Din-Bilim Soru ve Cevapları

Transkript

Din-Bilim Soru ve Cevapları
Dikkat: Bu e-Kitabı görüntü ayarınızı %100 ’e ayarlayarak okumanız tavsiye edilir .
Din-Bilim Soru ve Cevapları
Kenan Keskin
Fizik Müh.
www.yorumsuz.net.tc
tarafından derlenerek size e-kitap olarak sunulmuştur. Kaynak: http://sufizmveinsan.com
Basım: Şubat 2007
Zamansız-Sonsuz Boyutun kapısını açmak için . . Kozmik Bilinç için . .
Olanların ÖTESİNE gitmek için . . Olanların ardındaki Ş İ F R E L E R İ çözmek için . .
Yayın Listemiz >>> Sayfa 63…70
2
- yorumsuz
bildiri -
İnsanlığa gerçekleri anlattığına inandığımız düşünürlerin,
yazarların, aydınlanmışların ilimsel üretimlerini
sizlerle paylaşmaktan başka bir arzumuz yoktur.
Biz bir başka insanı değişim-dönüşüme uğratamayız.
Bizim yapabileceğimiz tek şey;
değişim-dönüşümün meydana gelebileceği,
hoşgörü ve sevginin girebileceği bir alan, bir boşluk yaratmaktır.
Dileğimiz size yararlı olabilmek...
Evreni (algılayamadıklarımız dahil) yöneten ve
farklı adlarla işaret edilen Yüce Gücün,
bu arzumuzu yerine getirmemiz için, önümüzü açık etmesini diliyoruz;
‘Eğer bu duanın gerçekleşmesi, bizler ve tüm yaşam adına en iyisi olacaksa... ’
www.yorumsuz.net.tc
3
Din-Bilim Soru ve Cevapları
Kenan Keskin
Fizik Müh.
Sayfa
Sayfa
4 - 1. Bölüm
9 - 2. Bölüm
15 - 3. Bölüm
22 - 4. Bölüm
29 - 5. Bölüm
36 - 6. Bölüm
43 - 7. Bölüm
53 - 8. Bölüm
63 - Yayın Listemiz
www.yorumsuz.net.tc
4
Din-Bilim Soru ve Cevapları
Kenan Keskin
Fizik Müh.
1. Bölüm
* Bizim gibi duyu organları olmayan Cinlerin ve birtakım meleklerin sohbet eden
bir veliden faydalanması nasıldır?
Bir veli, bir yerde sohbet ettiği zaman bize ulaştırmak istediği manalar, boyutumuzda
dil yoluyla kelimelere dökülerek aktarılırken, bunun karşılığı olan beyin dalgaları da
beynimizi etkileyip ruha enerji yüklerken, o ortamda bulunan bir cin de, bizim
boyutumuza ait olan kelimeleri, cümleleri değil, o beynin yaydığı anlam yüklü dalgaları
kendi boyut karşılığından değerlendirmek suretiyle kapasitesince alır, enerjisinden
beslenir. Keza cin kökenli melaikenin, zikir meclislerinden gıdalarını almalarının sistemi
de budur.
* Haiti’de büyü olarak nitelendirilen bir yöntemle, insanların beyin faaliyetlerinin
yitirilmesine; ölenlerin ise, mezardan dirilip aynı şekilde moronsal ya da sokak
delisi gibi yaşama devam etmelerine etken gerçekten büyü müdür?
Öncelikle bu yöntemin (gerçekten olanlarının dışında) bildiğimiz büyü ile ilgisi
yoktur. Bilim adamları, o kişilere verilmek üzere kullanılan karışımların içerisinde, sinir
sistemini çok güçlü bir biçimde etkileyen bir tuzlu su balığın iç organlarında ve derisinde
bulunan tetra dodolsin adlı bir maddeyle karşılaşmışlardır. Yüksek düzeyde alındığında
5
çok güçlü etkisinden dolayı, istenmeyen ya da suçlu görünen insanlar bu büyü adı
verilen yöntem kullanılarak cezalandırılmakta, lanetlenmektedirler. Ancak, bu
uyuşturucunun geçici ölümlere de yol açması yüzünden, gömülme esnasında veya
hemen öncesinde kişiler tekrar kendilerine gelmeleri ve bu maddenin beyinde yapmış
olduğu korkunç tahribat dolayısıyla da ruhu alınmış bir kimse anlamına “zombi” diye
adlandırılarak toplum dışına itilmekte ve kendinden habersiz şekilde öylece yaşamaya
bırakılmaktadırlar. Böylece, diğer kabile mensuplarına nispetle cinlerin kontrolüne daha
fazla açık hale gelen bu insanlar bir de onların oyuncağı olarak sefil biçimde hayatlarına
devam emek zorunda kalırlar. Bunların içinde, mezara gömüldükten günlerce, haftalarca
sonra dirilenler bile olmuştur. En ilginç vaka da, ergenlik dönemindeki bir kız çocuğunun
ölümünden dokuz ay sonra gömüldüğü yerden çıkıp tekrar evine gelmesidir. Çünkü, bu
maddenin ayrıca vücuttaki metabolizmayı yavaşlattığı için, bu insanların ölmedikleri ve
gömülme işleminin de bunların dirilecekleri göz önüne alınarak yapılması, bu tür
durumların oluşmasını sağlamaktadır.
* Telepatik bağlantıların mevcut olduğu başka hangi durumlar var?
İnsan beyinlerinin birbirlerini etkileme olayı, cinsel birleşmede de kendini çok güçlü
göstermektedir. Çünkü bu esnada, beyinsel faaliyetler oldukça güçlüdür. Zinada, içinde
bulunulan halin beyinde oluşturduğu parazitlenmeyle beyinler birbirlerini negatif yönde
öyle bir etkiler ki, beynin bu konuda kendini toplaması kolay kolay olmaz ve bu, ruha da
kayda girdiğinden ölüm ötesini de çok büyük oranlarda etkiler. Aynı durum, evlenme
yoluyla olduğunda ise, bu negatiflik pozitife döner, birbirlerini enerji yönüyle pozitif
etkilerler. Resulullah bu konuda şöyle söyler: “ sizler yataklarınızda eşlerinizle
birlikteyken bile sevap işlersiniz”. Bu nasıl olur! diyen sahabesine hitaben de: “Zina
yaparken günah işlemiyor musunuz?” diye karşılık verir. Yalnız, enerji yönüyle pozitif
yüklenme olsa da bu, şuursal anlamda negatif olabilmektedir. Bu yüzden Resulullah
6
açıklamalarında, kişi evleneceği insanı seçerken öncelikle ölüm ötesini göz önünde
bulundurmasını böylece, enerji yönlü olmanın ötesinde kendisini her an olumlu yönde
etkileyen, terkipsel değişiklikler yapan birini ya da en azından kendisine parazit
oluşturmayacak bir eşi tercih etmesini bildirmektedir. Sistemi çok iyi okuyanlardan biri
olan M. İbnül Arabi Hazretleri ise risalelerinde, “ Bir kişi eşiyle cinsel ilişkiye
girdiğinde, orgazm olduğu sırada varlıkların en üstününü hayal etsin. O zaman
doğacak çocuk, o kişinin bütün özelliklerini değilse de önemli bir kısmını üzerinde
taşır” diyerek beyinsel, düşünsel aktivitenin spermdeki genetiği etkilediğini ve bu
esnada eşler arası oluşan telepatik bağlantılarının da önemini bize bildirmektedir. O
halde, Hz. Lut (as) ve Nuh (as)’ın onlara ihanet eden kadınlarının durumu ile Cennet
boyutuna melek olarak girileceğine ve cinsel ilişki...vb. maddesel bedene ait değerler
olmayacağına göre, Hz Muhammed’in (sav), Hz. Meryem ile evlenecek olmasını ve genel
olarak Cennetteki eş kavramını nasıl düşünmemiz gerekir?
* Ektoplazma hakkında biraz daha bilgi verebilir misiniz?
Ektoplazma ile maddeleşme olayları da önde gelen bilim adamlarının kendi hazırladıkları
şartlar içinde ayrıntıyla incelenmiş, bu konuda çeşitli deneyler de yapılmıştır. Ektoplazma
genellikle beyaz renkte olmasına karşın bazen de kül renginde ya da siyah
olabilmektedir. Bu madde, önce medyumun vücudundan çıkmakta (veya o görüntü
verilmekte) sonra da bu şekilsiz yapı, ruh adını verdikleri varlık (gerçekte ise cinler)
tarafından şekillendirilerek maddesel suretlerde görüntü oluşturmaktadır. Ektoplazma
vasıtasıyla maddeleşen varlık, hücreleri, eti- kemiği olan, kalbi çarpan, nefes alıp veren
(ki bunlar da önde gelen bilim adamlarınca deneylerle, aletlerle de gösterilmiştir),
konuşabilen, hareket edebilen (dans edip daktilo ya da kalemle yazı yazabilen),
cisimlere somut olarak etki edebilen (duman, macun, un, toz üzerinde iz bırakabilen
böylece kalıpları alınabilen), bu materyalize ile elbisesi, kıyafeti, takısı, kimliği, kişiliği,
7
karakteri, davranışları olan tam bir fiziki varlıktır. Sadece insan suretinde değil, birçok
canlı cansız suretinde açığa çıkabilmektedir. Orada bulunanların tanıdıkları suretlerde
açığa çıkabildikleri gibi, tanımadıkları ya da çıkışına aracı olan medyumun suret ve
kişiliğinde de görünebilmektedir. Suretlerine girdikleri kişiler o kadar benzer ki, parmak
izleri yada orijinallerine ait ayırt edici tüm özellikleri aynıdır ve onunla ilgili tüm ayrıntılı
bilgilere de sahiptirler. Ancak, bu varlıkların kıyafetlerinden, saçlarından ...vs bir
parça alınarak muhafaza edilmeye çalışılsa da bu alınan nesneler, varlıklarını uzun
süreler boyunca koruyamamakta, tekrar eski hallerine geri dönmekte ve dağılıp yok
olmaktadırlar. Materyalize olan varlıklardan kimi, 15-20 saniye, kimi 20-25 dakika, kimi
de 1-3 saat gibi maddeleşerek durabilmekte, yeteneklerini sergilemektedirler. Daha
sonra maddesel surette görünen bu ektoplazma, eski haline yani medyuma geri
dönerek yok olmaktadır. Bu varlıklar medyumdan fazla uzaklaşamamakta ancak, belli bir
mesafe içinde rahatlıkla hareket edebilmektedirler. Bu esnada bir kordon bağı
görünmekte olup bazı durumlarda görünmeyebilmektedir. Maddeleşen bu varlığa
dokunulursa ya da vurulursa aynı his ve duyguları medyum da duymakta,
hissedebilmektedir. Bazen bu varlığa dokunulduğunda veya tutulmak istendiği zaman,
hızlı bir şekilde eriyerek birden medyumun içine geri döner. Bazen ise, bunun tam tersi
olarak o varlıktan izin istenildiği zaman kavranılabilmekte, tutup kaldırılabilmektedir. Bazı
az sayıdaki celselerde de, orada bulunan izleyiciler içinden de bu sıvımsı madde açığa
çıkabilmekte (ki açığa çıkan kişiler, bunun farkında olmayabilmektedir) ve bu medyumdan
çıkan ile birleşerek de maddeleşmeler gerçekleşebilmektedir. Bazı maddeleşmelerde de
(bunların da sayısı azdır) ektoplazmanın medyumdan çıkışı açıkça görülmeksizin bir anda
belirebilmektedir. Ayrıca, ektoplazma vücuttan çıkarken elbiseler bir perde
oluşturmamakta, kıyafetlerden rahatlıkla geçebilmektedir. Ektoplazmaya bağlı
maddeleşmelerin bazılarında, vücudun tamamı yerine sadece, el, ayak ya da belirgin
olmayan bir şeklin üstünde, yalnız kafanın oluştuğu, bazılarında ise, varlığın bir kısmı
somut iken diğer kısımlarının oldukça şeffaf, latif olduğu da görülmüştür.
8
Ektoplazmanın medyumdan kaynaklandığını göstermek için deneylerde, maddeleşen
varlığa (daha önce de belirttiğimiz gibi) dokunulduğu zaman bunun medyum tarafından
hissedildiği ya da onun üzerine mürekkep, boya...vs ile bir iz, bir leke oluşturulduğunda
ise, ektoplazmanın medyuma geri döndükten sonra bu izlerin medyumun bedeninin aynı
veya farklı yerlerinde tıpatıp benzer izlerin oluştuğu da gösterilmiştir (bu ışınsal varlıklar,
neden oldukları poltergeist yada reenkarnasyon vakalarında da insan vücutlarında çeşitli
izler oluşturabilmekteydiler). Bu ektoplazma maddesi incelendiğinde ise, % 50’ sinin su,
geri kalanlarının da başlıca karbon, hidrojen, oksijen, kükürt, azot... olduğu tespit
edilmiştir. Bu seanslarda duyulan pis kokunun kaynağı da yine bu ektoplazmadır.
Hatırlarsanız, cinlerin en sevdiği şeylerin başında koku ve bilhassa pis koku gelmekte idi.
Seanslarda bu kokunun giderilmesi için çeşitli bitki ve parfümler kullanılmakta bazen de
maddeleşen varlık ya da varlıklar tarafından bu türden güzel kokular
duyumsatılmaktadır. Bu benzeri kokuların varlığı, hayalet olaylarında da görülmektedir.
Ektoplazmanın güçlü ışık altında yok olmasına karşın yine de normal ışık altında
kameralarla film ve fotoğrafları rahatlıkla çekilmiş, kızıl ötesi kameralarla da varlıkları
somut olarak ispatlanmıştır.
Materyalizasyon işlemlerinde medyuma yardım eden ruhsal rehberler de vardır ve bunlar
da bazen maddeleşerek veya medyumun ağzından konuşarak oradaki insanlara celseyle
ilgili çeşitli bilgiler ile insanları etkilemek üzere edebiyattan sanata, bilimden dine kadar
hemen hemen her şey hakkında fazlasıyla bilgi vermektedirler. Sadece tek bir varlığın
değil, birden fazla hatta 20-25’ e kadar varlığın maddeleştiği celseler de vardır. Yine
Ektoplazmanın, insanın bir katmanı gibi medyumdan çıkıyormuş izlenimini vermek için,
varlık tam anlamıyla maddeleştiği zaman, medyum tamamen ortadan kalkmakta,
görünmez olabilmektedir. Maddeleşen ruhsal varlığın, herkesin gözleri önünde
mühürlenmiş çelik kafesten süzülerek dışarı çıktığı gibi, bazı celselerde de medyum da
aynı şartlardaki çelik kafes içinden bir anda, kendiliğinden çıktığı ya da bu ruhsal
9
varlıklarca çıkarıldığı gözlemlenmiştir. İnsandan somut bir biçimde çıkıyormuş zannını
doğuran ektoplazma, ruhun bir katmanı olmayıp tamamen cinler tarafından insan
vehmi üzerine, beş duyusuna olan etkisinden kaynaklanmaktadır. Gerçekte ise,
mevcut olmayan bir yapıdır. Zamanı geldiğinde Deccal’in ordusu olarak görünür
scalada belirecek olan cinler, söylenenlerin aksine, maddeye olan birtakım etkilerini
de kullanarak insanları hayretlere düşürecek çok daha somutmuş izlenimini doğuran
şeyler ortaya koyacak olsalar da, bu durumu asla değiştirmeyecektir.
2. Bölüm
* Bitkilerin de bir bilinci olduğu söyleniyor, eğer doğruysa bunun boyutları ne
düzeydedir?.
Alman Biofizikçi Frittz Popp, canlı hücrelerin zayıf bir ışık yaydığını bularak, "bio-foton"
olarak isimlendirdiği çalışmasıyla, fotonların hücre çalışmasında önemli bir rol oynadığını
göstermiştir. Yapılan araştırmalarda alelade, basit olarak algıladığımız bitkilerin de
sahiplerini tanıdıkları, bildikleri, seslere çeşitli frekanslardaki elektromanyetik (E-M)
dalgalara ve dolayısıyla çevrelerinde olup biten tüm olaylara, psikolojik durumlara karşı
olumlu ya da olumsuz tepkiler verdiği, çeşitli fiziksel değişimlere uğradığı ispatlanmıştır.
Örneğin, her gün şefkâtle ve güzel sözlerle muamele gören bitkilerin diğerlerine oranla
daha iyi geliştiği, büyüdüğü, daha canlı ve parlak olduğu görülmüştür. Bunun yanında,
günde belirli bir saat klasik müzik dinleyen bitkilerin de müziğe doğru eğilerek aynı
şekilde gözle fark edilir derecede olumlu bir gelişme kaydettikleri, buna karşın rock, havy
metal türü gürültülü müzik dinleyen bitkilerin ise, adeta kaçarcasına müziğin aksi yönüne
yönelerek ya daha geç ya da anormal derecede büyüyerek tepki verdikleri, bazı
durumlarda da zayıfladıkları ve kuruyup öldükleri gözlemlenmiştir.
10
FBI’ da yalan makinesi üzerine eğitim veren Clave Bacster tarafından elektronik
cihazlarla bağlanarak davranışları izlenen bitkilere, elinde makasla, bıçakla...ya da ateşle
yaklaşıldığında veya yanlarında bir başka bir bitkinin, hayvanın, insanın öldürülmesinde,
cıyak cıyak bağırdığı kiminin korkup bayıldığı, kiminin de yas tuttuğu ve bu işlemi yapan
insanın daha sonra bitkinin bulunduğu odaya getirildiğinde olaylarla hiç ilgisi
olmayanlara hiçbir tepki göstermezken, o kişiye bariz bir şekilde tepki verdiği, dolayısıyla
bir hafızaya sahip oldukları tespit edilmiştir. “Bacster Etkisi” olarak da adlandırılan bu
durumlar, Amerika ve Rusya’ da binin üzerinde laboratuar deneyleriyle de gösterilmiştir.
Daha da ilginci, bu işlemlerden birini yapma düşüncesini taşımak bile, bitkilerin tepki
vermeleri için yeterli olmasıdır. Sadece bu tür insanları değil, negatif enerjiye sahip
sıradan bir insanı ya da odaya giren bir kediyi, köpeği...veya üzerine gelmekte olan bir
örümcek, bir karınca...gibi küçük canlıların bile kendisine verebileceği zarardan ötürü
hissedip algılayabildikleri, insan üzerindeki bir yara ilaçlarla tedavi edildiğinde bile buna
anında tepki gösterdikleri tespit edilmiştir. Bitkilerin bu özelliği, suçluların bulunması için
kullanılabileceğini düşündürmüş hatta bununla ilgili bilinen başarılı bir iki olay da
gerçekleştirilmiştir.
Kimyacı Dr. Robert Miller başkanlığında Ambrose ve Olga Worral isimli iki şifacı çift ile
Amerika’ da yapılan bir deneyde de, aralarında yaklaşık bin km bulunan bir bitki üzerine,
“daha hızlı büyümesi yolunda” imgesel yoğunlaşma sağlanmış, sonucunda ise, Birleşik
Devletler tarım bakanlığından Dr. H. Kleuter in bitki gelişimi üzerine geliştirdiği bir aygıt
yardımıyla bitkide ki anormal hızlı büyüme, tespit edilmiştir. Aslında bununla ilgili tek ya
da gruplar halinde yapılan başarılı deneyler oldukça fazla. Zaten ayette de, “her şey
Onu tespih eder, ama siz onların tespihini anlayamazsınız” denerek her şeyin Canlı
ve de Şuurlu olduğu açıkça belirtilmiyor mu? Günümüzde cansız gibi görünen nesnelerin
bile, bir bilince sahip oldukları laboratuar deneyleriyle de gösterilmeye başlanılmıştır.
11
*Bedenen ya da ruh bedenle zamanda yolculuk mümkün müdür?
Zamanda yolculuk, teoride mümkün olsa da pratikte iş böyle olmuyor. Çünkü sistemde
olabilirler var, olmazlar var. Bir de olabilirlerin olmazlığı var. Bunları çok iyi irdelemek
gerekir. Mekanda yani, iki yer arasında bedenen bir anda yer değiştirmek mümkündür ki
buna, tayyı mekân adı verilir. Ancak, bu o an için dünya üzeriyle sınırlıdır. Bilinç
anlamında, insanların beden boyutundan sıyrılmaları oranında zamanda ileri ya da geri
gitmeleri ise, zaten mümkündür. Normal velilerin beyin gücüyle, üst düzey velilerin ise,
ruh beden seyahatiyle gerçekleştirdikleri dünya dışı varlık bağlantılarında ise, zaman
aşılarak, geçmiş ve gelecek zaman ayrımı ortadan kalkmaktadır. Ancak, dünya üzerinde
bu anlamda zamanda yolculuk yaparak, o dönem birimleriyle bağlantıya geçmek, o
zamanlarda etkilerde bulunmak ise, sistemin “Ricali Gayb” ile işleyişini göz önünde
bulundurduğumuzda bunlar, teoride mümkün görünse de pratikte, sistemin farklı
işlemekte olduğunu bize göstermektedir. Bu şekilde yani, tayyı zaman ile o anları seyir
etmekse daima mevcuttur. Bu nedenle, ne gelecekten günümüze somut olarak gelenler
var, ne de biz böyle bir şeyi gerçekleştireceğiz. Bazı istidraç sahiplerinin, zamanda
yolculuk ederek geleceği değiştirdikleri sözü ise, cinni boyutun kaygan zemininde
sapmaları ya da cinlerin o birimler üzerindeki oyunlarından kaynaklanmaktadır. Kaldı ki,
Hz. Hızır (as)’ ın ya da Hz. İsa (as)’ ın zamanda yolculukları bile, daha önceki
yazılarımızda belirttiğimiz şekilde geleceğe doğrudur. Zaten Teklik anlayışı içerisinde
düşünürsek, “Ricali Gayb” dahi her birimin özünde mevcut olan bir özellik, bir güç değil
midir? Üst düzey Velilerin birimin kaderini yaz boz tahtasına çevirmesi olayı ise,
tamamıyla zaman kavramının geçersiz olduğu enfüsi boyuttan (ki, “an” dolayısıyla, tüm
zamanlar bilinebilmektedir), levhi mahfuzdan ilgili kayıtları değiştirmesi ve bunun zaman
boyutunda açığa çıkmasıyla alakalıdır. Bunları birbiriyle karıştırmamak, sistemde her birini
yerli yerinde görmek gerekir. Bizim geçmiş ya da geleceğimizden zamanda yolculuk
yaptığı söylenen Ufo veya benzeri şeylerin ise, tamamen Cinlerin oyunu olduğuna da,
12
“Boyutlar Ve Maddeleşmeler” adlı yazı dizimizde detaylarıyla değinmiştik.
*İnsanlar ruhlarıyla mı işitmekte, görmekte, hissetmekte... vs. dir?
Öncelikle bizler, gerek Kuran, Resulullah açıklamaları gerekse de mistiklerin bulundukları
devir itibariyle ifade ettikleri sembol ve mecazi söylemleri, günümüz bilimsel anlayışıyla
deşifre etmek, çözümlemek durumundayız. İnsanların ruhlarıyla görmesi, işitmesi,
bilmesi... vs anlayışı da mistisizmde bu sembolik anlatımların gerçek olarak algılayıp
çözümlenmemesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu mota mot ifadelere göre ise, ötelerdeki
tanrının ruhundan belli özellikler yüklenmiş olan ruh (nasıl oluyorsa?), ondan kopup
gelerek insan bedenine girmekte ve sahip olduğu tanrısal özelliklerle, güçlerle de
görmekte, işitmekte, öğrenmekte...vs. ve böylece ayrı bir mekânda yaratılan ruh,
dışarıdan girdiği bu bedende pişerek olgunlaşarak, terbiye olarak ya da olmayarak
bedenin yok olmasıyla tekrar yargılanmak üzere tanrının huzuruna çıkmakta ve onun
vereceği karara göre de cehennem veya cennete gitmektedir. Aslında reenkarnasyona
da temel teşkil eden bu görüşe paralel olarak ifade edilen bir başka görüşte de, asıl ve
öncelikli olanın ruh olduğu ve holografik olarak beyni, dolayısıyla bedeni ve evreni
yaratanın bu yapı olduğu ve insanın gerçekmiş gibi kabul ettiği, bu boyutta gördüğü,
işittiği, hissettiği, ...vs. tüm özelliklerin aslında bu ruh ile meydana geldiğidir ki, bu da
hem Resulullah’a, hem mistik açıklamalara, hem de sisteme ters bir durum
oluşturmaktadır. Çünkü, daha önceki yazılarımızda da değindiğimiz üzere (Resulullah’ın
ifadesine göre) insan ruhu dışarıda yaratılıp insan bedenine girmeyip, anne karnında
120. günde birimin kendi beyni tarafından üretilmekte ve holografik sistemle çalışan
beyin, tüm özelliklerini bu ruha yüklemektedir.
Aslında tüm bu yanlış yorumlar beyni, beyin-ruh ilişkisini tam olarak çözümleyememekten
kaynaklanmaktadır. Çünkü beyin, Allah’ın 99 esma ile özetlenmiş özelliklerini açığa
13
çıkartabilecek (ki bu yüzden yeryüzünde (arzda) halife olmuştur)yani, holografik olarak
sonsuzluğa uzanabilecek bir yapıda yaratılmıştır. Zaten zikir dediğimiz şey, bizde
(terkibimizde) yeterli düzeyde açığa çıkmamış o isimlerin açığa çıkması için yapılmaktadır.
Ötedeki birini anmak, ona yaranmak için yapılmamaktadır. Çünkü öyle bir varlık yok.
Dolayısıyla, ruh gücü dediğimiz şey, aslında beyin gücünün ta kendisidir. Ruhun
kapasitesi, Beyin kapasitesiyle aynıdır. Ruh ile beyin daima birbirleriyle iletişim halindedir.
Bu yüzden ruh, beyinden bağımsız olarak kendi başına belli özelliklere, güçlere sahip
değildir. Yine, biz farkında olalım ya da olmayalım ruh beden, beyinden ayrı olarak
kararlar veremez. Yukarıda da belirttiğimiz üzere ruhtaki özellikler, meydana geldiği
beyindeki özelliklerin, güçlerin aynısıdır. Bu yüzden gerek keşif ehlinin, gerekse de fetih
ehlinin gerçekleştirdiği kerametler, tamamıyla beynin eseridir. Aynı şekilde, Hz
Muhammed’in (sav) Kudüs’ ten bize göre soyut o boyutça somut şekilde ruh bedeniyle
gerçekleştirdiği seyahat ya da Miraç olayı da yine beyin tarafından oluşturulan, startı
verilen bir durumdur.
* İstidraç sahiplerinin yaptıkları illüzyon olmamasına karşın, illüzyona da
başvururlar mı?
İllüzyonlar, sadece özel yer ve şartlarda, kendi istedikleri tarzda, yönde gösterilerini
yaparken, istidraç sahipleri her şartta ve de karşısındaki kişinin istekleri doğrultusunda
daha etkileyici halleri, olayları gerçekleştirebilmektedirler. Genelde de illüzyona
başvurmazlar. Çünkü zaten gerek duymazlar. Ancak bunlardan bazılarının (hepsinin
değil), kimi zaman hiç de yapmayacakları anlamına gelmez. Hatta kendiliğinden oluşan
şeylere de sahip çıkarak bunu kendilerinin meydana getirdiğini de söyleyebilirler. Ya da
birtakım illüzyona başvurmaları, onların İstidraç yeteneklerini kullanmadıkları anlamına
da gelmez. Bildiğimiz gibi, firavunun sihirbazları da önce illüzyona başvurmuşlar sonra
da gerçek sihri yani büyüyü ortaya koymuşlardır. Görünürde aynı gibi gözüken, ama
14
tamamıyla farklı boyutlardan ve bunlardan farklı amaçlara dönük ortaya konan
kerametlerde ise, illüzyon kesinlikle bulunmaz, kullanılmaz. Ayrıca şunu da belirtmek
gerekir ki, kişi inanmıyorsa, gerçekten istidraç ya da keramet olayına bile “illüzyondur”
deyip kendince kanıtlar ortaya koyabilir, birçok sorunun cevabını veremeyecek,
açıklayamayacak ya da olayı saptıracak şekilde. Tıpkı, Resul ve Nebilerin mucizeleri
karşısında bunların birer illüzyon, göz boyaması, kandırmaca olduğunu söylemeleri ve bu
yüzden inanmayanların olması gibi. Ayrıca sihir yani, büyü olmaksızın sadece illüzyonla
siz dünyanın çeşitli yerlerinden yüz binlerce, milyonlarca insanı peşinizden
sürükleyemezsiniz. İstidraç sahibinin yanında ya da uzağında iken, o kişi ile birebir ya da
topluca yaşanılan öyle olaylar var ki, bunlar illüzyonla bile gerçekleştirilemez. Bugüne
karşın hiçbir illüzyonist de böyle bir şey yapıp bu kişiliklerle yüz binleri, milyonları
peşinden sürükleyememiştir. Bu olaylarda, birtakım varlıklar vasıtasıyla belli bir gücün,
kudretin ve bilginin aktarımı söz konusudur. Keza istidraç yeteneğini en zirve noktada
ortaya koyacak olan ve bu nedenle tüm dünyayı derinden etkileyecek Deccal lakaplı kişi
de (ne zaman ortaya çıkacağı bilinmez) ilkin ortaya çıktığında, insanlar onu ciddiye
almayacak, hatta revirlik olduğunu düşünecek, yaptıklarını önce illüzyon numaraları
olarak değerlendirecek, ancak kazın ayağı öyle olmayacak ve ortaya koyacağı çok etkili
ve büyük olağanüstü olaylar sonucunda istidracın ne olduğunu bilmeyen insanlığın
çoğunun, ona inanmaktan başka çareleri kalmayacaktır. Ayrıca, bu ve daha önceki
anlatılanlardan bizim, istidraç sahiplerinin yaptıkları birtakım gerçek üstü şeylere
dayanarak onları övdüğümüz, onların felsefelerini tamamen sahiplendiğimiz ya da
onlara inandığımız, iman ettiğimiz kesinlikle anlaşılmamalıdır. Yaptığımız istidracı ve
istidraç sahiplerini ne yüceltmek ne de yerip aşağılamaktır. Sadece sistemdeki
yerlerini tespit etmektir, o kadar.
15
3. Bölüm
* İnsan ruhu dalgalardan meydana gelmesine karşın nasıl oluyor da havada
dağılmadan bir arada durmaktadır?
Bunun cevabını holografik açıdan vermeye çalışalım. Bildiğimiz gibi, bedenimizdeki
hücreler beynin ürettiği bio-elektrik vasıtasıyla bir arada tutulmaktaydı. Bu özellik
otomatikman beyin tarafından üretilen ışınsal bedende de aynıyla yansıdığından bu bilgi,
dalgaların boşlukta dağılmadan bir arada kalmasını sağlamaktadır. Anti parantez bu
ışınsal beden, her ne kadar E-M dalgasal yapı olsa da bildiğimiz ışık, telsiz, radyo...
dalgası da değildir. Tıpkı bizim, topraktaki atomlardan, minerallerden, maddelerden
oluşmamıza rağmen bize toprak denmemesi gibi. Ayrıca, bu beden yapısı için mikrodalga
terimi kullanılsa da, bu bizim sonsuz elektromanyetik spektrum bandının sadece küçük
bir bölümünü teşkil eden ve dalga boyu 10 ile 10 üzeri (-4) m. arası dalgalar kast
edilmemekte, sadece ruh bedenin elektromanyetik kökenli bir yapı olduğunun
vurgulanması için söylenmektedir. Tekrar konumuza geri dönersek; zaten kuantum
fiziğine göre, evrenin temel yapı taşı bilgi olup aslında, evrendeki tüm yasalar ilgili bilgi
istikametinde hareket etmekteydi. Böylece, dünyada ve evrende, makro ve mikro planda
açığa çıkmakta olan tüm kuvveler, büyük ya da küçük çekim güçleri, hareketler,
oluşumlar, aslında ilgili bilgilerin o mahalden, mahallerden açığa çıkmalarıyla meydana
gelmektedir. Benzer anlamla, holografik özellikli evrende, nesneler, varlıklar arasındaki
güç, kudret etkileşmeleriyle ortaya çıkan oluşlar, hareketler, fiziksel bir etkinin nedeni
olmak yerine, gerçekte ilgili bilgilerin birbirlerine aktarılması sonucu nesnelerin
boyutsallığında bulunan verilerin (özelliklerin) o boyutta açığa çıkmasıyla meydana
gelmektedir. Oysa biz bu durumu, hep fiziksel güçlerin etkileri olarak algılayıp
değerlendirmekteyiz. Dolayısıyla, kendi boyutlarında yasalar değişmez olsa da, mutlak
16
değildir. Daha üst boyutlardaki ilgili bilgi istikametinde bu yasalar farklı şekillere
bürünebilir, farklı biçimlere de dönüştürülebilirdi. Fakat o zaman da o boyut ya da
boyutlar var olmazdı. Bu yüzden insanlar, cehennem boyutuna yaptıkları her şeye
rağmen dışarıdan biri tarafından gönderilmeyip dünya yaşantısındayken cehennem
boyutuna ait (şartlanmalar, değer yargıları ve duygulardan oluşan) bilgileri yüklenmeleri
nedeniyle, ruhun kendisindeki o özellikleri ihtiva eden o ortam, boyut ve şartlarına doğru
çekilmesi ve o noktada kendisini bulması sonucudur. Aynı şekilde cennet denilen boyuta
da ötedeki biri göndermeyip birimdeki bilgiler istikametinde cehennemden kaçarak Nur
boyutuna dönüşmeleri (ki bu nedenle, mekansal bir yere girmek değildir) sonucu
oluşmaktadır. Bildiğimiz gibi, gerçekte bir düşünceden ibaret olan insan, ışınsal ruh
bedeniyle de cennete girememektedir.
* Ölüm anında, Azrail (as)’ in göründüğü doğru mudur?
Azrail (as) da ruhunu aldığı anda birimlere bir suret olarak görünebilmektedir. Ve
sistemin holografik yapısı dolayısıyla ruhunu kabz ettiği birim hakkında tüm her şeyi,
özünden gelen bir biçimde, kendisinde mevcut olan bilgi ile bilir. Ya da “özündeki levhi
mahfuzu okuyarak”. Bu suretsiz bir biçimde de, basit biçimde de olabilmektedir. Bu
suretli oluşu da kişinin veri tabanına, bundaki bilgiler istikametinde kişiye göre farklı farklı
şekillerde olur. Bu yüzden kimine tanıdığı ya da çok sevdiği bir insan suretinde
görünürken, kimine de sevmediği, nefret ettiği, zulmettiği...vs kişi ya da çeşitli varlık
suretlerinde görünür. Hatta bazı insanlara, Resulullah ’ın suretinde gelir. Bazı insanlara
ise mesela, sadece bir koku olarak gelir ve o kişi bu kokuyu duyar duymaz ruhu kabz
olunur. Bu koku da kişinin veri tabanına göre güzel ya da iğrenç şekillerde olmaktadır.
Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, ruhun bedenden çıkması dahi bizim boyutumuza
göredir. Ruh açısından, bedenden çıkma diye bir şey yoktur. O yine, tıpkı bedende
olduğu gibi kendi ışınsal boyutundadır (o boyuttaki hareketliliği, o boyutun kendi içinde
17
düşünmek gerekir). Sistemin holografik yapısı nedeniyle de bu holografik nitelikli ışınsal
beden, karşılaştığı her şeyin hakikâtine yönelerek bir bütün halinde onu araştırmaya,
algılamaya çalışır. Bunun yanında dünyada yaşarken başarabilenler, bedeninden,
bedenin sınırlamalarından sıyrılarak çeşitli mekansal ve boyutsal seyahatler
yapabilmektedirler. Bunu da düşündüğü an o ortamda, boyutta olmasıyla
gerçekleştirebilir. Çünkü bilince, bilincin değerlerine bağlı olan ruh, ruhla kayıtlı
olmayan bir bilinç tarafından dilenilen yere bir anda yer değiştirebilir.
Bununla birlikte Azrail (as)’in sadece ölüm anında işlev gördüğünü düşünmek de
yanlıştır. Aslında meleklerin sonsuz boyutların her birinde sayısız işlevleri söz konusudur.
Mesela, Azrail (as)’ in, bir olaya son vermesini ve ikinci bir yapının başlangıç ortamını
sağlamasını, El Bais isimli meleğin, İsrafil (as)’in dönüşümü oluşturup bir sonraki hayatı,
yaşamı başlatmasını, meydana getirmesini göz önüne aldığımızda bu özelliği, mikro
kozmosta madde planına ait kararlı ya da kararsız parçacıkların, fotonların var oluş ve
yok oluşlarında, hücrelerimizin her an yenilenmesinde, evrimin kendisinde, makro
kozmosta yer alan yıldızların, galaksilerin, evrenlerin doğup büyüyüp tekrar dönüşüme
uğramalarında, bir çocuğun her an yeni bir şeyler öğrenerek gelişimini
sürdürmesinde...vs. görebiliriz. Bununla birlikte, Nur bilinç boyutundaki dört baş meleğin,
yansıdığı her boyutta ayrı ayrı yapıları söz konusudur. Dolayısıyla, Nari boyutlarda da o
boyutça hükmünü icra eden somut yapıları bulunmaktadır.
Bazı cinlerin, evliya ya da Resul ve Nebilerin, dolayısıyla Resulullah’ın kılığında
görünmelerine gelince. Cinlerin şeytani vasıflı olanları, bu şahsiyetlerin suretlerine
girerek bazı insanlara somutmuşçasına, gerçekmişçesine rüyalarda, sekaret halinde ya
da bizatihi görünebilmekte ve onları akla hayale gelmedik şekilde kandırabilmektedirler.
Oysa bu suretler, gerçekten de o birimlere ait değildir. Çünkü şeytanlar, onların
gerçek suretlerine giremezler. Onları, zaten gören, tanıyan olmadığı için de
18
şeytanlar, kişilerin kendi zanlarına göre o insanlarmış gibi görüntü vermektedirler.
Bu birimlerin orijinal suretlerine ise, ancak melekler girer ve sisteme ve hakikate
dayalı olarak gereken bilgileri, işlemleri yaparlar. Buna karşılık şeytanların görüntü
verdiği güya kutsal şahsiyetler ise, her zaman Kuran ve sünnete, hakikate ve sisteme
ters düşen bilgiler vermekte ve o doğrultuda davranışlar sergilemelerini temin
etmektedirler.
* Ölüm ötesine geçen bir ruh, kabir aleminde, dünya görüş alanından kaybolmadan
önce maddesel bedeni ve beyni devre dışı kaldığı için, tıpkı dünyadaki gibi görebilir
mi, duyabilir mi, tat alabilir mi, koklayabilir mi, dokuna bilir mi, somut acı duyabilir
mi?.
Maddesel duyularımız çevreyi ve evreni, elektromanyetik dalgaları yanı sıra, ışınsal
yapısıyla ilgisi olmayan madde dünyamıza ait mekanik dalgalar vasıtasıyla algılar.
Bunlardan görme dediğimiz, cisimlerden gelen anlam yüklü elektromanyetik dalgaların
gözler vasıtasıyla, koku dediğimiz, cisimlerden yayınlanan koku moleküllerinin burnumuz
aracılığıyla, işitme dediğimiz, varlıklardan ya da nesnelerin havadaki molekülleri
titreştirmeleri dolayısıyla kulaklar tarafından (ki, uzay boşluğunda yeterli düzeyde
molekül, atom bulunmadığı için ses dalgaları yayılmadığından mesela, güneşteki
patlamaların sesini duyamamaktayız), tat ve dokunma dediğimiz şey de dildeki, derideki
alıcılar vasıtasıyla beyinde değerlendirilmesi sonucu algılanır. Buna karşın ölüm akabinde
ruh (ışınsal) bedenin, elektromanyetik dalgalar aracılığıyla görebilmesi dışında diğer duyu
organları olmadığından onları algılayamaması gerekir. Oysa mistik kaynaklarda bir
ruhun, tıpkı madde bedeniyle olduğu gibi, hatta daha da iyi algıladığı, hissettiği,
duyumsadığı belirtilmektedir. Bunun sistemine baktığımızda ise, gelen ışınlar, direkt
ruh tarafından değerlendirilirken ruh maddi bir yapı olmadığı için, kesinlikle
dokunamamakta bununla birlikte dil olmadığından tadamamakta, burun olmadığından
19
koklayamamakta, kulak olmadığından işitememektedir. Fakat tadı, kokuyu, sesi yine de
iki şekilde algılar ve hisseder. Bunlardan birincisi, bunları tadan, koklayan, işiten
insanların beyinlerinden yayımlanan dalgalardan ikincisi ise, o şeylerin bilgisinin
ruhunda kayıtlı olmasından ötürü, bizatihi algılar. Bu nedenle, gerek ölüm ve akabinde
gerekse de kabirde, birim bedeniyle kayıtlı olduğu, bedeninden arınmadığı için bedenine
yapılan ya da oluşan her türlü şeye karşı tıpkı kendisine yapılıyormuşçasına
hissettiğinden, ortada fiziki bir etki olmamasına karşın sanki bu etki varmışçasına, hâlâ o
bedende yaşıyormuşçasına aynen acıyı hisseder. Kabir azabının bir kısmını teşkil eden
bu bölümde, bedenin çürümesi sürecinde, yılanlar, fareler, solucanlar, kurtlar,
bakteriler...bedenini yok ederken birimin bire bir azap duymasının nedeni budur.
Ayrıca, bedenlerini ölümlerinden sonra incelenmesi için bilim uğruna ya da başka
nedenlerden ötürü kadavra olarak veren insan ruhlarının, bedenleri kesilirken, bizatihi,
gerçekten kesiliyormuşçasına acı duyması da bu sebeptendir. Ya da nasıl olsa ruhum
tanrının huzuruna gidecek diye cesedini yaktırması da aynı şekilde korkunç azapları
beraberinde getirecektir. Gömülme işleminin hemen ardından gidenlerin ayak seslerinin
işitilmesinin bir nedeni de budur.
* Mistik alanda ifade edilen, “Kendiliğinden” kavramını açabilir misiniz?.
“Kendiliğinden kavramı”, materyalist felsefede maddenin, var olmasıyla sahip olduğu
bilinç ile bir nedeni ve sonucu olmaksızın yoktan bir anda oluşmasıdır (?). Sadece
maddeyi esas alan ve hayattaki birçok gerçekle de uyuşmayan bu görüşe göre,
maddenin yani, evrenin ve içindekilerin bir amacı, belirlenmiş, nihai bir noktası yoktur.
Amaçsız bir biçimde tesadüfen var olur yine, ihtimaller zinciri içerisinde yaşar ve tekrar
yok olur. Bu açıdan olayların aslında bir nedeni de yoktur. Neden, niçin sorularını
barındırmaz. Çünkü, cevabı da yoktur. Oysa cevabı olmayan, cevaplanmayacak hiçbir
20
şey, hiçbir sistem, daha doğrusu böyle bir kavram olamaz. Sistem ve düzen varsa, bir
şey bir şekilde meydana gelmişse, var olmuşsa, oluşumun cevabı da mutlaka vardır,
olmalıdır. Aksi taktirde, akılcılık yapıyorum derken, akılcılığın tam tersi olan çelişkili
durumlara saparız ki, bu da gerçekten hiçbir şey ifade etmez. Bilimin geldiği son nokta
da, Kuantum fiziğinin temelini oluşturan hologram prensibine göre, algılanan ve
algılanmayan tüm varlık, Allah’ın İlim Sıfatının zuhuru olan Kozmik Bilincin İndinde bir
yanılsamadan ibaret olup her bir yanılsama da o birimin yapısına göre, görünenin bu
Kozmik Bilinç olduğunu ifade etmektedir. Böylece algıladığımız evren, içinde kaosu da
barındıracak bir şekilde, Mutlak bir Şuurun meydana getirdiği sistem ve düzenle
vardır.
Bu nedenle, Mistik alanda ifade edilen “kendiliğinden kavramı”, materyalist felsefeden
tamamen farklıdır. Çünkü sonsuz- sınırsız tüm boyutlarıyla varlık, onu meydana getiren
Tek’ in ilmine göre, bir hayaldir. Gerçekte, kendi başına müstakil, hiç bir varlığı yoktur.
Hiçbir zamanda, “an”da da var olmamıştır. Her bir hayalin, tümü içermesi, Tek’ in o
boyutta da yine kendisi olması dolayısıyla da bu hayal suretleri, dışarıdan gelen bir
biçimde değil (çünkü iç ya da dış diye bir şey yoktur), özden dışa doğru boyutsal olarak
ve nedenini ile niçinini barındıracak şekilde, birbirleriyle de bağlantılı olup yüklendikleri
belli bir tasarım, plan ve programla “kendiliğinden” açığa çıkmakta, var görünmektedir.
Bu nedenle Tek’ ten bakış açısına göre ister boyutsal, isterse de mekansal her şey,
belli bir amaca dönük olarak belli bir sistem ve düzenle kendinden kendine, kendiliğinden
var olmakta, kendiliğinden hareket etmekte, kendiliğinden dönüşüme uğramakta...vs.
Dolayısıyla kim, kimden ne görüyorsa, kim neyi yapıyorsa, hangi olaylarla karşılaşıyorsa
(ki bilgide bizler için kolay olsa da yaşamı oldukça zordur) aslında kendisinde olanla
karşılaşmakta, kendi kendisini yaşamaktadır. Daha doğrusu, var olan her şey,Tek’ in
tüm boyutlarda, çokluk boyutunda kendini seyrinden, kendini yaşamasından
ibarettir, hayal suretleri şeklinde.
21
Ünlü sufist Şeyhül Ekber M. İbnül Arabi, bu çokluk boyutu açısından değil, sadece
Teklik açısından (yukarıdan aşağıya bakış açısına göre) olaya bakarak Mirat’ül İrfan
adlı eserinde şu gerçeği dile getirdi, “O’nun Peygamberi O’dur, yani Kendisi, Onun
Risaleti O’ dur... Yani Elçisi O’ dur. Yani, Kendisi. Keza Kelamı da O’ dur, yani
Kendisi. O bir Elçi gönderdi; Kendisinden; Kendisiyle, Kendisine. Ne sebep, ne vasıta.
Bunlar yok, çıkar bunları aklından. Elçiyi gönderen, Elçinin getirdikleri, Elçinin
Kendisi ve Elçinin geldiği Kimse. Bunların Hepsi Aynı Varlıktır, TEK Şeydir.
Aralarında hiçbir fark, değişiklik ve ayrılık yoktur. Onun gayrı için bir vücud
düşünülemez. Hatta yokluğu da; yani Fenası da. Hatta, ne ismi, ne de müsemması
düşünülebilir. Sakın ha, çok sakın. Bu manâları inkâra kalkmayasın, sonra yanarsın.
Çünkü delilimiz kesindir; sağlamdır. Çünkü Resulullah şöyle buyurdu: “Bir kimse ki
Nefsini bildi, gerçekten Rabb’ını bilen O oldu” ve Resulullah yine şöyle buyurdu:
“Rabbımı, Rabbımla bildim”.
Her iki (enfüs ve afaki) boyutsal bakış açısını ise, İbrahim El Cili hazretleri İnsanı
Kamil adlı eserinde şöyle dillendirmektedir: “ Dünyadan, Ahirete... Mutlak Fezadan...
Zerrelere... Arştan, Refrefe... Sidrei Müntehadan; Salsala-ı Cerese... Parlak
yıldızlardan, kalplerin direği olan; Adn cennetine... Mülkten, Melakuta olan; Her Şey
Benim... Ancak dikkât et!.. Bütün bunlara rağmen; Mevlasına tevbe ederek dönen;
Aciz kul da yine benim; Fakirim, bakirim; eğilenim... Zillet sahibiyim ve günahların
eseriyim”.
Geçmişte bazı mistiklerin sadece enfüsi açıdan dile getirdikleri söylemleri, onu
algılayanlarca bir bütün olarak değerlendirilememesi yüzünden anlaşılamamış ve bu
yüzden de tepki görmüşlerdir. Her zaman söylediğimiz gibi bu ifadeler, çokluk (efal)
boyutu ve kurallarını ortadan kaldırmamaktadır. O boyutlar nasıl Hak ise, bu boyut
yasaları, kuralları, ibadet adı altındaki tüm çalışmalar da aynı şekilde Haktır. Zaten
22
bu tür söylemlerde bulunan evliyanın hayatlarına baktığımızda, zahiri kurallara
herkesten çok riayet ettikleri, ibadet adı altındaki çalışmalarının da, onları anlayamayan
insanların en az 10-50 katı kadar fazla olduğu görülmektedir.
4. Bölüm
*Allah’ın “Ol” demesiyle oluşan nedir? Hangi boyutta ve nasıl oluştu?
Öncelikle Allah’ın “ol” emri, bizim nedensellik zinciri içerisinde belli bir süre sonra oluşan
bir şey değildir. Çünkü biz bir şeye “ol” derken oluşum, en kısa süre içinde açığa çıksa
bile bu, belli bir süreç alırken, zamanın, dolayısıyla neden-sonuç ilişkisinin var olmadığı
zamansızlık boyutunda “ol” emri, zaten o şeyin o “an” da olup bitmesidir. Bu da, Allah’ın
bölünmez-parçalanmaz bir bütün halindeki sonsuz özelliklerinin (manalarının), varlığın
kaynağı olan mana terkiplerine dönüşmesi yani, yaratılışın (yoktan var oluşun) meydana
gelmesidir. Yaratılmanın başı (“an” daki boyutsal önceliği göz önüne aldığımızda), enerji
ve onun türleri değil, bu esma terkiplerine olan dönüşümdür. Bunun sonucu olarak
mistisizmde genel anlamda madde olarak ifade edilen gerçekte ise, Ana Enerji ve bunun
yoğunlaşmasıyla oluşan sonsuz boyut ve varlıklar meydana gelmiştir. Başka bir deyişle,
zamanın olmadığı Allah ilmindeki hükmünün, yine zaman kavramının geçersiz olduğu
varlık âlemi adı altında efal boyutunda bir Bütün olarak açığa çıkmasıdır. Çünkü
zamansızlıkta boyutlar, bir “an”da oluşur. Zaman ise, efal boyutu içinde onu algılayan
birime göre var olan bir kavramdır. Dolayısıyla, Ana Enerjinin yoğunlaşmasıyla enerji,
parçacık, atom, molekül ve nihayetinde bildiğimiz evrenimizi meydana getiren big-bang
değil, yine bu Ana Enerjiden sınırsız maddesel evrenleri oluşturan sonsuz big-bangler,
tüm Nar ve Nur (meleki) boyutları ve bunların da ana cevheri olan mana terkipleri yani
bütün yaratılmışlık boyutu, bu “ol” emriyle, bir “an”da oluşmuştur. Dolayısıyla, bu durumu
23
sadece bizim maddesel evren ve ona bağlı boyutlarına bağlamak doğru olmaz. Ayrıca,
zaman kavramının adının bile geçerli olmadığı bir “Nokta” da, tüm boyutların oluşumu ile
bu boyutların yok oluşu da aynı “An” dadır.
* “Allah, kaderimizi bizimle beraber şu anda yazıyor” sözü, gerçekte hangi anlamda
ifade edilmiş bir kavramdır?
Bu konunun anlaşılamamasının en büyük nedeni, her zaman üzerinde sıkça durduğumuz
gibi, boyutsallık kavramının tamamen oturtulamamış olmasıdır. Üst boyut bakış açısını,
yaşadığımız alt boyuttaki düşünce ve mantık yapısıyla değerlendirdiğimiz ve bunun da
bize perde oluşturması nedeniyle, gerek Kuran ve gerekse de Resulullah açıklamalarının
ne anlatmak istediğini bir türlü kavrayamamakta, sonucunda da olayları çelişkisiz bir
biçimde açıklayamamaktayız. Bu perdeli anlayıştan kurtulmanın yegâne yolu ise,
bulunduğumuz bakış açısını bir kenara bırakarak yorum yapmaksızın üst boyut bilgilerini,
yine o boyutun bakış açısına göre objektif olarak değerlendirmektir.
Bu beş duyusal bakış açısına göre, bir tanrı ve bir de ondan ayrı, ama devamlı ondan
geldiği söylenen kullar bulunmaktadır. Böylece bir tanrının, bir de kulun aralarında bir
çizgiyle ayrılmış ayrı ayrı akıl ve iradeleri vardır, birbirlerine bağlı olarak. Bu akıl ve
iradeler kimi zaman kesişirken, kimi zaman da birbirleriyle kesişmemekte, bağımsız
hareket etmektedirler. Sonuçta kul, özgür aklı ile irade eder, dilediğini yapar. Tanrı ise bu
sırada olaylara karışmaz, sadece kulun neler yapabileceğini bildiğinden, her birim
kaderini kendi yazmakta ama kaderi, tanrı ezeli bilgisiyle sadece bildiğinden, indinde
adının bile geçmediği kulun iradesine endeksli olarak, onunla kayıtlı olarak yaratımda
bulunmaktadır. Ya da bir anlamda tanrı, kulu ile birlikte o kaderi o anda yazmaktadır.
Eğer tanrı böyle olmasaymış, merhametli, adil, eşitlikli olamazmış. Oysa kendinde
olmayan, kendisinin olmayan, kendisi dışındaki bir şeye, o şeyin iradesi istikametinde ya
24
da o iradeye rağmen ters gelecek tasarrufta bulunması bu durumu oluşturur ki, zaten bu
da imkânsızdır. Çünkü, varlık dediğimiz şey, onun esmasının, özelliklerinin belli terkipler
halindeki manaları toplamı değil miydi? Her biri manalar toplamı olan terkiplere, belli
isimler verilmesiyle varlık oluşmuştur ki, bu isimleri kaldırdığımızda ya da o isimleri
görmediğimizde o varlık mevcut değildir. Şu haliyle de öyledir. Makrokozmos dan
mikrokozmosa kadar tüm enerji türlerinde, parçacıklarda ve bunlardan oluşan tüm
birimlerde açığa çıkan hareketler, tüm eylem ve düşünceler ve de varlıkları, yapıları o
terkipteki manaların (ki bu onların takdiridir, kaderidir) açığa çıkmasıyla meydana
gelmektedir. Zaten günümüzde de, gözlemlenen, gözlemleyen, yaratılan, yaratan olarak
ayrı ayrı şeylerin mevcut olmadığını, birtakım deneysel verilerin sonuçlarına dayalı olarak
kuantum fiziği bilimsel olarak kesinkes göstermiş durumdadır.
Ayrıca bir başka açıdan Kuran ve Resulullah açıklamalarına göre bu, Allah’ın Ahadiyetine,
Vahidiyetine, Samediyetine aykırı bir durumdur. Çünkü Allah, Hayydır. Kul da Hayydır,
canlı ve şuurludur. Allah Alimdir. Kul da Alimdir. (Kapasitesi oranında) akıl ve ilim sahibidir.
Allah Müriddir. Kul da Müriddir. Belli bir irade sahibidir. Allah Kadirdir. Kul da kadirdir.
Terkibi nispetinde, güç ve kudret sahibidir. Dolayısıyla, yaratılmışın, Allah yanı sıra bir
hayatı, aklı, şuuru, iradesi ve gücü yoktur. Çünkü Allah indinde kul ile arasında bir sınır
yoktur. Sınır olmayan bir yerde de kimin hayatından, şuurundan, ilminden, irade ve
kudretinden bahsedilebilir. Olmayan bir şeyin böyle vasıflara sahip olması mümkün
müdür? Yani, Kul yoktur, her boyutta var Olan Allah’ tır. Buna karşılık “kul vardır”
diyorsan “kul” adı altında var olan zaten yine Allah ’ tır. Bu nedenle cüzi akıl ya da cüzi
irade, Mutlak Akıl, Mutlak İradenin zuhuru olan birimlerin (terkiplerin) birbirlerine olan
bakışından dolayı bu ismi alır ki, bu cüzi akıl ve cüzi irade de tıpkı o birim gibi hayalden
ibarettir. Gerçek varlığı yoktur. Ve şu an dahi öyledir. İşte mistisizmde, “Allah’ın kaderi
kul ile birlikte yazması” denilen olay, zamansızlığın, zamanın her yerinde olması
dolayısıyla ifade edilmiş bir kavramdır. Tüm zamanların bir arada bulunduğu “an” ın,
25
aynı şekilde her bir zaman diliminde mevcut olması nedeniyle “An” boyutunda
oluşturulan program, zaman içindeki şu anda meydana gelmektedir, bir anlamda.
Yoksa, yukarıda anlatıldığı gibi tanrısal anlayışla söylenmiş bir söz değildir.
Bu yüzdendir ki, Allah indinde her şey olmuş bitmiş, kalem kurumuş ve tüm yaratılmışlar
olanlar ile bizler, hiçbir şeyden haberdar olmaksızın o boyutta olan biteni, yaşamaktayız
sanki yeni oluşmakta olan ya da oluşturduğumuz olaylarmış gibi. Ancak, kendi maddesel
boyutumuzda ise, bizden açığa çıkan, görünen ilim ve irade ile dilediğimiz şekilde
özgürce kararlar ve seçimlerimizi yaptığımız ve o doğrultuda kendi istek ve arzumuzla
(dışarıdaki bir varlığın bize dayatması şeklinde değil) o fiilleri ortaya koyduğumuz için de
bir sonraki adımda (bu boyutta ya da ahirette) yaptıklarımızın sonuçlarını iyi ya da kötü
olarak yaşamaktayız. Mutlaka öyle ya da böyle bir şeyler yapacağız ve yapmaktayız da.
Ama bu da Allah’a aittir. Tıpkı, “attığında sen atmadın, atan Allah idi” yada “siz
isteyemezsiniz, sizdeki istek Allah’a aittir”...vb ayetlerinde olduğu gibi. Başka bir
deyişle, zamansızlık var ise, zaman kavramı yoktur. Zaman kavramı varsa, bu
seferde zamansızlık yoktur. Çünkü demin de dediğimiz gibi, zaman içinde çokluk
boyutu adı altında o fiilleri ortaya koyan kul değil, yine Allah’ tır.
* Kuran ve Hadislerde çelişkiymiş gibi görünen ifadeleri çözümleme sistemimiz nasıl
olmalıdır?
Her birinin, bir diğerini meydana getirdiği boyutların sadece birini temel alarak diğer
boyutsal anlamları bunun üzerine bina etmek, tam anlamıyla gerçeği ne kadar yansıtır?
Bu nedenle tüm boyutları ihtiva eden Kuran ve Resulullah açıklamalarını sadece bir boyut
ya da aynı boyutun belli yönlerini baz alarak diğerlerini buna göre inşa etmek doğal
olarak çelişkileri de beraberinde getirmektedir. Oysa yapılması gereken en içteki, en
tepe noktadaki ya da en kapsamlı olan boyut veya anlam temel alınarak diğerlerini
26
bunun ışığında, buna göre değerlendirmemiz gerekmektedir.
Bu nedenle Kuran, bir taraftan Allah’ın kendi bakış açısından Ahadiyetinden,
Samediyetinden, doğmamış ve doğurmamış olmasından yani, herhangi bir merkez, sınır
olmaksızın (dolayısıyla bir şeyin girmesi yada çıkması diye bir şeyden bahsedilemez)
sonsuz sınırsız, Som Tekil bir yapı olduğundan ve bunun her bir boyut katmanında
geçerli olduğundan bahsedip diğer taraftan da bize göre, bizim anlayabileceğimiz
örneklemelere göre mesela, ötelerde bir varlıkmış gibi meleklerle, İblisle diyaloğa
girmekte, Hz. Muhammed’e (s.a.v) sitemde bulunmakta, varlıklara hitap etmekte iken biz
ikinci kısımda olanı göz önüne alarak tüm kavramları buna göre oluşturamaz,
düşünemeyiz. Bu yüzden Kuran ve Resulullah açıklamaları birinci yerine, hep ikinci yani
bize göre tanımlanan anlayışla insanlara anlatıldığı, yazılıp çizildiği için bu yorumlar
gerçeği yansıtmamakta, günümüz bilimsel verileri ve anlayışıyla da çelişki oluşturmakta,
sonucunda da kaos meydana gelmektedir. Böylece din, böylesi yorumlar nedeniyle
günümüze hitap etmemektedir.
Aynı şekilde, bir taraftan Allah’ın Seriül Hisab olduğunu söylerken bunu bir tarafa bırakıp
yine Kuran ve Resulullah açıklamalarına göre, olayın sadece bir yönünü ya da belli
yönlerini ifade eden cümlelere bakarak belli bir zaman sonra hesaba çekileceğimizi
düşünmek de yine yanlıştır. İkici ifadedeki, bir şeyin karşılığının görülmesi veya
sonuçlarının yaşanmasıdır. Veya bir taraftan ayette, “din içinde zorlama yoktur “
denirken, diğer yandan bütünden kopuk değerlendirmeyle kendine, kendi çıkarlarına
göre çeşitli mantık ve zeka oyunlarıyla zorla, baskıyla din uygulaması içine girilmesi, bu
ayeti yok saymak, inkar etmek değil de nedir?
Ya da Allah’ın, her an yeni bir şanda yani, hiçbir tekrarı olmaksızın yeni, bambaşka bir
yaratışta bulunduğunu (ki bu, mikro-kozmostan, makro-kozmosa kadar her şeyi
27
kapsadığından varlıkta yaratılan hiçbir şey bir diğerinin aynısı değildir, aksi şen’iyetine
aykırı bir durumdur) yanı sıra bu konuyla ilgili Resulullah ifadelerini göz önüne almamız
gerekirken, (hatta günün bilimsel verilerini hiç kaale almayarak) tabanda insan
anlayışına göre ölüm ötesi yaşamın varlığını delil olarak o boyuttan ifade eden diğer ayet
ve Resulullah açıklamalarını baz alarak, insan ruhlarının kabirlerinden tekrar yaratılacak
olan aynı bedenlerine girip dirileceklerini düşünmek yine sistemi anlamamak demektir
(bu konuya “Güneşin Siyah Cüceye Dönüşümü ve Kıyamet” başlıklı makalede
değinmiştik). Kuran’ın her idrak seviyesindeki, anlayıştaki insana hitap ettiği için, dar
görüşlü insanlara göre de bu türden ifadelerin olması gayet normaldir. Zaten ayette
de bu durum, “Sizi (bedeninizi) benzerlerinizle değiştirmeye ve yeni bir yapıya
kavuşturmaya Kadiriz...” şekliyle ifade edilmektedir. Buradaki benzeri olan yapı, kendi
boyutunca somut olan, o anki beden suretindeki holografik nitelikli dalga bedendir. Bu
da, yeni bir yapı olarak ifade edilmektedir. Geçmişte de, ölümü takip eden süreçlerde
bedenin olmaması nedeniyle azabın da olamayacağını düşündükleri bedensel dirilme
olayı, bilimsel açıdan bakıldığında da doğru değildir. Çünkü bizler gerçekte, şu anda bile
madde boyutunda değil, ışınsal boyutta yaşamaktayız. Çünkü evrende ışınsal boyut
dışında başka boyut yok. Dolayısıyla bizler ölümle birlikte, ışınsal bir boyuttan yine ayrı
bir ışınsal boyuta geçiş yapmakta ve bulunduğumuz boyutu maddi (cismani) olarak, diğer
boyutları da buna göre latif boyutlar olarak değerlendirmekteyiz. Bu nedenle geçmişte
bazıları bedenen azap olunmayacağını olayın tamamen ruhsal, düşsel olduğunu
belirterek zamanla azabı da kaldırdıkları için, buna karşın evliya cismani azap vardır
demiştir ki bu da bir nevi doğrudur. Çünkü nasıl ki, rüyalarımızda bedenimize bıçak
batırıldığında ya da benzeri şeylerden bizatihi bedenimize yapılıyormuşçasına azap
duyuyorsak aynı şekilde, kabir âleminde de böyle azapların görülmesi ya da cehennem
ortamında, o ortam radyasyonunun ruh bedende oluşturacağı deformasyon dolayısıyla
cisim olarak algılanan boyutta, fiziksel bir azabın varlığı söz konusu olacaktır. Zaten ölüm
ötesi boyutlarda da ruh bedenin zamanla kendi içinde sayısız baasları, değişimleri söz
28
konusudur.
Dolayısıyla, “ And olsun ki biz bu Kuran’ da her çeşit misalden (sembolden) insanlar
için sayıp döktük” /“İnsanlar için misalleri saydık...bilenlerden başka, nerede akıl
eden” / “And olsun ki zikir için Kuran’ı kolaylaştırdık...nerede anlayan?”/
“Muhakkak ki, bu ayetlerde akıl, öz akıl sahipleri için alınacak ibretler vardır” / “ Bu
mübarek kitabı ancak şunun için inzal ettik; ayetler üzerinde derin düşünsünler diye
ve de öz akıl sahipleri tezekkür etsinler diye...”, “Sağırdırlar, kördürler, laldırlar,
dolayısıyla akıl etmezler...”...vb.
açık ayetlere, günümüz biliminin anlamayı kolaylaştırdığı boyutsallık kavramına rağmen
hâlâ boyutumuza, insanca düşüncelere göre ifade edilmiş söylemleri mesela, (yukarıda
ifade ettiklerimizle beraber) mahşerde kurulacak olan bildiğimiz gibi terazilerden, Allah’ın
elinden (uzuvlarından), insan omuzlarında kalemle yazı, not tutan meleklerden, cennette
kurulacak köşklerden, içilecek şaraplardan, beraber olunacak hurilerden, gılmanlardan,
altından ırmaklar akan mekânlardan ...vb bire bir gerçekmiş gibi bahsetmek, hep
papağan gibi, her devrin kitabı olduğunu söylediğimiz Kuran’ın zamanımıza hitap eden
deşifresini yansıtamamakta, bu yüzden de dinsel anlatımlar günümüze hitap etmemekte,
insanları tatmin etmemektedir. Maddenin bir üst boyutu olan atomik boyutta bile bilinen
tüm kavramların geçersiz olduğunu bilmemize rağmen, bundan tamamen farklı olan
boyutlarda, bulunduğumuz beş duyu boyut yapısının, şartlarının ve yasalarının devam
ettiğini düşünmek ham hayalden başka bir şey değildir. Dikkât edilirse, ayetlerde sıradan
bir akıl sahibini değil, geniş, detaylı ve derinlikli tefekkür, düşünce ve sorgulama gücüne
sahip birimlerden bahsetmektedir. Yoksa Allah var mıdır, yok mudur diye düşünüp var’da
karar kılan bir akıldan bahsedilmiyor. Kuran ve Sünnette anlatılmakta olan Allah’ın ne
olduğunu, nasıl bir varlık olduğunu, sistemle ve insanla ne şekilde bir ilişkisi,
bağlantısının olduğunu anlayıp, hissedip, yaşayabilecek bir Akıldan bahsediyor. Zaten
29
böyle sıradan bir akıl için ne Kurana, ne de Müslümanlığa gerek var. Pekala Müslümanlık
dışında da bir insan, mutlak bir gücün varlığına inanabilmekte, kabul edebilmektedir. Ama
o gücün, kudretin ne olduğunu hangi vasıf ve özelliklere sahip olarak kendisinde mevcut
bulunduğunu bilememektedir. Tıpkı, sisteme ve Hakikâte ait gelmiş ve gelecek içerisinde
en pik noktada bilgiler verilmesine rağmen, bunu değerlendiremeyen Müslümanlar gibi.
Diğer taraftan şunu da belirtmek gerekir ki, bu mecazi ifadeler, söylemler, tamamen
farklı şeyleri anlatmış olsalar da bu kelimeler, o bambaşka gerçeklere götüren
işaretler, anahtar olmaları dolayısıyla da asla alelade cümleler olmayıp aynı
zamanda bu gerçekleri anlayabilmeyi, idrak edebilmeyi sağlayacak belli
potansiyelleri, enerjileri de ihtiva etmektedirler. İkinci olarak da, bu mecazları,
sembolleri gerçekmiş gibi kabul etmek, her ne kadar tabanda kişinin imanına zarar
vermese de Sistemin ve Hakikâtin yaşantısını elde etmek için bunların çözümlenmesi
zorunludur, Hz Resulullah’ın söylediği Bühl yani, ahmaklar, yani, anlamadığını
anlayamayanların cennetinde yer almak istemiyorsak. Çünkü cennette, yani, Nur bilinç
boyutunda kendi boyutlarında yaşam iki sınıftır. Dünya hayatındayken Allah’a irfan sahibi
olanlarla, Allah’a B sırrıyla iman etmemiş, ama tabanda iman sahibi olan insanlar, yani
ahmaklar sınıfı.
5. Bölüm
* Kaç Türlü Elektriklenme Vardır?.
Elektrik yükleri, Elektrik ve Manyetik alanlarla ilgili geniş açıklamaya, “Enerji Alanları Ve
Biz” başlıklı makalemizde epeyce değinmiştik. Şimdi de elektriklenme ile ilgili bilgilere
şöyle bir göz atalım. Bedenimizdeki statik elektrik dediğimiz şey, vücuttaki biyo- kimyasal
30
işlemler ile beden hareketliliği sırasında elbiselerin birbirlerine, derimize sürtünmesi
sonucu açığa çıkan enerjidir, yani serbest kalmış elektronlardır. Bunun negatif özelikli
olması, üzerimizde aşırı biriken elektriğin, bedendeki biyo-elektrik faaliyetleri olumsuz
yönde etkilemeleri dolayısıyladır. Aynı şekilde, bunun düşük olması da vücut için
zararlıdır. Doğadaki statik elektriklenme ise, kısaca üç yolla şöyle oluşur. İki cisim
birbirine sürtündüğünde, sürtünen nesnelerden biri, yüzeyinde bulunan atomların dış
yörüngelerindeki elektron ya da elektronlarını kaybeder veya diğeri bu elektronları
kopartır. Buna sürtünmeyle etkileşme denir. Böylece elektron kaybeden atom, yük
dengesi bozulmasından dolayı artı yük ile yüklenirken diğer cisim elektron aldığından
negatif yükle yüklenir (1). Bunlardan diyelim ki negatif yüklenen cismi, bir başka
nesneye değdirmeksizin belli mesafeden tutarsak bu sefer de, negatif yükün
oluşturduğu elektriksel alanlar, o nesnenin dış yüzeyindeki atomların dış
yörüngelerindeki elektronlarını, atomlarından uzaklaştırarak nesnenin bir başka yerine
(diğer uca doğru) iterler ve böylece etkileştiği bölgeyi artı yükleyerek birbirlerini çekmeye
başlarlar. Eğer cisim artı yüklüyse, o zaman da nesne atomlarının dış elektronlarını, artı
yüzün baktığı bölgeye çekerek nesnenin diğer ucunu artı yükler. Buna da etkiyle
elektriklenme denir. Mesela bir balonu saçınıza sürdükten sonra kolunuza
yaklaştırırsanız kılların hemen havaya kalktığını görürsünüz. Şifacıların, ellerini deri
üzerinde gezdirdikleri ya da havada sabit tuttukları sırada deri kıllarının havaya
kalkmasının nedeni de şifacı bedenindeki statik elektriksel alanın varlığıdır. Eğer bir
nesnede, eksi statik yük fazlası varsa o zaman, iletken bir ortama değdiği anda yükünü
o nesneye ya tamamını ya da bir kısmını aktarır. Eğer nesne artı yüklüyse bunun tam
tersi olur yani, elektron çeker. Buna da dokunmayla elektriklenme denir. Statik elektriğin
en önemli özelliği, belli bir yüzeyde birikince hemen boşalacak bir yer aramasıdır.
Bulduğunda da hemen akarak boşalır. Bunun en ideal olanı da toprağa, suya veya
herhangi bir iletken nesneye dokunmaktır. Zaten topraklama dediğimiz şey, bu fazla
yükün toprağa aktarılması ya da topraktan eksi yük yani, elektron alınmasıdır. Örneğin,
31
karanlık bir odada saçınızı tararsanız veya yünlü elbisenizi çıkarırsanız çıkan çıtır çıtır
sesleri işitir, kıvılcım atlamalarını (elektron atlamalarını, boşalmalarını) görürdünüz. Bu
esnada bir metale dokunursanız sizi elektrik çarpar. Aşırı birikim olmazsa, bu işlem
sessiz, sakin oluşur. Bu yüzdendir ki, hava sürtünmesiyle elektrik yüklenen yanıcı madde
taşıyan araçların ufak bir kıvılcımla patlamamaları için bu yükler, tankerden yere uzatılan
zincirle toprağa, yere aktarılır. Aynı şekilde sporcular da, işleri bitince yere yatarak statik
elektriği boşaltmak suretiyle bunun meydana getireceği her türlü parazitten kurtulup,
rahatlarlar. Kuru havalarda bu statik elektrikle yüklenme maksimum düzeyde olurken,
nemli havada bu daha azdır. Çünkü nemli havadaki pozitif yükler elektriğin boşalmasına
neden olur. Lastik ayakkabı ise, yere akışı kestiği için vücutta statik elektriğin birikmesini
sağlar.
* Şifa Dediğimiz, Bir Kişiden Diğer Kişiye Enerji Transferi Ne Şekillerde Olmaktadır?.
Enerji transferinin birden fazla şekli vardır. Direkt beyinden yayımlanan dalgalar ya da
statik elektrik takviyesi (aktarımı) dışında bir, vücuttaki statik elektrik ve manyetik
alanların varlığı dolayısıyla, dokunmaksızın ellerin belli bir mesafeden kişinin bedeni
üzerinde hareket ettirilmesiyle kişinin sinir sisteminin irrite edilmesi sonucu ikinci olarak
da, sinir sistemindeki iyon hareketleri sonucu akmakta olan biyo-elektrik vasıtasıyla yine
kişiye dokunmak suretiyle o kişinin sinir sistemini etkilemekle gerçekleşir (2). Bunun
yanında yine dokunma sırasında, bu elektriksel faaliyetin neden olduğu bedenden,
ellerden, parmak uçlarından yayımlanan elektromanyetik dalgaların yine karşıdaki kişinin
sinir sistemini harekete geçirmesiyle olmakta ve tüm bunlar bu sırada, beyni de
etkilemektedir. Daha da önemlisi, bu biyo-elektrik akımına ya da dalgalara belli manalar,
bilgi kodları yükleyerek karşı tarafa o bilgilerin transferi de sağlanabilmektedir (velilerin
yaptığı gibi). Erkek- erkek veya kadın-kadın arasında, enerji akışı güçlü olandan düşük
olana doğru akarken erkek- kadın arasındaki akış, hep erkekten kadına doğru olur.
32
Resulullahın kadın elini tutmamasının nedeni de, insandaki bu belli bir enerji akışının
olmasıyla ilgilidir.
* Her Zaman Sağduyumuzla Uyum Gösteren Klasik Yasalarla, Her Şeyi Açıklayabilir
miyiz?
Bazı psişiklerin ya da o özellikli insanların nesneleri uzaktan etkileyip hareket...vs.
ettirmelerinin bir kısmı, klasik yasaların öngördüğü E (elektrik) ve B (manyetik) alanlarla
açıklanabilse de diğer bir kısmı ve aynı şekilde büyük nesnelerin hareketlerine,
davranışlarına... neden olan yani, klasik ölçümlerin dışında cereyan eden olaylar,
bildiğimiz yasalarca açıklanamamaktadır. Dolayısıyla fizik ötesi (normal üstü) olarak
görünen bu olayların cevabını yine bize göre klasik yaslardan tamamen farklı, alışılmışın,
şartlanmalarımızın ötesinde olağan üstü diyebileceğimiz yasaların geçerli olduğu
Kuantum ve Altı fiziğinde bulabilmekteyiz.
Mesela, klasik yasalara bakarsak, cisimlere Elektriksel (E) alan uygulandığında cismin
bazı atom elektronları, çekirdekten biraz uzaklaşarak yörüngesi eliptik bir hal alır.
Böylece elektronlar (+) yüklü çekirdekten daha uzak noktada fazlaca kalırlar. Bunun
sonucunda yük açısından nötr olan atom dışarıdan E alan uygulandığı müddetçe geçici
olarak (+) ve (-) iki ayrı yükmüş gibi durur. Buna polarize denir ve bu durum cismin
etrafında Elektriksel (E) alanlar oluşturur. Böylece dışarıdan uygulanan Elektriksel (E)
alan, artık yüklü hale gelen cismi hareket ettirir. Bu Elektriksel (E) alanın yön değişimi ya
da şiddetinin artırılıp azaltılmasıyla da nesnenin istenilen çeşitli yönlerde hareket etmesi
sağlanır.
Veya nesne atom elektronlarının yörüngesindeki hareketleri, tıpkı akım geçen telin
etrafında oluşturduğu statik manyetik alanlar gibi ayrı ayrı B (manyetik) alanları yaratır.
33
Ayrıca elektronun, çekirdeğini oluşturan proton ve nötron da kendi eksenleri etrafında
dönmelerinden dolayı atom çekirdeğinde toplam bir B alanı bulunur. Manyetik olmayan
tüm cisimlerde, atomlarının toplam B alan yönelimleri aynı yönde olmayıp karışık bir
şekilde bulunduklarından ve bunlar birbirlerinin etkilerini yok ettiklerinden cisimlerde
toplam B alanı sıfır olur, daha doğrusu sıfıra yakındır (mıknatıs gibi cisimlerde bu alan
yönelimleri aynı yönde olduklarından dolayı, manyetik özelliğe sahiptirler). Dışarıdan bu
nesnelere bir manyetik (B) alanı uygulandığında ya da manyetik (B) alanı içine
bırakıldığında o nesne atomlarından bir kısmının manyetik (B) alan yönelimleri aynı
doğrultuya yönelerek cismi geçici olarak manyetik (B) özellik kazandırırlar. Ayrıca, hemen
şunu da belirtmek gerekir ki, statik manyetik alanları kendi aralarında, elektriksel alanlar
da kendi aralarında cebirsel anlamda, aynı yönlü olanlar toplanır veya zıt yönlü olanlar
çıkartılır. Böylece birbirlerini güçlendirir ya da zayıflatıp yok edebilirler (aynı şekilde
elektromanyetik alanlar (dalgalar) da, aynı frekanslı olanları birbirlerini güçlendirirken, zıt
fazda olanları birbirlerini zayıflatır veya yok ederler). Böylece cisimdeki bu manyetik
alanlar, dışarıdaki manyetik alanlarla etkileşerek bu dış alanın şiddet ve yönüne göre
cisim çeşitli şekillerde ve doğrultularda hareket ettirilir. Bugün bilim adamları
laboratuarlar ortamlarında mesela bir vazoyu, kitabı, kalemi, bardağı...hareket ettirip,
oraya buraya fırlamasını, savrulmasını oluşturabildikleri gibi, canlı bir kurbağayı, bir su
damlasını belli bir yükseklikte havada tutabilmektedirler. Kanadalı bir bilim adamı da
cisimlere çeşitli şiddetlerde E ve B alanları uygulayarak, odaklayarak mesela, kutu
içindeki boyayı yukarı doğru akıtması gibi... bu türden olayları gerçekleştirmiştir. Keza,
cinlerin bazı nesneleri, sallaması, sarsması, hareket ettirip fırlatması, belli mesafelerdeki
yüksekliklerde sabit tutmasının sistemi de budur. Bunların yanında, etkiyle elektriklenme
olayı yardımıyla da çok küçük nesneler hareket ettirilebilmektedir.
Buna karşın, büyük ölçekli cisimleri normal ya da normal ötesi şekillerde etkileme, onları
hareket ettirme, deforme etme, belli davranışlarda bulunmasını sağlama ise, tamamıyla
34
beynin anlam yüklü dalgalarının, yine aslı dalgasal yapı olan nesnelerin hologramlarını
etkilemek suretiyle oluşturulmaktadır. Böylece işin sisteme hakikatine vakıf
olunmasıyla çok çok daha az bir güçle çok büyük güçlerin oluşması, açığa çıkması
sağlanabilmektedir. Zaten hologram prensibi bize, az bir güçte çok büyük güçlerin saklı
olduğunu bize söylemiyor muydu? (Meleki boyutun bir alt boyutu olan nar ışınsal
boyuttan ortaya konan çeşitli türden) istidraç ve kerametlerde olduğu gibi, mucizelerde
tamamıyla dünyamızla ilgili olarak o Resul ve Nebilerin beyni ile alakalı olan bir şeydir.
Nesnelerin asıl yapısının mana titreşimleri olan meleklerden oluşması, Resul ve Nebilerin
de beyinlerinden yayımlanan anlam yüklü dalgalarla, bu enerji bloklarının ne yönde
hareket etmeleri gerektiğini bildirmeleri, o meleki güçleri istedikleri doğrultuda harekete
geçirmeleri sonucu, mucize dediğimiz olağanüstü olaylar gerçekleşir. Yine aynı
nedenlerden dolayı, bize göre ortada, zahirde görünmeyen bir şeyi görünür boyutta
maddeleştirebildikleri gibi, olan nesneleri de algılarımız dışındaki boyutlara dönüşüme
uğratarak materyalize yada demateryalize denilen halleri meydana getirirler. Bununla
birlikte Mucizeler, hemen o anda ya da bir anda oluşmaktadırlar. Bu kadar çok kısa
sürede veya bir anda oluşmasının nedeni de, meleki boyutta zamanın bize göre çok hızlı
akması ya da onların zamanla kayıtlı bulunmaması dolayısıyladır. Ayrıca zahirde gelişen
bu olaylar, özde Resul ve Nebilerin de aslen yaşamış oldukları kuantsal boyut olan
meleki boyuttaki programın açığa çıkışıdır. Böylece yukarıda da belirttiğimiz üzere, az bir
güçle, büyük güçleri harekete geçirerek, büyük güçleri oluşturarak, oluşacak olan daha
büyük olayları, felaketleri engelleyebilmekte ya da olması imkansız çok büyük olayları
meydana getirebilmektedirler. Cinlerin dahi oluşturdukları bazı olağan üstü olaylar (Nari
boyutlardan olmuş olsa da)yine bu sistemle meydana getirmektedirler.
Özetle tüm bunlar, yine melekler tarafından oluşturulmuş olan, görünen boyutun yani,
klasik fiziğin yasalarınca açıklanamamaktadır. Ancak, bunlara açıklık getirilemiyor diye de
bu tür şeylerin yokluğu iddia edilmemelidir. Tıpkı kuantum boyutundaki parçacıkların
35
klasik fiziğin ötesinde alışılmışın dışındaki yasalarca hareket etmeleri nedeniyle, onları
yok sayamadığımız gibi. Ayrıca klasik yasalara olan şartlanmalarımız o kadar köklü ki,
kuantum fiziğinin kabulü bile kolay kolay olmamış yanı sıra günümüzde bile, ünlü bilimci
Nich Herbert’in de dediği gibi, bilim adamları kuantum fiziğinin gerçekliğine rağmen hep
klasik fizik anlayışına meyil göstermektedirler.
* Güneşin Cehennem Oluşuna Dair Başka Bir Hadis Biliyor musunuz?
Cehennemin güneş olmasıyla ilgili can alıcı bir başka hadiste de, “cehennemin ateşi bin
yıl yakıldı. Öyle ki, kıpkırmızı oldu. Sonra bin yıl daha yakıldı. Öyle ki, beyazlaştı.
Sonra bin yıl daha yakıldı. Şimdi o Siyah ve Karanlıktır” denilerek güneşin doğumu
(var oluşu), yaşamı ve sonu, zaman ve mekandan bağımsız bir bakış açısıyla genel
olarak üç safhada anlatılmıştır. Dikkat edilecek olursa bu hadiste ilkin, güneşin oluşum
safhasındaki kızıl bir evreden bahsedilmektedir. Gerçekten de kütle çekim nedeniyle, bir
merkez etrafında dönerek çökmekte olan Nebula (gaz ve toz bulutu), aşırı basınç
dolayısıyla birbirlerine yaklaşarak çarpışan atomlar yüzünden, merkezden başlamak
üzere ısınmaya başlar. Fakat bu, henüz termonükleer reaksiyon başlatacak düzeyde
değildir. Böylece bu sıcaklık nedeniyle güneşimiz, önce kızıl ötesi dalga boyunda sonrada
yavaş yavaş kızıl frekansta ışıma yayımlayarak kırmızı bir renk halini almaya başlar ki, bu
durumdaki yıldızlara Kızıl Cüce adı verilmektedir. 25- 30 bin yıl bu halini koruyan güneş,
çekirdeğinde başlayan termonükleer reaksiyon sonucunda da sırasıyla turuncu, sarı
sonra da Akkor ( Parlak) Beyaz rengine bürünür. Bundan sonraki aşamalarda
bildiğimiz gibi gelişerek en sonunda Siyah ve Karanlık hale dönüşür.
36
6. Bölüm
* Bitkiler Dışında Nesnelerin de Bir Bilince sahip Olduğunu Belirtmiştiniz. Buna
Örnek Verebilir misiniz?
Bildiğimiz üzere algıladığımız evren, yüz küsur atomun çeşitli oranlarda belli terkipler
(gruplar) halinde bir araya gelmesiyle oluşmuş, moleküllerden meydana gelmiştir.
Moleküller, katı, sıvı ve gaz halinde bulunurlar. Her bir molekül, az yada çok belli bir
frekansta titreşim hareketi yapar ve bunun sonucunda da dışarı E-M dalgaları
yayınlarlar. Aynı şekilde, dıştan E-M dalgalarıyla uyarıldığında da moleküllerin frekansı, o
oranda artar. Gaz yapıdaki moleküller hem enerjik hem de aralarındaki mesafeler fazla
olduğundan serbest hareket ederken, sıvı halindeki moleküllerin birbirlerine daha yakın
ve enerjilerinin (titreşimlerinin) gaza nispetle daha az olması dolayısıyla belli bir çekim
kuvvetiyle birbirlerine bağlanırlar. Ama çekimin çok güçlü olmaması nedeniyle de, tıpkı
zincir gibi birbirleri üzerinden kayarlar. Katı nesneler arasındaki bağlantılar ise, sıvıya
göre daha da güçlüdür. Hareket edemediklerinden, oldukları yerde belli frekansta
titreşirler. Yediğimiz katı yiyeceklerdeki moleküller hemen eriyecek, kopacak güçte iken,
kimi katı maddelerin molekül bağları ise, ancak çok güçlü aletlerle ya da lazer gibi
ışınlarla koparılabilmektedir.
Bu kısa bilgiden sonra şimdi konumuza geçebiliriz. Hz Muhammed’in (sav) hayatına
baktığımızda, bize göre anlamsız gelen birtakım şeyleri yaptığını görürüz. Mesela, hurma
kütüğünün ağlaması ve Resulullah ’ın onunla konuşması, başka bir zaman Uhud Dağıyla
konuşması, ... vs. Bunlardaki amaç ise, elbette her şeyin canlı, şuurlu ve dolayısıyla
çevresini algılayan bir yapı olduğunu bize anlatmasıdır. Zaten, evren holografik bir
yapıda değil miydi?. Yani nesneler ile, ilişkide olduğu cisimler (varlıklar) ve olaylar, aslında
37
bir bütünün ayrı ayrı görünümleri değil miydi?. Hz Muhammed’in (sav)1400 yıl önce ifade
ettiği bu gerçekler, ancak bilim ve teknolojinin gelişmesiyle zamanımızda su yüzüne
çıkmaktadır (Hz Muhammed’e (sav) çeşitli şekillerde dil uzatanlar, onun ortaya çıkmış bu
ve benzeri mucizelerine karşı hiçbir şekilde cevap verememekte, bu da onun hakkında
zanlarına göre oluşturdukları dayanaklarının tamamen yanlış olduğunu bize
göstermektedir). Böyle bir olay, bilim adamlarınca su üzerinde yapılan çalışmalarla
gösterilmiştir. Bunlardan Fransız bilim adamı Jacques Beneviste 90’ lı yıllardaki
çalışmasıyla suyun, içinde eriyen moleküllere ait bilgiyi sakladığını yani, suyun hafızası
olduğunu keşfetti. Daha da ilginci, suya zehrin kendisi yerine, sadece zehrin frekanslarını
yüklediğinde bile, gerçekten suya zehir konmuşçasına içine konan sinekleri öldürdüğünü
de göstermiştir. Bununla birlikte J. Beneviste, D.N.A moleküllerinin de belli frekansta E-M
dalgaları (foton) yayınladığını bulmuştur. Bu nedenle bir velinin, bu hücre genetiğinden
yayınlanan ışınları deşifre etmesi yoluyla kişinin genetiğini, genetiğindeki bilgileri
okuması hiç de zor olmaz.
Şimdilerde ise, Prf. Dr. Masaru Emoto adındaki bir Japon bilim adamının gerçekleştirdiği
deney sonuçlarına göreyse, suyun canlı ve şuurlu olduğu, çevresinde olup bitenlere
pozitif ve negatif olarak reaksiyon gösterdiği ortaya çıkmıştır. Yani su, müziğe, sözlere,
kavramlara, duygulara ve şuur yapısına ve hatta seyrettirilen bir filme tepki verip bunları
kaydetmektedir. Öyle ki suyun, içinde bulunduğu kabın üzerindeki yazılara dahi karşılık
verdiği de ortaya çıkmıştır. Ve bu deneyler, tek bir defa oluşturulmuş olmayıp yüzlerce
kez tekrarlanmıştır. Mesela, düzgün ve güzel bir müzik çalındığında ya da güzel sözler
söylendiğinde veya olumlu, verici duygularla yaklaşıldığında, seslenildiğinde...vs su,
düzgün, güzel kristal yapıları (moleküler bağlantılar) ortaya koyarken, sert müzik
çalındığında, kötü, sert, küfürlü, hakaret edercesine konuşulduğunda veya şeytanın
isimleri anıldığında, korkunç, şiddet içeren filmler seyrettirildiğinde de kötü, rast gele,
düzensiz, bozuk kristal örgüleri oluşturduğu gözlemlenmiştir. Çocuklara ise, yine olumlu
38
tepkiler vermektedir. Dağdaki suda pozitif etkiler gözlemlenirken, büyük şehirlerde
şebekeden akan, piyasada satılan ya da yapay suda ise, negatif özellikler tespit
edilmiştir. Hatta Prof. Emoto, suyun bu özelliği dolayısıyla depremden günler öncesinden
haberdar olunabileceğini de söylemektedir. Bununla birlikte, olumlu ya da olumsuz
düşüncelerle yapısı değiştirilen suyun, canlı hücrelerin gelişiminde farklılıklar meydana
getirdiği ve canlı D.N.A’ sında yapısal değişiklikler oluşturduğu da çeşitli araştırmalarla
gösterilmiştir.
Bildiğimiz gibi, aptes alırken, bir şeyler içerken, büyü ve nazara karşı ortaya konan suya
okuma olayı vardı. Bunun ise iki nedeni bulunmaktadır. Bir; okuma ile su moleküllerinden
elektron koparmak suretiyle vücuda biyoelektrik takviyesi için suyu iyonize etmek; iki,
suyun düşüncelere göre moleküller örgü yapısında değişikliklere uğraması sonucu şekil
alması (ve bunu hafızasında tutması) dolayısıyla, suya kodlama yapmak yani, bir yönüyle
ilgili bilgi transferini yüklemek içindir. Aynı şekilde katı nesneleri yerken de okunmak
suretiyle de okunan şey istikametinde beyin dalgalarının yiyecekte iyonize yanında
moleküler yapıda karakteristik değişiklikler yaparak bilgi kodlamakta böylece vücuda
alındığında bu kodlar tekrar okunarak değerlendirilmektedir. Zaten insanın % 80’ inin su
olması dolayısıyla, karşı kişiye okuma yani, şifa dediğimiz olay ya da dışımızdaki menfi
dalgaların bizde oluşturduğu negatif etkiler, bir yönüyle de bunun bir sonucu değil
midir?. Burada enerji transferinin bir başka yönü daha ortaya çıkmış oluyor. Aynı şekilde
pozitif veya negatif düşüncede oluşumuzla da bedenimizi olumlu ya da olumsuz etkilemiş
oluyoruz. Sağ ya da sol elle yiyip içerken de bu nesneler, sağ elden yayınlanan pozitif,
sol ellerden yayınlanan negatif türü enerjiyle kodlanarak (moleküler bağlantı şekilleri
oluşturarak) vücuda alındığı içindir ki, sol elle yeme içme Resulullah tarafından günah
olarak nitelendirilerek men edilmiştir.
39
* Gün kavramını, boyutsal anlamda başka nasıl düşünebiliriz?.
Zaman, göreceli olduğundan her boyutta farklı hızlarda işler. Buna “Rölativite Teorisi”
başlıklı makalemizde detayıyla değinmiştik. Zamanın, maddeye bağlı boyutlarda farklı
işlediği ve durduğu (donduğu) noktalar (boyutlar) olduğu gibi, madde ötesi boyutlarda
da farklı işlediği ve durduğu aynı noktalar (boyutlar) mevcuttur. Nasıl ki şu anda
yaşadığımız boyutta bir zaman akışı varsa, kabirde, mahşerde ve cehennem boyutunda
da kendince bir zaman kavramı bulunmaktadır. Ama ölümün tadılmasıyla geçilen ahiret
boyutunda zaman, dünya yaşamındaki gibi olmayıp, güneşin galaksi etrafında bizim
zamanımıza göre 255 milyon yıllık bir zaman sürecidir. Yani, o boyutun bir yılı, bizim
zamanımıza göre 255 milyon yıldır. O boyuttan bu boyuta baktığımızda zaman çok hızlı
akarken, kendi boyutlarında zaman, adeta yokmuş gibi hissedilmektedir. Ancak o boyut
bile, daha üst boyut bilinçlere göreyse, çok hızlı bir şekilde akmaktadır. Nasıl ki rüyadan
uyandığımızda o ortam (boyut) gözümüzden silinip birkaç saniye olarak algılanıyorsa
aynı şekilde, Berzah boyutunda da dünya hayatı böyle değerlendirilmektedir. Cennet
boyutunda yani, Salt Bilinç boyutunda ise, madde kaydı olmadığından zaman da yoktur.
Işık hızında zaman, dolayısıyla ona bağlı olan mekan ya da mekanlar kalktığından
sadece kendi düzeylerince bütünsellik vardır ve olaylar bir bütün olarak algılanır. Yani,
zamanın başı ile sonu aynı anda müşahede edilir ve zaman olmadığı için, burada sadece
olaylar dizisinden bahsedilebilir. Ama bu zahire yansıyarak belli bir zaman süreciyle de
yaşanır. Cennette herkesin 33 yaşında olmasından mana budur. Yani bu, mecazi olarak
ifade edilmiş olup zamanın akmadığı, yaşlanmanın, yaş kavramının kendisinin olmadığını
belirtmektedir. Yoksa fiziksel bir yaşlanmadan bahsedilmemektedir. Çünkü cennette ne
bildiğimiz madde türünden, ne de bizim ikizimiz olan enerji dalga beden türünden bir ruh
bedenimiz vardır. Ruh bedenle cennete girilmediği, girilemeyeceği için birim,
cehennemden yani, güneşin çekim alanından gücü nispetinde kaçarak daha doğrusu
boyutsal dönüşüme uğrayarak ruh bedenini de terk eder. Cennet boyutundaki
40
bedenimiz ise, bildiğimiz türden bir beden değildir, ama Salt Bilincin, Salt Enerjiye
yansıyarak oluşturduğu maddesel bedeni boyutları söz konusudur. Benzer anlamla,
kendisini kuantsal boyutun bilincinde bulan bir birim bu bilinci, kapasitesi nispetinde
yansıtarak kuantsal boyuttan kendince maddesel suretler ve o suretlere has zamanlar
oluşturarak onlarda tasarrufta bulunur. Dolayısıyla, hayal ettiği an düşüncesini canlı
olarak maddemsi ortam olarak yaşar. Bu nedenle cennette her şey düşseldir. Dolayısıyla
oradaki beraberlikte düşsel güzelliklerin paylaşımıdır. Bu yüzden birimin idrak gücü, ilim
gücü ne kadar güçlüyse cennet nimetleri, güzellikleri o kadar fazla yani, cennet yaşantısı
o kadar güzel olur. Şems ve Mevlana arasındaki ilişki de bu kabilden olup bu birimler
bilinçsel eşliliği yaşamakta idiler. Tıpkı, dünya hayatında iken kendini Salt Bilinç
boyutunda bulanların, düşsel beraberlikleri gibi. Bu beraberlik öyle bir beraberliktir ki iki
ayrı şey arasındaki kablosal iletişim gibi de değildir. Aralarına hiçbir şey giremez.
Buna karşılık, “ mahşerde 40 yıl gözleri semaya dikili vaziyette kalırlar” hadisi ise,
bizim zaman birimimize göre değil, kavranılması açısından gerçeğine bir yaklaşım olarak
anlatım sadedinde bir günü bin yıl ya da elli bin yıl olan zaman birimine göre ifade edilmiş
40 yıldır ki, güneşin dünyayı içine alıp onu buharlaştırmasıyla ruhların güneş
platformunda bulunma evresi olan bu sürecin, ne kadar uzun ve dolayısıyla da bir o
kadar da zahmetli olduğunu söylemektedir. Ölüm ötesi boyutun zaman biriminin,
güneşin galaksi etrafında bir turu olan 255 milyon yıl olduğunu belirtmiştik. Aslında, şu
anda da o zaman birimine tabiyiz, ama sınırlı yapımız dolayısıyla bunu fark
edememekteyiz. Bununla birlikte M. İbnül Arabi, Resulullah’ın üç bin sene olan
cehennemden kaçıp cennete gidiş süresinin bin yılının cehennemden çıkış, bin yılının düz
gidiş, bin yılının ise, cennete iniş olarak anlatmıştır ki, buda gene aynı şekilde bir yılı, 250
milyon yıl olan o boyutun zaman birimine göredir. Özetle, bir yılı, 255 milyon yıl olan ölüm
ötesi boyuttaki kabir, mahşer, sırat süreci, o boyut zaman süresince binlerce yıl
sürecektir. Bizim zaman birimize göreyse bu süreçler yüz milyonlarca, yüz milyarlarca yıl
41
demektir. Ölüm ötesi boyuta göre, bizim ortalama 70 yıllık ömrümüz ise, yaklaşık 7-8
saniyeye tekabül ediyordu. Öyleyse, 7-8 saniyenin, bir yılın yanında yeri ne, elli, beş yüz,
bin, on bin...yılın yanında yeri nedir? Başka bir deyişle, bizim 70-80 yıllık bir ömrün 255
milyon indinde yeri ne, iki buçuk milyarın, yirmi beş milyarın...yılın yanında yeri nedir?
Kısaca hiç. Sonsuza dek cehennemde kalmalarına karşın, bir gün gelip Allah’ın
Rahmetinin onları da bulması dolayısıyla azaplarının sona ermesi (yani o ortam şartlarına
adapte olmaları) süresi ise, o boyutun zaman birimine göre trilyonlarca, trilyarlarca...
yıldır.
Bilinç ya da Cennet boyutlarında veya o boyut varlıkları olan meleklerde Gün kavramı ise,
bizim yaşamakta olduğumuz ya da ahiret boyutundaki süreçlerde yaşayacağımız
rölativistik anlamda belli bir zaman dilimi gibi olmayıp, olayların sıralanışı için
kullanıldığından, daha temel düzeyde (boyutlarda) “an” da ki bu durumun, bildiğimiz
(ister maddi isterse de madde ötesi madde olan güneşin hareketine bağlı) zaman
kavramıyla bir ilgisi yoktur. Bu nedenle, bin yıl ya da elli bin yılın, bir gün olduğu
şeklindeki ifadeleri, başı ve sonunda belli dönüm noktaları bulunan olaylar dizisi
anlamında düşünebiliriz. Bu nedenle ayetlerde bildirilen, “Bununla birlikte (senin) Rabb’
inin yanında bir gün, sizin sayımınıza göre bin yıldır” (Hacc-47),
“Gökten yere kadar bütün dünya işlerini o yönetir. Sonra da o işlem sizin bin yıl
tutarında saydığınıza eşdeğer olan bir günde ona yükselir.” (Secde-5),
“Melekler ve Ruh, tutarı elli bin yıla eşdeğer o makamlara bir günde yükselirler”
(Hakka-5),
“Melekler ve Ruh Ona, miktarı elli bin sene olan bir günde çıkar” (Mearic-4)”
42
işlemlerin (rakamlar, sembolik olsalar da en alt asgari düzeyi ifade etmektedirler) bin
yılda ona yükselmesi ya da meleklerin elli bin yılda yükselişlerini (ki, yükselmenin anlamı
uzay yolculuğu gibi olmayıp, o boyutun bakış açısı demektir) o boyutlara karşılık gelen
zaman akışı, zaman boyutları olarak düşünebileceğimiz gibi, bunu, kuantsal boyutta,
mekansallıkla ilgili olmanın ötesinde, zamansızlık içinde belli işaretler arası olaylar bütünü
(bloğu) olarak da düşünebiliriz. Yani olay, tamamen boyutsaldır. Bu konuya Muhyiddin
İbnül Arabi şöyle değinmektedir: “Yine bu feleklerin hareketiyle cennette günler
oluşacaktır. Bunlar, yüce Allah’ın içinde gökleri ve yeri yarattı günlerdir. Cehennem
ehlinin günleri ise, bilinen dünyevi günlerdir ve güneş aracılığıyla müşahede
edilirler. Bu günler cennetlerde belli ölçülere dahil işaretlere sahiptirler. Bunlar
aracılığıyla vakitler bilinir”.
* Zaman Dediğimiz Şeyin, Bilinçliliğini Nasıl Anlayabiliriz?.
Bildiğimiz üzere tüm uzay-zamanı meydana getiren temel enerji, Allah’ın özellikleri
(esması) ile meydana geldiğinden, uzay-zaman bütünlüğü de aynı şekilde canlı ve
şuurludur. Uzay-zaman bütünlüğünü, beş duyumuzla bir bütün olarak
algılayamadığımızdan ayrı ayrı şeyler olarak gördüğümüz mekandaki yani, uzaydaki
(nesnelerdeki) şuurluluğu müşahede edebilmemize karşın, zaman kavramındaki
şuurluluğu, kolay kolay ya da hiç görememekteyiz. Oysa zaman dilimleri veya süreçleri
de aynı şekilde bilinçlidir. Yani, “An” içinde bize göre var olan zaman dilimleri de tek bir
bilinç olarak ayrı ayrı canlı ve şuurludur. Asr, Milenyum yada yirmi altı bin yıllık süreçler,
varlık için her biri ayrı birer dönüm noktalarıdır. Boş yere yemin etmeyen Allah’ın, “ And
olsun Asr’a...” diyerek yeminde bulunması, biri yönüyle de bu duruma işaret etmektedir.
Dünyanın genel şartlarının her yüzyılda bir değişmesi ve bu değişen anlayışlara,
toplumsal gelişmelerine bağlı olarak dini o günün şartlarına, ilim seviyesine göre yeniden
yorumlayan, yenileyen müceddidin her yüzyılın başında gelmesi de bunun göstergesidir.
43
Bununla birlikte mesela, her bir ayın, batini anlamı ile, belli özelliklerin potansiyel gücünü,
kudretini, enerjisini taşıdığı içindir ki Resulullah (as), bunları bir bir tespit edip bu durumu
çeşitli anlatım tarzlarıyla dile getirmiştir. Ayrıca bu ana süreçler içindeki zaman blokları da
aynı şekilde, birimsel ve toplumsal olarak birbirlerine bağlı bir biçimde kendi içinde de
çeşitli dönüşüm noktalarına sahiptir. Bu sadece dünyayla sınırlı olmayıp iman esasları
yani, Amentü’de de belirtildiği üzere, “vel yevmil ahiri” denerek de bu durumun ölüm
ötesi boyutlardaki “an” lar da da aynen geçerli olduğu vurgulanmaktadır.
7. Bölüm
* Hem Maddesel, Hem de Boyutsal anlamda Sonsuz evrenlerden sadece biri olan
bizim Beş Duyu Evrenimiz ve Ona Bağlı Yakın Katmanlarını Nasıl Bir Son
Beklemektedir?
Bugün gözlemleyebildiğimiz evrenin sonu, başlangıç durumundan daha net olarak
bilinmektedir. Bu bilgiler ışığında ölçümleyebildiğimiz yanı ile evren, ısıl ölümle sona
erecektir. Yani, termodinamiğin ikinci kanunu olan entropi ilkesine göre ısı, daima sıcak
uçtan soğuk uca doğru tek yönlü aktığı için, evrendeki ısı da her noktasında eşit
olduğunda, mutlak sıfır dediğimiz (0) kelvin ya da (–273, 16) santigrad derecede artık
hareket gözlenmeyecek, buna bağlı olarak evrenin yapısı da tamamen değişecektir.
Bunun genel olarak safhalarına geçtiğimizde ise, önce yıldızlar sönecek. Güneş
büyüklüğündeki yıldızların ömürleri ortalama on milyar yıl iken bundan daha küçük
yıldızların ömürleri, 10-100 trilyon yıla ulaşmaktadır. Çünkü yıldızların yaşam süreleri
kütleleriyle ters orantılıdır. Yani, tüm galaksilerdeki yıldızların tamamı 100 trilyon yıl sonra
sönmüş olacak ve kütleleriyle doğru orantılı olarak birer beyaz cüceye, nötron yıldızına
veya karadeliklere dönmüş olacaklardır. Böylece evren karanlığa bürünüp soğuk bir yer
44
halini alacaktır. Elbette yıldızlar söndükten sonra tek tük de olsa yıldızların doğumu
sürecek, ancak bunlar, evrenin karanlığını aydınlatamayan silik ışık noktaları olarak
görünecekleridir. Bu da, yerel nebula ya da değişime uğrayan galaksi yapısından dolayı,
kahverengi cücelerin(3) birleşerek yıldız reaksiyonlarını başlatacak kütlelere
ulaşmalarıyla oluşacaktır.
En az trilyon kere milyon (10 üzeri 19) (4) yıl sonra, yıldızların yayımladıkları kütle çekim
dalgaları nedeniyle enerji kaybedip birbirlerine yaklaşan yıldızlar, çekim ve hareket
kanunlarına göre yörüngelerinden fırlayıp bir kısmı galaksilerden dış uzaya atılarak
galaksiler arası boş uzaya akacak (ki galaksiler bu yolla biraz kütle kaybedeceklerdir)
diğer bir kısmı da, galaksilerin beyni konumunda yer alan merkezlerindeki dev karadeliğe
çekilerek yok olacaklardır. Öyle ki karadelikler, yuttukları bu kütlelerle şişerek dönüş
hareketleri durma noktasına gelir. Yıkımdan kurtulan dışa atılan beyaz cüceler, nötron
yıldızları, karadelikler ve bunların yanında gezegen, astroid, göktaşı ve nebulaların bir
kısmı da böyle çözülmekte olan galaksilerin içine dalarak orada yok olular. Kimi yıldızlar
ise, yerel düzensizlikler sebebiyle birbirlerine yaklaşan ve çarpışan galaksiler dolayısıyla,
bu yıkıma erişeceklerdir (bu süreçlerde gerçekleşecek olan, normal ya da dev karadelik
birleşimleri de aynı sebepten oluşacaktır). Kuran’ da “yıldızların düşmesi” şeklinde tasvir
edilen olayın bir anlamı da, aynı aile içinde bulunan Andromeda galaksisinin bizim
galaksimize yaklaşarak çarpışması sonucu oluşacak galaktik kıyametteki yıldızların,
birbirleriyle çarpışması ya da yakınından geçmesiyle yörüngelerinden çıkarak
dağılmalarının bizim bakış açımıza göre tanımlanmasıdır. Bu sırada güneşimiz çoktan
ömrünü tamamlayarak hayat verdiği çocuklarının çoğunu içine almış vaziyette, siyah
cüceye dönüşmüş ve üzerinden de onlarca trilyon yıl geçmiş durumdadır. Bu sırada evren
başı boş gezen nesnelerle, parçalanmakta olan galaksilerden ibaret olacaktır. Ancak bu
süreçte, galaksimizin de bir üyesi olduğu 10 milyon ışık yılı genişliğinde yer alan yerel
galaksi kümesi dışındaki tüm galaksi kümeleri, birbirlerinden artan hızlarla oldukça
45
uzaklaşmış, ufuk çizgisinde ışık hızı ve ötesi hızlara ulaşarak gözden kaybolmuş
olacaklar. Genişlemenin galaksilerin bizatihi hareketinden değil, uzayın kendisinin
genişlemesinden kaynaklandığından ışık hızı yasağı, bu durumda geçerli olmamaktadır.
Bu uzaklaşma sırasında galaksilerden gelen ışınlar, kırmızı renk frekansına kaymış
olacağından galaksiler, önce silik kızıl renginde görünecek sonra da ebediyen görüş
alanımızdan çıkmış olacaklardır. Galaksiler, merkezlerindeki karadelikler tarafından yok
olduktan sonra, karadeliklerin buharlaşma süreçleri yaşanacak, böylece karadeliklerde
ışınım yayınımı başlayacak ve evren geçici bir süreliğine son kez tekrar ihtişamla
aydınlanacaktır. Ancak bu karadelik buharlaşması, evrenin boşluk sıcaklığının
karadeliklerin sıcaklığının altına düşmesiyle başlayacaktır. Çünkü evrende hareket
olabilmesi için, ısı hareketi gerekir, bu da ısı dengesinin bozulmasıyla gerçekleşir.
Bu esnada güneşin 10 katı büyüklüğünde olan karadeliklerin Hawking ışımasıyla
buharlaşıp yok olma süreçleri, 10 üzeri 68 yıl iken, galaktik karadeliklerde bu süre 10
üzeri 93 yıldır. Bunlar bile en iyimser rakamlardır. Karadeliklerin ışınım yayımlayarak kütle
kaybetmelerinde ışınımın büyük çoğunluğu fotonlardır. Kalan kısmının çoğunluğu ise,
nötrino olup az bir kısmı da elektron, proton, nötron gibi daha ağır parçacıklardır. Uzay
boşluğuna yayılarak başı boş dolaşan cisimler de, protonun bozunma süresi olan 10
üzeri 32 yıl (ya da başka bir hesaplamaya göre 10 üzeri 1000 yıldır ki, biz en muhtemel
olan ilkini aldığımızda) sonra protonun, pozitron ve fotonlara dönüşmesiyle çözünüme
uğrayacaklardır. Hiçbir şekilde kurtuluş yok. Daha doğrusu bir nötron, bir proton, bir
elektron ve bir anti nötrinoya; protonlar da önce çok kararsız parçacık olan nötr pi
mezonu ile pozitrona, nötr pi mezonu da hemen elektron-pozitron çiftine bozunarak
onların da birbirlerine çarpmasıyla fotonlara dönüşeceklerdir. Çünkü evrende nesneler,
parçacıklar daima daha düşük enerji seviyesine düşmeye çalışırlar. Yani en sonunda,
kademe kademe daha çok pozitron üretilecek, evrendeki (+) ve (-) yük toplamı sıfır
olmasından ötürü de bu pozitronlar, evrendeki elektronlarla birleşip yok olmasıyla
46
fotonlara dönüşeceklerdir. Ancak bazı elektron-pozitron çiftleri hemen birbirlerini yok
ederlerken bir kısım elektron-pozitron çiftleri, çok uzun süreler sonucunda bunu
gerçekleştireceklerdir. Öyle ki, aralarında trilyonlarca ışık yılı bulunan elektron-pozitron
çiftlerinin birbirlerine uyguladıkları elektriksel çekim kuvveti ile en az 10 üzeri 71 yılda
yaklaşarak önce bu iki çiftin oluşturduğu pozitronyum atomunu meydana getireceklerdir.
Birbirleri arasındaki 10 üzeri 116 yıl boyunca süren sarmal hareketleri sonucunda da
birleşerek fotonlara dönüşürler. Oysa laboratuarlarda bir pozitronyum atomu saniyenin
on binlerce...birini ifade eden bir zamanda oluşmakta ve hemen yok olmaktadırlar. Tüm
bunlardan sonra evren, mutlak sıfır derecede birbirlerinden tamamen uzakta yoğunluğun
nerdeyse sıfıra düştüğü bir değerde fotonlar, nötrinolar, çok çok az sayıda elektron,
pozitrondan oluşmuş bir yapı olarak hiçliğe dönecektir.
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki mistik alan göz önüne alındığında gezegenlerin,
yıldızların, galaksilerin yok olmaları, onların ikiz boyutlarının yok olmaları demek değildir.
Galaksi içindeki gezegen, yıldız, yıldız sistemleri, galaksi ve galaksi sistemleri, öz
boyuttaki yapılarına birer örnekleme olması açısından bizim boyutumuzdaki
işaretlerdir. Bu yüzden galaksi içindeki yıldızların cennetler olması ya da güneşimizin
cehennem oluşu, o yıldızların gaz madde yapıları değildir. Bu yapıların alt boyutunda yer
alan yapıları itibariyledir. Bildiğimiz gibi gezegen, yıldız ve galaksilerin bir, gördüğümüz
katı, sıvı, gaz ve yüksek enerjili ışın, parçacık, çekirdekten oluşan plazma şeklinde bir
kütlesel yapıları olduğu gibi, bir de onların ruhları olan ikiz (nar) boyutları mevcuttur. Ve
bunun da altında Nur yapıları. Aslında evrendeki her nesnenin ruh (nar) ve Nur yapısı
mevcuttur. Nur yapı, nar ve madde yapılarına hakim ve onları kapsayıp
yönlendirmektedir. Maddesel yapı, kaynağı Nur olan Nari yapının yoğunlaşmasıyla
meydana gelmiştir (insanın durumu biraz farklı idi). Bu ana üç boyutun sonsuz
boyutlarında ise, sonsuz sayıda canlı varlıklar yaşamaktadır. Nasıl beş duyu araçlarıyla
mesela güneşin, maddesel yapısını görüyorsak, ruhi algılamaya sahip olanlar güneşin
47
ikiz yapısını, Nur boyutunu algılayanlar ise onun o boyut ve canlılarını müşahede
etmektedirler. Bu Nur boyutta yaşayan, kendini bilen yapılar söz konusudur ki, bunlara
Salt Akıl birimleri de diyebiliriz. Yaşadıkları bilinç-enerji boyutlarını hiçbir cihaz
gözlemleyemez, ölçümleyemez. Çünkü bu yaşam boyutu, kütlesel ya da nar enerji
boyutundaki madde ötesi enerji yapıları gibi olmasa da yine de enerji yığınları olarak
tasavvur edebileceğimiz Salt Enerji boyutundaki kuantsal yapıdadırlar. Ancak beynin üst
düzey alıcıları tarafından o boyutlara genişleyen bilinç haliyle algılanabilirler. Bu Salt Akıl
birimlerinin bildiğimiz türde ne maddi ne de nar boyutundaki ışınsal, elektromanyetik
kökenli bir bedenleri bulunmaktadır. Ama diledikleri an diledikleri boyutta bu ışınsal ya da
madde suretlere bürünerek somutça açığa çıkabilir, o boyuttaki varlıklarla her türlü
diyaloğa geçebilirler. Kendilerini tanıtmadıkları müddetçe (evliya hariç) hiç kimse ne
olduklarını da bilemez. Ancak bu olayı bizim bir alt boyutumuzda yer alan şeytani vasıflı
ışınsal varlıkların yaptıklarıyla kesinlikle karıştırmamamız gerekir ki, bunu da birçok
yazımızda uzun uzadıya anlatmıştık.
* Kuantum Fiziğinin Sıra Dışı Özellikleri Nereden Kaynaklanmaktadır? Bunu Can
Alıcı Örneklerle Açıklayabilir misiniz?
Algıladığımız gerçeklik, atom altı boyutta kaybolmakta, tanecikler önceden bilinmeyen
ancak incelemeye kalktığımızda bile gerçeğine ancak o an tahmin yollu
yaklaşabileceğimiz garip ve belirsiz davranışlar sergilemektedirler. Bu yüzden kuantum
boyutunda geçerli olan belirsizlik ve olasılıktır. Belirsizliktir çünkü, Haysenberg’in
matematiksel gösterimiyle bir taneciği gözlemleme olayında ölçümleme (gözlemleme)
işlemi, (5) taneciğin hem momentumunu (hızını), hem de konumunu değiştirmekte ve
böylece ölçüm sonucu, parçacığın momentumundaki belli bir hata payı ile konumundaki
beli bir hata payının çarpımı, en az Planck sabitine eşit ya da ondan daha büyük
olmaktadır. Bu matematiksel eşitliğini biraz daha irdelersek, bir taneciğin anlık konumunu
48
tam olarak belirlediğimizde taneciğin momentumundaki (hızındaki) belirsizlik sonsuza
ulaşacağından, parçacık tam o anda tüm sonsuz evrene yayılır. Aynı şekilde, taneciğin
momentumunu (hızını) bir anda tam olarak ölçmeye çalıştığımızda ise, bu sefer de
taneciğin konumu tüm evrende bulunması dolayısıyla, parçacığın momentumu (hızı)
sonsuz belirsiz olmaktadır. Başka bir deyişle, taneciğin konumunu anlamaya
çalıştığımızda momentumunu belirsiz kılmakta, momentumunu tanımlamaya kalktığımızda
da konumunu belirlemeyi zorlaştırmakta, imkansız hale getirmekteyiz. Aynı ilişki zaman
ile enerji, açısal momentumla, açısal hız arasında da mevcuttur. Eğer bu matematiksel
ifadedeki çarpım, sıfır olsaydı o zaman hata payı ya da belirsizlik olmayacağından tüm
tanecikler, tıpkı Newton fiziğindeki gibi tüm özellikleri aynı anda belirlenebilecek,
taneciklerin yapacakları ve sahip olacakları tüm özellikler önceden bilinebilecekti. Bu
yüzdendir ki bir parçacığı, avucumuzun içindeki bir noktada kıstırayım derken, bu
hareketimizin taneciğin konumunu belli kılacağı anlamına geldiğinden tanecik, bir anda
dalgasal özelliğini ortaya koyarak klasik boyut kurallarına göre olmaması gereken yerde
(tünel açarak), ona engel gibi davranan tamamen kapalı olan avucumuzun dışına çıkar
ve böylece kendini kaybettirir. Taneciklerin, herhangi bir noktada tüm özelliklerinin aynı
anda tespit edilememesi, kesin olarak bilinememesi daha doğrusu, ölçümleme
yapılmadığı zaman durumları hakkında en ufak bir şey bilinememesi nedeniyle
parçacıklar, olasılık dalgası diyebileceğimiz bir enerji dalgası şeklinde hareket
etmektedirler. Çünkü, klasik fizik yasaları, atom altı parçacık ve enerjilerin davranışlarını
belirleyememektedir. Nasıl ki klasik fiziğin yasalarını Newton fiziği belirliyorsa, kuantum
boyutunun yasalarını da Shördinger dalga denklemi belirler. Her bir parçacığa eşlik eden
dalga denkleminin frekansları, o taneciğin sahip olduğu enerji seviyelerini verir.
Newton fiziğinde dalga ve parçacıklar birbirlerinden ayrı şeyler olup bunlardan parçacık
özelliği temel iken, kuantum fiziğinde dalga ve parçacık özelliği eşdeğerdir, aynıdır. Bu
nedenle atom altı boyutta tanecikler, ne dalgadır ne de parçacıktır. Bir olayın dalgasal
49
olarak tüm ihtimallerinin bir arada bulunduğu süperpozisyon durumunda bir tanecik, her
iki özelliğin muğlak karışımı olan “dalga paketi” halindedir. Deneyin, gözlemin türüne
bağlı olarak ya tanecik ya da dalgacıktır. Bunu demin de belirttiğimiz gibi, taneciğin her
iki özelliğini belirsizlik ilkesince aynı anda belirleyemediğimiz, gözlemleyemediğimiz için,
bir özelliğini tanımlamak diğer özelliğini bilmeye engel teşkil etmektedir. Başka bir deyişle
parçacıklar, tanecik özelliğini ortaya koyduğunda dalgasal özelliği yoktur, dalgasal
özelliğini ortaya koyduğunda da parçacık özelliği yoktur. “Dalga paketi” ni daha iyi
anlamak için çift yarıklı deneye baktığımızda, gözlemcinin deneye yaklaşım tarzının
parçacığın tanecik özelliğini mi yoksa dalgasal özelliğini mi bize göstereceğini
belirlemekte idi. Eğer taneciğe hiçbir şekilde bakmaz, deney gerçekleştirmezsek o zaman
tanecik, dalga paketi şeklinde mevcut olacaktır.
Nesnelerin, klasik fizikteki gibi önceden belirlenebilen tüm özelliklerine rağmen,
kuantum boyutlarında, taneciklerin süperpozisyonu dolayısıyla onlar hakkında hiçbir
şey söylenemez. Onların özellikleri hakkında bir şeyler söyleyebilmek, haklarında bilgi
sahibi olmak için, gözlemleme ile onları, süper pozisyon durumundaki hayaletimsi
yapıdan, dünyamızda boyut kazandırmak suretiyle onların varlıklarını oluşturmak,
maddeleşebilmek, gerekmektedir. Daha doğrusu tanecikler bize, madde olmadıkları
halde maddemsi olgusunu duyumsatmaktadırlar. Bu yüzden gözlemlemediğimiz
müddetçe atom altı boyutta neden-sonuç ilişkisine bağlı sıralı olaylar bulunmaz.
Parçacıklar olması gereken tüm olasılıkları barındıracak şekilde serbestçe, hiçbir şeyle
sınırlanmaksızın her yöne doğru özgürce hareket edebilmektedirler. Bu hareketleri
de, yolları (doğrultuları) tıpkı bir çalı süpürgesine benzer şekilde çatallanarak
zamanda ileri doğru olasılıklı yollar şeklinde olabildiği gibi, aynı biçimde zamanda
geriye doğruda olabilmektedir. Yani kuantum fiziğinde, klasik fizikte olduğunun
aksine, zamanın ileri doğru ya da geriye akmasının bir önemi yoktur. Bir parçacık için,
zamanın geriye akışı da (yolculuğu da) söz konusudur ve o boyutta bu durum
50
normaldir. Böylece, shördinger dalga denklemi gelecek için birçok olası ihtimalleri
önceden haber verdiği gibi, aynı şekilde sağduyumuza uymayacak bir biçimde geçmiş
zamana dönük olarak da birçok olası geçmişi haber vermektedir.
Dolayısıyla, tek bir noktadan bu şekilde olası geleceğe bakabileceğimiz gibi, geçmiş
olarak yaşadığımız şey de, aslında sonsuz sayıdaki sayısız olası geçmişlerin birbirlerine
nüfuz ederek bir girişimin ortaya çıkarttığı en muhtemel geçmişin bir görüntüsü olduğunu
görebiliriz. Yani, kuantum fiziğinin belirsizlik ilkesince evrenin tek bir geçmişi değil,
dalgasal biçimde tüm olası geçmişlere sahip paralel evrenler şeklindeki geçmişleri
mevcuttur ve her biri eşit derecede şimdiki evrenimiz kadar gerçektir. Ve bu olası
geçmişlerin girişimi sonucu ortaya çıkan en muhtemel geçmişi ise, bilinç belirlemektedir.
Daha doğrusu bir anlamda, onu araştırmaya kalktığımızda geçmişi de o anda oluştururuz.
Özetle, klasik fizik ya da yaşadığımız boyutta olaylar geri dönüşümsüz olarak hep tek
yönlü ileriye doğru akarken, kuantum fiziğinde zaman, dolayısıyla olaylar hem ileri hem
de geriye doğru gelişebilirler. Bu yüzden, tanecikler arası mesafeler ne olursa olsun
mekansal anlamda ani etkileşimler mevcut olduğu gibi, farklı zaman noktaları arasında
da yani, geçmiş, şimdi ve gelecek kavramı ortadan kalkarak bu ani etkileşimler
gerçekleşebilmektedir. Tıpkı çift yarıklı deneydeki taneciklerin, karşılaştıkları (hesapta
olmayan) yeni duruma karşı geçmiş durumlarını etkilemeleriyle, (geçmişe doğru zamanda
yolculuk yapıp deneye uygun diğer alternatif özelliği ile yola çıkarak)(6) hemen o anda
değişime uğramaları (ki bu esnada gözlemci sadece o andaki değişimi görür), farklı
özelliklerini, davranış biçimlerini ortaya koymaları gibi. Detaylı olarak, “Düzensizliğin
Düzeni Ve Kuantum Bilinç” başlıklı makalemizde değindiğimiz çift yarıklı deneyinde
mesela, tanecikler tek tek çift yarıktan dalgasal özelliğini kullanarak her iki delikten aynı
anda geçmesine karşın, perdeye ulaşmadan deney türünü değiştirdiğimizde yani,
perdedeki dalga ölçer yerine, parçacık ölçeri (dedektörünü) devreye soktuğumuzda, o
51
anda yarıklardan parçacık özelliğini kullanarak iki delikten sadece birinden geçmiş
olduğunu bize göstermekteydi.
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, şu anki düşünce biçimi ve davranışlarımızın,
geçmişteki durumlarımızı etkilemiş olsa da bu, yaşadığımız boyut açısından yine de
bizlerin ellerimizle yaptıklarımızın bir sonraki aşamada bilfiil yaşayacak olmamızı
değiştirmez, bilakis bu durumu daha güçlü kılar. Deneylerle kanıtlanmış olan bu kuantum
olgusu, ayrı bir düşünce deneyiyle Prof. Fred A. Wolf tarafından şöyle ifade edilmektedir:
Bildiğimiz üzere fotonlar, 15 milyar yıl önce big-bangle başlayan çoğul evrenin bir, iki
dakika sonrasında yayımlanmaya başlamış ve fotonlar o andan itibaren bize doğru
yolculuk yapmaya devam etmektedir. Ancak ışık, galaksilerin ya da dev karadeliklerin
uzay-zaman geometrisini bükmeleri dolayısıyla, çekimci mercek etkisine uğrayarak
yollarından saparlar (bu yüzden olması gereken yerden farklı noktalardan görünürler) ve
böylece bir fotonun izlemesi gereken yollar oldukça fazlalaşır. Kuantum fiziğini göz
önüne aldığımızda, biz bu olayı gözlemlemediğimiz müddetçe fotonun izlemesi gereken
bu olasılık uzayları (evrenleri) süperpozisyonda iç içe geçmiş vaziyette bulunurlar. Yani
biz bu durumu incelemediğimiz müddetçe bir foton, tıpkı çift yarıklı deneyde dalgasal
hareket eden tek bir foton ya da elektronun aynı anda iki delikten geçmesi gibi, dalgasal
özelliği ile hareket ederek tüm yolları aynı anda kat etmektedir. Ancak biz, fotonun
muhtemel geliş güzergâhına kameralar yerleştirmeye karar verdiğimizde, yine tıpkı çift
yarıklı deneydeki olaya bakışımızın parçacığın hangi özelliğini ortaya koyacağını belirlediği
gibi, foton dalgasal özelliğini bırakarak parçacık özelliğini sergileyecek ve bu yollardan
sadece birini seçerek ilgili açıdaki kameralar tarafından görüntülenecektir. Yani bir hafta
önce verilen bir karar, 15 milyar yıl önceki ortamı (durumu) etkilemektedir. Demek
ki bizler her an verdiğimiz bir kararla geçmişimizi etkileyerek aynı zamanda bunun
günümüzde açığa çıkışını meydana getirmekteyiz.
52
8. Bölüm
* Klasik Boyut Bakış Açısına Göre Algılayanın Varlığından Bağımsız Olarak Var
Görünen Evrenin, Değişmeyen Sabit Yapısı, Yine O Evrenin Bir Boyutu Olan
Kuantum Boyutu Açısından Gerçekte Nasıldır?
İlk zamanlarda dalgalarla, parçacıkların farklı farklı şeyler olduğu düşünülmekteydi. Ama
bilimsel bulgular geliştikçe dalga ve parçacıkların aslında aynı şeyin farklı iki görünümü
olduğu ortaya çıkmıştır. Örneğin fotonlar, elektromanyetik dalgaların (alanların) belli
noktalar arası yoğunlaşmış hali olduğu gibi, diyelim ki nötrinolar da bir nötrino alanının iki
düğüm noktası arasında yoğunlaşmış hali olmaktadır. Böylece alan- parçacık ilişkisi bize,
aynı tür parçacıkların evrenin her yerinde niçin hep aynı olduklarının cevabını
vermektedir. Böylece tüm uzay- zaman, alanlardan, nihayetinde ise, tek bir alandan
meydana gelmiştir. Foton taneciklerinin iki düğüm noktası arasında kümelenmiş
elektromanyetik dalgalarının bir görüntüsü olması, dalgaların (alanların) sürekli olmayıp
tıpkı tespih tanecikleri gibi kesikli olmaları anlamına gelir. Yani, tanecik görünümündeki
bu alanlar birbirlerine (daha iyi anlamak için tasvir edilirse) sıfır nokta düğümüyle
bağlıdırlar (bunu, birbirinden tamamen kopuk olarak da düşünmemek gerekir).
Dolayısıyla, tüm uzay –zaman bu süreksiz alanlardan oluşmuş tekil bir yapıdır.
Bununla birlikte, görme dediğimiz şeyin aslı, nesnelerden yayınlanan ya da onlardan
kaynaklanan ışığın yani fotonların, gözümüzdeki alıcıları uyarması ve bunun da elektrik
sinyalleri olarak beyinde değerlendirilmesi sonucu oluşmaktaydı. Fotonların ise sürekli
değil kesikli bir yapıda olması dolayısıyla da, algıladığımız görüntüler de devamlı
olmamakta, bizim algılayamadığımız çok çok kısa süreler içerisinde sekteye uğramakta
yani, bir görünüp bir kaybolmakta ve yokken tekrar var olmaktadırlar. Benzer anlamla
53
gördüğümüz bir şeyin bir anlık görüntüsü, aslında iki yokluk arasındaki bir var oluştur.
Hareketlilik ise, bu yokluk arasında var oluşların devamlılığı ile meydana gelmektedir. Bu
durum aynı zamanda, “Allah her an yeni bir yaratıştadır” hükmünce bir sonraki anda
görünen ile bir önceki anda görünenin aynı olmayıp varlığın her an yeniden, yeniden
yaratıldığını göstermektedir. Görme dışında diğer duyularımızın da kökeninin elektriksel
alanlara, dolayısıyla fotonlara dayanması nedeniyle aynı durum, bunlar için de aynen
geçerlidir. Zaten Biyo-fizikçiler gözün retina tabakası üzerinde yaptıkları çalışmalar
sonucu, insan beynindeki sinir hücrelerinin (bir elektronun atomdaki yörüngeler arası ya
da bir enerji durumundan bir diğerine geçişini yansıtan, bu geçiş ile açığa çıkan) tek bir
fotonun emilimini kaydedecek hassasiyette olduğunu bulmuşlardır. Aynı şekilde bu
hassasiyet indeterminizm ve yerel olmayan etkiler de dahil, kuantum düzeylerinde tüm
garip davranışlardan etkilenecek derecededir (ki bu durum, kuantum altı düzeyi için de
geçerlidir).
* Renklerin Kökenini Düşündüğümüzde, Bunların da Diğer Nesneler Üzerinde Bir
Etkisi Var mıdır? Mesela Kırmızı Renkli Arabaların Kazaya Daha Açık Olduğu
Söyleniyor. Tüm Bunlar Doğruysa, Acaba Sistemi Nedir?
Aslında bu soru basitmiş gibi görünse de gerçekte, beraberinde çok daha derin soruların
cevaplarını barındırmaktadır. Renk dediğimiz şey, dalga spektrumu içersinde görünür
skaladaki belli frekanslarda titreşen elektromanyetik dalgalardan başka bir şey değildir.
Bir nesneye ait renk ise, o nesnenin kendisinden yayınlanan ya da o nesneden yansıyan
belli dalga boylarındaki ışınlardır. Bunu biraz daha açarsak, bir nesneye çarpan
elektromanyetik dalgaların bir kısmı nesne molekülleri tarafından değerlendirilerek ısıya
dönüşürken yani, ısı frekansında elektromanyetik yayınımı yaparken, belli frekanslar,
atomun elektronlarının farklı yörüngelere çıkmasına neden olur. Çok kısa süreler
içerisinde uyarılan elektronlar tekrar eski yörüngelerine dönerlerken eşdeğer frekanstaki
54
fotonları dışarı yayınlarlar. Yani, gördüğümüz renkleri. Böylece tıpkı maddenin kendisi
gibi, renk dediğimiz şey de gerçekte mevcut olmayıp belli frekanstaki ışınların beyin
tarafından renk olarak algılanması sonucu oluşmaktadır. Zaten renk körü dediğimiz
kişiler de, beyin veri tabanlarının farklı açılması dolayısıyla aynı rengi, farklı olarak
görmüyorlar mı? Ya da renkli bir objeyi, köpek gibi bazı hayvanlar siyah-beyaz olarak
algılamıyor mu? Dolayısıyla nesne yüzeyindeki her atomun, kendine özgü farklı renkleri
soğurma ve yansıtma özelliği bulunmaktadır. Tek bir rengi soğuran atom da, aynı şekilde
o rengi dışa yayar (atomlar renkler dışında bizler için görünür olmayan farklı ışınlar da
yaymaktadır). Bu yüzden bir nesnenin dalga spektrumu, o nesnede hangi atomların var
olduğunu bize gösterir. Tıpkı beyaz ışığın bir prizmadan geçirildiğinde renk yelpazesinin
ortaya çıkması gibi, yıldızlardan ve galaksilerden gelen ışınların renk yelpazesine
bakılarak (spektrumu incelenerek) o yıldız ve galaksilerde hangi elementlerin, kimyasal
maddelerin olduğu ve hangi oranda bulundukları, renk ile sıcaklık arasında ilişki
nedeniyle de o ortam sıcaklığı tespit edilebilmektedir.
Kısacası renk dediğimiz şey, nesneye gelen dalga boylarının nesne tarafından yutularak
sadece göründüğü rengi dışa yansıtmasıyla oluşur. Gerçekte üç tane temel renk vardır:
Kırmızı, yeşil ve mavi. Diğer tüm renkler, bu üç ana rengin karışımlarından, karışımların
karışımlarından...meydana gelmektedir ki, bu da sayısızdır. Eğer nesne bütün dalga
boylarını absorbe ederse cisim siyah, yutmaksızın tamamını dışa yansıtıyorsa o zaman
da cisim beyaz görünür. Keza Resulullah’ın beyaz elbise giymesinin nedeni ya da bunun
sünnet oluşu elbisenin şekli değil, renginin beyaz olmasıyla ilgilidir. Çünkü bu bir sisteme
dayanmaktadır. Zaten gerçek anlamda sünnete uymak, evrensel sistemi, sistem ve
düzenin işleyiş prensiplerini dikkate alarak gereği olanı yapmaktır. Aslında Resulullah’ın,
sağ elle yemek yiyip içmesi, aynı yere gidiyorsa farklı yollardan da gitmesi, su içerken
oturması ve bu sırada sol elini başına koyması, evden çıkarken ve mescide girerken önce
sağ ayağını, mescitten çıkarken de sol ayağını atması, kimi zaman saçı ve sakalını
55
uzatırken kimi zaman kısaltması, orucunu hurmayla açması,...vb. yaptığı her işte (bizlerin
algılayamadığımız) bir şuurluluk, sisteme uygun hareket etme vardır. Dolayısıyla
Resulullah’ın beyaz giyinmesinin nedeni de beyazın tüm ışınları geri yansıtması nedeniyle
o sıcak şartlarda vücudunu sıcaktan koruma amacına dayanmasıdır. Eğer bir kişi, onun
sünnetine uyuyorum diye kutuplarda da beyaz elbise giyinmeye kalkarsa yaptığı bu iş
sisteme, sünnete ne kadar uygun olacaktır? Çünkü bu birim, sisteme göre o şartlarda
ısınması, dalgaları (fotonları) üzerine çekebilmesi için siyah elbise giymesi daha uygun
olur. Eğer Resulullah kutuplarda yaşasaydı siyah ya da çok koyu renkli elbiseleri tercih
eder, üstelik giydiği kıyafetlerin şekilleri tamamen farklı olurdu. Dolayısıyla sünnetin
ruhunu kavrayamamış, Hz Muhammed’in(sav) hangi amaca, sisteme dönük olarak o şeyi
yaptığını düşünemeyen birimlerin iddia ettikleri gibi, kılık kıyafet şekillerinin, ne
evrensellikle, ne de ölüm ötesi boyut gerçeğiyle bir ilgisi vardır (elbette isteyen yine
dilediği kıyafeti giymekte serbesttir ki bu da işin başka yönüdür). Aynı şekilde
“ kim başka milletlere, toplumlara benzerse onlardandır ” ifadesi de kılık, kıyafet
benzerliğini değil, şuursal anlamda onlar gibi (sisteme de ters düşen) aynı zihniyete
sahip olmayı anlatmaktadır. Eğer şekliniz, kıyafetiniz söylenene uygun olmasına karşın
zihniniz maddeye, bedenin tatminine dönük düşünce ve fiiller ortaya koyan toplumlar,
topluluklar gibi olsa siz, Hz Resulullah’ın sünnetine mi uymuş olacaksınız? Kaldı ki, kendi
döneminde müşrikler de Hz Muhammed (sav) gibi giyinmiyor muydu?
Tekrar asıl konumuza dönersek, her şeyin Allah esmasının terkipsel biçiminde dalgasal
yapıda olması, dalgasal yapının boyutuna göre maddesel yapı olarak da algılanması ve
her bir terkibin diğer bir terkibi etkilemesi dolayısıyla da evrende, hiçbir şey, hiçbir “dalga
boyu” boşuna, süs olsun diye yaratılmamıştır. Her bir dalga boyu mana yüklü olması
itibariyle de kainatta her bir varlık, birim boyutunun gereğince tespihini, zikrini
yapmaktadır. Bu yüzden nasıl ki, beyinden yayınlanan anlam yüklü dalgalar, insanları,
56
diğer canlı ve cansız tüm her şeyi yani, çevresini, olayları etkiliyorsa (ki insanların çoğu
bunun farkında değillerdir), cansız nesnelerden yayınlanan ve her biri yine belli bir anlam
yüklü dalgalar da o anlam istikametinde canlıları, çevresindeki olayları bir bir
etkilemektedir. Bu yüzden, kırmızı renge sahip ya da o renk olarak algılanan belli
frekanstaki elektromanyetik dalgaları yayan arabalar da çevresini, sistemi kazalara yol
açabilecek yönde her an bilgilendirdiği, irrite ettiği için kaza riski diğerlerine nispetle
oldukça fazla olacaktır. Elbette bu rengin, konusuna göre olumlu olan farklı farklı yönleri,
özellikleri de mevcuttur. Bunun tam tersi durum yani, koruyucu yönde anlam yüklü
dalgalar yani renkler de bulunmaktadır (ki, bunları ilgili kitaplarda ya da internet
sitelerinden bulabilirsiniz). Ayrıca renkler üzerinde yapılan bazı araştırmalar sonucunda
renklerin, insan psikolojisi üzerinde de büyük etkilerde bulunarak davranışlarını etkilediği
ortaya çıkmıştır. Bugün alelade şeylermiş gibi bunlara “renk” deyip geçiyoruz. Oysa, her
ne kadar belli özellikleri keşfedilmeye başlanmış olsa da bunlar daha işin başındaki
şeyler olup sistemde daha ne tür işlevler ortaya koydukları şimdilik tam olarak
çözülebilmiş değildir.
* EPR Olarak Bilinen Düşünce Deneyini Açıklayabilir misiniz?
EPR ismi, “Gerçekliğin Kuantum Mekaniğiyle Tasvirinin Eksiksiz Olduğu Kabul
Edilebilir mi?” adlı makale ile kuantum fiziğinin standart yorumuna karşı tez oluşturan
Einstein, Podolsky ve Rosen ’in baş harflerinden oluşmaktadır. Bu hayali deney ise,
kısaca şöyledir.
Elimizde iki tane tanecik olsun ve bunlardan birini, aralarında milyonlarca ışık yılı
uzaklıkta bulunan A galaksisine, diğerini de B galaksisine götürelim. A’ daki ve B’ deki kişi
ölçüm yapmadıkları müddetçe parçacık spinlerinin yüzde ellişer aşağı veya yukarı gelme
ihtimali bulunmaktadır. Kuantum fiziğine (daha doğrusu Kophenag yorumuna) göre,
57
parçacıklar ölçümlenmediği müddetçe parçacık spinleri, süperpozisyon halinde aşağı ve
yukarı olarak üst üste durmaktadır. Hangi sonucun geleceğinin belirlenmesi için
ölçümleme yapılması gerekir. Aksi halde bunların gerçekliğinden bahsedilemez. Böylece A
da ki kişi ölçümleme yapar ve süperpozisyonu çökertir (ve diyelim ki) spini aşağıya doğru
olduğunu görür. Dolayısıyla diğer parçacığın spini de yukarıya doğru olduğu anlaşılır
(belirlenir). B de ki kişi ölçümlemeyi yapar gerçektende spinin yukarı doğru olduğunu
ölçer. Yani, B’ deki kişi, A’ daki kişinin ölçümleme yapmadan önce, spinlerin yönü
hakkında yüzde elli ihtimale sahipken A ‘daki kişinin ölçümlemeyi yapmasıyla bu birden,
yüzde yüz olarak diğerinin (A’ dakinin) zıttı yönde deneyi ölçümleyeceği ortaya çıkar.
Böylece A’ daki kişinin gözlemleme olayıyla tespit ettiği spin yönü, o anda ışıktan hızlı bir
şekilde diğer spine ulaşıp onu bilgilendirerek B’ dekinin deney sonucunu etkilemekte ve
onun ne şekilde ölçüm yapması gerektiğini belirlemektedir.
Bu deneyin Einstein yorumuna göreyse, A ve B’ deki kişilerin, deneyi yapmadan önce de
yani, ilk durumda parçacıklar ayrılmadan önce de hangi konumda oldukları bellidir. Onları
gözlemleme işlemi gözlemcilerin, sadece var olan olay (durum) hakkında bilgi sahibi
olmalarından öte bir şey değildir. Deney sonuçları hakkında bir şey söylenememesi,
kestirimde bulunulamaması gözlemcinin bilgisizliğinden kaynaklanmaktadır (dolayısıyla
gözlemci gözlemlenene müdahale edememekte, belirsizlik diye bir şeyin varlığı da söz
konusu olmamaktadır). Böylece Einstein’a göre Kophenakçılar, deneyi yanlış
yorumlamakta dolayısıyla da, ne yerel nedensizlik ilkesinin ihlali olan telepati olayı
(ışıktan hızlı bilgi aktarımı, haberleşme) söz konusu, ne de ölçümlenmedikleri zaman
parçacıkların (nesnelerin) var olmayışları söz konusudur. Bu bakış açılarından hangisinin
doğru olduğunun anlaşılabilmesi için, A’ daki kişinin ölçümü, B’ dekinin ölçümü ile
uyuşmuyorsa yani, çok daha farklı yönlerde spin durumu belirliyorsa kuantum fiziği
yanlış, Einstein haklı, yok eğer her defasında A’ daki ölçüm, B’ deki ölçümle uyuşuyorsa o
zaman da kuantum fiziği doğru, Einstein yanlış olacaktır. Gerçekten de teknik ilerlemeler
58
sonucu yıllar sonra yapılan farklı deneylerle, her seferinde ani etkileşmenin varlığı
kanıtlanarak kuantum fiziğinin doğruluğu ispatlanmıştır.
Yine Einstein, bir başka deneyle belirsizlik ilkesini çürütmeye çalışmıştır. Bu ise, şöyledir.
Yine A ve B olmak üzere iki tane taneciğimiz olsun.
Ancak bunlar dönü hareketi yapmaksızın sadece etkileşim sonrası bir doğru boyunca
hareket etmiş olsunlar. Ve biz bu taneciklerden birini mesela, B olsun, Kuantum fiziğince
imkansız olan, hem momentumunu hem konumunu ölçmek isteyelim. Bunun için ilkin, A’
nın momentumunu kesin olarak ölçerim. Bu sırada B’ ye dokunmam. Çünkü yine klasik
yasalarca biliyorum ki B ‘nin momentumu, A’ da bulduğum momentum değerinin tam
tersidir. Daha sonra da B’ nin konumunu kesin olarak ölçerim. Böylece B’ nin hem
momentumunu hem de konumunu kesin olarak ölçmüş yani, Haysenberg’in belirsizlik
ilkesini ortadan kaldırmış olurum. Peki şimdi hata nerede ya da kimde? Elbette Einstein’
da. Çünkü Einstein, bunu yaparken tıpkı üstteki deneyde olduğu gibi Kuantum fiziğinin
temel yasası olan yerel nedensellik ilkesinin olmamasını, deney ölçümü olmaksızın
parçacıklar hakkında hiçbir şey bilinemeyeceğini, söylenemeyeceğini (ki parçacıkların
varlıklarının yok olduğunu) varsaymıyor. O kendi açısından, kendi bulgularına göre, klasik
boyutta geçerli olan yasalara göre deneyleri yorumlamıştır (ki teknik imkansızlıklar
nedeniyle yeterince deneyin gerçekleşememesi de Einstein ’a çanak tutmuştur). Böylece
A taneciğinin momentumunu ölçümlerken, B’ nin momentumunun değiştiğini göz ardı
ediyor. Oysa A nın ölçümlenme işlemi, B ^’nin ilk durumundaki momentumunu değiştirmiş
oluyor.
Einstein bunlardan başka tek yarıklı ışın deneyi ile kendisinin geliştirmiş olduğu çok zeki
ve dahiyane bir düşünce deneyiyle de Neils Bhor ’ un karşısına çıktı. Fakat sonuçta yine
belirsizlik ilkesinin varlığı aynı deney üzerinden Neils Bhor tarafından ispatlanmıştır.
Bundan sonra Einstein belirsizlik ilkesini çürütmekten vazgeçti, ama hiçbir zaman da
59
(bizzat kendisinin ortaya çıkarttığı) kuantum fiziğinin temel ilkelerini kabul etmedi. Fakat
yukarıda da değindiğimiz üzere, yapılan birçok gözlem ve deney bize, olayları Kuantum
fiziğinin bakış açısıyla değerlendirmemiz gerektiği şeklindedir. Ancak şunu da kesin
olarak belirtmek gerekir ki, kuantum boyutlarında birçok şey doğru olsa da bazı şeyler
de tam olarak açıklığa kavuşmuş değildir. Bu nedenle, David Bohm da parçacıkların
ışıktan hızlı haberleşmeleri, gözlemcinin gözlemlenene müdahale etmesi, onu meydana
getirmesi...vb. kuantum fiziğinin temel ilkelerini kabul ederek Neils Bohr’ un yanında yer
alırken, Kophenakçıların (Bohr’ un) varlığın bütünselliğini kabul etmelerine rağmen
kuantum bütünselliğinin yani, gözlemci algılamadığı takdirde süper pozisyon durumunun
bir anlamı olmadığını ve bu nedenle de olayın derinine inmemeleri ve kendi bulgularını
bile görmezden gelmeleri dolayısıyla, birtakım deney sonuçlarına dayalı olarak geliştirdiği
hologram teorisiyle kuantum altı boyutunun, belirlenebilir bir yapıya sahip olması ile
örneğin, bir elektronun gözlemlenmediği zaman da varlığını (farklı formlarda da olsa)
sürdürmesi nedeniyle Einstein ’ nın yanında yer almıştır. Ancak bir elektronun ya da
varlığın (nesnelerin) gözlemlenmediği zaman da var olması durumu, klasik fizik
anlayışındaki gibi maddesel yapılarının koruması anlamında değil, daha alt (kuantum altı)
enerji boyutunda, enerji dalgaları halinde var olması şeklindedir. Ve her birim, hiyerarşik
olarak öze doğru kademe kademe tüm birim ve bütünselliği barındırmakta ve birim
(farkında ya da değil), bir şeyin tüm olası durumunu ihtiva eden gizli düzendeki mevcut
ilgili enerji alanlarını, (enfüsi olarak) deşifre edebildiği ölçüde görünür düzende (kendince
maddesel boyutlarda) bunları (afaki olarak) algılayabilmektedir. Bunlara da çeşitli
yazılarımızda ve bilhassa Kuantum Potansiyeli I ve II. bölümlerinde detayıyla değinmiştik.
Son zamanlarda kuantum altı boyutun ispatına dönük olarak devrim niteliğindeki
bulgularla bir taraftan dünyanın önde gelen üniversitelerinde neden-sonuç ilişkisini
tersine çeviren ışıktan hızlı hareketler gerçekleştirilirken diğer tarafından Nobel ödüllü
ünlü fizikçi Gerardt’h Hooft da, belirsizlik ilkesinin yani, kuantum boyutunun olasılıklı
yapısının belirlenebileceği ile ilgili olarak dahiyane bir yöntem (model) geliştirerek
60
parçacıkların tüm özelliklerinin aynı anda kesin olarak belirlenebileceğini (böylece
taneciklerin geçmiş ve gelecekteki tüm durumları da belli olmaktadır), dolayısıyla daha
derin boyuttaki bir Akıl tarafından ise, evrendeki tüm parçacıkların tüm durum ve
özelliklerinin tespit edilmiş olduğunu göstermeyi başarmıştır (bunların detaylarına başka
bir yazıda değineceğiz). Bu, aynı zamanda seçimlerimizin (Kuran ve Hz Resulullah’ın dile
getirdiği gibi) daha öz boyutlarda belli olduğunu ortaya koymaktadır ki, bu konu ileriki
günlerde daha da net olarak kendini güçlü bir biçimde hissettirecektir.
Yayın Listemiz »» Sayfa 63…70
www.yorumsuz.net.tc
Notlar :
(1) Burada artı yükler hiçbir şekilde hareket etmezler. Çünkü bu artı yükü, atom çekirdeğindeki protonlar
oluşturur. Nötr atom, elektron kaybedince kaybettiği elektron sayısınca artı yüklenir. Eğer atom fazla elektrona
sahipse bu sefer de atom yine elektron sayısınca eksi yüklü olur. Ayrıca yüklü atomlara “iyon” denir.
(2) Sinir siteminde akmakta olan biyo-elektrik akımı, bir elektrik devresinde akmakta olan serbest elektronların
hareketi gibi olmayıp belli iyonların dikey yer değiştirmesi ve bunun yatay olarak domino taşları gibi diğer
iyonları etkilemeleri sonucu oluşmaktadır. Bu yüzden elektromanyetik dalgaların ya da statik elektriğin bizatihi
karşı tarafa geçişi söz konusu iken burada, iyonların aktarımı değil, elektriksel potansiyelin karşı kişiye aktarımı
(elektriksel alan vasıtasıyla uzaktan etkiyle karşı sinir iyonlarının harekete geçirilmesi) söz konusudur.
(3) Eğer gaz ve toz bulutları Güneşin kütlesinin %8 ’ inden daha az ise, kütle çekim kuvveti bir nükleer
61
reaksiyonu başlatacak ısı ve basıncı oluşturamayarak sınır değerin altında kalır ki, bu tip yapılara da “
Kahverengi Cüce” adı verilir. Buna en iyi örnek Jüpiter gezegenidir. Eğer Jüpiter, %8 ’ lik sınır değerin üstünde bir
kütleye sahip olsaydı, o zaman bir gaz gezegeni değil, Güneşin ortağı olarak bir çift yıldızlı sistem oluşturmuş
olurlardı.
(4) Bunun anlamı 1 in yanına 19 sıfırı yazıp okuyun demektir.
(5) Klasik boyutlarda bir cismi görmemiz için cisme doğrulttuğumuz ışınların maddeler üzerinde hiçbir etki
yokken aynı durumun kuantum boyutlarında etkisi çok büyüktür.
(6) Bu durumu takyonlarla da açıklayabiliriz.
Kaynakça:
Ahmed Hulûsi’nin eserleri
………………………………………………..
Ruh, İnsan, Cin
Allah
Sistemin Seslenişi I , II
Temel Esaslar
Dua Ve Zikir
İnsan Ve Sırları I, II
Akıl Ve İman
Okyanus Ötesinden I, III
Kendini Tanı
Cuma Sohbetleri
İnsan Ve Din
Cuma Notları
Evrensel Sırlar
Yaşamın Gerçeği
62
Evrensel Sırlar
Tekin Seyri
Hz Muhammed Neyi Okudu
…………………………………………..
Hz Muhammed ’in Mucizevi Tespiti – Ahmed Hulusi www.ahmedhulusi.com
Taoizm - Budizm - Totemizm – İslam – Ahmed Hulusi ( www.ahmedhulusi.com )
Su – Ahmed Fevzi Yüksel -Cuma Notları, Suyun Hafızası Var – Yaşam, Suda Üçüncü Göz Var Ama Ne?,
www.sufizmveinsan.com , Fizik
Sünnet – Ahmed Fevzi Yüksel, www.sufizmveinsan.com , Tasavvuf
İnsanı Kamil- A. K. B. İbrahim El Cili
Miratül İrfan- M. İ. Arabi
Kuantum Benlik- Danah Zohar
Psişik Şifacılık- Dr. Alfred Stelter
Hak Dini Kuran Dili- Elmalı Hamdi Yazır
Wodoo ’ nun Büyüsü- Discovery Channel
David Halliyday - Robert Resnick - Fiziğin Temelleri II
Discovery Channel- Secret Billion Dolar
Discovery Channel - Science Frointers
Hz Muhammed ’in Mucizesi- www.internethaber.com
Mistik Düşünce Ve Yeni Fizik- Michael Talbot
Karadelikler Ve Bebek Evrenler – Stephan Hawking
Son Üç Dakika – Paul Davies
Zamanda Yolculuk – J. H. Brennan
Kuantum Fiziği Ders Kitabı – Prf. Dr. Erol Aygün -Ankara Fen Fakültesi
Tubitak Bilim Ve Teknik Dergisi – Ekim 2000
Tubitak Bilim Ve Teknik Dergisi- Ekim 2000
Kozmik Kod – Heinz Pagels
Haber 7.Com – 6 Haziran 2006
63
Yayın Listemiz
Aşağıdaki e-Kitap ve programlar sizin için hazırlanmıştır.
www.yorumsuz.net.tc adresinden
Ücretsiz indirebilirsiniz !.
www.yorumsuz.net.tc
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
Ayetler Hadisler Sorular Yanıtlar
Hıristiyanlık'ta Ölümden Sonra Hayat
Manevi Alemden Yağmur Damlaları
Gel Dosta Gidelim Gönül
Noktanın Sonsuzluğu -4Noktanın Sonsuzluğu -3Kurân “B” Meâli -2Kurân “B” Meâli -1Tevhid
Telepati-Durugörü
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
64
Noktanın Sonsuzluğu -2Noktanın Sonsuzluğu -1Derin Akıl Derin Yürek
The Secret -SIR
Sessiz Sorular Sessiz Cevaplar
Holografik bakış
Alt Beyin’in Deşifresi / Bireyin Alt Beyinsel Eğitimi
Dua ve Zikir -2Fîhi Mâ-Fîh -2Dua ve Zikir -1Fîhi Mâ-Fîh -1Cinlerin Deşifresi
Gizli Gülşen -2O’ndan İşaretler
Ölümden Sonra Yaşam
Tam 12’den Vuran Sözler
Düşmanın Kardeşin Değildir
Yeni Keşifler -3Altın Tavsiyeler -2Altın Tavsiyeler -1-
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
65
Tayy-i Mekân (Mekan Değiştirme)
Hayat Ağacı (Kundalini)
Etkili Sözler 5 / Mesnevi Bahçesi
Metafizik Kaynaklara göre 3. Dünya Savaşı
İbret
Beyin Fırtınası -Online Sohbetler
Enneagram /Materyalist mistisizm akımı
Benim Adım CENİN -2Benim Adım CENİN -1Meşhurların Rüyaları- Kapıları Aralayan Şifre
Orta Dünya’nın İşgali
Muhyiddin-i Arabi-Risalelerden Alıntılar
Ortadoğu - Vaat Edilmiş Topraklar
Kuantum Düşüncede İslami Motifler
Terör Tekeli A.B.D.
İnsan ve Din -2İnsan ve Din -1Amerika’nın Matruşkası
Aşk Penceresinden Asr-ı Saadet
Dünyayı Yöneten gizli Örgütler
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
66
Okunası, Çok Önemli Konular
Cuma Notları -2Avrupa Birliğine NEDEN HAYIR !
Kur’anla Kucaklaşmak
Psikolojik Harekât
“B” SIRRINA ERMEK
Gerçeğin Öğretisi/TASAVVUF
Oruç’un Sırları
Türkiye ya “Büyük Türkiye” olacak ya da “Yok” Olacak !
Yeni Keşifler -2İstihbarat
Bilinç Ötesi Boyut RÜYALAR
Parapsikoloji ve Parapsikolojik Harp
Kıyamet Halleri
CFR ve Yeni Dünya Düzeni
Yorumsuz Seyir
Yeni Büyük Oyun / Yeni Soğuk Savaş
İnternette Tıp Haberleri -1Yeni Keşifler -1Ölüm Terapisi
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
67
Ölmeden evvel Ölmek
Cemil Meriç Anısına
Vatikan’ın Gizli yüzü
İz Bırakanlar
Sonsuz Boyuta Açılmak – Zikir
Bilinmeyen Vatikan II
Cuma Notları I
Bilinmeyen Vatikan I
Tapınak Şövalyeleri - Gizli Dünya Devleti
Günün Yorumu
Allah’ı Bilmek
Tsunami Altındaki gerçekler -H. A. A. R. P
Sorgulayan Beyinlerin Kendine Soruları
Allah indinde DİN 2. Bölüm
Avrupa Birliği’nin Türkiye Politikaları
Allah indinde DİN 1. Bölüm
Mir’at ül İrfan (İrfan Aynası)
G. O. P ya da HAÇLILAR MI?
AVRUPA BİRLİĞİ VE CHRISTENDOME KAVRAMI
MARDUK ya da KAOS
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
68
[Astroloji-Program] Astro Yükselen
GİZ’li Gülşen 1
Depresyon
Psikospritüel Kriz
[Astroloji-Program] Yıldızlar Altında
Aynadaki Evren
Din’i Anlamada Reform
Tao’cu Uygulamanın Temelleri (Kültür Serisi-1)
En Büyük Sır- İlluminati Şeytani Bilinci
MARDUK ‘Yakın Gelecek ‘ mi?
Metafizik Mucizeler ya da Yanılgılar
Kur’an-ı Kerim Meali (Microsoft Reader formatında)
Hz. İbrahim’in Mirası Hz. Musa’nın Asa’sı ve KUNDALİNİ
Dik Bahçene Solayım!
Uzaylılar
Düşünen Beyinlere Hiç Okunmamış Yazılar II
Sonsuzluğu kucaklamış aşkın sembolü Hallac-ı Mansur
Din, Maneviyat, Psikoloji, Psikiatri
İbn Arabi ile ilgili araştırma Serüvenim
Evrenin Sırları
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
69
Etkili Sözler III
Beynimizi Kim Kullanıyor ?
Yorumsuz Katalog (Güncellendi)
Zamansızlık (timelessness)
Hangi Evreni Algılamaktayız?
Gönül Uyandırma
Kıyametin Deşifresi
Yorumsuz Katalog
Çağdaş Bakışla Allah
Taş’taki Güç... Mutluluğunuz için...
Etkili Sözler II
Çağdaş Bakışla Cennet, Cehennem
Rüya Yorumu
Kader Gerçeği
Evrensel Sırlar
Rüyanın Dışındaki Rüya
[Astroloji-Program] Canopus
Düşünen Beyinlere Hiç Okunmamış Yazılar
Holografik Beyin ve Evren
Mesajlar I
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
70
Uzaylıların İçyüzü
Tanrı yok Allah var
Reenkarnasyon Aldatmacası
Astroloji-Yeni Millennium’un Popüler Bilimi
[Astroloji-Program] Planetium
Modern Bilim ZİKİR’i Keşfetti
Etkili Sözler I
Yıldızların Altında
Çağdaş Bakışla Din
[Astroloji-Program] PopHR
www.yorumsuz.net.tc