Nasıl Geldiler? - Hayatım Futbol

Transkript

Nasıl Geldiler? - Hayatım Futbol
Modern Futbol
Yayın Koordinatörü
İlker Yılmaz
Editörler
Emre Çelik
Rafet Baran Eryılmaz
Yazarlar
Fırat Topal
Güner Çalış
İsmail Şayan
Salih Demirci
Uğur Karakullukçu
‘Modern futbolda...’ diye başlayan cümleleri her yerde o kadar çok
duyuyoruz ki sormadan edemedik: Modern futbol nedir? Biz de
konuyu aramızda tartışırken herkes farklı şeyler söyledi. Kimisi
futbolun tevizyonda yayınlanması dedi, kimisi Şampiyonlar Ligi,
kimisi de futbolun her geçen gün büyüyen ekonomisi. Hayatım
Futbol 108’inci sayısında futbolun bugünkü noktasına nasıl geldiğini
irdeledi, kırılma anlarına baktı.
Bu sayıda ayrıca; Sporting Kansas City’nin şampiyonluğuyla sona
eren ABD Ligi MLS, Şampiyonlar Ligi’nde top 16’ya kalan takımların
analizi, Devler Ligi’nin sıfırcıları, Tottenham’ın parlayan stoperi
Vlad Chiricheş ve Ruşen Çakır yorumuyla siyasetin futbola etkisini
bulabilirsiniz.
Keyifli okumalar,
İlker Yılmaz
[email protected]
[email protected]
#108 BU SAYIDA
Modern Futbol Özel
Modern Futbol Nedir?
Devrimlerin 11’i
Şampiyonlar Ligi’yle değişen yüz
Toplantı odasından futbol sahasına
Şampiyonlar Ligi son 16
Gruplar sona erdi, şimdi hedef çeyrek final
Sihirbazlar Amerika’nın hakimi
Şampiyon Sporting Kansas City ve MLS genel görünümü
Siyasetin futbola etkisi
Gazeteci Ruşen Çakır siyasetin futbola etkisini yorumladı
Vlad Chiricheş
Rumenlerin yeni Popescu’su Tottenham’da parlıyor
Emre Çelik – Rafet B. Eryılmaz
Şampiyonlar Ligi HF108
SON 16 DEV
Şampiyonlar Ligi’nde grup aşaması görkemli ve heyecan
dozu yüksek maçlarla sonlanırken son 16’ya kalan takımların
durumlarını mercek altına aldık.
32 takımın yarısının veda ettiği Şampiyonlar Ligi’nde heyecan şubat ayında yeniden
başlamak üzere kapandı. Grup aşamasına yapılan zengin vedanın ardından yoluna
devam eden takımları incelemek istedik. Pazartesi günü çekilecek kura öncesinde 16
takımın gruptaki karnelerini ve çeyrek final umutlarını masaya yatırdık.
BiRiNCi TORBA
Manchester United
Nasıl Geldiler?
Sir Alex Ferguson’un ayrılışının ardından ne
yapacağı merakla beklenen Manchester United,
EPL’de sergilediği performansla hayal kırıklığına
yol açsa da Şampiyonlar Ligi’nde grubunu lider
bitirerek taraftarlarını bir nebze olsun güldürdü.
İlk maçta evinde ağırladığı Bayer Leverkusen’i
hazır olmadığı iddia edilen Wayne Rooney’nin
ekstra oyunuyla rahat geçen Moyes’un öğrencileri,
ikinci hafta Ukrayna deplasmanında son derece
vasat bir oyun sergileyip maçın büyük bölümünde
oyunun kontrolünü rakibine kaptırsa da tecrübesi
sayesinde bir puanı kurtardı.
United, Düşler Tiyatrosu’nda ağırladığı
Sociedad karşısında ise tam anlamıyla rakibinin
tecrübesizliğinden yararlandı. Iñigo Martínez,
maçın başında kendi ağlarını havalandırırken
maçın büyük bölümünde oyun üstünlüğü Bask
ekibinde olsa da United skoru korudu. Fakat
San Sebastian’daki karşılaşmada United,
deplasmandaki ikinci beraberliğini alarak grubun
en zayıf halkasını geçemedi. United’ın liderliği
garantilediği ve büyük bir sürprize yol açtığı
maç ise Leverkusen deplasmanıydı. Özellikle
Van Persie’nin Bay Arena’da puan kaybetmesi
beklenen United’da Rooney sahneye çıktı ve
deyim yerindeyse “Ben varım.” diyerek takımının
farklı galip gelmesini sağladı. United, son haftaya
girilirken liderliği garantilese de ligde alınan
kötü sonuçlardan dolayı rotasyona gidemedi ve
Shakhtar’ı içeride mağlup ederek bir nebze olsun
rakibinin kaderiyle oynadı.
Ne yapabilirler?
Açıkçası Manchester United, ilk bakışta birinci
torbadan kuraya katılan takımlar arasında en zayıf
halka olarak öne çıkıyor. Değişimin sancılarının
fazlasıyla hissedildiği United, lider çıkan takımlar
arasında en az topla oynamaya sahip üç ekipten
biri. Fakat bu dalda United’ın gerisinde olan
Borussia Dortmund’un kontra-atak ve Atletico
Madrid’in savunmaya dayalı sistemi düşünülünce,
bu takımlara göre son derece düz ve sistemsiz
United’ın zaafı daha fazla belli oluyor. Bu istatistiği
destekleyen bir başka istatistik ise Manchester
United’ın liderler arasında kaleye en fazla şut
atan yedinci takım olması ki bu da topa sahip
olamamalarının bir yansıması olarak gösterilebilir.
Saha içine bakıldığı zaman ise Moyes’ın takımının
özellikle yaratıcılık konusunda ciddi sorunlar
yaşadığını söylemek yanlış olmaz. Robin van
Persie’nin sağlıklı olduğu anlarda orta sahaya
daha yakın oynayan Rooney’yi de bir kenara
koyduğumuz zaman United’ın ‘üretemediği’
gerçek. Zaten İngiliz ekibi, sadece 5 golü ‘açık
oyun’dan bulurken 3 golü duran toplardan,
ikişer golü ise kontra atak ve rakiplerinin kendi
ağlarına gönderdiği gollerle buldu. Kısacası
United, hem hem hücumdaki performansıyla hem
takım görüntüsüyle hem de performansıyla ilk
torbanın en zayıf halkası olarak öne çıkıyor ama
unutmamak gerekir ki maçlardan önce iki aylık
bir süreç mevcut ve United da ara transferde
kesinlikle bu eksiklerini gidermenin yollarını
arayacaktır.
Real Madrid
Nasıl Geldiler?
Temsilcimiz Galatasaray, Juventus ve Kopenhag
ile birlikte aynı grupta yer alan Real Madrid,
deyim yerindeyse rakiplerini eze eze gruptan lider
çıkmayı başardı. Ancelotti’nin öğrencileri, gruptaki
yolculuğuna Türk Telekom Arena’da aldığı 6-1’lik
galibiyetle başladı. Farklı galibiyet, muhteşem
başlangıcın yanı sıra ligde de yalpalayan Real
Madrid’in kendine gelmesini sağladı. Madrid ekibi,
Juventus’un takıldığı Kopenhag’ı Di Maria’nın
yıldızlaştığı oyunla geçtikten sonra Juventus
deplasmanında da Chiellini’nin atılmasının da
etkisiyle rakibini sürklase ederek istediği sonucu
aldı. Özellikle bu maçla birlikte de Ronaldo-Bale
ikilisi ana sahneye çıktı.
Santiago Bernabeu’da biraz da farkın getirdiği
rehavetle sahaya çıkan Real Madrid, dış sahada
aldığı galibiyete göre Juventus karışısında zorlansa
da 1 puanı alarak daha dördüncü maçlar sonucu
liderliği garantiledi. Beşinci haftada yedeklerle
ve 10 kişiyle alınan Galatasaray galibiyeti, Real
cephesinin iyice özgüven sağlamasına sebep
oldu. Ancelotti’nin takımı, her ne kadar Kopenhag
deplasmanında zorlansa da galip geldi. Ayrıca
Şampiyonlar Ligi’nde yaşanan ‘son hafta heyecanı’
da kısmen bu performansın üstünü örttü.
Ne yapabilirler?
Gelenekleri ve geçmişiyle Avrupa’nın en büyük
kulübü olan Real Madrid, 2002’den bu yana ‘la
decima’, yani 10’uncu Şampiyonlar Ligi hayalini
kovalıyor. Kadro ve alınan skorlardan bağımsız
her sezona bu hedefle giren Real Madrid, sezon
başında özellikle de La Liga’da sergilediği futbolla
bu hedefin uzağında bir görünüm çizmişti ama
Devler Ligi’nde haftalar geçtikçe beklenen çizgiye
daha da yaklaştılar. Ancelotti’nin “Ben İtalyan’ım.
Kontra atak ile istediğimi her zaman alırım.”
sözlerinde de belirttiği üzere takım olarak topun
arkasına geçerek tıpkı Mourinho döneminde
olduğu gibi hızlı ataklarla sonuca giden Madrid,
maçlar içerisinde 20-30 dakikalık periyotlarda bu
sistemden vazgeçip tempo yaparak da rakibini
bunaltıyor ve skora gidiyor. Kısacası Real’in geçen
seneye göre ‘B planı’ da mevcut ve haftalar
geçtikçe takım buna da daha alışıyor.
Real Madrid’in öne çıkan handikapları ise henüz
bu ‘b planı’nın tam oturmaması. Dışarıdaki
Kopenhag ve iç sahadaki Juventus maçlarının
gösterdiği üzere sahaya ‘savunma yapma niyeti’
ile çıkan takımlar, bunu iyi başarabilirse Real
Madrid’i kitleyebiliyor. Dahası Bale ve Ronaldo,
grup aşamasında taraftarları memnun etse de
ikiliden birisi, özellikle de Bale, birlikte oynadıkları
anlarda vasatı geçemedi. Bale ve Ronaldo arası
uyum ile Ancelotti’nin ‘b planı’nı takıma ne derece
adapte edebileceği, Real Madrid’in turnuvadaki
geleceğini doğrudan belirleyecek. Eğer İtalyan
hoca, bu konularda başarılı olursa hedeflenen la
decimanın gelmesi içten bile değil. Aksi halde
ise yine de Real Madrid’in yarı final görmemesi
sürpriz olur.
Paris Saint-Germain
Nasıl Geldiler?
Geçtiğimiz sezon çeyrek finalde Barcelona engeline
takılan Paris Saint-Germain, diğer yedi gruba
kıyasla kolay bir kura çekmesinin avantajını son
derece iyi kullandı ve sürprize mahal vermeden
rakiplerini geride bırakarak gruptan lider çıkmayı
başardı. İlk üç maçta sırasıyla Olympiakos,
Benfica ve Anderlecht karşısında şov yaparak
farklı galibiyetlerle gülen PSG, bir başka ifadeyle
rakiplerine kıyasla çok daha iyi olan bireysel
kalitesinin sonuçlarını aldı. Paris temsilcisi, bu
galibiyetlerin ardından Anderlecht karşısında şok
bir sonuç alsa da Olympiakos’u iç sahada geçerek
liderliği son haftaya girilirken garantiledi.Gruptaki
tek mağlubiyetini son hafta Benfica karşısında
alan PSG, liderliği garantilemenin de etkisiyle bu
maça yedek ağırlıklı bir kadroyla çıkmıştı.
Ne yapabilirler?
Paris Saint-Germain, Fransa ekibi olmasının
etkisiyle, kadro olarak son derece güçlü de olsa
liderler arasında en fazla hafife alınan takımlardan
birisi olarak öne çıkıyor. Lâkin geçtiğimiz sene
bile Cavani ve Marquinhos gelmeden önce kura
şansızlığının kurbanı olup Barcelona’ya elendikleri
unutulmamalı. Cavani-Ibrahimovic-Lavezzi’den
oluşan ‘öldürücü’ hücum hattı, gününde olduğu
zaman Şampiyonlar Ligi’ndeki mevcut her takımın
savunmasını hallaç pamuğuna çevirebilecek güçte.
Fakat PSG’nin turnuvadaki kaderini belirleyecek
faktör ise Fransız ekibinin orta saha performansına
bağlı olacak. Özellikle Verratti ve Pastore bir
kenara konulduğu zaman çok da yaratıcı olamayan
PSG orta sahasında Pastore’nin yumuşaklığı ve
kırılganlığı bir kenara konulduğunda tek adama
bağlı kalıyor. Lucas Moura’nın da henüz istenen
seviyeye çıkmaması, Fransız ekibi adına en zayıf
halka olarak öne çıkıyor. Her ne kadar maddi
olarak büyük bir güç olan PSG’nin ara transferde
hamle yapması beklense de bu ismin takıma
adaptasyonu Blanc’ın takımının Devler Ligi’ndeki
akıbeti konusunda doğrudan belirleyici olacak.
Yine de bu konudaki tüm olumsuzluklara rağmen
Paris Saint-Germain’in iyi bir kura sonucu yarı final
oynaması kesinlikle sürpriz olmaz.
Bayern Münih
Nasıl Geldiler?
Son şampiyon, ‘korkutucu’ görüntüsünü daha
da pekiştirerek Şampiyonlar Ligi’nde gruplarda
oynadığı 5 maçı da kazanarak rakiplerine ciddi bir
mesaj verdi.Bu süreçte Etihad Arena’da son derece
rahat alınan 3-1’lik galibiyet ve diğer farklı sonuçlar
da Pep Guardiola’nın öğrencilerini ‘kimsenin kurada
çekmek istemediği takım’ olarak öne çıkardı.
Dördüncü hafta Plzen deplasmanında alınan 1-0’lık
galibiyetle ise Bavyera ekibi turu garantiledi.
Plzen deplasmanındaki maça özellikle savunmada
rotasyon yapmayı tercih eden Pep Guardiola, kötü
hava şartlarına rağmen yine de güldü. Beşinci
hafta Moskova deplasmanında şov yapan Bayern,
son hafta ise ilk defa beklentilerin altında kaldı.
2-0 öne geçmesine rağmen skoru tutamayan
Bayern, mağlubiyete rağmen topladığı 15 puanla
grubundan lider çıkmayı başardı.
Ne yapabilirler?
Bayern Münih, kusursuz olmasa da son 16’ya
kalan takımlar içerisinde en az defoya sahip olan
takım olarak öne çıkıyor. Özellikle inanılmaz
olarak nitelendirilebilecek orta sahasıyla her rakibi
sahadan silmeyi başaran Bayern Münih’ye hedef
hiç şüphesiz şampiyon unvanını korumak. Bunun
için de, özellikle oyunun hücum bölümünde,
yeterli kaliteye fazlasıyla sahipler.
Bayern Münih’in en büyük handikabı ise Pep
Guardiola’nın takımlarında klasikleşen ‘hızlı
atak savunması’ olarak öne çıkıyor. Sistemini
topla oynama üzerine kuran Pep Guardiola,
klişeleşmiş bir biçimde takımlarını 8 oyuncuyla
rakip yarı sahaya yıkıyor ama kaptırılan toplar
sonrası uygulanan pres sonuç vermediği anda
özellikle 30-40 metrelik diagonal toplar, Guardiola
takımlarında geride kalan iki stoperin - ve doğal
olarak da takımın - başını ağrıtabiliyor. Bayern
Münih’in de bu sistemi tam anlamıyla benimseme
yolunda adım adım ilerlediği düşünülürse
savunmada kompakt ve hatasız bir görüntü
sergilemeyi başaran bir ekip, Bayern’in hayallerini
elinden alabilir. Aksi halde ise Bayern’in kupayı
alması kesinlikle sürpriz olmaz.
Chelsea
Nasıl Geldiler?
Jose Mourinho’nun yuvaya dönmesiyle
sezona moralli bir giriş yapan Londra ekibi, bu
motivasyona rağmen ilk maçta Basel’e evinde
mağlup olarak büyük bir şoka sebep oldu. Yine
de çabuk toparlanan Chelsea, sırasıyla Stauea ve
Schalke deplasmanlarında aldığı galibiyetlerle ilk
üç maçların ardından grupta liderliğe yükselmeyi
başardı.
Dördüncü haftada Schalke’deki krizi olumlu
değerlendiren Chelsea, Stanford Bridge’de
rakibinin de yaptığı faiş hatalarla rahat bir galibiyet
alarak gruptan çıkmayı büyük ölçüde garantiledi.
Chelsea’nin işi beşinci hafta bitirmesi beklenirken
Murat Yakın’ın öğrencileri bir sansasyona daha
imza attı ve genç yıldızları Mohamed Salah’ın
son bölümdeki golüyle Chelsea’yi grupta ikinci
kez yenmeyi başardı. Yine de İngilizler, son hafta
Steaua karşısında sürprize yer vermedi ve aldığı
galibiyetle grubunu lider bitirerek son 16 biletini
cebine koydu.
Ne yapabilirler?
Her ne kadar Jose Mourinho’nun adı başlı başına
herkese korku salmaya yetse de Chelsea’nin takım
olarak çok da korkutucu bir görüntüde olduğunu
söylemek zor. Görece olarak kolay kabul edilen
grupta bile işini son haftaya bırakan Chelsea’de
santrfor eksikliğinin yanı sıra Schürrle, Mata ve
Hazard dışında yaratıcı ve dikine giden oyuncu
olmaması da dikkat çekiyor. Chelsea, grupta
oynadığı üç maçta 3 ve üzeri gol kaydetse de
son 16’daki rakiplerin bu düzeyde olmayacağı da
açık bir biçimde ortada.Bu dezavantaja rağmen
Chelsea’nin en büyük artısı ise Lampard, Willian,
Ramires ve Obi Mikel gibi savunma direnci son
derece yüksek olan ve rakibe oyunun kontrolü kolay
kolay vermeyecek profildeki oyunculardan oluşması.
Mourinho’nun daha önce Real Madrid ve Chelsea’de
öne çıkan kritik maçlardaki ‘oyunu kitleme tercihi’ne
yönelik bu oyuncular, gününde olduğu zaman her
rakibin hücumdaki üretkenliğini 2-3 seviye aşağıya
çekebilecek seviyede. Buna bir de Mourinho’nun
taktik dehası eklenince Chelsea beklentilerin üzerine
çıkabilecek bir ekip olarak öne çıkıyor.
Borussia Dortmund
Nasıl Geldiler?
Ölüm Grubu’nda yer alan son finalist, Napoli
deplasmanında aldığı tartışmalı mağlubiyete
ve bu süreçte takımda yaşanan sakatlıklara
rağmen toparlanmasını bildi ve önce Marsilya’yı
ardından da Londra deplasmanında çok da iyi
oynamadığı bir maçta Arsenal’i mağlup ederek
ilk hafta aldığı mağlubiyeti unutturmayı başardı.
Klopp’un öğrencilerinin bu iki galibiyetin ardından
rahat bir şekilde gruptan çıkması bekleniyordu
ama Londra’da, hem de oyuna hükmettiği maçta,
yenilen Dortmund, bir anda işlerin karışmasına yol
açtı.
Dortmund, sondan bir önceki hafta ‘acaba’ denen
haftada Napoli’yi rahat geçerek turu büyük ölçüde
garantiledi ama son hafta son derece dramatik
geçti. Dortmund, kolay geçmesi beklenen bir
maçta Marsilya karşısında erken öne geçti ama
skorun eşitlenmesine engel olamadı. Napoli’nin,
San Paulo’da Arsenal karşısında öne geçmesi
de Dortmund’u dışarıya itiyordu ama kaçan çok
net pozisyonların ardından 87’de gelen Kevin
Großkreutz’un golü Dortmund’a liderliği getirdi.
Ne yapabilirler?
Dortmund, her ne kadar geçtiğimiz sene final
oynasa da özellikle sakatlıkların etkisiyle beklenen
görüntünün çok uzağında bir grafik çizdi. Subotic,
Mats Hummels, İlkay Gündoğan ve Sven Bender
gibi takımın önemli isimlerinin uzun süreli
sakatlıkları, doğal olarak Dortmund’un sahadaki
performansını da etkiledi. Bu eksikliklere bir de
2014’te serbest kalacak Robert Lewandowski’nin
devre arası ayrılacağı spekülasyonları da
eklenince Dortmund’un daha da zarar alabileceği
düşünülebilir. En kötü senaryo ise santrfor olarak
Lewandowski’ye bağlı olan Dortmund’da Polonyalı
oyuncunun tıpkı Götze gibi erken sayılabilecek bir
dönemde başka bir ekibe imza atması olabilir.
Bunun dışında Dortmund’da sakat isimlerin
döneceğini unutmamak lazım. Özellikle
sakatlığında bile Real Madrid ve Barcelona
ile anılan İlkay’ın dönüşü hiç şüphesiz takımı
olumlu etkileyecektir. Dahası Mkhitaryan ve
Reus’un performansları da Dortmund’un bu
periyottaki artıları olarak öne çıkıyor ama yine de
şu görünümde Dortmund’un bir kez daha finale
kalması sürpriz olur.
Barcelona
Nasıl geldiler?
Şampiyonlar Ligi’nin ‘kadrolu’ favorilerinden
Barcelona, H Grubu’nda Ajax’ı iç sahada son
derece rahat geçerek başladı. Yıllardır kabusu olan
Celtic Park’ta ise Scott Brown’ın gördüğü kırmızı
kartın ekmeğini yiyerek 1-0’la 3 puanı almayı
başardı. Katalan ekibi, ilk kaybını ise San Siro’da
Milan karşısında yaptı. Barça, bu maçta puan
kaybetmekle kalmadı, özellikle beklentilerin yanına
bile yaklaşamayan Milan karşısında sergilediği
futbolla soru işaretlerini de artırdı.
Camp Nou’da oynanan bu maçın rövanşını
Messi’nin yıldızlaştığı oyunla almayı başaran
Barça, sakatlıklardan dolayı yedek ağırlıklı
çıkmak zorunda kaldığı Ajax karşısında ise
deyim yerindeyse sahadan silinerek bu sezon
Devler Ligi’ndeki ilk mağlubiyetini aldı. Barça, bu
galibiyetin acısını ise deyim yerindeyse Celtic’ten
çıkardı. Neymar’ın yıldızlaştığı maçta İskoç ekibini
6-1 ile geçen Barcelona, böylelikle grup liderliğini
garantiledi.
Ne yapabilirler?
Barcelona, özellikle Ajax ve Milan
deplasmanlarında sergilediği oyunla ‘en büyük
favori Barcelona değil’ imajı oluşturdu ama
Barcelona’nın da tıpkı Real Madrid’de olduğu
gibi bir geçiş döneminde olduğunu söylemek
yanlış olmaz. Pep Guardiola’nın son yılında ve
Tito Vilanova’nın tek sezonunda eleştiri oklarının
hedefi olmasına sebep olan ‘b planı eksikliği’,
Gerardo Martino’nun üzerinde durduğu en önemli
konulardan biri. Pique’nin de söylediği üzere
artık Barça sadece pas üzerine kurulu bir oyun
oynamıyor ve bu sistemin henüz oturmaması da
Barcelona’nın bir handikabı olarak öne çıkıyor.
Barcelona’nın bir diğer handikabı da tıpkı RonaldoBale ikilisinde olduğu gibi Neymar-Messi ikilisinin
birlikte istenen performansı sergileyememesi.
Bu ikilinin uyum süreci de Barcelona’nın kaderini
belirleyecek faktörlerden biri olacak. Ayrıca
geçtiğimiz sene fazlasıyla ön plana çıktığı üzere
Messi’nin de ne şekilde döneceği Barcelona’nın
akıbetini belirleyecek. Eğer Martino, 2 aylık süreçte
bu sorunların hepsini çözmeyi başarırsa Katalan
ekibi Devler Ligi’nin en önemli adaylarından
birisi yapacak. Aksi halde ise geçtiğimiz sezon
izlediğimiz senaryonun tekrarı olası.
Atletico Madrid
Nasıl geldiler?
Uzun bir aranın ardından Şampiyonlar Ligi’nde
tekrar boy gösteren Atletico Madrid, güncel
kadrosunun Devler Ligi tecrübesizliğine rağmen
denk takımların yer aldığı grupta, tartışmaya
mahal vermeyecek bir performans sergileyerek
gruba damga vurmayı başardı. Önce Rusya
deplasmanında Zenit’i beklenenden rahat geçen
Atleti, Portekiz’de ise 1-0 geriye düştüğü maçta
takım profili olan ‘pes etmeme’ faktörüyle 2-1
kazandı. Bu kritik iki galibiyetin ardından ise
Austria Wien karşısında tam anlamıyla şov yaptı.
Austria Wien’i Avusturya’da yenerek gruptan
çıkmayı garantileyen Diego Simeone’nin
öğrencileri, Rusya deplasmanında yedek ağırlıklı
kadroyla galibiyeti elinden kaçırdı ama yine de
puan almayı başardı. Son hafta ise yine yedek
sayılabilecek bir kadroyla Porto’yu Vicente
Calderon’un çimlerine gömen Atletico Madrid,
hem rakibinin kaderiyle oynadı hem de grup
aşamasında mağlubiyet almadan bir üst tura lider
olarak çıkmayı başardı.
Ne yapabilirler?
Atletico Madrid cephesinin ayakları, grup
aşamasında estirdiği fırtınaya rağmen yere
basmaya devam ediyor. Gerek Cerezo’nun
gerekse Simeone’nin “Bizim hedefimiz burada
kalıcı olmak. Şu tura yükseleceğiz diye kendimizi
şartlandırmıyoruz.” sözleri, Atletico Madrid’i diğer
takımlara göre bir derece daha rahat ve baskıdan
uzak kılıyor. Fakat şunu unutmamak gerekir
ki bu rahatlık Atletico Madrid’in sisteminde
kesinlikle yer almıyor. Avrupa’nın en iyi takım
savunması yapan sayılı takımlarından birisi olan
Atletico Madrid, bunun yanı sıra duran toplardaki
başarısıyla da diğer ekiplerden açıkça sıyrılıyor
(Grup aşamasında PSG ile birlikte en fazla duran
top golü bulan takım). Diego Costa’nın kariyer
zirvesinde olması, Koke-Arda-Gabi üçlüsünün
bireysel performansları da ciddi bir aday olarak
değerlendirilmemesine rağmen Atletico Madrid’i
öne çıkarıyor. Belki A.Wien koçu Bjelica’nın
“Atletico Madrid şampiyonluk adayı. Barça ve
Madrid’den iyiler.” açıklaması abartı olarak görülebilir
ama Dortmund’un geçen sene yaptığını Simeone’nin
öğrencileri yaparsa kesinlikle sürpriz olmaz.
İKİNCİ TORBA
Bayer Leverkusen
Nasıl geldiler?
Sami Hyypia’nın çalıştırdığı Alman ekibi, üçüncü
torbadan katıldığı A Grubu’nda Manchester
United’ın ardından ikinci sırayı almayı başardı.
Kırmızı-siyahlılar, lider United’dan iki maçta
toplamda 9 gol yeseler de Shakhtar Donetsk ve
Real Sociedad’a karşı oynadıkları maçlarda bunun
acısını çıkardılar. Özellikle BayArena’da aldıkları
4-0’lık Shakhtar galibiyetinde dikkat çekici bir oyun
ortaya koydular. Milli futbolcu Ömer Toprak’ın da
bu aşamada attığı iki golle Leverkusen’in turu
geçmesine yardımcı olduğunu söylemeliyiz.
Ne yapabilirler?
Bundesliga’da Bayern Münih’in en yakın takipçisi
konumunda bulunan Leverkusen, Sidney Sam,
Heung-Min Son ve Stefan Kiessling’in’ten
oluşan etkileyici hücum üçlüsüyle dikkatleri
çekiyor. Savunmasını oturtamamış Chelsea’yle
eşleşmeleri halinde bu üçlünün yardımıyla çeyrek
finali zorlayabilirler. İspanyol ekiplerinden biriyle
eşleşmeleri halinde işleri zora girebilir. PSG’yle
de kafa kafaya oynayabilecek güçteler. Tabii
ocak ayına kadar ligde verecekleri mücadelenin
nasıl şekilleneceği de çeyrek final şanslarını
etkileyecektir.
Galatasaray
Nasıl geldiler?
Real Madrid ve Juventus gibi iki net favorinin
bulunduğu gruptan teknik direktör değişikliği
yaşadıkları sezonda çıkmaları önemli bir başarı.
Gruba 6-1’lik Real Madrid mağlubiyetiyle
başlasalar da Juventus deplasmanından
beraberlikle dönerek güvenlerini tazelediler.
Bunun üstüne alınan Kopenhag galibiyeti de
şanslarını artırdı. Yalnızca iki galibiyet alarak
ikinci tura yükselseler de iç saha maçlarında
-Real maçı dışında- gösterdikleri performanslarla
üst turun kapısını araladılar. Olaylı geçen son
Juventus maçında 3-5-2 dizilişiyle aldıkları
başarılı sonuç, ilerleyen turlarda da bu taktiği
benimseyebileceklerinin sinyalini veriyor.
Ne yapabilirler?
Ligde üst üste gelen iki şampiyonluğun
ardından ilk defa zirveden bu kadar uzak kaldılar.
Fenerbahçe’nin şampiyon olması halinde lig
üçüncülüğünün bile Şampiyonlar Ligi vizesine
yetmesi bu anlamda üzerlerindeki baskıyı
azaltıyor. Tamamen Avrupa’ya odaklanarak geçen
sezonun başarısını tekrarlamaları olası. Chelsea,
Manchester United veya PSG gibi rakipleri iç
sahadaki istikrarlı performanslarının da yardımıyla
bir hayli zorlayabilirler. Ancak İspanyol veya Alman
ekiplerinden biriyle eşleşmeleri halinde canları bir
hayli yanabilir.
Olympiakos
Nasıl geldiler?
PSG’nin grup liderliğinin kesin favorisi olduğu
grupta, rakipleri Benfica ve Anderlecht’e karşı
çok başarılı maçlar çıkardılar. Son Avrupa Ligi
finalisti Benfica’dan iki maçta 4 puan alarak ikinci
tura gitmeyi hak ettiklerini gösterdiler. Golleriyle
takımını sırtlayan Kostas Mitroglou’nun kırmızıbeyazlılar adına yıldızlaştığına şüphe yok. İç
sahadaki coşkulu taraftarlarının desteğini de grup
maçları boyunca çok iyi kullandılar.
Ne yapabilirler?
Liginde büyük bir hanedanlık kuran Olympiakos,
bu sezon da geleneğini sürdürmeye çok yakın.
En yakın rakibine 8 puan fark atan Pire ekibi,
lig maçlarında aktif dinlenme moduna geçerek
Avrupa’da daha ileriyi düşünebilir. Ancak kura
şansının yanlarında olması gerektiğine şüphe yok.
İspanyol teknik adam Michel’in varlığı Atletico
Madrid’le eşleşmeleri durumunda biraz da olsa
avantaj yaratabilir. Ancak Barça, Real veya Bayern
gibi devlerle baş edebilecek seviyede değiller. Olası
rakiplerinin yaşayacakları sorunlar onların çeyrek
final şansını ciddi biçimde etkileyecektir.
Manchester City
Nasıl geldiler?
Son şampiyon Bayern Münih’le aynı grupta
yer alan Manchester City, Manuel Pellegrini
yönetiminde nihayet bir üst tura çıkmayı başardı.
Geçen sezon ölüm grubunun lanetini üzerinde
hisseden Maviler, Viktoria Plzen ve CSKA Moskova
gibi iki Doğu Avrupa ekibine karşı aldığı başarılı
sonuçların yardımıyla ikinci tur biletini aldı. Ancak
onlar adına daha da önemli olan son maçta
Bayern’i yenmeleriydi. Bir golle grup liderliğini
kaçıran İngiliz ekibi, dev ekiplere karşı da önemli
sonuçlar alabileceğini böylece kanıtladı.
Ne yapabilirler?
Katar sermayesinin döktüğü milyonları akıllıca
kullanabilen bir teknik adam görüntüsü çizen
Pellegrini, geniş kadrosunun avantajıyla hem lig,
hem de Avrupa yarışını bir arada götürecektir. Son
maçta Avrupa’nın en dominant takımlarından
Bayern’i geriden gelerek yenmeleri her türlü
rakiple baş edebileceklerinin işareti. Seri başı
olmayan takımların en tehlikelisi olarak görünen
City, Atletico Madrid ve PSG’yle eşleşmesi
durumunda çeyrek final umutlarını sonuna kadar
kovalayacaktır.
Schalke 04
Nasıl geldiler?
Grup lideri Chelsea ile oynadığı iki maçı da 3-0’lık
skorlarla kaybeden Schalke, Steaua Bükreş ve
Basel karşısında ise hiç hata yapmadı. Bu dört
maçta sadece 2 puan kaybeden Gelsenkirchen
ekibi, hiç gol yemeyerek de dikkat çekti. Ne var ki
son maçta Basel’e karşı hakemlerin fahiş hataları
onlara çok yardımcı oldu. Basel, grubun en dinamik
takımı olarak Chelsea’ye bile kafa tutarken Avrupa
Ligi biletiyle yetinmek durumunda kaldı. Genç
oyuncuların ağırlıklı olduğu Schalke’de teknik
direktör Jens Keller’in zorlu rakipler karşısında
mucizeler yaratması gerekecek.
Ne yapabilirler?
Jose Mourinho’nun ikinci döneminde bir türlü
beklenen sonuçları alamayan Chelsea’ye bile
direnemeleri ne durumda olduklarını özetliyor
aslında. Potansiyel 5 rakiplerinden 5’inin de onlarla
eşleşmek isteyecekleri çok açık. Ligde verecekleri
ilk 4 mücadelesine daha sıkı sarılıp, Avrupa’yı
ikinci plana atmaları da olası. Geçen sezonki gibi
ikinci turdan turnuvaya veda etmeleri şaşırtıcı
olmayacaktır.
Arsenal
Nasıl geldiler?
Mesut Özil transferi sonrasında sezona fırtına gibi
bir giriş yapan Arsenal, son haftalarda yaşadığı
duraklamanın cezasını grubunu ikinci sırada
tamamlayarak ödedi. Ölüm grubunun liderliğine
soyunmuşlarken az kalsın Avrupa Ligi’nin yolunu
tutuyorlardı. İç sahada aldıkları Dortmund
yenilgisinin acısını deplasmanda çıkaran Topçular,
Napoli karşısında bu kadar etkili değillerdi. Alınan
2-0’lık yenilgiyle kura avantajından mahrum kalan
Arsenal, yine de elinden gelenin en iyisini yapmış
görünüyor.
Ne yapabilirler?
Sezon başından bu yana Premier Lig’in zirvesinde
yer alan Londra ekibi, yıllar süren şampiyonluk
hasretine son vermekte kararlı gözüküyor. Bu
açıdan bakıldığında Şampiyonlar Ligi’ni ikinci
plana atmaları mantıklı görünebilir. Ayrıca
kadrolarının dar olduğu bilinen bir gerçek. En
ufak sakatlık sorununda -bilhassa savunmadaciddi değişikliklere gidiyorlar. Ancak belalıları
Barcelona’nın yanı sıra diğer formda ekiplerle başa
çıkabileceklerini kanıtlamak için bu turdan daha
büyük bir avantaj da bulamazlar. Atletico Madrid
veya PSG ile eşleşmeleri halinde çeyrek final için
şanslarını zorlayacaklardır.
Zenit
Nasıl geldiler?
Herkes Galatasaray’ın 7 puanla gruptan
çıkmasına şaşırırken Zenit, sadece bir galibiyet
alarak topladığı 6 puanla son 16 vizesi aldı. Grup
sonuncusu Austria Wien’i iki maçta da yenemeyen
mavi-beyazlılar, Atletico’nun hiç ihtiyacı olmadığı
halde aldığı Porto galibiyetiyle bir üst turun
yolunu tuttular. Kerzhakov, Hulk ve Axel Witsel
gibi önemli oyuncular kadrolarında bulunsa da
böylesine rahat bir gruptan bu kadar kötü bir
sonuçla çıkmaları düşündürücü.
Ne yapabilirler?
Austria Wien’e karşı iki maçta da üstünlük
kuramayan bir takımın Barcelona, Bayern Münih
veya Real Madrid karşısında ne yapmasını
bekleyebilirsiniz ki? Bireysel anlamda ön plana
çıkan oyuncuları olsa da bir türlü takım oyunu
oynayamıyorlar. Kimle eşleşirlerse eşleşsinler favori
konumunun yanına bile yaklaşamayacaklardır.
AC Milan
Nasıl geldiler?
Barcelona’nın mutlak favori olduğu gruptaki
ilk üç maçlarında topladıkları 5 puanla büyük
avantaj elde ettiler. Geçirdiği kötü sezona ve içinde
bulunduğu kaosa rağmen sadece bir kez yenilen
Milan, bir anlamda formasıyla da olsa gruptan
çıkmayı başardı. İki maçta da berabere kaldıkları
Ajax’ın gösterdiği üstün oyun ve ilk maçtaki
hakem hatası düşünülürse bu turda olmayı hak
etmediklerini söyleyebiliriz.
Ne yapabilirler?
Her ne kadar kötü bir sezon geçirdikleri söylense
de San Siro’daki maçta Barcelona’dan aldıkları
beraberlikle hâlâ eski günlerden izler taşıdıklarını
gösterdiler. Balotelli ve Kaka’nın hücumda
gösterecekleri performanslar çeyrek final
şanslarını belirleyecektir. İngiliz ekipleri veya
Atletico Madrid’le eşleşmeleri durumunda tur
mücadelesine sonuna kadar ortak olabilirler.
Şampiyonlar Ligi HF108
Rafet B. Eryılmaz
BiR PUANA
HASRET GİDENLER
Şampiyonlar Ligi’nde gruplara kalan bir takımın yaşayacağı en büyük utanç
puan alamadan elenmek olsa gerek. Öyle ki bu durumu yaşayan takımın
“Önemli olan katılmaktı” deme şansı bile azalıyor...
Avrupa futbolunun kulüpler düzeyindeki en yüksek arenası olan Şampiyonlar Ligi’nde grup maçlarını
puansız kapatan takımlara bu sezon bir yenisi daha eklendi. Borussia Dortmund, Arsenal ve Napoli’nin yer
aldığı grupta oynadığı 6 maçı da kaybeden Olimpik Marsilya, bu başarısızlığı tekrarlayan 15’inci takım oldu.
Biz de sıfır çekip, bir puana hasret kalarak gruplara veda eden bazı takımları hatırlatalım istedik.
Fenerbahçe (2001-02)
Bir önceki sezonu Mustafa Denizli yönetiminde şampiyon
tamamlayan sarı-lacivertli ekip, ön eleme turunda İskoç ekibi
Rangers’ı eleyerek gruplara kaldı. Barcelona, Bayer Leverkusen
ve Olimpik Lyon’dan oluşan grubun zindana döneceğini kimse
beklemiyordur. İlk maçta Barça’ya karşı alınan 3-0’lık yenilgi
beklendik cinsten olsa da devam eden iki maçta alınan yenilgiler
çok can acıtacaktır. Zira temsilcimiz, Lyon’u konuk ettiği maçta
89’uncu dakikada gelen golle yıkılırken; Leverkusen deplasmanında
öne geçmesine rağmen 10 kişi kalmaktan ve 2-1 yenilmekten
kurtulamayacaktır. Bu iki takımla oynadığı diğer maçları da kaybeden
Fenerbahçe, Camp Nou’daki son maça prestijini kurtarmak için
çıkıyordu. İstanbul ekibi, ilk puanına çok yakınken duraklama
dakikalarında kazanılan serbest vuruşla tedirgin anlar başlıyordu.
Rivaldo, kötü bir vuruş yaparak topu auta atıyordu. Fakat hakem,
Stuart Dougal atışı tekrarlatınca Brezilyalı futbolcu topu ağlara
göndererek Fenerbahçe’ye tarihindeki en büyük başarısızlıklardan
birinin içine atıyordu.
Spartak Moskova (2002-03)
Fenerbahçe’nin yaşadığı hüsran çok büyük boyutlu gibi görünebilir. Ancak bundan daha kötü durumda
olmayı başaran bir takım daha oldu. Rus ekibi Spartak Moskova, 2002-03 sezonunda Valencia, Basel
ve Liverpool’la eşleştiği grubu sadece tek gol atarak tamamladı. İlk golünü atmak için tam dört
maç bekleyen Spartak, Liverpool’u konuk ettiği maçta Danishevsky’nin ayağından bulduğu golle
öne geçmeyi de başardı. Ancak bu üstünlük sadece altı dakika sürecek, Owen durumu eşitleyecekti.
Maç başına üç gol yiyerek -17 averajla grubu tamamlayan kırmızı-beyazlıların golcüsü Vladimir
Beschastnykh, aynı sezonun devre arasında Fenerbahçe’nin hücum sorunlarına derman olmak için
Türkiye’ye geliyordu.
Anderlecht (2004-05)
Bir zamanlar Avrupa’da fırtınalar estiren Belçika
futbolunun lokomotiflerinden olan Anderlecht,
2004-05 sezonunda düştüğü zorlu grubun da
etkisiyle tarihine hiç yakışmayan sonuçlar alacaktı.
Bir sezon önce UEFA Kupası’nı kazanan Valencia,
Adriano’lu, Martins’li, Stankovic’li Inter ve Klose’nin
başını çektiği yıldızlarıyla Werder Bremen, morbeyazlılara Şampiyonlar Ligi’ni zindan etmeyi
başardılar. altı maçta toplam 17 gol yiyen Brüksel
ekibi, sadece bir kez öne geçme başarısı gösterdi.
Wilhelmsson’la Werder Bremen’i ağırladıkları
maçta üstünlüğü ele alsalar da hayallerini
yıkan golleri Ivan Klasnic kaydedecekti. Klasnic,
Almanya’daki maçta da yıldızlaşarak, 5-1’lik Werder
galibiyetine üç golle katkı sağlayacaktı.
Dinamo Kiev (2007-08)
Türk takımlarına karşı aldığı başarılı sonuçlarla dikkat çeken Dinamo Kiev’e edilen beddualar
Fenerbahçe’nin çeyrek finale çıktığı 2007-08 sezonunda tutacak, Ukrayna temsilcisi grubunu puansız
tamamlayacaktı. Manchester United, AS Roma ve Sporting Lizbon ile aynı grubu paylaşan Dinamo,
6 maçın hiçbirinde öne geçmeyi başaramadı. Yediği 19 gole sadece 4 tane atarak karşılık verebilen
lacivert-beyazlılarda teknik direktör Anatoli Demyanenko kaçınılmaz bir şekilde görevinden ayrılacaktı.
Villarreal (2011-12)
50 bin nüfuslu bir şehrin takımı olarak çok önemli
başarılar elde eden Villarreal, Şampiyonlar Ligi’nde
boy gösterdiği son sezonda yaptıklarıyla çöküşün
başlangıcını işaret ediyordu. Bayern Münih,
Manchester City ve Napoli gibi çok zorlu rakiplerle
aynı grubu paylaşan sarı-lacivertli ekip, yaşadığı
sorunlar nedeniyle grubu puansız tamamlamıştı.
Golcüsü Giuseppe Rossi’nin geçirdiği ağır sakatlık
nedeniyle gol yollarında etkisiz kalan takım,
savunmada da rakipleriyle baş edemeyince ağır son
kaçınılmaz oldu. altı maçta yenen 14 gole sadece
iki golle karşılık verebilen Villarreal, yalnızca bir
maçta öne geçmeyi başarıyordu. Takımın aldığı bu
felaket sonuç sezon sonunda küme düşmeleriyle
taçlanacaktı.
Salih Demirci
Özel Dosya
HF108
Modern Futbol Nedir?
Herkes kullanıyor, futbol konuşurken mutlaka lazım oluyor. Peki şu modern
futbol aslında ne ifade ediyor?
Futbol sohbetlerinde bakış açısı sınırsızdır. Bir
pozisyon, bir futbolcu, bir takım üzerine sayısız
yorum yapılır ve fikirlerin sıklıkla argümana ihtiyacı
olmadığından her şey hesaba katılır. Duygular,
sevinçler, kaçan goller, yatan kuponlar… Bunların
hepsi daima birer veridir. Muhabbet uzar, genelde
bir yere varmaz ama değişmeyen gerçek şudur
ki, her fikrin bir muhalifi vardır. An gelir, nesnel
başarılar ve topluma mal olmuş efsaneler dahi
yalanlanır. Kupalar, şampiyonluklar, gol krallıkları;
hâlbuki aslında şu şu şartlarda elde edilmiş olabilir.
Bir şeyler ters gitse bambaşka şeyler konuşuluyor
olunabilir ve o anda devreye bazı tabirler girer.
Modern futbol, işte bunlardan biri. Bir milat
koymak gerektiğinde, öncesiyle sonrası arasında
bir karşıtlık kurmak lazım geldiğinde kullanımı sihir
yaratır. Maç görüntülerini izleyemediğimiz nice
isimli futbolcu ya da demeçlerini okuyamadığımız
nice etkileyici antrenör, yeri gelir ‘modern futbolda’
sözüyle üzerine konuşulanlardan ayrılır. Yeri gelir,
geçmişle bugün arasında perde olur. Değişimi
anlatmaya çalışır, ama her daim kullananın öne
sürdüğü fikri destekler. Anlamı sürekli değişir.
Bugünün futbol tartışmalarında ‘modern futbol’
tanımı birbirinin aynı iki insana rastlamak,
neredeyse imkânsız. Bir değişimi, farkı, artık
eskisi gibi olmayana anlatmasına karşın modern
futbolun geniş kabul gören bir miladından söz
etmek mümkün değil. Ne zaman eskisi gibi
olmamaya başladı sorusuna verilen cevaplar
birbirinden çok farklı. Ancak bana öyle geliyor
ki, en azında futbol üzerine yazıp çizenler, kendi
fasit dairelerinde anlamda ortaklaşmayı sağlarsa
tartışmalar bazen bir sonuca bağlanabilir.
Eski bir tartışma
Kelime anlamı itibariyle modern, çağdaş
kelimesinin yerine kullanılır. İçerisinden yaşanan
dönemde geçerli, geçmişteki gibi değil manasını
içerir ve bu şekilde kullanıldığında ifade ettiği
anlam açıktır. Bir futbolcu, bir antrenör, bir takımın
oyunu eğer modernse kazanabilir, başarabilir
ve süreklilik arz edebilir. Örneğin Türkçe futbol
yazılarında kullanılan bazı önemli kavramların
çevirmeni ve mucidi Doğan Koloğlu, bir keresinde
şöyle yazmıştır:
“Modern futbol topsuz oynanıyor. Bizim
futbolcularsa topa endeksli hareket ediyor, top
varsa oyundalar. Yoksa seyirci gibiler.”
19 Şubat 1998, İsrail 4-0 Türkiye maçı sonrası
Rahmetli gazeteci, bu yazısında futbolun ‘eskisi
gibi’ olmadığı iddiasında. Eskiden toplu oyunun
taşıdığı önemin bir kısmını, hatta belki de büyük
bir kısmının topsuz oyuna devrolduğunu ve
Türkiye Milli Takımı’nın oyuncularının bu duruma
uyum sağlayamadığını düşünüyor. Yahut tersten
bakarsak, futbolda topla oynamanın topsuz
oyuna göre çok daha önemli olduğu zamanlar
olmalı ki, topsuz oyun görece önem kazanmış
olsun. Bu noktada ülkemiz basınında biraz daha
geriye gidersek, henüz Türkiye’de futbolun
profesyonelleşmediği günlerden bir yazıdan
bahsetmemiz yerinde olacaktır:
“Avusturyalıların Viyana klasik futbol sistemini
terk ederek modern futbola intibak etmeleri pek
tabiidir ki zaman meselesidir. Ancak bu zaman
zarfında Avusturyalıların arzu ettikleri neticeleri
alıp alamayacakları şüphelidir. (…) Rakiplerini
4-1 yenmelerine karşın, sahada yeni futbolu
yadırgadılar. Yeni futbol sisteminde topla fazla
oynamanın neticeye ulaşmaktaki mahzurlarını
bildikleri halde Wacker’in futbol yıldızları topla
oynamakta zaman zaman ısrar etmişlerdir.”
18 Mart 1958 – Faruk Keskinel
Bu yazıdan anlıyoruz ki futbolda topla oynamanın
önemi, daima tartışmalı bir meseleydi. Bir
döneme damga vuran Avusturya futbolu, söz
konusu yazıda da öngörüldüğü gibi sonraları
sahneden çekildi. Ama bunun nedeni oynama
biçimine ilişkin bir değişiklik miydi, yoksa çok
farklı dinamikler mi etkili oldu; tüm bunlar soru
işaretleri içermekle birlikte bu yazının konusu
değil. Buradan öğrendiğimiz şu ki, ‘modern’ tabiri
çağdaş; yani geçerli olanı ifade ettiğinde kolayca
anlaşılabiliyor. Sağlamasını yapmak da mümkün,
eğer İsrail’e 4-0 yeniliyorsanız modern değilsiniz.
Ortak iyi ve kötü örnekler
Ancak bir de ‘iyi’ olanı ifade etmesi durumu
var. Bunun da arkasında ülkenin çağdaşlaşma
sürecinde dile yerleşen ‘modern’ sözcüğünün
ulaşılması gereken ideal ve ortak iyi gibi manalara
sahip olması yatıyor olmalı. Bir şey modern ise bizi
ileriye götürür, eğer değilse ama işe yarıyor olsa da
zaman içerisinde yanlışla sonuçlanır ön kabulüne
sıkça rastlanıyor ve en çok da fazlasıyla muğlak
kullanıldığı görülüyor:
Bağış Erten: “Futbol tanrıları modern zamanların
‘realist’ futbolu karşısında ilk defa romantiklerin
kalbine göre bir son hazırladı ve Barça son
dakikada Chelsea’yi eledi.”
8 Mayıs 2009
Mehmet Demirkol: “…Ancak sonradan başlarına
iş açacak iki zaafları vardı. Modern futbolun
emrettiği üzere savunmalarını ileri çıkarıyorlardı.
Ama hiç beceremedikleri bir ofsayt taktiğine de
takılmışlardı.”
20 Mart 2010
Banu Yelkovan: “Dünya Kupası gösterdi ki modern
futbolda artık ‘joga bonito’ öncelik değil. Rasyonel,
pragmatik, realist... Şampiyonlar Ligi’nde şekillenen
akım, Dünya Kupası’nda zirveye ulaştı. Futbolda
yeni dalga artık bu.”
6 Temmuz 2010
Demirkol’un iddiasına göre modern futbol
savunmanın ileri çıkartılmasını emrediyor. Ancak
biz biliyoruz ki 2004’te Yunanistan ve yazının
yazıldığı sezon Inter savunmayı derinde kurarak
büyük turnuva kazanmışlardı. Yani geçerli olandan,
kazanandan bahsetmiyor. O halde geriye iki
seçenek kalıyor; ya kişisel fikrinde “iyi” olandan
bahsediyor ya da genel geçeri vurguluyor. Ama
örnekler gösteriyor ki, savunmayı öne çıkartmadan
da başarmak mümkün.
Erten ve Yelkovan ise kendilerinde çizdikleri
modern futbol çerçevesinde rasyonel, pragmatik
ve realist olanın kazanmaya başladığı, geçmişte
ise böyle olmadığı iddiasındalar. Almanya’nın
yarım asrı aşan daimi başarısı ya da Brezilya’nın en
çok kazanan ulusal takım olmasına karşın dönem
dönem yaşadığı hayal kırıklıkları bu pencereden
nasıl görünüyor acaba? Mantığa oturmadığı
kesin, fakat bu ikilinin Demirkol’un saha içi odaklı
‘modern futbol’ tabirinden farklılaştığı aşikâr. Sözü
edilen topyekûn bir değişim ve vardıkları sonucun
tutar yanı yoksa da çıkış noktası önemli.
UEFA’dan bir müdahale
Modern olan, aynı zamanda geçmiştekinden çok
daha karmaşık olandır. Bu yönüyle futbolun birden
fazla miladı olduğu ve şu günlerde yaşadığımız
bazı şeylerin geçmişte var olmadığı ya da bu kadar
sık ve yoğun görülmediği kesin. Öyle bir şeyler
oldu ki futbol, başka bir şeye dönüştü ve her şey
birbirine karıştı, kontrolden çıktı. Bu konuda mevki
sahibi bir futbol adamına kulak vermek iyi olabilir.
Michel Platini’nin başdanışmanı ve UEFA’nın
perde arkasındaki en önemli akıllarından biri olan
William Gaillard’a göre futbolun yaşadığı en büyük
kırılma noktası, 80’lerin ikinci yarısından sonra
gerçekleşti. Bu dönemden sonra futbol, yüzyıldır
kendi hukukunu oluşturan futbol politikacılarının
ve esas paydaşlarının kontrolünden çıktı. Tıpkı
dünya tarihini benzer şekilde okumasını yapan
düşünce adamlarının Fransız İhtilali’ni takiben
gerçekleşen Sanayi Devrimi’ne atfettiği rol
gibi, havuz sistemi içerisinde gerçekleşen
televizyondan naklen yayın ve onu izleyen
Bosman Davası futbolda modernliği başlattı.
Futbolcu davranışlarından oyunun kurallarına,
taraftar tutumlarından hukukun futbola bakışına
kadar her şey, bu dönemden itibaren kökünden
ve hızlı biçimde değişti. Modernlik, başlı başına
bir anlam ifade eder oldu ve şimdilerde yürürlükte
olan Finansal Fair-Play da bunun bir parçası.
Hem Türkiye’nin ana akım futbol medyasında da
Gaillard ile paralel düşünen birileri yok değil:
“Avcı ile Terim dönemleri arasındaki fark, milletler
arası futbolun ilkel evresiyle modern evresi
arasındaki fark gibi. İlkel dönemde (90’ların
ortasına kadar) milli futbolcunun motivasyona
ihtiyacı yoktu, çünkü dünyaya kendini tanıtmanın
tek yolu ulusal takımla büyük turnuvalara gitmekti.
Modern çağda, yani 2000’lerle birlikteyse büyük
ligler yüzün üstünde ülkede yayınlanmaya başladı,
milli forma artık büyük futbolculara zül geldi.”
Uğur Meleke - 12 Ekim 2013
Meleke’ye göre futbolun modern çağı, 2000’lerle
birlikte ve lig maçlarının dünya çapında naklen
yayını ile başlıyor. Aynı zamanda yabancı patronlar
aynı dönemde türedi ve en bilinen Roman
Abramovich olmak üzere bir akımın başını çekti.
Bu dış etkenler, futbolun dışında üretilen paranın
futbola yüklü biçimde akışı ile taşları yerinden
oynatırken, Uğur Meleke’nin ‘modern futbol’
tabirine atfettiği tek anlam bu değil:
“Aslında modern futbolda hemen herkes set
oyununa mükemmel hazırlanıyor hemen herkes
sahaya kusursuz yerleşiyor. Herkes çok koşuyor,
herkes çok mücadele ediyor.”
Uğur Meleke - 28 Kasım 2013
Burada açıkça çağdaş olandan bahseden Meleke,
üst düzey futbolda takımların ortaklaştığı bir
niteliği vurguluyor. Böyle olduğunda ‘modern
futbol’ tabiri, üstte bahsedilen üç muğlak örnekten
ayrışıyor. Geçmişle bugün arasına bir perde
çektiğinizde, bunun bir miladı olması gerekiyor.
Nitekim oyunu oynama biçimine dair ‘modern’
düşüncenin, yine tıpkı Avrupa tarihinde olduğu gibi
rasyonel düşünce ile başladığını iddia edenler var.
Bu açıdan hücum oyuncularına rakibi kovalatan
Viktor Maslov, rakibi de kendi oyununun bir parçası
yapmasıyla saha içerisindeki modern oynama
biçiminin atası sayılabilir.
Modern futbol nedir?
Sonuçta karşımızda dört adet farklı ‘modern
futbol’ tanımı var. Birinci çağdaş ve geçerli olan
anlamında, en genel kullanılan şekli. Ancak
burada da neler olup bittiğini doğru tespit etmek
elzem. Diğeri ise ‘ortak iyi’ anlamında, genel
geçeri ifade ediyor. Bazısı estetik kaygıları öne
koyarken, modern kelimesini bu şekilde kullanan
bir diğer kısım ise kendi fikrince olması gerekeni
bu şekilde ifade ediyor. Üçüncüsü sırada ise ne
anlama geldiğini kullananının da bilmediği, bir
başı ya da sonu olmayan laf ola beri gele ‘modern
futbol’ var. Arka planı itibariyle ‘endüstriyel futbol’
ile eşanlamlı sayılabilir, fakat bunun yeni bir şey
olmadığı kesin.
Sonuncusu ve sanırım en akla yatkın olanı ise
toplu naklen yayın ve Bosman ile başlayan
döneme ‘modern’ adı verilmesi. Futbola giren
yeni ve yüklü para ile her şeyin karmaşıklaşması
ve futbolcuların kulüplere karşı çok güçlenmesi
ile hızlı biçimde gerçekleşen dönüşüm, Avrupa
tarihindeki ‘modern’ ile örtüşüyor. Bugün futbolda
söz sahibi olan yeni paydaşlar, başta oyuncu
menajerleri ve çok uluslu şirketler bu dönemden
önce futbola çok sınırlı şekilde etki ediyorlardı.
Şimdi ise zaman zaman esas belirleyici oluyorlar.
Saha içerisindeki modern ise sürekli kazanan
ve yeniden kazanmak üzere kendini yeniden
üretenden başkası değil.
İsmail Şayan
Özel Dosya
HF108
Devrimlerin 11’i
Futbol tarihinde taktiksel değişimlere imzasını atan 11 futbol adamının yaptığı
değişiklikleri ve modern futbola giden yola döşedikleri taşları hatırlatmak istedik.
Futbol, başladığı güne kıyasla bambaşka bir
şekle büründü, kimi küçük kimi büyük pek çok
değişikliğin ucuca eklenmesiyle. Saha içindeki
bu değişikliklerden bir 11 yaptık. Elbette dışarıda
kalanlar olacaktı ve oldu da. Ama burada yer
verebildiğmiz ve veremediğimiz herkese çok şey
borçlu olduğumuzu unutmamak gerek.
Jimmy Hogan: Halı Futbolu
Bir futbol ülkesi bir futbol adamını niye aforoz
eder? Bu sorunun yanıtı, eğer ülke İngiltere’yse
“topu yere indirin ahmaklar” demesidir.
Jimmy Hogan, ülkenin en büyük futbol akıllarından
biriydi ama anlayana. Yalnızca İngiltere’de
kalmamış, Hollanda başta olmak üzere kıta
Avrupasında işlerin nasıl yürüdüğünü incelemiş
ve oyunun nasıl oynanması gerektiğine dair
düşünce üretmişti. Buı düşünceleri “halı futbolu”
etiketi yiyerek alaya alındı ve topu yere indirmeyi
savunması İngiltere’de dışlanmasına sebep
olunca kıta Avrupasına geçti. Hollanda, İsviçre,
Avusturya ve özellikle Macaristan’da büyük etkisi
oldu. Wembley’de İngilizlerin dağıldığı Macaristan
maçının ardından Macar Federasyon Başkanı’nın
“Jimmy Hogan’ın bize öğrettiği gibi oynadık”
ve efsanevi hoca Gustav Szebes’in “Hogan’ın
öğrettiği gibi oynadık, bence bir gün futbol tarihi
yazılacaksa onun adı altın harflerle yazılmalı”
sözleriyse aforozculara en ağır darbeydi.
Ancak Hogan’ı uzaklaştıran mantalitenin değişimi
kolay olmadı. Nottingham Forrest’le bir lig iki
Avrupa şampiyonluğu kazanan, birkaç gün
önce Roy Keane’in “ömrümde çalıştığım en iyi
teknik adam” sözleriyle tarif ettiği Brian Clough,
Hogan’dan 70 yıl sonra “Tanrı futbolu bulutlarda
oynamamızı isteseydi çimleri de oraya koyardı”
demek zorunda kalacaktı.
Ama zaman ve Wenger, İngilizler’e Hogan’ın
haklılığını kanıtladı.
Karl Rappan: İlk pres, ilk mevki değişimi
İskoçların teklifiyle IFAB’ın ofsaytı bozmak için
gereken oyuncu sayısını üçten ikiye düşürmesi
takımlar için yepyeni problemler doğurmuştu. İlk
çözüm İngiltere’de Arsenal hocası Chapman’dan
geldi. Chapman basitçe özetlersek santrahafını
savunmanın ortasına çekip ilk stoperi yaratmıştı.
Ama İsviçre’de görev yapan Karl Rappan meseleye
bambaşka bir açıdan yaklaşıyordu.
Rappan için temel sorun, rakip forvetin
savunmacısından sıyrıldığı anda kaleciyle karşı
karşıya kalabilmesiydi. Bunun çözümü için
“Verrou”yu geliştirdi ama bunu, onun çalıştırdığı
takımlardan başka hiç kimse oynayamayacaktı.
Bizim için çok basit, ama o dönem çok zor gelmişti
herkese.
Rappan, oyuncularından topu kaptırdıklarında
pres yapmalarını isteyen ilk teknik adam. Bir başka
yeniliği ise oyuncularından birbirlerinin mevkilerine
geçmelerini isteyen ilk teknik adam olması. Top
kaptırıldığında 10 saniyelik kısa bir pres uygulanıyor
ve rakip yavaşlatılarak arkadaki yer değişimi
için zaman kazanılıyor; böylece bir forvet hafın
yerine, o haf bekin yerine, bek ise savunmanın
arkasına emniyet sübabı olarak geçiyordu. Top
kazanıldığında ise normal düzene dönülüyordu.
Rappan’ın oyununu ondan başka hiç kimse
oynatamadı ama yakın çağında iki büyük değişimi
tetikledi, biri İtalya, diğeri Macaristan’dan gelecekti
ve yönleri birbirine neredeyse taban tabana zıttı.
Nereo Rocco: Catenaccio ve Libero
Triestina, ligi sondan ikinci sırada bitirmiş, göreve
Nereo Rocco’yu getirmişti. Rocco, Rappan’ın
top rakibe geçtiğinde ortaya çıkan sürgülü
kilidini asma kilide çevirmeye, yani maç boyunca
savunmanın arkasında bir adam tutmaya karar
verdi ve Catenaccio’yu yarattı. Rocco’nun formülü
muazzam bir başarı kazanacak, İtalyan Futbolu’nu
derinden etkileyecek hatta Sacchi’ye kadar esir
alacak ve Avrupa’da da önemli iz bırakacaktı.
Önceki sezonun sondan ikincisi, o sezonu efsanevi
“Il Grande Torino”nun ardından ikinci tamamladı.
Triestina ligde bu dereceyi bir daha asla göremedi.
Yönetimle anlaşmazlığa düşen Rocco, Padova’ya
geçti ve takımı önce Serie A’ya sonra da bir daha
tarihi boyunca asla göremeyeceği lig üçüncülüğüne
taşıdı. Milan’ın dikkatini çekti ve oraya geçti.
Milan’da Catenaccio’ya ihtiyacı olmadığını düşündü
ve oynatmadı. Burada da İtalya’ya Şampiyon
Kulüpler Kupası’nı getiren ilk teknik adam olarak
tarih yazacaktı.
Küçüklerle büyüklerin arasındaki farkın çok
büyük olduğu ligde Rocco’nun Catenaccio’su
kopyalanmaya başlandı. “Önce güvenlik” anlayışı
İtalyan Futbolu’nda büyüklere de sıçradı ve
Inter’de Foni’ye şampiyonluklar getirdi. Sonrasında
Herrera, Inter’le Catenaccio’nun uluslararası
pazarlayıcısı oldu ve Avrupa şampiyonluğunu
kazandı. Rocco ise Catenaccio’nun en mükemmel
uygulamasına Padova’da ulaştığını düşünüyor ve
belki de futbolda başlattığı değişimden oldukça
rahatsız: “Gerçek Catenaccio’yu yalnızca Padova
oynadı. Bizden sonrakilerin tek yaptıkları defansif
taktikler üretmekti.”
Marton Bukovi: Alan oyunu
Macaristan’da bir teknik adamın çözüm bulması
gereken önemli bir sorunu vardı. Takımın santrforu
İtalya’ya satılmıştı ve yerine oynatmak istediği
oyuncunun yeteneklerinden hiç bir şüphesi yoktu.
Sorun, Chapman’ın WM’i ile ortaya çıkan “stoper”
denen izbandutlar karşısında oyuncusunun
şansının olmamasıydı. Hidegkuti’yi onların
kucağına atıp santrfor oynamasını bekleyemezdi.
Aykırı, paradoksal ama dahiyane bir çözüm buldu:
Kaleye en yakın olmasın istediği oyuncusunu
rakip kaleden biraz uzaklaştıracaktı. Guardiola’nın
santrfordan vazgeçip sahte dokuzu seçişinin 60
yıl önce yapılmışı desek? İç forvetlere biraz daha
merkeze yaklaşmalarını söyledi ve Rappan’ın
mevki değişimini farklı değil aynı hattaki
oyuncuların arasında uygulatmaya karar verdi. İki
içi forvet ve geriye çektiği santrforundan sürekli
yer değiştirerek, verkaçlar ve duvar paslarıyla
oynamalarını istedi.
Rakip defanslar için tam bir bela oldu. Rakipler,
adamların peşinden gittiğinde bomboş bir alan
bırakıyor; yerlerinde kaldıklarındaysa forvetler
ellerini kollarını sallaya sallaya pozisyon buluyordu.
Hücumcu sayısı bir azalmış gibi görünüyordu
ama artık bir değil iki görevi olan savunmacılar bu
sorunu bir türlü çözemiyorlardı.
Gustav Szebes, Bukovi’nin fikrini bir adıma daha
öteye taşıdı ve efsanevi Macaristan Milli Takımı
doğdu. Daha fazla oyuncunun yer değiştirdiği,
takımın yükünün herkese eşit dağıtılmasının
amaçlandığı, kalecinin zaman zaman dördüncü
savunmacı gibi davrandığı, rakipleri allak bullak
eden bir ekol doğdu. Gustav Szebes “sosyalist
futbol” diyordu buna. Puskas ise “Biz Total
Futbol’un prototipiydik” diye açıklıyor.
Macar milli takımı efsanevi başarılara imza
attı, durdurulamıyordu. Wembley’de 6 yiyen
takımdan Sir Tom Finney “safkanlara karşı yarışa
çıkmış sütçü beygirleri gibiydik, o güne kadar hiç
görmediğimiz taktiklerle oynayan, gördüğüm
en iyi milli takımdı” derken Harry Johnston
otobiyografisinde “su katılmamış çaresizllik” diye
tanımlayacaktı o gün takımca yaşadıklarını. İngiliz
gazeteleri ise uzun uzun Zakarias’ın mevkisini
ne olduğunu tartışmışlar ama bu Budapeşte’ye
rövanşa giden takımın 7 gol yemesine engel
olamadı. Ancak alan oyunu her yere aynı hızla
yayılmadı, bazılarına çok zor geldi. Türkiye’de
90’ların ortasında neredeyse tüm takımların hâlâ
adam adama savunma yaptığını hatırlarsak,
bugün duran topta alan savunmasına kırmızı
görmüş boğa tepkisi verenlerin ruh halini de biraz
anlayabiliriz. San Marino tarihine Ankara’da duran
top golü yiyerek geçen bir ülkenin Hollanda’dan
duran top golü yemesini alan savunmasına
bağlamak ne kadar doğrudur kuzum?
Artık o güne kadar devam eden adam adama
eşleşmelerin sonunun gelmesinin ve oyunun
bambaşka bir şekle bürünmesinin zamanıydı,
Macarların fikrini bir adım ileri götürenler ve
farkedip panzehiri üretenler Brezilyalılar oldular.
Flavio Costa, Bela Guttmann ve Fleitas
Solisch: Orta sahanın doğuşu
Futbolun o dönemde halk arasında en çok
konuşulduğu, herkesin teknik direktör olduğu bir
ülke Macaristan’sa diğeri Brezilya’ydı. Flavio Costa,
O Cruzeiro gazetesine bir makale yazarak yepyeni
bir oyun anlayışının ilk filizlerini saçtı. Makale
büyük ilgi çekmiş, büyük tartışmalar başlatmıştı.
Dördüncü tam savunmacının ortaya çıkması
fikri “anti futbol” etiketi yiyor, Costa bir Fransız
atasözüyle yanıt veriyordu: “Daha ileri sıçramak
için bir ayağını geri atmalısın.” Anlayışın teorisinin
gelişiminde Bela Guttmann ve Zeze Moreira’nın
katkılarını da unutmamak gerek.
Beş kişiyle savunma beş kişiyle hücum devri yerini
altı kişiyle savunma altı kişiyle hücuma bırakıyordu
Costa için. 4-2-4, blokları netleştirerek takım
yapılarının basitleşmesini ve organizasyonun
akılcılığını getirir. İç forvet kavramı ortadan kalkar.
Özellikle, göbeğinde birbiri ile işbirliği halindeki
ikili ile dörtlü defans çok daha dengeli ve güvenli
bir yapı olarak göze çarpar. Orta sahadaki iki
oyuncuyu istisna tutarsak, oyuncuların kollamaları
gereken alanın azalışı, işlerin çok daha hızlı
yürüyebilmesine olanak verir. Teknik becerilerdeki
gelişimle ve oyunun artan temposuyla mükemmel
bir biçimde örtüşmüş bir diziliştir. 1958 İsveç Dünya
Kupası’ndan sonra çok büyük bir hızla yayılır.
4-2-4’e ilk geçen Flamengo’nun Paraguaylı
antrenörü Fleitasch Solich olur. Onları Santos ve
Sao Paolo takip eder. Solisch sol hafını(6) sol beke,
sol bekini(3) savunmanın ortasına çekmiştir. Bu da
forma numaralarında bir geleneği başlatır. Roberto
Carlos’un neden kulüplerde 3, milli takımda 6
numaralı formayı giydiğini merak eden varsa...
Osvaldo Juan Zubeldia:
Rakip ne yapıyor?
Futbol tarihinin en sevimli teknik direktörü
olmadığı kesin. Hatta hayallerini kırdığı İngilizlerin
hakkında yazdıklarını fazlaca okursanız nefret bile
edebilirsiniz. Ama getirdiği o kadar çok şey var ki...
1965’te, 38 yaşındayken küme düşmüş
Estudiantes’in başına geçti. Şampiyonlukla üst
lige dönüp orada da Arjantin şampiyonluğuna
ulaşırken hiç kimsenin yapamadığını yapıyor ve
kupayı ilk kez Buenos Aires dışına taşıyordu.
Kendinden önceki tüm antrenörlerden farklı bir
adamdı Zubeldia. Kendilerinin ne yapacağı kadar,
hatta ondan daha fazla rakiple ilgilenirdi. Ama bu
Herrberger’inkinden biraz daha farklıydı, sahanın
da ötesine geçer, rakiplerinin haleti ruhiyelerine,
ailevi problemlerine kadar bilgi toplamaya çalışırdı.
Antrenman sahasını “Laboratuar gibi” diyerek
tanımlamış Arjantin basını. Takımın yıldızının
takım oyunu olduğu ilk takımı yaratan adam
demek yanlış olmaz. Günde çift idmanı standart
hale getiren ilk teknik direktördür. Maçtan önce
futbolcuların ısınmaya başlamasını da Zubeldia’ya
borçlu futbol. Takımına düzenli olarak duran
top antrenmanı yaptıran ilk teknik adam olarak
bilinir. Çalışılmış frikik varyasyonları, kornerde bir
oyuncuya rakip kaleciyi perdeletmek, rakip duran
top kullanırken hızla öne çıkıp ofsayta düşürmek
de Zubeldia’ya atfedilenlerden(sonuncusunu daha
önce Doğu Avrupa’da gördüğünü söyleyip bunu
reddediyor).
Bir rakibe iki kişiyle adam markajı vermek
de Zubeldia icadı. Basketboldaki “Yugoslav
faulü”nden yıllar önce Zubeldia futbolda
başlatmıştı bunu. Eski hakemleri, oyuncularına
kuralları, kimilerine göre özellikle kural kitabındaki
boşlukları öğretmesi için tutan bir teknik adam.
Rakibin sadece maçlarını değil antrenmanlarını
da izleyen, özel hayatları hakkında topladığı
bilgileri maç içinde rakibi kışkırtmak için kullandığı
söylenen Zubeldia, maça rakibe göre hazırlanmak
ve kadrosunu rakibe göre kurmak standardını da
koyan ilk antrenör. Rakibi bu kadar ana eksenine
almasıyla çağımızın Mourinho ve Benitez gibi
taktisyenlerinin de atası sayılır.
Sevmeyeni çok, ama yalnızca şurada saydığımız
yenilikler ve getirdiği bakış açısındaki temel
farklılık bile futbol adına çok önemli değişiklikler.
Yaptığı için eleştirdiği bazı şeyleri uygulamayan
neredeyse kalmadı. Ve hâlâ Libertadores’i üst
üste 3 kez kazanabilmiş tek hoca. Ama Milan’la
oynanan ve tabiri caizse karakolda biten, tüm
takımın devlet başkanının emriyle “ülkeyi
rezil ettikleri” gerekçesiyle tutuklandığı, bazı
oyunculara hapis cezasının verildiği Kıtalararası
Kupa finali, kırılma noktası oldu. “Maçtan önce
bütün ülkenin gururunun kurtarılmasını bir
takıma yüklemişlerdi ve sonrasında da oyuncuları
suçladılar” dedikten sonra sözleşmesi bitene kadar
görevde kalıp ardından 4 yıl futboldan uzak kaldı.
Dönüşü San Lorenzo’da şampiyonlukla oldu. Sonra
Kolombiya’ya geçip orada da iki şampiyonluk
kazandı ve 82’de Kolombiya’da öldü. Ama
unutmadılar... 86’da Dünya Kupası kazanan Bilardo
kupayı O’na ithaf edip “Bildiğim her şeyi O’ndan
öğrendim” derken yardımcısı Pechema şöyle
diyordu:”Arjantin futbolu ikiye ayrılır: Zubeldia’dan
öncesi ve Zubeldia’dan sonrası.”
Rinus Michels: Birimiz hepimiz, hepimiz
Totaalvoetbal için
Bir Avusturyalı ilk mevki değişimini başlatmış,
Macarlar bunu farklı bir düzeye taşımıştı. Bir
başka Avusturyalı; Wunderteam’i yaratan adam
olarak bilinen Hugo Meisl’in kardeşi, döneminin
Avrupa’daki en saygın sopr yazarları arasında
gösterilen Willy Meisl’in “The Football Revolution”
isimli kitabında yazdığı “oyuncuları ayaklarındaki
‘mevki’ denen prangalardan kurtarmalıyız” düşünü
gerçekleştirme cesareti bir Hollandalı’ya kısmet
olacaktı.
“Profesyonel futbol savaş gibi bir şeydir,
gereğinden fazla adam gibi davranan kaybeder”
diyen ‘General’, kafasında o güne kadarkilerden
farklı fikirler taşıyordu. Oldukça otoriter bir adam
olarak bilinmesine karşın sahada oyuncuların
özgürlüklerini arttırmasının takımın faydasına
olabileceğine inanıyor, ama bunu yapabilmesi için
yüksek bir dayanıklılık ve gelişmiş bir takım halinde
oynayabilme bilincini yerleştirmesi gerektiğini de
biliyordu. Antrenmanları hem fiziksel hem mental
olarak oldukça ağırdı. Tıpkı demirperdenin ardında
benzer prensipleri hayata geçirmek için uğraş
veren, ustası Maslov’dan aldığı pres temelli oyun
fikrini bilimsel yöntemlerle daha da ileri taşımaya
çalışan Lobanovski gibi. Kaleci hariç herkesin bir
diğerinin yerini alabildiği, savunmacıların hücum,
hücumcuların savunma yapabildiği tam bir takım
yaratma peşindeydi ve başardı.
Oyun, boşluk üzerine kuruluydu ve o güne kadar
görülmemiş bir ortak çalışma gerektiriyordu. Önce
boşluk yaratılır, sonra o boşluk doldurulurdu. Tüm
takımın çalışmasıyla alan şekillendiriliyordu. Orta
saha oyuncusu yerini boşalttığında doldurmak bir
başka takım arkadaşının göreviydi ve bu bir bek
ya da forvet olabilirdi, onun boşalttığı yeri de bir
başkası doldurmalıydı. Proaktif bir anlayışla herkes
her zaman sürekli bir devinimle alanı yaratıyor
ve kullanıyordu. Saha içinde de bir yöneticiye
ihtiyaç vardı ve Cruijjf önderliğinde bütün işler
şekilleniyordu. Ajax’ı Avrupa’nın ve dünyanın
zirvesine taşıdılar.
Sonra ‘General’ Barcelona’ya taşındı, ardından da
saha içindeki komutanını taşıdı. Bu arada Klopp’un
“Çinliler gibiler, icat değil sürekli taklit ediyorlar”
diye tiye aldığı Bayern Münih de Beckenbauer’in
saha içi önderliğiyle Total Futbol’u benimsemiş
ve sonra bunu milli takıma da taşımıştı.
İtalyanların savunma arkasındaki daimi adamı
libero, Beckenbauer’le oyunun her yerinde olan ve
yalnızca savunmayı değil, tüm takımı yöneten bir
oyuncuya dönüşmüştü. Total Futbol Avrupa’ya
ambargo koydu, önce Ajax üç kez üst üste
Avrupa’nın en büyüğü oldu, sonra üç kez üst üste
Bayern. 1974 Dünya Kupası finalinde birbirine yakın
anlayıştaki iki takım kozlarını paylaşırlarken gülen
Almanlar, gönüllerden ve akıllardan çıkmayan
Hollandalılar oldu.
“Futbol basit bir oyundur, zor olan basit
oynamaktır” diyen Cruijjf ve Beckenbauer gibi
oyuncuların yerini doldurmak kolay olmazken,
savunma dörtlüsü başta olmak üzere mevkide
uzmanlaşmak da antitez olarak gitgide
güçleniyordu. Her güzel şey kesintisiz sürmüyor
ama kimse unutmadı, ‘General’ yüzyılın teknik
direktörü seçilecekti.
Carlos Bilardo ve Perreira: 3-5-2,
‘önlibero’ ve orta saha savaşları
1984 Avrupa Şampiyonası öncesi Michel Hidalgo,
3-5-2 lafını ortaya atınca yine tartışmalar
başladı. Zaman zaman gösteriyordu Hidalgo
kendi yöntemini, Athletic Bilbao’nun başından
hatırlayabileceğimiz orta sahadaki Fernandez
savunmanın arkasında libero olarak geçiyor,
savunmanın ortasındaki stoperler iki rakip forvete
adam adama yapışıyor ve beklerin kanatlarına
yerleştiği orta alanda bir kişilik fazlalık ele
geçiriliyordu. Ama grubun son maçında Yugoslavlar
karşısında galibiyete rağmen yaşananlardan
sonra 3-5-2 rüştünü ispat edemeden köşeye
atıldı. Üçlü defansın intihar olduğunu söyleyenler
de vardı, Platini’nin olmadığı yerde bu düzenin
işlemeyeceğinden bahseden de.
Oysa Arjantin milli takımının başına geçen
Carlos Bilardo bu fikrin çok değerli olduğunu
düşünüyordu. Özellikle orta alanda kazanılacak
bir kişilik fazlalık, Maradona’yı en verimli şekilde
kullanabilmek için mükemmel bir avantaj
oluşturabilirdi. Takıma 3-5-2 oynatacağını
açıkladığında topa tutuldu ve ilk sonuçlar hiç iç
açıcı olmasa da ısrarından vazgeçmedi. 1986’da
Meksika’da Dünya Kupası’nı kazandığında ise bir
3-5-2 çılgınlığını tüm dünyaya yayıyordu. 4-42’ye göbeğinden bağlı İngiltere’de bile Aston
Villa, Arsenal gibi bazı takımlar 3-5-2 denemeye
başlamışlardı. 1990’da İtalya’da neredeyse tüm
takımlar 3-5-2’yi tercih ediyordu. Hatta kupaya
“milli diziliş” 4-4-2 ile başlayan İngiliz milli
takımında başını Lineker ve Waddle’ın çektiği bir
3-5-2 isyanı çıktı ve Hollanda maçından itibaren
İngiltere’de Sir Bobby Robson, defans kurgusu
ana akımdan biraz farklı da olsa 3-5-2’ye döndü.
İşe de yaradı, evlerindeki turnuva dışında ilk ve
şimdilik son kez Dünya Kupası yarı finali gördüler
ve Almanlara penaltılarla kaybettiler. Maç sonrası
“yine olmadı, Almanları 3-5-2 ile de yenemedik”
minvalli bir soruyla karşılaşan Gary Lineker o
meşhur yanıtını verecekti: “Futbol aslında basit bir
oyundur, ortada mücadele eden 22 oyuncu, 1 top, 2
de kale vardır ve sonunda hep Almanlar kazanır”.
Ancak 3-5-2’nin ciddi sorunları vardı. Özellikle
üst düzey kulüp takımlarında bir kanadı sezon
boyunca bir oyuncunun taşıması imkansıza
yakındı. Adam adam oynayan iki stoperi rakip
santrforlar başka yerlere taşıyarak savunmada
tuhaf boşluklar oluşmasını sağlayabiliyordu.
Liberonun oyuna katılması, avantajla beraber
riskler de getiriyordu. Ama orta sahadaki bir kişilik
fazlalık da kolayca vazgeçilir değildi.
Brezilyalı teorisyenler yine işbaşındaydı. Hücumcu
kanat beklerini icat eden Brezilya, özellikle
kanatlardaki sorunun üzerine kafa yordu. Perreira,
1994 Dünya Kupası’nda 3-5-2’yi denemenin hiç de
iyi bir fikir olmadığına inanıyor, ancak orta alandaki
sayısal eşitliği forvetten eksilmeden sağlamanın
yolunu arıyordu. Fizyoterapist olarak kulübede
olduğu 1970 Dünya Kupası’ndaki Clodoaldo,
aranan ilhamdı. Delicesine hücum eden o takımda
Clodoaldo gayrı ihtiyari bir denge oluşturmak
istemiş, savunmanın önüne daha yakın, hatta
bazen arasına girerek oynamıştı. İşte çözüm!
Ne Alf Ramsey’in 1966’daki Screen Man’i
Stiles gibi bir oyuncu ne de 86 ve sonrasında
denenen bir markajcı çözüm olamazdı ama
bu bölgede alan oyununda hem savunmaya
hem orta sahaya entegre olabilen bir ekstra
oyuncu, kanat beklerinin de orta alan ve hücum
katkısını sağlayarak sayısal eşitsizlik sorununu
çözebilirdi. Sonrası uzun bir teorik çalışma, tüm
roller için ayrıntılı bir planlama ve literatürümüze
‘önlibero’nun girişi. Ancak 3-5-2 de kolay teslim
olmadı. Hatta Capello’nun Roma’sı ve 2002
Brezilya’sı ile arada yine parıltılar gösterdi. Ancak
gözden kaçırılmaması gereken çok önemli bir
nokta var.
Futbolda 1950’lere kadar orta saha kavramı
oluşmamıştı. Hatta sonrasındaki bir dönem için de
futbolun oldukça uzun bir dönemine dair en büyük
isimler sayıldığında forvetleri, kanat oyuncularını,
savunmacıları, kalecileri duyar ama orta saha
oyuncularını çok az duyarız. İşte 1984-94 arasında
yaşananlar bu açıdan çok önemli ve oyunun
kalbinin orta saha olduğunun tesciliydi. İtalya’da
üçlü savunmanın yeniden dönüşü, Mancini’nin
geçen sezon başında Manchester City’deki 3-5-2
denemeleri ve Galatasaray’da da aynı denemelerin
sürecek izlenimini vermesi, savaşın hâlâ
bitmediğini ve orta sahadaki bir ekstra oyuncunun
hâlâ çok değerli olduğunu göstermeye devam
ediyor.
Arrigo Sacchi: Gölge oyunu
Kendi halinde bir ayakkabı satıcısıydı. Hatta
“bir maçta dört touchdown yaptım”ı dilinden
düşürmeyen bir başka ayakkabı satıcısı Al
Bundy’ye kıyasla sporculuk kariyeri son derece
sönüktü. Milan’ın başına geldiğinde bunların hepsi
dile getirilmeye başlayınca o ünlü yanıtı verdi:
“Jokey olmak için önce at olmak gerektiğini fark
etmemiştim.”
Şubat 86’da Milan’ı satın alan Berlusconi, takımı
pek bilinmeyen Arrigo Sacchi’ye emanet etti.
İtalyan Futbolu’nda savunmanın tavan yaptığı,
liberonun yanı sıra bolca markajcının bulunduğu,
hücumun neredeyse tamamen bireysel beceriye
özellikle de ’10 numara’nın ayağına kaldığı bir
dönemde tarihinin gölgesindeki bir Milan’ı devralan
Sacchi, kendi yaklaşımını oturtabilmek için
kolları sıvadı. Sacchi’nin en önemli farkı, bireysel
beceri temelinden çıkıp organizasyon ve topun
hareketine odaklanmasıydı. Özellikle savunmanın
organizasyonuna büyük bir önem verdi. Hatta bu
çalışmalara dudak büken oyuncuları ile uğraşmak
zorunda da kaldı. Transferinden kısa süre sonra bu
antrenmanlardan rahatsız olduğunu tavırlarıyla
belli eden Gullit’e topu vererek “ben beş kişiden
organize bir savunma kuracağım, istediğin 10
kişiyi seç ve hücum yapın. Topu her kaptığımızda
10 metre geriden başlayacaksınız, eğer gol
atabilirseniz siz kazanırsınız” demek zorunda
kaldı. 15 dakika sonra Gullit’in takımı için saha
bitmişti. Bir daha da savunma ve organizasyon
antrenmanları konusunda sorgulanmadı. Sacchi,
organize bir savunma, mümkün olduğunca
daraltılmış bir oyun alanı ve etkili presle harikalar
yarattı. Takımın gücünün temeli savunmaydı
ancak en hücumcu takımlardan biri olmayı
da başarabiliyordu. Özellikle doğru yerleşim
ve alanın doğru paylaşımı konusunda bıktırıcı
çalışmalar yaptırdığı iyi biliniyor. Savunma
hattını olabildiğince önde kurarak rakibin alanını
olabildiğince daraltmanın en etkili savunma
yöntemi olduğu kanaatindeydi. Açıkçası, o
dönemin bu güne göre defans oyuncularına çok
daha rahat müdahaleler veriyor oluşundan da
bolca yararlandı. Hatalar, kırmızı kart görülmeyen
son adamı yaka paça indirmelerle kapatılabiliyor ve
rakip, Milan kalesinin uzağında durdurulabiliyordu.
Bir başka kritik öğeyse presti. Bazen rakibi
yavaşlatmak ve doğru yerleşim için zaman
kazanmak adına kısmi ya da yalancı pres, bazense
doğrudan topu kapmak için pres yapılıyordu.
Özellikle aşırı ileride kurulan savunma hattının da
yardımıyla oyun alanı 25 metreyle sınırlandırılıyor
ve burada oynayacak alan bulamayan rakip
karşısında ‘gölge futbol’ antrenmanlarıyla artık
tüm yerleşimi ezberlemiş ekip sonuca gidiyordu.
Real’in akbaba beşlisinden Butragueno, 1989’daki
yarı final öncesine dair şöyle bir hikaye anlatır:
“Milan antrenmanını gizlice izlemesi için birini
göndermiştik. Maç toplantısından önce geri döndü.
Merakla anlatacaklarını bekliyorduk. Sadece şöyle
dedi: Takım halinde tam sahada maç yaptılar ama
ne top ne de rakip vardı”. O akşam Milan, Real’i
beşledi.
Sacchi, yalnızca İtalya’da değil, tüm dünyada
kendinden sonra gelen teknik adamları önemli
derecede etkiledi. Hem Mourinho’da hem Klopp’ta
hatta Barcelona’da Sachi’den çok önemli izler
görmek mümkün. Neredeyse mükemmelleştirdiği
takımı Capello’ya devretti. Capello da başarıyı
sürdürdü, ta ki karşılarına Van Gaal çoluk çocukla
çıkana kadar.
Van Gaal: Sistem değil felsefe
“Futbol felsefeniz sistemden önce gelir,
sistem biraz da elinizdeki oyunculara bağlıdır
ve değişkenlik gösterebilmelidir. AZ ile 4-4-2
oynayabilirim, Barcelona ile 2-3-2-3 oynamıştım,
Ajax 4-3-3 temelindeydi. Ama felsefe hep aynı
kalır ve her duruma adapte etme zorunluluğunuz
yoktur. Teknik adam merkezdedir ve açık fikirli
olmalıdır, aynı şekilde oyuncular da. Herkes aynı
amaç için çalışır. Taktik şablonunuzu belirlemeniz
de son derece önemlidir. Her oyuncu nerede
olacağını bilmelidir, bunun için mutlak bir disipline
ihtiyaç vardır ve her iki tarafın da anlaşmaya açık
olması gereklidir. Her oyuncu nerede olacağını,
kiminle mücadele edeceğini ve takım arkadaşını
desteklemek için nerede bulunması gerektiğini
bilmelidir.”1995’te favori Milan karşısında
Şampiyonlar Ligi finaline çıkan Ajax 11’i gibisine
belki de bir daha rastlayamayız. Şu an Hollanda
milli takımında yardımcı antrenörlük yapan,
oğlu da milli takım oyuncusu olan Danny Blind
o takımın kaptanıydı. Rijkaard, Milan’daki 5 yılın
ardından dönüş yapmıştı. Ve bu ikisi dışında
takımda 24 yaş üzeri oyuncu yokken 4 oyuncu
henüz 20’sini görmemişti. Kazandılar ve hazırlıksız
yakalandıkları Bosman kararının çıkmasıyla o
sezon ligi de yenilgisiz kazanan kadro, tarihin en
acımasızca yağmalananı oldu.
Van Gaal, son derece agresif bir ön alan presinin
yanına topa olabildiğince çok sahip olma ilkesini
eklemişti. Getirdiği bir başka yenilik ise takımın
hem üçlü hem dörtlü savunmayı bir arada
yapabiliyor olmasıydı. Hollanda’dan bir savunma
oyuncusu olarak çıkıp Milan’dan orta saha olarak
dönen Rijkaard, bu değişimlerin kilit adamıydı.
Savunmanın göbeğinde gördükten bir kaç dakika
sonra orta alanda görebiliyordunuz. İki yıl önce
Bergkamp’ı Inter’e kaptırmışlardı ama önde
Litmanen, Kluivert, Kanu üçlüsünden bazen
birini bazen ikisini değişik görev ve yerleşimlerde
kullanabiliyorlardı. Aynı maç içinden alınmış üç
karede takım hücumda da üç farklı formasyonu
benimsemiş olarak görülebiliyordu, mükemmel bir
esneklik yakalanmıştı.
18’indeki Seedorf önce Sampdoria’ya, sonra da
bu kupayı yine kaldıracağı Real ve Milan’a gitti,
şimdi Brezilya’da. Edgar Davids ve Bogarde
Milan’ı seçti. Overmars Arsenal’e, Kanu Inter’e,
van der Saar Juventus’a giderken Finidi Betis’i
tercih etti. Kluivert, Reizeger, De Boer kardeşler
ve Litmanen ise Barcelona yolunu tuttu. 4 yıl
sonra hiç biri kalmamıştı ve Finidi hariç hepsi en
az bir şampiyonluk daha yaşadılar. O dönemki
menajerlik oyunları ise Ajax’ın dizilişine ‘Ajax
Formation’ olarak yer vermişlerdi. Bugün o diziliş
bazılarınca Bielsa’ya atfediliyor ve 3-3-1-3 olarak
adlandırılıyor. Oysa Van Gaal’in 3-1-3-3’ü ya da
4-3-3/3-4-3’ü demek belki de daha doğru. Ama
bugün de o derecede olmasa bile görebildiğimiz o
esneklik yepyeni bir ufuktu.
Mourinho, Guardiola, Klopp:
Bana topu kapın!
Bir sonraki evre henüz tamamlanmadı. Ancak
bu dönemde en net görülen şey, topu rakipten
kapmanın önemi. Maslov ve Lobanovski ile Doğu,
Michels ve Sacchi ile Orta Avrupa’da yükselen
pres en kritik unsur. Belki Guardiola’yı özellikle
Barcelona dönemiyle diğer ikisinden ayırmak
gerekebilir ama temeldeki fikir itibarıyla burada
kalması daha doğru görünüyor.
Özellikle savunmada mevkilerde uzmanlaşmanın
yükselişi, yerleşik savunmalara karşı yeni
zorlukları beraberinde getirdi ve savunmayı
pozisyon alamamışken yakalamak daha büyük
önem kazandı. Mourinho ve Klopp bunun üzerine
titriyorlar.
Mourinho her iki geçişi de(savunmadan hücuma
veya hücumdan savunmaya) kendi lehine
kullanabilmek için elinden geleni yapıyor ve yedi
saniye içinde topun rakip kaleye taşınması prensibi
Porto döneminden beri sürmekte. Klopp ise daha
agresif ve topu mutlaka kaptırdıktan hemen sonra
geri kazanmak istiyor, tüm takımını bu setlerde
uzmanlaştırmış. Mourinho için 7 saniye olan kural
onun için belki de yarısı. Rakibin savunmada en
zayıf olduğu anın topu kapmaya uğraşıp başardığı
an olduğu paradoksal gerçeğinden hareket ediyor.
Karşıpres ya da kontrapres dediğimiz ve geçen yıl
Bayern’in de kopyaladığı şey bu.
Guardiola ise Barça’da mutlaka topu kendine
istedi, pres yine mümkün olabilen en uç noktada
yapılsa da öldürücü darbeyi vurmakta acele etmek
zorunluluğu yoktu. Topa sahip olmak sıklıkla daha
önde tutuluyor. Dar alanda da becerileri yüksek
oyuncularının çokluğu bunu mümkün kılarken belki
de ağır pres uygulayan takım için dinlenme anlarını
da yaratıyor.
Mourinho’nun ustalık alanı geçiş oyunu, Guardiola
her zaman topu istiyor, Klopp’sa topun hemen geri
kazanımını en öne koymuş durumda. Her üçü de
4-3-3 temelli oyunları bolca yeğliyor, Sacchi’nin
prensipleri her üçü için de son derece önemli.
Aslında bu üç önemli teknik adam da aynı şeyin,
topun peşinde ama ikisi için top kazanıldığında
rakibi tek ayak üzerinde yakalamak birinci
hedefken Guardiola biraz daha farklı davranmayı
yeğleyebiliyor. Futbolda doğrunun tek olmadığının
en önemli kanıtlarından biri belki de.
İsmail Şayan
Özel Dosya
HF108
TOPLANTI ODASINDAN
FUTBOL SAHASINA
Futbolun yolculuğunda kırılma anları yalnızca saha
içinde gerçekleşmedi. Sahada başarıyı sağlamanın
arka planın oluşturanlar da her zaman büyük bir
mücadele verdiler. Kimi zaman kuralların değişimi,
kimi zaman mahkeme kararları, bazen yöneticilerin
seçtiği yollar, bazen toplumsal değişiklikler futbol
dünyasında kalıcı izler bıraktılar.
Eton College: Öyle bir icat ki
Bir okulun futbolun değişimiyle ne ilgisi var
demeyin. İngiltere’ye yirmiden fazla başbakan
yetiştiren ve belki de dünyanın en çok başbakan
yetiştirmiş okulu olan Eton, futbola da reddi
imkansız bir katkı yaptı. Efendim bu arkadaşlar,
ofsayt denen o mendebur kuralı icat eden kişiler
oluyor.
Futbolda ofsayt, ilk kez Eton’un kurallarında yer
alır. O zamanki kurala göre ofsaytı bozmak için
gereken rakip sayısı üçtür. Ancak bazı okullar bu
kuralı kendilerine adapte ederken sayıyı ‘sıfır’
olarak belirlerler, ileriye doğru pas verildiği anda
ofsayttır. İlk federasyon kurallarına da sayı ‘sıfır’
olarak geçer. Sonra yeniden üç yapılır. İşte Eton’un
yarattığı bu kural yüzünden televizyonlarda,
caddelerde, sokakalarda, okullarda, gazete
köşelerinde, sanal alemde bitmek tükenmek
bilmeyen tartışmalar yaşanır. Terimin kökeni içinse
“askeri maliye” deyip kapatalım.
William McGregor:
Haftaya bugün, ölümünün yüz ikinci yılı Aston
Villa’nın İskoç yöneticisinin.
İki büyük hediyesi var... Birincisi profesyonellik.
Yalnızca o kulübün stadyumuna 6 mil mesafede
doğmuş veya en az iki yıldır o sınırlar içinde
yaşıyorsanız, kulübün profesyonel oyuncusu
olabilirdiniz. McGregor, el altından ödeme yapan
bir çok kulübün olduğu bir dönemde açıkça
bunu deklare eden ilk yönetici oldu ve futbolda
profesyonelliğin kaçınılmaz olduğunu savundu.
Konuşması, federasyonun olağanüstü kongresinde
profesyonelliğin kabulüyle sonuçlanacaktı.
İkinci hediye ise en büyüğü... Mc Gregor, futbola
ligi armağan etti. 1888’in 2 Mart günü Blackburn
Rovers, Bolton Wanderers, Preston North End
ve West Bromvich Albion kulüplerine bir mektup
göndererek sadece dostluk maçları ve FA Cup ile
maliyetleri karşılamanın mümkün olmadığını,
deplasmanlı bir lig kurulması gerektiğini ve bu
lig için tavsiye edebilecekleri kulüpleri görüşmek
üzere Londra’da bir toplantıyı önerdi. Toplantı,
futbol tarihinin ilk liginin kuruluşunun habercisiydi.
8 Eylül 1888 günü futbol tarihinin ilk lig maçları
yapıldı. Tartışmalar ligin başlangıcına kadar sürmüş
ve sonunda galibiyete bir, diğer her şeye sıfır puan
sisteminin yerine galibiyete iki, beraberliğe bir
puan önerisi kabul edilmişti.
Lig 12 takımla başladı ve McGregor uzun süre
başkanlığını yaptı. Bir de laf astı akıllara: “Futbol
çok büyük bir sektör, sadece henüz farkında
değiller.”
John Houlding: Şirketleşelim
Liverpool’un kurucusu ama burada oluş sebebi
Liverpool’u kurması değil, futbol tarihinin ilk şirket
kulübünü kurması ve Liverpool’un futbol tarihinde
‘para kulübü’ devrini başlatması.
Futbol kulüpleri o güne kadar genellikle kiliseler
ve okullar, bazen de fabrikalar bünyesinde
kuruluyordu. Houlding, başkanı olduğu Everton’u
şirketleştirmek konusunda ısrarcıydı ama bunu bir
türlü kabul ettiremedi. Kulüp üyeleriyle yaşanan
sert tartışmalar sonucunda ayrıldı ve Liverpool’u
kurdu. Aslında önce takımın isminin Everton
olması için de çok uğraştı ama beceremedi.
John Houlding
McKenna’ya 500 sterlin verip kendisine oyuncu
getirmesini istedi, McKnenna da İskoçya’dan 13
oyuncuyla döndü ve Liverpool’un hikayesi başladı.
Ama asıl başarı, şirket kulüp modelinin kısa
sürede herkes tarafından benimsenmesi ve diğer
kulüplerin de bu modele geçişi oldu. Hatta Chelsea
ve Portsmouth gibi bazı kulüpler de bu örnek
izlenerek para kazanmak amacıyla kuruldu. Şehrin
önde gelenlerinden olan Houlding bir kaç yıl sonra
belediye meclisi üyeliğinden belediye başkanlığına
geçti ve kulübün idaresini McKenna’ya bıraktı
ama kurulan model, artık tüm dünyada egemen
olan model. İtalya ve İspanya gibi ülkelerde ise
geçtiğimiz yüzyılın son on yılına girerken yasa ile
profesyonel kulüplere şirketleşme zorunluluğu
getirildi.
İskoç Futbol Federasyonu:
Cin fikirliler derneği
1920’lerin ortalarına gelindiğinde gol
sayıları dramatik bir gerileyişteydi ve çözüm
bulunamıyordu. Newcastle United savunmacısı
Billy McCracken’in geliştirdiği taktik herkese
yayılmış, savunma hattı neredeyse orta çizgide
kuruluyor ve oyun çok sık ofsaytla kesiliyordu. 13
Haziran 1925 günü IFAB Paris’te toplandığında
cin fikirli İskoçlar, ofsaytı bozmak için gereken
rakip sayısının üçten ikiye düşürülmesi teklifini
verdi. Kabul edilen teklif işe de yaradı, ilk sezonda
gol sayıları %33 oranında arttı. Ancak asıl etkisi
taktikler üzerinde oldu.
Huddersfield Town ile iki şampiyonluğu kazanıp
üçüncüsüne doğru giden Herbert Chapman,
Arsenal’in başına geçti. İşler parlak gitmiyordu
ve Buchanan santrahafın savunmanın ortasına
çekilmesi yönündeki ısrarlı tavsiyelerine yanıt
alamayınca en sonunda Chapman’a ayrılmak
istediğini söyledi. Ancak Chapman, “bir yere
gitmiyorsun, ne istediğini biliyorum ve bunun için
toplantı yapacağız” dedi. Toplantıdan WM çıktı.
Kabaksa John Dennis Butler’ın başına patladı.
Takımın santrahafı Butler milli takıma kadar
yükselmiş başarılı bir oyuncuydu. Bir gün
antrenmanda kendisini futbol tarihinin ilk stoperi
olarak buldu. Milli takımdaki yerini kaybetti. Daha
sonra Chapman burada daha sert bir oyuncunun
olması gerektiği fikriyle amatör bir takımda
tesadüfen gördüğü insan irisi bir polisi transfer
etti. Butler için Arsenal kariyerinin de sonu
gelmişti. 16 yıldan sonra ayrıldı ve iki yıl sonra
futbolculuğu bırakıp teknik adamlığa başladı.
Futbolun yaklaşık 50 yıldır yerleşmiş oynanma
biçimine derinden etki eden bir değişiklik oldu
karar. Savunmada yarattığı sorunları çözmek için
taktiksel dünyada hummalı çalışmalar başladı.
Dizilişleri ve oyuncu profillerini derindenn etkiledi.
George Eastham: İşçisin sen işçi kal
Futbolcuların yöneticilere karşı ilk zaferini kazanan
adam. Newcastle United’a karşı açtığı dava
tüm ilişkilerin seyrini değiştiren ilk büyük kararı
doğurdu.
Newcastle United, anlaşmazlıklar yaşadığı
oyuncusunu oynatmıyor, ancak transfer etmek
isteyen Arsenal’e de satmıyordu. Futbol hayatını
fiilen bitirmişti. Tüm iplerin kulüplerinin ve
sahiplerinin elinde olduğu bu dönemde başka
çaresi kalmayan Eastham önce greve gitti, bundan
sonuç alamayınca ülkenin güneyine yerleşip şişe
mantarı satarak geçimini sağlamaya çalıştı.
Sonunda Newcastle bir yıl sonra transfere izin
verdi ve Eastham 47500 sterlin karşılığında satıldı.
Futbolcular Birliği, Eastham’ın durumuna kayıtsız
kalmadı. Mahkemeye gitmesini ve masrafları
kendilerinin karşılayacaklarını söylediler. Dava
sonucunda çıkan kararlar futbolcular adına o güne
kadar kazanılmış en büyük zaferdi.
Öncelikle, maaşlarda tavan sınır uygulaması
kalktı. Bir maçtan 60 bin sterlin kazanabilen
kulüpler oyuncularına haftada en fazla 20 sterlin
ödeme yapıyorlar ama birbirlerine transfer
için 5000 haftalık ücrete denk bonservisleri
ödeyebiliyorlardı(Şöyle anlatalım: Bugüne
uyarlarsak Rooney’nin transfer bedeli 1,25 milyar
Sterlin veya 1,5 milyar Avro olmalı). Karar sonrası
Fulham, kaptanı Johhny Haynes ile sözleşmesini
haftalık 100 sterlin karşılığında yeniledi ve ilk kez
bir futbolcu üç haneli haftalık kazançla tanıştı.
Kararın bir diğer etkisi ise, takımların tek
gelirlerinin maç hasılatı olduğu bu dönemde
şampiyonlukların artık yavaş yavaş daha fazla
seyirci çekebilen büyük şehirlerin takımlarına
kaymasıydı. Yüksek hasılat elde edebilen takımlar
oyunculara yüksek ücret önerebiliyor ve transfer
edebiliyorlardı. Geçmişte, üst düzey bir oyuncunun
her kulüpte kazanabileceği maksimum ücret
aynıydı ve para bir faktör olamadığından
mutlu oldukları takımda kalmayı yeğliyorlardı.
Ayrıca yargıç, “retain&transfer” sisteminde de
değişime gidilmesini istemişti. Kulüp sahipleri
ayak diredikleri için bu konudaki gelişmeler uzun
zaman aldı.
Walrave&Koch: Ben dolaşım isterim
Belki hayatlarında bir kere bile topa vurmadılar
ve belki tek bir futbol maçı bile seyretmediler,
bilmiyoruz. Ancak Avrupa Birliği’ne karşı açtıkları
dava, yalnızca futbolu değil tüm profesyonel spor
dallarını kökünden etkiledi.
İkisi de en iyi hız ayarlayıcılardı. Ama kurallara
göre hız ayarlayıcı da sürücü de aynı ülkeden
olmalıydı ve ikisi de yarışta istedikleri partneri
kendi ülkelerinde bir türlü bulamıyorlardı.
İstedikleri kişiyle birlikte yarışabilmek için Avrupa
Adalet Divanı’na gittiler, tezleriyse şuydu: “Biz
hayatımızı bu sporla kazanıyoruz, dolayısıyla
bu bizim profesyonel mesleğimiz. Haliyle diğer
çalışanlar gbi AB içinden istediğimiz kişiyle ortak
yarışabilmeliyiz.” Haklı bulundular... Asıl değişim
ise Avrupa Birliği’nin yaklaşımında gerçekleşti.
Avrupa Birliği artık hiç bir profesyonel spor dalını
özel bir hukuka tabi tutamayacağını, profesyonel
sporların dev birer ‘sektör’ olduğunu ve tüm
aktörlerin bu kurallara uyarak davranması
gerektiğini net bir biçimde anlamış oldu. Daha
sonra futbola ve diğer sporlara dair alınacak
kararlarda temel bakış açısını belirlemesi açısından
dönüm noktasıydı.
Taylor Raporu: Lütfen oturun!
Aslında Hillsborough Stadium Disaster Inquiry
report, Nisan 1989’da 96 Liverpool taraftarının
öldüğü Hillsborough faciasının ardından Lord
Taylor’ın soruşturmasının Ocak 99’da yayınlanan
118 sayfalık sonuç raporu. Futbolsever için en
önemli yanı, stadyumlarda her seyircinin bir
koltuğunun bulunması tavsiyesi...
Bu tavsiye tüm dünyada stadyumların çehresini
değiştirdi. Lord Taylor bunu bir zorunluluk olarak
görmemiş ve hatta Ağustos 89’daki ara raporunda
bu tavsiyeye yer vermemişti. Dahası, buna kulüp
yönetimlerinin ısrarı ile raporda yer verdiğini de
söylüyor. Ama bu tavsiye çok çabuk benimsendi.
Liverpool’un Spion Kop’u ve Aston Villa’nın
Holte End’i en dramatik darbeleri yiyen tribünler
oldu. Bazı takımlar stadını değiştirmek zorunda
kaldı. Yalnızca Ada’da kalmadı, tüm dünyada
benimsenen bir öneri haline dönüştü ve üst düzey
stadyumların olmazsa olmazı bir standarda
dönüştü.
Sonuç mu? On dokuzuncu yüzyıl tiyatrolarıyla aynı,
daha ferah izleme alanı ve ferahlamadan daha
yüksek oranlı ücret. Konfor sunmanın daha kârlı
olduğunun tescili, önce daha konforlu alanlara,
sonra daha konforlu alnlara, sonra daha da
konforlu alanlara ve daha, daha, daha da yüksek
ücretlere yelken açtırdı. Stadyum müdavimlerinin
profilini değiştirdiğini inkâr ise mümkün değil.
İnsanlığın her geçen dakika daha fazla konfor
isteğiyle harika örtüştüğünü de...
Glasnost ve Perestroyka:
Takke düşünce
Sahi bir Kızılyıldız vardı, ne oldu ona?
Demirperdenin kalkışı tüm doğu bloğunda hayatı
değiştirirken spora yansıması kaçınılmazdı.
Sovyetler Birliği, müttefikleri ve sonra bağlantısız
Tito’nun Yugoslavya’sındaki en görkemli
futbolcular birer ikişer Batı’nın cazip ücretlerine
doğru göç etmeye başladı. Krema üstten alta
doğru yendi. Rusya kendini toplayıp dev sponsorlar
kulüplere arka çıkıncaya kadar baş döndürücü
bir göç yaşandı. Bir tarafta eriyen, diğer tarafta
güçlenen takımlarla Avrupa Futbolu bambaşka bir
çehreye bürünüyor, eskinin potansiyelli takımları
viraneye dönüş sürecine giriyordu. Göç hâlâ da
sürüyor.
Ortaya çıkan yeni ülkelerle Avrupa Kupaları yeni bir
yapılanmaya girdi. Daha da ötesindeyse, ideolojik
tehdidin ortadan kalkışı, yayıncılık üzerindeki
kontrol gemlerini saldı. Uydu yayıncılığının
patlamasının ve en kolay abone kazanma yöntemi
olarak görülen futbola paranın akışının önü
tamamen açılmış oldu.
Kızılyıldız mı? Maalesef batmamak için çabalıyor.
Bosman: Ben ne yaptım?
İşler nasıl bu hale geldi, belki kendine sorsak
bile bilmez... Jean-Marc Bosman, Belçika Futbol
Federasyonu’na karşı açtığı davada işlerin bu
derece karışacağını ve futbol dünyasını böylesine
değiştireceğinin o gün kestirebilseydi belki de bir
köşeye oturup elini eteğini bu işlerden çekmeyi
yeğlerdi.
Sıradan bir futbocuydu. Belçika’da RFC Liege
ile kontratı 1990’da bitmişti ve Fransa’da
Dunkerque’ye gitmeye çalışıyordu. Ama kulübü
bonservis bedelini beğenmeyince işsiz kalmıştı.
Ne Liege’de oynayabiliyor, ne de Fransa’ya
gidebiliyordu. Ne çalışan, ne işsiz... Sıradan bir alt
lig topçusunun sıradan kaderi...
Avrupa Birliği içerisinde oyuncuların kontratları
ile ilgili bir standart henüz konmamıştı. Mesela
İspanya başta olmak üzere Fransa ve İngiltere’de
sözleşmesi biten oyuncular başka bir ülkedeki
kulübe gidebiliyordu. Öte yandan, sözleşmesi bitse
dahi oyuncuların hâlâ kulübe bağlı olduğu saçma
sapan bir düzen pek çok ülkede devam ediyordu.
Bosman, sözleşmesi bitmiş olduğu halde kulüpten
ayrılamamasını ortaya sürerek bir dava açtı ve
futbolun bütün çehresini, etkilerini henüz tam
kestiremediğimiz bir çerçevede değiştirdi.
Bosman Kararı’yla sözleşmesi biten, hatta
sözleşmesinin bitimine 6 ay kalan her futbolcu
özgürlüğüne kavuştu. Futbolun bildik yönetilme
biçimleri değişmişti, artık bir oyuncunun kaderi
bir kulüp yöneticisinin iki dudağı arasında değildi.
Kimileri için nimet, kimileri için yıkım oldu.
Oyuncu ücretleri kontrol edilemez biçimde
yükselmeye başladı ve oyuncu menajerliği sektörü
palazlandı. Yetenek avcılığı daha da büyük önem
kazandı. Alt yapılardan oyuncu ayartma devri
başlamıştı. Geçmişte alt yapısının gücüyle önemli
işler başarabilen kulüpler günden güne gerilediler.
Bosman Kararı’yla futbolcular, diğer sektörlerde
çalışan kişilerle benzer haklara sahip oldular.
Futbolun saha dışı dengeleri bir daha
döndürülemez biçimde değişti. Yarattığı ve
yaratacağı değişimin boyutlarını kestirebilmekse
henüz tam anlamıyla mümkün değil.
kendisine “bizim için dışarıda bir fincan kahve
satın almak neyse Bay Roman için bu kulüplerden
birini satın almak o” dediğini anlatıyor...
Tüm dengeleri hiç olmadıkları bir noktaya
taşırken, piyasada iki farklı fiyat oluşmasına da
sebep oluyordu: Biri kendisi, diğeri diğerleri için...
Chelsea, elindeki stadyuma talip bulamayan
Gus Mears tarafından para için kurulmuş, yıldız
transferlerini gelenek haline dönüştürmüş ve
Ted Drake’in gelişine kadar böyle yaşamış bir
kulüptü. Aradaki kırk yılı saymazsak bu açıdan
mükemmel uyuştular. Ama Abramovic’in sınırsız
servetiyle yalnızca istediği kupaları alabilmek için
biteviye transferleri hem tepki çekti, hem de işe
yararlılıkları tartışılır. Avrupa’da gördüğü üç finalin
de “geçici” menajerler sayesinde gelmesiyse
tarihin ironilerinden.
Ama diğer oligarklar ve servetinin kaynağı
tartışmalılar için bir modayı da başlatmış oldu:
Kulüp satın almak. Dünyanın bir yerinde yüklü bir
hesabı olanlar, Ada’da bir kulüp almanın ateşiyle
tutuşur oldular. Shinawatra’nın City hamlesi,
Gretna, Hearts ve diğerleri... Başarının üç kuruş
ötede olduğunu sananlara futbol yanıtını hep
verdi. Ama tarihler cüzdanlara teslim olurken
bir güneşin üstüne bir başkasının batmasını
engellemek çok zordu. Hakkını da vermeli:
Olmasaydı; Premier League muhtemelen uzun
süre Arsenal ve Manchester United’ın iki başlı
oyunundan ibaret olacaktı.
Abramovic: Kupayı satın almak
Futbol, para yatıranları her devirde gördü. Bugün
‘büyük’ dediğimiz hemen her kulübün geçmişinde
güçlü bir finansörün devreye girdiği bir dönem
muhakkak yaşanmıştır. Ama hiç biri onun gibi
değildi, sıkça alaya alınıp düpedüz ırkçılığa maruz
kaldıkları izlenimini veren Araplar dahil tamamına
yakını ‘yatırımcı’ydı. Ama Abramovic bambaşka...
Asla yatırdığı paranın maddi karşılığını
düşünmeyen Roman, züccaciyeci dükkanına girmiş
filden farksızdı. Eriksson, kendisine “Tottenham
mı Chelsea mi” sorusunu yönelten Abramovic’e
Chelsea yanıtını verdiğini, sonra Abramovic’in
yardımcısıyla baş başa kaldıklarını ve yardımcının
Bosman
Uğur Karakullukçu
Özel Dosya
HF108
FUTBOLUN DEĞİŞEN YÜZÜ
2000’li yılların başında futbolda yaşanan taktiksel değişiklikler ve
endüstriyelleşmenin yükselişi geniş çaplı bir evrime yol açtı.
Galatasaray’ın İtalyan teknik patronu Roberto
Mancini, ülkesinin en değerli teknik direktör
merkezi Coverciano’da verdiği, kabaca 10
numaralar üzerine diyebileceğimiz master tezinde
şöyle bir fikir öne sürer: “Bu rol evrimsel bir süreç
geçirdi: Zidane, Rivado, Rui Costa ve diğerleri
(adını koymak gerekirse, bu ‘yeni rolün’ en iyileri)
geçmişteki meslektaşlarına göre çok farklılar.
Bugün bir takımın modern “10 numara” kullanması
eskiye göre daha kolay.”
2001 yılında yazılan bu tezde Mancini, 10
numaraları tanımlarken ‘yeni’ ve ‘modern’
kelimelerini kullanır. Yeni nesil 10 numaraların
Zico, Platini gibi 80’lerdeki örneklerinden farklarını
sıralar. Burada tartışmanın odak noktası önemli
olmakla birlikte Mancini’nin ‘modern’ vurgusunun
altını çizmek gerekir aslında. Nedir modern?
Mancini’nin tez yazdığı dönemde Rui Costa’yı
tanımlarken kullandığı modern ile Mesut Özil’in
günümüz taktiksel düzenleri için kaybolan
diğer 10 numaralardan farkını ortaya koyan
modern 10 numara yakıştırması ne kadar çakışır?
Tartışmamızın özüne dönecek olursak bu örnekten
yola çıkarak gördüğümüz üzere görece bir kavram
olan modern kelimesi futbolun neresinde yer
alıyor? Nedir bu modern futbol?
Rui Costa ile Mesut Özil örneğinden devam
edersek Mancini’nin kastettiği aslında
günümüzün şartlarına uyumluluktur. O günün
artan gereksinimlerine karşılık veren Rui Costa
moderndir. Demek ki modern futbol dendiğinde
günümüzün futbol şartlarını düşünmek gerekir.
Günümüzün üst düzey futbolunun oynandığı
Avrupa’da bu şartları belirleyen en önemli mihenk
taşı ise Şampiyonlar Ligi futboludur. Futbolun
zirvesidir Şampiyonlar Ligi ve sonuç olarak ortaya
çıkmış olsa da aynı zamanda gelişimin devamını
sağlayacak kadar nitelikli bir hedef olduğundan
aynı zamanda nedendir de. Bu da futbol ile
modern kelimelerini yan yana getirdiğimiz
kavramın içini en iyi dolduracak bileşenlerden biri
belki de ilki olduğu anlamına gelir.
Şampiyon Kulüpler Kupası 1958’de verilmeye
başladığı dönemden bu yana değişti, gelişti lakin
Avrupa’nın da yer aldığı dünya konjonktüründe
ilişkilerin hem sıklığı hem de niteliği bugünün
şartlarının çok gerisindeydi. Soğuk Savaş
döneminde de ayrılmış kampların 90’ların başında
çözülmesi daha birleşik, daha bütünleşik bir
kupanın yolunu açtı ve UEFA belki de futbol
tarihinin en önemli kırılma anlarından birine
imza atarak kupayı lig formatına soktu. Bugün
20 yılı devirmiş durumdaki turnuva artık UEFA
organizasyonunun temel direği. Bugün modern
diye tanımladığımız ne varsa bu ligdeki rekabetten
besleniyor ve şekilleniyor. Şampiyonlar Ligi’ne
katılım kriterlerinden gelir dağılımındaki ayrıntılara
kadar birçok detay aslında bizlerin gelecek yıllarda
izleyeceği futbolda oyuncular, teknik adamlar,
yöneticiler, patronlar kadar etkili.
Şampiyonlar Ligi artık Avrupa’nın önde gelen
kulüpleri üzerinden kendini yeniden üreten ve
markasını sürekli yenileyen bir oluşum, bir futbol
fabrikası. En büyük hedef ama dünyanın gittiği
çizginin paralelinde gerçekleşmiş olsa da 1992’de
adımları atılan Şampiyonlar Ligi modern futbol
kavramıyla iç içe geçmiştir, futbolun kaderine
ortak olmuştur. Bu yüzden “Modern futbol nedir”
sorusuna cevap arıyorsak anmamız gereken ilk
kavram bu lig olmalıdır. Kupa 1, Devler Ligi, Er
Meydanı… Ne dersek diyelim, nasıl anarsak analım,
Şampiyonlar Ligi sıkça başvurduğumuz ancak
altını doldurmadığımız modern futbol kavramının
şüphesiz en önemli kırılma noktalarından biridir.
Uğur Karakullukçu
Röportaj
HF108
SiYASET Mi FUTBOLDAN,
FUTBOL MU SiYASETTEN?
Türkiye’de artık iç içe geçmiş olan futbol-siyaset ilişkisine dair merak edilen
soruları Vatan Gazetesi’nde futbol yazıları da yazan deneyimli gazeteci Ruşen
Çakır’a sorduk.
Malum, futbol mevzubahis olunca işin içinde
siyaset olduğu herkesin kabulü, “Futbola siyaset
karışmasın.” diyenlerin sayısı bile azaldı. Hatta
çeşitli kez televizyonlarda “Başbakan futbola
müdahale etsin.” diyenlere rastlanabiliyor. Bu
kez tam tersi, siyaset arenasında futbol nerede
duruyor, bunun cevabını arama adına siyaset
alanında uzman bir gazeteci olan, aynı zamanda
gazetesi için maç yazıları da yazan Ruşen Çakır’a
kamuoyunda siyaset-futbol ilişkisine dair merak
uyandıran bazı sorular yönelttik. Keyifli okumalar…
Uğur Karakullukçu: Öncelikle merhabalar…
Gaziantep’te Büyükşehir Belediye Başkan Adayı
olan Bakan Fatma Şahin’in aday olur olmaz
Gaziantepspor’un soyunma odasına inmesi çok
konuşuldu. Bunun ne gibi bir siyasi getirisi var,
beklenti nedir bunu yaparken?
Ruşen Çakır:Beklenti tabii ki yerel seçimlerde
oylarını artırmak. Özellikle Anadolu’da futbol
takımlarının devlet/belediye katkısına daha
fazla ihtiyacı oluyor. Siyasetçi de bunu mutlaka
vaatlerine koyar. Mesela liderler mitinglerde
bulundukları şehirlerin takımlarının atkısını
boyunlarına dolarlar. Fatma Şahin olayının bu
kadar dikkat çekmesi öncelikle kadın, sonra da
bakan olmasından.
Atkıların mesajı samimiyet
İktidar, muhalefet ayrımı olmadan tüm liderlerin
gittikleri şehirlerin atkılarını mitinglerde
taktıklarını görüyoruz ama toplamda Anadolu
futbolunun durumuna bakıldığında tablo çok
farklı, stadyumlar neredeyse boş denecek
düzeyde. Bu atkılar gerçekten takımları mı
sembolize ediyor sizce, ne atfetmeliyiz bu
eyleme?
Bu soruyu görmeden atkıdan bahsetmiş de oldum,
güzel oldu. Şurası bir gerçek, bir lider gittiği her
ilde atkı takıyor ama bütün bu illerin takımlarıyla
eşit ölçüde ilgilenebilmesi zaten imkansız.
Dolayısıyla olay daha çok sembolik, ‘sizden biriyim’
demiş oluyor. T. Erdoğan gibi futboldan gelen
liderlerin daha avantajlı olduğu da muhakkak. O
konuşmalarına bu konuda ayrıntılar da katabiliyor
ve daha fazla inandırıcı olaabiliyor.
Maddi kriterlere uymayan, neredeyse batık
denebilecek birçok üst düzey kulüp olmasına
karşın bunlara aksiyon alınmadığı malum.
Hatta Süper Lig’de oynayan üç kulüp bırakın
uluslararası lisansı, son derece gevşek
şekilde uygulanan ulusal lisansı bile alamadı.
(Gaziantep, Elazığ, Erciyes) Sizce bu bozuk
yapıda siyasiler ne kadar pay sahibi?
Fazla hakim olduğum konular olmamakla
birlikte bizde sporun, özellikle futbolun siyasetle
haddinden fazla içli dışlı olduğu muhakkak.
Dolayısıyla yaşanan tüm olumsuzluklarda
siyasetçilerin, hükümetin birinci derecede
sorumluluğu vardır.
Geçen sene Mersin İdman Yurdu’ndan ayrılan
Nurullah Sağlam’la röportaj yaptığımızda 1’inci
Lig’de şampiyonluk maçına çıkarken düğün
salonundan bozma tesislerde kaldıklarını
söylemişti, hatta düğünün erken bitmesi
için Emniyet Müdürü’nden ricacı olmuşlar.
Bu olaydan sadece 1 ay sonra Bakan Zafer
Çağlayan, Galatasaraylı Culio ile poz veriyordu
transfer için. Bu olaydan hareketle bakarsak
siyasiler gerçekten kulüplere ilgi duyuyor mu
yoksa daha çok bir PR çalışması olarak mı
görüyorlar?
Tabii ki PR çalışması. Kaldı ki Çağlayan Mersinli
bile değil bildiğim kadarıyla. Benzer şeyleri
Şanlıurfa’da, hemşerim (Artvin asıllı Bursalı) Faruk
Çelik de yapmışsa şaşırmam.
Geçen sezon iyi bir performans sergileyen 1461
Trabzon’dan bazı oyuncuların Başbakanın
ricasıyla Rizespor’a geçtiği kanısı yaygın.
Siyasiler transferlere bu kadar müdahil mi?
Olayları bilmediğim için yanlış bir şey söylemek
istemem ama Başbakan istese bunu yapabilir ve
yapar.
Şike süreci ileride aydınlanır
Şike süreci iki yılı aşkın süre ülkenin
futbol gündemindeydi, hala taraftarlar
arasında tartışmalar büyük çapta sürüyor.
Siyasetin bu süreçte nasıl bir rol üstlendiğini
düşünüyorsunuz? Kamuoyunda hem başlama
hem bitme aşamasında etkin olduğu yönünde
yoğun bir fikir birliği var.
Bence de öyle. Bu olayın ayrıntılarının objektif bir
şekilde ileriki yıllarda ortaya çıkacağını umuyorum.
Eminim çok ilginç ve şaşırtıcı şeyler öğreneceğiz.
Şu ana kadarki değerlendirmeler genellikle
sübjektif maalesef.
Geçmişte Kenan Evren’in Ankaragücü’nü
düşürmemek adına mevcut statüye dahi
müdahil olduğu herkesin malumu. Siyasetin
Türk futbolundaki ağırlığı her zaman bu kadar
kuvvetli miydi?
1985’den beri gazeteciyim ve bir şekilde böyle
olduğunu biliyorum. Bu AKP döneminde, tabii tek
parti iktidarı olmalarının da etkisiyle daha fazla
yaşandı, yaşanıyor.
Yönetimlerle iktidara köprü yöneticiler var
Türkiye futbolunda genelde Balkanlara, eski
Yugoslavya coğrafyasındakilere benzeyen bir
idareci yapısı var. Adeta bir kast sınıfı mevcut
futbolu yöneten ve bu isimler hiç değişmiyor.
Avrupa’da eski futbolcuların eğitimlerini de
tamamlamak kaydıyla yöneticiliğe hatta
başkanlığa soyunduğunu görebiliyoruz.
Türkiye’deki bu yapıda siyaset etkili mi?
Kesinlikle etkili. Hatta özellikle üç büyüklerin
sırf siyasi iktidarla aralarında köprü olması için
yönetimlerine muhakkak, en azından bir kişi
koymaya özen gösterdiklerini duyuyor, biliyoruz.
Türk futbolunun etkili figürlerinden
Hakan Şükür en çok eleştiri toplayan
milletvekillerinden biri. Siyasette yeterince
etkin olmadığı ve yeni projeler üretmediği
gerekçesiyle bazı eleştiriler yapan olduğu gibi
meclis içinde de yorumcu olması eleştiri alıyor.
Sizce Hakan Şükür milletvekili olarak yanlış mı
yaptı?
Ben Galatasaraylıyım. Onu sevmeyen
Galatasaraylılar da vardır ama ben Hakan’ı
severim. GS’ye olağanüstü katkıları olmuş
biridir. Keşke milletvekili olmasaydı diye
düşündüğüm oldu ama sonuçta kendi takdiri.
Yorumculuğuna gelince, bence hiç fena değil,
hatta Türkiye ortalamasının hayli üstünde.
Sanıyorum bir sonraki dönem Meclis’e gitmez ve
tamamen futbolla/yorumculukla uğraşır. Hatta
Federasyon’da bile görebiliriz kendisini ki şahsen
itirazım olmaz.
Güner Çalış
Büyüteç
HF108
POPESCU’DAN SONRA
VLAD CHIRICHEŞ
FourFourTwo İngiltere’nin ‘Bu maçtan ne öğrendik?’ köşesinin son konuğu
Vlad Chiricheş’ti. Rumen savunma oyuncusu, Lamela, Eriksen, Paulinho gibi
transferlerin önünde, takımın en iyi yaz transferi olarak tanımlanıyordu.
Futbolun taktiksel evriminin bu noktasında yoğun
talep gören, yeni nesil sofistike stoperler açısından
vasat bir sezon oluyor. Hiç değilse Premier Lig
açısından durum bu.
Ayağı iyi top yapan, risk almayı seven, önde
kurulan savunmalarda hızıyla fark yaratan;
savunma sanatında doruk noktaya ulaşan İtalyan
okulundan biraz daha farklı şekillerde mükemelliği
arayan o oyuncu grubundan bahsediyorum.
Bu sezon ortalarda yoklar. Her hâliyle ligin en
eksantrik savunmacısı olan David Luiz kesiği
yerken, John Terry ikinci baharını yaşıyor. Bir
zamanlar ‘en iyilerden olacak’ denen Dejan Lovren
tekrardan herkesin birbirine fısıldadığı futbolcu
ve Per Mertesacker, ya da Arsenal taraftarının
söylediği şekliyle ‘Big Fucking German’, ligin kült
karakterlerinden biri durumunda. Üç oyuncuda da
akla ilk gelen zayıflık, yavaşlıkları oluyor ve pek çok
durumda, bildiğimiz klasik savunma oyuncularını
anımsatıyorlar. Şu hâlde, henüz bu isimler kadar
öne çıkmayan ama ligin bir diğer göz kamaştıran
stoperi Vlad Chiricheş önemli bir istisna teşkil
ediyor.
Arkaya atılan toplarda rakip forvetlere son
hamle şansı tanımayan, riskli müdahalelerden
kaçınmayan, topla bir anda hızlanarak çok rahat
adam eksilten Vlad Chiricheş ilk izlendiğinde
sanki o savruk, her an hata yapacakmış gibi duran
stoperlerden biri gibi duruyor. Aslında pek öyle
değil. Chiricheş tüm bunları hayranlık veren bir
kusursuzlukla, aksatmadan yaptığından, sonraki
izleyişlerde hareketlerinde bir zarafet aramaktan
kendinizi alamıyorsunuz. Bu oyun tarzına
sahip oyunculardan bekleyeceğiniz aşırılıklar,
konsantrasyon ve disiplin sorunları da konu
Chiricheş olduğunda gündeme gelen eleştirilerden
değil. Bilakis tam tersi bir profil söz konusu. Bu
zıtlıklar, onun gerçekten ne kadar iyi olabileceğine
dair beklentileri de bir adım öteye taşıyor.
Villas-Boas’ın savunmacısı
Tottenham’ın bu yaz yaptığı büyük çaplı
temizlikten, kulübün en parlak gençlerin biri olan
Steven Caulker da payını almış ve Cardiff City’ye
satılmıştı. Lider karakteri ve güçlü fiziğiyle öne
çıkan bir stoper olan Caulker’ın yeriyse 9,5 milyon
avroya Romanya tarihinin en pahalı transferi olan
Vlad Chiricheş’le dolduruldu. Doğruluğu yanlışlığı
bir yana, bu sirkülasyonun mantığı bugün daha iyi
anlaşılıyor. Oyun kurulumunda beklerini abartıyla
öne çıkaran ve stoperlerini orta çizgiye yaklaştıran
Villas-Boas’ın takımı için, Chiricheş çok değerli bir
parçayı temsil ediyor.
Alt yaş kategorilerinde orta saha ve forvet de
oynayan Chiricheş, topu ayağına aldığındaki
rahatlığı büyük oranda bu geçmişe borçlu olabilir.
Henüz fark yaratan bir oyun görüşüne, vizyona
sahip değil; ama bir savunma oyuncusu topla
ne yapmak isterse, büyük oranda başarabiliyor.
Repertuarında pas becerisi kadar, ve aslında
bundan daha çok, topla kat edişler var ve genel
stoper dribblinglerinin aksine çok daha yavaş
çekimde, yumuşak dokunuşlarla ilerleyebiliyor.
En son Fulham maçında attığı golse işin başka
bir boyutu. Ceza sahası dışından vurduğu yarım
vole beraberliği getirmiş ve hiç yoktan gelen bu
gol maçın çevrilmesinde büyük rol oynamıştı.
Savunma kısmındaysa, onun pozisyon hafızası
Villas-Boas’ın savunma kurgusunda bir kat
daha değerli hâle gelmiş durumda. Salt yerini
kaybetmeme değil, agresif bir şekilde ilk hamleyle
topu çalmada da üst düzey olan Chiricheş, takım
geriye çekilmeden topu yeniden Tottenham’a
kazandırmada önemli bir görev üstlenebiliyor.
Çok keskin, yerinde müdahaleler yapmaktan
çekinmiyor.
Vlad Chiricheş, en önce fizik gücünü daha
üst bir noktaya taşıması gerektiğini söylüyor.
Hamle zamanlaması ve tekniği, ciddi bir sorunla
karşılaşmasını şu ana dek önlemiş gözüküyor
fakat daha komple bir futbolcu olmak için ilk
yapması gereken bu olacak. 1.83 olan boyu
da bir stoper için nispeten kısa ve akla gelen
ikinci önemli zayıflık olarak, hava toplarına
yeterince hakim olamadığını eklemek gerekiyor.
Bunlar, kariyer seyri içinde belki de en rahat
geliştirilebilecek özellikler arasında ve elimizde
Gigi Popescu’dan sonra yeniden, dünya çapında bir
Rumen savunma oyuncusu duruyor olabilir.
Fırat Topal
Diğer Ligler
HF108
SiHiRBAZLAR AMERiKA’NIN HAKiMi
2013 MLS şampiyonu, geçtiğimiz cumartesi play-off finalinde Real Salt Lake’i
penaltı vuruşları sonucu mağlup eden Sporting Kansas City oldu. Avrupa
dışındaki liglerde Çin ve Güney Kore’den sonra Birleşik Amerika’ya bakıyoruz.
MLS bu sezon ilginç bir sezon geçirdi. Konferans
finallerine kalan dört takım Portland Timbers,
Real Salt Lake, Houston Dynamo ve Sporting
Kansas City kadrolarında ne ileri yaşta Birleşik
Amerika’ya kariyerini sonlandırmak için gelen
yaşı geçkin yıldızlar ne de şöhretli yerli futbolcular
bulunduruyordu. Hatta daha da ilginci sezon
boyunca verilen ayın futbolcusu ödülünü hiçbir
zaman bu dört takımdan birisinin futbolcusu
kazanamadı. Toplamda 35 kez dağıtılan haftanın
oyuncusu ödülünü ise yedi kez kazanabildiler.
Hatta şampiyon Sporting Kansas City takımına
bu ödül sadece bir kez gitti. Graham Zusi, ligin
10’uncu haftasında ödülü kazanmıştı. Gol krallığı
yarışının ilk 10 sırasında bu dört takımdan sadece
bir kişi, Real Salt Lake forması giyen Kosta Rikalı
Álvaro Saborío bulunuyordu ve sekizinci sıradaydı.
Anlayacağınız parıltılı, göz önündeki takımlar
sezon sonunu getiremediler. Ama öte yandan,
sezonun en iyi kalecileri listesinin ilk beşinin
dördünde bu dört takımın kalecisi yer alıyordu.
Kansas City ve Portland Timbers, 30 ve 33 golle
ligin en az gol yiyen iki takımı oldular.
20 yılda kalkınan bir lig
Sezonun analizini yapmadan önce MLS hakkında
biraz bilgi verelim. 1988 yılında FIFA, 1994 Dünya
Kupası’nı düzenleme hakkını Birleşik Amerika’ya
verdiğinde koyduğu şartlardan birisi profesyonel
bir ligin kurulmasıydı. Modern futbolda, böyle
bir lige sahip olmayan bir ülkenin dünya kupası
düzenlemesi hakikaten alışılagelmiş bir durum
değil. 1996’da 10 takımla yola çıktılar ve daha
sonra ulusal takımda da sekiz yıl boyunca görev
yapacak olan Bruce Arena yönetimindeki başkent
takımı D.C. United ilk iki şampiyonluğu kazandı.
1998’de lige kabul edilen Chicago Fire ligdeki
ilk sezonunda United’ın serisini bozdu ama
Washingtonlular izleyen sene unvanı geri almayı
başardılar. Bu dönemde onları sürükleyen isim,
Bolivya futbolunun gelmiş geçmiş en büyük
yıldızlarından Marco Etcheverry’di. Ardından Los
Angeles Galaxy,Guatemalalı Carlos Ruiz’in gol kralı
olduğu ve sezonun en iyi oyuncusu seçildiği 2002
yılında ülke futbolunun süper güçü olma yolunda
ilk adımını attı. O günden bu yana dört kez normal
sezonu lider bitirdiler, sekiz kez play-off finali
oynadılar ve dört kez şampiyon oldular. D.C. United
ile beraber bu alanda lider durumdalar ama playoff finallerini de işin içine kattığınızda rakiplerinin
önüne geçiyorlar. Ligi kuran ilk 10 takımdan bazıları
isimlerini değiştirirken kapanan tek kulüp Tampa
Bay Mutiny oldu. Kadrosunda Carlos Valderrama
gibi bir süperstarı bulunduran Kolombiyalı’nın
takımı 2001 yılında kapandı.
Bu sezonu anlatmadan önce şunu da belirtmekte
fayda var.Birleşik Ameikalılar gerek maç yayınları
gerekse de taraftar sayısı açısından ülkenin
pek alışık olmadığı, modern ömrü 20 yıl olan
bu sporda önemli atılımlar yaptılar. ESPN maç
yayınlarında kaliteyi giderek artırdı, tribünlerde
koreografiler ve dev bayrak organizasyonlarının
sayısı giderek artıyor ve en önemlisi 2012 yılında
maçları ortalama 18 bin 807 kişi izledi. Bu rakam,
MLS’yi dünyanın stadyumlara en çok seyirci çeken
sekizinci ligi yaptı. Avrupa dışında da Meksika’nın
ardından ikinci sıradalar. Uluslararası turnuvalarda
ise henüz Meksika’yı yakalamaları için çok yol kat
etmeleri gerekiyor. CONCACAF Şampiyonlar Ligi’ni
bu güne dek sadece bir MLS takımı kazanabildi
(2000 Los Angeles Galaxy), Meksika takımları ise
son sekiz turnuvanın şampiyonu durumundalar.
New York, New York
Sezon Thierry Herny ve arkadaşları için aslında
çok kötü başlamıştı. İlk altı maçta sadece bir kez
kazanabildiler. Ancak daha sonra Tim Cahill’in de
ağırlığını koymasıyla çok iyi bir seri yakaladılar ve
New York Red Bulls sezonun son sekiz maçında
altı galibiyet iki beraberlik alarak hem konferans
hem de lig şampiyonluğunu kazandı. Ligde,
normal sezon şampiyonu “Taraftar Kupası” ismi
altında bir kupa ile ödüllendiriliyor. Sporting
Kansas City, Batı Konferansı şampiyonu Portland
Timbers ve Real Salt Lake, Red Bulls’u izlediler.
MLS’de iki konferansın ilk üç sırasını alan takımlar
play-off vizesi alırken her iki konferansta dördüncü
ve beşinci sırayı alan takımlar aralarında bir baraj
maçı oynanarak yedinci ve sekizinci takımlar
belirleniyor. 2005 yılında kurulan, Oscar de la
Hoya’nın da hisse sahibi olduğu Houston Dynamo
kendi konferansında dördüncü, genel klasmanda
dokuzuncu olmasına rağmen önce Marco di
Vaio ve Matteo Ferrari gibi İtalyan oyuncuları
kadrosunda bulunduran Kanada temsilcisi
Montreal Impact’i ardından da şampiyonluğun en
büyük adayı New York’u saf dışı etti. Deplasman
golü kuralının uygulanmadığı konferans yarı finali
eşleşmesinde kendi evinde rakibiyle 2-2 berabere
kalan Dynamo deplasmanda 1-1 biten ve uzatmaya
giden maçın 104’üncü dakikasında Jamaikalı Omar
Cummings’in golüyle turu geçti.
Batı konferansında da Los Angeles Galaxy’nin
umutları çabuk bitti. Real Salt Lake, Melekler
Şehri’nde 1-0 kaybettiği maçın rövanşında, 2-0
kazanarak bir başka favoriyi yarışın dışında bıraktı.
Ardından Salt Lake ve Kansas City, geçtiğimiz
cumartesi Kansas City’nin stadyumu Sporting
Park’ta şampiyonluk için karşı karşıya geldiler.
İki kulübün tarihine bakıldığında Kansas City’nin
eski adı Wizards’la 2000 yılında bir şampiyonluk
kazandığını görüyoruz. Real Salt Lake de 2009’da
Galaxy’i penaltılarla mağlup edip şampiyon
olmuştu.
Bu kasabada yabancıları severler
ahbap
Maçın ilk yarısı karşılıklı ataklarla geçtikten sonra,
iki yarıda konuk Salt Lake ağırlığını koydu ve 52.
dakikada takımın en golcü ismi Álvaro Saborío’nun
golü ile 1-0 öne geçti. Aslında maçı da koparıp
gidebilirlerdi, çünkü 61 ve 72’de iki topları direkten
döndü. Morales’in direkten dönen şutundan
dört dakika sonra ev sahibinin Fransız defans
oyuncusu Aurélien Collin kornerden gelen topa
müthiş bir kafa vurarak maça eşitliği getirdi.
Kalan dakikalar ve uzatmalarda gol atılamayınca
uzatmalara geçildi. Şampiyonu belirlemek için tam
20 penaltı atıldı toplamda. Sebebi hem kalecilerin
yeteneği hem de oyuncuların çok kötü penaltı
vuruşları kullanmasıydı ki toplamda yedi penaltı
kaçtı. Ayrıca ağlarla buluşan penaltıların önemli
kısmında da kalecilerin müdahale etme şansları
büyüktü. 10’uncu penaltılar atılırken maç içinde de
Kansas’ın golünü atan Collin topu ağlara gönderdi,
diğer yanda Jamaikalı Lovel Palmer, topu üst
direğe nişanlayınca Kansas City 2000’den sonra
ikinci kez MLS şampiyonu oldu. Taraftarlar son
penaltıdan sonra sahaya hücum ettiler. 67 kez
ulusal takım formasını giymiş Peter Vermes de
hocalık kariyerinin ilk şampiyonluğunu kazandı.
36 yaşındaki Danimarkalı kaleci Jimy Nielsen de,
1999 yılında Aalborg ile Danimarka şampiyonluğu
yaşamıştı. 15 yıl sonra kariyerinde mutlu sonu
tekrar yaşadı. Her iki takımın kadrosunda toplam
12’şer yabancı oyuncu bulunuyor.
Gol krallığını 22 golle Vancouver Whitecaps’te
forma giyen 25 yaşındaki Brezilyalı Camilo
Sanvezzo kazandı.
Normal sezonu sadece 3 galibiyetle bitiren D.C.
United ise, U.S. Open Cup finalinde Real Salt
Lake City’i 1-0 mağlup ederek mutlu sona ulaştı.
Kupanın statüsü gereği, şampiyon izleyen sezonun
CONCACAF Şampiyonlar Ligi’nde mücadele ediyor.
United da 2014-15 sezonunda Şampiyonlar Ligi’ne
katılacak.

Benzer belgeler

Gareth Bale - Hayatım Futbol

Gareth Bale - Hayatım Futbol Atletico Madrid, bunun yanı sıra duran toplardaki başarısıyla da diğer ekiplerden açıkça sıyrılıyor (Grup aşamasında PSG ile birlikte en fazla duran top golü bulan takım). Diego Costa’nın kariyer z...

Detaylı

HF158 - Hayatım Futbol

HF158 - Hayatım Futbol United, hem hem hücumdaki performansıyla hem takım görüntüsüyle hem de performansıyla ilk torbanın en zayıf halkası olarak öne çıkıyor ama unutmamak gerekir ki maçlardan önce iki aylık bir süreç me...

Detaylı