Sen doğru ol da varsın sanan eğri sansın. Lâkin sakın

Transkript

Sen doğru ol da varsın sanan eğri sansın. Lâkin sakın
DEĞER
Ekim 2015 Sayı:22
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır
Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi
ÜCRETSİZDİR
Sen doğru ol da varsın sanan eğri sansın. Lâkin sakın unutma ki;
Sen kendini bir şey sanmadığın sürece doğru insansın.
(Yunus Emre)
Eğer
değerlerini
diğerlerinden
ayıramıyorsan,
meğerlerini
bir cebine,
keşkelerini
öbür cebine
koyacaksın.
Enis Yavuz YILDIRIM
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü
DÜRÜSTLÜK AYDINLIĞA
GİDEN YOLDUR
Eğitimlerin gayesi insanları doğru kılmaktır. Doğruluk bir iç adaletidir. Doğru olmak, bencillik kuruntularından sıyrılma, gerçek huzur yolunu bulmaktır. Dürüstlük, özde,
sözde, yaşayışta doğru ve tutarlı olmayı gerektirir. Özde, sözde ve yaşamda dürüstlük insanın içinin ve dışının bir olmasıdır. Kişi, düşündüğü ve inandığı neyse başkalarını rencide
etmeden onu söylemeli, onu yapmalıdır. Dürüst olmanın faziletini ancak dürüstlüğü ilke
edinen, karakterine yansıtan ve dürüstlükle
özdeşleşenler bilebilir. Nedir dürüst olmak?
Yalan söylememek mi? Her hareketinde doğru
davranmak mı? Meslek hayatında dürüstlükten ödün vermemek mi? Bu sorular dürüstlük
için sadece bir başlangıçtır. Önemli olanda bu
başlangıç yolunda çaba sarf etmektir.
Toplumda iyi insanlar kadar kötü insanların da bulunması doğaldır. İnsan en kusursuz
olduğu durumlarda bile, başkaları tarafından
haksızlığa uğratılabilir. Hatta, hayat yolunda bu
kötülere iyilerden daha fazla rastlanabilir. Birtakım hesapsızlıklar, tedbirsizlikler, şanssızlıklar
peş peşe gelebilir. İç aydınlığına kavuşmuş, eğitim görmüş bir insan bunların tuzağına düşmez.
Hayat bunu gerektiriyor diye yalana, hileye sapmaz; kötü insanlara özenmez. Bilir ki, medeni
bir insan olmak, en kötü ortamda bile doğruluk,
dürüstlük ve faziletten şaşmamak demektir.
Dürüstlük, yalanın en büyük karşıtı olduğundan yalansız yürüyen bir toplumun ve
yalansız yaşanan bir hayatın kapılarını açar.
Dürüstlüğün olduğu yerde toplumun ve insan
ilişkilerinin temeli çok sağlamdır, kolay kolay
sarsılmaz ve de yıkılmaz. Bizlerde bütün kurumlarımızla birlikte topyekûn sağlam, yıkılmayan, azimle ilerleyen, doğruluk ve dürüstlükten beslenen bir yapı olarak ilerliyoruz.
Mesleğimizde de dürüstlüğün önemli bir yer
teşkil ettiğini unutmamak gerekir. Görev yaptığımız her yerde her alanda doğruluğun ve
tutarlılığın izinden emin adımlarla giderek,
birbirimizi örnek olmaya çalışmalıyız. Dürüstlük değeri, birbirimize olan bağlılığımızın
teminatıdır. Bu teminata sadık davranarak
önce kendimize dürüst olmalı, daha sonra çalışma arkadaşlarımızla doğruluk yolunda bir
ışık olan dürüstlüğü ilke edinmeliyiz.
Bir değerin hayatımızda neleri değiştireceğini görmek için onu yaşamak gerekir.
Yaşamadan, hissetmeden hiçbir “değer’’in
kıymetini anlayamayız. Toplumların yükselmesi, dürüstlüğü yaşayan insanların çoğalmasına bağlıdır. Yalan, ilk bakışta ne kadar
göz boyarsa boyasın; ne kadar kazanç sağlarsa sağlasın; sonunda iflas etmeye mahkûmdur. “Kazanan, daima kazanan, bütün karanlıkları aydınlığa boğan doğruluktur.”
Işığınızın Dürüstlük, gölgenizin Doğruluk
olmasını dilerim.
ANADOLU’NUN
YİĞİDOSU
SİVAS
04
28
TUARLI
DAVRANMAK
NEDEN ÇOK
ZOR
10
FATİH’İN
HOCASI
AKŞEMSEDDİN
ÖZELEŞTİRİ
45
54
KEÇECİLİK
VE
KEPENEKÇİLİK
37
KAHVE
HANELER
içindekiler
Ekim 2015
Değer Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi
Yıl: 2 Sayı: 21 Ekim 2015
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır
YAYIN KURULU
Ali YILDIZ (Yayın Kurulu Başkanı)
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdür Yardımcısı
Çelebi YILMAZ (Eğitim Daire Başkanı)
Faruk KARCI (Tetkik Hâkimi)
Ramazan GÜNŞAN (Şube Müdürü)
Habil KANOĞLU (Şube Müdürü)
Elçin Çakar TERZİOĞLU (Eğitim Uzmanı)
Irmak ŞENEL (Sosyal Çalışmacı)
Zümrüt ÖZKAN
(Psikolog)
İlhan GÜLER
(Öğretmen)
İslam AZAKLI
(Sosyal Çalışmacı)
Emrullah ÖZGER
(Sosyal Çalışmacı)
Hakan ERDEM
(Memur)
Editör
İlhan GÜLER
Sahibi
Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Adına
Necmi ACUN (Kurum Müdürü)
Katkı Sağlayanlar
Abdullah Tutgun - Ali Oktay - Ali Yavuz
Aydın Keçeci - Bayram Ural- Burcu Kurt
Cevdet Tekin- Ejder Topal - Evren Tanrıkulu
Ferhat Çeliker Hakan Yıldız -Mehmet Gökçe
Mehmet Varnalı - Murat Namdar
Mustafa M. Ünlü - Ömer Gökduman
Özcan Gültekin - Ramazan Sağır
Recep Güngör -Said Şener - Sema Gök
Tuncay Karaca
Matbaa-Baskı Şefi
Salim KILIÇ
Grafik Tasarım
0312 441 00 40 - 0533 616 23 18
Baskı
Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Matbaası
İstanbul Yolu 15.Km Hava Müzesi Karşısı
Şaşmaz / Ankara
Tel: (0312) 278 7610 Faks: 278 25 68
Yayın Türü
Yerel Süreli Yayın
Basım Tarihi: 15/10/2015
İletişim
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü
Konya Yolu No:70 06330 Beşevler/ANKARA
Tel: 0312 204 1661 Faks: 223 43 91
e-posta: [email protected]
Web: www.cte.adalet.gov.tr
Sesleniş Gazetesinin ekidir
EDİTÖRDEN
Kişinin ideal insan mertebesine yükselmesi için bazı ahlaki prensipler ve evrensel değerlere sahip olması gerekmektedir. Evrensel ahlaki
prensiplerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz: Doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik, ahde vefa, nezaket, adalet, hoşgörü ve cömertlik gibi. Bizlerde
“DEĞER” dergimizin bu sayısında evrensel ve ahlaki prensiplerden olan
doğruluk ve dürüstlük değerinin önemi üzerinde durmak istiyoruz.
Dürüstlük, anlam olarak “ahlaki ve etik kaidelere bağlılık, sağlam ahlaki karakter, sözünde ve davranışlarında doğruluktan ayrılmamak” şeklinde tanımlanmaktadır. Dürüstlük, huzurun ve kendimizle barışık olmanın, kısacası mutluluğun bir gereğidir. Doğruluk ve dürüstlük,
kişiyi toplum içinde itibarlı ve kendi içinde tutarlı, mutlu kılan olgun ve
güvenilir bir kimsenin vazgeçilmez bir özelliğidir. Toplum açısından da
huzurlu, güvenli, düzenli, mutlu ve müreffeh bir hayatın sağlanabilmesinin en önemli ve olmazsa olmaz unsurlarındandır. Kişisel ilişkilerden,
toplumsal ilişkilere, ticari ve mesleki faaliyetlerden kamu görevlerine kadar hayatın bütün alanlarını ilgilendiren ve bütün bu alanlarda mutlaka
riayet edilmesi gereken ahlaki bir erdemdir. Bugün aldatanın yarın mutlaka aldanacağı gerçeğini aklımızdan hiç çıkarmamamız gerekmektedir.
Doğruluk ve dürüstlükten nasibini almamış kimselerin; vicdanı
gelişmemiş, şahsiyeti olgunlaşmamıştır. Bu kişiler, hayatlarının gayesini tam olarak belirleyememiş ya da yanlış belirlemişlerdir. Gülücükleri
yalan, saygıları gösteriş olan bu tür insanlar toplumda etkileri ve yetkileri oranında bir yere sahiptirler. Oysa ki, doğruluk - dürüstlük öyle mi?
Dürüst insan her zaman alnı açık, itibarlı, mutlu ve başarılıdır. İçi dışı
bir olduğundan, kimseden çekinecek, sakınacak bir durumları da yoktur
bu insanların. Her güzel şeyde olduğu gibi doğru ve dürüst olabilmek fedakârlık ister. Alışverişte doğrudan ayrılmamak, yalan söylememek, sözünde durmak. Unutulmamalıdır ki, dürüstlük için zorluklara katlanmak;
milyonlarca para ile elde edemeyeceğiniz bir iç huzur sağlayacaktır size.
Mutluluğunu, başkalarının mutluluğunda arayan dürüst insanlar; başkalarına yardım etmekten, onları memnun etmekten zevk alırlar.
Bu sebeptendir ki, onlar herkesin mutluluğunu paylaşmaya, dertlerine de
derman olmaya çalışırlar. Dürüst insanlar rüşvet, iltimas, adam kayırma
gibi gayri meşru davranışlara prim vermez. Adalet, liyakat ve hak ölçüleri
onun pusulası olmuştur. Bu ölçülere göre hareket eder ve kendi işinin ehli
olmaya çalıştığı gibi, ehli olmayana da işi emanet etmez. Böyle doğru dürüst insanlardan meydana gelen toplumlar maddi olarak kalkınmakta,
manevi olarak da huzur ve emniyet içinde bekâlarını sürdürmeye devam
edeceklerdir.
Bir de doğru olduğu zannedilen yanlışlar vardır. Doğruluk ve
dürüstlüğü zaafa uğratma, sosyal hayatı güvensiz bir hale getirme adına
söylenen; “Ticaretle uğraşıyorsan yalan söylemeye mecbursun, çünkü
yalan söylemezsen kazanamazsın ve hayatta başarılı olamazsın” gibi
sözler kısa vadede söyleyenleri haklı gibi gösterse de uzun vadede mutlaka yanlış olduğu anlaşılacaktır. Bu türden sözler söyleyenler, herkesi
kendileri gibi zannederler.
Öyleyse daha güvenilir bir toplum için, dürüst kişileri yetiştirmek, toplumun dürüst şahsiyetlerden oluşmasını sağlamak, işlerimizi
doğruluk - dürüstlük çerçevesinde yürütmek, yalana dolana prim vermemek bu toplumda yaşayan öğretmenden hakimine, memurundan amirine, işçisinden yöneticisine herkesin boynunun borcudur. Sözlerimi Ziya
Paşa’nın mısrası ile sonlandırmak istiyorum:
“İnsana sadâkat yakışır görse de ikrâh.
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah.”
İlhan GÜLER
KAPAK KONUSU
4
Tutarlı Davranmak Neden Çok Zor?
Hepimiz ailemizde ve okulda sözlerimizin arkasında durmanın, vaat ettiğimiz gibi davranmanın
bir erdem olduğunu öğrendik. Sözleri ve davranışları
tutarlı bir insan olmak gerektiği öğütleriyle büyüdük.
Bir kişinin söylediği gibi davranması, içinin dışının bir
olması, bütün ahlâk öğretileri ve bütün dinler tarafından yüceltilen bir özelliktir. Fakat sözleriyle davranışları tutarlı bir insan olmak kolay değildir. Çocukluktan
başlayarak girdiğimiz bütün çevrelerde bizden tutarlı
olmamız beklenirken hayatta çok az insan tutarlı davranır.
Ayrıca, özü sözü bir olmak her zaman işe yaramaz, hatta aksine bazı durumlarda geri bile tepebilir.
Bazı durumlarda içi dışı bir olmak risklidir. Hayatta
öyle durumlar vardır ki insan içindekini söylediği, düşündüğü gibi davrandığı zaman başı belaya girer.
Liderler özellikle doğu kültürlerinde çalışanlarının güvenini ve saygısını kazanmak için onlarla
kendileri arasına bir mesafe koymak ihtiyacı duyarlar.
Bu nedenle isteseler bile açık yürekli davranamazlar.
“İçinde bulunduğumuz durumdan çok endişeliyim,
doğrusunu söylemek gerekirse çok korkuyorum.” diyen bir lider, insanda saygı uyandırmaz. Durum gerçekten korkutucu bile olsa, bir liderden korkularını
dışa yansıtmasını değil, kendine olan güvenini ifade
etmesini isteriz. Biz liderlerden özgün olmalarını, içten davranmalarını isteriz ama endişelerini paylaşan,
korkularını dile getiren liderler görmek istemeyiz.
Toplum hem bireylerden hem de liderlerden
açık ve tutarlı olmalarını bekler ama çoğu zaman bu
açıklığı kabul etmez. Çoğu liderin ve siyasetçinin gelecek vaatlerini abartılı bulsak da bu tür vaatler duymaktan hoşlanırız. İnsanlardan açık sözlü ve tutarlı
olmalarını beklesek de, sadece yapabileceklerini söyleyen liderleri çoğumuz, vizyonu olmayan, vasat hatta
yetersiz buluruz. İnsanlar sadece gerçekleri söyleyen
liderlerden motive olmazlar, onlardan ilham almazlar.
Yine benzer bir şekilde, bir iş
başvurusunda çoğu insan
yapabileceklerinin de
üzerinde vaatlerde bulunur.
Çoğu insan, vaat ettiğinin daha
azını gerçekleştirir.Ama sadece
yapacaklarını söyleyen
insanlar da zayıf hatta yetersiz
oldukları
algısı uyandırırlar.
Abartmak, olduğundan daha iyi göstermek
iletişimin, özellikle de reklamların DNA’sında var.
Arkadaşlarımızın, eşimizin, yakınlarımızın başlarından geçen olayları anlatırken, kendilerini tutamayıp
abartmaları bu yüzden.
Açık ve şeffaf olmak, içi dışı bir olmak her
zaman gerçekçi de olmayabilir. İnsanın değer yargılarıyla içinde bulunduğu ortamın değerlerinin uyuşmadığı durumlarda düşüncesini açıklaması riskli
de olabilir. Kendi duruşunu, görüşünü ve planlarını
açıkça anlatan insanlar, bazı ortamlarda kendilerini
tehditlere ve saldırılara da açık hale getirirler.
İnsanın düşüncelerini olduğu gibi dışa vurması, yabancı bir kültürde büyük yanlış anlaşılmalara
neden olabilir. Bizim kültürümüzde iyi ve doğru olan
bir davranış, yabancı bir kültürde yetişmiş bir insan
için çok yersiz hatta kaba bulunabilir. Bir çevrenin
uygun bulduğu davranış, başka bir çevrede sergilendiğinde bir kabahat haline gelebilir.
Her ne kadar söylediği gibi davranmak bir erdem olsa da pek çok insan bu standardı her zaman
tutturamaz. Bu nedenle bir insanın dediğini yapamaması her zaman onun karakterinin zayıf olduğu anlamına gelmez; karakter bütünlüğüne sahip olan insanlar bile bazı durumlarda söylediklerini yapamazlar.
Sosyal bilimciler, bir insanın söylediği gibi davranamamasının nedeninin, içinde bulunduğu ortamdan
kaynaklandığını söylerler. Hepimiz kendimize özgü
bir kişilik geliştirmek istesek de, içine girdiğimiz ortam, sahip olduğumuz kişiliği esnetir. Kendilerine
çok güvenen insanlar bile, bazı sosyal çevrelerde,
bazı ortamlarda kendileri gibi olmakta zorlanırlar.
İçine girdiği sosyal grubun inanç ve değerleri
insanın kendi fikirlerini ifade etmesine engel olabilir.
İnsan böyle durumlarda inandığı gibi davranamayabilir; içinde bulunduğu
gurubun değerlerinden
etkilenir.
Çevre baskısı ya da insanın içine girdiği
hayat evresi, insanın kendisi gibi olmasını
engelleyebilir. Buna karşın kendine güveni tam
ve güçlü karakterli insanlar içine girdiği çevrelerin
değerlerine rağmen oldukları gibi davranma
konusunda daha güçlü bir duruş sergileyebilirler.
Sosyal bilimciler pek çok durumda insanın
kendi düşüncelerine bağlı kalmak yerine, içinde bulunduğu ortama en iyi uyum sağlayacak düşünceleri
benimsediğini ve davranışlarını grubun değerlerine
göre uyarladığını söylüyorlar. Genel kural olarak,
insanın düşünceleri içinde bulunduğu ortamın baskısına yenik düşer ve davranışları bu ortamın değerlerine uyum göstermeye başlar. İnsan kendi özüne
sadık kalmakta zorlanır. Önceden hangi düşünceleri dile getirmiş, ne söylemiş olursa olsun, bunların
arkasında duramayabilir. Bu da insanın “tutarsız”
davrandığı sonucunu ortaya çıkarır.
Sosyal psikologlar, bir vaatte bulunan ya da
çok ateşli bir şekilde bir inancı savunan insanların
söyledikleri gibi davranabilmeleri için, aynı sosyal
çevrede ve aynı hayat evresinde olmaları gerektiğini
söylerler. İnsanın içinde bulunduğu şartlar ve çevresindeki insanlar değişince daha önce dile getirmiş
olduğu düşüncelerden sapması ihtimali artar.
Çevre baskısı ya da insanın içine girdiği
hayat evresi, insanın kendisi gibi olmasını
engelleyebilir. Buna karşın kendine güveni tam
ve güçlü karakterli insanlar içine girdiği çevrelerin
değerlerine rağmen oldukları gibi davranma
konusunda daha güçlü bir duruş sergileyebilirler.
Söylediği ve inandığı
gibi davranmak ciddi bir içsel
disiplin ve güçlü bir karakter
bütünlüğü gerektirir. İnsanın
özünde inandığı, kalben bağlı
olduğu esasları hayatının her anına
yansıtması bir bilinç ve farkındalık
konusudur.
Tutarlı olmak, içi dışı bir olmak hem
her insanın sahip olmak istediği bir erdem
hem de insanı en çok zorlayan konuların başında
gelir. Bazen çok dürüst insanlar bile yapacakların-
dan fazlasını vaat etmek zorunda kalabilir, bazı durumlarda sahip oldukları inançlar doğrultusunda
davranamayabilirler. Ama yine de her girdiği kalıbın
şeklini alan kemiksiz bir insan olmakla karakterli bir
insan olmak arasında herkesin bildiği ve anladığı bir
fark vardır. Karakter bütünlüğü olan insanlar, koşullara göre esneseler de özlerini korurlar. Karakterli olmak insanın doğuştan sahip olduğu bir özellik
değildir. İnsan kendi karakterini her gün yaptığı seçimlerle, aldığı kararlarla, olaylar karşısında aldığı
tavırlarla oluşturur. Karakter, insanın sahip olduğu
değerleri, her günkü tercihleriyle hayata yansıtmasıdır.
Goethe’nin dediği gibi “İnsan, kendi karakterini kendi etinden ve kemiğinden kendi elleriyle
inşa eder.’’
Temel Aksoy
TARİH
Sultan Abdülmecid’in ‘500 kuruş’u
Osmanlı padişahı Sultan Abdülmecid tarafından 1849’da bastırılan,
ancak bugüne kadar basılı hali, kalıbı ve
görseli dahi görülmeyen 5. emisyon kağıt
500 kuruş, Ankara’da bir koleksiyoncuda
ortaya çıktı.
Paranın sahibi araştırmacı - yazar
Necati Doğan, Osmanlı’da kağıt paraların
ilk defa 1840’da, Abdülmecid döneminde
“Kaime-i Nakdiye-i Mütebere” adıyla elle
yazılıp, piyasaya sürüldüğünü söyledi. Söz
konusu dönemde paralar, faiz getirili borç
senedi veya hazine bonosu niteliğindeydi.
BİLİM
Artık Elektrikle Uçabileceğiz
İlerleyen teknoloji ile birlikte eş
zamanlı olarak geliştirilen hava ulaşım
araçlarına bir yenisi daha eklendi!Geçtiğimiz günlerde ortaya çıkan ilk elektrikli
formula aracı’nın ardından bir yeni ulaşım aracı daha geliştirildi.
Savunma ve özel hava ulaşım
araçları arasında en popüleri olan helikopterler, özel bir hava şirketi tarafından
geliştirildi. İlk elektrikli helikopter modeli olan Volocopter’de 18 adet motor ve
kanat kullanılıyor.
İşaret dilini konuşmaya ve yazıya çevirin
Londra Üniversitesi’nden tasarımcı Hadeel Ayoub, işaret dilini yazıya
ve konuşmaya çeviren bir eldiven yaptı. Ayoub’un akademik raporuna
göre, “çalışmada esas hedef; duyma, konuşma ve görme engelliler
arasında iletişimi geliştirebilmek” olarak belirlendi.
Yeni açıklanan kablosuz işaret dili
eldiveni, engellilerin kısmen de olsa
engellerini aşabilmeleri için üç
prototipte tasarlandı. Yaptığı üç farklı prototipten
sonuncusu, yazıdan konuşmaya çeviren çiple çalışıyor ve işaretleri konuşmaya çeviriyor. Böylece
görme engelliler, işaret diliyle konuşan duyma engellileri rahatlıkla anlayabiliyorlar.
Eldiven beş parmağa bağlı, parmakların
yerini belirleyen beş esnek sensörlerle çalışıyor.
Accelerometer (statik ya da dinamik hızlanmayı ölçer) eldivenin ne yöne hareket ettiğini takip ediyor.
Tüm bu veriler bir bilgisayar programını besliyor
ve mimikler tanımlanıp doğru şekilde görsel hale
dönüştürülüyor.
Kışlık geleneksel eldivenlere benzeyen ve
üst kısmı kablolarla kaplı olan ilk prototip, biraz
hantal ve kullanışsız şekilde; harfleri teker teker
gösteriyor ve bolca kablo içeriyor.
İkinci prototipte daha az hantal olan tasarım sadeleştirilmiş, mikroişlemci daha küçük ve bu tasarımda tüm cihaz tamamen bir bilgisayara bağlı
olmak zorunda değil. Değiştirilen yazılım da akan
küçük bir ekranda yazıların çıkmasına izin veriyor.Üçüncü prototipte ise cihaz epeyce geliştirildi.
Elektronik parçalarının büyük çoğunluğu, beyzbol
eldivenine benzeyen eldivenin dolgu malzemesinin
içine dikildi. Bu sayede hem daha yüksek teknoloji
ürünü bir görüntü elde edildi, hem de basitlik sağlandı. Bu prototipte yazıyı konuşmaya çeviren bir
çip mevcut ve işaret dilini konuşmaya çeviriyor.
Planlanan bir sonraki prototipte ise Wi-Fi çipi ile
eldivenin akıllı telefona bağlanması, bir hareket
sensörü eklenmesi ve her dile tercüme özelliğinin
eklenmesi tasarlanıyor. Bu prototiple eldiven dünyadaki herkesle iletişim kurabilme potansiyelini
taşıyor. Ayrıca bu son prototipin daha küçük boylarda üretilmesiyle çocuklara uygun eldivenlerin
sunulması da planlanıyor. Wi-Fi bağlantısından
sonra eldiven kısa mesajlar ve e-mail gönderebilecek. Eklenecek hareket kontrol sensörü de cihaza
hassasiyet kazandıracak.
Cihazın gelişen her bir prototiple
daha ileri özelliklere sahip olduğunu
belirten Ayoub, “LED ışığı, hoparlör
eklenmesi beni hedefe biraz daha
yaklaştırdı” diyor. Benzer projelerde
çalışan araştırmacılar olsa da Ayoub,
“Kendi buluşunun en hafif ve en pratiği
olduğunu” ifade ediyor.
Kaynak: Popular Mechanics, ZD Net, Science Alert
KÜLTÜR
YAŞAM
Dünya Mirasına 15 Eser...
Çölde çiçekler açtı!
Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim
ve Kültür Örgütü tarafından belirlenen
ve dünya çapında koruma altına alınan
kültürel ve doğal varlıklardan oluşan
Dünya Mirasları listesinde, Türkiye’de
bulunan kültür varlığı sayısı 15’e çıktı.
Şili’de bulunan ve ‘dünyanın en
kurak bölgesi’ olarak bilinen ‘Atacama
Çölü’ çiçeklerle kaplandı.
Dünya Mirası Listesine son olarak
Diyarbakır Surları ile Hevsel Bahçeleri ve
Efes Antik Kenti girdi. Dünya Mirasları,
UNESCO tarafından belirlenen varlıklardan oluşuyor.
Okyanus sularının ısınmasıyla
kasırga, sel, heyelan veya kuraklığı artıran El Nino doğa olayı iklimleri değiştiriyor. Tek bir yağmur damlası olmadan
173 ay geçiren Atacama çölü dünyanın
en kuru bölgesi olma rekorunu elinde
tutuyordu.
Dürüstlük Nedir?
Dürüstlük maddi ve manevi bir
yükümlülüktür. Bu yüzden dürüstlüğün seçiminden herkes kendisi
sorumludur. Yani insan dürüst de
olabilir, sahtekar da. Yetişme
tarzımız elbet etkilidir ama kişi
kendine çeki düzen vermek,
dürüstlüğü hedeflemek zorundadır.
Bir kişinin itibarlı ve saygın
oluşu dürüst olduğunu
göstermez. Bu ikisi farklı şeylerdir,
özellikle günümüzde böyledir.
Dürüstlük, iki yüzlü olmamak
demektir. Birinin kendisi için bir yüz, başkaları
için başka yüz takınıp, sonunda hangisinin gerçek
olduğu konusunda dehşete düşmesi ne kötüdür.
Dürüstlük tehlikeye atıldığında, kişi kendini tehlikeye atmış demektir.
Dürüst kişiler yalan söylemeyi, gerçeklerin
çarpıtılması olarak gördükleri için aldatıcı tavırlar
içine girmezler. Bunun yanında, başkalarını korumak amacıyla olayları çarpıtmayı da reddederler.
Kendi dünyalarının hakimi olduklarını, başkalarının da böyle olduğunu bilirler. Herkesin muhakkak yanlışları olacaktır. Ancak insanlara karşı açık
olup, zaaflarını kabul edenlerin samimiyeti ve dürüstlüğü takdir edilecektir. Böylece insanlar, böyle
kişilerle daha rahat ilişki kuracaklardır.
Dürüst olanlar verdikleri sözleri yerine getirirler. Yapamayacakları vaatlerde bulunmazlar.
Bir şeyi yapacaklarını söylediklerinde bunun için
uğraşırlar. Başka insanların başarılı olmasına yar-
dımcı olurlar, onların yollarını açarlar. Başkalarına
destek verdiklerini açıkça söylerler.
Dünyaya hizmet edilmek için değil, hizmet
etmek için geldiklerini düşünürler. Başkalarına,
kendilerinden ve zamanlarından bir şeyler vererek ilgilenirler. Dürüst insanlar, alıcı olmaktan çok
vericidirler. Prensipleri daima şudur: Elimizdeki
gücü insanlara yardım için kullanalım. Bu güç bize,
ne kendi amaçlarımızı yerine getirmek, ne insanlara şov yapmak, ne de isim yapmak(şöhret) için verildi. Bu gücü kullanmanın tek adil yolu insanlara
hizmet etmektir.
Dürüstlükten taviz vermezler ve hiçbir şey
onları satın alamaz. Küçük şeyleri önemserler. Küçük ayrıntıda doğru davranırlarsa, ahlaki ve etik
olarak da doğru yolda olacaklarını bilirler. Kendilerine yapılmasını istemedikleri bir şeyin, başkasına
yapılmasına engel olurlar. Dürüstlük en iyi dostumuz, en sadık arkadaşımızdır. Yalnız kaldığımızda,
kendimizi dinlediğimizde, içimizi huzurla doldurur. Aynı zamanda başkalarının bize güvenmesine
imkan tanır. Güven ise kişisel ve mesleki ilişkilerin
iyi olmasında en önemli faktördür. Dürüstlüğün
aynı zamanda, mutluluk ve kendimizle barışık olmanın anahtarı olduğunu da unutmayalım.
Yalancının cezası kimsenin kendisine inanmayışı değil, asıl kendisinin kimseye inanmayışıdır. (Bernard Shaw)
Kaynak: Mutluluk Elimizde/
Psikiyatrist Doç.Dr.Sefa Saygılı
EĞİTİM
8
İNSANLIĞIN GELECEĞİ:
EĞİTİM
İnsanların sosyo ekonomik yaşam düzeyleri ne denli yükselirse yükselsin, sürekli
başkaları ile ilişki durumu sürmektedir. Bireyin aldığı eğitim, bilgi birikimi,
disiplini, yaşadığı çevre ve bu çevrenin sosyo-ekonomik durumu, yazılı ve görsel
basının etkisi, aile ve toplum ilişkileri kişiliğin gelişmesinde belirleyici birer etmendir.
Bireyler küçük yaşta; kıskançlığı, kini, bencilliği, nefreti, iki yüzlülüğü, aç gözlülüğü, küfürlü konuşmayı, israfı, yalan söylemeyi ve saldırgan olmayı
ya da sevgiyi, kardeşliği, dostluğu, kendisine güveni,
sorumluluğu, cesareti, dürüstlüğü, doğru düşünmeyi,
bilimsel davranmayı, barışseverliliği ve paylaşmayı
bizlerden ve örnek aldığı ya da etkisi altında kaldığı
kişilerden öğrenmektedir. Zira, fazilet ırsi değildir. Bireyin kişiliğinin ve karakterinin gelişmesinde ailenin,
çevrenin, aldığı eğitimin ve özellikle öğretmenin fonksiyonu çok büyüktür. İnsan eğitimle doğmaz, ama eğitimle yetişir. İnsan okuyarak bilir, yaşayarak öğrenir.
Unutmamalıdır ki, aile ve öğretmenin vereceği eğitim
ve bilgi çok önemli bir konudur. Eğitimin, ilk ve en iyi
merkezi ailedir. Napolyon bu konuda,”
bana iyi analar veriniz,
size iyi vatandaşlar
vereyim” demiştir.
Yalnız çocuk
doğurmak, bir
kadını anne yapmaz.
Anne ve babanın
yaşamı çocuğun örnek
kitabıdır. Bir çocuğun
küçükken aldığı ilk izlenim
bütün ömrü boyunca devam
eder. Bu konuda Pestalozzi:
“çocuğun kalbini bana veriniz, ona her şeyi
yaptırırım” demektedir. Bir öğrenciyi avucumuza
almak istiyorsak, onun kalbini kazanmak durumundayız. Çocuğun yetişmesinde ve gelişmesinde aile ve
öğretmenlere büyük sorumluluklar düşmektedir.
Öğrencilerin hatalı davranışları, sebep-sonuç
ilişkileri gösterilerek ikna edilmeli, eğitimde
uygulanacak ödül ve cezalar hem son derece
az bir ölçüde olmalı, hem de öğrenciye gayet
haklı gelmelidir. Ödül ve ceza her zaman
gereklidir. Çünkü bunlar iradeyi zorlayan
araçlardır. Öğrencilere verilecek ceza,
bir ilaç sayılmalı ve öyle verilmelidir. Ancak İbni Sina:
“çocuğun eğitiminde teşvik, tehditten daha çok sonuç
verir,” der. Zira eğitim, eğriyi kırmadan doğrultma
meselesidir. Yani, ceza son çare olmalıdır.
Öğretmenlik yalnızca, okumayı öğretme, işlem yaptırma, sınıf geçirme ya da bırakma işi değildir. Öğretmenlik, insana şekil veren, yeteneklerini
ortaya çıkaran ve onu yetiştiren çok önemli bir meslektir. Öğrencinin yapısının ne olduğunu keşfedip,
o alanda başarısının temin edilmesi gerekir. Eğitimin amacı yetenekleri geliştirmektir. Bu bakımdan,
öğretmen ebediyete hükmeden insandır ve tesirinin
nerede biteceği asla bilinmez. Diğer mesleklerden
ayrı olarak öğretmen ruh yaratır, verdiği eğitim ve
bilgilerle geleceğin güvenli ve sağlam ellere teslim
etmesini sağlar. Bir neslin kaderini, bir evvelki nesil tayin eder. Bu bakımdan, istikbalimizi birer öğretmen olarak bizler inşa etmekteyiz. Geleceğimizin
tuğlaları çocuklarımız, harcı ise onlara aktardığımız
kültürümüz, ahlakî davranışlarımız, bilgi ve görgülerimizdir. Eğer geleceğimizin binasınının, kuvvetli
ve kudretli olmasını istiyorsak, bu harcımıza dikkat
etmeliyiz. Gelecek gençlerin, gençler ise öğretmenlerin eseridir.
Büyük İskender, benim gerçek babam
Filip değil, Aristo’ dur demek suretiyle,
öğretmenin değerini babadan üstün
tutmuştur. Atatürk bu
konuda: “Bir millet esas
değerini eğitimle
kazanır.
Öğretmenler, yeni
nesli siz yetiştireceksiniz
ve yeni nesil sizlerin
eseri olacaktır. Eserin kıymeti
sizin maharetiniz ve fedakarlığınız
derecesiyle mütenasip olacaktır…
İnsanları gerektiği gibi eğitmeyen toplumlar, uşak olmaya mahkûmdur. Bir millet eğitim ordusuna sahip olmadıkça, savaşta ne kadar parlak
zaferler elde ederlerse etsinler, o zaferlerin kalıcı
neticeler vermesi mümkün değildir. Atatürk, “Eğitim ordusunun kıymeti, siz öğretmenlerin kıymeti
ile ölçülecektir” demekle öğretmenin ve eğitimin ne
kadar önemli olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca, “Hayatın her safhasında olduğu gibi, özellikle öğrenim
hayatında sıkı disiplin başarının esasıdır. Müdürler
ve öğretim kadroları disiplin sağlamaya, öğrenciler
ise disipline uymaya mecburdurlar” diyerek eğitimde disiplinin esas olduğunu belirtmiştir. İnsan
emeği ve insan aklı ile meydana gelen her değerli
eserde, bir öğretmenin imzası bulunur. Öğretmen
ne ise okul odur, okul ne ise toplum odur. Bir ülkenin geleceği, o ülke insanlarının göreceği eğitime
bağlıdır. Ahlâk, ruh ve görev bilinci yönünden çökmüş olan bir dünya, ancak eğitimle, insan yetiştirmekle, insanlara erdemi öğretmekle kurtulur.
Öğretmen ve ağaç, ürünlerinden belli olur.
Goethe bu konuda; “ Öğrencilerin bilmeleri gerektiği konularda, daha çok şey bilmeyen bir öğretmenden daha korkunç bir şey olamaz” demektedir.
Bu bakımdan öğretmen, derslerine hazırlıklı gelmeli, geniş bir kültüre sahip olmalı ve yenilikleri
takip etmelidir. Öğretmek için yeniden öğrenmek
gerekir. Kendisini eğitmeyen başkasını asla eğitemez. Ne kadar bilirseniz bilin, bütün bildikleriniz
karşınızdaki öğrencinin anladığı kadardır. Anlamayan değil, anlatamayan sorumludur. Eğitim sevgi
ile başlar. Bu nedenle, görevin öğretilmesinden çok
sevdirilmesi gerekir. İnsanın bir şeyi öğrenmesi
için, her şeyden önce o şeyi sevmesi büyük önem
taşır. Öğrencilerine öğrenme isteği aşılamayan bir
öğretmen, soğuk demiri dövüyor gibidir. Eğitim
yalnızca ders anlatmak değil, kişinin içindeki yeteneklerini geliştirme ve aklını kullanmayı sağlama
aracıdır. Atatürk, eğitim konusunda; “Öğretmenlerin en önemli görevi, öğrencilerine doğru düşünmeyi öğretmelidir. Düşünmeden yetişen genç, günü
gelir, öğretilenlerin dışında kalan yeni durumlar
karşısında şaşkınlaşır ve kendi yerini bulamaz.” demektedir. İnsanlara yapılacak en büyük iyilik, onlara akıllarını kullanmayı öğretmektir. Düşünmeden
öğrenmek vakit kaybetmektir. Bir şeyi ezberlemek,
onu bilmek değildir. Bir şeyi gerçekten bilmek için,
o şeyi anlamak lazımdır. Anlayamadığımız bilgiler
bizim olamaz. İnsan ancak anladığını duyar. Zira
papağan da, söylenenleri anlamaz ama, aklında
tutar. Amaç itibariyle öğrenim bir ezber işi değil,
olaylar arasında bağlantı kurabilen, durumu değerlendirip muhakeme yapabilen, genç beyinlerde ilgi
ve istek uyandırma işidir.
Eğitim ve öğretim yaşam boyunca devam
eden bir süreçtir. Toplumların gelişmesi, insanlığın refah düzeyine ulaşması, o toplumdaki insanların görecekleri eğitimle yakından ilgilidir. Güzel
eğitilmiş bir milleti yönetmek kolay, esir almak
zordur. İlim önemli bir hidayet rehberi ve ışıktır.
Işıktan uzaklaştıkça, karanlık artar. Bilgi insanları olgunlaştırır ve fikir sahibi yapar. Bilgi önceden
görme ve hareket imkanı sağlar. Bilgi olmazsa akıl
işe yaramaz. Eğitim ve bilgi olmayan yerde cehalet
ilim olur. Atatürk bu konuda; “Milli Eğitim programlarımızın, milli eğitim siyasetimizin temel taşı,
cahilliğin yok edilmesidir. Biz cahil dediğimiz vakit
mutlaka mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir.
Bu memlekette eskiden beri bilgisizlik devam ediyor. Eski idareciler, bu bilgisizliği devam
ettirmeyi kendi çıkarları için gerekli görüyorlardı.
Bu memlekette cehaleti ortadan kaldırmak lazım.
Başka kurtuluş yoktur. Bizim takip edeceğimiz maarif siyasetinin temeli, evvela mevcut cehaleti izale
etmektir.” demekle, cehaletin her türlü kötülüğün
anası olduğunu belirtmektedir. Büyük düşünür Goethe ise: “dünyada en korkunç şey cehaletin ayaklanmasıdır” sözüyle cehaletin vahametini vurgulamaktadır. Dünyada her türlü kötülük, hemen her
zaman cehaletten gelir. Bu bakımdan toplumun
düşmanının cehalet olduğu asla unutulmamalıdır.
Tarihe bir bakıldığı zaman, büyük felaketler ve cinayetlerin, bilgisizler ve cahiller tarafından işlenmiş olduğu açıkça görülmektedir. Bugün göz açtırmayanların, dünkü göz yumduklarımız olduğunu
aklımızdan çıkarmamalıyız.
Sonuç olarak; Eğer eğitimin pahalı olduğunu
düşünüyorsanız, bir de cehaletin
neye mal olduğunu
düşününüz?
Öğrenmek pahalıdır ama cehalet
çok daha pahalıdır.
www.webokur.net
TOPLUM
10
Varlığımız ve Benliğimizin Sesi:
Hak ve Vicdan
İnsanda değer halinde yaratılmış olan şeylerden biri vicdandır. Sözlük anlamıyla vicdan:
“Yanlış ve doğrunun ne olduğunu bildiren duygu, içsel ses. Davranışlarımızın ahlakça değerli
olup olmadığı hakkında öznel şuur,” olarak tarif edilir.
İnsan bedeninin nasıl beslenmeye, barınmaya
dinlenmeye ihtiyacı varsa, ruhumuzun da giderilmesi
gereken ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlarını karşılamaz,
takviye etmezsek, meşhur deyimle hörgüçten kullanmaya başlar. Bir gün gelir hörgüçteki de tükenince işte
o zaman insanın küçük felaketi başlar. Nedir bu felaket? İnsanın kısır döngüye düşüp kendisini tekrarlamasıdır. Papağan gibi aynı kelimelerle aynı cümlelerle
konuşmasıdır. Bu nokta, insanın ruh ve zihin dünyasında bulunanların tükendiğini gösterir. Söyleyecek
yeni bir söz, fikredecek yeni bir konusu, taşacak bir ruh
yelpazesi kalmamıştır da ondan hep aynı şeyleri söyler
durur. Bu noktaya takılıp kalmamak için muhakkak
ruhumuzun yelpazesini genişletecek değerler edinmek,
bilgi dağarcığımızı zenginleştirecek zihin faaliyetlerine
yönelmek gerekmektedir.
İnsan birçok değerli özelliklerle birlikte doğar.
Organizmasına kodlanmış ve ona yakışan bu değerli
şeylere “insani olan” “insani değerler” diyoruz. Çocukluktan itibaren aldığı yap – yapma uyarılarıyla bunlar
insanın hayatına bir değer olarak girer ve ömrü deveranı sürdükçe bu değerler de onunla birlikte derinlik ve
hassasiyet kazanır. Zamanla erdemli insan mertebesine ulaşır ki bu, Anadolu Kültüründe “kâmil insan”dır.
Bu değerlerden uzaklaştığı oranda ise aşağılıkların aşağısı olur ki bu da insan için görülesi bir hal değildir.
İnsanda değer halinde yaratılmış olan şeylerden biri vicdandır. Sözlük anlamıyla vicdan: “Yanlış ve
doğrunun ne olduğunu bildiren duygu, içsel ses. Davranışlarımızın ahlakça değerli olup olmadığı hakkında
öznel şuur,” olarak tarif edilir. Beraber doğduğumuz
ve beraber yaşadığımız bu ruhsal parçamız nefes alıp
verdikçe hep içimizde bir ses olarak yaşar. Olaylar karşısında bize yapmayı ya da yapmamayı öğütler. Uygun
olmayacak bir kararımıza karşı uyarır. İnsanlığımıza
yakışmayan davranışlar sergilediğimizde kınayarak,
başkalarının hakkını çiğnediğimiz zaman suçlayarak,
çevremize karşı yaptığımız hukuksuzluğu kınayarak
feryada dönüşür. Güzel olanı onaylayarak hayatımıza
ve davranışımıza tesir eder, renk katar. Davranışlarımız esnasında iç huzuru veya iç sıkıntısı vererek uyaran vicdani ses, devreden çıktığı zaman insani olmayan
sıfatlara büründürür bizi.
Birde dilimize pelesenk olan bir kelime var ki,
cürmünden fazla yer edinmiş dedirten cinsten: Hak.
Sahip olduğumuz şeyleri ifade eder. Sahip olduklarımızın bir kısmı doğarken adımıza kayıtlı olan şeylerdir. Mesela; doğarken yaşamayı hak etmiş oluyoruz.
Yaşadıkça inandıklarımız, düşündüklerimiz, kendimizi
ifade etme becerimiz bize ait haklardır. Gayret ederek
sonradan edindiklerimiz var birde. Meslek, statü, mal,
mülk ve sair...
İçimizdeki o insani sese, vicdana yakışan, sınırları aşmadan bir mücadele zemini
oluşturmaktır. Hakkını arayan bir pozisyondan hukuk çiğneyici hale düşmemek için yasal
sınırlar içinde kalarak iddialarımıza sahip çıkmalıyız.
Başkalarının müdahalesine maruz kalmadan
yazılı ya da genel ahlaki kurallar içerisinde hayatımıza
yön vererek, yöntem kazandırarak yapabileceklerimizin bütünüdür hakkımız olan. Şahsımıza ait olan özvarlıklarımızdır. Yegâne sermayemizdir. Ancak müsaade edebileceğimiz oranda bizden alınabilen şeylerin
yekûnudur.
“Hak, hareket ve varlığın meşruiyet kaynağıdır,” Onun içindir ki, bize ait olan şeyler, yani haklarımız söz konusu olduğu an iç âlemimizde uyarıcı bir refleks oluşur. Ritmimiz değişir o an. Lehimizdeki şeyler
heyecan katar hayatımıza. Bize ait olana, el uzatılmışsa
endişeleniriz. Tepki vermeye başlarız. Savunma sistemimiz bütün donanımıyla harekete geçer. Ancak bu
noktada problemler de baş gösterir. Şayet, tabiatımız
gereği oluşan refleksimizi meşru bir zemine taşımaz
isek, bu kez başkalarının alanına biz girmiş oluruz. Bu
kez biz hak çiğneyici oluveririz. Oysa ki içimizdeki o
insani sese, vicdana yakışan, sınırları aşmadan bir mücadele zemini oluşturmaktır. Hakkını arayan bir pozisyondan hukuk çiğneyici hale düşmemek için yasal
sınırlar içinde kalarak iddialarımıza sahip çıkmalıyız.
Mücadelemizin hukuki ve ahlaki bir dayanağı olmalı.
Meşru olan zemin bundan başkası değildir.
Kendimiz söz konusu olunca bu kadar hassasken, başkalarının hak ve hukuku karşısında da o kadar
hassas olabiliyor muyuz acaba? Başkalarının hayatlarına değer verip, sahip olduklarını kendimizinki kadar
korumadan, yeryüzünde adalet denen dengeyi kurmamız ve yaşatmamız mümkün değildir.
Zaman zaman başka insanlarla faydalarımız
çakışabilir, yollarımız kesişebilir. Ona ait olanı kendimizin zannedebiliriz. Ya da aç gözlülüğümüz, doymazlığımız başkalarının sahip olduklarına göz dikmemize sebep olabilir. Hazlarımız bize musallat olup
bizi, başka alanlara sevk edebilir. Hayatın keşmekeşi
içinde kendimizi aşamayışımız, ruhumuzu saran girdaplardan kurtulamayışımız ve hazlarımızın başımızı
döndürmüş, basiretimizi bağlamış olmasından dolayı hukuki kaideleri unutup başka yollara sapabiliriz.
Gaflet yollarımızı kesmişken, ahlaki ilkeleri çiğneyip
başkalarının haklarına musallat olabiliriz. Dilimiz
sürçebilir, ayağımız meşru zeminden kayabilir. İrademiz bu isteklerimize boyun eğmişken, içerden bize,
insanlığımıza dokunan bir dürtü hissedeceğiz muhakkak. Bizden olan bir ses tenezzül ettiğimiz şeyin bize
ait olmadığını, çiğnediğimiz zeminin başkalarına ait
olduğunu, yaşanacak mağduriyetin acılara sebep olacağını fısıldayacaktır. Olmadı feryat edecektir. Bizimle
kavgaya tutuşacaktır. Kınayacaktır. Böyle çetin bir iç
çatışma esnasında insanlığımızın yol ayrımında olduğunu bilmemiz gerek. Ya bu vicdani sesi dinleyip bize
ait olmayan bu sahayı hak sahibine terk edip erdemli
insan şerefine erişeceğiz, ya da hazlarımızın iştahına
kapılıp hak – hukuk çiğneyen insan sıfatıyla şahsiyet
yitimine uğrayacağız. İşte insanlığımızın imtihanını bu
bıçak sırtı anlarda veririz genelde. İnsanın kalitesi de
bu yol ayırımlarında ortaya çıkmaktadır. Bu çatalda;
ya insan olarak yolumuza devam edeceğiz, hayatın
akışı içinde, ya da yüz karası insanlığımızdan utanır
hale geleceğiz.
İnsanlığımızın kalitesini tayin eden değerler
bu kadar önemliyken, bedenimizi doyurduğumuz gibi
ruhumuzu da insanlığımıza yaraşır ve yakışır kavramlarla takviye etmeliyiz ki diriliği yitmesin, hayatın keşmekeşi karşısında gücünü yitirmesin.
“Ruhumuzun öznesi” olan vicdani ses, hakka
olan hassasiyetimizi koruyan ve kollayan bir kale gibidir. Kendimizden, ya da başkalarından kaynaklanan
gayri insani davranışlara karşı yegane savunma mekanizmamızdır. Kendimizi geliştirdikçe o da bizimle
birlikte o oranda gelişir. Arkamızda “adam gibi adam”
dedirten bir güzelliğe dönüşür.
Sonuç olarak “Zalim ile mazlumu, insafsızlıkla
merhameti, haklı ile haksızı, insanın içindeki iyi ile kötüyü, hayır ile şerri” ayırt etmemizi sağlayan ayrıştırıcı
bir aygıttır vicdan.
Özcan GÜLTEKİN
Kartal H Tipi C.İ.K Öğretmeni
EDEBİYAT
12
MİZAH SANATI OLARAK
LETÂİFNÂMELER
Edebiyatımızda mizahi anlatımı yazılı olarak ilk defa:
Kutadgu Bilig, Divan-ı Lügati’t Türk ve Dede Korkut
hikâyeleri gibi eserlerde görüyoruz. Kaşgarlı Mahmud’un
külüt “halk arasında gülünç olan şey” olarak karşılığını vermiş
olduğu mizah 13. yüzyılda Letâifnâme ismiyle edebî bir tür olarak
karşımıza çıkar. Özellikle Mevlana Celâleddin Rumî ve Nasreddin
Hoca başta olmak üzere birçok şair ve mütefekkir, eserlerini
oluştururken mizahtan faydalanmıştır.
Yavuz Selim UYSAL
Günümüzde fıkra olarak isimlendirdiğimiz
latîfeler tamamen faydasız değildir. Bilakis insanlara
hikmetli öğütler verme, insanlara telkinde bulunma
yöntemi olarak kullanılmışlardır. Lamî Çelebi, derlediği latifeleri tamamlaması için oğlu Abdullah Çelebi’ye verirken oğlunu, insana bir şey kazandırmayan
ve boş şakaların da karışabileceğine karşı onu uyarır.
Latifelerin bir söz oyunu olma özelliğine de işaret eden
Çelebi, bunları değerli kılan şeyin içlerinde taşıdıkları
hikmetler olduğunu belirtir.
te-âAyrıca sözlüklerde ve hak arasında nükte - amiz
(söze nükteler karıştıran), nükte-bîn (nükteyi anlayan, ince mânâyı sezen), nükte-dân (nükte bilen, zarif), nükte-dâr (nükteli), nükte-gû (nükte söyleyen),
nükte-perdâz (nükte bulup söyleyen), nükte-pîrâ
(nükteyi söyleyen, güzel nükteler çıkaran), nükte-senc
(nüktenin değerini bilen, nükte tartan), nükte-şinâs
(nükteci, zarif, nükteyi seven), nükte-ver (nükte sahibi) gibi tabirler günümüzde kullanılmasa da o dönemde sık kullanılmaktaydı.
Letâifnâmeler, yazarların gerek taşradan ve
gerekse bulunduğu çevreden toplayarak derlediği
latîfelerden oluşmaktadır. Letâifnâmeler: Melikler,
Hâkimler, Edibler, Mektep ve Medreseler, Tabipler ve
Hastalar ile ilgili çok çeşitli kısımlara ayrılmıştır. Genel olarak 14. yüzyıldan itibaren derlenmeye başlanan
latifeler 19. yüzyılda da fıkarât ismiyle anılmıştır.
Yine bir letâifçi olan Fâik Reşad, Letâif-i külliyat ismiyle derlediği lâtifelerin ön sözünde mizahın
ve latifenin sınırlarını çizer. “Öteden beri her kavmin
edebiyatçı ve hikmet sahibi kimseleri mizahı kullanmışlardır. Mizahı kullanarak ciddi bir dille anlatılamayacak hikmet ve öğütleri anlatmışlardır. Bu yolla
ahlakı tezhibe ve gafilleri tenbihe himmet etmişlerdir.
Binaenaleyh latifeler hem gönülleri şenlendirme vesilesi olması, hem de ibret almayı ve hakikatleri öğrenmeyi sağlaması yönüyle eğlencelerin faydalı kısmındandır.”
Başlıca Letâifnâme çalışmaları
Ayrıca sözlüklerde ve halk arasında nük-
Hatiboğlu’nun (14-15. yüzyıl) Letâifnâme, Lamiî Çelebi’nin (ö-1532) derlemeye başlayıp oğlu Abdullah Çelebi’nin tamamladığı Letâifnâme, Zâtî’nin
Letâif isimli eseri(1546), Bursalı Cinânî’nin III. Muradın emriyle hazırladığı Bedâyîül Âsar (ö-1595),
Fehîm-i Kadîm’in (ö-1647) Tercüme-i Latîf-i Kümmelîn’i, Tokatlı Ebûbekir Kânî’nin (ö-1792) Letâif adlı
eseri 18. yüzyıl öncesinin en önemli eserleridir. 19. Asrın son çeyreğinde derlenen Fıkarât isimli eserler arasında ise Fâik Reşad’ın Mecmuâ-i Letâifi, Gencine-i
Letâif ve Külliyatı Letâif isimli çalışmaları, Ahmed
Fehmi’nin Külliyatı Fıkarât’ı, Mehmet Tevfik’in Nevâdirü’z Zerâifi, Letâifi Nasreddin ve Hazine-i Letâifi
önemli eserler arasındadır.
Krallar, padişahlar ve vezirlerle ilgili latîfeler
Letaifelerden
Misaller
Vallahi de billahi de aceledir
İzmir vilayetine tayin edilen bir vali, itiyat maksadıyla havale edeceği evrakın hepsine “aceledir” ibarelerini koyarmış.
Bir gün hakikaten mühim ve acil ve dakika tehir edilemeyecek bir evrak gelmiş. Vali Bey evrakın aciliyetini göstermek
için isti’mal edilmesi lazımken işareti mahsusalardan
hepsini koyması gerekmiş. Fakat Vali Bey her zaman
böyle yaptığından, çalışanların bu evrakı normal
sıraya koyacağını bildiğinden “Vallahi billahi
aceledir” ibaresini yazmak zorunda kalmış.
(Letâifi Halit – Muhammed Halit, 1916)
afet
bdili kıy
e
t
n
ü
g
bir
Padişah
alı kara
ı ak, sak
ç
a
s
n
e
k
hafına
dolaşır
rünce, tu
ö
g
m
a
d
,
bir a
en çağırıp
a?”
gittiğind
kalın kar
a
s
,
k
a
kaöyle saçın
Saçım sa
“
“Niçin b
,
m
a
d
uş. A
onun
diye sorm
üktür de
y
ü
b
ş
a
y
irmi
miş.
lımdan y
abını ver
için.” cev
Nasreddin Hoca latîfelerinden
Hoca merhum üzüm bağı dikmekte olan adamları görüp ne yaptıklarını sorar.
“Çubuk dikiyoruz, ileride salkım salkım üzüm verecek.” derler.
Hoca biraz düşünüp, bağcılara der ki; “Beni de dikiniz. Bakalım
ben ne çeşit yemiş veririm.”
Bağcılar hemen “Tamam” deyip hocayı beline kadar
toprağa gömerler. Kendileri bir ağacın altına oturup yemek
yemeye başlarlar. Mevsim ilkbahar olduğu için hoca üşür.
Karnı da acıkır. Zor zahmet yerinden çıkıp bağcıların
yanına gelir. Bağcılar: “Hoca Efendi niye yerinde durmadın?
dediklerinde “Vallahi biraderler doğrusunu
isterseniz yerimi sevmedim, tutmadım çıktım.”demiş.
(Letâif-i Hoca Nasreddin, Hüseyin,
İkbal Kütüphanesi, 1910 )
www.insanvehayat.com
CENNETE GİDEN YOL:
DOĞRULUK
Varlık âleminde her şey belirli bir
ölçüyle, tayin edilen istikamete doğru akıp
gitmektedir. Dünyayla beraber bütün gezegenler dönmekte, nehirler akmakta, baharla birlikte yeşeren tabiat güzde sararmış bir
çehreye dönmektedir. Bu akış içerisinde insanoğlu, akıl ve şuur sahibi olmasıyla diğer
varlıklardan ayrılır. Çünkü o yaptıklarından
mes’uldür, sorumludur. Taşıdığı bu mes’uliyeti her ne kadar bir yük olarak görülse de
aslında bu, onu arzu edilen en ideal konuma
yükseltmektedir. Bu yolda sınırları belirleyen, insanı insan yapan, değişmez ve vazgeçilmez değerler vardır. Bu ilke ve değerlerine
sahip olan, yaşamında bunlara dikkat eden
birey ve toplumlar huzur ve düzen içerisinde yaşamışlar, bunun tersi bir hayata meyledenler ise kendi akıbetlerini kendi elleriyle
hazırlamışlardır.
Kişinin dünyada huzur bulması, ahirette de kurtuluşa ermesi ancak yoktan var
eden hayatın ilkelerini de koyan her şeyin
sahibi yüce Yaratıcının ilahi buyruklarına
sarılmasıyla mümkündür. Çünkü yüce Rabbimiz birçok ayet-i kerimede kullarına bu
teminatı vermektedir.
“Şüphe yok ki, Rabbimiz Allah’tır
diyen sonra dosdoğru olanlar için korku
yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklar.
İşte onlar cennetliklerdir, yaptıklarının
karşılığında orada ebedî olarak kalırlar.”
(Ahkaf 13-14)
Kur’an’ın hayata taşınmış hali, hayat rehberimiz, iki cihan güneşi Efendimiz
(sav) de bu ilkelere dikkat çekmiş ve en
güzel örnekliğini sunmuştur. Abdullah b.
Mes’ûd’dan nakledildiğine göre, Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur: “Doğruluktan
ayrılmayınız. Muhakkak ki doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Kişi devamlı
doğru söyler ve doğru olanı ararsa Allah
katında ‘sıddîk’ (özü sözü bir olan kişi) olarak yazılır. Yalandan sakının! Çünkü yalan
kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür.
Kişi yalan söyleyip, yalanı araştıra araştıra Allah katında yalancı olarak yazılır.”
Hz. Peygamber, “Mümin yalan söyler mi?” sorusuna şu cevabı vermiştir:
“Konuştuğu zaman yalan söyleyen kimse,
Allah’a ve âhiret gününe (tam mânasıyla)
inanmamıştır.”
İnsanın söz ve davranışlarında doğruluğu esas alıp yalandan kaçınması hem
dinî, ahlâkî hem de dünyevî açıdan gereklidir. Fert ve toplumun sağlıklı bir hayata sahip olması için insan ilişkilerinde yalandan
uzak durularak dürüstlüğün esas alınması
gerekmektedir. Zira bir toplumda yalan dedikoduya, dedikodu da insanların birbirine
buğz etmesine ve nihayetinde düşmanlığa
yol açar.
Allah Resûlü (sav), “Yalancılıktan şiddetle
kaçının. Çünkü ne ciddi ne de şaka yollu yalan söylemek Müslüman’a yakışmaz.” buyurarak konunun ne kadar önemli olduğunu
vurgulamıştır. Efendimiz (sav) doğru sözlülük konusunda o kadar titizdir ki, “İnsanları
güldürmek için yalan söyleyen kimselere
yazıklar olsun.” buyurarak, şaka yaparak da
olsa bir insanın yalanı terk etmediği sürece
tam anlamıyla mümin olamayacağını haber
vermiştir.
Allah Resûlü (sav), oruçlu olduğu
hâlde yalanı terk etmeyen şahısların aç ve
susuz kalmalarına Allah’ın ihtiyacı olmadığını bildirmiş, böylelerinin oruçtan beklenen sonucu elde edemediklerini haber vermiştir. Oysa başta namaz ve oruç gibi her
türlü ibadetler, Müslümanları daha iyi bir
kul olmaya sevk etmelidir.
Müslüman’ın en temel vasıflarından biri olan doğruluğa herkesin ihtiyacı
vardır ancak bu, şahitlik, alışveriş, ticaret
gibi diğer insanların haklarının söz konusu
durumlarda daha fazla önem arz etmektedir. Müslümana yakışan da hangi durum ve
şart altında olursa olsun doğruluktan ayrılmamasıdır. Ziya Paşa bunu dizelerinde çok
güzel ifade etmiştir.
İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah
Yardımcısıdır doğruların Hazreti Allah
Resûlullah (sav), müminleri alışveriş esnasında yalan yere yemin etmekten
de özellikle sakındırmış, Allah’ın kıyamet
gününde, yalan yere yeminlerle malını satmaya çalışan kimselerin yüzüne bakmayacağını ve onlarla konuşmayacağını haber
vermiştir.
Doğru söyleyenler, dünya hayatında geçici zararlara uğrasalar da nihai olarak alınları ak olacak, âhirette ise cennetle
mükâfatlandırılacaklardır. Çünkü Efendimiz, “Siz bana altı şeyi garanti edin, ben
de size cenneti garanti edeyim.” buyurmuş
ve ilk sırada, “Konuştuğunuz zaman doğru
söyleyin.” ilkesini zikretmiştir. Ayrıca Allah
Resûlü (sav) yalan söylemeyi terk edenlere
cennetin ortasında bir köşk yapılacağını
da müjdelemiştir. Dünyalık olarak kayıp
gibi gözüken şeyler de gerçekte asla bir kayıp değildir. Aksine kaybettirecek virüslere
karşı kişinin kendisini koruma altına almasıdır. Şairlerimiz Tevfik Fikret ile Diyarbakırlı Said Paşa’nın aşağıdaki dizeleri de bu
manayı farklı ve etkili bir üslupla dile getir-
mişlerdir.
Güzel düşün, iyi hisset, yanılma, aldanma
Ne varsa doğrudadır, doğruluk şaşar
sanma.
Dest-i a’dâdan (düşman elinden) soğuk su
içme kandırmaz seni
Müstakim ol (dürüst ol) Hazret-i Allah
utandırmaz seni.
Bu dizeler, Talak süresinde dile getirilen mananın farklı bir ifade şeklidir. Yüce
Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Kim harama,
günaha düşme konusunda Allah’tan sakınırsa Allah ona helalinden bir çıkış yolu
gösterir (onu asla darda koymaz). Ve onu
hiç ummadığı yerlerden rızıklandırır (yeter
ki o hemen harama meyletmesin). Kim Allah’a güvenirse Allah ona yeter.”
Kişinin doğruluk, dürüstlük gibi ahlaki ilkeleri esas alması, yaşamında bunlara dikkat etmesi dünya hayatında da onu
rahatlatacaktır. Yaşayacağı iç huzuru onu
hep mutlu edecek, yalanla çekeceği vicdan
azabından koruyacaktır. Şartların iyileştiği,
imkânların ciddi oranda arttığı günümüzde
insanların gerçek manada huzur bulamayıp stres ve benzeri sıkıntılarla birçok hastalığa düçar olması da hayatındaki manevi
boşluğun bir sonucudur. İlmi araştırmalar
da bunu destekleyecek sonuçlar ortaya koymaktadır. Bütün bunlar bize gösteriyor ki
dünya ve ahiret saadetinin yolu doğruluktan geçmektedir. Doğruluk cennete götüren
bir yoldur.
Rabbimiz! Bizi doğruların yolundan
ayırma. Kalplerimize sekînet, yurdumuza
ve yuvamıza huzur ver. Bizi kin ve nefreti
kaldıracak sabır, sevgi ve merhameti getirecek anlayış ve gayret sahibi kıl, Âmin.
Abdullah Korkut,
Diyanet İşleri Başkanlığı
Eğitim Uzmanı
ÖRNEK HAYATLAR
16
Fatih’in Hocası: Akşemsettin
Akşemsettin, Osmanlılar zamanında yetişen büyük evliya ve İstanbul’un manevi
fatihidir. İsmi, Muhammed bin Hamza’dır. Saçının sakalının ak olması veya beyaz
elbiseler giymesinden dolayı Akşeyh veya Akşemseddin lakaplarıyla meşhur olmuştur.
Yaptığı fetihle bir çağı kapatıp, bir çağı açan
Fatih, hayatı boyunca yaptıklarıyla, icraatlarıyla, Cihan Devleti Osmanlıya yön vermiştir.
Bir insanın yetişme çağına gelip, çok önemli
olaylarda rol alması kendiliğinden olmaz elbette. İnsanın bu başarısında, yetişmesinde, en büyük pay hocalarınındır mutlaka. Fatih Sultan Mehmet’in büyük
bir devlet adamı olmasında da durum böyledir. Fatih,
İstanbul’u fethedip, surlardan içeriye girdiğinde hemen yanında çok büyük değer verdiği hocası Akşemsettin Hazretleri yer alıyordu.
Akşemsettin, Osmanlılar zamanında yetişen
büyük evliya ve İstanbul’un manevi fatihidir. İsmi,
Muhammed bin Hamza’dır. Saçının sakalının ak olması veya beyaz elbiseler giymesinden dolayı Akşeyh
veya Akşemseddin lakaplarıyla meşhur olmuştur.
Evliyanın büyüklerinden Şihabüddin Sühreverdi’nin
neslinden olup, soyu Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddik’a
kadar ulaşır. 1390 (H. 792) senesinde Şam’da doğdu.
1460 (H.864)da Bolu’nun Göynük ilçesinde vefat etti.
Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Akşemseddin Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. Yedi yaşında babası ile Anadolu’ya gelip, o tarihte Amasya’ya bağlı olan
Kavak nahiyesine yerleşti.
Alim ve veli bir zat olan babası vefat
edince, tahsiline devam etti. Genç
yaşta akli ve nakli ilimlerde
akranlarından daha üstün
derecelere ulaştı.
İlim tahsilini tamamladıktan sonra, Osmancık’a müderris oldu. İlim öğretmekle ve nefsinin terbiyesiyle
meşgulken, tasavvufa yönelip, Ankara’da bulunan zamanın büyük velisi Hacı Bayram-ı Veli’ye talebe olmak
üzere gitti. Fakat ona talebe olamadı. Halep’te bulunan
Şeyh Zeynüddin’e talebe olmak için Halep’e giderken,
gördüğü bir rüya üzerine Hacı Bayram-ı Veli’ye talebe
olmak üzere Ankara’ya geri döndü. Hacı Bayram-ı Veli
tarafından kabul edilip, onun sohbetinde tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi ve Hacı Bayram-ı Veli’den icazet (diploma) aldı. Aynı zamanda tıp ilminde
de kendini yetiştiren Akşemseddin, bulaşıcı hastalıklar
üzerinde çalıştı. Araştırmalar sonunda Maddet-ül-Hayat adlı eserinde:
“Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan
insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle
görülemeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur.” diyerek, bundan beş yüz sene önce mikrobun tarifini yaptı.
Pasteur’un teknik aletlerle Akşemseddin’den
dört asır sonra varabildiği neticeyi dünyada ilk defa
haber verdi. Buna rağmen mikrop teorisi yanlış olarak
Pasteur’a mal edilmiştir. Aynı zamanda ilk kanser araştırmacılarından olan Akşemseddin, o devirde seratan
denilen bu hastalıkla çok uğraştı. Sadrazam Çandarlı
Halil Paşanın oğlu Kazasker Süleyman Çelebi’yi tedavi
etti. Ayrıca hangi hastalıkların hangi bitkilerden hazırlanan ilaçlarla tedavi edileceğine dair bilgiler ve formüller ortaya koydu.
17
ÖRNEK HAYATLAR
Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’un fethinden sonra, Aksemseddin Hazretleri’ne
sıkça gelip gitmeye başlar. Öyle ki devlet işleri oyuncak gelir gözüne. Sarayı, otağı
bırakıp postu tekkeye sermeye niyetlenir. Nitekim bir gün “N’olur” der, “Beni de
dervişleriniz arasına alın”. Akşemseddin, celalli bir edayla “Hayır!” der,
“Osmanoğullarının dervişe değil, sultana ihtiyacı var!”
Akşemseddin, zahiri ve batıni ilimleri bilen
birçok alim yetiştirdi. Oğulları Muhammed Sa’dullah, Muhammed Fazlullah, Muhammed Nurullah,
Muhammed Emrullah, Muhammed Nasrullah, Muhammed Mir-ul-Huda ve Muhammed Hamdullah ile
Harizat-üş-Şami Mısırlıoğlu, Abdurrahim Karahisari, Muslihuddin İskilibi ve İbrahim Tennuri bunlardan bazılarıdır.
Fatih Sultan Mehmed Han muhteşem ordusuyla İstanbul’un fethine çıktığında, Akşemseddin,
Akbıyık Sultan, Molla Fenari, Molla Gürani, Şeyh
Sinan gibi meşhur veliler ve alimler de talebeleriyle birlikte orduya katıldılar. Akşemseddin hazretleri
savaş esnasında Sultan’a gerekli tavsiyelerde bulunarak, yeni müjdeler veriyordu. Kuşatmanın uzaması
ve Sultan’ın ısrarı üzerine ve Allahü tealanın izni ile
fethin ne gün olacağını bildiren Akşemseddin, Sultan
şehre girerken yanında yer aldı.
Fetih ordusu İstanbul’a girdikten sonra İslamiyetin harple ilgili hukukunun gözetilmesini genç
Padişah’a hatırlattı ve buna göre hareket edilmesini bildirdi. Sultan’ın Eshab-ı kiramdan Ebu Eyyub
el-Ensari’nin kabrinin bulunduğu yeri sorması üzerine: “Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nur görüyorum. Orada olmalıdır.” cevabını verdi. Daha sonra
orası kazıldı ve Eyyub Sultan’ın (r.a) kabri ortaya çıktı.
Fatih Sultan Mehmed Han, Ebu Eyyub el-Ensari’nin
kabr-i şerifinin üzerine bir türbe, yanına bir cami ve
ilim öğrenmek için gelen talebelerin kalabileceği odalar inşa ettirdi. Sultan, Akşemseddin’den İstanbul’da
kalmasını istediyse de, Akşemseddin Padişah’ın bu
teklifini kabul etmedi.
Akşemseddin, İstanbul’un fethinden sonra,
Göynük’e yerleşti ve vefatına kadar orada kaldı. Göynük’e yerleştikten sonra, bir taraftan ahiret hazırlığı
yapıyor, diğer taraftan da küçük oğlu Hamdullah’ın
ilim ve terbiyesi ile meşgul oluyordu. “Bu küçük oğlum, yetim, zelil kalır, yoksa bu zahmeti çok dünyadan göçerdim.” derdi. Bir gün hanımının; “Göçerdim
dersin yine göçmezsin!” demesi üzerine; “Göçeyim!”
deyip mescide girdi. Akrabasını ve evladını toplayıp,
vasiyetini yaptı. Helalleşip veda etti. Yasin-i şerifi
okumaya başladı. Sünnet üzere yatıp temiz ruhunu
teslim etti (1460). Göynük’teki tarihi Süleyman Paşa
Caminin bahçesine defnedildi. Daha sonra oğullarının kabri ile beraber bir türbe içine alındı.
Buyururdu ki: “Her işe besmele ile başla. Temiz ol, daim iyiliği adet edin, tembel olma, namaza
önem ver. Nimete şükür, belaya sabret. Dünyanın
mutluluğuna mağrur olma. Ömrüm uzun olsun dersen, kimseye kızma, eziyet etme. Kimsenin nimetine
haset etme. Senden üstün olan kimsenin önünden
yürüme. Tırnağını asla dişinle kesme. Çok uyumak
kazancın azalmasına sebeb olur. Akıllı isen yalnız
yolculuğa çıkma. Gece uyanık ol, seher vakti Kur’an-ı
kerim oku. Zikrin daima hamd-i Hüda (Allahü tealaya hamd etmek) olsun. Hem Cehennem azabından endişeli ol. Hasedi terk et, kendini başkalarına
medh etme. Namahreme (harama) bakma, harama
bakmak gaflet verir. Kimsenin kalbini kırma. Düşen
şeyi alıp (temizleyerek) yersen fakirlikten kurtulursun. Edepli, mütevazı ve cömert ol. Cünüp kimse ile
yemek yemek gam verir. Yalnız bir evde yatmaktan
sakın. Çıplak yatmak fakirliğe sebep olur.”
http://www.uzmanportal.com
Eserleri:
Risalet-ül-Nuriyye
Def ’ü Metain
Risale-i Zikrullah
Risale-i Şerh-i Ahval-i Hacı Bayram-ı Veli
Makamat-ı Evliya (Velilerin Makamları)
Maddet-ül-Hayat (Hayat Maddesi)
Nasihatname-i Akşemseddin
(Akşemseddin Nasihatnamesi)
Kitab-ül-Tıp (Tıp Kitabı)
Hall-i Müşkülat (Güçlüklerin Halli)
BUNLARI
BİLİYOR MUSUNUZ?
Dünyanın En Gizemli 10 Nesnesi
İnsanoğlu her ne kadar uzaya çıksa da bundan binlerce yıl öncesine
ait bazı nesnelerin üzerindeki esrar perdesi hala aralanamıyor.
İngiliz bilim ve teknoloji dergisi Focus da son sayısında bugünün
teknolojisiyle bile üretilmesi zor olan gizemli nesnelerden bazılarını tanıttı.
Geleceği Gören Harita
2000 Yıllık Pil
Coğrafya ve harita uzmanı ünlü Türk denizci Piri Reis’in 1513’te çizdiği
Afrika, Amerika ve Güney Kutbu’nu gösteren harita, meydana geldiği 1929
yılında ortalığı karıştırdı. Çünkü Güney Kutbu’nun keşfi, haritanın çizilmesinden çok sonra, yani 1818’de gerçekleşmişti. Dahası Piri Reis’in haritası,
kıtanın buz altında kalmış sahil kesimlerini de gösteriyordu. Ancak kıta
üzerindeki buzlar haritanın çizilmesinden tam 6 bin yıl önce erimişti.
Arkeolog Wilhelm Konig tarafından 1938’de
Irak’ın başkenti Bağdat’ın yakınlarında bulunan 2
bin yıllık pil, bilim adamlarını şaşkınlığa düşürdü.
Konig, 13 santimetre boyundaki toprak bir kabın
içine monte edilmiş bir bakır silindir, onun etrafındaki demir çubuk ve testinin ağzını kapatan asfalttan oluşan bu nesneyi “dünyanın en eski pili” olarak
tanımladı. Pilin 2 volt enerji ürettiği saptanırken,
1800’lü yıllarda modern pili icat eden Alessandro
Volta adlı İtalyan kontunun da şöhretine gölge düştü.
ANTİK ÇAĞ BİLGİSAYARI
1900 yılında Girit açıklarındaki bir batıkta araştırma yapan
bilim adamları ilginç bir cisme rastladı. Tahta bir muhafazanın içine yerleştirilmiş bir dizi bronz dişliden oluşan bu garip
nesnenin kasası, yüzeye çıkarıldığı anda dağıldı ve cihazın
içindeki karmaşık yapı ortaya çıktı. Yapılan çalışmaların ardından, bu aygıtın Ay, Güneş ve diğer gezegenlerin konumlarını hesaplamak ve istendiği anda bunların pozisyonlarına
yönelik tahminlerde bulunmak için geliştirildiği anlaşıldı.
Concorde’un Atası
M.Ö. 200’de yapıldığı sanılan bu nesne, 1898 yılında Mısır’da bir lahitte bulundu. Ancak gerçek uçaklar icat edilene kadar ne olduğu konusunda kimse
bir fikir beyan edememişti. 1972’de arkeolog Halil Mesiha bunun bir
model uçak olduğunu, mükemmel bir aerodinamiğinin
bulunduğunu ve kanatlarının Concorde’u andırdığını iddia etti.
Kaya’ya Gömülü Çekiç
Tahta sap ve demir tokmaktan oluşan bu çekiç,
1936’da Teksas’ta 400-500 milyon yıllık bir kayanın
içine gömülü olarak bulundu. Çekiçte kullanılan demirin günümüz
demirlerinden bile saf olması bilim adamlarını hayrete düşürdü.
m
i
y
De
BALIK KAVAĞA ÇIKINCA
Son Posta gazetesinin 25 Mayıs 1940 tarihli
nüshasında “Hindistan’da balıklar kavağa çıkmaya
başladı” şeklinde bir haber vardır ve altında şu bilgi mevcuttur:
“Hindistan’da ve Hindiçini’de Anabas adında çok garip bir balık vardır. Bu balık, sudan dışarı çıkıp yüz metreye yakın yürüyebilmektedir. Bu
yolu otuz dakikada almaktadır. Bu balıkların güçlü
kuvvetli olanları, ağaçlara da tırmanmaktadır.” Bu
haber, besbelli ki şimdiki asparagasçıların babaları tarafından yazılmıştır. Haberin tek okunabilirlik
gerekçesi de dilimizdeki “balık kavağa çıkınca” deyimi olsa gerektir.
Kavak ağacı, sulak yerlerde hızla yetişen ve
kerestesinden istifade edilen bir ağaç olduğu için
bizim coğrafyamızda daima var olagelmiştir. Bugün, Anadolu’da kavak kelimesiyle türetilmiş yer
isimlerini (Aynalıkavak, Kavaklar, Uzun Kavak,
vs.) sıralamak için bile uzunca bir liste yayınlamayı
gerektirir. Türkülerimizde, edebiyatımızda (servi
yerine), folklorumuzda kavak sembolizmine sıkça
rastlanmaktadır. Dilimizde, gereği yapılamayacak
vaatleri anlatmak, güya onların icra zamanını bildirmek üzere “balık kavağa çıkınca...” denir.
Güya, balığın kavak ağacına çıkması nasıl
imkânsız ise, bu tür vaatlerin gerçekleşmesinin de
öyle imkânsız olduğu anlatılmaktadır. Oysa bu deyimdeki kavak sözünün kavak ağacıyla bir alâkası
yoktur. Burada anılan kavak, İstanbul’da bulunan
Kavak semtleridir.
İstanbul Boğazı’nın Karadeniz’e açılan
noktasında iki yerleşim alanı vardır. Bunlardan
Asya’dakine Anadolu Kavağı, Avrupa’dakine de
Rumeli Kavağı denilmektedir. Kavaklar, çok rüzgârlı ve akıntılı olduğu için burada balık avlamak
imkânsız gibidir. Hatta bu bölgede balık da fazla
eğleşmez ve burada balık tutulup karaya çıkarılamaz.
Tahminimiz o ki bu deyim İstanbul civarında türetilmiş; ama git gide diğer şehirlere de yayı-
lınca İstanbul’daki bu semtleri bilmeyenler tarafından Kavak adı, kavak ağacı gibi anlaşılmış ve ‘Balık
Kavak’a Çıkınca’ deyimi de kavak ağacıyla ilişkilendirilmiştir. Çünkü deyimin anlamı her iki okunuşa da uygundur. Mamafih, ağaca bir metre kadar
tırmanabilen bir balık cinsinin olduğu ve bunların
suları çekilen bataklıklardaki kavaklara tırmandıkları da bilinmektedir.
Yine deyimlerimiz arasında bulunan “Başında Kavak Yelleri Esiyor” benzetmesinde de söz
konusu kavak yeli Kavaklar’da esen şiddetli rüzgârdır ki kontrol altına alınamayan, bildiğince de
hareket etmekten dolayı bir işe yaramayan düşüncelerin sahipleri için; yani delikanlılık coşkunluğunun aykırılığını anlatmak üzere kullanılır.
İskender Pala (İki Dirhem Bir Çekirdek)
AİLE
20
AİLEDE DÜRÜSTLÜK EĞİTİMİNİN
ÖNEMİ
* Hamiyet ÖZTÜRK
Günümüzde insan hayatını olumsuzluklar
içine iten birçok sorun yaşanmaktadır. Bu sorunların
temelinde ahlâkî açmazların yer aldığı görülmektedir. Ahlâkî açmazların kaynağı bireylerin ahlâkî değerlerden (doğruluk, adalet vb.) yoksun olmalarıdır.
Ahlâkî değerler, insan hayatında önemli bir yere sahip olup bireylerin hemen her davranışını dolaylı da
olsa yönlendirmektedir. Ahlâkî açmazlarla başa çıkmanın ilk yolu, bireylerin ahlâkî eğitim sürecinden
geçirilmesidir. Bu eğitim, çocuğun ilk sosyal çevresi
olan aile ortamında anne baba davranışlarının model
alınması yoluyla doğal olarak gerçekleşir. Ahlâk, insan hayatının tümünü içine alan geniş bir alan olup,
insanın iç dünyasından dış dünyasına yansıyan özelliklerdir. Bu özellikler ahlâkın konusuna girmekte,
ahlâkın kısımları olarak incelenmekte ve ahlâk eğitiminin alanını oluşturmaktadır.
Ahlâk eğitiminin amacı, bütün değerleri ile
ahlâkı yaşanılır kılmaktır. Ahlâk eğitimi, bireylerden başlayarak aile, toplum, ülke ve dünyanın ahlâk
temelleri üzerinde yükselmesini sağlayabilecek en
önemli etkendir.
Ahlâk eğitimi çerçevesinde ele alınması gereken konulardan, ahlâkî değerlerden birisi de “doğruluk/dürüstlük’ tür.” Diğer ahlâkî değerler gibi dürüstlük de öncelikle bireylerin sahip olması gereken
bir değer olup, aynı zamanda söz ve davranışlarında
da kendini göstermeli, yani bireyin iç ve dışında da
kendini göstermelidir. Bu açıdan bakıldığında dürüst
olmak, her insanın kişiliğinin vazgeçilmez bir vasfı olma konumundadır. Kişilik bireyin sahip olduğu
bütün özellikleri olduğuna göre, kişinin her hali ile
doğruluk üzere olması doğruluğun o kişinin, kişiliğinin bir parçası olduğu anlamına gelir.
Kişiliğin temelleri çocukluğun ilk yıllarında
atılmakta olup, bu yıllar ailenin çocuğun hayatında
en etkili olduğu yıllardır. GELİŞİM DÖNEMİ ÇOK ÖNEMLİ
Çocuk büyürken tüm gelişim alanlarında olduğu gibi, ahlâk gelişiminde de ilerlemeler kaydeder.
Yaşla birlikte öğrenmesi, eğitilme durumu da değişir.
Her gelişim döneminin çocuğun hayatında ayrı bir
önemi vardır. Bu nedenle çocuğun gelişiminin dönemlere ait özelliklerinin, bu dönemlerdeki öğrenme
ve eğitilme ilkelerinin bilinmesi ve çocuğun bu doğrultuda eğitilmesi kaçınılmazdır. Bu gelişim alanlarından birisi olan ahlaki gelişiminin de diğer gelişim
alanlarıyla birlikte tüm özellikleri ile bilinmesi, çocuğa verilecek olan doğruluk eğitiminin bilinmesini ve
verilen eğitimin faydalı olmasını sağlayabilecektir.
AİLE
21
Aile nasılsa genel olarak yetişen
insanlar da aynı özelliklere sahip
olur. Toplum ve dünyanın durumu da insanları etkilemektedir.
Fakat en önemli sorumluluk insanın ilk ve temel eğitim ortamı
olan ailenin üzerine düşmektedir.
Dürüstlüğün ahlâkî bir değer olarak kazanılması, tutum ve davranış haline gelmesinde aileye büyük bir sorumluluk düşmektedir. Çocuğun
eğitimi temelinin anne babanın düşünce, tutum ve
davranışları olduğunun bilinmesi, anne babanın çocuğunu doğru eğitmesi için en önemli etken olmaktadır.
Çocuğun cinsiyeti, yaşı, ailenin geliri, anne
babanın öğrenim ve ibadet durumu, ailedeki çocuk
sayısı vb. birçok değişken, anne babanın tutum ve
davranışlarını etkilemekte, dolayısıyla da çocuğun
tutum ve davranışlarında yer etmektedir.
DOĞRUYA TEŞVİK EDİN
Bunun yanında anne babanın sahip olduğu tüm özellikler gibi doğruluk özellikleri (dürüst
olma-yalan söyleme, sözünde durma-durmama,
verileni koruma-zarar verme, aldığını zamanında
verme-vermeme vb.) de çocuğun anne babayı model
alması yoluyla; ayrıca anne babanın çocuktan doğru
ve yanlış davranışları yapmasını veya yapmamasını istemesi (doğru söyleme-yalan söyleme, sözünde
durma-durmama vb.) yani bir açıdan çocuğu teşvik
etmesi de çocuğun istenen ve beklenen doğrultuda
yönlenmesine, değer, tutum ve davranış geliştirmesine neden olması yoluyla çocuğun kişilik özelliklerini oluşturmaktadır.
GÖRMEK İSTEDİĞİNİZ GİBİ YETİŞTİRİN
Her birey aile, toplum ve dünyanın bir parçası olması dolayısıyla içinde bulunduğu en yakın
çevreden uzak çevresine doğru, sahip olduğu özelliklerini yansıtır.
Özellikle ailesinde doğruluğu öğrenmişse
doğru, kendine ve çevresine faydalı, düzeltici bir insan; yanlış davranışları ve yalanı öğrenmişse, kendine ve çevresine zarar veren, bozan, yalancı ve güvenilmez bir insan olur, yani ailede nasıl eğitilmişse o
doğrultuda bir insan olur.
ÇOCUKLAR EBEVEYNLERE BENZERLER
İnsanlar nasılsa aile, toplum ve dünya öyle
şekillenir. Aile nasılsa genel olarak yetişen insanlar da aynı özelliklere sahip olur. Toplum ve dünyanın durumu da insanları etkilemektedir. Fakat en
önemli sorumluluk insanın ilk ve temel eğitim ortamı olan ailenin üzerine düşmektedir.
DÜRÜSTLÜK AİLEDEN ÖĞRENİLİR
Ailede anne babanın etkilendiği bazı çevresel özellikler, anne babanın sahip olduğu doğruluk
özellikleri, çocuktan doğruluk konusundaki istek ve
beklentileri çocukların doğruluk tutumu kazanmalarını etkiler.
Anne babanın doğru/dürüst olmaya ilişkin
tutum ve davranışları, çocukların doğru/dürüst
tutumları benimsemelerinde etkili olduğunun bilinmesi, dürüstlük eğitiminin ailede etkili olarak
verilmesi açısından son derece önemli olup, ailede
dürüst olma eğitiminin sağlıklı olarak kazandırılması için gereklidir.
*Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Uzmanı
(Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı)
Badminton
Tüytop ya da Badminton, raket ve bir tür tüylü topla oynanan tenis
benzeri bir oyundur. Kaz tüyünden yapılma bir top ve raketle oynanan bir oyun
olan Badminton, topun file üzerinden rakip alana atılması ve geri dönmesini
sağlamak amacına dayanan bir spor dalıdır.
Badminton, kolayca öğrenilebilen, bay ve
bayan, 7 yaşından 77 yaşına kadar bütün yaş grubunda insanların yapabildiği, ender sporlardandır.
Şiddet içermemesi, oynaması ve seyredilmesinin
zevkli olması nedeniyle bayanların da büyük ilgisini
çekmektedir. Tenis oyunları grubundan olması nedeniyle rakipler arasında bir net (file) bulunur, dolayısıyla herkes kendine ayrılan sahada oynar, topu
(tüytop) oldukça zararsızdır, böylece yaralanma
veya sakatlanma riski en düşük etkinliklerdendir.
Her yaşta ve her performans düzeyinde oynanır ve
zevk verir, kişiyi zorlamaz, aşırı yüklenmenin kötü
sonuçları oluşmaz. Özellikle ayak hareketleriyle sahayı tutma ve hamleleriyle Türklerin ata sporu kılıç
kullanmaya benzemektedir.
Tarihi
MÖ 5. yüzyılda Çinliler, Badminton’un atası
sayılan Ti Jian Zi adı verilen bir oyun oynarlarmış.
Yine Badmintona benzeyen bir oyun, 19. yüzyıl orta-
larında Hindistan’da poona adıyla oynanıyormuş. Birçok açıdan günümüz Badmintonuna benzeyen
bu oyunu gören İngiliz subaylar, 1860 yıllarında
bunu ülkelerine getirmişler. Beauford Dükü’nün
kızları bu oyunu ilk defa Badminton Evi’nde oynamışlardır. Badminton ismi de bu salondan gelmektedir.
İlk kurallar
J.L. Baldwin isimli sporcu, bu sporun kurallarını ilk koyan kişidir. 1870’li yıllarda Hindistan’dan dönen İngiliz subayları, Badminton’u J.L.
Baldwin’in koyduğu kurallara göre oynamaya başlamışlardır. Dört yıl gibi kısa sürede İngiltere’de
ilk badminton kulübü kuruldu ve kuralları belirlenen oyun ülke geneline yayıldı. Daha sonra çeşitli
ülkelere yayılan badminton, 1934’te Uluslararası
Badminton Federasyonu’nun kurulması ile yeni bir
ivme kazanmıştır.1934’ten beri özellikle Çin ve Endonezya bu oyunda hayli başarılı olmaktadırlar.
SPOR
23
Badminton, kolayca öğrenilebilen,
ömür boyu yapılabilen, ender sporlardandır.
İki veya dört kişinin topu yere düşürmeden
raketle karşılıklı vuruş esasına dayalı file
üzerinden oynanan bir spordur.
Olimpiyatlar ve Badminton
Badminton, ilk kez 1972 Münih oyunlarında
olimpiyat sahnesine gösteri sporu olarak çıkmıştır.
Yine, 1988’de Seul’de bir kez daha denenen badminton, 1992’de Barcelona’da esas spor olarak ilk
kez oynanmıştır. Asya ülkelerinin yanı sıra Danimarka ve İngiltere’de bu oyunda en iyi olan ülkeler
arasında yer almaktadır. Badminton esasında atası
sayılan sporlardan çok farklılaşmamıştır.
Denebilir ki, 1800’lerde nasıl oynanıyorsa, bugün
de aşağı yukarı o şekilde oynanmaktadır.
Türkiye’de Badminton
Hacettepe Üniversitesi’nde görevli olan İrfan Yıldırım ve diğer spor yöneticileri katkılarıyla
1991 yılında Türkiye Badminton Federasyonuu kuruldu.Badminton sporunun ilk federasyon başkanı
İrfan Yıldırım’dır. Türkiye genelinde ve federasyon
verilerine göre, 2001 yılı itibarıyla 90 badminton
kulübü açılmış ve 1880 sporcu katılmıştır. Badminton Milli Takımımız ilk milli müsabakasını İzmir’de Kazakistan Milli Takımı ile oynamıştır.
Ülkemizde düzenlenen ilk uluslararası turnuva ise 70. Yıl Uluslararası Badminton Turnuvası
olup, 25-29 Ekim 1993 tarihlerinde Ankara’da yapılmıştır. İstanbul’ da ise 2001 yılında yapılan İstanbul Badminton Open’e Türkiye’nin genelinden
ve Avrupadan 400’e yakın sporcu katılmıştır. İstanbul’ da 84 ilköğretim ve spor kulübü bulunmaktadır.
Özellikleri
Badminton, kolayca öğrenilebilen, bay ve
bayan, ömür boyu yapılabilen, ender sporlardandır. Yaş ve cinsiyet farkını ortadan kaldıran bayanların ve erkeklerin eşit şartlarla mücadele ettiği iki
veya dört kişinin topu yere düşürmeden raketle
karşılıklı vuruş esasına dayalı file üzerinden oynanan bir spordur. Bu spor dalında zeka, hız ve este
tiğin ön plana çıkmasıyla müsabakaların seyri daha
güzel olmaktadır.
Badminton ölçüleri
File boyu=155 cm*
Raket boyu=65.5 cm*
Saha boyu en=610 cm*
Saha boyu boy=1340 cm*
Top boyu=değişebilir ortalama 3.5 cm
Malzemeler
1 adet (kuş adlı) tüylü top, 2 adet raket ve
esnek ayakkabılar (yaralanmaları engellemek için).
Badminton teorik olarak her yerde oynanabilir.
Ancak rüzgar alan yerlerde oynanamaz. Kapalı
spor salonları çok
uygundur.
6.10m X 13.40m
ebadında ki
kortla çok
fazla yer işgal
etmez.
Hırs ve İyi Niyet
Genç adam antika merakıyla Anadolu’nun en ücra köşelerini dolaşıyor ve gözüne
kestirdiği malları yok pahasına satın alarak yolunu buluyordu. Kış kıyamet demeden sürdürdüğü
seyahatler sırasında başına gelmeyen kalmamış
gibiydi. Fakat bu seferki hepsinden farklı görünüyordu. Yolları kapatan kar yüzünden arabasını terk etmiş ve yoğun tipi altında donmak
üzereyken, bir ihtiyar tarafından bulunup onun
kulübesine davet edilmişti.
Yaşlı adam antikacının yürümesine yardım ederken: “Günlerdir hasta olduğumdan
odun kesmek için ilk defa dışarıya çıktım. Meğer
seni bulmak için iyileşmişim.” dedi. Diz boyuna varan karla boğuşup kulübeye geldiklerinde,
antikacının göre göre donuklaşan gözleri fal taşı
gibi açıldı. Odanın orta yerindeki kuzinenin etrafını saran üç - dört iskemle, onun şimdiye kadar
gördüğü en güzel antikalar olmalıydı. Saatlerdir
kar içinde kalan vücudu bir anda ısınmış, buzları bir türlü çözülmeyen patlıcan moru suratını
ateşler kaplamıştı. Yaşlı adam, misafiri yatırmak
için acele ediyordu. Ona bir kaç lokma ikram
edip sedirdeki yatağını hazırlarken: “Bugün soba
yakamadım, evladım
ama bu yorganlar
seni ısıtacaktır,”
dedi.
Ev sahibi yıllar önce vefat eden eşiyle
paylaştıkları odaya geçerken, antikacı da tiftikten örülmüş olan battaniyelerin arasına gömüldü. Ancak bütün yorgunluğuna rağmen bir türlü uyuyamıyordu. Ertesi gün gitmeden önce ne
yapıp edip o iskemleleri almalı, bunun için de
iyi bir senaryo uydurmalıydı. Mesela hayatını
kurtarmasına karşılık ihtiyara birkaç koltuk satın alabilir ve eskimiş olduğu bahanesiyle dışarı
çıkarttığı iskemleleri, çaktırmadan minibüsün
arkasına atabilirdi. Hatta onları kaptığı gibi kaçmak bile mümkündü. Yürümeye dahi mecali olmayan ihtiyar, sanki onun peşinden koşabilecek
miydi? Genç adam kafasındaki fikirleri olgunlaştırmaya çalışırken rüzgârın uğultusuyla da dalıp
gitmişti. Sabahleyin gözlerini açtığı gibi odadaki sandalyelerin gözden kaybolduğunu fark etti.
“İhtiyar kurt herhalde planımı fark etti. Belki de
rüyada sayıkladım da söylediklerimi duyup onları sakladı,” diye düşündü. Kahvaltıda sakin görünmeye çalışarak yaşlı adama seslendi: “İliğim,
kemiğim ısınmış, çorbanız da harika olmuş; ama
akşamki iskemleleri göremiyorum,” dedi. Yaşlı
adam odanın köşesine yığdığı iskemle parçalarından sonuncusunu da
sobaya atarken: “İskemle dediğin,
dünyanın malı be,
evladım!
Biz misafirimizi üşütür
müyüz?”
dedi…
Dürüst Olmayı Başarabilmek
Hakan ERDEM
Her insanın hayatında önemli gördüğü,
yaşam tarzı haline getirdiği bir değeri olmalıdır.
Doğruluk, dürüstlük, adaletli olma, hoşgörülü
olma gibi. Bu değerleri ne kadar kullandığımız
ve nasıl kullandığımızdır önemli olan. Dürüst
olmak, yaşam felsefesini dürüstlüğe göre şekillendirmek, doğrunun peşinde koşmak hepimizin
kendine hakim olmasıyla başlar. Bunu başarmak
kolay değildir fakat yediğimiz lokmayı bile çiğnemeden yutamadığımızı düşünürsek hayatta
kolay olan bir iş yoktur. Unutmayın: ‘’Yürüdüğünüz yolda hiçbir engel yoksa o yol sizi hiçbir yere
ulaştırmaz.’’
Dinimizde dürüstlüğe çok önem vermektedir. Sözünde dürüst olmak, din kardeşini kandırmamak, sattığı malın kusurunu önceden söylemek yerine getirilmesi gereken erdemlerdendir.
Bir de dürüstlüğün düşmanı yalan vardır. Yalan
dürüstlüğü yıpratan, sömüren, suistimal eden
bir durumdur. Peygamber Efendimizin söylediği
gibi ‘’Şaka bile olsa yalan söylemeyin’’ sözünden
hareketle hayatımızda ne kadar yalan varsa rafa
kaldırmalı ve bir daha asla kullanmamalıyız.
Endonezya’nın
Müslüman olmasını
sağlayan küçük bir dürüstlük davranışı örneğini
paylaşmak istiyorum: 250 milyonluk nüfusa sahip olan bugünkü Endonezya’nın Müslümanlığı
kabul etmesindeki sır sadece beş akçelik kumaştı.
Yapılan tek şey vardı: İnandığı gibi yaşamak.
Kendi halinde bir tüccardı. Bir gün kumaşları gemiye yükledi. Endonezya’ya gitti, oraya
yerleşti. İşini orada devam ettirdi. Kumaşları kaliteliydi. Tam da halkın aradığı cinstendi. Kendisi de kanaat sahibi bir insandı. Kazancı az olsun,
temiz olsun düşüncesindeydi. Bir gün geç geldi
iş yerine. Eleman iyi bir kâr elde etmişti sattığı
mallardan. Merak etti, sordu: “Hangi kumaştan
sattın?” “Şu kumaştan efendim.” “Metresini kaça
verdin?” “On akçeye.” “Nasıl olur?” diye hayret
etti tüccar: “Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl
satarsın? Bize hakkı geçmiş adamcağızın. Görsen tanır mısın onu?” dedi. Eleman gitti, müşteriyi buldu, getirdi. Dükkan sahibi müşteriyi
karşısında görür görmez, helâllik istedi ve fazla
parayı müşteriye uzattı. Müşteri şaşırmıştı. Böyle
bir durumla ilk defa karşılaşıyordu. “Ne demekti
hakkını helâl et?” Olay kısa sürede dilden dile dolaştı. Çok geçmeden kralın kulağına kadar vardı.
Sonunda kral kumaş tüccarını saraya çağırdı.
Kral sordu: “Sizin yaptığınız bu davranışı daha önce biz ne duyduk, ne de gördük. Bunun aslı nedir?” “Ben,” dedi tüccar, “bir Müslüman’ım. İslâm dini böyle emreder. Müşterinin
bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram girmişti. Ben sadece bir yanlışı düzelttim. “
Kral, “İslâm nedir, Müslümanlık nedir?” gibi peş
peşe sorular sordu. Birer birer sorularını cevapladı. Kral ilk defa duyuyordu böyle bir dinin varlığını. Fazla zaman geçirmeden İslâm’ı kabul etti.
Daha sonra kısa süre içinde de halk Müslüman
oldu. 250 milyonluk nüfusa sahip olan bugünkü
Endonezya’nın Müslümanlığı kabul etmesindeki
sır sadece beş akçelik kumaştı. Yapılan tek şey
vardı: İnandığı gibi yaşamak, sahip olduğu güzellikleri çevresiyle paylaşmaktı.
Peygamber Efendimizin müjdesi herkese açık: “Doğru ve güvenilir tüccar, kıyamet gününde peygamberler, sıddıklar (doğrular) ve şehitlerle beraberdir.” Yani, asıl etkili olan söz dili
değil, hal diliydi. Konuşmaktan çok yaşamaktı.
Anlatmaktan ziyade davranış dilinin devreye girmesiydi. Bu olayda anlatıldığı gibi maddi kaygı ve
çıkar için dürüstlüğünden taviz vermeyen sağlam
bir iradeye sahip olmak, nefsin kelepçelerinden
kurtulmak ne kadar güzel bir uğraştır. Kıssadan
kendimize düşen hisseyi alırsak değişim orada
başlar.
Ticarette, ilimde, davranışlarda dürüst
olmak, her türlü çıkardan kendini soyutlayarak
ebedi doğruya ulaşma yolunda gayret göstermek,
dürüstlük kapısının önünden bir an olsun ayrılmamak bizi, devletimizi, milletimizi en yüksek
seviyelere getirecektir. Yeter ki dürüst olmayı denemeye başlayalım...
Ceza ve Tevkifevleri
Genel Müdürlüğü
Yetişkin Eğitim Şubesi
Selahaddin Eyyubi’nin, Kudüs’ü feth ederek 88 yıllık
Haçlı işgaline son vermesinin üzerinden 828 sene geçti.
(2 Ekim 1187)
İstanbul’u Paris’e bağlayan Şark Ekspresi’nin (Orient
Express) ilk yolculuğuna çıkmasının üzerinden 132
sene geçti.
(4 Ekim 1883)
Türkiye, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne 40
oyla üye seçilmesinin üzerinden 62 sene geçti.
(5 Ekim 1953)
Türkiye’de ilk uçak fabrikasının Kayseri’de açılmasının
üzerinden 89 sene geçti.
(6 Ekim 1926)
Cenovalı denizci Kristof Kolomb’un, Karayipler’e
ulaşmasının ancak Doğu Asya’ya geldiğini düşünmesinin üzerinden 523 sene geçti.
(12 Ekim 1492)
Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın, bir Boşnak saldırgan
tarafından sarayda öldürülmesinin üzerinden 436 sene
geçti.
(12 Ekim 1579)
Üzerinde Atatürk’ün resmi bulunan ve yeni harflerle
basılan ilk kağıt paraların tedavüle çıkmasının
üzerinden 78 sene geçti.
(15 Ekim 1937)
“Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” cümlesinin
sahibi, Fransa kraliçesi Marie Antoinette’in idam
edilmesinin üzerinden 222 sene geçti.
(16 Ekim 1793)
İlk özel siyasi gazete Tercümanı Ahval’ın yayınlanmasının üzerinden 155 sene geçti.
(21 Ekim 1860)
Trabzon Rum İmparatorluğu’nun, Fatih Sultan
Mehmet komutasındaki Osmanlı güçlerine teslim
olmasının üzerinden 554 sene geçti.
(26 Ekim 1461)
Türkiye Cumhuriyeti kurulması ile TBMM’deki oylamada Mustafa Kemal Atatürk’ün oy birliğiyle ilk
cumhurbaşkanı seçilmesinin üzerinden 92 sene geçti.
(29 Ekim 1923)
Sütçü İmam’ın, Kahramanmaraş’ta Fransız işgalcilere ilk kurşunu atması üzerinden 96 sene geçti.
(31 Ekim 1919)
GEZİ
28
ANADOLU’NUN YİĞİDOSU:
Sivas
29
Dur gardaş! Bir selam ver geç, dostuna
Yabancı değilsin, bizim eldensin
Endamın gururun bize benziyor
Yiğidin harman olduğu yerdensin
İhsan AKPINAR
Sivas Şehir meydanı: Solda Kale Cami, Sağda Çifte Minareli Medrese
GEZİ
GEZİ
30
Sivası’ın Meşhur Kangal Köpeği
Cumhuriyet Meydanı
ANADOLU’NUN YİĞİDOSU: SİVAS
“Türkiye haritası, insanda neredeyse tamamlanmış hissi uyandıran Doğu - Batı aksı üzerine yerleştirilmiş düzgün bir dikdörtgeni andırır. Sivas, bu
dikdörtgenin; dört ana yöne açılan büyük kapıları
geometrik çekirdeğin ortasında Karadeniz - Akdeniz
bağlantısı ile Doğu- Batı aksının kesiştiği yerdedir.
BİR SELÇUKLU ŞİİRİ GİBİ
Sivas ve Divriği’deki tarih eserler ortak bir
görkemi anlatıyor. Anıtları eşsiz, öyküleri ise taşa
işlenmiş destanlar. Anadolu platosunun şahikası
Sivas’ı ilkbahar ve sonbaharda görmek kentle doğanın cümbüşünü veya suskunluğunu yakalamaktır.
Kaldı ki her insanın farklı algıları vardır. Arkadaşınız üveyiklerin bahar ötüşlerine kapılırken siz, zirvesindeki kar beyazıyla kışa vedayı anımsatan Yıldız
Dağı’na takılıp kalabilirsiniz.
ULU CAMİ ŞEHRİN KALBİ...
Elbette hemen her Anadolu şehri gibi Sivas’ın da Roma’dan çok öncelere kadar uzanan
renkli ve zengin bir tarihi geçmişi var ama şehrin
bugünkü çehresine kalıcılık ve karakter kazandıran
tarihi ve medenî hamleler Selçuklular dönemine
rastlar. Şehirdeki ilk İslâm - Selçuklu yapısı 1196 tarihinde, II. Kılıçarslan’ın oğlu Kudbettin Melikşah
tarafından inşa edilen Ulu Camidir. XII. yüzyıldan
kalma tuğla minaresi, 35 metreyi bulan yüksekliği
ile 800 yaşını çoktan doldurdu ama geçen uzun asırların bedeli, minarenin külahıyla kaidesi arasındaki
116 cm’lik eğrilme oldu. Ulu Cami fiziki ve manevi
planda şehrin kalbidir.
Şifaiye-Medresesi
Selçuklu yönetiminin önemli merkezlerinden birini teşkil eden Sivas’ta iki sultan kabrinin
bulunması, şehrin XIII ve XIV. yüzyıldaki önemini
vurgulayan bir tarih mirasıdır. Şehir merkezindeki
Gök Medrese, Şifahiye Medresesi, hemen karşısındaki Çifte Minareli Medrese ve Buruciye Medresesi,
şehrin tarihi görkemini vurgulayan taş şâheserler
olarak hâlâ ayakta duruyor. Şehrin yaklaşık olarak
150 km güneybatısındaki Divriği Ulu Cami ve Darüşşifası, görenleri şaşkınlığa düşüren ihtişamıyla
Sivas’ın 13. asırdaki merkezî rolünün altını çizer.
İKİ SULTAN BURADA YATIYOR
Selçuklu sultanlarından I. İzzettin Keykavus, Şifahiye Medresesi içindeki kabrinde yatıyor.
XIV. yüzyılda Türkçe’nin büyük şairlerinden Sultan
Kadı Burhaneddin’in kabri de şehir içindedir. Eratna yönetiminin valisi iken kendi adına Sivas’ta bir
devlet kurarak 18 sene yöneten Kadı Burhanettin’in
Akkoyunlular tarafından öldürülmesinden birkaç yıl
sonra Osmanlı hükümranlığına geçtiyse de sonraki
yıllarda Sivas, Selçuklu ruhunu ve tarzını en iyi muhafaza eden birkaç şehirden biri oldu.
ETİ VE EKMEĞİ DİLLERE DESTAN
Sivas ziyaretçileri Kurşunlu Hamamı’nı,
Güdük Minare’yi, Hükûmet Konağı’nı, Kongre ve
Arkeoloji müzelerini, Kızılırmak köprülerini, Abdülvehap Gazi Ziyaretgâhı’nı, Paşa Pınarı’nı, tarihî
çarşıları, Taşhan’ı, Abdi Ağa, Başara konaklarını
görüp gezmeye de zaman ayırabilirler. Polonyalı Simon’un etini ekmeğini övdüğü kente, ağızda Sivas
kebabının lezzetiyle veda edilmelidir.
31
31
GEZİ
GEZİ
Tabiatının sertliği Sivas’ı önemli ölçüde karakterize etmiştir. Şehrin kış
mevsimine tesadüf edenler, “Soğuk Erzurum doğumludur fakat Sivas’ı mekân
tutmuştur” efsânesini dilden dile yayarlar.
MİLLİ MÜCADELEYE ANLAMLI DESTEK
Sivaslılar, belki de Osmanlı yönetiminin çevresinde duran eski bir Selçuklu şehri olarak Cumhuriyet yönetimine en buhranlı anlarda doğrudan
destek vermenin onuruyla haklı olarak övünüyorlar.
4 Eylül 1919 günü başlayan Sivas Kongresi, Milli
Mücadele’ye güç ve meşruluk kazandıran önemli
birkaç toplantıdan biriydi. Bu yüzden her yıl 4 Eylül
günü, Sivas’ta samimi ve coşkulu gösterilerle kutlanmaktadır.
SOĞUĞUN DAİMİ İKÂMETGAH ADRESİ
Bir ara “Orta yayla” diye tarif edilen Sivas,
Orta Anadolu platosunda ortalama 1300 metreyi
bulan yüksekliği ile sert karakterli bir iklime sahip;
bu yüzden meyve ağaçlarının neredeyse tamamına
yakını, tam meyveye hazırlanıyorken davul-zurnayla
gelen mevsim soğuklarına baş eğerek meyveden vazgeçip canını kurtarmaya bakar. Bitki örtüsü zengin
sayılmaz. Yılın kısa yaz aylarına sıkışan tarım mevsimi çabucak geçer ve sadece hububat yetiştirilmesine ve hayvancılığa imkân tanısa da özellikle Kangal
platosunda yetiştirilen buğdayın, Türkiye’nin kalite
sıralamasında başta geldiği hatırlanmalıdır.
Şehre hâkim tepelerden birinden bakıldığında görülen yeşil ağaç yükseltileri yanıltıcı olabilir;
Kavak tekilliği, Sivas’ı karakterize eden başat ağaç
türü değildir: Meşeden çınara, kestaneden ıhlamura, çam türlerinden muhtelif meyve ağaçlarına kadar uzanan yelpazedeki ağaçlar, henüz endüstriyel
verim ve zenginlik vadetmese de şehrin perspektifinde hızla kümelenen yazlık bahçelerinin listesine
girmeyi başarmış bulunuyor.
Tabiatının sertliği Sivas’ı önemli ölçüde karakterize etmiştir. Şehrin kış mevsimine tesadüf
edenler, “Soğuk Erzurum doğumludur fakat Sivas’ı
mekân tutmuştur” efsânesini dilden dile yayarlar.
Uzun yıllardan beri bir askeri garnizon şehri olması yüzünden burada askerlik yapanlar da, artık eski
hükmü kalmayan bu efsaneyi ballandırarak anlatırlar; ne var ki şehir civarında yeni oluşturulan büyük
su rezervleri şehrin havasını gitgide ılımanlaştırıyor.
DOKTOR BALIKLAR
Sivas’ın Kangal ilçesi sınırlarında bulunan
kaplıcalarda (buradaki deyişle çermiklerde) ve ılık
su kaynaklarında dünyanın başka hiçbir yerinde
bulunmayan doktor balıklar yaşıyor. Bu yerlerin en
çok bilineni Kangal merkezinin 13 kilometre kuzeydoğusundaki Balıklı Çermik. Etrafta kurulan tesisler
nedeniyle kaplıca doğal ortamını tamamen yitirmiş
durumda. Doktor balıklar Kangal ilçesindeki Kalkım köyü ve Uyuz Pınarı mevkilerinde de yaşıyor.
Buradan Gürün Tohması’na geçiyoruz. Gürün Tohması, Gövdeli Dağı’nda doğan ve Tohma
Çayı’nı besleyen bir akarsu. Gürün ilçesine Kayseri yönünde iki kilometre uzaklıkta bulunan Şuğul
Kanyonu’nun içinden geçiyor ve Şuğul Vadisi’ni
oluşturuyor. Yaklaşık yedi kilometre uzunluğundaki kanyonun çıkış bölümü oldukça sarp duvarlara sahip. Hititler kanyondan akan sudan ilginç bir
biçimde yararlanmış, kanyonun batı duvarı içine
su kanalları oymuştu. Böylece suyun daha yüksek
irtifada kalmasını sağlayarak etraftaki yerleşimlere
dağıtmışlardı. Günümüzde bu antik su kanallarından akan suyun fazlası kenarlardan taşarak uzun
şelaleler oluşturuyor. Kanyonun 300 metrelik son
bölümünü yürüyerek geçmek olanaksız. Bu nedenle kanyonun doğu duvarına yakın zamanda bir yürüme platformu yapılmış, buradan karşı duvardaki
şelaleleri seyretmek oldukça keyifliydi. Kanyonun
çıkış kısmındaki duvarlarda ayrıca Hititlere ait yazıtlar da bulunuyor.
SANAYİLEŞME ÜLKÜSÜ
Cumhuriyet ilk dönem sanayi hamlesi çerçevesinde Sivas, iki önemli yatırıma ev sahipliği yapmıştır. Demir yolları ve çimento fabrikası; ne var ki
her iki kurum da, bundan kırk yıl önce neredeyse
bütün şehir halkının doğrudan geçimini temin eden
bu büyük sanayi kuruluşlarının eski zamanlarını
hasretle yâd ediyor. Söz konusu tesislerden biri özelleştirildi, diğeri ise kapasite küçülterek eski itibarını
kaybetti. Buna rağmen Sivas hâlâ önemli ölçüde bir
memur ve esnaf şehridir. Şehrin ekonomik aktivitesi, uzun durgunluk yıllarından sonra son yıllar içinde yükselişe geçmeye başladı.
GEZİ
32
Türkiye’nin bütün büyük şehirlerinde hatırı sayılır miktarda Sivaslı yaşar,
bu rakam bazen abartılı sayılarla ifade edilse de Sivas’ın dışarıya
azımsanmayacak sayı ve vasıfta insan ve sermaye ihraç ettiği inkâr edilemez.
Sivas’ın turistik câzibesi, ilk nazarda sıradan bakışları ve ortalama ilgiyi tatmin etmeyebilir; ne var ki
barındırdığı emsalsiz Selçuklu eseri envanteri ve
kaplıca kapasitesi ile şehir yeni atılımlar peşinde.
Hayli zamanını, devlet yatırımı için politikacılara
baskı yapmakla geçiren girişimci ruh, artık kendini
toparlamaya başladı. Gittiği yerde yöreye has el
yapımı ürün arayanlar, şehrin bıçakçı ve
ağızlıkçılarına uğramayı ihmâl etmemelidir.
EN DEĞERLİ İHRACAT KALEMİ: GURBETÇİ
Her şeye rağmen Sivas’ın yetiştirdiği en
değerli ihracat kalemi, insandır. Türkiye’nin bütün
büyük şehirlerinde hatırı sayılır miktarda Sivaslı
yaşar. Bu rakam bazen abartılı sayılarla ifade edilse
de Sivas’ın dışarıya azımsanmayacak sayı ve vasıfta
insan ve sermaye ihraç ettiği inkâr edilemez. Bu
olguyu doğal karşılamak gerekir. Denizlere ve ezelî
doğuya doğru açılan dört ana kapısıyla Sivas, yakın
birkaç yüzyıldan beri büyük şehirlerin bekleme
salonu durumundadır ve hızla dışarıya insan gönderir. Sivaslılar günün birinde bu akışın tersine
dönmesini bekliyor.
OLAĞANÜSTÜ TÜRKÜLERİN EVİ
Belki de bu yüzden Türkiye’nin en güzel,
en şaşırtıcı, melodi ve sözleri itibariyle
en zengin türküleri Sivas yöresinin
markasını taşıyor; belki de sırf bu
yüzden şehrin sokaklarında gezerken
birkaç şair ve yazarla karşılaşmamanız
neredeyse imkânsız gibidir. Gam
yükünün kervanları, nereden kalkıp
nereye giderlerse gitsinler, ille de
Sivas’tan geçer ve orada mutlaka
bir iz bırakırlar.
Derleyen : Mehmet Varnalı
İzmir 3 Nolu T ipi C.İ.K Öğretmeni
Bir Türkü Bir Hikaye
BEDİR TÜRKÜSÜ
Şarkışla’da çiftçilik yapan bir ailenin Bedriye
isminde çok güzel kızları vardır. Bedir derler kısaca.
Bir de Ömer vardır yanlarında çalışan. Ömer güçlü
kuvvetli yakışıklı bir delikanlıdır. Ömer’le Bedir aynı
yaştadırlar. Ömer küçük yaşta başlamıştır bu ailenin yanında çalışmaya. Çocuklukları beraber geçer.
Ömer’le Bedir büyüdükçe o çocuksu sevgileri aşka
dönüşür. İkisi de duygularını açığa vurmazlar. Ömer
zaman zaman diyecek olur sevgisini. Bedir’in yanına
varınca cesareti kırılır. Ömer bir şey dese karşılık verecektir ama, çaresiz oda bir şey söyleyemez. Günler
ayları yıllar yılları kovalar.
Bedir’in ailesi de yaz aylarını ‘’Kızanandı’’ denilen yaylada geçirmektedirler. Kızanandı, tertemiz
havasıyla buz gibi sularıyla tipik bir Anadolu yaylasıdır. Fazla kalabalık olmadığı içinde, insanlar çok iyi
ilişki içerisindedirler. Akşamları bir yerde toplanırlar
masal anlatırlar, türkü söylerler, halay çekerler. İşte bu
yaylada kaldıkları zamanların birinde daha fazla yalnız
kalma imkânı bulurlar. Bir gün, Ömer Bedir’e duygularını açar. Ne söyleyeceğini tam anlatamaz. Bedir’de
heyecandan anlayacak durumda değildir zaten. Sözlerden çok bakışlar konuşur sadece. Karşılıklı olarak
aşklarını ilan ederler. Sonra gizli gizli buluşmaya başlarlar. Sözde gizlice buluşurlar ama gören görür bilen
bilir onların aşklarını. Kısa zamanda herkes tarafından
konuşulur olur. Ömer ile Bedir’in aşkları. Herkes yakıştırıverir birbirlerine ve evlenmelerini isterler. Ömer
Allah’ın emriyle istetecektir Bedir’i. Dünürcüler belirlenir. Bedir ailesinden geleneklere uygun bir şekilde istenir. Kızın ailesinin kararı olumsuzdur. Özellikle Bedir’in annesi Gürcü hatun, Ömer’in fakirliğini bahane
ederek bu evliliğe karşı çıkar. Araya girenler ne kadar
ısrar etseler de kara dediğine ak demez Gürcü hatun.
Âşıkların evlenmesine mani olur.
Bir süre sonrada Bedir’i Şevki adında yaşlı ve
zengin birine verirler. Düğün günü Ömer’le çok yakın
bir arkadaşı yaylaya çıkarlar. Gelin alayını çok üzgün
bir şekilde oradan seyrederler. Ömer çok içlenir ve ağlayarak türkü söylemeye başlar. Bedir’in yaşlı kocası
evlendikten bir süre sonra ölür. Ömer henüz evlenmediği için ahali tekrar araya girip, bunları evlendirmek
isterler ama, Bedriye Ömer’i çok sevdiğini fakat, evlenirse dedikoduların çıkabileceğini söyleyerek, aşkını
kalbine gömer ve teklifi kabul etmez. İki kere kaybettiği aşkı için Ömer’in yaktığı türkü dilden dile söylenir
durur.
BEDİR TÜRKÜSÜ’NÜN
SÖZLERİ
Uğrunu uğrunu gelir dereden
Benlerini sayamadım kareden
Sevdiğimi bana yazsın yaradan
Şen ol yaylam şen ol Bedir geliyor.
Şu dereden cıvıl cıvıl kuş gelir
Armağanlar dolu gider boş gelir
Sevda bilmeyene hayal düş gelir
Şen ol yaylam şen ol Bedir geliyor.
Boğazımda lira Alnımda altın
Bedir’i vermiyor şu Gürcü hatun
Param çok değil alayım satın
Şen ol yaylam şen ol Bedir geliyor.
Kırık boğazında ardından yettim
Kız yandığın yere kadar bende gittim
Bedir’i yaylaya emanet ettim
Şen ol yaylam şen ol Bedir geliyor.
BİLİM-TEKNOLOJİ
34
BİR ARITMA TESİSİ:
KAYIN AĞACI
Sonbaharda ormanları sarı ve kızılın mükemmel renk tonlarıyla süsleyen kayın
ağacı, yeşil yapraklarını dökene kadar adeta arıtma makinası gibi havayı
temizliyor. Havada bulunan karbonu, yapraklarıyla alarak köklerine hapsediyor
ve havadaki oksijen miktarını artırıyor.
Yaşadığımız asırda, atmosferde gözle görülmese de bulutlara benzer bir gaz tabakası oluşmaya başladı. Bu tabaka, insanoğlunun petrol, kömür,
odun gibi katı yakıtları yakarak atmosfere saldığı ekserisi karbondan oluşan gazlardır. Sanayileşmenin
günden güne artmasıyla atmosfere salınan karbon
miktarının son yıllarda kritik seviyelere ulaştığı bilinmektedir.
İklimlerin değişmekte, deniz
seviyesinin günden güne yükselmekte, felaketlerin sayısının
arttığı iddia edilmektedir.
Bu durumun esas
sebebi, atmosferdeki
karbon oranının
artmasıdır. Havadaki
karbonu gaz halinden katı hale
getiren ve
havayı temizleyen yegâne
canlılar
da bitkilerdir.
Bu bitkilerden
biri de
Kayın
ağacıdır.
Kayın ağaçları diğer ağaçlar gibi bünyesinde
önemli miktarda karbon biriktirmektedirler.
Odunun yarısı, köklerinin de yaklaşık olarak üçte
biri karbondan oluşmaktadır. Yaşlanmış bir kayın
ormanı bir hektarlık alanda 100-140 ton arasındaki
gaz halindeki karbonu katı hale çevirerek gövdesinde barındırmaktadır.
Bir hektarlık yaşlanmış kayın ormanı bir
saatte 400450 kg oksijen üretebilmektedir. Kayın
ormanları, karbon bağlaması ve oksijen
üretmesinin yanında havadaki
diğer tozları ve parçaları da
vücuduna alarak havayı
temizlemekte, adeta bir arıtma
tesisi gibi çalışmaktadır.
Türkiye’de Doğu Kayını
ve Avrupa Kayını olmak
üzere iki türü bulunan
kayın ağaçları
Karadeniz boyunca
kuzeye bakan
yamaçlarda ,
yayılmaktadırlar.
35
BİLİM VE TEKNOLOJİ
Kayın ağaçları aynı zamanda yapraklarının mevsimlere göre aldığı farklı
renkler ile görselliği açısından da dikkat çekmektedir. Kışın yaprağını döken
kayınlar, ilkbahar başlarında açık yeşil, yaz ortalarında koyu yeşil, sonbaharın
başlarında sarı, ortalarında kızıl, sonlarında ise açık kahverengidir.
Avrupa Kayını, Marmara Bölgesi’nde ve
Trakya’da bulunurken Doğu kayını ise Gürcistan
sınırından Marmara Bölgesi’nin iç kısımlarına kadar yayılış göstermektedir. Yaklaşık olarak 2 milyon
hektar (1.961.660 ha) alanda yayılmış olan kayın
ağacı ormanları Türkiye’nin en önemli yapraklı orman sanayi kaynağıdır. Bulunduğu yerlerde denizden 700m-1400m yükseltiler arasında derin ve
nemli topraklarda yetişirler. Doğu Kayınının dünyadaki en güneye doğal olarak indiği en son nokta
Amanoslar’dadır. En güney yayılış alanı Anadolu da
olduğu gibi en yükseğe çıktığı alanında Türkiye’de
olduğu tespit edilmiştir. Artvin Yusufeli’nde orman
sınırının çok çok yukarılarında 2850 m yükseltide
çalı şeklinde toplulukları bulunmaktadır.
Halk arasında Kayın ağacı; kızılağaç, bengüzek, akgürgen, haş ağacı, düzük gibi isimler verilmiştir. Doğu Karadeniz’de ise gürgen olarak adlandırılmaktadır.
Kayın ağaçları aynı zamanda yapraklarının
mevsimlere göre aldığı farklı renkler ile görselliği
açısından da dikkat çekmektedir. Kışın yaprağını
döken kayınlar, ilkbahar başlarında açık yeşil, yaz
ortalarında koyu yeşil, sonbaharın başlarında sarı,
ortalarında kızıl, sonlarında ise açık kahverengidir.
Her mevsim bulunduğu ormanlarda farklı renklerle
beraber eşsiz manzaralar oluşturur. Ladin ve
göknar gibi koyu renkli iğne yapraklı
ormanlara ayrı bir güzellik katar.
Fotoğrafçılar kayın ağacındaki
renklenmelerle beraber doğa
resimlerini çekebilmek için sonbahar
ayını sabırsızlıkla beklerler.
Kayın ağaçları orman
ağaçları içerisinde en babacan
olanıdır. Koruyucudur. Yetişme
alanında boşluğa yer bırakmaz. Yaşlıları
tepesini genişleterek altında bulunan
yavrularını aşırı sıcak ve soğuktan korurlar.
Bu ağacın odunu, mobilya ve parke sektöründe kullanılmaktadır. Kayın ağaçları serbest büyüdükleri zaman kalın dallı geniş tepeli olurlar ki bu
da orman sanayisi için istenen bir durum değildir.
Kaliteli kereste elde edilmesi için genç yaşlarından
itibaren sıkışık halde yetiştirilmelidir.
Kayın tomrukları kesimden sonra hemen ardaklanma eğilimindedirler. Kesildikten sonra odununa arız olan mantarlar odunun hücrelerini çürütmekte liflerin yapısını bozmakta odunun ekonomik
değerini azaltmaktadır. Bu duruma terminolojide
ardaklanma denmektedir. Ardaklanmanın önlenmesi için orman depolarında su havuzları tesis edilmektedir. Ayrıca, son zamanlarda kayın odunlarının
kullanılmasıyla gündeme gelen kayın kütük mantar
yetiştiriciliği önemli bir sektör olmaya aday görülmektedir.
Son olarak, bu ağacın tohumlarından elde
edilen yağ, yemek yağı olarak margarin endüstrisinde kullanılmakta olup kreozot adı verilen deri ve romatizma hastalıklarında kullanılan bir tür merhem
elde edilmektedir.
Doc. Dr. Sinan Güner
KAHVEHANELER
İlk başlarda yüksek mevkiden insanların rağbet ettiği kahvehaneleri, daha alt
tabakadan insanlar doldurmaya başladılar. İşsiz ve boşta kalan insanlar için
meyhaneler ve kahvehaneler evden dışarıda olma ve vakit geçirme yerleriydi.
Osmanlı toplumunun kahve ve kahvehanelerle tanışması 16. yüzyılda olmuştur. Aslında
o dönemlerde “kahvehane” devlet tarafından hoş
karşılanmamış bir mekândır. Hatta kahvenin ateşte
kavrulması ve fincanın herkes tarafından kullanılmasından ötürü çıkarılan bir fetva ile kahveye yasak
bile getirilmiştir.
Osmanlı toplumu kahveyi bir içecek olarak
kullanmaya başlayınca, her yeni içeceğe olduğu gibi
kahveye de ulema tarafından şüphe ile yaklaşılmıştır. Osmanlı şeyhülislâmlarından Ebussuud Efendi,
kahveye ve kahvehanelere şiddetle karşı çıkmıştır.
Bu ve benzeri fetvalarda kahveden ziyade
kahvehanelere karşı bir tepkinin olduğu çok açıktır.
Zaman zaman meyhanelerle birlikte kahvehaneler de kapatılsa da bir türlü yenilerinin açılmasının
önüne geçilememiştir.
Zamanla her sokak başında bir kahvehane
açılmıştır. Kahvehanelerin kapatılması konusunda
en titiz davranan IV. Murat olmuştur. Onun döneminde içki, kahve ve tütün mamulleri yasaklanmış,
sırf İstanbul’da yüzlerce kahvehane kapatılmıştır.
Osmanlı Devleti, 16. yüzyıldan itibaren ekonomik ve sosyal açıdan büyük bir kriz yaşadı. Tımar
sistemi ve toprak yönetimi bozulmuş, nüfus hızla
artmış, İstanbul büyük bir göç dalgasıyla karşılaşmıştı. Bu durum şehir hayatını daha da zorlaştırdı. İlk başlarda yüksek mevkiden insanların rağbet
ettiği kahvehaneleri, artık daha farklı, işsiz, güçsüz
insanlar doldurmaya başladılar. İşsiz ve boşta kalan
insanlar için meyhaneler ve kahvehaneler evden dışarıda olma ve vakit geçirme yerleriydi.
17. yüzyıldan itibaren toplumsal bozulma ile
kahvehaneler, merkezî yönetimin eleştirildiği, fitne,
fesat ve ahlâksızlık yuvaları haline gelmeye başladı.
Başa gelen tüm padişahların ilk icraatları olarak pek
çok kahvehaneyi kapattırdığı bilinmektedir. Kahvehanesinde dedikodu yapılan bir kahvecinin kahvehanesi yıkılmış, kahvehanede bulunanlar Malta’ya
sürgüne gönderilmiştir.
Osmanlı geleneksel toplum kültürünü şekillendiren saray, medrese ve cami dışında, “sivil”
bir anlayışla ortaya çıkan kahvehane, XVI. ve XVII.
yüzyılların İstanbul’unda, pek sık rastlanmayan bir
tepkiyle karşılaştı.
37
‘İşi gücü olmayanların buluşma mekanı ve dedikodu yuvası olarak görülen kahvehane, başta iktidar
olmak üzere toplumun çeşitli kesimlerinin tepkisini
çekti.
1567 yılında başta Suriçi İstanbul olmak üzere
İstanbul’daki bütün kahvehaneler kapatıldı. Hatta IV.
Murat, bu gerekçelerle kahvehaneleri topyekûn kapatmaya yönelik şiddetli ve kapsamlı girişimlerde bulundu. Sadece Eyüp ve çevresinde 120 kahvehane kapatıldı. XVI. yüzyılın ikinci yarısında ve XVII. yüzyılın ilk
yarısında ‘tehlikeli yerler’ olarak görülen kahvehaneler
‘külliyen’ kapatılırken XVII. yüzyılın ortalarından itibaren otorite, ‘tehlikeyi’ önlemek için toptan kapatmak ve
yıkmak yerine, diğerlerine ‘ibret olsun’ babında tek tek
bazı kahvehaneleri kapatarak bir tür yıldırma siyaseti
takip etti.
Ancak kahvehanelerin sayısı günden güne
artmaya devam etti. Kanuni Sultan Süleyman’ın hükümdarlığının son dönemlerinde İstanbul’da elli kahvehane bulunduğu belirtilirken, bu sayı, XVI. yüzyılın sonunda 600’e ulaştı. XIX. yüzyılın başlarında ise
2.500’lere kadar çıktı. Hem sayı olarak, hem de itibar
olarak kahvehanelerin önemi arttı. 18. yüzyılda yeniçeriler toplum hayatının her alanına müdahale
etmekteydi.
Zorba olarak bilinen bazı
yeniçeri üyeleri çeteler kurdular.
Bağlı bulundukları ortalardan
üyeler toplayan zorbalar,
kahvehaneler satın alarak çetelerinin
toplanma mekanı olarak kullandılar.
KÜLTÜR
İşlerini buradan yönettiler. Bu zorbalardan bazıları
lüks kahvehaneler kurmakla nam salmıştı. Bu zenginliğin kaynağı kanun dışı topladıkları paralardı.
17. yüzyılın sonlarına doğru kahvenin ekonomik değeri devlet tarafından daha iyi görülür. Zenginler ve hatta bazı devlet adamları yatırımlarını kahveye yaparlar. Bu durum kahvehanelerin açılmasını
da beraberinde getirmiştir. Görülüyor ki, Osmanlı
Devleti’nin kahvehanelere yönelik yasakçı tutumu,
bu mekânların, işsiz insanların zamanlarını boş yere
harcadığı, dedikodu yaptığı, yalan yanlış (kulaktan
duyma) sözlerle iktidarı eleştirdiği yerler haline dönüşmesi sebebiyledir.
Kahvecilerin kapatılma tehlikesi yüzünden
midir ya da iktidarın kahvehâneleri “dönüştürme” isteğinden midir bilinmez bir aralar “kıraathâne” ismi
kullanılmış. Kıraathâne, “okuma salonu” anlamında
bir ifadedir. İlk anda kahvehanelere kitaplıklar yerleştirilmiş, kitaplar konmuş ama pek itibar eden olmamış.
Kahvehaneler, işletmecileri için elbette ki ekmek kapısıdır. Saygıyla karşılıyoruz, ama “kendisine
getirisi” yanında ortaya çıkan bu olumsuzlukları değiştirebilecek iyi niyetli esnafımızın da çıkabileceğine
inanıyoruz. İşletmeciler, tüm kapalı mekânlarda uygulanmaya başlayacak sigara yasağını da göz önünde
bulundurup, kahvehaneleri (kıraathaneleri) gerçek
anlamda bir okuma salonu, kültür merkezi veya sohbet meclislerine dönüştürme yoluna girebilirler.
Neden olmasın?
Fazıl Mustafa TAŞÇI
www.tarihogretmeni.com
KİŞİSEL GELİŞİM
38
İNSANLAR NEDEN
YALAN SÖYLERLER
Yalan doğası gereği her zaman olmasa dahi er ya da geç kendi gerçekliğini
ortaya koyar yani diğer deyimle ortaya çıkar. Bu durum beraberinde sosyal bir
takım sorunları da getirir, kişi artık yalancı çoban hikâyesinde olduğu gibi çevresi
tarafından tüm davranışları ve sözleri kuşku ile takip edilen biri haline gelir.
Pinokyo ve Yalancı Çoban çocukluk yıllarımızdan beri hepimizin tanıdığı hatta belki de gündelik yaşantımızda en sık hatırladığı kahramanlardır.
Ancak ne kadar ilginçtir ki söz konusu kahramanlar
bize çocukluk yıllarımızda bize belletilen ve belki de
“en büyük suç” şeklinde ebeveynlerimiz ya da çevremizdeki kişiler tarafından tanımlanan bir kavramı,
“yalan”ı hatırlatır.
Belki de gündelik hayatımızın bir parçası haline gelmiş olan yalan onları bize çağrıştırır. Belki de
çoktan masalları ve gerçekleri bir kenara koymuş,
kendi yarattığımız gerçekler peşinde koşan usta birer yalancı olmuşuzdur.
Ancak gerçekte kandırdığımız kişi kimdir ?
bunun cevabı gayet açık “ben” olsa da çoğunlukla
bunu umursamayız ya da üzerinde durmaz geçeriz.
“TDK’nın güncel sözlüğü yalanı, “Aldatmak
amacıyla bilerek ve gerçeğe aykırı olarak söylenen
söz, kıtır’’ olarak tanımlar.
Kişi işine geldiği gibi anlatırken ya da söylerken
bazı şeyleri artık yalan söyleme yoluna koyulmuştur bir kere, gariptir yalan belirli bir süre sonra
tıpkı alkol ve diğer nörokimyasal etkililiği olan
maddeler gibi bağımlılık yapmaya başlar.
Yalan alışkanlığı da tıpkı bu maddeler gibi
küçük kullanımlar şeklinde başlar ve sorunlar arttıkça da şiddetlenir. Kişi artık hemen hemen her
zaman günün herhangi bir zamanında bir yalan
söyleyivermiş bulur kendisini.
Ancak yalan artık patalojik (hastalıklı)
hale gelmeye başladığında, yani her seferinde ya
da çok sık yalan söylemeye başlandığında ortada
ciddi bir sorun var demektir. Yalan doğası gereği
her zaman olmasa dahi er ya da geç kendi gerçekliğini ortaya koyar yani diğer deyimle ortaya çıkar.
Bu durum beraberinde sosyal birtakım sorunları
da getirir, kişi artık yalancı çoban hikâyesinde olduğu gibi çevresi tarafından tüm davranışları ve
sözleri kuşku ile takip edilen biri haline gelir.
Artık ona kimseler güvenmemektedir. Yalanla ilgili önemli gerçeklerden biri de en iyi yalancıların öncelikle kendilerini kandırabilen yalancılar olmasıdır. Kişi kendi söylediği yalanlara
inanmayı başarıyor ve bunu bilinçli ya da bilinçsiz
bir şekilde yapıyorsa artık söylediği yalanlar başkaları tarafından doğruymuş gibi algılanır. Çünkü
artık yalan söyleyenin beden dili ve diğer iletişimleri, iletişimde karşı tarafa söylenen sözün ya da
anlatılanın doğru olduğu mesajını vermektedir.
Yani artık yalan söyleyenin yanakları domates gibi kızarmamakta, sesi titrememekte, gözlerini kaçırmamakta ya da burnunu kaşımamaktadır. Ne yazık ki o artık profesyonel bir yalancıdır.
İçinde yaşanılan sosyal ortam ve toplumun ahlaki değerlerinde yaşanan
aşınma kişiyi yalan söylemenin kötü bir şey olmadığı inancına sürükleyebilir.
“herkes yalan söylüyor ya da bilmem hangi şarkıcıya baksana neler söylemiş gibi”
savunmalar bunun en belirgin göstergeleridir.
Ancak ister palavra ister kıtır deyin yalan
hepimizin bildiği bir şekilde güveni yerle bir etse,
önceden de söylediğim gibi iletişimi bozsa da, insanı yalan söylemeye iten bir takım nedenler de
bulunmaktadır.
•
Model Alma: Kişinin yakın çevresinde yalan söyleyen model alabileceği ebeveyn, akraba,
öğretmen ya da arkadaşlarının olması durumunda
yalan söyleme alışkanlığı kazanması kaçınılmazdır.
•
Acıyı Erteleme İhtiyacı: İnsanoğlunun temel olarak yaşantısı acı ve haz dengeleri üzerine
kuruludur. Bu nedenle kişiler çoğunlukla acıdan
kaçma ya da erteleme ihtiyacı duyarlar. İşte yalan
da bize acı verecek bir durum karşısında erteleme
sağlayan bir mekanizma olarak karşımıza çıkar.
Başımıza gelebilecek olası kötü şeylerden sıyrılmak için yalana başvururuz.
•
Suçluluk Duygusu: Kişi yaptıkları ya da
yaşadıkları ile ilgili olarak duyduğu suçluluğu
bastırmak amaçlı yalan söyler. Burada adı geçen
suçluluk bir özsuçluluk duygusudur ve kişi çoğunlukla söylediği yalana kendisini de inandırma eğilimindedir.
•
Anlaşılmama Kaygısı: Anlaşılma söz konusu olduğunda karşımıza Empati kavramı çıkmaktadır. Empati gerekli duygusal zeka ve olgunluk
olmadan kolaylıkla sağlanan ya da kurulduğu sanılan bir olgu olmaktan öteye geçemez. Kişi başkaları tarafından anlaşılmadığı hissine kapılırsa
kendini olduğundan farklı göstermek için yalana
başvurabilir.
Eğer sizin ya da bir yakınınızın yalan söyleme alışkanlığı patolojik (hastalıklı) bir duruma
gelmişse alanında tecrübeli bir psikologtan yardım almaktan kaçınmayınız...
•
Özgüven Eksikliği: Kişinin yaşadığı iç güvensizlik yalana sebep olur ve temel güveni tekil
etmek, birilerinden yardım almak ya da artmış
güven ihtiyacını doyurmak için türlü şekillerde
ilgi çekmek amacıyla yalana başvurur.
•
Kişilik Bozuklukları: Kişide bağımlı, sınırda, narsistik vb. kişilik bozuklukları olduğu durumlarda önüne geçemediği bir şekilde türlü nedenlerle yalan söyler.
•
Sosyal Ortam ve Toplumsal Ahlaki Erozyon: İçinde yaşanılan sosyal ortam ve toplumun
ahlaki değerlerinde yaşanan aşınma kişiyi yalan
söylemenin kötü bir şey olmadığı inancına sürükleyebilir. “Herkes yalan söylüyor ya da bilmem
hangi şarkıcıya baksana neler söylemiş gibi” savunmalar bunun en belirgin göstergeleridir.
Kaynak: Dr. Psikolog Murat Sarısoy
Our Future Gençlik Dergisi
HEY ÖZGÜRLÜK
Bir duman öyküsü, ateşle vedalaşan parça
Uzaklardaki yaşam, yalnızlıklara biçilen payda
Uykularda yaşanan rüya, voltalardaki sefa
Yudumlanan bir damla, şekersiz çay olur özgürlük
Umutlara açılan kılavuz rehberin olur senin
Telefonun ucundaki sesin, amansız sevincin
Beklediğin mektup, dizelerde yayılan serinliğin
Gözlerindeki parıltı, yansıyan ışığın olur özgürlük
Hayat süzgecindeki elek üstü gibidir
Karanlıkları, açıklara taşıyan fenerin düğmesidir
Beklenen idealler, sevilenlerin zarif sesidir
Yeniden doğmayı bekleyen çocuğun, resmi olur özgürlük
Kıymetini bilemediğin hayat hikâyen olur gider
Yenilenen düşüncelerin öz kardeşi olur gider
Sevdiceğinin kınası, düğününün rengi olur gider
Testlerinin gücü, varoluşlarının teminatıdır özgürlük.
Murat PİR/ Hükümlü - Bartın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu
NASİHATİMİ İYİ DİNLE OĞUL
Gerçek bir dost arkadaş bulursan, ona sımsıkı sarıl
Mertse onunla iyi anlaş, kaynaş elinde ne varsa paylaş
Arkadaşını dostunu satma, sözlerine tek bir yalan katma
Bulamazsan yalnız takıl kötü dosttan iyidir oğul
Haramdan uzak dur, söz verdin mi tut arkasında dur
Namuslu ol oğul bu yolda ister öl, istersen boğul
Yaradan’dan başkasına el açma, namerde muhtaç olma
Her zaman doğruyu söyle oğul, nereden kovulursan kovul
Haksız olan güçlünün yanında olma, ondan sakınma korkma
Haklı olan mazlumun yanında ol, ona destek ol ağırlığını da koy
Zalime boyun eğme, güçsüzü ezme ona değme oğul
Adaletli ol ondan şaşma davanda haklıysan susma oğul
Kimsenin damarına basma, yürürken kendini kasma
Yiğitliğinle mertliğinle tanın, bu yolda aksa da kanın
Dediklerimi yaparsan adam olursun huzuru bulursun
Sözlerim kulağına küpe olsun yolun açık olsun oğul
Yunus KENAR/ Hükümlü
Kocaeli 1 No’lu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu
GİTMEK
Her şeyi gelişigüzel yapmak kadar basit
yaşantımın özeli... Yarım bırakmak kadar kolay,
özensiz ve dağınık... Kurduğum cümlelerin bile
devamını getiremezken konuşman geliyor aklıma.
“Aslında soyut dayanaklarımız, var olmanın ardındaki
dirilişi engeller’’ dediğinde gülmüştüm sana. Geç fark
ettim ben sığdıramadım sokaklarıma, yabancı kelimelerin de
yüreğin gibi kalabalıkmış. Ben sığdıramadım sokaklarıma yabancı
elleri, en çok yabancı sevmeleri... Şimdiyse hüsrandık herkes kadar;
kaybetmiştik biz kadar. Ne de mutluyduk yettiği kadar.
Çok mevsim geçti hasat edilen aşkların üzerinden... Güneş gibi
parladığın hayallerimden eser yok artık. Sanırım sen gittiğin için kar,
kış, kıyamet odam. Sen yağmurları başladığından beridir garip her yanım,
garip sol yanım. Sen renginden sonra renksiz tenim. Ve sen gittiğinden
beridir, bihaber kalmaktan yana olan yanım. Kayıplarım, gidişlerim hiç
tenha değil bu sıralar. Vardıklarımla gittiklerimin toplamıyım bu aralar;
yani toplasan bir aşk etmez bu yaralar. Belki alışkanlığımdır bu benim.
Şehr-i aşk’lara inat sevgileri yollara bırakmışımdır. Alışamadığım
her şehirden gitmek istediğim gibi gitmektir belki de en büyük mabedim.
Olamaz mı?
Kalmamak adına bıraktığım ayak izlerim, sözlerim silinmeye
yüz tutmuş sanki. Rüzgârın saçlarına kavuştuğu mevsimde,
şiirlerimin bayraklarını indirdim yarıya. Sen yokken hep bir kayıp
hep bir yas. Sigarayla kahvenin soluk renklerde raksı tamam; ama
mutluluktan yaşla dolan gözlerinin tebessümlerle düeti hep
bayraklar kadar. Sana söylenecek ne varsa söylemiştim sanırım.
Birkaç anı birkaç söz... Aklıma geldiği kadarıyla bir masaldı hepsi..
Ufak hatıralar zorlarken kalbimi. Bazen ‘’gitme’’ demek isterdim sana.
Hani şaşalı gitme sahneleri vardır, adam ‘’gitme’’ der; izleyenlerin
gözleri dolar kız duraklar ve gider ya ardından, işte o an giden sendin
benim için...
Sende benim gibiydin; kalmalar senin için bir istasyon bir durak
kadar anlamlıydı. Sende gitmelere alışıktın aynı ben gibi belki de
bu yüzden birbirimizin günahıydık...Düşmek üzere olan bir adam ve gitmek
üzere olan bir kadın. Benden de başka bir hikaye çıkmazdı zaten.
Kurulduğunda olumlu cümle olmamızda bir şey ifade etmemişti
anlaşılan. Anlam bakımından kaybetmiştik biz olmayı çoktan.
Ama dedim ya kendimeydi kaybedişlerim. Kendi kendimeydi ‘
’diriliyorum’’ derken düşüşlerim. Aldırma...
Burak ÖZOĞLU
Silivri 2 No’lu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu
En İyi Koku
Alan Canlı:
Filler
Karada yaşayan en büyük hayvan olan Afrika
filinin erkeği 4 metre boya ve 7.000 kg ağırlığa ulaşabilir. Nesneleri kavrarken de kullandıkları uzun hortumları vardır. Çok uzun ve sivri olan kesici dişlerini
nesneleri taşımak ve yeri kazmak için kullanırlar. Fil
dişinin kaynağı olan bu kesici dişler aynı zamanda
dövüşürken silah olarak da kullanılır. Filin büyük ve
geniş kulakları vücut ısısını kontrol etmeye yarar.
Afrika fillerinin kulakları daha büyük olur ve sırtları
iç bükeydir. Asya fillerinin ise kulakları daha küçük
olur ve sırtları dış bükey ya da düzdür.
Filler doğal ortamlarında 70 yıl kadar yaşar;
dokunma, görme ve işitme yolu ile iletişim kurarlar.
Uzun mesafelerde, filler insanın duyamayacağı kadar düşük frekanslı sesler ve sismik iletişim yolu ile
haberleşir. Bir fil başka bir filin çıkardığı sesi 8 kilometre uzaktan duyabilir.
Yetişkinlerinin ağırlığı 7 tona kadar ulaşabilen fillerin günlük beslenme gereksinimi de çok
yüksektir. Bir fil günde yaklaşık 75-150 kg yemek ve
150-300 litre su tüketir. Bu miktarlar, sürüler halinde gezen fil topluluklarının ihtiyaç duyacakları beslenme alanının çokluğunu ortaya koymaktadır. Filler, tüm yaşamları boyunca devam eden ve yüzlerce
kilometre süren seyahatlerini işte bu amaçla gerçekleştirirler: Yeni beslenme alanları bulabilmek. Filler
yapraklarla, ağaç kabuklarıyla, meyvelerle, otlarla
ve bitkilerle beslenirler. 24 saatlik bir günün %7090’ını ya beslenerek veya bir yemek kaynağına doğru
hareket ederek geçirirler.
Günün geri kalan kısmında ise banyo yaparlar, su içip dinlenirler ve uyurlar. Hareket etmeden
önce genellikle bir bölgede birkaç gün kadar kalırlar.
Bu sürenin kısa olması önemlidir çünkü eğer hareket
etmezlerse bulundukları yerdeki bitki topluluklarını
tamamen yok edebilirler. Günümüzde filler, Doğu
Afrika başta olmak üzere diğer Afrika bölgeleri ve
Uzakdoğu’da özellikle de Sri Lanka’da yaşarlar.
Yeni beslenme alanlarına yaptıkları göçler
daha çok kurak havalarda gerçekleşir. Bu yüzden
kuru havalarda daha fazla sayıda fil sürüsüne rastlanır. Yağışlı havalar fillerin üremesi için uygun ortamlardır. Çiftleşme ve doğumlar bu sezonda olur.
Fillerin gebelik süresi 22 aydır. Bu süreyle karada
yaşayan memeli hayvanlar arasında en uzun gebelik
süresine sahiptirler. Bu nedenle gebe kalmalarıyla,
doğum yapmaları aynı hava koşullarına rastlar. Böylece yavrular yiyeceğin bol olduğu zamanda doğmuş
olurlar.
Doğumlarındaki bu mükemmel zamanlama
dikkat çekicidir. Fillerin kendilerine yeni besin alanları bulmak için yağışlı bölgelere göç etmesi de başlı
başına bir mucizedir ve birçok sırlar barındırır. Yönlerini nasıl tayin ettikleri, göç zamanını nasıl ve neye
göre belirledikleri, bu sırada nasıl haberleştikleri yapılan araştırmalara rağmen hala gizemini koruyan
davranışlardandır. Bu araştırmalardan yola çıkarak,
fillerin Güneş’i, Ay’ı, yıldızları ve dağ ile nehirler gibi
işaretleri kullandıkları, günlerin uzunluğu, sıcaklık,
rüzgar, nem gibi iklimsel değişimlerden faydalandıkları düşünülür. Ne var ki vücutlarında bunlardan
faydalanmalarını sağlayacak herhangi bir organ ya
da bir sistem henüz bulunamamış, bu konuda sadece
bazı tezler öne sürülmüştür.
Fillerin keskin koku alma hissine ve rüzgarın yönünü fark edebilecek kadar hassas bir deriye
sahip olmalarının da göç hareketlerinde rol oynuyor
olabileceği üzerinde durulmaktadır. Bütün bu varsayımlar ve çıkarımlarla varılan sonuçlar bir noktada
birleşmektedir.
43
Ayrıca Japon bilim adamlarının son yaptığı
araştırma, dünyanın en iyi koku alan canlılarının filler olduğunu ortaya çıkardı. Araştırmaya göre Afrika
fillerinin burunlarında toplam 2 bin koku reseptörü
bulunuyor. Filler burunlarındaki bu reseptörlerle
insanlarınkinden 5 kat, köpeklerinkinden ise en az 2
kat daha iyi koku alabiliyor. Bu araştırmayla beraber
fareler en iyi koku alan canlılar unvanını da kaybederek adeta tahtından oldu. Dünyanın en uzun burunlu canlısı filler burunları sayesinde arkadaşlarını ve yiyeceklerini bulabiliyor, yırtıcı hayvanlardan
yine burunları sayesinde uzak kalabiliyor.
Bu canlıların gökyüzü cisimlerinin konumlarını yorumlayarak kendilerine bir yön belirlemeleri
onların bir bilgi birikimine ve yorumlama kabiliyetine sahip olmalarını gerektirir. Profesyonel rotacılar
yıllarca matematik ve fizik temelli bilimsel eğitime
ihtiyaç duyarlarken bu hayvanlar yaratıldıkları ilk
andan itibaren haritaya, kronometreye, manyetik
pusulaya, seyir tablolarına veya grafiklere gerek
duymadan hareket etmekte ve yollarını da hiç şaşırmadan bulabilmektedirler. Sadece bu özellik dahi,
bu canlıların kendilerine gerekli olan donanımlarla
üstün bir Yaratıcı tarafından yaratıldıklarını ispatlamaya yeterlidir.
FİLLER HAKINDA ŞAŞIRTICI BİLGİLER
Filler, dilleri ayırt edebilirler. Sussex Üniversitesi’nden bir grup araştırmacı, Afrika fillerinin
konuşanların sesinden cinsiyet, yaş, etnik yapı gibi
farklılıkları ayırt edebildiklerini ortaya çıkardı. Duydukları ses, tehdit oluşturabilecek bir kişiye aitse,
fillerin hemen savunma düzenine geçtiğini gözlemlediler.
Çeşitli araç-gereçler kullanabilirler. 2010
yılında, 7 yaşındaki Kandula ismi verilen bir Asya
filinin, çevresindeki araçları kullanarak, ulaşamadığı
meyveye ulaşabilmesi araştırmacıları çok etkilemişti.
CANLILAR ALEMİ
Araştırmacılar, yaptıkları bir çalışmayla
fillerin insanların el ve vücut hareketlerini anlayabildiklerini saptadılar. Bu görüşlerini desteklemek için,
iki konteynerden sadece birinin içine yiyecek koyuyorlar ve fillere o konteynere doğru gitmesini elleriyle
gösteriyorlar. Fillerin %68’lik bir oranla doğru konteynere gittiği gözlemleniyor. Aynı test, 1 yaşındaki
insanlara uygulandığında ise doğruluk oranı %63’le
fillerden daha az.
Filler, empati yapabiliyorlar. Araştırmacılar
endişeli ve stresli bir fil ve normal bir fil ile bir çalışma yaptı. Bu çalışmada normal olan fil, endişeli ve
sıkkın olan file yaklaşarak onu rahatlatmak için fiziksel temasta bulunuyor ve bazı sesler çıkartıyor.
Filler, tıpkı insanlar gibi ölülerinin yasını
tutarlar. Yakınlarını kaybeden filler, ölülerin başına
dikilip, hortumlarıyla kemiklerine sarılıp, saatlerce
öylece bekleyebiliyorlar. Bunun yas olarak yorumlanmasının sebebi, fillerin bu hareketi başka hayvanların ölülerinin başında yapmamasıdır.
“Fil hafızası” deyiminin de temelini oluşturan bir özellik olarak, fillerin hafızaları oldukça
güçlüdür. Araştırmalar, fillerin kendilerine rehberlik
eden insanları da hafızasında tuttuklarını, uzun süre
görmeseler de, tekrar bir araya geldiklerinde o kişileri hatırladıklarını gösteriyor. Sadece insanları değil,
aradan ne kadar uzun zaman geçerse geçsin bir başka
fili de hatırlayabiliyorlar.
metafizikl.blogspot.com
ÖZELEŞTİRİ
Nurettin Gündoğmuş
“İnsan olmanın erdemliliği ve davranışı” yansıtılamadığı sürece hayatta başarılı olunması
mümkün değildir. Başarılı insanlar dürüstlükten ödün vermezler, içten samimi ve kararlı olurlar.
İnsan yetiştiği kültür içerisinde kendini tanıma bilincini geliştirememişse bu insanın toplumsal dayanışmaya katkı sağlaması mümkün değildir.
Önemli olan iyi insan olma vasıflarını yaşamsal değerlerle bütünleştirebilmektir. Kendimize ait öz kültürümüzde yer alan, insancıl anlamları içeren, sosyal,
kültürel, politik, ahlâksal, değerleri olan hizmet anlayışından bahsederiz. Bu unsurlar inanç felsefemizin
temel değerleridir.İçten ve kalpten bağlı olduğumuz
bu değerlerimize ters düşersek o zaman kendimizle
çelişiriz. Bu bağlamda insan olmak ve insan olarak
kalmak giderek zorlaşır.
“Ekonomik Çıkar Sağlamak İçin Her Türlü
Ahlaksızlık Mübahtır.” Anlayışına mahkûm olan insanlar bu anlayış ve bakış açısı içerisinde üç kuruşluk
çıkarı için en yakın dostunu bile satabilirler. Bu tür
insanlar için maddiyat çok önemlidir. Maddiyat bir
ölçüde önemli olabilir ama “insan olmanın erdemliliği ve davranışı” yansıtılamadığı sürece hayatta başarılı olunması mümkün değildir.
Başarılı insanlar dürüstlükten ödün vermezler, içten samimi ve kararlı olurlar, her zaman olumlu
bir tavırla hoş görülüdürler, kişi olarak düzenli, titiz
ve ilkelidirler. İster eğitimli olun ister eğitimsiz olun
hayat felsefesi içerisinde kendinizi olumlu yönde yetiştirebilmek önemlidir. Elbette eğitimin önemi vardır. Ama çevremizde eğitimi olmayan fakat kendisini
son derece iyi yetiştirmiş ve çok başarılı üretken insanların olduğunu gözardı edemeyiz. Eğitim insana
ne katar: düşünme yeteneğini geliştirir, okuduğunu,
gördüğünü daha iyi anlayabilme, problemleri kazandığı tecrübeye dayanarak ya da kendi çözümünü üreterek çözebilme, analitik düşünebilme, bilmedikleri
üzerinde kafa yorma gibi çok sayıda yetenek katar.
Kişi eğitimsiz ise bu onun suçumudur: çoğunlukla değildir, aile çevre vs. faktörler kişiyi illaki etkilemektedir. Önemli olan olaylar karşısında fikir üretmek, sabit fikirlere bağlı kalarak hareket etmemek,
ön yargılı olmamak ve hata yapmaktan kaçınmak.
Genel anlamda eğitim seviyesi kişiler üzerinde bir fikir edinmemizi sağlar. Her zaman düzgün yaşantıya
sahip bir aile içinde büyüyen insan çevresindeki tüm
olumsuzluklara rağmen erdemli yetişir ve düzgün
yaşar. Erdem sahibi olmayan kendisine ve çevresindekilere saygısız davranır. Bilinçsiz bir şekilde tabanı
olmayan boş lafazanlıktan öte gitmeyen davranışlar
sergilerler. Art niyetli oldukları hemen anlaşılır. Bilinçsizce bu düşünceleri dile getirenler aynı zamanda
kendilerinin de ne durumda bulunduğunun farkında
değildir, aslında bir balık misali yaşayan ve yalnızca
duyduklarını ya da kulaklarına fısıldananı yaymaktan
başka işlevi olmaz. Bilinçli ya da bilinçsizce birilerinin hizmetkârlığını yaparlar.
Aklımıza şu soru gelir. “Sorgulanmayan bir
hayat yaşanmaya” değer mi? Yapmamız gereken sorunlarımızı düşünerek, sorgulayarak çözümler üretmektir. İçi boş magazin, güncel haber ve basit siyaset
konularıyla oyalanarak, dedikodularla boşa zamanımızı geçirmemeliyiz. Kültür zenginliğimizi sistematik
bir şekilde birlik ve beraberlik içerisinde nasıl kullanabiliriz, bu konular üzerinde yoğunlaşmalıyız. Beynimizin enerjisini bu doğrultuda kullanmalıyız.
45
TOPLUM
Akıllı bir insanın en önemli özelliklerinden
biri, ‘her gördüğünü, her bildiğini, her
teşhis ettiğini ve her doğruyu
düşünmeksizin dile getirmemesidir.
Akıllı insan, ‘ne zaman, nerede, ne şekilde
konuşması gerektiğini en iyi bilen insan’
olmalıdır. Söylenecek her söz ne kadar
doğru ve önemli olsa da insanlar üzerinde
yapacağı etki hesap edilmelidir. Bazen bir
konudaki sorunu dile getirmektense,
bundan hiç bahsetmeyip doğrudan
çözümün anlatılması çok daha yerinde
olabilir. Ya da aynı eksikliklerin,
kusurların ya da hataların sürekli gündem
yapılmasındansa, bunların telafisi olacak
tavırların teşvik edilmesi kişilere daha
yapıcı bir bakış açısı getirebilir.
Akıllı insan mı aklını iyi kullanan insan mı?
Evet, ikisi arasında gerçekten de çok fark
var. Akıllı insan olmak ayrı, aklını gerçekten tam
gerektiği yerde doğru kullanmak çok ayrı. Zeka ve
akıl ise birbirinden tamamen farklı. Çünkü öyle
zeki insanlar var ki daha çok basit bir şeyi bile akıl
etmekten aciz. Öyle insanlar da var ki, bakıyorsunuz gerçekten son derece akıllı. Olayların en karmaşık yönünü anından görebiliyor, bir olayın küçücük bir parçasından tüm kareyi birleştirebiliyor,
sorunları anında çözebiliyor. Oysa insan ne kadar
akıllı olursa olsun, ‘aklını iyi kullanılabilmesi’ de,
en az ‘akıllı olmak’ kadar önemlidir.
Ahlak ve Akıl
Eğer insan, aklını nasıl kullanması gerektiği
konusunda özel bir özen göstermezse, ortaya ‘düz
akıl’ olarak tanımlanabilecek bir akıl şekli çıkar.
Bu düz akılda kişiler, akıllarını gelişigüzel şekilde
kullanırlar. Oysaki akıl, tek başına ne kadar güzel
bir erdem olursa olsun, yine de diğer güzel ahlak
özellikleriyle birleştirilmesi gerekir. İnsanın sadece ‘doğruları, yanlışları’ görebilmesi, sorunların
çözümlerini bulabilmesi, isabetli teşhisler yapabilmesi ‘güzel bir ahlak için’ yeterli değildir. Tüm bu
tavırların her birinde, diğer insani özelliklerin de
devreye girmesi; her konunun şefkatle, merhametle, saygıyla, sevgiyle, hoşgörüyle halledilmesi hayati önem taşır. İşte insan ancak aklını bu özelliklere
de önem vererek kullandığında gerçek anlamda
‘akıllı bir insan’ olarak nitelendirilebilir.
Sözün Önemi
Bunun yanı sıra bir insanın konuşmasında
geçen tek bir kelime bile karşı taraf üzerinde çok
olumsuz etki oluşturabilir. Bazen güzel bir iltifatın
ya da sevgi sözcüğünün arasında yer alan özensizce
seçilmiş bir kelime dahi, iltifat edilen kişide, sevinç
ve mutluluk yerine, şüphe ve tedirginlik oluşmasına yol açabilir. Dolayısıyla bir insan eğer akıllı ise
her sözünü, sahip olduğu aklın süzgecinden geçirip
eleyerek konuşmalıdır. Her kelimenin, her vurgunun, her ses tonunun insanlar üzerinde nasıl etkileri olacağını hesap ederek ilerlemelidir.
Fark detaylarda
Dolayısıyla, bir şeyi iyi bilmek ya da doğru
olanı fark edebilmek, kişiye, onu en düz ve özgür
şekilde ifade etme ya da her aklına geleni konuşma özgürlüğü de getirmemelidir. Asıl akıl alameti
insaniyet, merhamet, itidal, hoşgörü, sevgi, saygı
gibi ölçüler içerisinde, pek çok detayı bir arada düşünerek konuşmaktır. Gerçek anlamda akıllı insan
da işte aklını, bu detaylarla birlikte kullanabilen insandır.
Nurettin Gündoğmuş.
www.buyukafsar.org/index.php/using-joomla/extensions/components/
content-component/article-categories/121-analiz-ve-ozelestiri-3-makale
KİTAP ÖNERİLERİ
Kitap okumak
beyni güçlendirmekle
birlikte anlama ve
algılamayı kuvvetlendirir.
Bambaşka Kahraman Tazeoğlu
Kalır gibi gidişlerini izledim önce, sonra gider gibi kalışlarını…
Ve anladım ki ne sen gidebiliyorsun ne ben kalabiliyorum. Öyle bir hayat yaşıyoruz ki şimdi; ağlamak gülmenin mahkumu, gülmek ağlamanın bedeli gibi
sanki… Ve anladım ki ne seninle ağlayabiliyorum, ne de sensiz gülebiliyorum.
Belki de sen aşka aşıktın, ben üstüme alındım bilmiyorum. Bir gün gerçekten
seni terk edebilecek miyim onu da bilmiyorum. Üzerine sinen benin kokusunu
duymadan yaşayabilecek misin?
Avcunuzdaki Kelebek
Ahmet Şerif İzgören
- Tebrikler! Çok net başka bir şey söylemem mümkün değil. Sanırım hızlı okuma rekoru kırmış olabilirim. Bu kadar duygu yüklü, bu kadar gerçekleri gözler
önüne serebilen, hala umut olabileceğine dair bu kadar mesaj bir arada nasıl
verilir, gerçekten tebrikler.
- Sizi temin ederim hayatımda iş dünyası ve iletişim üzerine okuduğum hiçbir
eser bende bu kadar etki bırakmadı.
Diriliş Lev N. Tolstoy
Yaşamının son otuz yılında kendini insan, aile, din, devlet, toplum, özgürlük, boyun eğme, başkaldırma, sanat, estetik konularında kuramsal çalışmalara verdi. 1899’da yayımlanan Diriliş Tolstoy’un yaşadığı sırada çıkan son
romanıdır. Tolstoy, yıllarca üzerinde düşündüğü ve pek çok kuramsal eser yazdığı insanlık sorunlarını bu kitapta edebi bir kurgu içinde ele aldı. Diriliş sadece
Sibirya’ya giden bir mahkûm kafilesinin yolculuğunu değil, yaşamın anlamını
kavramak adına kişinin kendini yeniden var etme sürecini anlatan bir başyapıt.
İçimizdeki Şeytan
Sabahattin Ali
İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi
bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını
üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi
suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir
mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması.
İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu...
KİTAP ÖNERİLERİ
Okuyanın düşüncesi
ve konuşması çok farklı
olup toplumda kabul
görülür bir kişiliğe sahiptir.
Fikrimin İnce Gülü
Adalet Ağaoğlu
“Bir tomofil taksi, Bayram’ın kafasında şimdi kağnının iki kanat takınmışı, öküzlerin ayaklarına da yaldızlı tekerler bağlanmışıdır artık. Artık, neye nasıl
kurban edileceğini düşünmeye gerek yok. Kanatlara binip uçacak, kendini kurtaracak.“Fikrimin İnce Gülü”, Adalet Ağaoğlu’nun başeserlerinden biriyse, çağdaş
Türk romanının da en güzel örneklerinden biridir. Kendine yabancılaşmış ‘insan
teması olsa olsa bu kadar güzel anlatılabilir.
Sol Ayağım
Christy Brown
Chiristy Brown doğuştan beyin felci kurbanıydı. Ancak bu talihsiz küçük
bebek İrlanda edebiyatının devleri arasında yerini alacak bir yazarın muhteşem hayal gücüne ve duyarlı zekasına sahipti. Bu, Chiristy Brownın kendi yaşam
öyküsüdür. Brown, çocukluğunda okumayı, yazmayı, resim yapmayı ve nihayet
daktilo kullanmayı öğrenmek için verdiği mücadeleyi ve bütün bunları sol ayağını kullanarak nasıl yaptığını anlatıyor.
Tutunamayanlar
Oğuz Atay
Tutunamayanlar, Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biridir.
Berna Moran, Oğuz Atay’ın bu ilk romanını “hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı” olarak niteler. Moran’a göre “Oğuz Atay’ın mizah
gücü ve duyarlığı ve kullandığı teknik incelikler, Tutunamayanlar’ı büyük bir
yeteneğin ürünü yapmış, eserdeki bu yetkinlik Türk romanını çağdaş roman
anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır.
Ladesçi
Prof. Dr. Üstün Dökmen
İnsan manzaralarıyla örülmüş şaşırtıcı bir roman. Toplumsal yaşamımızda en önemli sorun bir bakıma dürüstlük eksikliği. Bu anlamda neredeyse
herkes karşısındakini kandırmaya çalışıyor. Ladesçi’nin kahramanı Cemil
Usanmaz da çocukluğunda babasından öğrendiği lades oyununun büyüsüne
kapılıp bunu âdeta bir yaşam felsefesine dönüştürüyor. Hayatın bize sunduğu olanaklara ilişkin bir yol haritasının ortaya çıktığı bu romanda ibret verici
insan manzaralarıyla da karşılaşacaksınız.
NEDİR BU KANSER?
Bütün canlılar hücrelerden oluşur ve her
hücrenin kendisine ait, onu kontrol eden, insandaki
beyin organı gibi düşünebileceğimiz, bir çekirdeği
bulunur. Bu çekirdeğin içinde ise bütün canlılarda
birbirinden farklı olarak DNA yapısı bulunur. Yeni
bir hücrenin oluşumu, bu hücrenin beslenmesi, diğer hücrelerle olan iletişimi, hücreye bir zarar geldiğinde onun onarılması ve tabi ki görevini tamamladığında da her canlı için bir son anlamına gelen
hücrenin ölümü, DNA denilen bu yapı tarafından
kontrol edilir. Hücrenin bütün canlılığını kontrol
eden bu DNA yapısı hasar gördüğünde hücre ya
apoptosize (programlı hücre ölümü) gidecektir veya
apoptosiz yapabilme kabiliyetini kaybederek kontrolsüz bir şekilde çoğalmaya başlayacaktır.
DNA molekülünün hangi bölgesinin zarar
gördüğüne bağlı olarak hücre, canlılığı ve hayatıyla
ilgili yeteneğini kaybeder. Örneğin, DNA molekülünün hücrenin beslenmesini idare eden bir kısmı hasar gördüğünde hücre, hayatı için gerekli olan besini
alamaz ve hücrenin yöneticisi olan DNA bunu fark
ettiğinde apoptosizden sorumlu olan bölgesini aktifleştirerek hücreyi ölüme götürür. Ancak DNA’da
oluşan bütün hasarların sonucu ölümle sonuçlanmayabilir. Çünkü hücreyi apoptosize götüren DNA
bölgesinde bir zarar meydana geldiğinde hücre ölebilme özelliğini kaybeder ve kontrolsüz bir şekilde
çoğalan bir hücre topluluğu haline gelir.
Kanser dediğimiz hastalığın esası da işte bu
DNA molekülünün zarar görmesinden kaynaklanan
kontrolsüz hücre çoğalmasıdır. Bu kontrolsüzce çoğalan hücre aslında vücuttaki bütün hücrelerden
farklı ve yabancı bir yapı haline gelmiş olur. işte bu
hücreye “kanser hücresi’’ ya da ‘’bütünör(tümör)”
denir. Bütünörler, içinde bulunduğu organ veya sistem için gerekli olan görevini yerine getiremez.
Ancak apoptosize de uğramadığı için sürekli bölünerek çoğalır, aktif hücrelerin yerine veya onların etrafına yerleşmeye başlar ve sağlıklı hücrelere zarar verebilir. Kanser hücrelerinin çoğalmasıyla birlikte, ilgili
organ veya sistem de yavaş yavaş fonksiyonunu kaybetmeye başlar. Mesela; bir akciğer kanseri hücresi
normal bir akciğer hücresinin DNA’sında meydana
gelen bir hasar ile oluşur. Bu akciğer kanseri hücresi
yavaş yavaş çoğalarak akciğere yayılır ve bu organın
solunum, kanın temizlenmesi gibi görevlerini yerine
getirmesine engel olur. Ve bir organın çalışmaması,
ölüme sebep olabilir.
DNA hasarı nasıl meydana gelir?
İnsan vücudunda çeşitli sebeplerle günde yaklaşık 10.000 DNA hasarı meydana gelir. Ancak vücudumuzda ve hücrelerimizde bu DNA hasarını onarıcı
mekanizmalar bulunur. DNA hasarına uğrayan hücre
“DNA repair system” (DNA onarıcı sistem) ile kendi
içinde onarılmaya çalışılır. Onarılamayan hücreler ise
immün sistem (bağışıklık sistemi) sayesinde, vücuda
yabancı bir hücre olduğu fark
edilerek, yok edilir. Ancak
nadiren de olsa DNA hasarı
onarılamaz veya yok edilemez.
Böylece bu hücre, bir
kanser hücresine
dönüşür.
Mikroskop altında
Kanser Hücreleri
49
SAĞLIK
Kanserden korunmak aslında oldukça zordur. Karsinojen
olarak belirttiğimiz etkenlerin çoğuna irademiz dışında
maruz kalmaktayız. Ancak kanserden korunmak
isteniyorsa kimyasallar, sigara, stres gibi
bütün bu etkenlerden mümkün olduğunca
uzak kalınmalı.
DNA’ya zarar veren birçok unsur
bilimsel çalışmalar ile kanıtlanmıştır.
Kimyasal maddeler, X ışınları, ultraviyole ışıklar, virüsler, düzensiz
çalışan hormonlar ve stres gibi…
Bu etkenlere “karsinojen” adı verilir
ve farklı yollarla DNA hasarına yol açar.
DNA hasarına sebep olan kimyasal maddelere “kanserojen maddeler” adı verilir. Kullandığımız eşyaların boyanmasında kullanılan azo-boyar
maddeler, bir çeşit besin tatlandırıcısı olan ve şekerden çok daha ucuza mal olduğu için oldukça yaygın
olarak kullanılan aspartam, kozmetik sanayisinde
kullanılan dioksan, gıda renklendiricisi olarak kullanılan dimetilfenilizoanilin ve sigara bunlardan
yalnızca bazılarıdır. Kanserojen maddeler DNA zincirlerinin bağlarını bozarak DNA’nın zarar görmesine ve doğru şekilde çalışamamasına neden olur.
Güneşte veya röntgen çektirirken maruz kaldığımız ultraviyole ve X ışınları, düzensiz çalışan
veya dışardan ek olarak alman bazı hormonlar, stresin neden olduğu ve vücuttan salgılanan bazı kimyasallar da kansorejen maddeler gibi DNA yapısında
kırıklara yol açmaktadır.
Virüsler de bir DNA ya sahiptirler. Ve hücre
içine giren bazı virüsler, DNA’larını, insan DNA’ sı
içine entegre eder ve bu yolla insan DNA’sına zarar
vererek işlevini kaybetmesine sebep olur.
Kanserden korunmak mümkün müdür?
Kansere yakalanma riskimizin aslında bir
çoğunu kontrol edebildiğimiz genlerimiz, çevremiz
ve hayat görüşümüzün bir kombinasyonuna bağlı
olduğunu bilmekteyiz.
Ancak uzmanlar 10 kanser vakasının dördünden daha fazlasının yaşam tarzında yapılan değişikliklerle önlenebileceğini düşünmektedir, şöyle ki:
Sigara kullanmamak,
Sağlıklı bir vücut ağırlığını korumak,
Alkolü kesmek,
Sağlıklı ve dengeli bir diyet,
Güneşten korunmak,
Aktif olmak,Belirli bazı enfeksiyonlardan korunmak (HPV gibi),
Bazı kişiler mesleklerinde kullandıkları kimyasallar ya da uygulamaların bir sonucu olarak daha
fazla kanser riski altındadır. İşyerinde güvenliğin
iyileştirilmesi geçmişe oranla daha az kişinin risk altında olması anlamına gelmektedir.
Kanseri engelleyebilir miyiz?
Kanserin engellenebileceği ile ilgili kanıtlar
bilim adamlarının dünya çapındaki çalışmaları nedeniyle geçen yüzyılda önemli ölçüde güçlenmiştir.
Uluslararası farklılıklar ve zamanla değişen yaklaşım ve eğilimler
Hemen hemen her bir kanser türünün dünya üzerinde nadiren izlendiği bazı bölgeler vardır.
Türkiye’de görülen en yaygın dört kanser (akciğer,
meme, bağırsak ve prostat kanserleri), Sahra altı
Afrika’da çok nadiren görülür. Bunun aksine, karaciğer kanseri, gelişmekte olan ülkelerde çok yaygınken Batı ülkelerinde nadiren izlenir.
Bu uluslararası çeşitliliğin temel olarak insanların genlerinden ziyade, yaşam tarzları ve çevrelerindeki farklılıklardan kaynaklandığını ileri süren
iki ayrı kanıt bulunmaktadır.
Göçmenler hızlı bir şekilde yeni yaşamaya
başladıkları ülkelerinin kanser oranlarını edinme
eğilimindedirler. Örneğin, yerli Japon kadınlarının meme kanserine yakalanma oranları düşükken;
meme kanserinin daha yaygın olduğu Amerika’ya
taşınmış olanlar için risk ikiye katlanmaktadır. Birkaç nesil içinde, hem göçmen hem de yerel nüfuslar
aynı meme kanseri risklerine sahip olurlar.
http://www.kanservakfi.com - www.insanvehayat.com
ÇOCUK
52
ÇOCUKLARIN DAVRANIŞLARNA
KARŞI TUTARLI OLMAK
Çocuklara verilen ödül, cezadan fazla olmalı, aile olumlu davranışa odaklanmalı.
“Aferin” demek, onlara sarılmak ve erken yaşlarda kazandırılan davranışlar
gelecekte verilecek cezaların da önüne geçiyor.
Ceza ve ödül vermek çocukların yaş ve özelliklerine göre değişiyor. Uzmanlar aileleri özellikle
“Fiziksel ve psikolojik şiddet” türü cezalara karşı
uyarıyor. Dayak, karanlık oda, banyoya kilitlemek,
küsmek gibi davranışlardan uzak durmalarını tavsiye ediyor. Eğitimcilere göre, çocuğun sevdiği bir şeyden kısa süreliğine mahrum bırakılması gibi küçük
cezalar verilebilir. Örneğin, parkta veya bilgisayar
başında kalma süresi kısıtlanabilir.
Ödüller devamlı maddi yönlü olmamalı. Çocukları sık sık alkışlamak, onlara “aferin” demek,
sevgi sözcükleri kullanmak, sarılmak da gerekiyor.
Unutmayın, çocuk ailenin davranışlarını örnek alır.
Anne baba tarafından verilen her tepkiyi ödül veya
ceza olarak algılayabilir. Örneğin, küfür eden bir
çocuğa gülmek ya da bunu başkalarına tebessümle
anlatmak onun için “istenmeyen, olumsuz” bir davranışın onaylandığı anlamı taşır. Ayağı takılıp yere
düşerek üstünü kirlettiğinde ise “Beceriksiz, önüne
bak, senden başka düşen oldu mu?” gibi sözler de
kötü bir ceza türüdür. Böyle bir durumda yapılması
gereken, olayın çocuğa bir zarar verip vermediğini
anlamak ve eve dönüldüğünde televizyon gibi eğlendirici aktivitelerden bir süre uzak kalmalarını
sağlamak. Ayrıca kuralları yaşa göre belirlemek, alınan kararlarda tutarlı olmak
gerekiyor.
Yaramazlık yapanla, resim çizene
aynı ilgi gösterilmelidir…
Ödül, cezadan fazla olmalı.
Çocukların hatalı ve istenmeyen
davranışlarına odaklanmak yerine
olumlu yanlarına daha fazla bakmalı.
Yaramazlık yapan bir çocukla ne kadar
ilgilenirseniz, resim çizene de
bu oranda ilgi gösterin.
Örneğin, “Aferin, vaktini
kitap okuyarak, resim
çizerek değerlendiriyorsun” diyebilirsiniz.
Oyuncakları kendiliğinden topladığında, ders
çalıştığında da güzel söz söyleyin.
Yetişkinler erken yaşlardan itibaren çocuklara bu tür yaklaşımlar sergilediğinde gelecekte karşılaşılabilecek cezanın önüne geçer. Ayrıca, çocuklar
küçük yaşlardan itibaren gözlemleyerek öğrendikleri için kuralların açık, net olması gerekiyor. Bunlara
uymamaları halinde ise sonuçları hakkında uyarın.
Anne baba uygulanacak davranış için de model olmalı. Yetişkinler saldırgan tutumlardan, öfkeli sözlerden de uzak durmalı.
Aile olarak ödül ve cezaya odaklanmayın.
İyi değerlendirme yapın. Çocuğun hoşuna giden bir
nesne veya durumun bir süre ortadan kaldırılması
çözüm olabilir.
Cezayı ertelemeyin
Kardeşine zarar veren bir çocuğu akşam babasına söylemek yerine o an gerekeni yerine getirin.
Ancak bunları yaparken sevgi ve temel ihtiyaçlar
üzerinden değerlendirmeyin. Yani “Bunu yaparsan
senin annen olmam” gibi sözlerden kaçının.
Disiplin ve çocuğun gelişimi açışından anne
babanın her yanlışı affetmesi de doğru değil.
Fazla hoşgörü göstermemeli. Bu durumda
çocuk kurallara uyumamayı öğrenir.
Örneğin “Annem bana kıyamaz. Şimdi bu
yemeği yemezsem odana git der, ama
yatmadan önce köfte patates yapar
ve bana getirir” gibi bir düşünce
gelişebilir. Belirli sınırlar konulmadığında
okul, yemekhane, sinema, spor gibi
alanlarda kurallarla karşılaşıldığında
sosyal hayata uyumda problem
çıkabilir. Sabretmeyi öğrenmediklerinde
arkadaşlarıyla sorun yaşayabilir. Bunun
için kuralların çocuğun gelişim düzeyine
uygun, anne babanın da yerine getirdiği
biçimde olmalı. Aksi durumda ilgisiz,
başıboş, önemsenmediğini düşünen
mutsuz çocuklar yetişir.
53
ÇOCUK
Davranışlarının sonuçlarını
gördüklerinde, alternatif davranışlar
önerildiğinde çocuklar disiplin
edilmiş ve aynı zamanda da
kendilerini kontrol etmeyi de
öğrenmiş olacaklardır. Böylece
çocuklar diğer insanlarla uyumlu
ilişkiler kuran, ihtiyaçlarını
dengeleyen, kendileri hakkında iyi
düşünen bağımsız bireyler hâline
geleceklerdir.
Çocuklarda öz denetimi sağlama yolları
Çocukların öz denetimlerini sağlamaları
için üç tip kaynağa ihtiyaçları vardır; kendileri ve
diğerleri hakkında iyi duygular, doğru ve yanlışı
anlama ve problemleri çözmek için alternatiflerin
olması. Aşağıdaki stratejiler, çocukların bu önemli kaynaklarını geliştirmelerine yardımcı olabilir.
Bazı stratejiler problem davranışları önleyici, bazıları iyileştirici ve değişim için bir plân geliştirici
olmakla beraber hepsi ebeveynlere pozitif ve etkili
bir disiplin yaklaşımını sunmaktadır
Sevgiyi ifade etme ve koşulsuz sevme: Sıcak
bir ses tonuyla çocuğa yaklaşma ve onu kucaklama
bir sevgi ifadesidir ve çocukların istenmeyen davranışları göstermesini önler. Eğer bir çocuk sevildiğini hissederse, ebeveynini memnun etmek için
istendik yönde davranacaktır.
Tutarlı olmak: Çocuklar tutarlı bir çevrede iyi
gelişecektir. Görüş birliğinde olan tutarlı ebeveynlerin açık bir şekilde belirlenmiş süreklilik gösteren kuralları ve sınırları vardır. Bir gün izin verilen
bir davranışa diğer bir gün izin vermemek, çocuğu
şaşırtacak ve konulan sınırlara tepkide bulunarak
olumsuz davranışlar göstermelerini sağlayacaktır.
İletişimde açık olmak: Kullanılan kelimelerin
ve hareketlerin çocuğa da aynı mesajı verdiğinden
emin olunmalıdır. Paylaşma gibi soyut kavramları
çocuğa öğretirken bu davranışların bir çok örneğini
çocuğa sunmanız ve göstermeniz gerekmektedir.
Problem davranışı anlamak: Yapılan iyi bir
gözlemle ebeveynler, çocuklarının problem davranışlarının neyi ifade ettiğini anlayabilirler. Yapılan
bir kaç günlük gözlemde, davranış ortaya çıkma-
dan önce ne olduğu, ne zaman, nerede ve kiminle
gerçekleştiği gibi bilgiler yardımıyla olumsuz davranışlar hakkında ipucu alınabilir.
Çocukların kendilerini iyi hissetmelerini
sağlamak: Doğru olan davranışı kabul etmek
kolaydır. Ebeveynler genellikle çocuklarının iyi
davranışlarından dolayı onları övmeyi, değer verdiklerini hissettirmeyi ihmal ederler. Bu da çocukların dikkat çekmek için olumsuz davranışlara yönelmelerine neden olmaktadır.
Güvenilir bir çevre hazırlamak: Doğasında
hareket olan çocuğun araştırmaya, karıştırmaya,
eşyaların yerlerini değiştirmeye çalışması hiç de
şaşırtıcı değildir. Çocukların eşyaların nasıl hareket ettikleri, nasıl ses çıkardıkları hakkındaki
meraklarını tatmin etmek için fırsatlara ihtiyaçları vardır. Ebeveynlere düşen görev ise çocukların
çevrelerini tehlikeli materyalleri kaldırarak düzenlemek olmalıdır.
Sınırlar koymak: Ne ebeveynler ne de çocuklar
polis gözetimindeymiş gibi karşı konulması zor bir
çok kuralın bulunduğu bir atmosferde yaşamak isterler. Kurallar bir kaç kelimeyle ifade edilebilecek
kadar basit olmalı, çocuğa yapılmasını istemediği
şeyleri belirtmekle beraber yapılması istenenleri
de açıklamalıdır.
Olayları önceden kontrol etmek: Büyükler,
olayları daha başlamadan önlemek ve kötü sonuçlar doğurmasına fırsat vermemek için aktif birer
denetleyici olmalıdırlar. Çocuklarda öz denetimin
kazanılması ve belirli bir olgunluk seviyesine ulaşabilmeleri için ebeveynlerinin uygun çözümler
önermelerine ve onların rehberliğine ihtiyaçları
vardır.
www. meb.gov.tr. - www.aktuelpsikoloji.com
TARİH
52
Muhteşem Mektuplar:
Leonardo Da Vinci’nin
Dönemin Sultanı
II. Beyazıt’a Yazdığı Mektup
Leonardo da Vinci, 1502 de dünyanın en büyük
ve en güzel köprüsünü inşa etmek ister. Sultan 2. Beyazıt’a bir mektup gönderir. Ancak tarihin bu en görkemli
iş başvurusuna cevap alamaz.
“O mektup” 1952 yılında fark edilir. Dünya sanat ve bilim çevrelerinde büyük ilgiyle karşılanır.
Köprü, 2001′de, Norveç’te üst geçit olarak inşa
edilir. Dünyanın modern krizi küresel ısınmaya dikkat çekmek için önce Antarktika’da buzdan bir maketi
yapılır. Yine buzdan yapılan bir başka maketi, 1 Ocak
2008′de New York’taki BM binası önünde sergilenmeye başlanır.
Leonardo Da Vinci’nin dönemin Sultanı II. Beyazıt’a yazdığı mektup:
“Ben kulunuz değirmen konusunu düşündüm
ve Allah’ın inayeti ile suya gerek kalmadan, sadece
rüzgârdan güç alan bir değirmen yapmanın yolunu
buldum. Şükürler olsun ki, gemilerden ip yada halat
kullanmadan, sadece kendi kendine devir yapan bir
hidrolik makine kullanarak, su çıkarmanın yolunu
bulmayı Allah bana nasip etti.
Ben kulunuz, İstanbul’dan Galata’ ya uzanan
bir köprü yapmak isteğinizi, yapabilecek biri bulunamadığı için köprüyü yapamadığınız duydum. Ben kulunuz nasıl yapılacağını biliyorum.Köprüyü bir bina
kadar yüksek yapacağım. Çok yüksek olduğu için, üzerinden kimse geçmeye razı olmayacak. Öyle bir köprü
yapacağım ki, yelkenleri fora olsa bile, bir gemi altından geçebilecek. İsteyenleri Anadolu kıyısına geçirecek
bir asma köprü yapacağım. Allah sizi bu sözlere inandırsın. Bu kulunuzun, her zaman hizmetinizde olduğunu bilin…”
Leonardo Da Vinci bu mektupla, Osmanlı Sultanı II. Beyazıt’a mimar ve mühendis olarak iş başvurusunda bulundu.
Osmanlı Sarayı’na 4 ayrı proje sunuyor: Bir yel
değirmeni, bir su boşaltma pompası, İstanbul Boğazı
için bir asma köprü ve Haliç için tasarlanmış kemerli
bir taş köprü…
Yazının sonuna tarih
düşülmüş, bu mektup
3 Temmuzda yazılmıştır.
Topkapı Müzesi’nin 1938
yılında yayınlanan arşiv
kılavuzunda, E 6184 sayı
ile kayıtlı. Çeviride
mektubun yazıldığı tarih
yıl olarak yer almıyor.
Leonardo’nun ismi de
kayda “Ricardo” olarak
geçmiş. Osmanlıda
mektuplar sözlü olarak
çevrilir, kâtipler tarafından
kaleme alınırdı. Yazıda
karşımıza çıkan isim ve
ifade karışıklığının
sebebi de bu olmalı.
Ceneviz’den gönderilmiştir ibaresi, Cenova’ dan
gemi ile geldiğini açıklıyor.
Norveç’in başkenti Oslo
Burası İskandinav yarımadasının 4. büyük şehri. Ülkenin en
büyük şehri olmasının yanı
sıra, aynı zamanda önemli bir
ticaret ve kültür merkezi. 25
kilometre güneyde bulunan Os, tipik bir İskandinav kasabası. Doğal güzelliklerle modern tarımı bir arada görüyorsunuz. Leonardo Da Vinci köprüsü, burada da karşımıza çıkıyor. Norveç’li sanatçı Vebjørn SAND’in konsept
ve sanat yönetmeni olduğu bu köprü çelik, çam ve tik
ağacı ile yapılmış.Bu köprü, dünyanın gelmiş geçmiş en
büyük ressamının çizgilerini taşıyor. Bambaşka bir tasarımı var. Leonardo Da Vinci bu köprüyü İstanbul için tasarlamış. Ancak olması gereken yerde yapılamadığı için
buralara konuk olmuş.
Köprü sadece gerçek yerinden 2.500 kilometre kuzeyde değil, aynı zamanda tasarlandığı yıldan tam 500 yıl sonra 2001 yılında yapılabilmiş.
Köprünün kitabesindeki metin şöyle başlıyor: “Leonardo Da Vinci’nin 1502 ‘de bir vizyonu
vardı; dünyanın o güne kadar gördüğü en büyük
ve en güzel köprüyü inşa etmek.”
Norveç’teki bu köprüyü Leonardo Da Vinci’nin çizimi ile karşılaştırdığınızda, aslının ancak
dörtte biri büyüklüğünde olduğunu görüyorsunuz.
Da Vinci köprüsüne dair her şeyi bulabileceğimiz
tek bir kaynak var, oda Fransa’da.
Aradığımız bilgilerin Paris’te 1795 de kurulan Fransa Enstitüsünde olduğunu biliyoruz. Enstitüde binlerce eser var ama yalnız bir tanesi bizim
için çok önemli; Da Vinci’nin çizim ve açıklamaları
ile dolu deri kaplı bir defter.
Yazdıklarını okuyabilmek için bir aynaya ihtiyaç duyuyorsunuz, oysa kendisinin bu satırları yazarken hiç ayna kullanmadığını ve son derece hızlı
yazabildiğini biliyoruz.
Bu defterde, Leonardo Da Vinci, Vera’dan
Constantinapolis’e uzanan köprü 40 braccia genişliğinde, sudan 70 braccia yüksekleğinde, 600 braccia
uzunluğunda, yani denizin 400, karanın 200 braccia
üzerinde. Böylece kendi mesnetlerine sahip sözleri
ile anlatıyor köprüyü. Braccia yerel bir ölçü birimi.
1 metre, 1,64 braccia ediyor. Hesaplama son derece
bilgilendirici.
de kabul ettirecek güce sahip olmuştur. Bu nedenle
Ceneviz’liler, Pisalılar Haliç’te koloniler kurarlar.
2 700 yıllık bir kent olan İstanbul, çağının emperyal
güçleri tarafından defalarca kuşatılmasına karşın;
yalnızca iki kez fethedilir. İlki Latinler, ikincisi de
Türkler tarafından.
Her ikisinde de kente, Haliç’ten girilmiştir.
Tarih boyu çok kültürlü yapısını korur Haliç.
Görkemi ile sadece Lale Devri’nin değil, tüm
zamanların vazgeçilmez mekânı Haliç. Dünyada bilinen adı ile Altın Boynuz.
Haliç’in yaklaşık genişliği 244 metre olduğuna göre, 400 bracciası, denizin üzerinde ifadesi tamı
tamına doğru. Köprünün uzunluğunun 600 braccia
yani 365 mt olacağı söylendiğine göre o güne kadar
inşa edilmiş dünyanın en uzun köprüsünden söz
ediliyor demektir.
Haliç için tasarladığı köprünün maketi, sergi salonunda çıkıyor karşımıza. Ancak bu ölçekli bir
maket değil. Sadece fikir veriyor olsa bile, son derece
ilgi çekici. Bu maketin kim tarafından ve nasıl yapıldığını bilmiyoruz.
Da Vinci köprüsünün en eski ve ölçekli bir
mimari maketinin bulunduğu yer Milano’dur.
Leonardo Da Vinci’nin öykümüze konu olan
tasarımına gelince, yeryüzünün ilk Haliç’i İstanbul’dadır. Tarihi 8000 yıl öncesine dek inen İstanbul, daha M.Ö 5. yy’da dünya kenti olmasını bu coğrafi oluşuma borçludur. Karadeniz’in zenginliklerini
toplayan ve Akdeniz ticaretini kontrol eden bu doğal
liman sayesinde İstanbul, kendi parasını Akdeniz
Leonardo 1500’de
Venedik’teyken Sultan’ın delegasyonu
ile görüştü. Bu görüşmede Sultan
için bir çalışma yapma fikri gelişti.
SANAT
54
KEÇECİLİK VE KEPENEKÇİLİK
Bütün Asya göçebeleri keçe üretmişler, keçe evlerde yaşamışlar ve keçe
kumaşından giyinmişler. Batı Türkistan dilinde, “göçebe” kelimesi “keçe insanı”
manasına gelmektedir.
Bugün birçok kaynak göstermektedir ki keçenin
kullanımı Bronz Çağ’a dayanır. Yazılı belgeler İsa’dan
Önce 2300 yıllarında Çin’de kullanıldığını belirtirken,
Altay Dağlarındaki arkeolojik bulgular ise çok eski zamanlardan beri Orta Asya Türklerinin kullandığına
işaret eder. Uzun yıllar bu konuyu araştıran Alman çift
Bidder’lar, Çinlilerin keçeyi fazlaca kullanmalarına rağmen esas olarak bunun göçebelerin üretimi olduğunu
söylüyorlar. Tarihçiler de Orta Asya Türklerinin göçebe
kabileleri gibi yaşadıklarını saptamışlardır. Diğer göçebe topluluklarında olduğu gibi Türk kabileleri arasında
da keçe hayatlarının vazgeçilmezi olmuş ve birçok amaç
için kullanmışlar.
Altay Dağlarında bulunan keçe parçaları
farklı türlerdeydi. Yapılan kazılarda, zemin ve tavan
döşemelerinde, kemerlerde, iplerde, saç örgülerinde ve kıyafetlerde keçenin kullanıldığı görülmüştür.
Faruk Sümer, Müslüman coğrafyacı Yakubi’nin yazdıklarını şöyle aktarıyor:
“Türkler keçe yapımında uzmandılar. Bütün kıyafetleri keçeydi. Ayrıca Hunların da kıyafetlerinin
keçeden ve deriden yapıldığını biliyoruz. Bu da,
eski Türklerin keçeyi, deri ve kürke ek olarak kullandığını gösteriyor. Ayrıca Selçuk Tuğrul Bey’in
de Ghaznavids savaşı sırasında keçe çizme giydiğine dair kayıtlar bulunmaktadır.”
Türkler keçeyi sadece kıyafetlerinde değil,
kubbeli tek odalı yapılarda da kullanmışlardır. Bu
yapılar, Orta Asya’da kullanılır ve “topak ev - yuvarlak ev” ya da yurt- yuva denirdi. Çadırlar keçeyle
sarılır, duvarlar ve yerde duran maddeler de keçeden yapılırdı. Orta Asyanın şamanistik ayinlerinde
kapı ve totemlere keçe eklenirdi. Keçe ve topak evler
ayrılmaz birer parçaydı.
Uzman bir araştırmacı diyor ki: “Keçe, Orta
Asyalıların çadırlarını kuru ve soğuk kışa karşı koruyordu. Anadolu Türkleri ve topak evleri de orada
onlarlaydı. Böyle taşınabilir olması da göçebe insanların yaşamı için çok elverişliydi.”
Türkler açısından Orta Asya’dan bu yana
göçebe hayatın bir mirası olarak süregelen keçe yapımı, yakın zaman kadar yaygı, kepenek ve koşum
takımlarının parçaları olarak günlük hayatın vazgeçilmez unsuru olarak varlığını devam ettirirken,
keçeyi üreten ve işleyen Keçecilerle birlikte, giderek
geçmişe gömülmeye yüz tutmuştur.
Keçe ile üretilen ürünlerde, yünün elle veya
makinelerle atılarak, genellikle doğal yün renginin
(beyaz, siyah, kahverengi) zeminde kullanıldığı, desenlerin ise sentetik boyalarla renklendirilen keçeler
ile oluşturulduğu görülmektedir. Desenlerde çoğunlukla geometrik bezemelerle birlikte figürlü, doğadan stilize motifler kullanılmaktadır.
Atölyelerde yörelere özgü desen, renk, motiflerle bezenen desenli veya desensiz olarak üretilen
bu ürünlerin geçmişte kullanım yerleri ise benzer
üretimlerle: yaygı, yolluk, seccade, yastık, eğer örtüleri, çadır gibi ev eşyası yapıldığı gibi çizme, çorap,
patik vb. giyim eşyası yapılmaktadır.
Topak ev ya da Yurt
adıyla bildiğimiz ağaç ve
keçeden oluşan ev geleneksel
yapısı korunarak ancak
yeni malzemelerle ve
içinde yaşam kalitesini
iyileştirecek banyo,
mutfak gibi ilavelerle ABD,
Kanada ve İngiltere’de
Yurt adıyla üretilmekte,
pazarlanmakta ve her
türlü iklim şartlarında
kullanılmaktadır.
Keçe üretimi iki türlü gerçekleştirilir. Bunlar:
Tepme Keçe Üretimi: Tepme keçe ürünleri desenli veya desensiz üretilmektedir. Desenli tepme keçe
üretiminde desen hazırlama işlemi dışında uygulanan
tüm işlemler desensiz çeşitleri ile aynı sırayı izlemektedir.
Desenli Tepme Keçe Üretimi: Desenli tepme keçe
üretimi ön işlemler, keçeleştirme ve bitirme işlemleri olmak üzere üç aşamada tamamlanmaktadır.
Keçeciler yukarıda belirtilen üretimleri gerçekleştirebilmek için şu aşamaları gerçekleştirirler:
Yünün Hazırlanması
Desen Hazırlama
Saçma ve Sarma
Tepme ve Pişirme (Keçeleştirme)
Çobanların köy hayatında özel bir yeri vardır.
Köylünün sürü denilen büyük ve küçükbaş hayvanlarını sabah topluca alarak yaylıma çıkaran, akşamda geri
köye teslim eden çobanlar, dağların efendisidir. Çobanlar kış şartlarında sert soğuktan, yazında aşırı sıcaktan
etkilenmemek için “kepenek” adı verilen keçeden yapılan özel bir elbise giyerler. Yeri gelmişken kepenekçilikten de söz edelim:
Keçe ile yapımı devam eden en bilindik ürünlerden biri de Kepenekdir. Çobanlar tarafından giyilen
bu keçe, beyaz veya mor yünden yapılır ve genellikle nakışsız olur. Ancak göğüs kısımlarında nakışlı olanlara da
rastlamak mümkündür. Tek parça halinde yapılan , yaz
günlerinde gölge sağlamasından dolayı serinlik, kışın
ise sıcaklık veren çoban keçeleri dikişli ve dikişsiz olarak
ikiye ayrılır. Ustalık ve özen istemesi bakımından dikişsiz türleri daha kıymetlidir.
Günümüzde çok az keçe ve kepenek imalathanesi kalmıştır. Ham maddenin yeterli olmasına rağmen
yoğun emek, zaman harcanması, elde edilen gelirin az
olması, eskiye nazaran kullanım alanının sınırlı olması
nedenlerinden gibi olumsuzluklara rağmen Afyon, Şanlıurfa, Konya, Sivas, Balıkesir, İzmir, Kars, Erzurum’da
biraz daha yoğun olmak üzere birkaç ilde az da olsa
hala devam etmektedir. Mevcut keçeciler; köylerin ve
turistik hatıra eşya satıcılarının siparişleriyle varlığını
sürdürmeye çalışmaktadır. Çobanların koruyucusu kepenek de artık turistik eşya sınıfındandır.
YEMEĞİN BUĞUSU PARANIN SESi
Biraz
tebessüm..
.
Hoca Akşehir’de Kadılık vazifesini yürütürken karşısına
iki adam çıkmış. Birisi öteden beri cimriliği ile tanınmış,
bir aşçıdır. Öbürü ise boynu bükük bir fakir. Aşçı sözü
almış:
- Hocam demiş, bu adamdan davacıyım ben. Dükkanın
önünde kuru fasülye pişiriyordum. Tencerenin kenarından buğusu
çıkıyordu yemeğin. Bu adam elinde bir somunla geldi. Kopardığı lokmaları
yemeğin buğusuna tutup başladı atıştırmaya. Nihayet koca bir ekmeği bitirdi. Ondan fasülye buğusunun ücretini istedim, vermedi.
Hoca anlatılanları dikkatle dinledikten sonra fakire dönüp :
- Doğru mu bunlar? diye sorar. - Evet, der fakir adam.
- Öyleyse para keseni çıkar bakalım.
Zavallı fakir, Kadı efendiye karşı gelemez. İçinde üç beş akçe
bulunan kesesini hocaya uzatır.
Hoca bu sefer aşçıyı çağırır yanına. Keseyi kulağına yaklaştırarak şıngırdatmaya başlar. Sonra da : - Haydi der aldın işte alacağını!
Aşçı: - Nasıl olur? diye şaşkınlığını belli eder. Paramı vermediniz henüz.
Hoca cevap verir:
- Fazla uzatma der, yemeğin buğusunu satan, paranın da sesini alır elbet!..
HUZUR NEDİR?
Halkı tarafından çok sevilen bir kral, huzuru en güzel resmedecek
sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan eder. Yarışmaya çok sayıda sanatçı katılır. Günlerce çalışırlar, birbirinden güzel resimler yaparlar, eserleri
saraya teslim ederler. Tablolara bakan kral sadece ikisinden hoşlanır. Ama
birinciyi seçmesi için karar vermesi gereklidir.
Resimlerden birisinde bir göl vardır. Göl, tıpkı bir ayna gibi
etrafında yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktadır. Üst tarafta
pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslemektedir. Resim, bakanlara
mükemmel bir huzur hissi verecek kadar güzeldir.
Diğer resimde de dağlar vardır. Ama engebeli ve çıplak dağlar.
Dağların üstündeki öfkeli gökyüzünden boşanan yağmurlar ve çakan
şimşek ise resmi daha da sıkıntılı bir hale sokmaktadır. Dağın eteklerindeki şelale insana gürültüyü, yorgunluğu hatırlatacak kadar hırçın resmedilmiştir. Kısaca resim, pek de öyle huzur verecek türden değildir.
Fakat kral resme bakınca, şelalenin ardında kayalıklardaki, çatlaktan çıkan mini minnacık bir çalılık görür. Çalılığın üstünde ise bir anne
kuşun örttüğü bir kuş yuvası göze çarpmaktadır. Sertçe akan suyun orta
yerinde anne kuşun kurduğu yuva izleyenlere harika bir huzur ve sakinlik
örneği sunmaktadır.
Ödülü kim kazandı
dersiniz? Tabi ki ikinci
resim... Kral bunun
nedenini şöyle açıkladı:
“Huzur hiçbir gürültünün, sıkıntının ya da
zorluğun bulunmadığı
yer demek değildir.
Huzur, bütün bunların
içinde bile yüreğimizin
sükûnet bulabilmesidir.”
Dükkânın Âkıbeti
Cimri bir adam ölüm döşeğinde son
dakikalarını yaşıyordu.
Gözlerini araladığı bir an bütün ailesinin başına toplanmış görünce sordu:
- Anneniz burada mı?
- Evet baba, burada.
- Peki, küçük kızım burada
mı?
- Buradayım baba.
- Büyük oğlum burada mı?
- Evet baba.
- Küçük oğlum, sen de buradamısın?
- Buradayım baba.
- Herkes buradaysa dükkânı
kime bıraktınız ya hu!
“Üçlü Filtre Testi”
Eski Yunanda, Sokrates bilgiyi
saklaması sebebiyle saygıdeğer bir
ün yapmıştı. Bir gün Sokrates bir tanıdığına
rastladı ve adam ona dedi ki; Arkadaşınla ilgili ne
duyduğumu biliyor musun? Bir dakika bekle”
diye cevap verdi Sokrates. Sonra şöyle devam etti.
Bana bir şey söylemeden evvel senin küçük bir testten
geçmeni istiyorum.
Buna “Üçlü Filtre Testi” deniyor.
Üçlü Filtre mi?
“Evet’’ diye devam etti Sokrates. Benimle arkadaşım hakkında konuşmaya
başlamadan önce, bir süre durup ne söyleyeceğini filtre etmek, iyi bir fikir
olabilir. Üçlü filtre testi dememin sebebini birazdan anlayacaksın.
Şimdi birinci filtre, “Gerçek Filtresi.”
Bana birazdan arkadaşım hakkında söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek
olduğundan emin misin?
Hayır, dedi adam. Aslında bunu sadece duydum ve...”
Tamam, dedi Sokrates. Öyleyse, sen bu söyleyeceğin şeylerin
gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun.
Şimdi ikinci filtreyi deneyelim, “iyilik Filtresi.”
Arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi bir şey mi?
Hayır, tam tersi...
Öyleyse, diye devam etti Sokrates, O’nun hakkında bana kötü bir şey
söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin.
Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı.
“İşe yararlılık filtresi.”
Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı?
Adam hayır, pek değil diye cevap verdi.
“İyi” diye tamamladı Sokrates.
Eğer, bana söyleyeceğin şey doğru
değilse, iyi değilse ve işe yarar
değilse bana neden
söyleyesin ki?
Başkası;
EMPAT İ
wBir işi uzun sürede yapıyorsa;
yavaştır,
wBir işi yapamıyorsa;
tembeldir,
wBir şeyi söylenmeden yapıyorsa;
sınırlarını aşmıştır,
wBir görgü kuralını çiğniyorsa;
kabadır
wÖne geçerse;
bu kuralları ihmal etmektir.
Ben;
wUzun sürede yapıyorsam;
titizimdir,
wBir işi yapamıyorsam;
meşgulümdür,
wBir şey söylenmeden yapıyorsam;
bu insiyatif kullanmaktır,
wBir görgü kuralını çiğniyorsam;
kendime özgü biriyimdir,
wÖne geçersem;
bu sıkı çalışmamın ürünüdür.