HF102 - Hayatım Futbol

Transkript

HF102 - Hayatım Futbol
#102 BU SAYIDA
Konak Belediyespor Özel
Kadınlar Şampiyonlar Ligi’nde
son 16’ya kalan İzmir ekibi tarih yazıyor.
UEFA’nın kadın futbolundaki
en büyük organizasyonuna bir bakış...
Konak Belediyespor’un başarısında önemli
rol oynayan Gamze İskeçeli’yle konuştuk
Big Sam’in Futbol Fabrikası
Genç teknik adam Sami Hyypia, Leverkusen’i şahlandırıyor
Bosna’yı Sallayan İki Rekabet
Bosna’nın en büyük derbilerini inceledik
Futbol Ne Kadar Milli?
Diego Costa için İspanya ile Brezilya savaşıyor
Futbol Taraftarları İçin Kimlik İnşası
Futbolu antropolojik olarak inceleyen FREE projesi neleri kapsıyor?
Edirne-Antep Yolcusu Kalmasın
Maç Bahane, futbolun lezzetle kesiştiği şehirlerdeydi...
Daha Fazla Beşiktaş!
Oğuzhan Özyakup, siyah-beyazlı ekibe kimlik katıyor
Alper Öcal
Dünya Futbolu
HF102
FUTBOL
NE KADAR
MiLLi?
İspanya ve Brezilya’nın Diego Costa
için yaptığı savaş, işin bambaşka bir
boyutunu gündeme getiriyor.
Dünya Kupası’nın yaratıcısı olan Jules Rimet,
torunu Yves Rimet’e göre, bu fikirle ve uluslararası
futbol sayesinde orta çağ şövalye ruhunu yeniden
yaratabilecek; dürüstlük, çalışkanlık, centilmenlik
gibi erdemleri Dünya’ya öğretebilecekti. Bir idealist
ve hümanist olarak, iki Dünya savaşını atlatmış
insanlığın futbol sayesinde birleşebileceğini
düşünmüştü.
1930 yılında düzenlenen ilk Dünya Kupası’nın
finalisti Arjantin’in efsane orta saha oyuncusu
Luis Monti, faşist İtalya’da bir propagandaya
dönüşen İkinci kupada İtalya formasıyla
boy gösterip bu kez şampiyon takımda yer
aldığındaysa, Jules Rimet herhalde hayâlinin böyle
bir evrim geçireceğini tahmin etmemişti. İtalya’nın
şampiyon kadrosunda Luis Monti’nin yanı sıra, yarı
finalde Avusturya’ya tek golü atan Enrico Guaita
ve finalde Çekoslovakya ağlarını sarsan Raimundo
Orsi de vardı. Hepsi Arjantinli idi ve daha önce
Arjantin Milli Takımı formasını terletmişlerdi.
Oriundi adı verilen bu devşirmelerle gelen
başarı İtalya’da coşkuyla karşılandı ve bir nevi
geleneksel hâle dönüşerek diğer denemelerin de
kapısını açtı. 1950’de Maracanazo Draması’nın
mimarlarından, şampiyon Uruguay’ın yetenekli
forveti Schiaffino’nun 1954 Dünya Kupası’ndan
sonra Milan’a gelmesi, son iki Dünya Kupası’nda
grupları geçemeyen İtalyanlar’ı harekete geçirdi.
Schiaffino’yu da ‘oriundi’ tayfasına dahil ettiler
ama 1958’e katılmayı başaramadılar. 1962’de
bu kez İtalyan kökeni olan Brezilya doğumlu
ve 1958’de Sambacılar ile kupayı kaldıran Jose
Altafini’yi devşirdiler ama Altafini, o dönem Milan
formasıyla İtalya Serie A’da tozu dumana katan
performansının Dünya Kupası’nda kıyısından bile
geçemedi. İtalya da grupları..
16’ncı yüzyılda başlayan kolonileşmenin sonucu
olarak Avrupa kökeni olan Güney Amerikalı
futbolcuları bilhassa devşirip, kendi milli forması
adına oynatan sadece İtalya değildi elbette. Kulüp
seviyesinde Avrupa’nın en başarılı takımı olan
Real Madrid’e sahip olan İspanya, uluslararası
arenada tam bir yokluk abidesiydi. 1954 ve 58’e
katılamamışlardı. 1962 Dünya Kupası finalleri
için vize aldıklarında, kadroyu, o takımın üç yıldızı
Alfredo Di Stefano, Jose Santamaria ve Ferenc
Puskas ile güçlendirmişlerdi. Fakat, ne var ki bu
futbolcuların hiçbiri İspanyol değildi. Puskas daha
önce efsane Macaristan takımıyla 1954 Dünya
Kupası’nda final oynamıştı. Real Madrid’den
takım arkadaşı Jose Santamaria ise, aynı kupanın
yarı finalinde eledikleri Uruguay’ın savunma
oyuncusuydu ve Puskas’ı savunmak görevlerinden
biriydi. Paraguay ve Barcelona forması giyen
Eulogio Martinez ile birlikte hepsi, ilginçtir 1962’de
İspanya için ter dökecekti. Hatta sakatlanmasa,
kendini bir kozmopolitan olarak adlandıran, daha
önce Çekoslovakya ve Macaristan adına oynamış,
Polonya ve Slovakya kökeni de olan Barcelona’nın
efsane forveti Laszlo Kubala da... Velakin La Roja
yine de ilk turun ötesine geçmeyi başaramadı.
FIFA bu turnuvadan sonra Dünya Kupası elemeleri
ya da finallerinde forma giymiş bir futbolcunun bir
başka milli takım için oynayamamasını düzenleyen
kuralı yürürlüğe koydu.
Futbolun yavaş yavaş Avrupa ve Güney Amerika
tekelindeki endüstrileşmeden çıkıp, Afrika ve
Asya ülkelerinde de ilerlemeye başlamasıyla yeni
bir ikilem daha doğdu. Uluslararası turnuvalarda
boy gösterip başarılı olmak için yeterli zenginlikte
futbolcu havuzuna sahip olmayan bu ülkeler
de devşirme yoluna gitti. İlk hedefleri de kendi
milli takımlarında forma giyememiş Brezilyalı
futbolculardı.
Emerson Passos, Marconi Amaral, Fabio Cesar bu
şekilde Katar forması giydi. Togo Milli Takımı’nın
2004 Afrika Uluslar Kupası elemelerinde ülkeyle
hiçbir bağlantısı olmayan tam altı Brezilyalı
futbolcuyu oynatmasıyla durum vıcık vıcık bir hâl
aldı.
2004 yılında FIFA acil toplanarak, milli takımlarda
oynama şartlarında yenilemeye gitti. Başka milli
takımlarda oynayacak futbolcuların ya o ülkeyle
kan bağının olmasını ya da en az iki sene o ülkede
futbol oynayarak ikâmet etme zorunluluğunu
getirdi.Ekvatoral Gine için bunun pek işe yarayan
bir tedbir olduğunu söylemek güç. Zira 2006
yılındaki CEMAC Kupası ve 2008 Afrika Uluslar
Kupası elemelerinde, ülkenin Spor Bakanı
Ruslang Nsue’nin emriyle sekiz Brezilyalı futbolcu
devşirilerek oynatıldı.
Sepp Blatter daha fazla dayanamayarak BBC’ye
verdiği demeçte “Brezilya’da 60 milyon futbolcu
var, ülkede her üç kişiden biri futbol oynuyor.
Bu maskaralık durmazsa, bu istilanın icabına
bakılmazsa 2014 ve 2018 Dünya Kupası’nda boy
gösterecek 32 takımın 16’sı tamamen Brezilyalı
oyunculardan oluşacak.” dedi. Yabancı sınırlaması
ve vatandaşlık şartları hakkında ilgili kurumlarla
resmi girişimler yapılsa da FIFA kendi işini yine
kendi gördü.
2008 yılında toplanan kongrede FIFA bir kez daha
millilik kıstaslarını revize ederek, iki yıllık ikâmet
süresini beş yıla çıkardı. Bu karardan sonra Deco,
Pepe, Marcos Senna, Eduardo, Marco Aurelio
gibi Brezilya doğumlu futbolcular başka ülke milli
takımlarında forma giydi.
FIFA istilanın önünü kesti ama başta konu edilen
milli takım değiştirme meselesinde hâlâ bir
boşluk olduğu gerçeği değişmedi. Zira Brezilya ve
İspanya federasyonları arasındaki bir çekişme, 2014
Dünya Kupası öncesinde futbolun hiç soğumayan
gündemlerinden birini oluşturuyor. Atletico Madrid
forması giyen Diego Costa’nın hangi milli takımda
forma giyeceğine dair haberler manşetlerden inmiyor.
Luiz Felipe Scolari tarafından 2013
Konfederasyonlar Kupası öncesinde, Mart ayındaki
İtalya ve Rusya hazırlık maçlarında kadroya
çağırılan ancak sadece beş dakika şans bulan,
Sao Paolo/Brezilya doğumlu Diego Costa, yazın
oynanan turnuvanın kadrosuna alınmamıştı.
Neymar, Fred, Hulk, Jo ve Leandro Damiao gibi
mevkidaşlarının arasında sivrilemedi. Altı yılı aşkın
bir süredir İspanya’da futbol oynayan Diego Costa,
ne ironiktir ki, Brezilya’nın İspanya’yı finalde ezerek
yendiği Konfederasyonlar Kupası’nın bitiminden tam
beş gün sonra İspanya vatandaşlığına kabul edildi.
Torres ve Villa ikilisinin 2008’de olduğu kadar
güven vermemesi, 2012’yi Fabregas’tan sahte 9
yaratarak şampiyon kapatan İspanya, 2014’te işini
şansa bırakmak istemedi ve bu sene La Liga’nın
tozunu atan Diego Costa’yı milli takıma davet
etti. 24 yaşındaki başarılı santrfor, her ne kadar
Brezilya forması giymiş olsa da, söz konusu maçlar
resmi bir turnuvada değil hazırlık seviyesinde
gerçekleştiği için FIFA tarafından bir problem teşkil
etmiyor.
Brezilya Futbol Federasyonu, bu gelişme
sonrasında, İspanyol asıllı başkan Jose Maria
Marin nezdinde, Diego Costa için sonuna kadar
savaşacaklarını açıkladı ve konuyu FIFA’nın
uyuşmazlık kuruluna taşıdılar.
Fred’in sakatlığı, Damiao ve Hulk’un formsuzluğu,
Jo’nun bu seviye için henüz kendini kanıtlamaması
sonrası Brezilya’nın hücumda fazlasıyla Neymar’a
bağımlı bir takım hâline gelmesi, santrfor
rotasyonunda sorun yaşayan Brezilya’nın daha 5
ay önce 5 dakika forma verdikleri Diego Costa için
şimdi gemileri yakmasında hayli etkili olsa gerek.
Özellikle de, futbolcunun kupada Brezilya’nın
en önemli rakiplerinden biri olan son şampiyon
İspanya’ya gitmesinden endişe ediyorlar.
Etmeliler de; zira Diego Costa yazılı olarak İspanya
için oynamak istediğini Brezilya federasyonuna
bildirdi. Teknik direktör Luiz Felipe Scolari, bunun
üzerine daha önce yüzüne bakmadığı Diego
Costa’yı için flaş bir açıklama yaparak; “Kendi
ülkesinde düzenlenecek bir Dünya Kupası’nda,
beş kez Dünya şampiyonu olmuş milli takımının
formasını giymeyi reddetmek, milyonların hayâline
sırt çevirmektir.” dedi ve bir nevi Diego Costa’yı
halkın önüne attı. Brezilya Futbol Federasyonu
da futbolcunun vatandaşlıktan çıkarılması için
Adalet Bakanlığına başvurmakla tehdit etti ve
olası bir İspanya seçimini zorlaştırmak için elinden
geleni yaptı. Lionel Messi’yi zamanında Arjantin’e
kaptıran İspanya da Diego Costa konusunda
kararlılığını sürdürüyor.
Diego Costa’dan farklı olarak, Dünya’da şu an
birden fazla milli takım için forma giyme ihtimali
olan onlarca yetenekli futbolcu var. Rumen anne,
Nijeryalı babadan olma, İngiltere, İskoçya ve
İspanya’da futbol oynamış olan Ikechi Anya söz
konusu ülkelerin her birinin milli takımında forma
giymek için uygundu. Şu an Manchester United
forması giyen, Arnavut asıllı Kosova göçmeni bir
ailenin Belçika’dan doğan oğlu, 18 yaşındaki Adnan
Januzaj ise işleri iyice arap saçına çevirebilir. Belçika,
Arnavutluk ve Kosova federasyonlarının yanı
sıra, Sırbistan, Hırvatistan ve Türkiye’de yaşayan
akrabaları ve kan bağı olan Adnan Januzaj için ilgi
had safhada.
Futbolun vatansızları ya da çok vatanlıları,
kültürel açıdan sınırları artık kaybolmaya
başlayan Dünya’da artmaya devam edecek. 20
yıl öncesinde, her ülkenin kendine has bir futbol
karakteriyle eşlendiği dönemden, sermayeyi
elinde tutan Avrupa’nın tam bir ithalat merkezi
olmasıyla artık neredeyse tamamen çıkıldı ve bir
kaç istisna dışında ulusal bir tarzdan, hatta temel
bir çerçeveden bahsetmek dahi zor. Ekollerin
çarpışması olarak hevesle beklenen uluslararası
turnuvalar, artık kimilerine göre dört yılda bir
düzenlenen lig karmalarından öte değil. Hatta
katılımcı sayısının artırılarak, düşük profilli
ülkelerin turnuvalara alınması, 2010’da pek çok
taraftarın ilk turdaki futbolu görüp Şampiyonlar
Ligi’ni daha üst bir seviyeye koymasıyla özelliğini
yitirdi bile.
Uğur Karakullukçu
Türkiye
HF102
HOCA ACEMi AMA…
Sezona sürpriz bir görevlendirmeyle Roberto Carlos yönetiminde giren
Sivasspor, lige beklentilerin üzerinde iyi bir başlangıç yaptı.
Epey tartışma yaratan bir kararın ardından
Sivasspor’da ‘yönetici’ sıfatıyla kulübede teknik
adam rolüne soyunmasına izin verilen Roberto
Carlos’un bu roldeki ilk deneyiminin sadece
Türkiye’de değil, uluslararası çapta ilgi çekmesi,
lige renk katması bekleniyordu. Brezilyalının
teknik direktör sıfatıyla verdiği ilk demeç ise
aslında farkında olmadan Sivasspor’un nasıl
bir yöne gideceğini bizlere gösteriyor gibiydi:
“Teknik direktörlük anlamında ilk tecrübem
olabilir ama futbolun içinde uzun yıllardır varım.
Bu tecrübelerimi de onlara aktaracağım.” Roberto
Carlos haklı çünkü kariyerinin son dönemindeki
Carlos’un bir yansıması vardı sahada. Sansasyonel
goller atan, hücumda etkili ancak savunması ciddi
soru işareti…Takımın Rıza Çalımbay döneminden
bu yana alışkın olduğu 4-2-3-1 dizilişini bozmayan
Carlos’un Sivas’ında bazı değişiklikler göze çarpıyor.
Bunların en başında hücumun temel parçalarının
değişmesi geliyor. Geçen sezonun ikinci yarısını
formsuz geçiren Kamil Grosicki 6+4 kuralının
devreye girişiyle rotasyondan iyice silinirken, Atıf’la
birlikte takımın hücumdaki yaratıcılığını sağlama
rolü Erman Kılıç’ın da takımdan ayrılmasıyla
birlikte Aydın Karabulut’a kalmış durumda.
Neredeyse Süper Lig’den silinme noktasına
gelen, güvenilmez bir oyuncu imajı iyiden iyiye
yerleşmişken Carlos’un ekibinde bulduğu şansı iyi
değerlendiren Aydın’ın yanı sıra takımın en uçtaki
opsiyonları da tamamen değişmiş durumda.
Geçtiğimiz senelerde İstanbul takımlarıyla da
adı anılan Djebbour gibi klas bir golcüyü kadroya
katan Sivas, maç eksiği olan Cezayirliyi yavaş yavaş
takıma ısındırdı. Ayrıca yine ismi geniş kitlelerce
bilinen Utaka zaman zaman 9 numara zaman
zaman 3’lünün bir parçası olarak rol alan bir diğer
oyuncu.
Cicinho etkisi
Tüm bu köklü değişikliklere karşın kabul etmek
gerekir ki Sivasspor’un mevcut kimliğini en
iyi anlatan, takımın olmazsa olmazlarından
biri haline gelen isim Cicinho. Kariyerinde Real
Madrid, Roma gibi üst düzey ekipler de bulunan
Cicinho artık köyüne geri dönmüş, ununu eleyip
eleğini asmış bir görüntü içindeydi ancak 33’lük
Brezilyalı, vatandaşının çağrısıyla Türkiye’ye
gelişinin sadece cebini doldurmak olmadığını
net bir şekilde gösterdi. Sivasspor akınlarına sağ
bekten yaptığı çıkışlarla derinlik kazandıran Cicinho
yaptığı öldürücü ortalarla da takımın ana hücum
opsiyonlarından biri haline geldi. Yaptığı asist
sayısı ise şimdilik 6! Özellikle ligdeki ilk maçlarında
savunma hattı olarak bütünlük yakalanamaması
sebebiyle yenilen bazı gollerde de pay sahibi olsa
da bu sorunun üzerinde çalıştıkları belli.
Savunmayı önde kuran ve hücumu düşünen bir
takımda savunmacı olmak zordur, hele ki oturmuş
ve birbirini tanıyan bir dörtlü yoksa zaman zaman
faciaya davetiye de çıkabilir. Bu süreçte Fenerbahçe
ve Kasımpaşa gibi iki kötü sınav verilse de bu iki
ekibin 9 hafta sonunda ligin ilk iki sırasında yer
aldığını da unutmamakta fayda var. Gün geçtikçe
de uyum konusunda mesafe kat ediyorlar.
Roberto Carlos’un Sivasspor’u henüz Rıza
Çalımbay döneminin zirve performansını
yakalamak adına çalışmak ve üzerine koymak
zorunda. Özellikle savunma cephesinde hala
hücum kapasitesi yüksek takımlara karşı sorun
yaşama riski hala mevcut. Buna karşın başarılı
duran toplarından Portekizli stoper Manuel Da
Costa başta olmak üzere birçok oyuncusunun
ortaya koyduğu şut tehditine, kanat akınlarından
Aatif’ın sürpriz koşularına kadar birçok hücum
seçeneği bulunan bir takım olmaları lige şüphesiz
renk katıyor. Bu farklılığı istikrarlı bir performansa
dönüştürüp lig sonu hedeflerine ulaşıp
ulaşmayacaklarını görmek için daha zaman var.
Fakat şimdiden şu söylenebilir ki Elazığspor’da
Trond Sollied’in erkenden tattığı tırpanı yemesi ilk
beklenen, ‘acemi hoca’ etiketli Carlos, Sivas gibi
yabancılar için güçlük çekilebilecek bir şehirde kısa
sürede yaptıklarıyla önyargıları büyük ölçüde kırdı.
Aslıhan Karlıdağ
Konak Belediyespor Özel HF102
KADINLARIN
DEVLER LiGi
UEFA Kadınlar Şampiyonlar Ligi’nde Konak Belediyespor son 16’ya
kalarak tarih yazdı. Turnuvanın genel hatlarını derledik.
Nedir, ne değildir?
Kadınlar Şampiyonlar Ligi, 2001/02 sezonunda
UEFA Kadınlar Kupası adı altında kuruldu. 2009/10
sezonunda UEFA Kadınlar Şampiyonlar Ligi adını
aldı. UEFA kuralları gereği Kadınlar Şampiyonlar
Ligi final maçı Erkekler Şampiyonlar Ligi final
maçıyla aynı hafta ve erkeklerin oynayacağı
stadyumla aynı şehirdeki bir statta oynanıyor.
Kadınlar Şampiyonlar Ligi’nin statüsü erkeklerden
biraz farklı. UEFA sıralamasın ilk 8’deki ülkeler
2’şer takımla turnuvaya katılırken, diğer ülkeler
1’er takımla katılabiliyor. Tek istisna önceki yılın
Şampiyonlar Ligi şampiyonu olan takıma tanınıyor.
Son şampiyon ertesi yıl kendi liginde ilk iki sırayı
elde edemese de bu takım için ekstra kontenjan
açılıyor.
Turnuva, dörder takımdan oluşan eleme
gruplarıyla başlıyor. Maçlar gruptaki takımlardan
birinin ülkesinde tek maç üzerinden oynanıyor.
Grup liderleri ile katılan takım sayısına göre en
iyi ikinciler son 32’ye kalıyor. Seri başı takımlar
turnuvaya bu noktadan itibaren dâhil oluyor.
Bundan sonrası erkekler futbolunda olduğu gibi
finale kadar çift maç eleme usulü ile devam ediyor.
2013 sezonu
Bu yıl eleme maçları toplam 8 grupta oynandı. 1. gruptaki temsilcimiz Konak Belediyespor 3
maçta aldığı 9 puan ile grup lideri olarak son 32’ye
kalmayı başardı. Şampiyonlar Ligi’nin en büyük
sürprizini İzmir takımının elde ettiğini söylesek
abartmış olmayız. UEFA da öyle düşünüyor olacak
ki web sitesinde Konak Belediyespor’un görsellerini
çokça kullanıyor.
Son yıllarda İspanya’da kadınlar futbolu önemli
bir yükselişte. Avrupa Şampiyonası’nda çeyrek
final gördüler. Kulüpler bazında ise, Barcelona’nın
tarihinde ilk defa çeyrek finale çıkma şansı oldukça
fazla. Barcelona son 16’da İsviçre’nin Zürich takımı
ile oynayacak.
Geçen yılın şampiyonu Wolfsburg, Malmö ile
karşılaşacak. Wolfsburg bu maçın favorisi olarak
gösteriliyor. Arsenal ise İskoçya’nın Glasgow City
takımıyla çeyrek final mücadelesi verecek.
Konak Belediyespor, Avusturya temsilcisi
Neulengbach ile 10 Kasım ve 14 Kasım’da çeyrek
final için sahaya çıkacak. Konak’tan yeni bir sürpriz
daha bekliyoruz.
Son 32’de en şanssız kurayı, İsveç’in tecrübeli
ekibi Tyresö ile eşleşen Paris Saint-Germain çekti.
Desplasmanda 2-1’lik galibiyet elde eden Tyresö,
Fransa’da 0-0 berabere kalarak, Paris SaintGermain’in hayallerini yıktı. Katarlı yatırımcıların
Fransa kadın futbolunda Lyon saltanatına son
vermek için yaptığı hamleler, maalesef bu sene
sonuç vermedi.
Şampiyonlar Ligi’nin favorileri arasında gösterilen
Arsenal, Lyon, Potsdam ve Wolfsburg’la eşleşen
takımları da turnuvanın şanssız takımları
kategorisinde değerlendirebiliriz. Arsenal,
Kazakistan temsilcisi Kairat ‘ı 7-1 ve 11-1’lik skorlarla
eledi. Almanya’nın güçlü takımlarından Potsdam,
Macaristan’ın MTK Hungaria takımını 5-0 ve 6-0
yendi. Geçen yılın şampiyonu Woflsburg, Estonyalı
Parnu’yu ilk maçta 14-0 ikinci maçta 13-0 yenerek
şampiyonlar liginin en farklı skorlarına imzasını
attı. Lyon ise, Hollanda’nın Twente takımını
deplasmanda 4-0, kendi sahasında ise 6-0’lık
skorlarla eledi.
Son 16’daki Lyon-Potsdam eşleşmesi için klişe
“erken final” tabirini kullanmak çok yerinde
olacak. Nitekim iki takım 2010 ve 2011 yıllarındaki
finallerde karşı karşıya gelmiş, 2010’da Postdam,
2011’de ise Lyon kupaya uzanmıştı. İki güçlü
ekipten birinin çeyrek finale çıkmadan elenecek
olması, finalde sürpriz bir takımı görme
ihtimalimizi kuvvetlendiriyor.
Konak Belediyespor’un son 16’daki rakibi Neulengbach.
Alman ekibi Wolfsburg, geçtiğimiz sezon Lyon’un 2
yıllık ambargosuna son verip şampiyon olmuştu.
Aslıhan Karlıdağ
Konak Belediyespor Özel HF102
MUCiZENiN ADI
KONAK BELEDİYESPOR
Kısa zamanda büyük işler başaran Konak Belediyespor takdiri hak ediyor.
Mucize kadınlar, Şampiyonlar Ligi’nde de son 16’ya kalarak tarih yazdılar.
K
onak Belediyespor; çoğunluğu, ‘kadınlar
futboldan anlamaz’ mottosunu benimsemiş,
hatta daha da ileri gidip ‘Akli ve hormonal dengesi
yerinde olan hiçbir kadın futbolla ilgilenmez’
görüşünü benimseyenlerin ülkesinde bir mucizeye
imza attı. İzmir takımı, Türkiye kadınlar futbolu
tarihinde Şampiyonlar Ligi’nde gruplardan çıkmayı
başaran ilk takım oldu. Bununla da yetinmeyip bir
tur daha geçerek son 16’da çeyrek final mücadelesi
vermeye hak kazandı. 2004 yılında kepenkleri
indirilen Türkiye Kadınlar Futbol Ligi, UEFA
sopasıyla 2006 yılında tekrar hayat bulmuştu.
Asıl adı Konak Belediyesi Gençlik Spor Kulübü
de bu tarihte, yani 2006’da kuruldu. İlk yıllarında
pek başarılı sonuçlar alamayan takım, 2009
yılında Hakan Tartan’ın Konak Belediye Başkanı
olması ile bir değişim geçirdi. 2009/10 sezonunda
Türkiye Kadınlar 1.Futbol Ligi üçüncüsü olarak
ilk önemli başarılarını elde ederlerken 2010/11
sezonunda lig ikincisi, geçen sezon da şampiyon
olarak ivmesini sürdürdü. Bu başarılarda teknik
direktör Hüseyin Tavur’un hakkını vermek gerekir.
2007/08 sezonunda Konak Belediyespor’un başına
geçen Tavur, kuşkusuz takıma en çok katkısı olan
isimlerin başında geliyor.
Rakiplerinin imkanlarının çok daha azına sahip,
ülkede kimsenin farkında bile olmadığı bir takımın
Şampiyonlar Ligi’nde gruptan çıkması bile büyük
bir başarıyken, son 16’ya kalmanın ne kadar
büyük bir başarı olduğunu anlatmaya kelimeler
yetmez. Geçen yıl 307 milyon lira bütçesi olan
ve 32 milyon lira kar açıklayan TFF’nin, Konak
Belediyespor’a layık gördüğü şampiyonluk primi
ise sadece 30 bin lira olmuştu. Hal böyle olunca
Türkiye’de kadın futbol takımları kişilerin özel
çabalarıyla bir yerlere gelebiliyor.
Konak Belediyespor büyük düşünüp, doğru
yatırımlar yapılarak başarıya ulaşılacağının
çok iyi bir örneği. Türkiye’de kadın futbol
takımlarının çok büyük bir çoğunluğu yabancı
kontenjanını kullanmazken Konak üç yabancı
hakkını da kullandı. Romanya’dan Cosmina
Duşa , Raluca Sarghe, Gürcistan’dan Ninia
Sutidze transfer edilmesi, hedefin Türkiye ligi
ile sınırlandırılmadığını gösteriyordu. Daha önce
hiç Şampiyonlar Ligi tecrübesi olmayan Konak
Belediyespor’da özellikle Raluca Sarghe, 35 maçlık
Şampiyonlar Ligi tecrübesiyle Avrupa arenasında
çok önemli bir katkı sağladı. Şampiyonlar Ligi’nde
23 golü bulunan Cosmina Duşa ise gol yollarında
Konak’ın en önemli kozlarından biri oldu.
Şampiyonlar Ligi mucizesi
İzmir ekibi 2012/13 sezonunda tarihinin ilk lig
şampiyonluğunu, son şampiyon Ataşehirspor’u
8 puan geride bırakarak elde etmişti. Bu
şampiyonluk Konak Belediyespor’a Şampiyonlar
Ligi kapılarını açtı. Konak Belediyespor grup
maçlarında ilk sürprizini yaptı. Grubunda Bosna
Hersek’ten Sarajevo, Bulgaristan’dan NSA Sofia ve
Galler’den Cardiff City yer alıyordu. Grubun favorisi
daha önce 10 defa Şampiyonlar Ligi’ne katılmış
olan Sarajevo idi. NSA Sofia ise grubun diğer iddialı
takımıydı. Açıkçası hiç kimse Konak Belediyespor’a
şans vermiyordu. Ama İzmir’in kadınları bizleri
fena halde yanılttı. 3 maçını da kazanarak gruptan
çıkmayı başardılar. Grup maçlarında toplam 5 gol
atıp, kalelerinde sadece 1 gol gördüler. Konak
Belediyespor artık son 32 takım içindedir.
Futbolda kura çekimindeki şans faktörünün bir
takımın, hatta bir ülkenin kaderinde önemli bir
yere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Kura çekiminde
iyi şans melekleri Konak’ın yanındaydı. Muhtemel
rakipler arasında Lyon, Wolfsburg, PSG, Potsdam,
Tyresö gibi çok güçlü takımlar varken, son 32’de
Polonya’nın Unia Racibórz takımıyla, son 16’da ise
Neulengbach - Apollon galibiyle eşleştiler.
Tabii şunu unutmamak gerekiyor, son 32’de ve
özellikle 16’da tüm takımlar Konak’tan daha
tecrübeli ve ülkelerinde daha oturmuş bir ligleri var.
Unia Racibórz zaferi
Unia Racibórz 1946 yılında kurulmuş köklü bir
kulüp. 2009 yılından beri her yıl UEFA Kadınlar
Şampiyonlar Ligi’ne katılıyor. Fakat son 32’nin
ötesine bir türlü geçemeyen bir takım. Bu yıl
da kaderleri aynı oldu. Konak, Unia Racibórz
ile ilk maç İzmir Alsancak Stadı’nda yaklaşık
3.500 kişilik izleyicinin önünde oynadı. Özellikle
kadın dernekleri maça büyük ilgi gösterdi. Maçın
ücretsiz izlenmesini sağlayan Konak Belediyesi’ne
bir teşekkür borcumuz var. Racibórz Türkiye’ye
kendinden çok emin gelmişti. Maçın hemen başına
Cosmina Duşa’nın golü gelince, Konak maça
moralli başlamış oldu. 30. dakikada Sevgi skoru
2-0’a getirince Unia Racibórz işlerin düşündükleri
gibi gitmeyeceğini anladı. Rakibimiz ilk yarının
sonunda bulduğu golle skoru 2-1’e getirmeyi
başardı. İkinci yarı da Polonyalıların baskısıyla geçti.
Neyse ki kaleci Fatma günündeydi, maç bu skorla
sona erdi. Polonya’daki maçta Unia Racibórz yine
baskılı bir oyun ortaya koydu. Maçın başında Konak
önemli pozisyonlar buldu fakat değerlendiremedi.
Bu karşılaşmada Fatma’nın kariyerinin o güne
kadarki en iyi maçlarından birini çıkardığını
söyleyebiliriz. Maç sonu tabeladaki 0-0’lık skorla
Konak Belediyespor, Kadınlar Şampiyonlar Ligi’nde
son 16’ya kalarak, Türk futbol tarihinin en önemli
başarılarından birine imza attı.
Sıradaki rakip Neulengbach
Son 16’da ise Apollon’u eleyen Neulengbach
Konak’ın rakibi oldu. İlk maç 10 Kasım’da saat
13:00’de İzmir Alsancak Stadı’nda oynanacak. TFF
yine mükemmel (!) bir planlama örneği göstererek
Fenerbahçe-Galatasaray maçını aynı güne koydu.
Böylece günübirlik İzmir’e gitmek isteyecek
futbolseverlerin önüne önemli bir set çekmiş oldu.
Neulengbach 2008/09 sezonundan beri
şampiyonlar liginde mücadele eden Avusturya
temsilcisi üç defa son 16’ya kalma başarısını
gösterdi. Nina Burger en skorer oyuncuları.
Konaklı oyuncular kendilerine güveniyorlar. Bu
turu da geçip çeyrek finale adlarını yazdırmak
istiyorlar. Bize de onları desteklemek düşüyor.
Tüm futbolseverleri tarihe tanıklık etmek için 10
Kasım’da İzmir’e bekliyoruz.
Aslıhan Karlıdağ
Konak Belediyespor Özel HF102
‘‘iNANDIK,
ENGELLERi
AŞACAĞIZ’’
Kendi emeklerimiz ve gayretleri ile
buralara kadar gelen ve hâlâ ilgi odağı
olamayan Konak Belediyespor, Kaptan
Gamze önderliğinde çeyrek finale çıkarak
yeni bir tarih yazmak peşinde.
Gamze İskeçeli, çocukluğunda koştuğu topun
peşini bırakmayan, ona sıkı sıkıya sarılan bir kadın.
1999 yılından beri yeşil sahalarda boy gösteren,
aktif futbolculuğun yanı sıra beden eğtimi
öğretmenliği ve antrenörlük de yapan komple
bir sporcu. Gamze, UEFA Kadınlar Şampiyonlar
Ligi’nde son 16 takım arasına adını yazdırmayı
başaran Konak Belediyespor’un en tecrübeli
oyuncusu. Aynı zamanda takımının en golcü
futbolculardan biri. Çeyrek final yolunda kendisine
ve takımına başarı dileyip sözü Gamze’ye
bırakalım;
Öncelikle bize biraz kendinden söz eder misin?
Gamze İskeçeli kimdir? Futbola nasıl başladı?
Hangi mevkide oynuyor? 26 Mayıs 1983 İzmir doğumluyum. Aslen
İzmirliyim. Ankara Gazi Üniversitesi Beden Eğitimi
Öğretmenlik mezunuyum. 6 yıldır İzmir’de Beden
eğitimi öğretmeni olarak görev yapıyorum.
6 yaşında erkek arkadaşlarımla sokakta top
oynayarak tanıştım futbolla, daha sonra İzmirspor
altyapısında erkeklerle oynayarak yetiştim. Şu
anda Konak Belediyespor’da forvet oynuyorum. Hangi takımlarda forma giydin?
Toplam kaç golün var? Oynadığım kulüpler; İzmir Öztürkspor, Van
Eğitimspor, Gazi Üniversitesispor, Bucaspor ve
Konak Belediyespor. 94 lig maçında 72 golüm var. Konak Belediyespor uzun süredir birlikte
oynayan bir ekip mi? Bu yıl şampiyon kadroyu
koruduğunuzu söyleyebiliriz sanırım. Ben 2009 yılından beri Konak Belediyespor
formasını giyiyorum. Yeni transferlerimiz ile
birlikte 2 yıldır birlikte oynayan bir ekibiz. Bu yıl 3
yeni transferimiz daha oldu. Her yıl Hüseyin Tavur
hocamız ihtiyaç duydukça transfer yapıyoruz tabi ki.
Yabancı oyuncuların takıma katkısı hakkında ne
düşünüyorsun? Türkiye’de birçok takımın yabancı
kontenjanını kullanmadığını biliyoruz.
Yabancı oyuncularımızın takıma katkısı tartışmasız
çok büyük. Duşa, Raluca ve Ninia’nın futbol kalitesi
bizim takım olarak daha iyi olmamızı sağladı.
Yabancı kontenjanını kullanan 1-2 takım var
Türkiye ‘de ve onlarla oynadığımız zaman daha
çekişmeli ve kaliteli maçlar çıkıyor ortaya. Keşke
imkan olsa da, her kulübün yabancı oyuncusu
olabilse. “Ailemizden çok birbirimizle vakit
geçiriyoruz”
Takımdaki arkadaşlık ortamı nasıl? Çok iyi, arkadaşlıktan öte aile gibi olduk biz artık,
çünkü ailemizden çok birbirimizi görüp birlikte
vakit geçiriyoruz. Bu da başarıyı getiriyor. Konak Belediyespor 2006 yılında Türkiye’de
kadınlar futbol ligi tekrar başlatıldığında kurulan
bir takım. 2009’da ligi 3. bitirdikten sonra ertesi yıl
ikincilik geldi ve sonrasında da şampiyonluk. Konak
Belediyespor’a son 2-3 yılda ne oldu? Sihirli bir
değnek mi değdi? Evet sihirli değneğimiz başkanımız Hakan Tartan
oldu, bize çok destek verdi ve başarı geldi. Zaten
iyi bir takımdık uzun bir süre birlikte oynamıştık.
Yapılan kaliteli transfer ve takviyeler ile daha da iyi
olduk. Açık konuşmak gerekirse kimse Konak
Belediyespor’un Şampiyonlar Ligi’nde gruptan
çıkabileceğini düşünmüyordu. Türk futbol
tarihinde ilk defa kadınlar futbolunda bir takım
grupları geçti. Ve siz bununla yetinmeyip son 16’ya
kaldınız. Bu başarıyı neye bağlıyorsun? Biz inanmıştık ve iyi bir kura çekince de daha çok
inandık ve çok çalıştık, başardık. Hepimiz ilk olup
tarihe geçtiğimiz için çok mutluyuz tabi ki. Gruptan
çıktıktan sonra başkanımız Hakan Tartan’ın çektiği
kurayı da öğrenince hedefimizi büyütüp son 8
dedik, yani çeyrek final. Bu bizim için imkansız
değil, çok yaklaştık ve başaracağız. Daha öncede
dediğim gibi aile ortamı var bizim takımda, başarıyı en çok buna bağlıyorum. “Destek olduğu sürece başarı baki”
Sence başarınız kalıcı olacak mı? Konak
Belediyespor bundan sonra Şampiyonlar Ligi’nin
gedikli takımlarından biri olabilir mi? Olması için
neler yapılmalı? Başkanımız bize destek olduğu sürece Konak
Belediyespor’un başarısı baki kalacaktır eminim.
Çünkü maalesef bize çok fazla dışarıdan destek
olunmadı, kendi emeklerimiz ve gayretlerimiz ile
buralara kadar geldik. Şampiyonlar Ligi maçlarına nasıl
hazırlanıyorsunuz? Maçlardan kaç gün önce kampa
giriyorsunuz? En son oynanan şampiyonlar ligi maçından beş
gün önce kampa girdik ve çok iyi hazırlandık. Şampiyonlar Ligi atmosferi nasıl? Sizleri nasıl
etkiliyor? Harika bir atmosfer, tarifi yok. Büyük bir onur ve
gurur, herkesin yaşaması gerek. Milli duygularımız
da devreye girdiği zaman zaten o atmosferde
savaşıyorsun, kaybetmiyorsun. Grup maçlarında ikinci maçınızı grubun favorisi
ve ev sahibi Sarejova ile oynadınız. Ve ilk yarının
uzatma dakikalarında kalenizde bir penaltı golü
gördünüz. Devre arasında soyunma odasında neler
konuşuldu? “Eyvah, eleniyoruz galiba” dediniz mi?
Racibórz maçından sonra unutamadığımız
en önemli maç ev sahibi Sarajevo maçı tabi
ki. 1-0 mağlup girdik soyunma odasına ancak
biz Sarajevo’dan daha iyi bir ekip olduğumuzu
biliyorduk. İlk yarı çok pozisyon harcamıştık,
şanssızdık. Soyunma odasına girdiğimizde,
hiçbirimiz umutsuzluğa kapılmamıştık, daha
çok kenetlendik ve hırslandık. Bu maçı almamız
gerekiyordu, ikinci yarıya bu azimle çıktık, 78. ve
85. dakikalarda da gollerimizi atarak 2-1 galip
ayrıldık. Gruptan çıkmayı o maçı alarak garantiledik
ve çok güzel bir mutluluktu oradaki.
Unia Racibórz’u kendi evinizde 2-1 yendiniz.
Bu aslında rövanş maçı için riskli bir skordur.
Polonya’daki maç nasıl geçti sizin açınızdan?
Kaleciniz Fatma Şahin’in önemli kurtarışları oldu.
Hiç stres yapmadık. Oraya beraberlik için gitmedik,
amacımız ilk 15 dakikada orada gol bulup işimizi
daha da kolaylaştırmaktı ama nasip olmadı gol
atmak. İlk yarı maç ortada geçti fakat 2. yarı
Racibórz takımı bizden daha atak oynadı fakat
Kalecimizi Fatma ve defans oyuncularımız o maçta
çok iyilerdi, takım olarak da çok iyi mücadele
ettik ve çok koştuk. Gol yemeden bitirdik maçı.
Ve maçtan sonra hepimizin mutluluk gözyaşları
vardı. Bu sonuçla unutamadığımız en güzel maç
Polonya’daki maç oldu.
“Takım olarak inandık”
Son 16’da Avusturya’nın güçlü ekiplerinden
Neulengbach ile karşılaşacaksınız. Daha önce
11 defa Şampiyonlar Ligi’ne katılan tecrübeli bir
takım. Bu maçla ilgili görüşlerin neler? Çeyrek final
şansınızı nasıl değerlendiriyorsun?
Finale giden yolda önümüze çıkan rakiplerden
biri olan Avusturyalı ekip daha tecrübeli ama biz
de kaliteli bir takımız ve çok istiyoruz o kupayı.
Biz takım olarak inandık ve finale giden yolda
engellerin hepsini aşıp o kupaya uzanmayı
hedefliyoruz. Bunun için de çok çalışıyoruz.
Şansımız yüksek, inşallah çeyrek finale adımızı
yazdıracağız.
Son 16’ya kaldıktan sonra sizlere olan ilginin
arttığını söyleyebilir miyiz? Kadın futbolunda da
sence voleyboldaki gibi başarı geldikçe ilgi artacak
mı? Son 16’ya kaldıktan sonra ilgi biraz olsun artmaya
başladı fakat bence hala az. Bizim durumumuzda
erkek futbol takımlarından biri olsaydı, basının
ilgisi çok daha fazla olurdu, bizimki hala yetersiz
bence. Ancak başarı geldikçe ilginin artacağını
umuyorum. Türkiye’de ligler başlamadan Şampiyonlar Ligi ve
Dünya Kupası grup eleme maçları oynadınız. Sence
bu sizin için bir avantaj mı dezavantaj mı? Türkiye
Kadınlar 1. Futbol Ligi’nin planlamasını doğru
buluyor musun? Hem avantaj, hem dezavantaj. Lig için avantaj
çünkü çok iyiyiz ve hazır durumdayız lige. Fakat
Milli takımda antrenman yapamadan gelen
arkadaşlarımız var ve bu durum bir dezavantaj.
Ligler daha erken başlamalı ve daha çok maç
yapmalıyız. “Başarı milli takımda da gelebilir”
Milli takım kariyerinden biraz söz eder misin? Kaç
defa milli formayı giydin? İlk ne zaman milli takıma
seçildin? İlk kez 2000 yılında Milli takıma seçildim.
Toplamda 26 kez, U-19 ve A Milli takım formalarını
giydim. Milli takım düzeyinde maalesef pek başarılı
sonuçlar alamıyoruz. Bunu neye bağlıyorsun? Çok
şanssız kuralar çektiğimizi de belirtmek gerekir
sanırım. Avrupa Şampiyonası elemelerinde
Almanya ve İspanya ile aynı gruptaydık. Şimdi
Dünya Kupası elemelerinde İngiltere ile aynı
gruptayız.
Gruptan ilk iki çıkacak ve ikinci olma şansımızı
kaybetmiş değiliz. Kötü olan ilk iki maçımızın
İngiltere ile olması, gruptaki diğer takımları
yeneceğimizi düşünüyorum. Bu yıl başarı milli
takımda da gelebilir, zor değil. Bu yıl milli takımda hoca değişikliği de yaşandı.
Ogün Hoca (Temizkanoğlu) gitti yerine Nur
Mustafa Gülen ve ekibi geldi. Yeni hoca ile bu yıl
şeytanın bacağını kırıp Kanada’ya gidebilecek
miyiz? Ogün Hoca ile çalışmadım hiç bilmiyorum ama
Mustafa Hoca ile çalıştım. Ben bu yıl başarının
geleceğini düşünüyorum. Federasyonun kadın futboluna yeterli ilgiyi
gösterdiğini düşünüyor musun? Yorum yapmak istemiyorum. TFF’nin müsabaka yönetmeliğine göre 31.12.1984
ve öncesi doğmuş olan en fazla 5 kadın oyuncu
esame listesine yazılabilir ve oynatılabilir. Türkiye
kadınlar liginde halen yürürlükte olan yaşı büyük
futbolcu kısıtlaması hakkında ne düşünüyorsun? Federasyonun kararı bu, saygı duymak gerekir,
vardır bir bildikleri. Her kadın futbolcuya sorduğum bir sorum var.
Senin de görüşlerini almak istiyorum. Futbol
sahalarının eni, boyu, kalenin boyutları, futbol
topunun ağırlığı hep erkek fizyolojisine göre
hesaplanmış ve erkekler için belirlenmiş kriterlere
sahip. Kadınların da aynı ebattaki sahalarda futbol
oynaması sence adil mi? Evet tabi ki adil. Biz de erkekler kadar yetenekli ve
iyiyiz, onların gücüne çıkabilecek kapasitemiz de
var . Hangi takımı tutuyorsun? Koyu bir Galatasaray taraftarıyım. En çok hangi oyuncuları beğeniyorsun?
Erkek olarak Fernando Torres, kadın olarak ise
Marta Vieira da Silva. Hangi oyuncuyla yan yana oynamak isterdin?
Fernando Torres ile yan yana oynamak çok
isterdim. Son olarak bizlere söylemek istediğin bir şeyler var
mı? Teşekkürler, ilginiz için. Mustafa Demirtaş
Türkiye
HF102
OĞUZHAN iLE DAHA
FAZLA BEŞiKTAŞ
Yokluğu onun değerini anlattı, varlığıysa kesinlik mührünü vurdu. Beşiktaş’ın
görünür ve görünmez yıldızı Oğuzhan Özyakup’tu!
Büyük oyuncu olmak demek, sahada kolay
görüneni yapmak demektir çoğu zaman. Ama
bazen de görünmeyeni kolay göstermek…
Ortalıkta boş bir oyuncu gözükmez, bizler hatta
pas atılan o oyuncu, boşta olduğunu ancak topla
buluştuğu zaman öğrenir. O pası atansa, zamanda
birkaç saniye ötesini görme yeteneğine sahiptir.
Yani, oyun zekâsına. Almeida, Kayseri Erciyes
maçında golünü atarken ofsayda düşmeden topla
buluşmuştu, oysa kendisi de o anda şut atılacağını
sanıyordu. Olcay, uzun zaman sonra ‘Olcaylığını’
yaparak, savunma arkasına koşu atmış ve golle
hasret gidermişti Akhisar’a karşı. Oysa çoktandır
o Olcaylığını gören birileri yoktu sahada, keza o
anda da bu kadar net pozisyon yaşanacağını kimse
hissetmemişti. Ama o, her şeyin farkındaydı.
Galiba artık herkesçe kabullenen, Beşiktaş’ın resmi
yıldızı: Oğuzhan Özyakup.
Aslında sadece gol pozisyonlarının sayısını
arttırmada değil, tamamıyla takımının çehresini
değiştiriyor Oğuzhan sahada olduğu zamanlar. O
sahadayken, Beşiktaş renkleri çok daha belirgin
bir ‘takım resmi’ veriyor. Çünkü o yokken, herkes
çapından fazla işlere kalkışmak zorunda. En
basitinden, Olcay Şahan’ın golle buluşması için
o her zaman yaptığı savunma arkası koşuları
yetmiyor. Çünkü onun çabuk düşünen ve
uygulayan hücumcu yapısına aynı şekilde cevap
verecek bir pas ayağı bulunamıyor. Zira Beşiktaş
formasıyla attığı 13 golün, 10’unda Oğuzhan’ın
sahada olması tesadüf değil.
Oğuzhanlı Portekizliler
Sahada kendisini parlatırken, takım arkadaşının
da değerini yükselten oyuncular vardır. Oğuzhan
Özyakup’ta olduğu gibi. Aslında takımında
uzak ara en yüksek maaş alan ve kazanmak için
öncelikli olarak ayaklarına bakılan iki Portekizli de
Oğuzhan ile parlayanlara dâhil. Geçen seneden
bu yana Fernandes, Almeida ve Oğuzhan üçlüsü
sekiz maçta bir araya gelebildi. Altı maçı kazandı,
ikisinde berabere kaldı. Onlardan biri, Almeida’nın
maça sol forvet başladığı ve 90+7’de Olcay’ın
kaçırdığı golle tüm Beşiktaşlıların yere serildiği
Trabzonspor maçı. Diğeri ise son 3-3’lük Akhisar
düellosu. Asıl çarpıcı rakamsa, Beşiktaş’ın bu
üçlüyle sekiz maçta 23 gole imza atmış olması.
Maç başına neredeyse 3 gol.
Fernandes, zaten ideal bir forvet arkası
olmamasına rağmen Oğuzhan olmayınca
çoğunlukla topu orta sahadan almak zorunda
kalıyor. Ve sürekli de markaj altındayken. Böylelikle
Beşiktaş, hem hücum ayağından eksiliyor hem
de Fernandes, topla geriden buluştuğunda zaten
baskı altında olduğu için o oyun kurucu görevini
de tam anlamıyla üstlenemiyor. Sonuç; sahada
kolay tahmin edilir, takım mesafeleri birbirinden
kopmuş bir Beşiktaş. Oysa Oğuzhan’ın varlığıyla
Beşiktaş, sahada rakip kaleye gidecek kestirme
yolları fark edebiliyor. Fernandes ise daha demarke
pozisyonlarda top alarak, düşünme fırsatı bulunca
tabelaya etkisi nispeten artabiliyor. Almeida’nın
ise buradaki katkısı, her zaman olduğu gibi
savunmanın odağını üzerine çekmesi. Oğuzhan
ve Fernandesli takım rakip kaleyi daha zorlayıcı
olurken, Almeida’nın etrafında topsuz koşu
yapan oyuncular kaleyi daha net pozisyonlarda
görebiliyorlar. En başta Olcay, bu sene sahne
almasa da Holosko, hatta yine bu üçlü sahadayken
iki gol atan Gökhan Töre.
Takımla top kazanmak
Memleketimizde topla yetenekli her oyuncu,
kendiliğinden ‘ama savunma tarafı zayıf!” ilan
edilir. Oğuzhan da onlardan biri. Belki, tribünler
için göz boyayacak yatarak müdahaleler yapmaz,
istatistik için anlamsız Forrest Gump koşuları
atmaz. Ancak zekasıyla yeri geldiği zaman çok
da iyi bir savunmacıdır Oğuzhan. Bizzat kendisi
çalım ve pas konusunda yetenekli olduğu için,
karşısındaki rakibin de ne düşeceğini tahmin eder,
ona göre pozisyonunu alır. Top kazanması için
kendini paralaması gerekmez, zaten atılan top
ayağına gelir ve pas arası yapmış olur. Zaten ‘doğru
futbolun’ tanımı, takımca hareket etmek, takımca
koşmak ve takımca aktif dinlenme yapmaktır. Tek
başına forvetteki ‘Nobre presleri’ ve orta sahadaki
‘Veli Kavlak mücadelesi’ çok fazla anlam taşımaz.
Beşiktaş, bireysel olarak değil takımca topu kaptığı
zaman gerekli farkı yaratır. Sezonun en mükemmel
maçı olan Bursaspor karşısında yaptığı gibi…
Beşiktaş için ‘daha fazla Beşiktaş’ olma yolu,
tahtaya evvela Oğuzhan’ın adını bir şekilde
yazmakla geçer. Çünkü Oğuzhan, başkasından
bağımsız olarak sahada parıldayan ve bunu
yaparken bir başkasına da ışığını tutan yegâne
oyuncudur. Beşiktaş’ın hem görünür hem de
görünmez kahramanıdır, aynı zamanda yıldızı.
Oğuzhan, Fernandes ve
Almeida’yla Beşiktaş
Beşiktaş 1-1 Trabzonspor
Kasımpaşa 1-3 Beşiktaş
Beşiktaş 3-0 Mersin İY
Antayaspor 3-5 Beşiktaş
Beşiktaş 3-1 Akhisar BLD
Beşiktaş 2-0 Gaziantepspor
Bursaspor 0-3 Beşiktaş
Akhisar BLD 3-3 Beşiktaş
Fırat Topal
İnceleme
HF102
BOSNA’YI SALLAYAN
iKi REKABET
Bosna futbolu, 2014 Dünya Kupası’nda temsil edilecekken, bu hafta ülkenin
en büyük iki derbisi üç gün arayla karşımızda. Saraybosna ve Mostar
derbilerini Hayatım Futbol için mercek altına aldık.
Saraybosna Derbisi
Rivayete göre Saraybosna’da aynı ailenin içindeki
üyelerin birbirleriyle konuşmadıkları iki gün vardır
her sene. O gün boyunca aile ikiye ayrılır, üyeler
birbirlerinin rakibidir çünkü. Balkanların en hatırı
sayılır derbilerinden, Bosna-Hersek’in en büyük
derbisi olan, FK Željezničar Sarajevo-FK Sarajevo
mücadelesi. Balkanlarda bölünmeden sonra
ortaya çıkan devletlerin tümünün sınırları içinde,
isim yapmış bir derbi bulunuyor. 55 yılı bulan bu
ezeli rekabet de bugün Bosna Hersek futbolunun
Avrupa çapında isminden söz ettirmesinde ve ligin
ayakta kalmasında büyük pay sahibi.
Her iki takımın isminde bulunan “FK” harfleri
‘Fudbalski Klub’, yani ‘Futbol Kulübü’ ifadesinin
kısaltılmışı. Bir nevi bizdeki ‘spor’ (buradan bir yere
geleceğim). Yani FK Sarajevo’ya, Saraybosnaspor
denilebilir rahatlıklar. Peki diğer takımdaki
“Željezničar” ne demek? Aslında ambleme
baktığınızda birazcık anlıyorsunuz. ‘Demiryolu
işçisi’ anlamına geliyor Željezničar, yani bir nevi
Demirspor. Ona da Saraybosna Demirspor dedik
mi? Alın size Adanaspor-Adana Demirspor
rekabetinin aynısı ve Saraybosna versiyonu.
Saraybosnaspor-Saraybosna Demirspor. Peki
neden demiryolu işçisi? Demiryolu işçilerinin
kurduğu bir takım.
1921 yılında kuruluyor Željezničar. İkinci Dünya
Savaşı sonrası şekillenen komünist rejimin
1946’da kurduğu takım olan FK Sarajevo’nun
ortaya çıkışı da bu döneme rastlıyor. Rejim,
Željezničar’lı oyuncuları takımlarından ayırıp FK
Sarajevo forması giymeye zorluyor. Bu sebeple
takım yıllar boyu ikinci ve birinci lig arasında
mekik dokuyor. Derken 1970-72 arasındaki altın
dönemlerini yaşıyorlar ve önce Yugoslavya’da lig
ikincisi sonra da Yugoslavya şampiyonluğu elde
ediyorlar ki bu onların tarihlerindeki tek Yugoslavya
şampiyonluğu. Hatta Bosna takımlarının toplamda
bu ligde 3 şampiyonlukları var. 1984-85 sezonunda
UEFA Kupası’nda yarı finale kadar yükseliyorlar ki
bu onların kulüp tarihindeki en büyük uluslararası
başarı. 1997’den itibaren düzenlenen Bosna
Hersek Premier Ligi’nde ise 2002’ye kadar üç
kez şampiyon oldular. 2000-02 arasında elde
ettikleri üst üste şampiyonluklar onları, şu ana
kadar Bosna Ligi’nde üst üste şampiyon olan tek
takım unvanına sahip yapıyor ki son iki sezon bunu
yinelediler.Takımın başında 1985’teki UEFA Kupası
tablosunun mimarı, Balkan futbolunun efsane
isimlerinden Ivica Osim’in oğlu Amar Osim var.
Gelelim Yugoslav döneminde Bosna takımlarının
kazandığı üç şampiyonluktan diğer iki tanesine
sahip takıma; FK Sarajevo. 1946’da Nazi
yönetiminden kurtulan Partizan gruplarınca
kurulan takım Udarnik (Öncü) ve Sloboda
(Özgürlük) kulüplerinin birleşimi ile oluşuyor.
1967’de, bugün bir çoklarına göre gelmiş
geçmiş en iyi Bosna’lı futbolcu olarak bilinen
Asim Ferhatović’in önderliğinde Yugoslav
şampiyonluğuna ulaşıyorlar. İkinci şampiyonluk,
bir başka lider oyuncu, Saffet Susic’in önderliğinde
geliyor. Sonrasındaki başarı için 2007’ye kadar
bekliyorlar. Aslında 1998-99 sezonunda da
şampiyon oluyorlar ama ligin sonundaki play-off
mücadelesine FK Sarajevo dışında hiç bir takım
katılmadığından ve boykota gidildiğinden UEFA bu
şampiyonluğu tanımıyor.
Aslında 1950’lerde varlıklı kesimin, rejimin
takımı olan FK Sarajevo tarafına, işçi sınıfının
da Željezničar tarafına kaydığı bilinse de yıllar
geçtikçe bu ayrım ortadan kalkıyor tabi. Bugün iki
takımın da her kesimden taraftarı var. Maçlarını
16 bin kişilik Grbavica Stadyumu’nda oynayan
Željezničar’ın taraftar grubu The Maniacs
1980’lerden beri takımı takip ediyor ve stadyumun
güney kesiminde yer alıyorlar. Takımın ikinci ligde
mücadele ettiği 70’li yılların sonunda, seyirci
ortalamaları 10.000 civarında seyrediyordu.
Maçlarını 37.500 kişilik Asim Ferhatović
Stadyumu’nda oynayan FK Sarajevo’nun taraftar
grubu ise Horde Zla. Seytanın Ordusu olarak
çevrilebilir ve onlar da stadyumun kuzey kesiminde
yer alıyorlar. 1980 ve 90’larda oldukça belalı bir
tribün grubu olarak bilinen Horde Zla’nın rakip
tribünlere canlı yılan atma, iki Partizan taraftarını
bıçaklama ve iç savaşta ülkelerini savunma gibi
icraatları var. Almanya’da da bir şubeleri bulunuyor.
İki grup 1998’de oynanan Saraybosna Derbisi’nde
sahaya dalıp birbirine girmiş, FK Sarajevo kalecisi
çıkan olaylarda ciddi biçimde yaralanmıştı.
İki takımın arasında bugüne kadar Yugoslavya
dönemi dahil 102 lig mücadelesi oynanmış. 30’ar
galibiyet ve 42 beraberlik. Atılan gollerde ise FK
Sarajevo 120-117 önde. Bosna Hersek döneminde
ise FK Sarajevo’nun 10-9, gollerde de 36-32
üstünlüğü var ve 18 maç da berabere bitmiş.
Bunun dışında Yugoslavya Kupası, Bosna Kupası ve
Bosna Süper Kupası olmak üzere 16 kez daha karşı
karşıya gelmişler ve bunlarda da FK Sarajevo’nun
8-6 üstünlüğü var. Kısacası iki takımın rakamları
birbirine çok yakın.
Çarşamba günü iki takım arasında Asim Ferhatović
Stadyumu’nda oynanan maçın en kayda değer
olayı 60. dakikada maçın durmasına sebep olan
meşale şovuydu. Başladığı gibi biten maç, iki tarafı
da memnun etmedi ve FK Zvijezda’ya mağlup olan
lider Borac Banja Luka’ya yaklaşma şansını teptiler.
Mostar Derbisi
Mostar ve Neretva deyince şöyle bir durup öyle
konuşmaya başlamak lazım. Mostar adındaki bu
güzel şehrin bizle olan ilişkisi için 1468 yılına kadar
gitmemiz gerekiyor aslında. Fatih Sultan Mehmet
döneminde Osmanlı boyunduruğu altına giren
şehrin köprüsünün yapımı ise Kanuni dönemine
kadar gider. Kanuni tahtadan yapılmış köprüyü
bugünkü Mostar Köprüsü’yle değiştirmek için
inşaatı başlatıyor ve inşaat dokuz yıl sürdükten
sonra köprü 1567’de açılıyor. Mimar Sinan’ın
öğrencisi Mimar Hayruddin’in imzası bulunan
köprü 9 Kasım 1993 tarihinde tahrip edilene kadar
tam 427 yıl Neretva Nehri’nin üzerinde şehrin bir
simgesi olarak arz-ı endam eyliyordu. Mostar şehri
1992 ve 1993 yıllarında Sırp, Hırvat ve Boşnak askeri
güçlerinin arasındaki mücadelelerde harabeye
döndü. Bugün halen sokaklarda, binalarda hatta
otobüs duraklarında dahi kurşun izlerine rastlamak
mümkün.
3 Nisan 1992’de Yugoslav Ordusu ilk kez Mostar’ı
bombaladı ve kasabanın büyük kısmını ele geçirdi.
Haziran ayında Hırvat güçleri şehri geri aldılar.
Sırplar buna bombardıman ile cevap verdiler ve
şehrin önemli bölümü tahrip oldu. Kent ikiye
bölündü ve Batı tarafı Hırvatların, Doğu tarafı ise
Boşnak Cumhuriyet Ordusu’nun hakimiyetine
girdi. Savaş sonrası eski Yugoslavya’da meydana
gelen olayları incelemek için kurulan komisyon
Mostar Köprüsü’nün yıkılmasından Hırvatları
sorumlu tuttu. Gerçekten de Hırvat güçleri 8
Kasım 1993’te 60’tan fazla top atışı ile köprüyü
harabeye döndürmüş ve bunu sonradan Hırvatların
komutanı, Hırvat Savunma Konseyi’nin (HVO)
hatırı sayılır isimlerinden Slobodan Pralyak,
‘köprünün stratejik önemi sebebiyle bilinçli
yapıldığını’ ileri sürerek itiraf etmişti.
Köprü 1998’de Türkiye, Hollanda, Hırvatistan,
İtalya ve Bosna hükümetinin ortak çabasıyla
restorasyona girdi ve Temmuz 2004’te Neretva
Irmağı ve Mostarlılar şehrin simgesine kavuştu.
İşte hikayesini kısaca geçtiğimiz Mostar şehrinin
ev sahipliği yaptığı Mostar Derbisi, Neretva
Irmağı’nın ikiye böldüğü insanların arasındaki
rekabeti anlatıyor. Bugün Mostar’da Müslüman
Boşnak ve Hristiyan Hırvatların sayısı neredeyse
birbirine eşit. Onların yarısı kadar Sırp bulunuyor.
Eşit sayıdaki Hırvatlar ve Boşnakların da
kendilerine ait bir takımı var. Hırvat tarafının
takımı HŠK Zrinjski Mostar ve Boşnakların takımı
FK Velež Mostar. Bu iki takımın arasındaki rekabeti
anlatmadan önce, savaşla iç içe yaşayan şehirden
çıkan iki takımın tarihçesine bakmak gerekiyor.
Zrinjski Mostar, 1905 yılında ‘Đački športski klub’
adıyla bir grup genç tarafından kuruldu. Zaten
kulübün adı da ‘Öğrenci Spor Kulübü’ anlamına
geliyordu. 7 yıl sonra isimlerini Gimnazijski
nogometni klub Zrinjski olarak değiştirdiler.
Kulübün ismindeki ifade 14’üncü ve 18’inci
yüzyıllar arası Hırvatistan’da devlet yönetiminde
hüküm sürmüş, Zrinski ailesinden geliyor. Zrinski
ailesi bugünkü Hırvatistan’ın temellerini atan
12 kavimden birisi olan Šubić Hanedanı’nın bir
üyesidir ve ismini Osmanlılarla yapılan mücadelede
çok kritik bir yere sahip olan Zrin köyüne de
vermiştir. Bugün hala şehirde Zrin Kalesi’nin
kalıntıları bulunmaktadır. Zrinski ailesinin üyeleri
bugün halen Hırvatistan’da birer kahraman olarak
görülmektedirler.
Spor tarihçilerin notlarına bakıldığında Zrinjski
Mostar’ın ilk maçlarını Boşnakların oluşturduğu
“Osman” isminde bir takım karşı oynandığı
biliniyor. Kulüp 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın
çıkmasıyla ligden men edildi. 1917’de tekrar lige
alındı ve 1922’de ancak Zrinjski ismine kavuşabildi.
1941 yılında bağımsızlık hareketleri sonucu
Hırvatistan’ın kuruluşu sağlandı ve hatta bugünkü
Hırvat Ligi’nin de adı olan Prva HNL ismiyle bir
lig de kuruldu. Ancak 1945’te savaşın bitimiyle
Yugoslav Komünist Yönetimi, milliyetçi her türlü
aktiviteyi durdurduğunda kulüp tam 47 yıl boyunca
tarihin tozlu sayfalarına gömüldü. 1992 yılında
Bosna-Hersek’in bağımsızlığını kazanmasına
kadar... Sonrasını anlatmadan önce ezeli rakibe
geçelim.
FK Velež Mostar’ın kuruluşu ise rakibinin 17 yıl
sonrasında 1922’de gerçekleşti. Kulübün adını
aldığı Velež, Mostar’ın yakınlarındaki bir dağ ama
onun da adı Slav Mitolojisinde yer alan Veles isimli
bir tanrıdan geliyor. Kulüp kurulduğunda ismi “İşçi
Spor Kulübü” anlamına geliyordu. Kurucularından
birisi Gojko Vukovic’in komünist partisinin önde
gelen üyelerindendi. Kulüp kuruluş yıllarında aynı
zamanda sol görüşün de fikir merkezlerinden
birisi olmuştu ancak 1929’da kapatıldı. Savaş
yıllarında kulübün birçok futbolcusu ve üyesi
hayatını kaybetmiş, Hersek’ten Yugoslavya
Ligi’ne katılmış bu takımın tüm kupaları müzeden
çalınmıştır. Savaş sonrası 1945’te tekrar kuruldular.
Alt liglerde mücadele ettikten sonra Yugoslavya
Ligi’ne yükseldiler ama bir türlü başarılı olamadılar.
1967’de göreve gelen, kulüp tarihinin ikinci Mostar
doğumlu hocası Sulejman Rebac altyapıdan gelen
oyunculara şans vermeye karar verdi. Teknik
direktör olarak Olympiakos ve AEK ile Yunan
Ligi’nde şampiyonluklar yaşamış Dusan Bajevic’in
doğduğu kentin takımında oynamaya başlaması
da o sezona rastlar. Bajevic tam 11 sene Velež
Mostar forması giymiştir.
Rebac yönetimindeki takım 1969-70 sezonunda lig
üçüncüsü olur. Dusan Bajevic 20 golle gol krallığını
OFK Beograd’dan Slobodan Santrac ile paylaşır.
Takım 1972-73 sezonunda Red Star’ın ardından
lig ikincisi olur. İzleyen sezon yerleri yine aynıdır
üstelik şampiyonluğu 8 gol averajla Hajduk Split’e
kaybederler. Bu kadronun en önemli adamlarından
birisi de Vahid Halilhodžić’dir. Rebac, 1974 Dünya
Kupası için Yugoslavya’yı çalıştıran ekibin üyesi
olmayı kabul eder. Takım kısa bir düşüş dönemi
geçirse de 1985-88 arasında ilk üç sıradan hiç
aşağı düşmez. 1981’de Milos Milutinovic, 1986’da
da Dusan Bajevic yönetiminde Yugoslav Kupası’nı
kazanırlar ve 1989’da Fadıl Vokrri’nin de forma
giydiği Partizan’a finalde kaybederler. Bu iki kupa
halen kulüp tarihinin en büyük başarıları. 1992
yılına gelindiğinde ise iç savaş ve bağımsızlık yeni
bir ligin kurulmasını sağlamıştır. Ancak bu lig
ülkede Boşnakların, Hırvatların ve Sırpların kendi
arasında kurdukları bir lige yol açar.
Zrinjski, Bosna-Hersek’te Hırvatların kendi
arasında kurduğu ligde mücadele etmeye
başlarken Velež de Boşnak organizasyonunda
mücadele etmektedir. Sonunda 2000-01
sezonuyla beraber bu üç lig birleşir ve BosnaHersek Premier Ligi kurulur. Böylece bugüne kadar
gelen Mostar Derbisi’nin temelleri de atılmıştır.
Burada 1922 yılında Velež’in kuruluşu sonrası
Zrinjski ile aralarında oynanan maçlara da bakmak
lazım. Bu 2 takım 1922-38 yılları arasında 15 kez
karşılaşmıştır. Bu maçların beşini Velež, dokuzunu
Zrinjski kazanırken biri berabere bitmiştir.
1 Mart 2000’de Saraybosna’da oynanan ve 2-2
biten dostluk maçı ile ezeli rekabet tekrar başlar.
Ancak 2002-03 sezonunda Velež küme düşer.
2006’da 2’nci ligde şampiyon olup geri dönene
kadar derbi sekteye uğrar. Bu arada Zrinjski
tarihinin ilk şampiyonluğuna ulaşmıştır. Takım bu
başarıyı iki sezon önce tekrarlar. 2007-08’de de
Bosna Kupası’nı kazanırlar. Velež ise dönüşünün
ardından yedincilikten yukarı çıkamamıştır.
İki takımın arasında toplamda oynanan 38 maçta,
14 Velež galibiyeti, 20 Zrinski galibiyeti ve dört
de beraberlik var. İşin ilginç olanı ise bugüne dek
Velež’in deplasmanda tek bir beraberlik alabilmesi.
Bu da 28 Eylül 2011’deki Bosna Kupası maçında
olmuş, son dakikalarda durum 0-0’ken gelen
Velez golü sonrası Zrinjski taraftarları sahaya inip
Velezli futbolcuları kovalamış, bunun sonucunda
federasyon maçın skorunu 3-0 olarak tescil edip
Bijeli Brijeg Stadyumu’nu beş maç kapatmıştır.
Velež maçlarını 7.000 kişilik Vrapčići Stadyumu’nda
oynuyor. Stadyumun yönetmenleri kulübün
en büyük taraftar grubu Red Army Mostar. Bu
stadyum 1995 yılında açıldı, zira Velež maçlarını
daha önce 25.000 kişilik Bijeli Brijeg Stadyumu’nda
oynuyordu. Ancak savaş, şehrin batı yakasında
kalan stadyumdan sürülmelerine sebep oldu.
O stadyum bugün Zrinjski Mostar’ın evi. Ultras
Zrinjski de bu onların en büyük taraftar grubu.
Genelde Red Army adından da anlaşılacağı gibi
sol, Ultras Zrinjski ise Hırvat milliyetçiliğinin de
etkisiyle sağ cenahta yer alıyor. Ultras’ın içinde
Gate 13 ve Irriducibili hayranı gençlerin sayısı bir
hayli fazla. Ancak belirtelim Red Army’nin içinde
Hırvat ve Sırp kökenliler de var.
İki takım taraftarları arasında neredeyse her
derbi bir güvenlik meselesi zira deplasman
taraftarlarının, günlük hayatta hiç geçmedikleri
bir alana geçip güvenli olarak dönmeleri gerekiyor.
2007’de Zrinjski’nin 2-0 kazandığı maçtan sonra
çıkan olaylarda birçok yaralı vardı.
Neretva’nın ayırdığı insanların şehri aynı zamanda
o nehrin ayırdığı büyük bir derbiye de 90 yıldan
uzun süredir ev sahipliği yapıyor. Yolunuz bir gün
Mostar’a düşerse kentin bu ezeli rekabetini de
unutmayın deriz. İki takımın arasındaki 36’ncı derbi
yarın oynanacak.
Fatih Demireli
Profil
HF102
BiG SAM’iN
FUTBOL FABRiKASI
Sadece iki sezon formasını giydiği Leverkusen’de, teknik direktörlük
kariyerinin ilk basamaklarında olmasına rağmen harikalar yaratan bir Fin...
Finlandiya’nın futbol özelinde bugüne kadar
yüksek miktarda yıldız çıkaramadığını söyleyebiliriz
Finlandiyalıları kızdırmadan. Evet, Jarı Litmanen’i
tanımayan yok gezegende, en çok milli olmuş,
en çok golü atmış memleketinde, Barcelona
ve Liverpool’da forma giymiş ve yıldızlaşmış.
Mikael Forssell hala futbol oynuyor, keza Jonatan
Johansson da öyle. Ancak kabul edelim, ne Forssell
ne de Johansson 30 yıl sonra hatırlayacağımız
futbolcuların arasında olmayacaklardır
muhtemelen. Finlandiyalı değilsek bu Sami Hyypiä
için bile geçerli olabilir. Oysa o hiç kuşkusuz ki
çok önemli bir stoperdi vakti zamanında. Belki
bugünün iç oyuncuları kadar yetenekli olmasa bile,
sezgileri ve fiziki üstünlüğü sayesinde yıllarca üst
düzey futbol oynama şansını yakaladı ve bugün
herkesin elinde tutmak istediği Şampiyonlar Ligi
kupasını kaldırdı İstanbul’da. Finli Rock grubu
The Left Foot Company de bu kariyerin önemine
binaen bir şarkı besteledi ‘Big Sam’ adında.
Porvoo’da başlayan bu futbol serüveninin ne kadar
zorlu ve sancılı olduğunu anlatan bir klip çektiler.
‘Big Sam’ tam bir stat melodisi. Hyypiä’nin şu
dönemde teknik direktörlüğünü yaptığı Bayer
Leverkusen’de, taraftarlar da dillerine doladılar
bu şarkıyı. Leverkusen’deki kısa futbolculuk
döneminde kulübe gönül verenlerin gönlünde
taht kuran Hyypiä, hocalık döneminde kısa
sürede tahtını genişletti deyim yerindeyse. Dünya
üzerinde Bundesliga’nın İspanyalaştığı, yani
Barcelona ve Real Madrid modelinin Bayern ve
Dortmund ile Almanya’da hayat bulduğu iddiaları
olsa da, son iki Bundesliga sezonu gösteriyor
ki, Leverkusen’i hesaba katmayan büyük bir
yanılgının içerisinde, keza Hyypiä’nin Leverkusen’i
üçüncü güç olarak kendine yer buldu Alman futbol
haritasında.
Yıllarca kimlik karmaşası içinde çalkantılı dönemler
geçiren Leverkusen, yeni rolünü benimsedi.
Sportif Direktör Rudi Voller durumu şu şekilde
özetliyor: “Bayern ve Dortmund’un gerisindeyiz,
onları bazen kızdırmak, bazen yenmek istiyoruz
ama yerimizden memnunuz. Bayern’in arkasında
olmak ayıplanacak bir durum değil.”. 2001 yılında
hem Bundesliga, hem Almanya Kupası, hem de
Şampiyonlar Ligi’nde ikinci olarak ‘Neverkusen’
yakıştırmasına maruz kalan Leverkusen, tekrar
aynı ivmeyi yakalama yolunda yaptığı hatalar
sonucu az kalsın Bundesliga 2 yolunu tutuyordu
bir dönem önce. Ancak doğru kişilerin yaptığı
doğru durum tespitleri bugün Leverkusen’i, bu
hesabı hala doğru yapamayan ve aslında daha
büyük bir taraftar ve şehir potansiyeline sahip olan
Schalke’nin, Hamburg’un ve Bremen’in bir hayli
önüne geçirdi.
Leverkusen, Bundesliga’da sadece son iki yıldır
Bayern ve Dortmund’tan sonra en çok puan
toplayan takım değil, aynı zamanda en iyi futbol
oynayanların da arasında ve belki de daha
önemlisi; genel Alman futbol izleyicisinin de
sempatisini kazanmaya başladı ilk defa. Arkasında
ve ismindeki dev ilaç firması nedeniyle yıllarca
‘fabrika takımı’ ve ‘hapçı takımı’ gibi sevimsiz
yakıştırmalarla boğuşan Bayer Leverkusen,
şimdilerde futbol fabrikası olarak nam salmaya
başladı. Gençleşen Futbol Almanyası’nın
en önemli örneklerinden biri oldular hatta.
Bundesliga’nın en genç kadrolarından birine sahip
olan Leverkusen, aynı zamanda en genç Teknik
Direktörüne de sahip.Futbolculuk döneminden
tanıdığı bir çok takım arkadaşıyla senli-benli olan
Hyypiä’ya, futbolcuları Sam diye hitap ediyor.
Hyypiä, otoritesinin zedelendiğini düşünenlere
şu şekilde cevap veriyor: “Otorite hitap şekliyle
sağlanan bir unsur değil, kurduğunuz diyalog
önemli.”. Geçen sezon teknik direktörlüğü Sascha
Lewandowski ile birlikte eş değerli yürüten Hyypiä,
Lewandowski’nin altyapıya dönme isteği nedeniyle
bu yıl yalnız kaldı, ancak Finli’nin açısından çok
fazla bir şey değişmedi. “Geçen sezon daha
çok izleyen rolündeydim, Sascha’nın bu işi nasıl
yaptığını izliyor ve öğreniyordum. Bu yıl biraz daha
tecrübeliyim, hepsi bu.” diyen Hyypiä, antrenörlük
diplomasını almak için belirli dönemlerde
takımından uzaklaşıp kursa gidiyor. Bu yolda son
milli takım arasını, İngiltere Milli Takımı Teknik
Direktörü Roy Hodgson’da kısa bir staj dönemi
için bile değerlendirdi. Ancak buna rağmen
kendi takımını geliştirmeyi ve ileriye taşımayı da
aksatmıyor.
Almanya’nın en yetenekli kalecilerinden biri
olan Bernd Leno, U 21 Avrupa Şampiyonası
Finali oynayan İtalya’nın en önemli kozlarından
Giulio Donati, Türk Milli Takımı’nın değişmez
stoperi Ömer Toprak, Joachim Löw’ün Milli Takım
için düşündüğü Philipp Wollscheid, Polonya
Milli Takımı’nın sol beki Sebastian Boenisch,
Almanya’nın Busquets’i olarak tanımlanan
Stefan Reinartz, Bender ikizlerinin daha geniş
yelpazelisi Lars, oynamadığı mevki kalmayan
Gonzalo Castro, Almanya’nın Pierre-Emerick
Aubameyang ve Augsburglu Andre Hahn’dan
sonra en hızlısı Sidney Sam, Hamburg’ta yarattığı
harikalar sonrası Andre Schürrle’nin yerini alan
Heung-Min Son, Leverkusen’in genç ve gençtecrübeli sınıfındaki temel taşları. Bunların yanına
Emir Spahiç, Simon Rolfes, Roberto Hilbert ve
özellikle Stefan Kiessling gibi tecrübeli oyuncuları
serpiştiren Hyypiä, yeni nesli ise daha şimdiden
denemeye başladı.
Bayern Münih’in geri alma opsiyonu ile dört
yıllığına Leverkusen’e verdiği 19 yaşındaki Emre
Can, kadro rotasyonunda yer bulmaya başladı. Jens
Hegeler de Real Sociedad ile oynanan Şampiyonlar
Ligi maçında son dakika golü ile galibiyet getiren
başka bir genç bir oyuncu.
Almanya’nın en iyi kontra atak takımı olan
Leverkusen’in genç kadro yapısı nedeniyle düşüş
yasaması bekleyen kamuoyunun her maçla
beklentileri biraz daha karşılıksız çıkıyor. Hal
böyleyken futbolculuk döneminde bir çok takımın
gözdesi olan Hyypiä, Teknik Direktör olarak da bu
yolda ilerliyor. Ancak genç çalıştırıcının bu konudaki
tavrı net: “Beni Teknik Direktörlük açısından
cezbedilecek iki adres var; Liverpool ve Finlandiya
Milli Takımı.”.
Neyse ki Hyypiä’nin gösterdiği gelişim sadece
futbolla sınırlı kalmadı. Big Sam’in spor yapma
adına bazen antrenmanlarına katıldığı Kölner Haie
Buz Hockey takımında, antrenör Uwe Krupp part
time öğrencisinden oldukça memnun: “İsterse
hemen antrenör olarak başlasın.”.
Salih Demirci
Türkiye
HF102
Futbolda Otobiyografi:
Kim Yazsın?
Futbolumuzda karanlıkta kalmış pek çok olay, birbirinden ilginç onlarca hayat
hikâyesi var. Bunları gün yüzüne çıkarmanın en şık yolu olarak otobiyografi
yazmak bir seçenek, ama henüz cemaat istekli görünmüyor. Peki kimden
neyi yazmasını bekliyoruz?
Tümer Metin’in kendisini anlattığı kitabı Metin
Olmak şu sıralar yeni baskıya hazırlanıyor. Bir
süredir kitapçı raflarında görünmez olmuştu,
anlaşılan bir otobiyografi olarak diğer futbol
kitaplarının üzerinde talep gördü. Nitekim
Tümer yakın tarihimizin önemli yıldızlarından,
özel oyuncularından biri ve kariyerinin zirve
günlerinde aldığı kararla uzun süre manşetlerde
kalmış bir isim. Onun başından geçenlerin futbol
ekonomisinin işleyişinden daha ilginç olduğu
kesin; hele ki Fenerbahçe’ye transfer olma
sürecinin detayları epey çarpıcı. Bunun yanı sıra
Rıza Çalımbay’ı suçladığı bölüm ve Sergen’le
çekişmelerine ilişkin sayfalar da ayrı güzellikte.
Öyle ki, Türkçe yazılmış iyi futbol kitapları arasına
girmesi zor olmuyor. Tümer’i asla affetmeyen bir
Beşiktaşlıysanız bile keyifli bir nostalji turu garanti.
Yine de kitapta geçen bazı olayların akışında fark
edilen boşluklar rahatsız edici olabilir. Sıkı bir
futbol takipçisi, sözü geçen olaylarda Tümer’in
anlattıklarından daha fazlasını anımsayabilir.
Kuşkusuz, bu kitap neredeyse bir ilk ve futbol
ortamındaki diğer kahramanlara örnek olması
açısından çok değerli. Eksiklerini görmezden
gelmek gerekebilir, ama çok merak edilen kimi
hikâyelerin tatmin edici şekilde açıklanmamış
olması ciddi bir meseledir.
Tümer’i tanrı yargılar
Bu noktada Tümer’in yeterince açık sözlü olmadığı,
-kitapta çokça geçen- ‘ortalama adam’ı oynamayı
bu kez başardığı söylenebilir. Neredeyse Rıza
Çalımbay ve birkaç düşük profilli futbol adamı
haricinde ucu kimseye dokunmayan bu kitabın
yalnızca ticari kaygılar içerdiği iddia edilebilir.
Tam aksine, eğer bu kitap çok daha spekülatif
şeyler içeriyor olsaydı belki çok satanlar rafına
dahi çıkabilirdi. Nitekim Alex Ferguson’ın yakın
zamanda satışa çıkan otobiyografisi, çatmadık
kimse bırakmayarak kitapçılar önünde uzun
kuyruklar oluşmasını sağladı. Liverpool’un genç
orta saha oyuncusu Jordan Henderson’ın çarpık
bacaklı olduğu ve kariyerinin sakatlıklar yüzünden
biteceği gibi garip bir saptamayı dahi içeren kitap,
belli ki açıkça gündem yaratmak ve çok satmak
üzere yazılmıştı.
Tümer’in kitabı ise manşete çıkacak tek tük birkaç
salvodan başka yayıncısına bir şey vaat etmiyor.
Bu durum, genelde benzer tartışmalarda ileri
sürülen Türkiye’de kitap satış ve okuma sayılarının
düşüklüğü tezinden önce geliyor. Bariz şekilde çok
daha detaylı ve spekülatif şekilde yazılabilecek
olaylar, bilinçli olarak yumuşatılarak veriliyor ve
böylece talep patlaması ihtimali ortadan kalkıyor.
Hâlbuki bestseller yerli roman yazarları arasında
yıllık kazancı milyona yaklaşanlar var ve ısmarlama
kitap, ses getirdiği ölçüde gelir getirebiliyor. Tümer
ise bunu tercih etmiyor ve yayıncılar da fazlasını
talep etmiyor ya da edemiyorlar.
Sattıramazsan okunmaz
Oysa Alex Ferguson’ın otobiyografisi tıpkı önceki
kitapları gibi çok satan olacaktı ama görünen o ki
yayıncılar, emekli efsanenin ve yayınevinin daha
fazlasını kazanması arzu ettiler. Yalnızca o da
değil, Premier League’de oynayan faal futbolcular
da yazdıkları ya da yazdırdıkları otobiyografilerde
mutlaka birilerine laf atıyorlar. Yani mesele Alex
Ferguson olmakta değil, kitapların Türkiye’de
az satmasında da değil. Sorun şu ki, yeterince
ilgi çekici olmayan ve iyi edebiyat içermeyen bir
otobiyografiyi insanlar neden satın alsın?
Karşımızda böyle bir tablo var. Tümer’in kitabını
daha çok satacak biçimde yazmaması, ondan
başka otobiyografi yazan olmamasıyla aynı
sebeplere yaslanıyor. Futbolda dün yoktur, sözünü
tekrar hatırlatıyor, futbol ortamımızın karmaşık
ilişkiler ağını ve liyakate verdiği zayıf değeri akla
getiriyor. Elbette, İngiltere’de futbol dünyası
tüm bunlardan azade değil; fakat Türkiye’de
insan ilişkileri, hayatın her alanında ilk belirleyici
olma özelliğiyle Batı Avrupa’dan epey farklı bir
yerde duruyor. Cemiyetin darlığı ve dışa kapalılığı,
futbolculuk sonrası yaşamı da şekillendiriyor.
Hâlbuki hikâyelerini merak ettiğimiz futbol
adamlarımızın sayısı hiç de az değil. Uzun vade
yok, anlayışı çok sayıda futbol adamının sadakat
duygusunu yok ederken geriye hırs, ihtiras ve
mucize dolu hikâyeler kaldı. Her biri kendine özgü,
orijinal karakterler olarak ülke futbol tarihini
süslemeye devam ediyorlar. Ama üzücüdür
ki, ülke futboluna damga vuran bazı olayların
karanlıkta kalan kısımlarını çok az kişi bilmeye
devam edeceğe benziyor. Anılar zaman aşımına
uğramadan önce olan-biteni yazacak, ama
bunun karşılığında futbolculuğunda biriktirdiği
network’ünü ve futbolculuk sonrası kariyerini
çöpe atmayı göze alacak kahraman aranıyor. Ya da
bir ‘kara kutu’dan kendini imha etmek pahasına
açılması isteniyor.
Peki kim bunlar? Kimin neyi yazması bekleniyor?
Futbolumuzun otobiyografisi en çok merak
edilenleri için buyurun:
Alpay Özalan
Milli Takım kamplarında Hakan Şükür’le birlikte neden her şeye
gülüyorlardı? Akın Sel’le nasıl kanka oldu? Penaltıyı tribünlerin ikinci
katına yollayan Beckham’a aslında ne dedi? Siirt Jet-Pa günlerine
anlam verebiliyor mu? Hat-trick yaptığı Makedonya maçı ve tabii ki
İsviçre maçındaki seremonideki performansı…
Tanju Çolak
Aykut Kocaman’la girdikleri gol krallığı yarışı, Oğuz Çetin’le yaşadığı
10 numara çekişmesi ve tabii ki ‘Sakaryalılar Grubu’ meselesi.
Neuchatel maçı, gol krallıkları, Hülya Avşar, şimdilerde önerdiği
Çam Yağı ve tabii ki gümrükteki Mercedes’ler… Ona dair merak
edilenlerin yalnızca bir kısm
Aykut Kocaman
İstanbulspor günlerini yazması için Barış Tut’a izin veren Aykut
Hoca, ‘Kocaman Bir Adam’ isimli kitabın öncesi ve sonrasıyla ilgi
çekici olmaya devam ediyor. Sakaryalılar Grubu günleri, Tanju’nun
transferi sonrası kulübeye saplandığı vakitler ile yakın zamanda Alex
de Souza’yla yaşananların detayları ve tabii ki Fenerbahçe sportif
direktörlüğü ve kulübesinde olduğu zamanların açığa çıkmayan
sayısız detayı merak konusu.
Serdar Bilgili
Herkesin ona dair merak ettiği soru belli: Beşiktaş’ın 101. Yılı’nda,
2003/04 sezonunda neler oldu? Şimdiye dek herkes konuştu, ama
dönemin başkanı Bilgili hala sessiz.
Şenol Güneş
Bir yol hikâyesi, zafer öyküsü olarak 2002 Dünya Kupası’nı ondan
okumak, fazlasıyla ilgi çekici olabilir. Futbolculuk günleri, Kore’de
geçirdiği yıllar ve Trabzonspor’un başında olduğu son dönemde
yaşananlar ortaya herkese ilham verecek bir metin çıkarabilir.
Rıdvan Dilmen
Hayrettin Demirbaş’la karşı karşıya geldiği meşhur kavgada tam
olarak ne olmuştu? Hiddink’le ilk karşılaşması nasıl gerçekleşmişti?
Sakatlıklar, kumar tutkusu ve televizyon yorumculuğu… Bir de Şike
Davası’nın erken vakitlerinde Başbakan’la ne konuştu?
Fatih Terim
Fiorentina’ya gidiş süreci ve Milan günleri başta olmak üzere belki
de antrenörlük kariyerine dair her şey merak konusu. Tabii ki artık
üçüncü Galatasaray dönemini bitiren günler güncel birer soru işareti
olarak kenarda duruyor. Acaba nasıl bu kadar başarılı oldu, oluyor?
Yılmaz Vural
Almanya’dan diplomasını alıp geldiğinde Antrenörler Derneği’nde
neler yaşadı? Malatyaspor, Sarıyer, Trabzonspor ve Antalyaspor
günleri başta olmak üzere kariyerine dair onca detay, dövdüğü
futbolcular; oynattığı oyun biçiminden asla karşılığını bulamayan
hayallerine kadar her şey. Türkiye’de futbolun tarihini onsuz yazmak
imkânsız, eğer kendisini yazarsa her şey daha kolay olacaktır.
Elvir Baliç
Onun özelinde dağılan Yugoslavya’dan ülkemize gelen sayısı isim,
bilhassa Boşnak futbolcu ve futbol adamlarının hikâyesi, birer var
olma savaşı olarak karşımızda durmakta. Baliç, acaba nasıl kaçtı?
Real Madrid günleri ve sırtına Galatasaray formasını geçirdiği son
demleri…
Hakan Şükür
Türk futbolunun son yıllarına damga vuran golcülerden biri olarak
Galatasaray’da ve milli takımda geçirdiği başarılı yılları anlatması
gerekiyor. Tabii Torino ve Inter’de geçirdiği başarısız dönemler de
merak konusu. Ersun Yanal’la milli takımda neler yaşadı? Neden
2008’de futbolu bıraktı? Milletvekilliği teklifini nasıl aldı?
Ertuğrul Sağlam
Ülke futbolunun 5. şampiyonunu nasıl yarattı? Beşiktaş’ta neden
aynı başarıyı yakalayamadı? 8-0’lık maçtan sonra soyunma odasında
neler söyledi? Futbolculuğuyla da ilgili pek çok detay aydınlatılmayı
bekliyor aslında. Mesela Toschack kendisini savunmaya çekince ilk
tepkisi ne oldu?
İlhan Cavcav
Yaklaşık 30 yıldır Gençlerbirliği’ni yöneten Cavcav’ın hayat hikâyesinin
birkaç ciltten oluşması hiç şaşırtıcı olmaz. İlk başkanlık günleri
nasıldı? Kulübü nasıl istikrarlı hale getirdi? 2003-04 sezonunda UEFA
Kupası’nda başarılı olan kadroyu nasıl oluşturdu? Neden başarılı
kadroları korumak yerine oyuncuları satmayı tercih ediyor?
Tuncay Şanlı
Fenerbahçelilerin en sevdiği adamlardan biriyken 2007’de
Middlesbrough’ya giderek bir anda gözden düştü. İngiltere’deki ilk
günlerinde neler yaşadı? 2007-08 sezonunda Şampiyonlar Ligi’nde
çeyrek final oynayan Fenerbahçe’yi izlerken neler hissetti? Euro
2008’de Çek Cumhuriyeti maçında kaleye geçtiğinde korktu mu?
Wolfsburg’da neden tutunamadı? Manchester United’a attığı gollerin
sırrı ne? Türkiye’ye neden Fenerbahçe formasıyla dönemedi?
F.R.E.E. Kick
Özgehan Şenyuva
HF102
iYi, DAHA iYi VE EN iYi
FUTBOL
TARAFTARLARI VE
KiMLiK iNŞAASI
FREE Projesinden Haberler:
Futbol ve Antropoloji Konferansı
Football Research in an Enlarged Europe-FREE
araştırma projesi tam gaz devam etmekte.
Temelde Türkiye’den ODTÜ dahil sekiz Avrupa
üniversitesinden araştırmacıların yer aldığı bu
proje aynı futbol gibi sınır tanımıyor ve şimdiden
Rusya’dan ABD’ye tüm futbol coğrafyasına
yayılmış durumda. Araştırma kapsamında bir
yandan daha önce hiç kimsenin yapmadığı
ölçekte veriler toplanıp analiz edilirken diğer
yandan da geniş bir araştırmacı ağının bulguları
tartışılıp paylaşılmakta. FREE projesinin planlı
konferanslarından sonuncusu 24-27 Ekim 2013
tarihlerinde Viyana Üniversitesi Etnoloji Bölümü
evsahipliğinde yapıldı ve 30 kadar araştırmanın
bulguları sunuldu. FREE projesi, Siyaset Bilimi,
Tarih, Antropoloji ve Sosyoloji disiplinlerinden
Futbol ve Avrupa konusunun farklı boyutlarını
detaylı bir biçimde incelemekte ve Viyana’da
yapılan konferansın temel konusu da “Taraftarlar
ve Antropoloji” idi.
Türkiye’den Tanıl Bora ve Fransa’dan Simon Kuper
gibi futbolu kitlelerle buluşturan isimlerin yanı
sıra, futbol araştırmalarının öncüsü olan Prof.
Christian Bromberger ve Prof. Marion Demossier
gibi akademinin büyük isimleri de konferansı takip
etmek ve FREE çalışma toplantısına katılmak
için Viyana’dalardı. Bu konferansın (ve önceki tüm
FREE konferanslarının) programlarına ve yapılan
sunuşlara FREE projesinin internet sayfasından
www.free-project.eu adresinden ulaşabilirsiniz.
Avrupa taraftar anketi: Futbol ve Siz
Proje’nin internet sayfasında ziyaretçileri önemli
bir bilgi daha karşılıyor. Daha once bu köşeden
de duyurduğumuz üzere, FREE projesi, Avrupa
çapında futbol taraftarlarının görüş, düşünce
ve tutumlarına yönelik bugüne kadar yapılmış
en kapsamlı anket çalışmasını da yürütmekte.
Yaklaşık 20 dakika süren bu detaylı anketin hedef
kitlesi ise temelde bu satırların okuyucuları:
futbolu 90 dakikalık bir oyundan fazlası olarak
gören, bu konuya emek ve vakit harcayıp farklı
boyutlarını takip eden tüm taraftarlar. Bu yazının
yazıldığı an itibari ile üç haftalık sürede ankete
yaklaşık 10.000 kişi giriş yapmış durumda.
Türkiye’den ilgi istikrarlı bir şekilde devam etmekte
ve 600’e yakın kişi anketi tamamlamış durumda.
Eğer hala anketi doldurmadıysanız, bu yazıyı
okuduktan sonra yaklaşık 20 dakikanızı ayırmanızı
rica ederiz.
Konferansın düşündürdükleri:
Taraftar kimliği ve iyi olma durumu
Bu kadar haber ve çağrıdan sonra, FREE projesi
Viyana konferansında sıkça tartışılan bir konuya
değinmek isterim: Taraftar Kimliği. Bir insan,
çocukluk döneminden başlayarak, bir takımla olan
ilişkisini nasıl ve hangi saiklerle kurgular ve nasıl
mantıklı bir şekilde kendine ve diğerlerine açıklar
sorusu FREE araştırma projesinin temel araştırma
sorularından birisi.
Taraftar olmayanların bir türlü net olarak
anlamadıkları mevzu da tam bu değil midir?
Sahada 90 dakika mücadele eden iki takımdan
niye siyahların değil de beyazların kazanması
gerektiği ve bu galibiyetin niye bu kadar önemli
olduğu. Milli maçlar bir şekilde daha kolay
anlaşılabilir. Ulus devletlerin kuruluşundan
beri milletler farklı alanlarda sürekli olarak
birbirlerine üstünlük kurma mücadelesindeler, o
nedenle George Orwell’in tabiri ile futbol da ‘ateş
edilmeden yapılan savaş’ olarak görülüp, bütün
bir milleti temsil etme iddiasındaki kırmızıların,
diğer milletin temsilcileri olan turuncuları yenmesi
kimileri için çok önemli olabilir. Antik Yunan’da
orduların en güçlü askerlerini seçip ortada
kapıştırması gibi bir durum. Ama kulüp düzeyinde
ne oluyor, takımları ve onların taraftarlarını ayıran
tam olarak ne? Bir yaklaşıma göre, insanların
kimlikleri aynı bir moleküler yapı gibidir, bir
kimlik değil, lego gibi farklı kimliklerin toplamı bir
insanı inşa eder. Yani bir insan, erkek + Denizlili
+ Müslüman + Feminist + ODTÜ’lü + Ankaracı +
PESçi + Sirkeci (Adile Naşit ve Münir Özkul’a selam
olsun) + bir sürü diğer şey olabilir.Bu özelliklerin
her biri, onu diğer insanlardan ayıran veya bir araya
getiren işlevler görebilir. Bu kimliklerin bazıları çok
güçlü ayrım veya kaynaşmalara yol açabilirken
(örneğin ODTÜ’lü olmak) diğerleri ancak ilk
aşamada ufak bir rol oynayabilir (Fifacı değil PESçi
olmak). Peki, Rangers ve Celtic örneğinde olduğu
gibi arkasında tarihi, etnik ve sınıfsal kalın çizgilerin
olmadığı durumlarda taraftarların takım kimlikleri
nasıl oluşmakta?
FREE taraftar anketinin ilk bulguları insanların
küçük yaşlardan itibaren sosyalleşme sürecinin
bir parçası olarak, çevre faktörlerinden etkilenerek
(aile, arkadaşlar, yaşanılan mahalle veya şehir)
takım kimliklerini oluşturmaya başladıklarını
göstermekte. Sevilen bir dayının gazına gelerek
kırmızı takımı tutmaya başlayan bir kişinin, bu
durumu sürekli ve kimliğinin önemli bir parçası
haline getirmesini nasıl açıklayabiliriz? Birçok farklı
yaklaşım birçok farklı cevap vermekte. Ben ise kısa
ve net bir cevap vermek istiyorum: Özel olmakla...
“Biz özeliz, çünkü biz daha...”
Hangi takımın taraftarı olursa olsun, tüm insanlar
tuttukları takıma dair bir ‘özel durum’, bir ‘en
iyilik’ pozisyonu yaratma ve bu pozisyonu koruma
çabasındalar. Dikkat edin, her taraftar tuttuğu
takımı diğerlerinden ayıran bir özelliği ısrarla
vurgular ve bu özelliğe gelecek bir eleştiriye
karşı savunma pozisyonuna geçer. Derin taraftar
kültüründe takım değiştirmek, başarının peşine
düşmek, “özel durum” hakkında şüphe etmek
kabul edilebilir durumlar değildir.
Kırmızı Takımı Tutuyorum Çünkü
Biz DAHA ____________
Yukarıdaki önerme tam olarak anlatmaya
çalıştığım özellik kurgusuna işaret eder. Her
taraftar yukardaki cümleyi bir şekilde kurgular ve
uzun uzun açıklamasını yapabilir. Bu boşluk her
şekilde doldurulabilir, daha başarılı olma, daha
ateşli olma, daha eski olma, daha şehirli olma, vb.
İsrail örneği ve DAHA Yahudi olmak
FREE projesi Viyana konferansında yapılan
sunuşlardan biri bu konuda hayli çarpıcı bir
örneği içeriyordu. The Max Stern Yezreel Valley
College-İsrail’den Hani Zubida, Happoel Tel
Aviv takımı taraftarları ile Beitar Jerusalem
taraftarlarını karşılaştırdığı sunuşunda, iki tarafın
siyasi motivasyonlarla kendilerini nasıl “özel”
kıldıklarını ve diğerlerine göre nasıl “daha iyi”
olduklarını açıkladı. Beitar Jerusalem takımına
ve taraftarlarına son bir yılda hepimiz aşina
olduk aslında. Beitar taraftarları “İsrail’in en
safkan takımı” olmakla gurur duyuyorlar ve
bunu kimliklerinin en önemli parçası haline
getirmiş durumdalar; bu takımda Yahudi
olmayan oynayamaz. Futbolda duyulmamış
şey değil aslında, Chelsea taraftarları da uzun
dönem takımlarının ‘Daha Beyaz’ olmasıyla gurur
duymuşlardı. Ama Chelsea, küresel futbolun
rekabetçi ortamına dayanamazdı ve bu “Beyazlık”
iddiası tarihin tozlu sayfalarında kayboldu gitti.
Beitar Jerusalem durumu ise bulunduğu
coğrafyanın etkisi ile hala gayet ateşli bir şekilde
devam etmekte. Beitar’da Müslüman oyuncu
oynamaz prensibini savunan ateşli taraftarlar, 2013
başında kulübün sahibi Rus asıllı milyarder Arkady
Gaydamak’ın takıma iki Çeçen futbolcu transfer
etmesiyle “En Safkan” takım olma kimliklerinin
tehdit edildiği inancıyla ile işi kulüp binasını
yakmaya kadar götürecek eylemlere giriştiler. Bu
iki futbolcu ve Başkan daha fazla dayanamadı ve
tutuculuk kazandı. Beitar hala diğerlerinden “Daha
Safkan”.
Öteki tarafta ise, kendi kimliklerini ‘Daha Barışçı’
olma üzerine kurgulamış Happoel Tel Aviv
taraftarları var. Takımlarında oynayan Arap asıllı
İsrailli futbolcuların kaptan olmasından gurur
duyan, hafta sonları futbol akademilerine Filistinli
çocukları ücretsiz servislerle taşıyan bir takımın
taraftarı onlar. Her platformda, kendilerinin Beitar
gibi ırkçı ve şiddet yanlısı olmadıklarını vurgulayan
ve bu kimliklerini Beitar’la mücadeleye kadar
götüren Happoel taraftarları, oynadıkları maçlarda
“Biz İsrail’i değil, Happoel’i temsil ediyoruz”
pankartı açarak diğer taraftar gruplarından
yedikleri “vatan haini” damgasını da gururla
taşımaktalar.
Başka bir kimlik mümkün mü?
Futbolun kitlelere yayıldığı ve futbol taraftar
profilinin hızla geliştiği bir dönemdeyiz. İnsanlar
artık çok kimlikli, kendilerini sadece tek bir olgu ile
ifade edip kurgulamaktan rahatsızlar. Teknolojik
imkanlarla artık sınırları ve tarihleri aşan çok
katmanlı kimliklerle karşı karşıyayız. İnsanlar,
kendilerini daha rahat hissettikleri oluşum ve
yapılar arası daha hareketli. Bunun en temel
göstergesi de sınır ötesi taraftarlık olgusunun
her daim kimlik vurgusu daha güçlü takımlarla
başlaması, aykırı kimliği nedeniyle St. Pauli
sempatizanları, Sol ideolojiye yakınlığı nedeniyle
kendini ‘Livornolu’ kabul edenlerin olması. Bu
durumlarda bile bu tutumları gene “Daha aykırı”
veya “Daha solcu” olmakla açıklamaları ise,
başından beri söylediğimiz “özellik” inşasının
bir diğer örneği. Yani, hareketlilik ve çoklu
kimlik olması bile “özel durum” yaratılmasını
değiştirmedi. Kendinize ve tuttuğunuz takıma
bakarsanız aslında bu yazıda anlatılanın çok
soyut olmadığı ortaya çıkar. Bu ülkede yıllardır
Fenerbahçe taraftarları ‘en başarılı takım’ olmakla
ve ‘daha kalabalık’ olmakla övünmedi mi? Ya da
Galatasaray taraftarları ‘Avrupa’da daha başarılı’
olmayı sürekli vurgulamadı mı? Trabzonsporluların
İstanbul = Bizans söylemi ile ‘daha farklı’
olduklarını savunması veya Beşiktaş taraftarlarının
‘en muhalif’ ve ‘daha halka yakın’ olma durumunu
sürekli ön plana çıkarması hep ‘özel durum”
yaratma değil mi? Ankara örneğinde Gençlerbirliği
taraftarının, Ankaragücü taraftarından ‘daha
entellektüel’ olduğu iddiası hep konuşulur ve iki
taraf da bu durumdan kendisine bir ‘kimlik’ inşa
eder. Elimizde, takımların taraftar sayısını ‘bilimsel’
olarak ölçen bir çalışma bile yokken, yaratılan bu
tür “özel” kimliklerin ne derece gerçekçi olduğunu
ne derece hayal edilmiş bir topluluk yaratma
olduğunu analiz etmemiz zor.
Belki de gerçeği bilmemize çok da gerek yoktur,
kırmızı taraftarlar iyidir, beyazlar daha iyidir,
ve siyahlar en iyisidir. En azından bir noktadan
bakıldığında kesinlikle öyledir. Sizin bulunduğunuz
noktadan bakınca en iyisi kim?
Football Research in an Enlarged Europe - FREE, Avrupa
Komisyonu 7. Çerçeve Programı tarafından desteklenen bir Avrupa
araştırma projesidir. 8 ülkeden 9 üniversitenin yürüttüğü FREE
projesine Türkiye’den ODTÜ Avrupa Çalışmaları Merkezi’nden
(www.ces.metu.edu.tr) Y.Doç.Dr. Özgehan Şenyuva ve Y. Doç. Dr.
Başak Z. Alpan katılmaktadır. Proje hakkında daha fazla bilgiye
www.free-project.eu sayfasından ve @Free_project_eu twitter
hesabından ulaşabilirsiniz.
Varol Döken
Maç Bahane
HF102
EDiRNE-ANTEP
YOLCUSU KALMASIN
100’üncü sayıdaki yazımdan sonra bayram, milli
maç arası falan derken 102’nci sayıya gelmişiz.
Yeni maç mekânı keşfedemedim ama ucundan
kıyısından iki şehir keşfettim. Boş durmasın
buralar onları yazalım. Araya bir şekilde futbol
katabilirsem ne âlâ, katamazsam adı üstünde
zaten Maç Bahane. Aslında iki şehri tek yazıya
sıkıştırmak ikisine de ayıp ama biz elimizden
geleni yapalım gerisi size kalsın. Direksiyonlarımızı
önce Edirne tarafına doğru kıralım.
Er meydanı Edirne’ye nasıl gidilir?
Bayramda İstanbul’da kalıp da günübirlik bir
yere kaçsak mı sorusuna, beş kişilik minik ama
sevimli grubumuzdan gelen en net cevap oldu
Edirne. Yeme ve gezme turizminin aynı anda
aradan çıktığı bu Osmanlı başkenti şehre önce
trenle gidelim dedik. Ancak ikinci bir emre kadar
Sirkeci’den tüm trenler iptal olduğu, biz de beş kişi
olduğumuz için bir araba kiralayıp yollara düştük.
Yollara düştük dediğime bakmayın, Mahmutbey
gişelerden vurdun mu iki saatte (benim gibi
acemiysen iki buçuk saatte) Selimiye’nin
minareleri görüyorsun.
Ne yenir/Ne içilir?
Yerinizden tava ciğeri diye sıçradınız biliyorum,
sakin. Ciğer cepte. Ama bir de köfte var ki, yani
bilemedim köftesiz bir hayat nasıl mümkün olur.
Tava ciğer diyince herkes Aydın dedi, biz de çarşı
içinde Aydın’a çöktük Edirne’ye girip arabayı park
eder etmez. Bir porsiyon gözümüze çok görünse
de çıtır çıtır hamsi gibi bir şey, lüp diye bitiyor.
Yanında bir bira olsa iyiydi diyip mecburen yoğurda
gömüldük. Yanında gelen garnitürlerden acı salça
sosu fena değil, kuru acı biberiyse sigaranızı
yakmak için kullanabilirsiniz. Aydın’a puanımız
dokuz kanka diyoruz. Bir dahaki sefere de Niyazi
Usta’yı deneyeceğiz. (Onu da Karaağaaç’a giderken
gördük tıklım tıklımdı)
İkinci hedef Köfteci Osman’dı (burada daha güzel
yazılmışı var: yenihayatintadi.com ) ama akşam
döneceğimiz için Meriç kenarında birayı tercih
ettik.
Dönüş yoluna çıkmadan Meriç (aslında Tunca
kenarı) kıyısındaki Hanedan Restaurant’a
seriliveriyoruz. Köftesi bir Osman değil ama fena
de değil. Direksiyon koltuğunda olduğum için
yarım biradan fazlasını içemiyorum, arkadaşın
bana bir duble sözü kulaklarımda çınlıyor.
Nereleri gezmeli?
Edirne çok büyük bir şehir değil. Üç sefer gittim
üçünde de araba vardı. Şehir içi ulaşımı biliyorum
dersem yalan olur. Ama merkezde hemen hemen
her yere yürüyerek varabilirsiniz.
Yeme kısmını yukarıda özet geçtikten sonra kültür
turuna gelecek olursak elbette yine hep bir ağızdan
Selimiyee diye bağıracaksınız. Mümkündür.
Orası elde var bir zaten ama ben size mutlaka ve
mutlaka İkinci Bayezid Külliyesi’ni öneriyorum.
İçindeki cami ve sağlık müzesi gezmek için de, bir
tatlı huzur almak için de mükemmel. Şehrin 2 km
kadar dışında, dediğim gibi arabayla gittim ama
fayton da var minibüs de. Görmeden gelmeyin.
Selimiye’ye girmeden Eski Cami’yi (Ulu Cami)
geziyoruz. Grubumuzda Osmanlı sanatı sevdalıları
var, Ara Güler’in meşhur fotoğrafını çektiği yeri
hemen buluyorlar. Siz resimlerde bulamazsınız
boşa bakmayın, gugıllayın. Eski Cami, Selimiye,
Bedesten oradan Külliye derken postlar yoruluyor.
Onu da yukarıda yazdığım gibi Hanedan’da
dinlendiriyoruz.
Dönüş yolu
Hanedan’dan sonra Edirne Merkez’e bir kez daha
uğrayıp Kallavi bir arkadaş alıyoruz yanımıza. Bir
insan değil kurabiye kendisi. Acıbadem’in Antep
fıstığıyla yapılanını düşünün, işte öyle bir şey.
Adı gibi etkisi de Kallavi, misal Edirne’ye koşarak
döndük beşimiz. Kallavi’nin yanı sıra bademli
Kavala kurabiyesi ve badem ezmesi de alıp
İstanbul’a doğru yola çıkıyoruz.
Aklımızda kalanlar Köfteci Osman, Niyazi Usta
Ciğer, Papazkarası şarabı ve tren istasyonu. Bir de
ben hiç Kırkpınar izlemedim, izleyen varsa hodri
meydan diyorum buradan gelsin beraber gidelim
Mayıs’ta onu da yazalım onu da taşıyalım bu
satırlara. E bu yazının neresinde futbol derseniz
Hollanda maçını hatırlatırım size bayramdaki
yazının tadı kaçar o yüzden boş verin, hep beraber
Antep’e geçelim.
ANTEP’İN HAMAMLARI
Gaziantepspor’un Kadıköy’e geldiği gün hatta
saatte benim Antep’e uçmam biraz ironik biraz
da kaderin cilvesi. Maçı deplasmanda sanıp gitti
şakalarını da kimse yapmadan kendi kendime ben
Twitter’da yaptım zaten. Ama Antep’te düğün var,
biletler önceden alınmış ve ben 90 kiloya merdiven
dayamış bünyeme bir altın vuruş yaptırıp, normale
dönmek istiyorum. Bu yüzden geçen Cuma akşamı
saat 20:00 gibi Antep’e uçuyoruz.
Nasıl gidilir?
Uçak korkunuz yoksa ve sadece hafta sonu
kalacaksanız, otobüsün de 13 saat kadar
sürdüğünü düşünürsek herhalde karayoluyla
gidilmez. Pegasus, Atlas Jet ve Anadolu Jet,
Antep’e uçan firmalardan bazıları. Uçakta su
da içmeyiveririm canım diyip Pegasus’u tercih
ediyorum fiyatından dolayı. Yolculuk Sabiha
Gökçen’den 1 saat 16 dakika sürüyor.
Ne yenir, neresi gezilir?
Elimde Metanet’te beyran içmekten, Zekeriya
Usta’da katmere yumulmaya kadar geniş bir liste
var. Ama altımızda kiralık bir araba var, düğün
telaşından Antep’in yerlilerinden ancak telefonla
tarif alabiliyoruz, ana caddelerden biri trafiğe
kapanmış. Tüm bunlar ve benim yön bulamayan
muhteşem beyin içi navigasyonum birleştiğinde
kaybolup duruyoruz. Kabarık listemden bulup da
gidebildiklerim şunlar…
Metanet’i bulamasak da Kelebek’te beyran
içiyoruz. Fena değil. Kadıköy’de daha iyisini
içmiştim. Daha sonra Kale etrafındaki Kır
Kahvesi’nde menengiç kahvesini deniyoruz
ve hemen karşısındaki Cam Eserleri Müzesi’ni
geziyoruz.Menengiç denemeye değer, müze ise
küçük ama hoş bir yer, sadece bahçesindeki paçalı
güvercinler için bile gidilir.
Kebap, baklava, katmer, beyran… Antep’e
gidiyorum dediğinizde herkes bunlarla şişirecek
kafanızı biliyorum. Ben Antep’te bir numaraya
Zeugma Mozaik Müzesi’ni yazıyorum. Kale’den
sonra oraya geçiyoruz. Dışarıdan büyüklüğü
karşısında da, içini görünce de çok şaşırdığımı itiraf
etmeliyim.Türkiye’nin en güzel müzesi olabilir.
Hem içerik hem müzecilik bakımından Avrupa
standartlarında. Mozaikler muhteşem, müze çok
ferah, bilgilendirme iyi, üç boyutlu film gösterimi
var, giriş ucuz… Hediyelik eşya dükkanı biraz daha
şaşalı olabilirdi sadece. Özellikle alametifarikaları
Çingene Kız için çektikleri numara çok hoşuma
gitti. Özetle, mutlaka gidiniz, çoluğunuzu
çocuğunuzu götürünüz.
Zeugma’dan sonra listemde yer alan ama
tabelasını şans eseri görmesem hayatta
bulamayacağım Kebapçı Halil’e damlıyoruz. Saat
16:00 olmuş; lahmacun, içli köfte bitmiş; canımız
sağ olsun. Beş dakikada dört porsiyon kebabı (acılı,
simit, kıyma, kuşbaşı) götürüyoruz. Oldukça iyi
ama benim için en iyisi diyemem. Açık ayrandan da
biraz hayal kırıklığı yaşıyorum açıkçası. Ama listeye
mutlaka yazılır.
Cumartesi düğün akşamı telaşı. Ertesi gün ise
muhteşem başlıyor. Düğün konvoyuyla birlikte
soluğu Acıoğlu’nda klasik Antep kahvaltısında
alıyoruz. Beyran üstü katmer, antep fıstığı süslü
kaymak+petek bal, maş, simitaşı vs… 4-3’lük
Antep maçındaki gibi coşkulu ve mutluyum.
Kahvaltıdan sonra hedef Bakırcılar Çarşısı.
Koçak’tan Ayıntap’a kadar bir sürü öneri olmasına
rağmen hazır oradayken baklava yüklemesini
dünyanın ilk baklava dükkanı orijinal Güllüoğlu
Elmacıpazarı şubesinden yapıyoruz. Eski Antep
gerçekten güzel (yeni Antep’i sevemedim).
Tahmis Kahvesi’nde menengiç ve zahter, bakır
kahve takımı ve ayran kupaları, üzüm pestili,
Türkiye’nin ilk ve tek ahşaptan akıl oyunları
dükkanı, meyankökü şerbeti, kutnu kumaşı
derken Antep’i dibine kadar yaşıyoruz. Bana
yetiyor.
İmam Çağdaş’ı zamansızlıktan ıskaladım, merak
etmiyor değilim. Daha yetişemediğim Zeki İnal’da
şöbiyet, Zekeriya Usta’da katmer falan hepsi
bir sonraki sefere. Biz kapanışı, Antep’in dışında
düğün alayı için ev sahipleri tarafından verilen
muhteşem bahçe mangalıyla yapıyoruz. Uçağımız
biraz daha geç kalksa daha iyi olacak ama heyhat,
İstanbul bizi bekliyor.
Dönüş Yolu
Antep Havaalanı tam 15 yıl önce hayatımda ilk
defa uçağa bindiğim yer. Hiçbir şey değişmemiş,
yolcular farklı, liman aynı liman (paragraf şiire
doğru gidiyor aman). Ha bir de ben 90 kiloyum, o
zamanlar 60’tım. Fazla bir gecikme yaşamadan
uçağa biniyoruz, kendimi Zagor Tenay’ın
Darkwood ormanına bırakıyorum, Zagor beyran
içiyor, Zagor yerlilerle katmer yiyor, Zagor Zeugma
Antik Kenti’ni barajlardan koruyor… Gözümü
açtığımda İstanbul’dayım.
Teşekkürler
Teşekkür etmeyi severim, nazik ve inceyim. Edirne
gezisinden yol arkadaşlarım Serkan, Levent ve
Hande’ye 5 yıl sonra araba kullanmama rağmen
benden korkmadıkları için öncelikle teşekkür
ederim. Antep’te evlenen Aycan ve Yılmaz çiftine
bol tebrik, beyranlı katmerli şeker gibi hayat
dilerim. Düğünün Ankara’dan gelen yıldızı vdgrl,
pek ince arkadaşları Pınar, Antep’teki telefon
navigasyonumuz Erman ve adı aklıma gelmeyen
tüm Antepli ev sahiplerimize selam eder,
gözlerinden öperim. 2 gezinin tek ortak noktası
Edirne ve Antep’teki co-pilotum kendisini biliyor,
ona da satır arası mesaj yolladım oldu bitti.
Başka bir Maç Bahane’de görüşmek üzere, ciğerle,
beyranla, katmerle kalın.
Mekân önerileri ve eleştirileriniz için: twitter.com/
dokenvarol (biriniz de bir şey yazsın be!)
Aydın Tava Ciğer:
Tahmis Çarşısı No: 12 Merkez/Edirne,
0284 214 10 46
Köfteci Osman:
Kıyık Cad. Yedi Yol Ağzı Sok. No: 14
Merkez/Edirne, 0284 212 77 25
Hanedan Restaurant:
Karaağaç Mah. İki Köprü Arası Cad.
No:2 Merkez/Edirne, 0284 214 21 22
Zeugma Mozaik Müzesi:
Mithatpaşa Mah. Hacı Sani Konukoğlu Bulvarı,
Şehitkamil/Gaziantep, 0342 325 27 27, http://www.
muze.gov.tr/gaziantep
Kebapçı Halil Usta:
Karşıyaka Tekel Cad. Öcükoğlu Sok.
No: 6 Şehitkamil/Gaziantep
Tahmis Kahvesi:
SuyabatmazMh. Şehitler Cd. Arasa Meydanı Eski Buğday
Pazarı No :21, Elmacı Pazarı Civarı, Şahinbey / Gaziantep,
0342 232 8977 Güllüoğlu Elmacı Pazarı:
Karatarla Mah. Elmacı Pazarı No:4/A
Şahinbey/Gaziantep, 0342 231 21 05

Benzer belgeler