medrese eğitiminin geride bırakıldığı sanayi
devriminin ilk dönemlerinde olmuştur. Ne var
ki gericileşme oranında bilgi, gelişimin önlenmesi için de kullanılır hale gelmiştir. Bu nedenle
bugün bilgi toplumunun varlığından söz etmek
doğru değildir.
İdeoloji meselesine gelince, eğitimde ideolojinin var olması değil, hangi ideolojinin olduğu
üzerinde durulmalıdır. Çünkü ideoloji eğitimde
içkindir. Bu bağlamda, itiraz edilecekse, eğitimde
ideolojinin var olmasına değil, niteliğine ve
hangi sınıfın ideolojisi olduğuna bağlı olarak itiraz edilmelidir. Yoksa alternatif eğitim de ideolojisinden kopuk/soyut değildir.
Eğitim/büyüme çağında çocuğun fikri ve
ruhsal dünyası, okul dahil çeşitli yönlendirme
araçları ile sistemin ihtiyaçları öngörülerek
biçimlendirilir. İşte bu, nasıl ideolojisiz olası
değilse, alternatif karşı duruşun ve eğitimin ideolojisiz geliştirilmesi de olası değildir. Zaten ideolojiyi “mutlak kötü” gibi gösteren de sistemdir.
“ideolojiler öldü” sloganı bu amaçla üretilmiştir.
“Eğitimden sorumlu bürokratların genç-
lerin eğitilmesini arzuladıkları sanılmamalıdır.
Tersine, onların sorunları, zihinsel yetenek
kazandırmaksızın sadece bilgi aktarmaktır.” (Bertrand Russel)
Eğitimde ezber, başlı başına bir sorundur;
anlamaya, yorumlamaya, sentezleyerek sonuç
çıkarmaya dönük değildir. Bu, içerikten öte, bilgiye ulaşma yöntemi olarak da yanlıştır. Davranış
biçimi ile ilişkilendirmek gerekirse; verileni alan,
yorumlamayan, söyleneni söylendiği biçimde
yapan bir insan tipi için eğitimde ezber tercih
edilir.
Ezberin risklerinden, yan etkilerinden biri
de aracı amaç haline getirme olasılığıdır. Ezberlenen bilgi, koşula göre yeniden üretilemeyeceği
için katılaşır ve giderek bir amaca dönüşür.
Sanıldığının aksine, iktidarın eğitimdeki
rolünü sadece öğretmen oynamaz. Dinde de ailevi yönlendirmelerde de çoğu kez iktidarın içkin
olduğu görülür. İktidarın yönlendirmeleri, farklı
özen ve araçlara yayıldığı oranda kanıksanır ve
itiraz olasılığı zayıflar.
Gerçekte bilgi eksiği gibi değerlendirme eksiği
ve ezber, hoşgörü ve esnemeyi önler; kişide katı
bir duruşu koşullar. Tabii bunda yönlendirilmiş/
öğretilmiş cehaletin de rolü vardır. Russel’in
dediği gibi “İnsanlar bilgisiz doğar, aptal değil;
eğitilerek aptal olurlar.”
Eğitimde özellikle tarihin veriliş şekli, “dış
düşman” olgusunu beslerken, başka halklarla empati kurmayı güçleştiren bir sonuç
doğurmaktadır. Fikri dünya nedenli katı (analitik olmaktan uzak) bir kalıba dökülürse, o denli, farklılıklara tahammülsüz kişiliklere sebep
olmaktadır.
Bizlerin önündeki görevlerden biri, sistemin eğitimini reddetmekse, diğeri kendi
verdiğimiz eğitimin neden amaçlanan sonucu
doğurmadığı üzerinde durmak olmalıdır. Kendi
eğitim alanlarımızda insanlarımız teneffüs saatini sabırsızlıkla bekliyor, eğitime katılmamak
için gerekçe arıyor veya aldığı eğitimle yaşamı
arasındaki açıyı ısrarla koruyorsa; karşı çıktığımız
sistemi aşamamışız, yaşama alanlarımızın dışına
çıkaramamışız demektir. Bu, karamsarlığa veya
yönteme inançsızlığa değil, değerlerimizi soyuttan somuta taşıyarak benimsetme konusundaki
arayışlarımızı geliştirmeye, zenginleştirmeye sebep olmalıdır.
13
Sevda Solmaz
TEKELLERİN KAR HIRSI
DOYMAK BİLMİYOR
B
irçok ülkede olduğu gibi ülkemiz de kapitalist tekellerin eline geçmiş ve sömürülüyor. Bu tekeller, ülkemizdeki işbirlikçileri ile
el ele vermiş, daha fazla kar elde etmek için
insanlarımızı köleleştirme amacında. Tekeller, işbirlikçileri aracılığıyla ülkemizdeki yerli
üreticiyi susturarak kendi fabrikalarında ürettikleri malları satma peşindeler. Nitekim bunu
da başardılar. Size birkaç örnek verebilirim.
Bugün ülkemizde kullanılan azotlu gübrelerin
ancak % 30’u yurt içinde üretilmektedir. Geriye
kalan %70’lik kısım ise yurt dışından alınmakta.
Yerli üretim dediğimiz % 30’luk kısmın yarıya
yakını ise ülkemizde faaliyet gösteren yabancı
firmalardır. Yani yerli üretim aslında %15 bile
değil. Fosforlu gübrede ise
üretimde kullanılan hammaddenin tümüne yakını
yurt dışından getirilmektedir. Dış alımlarla sağlanan
gübre ve gübre hammaddesi için yılda ödenen döviz
miktarı 350 milyon doları
aşmıştır. Bu vaziyet gübreyle
de sınırlı değil. Her şey de
aynı. Örneğin tahılda da bu
durum var. Ülkemiz eskiden
kendine yeten tahılı ve hatta
ihraç edebileceği tahılı üretirken, şuanda tam tersine
dönmüş, tahılı ithal eder hale
gelmiştir.
Emper yalizmin
ülkemizdeki işbirlikçileri ve
uşakları tarafından bilerek ve planlı bir şekilde,
tekellerin çıkarları için, izlenen yanlış tarım
politikaları yüzünden durum bu hale gelmiştir.
Devlet tarafından tahılın birim fiyatının aşağıya
çekilmesi, vergilerin gereğinden fazla olması ve
daha da arttırılması, diğer giderlerin artması gibi
nedenlerle, maliyetini bile karşılayamayan üretici tarlasını ekip biçmekten vazgeçmiş durumda. İnsanlar tarlasını tekellere satıp, ömrünün
sonunu oradan aldığı parayla geçirmek zorunda
kalmıştır.
Durum böyle olunca üretim tamamen
durmuştur. Üretim yapamayan ülkenin satacağı
bir şeyi de olmayacağı için geliri olmaz. Üretimi
kendi yapmadığı için de ihtiyacı olan metaları dış
alımlarla sağlamak zorunda kalır. Buna karşılık
vereceği parayı da tekellerin oluşturduğu IMF
ve Dünya Bankası gibi kuruluşlardan alır. Bu
kuruluşlar borç parayı seve seve verir. Çünkü o
para zaten ona geri gelecektir. Peki bu nasıl olur?
Kendi malını satar. Yani önce borç verir. Sonra
borç verdiği ülkeye kendi malını değerinden fazla paraya satar. Malın karşılığında aldığı para ise,
kendi verdiği paradır. Yani para dolaylı da olsa
ona geri gelir.
Tekeller zaten kendi
malını satar.Ama daha fazla satılması için değişik
yollar dener. Bunlar salgın
hastalıklar, iki ülkenin
arasının kızıştırılması gibi
bir sürü entrikalar. Salgın
hastalıklara örnek verecek
olursak domuz gribi en iyisidir herhalde. Birden bire
domuz gribi diye bir hastalık
hortladı. Tekeller hemen
bir aşı üretti ve isteyen
ülkelere sattı, bunlardan
biri de bizim ülkemiz. Ama
o hastalıkta aşıya ihtiyaç
olmadığı, hastalıktan doğal
yollarla korununca bile zarar
vermediği anlaşılınca aşılar alan ülkelerin elinde
kaldı ve tekeller çok büyük karlar sağladı. Yani
tekeller, yeni salgın hastalıklar geliştirip bunun
yayılmasını sağlayarak daha fazla para elde ettiler, ama bunu yaparken de binlerce insanın
hayatını tehlikeye attılar. İki ülkenin arasının
kızıştırılmasına da Türkiye ve Yunanistan’ı örnek
verebiliriz. İki ülkenin arası bozularak sanki
birbirlerinin ezeli düşmanı ilk fırsatta birbirle-
14
rine saldıracaklarmış gibi davranılır. Ege’deki karasuları sorunu ve bunun gibi diğer sebeplerle iki
ülkenin arası bozulur. Bu sayede iki ülkede silahlanma yarışına sokulur. İki ülkede tüm parasını
topa, tüfeğe yatırır. Ekonomi sıkıntıya girer ve yine IMF ve Dünya Bankası’ndan borç alma gündeme
gelir. Nitekim Yunanistan’da da olduğu gibi. Bu örnekler daha da genişletilebilir ve çoğaltılabilir.
Dünyanın her yerinde, gelişmekte olan ülkelerde aynı oyunlar oynanır.
Bu tür oyunlarla ülkelerin borçlanmaları sağlanır. Sonra borçlanan ülke borcunu ödeyemez ve
tekeller borca karşılık ülkenin yer altı zenginliklerini, o ülkenin kamu şirketlerini değerinin ¼ gibi
fiyatlara satın alır ve ülkenin doğal zenginliklerini, ülkedeki emeği yani her şeyi sömürür.
Ülkemize de olan aynen budur. Buna bir son vermek için. Sömürüye, zulme dur demek için,
tam bağımsız ve sosyalist bir Türkiye için bilinçlenip, örgütlenmeliyiz. DEV-GENÇ saflarında
birleşmeliyiz.
Behçet Levent
GENÇLİĞİN
UYUŞTURULMUŞ BİLİNCİ
B
izler öyle bir biçimde yetiştiriliyoruz ki,
en erken yaşlardan itibaren sisteme boyun
eğmeye alıştırılıyoruz. Bu boyun eğmeyi içeren
ilk dersler aileler tarafından veriliyor. Aileler
bu noktada çocuklarının mümkün olduğunca
sokakta vakit geçirmesini engelliyor. Bir çocuk
doğaldır ki sokağa çıkmak ister. Ama sokaklar,
uyuşturucu satıcıları, organ mafyası, çetelerle
vb. dolu olduğu için aileler bu konuda önlem
olarak çocuklarının sokağı görmesini engelliyor. Böyle olunca, çocuklar hem çevre hem
sosyalleşme bakımından zayıf kalıyor.
İlkokula başlıyoruz. Günde bir çocuğa
6–7 saat ders anlatılıyor. Çocuklar vücut ve
beyin yorgunluğuyla eve geliyor, ya televizyon ya bilgisayar ya da atari vb. karşısında
zamanlarını öldürüyorlar. Okullarda derslerden sıkıldığımızdan dolayı eve gidince
kafamızı dinlemek amacıyla bir tane kitap bile
açıp okuyamıyoruz. İlkokul bu şekilde bitiyor.
Ve sanki öğrenciler bilgisayarmışçasına onlara
sürekli veri yükleniyor. Ve sınava giriyoruz;
LGS, OKS gibi liseye giriş sınavlarına. Sınavdan
sonra ise öğrendiklerimizin tamamını unutmuş
oluyoruz.
Aslında eğitim bile biz gençlerin
uyuşturulmasında kullanılan en önemli araç
haline geliyor. Liseye adım atıyoruz, aynı
şekilde ezberci eğitim devam etmekte. Bizim hayatta hiç karşılaşmayacağımız konular,
önümüze çıkıyor. Lise bitiminde tekrar yarış
atı gibi bir yarışa tabi tutuluyoruz; gençlerin eşit olmadığı bir yarışa. Bir tarafta tam
teşekküllü kolej ve özel okullarda eğitim gören
gençler, diğer tarafta ise devlet okullarında zor
şartlarda okumaya çalışan gençler. Bu sistem
eşitlikçi midir acaba?
Üniversite bittiğinde iş bulamıyoruz. Bu
sefer sanki bir boşluğa düşmüş gibi oluyoruz.
Sonra sendikasız, güvencesiz işyerlerinde işe
giriyoruz. Ama herhangi bir can güvenliğimiz
yok. Asgari ücretle işe başlıyoruz. Bizim
ülkemizde emekçi ailelerin çocuklarının
hayatları bu şekilde ilerliyor. Özel okullarda
okuyan gençler ise üniversiteyi bitirdikten
sonra ya aile işletmelerinde ya da yüksek ücret
aldıkları iş yerlerinde çalışmaya başlıyorlar.
Bu eşitsizliğin sebebi ise sistemdir/emperyalizmdir. Biz, piyasaya ucuz, ara eleman
olmak istemiyoruz. Biz tam anlamıyla eğitim
görmek istiyoruz. Okullar bizim için çekilmez
yerler olmaktan çıksın diyoruz. Bizden okullarda aidat, harç adı altında toplanan paralara
boyun eğmek istemiyoruz. Biz, staj yerlerinde
sömürülmek istemiyoruz. Bizler sınavlarla
elenmek değil, yeteneklerimizle gelişmek istiyoruz. Tüm gençlerin eğitim görme hakkı
vardır diyoruz. Bunun için Dev-Genç’te Birleş
Umudu Örgütle!
Uygar Özgür
15
LİSELERDEKİ ÖĞR
DEMOKRATİK MÜCAD
GÖRÜLM
Günümüzde kimi sözcükler vardır ki
kimin ağzından çıkıyorsa ona göre anlam kazanıyor. Bunlardan en çok anlam
kaymasına uğrayan ise kuşkusuz “demokrasi” kavramıdır. Halk düşmanlarının bile,
halkı kandırmanın bir yöntemi olarak
“demokrat” gözüktükleri ülkemizde, at izi
ile it izi bir birine karışıyor. Bu sahte maskeleri düşürmenin en doğru yolu ise, uygun
pratikler geliştirerek herkesin rengini açığa
çıkarmaktır.
Bu çerçevede okullarımızda da sık sık
demokrasi eğitimi, demokratik katılım
gibi kavramlar bolca kullanılmaktadır.
Yine bu çerçevede okullarımızda bir yönerge yayımlanmış ve sözde uygulamaya
konmuştur.
MEB tarafından hazırlanıp 2004 Eylül
ayında Tebliğler Dergisi’nde yayımlanan
“Demokrasi Eğitimi ve Okul Meclisleri”
yönergesi, sözde demokrasi kültürünü
yaratmayı hedeflemektedir. Amaçları, içeriği
ve işleyişi tümüyle devletin demokrasi (!)
anlayışını yansıtmasına rağmen, bu yönerge
iyi incelendiğinde, demokratik mücadelede
bizim için kaldıraç görevi görecek bir kapı
aralanabilir.
“Demokrasi Eğitimi ve Okul Meclisleri”
yönergesinin amacı; öğrencilerin demokrasi kültürünü geliştirmek, katılımcılığı ve
çoğulculuğu sağlamak, farklı olana tahammül etmeyi öğrenmek biçiminde
tanımlanıyor. Ancak bütün bunların yanında
yasaklar da sıralanmış. Ülkesinin birlik ve
bütünlüğünü eleştirmekten tutun da, bir
siyasi partinin anlayışını ve görüşlerini savunmaya dek birçok yasakları da belirlemiş.
Bütün bunlara rağmen çeşitli gedikler açmak
ve gerçek demokrasi kültürü ile kavramın
içini boşaltanların tutumunu kıyaslamak,
gençliğin uyanışına sebep olacaktır.
Şimdi birazda teknik bilgilere yer verelim.
Seçim ve organların oluşumunda tipik bir
burjuva hukuku uygulanmaktadır. Yani seçmenler, temsilcilerini bir yıllığına seçiyor ve
yıl boyunca temsilcilerini etkisiz eleman gibi
izliyor. Sınıf/şube temsilcileri seçimi, sınıfta
rehber öğretmen gözetiminde yapılmaktadır.
Seçilen sınıf temsilcileri Okul Öğrenci
Meclisi’ni oluşturmaktadır. İkinci aşamada
Okul Öğrenci Meclisi kendi içinden bir temsilciyi seçerek üst kurul olan, İlçe Öğrenci
Meclisine gönderiyor. Bu yöntem, il ve
Türkiye temsilcilerinin seçimine kadar izlenmektedir. Ancak, okul temsilciliğine seçilen
kişinin okuldaki görevleri devam etmektedir. Okul temsilcisinin görevleri ve yetkileri
yabana atılır gibi değil. Okul temsilcisi, yılda
iki kez Öğretmenler Kurul Toplantısı’na
katılarak öğrencileri temsil etmektedir.
Öğrencilerin taleplerini kurula taşımak ve
oradaki kararları öğrencilerle paylaşmak
önemli bir çalışma olarak görülmelidir.
Ayrıca ayda bir kez, okul önünde yapılan
toplu törenler öncesinde duyurularda bulunma ve konuşma yapma hakkına sahiptir.
Okul temsilcisinin, okul genelinde organize
edeceği kültür, sanat veya sportif etkinlikleri
de örgütlenmede önemli bir avantaj olarak
düşünmek gerekir. Çünkü bu çalışmalarda
yakalanacak ilişkiler bizi ve mücadelemizi
büyütme potansiyeline sahiptir.
Okul temsilciliğine seçilen bir yoldaşımızın
içinde bulunulan koşullara göre yaratıcı
çalışmalara imza atacağından eminiz. Ancak
şu önereceğimiz çalışma sanırız ki, ülkenin
16
RENCİ MECLİSLERİ
DELEDE MEVZİ OLARAK
MELİDİR!
her köşesine uygunluk arz etmektedir. Tüm
okullarda “haklarımı öğreniyorum” projesini
hayata geçirmek mümkündür. Bir hukukçu
ve bir psikolog eşliğinde yürütülecek insan
hakları çerçeveli bir seminer çalışmasının,
duyarlılığı arttırıcı bir katkısı olacaktır.
İki bölüme ayrılabilecek bu çalışmanın
ilki, “eğitim sisteminden kaynaklı yaşanan
psikolojik sorunlar” başlığını diğeri ise
“temel insan hakları eğitimi” olabilir. Bu
çalışmada sorulacak sorular üzerinden gençlik ortak sorunlar etrafında buluşma şansını
da yakalayacaktır.
Tekrar Okul Temsilcilik Seçimleri’ne
dönecek olursak, okullarımızda bu seçimler genellikle angarya olarak algılanmakta
ve okul yönetimince çoğunlukla aceleye getirilerek seçimsiz belirlenmektedir.
Belirlenen öğrenciler, çoğunlukla okul
idaresine yakınlığıyla tanınan kişilerden
oluşmaktadır. Liseli gençlik ise,konunun ciddiyetinin farkına varmaksızın bu seçimleri
bir eğlenceye dönüştürüp geçiştirmektedir.
Oysa işleyişin tüm anti-demokratik yanına,
işlevinin kısıtlanmış olmasına rağmen,
bu alan doğru ve örgütlü bir çalışmayla
mevziye dönüştürülebilir. Her şeyden
önce, bir haftalık seçim propaganda dönemi var ki, bu süre etkili kullanıldığında
bile, gençlikle güçlü bağlar kurma şansı
yakalanacaktır. Okullarda propaganda
döneminde kullanılan afiş çalışmaları genellikle gülmece üzerine kuruluyor. Bunu biraz
daha düşünmeye ve tavır almaya teşvik edici
şekilde değerlendirebiliriz. Aslında propaganda dönemi en önemli evreyi oluşturuyor.
Bu dönemdeki taleplerin sıralanışı herkesi
kapsayacak ve demokratik muhalefeti bir
araya getirecek biçimde olmalıdır. Örneğin
okul formalarının renginden biçimine kadar öğrencileri ilgilendiren konuların anket
düzenlenerek öğrencilere sorulması gerektiği
fikri, bizleri daha ciddi taleplerde yan yana
getirebilir. Ya da okul kantin fiyatlarının
“sosyal yararı” gözetmesi gerektiği talebi
birçok genci ortaklaştıracaktır. Başka bir
yakıcı sorun olan, katkı payı adı altında toplanan paralara karşı ortak tutum belirlenebilir. Okulun donanım eksikliğiyle ilgili
imza kampanyaları düzenlenebilir.
Görüldüğü gibi, Okul Temsilciliği’ni
kazanmak,
gençliğin
potansiyelini
harekete geçirerek devrimcileşmesine kapı
aralayacaktır. Liseli gençlikle ilişkilenmekte,
bize sayısız kolaylıklar sağlayacaktır. Ama
seçimlere girip, propaganda dönemini etkili tamamladıktan sonra kazanamamak
kayıp sayılmamalıdır. Çünkü gençliğe kendimizi tanıtmak yine de olumlu sonuçlara
yol açacaktır. Bu seçimlerde başarılı olma
şartına bakmaksızın, örgütlü bir çabayla
katılmak bile ileri bir adımdır.
Okulların açılışıyla birlikte yapılacak olan
bu seçimlere hazırlıklı olarak katılalım.
Okullarımızdaki sorunları saptayıp, çözümler üretelim ki, gençlik artık kendi geleceğini
tartışır hale gelsin. Gençliği sistemin tüm
tuzaklarından kurtarmak ancak bizim
örgütlü mücadelemizle mümkündür. Edilgen ve sürü halinde yaşayan, tüm beğenileri
ve alışkanlıkları internet üzerinden
şekillenen gençlik yerine, kendi geleceğini
avuçlarına alan bir kuşak olabilmek bizim
ellerimizdedir. Bunun için Dev Genç’in tarihinden beslenmek yeterlidir.
17
SEVDA İLİŞKİLERİ ÜZERİNE
‘’Sevgi paylaşmaktır
Sen susadığında
Benim avuçlarıma Akdeniz dolar
Ben susadığımda
Senin koynundan bir nehir geçer’’
Günümüzde sevda ilişkileri gerçekçi, samimi ve içten değildir. Bugün bireyler karşı cinse
sadece cinsel bir objeymiş bakmaktadır. Kapitalizm her şeyimize olduğu gibi sevdalarımıza
da etki etmiştir. Aşk, kişilerin aralarındaki
ilişkide birbirlerine en insanı yanlarını inşa etmesidir ve kişiye iç güzelliğin en sade şeklini
kazandırmasıdır. Ve böyle bir olgu asla kapitalizmle bağdaşamaz.
Yapılan bir şeyden haz almak için nasıl ki bir
öğrenme süreci yaşanıyorsa, aşk da aynı böyle
öğrenilebilir bir kavramdır. Aşkın yer yapacağı
ve giderek bütün vücudu kaplamak için harekete
geçeceği yer ‘’Gönül’’dür. Gönülde hissedilenle
beyinde hissedilenin aynı olduğu zamanlarda;
Kişi gönül kapısını uyuma, alışverişe ve diyaloga
açar. Ve aşk yapılanmaya başlar. “Şeffaflaşan
taraflar, birbirinin en içini görebilme ve yüreğine
dokunabilme heyecanını yaşarlar”. Bu durumda
aşk, belli alanlarla sınırlanan-balayı vb.- ve çokça
görüldüğü gibi bedensel yakınlıklarla sınırlanan
bir ilişkiden çok daha başka bir çerçeveye
taşar. Hayatın tamamında karşılıklı paylaşılan
sevginin doğa ve insanlık gibi geniş bir alanda
karşılık bulması durumunda aşkı yaşayan taraflar arasındaki bağ zayıflamaz aksine güçlenir.
Sevgi insanı değiştirir ve üretkenliğini arttırır.
Ve aynı zamanda alınan kazanımlarla sevme ve
sevilme kapasitesini genişletir. Ezen ve ezilenin
yani sınıfların olduğu toplumlarda kişinin beynine ve bedenine bir zehir gibi giren orda yer
edinen içsel ve fiziksel her durumda etkisini
gösteren ‘’bencillik’’ etkisini insanların birbirleriyle olan ilişkilerinin her saniyesinde hissettirir.
Henüz hiçbir şey paylaşmadan en basit örneği
ile tokalaşmadan kucaklaşmaya ve hatta daha da
yakınlaşmaya kadar giden bir durumda samimi
olmayan bir yapaylık vardır.
“İnsanın özgürlüğünü çalan ve doğallığı
üzerine çok bulutlu gölgesini düşüren ilişki ve
kurumlaşmalar, özgürlüğün ve özgürce bir duygu
akışının önünde bir engel oluşturur. Mecburiyet bağlarının yerini sadece gönül bağlarına
bırakması; tarafların, sırf istedikleri için birbirine
meyletmesi ve birbirinin olması, özgür iradelerin
ve yüreklerin işidir.” (Kadın, sevgi ve özgürlük üzerine değinmeler, s:51) Hür kişilerin
karşısındaki insanların üzerine hiçbir baskı
oluşturmaması tarafların ilişkisinin yapaylığa
değmemiş olduğunu gösterir.
“Bir erkek, kadını kendine eşit gördüğü zaman,
kadına artık malı mülkü gözüyle bakmaz oluyor.
O zaman kadın, erkeği sevmek istediği için seviyor, ama istemese üzerinde hiçbir hak hukuk iddia edemez, kadın erkekten de bir şey bekleyemez.”
(Çernişevski, s:361)
Gerçekten gören gözler, hür bir düşünceye sahip olan beyin ve gerçekten seven bir kalp için
‘’sevdalı’’sın da ki güzelliği görmek zor değildir.
Çıkar ilişkisinin, korkaklığın ve hep bir ikilemin içinde bulunma durumunun olduğu
yerde aşk olmaz. Kişi sözleri içinden geldiği
gibi samimi ve gerçeklikle söylemiyor, Âşıkmış
ve mutluymuş şeklinde davranıyorsa ilk olarak
kendini kandırmış olur. Kendini kandıran insan
için belli durumlarda yaşanan sevinç/mutluluk
yalandır.
‘’(…) güzellik tamamen bağımsız olan bir arzu
bir gönül akışıyla seyredilmezse, bu seyretmenin
tadı kalmıyor, insanın içini aydın, halis bir zevk
doldurmuyor. Tamamen serbest, hür olan bir
gönül akışı olmadan, hayranlık da, zevk alma da,
içimde olan duygulara kıyasla abus çehreli kalıyor.
Benim temizliğim, yalnız vücut temizliğini kasteden şu Lekesiz Bakire’den kat kat üstündür,
çünkü bende yürek temizliği ve saflığı var. Ben
hürüm, çünkü içimde hile yoktur, yapmacık,
gösteriş olan tavırlar ve hareketler yoktur. İçin
için duymadığım inanmadığım bir tek söz söylemem. Kimseye içinde sempati ve sevgi olamayan
bir öpücük vermem.’’(age. S:361–362)
İnsan samimiyetsiz, yapay ve bu tür ilişkilerde
de mutlu olabilir fakat bu durum uzun sürmez
ve asla derinleşmez. Ama durum böyleyken bile
insanın mutluluk duygusu ile kopmaz bir bağ
yapması mümkündür. Bu durumun oluşması
için önce kişilerde özgürlük bilincinin yerleşmesi
18
gerekmektedir. Bunu ilişki üzerinde düşünürsek, taraflar arasındaki eşitlik bu durumun olmazsa
olmazıdır. Aşk, her sorunu çözebilen doğaüstü bir kavram değildir; ancak sorunların çözümlerinde
kişinin kendine özgüvenini sağlayan manevi bir olgudur.
‘’Yalnız düşüncesi aydınlanan ve emek için elleri güç bulan kimse gerçekten seviyor demektir.’’ (age.
S:343)
Ulaş Kızılırmak
LİSELİ DEV-GENÇ
NEVŞEHİR’DEYDİ.
Değerli Yoldaşlar!
14–16 Ağustos tarihleri arasında Liseli Dev-Genç’liler olarak stant açmak, insanlara kendimizi
tanıtmak ve referandum gündemi hakkında halkı bilinçlendirmek amacıyla Nevşehir’in Hacı Beştaş
ilçesinde standımızı kurduk.
Öncelikle bizler için pozitif etki yaratan bir pratik olduğunu paylaşmak istiyorum. İlçede kalacak yer sorunumuzu çözdükten sonra, dergilerimizden, kitaplarımızdan ve referandum konulu
broşürlerimizden oluşan standımızı hazırladık. Genel olarak ilk gün insanların standımıza olan ilgisi yoğundu. Sohbet ettiğimiz, eleştirilerini, beklentilerini, sıkıntılarını dinlediğimiz, kitaplarımızdan
dergi ve broşürlerimizden verdiğimiz insanlar oldu. Elbette ki ben ve yoldaşlarımı heyecanlandıran
şeylerden bir tanesi de insanlara derdimizi anlatabilmek ve onlara referandumda sandığın haricinde
bir alternatif olduğunu gösterdiğimizde desteklerini alabilmekti. Alanda bizlerin haricinde de stant
açan siyasal yapılar oldu. Elbette onlarla olan diyalogumuzu ve dayanışmamızı pekiştiren bir atmosferdi bu. Ve aynı günün akşamında yörenin cem evlerinden birisine misafir olduk. Anadolu insanını
daha iyi anlamamız açısından bu ziyaretin önemli olduğu kanısındayım. Yaklaşık 25 kişi bir arada
söyleşi yapmak, zakirlerden bağlama dinlemek ve insanların sıcaklığıyla karşılaşmak bizi motive
etti. Cem evinden Ali METİN dede ile sohbetimizin bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum. Ali
METİN dedenin konuşmasında herhangi bir yönlendirme yapmaması bizler için ön plana çıkan
özelliklerinden biriydi. Ve dedenin yapmış olduğu nasihat gerçekten Anadolu insanının akılcılığa ve
örgütlü yaşama verdiği önemi gözler önüne seren bir nitelikteydi. “Sevgili gençler sizden isteğim var.
İlk olarak okuyun, kendinizi geliştirin, ikinci olarak çalışın ve son olarak örgütlü olun, işte o zaman
başarıya ulaşırsınız.” dedi Ali METİN dede.
2. gün standımızı açmak için alana gittiğimizde polis engeli ile karşılaştık. Fakat stant açma
hakkımıza yönelik bu engeli aşmak Dev-Genç için zor olmadı.
Israrcı davranarak ve belediyeden almış olduğumuz izin belgesini göstererek tekrar alana girip
standımızı açtık. Yöreden tanıştığımız esnaflar, insanlar oldu. Yıldız yumruklu bayrağımızı isteyen
eski devrimci yolcu yoldaşlarımız oldu. Bizlere kalacak yer ve yemek vermeyi teklif eden insanlar
oldu. Ve günümüzü gene emekle geçirdik ve bitirdik.
Sonuç olarak Nevşehir’de Dev-Genç olarak
yapmış olduğumuz çalışmada;
—Yeni insanlarla tanışıp diyalog kurmanın ve
bunun sürekliliğini getirecek adımlar atmanın,
—Yöre insanının sıkıntılarını, beklentilerini,
hoşgörüsünü analiz etmenin,
—Farklı siyasal yapılardaki yoldaşlarımızla
dayanışmanın,
—Gençliğin sorunlarının çözümünün halkın
sorunları ile birlikte çözülebileceğini görmenin,
deneyimlerini yaşadık.
Özgüç Canyılmaz
19
GELECEĞİ KAZANMAK
YARININ İŞİ DEĞİLDİR!
A
rkadaşlar!
Ülkemiz bugün emperyalizm tarafından
talan edilmiş, nerdeyse bütün ekonomik alt
yapısına el konulmuş ve bize sadece açlık, yoksulluk ve kölelik koşulları uygun görülmüştür.
Bu yetmezmiş gibi oligarşi, bütün faşist kuvvetini halka doğru kullanmaktadır. Bunlar
yaşanırken bir yandan da ‘’Anayasa Referandumu’’ aldatmacasıyla halkın beynini bulandırıp
sanki yapılan referandum halkın ihtiyacıymış
gibi gösteriliyor ve emperyalizme yardım ediliyor…
Gerçek gündem referandum aldatmacası
sayesinde gölgelenip, asıl ülke gerçekleri halktan gizleniyor. Bugün ülkemizde konuşulması
gereken referandum değil; TMK mağduru
çocuklar, kriz, eğitimin durumu vb. olmalıdır.
Kısaca referandumdan bahsetmek istiyorum. Acaba referandum gerçekten halkın
ihtiyacı mıdır? Cevabı, tabii ki hayır. Referandum halkın ihtiyacı değil, egemenler arasındaki
çıkar çatışmasıdır. Yani egemenlerin ihtiyacıdır.
Anayasa referandumunda halk oy kullanacak, ama anayasayı düzenleyen halk değildir.
Anayasa yine oligarşinin anayasasıdır ve halka
dayatılmaya çalışılmaktadır. Egemenler, halkı
evet-hayır ikilemine sokmaya çalışıyor, ama
devrimciler olarak biliyoruz ki; evet demek de,
hayır demek de gerçek çözüm değildir. Seçim
sonucunda sandıktan evet de çıksa hayır da
çıksa kazanacak olan halk değil, egemenler, yani
oligarşi, yani emperyalizm olacaktır. Biz biliyoruz ki halkın istediği özgürlük, sandık başına
20
gidip oy kullanmakla değil, mücadeleyle gelecek… Çözüm, Demokratik Halk İktidarıdır.
Haykırıyoruz ; “HALKIN GELECEĞİ EVETHAYIR İKİLEMİNE SIKIŞTIRILAMAZ!”.
VE BİLİYORUZ Kİ “FAŞİST DEVLETİN
DEMOKTARİK ANAYASASI OLMAZ!”
Referandumdan bahsettik. Asıl çözümün ne
olduğunu gördük. Söylediğimiz gibi ülkemiz,
emperyalizm tarafından sömürülen bir
ülkedir ve sömürülen bizim emeklerimiz, yani
geleceğimizdir. Bizler buna izin vermeyeceğiz.
Gün mücadele günüdür. Emperyalizm ve
oligarşi bize bugün saldırıyor, yoldaşlarımızı
katletmeye devam ediyor, zindanları doldurmaya devam ediyor. Halkın geleceğini bombalamaya devam ediyor. Ve bu süreç bize mücadeleyi öngörüyor. Oligarşi saldırılarıyla açık
bir savaş başlatmıştır. Yaşanan süreç savaş
sürecidir ve bizler bu savaşın özgürlük neferleri olacağız… Farklı coğrafyalarda aynı acıları
çekiyoruz. Belki kimimiz siyah kimimiz beyazız,
kimimiz Türkçe kimimiz Kürtçe kimimiz Ermenice, Arapça konuşuyoruz. Ama bir ortak
yanımız var; biz halkız, üreten biziz ve isteğimiz
açık ve nettir, yönetmek istiyoruz.Onlar bir avuç,
biz milyonlarız. Biz dünya halklarıyız ve biz ne
dersek o olur.
Süreç net, düşman belli ve görev açıktır.
Devrimcilerin görevi halka ulaşmak ve onların
sesi olmaktır. Biz DEV-GENÇ’lilerin görevi ise
önce okullarda örgütlenip, eğitim sorununa
çözüm üretmek ve aynı zamanda da halkımızın
sorunlarına çareler bulmak olacaktır. Halkımıza
çaresiz olmadığını göstermemiz gerekmektedir.
Geleceğimizi kazanmak için bugün bir şeyler
yapmamız gerekmektedir, yarın geç kalınmış
olabilir…
TEK YOL DEVRİM!
FAŞİZME ÖLÜM TEK YOL DEVRİM!
EMPERYALİZM YENİLECEK
DİRENEN HALKLAR KAZANACAK!
YAŞASIN HALKLARIN KARDEŞLİĞİ!
DÜNYA HALKLARI KARDEŞTİR !!!
Ulaş Kızılırmak
GENÇLİK HALKIN
GELECEĞİDİR
DEV-GENÇ GELECEĞİ
TESLİM ETMEYECEK
B
recht, “İnsanlara ne anlatıldığı önemli ama
belirleyici değildir. Belirleyici olan onlara
seslenildiğinde toplumsal konum olarak nerede
bulunduklarıdır’’ der. Türkiye’de toplumsal
bir kategori olarak gençlik, günümüze kadar
üretimde çok az etkinlik göstermiştir. Fakat
emperyalizmin Türkiye’ye uygulamak istediği
neoliberal politikalar gereği emperyalizmin
Türkiye’yi Çin’e karşı bir üretim üssü haline getirmek istediğini, devrimcilerin (DEVRİMCİ
HAREKET) yaptığı değerlendirmeler ve kapitalistlerin yaptığı hazırlıklar (Ford, Siemens ve
General Motors şirketlerinin değerlendirme
yazısının çıkışından 2 gün sonra yani 26 Mayıs’ta
Türkiye’ye her bir şirketin yüz milyarlarca dolar
yatırım yapacaklarını açıklamaları ) göstermektedir.
Üretime katılamayan ya da katılmayan toplumsal bir kategori olarak gençlik kendini yaşam
içinde konumlandırmada sıkıntı yaşar. Kendini
bir yere konumlandıramama düşüncesi kapitalizmin özel de gençlere genel de ise bütün insanlara
hayatlarını yozlaştırmaları için birçok seçenek
(din, uyuşturucu kumar vb.) sunmaktadır. Yani
bu seçenekler genç nüfusun çoğunu ne için
yaşadığını bilmeyen, kaderci ve anlık yaşayan
kişilere dönüştürmüştür. Fakat Türkiye’nin
üretim üssü yapılmasının hazırlıklarının
sürdüğü şu süreçte büyük bir genç nüfusa ve
bu genç nüfusun çok büyük bir kısmının kalifiye işsizler olduğunu düşünürsek çok uzun
olmayan bir süre içinde bu genç nüfusun ucuz
işçi ve işçi ücretlerini düşüren işsizler unvanını
alacağını göreceğiz. Genç nüfus giderek zorlaşan
yaşam koşulları yüzünden işgüçlerini çok ucuza
satmak zorunda kalarak ilk cümlede Brecht’in
belirttiği toplumsal konum olarak emekçi sınıf
içinde kendilerini bulunacaklardır. Emekçi
sınıf içinde yer alan gençler, üretime katıldıkça
üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasındaki
çelişkiyi zamanla kavramaya başlar. Tabi ki bu
anlama ve kavrama süreci olağanüstü, metafizik
bir biçim de bir anda değil, yaşanan olaylar ve
kazanımlar sayesinde olacaktır. Olaylardan
yaptığı çıkarımlarda artık hayatın her alanında
sınıfsallığın en belirleyici ölçüt olduğunu anlamaya başlayacaklardır. Sömürüyü soyut
olarak değil de bizzat içinde yaşayan biri (işçi),
insanın insanı sömürdüğü düzeni çok daha
iyi anlayacağı için örgütlenmeye de çok fazla
ihtiyaç duyacaktır. Öyle ki işçiler daha önceki
örneklerden bilindiği üzere kendilerini yalnız
bırakacak uzlaşmacı sendikalara dahi üye olabilmektedirler. Önümüzdeki süreçte biz DEVGENÇLİLER emekçi sınıfın çok belirgin biçimde
gençleşeceğini ve dinamizminin artacağını bilerek bilgi haznemizi sürekli genişleterek enerjimizi ve tüm çabalarımızı öğrenci ve emekçi
gençliğin örgütlenmesine harcamalıyız.
Meslek Liselerinin Sayılarının Artırılma
KararıTürkiye’nin Üretim Üssü Haline
Getirilmesi İle İlgilidir
MEB’in 2009–2010 öğretim yılı sonuna doğru
aldığı karar ile meslek liselerinin sayısının
artırılmasının yolu açıldı. Lise öğrencileri içinde
% 20’lerde olan Meslek liselilerin sayısının %
60’lara çıkarılacağı belirtildi. Bununla birlikte
meslek liselerinin daha kaliteli eğitim vereceği
de söyleniyor. Tabi ki biz devrimciler biliyoruz ki
devletin, egemen sınıfların nitelik sözcüğünden
kasıtları meslek liseleri öğrencilerinin daha
kolay sömürülebilir ve ucuz işçiler haline getirilebilmeleridir. Onların nitelik anlayışları
bulundukları sınıf açısından bundan öteye gidemez. %20’lerden %60lara çıkış 1.200.000lerde
olan meslek lisesi öğrencilerinin sayısının
önümüzdeki yıllarda öğrencilerin meslek liselerine yönlendirilmeleriyle birlikte 4 milyona ka-
21
dar çıkabilir. Meslek liselerine yönlendirme de
Koç ve Sabancı gibi tekeller adeta yarış halindeler (meslek lisesi memleket meselesi gibi kampanyalar bunu doğrular nitelikte). Tekellerin
amacı tabi ki kalkınma ya da halk yararına işler
yapmak değildir. Onların bu konudaki tek amacı
meslek liselerinde hem öğrenim halindeyken staj
adı altında hem de mezun olduktan sonra başka
çareleri olmadığı için (kendi işletmelerini açma
imkânı bu şartlar altında neredeyse imkânsız
olduğu için) meslek lisesi öğrencilerini kendi işletmelerinde ucuz ve kalifiye işçi olarak
çalıştırmaktır. Meslek liseli öğrenci çoğunlukta
olacağı önümüzdeki dönemde tüm LİSELİ DEV
GENÇLİLERE ama özellikle meslek liselerinde
‘’eğitim’’ gören yoldaşlarımıza büyük sorumluklar düşüyor. Kendimizi bu sorumlulukların
altından teorik ve pratik açıdan kalkabilecek
devrimciler olarak yetiştirmek görevimiz olmalıdır.
Faşizm, Gençlik, Devrimci Gençlik
Faşizm şiddet ve baskının sürekliliğidir.
Faşizmin tüm biçimlerinde devrimci-demokrat
yapılara ve işçi sınıfına karşı saldırılarda gençlerin çoğunlukta olması faşizmin bizlerin
örgütleyemediği gençliği finans kapitalin en gerici unsurlarının emelleri doğrultusunda bizlere
karşı kullanmasının üründür. Örnek verecek
olursak, Gençlik örgütlenmesini yeterince sağlam
yapamayan Almanya Komünist Partisi’nin
(Komünist Gençlik Birliği) örgütleyemediği
gençlik tarafından -kendilerini Hitler gençliği
olarak tanıtan gençler tarafından- ağır darbeler
almasıdır.
Faşizmin gençliğe nasıl ihtiyaç duyduğunu
faşizmin teorisyeni olarak görülen Giovanni
Mentille’nin şu cümlesinden anlayabiliriz ‘’Ben
faşizmin filozofuyum bu görevi bana Duçemiz
Mussolini verdi. Bana halkı elinde tutabileceğimiz
sürece faşist gençlere sahip olduğumuz sürece filozof olduğumu söyledi’’.Gördüğümüz üzere bu
akıl hastalarının diyaloglarında da faşizmin genç
kitlelere ne kadar ihtiyaç duyduğunu anlayabiliriz. Burjuvazinin yaşadığı koşulları bozmamak
ve devrimcilere karşı en sert baskıları uygulayan yapılanmaların (mit, cıa, mossad, sismi)
yönlendirdiği kitleler genç kitlelerdir. Bu faşist
yapılanmalar insanların biyolojik ve psikolojik açıdan en sarsıntılı dönemleri olan gençlik
dönemlerinde insanları akıldışı yöntemlerle
kadrolarına dahil etmektedirler. Faşizm bu tarz
kadro yapılanmalarında genç kitleleri kullandığı
gibi sivil faşist yapılanmalarda da gençliği ön
plana çıkarır. Türkiye’de çıkışlarından itibaren
milliyetçilik ve antikomünizm söylemleriyle
çıkan MHP BBP ülkü ocakları vb yapıların emperyalizme ne denle hizmet ettiği ortadayken
“kahrolsun emperyalizm” söylemi içine girmeleri dönemsel olarak açığa çıkmış yüzlerini gizleme
ihtiyacındandır. Bu tür yapılar sistemin ihtiyacı halinde güçlendirilip zayıflatılabilecek yapılardır.
Bu tür yapıların da gücünü
gençlikten alması devrimcilerin
gençlikle ilişki kuramamasından
gençliğinde yüzünü devrimcilere
dönmemesinden
kaynaklıdır.
Fakat yüzünü devrimcilere dönmenin şartı devrimcilerin gençlikle ilişkilerini genişletmesi
ve sağlamlaştırmasıdır. DEV
GENÇLİLERİN görevi gençlikle sağlam
ilişkiler kurarak onları devrimci mücadeleye
kazanmaktır.
Georgi Dimitrov, Devrimci Gençlere, faşizmin
gençliğin aklını nasıl çeldiğini ve buna karşı nasıl
mücadele edileceğini bir yazısında şu şekilde
anlatmıştır. ‘’Yoldaşlar! Gençliğin faşist örgütlere
çekilmesinin faşizmin zaferinde oynadığı rolü
daha önce belirtmiştim. Gençlikten söz ederken
şunu açıkça ortaya koymalıyız: Biz emekçi gençlik
kitlelerini sermayenin saldırısına, faşizme ve savaş
tehlikesine karşı mücadeleye kazanma görevimizi
ihmal ettik. Faşizme karşı mücadelede gençliğin
muazzam önemini küçümsedik. Gençliğin kendine has iktisadi, siyasi ve kültürel menfaatlerini
daima göz önünde bulundurmadık. Gençliğin
22
eğitimine de gerekli dikkati göstermedik. Faşizm
bütün bunlardan çok ustaca yararlandı. Birtakım
ülkelerde özellikle Almanya’da gençliğin geniş
kesimlerini kandırarak proletarya aleyhtarı yola
yöneltti. Faşizmin gençliği sadece askeri romantizmle elde etmediğini akıldan çıkarmamalı ve
bazı gençleri askeri müfrezelerde beslediğini,
giydirdiğini unutmamalıyız. Hatta gençlik için
sözde kültür kurumları kurar ve emekçi gençlik
kitlelerine ekmek ve elbise verecek, onları okutacak
ve iş bulacak güçte olduğunu ve bunları gerçekten yapmak istediği inancını onların kafalarına
yerleştirmeye çalışır.’’ (Faşizm ve İşçi Sınıfı, Sayfa:75, İnter Yayınları)
Devrimci Gençlik Faşizmle Mücadelede
Her Zaman Yol Gösterici Ve En Ön Safta
Olmuştur
Faşizmle mücadele konusunda Devrimci
Gençlik sınıflar mücadelesi açısından büyük
önem taşır. Faşizmi halka bir kadermiş gibi gös-
teren ve bir mücadele hattı geliştiremeyenlerin
aksine Dev-Genç faşizm konusunun soyut
kalmasını engellemek amacıyla faşizmle mücadelede somut adımlar atmış direniş komitelerinde faşizme karşı savaşını sürdürmüştür.
Faşizme karşı Devrimci Yol, 12 Eylül Faşist
Darbesi’ne karşı direnişi başlatmış bir örgüt olma
özelliği taşır.12 Eylülden sonra gerilla hareketlerine Devrimci Yol öncülük ve önderlik becerisini göstermiş ve faşizme karşı birleşik cephe
şiarını dillendirmiştir. Bizler unutmayalım ki,
bir an bile kararsızlığa düşmeden faşizmle karşı
mücadele ve devrimci mücadelenin örgütlenmesi için bütün enerji ve gayretlerini harcayan,
bu yol uğrunda canlarını veren Mustafa Özenç,
Mine Bademci, Kadir Aksoy ve Önder Babat gibi
devrimci yolumuzda şehit düşenlerin ardıllarıyız.
Onlardan öğrendiklerimizi ve onların anılarını
devrimci mücadelemizde yaşatmalıyız.
Samsun Liseli Dev-Genç
DİNOZORLARIN SESSİZ
GECESİ
M
edyanın denetlenemez görünümü veren
“terörüne” gitgide daha çok terk edilen insanlık, kültürsüzleştirilme sürecinin
bütün öteki olumsuzluklarıyla birlikte, “soyut
düşünebilme” ve “geleceğe yönelik tasarımlar ve
alternatifler oluşturabilme” yeteneğini de yitirme
gibi, faturası ağır gelebilecek bir olumsuzluğa
doğru sürüklenmektedir. Son yıllarda ülkemizde
bilimsel bilgi ile kitle arasında yerleştirilmeye
çalışılan uzaklık gittikçe büyümektedir. Hele
hele söz konusu bilimsel olan evren ve evrim
gibi konularla ilgiliyse. Giordano Bruno’dan ,
Galilei’den bu yana, aydınlanma hareketinin, aklı
öne çıkarma yolundaki tüm gayretlerine rağmen
özellikle ortaçağın sonundan günümüze kadar
uzana gelen bir süreçte, din ile bilim birbirini
dışlayan iki alan olarak karşıt konumlarını koruya gelmişlerdir.
Kilisenin
dogmalarından
kaynaklanan
kaygılarıyla geleneksel bir çatışma, canlılığını
hep korumuş; bilimin karşılaştığı her görece
sınırın ve engelin hemen ardındaki alanı
(Tanrının varlığı ancak böyle kanıtlanabilirmiş
gibi) Tanrıya ayıran zihniyet, bilimin attığı her
adımda ya pozitif sonuçları bile bile inkar etmek
zorunda kalmış ya da yenilgiyi sineye çekmekten
kurtulamamıştır.
Bugün bile bilim düşmanlığının resmen
bir alışkanlık olarak zaman zaman alevlenmesi Hıristiyan kiliselerinin içine girdikleri
ikilemde çıkış yolu bulamayışının bir belirtisidir.
Dinozorların Sessiz Gecesi serisi din ile bilim
çatışmasının aklımızdaki yanıtsız sorularına
cevap niteliğindedir.
Altı kitap olarak tasarlanmış dizinin bu ilk
kitabını size kısaca özetleyeceğim. Gerçekten
müthiş merakla okuyacağınızı ve size çok şey
öğreteceğini umuyorum. Dizinin bu ilk kitabında
“Big-Bang (büyük patlama)”dan başlayarak, çok
hücrelilerin ortaya çıkışına kadar devam eden
bir serüven okuyacaksınız.
Bundan yaklaşık kırk yıl kadar önce yönetmen
Orson Welles ilginç bir sonla biten bir serüven
filmi gerçekleştirmiştir. Filmde takipçisinden
23
canını kurtarmak için yakındaki bir lunaparkın
sihirli aynalar kabinine dalıyordu. Artık içeride
bir düzine Welles vardı. Takipçisi ise silahını
şuursuzca yansımalar üzerine boşaltıyor ancak
gerçek görüntüyü bulunca tabancısında mermi
kalmadığından Welles canını kurtarıyordu.
İnsan kendisini herhangi bir şeyin arkasına
gizleme olanağı yoksa, görünmezleşemeyeceğine
göre, geriye yapacak tek bir şey kalır; takipçisini
yanıltıcı hedefler üstüne yollamak.
Assam’da
larva
bırakma
aşamasında
düşmanlarından, Welles’in kullandığı yöntemin
tıpatıp aynısını kullanan bir tırtıl yaşamaktadır.
Bir çok kelebek tırtılı gibi, bu tırtıl da nemfa
dönemi geldiğinde kozanın içinde kelebekleşmeyi
bekler. Bu tırtıl ayrıca gizleyici örtü olarak bir de
yaprak kullanır. Ancak yaprak, tırtılın onu bükerek koruyucu bir kabuk gibi örtünmesine olanak
veremeyecek kadar esnek ve dengesizdir. Tırtıl bu
ilk sorunu akla gelebilecek en basit ama amacını
yerine getirecek şekilde çözer. Gider yaprağını
ısırır ( ama daha önce yaprağı düşmesin diye onu
dala ipeğiyle iyice sarar), bu girişimin sonucunda
yaprak kuruyup kıvrılmaya başlar ve büzülür.
Tırtıl, savunmasız durumda geçireceği nemfa
dönemi için harika bir yer edinmiştir. Solmuş,
kurumuş bir yaprak tırtıla güzel “ambalaj” bir korunak gibidir. Ancak diğer taze yeşil yaprakların
arasında kolayca fark edil-mesini sağlar.
Ortada işi gücü yalnızca yemek aramak olan ve
bu hedefi araştırmada kelebek tırtılının da peşine
düşen belirli düşmanlar, dolanıp durduklarına
göre, tırtılın çözümü kaçınılmaz bir sonu da
getirecektir, er ya da geç düşman o kurumuş
yaprağı da inceleyecek ve içindeki lezzetli tırtılla
karşılaşacaktır.
Kuşlar böyle deneyimlerle öğrenme yeteneğine
sahip olduğundan her tırtılın nemfa dönemi tehlikeli geçecektir.
Oysa akıllı tırtıl, bu sorunu oldukça zekice ,
ama etkili şekilde çözmüştür. Tırtılın kullandığı
çözüm kırk yıl önce Welles’in filmde kullandığıyla
aynıdır.
Tırtıl içine gireceği yapraktan başka beş, altı
yaprağı da ısırır ve kendi yaprağının yanına
yapıştırır. Artık düşmanın yaprakları fark ettiğini
varsayalım. Ama ilk hamlede larvayı bulma şansı
1/6 olacaktır.
Düşmanlardan birinin daha ilk girişimde
rastlantı sonucu larvayı bulması durumunda
bile, tırtılın hilesi değerini korumaktadır. Çünkü
24
bu başarı düşmanı diğer yapraklara da itecektir.
Sonuçta beş boş yaprağı yoklamış olacaktır.
Sonunda kuru yaprakların yiyecek arama
yönünden öyle pek işe yarar bir nesne olmadığı
duygusuyla düşmanın orayı terk etmesi en yakın
olasılıktır.
Bu bilgi bize canlı organik dünyada herhangi
somut bir organizmanın varlığına bağlı olmayan
bir zekanın, başka deyişle kendisini ağırlayan bir
beyine gerek duymayan bir aklın, bir düşünebilme
yeteneğinin var olabileceğini öğretmektedir.
Akıl (zeka) bu dünyaya biz insanlarla beraber
gelmiştir. Akıl (zeka), hayal gücü, tasarlama,
amaca yönelme becerisi, evre-nin başlangıcında
evren ile birlikte var oldukları için, doğa yalnızca
hayatı değil, beyni ve bilinci yaratabilmiştir.
Yukarıdaki kitaptan aldığımız alıntılar sadece
tırtılın davranışı bakımından değil, aynı zamanda gerek hayvanların gerekse bitkilerin gizlenme
ve kendilerinden daha güçlü olanları taklit etme
davranışları bakımından da geçerliliklerini korurlar.
Arkadaşlar, Dünya’mız bundan yaklaşık 4
milyar yıl önce Nebula denilen bulutumsu bir
gaz ve toz kütlesinden ibaret olan Güneş sistemi,
çevresine ışık ve sıcaklık yaydığı için soğumuş ve
zamanla büzülüp küçülmüştür. Küçüldükçe ekseni çevresindeki dönüş hızının artmasına bağlı
olarak ana kütleden kopan (güneş) parçalar da
gezegenleri oluşturmuştur. Başta kızgın bir gaz
kütlesi olan yer küre zamanla soğumuştur. Bu
kütle içinde ağır olan elementler çekirdekte,
daha hafif olan maddeler ise çekirdeğin üzerinde
toplanmıştır. Soğuma yüzeyden başladığı için
dış yüzeyin katışlaşmasıyla yer kabuğu oluşmuş
ve yer kabuğun çukur alanlarına suların
birikmesiyle denizler ve göller oluşmuştur. Ama
okulda veya yakın çevremiz de Dünya’nın bu
şekilde oluştuğunu anlatmazlar bize. Dünya’nın
biri tarafından yaratıldığı dayatılmıştır, okul
sıralarımızda geçen muhabbetlerde. ‘Hayat
gökten mi indi?’ diye düşünürüz bazen, ya da
‘Hayat rastlantımı mı yoksa zorunluluk mu?’
diye düşünürüz. Bundan yaklaşık 4 milyar yıl
önce bir başlangıç vardı, ilk patlamadan evrenin doğuşuna kadar… Tek solukta okuyacağınız
‘Dinozorların Sessiz Gecesi’ serisi hepinizi bilimsel açıdan aydınlatacağına inanıyorum.
Gamze Saygı
ARTVİN İZLENİMLERİ
“Yirmi saatlik bir yolculuğu çekilebilecek duruma getiren şey nedir?” diye sorduğunuzda,
size verebileceğim cevap; “ARTVİN” olur.
İstanbul’dan başladık yolculuğumuza. Bu
yolculuğun uzun süreceğini biliyorduk tabiî
ki. Yolculuk öncesi ve yolculuk sırasında neyle
karşılaşacağımı merak ediyordum, “nasıl bir
yer, insanları nasıldır acaba?” diyordum. Kafamdaki bütün bu soruların cevabını ve daha
fazlasını orda geçirdiğimiz on gün içerisinde
buldum. Otobüs yolculuğu sırasında, yolcuları
gözlemledim. Yolcuların çoğu sıcakkanlı
insanlardı. Bu insanların sıcakkanlılığının,
çalışacağımız yerlerde de olacağını umuyordum
ve öyle de oldu. Gittiğimiz, konakladığımız,
çalıştığımız yerlerde, bu sıcakkanlı ve cana
yakın Karadeniz insanıyla karşılaştık.
Bildiğiniz gibi İstanbul ya da diğer şehirlerde
insanlar soğuktur ve tanımadığı insanları
potansiyel suçlu ilan ederler. Artvin’de ise daha
beş dakika önce tanıştığımız insanlar, bize hayat hikâyelerini, kişiliklerini anlattılar. Genellikle bizi yargılayacak insanlara rastlamadık.
Yöre halkıyla yaptığımız sohbetlerde, bize
sıkıntılarını anlattılar. Bu sıkıntıların başında,
çay toplamanın zorluluğu ve yapılan işin
değerinin karşılığını alamamak vardı. Bu
güzel yerde böyle zorlu bir işin olması, adaletsiz bir durumdu. Biz de halkın bu sıkıntılarını
birebir dinledik ve yaşadık. Öncelikle; çay üç
sürüm olarak toplanıyor, biz ikinci sürümde
ordaydık. Bu sürümler sonrası yapılan bir dizi
iş de vardı. Çayları makaslar ile topluyorduk.
Bu makas; altında heybesi bulunan bir alettir.
İlk gün çay toplarken ellerim yara olmuştu sonradan anlaşıldı ki, elimin yara olmasının sebebi; makası sıkı tutmamdan kaynaklanıyormuş.
Bunun gibi daha birçok iş ayrıntısını çalışırken
öğrendik. Bir de bu makaslar çıkmadan önce,
insanların çayı elle topladıklarını öğrendik.
Makasla bile bu kadar meşakkatli bir işi, elle
yapmak nasıl zordur bir düşünün. İlk defa çay
topladığım gün hayatımın en yorucu günü
olmuştu. Bu yorucu çalışmanın içinde yer almak yöre halkıyla bütünleşmemizi sağladı.
O zaman, şehir yaşantısının bize verdiği
tembelliğin, bir burjuva âdeti olduğunu
gördüm. Tembellik etmenin veya bir işi yaparken mızmızlanmanın ne kadar gereksiz
bir davranış olduğunu gördüm. Kollarımız
ve belimiz ağrısa da, yarınki çalışmalara bir
önceki günün şevkiyle katıldık. Gördük ki,
yöre insanı fazlasıyla yardıma muhtaç. Çünkü
devletin çay işindeki sistemi, resmen sömürü
ve zulümdür. Bir kilo çay, bir lira karşılığında
devlete satılıyor. Özeller ise bir kilo çaya 800,
700, 600 civarı bir para veriyor, gecikmeli olarak. Köylülerin en fazla beş ton çayı oluyor, bazı
köylülerin on, bazılarınınki ise üç. Kısacası
zar zor toplanan bu çay, değerinin karşılığını
alamıyor ve tabiî ki kapitalizm gene köylüleri
ve emeklerini hiçe sayıyor. Koydukları kota
yüzünden bir köylü devlete günlük belirli bir
miktar çay satabiliyor. Eğer bu tür bir sistem
olmasa köylüler birbirine yardım etmeye hazır
ama kendi çaylarıyla bile, zor baş ediyorlar.
Halk bu durumdan şikâyetçi oluyor. Çay işinin
bu denli zor bir şey olduğundan daha önceleri
haberim olmadı ve eminim ki ülkede, birçok
kişi de bu durumdan habersiz. Yöre insanının
örgütlenmeye ihtiyacı var. Yöreden olmayan
insanların da bu durumdan haberi olmalı ve
kayıtsız kalmamalı. Şahit olduğumuz başka
bir şey de çetecilik oyunlarının oynanmaya
çalışılması ve yozlaşmış kültürden etkilenen
gençlerle karşılaşmamızdı. Artvin’in bir başka
güzelliği olan derelerine göz dikmiş vahşi kapitalistlerin de durdurulması gerekiyor. Artvin
halkının sıkıntıları var. Bizim de bu sıkıntılara
bir çözümümüz. Artvin bendeki mücadeleci ruhu canlandırdı. Sizleri de Artvin’e
çalışmaya davet ediyorum, hayata bakış açınızı
genişletmesi için…
Sedat Bağcı
25
ARTVİN’DE KÖYLÜSÜ
LİSELİ DEV-GENÇ’LE
ÇAY’DA BULUŞTU
Koyu lacivert dalgalar,
horon teper gibi vurur kıyılarına Karadeniz’in.
Yağmur, sürekli bir emzirme hali yaşatır doğaya
Emzirdikce, toprakta kahverengi, ağaçta yeşil kardeşleşir
Doğadaki bu kardeşleşme, yeşilin bin bir tonu ile gülümser Karadeniz dağlarında
Karadeniz insanı biraz da dağlarına benzer memleketinin
Yasamın emekle kazanıldığı o bası dik, dumanlı tepelerde
Baslı başına direnmektir yasamak.
Bu yüzden hırçındır Karadenizlinin yüreği
Masalını bile bağırarak anlatması bundandır
Yaşamak, gözyaşı berraklığında akan derelerle bir olmaktir Karadeniz’de.
Yaylalarda bulutları Anadolu kilimi misali ayaklarının altına sermektir.
Sapsarı mısır ekmeğinin kokusunu içine cekmek,
Arıların rengârenk çiçeklere misafir olmasını izlemektir
Ve bir de, taze deminde bardağımıza süzülen çayı içmektir.
Emektir, ekmektir, alın teridir
İnat, sabır ve özveridir
Nasırlı ellerde, buğulu gözlerde yasamın ilmek ilmek örülmesini izlemektir.
Liseli DEV-GENÇ, 6-16 Temmuz tarihleri arasında Artvin’de yaz çalışmasında idi. Geçtiğimiz yıl da
Artvin ve Ordu’da benzer bir çalışma içerisinde olan Liseli DEV-GENÇ, bunu gelenekselleştirerek ve
sadece Karadeniz’de değil; diğer bölgelerde de benzer faaliyetlerde bulunmayı önlerine koyduklarını
belirttiler. Sözü onlara bırakıyoruz:
Liseli ve üniversiteli DevGenç’liler olarak yaz dönemini de
halkla içiçe, onların yaşamından
öğrenerek ve de kendi pratiklerimizden öğrendiklerimizi onlarla
paylaşarak verimli kılma fikri, ilk
defa geçen sene hayata geçirildi.
Yaz dönemini sadece tatil yapılacak
bir dönem olarak görmememizden
kaynaklı, bu dönemin hepimiz
açısından faydalı/üretken bir dönem
olması gerektiğini düşündük. Böylelikle, Karadeniz’e çay ve fındık toplamaya gittik. Geçen sene Artvin’de
çay, Ordu ‘da ise fındık topladık.
26
Kaldığımız sürede, Karadeniz insanının ekmeğini
nasıl zor şartlarda kazandığını, yediden yetmişe
ve sabahın alacakaranlık vakitlerinden akşama
kadar harcadığı yoğun emeği gördük. Elimizden
geldiği oranda onlarla bu zorlukları paylaşmaya,
sıkıntılarına ortak olmaya çalıştık. Aynı zamanda bölgeyi, bölge insanını, kültürünü ve sahip
oldukları tarihsel birikimi de yakından tanıma
şansını edindik.
Hepimizin bildiği gibi, günümüzde gençlik,
büyük oranda yalnızlaştırılmış, apolitikleştirilmiş
ve bencilleştirilmiş durumda. Bunun da ötesinde emek kavramınına yabancılaşmış, ve yaşadığı
toplumu tanımayan bir gençlik mevcut. Sözünü
ettiğimiz bu durumdan, önüne devrimcilik
gibi güzel ve büyük bir hedef koymuş gençler
de muaf değil. Elbette ki, yaşamını devrimci
niteliklerle örmeyi hedefleyen gençlerimiz, sistemin kendilerine dayattığı bütünsel yozluktan/
çürümüşlükten rahatsız oldukları için, bu anlamda daha korunaklı bir zeminde duruyorlar. Fakat,
kendini hergün, her saniye yeniden ve araçlarını
da geliştirerek üreten sistem, yabancılaşmayı
da görülmedik boyutlarda çıkarıyor karşımıza.
Yaptığımız yaz çalışmalarının en önemli amacı;
sistemin sözünü ettiğimiz dayatmalarına karşı,
alternatif bir yaşamın nüvelerini bugünden
örmektir. Artvin çalışmamız boyunca,farklı illerden gelen, birbirini yeni tanıyan yoldaşlar olarak,
uyum içerisinde bir pratiği hep beraber hayata
geçirmenin keyfini yaşadık. Hepimizin bildiği
gibi, hayat aslında, iddiaların da test edildiği
bir laboratuardır. Bu anlamda, kaldığımız süre
boyunca gerek bahçede, tarlada, evde ya da bir
kır kahvesinde aynı amaç için çarpan yürekleri birleştiren gerçek tutkalın pratik ve üretim
olduğunu bir kez daha gördük.
Emeğin ne olduğunu ve insanlarımızın
yaşamının itici gücü olan emeğin nasıl
sömürüldüğünü
birebir
onların
yaşam
alanlarında gördük. Artvin’de kaldığımız süre
boyunca; Hopa, Kemalpaşa, Şavşat, Sarp gibi
birçok ilçenin/beldenin köylerinde konuk
olduk. Tanıdığımız ya da yeni tanıştığımız
birçok aile, bizi evlerinde ağırladı. Birçoğu
bizi kendi çocuklarından ayırt etmedi. Halkın
kültürünün, egemen kültürün bozucu etkisinden
etkilenmemiş yönlerini ve karşılıksız paylaşımın
herşeye rağmen sürdüğünü görmek, sistemin ne kadar güçlü olursa olsun- bazı şeylerin içini
boşaltmada çok da başarılı olamadığının ifadesiydi.
Artvin’in insanı gerçekten büyük zorluklarla
sürdüreye çalışıyor yaşamını. Bildiğimiz gibi
yörede çay haricinde alternatif bir tarımsal ürün
yok. Çok sınırlı oranlarda mısır ya da fasulye
vb. ekilse de, bu çoğunlukla o ailenin ihtiyacını
karşılayan bir niteliğe sahip. Bu bağlamda çaydan elde edilen gelir, yöre halkının en önemli
yaşamsal kaynağı. Fakat, son dönemde özel
27
şirketlerin piyasadaki ağırlığının iyiden iyiye
hissedilmeye başlanması, bununla birlikte ÇayKur’un bilinçli bir biçimde etkisizleştirilmeye
çalışılması, üretici köylüyü zor durumda
bırakıyor. Bildiğimiz gibi, 12 Eylül cuntası ile
yürürlüğe koyulan 24 Ocak Kararları, aynı zamanda tarım alanında da özel şirketlerin/tekellerin önünü açmıştı. Bugün, o tarihte uygulamaya koyulan kararların sonuçlarını çok daha
yakıcı bir biçimde görebiliyoruz. Kota/kontenjan
uygulaması bile başlı başına özel sektörün üretici
köylüyü köşeye sıkıştırmasının bir aracı olarak
kullanılıyor. Kota/kontenjan uygulamasına göre;
Çay-Kur, köylünün ürettiği çayın tamamını
değil; bir kısmını alıyor. Orada bulunduğumuz
süre içerisinde köylüler, Çay-Kur’un 10 ton çayın
yaklaşık 3,7 tonunu aldığını, kalan miktarın ise
özel şirketlere satıldığını ifade ettiler. Yani, Çay-
Kur, halkın ürettiği çayın yarısını dahi almıyor.
Bir de kota/kontenjan kapsamında Çay-Kur’un
günlük olarak aldığı bir miktar var. Örneğin, ilk
gittiğimiz günlerde yaklaşık 350 kg olan, üretici
başına çay alımı, son günlere doğru 20 kg’a kadar
düştü. Bu, beraberinde köylünün çaresizce özel
şirketlere yönelmesini getiriyor. Çünkü toplanan
çayın uzun süre bekleme şansı yok. Bu yüzden özel
şirketler de Çay-Kur’un 0,90 kuruşa aldığı çayı
ortalama 0,60 kuruştan alıyorlar. Tabii, paranın
ne zaman ödeneceği/ödenip ödenmeyeceği de
belli olmuyor. Gittiğimiz yerlerde, yakından
görme/öğrenme olanağı bulduğumuz bu uygulamalar bize, emperyalizmin tarım üzerindeki
yıkıcı etkisini tüm çıplaklığıyla gösterdi.
Emperyalist
saldırganlığın
Karadeniz
özelindeki bir diğer uygulaması ise hidroelektrik
santralleri, yani; HES’ler. Orada bulunduğumuz
süre boyunca gerek konu hakkında teknik bilgisi
olan dostlarımızı gerekse de bölge halkını dinleme fırsatımız oldu. Karadeniz halkı, HES’lerden
oldukça rahatsız. HES’leri engellemek için de
yapılan çeşitli eylem ve etkinliklerde yer alıyorlar.
Hatta, yer yer HES’çi şirketleri engelledikleri pratikler de yaşanıyor. Fakat, katılımın daha yüksek
olması gerekliliğini kendileri de vurguluyor.
Bildiğimiz gibi HES’ler, Karadeniz’deki irili
ufaklı pek çok dereyi tüneller yardımıyla toplayıp
merkezi santrallerde birleştiriyor. Her bölgede
kurulan HES kapsamında o bölgenin dereleri
biraraya getiriliyor. Amaç, elektrik üretmek gibi
masum bir kılıfla sunulsa da, işin arka planında
tam bir işgal ve talan politikası olduğu görülüyor. HES’ler aracılıgıyla sadece
dereler değil; suyun kendisi de
bir metaya dönüştürülüyor. Aynı
zamanda HES’i kuran şirket(ler),
dere ile birlikte bir coğrafi
sömürü alanı da elde etmiş oluyorlar. Yani, suyu, ağacı, toprağı,
börtü-böceği ile her değer
özelleştirilmiş oluyor. Bununla
birlikte HES’in yarattığı çevresel yıkımın özellikle Karadeniz
gibi bir coğrafyada yaşanması
bir felaket anlamına geliyor.
Bildiğimiz gibi Karadeniz’de
birçok alan doğal koruma alanı
kapsamında bulunmakta.
Orada bulunduğumuz günlerde, 15 Temmuz’da Şavşat’ta
yöre halkının da katılımıyla HES’lere karşı bir
miting düzenlendi. Biz de Dev-Genç’liler olarak mitinge katıldık. Özgürlük için yükselen
soluklara soluk katmak istedik. 15 Temmuz’da
gerçekleştirilen mitingden birgün sonra, yani;
16 Temmuz’da, Artvin’den, oranın yeşil bakışlı,
coşkulu insanlarından ayrılma vaktimiz gelmişti.
On güne sığdırılan, fakat belki de ancak aylar
sonunda yaşayabileceklerimizi de yüreğimizde
ve bilincimizde taşıyarak ayrıldık oradan. Hepimizin dilinde sessizce söylediğimiz aynı türkü
vardı;
28
Güzel günler göreceğiz çocuklar
güneşli günler...
DEV-GENÇ BU YIL DA
ORDU KÖYLERİNDE
D
evrimci Gençlik olarak bu yıl da Ordu’da
fındık bahçelerindeydik. Geçen yılın
deneyimini bu yıla kattık. Umutları umutlara ekledik. Geçen yaz ki çalışmayı anlata anlata bitirememiştik. Karadeniz’in doğası gibi
gözlerinde bin bir renk ve güzelliği taşıyan
insanları hafızamızın en taze yerinde duruyordu. Yüreğinde sevgi büyüten dostların özlemi
yüreğimizde tüterek düştük Karadeniz’in yoluna.
Yürüyenlerdir yolu yol eden, dedik ve
yürüdük. Dalgalardır kıyıya anlamını veren,
hırçın dalgalardır, dedik. Dövdük geçen zamanı
ve bugüne erdik. Yeşilin rengi, dağlarda gizli bahardır sakladıklarıyla. Mavi, yeşil ve tan
kızıllığında yürüyenlerdir şafağın mimarları.
Karadeniz insanı için sevda beşikte söylenen
bir masalda başlar. Seksen yaşını aşmış bir anne
diyor, “Babam bana der di: ‘Kızım haklıysan eğer
yedi cihan gelse de üstüne gerekeni yapacaksın,
boyun eğmeyeceksin, korkusuz olacaksın.’”. Halkın
bağrında masala, şiire, türküye içkin yaşıyor
halkça direniş, haklı kavga.
Geçen yıl ki çalışma bizler için bir eşikti.
Çalınan bir kapıydı. İki candan, iki eski dostun
kucaklaşması gibiydi. Bu yıl ise sohbete geçecektik. 80’li yıllardan bu yana görüşemediğimiz
yılların muhasebesini yapacak, akan zamanı ve
değişen koşulları masaya yatıracaktık. Yüreği
altın sarısı başaklar gibi dolu, alnında akşam
kızıllığını taşıyan halkımızla hasret giderecektik.
Geçen yıl ki çalışmamızın, ayrıca örnek teşkil
eden bir yanı da olmuştu: Kitleden ve halktan,
yani üretimden kopan gençliğe doğru adresi
işaret etmesi bakımından öğreticiydi. Böylelikle
bu yıl bizlerle birlikte bölgeye gelen devrimci
dostlar/yapılar oldu. Bu bizlere doğru ve güzel
olanda ortaklaşmanın zevkini tattırdı.
Bu yıl ki çalışmamızda daha önce gitmediğimiz
köylere gitme şansımız oldu. 12 gün boyunca
bölgede kaldık. Ünye ve Fatsa’nın köylerinde
fındık topladık. Patoz yaptık. Halkımızla aynı
sofrayı paylaştık. Bölgenin yaşadığı sıkıntılara
yerinde tanık olduk.
Fındıkta Sömürü Sürüyor
Fındık bölgenin genel geçim kaynağı ve bölge
ekonomisinin temelidir. Ayrıca Türkiye dünya
fındık üretiminin % 80’ini yapmasına rağmen
fındık borsası yurtdışında, Hamburg’tadır.
Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da fındığın fiyatı
yöre halkının yüzünü güldürmüyor. Daha önce
ki yıllarda 6-7 TL civarına kadar çıkan fındık
fiyatları uzun yıllardır çok düşük seyretmektedir.
Örneğin bu yıl 3.75 TL civarındadır. Tüccarın,
tefecinin eline bırakılan piyasa, üreteni öğüten,
borçlandıran ve mülksüzleştiren şekilde işliyor.
Fiskobirlik’in bilinçli bir şekilde zarara sürüklenmesi üreticilerin/köylülerin dizginsiz bir
sömürüyle karşı karşıya kalmasına sebep oldu.
Bugün gelinen aşamada birçok köylü bankalara ya da tefeciye borçlanmış durumda. Kısacası
birkaç yıllık üretimi bile şimdiden elinden
alınmıştır diyebiliriz.
Aslına bakıldığında fındık birçok açıdan
avantajlı bir ürün. Çikolata, pasta, kozmetik ve ilaç sanayinde kullanılan fındığın yerini
alabilecek nitelikte bir ürün söz konusu değil.
Fındığın çotanağından hayvanlara küspe
üretilebildiği gibi, kabukları da yüksek yanıcı
özelliğe sahip olduğundan yakacak olarak
kullanılabilmektedir. Fındığın bu kadar artısı,
piyasada belirlenen fiyatla karşılaştırıldığında
bir tezatlık oluşturmaktadır. Bu da tarım tekelleri, banka, tüccar-tefeci’nin üretenin emeğine
ne ölçüde el koyduğunu göstermektedir.
Bu sömürü düzeneğine karşı Karadeniz
halkı geçmişin birçok güzel örnekle karşı da
koymuştur. “Fındıkta sömürüye son” mitingleri
bunun en güzel örneklerindendir. Ancak 12 Ey-
29
lül sonrası gittikçe sosyal demokratlaşan devrimci muhalefet, bugün böylesi geri bir noktaya gelinmesine sebep olmuştur. Geçtiğimiz yıllarda
yapılan Ordu karayolunun saatlerce trafiğe
kapatılmasıyla gündeme oturan fındık mitingi
de sadece ekonomik taleplerle sınırlı kaldığı için
bir sonuç getirmemiş, iktidara seçim manevrası
yapacak bir olanak sağlamıştır. Ekonomikdemokratik taleplerle politik mücadele ilişkisi
kurulmadığında yapılan eylemliliklerin de işlevi,
kitlenin biriken tepkisini boşaltan bir sigortaya
dönüşmektedir.
Ayrıca bölgede fındık sökümü için teşvik uygulanmaya çalışılmakta, fındığını söküp getirenlere üç yıl süreyle ücret ödeneceği ifade edilmektedir. Böylelikle üretim kültürünü de yok edecek,
onun yerine Karadeniz’e gözünü diken tekellerin
önünü açacak uygun zemin hazırlanmaktadır.
Fındık toplamak için bölgeye gelen mevsimlik işçilerin yaşadıkları ise ayrı bir sorun
oluşturmaktadır. Genel olarak mevsimlik
işçiler Doğu ve Güneydoğu’dan gelen işçilerden
oluşmaktadır. Yerel devlet erkanının etnik kimliklerinden ötürü bu yıl bölgeye kürt işçileri
almama gibi bir tavır içine girmesi bölgedeki
demokratik muhalefetin tepkisiyle karşılaştı
ve geri adım atıldı. Ancak bölgede mevsimlik işçilerin yaşam koşulları ağır. Uzun çalışma
süresine bir bölümü işçilerin başındaki kişiyle
paylaşılan 25 TL eklenince kölelik koşullarında
bir yaşam oluşuyor. Aynı zamanda sağlıksız
koşullarda kalmaları da madalyonun diğer
yüzü.
Tekeller Bölgeye Göz Dikti: HES’ler ve Maden
Arama Projeleri
Bölgenin doğal güzellikleri gerçekten insanı
büyülüyor ve insan kendini beton yığınlarının
uzağında kendi doğasına daha yakın buluyor.
Gerçekten hiçbir hırs ve kaygı taşımadan halkça
bakan ezilen kesimlerin Karadeniz’de gördüğü
bu tabloya bakan “müteşebbis”ler ise aynı şeyi
görmüyor. Tekellerin Karadeniz’e baktığında
gördüğü şey doğanın değil, doların yeşili
olmaktadır.
Bölgede çok ciddi anlamda doğal, el değmemiş
kaynak suları bulunmaktadır. Türkiye’nin doğal
su bakımından en zengin bölgesi olan Karadeniz, bugün ülkenin enerji ihtiyacını karşılayacağız
gerekçesi ile binlerce HES (Hidro Elektrik
Santralleri) yapımıyla karşı kaşıya. Türkiye’de
bugün 2500 adet HES yapımı kararlaştırılmış
ve bunların 1600’üne ruhsat çıkmış ve yapımına
başlanmış durumdadır. Ancak belirtildiği gibi
HES’lerin arka planında amaçlanan şey elektrik
enerjisi değildir. Bütün projeler gerçekleştirilip %
30
100 kapasiteyle de çalışsa
Türkiye’nin
elektrik
ihtiyacının ancak % 5’ini
karşıladığı görülecektir.
Elektrik
Piyasası
Kanunu’na bakıldığında
asıl amaçlanan ortaya
çıkmaktadır.
Kanun
HES’ler üzerinden 49
yıllığına bölgedeki suyun kullanım hakkını
sermayeye vermektedir.
Birkaç yıl önce Türkiye’de
gerçekleşen Dünya Su
Forumu’nda Su Konseyi
Başkanı’nın açıklamaları
suyun tekeller için ne anlama geldiğini açıklıyor;
“İnsanlar su faturasına cep telefonu kadar ödeme
yapmaya razı olursa hiçbir sıkıntı kalmayacak.
İnsanlar cep telefonu kullanmadan da yaşabilirler,
ama su kullanmadan yaşayamazlar.”
Kısacası Karadeniz’deki HES’lerle bölgedeki
su kaynakları yataklarından borularla alınarak
tek elde toplanacak. Bu da gün geçtikçe bölgenin
iklimini, doğa yapısını, yeşilini, su kaynaklarının
beslediği canlıları ve bölge insanını olumsuz
etkileyecek. Ağaçlar kurudukça heyelan artacak, canlılar ölecek, toprak çölleşecek, insanlar
göçecek. Şimdi daha iyi anlaşılıyor Karadeniz sahil yolunun ne için yapıldığı; bir yandan tekeller
bölgeye rahat gelirken, bölge halkı da toprağını
bırakıp kentin yolunu “rahat bir şekilde” tutabilecek.
Aynı zamanda bölgeye yeraltı zenginlikleri
bakımından da yaklaşılıyor. Siyanürle altın arama projeleri hayata geçirilmeye çalışılıyor. Siyanürün taşı öğüten toprağa, suya geçerek kirleten
yönü de düşünüldüğünde, buna izin verildiği
oranda kanser vakalarının Karadeniz’de daha da
artacağı bir gerçek. HES yapımı ve maden arama
faaliyeti için yol açarken bile orman katliamı
gerçekleştiriliyor.
Bölge halkına yerel işbirlikçiler eliyle bu faaliyetler bir gelişme/kalkınma gibi yansıtılıyor. Bu
çarpıtmalar da hesaba katıldığında, bu saldırıları
bertaraf etmek çok ciddi bir çalışma gerektirmektedir.
Doğu Karadeniz tarafında HES ve Maden arama faaliyetlerine karşı, yaşanan tahribatlarla birlikte bölge halkı bilinçlenmeye başladı. Ve kendi
suyunu ve toprağını tekellere karşı savunmaya
başladı. Ordu bölgesinde henüz bu bilinçlenme
çalışması yeni yeni başlayacak gibi gözüküyor.
Bizler de gittiğimiz yerlerde HES’lerin ve Maden
arama faaliyetinin nelere sebep olacağını anlatmaya çalıştık.
Dünden Bugüne Devrimci Mirasın Güne
İzdüşümü
Bahçelerde fındık toplarken bölgenin devrimci dokusuna ilişkin bir tarihsel yolculuğa çıktık.
Fatsa ve Ünye Bölgesi geçmişte Mahirler’den bu
yana Devrimci Hareketin yoğun olduğu bölgeler
arasındaydı. Fatsa’da devrimcilerin örgütlü gücü
yerel yönetimi, yaptığı çalışmayla eline almış,
Terzi Fikri’yi de belediye başkanı yapmıştı.
Fatsa’da yapılan “Çamura son kampanyası”, karaborsayla ve tefecilerle yürütülen mücadele
devrimcileri çok güçlü bir hale getirmişti. Tabii
bugüne baktığımızda o günlerden çok uzak
bir noktada olunduğu görülmekte, fakat biz
gençler açısından geçmiş mücadele pratiklerinden öğrenilebilecek çok şey var. Halkla kurulan ilişkilerden bölgedeki askeri faaliyete kadar,
12 Eylül sonrası yaşanan dağılmadan kaynaklı
aktarılamayan pek çok pratik mevcut.
21 Haziran 1984 tarihinde Necmettin Karagülle, Habil İrgül ve İbrahim Levent, Ana
Gerilla Birliği’ne bağlı olarak faaliyet yürütürken
Ünye’nin Çiğdem Köyü’nde kaldıkları bir evde
kuşatılıyorlar, devletin “Teslim ol” çağrısına
direnişle karşılık veriyorlar. Uzunca bir süre
çatıştıktan sonra helikopterlerden açılan ateş
sonucu şehit düşüyorlar. Üçü de bölgede sa-
31
hiplenilen, çok sevilen devrimciler. 12 Eylül
sonrası faşizme karşı direnişin temel olduğunu
ifade eden bir pratiği ortaya koyuyorlar. 1980’de
İbrahim Levent’in ailesine yazdığı mektubunun şu satırları bile bugünün “AKP karşıtlığına
inen devrimciliğine” cevap niteliği taşıyor; (...)
“Canım kardeşim, sen neler yapıyorsun? Köyde
işler iyice kızışmıştır. Ama sorunun AP-CHP sorunu olmadığını kavratmak gerekir. Yani sorunun
bu düzen olduğunu; sorunun Amerikan emperyalizmi olduğunu ve bu zamlardan kurtulmanın
yolunun bu düzenden kurtulmak olduğunu kavratmak gerekir.”
İlhan Durmuş, Cavit Kaya ve iki yoldaşı
Fatsa’nın Kılıçlı köyü yakınlarında 13 Kasım
1983 günü çatışmaya giriyorlar. Cavit ve İlhan
şehit düşerken yoldaşları yaralı yakalanıyor. İkisi
de hareket içinde çalışma yaptıkları bölgelerde
görevlerini eksiksiz yerine getiriyorlar. Ayrıca
İlhan, Kılıçlı Köyü’nden. Yörede çok sevilen bir
devrimci. Kılıçlı’da Dev-Genç olarak mezarını
da ziyaret ettik. 12 Eylül’e karşı uzunca bir süre
siyasi faaliyetlerini sürdürmüş bu yoldaşların
da pratiklerinden öğrenilecek çok şey var. Cavit Kaya kır faaliyetini sürdürürken askerlerin
onu fark ettiğini ve operasyona başladıklarını
anlıyor. Köyün camisinde uygun bir yere gizleniyor. Askerler de tesadüfen camiye gelip karakol
kuruyorlar. Bir hafta boyunca bölgede operasyon yapıyorlar. Cavit de onlar camiden gidene
kadar gizlendiği yerden çıkmıyor. Aç ve susuz
kaldığı yerde inanılmaz bir direnç gösteriyor.
Bugün insanların en küçük bir devrimci pratikte
disiplinsizliğe düştüğü düşünüldüğünde Cavit’in
kişiliği olması gereken açısından öğretici bir
örnektir.
Daha nice örnekler var; Ahmet Sakin, Ahmet
Gürler, Ayhan Eskici, Sebahattin Demir -dörtler- 15 Aralık 1980’de Kumru-Ericek Yaylası’nda
kuşatmayı yarmaya çalışırken şehit düşüyorlar.
Anılarına Karadeniz türküsü yazılıyor, dilden
dile söyleniyor. Çatışma uzunca sürüyor. Ayhan Eskici kuşatmayı yarıyor ve dereye ulaşıyor.
Yoldaşlarının ölümüne neden olan askerlerin
arasındaki faşist muhbirleri vuruyor. Biri ölüyor, diğeri yaralanıyor. Kan kaybından baygın
düşünce de yakalanıyor. Kısa bir süre sonra şehit
düşüyor. Ayhan yoldaş yoldaşça sahiplenmenin
ne demek olduğunu canı pahasına gösteriyor,
hesap sorma bilincinin gerekliliğini ortaya koyuyor. Bölgede fındık toplarken Ahmet Sakin’in
mezarını da ziyaret ettik.
İhsan Abdi Önal, Kadir Aksoy, Fikri Sönmez,
Ayşe Makar, Özgüç Tuncay ve daha niceleri...
Geçmişten bugüne baktığımızda tertemiz bir
sayfa gibi yaşamlarıyla tüm yoldaşlar, mücadeleyi yükseltmek için ne yapılması gerektiğini
bize anlatmaktadır. Sevdaların kan kızılı
coşkunluklarla örüldüğü bir çağdan günümüzde
yaşamın ilmeklerine inen faşizme karşı direnmenin izdüşümlerini çıkarıyoruz. Ordu çalışması
bu yanıyla da bizler için bir ders niteliğindeydi.
Sonuç Olarak...
Karadeniz’in hırçın mavisine umutlarımızı,
gök gözlü yıldız kayması gecelerine düşlerimizi
saldık. Bu yıl geçen yıla oranla daha planlı bir
çalışma programı içinde hareket ettik. Geçen
yılın acemilikleri deneyime dönüştü. Kendini
toprağında tanımaya çalışan bir tohum gibi
çalıştık halkımızın yanında. Emeğin değerini,
sevginin güzelliğini tattık. Bölgenin sorunlarını
tespit ederken kendi sorunlarımıza çareler
bulduk. Halkın içinde halkça mütevazi bir
devrimcilik, belki de bugün gençlik alanında beliren birbiriyle yarış mantığına panzehir olacak
bir öneme sahip.
Gelecek yıla daha çok sayıda bölgeye ve
daha kalabalık gelmeyi önümüze hedef koyduk. Çantamıza umut doldurup yola koyulduk.
Yeni yeni hedeflere yelken açacak gemilere
rüzgar tuttuk nefesimizi. Sesimizi daha çok
yoldaşa ulaştırmak için şarkı tuttuk. Dağların
doruklarında ,kartal yuvalarında yattık. Gidenlerimizin ayak izlerinde emekliyoruz şimdi.
Yürümeye gün sayıyoruz.
Alnımızın terinde onurlu bir yorgunluk
olduğunda akşamların kızıllığı. Ve sabahlar
dostlukla paylaşılan bir parça somun olduğunda.
Bir şarkının notalarıyla uyumlu hale gelecek
tüm enstrümanlar. Göğümüzde baharın kokusuyla açacak papatyalar. Yüreğini sevgiden yana
yakanların ayaklarına dolanmayacak ayrık otları.
Soluğumuz elma kokacak. Farklı tatlarıyla duygular, doyuracak fast-food sevgisizliklerimizi.
Dallara yürüyen suda bulacak yaşam soluğunu.
Özgürlük tüm renklerin toplamında bir renk
olacak. Yeni doğan tüm tomurcukları insanlığın
rengini ondan alacak. Doğa deşilen bir karın
olmaktan çıkacak, ana rahminin üretkenliğiyle
buluşacak. Evren maddenin zamanla dansında
yeni dünyalar yaratacak.
32

Benzer belgeler

liseli dev-genç`ten

liseli dev-genç`ten Dinlenecek zaman yok. En güzel koşunun ilk yüz metresini koşan Denizler gibi çoşkuyla, bedeniyle direnç çiçeğine dönüşen İbolar gibi sabırla, Kızıldere’de el ele özgür yarınlara kendilerini feda ed...

Detaylı

gençlik, öğrenci gençlik, köylü gençlik ve hepsinden önce işçi

gençlik, öğrenci gençlik, köylü gençlik ve hepsinden önce işçi sonuçları açıklandı. Daha önceki sınavlarda birincilerin bile tüm soruları doğru yanıtlayamadığı sınavda, tüm soruları doğru yanıtlayan yaklaşık 500’e yakın birinci çıktı. Ayrıca binlerce kişinin m...

Detaylı