71.sayıya ulaşmak için tıklayınız

Transkript

71.sayıya ulaşmak için tıklayınız
HKP’nin Hikmet Kıvılcımlı
Usta’yı anma toplatısından:
6’da
Asgari Ücrette
ortaoyununa devam...
7’de
2’de
Maraş Katliamı
insanlık suçudur!
Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013
Siyasi Gazete
Partimiz, “Ergenekon Davası”
Tutsağı Devrimci Gazeteci
Merdan Yanardağ’la Devrimci
Dayanışmasını sürdürüyor
www.kurtulusyolu.org
1 TL
8’de
Kara deryalarda bir
fenersin...
Türkiye Devrimi’nin Önderi, ömrünün 22,5 yılını cezaevlerinde geçiren, Türkiye orijinalitesini inceleyip
devrimci teori alanında onlarca eser
yazan ve yakalandığı kanser illetine,
geçirdiği onlarca ameliyata rağmen
son nefesine kadar Devrimci Kavgadan bir an geri durmayan Hikmet Kıvılcımlı’yı Halkın Kurtuluş Partisi
bedence aramızdan ayrılışının 42’nci
yıldönümünde Türkan Saylan Kültür
Merkezi’nde gerçekleştirdiği salon
toplantısıyla 3 Kasım’da andı. Etkinlikte HKP Genel Başkanı Nurullah
Ankut Yoldaş’ın konuşmasını yayımlıyoruz.
Haramilerin saltanatını
yıkacağız!
Han-ı yağma
Verir zavallı memleket, verir ne varsa; malını,
Varlığını, hayatını, umudunu, hayalini,
Tüm olanca rahatını, olanca gönül balını,
Hemen yutun, düşünmeyin haramını, helalini…
Yiyin, efendiler yiyin; bu han-ı iştiha sizin,
Doyuncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin!
15’te
Tevfik Fikret
Unutmak
mümkün mü?
5’te
Türk Ceza
Muhakemesi
sistemimizin
“yeni” aktörlüğü:
İdeolojik Savcılık
Çay, simit
ve ayakkabı
kutusundaki milyon
dolarlar
6’da
13’te
Burnunun dikine
giden Tayyip
ve ar damarı
çatlayanlar
16’da
Sağlık’ta son perde…
B
A
KP hükümeti sağlık alanını, allak bullak etmeye
devam ediyor. Yeni hazırlanan ve kamuoyunda
daha çok “Tam Gün Yasası” olarak bilinen
“Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve
Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname
ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”, kısaca “Sağlık Torba Tasarısı” şimdi
Mecliste. Kanunun ilk 40 maddesi görüşüldü. Bütçe görüşmeleri nedeniyle, bu kanun tasarısının görüşmeleri ertelendi.
Bu yasa ile Bakanlar Kuruluna eğitim ve araştırma
hastanelerindeki akademisyenler ve eğitim görevlilerinin
% 50’sini özel hastanelere kiralama, pazarlama hakkı tanınıyor. Profesör ve doçentlere özel hastanelerde de olsa
tanıdığı ikinci işte çalışma hakkını, kamuda görevli diğer
uzman ve pratisyen hekimlere tanımıyor. Hacamatçıya,
sülükçüye sertifika zorunluluğu getirilirken, işçi sağlığı
ile ilgili alanda işyeri hekimliğinde sertifika zorunluluğu
İstanbul’da vurguna,
yağmaya, talana
geçit yok!
T
ayyipgiller’in din kisvesi altında gerçekleştirdiği
vurgunların, soygunların iyice ayyuka çıktığı bu günlerde halkımızın Gezi İsyanı’mızla artan öfkesi daha
da şiddetlendi. Şanlı Gezi Direnişi’mizden sonra halklarımızın gözünde inandırıcılığını zaten iyiden iyiye kaybeden
Tayyipgiller’in hırsızlığına, vurgunculuğuna tepki olarak ülkemizin dört bir yanında eylemler yapılıyor, tüyü bitmemiş
yetim hakkı yiyen Tayyipgiller’den hesap soruluyor.
İstanbul’da da 22 Aralık günü birçok dernek, sendika ve
siyasi partinin katılımıyla “İstanbul Biziz, İstanbul Bizim” mitingi gerçekleştirildi. Her ne kadar mitingin ana te-
6’da
Başyazı
14’te
Yolun sonuna
geldin usta(!)
u üçüncü dönemim, ustalık
dönemim, dedin ya; doğru
söyledin. Biliyorsun sen çok
ender doğru konuşursun. Evet, gerçekten ustalaştın artık. Gerçi eskiden
de çok becerikliydin ama… Yani belediye başkanlığın döneminde... Fakat o zamanki vurduklarını bugünkülerle kıyaslarsak devede kulak kalır.
Yalnızca kendin ustalaşmadın.
Tüm bakanların,
milletvekillerin, il,
ilçe yöneticilerin
hatta bucak yöneticilerine varıncaya dek hepsini de
ustalaştırdın. Hepsine kamu mallarını vurmanın, yağmalamanın, rüşvetin, komisyonun,
hırsızlığın, ihaleye fesat karıştırmanın yani bilumum yüz kızartıcı suçların en ince, en ileri tekniklerini İblisin bile aklına gelemeyecek yollarını, yöntemlerini öğrettin. Doğrusu,
muazzam bir takım kaptanısın. Senin gibisi gelmedi gerçekten de
Cumhuriyet Tarihi boyunca bu ülkeye. Menderes’ler, Demirel’ler,
Özal’lar döneminin vurguncuları
sizlerin yanında çırak kalır. Görevden aldığın Deniz Feneri Savcısı Abdulvahap Yaren senin için “Hırsızlar İmparatoru” derken olağanüstü
doğru bir tanımlama yapmıştı. Gerçekten de sen en büyük hırsızlar çetesinin şefisin. Onları bugüne dek
hep sen yönettin.
Hatta şamaroğlanlarını yönetir gibi.
Kimisine sövdün,
bu işlerde yaptıkları hatalardan dolayı, kimisini de
(üçünü de) şaplakladın.
Karagöz
Oyunu’nda Karagöz’ün Hacivat’ı
tokatladığı gibi.
Bu şamaroğlanlarının en medyatiği Suat Kılıç, değil
mi? Burjuva medyası bile “tokat
manyağına” çıkardı onun adını. O
ise her şamaroğlanı gibi, hiçbir şey
olmamış havalarında ortalıkta dolaşıyor.
7’de
2
Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013
Kurtuluş Partisi’nden
Tayyip halkından korkmaya devam ediyor!
B
inlerce korumasıyla gittiği her yerde halkı canından bezdiren Tayyip,
13 Aralık 2013 günü İzmir’de de
hayatı durdurarak insanlara zulmetti.
Mahkemeden önceden aldıkları arama
kararı ile işinde gücünde olan, yolda yürüyen insanlara, gençlere kimlik sordular, üst
araması yaptılar. Tayyip’in geçeceği güzergâhlardaki yolları kapattılar. Öyle ki herhangi bir trafik sorunu olmayan ve hız sınırının 120-130 km olduğu Otoyolları dahi
kapattılar. Belli noktalara keskin nişancılar
yerleştirdiler. Tüm güzergâh boyunca yollara iki taraflı olarak nöbetçi polisleri dizdiler. Potansiyel tehlike gördükleri siyasi
parti, dernek vb. kuruluşların önlerine Tayyip İzmir’den ayrılana kadar çevik kuvvet
arabalarını yerleştirdiler. Velhasıl Tayyip
gidene kadar uçan kuştan, esen yelden kuşkulandılar. Aman “başbakanımıza” (pardon
padişahımıza) bir şey olmasın diye…
13 Aralık günü Tayyip İzmir’den ayrılana kadar HKP İzmir İl Binasının önünde
de bir araba çevik kuvvet polisi nöbet tuttu.
Polis arabası Parti binasının önünde konuşlandığında, İl Başkanımız telefonla İzmir
Emniyet Müdürlüğünü aradı. Bu ekibin niye yerleştirildiğini sordu ve “dört yıl önce
de söylemiştim ve korumalarının saldırısına uğramıştım, şimdi de söylüyorum baş-
H
bakan hâlâ halkından korkmaya devam
ediyor, halka böylesine zulüm yapmayın,
yeter” dedi.
Hatırlanacağı gibi, 2009 yılı Ekim
ayında da AKP İl Binasının açılışını yapmak üzere İzmir’e gelen Tayyip için yine
benzer önlemler alınmış, yollar sokaklar
kapatılmış, insanlar arama taramadan geçirilmişti. AKP İl Binası ile aynı caddede bürosu bulunan İl Başkanımız Tayyip’i protesto etmişti. Ardından Tayyip’in korumaları tarafından bürosu basılmış ve tartaklanmıştı. Bu saldırı nedeniyle koruma müdürü ve üç
koruma yargılanmış
ceza almışlardı.
Sonuç olarak,
huylu
huyundan
vazgeçmiyor. Tayyip Efendi ikide bir
ülkenin % 50’sinin
desteğine sahip olduğunu söylüyor,
ama her gittiği yerde insanlara yaşamı
zindan ediyor. Bunlar, gösteriş için gittikleri camilerdeki
halkı da aramadan
geçirterek Allah’la
kandırdıkları bu insanlarımıza dahi eziyet
etmekten çekinmemektedirler. Hopa’da
Metin Lokumcu’nu öldürülmesi de bu diktatör bozuntusunun sözde güvenliği için
değil miydi?
Yine ülkenin her bir yerinde, “aman
başbakan görmesin” diye afişlerin üzerleri
dahi kapatılmakta. Trakya gezisinde olduğu gibi insanlar pazara dahi gidememektedir.
Kendisini ülkenin tek hâkimi olarak gören birisinin halktan korkusunu gizleyememesini anlıyoruz. Özellikle Gezi Direnişi’nden sonra bu korku iyice zirve yapmıştır. Ama korkunun ecele faydası yoktur.
Tayyip’in de sonu gelmiştir, gidicidir.
İzmir’den Kurtuluş Partililer
Maraş Katliamı insanlık suçudur!
İnsanlığa karşı işlenen suçlar unutulamaz!
Affedilemez!
Bundan 35 yıl önce “komünistler camiyi bombaladı” yalanını ortaya atıp, bu insanlık dışı
katliamı gerçekleştirenlerle, bugün büyük Gezi Halk İsyanı’nda “camide içki içtiler, türbanlı bacılarımızı taciz ettiler” yalanını söyleyen Tayyip arasında aradan geçen 35 yıl hariç hiçbir
fark yoktur.
B
undan 35 yıl önce Maraş’ta yaşanan katliamı gerçekleştirenlerle
Tayyipgiller arasındaki tek fark
aradan geçen 35 yıldır.
Bundan 35 yıl önce “komünistler camiyi bombaladı” yalanını ortaya atıp, bu
insanlık dışı katliamı gerçekleştirenlerle,
bugün büyük Gezi Halk İsyanı’nda “camide içki içtiler, türbanlı bacılarımızı taciz
ettiler” yalanını söyleyen Tayyip arasında
gilerle silahlandırılmaktadırlar. Bu alçaklar ordusunu da Tayyipgiller beslemekte ve
desteklemektedir. Ve bugün bu alçaklar ordusu tarafından yapılan akıl almaz katliamların Maraş Katliamı’ndan hiçbir farkı
yoktur. Çünkü bunların zihniyeti aynıdır.
Yıllardır söylediğimiz gibi bunlar CIA
Müslümanıdır.
Ve yine halkımızın destansı Büyük
Gezi Halk İsyanı’nda gençlerimizi katle-
aradan geçen 35 yıl hariç hiçbir fark yoktur.
Maraş Katliamı’nda yüzlerce insanımız, kadın-erkek, genç-yaşlı, çocuk-kadın
demeden vahşice katledildi. İşte onun içindir ki bu bir insanlık suçudur ve insanlığa
karşı işlenen suçlar ne affedilir ne de unutulur. Tıpkı bugün Suriye’de olduğu gibi…
Ve bugün Suriye’de AB-D Emperyalistlerinin tetikçiliğini yapan alçaklardan
derleşik ÖSO adlı çapulcular, El Kaideciler, El Nusracılar vb.leri, benzer katliamları Alevilere karşı uygulamaktadırlar. Ve
ne yazık ki bunlar bizim ödediğimiz ver-
den, yüzlercesinde onulmaz yaralar bırakan da aynı zihniyettir. Halklarımızın
Ortaçağcı gericiliğe karşı haklı ve meşru
isyanı bunların yüreğine korku salmıştı ve
o korkuları hâlâ devam ediyor. Onun içindir ki Tayyip gittiği her yerde binlerce korumayla önlem alıyor. Yani bunlar
yaptıkları ihanetlerin büyüklüğünü bildikleri için korkuları da o kadar büyük oluyor.
Maraş Katliamı’nı da yerli-yabancı Parababaları halkın yükselen devrimci mücadelesinden korktukları için CIA-MHP
işbirliğiyle tezgâhladılar. Böyle bir vahşetin altına imza attılar.
HKP’den Antalya’da seminer
alkın Kurtuluş Partisi Antalya İl Örgütü olarak, 22
Aralık Pazar günü “Ortaçağcı İrtica, Türkiye ve Tayyip- leştirdik.
Seminerimize HKP MYK üyesi
giller” konulu bir seminer gerçekve aynı zamanda İzmir İl Başkanı
Tacettin Çolak Yoldaş’ımız konuşmacı olarak katıldı.
Tacettin Çolak Yoldaş’ımız konuşmasında ülkemizin, AB-D Emperyalizmi ve onların bugünkü
uşakları Tayyipgiller eliyle Ortaçağın karanlığına sürüklendiğini dillendirdi. Halkımızın, “din” adı altında kandırıldığını ve Tayyipgil-
ler’in yapmış oldukları namussuzlukları göremediklerini aktardı.
Yoldaş’ımız, Tayyipgiller’in
kökeninde var olan hırsızlıkların,
yolsuzlukların son günlerdeki olaylarla iyice kanıtlandığını söyledi.
Tayyipgiller’in yıllardır hırsızlık
yaptığını ama bu şekilde açığa çıkmadığını sözlerine ekledi. Ortaya
çıkmasının nedeninin ise Tayyipgiller şürekâsı ile Fetullah Gülen
Cemaati arasındaki çatışmadan
kaynaklandığını bizlere aktardı.
Her ne kadar ülkemizi yönetenler AB-D Emperyalistleri ve onların yerli işbirlikçileri olsa da bu
olayın elbet bir gün değişeceğini ve
bunun en büyük göstergesinin Haziran ayında gerçekleşen Büyük
Gezi İsyanı olduğunu söyledi.
Yoldaş’ımız sözlerini bitirirken
görevimizin çok büyük olduğunu
ve yapmamız gerekenin halkımızı
örgütlemek olduğunu söyledi.
Bizler Halkın Kurtuluş Partisi
olarak diyoruz ki; kazanan eninde
sonunda halklar olacaktır!
Hep dediğimiz gibi, bu kan emicilerin
siyasi genetik şifreleri, insanlığın çektiği
acılar, yokluklar üzerine kurulu. Onların
siyasi genetik şifreleri, Dehak’lar, Muaviye’ler, Yezit’ler, Hitler’ler, Mussolini’ler,
Obama’lar tarafından oluşturuldu.
Bizim siyasi genetik şifremiz, insan
sevgisi üzerine kurulu. Bizim siyasi genetik şifremiz, Hacı Bektaş’lar, Spartaküs’ler, Kawa’lar, Şeyh Bedreddin’ler, Pir
Sultan’lar, Hallacı Mansur’lar, Nesimi’ler,
Hikmet Kıvılcımlı’lar, Deniz Gezmişler,
Mahir Çayanlar tarafından oluşturuldu.
O yüzden biz kazanmak zorundayız.
İnsanlık tarihi kanıtlamıştır ki, Örgütlü
Halklar Yenilmez!
Zafer her zaman, İnsanlığın Kurtuluşu
için mücadele edenlerin olmuştur. İnsanlığın Kurtuluşu için kendilerini feda eden
devrimciler de, hep insanlığın gönlünde,
bilincinde yaşamaya devam etmektedirler.
Kaybedenler ve kaybedecek olanlar da
insanlığa çektirdikleri acılarla beslenen sömürgenlerdir. Onlar yok olmaya mahkûmdur. Bugün için bu sömürgenler AB-D
Emperyalistleri ve yerli ortaklarıdır. İnsanlık eninde sonunda bu kan emici keneleri ortadan kaldıracaktır.
Yeni Maraş’lar, Sivas’lar yaşamak istemiyorsak; bu topraklarda, tıpkı Birinci
Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızda olduğu gibi,
Büyük Gezi Halk İsyanı’mızdan aldığımız
güçle, halkımızla, onun bir parçası olan
Bilim İnsanlarımızla, Aydınlarımızla, Ordu
Gençliği’mizle ve bin yıldan beri birlikte
yaşadığımız Kürt kardeşlerimizle omuz
omuza vererek, AB-D uşağı hainler cephesini yenilgiye uğratmak zorundayız.
24.12.2013
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Halkız Haklıyız Kazanacağız!
Antalya’dan
Kurtuluş Partililer
Selam Olsun Bizden Önce Geçene!
Selam Olsun Savaşırken Düşene!
Yol ver ölüm
Çök yıkıl ey mezar
Bak Devrim dev gibi dimdik
İnsan ateştir, yanarken yakar
Bomba patlarsa açılır gedik
Doğan Terlemez
1956/16.12.1976
Hamdi Yılmaz
1959/30.11.1996
Kemal Gençer
1965/11.12.2004
Orhan Melek Demiröz
1946/06.11.1987
ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli
Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Kubilay Akçay
internet: www.kurtulusyolu.org
Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. Otohan No: 43/129 Fatih-İSTANBULBasıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah.
Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 e-posta: [email protected]
Tel-Faks: (0212) 512 43 95
3
Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013
HKP Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı:
Ekonomide, politikada yalanlar, gerçekler…
(III)
Halkın Kurtuluş Partisi Konya İl Örgütü’nün 6 Ekim’de
düzenlediği “Güncel Meseleler ve Görevlerimiz” başlıklı panelde
konuşan HKP Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı AKP
Hükümetinin siyaset ve ekonomide halka nasıl yalan söylediğini
anlattı. Geçen sayıda yayımlanan söyleşinin üçüncü bölümünü
aynen yayımlıyoruz:
cal Kapımızı Nasıl Çalıyor?” adlı eserinKimyasal-silah üreten de
satan da emperyalistlerdir de, kimyasal silah meselesini ve Atom, BiBu tablo karşısında Parababaları ve
Tayyipgiller iktidarı ne yapıyorlar?
Bu dertlerimiz, bu sıkıntılarımız yetmezmiş gibi bir de bizi kardeş halklarla
karşı karşıya getiriyorlar. Suriye’de bir savaş var ve Suriye sınırları allak bullak. Türkiye’nin Suriye’yle sınırları denetim, kontrol altında mı?
Hayır. Suriye rejimine karşı çıkan, onu
devirmek isteyen ve kendilerini “cihatçı”
olarak adlandıran El Nusra’dır, El Kaide’dir, Irak Şam İslam Devleti’dir, yani insan isimlerini hatırlayamıyor bir anda, bin-
den fazla örgüt Suriye sınırlarımızda. Her
biri bir köy, bir kasabada egemenlik kurmuş durumda ve sınırlarımız delik deşik.
Suriye konusunda son bir iki ayın en
önemli olayı neydi?
Muta diye bir bölgede, Şam’ın yakın
bölgesinde, Esad yönetiminin kimyasal silah kullandığı iddiasıydı. Bunun üzerine de
Amerika ve Fransa başta olmak üzere, NATO ülkeleri Suriye’yi vuracaklardı. Ana
tesislerini, üslerini vuracaklardı. Suriye Ordusu’nu kımıldayamaz hale getirecekler ve
bizim iktidarın çabalarıyla da, cihatçılar
aracılığıyla Suriye Yönetimi devrilecekti.
Ama Rusya bir manevra yaptı ve Suriye
yönetimi kimyasal silah kullanmadı, kanıtlar bunu gösteriyor ve Suriye yönetimi
kimyasal silahlarını da teslim etmeye hazır,
dedi. Suriye yönetimi de açıklama yaparak,
evet buna hazırız, dedi. Çünkü biz kimyasal silah kullanmadık, kullanmayız, dedi.
ABD Başkanı Obama, müdahale düşüncesini önce Kongre’ye götürmek zorunda
kaldı. Tek başıma bu kararı alamam falan
dedi, cesaret etmedi, edemedi. Sonuçça
Rusya’nın bu önerisine dört elle sarıldı. Yani ABD, yaşadığı bozgunlardan sonra,
Irak’ta, Libya’da ve Afganistan’daki karşılaştığı, yaşadığı bozgunlardan sonra, Suriye’ye kendisi girmek istemedi. Çünkü
Amerikan Halkı bu savaşa karşı, arkadaşlar. O yüzden de Obama yönetimi Irak’taki
gibi aktif, sıcak bir savaşa girişemiyor. Ne
yapıyor?
Maşalar, taşeronlar kullanıyor; başta
Tayyipgiller’i kullanıyor.
Tayyipgiller de bu işe teşne. Dışişleri
Bakanı Davutoğlu’nun, Suriye’ye müdahale konusunda açıklaması aynen şöyle:
“Hangi tür koalisyon olursa olsun girmeye hazırız”.
Yeter ki Suriye’ye girelim, yaklaşımları bu…
Peki, kimyasal silah konusunda gerçekler ne? Kimyasal silah üreticileri kimler?
Hangi ülkeler? Satıcıları ve en büyük depolayıcıları kimler? Bunlara bakacağız, değil mi? Kimyasal silahlar kullanılıyorsa,
bir de üretenler var, bakalım bunları kim
üretiyor?
Dünyada 5-6 tane kimyasal silah üreticisi ülke var. Bunlar; ABD, İsrail, İngiltere,
Fransa, Rusya, Hindistan ve Almanya. Ancak Almanya’yı saymıyorlar dikkatinizi çekerim. Almanya’nın adı gazetelerde, kitaplarda ve internette kimyasal silah üreticisi
olarak geçmiyor. Niye?
İkinci Emperyalist Evren Savaşı’ndan
sonra Almanya’nın kimyasal silah üretmesi yasaklandı. Kâğıt üstünde Almanya kimyasal silah üretmiyor, dolayısıyla da ülkeler sayılırken adı geçmiyor.
Rusya ve Hindistan’ı dışında tutarsak,
tamamı Batılı emperyalist ülkelerdir. Emperyalistin de ağababası ülkeler. Usta’mız
Hikmet Kıvılcımlı (11 Ekim biliyorsunuz
aramazdan bedence ayrılışının yıldönümü.
Anacağız hem mezarı başında, hem salon
toplantısıyla), 1970 yılında yazdığı “Dec-
yolojik, Kimyasal (ABC) silah üreticisi ülkeleri inceliyor.
“Bizzat Almanya toprakları üzerinde
altmış yılları başından beri güdülen B-C
(Mikrop-Kimya) araştırmaları öylesine
hızlandı ki, şimdi Almanlar, Birleşik
Amerika Devletleri olmaksızın da kendi
B-C silahlarını örgütleyecek kabiliyete
ulaşmış bulunuyorlar. Son Ocak ayı, Batı Almanya Televizyonu’nun “ufaltarak”
andığı rakamlara göre, bu işe, 85 araştırma, girişim ve şirket katılmıştır. Bu
işin genel güdümü Batı Almanya Savun-
ma Bakanlığının askercil malzeme departmanınca sağlanmaktadır. Bu güdüm “ABC ÇALIŞMA GRUBU” denilen ve Bundeswehr’in Kamu teşkilatlarının, sanayi Şirketlerinin katılımları ile
gerçekleşen özel işbirliği merkezinin yaratılmasına başlangıç olmuştur.
“Bu ÇALIŞMA, her ne denli Kimyacıl ve Mikropçul savaşa karşı korunmak
altında gizleniyorsa da sırf ve yalnız incelenen cevherlerin aşırıdan aşırı bulunuşu bile ispatlıyor ki orada büsbütün,
yepyeni savaş araçları yaratılmaktadır.”
(agy, s. 31)
Yani burada altını çizdiğim çok yer var
ama vaktinizi almak istemiyorum. Usta bu
kitabında, Batılı ülkelerin ve Almanya’nın
nasıl kimyasal ve nükleer silah ürettiklerini, geri ülkelerde, özellikle de bizim gibi
ülkelerde nasıl depoladıklarını anlatıyor.
5 Eylül tarihli Milliyet’te Doğan Heper
yazıyor:
“Dışişleri Bakanı Davutoğlu Türkiye’de Nükleer silah bulunmadığını söyledi.
“MHP Kocaeli milletvekili Lütfü
Türkkan yazılı bir soru önergesi vererek
New York Times gazetesindeki iddiaları
meclise taşıdı. ABD’nin Avrupa da 180
kadar B61 tipi bomba bulundurduğuna
yönelik iddiaları anımsatan Türkkan,
bu bombaların Belçika, Almanya, Hollanda ve Türkiye’de bulunduğu yönündeki haberlerin doğruluğunu sordu.”
Davutoğlu da cevap olarak, “Türkiye’de Nükleer silah bulunmuyor”, demiş.
Peki, Adana’daki İncirlik Üssü’nde bulunan nükleer silahlar ne? Ya da Diyarbakır
Pirinçlik’te bulunan silahlar ne?..
Şimdi Usta’mızı okumaya devam ediyorum:
“(…) Kimya silahlarının büyük bölümü Amerikalılarca Avrupa’ya ve başka
yerlere topçu cephanesi, mermiler, koyverilip atılacak hazneler, sıkışık oksijen
yahut hava şişeleri kılığında gönderilmiştir. (Yani kimyasal silah, biyolojik silah
gönderiyorum demiyor. Mermi, hazne diye
gönderiyorum, diyor. – Gürdal Çıngı) Bu
cephaneler ve malzemeler yalnız şifreli
markalarıyla ayırt edilebiliyordu. “REFORGER” manevraları sırasında, Birleşik Amerika Devletleri 7. Ordusu’nun
BAVYERA’da bulunan depoları, bir
“HAVA KÖPRÜSÜ” sayesinde, yığın, yığın Kimya silahları taşınarak bütünlendi. Bu gizli silahların görünür biçimleri:
105 ve 155 milimlik 8 pusluk top mermileri, 5 pusluk füze yivleri ve 45 tüplük
pus roket atıcı yivleri ve bu arada “LİTLE JOHN”, “HONEST JOHN” VE
“SERGEANT” füzelerinin yivleri oldu.”
(agy, s. 63)
Oysa gerçekte kimyasal ve biyolojik silahlar gönderilmiş.
Şimdi de tekrar Doğan Heper’in yazısına dönelim:
“Biz 24 ay askerlik yaptık. Bunun 6
ayı Yedeksubay Okulu’nda geçti.
“Benim dönemimde yedeksubay
okullarına yedek teğmenler hâkimdi.
Onlar beni de oyuna getirip okul 4’üncüsü yaptılar. Çünkü ilk 3’e girenler kura çekmez, istedikleri yere tayinleri çıkardı. O zamanlar haksızlıklara karşı
itirazdan korkuluyordu. Çünkü yedeksubay okulu öğrencisi er de çıkabiliyordu. Bizden önce de çıkanlar olmuştu.
“Ama hak onların ayağına dolandı
ve ben kura ile İstanbul’a geldim. Ve yerim “Dead 67” Amerikan üssüydü.
(Duydunuz mu böyle bir üs? Duymadık,
arkadaşlar. On yıllardır İstanbul’da oturuyorum, hepimiz gazete okuyor, televizyon
izliyoruz, belli yaşlara geldik İstanbul’da
“Dead 67” diye bir üssün varlığını duymadık ve bilmiyoruz. Ama tâ bunun gençliğinde böyle bir üs varmış. – G. Çıngı)
“Ve orada “nükleer bombalar” muhafaza edilirdi. Sevk edilirdi. Biz onlara
“atom bombası” derdik.
“Çok teferruat var ama şimdi yeri
değil.
“Bu bombalar nasıl saklanırdı, nasıl
nakledilirdi, nasıl havaalanına götürülürdü, onlar geçerken yollar nasıl kapatılırdı. Üssün kapısının önünden geçen
Genelkurmay Başkanı’nı içeri davet ettiğimiz halde girmemiş ve bize neler demişti, ABD’li subaylarla nasıl geçinirdik…
“Şimdi bunları geçelim ve o zaman
bizde nükleer bomba olduğunu ve bizim
işimizin (yani Türk Ordusu’nun işinin – G.
Çıngı) onlarla meşgul olmak olduğunu
kısaca söyleyelim.” (Doğan Heper, Milliyet, 5 Eylül 2013)
Yani aynen Kıvılcımlı’nın anlattıkların
anlatıyor. Bire bir uyuşuyor söyledikleri.
Ve Doğan Heper de o kadarını söyleyebiliyor. Çünkü Amerika, ne yapıyorsun,
neyi söylüyorsun, neyi ifşa ediyorsun? diyebilir. Şimdilik bu kadar söyleyebiliyor…
Gene Hikmet Kıvılcımlı bu kitapta ve
başka kitaplarında anlatır ki, bu üslere, Genelkurmay Başkanı dahil hiç kimse giremez. Şu anda İncirlik’in ve Pirinçlik’in
belli bölümlerine Genelkurmay Başkanı
dahil hiçbir Türk yetkilisinin girmesi mümkün değil. Biz orada sadece koruyuculuk
“Bütün emperyalist yağma
savaşlarında, talan savaşlarında ister Irak Savaşı’nda,
ister Libya Savaşı’nda, ister İspanya İç Savaşı’nda ister Kore
Savaşı’nda, ister Vietnam Savaşı’nda olsun; Dünyanın neresinde bir savaş varsa, büyük
emperyalist devletler yeni silahlarını ilk kez orada deniyorlar, orada sınıyorlar ve orada
geliştiriyorlar.
”
yapıyoruz, bekçilik yapıyoruz. Ne getiriyorlar, ne götürüyorlar, ne depoluyorlar
bunların hiçbirisini inanın bilmiyoruz, arkadaşlar. D. Heper de yukarıdaki aktarmamızda aynen bunu söylüyor gördüğümüz
gibi. Güya çağırmışlar da girmemiş… Giremedi diyemiyor tabiî… Ama bilinen şu
ki, ABD’nin nükleer silahlarının atom silahı diye adlandırılan silahlarının büyük bir
kısmı Türkiye’de.
Niye?
O zamanlar Sovyetler Birliği’ne, Sosyalizme karşı, şimdi İran’a, Suriye’ye ve
benzer ülkelere karşı. Ve şu anda da Rusya’ya karşı en çok Türkiye’de depolanmış
durumda ama bunlar bize bildirilmiyor. O
bombalar gerçek adlarıyla anılmıyor. Füze
yivleri vb. adlarla şifreleyerek, gizleyerek
topraklarımızı nükleer, kimyasal, biyolojik
silahlarla doldurmuş, donatmış durumdalar.
Bakın 2010 yılındaki bir haber şöyle:
“Türkiye’deki nükleer silahlar doğrulandı
“(…)
“ABD’nin Berlin Büyükelçiliği’ne ait
12 Kasım 2009 tarihli belgede ABD’nin
Almanya Büyükelçisi Philip D. Murphy,
ABD
Dışişleri
Bakanlığı müsteşarı Philip Gordon ile
Almanya’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı Christoph Heusgen’in görüşme kaydı
yer alıyor. Belgede, Almanya’da hükümet anlaşmasında yer alan, tüm nükleer
silahların kaldırılması planıyla ilgili konuşmalar bulunuyor.
“Merkel sıcak bakmıyor
“Heusgen, Almanya Başbakanı Angela Merkel’in bu plana sıcak bakmadığını ancak Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle’nin bu konuda ısrarcı olduğunu
söylüyor. Heusgen, “Rusya’da hâlâ binlercesi varken Almanya’dan 20 taktik
nükleer silahı tek taraflı olarak çekmenin anlamlı olmadığını”, iki tarafın da
aynı şeyi yapması gerektiğini belirtiyor.
“Türkiye ve zor durum
“Gordon da Almanya’nın bu silahları kaldırmadan önce olası sonuçlarını
göz önünde bulundurmasının önemli olduğunu söylüyor ve “Almanya ile birlikte Belçika ve Hollanda’dan da bu silahların geri çekilmesi halinde Türkiye için
kendininkileri tutmaya devam etmesinin
politik olarak çok zor olacağını” ekliyor.
“Bu dört ülkede ABD’nin nükleer silahları bulunduğu yönündeki söylentilerin doğrulanması anlamına gelen belgeye dün NATO’dan sert bir tepki geldi.
NATO Sözcüsü Oana Lungescu, bu belgenin sızdırılmasının “yasa dışı ve tehlikeli” olduğunu söyledi.” (Milliyet, 1 Aralık 2010)
Tepkiye bak!
Bu haber yalan. Söz konusu ülkelerde
asla nükleer silah yok, değil tepkisi NATO’nun. Ya ne?
Bu bilginin açıklanması “yasa dışı ve
tehlikeli”…
Daha ne desinler?..
Bu konuda bir haber daha:
“İstanbul’da 12 milyon kişi nükleer
bombanın üzerinde oturuyor”
Bunu söyleyen kim?
Emekli Büyükelçi Taner Baytok. Hürriyet Gazetesi’nden Zeynep Gürcanlı’ya 5
Nisan 2010 tarihinde verdiği röportajda
söylüyor bunu. Ayrıntıları var, çok somut
bilgiler var ama uzatmayalım…
Tarih tekerrür ediyor
Tekrar Suriye’ye dönersek…
AB-D Emperyalistleri, Suriye Yönetimi kimyasal silah kullandı diyerek saldırıya hazırlandı. Ama bu iddianın kaynağı da
yalancıymış:
“ABD’nin kimyasal silah kaynağı
sahtekârmış.
“ABD Dışişleri Bakanı John Keryy
ile Senatör John McCain’in Suriye’ye
saldırı bahanesine kaynaklık oluşturan
Suriye uzmanı Elizabeth O’Bagy sahtekâr çıktı. Savaş Araştırmaları Enstitüsü,
“savaş lobisi” için yalan haber üreten
Suriye uzmanını ihraç etti.”
Yalan haber üretiyor yani…
Ali Başkan: Irak’ta olduğu gibi.
Gürdal Çıngı Yoldaş: Aynen Irak’ta
olduğu gibi…
“Uzman sahtekâr çıktı
“ABD’nin Suriye’ye saldırı için ortaya attığı “delillerin” sahibi Suriye uzmanı Elizabeth O’Bagy sahte deliller ürettiği için çalıştığı Üniversiteden de kovuldu” (Yurt, 15 Eylül 2013)
İşte Ali Arkadaşın da hatırlattığı gibi,
Irak’ta da biliyorsunuz ana tezleri neydi?
Kitle İmha Silahları diyerek, Atom,
Biyolojik ve Kimyasal silah var (onlara
Kitle İmha Silahları deniyor biliyorsunuz.
Kitle İmha Silahları var) diyerek Irak’ı işgal ettiler. Oysa ortaya çıktı ve herkes de
biliyor ki artık, bir tek bile Kitle İmha Silahı çıkmadı Irak’ta. Ve sonradan da ABD
Dışişleri Bakanı Colin Powell itiraf etti ve
yalan haberdi ama o an için işimize geldi, o
yalanı devam ettirdik, dedi. İşte burada da
bu gazeteci onu anlatıyor, arkadaşlar:
“Powell’in Alnındaki Leke
“Bütün dünya izliyordu. Uzunca bir
masanın üstüne birtakım kamyon maketleri, tuhaf borular dizilmişti. 5 Şubat
2003’te BM Güvenlik Konseyi Salonu’nda düzenlenen bu büyük gösterinin
konuşmacısı ABD’nin Dışişleri Bakanı
Colin Powell’di ve Powell “kanıtları”
masanın üzerine dizmişti. (…)
“Amerikalılar Saddam’ı devirdiler,
Irak’ı kan gölüne çevirdiler (…)
“Peki BM Güvenlik Konseyi’nde sunum yapan Colin Powell’e ne oldu? Powell, Irak yakılıp yıkıldıktan sonra, BM
Güvenlik Konseyi’nde, Irak’ı kitle imha
silahları üretmekle, El Kaide’ye destek
vermekle suçladığı baştan aşağı yalan
konuşmasının, “yaşamında kara bir leke
olarak kalacağını” söyledi.” (Giray Öz,
Cumhuriyet, 28 Ağustos 2013)
İşte Suriye’deki bu yalanlar üzerine
İran Meclis Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Sözcüsü diyor ki: sadece Suriye değil,
İsrail ve Türkiye de kimyasal silahlarını
teslim etsin.
Kimse bunu ciddiye alıyor mu?
Hiç kimse ciddiye almıyor.
Türkiye’de kimyasal silah var mı?
Asla yok(!)
İsrail’de kimyasal silah var mı?
Asla yok(!)
Oysa Kitle İmha Silahı denilen bütün
silahları, nükleer silahları da, kimyasal silahları da, biyolojik silahları da en çok üreten ülkelerden bir tanesi İsrail.
Kime karşı?
Müslüman Arap devletlerine karşı,
Müslüman Arap Halkına karşı. Yoksa
Amerika’ya karşı değil.
Şimdi önümde çok önemli bir kitap var,
arkadaşlar: Felix Greene adlı yazarın “Vietnam Vietnam” diye. 1970’li yıllarda yayımlanmış bir kitaptır. Yayın tarihi kaçmış
hatta bakayım: Dünya’da 1966 yılında yayımlanmış, Türkiye’de de 1969 yılında yayımlanmış. Çok çarpıcı bir kitaptır ve
ABD’nin Vietnam’da yaptığı katliamları
anlatır. ABD’nin kullandığı kimyasal ve biyolojik silahların insanları nasıl etkilediğini, hangi sonuçlara yol açtığını anlatır. Ayrıntılıca anlatır. Altlarını çizdiğim yerler
var, bakıyorum hangi birini okusam…
Hepsi çok çarpıcı:
“Vietnam’da kullanılan “geliştirilmiş” yeni NAPALM, “polstrene” ihtiva
etmekte ve bu onu daha “yapışıcı” hale
getirmektedir. Alevli pelte kıvamındaki
gaz, cilde yapışmakta ve kazınması
mümkün olmamaktadır.” (agy, s. 93)
“Amerika Vietnam’daki savaş metotlarında artık hiçbir “sığınak hakkı” tanımamaya başlamıştır. Bunun anlamı şudur: Herhangi bir küçük köy ya da çiftlikten silah sesi duyulur ya da Vietkong’ların (yani Vietnamlı gerillaların, yurtseverlerin – G. Çıngı) buralara gizlendiği şüphesi uyanırsa, bu yer derhal Amerikan
uçakları tarafından yerle bir edilmektedir.
Bu metotlara ek olarak, düşman elinde
bulunan geniş bölgeler “açık hedef alanı”
ilan edilmiştir. Kendisine hedef olarak
gösterilen yeri bombalamayı başaramamış olan bir uçak, bu gibi bölgede köyler,
çeltik tarlaları, hayvanlar ya da insanlar
üzerine boşaltma yetkisine sahiptir. Bu
pilotun kendi keyfine kalmış bir şeydir.
(agy, s. 158)
“Delta bölgesinde bir kadın gördüm.
İki kolu da Napalmdan tamamen yanmıştı. Göz kapakları da öylesine yanmıştı ki
gözlerini kapatamıyordu. Uyku vakti gelince, ailesi başına bir battaniye örtüyordu. Kadının iki çocuğu bir hava akınında
ölmüş, ayrıca beş çocuğunun da gözleri
önünde can verdiğini görmüştü.
“Amerikan askerleri de bazı kere
yanlışlık sonucu olarak Napalm bombasının etkisini tatmışlardır. Bir United
Press muhabiri 17 Kasım 1965 tarihli
San Fransisco Chronicle’da böyle bir
kazayı anlatıyor.
“Birden bire yüzümde kavurucu bir sıcak hissettim. Bir Amerikan avcı-bombardıman uçağı komünist mevzilerini yanlış
hesaplamış ve Napalm bombalarını üzerimize yağdırmıştı.
“Bir kere cilde dokundu mu çıkarılması ya da kazınması imkansız olan pelteleştirilmiş alevli yakıt, 25 metre ötemde,
ateşten kocaman bir canavar kuyruğu gibi yerde her yana yayılıyordu.
“İnsan çığlıkları, alevlerin çatırtısını
delerek yükseliyordu. Alevlerin değdiği iki
Amerikan erinin saçları aniden tutuşuverdi, elbiseleri de ateş içinde kalmıştı.
“Bulunduğumuz yere bir kurtarma
helikopterinin gelmesi bir saat aldı… Helikopter inince, bir sağlık çavuşu erleri taşımak için benden yardım istedi. Sedyeleri yoktu. Askerleri incitmeden yerden kaldırmaya başladık. Ben, çok ağır şekilde
yanmış bir eri bacağından tutuyordum.
Herhalde yeteri kadar dikkat etmemiştim
ki, büyük bir yanmış deri parçası kopup
elimde kaldı.” (agy, s.155)
Yani uzun uzun Amerika’nın Vietnam’da nasıl kimyasal, biyolojik silah kullandığını çok çarpıcı olaylarla, çok canlı
anlatımlarla ve gerçek olaylarla anlatıyor.
Diyor ki, bu kitapta kullanılan belgelerin
ve fotoğrafların tamamı ABD Genelkurmayının izniyle yayımlanmıştır. Fotoğraflara
bakmaya inanın can dayanmıyor, arkadaşlar. Bakın şurada bir fotoğraf: Napalm
bombası sonucu yanmış bir çocuk. (Konuşmacı fotoğrafı gösteriyor. - Kurtuluş Yolu)
Ne kadar görebiliyorsunuz bilmiyorum?
Napalmdan yanmış çocuklar. (Fotoğrafı
gösteriyor). Gene işkence metotları var .
ABD askerleri bir yurtsevere işkence ediyorlar .(Fotoğrafı göstererek). İki asker bir
sopayla yatırmışlar ve boğazına basıyorlar.
Karın deşme metodu var. Bildiğiniz bir bıçakla, canlı canlı karnını deşiyor ve söyletmeye çalışıyor. Yani Amerika’nın suçları
saymakla bitmiyor. Yani Vietnam’da ne
yaptıysa Irak’ta aynısını yaptı.
Ali Bulaç, 9 Ocak 2012 tarihli Zaman
Gazetesi’ndeki köşesinde yazıyor uzun
uzun, kısa bir bölüm okuyacağım:
“Iraklıların direnişini kırmanın yolu,
onların hayatta en çok değer verdikleri
şeyi keşfedip çökertmekti. Buradan hareketle Iraklıların onurlarını kırma aracı olarak işkenceye başvurdular. Gururu
kırılmış insan işgale direnmez, doğrudan veya dolaylı esareti kabul edecek”
diyerek, ABD askerlerinin Irak cezaevlerinde yaptığı işkenceleri ve katliamları anlatıyor.
4
Ki biliyorsunuz, bu gazetenin de finansörü olan, ideologu, lideri olan Fethullah
Gülen ve Cemaati (“Hizmet” diye de adlandırıyor) çok açık bir şekilde Irak’taki
Amerikan işgalini destekledi biliyorsunuz.
F. Gülen İblisi, İşgali yani ABD’nin bu eylemini haklı buluyorum, dedi. ABD büyük
devlet. Dünya gemisinin kaptanıdır. Kaptanlar istediklerini yapabilirler, dedi:
“Dünyanın hâlihazırdaki durumuyla, şu çerçevesiyle, Amerika da şu andaki konum ve gücüyle bütün dünyaya kumanda edebilir. Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir ve hatta denilebilir ki, şöyle veya böyle Amerika ile dostça geçinmeden destek almak
değil, dostça geçinmeden, Amerikalılar
istemezlerse, kimseye dünyanın değişik
yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar. Şimdi
bazı gönüllü kuruluşlar dünya ile entegrasyon adına gidip dünyanın değişik
yerlerinde okullar açıyorlarsa, bu itibarla, mesela Amerika ile çatıştığınız sürece bu projelerin gerçekleştirilmesi
mümkün olmaz. Amerika, hâlâ bu dünya gemisinin dümeninde oturan bir milletin adıdır. (…) O açıdan, Amerika daha uzun zaman dünyanın kaderinde çok
önemli bir rol oynayacaktır. Bu realite
kabul edilmeli. Amerika göz ardı edilerek şurada burada bir iş yapılmaya kalkılmamalı. Rusya destekleyebilir bir işi,
fakat Amerika ile iyi geçinmezseniz, işinizi bozarlar. Çünkü Amerika kendi işlerinin ahenk içinde gitmesini ister,
Amerika düzeninin bozulmamasını ister. Amerika’daki ahengin devam ve temadisini ister. Ve ben bunu çok yadırgamam. Amerika’nın yerinde Osmanlı
Devleti olsaydı, zannediyorum o da aynı
şeyi yapacaktı. Yadırgamamak lazım.
Bu bir.
“Amerika düşmanlığı meselesinin
bir diğer boyutu da şu: İnsanlara düşman olmak, ülkelere düşman olmak çok
yarar getiren bir şey değildir. Bunu, bir
dönemde Varşova Paktı vardı da, NATO
paktına sığınma ruh haleti veya psikolojisi şeklinde yorumlamaya da gerek yok.
ABD’ne bugün de dünyada ihtiyaç vardır. (…)
“(…)Tarihte gücü elde eden her ülke,
dünya hâkimiyeti iddiası içine girmiştir.
Bu bir mücadeledir, bir rekabettir, hâkimiyet yarışıdır.
“(…) Kaldı ki, Amerika çökse de,
dünyada yine dengeler olacak. Ama şimdi, dünyanın dengesinde önemli bir unsur olarak ve demokratik felsefesiyle
oturmuş bir ülke sarsılırsa, dünyada çok
ciddi kargaşa yaşanır. Onun için, bakın
Amerika’nın bize yarım arpa kadar sadece bizim menfaatimize desteği yoktur.
Buna rağmen şurada bulunmamıza izin
veriyorsa, bu bizim için bir avantajsa,
bu avantajı sağlıyor demektir. Fakat insan olarak bizi çok alakadar eden dünyadaki dengeyi düşünüyorsak, o zaman
Amerika’nın bu dengedeki yerine dikkat etmek zorundayız. Dümende onlar
var.
(…)”
(http://tr.fgulen.com/content/view/7877/15
/)
Gördüğümüz gibi Fethullah, ABD’ye
tam biat içinde. Gerçekleri netçe görüyor
ve hiç direnmiyor. Teslim oluyor ve herke-
se de teslim olmayı, ABD’ye karşı çıkmamayı öğütlüyor. Onunla işbirliği içinde olmazsanız hiçbir şeysiniz, hiçbir şey yapamazsınız, diyor. Bu kadar açık konuşuyor…
Şimdi bu hareketin, cemaatin bir savunucusunun yazısının tamamını okusam göreceksiniz ki, Felix Grenne’nin kitabında
anlatılanların, yapılanların benzerleri yapılıyor Irak’ta. Müslüman kadınlara ve Müslüman erkeklere nasıl tecavüz ettiklerini
anlatıyor ABD’lilerin. Ama Irak’ta işgale
karşı değil… Yani hepsi, her şeyi biliyorlar
ama işlerine gelmiyor doğruları savunmak,
söylemek…
İşte gene gazete haberleri:
“CIA’nın eski Milano şefi işkenceden
tutuklandı.” (Milliyet, 20 Temmuz 2013)
Milliyet’in haberi bu. Haberi okuyunca
şaşırıyorsunuz, bu nasıl olmuş? diye. Çünkü ABD adamlarını-ajanlarını harcamazharcatamaz. Bir gün sonra Yurt Gazetesi’ndeki haberle olay çözülüyor:
“İşkenceci CIA ajanı ABD’ye iade
edildi.
“2003’te bir Mısırlıya İtalya’da yaptığı işkenceler nedeniyle aranan eski
Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013
CIA ajanı, Panama’da yakalandı. Ancak
Panama, suçluyu İtalya yerine ABD’ye
gönderdi.” (Yurt, 21 Temmuz 2013)
Böylece ne yapıyor Panama?
Özgürlüğüne kavuşturuyor! İtalya’ya
gönderse hapis yatacak. Çünkü suçu sabit
ve ceza kesinleşmiş. Ee, CIA ajanını İtalya’ya gönderir mi Panama?
Göndermez! Göndermiyor da…
Emperyalizmin deney
hayvanları:
Geri ülke halkları
Dediğimiz gibi kimyasal silahların üreticisi, kullanıcısı ve satıcısı Batılı emperyalist devletler. Bu net, bu çok açık. Diğer ülkelerin kimyasal silah üretme, biyolojik silah üretme kapasiteleri çok sınırlı. Nükleer
silahları (Atom, Hidrojen bombasını) zaten
yapamıyorlar gene bildiğimiz gibi.
Dünyada atom bombasını kullanan tek
ülke kim?
ABD.
Kime karşı kullandı?
Japonya ya karşı.
Niye?
Görünürde savaşı kazanmak için değil
mi?..
Oysa bitmiş bir savaştı. Japonya’yla
teslim şartları görüşmeleri yapılıyordu.
Teslim olmasının şartları konuşulurken, Japonya’ya karşı atom bombası kullandı
ABD.
Niye?
Birincisi, İkinci Emperyalist Evren Savaşı’nda faşizmi yenen Sovyetler’e gözdağı vermek amaçlanıyor.
İkincisi, atom silahı denenmek isteniyor.
Bilindiği gibi bütün emperyalist yağma
savaşlarında, talan savaşlarında ister Irak
Savaşı’nda, ister Libya Savaşı’nda, ister İspanya İç Savaşı’nda ister Kore Savaşı’nda,
ister Vietnam Savaşı’nda olsun; Dünyanın
neresinde bir savaş varsa, büyük emperyalist devletler yeni silahlarını ilk kez orada
deniyorlar, orada sınıyorlar ve orada geliştiriyorlar. O savaşların üzerinden silahlar
geliştiriyorlar. Bu bütün dünyaca sabit. İlk
kez üretilen silahların denemesi o savaşlarda gerçekleştiriliyor.
İşte tam burada bir kez daha Hikmet
Kıvılcımlı Usta’ya dönmek zorundayız.
Bakın Usta nasıl anlatıyor bu konuyu:
“(…) Uzakdoğu’da, Yakındoğu’da
yapılan bütün silah talimleri, napalm
bombardımanları, hep Vietnam ve Arap
Halkları üzerinde BC silahlarını, kobaylar üzerinde dener gibi yapılan denemelerdir.
“Emperyalizmin deney hayvanları
“Bu Emperyalizmin ölünceye dek cayamayacağı ezeli metodudur. Büyük bir
Evren Savaşına girmeden önce, geri, zavallı milletler üzerinde yeni silah ve savaş metotlarını , kimseye sezdirmeden,
gizli gizli sınarlar. 1914-18 Savaşı’ndan
önce Rus-Japon Savaşı, Türkiye’nin başından geçmiş Trablus, Balkan Savaşları, Birinci Emperyalist evren Savaşı’nın
prodromları (ön alametleri) ve poligon
(silah atış yeri) talimleri oldu. 1939-45
Savaşı’ndan önce yalnız Habeş-İtalyan
Savaşları, İspanyol “İç Savaşı” denilen
(gerçekte Nazi Almanyası ile Faşist İtalya tarafından, İngiliz, Fransız, Amerikan vb. “Demokrat” Emperyalistlerin
göz kırpışları altında, İspanyol Halkına
alçakça dışarıdan tecavüz edişler): İkinci Emperyalist Evren Savaşı’nın deneme
manevraları, prodromları ve poligon talimleri oldu.
“Bugün Amerikan ve Alman maskeli
Finans-Kapital eşkiyaları, Üçüncü Emperyalist Evren Savaşı için Kore’yi, Vietnam’ı, Kongo, Nijerya gibi Afrika
uluslarını, Antiller, Güney Amerika
uluslarını tecrübe tahtası, laboratuar
hayvanı gibi kullanmaktan başka bir şey
yapmıyorlar.” (H. Kıvılcımlı, agy, s. 1617)
Usta’nın da söylediği gibi, Amerika’da
bir savaş var mı?
Yok.
Avrupa ülkelerinde böyle bir savaş var
mı yıllardır?
Yok.
Yeni üretilen silahlar kimin üzerinde
deneniyor o zaman?
Afrika’daki, Ortadoğu’daki, Balkanlar’daki, Kafkaslar’daki halklar üzerinde
kullanıyorlar. Öyle geliştiriliyorlar. Var
olanların yarattığı etkiler, yarattığı tahribatlar yeterli bulunmuyor habire yeni kitle
imha silahları üretiliyor.
Bu konuda yine Felix Greene’nin kitabına dönelim küçük bir bölüm okuyalım:
“Amerika birleşik Devletleri’nde,
yaban ormanları, dağlık arazi, kutup ve
çöl gibi bölgelerde alışılmışın dışındaki
savaşlarda kullanılacak silah ve malzeme üzerindeki araştırma ve çalışmalar
hızlandırılmıştı. Almanya ve İtalya’nın
İspanya İç Savaşı’nda yeni silah denemelerine giriştikleri gibi Amerika da bu
konuda Wall Street Journal’in “hazır la-
Felix Greene
boratuvar” diye adlandırdığı Güney Vietnam’da yararlanmaya başladı.
“Şimdi Amerika’nın Güney Vietnam’da kullanmaya giriştiği silahların
başlıcaları şunlardı: Pirinç tarlalarına
püskürtülecek zehirli ilaçlar, sık ormanlardaki ağaçların yapraklarını dökecek
kimyasal maddeler; köyleri yakıp kül etmeye yarayan napalm yangın bombaları; aklın almayacağı bir güçle her yana
keskin kıymıklar saçarak geniş bir bölge
içerisinde bütün canlı yaratıkları lime lime eden kör bombalar. Geceleyin bile,
ne kadar uzakta olursa olsun, sık bir orman içindeki canlıların yerini keşfetme
suretiyle pilotlara yardımcı olan marifetli gereçler, uçaktan uçağa atılan geliştirilmiş güdümlü mermiler ve askerlik
teknolojisinin buna benzer daha birtakım incelikleri, Vietnam savaşında gittikçe büyük ölçüde kullanılacaktı.
“Bunların acısını tek çeken de, tabiî,
halktan başkası değildi.” (Felix Greene,
agy, s. 104)
Dolayısıyla Suriye’de kitle imha silahı
var iddiası gazetede de okuduğum gibi yalan.
“Kitle İmha Silahı denilen
bütün silahları, nükleer silahları da, kimyasal silahları da,
biyolojik silahları da en çok
üreten ülkelerden bir tanesi İsrail.
Kime karşı?
Müslüman Arap devletlerine
karşı, Müslüman Arap Halkına
karşı. Yoksa Amerika’ya karşı
değil.”
Ha bir miktar kimyasal silah var mı?
Var. Beşşar Esad onu da söylüyor zaten. Var evet, bu silahlar bizde var, Batılı
ülkelerden aldık. Oradan aldığımız teknolojiyle geliştirdiğimiz silahlarımız var ama
sadece İsrail’e karşı kullanmak için aldık.
Başka hiçbir amaçla kimyasal silah edinmedik. Bizim sınırlarımız belli, diyor. Kardeş Türkiye Halkına, kardeş Irak Halkına,
hele hele kendi halkımıza karşı kullanmamız asla söz konusu değil diyor. Ama sadece güvenlik nedeniyle sadece İsrail’e karşı
edindik, diyor…
Bir dinleyici: Çünkü İsrail’de var.
Gürdal Çıngı Yoldaş: Çünkü İsrail’de
var. Çünkü; İsrail ABD’dir, arkadaşlar.
Tayyip ve dostları(!)
O bakımdan da kimyasal silahların varlığını kabul ediyor, reddetmiyor ama nedenini de açıklıkla söylüyor; İsrail’e karşı.
Ama bizim Tayyip ne yapıyor?
İsraillerin elinden habire madalyalar
alıyor:
“Tayyip Erdoğan’ın şeref madalyaları
“(…)
“2004 yılında New York’ta törenle
American Jewish Committee (Amerikan
Musevi Komitesi AJC) tarafından “Üstün Cesaret Ödülü” verildi.”
Aldı mı?
Aldı.
“2005’te Amerika’daki Musevi lobisinin önde gelen kuruluşu olan ADL’den
(Anti-Defemation League) “Cesaret ve
Üstün Hizmet Ödülü” olan “Davut Boynuzu”nu aldı” mı?
Aldı?..
Bunları iade etti mi?
Etmedi.
Geçen sene İsrail’le kanlı bıçaklıydık.
Mavi Marmara gemisi olayından sonra esti köpürdü. Peki, bunları iade etti mi?
Etmedi. Onları aldı cepte duruyor. Onlar cepte… Onlar İsrail’le anlaşmasının temel taşları değil mi?
“2007 de Almanya’da Kristal Hermes ödülünü Başbakan Merkel verdi.
“2009’da Belçika Prensesi Astrid
Crans Montana Forumu’nun Barış
Ödülü”nü aldı.
“(…)
“2010’da Kral Faysal Uluslararası
Ödülünü aldı.” (Yılmaz Polat, Yurt, 22
Haziran 2013)
Kral Faysal kimin adamı?
Amerika’nın adamı.
Kime karşı savaşıyor?
Önce Irak’ta Irak Halkına, Libya’da
Kaddafi’ye karşı savaştı, destekledi, şimdi
Suriye Halkına karşı savaşıyor.
Maddi yükün büyük kısmını kim karşılıyor bu saldırının?
Suudi Arabistan. İşte o Suudi Arabistan’dan bu ödülü alıyor.
Ondan sonra Kaddafi’den ne aldı?
“2010 Kaddafi İnsan Hakları Ödülü”nü aldı değil mi hatırlayacaksınız yine?
Kaddafi’yle kucaklaştı, madalyayı boynuna astı.
Kaddafi’yi ne yaptı?
Bir kalemde sattı geçti gitti emir büyük
yerden, ABD’den gelince…
Tataristan’dan aldı. Arap Birliği bankaları liderlerinden aldı.
Kur’an, Maide Suresi’nde çok açık
söylüyor ki:
“Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları gönül dostları edinmeyin.
Onlar birbirlerinin gönül dostlarıdır.
Sizden kim onları gönül dostu edinirse
o, onlardandır. Allah, zalimler toplumunu doğruya ve güzele kılavuzlamaz.”
(Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an Meali.)
Kur’an da çantamda ama çıkarmayayım. İşte Yahudilerden iki tane ödül alıyor
mu?
Alıyor.
Peki bu nasıl Müslüman sorarım size?
Kur’an’ın yazdığı da somut mu?
Somut.
Şimdi Tayyip kimin dostu?..
Yahudilerin dostu, arkadaşlar. Müslümanların dostu değil.
Müslümanların dostu olsa Irak’taki
Amerikan işgalini destekler miydi?
Müslüman kadınlara tecavüz edilmesini, işte Ali Bulaç’ın yazdığı gibi onurlarının, şereflerinin kırılmasını ister miydi?
Libya’da ödül aldığı Kaddafi’nin öldürülmesini ister miydi?
Suriye de ister miydi?
Suriye’yi hepiniz biliyorsunuz, kaç kez
söyledik, Beşşar Esad’la kardeşti, dosttu.
Sınırlar açılmıştı, ortak bakanlar kurulu
toplantısı yapıyordu. İstediğimiz gibi gidip
geliyorduk ama ne oldu?
Şimdi: “her ne koalisyon olursa olsun
girerim. Yeter ki Esad gitsin, Suriye düşsün.”, diyor.
Peki Suriye düşecek de ne olacak arkadaşlar?
Bir Dinleyici: Sıra İran’a gelecek.
Gürdal Çıngı Yoldaş: İran’a sıra zaten
gelecek. Orada kalsa ah… Ne yazık ki arkadaşın dediği gibi sadece orada kalsa…
14 yeni ülke çıkıyor arkadaşlar:
“New York Times Gazetesi, Ortadoğu haritasının yeniden çizilebileceğini ve
5 devletten 14 yeni devlet çıkabileceğini
iddia eden haritalı bir analize yer verdi.
“5 DEVLETTEN 14 YENİ DEVLET”
5 tane devleti 14 parçaya bölüyorlar.
Kimi bölüyor?
Suriye ve Irak’ı bölüyor: “Alevistan”,
“Kürdistan”, “Sünnistan”, “Şiistan” diye…
Bir Dinleyici: Mezheplere göre bölüyor.
Gürdal Çıngı Yoldaş: Mezheplere göre Suriye ve Irak’ı 5’e bölüyor.
“Suriye’nin parçalanmasıyla bu iki
ülkenin olduğu coğrafyada en az 4 devlet ortaya çıkabilir. Akdeniz sahili boyunca Lazkiye merkezli bir Arap Alevisi
devleti oluşurken, Kuzey Irak’taki Kürdistan Özerk Bölgesi ile Suriye’nin kuzeyindeki Kürt bölgelerinin birleşiminden, Türkiye’nin Hatay dışında bütün
güney sınırı boyunca uzanan Erbil merkezli yeni bir Kürdistan doğacak.
Irak’ın güneyinde, Basra merkezli yeni
bir Şii devleti doğarken, Suriye ve
Irak’ın Bağdat ve Şam’ı da içeren sünni
vilayetlerinde yeni bir Sünni Arap devleti doğacak. Ancak özellikle Irak’taki
parçalanma ihtimali gerçekleşirse (ki
gerçekleşmiş durumda değil mi? Kürdistan
Federe Devleti yok mu? Bayrağı, parlamentosu yok mu? Var. Şii bölgesi var mı?
Var. Sünni bölgesi var mı? Var. Yani gerçekleşirse değil fiilen gerçekleşti. Devlet
var. – Gürdal Çıngı ) kolay gerçekleşebilecek bir parçalanma olmayacağı öngörülüyor. Musul ve Kerkük’te KürtArap, Bağdat ve çevresi konusunda ŞiiSünni savaşı yaşanabilir. (Yaşanır mı?
Yaşanıyor zaten. Yaşanabiliri ne?.. Her gün
Irak’ta onlarca, yüzlerce insan ölmüyor
mu? Her gün, arkadaşlar, televizyonda izliyorsunuz, bombalamalar oluyor, ister Sünni bölgesinde, ister Şii bölgesinde 10-2030-70-100-150, her gün onlarca insan ölüyor… Yetmiyor. Suudi Arabistan’dan rahatsız. En büyük dostu ama ondan da rahatsız… – Gürdal Çıngı)
“Suudi Arabistan
“Wright’ın analizine göre Suudi Arabistan’da krallık gelecek prenslere geçtikçe, Suudi öncesi dönemden kalan derin kabile ayrımlarının derinleşerek bö-
lünmeyi başlatma olasılığı gündemde.
Bu senaryoya göre ülkede, Hürmüz
Körfezi bölgesindeki Doğu Arabistan,
Hicaz’da Batı Arabistan, Yemen’e yakın
bölgede bir Güney Arabistan ve kuzeyde
bir Kuzey Arabistan kurulacak. Ülkenin
orta kesiminde ise Riyad merkezli bir
Vehhabi Arabistan oluşacak. (Yetiyor
mu? Yetmiyor. Yemen’de ne yapıyor? – G.
Çıngı)
“Yemen
“Yakın zaman önce birleşen Yemen,
Güney Yemen’deki referandum sonrası
yeniden Kuzey ve Güney Yemen diye iki
ayrı ülkeye bölünebilir. Bölünme sonrası Güney Yemen tamamıyla Suudi Arabistan’a da katılabilir. Bu durumda,
Hint Okyanusu’nun Arap Körfezi’ne
doğrudan irtibat kazanacak Suudi Arabistan’ın İran’ın Hürmüz Körfezi’ni kapatma korkusu da yok olacak. (Peki Libya ne olacak? – G. Çıngı)
“Libya
“Kabileler arasındaki büyük rekabet
ülkeyi parçalanmaya götürebilir. (Götürdü mü? Götürdü. – G. Çıngı) Bu durumda, ülkenin doğuda Bingazi merkezli Sirenakya ve batıda Trablusgarp adlı iki
devlete bölünmesi ihtimali var. Hatta
güney batıdaki Fizan da ayrılarak üçüncü bir devlet daha oluşturabilir.” (3
Ekim 2013 tarihli Gazeteler)
BOP ve Türkiye
Şimdi biliyorsunuz daha önce de bir
Ortadoğu haritası, BOP Haritası diye bir
harita yayımladılar. O haritayı da ne yapıyorlar?
Daha da derinleştiriyorlar.
Şimdi bu haritada Türkiye gözükmüyor
ama ABD ve Barzani yörüngesinde Kürdistan kurulmak isteniyor bildiğimiz gibi.
Tabiî AB-D Alevi kartını da kullanmak
istiyor. Bunun için zaman zaman provokasyonlar yapılıyor: Alevilerin evleri işaretleniyor yine Alevilerin en doğal hakkı
olan ibadet özgürlüğü sınırlanıyor. AB-D
emperyalistlerinin Alevilerin koruyucusu
olarak gelip bu hakkı bir lütufmuş gibi sağlamaları için zemin hazır tutuluyor. Yani bu
yolla bir taraftan Alevi-Sünni karşıtlığı geliştirilirken diğer taraftan Alevi yurttaşlarımızın emperyalistlerin sempatizanı haline
getirilmesi için ortam hazırlanmak isteniyor. Bu sürecin sonucunda Türkiye’de de
bir Alevi devletçiği kurmak mümkün olacaktır. Emperyalistlerin gönlünde yatan
budur.
Dolayısıyla Türkiye fiilen kaça bölünmüş oluyor?
Üçe bölündü. Bir de Ermenistan var,
Türkiye de dörde bölündü. Bu haritada
şimdilik Türkiye yok. Uyandırma kerizi;
tutumları şu anda bu. Oysa bizim coğrafyamızda sınırlar değişiyor. Suriye’nin sınırları değişti mi? Irak değişti mi? Eski sınırlar
var mı artık?
Nerede, delik deşik… Bakarsanız Türkiye bu bölünmelerden azade. Öyle bir şey
mümkün mü? Fiilen bölündük, arkadaşlar.
Dolayısıyla Suriye konusunu bu kadarla bitirmek istiyorum. Bu kadarla yetinmek
istiyorum. Burada Suriye’de yapılanların
çok ayrıntıları var, onları okumayacağım.
Yani nasıl katliamlar yapıldı?..
“Hatay’dan 400 ton silah geçti. Füzeler Türkiye üzerinden gönderildi.” (Gazeteler)
Suriyeli muhaliflere silah gönderiliyor.
Şanlıurfa valiliğinin geçtiğimiz ay bir açıklaması oldu, bir raporu oldu biliyorsunuz.
Sınırlarımız delik deşik, dedi. Kontrol elimizde değil, dedi. İsteyen istediği gibi geçiyor, dedi. Yine televizyondan izliyorsunuz, kaçakçılık da olağanüstü arttı. Kaçakçılık dediğiniz nasıl yapılır?
5 kişi 10 kişi 20 kişiyle hani… 1000,
1500, 2000 kişiyle kaçakçılık yapılıyor ve
Türk Ordusu’yla da çatışıyorlar, bunları
televizyonda izliyoruz. 1500 kişiyle yapılıyorsa artık sıradan kaçakçılıktan söz etmek
mümkün mü?..
Katırlarla, arabalarla, otobüslerle, tankerlerle geliyorlarmış sınıra ve Türk askeri
karşı çıktığında silahlarla ateş açıyorlarmış, çatışıyorlarmış. Kaçakçılığın boyutları da buralara geldi. Dolayısıyla Suriye konusunu da böylece geçmek istiyorum.
Mehmet Ünver: Abi, geçenlerde haberde geçti, “Irak Şam İslam Devleti” adlı örgüt üslendi Reyhanlı Katliamı’nı.
Gürdal Çıngı Yoldaş: Resmi rakamlara göre 53 insanımız öldü Reyhanlı’da. Suriye yönetimi yaptı, dediler, Suriye istihbaratı yaptı. İşte Türkiyeli sol bir örgüt yaptı,
dediler resmi olarak. Ama gerçekten de
Mehmet Arkadaşın da hatırlattığı gibi,
açıkça üslendi bu Ortaçağcı örgüt. Ama
Türkiye devleti kabul etmedi. Yok, onlar
yapmadı, diyor. Adam diyor ki, ben yaptın.
Yok, sen yapmadın, diyor devlet… Yani
böylesi komik durumlar… Komik mi yoksa acı mı durumlar yaşanıyor…
Devam edecek
5
Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013
Unutmak mümkün mü?..
Suriye’de insani yardıma muhtaç kişi sayısının 9,3 milyona ulaştığı, her saat başı 6 kişinin
öldüğü, günde ortalama 135 kişinin hayatını kaybettiği, ortalama 2 saatte bir çocuğun, 3 saatte de 1 kadının yaşamını yitirdiği kaydediliyor. Yaşanan karşıdevrimci girişim sonucu 6,5 milyon insan yerinden oldu.
A
B-D Emperyalistleri, Tayyipgiller ve uşak Arap Devletleri (Suudi Arabistan, Mısır, Katar başta
olmak üzere) Suriye’yi, Suriye Halkını
kanatıyorlar, acıtıyorlar, ağlatıyorlar…
Ülkede yaşanan savaş sonucu ekonomi çok büyük yıkıma uğradı. Savaştan
önce yaklaşık 22 milyon nüfusu bulunan
Suriye’nin ekonomisi; petrol, turizm ve
ticaret üzerine kurulu. Çatışmalar başlamadan 5 yıl öncesine kadar Suriye eko-
nomisi yılda % 6 büyüyordu. Savaştan
önce petrolden günde 8 milyon dolar gelir elde eden Suriye’nin 2010 yılında turizmden kazancı da 8 milyar dolardı. Savaştan önce 17 milyar dolarlık döviz rezervi bulunuyordu. Savaşın başlamasıyla
ABD ve AB’nin uyguladığı petrol ticareti ambargosu, Suriye’yi aylık 400 milyon
dolar kayba uğrattı. Suriye’de 2013’ün
ilk yarısının sonuna gelindiğinde ekonomideki kayıp 103,1 milyar doları buldu.
Aynı dönemde ekonomideki küçülme ise
% 35’i buldu. Kamusal alandaki zarar ise
15 milyar doları buldu. Ülkede yaşanan
şiddetli çatışmalar, şehirler ve kasabaları
harabeye çevirirken altyapı çöktü. Sanayi ve petrol üretimi durma noktasına
geldi. Suriye İçişleri Bakanı Omar Al
Ibrahim Ghalaounji’nin demecine göre, kamu alanındaki 15 milyar dolarlık
zarar, Devlet Başkanı Beşşar Esad karşı-
tı gösterilerin başladığı Mart 2011 ile
Mart 2013 arasında oluştu. Suriye Ekonomi ve Dış Ticaret Bakanı Hızır Urfalı, Rusya’nın Sesi Radyosu’na verdiği
röportajda, Suriye’deki sanayinin % 80
oranında, tarımın ise % 85 oranında tahrip olduğunu belirtiyor. Fakat tüm bu yaşanan olumsuzluklara rağmen ülke yine
de bir arada durmayı başarıyor. Ve bu durumu da aslında bir ekonomik başarı olarak nitelendirmek gerekiyor.
Ülkedeki 9 binden fazla kamu binası
kullanılamaz halde. Sağlık hizmetleri
sekteye uğramış durumda. 57’sinin hasar
gördüğü hastanelerin 37’si kullanılamaz
halde. 270 özel hastane hasar gördü.
500-700 bine yakın yaralı var ve hastanelerin bu durumu nedeniyle yeterli tıbbi
hizmet alamıyorlar. 3 milyon ev, 1451
cami, 3700 okul ile 33 kilise ya hasar
gördü ya da yıkıldı.
Hazırlanan raporlarda Suriye’de insani yardıma muhtaç kişi sayısının 9,3 milyona ulaştığı, her saat başı 6 kişinin öldüğü, günde ortalama 135 kişinin hayatını kaybettiği, ortalama 2 saatte bir çocuğun, 3 saatte de 1 kadının yaşamını yitirdiği kaydediliyor. Yaşanan karşıdevrimci
girişim sonucu 6,5 milyon insan yerinden oldu. Bu rakamın 4 milyonu ülke
içinde yer değiştirenlerden, kalan 2,5
milyonu ise Türkiye, Lübnan, Katar,
Suudi Arabistan, Irak vb. yerlere gidenlerden oluşuyor.
Ve her savaşta olduğu gibi bu savaşın
da en ağır yükünü kadınlar ve çocuklar
çekiyor. Suriyeli kadınlar karşıdevrimci
şeriatçı çeteler tarafından sistematik bir
biçimde tecavüze uğratılıyor. Bu Ortaçağcı, insanlıktan çıkmış, gözü dönmüş
çeteler, “muta nikâhı” vb. yöntemlerle
kadınlarla birlikte oluyorlar. Hatta 21
Eylül tarihli Hürriyet Gazetesi’nin aktardığı bir haber şöyle:
“Tunus İçişleri Bakanı Lutfi bin
Ciddu, ülkesindeki kadınların “seks
cihadı” için Suriye’ye gittiğini, burada
İslamcı savaşçılarla ilişkiye girdiğini
ve hamile kalarak Tunus’a geri döndüğünü söyledi.
“AFP haber ajansının aktardığına
göre Bakan bin Ciddu, Ulusal Kurucu
Meclis’te milletvekillerine seslenerek,
“20, 30, 100 militanla birlikte oluyorlar. ‘Cihad el nikâh’’ adına cinsel ilişkiye girdikten sonra hamile kalıp geri
dönüyorlar”
diye
konuştu.”
(http://www.hurriyet.com.tr/planet/2475
2382.asp)
23 Ağustos’ta BBC Türkçe internet
sitesindeki bir haber ise Suriyeli çocukların yaşadığı dramı gözler önüne seriyor:
“BM, Suriye’deki çatışmalardan
kaçmak zorunda kalan çocukların sayısının bir milyona ulaştığını açıkladı
ve bunu utanç verici bir sayı olarak niteledi.
“BM Mülteciler Yüksek Komiserliği ve UNICEF, iki milyon çocuğun da
ülke içinde göç etmek zorunda kaldığını kaydetti.
“Birleşmiş Milletler Suriye’den kaçanların yarısını çocukların oluşturduğunu kaydediyor.
“Bu çocukların dörtte üçü de 11 yaşın altında.
“(…)
“BM, Suriye’de yaşanan çatışmaların son 20 yılın en büyük mülteci krizini yarattığını kaydediyor ve 1994’te
Ruanda’da yaşanan soykırımdan bu
“Mücadele benim hayatımdır”
diyen Madiba ölümsüzlüğe ulaştı
1962’de Lenin Barış Ödülü’ne layık görüldü. “Ben bir Komünist değilim
ama bizi onlardan başka da anlayan olmadı” diyordu Madiba.
T
üm dünyada ırkçılığa karşı verdiği mücadele ile simgeleşti. Güney Afrika’da
AB-D Emperyalistlerinin beslemesi
Apartheid Rejiminin korkulu rüyası haline geldi. Irkçı Apartheid Rejimi Nelson Mandela’yı
içeri atarsa sesini kısabileceğini, mücadelesini
yok edebileceğini sandı. Ama Mandela 27 yıllık
tutsaklığında da susmadı, mücadeleden vazgeçmedi. Mandela; arkasında Güney Afrika Halkının desteği, mücadelesi, dünya halklarının tepkisiyle 1990 yılında özgürlüğüne kavuştu. 1994
yılında da Güney Afrika Cumhuriyeti’nin ilk siyahî Devlet Başkanı oldu.
1962’de Lenin Barış Ödülü’ne layık görüldü. “Ben bir Komünist değilim ama bizi onlardan başka da anlayan olmadı” diyordu
Madiba.
“Tüm insanların uyum içinde birlikte yaşadıkları ve eşit haklara sahip oldukları demokratik ve özgür bir toplum hayali hiç aklımdan çıkmıyor. Uğrunda yaşadığım ideal
bu ama gerekirse bunun için ölmeye de hazırım.”
İşte Mandela buydu!
Mandela “Irak’ta olanları insanlık asla
unutmayacak” diyerek ABD Emperyalizmine
karşı kinini haykırıyordu.
“Özgürlük için gökyüzünü satın almanıza
gerek yok. Ruhunuzu satmayın yeter.” diyordu.
İşte ruhunu satmadığı için bugün Dünya
Halkları Mandela’nın arkasından gözyaşı döküyor.
“Hiç kimse ten renginden, geçmişinden ya
da dininden dolayı bir diğerinden nefret ederek dünyaya gelmez! İnsanlar nefret etmeyi
öğrenirler ve eğer nefreti öğrenebiliyorlarsa
o zaman onlara sevmeyi de öğretebiliriz”,
diyordu Madiba.
İnsanlık, tek bir sosyalist aile olduğu zaman
gerçek sevgiyi işte o zaman öğrenecektir.
O zaman insanın insana nefreti son bulacak.
Nefret insanlık düşmanlarına karşı kullanılan
bir sözcük olarak kalacak sadece.
Ve insanlık ırkçılığa, ayrımcılığa, faşizme
karşı ruhunu satmayan, mücadele eden Nelson
Mandela’yı hiç unutmayacak. 06.12.2013
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
yana bu denli büyük sayıda mülteci
görülmediğine
işaret
ediyor.”
(http://www.bbc.co.uk)
Savaşın acılarını yaşayan ve değişik
ülkelere dağılmış durumda bulunan Suriyeli mülteciler, kaçtıkları ülkelerden,
sanki bir kurtuluşmuş gibi, Avrupa’ya
gitmek için her yolu deniyorlar. Ülkemizde bulunan Suriyeli mülteciler de (ki
sayılarının bir buçuk milyonu bulduğu
söyleniyor) deniz yoluyla önce Yunanistan’a, oradan da Avrupa ülkelerine gitmek için her türlü tehlikeyi göze alıyorlar. Üstelik de bu işi yapan insan kaçakçılarına binlerce dolar vererek… Bunun
son örneğini geçtiğimiz Kasım ayında
yaşadık. Hatırlayacağımız gibi Suriye’deki savaştan kaçan Suriyeli mültecilerden bir kısmı, 29 Kasım günü Balıkesir’in Burhaniye ilçesinden bir zodyak
botla Yunanistan’a geçerek oradan Avrupa’ya gitmek isterken botun batması sonucu 6’sı (1’i iki aylık bebek, 5’i erkek)
boğularak öldü. 8 kişi v de kurtarıldı.
Botta toplam 16 kişi bulunuyormuş ve
bir kaçak ile Türk kaptan halen aranıyormuş. İnsan tacirleri, adam başına 10001500 dolar para almışlar. Kurtarılanlar,
ifadelerinde tekne batmaya başlayınca
birbirlerine sarılıp gözyaşı döktüklerini
söylemişler. (Aşağıdaki fotoğraf.)
İşte bu fotoğraftaki gözleri, o gözlerdeki acıyı, çaresizliği, umutsuzluğu, korkuyu görüp de unutmak mümkün mü?..
Mümkün değil. Biz de unutmayacağız ömrümüz boyunca.
O fotoğrafı görüp de insanları bu hale düşüren Parababaları düzenine kin,
nefret duymamak mümkün mü?
Mümkün değil. Biz de ömrümüzün
sonuna dek insanları bu hale getiren, o
zalim, alçak, o yırtıcı, insanı insanlığından çıkartan Parababaları düzenini yıkmak için mücadele edeceğiz.
O fotoğrafı gördüğümüz anda beynimizden vurulmuşa döndük. Üzüldük,
acıdık, öfkelendik, kızdık…
1000-1500 dolar için, o çaresiz yavrucakları, o biçare kadınları, erkekleri
küçücük bir Zodyak bota bindirip Yunanistan’a kaçırmaya çalışan insan kaçakçılarına, insan tacirlerine kızdık önce.
Değer mi, dedik kendi kendimize. Değer
mi 1000-1500 dolar için o zavallı insanları ölüme sürüklemeye?..
Sonra, o insanları yerlerinden yurtlarından edip bu hale düşüren, o savaşı, daha doğrusu o karşıdevrimci hareketi başlatan, başta AB-D Emperyalistlerine,
sonra Tayyipgiller’e ve sonra Müslüman
geçinen Suudi Arabistan’a, Mısır’a, Katar’a kızdık, onların zalim yöneticilerine
kızdık. Üstelik de onların CIA İslamını
savunmalarına, Yezid İslamını savunmalarına karşın Müslüman geçinmelerine
kızdık. İnsanları Allah’la aldatmalarına
kızdık.
Hayatlarını
kaybeden-kaybettirilen
o bebekleri, o kadınları, o
erkekleri
unutmayacağız!
AB-D
Emperyalistlerinden ve Tayyipgiller’den, ihanetçi Arap
devletlerinden, bu insanlık suçlarının hesabını er geç soracağız.
Bizde zaman aşımı yoktur!q
İşte bu olmamalıydı Abdullah
B
öyle erkenden kalleşçe vurmamalıydı
kader. Sen benim öğrencimdin Konya
Gazi Lisesi’nde. Tanışmamız buradan
kaynaklanmıştı. Sadece benim değil, Faruk Hoca’mızın da öğrencisiydin. Dolayısıyla bizden 15
yaş kadar küçüktün. Kaderde hakkaniyet olsaydı,
benden sonraya bırakırdı seni.
Daha yapacak çok işlerimiz vardı. Gericilerden, puştlardan, faşistlerden soracak çok hesaplarımız vardı daha. Yakalayacaktık onları birlikte.
Hak ettikleri dersi verecektik onlara. Pişman edecektik yaptıklarına. Yalvaracaklardı bize. Acıyıp
bırakacaktık ondan sonra. Bir daha görmeyeceğiz
puştluk yaptığınızı, diyecektik. Bir Devrimciye
zarar verdiğinizi, diyecektik. Söz alacaktık onlardan. Tıpkı o yıllarda yaptığımız gibi... Daha yığınla
yapılacak işimiz vardı.
Nasıl da güvenirdin bana
Abdullah... Nurullah Hoca
yanımızda olduğu sürece biz
hep galip geliriz, kimse bizi
yenemez, derdin.
Ben de bilirdim ki ne
kadar zorlu olursa olsun, Abdullah kavgada asla beni de
diğer Yoldaşlarımızı da terk
etmez. Kavlimizden asla
dönmez! Tek ikimiz olsak
bile karşımızdakiler ne kadar
çok olursa olsun Abdullah
beni terk etmez! Buna adım gibi eminim.
Nasıl da severdin beni Abdullah. Hoca’m,
derdin. O deyişte sanki bin kez Hoca’m demiş
olurdun.
Sen de çok iyi bilirdin ki ben de seni kardeşim
gibi, evladım gibi severdim.
İkimiz de mertliğe, yiğitliğe âşıktık. Düşman
ne denli güçlü olursa olsun bir kavgadan kaçmak
bizim için ölmekten bin kat daha ağırdı.
Tabiî aynı zamanda Halklarımıza da âşıktık
biz. İki milliyetten Halkımıza, Türk Halkına da
Kürt Halkına da.
Sen Kürt Halkındandın ben Türk. Ama bunun
hiçbir önemi yoktu bizim için. Çünkü biz çok iyi
biliyorduk ki bu iki Halk bin yıldan bu yana
kader birliği etmiştir, kardeşleşmiştir.
Biz, Devrimci Teorimize, Kavgamıza da âşıktık Abdullah... Bizi bağlayan en güçlü bağ da
buydu zaten. İnsan Devrimci olmalı, derdik. İnsanlık davasını budamamalı, derdik. Dünyayı
cennete dönüştürmek davasından daha güçlü,
daha önemli başka hangi dava olabilir, derdik.
Biz davaların en yüce olanını, en kutsal olanını
savunuyoruz, derdik.
Yine tekrarlayacaktık bu kanaatlerimizi Abdullah... Birlikte yine o günlerdeki gibi dövüşecektik gericilere karşı.
Ama işte hayat, kader böyle hakkaniyetsiz
Abdullah... Böyle zalim, acımasız... Senin savunduğun yüce değerlere hiç bakmaz. Gelir,
vurur, darmadağın eder her şeyi. Kırar, parçalar,
atar. Neylersin...
Davamızı genç Yoldaşlarla ve bizim gibi geride kalan kıdemli ihtiyar
Yoldaşlarla sürdüreceğiz,
Abdullah... Bundan hiç kuşkun olmasın. Gericileri,
Amerikan Emperyalizminin
işbirlikçi uşaklarını, hainlerini yeneceğiz eninde sonunda. Onları efendileriyle
beraber def edeceğiz ülkemizden. Halklarımız özgürleşecek siyasi olarak da
ekonomik olarak da. Yani
Devrimci Demokratik Halk
İktidarını kuracağız eninde
sonunda Abdullah...
Marks-Engels’in,
Lenin’in, Mustafa Suphi ve Onbeşler’in, Denizler’in, Mahirler’in ve Önderimiz Hikmet
Kıvılcımlı’nın idealleri, davası mutlaka zafer kazanacak bu topraklarda. Belki bunu ben de göremeyeceğim Abdullah... Ama bu zafer
kazanılacak. Bu kesin...
Sen de Abdullah bedence olmasan da ruhça
hep bu davanın, bu kavganın içinde olacaksın.
Yaşayacaksın savaşçılarla, savaşanlarla birlikte.
Unutulman kesinlikle söz konusu olmayacak.
Ruhun hep bizlerle, savaşanlarla yan yana olacak.
Zaferi hep beraber göreceğiz Abdullah!..
18.11.2013
Nurullah Ankut
6
Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013
Asgari Ücrette ortaoyununa devam
Asgari Ücret görüşmeleri adını verdikleri
ortaoyununu protesto ettik
Halkın Kurtuluş Partisi olarak Tayyipgiller’in Parababalarıyla
ortaklaşa (yanlarına sarı TÜRK-İŞ’i de alarak) oynadıkları asgari
ücret ortaoyununu teşhir ve protesto etmek için 23 Aralık günü
Türkiye İşverenler Sendikası (TİSK) önündeydik.
Sefalet ücretinin sessiz sedasız, tepkisiz ilan edilmesine tepkisiz ve sessiz kalamazdık. “İşsizliğe Pahalılığa Zamma Zulme
Son” pankartımız altında yaptık basın açıklamasını.
Ankara İl Sekreteri Doğan Erkan okudu basın açıklamasını.
D. Erkan, Açıklanacak Asgari Ücret bir sefalet ücretidir. Gemi
iyice azıya alan, arsızlaşan, yüzsüzleşen, ayakkabı kutularında
milyon dolarları istifleyen Tayyipgiller’in, Parababalarının İşçi
T
am 11 yıldır ülkemizi yöneten Tayyipgiller ve Fethullahçılar ganimeti
paylaşamadılar. Oysa tam 11 yıldır
her ikisi de vurgun, talan ve soygundan nasipleniyordu. Geriz patladı lağım ortaya
saçıldı.
Tüm bunlar bizim için sürpriz miydi?
Tabiî ki hayır.
Biz bunların vurguncu ve soyguncu olduklarını Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın
Tefeci-Bezirgân Sermayenin tahlilinden
biliriz. Yani sınıfsal yapılarındandır vurguncu ve soyguncu oluşları. Kamunun
mallarını aşırarak var etmişlerdir kendilerini. Üretim yapmazlar, asalaktırlar, kamu
mallarını lüplerler, toplumu Ortaçağ karanlığına götürme özlemi içerisindedirler.
Partimiz Tefeci-Bezirgânlığın günümüzdeki temsilcisi Tayyipgiller’in soygunlarını hep teşhir etmiş, savcılıklara suç duyurularında bulunmuştur.
Yine Partimiz yıllardır bir sefalet ücreti
olan asgari ücretin iptali için davalar açmaktadır. Ama Tayyipgiller’in Hukuk Bürosuna döndürülen yargıdan bir sonuç alınamamaktadır.
2014 yılı asgari ücreti de her yıl olduğu
gibi bir ortaoyunu sonucunda belirlenecek.
Aslında 2014 yılı asgari ücretinin; 2014 yılı bütçesinde hükümetçe öngörülen asgari
ücret artış oranından eksiğinin olacağı, fazlasının olmayacağı ortada. Yani önceden
belli olan bir karar bugün kamuoyuna açıklanacak.
Her yıl olduğu gibi bu yıl da halkımız
sefalet ücretine mahkûm edilecek. Ne diyordu Tayyipgiller iktidarının soyguncu
bakanlarından Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanı Faruk Çelik utanmadan: “Asgari
ücretle geçinilmez diye bir şey yok. Geçinirsiniz. Ona mahkûmsanız 800 TL de
büyük bir paradır.”
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de:
“Özel sektörde ücretleri verimlilikle ilişkilendiremezsiniz. Belki Türkiye batmaz ama firmalar batar. İstihdam edilen
o kardeşlerimiz iş bulamaz hale gelir.
Rekabet etmek zorundayız. Asgari ücreti belirlerken; makul bir ücret ve reka-
Sınıfımıza bir saldırısıdır Sefalet Ücreti. AB-D Emperyalistlerinin
ve Yerli Satılmışlar Cephesinin hayâsızca saldırılarına karşı, başta
İşçi Sınıfımız gelmek üzere tüm emekçi halklarımızla birlikte
Halk Kurtuluş Cephesini örmektir bu kanser düzeninden kurtuluşun yolu. Demokratik Halk İktidarını kurduğumuz zaman, Parababalarının, ekonomik ve siyasi zulüm düzeni sona erecektir,
dedi.
Sloganlarımızla tepkilerimizi haykırarak eylemimizi sonlandırdık.
Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz, Kazanacağız!
Ankara’dan
Kurtuluş Partililer
bet gücünü göz önünde bulundurmak
zorundayız. Bunu göz önünde bulundurmayan ülkeler battı. Yunanistan‘a,
başka ülkelere dönmek istemiyorsak bu
dengeleri göz önünde bulundurmak zorundayız” diyordu yüzsüzce, arsızca.
Bunlarda zerrece vicdan yok. Ancak insanlıktan çıkmış birisi bu açıklamaları yapabilir. Bunlara insan sefaleti bile demek
insanlığa hakaret sayılır. Bu ülkede süt içemediği için açlıktan ölen bebeler varken,
çöpten ekmek toplayan insanlar gerçeği
varken, ilaç parası bulamadığı için ölüme
mahkûm olan insanlarımız gerçeği ortadayken bu açıklamaları yapmak, Tayyipgiller’in insan görünümlü yaratık türünün
örneği olduğunun göstergesidir. Tayyipgiller, kendilerini o koltuklarda tutan ve yedi
sülalesine yetecek kadar vurgun yapmalarını sağlayan yerli yabancı Parababalarının
hizmetindedirler. Ruhlarını satmışlardır.
Tanrıları da Para Tanrısıdır bunların.
(DİSK-AR) Kasım 2013 ayı için açlık
ve yoksulluk sınırı verilerini açıkladı.
TÜİK Hanehalkı Harcama Kalıbı, TÜİK Madde fiyat ortalamaları ve 4 kişilik
bir ailenin sağlıklı bir biçimde alması
gereken kalori miktarı üzerinden hesaplanan beslenme kalıbı dikkate alınarak
hazırlanan raporun sonuçlarına göre, 4
kişilik bir aile için açlık sınırı 1121 TL,
insanca yaşam sınırı ise 3544 TL olarak
gerçekleşti. İnsanca yaşam sınırının altında gelire sahip nüfus yoksul kategorisinde ele alınıyor. Dolayısıyla insanca
yaşam sınırı aynı zamanda yoksulluk sınırını da veriyor.
Tayyipgiller ve Parababaları, karşı çıkma rolünü oynaması için yanlarına aldıkları TÜRK-İŞ’le birlikte 2014 yılı asgari ücret rakamını, eşi çalışmayan iki çocuklu bir
işçi için asgari geçim indirimi dahil 866 TL
olarak belirlemeye çalışıyorlar. Aslında rakam belirlendi de kamuya karşı ortaoyunu
oynanıyor.
Asgari ücretlinin büyümeden pay alamadığını belirten DİSK-AR, “35 senede
ekonomi 3,8 kat, kişi başına milli gelir
2,4 kat büyürken asgari ücret neredeyse
Cevizli Tekel Dayanışması’ndan Panel
İ
nsanlarımızı Allah’la kandırarak,
yedi sülalesini zengin eden, organize suç örgütünün, Cevizli’deki 600
dönümlük Tekel arazisini 49 yıllığına,
hem de hiçbir karşılık almadan yandaş
Ülker Grubu’na peşkeş çekmesine karşı
örgütlediğimiz mücadele sürüyor.
21 Aralık Cumartesi günü Hasan Ali
Yücel Kültür Merkezi’nde Cevizli Tekel Dayanışması Panelini yaptık.
Panel, Partili Yoldaş’larımızın hazırladığı Cevizli Tekel alanını koruma mücadele sürecini anlatan sinevizyon gösterimi ile başladı.
Daha sonra, Kocaeli Üniversitesi
Mimarlık Fakültesi Öğretim Görevlisi
Yrd. Doç. Dr. Gül Köksal, işlevini yitirmiş, sanayi alanlarının yeniden kullanımına yönelik dünyadan ve Türkiye’den örnekler verdi.
2. Konuşmacı Arkeolog Nezih Başgelen yaşadığımız coğrafyada geçmişimiz geleceğimiz, büyüyen kentlerimizde göz ardı edilen Tarihimiz hakkında
bizleri bilgilendirdi.
3. Konuşmacı TMMOB Mimarlar
Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Kartal
Temsilcisi Esin Köymen, ranta teslim
edilen kamusal alanlar ve Cevizli Tekel
Alanı örneği hakkında bilgi verdi.
Konuşmalardan sonra konukların
söz aldığı foruma geçildi. Partimiz adına söz alan yoldaşımız Sancaktepe ilçesinin Osmangazi, Orhangazi, Akpınar,
Uzundere mahallelerinde yıkımlara karşı nasıl önderlik ettiğimizi ve direnen
mahallelilerle birlikte yıkımların durdurulduğunu anlatan bir konuşma yaptı.
Panelin ertesi günü yapılan “İstanbul Biziz, İstanbul Bizim” mitingine
Sağlık’ta son perde…
Baştarafı sayfa 1’de
ortadan kaldırılıyor. Aile Hekimlerine,
Halk Sağlığı Kurumuna bağlı oldukları
halde, Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumunda nöbet zorunluluğu getiriliyor.
Doktorluk diplomamızın bize verdiği yetkiyi kullanarak hekimlik mesleğimizi yerine getirmeyi “Ruhsatsız sağlık hizmeti sunma” adı altında bir suça
dönüştürüp 3 yıla kadar hapis ve 2 milyon TL ceza öngören Sağlık Torba Yasası, sağlık çalışanlarını cendereye almak için çıkartılıyor. Haziran ayındaki
Gezi İsyanı’nda doktorlar, hemşireler
ve tıp öğrencileri polis saldırılarının olduğu yerlerde, yaralılara ve gazdan etkilenenlere müdahale etmişlerdi. Bu
sayede pek çok vatandaşa çok önemli
olan ilkyardım hizmeti verilebilmişti.
Sağlık Bakanlığının bu gibi yerlerde
olup yaralılara ilkyardım hizmeti sunması gerekirken, bu görev yerine getirilmedi. Şimdi gönüllü olarak bu sağlık
hizmetini verenler cezalandırılmaya
çalışılıyor. Dünyanın hiçbir yerinde var
olmayan uygulama, ülkemizde yasa
yerinde saydı, asgari ücretli kişi başına
milli gelirdeki artışından kendine düşen
payı alsaydı ücreti net 1634 TL olacaktı”
diyor raporunda.
Yine TÜİK’in son açıklamasına göre
bugünkü asgari ücretin net 971 TL olması
gerekiyor. Yani bunlar, kendilerine bağlı
kurumların yapmış oldukları istatistikleri
bile yok sayıyorlar.
İnsanlarımızı asgari ücretle yaşamaya
mahkûm etmek onu yavaş yavaş ölüme
terk etmekle eşdeğerdir.
Eğer bugün bu soygun ve vurgun düzenine son verilmiş olsa; Parti Programımızda da belirttiğimiz gibi, asgari ücret bunun üç-dört katı olacaktır. Yani hiçbir
çocuk süt içemediğinden ölmeyecektir.
Tayyipgiller gözlerini kırpmadan kul
hakkı yerken, işsizlik ve pahalılık cehenneminde yaktıkları insanlarımızı ise “bu dünyada imtihan ediliyorsun, burada çektiğin
acılar öbür dünyada sana cennetin kapısını
açacak” diyerek kandırmaktadırlar. Yani
din alıp satmaktadırlar. Abdullah Bin Mübarek’in, 1300 yıl önce söylediği gibi; “İnsanların en alçağı; din kisvesi altında
dünya menfaati sağlayandır”… Bunların
hepsi “din kisvesi altında dünya menfaati sağlayan”lardır.
Halkımız bu zulüm düzenine sürgit katlanmayacağını ve izin vermeyeceğini büyük Gezi Direnişi’nde göstermiştir. Baştan
aşağı çürümüş bu düzene son vermek ve
insanın insana yaraşır bir hayat sürmesini
sağlamak; halktan umudunu hiç yitirmemiş
olan, sapmaz ve doğru bir ideolojiye sahip
biz Kurtuluş Partililerin omuzlarındadır.
Son söz olarak: bizde zaman aşımı yoktur. Eninde sonunda halkımıza bu acıları
çektirenlerden
hesap
sorulacaktır.
23.12.2013
Çay-simit ve ayakkabı kutusundaki
milyon dolarlar…
B
u ülkenin Başbakanı asgari ücret
diğer bir deyişle sefalet ücretinin belirleneceği bugünlerde
önerilen 3+3 zam miktarını ve halktan
yana olmayan 2014 bütçesini savunmak
için Mecliste şöyle bir açıklama yaptı:
“Çay ve simit hesabını da hatırlatmak isterim. 2002’de, asgari ücret
184 liraydı. Beş kişilik bir aile, günde
üç öğün çay ve simitle geçinse 270 liraya ihtiyaç vardı. Yani asgari ücret,
çay ve simide yetmiyordu. Bugün bu
hesabı yaptığınızda, asgari ücret 804
lira. Beş kişilik bir aile, üç öğün çay
ve simit tüketse, ihtiyacı olan miktar
450 lira. 11 yıl önce asgari ücret, çay
ve simide yetmezken bugün ise asgari
ücretin yarısı buna yetiyor” dedi.
Yani, asgari ücret bile fazla, diyor.
Cümledeki insafsızlığı, utanmazlığı bir
kenara bırakalım, aleni bir şekilde nasıl
da yalan söylüyor…
Bugün 5 kişilik bir ailenin 1 bardak
çay ve 1 simitle tek bir öğündeki asgari
masrafı 10 lira. Üç öğünden bir aylık
çay, simit masrafı da 900 lira.
Nasıl da dalga geçiyor? Bir insanın
insan gibi yaşamını sürdürebilmesi için
sadece çay-simit yeterliymiş gibi…
Hayır, sadece o olsa bile geçinilmesi
mümkün değil! 100 lira yine açık var!
Bunu diyen de ülkedeki en büyük
hırsızlardan, haramilerden biri… Servetinin haddi hesabı olmayan; çocukları,
damatları da yatlar, katlar, gemicikler,
televizyon kanalları, gazete sahibi olan
biri…
Cemaatle olan rant kavgası sonucu
ortaya dökülen hırsızlıklarının, yolsuzluklarının şu ana kadar tarihimizdeki en
büyük vurgunlardan biri olduğu belirtiliyor. Takip ettiğimiz kadarıyla yolsuzluk, hırsızlıklarının hacmi ile ilgili
olarak 243 milyar TL’den bahsediliyor.
75 milyona kişi başına maliyeti 3221
TL. Dünya yolsuzluk rekoru deniliyor.
Ve evden çıkan para kasaları, para
sayma makineleri, ayakkabı kutularından çıkan milyon dolarlar hırsızlıklarının bir diğer yüzü…
Tayyipgiller’in tamamının yolsuzlukları değil bu, hatırlatmakta, vurgulamakta fayda var.
Reza Zarrab’ın üst düzey bir siyasiye
çilerimizin, halkımızın durumuna…
Sadece bir ayda-kasımda yüzü aşkın
işçi çalışırken iş cinayetine kurban gitti.
5’i çocuk… Günde ortalama 8 işçi bu
ülkede “iş kazasında” hayatını kaybediyor. Parababalarının dayattığı, maliyeti
düşürmek için oluşturduğu güvenliksiz
iş koşullarından kaynaklı…
2013 yılının ilk 10 ayında 1016 işçi
yaşamını yitirdi. En fazla ölüm de inşaatta. Yolsuzluktan içeri alınan inşaatçıları hatırlayalım bu arada. AKP
iktidarıyla birlikte Türkiye’nin en zenginleri arasına nasıl girdiklerini de ekleyelim.
4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 1121
TL, insanca yaşam sınırı ise 3544 TL
(DİSK’in araştırmasına göre Kasım
ayında) iken, 860 TL olan asgari ücret
için yılın ilk altı ayında yüzde 3 zam
öneriliyor.
Ve sayısı 350 bine çıkan Ataması Yapılmayan Öğretmenlerimiz… Bu yüzden de canına kıyan onlarca öğretmen…
Ve AKP iktidarında bireysel ve kurumsal tüm kredi kartlarındaki borç
yükü 20.2 kat artış göstermiş. Kara listede 1,5 milyon kişi varmış.
Kredi kartı sayısı ise AKP iktidarında yüzde 261 arttı ve 56.7 milyona
ulaştı. Kredi kartlarındaki borç bakiyesi
92 milyar lira...
İnsanlarımızın finans kuruluşlarınabankalara borcu 2002-2012 döneminde
42 kat arttı, 257 milyar liraya çıktı.
2002’de icra dosyası 10.026.000
iken 2012 sonu itibariyle bu rakam
21.006.774’dir...
2002’de bankalara borçlu kişi sayısı
1.6 milyon kişiydi, bugün 14 milyon.
Takibe düşen borçlar ise 9.5 milyar lira.
2003 yılında gelirinin yüzde
40,6’sını gıdaya ayırabilen asgari ücretliler, 2012 yılında toplam tüketim harcamalarının sadece yüzde 29’unu gıda
harcamalarına ayırabildi. Bunun nedeni
halkımızın barınma, ısınma ve ulaşım
gibi zorunlu harcama kalemlerine yaptığı harcamalara daha fazla kaynak ayırmak durumunda kalması. Asgari ücret
kaba hesapla yaklaşık 3 kat artarken, asgari ücretlinin kira ve konut harcamaları
3,4 kat, ulaşım harcamaları 6,5 kat arttı.
Kısacası, emekçilerin aldıkları ücre-
rüşvet vererek görevden alınmasını sağladığı iddia edilen Emniyet Müdür
Yardımcısı Orhan İnce, basında geçen
yolsuzluk miktarı için “Şu anda yansıyanlar bu olayın yüzde 10’luk kısmı
bile değil” diyor.
Evet işte; Tayyip halkımız için çaysimit hesabı yaparken 804 lirayı bile çok
görürken avenesi ülkeyi nasıl da talan
ediyor, soyuyor…
Tayyipgiller için insani bir değerden,
vicdandan, ahlâktan bahsedebilir miyiz
şimdi?
Bu ülkeye, bu halka ait kamu kurumlarının özelleştirilmesi bitti; bu sefer
arazileri, ormanları imara açarak Parababalarına peşkeş çekiyorlar, o da yetmiyor Tarihi eserleri Arap şeyhlerine
satıyorlar…
Bir de diğer cepheye bakalım.
Emek vererek alın teriyle çalışan bu
şekilde bir hayat sürdürmeye çalışan iş-
tin sefalet ücreti olması nedeniyle borçla
yaşadığını görüyoruz. Bankalara bağımlı olarak bir hayat sürdürdüğü ortaya
çıkıyor. Ve tabiî AKP iktidarıyla birlikte
halkımızın yaşam standardının ne kadar
düştüğü, yoksullaştığı, borçlandığı rakamlarla ortada. Üstelik bu rakamlar
devlete ait resmi rakamlar (TÜİK,
BDDK)…
Ve yine Tayyipgiller’in nasıl zenginleştiği, edindikleri servet de ortada.
Tayyipgiller’in; işçimizin, halkımızın emeğini çaldığı, gaspettiği, orman
arazisinden tutun da müzedeki eserlere
kadar her şeye göz diktiği için halkımızın durumunun bu olduğu apaçık ortada
değil mi?
Emekçilerin kanı pahasına bu servet
kazanılmadı mı?
Şimdi bu düzen adil mi? Meşru mu?
Yıkılası değil mi, bu düzen?q
Sefalet Ücretine Hayır!
İşsizliğe Pahalılığa Zama Zulme Son!
Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi!
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
de “Cevizli Tekel Dayanışması” pankartıyla katıldık.
Taleplerimiz:
Cevizli Tekel Alanı çevresindeki
duvarlar kaldırılarak halka açık
“Park Alanı” olmalıdır.
Cevizli Tekel Alanı “Arkeolojik
Park” olarak düzenlenerek halkın kullanımına açılmalıdır.
Cevizli Tekel Alanı içerisinde bulunan mevcut binalar Cumhuriyet Dönemi Endüstri Mirası olarak tescil edilmeli,
Tekel
Müzesi,
sanat
atölyeleri, sinema, tiyatro, müzik gösteri alanları, vb.leri olarak düzenlenerek
halkın kullanımına açılmalıdır.
Cevizli Tekel Alanı, depremi bekleyen İstanbul’da afet anında bölge halkının toplanma alanı olarak düzenlenmelidir.
Kartal’dan Kurtuluş Partililer
haline getirilmek isteniyor. Bu tasarı
yasalaşırsa, yolda belde gördüğümüz
hastaya, yaralıya müdahale edemeyeceğiz, edersek ceza alacağız!
AKP hükümeti, kamu-özel ortaklığı
ile şehir hastanelerinin ihalelerini yapmaya başladı. Bazı hastanelerin temeli
atıldı. Bu durumda devlet kendi arsasında, kendi parasıyla yaptırdığı hastaneleri, konsorsiyumlardan kiralayarak
çalıştıracak. Hazinede kalan son kaynaklar kullanılarak, bu girişimler yapılıyor. Vatandaşın vergileriyle oluşan
kaynaklar, bu şekilde çarçur ediliyor.
Sağlıkta işler iyi gidiyor diye söylenen
durumda ise gerçek şudur; yılda 90
milyon acil başvurusu vardır. Ülkemizde, 10 yıl önce yıllık doktora başvuru
kişi başına 1-2 iken, bu oran şimdi kişi
başına yıllık sekize çıkmıştır. Vatandaş
olarak çok sık hastalanır olmuşuz. Sağlık harcamalarımız hızla artarak
2009’da kişi başına 804 TL iken, 2012
yılında 1024 TL’ye yükselmiştir. Son
on yılda sağlık harcamalarımız 10 kat
artmış görünüyor. Bu durum yerli-yabancı Parababalarının iştahını kabartıyor. AKP hükümeti, vatandaşın sağlığını iyileştirmekten çok, sağlık üzerinden nasıl para kazanılırın hesabını yapıyor. Bu şekilde de Sağlık Bakanlığı
da, Hastalık İşleri Bakanlığına dönüş-
müş oluyor.
Sağlıkta torba yasa tasarısına karşı
aile hekimleri ve aile sağlığı merkezi
çalışanları, tüm ülkede 4 Aralık 2013
günü iş bıraktılar. Tüm ülkede bu eyleme yoğun bir katılım oldu. Üniversiteler ve diğer kamu hastanesi çalışanları
da bu yasanın çıkmasına karşıdır. AKP
hükümetinin “çoğunluk bende, ben
yaptım oldu” tarzındaki siyaseti sonunda çıkmaza girmek üzeredir. Deniz
tükenmektedir...
Kurtuluş Partili
Hekimler
7
Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013
Başyazı
Yolun sonuna geldin usta(!)
Baştarafı sayfa 1’de
Çıkar Amaçlı Suç Örgütü
olan Tayyipgiller’in İşlediği
Suçlar
Biz bu durumu 10 küsur yıl önce
tespit ettik. Sizin için “Çıkar Amaçlı
Suç Örgütü” tanımını yaptık, kriminal
literatüre uygun olarak. İşte bizim bu
tespitimiz, bugün artık sizin iktidarınızın en büyük koalisyon ortağı Pensilvanyalı İblis’in ekibi tarafından da ortaya konmaya başlandı. Kaldı ki, onların
şu anda ortaya koydukları, sizin bu konudaki yani maddi vurgunla ilgili suçlarınızın binde biri bile değil. Ama o bile görüyorsunuz, Türkiye İnsanlarını
nasıl yerlerinden zıplattı, değil mi?
Tabiî Pensilvanyalı İmam ve tayfası
(milletvekilleri, valileri, savcıları, polisleri) sizin bu vurgunlarınızı, hırsızlıklarınızı, düzenbazlıklarınızı, namussuzluklarınızı yani bilumum akçeli suçlarınızı, yüz kızartıcı, aşağılık suçlarınızı
bire dek biliyorlardı. Hem de tâ başından beri. Çünkü ikiniz de aynı ipte oynuyorsunuz. İkinizin de kullandığı en
önemli enstrüman; din sömürüsü, din
alıp satmak. İnsanlarımızı Muaviye-Yezid İslamıyla, bugünkü adıyla Pentagon-CIA İslamıyla kandırmak, uyutmak, aldatmaktan ibarettir. Bu nedenle
birbirinizin içyüzünü iyi tanırsınız. Kaldı ki, onlar da sizin gibi vurguncu, soyguncu, kamu malı aşırıcı, yiyici. Sonra,
polis teşkilatında modern istihbarat teknolojisinin sistemini kuran Hanefi Avcı
bile Fethullah Cemaati’nin bu teknolojiyi Türkiye’de en ileri biçimiyle kullanan örgüt olduğunu netçe ortaya koyuyor, “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adlı kitabında. Yani Pensilvanyalı ve ekibi sizin tüm gizli işlerinizi adım adım
izleyecek teknolojiye sahiptir ve bunu
kullanmaktadır. Demek istediğimiz,
onun karşısında sizin hiçbir gizliliğiniz
ya da gizli yönünüz yoktur.
Tabiî Pentagon-CIA, MOSSAD da
sizin tüm bu işlerinizi avucunun içi gibi
bilmektedir.
Peki bunlar 11 yıldır neden bu konularda hiç tık demediler?
Şundan: Sizi kullanmak için. Tabiî
kendi amaçları doğrultusunda. Ve siz de
iyi kullanıldınız. İyi hizmet ettiniz ABD Emperyalistlerine. Türk Ordusu’nun
işini bitirdiniz. O orduyu da tokat manyağı ettiniz, bazı bakanlar gibi. Namuslu, antiemperyalist, laik, yurtsever,
Mustafa Kemalci ne kadar subay varsa
hepsini Silivri, Hasdal ve benzeri zindanlara tıktınız. Üniversitelerin işini bitirdiniz büyük ölçüde. Namuslu rektörleri, profesörleri, bilim insanlarını, namuslu aydınları, yazarları içeriye tıktınız. Milli Eğitimin işini bitirdiniz. Onu
da Ortaçağ Medreselerine döndürdünüz. Ve Türkiye’nin tüm ormanlarını,
dağlarını, ovalarını, kıyılarını, limanlarını, şehirlerini, parklarını, bahçelerini,
yeşil alanlarını yağmalattınız, yerli-yabancı Parababalarına. Türkiye’yi yarım
trilyon dolarlık dış borç batağına soktunuz. Tarımın, köylünün işini bitirdiniz.
Çay, fındık, tütün, şeker pancarı, narenciye üreticilerinin işini bitirdiniz. Tüm
köyleri şehirlerin varoşlarına boşalttınız işsizler ordusu olarak. Köyde karnını doyuramaz, geçimini sağlayamaz oldu tabiî insanlarımız.
Türkiye’nin Ortadoğu-İslam Coğrafyasındaki tüm yakın-uzak komşularıyla, dostlarıyla ilişkilerini bozdunuz,
zehirlediniz. Düşmanlığa dönüştürdünüz. Yunanistan ve Ermenistan zaten
ulusal kimliklerini Türk düşmanlığı zemini üzerine inşa ettikleri için onlar
Türkiye’nin asli düşmanlarıdır. Böylece çevremizde dost ülke bırakmadınız.
Türkiye’nin Ortadoğu’daki en yakın iki
dostunu yok ettiniz. Libya’nın Antiemperyalist, Yurtsever lideri Kaddafi’yi
ABD’li efendilerinizle birlikte öldürdünüz. Beşşar Esad’ı öldürmek için üç seneye yakın bir zamandır uğraşıyorsunuz. Sadece bu iki ülkede 200 binin
üzerinde mazlum Müslümanın canına
kıyılmasına, on binlerce Müslüman kadına tecavüz edilmesine suç ortaklığı
ettiniz ABD’li efendilerinizle. Bu ülke-
lerden milyonlarca Müslüman da yerinden yurdundan kaçarak canını kurtarmak durumunda kaldı. Cehenneme
döndü bu ülkeler. Irak’ta da ABD Emperyalistlerinin yaptığı katliamlarda birincil planda suç ortaklığınız var. Müslüman İran’a karşı Siyonist İsrail’i korumak için radar üsleri kurdunuz Kürecik’te. Patriot füzelerini yerleştirdiniz
güney illerimize. Yani her türlü alçaklığı ve ihaneti yapmakta hiç tereddüt etmediniz. Dediniz ki “ABD arkamda olduğu sürece din sömürüsü yaparak bu
halkı sürgit kandırırım, uyuturum, oylarını alırım. Bu halk oy davarına döndü
artık. Davardan bir farkı yok. Onu kandırmak ve kullanmak, oylarını almak
çok kolay benim için. Böylece ben ölene dek iktidarda kalırım. Devlet Başkanı bile olurum.”
Halkımız
Şanlı Gezi İsyanı’yla
Tayyipgiller’e dur dedi
İşin açığı bu yılın Gezi İsyanı’na
kadar da iyi gidiyordu işler sizin açınızdan. Ama hesaplayamadığınız bir şey
var: İnsanlar hayvan değil. Hayvandan
farklı. İnsanlar ne kadar uysal olurlarsa
olsunlar, ne kadar uyutulurlarsa uyutulsunlar, ne kadar aldatılırlarsa aldatılsınlar isyan huyludurlar. Bir noktadan
sonra uyanırlar, her şeyin farkına varırlar. Ve ellerini toprağa koyarak ayağa
kalkarlar ve tüm zulümlerinizin, tüm
vurgunlarınızın, tüm ihanetlerinizin hesabını sorarlar. Ama mutlaka sorarlar.
İşte sizin atladığınız konu bu oldu.
Gezi İsyanı sizi şapşal etti. Moda
deyimle sizin kimyanızı bozdu. Zaten
de ruh sağlığınız yerinde değildi. “Keser kaçığı” bir durumunuz vardı eskiden beri. Gezi Direnişi bu durumu büyük bir çatlağa dönüştürdü. Dengesiz
davranışlar sergilemeye başladınız.
“Ağaç isteyen ormana gitsin”, dediniz.
Bu laf karşısında ne der halkımız?
“Ayıya bak”, der. “Orman kaçkınına
bak”, der. Mantığınıza bakın yahu…
Ağaç sadece ormanda olacak öyle mi?
Peki yerleşim alanları? Köy, kasaba ve
şehirler? Oralar rant alanı, değil mi sizin için sadece… Oralarda AVM’ler
olacak, gökdelenler olacak, benzerleri
olacak. Yani yerleşim alanları asfalt,
taş, beton olacak. Kafanız bu sizin. İnsani hiçbir değer yok kafanızda ve yüreğinizde. İnsan sevgisi yok, hayvan
sevgisi yok, doğa sevgisi yok, bir robottan farksızsınız sizler. Sadece vurgun vuran, düzenbazlık yapan, namussuzluk yapan, alçaklık yapan, zalimlik
yapan ve hainlik yapan birer robotsunuz.
İşte bu anlayışınız doğrultusunda
polise emirler verdiniz. Gaza boğdurdunuz şehirleri, meydanları, parkları,
yolları hatta stadyumları. Yedi genci öldürttünüz. On üç insanımızın gözünü
kör ettiniz. Binlerce insanı gözaltına aldırdınız, tutuklattınız. Coplattınız, gazlattınız, fişlettiniz, tüm bunlar iyi bir
şeymiş gibi bunları yapan zalim polisleri kahraman ilan ettiniz. “Destan yazdı polislerim”, dediniz. “Polise emri
ben verdim”, dediniz. O kadar ilkelleştiniz, kabalaştınız, zalimleştiniz, insanlıktan çıktınız ki, sizi sahipleriniz bile
artık taşıyamaz oldu, savunamaz oldu.
ABD ve AB’nin burjuva medyası bile
yani sizi on küsur yıldır övgüler düzerek savunan medya bile, artık savunmak bir yana yerden yere vurmaya başladı. Sizi, diktatör, yönetiminizi diktatörlük olarak tanımladı. Bu artık kullanım sürenizin dolduğunun işaretiydi.
Nitekim Gezi İsyanı’mızdan sonra
ABD’li efendileriniz de sizi sahiplenmez oldular. Çünkü onlar kendi halkları karşısında demokratı oynarlar. Öyle
olunca de kendi halklarının diktatör
olarak kabul ettiği birini savunmazlar.
Onunla iş tutmaktan hoşlanmazlar. Aynı uşaklığı yapacak daha demokrat
maskeli, görünümlü insanlar varken niye sizin gibi yaldızları dökülmüş, iğrenç, zalim içyüzü dışa vurmuş insanlarla iş tutsunlar ki?
İşte siz, bu miladı da okuyamadınız.
Sandınız ki hâlâ efendileriniz sizin ar-
kanızda. Üstüne üstlük bir de İran’dan
gizlice yani ABD’li efendilerinizi kandırarak petrol ve doğalgaz almaya, bunun bedelini de gizli yollardan altınla
ödemeye kalktınız. Bu işte de finansör
olarak Halkbank’ı kullandınız. Tabiî sizin vurgunsuz, hırsızlıksız, çalmasız
çırpmasız hiçbir işiniz olmadığı için bu
işte de on milyonlarca dolarlık vurgunlar yaptınız. Tabiî bu vurgunlardan en
büyük payı da imparator olarak siz kaptınız. Bakın 23 Aralık tarihli Yurt’un
manşeti sizi ve bu işinizi (hırsızlığınızı,
kamu malı yiyişinizi) ne güzel anlatıyor. Kutlarız bu gazeteciliği yapanları:
“Yolsuzluk ve rüşvet zincirinde
bütün yollar Başbakan’a çıkıyor
“EN TEPEDE O VAR
“Erdoğan’ın bilgisi olmadan bakanlar ve oğullarının kaçak altın ve
hayali ihracat yapmaları mümkün
değil. MASAK ve DDK Rıza Sarraf’ı
tespit etmişti.
“İşte Erdoğan’a bağlanan ilişkiler
zinciri
“1) Sarraf Erdoğan’ın protokolünde
“Yolsuzluktan tutuklu kaçakçı Rıza Sarraf Başbakan Erdoğan’ın VIP
protokolüne aldığı isimlerden biri.
(…)
“2) Halkbank emri Erdoğan’dan
“ABD ambargosunu delmek için
Halkbank üzerinden İran-Türkiye
doğalgaz-altın ticareti Erdoğan’ın
emri. (…)
“3) Altın uçuşa izin Erdoğan’dan.
“4) (Erdoğan) Sarraf-Muammer
Güler ilişkisini biliyor
“5) Ağaoğlu’ndan 3 dükkân
“Yolsuzluk dosyasındaki iddiaya
göre, Ağaoğlu, Zorlu Center ve Bakırköy’de yasadışı imar iznine karşılık Başbakan’ın çocuklarına Zorlu
Center’de 3 dükkân ve K. Bakkalköy’de TÜRGEV ve 20 dönüm arsa
veriyor.
“6) Taşyapı’ya 200 milyon kıyak
“(…) Taşyapı İnşaat’ın sahibi
Emrullah Turanlı’nın Şişli’de Bulgar
Kilisesi’nin 60 dönümlük arazisine,
200 milyon rant sağlayan AVM yapması için Başbakan Erdoğan ‘özel
proje’ izni veriyor.” (Yurt Gazetesi, 23
Aralık)
Yolun sonu görünüyor
Tayyip!
Yukarıda dediğimiz gibi bu anlatılanlar sizin, çocuklarınızın, damatlarınızın vurgunlarının binde biri bile değil. Bu sadece bir açılış, sizin de bildiğiniz gibi.
Ha bir de sizin zaten Belediye Başkanlığı döneminizden kalma, hepsi de
akçeli, yüz kızartıcı suçlardan yedi tane
dosyanız var, milletvekili dokunulmazlığı sayesinde mahkemelerde bekletilen. Damadınızın yöneticisi olduğu Çalık şirketine iki kamu bankasından
(Halkbank, Vakıfbank) verilmiş 750
milyon dolarlık kredi yolsuzluğunuz
var. 50 bin lira ile kurulmuş, hiçbir mal
varlığı olmayan bir şirkete sahip Çalık
Grubu’na 750 milyon dolar kredi verdirtiyorsunuz kamu bankalarından. Sadece bu bile bırakalım sizin siyasi hayatınızın bitirilmesini, yıllarca hapiste
yatmanızı gerektiren bir yolsuzluk suçudur.
Biz hep şunu dedik sizler için, biliyorsunuz: “Tayyipgiller’in kanuna uygun, ahlâka uygun, İslama uygun hiçbir
akçeli işleri yoktur. Onların içinde hırsız, vurguncu, namussuz, hain olmayan
binde biri belki bulur belki bulmaz.” O
bakımdan Belediye Başkanlığı döneminizden itibaren hep vurgun ve ihanet
yapmaktasınız. Zaten bu özelliğiniz yüzünden AKP, ABD tarafından projelendirildi ve iktidara getirildi Türkiye’de.
Çünkü hırsız, dolandırıcı, namussuz,
her türden vatan satıcılığını, ihaneti
yapmaktan çekinmez. Pek sever sizin
gibileri ABD Emperyalistleri. Sadece
siz ve benzerlerinizle iş yapar.
Ama artık Gezi İsyanı sizin bütün
yaldızlarınızı döktü. İğrenç, mide bulandırıcı ruhunuzu çırılçıplak ortaya çıkarıverdi. Bu bakımdan ABD sizi terk
etti, yerinize yeni, gıcır bir benzerinizi
getirmek istiyor artık.
Bunlara ilaveten bir de efendinizden, ABD’den gizli iş tutmaya kalktınız, yukarıda anlatılan şekilde.
Suriye’ye saldırı konusunda da
ABD’nin hoşuna gitmeyen hatalar yaptınız:
İnsan kafası kesen, insan yüreği yiyen, insanlıktan çıkmış Ortaçağcı caniler bu vahşetlerini görüntüye kaydederek internet ortamında yayınlayınca Batı kamuoyu onlardan iğrenmeye, tiksinmeye başladı haliyle. Bunun üzerine de
ABD’li efendileriniz onlarla iş yapmaktan vazgeçti. Onları savunamaz duruma geldi. Beşşar Esad’ı ve yönetimini, uzun vadeye yayarak daha laik görünümlü işbirlikçi hainlerle düşürmeye
karar verdi. Sizse, ruhiyatınız kelle kesicilerle aynı olduğu için, onlarla iş tutmaya olanca hızınızla devam ettiniz.
ABD “bunu bırak benim dediğim güçlerle ve yöntemlerle devirelim Beşşar
Esad iktidarını”, dedi; siz laf dinlememekte ısrar ettiniz. Oysa dinlemediğiniz laflar efendinize aitti. Gezi İsyanı
sizin zaten sallantılı-arızalı dengenizi
de büsbütün yok ettiği için bu yaptıklarınızın sonuçlarını hesaplayamadınız.
Türkiye’de iktidar artık kayıtsız
şartsız Pensilvanyalı İblis’le size aitti.
Mustafa Kemalci, Laik, Yurtsever güçleri tasfiye etmiştiniz, “Ergenekon Davası” adlı CIA Operasyonuyla.
Tüm hırsızların, soyguncuların,
haydutların iş sonrasında paylaşım kavgasına tutuştukları gibi siz de zaten bir
süreden beri Pensilvanyalı ve avanesiy-
le kavgalı idiniz içten içe. Devletin şurası senin olacak, şurası benim biçiminde süren bir paylaşım kavganız vardı.
Bunun makul bir anlaşmayla sonuçlanması da zaten mümkün değildi. Çünkü
her biriniz için diğeriniz geçici bir müttefikti. İş başarılınca, hedefe ulaşılınca
bertaraf edilmesi gereken bir müttefikti. Böyle bakıyordunuz birbirinize.
Hem miadınızın dolması hem de üst
üste yanlışlar yapmaya başlamanız,
efendinizden gizli iş tutarak onu atlatmaya kalkışmanız ABD’de tapayı attırdı. Bu adamın artık kanalizasyon deliğine süpürülme zamanı geldi, dedirtti.
ABD efendinizin bu noktaya gelmesini dört gözle bekleyen Pensilvanyalıya sinyal çakıldı. Pensilvanyalı hevesle
harekete geçti ve uvertür mahiyetindeki
vuruşunu yaptı. Son ayda olan budur.
Siz, tümüyle dengesizleştiğiniz için hâlâ işin farkında değilsiniz. Patlamış gerizler gibi ortalığa saçılmış ve genizleri
yakan kokular salan vurgununuzu, yağmanızı gizleyebileceğinizi sanıyorsunuz. Durumunuz trajikomik. “YargıPolis komplosu, inlerine dalacağız” türünden yavelerle işi geçiştirebileceğinizi sanıyorsunuz. Sizin için yol bitti. Artık hesap verme vakti geldi. Görmüyor
musunuz?
Yine bir Yurt yazarının, Nihat Behram’ın yazısına attığı başlıkla bitirelim
sözümüzü:
“Ya Tayyip… Men Dakka Dukka”
23.12.2013
Partimiz, “Ergenekon Davası” Tutsağı
Devrimci Gazeteci Merdan Yanardağ’la
Devrimci Dayanışmasını sürdürüyor
M
erkez Komite Üyemiz ve
İzmir İl Başkanımız Av. Tacettin ÇOLAK ile Ankara
İl Sekreterimiz Av. Doğan ERKAN
Yurt Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni
Merdan Yanardağ ile Muğla E Tipi
Cezaevinde görüştü.
Merdan Yanardağ ile yaklaşık iki
saat görüşen yöneticilerimiz, cezaevi
çıkışında şu açıklamayı yaptılar:
Merdan Beyi, ülkemizin Ortaçağın
karanlığına götürülmesine itiraz ettiği
için tutukladılar. O, keskin kalemiyle
ve kıvrak zekâsıyla Emperyalizme,
Faşizme ve Ortaçağcı İrticaya karşı
ciddi bir mücadele yürütmektedir. Ülkemizdeki antiemperyalist, NATO
karşıtı, Mustafa Kemalci, ilerici, laik,
yurtsever asker ve aydınları susturmak
ve etkisizleştirmek için CIA tarafından
planlanan ve Cemaat-AKP eliyle uygulamaya konulan “Ergenekon Operasyonu”na karşı da ilk günden
itibaren doğru tutum almış ve teşhir
etmiştir. Bu duruşuyla da kendisini bu
operasyona dahil ederek gözaltına almışlar ve tutuksuz yargılanmaya
devam etmekteydi. Ancak O, aynı davadan yargılanıp bir biçimiyle tahliye
olanlardan bazılarının yaptığı gibi korkup sinerek bir köşeye çekilmek yerine, Yurt Gazetesi gibi önemli bir
mevziden Emperyalizme ve Ortaçağcılara karşı mücadelesini kaldığı yerden
sürdürmeye
devam
etti.
Emperyalistlerle Ortaçağcı güçlerin,
ülkemize karşı yürüttükleri saldırıları
tüm boyutlarıyla teşhir eden kitaplar
yazdı. İşte bunun için kendisine yargılama sonunda 10,5 yıl ceza verilerek
tutuklandı.
F Tipi Mahkemeler olan Ergenekon Mahkemelerinin Merdan Yanar-
dağ’ı hükümle birlikte tutuklanmaları
da ayrı bir cezalandırmadır. Zira aynı
davadan mahkûmiyet hükmü alıp da
tutuklanmayan ve durumu Yargıtay incelemesine kalan başka sanıklar olduğu halde Merdan beyin hemen
tutuklanması da intikamcı bir anlayışın ürünüdür. Çünkü Merdan Bey’in
yazıları ve siyasi faaliyetleri “fincancı
katırlarını” ürkütüyordu. Zaten bu davalarda yaptırım sonucunda değil sürecindedir. Öyle ya dava sürecinde
birçok sanık yaşamından ve sağlığından olmadı mı?
Ancak bütün bu haksız ve hukuksuzluklara karşın Merdan Bey’in inancından ve kararlılığından hiçbir öden
vermeden mücadeleye devam etmesi,
Türkiye Devrimci Hareketi bakımından önemli bir kazanımdır. Bu günler
de geçecektir. Özellikle Şanlı Gezi Direnişi’yle düşüşün başlangıcına gelen
AKP hükümeti, 17 Aralık Yolsuzluk
Operasyonu ile de hızla yuvarlanmaya
başlamıştır. İktidarlarını borçlu oldukları AB-D Emperyalizmi bu kez iplerini çekmiştir. İktidarda oldukları 11
yıl boyunca, tüm örgütleriyle vurgun,
rüşvet, yolsuzluk ve hırsızlık batağında olanlar, iktidar olanakları ile
yedi sülalesini zengin edenler artık
bunların hesabını vermek durumundadırlar. Ancak bu hesap kendi hukuk
bürolarına dönüştürdükleri ve hiçbir
zaman bağımsız olmayan yargı tarafından değil Demokratik Halk İktidarında sorulacaktır hem AB-D
Emperyalizmi ve Tayyipgillerden hem
de F Tipi Cemaatten.”
Kurtuluş Partili Hukukçular
8
Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013
Kıvılcımlı Anması’nda Gezi Direnişi Damgası
Türkiye Devrimi’nin Önderi, ömrünün 22,5 yılını cezaevlerinde geçiren, Türkiye orijinalitesini inceleyip
devrimci teori alanında onlarca eser yazan ve yakalandığı kanser illetine, geçirdiği onlarca ameliyata
rağmen son nefesine kadar Devrimci Kavgadan bir an
geri durmayan Hikmet Kıvılcımlı’yı Halkın Kurtuluş
Partisi bedence aramızdan ayrılışının 42’nci yıldönümünde İstanbul Maltepe Belediyesi Türkan Saylan
Kültür Merkezi’nde gerçekleştirdiği salon toplantısıyla 3 Kasım’da andı. Etkinlikte HKP Genel Başkanı
Nurullah Ankut Yoldaş’ın konuşmasını yayımlıyoruz.
Kara deryalarda bir fenersin...
Pınar Akbina Yoldaş:
Şimdi Yoldaşlar kendisi övücü sözler söylememizden pek hoşlanmıyor
ama kısaca şöyle diyelim: Gerçek devrimci, gerçek insan, Hikmet Kıvılcımlı
Usta’mızın bayrağını bu günlere kadar
en yükseklerde tutarak bizlere getiren,
aynı zamanda Gezi İsyanı’nda da aktif
bir şekilde öncülük eden ve “dede senin ne işin var burada” diyenlere mücadele etmeye geldim, diyen Halkın
Kurtuluş Partisi Genel Başkanı Sayın
Nurullah Ankut sizlere hitap edecek.
sek; bu yıl da ölmedik, yoldaşlar!
(Alkışlar… Slogan: Yaşasın
Halkın Kurtuluş Partisi… Halkız
Haklıyız Kazanacağız…)
Biliyorsunuz, düşünceler hep çağrışımlar oluşturur. Ahmet Kaya’dan söz
ettik ya, eşini çok kınadım. Abdullah
Gül, yani Tayyipgiller, kullanmak istediler Ahmet Kaya’yı. Onun yiğitliğini,
onurunu, mücadelesini, sanatını kendi
alçakça düzenlerine, çıkarlarına alet etmek istediler. Onların ödülüne ihtiyacı
yok Ahmet Kaya’nın.
Nurullah Ankut Yoldaş:
Sevgi ve saygıdeğer yoldaşlarım,
Öncelikle isterseniz uzunca bir aradan sonra ilk karşılaştığımızda yoldaşlarımın sorduğu soruyu yanıtlayarak
başlayayım. Bu cevabım Ahmet
Erhan’ın bir dizesinden çağrışımla olsun. Tanıyoruz değil mi Ahmet
Erhan’ı? Tanıyoruz. Şair.
Dinleyici: Yakın zamanda öldü
Hoca’m.
Nurullah Ankut Yoldaş: Evet.
Sevindim bilmenize. En meşhur şu şiirini de biliyor muyuz?
Yine geçen haftanın önemli gündemlerinden birini oluşturan, sesine ve
yorumuna hayran olduğum ve eşsiz
bulduğum Ahmet Kaya…
(Alkışlar…)
Ahmet Kaya’nın Şarkılarını söyleyen sanatçıların da gerçek anlamda onu
anlamadığını düşünüyorum. Eğer gerçek anlamıyla anlasalar Ahmet Kaya
Şarkılarını okumaya asla cüret etmezler. Çünkü hiç kimsenin Ahmet Kaya
Şarkılarını onun gibi okuyamayacağını
bilirler o zaman. Ahmet Kaya Şarkıları
okunmaz. Dinlenir…
(Alkışlar…)
Ne diyordu o meşhur şarkısında
Ahmet Kaya, Ahmet Erhan’ın bir şiirini besteleyerek
BUGÜN DE ÖLMEDİM ANNE
Yüreğimi kalkan bilip, sokaklara çıktım
Kahvelerde oturdum, çocuklarla konuştum
Sıkıldım, dertlendim, sevgilimle buluştum
Bugün de ölmedim anne
Kapalıydı kapılar, perdeler örtük
Silah sesleri uzakta boğuk boğuk
Bir yüzüm ayrılığa, bir yüzüm hayata dönük
Bugün de ölmedim anne
Üstüme bir silah doğruldu sandım
Rüzgâr, beline dolandığında bir dalın
Korktum, güldüm, kendime kızdım
Bugün de ölmedim anne
Bana böylesi garip duygular
Bilmem niye gelir, nereye gider?
Döndüm işte; acı, yüreğimden beynime sızar
Bugün de ölmedim anne.
Buradan, genç denebilecek bir yaşta, 56 yaşında, kaybettiğimiz değerli
ozanımızın şiirinden hareketle söyler-
(Alkışlar…)
Üç ayda bir kontrole gidiyoruz ve
tahlil sonuçlarına bakan doktorlar “Bu
değerler bizim için çok iyi amca.
Kontrole devam.” deyip gönderiyorlar
bizi. Yani kanser kardeşle aramız iyi
gidiyor şöyle…
Soldaki savrulmalara
rağmen biz devrimci
değerleri sonuna kadar
savunacağız!
(Alkışlar…)
Ona ödülü halklarımız vermiş. Türk
ve Kürt Halkları verdi ona ödülü.
Başka ödüle ihtiyacı yok. Başka her
ödül, Ahmet Kaya’nın mücadelesine,
kişiliğine, anısına, hele onların vereceği ödül, bir saldırıdır. Ama bilinçsizlik
işte, yoldaşlar. Bilinçsizlik, ne edersiniz…
Yine sinevizyondan değerli sanatçı-
mız, devrimci, yürekli sanatçımız
Tuncel Kurtiz’i izleyince, 8-10 yıl kadar önce bir televizyon kanalında izlediğim bir röportajı, konuşması geldi
aklıma. Diyordu ki: 12 Eylül
Faşizminden sonra biz yurtdışına çıktık. Uzun yıllar dışarıda kaldık, orada
sanat yaptık, tiyatro yaptık, sinema
yaptık, sonra yurda döndük. Faşizm
öncesinde yani 12 Eylül öncesinde bize, “Tuncel Abi bizden değildir.
(Cümle aynen böyle.) Ama bizim için
gereklidir, bizim işimize yarar, bize lazımdır, derlerdi” arkamdan. Uzun yıllar sonra yurda döndük. Aynı arkadaşlarla karşılaştık. “Ya Tuncel Abi artık
bireysel özgürlükleri öne çıkarmak lazım. Zaman değişti artık, bunlara öncelik tanımak lazım”, dediler. Şaşırdık
kaldık tabiî biz. Yani böyle mi oldu
Türkiye dedik, diyor.
Yani yoldaşlar, işte 12 Eylül sonrası, bizim Sevrci Soytarı Sahte Sol dediğimiz solun nasıl dönüştüğünü, devrimcilikten uzaklaştığını böyle netçe
görüp gösteriyordu, Tuncel Kurtiz.
“Katil Amerika”, diyor. Evet, onu demekten vazgeçtiğini ve bireysel özgürlükleri savunmamız gerekir artık, dediklerini dile getiriyordu. İşte bunu diyenler en son geçen HDP’yi kurdular.
Tüzüklerine baktım internetten, bir kere emperyalizm diyor o da soyut. Kim?
Hangi emperyalizm? Belli değil. Başka
da geçmiyor. Programlarını bulamadım. Zaten Programla Tüzüğün ayrımını da bilmiyorlar. Tüzüklerini program
içeriğinde oluşturmuşlar. Yani bakıyorsunuz her konuşma ve yazılarında tekrarladıkları zırvalamalar. Ne antiemperyalizm var ne de antifeodalizm var.
Malum teraneleri yani yoldaşlar.
Onları sıralıyor.
Tuncel Kurtiz dönünce yadırgıyor.
Okuduğu şiirde de, onlar gibi olmadığını, 12 Eylül öncesinin değerleri neyse yani Mustafa Suphi’lerin, On
Beşler’in, Kıvılcımlı’ların, Mahirler’in, Denizler’in savunduğu değerler
neyse onları savunmaya devam ettiğini
gösteriyor, yoldaşlar. Bugün de onları
kararlılıkla savunmaya devam eden tek
hareket biziz.
(Alkışlar…)
Vietnam’da emperyalizme
karşı destansı mücadele
Yine yoldaşlar, geçtiğimiz hafta
mıydı? Ondan önceki hafta, ünlü
Generalimiz Vo Nguyen Giap’ı kaybettik. Fransız, Japon, Amerikan
Emperyalizmini hezimete uğratan ve
ülkesinden kovan bir ordunun generalini kaybettik, yoldaşlar, 102 yaşında.
Bizim gençliğimizin efsanesiydi
General Giap. Çünkü dünyanın başhaydut devletleri, Vietnam gibi küçük
bir ülkeye ve nüfusu az bir halka saldırıyor, bütün teknolojik, gelişkin silah
makinelerine rağmen hezimete uğrayıp
defolup
gidiyorlar.
Ve
ABD
Emperyalistleri bugün bile General
Giap’tan yedikleri tokadın acısını unutabilmiş değiller. Onun şokundan kurtulabilmiş değiller.
Bu işin olumlu yanı, yoldaşlar. Ama
işte olaylar hep diyalektik. Bir de aynı
oranda acı veren, hüzün veren, insanın
içini sızlatan yönü var. 16 gün önceki
Cumartesi “Ulusal Kanal”da Can
Ataklı, Halil Nebiler bir program yapıyor. Ali Fatinoğlu diye bir işadamını
çıkarmışlar. Şu anda da CHP’den
Bakırköy belediye başkan aday adayı… Şöyle bir gezinirken gözüme
çarptı. Dedi ki: “Ben Abidin
Nesimi’nin oğluyum.” Abidin Nesimi
deyince birden dikkatimi çekti, kıdemli yoldaşlarımız bilir; Abidin Nesimi
saygıdeğer, mücadeleci bir devrimci
aydınımız. Kitapları da var, 6-7 tane de
devrimci kitabı var Abidin Nesimi’nin.
Banyo malzemeleri, radyatör ve boru üretiyormuş, Ali Fatinoğlu.
Başladık, geliştirdik işi, falan dedi.
Şimdi pek çok ülkeye ihracat yapıyoruz, dedi. Sağlam iş yapalım, para arkasından gelir, dedik; öyle de oldu, para da geldi, zenginledik. Dünyanın gezmediğim ülkesi kalmadı. Her ülkeyi
gezdim, dedi ve Vietnam’dan söz etti.
Vietnam’a da gittim, dedi.
Hatırlayacağımız gibi, 10 yıl savaştılar, hatta 12 yıl, Amerikan
Emperyalizmiyle; 1963’den 1975’e
kadar. Vietnam Halkı 3 milyon insanını kaybetti, yoldaşlar. 59 bin de ABD
askeri öldü bu savaşta. Uçaktan, B52
ağır bombardıman uçakları denilen bir
uçakları var, onlarla günlerce, aylarca,
yıllarca döğdü Vietnam’ı. Ve
Vietnam’a atılan bombaların miktarı,
İkinci Dünya Savaşı’nda tüm tarafların
kullandığı bombaların miktarının tam
üç katı, arkadaşlar. Bu kadar vahşiyane, zalimane, insanlık dışı, hayâsızca
bir acımasızlıkla döğdü Vietnam’ı.
Ama savaştı ve yendi Vietnam Halkı.
Ormanlarda savaştılar, o savaştıkları yeri gezdirdiler bana, dedi Ali
Fatinoğlu. Ormanın içinden üzeri ağaç
dallarıyla, yapraklarla, kurumuş otlarla
kamufle edilmiş tüneller var, oradan çıkıyor ABD askerlerini vuruyor, gizleniyorlar, dedi. ABD askeri hasbelkader
orayı buldu, oradan yanlamasına tünel
kazmış. Ondan sonra orada da kalmıyor, yeniden aşağıya doğru tünel kazmış. Ondan sonra yine yandan tünel
kazmış. Yani ABD askeri oraya inip
ateş ederse vuramıyor Vietnamlı savaşçıyı. Yani böylesine ormanların altını
tünellerle
donatarak
Amerikan
Ordusu’nu yendiler.
O zamanlar, bir de ABD’li namuslu
bir kadın gazeteci (Martha Gellhor)
gitmişti Vietnam’a; dönüşte gördüklerini anlatmıştı. Diyordu ki: Napalm silahı insanın etlerini eritirmiş, dediler.
Ya bu nasıl olur? İnsanı bir gaz, zehir,
öldürürse öldürür, boğar öldürür ama
etini nasıl böyle jel gibi eritir? Bu nasıl
olur? derdim. Gittim gördüm ki napalm kurbanlarını, o kızların, çocukların yüzlerinde hiç et kalmamış, etleri
erimiş ve boyunlarını sarmış, oralarda
donmuş. Boyunlarını oynatamıyor çocuklar, diyor. Bu kadar korkunç bir silah olduğunu gözlerimle görünce anladım, diyor.
Yine ABD’li namuslu, aydın bir yazar var: William Blum. ABD Dışişleri
Bakanlığında görevli. Yani CIA’da görevli büyük olasılıkla Vietnam savaşı
süresince. Vietnam’da ABD’nin yaptıklarına tanık olunca, ben bu orduda
yer alamam, diyor. Devletimin safında
yer alamam. Bulunduğum yer insanlığın olduğu yer değil, diyor. Ve istifa
ediyor, yoldaşlar. Bağımsız yazar olarak çalışıyor ondan sonra. “Haydut
Devlet / Dünyanın Tek Süper Gücü
İçin Bir Rehber” bir kitabının adı.
Yine yakında yeni bir kitabı daha
Türkçeye çevrildi. Say Yayınları’ndan
çıktı. “Emperyalizmin En Ölümcül
Silahı Demokrasi Yalanı.” Kitaptan
önemli bir bölümü, arka sayfaya almışlar. Hemen okumak istiyorum:
“İkinci Dünya Savaşı’ndan bu
yana bize Batılı güçlerin komünizm
tehdidi altında bulunan ve diktatörlükle yönetilen ülkelere demokrasi
“ihraç etmek” için onurlu ve saygın
bir mücadele verdiği söyleniyor. Bu
yanılgı tamamen ortadan kalkmadıkça, insanlar emperyalizmin dünya çapında yol açtığı acıları kavramadıkça, bu canavar asla durdurulamaz.
“Emperyalizmin gerçek yüzünü,
onun en son kurbanlarından biri
olan Muammer Kaddafi, canavarın
pençesine düşmeden önce kaleme aldığı satırlarda anlatıyor (Kaddafi’nin
satırları aşağıdakiler. – Nurullah
Ankut): “Emperyalistler beni öldürmek, ülkemin bağımsızlığını yok etmek, bizim parasız iskân, sağlık hizmeti, eğitim ve beslenme sistemlerimizi ortadan kaldırarak bunun yerine adına ‘kapitalizm’ denilen
Amerikan usulü soygunu getirmek
istiyor. Ama biz Üçüncü Dünyalılar
bunun ne anlama geldiğini biliyoruz.
Bu, şirketlerin ülkeleri, dünyayı yönetmesi ve insanları yoksullaşması
demektir. Bu yüzden benim başka
seçeneğim yok. Direnmek ve
Allah’ın izniyle bu uğurda ölümü
göze almak zorundayım.”
Gerçekten de Muammer Kaddafi
sözünün eri çıktı, yoldaşlar. Ve direndi,
ölümü göze aldı. Ölümsüz devrimci
Chavez ne dedi?
“Bir şehittir Muammer Kaddafi”.
Ama bizim en büyük silahları din
sömürüsü olan alçaklar, yerli uşaklar
ne dedi?
Alkışladılar. Dünya bir diktatörden
kurtuldu dediler,. Tam da efendilerinin
ağzıyla…
“Berlin Duvarı’nın yıkılışından
on yıl geçtikten sonra (William Blum
anlatıyor – N. Ankut)) ABD hâlâ ülke-
leri ve halkları şu ya da bu tehlikeden kurtarmaya devam ediyor.
Puantaj kartında yazan şudur (yani
ABD’nin puantaj kartında – N. Ankut):
ABD 1945’ten yüzyılın sonuna kadar
tam 40’ın üzerinde yabancı hükümeti devirmeye, dayanılmaz baskıcı yönetimlere karşı mücadele veren
30’un üzerinde halkçı ya da milliyetçi hareketi ezmeye çalıştı. ABD bu
yüzden milyonlarca insanın yaşamını kaybetmesine sebep oldu ve gene
milyonlarca insanı acı ve umutsuzluk içinde yaşamaya mahkûm etti.
“1999
yılı
Nisan
ayında
Washington DC’de ben bu satırları
yazarken ABD Yugoslavya’yı bombalıyor. Modern ve gelişmiş bir toplumu sanayileşme öncesi çağa geri
gönderiyor.
Büyük
Amerikan
Toplumu, sonsuz iyi niyetiyle, hükümetinin hareketinin arkasındaki itici
gücün insani düşünceler olduğuna
inanıyor.
“Washington, birçok yabancı
devlet adamını üç gün süreyle ağırlayarak, NATO’nun kuruluşunun 50.
yılını daha önce hiç görmediğimiz
kadar debdebeli ve şaşaalı törenlerle
kutladı. Devlet başkanları, başbakanlar, bakanlar; konumu ve rütbesi ne olursa olsun herkes, okulun kabadayısının en yakın dostları arasında bulunduğu için mutluydu. (Bizim
Tayyipgiller de oradaydı, yoldaşlar. –
N. Ankut) Bu gösterişli hafta sonu etkinlikleri büyük şirketler tarafından
finanse edildi. Bunlardan 12’si NATO zirvesinin ev sahipliği komitesinde birer yöneticileri tarafından temsil edilmeleri için 250’şer bin dolar
ödediler. Bu şirket temsilcileri Çek
Cumhuriyeti,
Macaristan
ve
Polonya’nın örgüte katılmasıyla
NATO’nun genişlemesi için lobi çalışmaları yaptılar. Bu ülkelerin her
biri, bu şirketlerden büyük miktarlarda askeri malzeme alacaktı.
“NATO ile ulusaşırı şirketlerin
evliliği, George Bush tarafından Yeni
Dünya Düzeni olarak adlandırılan
Amerikan İmparatorluğunun temel
kurumlarından biridir. Yeni Dünya
Düzenin saygınlığı, insanlığın büyük
bir bölümünün Yeni Dünya Düzenin
daha iyi olacağına inanmasına bağlıdır. Yalnız hiçbir şeyle doymayıp daha fazlasını isteyenler için değil, herkes için daha iyi olacağına ve Yeni
Dünya Düzeninin lideri olan
ABD’nin samimi olduğuna inanılması gerekir.” (William Blum, Haydut
Devlet, Yenihayat Kütüphanesi,
İstanbul, 2006, s. 14)
Bundan
sonraki
sayfalarda,
ABD’nin bu savaşlarda yüz binlerce
askerini bile uranyumla ve zehirli kimyasallarla zehirlediğini anlatıyor, yoldaşlar. Yani kendi askerine, halkına bile acımayan bir emperyalist nasıl başka
ülkelerin halklarına acır, diyor?
***
Vietnam’da
Sosyalist İnsan yaratılamadı
Şimdi Ali Fatinoğlu’na dönersek,
yoldaşlar. Diyor ki; ABD’ye karşı böylesine büyük acılar çekerek, kayıplar
vererek mücadele eden bir ülkenin insanları bugün Amerikan hayranı.
Nasıl insanın yüreğine hançer gibi
saplanmaz yoldaşlar bu cümle?
9
Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013
Kıvılcımlı Anması’nda Gezi Direnişi Damgası
General Giap
Bizzat tanığım, gördüm, diyor.
Ben de 10 yıl kadar önceki bir belgeselde izlemiştim de, insan böyle sağlıksız şeyleri duyunca hani yok saymak
ister. Psikolojik bir savunma mekanizmasıdır bu. Bastırmak denir buna psikolojide. Şehirleri geziyor, 20-25 yaş
arasında bir gence soruyor; “Amerika?” diyor: “Number One (Bir Numara)” diyor genç. Yani belki tekil bir
örnek filan diyerek, ben o zaman düşüncemden uzaklaştırdım. Bu adam
bizzat beni gezdirdiler, diyor.
(Slogan… Kahrolsun emperyalizm yaşasın sosyalizm… Alkışlar…)
Gökdelende oturanlar mutlu bir yaşam sürüyorlar. İşleri, gelirleri iyi, diyor. Onun sadece 100 metre ilerisinde
nehir akıyor, suyu simsiyah, diyor.
Nehrin üzerinde ve kenarında barakalarda yaşayan insanlar gördüm, korkunç sefalet içinde, diyor. Onlarla konuştum, diyor. Burada yaşayanlara niye bir şey demiyorsun? Niye biz böyleyiz de siz öylesiniz demiyorsun? Hani
babası sosyalist ya… Her ne kadar İşadamı da olsa bilinçaltında yahut aklının
bir köşesinde yahut ruhunun bir köşesinde onlar var; babasının aşıladığı sosyalist inanç var. O yoksul insanlar Budistlermiş, o dini inanca sahipmiş. Buda’nın öğretisine göre ben bu dünyaya,
bu yaşamımda yoksul geldim, bu yaşayışı yaşayıp öleceğim. İkinci kez dünyaya geldiğimdeyse belki ben de onlar
gibi o gökdelenlerde yaşayacağım, cevabını verdi bana, diyor. Yani bizdeki
din afyonun bir benzeri orada da aynı
şekilde işlevini görüyor. Demek ki insanlar sosyalist bir değişim, dönüşüm
yaşamamışlar. Sosyalist Teori, bilinç,
inanç, kültür ve dünya görüşü verilmemiş bu insanlara. Sosyalist insan yaratılmamış. İşte felaketin asıl sebebi de
bu. Sosyalist Kamp’ı oluşturan ülkeler
(Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa
Sosyalist ülkeleri) de bu asli görev başarılamadığı için iskambilden şatolar
gibi yıkılıp gitti.
Hani buradan hareketle bu halk, bu
emperyalistleri İlkel Komünal gelenekleri çok canlı olduğu için yendi. Biliyoruz; koridor şeklinde, üzeri kapalı
sazlardan, topraktan yapılmış uzun evler var. Ve içinde bunların bazısının 50,
bazısının 100, bazısının da 250 odası
var. Her odada bir aile kalıyor. Yani bu
bizim Barbar Toplumlar dediğimiz İlkel Komünal Toplumların yaşayış biçimi. İşte oradan gelen, o kan bağlarının
getirdiği güçle, o fedakârlıkla, o yiğitlikle, o dayanışmayla bunları yendi, bu
emperyalistleri. Ama ondan sonra sanki bir Tarihsel Devrim yapmışlar gibi
emperyalizmin ekonomik hegemonyasına, gücüne eğilim gösteriyorlar ve
ona hayranlık duyuyorlar. Tabiî bu halkın tümü için geçerli olmaz, yoldaşlar.
Mustafa Yoldaş’la konuştuk, köylerde
hâlâ devrimin o heyecanını taşıyan,
inancını taşıyan insanlar var. Ama esas
ülkeyi yönetenler yani devlet mekanizmasını elinde tutanlar ABD’yle böylesine sıcak ilişki içerisindeler. Başta
spor ayakkabılar olmak üzere teknoloji
gerektirmeyen ABD’nin pek çok ürünü
Vietnam’da üretiliyor. “Nike” bunların
en önde geleni ya da benim bildiğim,
yoldaşlar. Demek ki yoldaşlar…
Bir Dinleyici: General Giap muhalifti Hoca’m.
Nurullah Ankut Yoldaş: Evet muhalifti, muhalifti yoldaşlar, evet. Ama o
da ne yazık ki tek bir kişi. Ve gene ga-
zetemizin (Kurtuluş Yolu’nun) son sayısında okuyan arkadaşlarımın gördüğü gibi, Mustafa Kemal’e de hayran
General Giap. Biz Kemal’i izliyorduk,
diyor. Usta’mız boşuna demiyor;
“Tüm mazlum milletlerin emperyalizme karşı ilk zaferi” diye Çanakkale Zaferi için. Kurtuluş Savaş’ımız
için ilk zaferle sonuçlanan Antiemperyalist Kurtuluş Savaş’ı diye. Nehru’dan, Gandi’den Giap’a, Afganistan
Kralı Emanullah Han’dan Mao Zedung’a kadar tüm sömürge halklar ve
önderleri bayram ediyorlar bizim zaferimiz üzerine. Ama işte böylesine büyük kahramanlar bile ülkelerinin böyle
emperyalizmin, ne diyelim, bir anlamda yedeğine takılmasına engel olamıyorlar. O zaman son derece dikkatli olmak gerekir. İktidara geldik, Sosyalist
Ekonomiyi örgütledik; görevimiz bitti
dememek gerekir asla.
Burada çağrışım oldu: Mao, M. Kemal’e ve bizim Antiemperyalist Birinci
Kurtuluş Savaşı’mıza hayran. Ondan
dersler çıkarıyor. Ve kurtarılmış bölgelerde okutulan ders kitaplarına koyuyor, M. Kemal’i ve Kurtuluş Savaşı’mızı, Lenin’le ve Ekim Devrimi’yle
birlikte. Bizdeki kofti Maocular, Kaypakkayacı vb. ise M. Kemal’e ve Birinci Kuvayimilliye’ye düşman. Ne diyelim? Her zaman dediğimiz gibi, Allah yardım etsin bunlara…
Prensipte bükülmezlik,
taktikte kıvraklık!
Sosyalist Kamp niye çöktü?
İşte aynı benzer durumlardan çöktü.
Demek ki iktidara gelen; günlük rutin
işleri yaparım, benim sorumluluğum
bu, gerisi beni ilgilendirmez, herkes
kendi sorumluluğunu yerine getirsin,
derse işte bu ölüm demektir, yoldaşlar.
Partimizin kurulduğu gün çok kısa
bir konuşma yapmıştım Genel Merkezimizde, birkaç kez de o konuşmadan
söz ettim. Dedim ki; en kıdemsiz yoldaşımız bile kendini benim yerime ko-
Mareşal Fevzi Çakmak
yar ve benim duyduğum sorumlulukla,
sadece kendi bölgesini değil tüm ülkeyi izler, gözler, dert edinir ve ona çözümler üretirse işte o zaman başarılı
oluruz. Başarılı olmamızın şartı bu, demiştim. Bunu yapmazsak başarılı olamayız, demiştim.
İşte bu yapılmadı, yoldaşlar. Sovyetler ve Sosyalist Kamp’ta da yapılmadı, Vietnam’da da yapılmadı,
Çin’de de bu yapılmadı. Hayat durup
dinlenmeden akıyor, onu her an gözlemek gerekir, devrimci diyalektikle
gözlemek gerekir. Devrimci diyalektiğe göre olaylar her an zıddına dönüşerek gelişir. Sebep sonuç ilişkileri içinde
birbirini üretir ve birbirine de bağlıdır.
İşte bunları dikkatle izleyip hangi sebeplerden ortaya çıktıklarını ve nereye
yöneldiklerini izlemezsek hayattan koparız. O zaman mantığımız ve metodumuz Marksist-Leninist ya da devrimci
diyalektik mantık ve metot olmaz. Ya
Ortaçağ kilise skolastik mantığı olur ya
da modern burjuva metafizik mantığı
olur. O zaman gerçek devrimciler olmayız. Usta’mızın deyimiyle “Marksizm Kalpazanları” oluruz. İşte Sovyetler’de de, Sosyalist Kamp’ta da ne
acıdır ki, Vietnam’da da, Çin’de de General Giap gibi birkaç sorumlu elbet de
vardır eski kuşaklarda ama devlet yöneticilerinin diğer ezici büyük çoğunluğu artık gerçek anlamda MarksistLeninist değil. Marksizm kalpazanı. O
zaman emperyalizmin oyuncağı olursun…
Yine Usta’mız “Leninizm Ne-
dir?”de anlatır, en önemli özelliklerinden biri: prensipte bükülmezlik, taktikte kıvraklık, sürat, kararlılık.
Diyalektik bakın. İkisi birbirinin ne
kadar zıddı?
Prensipler nelerdir?
Nihai amacımız, Fidel’in deyimiyle
dünyanın tek bir sosyalist aile olması.
Bu yöne doğru tarihin akışını gören birer insan olarak, insanlığının sorumluluğunu, hakkını veren insan olarak,
onun hızlanması, bir an önce gerçekleşmesi için mücadele etmektir. O kavgada ön safta yer almamızdır. Yani ona
göre düşünüp davranmamızdır. Tabiî
bu nihai amaç. Ondan önceki aşamalara ilişkin pek çok prensiplerimiz var.
Leninizm için prensip neydi?
Marksizmdi, Marks-Engels Usta’ların ürettikleri Marksizmdi, yoldaşlar.
Usta’mız ne diyor Marks için?
Çağdaş Musa, diyor. Biz de bu olağanüstü gerçekçi özdeyişi devam ettiriyoruz ve diyoruz ki: Engels ve Lenin
Çağdaş İsa’dır. Kıvılcımlı ise Çağdaş
Hz. Muhammed’dir.
İnsanlığın yarınına nasıl gidilecek?
Yarını ne olacak?
Onu gösteriyor bu önderler, bu Ustalar. Lenin için de birincil önemdeki
prensip; Emperyalizm Teorisi’dir.
Marks’ın zamanında yoktu emperyalizm. Bu aşamaya gelmemişti kapitalizm. O yüzden 70’lere 1870’lere kadar
Marks-Engels hep Avrupa’da bir Sosyalist Devrim beklediler. İşçi Sınıfının
en güçlü olduğu, başta İngiltere gelmek üzere, Avrupa ülkelerinde beklediler. Ama 1870’den sonra baktılar ki
devrimci bunalımların ve potansiyelin,
birikimin yönü Doğuya kayıyor, onu
hemen kavradılar. Marks o yaşında
Rusça, Farsça öğrenmeye girişti; buradaki, Doğudaki bu gelişimi, yeni oluşumu kavramak bizzat ana kaynaklarından öğrenmek için. Ama ömürleri
yetmedi. Zaten bedence de tükenmişti
Marks. O denli yoğun çalışıyordu ki...
Kapitalizmin geldiği bu yeni aşamayı çözümlemek Lenin’e nasip oldu.
O çözümlemeyle; artık emperyalizmin
sömürgesi, yarısömürgesi durumunda
bulunan ülkelerde de devrim öncelikli
olarak gündeme gelmiştir, dedi, Lenin.
Dünyanın en büyük devrimini o sayede, o öngörüyle yaptı.
Gene Devlet Teorisi, Ulusların
Kaderlerini Tayin Hakkı, Proletarya
Diktatörlüğü Teorisi, Çalışma Tarzı
vazgeçilmez prensipler bunlar.
Ama onun dışında hayat her an
akar, değişir. Ona uygun taktikler üretmek, yönelişler belirlemek gerekir. İşte
bunları yapamadıkları için taşlaştılar
Lenin sonrasının Sovyet yöneticileri,
dondular. Dikkat ederseniz daha önceki
konuşmalarımda da Sovyetler’in son
dönemi için “hayvaniye devleti” terimini kullandım. Yani hayvanların yönettiği devlet kadar katı, kavrayışsız,
anlayışsız, donuk, robotlaşmış devlet
yöneticileri vardı. Onlar yönetiyordu
Kazım Karabekir
bu devleti. O yüzden çürüyüp çöktüler.
İşte ondan sakınmak lazım. Ülkede
devrim yaptık, tamam burada sosyalist
ekonomiyi inşa ettik, bizim sorumluluğumuz ülkemizde yerine geldi, dediğimiz anda çürüme başlar. Çünkü bu hareketin özü; uluslararası bir harekettir.
Emperyalizm ve kapitalizm yani ölüm
çağındaki kapitalizm olan emperyalizm
dünyada yok olmadığı sürece, hiçbir
sosyalist ülke ve hareket için tehlike ortadan kalkmış, bitmiş sayılmaz. Her an
gündemdedir tehlike. İşte bunu göremedikleri için bu hale geldiler.
(Slogan… Kahrolsun ABD-AB
Emperyalizmi… Alkışlar…)
Tarihimizden kesitler…
Birinci Kuvayimilleyecilerin
ve sermayenin çatışması
Çağrışımlarla programımızın dışında bunları söylemiş bulundum. Şimdi
programa göre dün yaptığım şemayı izlersek…
Pınar Yoldaş’ımızın da, Ali Başkan’ımızın da konuşmasında belirttiği
gibi, geçtiğimiz bir yıl içinde dünyada,
bölgemiz Ortadoğu’da ve ülkemizde
Tarih olağanüstü şekilde hızlı aktı.
Bunlardan öncelikle söz etmemiz gereken, tabiî hepimizin ilk-en önce aklına
geldiği gibi, Taksim Gezi İsyanı’mızdır, yoldaşlar.
Bu İsyan, Antiemperyalist İkinci
Kurtuluş Savaşı’mızın üçüncü basamağıdır. İkinci Kurtuluş Savaşı’mız,
1954’de Usta’mız Vatan Partisi’ni kurduğu anda başlamıştır.
Birinci basamağı nedir?
27 Mayıs 1960 Politik Devrimi’mizdir. Bu devrimimizi, sivil ve
ağırlıklı olarak asker gençliğimiz gerçekleştirmiştir. Bu devrim, Usta’mızın
Tarih Tezi’nin bir parçası olan Ordu
Gençliği’mizin Devrimci Geleneği’nin
hep sürmekte olduğunu apaçık bir şekilde ortaya koymuştur. Böylece Usta’mızın teorisinin ne kadar gerçekçi
olduğunu, bir kez daha somut biçimde
göstermiştir. Çünkü Usta’mız. Ordu
Gençliği’ne dışarıdan bir Devrimci
Gelenek yüklemiyor. Tam tersine onda
bulunan ve kökleri 600 yıl geriye, tâ
Osmanlı’nın kuruluşuna kadar uzanan
bir devrimci geleneğin varlığını keşfediyor ve onu teorileştiriyor…
Yeni kuşaklar bilmez, 27 Mayıs’ı…
“Ne getirdi ki bu hareket, devrim sayılsın?” der, kimileri. Hâlâ makalelerinden, kitaplarından referans verilen aydın geçinen, yazarçizer geçinen, okumuş geçinen ve “27 Mayıs Devrim değildir” diyen, bir sürü insan var.
27 Mayıs’a kadar Türkiye’de komünistlerin sayısı 200’ü bulmaz. Ortalaması, 1951 tevkifatında da gördük,
150-200 arası. Onun da hepsinin peşinde üçer beşer polis var. Sabah evinden
çıktığı andan itibaren takibe alıyorlar
her birini. Diyelim ki bakkala uğradı,
kunduracıya uğradı, manava uğradı.
Hemen arkasından, polis damlıyor buralara: “Bu kişi, komünisttir ha… Tehlikeli, bununla alışveriş yapma… Sonra başın belaya girer. Bizden söylemesi” Herkesi böyle korkutuyorlar ve da
kışkırtıyorlar, devrimcilere karşı. Böylelikle de tecrit ediyorlar halktan. Akşam evine dönünceye kadar izleyip
kendi evlerine gidiyorlar. Sabah da yeniden aynı işe devam… Böylece Sosyalizm kitlelere yayılamıyor. Boğuyor
sosyalist hareketi, yerli-yabancı Parababaları düzeni.
Hatta yoldaşlar, Onbeşler’i katleden biliyorsunuz Kazım Karabekir,
Fevzi Çakmak ve onun da gerisinde
bulunan Tefeci-Bezirgân Sermayedir.
Mustafa Suphi ve Onbeşler’i katleden… Bunlar etkinliklerini hiçbir zaman kaybetmediler. İzmir Suikastı’nda
Mustafa Kemal’i ortadan kaldırmaya
niyetlendiler. Hepsi biliyor, İsmet Paşa
hariç, suikastın yapılacağını. Bir kısmı
yakından biliyor, bir kısmı duyum şeklinde biliyor ama “olursa iyi olur”.
Hepsinin görüşü bu. Yani Giritli balıkçı son anda panikleyip İzmir Valisi…
Ne Dirik, yoldaşlar?..
Dinleyiciler: Kazım Dirik.
Nurullah Ankut Yoldaş: Kazım
Dirik’e-Vali Paşa’ya ihbar etmese,
Mustafa Kemal gümbürtüye gidecek tâ
1926’da. Mustafa Kemal de hepsini bir
hizaya çekiyor bu davada, suikast davasında ama ordudaki dengeleri gözeterek onları ortadan kaldırmaya gücünün yetmeyeceğini görüyor. Hizaya
gelin, bir daha davranırsanız kelleniz
gider, mesajını vererek bırakıyor. Nitekim onlar da hizaya geliyorlar, arkadaşlar. Ama ordu ellerinde. Ve sınıf temelleri de güçlü. Tefeci-Bezirgân Sermaye zaten hep güçlü… Üstelik de artık yerli Finans-Kapital de oluşmuş durumda o yıllarda.
Usta ne diyor?
Birinci Milli Kurtuluş’la sadece tepesi koptu Tefeci-Bezirgân Sermaye
Sınıfının.
Tepesi neydi?
Hilafet ve Saltanat. Birinci Kuvayimilliye’de o koptu ama tabanı, gövdesi, kökü olduğu gibi kaldı, diyor;
“Cumhuriyet Bayramı nedir?” adlı makalesinde.
Usta’mızın makalesini yoldaşlar bir
kez daha okursak görürüz... O kök hemen yeniden uç veriyor.
Mustafa Kemal’i sonradan Çankaya’ya hapsediyorlar, yoldaşlar. Usta’mızın deyimiyle altın bir tabut içinde çürütüyorlar orada. Usta’mız aynen,
“altın bir tabut içinde katlettiler”, diyor. Bir de Finans-Kapital var tabiî Tefeci-Bezirgân Sermayeyle kaynaşan.
O kim?
Tefeci-Bezirgân Sermayenin kodamanları, Cumhuriyet öncesinin komprador burjuvazinin kodamanları ve
büyük emlak sahipleri kaynaşarak
Anadolu burjuvazisiyle beraber, yerli
Finans-Kapitali oluşturuyorlar. Onların
da gözü hep Batı’da… Bugün Vietnam’da olduğu gibi mesela… Vietnam’da bile olduğuna göre… Kaldı ki
orada bir sosyalist devrim aşamasına
gelinmişti. Buradaki yani bizde olan
burjuva devrimi… Ve öylesine kuşatıyorlar ki Mustafa Kemal’i; Kıvılcımlı
Usta son hizmetini, İsmet İnönü’yü
başbakanlıktan almakla yaptı FinansKapitale, diyor.
Ne için alıyor İsmet İnönü’yü başbakanlıktan? İnönü, toprak reformu gevelediği için. İsmet İnönü demek ki,
Tefeci-Bezirgânlığın köküne doğru yani en azından köylerdeki köküne doğru
Celal Bayar
yani ağalığa doğru bir hamle yapacak,
vuruş yapacak ona izin vermemek için
Mustafa Kemal’i kışkırtıyorlar, başbakanlıktan aldırıyorlar.
Yerine kimi getiriyor başbakanlığa?
Deutschebank’ın eski memuru Celal Bayar’ı.
Ordu kime?
Fevzi Çakmak’a emanet.
Meclis başkanlığı kime?
Kazım Karabekir’e emanet, yoldaşlar.
Artık tamamen yönetim Finans-Kapital ve Tefeci-Bezirgân Sermayenin
temsilcilerinin eline geçmiş oluyor. Sadece tepede göstermelik olarak Mustafa Kemal sağ kaldıkça, kalıyor. Ama
Çankaya’da bir anlamda tutsak olarak:
Etkisiz ve yetkisiz…
Mustafa Kemal sonrasında onun
yerine İsmet Paşa geliyor bildiğimiz
gibi. Ordu ve CHP onu getiriyor Cumhurbaşkanlığına. M. Kemal’in tercihi o
olmamasına rağmen. O da görünüşte
ülke yönetiminde söz sahibi olabiliyor.
Ama taban tümüyle ele geçiriliyor. Zaten büyük umutlarla kurulan Köy Enstitüleri’ni bile koruyamıyor İsmet Paşa.
Ne zaman kuruldu? Öğretmen yoldaşlarımız bilmeli bunu…
Dinleyiciler: 1940’da
Nurullah Ankut Yoldaş: 40. Ay?
Dinleyiciler: 17 Nisan
Nurullah Ankut Yoldaş: 17 Nisan.
Kutlarım yoldaşlarımı.
12 Eylül Faşist Diktatörlüğü öncesinde öğretmenlerin bayramı 17 Nisan’dı. Bizim gerçek öğretmenler günümüz yine 17 Nisan, yoldaşlar.
Orada, devletin hazinesinden bir
kuruş çıkmadan, yoksul köy çocukları
10
Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013
Kıvılcımlı Anması’nda Gezi Direnişi Damgası
okullarını yapıyorlar, üretim araçlarını
yapıyorlar, kendi geçimlerini, giyimlerini üretiyorlar ve çağdaş kültürle donatılarak kendi köylerine ya da başka
köylere gönderiliyorlar. Ve hem çağdaş
kültürle yani tüm Batı klasiklerini okuyorlar, hem de, üretim tekniklerini öğrenerek, kavrayarak köylerine gidiyorlar. Yani ağalığın elinden halkı kurtarmaya, köy çocuklarını, halk çocuklarını kurtarmaya çabalıyorlar. İşte buna
izin vermiyorlar, yoldaşlar. Özellikle
de İkinci Dünya Savaşı sonrası, 1945
sonrası, yoldaşlar.
Bir CIA Oyunu:
SSCB Notası
Burada yine aceleyle not aldığım,
karaladığım diyeyim daha doğrusu, satırlarımı okuyayım. Bazen kelimeleri,
kendi yazdığım kelimeleri ben okuyamam Mustafa Yoldaş okur. Sabah da
oğlum Şahin takıldığım kelimeleri
okuyuverdi. Hayati Asılyazıcı 6
Ekim’de “Ulusal Kanal”da Sabahattin
Önkibar’ın sunduğu “Alternatif” adlı
programdaydı. Namuslu bir aydın. Aynen söyledikleri; 1945’de savaş yeni
bitmiş. Diyor ki, babam Almanca bilir-
Hayati Asılyazıcı
di. Savaşın Almanlar tarafından kaybedileceğini, Alman radyolarını izlediğimiz için tahmin ediyorduk, diyor. Bekliyorduk, diyor Hayati Asılyazıcı. Ben
o zamanlar daha gencim. Genç bir çocuk sayılırım, yahut çocukluktan gençliğe yeni adım atan biriyim. Radyoda
akşam haberlerini sunan Nurettin Artam, akşam program yapıyor, bir anda
haberi kesti; şu anda aldığımız bir Sovyet notasını sizlere okuyacağım, dedi
diyor. Kulaklarımla duydum ben bunu.
Ve Sovyetler Birliği bizden; Kars, Ardahan ve Boğazlar’ı istiyor verdiği bir
notayla. Donduk kaldık, diyor. Yani Birinci Kuvayimilliye’de böylesine bize
yardım eden, böylesine dostluk gösteren, Atatürk’ün bile büyük hayranlık
duyduğu ve dostluğuna sadakatle bağlı
olduğu bir ülke bize bunu nasıl yapar?
Diye düşündük, diyor.
Tabiî H. Asılyazıcı “Atatürk” diyor.
Biz Mustafa Kemal diyoruz, çünkü ikisi farklı kişiler, yoldaşlar. Mustafa Kemal bu. (Kuvayimilliye sürecindeki
kalpaklı M. Kemal resmini gösterir. –
y.n.) Atatürk ise burada. (Salon’un yan
duvarındaki takım elbise içindeki çökkün Atatürk resmini işaret eder. – y.n.)
Ne kadar farklı değil mi?
15 senede bir insan bu kadar çürütülebilir mi?
Finans-Kapital eline düşerseniz çürütür.
Bakınız burada, Armstrong’un deyişiyle “Bozkurt”. Burada ise artık 70
yaşında, işi bitmiş, koltuğunda gazete
okuyan yahut yiyip içmekle uğraşan
bir ihtiyar görünümünde. İkisi çok
farklı. Düşünüş de farklı, kavrayış da
farklı, dünya da farklı. Onları anlatmıştık daha önce. Usta’mız da anlatmıştı,
yoldaşlar. Yani Usta’mızın deyimiyle,
burada altın tabut içinde ruhen öldürülmüş, arkadaşlar.
Mustafa Kemal ne diyordu?
Lenin’in önderliğindeki Sovyetler
ülkesi yardım etmeseydi, başaramazdık, diyor. Onu inkâr etmek suçtur, diyor.
Böylesine bize yardımda bulunmuş,
kardeşleşmiş bir ülke. Donduk, kaldık,
diyor Hayati Asılyazıcı yukarıdaki
programında. Ve onun hemen arkasından “Amerikan Barış Gönüllüleri”
pıtrak gibi Türkiye’nin her tarafında
bitti, diyor yoldaşlar.
1946’da, Amerika’nın meşhur Missouri zırhlısı yani savaş gemisi İstanbul
limanın ziyaret eder. Bir sene içerisin-
de hazırlanır insanlar. Amerikan hayra- kadaşlar. Siz de bakabilirsiniz. Bu kişi
nı haline getirilir ve İlhan Selçuk da 27 Mayıs Politik Devrimi sonrası heanlatır o günleri bamen Türkiye’ye
zen makalelerinde.
geliyor. Birleşmiş
Yani insanlar hayMilletler’deki Türranlıkla böyle gidip
kiye’nin
Daimi
geziyorlar zırhlıyı.
Temsilciliği görAmerikalı askerleevini bırakıp Türri,
bahriyelileri
kiye’ye geliyor ve
hayranlıkla izliyorKurucu Mecliste
lar. Yani o hale geyer alıyor.
tiriliyor insanlar bir
Bakın ABD niyıl gibi kısa bir süye gönderiyor yolre içinde, yoldaşlar.
daşlar?
Ve bu “AmeriGit orada durukan Barış Gönüllümu bizim lehimize
leri” yeni kurulan
elinden geldiği kaDemokrat Parti’nin
dar çevir… Ve
iktidara gelmesi
CHP’ye giriyor.
Stalin
için cansiperane çaOradan bir iki dölıştılar, diyor Hayati Asılyazıcı. Yani nem CHP milletvekili oluyor, yoldaşlar
tıpkı AKP gibi, Tayyipgiller gibi, De- ve 1968’de ölüyor.
mokrat Parti de ABD yapımı, arkadaşVe diyorlar ki H. Asılyazıcı’ya Bilar. Artık Kuvayimilliyeciliğin tepede- limler Akademisi’nde tanıştığı kişiler
ki izini tozunu silmek istiyor Amerika. (o akademide bir konferans veriyor H.
O yüzden Menderes-Bayar liderliğin- Asılyazıcı) Anatoli Filopoviç hakkındeki Demokrat Parti iktidara getirili- da; Türkiye üzerine hiçbir zaman, hiç
yor.
kimseyi yanıltmamıştır. Çünkü kendisi
1967’de Sovyetler’e gittim, diyor bir Atatürk hayranıydı. Biz Türkiye’ye
Hayati Asılyazıcı. Anatoli Filipoviç hep dostuz ve Mustafa Kemal’le hayraMiller adlı bir profesörle tanıştım ora- nım ben, diyor.
da, diyor. Anatoli Filipoviç Miller,
H. Asılyazıcı, 6 Ekim 2013’teki söz
Sovyetler’in Türkiye’yi tanıdığı yıllar- konusu programda bir kurmay albayıda Mersin Konsolosuymuş ve İkinci mızın da Moskova’da 4 yıl kaldığını,
Dünya Savaş’ı yıllarında da Sovyet- onun da bu konuyu araştırdığını ve
ler’in, Stalin’in Türkiye danışmanıy- böyle bir notaya rastlamadığını dile gemış. Bana böyle bir notanın asla var ol- tirdi.
madığını, bunun ABD’nin oyunu olduİşte bu nota oyunu çok alçakça, hağunu söyledi ve bu oyunu ABD’nin ince bir oyundu, yoldaşlar. Onu pek
Moskova Büyükelçisiyle (William çok, o dönemi yaşamış yazarçizerin anı
Averell Harriman’la), Türkiye’nin kitabında, mesela Altan Öymen’in anıMoskova Büyükelçisi Selim Rauf Sar- larında da görürsünüz. Ben okudum
per’in birlikte organize ettiklerini söy- mesela. Sovyetler Türkiye’den Kars,
ledi, diyor.
Ardahan’ı istediler. Boğazlarda da hak
Amerikalı askerleri, bahriyelileri iddia ettiler, denir bu tür kitaplarda.
hayranlıkla izliyorlar. Yani o hale getiOysa oyun, CIA’nın bir oyunu. Türriliyor insanlar bir yıl gibi kısa bir süre kiye’yi Sovyetler’den ve Sosyalist
içinde, yoldaşlar.
Kamp’tan koparıp Amerika’nın yedeVe bu “Amerikan Barış Gönüllüle- ğine alabilmek için oynanan bir oyun,
ri” yeni kurulan Demokrat Parti’nin ik- arkadaşlar. Sovyetler’in bir özelliği,
tidara gelmesi için cansiperane çalıştı- her şeyi arşivlemişler. Bunu hepsi söylar, diyor Hayati Asılyazıcı. Yani tıpkı lüyor, arkadaşlar. Halit Kakınç’tan
AKP gibi, Tayyipgiller gibi, Demokrat Mehmet Perinçek’e, başka burjuva
Parti de ABD yapımı, arkadaşlar. Artık araştırmacılara kadar. Her şey arşivlerKuvayimilliyeciliğin tepedeki izini to- de mevcut. Böyle bir nota Türkiye’ye
zunu silmek istiyor Amerika. O yüzden verilmemiş, asla söz konusu değil.
Menderes-Bayar liderliğindeki DemoAma burada da suç, sadece Amerikrat Parti iktidara getiriliyor.
ka alçağıyla bizim yerli şerefsizlerde
1967’de Sovyetler’e gittim, diyor mi?
Hayati Asılyazıcı. Anatoli Filipoviç
Hayır. Burada Sovyetler’in ve Stalin’in de büyük hatası var.
Türkiye radyolarından bu namussuzca yalan anons ediliyor da sen ne
güne bekliyorsun?
Hayır. Böyle bir şey asla söz konusu değil. Biz Lenin-Mustafa Kemal dönemindeki dostluğumuz neyse aynı şekilde Türkiye’nin dostuyuz desene…
Ama taşlaşmışlar, arkadaşlar. O dönemde de başlamış taşlaşma yani nemelazımcılık. Adam günlük işine bakıyor. Bürosuna gidiyor, akşam evine dönüyor. Öyle olunca, Türkiye kopup
ABD’nin yanına fırlayıp gidiyor. Ondan sonra Orduyu da ele geçiriyorlar
hızla.
Orada kalmıyorlar tabiî Emperyalist kültürlerini, yaşam biçimlerini de
dayatıyorlar, benimsetiyorlar Türkiye
Selim Rauf Sarper
insanlarına.
Miller adlı bir profesörle tanıştım oraKovboy filmleri furyası vardı o zada, diyor. Anatoli Filipoviç Miller, manlar. Genç kuşak bilmez, biz eski
Sovyetler’in Türkiye’yi tanıdığı yıllar- kuşaklar diyelim (her ne kadar ben yaşda Mersin Konsolosuymuş ve İkinci lıyım diyeyim de arkadaşları kendi kaDünya Savaş’ı yıllarında da Sovyet- tegorimden saymayayım, belki alınırler’in, Stalin’in Türkiye danışmanıy- lar) kovboy filmleri furyası vardı. O
mış. Bana böyle bir notanın asla var ol- zaman da kofti, yüreksiz aktörlerini bimadığını, bunun ABD’nin oyunu oldu- le meşhur ediyorlardı. Attığını vuran,
ğunu söyledi ve bu oyunu ABD’nin affetmez kovboy rolünde bize satıyorMoskova Büyükelçisiyle (William lardı. Hollywood giriyor devreye,
Averell Harriman’la), Türkiye’nin Amerikan kültürü giriyor. O zaman
Moskova Büyükelçisi Selim Rauf Sar- orijinalleri, yenileri gelmezdi, Ameriper’in birlikte organize ettiklerini söy- kan mabadından çıkmış blue jeansler
ledi, diyor.
geliyor. Bunları halkımızın Coni dediBu Selim Rauf Sarper, 1944-1946 ği Amerikan askerleri getirip o türden
yılları arasında Türkiye’nin Moskova eşya satan, hatta adına Amerikan PazaBüyükelçisi. Ondan sonra NATO’ya rı denen dükkanlara satıyorlardı. Megiriyor. NATO’nun Türkiye temsilcisi raklıları da gidip oradan fahiş fiyatlaroluyor. Birleşmiş Milletler’de de tem- la alıyorlardı. Bubble gum denen çiksil ediyor Türkiye’yi. Yani tamamen letler geliyor, Amerikan çikletleri. KoCIA’yla içli dışlı hale geliyor, ortaya la geliyor, yani Amerikan yaşam tarzıçıkıyor.
na, Amerikan kültürüne ve Amerikan
Googleladık. Dün googleladım, ar- ekonomisine ve Missouri’yle beraber
askeriyesine-ordusuna, kısacası genel
olarak Amerikan Emperyalizmine hayranlığı doğuruyor. Hepsi bir bütün bunların… Karabekir’lerin, Fevzi Çakmak’ların emrindeki, onlardın yetiştirmesi ordu fosillerinde, sermaye tabanında; Antika ve Modern sermaye tabanında zaten bu zemin var. Zaten onlar davet ediyorlar Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı öncesinde olduğu gibi. Şimdi yeniden davet ediyorlar.
Kısa sürede orduyu da ele geçiriyorlar.
Bir tanığın anlatımıyla
Sabahattin Ali’nin
katledilişi
Sabahattin Ali’yi herhalde hemen
hemen hepimiz biliyoruz değil mi, yoldaşlar?
Şimdi Pınar Yoldaş’ımızla da daha
önce konuştuğumuz ve mutabık kaldığımız üzere, ben biraz boğazımı dinlendirmek için genç arkadaşlarımdan
rica edeyim: Sabahattin Ali üzerine,
onun katli üzerine bir belge, bizzat olaya tanık olan birinin yazdığı bir belgeyi okuyalım, izleyelim:
Ne zaman katledildi?
2 Nisan 1948’de. Yani bu nota namussuzluğundan üç sene sonra, Missouri’nin ziyaretinden iki sene sonra.
Yani CIA artık Komünistleri sadece
zindanlarda tutmakla bu işin üstesinden gelinmez. Onların önde gelenlerini, diğerlerine de ders olması için, ortadan kaldırmamız gerekir, soürgusuz
sualsiz. Bu işin kesin önlemi budur, diyordu. Bunların bir kısmı dönse de bir
kısmı inançlı adam, devam eder mücadelesine. Bunların önde gelenlerini
Nevzat Bölügiray
katlettik mi, terörize ederiz, diyor. O
zamana kadar katli yoktu komünistlerin. O zamana kadar Ortaçağcılar, Şeriatçı isyancılar katlediliyor, İstiklal
Mahkemelerinde yargılanıp katlediliyor, Onbeşler’in dışında, ki o Kazım
Karabekir’in özel bir komplosu Fevzi
Çakmak’la, onun dışında katliam yok,
zindana tıkma var. Ama katliamlar çağı açılıyor artık.
Nevzat Bölügiray, olayın tanığı.
Onun kitabından okuyacağız katliamın
ne şekilde yapıldığını. Mustafa, Metin,
Orhan Arkadaşlar hatırlarlar, Cevat
Yurdakul’un katledildiği dönemde
Adana Sıkıyönetim Komutanı… Cevat
Yurdakul, Pol Der üyesi namuslu bir
emniyet müdürüydü.
Ali Başkan: Evet.
Nurullah Ankut Yoldaş: Başkanlığını yaptı ama kardeşine layık biri değil Nihat Yurdakul. Cevat Yurdakul namusluydu, devrimcilere sempatizandı
yani Pol-Der’liydi.
Nevzat Bölügiray, o dönemde Adana Sıkıyönetim Komutanıydı, darbeden sonra da, 12 Eylül Faşişt Darbesinden da sonra Sıkıyönetim Genel Koordinatörü oldu. 1983’te de emekli oluyor.
Kitap şöyle başlar:
“KOMÜNİSTLERE ÖLÜM
“BİR KOMÜNİSTİN ÖLDÜRÜLÜŞÜ”
Tabiî cellâtların gerçek adını vermiyor. Takma isimle anıyor onları. Başta
açıklıyor; bazı isim ve kurumların adını açıklamanın sakıncalı olacaklarını
düşündüklerimi gerçek adlarıyla anmayacağım. Başka adlarla anacağım.
Bunların takma olduğunu belirtmek
için de parantez içinde T (T) harfi koyacağım, diyor.
Pınar Akbina Yoldaş (kitaptan
okuyor):
“BİR KOMÜNİSTİN ÖLDÜRÜLÜŞÜ
“Soğuk ve yağışlı bir Kasım ayı.
Tarihi bir askeri bina olan Edirne Sınır Taburu’nun bulunduğu Harbiye
Kışlası’nda bir gece. Tavandan sarkan küçük, çıplak bir ampulün yarı
aydınlattığı bir odada, bir masa çevresinde oturan üç subay, derin bir
söyleşiye dalmışlardı. Subaylardan
biri Yzb. Aziz’in (T) bir hayli içkili
olduğu, ara sıra kayan gözlerinden
ve konuşurken dilinin dolaşmasından anlaşılıyordu. İkinci subay, yaşlı
görünümlü, iri yapılı, etli yanaklı,
saçları genç yaşta dökülmüş levazım
Kıdemli Üsteğmen Fevzi (T). O da
içkiliydi ama çok belli olmuyordu.
Üçüncü subay ise, taburun Bağımsız
Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı ve yeni Üstğm. olan ben, hiç konuşmuyorum, belki büyüklerime
saygımdan, belki de söyleyecek, söylemeye değer yaşanmış bir askerlik
anımın bulunmadığı için susuyor, ya
da var ama anlatmak istemiyorum.
Sadece dinliyor, dinlemeyi yeğliyorum.
“Söyleşinin hararetli bir anında
kapı çalındı.
“Yzb. Aziz bağırdı: -Kapıdaki kişiye seslenme yetkisi en kıdemli subayındı. Ayrıca Tabur Nöbetçi Amiri
idi“- Giiir!..
“Kapı açıldı, içeri giren nöbetçi
çavuş esas duruşa geçip, selam verdi.
“Yzb. Aziz, arkadaşlarıyla söyleşinin bölünmesinden biraz sinirlenmiş olduğu için sertçe sordu:
“- Ne var?!
“-Komutanım, polisler bir sivil
getirdiler, bize teslim etmek istiyorlar. Bir de yazı getirdiler, buyrun.
“Çakırkeyif yüzbaşı, çavuşun
uzattığı sarı zarfı biraz içkinin etkisiyle, biraz da meraktan doğan bir
telaşla koparır gibi çekip aldı, parmağını yandan sokup zarfı açtı. Zarfın içinden çıkan çift kırmızı aylı ve
kırmızı “zata mahsus” damgalı kâğıdı bir solukta okudu. Yüzbaşı, okuduğu yazı ile ayılır gibi olmuştu. Yazıyı bir kez daha okuduktan sonra
arkadaşlarına döndü ve konuyu çok
önemsediğini belirten bir ses tonu ile
durumu açıkladı:
“-Yazı MAH’tan geliyor arkadaşlar!”
Nurullah Ankut Yoldaş: MAH,
MİT’in eski adı.
Pınar Akbina Yoldaş: Milli İstihbarat Teşkilatının ilk kuruluş adı.
Nurullah Ankut Yoldaş: Halkımızla dalga geçmek için “Milli Amele
Hizmetleri” diye adlandırılır. Tam tersi
işlev görür. Yani gerçek işlevinin tam
tersi adla halkımızı kandırıyorlar. Milli
Amele Hizmetleri açılımı MAH’ın bu,
diyorlar. Evet arkadaşlar.
Pınar Akbina Yoldaş: “Yazı
MAH’tan geliyor arkadaşlar! “Zata
mahsus”; ama sizden gizleyecek değilim ya, size de okuyayım da ülkemizde ne şerefsiz adamlar varmış
görün!..
“Yazı şöyleydi:
“(…) yazı ile gönderilen kişi, (…)
Üniversitesi hocalarından (…), Stalin’e gönderdiği dilekçe ile Sovyet
vatandaşlığına kabul edilmesini istemiştir. Kendisi, Bulgaristan sınırından, ‘usulü dairesinde’ ve ‘kimseye
gösterilmeden’ sınır dışı edilecektir…”
“Yzb. Aziz bu son cümleyi, üzerine basarak ve ağır ağır okurken, bir
yandan da levazım subayına anlamlı
bir şekilde göz kırpıyordu.
“Ben, hem okunan yazıyı tam olarak anlayamamanın, hem de bir
Türk vatandaşının, hele de bir bilim
adamının Rusya vatandaşı olmak istemesinin yarattığı şaşkınlığın neden
olduğu soru dolu gözlerle, bir süre,
yüzbaşıya baktım. Sonra düşüncemi
açıkladım:
“- Nasıl bir iştir bu? Bir Türk vatandaşı, bir üniversite hocası, ülkesini bırakıp da yabancı bir ülkenin,
hele yüzyıllardır Türkiye’nin düşmanı olan, şimdi de Türkiye’den
toprak isteyen Sovyet Rusya gibi bir
11
Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013
ülkenin vatandaşı olmayı nasıl ister?
“Yüzbaşı, bana yanıt vermedi;
herhalde o yıllardaki (1940’lı) her
Türk subayı gibi o da böyle düşünüyordu.”
Nurullah Ankut Yoldaş: Düşünebiliyor musunuz; o yıllardaki her Türk
subayı artık Sovyet düşmanı haline getirilmiş. Karabekir ve Fevzi Çakmak’ın
yönetimindeki genelkurmay kadrosu
tarafından ve onların yönettiği MAH
tarafından…
Pınar Akbina Yoldaş:
“Yüzbaşı çavuşa seslendi:
“- Getir şu namussuz herifi de boyunu görelim!
“Dışarı çıkan çavuş, biraz sonra
adı geçen kişiyle beraber döndü.
“Süklüm püklüm büklüm içeri
giren kişinin elleri önden kelepçeliydi
ve bir elinde içine bir takım kâğıtlar
doldurulmuş olan bir kâğıt sepeti tutuyordu. Ben buna bir anlam veremedim. Neden bir torba ya da küçük
bir çantası yoktu? Belki de Stalin’e
yazdığı dilekçe MAH’ın eline geçer
geçmez, hiçbir kişisel eşya almasına
fırsat vermeden adamı yaka paça alıp
buraya göndermişlerdi. Belki de o,
Rusya’da kendisinin her türlü gereksinmesinin karşılanacağını düşünerek
hiçbir şey almak gereğini duymamıştı.
“Adamın rengi sapsarıydı. Sınır
dışı edilecek bir kişinin yüzü her
halde pembe beyaz olacak değildi ya!
Yüzü de sanki olması gerektiğinden
biraz daha uzamış gibiydi. İki günlük
sakalı ve altları kararmış, çukura
kaçmış gözleri ile bir korku abidesi
gibi duruyordu karşımızda. Uzun
boylu, kravatlı, takım elbiseli ve gözlüklü aydın bir kişi görünümündeki
adam, tüm korkmuş durumuna karşın, soğukkanlılığını korumaya çalışır
gibiydi. Gerçekte bu sonuca pek de
şaşırmaması
gerekirdi.
Çünkü
1940’ların Türkiye’sinde, böyle bir girişimin sonucunun da böyle olacağını
düşünmeliydi. Hem de Stalin, daha
birkaç yıl önce Türkiye’nin Doğusu’ndan toprak isterken ve Boğazlar’da hak iddiasında bulunurken,
Türk istihbaratının ne denli duyarlı
olabileceğini bilmesi gerekirdi. Böyle
bir girişimin vatan hainliği olarak nitelendirileceğini hiç mi düşünmemişti? Aydın bir adamdı ve kuşkusuz
bunları da biliyordu. Buna karşın,
böyle bir davranışa onu iten ne olabilirdi? Buna bir neden, bir yanıt bulamıyordum. Acaba düşüncelerinden
ötürü çok büyük bir baskı altında kalmış ve öldürülmekten korkmuş olduğu için mi, böyle bir yola
başvurmuştu; böylece Rusya’da daha
güvenli ve özgür yaşayacağını mı düşlemişti? Eh işte şimdi sınır dışı edilerek
arzusuna
kavuşabilecekti.
Komünist Bulgaristan, herhalde onu
Rusya’ya gönderirdi. Gitsindi, hiç değilse Türkiye’den bir hain eksilmiş
olurdu. Rusya’ya gidince de Hanya’yı
Konya’yı görürdü.
“Levazım üsteğmeni Fevzi ise, hafifçe sırıtıyordu. Bu çok tuhaf bir gülümsemeydi; dudakları hafifçe açık,
gergin ve dişlerinin uçları görünüyordu; sanki birini ısırmak istiyor gibiydi. Bu sırıtkan ağzı; kısılan, öç ve
kin dolu gözleriyle birleşince, Fevzi’nin yüzü korkutucu bir şekil almıştı; sanki üstüne atlayıp, avını
parçalamaya hazırlanan vahşi bir
hayvan gibi bakıyordu adama. Yüzbaşı ise, Fevzi’ye bakarken hafifçe gülümsüyordu ama daha doğal bir
gülümsemeydi bu, biraz da keyifli bir
gülümsemeydi. Bu gülümsemelerde
anlayamadığım bir giz var gibiydi,
sanki bir parolaydı aralarında. Benim
soru ve şaşkınlık dolu bakışlarımı
gören Fevzi’nin yüzü birden şekil değiştirip doğal bir durum aldı; şimdi
daha doğal bir şekilde gülümsüyordu.
“Yüzbaşı, çavuşa döndü:
“- Peki oğlum! dedi. Teslim alın ve
nezarete atın. Dikkatli olun. Biz onu
yarın sabah Bulgaristan’a postalarız,
o da sevgili Rusya’sına kavuşur hah
hah hah!..
“Nöbetçi çavuş, adamı kolundan
çekti, önüne katıp, sırtından itekleyerek odadan çıkardı. Adamın yüzündeki korku ifadesi daha da
derinleşmişti; ayaklarını sürüyerek
Kıvılcımlı Anması’nda Gezi Direnişi Damgası
yürüyüşü, tüm gücünü yitirdiğini gösteriyordu ve öylesine çökmüştü ki
boyu sanki biraz küçülmüş gibiydi.
Adamın, gelişinden gidişine dek ağzından bir tek sözcüğün çıkmaması
da beni çok şaşırtmıştı.
“Adam, dışarı çıkınca üsteğmen
Fevzi, bana döndü ve sağ yumruğunu
sol avucundan çıkarıp sallayarak:
“Nah! Rusya’ya gideceksin! Namussuz komünist piçi! dedi.
“Benim bu hareketten pek bir şey
anlamadığımı görünce açıklamak gereğini duydu:
“- Biz, dedi. Bu namussuz gibi üç
Sabahattin Ali
kişiyi postaladık sınır dışına; ama
canlı olarak değil tabii. MAH’ın yazısındaki “kimseye gösterilmeden sınır
dışı edilsin” sözlerinin anlamı, “adamı
yok edin” demek oluyor. Anladın mı
şimdi ha!
“Hiç beklemediğim bu açıklama
karşısında benim şaşkınlığım bir kat
daha arttı ve adeta ağzım açık kaldı;
çünkü Üstğm. Fevzi açıkça bir cinayetten söz ediyordu. Herhalde şaka
yapıyordu, ama yine de Üstğm. Fevzi’nin biraz önceki sadistçe gülümsemesi bende kuşku yaratıyordu. Bu
hain adama çok kızmama karşın, hiçbir yargı kararı olmadan, yetkili ve
görevli olmayan kişiler tarafından,
bir gizli yazıdaki belirsiz bir ifadeye
dayanarak -kimseye gösterilmedenbir insanın öldürülebileceğine olanak
göremiyordum. Evet! Kuşkusuz bu
soğuk bir şakaydı; beni saf bulmuşlar
işletiyorlardı. Bu düşünce ile ben de
belli belirsiz bir gülümseme ile onlara
katıldım.
“Gece bir hayli ilerlemişti. Yüzbaşı
Aziz esneyerek ayağa kalktı ve odasına yönelirken, geriye bakıp:
“- Haydi çocuklar, dedi. Çok geç
oldu, ben yatmaya gidiyorum, size iyi
geceler.
“Sonra ciddi bir eda ile ekledi:
“Hem yarın sabah çok işimiz var,
dedi. Haa! Fevzi kaçta çıkarız yola?
“- Üçte hareket edersek gün ağarmadan sınırda oluruz. Sonra da
“kimseye göstermeden” sınır dışı ederiz, değil mi yüzbaşım? Hah hah hah!
“Yüzbaşı Aziz, başını salladı, planı
onaylıyordu ve Fevzi’nin sözlerini yineledi:
“Kimseye göstermeden”, değil mi?
Hah hah hah!
Üsteğmen Fevzi de kalktı ve yatmaya giderken;
“- Haydi iyi geceler Nevzat. Yarın
olanları sana anlatırım, dedi.
“- İyi geceler Üsteğmenim.
“Ertesi gün erkenden eğitime çıktığım için Üstğm. Fevzi’yi görmeme
ya da onun beni aramasına fırsat olmamıştı. Öğleyin eğitimden dönüp
öğle yemeği için gazinoya gittiğimde,
orada Üstğm. Fevzi ile karşılaştım. İştahla yemeğini yiyordu. Benim, kendi
masasına oturmamı işaret etti; ben de
oturdum ve yemeğimi istedim. Fevzi’nin yüzündeki geceki ısırırcasına
gülüşün yerini, şimdi görevini, ya da
sevdiği bir işi başarıyla yapmış bir insanın mutluluğunu yansıtan bir gülümseme almıştı. Benim, olayı merak
ettiğimi düşünerek:
“- Domuzu sınır dışına postaladık,
dedi.
“- Eh, adam da isteğine kavuşmuştur artık.
“Fevzi, benim bu saflığıma kahkahalarla güldü:
“- Yahu, sen de amma safsın be
Nevzat! Dün gece anlattıklarım hiç mi
anlamadın yani?
“- …
“- Her neyse. Dün gece Yzb. Aziz
ve önceki sınır dışı olaylarında bize
yardım eden bir arkadaşla, Üstğm.
Rıza (T) ile adamı sınıra götürdük.
Tam sınıra gelince, elleri arkadan
bağlı olan adama, önümüzden yürümesini söyledik. Adam öldürüleceğini
anlamıştı galiba; çok zor yürüyor,
ayaklarını sürüyordu. Sınırdan Bulgar topraklarına üç dört adım atar
atmaz, hazırlayıp yanımızda getirdiğimiz ilmikli ipi hızla arkadan adamın boynuna geçirdik ve iki taraftan
Üsteğmen Rıza ile var gücümüzle ipe
asıldık. Ben, o arada dizimi adamın
beline dayayıp güç alıyordum ve
“küt!” diye bir ses duyuldu; boynu kırılmıştı. Tabii “kimse görmeden sınır
dışı edilmesi” için ateşli silah kullanamazdık. En sessiz ve temiz yöntem
boğmaktı; biz de öyle yaptık. Sonra
sınırın üç dört adım ötesine bir çukur
açtık, adamı içine atıp toprakla örttük. Sabahleyin de tutanağı yazıp
tabur komutanına verdik: “… hiç
kimseye gösterilmeden sınır dışı edilmiştir.” Altında da üçümüzün imzası
bulunuyordu.
“Üstğm. Fevzi’nin yüzüne baka
kalmıştım. Hiçbir şey diyemedim. Ayrıca ne diyebilir ne yapabilirdim, bilemiyordum. “Oh iyi olmuş hain
komüniste!..” mi demeliydim ya da
“Bu yaptığınız cinayettir!” mi demeliydim? Yoksa bu cinayeti üst komutanlara ihbar mı etmeliydim. İhbar
etsem bunu nasıl kanıtlardım. Olayı
sadece bana anlatmışlardı, bu nedenle
başka bir tanık gösteremezdim. Ayrıca öldürme olayı Türk topraklarında değil, Bulgar topraklarında
işlendiği için cinayeti nasıl kanıtlardım? Bu çaresizlik içinde susmaktan
başka bir olanak yoktu ve ben de sustum; bugüne dek ilk kez burada açıklıyorum bu olayı.” (Nevzat Bölügiray,
Geçmişten Geleceğe, Tekin Yayınları,
İstanbul, 2009, s. 17-22)
Nurullah Ankut Yoldaş: Çok teşekkür ederim amcam.
Sabahattin Ali, 1946 yılında Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne geliyor ziyarete. Devlet tiyatrolarının kurucusu,
Hitler Faşizminden kaçan demokrat
Alman tiyatrocu Karl Ebert’e tercümanlık yapmak üzere birlikte geliyorlar.
Ama Sabahattin Ali, Karl Ebert’ten çok
daha fazla ilgi görüyor. Tabiî S. Ali,
yazar, şair, konservatuarda hoca. O bakımdan öğrencilerin hayranlığını kazanmış. Hasanoğlan bildiğimiz gibi
yüksekokul seviyesinde. Köy Enstitülerinin yüksek okul kısmı ve direği. Bir
gün bir gece kalıyorlar ve gece öğretmenlerle bir toplantı yapıyor Sabahattin
Ali. İlerici, devrimci öğrenciler var, öğretmenler var onlarla sohbet ediyorlar.
Tabiî aynı zamanda Nihal Atsız’ın o
zamanlar aktif önderliğindeki faşist ekip
var, onlara da bağlı az sayıda köy enstitüsü öğrencisi var, öğretmen var; onlar
bu komünist yuvalarını ne zaman kapatacağız? Daha ne kadar tahammül edeceğiz bunlara” diye, İsmet Paşa’ya ikide
bir Genelkurmay Başkanı olarak tehdit
mi diyelim, teklif mi diyelim, girişimlerde bulunur.
İşin tuhafı, Köy Enstitülerindeki bu
devrimci faaliyetleri soruşturmak üzere
yeni milli eğitim bakanıyla beraber
Kazım Karabekir geliyor Hasanoğlan
Köy Enstitüsüne, Sabahattin Ali’lerin ziyareti sonrasında. Kazım Karabekir,
sizin bir marşınız varmış, diyor. Hani o
marşı (Ziraat Marşı)nı belki bazı arkadaşlarımız bilir:
“Sürer eker biçeriz güvenip ötesine”
diye başlar,
“Milletin her kazancı milletin kesesine.
Toplandık baş çiftçinin, Atatürk’ün sesine”
diye ikinci, üçüncü dizesi devam eder.
O zamanki öğretmenler anlatıyor:
“Baş çiftçi Atatürk”, der demez, kestirdi,
diyorlar Kazım Karabekir. Yani Atatürk’ün adını duymaya bile tahammül
edemedi, diyorlar. Bu denli tepkili arkadaşlar ve bu denli gerici.
Halkımıza çok büyük yararı olan bu
eğitim kurumları, yerli-yabancı Parababalarının çıkarına dokunduğu için kapatılıyor. Tabiî onların derdi halkın refahı,
mutluluğu değil. Kendi vurgunları, talanları, sömürüleridir.
Bundan sonraki yıllar artık Birinci
Ulusal Kurtuluş’un ve onun sonucu kurulan Cumhuriyet’in kazanımlarının, değerlerinin birer birer kaybedildiği yıllar
olacaktır. Türkiye her geçen gün biraz
daha emperyalizmin saflarına doğru çekilecek ve sonunda emperyalizmin yarısömürgesi haline dönüştürülecektir.
Köy Enstitüleriyle ilgili olarak bu
konuyu geçmeden önce şu aydınlatıcı
satırları okumakta fayda görüyoruz:
“1946: H. Ali Yücel ile kurucusu ve
büyük eğitimci İsmail Hakkı Tonguç ve ekibi görevden alınır. Tüm Köy
Enstitülüler için uzun ve zorlu yıllar
başlar…
ihbarda bulunuyorlar İlköğretim Genel
Müdürlüğüne. Yani komünist faaliyet
yapılıyor, Sabahattin Ali’nin, Nazım
Hikmet’in ve diğer komünistlerin kitapları getiriliyor, okutuluyor, anlatılıyor
Köy Enstitülerinde, diye. 1946 seçimleri
sonrasında, ABD Emperyalizminin ve
yerli sermayenin bu baskıları karşısında,
İsmet Paşa geri adım atıyor, çözülüyor.
Kendi eliyle kurduğu Köy Enstitülerine
ilk darbeyi kendisi vuruyor; Hasanoğlan
Köy Enstitüsünü kapatıyor. İhbar edilen
devrimci öğretmenler arasında, Mustafa,
Metin, Orhan Yoldaşlar hatırlayacaktır,
bizim İşbilgisi Öğretmenimiz Bekir Semerci’nin de adı var. Biyoloji ve İşbilgisi öğretmenimiz oldu, Konya Karma
Ortaokulu’nda. Ermenekli, namuslu, öğrenci dostu, bize abi gibi davranan, gerçek anlamda bir Köy Enstitüsü
öğrencisiydi, oradan yetişme bir öğretmendi.
Tabiî bütün bunlar, Sabahattin Ali
için ölüm fermanın imzalanmasında
etken olur. İsmet Paşa, İlköğretim Genel
Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’u görevden alıyor ve Hasan Ali Yücel’i de bakanlıktan alıyor. 1946 seçimi sonrası
kurduğu Recep Peker başbakanlığındaki
yani Nazi eğilimli hükümette H. Ali
Yücel yer almıyor. Onun yerine Recep
Peker’le aynı eğilimde olan Şemsettin
Sirer getiriliyor.
Üstelik de H. Ali Yücel, üç yıl boyunca komünist olduğu iddiasıyla yargılanıyor;
mahkemelerde
süründürülüyor, sonrasında da köşesine
çekiliyor.
Bu gerici savrulmaya, İsmail Hakkı
Tonguç o denli kızıyor ve küsüyor ki,
İsmet Paşa’yla ömür boyunca bir daha
görüşmüyor, yüz yüze gelmiyor. O da
namuslu bir insan, gerçek bir halksever,
gerçek bir halk çocuğu...
Zaten Fevzi Çakmak mesela, “Paşam
“Toprak ağaları ve onların yurt içi
ve dışındaki destekçileri (Yerli- yabancı Finans-Kapitalistler, - N. Ankut)
bu büyük atılımın hayata geçmesine
izin vermemiştir. Fakat bu kadar
etkin ve iyi sonuçlar alınmış bir kurumu birdenbire kapatmayı göze alamazlar… Bu süreç aşamalı olarak 8
yıl sürer.
“1947: Önce program değiştirilir.
Öğrencinin yönetime katılması, iş eğitimi gibi temel ilkeler ve etkinlikler,
mezunlara arazi ve teçhizat sağlama
uygulaması kaldırılır.
“Aynı yıl beyin işlevi gören Yüksek
Köy Enstitüsü kapatılır. Öğrenciler
başka okullara nakledilir. Bazı öğrenciler solcu oldukları için askerliklerini
“çavuş” olarak yaparlar.
“1948: Eğitmen kurslarına son verilir. Kimlikleri değiştirilen ve adları
hâlâ Köy Enstitüsü olan kurumlar kız
ve erkek öğrencilerin ayrılması ile son
darbeyi alır.
“1954: İlköğretmen okuluna dönüştürülerek tamamen kapatılır. (Demokrat Parti İktidarı-Bayar-Menderes
döneminde, - N. Ankut)
“Böylece, Unesco tarafından gelişmekte olan ülkelere önerilen eğitim
tarihinin bu özgün uygulamasına son
verilmiştir.
“Geriye Kalanlar!!
“1945-46 öğretim yılına kadar:
“17 321 öğretmen, 8756 eğitmen,
1599 sağlık memuru, milyonlarca yetişmiş öğrenci, onlarca yazar, bilim insanı, sanatçı;
“710 bina,15 000 dönüm işlenmiş
toprak, 750 000 dikilmiş fidan, 1200
dönüm bağ…” (Köy Enstitülerini
Araştırma ve Eğitimi Geliştirme
Derneği, KAVEG)
Devam Edecek
leri de iki şeye odaklıdır: Bir; hayatta
kalmak, iki; nesillerini devam ettirmek
arkadaşlar. Yaptıkları tüm eylemler, davranışlar hayvanların bu iki amaca yöneliktir.
(N. Ankut Yoldaş, yakın gözlüğünü
o arada nereye koyduğunu hatırlamaz ve
aramaya başlar. İzleyici yoldaşların söylemesiyle bulur.)
Ha, evde de bazen gözlüğümü, çay
bardağımı kaybederim; Sultan’a buldururum. Sultan cin gibi, hemen olası bulunabilecek yerleri yoklar, bulur getirir.
Ve beni de babama benzetir. “Hoca yaşlandıkça babana benzedin, çok beceriksiz bir adam oldun”, der. E, biraz yaşın
etkisi artık. Koyduğumuz yeri unutuyoruz. Sultan’sa dikkatinden hiçbir şey
kaybetmedi…Tabiî Anadolu’nun bilinen en eski ana tanrıçası Kibele’nin ruhunu ve genlerini taşıyor. Zaten doğup
büyüdüğü yer de Kibele’nin vatanına
40-50 kilometre kadar yakın…
***
Sabahattin Ali
neden katledildi?
(Alkışlar… Slogan: Davamız
Halkların Kurtuluş Davasıdır… Alkışlar…)
Nurullah Ankut Yoldaş: Evet yoldaşlar. Kasım ayı, diyor, burada şaşırtmaca yapmak için. Nisan dese açıkça
Sabahattin Ali’yi işaret etmiş olacak.
Bence büyük olasılıkla bu yüzden
Kasım ayı diyor. Tarif ettiği tip, her şeyiyle Sabahattin Ali’nin tipi. Birkaç yıl
önce Stalin nota verdi dediğine göre, bu
katliam 1948 yılına denk düşüyor. Hani
bu alçakça nota oyunu hemen savaş bitiminde oynandı ya…
Zayıf bir olasılıkla Sabahattin Ali olmasa bile başka bir devrimci aydınımız
burada anlatılan canavarlığın kurbanı.
Ama kuvvetli olasılıkla Sabahattin
Ali’nin alçakça katli anlattığı olay.
Nevzat Bölügiray da burada yüreksizliğini, çaresizliğini diyelim isterseniz,
küçükburjuva çaresizliğini mazeretlendirebilmek için, ne yapabilirdim? diyor.
Adamların tarif ettiği yer belli, anlattıkları yer de belli. MAH’tan gelmiş tutanak da belli. Görev yerine getirildi,
göndermiş olduğunuz filan kişi emrettiğiniz şekilde ortadan kaldırıldı diye
MAH’a gönderilen belge de belli. Ya
da MAH’ın arşivinde duruyor. Ya da
durması gerekir. Çünkü devletin resmi
belgesi bu… Orada, tutanakta tarif edilen insan da belli… Gider orada gösterirsin. Orada sınır dışı mı etmişler,
katliam mı yapmışlar anlattıkları gibi,
kanıtlarsın. Bu gayet basit bir şey…
Kaldı ki bugün bile gerçek isimleriyle
canileri açıklama cesareti gösteremiyor. Takma isimle işaret ediyor onları.
Eh işte bunlar da küçükburjuva; ne diyelim, şeklî Kemalist, şekilci Kemalist.
Vicdanının rahatsızlığını da hesaba katarsak, vicdanını rahatlatmak için tanık
olduğunu bu caniliği, insanlık dışıhayvanlığı burada açıklamak durumunda
kalıyor.
Hayvanlık bile diyemeyiz. Hayvanlara hakaret olur. Çünkü hiçbir hayvan,
içgüdülerinin dışında, zarar vermek kastıyla böyle bir eylem yapmaz. İçgüdü-
12
Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013
Halkın Davası
Her Yer FENİŞ! Her Yer Direniş!
Kıdem tazminatı nedir? (II)
zın ardı ardına iki
işgünü veya bir ay
içinde iki defa herhangi bir tatil gününden sonraki iş
günü, yahut bir
ayda üç işgünü işine devam etmemesi,
h) İşçinin, yapmakla ödevli bulunduğu görevleri
kendisine hatırlatıldığı halde yapmamakta ısrar etmesi,
ı) İşçinin, kendi isteğiyle veya
savsaklaması yüzünden işin güvenliğini tehlikeye
düşürmesi, işyerinin malı olan veya
malı olmayıp da
eli altında bulunan
makineleri, tesisatı veya başka eşya
ve maddeleri otuz
günlük ücretinin
Sorularınız için mail adresimiz:
tutarıyla ö[email protected]
yecek derecede
hasara ve kayba
Kıdem Tazminatını Hak Etme
uğratması.
Koşulları ve Hesaplanması
Daha önce İhbar tazminatı hesaGeçen sayımızda kıdem tazminatı- bında belirttiğimiz gibi kıdem tazmina hak kazanmak için; işçinin iş söz- natı da, işçinin en son aldığı gerçek
leşmesinin, işveren tarafından, İş net ücretinin (bordrolarda veya sigorKanununun 25. Maddesinin 2’inci ta primlerinde asgari ücret alarak göfıkrasına göre, yani bu maddede sayı- rünüyor olsa dahi dava açılması durulan ahlak ve iyiniyet kurallarına aykı- munda gerçek ücret tanıkla ve ücret
rı davranışları nedeniyle (25/2) derhal araştırması yoluyla ispat edilebiliyor)
fesih yoluyla feshedilmemesi gerekti- brütü üzerinden hesaplanır. İşçiye çağini belirtmiştik. Şimdi bu fıkrada sa- lıştığı her tam yıl için 30 günlük brüt
yılan haller nelerdir? Bunları görelim: ücreti tutarında ödeme yapılır. Otuz
a) İş sözleşmesi yapıldığı sırada bu günlük bu süre yasada belirlenmiş
sözleşmenin esaslı noktalarından biri olan asgari süredir ve sözleşme ya da
için gerekli vasıflar veya şartlar ken- toplu iş sözleşmesi ile azaltılamaz; andisinde bulunmadığı halde bunların cak artırılabilir.
kendisinde bulunduğunu ileri sürerek
Kıdem Tazminatı Tavanı
yahut gerçeğe uygun olmayan bilgiler
Nedir?
veya sözler söyleyerek işçinin işvereKıdem tazminatı hesaplanırken
ni yanıltması,
b) İşçinin, işveren yahut bunların dikkat edilmesi gereken bir husus varaile üyelerinden birinin şeref ve na- dır ki o da her yıl belirlenen kıdem
musuna dokunacak sözler sarf etmesi tazminatı tavanıdır. Toplu sözleşmeveya davranışlarda bulunması yahut lerle ve hizmet akitleriyle belirlenen
işveren hakkında şeref ve haysiyet kı- kıdem tazminatlarının yıllık miktarı,
rıcı asılsız ihbar ve isnatlarda bulun- Devlet Memurları Kanunu’na tabi en
yüksek Devlet memuruna 5434 sayılı
ması,
c) İşçinin, işverenin başka bir işçi- T.C. Emekli Sandığı Kanunu hükümlerine göre bir hizmet yılı için ödenesine cinsel tacizde bulunması,
d) İşçinin, işverene yahut onun ai- cek azami emeklilik ikramiyesini gele üyelerinden birine yahut işverenin çemez. Bu nedenle kıdem tazminatı
başka işçisine sataşması veya 84 üncü tavanı her yıl memur maaş katsayılarında meydana gelen değişikliğe göre
maddeye aykırı hareket etmesi,
e) İşçinin, işverenin güvenini kötü- değişmektedir. Buna göre 2013 yılı
ye kullanmak, hırsızlık yapmak, işve- ikinci 6 aylık dönem için kıdem tazrenin meslek sırlarını ortaya atmak gi- minatı tavanı 3.254,44 TL dir.
Yani ücretiniz bu tutardan yüksek
bi doğruluk ve bağlılığa uymayan
olsa
bile, kıdem tazminatınız belirledavranışlarda bulunması,
f) İşçinin, işyerinde, yedi günden nen bu ücret üzerinden hesaplanır.
fazla hapisle cezalandırılan ve cezası
Kıdem Tazminatı Nasıl
ertelenmeyen bir suç işlemesi,
Hesaplanır?
g) İşçinin, işverenden izin almaksıKıdem tazminatına hak kazanan
zın veya haklı bir sebebe dayanmaksıişçiye, işe başladığı tarihten itibaren
Gebze’de bir kez daha haykırdık:
AKP elini tazminatımdan çek!
hizmet akdinin devamı süresince her
geçen tam yıl için 30 günlük ücreti tutarında kıdem tazminatı ödenir. Bir
yıldan artan süreler için de aynı oran
üzerinden ödeme yapılır.
Kıdem tazminatı hesaplanırken,
yine tıpkı ihbar tazminatı hesabında
olduğu gibi, günlük brüt ücreti dışında
işçiye ayrıca yapılan para ödemeleri
ve parayla ölçülmesi mümkün diğer
menfaatler de (yakacak, giyecek, eğitim, çocuk yardımı, ikramiye, işyerinde verilen yemek, servis) hesaba katılır. Bunlar yasadan, iş sözleşmesi ya
da toplu iş sözleşmesinden veya iş
sözleşmesi hükmü haline gelmiş işyeri uygulamalarından kaynaklanan tüm
menfaatlerdir.
Örnek olarak; 20 Mart 2010’da işe
girip 19 Aralık 2013 tarihine dek asgari ücretle, haftada 6 gün çalışıp
Kıdem Tazminatını hak ederek işten
çıkan bir işçinin alacağı kıdem tazminatını hesaplayalım:
İşyerinde günde bir öğün yemek
verildiğini ve servis olduğunu, dini
bayramlarda yarım ücret tutarında erzak verildiğini düşünelim.
Öncelikle yapmamız gereken brüt
ücret tutarını bulup yukarıda bahsettiğimiz diğer yardımların bir güne düşen parasal karşılığını bulup, bunları
günlük brüt ücrete eklemek.
1.021,50 (brüt ücret) 30’a bölünerek 1 günlük tutarı bulunur:
34,05 TL.
Bayram erzakı yılda iki defa yarım net ücret tutarında ödenen 803,68
TL olup günlük tutarı 365’e bölünerek
bulunur: 2,20 TL
Her ay yol, yemek yardımları toplamı: 155,00+200,00=355,00 TL, işyerinde çalışılan gün sayısına (örneğimizde 26 gün) bölünerek günlüğü bulunur: 13,65 TL.
Bir günlük giydirilmiş ücret:
34,05+2,20+13,65 = 49,09 TL.
İşten çıkarıldığı sırada 3 yıl 9 aydır
çalışmakta olan örneğimizdeki işçinin
kıdem tazminatı, tazminata esas günlük brüt ücretinin kıdemine oranlanmasıyla bulunur:
49.09 x 30 x 3 (yıl) = 4.491,00 TL.
49.09 x 30 x 9 (ay) / 12 (ay) =
1.104,52 TL.
Toplam kıdem tazminatı =
5.595,00 TL’dir.
Kıdem tazminatı gelir vergisinden
muaf tutulmuştur, kıdem tazminatından yalnızca damga vergisi alınır. Bu
nedenle, bulunan rakamdan binde
7,59 damga vergisi düşüldükten sonra
işçinin eline geçmesi gereken net kıdem tazminatını bulmuş oluruz.
Örneğimizdeki işçinin eline geçecek net kıdem tazminatı:
5.595,00 - (5.595,00 x %07,59) =
5.553,95 TL.’dir
Kıdem
tazminatı
Borçlar
Kanunu’na göre 10 yıllık zamanaşımına tabidir. Kıdem tazminatının zamanında ödenmemesi durumunda,
ödenmeyen süreye göre mevduata uygulanan en yüksek faizin ödenmesine
hükmedilir.
manı Tayyipgiller’in ortaklaşa saldırısı
olduğu belirtilerek şu değerlendirmeye
yer verildi:
“İşçi Sınıfımız açısından felaket
HKP, kıdem tazminatının gasp edilmesi çalışmalarına karşı eylemle- demek olan kıdem tazminatının kaldırılrini sürdürüyor. Gebze’de bir açıklama yapan Kurtuluş Partililer, “kıdem ması, Parababaları açısından bayramdır.
12 Eylül Faşizmiyle özdeşleşen “Şimtazminatımızı gasp ettirmeyeceğiz” diye haykırdı.
diye kadar işçiler güldü, şimdi gülme
sırası bizde” anlayışıalkın Kurtuluş Parnın finalidir. İşçi Sınıtisi Gebze İlçe Örfının
tepkisinden
gütü,
İşçi
çekinen 12 Eylül FaSınıfımızın uzun mücadeleşizmi bile, bu yasaları
ler sonucu bedel ödeyerek
çıkartmaya
cesaret
elde ettiği kıdem tazminatı
edememişti.”
hakkına yapılan saldırılara
Basın açıklamasıkarşı, 1 Aralık günü saat
nın ardından slogan14.00’da Çarşıbaşı’nda toplarla
eylemimiz
lanıp sloganlarla yürüyüşün
sonlandırıldı.
ardından Gebze Tarihi
Çeşme önünde bir basın
Gebze’den
açıklaması yaptı.
Kurtuluş Partililer
Açıklamada, kıdem tazminatını kaldırma girişiminin
yerli
yabancı
Parababalarının ve halk düş-
H
Ekmeği ve onuru için fabrikalarını terk etmeyen FENİŞ
Direnişçileri’nin kararlı mücadelesi devam ediyor. Kâr ederken paylaşmayanların, zararını emekçilere fatura etmelerine FENİŞ İşçileri izin vermiyor.
H
alkın Kurtuluş Partisi olarak, 1
Aralık Pazar günü FENİŞ
Direnişi’nin 87’nci gününde
FENİŞ İşçilerini ziyaret ettik.
Kıdem tazminatlarını ve diğer alacaklarını almak için, ekmeği ve onuru
için, fabrikalarını terk etmeyen FENİŞ
Direnişçileri, bizleri İşçi Sınıfı sıcaklığıyla karşıladılar. Direniş yerine geldiğimizde “Her Yer FENİŞ Her Yer
Direniş”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi
Yenecek”, “FENİŞ İşçisi Köle
Değildir”,
“Yaşasın
FENİŞ
İşçilerinin Onurlu Direnişi”, “İşçiyiz
Haklıyız Kazanacağız” sloganları
yankılandı, fabrikanın bahçesinde.
FENİŞ Direnişçileri adına Fikri
Çelik bize, 30 yıldan bu yana Çelik İş
Sendikası’nın örgütlü bulunduğu, ülkemizin önemli sanayi kuruluşlarından
FENİŞ Alüminyum AŞ’de son 12 yıl
boyunca yaşananları anlatı.
Çelik’in verdiği bilgilere göre;
İşçilerin alacakları 3 maaşa ulaşmış durumdayken şirket yönetimi 9 Eylül
2013 tarihinde üretime ara verdiğini
ilan etmiş. Ve 11 Eylül 2013 tarihinde
420 işçinin, 20 Eylül 2013 tarihinde
100 işçinin toplamda 520 işçinin iş
akitlerinin feshedildiğini bildirmiş.
Ancak şirket 3 aylık ücret, sosyal haklar, kıdem ve ihbar tazminatlarını ödememiş ve şirket yönetimi, sendikaya,
içinde bulundukları mali kriz nedeniyle
üretime ara vermek zorunda kaldıklarını iletmiş.
İşte bu süreçle birlikte hakları ödenmeden işten çıkartılan işçiler, işyerini
terk etmeyerek Direnişe başlamışlar. Ve
o günden bu yana şirket yetkilileri ile
yapılan görüşmeler sonuç vermemiş.
İşçilerden aldığımız bilgilere göre; Sendika
yöneticilerinden
bir heyet şirket
patronu ve hissedarları ile görüşmeye gitmiş.
Görüşmeye giden heyet; işyerinin çalışmaya
devam etmesi,
üyelerimizin işini kaybetmemesi ve işyerinin kapanması veya başka
gelişmeler olması halinde, ücret ve tazminat alacaklarının garanti altına alınmasını talep etmiş. Fakat bu görüşme
neticesinde işveren, işçilerin kıdem tazminatını ve ücretleri ödeyemeyeceğini
belirtmiş.
Fikri Çelik bu bilgileri aktardıktan
sonra, kâr ederken paylaşmayanların,
zararını emekçilere fatura etmelerine
FENİŞ Alüminyum İşçilerinin izin vermeyeceğini dile getirdi. Bunun için her
türlü mücadeleyi verdiklerini ve vermeye devam edeceklerini belirten
Çelik, FENİŞ Alüminyum işçilerinin
87 gündür işyerini terk etmeyerek, fabrika önünde Direnişlerine devam ettiklerini, haklarını alana kadar da
Direnişlerini sürdüreceklerini dile getirdi.
Fikri Çelik, Direnişçi İşçilerden
Nizamettin Önelge’in geçimini sağlamak için bir inşaatta çalışırken düşerek
yaşamını yitirdiğini söyledi. Ve acılarını dile getirdi.
Fikri Çelik’ten sonra söz alan HKP
Kocaeli İl Başkanı Sema Olkun
Kopal, işine, ekmeğine, onuruna sahip
çıkan FENİŞ İşçilerini selamladıktan
sonra, Parababalarının İşçi Sınıfımıza
yönelik bu amansız sömürüsüne, saldırılarına karşı çıkmak için tek yolun mücadele etmek olduğunu söyledi ve “FENİŞ İşçileri de bu onurlu mücadeleyi
87 gündür sürdürüyor. İşçi Sınıfına inanıyoruz, bu saldırıları mücadele ederek
kazanacaktır” dedi.
Sözlerine devam eden Kopal,
“Bugün Halkın Kurtuluş Partisi olarak
Gebze’de Tayyipgiller’in kıdem tazminatına ilişkin yapılan yasa tasarısına
karşı bir basın açıklaması yaptık. AKP,
İşçi Sınıfının uzun mücadeleler sonunda elde ettiği kıdem tazminatı hakkını
gasp etmenin telaşında”, şeklinde başladığı konuşmasında konuyla ilgili yayımladığımız bildiriden bazı bölümleri
aktardı.
Sema Kopal, buradan Nizamettin
Arkadaşımızın ailesine ve yakınlarına
HKP adına başsağlığı diliyorum.
Nizamettin Önelge’nin düştüğü maddi
sıkıntıların sebebi FENİŞ AŞ sahibi
Sedat Aloğlu’dur. Nizamettin Arkadaş,
alacaklarını alamadığı ve bir yandan da
ev geçindirmek zorunda olduğu için
güvencesiz bir şekilde inşaatta çalışmak zorunda kaldı. 9 Kasım günü kaybettiğimiz Nizamettin Önelge’nin yaşamını yitirmesi,
özünde bir kaza
değil bir iş cinayetidir. Buradan
Nizamettin
Arkadaşımızı
bir kez daha anmak istiyorum.
Halkın Kurtuluş
Partisi
adına
Direnişinizi selamlıyorum.
Mücadeleniz
mücadelemizdir, sonuna kadar haklı mücadelenizin
yanında olacağız, dedi.
“Her Yer FENİŞ Her Yer
Direniş”,
“Yaşasın
Sınıf
Dayanışması!”, “İşçilerin Birliği
Sermayeyi Yenecek” sloganlarının
atılmasından
sonra
çadırda
Direnişçilerin çay ikramı eşliğinde sohbetimizi sürdürdük.
Direnişin zaferle taçlanacağına olan
inancımızı bir kez daha belirterek, FENİŞ Direnişçilerine başarılar diledik ve
bu mücadelede hep yanlarında olacağımızı bir kez daha vurgulayarak sloganlarımızla ziyaretimizi sonlandırdık.
01.12.2013
Gebze’den Kurtuluş Partililer
2014 Faiz ve Rant Bütçesi
Büro-İş tarafından protesto edildi
Kurtuluş Yolu/Bursa:
ursa’da yeni örgütlenmeye başlayan Birleşik Kamu-İş Konfederasyonu’na bağlı Büro-İş Sendikası,
2014 yılı Bütçe Kanunu Tasarısını protesto etti. 18 Aralık günü İhsaniye Vergi
Dairesi önünde toplanan Büro-İş üyesi
Kamu Çalışanları, Tayyipgiller Hükümetinin adaletsizlik ve sadaka bütçesine karşı
tepkilerini basın açıklamasıyla dile getirdiler.
Büro-İş Sendikası Bursa Temsilcisi
Sürmeli Selçuk Söğüt tarafından okunan
basın bildirisinde; yeni hazırlanan Bütçe
Kanununun halk için, çalışanlar için
emekliler için, işsizler için değil sermaye
için hazırlandığı, geçmiş yıllarda olduğu
gibi bu yıl da bütçenin Parababalarının
hak ve çıkarlarını koruduğu vurgulandı.
Özellikle eğitim ve sağlık hizmetlerinin halkın temel ihtiyacı olmasına karşın
B
iyice paralı hale getirildiğinin vurgulandığı açıklamada, iktidara yakın sendikaların da desteği ile çalışanlara sefalet
ücretlerinin dayatıldığı söylendi. Halkın
değil sermayenin tercihleri ve çıkarı doğrultusunda hazırlanan bu bütçenin asla
kabul edilemeyeceği, buna karşı da ancak
örgütlü mücadeleyle karşı konulabileceği
belirtildi.
Basın açıklamasında Sürmeli Selçuk
Söğüt, son dönemde ortaya çıkan yolsuzluk olaylarına da değinerek halkın, çalışanların yarattığı değerlerin iktidar ve
yandaşları tarafından nasıl yağmalandığının bir kez daha ortaya çıktığını, bu yolsuzluklara ve vurgunlara karşı da sendika
olarak mücadele edeceklerini ifade etti.
Örgütlenme çalışmalarının Bursa’da
yeni başladığı Büro-İş Sendikası’na üye
olma çağrısının yapıldığı basın açıklaması, sloganlarla sona erdirildi.
13
Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013
Türk Ceza Muhakemesi sistemimizin
“yeni” aktörlüğü: İdeolojik Savcılık
suçlama gerekçesiyle iddianame düzenlenmesinin mantıksızlığını ortaya sermektedir.
35 kişiden hiçbirine “sen
Başbakanlığı işgale teşebbüs
ettin” denmedi
B
aşlıktaki “yeni” sözcüğü, yaygınlaşmış haliyle “Özel” yetkili savcıların muhakeme süreçleri
bakımından kanıksanmış hal ile (hiç değişmeksizin ve tek yönlü işleyen halk
düşmanı mantığıyla) bağdaşmıyor. Ancak
artık en küçük toplumsal nüve içeren
olayların dahi savcılık makamlarınca
ideolojik kavrandığını görmekteyiz.
“Yeni” olan da budur.
Ankara’da Gezi Direnişi’nin en kitlesel eylemlerinin yaşandığı ilk hafta sonu
(31 Mayıs-2 Haziran) sebebiyle düzenlenmiş yeni iddianameden bahsediyoruz.
Bu, Ankara’da Gezi eylemlerine karşı düzenlenen 7’nci iddianame.
Terörle Mücadele Savcılığının elindeki soruşturmadan henüz iddianame
yok. TMK savcılığının görevsizlik verdiği ve bu nedenle olağan savcılığa -bu
ayrım da başka bir tartışmanın konusudur- devredilen 35 “şüpheli”den oluşan
“yeni” bir iddianame.
Ancak 35 şüphelinin “yeni” olması dışında yeni bir şey yok, iddianamenin gerekçe kısmında. Eski 6 iddianamede
olduğu gibi yine “kopyala-yapıştır” sistematiğine devam edilmiş. Bir ceza muhakemesi sistemi düşünün ki, “suçların ve
cezaların şahsiliği” ilkesi yok; “her olayın kendi maddi gerçekliği” olgusu yok;
eylem mi yaptınız; nerde, nasıl, kim,
hangi araçlarla, içerik ve söylem, talepler
ne? Hiç fark etmez! İddianameniz hazırda
duruyor.
Savcıları kategorik aynılığa
iten nedir?
Gezi eylemlerine karşı, toptancı, aynılaştırıcı, kategorik bir paralelize hal var
artık savcılarda. Evet, eylemlerin siyasal
talepleri örtüşebilir, ancak her bir eylemin
ceza yargılaması bakımından birbirinden
bağımsız, her bir şüphelinin de ferdi olarak değerlendirilmesi gerekir.
Maddi oluşum içinde her bir süjenin
spesifik konumu nedir?
Şahsilik ilkesi, soruşturma ve kovuşturma makamlarına bu sorunun sorulmasını emreder. Aynı siyasal talep için
onlarca değişik tarz ve üslupta, onlarca
değişik argümanla eylem yapılabilir. Bunların bir kısmı ceza hukukunun alanına girerken, bir kısmı girmeyebilir. Bu durum,
eylemde kullanılan araçlara ve amacında
şiddet çağrısı taşıyıp taşımadığına göre
değişir. Yine katılan birey, hangi eylemin,
hangi aşamasında, hangi hareketlere dahil
olmuştur? Bu sorular sorulmalı. Yasaya
aykırı bulunan bir gösteriye dahi, yasal sınırların içinde kalarak katılmak mümkün,
bu yönde yargı kararlarımız çokça mevcut.
Öyleyse, nedir bu savcıları kategorik
aynılığa iten?
Başlığımızın bir sebebi bu sorudur. Siyasi iktidara karşı eylem yapmış olmak
sorunun kendiliğinden ürettiği cevaptır.
Peşinen söyleyelim ki, mutlaka bir kategori konulacaksa, Gezi eylemleri temelde barışçıl gösterilerdir. “Şiddet”
olarak iddia edilen muhtelif davranışlar
ise daima, kolluğun barışçıl eylemlere
müdahalesi sonucunda “direnme hakkı”
minvalinde ve yine “müdafaa” biçiminde
vuku bulmuştur. Daha sade anlatımla, barışçıl gösteriye katılanların kafasına gaz
bombası atarsanız, yurttaş da bu yasadışı
saldırıya karşı kendini ve toplanma hakkını korur. Bu hem vicdani, hem insani,
hem de hukuksal bir müdafaa hakkıdır
artık. 61 Anayasası’nın giriş bölümünde
belirtildiği gibi, bu hakkın adı “Direnme
Hakkı”dır. Neden polisin hiç müdahale
etmediği eylemler hiçbir şiddet yaşanmadan sonlanmıştır sorusunun cevabı da,
Gezi’deki heterojen kitlelerin barışçıl doğasında verilidir. Gezi’nin hiçbir aşamasında saldırı amaçlı bir etkin eylem
gösterilmediği bilinen bir gerçektir.
Diğer yandan, eylemlere katılan kitlelerdeki heterojenlik dahi, aynı kategorik
Ethem için “Adalet”!
G
ezi Direnişi sırasında Ankara’da polis Ahmet Şahbaz tarafından vurularak öldürülen Ethem Sarısülük’ün Ankara 6’ncı Ağır
Ceza Mahkemesinde görülen davasının
3’üncü duruşmasında da oradaydık. Hukukçu yoldaşlarımız içeride duruşmaya
müdahil olurken biz de dışarıda Ethem
Yoldaş’ın katilinin cezalandırılması için
sloganlarla destek verdik.
Polisin yoğun güvenlik önlemleri aldığı mahkeme etrafında yüzlerce çevik
kuvvet polisi, TOMA ve akreplerle
halktan ne kadar korktuklarını, bu tutumlarının da, yaptıklarının suç olduğunu kesince kanıtladığını bir kez daha
gözler önüne serdi, Tayyipgiller.
Sanık Ahmet Şahbaz mahkemeye
TTB’den Gezi Direnişi Sempozyumu
Baştarafı sayfa 16’da
ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr.
Devrim Aydın sunuş yaptılar.
Başkanlığını Türkiye Barolar Bir-
getirilmezken davaya Şanlıurfa’dan telekonferans sistemiyle katıldı.
Duruşma sırasında savcının uyuması, hukukun olmadığının da bir kanıtı
gibiydi.
Dışarda ise toplanan kitle ile birlikte
“Katil Polis Hesap Verecek”, “Polis
Simit Sat Onurlu Yaşa”, “Ethem Yol-
liği İnsan Hakları Merkezi Yürütme
Kurulu Üyesi Av. Prof. Dr. Rona Aybay’ın yaptığı ikinci oturum Gezi Direnişi ile ilgili sinevizyon gösterimi ile
başladı.
Ankara Barosu Başkanı Av. Sema
Aksoy, İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Üyesi Av. Turgay Demirci, Halkın
Kurtuluş Partisi İstanbul İl Başkanı Av.
Pınar Akbina Gezi olayları tanığı olarak
Halkın Kurtuluş Partisi Sancaktepe İlçe
Yöneticisi olan ve Gezi Direnişi sırasında gözaltına alınan Deniz Bin Gezi
olayları tanığı olarak Gezi Direnişi ve
yaşanan insan hakları ihlalleri ile ilgili
birer sunuş yaptılar.
Yapılan konuşmalar, katılımcılara
İdeolojik algıyla suçlama yapıldığı
söylemimizin bir diğer sebebi de, iddianamelerin Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 160/2 fıkrasına aykırılıkta ısrar
göstermesidir. Maddede: “Cumhuriyet
savcısı, maddî gerçeğin araştırılması ve
adil bir yargılamanın yapılabilmesi
için, emrindeki adlî kolluk görevlileri
marifetiyle, şüphelinin lehine ve aleyhine olan delilleri toplayarak muhafaza
altına almakla ve şüphelinin haklarını
korumakla yükümlüdür” demektedir.
Ankara’daki 7 ayrı iddianamede şüpheli lehine deliller asla toplanmamıştır.
Bilakis, cansiperane bir “aleyhe delil” yaratma güdülenmesi var. Öğrencinin çantasından çıkan keçeli kalem, markası da
belirtilerek, suç delili sayılmış.
“Kamu duvarına yazı yazılacaktı”
diye iddia ediliyor!
Bazı suçların teşebbüsü olmaz, tamamlanması gerekir, şekli suçlardır bunlar. Aksi halde böyle abes yorumlar çıkar.
Ancak abesliğin ötesinde bir ideolojik hâkimiyet görüyoruz iddianamenin ruhunda. “Nereden suç tipi yaratabilirim?”
arayışı, ideolojik algıyı fazlasıyla göze
batırıyor.
Eylemin genel niteliğinin “Başbakanlığı işgale teşebbüs” olduğunu söyleyen
savcı, 35 şüpheliden hangisinin bu teşebbüste bulunduğunu belirtmemiş. Dahası,
bu 35 kişiden hiçbirine “Sen Başbakanlığı işgale teşebbüs ettin” denmemiş. Bununla suçlanan kim o halde? Bu
İddianamede bununla suçlanan yoksa
neden böyle bir eylem nitelemesi yapılmıştır?
Bu sorular havada kalıyor. Tabiî buradan yeni iddianameler geleceğini de anlıyoruz.
Bu iddianamedeki “Başbakanlığı
işgal” suçlaması bakımında şu soruyu da
biz soralım o zaman: Sırt çantasındaki kalemle mi işgal edecekti gençler Başbakanlığı?
Burada, suç aleti ile rabıta kurulan suç
arasındaki elverişlilik sorununu mizahi
bir biçimde dile getirmekten başka yol
yok. Polis şiddetinden yaralananlara tıbbi
yardım yapılmak üzere taşınan “gaz bezi,
yara bandı, solüsyon, oksijenli su” dahi
suç aleti olarak sayılmış ve müsaderesi istenmiş!
daş Ölümsüzdür” sloganlarını haykırdık.
Uzayan duruşma öğlenden sonraya
sarktı ve duruşma tarafsızlığına gölge
düşürüldüğünü öne süren mahkeme heyeti davadan çekildi. Bakalım katil polis olunca, yargılama yapabilecek mahkeme bulunacak mı?..
Ankara’dan Kurtuluş Partililer
Gezi Direnişi’ni yeniden yaşattı. Genel
kanı Gezi Direnişi’nin Türkiye’ye çok
şey kazandırdığı ve Türkiye’nin Gezi’den sonra aynı Türkiye olmadığı idi.
Sempozyum ile başlayan programda
daha sonra Çağatay Gökhan Çekiç tarafından hazırlanan “9-10-11 İnsan Hakları” konulu resim sergisi açılışı yapıldı.
Program; Karikatür Vakfı tarafından
hazırlanan ve bu yıl sekizincisi düzenlenen Karikatürlerle İnsan Hakları “Çalışma Hakkı” konulu karikatür sergisi
ile son buldu.
Kurtuluş Partili Hukukçular
Bu malzemelerin taşınması eylemde
direnç ve süreklilik gösterme kastının unsuru sayılmış. Bunu taşıyan kişilerin de
“diğer eylemcilere yardım etmek için” taşıdığı söylenmiş. “Yaralandıysan öl!”
diyor yani savcı, ya da “arkadaşın yaralandıysa bırak ölsün!”, “yoksa kanunsuz
eylemde direnme suçu sayarım!” Tabiî
bunları taşıyan çoğunlukla tabiplerdi bildiğimiz gibi. Burada çok üstün insan hakları kabul edilmiyor savcılıkça: Yaşama
hakkı, sağlık hakkı, tedavi görme
hakkı…
Çünkü yaralayan polis! Oysa infaz kanununda bile sağlık sebebiyle infazın ertelenmesi var. Yani suçluluğu mahkeme
kararıyla sabitlenmiş, Yargıtay incelenmesinden geçerek kesinleşmiş hükümlü,
cezası infaz edilecek, sağlık sebepleriyle
erteleniyor infaz. Ancak eyleme katıldıysan, sağlık hakkın yok!
Anayasanın 17’nci maddesi “Herkes,
yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir”
diyor. 56’ncı maddesi ise “Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde
sürdürmesini sağlamak”la görevlidir
diyor. Ama savcı “eylem katıldıysan Anayasal hakkın yoktur” demiş oluyor! Ayrıca tabiplerin mevzuatında da, gerekli
eğitimi almış tabiplere, hastaya her koşulda tedavi ve/veya ilk yardım yapma
zorunluluğu düzenleyen pek çok hüküm
var.
Suç delili: gaz maskesi,
limon, deniz gözlüğü…
Gaz maskesi, deniz gözlüğü, limon
vb. araçlar yine suça delil sayılmış. Keşke
savcılar iddianameleri kopyalayıp yapıştırdıkları kadar, İstanbul Asliye Ceza
Mahkemesinin bu sayılanların suç aleti
sayılamayacağı üzerine olan kararını da
kopyalayıp yapıştırabilselerdi. En azından
şüpheli lehine delil olarak değinselerdi,
hukuk dünyasına katkı olurdu.
Esasen, bu ve benzeri suçla ilgisi olmayan delilleri toplayan kolluğa savcı,
CMK 161/5 uyarınca re’sen soruşturma
açmalı. Anılan madde, savcının delil toplama emrini kötüye kullanan kolluğa
re’sen soruşturma açma emri veriyor.
Ancak bu maddenin uygulama bulduğunu
görmedik.
Yine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 34 yıl önceki konuyla alakasız
“stankov-macedonia” kararına atıf var.
Üstelik bu kararın içeriğinden “aleyhe”
kısmı cımbızlanmış. Oysa kararın neticesinde, amacı şiddete dayalı olan şoven
derneğin dahi, şiddete dayalı olmayan
gösteri yaparsa buna müdahale edilemeyeceği yönünde görüşü var AİHM’in. Bu
karar bile okunmamış belli ki savcılarca.
Sadece aleyhe olan kısmı alınarak kopyalanıp yapıştırılmış, önceki Gezi İddianamelerinde olduğu gibi.
Son olarak
2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası, Anayasa ve Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesine açıkça aykırı.
Çünkü yasa, kanuna aykırılık tanımlamasında “barışçıllık” ölçütü tanımıyor. Polisin dağılın emriyle dağılmamayı suç
sayıyor. Parklarda, yollarda, TBMM’nin
1 km. çevresinde yapılmama, hava kararmasına bir saat kala yapılmama, bildirim
şartına bağlı tutma gibi pek çok sınırlama
getiriyor. Oysa Anayasa 34’üncü madde,
“silahsız ve saldırısız” olduğu sürece toplantı veya gösterinin izne tabi olmaması
kuralını getirdi, 2001 değişikliğiyle. 2911
sayılı yasa ise 12 Eylül Anayasasının kabulünün hemen ardından, anılan “izne
tabi olmama” değişikliğinden önce yürürlüğe girdi. Yani Anayasa değişti ama
yasa aynı kaldı.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
“sizin iç yasanız önemli değil, önemli
olan barışçıl olup olmaması, barışçıl ise,
nerde yapılırsa yapılsın müdahale edilemez” görüşünü içtihatlaştırmış durumda,
Türkiye’ye karşı açılan davalarda.
Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi (AİHS) karşısında pek çok
mahkeme de “ölü kanun” haline getirmiş
durumda 2911’i. Bu kavram Hukuk Sosyologlarının ürettiği bir kavram. Şeklen
yürürlükte ama toplumsal/hukuksal evrim
içinde aşılmış, uygulanmayan yasalar için
üretilmiş bir kavram. Yasada sayılan kanunsuz eylem biçimlerini tanımayan,
eylem barışçıl ise tek celsede beraat aldığımız onlarca mahkeme kararı var. Hatta
kolluk amirleri bile, fiili alanlar geliştirmiş durumda. Abdi İpekçi’de bildirimsiz
eylem de yapsanız müdahale olmayabiliyor, ama Gezi Parkı eylemcilere bir süre
daha kapalı kalacak gibi. Burada kolluk
da 2911’i ölü kanun haline getirmiş oluyor pratikte.
Ancak biz muhaliflerin müdafileri olarak, başlayan davalarda 2911 sayılı yasanın Anayasaya aykırılığını ileri sürme
işini yaygınlaştırıyoruz. Yerel mahkemelerin önce bu konuda bir karar vererek,
konuyu Anayasa Mahkemesine göndermesini talep ediyoruz. Anayasa Hukuku’nda “somut norm denetimi” olarak
adlandırılan bir yol. Şayet bu talebimizi
kabul eden bir mahkeme olursa, konu
Anayasa Mahkemesinin gündemine gelecek. Bunu başaramasak dahi, AİHS ve
AİHM kararlarımız karşısında, uygulanma olanağı yok artık bu yasanın.
Kurtuluş Partili
Hukukçular
Muğla Gezi Direnişçileri yargılandı
Baştarafı sayfa 16’da
Polisin düzmece tutanaklarıyla hazırlanan iddianamede yoldaşlarımızla birlikte 12 kişi, “kitleyi yönlendiren ve
dağılmamak için direnen şahıslar”
olarak gösteriliyordu. Dahası eylemden
sonra polis tarafından düzenlenen fezleke iddianameye dönüştürülmüş ve 36
kişi mahkemenin önüne çıkartılmıştı.
Mahkemede Direnişçileri Muğla Barosundan görevlendirilen CMK avukatları, birkaç aile avukatı
ile birlikte Partimizin
Merkez Komite Üyesi ve İzmir İl Başkanı
Av. Tacettin Çolak ve
Ankara İl Sekreterimiz Av. Doğan Erkan
savundu.
Partili avukatlarımız duruşmada polis tutanaklarını ve
iddianameyi yerden yere vurarak, Gezi
Direnişi’nin ve O’na destek eylemlerinin meşruiyetinin çeşitli yönleriyle anlattılar. Özellikle yargılamaya yasal dayanak yapılan 2911 Sayılı Toplantı ve
Gösteri Yürüyüşleri Yasasının 12 Eylül
Faşizminin ürünü faşist bir yasa olduğunu, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmanın, protesto hakkının Uluslararası
Sözleşmeler ve Anayasa ile yurttaşlara
tanınan demokratik bir hak olduğunu
dolayısıyla bu faşist yasanın da Anayasaya aykırı olduğunu ileri sürdüler.
Yargılanan gençlerin hepsi eyleme
protesto haklarının kullanmak ve Gezi
Direnişçilerine destek olmak için katıldıklarını beyan ettiler. Duruşmada, eylem sonrasında polis tarafından 5-10
dakika boyunca darp edildiğini söyleyen genç bir işçinin; “12 Eylül’de 53
gün işkencede kalan babamın üzerindeki kazağı giydim geldim. Umarım benim çocuğum da bu kazağı
giymek zorunda kalmaz.”şeklindeki
sözü de duruşmaya ayrı bir anlam kattı.
Mahkemece avukatlarımızın Anayasaya aykırılık iddiaları incelemeye
alındı ve diğer eksikliklerin giderilmesi
için duruşma 3 Mart 2013 tarihine ertelendi.
Duruşmadan sonra Partili Avukatlarımız tarafından Muğla Adliyesi önünde bir basın açıklaması yapıldı. Yerel
Basının ilgi gösterdiği basın açıklamasına yargılanan gençler ve aileleri katıldı. 18.12.2013
Muğla’dan
Kurtuluş Partililer
14
Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013
Burnunun Dikine Giden Tayyip ve Ar Damarı Çatlayanlar
Baştarafı sayfa 16’da
taktikleri AKP birliğini sağlamlaştırmak bir yana çatlatırsa, Erdoğan değişebilir. Eğer Erdoğan’ın tutumu konusundaki bu açıklamalar doğruysa, davranışları politik hırslarını tehdit ettiği
takdirde doğru çizgiye gelebilecektir.
“Ancak, biz doğru çizgiye gelmesi
için elde çok az işaret olduğuna inanıyoruz. Taksim protestolarının başlangıcından bu yana dört ay geçmesine ve partisinde bazı karşıt görüşler olmasına rağmen Erdoğan herhangi bir değişiklik
işareti vermedi. Şimdi, bir zamanlar
kendisini destekleyenlerce şiddetle eleştiriliyor. Ayrıca, partisinde yapılanlardan hoşnut olmayanların bulunduğu konusunda söylentiler var. Nitekim Başbakan Vekili Arınç, hükümetin olaylara
yaklaşımı nedeniyle istifaya yeltendi
ama daha sonra bu görevde kalmaya ikna edildi. Öte yandan, Erdoğan’ın değişimi konusunda 2011 seçimleri sırasında
da benzer öngörüler yapılmıştı. O zaman da pek çok Türkiye gözlemcisi
AKP’nin otoriter ve gittikçe artan muhafazakâr söylemi konusunda endişelerini ifade etmişlerdi. Ama hükümeti savunanlar bu eleştirileri, AKP’nin seçim
duruşudur, seçimden sonra Erdoğan değişecektir şeklinde savuşturmuşlardı.
Bu dönüşüm asla gerçekleşmedi. Erdoğan ezici bir zafer kazanmasına rağmen,
bu onu daha da cesaretlendirdi.
“Şimdi yeniden bazı Batılılar ve bazı
Türkler onun değişeceği beklentisi içindeler. Değişebilecek tek şey, art arda seçimler sonrasında Erdoğan’ın uygulayacağı gücün miktarı olacaktır. Türk politikasını tek yanlı belirlemesinin önünde
pek çok yapısal engel vardır. Erdoğan
başka bir kritik seçimle karşı karşıyadır: Ya şu anda sürdürdüğü kurallara
göre oynayacak ya da Türkiye’nin en
güçlü politikacısı sıfatını sürdürmek için
değişecektir.” (From Rhetoric to Reality:
Reframing U.S. Turkey Policy, Bipartisan
Policy Center, 2013, s. 25-26)
Evet, ABD büyükelçileri Tayyip’in
önüne “ya değişirsin ya da gidersin” ikilemini koyuyorlardı. ABD büyükelçileri
derken, bu görüşlerin ABD Emperyalizminin görüşleri olduğunu bir kez daha belirtelim. Çünkü her iki büyükelçi de önemlidir. Abramowitz, politikada Tayyip’in önünü açan kişidir, şu anda National Endowment for Democracy adlı “sivil örümcek”in başındadır. Edelman ise başbakanlığının ilk döneminde (2003-2005) Tayyip’e
kılavuzluk etmiştir. Sanıyoruz bu yüzden
ABD Emperyalizmi Tayyip’i bu kişilerce
uyardı. Ama nafile! Ortaçağcı din bezirgânları Kıvılcımlı’nın deyişiyle “burunlarının ucunu göremez, ellerinde olsa burunlarını şalgam diye ısırır, bindikleri
dalı keser.”
Sonuç olarak, uyarılar kâr etmedi. Tayyip, burnunu şalgam diye ısıramadıysa da,
burnunun doğrultusunda bayır aşağı gidiyor. Allah selamet versin!
Yolsuzluk Batağı
Tayyip artık emperyalizminin taktik
değişikliklerine ayak uyduramıyordu. Çünkü hem yıpranmıştı, Gezi Direnişi’miz bunun kanıtıdır, hem ruhsal durumu buna elvermiyordu, hem çevresindeki yalakalar
kendisini iyi pohpohluyorlardı. Aslında
emperyalist uşaklığında gene birinciydi.
Kaddafi için tut dediler, Esad için tut dediler, Kürt açılımı yap dediler, Tayyip hepsine de bir heves seğirtti. Ama Suriye konusunda emperyalizmin istediği esnekliği
gösteremedi. Hâlâ Suriye’deki çapulcu,
dinci katillere silah yardımı yapıyor.
ABD’nin yasağına rağmen, TÜİK verilerine göre bile Türkiye’den Suriye’deki dincilere giden silah miktarı Haziran 2013’ten
bu yana 47 ton. Kimyasal silah provokasyonu tutmayınca ABD taktik değiştirdi
ama Tayyip bu taktiğe uyum sağlayamadı.
Çünkü bugüne kadarki sözleri, çevresi, kafa yapısı ve çapulcu dincilerle organik bağı
buna izin vermedi. Mısır’da da böyle oldu.
ABD Dışişleri Bakanı Kerry’nin “Sisi
(Mısır Ordusu) Mısır’da demokrasiyi
inşa ediyor” demesine rağmen, Tayyip hâlâ oy tabanımı yitirmeyim kaygısıyla burnunun dikine gidiyor. Bu konuda da
ABD’nin gözünde gerekli esnekliği gösteremedi.
Tayyip’in esnekliğini yitirmesinde bir
diğer etken de yolsuzluk batağına saplanması. Çevresindekilerle olan yolsuzluk temelli ilişkileri esnekliğini sınırlandırıyor.
Tencere dibin kara, seninki benden kara
deyip birbirlerinin açıklarını örterek bugüne dek geldiler, Tayyip ve yalakaları. Aslında bugün ortaya çıkan yolsuzluk konusunda ABD’nin Tayyip’i çok daha önceden, İran ambargosunu esas alarak uyardığı görülüyor. Hürriyet’in Washington Muhabiri Tolga Tanış, bu yılın Mart ayı başın-
da bu durumu başka bir şekilde yazmıştı:
“İran’ın yaptırımların arkasından
dolanmak için Türkiye’ye sattığı doğalgazın parasıyla Türkiye’de altın alıp
sonra bunu büyük oranda Dubai’de
simsarlara bozdurduğu geçen aylarda
çok yazılıp çizilmişti. Hatta bu yüzden
Türkiye’nin İran’a altın ihracatı
2011’de 54 milyon dolarken, 2012’de 6,5
milyar doları aşmıştı.
“Amerikan Kongresi, bunun üzerine
yeni bir yaptırım yasası daha çıkarttı. Ve
6 Şubat’tan itibaren İran’ın değerli maden alımlarını da yaptırıma bağladı. Bana söyledikleri Türk şirketler de, bu düzenlemeyi ihlal ettiğine inandıkları.”
(Hürriyet, 6 Mart 2013)
Bu alım satımların içinde yer alan devlet kuruluşunun ise Halkbank olduğu anlaşılıyor. (Halbank’ın, Vakıfbank ile birlikte Sabah ve ATV’yi almasında dünüre destek çıkmışlardı). ABD’den bu yönde uyarılar da gelmiş. Tolga Tanış’ın “ABD’li Vekiller Halkbank’a Yaptırım İstedi” başlıklı yazısı bu bakımdan önemli:
“AMERİKAN Kongresi’nin Temsilciler Meclisi kanadında, nükleer programından dolayı ABD tarafından İran’a
uygulanan tek taraflı yaptırımlara rağmen Türkiye’nin Halkbank üzerinden
İran’la ticareti artırdığı iddiasıyla, Türkiye aleyhine bir imza kampanyası başlatıldı.
“(...) Türkiye’nin genişleyen ekonomisi, gittikçe büyüyen bir şekilde doğalgaz ve petrol gerektirdiğine dikkat çekilen mektupta şunlar kaydedildi: “Mart
2012’de Türkiye İran’dan alımlarını
yüzde 10-20 oranında azaltacağını açıkladı ve böylece 11 Haziran 2012’de, 7
Aralık 2012’de ilave alım azaltmasıyla
yenilenen bir yaptırım istisnası edindi.
Ancak anlıyoruz ki, Türkiye İran’dan
petrol ve doğalgaz alımını azaltırken,
devlet bankası Halkbank, yaptırımların
aşılması için kullanılıyor. İran’ın uluslararası yaptırımları delmek için beş
yurtdışı bürosu ve Tahran’da da bir
temsilciliği olan Halkbank’a yatırdığı
mevduat üzerinden altını kullandığı yönündeki endişenizde size katılıyoruz.»
“Mektupta şu ifadelere yer verildi:
“Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan‘ın en
son ‘Türk devlet bankası Halkbank
İran’la mevcut işlemlerine devam edecek’ yönündeki açıklaması, Halkbank’ın
yasadışı nükleer programında İran’a
yardım ettiği kaygısı için bir sebep oluşturdu. (...) Bu gelişmelerin ışığında, sizden Halkbank’ın İran’a altın transfer
edilmesindeki işlemlerini yaptırıma tabii faaliyet olarak ele almanızı istiyoruz.
Bu yılın Temmuz ayında yürürlüğe girecek düzenlemelerin, Halkbank ve onun
Amerikan hissedarlarını nasıl etkileyeceği konusunda sizden bir açıklama istiyoruz.” (Hürriyet, 21 Nisan 2013)
Burada amacın İran’a destek değil, dolar cukkalamak olduğunu da vurgulayalım.
Kaldı ki, Ruhani’nin cumhurbaşkanı seçilmesinden beri ABD ile İran’ın arası da yumuşadı. Ama altın-dolar cukkası sürüyordu. Bakan Çağlayan’ın neden uyarılara
rağmen “Halkbank İran’la mevcut işlemlerine devam edecek” dediği bugün
ortaya çıkıyor. Tabiî Tayyip de boğazına
kadar bu yolsuzlukların içinde. Ali Ağaoğlu’nun deyişiyle “Büyük Patron” o. Tayyip’in bir diğer açmazı da ülkeye para girişinin ne şekilde olursa olsun, devam etmesi. Bu tür “arkadan dolanma” hukuksuzlukları bu bakımdan da önemli. Bu yüzden
esneklik gösteremiyorlar. Ve bugün Tayyip
Türkiyesi, ABD’nin önerisiyle uluslararası
bir örgüt olan “Finansal Eylem Görev
Gücü” (FATF) tarafından “karapara ve
terör finansmanı ile mücadelede riskli
ülkeler listesinde” bırakıldı. Bu listede
Türkiye ile beraber topu topu 11 ülke var.
(Tolga Tanış haberi, Hürriyet, 18 Aralık
2013)
Ya Ar Damarı Çatlayanlar?
Evet, bir de ar damarı çatlayanlar var,
ne yazık ki... Ulusal onuru, halk sevgisini
yitirmiş, emperyalist uşaklığı için, kendilerini ABD Emperyalizmine beğendirmek
için yollara düşen, Tayyip ve Tayyip gibilerle yarışan politikacıları kastediyoruz.
Önce Abdullah Gül Obama ile görüşme çabasına girdi. ABD’nin tarafsız görünme çabası sonucu Obama ile görüşemeyince
ABD’ye gitmedi Gül. Daha sonra CHP’nin
(Kemal Kılıçdaroğlu) ve Mustafa Sarıgül’ün ABD’ye yüz sürme çabaları oldu.
Sarıgül bir süre sonra İstanbul Belediye
Başkanlığı için adaylığı gizli de olsa kabul
edildi ki, seçim çalışmaları nedeniyle gitmeyeceğini bildirdi. CHP de üst düzey
karşılama olmayacağını öğrenince gitmekte ayak sürüdü. Ama sonra şöyle bir gelişme oldu:
“Sarıgül’ün program iptalinin ardın-
dan Kılıçdaroğlu’nun gezisi tekrar konuşulmaya başlandı. Ve CHP liderinin
hafta içi ABD’nin Ankara Büyükelçisi
Frank Ricciardone ile Ankara’da bir
otelde 2.5 saat sadece tercüman eşliğinde
baş başa bir görüşme gerçekleştirdiği
öğrenildi. Kaynaklar, görüşmede Kılıçdaroğlu’nun Washington’ı ziyaret için
yüksek düzeyde temas şartından vazgeçtiğini ve Ricciardone’nin Kılıçdaroğlu’nu ikna ettiğini aktardı.” (Tolga Tanış,
Hürriyet, 26 Ekim 2013)
Ricciardone’nin ayarından sonra Kılıçdaroğlu ABD’ye görücüye çıkmayı kabul
etti. Görücüye çıkmayı diyoruz, çünkü
olan biten aynen böyledir. ABD politikacılarına, Yahudi Lobilerine ve Feto’ya kendini beğendirme çabalarıdır ABD gezisi. Nitekim Kılıçdaroğlu da “Öyle anlaşılıyor
ki, kendimizi, Yeni Cumhuriyet Halk
Partisi’ni yeterince anlatamamışız. Değişimi anlatamamışız” (Tolga Tanış, Hürriyet, 2 Aralık 2013) diyor.
(Yeni CHP’nin bir CIA operasyonu ile
nasıl oluşturulduğunu da herkes biliyor.)
Geziyi bire bir izleyen Tolga Tanış’ın
belirttiğine göre “Beyaz Saray’daki görüşme üst düzeydeydi. (…) CHP istediğini aldı.” (Hürriyet, 12 Aralık 2013)
Tolga Tanış’a göre CHP’nin ABD ziyareti ABD diplomasisinin de bir başarısıdır:
“Herkes işe CHP açısından bakıyor
ya. Ben gezinin, aslında Amerikan diplomasisi için de bir başarı olduğunu düşünüyorum. Geçmişte kendisine sert biçimde muhalefet etmiş bir siyasi partinin yeni liderini ağırlamaları, o partinin
tabanı düşünüldüğünde Amerika için de
önemli bir kamu diplomasisi hamlesidir.
Ve hiç kuşkunuz olmasın… Bu program,
2014’te bakanlığa üç numara olarak gelebileceği konuşulan Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin de artı hanesine yazılacaktır. Zira eski Büyükelçi
Jim Jeffrey eski genel başkan Deniz
Baykal’ı böyle bir gezi için iknaya çok
uğraştığını ama beceremediğini öğrendim. Amerikalılar bu sefer CHP ile fotoğraf vermeyi başardılar.” (Tolga Tanış,
Hürriyet, 12 Aralık 2013)
Bu “başarıyı” tamamlayan iki gelişme
daha oldu. Birincisi, Kılıçdaroğlu, Yahudi
Lobisi, “ABD’nin önde gelen Yahudi örgütlerinden, çatı kuruluşu Amerikan Yahudi Komitesi (AJC), askeri ve stratejik
konularda çalışan Ulusal Güvenlik İşleri Yahudi Enstitüsü (JINSA) ve New
York merkezli İnkâr ve İftiraya Karşı
Birlik (ADL) temsilcileri” ile de görüştü
(Tolga Tanış, Hürriyet, 5 Aralık 2013)
Ve tabiî arkasından CHP heyeti Feto’nun has örgütlerinden olup ABD’nin
farklı bölgelerinde 240 derneğin bağlı olduğu Türk Amerikan Birliği (TurkicAmerican Alliance, TAA) adlı örgüt ile de
görüştü. Böylece başarı katmerlendi!
Kılıçdaroğlu son ayarı 19 Aralık’ta
Ricciardone ile yaptığı ikinci bir görüşme-
de almış olsa gerek. Hemen ardından büyükşehir belediyeleri için adaylar açıklandı
çünkü (22 Aralık). Tabii Ankara’dan
MHP’li Mansur Yavaş, İstanbul’dan aday
yapılacağı çok önceden belli oan Mustafa
Sarıgül aday. Yetmedi, Hatay’da AKP’li
belediye başkanı. CHP’nin başı bağlanmıştı, şimdi gövdesinin de AKP’lileştirilme
süreci devam ediyor.
Sonuç
Tayyip gidiyor. Bu belli oldıu. Emperyalizm, bu olasılığı görerek uzun zamandan beri alternatif arayışı içinde veya alternatif yaratma peşindeydi. Olası alternatiflerin, emperyalizmin Kabesi ABD’ye gidip
yüz sürmeleri bundandır. Ve bu girişimler
başarı olarak sunulmaktadır halkımıza.
Başarı bu mu? Hani nerede onur, nerede bağımsızlık, laiklik? Nerede halk sevgisi?
Düşkünlük, uşaklık başarı olarak yutturulamaz. Bu ar damarı çatlamışlar tarihten
de ders almıyorlar. Geçen yüzyılın başlarında ABD Emperyalizminin yerinde İngiliz Emperyalizmi vardı. İngiliz hayranlığı
had safhadaydı. Bazı İngiliz hayranları İngiliz diyor, başka bir şey demiyordu. Hatta
Kuvayimilliye içinde bile İngilizler iyidir,
Türk dostudur, İngiliz egemenliği iyidir,
İngilizlerle savaşılmaz diyebilen hainler
veya hain olmasa bile korkaklar bulunuyordu. Oysa o İngiliz Emperyalizmi, İngiliz oyunlarıyla Türkiye’yi (o zaman Osmanlı) imha etmeyi planlamış; uygulamaya koymuştu bile. Türkiye’yi Rusya’ya
karşı koruruz diyerek kandırmış, tersine
önemli bir kesimini parçalayıp almıştır.
Örneğin Yunanistan 1832’de bağımısız
devlet olmuş; Sırbistan 1834’te özerk,
1878’de bağımsız devlet; Karadağ 1878’de
bağımsız devlet; Romanya 1856’da özerk,
1879’da bağımsız devlet; Bulgaristan
1878’de özerk, 1908’de bağımsız devlet
olmuştur. Hemen hemen tümünde de İngiliz Emperyalizminin payı vardır. En son,
Türklerin Anadolu’dan kovulması denebilecek ölçüde büyük bir saldırı olan Sevr de
başta İngiliz emperyalizminin eseridir.
Dünün İmgiliz Emperyalizminin yerini
İkinci Emperyalist Savaş’tan beri Amerikan Emperyalizmi almıştır. Bu toprakların
insanları dünün yenilmez denen İngiliz
Emperyalizmini yendiler. Kuşkusuz bugü-
nün Amerikan Emperyalizmini de yenecekler. Emperyalist politikalar ve uygulamalar meşru değildir. Haklı olan halkımızdır. Halkımız yeter ki satılıkları, uşakları,
ar damarı çatlamışları görebilsin. Gerisi
gelecektir. Halkımıza gerçekleri gösterme
görevi, vatan satıcılarına karşı en az onların vatan satıcılığı düzeyinde yurtsever,
halkını seven, özverili devrimcilere düşmektedir.
Haklıyız, Yeneceğiz!
Taban Uyanıyor
Sözüm hain hırsızadır
Çabalama bay düzenbaz
Taban uyanıyor taban
Hele bir ayağa kalksın
Durduramaz onu baban!
Sen de mi böyle kalacaksın
Alınteri çalacaksın
Ettiğini bulacaksın ulan!
Taban uyanıyor taban
Hele bir ayağa kalksın
Durduramaz onu baban!
Niye benim bir işim yok
Niye senin göbeğin tok
Silahını ağzına sok ulan!
Taban uyanıyor taban
Hele bir ayağa kalksın
Durduramaz onu baban!
Yeter o açtığın yara
Alnına çaldığın kara
Kendine bir delik ara ulan!
Taban uyanıyor taban
Hele bir ayağa kalksın
Durduramaz onu baban!
Söylediğin yalana son
Eylediğin talana son
Yüz bin yüz bin milyon milyon.
Taban uyanıyor taban
Hele bir ayağa kalksın
Durduramaz onu baban!
Aşık İhsani
İstanbul’da vurguna, yağmaya, talana geçit yok!
Baştarafı sayfa 1’de
ması Tayyipgiller’in doğa katliamı, İstanbul’u ve tüm Türkiye’yi rant alanına çevirip santim santim satması olsa da mitinge
son günlerde iyice gün yüzüne çıkan yolsuzluk, vurgun ve soygunlar damgasını
vurdu.
Kadıköy Meydan’da gerçekleşen miting öncesi kitle, Haydarpaşa Numune
Hastanesi önü ve Tepe Natilius olmak
üzere iki koldan yürüyüşe geçti. Halkın
Kurtuluş Partisi olarak biz de Haydarpaşa
Numune Hastanesi önünden yürüyüşümüze başladık.
Yürüyüşe başlamamızla birlikte Tayyipgiller’i teşhir eden sloganlarımızı haykırmaya başladık. “Hırsız, Vurguncu,
Din Tüccarı AKP”, “Gün Gelecek,
Devran Dönecek, Hırsızlar Halka Hesap Verecek”, Tayyip’in Tanrısı Para
Tanrısı” sloganlarımız kitleler tarafından
ilgiyle karşılandı, zaman zaman izleyen
insanlarımız sloganlarımıza eşlik ettiler.
Bunun yanı sıra yürüyüş boyunca yaptığımız konuşmalarla Tayyipgiller’in F. Gülen Cemaatiyle birlikte, AB-D Emperyalistlerinin bir oyuncağı, bir taşeronu olduğunu dile getirerek “Kahrolsun AB-D
Emperyalizmi”, “Emperyalistler, İşbirlikçiler, Geldikleri Gibi gidecekler”,
sloganlarımızı haykırdık. Ayrıca Amerika
yerlilerinden Seattle tarafından söylenmiş
olan “İnsan Doğadan Uzaklaştıkça Kalbi Katılaşır” sözünü içeren pankartımız
da büyük ilgi gördü.
Yürüyüş sonlanıp alana girme anı geldiğinde coşkumuz daha da arttı. Kızıl ve
görkemli bayraklarımızla sloganlar eşliğinde miting alanına girdik. Miting sırasında yapılan konuşmalarda Tayyipgiller’in hırsızlıkları, doğa katliamları, yağmaları teşhir edildi. Ayrıca Gezi Direnişi’mizde şehit verdiğimiz kahramanlar da
hep bir ağızdan atılan sloganlarla anıldı.
Mitingin en ilgi çekici yönlerinden biri de halkımızın Gezi Direnişi’nde ortaya
koyduğu “orantısız zekâ”yı tekrar sergilemesi oldu. İnsanlarımız, ayakkabı kutularından yazarkasaya kadar birçok araçtan
yararlanarak bu vurguncular güruhunun
hırsızlıklarına mizahi bir tarzla gönderme
yaptı.
Tüm bunlar göstermektedir ki Tayyipgiller’in 11 yıldır sürdüğü tatlı vurgun hayatı artık sona yaklaşmaktadır. İnsanlarımız da bunun farkında olduğundan daha
bir moralli ve heyecanlıdır. Biz de mitingden bu olumlu hava ve heyecanla ayrıldık.
22.12.2013
İstanbul’dan
Kurtuluş Partililer
TÖVİŞ’ten; Demokratik Laik Parasız Eğitim için çağrı
Kurtuluş Yolu/Antalya
T
üm Öğrenci Velileri İşbirliği
Derneği (TÖVİŞ), 21 Aralık
2013 tarihinde ilk genel kongresini yaptı.
TÖVİŞ Genel Kongresi, çocuklarımıza çağdaş, bilimsel, laik, demokratik,
eşit, parasız ve nitelikli eğitim hakkı elde
edebilme yolunda tüm öğrenci velilerini
ve eğitimcileri TÖVİŞ’e destek vermeye
ve üye olmaya çağırdı.
TÖVİŞ, 24 Eylül’de vatansever; antiemperyalist, antifeodal, antişoven ilkeleri
benimseyen kişiler tarafından Antalya’da
kurulmuştu.
Eğitimin içeriğinin ve yönetiminin demokratikleştirilmesini, eğitimde fırsat
eşitliğini, herkesin sonuna kadar eğitim
hakkından yararlanabilmesini sağlamak
için her türlü demokratik girişimde bulunmayı hedefleyen TÖVİŞ, amacını kamuo-
yuna şu şekilde aktardı:
“Öğrenci ve velilerinin hak ve çıkarlarının korunmasını, geliştirilmesini, veliler arasında yardımlaşma ve dayanışmanın
sağlanmasını, üyelerin genel eğitim ve ülkedeki eğitim sistemi, eğitime ilişkin yasa,
tüzük ve yönetmelik gibi diğer mevzuatlar
hakkında bilgilendirilmesini; eğitimin içeriğinin ve yönetiminin demokratikleştirilmesini savunuyoruz.Gerektiğinde ilgili
mercilere rapor ve araştırma dosyaları sunarak sorunlarımızı gündemde tutmayı ve
kamuoyunda farkındalık yaratarak çözmeyi hedefliyoruz.”
TÖVİŞ ayrıca devlet okullarının ve
eğitim kurumlarının parasız olmasını,
dershanelerin ve özel okulların kapatılmasını, eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanmasını savunuyor.
15
Yıl: 8 • Sayı: 71 / 27 Aralık 2013
Haramilerin saltanatını yıkacağız!
Baştarafı sayfa 1’de
Aralarında bakan çocuklarının da bulunduğu hırsızlık-vurgun olayının ardından, Tayyipgiller’in artık çuvala sığmayan
yolsuzlukları pis kokular yayarak gün yüzüne çıkarıldı. Bizler
HKP olarak yıllardır bunların din kisvesi altında hırsızlık yaptıklarını zaten söylüyorduk. Hatta konuyla ilgili haklarında defalarca suç duyurusunda bulunduk. Bu son olay partimizin öngörüsünün-tespitinin ne kadar doğru olduğunu göstermiştir.
HKP İzmir İl Örgütü olarak konuyla ilgili 21 Aralık Cumartesi günü saat 14.30’da Konak Kemeraltı girişinde bir eylem
yaptık. Eylemde İl Başkanımız Av. Tacettin Çolak bir basın açıklaması yaptı.
Bizleri izleyen İzmir Halkının sloganlarımıza katılarak ve alkışlayarak destek olduğu Eylemimiz sırasında açtığımız pankartlarla ve attığımız sloganlarla Tayyipgiller’in hırsızlık ve yolsuzluklarını protesto ettik.
Eylem sırasında sık sık, “Gün Gelecek Devran Dönecek
Hırsızlar Halka Hesap Verecek”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek”, “Tayyibin Tanrısı
Para Tanrısı”, “Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi”,”AKP
İşsizlik Pahalılık Zam Zulüm Demektir” sloganları atıldı.
Eylemimizi, tüm bu hırsızlıklarının-yolsuzluklarının hesabını Demokratik Halk İktidarında Tayyipgiller’den soracağımıza
söz vererek bitirdik.
Tayyipgillerin yaptığı vurgunlara karşı tarihe not düşmek anlamında mahkemelerde davalar açan, yaptığı basın açıklamalarıyla, eylemlerle Halklarımızı uyandırmaya çalışan Halkın Kurtuluş Partisi, Tayyipgiller’i, çaldıklarımızdan bize de koklat diyen Fethullah’ın Cemaatini, bunları kurma oyuncaklar gibi kurup piyasaya süren, bütün kötülüklerin kaynağı AB-D Emperyalistlerini protesto etti.
Partimiz Kızılay’da, Antiemperyalist Kurtuluş Savaş’ımızı
simgeleyen anıtın bulunduğu Güven Park’ta yaptığı basın açıklamasıyla, iki hırsız grubun nasıl ve neden birbirlerine düştüklerini, bu hırsızların efendisi olan AB-D Emperyalistlerinden nasıl
kurtulabileceğimizi açıkladı.
Halklarımızı Allah’la aldatan din simsarlarını 1300 yıl öncesinden teşhir eden Abdullah Bin Mübarek’in “İnsanların en alçağı; din kisvesi altında dünya menfaati sağlayandır” sözünün yazılı olduğu pankartımızla, parti bayraklarımızla, Tayyipgiller’in hırsızlıklarını teşhir eden dövizlerimizle geldik Güven
Park’a. “Gün gelecek devran dönecek hırsızlar halka hesap
verecek”, “Kahrolsun ABD AB Emperyalizmi”, “Emperyalistler işbirlikçiler geldikleri gibi gidecekler”, “Tayyip’in
Tanrısı para Tanrısı” sloganlarımız eşliğinde gerçekleştirdik
basın açıklamamızı. 21.12.2013
İzmir’den Kurtuluş Partililer
“Ö
Ankara’dan Kurtuluş Partililer
küz öldü ortaklık bozuldu”. F tipi Cemaat ve
Tayyipgiller, 2002’den
bu yana Emekçi Halklarımızın ensesinde boza pişirirken, bugünlerde iktidarın ganimetlerini paylaşma savaşında birbirlerine girdiler.
Cemaat, 17 Aralık Operasyonu ile
ilk elden dört bakan ve oğullarının (diğer suç ortaklarıyla birlikte) kirli çamaşırlarını ortaya saçtı. İçişleri Bakanı ve
Ekonomi Bakanının oğlu ve Halkbank
Genel Müdürü ile birlikte 14 kişi tutuklandı. Operasyona Tayyip Erdoğan’ın oğlu Burak ve Bilal’in de adının
eklendiği söylenmekte. Tayyipgiller
ise bu operasyonu yapanları görevlerinden uzaklaştırarak karşı atakta bulundu.
Oysa tam 11 yıldır her ikisi de vurgun, talan ve soygundan nasipleniyordu. Tam 11 yıldır her ikisi de ülkemizin, Kuvayimilliye yadigârı yeraltı ve
yerüstü zenginliklerini yerli-yabancı
Parababalarına peşkeş çekerek, komisyonlarını cebe indiriyorlardı. “Ne komünist bir ülkeymişiz, sat sat bitiremedik” diyen yüzsüz bakanlarının oğlu da
yumurta ticaretinden köşeyi dönmemiş
miydi?
Devlet başkanının 16 yaşındaki oğlu taze mısır ticaretinden voleyi vurmamış mıydı?
Tayyip’in oğluna ise gemicikler nasip etmemiş miydi yüce Mevla?..
Tayyip, 1994’te “Hırsızlık baba-
dan evlada geçer” derken tam da kendini ve yandaşlarını tanımlamış… Bizzat kendisinin İstanbul Belediye Başkanlığı döneminden kalma ve hepsi de
akçalı suçlardan 7 ayrı dosyası var,
yargılanmayı bekliyor. Kayıp trilyon
davasında bütün suç ortakları ceza alan
A. Gül’ü kurtardılar. Deniz Feneri vurgununun Almanya ayağı cezalandırılmışken, Türkiye ayağı bizzat bu vurguncular tarafından kapatıldı. Hem de
bu soruşturmayı yürüten savcıları suçlayarak ve yargı önüne çıkartarak... O
zamanlar aralarından su sızmıyordu.
Çünkü vurgunu ve talanı birlikte yapıyorlardı. Birlikte suç işliyorlar ve suçlarının üzerini kapatıyorlardı.
Bunların her ikisi de ekonomik çıkar amaçlı suç örgütüdür. Şimdi birbirlerini “çete” olmakla suçluyorlar. Gerçekte her iki taraf da çetedir. Yolsuzluk, vurgun ve talan çetesi...
Bunlar, halkımızın temiz dini duygularını sömürmeyi kendilerine gelir
kapısı haline getirdiler ve ülkemizi Ortaçağın karanlığına sürüklemektedirler.
Zavallı halkımızı öylesine afyonladılar ki, “bunlar da yiyor ama namaz
kılıyorlar, oruç tutuyorlar, Kur’an
okuyorlar” diye bunların hırsızlıklarını hoş görür hale getirildi.
Oysa bunlar insanlarımızı Allah’la
kandırarak, yedi sülalesini zengin
eden, organize suç örgütüdür. Kendileri gözlerini kırpmadan kul hakkı yerken, işsizlik ve pahalılık cehenneminde
yaktıkları insanlarımızla ise “bu dünyada imtihan ediliyorsun, burada
çektiğin acılar ahrette sana mükâfat
olarak dönecek” diyerek alay etmekteler.
Abdullah Bin Mübarek, 1300 yıl
önce ne de güzel söylemiş; “İnsanların en alçağı; din kisvesi altında dünya menfaati sağlayandır” diye…
Bunların hepsi “din kisvesi altında
dünya menfaati sağlayan”lardır. Dünya
menfaatleri boylarını-kasalarını o kadar aşmış ki, ayakkabı kutularına dahi
ihtiyaç duymaya başlamışlar.
Emniyet ve Adliyedeki aynı kişiler;
aynı yöntemlerle Ergenekon, Balyoz,
Oda TV vb. operasyonları yaparken,
başta Tayyip’in kendisi olmak üzere
hiçbir AKP’li ne masumiyet karinesini
ne kişilerin özel hayatını ne de konut
dokunulmazlığı ve haberleşme özgürlüğünü hatırlıyorlardı. Tam tersine yapılan tüm haksızlık ve hukuksuzlukları
“ülke vesayetten kurtuluyor”, “bağırsaklarını temizliyor” diye alkışlıyorlar
ve cesaretlendiriyorlardı.
Peki, şimdi ne oldu?
Zülfü yâre dokununca hepsi “insan
hakları savunucusu” kesildi. Ama yemezler…
Bu operasyonu hazırlayan, planlayan ve uygulamaya koyan AB-D Emperyalistleridir. Uygulayıcılarının cemaatçi müritler olması bu gerçeği değiştirmez. Çünkü şanlı Gezi Direnişi,
Tayyipgiller arasında derin çatlaklar
Halkın Kurtuluş Partisi
Yatağan Direnişçilerine
dayanışma ziyaretinde
bulundu
zi 29 Aralık Pazar günü Muğla’nın,
Milas ilçesinde yapılacak olan mitinge
davet ettiler.
İşçiler aynı sloganlarla bizleri uğurladılar. Bizler de bir kez daha dayanışma duygularımızı ileterek oradan ayrıldık. 22.12.2013
İzmir’den
Kurtuluş Partililer
Hesap Verecek”, “Hırsızlardan Hesabı Emekçiler Soracak” sloganları
atıldı.
HKP İzmir ve Muğla Örgütleri olarak, uzun zamandır madenlerin ve termik santrallerin peşkeş çekilmesine
karşı bir Direniş yürütmekte olan işçileri ziyaret ettik. TES-İŞ ve MADENİŞ sendikaları tarafından ortak yürütülen mücadele bütün Yatağan ve çevresinde köylere kadar halkın desteğini almış durumda. Yatağan bu Direnişle yatıp kalkıyor. Öyle ki neredeyse her binada, her işyerinde Direnişle ilgili mutlaka bir materyalle karşılaştık.
Termik santralin önünde her iki sendika tarafından kurulmuş olan çadırlarda işçiler ve sendikaların başkanları tarafından sıcak bir ilgiyle karşılandık.
Hep beraber “Her Yer Yatağan Her
Yer Direniş”, “Bu Daha Başlangıç
Mücadeleye Devam” sloganlarını
haykırdık.
Ziyaret sırasında Yatağan İşçilerinin
mücadelesini çok yakından takip ettiğimizi, bu mücadelenin başarısı için
elimizden gelen gayreti göstereceğimizi söyledik. İşçiler de ziyaretimizden
duydukları memnuniyeti belirterek, bi-
Ankara Batıkent’ten
Kurtuluş Partililer
***
***
Batıkent’te AKP’nin
yolsuzlukları protesto
edildi
Batıkent Dayanışma Platformu’nun çağrısı ile toplanan Batıkent
Halkı, AKP’nin hırsızlık ve yolsuzluğunu protesto etti.
25 Aralık 2013 Çarşamba günü saat
18.30’da Batıkent Metro İstasyonu
önünde toplanan halk yürüyüşe geçerek yolu kapattı. Kitle yürüyerek yaklaşık 1 km. ilerideki meydanda bulunan Akbank Şubesi’ne ulaştı. Şubenin
kapısına ayakkabı kutuları kondu. Fotokopi ile çoğaltılan temsili dolarlar saçıldı. Platform adına yapılan açıklamadan sonra “Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam” vurgusu ile eylem sona erdi.
Eylem boyunca “Sizin Yolunuz
Yolsuzluk Olmuş”, “Hükümet İstifa”, “Hırsız Var”, “Gün Gelecek
Devran Dönecek Hırsızlar Halka
Eğitim-İş Bursa Şubesi
Tayyipgiller’in
yolsuzluk ve rüşvet
talanına karşı
eylem yaptı
Kurtuluş Yolu/Bursa
Eğitim-İş Bursa Şubesi, Eğitim İş
Genel Merkezi’nin Tayyipgiller’in yolsuzluk, rüşvet ve talanına karşı Türkiye
genelinde aldığı eylem kararı doğrultusunda eylem yaptı.
23 Aralık günü saat:13.00’da Fomara Meydanı’nda başlayan eylem Eğitim-İş Bursa Şube Başkanı Özkan Rona’nın basın açıklaması ile başladı. Özkan Rona konuşmasında “Yolsuzluk,
Yoksulluk ve Yasaklarla mücadele
edeceğini öne sürerek iktidara gelen
AKP, geçen 11 yıl içinde yolsuzluklarını devletin tüm kurumlarına yaymış, ulusumuzun zenginlik kaynaklarını küresel sermayeye peşkeş çekmiş, haklarını gasp ettiği emekçileri
yoksulluğa mahkûm etmiş, halkımızın en masum demokratik taleplerini de yasaklar ve tutuklamalarla sin-
oluşturdu. Bu direnişle Tayyip’in karizması çizildi, sonun başlangıcına geldi. Dahası Tayyip; Gezi Direnişinin
“arkasında faiz lobileri var” diyerek
efendilerine dil uzattı. Kaldı ki, daha
önce de İsrail ve AB-D’ye kurusıkı efelenmelerini, Çin’le füze anlaşmalarını
da batılı emperyalistler deftere yazmışlardı.
Yine Tayyipgiller, İran’a uygulanan
AB-D ambargosunu delerek, aldıkları
doğalgazın karşılığı olarak İran’a altın
ihraç ediyormuş gibi görünüyorlardı.
Bir anda Türkiye’nin İran’a altın ihracında patlama yaşandı. Doğalgazın TL
olarak karşılığı Halkbank’ta tutulup altına dönüştürdükten sonra, bazen zırhlı
araçlarla İran Merkez Bankası yetkililerine, bazen de Uçak Kargosu ile
İran’a gönderiyorlardı. İran’a yapılan
altın ihracı 2009 yılına kadar sıfırken
birden bire % 76’lara fırlamıştır. Türkiye’de bu kadar altın olamayacağına göre İsviçre ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden altın ithal ediliyordu. Tabii bu
altın transferinin baş aktörü Azeri vatandaşı Rıza Sarraf ise bu işin kolaylaştırıcılığını da aldıkları rüşvet karşılığında bazı Bakanlar ve çocukları yapıyordu. Hem böylece ekonominin büyüme rakamları da şişirilmiş oluyordu.
AB-D Emperyalizminin bunu da affetmeyeceği besbellidir.
Velhasıl bugünkü koşullarda Tayyipgiller’in kullanım değeri kalmamıştır. “Delikten aşağı süpürme” zamanı
gelmiştir. Öyle ki, İçişleri Bakanı’nın
ruhu bile duymadan, kendine bağlı polis teşkilatı tarafından oğlunun derdest
edilmesi, İstanbul Emniyet Müdürüne
iki saat ulaşamamaları bunların iktidarlarının ne kadar kof olduğunu göstermektedir.
Bugün bu talan düzeninin gerçek
yüzünü ortaya çıkaracak ve vurguncuların cezasını verecek bir yargı sistemi yoktur.
Yolsuzluklar konusunda Partimizin
geçmişte yaptığı onlarca suç duyurusu
olmuştu. Ancak ne yazık ki devrimcilere, demokratlara, yurtseverlere karşı
hızla işleyen yargı, alenen yapılan bu
soygunları bir türlü görmeyerek, soruşturmalarda takipsizlik kararları verdi.
Örneğin Tayyip’in İsviçre bankalarındaki sekiz ayrı hesapta yüklü miktarlarda parasının olduğu Wikileaks belgeleriyle ortaya çıkmıştı.
Yine 2010 Aralık ayında gazetelerde Abdüllatif Şener’in; “İktidar zenginlerinin varlıkları yasallaştığı ve
servetleri açığa çıktığı zaman TÜSİAD üyeleri onların yanında orta sınıfa dönecektir. Bu servetler ortaya
çıkmadı. Orada burada saklanan
var. Başka ülkelerde yatırımlar var.”
diye demeçleri yayımlanmıştı. Bunun
üzerine Partimiz olarak suç duyurusunda bulunduk. Ancak savcılar, Oda TV,
Balyoz davalarında en önemli delil
saydıkları dijital verileri (Wikileaks
Belgelerini) burada delilden saymadılar. A. Şener’in ihbarlarını gözlerine
soktuk, tanık olarak dinlenmesini istedik, görmezden geldiler. Sonuçta da
soruşturmayı kapattılar.
Bugüne kadar Tayyipgiller’in tüm
yolsuzlukları için suç duyuruları yapmaktayız. Ancak hepsinde, “soruşturma yapmaya biz yetkili değiliz, bakanların dokunulmazlıkları vardır” denilerek “kovuşturmaya yer olmadığı” kararları verilmiştir savcılarca. Bu kararlara karşı itirazlarımızda hep “fezleke
hazırlayıp Meclise gönderin bu durumda” demişsek de, bu da yapılmayarak itirazlarımız reddedilmiştir. Demek ki fezleke hazırlanıp Meclise gönderilmesi için, egemenler arası böylesi
bir kapışma gerekiyormuş. Buna da şaşırmadık!
Bunların birlikte işledikleri suçların
tümüyle açığa çıkarılmasını, yargılamalardan böyle bir sonuç çıkmasını
beklemek saflık olur. Ancak çatışan taraflar artık geri çekilemez. Geri çekilen
yuvarlanır gider çünkü. Bu nedenle iki
taraf, birbirini öldüresiye yaralayacaktır. Bu yaralanma, tıpkı Erbakan ve
partisi gibi silip süpürecektir AKP’yi,
ha bugün, ha yarın…
Ancak bu savaş sonrasında istediğimiz nitelikte bir iktidarın kurulamayacağı da besbelli. “Onu alma beni al” diye AB-D kapılarında sıraya girenler ortada. Çünkü kendi halkına güvenip
onun gücüyle iktidara gelmek yerine
AB-D Emperyalizminin desteğiyle iktidar olmayı yeğliyorlar. Böyle bir iktidarın sonu işte böyle olur. AKP’nin en
güçlü olduğunu zannettiği anda nasıl
bir çukura düşürüldüğünü görmemek
için siyasi kör olmak gerekir.
Bu ülkedeki tüm kötülüklerin, vurgunun, talanın, yağmanın ve soygunun
baş sorumlusu AB-D Emperyalizmi,
yerli Parababaları ve Ortaçağcı ortaklarıdır. Bunlar, Birinci Ulusal Kurtuluş
Savaşımızın öcünü alma, ülkemizin
yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalama ortak paydasında anlaşmışlardır.
Suçları çok büyüktür.
Demokratik Halk İktidarında zamanaşımı yoktur. Tüyü bitmemiş yetimin
hakkıyla yedi sülalesini zengin edenlerden mutlaka hesap sorulacaktır.
21.12.2013
dirmeye çalışmıştır.”, diyerek sendika
olarak yolsuzluk, rüşvet ve yoksullukla
mücadeleye devam edeceklerini vurguladı.
Basın açıklamasında sık, sık
“AKP’den Hesabı Emekçiler Soracak”, “Gün Gelecek Devran Dönecek AKP Halka Hesap Verecek”,
“Her Yer Rüşvet, Her Yer Yolsuzluk”
sloganları atıldı. Eylem, içerisinde kamu emekçilerinin fatura ve maaş bordolarının yer aldığı “Kamu Çalışanlarının Ayakkabı Kutu”ları AKP Bursa
İl Başkanlığı önüne bırakılarak sonlandırıldı. Eyleme Birleşik Kamu İş’e
Bağlı Birleşik Büro İş Bursa İl Temsilcisi Sürmeli Selçuk SÖĞÜT de destek
verdi.
“Hükümet İstifa” sloganın kendi başlattı. Parti olarak taşıdığımız dövizler
ve attığımız sloganlarla eylemde kendimizi ifade ettik.
Aynı zamanda Gaziantep’in Kurtuluş Günü olan 25 Aralık’ta, Balıklı Parkı’nda toplanarak, Gaziler Caddesi’nde
yürüdük. Vatandaşın yoğun ilgi gösterdiği yürüyüşü Mütercim Asım ve Karagöz Caddeleri’nde sürdürdük. “Din
İman Dediler, Memleketi Yediler”,
“Gün Geliyor, Devran Dönüyor, Tayipgiller Halka Hesap Veriyor”, “
Cemaat Değil, Halk İndirecek”,
“Kahrolsun AB-D Emperyalizmi”
sloganlarını attık.
Eylemi, Halk Bankası önünde yapılan basın açıklamasıyla sonlandırdık.
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
***
Tayyipgiller’in
yolsuzluk ve rüşvet
protesto edildi
Gaziantep’te de
protesto edildi
Gaziantep’te sendikalar ve siyasi
partiler bir araya gelerek, 17 Aralık’ta
başlayan yolsuzluk ve rüşvet operasyonuyla iyice açığa çıkan, soygun düzenini protesto etti.
21 Aralık günü Kırkayak Parkı’nda
toplanarak, Balıklı Parkı’na kadar yürüdük. Yol boyunca geçtiğimiz Akyol
Caddesi’nde kahvehanede bulunan vatandaşlar ayakta bizi alkışlayarak desteklediler. Yol üzerindeki bir kasap,
Açıklamada, yolsuzluk ve rüşvet gerçeği ve yeni adli kolluk yönetmeliği
protesto edildi. 24 Aralık 1978 Maraş
Katliamı protesto edildi. Gaziantep’in
Kurtuluş günü kutlandı ve Kuvayimilliye komutanları; Şahinbey ve Karayılan anıldı.
Gaziantep’ten
Kurtuluş Partililer
Burnunun Dikine Giden Tayyip
ve Ar Damarı Çatlayanlar
Muğla Gezi
Direnişçileri
yargılandı
Gezi Direnişçileri
Fadime Analarını kaybetti!
Direnişe katılan gençleri
Gezi Şehidi Mehmet Ayvalıtaş’ın annesi Fadime
Ayvalıtaş’ı kaybettik. Evlat acısına dayanamayarak kalp yıldırmak için açılan davalar
krizi geçiren Fadime Ana’yı mücadelemizde yaşatacağız
kapsamında 36 Gezi Direnişçisi Muğla 1. Asliye Ceza
Mahkemesinde yargılandı.
İ
Yüreği dayanmadı…
Bir annenin yüreğine saplanan hain, zehirli bir hançerdir evlat acısı…
Onulmaz yaralar açar, kanatır durur…
Gezi Direnişi sırasında kaybetmiştik Mehmet Ayvalıtaş’ı… Anası Fadime Ayvalıtaş’ı da bugün (13 Aralık
2013) evlat acısına dayanamayarak
geçirdiği kalp krizi sonucu kaybettik.
“Halk yürüyüşünde halka kurban
etti kendini… O bizim ailenin nazlısıydı, hiç kırmazdık. Onu da Tayyip aldı. …Hani artık anneler ağla-
mayacaktı…” diyordu Yurt Gazetesine verdiği röportajda.
Ama anaları ağlatmaya devam
ediyor Parababaları ve Tayyipgiller…
Fadime Ana hepimizin anasıydı…
Sana söz Fadime Ana, Parababaları ve Tayyipgiller bu yaptıklarının hesabını verecekler!
Tüm halkımızın başı sağ olsun.
13. 12. 2013
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
çinde Muğla’daki yoldaşlarımızın da
bulunduğu 36 Gezi Direnişçisi Muğla 1. Asliye Ceza Mahkemesinde yargılandı.
Bilindiği gibi İstanbul’da 27 Mayıs’ta
başlayan Gezi Direnişi dalga dalya yayılarak tüm yurdu kaplamıştı. Bu dalganın
etkilediği illerden biri de Muğla idi. 31
Mayıs’ı 1 Haziran’a bağlayan gece Muğla’daki devrimci, demokrat, ilerici, sosyalist aydınlar, gençler de İstanbul Gezi
Direnişçilerine destek için alanlara çıkmıştı. İstanbul’a destek sloganlarıyla
Muğla Valiliği önüne kadar yürümüşler
ve ardından da AKP Muğla İl Binasına
gitmek istemişlerdi. Fakat polis hemen
her yerde olduğu gibi, burada da TOMA’larla, Gaz Bombalarıyla insanlara
saldırmış ve dağıtmıştı.
Ardından da yine hemen her yerde
yaptığı gibi polis, direnişe katılan gençleri yıldırmak için haklarında düzmece
tutanaklar düzenleyerek davalar açılmasını sağladı.
Aralarında Partili Yoldaşlarımızın da
bulunduğu bu davalardan bir tanesinin
duruşması da 18 Aralık 2013 günü Muğla 1. Asliye Ceza Mahkemesinde yapıldı.
13’te
TTB’den Gezi Direnişi sempozyumu
13’te
1
0 Aralık İnsan Hakları Günü’nde,
Türkiye Barolar Birliği İnsan
Hakları Merkezi tarafından “Gezi
Direnişi ve İnsan Hakları” konulu
sempozyum düzenlendi.
Saygı duruşu ile başlayan sempozyumun açış konuşmasını Türkiye Barolar Birliği Genel Sekreteri Av. İzzet
Güneş Gürseler yaptı.
Açış konuşmasının ardından Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi Başkanı Av. Serhan Özbek’in
yönettiği birinci oturumda; Yakın Doğu
Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr.
Fazıl Sağlam, Türk Tabipleri Birliği
Başkanı Prof. Dr. Ahmet Özdemir
Aktan, gazeteci-yazar İsmail Saymaz
Devrim Şehidi
Kubilay,
Mücadelemizde
Yaşıyor!
Kıdem tazminatı
geleceğimizdir, yedirtmeyeceğiz!
T
opkapı Nakliyat Ambarlarında
çalışan 1000 Nakliyat-İş üyesi
işçi iş bıraktı. 2 Aralık Pazartesi
günü saat 09.00’da Topkapı Nakliyeciler Sitesi girişinde bir araya gelen işçiler kortej oluşturarak İstanbul Şubesi’ne kadar yürüdü.
Eyleme, DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu ile DİSK Genel Başkan
Yarımcısı Celal Ovat da katıldı.
Nakliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu bir açıklama yaptı. Küçükosmanoğlu açıklamasında, 2002’den 2013’e dolar milyarderi sayısının 6’dan 44’e çıktığı, işçilerin reel ücretlerinin aynı dönemde
sürekli olarak düştüğü, işçiler için cehennem olan taşeronluğu giderek yaygınlaştığı, güvencesiz kölece çalışmanın kural haline getirildiği bu dönemde
kıdem tazminatının gasp edilmesine,
taşeron cehennemine, özel istihdam bürolarına karşı kararlılıkla mücadele edileceğini; sendika ve konfederasyon olarak izin vermeyeceklerini belirtti.
Küçükosmanoğlu, yerli-yabancı Parababalarının daha fazla kar amacıyla,
onların emrindeki siyasi iktidarı ile ülkeyi kendileri için ‘dikensiz gül bahçesine’ çevirmeye çalıştığını bunun kabul edilemeyeceğini vurguladı.
DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu, kıdem tazminatının gasp edilmesine yönelik DİSK’in #Direnişçi kampanyası hakkındaki görüşlerini belirtti.
Kıdem tazminatının gasp edilmesine
izin verilmeyeceğinin altını çizdi. Eylemde “Direne Direne Kazanacağız”,
“AKP Yasanı Al Başına Çal”, “AKP
Şaşırma Sabrımızı Taşırma”, “İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız” sloganları
atıldı.
T
ayyip’in Türkiye’ye nasıl başbakan olduğu herkesçe biliniyor:
Amerikan Emperyalizmi ile sıkı
fıkı olarak, emperyalizme ve Yahudi lobilerine uşaklık etme sözü vererek. Ancak, doğada da, toplumda da “her şey
akar”. Zaman içinde yöneticilerin ilişkileri, olaylara bakışları, hatta kafa yapıları bile değişebilir. Öte yandan, Tayyip
gibi uşakların eninde sonunda pisliği ortaya dökülür. Günümüzde de Tayyip ile
ilgili böyle bir süreç yaşanıyor. Tayyip
artık 10-12 yıl önceki Tayyip değil bir
bakıma. Gene Ortaçağcı, gene emperyalist uşağı ama emperyalizmin esnekliğine ayak uyduramıyor. Tabiî, asıl önemlisi Gezi Direnişi’mizin kendisine vurduğu ağır darbe. Emperyalizm ile Tayyip’in arasını
açan bu darbe
aslında.
Daha önceki
yazılarımızda,
Amerikan büyükelçilerinin
(Morton Abramowitz ve Eric
Edelman) Türkiye hakkında
hazırlayarak
Ekim 2013 sonuna doğru yayımladıkları bir rapordan
(From Rhetoric to Reality: Reframing
U.S. Turkey Policy; Sözden Gerçeğe:
ABD’nin Türkiye Politikasını Yeniden Şekillendirmek) söz etmiştik. Bu
raporda Tayyip’e uyarılar olduğunu da
belirtmiştik. Hatta Tayyip’in kişisel durumu hakkında da değerlendirmeler ve
uyarılar var raporda. Bizce, bugün yaşananlar bakımından çok da önemli... Raporda “Erdoğan’ın Politik Geleceği”
başlığı altında “Kişiliği” alt başlığı atılmış. Biraz uzun olan bu alt bölümü, bütünlüğünün kaybolmaması bakımından
aynen aktarıyoruz:
“Erdoğan’ın sadece kişisel olarak
günlük yönetime an be an müdahale
etmesi değil, aynı zamanda kararlarıyla çelişen görüşlere git gide daha az
açık hale gelmesi konusunda genel bir
kanı var. Ancak, bu esneklik kaybının
arkasında farklı değerlendirmeler yatıyor.
“Bazıları, Erdoğan’ın güçlü adam
duruşunu, kendinden öncekilerin
‘yumuşak’ olmaları nedeniyle yok
edilmeleri inancına dayandırıyorlar.
Türk İslamcılarına göre Adnan Menderes (1950-1960 arasında başbakan)
baskılara boyun eğdi ve askerlerce
1961’de asıldı. Turgut Özal (1983-
1993 arasında başbakan ve cumhurbaşkanı) esnekti; 1993’te zehirlendi
(ölüm nedeni hâlâ açık değilse de, suikast ile öldürüldüğü İslamcılar arasında kabul gören bir komplo teorisidir). Necmettin Erbakan (1996-1997
yıllarında başbakan) askeri güce
ayak direyemedi; 1997’de istifaya
zorlandı. Erdoğan ise Taksim protestolarının arkasında yerel ve yabancı
düşmanların olması gibi gerçekle
bağdaşmayacak bir görüşe sahip; dolayısıyla, Menderes, Özal ve Erbakan’ın akıbeti ile karşılaşmamak için
güç göstermek ve sert tepki göstermek zorunda.
“Bu bakımdan onun kavgacı yapısı, geri adım atmayı reddetmesi ve
otoriter çizgisinin kökleri,
ister kişilik
özellikleri olsun, ister bazılarının dediği gibi psikolojik patolojilere işaret
etsin, derindedir. Erdoğan’ın ruhsal
sağlığını sorgulayanlara göre hükümet tarafından
öne sürülen komplo teorileri aşırı paranoyadan kaynaklanıyor ve Gezi
protestoları sırasında Erdoğan’ın
yanlış adımlarının nedeni, patolojik
düzeyde aşırı kibir ve kendini beğenmişlik. Bu görüşte olanlar, Erdoğan’ın pozisyonunun bu eğilimleri
güçlendirdiği yönünde: On yıldır iktidarda oluşun getirdiği yıpranma ve
çevresindeki dalkavuklar. Eğer bu görüş doğruysa, Erdoğan’ın politik kaslarını şimdiye dek olandan çok daha fazla kasması beklenebilir.
“Ancak, bazıları da onu sonuçta
bir politik hayvan olarak görüyor,
tüm söz ve davranışlarını iktidarda
kalmak için gerekli oyları almaya yönelik olarak yorumluyor. Bu görüşte
olanlar, Taksim protestoları sırasındaki aşırı sözlerini olsun, anti-semitizm ya da Kürt sorunu konusundaki
aşırı sözlerini olsun, seçimde ters tepecek uzlaşmacı yaklaşımdansa, AKP
tabanını ve muhafazakâr oyları tutmak için hesaplanmış bir strateji olarak görmekteler. Bu görüştekilere göre, eğer politika dinamikleri gerekli
kılarsa, güçlü adam
14’te
Her yer FENİŞ!
Her yer Direniş!
Halkın Kurtuluş Partisi (HKP) 1 Aralık Pazar günü FENİŞ Direnişi’nin 87’nci gününde FENİŞ İşçilerini ziyaret etti.
12’de
8
3 yıl önce bugün, 23 Aralık
1930’da, Hilafeti tekrar getirmek
isteyen Ortaçağcı Şeriatçılar, Menemen’de “Şeriat İsteriz” naralarıyla
Cumhuriyet Devrimlerine karşı saldırıya
geçtiler.
Şeriatçıların bu isyanını bastırmak
için görevlendirilen Teğmen Kubilay’la
birlikte bekçiler Hasan ve Şevki, Ortaçağcı katiller sürüsü tarafından alçakça
katledildiler. Kubilay’ın başını gövdesinden ayırarak sokaklarda dolaştırdılar. İşte bu Cumhuriyet şehitlerinin Ortaçağcılar tarafından katledilmelerinin 83’üncü
yıldönümünde, HKP İzmir İl Örgütü olarak 23 Aralık’ta saat 09.30’da Menemen’de yaptığımız bir yürüyüşle andık
şehitlerimizi.
“Şeriat Ortaçağdır”, “Her Yer
Rüşvet Her Yer Yolsuzluk” sloganları
ile yaptığımız yürüyüş boyunca Menemen Halkı yoğun alkışları ve sloganları
ile bizlere destek verdi.
İzmir’den Kurtuluş Partililer
Büro-İş’ten rant bütçesine tepki
Büro-İş Sendikası, Tayyipgiller hükümetinin adaletizlik ve
sadaka bütçesini Bursa’da protesto etti.
12’de

Benzer belgeler

66.sayıya ulaşmak için tıklayınız

66.sayıya ulaşmak için tıklayınız Selam Olsun Bizden Önce Geçene! Selam Olsun Savaşırken Düşene!

Detaylı

100. sayıya ulaşmak için tıklayın

100. sayıya ulaşmak için tıklayın Selam Olsun Bizden Önce Geçene! Selam Olsun Savaşırken Düşene!

Detaylı

62.sayıya ulaşmak için tıklayınız

62.sayıya ulaşmak için tıklayınız Halkın Kurtuluş Partisi Konya İl Örgütü’nün 6 Ekim’de düzenlediği “Güncel Meseleler ve Görevlerimiz” başlıklı panelde

Detaylı