Sayı: 46 (Eylül - Aralık 2015) - Geçmişten Günümüze Denizli Dergisi

Transkript

Sayı: 46 (Eylül - Aralık 2015) - Geçmişten Günümüze Denizli Dergisi
Sayı: 46 (Eylül - Aralık 2015)
• Mehmet Korkutalp • Dağ Sarayı • Tahir Kutsi Makal • Denizli’nin Keşkek’i
Denizli’nin yetiştirdiği değerlerden, merhum arkadaşım:
AVUKAT MEHMET KORKUTALP
Prof. Dr. Önder GÖÇGÜN
SON DERECE SICAKKANLI OLAN, ÇABUK KONUŞMAYI VE KISA YOLDAN, KESTIRMEDEN
IŞ BITIRMEYI SEVEN BU ARKADAŞIMIZ IÇIN DEVAMLI HAREKETLILIK VE TEZCANLILIK;
MIZACININ, HAYAT, OLAYLAR VE INSANLAR KARŞISINDA TAKINDIĞI TAVRIN ÖNEMLI BIR
YANINI OLUŞTURUYORDU. HEPIMIZIN DOĞUP BÜYÜDÜĞÜ DENIZLI’YE HAYRAN VE HATTA SÖZ
YERINDE ISE, BU GÜZEL BELDENIN AŞIĞI IDI.
23 Ocak 1945’de Denizli’de doğan ve
halkımızın “Koca Mektep” adını verdiği Denizli Lisesi’nde birlikte okuduğumuz bu değerli arkadaşım, ne yazık ki, 8 Ekim 2015
günü geçirdiği bir kalp krizi sonucu aramızdan ayrıldı. Mesleği avukatlık olan merhum
Mehmet Korkutalp ile Lise ve Üniversite
yıllarından sonra tekrar Denizli’de bir araya
gelmiş ve Cafer Sadık Abalıoğlu Vakfı’nın
değerli katkılarıyla çıkarmakta olduğumuz
“Geçmişten Günümüze: Denizli” dergisinin
yazı kurulunda ortak çalışma imkânına kavuşmuş idik.
Son derece sıcakkanlı olan, çabuk konuşmayı ve kısa yoldan, kestirmeden iş bitirmeyi seven bu arkadaşımız için devamlı
hareketlilik ve tezcanlılık; mizacının, hayat,
olaylar ve insanlar karşısında takındığı
tavrın önemli bir yanını oluşturuyordu. Hepimizin doğup büyüdüğü Denizli’ye hayran
ve hatta söz yerinde ise, bu güzel beldenin
aşığı idi. Derginin yazı kurulu toplantılarında,“Şehrimiz için ne yapabiliriz, onu nasıl
daha etraflıca tanıtır ve gelecek çocukları-
2
mıza en iyi şekilde nasıl bırakabiliriz?” soruları her gündeme geldiğinde heyecanlanır,
kendince yapılması gerekenleri, bu yoldaki
hedeflerini, isteklerini arka arkaya dile getirirdi.
Denizli’nin sosyal ve kültürel tarihinin ortaya çıkarılması için eserler, kişiler ve olaylar bazında hiçbir şeyin gözardı edilmemesi
gerektiği konusunda o da diğer arkadaşlarımız gibi aynı duygu ve düşünceleri paylaşır, bu konuda kendi üzerine düşen her
ne ise, onu yapmaya hazır olduğunu dile
getirirdi. Bu amaç doğrultusunda işi, mesleği, konumu ne olursa olsun Denizli’de iz
bırakmış herkesin yaptıklarıyla dergide yer
alması gerektiği inancını hepimizle birlikte
aynen benimsemişti.
Nitekim bu konuda dergimiz için kaleme
aldığı iki ayrı yazısı, Denizli’nin geçmişteki
sosyal hayatı ve halk kesimiyle doğrudan
ilgisi bakımından dikkat çekici örnekler
olarak değerlendirilmek durumundadır.
Bunlardan, “20 T 0001” başlığını taşıyan
birincisinde; mesleğinin isim yapmış usta
şoförlerinden Sezai Akagündüz’e yer vererek, Denizli’nin 1970’li yıllara ait taksi
odaklı ulaşımla ilgili eski sosyal hayatından
ve o arada düğünlerinden bahisle şunları
kaydeder:
“1946 doğumlu M. Sezai Akagündüz askerlik dönüşü, 1969 yılında başkasının arabasında şoförlük mesleğine başladı. 1971
yılında da ilk arabası Chevrolet İmpala’yı
aldı. O tarihlerde Denizli’de kullanılan bütün
arabalar Dodge, Playmut, Buick, Chevrolet
gibi Amerikan markasıydı. O zamanki meşhur şoförler de Pilot Mustafa, Kız Mehmet,
Kara Mustafa, Kara Nail, Kafalı Emin, İleş
Hilmi , Kerim Abi, 45 Kemal, Fethi, Kasap
Özcan, Faytoncu Naim, 64 Ahmet, Özcan
Kartal gibi isimlerdi. Çete Necati’nin de iki
Chevrolet’si vardı.
Şehir içi ulaşım belediyenin otobüsleri
dışında taksi ve faytonlarla yapılırdı. Ücret
sabitti: Şehir içi, her yer 5 lira idi. Taksilerin
ana gelir kaynağı düğünlerdi.
lendi. Önüne gelen birkaç Çelikyeşilsporlu
oyuncuyu çalımlayarak onsekize gelmeden
Deli Yalçın’ın koruduğu kaleye şutunu attı.
Top kalenin epey uzağından dışarı çıktı.
Tezahüratta bulunan grup Vahap’ı çılgınca
alkışlarken, takım arkadaşları Kasap Salih
ile Bayram Ali’nin sert bakışları ve pek hayırlı olmayan mırıldanışları arasında Vahap
yerine dönüyordu.
Sünnet düğünlerinde fayton kullanılırken,
evliliklerde taksiler kullanılırdı. Sezai’nin
arabası beyaz olduğu için, düğünlerde tercih edilirdi.
Düğün taksisi, damat evinin önüne gelir; orada yapılan çalgılı eğlence bittikten
sonra, önde açık kamyon içinde çalgıcılar;
arkada ise, içinde damat oturan gelin arabası, arkasındaki konvoyla çalgı eşliğinde
gelin evine kız almaya gidilirdi. Kız evinin
önünde yeniden çalgılar çalınır, oyunlar
oynanır ve gelin arabaya bindirilerek yine
çalgı eşliğinde bir konvoyla Denizli turu atılarak ve mutlaka Delikliçınar’da, -o zaman
havuz olmayan küçük bir yuvarlak bulunan
meydanda- bir tur atılır ve gelin, damat evine götürülürdü. Böylece, düğün bitmiş olurdu. Delikliçınar’da tur atılırken, çalgı takımı
mutlaka İzmir Marşı’nı çalardı. Bazı pazar
günleri dört beş düğüne gidilirdi. Düğünlerde gelin arabaya binerken, para ve şeker
atılırdı. Sezai, arabasının çizilmemesi için,
para ve şeker atılmasın diye önceden pazarlık bile ederdi.
Denizli Şoförler Odası, üyeleri olan Sezai’nin 1998 yılında tüm taksici esnafına
karşı sarı renk ve T plakaya geçişte verdiği
mücadeleden dolayı arabasına, 20 T 0001
numaralı plâkayı takmasını oy birliği ile kabul etti.
Şoför Sezai, 20 T 0001 plâkalı arabasıyla, mesleğe ilk başladığı günkü heyecanla
dolu bir şekilde işine devam etmekte olup,
Denizli halkında hizmetini sürdürmektedir.
Merhum arkadaşım Mehmet Korkutalp,
“Pas Verme Vahap, kendin Dal!” başlıklı
ikinci yazısında ise, 1960’lı yıllarda Denizli’nin futbol karşılaşmaları etrafındaki hayli
ilgi çekici tespitlerini aktararak, şunları söyler:
“Heyecanlı bir maçta top, Sarayköy
Gençlik’ten Vahap’ın ayağına geldiğinde,
kapalı tribündeki 15-20 kişilik grup, hep bir
ağızdan: “Pas verme Vahap, kendin dal!”
diye tezahürata başladı. Vahap hareket-
Daha Denizlispor kurulmamıştı ve Profesyonel Türkiye Ligi emekleme devrindeydi. Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş
maçlarını radyo ve gazetelerden takip eden
futbol severler, seyir zevklerini de mahalli
amatör küme maçlarından alıyorlardı.
Maç saatine kadar birlikte gezen ve
arkadaşlık eden futbolcular ise, takımları
kadar arkadaşlar arasındaki rekabeti de
sahaya yansıtıyor, seyirciler de zaten çoğunlukla arkadaşları olduğu için maç, hem
oyuncular ve hem de seyirciler için doyumsuz bir tat alıyordu.
Denizli Amatör Ligi maçları, zemini toprak olan, boşlukları da kumla doldurulan ve
yazın tozlu kışın ise çamurlu bir sahada oynanıyordu.
O devrin efsane futbolcuları olan İnanç,
Yörük İrfan, Kocaman Fahri, Çivrilli Tekin,
Kasap Salih, Bayram Ali gibi futbolcular
böyle bir sahada parlamışlardı. Bu oyuncuların maç sırasında, gerek saha içindeki
ve gerekse tribündeki seyirci arkadaşları
ile girdiği esprili ve argolu diyaloglar, seyredenleri gelecek hafta oynanacak maça
gelmeleri için en büyük etkendi.
Yalçın Göksel Bey de, o günlerle ilgili bir
anısını şöyle anlatır:
Kaleci Deli Yalçın birden kalesinden fırlayıp, Merkez Gençlikspor taraftarlarının
olduğu yere doğru koşmaya başladı. Bunu
gören Merkez Gençlikspor taraftarları, içlerinden birini stadı çevreleyen taş duvarın
üzerine çıkardı. Duvara çıkan kişi de sahanın dışına atladı. Hızını alamayan Yalçın,
kapalı tribün altındaki çıkış kapısından sahanın dışına yöneldi. Sonra ne mi oldu? Deli
Yalçın’dan dinleyelim:
Gülerek yanına gidip:
- Ne oldu ülen? dedim. Acıyla ayağını
gösterdi. Kırıldı zannettim. Hemen faytona
atlayıp hastaneye götürdüm.
Yıllar geçti, Pamukkale’de bir otelde,
uduyla çalıp söyleyen bir sanatçının Nihavent şarkılarına dayanamayıp, eşimle dansa kalktım. Sanatçı, bir süre sonra udunu
çalmayı bırakarak:
- Yalçın Ağabey, dedi. Hani, yıllar önce
maçı bırakıp, bir genci kovalamış, sonra da
hastaneye götürmüştün ya… İşte o genç
adam benim!..
O adam Denizlili sanatçı ûdî Hasan Yüreğil idi.’
58’li, 60’lı yıllarda Denizli’de futbolcu-seyirci ilişkisi böyle idi. Seyircilerin spor anlayışları ve sonuca bakışlarını Avukat Vural
Cengiz’in anlattığı şu anekdot da çok iyi
ortaya koymatadır:
‘Buldan’ın iki takımı Buldan Gençlik ile
Buldan Mekikspor’un maçı bitmiş ve seyirci
dağılmaktadır. Buldanspor maçı, 7-2 gibi
ezici bir sayı ile kazanmıştır. Bunu, Buldan
Mekiksporlu bir seyirci yanındaki arkadaşlarına şöyle aktarır:
- 7 dene yidik emme (7 tane yedik
amma), 2 dene de salleyiverdik.
Takımının yediği 7 gole hoşgörü ile yaklaşıp, attığı 2 gole sevinen bir anlayış; bugün ne yazık ki, bir yenilgi sonunda kulüp
basan, oyuncu döven bir saldırganlığa dönüşmüştür.
Bunlar, eskidendi çok eskiden… Sahi çok
mu eskiden?..”
Koyu bir Fenerbahçeli olarak zaman zaman maçlara gitmeyi, okul arkadaşları ve
yakın dostlarıyla bir araya gelip sohbet
etmeyi, hatıraları tazelemeyi çok seven
merhum arkadaşım Mehmet Korkutalp’a
Allah’tan rahmet, kederli ailesine başsağlığı
ve sabırlar diliyorum.
‘58-59 yıllarıydı. Çelikspor’un kalesini
koruyordum. Merkez Gençlikspor’la iddialı
bir maç yapıyorduk. Maçın başından beri
Merkez Gençliksporlu taraftarlar, her rakip
takım seyircisi gibi beni kızdırmaya çalışıyorlardı. Ama içlerinden biri vardı ki, beni
hakikaten deli etti. Bir an için maçı unutup
çocuğun üzerine doğru koşmaya başladım.
Stadın dışına atladığını görünce, ben de
stat dışına çıktım. Bir de baktım ki beni
kızdıran çocuk, ayağını tutarak yerde kıvranıyordu. Tüm kızgınlığım bir anda geçti.
3
Denizli’den Yetişen Değerler
Prof. Dr. Önder GÖÇGÜN
11 Aralık 1956 (19 yaşında iken)
" Bizim, edebî eserlerde “teklifsiz üslûp” adını verdiğimiz “senli-benli” konuşma tarzı
çerçevesinde sözleriyle bütünleşen sıcakkanlı, sevecen tavırları ile hemen herkesle kolayca
diyalog kurmayı iyi bilirdi. Son derece aktif, dinamik, hani neredeyse yerinde duramayan
canlı yapısına karşılık, son derece hassas, duygulu ve hatta -pek belli etmemesine rağmen
yerine göre alıngan bir yapısı ve eserlerine de yansıyan hayli zengin bir iç dünyası vardı.
4
9 Şubat 1937’de Denizli’nin Acıpayam
ilçesinin Oğuz köyünde dünyaya gelen ve
15 Haziran 1999’da İstanbul’da, 62 yaşında aramızdan ayrılan gazeteci, şair ve
yazar dostum Tahir Kutsi Makal, kendine
has özellikleri olan hayli renkli diyebileceğimiz bir kişilik yapısına sahipti.
Öykü Ödülü’nü kazanan merhum Tahir
Kutsi Makal’a, Malatya İnönü Üniversitesi tarafından da “Fahri Doktora” unvanı
verilmiş idi. Ne zaman karşılaşsak, bana
takılmaktan kendini alamayan Tahir Kutsi Bey, bu Fahri Doktora sonrası Ankara’da bir araya geldiğimizde:
Bizim, edebî eserlerde “teklifsiz üslûp”
adını verdiğimiz “senli-benli” konuşma
tarzı çerçevesinde sözleriyle bütünleşen
sıcakkanlı, sevecen tavırları ile hemen
herkesle kolayca diyalog kurmayı iyi
bilirdi. Son derece aktif, dinamik, hani
neredeyse yerinde duramayan canlı yapısına karşılık, son derece hassas,
duygulu ve hatta -pek belli etmemesine
rağmen-yerine göre alıngan bir yapısı ve
eserlerine de yansıyan hayli zengin bir iç
dünyası vardı.
Önder Bey, ben de hoca sınıfına girdim sayılır, değil mi? diye duyduğu büyük
memnuniyeti dile getirmişti.
Lise öğrenimini tamamladıktan sonra
İstanbul’da gazetecilik öğrenimi gören
Tahir Kutsi Bey’in; daha sonra Tan, Dünya, Vatan, Ekspres, Tasvir, Son Havadis,
Ortadoğu, Güneş, Sabah gibi gazetelerde çalıştığını biliyorum. Başta, kendisinin
çıkardığı “Tarla” olmak üzere, çeşitli dergilerde de yazıları çıkmıştı.
1962’de Yılın Gazetecisi Ödülü’nün sahibi olmuş ve ayrıca şiir, hikâye, roman,
araştırma dallarında kitaplar kaleme
almıştı. “Kamyon” adlı eseriyle Peyami
Safa Roman Ödülü’nü kazanmış ve daha
sonra bu romanının filmi de çekilmişti.
Hayli yankı uyandıran bu eseri dolayısıyla biz edebiyatçı meslektaşları arasında
adı her anıldığında, “bizim kamyoncu (!)
Tahir Kutsi Bey” denilmesi, neredeyse
alışkanlık hâlini almıştı. Kendisinin de
bunu her işittiğinde büyük mutluluk ve
gurur duyduğunu iyi hatırlıyorum.
“Karadon” adını taşıyan hikâye kitabıyla da Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın
1957 yılından itibaren yayımlanmaya
başlayan eserleri, kronolojik çerçevede
sırasıyla şunlardır:
1. Fakir İşi (Şiirler - 1957)
2. İçgöç (Röportajlar – 1964)
3. Acı Yol (Röportajlar - 1964)
4. Köylü Gözüyle Avrupa (Gezi 1965)
5. Anadolu'da Türk Mührü (1971)
6. Meydan Dayağı (Roman - 1977)
7. Delitay (Öyküler - 1982)
8. Kamyon (Roman - 1979)
9. Al Kırbayı Eline (Günlük Gazete
Fıkraları - 1978)
10. Benim Benim O Benim (Aktüel
İnceleme - 1987)
11. Karadon (Öyküler - 1987)
12. Babanız Yine Aşık Çocuklar (Şiirler - 1987)
13. Öpkü (Şiirler - 1997)
Edebiyat çalışmalarında Halk Edebiyatı’nın ayrı, özel ve önemli bir yeri olan
Tahir Kutsi Makal’ın kitap halinde çıkmış bulunan “Aşık Veysel”, “Zaralı Aşık
Adem”, “Karacaoğlan”, “Dadaloğlu”, “Türk
Halk Şiiri (Antoloji)”, “Aşıklar Şöleni (Çağ-
daş Ozanlar Antolojisi)”, “Sahte Ozanlar”,
“Köroğlu”, “Aşık Hasan Dede”, “Halkbilim
ve Edebiyat”, “Geçmişten Geleceğe” adını
taşıyan ve edebiyat tarihimiz açısından
önemli sayılan derlemeleri ile ilgi çekici
tespitleri de vardır.
Nitekim bir örnek olmak üzere, 1997’de
İstanbul’da yayımlanan “Anadolu’da Türk
Mührü” adlı eserinde, “Türkçenin Zenginliği” ve “Anadolu Birliği” konuları ile “Yunus
Emre’yi Yaşatan Toprak” başlığı etrafında
şu ilgi uyandırıcı ve dikkat çekici görüşlere
yer verdiği görülmektedir:
“Türk dili zengin dildi. İnsanların birbiriyle anlaşmasını sağlayacak ölçüde olduğu gibi edebiyat dili olarak da zengindi.
Ozanlar, yazarlar, duygu ve düşüncelerini
Türkçe ile çok güzel anlatabiliyorlardı.
Halkın ortak yapımı halk hikâyeleri Türkçe
ile renkleniyordu. Türkçe yüksek anlatma
yeteneğine sahip bir dildi. Üstelik bu durum ispatlanmıştı da. Ve bu ispatlama
yıllar önce yapılmıştı. Kaşgarlı Mahmut,
ikiyüz yıl önce Türkçe’nin öteki dillerden
aşağı kalır yönü olmadığını “Divan ü Lügat-it Türk” isimli eserinde savunmuştu,
görüşünü kabul ettirmişti. (…)
Anadolu bütün cepheleriyle Türk olmalıydı. Türklüğün güçlü olarak uzun yıllar
yaşayabilmesi için TARİH BİRLİĞİ, KADER
BİRLİĞİ, DİN BİRLİĞİ, BAYRAK BİRLİĞİ
içinde bulunması gerekiyordu. Bunlardan
da önce DİL BİRLİĞİ önemliydi ve Türk
yurdunun her yerinde Türkçe konuşulmalıydı. Başkentte, sarayda aydınlar; öteki
kentlerde, okumuş olanlar ve halk, kendi
dilini söylemeliydi. Ozanlar (Edebiyat dilidir) diye Farsça’yı, hocalar (Din dilidir) diyerek Arapça’yı kullanmaktan vazgeçmeli,
Karamanoğlu Mehmet Bey’in deyimiyle (
DİVANDA, DERGÂHTA, BARGÂHTA TÜRKÇE KONUŞULMALIYDI. DİL BİRLİĞİ OLMALIYDI. BİRLİK İÇİNDE OLAN MİLLET
ÇÖKMEZDİ, YIKILMAZDI, DAĞILMAZDI…
5
ral” vermek için Türkçe hitap ediyorlardı.
BABANIZ YİNE ĀŞIK, ÇOCUKLAR!
Yunus aşk oduyla yanmıştı. Yunus’un
aşkı gönüllerde, şiirleri ellerde ve dillerdeydi. Düz şiir olarak dillerde, ‘İlâhi’ olarak
dillerdeydi. Her yerde Yunus konuşuluyor,
her yerde Yunus konuşuyordu. Yunus, gönüllerde korku yerine sevgi ve saygı yerleştirmek istiyordu.”
Babanız yine āşık çocuklar!,
Sahip olduğu bu görüşler çerçevesinde
hep sevmeyi, sevilmeyi isteyen merhum
Tahir Kutsi Bey’le, bir toplantı sonrası Kültür Bakanlığı’nda ayaküstü sohbet ediyorduk. O arada:
Gene sevdim ve gene âşık oldum be
Önder Bey hemşehrim; gönül bu, bir türlü
doymak nedir bilmiyor… dedi.
Türkler düzenli, yerleşik yaşadıkları sürece medeniyette de önde gitmişlerdi.
Uygurlar matbaanın ilk mucidi idiler. Karahanlılar odundan kâğıt yapmasını biliyorlardı. İpek işlemeciliği ve dokumacılıkta
Türkler çok ileriydi. Çalışanların, kadının
sosyal hakkı o devirlerde hiçbir ülkede yokken, Türk Anadolu’ da vardı. İlk grevi, Ankaralı, Kastamonulu Türk dokumacı kadınları
yapmıştı. Çok eski devirlerden beri Türkler,
kendilerine özgü mimari tarzına sahiptiler.
Türk’ün akıncı ruhu, Anadolu’yu baştanbaşa fethederken, yapıcı ruhu da Anadolu’nun
fethedilen her yerini kervansaraylar, hanlar,
hamamlar, camiiler, medreseler, şifahanelerle donatıyordu. (…)
Yunus Emre, Anadolu’da taze kan idi. Türk
Halk Edebiyatı geleneğine çok değerli şiirleriyle önemli katkıda bulunuyordu. Dili işliyor, canlı kalmasını sağlıyordu. Yunus Emre
Türk halkının yıllar yılı özlediğini getirmişti.
Kendi dilinin güzelliğini, verimliliğini, her
kavrama Türkçe’ de karşılık bulunduğunu
görmüştü halk. Başlangıcından bugüne,
halk içinde bir sözlü edebiyat vardı. Masallar, efsaneler, destanlar, hikâyeler vardı.
Düğünde, dernekte Türkçe söyleniyordu.
Hattâ, devletin resmi dilinin Farsça olmasına karşılık; sultanlar, ordusunun başına
geçince Türkçe konuşmak durumunda kalıyorlardı. Asker, halktan derlenmiş oluyordu
çünkü ve Türk ordusunda Türkçe geçerli
oluyordu. Alpaslan’ın ordusuna hitabı Türkçe olmuştu, ondan sonra gelen Selçuklu
sultanları, Anadolu’da kaleler fethine giderlerken, Haçlı Savaşları’nda ordularına “mo-
6
Yüzünün gülüşü ondan,
Erken gelişi ondan.
Ve bu sefer iş berbat!
Babanız yine āşık çocuklar!
Aşksızlığı kaldırın mezara,
Şiirin bini bir para gayrı,
Türkünün bini bir para,
Cıvıl cıvıl kuş sesleri balkonda,
Evde cıvıl cıvıl çocuk kahkahaları,
Derim ki, bu sevgide etmeli sebat.
Babanız yine āşık çocuklar!
Benim, hayretle:
Babanız yine āşık çocuklar!
-Yaa!... Nasıl oldu bu iş? demem üzerine:
Mahzūn duruş çoğaldı,
- Dur sana, bununla ilgili olarak, çocuklarıma hitaben yazdığım şu şiiri okuyayım;
çünkü, işin bütün hikâyesi burada…
diyerek, baştan sona şu mısraları okudu
Gazetecilik yılları
Kalbde vuruş çoğaldı;
Son resmi de yırtıver, at;
Babanız yine āşık çocuklar!
Duyurmayın ananıza, utanırım;
Dövüş-kavga çıkarır, onu iyi tanırım.
Sizi asar, beni keser, surat asar, surat!
Azar köftesi gelir sofraya,
surat çorbası konur…
Bırakın, yüzüm gülsün, ne olur!
Bırakın, erken öleyim…
Duyurmayın ananıza, utanırım;
Babanız yine āşık çocuklar!
Nihayet, 1990’lı yıllarda, 19. yüzyıl Amerikan Edebiyatı’nın önde gelen isimlerinden Edgar Allan Poe’nun ülkemizde çok tanınmış ve sevilmiş olan “Annabell Lee” adlı,
yarım kalmış bir aşkın hikâyesi olan derin
anlamlı ünlü şiirini de âdeta kendisiyle özdeşleştirmişti. 1992’de bir grup dostuyla
gittiği Amerika seyahati dönüşü, bununla
ilgili olarak santimantal (aşırı duygulu) bir
çizgide şunları söylemişti:
“Bana göre, dünyanın en güzel kızlarının
başında Annabel Lee gelir. Çünkü o milyonlarca gönülde yer etmiştir. Milyonlarca
gencin sevgilisi olmuş, hatta rüyâlarına
bile girmiştir.
Onu ölümsüzleştiren Edgar Allan Poe
adlı Amerikalı şairin yüreği olmuştur. Çoğu
şair, yazar gibi sevdiği bu güzel kızın hayata çok erken veda etmesi üzerine kendini
aşırı derecede içkiye kaptıran ve nihayet
genç yaşında çıldırarak ölen şairin bu anlamlı şiiri şöyledir:
ANNABEL LEE
Seneler,seneler evveldi;
Bir deniz ülkesinde
Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz
İsmi Annabel Lee;
Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten
Sevmekden başka beni.
O çocuk, ben çocuk, memleketimiz
O deniz ülkesiydi,
Sevdalı değil, karasevdalıydık,
Ben ve Annabel Lee;
Göklerde uçan melekler bile
Kıskanırdı bizi.
Bir gün işte bu yüzden göze geldi,
O deniz ülkesinde,
Üşüdü rüzgârından bir bulutun
Güzelim Annabel Lee;
Son resimlerinden biri
Koyup gittiler beni,
Mezarı ordadır şimdi,
O deniz ülkesinde.
Biz daha bahtiyardık meleklerden
Onlar kıskandı bizi,
Evet! Bu yüzden şahidimdir herkes
Ve o deniz ülkesi
Bir gece bulutun rüzgârından
Üşüdü gitti Annabel Lee…
Sevdadan yana, kim olursa olsun,
Yaşça başca ileri
Geçemezlerdi bizi;
Ne yedi kat gökdeki melekler,
Ne deniz dibi cinleri,
Hiçbiri ayıramaz beni senden
Güzelim Annabel Lee.
Ay gelip ışır hayâlin erişir,
Güzelim Annabel Lee;
Bu yıldızlar gözlerin gibi parlar,
Güzelim Annabel Lee;
Orda gecelerim, uzanır beklerim
Sevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim
O azgın sahildeki,
Yattığın yerde seni.”
Bıraktığı güzel ismi, duygu yüklü tavırları
ve eserleri ile daima saygıyla anılacak olan
gönül ve sevgi insanı dostum, hemşehrim
gazeteci, şair ve yazar Tahir Kutsi Makal
Bey’e bu vesileyle rahmetler diliyorum.
Nur içinde yatsın!
Bana göre,
dünyanın en güzel
kızlarının başında
Annabel Lee gelir.
Çünkü o milyonlarca
gönülde yer etmiştir.
Milyonlarca gencin
sevgilisi olmuş,
hatta rüyâlarına bile
girmiştir.
Onu ölümsüzleştiren
Edgar Allan Poe adlı
Amerikalı şairin yüreği
olmuştur.
7
DENİZLİ’DE BİR İNGİLİZ KADIN AJAN
GERTRUDE BELL
Mustafa Celalettin HOCAOĞLU
Süleyman Demirel Üniversitesi Araştırma Görevlisi
1907’deki Batı Anadolu gezisinin uğrak noktası olan Denizli’de
Gertrude Bell, Goncalı, Pamukkale ve Laodikya izlenimlerini çektiği
fotoğraflar eşiliğinde yazılarında paylaşır. Laodikya’nın çok iyi durumda olan
harabelerinden etkilenir ve Pamukkale’deki kalkerli suyun akışını çok ilginç
bulurken yöre insanların perişan hâli dikkatini çeker.
8
I. Dünya Savaşı’nda, bazı Arap aşiretlerinin, Osmanlı Devleti aleyhine, İngiltere
ile müttefik olmalarını sağlayan ve Irak’ın
kurulması için mücadele eden Gertrude
Margaret Lowthian Bell (1868-1926),
1907 yılının bahar aylarında, Batı Anadolu’yu ziyaret etmiştir. İzmir, Aydın üzerinden
Denizli’ye gelen Bell, buradan Isparta’ya
geçmiştir. Ömrünü, devletinin menfaatleri
uğrunda, Osmanlı Devleti’ni parçalamaya
adayan Bell, ileride kendisine lazım olacak verileri, bu seyahatleri esnasında toplamıştır. Oldukça ayrıntılı olan mektup ve
günlükleri, 1907 yılı Türkiye’si hakkında,
ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel kıymetli
bilgiler içerir.
New Castle Durham kökenli, demir çelik üreticisi ve tüccarı, oldukça zengin bir
aileye mensup olan Gertrude Bell, Oxford
Üniversitesinin Modern Tarih bölümünü
birincilikle bitirdikten sonra, 1893-1899
yılları arasında Avrupa’yı gezmiş, 1899’dan
1914 yılına kadar da Anadolu ve Arap topraklarını gezmiştir. Gertrude Bell’in bu uzun
gezilerde temas kurduğu Arap aşiretleri
ve şeyhlerinden isyana elverişli olacakları
tespit edip, zamanı geldiğinde bunları harekete geçirecek ve 1915’den öldüğü 1926
yılına kadar da Irak’ta yaşayacaktır.
27 Mart 1907’de Londra’dan yola çıkan
Gertrude Bell Fransa ve Yunanistan üzerinden 2 Nisan günü İzmir’e geldiğinde kendisini Aydın, Denizli üzerinde Dinar’a kadar
uzanan demiryolları imtiyazının sahibi olan
Mr. Barfield ve Mr Whittall’lar karşılamışlardır. Karşılama heyetinde bunlardan başka 1905 Ortadoğu gezisinde tanıştığı ve
bundan sonraki gezilerinin vazgeçilmez
elemanı olan Türkçe ve Arapça’da bilen
Halep Ermenisi Fattuh da vardır. Bell’in bu
gezisinde esasen ulaşmak istediği hedef
Ramsay ile beraber kazı yapacakları Konya’dır. Gerekli bürokratik işlem ve izinler bir
başka Levanten ailesi Van Lennep’ler tarafında halledilmiştir.
Pamukkale
öğle yemeği ve dinlenmek için durmak zorunda kaldıklarında, mutlaka mola süresini
de belirtmektedir. Bu konudaki hassasiyeti,
22 Nisan 1907 Pazartesi tarihli günlüğünde “Saat 4’de kalkıp 5.15’de yola çıktık. Güzel bir sabah. Geire Aphrodisias’a gitmek
için, yol üzerinde bulunan kahvelerde verdiğimiz 20 ve 14 dakikalık iki mola ile tam
7 saat yol aldık” cümleleri ile de açık bir
şekilde anlaşılmaktadır.
Bell, 23 Nisan günü önemli bir kavşak
noktası olan Goncalı’ya ulaşıp burada, İzmir’de daha önce görüştüğü Mr. Barfield,
kızları ve Spencer Wilkinson ile buluşup, Laodikya harabelerini gezmişlerdir. Laodikya
harabelerini “çok iyi durumda bir stadyum,
gimnasyum ve hamamlar, çok geniş iki tiyatro” şeklinde betimlemiştir.
24 Nisan gününü Hierapolis-Pamukkale’de geçiren Bell, Denizli’de kaldığı hancının at pazarlığını bozması nedeniyle
yeniden at temin etmek zorunda kalmış
ve güvenliği için verilen iki zaptiye ile sabah saat altıda kiraladığı her bir at için
½ mecidiye ödeyerek Pamukkale’ye hareket etmiştir. Denizli’den atlarla beş buçuk
saatte ulaştıkları Pamukkale’yi “kayaların
üstünden kalkerli suyun akışı çok ilginç,
aşağısında da bir Yörük köyü var” şeklinde
betimlemiştir.
Ertesi gün rahatsızlanınca, gitmek istediği Honaz’a (Colossae) gidemeyip demiryolu ile Dinar’a geçerek “Rum bir iyilik
perisi” olarak nitelediği Marigo Cubic tarafından işletilen küçük bir handa gecelemiştir. Yolculuğuna Keçiborlu, Burdur, Ağlasun,
Isparta, Yalvaç, Karaağaç üzerinden Konya’ya doğru devam etmiştir.
9 Nisan gününe kadar İzmir ve civarını
gezen Bell’in dikkatini en çok çeken husus
bölgede yaşayan Türklerin perişan hali,
Çerkeslerden “herkesin bıkmış olması” ve
Levantenlerin Avrupa standartlarının bile
üzerinde olan yaşam şartlarıdır. Dinar’dan
Eğirdir’e uzanması planlanan demiryolunun
muhtemelen çeliğini babası üreteceğinden
bu yol imtiyazı ile yakından ilgilenmektedir.
Zaman tanzimine çok önem veren Bell,
gezisi boyunca hemen hemen her sabah
saat 4 sularında kalkmakta ve mutlaka
kahvaltısını etmiş olarak, beş buçuk, altı
gibi yola çıkmaktadır. Mesafeler arası
uzaklığı zaman olarak mutlaka ölçmekte,
Hierapolis Nekropol
9
DENİZLİ'YE GÖNÜL VERENLER
Dr. Metin TÜRKTAŞ - Sema YILMAZTÜRK
Değerli okurlarımız,
Dergimizin 41. Sayısında Denizlili kadınların yapmış oldukları sivil toplum çalışmalarına yer verdik. Toplumun
işleyişindeki rolünün önemini çok iyi bildiğimiz kadınların, sosyal sorunlarla nasıl baş ettiklerini, nasıl bir araya
gelerek problem çözdüklerini büyük bir gururla kendilerinden dinledik ve sizlerle paylaştık.
Uzunca bir süredir de Denizlimize gönülden hizmet eden, engin bilgi ve tecrübeye sahip değerli büyüklerimizle,
ağabeylerimizle yaptıkları çalışmaları konuşmak ve kayda geçirmek amacıyla bir araya gelmek istemekteydik.
Farklı tarihlerde yaptığımız sohbet buluşmaları ile bunu gerçekleştirme fırsatını yakaladık. Bu toplantılara Vakfın
Yönetim Kurulu Başkanı Ali Abalıoğlu ve Başkan Yardımcısı İsmet Abalıoğlu, Dergi Yayın Kurulundan; Prof. Dr.
Önder Göçgün, Prof. Dr. Süleyman İnan, Dr. Metin Türktaş, Öğr. Gör. Şerif Kutludağ ve Faruk İnceoğlu katıldılar.
Gördük ki katılımcıların söyleyecekleri çok şey vardı; Türkiye’ye örnek olabilecek kurumların kuruluş aşamalarını ve
yaşadıkları zorlukları, geçmişte kalan unutulmaya yüz tutmuş anılarını, Denizli'mizin örf ve adetlerini 1950’li 60’lı
yıllardan başlayarak kendilerinden dinledik. Geçmiş, bir film şeridi gibi gözlerimizin önünde canlanırken kimi zaman
duygulandık, hüzünlendik; kimi zaman keyiflendik, gülümsedik.
26 Haziran 2014 ve 9 Ocak 2015 tarihlerinde Abalıoğlu Holding’te gerçekleşen toplantılara katılan değerli
büyüklerimize(alfabetik sırayla); Ali Cillov, Bekir Urganlıoğlu, Faruk İnceoğlu, Fuat Özen, Hasan Himmetli, Kazım
Aslan, Mehmet Ünal, Mesut Aygören, Metin Saydal, Musa Kazım Manasır, Nihat Kömürcüoğlu, Salih Bozbay, Yurdal
Danışman, Yüksel Kaşıkçı ve Yüksel Kasapsaraçoğlu’na çok teşekkür ediyoruz.
Bir çalışması sebebiyle Denizli’de bulunduğu sırada, toplantımıza katılan Cengiz Bektaş’a da teşekkürlerimizi
sunuyoruz. Merhum Atilla Sayıner’i saygı ve özlemle anarken, vefatından kısa bir süre önce yaptığımız görüşmeyi
sizlerle paylaşıyoruz.
10
tüm Sayıner'leri topladı. Çünkü bizim ailenin bir kısmı eczacı, bir kısmı doktordur.
Şehrin bir parkına Abdullah Sayıner’ in heykelini diktiler.
ATİLLA SAYINER
Doğum yerim olan Buldan’da kendimi
bildiğimde hatırlarım, babamın eski püskü
eczanesinin önünde 4 tane bayrak sallanıyordu. Bir tanesi Türk bayrağı, diğerleri
hayır derneklerinin bayraklarıydı; Çocuk
Esirgeme Kurumu Bayrağı, Kızılay Bayrağı
ve Verem Savaş Derneği Bayrağı... Bunların
neden burada olduklarını sorduğumda babam hepsinin yönetiminde olduğunu anlatmıştı. Kira vermemeleri için, babamın eczanesi bu derneklerin merkeziydi. Bu kadar
hayır işlerinin içindeydi bizim aile.
Ben tek çocuktum, ablam varmış, ölmüş.
Annem de ben üç yaşındayken vefat etmiş.
Babam tekrar evlenmiş. Çok iyi bir üvey annem vardı. 97 yaşında vefat etti ve vefatına kadar çocuklarımla beraber ona çok iyi
baktık. Çünkü o da babama çok iyi baktı.,
bana da üvey analık yapmadı.
Amcam Doktor Abdullah Sayıner de Buldanlılara önderlik etmiş, hastane yaptırmış. Aslında cebinde parası olan zengin bir
adam değil ama Buldan’da çok tüberküloz
yani verem hastası bulunuyor. Zamanında
iplikle haşılla uğraşıyorlar, boyadaki kimyasal maddeler nedeniyle illa ki burada
verem hastanesi yapılsın iddiasında bulunmuş. Devlet de katkıda bulunmamış o
zaman. Ben bunu halkla hatta köylülerle
beraber yaparım demiş, 22 sene mücadele
ederek şimdiki eseri meydana getirmişler.
İsmi de Abdullah Sayıner Göğüs Hastalıkları Hastanesi konmuş. 1956 yılında zamanın başbakanı Adnan Menderes gelip
hastanenin açılışını yapmış. Buldanlıların
hemen hemen hepsinin alın teri, tırnak izi,
emeği vardır. Orası Buldanlıların gözünde
bir hastane değil, bir abidedir, imecenin bir
eseridir. Ama son zamanlarda devlet sahip
çıkmıştır. Gecen sene belediye bir kadirşinaslık örneği gösterdi, ailemizi davet etti,
Yetiştirme Yurdunun Kuruluşu
Üniversite tahsili için İstanbul’a gittiğimde dernekçilik, sosyal faaliyetler ateşi içimde vardı benim.... Hemen Talebe Cemiyeti’nin Yönetim Kurulu’na girdim. Aslında ilk
sene almazlar öğrencileri ama beni aldılar,
bendeki ışığı görmüşler. 1951 senesinden
itibaren Talebe Cemiyeti’nin Yönetim Kurulu’nda 4 sene çalıştım. Çok şey öğrendim
bu sırada; ama üç kişinin benim hayatım
için çok değerli olduğunu anladım: Bir tanesi ilkokul hocam Zeki Ülkü. Bize o kadar
büyük ilim, irfan, görgü, ders, öğretti ki hiçbir sıkıntım olmadı tahsil hayatım boyunca.
İkinci kişi bana pek çok şeyi öğreten hayat
bilgisi veren, eczacılığı veren Rum asıllı Menaleuse Zamboug. Üçüncü kişi de babamdır. Bana çok şey öğrettiği gibi bütün kapıları da açan büyük bir soyad verdi bana.
Babam fakir bir eczacıydı, bir sürü zorluklarla tahsil yaptım ama o Sayıner soyadı
bana hayat boyunca itibar kazandırmıştır.
Hâla daha iftihar ediyorum, bu üç kişinin
ayağını iftihar ederek öperim.
Talebelikten sonra Denizli’ye geldim.
Merkezde altı tane eczane vardı, hepsi iyi
eczaneler. Bayramyeri’nde yedinci eczaneyi
ben açtım şimdi Bayramyeri Eczanesi adını
taşıyor. Bunlar arasında barınmak kolay bir
şey değildi. Ama ben Sayıner soyadı taşıyordum. Eczacılık camiası -depolar, imalatçılar- bizim soyadımızı babamdan dolayı
biliyordu. Babam düzgün çalışan bir adamdı. Ama Denizli tanımıyordu. Denizli’de eczaneyi açtığımda parasızlık içindeydim.
Ama harıl harıl para kazanmaya başladık. O güne kadar maddi açıdan sıkıntılar
içinde büyüyen bir çocuktum. Ama birkaç
sene böyle verimli güzel çalışıp, üç beş
kuruş da kazandıktan sonra Denizli’de devamlı vergi listesinde ilk 10’a girmeye başladım. O günün, nur içinde yatsın, defterdarı Emin Sibel, bana haber gönderdi “Gelsin
konuşalım” diye. Benim gibi üst kademede
vergi ödeyenleri de davet etmiş, sonradan
öğrendim. Emin Sibel’in makamında toplandığımızda hepimiz endişeliydik. “Neden
çağırdığımı biliyor musunuz?” dedi. Ben
hemen öncülük yaptım oradakilere “Defterdar Bey, biz çok iyi vergi veriyoruz yani
neden buraya çağırıldığımızı anlayamadım”
dedim. “Hayır hayır” dedi. “Vergi verdiğinizi
ben biliyorum ama vergi vermek kâfi değil” dedi. “Bu memlekette Denizli’de sosyal
faaliyet olarak yapılması gereken çok şey
var. Ben sizlerin bu işlere girmenizi istiyorum.” dedi. Tabi rahatladık ama bir taraftan da tereddüt ettik neler yapacağımız
konusunda. Ben daha önce cemiyetçilikten,
dernekçilikten geldiğim için biraz daha
rahattım. Ama arkadaşlarımın tereddütle
baktığını hissediyordum. Mesela “Kimsesiz
çocuklar yurdunu gidip gördünüz mü?” Hiçbirimiz görmemişiz. “Fırka bahçesinin arkasındaki bir okulun zemin katında çocuklar
dizlerine kadar lastik çizmelerle yaşıyorlar
suyun içinde, gidin görün mutlaka. Yetim
ve Acizleri Koruma Derneği var, ama o da
yeterli olamıyor. İşte bu derneği canlandırın. Onları o suyun içinden kurtarın.” dedi.
Yetim ve Acizleri Koruma Derneği 1960’da
kurulmuş. Onların kurucuları içinde zamanında Denizli’nin önemli isimlerinden İsmail
Tütüncüoğlu, Rıfat Uysal gibi kişiler var ve
bizi çağırdığı sene de aşağı yukarı 63, 65
yılları. Hakikaten gittik ki durum yürekler
acısı; yaklaşık 100 tane kimsesiz çocuk
çizmelerle yatıp kalkıyorlar. Zamanın valisi
Durakoğlu el attı bu işe, bizler de dernek
olarak destek çıktık. Son hali Pamukkale
yolundaki hali ama ondan bir evvel Pelitlibağ’daydı. O büyük tesislerin yapılmasında
bizim derneğimizin çok büyük katkıları oldu.
Görev yapan Denizli valilerinin içinde bence en fazla başarılı olan Münir Güney’dir.
Oradaki 300’den fazla çocuğun teker teker
isimlerini bilirdi Münir Güney. Derneğimizin
ve devletin katkılarıyla o müthiş eser meydana getirildi ve Türkiye’de olmayan atölyeler kuruldu. Marangoz atölyesi, ayakkabı
atölyesi daha bunun gibi zanaatkâr yetiştiren tesisler kuruldu yurdun içinde. Çünkü
18 yaşından sonra çocuklar o yurttan çıkarılıyorlardı yaşı icabı. Ama böyle zanaat
öğrendikleri için piyasada kapışılır hale
geldiler. Zamanın cumhurbaşkanı gelip
yurdu ziyaret ettiğinde bütün Türkiye’deki
yetiştirme yurtlarının müdürlerinin gelip bu
düzeni görmeleri ve uygulamaları talimatını verdi. Türkiye’ye yayıldı bu sistem. Yani
zanaat öğretme fikrinde derneğin öncülüğü oldu. Biz onlara devletin veremediği,
prosedürün uygun olmadığı şeyleri temin
ediyorduk dernek olarak. Ama bununla beraber o güne kadar Denizli’de dernekçilik
maalesef etkin değildi, çok güvenli değildi. Yani daha çok cami yaptırma derneği,
çeşme yaptırma derneği, okul aile birliği
derneği şeklindeydi çalışmalar. Yetim ve
Acizler Derneği o kadar büyük başarı gösterdi ki ondan sonra; huzur evinin yapımı,
festivallerin organizasyonu, Denizli’ye çok
kıymetli Kenterler, Genco Erkal gibi tiyatroların getirilmesi gibi çalışmalar yapmıştır.
Yetim ve Acizler Derneği Türkiye’de meşhur
11
oldu sanatçılar tarafından; “Eğer o dernek
organize ediyorsa gideriz" diyorlardı ve
geliyorlardı. Yanan sosyal sigortalar binasındaki o güzel sahne, o sinema binamız
tiyatroların, konserlerin olmasında bize büyük bir avantaj sağlamıştır. Zamanın belediye başkanları da çok yardımcı olmuştur
derneğimize.
Denizlispor’un Kuruluşu
Denizlispor’un kuruluşu 66 senesinde
oldu. Denizlispor'u kurduk, ikinci başkanı oldum. Samim Abi'yi, başkan yaptık, doktordu. Bir numara oradan geliyor. Ama her şey
benim üzerimde; bütün yük, kuruculuk vs...
Denizlispor’un kurulması da başlı başına
bir olaydır. Bütün Türkiye’de spor kulüpleri kurulurken Denizlispor’un da kurulması
lazımdı. Ankara’dan Futbol Federasyonu
Başkanı Orhan Şeref Apak, eski bir milli
basketçi olan valimiz Nezih Okuş’a Denizlispor’un kurulması talimatını verdi. O da
bizleri yakaladı, ben de Çelik Yeşil Spor'un
başkanıydım. Spor alanında pek çok çalışmam oldu benim; futbol işlerinde bulundum, hakem kurulu başkanlığı yaptım, Ankara federasyon temsilciliği yaptım, güreş
federasyonu temsilciliği yaptım. Güreş Federasyonu Bölge Müdürümüz Yakup Ünel
ile çok iyi anlaşıyorduk. Bütün güreşçilerin
yetişmesinde bizim de katkılarımız oldu.
Mesela; Hasan Güngör, Bayram Şit dünya
şampiyonları oldular.
Maratoncular vardı. Bütün bu spor mevzularında büyük katkıları olan futbol değil
bakın, spor ve katkıları. Bir spor tesisine
adının verilmesinin gerektiğini Vali Beye
ısrarla belirttim. Yakup Ünel isminde muhakkak suretle bir spor tesisi… Ama onun
bir kabahati vardı, Halk Partili idi.
Denizlispor’un kuruluşu 1966 yılıdır ama
asıl 1915’te kurulmuştur Denizlispor. O zaman sadece futbol değil spor kulübü olarak
kuruluyor. Sporun gelişmesi için Osmanlı
zamanında emir verilmiş Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe sırasıyla kurulmuş;
1903, 1905, 1907... Anadolu’ya yayılsın
diye Trabzon İdman Gücü kurulmuş, Denizli
İdman Gücü kurulmuş. Esasını, kulübünü,
kayıtlarını değiştirmeden zamanla ismini
değiştirmiş Denizlispor olmuş ve 1966’da
Denizlispor, Pamukkale Spor, Çelik Yeşil
Sporun üçünü birleştirip bir tane Denizlispor'u kurduk. Aslı Denizli İdman Gücü’dür
ve 1915’te kurulmuştur. Önder Göçgün’ün
babasından da kalan elimizdeki birçok belge ile bunu ispat edip, 2015 yılında kuruluşunun 100. Yılını Belediye Başkanlığının himayelerinde ve Denizlispor’u sevenlerin de
katkılarıyla muhteşem bir törenle Denizli’de
kutlamak istiyoruz. Vali Bey ile konuştum o
da gayet olumlu karşıladı ‘’elimizden geleni
12
yaparız’’ dedi.
Denizlispor’un bana en büyük faydası
spor yapma alışkanlığı kazanmam oldu. 1.
Antrenörümüz Altan (Santepe) idi. O bizi
koştururdu. Kum torbaları verirdi ağırlık
taşımamız için. İkinci antrenörümüz Kadri
(Aytaç) idi. Pinpon oynadık, pinpon müthiş
bir spor. O sayede ben sağlığımı düzelttimŞimdi yoga, meditasyon yapıyorum, hafif
kroslar yapıyorum, yüzüyorum bütün buna
rağmen biraz göbeğim var.
Huzurevi
Huzurevi tamamen Vali Münir Güney’ in
eseridir. Bizim dernek olarak satın aldığımız ve deve güreşiyle maddi kısmını takviye ettiğimiz çok değerli arsa üzerine Münir
Güney sayesinde o eser yapılmıştır. Bütün
döşenmesi ve mefruşatını da biz yapacağız
diye devlete söz verdik. 100 küsur odanın
döşemesini biz yaptık. Derneğimiz o kadar
güzel çalıştı ki, hangi kapıya gitsek yardım
istesek hiç çekinmeden destek veriyorlardı.
Bu Denizli’nin güzel başarılarından bir tanesidir.
Derneğin o dönemki üye listesine huzurevi kayıtlarından ulaşılabilir.
Bulduğum her fırsatta huzurevine ziyarete giderim. Oradakilerin hayır duasını
alıyorum, hepsi boynuma dolanır, biliyorlar,
tanıyorlar beni. Denizli’ye kazandırdığımız
güzel eserlerden bir tanesi bu.
Yüksekokul Yaptırma ve Yaşatma
Derneği
Yine Münir Güney zamanında yaptığımız
en mühim işlerden bir tanesi de Yüksekokul
Yaptırma ve Yaşatma Derneği’ni kurmamızdır. Bu dernek Pamukkale Üniversitesi’nin nüvesini teşkil etti. Yüzlerce dönüm
araziyi de Münir Güney üniversiteye tahsis
etti. Dernek, bugünkü Pamukkale Üniversitesi’nin doğumu olmuştur. 9 Eylül Üniversitesi’ne bağlı bir fakülte olarak 40 kişiyle
istasyon binasında çocuklar başladılar tedrisata. Ama düdük sesi ve kömür kokusundan rahatsız olan çocuklar itiraz ettiler, Vali
Bey onlara milli kütüphaneyi tavsiye etti.
40. yılında da beni ve Münir Bey’i davet ettiler.Üniversitenin kuruluşunda görev alanlar; Musa Kazım Manasır, Yüksel Kaşıkçı,
Fuat Dağdeviren’dir. Daha da vardı isimler
ama şimdi hatırlayamadım.
“Sosyal Hizmetlerde çalışmak çok ayrıcalıklı bir duygudur. Bir ülke görevidir.
Bunu menfaat karşılığı olmadan yapmak
değeri biçilmez bir haslettir. Her şeyi unutup bu denizde yüzerseniz işte o zaman bu
dünyada yaşıyorum dersiniz.”
Denizli’de İlk Televizyon
Denizlilere ilk televizyonu seyrettiren bi-
ziz. Şevket Karakurt’ la ikimiz, Çökelez Dağı’na çanak anten kurduk. O zaman siyah
beyaz neşriyat yapılıyor Ankara’da. Herkesin evinde resmi bir verici yok. Fırtınalı
günlerde jipe binip karın kışın içine girip
devrilen o çanak anteni düzeltiyorduk.
Eczacılık
Eczacılık büyük bir zevkle çalıştığım
mesleğimdir. Denizli’ye en sıkıntılı ilaç dönemlerinde dahi büyük hizmetler vererek
hem eczacılık hizmetinde bulundum, hem
bu sosyal faaliyetlerde bulundum o bakımından çok mutluyum. Denizli eczacılar
odasının kurucularındanım, 1972 yılında
kurduk. Odanın başkanlığını da yaptım. Ben
Denizli'de eczacılığa başladığımda bir tek
sanayi kuruluşu vardı. O da Sümerbank'tı.
Başka bir şey yoktu. Bir de babamı getirdim Buldan’dan, ikinci eczaneyi açtım. Hastane caddesindeki Numune eczanesi de
benim babamın eczanesiydi. 1959 yılında
açmıştık, devrettim orayı Tevfik Sağlam’a.
1979 yılında İzmir’de Sayıner Eczanesini
açtık. İki eczane üç çocuk büyütüyoruz, bu
arada birçok şeyi yapıyordum, bunlar bizde bir bilgi oluşumu meydana getirdi. Her
bilginin her tecrübenin insanı biraz daha
olgunlaştırdığını fark ediyoruz. “Tecrübe;
muhteşem bir zenginliktir, sermayedir, bilgi
birikimidir. Onu gençlere aktarmak bir insanlık görevidir.’’ İşte bugün bütün konuşmalarımızı onun için yapıyoruz. Başımızdan
geçen bu olayları anlatalım ki gençler bunlardan kendilerine bir pay çıkarsınlar, nasıl
biz başkalarından öğrendik onlar da bizim
yaptıklarımızı öğrensinler.
Özel sektör tarafından ilk okulun
yapılışı
Münir Güney’in keşifleri sayesinde ilk
ilkokulu Ahmet Nuri Özsoy yaptırdı. Ondan sonra Abalılar, Münir Kuyumcular,
Özkardeşler, Kaynaklar... Kaynak benim
komşumdu, ben gariban eczacıydım onun
da gariban bakkal dükkânı vardı yanımda.
Zamanla ikimiz de parladık, o beni geçti sonra. Ben itibar kazandım, zengin bir
adam değilim ama bir zengin gibi yaşamasını bilen bir insanım. Dünyayı gezdim,
ben böyle örnek oldum insanlara. Araştırarak en küçük maliyetle halletmeye çalıştım
bol keseden değil. Dünyada gitmek, görmek istediğim bir tek yer kaldı; Kanada’da
Vancouver. Orda Rocky Mountain denilen
bir dağlar zinciri var, çok müthişmiş. Biraz
yaşım biraz sağlığım gereği çekindim, gidemedim. Geçenlerde Münih’e gittim 5 gün
kaldım görmemiştim Münih’i. En çok kütüphanesini beğendim Almanya’nın en büyük
kütüphanesi Münih’te; 5 milyon kitap var.
Ama önce cennet gibi Türkiyemizi gezmemiz görmemiz gerekiyor. İzmir’de yaşayıp
Pamukkale’yi Afrodisyas’ı bilmeyen çok
kişi var. 40 sene evvel, Çoşkun’ la yola çık-
tık, benim arabamla gittik, 15 gün gezdik
Türkiye’yi. Ne Tatvan’ı ne Ağrı’sı kaldı ama
önce ülkemi öğrendim sonra bütün dünyayı
bitirdim. Ondan kendimi çok mutlu hissediyorum.
Denizli’ye geldiğimde daha önceki bilgilerime ilaveten feyz aldığım kişilerin başında; Raşit Özkardeş, Hacı Münir Kuyumcu
bulunmaktadır. Bize akran olarak ta kazandıklarım Fuat Özen, Yüksel Kaşıkçı, Abdülgaffar Nemutlu, Şevket Karakurt, Coşkun
Önen ve daha pek çok Denizlili hemşehrilerimiz. Gerek Denizli merkeziden gerekse
Denizli dışından gelmiş arkadaşlarımızdan
oluşan ekiplerimiz iddia ediyorum Türkiye
genelinde bir numaralıdır. Türkiye’nin başka
şehrinde bu kadar başarılı dernekçiliği bir
şehre oturtan, güven kazanan, hem Denizlilerin hem de dıştaki Türkiyelilerin indinde
büyük itibar kazanan başka var mıdır bilemiyorum.
Hayatta en büyük hatam sigaraya alışmaktır. Toplam 20 sene içtim. Arada 5
sene 7 sene bıraktığım zamanlar oldu. O
beni kurtarmış, zarar vermedi. Kesinlikle sigaraya hayır; hem eczacı olarak hem de içmiş birisi olarak söylüyorum bunu. En güzel
zamanınızda bir sigara yakıyorsunuz, içiyorsunuz, keyif veriyor, işiniz bitiyor. Sigara
içmediğiniz zaman ise dışarıdaki güzellikleri keşfediyorsunuz.
Denizli’deki pek çok değerli aileyi takdir
ederim. Denizli'nin insanı dürüst, şerefli ve
çalışkandır. Şimdi gördüğüm nesil babalarını, dedelerini geçti. Çok daha güncelleşti,
çok daha modernleşti, modern dünyaya
ayak uydurdular. Bunların başında da ben
Ali Bey’i ve İsmet’i (Abalıoğlu) gösteriyorum. Ali Bey ile İsmet Bey’i fevkalade takdir ediyorum. Her yerde anlatıyorum, örnek
olarak veriyorum. Şahane işler yapıyorlar.
İşte asıl zenginlik bu.
Kuruluşundan iki sene sonra İzmir SEV
Vakfı’nda yer aldım.
Bir çocuk var, Mardin’den gelmiş. 30 yaşlarında, Çeşme’de benzin istasyonunda
çalışıyor, adı Mehmet. Ben şimdi benzin
almaya gidiyorum. Çağırıyorum “Mehmet!
Nasılsın oğlum?” “İyi yanından görüyorum
abi” diyor. Biz de her zaman iyi yanından
görmeliyiz!
Buldan Platformu
Buldan’ın aşığıyım. Çünkü doğduğumdan yirmi yedinci yaşıma kadar Buldan’da
yaşadım. Babamın eczanesi sebebi ile.
Ancak talebe olarak gidiyorduk, geliyorduk. Yine Buldan’da kalıyorduk. Askere gidip geliyorduk, yine Buldan’da kalıyorduk,
hep Buldan’la haşır neşirdik. Buldan’ın
taşını, kuşunu, toprağını; Yayla Gölü’nden
tut Tripolisine varıncaya kadar her yerini
bilirim, hep beraber büyümüşüzdür. Yirmi
yedi yaşından sonraki gerek Denizli gerek
İzmir’deki yaşamımda her fırsatta Buldan
özlemi çekmişimdir. Hep Buldan’ın etkisinde kalmışımdır. Oraya bir an önce gitmek istemişimdir. Hatta Buldan’da benim
mezarım kazılı, yapılı, üzeri toprak örtülü
tümsek olarak. Üzerine bir taş koyuverin
yeter diyordum. O kadarcık yani. Bir taş koyuverin, üzerine “Atilla Sayıner” yazın kafii,
başka bir şey istemiyorum. Ama bakıyorum
son zamanda benim gibi Buldan özlemi
çekenler çok. Zamanında Buldan’dan yokluk içinde ayrılmışlar, dışarıda kazanmışlar,
sadece kazanç değil itibar kazanmışlar, büyük işler yapmışlar, bürokraside, sanayide,
ticarette ve hariciyede görev almışlar… Bu
arkadaşları bir araya getirip, Buldan’da bir
platform oluşturalım, bunların tecrübelerinden yararlanalım düşüncesindeyiz. Bul-
dan’ın çünkü gizli kalmış bir sürü hazineleri
var. Buldan Yayla Gölü, kuş cenneti, Tripolis
tarihi hazinesi, el sanatları, eski Buldan evleri var, yüzün üzerinde. Merkez Efendimiz
var, Buldan Sarımahmutlu doğumlu. Ayrıca
sularımız çok güzel, ekolojik tarıma çok
müsait. Biz Buldan’ın değerlerini saydık, 37
madde çıktı. Bu 37 maddeyi işlemek için bir
platform oluşturduk. 35 kişilik kurucular heyetimiz var. Ayrıca da 110 kişilik danışma
konseyimiz var. Çünkü bu kurucular heyetine giremeyen bir sürü Buldan’lı dostumuz,
kardeşimiz gönül koydular bize. “Biz neden
yokuz?” diye. “Siz de, danışma konseyindesiniz.” dedik. Hanımlar kolu var, 20 kişilik.
Gençler kolu var, o sonsuz. 100 de olur 500
de olur, hepsi Buldan’a hizmet edecek. Hazırda bunlar. Başdanışmanlar oluşturduk,
Buldan’a hizmet verebilecek. Buldan’ı bilen,
zamanın valilerini, maliyecilerini, sanayicilerini topladım. Şimdilik yedi tane başdanışmanımız var. Bunlar eski valilerimizden
Münir Güney, İsmail İyilikçi, Şadan Gökovalı,
Hurşit Şen, Cengiz Bektaş, Önder Göçgün.
Valimiz, Denizli Belediye Başkanımız ve
Rektörümüz fevkalade ilgi gösteriyorlar.
Onlar da bizim doğal ve şeref üyemiz. Bütün Türkiye’deki ilçelere, bu bizim teşebbüsümüzü örnek olarak bildirmeyi istiyorlar.
En başta turizm. El sanatları, çok ilerleyecek. Platformun ben onursal başkanıyım.
Diğer arkadaşlarımız da kendilerine göre
güzel görevleri var. Büyük bir huşu ve zevkle platformu devam ettireceğiz. Buldan
Platformundaki sloganımız: “Toprağından
oluştuğumuz, toprağı olacağımız sevgili
Buldan’ımıza hizmet etmekten büyük onur
duyuyoruz.”
İzmir Denizlililer Derneği’nde kurucu idim.
İzmir Buldanlılar Derneği’nde kurucu değildim ama ilgilendim.
Kendime olan güven duygum çok yüksek.
Hiçbir zaman kendime limit koymadım.
Azimle, hırsla ayakta kalmaya çalıştım. İnsanları tanımayı, dostluk kurmayı çok seviyorum. Belki de sağlığımı, neşemi, uzun
yaşamamı bunlara borçluyum.
Sporla her zaman bütünleştim. Dünyanın, doğanın, dost insanların hayranı
oldum. Dünyanın en güzel şehirleri neresi
derseniz; Buldan, İzmir, İstanbul, Çeşme’dir.
Bu da memleket sevgisinden geliyor yani.
“Hayat; daima yeni limanlara açılacak bir rıhtım sunar insanlara.
Yeter ki, irade ve umut yaşam boyunca var olsun.”
13
sarraflar, beyaz eşya, halıcı, bakkaliye, pazarcılar, bakırcılar, züccaciye ve kahvecilerden oluşan sektörler bulunmaktadır.
Alt gelir ve orta gelir grubuna hitap eden
işyeri sayısı % 60’lardadır. Denizli merkez
ve Denizli’ye komşu olan illerin yakın olması dolayısı ile ilçelerin de katılımıyla büyük
bir müşteri potansiyeli oluşturmaktadırlar.
Turistlerin çarşı ekonomisindeki payı büyük ölçüde azalmıştır. Genellikle el yapımı
ürünler ve antik eşya arayan turistler umduklarını bulamadıkları için fazla alışveriş
yapmadan dönmektedirler. Onlara hitap
eden işyerleri olsa ve turist rehberleriyle
diyalog kurulsa bilgi alışverişleri artar düşüncesindeyiz.
ALİ CİLLOV
1961 senesinden beri dernek çalışmaları içerisindeyim. Allah ömür verdiği sürece
de bu çalışmaların gönüllüsü olmaya devam edeceğim. Bu süre zarfında, üzerinde
önemle durduğum konu, siyaseti bu hayır
çalışmalarına karıştırmamaktır. Herkesin
siyasi görüşü ayrı olabilir. Ama buranın
mevzusu tek! Bu mevzu için bir araya geldiğimize göre, başka mevzuların konuşulmaması lazım. Bu konuda ben çok ısrarlı
davrandım ve başarılı da oldum. Bazı arkadaşlarım bu tavrıma gücenerek ayrıldılar,
gittiler.
Kaleiçi
Denizli’nin en merkezi yerinde olup, değişik sektörlerden değişik kesimlere hitap
ettiği için genel alışverişe bakıldığında edinilen izlenim ekonomik açıdan çok önemlidir. Denizli’de yetişen ve şu anda büyük
sanayiciler dâhil hepsi kaleiçinde çalışıp, ilk
sermayelerini buradan kazanmışlardır.
İşyeri sahipleri ve hitap ettikleri müşterileri orta gelir sınıfından olup, Denizli ve
çevre ilçelerindendir.
Kaleiçi Çarşısı 1208 yılında Karasungur
Bin Abdullah Dönemi’nde kale olarak inşa
edilmiş, zaman içinde çeşitli muharebelerden sonra kalenin yerini alışveriş yapılabilen bugünkü Kaleiçi Çarşısı halini almıştır.
Kaleiçindeki esnaflar ahilik geleneğini
sürdürüp, zorda olanlara, yolda kalmışlara,
fakir fukaraya elinden geldiğince yardımcı
olmaktadır.
Kaleiçi’nde; tekstil, manifatura, konfeksiyon, yerli dokuma, mefruşat, ayakkabıcılar,
14
Kaleiçi Çarşısı ve Bayramyeri
Güzelleştirme Koruma ve Yaşatma
Derneği
Başta başkanları ve yönetim kurulu üyeleri olmak üzere iyi niyet ve özveri ile çalışıp hiçbir menfaat beklemeden çarşı için
ellerinden geleni yapmaya çalışmaktadırlar. Başlıca sorun kale duvarlarının yapılıp
tarihi güzelliğine kavuşturulması bunun
yanında otantik dinlenme yerleri, çarşının kültürel dokusunu yansıtan işyerlerinin
öne çıkarılması ve mağazaların açılmasını
ekleyebiliriz. Esnaflar ve yanında çalışan
personelin çeşitli seminer ve eğitimlerden
geçirilerek kendilerini yenilemeleri istenmektedir. Tarihi restorasyan için sadece
derneğimizin çalışması olup, kültür müdürlüğümüzün girişimleri bilinmemektedir.
Son dönemlerde ülkemizde yaşanan
ekonomik krizler, çarşımızı da aşırı derecede etkilemiş olup, yeni iş yerleri açılmamakla birlikte kapanan işyerleri de oldukça
fazladır. Çoğu esnafımız siftah dahi yapamadan işyerlerini kapatmaktadırlar. Fiyat
istikrarı olan, kaliteli mal satan esnaflarımız devamlı ve kalıcı olacaklardır. Yeni
alışveriş merkezleri müşteri açısından %
5’ler gibi etkilenmiştir. Esnaflarımız olarak
bizler gelen müşterilerin her türlü ihtiyaçlarını karşılayabilirsek Kaleiçi Çarşımız daha
uzun yıllar Denizli’mizin kalbi olarak Denizli’ye hizmet edecektir.
Çeşitli yerlere çöp bidonları konulması,
muhtelif yerlerde gençler için kafe ve eğlence salonlarının yapılması, yöresel ürünlerimizin teşhir edilerek bunların satılması
da çarşımızı biraz olsun canlandıracaktır.
(Şarap evi, Yatağan bıçakları, Buldan dokuması, Leblebi vb.) Dernek olarak elimizden
gelen imkânlar ölçüsünde her türlü girişim
yapılmaktadır. Kaleiçi girişine tarihçesinin
yazılması ve kale kapılarının yapılması da
eklenebilir.
Kaleiçi’nin altı adet kapısı vardır. Altı
kapıdan biri şu anda Belediye İşhanı’nın
olduğu yerdeydi. Gündüz alışveriş zamanı
büyük kapılar açılır, akşam saat 7’de Kaleiçi
tamamen kapanırdı. O saatten sonra içerde işi olan ya da dükkanına girip bir şeyler
almak isteyen birisi ancak Kaleiçi komiserinden izin alarak içeri girebilirdi. İçerde olduğunuz sürede bekçi refakat ederdi.
Yetiştirme Yurdu ve Huzurevi
44 sene önce yetiştirme yurdu için çalışmaya başladım.Önce Pelitlibağ’ daydı.
Denizli Yetim ve Acizleri Koruma Derneği
Hakkında Bilgiler:
Bu dernek ilk defa 1960 yılı öncesi, Namık Kemal İlkokulu bodrum katında açılmıştır. Tahminen 100 çocuk barınmakta
idi. Müdür Mahmut Ali Türk’ün gayretleri ile
kurucu Kemal tarafından kurulmuş, ilk başkanlığa Sümerbank fabrika müdürü Nadir
Sebik getirilmiş ve derneğin çalışmaları Pelitlibağ’daki yurdun yanına alınarak binası
inşa edildikten sonra oraya taşınmıştır. Fakat Denizli’nin ihtiyacına kâfi gelmediğinden; başkan Esat Sivri ve müdür Ziya Kaylan zamanında yer aranmaya başlanmıştır.
Başkan Eczacı Burhan Uzunoğlu zamanında yurt binası bitişiğindeki araziden iki
defa yer alınmış. Birisine Döner Sermaye
sistemi kurularak marangozluk, demircilik,
terzilik ve ayakkabı zanaatlarının atölyeleri
yapılmış ve ilkokulu bitirip okumak istemeyen çocuklar zanaatkâr olarak yetiştirilmiş
ve hayata meslek sahibi olarak katılmaları
sağlanmıştır.
Denizli Yetiştirme Yurdu aynı zamanda
dernek kanalı ile Denizli’nin sosyal hayatına
da katkıda bulunmak amacı ile her hafta
müzik grupları veya tiyatro toplulukları ile
anlaşmalar yaparak Denizlililere bir kültür
hizmeti yapmıştır. Pamukkale festivalini de
tertip ve tanzim etmeyi üstlenerek çocukların ihtiyacı olan gelirleri temin etmiştir.
Tüm bu hizmetleri yaparken Müdür Ziya
Kaylan ve Başkan Ecz. Burhan Uzunoğlu
Yönetim Kurulu Üyeleri; Ecz. Attilla Sayıner,
Ali Cillov, Rıdvan İnceoğlu ve başka çalışanlar ile Denizli halkı çok yanlarımızdaydılar.
Okuyan çocuklarımıza sonuna kadar
okulları için yardımcı olunmuş ve topluma
iyi bir insan olarak kazandırılmıştır.
Tüm bu görevlerimizi yaparken Denizli
halkından ve idarecilerimizden gördüğümüz katkı ve yardımları derneğimiz her
zaman hayırla anmaktadır. Atölyelerimizde
imal edilen okul süsleri, öğretmen masala-
rı, yazı tahtaları, resmi kurumların şapka,
gömlek takım elbise, ayakkabı döner sermaye sistemimizle yapılarak teslim edilmiştir. Denizli’de kesilmek vaadi ile yapılan
adaklar derneğimiz ilgililerince kestirilip
hizmet verilmiştir. Denizli’nin ucuz kaliteli
kömür temin işi yapılarak tüm Denizli’nin
ihtiyaçları zamanında karşılanıp hizmetler
verilmiştir.
Elde edilen gelirlerle tekrar Pelitlibağ tesisleri yanında arsa alınarak hayırseverler
pansiyonları inşa edilmiştir. Çocuk barındırma kapasitesi artırılmıştır.
Başkan İsmail Sever döneminde Yetiştirme Yurdu parlak günlerini yaşamış, Vakıf
kurulmuştur.
Yetim ve Acizleri Koruma Vakfı’nın kurucusu İsmail Sever’dir. Kayınpederim Raşit
Özkardeş ve büyük bacanağım Esat Ma-
zıoğlu da vardı. Esat Mazıoğlu ayrılmak durumunda kaldı, ben onun yerine vakfa girdim. Vakfın ve yetiştirme yurdu başlangıcı
bu şekilde oldu.
Vakıf olarak, gerekli prosedürü tamamlayıp Pamukkale yolu üzerinde 3,5 dönüm bir
arsa aldık. İnşaat yapmak için vatandaştan bağış topladık. Heyet olarak Ankara’ya
gittik. Bu heyette Esat Sivri, Fuat Özen,
ben vardım, başkaları da var mıydı hatırlayamıyorum şimdi. Denizli dokumlarından hediye götürdük giderken yanımızda.
Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nda Bakan bey
ve Müsteşar bey ile görüştük. Bakan bey,
Samsun’un huzurevi yapımı için 3 yıldır parasının beklediğini ama bir türlü arsa tahsis edemediklerini söyledi, onların kaynağını bize aktarmayı önerdi. Ama arsamızın
çok küçük olduğunu söyleyerek,10 dönüme
tamamlamamızı önerdi. Biz de süratle arsamızı büyüttük. Sağ olsunlar arsayı satın
Aygören, rahmetli Ali Hisarlıoğlu. Tanıtım
komitesinde de Ziya Tıkıroğlu, Yusuf Bahri
Karaosmanoğlu vardı.
BEKİR SITKI
URGANLIOĞLU
Yüksek Öğretim Vakfı
Kurucu üyelerden biri olarak Yüksek Öğretim Vakfı konusunda ben de katkı koymak
istiyorum. Vakıf üyeleri olarak tek amacımız
şehrimizin bir üniversiteye kavuşmasıydı.
Dönemin Belediye Başkanı Ziya Tıkıroğlu
ve valisi Necati Bilican’ ın vakıf kurulmasındaki emekleri çoktur. O yıllarda neredeyse
her hafta valilik toplantı odasında toplanır,
gelişmeleri değerlendirirdik. Önce komiteler oluşturuldu ve görev dağılımı yapıldı.
Ben iki komitede görev almıştım, “Mali İşler Komitesi” ve “ Tanıtım Komitesi”. Mali
İşler Komitesinde; Ahmet Kundak, Mesut
Mali İşler Komitesi olarak 25, 50 ve 75
liralık, 36 adet(üç yıllık) senetler hazırladık.
Bu senetleri gelir durumlarına göre hayırsever hemşerilerimize imzalatarak ilk toplu
gelirimizi sağladık. Toplanan bu senetleri
lojman yapımında kullanması için sevgili
Ahmet Kundak ağabeyimize verdik. Lojmanlar üniversitenin ilk binalarıdır. Hocalarımız lojmanımız olduğu için üniversitemizi
tercih ederler diye düşünmüştük. Tanıtım
Komitesi olarak da bir dergi çıkarmıştık.
Derginin kapağında Denizli’lilerin avuçların da Pamukkale Üniversitemiz vardı. Pamukkale Üniversitemize o günden bu güne
kadar emeği geçen herkese ve ülkemizin
saygın eğitim kurumlarından biri haline getirenlere çok teşekkür ediyorum.
Bir gazeteci röportaj sırasında bana
“derneklerde çok aktifsiniz, çok zaman
ayırıyorsunuz bunun nedeni nedir” diye bir
soru sormuştu. Ben de “Sosyal Sorumluluk
diyebilirsiniz. Doğup büyüdüğüm, yaşadığım şehrime hizmet etmeyi bir görev sayıyorum” demiştim. Bu Sosyal Sorumluluk
Virüs’ü nü sevgili büyük kızım Serra 1986
yılında “Zübeyde Hanım Anaokulu” na başladığında kapmıştım. Daha sonra küçük kızım Cansu’nun da okullarında Okul Koruma
Dernekleri ve Okul Aile Birliklerinde görev
alarak eğitime katkılarımı elimden geldiğince sürdürdüm.
aldığımız kişiler hem fiyatta indirim yaptılar hem de ödemede kolaylık sağladılar.
İnşaata İsmail Sever zamanında başladık,
ama tamamlanmasını göremedi maalesef.
İsmail Sever başkandı, ben 2. başkandım,
Sonrasında binayı yaptık, bitirdik. Arsamız
geniş olunca, huzurevinin yanına evlat, torun sevgisini de yaşamaları için yetiştirme
yurdu da yapılması kararı alındı. Biz vakfı
kurunca derneğimizi bayanlara devrettik.
50 senesinde Denizli’nin suyunu ilk getiren kişi Candoğan’dır, Denizli için önemli bir
isimdir. Sever Bulgaristan’dan gelme göçmendir, su yollarını yaparken boruları döşeyen arkadaşları tenkit etmiş. 6 ay sonra
haşat olur, üstüne attığınız yol işe yaramaz
diye.
Denizli Genç İşadamları Derneği
(DEGİAD)
1991 yılında sevgili Gültekin Salgar’ ın
öncülüğünde Emin Toker, İsmet Abalıoğlu,
Haşmet Eke, Mehmet Ekizler ve rahmetli Hasan Bozbay’la birlikte Denizli Genç
İşadamları Derneği’ni kurduk, 1994-1996
döneminde yönetim kurulu başkanlığını
yaptım. DEGİAD’ın kuruluş amaçlarından
en önemlileri ikinci kuşakların katılımcılığını ve paylaşımcılığını artırmaktı. Benim
DEGİAD başkanlığımdaki aktivitelerimle
Denizli beni daha iyi tanıdı. Bülent Ecevit, Cem Boyner, İlhan Kesici, Cem Duna,
Köksal Toptan, Doğan Cüceloğlu, Yaşar
Nuri Öztürk gibi konuklarımız oldu. Doğan
Cüceloğlu’ nun “Aile İçi İletişim” konulu
konferansında Yeni Sinema izleyicilerle ağzına kadar dolmuştu. Salona giremeyenler
sinema pasajında dinlemişlerdi. Konferans
sonrası izleyicilerden bir kişi benim yanıma
gelerek “Biraz önce sizi sahnede gördüm.
Herhalde siz başkansınız, sizi tebrik ediyorum. Bu sinemayı Rambo’ dan sonra dolduran ilk sizsiniz” sözleriyle dile getirdiği
tespiti beni güldürmüştü.
Yaşar Nuri ÖZTÜRK hocanın, 1995 yılı
Ramazan ayında Çatal Çeşme Oda Tiyatrosu’nda verdiği konferansı da 500 kişiye
yakın kişi izlemişti. Sevgili hocamız, öyle
şeyler söylemişti ki, birçok şeyi yanlış bildiğimizi ve eksik yerine getirdiğimizi anlamıştık. O günden sonra dinimizle ilgili daha
çok okumaya ve namazımı kendi dilim olan
Türkçe ile kılmaya başladım. İbadette niyet
önemli, ama bana göre ne dediğini bilerek
15
Allah’a şükretmek ve istemek çok daha
önemli.
Denizli’nin sanayileşmeye başlaması
DEGİAD’ın kurulmasıyla aynı yıllardadır.
Sanayileşmeye başlayan şehirlerin birçok
ihtiyaçları ve önemli sorunları oluşur. Bizde
DEGİAD olarak şehrimizi bekleyen sorunların neler olabileceği, bu sorunlar oluşmadan alınabilecek önlemler neler olabilir
bir araştırma yaptırmak istedik. Dönemin
Pamukkale Üniversitesi Rektörü Arif Akşit
hocama giderek konuyu paylaştım. Arif
hocamda beni Feyzullah EROĞLU hocama yönlendirdi. Feyzullah hocam “Kentleşme ve Sanayileşme Sürecinde Denizli’nin
Muhtemel Problemleri ve Çözüm Yolları”
isminde bir kitapçık hazırladı ve yayınladık.
Kitapçıktaki konuları Çatal Çeşme Oda Tiyatrosunda düzenlediğimiz ve tüm vekillerimizin de katıldığı bir panelde de masaya
yatırarak tartıştık. Daha sonraki yıllarda
hepimiz sevgili Feyzullah hocamızın tespitlerinin ve çözümlerinin ne kadar yerinde
olduğunu yaşayarak gördük.
Denizli Kültür ve Eğitim Vakfı
(DEKEV)
Atatürk ilke ve prensiplerini benimsemiş,
laik ve çağdaş bir vakıf olan Denizli Kültür
ve Eğitim Vakfı 1998 yılında yapılan bir genel kurulda; Ali ve İsmet Abalıoğlu, Müjdat
Keçeci, Hüseyin ve Vedat Erikoğlu, Mustafa Kaynak, Selami Urhan ve bir kısım işadamıyla birlikte beni de kurucu üye olarak
aralarına kabul ettiler ve daha sonra da
yönetim kurulunu oluşturma görevini verdiler. Yönetim olarak ilk işimiz Belediyenin bir
dönem kreş olarak kullandığı binayı kiralayıp, tadilat yaparak, Erkek Öğrenci Yurdu
haline getirmek oldu. Belediye Başkanlığı
Duyduğum bir hikaye var; İkinci Harp
Savaşı’nda Yunanlı mülteciler gelmiş Denizli’ye bazı okullarda misafir edilmişler.
Şimdi bu konu bizim misafirperverliğimizi
vurgulamak adına çok önemli. Çok hoş bir
hikaye, çünkü savaş yılarında Yunanlıların
ülkesi işgal edilmiş ve kaçarak bize sığınmışlar, bu hoş işte.
Ben ilkokul çağlarındaydım, çok güzel bir
kadın bir de çocuk heykeli vardı. Denizli’nin
modern tarafını gösteren sembol olduğunu düşünüyorum. O heykel şimdi Üniversite’nin Gölbahçe’deki sosyal tesislerinin içerisindeymiş. Kentin içerisinde olmasını ben
önemli buluyordum.
FARUK İNCEOĞLU
Öncelikle böyle bir toplantı organize
ettiğiniz için teşekkür ederim. Aslında bu
derginin nasıl oluştuğuna çok kısa burada
değinmek isterim. Bu dergi bir aile yemeği
muhabbeti sırasında doğdu aslında. Filmi
geri sararsak; o sohbet sırasında Demirci Vakası’ndan bahsetmiştim, Ali Abi onu
çok heyecanlı buldu. Derken sonra Ömer
Gökmen geldi, Ömer de farklı şeylerden
bahsetti yerel tarih konusunda. Makine
mühendisleri odasında abilerimizi ve tarih
hocalarını davet ettiğimiz toplantılar yaptık, 10-15 toplantı yaptık. Ve dergimiz bu
şekilde doğdu. Denizli’nin eski hafızalarını
buraya davet etmek, gerçekten o toplantıların bir benzeri gibi oldu. Şimdi birçok şeyi
yeni öğrendiğim için çok mutlu oldum gerçekten. Hepinize yaptığınız hizmetlerden
dolayı teşekkür ederiz.
16
Lise yıllarımda ilkokul hocamı ziyarete gittiğim bir sırada bana şey demişti ki
“Denizli çok tutucu bir kent aslında”. Ben
o zamanlar biraz alındım “Neden hocam”
dedim. “Mesela, 50’li yıllarda Denizli’ye
tazyikli su gelecek dediler, Denizliler karşı
çıktı” dedi.Tren hattında da aynı şey olmuş.
Tren hattı Aydın’dan sonra Denizli’ye gelecekmiş, Denizli’liler kabul etmemişler. “Bize
gelmesin” demişler, onun için tren hattı
Goncalı’dan geçer. Sonra bakmışlar iyi bir
şey, pişman olmuşlar, hattı tekrar alıp Goncalı’dan Denizli’ye bağlamışlar.
10 sene önce, biz bir grup 10 arkadaş
bir dernek kurduk; Kratoryum diye. Almanya’dan bir arkadaşım vardı, burada onun
desteği ile dönemin Belediye Başkanı Aygören ve valisi de dahil olmak üzere birçok
kişiyi aldık İstanbul’a götürdük. Orada Crea
World vardı, Ericson’un kurduğu bir platform. Genç birçok arkadaşı topladık etrafımıza. Her hafta birkaç sabah toplanıyorduk, neler yapabileceğimizi düşünüyorduk,
seçimlerinden sonra kiracısı olduğumuz
Denizli Belediyesi yurt binamızı boşaltmamızı istedi. DEKEV olarak hemen yer arayışına gittik, arsamızı aldık ve binamızı da
17 ay gibi bir sürede tamamlayarak öğrencilerimizin hizmetine açtık. Atatürk Erkek
Öğrenci Yurdu’muz Türkiye’deki Atatürkçü,
Laik ve Çağdaş ilk yurtlardan biridir. Turhan Ülkü, Metin Saydal, Ali Marım ve Kazım Arslan’ın yurdun yapılmasında emekleri
çoktur. Yurdun yapımı için ziyaret ettiğimiz
hayırseverlerimiz bizi hiç boş çevirmediler.
Vakıf yönetim kurulu başkanlığını 2013 yılında bıraktım.
Cafer Sadık Abalıoğlu Eğitim ve Kültür
Vakfı olarak, Denizli Dergisiyle şehrimize
çok önemli bir Kültür katkısı koyuyorsunuz.
Emeği geçen herkese çok teşekkür ediyorum.
konuşuyorduk. İnanılmaz bir güzel proje
çıkıyordu; bugün telefonlarımızda update
dediğimiz olayı yapacaktık. Daha sonra
vali bey de destek verdi; “İnanılmaz güzel
bir proje, destekliyorum” dedi. Unesco’dan
destek almak söz konusuydu. “Bir toplantı düzenleyin ben de geleceğim. Sanayici
arkadaşlar da gelsin, destekleyelim ve büyütelim” dedi. Toplantı yaptık. Ama o toplantı büyük bir hayal kırıklığı oldu. O zaman
üniversitenin rektörü Kazdağlı’ydı. Gelirken
birlikte bilişim bölümü başkanını getirmiş gelmiş. Biz daha lafa girmeden “Size
ne oluyor, böyle bir şey yapmak gerekirse
üniversite yapar” dedi. Sonra da sanayici
bir duayenimiz çıktı “Ayağı yere basan işler yapın” dedi. Halbuki oradaki çocukların
hepsi bilgisayar bilen, kimisi yazılım yapan
insanlardı. Bir anda bütün şevkimiz söndü,
umutlarımız söndü sonra vali Ziya Göksu
da anladı durumu, “Siz bir toplantı düzenleyin” dedi. Sonra kulağıma fısıldadı “Bu
sanayiciyi çağırmayın Üniversiteyle yapın
toplantıyı” dedi. Aynı kavgayı üniversitede de yaptık. Unesco temsilcisi geldi, bize
maddi destek vereceklerdi. Çünkü böyle bir
şey ilk defa Anadolu’dan geldiği için bize
maddi destek ve eğitim verecekler. Maalesef Unesco temsilcisi kadın giderken
döndü bana “Siz biraz daha aranızda birlik
sağlayın da ben ondan sonra geleyim” dedi,
gitti. Halen unutamam, bütün arkadaşlar büyük hayal kırıklığı yaşadık. Bir daha
toplanmadık bile. Eğer o tarihte olsaydı,
inanıyorum orada yetişen çocuklar bugün
telefonlardaki update programını yazacaklardı. Denizli belki Hindistan’da olduğu gibi
bir merkez olacaktı. Bunlar da hayatın gerçekleri eminim ki sizler de çalışmanlarınız
yaparken buna benzer hikayeler yaşadınız.
Biraz önce anlattıklarınızı dinleyince aklıma
geldi.
ki huzurevinin 10 dönümlük yerini satın
almaya teşebbüs ettik. Rahmetli Rıdvan
İnceoğlu'yla beraber pazarlık ediyoruz.
Ama çok fazla indiremedik fiyatı, netice
de yüz elli bin liraya aldık o arsayı. O sırada Vali Bey, bizden çocuk yuvası için arsa
talebinde bulundu. Rahmetlik Sever “Arsa
bizim” dedi. O gün ben yoktum tesadüfen.
Ertesi gün gittik Vali beyin yanına, “Yanlış
anlaşma olmuş, siz arsa istemişsiniz, ne
kadar istiyorsanız verelim” dedim. “Dört
dönüm yeter” dedi. “Beş dönüm verelim”
dedik. Muamelesi yapıldı, beş dönümünü
de oraya aktardık. Kaldı elimizde beş dönüm.
FUAT ÖZEN
1959 yılında Denizli’ye geldim. Kontrol
memuru olarak tayinim çıkmıştı, göreve
başladım. Denizli’de hemen hemen Okul
Aile Birliği ve Koruma Derneği Başkanı
olarak çalışmadığım hiçbir okul kalmadı
benim.
Yetiştirme Yurdu ve Huzurevi
63’te Emin Sibel isminde bir defterdar
gelmişti Denizli’ye. Sosyal ve akademik
yönü çok kuvvetli bir kişiliği vardı. Yetiştirme yurdunda çalışmış, bizi oraya topladı,
göreve başladık.O zamanlar Allah selamet versin Kazım Sivri vardı, rahmetlik
Ziya Kaylan yetiştirme yurdu müdürü idi.
Denizli’ye konser ve tiyatroyu aşılayan bir
kişiydi. Tek tek herkese bilet satardı.
Daha sonra ben 64’te memuriyetten
istifa ettim. Bir muhasebe bürosu açtım.
Niyetimde çok geniş kapsamlı bir ortaklık kurup, ihtisaslaşarak çalışmak vardı.
5 ortağa kadar buldum, fakat ortaklık
yaptığım arkadaşlarım, dışarıda çok fazla
çalışmalar yaptığımdan ve kendilerini ihmal ettiğimden yakındılar. Bundan sonra
kendi kendime bir değerlendirme yaptım.
Yaklaşık 18-20 yıllık görevim varmış. Sonra İsmail Sever’ in yanına gittim ve dedim ki; “Sen unu elemiş eleği asmışsın,
çalışmaya ihtiyacın yok. Ben ayrılayım,
derneğin başına sen gel”. İlk başta ben
yapamam dese de ikna ettik; İsmail Sever’i yetiştirme yurdu başkanlığına getirdik. O sırada huzurevi gündeme geldi.
Hikayesi biraz uzun huzurevinin. Esat Sivri, Ali Cillov, İsmail Sever, ben ve rahmetli
olan Ziya Kaylan ve Rıdvan İnceoğlu hep
birlikte Ankara’ya gittik.
Ancak Ankara’ya gitmeden evvel biz
Korucuk’ta Pamukkale yolunun üzerinde-
(Ziya bey huzurevinin müdürlüğünü
yaptı, kendisi emekli olduktan sonra Münir Güney’in valiliği zamanında biz heyet
olarak valiliğe çıktık. Dedik ki;“Biz Ziya
Bey’le çalışmaya alışkınız.Bize dernekte
uyum sağlayacak bir müdür önermenizi
rica ediyoruz”. “Benim bildiğim birisi var
dedi, tayinini yapacağım, ama uyum sağlayamazsanız yine haberim olsun” dedi.
Neşet Bozan’ı getirdi. Bu arkadaşla da
uzun süre çalıştık.)Ankara’ya giderken
amacımız Huzureviyle ilgili bilgi almak.
Paramız yok ama kafamızda birçok soru
var: Çocuk yuvası ile huzurevi beraber
olur mu? Yaşlılar torun sevgisini oradan
karşılar mı, yoksa gürültülerinden rahatsız olup şikâyetçi mi olurlar? Aklımızdaki
tüm soruları sorup bilgi almak istiyoruz.
Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü’ne
gittik. İlgili müdürden randevu istedik.
Hemen gelebilirsiniz dediler. Ama ben
yeni geldik, müsait değiliz diyerek randevuyu 16.30’a aldım. Bunun üzerine Esat
Sivri bana sitem etti. “Buradayız arkadaş
bu saate kadar niye bekliyoruz” diye.“Esat
Bey, ben bürokrasiden gelen bir insanım,
şimdi müdürün yanına gideceğiz, imzaya
ya da bir şeyler sormaya gelecekler. Bizi
dinleyecek fakat bizimle meşgul olamayacak.” dedim. Gitmeden evvel de yaptığımız istihbarata göre çiçeği bile rüşvet
diye kabul etmezmiş. Öyle bir müdürmüş.
Benim niyetim müdür beyi ofisinden dışarı çıkarıp yemekte daha uzun vadede
konuşmaktı. Gittik, tanıştık, buyur etti
bizi, oturduk.“Müdür bey kusura bakmayın
devlet mesaisinden çalmaya pek niyetimiz yok. Biz sizi meşgul etmeyelim. Biz
bilgi almak için geldik. Denizli’de huzur evi
ve çocuk yuvası yapacağız, akşam mesaiden sonra sizi bekleyelim” diye derdimizi
anlattık. Ama“Çıkamam, çocuğum hasta”
dedi. Yapacağımız bir şey yok tabi, iptal
ettik. “Müdür muavini var, Tuğrul Bey onu
çağırayım” dedi, “memnun oluruz” dedik.
O gün orada sohbet ederken öğrendik
ki, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü
Samsun’a huzurevi yapmak üzere programa almışlar. Müdür muavini Tuğrul
Bey’e dedi ki,“Yarın Samsun‘a gideceksin.
Huzureviyle ilgili çalışma hakkında bana
bir rapor ver”. Tuğrul Bey, “Samsun daha
hazır değil, bu Denizli işi aklıma yattı, bu
programı biz Denizli’ye alalım. Huzur evini Denizli’de başlatalım” dedi. “Şu gelen
arkadaşlar Denizli’nin en kalburüstü insanlarıdır. Her biri orayı teftiş edecekler.
Bunu garanti ediyorum” dedi.
Ankara’dan döndükten sonra rahmetlik
Ziya Kayran bir gün geldi bana “Kale içerisinde konfeksiyoncu Otçu kardeşler var,
onların bizim arsanın bitişinde 10 dönüm
yerleri var satacaklarmış” dedi. Onlara
gittim, dediler ki : "15 gün önce satılmış
bir emsal var değeri 1,5 milyon." " Arkadaş huzurevi yapacağız, hayır olacak"
diyerek ikna etmeye çalıştık." O zaman
yarısı bizden yarısı sizden olsun" dediler.
Biz tekrar 15 gün sonra konuşmaya, çaylarını içmeye gittik.10 dönümü de 250
bin liraya aldık.
Bu olaylardan çok sonra Ankara’ya ziyaretimiz olmuştu. Müdür beyden inşaata başlamadan önce 1 ay süre istedim.
”Napacaksınız?” dedi. “10 dönüm yerimiz
var, 5’ini size verdik çocuk yuvası yapmanız için dedim" "5 dönüm bize az gelir, Ankara’da 2-3- huzurevimiz var” dedi.
Onları gezin hangisini beğenirseniz o tipi
kullanırsınız” A,B,C tipleri var huzurevlerinin. “Biz A tipine başlayacağız. Bir daha
arayışa girmeyeceğiz. Tapuyu ne zaman
getirirsem o zaman bu işi bize teslim et”
dedim. Tapuyu götürdüm, verdim. Huzurevinin başlangıcı bu şekilde oldu.
Yetiştirme yurdunun özelliklerinden bir
tanesi de şudur: 0-18 yaş arası devletin
karşıladığı bakım. 18 yaşından sonra ilişiğini kesiyor çocuğun yetiştirme yurdu.
Biz bir karar aldık yönetim olarak. 18
yaşını bitirmiş fakat okuyan olursa, ona
dernekten burs vermek suretiyle devamını temin ettik. İş ocakları vardı, okula
gitmeyen çocukları orada mesleki anlamda yetiştirdik. Hatta meslek edindirip de
orada çalışan kimsenin evlenme zamanı
geldiğinde, dernek olarak evlenmelerine
de yardımcı olundu. Sonradan iş ocakları
kapandı. 80 ihtilalinden sonraydı tahmin
ediyorum. Kenan Evren geldiğinde buradaki yetiştirme yurdunu gördükten sonra
bütün Türkiye’ye ilan etti. Örnek bir yetiştirme yurdu var Denizli’de, örnek alsın
Türkiye dedi.
17
ilimizde temeli atılacak olan Servergazi Devlet Hastanesi’nin temelini atmak
üzere ilimize gelen Merhum Başbakan
Yardımcısı Sayın Bülent Ecevit yaptırmakta olduğumuz okul inşaatımızı ziyaret etti ve kalan kısmın devletçe yapılmasını Milli Eğitim Bakanlığı’ndan talep
ederek okulumuzun tamamlanmasını
sağladı. 2000 yılında okulumuz eğitim
ve öğretime açıldı.
HASAN HİMMETLİ
Eğitim Kurumları Yaptırma ve Yaşatma
Derneği
Zübeyde Hanım Anaokulu
1987 yılından bu yana Eğitim Kurumları Yaptırma ve Yaşatma Derneği başkanlık
görevini sürdürmekteyim. 7 sosyal dernek
ve kulüpte de üyeliğim devam etmektedir.
1990 yılında Denizli’de ilk olarak yaptırılan
Zübeyde Hanım Anaokulu’nun yapımında derneğimizin büyük katkıları olmuştur.
Maddi katkı için derneğimiz tarafından
Milli Piyango İdaresinden izin alınarak eşya
piyangosu düzenlenmiş, TRT’den gelen sanatçılar eşliğinde çekiliş yapılarak ikramiyeler talihlilere teslim edilmiştir. Elde edilen gelir de okulun inşaatında kullanılmıştır.
Görme Engelliler Okulu
1994 yılında Merhum Sayın Abdulgaffar
Nemutlu hocamızı dernek yönetimi olarak
ziyaret ettik. Kendisi bize Denizli’de bir
Görme Engelliler Okulu yapmamızı önerdi.
Yaptığımız araştırmalar neticesinde İzmir,
İstanbul, Ankara, Çanakkale, Kahramanmaraş, Konya, Kayseri gibi illerde toplam
12 adet Görme Engelliler Okulu olduğunu
öğrendik. Bu nedenle Denizli’ye bölgesel
yatılı bir Görme Engelliler Okulu yapılmasına karar verdik.
Hazineden Milli Eğitime tahsis edilen
şimdiki okulumuzun temelini 1995 yılında
zamanın Cumhurbaşkanı Merhum Sayın
Süleyman Demirel ile birlikte attık. Başta
Valilerimiz Sayın Oğuz Kağan Köksal ve
Sayın Yusuf Ziya Göksu olmak üzere tüm
Denizli halkının yardımları ile 5.000 m2
kapalı alanı olan okulumuzun kaba inşaatını 1999 yılında bitirdik. Aynı yıl içerisinde
18
Eğitim Kurumları Yaptırma ve Yaşatma Derneğimiz 1987 yılında kurulmuştur. Derneğimiz yönetim kurulunu
eşit sayıda kadın ve erkek üyeler teşkil
etmektedir. Denizli’de kadın ve erkek
üyelerden oluşan ilk karma dernektir.
Derneğimiz aynı zamanda yapılan okulumuzun hamisidir. 25.000 m2 bir alan
içerisinde bulunan okulumuzun bahçesinde 20.000 m2lik çim,300 adet fıstık
çamı, 60 adet zeytin ağacı,portakal,mandalina, limon, turunç,kayısı,ceviz,karadut,kiraz,cennet elması,armut vs.çeşitli meyve ağaçları bulunmaktadır.
Mevcut zeytin ağaçlarımızdan yılda
1.000-1.200 kg zeytin toplanıyor. Bunlardan elde edilen 200 kg civarındaki
zeytinyağı öğrencilerimiz tarafından
tüketilmektedir.
Okul bahçemizde Denizli horozu, tavuk, bıldırcın, güvercin, ördek, kaz, hindi,
tavuskuşu, tavşan gibi çeşitleri barındıran bir hayvanat bahçemiz vardır.
Bunları yumurtadan çoğaltıp okul bahçesinde yetiştirerek bahçeye bir güzellik
sunmaktayız.
Okulumuz bahçesindeki uygulama
alanında domates, biber, patlıcan, maydanoz, soğan gibi bitkileri de yetiştirip
çocuklarımızın tabi bitkileri yemesini
sağlıyoruz.
26 yıldır Anneler Günü Piknik Yemeği düzenleyerek annelerimizin ve anne
adaylarımızın anneler gününü kutluyor
ve bu arada eski örf ve adetlerimizi
yaşatıyoruz. Daha önceleri çamlıkta yapılan bu yemek 2000 yılından itibaren
okulumuz bahçesinde yapılmaktadır.
Elma şekeri, macun, pamuk helva, lokma, saç böreği, döner, köfte, kokoreç
gibi yemeklerin sunulduğu bir alanda
çocuklarımız palyaçolarla eğlendirilmektedir.Bu yemekten elde edilen gelirle de çocuklarımızın ve okulumuzun
ihtiyaçları karşılanmaktadır.
Okulumuzda eğitim gören öğrencilerimizin %60’ı okulumuzun kız ve erkek
yurtlarında kalmaktadır. Bunun için hiçbir ücret ödememektedir. Okulumuzda
ana sınıfı, ilkokul ve ortaokul bölümleri
mevcuttur. Okulumuzdan mezun olan
öğrencilerimizin %90’ı Anadolu Liselerini kazanmıştır. 2013 yılında 1 öğrencimiz üniversite sınavlarında Türkiye 437.
si olmuş TOB Üniversitesini tam burslu
kazanmıştır. 1 öğrencimiz Okan Üniversitesi Mütercim Tercümanlık bölümünü
Türkiye 312.si olarak ve tam burslu kazanmış 7 dil öğrenmektedir. Okulumuzdaki öğrencilerimizin sosyal aktiviteleri
çok fazladır.Türkiye çapında çok iyi dereceler almaktadır.
Okulumuzdaki öğrencilerimizin yıllık et ihtiyaçları derneğimiz tarafından
kurban bayramında ve diğer zamanlara
ki yapılan bağışlarla karşılanmaktadır.
Öğrencilerimizin tüm giysilerini, ayakkabılarını okulumuzun devlet tarafından
karşılanmayan diğer giderlerini dernek
olarak biz karşılamaktayız. Okulumuzda
3-5 eleman çalıştırıp maaşlarını ve sigortalarını dernek tarafından ödüyoruz.
Halkımız yaptığı yardımların nereye
gittiğini çok iyi biliyor ve takip ediyor.
Bu nedenle okulumuza bağış almada hiç
zorlanmıyoruz.
Okulumuzda
eğitim gören
öğrencilerimizin
%60’ı okulumuzun kız
ve erkek yurtlarında
kalmaktadır. Bunun
için hiçbir ücret
ödememektedir.
Okulumuzda ana
sınıfı, ilkokul ve
ortaokul bölümleri
mevcuttur.
Okulumuzdan mezun
olan öğrencilerimizin
%90’ı Anadolu
Liselerini kazanmıştır.
sınız. Bunun için çıktığımız bu yolda, bütün
arkadaşlarımızın abilerimizin aynı alanda
çok büyük katkıları olduğunu düşünüyorum. Devlet herşeyi yapamıyor. İhtiyaç
duyulan alanlarda sivil toplum örgütleri
ve şahıslar devreye girmek suretiyle bu
konulara el atıyor ve yerine getiriyor. İşte
biraz önce bahsettik; Üniversitenin kurulmasının ne kadar önemli olduğunu, Yükseköğretim Vakfı ile birlikte bu temelin nasıl
atıldığını, nasıl gayretler sarfedildiğini,
Denizli’nin prestij bir binası sayılabilecek
bir hastanesi, Denizli’deki üniversitenin
tıp fakültesi binasının yapımında Denizli halkının katkısını unutmak gerçekten
mümkün değil. Denizli halkının özverisiyle
ve bağışlarıyla yapılan bir binadır.
KAZIM ARSLAN
Burada güzel konuların gündeme gelmesinin ve Denizli’yi yeniden tanıma fırsatı verebilecek bir derginin, içinde yer verilebilecek çok önemli konuların da burada
ortaya çıktığını görüyorum ve bundan çok
müteşekkirim.
Kendi çapımızda aile olarak ve şahsen;
kendimizi sosyal işlere, hayır işlerine fazlasıyla adadığımızı düşünüyorum. Bu işler
gerçekten tamamen gönül işidir. Zaten
gönlünüzde, içinizde varsa, seviyorsanız
fazlasıyla katlanırsınız ve yaptığınız işten
de çok büyük haz alırsınız, mutluluk duyar-
Durmuş Ali Çoban Anadolu Lisesi ve
Durmuş Ali Çoban Camisi
Gerçekten çok önemli işler yapılıyor Denizli’de. Okullar zaten fazlasıyla yapılıyor,
biz de aile olarak Durmuş Ali Çoban Anadolu Lisesi’ni yaptık. Hatta 4,5 ayda bitirdik bunu. Dönemin valisi, bu kadar kısa
sürede okulu tamamladığı için kayınpederime bir plaket vermişti. Hala evinde muhafaza ediyor. Yine bu arada bir camimiz
de var; Durmuş Ali Çoban Camisi. Bunlar
bütün toplumun hizmetine sunulan yatırımlar, hizmetler.
Denizli Kültür ve Eğitim Vakfı (DEKEV)
Köklü bir aileden geliyorum ama yetim
olarak büyüdüm. Ben 3 yaşında babamdan öksüz kaldım en küçük kardeşim 1.5,
büyüğümüz 9 yaşında, 5 kardeş öksüz
kaldık. O dönemde çektiğimiz sıkıntıları
unutmayarak, daha sonraki yaşamımızda
bu sıkıntıları yaşayabilecek olan insanların
her zaman yanında bulunulması gerektiğini, elinden tutulması gerektiğini imkânlarımızın paylaşılması gerektiğini çok iyi
bilerek, gerçekten sorun varsa orda mutlaka çözümün el birliği ile gerçekleşeceği
düşüncesiyle çalışmalar yaptık.
Bunun başında DEKEV var. Belediyeden
kiraladığımız bir yer için bize tahliye kararı verilmesinden sonra arkadaşlarımızla
oturduk, gerçekten önemli bir kararla o
eseri arkadaşlarımızla birlikte yaptık.Ondan çok mutluluk duyuyorum. Hani kötü
mal sahibi kiracıyı ev sahibi yapar ya, bizede o günkü şartlarda Denizli’de öğrenci
yurdunu yapma imkânını vermiş oldu.
Kızılay Tıp Merkezi
Kızılay Tıp Merkezi diye bir merkez kurulmuştu. Orada Salih Coza’nın benim bacanağımla birlikte önemli çalışmaları vardı. Biz de aile olarak güzel bir katkı yaptık.
Ama güzel bir şekilde kurulmuş olan bu
tıp merkezi maalesef daha sonraki gelen
yönetimce tasfiye edildi. Bizim verdiğimiz
malzemeler yaptığımız tefrişat hepsi de
dağıtıldı. Dolayısıyla yok edildi.
19
Sn. Valimizin önerisi ile 1987 senesinde
40 kurucu üye ile Denizli Yüksek Öğrenim
vakfını kurduk. Denizli’de 1976 senelerinde Dokuz Eylül Üniversitesi’ne bağlı mühendislik fakültesi faaliyet göstermekte
idi.
MEHMET ÜNAL
Denizli Yüksek Öğrenim Vakfı
Denizli’de çok eskilerden beri ciddi bir
hastane boşluğu vardı. Sadece Devlet hastanesi, ihtiyaca karşılık veremiyor, pek çok
hasta İzmir’e ve özelikle üniversite hastanelerine giderek tedavi oluyorlardı. Biz 7-8
arkadaş ilimizde bir üniversite hastanesi
neden kurulmasın diye düşünerek çalışmalara başladık. Başta Musa Kazım Manasır, Ahmet Kundak, ben Mehmet Ünal,
Rahmetli Kazım Kaynak, Mesut Aygören,
Dr. Yusuf Karaosmanoğlu gibi ismini hatırlayamadığım diğer arkadaşlarımla birlikte
zamanın Denizli Valisi Sn. Necati Bilican’a
giderek derdimizi anlattık.
Henüz Üniversitemiz olmadığından zamanın Belediye başkanı Sn. Hasan Gönüllü ile birlikte Dokuz Eylül Üniversitesi
rektörünü ziyaret ederek Pamukkale Tıp
Fakültesinin Dokuz Eylül Üniversitesi bünyesinde öğrenim görmesini talep ettik. Biz
vakıf olarak oldukça güçlü, özelikle çok istekliydik. Zamanın rektörü Prof. Dr. Namık
Çevik bu talebimizi değerlendireceklerini
bildirdiler.
Bilahare Pamukkale Üniversitesi Tıp
Fakültesi Dokuz Eylül Üniversitesi bünyesinde açıldı. Öğrenciler kabul edildi. Bu
öğrenciler İzmir’de okuyor hatta mezun
oluyorlardı.
Ancak bizim ilk başta koyduğumuz hedef tabiatıyla gerçekleşmiyordu. Derken
1992 senesinde Pamukkale Üniversitesi
kuruldu.
İlk rektörümüz Prof.Dr. Arif Akşit, vakfımızla birlikte çalışmalara başladı. Ancak
Üniversitemize gelen hocalar günü birlik Denizli’ye geliyor, ders vererek İzmir’e
dönüyorlardı. Bu hocalarımızı nasıl Denizli’de tutarız diye düşünürken öncelikle
onlara lojman yapmanın gerekli olduğuna
karar verdik.
İlk 5 lojman yapımı için tüm Denizli halkını seferber ederek yardım toplamaya
başladık. Kumu, çimentoyu, demiri hibe
olarak alıyor topladığımız paralarla inşaatı hızla ilerletiyorduk. İnşaatın ana sorumlusu Sn. Ahmet Kundak sabah erkenden
inşaatın başına gidiyor, günün yarısından
fazlasını bu inşaatta geçirerek bir an önce
inşaatın bitmesi için gayret gösteriyordu.
En kısa zamanda 10 lojmanı bitirdik. Hocalarımızı burada aileleri ile konaklatmaya başladık ve daimi kalmalarına imkân
sağladık.Ancak Üniversitemiz hızla büyüyordu. Lojman yetmez hale gelince Mimar
Sinan Caddesi üzerinde Rahmetli hocamız
Pakize Akçalı’nın vakfımıza bağışladığı
arsa üzerine 1.450 m2 kapalı alanı olan,
7 katlı, her bir odasında tuvalet ve banyo olan, sanki bir otel gibi kullanılabilecek
büyük bir binayı yine devletimizin ve üniversitemizin hiçbir katkısı olmadan Denizli
halkının destekleri ile bitirdik ve Üniversitemizin kullanımına tahsis etti (Şimdi burası Pamukkale Üniversitesi sürekli eğitim
merkezi olarak kullanılmaktadır.) Artık tıp
fakültesi hastanesi faaliyet gösteriyordu.
Ancak Doktorlar Caddesi’ndeki Çiftçi’nin
Hastanesi olarak bilinen yerde faaliyet
gösteren tıp fakültesi hastanemizde bir
takım borçlar nedeni ile her türlü alet ve
cihazlar haciz ediliyor hatta asansör bile
haciz edilip sökülüyordu. Bu durumda da
vakıf olarak elimizden geldiği kadar bu
hastanemize destek vermeye çalıştık. Bu
arada pek çok Profesör hoca Denizli’den
ayrılıyordu. Bu güç şartlar altında faaliyet
gösteren hastanemiz zamanla kendini toparlamaya başladı. Yeni yeni hocalar İlimize geliyor çalışıyordu
Sonraları kampüs alanı içinde yeni tıp
fakültesi hastanesi yapıldı. Bir kısım bölümler eski hastanede kalmış pek çok
bölüm yeni hastane binalarına taşınmıştı.
Ancak burası da yetişmez olunca şu anda
kullanımda olan plaza hastanesi yapılmaya başlandı.
Vakıf olarak bizler rektörlerimiz, başhekimlerimiz ile tek tek hayırseverlere
giderek oldukça ciddi rakamlarda bağış
topladık. Sonunda mavi ve kırmızı bina
polikliniklerimiz yanında mükemmel 825
yataklı, her türlü ameliyatı yapabilen modern bir hastaneye kavuşmuş ve nihayet
muradımıza ermiştik.
Şu andaki Pamukkale Üniversitesi ise
14 fakülte, 4 enstitü, 4 yüksekokul, 12
meslek yüksekokulu, tıp, mühendislik,
iktisadi idari bilimler, fen bilimleri, sosyal
bilimler, güzel sanatlar, eğitim bilimleri
ve teknik eğitim gibi birbirinden farklı bölümlerde Türkiye’nin ve Dünya’nın ihtiyaç
20
duyduğu çağdaş, bilgili, girişimci genç beyinleri yetiştirmeye başladı.Bu çalışmaları
ile tam bir Dünya üniversitesi haline aldı.
Şimdi Üniversitemiz çok büyüdü. 49.000
öğrenci 1.970’i akademik olmak üzere
5.000 çalışanı ile Kınıklı kampüsündeki
tüm fakülteleri, sosyal tesisleri ve ilçelerde bulunan mekanları modern eğitim
ve öğretim veren Pamukkale üniversitesi
uluslararası araştırma üniversitesi olma
hedefine doğru hızla ilerlemektedir. Bu
arada; şu anda Dünya Üniversiteler sıralanmasına göre Pamukkale Üniversitesi
değerlendirmeye alınan 165 üniversite
içinde beşinci, dünyadaki 21.000 üniversi-
te arasında da 740 sırada yer almaktadır.
- Türkiye'de Arkeoloji alanında Yüksek
lisans ve doktora eğitimi verecek olan ilk
enstitü üniversitemiz bünyesinde kuruldu.
- ABD ve İtalya üniversiteleri arasında çift diploma anlaşması imzalanarak
2015-2016 yıllarında karşılıklı öğrenci ve
öğretim elemanı değişimine başlandı.
- Tubitak’ın desteklediği 9 üniversite
arasına girerek 1 milyon TL bütçeli teknoloji transfer ofisi desteği aldı.
- Yörenin öncelikle sorunlarına bilimsel
çözüm önerileri getirerek ar-ge faaliyetlerine katkıda bulunuyor.
- Üniversiteler arası akredite program-
lar sayesinde öğrencilerine uluslararası
düzeyde geçerliliğe sahip diploma imkanları sunuyor.
- Ayrıca Avrupa üniversiteler birliği üyesi
olan Pamukkale Üniversitesi aynı zamanda akademisyenlerin kullanımına sunulan
büyük bir kütüphaneye de sahiptir.
dükkânlar çalışmaya başladı. İkinci sanayi sitesinde de öyle oldu.
yapacağımızı tartıştık. Cam fabrikasının
hisselerinin %25’ini 30’unu özel idare aldı.
Sonra şişe cam ile temaslar yaptık. Ben
idare meclisi başkanıydım. Ramiz diye
arkadaş vardı; makine mühendisi. Gece
gündüz çalışıyoruz, orada yatıyoruz. Ondan sonra şirketi şişe cama sattık. Bugün
1.000- 1.200 kişi çalışıyor ve şu anda Türkiye’de kendi konumunda bir numara.
Kaleiçi
Kaleiçi’nde at arabalarıyla nakliye yapılırdı. Tabi bu at arabaları Kaleiçi’ne nasıl girerdi, nasıl çıkardı, şaşardık. Bazen
at arabalarının tekerleği çıkar, o da işi
aksatırdı.
MESUT AYGÖREN
Sanayi Sitesi
Ben 1960’da Denizli’ye geldim. İlk önce
Feridun (Alpat) Bey’le çalışmaya başladım.
Onun muhasebecisi olarak çalıştım. Arkadan Yüksel Kaşıkcı’nın yanında çalıştım.
1969-70 yılında kardeşlerimle birleşerek,
“Aygören Kardeşler” adı altında firmamı
kurdum. 50 senedir bu firmamızı götürüyoruz. Tabi bu firmada çalışırken, sanayi
sitesi kurulması için Salih Bozbay, Yüksel
Kaşıkcı, Ozan Saraçoğlu, rahmetli Hacı
Münir Kuyumcu, Raşit (Özkardeş) amcamız, Uşaklı Hafız gibi abilerimizle çalıştık. Onların yanında ben gencim her yere
gönderiyorlar beni, ben koşturuyorum.
Rahmetli Nuri Erikoğlu, birinci sanayi sitesi yapılırken; her yere gönderirdi beni.
İzmir’de bir müteahhitimiz vardı, adı Sebahattin Zengin. Evrakları ona yetiştireceğiz
diye çok yoğun çalışmalarımız oldu. Yüksel
Kaşıkcı, Feridun Alpat’ın emekleri çoktur.
Gece gündüz çalışıyoruz. Ve o birinci sanayi sitesi bittiği zaman havalara uçuyorduk.
Denizli’de böylece küçük bir sanayi doğmuştu, bu zevkle, şevkle o sanayi sitesinde
Dentaş Kağıt
1970-71 yıllarında Dentaş Kağıt
Fabrikası için koşturan 5 kişiydik. Uzun
müddet aralıksız mücadele ettik. Gece
gündüz toplantılar yapıyoruz. Eve gitmek
filan yok; şunu getirelim, buna müracaat
edelim, şu bakanlığa gönderelim vs. çalışmalar... Heyecanla çalışıyoruz, bir arada farklı fikirler görüşülüyor; darı sapıyla
kağıt yapacağız… O nasıl olur? Almanya’ya gidiyoruz, bazı şeyler Almaya’da
etüt ediliyor. Rahmetli Cafer (Abalıoğlu)
abi sayesinde bir araya geldik. O kadar
akıllıca bir şey yaptı ki Allah’a çok şükür
bugünlere geldik. Halka açık, çok ortaklı
şirketlerin kuruluşlarında bir çok görevler
aldım.
Şirin Taş Cam Fabrikası
Sonra ikinci olarak cam fabrikasını
kurduk; Şirin Taş Cam Fabrikası. Orada
da kurucuların içindeyim. Bu ayrı bir iş;
cam fabrikası. Ama bizim amacımız halka açık anonim şirketlerini çoğaltmak.
Yani Türkiye’nin bir numarası Denizli'si
olacağız. Fransa’ya gittim Fransa’dan bir
pres aldım. Almanya’ya gittim Almanya’dan bir pres aldım. Su bardağı çıkarmak amaçlı, çıkarıyoruz ama randıman
alamıyoruz. Bir basınçta 12 tane alıyor
biz 6 tane alabiliyoruz. Hepsi zayiat.
Neyse uzun bir mücadeleden sonra özel
idareye başvurduk. Biz bu fabrikayı çalıştırmakta sıkıntı çekiyoruz, sermayemiz
yetmiyor diye. O günkü valimiz “Tamam
çocuklar, size yardımcı olacağız” dedi. Ne
Bütün bu imkânları Üniversitemize
sağlayan rektörlerimiz Arif AKŞİT (19921998), Hasan KAZDAĞLI (1998-2007),
Necdet ARDIÇ (2007-2011) ve şu andaki
rektörümüz Hüseyin BAĞCI (2011’den beri
devam eden) ile emeği geçen herkese
sonsuz şükranlarımızı sunuyoruz.
Bir Emek
Rahmetli Mustafa Gani Paşa’yı çok severdim. Paşam derdi ki; “ya Aygören, sen
çok heyecanlısın”. “Paşam ya bu heyecan duyulmaz mı? Bu memlekette bizde
bir şeyler yapacağız. Üretim yapacağız.
Televizyon imal edeceğiz” dedim. Benim
evimde televizyon yok o zamanlar. Paşam
çok çabaladı fakat O da muvaffak olamadı. Çok sıkıntı çekti ve imalat çok zor oldu
fabrikayı satma imkânı bulamadı. Sonra
vefat etti ve paşam çok sıkıntılı gitti.
Uygar Motor
Malum uygar motorun içinde bulundum.
Fakat onda da muvaffak olunamadı.
Havaalanı
Ege Bölgesi komutanı Süreyya Paşa
beni çağırdı, İzmir’e gittik. Ticaret odasında görevliyim o sıralar. Ticaret odası ve
sanayi odası olarak vilayette toplandık,
havaalanı meselesinde bazı çalışmalar
yapılacak. Tabi biz 3-4 kişiyiz. Öncelikle
havaalanının yerini tespit etmek üzere
çalışmalar yapıldı, komisyonlar kuruldu.
Bir ara Karahasanlı’ya gidildi, bir ara Pamukkale’nin altına düz ovaya gidildi.En
sonunda Çardak’ta karar verildi, havaalanı
kuruluş çalışmalarında da ben komisyonda görev aldım
Yüksek Öğretim Vakfı
İlk kuruluşta 78-79 yıllarında Süleyman
Demirel tıp fakültesinin temelini attı ancak Kenan Paşa üniversitenin kurulmasını
21
iptal etti. Denizli Yüksek Öğretim Vakfı’nı
kurduktan sonra bayağı yoğun çalıştık. Hasan Gönüllü belediye başkanıydı. Beraber
Ege Üniversitesi’ne gittik. Hocalar gelmiyor
bize dedik. O zaman rahmetli İhsan Doğramacı; “kardeşim, siz hocalarınızı bulun,
üniversiteye biz onay vereceğiz” dedi. Biz
“tamam” dedik. Namık Çevik beyefendi Ege
Üniversitesi rektörüydü o zaman, İhsan
Doğramacı'nın da sağ kolu idi.
Geldik Ege Üniversitesi’nden, İzmir’den
yardım alacağız. İzmir’deki hocaları Denizli’ye getireceğiz, burada üniversitede
eğitim vereceğiz. Biz iki tane belediye
otobüsünü gönderdik İzmir’e, hocaları alıp,
Denizli’ye üniversitenin nerde kurulacağını
görmeleri için getirdik. Ondan sonra bize
dediler ki, "hocalar nerde yatıp kalkacak
burası uzak" . Biz dedik " hocalarımızı aç
bırakmayız, açıkta bırakmayız,birer ev veririz." "Ev nasıl vereceksiniz" dediler. Dedik biz
"3-6 ay içinde burada 40 dairelik bir lojman
yaparız." Hakikaten inşaata başladık, ama
hocaların hiçbirisi gelmiyor.
İhsan Doğramacı’yı Pamukkale’ye davet
ettik. Pamukkale’de bize bazı sözler verdi.
İşte söyle olacak, böyle olacak... Ne derse “peki” diyoruz ama aslında yapmamız
mümkün değil. Ondan sonra şunu yaptınız
mı diye soruyor, yaptık diyoruz. Yok efendim kulağından tuttuk, bilmem işte toz aldık, kürek attık… Hep böyle söylüyoruz. Ama
ondan sonra bir devreye girdik, yürüdük ve
hiçbir zaman aksamadan devam ettik. Lojmanların 20 dairesini bitirdik, Üniversiteye
başladık. Ondan sonra hocalar, hep Denizli’ye gelmek istedi. Kimisi dosyayla geliyor,
telefon ediyorlar bize. Arif Akşit rektör olduğu zaman çok müracaatlar geldi. Denizlilerin hepsini alalım dedik. Denizli’nin çocuğu
burada hizmet verir. Pamukkale Üniversitesi’nin bu kadar temaşa edileceğini, bu
kadar güzellikler olacağını hiç tahmin etmiyordum. Allah bugünleri gösterdi. Orda binlerce ağaç diktik, gece gündüz. Tel örgüleri
çektik. Bizim makine mühendisi odasında
Mustafa amca (Demirsoy) vardı, bize çok
destek oldu ve bugün üniversitemiz hakikaten övünülecek bir noktaya geldi. Onun
mutluluğunu yaşıyorum.
Yüksek Öğretim Vakfı olarak hastane yapılırken 11 milyon para topladık. Ona gittik,
buna gittik, gerçekten o 11 milyon olmasaydı, o hastane yapılmayacaktı. Ondan
sonra bütün odaları sattık. Bir oda 25 lira,
herkes odaları alacaktı. Atilla Özdemir dedi
ki; “abi sen ne yapıyorsun ya, bizden de mi
para toplayacaksınız?”Ama sonra “Tamam
abim” dedi, blok yapıldı, onun adı da verildi.
Pamukkale Üniversitesi Eğitim Vakfı
Bugün 110 tane öğretmenimiz,750 - 800
talebemiz var. Bütün üniversitemizdeki hocalarımızın çocuklarını %50 indirimde okut-
toplum örgütlerinin başlangıcıdır. Buradaki
arkadaşların her bireri bugün artık bir tek
sivil toplum örgütü mensubu değiller en
azından iki ve daha fazla sivil toplum örgütündeler ve oraya katkı koymaya çalışıyorlar. Benim anlayışım şu zaten; hani bir
karpuz misali tarif edecek olursak karpuz
taşımasını bilmeyen tek karpuzu düşürür.
Ama karpuz taşımasını bilen bir kaç karpuzu bile düşürmeden taşımayı bilir. Buradaki
arkadaşların hepsi de öyle.
METİN SAYDAL
Burada toplantıya katılanların Yetim ve
Acizleri Koruma Derneği orjinli olduğunu
görüyoruz. Benim tespitim şu ki; Yetim ve
Acizleri Koruma Derneği, Denizli’deki sivil
22
Huzurevi ve çocuk yuvası
Türkiye’nin çeşitli yerlerinde yapılmış
huzurevleri vardı. Ama bizimkinin onlardan
farkı; bizim arsamız hazırdı. Buyurun bina
yapın dedik. Devlet ile sivil toplum örgütü
işbirliği yani. Şerife Kuyumcu, Kazım Kuyumcu’nun eşi. Turhan Acatay’ ın kayınvalidesi. Yetiştirme yurduna bir kız binası için
bağışta bulunduk. İnşaatını ben yaptım.
Ama burada bir özellik vardı aynı bahçe
içinde, erkek binasının bulunduğu bahçe
içine, bir kız binası yaptık. Bu çok mühim bir
şey, hele bu günün şartlarında. Aynı yemekhanede yemek yiyorlardı, törenleri beraber
kutluyorlardı. Derneğimiz özellikle kolları-
ma kararı aldık ve çok sıkıntılar çektik.
Hepsi pırıl pırıl genç öğretmenler heyecanlı öğretmenler ve başarılı bir yılımız
daha oldu.
Vakıf çalışmaları için gerçekten heyecan
duymak çok önemli. Sadece cebinden para
vermek değil.
Çimento fabrikası
Kazım Kaynak, ben, Ahmet Kundak, dönemin Valisi, özel idare olmak üzere çok emeğimiz geçti. Çok şükür çimento fabrikasını
da kurduk. Ülke ekonomisine katkı veriyor.
Ahi Sinan Sofrası ve Ahi Sinan Derneği
Söylemek istediğim başka bir şey daha
var. Denizli Demirciler Çarşı’sında Ahi Sinan Sofrası diye bir sofra kurduk. 25 senedir yapıyoruz, sadece geçen sene, bu sene
yapmadık. Her Mayıs ayının son haftasının
Çarşamba günü biz 10 bin kişiye yemek veriyoruz. Ahiliği gençliğe getirmek yenileştirmek için. Ondan sonra ahilik derneğini, Ahi
Sinan Derneği’ni kurduk. Bütün vatandaşlar
Kaleiçi’nden 2.ticari yoldan, 1.ticari yoldan
havuzumuza hayır için para atıyor. 30 bin
lira bütçemiz var ve bununla gerekli malzemeleri temin ediyoruz,10 bin kişiye yemek
dağıtıyoruz ve ortada ahilere kuşak bağlıyor. Ahilik geleneklerini tanıtıyoruz, öğretiyoruz.
mız sürekli onlarla beraber oluyorlardı. Hacı
Şerife Kuyumcu’nun yetiştirme yurduna bir
kız yurdu yapmasının aracısı oldum ve ondan sonrada benim dernekçiliğim başladı.
Bundan sonra üç beş sekiz derneğe kadar
çıktı bu çalışmalarımız. Benim buradaki arkadaşlardan çok daha farklı bir konumum
var, biz çocuksuz bir aileyiz onun için ben
ve eşim çok sayıda sivil toplum örgütlerinde çalışıp katkı koymak, topluma bir
şeyler geri vermek şansına sahip olduk.
Daha sonra Bekir (Urganlıoğlu) Bey’in 13
yıl başkanlığını sürdürdüğü Denizli Eğitim
Kültür Vakfı’nın bir senedir başkanlığını
yapmaktayım. Fotoğraflarla geçmişi tespit etmek hususunda benim bir eski örneği
vermem gerekiyor. Eskişehir’de Odunpazarı belediyesinin yaptığı bir fotoğraf sergisi
vardır. Eskişehir’e gidenlerin yüzde yüzü o
fotoğraf sergisini görür gezer. Başka yerler
ihmal edilse bile, fotoğraf sergisi " Cumhuriyet Kadınları Fotoğraf Sergisi" dir. Gezenler, “aabu annemin teyzesi, aa bu amcamın
karısı” gibi tanıdıklarını bulabildiği için ilgiyi
de artırır. Denizli için de öyle bir şeye ön
ayak olursak büyük katkı sağlamış oluruz.
Mostaş adında aile şirketimiz kurulunca
gerek dernek gerek vakıflarla daha rahat
ilgilenme durumum oldu.
Denizli mühendislik fakültesinin kuruluşunda Prof. Turan Acatay, Suat Çakmak,
Burhan Saraçoğlu, Raşit Özkardeş, Rıza
Dalkara,Nejdet Güzelaydın ve ben Musa
Kazım Manasır olarak Yardım derneğini
kurduk. Bu dernek derse gelen hocaların seyahat masrafları ile ilgili kısmında
katkıda bulunmak amacıyla kurulmuş idi.
İzmir’den İstanbul'dan gelen hocalara kolaylık sağlaması için ek ödeme yapıyorduk.
Yetim ve Acizleri Koruma Derneği
MUSA KAZIM
MANASIR
Okulumu 1949 yılında bitirdim. Kasım/1949 ayında Nazilli Sümerbank Fabrikasında Tesviye atölyesinde frezeci olarak işe başladım. 1952 yılında askerlikten
sonra Denizli'ye geldim ve Denizli Şemsi
Terakki Debağat ve Ticaret A.Ş. de muhasebeci olarak işe başladım. Rahmetli Tahsin Cem ile Otocem kolektif şirketini 1957
yılında kurduk.
Denizli Devlet Hastanesi Yardım
Derneği
Denizli'de iş hayatında iken Hacı Raşit
Özkardeş ve dönemin valisi Nezihi Okuş
ile Stadyum arkasındaki talebe yurdundaki öğrenciler için kurulan dernekte de
Esat Mazı ile yönetimde görev aldım. Dr.
Samim Gök, Raşit Özkardeş ve Enver Özsoy ile Denizli Devlet Hastanesi Yardım
Derneği yönetiminde görev yaptım. O
dönemde fakir hastaların ihtiyaçlarında
yardımcı oluyorduk. 400 yataklı Denizli
Devlet Hastanesi’nin 30/ağustos/1972 tarihinde Bakan Dr. Kemal Demir, Vali Münir
Raif Güney ve Başhekim Dr. Samim Gök
tarafından açılışı yapılırken, oda tefrişleri
tamamen Denizli’li vatandaşlar ve Derneğimiz tarafından karşılandı. Denizli Devlet Hastanesi Dernek Yönetiminde Hacı
Mustafa Değirmenci, Hacı Enver Özsoy,
Ramazan Kurşunluoğlu ile 1998 yılına kadar çalıştık ve gençlere görevi devretmek
üzere ayrıldık. Bizden sonrada dernek yaşayamadı. Bizim dönemde önce yönetim
olarak ihtiyaçları karşılardık, yetmediği
zamanda en yakınlarımızdan talep ederdik. 1980'de Otocem’den ayrıldıktan sonra
Bu dernek 1955 yılında kurulmuştu. Kurucuları; Nadir Sebik eski Sümerbank fabrikası müdürü, İsmet Andaç Sümerbank’ta
memur, Necmiye Özbudu ev hanımı, Hilmi
Erkmen Ziraat Bankası Müdürü, Ethem
Yücetürk doktor, Mücahit Ataklı Sümerbank satış müdürü, Ergun Andaş İş ve İşçi
Bulma Kurumu müdürü, Kemal Özbudu
Sümerbank muhasebe müdürü, Rıfat Uysal sanatkar, İsmail Tütüncü ve Mahmut
Aktürk. O dönemde biz bu kurucular arasında yoktuk. Ama sonradan geniş çaplı
faaliyet gösterdiğinde Fuat Özen Bey de
vardı. Daire genişledi. O zaman katıldık.
1987 yılında vakıf kuralım dedik. Yani
dernek olarak faaliyet gösteremiyorduk,
ilk faaliyetimizde şu oldu. Yer temini. Yer
teminini yaptıktan sonra dernek olarak
Samsun’a uygulanacak bir projeyi buraya
aktarttık.
Huzurevi ve Denizli Yetim ve Acizleri
Koruma Vakfı
Huzurevi binası yapıldıktan sonra içinin teftişi tamamen Denizliler tarafından, bizler ve arkadaş grupları tarafından
yapıldı. Bu işi Fuat Özen Bey iyi hatırlar,
sonra baktık ki dernek olarak fazla faaliyet gösterilmedi, bir de eşlerimiz de vardı
dernekte görev yapan. Biz dedik derneği
bayanlara bırakalım, bunu yürütsünler biz
vakıf kuralım ve bu vakfın vergi muafiyetini alalım, daha büyük bir teşebbüsümüz
olsun diye 1987 de yılında vakıf kurduk.
Rahmetlik İsmail Sever de uzun süre hem
dernekte hem de vakıfta başkanlığımızı
yaptı. Kendisi Bulgaristan'dan geldiği için
yaşlıların ileride çocukları tarafından bakılmayacağını düşünerek böyle bir teşebbüste bulunuldu. Vakıf kurulduktan sonra,
proje yaptırdık. Büyük bir proje oldu. 330
bin liraya arsayı aldık. 24.967 m2 arsa. Bu
arsaya uygun projesini yaptırdıktan sonra
ihale ettik. Tabii bu elde olmayan paray-
la yapılacak işlerdi. Bu arada imar yasası
değişti. Betonarmenin depreme göre hesapları değişti. Mimari projemizi Turgay
ve Volkan Üçyıldız ücretsiz yaptı. 2004
yılında temeli atılan binanın taahhüdünü
Volkan Üçyıldız üstlendi. İnşaat başladıktan sonra; imar yasası, inşaat demir ve
betonarme hesaplarının değişmesi ile arada tekrar proje tadilatına gittik. Daha az
fiyata maledebileceğimiz olay daha pahalıya çıktı. Fakat biz binayı bitirdik. 100 oda,
o binaya denk gelecek idari bina, üçüncü
etapta tekrar 84 yataklı yapacağımız bir
bina vardı. O binayı yapmaktan vazgeçtik.
İdare binayı ve 100 yataklı binayı yaptık.
Ama işletmesi için hiç kimseyi bulamadık.
Yani huzurevi olarak çalıştırmak üzere aradık, devletle temaslarımız oldu. Devletle
temaslarımız da bize bedavaya verin, biz
bunu çalıştıralım dediler. Bizim amacımız
ilerde bizim müdahale edebileceğimiz bir
çalışma yeri olsun ve Vakfa gelir getirmesiydi. Şimdi Pamukkale yolu üzerinde
huzurevi var, kuruluşunda bağışta bulunularak oda tefrişleri yapılmıştır. Bilahare
Belediyemizin yenilediği bina tefrişi tekrar
ilk yapanlar veya varisleri tarafından yenilenmiştir. Ekseriyetle yerleşim dışardan
oluyor. Yani Denizli'lere yer bulmak çok zor
oluyor. Onun için Rahmetli İsmail Sever
başkanlığı döneminde yaptırılan projeye
göre huzur evi yapılması kararı verildi. Fakat işletme çok zor ve yönetimimiz tarafından yapılması mümkün değildi. Türkiye
içinde işletmeci bulamadık. Hatta Belçika'da bu konuda uluslararası işletmeci
olan Senior Asist firmasının Türkiye temsilcisi Bengi Tutak hanımefendiyle temas
ettik. Kendisini Denizli'ye davet ettik. Onlar geldiler incelediler. Dediler ki 200 kişilik
yeriniz var, siz bize 100 tane yaşlı bulun
ayda 1.500’er lira para versin, biz buraya
geliriz dediler. Günü birlik İstanbul'dan gelip gitmeyi düşünüyorlardı. Bizim de 100
kişi bulmamız mümkün değil. Öyle bir şey
olsa zaten çalıştırmayı biz kendimiz yapacağız. Dolayısıyla ondan da vazgeçtik,
çeşitli yerlerden bu sefer Aydın'dan Nazilli'den gelenler oldu. Bize verin, biz bunu
çalıştıralım diye. Bu arada Pamukkale Üniversitesi eski rektörü Hasan Kazdağlı“Üniversitenin zamanla uluslararası faaliyetleri
olacak dolayısıyla siz otel yapın” demişti.
Bunun üzerine Dönem Rektörü Prof. Dr.
Hüseyin Bağcı'ya (Denizli Yüksek Öğretim
Vakfı'nda yönetim kurulu üyesiydim. Sık sık
konuşuyorduk.) Sayın Prof. Hasan Kazdağlı’nın önerisini teklif ettim. Sayın Rektör
Bağcı bizim yere ihtiyacımız var. Biz dedi
23
birkaç fakülte açacağız, ondan sonra
meslek okulu olacak dedi. Onlarla belli bir
kira bedeli ile anlaştık. Şimdi biz oradan
aldığımız kira bedelini üniversitede ve lisede okuyan öğrencilere burs olarak veriyoruz. Bunlara ilaveten, Pamukkale yolu
üzerindeki huzurevi, çocuk yuvasına aşağı
yukarı gelirimizin üçte birini veriyoruz.
Dentaş A.Ş. ve Denizli Basma ve Boya
Sanayii A.Ş.:
Bu arada 1972 yılında sanayi yatırımları başlayınca kurucu ve yönetim kurulu
üyesi olarak görev aldım.
400 yataklı Denizli Devlet Hastanesi’nin
30 Ağustos1972 tarihinde Bakan Dr. Kemal
Demir, Vali Münir Raif Güney ve Başhekim
Dr. Samim Gök tarafından açılışı yapılırken,
oda tefrişleri tamamen Denizli’li vatandaşlar ve
Derneğimiz tarafından karşılandı.
mermerciliğe devam ettik. Zaman içinde
fabrikamızı yeniledik, yeni bir tesis kurduk. Kurduğumuz bu yeni mermer tesisi
Türkiye’de ilklerden birisiydi. İlk prefabrik
mermer fabrikasını biz yaptırmıştık. Bu
yüzden Ege ve İç Anadolu’da bazı mermer fabrikası kuracak olanlara örnek olduğumuzu söyleyebilirim.
NİHAT
KÖMÜRCÜOĞLU
Öncelikle, “Geçmişten Günümüze Denizli Dergisi”ni çıktığından beri takip ettiğimi ve çok beğendiğimi söylemeliyim,
böyle bir derginin yayınlanması ve yeni
kuşaklara sunulmuş olması çok yararlı.
Dileğim derginin her geçen gün yeni bilgilere ulaşıp büyümesi ve daha çok kişiye
dağıtılması.
Ben,işçi amele bir ailenin evladıyım.
Okudum ve inşaat mühendisi oldum.
Devlet memurluğu ve serbest mühendislik yaptım. Mühendislik yaparken bir gün
abim, “sen para kazanamıyorsun mühendislikte” dedi. “Mermercilik yapalım” .
Onun sayesinde bugün mermerci oldum.
Daha sonra, 1996 yılında abim “ben artık
çalışmak istemiyorum” diyerek ayrılmak
istediğini söyledi. Ayrıldık. Çocuklarım da
büyümüştü, birlikte bir aile şirketi olarak
24
Heykel Kolonisi
Biraz gerilere gitmeliyiz. Ziya Abi zamanında Denizli’deki heykellerden birisini ben yaptım. Bu heykel daha çok
soyut bir şeydi. Hüseyin Altın’ın yaptığı
hükümet binasının karşısındaki heykel. O
heykelden sonra ben Denizli’deki bazı kuruluşlarda dile getirdim, “Denizli’de gelin
heykel sempozyumları yapalım. Gerekli
mermeri biz mermerciler temin edelim.”
dedim. Herhalde tam olarak anlatamadım ve başarılı olamadım.
Kısmet 5 yıl öncesineymiş. 5 koloni
düzenledik ve kolonide 46 heykel yaptık.
Akademide ve sonrasında yapılanları burada saymıyorum. Koloniyi yaparken de
düşündüğüm şuydu. Antik çağ kentlerinde olan Laodikeia, Hierapolis(Pamukkale)
ile tanınan Denizli’mizin, sanat alanında
günümüzde de uluslararası alanda tanınmasına katkıda bulunmak istiyordum.
Bir “turizm şehri” olmayı hedeflemiş olan
şehrimizin kültürel ve turistik tanıtımına
katkı sağlayabilirdim. Ayrıca Güzel sanatlar alanında eğitim alan öğrenciler,
heykel yapma sürecini izleyebilecekleri
bir ortam oluşturmuş olacaktık. Üniversitelerde heykelcilik bölümünün açılması
ve gelişmesine katkıda bulunup Üniversitelerdeki konservasyon bölümünün çalışmalarına destek olabilirdik. Denizli’mizde
bir heykel müzesi yok, müze açabilirdik.
Bunların hepsini sırasıyla yapacağımıza da inancım tam.
Memleket Hastanesi
Memleket Hastanesinin taş işçiliğini
taşeron ve müteahhit olarak Kömürcüoğlu ailesi yapmıştır. Biliyorsunuz Denizli
Memleket Hastanesi yıkıldı. Babamın
söylediği ifadeyi aynen kullanacağım. “o
mermerlerde hala elimizin izi var.”
Mimar Ali Usta, evvela dedem İsmail
Köseoğlu Mehmet Ustanın teyze oğlu,
babamın kayınpederi ve iş ortağıdır. Ortaklılarında taşeronluk ve müteahhitlik
yapıyorlar. Eserleri içinde, yıkılmış olan
Memleket Hastanesi, Denizli Lisesi, Gazi
İlkokulu gibi yapılar vardır.
Her şeyden önce bir kentte yaşayanlarda kentlilik bilincinin gelişmesi gerekiyor.
Milli Eğitim müfredatında Sosyal Bilgiler
dersi kapsamında “Çevremizi Tanıyalım”
konusu işleniyor, bu doğru, ancak bu konu
biraz sınırlı kalıyor. Ben sanat okulunda
okudum. Sosyal Bilimler, Felsefe veya
benzeri derslerimiz yoktu. Muhtemelen
şimdi de yok veya yeterli değil, ama bu
derslerin okutularak ve daha da geniş bir
şekilde işlenerek gençlerimize sosyal bilincin verilmesi gerekiyor.
Sonuç olarak; kent belleği oluşturulmasında;
a) Var olan eski binaların, mimari ve
tarihi özelliği olan yapıların muhafaza
edilmesi, müze ve sergi alanları oluşturulması gerekir.
b) Yeni nesli sosyal bilgiler alanında
yetiştirilmeli ve özgüveni olan nesiller yetiştirmeliyiz.
söylediklerim 1967 senesinden evvelki zamanlar ait şeyler.
Candoğan zamanında Denizli’de imar
planı çizilirken, ben kendilerine şöyle dedim. ”Denizli’nin bütün yollarını açacaksanız
açın, fakat Denizli’ye dokunmayın, özellikle
üç dört mahallesine” dedim. Şimdi belediyemizin bir çalışması var, yani ben kendilerini tebrik ederim, bazı evleri tamir ediyorlar ve yeniden kullanıma kazandırıyorlar,
Denizli halkının kullanımına açıyorlar.
SALİH BOZBAY
Eski Denizli
Ben şu an en yaşlı katılımcılardan biriyim,
sizlerin dedeleriyle burada oturmuş kalkmış
insanım. Bu nedenle eski Denizli’yi size biraz anlatmak istiyorum.
Taa Zeytinköy’ün üzerinden tutun da
taa Göveçlik’e kadar Denizli’nin her tarafı mükemmel ağaçlarla, bağlarla kaplıydı.
Bülbüllerin ötüşü, kuşların sesleri ve yazın
leyleklerin geldiğini görmek çok güzeldi.
Bağlar arasında öten keklikler olurdu. Karcı’da yukarıda mesela daha ziyade sanat
işleyenler vardı. Karcı’da kiremit yapılırdı,
testi yapılırdı.
Evlerde eskiden hanımlarımız küllü suyu
biriktirirdi. Onun berisinden inin aşağıya,
Göveçlik vardı. Orada tezgahlar kurulur yerli mallar üretilirdi. Beri tarafta tabakhaneden aldıkları keçi kıllarıyla beraber hararlar
yapılır, saman çuvalları yapılır. Ve hayvanlara yularlar yapılır, torbalar yapılır. Daha
ileriye gittiğimizde Çamlık’ta mesela, hep
sanatkârlar vardı. Küçük küçük işletmeciler
vardı. Bu gün onların hiç birisi de el sanatları olarak ta işlenmemektedirler. Bu benim
Eskiden istasyon caddesine bakıldığı zaman da hep bahçeli ne güzel evler vardı.
Bunların hepsi yıkılıp yerine apartman yapıldı mesela. Buralara ruhsat verenlerde
büyük kabahat olduğunu düşünüyorum.
Ben kendilerine o zaman da söyledim. Esnaf odalarının başkanı sıfatıyla ben 1961
senesinde Fransa’ya gittim. Oralarda gezdik, gördük. Sonra 76 senesinde bir defa
daha gittim. Sonra 86 senesinde de gittim
gördüm; binalar aynen duruyor. İngiltere’de
mesela, hani bizlerin dedelerimizin iki katlı
tuğlalı evleri gibi evler, hala duruyor.Oysa
bizim burada eski binalaryıkılıyor, yenisi yapılıyor. Mesela Denizli’de en eski ev bizim
evdi, yaktılar.
Denizli’de daha ziyade el sanatları üzerinde uğraşırken en çok Babadağ’a göç
edildi, tezgâhlar kurulmaya başladı. Halkın
bazıları bunlardan rahatsız olmaya başladılar.Ben 1957 senesinde ilk Sanayi Sitesi’nin Kayseri’de kurulduğunu öğrendim.
O zaman bir kez gittim, baktım, geldim.
Denizli’de ilk sanayi sitesi kurulurken bizim orada kooperatif kuruldu, en son Nuri
(Erikoğlu) abi bitirdi.Küçük esnaf çarşının
içinde şurda burda tamirciler vardı.Bunlardan esinlenerek ben 3 tane sanayi sitesi
kurdum ve bunların başkanlığını yaptım.
Ankara’da Esnaf Sanatkârları Kredi Kuruluşları vardı, orada ikinci başkanlıklar
yaptım,uzun müddet görev yaptım. Diğer
YURDAL DANIŞMAN
Bütan gazlarını Denizli’ye ilk getirin ve
gaz ocağıyla yemek pişiren, Denizlili’ye
bütan gazını tanıtan kişiyimdir. O zamanlar Denizlili pompalı gaz ocağına alışmış.
Bu tüpleri biz nasıl alacağız, bu patlar,
ev havaya uçar diye önceleri çok korktular. Ama büyük bir sabır göstererek anlattık tehlikeli olan durumları. Elli sene bitti,
geçen sene bıraktık daha işleri, devrettik
yanda orada bir muhitim olmakla beraber, gençlerin okuması için hayli yardımcı
oldum. Ankara’da bir tane Esnaf ve Sanatkarları Eskimtaş diye bir anonim şirketi
kurduk, çok güzel büyüdü. Ama şimdi ne
durumdadır bilmiyorum. Böylelikle orada
42 sene görev yaptım.
Bu yanda da burada kurulmuş olan imam
hatip okuluna, çıraklık okuluna ve diğer
yandan da sanayi sitelerine olmak üzere
bir de Bağkur’la beraber getirmek suretiyle
çalışmalarımız oldu. Bağkur’un kuruluşunda
yine emeğimiz vardır esnaf teşkilatı olarak.
Denizli hastanesinde yaklaşık 12 sene
görev yaptık. Üniversitenin kuruluşunda
mütevelli heyetindeydik.Üniversiteye ilk teşebbüsümüzde Ticaret Odası, Sanayi Odası vardı ve bugünlere geldik.
Hayatım boyunca Esnaf teşkilatının bütün kuruluşlarında bulundum. Isparta, Burdur, Uşak, Antalya esnaf teşkilatlarında
görevli olarak gittim. İtalya’nın Floransa
şehrinde, Rusya’da, Almanya’ da düzenlenen el sanatları fuarlarına katıldım. İngiltere’de bulundum.
Aşağı yukarı Denizli’de 16-17 kuruluşta
görev aldım. Meslektaşlarımın hepsini kooperatifleştirdim.
Hikmet Tütüncüoğlu isminde bir arkadaşımız vardı.Çok çalışkandı, Delikliçınar’da
güzel bir manifatura mağazaları vardı.
Daha ozamanlar Denizli’de böyle bir teşebbüs yokken hatta Türkiye’de yokken Denizli’de radyo yapacağım diye ayağa kalktı ve
ilk radyoyu yaptı ve başardı. Hareketliydi.
Ama ne var ki ömrü vefa etmedi.
Ben hatırıma gelmişken söylemek istedim. Denizli’de mesela çok güzel hayırsever
insanlar var. Bunlar hepsi de bir bakıma geçicidir. Bana göre, “Denizli’de İz Bırakanlar”
diye bir programın yapılması şart.
evlatlara. Bir anımı anlatayım; bir postane
müdürü vardı.
Tehlikeli diye tüp almak istemedi, pompalı ocak kullanıyordu evinde. Bu arada konuşma münakaşaya dönüştü, hakaret etmeye başladı, çıktı gitti. Ama 1 hafta sonra
ağlayarak geldi dedi ki, pompalı ocakları
alev almış evde, hanımı cayır cayır yanmış.
Vilayetin binasını yapımında bütün Buldanlıların birer lirası vardır.
25
Denizli’nin Ticaret Hayatı ve Tabaklık
İlk tabakhane Yeşilyuva’da kurulmuş. Hala
Karahöyük’te binalar mevcut alt tarafta
arabaların, atların bağlandığı bölümler.
Sonra da Denizli’de kuruluyor, bugünkü eski
hükümet binasını olduğu yer tabakhaneydi.
Tabakhane camisinin minaresi düne kadar
dururdu. En sonda o minareyi de yıktılar.
Sonra aşağıya çektiler, daha uzağa gittiler. Türkiye’de tabaklık çok önde gelen bir
meslekti.
YÜKSEL KAŞIKÇI
Eski Denizli
Sabaha kadar konuşsak Denizli’yi bitiremeyiz. Ben köken olarak Denizli’nin yerlisiyim ve Delikliçınar’da büyüdüm, yani bugün
belediye meclisinin salonun olduğu yerde
Kaşıkçı Evleri vardı. Karşısında Kamburların mağazası vardı. Belediye binası olduğu
yerde de Cillovların evleri vardı. Muhteşem
bir evdi arka bahçelerinde at arabalarımız,
atlarımızın girdiği geniş kapılı arka cepheden kapılarımız vardı. Amcalarım, babamın
hepsinde altında birer at, o zaman araba
taksi yok 1940 – 1950 arasından bahsediyorum. Ramazan ayında Delikliçınar’da
Cillovların bahçesinde ve bizim bahçemizde kazanlar kaynar. Çünkü lokanta yok.
Gelenler handa kalacak. Sahuru nerede
yapacak, iftarı nerde yapacak? Hele yaza
geldiğimizde,bütün o bahçelerde özel hocalar tutulurdu, Fatmana Camisi küçücük
bir cami çünkü. Cillovların bahçesinde teravih namazları kılınırdı, biz o zamanlar küçüğüz. Ben tüm özgeçmişimi Denizli’de Delikliçınar’da geçirdim, üniversiteden geldim
babamın bakkal dükkânında ekmek sattım.
Önder Göçgün Hocamın babası da fırıncıydı oda öyle yaptı, pide sattı. Radyoyla ilgili
bir dedemden dinlediğim yaşanmış bir hikayeyi anlatayım: Denizli’ye ilk radyo ne zaman geldi bilmiyorum. Benim anne dedem
Mısır Elezher Üniversitesi mezunu. Dedem
Hafız Osman’ın Buldan’da hanı varmış. Yunanlılar karargâh olarak bizim hanları kullanmışlar. Dedem anneme, “Kızım yakında
Deccal çıkacak dünyanın bir ucundan bir
ucuna duyulacak” diye anlatmış. Yunanlıların terkinden sonra Buldan’a radyo geliyor
ve dedem keçileri kaçırıyor Deccal geldi
diye. Düşünün medreseden çıkan bir insan
1926-1927’lerde böyle yorum getirebiliyor.
26
Kimsenin değiştiremeyeceği bir gerçek
var ki; Denizli’miz ticari bir merkezdir. Yüzyıllar boyu Karahöyük Pazarı Çal ve - diğer
pazarın ismini hatırlamıyorum- bu iki pazarda bütün kervanlar sürüyle gelmişlerdir.
Mallarını satmışlar, yüklemişler ve tekrar
devam etmişlerdir. Burada Ahi Sinan’ı da
anmak lazım. Karahöyük pazarının da etkisiyle, Serinhisar’da urgancılık vardı, çünkü hayvancılık var, hayvanı bağlamak için
urgan gerekli. Yatağan da bıçakçılık, makasçılık, tarakçılık, boynuzunu kullanıyor
bıçağını kullanıyor, Yeşilyuva’da tabaklık,
ayakkabıcılık derken sanayi gelişmiş.
Bunlar gelişirken, harp biter, Yunanlılar
gelir. Onların paraları da çok; bavulla filan
para getirdiler. Yunan parasını kim bozuyor
nasıl bozuyor onu bilemiyoruz.O zaman bir
iki tane kaptı kaçtı arabaları var, Kırmızı
Raşit ve Şoför Saim var. Başka da yok. Onlar Karahöyük Pazarı’na gider orda bütün
gün malları alırlar, sürülerin başında birer
çoban, İzmir’e Alsancak limanına götürürler. Burada Atatürk’ü anmak zorundayım;
İzmir İktisat Kongresi’ne, Denizli’den kimler
gidebilir, tabaklar gidebilir. Orada Atatürk
“Birleşin, Anonim şirketler kurun” diyor. Tabaklarımız geliyor ve Şemsiterakki Debaat
Anonim Şirketi’ni, İktisat Bankası Anonim
Şirketi’ni kuruyorlar. Türkiye’deki diğer
şehirleri incelediğimizde, hemen İktisat
Kongresi’nden sonra bu kadar hızlı bir yapılanma görülmüyor. Türkiye’nin bütün tabak,
deri ihtiyacını Denizli karşılıyor o zamanlar.
Benim en son Ticaret Odası Denizli Meclis
Başkanlığım zamanında 90 tane kayıtlı tabak esnafı vardı. Ama şimdi Denizli’de 3-5
tane kaldı belki, yok oldular. Çok modern
tabaklamaya geçildi, eski tabaklık kalmadı.
Tekstil
Tekstil söz konusu olduğunda, Buldan, Kızılcabölük, Babadağ ve Karcı’yı saymadan
edemeyiz. Şu anda durmuyor ama 4 tane
dokumacılık kooperatifimiz var. Bu konuda
1969 senesinde Salih Bozbay abiyle çok
büyük çalışmalarımız oldu. Sayım yaptık,
13bin tezgâh vardı, birazı el tezgâhı birazı
da Bursa tezgâhı dediğimiz tezgâhlardan.
1969’da Ege Bölgesi Sanayi Odası’na ve
Başkanı Şinasi Ertan’a bağlıyız. Burada
da bir temsilciliği var. Sizin binada bir üst
katta bürosu ve sekreteri var. Dört Kooperatif başkanlarını çağırıyoruz. Oturduk,Salih Bozbay Abi’nin de benim de tezgâhımız
yok. Biz Denizli’li olarak acaba 1.000’er lira
alabilir miyiz her birinden diye düşünüyoruz.Bir sene boyunca alırsak, 13 bin kişiden
13 milyon lira para yapıyor. Hayalimizde
Göveçlik’te iplik fabrikası kurmak vardı ve
bir türlü 4 başkanı bir araya getiremedik.
Ondan sonra Sanayi hareketleri başladı
Denizli’de.
Haddecilik ve Kiremit Fabrikası
Sonra Haddecilik başladı Denizli’de. Birden bire 20’ye yakın haddehane açıldı,
halen daha çalışan haddehanelerimiz var.
Aslında Denizli’de demir rezervi yok, kütük
yapan fabrika yok. Ama bir sürü haddehane oldu Denizli’de. O yıllarda 3 tane kiremit
tuğla fabrikası kuruldu. Denizli’nin kiremidi yoktu. Arı kiremit, Pamukkale kiremit 3
tane kiremit fabrikası kuruldu. Kiremitçi
mahallesi var, Musa Mahallesinin üst tarafında. Orda tuğla yakılırdı, Üzümcülerin
karşısında, Başpınar’la beraber su var orda
kırmızı toprağı bir yerlerden getiriyorlar. Kiremitçi adı da oradan kalmadır.
Kiremit ve tuğla yapılmadan mecburen
kerpiç kullanırdı. Çünkü taşımak zordu. Her
türlü nakil trenle olacak, Denizli’den tren
devam ediyor Afyon' a doğru. Her şeyimiz
oradan gelir. Yahut da at arabalarıyla, olacak. Şimdi mimar olarak konuşmaya çalışıyorum. Denizlilerin evleri hakikaten çok güzeldi, hepsini mahvettik onu da söyleyeyim.
1950 senesinin İstanbul nüfusuyla Denizli
nüfuslarını baz alarak bugünle bir kıyaslama yaparsak; İstanbul’un 20 misli artıyor
14 milyon oluyor, Denizli’nin 25-30 misli
artıyor ve böyle bir Denizli’de biz mimar
olarak geldik. 1959’da Feridun (Alpat) Abi
o zamanlar yeni büro açmış, selvi tahtasından masalar yaptırmış. Ben Aralık’ta askere gideceğim, Haziran’da mezun olmuşum
daha, maaş filan istemiyorum. Ama Feridun Abi, “Ben ücretsiz adam çalıştırmam”
dedi. Orman dairelerinin yıkılan binalarını o
zaman yapmıştık. Bizim elimizden çıkmıştır, tüm proje ve kontrolü, imzası Feridun
Alpat’ındır.
Sanayi Sitesi
İkinci sanayi sitesini Salih Bozbay abiyle
beraber oluşturduk. Denizli’nin (1930’larda)
sanayi alt yapısında en önemli etkenlerden
biri lisenin bulunmasıdır. Çünkü Ege Bölgesinde 3 tane lise var, İzmir’de, Denizli’de ve
Afyon’da. İkinci önemli etken; Sanat Okulu’nun açılmış olması (1940’larda) Motor
Bölümü, Teknolojik Bölümü ve her türlü
Marangozluk bölümü vardı. Biz de Salih
Bozbay Abi’nin başkanlığında sanayi sitelerini yaptık. Esnaf birden bire yer buldu,
mekân buldu. Çok zor şartlardan çok güzel bir yere doğru geldi Denizli.
Pamukkale Üniversitesi
1970’te Münir Güney’in de gelmesiyle
bir hareket gelişti Denizli’de. Bir şeyler
yapalım istiyoruz ama bilgi noksanlığı
var. Çünkü üniversite yok. Denizlili olarak
bu konuda geç kaldık. Orhan Oğuz Milli Eğitim Bakanıydı, söz verdi telefonda;
“Ben geliyorum, açıyoruz” dedi. O gün
12 Mart muhtırası verildi Demirel’e. Münir Güney gece yarısı beni aradı;“Yüksel,
sorma üniversiteyi gene kaybettik” dedi.
İsmini, her şeyi, yerini de ayarlamıştık. O
ilk kısım, 360 dönüm yer de yapsak, eğer
o günden açabilseydik üniversiteyi… Sonra onu biliyorsunuz 9 Eylül İzmir’de açtılar. Biz Denizlili olarak bir şey yapamadık.
Çok şükür bugün her şeye ulaştık. Üniversitemiz var.
Yukarıda bahsettiğim gibi nüfusları
baz aldığımızda Denizli 30 misline yakın büyümeye sahip. İmar planımız yok.
1963’te geldim ben, zorla beni il genel
meclisine gönderdiler. Merkez İlçe Parti
başkanı yaptılar. Hiçbir bildiğim yok. Yani
ihtilal olduğu için kimse mesuliyet kabul
etmiyor. Yeter ki yüksek tahsilli olsun. İl
Genel Meclisi’ne gittik. Şimdi ne yapacağımızı da bilmiyorum. Candoğan Belediye
Başkanı hakikaten gelmiş geçmiş başkanlarımızın içerisinde çok iyi başkandır
bürokrasiden gelme. Yok diyor, kanuna
uyulacak, olmaz diyor. İyi ki ben de başkan olmamışım. Çünkü çok zor bir iş, biraz
idare edeceksin biraz yumuşak olacaksın.
Neyse Candoğan’la biz yola çıktık. İlk
önce imar planı olmadan ruhsat vermem.
Ondan sonra da param olmayınca ben
bir şey yapmam Denizli’de. İlk önce paran olacak. Ne yapalım, işte toptancı hali
yaptık,soğuk hava deposu yaptık,sanayiyi düzelttik, otobüsleri düzelttik, asfalt
şantiyesi kurduk, asri mezarlık, otogar...
Şu anda Forum Çamlığın olduğu yerde
asfalt şantiyesi vardı. Ve o şekilde gelir
elde ettikten sonra yatırıma geçtik. Candoğan parkını yaptık. Sonra biraz daha
ağaçlandırdık, çiçeklendirdik ama bütçe diye bir şey yoktu. O zamanlar imar
planını Türkiye İller Bankası yapıyordu.
Mimar Suna Çakmacı benim de yakınım
gibiydi ve daha çok İller Bankası’na ben
gidip geliyordum. Uzun süre sonra İller
Bankası’ndan planlar geldi. Eskiyi bozma,
eğer bu planı bulursak Belediye’de, bütün
o güncel ara sokakları dâhilinde düzeltiverdik birazcık. Hiç olmazsa orada biraz
çizgiyle düzeltelim olmaz. Evimizin saçağını dahi muhafaza koruyordu. Bizde;
Ben varım, Yalçın Sunal var, Yakup Ünel
var. Denizli’de teknik adam o kadar az ki.
Hani yok şehir planını hiçbirimiz bilmiyoruz. Her şeyi gördüm biliyorum ama şehir plancısı değiliz. Tabi Candoğan böyle
uygulanacak diyor. Yani plan neyse ben
ilgilenmiyorum düzenleyin diyor. Belediye
Meclisini hiç dinlemiyor, partiyi hiç dinlemiyor.
1970’den hemen biraz sonra Dentaş
dahil, 70 tane anonim şirketi kurduk.
1971, 1961 hayali söylüyorum ama kayıtlar. Yani Pam Tekstil dahil. O zaman
Japonya’ya filan gidip geldik.
Denizli’nin hayal güçleri gelişmiş, ileriyi
görebilen insanlarından biri de Nuri Erikoğoğlu. 4-5 tane büyük dükkanı birleştirdi. İstanbul’dan sökülmüş makineleri
getirdi, kablo yapmak için. Şimdi barajlar
yapıldı, elektrik yapıldı ama ne düğmesini
yapabiliyoruz ne de kablosunu, hep ithal
ediyoruz. Nuri Erikoğlu o zaman kablo
üretmeye başladı.
Sanayi Odası ve Ticaret Odası
İşte böyle kalktık dedik ki Salih Bozbay
Abi de var, Sanayi odası kuralım. İzmir’e
gidip geleceğiz. Tabi sanayi odasını Bekir Karakurt abi temsil ediyor, Ege Sanayi
Odası Yönetim Kurulu’nda. Denizli’den
herkes oraya gidiyor. Biz dedik sanayi
odası kuracağız. Mehmet Ali Tan, ben,
Salih Bozbay abi biz- Mehmet Ali Tan birazcık sanayici sayılır haşıl döküyor filan
ama bizim ikimizde de sanayicilik filan
yok- sadece Türkiye’de 7. sanayi odası
olarak kurduk (1973). Mehmet Ali Tan
başkan olmak istedi. Bekir Karakurt hiç
olmazsa etrafı var tanıyor, ondan dolayı
Mehmet Ali Tan’dan sözlü dayak yedik ve
Denizli’de sanayi odasını kurduk. Yürüyoruz. Bu 70 fabrikadan anonim şirketten
tahmin ediyorum 30’u filan faaliyete
geçebilir. Geri kalanın yani o ampul fabrikası, televizyon fabrikasına çok değişik
konularda Uygar Motor hiç olmayacak
şeylere parmak attı. Aslında Şirintaş
bugün Paşabahçe şişe bardaklarının tümünü Denizli’de üretiyor. O hale getirdik
Denizli’yi, övünmek gibi olmasın ama.
Bunlar ücret karşılığı olmayan şeyler aslında. Gümrük müdürlüğümüz yok, ihtilal
oldu. Çimento fabrikası kuruldu. İzmir’den
işini yapan ihracat yapan için çok rahat
her şey, burada Denizli’de çözülüyor yani.
Teleks var sadece. Tabi ulaşım iletişim de
yok. Neyse Ticaret Odası olarak Büroyu
tuttuk. Müdür geldi “Benim telefonum yok.
Masam yok sandalyem yok.” dedi.
Yeni evliyim Münir Abi aradı, hazırlan biz
seni akşama bir yere götüreceğiz. Uşaklı Hafız, Memişoğlu, Münir Kuyumcu abi
arabaya bindik. Beni aldılar evden karşılıklı oturuyoruz, Münir abiyle bir yere gidiyoruz.“Yüksel Kaşıkcı projeleri çizdi.” “Ne
projesi abi?” “İmam hatip lisesi”. “Ben nasıl söylerim böyle bir şey görmedim”. “Sen
öyle diyeceksin”. Biz hacı amcaya gittik
–Sabuncuoğlu-Türk kahvesi içeceğiz. Gittik oturduk, elini öptük falan, neyse artık
“çizimler hazır” dedim ben. Öyle dediler,
söylemem gerekiyordu söyledim. Ben de
hatta söylemek istedim. Bunu başka yere
yapalım, hatta satalım burası 4-5 dönüm.
Orda 50 dönüm yer alalım orda yapalım,
kabul etmiyor Hacı abi. İlla orası olacak.
Mimar Ozan Saracoğlu’yla karşı karşıya
masaya oturduk. Sabah akşam proje çiziyoruz. Tabi projeyi tamamladık ama 1 ay
da zor tamamladık projeyi. Proje dev bir
proje. Organizasyon ve inşaat yapımı Hüseyin Tomaşoğlu’ndan. Bir kuruş para yok.
Abi dedim para yok, neyle yapacağız bunu,
demir alıyorsunuz. Şimdi biz mendil yaptık. Gelenler orda mendile para atacaklar.
Bir saydık 400.000TL, temeli döküyoruz
Bodrum’u yapıyoruz birinci katı yapıyoruz
bundan sonrası gelir artık. Kendisi gelir.
Bir saptama yapayım. Biz 1973'de
il yıllığı (50. Yıl) yayını çıkarırken Münir
Güney’le, “Mimar Ali Usta” diye buraya
yazdık. Bugün gördüğünüz bu fotoların
lisedeki, memleket hastanesinde tüm
karayolları Kömürcü Ailesi tarafından
yaptırılmıştır. Musa’da Saraçoğlu evleri
bize komşusudur. Bu misafirhanelerde
bu binaların çoğunda onları niteliği vardır. Ferruh Öler, Atatürk buraya Denizli’ye
göndermiş. Mimar Ali Ustayla, beraber
çalışmışlar vakıf evleri filan hep Ali usta
yapmış. O mermerleri yapmak şuan çok
zor. Parke döşemeleri, yolları dâhil onlar
yapmışlar. Ferruh Öler, mimar. Atatürk’ün
emri ile 30 vilayete dağılmış. Hasbelkader Denizli’ye gelmiş. Buraların mimarı.
Denizli’de 3 sene kalmış. Ben kendisinden
öğrendim.
Harp döneminde iplik veya boya kassar
v.s. tahsisli dağıtılıyor. 4 kooperatif dağıtımlardan birer kuruş topluyor, Kamu Hü-
27
kümet binası yurt olarak yapılıyor. İsmet
Paşa 1940’da Denizli’ye geldiğinde söz
vermişti ben size yurt yaptıracağım demişti.
Denizli’de mesela susam çok yetişiyor.
Anason, susam ve tütün Acıpayam’ın başlıca ürünleri.Benim bildiğim Denizli’de 3-5
tane un değirmeni var. 3-5 tane tahin değirmeni vardı. O zamanlar fabrika diyorduk, Cumhuriyet başladığı zaman.
Almanya’dan gelenler bize ticaret odası
16 tane Almanya Ticaret Odası başkanı
izliyoruz inceliyoruz, Karabük kadar demir
üretiyorsunuz biraz buna baktık, sizde cevher yok, izabe yok, ne oluyor nasıl oluyor?
Ticaret Odası Meclis Başkanıyım, biraz
bunu hayali olarak Karadede ormanlarından kalma demir işleri filan var, bizim
yatağanda Osmanlının süngüsü yapılıyor,
kılıcı yapılıyor, oradan haddeciliğe arkadaşlar başladı. 20 ye yakın haddene oldu.
Çocukluk devrelerinde amcam giderdi Karahöyük pazarında satılmayan ne kaldıysa
fabrikaya getirir, 200 tane koyun, 100 tane
dana, at satamıyor köylü hepsini getirmiş
koymuş eşkıya gibi adam Allah rahmet eylesin, hepsini getirir ertesi hafta paraları
öder. Bir dolu nohut, fasulye neyi kaldıysa
tekrar köylü evine götürmesin derdi.
Musa mahallesinde her yerde su vardı.
Kaşıkçı ailesi su çıkartıyor diye bir söylenti
oldu, ama su çıkmıyor bizim evden. Babam
vuruyor 100 metre yerden, su yok çeşmelerden taşıyoruz filan, neyse bizim sayaç vardı
numarası 10. Bütün mahalle bizi eleştirdi;
zengin bunlar, su aldılar, su alınır mı diye
bunlar 1950’li yılların bir esprisi. (Denizli
içme suyu şebekesi 1950’lerde yapılmıştı)
Dergimizde çıktı, Padişah çocuklarının birisi
Denizli’de valilik yapmış Gerzile’den su getirmiş. Kurşunlu Cami'nin altında, bacağım
kalınlığında bir su bu. Bayramyerindeki Vakıflar Hamamına gelirdi orada terazilenirdi,
sonra aşağı istasyona iner Tahsin Cem’lerin evinin orada kule vardır.
Kopyalama usulüyle ailelerden rica edelim bir fotoğraf müzesi ve arşivi kuralım.
1948-49 yılları devlet hastane çalışanlarının fotoğrafları ve Fatma hoca camisinin
içerisinin fotoğrafları bende mevcut.
YÜKSEL
KASAPSARAÇOĞLU
Bir öneri ile başlamak istiyorum: Fotoğraflarla Denizli müzesi arşivi ve kurmak
çok mühim bir konu. Bir ilke imza atalım
Denizli’de tanınmış ailelerin, devlet büyüklerimizin ziyaretlerinden, çocuklar yetişiyor
fotoğraf kıymeti bilmiyor heba olup gidiyor.
28
Akhan Kervansarayı ve İpekyolu
Esasında ismi Akhan değil “Sonhan”dır.
Sonradan çevirmişiz Akhan olarak. Yani
Selçuklu’nun yaptığı İzmir istikametinde
sonhan anlamında.Akhan Kervansarayı’nın oradan ipek yolu geçiyormuş zamanında. İpekyolu tek değil aslında, 6-7 kol.
Bunları şöyle sıralayabiliriz; Laodikya’nın
kuzey kısmından gelen bir yol, Kurudere
üzerinden Tavas’a doğru bir yol, Sevindik
tarafından gelen bir yol, Kurudere üzerinden Gökpınar Çayı’nı takiben, hatta çoğu
bilmez Ankara yolu (şu anki değil) Gökpınar kenarından Akhan üzerinden giden
yol,bir yol da İmam Hatip Lisesinin olduğu
yerden Kömürcüler çeşmesinin mevkisinden geçen yol olmak üzere farklı kolların
birleşimidir.
Musa Mahallesi
Denizli vilayeti kurulduğu zaman ilk
mahalle Musa Mahallesi’dir ve ismi Musa
Ağa’dan gelir. Benim mahallem ismini
Musa Ağa’dan alıyor. Külliyesi vardı. Şimdi o eski mezarlığın olduğu yere cami
yapıldı. Orda Merkezefendi külliyesi vardı. Çivit boyalı cumbalı ev vardı, çeşmesi
vardı. İlbadı yolunda. Muratdede, Murat
Burada Mustafa
Kemal Atatürk’ü anmak
zorundayım;
İzmir İktisat
Kongresi’ne, Denizli’den
kimler gidebilir,
tabaklar gidebilir.
Orada Atatürk
“Birleşin, Anonim
şirketler kurun” diyor.
Tabaklarımız geliyor ve
Şemsiterakki Debaat
Anonim Şirketi’ni,
İktisat Bankası Anonim
Şirketi’ni kuruyorlar.
Bey İnançbeylerinden. Şimdi Dedelihanda
yatan yatır. İnançbeylerinden gelen yatır.
Hilalspor, Yeşilspor, Denizlispor, bütün kulüplerin doğuşu Musa Mahallesi'nde.
Tripolis
1953 yılında, amcaoğlum Halil Sarı dedi
ki “bi Yenice tarafına gidelim”.“Gidelim” dedim. Bir motosikleti var, bindik, gidiyoruz.
Bir kum yığınına rastladık, motor savruldu
düştük. İkimiz de iyi olduğumuza kanaat
getirdikten sonra bir taş ilişti gözüme. Gittik eşeledik baktık ki tarihi bir taş; Akhan
Kervansarayı’ndaki bir taş. Geldik Taner
hocaya anlattık durumu. “Tripolistir Yüksel” dedi. Tarhan hocaya haber verdi, o da
zamanın valisine çıkmış,anlatmış durumu.
Tripolis ilk bu şekilde ortaya çıkmıştır.
Buldan
Canpolat valimi görevde olduğu zaman,
bir akşam yemeğinde bizim orda konuk
ettim.“Sayın valim dedim Buldan ranta
gidiyor” dedim.“Nasıl bir yer Buldan?” diye
sordu. ”Sayın valim bir görmeniz lazım”
dedim. Ertesi gün sabah saat 6’da kalkıyor, Buldan’a gidiyor. Kaymakamı, Belediye
Başkanını, Tapu Müdürünü buluyor, “Buldan’ı dolaştırın” diyor. Gezdiriyorlar, dolaşıyor. Tapu dairesine geliyor, kırmızı kalemi
eline alıyor alımı satımı yasaktır, şerhini
atıyor. Şimdi Buldan’da birçok yerde restore çalışmaları var.
Denizli Huzurevi
Görme Engelliler Okulu
Yaşlı Dinlenme Evi
29
BIR HALK HEKIMLIĞI UYGULAMASI ÖRNEĞI
AYDEŞ PİŞİRMEK
Halk arasında çok zayıf, çelimsiz ve hastalıklı olan çocuklara aydeş (aydaş) denir.
Aydeşliğin nedeni olarak da annenin hamileliği sırasında görmüş olduğu hoş olmayan
şeyler ya da çocuğa birisinin nazarının değmesi olarak gösterilir.
Dr. Metin TÜRKTAŞ-Hasan KALLİMCİ
30
Halk hekimliği içerisinde yani doktora
baş vurmadan halkın kendi gelenek ve göreneklerinden gelen tedavi yöntemleriyle
aydeşliğin değişik tedavi yöntemleri vardır.
Bunlardan bir tanesi şöyledir:Çocuk kanının
bulaşmadığı yani akraba olmadığı bir kadın
tarafından üç yol ağzında çimdirilir(banyo
yaptırılır). Kadın bir elek ya da kalbur içerisine bıçak, çivi, makas gibi değişik metal
eşyalar koyar. Sonra bunu eleği çocuğun
kafası üzerinde tutup onun üzerinden su
dökerek çocuğa banyo yaptırır. Böylece
çocuğun aydeşlikten kurtulacağına inanılır.
Bu konuda bir diğer tedavi şekli de, onu
bizzat yaşayanların anlatımıyla şu şekildedir:
Yıl 1959 veya 1960... Acıpayam’ın Gölcük köyü... Mustafa’dan olma Cemile’den
doğma 1934 doğumlu Fatmana, “çocuk
gelin” denecek yaşta evlendirilmiştir. Kocası, aynı köyden Muhammed Sönmez’dir.
İlk çocuğunu kucağına, henüz 17 yaşında
iken, 1950 yılında alır, adını Nihat koyarlar.
Nihat, zamanla büyüyecek, Denizli Lisesi’nden mezun olduktan sonra Almanya’ya
gidecektir. Tanıştığı bağlaması ile pek
güzel anlaşacak ve Denizli’nin hatta Ege
Bölgesi’nin tek âşığı olarak, Ozan Nihat
adıyla nam salacaktır. Sözün kısası, “Aydeş
Pişirmek” başlıklı yazımızın kahramanı olan
Fatmana, Ozan Nihat’ımızın anasıdır.
-Bu çocuğun adı ne?
-Yalçın...
-Hiç Yalçın olur mu? Kayınpederinin adı
Mehmet, Mehmet koyun.
Büyük sözüne uyarak Yalçın’a Mehmet
demeye başlarlar. Fakat nazar mı değmiştir ne, o günden sonra çocuğa bir hâller olur. Sırtında, başında çıbanlar çıkar. O
zamanın sağlıksız ortamında insanlarda
çıban çıkması olağandır. Önce “Nasılsa
geçer!” diye pek önemsenmez. Bildikleri,
çevreden duydukları kocakarı ilaçlarını denerlerse de netice alamazlar. Çıbanlar hem
büyüktür hem de sayıca fazladır. Zaten zayıf olan çocuk, iyice rahatsızlanır, yemeden
içmeden kesilir ve bir deri bir kemik kalır.
Üstüne bir de ishal olur. İyice hâlsiz kaldığı
için ağlamayı bile beceremez, ancak hafif
iniltiler çıkarabilir.
Cemile Ana, çaresizlik içindedir, torununu
kaybetmekten korkmaktadır.
-Fatmana kızım, sen bu çocuğu kucaklarken, emzirirken Besmele çekmeyi unutmuş
olmalısın. Bu sebeple çocuk Aydeş olmuş,
şeytan kendi çocuğu ile değiştirmiş. Kızım,
bunu Alcı’ya, Elif’e götürelim. Elif, Aydeş pişiriversin.
Fatmana’nın Nihat, Kemal (ölür), Necati, Ülkü, Perihan (ölür)vebunlardan sonra
1959 yılında bir oğlu daha dünyaya gelir.
Adını Yalçın koyarlar. Çocuk, nedense pek
zayıftır. Anasının sütü yetersiz gelmektedir;
bu sebeple pirinç, inek sütü vs. ile büyütülmeye çalışılır.
Yalçın’ın yedi aylık olduğu günlerden birinde, Gölcük Köyünden olup da komşu
köylerden Alcı’ya gelin gitmiş Elif Kadın,
misafirleri olur. Elif, “Çocuğun hayırlı ömürlü olsun!” dedikten sonra Fatmana’ya sorar:
Bir cumartesi günü Fatmana, bir umutla
çocuğu sırtına sarınır. Anası bir eşeğe biner. O, sırtında oğlu Yalçın, yanında diğer
oğlu Nihat olduğu hâlde yaya yürüyerek bir
saat sonra Alcı Köyüne, Elif Kadının evine
varırlar. Fatmana;
-Elif Ana, der. Adını Mehmet koyduğun
oğlum, Aydeş olmuş. Aydeş pişiriver.
Elif Ana, yakın komşularından üç kadın
çağırır. Çocuk, kıvrılarak ucu yere değmiş
bir asma dalının içinden geçirilir. Dal içinden geçirme işlemi üç defa tekrarlanır. Her
seferinde Fatmana çocuğu uzatır, karşısına
geçen kadın alır ve yeniden dalın üzerinden
anasına verir. Birlikte, üç yol ağzı (kavşağa)
bir yere gidilir. Elif Kadın, irice üç taş bula-
Fatmana Sönmez
Yedi aylık iken sağlığına kavuşturulması için Aydeş aşı
pişirilen Yalçın Sönmez
rak onları sacayağı şeklinde koyar. Taşların
üzerine bir içi boş kazan yerleştirir. Kazanın altına da üç eňse (yarım yanmış fakat
sönmüş odun) sokar. Çocuğu kazanın içine
oturtur ve yanına da kendisi çömelir.
Komşu kadınlardan biri kazanın yanına
sokulur, ayağıyla eňselerden birini kazanın
altına doğru iteler. Bu iteleme ateş harlandırmak içindir. Elif Kadınla aralarında şu
konuşma geçer.
-Elif, niye geldin?
-Aydeş pişirmeye geldim.
-Pişirebilir misin?
-Pişiririm, pişiririm; şişiririm bile.
O kadın, geldiği yönün aksine geçerek
durur. İkinci kadın da diğer eňselerden birini itekler ve Elif Kadın ile aralarında aynı
konuşma geçer.
-Elif, niye geldin?
-Aydeş pişirmeye geldim.
-Pişirebilir misin?
-Pişiririm, pişiririm; şişiririm bile.
Bu kadın da geldiği tarafın karşısına geçerek bekler. Aynı sahne, üçüncü kadın ile
Elif Kadın arasında aynen tekrarlanır. Elif
Kadın, Fatmana’ya döner.
-Şimdi çocuğunu kazandan alıp köyüne
gideceksin. Kazandan alırken, onu hastalandıran şeytana doğru üç defa uzatarak;
“Al çocuğunu, ver çocuğumu!” diyeceksin.
Sonra köyüne kadar hiç ardına bakmadan
gidecek ve bir hafta sonra yine geleceksin.
Şunu da unutma; çocuğu, burada yaptığın
gibi, bir hafta ara ile iki defa daha ağaç dalı
deliğinden geçirmen gerekiyor.
Fatmana, kazanın yanına gider. Çocuğunu ellerine alır, biraz kaldırır. Kazanın içine
üç defa uzatıp çeker ve her defasında şeytana şunu söyler:
-Al çocuğunu, ver çocuğumu! Al çocuğunu, ver çocuğumu! Al çocuğunu, ver çocuğumu!
Oğlunu kaptığı gibi yine kaynanası ile
birlikte ardına bakmadan Gölcük’e doğru
yürür. Fatmana, birer hafta ara ile iki cumarteside daha Alcı’ya gider. Bu defa yanında yol arkadaşı olarak yalnız dokuz-on
yaşlarındaki oğlu Nihat vardır.Yalçın’ın
tedavisi üç seansta tamamlanır. İkinci ve
üçüncü haftalarda çocuk, Elif Kadının tembihine uyularak Gölcükte, evlerinin yakınındaki bir çam ağacının yere değen dalı ile
gövde arasında kalan aralıktan da geçirilir.
Tabii bu arada Fatmana’nın anası da bir
taraftan kocakarı dermanı merhemlerle tedaviye devam eder. Zaman içinde çıbanlar
kaybolur, çocuk da sağlığına kavuşur. Her
ne kadar Elif Kadından medet umulmuş
olsa da onun nazarının değdiğine inandıkları için çocuğa tekrar Yalçın diye seslenmeye başlarlar.
31
BIR CEMIYET YEMEĞI
KEŞKEK
Doç. Dr. Ramazan GÖKÇE,
Pamukkale Üniversitesi Öğretim Üyesi
Keşkek, Türk yemek kültüründe sadece
hane halkı için yapılmayan, yalnız yenilmeyen; yardımlaşma, kaynaşma, paylaşma
cemiyetlerinde beraberce hazırlanıp beraberce yenilen özel bir yemektir. Bu özelliği
nedeniyle doğumda-ölümde, düğünde-sünnette-mevlitte, uğurlamada-karşılamada,
yağmur
duasında-nevruzda-hıdrellezde
beraberce hazırlar, beraberce yeriz. Hatta
yapımında kullanılacak buğdayı, eti, kazanı-düzeni, kepçeyi-kevgiri de ortak bütçe ile
alır ve onları kutsal bir emanet gibi korur
kollarız. Diğer yemekleri israf etmekte pek
bir sakınca görmez iken keşkeğin israf edilmesine asla gönlümüz razı olmaz. Hatta
bazılarımız “peygamber yemeği” olduğuna
inanır ve sırf bu yüzden ona sadece yemek
olmanın üstünde daha farklı bir anlam yükler.
Keşkek neredeyse ülkemizin tamamında
bilinen ve genellikle cemiyetler için yapılan
bir yemektir. Bu özelliği nedeniyle temelinde keşkek pişirip gelenlere ikram etmek
olan 71 ayrı geleneksel keşkek hayrı vardır.
Bunların bazıları örneğin Aydın Karacasu
Dedebağ Keşkek Hayrı’nda olduğu gibi yüzyıllara dayanan bir geçmişe sahiptir (Dedebağ Keşkek Hayrı’nın bu yıl 733.sü yapılmış
ve yaklaşık 20.000 kişiye dağıtılmıştır.
www.milliyet.com.tr, 30.08.2015). Denizli’de de bu geleneksel keşkek hayırlarından
3 tanesi yapılmaktadır. Bunlar;
1. Babadağ, Karaçöplen Yaylası Keşkek
Hayrı (Eylül ayının ilk hafta sonu),
2. Kızılcabölük, “Bir Tabak İki Kaşık” Keşkek Hayrı (Haziran ayının ilk hafta sonu),
3. Tavas Sekiköy Hıdrellez Keşkek Hayrı
(Mayıs ayının ilk hafta sonu).
Geleneksel hale gelen keşkek hayırlarının bir diğer yönü bunun bir şekilde inanç
sistemine bağlanmış olmasıdır. Bu nedenle
keşkek yapma mekânları büyük oranda ya
bir türbe ya da mezar ile özdeşleştirilmiştir.
32
Geleneksel olsun veya olmasın o mekânlarda keşkek hazırlayıp sunanlar ve katkı sağlayanlar önemli bir ibadeti fiilen yapmanın
iç huzuruyla hazırlarlar, yerler ve ayrılırlar.
Keşkek basit gibi görünen fakat hazırlanması oldukça meşakkatli bir yemektir.
Bileşiminde sadece et ve buğdayın olması,
haşlama ve ezmeden başka işleminin bulunmaması onun kolayca hazırlanabilece-
ğini düşündürse de yemeğin oldukça uzun
bir hazırlama süreci vardır. Bunlar;
Buğdayın hazırlanması
Keşkek yapılacak buğdayın ak buğday
yani yumuşak buğday olması gerekir. Yumuşak olmalı ki ıslatma ve haşlama esnasında kolayca su alarak şişmeli ve daha
sonra kolayca ezilebilmelidir. Glutence
zengin sert durum buğdayı (koca buğday)
ile keşkek yapılmaz. Çünkü su alıp yeterince
şişmez ve kolay kolay da ezilmez. Keşkeklik
buğdayın öncelikle kabuğunun çıkarılması
gerekir. Bu amaçla eskiden hafifçe tavlanan buğday dibek taşlarında soku ile dövülerek kabuğu çıkarılırdı. Şimdilerde kabuk
çıkarma işlemi değirmenlerde yapılmaktadır. Kabuğu çıkarılan ve savrulan buğday
çuvallar veya daha küçük paketler halinde
keşkek yapacak olanlara ulaşır. Keşkek ya-
Buğday kazanları sırasını bekliyor
Keşkek, Türk yemek
kültüründe sadece hane
halkı için yapılmayan,
yalnız yenilmeyen;
yardımlaşma,
kaynaşma, paylaşma
cemiyetlerinde
beraberce hazırlanıp
beraberce yenilen
özel bir yemektir
doğumda-ölümde,
düğünde-sünnettemevlitte, uğurlamadakarşılamada, yağmur
duasında-nevruzdahıdrellezde beraberce
hazırlar, beraberce yeriz.
Etler kaynatılıyor
33
Etler kemikten ayrılıyor
pımına başlamadan önce eğer kazanlarla
keşkek yapılacak ise keşkeklik buğdaylar
imece usulü ile mahallede veya konu-komşu arasında arpa ve kızıl buğday tanelerinden ayıklanır. Eğer bunlar ayıklanmayacak
olursa keşkekte sert taneler olarak kalır ve
keşkek homojenliğini bozarlar.
Keşkeğe girecek etin hazırlanması
Her türlü et ile keşkek yapılabilir. Ancak
yöresel alışkanlıklara bağlı olarak o yörede
en çok hangi hayvanın eti tüketiliyorsa o
hayvanın eti ile yapılmaktadır. Bununla beraber keşkek içerisinde daha homojen dağıldığı ve koyun etinde olduğu gibi belirgin
bir kokusu olmadığı için kolay temin edilebildiği yerlerde erkeç eti tercih edilir. Koyun
etinin yağlı olması ve kendine özgü kokusu
keşkek yapımında tercih edilmemesine sebep olmaktadır. Sığır eti, koyun-keçi etleri
gibi kemikleriyle beraber kaynatılırsa iyi bir
tercih olabilir. Günümüzde Ege Bölgesi’nde
keşkek pişirme geleneği daha çok erkeç eti
ile sürdürülmekte, bunun yanı sıra imkânlar
dâhilinde oğlak, kuzu, koyun, sığır, hatta tavuk ve diğer kanatlı hayvanların etleri ile de
yapılmaktadır.
Hangi hayvan etiyle yapılacak olursa
olsun keşkeğe konulacak et kemikleriyle
beraber haşlanmalıdır. Haşlama öncesinde
ilikli kemikler mutlaka kırılmalı ve böylece
et suyuna daha fazla kemik suyu geçişi
sağlanmalıdır. Et-kemik suyu bileşimine
34
girdiği bütün yemeklerin tadını ve besleyici
değerini arttırdığı gibi keşkeğinkini de arttırır.
Haşlanan etler iyice pişip bütünlüğünü
kaybedince kazanlardan kevgirlerle tepsilere-sinilere alınır ve burada kemikleri güzelce ayıklanır. Ayıklanan etler ayrı kazan/
kazanlarda biriktirilir. Kazanlarda kalan
et-kemik suyu ise boş kazanlara alınan
buğdaya verilerek yavaş yavaş şişmesi
sağlanır. Belli bir süre şişen buğday servis
edilme saatine göre ocaklara alınarak az
ateşle pişirilir.
Buğdayın pişirilmesi ve ezilmesi
Buğdayın pişirilmesi keşkek pişirmenin
en hassas aşamalarından biridir. Çünkü hiç
karıştırmadan ve dibini tutturmadan pişirilmesi gereklidir. Bunun için kazan altındaki
ateşin kesinlikle harlı olmaması, kazanın
her noktasından aynı sıcaklığı vermesi gerekir. Pişirmede bu dengeli sıcaklığı sağlaması açısından keşkek genelde kalaylı
bakır kazanlarda pişirilmektedir. Eğer ateş
iyi ayarlanamaz ve kazanın dibi tutturulursa keşkek yanık lezzette olacaktır. Bu ise
keşkeğin yenilememesi sonucunu doğuracaktır.
Keşkeğin pişmesi buğdayın kolayca ezilebilmesi ile anlaşılır ve pişen keşkeklerin
altından ateş alınarak buğday ezilmeye
başlanır. Eskiden ağaçtan yapılan özel
ezme kürekleri ile keşkek eziliyorken günümüzde bu amaçla mikserler kullanılmak-
tadır. Mikser kullanılıyor olsa da keşkeğin
iyice özleşmesi için yine de ezme kürekleri
kullanılmaktadır. Buğdayın iyice ezildiği
onun kazanda sakız gibi uzamasıyla anlaşılır. Artık keşkek büyük oranda hazırdır.
Keşkeğe et ve tuzun konulması
Önceden haşlanan ve kemiklerinden
ayıklanan et bir kazanda biriktirilir. Bu et
kazan/kazanlara eşit miktarlarda dağıtılır
ve üzerine gereği kadar tuz konulur. Eti ve
tuzu konulan kazanlar keşkek kürekleriyle
karıştırılır ve bu esnada da ezmeye devam
edilir. Keşkek üzerinde etin görünmez hale
gelmesi keşkeğin servis edilmeye hazır olduğunun göstergesidir.
Keşkeğin servis edilmesi
Hazırlanan keşkeğin dağıtıldığı özel bir
kap genellikle yoktur. Yapıldığı yerde yenmesi durumunda paslanmaz tabaklarla,
evlere götürüldüğü durumlarda ise kişilerin getirdiği tepsi, kova, tencere gibi büyük
hacimli kaplara doldurularak servis edilir.
Pişirildiği yerde yenmesi halinde isteğe
göre başka bir kapta hazırlanan kırmızı toz
biberli tereyağı sosu ve karabiber ilave edilerek sıcak olarak servis edilir ve yine sıcak
olarak yenilir. İçerisine konulan et, et-kemik
suyu ve üzerine ilave edilen tereyağı nedeniyle keşkek soğuyunca donar. Bu nedenle
soğuk olarak tüketimi yok denecek kadar
azdır. Mutlaka sıcak olmalıdır. Hatta çoğu
kereler ılık olması bile kabul edilemez.
Keşkeğin bir diğer özelliği ister pişirildiği ortamda, isterse evde tüketiliyor olsun
tüketiminde israftan mümkün olduğunca
kaçınılmasıdır. Çünkü çoğu insanlar keşkeğin peygamber yemeği olduğuna inanır ve
israf edilmesinin aynı zamanda peygambere de saygısızlık olduğunu düşünür.
Keşkeğin besleyici değeri
Eskiden bir çok cemiyet yemeği sadece keşkek ve onunla birlikte servis edilen
turşu ve bir tatlıdan (irmik/un helvası,
zerde …vb.) ibaretti. Servis edildiğinde
kaşıkla yenilebileceği gibi yufka veya somun ekmeği ile de yenilmesi söz konusudur. Günümüzde bu şekil tüketimi varsa da genellikle yemek sonunda özel bir
tamamlama yemeği olarak tüketilmekte
veya yemeklere bağlı olmaksızın kaşıkla
yenilmektedir. İçerisindeki et ve et-kemik
suyu nedeniyle keşkeğin besleyici değeri
Servise hazır keşkek
Et ilave edilmiş keşkek
35
oldukça yüksektir. Vücudumuzun ihtiyaç
duyduğu protein, yağ, karbonhidrat ve
mineral açısından yeterlidir. Uzun süreli
kaynatma nedeniyle vitamin değerinde
azalmalar meydana gelmektedir. Buna
rağmen C vitamini hariç vitamin değeri
böylesi bir yemek için genelde yeterlidir.
Yapısındaki buğdaydan kaynaklanan nişasta ve et yağı nedeniyle de doyurucu
ve tok tutucudur.
SONUÇ
Keşkek, hazırlanması zor paylaşımı
bir o kadar kolay ve anlamlı geleneksel
bir yemeğimizdir. Onun tadında yardımlaşma, paylaşma, kaynaşma; kokusunda
herkesle paylaşmanın ve peygambere
ait bir geleneğin sürdürülmesinin hazzı
vardır. Onsuz dualarımızın kabul olmayacağına inanırız sanki. Onu kaynatmadan sünnet olamayacağımızı hatta
evlenemeyeceğimizi düşündüğümüzden
bir çocuğa keşkeğinin kaynatılıp kaynatılmadığını, delikanlıya da keşkeğinin
yenilip yenilmediğini sorarız. Kısacası Anadolu coğrafyasında hatta diğer
Türk yurtlarında benzerlerini yaparak iyi
günde-kötü günde, varlıkta-yoklukta, sevinçte-tasada bir olmanın, birlik olmanın
önemini bir kez daha yaşarız, yaşatırız.
Kısacası biz keşkeksiz, keşkek bizsiz olamaz, olmamalı.
Keşkek ustası ve tezgahı
Keşkek eziliyor
36
Yemekler Şahı KEŞKEK
Ak-pak buğday tanesiydim;
Önce tavladılar soğuk su ile,
Sonra dövdüler sokularla,
Lime lime oldu esvaplarım.
Savurdular rüzgârda beni,
Anadan üryan kalınca utandım.
“Kırk katır mı, kırk satır mı istersin,
Yoksa kazanlara mı girersin?” dediler.
Girdim kazanlara tanıdık diye,
Üzerime et suyunu verdiler hediye.
Sonra yavaş yavaş nar-ı cehennem,
Hamdım, piştim, yandım.
Yanıma lime lime et gelince uyandım.
Hemhal olduk onunla kaynar kazanda,
Tuz ektiler yarama, yardılar, yaraladılar.
Sakız gibi olmam için,
Küreklerle, kevgirlerle zorladılar.
Buna can mı dayanır a dostlar,
Un ufak oldu bedenim,
Ezildim, eridim,
Mum oldu üryan bedenim.
Tabaklara konuldum gönülsüz,
Gönlüm olsun diye tereyağı döktüler
üzerime,
Kimi kaşıkla, kimi çatalla,
Kimisi yufkaya sarıp,
Kimisi turşuya banıp,
Yediler bitirdiler beni.
Âleme yetirdiler beni.
Kah yağmur duasında, nevruzda,
hıdrellezde,
Kah mevlitte, sünnette, düğünde,
Bayramda, seyranda hayrına pişirip,
Âlemde yediler beni,
“Peygamber aşı” diye bildiler beni.
27 Ekim 2015
37
ACIPAYAM'DA
DAĞ SARAYININ GİZEMİ?
“Dağ sarayı” ismi benim 1950 li yıllardan
beri gittiğim,1953-1954 yıllarında bir buçuk ders yılında kaldığım Acıpayam’da
beni hep takip etmiştir. Öyle ya, dağ bilinir,saray da bilinir. Dağ sarayı ne ola ki? Bu
sözlerin gizeminde(sırrında) asıl önemli
kelime “saray”dır. Dağda bir saray ne arar
denmesin?
1990 lı yıllarda artık ünvanı ile de yetkili
olan bir akademisyen olarak Dağ Sara-
38
yı’na merak etmiş, benim köyün o zamanlar
bağlı olduğu kaza merkezi ve kayınpederin
memleketi bir Acıpayam ziyaretimde konuyu oralılara açmıştım. Acıpayamlıları çok iyi
bilen Çakır Süleyman(Değer) Amcayı bularak meseleyi öğrenmeye çalışmıştık. Çakır
Süleyman Amca, Dağ Sarayı denilen mıntıkayla ilgili olarak Cabılar ailesinin adını
telaffuz ederek, oradaki büyük evin yıkılışını
hatırladığını belirtmiş idi. Orada, Acıpayam’ın başka evlerinde görülmeyen işle-
meli, yazılı parçalar ve malzeme varmış.
Hatta bunlardan bir pencere kepenginde
yazılar bulunduğu da söz konusu edilmişti.
Yazılı veya kitabeli pencere kepenkleri dikkatimi daha çok çekmişti. Hemen bunun
üzerinde durdum; Çakır Süleyman Amca
bildiğime göre orada iki kepenk vardı ve
binanın yıkımı sırasında ailenin iki erkek
mensubu bu kepenkleri paylaştılar. Birisi
İstanbul’da bir emekli bankacı şahsiyet;
ama öteki kişi şu anda Acıpayam’da yaşı-
Prof. Dr. Tuncer BAYKARA
Emekli Öğretim Üyesi
yor. Hemen rica ettim; ”Bu kepengi görmek mümkün müdür? O kişinin ayağına,
evine gitmekten çekinmem “ deyince
Çakır Süleyman Amca, “ onu tanırım,
benim hatırımı kırmaz, kepengi buraya
getirir” diyerek adının Kemal olduğunu
öğrendiğim kişiye haber iletti. Gerçekten de az sonra şu anda rahmetli olan
ve Acıpayam’da Bodrumlu Kemal diye
anılan bu garib davranışlı kişi, koltuğunun altında kepengi getirdi.
Yanımda fotoğraf makinem yoktu; o zamanın cep telefonlarında hassas fotoğraf çekilemiyordu, Ama yanımda kağıt
ve kalemler vardı; Kitabeyi masaya
koyarak sökmeye çalıştım, tamamını
çözemedim ama istinsah veya kitabeciler deyimiyle estampajını yapmaya
çalıştım. Hatta vaktiyle talebeliğimizde
yaptığımız gibi, kurşun kalemle kopyasını yani estampajını almaya çabaladım.
Bununla ilgili çabalarımın resimlerini
ekliyorum. Oradan da kitabe metnini
aşağıda vermeye çabalayacağım. Şimdi
konuyu biraz daha açabiliriz.
I. “Dağ Sarayı” Adı.
II. Dağ Sarayı ile ilgili bilinenler
III. Kepenk yazıtının metni
IV. Netice.
I.Dağ Sarayı Adı.
Dağ Sarayı, adı üzerinde bir dağ veya
tepe üzerinde sıra dışı bir yapıyı ve onun
yerini aldığı yörenin yankısıdır. Burası
Acıpayam’ın batı yakasındaki tepedir ve
az ilerde de Evkara çamlığı ve Evkara
bulunmaktadır. Burası , ortasından bir
dere geçen ve iki parçaya bölünen eski
Acıpayam’ın Batı yakasıdır.
Burada bir pınar bulunup suyu dolayısıyla muhtemelen bağımsız bir yerleşme
yerini de yansıtabilmektedir. Tepenin
eteğinde yeni zamanlarda evler yapılmış, hatta bir mezarlık da olmuştur.
Hakkında fazla bir bilgimiz olmayan bu
mezarlığın Dağ Sarayı sakinlerinin özel
mezarlığı olduğunu sanıyoruz.
“Saray” adına gelince, bu Devlet merkezindeki idare yeri gibi algılamamak gerekir. Çünkü , bizzat kendi gözlemimize
ve tespitimize göre köyüm Yatağan’da
Hacıkeylerin evi “Saray” diye anılmakta
idi.( bk.Yatağan, Tokyo 1984, s. 140 ).
Hacı Keyler/Kahyalar Yatağan’ın yöneticisi olup, evleri köyün öteki evlerinden
oldukça farklıdır. Bir başka ifade ile Yatağan dışı çevreyi görmeyenlere göre bu
ev bir “Saray” olsa gerektir. Dağ sarayı
da doğrudan bir mesken, konut ve evdir.
Fakat bu ev, Acıpayam’ın öteki evlerinden farklıdır ve adeta bir saraydır. Hatta
tahminimize göre Acıpayam’da uzunca
bir zaman yönetim yeri olmuştur. Bu
sebeple Dağ Sarayı ismi , her türlü yerleşim yerlerinde yönetim binasına Türk
kültürünce verilen “saray” kavramını
yansıtmaktadır.
II. Dağ Sarayı ile ilgili Bilinenler:
Dağ Sarayı ile ilgili olarak ilk olarak XIX
yy sonları ile XX yy başlarındaki bilgileri
yansıtan Ali Vehbi(Aykota)nın Acıpayam
kitabindaki bilgileri görelim( Ali Vehbi,
Acıpayam, Ankara 1951, s. 172):
“DAĞ SARAYI VE CABILAR: Acıpayam’da
Devletin maliye işlerine baktığı ve vergileri tahsil ettiğinden dolayı (CABI)
lakabıyla anılan İsmail Ağa ( DAĞ SARAYI ) denilen hususi oturma ve umumî
hükûmet konağı binasını (980) de tesis
edilen şahsiyettir. Oğulları Ahmet Ağa
(1042) ve aynı soydan diğer Ahmet Ağa
(1063) , Hüdaverdi ( 1078) Devletin Maliye işleriyle meşgul olmuşlardır. Acıpayam’ın Kale tepesinin biraz engininde
kurulan Dağ Sarayı zamanımıza kadar
varlığını muhafaza etmiştir.
Halen Cabı sülalesine mensup (1245),
Ali Paşa , (1235) İsmail Ağa ve bunun
evlatları (1291), Hafız Ömer, 1296 Ahmet Cabı ve (1303) Ömer Cabı taraflarından tasarruf edilmektedir. Dağ Sarayı
yüksek mevkii, yeşilliklere bürünmüş
geniş bahçeleriyle meşhur ve halkın
mesiresidir. Bunun yakınındaki Evkara
çamlığında ise hıdırilyâs eğlenceleri yapılmaktadır”.
Günümüzde de Cabılara daha çok Ömer
Ağalar denmekte olup (H.Gülmez) , Ali
Vehbi’de adı geçen Ömer Cabı’nın hatırası, yani soyu olsa gerektir .
III. Kitabe metnine dair bildiklerimiz:
Kitabe metni muhtemelen iki pencere
kapağına, birbirini tamamlayan ifadelerle yazılmış olmalıdır. Yukarda belirttiğimiz gibi sadece bir kepengi kısa bir
sürede incelediğimiz için metni tam çözemedik. Üç (belki dört) ayrı yerde yer
alan metnin bir denemesini veriyoruz.
Bundan çözülebilen kesimler şöyledir:
“…. Kara balığa hatadan saklayasın.
Daima müsaid oluruz? Yirmibeş bölüğü daima şahbaz eyle. .. Zındık Miralay
söyletür…dileriz. .. Cümle alem Yirmi Beş
…. Dır. Hatadan saklayasın. Dünya balık
üstündedir”.
Bundan bir tarihçi olarak sezilen (hata
payı olabilir) 1826 sonrası Yeniçeri ocağı
kaldırılıp ocak mensupları takibata uğrayınca dağılanlardan birisidir. Kendisi yirmi beşinci bölüğe ortaya mensup olup
bu bölüğün timsali (işareti) kara balıktır. Kendilerine karşı harekete geçen
miralay ise “zındık” diye tanımlanmıştır.
Aslında bu olaylar 1806-7 den itibaren
de geçmiş olabilir. Nitekim Yatağandaki
olayların da 1826 öncesinde geçtiğini
tahmin ediyoruz.
IV. Netice olarak Dağ Sarayı mahalli bilinenlerin dışında bazı olaylara karışanların ikamet ettikleri bir yöredir. Ali Vehbi’nin dediği gibi burada idare/hükûmet
binaları bulunduğundan “saray” denmiştir. Bu arada hemen belirtelim ki Acıpayam merkezinde yönetici olarak bir de
Ispaalar, yani Sipahiler sülalesi de vardır.
Biz oralı olmadığımızdan mahalli tarihe
ait bilinenlere nüfuz edemediğimizden
bu kadar bilgi ile yetiniyoruz.
39
DERGİMİZ
AZERBEYCAN GAZETELERİNDE
Dergimizde yer alan, “Şeki’den Denizli’ye
Akhan Mahalllesi” başlıklı yazı, Azerbaycan’ın
“Şeki Belediyyesi” gazetesinde de yayımlandı. Hasan Kallimci, 1902 yılında Şeki’den Osmanlı İmparatorluğu topraklarına göç etmek
durumunda kalan kardeşlerimizin şehrimize
gelerek Akhan Mahallesini kurmalarını anlatan bir makale hazırlamış; bu yazı Eylül-Aralık
2014 tarih ve 42 sayılı dergimizde yer almıştı.
Vakfımız tarafından Azerbaycan’a ulaştırılan
dergideki yazı, Şair-Yazar-Edebiyat Öğretmeni ve Azerbaycan Yazarlar Birliği Şeki Başkanı
Vaqıf ASLAN tarafından Azerbaycan Türkçesine aktarılarak Şeki Belediyesi gazetesinde,
bu ülkedeki kardeşlerimizin bilgisine sunuldu.
Yazı, gazetenin Nisan 2015 tarih ve 127. ve
Mayıs 2015 tarihli 128. sayılarında iki bölüm
şeklinde yer bulmuştur. Ayrıca bu yazı; Bakü’de yayımlanan 525. Gezet’in 07.01.2015
tarihli nüshasında da “Şekiden Denizliye ve
ya Akhan Mehellesinin tarixçesi Hasan Kallimcinin Tekdimatında” başlığı altında, muhabir Sevinç Mürvetkızı tarafından özetlenerek
değerlendirilmiştir.
Prof. Dr. Tahsin Hancıoğlu, “Bakan Eller 1”
Kültürlerarası Resim Kampı-2012

Benzer belgeler