Yar Yayınları: 120 Hikaye Dizisi: 07 Kapak Resmi: Alime Baskı

Transkript

Yar Yayınları: 120 Hikaye Dizisi: 07 Kapak Resmi: Alime Baskı
1
2
Türkiye Yayını:
YAR YAYINLARI
Temmuz 2007-İstanbul
Kapak Resmi:
Alime
Baskı:
Berdan Matbbası
(0 212) 613 12 11
YAR YAYINLARI
Kuruluş: 1972
Yönetim:
Başmusahip Sokağı 10/1 Cağaloğ1u-İstanbul
07. 34. Y. 0159.11
ISBN 978-975-7530-80-0
Yar Yayınları: 120
Hikaye Dizisi: 07
3
Mahir Ulaş Yeşil
4
yy
zz
Boş
EVSAHİBİ
(Öyküler)
5
VASİYET
“Hava o kadar da kötü değil aslında.” diye söylendi Selim. Sonra kafasını çevirip kuyruğun arka tarafına baktı, daha uzun olduğunu görüp keyiflendi.
“Ahmakıslatan bu, biraz ıslanmaktan birşey çıkmaz.” diye devam etti hemen arkasındakine. Adam
hiç oralı olmadı, ağzından burnundan akan suları atkısıyla sildi. Sonra tekrar ıslak sarı-lacivert atkıyı
başörtüsü gibi doladı kafasına. Mecburen önüne
döndü Selim. Önünde montlarını kafalarına geçirmiş
iki büklüm duran iki delikanlının konuşmalarından
bugünkü maçın kiminle olduğunu çıkarmaya çalıştı.
Ama çocuklar karşı takımın ismi yerine yakası açılmadık sıfatlar kullandıklarından anlayamadı. Çok da
lazım değildi zaten. Nasılsa biletin üzerinde yazacak. O zaman öğrenir.
Bu cumartesi rüzgar-yağmur elele vermiş bütün
hıncını alıyordu İstanbul’dan. Biri süpürüyor, diğeri
yıkıyordu. Stadın etrafında (muhtemelen içinde de),
Salı pazarı’nda, Kızıltoprak’ta kuru tek bir nokta
yoktu. Dibi delinen gri gökyüzünün altında ıslak atkılardan, kapişonlardan, başörtüsü yapılmış bayrak-
6
lardan, şemsiyelerden ince uzun sıralar, stadın gri
duvarlarından çeşitli yönlere doğru uzamış, öğleden
sonra başlayacak maç için kapıların açılmasını bekliyorlardı. Kuyrukların aralarında köfteciler, kokoreççiler, bayrakçılar ve askerler bekleyenleri bekliyordu. Askerleri getiren cemseler, arka tarafta, Salı
Pazarı’na doğru sıralanmış.
Kadıköylüler yeni stat açıldığından beri bu manzaraya aşinaydı. Her onbeş günde bir İstanbul’un
hemen her yerinden insanlar vapurlara, trenlere biner
gelirlerdi Fenerbahçe’nin maçını izlemek için. Dükkanlarını sarı-laciverte çeviren esnafın da bayramıydı bu günler. Misafirlerin kimi hemen bilet kuyruklarına girerken, biraz daha ehli keyif olanlar gelmişken sahilde bir tur atarlardı. Hele hava da güzelse
yol daha da uzatılıp Bahariye’ye çıkılır, oradan Yoğurtçu Parkı’na geçilir, ve nihayet cebindeki paraya
göre uzun ve sevimsiz kuyruklardan birinin sonuna
ilişilinirdi. İşte bundan sonrası hayli sabır gerektirmekteydi, çünkü uzunluğu bir yana, bu kuyruklara
sıklıkla kaynak yapanlar veya yapmaya çalışanlar
olur, itiş-kakışlar yaşanır, kavgalar bile çıkardı. Saat
üçteki bir maçın santrasını görmek için onbir oniki
gibi kuyrukta olmak gerekirdi. Hele o kadar hali
vakti yerinde değilse maçı izlemeye niyetlinin, saat
dokuz-on gibi stat civarında olmalıydı ki kale arkası
tribünlerin güzel bir yerinden yer kapsın. Elbette
önemli maçlarda tüm bu program daha da erkene
alınmalıydı.
Selim de herkes gibi donmuştu. Üzerinde kuru
hiçbir şey kalmamıştı. Pardesüvari lacivert hırkası,
kazağı, gömleği, iç çamaşırları... En kötüsü ise pan-
7
tolonuydu. Bir iki yıl öncesinin modası; hani
‘ispanyol paça’ dediklerinden, üst tarafı dar, paçaları
aksine geniş... Rüzgar estiğinde işte bu ıslak yelkenler bacağına yapışıp donduruyor ve ancak eliyle tutup çekerek ayırabiliyordu. Rüzgar da rüzgardı hani... Bu halde, elinden geldiğince az hareket ederek
ve az yer kaplayarak 2 saat kadar bekledi. Sonra kapılar açıldı, kuyruk ilerlemeye başladı. Yarım saat
kadar sonra gişenin önüne geldi, parayı verdi bileti
aldı. Parmaklıklardan devam edip kale arkası tribünün kapısına geldi. Bileti görevliye verdi, yırtık yarısını geri alıp geçti. Üst araması yapan jandarma:
“Kesici-delici birşey var mı?” diye sordu.
“Deşici olur mu?” diye cevapladı Selim sırıtarak.
Jandarma da sırıttı. Eliyle belini, kalçasını, bacaklarını yokladı. Diğer asker nüfus cüzdanının sayfalarını alelacele çevirdi, geçmesine izin verdi.
Selim yırtık bilete baktı: T.C. İstanbul İl Gençlik
ve Spor Müdürlüğü, Fenerbahçe - Samsunspor Futbol Karşılaşması, 13 Mart 1983, Pazar, 15:00, İstanbul Fenerbahçe Stadı, Yeni Açık Tribünü D Blok
57, Müsabaka Sonuna Kadar Saklayınız
İçerde, tribüne çıkan merdivenlerin duvarlarında
harfler vardı. Selim hafif bir kavis yaparak uzanan
geniş ve yüksek koridor boyunca yürüyerek tek tek
her merdivenin harfine baktı. H... G... bu da değil
daha ilerde, uç tarafta olmalı… E... D... C... az daha
ilerde... İşte bu! A bloğu... Merdivenlerden yukarı
yollandı, tribüne çıkmak için. Kafasını çıkarır çıkarmaz tokat gibi bir rüzgar... “Hay...”
8
A Blok, skorbordun bulunduğu kale arkası tribünün en sağındaydı. Rüzgarın en çok tesir ettiği üst
kısımlar ve kaleciden başka kimsenin adamakıllı görülemeyeceği en alt koltuklar bomboş, orta taraflar
ise yarı yarıya dolmuştu. Koltuk derken, beton üstüne çakılmış, merdivenlere kadar uzanan boydan boya iki sıra düz tahta, sinema koltuğu değil. Selim
yukarılara doğru tırmanmaya başladı. Birkaç sırayı
merdivenlerden çıktıktan sonra “koltuklar”a basa basa çıkarak sağa doğru seğirtti. Birkaç itiraz, daha
dikkatli olması yönünde tribün nezaketinde ikazdan
sonra aşağı yukarı geçen maçtaki yerine geldi.
Üç maçtır onu bekliyordu ama Rıfat görünürde
yoktu. “Acaba,” diye geçirdi içinden, “yakalandı
mı?”
Üzerine oturmak için strafor ve ıslanmamak için
torba satan satıcıdan minderini ve yağmurluğunu aldı. Elinde kova gibi birşeyle dolaşan köfteekmekçiyle de el kol işaretleriyle anlaştı: bir yarım,
bir ayran.
Çok geçmeden de beklediğine kavuştu. Rıfat, saçları ortadan hafif dökülmüş Rıfat, gözlüğünün çerçevesi kalın, camı kalın Rıfat, uzun montunun yakaları
kalkık, kafasında torba, açık sarı bir atkıyı banka
soyguncusu kovboylar gibi yüzüne dolamış Rıfat az
önceki merdivenlerden kafasını çıkardı ve rüzgardan
aynı tokadı yedi. Atkısı açıldı, yüzü göründü: Bıyık
bırakmış. Yakışmamış ama. Rıfat saniyenin yarısı
kadar bir zamanda tribünün üst tarafını taradı, gözleriyle Selim’i buldu. Ondan daha ustaca hopladı zıpladı, hiç küfür, azar yemeden yukarı tırmandı.
9
Arkadaşının yanına geldiğinde yüksek perdeden
sordu:
“Burası boş mu kardeş?”
Selim aynı makamdan cevapladı:
“Valla bilmem ben geldim, oturdum. Galiba boş.”
Rıfat minderini dışarıdan almıştı, serdi oturdu.
Lafa ilk Selim başladı gülümseyerek: “N’aber?”
Rıfat birkaç saniye etrafına bakındı, cebinden bir
Maltepe paketi çıkardı. Bir sigara yaktı, bir tane de
Selim’e uzattı, yaktı:
“Bir an önce başlayalım. Maç saat üçte galiba.
15-20 dakikaya burası hınca hınç dolacak. Dışarısı
mahşer yeri gibi.”
“Eyvallah,” dedi Selim. “Nasıl istersen.”
Rıfat cebinden bir mendil çıkardı, yüzünü gözünü, sonra da gözlüğünü sildi. “Beni görmek istediğini söylemişsin kimi arkadaşlara.” dedi. “Mesele nedir?”
“Aslında...” dedi Selim ve birkaç saniyede neredeyse sönecek kadar ıslanan sigaraya asıldı.
“Aslında,” diye tekrar aldı sözü Rıfat. “benim buraya gelmem, seninle temasa geçmem büyük bir hata. Sen de biliyorsun.”
“...”
“Birincisi, aranıyorum, gazetelerde bile çarşaf
çarşaf resimlerim çıktı.”
“İkincisi?..”
10
Bu kez Rıfat sönmüş sigarasından bir fırt koparmaya uğraştı bir süre. Beyhude...
“İkincisi son tutuklamalardan sonra artık burada
buluşmuyoruz. Tabii, sen işin düşünce bizimle olmak istediğinden bilmezsin.”
“Artık ben de aranıyorum. Burası da benim fikrim değil.” Elindeki ıslak tütün-kağıt karışımını yere
fırlattı Selim. “O, kimi arkadaşların...” Devam etmedi.
Bir süre ikisi de konuşmadı. Tribün giderek doluyordu. Biri Rıfat’tan biraz kenara kaymasını istedi.
Rıfat, Selim’e doğru yanaşırken:
“Özlem nasıl?” diye sordu.
“Aynı!”
“Halisülasyonlar devam ediyor mu?”
“Evet. Ama şu sıra daha çok bir unutkanlık nöbeti
geliyor.”
“O nedir?”
“Gün içinde birdenbire nerde olduğunu, ne yaptığını unutuyor. Bazen olduğu yere yığılıp kalıyor, bazen de aklına başka şeyler esiyor ve çıkıp onların peşine gidiyor.” dedi Selim. “Yanında biri varken
neyse de... Bir gün herkesin dikkatinden kaçacak ve
öyle çıkıp gidecek, kaybolacak diye korkuyorum.”
“E peki kendine geldiğinde dönmez mi öyle olsa
bile?”
“Evi ben zor buluyorum, Özlem nasıl bulsun o
haliyle? 2 ay önce Eminönü’nde yemek yedik, ben
parayı öderken o çıkıp gitti. Bütün Eminönü’nü alt-
11
üst ettim. Neredeyse herşeyi göze alıp karakola bile
gidecektim. Sonra akşam ne yapayım diye annemlere telefon ettim ki oradaymış.” Durdu, derin bir nefes verdi, yüzünden akan suları sildi. “Okula gideceğim diye Üsküdar’a geçmeye kalkmış. Neyse vapurda annemlerin bir komşusu görmüş onu. Anlamamış
tabi önce. Ama Özlem lise, yazılı falan deyince...
Almış annemlere götürmüş. Allah razı olsun.”
“Kötü bir durum. Üzüldüm.” dedi Rıfat, kafasındaki naylon torbayı düzelterek. “Peki, benden tam
olarak ne istiyorsun?”
“Rıfat benim yurtdışına çıkmam lazım. Bir yılı
geçti çalışmıyorum. Annemden aldığım harçlıkla
olmuyor. Babam ise bana serseri muamelesi yapıyor.
İş aradım ama olmadı.” Yine suratından akan suları
silmeye çalıştı. “İş miş yok ya, hadi buldum diyelim,
karakoldan kağıt, savcılıktan kağıt... Elli ayrı yerden
belge istiyorlar. Ben daha ilkinde yakayı ele veririm.
O zaman Özlem’e kim bakacak? Ayrıca belki bu illetin bir çaresi biliniyordur yurtdışında.”
Rıfat, aşağı sırada kazağını çıkarmış, neşeyle sıkıp su çıkaran bir gence baktı. “Sen burada götürdün
mü ki Özlem’i hastaneye falan?”
“Annem götürdü bir iki defa. Ama çok da fazla
ilgilenmemişler. Ben de bizzat götüremiyorum. Orada da birşeyler soracaklar, isteyecekler diye...”
“Tam olarak ne istiyorsun benden? Para mı?”
“Hayır, param var... Aslında yok da... Yurtdışına
çıkacağımı bilsem, akrabalarımdan ayarlarım. Kullanılmamış biraz kredim var hala.”
12
“Eee nedir o zaman?”
Selim neredeyse fısıldayarak:
“Belgelerimi senin hazırlamanı istiyorum, daha
doğrusu belgelerimizi.”
“Nasıl yani?”
Bu kez fısıldayarak:
“Rıfat uzatma! Ne demek istediğimi biliyorsun.
Pasaport ve vize gerekiyor dışarı çıkmamız için.”
dedi Selim.
Bu sırada takımlar ısınmak için sahaya çıktı. Tüm
stat gibi Yeni Açık A Blok da ayağa kalktı tüm
mevcuduyla. Selim ne olduğunu anlamaya çalışıyor,
Rıfat bıyık altından sırıtarak tezahürata eşlik ediyordu. Onbeş dakikalık suratsız Rıfat gitmiş yerine yirmi küsür yıllık arkadaşı, şen, koca gözlüklü ve irice
bir lise öğrencisi gelmişti sanki. Kısa süren bu tantanadan sonra sahadakiler içeri girdi, tribündekiler
oturdu. Yağmur durmuştu ama rüzgar ahaliyi dövmeye devam ediyordu.
“Benim böyle bir şeye yetkim yok.” dedi suratsız
haline geri dönen Rıfat. “Hoş, olsaydı da kullanır
mıydım bilmem. Darbeden sonra herkes yurtdışına
çıkmak istiyor. Buna bir dur demeli, ancak dışarıda
iken buraya faydalı olacak insanlar dışarıya çıkmalı.”
“Sen ne diyorsun Rıfat?” dedi Selim zoraki gülümseyerek. “Sen... Ulan biz seninle çocukluk arkadaşıyız. Aynı mahallede büyüdük, top oynadık. Aynı
okulda okuduk. Çetemize n’oldu? Hem ben sana, arkadaşlarına hep açtım kapımı.”
13
“Hadi be! Sen toptan ne anlarsın? Seni ancak kaleye koyardık, orada bile bir işe yaramazdın.” diye
cevap verdi liseli Rıfat sırıtarak. “Herkes Feneri,
Cimbomu tutarken sen Sarıyer’i tutardın. Annen seni
bir kere börek yemeye götürmüş diye.”
“Peki ulan! İlk rakıyı da beraber içmedik mi
72’nin yılbaşında Murat’ların evinde?”
“Ne içmesi? Bir parmak rakı yoktu senin bardağında. Murat, Cafer ve ben bitirdik büyüğü o gece.”
dedi Rıfat. Ve tekrar ciddileşerek ekledi:
“Murat Ankara’da vuruldu geçen sene. Gece dışarıdaymış, dur ihtarına uymamış... 1 hafta komada
kaldı, sonra öldü. Cafer ise hemen 12 Eylül günü tutuklandı. Metris’te şimdi.”
“Murat’ı duydum. Ama Cafer’i bilmiyordum.”
O anda önde hakemler, üç siyah forma giymiş
adam, arkada takımlar -biri sarı-lacivert dikine çizgili, öteki beyaz formalı- sahaya çıktılar. Bu kez curcuna daha büyük oldu. Tüm stat yine ayakta, halay
çeker gibi omuz omuza vermiş olduğu yerde zıplıyordu. Konfeti denen ince, rulo yapılmış şerit gibi
kağıtlar, küçük küçük doğranmış kağıtlar uçuşuyor,
irili ufaklı bayraklar, atkılar havada geziniyor, dalgalanıyordu. Çeşitli pankartlar –kimi biraz edepsizaçılmış, Karşı kale arkasından gelen tezahüratlara
eşlik edilmeye başlanmıştı. Rıfat yine ciddilikten
uzaklaşmış, çevresine uymakta fazla istekliydi.
Okuldan kaçıp maç izlemeye gelmiş gibi...
Selim, Rıfat’ın kulağına bağırdı:
14
“Siz zaten bunlardan sürüyle hazırlıyorsunuzdur
kendi arkadaşlarınız için. Tek istediğim bana ve Özlem’e de birer tane hazırlamanız.”
Beriki duydu mu, duymadı mı bilinmez... Cevap
vermedi. Zaten verse de bu kez Selim duyamayacaktı. Yaklaşık on onbeş dakika tezahürat etmekle geçti.
Selim bile Rıfat’ın bu keyfine şaşmış, katıldı bu
bağırışmaya. Elinden geldiğince. Maç da başlamıştı.
Rıfat’ın dediğine göre beyazlar rakip takımdı. Çok
zevkli bir maç sayılmazdı. İki takım da öyle net gol
pozisyonları bulamadan ilk yarı bitti.
Birkaç dakika yine ikisi de konuşmadı. Bu kez lafa Rıfat başladı:
“Peki neyle, nasıl çıkacaksınız yurtdışına? Nereye
gideceksiniz? Akraba, eş-dost var mı dışarıda?”
Selim sözü tekrar problemine getirmekten mutlu:
“Yunanistan üzeri gitmeyi deneriz herhalde. Ne
yapacağımı ben de tam bilmiyorum. Özlem’in bir
dayısı vardı Hollanda’da... tek hısım... yardım edecek misin?”
Rıfat bir süre birşey demedi, etrafına bakındı.
Aşağıda amigonun biraz solunda, yukarılara bakan
sakallı bir adamda bir süre takıldı gözleri. Sonra tekrar Selim’e döndü: “Resimleriniz yanındaysa ver.
Ama dediğim gibi, ben yetkili değilim. Evrakları hazırlayan da değilim. Bir bakmam, arkadaşlarla konuşmam lazım.”
Selim Rıfat’ın kolunu sıkarak: “Çok... çok sağol
kardeşim...”
15
“Öyle peşin peşin sevinme. Ülkeden çıkmak isteyen çok!” diyerek iç çekti Rıfat, “Üstelik herkesin de
güzel bir bahanesi var emin ol! Ben elimden geleni
yaparım ama şimdiden sevinme.”
“Peki anladım... yine de... eyvallah!” dedi Selim,
iki siyah beyaz fotoğrafı verirken.
İkinci yarı başladı. Fenerbahçe belirgin bir üstünlük kurdu oyunda, iki de oyuncu değişikliği yapmıştı. Bu devre tam da Selim ve Rıfat’ın bulunduğu taraf Samsunspor kalesiydi. Ataklar, heyecanlı pozisyonlar bu kalede oluyordu. Gelmesi muhtemel Fener
golünü artık Selim de gönül rahatlığıyla izleyebilirdi. Rıfat’ın pasaport işlerini halledeceğinden emindi.
Ne kadar öyle görünmeye çabalasa da Rıfat kalpsiz
biri değildi çünkü.
Maçın sonu iyice yaklaştığında sıkıntı, memnuniyetsizlik artmıştı. Hatta bazıları ümidini kesmiş,
merdivenlere doğru yavaştan yanaşıyordu. Çıkışta
beklememek için. Hakem maçı ha bitirdi ha bitirecek derken Fenerin sol açığı 2-3 kişiyi taç çizgisinin
dibinde çalımladı, son çizgiye kadar inip ortaladı.
Kaleci topu tokatladı, ama top yine Fenerli bir oyuncunun önüne düştü. Bu az önce net bir pozisyonu
kaçırandı. Bu kez topu sakince düzeltti ve ceza sahasının dışından kalecinin soluna plaseledi.
“Gooool!” Rıfat da kudurmuş gibi bağırdı herkes
gibi. Önce Selim ile, sonra diğer yanındakiyle kucaklaştı. İkinci yarının başından beri samimiyet kurduğu arka sırayla ve öndeki, maç başlamadan kazağını sıkan çocukla da kucaklaştı. Sonra tekrar Selim’e dönüp:
16
“Gördün mü, ne plaseydi be!”
“Neydi?”
“Boşver, güzel goldü diyorum.”
“Zamanı da güzel, tam bitirecekti herif.”
Maç 1-0 bitti. İki eski arkadaş onbeş dakika kadar
sonra merdivenlerden koridora inebildiler. Stattan
çıkmadan, itiş kakış arasında Rıfat, Selim’in kulağına Cuma günü buluşmalarını, neticeyi bildireceğini
söyledi ve kalabalığa karıştı.
Selim ise çıkışa yönelmeden önce on-onbeş dakika bekledi. Sonra, kalabalık bir nebze azalınca çıkıp
aheste aheste rıhtıma indi. Kadıköy’den vapurla
Eminönü’ne, oradan da trenle Bakırköy’e geçti. İstasyonda kontrol vardı. Kimliksiz iki kişiyi cipe bindirdiler. Askerlerin elinde liste falan olmadığından
Selim’de bir sorun çıkmadı. Sadece nüfus müdürlüğüne gidip yeni tip kimlik kartlarından almasını söylediler.
Sokağa girdiğinde hava kararmıştı ama evin ışıkları yanmıyordu. Dış kapıyı aceleyle açtı, merdivenleri ikişer ikişer çıktı, dairenin kapısını kilitlemişti
giderken, onu da aynı aceleyle açtı: İçerisi zifir karanlık.
“Özlem!”
“Efendim!”
“Neden ışıkları yakmıyorsun güzelim? Korkuttun
beni.”
“Bilmem... oturuyordum, farketmemişim!”
17
Selim ışığı yakmadan sesin geldiği tarafa, salona
gitti. Özlem’in silüetini masa başında oturur vaziyette buldu, karşısına oturdu. Elini tuttu, öptü.
“Rıfat nasılmış, ne yapıyormuş?” dedi Özlem.
“Islanmışsın.”
“Gezdik biraz, selamı var. İşe girmiş. Çok yoruluyormuş. Söylenip durdu.”
***
Rıfat stattan itiş kakış, güç bela çıkabildi. Sol tarafa Bağdat Caddesi’ne gitmek istemesine rağmen
Kadıköy’e doğru sürüklendi. Yankesicilere karşı
cüzdanını ceketinin iç cebine koydu. Üstü başı hala
tam kurumamıştı. Ancak rüzgar-yağmur dinmiş, güneş açmıştı.
Parkın oradaki köprüde insan denizi ancak seyrelmişti. Madem öyle o da bu tarafa giderdi. Nasılsa
eve gitmek için akşamı beklemek gerek. Yoğurtçu
Parkı’na girdi. Cıvıl cıvıl, cennet mübarek. Kış günü
bile kuşlar ötüyor. İyi olmuştu Selim’i gördüğü. İki
yıl sonra... Arka taraftaki alanda ikisi daha büyükçe
beş-altı çocuk bağıra çağıra top oynuyor. Kendi çocukluk yılları geldi aklına. Arkadaşları... Çocukları
görebileceği kuru bir bank seçti, oturdu. Selim pek
kıvıramazdı bu top işini. Büyük çocuklardan biri
ötekine çelme takıp bir su birikintisine düşürüyor,
yerdekinden okkalı bir küfür yiyor. Aynı şekilde de
cevap veriyor. Ama Murat ve Cafer fena oyuncu değillerdi… Yaşıttılar hepsi, yalnız Murat 2 yaş küçüktü. Fakat en çapkınları da oydu. İlk “kız eli”ni Murat
18
tutmuştu. Daha liseye bile gitmiyordu hem de o zaman. Her şeyi çok önce öğrendi, yaptı. Her şeyi…
Kalktı, parktan çıktı. Sırık Cafer daha sessiz, sakindi. Çok tertipliydi. Cebinde yedek çorap taşır, maç
yaptıktan sonra çoraplarını değiştirirdi. Arkadan hala
çocukların küfür sesleri geliyor.
Bahariye Caddesi’ne çıkan yokuşlardan birine
vurdu. Rıfat hep otoriter, Selim ise hep neşeliydi.
Olur olmaz her şeye karışır, başından belayı eksik
etmezdi. Ama şikayet de etmezdi hiç. Her musibette
bir iyi taraf bulurdu, hatta insanı sinirlendirecek kadar. Yukarda, Fransız lisesi’nin önünde bir polis otosu ve de haki bir cip bekliyor. Arka mahallenin piçleriyle çıkan kavgada sol kolunu kırdığında annesine: “Sağ kırılsaydı daha kötü olurdu.” demişti. Selim’in annesi asabi, hükümet gibi kadındı; az daha
kırıyordu onu da. Haki yeşil cipin önünde aynı renk,
biri tüfeksiz, iki asker, gülüşüyorlar. Tüfeksiz olanın
miğferi elinde, hızlı hızlı birşeyler anlatıyor. Elindekini öbürünün kafasına vuruyor. “Tok” diye bir ses
çıkıyor miğferlerden, tekrar gülüyorlar. Polisler ise
ortalıkta yok. İlk siyasi vukuatları saydıkları o kavganın Özlem yüzünden çıktığını çok sonra itiraf etmişti Selim. Meğer kızı görmek için fazlaca ihlal
etmiş mahalle sınırlarını. Bu da diğer mahallenin
namusunu zedelemiş. Bahariye’de trafik sıkışmış.
Sola, Moda’ya döndü. Sopalı, taşlı güruh tekbir getirerek, “ahlaksız komünistler!”, “burası Moskova
mı?” diyerek geldiğinden, çeteleri için bu siyasi bir
kavgaydı. Dayaktı daha doğrusu. Tabii, kesinlikle
bizimkiler dövmüştü. Bahariyenin en cafcaflı kısmı
burası. Her yerde bir kalabalık, bir kalabalık. Cadde,
19
sinemalar, büfeler, pasajlar... Bir gözlük (Rıfat’ın)
ve bir kol karşılığı bir diş kırmışlardı. Ona karşı
(yoksa onbeş miydi?) dört, üstelik de sopasız
mopasız olduklarından ‘dövmüşlerdi’ işte. Hatta o
dişi de saklayacaklardı ya, Cafer cebinden düşürmüştü.
“İğrenip atmıştır, hanımevladı.” diyerek güldü Rıfat kendi kendine.
Üniversite yıllarında mahalleye az uğrar olmuştu.
Buralarda kalabalık seyreliyor yavaş yavaş. Tek tük
gelip geçenler... Aynı dönemde Cafer ODTÜKimya’nın, Murat Mülkiye’nin sınavlarını kazanıp
Ankara’ya gitmiş, Selim bir marangoz atölyesinde
işe girip Özlem’le nişanlanmıştı. Kilisenin yanında,
Şekerbank’ın önünde iki nöbetçi asker daha. Ama
deminkiler kadar neşeli değiller. Sonra Özlem tuhaf
ve ağır bir hastalığa yakalanıp 1 yıl kadar hastanede
yattı. Hastalıktan mı, hastaneden mi bilinmez ama
bir daha eski Özlem olamadı. Tüm bunlar olurken
Selim, kızı bir an olsun yalnız bırakmamıştı. Taburcu olduktan 2 ay sonra da evlendiler.
Rıfat’ın çetesi en son bu düğünde tam tekmil
biraradaydı, rakıları yapıştırırken. Hepsinin aileleri
aynı apartmanda oturuyordu ama Selim’in dışındakileri bir daha görmemişti. Selim ile ilişkileri de farklı
bir biçim almıştı. Kalacak yeri olmadığı zaman Selim’in yeni açtığı atölyesinde uyuyordu. Ufak bir
meydandan sağa döndü, rıhtıma, iskelelere doğru...
Sonra Selim, Rıfat’ın arkadaşlarıyla atölyede toplanmalarına izin verir oldu. En sonunda artık toplantılar için Rıfat’a da gerek yoktu. İşler iyi gitmediğin-
20
den, Selim 12 Eylül’den aylar önce kapatmıştı atölyesini ama bu onu ifadelerde, tutanaklarda bahsedilmekten kurtaramadı. Polis için artık “Selim’in
Atölyesi” çok tanıdık bir mekan ismiydi. Hatta açıkta kalan birkaç olayın faili neden bu “meçhul” Selim
olmasındı.
Ara sokaklardan indikten sonra nihayet denizi
gördü. Bir ay kadar önce Selim, her nasılsa, Rıfat’ın
arkadaşlarından dışarıda kalabilmiş birini bulmuş,
görüşmek istediğini söylemişti. O kişi de, Rıfat’ı ne
zaman göreceği belli olmadığından, Selim’e bir süre
maçlara gidip A Blokta beklemesini söylemişti. Hemen önünde otobüs duraklarının orada kollarında ve
miğferlerinde AS.İZ. yazılı askerler kimlik kontrolü
yapıyor. Hiç istifini bozmadan sağa döndü. Birkaç
ay öncesine kadar bağlantılar koptuğunda Rıfat’ın
uyguladığı bir yöntemdi bu stat işi. Fena da olmuyordu hani. Bir zamanlar çokça alışık olduğu kalabalıkları görüyor, arada Fenerin maçını da izlemiş oluyordu. Migros’un önündeki ışıklardan geçti, burada
da nöbetçi bir jandarma ekibi vardı.
Kadıköy’de artık maçın izleri tamamen kaybolmuştu. Herkes geldiği gibi, İstanbul’un dört yanına
dağılmıştı. Hava kararmaya başlarken Rıfat da gezisini bitirmiş, Rıhtım Caddesi’nden Yeldeğirmeni’ne
doğru yönelmişti. Birahanelerin önünden geçtikten
sonra ilk sağa sapıp tırmanmaya başladı. Hacı sakallı, takkeli bir bakkaldan yumurta, ekmek ve sigara
aldı. Sokağına varınca birkaç saniye etrafı dinledi,
kokladı. Ardından usulca apartmana girip bodrum
katına süzüldü. Kapıyı açınca herzamanki rutubet
kokusu vurdu burnuna. Alacakaranlıkta caddeye ba-
21
kan odadan kaçarak arkadaki kör odaya girdi. Yaklaşmaktan çekindiği oda evin bir nebze güneş gören,
duvarları yosunsuz tek yeriydi. İçinde evsahibine ait
birkaç eşya ve perdesiz camında kocaman bir
KİRALIK yazısı vardı. Kaldığı odadakiler ise bir valiz, bir piknik tüp, kararmış bir tava ve yataktan ibaretti. Yatak dediysek: en altta koli kartonları, onların
üstünde biri döşek, diğeri örtü hizmeti gören iki battaniye… Başka bir şeye ihtiyaç duymadığı gibi, her
daim seferi olduğundan daha fazla eşyası da olamazdı. Askeri Yönetim tüm kiracıların muhtarlıklara
kayıtlı olmasında pek ısrarcıydı. Rıfat bu ısrara ancak bir emlakçının yardımıyla dayanıyordu. Hem
hayır, hem de para sever bu adam eline izbe, sahiplerinin kiralamakta aceleci olmadığı evler düşünce haberdar ediyordu. Bu da öyle bir yerdi işte. Girip çıkarken dikkatli olursa, birkaç ay kalabilirdi rahatça.
Rıfat yumurtaları kırdı, çatal kullanmadan, tavadan ekmekle yedi. Bulaşıkla mulaşıkla uğraşılmazdı
şimdi. Işığı kapattı, gözlüğünü çıkarıp yattı. Selim’in
işini nasıl halledeceğini düşündü. Kabul ettirmesine
mümkünat yoktu ama yarınki buluşmada soracaktı
yine de.
Ertesi gün öğleden önce görüşmenin olacağı yere
vardı: Bir börekçi. Arkadaş kendisinden önce gelmişti. El sıkıştılar, mutfağa yöneldiler. Mutfak loş.
Hamur tepsisinin olduğu masaya geçip oturdular.
Dükkan sahibi geldi, sessizce tepsiyi alıp çırağa iki
çay getirmesini söyledi. Diğeri, adama başıyla teşekkür etti. Az sonra, cılız bir delikanlı ocaktan iki
fincan çay doldurup getirdi. Bu kez Rıfat teşekkür
22
etti delikanlıya. Çırak korku dolu bir bakışla cevapladı.
Son tutuklamalardan sonra kimler gitti, kimler
kaldı anlamaya çalışıyorlardı. Rıfat’a her hafta olduğu gibi kabarık bir haber alınamayanlar listesi verildi, tek tek gidip bir şekilde kontrol etmesi için. Bir
de zarf... Metin’e iletilecek... kimlik vb. hazırlamak
için muhtemelen. Bir saat kadar başka meseleler konuşulup “şimdilik bu kadar” dendiğinde Rıfat ekledi:
“Bir mesele daha var aslında.”
Öteki kalkmak için hazırlandığı sandalyeye tekrar
yerleşti:
“Nedir? Dinliyorum.”
“Bir arkadaşım var, bir arkadaş var… Selim…
Zamanında bize çok yardım etmişti.”
“Evet?”
“Şimdi onun da başı dertte biraz,” dedi Rıfat, karşısında oturanın omzunun üstünden karşı duvara
tırmanan böceği izleyerek. Sonra gözlerini kaynayan
ocağa dikti. Üç demlik büyükçe bir kazanın üzerinde. “Yardım etmemizi istiyor.”
“Nasıl bir yardım peki?” dedi beriki. “Kalacak
yer mi? Para mı?”
“Hayır,” Hala ocağı inceliyordu Rıfat. “Öyle değil.” Demliklerin bir tanesi yana yatık, düşecek gibi.
Kazanın musluğu da damlatıyor, şıp şıp. “Yurtdışına
çıkmak istiyor eşiyle birlikte. Ama aranır durumda,
belgeler için yardım istiyor.”
Öteki sırıttı:
23
“Eşiyle yurtdışına çıkacak ha! Balayına mı?”
Rıfat ocağı bıraktı, karşısındakine baktı:
“Ama durum karışık biraz, öyle göründüğü gibi
değil!”
Öteki kendi esprisini beğenmiş olacak, hala sırıtıyordu. “Bizim yapabileceğimiz bir şey yok!”
“Durum gerçekten ciddi ama, Selim aranıyor, eşi
de…”
“Arkadaşım!” diye kesti diğeri. Bu kez gülmüyordu. “O kadar çok insan istiyor ki şimdi bunu.
Kendi arkadaşlarımıza yardım edersek öbürlerinin
günahı ne? Sen de biliyorsun: Herkese yetişemeyiz.”
“Doğru, yetişemeyiz.” Fincanları incelemeye başladı şimdi de. Bir tanesinin kulbu çatlamış, birinin
elinde kalacak.
“Ayrıca hatır ilişkilerimizi, arkadaşlıklarımızı da
ön plana çıkarmamalıyız bu kadar.” Öteki devam
ediyordu. “O arkadaşına incitmeden yardımcı olamayacağımızı söyleyelim ve kendi işlerimize yoğunlaşalım.”
“Evet,” dedi Rıfat. “haklısın.”
“Öyleyse sorunumuz yok. Başka bir şey var mı?”
“Hayır, yok!”
“Peki, haftaya görüşürüz.”
El sıkıştılar. İlk önce öteki çıktı mutfaktan. Rıfat
beş dakika kadar daha kaldı. Sonra o da çıktı. Gözleri kamaştı: amma da aydınlık. Çırağın yüzü gülüyor,
yabancıların gitmesinden memnun, dükkan sahibi de
öyle. Rıfat ikisini de başıyla selamladı çıkarken. Bö-
24
rekçiden çıkınca haber alınamayanlar listesinden en
yakındakini seçti gitmek için. Adamı buldu, kesin
bir dille yapması gerekenleri anlattı. Sonra diğer en
yakına yollandı. Ertesi gün de böyle geçti. Birkaç
tanesi hariç gittiklerinin çoğuna ulaşmıştı.
Salı günü Metin’e uğrayacaktı ama yetişemedi.
Çarşambaya kaldı. Evden geç çıkarak akşama doğru
iskeleye geldi. Eminönü’ne geçecek. Vapurda burun
tarafında, dışarda oturdu, sigara için. Çakmağı yanmadı. Siyah uzun paltolu, kaba sakallı, kaba birinden
ateş istedi. Adam pek bir rahatsız oldu bu talepten,
istemeye istemeye çıkardı verdi çakmağını. Tesadüf
o ya, vapur tam Haydarpaşa açığındaki gemi enkazının yanından geçerken bir seyyar satıcı geldi; hiç
bitmeyen, tutukluk yapmayan, sönmeyen, sonsuza
kadar yanan çakmaklardan satmaya başladı. Rıfat el
edip aldı bir tane hemen.
Metin Sirkeci’de, postanenin yakınlarında bir
muhasebecide çalışıyordu. Parası iyi değildi işin, neredeyse boğazı tokluğuna. Ama dosyalar, kaşeler,
mühürler arasında iyi kamufle oluyordu. Rıfat ona
genelde akşam üç ila beş arası uğramaya çalışırdı.
Patronun olmadığı saatlerde. Yine öyle yaptı, saat
dört buçukta eski tarzda, rutubet ve kağıt kokan,
muhasebeci, avukat ve benzer, evrakı bol büroların
olduğu hanın dev kapısından girdi. Spiral gibi dönen
basık merdivenlerden; uzun, havasız bir koridordan
sonra daha da havasız bir bürodan içeri girdi. İki üç
masa: tepeleme dosya dolu. Metin birinde oturmuş
uyukluyor.
“Selam Metin, nasılsın?”
25
“Ooo, iyilik paşam… n’olsun… Senden n’aber?”
“İyidir iyi.”
“Siparişler varmış yine?”
“Öyle.” diyerek şişkin zarfı uzattı Rıfat.
“Acelen ne be paşam, otur bi çay iç!”
“İçelim bakalım.”
Metin zarfı çekmeceye koydu, kalktı bürodan çıktı, 3 kat aşağıya, hanın çaycısına, bağıra çağıra 2 çay
söyledi.
“Yalnız işlerden biri acil.” dedi Rıfat, geri dönen
Metin’e.
“Neymiş o? Ne kadar acil?”
“Bunu sonradan eklediler. Dün aldım daha.” dedi
Rıfat ve iki siyah beyaz vesikalık koydu Metin’in
masasına. “Yurtdışına çıkış için. Yarına lazım”
“Yurtdışına çıkış için mi? Ne yani uçak bileti
mi?” dedi Metin sırıtarak.
“Dalga geçme!” diye cevap verdi Rıfat. “Pasaport, bir de vize sanırım.” son kelimelerde sesi titredi.
Metin işkillendi, “Nasıl yani? Kesin bir şey söylemediler mi sana?” diye sordu.
“Pasaport ve vize… İkisi birden.”
“Vize hangi ülke için?”
“Yunanistan!”
Bir soru daha gelemeden çaycı geldi, çayları bırakıp markaları aldı. Metin’e Galatasaray’ın o haftaki maçıyla ilgili açık saçık bir espri yaparak gitti.
26
Metin tekrar Rıfat’a döndü:
“Peki bu arkadaşlar nüfus cüzdansız mı dolaşacak? Öyle yapmayacaklarsa birer fotoğraf daha lazım.”
Rıfat birkaç saniye durakladı, çayından içti. Sonra
soğuk bir sesle:
“Bilmiyorum. Bana söylenen bu, istersen kendin
sorarsın nasıl çıkacaklarını.” dedi.
“İyi peki paşam, yarına pasaportları yaparım.
Kızma...” O da çayından okkalı bir fırt çekti. “Yalnız vize için davetiyeler falan lazım. Yunanistan ile
ilgili hiçbir şey yok elimde. Hemen de bulamam.
Sonra kimlik konusunda da ciddiyim. Onlar da gerekiyorsa birer fotoğraf daha lazım.”
“O zaman kendin çoğalt! Başka fotoğraf bulamam sana.”
“Bu işi gerçekten arkadaşlar mı verdi sana?” Metin son yudumu da içtikten sonra çay kaşığını ince
bellinin içine attı. “Yoksa hatır işi mi?”
“İstersen... kontrol edebilirsin.”
“Hiç uğraşamam vallahi. Diğer getirdiklerin için
haftaya uğrayacaklar, bunlar da ancak o zamana yetişir zaten. Hepsini sarar sarmalar veririm.”
“O kadar vakit yok ki, bu acil!”
“Acil olmayan bir işimiz var mı şu sıralar?”
Rıfat masadaki kalemlikten bir kalem kaptı, ufak
bir kağıda karınca duası gibi birşeyler yazdı, verdi.
“İyi o zaman. Ama diğerlerinden önce biterse... adres bu.” Gözlüğünü düzeltti. “Arkadaşın gelip alma-
27
sını bekleme. Sorumluluk benim. Sen biriyle gönder.” Kalktı, kapıya yollandı, “Allahaısmarladık.”
Hanın kapısında çaycıyla karşılaştı, adam selamını almadığı gibi bir de arkasından küfretti sessizce.
Rıfat dönüp baktı, ama diğeri çoktan basıp gitmişti
çay ocağına. Dışarıda kuru bir ayaz... Atkısını boynuna doladı, uzun gri ceketinin önünü ilikledi. Yakasını kaldırırken karşı kaldırımda kalem, mektup zarfı, kağıt satan bir işportacıya ilişti gözleri. Adamda
ne bir kasket, bir atkı ne de bir ceket vardı. Yazık
der gibilerden kafasını salladı, yoluna koyuldu.
Eminönü’nden tekrar vapura bindi.
Kadıköy’e inerken polis kimlik kontrolü yapıyordu. Kimliklere bakan Polis Metin’in elinden çıkma
hüviyetin sayfalarını evirdi çevirdi, kafasını kaldırıp
Rıfat’ın yüzüne baktı: Çok genç, şaşılacak kadar
genç. Şapkasının siperliğinden gözlerinin yarısı ancak görünüyor. Mavi, soğuk, kuşkulu gözler...
Birşey demeden, kafasını arkasındaki kadına çevirdi.
Bir eliyle Rıfat’ınkini geri verdi, diğer eliyle kadının
hüviyetini aldı, incelemeye başladı. Rıfat iskeleden
çıktı, geçenleri süzen, başka iki çift siperlikli gözün
ve ekip otosunun yanından yürüdü gitti. Yine tam
hava kararırken, sokağa çıkma yasağının başlamasından çok önce evine ulaştı.
Perşembe günü iki kişiyle daha irtibata geçmesi
gerekiyordu ama ikisini de adreslerinde bulamadı.
Birisi işe gelmez olmuşmuş, öbürünün evi diye gittiği yer ise radyo-televizyon tamircisiymiş. Tamirci
hep oradaymış ve öyle birini hiç tanımıyormuş.
28
Ertesi günü tamamen Selim’e ayırmıştı. Geçen
sefer, maçtaki görüşme pek ayaküstü olmuştu. Üstelik biraz da ters davranmıştı Selim’e. Şimdi bunu telafi edecek, ne yapıp edip işini halledeceğinin müjdesini verecekti. Sonra laf lafı açacak, belki akşama
kadar oturup kalacaklardı bir yerde. Selim onun kusuruna bakmazdı. Allah bilir tavla bile oynarlardı.
Yine mars olurdu Selim’e.
Öğleye doğru ancak uyandı. Hala yorgundu ya
dünden, yine de kalkması lazımdı. Tuvaletteki aynanın küfleri arasından kendini gördü. Traşı gelmiş,
yorgun bir surat... Giyindi. Beş dakika kadar apartmanın merdivenlerini dinledikten sonra kimsenin
olmadığına karar verip çıktı. Kapalı, gri bir gündü.
Sokak boş. Diğer sokak da. Hatta aşağı, Rıhtım
Caddesine kadar bütün sokaklar boş. Bir tek yukarıda bir adam görünüp kayboldu sanki. Siyah uzun
paltolu... ya da pardösülü... Birbirine paralel denize
inen uzun yokuşları kese kese, ara sokaklardan devam etti. Hakikaten çok az insan vardı bugün sokaklarda. Altıyol’a çıktı. Işıklardan karşıya geçti. Yolun
ortasındaki iri askeri aracın yanından geçerek stadın
olduğu tarafa yöneldi. Yoğurtçu Parkı’nda buluşacaklardı Selim ile. Stadın yakınında yine... Bugün
Cuma pazarı olduğundan etraf yine kalabalık olur
diye ummuştu ama tersine. Tek tük kimi file, kimi
pazar çantası, kimi ise naylon torbalarıyla Rıfat’ın
indiği yokuşu çıkanlar vardı. Çoğu ihtiyar.
Bir büfeden içeri girdi. Sigara almak için. Büfeciye parayı verirken aynadan iki adamın karşı kaldırımda, biraz geride durduğunu gördü. Biri vapurdaki
sakallı, siyah uzun palto giymiş cenabet herif... Di-
29
ğeri de pek yabancı gelmiyor. Adamlar kendi aralarında konuşuyorlar ama arada dönüp büfeye bakıyorlardı.
Eli titredi, büfecinin verdiği bozuk paraları düşürdü. Belki de tesadüftür. Dört-beş tane madeni 5
liralık yere saçıldı. Eğildi, ikisini aldı... Diğerlerini
bırakıp çıktı. Yürümeye başladı. Vitrinlerden anlayabildiği kadarıyla adamlar da hareketlendiler. Ne
yapmalı? İlerde bir kavşak... sol: salı pazarı; sağ: bahariye; düz: stat ve park... Ne zamandır peşindeydiler? Selim de takipte miydi? Tam salı pazarına kıvrılan yolun köşesinde beyaz bir Toros, park halinde...
içinde iki ya da üç kişi... Selim’e bulaştırmamalı bunu, bulaştırmamalı. Rıfat düz devam etti, ışıklardan
karşıya geçti. Kavşaktan beş-altı adım sonra, bir
kontak sesi... Araba hareket etti. Selim’e bulaştırmamalı, onu da yakmamalı. Yavaşladı. Yol az öncekine göre daralmıştı. Zavallı Özlem ne olacak? Biraz
ilerde Rıfat’ın kaldırımına park etmiş bir kamyonet,
daha ilerde bir köprü... Kurbağalıdere’nin üstünden
geçen bu köprüden sonra yine bir yol ayrımı... sol:
stat... sağ: Yoğurtçu Parkı... Selim... Selim onun kusuruna bakmazdı. Köprü geliyor. Allah bilir tavla bile oynarlardı. Köprüde yine tanıdık bir adam: Televizyon tamircisi!
Rıfat adımlarını yavaşlattı, yavaşlattı. Birden başka birşey dank etti: Geçen gün kendisine verilen liste
hâlâ üstündeydi. Ellerini yavaşça ceketinin ceplerine
soktu. Sol cepte az önce aldığı sigara, sağda ise...
Kamyonete birkaç adım kalmıştı. Televizyon tamircisi onu kıpırdamadan süzüyordu. Rıfat tam kamyo-
30
net ile duvar arasına girerken elini beline attı ve birden eğildi.
Arkasından gelenler yaygarayı kopardı.
“Dur! Polis!”
Silah sesleri... Cayırtı... Yanında yeni beliren iki
kişiyle beraber TV tamircisi ve Rıfat’ın arkasından
gelenler, yere yatmış iki taraftan ateş ediyorlardı.
Arada da sakallı ve TV tamircisinin bet sesi
duyluyordu.
“Teslim ol!”
“...”
“Ellerini kaldır!”
Otuz-kırk saniye sonra sakallı elini kaldırdı, bağırdı:
“Yeter!”
Silah sesleri..
“Yeter ulan! Kesin!”
Köprüdekiler ve arkadakiler ayağa kalktı. TV tamircisiyle yanındakilerden biri kamyonetin altına
girmiş cesedi iki ayağından tutup çektiler. Rıfat’ı sırtüstü çevirdiler, gözlüğü düşmüş Rıfat’ı, kazağı pantolonundan çıkmış, atkısı, ceketi ve pantolonu kanlı
Rıfat’ı sokağın ortasına sürüklediler. Bu sırada sakallıyla yanındaki, ceketsiz işportacı da gelmişlerdi.
Sakallı trafiğin kesilmesini ve cesedin üstünün
aranmasını buyurdu. Anarşistin silahını da bölge
komutanlığındaki balistik büroya göndermek üzere
bir kese kağıdına koyacaklardı. Beş dakikaya kadar
tüm buyruklar yerine getirildi. Takviye jandarma
31
birliği geldi. Rıfat’ın üstü gazete kağıtlarıyla örtüldü,
o sokağa trafik akışı kesildi.
“Amirim,” dedi TV tamircisi ellerini bir esnafın
verdiği havluya silerek, “üzerinde silah yokmuş!”
“Nasıl yokmuş?”
“Yokmuş.” Havlu kıpkırmızı olmuştu. “Bir takım
kağıtlar varmış, onları da yakmış kamyonetin altında. Sadece işe yaramaz, yırtık bir parça bulabildik,
kemerine takılmış.” dedi ve Rıfat’ın üzerinden çıkanların olduğu zarfa sönmez-bitmez çakmağını,
sahte kimliğini, yanmadan kalmış bir kağıt köşesini
ve o yırtık parçayı da ekleyip verdi sakallıya.
***
Sağanak yağmur altında stat boşalmış, maçtan çıkan insanlar gece karanlığında dört bir yana doğru
akmaya başlamıştı. Kadıköylüler alışıktı bu manzaraya. Her onbeş günde bir İstanbul’un hemen her yerinden insanlar vapurlara, trenlere biner Kadıköy’e
gelirlerdi Fenerbahçe’nin maçını izlemek için. İnsan
selinin içinde genç bir delikanlıyla babası, sağa doğru gitmek isterken sol tarafa doğru sürükleniyordu.
Nihayet kalabalık seyrekleşmeye başladığında istedikleri tarafa yöneldiler. Baba cep telefonuyla mesaj
çekmeye çalışıyor, adeta boğuşuyordu. Altıyol’a
doğru giderlerken tam köprünün üstünde liseli Rıfat
babasına döndü:
“Baba, son golü gördün mü? Ne plaseydi di mi?”
“Öyleydi valla!” Selim nihayet mesajı göndermeyi kıvırmıştı. Telefonu cebine koyarken ekledi, “Ha-
32
di hadi, geç oldu, daha Cafer Amcanlara gidip anneni alacağız. Anneni üzmememiz gerektiğini biliyorsun!”
Geldiklerinde Cafer Amcası, Rıfat’ın annesine,
oğlunun isim babasının hikayesini anlatıyordu. Selimler Türkiye’ye döndüklerinden beri belki onbeş,
belki yirmi defa yapmıştı bunu. Kendisi de bunları
Metris’teyken, o günlerde yeni tutuklanan önemli birinden öğrenmişmiş. Özlem, ilk defa duyuyor gibi
heyecanlı. Sırık Cafer’in, saçları, bıyığı hafif kırlaşmış. Selim’le tokalaştıktan, delikanlıya sataştıktan
sonra devam etti anlatmaya.
Selim’in parktan silah seslerini duymasından üç
gün sonra, muhasebecinin basılmasından bir hafta
önce Metin, işyerine gelen ziyaretçisine:
“Daha geçen gün buradaydı.” demiş. “Zarfı getirdi. Bir de, iki fotoğraf bıraktı. Pasaport falan lazımmış. Hatır gönül işlerinden...”
Öteki hiçbir tepki vermeden dinliyormuş.
“Hatta bir de adres verdi. Sen gelmeden göndereyim diye.” Metin, Selim’in annesinin adresinin yazılı olduğu kağıdı çıkarıp masaya koymuş, Özlem’in
ve Selim’in fotoğrafıyla beraber. “Ama ben valla
hiçbir şey yapmadım.”
Yine bir süre sustuktan sonra “Peki ne bekliyorsun?” diye sormuş öteki. “Vasiyet... Derhal hazırlayalım ve yerine ulaştıralım!”
33
EVSAHİBİ
Aynı sokaktan üçüncü geçişi. İlkinde bir minibüsle bir cip arasındaki boşluğu görmüş, ama gözü
kesmemişti girmeye. Başka yer bulamayıp döndüğünde ise artık o boşluk da doldurulmuştu. Umutsuzca tekrar bir tur atıyordu ki, metalik mavi bir
Opel, donuk, yuvarlak sıraların arasından çıktı. Hah!
Hemen gidip yeri kaptı, hafifçe kaldırıma sürterek
gümüş Ford’unu park etti.
Havanın soğukluğunu arabadan çıkınca farketti.
Ayaz ellerine, yüzüne iğneler batırıyor, ciğerini deliyordu. Üç mü? Hayır, bu sokaktan belki üç bininci
geçişiydi. Heryer tanıdık. Gerisin geriye yürürken
kendi kayıtsızlığına kızdı, “İnsan içerden anlamıyor,” diye söylendi. Titreye titreye Kamil Ağabeylerin köşeye gelince sağa döndü. Üşümek hoşuna gidiyordu nedense, yoksa atkısını, pardösüsünü alabilirdi arabadan. Köşeyi dönerken ister istemez yukarı,
dördüncü kat penceresine baktı. Rüzgar suratına
vurdu, kafasını eğdi.
Sokak. Solundaki ana caddeye paralel, aşağı yukarı üç araba genişliğinde... İki yanı da yüksek
34
apartmanlarla çevrili olduğundan güngörmez, uzunca bir tünel gibi. Eskiden de vardı bu binalar ama
şimdi ona boyları biraz uzamış gibi geliyordu. Bu
kadar karanlık değildi. Elleri cebinde, sokağın diğer
ucuna, iki katlı bodur bir binaya doğru yollandı.
Hazırolda dikilen diğer yüksek yapıların aksine, bu,
iki yanındaki -donuk renkli arabalarca işgal edilmişgeniş boşluklarıyla, sarı, pis, eski bir apartmancıktı.
Sadece iki dairesi vardı altlı üstlü.
Mavi olduğunu düşündüğü yeni boyalı siyah kapıya geldiğinde anahtarlığını çıkardı. Uzun zamandır
gelmemiş olmasına rağmen hergün cebinde taşıyıp
durduğu anahtarları hemen ayırdı. Ama kapıyı açamadı: Kilit değiştirilmiş. Yanlış anahtarı denemiş
olabileceğini düşünerek diğer anahtarları da kilide
sokmaya çalıştı, olmadı. Zaten emindi kendinden.
Değiştirilmiş işte. Cep telefonunu çıkardı ablasını
aramak için. Para getiren her işle olduğu gibi bu baba yadigarı evleriyle de ablası ilgileniyordu. Alt kattaki mendebur herifleri bulup getirmiş, daireyi onlara kiralamış; hatta bununla da kalmayıp binayı olduğu gibi onlara satmak için anlaşmıştı. Zaten bu köhne ve rutubetli yerin zerre kadar bir anlamı kalmamış, getirdiği üç beş kuruş kira geliri karı-kocakardeş’in yekun geliri yanında su damlasına dönmüştü. Satıp parayı kırışmak çok daha akılcıydı, değil mi ya! Bir bilgisayar firması da talip olup pazarlığı kızıştırınca, aşağı yukarı iki misli bir paraya
okutulmuştu köhne bina. Alt kattaki eski kiracı, yeni
mal sahibi adamlar avukattı, üç ortak, bir hukuk bürosu açmışlar ve kalburüstü bir bankanın işlerini kapıp köşeyi dönmüşlerdi. Memleketin ekonomisi ne
35
zaman dara girse, bu kalpazanlara gün doğuyordu.
Hacizdi, temerrüttü, yeddi emindi, mahkemeydi derken 3 lira borcu 10 lira yapıyor, komisyonu götürüyorlardı. Kendisi için bir tehdit olmamalarına karşın
günahı kadar sevmezdi onları. Şu kapı meselesi de
kesin onların yiyeceği bir halt idi.
Cep telefonunu kurcalarken durdu, aramaktan
vazgeçti. Avukatların ziline asıldı. Acaba üst katın
kilidini de değiştirmişler miydi? İçeride hala eşyalar
vardı. Olmalıydı. Buraya geliş sebebi de buydu zaten. Özel bir iki parça eşyasını almak. Aslında bir
şey daha vardı onu buraya çeken. Ne olduğunu daha
tam kavrayamasa da varlığından haberdardı. Uzun
zamandır bastırmayı pek güzel beceriyordu kendisini
bu eve, hatıralarına çeken hisleri. Ancak bu satış işi
dengeleri bozmuştu. Ablası kalpazanlara evdeki eski
eşyaları da hurdacıya vermelerini söylemiş, yalnız
kitapları ayırmalarını rica etmişti. Onları şirket olarak özel bir üniversitenin kütüphanesine bağışlayacaktı. Ya reklam amacıyla ya da muhakkak başka bir
çıkar için.
Zili tekrar uzun uzun çaldı. Peki ablası da iki gün
önce gelip birtakım öteberisini almamış mıydı? Şu
halde zaten haberdardı kilit meselesinden. Ayağının
ucuyla çift kanatlı iri kapıyı tekmeledi iki kez. Bam
güm.
Gitti, avukatların olduğu alt katın sokağa bakan
camlarından içerisini görmeye çalıştı. Işık yanıyordu. İçerideler. Camı tıklattı. Bir daha tıklattı: Ses,
seda yok. Hava karanlıktı karanlık olmasına ama daha akşam olmamış, mesai falan bitmemişti. Hangi
36
cehennemde bunlar? Ellerini ovuşturdu, nefesiyle
ısıtmaya çalıştı. Demek herkes herşeyi ayarlamış,
ona sorulmadan evin satılması yetmezmiş gibi anahtar bile değiştirilmiş çoktan. Demek uzak, çok uzak
zamanların anısı, babasının hatırası artık yok! Demek bunlar, bu herifler, yıllardır uğramaya korktuğu,
çok nadir gelmelerinde ise, ışık yakmaya, gürültü
yapmaya kıyamadığı bu eve ayakkabılarıyla girmişler, halıları rulo yapıp bağlamışlar, eşyaların örtülerini kaldırıp onları merdivenlerden aşağı kamyonlara
taşımışlar, kendilerince bir nizamda duran kitapları
indirip kolilere rastgele tıkmışlardı... Demek bu herifler odasına kayıtsızca girmişler, oraya buraya dokunmuşlar, hatta tavandaki fosforlu yıldızlarını söküp badana boya yapmışlardı...
Kapıya yollandı tekrar. Sarstı, silkeledi. Yıpranmış demir yığını ileri geri oynuyor ama açılmaya
yanaşmıyordu. Tabanıyla tekmeledi. Sonra bir daha.
Kapı zangır zangır titriyor, iki kanadın birleştiği
yerden esniyor ama gerisin geri geliyordu. Tüm gücünü tabanına vererek bir kez daha vurdu. Kapı yine
açılmadı, ama çiçeğe benzer demir motiflerinin arkasındaki cam olduğu gibi arkaya, apartmanın içine
düştü ve büyük bir şangırtıyla kırıldı.
Koridorun karanlığından biri yaşlı, diğeri genç,
üstleri başları kir, pas ve boya içinde iki kişi koşarak
fırladı.
Kapının dışındaki adam öfkeyle: “Hey,” diye bağırdı, “ne yapıyorsunuz orada?”
37
İşçiler afalladılar. Durdular. Yaşlı olanı yerdeki
cam kırıklarına bakarak “Burda ne olmuştur?” diye
söylendi.
“Sana sordum, ne yapıyorsunuz içeride?”
“Boyacıyız biz. Siz kimsiniz ki?”
“Binanın... Ben bu binanın sahibiyim. Kilidi siz
mi değiştirdiniz?”
“Yoh, beyim. Biz birşey değiştirmedik.” Yanındaki delikanlıya döndü, kafasıyla bir işaret çaktı.
“Muhittin Bey’e haber et.”
Delikanlı daha yerinden kıpırdamadan Muhittin
geldi. “Ne oldu?” dedi. Bir bakışta cam kırıklarını,
içeri rüzgarı ve soğuğu buyur eden çıplak kapıyı ve
kapıda dikileni gördü. “Kim kırdı bu camı?”
“Ben kırdım,” diye cevap verdi kapıdaki.
“Siz kimsiniz?”
“Binanın sahibi, Arzu hanımın kardeşi. Ya siz?”
“Ben avukat Muhittin Çolak.” Adam eliyle kendi
yanağını okşayarak bir yerdeki cam kırıklarına bir
kapıdakine baktı. “Siz Bülent Bey olmalısınız öyleyse.”
“Tam üstüne bastınız. Kilidi siz mi değiştirdiniz?”
“Arzu Hanım sizden bahsetmişti ama teşrifinizi
beklemiyorduk.”
“Kilidi siz mi değiştirdiniz?”
“Ne kilidi? Ha, evet, evet. Eskisi açılmıyordu bazen.”
38
Bütün bu konuşmalar kapının çiçek motifli parmaklıkları arasından yapılıyordu. Birkaç saniye daha
durup düşünen Muhittin kapıyı açtı, evsahibini içeri
aldı.
“Kilidi değiştirdiğinizi neden haber vermiyorsunuz efendim?”
“Vermez olur muyuz? Yeni anahtarın iki nüshasını dahi gönderdik.”
Evsahibi sustu. Bu laf üzerine birşey denemezdi.
Uzun boylu denebilecek avukat, “Haydi usta,” dedi
yaşlı boyacıya, “Siz de işinizin başına dönün.”
“Ne işi bu?” diye sordu evsahibi boyacıların arkasından. “Üst katı mı boyuyorsunuz?”
Avukat, “Hayır, henüz oraya gelemedik,” dedi.
“Bayram tatilinde boşaltıp boyayacağız inşallah.”
Küçük, parlak gözlerini kıstı. “Sizin... bir arzunuz
mu vardı bizden?”
“Evet, ben birtakım özel eşyalarımı falan almaya
geldim. Bayram tatilince de burada, yukarıda kalacağım.”
“Aman efendim, çalışma olacak tatilde orada.”
“Hiçbir şey olmayacak.” Bir sağda-solda duran
boya tenekelerine, bir avukata baktı, “Henüz satın
almadınız o daireyi. Hatırlatırım.”
“Haklısınız da... Malum, işler yoğun, biran önce
bu taşınma faslını bitirmek istiyoruz. Ayrıca hemen
eşyaları tasfiye edip, tadilatlara başlama hususunda
anlaşmıştık Arzu hanımla.”
39
Karşısındakinin
“iş”lerden
sözetmesi,
evsahibinde tiksinti uyandırdı. Yüzü ekşidi. “Bana
ne kardeşim sizin işlerinizden,” dedi. “Dokuz gün
yukarıdayım. Buraya gelip de beni rahatsız etmeye
kalkmayın sakın. Tatile gidin, kazandığınız paraları
yiyin, ne yaparsanız yapın ama buraya gelmeyin.”
“Anlamıyorsunuz, bütün işlerimiz aksayacak bu
yüzden. Biz anlaşmıştık.”
Bülent bezirganın kravatını tuttu. Önce hafifçe
kendine çekti, ardından iki eliyle, sıkıca düzeltti.
“Karakola mı gidelim dersiniz?” dedi ve adamı bırakarak merdivenlere doğru yollandı. Karanlıkta kaybolurken de ekledi: “Arzu’ya telefon edecekseniz
edin. Sonra da defolun gidin.”
Koşar adım çıkmaya niyetlendiği benekli mermer
merdivenlerin daha ilk basamaklarında gözü karardı,
başı döndü, yavaşladı. Heyecan. Yıllardır böyle bir
dialoga girmemiş, dizginlerini böylesine gevşetmemişti. Kravatını gevşetmek için çekiştirdi. Yetmedi,
çıkardı spiral şeklinde yukarı çıkan parmaklıktan
aşağı, merdiven boşluğuna bıraktı.
Gerilen sinirleri kapıya gelince biraz olsun gevşedi. Ahşap kapı onu çok sıcak karşıladı. Kucaklaştılar. Hiçbir değişiklik yok onda. Kimse dokunmamış,
son yılların bütün fırtınasına, ihtirasına rağmen kimsenin aklına ona ilişmek gelmemişti. Kendine has
bütün belirtileri aynen duruyordu: Yukarıda “2” yazan minicik levhanın yanına tavşan figürü oluşturmak iddiasıyla babasının beceriksizce çizdiği “6”...
Koyu kahverengi boyanın altından görünen eski açık
renk boya... Dökülen parçaların en irisi, hani şu Tür-
40
kan’ın korktuğu, alev kusan ejderha başına benzettiği. O zamanlar kendisi pek benzetemese de, şimdi
kalıbını basabilirdi bunun kanlı canlı bir ejderha
yavrusu olduğuna. Nicedir bütün bu eski zaman kalıntılarının onu beklediğine inanamıyordu. Evvelki
kaçamak ziyaretlerinde niye fark etmemişti peki?
Niye yavru ejderhadan korkmamış, ya da...
Kim bilir içeride daha neler, nasıl bir endişe ve
hasretle yolunu bekliyordu.
Anahtarı çıkardı, hiç acele etmeden kapıyı açtı.
Kapının ona anlattığı gibi anahtar değiştirilmemişti.
İçeri girer girmez rutubet, küf ve ayakkabı karışımı bir koku çarptı suratına. Lakin rahatsız olmak
bir yana, ciğerlerine çekti, derin derin soludu bu
ağır, tanıdık havayı. Antrenin kapısı açıktı, besbelli
ablasının işi. Burada bile peşini bırakmıyordu. “Şekerim” dediğini duyar gibi oldu. Ayakkabılarını çıkardı, serili, sararmış, yine o zamanlara ait gazetenin
üstüne annesinin eskiden giydiklerinin yanına koydu. Portmantonun altındaki ayakkabılığa da koyabilirdi ancak daha girer girmez etrafı eşelemeye korkuyordu. Babasının hala ortalıkta duran terliklerini
giydi.
Antrenin kapısını kapatıp içeri daldı. İlk etapta,
etrafta herhangi bir taşınma izi veya koli göremedi.
Her şey aynı loşluk, rutubet ve rehavet içindeydi.
Oh...
Belki tek tük değişiklikler: Kanepelerin, dolapların üzerindeki beyaz örtüler. Evin tasfiye edilmesine
şiddetle karşı çıkan annesi örtmüştü onları, uzak,
zengin bir muhite, damadının aldığı yeni eve geçer-
41
ken. Hoş annesi pek üzülmüş değildi bu taşınma işine, buradan kurtulduğuna, refaha kavuşmasına. Sadece eski kuşakların ne menem insanlar olurlarsa olsunlar koruyabildikleri bir vefa duygusu onda da
vardı. Yoksa, kocası ne kadar sakin, kadife ruhluysa,
o, aynı kertede zımpara bir kadındı. Fehim beyin
ölümünden sonra onun asla sevemeyeceği bir adam
olan damadının hediyeleriyle sarhoş olmuş, eskisinden tek bir çöp taşımadığı yeni hayatında coşmuş,
gelgelelim bir türlü buraya el uzatmayı göze alamamıştı.
Evsahibi salona geçip kanepelerden birine yaklaştı, örtüsünü kaldırıp kenara, yere bıraktı. Oturdu.
Daha önceki, yeni evine, yeni hayatına ilk taşındığı
zamanlardaki gelişlerinde hiçbir örtüyü kaldırmışlığı, hiçbir koltuğa oturmuşluğu yoktu. Öyle boş boş
bakıp dönmelerdi onlar. Topu topu bir iki defa...
Bankada horoz dövüşlerini izlemeye henüz alışmamışken, ruhunun ezildiği, kalbinin sıkıştığı anlardan
bazılarında –ki bu anlar her dakikaya tekabül ederdişubeden müdürün gözleri önünde fırlamış, ilk geçen
taksiye atlamıştı. O vakitler kime niye kızdığı belli
olmadan atıldığı bu cenklerde taksicinin sorusunu
her seferinde rastgele yerler söyleyerek cevaplar, ancak istisnasız hepsinde taksiyi yarı yoldan çevirerek
homurdanan şoförü buraya getirirdi. Tantana bir iki
defa tekrarlanmasına rağmen gelen giden hiçbir şube
müdürü ağzını açıp birşey diyemedi. İşini iyi yapması bir tarafa, bu zıpçıktıyı eniştesi müfettiş yapmıştı: Mehmet Bey. Bankayla aynı kaba pisleyen bir
finans şirketinin müdürü, CEO’su, meosu, ne zıkkımsa işte o... Bittabi, bu Mehmet Efendi işini ayar-
42
ladığının devrisi, bazı dalavereleri de görmezlikten
gelmesini rica edivermişti.
Zamanla alıştı. Hasıraltı etti, görmezden geldi.
Çook.
Kafası kenarlığa gelecek şekilde kanepeye devrildi. Dizlerini kırdı. Gözkapakları ağırlaşmıştı, neredeyse uyuyacak.
Cep telefonu çalmaya başladı. Ablası mı?
Ablası.
“Alo, n’aber?”
“İyidir.”
“Ay, kaçmış gitmişsin yine mağaraya. Dağıtmışsın oraları. Muhittin Bey aradı, korkmuş adam senden. Hah hay!”
“…”
Ablasının sesi o kadar canlı ve yüksek perdeden
geliyordu ki, adam telefonu bir karış uzaklaştırdı kulağından.
“Ne dicem, bak, adamlara zorluk falan çıkarma
olur mu? Tatilde tadilat işini halletmek istiyorlar doğal olarak.”
“Biraz burada kalmak istiyorum. Başka zaman
yapsınlar ne yapacaklarsa.”
“Yok ki başka zaman şekerim, hemen işlemleri
yapacağız zaten. Tatil bitsin...”
“İyi işte, o zamana kadar ben buradayım. Beni
rahatsız etmesinler, söyle!”
“Huysuzluk, yabanilik yapmasan olmaz di mi?”
43
“…”
“Haydi ablası, iki gün kal, alacağını al, sonra bırak adamlar işlerini yapsınlar doğal olarak.”
“Boş yere tartışmayalım, ben tatilde buradayım.”
“İyi de şekerim sen de…”
“Bak şekerim, ben tatilde buradayım.” diye bağırdı birden. “Beni zerre kadar ilgilendirmiyor heriflerin işleri güçleri. Ev henüz benim. Mümkünse
kimsenin suratını görmek istemiyorum. Buraya da
geleyim deme.”
Yabani, telefonu kapatıp masaya fırlattı. Masanın
üzerinde göl yüzeyindeki çakıl taşı misali seken alet
diğer kenardan yere düştü, şangırdadı.
Beriki kafasını çevirip bakmadan arka odalara giden koridora yöneldi. O koridor ki, anne- babasının
odasına, banyoya, kendi odasına ve ablasının odasına giderdi. Aslında küçükken ablasıyla aynı odada
kalır, koridorun sonundaki daha az güneş göreni ise
babasına çalışma odası vazifesi görürdü. Sonraları
ablası büyüyüp, babası da pek çalışamaz hale gelince ablasını bırakıp oraya geçmişti.
Burası bir masa, açılır kapanır bir yatak ve tavana
kadar uzanan iki kitaplığın tıkabasa doldurduğu bir
yerdi. Babası kitaplığın birini boşaltıp ona tahsis etmişti. Vakt-i zamanında özenle, bizzat ciltlediği, çoğu sararmış, yıpranmış, kitapları raflardan tek tek
indirip büyükçe bir koliye koyarken Fehim Bey, gönüllerini alır gibi, tozlarını elleriyle siliyordu. Bir süre sonra küçük Bülent’e, diğer odadan taşıdığı ıvır-
44
zıvırı, ders kitapları, irice bir basketbol topu için gerekli hazne açılmıştı.
“Bunlar sana emanet!” dedi Fehim Bey çıkarken,
kalan kitapları göstererek. “Roman-hikaye falan çoğu. Belki büyüyünce okursun.”
Küçük Bülent iki dolabın da kendisinin olmamasından müteessir, bir şey söylemeden kafasını salladı.
“Eski diye yüz çevirme, içindekiler yeni senin
için.”
Hiçbiri okunmadı kitapların, zamanla İngilizce
ders kitaplarına ve kişisel gelişim, kariyer zırvalıklarına yer açmak için sıkıştırıldı, iki sıra yapıldı, kimi
en üste, kimi en alta istiflendi.
Evsahibi odadan içeri girdiğinde karanlık artık
iyice çökmüştü. Önündeki birşeyi göremeyip takıldı.
Yere kapaklandı. Kafasını hem sert, hem de yumuşak denebilecek bir şeye çarptı: Basketbol topuna,
bir defa bile oynanmamış, pırıl pırıl, yusyuvarlak
oyuncağa. Kendini toparladı, yerini ezbere bildiği
masaya tutunup kalktı, ışığı açtı. Biri babasının kitaplarını indirip kolilere doldurmuştu. Daha doğrusu
doldurmaya başlamış, ancak daha ikinci koliye geldiğinde sıkılıp gitmiş. Parfüm kokusu kalmış ardından... Evsahibinin kendi eşyalarında pek bir değişiklik yok. Geçen geldiğinde nasılsa yine öyle. İşte soldan sağa tarih sırasıyla ortaokul, lise, ÖSS kitapları... İşte küçük kartondan gemi: Bandırma Vapuru.
Gazete vermişti hani, Türkan ile yapmaya kalkışıp
da becerememişlerdi. Fehim Bey yardım etmişti bitirmesine. Yine aynı gazetenin verdiği karton uçak.
45
Minik bir fotoğraf albümü, minik bir çerçeve. Boş,
ikisi de boş. Kutular... Ayakkabı kutuları, tencere
kutuları, ufak tefek kutular, iri, azman kutular, içleri
boş kutular, ıvır-zıvır dolu kutular... İçlerinde liseden, daha öncesi veya sonrasından hatıra diye saklanan eşyalar. Eşya dediysek ipe sapa gelir şeyler değil, otobüs biletleri, alışveriş fişleri, otobüs firmalarının kolonyalı mendilleri, ufak tefek notların alındığı kağıtlar, hiçbirşeyin yazmadığı ama bir takım
olayları, yerleri hatırlatan kağıtlar... Hatta kalemler,
silgiler, ataşlar, kürdanlar, peçeteler, sinema biletleri, okul kantininin çay markaları, yemekhane fişleri,
İETT pasoları, EGO pasoları, gazı bitmiş çakmaklar,
gazı bitmemiş... Velhasıl hemen herkesin çöp diyebileceği abuk sabuk nesneler. İşte o kutular, bunların
istif edildiği kutular.
Dolabın en alt, en yüksek gözünü tıkabasa dolduran kutulardan en üsttekine uzandı. Kartonun üstü
neredeyse bir karış toz. Silmeden açtı. İçerde bir iki
kalem, uç kutusu, küçük bir not defteri, bir yığın kağıt bekliyor. Kağıt birikintisinin arasından bir de
cüzdan görünüyor. Cüzdanı hatırladı, ne diye buraya
koyduğunu da... Türkan onu terkettiğinde, onu hatırlatan herşeyi kaldırmıştı.
Kalemleri de o almıştı. Kendisi üniversitenin ilk
sınıfındayken. Henüz geleceğe dair bir endişeleri, bir
sorunları yok iken. Ya da çiçeği burnunda ODTÜ’lü
öyle zanneder iken. Türkan’ın böyle endişeleri daha
üniversite tercihleri yapılırken baş göstermişmiş.
Sonraları öğrendi bunları. O vakitler, ÖSS ertesinde,
sıkı bir puan alacağı –ancak en sıkı değil- belli iken,
“Tercihlerini İstanbul’da kalacak şekilde mi yapsın,
46
yoksa şehir dışındaki iyi okulları da en üste yazsın
mı?” diye bir ikilem sözkonusuydu. Hasta babası artık hiçbir sözünü dinletecek halde değildi, ancak
gitmemesini istiyordu: En iyisinde okumasa da olurdu. Darülfünun neyine yetmiyordu? Edebiyat
okusundu, tarih okusundu. Ablası, annesi para getirecek bölümler yazmasını ve tercihlerini Boğaziçi,
ODTÜ gibi en sükseli yerlere yapmasını istiyorlardı.
Türkan ise gitmemesini. Evsahibi ailesindeki kadınların sözünü dinledi. İstanbul’daki veya yakındaki
orta karar okulları es geçip ODTÜ’ye girdi. Aynı sınavlara Türkan da girmişti ancak o bir yeri kazanamadı.
Cüzdan... evet cüzdan. Kağıtların arasından çıkardı. Soğuk nedense, üzerine oturula oturula kavisli
bir hal almış. Açar açmaz Türkan ile karşılaştı. Kısa,
kıvırcık saçlı, utangaç bir erkek çocuğu gibi. Açık
mavi gözleri, bembeyaz dişleri parlıyor. Bahçede
çekilmiş bu fotoğraf. On küsür sene önce. Fehim
Bey’in yaz akşamları bahçede topluca oturup çay
içmek adetiydi. O gün de işte Fehim Bey, oğlu ve alt
kattaki kiracıları, cümbür cemaat oturmuşlar gece
geç saatlere kadar bahçe sefası yapmışlardı. Nasıl
olmuşsa, Fehim Bey’in külüstür fotoğraf makinesine
film konma cesareti de gösterilmiş; elden ele dolaşıp
otuzaltı pozu yarım saatte tüketen makine, bunlardan
ancak birkaçını yakmadan, bulanıklaştırmadan çekebilmişti. Komşu kızına aşık delikanlının çektiği bu
kare de onlardan biri idi. Delikanlı muradına erdi, liseden de sınıf arkadaşı kızın gönlünü çaldı, fotoğrafı
aldı, kesip biçip yepyeni cüzdanına koydu. On küsür
sene önce...
47
İç bölmelerini karıştırdı. Kartvizitler, Ankara’dan,
İstanbul’dan hiç aranmamış kartvizitler. Her birinin
ayrı ayrı hikayeleri... Dinlemek istemedi, geçti. Eski
arkadaşların telefonlarının yazılı olduğu ufak kağıtlar. Türkan’ın vesikalık bir fotoğrafı, saçı uzamış,
üzgün. Bir milli piyango bileti. 1995 yılbaşına ait.
Yatalak Fehim Bey’in emekli olduğu, daha doğrusu
emekliye sevkedildiği sene. Önemli bir ihalede rüşvetini almadığı, kallavi bir şirketin çevirdiği bir dolap sonucu hakkında soruşturma açılmıştı. Adamcağız kendini bile savunamadı. Hastalanıp çöktü. İl
Orman Müdürlüğü’ndeki otuz yılı aşkın hizmetinin
hatırına soruşturma kapatılıp kıdem düşürülerek
emekli edilmişti. Yeni yıldan iki hafta kadar evvel.
Annesinin gizliden, ablasının açıktan beslediği öfkeye, baştan parayı almamasına dair aşağılamalarına
ses çıkarmayan evsahibi, piyango biletine ikramiye
vursaydı hepsini babasına verecek, ihtiyarın evdeki
saygınlığını kurtaracaktı aklınca. Amorti bile çıkmadı o yıl. Ertesi yıl da...
Okulu biran önce bitirip çalışmaya başlamalı, iyi,
çok iyi yerlerde çalışmalı, çok para kazanmalıydı. O
zaman maaşının yarısını verirdi babasına. Demek ki:
Saygı görmek için para lazım.
Bileti katlayıp yerine koydu, sağ kanadın bölmelerini karıştırmaya başladı. Yine kartvizitler, kağıtlar, telefon numaraları. Ankara-Etlik’teki bir ikinci
el mobilyacının kartviziti, ne kadar para aldığını ve
daha ne kadar alacağını yazıp imzalamış adam. Ne
almışlardı ki? Buzdolabı mıydı? Bir Türkan daha, liseli. Bir tane daha. Ve bir tane daha. Derken ince
uzun bir kağıt. Bir ambalaj kağıdı daha doğrusu. Bir
48
yüzünde “Kafe Keyif” yazıyor iri iri, diğer yüzde ise
“Şeker/Sugar” yazısına ince bir el yazısıyla bir iki
kelime eklenmiş: “24.5.1994 / 3. Yılımız / Seni hep
seveceğim”...
Cüzdan elinden kaydı, düştü. Burnu sızlıyordu.
Minik şeker ambalajını avucunun içine aldı, parmağıyla bir-iki okşadı. Keyif Kafe, 1994: Karşısında
Türkan, adaçayı içiyor. Burası bir okul çıkışı götürüp de ilan-ı aşk ettiği yer. Şimdi üniversitenin ikinci
yılı bitmek üzere. Finaller öncesi kaçamak yapıp İstanbul’a gelmiş. Karşısında Türkan, adaçayı içiyor.
Burnu sızlıyor. Başı ağrıyacak. Lüzumsuz şeyler konuşuyorlar: Havalardan, Ankara’dan, Kızılay’dan.
Lüzumlu şeyler konuşuyorlar: Fehim Bey’in hastalığından, okulun ne zaman biteceğinden. Ablası yeni
kiracı bulup Türkan’ları çıkarmış. “Mahalle artık
yavaş yavaş bir iş merkezi oluyor. Kiralar da artıyor
doğal olarak,” demiş. Türkan değilse de, ailesi dargın.
“Ne zaman bitecek?” diye soruyor Türkan.
“Bilmem, iki sene daha var işte. Uzatmam herhalde. Ben de biran önce bitirmek, çalışmaya başlamak istiyorum zaten.”
“İyi.” Önüne, tuttuğu ellere bakıyor Türkan.
“İyi.”
Bülent ellerini bırakıyor kızın, kullandıkları şekerlerden birinin ince uzun kağıdını alıyor.
“Kalemin var mı?”
“Var.”
49
Tarihi yazıyor, isimlerini yazıyor, onu sevdiğini
yazıyor. “Üç yıl oldu.”
Kız da kalemi alıp diğer şeker kağıdına yazıyor
birşeyler. Birbirlerine veriyorlar. Gülümsüyorlar.
Bülent gülüyor. Burnu sızlıyor. Karşısında Türkan,
hep adaçayı içer.
Evsahibinin burnu sızladı. Gözleri doldu. Ağlayamadı. Cüzdanı yerden aldı, incitmeden kağıdı yerine koydu. Kutuyu, cüzdanı masaya bırakarak yatağa uzandı. Başı ağrıdı ağrıyacak. Üşümüş olduğunu
yeni farketti. Senelerdir bozulmamış yatağı açtı,
ışıkları kapattı, pantolonuyla, ceketiyle yatağa girip
yorganı kafasına çekti. Bir iki titremeden sonra ısınıp sakinleşti, kafasını çıkardı: Tavanda asılı fosforlu yıldızlar parıl parıl parlıyor. Sarılar, maviler, küçüklü büyüklü yıldızlar, bir tane de Aydede. Bunlar
da Türkan’ın armağanı. Kendi odasına asmasına babası kızıyormuş.
“Sen onlara bak, beni hatırla!” demişti. “Havai fişek gibi. Her taraftan yıldız yağacak ışıkları kapatınca.”
Türkan yıldızları severdi, yıldızları severlerdi.
Çok havai fişek izlemişlerdi. Şimdi yine ilk günkü
gibi şaşkın. Büyülenmiş gibi bakıyor, uykuya dalarken burnu hala sızlıyordu.
Bir çuval gibi, hiç kıpırdamadan, rüya müya da
görmeden yattı durdu. Bütün gece, bütün sabah, öğlen... Gözünü açtığında hemen davranmak, kalkmak
istedi, işe yetişme telaşı ile. Böyle uykusunu iyice
aldığı zamanlarda ekseriye geç kalırdı çünkü. Ancak
vücut hala uykudaydı.
50
Ne işi, tatil!
Odanın içine çevre binalardan ve perdelerden
kurtulan, soluk, bir iki parça ışık giriyor; duvarı, tavanı, eşyaları okşayıp çıkıyor. Daha gür aktığı zamanların alışkanlığıyla ışıktan kaçmak için duvara
döndü. Eski bir ahbap: Rutubet kokusu. Bu sabah
amma tanıdık ha! Bir içeriden annesinin onun tembelliğine veryansın etmesi eksik. Sesi duymamak
için kafasını yastığın altına soktu. Açık mavi duvarın
pütür pütür yüzeyi, boyadaki çatlaklar. Ve çarşafa
değdiği yerin iki parmak üstündeki fırça kılı. Hala
orada.
Ööf, yeter.
Evsahibi bu sefer davrandı, yorganı atıp doğruldu. Soğuk. İçerde bir ses, salonda. Annesi mi? Hayır
telefon.
Salona gitti, masanın arkasına geçti. Hayret, telefonun kapağı çıkmış ama hala çalışıyor. Arayan ablası. Hiç istifini bozmadı, ciyaklayan cihazı öylece
bırakarak odasına döndü terliklerini giymeye. Elini
yüzünü yıkayıp kendine geldi. Duvardaki saate baktı: Dokuz buçuk. Hava yarı karanlık. Gitti yerdeki
telefonu aldı: 15.30. Öbür saatin pili yıllar önce bitmiş olacak.
Birşeyler yemeli, çay içmeli. Mutfağa yollandı.
Elbette, yiyecek hiçbirşey yok. Buzdolabının fişi çekik, içi kokuyor. Ancak tüpte gaz var gibi.
Çıkıp markete yollandı. Bir süre boş boş gezindikten sonra kahvaltılık birşeyler aldı. Saat için pil
arıyordu ki telefonu tekrar çaldı. Ne diye yanına aldıysa.
51
Zır zır zır.
“Efendim!”
“Aloo, nerdesin sen yaa? Kaç kere aradım sabahtan beri.”
“Ne oldu?”
Ne tarafta ola ki şu piller?
“Birşey olduğu yok şekerim, merak ettim. Soğuktur orası, n’apıyorsun?”
“İyiyim ben, o kadar da soğuk değil.” Evsahibi
market arabasını önündeki kadının kalçasına çarptırdı. Eliyle koluyla özür diledi.
“Ya güzelim, inat etmesen. Hevesini aldın, yattın
uyudun işte orada. Atlayıp gelsen işte. Mehmet de
soruyor, nerde diyor.” Bir süre durakladıktan sonra
devam etti kadın. “Maç yapıcaz diyor
playstation’da.”
“İyiyim ben böyle, iyiyim.” Pilden vazgeçip kasaya yöneldi, sıraya girdi. “Şimdi kapatmam lazım,”
deyip çat diye kapattı.
Piller de hemen oradaymış. Kasiyer kızın yanında. Para ödeme zamanı geldiğinde cüzdanını çıkardı.
Kahverengi deri, dün karıştırdığından daha çok hazneye sahipti. Ancak ne bir kağıt, ne de bir not vardı.
Değerli olan. Banka kartları, kredi kartları, kredi
kartları... Solda banka kartları, sağda banka kartları...
İçeride paralar, yirmilikler, ellilikler, onluklar... İşte
senin hayatın, budala! Ha, kartvizitler yok değil: Recep bilmemkim... bilmemnerenin genel müdürü...
Tufan bilmemkim... bilmemne holding finans departmanı... falanca şirketin muhasebecisi, filanca
52
bankanın fişmekanca şube müdür yardımcısı... vesaire. Bir tanesinden de birçok nüsha var: Bülent Aymaz, ... Bankası, ... Şubesi, Araştırma ve Kredilendirme Departmanı. Şeker ambalajlarını nereye koymuştu? Fırça kılı nerede?
Arkasından belli belirsiz homurtular:
“Hadi be kardeşim!”
“Ohooo!”
Kasiyer kız daha önce söylediği tutarı asabi asabi
tekrar ediyor, “Nakit mi, kredi kartı mı?”
Evsahibi panikleyip iki üç banknot uzattı. Kasiyer
ters ters bakarak bir tanesini aldı, fişi kesti, para üstü
verdi. Evsahibi homurtular ve kınamalar eşliğinde
aldıklarını torbaya doldurup marketten çıktı.
Hava soğuk. Kuru soğuk. Rüzgar kırbaç gibi şaklayıp duruyor suratında. Apartman kapısı kapanmasın diye önüne dayadığı boya kutusunu çekti, kapıyı
kapattı. Çatır çutur yukarı: Boyacılar cam kırıklarını
iyi süpürememiş. Ellerindekileri mutfağa bıraktı.
Buzdolabının fişini, tüpün başlığını taktı. Bütün bunları yaparken garip bir haz alıyordu. Elinden gitmek
üzereyken, tekrar bu evin sağına soluna hayat serpmek. Yasak bir aşk. Umutsuz.
Niye bugüne kadar elini uzatıp serpmemişti? Ablasının ve domuz eniştesinin dizinin dibinde yaşamıştı da, mama istediğinde onlara sürtünmüştü de,
sıcaktan ve konfordan mayışmıştı da bunca zaman,
niye elini uzatmamıştı?
Uzatamamıştı. Ablası ve eniştesi onu hep, kolayca ikna ediyordu. Kavgayı gürültüyü sevmezdi. En
53
azından son zamanlara kadar. Annesi, ablası gibi
yaygaracı olsaydı daha mutlu olacağına inanırdı hep.
Hem rahatı ve konforu yerindeydi. En çok istediklerini almıştı hayattan. Babasının sağlığında çekilen
sıkıntılar çok komik ve boşunaydı. Aniden peyda
olan borsacı enişte bey, ailenin hayat felsefesini kökten değiştirmişti: Ay sonunda kiracısından para istemeye utanan, kira ödenemiyorsa -elde ne varsaüste borç veren Fehim Bey bir ucubeydi. Kabul edilemezdi. Hayattaki her hareketini kendi çıkarı için
yapan, para gelmeyecek yere selam bile vermeyen
Mehmet Bey çağdaştı, ailesini, geleceğini düşünen
bir insandı. Örnekti.
Tüp o kadar da dolu olmasa gerek, yumurtayı pişiremedi. Ekmek, peynir atıştırdı. Tam doymasa da
üşüdüğünden –mutfak nedense daha soğuktu- kalkıp
salona geçti. Eski televizyonun fişini takıp açtı. Çalışıyordu. Babasının koltuğuna kurulup izlemeye koyuldu.
Cıvık bir yarışma programı, pembe dizi, bir başka
yarışma, dizi, yarışma... Hah, belgesel! Hayır belgesel değil reklammış. İlginç ama: bir kır manzarası,
piknik yapan bir aile... Fehim Bey, ormancılık günlerinde, dinamik günlerinde her hafta olmasa bile
güzel havalarda iki üç haftada bir pikniğe götürürdü
evsahibini. Tabii bu reklamdakinden farklı olurdu,
mutlaka başka ormancılarla, olmadı komşularla gidilir, illa ki rakı açılır, ud yahut saz çalınırdı... Bu reklamda ise ağaca mı, duvara mı, birşeyler çakılıyor
bir bisküvinin yenilmesi isteniyordu, ısrarla. Tak tak
tak... Ne acayip. Duvara değil, Fehim Bey’in uduna
çakılıyor çivi. Her darbeye ahenkli bir tınlama eşlik
54
ediyor. Neden vuruyorlar uda? Kim? Fehim Bey çimenlere uzanmış, üzerinde yorgan, kolunda serum.
Türkan yerde oturuyor, fincandan birşey içiyor.
Eniştesi bir taş ile vuruyor uda. Tak (tınn) tak
(tınn)... Türkan’ın babası gülüyor.
Tak tak... Tak tak... Alt kattan geliyordu ses.
Evsahibi kendine geldi, koltuktan kalktı. Hava kararmış iyice, etraf zifiri. Televizyon niye kapalı, kim
kapattı? Işıkları yakıp perdeleri çekti. Gelip televizyonun düğmesine bastı. Çalışmıyor. Fişi takılı değil!
Fişi taktı. Karıncalardan başka birşey yok! Çünkü
anten yok! Allah allah? Evet, ufak bir TV üstü anteni vardı, ama şimdi öbür evde!.. Tak tak... İyi de az
önce seyrettikleri?.. Bisküvi reklamı? Tak tak...
Evsahibi şaşkın, ayakkabılarını giyip alt kata indi.
Tak taklar kesilmişti ancak konuşma sesleri geliyordu. Türkan’ın... Türkan’ın babası değil miydi bu konuşan?.. Ya öbürü? Merdivenlerin yarısında durdu.
Eniştesi olacak domuz mu öteki?
Dinlemeye koyuldu.
Türkan’ın babası bir iki öksürdü. “Orayı kapatma,
aç orayı da. Aç, aç!” dedi.
“Çok cereyan yapar, herşey uçuşur.” diye cevapladı domuz acele acele.
Sesler yakınlaştı, koridora çıktılar. Evsahibi sessizce bir iki basamak yukarı çıkıp pustu. Türkan’ın
babasıyla karşılaşmak hiç de iyi olmazdı.
“Şunu daya kapıya!” dedi ihtiyar.
55
“Ya yukardaki?” Eniştesi ağır birşey sürüklüyordu yerde. Nefesi kesildi. “Ya yukardaki manyak
n’olacak? Böyle bırakıp gidiyoruz.”
“Dert mi sana?” diye azarladı Türkan’ın babası.
“Muhittin Bey dedi, ‘açık bırakın’ diye.”
Çıtırtılar, cam kırıntıları... apartman kapısının açılışı... Türkan’ın babasının sesi: “Kodumunun Manyağı!”
Zramm... uzaklaşan küfürler...
Ağır ağır yukarı çıktı. Kapıdan girerken vazgeçti.
Tekrar aşağı indi. Türkanların kapısı ardına kadar
açık, önüne kocaman bir teneke kova dayalı. İçeri
girdi. Karanlık, ağır bir boya kokusu var. Rüzgar
esiyor. Karanlıkta parlayan elektrik düğmesini bulup
ışığı yaktı. Girişte bir masa, yan yana dizili sandalyeler. Salona geçti. Işığı aradı el yordamıyla, duvarlar ıslak. Yeni boyanmış. Bir takım eşyalar, dolaplar
ortaya çekilip üzeri örtülmüş. Türkan’ın odasına
doğru yürüdü. Açık kapıda bir levha: Av. Muhittin
Çolak. Burada ışığın yerini biliyordu.
Oysa sadece bir kez girmişliği vardı: Kızı ilk öptüğü gün. O vakte kadar okul çıkışlarında veya
apartmanın merdivenlerinde görüşmüşlerdi. Gözde
mekanları Fehim Beylerin kapısı ve alt kattaki kömürlüğün önü idi. Neredeyse ilk iki yılın tüm anıları
bu apartmanın koridorundaydı. Duvarlara, tavanlara
bakıp hayal kurmuşlar, planlar yapmışlardı. Kömürlük kapısının pervazına iki de çentik atmışlardı. Her
yıl için bir tane yapmaya yeminliydiler. Üçüncü çentiği Türkanlar taşınmış olduğundan evsahibi kendisi
atmıştı. Dördüncü ise hiç atılamadı. İşte o gün, alt
56
kattakiler maaile bir yere gitmişlerdi, Türkan hariç.
Sevgililer birkaç saat boyunca çay demleyip içmişler, televizyon izlemişler, kızın odasında utangaçça
öpüşmüşlerdi. Şimdi odada dosya dolu dolaplar, bir
masa, televizyon, büro tipi koltuklar vardı. Ve çok
tanıdık bir şey daha: Kanepe. Diğer zımbırtılar yine
ortada toplanıp üzerleri örtülmüştü ancak bu eski
kanepe aynı yerde, açık camın hemen önünde duruyordu. Bir yüz geçirilmiş, üstüne de televizyon ve
kimi dosyalar konulmuş.
Evsahibi televizyonu ve dosyaları aşağı indirdi.
Camı ve ışığı kapattı. Eşyaların üzerine örtülen boyalı, pis örtüye sarınıp kanepeye kıvrıldı.
Soğuk.
Hala biryerlerden çok fena rüzgar esiyor. Kalkıp
kapatmalı, ancak gücü yok. Tak tak... Yukarıdaki
manyak. Telefon çalıyor. Boya kokuyor, açık mavi
boya. Türkan’ın babası duvardaki fırça kılını alıyor,
çeke çeke uzatıyor. Şekerim hadi adamlar işini yapsın. Tak tak... Eniştesi uda vuruyor. Türkan’ın babası gülüyor: “Kodumunun manyağı seni!” diyerek
elindeki çatal dilli kırbacı kafasında şaklatıyor. Tak
tak... Manyak! Evsahibi yastığın altına sokuyor kafasını. Babası yattığı yerden doğruluyor: “Buzdolabı
borcunu ödedin mi, içindekiler yeni senin için!”
Türkan adaçayı içiyor. Tak tak... Ne zaman bitecek?
İyi. Havai fişekler gibi. Kredi kartı? Nakit? Açık
mavi rutubet. Telefon...
Telefon çalıyor. İyi.
Telefon çalıyor.
57
Evsahibi telefonunun zırıltısıyla uyandı. Her tarafı tutulmuş, soğuktan donmuş. Ortalık aydınlık. Üst
kattaki evin salonunda. Telefon masanın üstünde zırlıyordu. Allah Allah... Buraya ne zaman geldi? Kalktı titreye titreye telefonu açtı:
“Tünaydıın!” Ablası.
“Günaydın.”
“N’aber?” Çok neşeli. “Yeni mi kalkıyosun?”
“Ev... evet yeni kalktım.” Hala titriyordu.
“Tamam. Şekerim bak biz birazdan yola çıkıyoruz. Mehmet ile dün gece karar aldık. Güneye iniyoruz tatile.”
“Güneye?”
“Ya anla işte! Tatil ya, bi Bodrum falan yapcaz
doğal olarak.”
“Haa... iyi yolculuklar.”
“Bak gelir de bizi bulamazsan merak etme diye
aradım.”
“Tamam tamam.”
“Sen de oralarda fazla kalma, üşütücen.”
“Çok soğuk değil.” Hala zangır zangır titriyordu.
“Emin misin?”
“Ben iyiyim de normal zamanda bu alt kattakiler
nasıl ısınıyorlar? Elektrik sobasıyla mı?”
“Kat kaloriferleri var onların. Kömürlükte. Mazotla mı ne çalışıyor.”
“Kömürlükte mi?”
58
“Evet.” Arkadan eniştesinin sesi geliyor. Ablası
ona laf yetiştiriyor: “Tamam, okey.”
“Eniştem dün gece buraya geldi mi?”
“Mehmet mi? Yok canım. Buradaydı.” Biraz durakladıktan sonra: “Nerden çıkardın bunu?”
“Peki tamam. Sesini duydum sanki. Karıştırmışımdır.”
“Bir şeye ihtiyacın var mı?”
“Yok, size iyi yolculuklar.”
“Boyacılar gelecekmiş. Muhittin Bey aradı dün.”
“Boyacılar...”
“Evet, gözünü seveyim sorun çıkarma.”
“Boyacılar, boyacılar...”
“...”
“Tamam tamam, ben ilgilenirim onlarla.”
“Bülent! Bir sorun çıkarma da işlerini yapsın
adamcağızlar.”
“Tamam, haydi iyi yolculuklar.”
“Görüşürüüüz. Byee”
“Görüşürüz.”
Telefonu yavaşça masaya bırakıp arkasına baktı.
Kanepe işte. Ellerine hohladı. İki gündür çıkarmadığı ceketinin tüm düğmelerini ilikledi. Yahu dün bu
kanepe aşağıdaydı. Aşağıda uyumuştu. Örtü yok,
cam açık. Televizyon, boyacılar ve üstüne bu... Apar
topar aşağıya indi. Alt dairenin kapısı açık. Önünde
bir boya tenekesi. Girişin ışığı yanıyor. Salon? Salonda eşyalar ortada, üzerleri örtülü. Işık açık. Öbür
59
odanın da ışıkları açık. Eşyalar ortada, üzerleri örtülü: Dosya dolapları, büro koltukları, masa, ve fazladan boş klasörler. Bir de kalorifer peteği. Televizyon
yok! Kanepe yok! Pencere kapalı.
Aklını mı yitiriyordu? Yoksa birisi binanın içine
saklanmış, ona şaka mı yapıyordu? Hangisi rüya,
hangisi gerçek. Tamam, eniştesinin veya Türkan’ın
babasının burada olmaları gerçekdışı. Ancak onların
seslerini duymuştu. Dünyada en nefret ettiği bu iki
insanın sesini karıştırmasına imkan yok! Ayriyeten
televizyonda reklamı izlemiş, Alt kattaki kanepede
de uyumuştu. Tak tak... manyak!
Işıkları söndürüp apartman koridoruna çıktı. Bugün nispeten güneşli bir hava. Koridor oldukça aydınlık. Ancak kapıdan acı acı soğuk giriyor.
Kömürlük.
Kömürlük merdivenin altına doğru, alt kat koridorunun sonunda. O tarafa aceleyle seğirtti. Kapıyı
açıp içeri baktı. Benzin kokusu. Bir ışık olmalı idi
sağ tarafta bir yerde. Tangır tungur bidon gibi
birşeyler devirdi. Elektrik düğmesi? Buldu. İşte kalorifer kazanı: Ucube! Işığı kapatacakken çentikler
aklına geldi. Kapının pervazına baktı. Çentikler, çentikler. Çok fazla var. Sekiz tane! Hadi canım! Bir
daha saydı: Tam sekiz tane. İlk üçü kocaman ve derin. Diğer beşi daha kısa ve daha hafif. Hadi canım!
Bu da olsa olsa aklının ona bir oyunu. Tam sekiz tane: Türkan buraya gelmiş! Türkan buraya geçen sene gelmiş! Türkan onu hala seviyor! Geçen sene tam
buraya, karanlık mahzene gelmiş. Belki de her sene
gelmiş.
60
Hayır, hayır. Bu da bir oyun, bir yanılgı. Son aylarda başgösteren asabiyet, uykusuzluk, müzmin
mutsuzluğu ve içe kapanıklığı ile birleşmiş; zihnini
yormuştu. Şimdi bu yorgunluktan daha büyük hayal
kırıklıkları üretmek doğru olmazdı. Işığı kapatmadan
bir kez daha saydı: Sekiz işte!
Apartman kapısına kapanmasın diye bir boya tenekesi dayayarak dışarı çıktı. Dışarıdaki hareketliliğe bakılırsa pek de sabah sayılmaz, en az öğlen.
Türkan... Evsahibi ayağında terlik, saçı başı dağınık,
ceketinin düğmeleri ilikli, yakası kalkık, elleri boyalı, salya sümük bir halde çilingir bulmak için yarım
saat kadar titreyerek etrafta dolandı. Umudu kesmişti
ki ana caddeye yakın bir elektrikçiye sormayı akıl
etti. Karşısındaki tipten ve bakışlarından ürken elektrikçinin arkadaşı bir başka elektrikçi çilingirlik de
yapıyormuş. Telefon edildi, randevulaşıldı. Berduş
evsahibi geze geze evinin yolunu tuttu. O bina
onundu.
Çilingir bir saat kadar sonra geldi. Apartman kapısının kilidini değiştirdi. Güzelce de bir para istedi.
Evsahibi cüzdanından tiksine tiksine parayı çıkardı,
verirken:
“Usta,” diye ekledi, “seninle bir işimiz daha var!”
“Söyle yiğenim, yapalım elimizden gelir ise.”
“Gel hele şöyle.” Adamın koluna girip kömürlüğe
doğru götürüyordu.
“Kapı mı açılmaz?”
“Yok yok!” Kömürlüğün kapısını açıp ışığı yaktı.
“Kapı sağlam.”
61
“Kaçak mı vardır makinede?”
Evsahibi güldü. “Yok be ustacığım. Şuraya bakıp,” çentikleri gösterdi. “Burada kaç çizgi var bana
bir söyleyiver.”
“Nasıl yiğenim?”
“Kaç çizgi çekilmiş?”
“Ben ne bilem...” Adam bu tuhaf emrivakiden işkillendi, “kaç tanedir. N’apacaksan? Kendin saysana.”
“Benim gözler iyi görmüyor, sen bir sayıver.
Önemli.”
Bir “la havle” çeken çilingir, çok önemli bir vazife yapıyormuş gibi ciddiyetle saydı:
“Tokuz!”
“Dokuz mu? Ciddi misin?”
Adam tekrar ama bu kez eliyle, tek tek saydı:
“Yok, yok. Sekiz!”
“Sekiz di mi ya?” Durduğu yerde iki kere zıpladı.
“Sekiz!”
Evsahibi elinin boyalı olduğunu farketti. Yıkamalı. Merdivenlerden yukarı fırladı. İlk iki basamaktan
sonra gözü karardı. Benekli mermer basamaklara
çöktü. Sekiz. Biraz oturduktan sonra kalktı, ağır ağır
yukarı çıktı. Kapı kapanmış, anahtarını çıkardı. Ejderha desenini gördü. Benziyor muydu ejderhaya?
Benziyordu. Ne zaman onların kapıda buluşsalar bir
kere bahsi geçerdi. Türkan bu ejderhayı bir kötülük
timsali olarak düşünür, korkardı. Rüyasına girdiğini
söylediği bir gün evsahibi boyayı kazımaya çalışmış,
62
ancak bu, ejderhanın ağzına bir de alev eklemekten
başka bir şeye yaramamıştı.
Güldü, kapıyı açıp içeri girdi. Karnı aç. Buraya
neden gelmişti? Hatırlayamadı. Salona geçip televizyonun düğmesine bastı: Karıncalar. Zram zram...
Kapattı, geçip kanepeye oturdu. Birşeyler yemeli.
Sekiz tane ha! Belki de hemen umutlanmamak gerek. Belki bir şey sürtmüştür, şu kazan mesela. Belki
de başka biri yapmıştır.
Soğuk, rüzgar esiyor. Sekiz!
Birşeyler yemeli. Zram zram zram, çıt çıt çıt!
Kim gidecek de orayı görecek, çentik atacak.
Evsahibi camı kapatacağında manzara dikkatini
çekti. Dışarı baktı. Gözü karşıda çayırımsı bir yeşilliğe ve arkasındaki adını bilmediği, hiç gitmediği
mahalleye alışıktı. O kadar ki, hayal meyal seçilen
yokuşlarında oynayan karınca kadar çocukları, hemen önlerindeki biri tek diğeri iki katlı ev ile çayır
arasındaki uzun ağaçları aradı. Pencere aslında doğuya baksa da, o mahallenin camlarından yansıyan
güneşin batışını izleyebilir, mevsim bahar olsaydı
yeşilliğin üstünde uçurtma bile görebilirdi.. Çıt çıt
çıt... Hiçbiri yoktu elbette. Çayıra beton dökülmüş,
birkaç tane -galiba dört- baştan aşağı camdan, dev
peynir tenekesi, betonun üzerine bırakılmıştı. Tenekelerin aralarındaki boşluklar ise otopark. Karşıdaki
ufak binalar (nasıl oldu da duruyorlarsa) boyanmış,
restore edilmiş ve... Ne olmuş? Evsahibi tabelayı
okuyabilmek için açı değiştirdi: ROSLA Computer
& Technology. Yine de dikkatli bakıldığında
63
işmerkezlerinin arasından karşı mahallenin bir iki
evi seçilebiliyordu. Ne mutlu.
Zram zram zram zram! Çıt çıt çıt çıt çıt! Bunlar
da ne? Aşağıdan geliyor. Kalktı, merdivenlerden
aşağı koştu. Tehditkar gürültüler: Zram... Zram
Zram... Zram... Küfürler. Öfkeli tiz sesler: Çıt çıt çıt
çıt...
Boyacılar gelmiş. İhtiyar olanı kapıyı tekmeliyor,
genci ise anahtar veya bozuk para ile kırılmayan tarafın camına vuruyordu.
“Ne istiyorsunuz?” diye bağırdı evsahibi merdivenlerin yarısından sarkarak.
“Boyacıyız biz,” aynı şekilde bağırarak cevap
verdi ihtiyar. “Alt katı boyayacağız. Muhittin bey
dediydi. Kapıyı açamadık, anahtarı mı değiştirdiniz?”
“He yaa. Anahtarı değiştirdim. Tatilde çalışma
olmayacak demiştim ben o adama.”
“Hemşerim aç şu kapıyı. Bizim de başımızı derde
sokma. Bitirmemiz lazım.”
“Rahat bırakın. Gidin,” dedi koridora inen
evsahibi.
“Kardeş söz, sana ilişmeyiz.” Genç olanı karıştı
lafa. “Ses de çıkarmayız.”
“Gidin.”
“Lan sen ne laf anlamaz adamsın. Açsana şu kapıyı deyyus!” diye bağırdı ihtiyar boyacı.
Evsahibi etraftaki boya tenekelerinden küçük bir
tane seçip eline aldı.
64
“Bak deli etme adamı, Muhittin bey gönderdi
diyo...” ihtiyar lafını bitiremeden Bülent elindekini
kapıya doğru fırlattı. Kutu açıldı, içindeki beyazımsı
boyanın yarısı kafasını kapıdaki çiçek motiflerinden
içeri sokmaya çalışan ihtiyarın suratına, yarısı da diğer kanadın kırılmayan camına boşaldı.
“Hay... hay...” Hiddetinden konuşamadı ihtiyar.
Ağzına giren boyaları tükürdü. Kapıyı tekmeledi.
Bağırdı. Küfretti. İki kanatlı kapı birkaç gün öncesindeki gibi zangır zangır titriyordu. Evsahibi korktu, merdivenlere doğru geri geri yürüdü. Uzun uzun
küfür etti, bir tekme daha savurdu herif. Nafile. Kapı
nuh diyor peygamber demiyordu.
“Abi,” dedi genç boyacı yavaşça, “hadi gidelim.”
İhtiyar uzun uzun küfretti yine. Evsahibi merdivenlerden yukarı görünmeyeceği şekilde iki-üç basamak çıktı, oturdu.
“Hadi abi, hadi.”
“Pezevenge bak yahu!” İhtiyarın sesi uzaklaşıyordu. Ohh.
“Biz ekmek parası kazanacaz diye tatil matil...
geliyoruz çalışmaya...”
Evsahibinin kafası dizlerinin üzerine düştü.
“Tamam abi, bırak.”
“Pezevenk bizi içeri almıyor.” Ses tekrar yakınlaşıyor gibi.
“Abi bırak. Bırak abi, bırak.”
65
Küfürler... küfürler... Dizler. Gözyaşları. Küfürler... Hıçkırıklar. Soğuk. Boya kutuları. Gidin. Hala
küfürler. Gidin, gidin, gidin!
Boyacılar... Büyük mavi bir duvar. Hıçkırıklar.
Daha doğrusu duvar yok, boyacılar boyadıkça vücuda geliyor. Gidin! Rüzgar esiyor. Mavi duvar geliyor. “Kalk!” diyor Türkan’ın babası, “Burayı boyayacağız. Senin burada işin yok artık.”
“Nereye gideyim?”
“Güneye.”
Dizler. Alnı acıyor. Mavi duvarda derin çizgiler.
Yedi mi, sekiz mi? Üçten fazla ya. İhtiyar boyacı
elinde fırça, çizgileri kapatmaya çalışıyor. Bir yandan da ana avrat sövüyor. Hıçkırıklar.
Güneye!
Gözlerini açtı: Merdivenlerde oturmuş kalmış.
Yukarı! Kalktı, yukarı çıkmaya başladı tekrar. Artık
hava kararmış, etraf karanlık. Işıkları yakıp oturdu.
Bu adamlar kesin bir daha gelirlerdi. Adam sen de,
gelsinler. Kapının maşallahı var. Kale kapısı mübarek.
Nezle belirtileri var. Üşüttü tabii. Dünden beri
soğukta oturuyor. Dün? Dün mü gelmişti? Kaç gün
oldu? Tatil dokuz gün. Dokuz gün sonra öyle yada
böyle gitmesi gerek. Dokuzuncu gün bir daha dönmemek üzere, yeni vıcık vıcık hayatına gitmesi gerek. Bütün gün birbirlerine sırıtan ancak eline fırsat
geçse bir kaşık suda boğacak; resmi giyimli, şık giyimli, makyajlı-parfümlü, sinekkaydı traşlı, kravatlı,
pantalonlu; finanstan konuşan, paradan konuşan, fa-
66
izden, krediden, piyasadan, borsadan, dövizden, kardan, maaştan, bordrodan, borçtan, faturadan, arabadan, televizyondan, yine paradan, çok çalışmaktan,
öğle tatilinden, mesaiden, geç kalmaktan, erken
çıkmaktan ama ille de paradan konuşan; gülüşü sahte, konuşması sahte, mimikleri, ses tonu, gözleri, elleri, ayakları, kaşı gözü sahte; karşısındakini dinlemez, dinlese de anlamaz, anlasa da umursamaz, içten davranmaz, içten gülmez, içten bakmaz, okumaz,
yazmaz, düşünmez, beğenmez, konuşmaz, susmaz
insanların arasına gitmesi gerek. Onları sevmesi, onların değer verdiği şeylere değer vermesi, gayrisini
unutması gerek. Maişet derdi diyerek her sözüne, her
eylemine, her dakikasına, her saniyesine fiyat biçmesi ve tahsil etmesi gerek. Yüksek yüksek binalara
gururla tırmanıp herşeye en tepeden bakan olmak,
varsa ondan yukarıdakini derhal indirmek gerek.
Rasyonel olması, çağdaş olması demek, bu demek.
Üstüne üstlük bir de bunları severek, inanarak yapması gerek. Dokuz günü var. Ya da kaç günü kaldıysa işte...
Soğuk, hasta olması kaçınılmaz. Salonda bir soba
var ancak boruları yok. Kimbilir nerede? Annebabasının odasında bir elektrik sobası olacaktı. Sahi
niye hala oraya girmedi? Nasıl olsa bu son gelişi değil mi? O gittikten sonra başkaları bütün bu evi altüst etmeyecek mi? Yürü öyleyse.
Kapının açılmasıyla beraber yine aynı tanıdık: rutubet kokusu. Yarı tıkalı burnu zar zor koku alıyordu. Bu kadar rutubetli bir evi ne diye bu kadar çok
kişi ister? Şehrin gözde iş merkezlerinden birinde
olduğu için tabii. Neredeydi bu ışık?
67
Evsahibi bu odaya o kadar az girmişti ki, içerideki bazı eşyaları hemen tanıyamadı. Gardırop ile yatak arasında duran annesinin tuvalet masası ilgisini
çekti önce. Devasa bir aynası, yanlarda rafları, aşağıda çekmeceleri vardı. Rahmetlinin pek süslenme
huyu yoktu Fehim Bey sağken. Ancak Fehim Bey
yine de ona bu tuvalet masasını almıştı. Daha doğrusu marangoz bir arkadaşına hususi olarak yaptırmıştı. Ablasının zoruyla bir yere gidecek olursa bir iki
kez makyaj yaptığını görmüştü evsahibi annesinin.
Oysa aynı kadın, buradan taşınınca makyajsız gezmez olmuştu. Kadıncağıza yaşama sevinci gelmişti
yeni hayatında. Tuhaftır, evsahibi ise tam tersine buradan gidince hayattaki tüm beklentilerinden ve isteğinden vazgeçmiş, kendini öylece ırmağın akışına
bırakmıştı. Annesi ve ablasına benzemediğini söylemek zor iş değildi. Babasına benziyordu daha çok.
İşte babasının kitapları. Muhtemelen aynı marangoz arkadaşına duvara çakılan raflardan yaptırıp üstüne dizmiş. Birkaç hukuk kitabı. Romanlar. Eski
yazıyla basılmış üç cilt. Kimbilir neden bahsediyor?
Orman Fakültesinden kalan sararmış notlar. Defterler.
Fehim Bey 1961 mezunuydu. Kendi kuşağıyla
gurur duyar, olur olmaz her yerde vaktin öğrenci hareketini, 555K bilmecesini anlatmaktan zevk alırdı.
Fazlaca kitap okur, gazeteleri takip eder, günlük tutardı. Üniversiteden, sonraki yıllardan pek çok hatırlı
dost edinmiş, onlarla çocukları büyüyene dek irtibatı
koparmamıştı. Çok sık olmasa bile mutlaka görüşürlerdi. Birçoğu Fehim Bey olmasa tanış olamayacak
bu ihtiyar delikanlılar, birbirlerini kimi zaman tek
68
tek ziyaret ederler, kimi zaman da biraraya gelirlerdi. Kendi evlerinde toplanılacağı günlerde çok kavgaları olmuştur Fehim Bey ile karısının. Politikanın,
edebiyatın yanında futbolun da konuşulduğu, ayran
kadar rakının da tüketildiği bu meclislerden istisnasız güler yüzle ayrılınırdı.
Ancak bundan Fehim Bey’in herkes ile anlaşabildiği, daha doğrusu herkesin onu anlayabildiği sonucuna da varılmamalı. Kendi yıpranmış arkadaşlarıyla
görüşen, eğlenen adamcağız işyerindeki, mahallesindeki, ailesindeki değişikliklere ayak uyduramamış, kimsenin dilinden anlamaz, kimseye kendini
anlatamaz olmuştu. Maddiyatın, koltuk hırsının onun
hayatında yeri hemen hemen yoktu. Alelade bir devlet memuruydu, düzenli bir geliri, baba mirasıyla aldığı iki daireli bir binası vardı. Kendi beklentilerini
haydi haydi karşılıyor, aşıyordu bile. Dindar biri sayılmazdı ancak, maneviyata önem verir, kalp kırmamaya, onuru ve namusuyla yaşamaya çalışırdı.
Ailesinden böyle görmüş, çocuklarını da böyle yetiştirmek istiyordu. Huzurlu ve sakin bir aile olacaklardı.
Lakin işler onun istediği gibi yürümedi. Kendisine pek benzemeyen karısı ile (ne diye evlendiyse)
hiçbir konuda hiçbir zaman anlaşamadı. Fehim Bey
konuştuğunda, konuşmadığında, baktığında, bakmadığında hep maraza çıktı. İlk çocukları, kızları Arzu
anasından beterdi. Konuşmaya başladığı günden itibaren babasının her dediğinin tersini istedi, yaptı.
İkinci çocukları, Bülent sakinliğiyle biraz daha ona
yakındı, ancak o da Fehim Bey’in sözünün para etmediği dönemde karısının ve özellikle kızının gide-
69
rek artan otoritesiyle önce lise sınavları, sonra üniversite sınavları yarışında, dersanedir, testtir, sayısaldır, sözeldir derken asosyal bir robota benzemişti.
Yine de babası, bu sessiz çocuğu diğerlerinden daha
çok sevdi. Onun büyüdüğünü, baba-oğul meclis kurup, bir “büyüğü” karşılıklı yuvarlayacakları günleri
düşledi durdu.
Fehim Bey içerdi, evet. Aşırıya kaçmaz, ancak
her akşam, olmadı iki güne bir, bir iki dubleyi eksik
etmezdi. Bazen sırf rakı içmek için pikniğe götürürdü konu komşuyu. Ekseriye karısı ile kızı gelmek istemez, (onları isteyen kim?) sadece Bülent’i alırdı.
Bu kadar ani bir şekilde yatağa düşüşünde ve terk-i
cihan edişinde uğradığı haksızlığın ağırlığı yanında,
rakının da büyük emeği geçmiştir şüphesiz.
Elektrik sobası falan yok. Odadan çıktı. Mendil
gibi birşey arandı. Mutfaktan bir bez buldu. Yine
soğuk, hep soğuk.
Soğuksa giyinmeli efendi! Kalın birşeyler giymeli. Kendi odasına gidip ışığı yaktı. Cüzdan ve içinden çıktığı kutu hala masanın üzerinde. Bakmamaya
çalışarak gardırobu açtı. Kazaklar, gömlekler, pantolonlar. Hemen hepsi üniversite zamanından, sportif
şeyler. Yarısı Türkan’ın hediyeleri. Diğerlerinin kimi Ankara’dan, kimi buradan ucuz mağazalardan,
pazardan aldıkları. Hepsi o kadar huzurlu ve uyumlu
duruyorlardı ki, hangisini almaya kalksa diğerleri
eksikliğini hissedecek, özleyecek, mutsuz olacak,
yaşama sevinci kaçacak, artık robot gibi yaşayacaklardı.
70
Zihni mi bulanıyordu yine? Üşüyor işte. Gardırobun zemininde katlanıp üst üste konmuş kazaklardan
en üsttekini çekti. Türkan’ın son doğum günü hediyesi. Krem rengi, dikine oluklu, şık birşey. Evsahibi
acı acı gülümsedi. Bunu verdikten birkaç ay sonra
terketmişti kendisini. Şimdi, akıp giden bunca vaktin
ardından onu eskisi kadar suçlu bulmuyor, hatta zaman zaman asıl kabahatin kendisinde olabileceğini
bile düşünüyordu. Lafı gevelemeye gerek yok. Tercihi baştan yapmıştı.
“Gitme,” demişti Türkan. Gitmişti evsahibi.
“Gel,” demişti Türkan. Gelmemişti evsahibi.
Babasının ölümünden sonra ekonomik olarak da
tümüyle bağlandığı ablasından, ablasının annesi üzerindeki ve her ikisinin kendi üzerindeki etkisinden
tiksiniyordu. Keyif Kafe’de şeker ambalajlarını takas ettikten sonra yedi ay gelmedi evsahibi, babasının cenazesi hariç.
Bazı aradı, bazı aramadı. İşler fena gidiyordu. Üstün başarılarla dolu eski öğrencilik günlerinin aksine, burada ondan iyiler vardı. “En iyi, en başarılı”
olamayacak mıydı acep? Halet-i ruhiyesi bozulmuş,
kimi derslerden kalmış, asabileşmiş, iyice eve kapanmıştı.
Kız aradı, yazdı. Erkek lütfen cevap verdi. Kız
inatla aradı, aradı. Erkek “İşim var,” dedi. “En” olma sevdasındaydı. Kız sonra daha az yazar; başka
meşgaleler, yeni arkadaşlar bulur oldu. Giderek de
yazmaz, aramaz hale geldi. Bu kez aramayan erkek
kuşkulandı, yazar oldu, aradıklarında kızdı, hiddet-
71
lendi, inadına gelmedi. Nihayet kız en son bir kere
daha yazdı.
Evsahibinin yedi ay sonraki gelişi ise bu kez Türkan’a gitmesin diye yalvarmak içindi. Bu nasıl olabilirdi? Nasıl böyle olmuştu? Bazı sorunları, iletişimsizlikleri vardı. Ama evsahibinin herkesle sorunu
vardı. Kimseyle iletişim kuramıyordu. Türkan’a
olanca kızmalarına, kırılmalarına rağmen bunu aklından bile geçirmemişti.
Tam bir şok!
O kadar şaşkın, o kadar aptal bir haldeydi ki, hala
alt katlarında oturuyorlar sanıyordu. İstanbul’a iner
inmez eve gitmesi bundandı. Oysa babası yatağa düşünce evin tüm bütçesini devralan ablası, kiranın
ikinci gecikmesinde onları kapı dışarı edeli, neredeyse yıl olmuştu.
Çaresiz telefon açtı: “Ne istiyorsun ulan şerefsiz!” Türkan’ın babasıydı konuşan.
Bir daha denedi: “Lan karaktersiz, arama demedim mi ulan?”
Artık telefonda karşıdakinin sesini duymadan konuşmuyordu: “Sana da, ablan olacak kaltağa da...
Türkan nişanlanıyor, arama bir daha.”
İnsaf, merhamet!
Bir gece, gece yarısından sonra başardı. Karşısındaki kişi Türkan:
“Kırılan bir vazoyu birleştirebilir misin?”
“Birleştiririm tabi, yeter ki şans ver, vazoyu ver.”
“Kapatmam lazım, babam gelir şimdi.”
72
“Türkan!”
“Hoşçakal.”
Daha sonraları aynı saatlerde iki üç kez daha aradı, kızdı, öfkesini kustu, yalvardı, yakardı, söz verdi,
yemin etti. Nafile. Netice değişmedi. Evsahibi için
yapılacak birşey kalmadı. Bu konuştuğu onun Türkan’ı mıydı? İnsaf! Yahu olur mu böyle şey? Birazcık, zamanı birazcık geri alsaydı. Azıcık... Mesela,
ayrılmadan önceki son tartışmalarında inat etmeseydi de “Meleğim” deseydi yine! Olmaz mıydı? Birkaç
güncük... Haydi belki bir aycık... Ohoo, bir ayda
herşeyi değiştirirdi. Bu nasıl olur ki? Kesin aklına
girdiler. Şu yeni arkadaşları, falancalar, filancalar...
Yahu, biraz geriye dönse? Azıcık merhamet, azıcık
insaf!
Kazağı katlayıp tekrar yerine koydu. Burnunu sildi. Şu anda, beş sene sonra, biliyordu ki zamanı taa
kendisinin Ankara’ya gittiği günlere almak lazım.
Gitmemesi lazım. Biliyordu ki, aslında kendi ruhuna
yabancı, ancak çoktan büyüsüne kapıldığı başarı, para ve kariyer hırsıyla, en birinci, en önde, en havalı,
en herşeyi bilen, en herşeyi yapabilen olma hırsıyla,
ilk maaşında çil çil dolarları saymak uğruna Türkan’ı o zaman kaybetmiş, terketmişti.
Gardırobu kapattı. Telefon çalıyor. Masanın üstündeki kutuyu eşeledi, gülümsedi. Eski yıpranmış
cüzdanına dokundu. Yenisini çıkardı cebinden, yanına koydu. Tekrar gülümsedi. Tam salona, telefonun yanına gittiğinde sustu alet. Onbir defa aranmış.
Ne zaman? Enteresan. Ablası aramış, bir de bilme-
73
diği bir numara. Tam elinden bıraktığında bilinmeyen numara onikinci inadına başladı.
“Efendim ben Av. Muhittin Çolak. Bülent Bey
değil mi?”
“Evet.”
“İyi geceler, bu saatte rahatsız ettiğim için özür
dilerim. Ancak aradım açmadınız. Duymadınız herhalde.”
Saat kaç ki?
“...”
“Efendim bugün bizim ustalar oraya gelmiş. Galiba bir yanlışlık olmuş, kendilerine yanlış anahtar
vermişim. Girememişler.”
“...”
“Ben şu anda İstanbul dışındayım, tatildeyim.
Dolayısıyla kendilerine de doğru anahtarı ulaştıramıyorum.”
“Anahtar doğruydu.”
“İşte bu sebeple yarın boyacı ustaları geldiğinde
onlara kapıyı açar mısınız efendim?”
“Anahtar doğruydu diyorum. Kilidi değiştirdim.”
“A, öyle mi?.. Allah Allah? Doğru, size dış kapının anahtarını bırakmamız icap ederdi, düşünemedik.”
“...”
Ne pişkin, ne arsız, ne yapışkan bir herif bu.
“Her neyse efendim. Siz bir zahmet arkadaşlara
kapıyı açıverin.”
74
“Size ben buradayken kimse gelmesin demiştim
yanılmıyorsam.”
“Aman efendim, ben de zat-ı âlinize arz etmiştim.
İşlerimizin aksamaması için bu tadilatların tatilde
bitmesi gerek.”
“Yahu bana ne sizin işlerinizden be adam? Ben
bu binada büyüdüm. Tek istediğim rahatsız edilmeden son birkaç gün geçirmek.”
“Peki tamam efendim, haklısınız. Biz de yukarıda
işiniz bitip de o daireyi tahliye edene dek, üst katın
tadilatına başlamamaya karar verdik.”
“Teşekkür ederim,” dedi evsahibi. “Ancak burada
tangır tungur edip huzurumu kaçırıyorlar. Ben kimseyi istemiyorum.” Sesinde belli belirsiz bir titreme,
bir asabiyet belirtisi vardı.
“Ama efendim, sırf sizin keyfiniz kaçacak diye
bütün tadilatın sarkması, dolayısıyla da bir hafta çalışamayacak olmamız, sizce de biraz insafsızca değil
mi?”
İNSAF: Çok şey. Ne çok şey istemişti avukat.
Zamanında ne çok dilemişti evsahibi bunu. Bu devirde en pahalı ürün bu olmalıydı: İNSAF.
Evsahibi zıvanadan çıktı:
“Sen insaftan, merhametten ne anlarsın? Bir hafta
geç dayayıver haciz kamyonlarını!”
“Rica ederim!”
“Hiçbirşey edemezsin!”
Evsahibi avaz avaz bağırıyordu. Telefonu kapatmadan ŞRAK diye karşısındaki duvara çaldı. Zaten
75
başından böyle bir tecrübe geçmiş olan cihaz tekrar
parçalandı. Görüşme bitti.
“Lütfen efendim, insaf edin! Anlayış gösterin!”
Görüşme bitti!
“Ama şekerim,” diye lafa karıştı ablası, “bırak da
adamlar işlerini yapsınlar, doğal olarak.”
GÖRÜŞME BİTTİ.
“Huysuzluk yapmasan olmaz di mi?” Yine ablasınındı ses.
Karanlık, çok karanlık. Ve sürekli soğuk. Devamlı soğuk, böbreklerini, ciğerlerini buz kestiren, sürekli bir yerden başka bir yerlere iten soğuk. Hiçbir
yerde bitmeyen soğuk.
Evsahibi üzerinde birşeyin yürüdüğü hissiyle irkildi. Evet evet, birşey. Ayağa kalkmak istemesiyle
merdivenlerden iki üç basamak yuvarlanması bir oldu. Uyuşmuş bacağı onu taşıyamamıştı. Üstünde gezen şey de zıplaya zıplaya kömürlüğün yolunu tuttu.
Apartmanın koridorunda öylece yatarak bacağındaki
karıncalanmanın geçmesini bekledi. Yerde siyah, ince uzun, karanlıktan daha koyu bir karaltı: Yılan.
Yavaş ve özenle kalktı. Koridorda yığılı boya malzemelerinin arasından saplı fırçayı aldı. Yılanı dürttü, bir daha dürttü. İnce kuyruğu arkaya uzanan, kalın baş kısmı sopayla dürtülen hayvan muhtemelen
ölmüş.
Acaba üzerinde gezen bu muydu? Niye üzerinde
geziyordu?
Niye burada uyumuştu? Tüm eklemleri ağrıyor.
Boynunu sağdan sola çeviremiyor.
76
Hava aydınlık: Gündüz! Ertesi gün!
Niye burada uyumuştu? Gündüz olmuş. Hemen
kapı tarafına gitti, aksayarak. Çıtırdayan cam kırıntıları. Kapının camsız kanadında ve diğer kanattaki
camda boyalar. Açık renk.
Saat kaç?
Yukarı çıktı. Duvar saati hala dokuz buçuk. Çalışmıyor. Pilini hala takmadı. Telefona bakmalı. Salonda masada ve çevresinde telefon yok. Odasına
gitti: Masanın üzerinde bir kutu ve cüzdan, yerde ablasının kitap doldurduğu koliler, gardırobun kapısı
açık, telefon yok. Babasının odasına gitti: Yerde telefondan arta kalanlar, tam ortada elektrik sobası,
gardırop, ve duvara monte kitaplığın olduğunu düşündüğü yerde tuvalet masasıyla uyumlu bir gardırop daha. Kitaplık yok, daha önce gördüğünü sandığı
kitaplar-defterler yok!
Kitaplar nerede? Kimbilir nerede? Belki sobada,
belki bir kolide. Rafta değil.
Başına keskin bir ağrı saplandı, ancak hemen geçti. Salona gidip oturdu. Neden bu adamlar bir türlü
rahat bırakmıyorlardı? Tam sakinleştiği, mantıklı
düşünebildiği zamanlarda... Mutlaka, o veya öbürü,
biri çıkıyor ve tüm dengesini sarsıyordu.
Artık neyin ne zaman olduğunu hatırlayamıyordu.
Dün uyanınca markete gitmiş, ablasıyla telefonda
konuşmuş, Türkan’ın çentiklerini görmüş, çıkıp bir
çilingir çağırmış, televizyon izlerken gürültü yapan
boyacılarla merdivenlerde kavga etmiş, üşüyüp
elektrik sobasını aramak için babasının odasına girmiş, bulamayınca kendi odasından kazak aramış, ku-
77
tuları karıştırmış en sonunda da salonda avukatla
konuşurken telefonu kırmıştı.
O halde nasıl?..
Muhasebe yapacak hali yoktu. Ceketinin cebindeki bezi çıkarıp gürültüyle burnunu sildi. Mesele
açık: Olayların yer ve zamanlarını karıştırıyordu.
Yorgunluk ve strestendir. Geçer...
Olur mu? Esas açlıktandır. Midesi kazınıyor, hayır deliniyordu. Banyoya gidip elini yüzünü yıkadı.
Diğer eli de boya olmuştu ve su ile çıkmıyordu. Aynaya baktı: Bir karış sakal. Oysa hergün traş olurdu.
Hey gidi öğrencilik! Fütursuzca koyverilen sakallar.
İşinin, sistemin nefret ettiği bir yönünü daha bulmuştu. Hani on günlük diyecekti aynada görünene,
daha üçüncü günde olduğunu bilmese.
Dört müydü?
Birşeyler yemeli, insan tok karnına daha iyi düşünür. Markete gitmeli.
Üşüyordu, ayrıca hasta olmuş, burnu horhor çeşmesine dönmüştü. Ceketinin düğmelerini iliklemek
istedi. Lakin zaten ilikliydiler. “Dengesizim” diye
düşündü ve kapıda kalmamak için anahtarları kontrol etme ihtiyacı duydu. Üst katın anahtarları başka
bir yığın benzerleri ile anahtarlığındaydı. Peki alt
kapınınki? Kale kapısınınki? Çok açık ki, dışarıdaki
birinin onu açması imkansız. Şu halde o çok lazım.
Bir an kendisini Av. Muhittin Çolak’ı yada eniştesini koçbaşı olarak kullanarak kapıya yüklenirken
hayaletti. Hah ha... Hoş espri.
78
Evsahibi ceplerini yokladı, tersine çevirdi. Salona, babasının odasına, kendi odasına -kutulara bilebaktı. Banyoya da baktı: Yok. Debdebeli uyanışını
hatırladı, indi, koridorun ışığını yaktı: Yok. Bu arada
yerde ilk gün çıkarıp attığı siyah kravatını gördü,
kaldırıp merdivenin parmaklığına astı. Boya olmuş
hep. Nerede bu anahtarlar? Çilingirin verdikleri...
Birden malum, gaddar bir fikir aklına geldi. Hadi
canım! O kerte mi delirdi?
Kapıya koşup kilidi inceledi. Göbek kısmı yeni,
parıl parıl. O halde adam gelmiş. O halde anahtar nerede? Hani şu minik... Minik mi? İşin tuhafı anahtarın şeklini de, aldığını da hatırlamıyordu. Güldü,
sanki herşeyi hatırlıyordu da bir bu kalmıştı.
Çentikler?
Hayır, onları gidip kontrol etmeye cesareti yoktu.
“Hay Allah!” diyerek kapıya yine bir boya tenekesi dayadı, çıktı.
Hay Allah! Ya çilingir, yada elektrikçi -ne karın
ağrısıysa- gelmediyse hiç? Ya sanrı idiyse hepsi?
Hepsi mi? Çentikler de mi? Türkan’ın daha sonraları
gelmiş olması da mı?
Evsahibi dünkü elektrikçi dükkanının önüne geldi. Hani, şu aynı zamanda çilingirlik yapan elektrikçinin arkadaşı elektrikçinin. Daha kapısına bakarken
içerdeki adam geleni tanıdı ve alaycı bakışlarını dikti.
“Ali Rıza usta o gün gelmiş,” dedi elektrikçi,
evsahibi içeri girerken. “Ancak sizi evde bulamamış.
Zillere basmış, kapıyı çalmış. Açan olmamış.”
79
Şaşırmadı. Akli sıhhatsizliği gün gibi ortada artık.
“Peki, kafasına boya kutusu fırlatmışlar mı içerden?”
diye sordu evsahibi ve derhal kendine kızdı. Pat diye
sorulur mu bu? Aptallığa bak!
“Ne?!!” Elektrikçi karşısındaki tuhaf adamdan
gelebilecek tuhaf lakırdılara hazırlıklıydı ama bu kadarı onu da şaşırttı.
“Şaka şaka,” deyip sırıttı evsahibi.
Elektrikçi susuyordu. Şakayı beğenmemiş olacak.
“Dün evde yoktum,” diye devam etti evsahibi.
“Boya badana, tadilat derken arkadaşlar duymamış
olacak.”
Elektrikçinin telefonu çalmaya başladı.
“Dün değil,” diye itinayla düzeltti adam, telefonu
kaldırırken. “Perşembe günü uğramış. Hemen siz
gittikten sonra. Alo, İnce Elektrik, buyrun.”
Perşembe?
Perşembe! Üstüne üstlük dün de değil! Evsahibi
aval aval ardına döndü, dükkandan çıktı. Elektrikçi
gidenin ardından bir “Lâ Havle” çekti.
Dahası çilingir milingir gelmemiş. Gelmiş de sesini duyuramamış, ya da ne zıkkımsa.
Ama adam gelmişti, konuşmuşlardı, hatta adam
şiveli konuşuyordu. Tıpkı, tıpkı boyacı gibi, ihtiyar
boyacı... Evsahibi telaşlandı. İş iyice zıvanadan çıkıyordu.
Market, Mustafa Efendi’nin bakkalının tam karşısında. Kamil Ağabeyin babası olur bu Mustafa
Efendi. Kamil de evsahibinin eniştesi, ablasını ayar-
80
tıncaya kadar -ya da tersi- ablasının peşinden koşan
bir mahalle delikanlısı. Kamil, dördüncü kattaki evlerinin penceresinden sokağa düşüp de sadece kırık
bir bacak ile kefeni yırtan ve bu sebepten mahallede
iyi tanınan Kamil. Rivayet odur ki, Arzu hanımın
zengin bir borsacıyla işi pişirdiğini öğrendiği gün
düşmüş, veya atlamış. Rivayet. Hoş bakkal makkal
da yok orada şimdi. Cep telefoncu, ya da benzeri
teknolojik cihazlar satan bir dükkan var. Market
“hiper”den bir numara küçük, “süper”den büyük,
kocaman bir yer işte.
İçeri girdi.
Önünden geçtiği, güvenlik görevlisi olduğunu
belli eden salkım saçaklarla bezeli, kendisinden bile
uzun bir herif yanından geçerken, bakmadan, otomatik olarak “İyi akşamlar, hoşgeldiniz!” dedi.
Akşam olmuş!
Ancak herif daha sonra, dikkatli baktığında selam
verdiğine pişman oldu ve bu üstü başı, elleri boya
içinde, iğrenç sakallı, ağzı burnu, sakalları salya sümük içinde, ayağında yazlık terlik, boyacı desen boyacı değil, boyatan desen hiç değil, hırsızlık yapması, haydi olmadı sorun çıkarması pek muhtemel
mahluku şirretçe incelemeye ve takip etmeye koyuldu.
Mahluk, evvela sıcağın tadını çıkararak, avare
avare dolaşmaya başladı. Işıl ışıl bir yer burası. Ambalajlar, kutular, şişeler, parfümler, tenekeler, marullar, bisküviler, torbalar, kıymalar, dalaklar, herşey
parlıyor. Muhtemelen özel ışıkçıları var, yukarıdan
81
projektör gibi bir şey tutuyorlar. Bakamıyordu bile
reyonlara. Gezmeye devam etti. Bir de kalabalık ki...
İki genç, el arabasına bira dolduruyor. İki kişi
bunca şeyi nasıl içecekler? Genç, güzel bir kız, arabayla önünden geçerken bakıyor. Şişeler, şişeler...
Rengarenk tavana dek şişeler. Alkol mü kullanmalı?
Fehim Bey de tıpkı kendisi gibi tüm denetimi yitirmişti kendi hayatıyla ilgili, ancak onun zihni sağlamdı, her akşam iki tek atar, asabiyet, unutkanlık
nedir bilmezdi. Nasıl kurtulacaktı bu halden? Rakılar. Bir 70’lik kaptı sıradan. Sanrı! Olmayan şeyleri
uyduruyordu. Asabiyet, unutkanlık değil bu! Düpedüz delilik. Delilikten daha kötüsü: İnsanın bunun
farkına varması.
Kozmetik reyonuna geldi. Onun gelmesiyle parfüm, deodorant kokularına benzemeyen bir koku yayıldı, genç hanımların beylerin kafaları gelene çevrildi: Bir serseri. Kafalar anında tekrar kendi önlerindeki raflara döndü.
Belki de bundan faydalanmalıydı. Keşke hep, istediği şeyleri istediği zaman görebilse! Parfümler.
İhtiyar bir kadın raftaki tüm şişeleri tek tek kokluyor. Onun arkasında genç bir çift aynı rafta birşeyler
arıyor. Yada istemediklerini hiç görmese. Deterjanlar. Üç çocuğuyla bir adam, siyah gömlek-beyaz yelek. Eniştesi mesela. Bundan gayri hiç enişte görmese. Market görevlisi bir çocuk. Çocuk, düpedüz çocuk... Birşeyler soruyor. Git çocuğum işine.
Çilingir bir uydurmacaysa çentikleri kime saydırdı? Hala herşey belirsiz şu halde. Belki onları da uydurdu.
82
Ne diye gelmişti buraya? Yiyecek birşeyler almaya. Bak işte, zehir gibi çalışıyordu kafası! Ne almalı
ki? Nasıl uydurmuştu bu çilingir hikayesini. Çok,
çok acayip! Adama para bile verdiğini sanmıştı. Para. Çok acayip! Kime vermişti o parayı peki? Cüzdanını çıkardı hemen. Açmasıyla para yerine kısa
kıvırcık saçlı, mavi gözlü bir kız ile yüz yüze gelmesi bir oldu.
“Türkan’ım.” dedi. Etrafında birkaç kelle ona
çevrildi, rahatı kaçmış ifadelerle.
“Türkan’ım, güzel rakunum!”
Tam o esnada arkasından alışveriş arabasıyla gelen bir çift, yolu tıkayan, teke gibi kokan bu mahlukun iki yanından da geçemedi. Adam bir iki seslendi, karşılık alamadı. Dengesiz, bir elinde bir rakı şişesi tutuyor, diğer elinde başka birşey, “benim güzel
rakım,” gibi birşeyler geveliyordu. Karısı
kikirdeyince, bu ayyaş serseriye laf geçiremezse otoritesinin sarsılacağını hisseden adam bağırdı. Hatta
küfretti. Yine birşey değişmeyince mısır gevrekleri,
cipsler, kolalar, çamaşır makinesi deterjanı, bulaşık
makinesi deterjanı, bisküviler, tuvalet kağıtları, prezervatifler, traş köpükleri, traş bıçakları, traş kolonyaları, traş bilmemneleri dolu arabayı delinin kıçına
hafifçe vurdu.
Evsahibi irkildi birden, sıçradı. Rakı şişesi düştü,
cüzdan düştü, mahluk düştü.
Arabalı herif cık cık ederek yanında durup deliyi
seyreden yaşlı, ağzına kadar dolu arabalı başka bir
bayanla konuşuyor, “Manyak!” diyordu. Derken arkalardan bir yerden eniştesi fırladı. Mavi bir gömlek,
83
orasında burasında işaretler. Eniştesi polis olmuş.
Sinirli sinirli üzerine geliyordu. Evsahibi yere düşen
ıslak cüzdanı aldı, en yakındaki rafların arasına girdi. Eniştesi de peşinden. Birine tosladı, sonra bir
başkasına. Her yer ışıl ışıl. Parfüm reyonuna daldı
tekrar. Az önce kendisine bakan kız. Elinde beyaz
birşey. Çok parlak. Bir aralık bulup çıktı. Arkasına
baktı eniştesini göremedi. Ancak başka bir polis
önünü kesti. Kolundan çekti. Evsahibi kolunu kurtarmaya çalıştı, elindeki cüzdan yine düştü. Kendini
yere bıraktı, kurtuldu, cüzdanı aldı. Solda bir yerde
gün ışığı, kalabalık sıralar. O tarafa koştu. “Durdurun şu manyağı!” İtiş kakış. Yere düşen kadınlar,
çığlıklar. Güneş!
Hemen karşı sokağa doğru koşmaya başladı. Geriye baktı: Enişte ve iki enişte daha! Sokağa girdi,
ucundaki köşeyi döndü. Başka bir sokak. Bu sokaktan daha önce geçmişti. Sağlı sollu donuk renkli dev
yumurtalar: Arabalar. Enişte bey görünürde yok. Bir
sokak daha, ya da bir tünel, bir boru. Tünelin ucunda
bir bina, bir kapı. ZRAM! Nefes nefese, güçlükle
merdivenler, yılan, ejderha!
Evsahibi kendine geldiğinde etraf yine zifiri karanlıktı. Kapının tokmağına tutunarak güç bela ayağa kalktı. Ayakları çok üşüyordu; ayaklarında terlik
yoktu. Hayal meyal eniştesinin polis olduğunu, cüzdanını almak için kendisini kovaladığını hatırladı.
Cüzdan yerde, terlik yok. Koşarken düşmüş olacak.
Lakin bulmak gerek, çünkü babasının terlikleri. Fehim Bey huyludur, kendi terliğini ister. Kaybettiğini
duyarsa üzülür.
84
Aşağı indi. Apartman ışığını yaktı. Cam kırıklarının üstünden terliksiz-ayakkabısız geçti. Artık otomatikleşen hareketlerle kapıya boya tenekesini dayadı. Cüzdan hala elindeydi. Soğuk eline, yüzüne
battı, nefes alırken göğsünü ısırdı. Sağdan mı, soldan
mı geldiğini hatırlayamadı, sola saptı. Bomboş, ıssız
ve hafif ıslak sokaklarda, çoraplarıyla yürüyordu.
Markete kadar geldi. Hiç sevmiyordu burayı. Ancak
nedenini çıkaramadı. Bakmadan önünden geçti, gitti.
Karşıdaki sokağa doğru giderken kaldırımın kenarında birşey: Terliğinin teki. Ayağına giyerken arkasında bir ses: “Hemşerim bir dakika!”
Polis arabası. İki polis iniyor arabadan. Kimlik
soruyorlar. Evsahibi aval aval bakıyor onlara:
“Cüzdanı mı istiyorsunuz?”
“Ver bakalım,” dedi bir tanesi.
Karanlık, yüzleri seçilmiyor. El feneri tutuyordu
teki, ötekisi cüzdanı eşelerken. İç bölmelerden bir
kağıt düşürdü yere. Oralı olmadı:
“Birader, burada kimlik yok. Okul kimliği falan
var, onlar da çok eski.”
“Türkan var orada, doğru.”
“Türkan kim?”
“Şey, kimliğim evde. Öbüründe galiba.”
“Evin nerde senin?” dedi cüzdanı tutan. Sonra
yanındakine fısıldadı: “Alalım mı?”
“Dur!” dedi daha genç bir sesle diğeri. Döndü:
“N’apıyorsun sen burada?”
85
“Terliğimi arıyorum,” dedi evsahibi, sonra gülümseyerek ekledi: “Tekini buldum.”
Işığı şüpheli şahsın gösterdiği yere doğru tutan
polis, ıslak çoraplar ve tek bir terlik gördü.
“Evim hemen şurada. Gidelim mi? Oradaki cüzdanı alın. Onu istemiyorum zaten.”
“Halil abi, bu adam dut! Aldın mı anason kokusunu?”
“Aldım hafiften,” dedi Halil Abisi. “Gidelim bakalım evine. Hakkaten eviyse, yenge haşlasın artık.
Değilse alırız.” Sonra şüpheliye döndü: “Haydi atla
bakalım, gidelim evine!”
“Yok, olmaz!” diye itiraz etti evsahibi. “Yürüyeceğiz. Öbür tekini de bulmam lazım.” Sonra karanlıkta görünecekmiş gibi kaçamak bir göz kırptı:
“Babama çaktırmayalım terliğini düşürdüğümü.”
“Çattık!” dedi Halil.
Evsahibi “Yoksa dünyada gitmem!” pozlarında
kaldırıma oturdu.
“Gel, gel,” dedi genç olan. “Yürüyelim, tamam.”
Öbürüne döndü: “Abi, sen de araçla gel peşimizden.”
Telsiz sesleri eşliğinde yürürken, “Benim eniştem
de polis!” dedi evsahibi.
“Öyle mi? Nerede?”
Evsahibi cevap vermedi. Muhtemelen ağzını arıyordu. Sanki eniştesini tanımıyor. Sanki elindeki
cüzdanı almak için eniştesi göndermedi onları. Ama
86
iyi uyutmuştu enayileri. Evdeki diğerini verecek,
Türkan’ı vermeyecekti.
Evsahibinin birkaç gün önce parkettiği arabasının
yanından geçerken diğer terliği de buldular. Eve
geldiler, kapıdan girerken polisler yüzlerini ekşitip
birbirlerine bakarak burunlarını tıkadılar.
Işıkları yaktılar, evsahibi gelenleri şimdi tanıdı:
Genç polis meğer boyacılardan biriymiş, hani yine
genç olanı.
“Ne zaman polis oldun sen?” diye sordu evsahibi.
“Geçen sene!” diye cevap verdi boyacı. Alt katı
incelediler, boyaları gördüler. Yukarı daireye geçtiler. Halil ayakkabıları çıkarmadan daldı, diğeri, daha
genç olanı çıkardı. Evsahibi içeri gitti, kendi odasına. Polisler de odaları tek tek kontrol ederek ardından. Masadaki cüzdanı uzattı. Halil aldı, evirdi, çevirdi. Kimliğe baktı, kartvizitlere baktı. Evsahibinin
kimlikteki kişi olduğuna kanaat getirdi, getirmesine
de... inanması zordu kartvizitteki işi yaptığına.
“Yalnız mı yaşıyorsun burada? Baban nerde hani?” diye sordu.
Sormaz olaydı. Evsahibi anlatmaya başladı. Fehim Bey’i, Türkan’ı, ablasını, Kamil abiyi, eniştesini, Türkan’ın babasını... Anlattı da anlattı. Halil sıkıldı, “Ben arabadayım,” deyip gitti.
Boyacı kaldı, dinledi.
“Benim eniştem de polis!” dedi bir yerde
evsahibi.
“Nerede?”
87
“Tanıyorsunuzdur. Şuradaki markette.”
“Markette mi? Ha, güvenlikçi o zaman.”
“O gönderdi sizi, biliyorum. Aptal değilim.”
“Niye göndersin?”
“Bugün orda beni kovaladı.”
“N’aptın?”
“Şişeleri kırdım, kutuları devirdim. İnsanları ittim.”
“Birilerini darp mı ettin?”
“Ama cüzdanımı almak istediler.”
“Kim?”
“Eniştem.”
“Darp ettin mi kimseyi? Yaraladın mı, birşey çaldın mı?”
“Hayır, şişe kırdım. Rakı şişesi.”
“Siktiret! Birşey olmaz ondan,” dedi boyacı polis
ve gitmek için davrandı.
“Bunu almayacak mısınız?” diye elindeki yepyeni, içi para dolu cüzdanı gösterdi evsahibi.
“Hayır, ne diye alalım?”
“Alın, onu istemiyorum. Ötekini istiyorum ben.”
“İyi ya, ikisi de senin! İstediğini kullan,” dedi polis.
“Ben vazgeçtim, eskisini istiyorum. Bunu istemiyorum,” diye bağırdı evsahibi. Sonra ağlamaya, hıçkırır gibi sesler çıkarmaya başladı.
88
“Aslanım tamam,” diye sakinleştirmeye çalıştı
polis. “Tamam öbürünü kullan. Bak burası çok havasız, soğuk, binanın içi de mazot mu, benzin mi, tiner mi... neyse nedir, çok kötü kokuyor. Senin kimin
kimsen yok mu, arayalım?”
Alt taraftan Halil’in sesi geldi:
“Hadisene!” dedi, “Bırak artık şu manyağı.”
Boyacı kalktı.
“Kendine dikkat et. Daha fazla da içme!” dedi ve
çıktı.
“Ben bunu istemiyorum,” diye peşinden koştu
evsahibi, cüzdanı sallayarak.
“Yak gitsin o zaman!” dedi polis. “Allah Allaah!”
Çıktı.
Evsahibi kalktı, ışıkları kapatıp ıslak çoraplarıyla
yatağına girdi.
Yıldızlar, küçüklü büyüklü yıldızlar. Göz kırpan
yıldızlar. Aydede! Karanlıkta parıl parıl parlıyorlar.
“Türkan, seni hiç unutmadım. Beni affet!” Huzur,
birazcık huzur.
Ertesi gün yine geç vakitler uyandı. Son bir haftadakilerin aksine gayet tanıdık bir uyanış. Kendi
odasındaydı, içeri belli belirsiz bir aydınlık giriyordu. Evsahibi duvara dönüp kafasını yastığın altına
soktu. Açık mavi duvar, duvarda asılı kalan fırça kılı. Zamanda da asılı kalmış. Ne ileri gidiyor, ne geri.
Hep orada.
Biraz gerindikten, tembellik yaptıktan sonra kalktı. Elini yüzünü yıkadı. Salona geçti. Saat kaç idi?
89
Kimbilir? Duvar saati: Dokuz buçuk. Daha önce
benzer durumda kaldığını hatırladı. Televizyonu
açıp karşısına geçti. Karıncalar... hep karıncalar...
Kapattı. Alt kata indi, apartman kapısı açık. Kapattı.
Tekrar yukarı çıktı. Pencereyi açıp aşağı sarktı.
Temiz hava. Herzamanki gibi soğuk, ama taze,
temiz. Aşağıdan biri geçiyor. Sordu:
“Afedersiniz! Saatiniz var mı?”
“İki buçuk!”
“Peki günlerden ne?”
Adam tuhaf tuhaf baktı önce, yürüdü gitti. Sonra
döndü: “Pazar!”
Evsahibi şaşırmadı. Öyle yada böyle, bitecekti tatil. Artık kendini hazırlamalıydı: Rüyanın sonu, hayatın başlangıcı. Ne hayat ama. Kendi egosu, açgözlülüğü yüzünden berbat ettiği hayat. Onun bunun etkisi ile, dolduruşu ile, torpili ile tırmanılan basamaklar.
Dolgun
maaşlar,
“bilmemne
bey”ler
“bilmemkim hanım”lar, kravatlar, topuklu ayakkabılar... Evde, burada değil, “modern ve yeni” evinde
kendini bekleyen üstün konfor. Elli metreye yüz
metre televizyonlar, uydular, DVD’ler, VCD’ler,
cart player’lar, curt reader’lar, bilgisayarlar,
MSN’ler, internet “arkadaş”ları, akıllı buzdolapları,
akıllı fırınlar, aptal çaydanlıklar. Çamaşır yıkama,
yemek pişirme fonksiyonlu, on parmağında on marifet cep telefonları (birini duman etti geçen gün) ve
benzeri teknoloji harikası aygıtlar. Spot aydınlatmalı
mutfaklar, deri koltuklar, klimalar, kombiler. Felaket
konforlu arabası. Sıcacık yuvasında, mutlu, samimi
90
insanlar, teknoloji harikası eşyalar... Hepsi, hepsi
dört gözle onu bekliyor.
Saat iki buçuk. Kalkıp duvar saatini ayarlamalı.
Kalktı, masanın üstündeki pili aldı, evirip çevirmeye
başladı. Ayarlamalı mı? Lüzum var mı ki? Tekrar
yerine oturdu: Hayır.
Pazar! Pazartesi artık burası yok. Ebediyen yok!
Babası yok. Babasının emaneti kitapları yok. Daha
hiç okumadığı, kendilerine karşı hep mahçup olduğu
eskimiş kitapları yok. Odası yok. Dolabı yok. Belki
eşyalarını, kutularını alabilir. Ancak ablasının kınamalarını, eniştesinin orayı burayı karıştırıp alay etmesini göze alırsa.
“Domuz.”
Türkan yok. Türkan zaten yok, ama kokusu var,
hayali var burada. Çentik attı mı atmadı mı? Önemli
değil.
Hayır, önemli! Çok önemli. Fakat artık birşey değiştiremez. Hakikat şuydu: Türkan çoktan nişanlandı, babasının dediği zamanda olmasa da, dediği gibi... Çoktan evlendi. Babasının bulduğu zamparanın
biri ile. Türkan’ın bir kızı oldu: YILDIZ. Ancak iki
sene yaşayabildi. Türkan’ın bir kızı öldü.
Yine de bakmayacaktı çentiklere. Bir kere sekiz
gördü, öyle kalmalıydı. Bu bina da böyle kalmalıydı.
Türkan’ın odasına yerleştikleri gibi kendi evine, az
buz mutluluk, huzur gördüğü yere babalarının çiftliği gibi yerleşmemeliler. Buna izin vermemeliydi.
Hayatına bu kadar sahip olmamalılar, ruhuna tecavüz etmemelilerdi. Yahut da bedelini göze almalıydılar. Yaptırtmayacaktı, izin vermeyecekti, evine
91
92
odasına onları fütursuzca sokmayacak, eşyalarını
tekmeletmeyecek, kolilere doldurtmayacak, halıları
rulo yaptırtmayacak, kapıya avukat bilmemkim yazdırtmayacaktı.
Bir fikir: Çılgın bir fikir. Bülent birden yerinden
fırladı, terliklerini giyip alt kata indi. Alt kattan boya
kutularını, tiner bidonlarını yukarı çıkardı. Madem
öyle, elinden zorla alacaklar. Buyursunlar böyle alsınlar. Buradaki hiçbir eşyaya el sürdürtmeyecekti,
hiçbir kitaba, hiçbir kutuya, kazağa, yıldıza. Heyecanlıydı.
Elindekileri itinayla birkaç parçaya böldü. Oda
oda gezdi. Kimi boyaları yerlere döktü, kimi tiner
bidonlarını eşyaların kitapların üzerine boşalttı. En
çok daha yeni girdiği ablasının odasına boca etti.
Alt kata indi, alt katta da aynı şeyleri –hatta daha
büyük bir zevkle- yaptı. Dosyaları, klasörleri, dolapları her tarafı boyadı. Çentiklere bakmamaya çalışarak itinayla kömürlüğe girdi. İlk girişinde devirdiği
benzin bidonu yarı yarıya boşalmıştı. Kalanı aldı, bir
güzel boca etti yine etrafa, diğer bidonların üzerine.
Kale kapısını açtı: Akşam çöküyor. Soğuk değil.
Madem öyle, işte böyle.
Bülent merdivenlerin parmaklığına asılı kravatı
aldı, benzine buladı. Güldü, benzine bandırdı iyice.
Plastik bidonun ağzından içeri soktu. En can alıcı
yer neresiydi? Kalorifer kazanı. Kravatın ucunu yakacak, kapıdan kaçacak, karşısına geçip seyredecekti. Daha da heyecanlandı: Çok güzel olacak. Türkan
ile havai fişek seyrettikleri gibi.
Çok, çok güzel bir kış akşamında, hani yazdan
kalma derler ya, öyle bir akşamda, İstanbullular, kimi uzun bir tatilin bitecek olmasından dolayı gamlı,
kimi okulunu, işini özlediğinden heyecanlı, kimi
yemek üstüne iki tek atmadan uyuyamayacak kadar
efkarlı pencereden dışarı bakarken, hemen hemen
hiç görünmeyen ama varlıklarını bildikleri yıldızları
ararken, eşsiz bir gösteri izleme fırsatı buldular. Çılgının biri bir oda dolusu, bir bina, bir ömür dolusu
havai fişeği birden ateşledi. Yıldızlar, kuyruklu yıldızlar, küçüklü büyüklü yıldızlar, mavili, yeşilli,
kırmızılı yıldızlar yerden tiz çığlıklarla, şen kahkahalarla kopuyor, havalanıyor, yükseliyor ve tok bir
ses ile gökyüzünde bin parçaya bölünüyordu. Bu patırtılı şölene yıldızların fırladığı yerden sarılıkırmızılı, kah bir yılan, kah bir ejderha, kah bir çiçek
şekline dönüşen gölgeler, ışık oyunları eşlik ediyor,
uyuşuk ve mahmur bakışlı insanları büyüleyerek etrafında topluyordu. Kırmızılı kamyonlar, mavili arabalar, kalabalığı yarmaya çalışarak adım adım ilerliyor, ışığın ve yağan yıldızların kaynağına ulaşmaya
çalışıyordu. Sonunda ulaştılar ve gösteriyi sabaha
doğru güç bela bitirdiler. Homurdanarak bu işi kimin
yaptığını, kentin huzurunu kimin bozduğunu sordular, soruşturdular. Ancak çılgına dair hiçbir iz bulamadılar. Ondan geriye kalan tek hatırayı, ıslıkla türkü söyleyen bir temizlik işçisi ertesi sabah bir marketin önünden süpürdü: Kafe Keyif / Seni hep seveceğim...
***
Telefon çalıyor. Siyah gözlüklü, baştan aşağı siyahlar içinde bir kadının telefonu.
***
93
“Efendim...”
“...”
“Öyle mi? Ne dediler?”
“...”
“Tamam, peki öğleden sonra geldiğimde arasınlar
görüşelim. Yok hayır, bugün acılı günümüz. Yarın
arasınlar. Yok, yok, ben onları sonra ararım. En iyisi
böyle söyleyin siz.”
Mehmet sordu:
“Ne oldu? Kimmiş?”
“Sekreter aradı.” dedi Arzu. “ROSLA Bilgisayar
araziye talip olmuş, ‘Enkazı da kaldırır, 100 bin veririz,’ diyorlarmış.”
“120 koparırız,” dedi Mehmet. Saatine baktı.
Arzu da cenaze arabası nerede kaldı diye mezarlığın kapısına bakındı ve ekledi: “Doğal olarak.”
94
Boş
95
MUVAZENESİZ
Dengesiz insanları yüz metre öteden tanır, seçerim. Alışık olmadığımız hareketlerde bulunan, herkesin sustuğu anlarda gevezelik yapmaya çalışan,
toplumun sessiz sedasız, uysal fertlerini rahatsız
edenleri kastediyorum. Hemen anlarım onları. Çok
maharetliyim. Yanılmam.
Uzun otobüs yolculuklarında biri dikkatimi çekmeye görsün, yolculuk zehir olur alimallah. Ya horlar, ya muavini tartaklar, ya da mola yerinde otobüsü
kaçırır. Kafeteryada, kantinde ilginç biri mi var?
Tavla oynarken zarı çayının içine kaçırır, alayım
derken döker, yanar, sandalyeyi devirir. Sinemada
ön koltuktaki kel adam tuhaf mı? Kesin, filmin en
heyecanlı yerinde telefonu çalar, açar konuşur, filmi
anlatır. Ders başlamadan mı çarptı biri gözüme? Bütün ders vır vır konuşur yanındakiyle. Hocayı delirtir, öğrencileri gerer. Ya da elinde çayla girmiştir,
devirir. Her yerde ilk bakışta görür, tanırım böylelerini. Kütüphanede, vapurda, banka kuyruğunda...
Velhasıl kelam sürünün içindeki kara keçiyi benden
96
iyi tanıyan yoktur. Felaketim. Alıcılarım uyarır beni,
mümkün mertebe onlardan kaçarım.
Bizim muhitte de var elbet böyleleri. Okulda, sokakta, lokantalarda, otobüslerde. Gırla... Hele bir tanesi hayli tasalandırırdı beni. İsmini bilmem ya, Süleyman diyelim şimdi.
Süleyman bir aralık hemen her gün görünür idi
bana, öğrencisi olduğum okulun yakınlarındaki evime gider gelirken. İhtimal, o da benim gibi ara sokaklardan birinde oturuyordu. Hoş ben öyle dengesiz, muvazenesiz tiplerin evleri olduğuna, geceleri
uyuduklarına, yemek yediklerine falan inanamazdım
ama...
Bu yirmi-yirmibeş yaşlarında, güleç yüzlü, yandan çarklı dengesiz, her gün aynı sarı gömleğini, kot
pantolonunu giyer, kah ana caddede, kah ara sokaklarda gelen geçeni rastgele çevirir, yarım saat lafa tutardı. Çok yolumu değiştirmişliğim, son anda bakkala çakkala girmişliğim vardır. Düşünsenize: Yorgun
argın eve gidiyorsunuz; koltuk, televizyon ve bir
bardak çay hasretiyle yanıp tutuşuyorsunuz; belki en
sevdiğiniz yarıştırma-tokuşturma-göz oydurma programı, belki dizi başlamak üzere; belki sanal arkadaşlarınız sizin bilgisayarın karşısına geçmenizi bekliyor; ya da başka binbir türlü özel, acil ihtiyacınız, ilginize aç. Sonra, birden böyle sırıtkan, yılışık, yapışık dengesizin biri bitiveriyor ayağınızın dibinde.
Soruyor, soruyor, konuşuyor, konuşturuyor.
Hoppalaa! Bir türlü yakanızı bırakmıyor. Düşünsenize.
Ben çok düşündüm.
97
Hasılı, yine bir gün bu minvalde düşüncelerimi
yanımdan eksik etmeden yolda yürüyordum, eve
doğru. Gece, ortalık zifir. Artık sevgilimi kaldığı kız
yurduna mı bırakmıştım yoksa kütüphanede mi oyalanmıştım da bu kadar geçe kalmıştım bilinmez;
geçmiş gün. İlki daha muhtemel. Ana caddeden kıvrıla kıvrıla, dallana budaklana evimin önüne kadar
inen bir yokuş vardı. Kuyu gibi mübarek. Ekseriye
iki elektrik lambasından biri yanmaz, her daim karanlık ve diktir. İnmesi şen, çıkması derttir.
Yokuştaydım.
Aşağı doğru yuvarlanıyordum, kıvrılarak. Tam
rampanın azaldığı bir köşe döndüm ki karanlıkta biri: Süleyman. Dengesizleri uzaktan iyi seçerim demiştim. Süleyman, sırtında sanırım yine aynı sarı
gömlek, açık renk bir de mont, yokuşun tekrar aşağı,
evime doğru akacağı köşede beni bekliyor.
Yöntemim belli idi: Kafamı kaldırmadan geçip
gidecektim.
“Abi,” dedi yanından geçerken. “İyi geceler.”
“İyi geceler,” diye umursamazca, bakmadan cevapladım. Yürüdüm.
İki adım attım atmadım, “Abi,” dedi yine, koşup
geldi. “Abi, ateşin var mı?”
İşte çattık. Hayırlı olsun. Sigaram elimdeydi.
“Var,” dedim. Montumun cebinden kibrit kutusunu çıkarıp uzattım, sağıma soluma bakarak: İn cin
top oynuyor.
Süleyman ceplerini eşeledi, karıştırdı. Birşey arıyordu. Ben sigarayı görüyordum: Gömleğin cebin-
98
deydi. İki üç dakika içinde buldu. Sıkıldım, korkuyordum. Daha önceki tecrübelerim bana İstanbul gecelerini öğretmişti. Böyle sohbetlerin sonu ya para
istemeyle gelirdi ya da hiç gelmezdi.
Süleyman’ı inceliyor, hır çıkarma meyilini ölçüyordum. Korkuyordum. Gitsem.
Süleyman Samsun 216 paketini bulmuş, şimdi
içinden bir tane çekmeye uğraşıyor, beceremiyordu.
Ne güzel! Aynı zamanda da sarhoş mu ne! Ya iki sigara birden tutup çekmeye çalışıyor veyahut hiçbirini yakalayamıyordu. Didindi durdu, bir tane çıkardı.
Oh, şükür kavuşturana. O da aynı şeyi düşünmüş
olacak, kafasını kaldırdı, sırıttı.
Şimdi de benim verdiğim kibrit ile uğraşmaya
başladı. Eviriyor, çeviriyordu.
“Abi, diş çektirecem de!”
Gecenin bu saatinde!
“Korku yaptı. Bir tane yakalım da rahatlayalım.”
Cevap vermedim. Yak da, nasıl yakacaksın?
Kutuyu ters açtı, tüm kibritler yere saçıldı. Hemen eğildi toplamak için. Fırsat bu fırsat:
“Sende kalsın,” dedim, yokuş aşağı vurdum.
“Abi dur,” dedi. “Bekle.”
“Kalsın!” dedim yuvarlanarak. “Evde nasıl olsa
çok var.” Hayli yol almıştım.
“Abi!” diye seslendi.
Koşarcasına, kocaman kocaman adımlarla yürüyordum. Koca yokuşu bir hamlede yutmuştum.
99
“Abi,”
Peşimden lambır lumbur ayak sesleri. Kolay kurtuluş yok!
“Abi,” dedi, koştu geldi karanlıktan. Çaresiz durdum. Evimin hemen önündeki elektrik lambasının
aldındaydık. Ne olacaksa olsun o zaman.
Döndüm, “Ne istiyorsun?” dercesine dik dik baktım. Kibritleri toplamış. Bir tane çıkardı, sigarasını
yaktı.
“Sağol abi!” dedi, kibrit kutusunu verdi. Yokuşu
tırmanmaya başladı.
Utandım.
Çok utandım.
Peşinden koştum yukarı, yakaladım.
“Al!” dedim, kibriti uzattım gerisin geri.
Sigarasından çekti bir fırt, birşey demedi.
“Al!” dedim. “Dişçiden çıkınca, tekrar neyle yakacaksın?”
Gülümseyip teşekkür etti.
Kibriti verdim. Elini sıktım.
“Gel, bir çay iç,” dedim. “Evim şurası.”
“Yok abi, sağol,” dedi gülerek.
Tekrar el sıkışıp ayrıldık.
Aşağı inerken durdum, dönüp el sallayarak bağırdım arkasından: “Geçmiş olsun!”
O da el salladı: “Sağol!”
100
Başka bir gün gördüğümde dişini sordum. Ağzını
açıp içeride biryerleri gösterdi. “Çektirdim,” mi demek istedi acep, tam anlamadan gülümsedim. Adı
nedir bilmiyorum, ben Süleyman diyorum. Süleyman’ı bir iki kez daha gördüm, aynı sarı gömleğiyle.
Selamlaştık. Sonra görmez oldum.
Süleyman, arkadaşım, kusuruma bakma. Meğer
ben dengesizleri seçemiyormuşum aynadan.
101
MİMOZALAR ADA’DAN
Güneşli, alevli bir bahar gününün tam ortasında,
dev bir tavanın içinde kavrulan, karıştırılan kıyma
tanelerinin göbeğinde, Taksim’de, İstiklal Caddesi’nde yere birşey düştü. Düştüğü yer ile hiçbir alakası olmayan, ehemmiyet taşımayan şey; minik, sarı
şey: bir salkım mimoza.
Kimse onu kimin düşürdüğünü veya fırlatıp attığını görmedi. Umurlarında da değildi ki... Belki
“mimozalar Ada’dan” diye bas bas bağıran bir
çingeneden düşmüş, belki sevgilisinden af dileyen
bir delikanlının kafasında paralanmış veyahut rüzgar
ile savrulup gelmiş. Kime ne!
Çarpmanın etkisiyle bir müddet yerde kıvrandı
mimoza. İri, sarı, üzüm tanesi gibi çiçeklerinden bazıları ezilmiş, zedelenmiş. Canı yanıyor, toza bulanmış. Lakin sapsarı, güzel. Açtığı serin Ada ağaçlarında, aynı daldaki kardeşleriyle salındığı, nazlandığı, etrafa nefis kokular saçtığı günlerdeki kadar
olmasa da, yine de güzel, alımlı.
102
Öyle sere serpe yatarken birden arkasından gelen
“şlap” diye bir sesle kendine geldi. “Ne oluyor?”
demeye kalmadan ikinci, üçüncü şlaplar. Dönüp
baktı. Uzaklaşan yusyuvarlak açık yeşil bir kadın,
beraberinde götürdüğü terlik sesleri. Caddenin tam
ortasındaydı, işte bir başka kadın, topuklu ayakkabısıyla asabi adımlar atarak yaklaşıyor. Tok tok tok...
Tesadüf eseri üstünden atladı bu kadın da. Sonra biri
daha. Ardı arkası kesilmiyordu.
Ama burası böyledir, ne yaparsınız. Bir aşağı bir
yukarı yürüyenlere tek tek sorulsa hepsi sıkışıklıktan
rahatsızdır. Fakat bu lüzumsuz sıkışıklık olmasa aslında hiç gelmeyecek olan, ter ve parfüm kokan insanların oluşturduğu, mitingi andıran kalabalık İstiklal Caddesi’ni enlemesine ve boylamasına doldurur,
ara sokaklara sızar. Hep. İstiklal devamlı kalabalıktır. Bu öyle bir kalabalıktır ki insan hep aynı kişiyi
görür, aynı sesi duyar.
İşte bütün bu homurtu arasında yatmakta idi bizim küçük sarı şey. Sağından solundan aralıksız birileri geçiyor, kimi görüp, kimi görmeyip, üzerinden
atlayıp duruyordu. Gömlekli-kravatlı, evrak çantalı
bezgin bir adam minik, yumuşak, sarı iğneciklerden
oluşan zarif çiçeklerinden, ponponlarından birine
bastı. Göremediği biri de bir başka topunu ezdi.
Mimozanın canı yandı.
Tamamen yamyassı olmadığı için şanslıydı ama,
yine de yandı canı.
Kaderine verdi veriştirdi. Ne işi vardı burada?
Yine biri geliyor. Hafif sola atladı, kurtuldu. Serin
ve sakin yerlerde, ana ağacın güvencesinde açmak,
103
kuşları, kelebekleri baştan çıkarmak için yaratılmıştı.
Hafif rüzgarla etrafı güzel kokulara boğması huzurunu korumasına bağlıydı. Caddenin curcunası biter
mi? Yine üstüne gelen tabanlar. Hafif sağa, sonra
yine sola. Haydi diyelim ki ağacından kesip kopardılar, getirdiler. Bir dost hediyesi, yahut bir ilan-ı aşk
vesilesi olmak, olmadı bir kase su karşılığı bütün eve
bahar getirmek, yüzleri güldürüp, iltifatlar eşliğinde
koklanmak var iken burada çiğnenmek, tozlu ve tükürüklü yollarda kavrulmak reva mıydı? Dalında,
sapındaki damarlardan kana kana içtiği sulardan geriye ne kadar kalmıştı ki? Kurudu kuruyacak.
“Heyy!” diye keskince bağırdı mimoza tez konuşup tez yürüyen iki adama. “Bakın... bakın buradayım.”
Biri hafif sakallı, diğeri kaba sakallı, esmer, şivelerinden doğulu oldukları hemen çıkarılabilen adamlar onu duymadı. Biri Kadıköy’de bir çay bahçesinde öbürü ise Bakırköy taraflarında bir büfede çalışmaktaydı. Büfede çalışanın kardeşi evlerine yakın,
İstanbul’a uzak lisede bir kavgaya karışmıştı: Delikanlı ile sevgilisi teneffüste kızda gözü olan başka
öğrenciler tarafından taciz edilmiş, delikanlı da arkadaşlarını toplayıp çıkışta tacizcileri taciz etmiş.
Kavga çıkmış, bıçak çekilmiş, karşı taraftan biri yaralanmış. Sonra da jandarma gelip herkesi toplayıp
götürmüş. Kaba sakallı büfeci yaralanan gencin babasıyla konuşup meselenin örtbas edilmesine ikna
etmişti etmesine lakin, adam hastane masrafları diyerek güzel bir para istemişti. İşte onu denkleştirmeye çalışıyordu. Şimdi uykusuzluktan kan çanağına
dönen gözlerle, yanında endişe suratlı akrabasıyla,
104
akrabasının akrabası bir tefeciye gidiyorlardı. Borçlanmak umuduyla.
Mimozanın “Heyy!” diye bağırdığını duymadan,
bakmadan yanından geçip gittiler. Hızlı hızlı konuşarak. Kaba insanlar olduklarına kanaat getirdi mimoza, “Hıh!” diyerek omuz silkti. Adamların gittiği
yönden gelen iki ihtiyarın tabanları ve bastonlarından kaçtıktan sonra tam ağır ağır gelen, ortayaşlı güzel bir kadını gözüne kestirmişti ki arkadan gelen
görmediği biri yine ponponlarından birine basıp kızgın kaldırım taşlarına yapıştırdı.
Ay vay etti. Hiddetinden tepindi, acısından dövündü. Canı yanmıştı yine. Daha dikkatli olmalıydı
demek ki. Sağına, soluna, önüne arkasına bile bakmalıydı. Nasıl bir cehennemdir bu. Nasıl çıkılır?
Mimoza bir süre sonra sakinleşti. Etrafını daha
bir dikkatle kollar oldu. Zor bir iş değildi aslında,
hemen herkes iki yönde yürüyordu. Yokuş yukarı...
ve aşağı... Ayaklar arasında hoplayıp zıplamaya da
alışmış denilebilirdi, bir şu susuzluk, şu sıcak olmasa.
Aşağı doğru yürüyenler arasında resmi ve şık kıyafetler içinde bir kadınla erkeği kestirdi gözüne ve
daha onlar uzaktayken yaygarayı bastı:
“Buraya bakın!” Zıplıyordu olduğu yerde. “Buradayım!” Adama hınzırca göz kırparak ekledi: “Beni
ona verirsen hoşuna gider, çelersin gönlünü.”
Vücudunu olduğu gibi saran, dar beyaz bir gömlek ile yine dar siyah bir pantolonun altına tabii ki
siyah topuklu ayakkabılar çekmiş memure duydu mu
bilinmez, ancak klasik gömleği, kravatı, pantolonu
105
ve elinden düşürmediği teknolojik telefonuyla erkek
bankacı duymamıştı kendisine söylenenleri. Çekici
mesai arkadaşına, öğle yemeği dönüşü saçma, bel
hizasında fıkralar anlatıp ünlü komedyenlerin repliklerini tekrarlıyor, bir taraftan da tüm erkek personelin rüyalarına giren bu kadını yatağa atmak için daha
kaç litre şaklabanlık yapması gerektiğini hesaplıyordu. Kadının aklı ise o esnada müstakbel eniştesindeydi. Cadı, cahil, cansız ve cazibesiz ablası, nasıl
olmuştu da oturduğu yerden elin mimarını ayartmıştı. Ah kendisi de o kerte bir uzun kulak bulabilse.
Hay Allah!
Birbirlerine sırıtarak geçtiler mimozanın yanından. Hemen sağdaki binanın cam kapısını tıklattılar.
Kapıyı açan güvenlik görevlisi, kadına başka, erkeğe
bir başka bakışlar fırlattı. İçeri girdiler.
Mimoza reddedilmiş aşık gibi arkalarından bakakaldı. Kapı kapandı. Biraz daha bakacaktı ki ayak
sesleri ve acısı kendine getirdi. Birkaç saniyelik insansızlık bitmişti. Şimdi tekrar her bir tarafına bakıyor, oradan oraya atlayıp zıplayıp ezilmekten kaçıyordu.
Bir dilenci geldi, tam önünde durdu. Ayakkabılarının sağ teki o kadar yırtık ki, parmakları kızgın taşa değiyor, hatta neredeyse tabanı da... Adam gelen
geçene herhangi bir dile ait olmayan birtakım seslerle, ama meramını anlatan bir ton ile yalvarıp yakarıyor, muhtemelen sadaka istiyordu. Mimoza ona seslenip seslenmemekte kararsız kaldı. Belli olmazdı,
haftaların açlığını hissettiren dilenci belki de onu
yemeğe kalkardı. En iyisi sıvışmalı derken, dilenci
106
az öteden geçen iki genç kadına yöneldi. Ünlü, gözde markaların damgalarını taşıyan kadınlar; ipli, cafcaflı, karton poşetlerini her iki ellerinde sallayan kadınlar biraz yana kaysalar da dilenciden kurtulamadılar. Nereden yapışmıştı bu herif şimdi? İki arkadaş, birinin kalbi yaralı, stresten ve sıkıntıdan kurtulmak için kuaföre gitmişler, alışverişe çıkmışlar,
çıkmışken pek de yollarının üzeri olmasa da bir İstiklal (İstiklal’den kasıt herzaman gittikleri bir kafeteryadır) yapmadan dönmek istememişlerdi. Kalbi
yaralı olanın hassas burnu, adamın kokusundan rahatsız oldu. Geri dönmek istedi. Adam kadının koluna yapışınca da kadın hafif bir çığlık attı. Etraflarında yuvarlanan insanlardan birkaçı şöyle bir baktı,
diğerleri oralı bile olmadı. Sadece iki veya üç sıra
arkadan iki polis çıkageldi. Dilenciyi tartaklayıp,
kovalayıp kadınlarla aşağıya doğru yürümeye başladı. Evli polis pek oralı değildi ama, bekar ve çirkince
olanı her an bir sohbete başlayacak gibi duruyordu.
Kalbi yaralı kadının ise tüm keyfi kaçmıştı. Bir erkek de farklı çıksa dişini kırardı.
Mimoza olan biteni izlemekteydi ki, bir anda tam
tepesinde beliren beyaz bir spor ayakkabı tabanı etrafı kararttı. Çevik bir hamle ile yana kıvrılıp kurtuldu.
Yine yukarıdan, meydandan rock üniformalı üç
genç geliyordu. İki kız ile kızlardan birinin elinden
tutan bir erkek. Kızıl saçlı, tek olan kızın üzerinde
siyah, dekolte bir bluz, koyu mor bir şort, şortun altından fırlayan siyah külotlu çoraplar ve iri botlar
vardı. Çift olanlar da boyundan topuğa kadar, giy-
107
dikleri ayırt edilemezcesine siyahtılar. Bir bardaki
konsere gitmekteydiler. Neşeli bir halleri vardı.
Mimoza bir deneme daha yapmak için önlerine
atladı. Onlara seslenip kendisini almalarını istedi.
Atkuyruğu yaptığı, siyah, düz saçları beline kadar
uzanan genç adam tam tersine erkek gibi kısacık
saçlı, kumral sevgilisini sürüklemeye başlamıştı.
Kızdaki bu yavaşlama mimozayı görmesindendi.
Eğildi, aldı. Erkek dönmüş, küçümser ve öfkeli gözlerle bakıyordu. Kız ayağa kalkarken hâlâ bırakmadığı eline asıldı:
“Yürü hadi,” dedi, “neredeyse başlayacak! Ne
yapacaksın çiçeği sen?”
Kız elinde sarı şeyi evirir çevirirken kızıl saçlı,
mor etekli kız geldi. Çiçeği diğerinin avucundan alıp
yapmacık bir ses tonuyla “Aşkımmm, sana olan hislerime tercüman olması için bu çiçeği kabul et!” dedi ve çiçeği hayali birine uzattı.
Piyes, kıl yumağının çok hoşuna gitmiş olacak,
biraz da abartarak, katıla katıla güldü, sevgilisi susarken. Sonra ciddileşti. “Hadi abicim yaa! İşimiz
gücümüz var. İki bira atalım başlamadan.” dedi. Yürüdü. Kısa saçlı kız çiçeği almak için kızıl saçlıya
uzanıyordu ki, çektiler, yetişemedi. “Romantik, cici
kız!” dedi Kızıl acıyarak. Mimozayı attı, sonra da bir
tekmeyle bankanın camlı kapısına kadar gönderdi.
“Oranın birası sulu aaabi yaa!”
Kısa saçlı kız üzüntüyle bakarken çekiştirildi yine. Önüne döndü.
Minik sarı şey, yarı baygın yatıyordu ki, kapı açılıverdi. Genç, güzel, kibar ve kültürlü bir kız dışarı
108
fırladı. Mimozanın üzerine bastı, yukarı, meydana
doğru yürüdü. İki adım atmadan gıcır gıcır
“converse”lerinin altına yapışan sarı şeyi farketti.
Üzüldü, tabanını sürterek yapışanı -her ne ise- çıkardı. Üzüntüsü geçti. Aceleyle boş bir taksi bulmak
için koşturdu: Hemen Ortaköy’e gitmesi gerekiyordu.
Mimoza tekrar caddenin ortasındaydı. Kıpırdayacak dermanı yoktu. Kafasını ancak kaldırdığında ise
ayakkabılardan başka birşey göremedi. Ayakkabılar,
ayakkabılar... İyice kurumuştu. Öyle ki, nemden,
güneşten rahatsız olmuyor, beton onu yakmıyordu
artık. Sağlam bir tarafı kaldı mı bilmeden, gelene
geçene aldırmadan öylece yattı. Öldü ölecek.
Meydandan aşağı spor giyimli iki kadın daha iniyordu: fahişeler. Bir tanesi üç yıldır meslekteydi.
Diğeri birkaç aydır. Okula uğradıkları yoktu ya, ikisi
de aynı üniversitede öğrenciydiler. Müşteriden dönüyorlardı; iyi para almışlardı. Yürürken, soran herkese zaruretten bu yola düştüklerini anlatmasını
tembih ediyordu yıllanmış olan. Oysa pek öyle denemezdi. Hikayeleri farklı da olsa, ikisi de rahat yaşama ve kolay paraya düşkünlüklerinden bu işi yapıyorlardı. Okul bitince nasılsa bu işlerden de eli ayağı
çekeceklerdi.
Baygın mimozanın yanına geldiklerinde tecrübeli
olan dirseğiyle diğerini dürttü. “Bak” dedi, “kendine
dikkat etmezsen, bakmazsan, iki sene sürmez bu hale gelirsin.” Ve hangi halden bahsettiğini anlatmak
için spor ayakkabısının ucuyla mimozayı dürtükledi.
“Çiçek olmasına çiçeksindir, ama kimse dönüp sana
109
bakmaz!” Genç fahişe bir cevap vermeden, dehşetle
baktı, başını salladı. Yürüdüler.
Bu son dokunmayı hissetmemişti bile mimoza.
Hala aynı şekilde yatıyordu. Evet, emindi artık sağlam bir tane çiçeği kalmamış, yaprağından sapına
her tarafı ezilip yamyassı olmuştu. İçinde bir damla
su kalmadığından da emindi. Kimsenin artık onu
alıp da kurtarmayacağından da...
Şu halde bu iş biran önce bitsin, daha iyi. Bir sıkımlık canı kaldı, onu da alsınlar ve bu işkence bitsin.
“Haydi!” diye bağırarak üç dört delikanlının önüne atladı. “İyice basın üstüme de bitirin şu işi.”
Gençlerin hepsi de Beşiktaş’ta aynı dersaneye devam ediyorlardı. ÖSS’ye gireceklerdi. Çok, çok kısa
bir zamanları kalmıştı. Daha doğrusu zaman maman
kalmamıştı artık. Yapabilen, yapabildiği kadar yapacaktı işte. Dört kişiydiler. Dördü de liseyi geçen sene
bitirmişti. Bir tanesinin, en başarılılarının, tüm umudu ÖSS idi. İyi bir okula girmek istiyordu. Emekli
babasının güç bela yazdırdığı dersanenin denemelerinde çok başarılıydı. Lakin, bakalım hayat ne kadar
denemeye benzeyecekti. Kuşkuluydu. Bir diğerinin
ise ÖSS, üniversite falan hiç umurunda değildi.
Okusa da, okumasa da babasının işi olan toptan gıda
ticareti yapacaktı. Dersane onun için yeni kızlarla
tanışmak ve onları ayartmak için bir platformdu sadece. Herkes her dakika söyleyip durmasa, tarihini
bile bilmez, sınavı kaçırırdı. Diğer ikisi bu çapkın
kadar rahat değillerdi ancak onlar da liseden bomboş
çıktıkları ve bu boşluğu doldurmanın usulünü bil-
110
medikleri için pek umutlu değillerdi sınavdan. Bir
tanesi yazın çalışacağı, bayanlar için ayakkabı ve
çanta satan mağazada birkaç yıl geçireceğini bal gibi
biliyordu. Gelgelelim diğeri daha da umutsuz bir vakaydı. Mahallede serseri bir arkadaş çevresi vardı.
Geçen sene en samimi arkadaşlarından ikisi bir kapkaç olayından içeri atılmış olması bir yana; işin kötüsü, en fenası, korkunç olanı, para kazanmanın buna benzer yolları ona da çekici ve kolay geliyordu.
Bu tuhaf dörtlünün İstiklal caddesini arşınlama sebebi ise çok doğal ki, farklı farklıydı. Dersanede anlaşmışlardı: Çalışkan olan ile çantacı olacak olan
Galatasaray Lisesi’nin oradaki sahaflardan test kitaplarına, çapkın olan kızlara, diğeri de ikinci el alıyorlar mı diye cep telefonculara bakacak. Oradan da
hepsi aşağı yukarı aynı istikametlerdeki evlerine dağılacaklardı. Hiçbiri ayaklarının altına girmeye çalışan mimozayı farketmedi. Sessiz sedasız yürüyüp
yokuş aşağı indiler.
Hayli vakit geçmiş olmalı. Tatlı bir serinlik, bir
rüzgar başgösterdi. Akşamüstünün şefkatini hissetmeyen küçük, sarı şey hâlâ caddenin aynı yerinde
debelenip duruyordu. Bu insanoğluna laf anlatmak
imkansız: Hiçbiri onu duymuyor, anlamıyor. Artık
mimozanın canına tak demişti “Kendi işimi kendim
görürüm,” diyerek oraya buraya koşturuyor. Daha
önce kaçmaya çalıştığı, ayaklar altında ezilmeye uğraşıyordu.
Gençler geçti, yaşlılar geçti, liseliler, üniversiteliler, memurlar, esnaflar, kadınlar, erkekler geçti.
Sosyetikler dönüp bakmadı, marjinaller bakıp anlamadı, kalenderler hiç görmedi. Taksim’in göbeğinde
111
belki yarım milyon insan gelip geçti mimozanın sağından, solundan. Alsınlar istedi almadılar, ezsinler
istedi ezmediler. Sonunda artık gücünün, takatinin
son zerresine gelmişti.
Kendisini ezmemelerini istediğinde ezen insanlar
şimdi de üzerinden atlayıp atlayıp geçiyordu. Son,
nihai bir gayretle meydan tarafından gelip aşağı inen
bir aileyi kestirdi gözüne. Solda adam, sağda, vitrinlere doğru kadın, ortada da minik bir kız çocuğu.
Annesi kızın elinden tutmuş, gözü vitrinlerde. Adam
elleri ceplerinde, gözü az önünde, çaprazında yürüyen mini etekli iki kadının bacaklarında. Heyecandan hangisine bakacağını şaşırıyor. Kadınlardan biri
de birkaç adımda bir, dönüp adama bakmakta. Lakin
adamdan rahatsız mı oluyor, hoşuna mı gidiyor belli
değil.
İşte tam ailecek mimozanın önüne geldiklerinde
kadın bir vitrine doğru yöneldi, çocuğu babaya teslim edip. Bizim sarı şey ortaya atıldı yine. “Haydi,”
dedi yavaş, bitkin bir sesle. “Bas üstüme de bitsin artık bu.”
Uzaklaşan diğer kadınları gözden kaybetmeme telaşındaki babasının, isteksiz elinden çabucak kurtulan küçük kız, “Ne bitsin?” diye sorarak mimozaya
doğru gelmeye başladı.
Bu sırada arkasından, görmediği biri kirli, sarı şeyi yerden kaldırdı: Dokuz-on yaşlarında bir erkek
çocuk. Mimoza ona da tekrarladı, mırıldandı
birşeyler. Şuursuzca.
“Ne diyorsun ki? Anlamıyorum,” diye cevap verdi çocuk mimozaya. “Ama çok güzel kokuyorsun.”
112
Kız atıldı hemen: “Vel!”
Çocuk şaşırdı, elini sakladı arkaya. Bu sırada küçük delikanlının annesi geldi, çocuğun diğer elini
tuttu ve ters istikamete, yokuş yukarı yürümeye başladılar.
Kız bağırdı yine:
“VEL!”
Çocuk annesinin elinden kurtuldu, kızın yanına
gitti, gülümsedi ve en az kızıl saçlı rockçı kız kadar
ustaca uzattı mimozayı. “Al, senin olsun, çok güzel
kokuyor!”
Sonra koştu, annesinin elini yakaladı, ufak kıza
tekrar gülümsedi ve kayboldu.
Kızın annesi vitrinden döndü, “At şu pis şeyi
elinden!” diye kıza bağırdı. Bu kez ufaklık elini arkaya sakladı. Anası zorla elinden almak isteyince de
yaygarayı kopardı. Önde giden güzelleri yakalama
derdinde olan babası, annesine çıkıştı ve geç kaldıklarını, kıza ilişmemesini söyledi.
Ufaklık kazanmıştı.
Mimoza ise halsiz, dermansız yatıyordu kızın
avucunda. Konuşacak, hareket edecek hali yoktu
ama huzurluydu. O akşamüstü rüzgarlarında etrafa
nefis bahar kokuları yaymak için yaratılmıştı.
113
SANDALYENİN ŞAHİTLİĞİ
Biri hafif göbekli, diğeri ince uzun iki polis, yarı
işhanı yarı apartman denilebilecek binanın küf kokan merdivenlerini tırmanıyorlardı. Ağır ağır. İkinci
kata geldiklerinde onları kapıcı karşıladı.
“Kaçıncı kat?” diye sordu kapıcıya göbekli polis.
“Dört! En üst kat!”
Kapıcının da katılımıyla üç kişi olan kafile uyumlu adımlarla yeniden tırmanmaya koyuldu basamakları. Üç dört basamakta bir göbekli polisin oflayası
geliyordu.
Üçüncü katta binanın sahiplerinden biri ile karşılaştılar, dördüncü katın koridoruna dört kişi olarak
çıktıklarında polisler diğerlerini takip etmek üzere
geride kaldı. Kapıcı çok önemli bir vazife yapmanın
getirdiği ciddiyetle (aslında zevzek bir adamdı) polisleri gidecekleri yere götürürken, ev sahibi gelmekte pek isteksizdi. Önce yavaşlayarak arkalarda kaldı,
sonra büsbütün durdu:
“Ben aşağıdayım birşey gerekirse,” diye belli belirsiz seslendi.
***
114
Nasıl efendim? Ben mi?
Evet efendim, eskiyimdir. Ancak antika sayılır
mıyım, bilemem. Erbabına sormak lazım gelir. Takriben ikinci cihan harbinden beridir buradayım. Buraya rahmetli Kirya Stella getirmiş idi. Varın hesap
edin, çeyrek asrı geçti.
Olabilir efendim, yarım asır da geçmiş olabilir.
Malumunuz, vakit kavramı pek bir bulanıktır bendenizde. Mühim birkaç seneyi, günüyü bilir, oradan
hesap ederim: 27 Mayıs, Kıbrıs Harbi, 12 Eylül,
Kirya’nın kiracıları...
Yanlış anladınız, laubalilik etmek istemedim.
Kirya rahmetlinin ilk ismi değil, Rumca “madam”
demek. Madam’ın kiracıları demek istedim.
Peki efendim, nasıl arzu ederseniz. Sadece son kiracıyı anlatayım. Zaten konumuz da kendisi değil
mi? Efendim bu genç burada... Yenidir amma, çok
da yeni değildir. Nasıl anlatsam? Madam Stella’nın
rahmetli olmasından evvel (tam kestiremiyorum ne
kadar evvel olduğunu) bizzat kendisinden kiralamıştır odayı. Sonraları binayı satın alan tacir beyefendilerin bulduklarından değildir. Madam’ın kiracısıdır. O gün bugündür de bu odada ikamet eder.
Ederdi. Tam olarak söyleyemiyorum, mazur görünüz.
Zat-ı alinize arzetmiştim ya efendim, vakit hesabı
yapamıyorum. Kendime bile şaşıyorum. Nasıl bu kadar hızlı aktı da zaman, bu hale geldim, bacaklarım
şişti, çürüdü, sırtım çatladı, inanın hesabını yapamıyorum. Hiç yapamıyorum. Zihnimde bir gençliğim
var, dört ayağı bir hizada, yere sapasağlam basan,
115
yüzlerce kiloyu kaldırabilecek, ceviz rengi delikanlı;
bir de şimdiki ben, romatizmalı bacakları birşey taşıyamayan, çatlak, kırık, kararmış, durmadan gıcırdayan, eklemleri esneyen...
Hayhay efendim sualinize geleyim. Yaşlandıkça
gevezeliğim de artmakta. Kusuruma bakmayınız.
Hem elim hadisenin tesirini de atamadım daha üzerimden.
Bu delikanlı darülfünunda talebe idi, ilk geldiğinde. Riyaziye tahsil eder imiş. Mektebin üçüncü
veya dördüncü sınıfındayken gelip yerleşmişti buraya. Nice geceler taşımışımdır onu ders çalışırken. O
vakitler bu değil, başka bir masa vardı rahmetli,
çam ağacından. Onun üzerine çok devrilmişliği vardı fakirin, uykusuzluktan. Çalışkan idi, kabiliyetli
idi. Ayrıca derslerinden başka da türlü türlü uğraşları vardı. Misal, resim yapardı; ilk karalamalarını
o uykusuz gecelerde yapmaya başladı. İlle de imtihanlar öncesi, müthiş ilham gelirdi kerataya. Böyle
böyle geliştirdi ya çizgisini!.. Bunun dışında mütemadiyen okurdu. Envai, epeyce kitabı vardı.
Sorunları? Bilmem ki. Dışarıdan idrak etmesi güç
bir takım şeyleri mesele ederdi kendine, zaman zaman. Lakin şudur diyemem.
Ah, afedersiniz, siz “sorunları” deyince... Yanıldım... Maddi sorunları pek yoktu o vakitler. Öğretmen emeklisi validesi, -memleketinde de biraz malı
mülkü olmalı ki- aksatmadan para gönderirdi. Yok
canım, yanlış anladınız. “Tuzu kuru” demedim. İlahi
memur bey, öyle olsa neden bu tencere kadar odada
tıkılıp kalsın senelerce? Affedersiniz, bir tuvalet, bir
116
lavabo ve bir pencereden ibaret bir kutuda... Alemsiniz. Hanımefendinin yatırdığı öyle ahım şahım paralar değildi ki: İşte, kirasını ödemeye, yiyip içmeye
yetecek kadar. Zaten, bir biraderi, bir hemşiresi daha var imiş galiba. Kadıncağız onlara da hem analık
hem babalık yapmak zorunda, değil mi? Ha unutmadan, bir de devletten aldığı öğrenim kredisi vardı,
iki kuruş. Hepsini toplasak delikanlının bir aylık iaşesi anca ediyor.
Pat diye bugüne gelemem efendim... Bu noktaya
nasıl geldiğini arz etmem gerekiyor, mümkünatı yok.
Zaten kendimi de suçlu görmekteyim.
Öyle demeyiniz, ufaktır-büyüktür, benim de payım, kabahatim vardır bu raddeye varılmasında.
Vicdanım rahat değil. Ben de şu zirzop, divan mıdır,
çekyat mıdır nedir, onun gibi olaydım keşke. O zibidinin lakırdılarına ihtimam gösterseydi de böyle olmasaydı.
Ha, ne diyorduk? O yıllarda işte pek maddi sorunları yoktu bugünkü gibi. Mekteple de arası fena
değildi baştan. Arz ettiğim gibi, sabahlara kadar çalışırdı. Sonra sonra soğudu biraz.
Peki, peki. Tamamen soğudu. Mezuniyete yaklaştıkça iyice içine kapandı, insan içine çıkmaz, derslere gitmez oldu. Mektebini de altıncı senenin sonunda, zar zor bitirebildi. Oya hanım olmasaydı belki de
mezun olamayacaktı. Oya hanım mı kim?
***
Oya mı? Hah!
117
Oya, Oya diye başımın etini yedi durdu bu eve
geldiğimden bu yana. Anlatayım, anlatayım sana da
dinle!
Yoook ben öyle sizli bizli konuşamam kardeşim.
Yalakalık istiyorsan git o bunak sandalyeyle konuş,
dediğinden bi halt anliicaksan. Bayat oturak, hah!
İşine gelmiyorsa anlatma., Hem, çok da umrumda
sanki. Bana ne!
İyi öyleyse, otur dinle. Dinle bak komediyi, yarılacaksın gülmekten. Herif bu zilliye abayı yakmış
üniversitede. Daha birinci sınıfta. Bi sene boyunca
diil konuşmak, adını bile öğrenememiş aptal. Hem
de aynı bölümde, düşünsene! Anfilerde bunu görecek
bi yer seçip film seyreder gibi bön bön bakarmış. İlk
senenin sonunda bütünleme listesinde görmüş hatunun adını da ordan bilmiş; bütünlemeye kalan tek
kız buymuş çünkü. Neyse işte kızın adını öğrenmiş
öğrenmesine de, yine gidip konuşamamış. Öbür döneme sarkmış, ondan da bi sonrakine. Yine olmayınca hatunun sınav notlarından dersin birinde (dedilerdi de unuttum şimdi, ‘mantık’ mıydı neydi) durumunun parlak olmadığını öğrenmiş, kendini bütünleme sınavına bıraktırmış. Orada pusuya yatmış ve
ikinci senenin sonunda kızla tanışmış. Hah!
Ne demek şimdi bu? Ben bunlara tabii ki şahitlik
etmedim. Görmüyor musun ne gencim ben. Gıcır gıcırım. O kadar küflenmiş, bi şu rafları sarkmış,
anarşist kitaplık, bi de deminki iskelet iskemle var,
canlı cenaze. Pis bunak! Ben geldiğimde onlardan
duydum bütün bunları. Bi de herifin gece üstümde
118
uyurkenki sayıklamalarından. Hem kanepe hem yatak vazifesi görüyorum ya!
Ne demiş benim için ihtiyar? Divan mıymışım,
çekyat mıymışım ha? Bak yaylarım titriyor sinirden.
Kanepeyim ben kanepe! Bunak oturak n’olacak!
Bunların hepsinden fazla hizmetim vardı herife
ama yaranamadık ki bi türlü. Laf anlamaz yabani.
Ah, ilk sahibim kıymetimi bilirdi benim.
Ne kızlar gördüm sayesinde.. Hah! Hem birine
bile eyvallah etmez, işini bitirince “işte kapı işte sapı” derdi. En güzeli de bu diil mi kardeşim? Ne öyle
sümsük sümsük aynı kızın peşinde koşmalar yıllarca,
iki kelime edememeler, kız lütfen konuşunca, kuyruk
sallayınca kul köle olmalar? Evet hepsini yaptı bu
herif. Oya mıdır, boya mıdır, ilk önce naza çekmiş
kendini. Bir bakmış bizimkinden tarafa, beş bakmamış. Bir çay içmiş kantinde, beş içmemiş. Herif de
pervane. Oraya buraya kızın resmini yapmalar, kızı
görme ihtimali var diye dersleri asmalar, sınavlara
girmemeler. Zaten başka bi Allahın kulu mu var yanında duran, ne bi hemşerisi, ne bi kankası. Ortamı
falan da yok takıldığı. Bu “Boya” en sonunda bakmış başka talibi yok (laf aramızda, pek de güzel sayılmazmış) istemeye istemeye, nazlana nazlana, bizimkinin güç bela gündeme getirebildiği (sümsük!)
‘sevgili olma’ fikrini kabul etmiş. Herif sevincinden
havalara uçmuş elbette. Başka tek bi arkadaşı yokken sevgilisi olacak, düşün. Quasimodo ile
Esmeralda hesaabı.
Yok canım ne yardım etmesi, o zilli olmasa belki
de garibim bu kadar derslerden soğumaz, okulu
uzatmazdı. Yardım etmişmiş! Hah!
119
Sen kalk bütün gün suratını as, mecburiyetten onu
seçtiğini iliklerine dek hissettir, diğer arkadaşlarınla
gez toz, bu garibanı çağırma bile, iyice yabanileştir;
üstüne “okulu daha da uzatırsan evlenemeyiz,” de,
ondan sonra da ‘yardımsever sevgili’ ol! Evet aynen
böyle buyurmuş, harfiyen böyle demiş: “Okul daha
da uzarsa güle güle!” Bu sümsüğün kendine bile
faydası olmadığının farkına varmış ya bi kere, zillinin niyeti zaten belli: Nasılsa yine mezun olamayacak, acısız kurtulacak ondan.
Evdeki hesaba uymayan ise bizimkinin “boya”yı
kaybetme korkusuyla n’apıp edip o sene mezun olması olmuş. Al sana, işte o sersem, kıdemli oturağın
uydurduğu yardım hikayesi bu! Hah!
***
Kapıya gelince, “Avukat nerede?” diye sordu göbekli polis kapıcıya.
“Bayılmış idi garibim. Na şuradaki yazıhanede.
Toktor geldiğinde hala yatar idi.”
“Doktor nerede peki?”
“Toktor da ilk gelen ekip ile geldiydi, raporunu
yazdi, sonra da getti.”
“Peki sen anlat bakalım ne olmuş burada?”
“Vallah beyim,” diyerek ellerini iki yana açtı kapıcı. “Benim de çok bir bildiğim yok. Öğlen üzeri bu
avukat bey gelmiş, icra dairesinden bir memur ile.
Geçen günde de gelmiş idi, haciz için. Kapıyı neyin
açan olmamış. Çalmışlar çalmışlar getmişler. Bugün
de açan olmadı diye çilingir getirdiler, açtırdılar...”
120
***
Tozluysam tozluyum, size ne? Yaklaşmayın o zaman, beni tozlu raflarımla bırakın, ben memnunum
halimden.
Ne istiyorsunuz? Ne bilgisi?
Siz daha iyi bilirsiniz! Bu hale siz getirmediniz
mi, sizin eseriniz değil mi bu? Yürü git arkadaşım,
anlatacak yeni birşeyim yok!
Neden şaşırdın? Tabii ki siz, ve bekçiliğini yaptığınız çürümüş, yozlaşmış, kapitalizm denen lağım
çukuru! Bu delikanlının, inanılsa, güvenilse, ilgilenilse hem çok iyi bir bilim adamı, hem de yetenekli
bir sanatçı olması işten bile olmayan bu çocuğun bu
hale gelmesinden siz sorumlusunuz!
Evet, o kızcağızın bu kadar bencil ve paragöz
oluşu da sizin yüzünüzden. Koca bir nesli bilerek ve
isteyerek köşedönmeci, hodbin, etrafında olup bitenlere duyarsız, memleketine ilgisiz, lümpen bir sürü
haline getirmediniz mi? Toplumu bilinçlendirecek ne
kadar aydın, devrimci varsa 12 Eylül ile beraber
hapishanelere tıkıp bir yandan gericiliği, diğer yandan ahlaksızlığı pompalamadınız mı?
Şurada yatana bakın, bu çekyat gibi zibidilerle
kapladınız her yanı. İnsana, insan olana nefes alacak yer bırakmadınız.
Ne demek ilgisi yok! Elbette var. Bu delikanlı sizin şablonunuza uymadı diye dışlandı, alay edildi.
Bugüne böyle gelindi. Okuldan zar zor mezun oldu,
doğru. Velakin bu kötü, başarısız bir öğrenci oldu-
121
ğunu göstermez. Cuntanın, YÖK’ün yarattığı sınıf
arkadaşlarıyla uyuşamadığı, kendini anlatamadığı
için yalnızlaştı, içine kapandı. Alternatifi bulamadı.
Okulundaki devrimci arkadaşları bulması, emperyalizme ve burjuvaziye karşı mücadele etmesi gerekirdi. Ancak sınıf bilincinden yoksun olduğu için bunu
yapmadı, sorunlarının kaynağını bilemedi ve düzenin çarkları arasında ezildi.
Okulu bitirince mi? Ne yapacak, ilk iş askere gitti. Yanılmıyorsam Manisa’da yaptı askerliğini. Döndüğünde geçimini sağlamak için iş aramaya başladı.
Bulamadı elbette. Gazete ilanlarını takip etti, iş
bulma kurumuna gitti-geldi, ne yapıp ettiyse, uygun
bir iş bulamadı. Çoğunda adını adresini alıp gönderiyorlar, pek azında ise kirasına bile yetmeyecek
maaşlar öneriyorlardı. Şaşırmamalı aslında, düzenin kuralı bu: Sermayen varsa sömürür, yoksa sömürülürsün. Ama delikanlı şaşırdı, üzüldü. Üstelik
evlenmeyi de düşünüyordu yakında.
Nasıl mı geçindi? Annesi para göndermeye devam etti bu süre boyunca da çocukcağız aç kalmaktan ancak kurtuldu. Tüm bunların üstüne bir de öğrencilikte aldığı kredileri geri istenmesin mi? Sosyal
devlet buraya kadar işte! Sonunda parası az maz
demeyip işe girmeyi kafasına koydu. İlk önce bir
garsonluk işi buldu, yapamadı. Maaşı yok denecek
kadar azdı, diğer garsonlar bahşişlerle geçiniyorlardı. Bizimki bahşiş mahşiş isteyemeyince, iki ay
sonra ayrıldı. Hemen ardından bir ilan bürosunda
getir-götür (siz “office boy” demeye pek bayılırsınız) işi buldu. Maaşı yine oldukça düşüktü. Yol parası vermemek için ta Şişli’ye kadar yürüyordu her
sabah. Gerçi yürümeye alıştı kısa bir sürede, ancak
122
bu kez de iş arkadaşlarına, “ofis” havasına alışamadı. Herkes para düşünüyor, para konuşuyor, müdürlere yaranmak için arkadaşlarını gammazlıyor,
laf taşıyordu. Beş dakika geç gelmenin, erken gitmenin kavgaları yapılıyor, maaşlardan içilen çayların,
çaya atılan şekerlerin parası kesiliyor, buna mukabil
şirkete her fırsatta kazık atılmaya, bu kesintiler (ve
fazlası) çıkarılmaya çalışılıyordu. Hani hal, öyle bir
haldi ki, herkes herkese düşman, fakat aynı zamanda
herkesle de dosttu. Dostluğu düşmanlığı tek belirleyen tarafların o anki çıkarıydı. Sermayenin, kapitalizmin iş ahlakı buydu işte. Ne kadar angarya varsa
bizimkine koşuluyor, ne kadar sahipsiz kalan masraf
varsa, sesini çıkaramayan bizimkinden kesiliyordu.
Fakat delikanlı dayandı, gıkını çıkarmadı. Öğrenciliğinden kalma kredi borcunu ağır aksak ödüyor, kalanıyla da geçiniyordu. Fabrikada çalışmıyordu ama proleter sayılırdı yine de. Emeğinden
başka bir şeyi yoktu ki. Günde onbir saat çalışıyordu, resimden uzaklaşmış, kitap okumaz-okuyamaz
olmuştu amma daha iyisini bulmadan da bu işi bırakamazdı.
Üstüne üstlük, bir de yakında evlenecekti, öyle
sanıyordu. Hatta kayınpederinin kulağına mesele
çalınmış, tanışma günü ayarlanmıştı. Bizimki boğazından kesti, kendine kıyafetler, parfümler aldı. Giyindi, kuşandı, süründü, güneşli, şen bir Pazar günü,
öğlen vakti kayın pederinin kapısını çaldı.
Zavallı.
Ne bilsin karşısına ilkel, sınıf atlama aşkıyla yanıp tutuşan bir küçük-burjuva esnaf bozuntusunun
123
çıkacağını. Ne bilsin sizin düzeninizde “parası” kadar değeri olduğunu.
***
Bilirim be kızanım, bilmez miyim, tam o günlerde
geldim buraya.
Önceki masaya üzerinize afiyet tahtakuruları dadanmışmış duyduğuma göre. Tahtakurusu fena illettir be ya. Düşman başına billahi.
Eski sahibim Tekirdağından buraya göçtüğünde
getirmişti beni de beraberinde. Amma burada evler
ufak, çok yer kapladım diye emmen satıverdiler beni
eskiciye. Bu delikanlı da oradan alıverdiydi beni.
Anlatayım, anlatayım da bilesin. O gün, erkenden
kalktı bu kızan, süslendi, püslendi, öğlen ezanından
evvel neşeyle fırladı gitti. İkindi okunmadan da bej
karış surat ilen dönüp geldi, kafayı vurdu yatıverdi,
sabahlara kadar titredi durdu da, ne bir lokmacağız
yedi ne bir su içti.
O vakitler ahşap, başka bir divancağız vardı bu
avalı şeyin yerinde. Sonradan onu da atmak zorunda
kaldı tahtakurusundan. Ne illettir onlar, düşman başına. Bakma sen, o da hanlaşamazdı bu sandalye
ilen. Eep kıskanır bu koltuk milleti birbirini be ya,
çekemezler. Oğlan ders çalışsa divan kıskanır, divana otursa sandalye sinirlenir.
Peki peki sadede gelivereyim. Sonradan duyduğuma göre, o gün kız ilen buluşup kayınpederin yanına varmışlar. Epten aykırı biryerde imiş evleri.
Beriki mendebur bir suratla karşılamış kızanımı.
124
Yemeğe oturmuşlar, oş beşten sonra erif bilmiyormuş gibi sormuş:
“A be sen ne iş tutarsın?”
“Hacentede çalışırım,” demiş delikanlı. “İlan
hacentesinde.”
“Orada ne yaparsın? Kaç para mayış alırsın?”
Bizimki anlatmış ayak işlerine baktığını.
Haylığını da deyivermiş. Beriki ses etmemiş evvela,
amma bir gerginlik, bir sessizlik çöküvermiş avaya.
Kalkmışlar sofradan, tavla oynamak istemiş kayınpeder, oynayamamışlar. Kızancağızım bilmez ki be
ya, kiminlen oynamış ki? Yine bir sessizlik, bir uğursuzluktur gider iken erif pat diye ağzındaki baklayı
çıkarıvermiş:
“Sen,” demiş. “Nasıl ev geçindireceksin, nasıl
bakacaksın benim kızıma bu paraylan?”
“Bakarım,” diye cevaplamış bizimki. “Çabalarım, çok çabalarım.”
“Senin gibi bej kuruşluk birine vermek hiçin mi
büyüttüm ben yavrumu be ya?”
“Aman efendim!”
“Amanı mamanı yok, gül gibi kızcağızımın
ayatını kararttırmam. Senin gibi ezik bir hadama verecek kız mız yok bende.”
“Yapmayın efendim, biz birbirimizi seviyoruz. Em
benim elimden gelir er bir iş. Yakında daha iyi bir
işceğiz bulurum, şimdi boşta kalmayayım diye...”
“Aydi, aydi... Topla tasını tarağını çık git
ayatımızdan! Serseri!”
125
“Ben serseri değilim, aksızlık bu! Siz ne kaba bir
adamsınız!”
O vakte kadar babasının ettiği laflara iiç sesini
çıkarmayan kız, emmen çullanıvermiş:
“A be sen nasıl akaret edersin benim babama?
Ağzını topla, terbiyeni takın!”
Sonra bir ağız dalaşıdır gitmiş kayınpeder ile delikanlı arasında. Lakin zannetmeyin ki kızanım erife
küfürler savurmuş. Terbiyelidir, efendidir o. Münakaşa etmiş ama, kızın babasının aksine tek bir fena
söz söylememiş. Ben diyeyim on, siz deyin yirmi dakika ağız dalaşı itmişler. Zavallı kadersizim, kayınpederinden duyduğu akaretlerden çok kızın babasından taraf olmasına hiçerlemiş. Lafı da daha fazla
uzatmayıp çıkıp buraya gelmiş.
Sonrası mı? A be orası malum işte: Bir daha ne
haradı ne de sordu o kızı. Amma bizimki isli çocuk
ya, kıza da aşık mı aşık ya... Dengesi bozuldu, üreği
sıkıştı o günden sonra. Evvela histifa etti işceğizinden. Dışarı çıkmadı on-onbeş gün. Yattı durdu. Sonra sonra hiçmeye başladı. Daha evvel görmemiştim
onu böyle. Aydi diyelim ki ben yeniyim o vakitler,
benden eskiler, şu sandalye, şu çok bilmiş, çok konuşan kitaplık da görmemiş onu böyle. Annesinden gelen bütün paracağızı rakıya yatırdı be ya. Üzerimde
hiçip hiçip ağladı, duvarları yumrukladı.
Beni de bir iki yumrukladı amma ona kızmadım
iç. Emen üzülür, özür dileyiverirdi. Kötülük yapmak
istediğinden değil, ızdırabından, öfkesindendi asabiyeti. Yoksa ince ruhlu olduğunu eşya dediğin emen
126
anlayıveriyordu. Evdeyken bizim ilen ep konuşur,
ahbaplık ederdi.
Yok yok, kimseye zarar vermedi. Assas oğlandı be
ya, yapar mı iç öyle şey? Bir iki aya kalmadı, sakinleşti zaten. Hiçmediği zamanlar iresim yapar oldu,
uzun müddettir yapmaz imiş. Meğersem ne yetenekliymiş kızanım. O kızın türlü türlü, boy boy resimlerini yaptı. Atta bir tanesini de na şurama sol köşeceğizime yaptıydı da, silindi zaman ilen.
***
“Sonra,”
“Sonrası malum beyim, avukat bayıldı, memur
ilen çilingir gaçtı. İş bena kaldi. Sizin arkadaşlarınızi
da, toktoru da çağıran benim.” Kapıcı lafını bitirdikten sonra dönüp bir şey ister gibi baktı, gözünü kırpıştırdı.
“İyi peki, aferin,” dedi sıska polis. “Bir akrabasını
falan biliyor musun? Eşi dostu, yakını?”
“Vallah benden de eskidir burda bu garip. On yedi senedir otururmuş, mal sahabı dedi. Ben, onbir
sene oldu, tek bir ahbabını bilmem. Kimse gelip
getmez buna. Evvelki kapıcı da dediydi, bunun heç
arkadaşı neyin yokmuş. Beyim... Komserim, ne yalan söyleyeyim benle de konuşmaz idi bu. Pek aramız yoktu anlayacağın.”
***
127
Bu haleti ruhiyeden çıkması ne kadar sürdü tam
kestiremiyorum, lakin nihayetinde alkol ile münasebetini azalttı, toparlandı. Oya hanımı, aralarında
vuku bulan talihsizliği bir kenara bırakıp tahsiline
uygun bir iş aramaya koyuldu. Riyaziyeden hazzetmiyordu fakat hayatta kalabilmek için para da elzemdi. Evvela memuriyeti denedi. Sınavlara girdi,
müracaatlarda bulundu. Bir sonuç çıkmayınca özel
teşebbüslerde iş aradı. Muhasebedir, katipliktir, didindi durdu. Mamafih sonuç değişmedi. Çaldığı her
kapı suratına kapandı.
Evet efendim, annesi halen az buz para gönderiyordu. Hanımefendi herhalde maddi destek vermenin kafi olduğunu, gerisine hacet olmadığını düşündüğünden olacak, daha fazla alakadar olmaz idi evladıyla.
Ümidini yitiren delikanlı son çare ayrıldığı işine
dönmek istedi. Nafile. Maalesef çoktan yerine başka
birini istihdam etmişlerdi. Ancak giderayak eski müdürü, başka bir arkadaşının bir reklam ajansında
benzer bir eleman arandığını söyledi, bizimkini oraya yolladı. Talih bu sefer gülmüştü delikanlıya, hemen işe aldılar. Büro ortamı aynı, maaşı aynı, işi
aynıydı. Tek değişen şahıslar olmuştu.
Aman efendim şahıs deyip geçmeyiniz. O şahıslar, çok geçmeden bizim delikanlının kaleme yeteneğini (her nasılsa) farkettiler ve kendisini bariz bir
maaş artışıyla grafik bölümüne naklettiler. Orada
yapacağı edeceği, önüne eskiz halinde sunulan işleri
birkaç kişiyle beraber rapidolarla, punto cetvelleriyle ve sair vasıtalarla yeniden çizmek, gazetelere,
128
mecmualara gönderilmek üzere hazırlamaktı. Delikanlı bu vazifeyi sevdi. Teknik, maharetlerini gösterebileceği bir zanaattı bu. Bu sayede tahsilden kalma kredi borçlarını kapadı, artanla birkaç eşya arkadaş aldı, getirdi buraya.
Şimdi burada değiller ama ilginç ilginç cihazlar
gelmişti, hele birinin adı çok acayipti, kalevizyon mu
volevizyon mu ne? Pikap benzeri, ses çıkaran, ışıldak birşey. Şu sersem divan da o zaman damladı.
Diğerleri gitti ama bu zibidi kazık çaktı.
Bu arada, aklıma geldi: Demek o Trakyalı masa
efendi de evvelki divanla aramızda husumet olduğunu buyurmuş. Yok efendim, ne münasebet! Kabul,
her eşya alaka ister, kendisi kullanılsın ister. Eh, bu
suretle bizim de o eski divan ile rakip olduğumuz düşünülebilir. Hakkınız var, öyleyizdir de. Lakin kendisi çok kadirşinas bir eşyaydı. Yol yordam, adap erkan bilirdi, konuşmasını bilirdi. Husumet bir tarafa,
ahbaplığımız bakiydi. Ama bu, bu ağzından çamur
akan şaki... Buna bakınca inanın feverandan çivilerim oynuyor. Şu çürük, kırık ayağım daha bir sızlıyor.
Neyse, nerede kalmıştık? Tamam... Anlayacağınız
madden rahatlamıştı biraz. Amma velakin hesaba
katmadığı bazı hususlar vardı. En başta onun maharetinden rahatsız olan mesai arkadaşları. Bir dedikodudur, bir çekememezliktir başladı. Bizimki kulaklarını bu menfi lakırdılara tıkayıp, vazifesini yapadursun, bir yandan da fennin ilerlemesiyle teknik gelişiyordu. Nihayetinde, bizimki kaçsa da bu unsurlar
gelip onu buldu.
129
Peki efendim, daha sarih olarak izah etmeye gayret göstereceğim. Artık borç kartları (delikanlıya da
çıkarttılar, maaşların yattığı bankadan, kredi kartı
da diyorlar), bilgiyazarlar derken (Ah evet bilgisayar, affedersiniz) seyyar telefonlar icad olmuş, hayatın her alanına zuhur etmişti. Fennin gerisinde kalmakta daha fazla ısrar edemeyen müessese de grafik
bölümünü bilgisayarlar ve müştemilatları ile donatma, bazı grafikerleri buna göre eğitme kararı aldı.
Vakit gelince bizimki maalesef bu eğitimin dışında bırakılarak, montaj (matbaa öncesi bir aşama)
bölümüne nakil edildi. Oradakiler daha cenabet,
daha melun mahluklar çıktı. Ne ettiyse yaranamadı.
Zaten bu efendilerin tüm dertleri para, pul, maddiyat. Malzeme çalıp çalıp dışarıda satarlar imiş. Bizimki buna tenezzül etmeyince efendiler evhamlanmış, açığını kollar olmuşlar. Nihayet kusurlu bir işte
esasen hiçbir günahı olmamasına rağmen faturayı
delikanlıya kesmişler. Bizimki sessiz, kabullendi zararın maaşından kesilmesini. Birkaç ayda, borcu
öder ödemez de istifa etti.
Ne kadar çalıştı orada bilemiyorum. Arzetmiştim
zaman mefhumu ile kavgalı olduğumu. Lakin bildiğim, evvela talih kuşu konmuş gibi görünse de delikanlının başına, evvela biraz saadet bulsa da, hemen
akabinde bunun da bir eziyet halini almasıdır efendim.
***
Eziyetmiş, hah!
130
Saadetmiş!
Bunda şaşacak ne var? Bu bunak nerede yaşıyormuş sorsana Allahını seversen! Hadi onun ağzıyla konuşalım, “saadet” ve “eziyet”i birbirinden ayrı
düşünebilir miymiş? Kim eziyet çekmeden saadete
“vasıl olabilmiş”, veya hangi saadet “akabinde”
eziyeti getirmemiş? Dünyanın kuralı bu, ihtiyar!..
Heheeey!
Haa, tabii bu sümsük, bu pötibör bisküvi (tıpkı o
çürük oturak gibi) kendini bu dünyaya ait görmediğinden onun kurallarını da bilmez, öğrenmek istemez. İlk zorlukta da küser, kaçıp gider. Hah! Dünyanın da çook şeyindeydi... Umurundaydı. Anında bi
başkası gelir onun yerine, sümsük unutuluuur gider.
Fare dağa küsmüş de dağın haberi olmamış hesaabı,
hah hay!
Ne demek ‘n’apacaktı’? Kalacaktı, mücadele
edecekti. Gül gibi para kazanıyordu işte. Oradakiler
çakalsa bu daha da çakal olacaktı. Hırlıyorlarsa
hırlayacak, ısırıyorlarsa daha çok ısıracaktı. Ekmek
aslanın ağzında, senin gibi sümsüğe kim ne diye
durduk yere ekmeğini versin? Budala, n’olacak!
İyi be, o bu kavanozdan dışarı çıkmasın, ta be sabah zıkkımlansın, sonra da sızıp akşama dek uyusun... Ivır zıvır şeyler düşünsün, karalasın dursun
sağa sola, Oya zillisinin dev portrelerini yapsın...
Sonra? Sonra da birileri ona ‘aferin’ desin, para
versin. Ooh beyim, suyundan da koy, ekmek banalım!
Böyle olmadı elbette, sümsük sümsük durunca
tekmeyi basıverdiler. İstifa etmişmiş, aman sevsinler.
131
Etmese n’olacaktı, iki aya kalmaz kapının önüne!
N’aapsınlar bu eziği. Ardından da salya sümük zırlasın dursun!
Hah!
Duur, daha dur, bu tek vakası değil sümüklünün.
Kaç kere yaptı aynısını, dur, dinle!
Bu, işten çıkınca yine zıkkımlanmaya başladı.
Annesi merhametli kadındı, okulu bitireli üç sene
geçmesine rağmen halen para gönderiyordu. Eli
öpülesi kadındı. Bu sümüklü de o paraları alır, kiradan kalanını doğru içkiye yatırırdı. Hoş ona kalsa,
kirayı da yerdi bu beleşçi ya, korkuyordu. Madam
Stella’nın ölümünün ardından satılan binanın yeni
sahipleri kağıt tüccarı imişler. Tefeci falan da diyorlar laf aramızda. Yoksa Madam yufka yürekli ya,
bundan kira mira da istemez (askerdeyken istememişmiş, öyle diyorlar), bu da bütün parayı rakıyamezeye vururdu. Zaten şekli de giderek 100’lük Tekirdağ şişesine benziyordu. Hah, hah hay! Tipe baksan, kocaman, ayı gibi gövde, minicik kafa; tam Tekirdağ rakısı vallahi!
Ay aman, şu hödük duymasın, üzerine alınır şimdi. Masa bozuntusu! Trakya hıyarı! Her lakırdıya
karışır, onun lafını öbürüne taşır. Ha, ama hakkını
verelim doğru demiş bak bunak için: “İiç kimse hanlaşamazdı bu sandalye ilen..” Hah! Ay ömür törpüsü
burası ayol, kafayı yemek işten diil!
Kim anlaşsın onunla be! Huysuz ihtiyar! Çatlak
oturak! Bütün gün vıdı vıdı vıdı, kafamın etini yer
durur. Hesapta benimle konuşmaz ya, duymuyormuşum gibi diğerlerine dert yanar sözde, beni çekişti-
132
rir. Şöyle olmuş da, böyle olmuş da, hep yatıyormuşum da, cevap veriyormuşum da, saygı kalmamış
da... Ohoo, susturana aşkolsun! Sanki kendisi bi işe
yarıyormuş gibi. Söyleyin benimle uğraşmasın, benim olayım bu kaardeşim, ben böyleyim!
Hı, ne, konu mu? İyi iyi, döneriz, tamam. Bu herif
işte, işi mişi sallayınca tekrar buraya kapattı kendini, yedi, içti. Resim yaptı, oraya buraya abuk subuk
şeyler karaladı... Sonra bi gün, evsahipleri, bu kağıt
tüccarları, damladı. Ne yapıyor, ne ediyor diye merak etmişler. Geldiler, konuştular, karakalem çizimlerini falan gördüler ortalıkta. Derken bizimkinin işsiz de olduğunu öğrenince bolca kaat sattıkları bi
mizah dergisinin kartını verdiler buna. Dergiden
kopmalar olmuşmuş, çizere ihtiyaç varmış.
Krizdelermiş. Bu, önce kem küm etti, ‘Ben karikatür
çizemem ki,’ falan diyecek oldu. Adamlar ısrar ettiler, hatta kendilerinin de konuşacaklarını söylediler.
Nerden bilsinler yardım edilmemesi gerektiğini böyle bi sümsüğe.
Bir hafta on gün kadar sonra kalktı gitti o dergiye, örnekler götürdü, eskizler yaptı falan... Çizimini
beğendiler, ancak orjinal espriler de üretmesini istediler. Tam adamından... O olmayınca, alışana kadar esprisi hazır bazı taslakları çizime dönüştürmesini söylediler. Böylece dergide çalışmaya başladı.
Başladı başlamasına ama herife rahat batıyor ya,
yerinde duramadı yine.
Ya düşün, öyle bi dergi ki bütün genç nesil alıyor;
öyle bi dergi ki iş arkadaşları yine o genç neslin,
bilhassa genç kızların hasta olduğu adamlar. Kendisinin de onlardan biri olma zamanı pek yakın. Ama
133
bizim sümüklü sümsük ne yaptı beğenirsin? Sen kalk,
orada da huzursuzluk yarat, adamların tarzına kafayı tak, adapte olacağına, alışmaya çalışacağına, geleceğini kurtaracağına... Vıdı vıdı, ye bitir kendini,
sonra da bilmemkaçıncı defa çek git. Hah!
Pes doğrusu, pes!
***
İki polis, kapıyı tedirginlikle açtığında ilkin ağır
bir hava çarptı burunlarına. Hatta ince olanı burnunu
eliyle bir süre kapattı. İçersi soğuk.
“Kaloriferler niye yanmıyor?” diye sordu göbekli
polis kir içindeki bir peteğe dokunarak.
“Beş senesi var, yanmaz o kazan beyim. Arızalı.
Zaten çoğu kiracı petek neyin söktürdü. Kimi klima
yakar, kimi elektrik sobası. Bunun da bir elektrikli
ocağı vardı emme...”
En üst kat olmasına rağmen pek de ışık almayan
bu yer, odadan çok bir kutuyu, bir tencereyi, haydi
en fazla bir dolabı andırıyordu. Kapıdan girince,
hemen sağda, yerde gazete kağıdı üzerinde bir piknik tüp, tencereler tabaklar... Onların ilerisinde pencerenin hemen önünde eski, hantal bir masa, masanın üstünde yığılı kağıtlar. Tahta zemin üzerine devrilmiş eski tarz bir sandalye, sol arka bacağı kırık...
Masanın solunda kitapların ve dağınık desteler halindeki kağıtların ağırlığından rafları çökmüş, esnemiş, toz içinde bir kitaplık, ortada pis bir halı. Sol tarafta sobanın arkasındaki duvarda bir lavabo ve onun
yanında hafif idrar kokan tuvalete açılan bir kapı...
Duvarların birinde bir saat, diğerinde ne olduğu an-
134
laşılmaz bir resim: karakalem ile yapılmış... karşı
duvarda bir diğerlerine nazaran daha yeni duran,
açık mavi bir kanepe... Yatak vazifesi de gördüğü
halinden belli: Biri yatıyor...
“On yedi sene burada ha!” diyerek şaşkınlığını dile getirdi göbekli olan polis.
***
Aslında sorun gayet yalın, anlaşılmaz bir tarafı
yok!
Her ne kadar küçük-burjuva bunalımlar içerisinde olsa da, göreceli olarak daha duyarlı bir insan
olan, ‘benden sonrası tufan’ deyip de sefahat peşinde koşmayan delikanlı, o lümpen “sanatçı” ortamına adapte olamadı. Aslında dergideki ayrışma da bu
yüzden çıkmış bildiğim kadarıyla. Ayrılan grup daha
politik bir mizah dergisi çıkarmaya başlamış. Bizim
delikanlının geldiği dergi ise, gayet hafif de olsa, bu
siyasi unsurlardan arınınca tamamen küfüre ve cinselliğe dayalı esprilerin, karikatürlerin basıldığı bir
yayın olup çıkmış.
Hoş delikanlının zaten yayınlanacak çok bir çalışması olmadı orada kaldığı kısa sürede. Onun dergiyle olan çelişkisi yayın politikasından çok, hayat
felsefesi, tarzı ve dolayısıyla da insan ilişkileriydi.
Bırakın o zıpçıktı, lümpen çekyatın dediklerini.
Hayır, tam tersine. Bizimki gayet uyumlu davrandı.
İçeri girdiği ilk andan itibaren ‘burada aradığım arkadaşlıkları bulacağım!’ umudunu korumaya çalışan, hemen herkese gülümseyen, nazik davranan oydu. Düzenin kurallarının değil, dostluğun arkadaşlı-
135
ğın hakim olduğu bir işyeri sanıyordu çünkü. “Sanatçı”ların, “aydın” insanların yanında, yeteneklerini icra ederek, çok sevdiği sanatı sayesinde hayatını kazanacağını zannediyordu. Ancak son tahlilde
o dergi de kapitalizmin içinde bir kurumdu. Düzenin
çarkları orada da dönüyordu. Onun bütün bu iyi niyetine karşılık olarak yayın yönetmeni ve sekreter
haricinde hiçkimse, tek bir kelime konuşmadı onunla. Hayır hayır abartmıyorum. Çok kısa ve mecburi
birkaç lakırdının dışında, kelimenin tam anlamıyla
konuşmadılar.
Gerçi beni sekterlikle yargılayacaksınız bu yüzden, ama bana kalırsa iyi ki konuşmadılar da, delikanlı bu bohem, küçük-burjuva, kendini beğenmiş
züppeler ordusuna dahil olmadı. Bu uzun saçlı, entel
lümpenler, dergide iken ikili üçlü gruplar oluşturarak birbirine çamur atar, çekiştirir; dergi dışındayken hemen ayaklarının altındaki barlarda sabahlar;
bara gitmediklerinde ise yine oralara çok yakın yerlerde bulunan evlerinde pinekler, derginin verdiği
(uluslararası yemek şirketlerinin) kuponlarıyla büfelerden fast-food tıkınır, sonuçta ne olursa olsun Taksim’den (veya çevresinden) çıkmazlardı. Hemen
hepsi saçlarını uzatır, yağ içinde kalana dek yıkamaz, hemen her konuyu ala derecede bilirler, karşılaştıkları hemen her kıza (kimin eşi, kimin kardeşi
bakmadan) asılırlar ve çoğunu elde ederler, kendilerinden başka hemen hiçkimseyi sevmezlerdi. Durmadan canları sıkılan, canları sıkıldıkça etraftakilerin de canlarını sıkan, hayatın anlamını can sıkıntısında ve eğlenmekte arayıp bulan, ağızları bozuk bu
136
lümpenler, cemiyetlerine kolay kolay kimseyi almazlardı. Almadılar da.
Bizim delikanlı, her gününü başka bir
hayalkırıklığıyla bitirerek birkaç ay kadar gitti geldi.
Daha başka mizah dergileri yok değildi, onların yerlerini falan da öğrendi bu arada. İstese ayrıldığı gün
daha iyi mesai arkadaşları olabilecek, belki daha sıcak bir ortamı olan başka bir dergiye de gidebilirdi.
Keşke gitseydi. Onlara gitmesi bana göre de iyi
olurdu. Ancak gitmedi.
Gitmedi çünkü mizah, mizacına zıttı. Resim yapmayı seviyordu, ancak hayatla mücadele gücü zayıftı, nasıl onu “ti”ye alsın. Melankolik bir insan olduğundan, ortaya koyduğu çalışmalar da böyleydi.
Çizdiği insanların, “Oya”ların hiçbiri gülmezdi. Sınıf bilinci de yoktu ki, bu bunalımını devrimci sanata
yönelterek üretken olsun.
Herneyse, sonuçta dergiden ayrılarak tekrar bu
odaya kapandı. Bir ay kadar geçmeden annesinin
ölüm haberi geldi memleketinden. Cenaze için gidip
geldiğinde uzun öksürük nöbetleri ve titremelerle
dolu tuhaf bir hastalığa yakalanmıştı. Miras işini diğer kardeşlerinin tuttuğu bir avukat halledecekti.
Halletti: En büyük ağabeyi malların çoğuna kondu
(işletmek vazifesiyle), kalanına da kızkardeşi ve kocası... Bizimkine kalan ise bir miktar para, ağabeyinin topraklarına katılan (işletme ve her sene
mahsülün parası gönderilme şartıyla) irice bir battaniye kadar bir tarla parçası ve viran durumdaki
evden beşte bir hisse idi. Aslında bir avukat da kendisi tutsa, memlekete gitse hakkını arayabilir, diğer-
137
leriyle eşit pay alabilirdi. Fakat kardeşleri ile para
için kavga etmekten utandı, gitmedi. Onlara güvendi. Kardeşleri de bu güvene karşılık olarak ilk seferden başka hiç para göndermedi. Kapitalizm kardeşi
kardeşi sömürür hale getiriyor işte. O ilk verilen para bitince çalışırken çıkardığı kredi kartlarından
yemeye içmeye başladı.
Sistem, onu, resmi tefecileri olan bankaların kucağına itmekteydi yavaş yavaş. Özellikle küçükburjuva kitlelerin düştüğü en büyük tuzaktır bu:
Kredi kartı. Bu memlekette yaşayan kim (orta ve dar
gelirlilerden oluşak halk kitlelerinden bahsediyorum) gün gelir de sıkıntıya düşmez, kaç kişi, tam
olarak ay sonunu denk getirir? Eğer cepte kredi kartı varsa ve karın açsa, kim gidip doyurmaz? Bankaların
alımlı
ve
güleryüzlü
elemanlarının,
köşebaşlarında dağıttığı bu kartlar, onları almak
üzere atılan imzalar, birkaç ay sonra evi yağmalamaya gelecek avukatlar için davetiye, gangsterlere
emanet edilen ev anahtarı değil midir aslında?
Borçların ödenmemesi, ödenememesi üzerine oynanan bu oyun ile bürolarında ellerini ovuşturarak avlarını bekleyen bu avukatları, çağdaş Robin
Hood’lara benzetiyorum ben. Nasıl o zamanlar
Robin Hood, Sherwood ormanında pusu kurup zenginlerden aldığı paraları yoksullara dağıtıyorsa,
bunlar da çağın (ve düzenin) gerektirdiği üzere tam
tersini yaparak, İstanbul ormanında, fakirlerden
topladıklarını bankalara, holdinglere, ensesi kalınlara veriyorlar. Ekonomi, borsa, sistem, finans, düzen, kanun, adalet, hepsi bu akışı devam ettirmek ve
hızlandırmak için var.
138
İşte bizim delikanlı da bu tuzağa düştü ve o güne
kadar pek de kullanmadığı, korktuğu kredi kartlarını
cebinden çıkardı. Kartların limiti dolana kadar yedi
içti, bir güzel borçlandı. Bir ay sonra gayrı resmi (ve
belki de çok daha insaflı) tefecilerin, yani
evsahiplerinin aracılığıyla Cağaloğlu’nda bir yayınevine, bir çocuk kitabını resimleyince üç beş kuruş
kazandı. Biraz ödedi borcunu, sonra hemen tekrar
borçlandı. Bir seneye yakın bir süre bu şekilde, dışarıya iş yaparak (çizim-renklendirme ve benzeri işler)
geçindikten sonra geçen seneki hastalığı azdı, yayınevlerinin işlerini takip edemez oldu. Zaman geçip,
az biraz kuvvetlenip tekrar Cağaloğlu’na gittiğindeyse çoktan yeni ressamlar, çizerler bulunmuştu
yerine. Böylece bu kaynak da kurudu. Adamlar bekler mi hiç?
Tam da bu esnada Banka, dalaveresinin ikinci
evresine geçti, borçları katlamaya (yani esas tefecilik işlemine) başladı. En son yaptığı kart ödemesinden üç ay sonra gelen kağıtta, eski borcunun iki katına yakın bir para ödemesi isteniyordu. Bu kağıdı
masaya yayıp üzerinde içti. Oh! Delikanlının isyan
damarı, hayata tutunma azmi oldum olası yoktu ya
zaten, artık hepten kaderci olmuş çıkmıştı.
İki ay daha geçti, bu kez gelen kağıt ile borç üçe
katlanmıştı. Borcun ödenememesi bittabi bankanın
ve avukatın işine yarıyor, ödenmeyen her saniye için
temerrütler, faizler, masraflar, liralar havada uçuşuyor, iş artık akıl almaz bir hale geliyor, ne kadar
borcu olduğu bilmemne hukuk bürosunun tok sesli
avukatlarının insafına kalıyordu.
139
Artık içkiye verecek de parası yoktu. Bu iki ayda
kirasını ödeyememiş, kimi eşyasını eskiciye satarak
edindiği üç kuruşla, yarı aç yarı tok, sessiz sedasız
odasında oturmuştu. Saçı sakalı birbirine karışmış
delikanlı artık yaşlandığını hissediyordu.
***
E farketmesi zordur be kızanım be, zaman akıp
geçivermiş işte!
Bir bakarsın üzerimde yemek yiyen, iresim yapan
bir delikanlı, bir bakarsın efkarlı, saçları dökük bir
erifcağız. A be yaşlanıvermiş işte. Biz eşya milletinde vakit ağır geçer, bilemeyiz. Biri çıkıp deyiverince
de şaşırırız be ya.
Çok sefillik çekti safcağızım son zamanlarında.
Rahat uzur görmedi. Bankalara borç, ev sahibine
borç, elde yok, avuçta yok. Bir de hastalığı azmasın
mı.
İlk aciz geldiğinde de böyle yatar idi... (Aciz değil
be ya, ‘aciz, aciz’) Bir kadın havukat ilen geldilerdi
iki iri erif daha... Dan dan dan vurup duruverdiler
kapıyı, sıçradı uyandı kızanım. Açtı: Acizciler.
O süslü yosma bas bas bağırındı kızanıma, görsen sankine borcu ondan halmış zannedersin. Öyle
kaba, öyle bağırınıyor. Neyse bu kadından zaman istedi kızanım, ödeyeceğini söyledi... Velakin şirret
yosma nuu dedi peygamber demedi, odanın içinde
gezindiler, eriflerden biri ilen. Memur imiş, Allahı
var o pek ses etmedi, emir kulu belli. Gezindiler,
epimize baktılar, kontrol ettiler... İşte o vakitler bu-
140
rada olan kocaman ceyranlı sobayı, pikapcağızı,
elada takılı şofbeni (kızanım n’apsın elada yıkanırdı,
başka yer yok), ufak buzdolabını, rapido takımını,
tuvallerini, açılmamış boyaları, vaktiylen kızanımın
yaptığı iki yağlıboya iresimceğizi, bir kısım kitaplarını haldılar, götürdüler. Heski püsküymüşler, aslında para etmezler imiş de, borcun ödenmesini sağlamak için halmışlarmış; en son giderken öyle dedi
havukat. Yedinciye mi, Emin diye birine mi ne bırakacaklarmış.
Sorma be ya, ödümüz koptu bizi de götürecekler
diye. Bir şu divancağız ‘beni de halın, beni de halın!’ diye yırtınıp durdu da, sesini duyuramadı. Gayrımız istedik ki, yanında kalalım kızanımın.
Acizciler gidince, biz işte burada gördüklerin kalıverdik kızanımla baş başa. Soğukta. İslendi biraz,
amma çabuk atlattı kadersizim. Memleketine telefontelgraf etti, tekrar çıkıp iş aramaya başladı. Anlayacağın bir gayret geldi, istek geldi. Kıpırdanır gibi
oldu.
Lakin fenalıklar geldi mi peş peşe gelirmiş. Bir
gün kızanım yine iş görüşmesine gidiverdiydi. Bu
patronlar da ep çağırır çağırır, iç cevap vermezler
adama. Teresler. Neyse daha öğlen okunmadan çıkıverdi. Taa yatsıdan sonra döndü, yattı. Ertesi günü
de akşamlara kadar kalkmadı, haynen kayınpederi
ilen tartıştığı gün gibi.
Meğersem mesele de aynı değil miymiş? Öğlen
vaktiymiş randevusu, gittiği yer de bilgisayar ithalatçısı; muhasebeci ararlarmış. Bizimki de tahsilli
ya, varmış gitmiş şirkete. Şirket dediğim de öyle ale-
141
lade bir yer değil, bilmem kaç katlı bina be ya. Ani
çıksan, Tekfur dağını görürsün, öyle yüksek. Evraklarını halmış bir sekreter, sonra demiş ki:
“Haz sonra müdür bey dönecek yemekten, o görüşecek sen ilen, şurada bekleyiver!”
“Beklerim.” demiş bizimki.
Bir zaman sonra, şirketin memurları döner olmuş, birer birer. Bizimki beklemiş, biri ona ‘gel konuşalım’ desin diye. Bir yandan bekler, bir yandan
titrer, öskürür imiş. Beklemiş, beklemiş erkes gelmiş,
mesai başlamış, kimse onu çağırmıyor. Gitmiş sekretere deyivermiş:
“N’oldu, gelmedi mi müdür be ya?” diye.
Sekreter almış aizeyi eline, aramış bir yerleri:
“Eşceğizi yanında şimdi müdür beyin,” demiş.
Bizimki gene beklemiş, beklemiş, arada bir
öskürük tutuveriyormuş garibimi ki sormayın. Sonra
öyle bir hale gelmiş ki er bir kes ona bakar olmuş,
cancağızı sıkılmış, gitmiş tekrardan sormuş sekreter
anıma.
Yine telefon etmiş kızcağız, sormuş müdüre. Nihayet demiş ki:
“A be tamam, bekliyor sizi, şuradaki oda.”
Kızanım varmış koşturmuş oradaki odaya. Kapıyı
tıkırdatmış:
“Geel!”
Kızanım kapıyı açmış ki ne görsün: Oya bacı, kucağında bej yaşlarında bir kızan, müdürün masasına
142
yaslanmış durur. Müdür de ayakta, bir kızanı ilen
şakalaşır, bir Oya bacı ilen.
Kadersizim ne yapacağını bilememiş öyle dikili
vaziyette durmuş. Bir onu gören ama tanış vermeyen
Oya bacıya, bir kızana bir müdüre bakarmış. Derken
müdür yerine oturmuş, sekretere telefon edip bir
araba ve şiför ayarlanmasını buyurmuş, anımı ve kızanı için. Sonra da anımını gönderivermiş.
Bizimki olduğu yere yığılayazarken, Oya bacı
şöyle bir bakmış, geçmiş gitmiş...
***
Evet efendim, bittabi o mülakatı terketti. Orada
çalışamazdı ya.
Hastalığı ağırlaştı, üç gün yataktan çıkmadı. Öksürükler, titremeler bir yana tüm muvazenesi bozulmuş, akli muhayyilesi kaybolmuştu. Yemek yemesi,
daha doğrusu yiyecek birşeyler bulması iktiza ediyordu, onu bile yapmadı. Bizimle de konuşmadı. Öylece, şu densizin üzerine yığıldı kaldı günlerce.
Gene soğuk bir günün akşamına doğru, kapı yine
gümbür gümbür çalmaya başladı. Açmadı. Israrla
çaldılar, ısrarla açmadı. Hoş, açacak hali de yoktu,
yatıyordu. Na bu divanın üstünde.
Nihayet kapının altından resmi evrakı andıran bir
kağıt attılar.
Şuymuş efendim mesele: Diğer kartın borcundan
dolayı yasal işlemler başlamış, bunun çerçevesinde
İstanbul bilmemkaçıncı icra dairesinden memurlar
ve bir avukat gelmişler, bulamamışlar. Birkaç gün
143
sonra tekrar geleceklermiş, açılmaması halinde kapı
açtırılacak ve yasa gereği yapılarak icra edilen mallar yeddiemine bırakılacakmış. İşte evrak orada duruyor on gündür, masanın üzerinde. Alıp okuyun isterseniz.
Delikanlı... Aman efendim, delikanlı dediğime
bakmayın, kelli felli adam da, işte bize göre delikanlı. Delikanlı bunun üzerine bir feveran ile ayağa fırladı. Anlamadık neler olduğunu evvela. Bir süre dolandı içerde. Sonra...
Titremeler geldi yine, dakikalarca süren öksürük
nöbetleri. Bu haline rağmen yatmadı, birşeyler karaladı durdu masanın üzerinde. Sabaha kadar uyumadı. Halleri ölçüsüzdü. Ben ne yalan söyleyeyim
memnundum bu işten. Bu melun divanı değil beni
kullanması ihtiyar gururumu okşuyordu.
Ancak sabah olunca... işin rengi değişti... Nöbetleri şiddetlendi, nefes alamaz oldu. Affedersiniz
efendim, aklıma gelince tüylerim diken diken oluyor
halen. Müsaade ediniz... Çok müteessirim...
***
Göbekli polis yatağın örtüsünü hafif kaldırıp hemen tekrar kapattı:
“Doktor raporunu diğer ekip mi götürdü.”
“Evet beyim,” dedi kapıcı. “Onlar götürdü.”
“Peki, inceleriz merkezde. Birşey dedi mi doktor,
ölüm sebebi neymiş?”
144
Az önceki ‘aferin’i beğenmemiş olacak kapıcı
önce kendini naza çekti: “Bir sürü şey dediydi emme...” Elindeki anahtarın üzerinde bir leke varmış
gibi kazımaya başladı. “Ben cahal adamım hepsini
aklımda tutamam...”
Ancak polis, memnuniyetsiz bir şekilde kafasını
başka yöne çevirince elindeki anahtarla oynamayı
bırakıp telaşla ekledi: “Bir hafta neyin olmuş göçeli,
bir bunu anladıydım. Ha bir de zatürree’den olabilir
imiş... Burası çok pis imişmiş, çok uygunmuşmuş.
Aslında kriz esnasında biri olaymışmış yanında belki...”
“Peki peki, anladık,” diyerek kapıcının sözünü
kesti ince polis. Sonra arkadaşına dönüp ekledi:
“Haydi ifadeleri alalım da gidelim bir an önce. Bize
de birşey bulaşacak burada.”
“Kiminkini alacağız ki?”
“Önce onu tanıyan birilerini bulup sormalı. Kimdir, nedir? İlla ki birileri vardır görüştüğü.” Sonra
kapıcıya seslenerek: “Emin misin, hiç mi arkadaşı,
konuştuğu birileri yoktu?”
“Aha onun ahbapları bunlar işte.” diyerek eşyaları
gösterdi,kapıcı. “Başka kimseyle konuşmazdı ki.”
145
146
Boş
FANUS
Yağmurdan sırılsıklam olmuş oldukça ihtiyar bir
adam içeri girdi. İlk vezneye yaklaşıp elindeki kağıdı uzattı: “Bolu’ya bir telefon yazdıracaktım evladım.”
“Telefona en sağdaki bayan arkadaş bakıyor amca,” dedi Hasan. “Kuponunu doldur, git ona ver.”
“Nerde o kupon?”
“Var orada bak, gişenin üstünde. Numaranı da
oraya yazacaksun. Onu ver, sonra geç karşıya otur.
Sıran gelince, bağlanınca seni çağıracaklar.”
Adam gitti, kuponu aldı, evirdi çevirdi, gözlüğüne
dayadı. Sonra tekrar Hasan’ın veznesine geldi.
“Okuyamadım oğlum,” dedi. “Sen şu numarayı
yazabilir misin?”
“Peki... Ver amca yazayım,” dedi Hasan. Adamın
adını, arayacağı numarayı, ili yazdı kağıda. “Sen geç
otur, ben veririm kuponunu.”
147
Kalktı, telefon santralinin olduğu tarafa gitti. “Affedersiniz,” dedi. “Bunu da sıraya koyar mısınız?
Şuradaki ihtiyarcığun.”
Genç, güzel memure hanım, bakmadan, bir şey
demeden, omuzu ile yanağı arasındaki ahizeyi bırakmadan kağıdı aldı, diğer üç arama kaydının altına
koydu.
Hasan dönerken eliyle yaşlı adama ‘tamam, bekle’ dedi, geçip kendi yerine oturdu. Saat öğleye geliyordu. Karnı acıkmıştı. Postanede işe başladığından
beri öğle paydoslarında gittiği büfe geçen hafta kapanmıştı. Havasız basık bir yerdi ama yengen’i güzel ve ucuzdu. Hatta minik tavalarda yumurta da kızartıp verebiliyordu büfeci. Yaklaşık iki yılın alışkanlığından lokantaya falan da gitmek istemiyordu.
Hafif ve ucuz olmalı öğlen yemeği. Bir haftadır Selahattin’leydi öğlenleri. O güzel bir yer biliyordu.
Vakit geldi, santral hariç tüm memurlar çıktılar.
Telgrafçı Selahattin ile veznedar Hasan diğerleri gibi
ana caddeye çıkmak yerine Selahattin’in şemsiyesi
altında aşağı, Gedikpaşa’ya doğru indiler. Oldukça
eski bir hanın giriş katında, yerden birkaç basamak
yüksekteki bir büfeden içeri girdiler.
“Selamın aleyküm,” dedi Selahattin içeri girerken. Hasan da tekrar etti. İçerideki on-on beş kişiden
bazıları “Aleyküm selam” diyerek selamlarını aldı.
Bazıları kafalarını bile kaldırmadı.
“Abi bize iki menemen yapıver.” Selahattin arkalarda boş iki tabure ve bir masa gördü oraya yöneldi.
“Ama acele. Bir saatimiz var malum.”
148
Geçip oturdular. Selahattin kısa boylu, hafif göbekli. Otuz beş yaşlarında, sarkık bıyıkları siyah ama
saçları beyazlamaya başlamış.
“Yenge nasıl?” diye sordu Selahattin.
“İyidir, sağolasun.”
Menemenleri yerken, Hasan aniden ayaklanıp dışarı fırladı.
“İdiris, İdiriiis.”
Üniversitede, eczacılıkta okuyan kardeşi, birkaç
arkadaşıyla büfenin önünden geçiyordu. Gidip yakaladı, bir iki dakika ayaküstü konuşup ayrıldılar. Hasan dönünce pür dikkat olan biteni inceleyen Selahattin sordu:
“Nereden tanıyorsun onu, ne konuştunuz?”
“Benim birader...” Gülümsedi. “Namussuzun
uşaği. Kaç zamandır görmemiştim, işe bak.”
“Ne konuştunuz?”
“Ne olacak, hiç. Yarın bize çağırdım, öteberi
gönderdi anam. Hem... sen tanıyor musun oni?”
“Tanıyorum.”
...
Nihayet sokağının köşesi göründü. Mesaisi biteli
daha bir saat olmamasına rağmen sanki bütün günü
evin yolunda geçirmiş gibi geliyordu. Her zamanki
adeti üzere anahtarlığını daha mahalleye girerken
cebinden çıkarmış, ona yakın anahtarı şangırdatmaya başlamıştı. Hasan evine doğru koşturdukça
apartman kapısının, dairesinin, çalıştığı postanenin
deposunun, santralinin ve üst katındaki telgraf-teleks
149
odasının anahtarları, sarı, ufak posta kutusu anahtarlarını ve artık nereyi açtıklarını kimsenin hatırlamadığı iki eski anahtarı kıyasıya dövüyordu. Etrafı rahatsız edebileceğini düşünmesine rağmen sabırsız
elini tutamıyor, bu merasim her gün bir öncekinden
daha önce başlıyordu.
Sokağa girerken duvara yazı yazan gençlerin
önünde buldu kendini. Bir tanesinin elinde batırıldığı
boyadan dolayı kıpkırmızı bir fırça, diğerinde ufak
bir kova ya da kutu vardı. İçinde boya olmalı ki, kovanın da içi dışı aynı kırmızı. Diğer bir genç ise sırtı
duvara dönük, elleri arkada, (silahı gizliyor aklınca)
etrafı kolluyordu. Hasan’ın anahtarlarının gürültüsünü duymuş olsalar gerek, sokağa girer girmez üçüyle
de göz göze geldi. Onun geldiği yöne bakıyorlardı.
“İyi akşamlar gençler,” dedi Hasan, elinden geldiğince babacan bir sesle. “Kolay gelsin!”
Hiçbiri cevap vermedi, hiçbiri hiçbir mimikte bulunmadı. Üçü de sert sert yüzüne bakıyorlardı. Belki
kendi yaşlarında görünen birinin onlara ‘genç’ diye
hitap etmesi hoşlarına gitmemişti. Hele bu kişi bir de
zindancı gibi şangır şungur anahtarlarla dolaşıyorsa.
Yahut da sadece gergindiler ve Hasan’ın o anda oradaki varlığından hoşnut değillerdi. Hasan da hoşnut
değildi, yoluna devam etti. Diğer ikisi dönüp işlerine
devam ederken erketeci hala dik dik bakıyordu.
“Sağcı mı solcu mu bunlar?” diye merak etti Hasan ve dönüp ne yazdıklarına baktı. Yeni başlamışlardı. Yazdıkları da okunmuyordu kendilerinden.
Solcu gibi geldiler sanki. Boyayı tutanın elindeki
ufak bir mintax kovasıydı. Hasan karısının sabahki
150
siparişlerini hatırladı, sokağın içindeki bakkala yollandı.
Öğlenki güneşi engellesin diye indirilmiş brandaya kafasını çarpmamaya çalışırken kapının dışında
sarkıtılmış, üzerinde “TELEFON” yazan teneke levhaya tosladı.
“Ula!..” diye başlayacaktı ki, vazgeçti. Çan şeklinde, beyaz üstüne kırmızı ay yıldızlı, aciliyeti akla
getiren teneke parçasına “Allah belanı versin,” diyen
elini salladı sadece.
“İyi akşamlar Mehmet Efendi,” diyerek içeri girdi.
“Hayırlı akşamlar Hasan Bey.” Bakkal, gazete
kağıdından bir huniye çekirdek dolduruyordu. “Beş
liralık mı istediydin sen?” diyerek ufak müşterisiyle
olan konuşmasına devam etti.
“Yok, Mehmet Amca beş liralık, beş liralık!”
Bakkal amcası bir “la havle” çektikten sonra çekirdeği ölçtüğü çay bardağını çuvalın içine bıraktı,
huninin ağzını kapattı, çocuğa verdi. Ve nihayet Hasan’a döndü:
“Nasılsınız?”
“Sağ ol Mehmet Efendi,” diye cevapladı Hasan
mavi önlüklü adamın arkasındaki rafları, çuvalları
inceleyerek. “Yuvarlanıp gidiyoruz işte. Sen nasılsın?”
“Vallahi biz de günü kurtarmaya çalışıyoz.”
Mehmet Efendi yüzünü buruşturdu. “Yarınımız belli
değil!”
“Neden öyle söylüyorsun?”
151
“Memleketin halini görmüyor musunuz beyim?”
Ellerini iki yana açıp yukarı doğru bakarak sessiz bir
iki kelimeyle Allah’a yakardıktan sonra devam etti:
“Bugünden yarına çıkacağımızın garantisi yok.”
“Sana bir şey olmaz, merak etme,” dedi Hasan.
“Hem buralar nispeten sakin. Yakınlarda okul, yurt
falan da yok.”
“Çok rahatsınız... Ecevit baş olalı gominisler iyice azdı. Bugün de dokuz kişi ölmüş anarşiden. Demin radyo söyledi.”
Adamın konuşmaları Hasan’ın dikkatini gazetelere yöneltti. Hürriyet’in ön sayfasında da dünün bilançosu vardı: Beş ölü.
“Kimsenin tavuğuna ‘kışt’ demezsen bir şey olmaz.” Hasan gazeteyi eline aldı, şöyle bir göz gezdirdi, Bakırköy bilmem ne lisesinin kapısındaki öğretmenin, Ankara’daki ODTÜ’lü öğrencinin cansız
yatan fotoğraflarına baktı, gazeteyi tekrar katlayıp
yerine koydu. “Sen esnaf adamsın sana kim ne yapsın?”
“Sizin için hava hoş.” diye lafı uzattı bakkal. “Ne
de olsa Karaoğlan başta.”
Hasan bu gereksiz sohbetin uzamasını istemediğinden cevap vermedi. Demirel hükümeti yeni düştüğünde de böyle bir muhabbetleri olmuş, adam lafı
dönüp dolaşıp politikaya ve Ecevit’e getirmişti. Hasan da gaflete düşüp oy verdiği lideri savunmaya
kalkınca laf uzadıkça uzmıştı. Bereket, bugün yardımına küçük bir kız koşuverdi. İçeri daldı, Golden
sakızı istedi. Mehmet Efendi başka bir sakız uzatınca da beğenmedi, “Golden”de ısrar etti. Bakkal ofla-
152
ya puflaya tezgahın arkasındaki merdivenden depo
olarak kullandığı asma kata çıktı. Bir dakika sonra
da yeni bir Golden kutusuyla aşağı indi. Kutuyu açtı
bir sakız çıkarıp kıza verdi, gönderdi.
“Zilli!” Kutuyu raflardan birine yerleştirdi. “Defetmesini bilirdim ama, babası…”
Kızı da, babasını da babasını tanımıyordu Hasan
ama, “Sen alışıksındır mal saklamaya,” diye geçirdi
içinden. Mehmet Efendi de karaborsa ağacından
meyve yiyordu. O meşhur deposunda şekerlerin, sana yağlarının hatta kuru çayların yığılı olduğu, başka
malların arasına zulalandığı mahallelinin dilindeydi.
Gelgelelim yapacak da bir şey yoktu. O mallar uzun
bir süre zulada kalacak, sonra da ya esas fiyatının
beş misline elaltından satılacak, veyahut “yeterli”
zam gelince ortaya çıkacaktı.
Kız gittikten sonra Hasan laf olsun diye sordu:
“Şeker var mı?”
“Maalesef bir gram bile yok, gelmiyor,” diye cevapladı bakkal, sesi yumuşadı, yüzü masumca ekşidi. “Şeker fabrikasında grev mi varmış ne?”
“…”
“İnan olsun yok! Kendi evimde bile yok ki sana
satayım.”
“…”
Asabı bozulan, buraya niye geldiğini düşünen
Hasan, dışarıdaki gencin mintax kutusunu hatırladı:
“Bir ekmek, 300 gram bisküvi, yarım kilo da arap
sabuni alayım oyleyse.”
153
“Bisküvi hangisinden?”
“Botibör olsun,” dedi Hasan, ağızları açık bisküvi
tenekelerini tek tek inceledikten sonra.
Mehmet Efendi, ölçtü, biçti, tarttı. Parayı aldı, kese kağıdına konmuş bisküvileri, ufak bir torbadaki
arapsabunu ve irice ekmeği poşete koyup uzattı.
“Bereket versin.”
Hasan bakkaldan çıkıp da gençleri göremeyince
şaşırdı. Yazıyı bitirmiş sırra kadem basmışlardı çoktan. FAŞİZMİ EZEC... biraz sağ tarafa doğru açıldı
...EĞİZ. Solcu olmalıydılar, “faşizm” demişlerdi. Sırıttı. İmza okunmuyordu Hasan’ın bulunduğu yerden. Adam sende, farklarını bile bilmezdi. Solcuydular işte. Ama eli çabuktular doğrusu.
…
Apartmandan girerken, sokakta maç yapan çocukların, gol olduğu veya taşın üstünden geçtiği konusundaki haykırtıları eşliğinde gelen topunu bir iki
sektirdikten, “Hasan abi hadi!” diye söylettikten sonra yumuşak bir dokunuşla geri gönderdi. Kibar vuruşu karşı apartmandaki emekli albayın son model
Murat 131’inin kapısına çarpıp DONK diye bir ses
çıkarınca da hemen kaçtı. “Neme lazım” diye düşündü Hasan. İhtiyar herif, gece gündüz pencereden
dışarısını gözler, uyku nedir bilmezdi. Mahallenin en
eskilerindendi. Herkesin şeceresini bilirdi. Bir kaç
ay önce, Hasan adamın eski 124’üne ara sıra eve getirdiği PTT triportörüyle hafifçe dokundu diye yaygarayı basmıştı. Yok bu bisikletten bozma pırpırların
trafikte ne işi varmış da; yok hasarını kim karşılayacakmış da... Memleketin iyice çivisi çıkmış da...
154
Türlü türlü sızlanmalar. Bereket, Hasan’ın altındaki
üç tekerlekli civciv, resmi araçtı da, bağırıp çağırmaktan başka bir şey yapamamıştı. Hatalı olan Hasan olsa da, ortada hasar falan yoktu.
Hasanların evi girişteki daireydi. Yine elektrikler
kesik olmalı. Hayır, apartmanın ışığı yanıyor. Herhalde hava daha tam kararmadığından olsa gerek,
ışıkları yakmamıştı Yüksel, Hasan’ın karısı. Ev giriş
katı olsa da iyi güneş gördüğünden rutubet falan olmuyordu. Yüksel bulmuştu bu evi, düğünlerinden üç
ay sonra. Kocasının eczacılıkta okuyan kardeşi İdris’in öğrenci evinde yaşamaya ancak o kadar tahammül edebilmişti kızcağız.
Hasan, bakkaldan beridir parmaklarıyla diğerlerinden ayırmaya uğraştığı anahtarla kapıyı açıp eve
girdiğinde içeride çıt çıkmıyordu. Radyo bile kapalıydı. “Hayırdır,” diyerek mutfağa geçti, elindekileri
masanın üstüne, çantasını sandalyeye bıraktı. Ocağın
üstündeki tencerenin kapağını kaldırdı, kokladı:
Mercimek çorbası. Diğer tencerede de bulgur. Acıktığından mıdır, yoksa karısının yemeklerini beğendiğinden midir –her zaman- bilinmez, ekmekten koparıp çorbaya, tencereye bandırdı. Daha lokmasını
yutmadan içeri seslendi:
“Kuşiim!”
“...”
Salona doğru gelirken daha alçak ve endişeli:
“Yuksel! Nerdesin güze...”
Yüksel salonda, sokağa bakan pencerenin altındaki kanepeye uzanmış, uyukluyordu. Başının altın-
155
da minder, omuzlarında pike. Omuzlarında, çünkü
sıcaklamış, bacaklarını dışarı çıkarmış örtüden. Hasan geldi, kanepenin önünde diz çöktü. Bir süre aptal
aptal karısını seyretti. Güzel, sevimli bir şeyler demek istedi uyuyana. Beceremedi, şiveli, anlamsız bir
şeyler mırıldandı. Neden sonra fark etti: Üşüyecekti
Yüksel. Üzerine düşüp ısıtan Eylül güneşi çekiliyordu. Pikeyi çekiştirdi, üstünü örtmek için. Ama iyice
dolamıştı kadın pikeye kendini. Asılsa örtüye uyanacak. Çaresiz bıraktı. Ellerini çekti, öyle oturdu kaldı.
İyi de üşüyecek, ne yapmalı? Hasan kalktı, yatak
odasına gitti. Pikeyi zaten içeri götürmüş. Yatakta
örtü yok. Dolabı açtı, battaniye çıkardı. Tam salona
gelmişti ki, kucağındaki battaniyeden kendisinin bile
yandığını hissetti. Kızcağız nasıl rahat etsin. Gerisin
geri döndü, battaniyeyi yarım yamalak katlayıp dolaba tıkıştırdı.
“Ee, şimdi?” diye düşünürken, başka bir fikir geldi aklına. Yatağın çarşafını çıkardı. Salona döndü,
çarşafı katladı, usulca örttü Yüksel’in üstüne. Tekrar
yanına çöktü. Şimdi içi rahat etmişti. Öylece baktı
karısının yüzüne. Sonra elini uzattı, yüzünü, kumral,
uzun saçlarını okşamak için. Yarı yola gelmeden
vazgeçti, uyandırmaktan korkarak.
Yüksel neden sonra uyandı. Korktu önce. Gözlerini açar açmaz Hasan’ı bulmayı beklemiyordu.
“Ne zaman geldin?” dedi gerinerek. “Neden
uyandırmadın?”
“Uyuyordun...”
“Işıkları niye açmadın?”
156
“Uyuyordun...” diye tekrarladı Hasan.
Kadın gülümsedi, doğruldu, uzanıp kocasına sarıldı. Birkaç dakika da öyle kaldılar. Sonra Yüksel
kalktı, ışıkları yaktı. “Yemek yaptım,” dedi. “Bugün
tüp aldım da.”
“Gördüm. Allah Allah, kamyon mu geldi mahalleye?”
“Bizim mahalleden değil, başka bir yerden buldum.” Mutfağa geçtiler. “Çöp atmaya çıkmıştım, üst
kattaki komşuyu gördüm. Elinde tüple.”
“Saliha hanım mı?” diye sordu Hasan.
“Hayır, adını bilmiyorum, daha üst katlardan.”
Çorba tenceresini küçük mavi tüpün üstüne koydu
Yüksel. “‘Bekle komşum, ben de geliyorum,’ dedim.
Kadının pek bir suratı asıldı ama bekledi beni.” Tüpün altını yaktı.
“Ya güzelim ben demiştim sana,” Hasan banyoya
giderken söyleniyordu. “Bu Pazar ne yapıp edip
aygaz bulacak idim. Sen pu halinle ne tiye kalkıp girersin kuyruklara.”
“Dur anlatayım.” dedi Yüksel mutfaktan. “Kuyruk falan yoktu. Meğer bir ahbaplarıymış o mahalledeki tüpçü. Gittik adamın stokladıklarından aldık
çaktırmadan.”
“Karaborsacı desene. Haram mıdır ki şimdi bu?
Neredeymiş bu tüpçü.”
“Valla yirmi-yirmi beş dakika yürüdük. Bilmiyorum oralar neresi. Yenikapı tarafları herhalde. Kadın
ikide bir ‘Sen nasıl döneceksin geri?’ dedi durdu. İşi
varmış orada kalacakmış sözde. Ama bırakmadım
157
peşini. O önde ben arkada gittik geldik. Haram falan
da değil, parasını bastırdım, aldım.”
“Peki güzelim, tamam.” Mutfağa dönen Hasan
karısını alnından öptü. Çorba ısınmış, masaya tabaklar yerleştirilmişti. Onun da salata yapması icap
ederdi. Bir domates, bir de biber yıkadı. “Ama bir
daha böyle sefere falan çıkma! Hele tüp seferine hiç
çıkma. Ağır kaldırmaman lazım senin.”
“Aman Hasaan, o zamanlara birkaç ay var daha.”
“Olsun biz yine de dikkatli olalım,” dedi Hasan.
“Tamam mı güzelim?”
Yüksel durumdan hoşnutsuz dudağını büktü.
“Peki tamam. Ama benim için de iyi oldu. Kaç gündür evden çıkmamıştım.” Isınan bulgur pilavını karıştırırken ekledi sessizce: “Patlayacak gibi oluyorum böyle.”
“Dayan güzelim, sen şimdi iki can taşıyorsun.”
Yüksel bir cevap vermedi. Vermezdi de zaten. Pilavı indirdi, oturup tabaklara çorba koymaya başladı.
Hasan da domatesi biberi doğramış, tuz atıp karıştırmaya başlamıştı. Yağ yoktu. Böyle daha iyi, hafif
olurdu. Katır kutur... Başka söz edilmedi, yemeye
başlanmıştı.
“Saliha hanım dedin de... bekliyorlar bu akşam.”
dedi Yüksel neden sonra.
“Yine mi yahu?”
“Ben mazeret uydurmaya çalıştım ama çok ısrar
etti. N’apayım.”
158
Yemek yendikten sonra salona geçildi. Hasan bulaşıkları yıkayacağının taahhüdünü vererek Yüksel’in de yıkamasına mani oldu. Dün de bu sözü
vermişti ama uyuyakaldığından tutamamıştı. Ama
bugün kesinlikle yıkayacaktı bulaşıkları. Yüksel’in
yorulmaması gerekiyordu. Üstelik bugün tüp müp
derken hayli enerji tüketmiş olmalıydı. Ailelerine
yeni katılacağa lazım olan enerjiyi.
Çayı da Hasan koydu. Ama daha su kaynamadan
kapıları çalındı. Saliha hanımın veletlerinin en küçüğü gelmiş, onları babası adına çağırıyordu.
On beş dakika kadar sonra boya tüccarı Melih
beyin evinde, Saliha hanımın günaşırı bir punduna
getirip andığı antika koltuklarda oturulmuş, antika
sehpaların üzerine konan antika çay bardaklarıyla,
antika çaylar içiliyordu. Oldukça tombalak bir adam
olan Melih beyin midesi kadar gönlü de genişti. Her
daim gülücükler saçan bu şanslı adam, Niğde’de çobanlık yaparken köyün güzel ve babası zengin kızlarından birini kendine aşık edip turnayı gözünden
vurmuş; kayınpederinin sermayesi ve itibarıyla İstanbul’a gelip yerleşmiş; kağıdın ve boyanın en çok
tüketildiği yer olan Cağaloğlu’nda diğer hemşerilerinin arasında kendine bir yer açmaya çalışıyordu.
Melih bey Fenerbahçeliydi, bir iki hoş beşten
sonra lafı uzatmadan hafta sonu oynanacak FenerTrabzon maçına getirdi. “Ee Hasan kardeşim ne olur
maç?” Cebinden bir spor-toto kuponu çıkardı. “Tüyo
ver de oynayalım.”
“Ben, banko iki yazar idim oraya.”
159
“Şampiyonluk için de böyle demiştin ama biz aldık kupayı.”
“Hakemleriniz sağ olsun.”
“Hah. Bükemediğin eli öpeceksin.” dedi Melih
bey, Hasan’ın dizine vurup gevrek gevrek gülerek.
“Yahu,” dedi. “Sen nasıl Lazsın? Maşallah gayet
düzgün konuşuyorsun. Hoş, burnun andırıyor biraz.”
“Laz değilim,” dedi Hasan. “Tek kelime Lazca
bilmem. Daha doğuda onlar. Ben Trabzonluyum.
Anam babam Tonya’lı ama ben küçükken göçmüşler. Sürmene’de amcamın elinde büyüdüm.”
“Biraz burundan konuşuyor ama,” diye karıştı lafa Saliha hanım. “Ben çıkarırdım konuşmasından,
bilmeseydim.”
“Burun önemlidir,” dedi Hasan, koca çengel burnunu kaşıyarak.
“Siz bakmayın,” bu kez de Yüksel girdi söze.
“Kendini sıkıyor böyle şivesiz konuşmak için. Kızdığında ne dediğini anlamak için tercüman gerekir.”
Bu esnada arka odadan canhıraş bir çığlık koptu,
biri ağlayan iki vahşi canavar odanın içine daldı.
Öndeki geldi annesinin oturduğu koltuğun arkasına
saklandı. Evin içinde kardeşini kovalayan büyük oğlunu azarlayan Saliha hanım, çocukları içerde başka
bir yere tıktıktan ve tehdit ettikten sonra geri geldi.
Biten çayları doldurup getirdi. Yerine otururken de
Yüksel ile bir fiskos başlattı:
“E kızım, doğum ne zaman?”
“Kasım – Aralık gibi sanırım!” Yüksel tepeleme
dolu madeni çanaktan çekintiyle bir küp şeker aldı.
160
“Bir ihtiyacın olursa, bak ben burdayım. Sancın
falan gelirse.” Saliha hanım ve Melih bey üçer şeker
ile tatlandırdılar çaylarını. “Hiç çekinmeden gel. Ben
ablanım senin. İki sıpa getirdim dünyaya, anlarım
halinden.” Sonra sıpalarının olduğu tarafa gayri ihtiyari bir bakış attı.
“Sağ olun Saliha hanım, iyiyim ben. Birşeyim
yok.” dedi Yüksel tam karşısındaki koltukta oturan
Hasan’a bakarak. “Çok iyiyim.” Hala bakıyor. Bir
şey mi var?
“Hatta,” diye devam etti Yüksel, ürkek. “Çalışmak istiyorum. Öğretmenliğe başvuracağım.”
Hasan uzandığı şekerliğin yarı yolundan döndü,
arkasına yaslandı. Şimdi anlaşıldı. Nicedir evde sıkıldığını söyleyip duruyordu zaten. Daha önceki tartışmalarında mesele bir yere bağlanamamış, ortada
kalmıştı. Çalışamazdı, yani çalışırdı da, en azından
doğumdan sonra... Veya çocuk bir bakıcıya bırakılabilecek kadar büyüyünce. Veya okullardaki bu kargaşa bir gün dinerse. Gelgelelim bir yıla yakındır
evde oturan Yüksel ise buna hiç yanaşmıyordu. Tamam hemen kabul etmesi beklenemezdi ama, yine
de daha üzerine konuşulmalıydı. Hasan’sız karar
vermeden önce...
Kısa bir sessizlik oldu. Gergin havanın kokusunu
alan kurt tüccar yanındaki Hasan’a dönüp “Bir isim
düşündünüz mü?” diye sordu.
Hasan pat diye cevap verdi: “Ahmet!”
Şaşırma sırası Yüksel’deydi. Gözleri faltaşı gibi
açıldı, kaşları fırladı.
161
“Ne güzel, ne güzel… Allah analı babalı büyütür
inşallah.”
“Sağ olun.”
“Aç artık şunu,” diye kaş göz işareti yaptı Saliha
hanım. Burnuyla da saati gösteriyordu. 20:05
Melih bey doğruldu, “Ohoo, yayın da başlamıştır,” dedi. “nerdeyse ajans bile bitecek. Açalım artık.” Gitti, televizyonun düğmesine bastı. Sesini
ayarlayıp geçti oturdu.
TRT spikerinin tok, buyurgan, konuşanı anında
azarlayacakmış gibi nüfuzlu sesi evin içini bir anda
resmi daireye çevirdi; herkes sustu, devlet babayı
dinlemeye başladı:
“...Başbakan Bülent Ecevit, bugün, Ankara'da
toplanan Türkiye Odalar Birliği Genel Kurulu'na
gönderdiği mesajda şöyle dedi: ‘Yanlız bugünü düşünerek ne bugünü ne de geleceğe kurtarabiliriz.
Bugünün ivedi sorunlarına çözüm ararken uygulayacağımız önlemler, kesinlikle, Türk ekonomisinin
geleceğini de güvence altına alacak ve dünyada
Türkiye'nin ekonomik bakımdan güvenirliliğini arttıracak nitelikte olmalıdır.’”
...
“AP Kadın Kolları Kurultayında bir konuşma
yapan Süleyman Demirel, hükümetle, dişe diş, basa
baş mücadele edeceklerini, Anayasa'nın dibacesini
gerekli çoğunluğu buldukları takdirde değiştireceklerini ve eski Başbakan Adnan Menderes ile arkadaşları için abide dikeceklerini söyledi.”
...
162
“Yurdun çeşitli yerlerinde meydana gelen anarşi
olaylarında; Elazığ TÖB-DER Şubesinde odacılık
yapan Mehmet Bensen, kimliği belirsiz kişilerce bıçaklanarak öldürüldü. Ankara Emniyet Müdürlüğü'nde sorgusu yapılan bir öğrenci kendisini 5. kattan atarak intihar etti. Yozgat'ta iki öğrenci yaralandı, lise müdürünün evi kurşunlandı ve patlayıcı
madde atıldı. Ayrıca Konya'da bir öğretmenin, Diyarbakır'da bir dernek başkanının evine de patlayıcı
madde atıldı. Ankara Atatürk Lisesi öğrencilerinden
biri Dikmen’de, evinin önünde kimliği belirlenemeyen üç kişinin saldırısına uğradı ve hastaneye kaldırılırken yolda öldü.”
...
“Afganistan Devlet Başkanı Muhammed Taraki
30 maddelik reform planını açıkladı. Planda kadın
erkek eşitliğinin sağlanmasına ve Afganistan Silahlı
Kuvvetlerinin güçlendirilmesine önem veren maddeler göze çarpıyor.”
...
Haberlerden sonra bir saat kadar daha hep birlikte
televizyon izlendi. Bu garip kara kutu dertlere deva
gibiydi. Kırgınları, küskünleri barıştırmıyordu ama
tartışmaların depreşmesini, dallanıp budaklanmasını
da önlüyordu. Fevkalade: Suskunluğun bahanesi,
konuşmaktan, sıkıntılarla yüzleşmekten kaçmanın
koruyucusu. Sanki onun girdiği evlerde bir daha hiç
kavga gürültü olmayacakmış gibi geliyordu Hasan’a.
Ne güzel bir icat bu. Şu an o kadar huzurluydu ki,
bıraksalar istiklal marşına kadar öylece oturabilirdi.
163
Ancak yaramazlardan birinin içeri odadan kopardığı yaygara huzuru ve sessizliği bozdu. Küçüğün
hafifçe kanayan burnuna pamuk tıkayan Saliha hanım, büyüğünü patakladı. Hasan ile Yüksel de bu
curcunada müsaade isteyip kalktılar.
Hiç konuşmadan eve döndüler. Evde de konuşmadılar. Yüksel romanını, Hasan da gazetesini okumaya koyuldu aceleyle. Yüksel bir iki sefer kafasını
kaldırıp baktı, bir şeyler söylemek için. Ama Hasan
oralı olmadı. Tartışmayı göze alamazdı. Yarın daha
sakin kafayla konuşurlardı nasıl olsa. Şimdi söylenecek en ufak bir söz inatlaşmayı da beraberinde getirirdi. Daha sonra, yarın konuşurlardı. Gerçi İdris gelecekti, fırsat bulunur muydu bilinmez ama... Yine
de şimdi hiç kaşımamalı.
Pencerenin önünden kalabalık bir grup geçti. İki
kedinin sesi duyuldu sonra. Kavga mı ediyorlardı,
birbirlerine kur mu yapıyorlar, belli değil. Mahalle
bekçisinin tiz düdük sesinden sonra onlar da çekti
gitti.
“Yatalım.” dedi Yüksel. “Dün de geç yatmıştın,
uykunu al. Sabah geç kalma.”
Hasan başını salladı, içeri, yatak odasına geçtiler.
Hasan ışıkları söndürürken yakınlardan bir iki el silah
sesi duyuldu. Geldi yatağın sol tarafına yattı. Yüksel
duvar kenarında, her zamanki yerini almıştı çoktan.
Her akşam böyle yatarlar, sonra ortada buluşur sarılarak uyurlardı. Yatağın ortası biraz daha çöküktü bu
yüzden. Aşağı yukarı aynı uzaklıktan bir iki el silah
sesi daha geldi. Sonra daha yakından bir daha. Bir
daha... Yüksel elini aradı Hasan’ın, buldu. Derken dı-
164
şarıdaki silahlar da buldu birbirlerini. Koro halinde
geliyordu sesler. Birbirine karışmış silahlar patladı
durdu. Hasan Yüksel’e sarıldı. Ortada buluştular yine.
Demin giden grup döndü. Belli belirsiz küfürler duyuldu pencerenin önünden. Ardından bekçinin düdüğü... Sonra tüm sesler kesildi. Uyudular.
Hasan ertesi gün işe geç kalmadı. Hatta her zamanki vaktinden yarım saat önce postaneye vardı.
İlk gelenin kendisi olduğunu düşünürken telefon
santralinde Selahattin’i buldu.
“Günaydın!”
Selahattin yarım ağız cevapladı, “Hayırlı sabahlar!”
“Erkencisin. Ne yapıyorsun bu saatte, poyle?
Kaçta geldun?”
“Çay içiyorum,” dedi Selahattin santral kayıt defterini kapatırken. “Sen de erkencisin, uyku mu tutmadı?”
“Oyle sayılır.”
Hasan yerine geçerken göz ucuyla santral masasını süzdü. Çay may yoktu. Karınca duası gibi bir
takım şeylerin yazılı olduğu bir kağıt vardı sadece.
“Ben yukarı çıkıyorum,” dedi Selahattin. “Sana
kolay gelsin.” Kağıdı kalemi ceketinin iç cebine koyup üst kata çıktı.
“Sağ ol. Sana da...”
Enteresan bir adam bu Selahattin. Kimbilir kaçta
kalkıp gelmiş buraya. Müdürün ve kendisinin dışında başka birinde anahtar olduğunu da bilmiyordu
165
Hasan. Demek varmış. Amaan. Şimdi hiç bunları
düşünecek hali yoktu. Canı sıkkındı hala.
İlginçtir, öğle tatiline kadar sadece üç beş vatandaş gelmişti. Üniversitenin anarşik olaylar yüzünden
kapalı olmasının da etkisi vardı muhakkak, fakat yine de çok durağan bir gündü. Öğle yemeğine yine
Berat Abinin büfesine gittiler Selahattin ile. Öğleden
sonra biraz daha yoğundu. Hasan dalgınlıkla posta
havalesi bekleyen bir vatandaşa 50 lira fazla ödemişti. Kasa açık verdi akşam. Paranın kendisinden kesileceği yetmezmiş gibi bir de hatayı bulup çıkarmak
için uğraşıp mesaiden sonraya kaldı. Akşam sekiz
gibi İdris ile Kadırga Yurdunun oradaki bir kahvede
buluşacaklardı. Elini çabuk tutarsa on beş-yirmi dakika gecikmeyle yetişebilir. İdris sabırlıdır, onu
bekler...
Çıktı. Yokuş aşağı Gedikpaşa’ya doğru yola koyuldu. Akşam serinliği çöküyor ağır ağır. Çoğu kırmızı boyayla sloganların, örgüt, parti, dernek isimlerinin renklendirdiği kurşuni apartmanların, kurşuni
sokakların arasından görünen kurşuni denize doğru
iniyordu. Yukarıdan aşağıya yazılı, kocaman, beyaz
bir “MHP”nin önünden geçti. Beyaz boyayla silinmiş birkaç yazıdan devam ettikten sonra kırmızı
“Kahrolsun Faşizm”den sola döndü. Ve az ilerdeki
kırmızılı beyazlı “MARX”tan tekrar sağa sapacakken durdu. Daha önce hiç böyle bir yazı görmemişti:. Beyaz MHP yazısının H ve P si ile oynanmış,
sonuna da bir X eklenerek MARX haline getirilmişti. Vay canına. Oldukça ekonomik bir yöntemdi. Bir
taşla iki kuş. Gülümseyerek ilerdeki kırmızı yazılara
doğru yollandı tekrar.
166
On dakika kadar sonra Şeker Kıraathanesi’ne
varmıştı. Kimi kağıt, okey oynayan, kimi televizyon
seyreden, gazete okuyan sakallı, bıyıklı, kel, kıvırcık
kafaların bir metre kadar üzerinde beyaz bir bulut
daha içeri girmeden fark ediliyordu. Kapıyı açıp girdi. Etrafa bakındı: İdris yok. Sobanın yakınlarında
bir masaya televizyonu görecek şekilde oturdu. Alet
kapalıydı oysa, daha yayın başlamamıştı. Çay söylemek için arkasını döndüğünde en az on çift gözün
onu süzdüğünü fark etti, bir tek çaycı hariç.
“Bir çay alabilir miyim?” diye rica etti çaycıya.
Duyuramadı. Kibarlığının yabancılığını daha da pekiştireceğinden korkup “Bir çaay!” diye bağırdı. Lakin bu da kendisini topluma kazandıramadı. Üzerine
çevrili ilave yeni gözler altında çaycının anladığını
gösterir işaretini gördü, sustu.
Boş, ön masalardan bir gazete kaptı. İki gün önceki Cumhuriyet. Çayı geldi. Gazeteyi okumuştu
ama yapacak daha uygun bir şey olmadığından açtı.
“İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Doçent
Server Tanilli evinin önünde uğradığı silahlı saldırı
sonucu ağır yaralandı.” Gazeteyi kapattı, kenara
koydu. Bugünlerde gazeteleri tekrar tekrar okumak
içinden gelmiyor insanın.
Saat kaç acaba? İdris nerede? Duvarlarda saat
aradı. TV’nin olduğu taraf çıplaktı, sağına döndü,
Atatürk posteri, bayrak. Arka duvarda ise “77-78 Lig
Şampiyonu” yazan Fenerbahçe posteri, ağlayan bir
çocuk resmi. Birine soracak saati, çaresiz. Tam az
önce kendine dik dik bakanlardan birinin dikkatini
çekecekti ki, kahvenin önünde bir araba sessizce
167
durdu. İdris’in arabayla gelme ihtimali pek zayıf olmasına rağmen, diken üstündeki Hasan için kapı tarafındaki her hareket çok çekiciydi. Kafasını o yana
çevirip kimsenin dikkatini çekmeyen bu arabaya
doğru baktı. Dışarıda hava artık kararmaya başladığından rengini tam seçemedi ama beyazımsı bir şeydi. Biri önden diğeri arkadan koyu paltolu iki kişi
indi. Arkadakinin elinde siyah, sopa gibi bir şey vardı. Önden inen kapı çerçevesinin hizasındaydı, görememişti. Görmek için ileri eğildiği anda kahvehanenin camı büyük bir şangırtıyla kırıldı. Herif sopayla vurdu demeye kalmadı... taka taka tak tak... diye
makineli tüfeğin sesi duyuldu. Hasan gözlerini
faltaşı gibi açmış kırılan camdan dışarı bakıyordu.
Elinde makineliyle ateş eden şimdi çok daha iyi seçilebiliyordu.
“Yatııın.” diye bağırdı biri.
“Orospu çocuğuu...” diye arka köşeden bağırdı
başkası.
Hasan çerçeveli Atatürk posterine isabet edip düşüren bir merminin rüzgarını sağ kulağında hissedene kadar adamı seyretmeye devam etti. Siyah paltolu, iri, sarkık bıyıklı herif çok sıkıcı ve monoton bir
iş yapıyormuş edasıyla, badana yapar gibi elindeki
alev saçan sopayı muntazam bir şekilde sağa sola
kaydırıyordu. Fırça değmemiş yer kalmasın istiyordu sanki. Sırasıyla kapının ve diğer büyük pencerenin de camını indirdikten sonra silahı omzuna dayadı. Nişan alıp ateş etmeye başladı. Bu esnada Hasan’ın hala göremediği diğer herif de -muhtemelen
bir tabancayla- tek tek ateş ediyordu.
168
“Hemşerim yatsana,” diye seslendi biri aşağıdan.
Hasan attı kendini yere.
Biri inledi...
Sonra bir başkası...
Sonra hemen kapının solunda biri “Anacığım!”diye bağırdı. Öndekiler arkalara sürünmeye çalışıyordu. Sonra televizyon bir kurşun yedi. Bir tane
daha. Yere düşüp patladı. Sürünenlerden ikisi vazgeçti. Ya da isabet aldılar. Ağlayan çocuk da vuruldu, düştü. Çerçevesinden fırladı. Çay ocağının camı
kırıldı, tangır tungur devrildi çaydanlıklar. Peşinden
sobadan bir kurşun sekti, yeşil kazaklı bir delikanlıya saplandı. Delikanlı gık bile demedi. Soba iki üç
kurşun daha yedi, hava sıcak olduğundan içi boştu,
devrildi. Boruları da peşinden. Biri Hasan’ın burnuna kadar yuvarlandı.
Bir süre sessizlik oldu. Hasan bıyıklı, adamın tüfeği kurcaladığını gördü. Şarjör değiştiriyordu. Bu
arada iki genç sürünerek devrilmiş bir masanın arkasına geçtiler. Bir tanesi elini beline götürüp bir tabanca çıkardı. Masayı siper alıp ateş etmeye başladı.
İkinci elden sonra boğazından vuruldu. Dışarıdakiler
onları fark etmiş dikkatlerini sobadan resimlerden
alıp yeşil bir örtünün tutturulduğu bu devrik masaya
yoğunlaştırmışlardı. Diğerinin düşen silahını almak
isteyen gözlüklü genç, masayı delip geçen iki merminin hedefi oldu, “Ih” dedi, diğerinin ayaklarına
düştü kaldı. Üç mermi de yerdeyken yedi. “Banane,
banane” der gibi omuz silkiyordu kurşunlar sırtına
girerken.
169
Silahlar tekrar sustu, Hasan yattığı yerden bıyıklıyı görebiliyordu. Diğeri arabaya bindi, bıyıklı yere
tükürdü. Tek eliyle koca tüfeği kaldırdı, omzuna dayadı. Tebessümle kahveye bakıyordu.
“Köse! Atla hadi!” diye seslendiler arabadan.
Köse hala sırıtıyordu. Kapının sağ tarafından biri
doğrulur gibi oldu. Köse otomatiği omzundan indirdi. Orta yaşlı adam önce kolundan vuruldu. Sonra
göğsüne giren kurşunla Hasan’ın saklandığı tarafa
doğru uçtu. Sandalyeye çarptı, kendisiyle birlikte
yana devirdi. Köseyle Hasan’ın arasında hiçbir şey
kalmamıştı artık. Göz göze geldiler. Köse az önceki
adamın haline kahkahayla gülüyordu, sonra dudağını
ısırdı, parmağını yaramazlık yapmış çocuk edasıyla
dudağına götürdü. Sonra tekrar silahı kaldırdı, Hasan’a nişan aldı.
“Hadi lan, sikecem ecdadını!” diye bağırdılar
arabanın içinden.
Köse otomatiği indirdi. Hasan’a gülümsedi, “Seni
şanslı piç!” dedi iki yana salladığı kafasıyla. Arabaya atladı. Plakası kağıtla kapatılmış beyaz araba acı
bir patinajın ardından gözden kayboldu.
Bir süre kimse kımıldamadı, inlemedi. Mutlak
sükunet. Delinen çay ocağından yere akan sudan
başka ses mes yok. Beş dakika mı, on dakika mı, bir
saat mi? Çıt yok.
Sonra önce iniltiler başladı. İniltiler, kıpırtılar, küfürler... Yerlere saçılan cam kırıklarının, okey taşlarının, tavla pullarının içeri dışarı koşturan ayakkabılar altında ezilmesi... Zaten devrilmiş masa sandalyelerin tekrar tekrar yuvarlanması... Kadın sesleri,
170
konuşmaları, tiz viyaklamalar... Sessizlik daha mı
iyiydi ne? Birinin sesi... Tanıdık birinin...
“Cevap ver Hasan... Bana bak.”
Hasan kendine gelir gibi oldu, kafasını kaldırdı.
İdris başucuna çömelmiş onu silkeliyordu.
“İyi misin?” diye sordu İdris, “Yaralandun mi?”
Orasını burasını inceliyordu Hasan’ın.
“Bil... bilmem. Yok birşeyim.” Hasan doğruldu.
Oturur vaziyeti aldı.
“İyice bir yoklayalım, sağını solunu.” İdris Hasanın belini, kollarını, pantolonunu yokladı. “Sıcağı
sıcağuna belli olmaz.”
Hasan ayağa kalkarken sendeledi. İdris hemen
pantolonun paçasını kaldırmaya girişti.
“İyiyim iyiyim. Dizimi çarptım atlar iken,” diye
durdurdu onu Hasan. “Ondan acıyor biraz.”
İdris inanmadı, iki bacağını da dizine kadar sıvayıp baktı. Sağ dizdeki birkaç çizik haricinde bir şey
yoktu. “Özür dilerim,” dedi. “Bu akşam Niğde Yurdu’nu da taradılar. Bir arkadaşımız öldü. Senle buluşacağımız o hengamede çok sonra geldi aklıma. Ondan geciktim.”
Hasan dönüp etrafına bakındı. Az önce olup bitenler, olmuş muydu?. Hemen ayağının dibinde en
son vurulan orta yaşlı amca, uyuyor gibi yan dönmüş, bir ayakkabısı çıkmış. Hafif kısa pantolonundan fırlayan beyaz poturu çoraplarının içinde. Aslında, bir paçası değil. Pantolonu giyerken çoraptan
kurtulmuş olmalı. Masanın ardında vurulan gençlerden biri hala can çekişiyor. Nefes alırken tuhaf sesler
171
geliyor boğazından. Diğeri onun üzerine kapanmış
yatıyor. Başlarında başka bir genç öylece bakıyor
onlara. Yeşil kazaklı gencin annesi koşmuş gelmiş.
İhtiyar kadın ağlıyor dövünüyor. Lakin şanslı, oğlu
ona ağlamamasını söylüyor. Bir başka kadın ise yerdekilerden birini silkeliyor. Bir şeyler duymak için.
Kahveci sağlam, yardıma gelenlere on-on beş kişinin
kahveyi nasıl taradığını anlatıyor, küfür ediyor.
İdris masanın ardındaki iki gencin olduğu tarafa
gitti. “Aval aval bakma!” diye çıkıştı başlarında bekleyene. “İsmail’i kaldır üzerinden, rahat nefes alsın.”
Gençlerin yere düşmüş silahını alıp beline taktı. İsmail’in üzerinde bulamadığı yedek şarjörü, boğazından yaralı gencin parkasının yan cebinden alırken
“Etrafı incele, bizimkilerden tüşen kovanları dopla.
O arkadaşı rahat bir duruma getirdikten sonra Kadırga’dakilere olayı ve İsmail’in şehit tüştüğünü haber
ver,” diye tembihledi. “Zaten duymuşlardır sesleri.”
Sonra Hasan’a döndü, “Hadi,” dedi. “Gidelim.
Birazdan polis gelir.”
Çıkarken tekrar geride bıraktığı arkadaşına döndü, “Kadırga’ya gidince bizimkilere söyle, Acilcilere
haber versinler,” dedi ve başıyla boğazından yaralıyı
göstererek ekledi: “Adını bilmiyorum ama bu çocuk
onlardan galiba. Silahının da bizde olduğunu söyle,
yarın gelip alsınlar.”
Çıktılar. Kahveci etrafındakilere plakayı görmediğini, kağıt ya da bez gibi bir şeyle kaplanmış olduğunu söylüyordu. Yan gözle İdris ile Hasan’a bakarak.
172
Kahveye doğru gelen ya da o tarafa bakan onlarca
insanın arasından geçip gittiler. Yan sokağa saptılar.
Kimi olayı merak edip kahveye doğru giden, kimi
ise bir an önce evine girmeye çalışan insanların arasından geçiyorlardı hala. Nihayet artık telaşsız yerlere ulaştıklarında İdris döndü:
“Yuzünü gozünü yıkayalım, şurada bir çeşme
olacaktı,” dedi. “Eve bu halde gidemezsin.”
“Ne var imiş halimde?”
“Az ilerde çeşme,” dedi İdris.
Çeşmeye vardılar. Hasan yüzünü yıkarken İdris
zincirle musluğa asılı madeni kupadan su içti. Kırmızı sular doldurdu oluğu.
“Saçında da var.” İdris, Hasan’ın kafasını musluğun altına soktu, saçlarındaki kanı temizlemeye çalıştı. Düşüp sandalyeyi yuvarlayan, poturu çorabından çıkmış adamcağızdan bulaşanı...
“Kimdi onlar?” diye sordu Hasan.
İdris tekrar incelemeye koyuldu kardeşinin yüzünü. “Bir şey yok gibi,” dedi.
“Kim ula bunlar?” diyerek kaldırıma oturdu Hasan. İdris de yanına.
“Faşistler!”
“Orası solcuların mıydı? Yaşlı başlı da bir sürü
adam var idi.”
“Arasıra öğrenciler de takılır ama, zaten oyle bir
ayırım yapmıyorlar artık.” İdris bir sigara çıkardı.
Birinci. Yaktı, bir iki fırt çekip Hasan’a uzattı. “Kalabalık yerleri tarıyorlar artık, halk korksun, hakkını
173
aramasın, devrimcileri dışlasın, barındırmasın diye.
Otobüs, kahve, yurt, kantin... Fark etmez.”
İdris fazla bağırdığını düşünerek sağına soluna
bakındı, ayağa kalktı. Elini uzatıp Hasan’ı da kalkması için çekerken yavaşça ekledi:
“Devekuşu gibi kafanı sakladığında seni bulmayacaklar mı sanıyorsun?”
Daha fazla konuşmadılar. Hasan’ın düşerken
çarptığı dizi ağrımaya başlamış, hafif yampiri yürür
olmuştu. Ara sokaklardan yirmi dakika kadar dinlene dinlene yürüdükten sonra Mehmet Efendi’nin
bakkalına geldiler.
“Ben gideyim,” dedi İdris. “Arkadaşların bana ihtiyacı vardır.”
“Olmaz, Yüksel seni bekliyor,” diye cevapladı Hasan. “‘Gelecek’ dedim. Sevindi, yemek falan yapmıştır. Gel ye, sonra gidersin.” Acıyla dizini ovuşturdu.
“Ayrıca bir de hikaye uydurmamız gerek.”
“Peki, ama hemen tönmem gerek, bilesin.”
“İyi, iyi.”
“Çok kalamam...”
“Anladık da!.. Yoldaşların bekler.”
İdris bezgin bir mimik yapmaktan başka bir cevap
vermedi. Salon ışığı yanıyordu. Apartmana girdiler.
Zile bastılar.
“Hoşgeldiniiiz.” diye ağız dolusu bir gülümseme
ile karşıladı Yüksel. İnsandan karşılığını ne olursa
olsun kopartacak bir gülümseme.
174
Hasan bunca şokun ardından Yüksel’le olan meselesini unutmuştu, hatırladı. Ne yapsa gerekti? Dargınlığı uzatmanın bir alemi yoktu ama... ne
“Hoşbulduuuk,” diye cevaplayacak hali var, ne keyfi.
İmdadına İdris yetişti. “Hoşbulduk kardeş,” diye
cevapladı. Tokalaştılar.
“Nerede kaldınız?” dedi Yüksel. “Gözüm yollarda kaldı.”
Hasan yürüdü geçti içeri. İdris bir an durakladıktan sonra, “Şey,” dedi. “Sorma.”
“Saçın niye ıslak senin?” diye Hasan’ın arkasından sordu Yüksel.
“Sorma işte, kuş pisledi Hasan’ın kafasına.” İdris
cevapladı. “Yıkadık çeşmede, oyalandık.”
Hasan dönüp “Yapma yahu!” diyecek gibi bakarken Yüksel kahkahayı koyverdi. İdris ‘Ne yapayım,
ancak bunu uydurabildim,’ diye işaret ediyordu postalımsı botlarının bağcıklarını çözerken.
Yüksel hemen mutfağa aldı yeni gelenleri. İdris
gelecek diye İzmir köfte yapmıştı. Yalnız bunu yaparken son sana yağı tükenmiş, Saliha hanımdan aldığı tereyağıyla, bulguru ancak yapabilmiş yanına.
Kızartmak için doğradığı patatesler ise kalmış öylece.
Ayrıca öğleyin, başka bir şehirde okuyan kardeşi
uğramış, yarım saat oturup hemen gitmiş. Akşam
dönmesi gerekiyormuş.
175
“Allah Allah!” dedi Yüksel’in şimdiye kadar anlattıklarıyla ilgilenmeyen Hasan. “Ne bu acele? Ateş
almaya mı gelmiş?”
“Ben de anlamadım,” dedi karısı, iki kardeşin tabağına bulgur koyarken. “Çok da ısrar etmedim. Nasıl olsa misafirimiz var diye.”
“Yüksel, beni kastediyorsan ben kalamayacağım,” diyecek oldu İdris.
“Olmaz öyle şey!” cevabını aldı. “İtiraz istemem!”
Salondaki çay faslında önce bir süre havadan sudan konuştular. Sonra Yüksel, İdris’e okulunu sordu.
Okulun on gündür kapalı olduğundan, hoş açık olsa
bile İdris’in sene başından beri derslerle ilişkisi kalmadığından habersizdi.
“Yazık,” dedi şaşkınlıkla. “İki senedir sınavlarını
vermiştin ne güzel.”
“Evvela terslere, sınavlara giremiyor idik,” dedi
İdris, “Faşistler sokmuyordu okula.”
“Nasıl?”
“Okulda tek tek yakalayıp dövüyorlardı. Hatta iki
kişiyi öldürdüler ilk sınav zamanı.”
“...”
“Sonra biz de başladık toplu girip çıkmaya... 16
Mart’tan sonra da duruma hakim olduk. Ama bu sene için iş işten geçti. Çok sınav kaçırdım.”
“Sıkma canını, bir senenin önemi yok hayatta,”
dedi Yüksel. “Seneye telafi edersin.”
176
“Tabii ya!” dedi Hasan, alaylı. “Seneye pek düşünür sınavlarını.” İdris’in belindeki kabarıklığa bakıyordu bir yandan.
İkisi de oralı olmadı. Derslerin içeriğiyle ilgili
sohbete devam ediyorlardı. İdris arada bir Hasan’a
“Bak gideceğim, ona göre,” diyordu ya gözleriyle.
Buna da Hasan’ın oralı olduğu yoktu. Neden sonra
laf döndü dolaştı istikbale geldi.
“Şimdilik bir planım yok!” dedi İdris. “Zaten
okulu bitirmek bile zor bu şartlarda.”
“Biter, biter,” dedi Yüksel. “Yeter ki sen kavgadan dövüşten uzak dur. Okumayı yazmayı seven insansın. Bir de bakmışsın öğretmen oluverip çıkmışsın.”
Hasan dik dik baktı. “Sanki okullarda eğitim yapılabiliyor,” dedi. “Hoca hanım.”
“Öğretmene de ihtiyacı var memleketin,. Her
branşta açık var.”
“Sen dolduracaksun değil mi o açığı?”
“Herkes evinde kös kös oturursa dolmaz.”
“Kimsenin öğretmen aradığı yok,” diye devam etti Hasan hiddetle. “Herkes militan arıyor. Sen kimin
militanı olacaksun?”
“Kimsenin militanı olmayacağım. Anlamam ben
siyasetten.”
“Belli zaten. Adam derslere, sınavlara giremiyoruz diyor. Ortaokullar liseler farklı mı sanıyorsun?”
“Sana kalsa ömür boyu çalışmayayım, evde oturup çamaşır-bulaşık yıkayayım zaten.”
177
“Dertsiz başımıza dert açacağına evinde otur daha
iyi. Karnın burnundayken nasıl...”
“Ben hemen yarın başlayayım demedim sana!”
“Hiçbir şey demedin bana sen! Daha üzerinde
adamakıllı düşünmeden kendi kararını vermişsin.
Bana tebliğ ediyorsun.”
“Karar falan vermedim, konuşmaya çalışıyorum
işte.”
“Şey,” dedi İdris, dayanamadı, pat diye girdi lafın
arasına. “Patates doğradım, hazırladım demiştin, kızartmalık.”
Önce afalladı Yüksel. Sonra “Evet,” dedi. “Do...
dolapta.”
İdris kardeşine döndü:
“Kızartalım mı?”
Hasan “Sen git,” dedi. Önüne bakıyordu ama sözlerinin adresi belliydi. “Hemen yarun başvurunu
yap. Sonra elinden alırlar hakkını! Acele et, sabahtan
gir siraya, nerede gireceksen.”
Yüksel bir şey demeden bakıyordu kocasına. İdris
aldı tekrar sözü:
“Bizim yurttaki çocuklar bir teneke yağ bulmuşlar evvelsi gün,” dedi. “Şişe gibi bir şeyin varsa ben
bir koşu gidip biraz getireyim. Kızartır yeriz ha?”
“Bilmem,” dedi Yüksel gülerek. “Daha yeni yedik ama.” Sonra Hasan’a döndü, “Sen de acıktın
mı?” Ardından ellerini çırparak ekledi “Patates kızartacağız.” Bir aydır kızartma yapmamıştı.
178
Hasan hala aynı yere bakarak, “Dışarıda bir halt
var sanki,” dedi, hala kaldığı yerden devam ediyordu. “Ben senin iyiliğini düşünüyorum. Her gün on
kişi ölüyor. Sağ-sol kavgası bir yandan, iti uğursuzu
öbür yandan...”
Diğer ikisi birbirlerine baktılar. İdris bir şey diyecek oldu, vazgeçti. Sustular.
Bir süre sonra Hasan devam etti konuşmaya, “Sen
git,” dedi. “Canun sıkılmasun. İki paralık huzurumuzun ne önemi var.”
Kalktı, kapıya yöneldi. “Ben aç değilim.” Ceketini giydi. “Biraz hava alacağım.” Yüksel sessizce onu
izliyordu.
Hasan sokak kapısını ardından kapattığında İdris
de doğruldu. Belindeki silah kaymıştı, koltuğa düştü.
Tekrar yerine koyarken Yüksel’in şaşkın ve korkmuş bakışlarını gördü. “Şişeyi ver,” dedi. “Bir saate
kalmaz, onu getiririm. Merak etme.”
Hasan hızlı ve aksak adımlarla yürüyordu, kafası
eğik, gözleri yerde. Bakkala az bir mesafe kalmışken
durdu. Şimdi bu meymenetsiz herif onu görecek,
ahiret soruları soracaktı. Gerisin geriye yürümeye
başladı. Evin önünden tekrar geçerken Yüksel’i gördü. Pencerede, Hasan’ın hiç alışkın olmadığı bir ifadeyle. Yürüyüşünü düzeltmeye çalışarak birkaç
adım attı, durdu. Döndü, karısının hem masum, hem
pişman yüzüne bir daha baktı. Yürüdü gitti.
Sokağın öbür ucuna geldiğinde kendisine doğru
koşan İdris’le burun buruna geldi.
179
“Ben de yanlış yöne bakıyorum diye dönüyordum,” dedi İdris Soluk soluğa. “Gel, yurda gidip yağı getirelim. Hem, ben de duruma bir bakarım.”
Hasan ‘olur’ anlamında kafasını salladı ama geri
dönmedi, sokağın sonundan sola döndüler. Biraz
uzun bir U dönüşü ile iki sokak öteden Kadırga’ya
yöneldiler. Haksız mı ki? Tek istediği Yüksel’i, evini çatışmalardan, siyasetten, silahlardan uzak tutmaktı. Daha bu akşam bizzat kendisi gelmişti ölümle
burun buruna. Kendisi neyse... Ama Yüksel kadın
başına, üstelik karnında çocuğuyla koşamaz, kaçamaz. Ah Yüksel, onun kalbini de kırmak istememişti
ama. Hay Allah!
Konuşmadan yarım saat kadar yürüdüler. Hasan
yolda biraz daha düşünmeye, daha doğrusu kendini
kendine karşı savunmaya çalıştıysa da yapamadı.
Yüksel’in son görüntüsü aklındaydı. Yurda geldiler.
Hasan dışarıda bekleyeceğini söyledi Fakat İdris kolundan çekip içeri soktu onu, giriş katında salon gibi
bir yerde bıraktı.
Havasız odanın ortasında düğün sofrası gibi ince
uzun bir masa vardı. Daha doğrusu üç çıplak masa
uç uca, yirmi kadar da sandalye. Yedi sekiz sandalye
ise kullanılmamış, daha geride üst üste geçirilmiş.
Kullanılanlar düzenli ve hizalı değil. Muhtemelen
aceleyle kalkıldıktan sonra yerine itilmemiş. Tavandaki ışığı yansıtan masaların ortalarında kapağı ve
birkaç yaprağının köşeleri biçimsizce katlanmış bir
kareli defter, diğer ucuna doğruysa aynı şekilde hor
kullanılmışa benzer bir kitap ve tepeleme dolu iki iri
kültabağı... İzmaritlerden yayılan koku Hasan’ı
180
cezbetti, sigara içesi gelmişti. İdris’in sigara paketi
cebindeydi hala ama kibriti yoktu.
Hasan iliştiği sandalyeden kalkıp defteri inceledi.
Bir şeylerin yazılı olduğu sayfalar yırtılmış, çizgisiz,
boş, buruşuk yapraklar kalmış. Kitabın adı ise buradan okunduğu kadarıyla “Akışkanlar Mekaniği” idi.
Biri kapıyı aralayıp uzattığı kafasını, Hasan’ı görünce hemen geri çekti, kapıyı kapattı. Hasan yerine
oturdu, daldı. Acaba çok mu ters davranmıştı Yüksel’e? Yok canım, alt tarafı biraz kızmıştı işte. Bu
evde o kadar da söz hakkı olmalıydı. Kapı yine aralandı. Bu sefer bir başkasıydı. Oldukça şişman bir
genç, yüz-yüz elli kilo var. İri gövdesinin üstünde
minicik kalan kafasında takkeye benzeyen bir şey
vardı. Hayır, takke değil, bir sargı. Tekin olmayan
bir takım işler karıştırırken başına darbe almış olacak.
Şüphe ve öfkeyle bakan genç bir şeyler demeye
hazırlanıyordu ki, Hasan sordu:
“Ateşin var mı hemşerim?”
“Burada sigara içilmez!”
Hasan kültabaklarına bakarak sordu: “Ne vakitten
beru?”
“Şu andan, sizin gideceğiniz zamana kadar. Ne istiyorsunuz? Tebligat mı var?”
“Ne tebligatı?” dedi Hasan. “Kardeşimi bekliyorum.”
“Kardeşiniz mi, kim o?” diye sordu semiz genç.
Hala şüphesi geçmemişti.
181
Hasan bir şey demeden cevabın kendisi geldi.
“Selam,” dedi kapıdakine. Arkadan gelen sese dönen
besili genç İdris’i görünce başıyla Hasan’ı gösterdi
ve kenara çekildi. İdris içeri girerken, “Abim,” dedi.
İri genç bir şey diyecek oldu, sonra vazgeçti. “İyi
akşamlar,” deyip gitti.
İdris gülerek “Demek Zarif’le tanıştınız.” dedi.
“Zarif mi?.. Sorma, pek bir seviştuk!”
“Öyle deme. İyi, efendi çocuktur,” dedi İdris yağ
dolu şişeyi tuttuğu eliyle “gidelim” işareti yaparken.
Dış kapıda iki genç ile karşılaştılar.
“Fotoğrafçıdan mı?” diye sordu İdris.
Biri, “Açık bir yer bulamadık,” dedi. “Beyazıt’takine gider yaptırırız sabah erkenden.”
“Verin resimleri, ben geçerken bakayım belki
açıktır. Kahvedeki diğer arkadaşın adı neymiş? Acilcilere haber ettiniz mi?”
“Adını bilmiyoruz. Ancak onlar cenazeleri ortak
kaldırmaya yanaşmıyorlar.”
“Nasıl bilmiyorsunuz? Sormadınız mı?”
“...”
“Neyse...” diye iç çekti İdris. “Ben gider konuşurum, gelince.”
Sokağa çıkar çıkmaz Hasan sordu:
“Ne fotoğrafı?”
“Bu akşam şehit düşen arkadaşlarımızın. Büyüteceğiz. Yarın ortak, büyük bir cenaze töreni yapılacak. Tüm gruplarca.”
182
“İdiris...”
Yanında yürüyen İdris durdu, baktı. Birbirlerine
pek nadir isimleriyle hitap ederlerdi.
“Sen bunların şefi mi oldun?”
İdris yarım ağız sırıtarak yürümeye devam etti.
“Postane memurlarına mı benzettun bizi,” dedi.
“Herkes gönüllü olarak çabalıyor devrim için, halk
için. Kimimiz daha fazla sorumluluk ve görev alıyoruz. O kadar.”
“Şefsin yani.”
“Bilmem.”
Beyazıt’a çıktıklarında saat gecenin on birine geliyordu. Fotoğrafçı çoktan kapatmış, gitmiş. Beyazıt
Meydanı’nda onlardan gayrı akşam gazeteleri satan,
satmaya çalışan bir delikanlıdan ve yattığı yerden etrafa hüzünlü hüzünlü bakınan bir köpekten başka
kimse yoktu. Karanlık meydanın etrafında gerisin
geri, bir yarım daire çizdikten sonra, geldikleri tarafa, tek tük arabaların geçtiği yola döndüler. Kavşağın göbeğindeki adacıkta, sarı elektrik lambasının altında, morlu, mavili, beyazlı devlet malı çiçekler
vardı. Güzel, kocaman çiçeklerdi.
“Hemen eve gitmek istemiyorum,” dedi Hasan.
“Hiç zorlama. Sırf senin yaptığın eşekliği düzeltmek için geliyorum zaten.”
Hasan yapmacık bir hayretle baktı. “N’apmışım?”
“N’apacaksın, çok ters davrandın kıza. Sebepsiz
yere.”
183
“Sebepsiz yere ha! Ne biliyorsun ki mesele hakkında?”
Gedikpaşa’dan aşağı inmeye başladılar. “Sen sakinleşmeden gitmemeliydik,” dedi İdris. “Kapıdan
girer girmez terslemeye başladın. Sebep ne olursa
olsun, böyle davranmak çok yakışıksız. Ne bilsin kız
senin başına ne gelmiş?”
“Bilmesin zaten.”
“Hah, işte... Hassas bir insan zaten. Normalde bile çabuk kırılabilir, sen kalmış bu haliyle onu cezalandırıyorsun.”
Akşamüzeri gördüğü MARX yazısının önünden
geçerken, “Yahu kahvede olanların ilgisi yok,” dedi
Hasan. “Mevzu var aramızda.” Yazıya baktı, iyi göremedi. Etraf iyice karanlık, iyice sessizdi. Lakin yol,
hemen hemen her duvarındaki afişiyle, yazısıyla bir
şeyler mırıldanıyordu.
“Ne mevzusu?”
“Ya bu haliyle öğretmenlik yapmak istiyor. Milli
Eğitim Müdürlüğüne başvuracakmış. Daha önce konuşmuş anlaşamamıştık. Bir daha benimle konuşmaya gerek görmeden kararını vermiş. Ne diyeyim
şimdi ‘Hayır, yapamazsın!’ mı diyeyim. Şaştum
kaldim.”
Arkalarında uzakça bir yerlerden yoğun silah sesleri geldi. İdris tam bir köşeyi döneceklerken durdurdu Hasan’ı, birkaç saniye dinledi. Sonra, “Öğretmenlik yapmanın nesi varmış, anlamadım ki,” diyerek yola devam etti.
184
“Çoğu olay okullarda çıkıyor. Kaç öğretmen vuruldu kim bilir. Ben nasıl göndereyim Yüksel’i bu
cehenneme. Onun başına bir şey gelmesine katlanamam. Kaldı ki sen de dedin işte, hassas. Nasıl dayanacak bu olan bitenlere?”
“İyi de artık iş okulları falan aştı, nereye gitsen
faşist terörle karşılaşabilirsin. Bugün sen okula mı
gittin de, kurşun yağdı üstüne?”
Yine bir köşe. İdris mavili-kırmızılı kağıtlarla
kaplı duvar boyunca yürüyüp yine tam köşede birkaç
saniye durdu.
“Aslına bakarsan öyle,” dedi Hasan afişleri inceleyerek. “Hiçbir yer güvenli değil. Kapıdan çıkıp
bakkala gitse bile aklım çıkıyor. Artık yağ, tüp kuyruklarına da ben giriyorum, mümkün oldukça.” Hepsi değişik yerlerinden yırtılmıştı afişlerin. Altta maviler vardı, sonra kırmızılar gelmiş, birazını yırtıp
üzerlerine oturmuş. Sonra birileri gelip kırmızıları da
yırtmış, böyle alacalı bir hale sokmuştu duvarı.
Önlerinde, kavşak gibi bir açıklık vardı. Etrafta
cadde denebilecek genişlikte bir yol, sokak olmasa
da, buraya ufak bir meydancık yapmışlar. Sönük sarı
ışığın altından geçerek doğruca karşıdaki sokağa
girdiler. Burası az öncekinden de beter karanlık... ve
dar. İnsanda bir boruya girme hissi uyandırıyordu.
Nedense sağ tarafında boydan boya ince bir su birikintisi vardı. Birileri araba yıkamış olmalı. Hoş ortada araba falan da yok ya.
“Ha anlaşıldı,” dedi İdris tekrar konuya dönerek.
“Sen kizcağizu tüm hayattan soyutlamak istiyorsun.
Öğretmenlik falan bahane. Her zaman tizinin tibinde
185
olsun, senden habersiz yemesin, konuşmasın hiçbir
şey yapmasın. Bütün ömrünü bir fanusta geçirsin istiyorsun. E birader evlenmene ne gerek vardı o zaman. Kedi besle, kuş besle, o da olmadı... en iyisi
balık besle sen. Kavanozda...”
“Abartma! İstediğim yok böyle bir şeyi.”
“İstiyorsun işte. Kendin söyledin.”
“Belki de öyledir, istiyorumdur. Ama bu onun
iyiliği için. Huzurumuz için.”
“Sen neden evde oturmuyorsun da o çalışmıyor?
Düşündün mü bunu hiç. Kaç senelik üniversite bunun için miydi? Oturacak, sana hizmet edecek. Çocuklar doğacak, sonra onlara hizmet edecek. Biri
tam büyüdü, okula gider dediğinde öbürü gelecek.
Yüksel cahil bir köylü kızı, tüm idealleri evlenip çocuk doğurmak olan biri değil. Kültürlü ve aydın bir
insan. Sen onu kafese, fanusa koymaya çalıştıkça
asıl evindeki huzuru kaçıracaksın.”
Bir anda bir yavru kedi fırladı önlerine, siyahbeyaz. Yollarını kesti, kuyruğunu havaya dikip miyavladı. Hasan kovalayacakken İdris onu engelledi:
“Gel pisi pisi pisi. Yüksel senin bu çocukluklarına
iyi sabrediyor yine. Ben olsam çeker giderdim...”
Kedi geldi, bir gözüyle Hasan’ı kollaya kollaya. İdris kafasını, sırtını okşadı, çenesinin altını kaşıdı.
Kedi şımardı, önce sürtündü, sonra yerde sırtüstü
yuvarlanmaya başladı. İdris de şımardı, göbeğini gıdıklamaya çalıştı.
“Ne yapmam lazım peki?”
186
Kedi, Hasan’ın sesini duyunca, doğrulup kaçtı.
“...Hiçbir şekilde onu kaybetmeyi göze alamam.
Ama onu üzmek de istemem. İki gündür hiç huzurum kalmadı. Ben... Ben ne yapacağımı bilemiyorum.”
“Merak etme, vurgulamak için abarttım. Yüksel
seni bırakmaz. Ama sen onu fanusa koyarsan, solar.
Sevgi çiçeğun suyudur, hayat da güneşi. Susuz güneşsiz hiçbir çiçek yaşayamaz. Bırak, hayatta bir
şeyler yapsın. Kendine, ailesine, hatta ulkesine faydalı olsun. Olamazsa da, buna çabalasın. Bırak kendini iyi hissetsin. Ayrıca kafanı kumun altına sokunca tehlikelerden de kaçamazsın.”
“Bilemiyorum. Emin değilim. Ortalık o kadar toz
duman ki, güvenemiyorum. Öğretmenlik yaparsa,
endişeden sinirden kendi işimi yapamam. Bugün bile
açık verdim kasada.”
“En azından işe tekrar ona iyi davranmakla başla.
Ne düşündüğünü sakin sakin, adam gibi anlat. Bu
kadar endişe etmene o da göz yummaz zaten. Hemen
bugün başla.”
“Ben iyi davranıyorum ona zaten. O benim minik
kuşum, çiçeğim. Topu topu iki uç günlük mesele bu
durum...” Hasan birden durdu. “Dönelum.”
“Nereye? Geç kalacağım, oyalama beni.”
Gerisin geri Beyazıt’a yönelirken eliyle de İdris’e
işaret etti. “Dönelim, gel hele...”
Önde hızlı hızlı giden Hasan, hemen bir adım arkasında İdris bu şekilde tekrar Gedikpaşa’dan yukarı
187
çıkıp Beyazıt’a vardılar. Gazeteci çocuğun önünden
tekrar geçerken İdris dayanamadı:
“Ne diye getirdin tekrar buraya?”
“Gel hele,” dedi Hasan ve koşarak kavşağın ortasındaki adacığa gitti. Burada elektrik direğinin dibindeki çiçeklerin önünde çömeldi. Bir iki saniye
sonra da İdris çöktü yanına, soluk soluğa.
İdris işkilli işkilli etrafını kolaçan ederken Hasan
çiçeklere baktı durdu. Adacığın kenarından merkezine ufalan, iç içe daireler oluşturmuşlardı. Mavi,
beyaz, mor. Maviler laleyi andırıyordu, beyazlar da.
Morlar daha bir değişik, çanak gibi bir şeydiler.
“Hangisi?” diye sordu Hasan.
İdris geldikleri yöne doğru ısrarla bakan, orda bir
musibet arayan gözlerini bir saniyeliğine çiçeklere
kaydırıp, eski yerine oturttu. “Bilmem, hepisi güzel.
Neden uçunden de birer tane almıyorsun?”
Hasan bir mavi, bir beyaz, bir mor kopardı. Tekrar yola koyuldular, tekrar Gedikpaşa yokuşunu indiler. Tekrar her köşede durdular. Öbür ucunda yırtık
afişlerin olduğu sokağa girerken Hasan, çiçeklerle
oynuyor, patatesleri kızartmadan önce haşlarlarsa
daha lezzetli olacağını anlatıyordu ki belli belirsiz
boğuk bir sesin ardından birkaç el silah sesi geldi.
İdris eliyle sus işareti yaptı. Afallayan Hasan hemen
susup İdris’in kulak kabarttığı yöne bakmaya başladı. Ancak orada karanlık, boş sokaktan, biri brandayla örtülmüş iki-üç arabadan başka bir şey yoktu.
Beş on saniye daha ortalığı dinleyen İdris sus işareti
yaparak yola devam etti.
188
Tam ara sokaktan az önceki meydancığa çıkarlarken yolun karşısındaki diğer sokaktan beyaz, ya da
açık renk bir araba fırladı. İki yana fırlayan kardeşlerin arasından hışımla geçti, sokağa daldı.
“Hayvan,” diye söylendi İdris.
“Namussuz,” diye bağırdı Hasan.
Arabanın fırladığı dar sokağı geçtiler. Az önceki
kediyle tekrar karşılaştılar. İdris kediye askıntı olup
diller döktüyse de kedi bu kez yüz vermedi. Yarım
saate kalmadan tekrar Zencefil Sokağa gelmişlerdi.
Tam dün Hasan’ın duvara yazı yazan gençleri
gördüğü yerde, arkalarından gelen acı bir korna sesiyle irkildiler. Tepesinde yanıp sönen mavi, sivilce
gibi şapkasıyla bir polis arabası, onların kenara çekilmelerini istiyordu. Nasıl olup da bu kadar sessizce
gelip yanaşmıştı? Çekildiler. Araba hızla Mehmet
Efendi’nin dükkanının önündeki zikzağı geçip sokağa daldı. Niye buradaydı? Neden bu saatte buradaydı? Hasan normalden çok derin bir nefes alarak dün
okuyamadığı yazıyı karanlıkta sökmeye çalışırken,
elindeki çiçekleri kopardığından beri yirminci defa
kokluyordu. Şöyle güzelce koksalardı keşke. Ama
kerataların iyi ya da kötü hiç kokusu yok. Herhalde
Eminönü tarafına gidiyordu polis, başka ne olacak?
Zikzağın ilk köşesini dönüp bakkalın önünden
geçerken Mehmet Efendi’yi dışarıda buldular. Bir
elini çekirdek yediği diğer eline destek olsun diye
göğsüne doğru tutan adam ileriye, karanlığına doğru
bakarak çekirdek kabukları tükürüyordu. Hasan’ın
seslenişiyle o tarafa gelenlerin farkına vardı. Selamı
almadı, hiçbir şey söylemeden ve hiçbir mimikte bu-
189
lunmadan bu kez de bu yeni gelenleri heyecanlı heyecanlı izlemeye koyuldu. Hasan bir iki şey daha
söyledi, laf attı. Korktu, şaka yapmaya çalıştı. Ancak
suratına doğru heyecanla üflenmiş çekirdek kabuklarından başka bir karşılık alamadı. Yürüyüp geçtiler.
Herif hala onları izleyip çekirdek çitliyordu.
Zikzağı geçip sokağa girdiklerinde alışılagelmemiş bir kalabalık gördüler. Kimi pijamalı, atletli,
kimi daha giyinik beş on kişi dağınık şekilde dikiliyor. Bir o kadar kafa da pencerelerden dışarı sarkmış, ekserisi bir şeyler kaçırma telaşıyla bakkalın az
önce baktığı yöne çevrili.
“Bir şey mi olmuş?” diye sordu Hasan, titrek. İdris cevap vermedi.
Anarşiden bahseden izleyicilerin arasından geçerken Hasan ileride Albay’ın arabasının civarında
sivri, mavi, hareketli bir ışık gördü. Polis arabalarının bildik ışığı. Sonra bir tane daha, bir tane daha.
Adımlarını sıklaştırdı, birisine çarptı, bir diğerini sıyırdı. İçinde pis, iğrenç, yapış yapış bir his... Koşmaya başladı. Apartmanının önüne geldiğinde ister
istemez durdu, burası iyice kalabalıktı. Arkadan İdris’in sesi geliyordu. Beklemesini, gitmemesini ya
da benzer bir şey söylüyordu. İte kaka kalabalığa
daldı, şikayetler ve küfürler yedi. İdris’in sesini yeşil
üniformalı bir adamın bağırtıları aldı. Bir polis memuru. Ne dediği anlaşılmıyor ama o da Hasan gibi
kalabalıktan rahatsız. Önündeki kafaların arasından
hayal meyal görebildiği kadarıyla bir yandan yanındaki başka bir yeşil adama bir şeyler söylüyor diğer
190
yandan da ara sıra kalabalıktan birini gözüne kestirip
geriye doğru itiyordu.
Yeşil adama birkaç kelle kalmıştı. Hasan önündekilerin kimini kafasından kimini kolundan çekip bir
kenara atarak öne fırladı. Yeşillerin oradaki açıklıkta
tanıdık yüzler gördü, komşularını gördü. Apartman
kapısından Saliha hanım ile Melih Bey çıkıyorlardı.
Penceresine baktı, sağ köşesinden aşağı doğru, vişneçürüğü mü, bordo mu olduğu konusunda Yüksel
ile bir türlü anlaşamadıkları, kayınvalidenin düğün
hediyesi perde sallanıyordu. Işık yanıyordu. İçeride
yine yeşil adamlar geziniyordu. Dışarıdan bu kadar
net görülmemesi gerekmez mi yahu? Yoksa Yüksel
hiç perdeleri kapamadan ışık yakmazdı. Acayip,
pencerenin hemen altından da ışık sızıyordu.
Apartmanın kapısına doğru fırladı. Yeşilli adam
önüne geçti, çarpıştılar. Az daha düşeceklerdi. Başka
bir yeşilli imdada koşup onları tuttu.
Kalın, ince, anlaşılmaz bağırtılar,
“Giremezsin!”
“Kimsin?”
Hasan çırpınıyor, yumrukluyor, tekmeliyor ama
iki izbandut gibi polisin elinden kurtulamıyordu.
Tam kalabalığı iten yeşillinin elinden kurtulmuş, diğeriyle hafif yana savrulmuştu ki, öteki siyah bir sopa çıkardı, bir tane indirdi. İkinciyi indireceği sırada
bir şişenin kırılması ve İdris’in sesi duyuldu. Kardeşine yetişmiş, fırlattığı yağ şişesinin ardından aralarına dalmış yeşillilerin elinden Hasan’ı almaya çalışıyordu.
191
Adamlar bu ikinci gelen daha tehlikeli saldırganın
derdine düşmüşken Hasan paçasını kurtarıp tekrar
kapıya atıldı.
“Molotof attı şerefsiz!”
Kapıdan içeri dalacakken önüne bu defa da şişko
bir herif atladı, ona sarıldı. Yeşil değil ama bu...
ayağında pijama ve terlik var. Hasan bir tane yumruk çaktı, adamın kolları gevşedi. Boğuşarak apartmandan içeri girdiler. Hasan debelene debelene
adamı sürüklüyordu. Bir tane daha vurdu, biraz daha
gevşedi adamın kolları. Bir tane daha vuracaktı ki
adam tüm ağırlığıyla üstüne abandı. Paldır küldür
yerlerde yuvarlandılar. Cam kırıkları battı ikisinin de
kollarına. Hasan çırpınıyor. Dışardan İdris’in bağırtıları, ahalinin bağırtıları arasında şişkonun da mırıltıları geliyor Hasan’ın kulağına. Hasan çırpınmaya
devam ediyor, şişman adam konuşmaya... Bilincini
tamamen kaybetmek üzere olan Hasan sadece iki kelimeyi seçebildi:
“Yavrum, yapma!”
Hasan çırpınmaya devam ediyordu.
“Hasan, dur Hasan. Yapma yavrum.”
Hasan’ın evinden ve sokaktan polisler akmışlar,
Hasan’ın üstüne geliyorlardı ki yerde çırpınan delikanlıya sarılmış, onu tutan Melih Bey haykırdı:
“Bırakın onu... Kocası o, kocası.”
İdris’in sesi de gelmiyordu artık.
Hasan çırpındı...
Çırpındı...
192
Durdu.
193
İKİ HİKAYE
“İyi geceler, Radyo 1’de, spor bülteniyle karşınızdayız.”
Diş ağrısı. Akşam saatlerine kadar hiçbir şeyi
yoktu. Şimdiyse ağzının, dişinin içine birisi havası
inik bir basketbol topu sokmuş da onu şişirmeye çalışıyordu sanki. Hain herif, düzenli, şaşmaz aralarla
pompaya basıyor, o bastıkça da top genişliyor.
“Kolonya alır mısınız?”
Faruk gözünü camdan ayırıp sesin geldiği sağ tarafa döndü:
“Yok, teşekkür ederim. Acaba ağrı kesici var
mı?”
“Bir bakayım,” dedi muavin ve koridorun diğer
tarafına dönüp sordu:
“Kolonya alır mısınız?”
Bileti iki numarayaydı: Şoförün tam arkası, koridor tarafı. Lakin “bir” numaralı yolcu gelmediğinden
Faruk iki koltuğu da kaplamış, iyice yayılmıştı.
Şoför radyonun sesini hafifçe açtı:
194
“... A milli futbol takımımız Dünya Kupası elemeleri üçüncü maçında Demokratik Almanya Cumhuriyeti ile bugün Magdeburg şehrinin Ernst Grube stadında karşılaştı. Danimarkalı hakem Jan
Damgaard’ın yönettiği müsabaka 2-0 A millilerimizin üstünlüğüyle sona erdi...”
Ne biçim de zonkluyor köpoğlu!
Sırtını pencereyle oturduğu koltuğun oluşturduğu
köşeye verip içeriyi incelemeye koyuldu: Karanlık.
Otobüsün tavanında, en arka koltuğa kadar şerit gibi
uzanan lambalar. Bunların ortadan giden beyaz, parlak olanları sönmüş, kenarlarda birer metre arayla
soluklar yanıyordu. Yeşildiler.
“... Danimarkalı hakem Doğu Alman futbolcuların aşırı sertliğine göz yumarak gerginliğin artmasına yol açarken genç file bekçimiz Engin, bir de penaltı kurtararak Doğu Almanya forvetlerine gol izni
vermedi.”
Hemen sağ tarafındaki 3-4 numarada da kendisi
gibi tek bir kişi oturuyordu. Hayır, yatıyordu: Kalçası Faruk’a dönük, kafası pencere tarafında ceket ya
da yastık gibi bir şeye yaslı. Ön kapının dibindeki
iğreti muavin koltuğu kapalı. Üstte solda saat, 22:42.
Şoförün yüzünü görmesi mümkün değil elbet, ama
ara sıra karşıdan gelen araçların farları sigara dumanları arasından adamın kel kafasını aydınlatıyordu. Cüssesinin aksine pek de iri bir kelle sayılmazdı
bu.
“88. dakikada gelişen bir karşı atakta Ay yıldızlı
ekibimizin ilk golüne imza atan Tanju’nun pasıyla
kaleciyle karşı karşıya kalan Rıdvan, öne çıkan ka-
195
leci Müller’in üzerinden aşırtma bir vuruşla topu 2.
defa Doğu Alman filelerine gönderdi.”
İzmir’den yola çıkalı bir saat kadar olmuştu. Off,
bu ne ağrı yahu! Muhtemelen Manisa ya da Denizli
taraflarında olmalıydılar. Otobüsün izleyeceği güzergahı bilmemekle beraber sormak da büyük zahmet şu anda. Birazdan mutlaka ya bir levha ya bir
tabela görür anlardı. Üstelik hangi yoldan giderlerse
gitsinler daha en az 10 saat vardı.
“Maalesef ağrı kesicimiz kalmamış,” dedi karanlıktan fırlayan muavin.
Yalan, sanki hep bulunduruyorlar.
“Peki, sağolun.”
Muavin elindeki plastik, kahve kokuları yayan
bardağı şoföre verdi, eğreti koltuğunu açıp oturdu.
“Bu sonuçla Türkiye, 3. grupta, maç fazlasıyla
Sovyetler Birliği ve Avusturya’nın önüne geçti. A
milliler bir sonraki maçlarında, 10 Mayıs’ta, İstanbul İnönü stadında, Sovyetler Birliği ile karşılaşacaklar.
A Milli takımımızın galibiyeti tüm yurtta coşku ile
karşılanırken, Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Başbakan Turgut Özal ve TBMM başkanı Yıldırım Akbulut
Futbol Federasyonuna ve milli takım antrenörü Tınaz Tırpan’a gönderdikleri tebrik mesajlarıyla galibiyeti kutladılar.”
Faruk içerinin monotonluğundan sıkılıp döndü,
tekrar kafasını cama dayayıp dışarıyı izlemeye koyuldu: Dev bir akvaryum. O dışarda, dışarısı içerde.
Hayır hayır, bir deniz. Denizin dibi. İşte sağda solda
196
yosunlar, kumlar, çakıllar. Yanından gürültüyle geçen gözleri ışıklı balıklar O halde, bir denizaltıda
olmalı. Türlü canlıların yaşadığı bu derin, karanlık
sularda gezinen bir denizaltıda... Ara sıra bu karanlığın içinden bir lamba, bir bina, bir lokanta fırlıyor;
sonra hemen aynı hızla yüzüp gidiyordu.
“Şimdi, Türkçe sözlü hafif müzik dinleyeceksiniz.”
Faruk radyodan gelen müzik eşliğinde, diş ağrısının hafiflemesiyle kendinden geçmiş deniz tabanını
incelerken denizaltının birden hız kesmesiyle kendine geldi. Birşeyler oluyor. Otobüs yavaşladı, yavaşladı. Sağa doğru yanaştı. Muavin ayaklanıp arkaya
doğru koşturdu. Yeni bir “ördek” yakalamış olacak.
“Abi, ön kapı açılmıyor, buradan bin!”
Gürültülü adımlarla içeri tırmanan ördek, buyurgan sesiyle ardarda emirler yağdırdı:
“Kaptan radyoyu kapat! Hüviyet yoklaması, herkes hüviyetini çıkarsın!”
Faruk tedirginlikle doğrulup baktı: Gençten iki
subay. En arkaya gidip başlamışlar kontrole. Hemen
önlerinde iki otobüs daha durdurulmuş. Bir gözüyle
subayları kollarken, diğeriyle otobüsün açık arka kapısıyla arasındaki mesafeyi ölçtü: 5-6 uzun adımda
varır. Subaylar da...
İyi ama ne lüzum vardı ki buna? Alt tarafı bir
kimlik kontrolü. Subaylar tekrar kapının hizasına
geldiler ve geçtiler. Paniğe kapılmaya lüzum yok.
Hüviyetine bakıp en fazla, “Nereye gidiyorsunuz?” diye soracaklar. Evet, tamam. Peki niye gidiyordu?
197
Tam bu esnada, subaylar iki üç sıra arkadaki koltuklara gelmişken bir bağrışma, bir patırtı oldu. Öndeki otobüsün yanında bekleyen erlerden biri fırladı,
sağ taraftaki tarlalara daldı. Bir el silah sesi geldi.
Yolcular korkup telaşlandılar, bir kadın kesik bir
çığlık attı. Subaylar bu heyecan verici gelişme üzerine kontrolü bırakıp otobüsten koşarak indiler. İki el
daha ateş edildi.
“Şu tarafa kaçtı komutanım!”
***
“Kalk, kalk. Hiç oturma!”
“Neden? Ne oldu ki?” diye dönmeden cevap verdi Aysun, arkasından gelen sese.
“Kuru aramış,” dedi koridorun ucundan yaklaşan
ses. “Dahiliyedeki kuru. Gelemeyecekmiş! Sebboş
gelir görürse birimize giydirir onun nöbetini. Kalk!”
Aysun hafifçe doğruldu, çoktan hazırladığı çantasını, ceketini masanın üstünden alırken arkadaşına
söylendi: “Olur mu canım, ben artık serbestim. Görevi teslim ettim, nöbet defterine de işlendi. Hem
ben daha dün kaldım...”
“Dünü münü yok! Sebboş gelecek diyorum.”
“Sebboş kim?”
“Ne çaylaksın ayool. Dahiliyenin sorumlu hemşiresi, Sebahat. Kendi kalacak değil ya geceye! Birine
yıkacaklar. Kalk diyorum kız! Daha üst baş değiştireceğiz.”
198
Arkadaşı, kolundan çektiği gibi çıkardı Aysun’u
hemşire odasından. Beyaz üniformalı, beyaz pantolonlu, beyaz terlikli iki hemşire koşar adım uzaklaştılar.
***
Mola yerine geldiklerinde en son Faruk indi otobüsten. İnce ceketinin tek kolunu giymiş, öbürünü
sırtında bir yerlerde arayarak ilerideki büfeye yöneldi. Tost, ayran, gözleme... Ağrı hafiflemişken
birşeyler atıştırmalı. Yarın gündüz doğru dürüst yemek fırsatı bulamayabilir, ne de olsa ramazan ayı.
İzmir’de olsa farketmezdi ama, şimdi orası... Nasıl
bir yer acep? Üstelik Aysun... Yanında tıkınıp onu
da etrafa karşı zor durumda bırakmamalı.
Aysun nasıl karşılayacak acaba? Sevinecek mi?
Sanmıyordu. Çok büyük umutlara kapılmamalı. Hoş,
telefonla konuştuklarında gelmesini ister gibi bir hali
vardı amma...
“Beyefendi sırada mısınız?” dedi bir ses ardından.
“Afedersiniz,” diyerek kenara çekildi Faruk. Arkasındakiler gözlemecinin önündeki sıraya eklendiler.
Niye gidiyordu? Annesine doğru dürüst bir cevap
verememiş, anlamsız lakırdılar geveleyip durmuştu.
Niye gidiyordu, şeytan bilir! Verecek bir cevabı yok.
Aysun’a yine anlamayacağı bir dilde ilan-ı aşk etmeye mi gidiyordu, özür dilemeye mi? Şeytan bilir
işte! Gidiyordu.
199
Neyse, şimdi yemek zamanı: Gözleme mi, tost
mu?..
Aysun’a uydurduğu bahane bir yana, gerçekten
oradan İstanbul’a geçip eski arkadaşlarını da görebilirdi. Kuru bir kahkaha kaçırdı ağzından: Hah!
Gözleme mi, tost mu? Ne önemi var? Gözleme
olsun.
Faruk gözleme sırasına doğru giderken fikrini değiştirip aniden döndü, tost makinelerinin olduğu tarafa yöneldi. Hemen arkasından gelen bir çift bunu
beklemiyordu, kadın ile çarpıştılar. Faruk yerlere
kadar eğilip özür dilese de, herif dik dik baktı, “Serseri!” diye tısladı.
Bizimki çaresiz, başını eğip sıraya girdi. Nicedir
tereddüt anlarında ilk aklına geleni değil, diğerini
yapmayı adet edinmişti. Yıllar önce parkasının muflonu tıka basa bildiri dolu halde bir tereddüdün içine
düştüğünden beri. Soğuk bir Aralık sabahı biraz
önünde yürüyen, teksir makinesini mahalledeki baskınlardan kaçıran arkadaşlarını kaybetmişti. İnce,
uzun bir sis tünelinin ardından bir sapak... Sol mu,
sağ mı?.. Faruk o gün ilk aklına gelen, sağdaki yola
girmiş ve sonraki altı yıl boyunca bundan pişmanlık
duymuştu. Öbür yol güvenli miydi, tanrı bilir ama
içerde yediği her cop, dipçik onda böyle saçma bir
adet oluşmasına yol açtı:
“Bir kaşarlı tost, bir ayran!”
“İki bin lira.”
“İki... iki olsun tost!”
“Üçbinbeşyüz lira!”
200
Faruk parayı verdi, tepsisini aldı. Oturup tostlarını dikkatlice, ‘sözde’ ağrımayan tarafıyla yedikten
sonra, kocaman ayranı da uykusunu getirsin diye kafaya dikti. Şimdi bir de sigara tellendirmek vardı ya,
hava soğuk, dişini azdırır. Zaten yordu az önce.
Otobüse gitmeli öyleyse. Hayır hayır, biraz yürüyüp dizlerini bacaklarını hareket ettirmeli. Kalktı.
Dinlenme tesisine dik şekilde yanaşan otobüsün arkasına geçip yola doğru voltalamaya başladı.
Aysun’a ne diyecekti? Ne diyebilecekti? Hiçbir
şey! O Kenan mıdır, Kerem midir, ne karın ağrısıdır,
“O serseriyi bırak bana gel!” mi diyecekti? Hah!
Aysun ne cevap verecek? Kollarına mı atılacak?
Tanrım, uğraştığı şeylere bak. Bu ne heves, bu ne
endişe! Şapşal! Kendini liseli aşık sanıyor. Yani bugünkü liseliler gibi. Yoksa onun lise yılları farklıydı.
Okul çıkışı Kordon’da gezintiye değil, duvar yazısı
yazmaya, afiş yapıştırmaya gidilirdi.
***
Ağır bir koku var. Kahve kokusu ilaç kokusuna
karışmış. Beyaz bir odanın içinde oturuyor. Duvarın
dibindeki tezgahta sıralanmış tüpler, kavanozlar. İnce uzun tahlil tüplerinde kara kara birşeyler. Bir tanesini kapıp açıyor: Kahve. Tüpün üzerinde hasta
adı yazıyor ama silinmiş, kazınmış. Kenan’ın olmasın bu? Kenan burada! Gelmiş. Odadan çıkıyor: Bir
koridor. Ayakları üşüyor, ayakları çıplak. Fayansın
soğuğunu hissediyor, yerler fayans. Duvarlar fayans.
Tavan fayans. Biraz ilerliyor, ileride bir kapı kapa-
201
nıyor. Biri çıktı koridordan. Koşuyor kapıya, açıyor:
Yine bir koridor ve ucunda bir sürü kapı daha. Odaların içinde kavanozlar, tüpler, tüpler. Her yer beyaz
hâlâ, her yer fayans. Fayansların üzerinde desenler:
ufak ufak çiçekler, güller. Tıpkı annesinin mutfağındaki gibi. Evdeki mutfak mı burası? Solda bir kapı
daha kapanıyor. Kim bu? Kenan mı, annesi mi? Kapanan kapıyı açıyor: Bir oda, bir buzdolabı. Annesinin buzdolabı. Yanına gidince eskimiş, tanıdık kapağını açıyor: Kahve dolu tahlil tüpleri.
“Kalkacak mısın kardeş?”
Tüplerin birini alıyor, etiketteki ismi okuyor: Kenan. Kenan burada. Kapı açılıyor. Birisi onu sarsıyor.
“Haydiii, sahur vakti.”
Aysun güç bela gözlerini açıp yatağının köşesine
ilişmiş kızlardan birinin onunla konuştuğunu
farkettiğinde iç geçirdi. Tam da Kenan gelmişken.
Hafif doğrulup ranzanın demirine yaslandı. Gözleri
kapanıyor. Kapanıyor, kapandı.
“Kızlar yumurta yapacaklar, çay da hazır sayılır.”
Denileni duyuyor ama, açık tutamıyor ki gözlerini. Daha da doğrulmak için hareketlendi. Ancak az
öncekinden daha da rahat bir hal aldı: Hayır, olmayacak.
“Ben kalkmayacağım,” dedi Aysun. “Tutmayacağım bugün.”
“Ama dün de tutmadın. Günah.”
Fesupanallah, çetelesini mi tutuyor? Ona ne!
Aysun bir cevap vermeden kendini bıraktı. Beriki,
202
bir iki lafın ardından ışığı söndürmeden çıkıp gittiyse de para etmedi. Bir önceki gün nöbete kalan hemşirenin o kadar uykusu vardı ki, ne ışığa, ne diğer
odalardan gelen gürültülere bana mısın demeden, kıpırdamadan, öyle ranzaya yaslı vaziyette mışıl mışıl
uyudu.
Akşam yorgunluktan saati kuramadığından, sabah
diğer kızların çıkardığı gürültülere kadar uyanamadı.
Oysaki ikisi üniversitede öğrenci, biri lise öğretmeni
olan ev arkadaşlarını uyandıran hep kendisi olurdu.
Bu yüzden diğerlerinin hazırlanma telaşının farkına
vardığında korktu: Hemen yataktan dışarı! Geç kalacak. Kendisi de kampüs içinde bulunan üniversite
hastanesine gittiği halde, diğer kızları beklemezdi.
Çok oyalanırlardı çünkü. Onlar için derse beş-on dakika geç girmek büyük bir problem değil nasılsa.
Yine öyle yaptı, alelacele hazırlanıp evden fırladı.
Gene gri bir gün. Hep böyle. Ana caddeye yürüyüp, gelen ilk minibüse hopladı. İçerisi tıkış tıkış.
Tutunacak bir yer bulup para çıkarmaya koyuldu.
Çantasını karıştırırken önünde durduğu koltukta oturan adam ile göz göze geldi. Sonra bir daha. Adam
kafasını kaldırmış, gözlerini dikmiş, film izler gibi
kendisini seyrediyordu. Güç bela, tek eliyle parayı
ayarlayıp şoföre gönderdi. Herif hâlâ aşağıdan bakıyor. Sabır, ya sabır. Adama bakmamak için gözlerini
buğulu pencerelere çevirdi, görünmeyen “dışarı”ya
bakıyormuş gibi yapmaya başladı. Çalkalana çalkalana on dakika kadar gidildikten sonra, şöför bir yerde zınk diye durdu. Aysun düşüyordu ki, arkasındaki
bir kurtarıcı, dört koluyla ona sarılıp tuttu. Bir iki
çırpınmadan sonra ancak kurtulabilen kız dönüp bu
203
yeni belaya bakacaktı ki, açık kapıdan kampüse yakın bir yerde olduklarını gördü, kendini dışarı attı.
“Hey Allahım yarabbim!”
***
Araçtan inince soğuk ve taze hava kendine getirdi
biraz olsun. Ağrıyan dizlerini bir iki oynattı, kollarını aça aça gerindi. İşte geldik. Hah.
Diğer yolcular bavullarının derdine düşmüşken
Faruk gerine gerine yürümeye koyuldu. Dişi sızlıyor
ama dün geceye göre daha iyi, katlanılabilir. Otobüsten uzaklaşırken kendisi için şimdilik dünyanın en
önemli memleketi olan bu şehre ait ilk yeri, otogar
yavrusunu incelemeye koyuldu.
“Ankara, Ankara, 10.30 hareket, Ankara.”
Topkapı’nın, Harem’in, İzmir’in yanında burası
minibüs durağı gibi: İki sıra tek katlı yazıhane ve
otobüsler için ortada bir açıklık.
“İstanbul, Kocaeli, Gebze, Harem!”
Herbirinde farklı, arabesk şarkıların bağırtıldığı
yazıhanelerin civarında velvele koparan kahyaların
birine yanaştı, adam onu bekliyormuş gibi hemen
koluna girdi:
“Ankara mı abi?”
“Yok, ben birşey...”
“10.30 hareket abi. İftarda Ulus’tasın. Roket, roket!” Kahya, Faruk’un kolunu bırakmadan, sağa sola
bakarak yeni bulduğu sloganı çığırmaya başladı:
204
“Ankara, Ankara, roketle Ankara. 10.30 hareket,
Ankara’ya rokeeet!”
“Yahu bırak Ankara’yı, Kampüs lazım bana. Nasıl giderim?”
“Ne lazım abi?”
“Üniversite’ye nasıl giderim, okula?..”
İşte sonunda burada. Bir buçuk yılı aşkın bir süredir sürüp giden şu mesele nihayet onu buraya kadar sürükledi. Faruk kahyanın çatlak sesiyle tarif ettiği üzere otogarın önünden geçen yola çıkmış, sol
taraftan, yokuş aşağı gelecek, şapkasında “Merkez”
yazan bir minibüsün yolunu gözlüyordu. Önce çarşıya inecek, oradan başka bir vesaitle kampüse geçecekti. Aysun hastanenin, üniversitenin oralarda olduğunu söylemişti. İçinde mi, yanında mı, gidince
öğrenir artık. Buradaydı ya. Hay Allah! Buradaydı.
Ceketinin yakalarını kaldırıp ellerini yenleriyle
beraber ceplerine tıktı. Esiyor, soğuk. Aysun ile tanışmasına vesile olacak olan o dil kursuna yazılmaya
karar verdiğinde de aşağı yukarı böyle bir gündü:
Rüzgarlı, gri. Tabii, İzmir’in havası bu kadar soğuk
olmaz ya. Neyse işte.
Sıkılıyordu, boşluktan, bomboşluktan boğuluyordu. Cezaevinden çıkalı aşağı yukarı bir sene olmuş
ve İstanbul’da dolanıp eski arkadaşlarını aradığı ilk
iki ayı saymazsak bu vaktin hepsini İzmir’de, annesinin evinde geçirmişti. Huzursuzdu. Birşeyler bulmalı, bir meşgale icat etmeliydi. Yoksa ablasının,
tahliye olur olmaz kendisini boşayan eniştesinden
hareketle, bütün eski kuşak solculara sabah ezanından akşam ezanına hakaret etmesine; annesinin sol-
205
cusuna, sağcısına, konusuna, komşusuna, bakkala,
çakkala, evdekilere, kısaca herkese kaybettiği kocasının hesabını sorarcasına verip veriştirmesine; doğduğundan beri evde erkek görmeye alışmamış yeğeninin kendisine düşman gibi bakmasına, tek kelime
bile konuşmamasına daha ne kadar katlanabilecekti
ki. Kitap mitap da okunmuyordu, sessiz, sakin geçen
her dakika bir kavganın sonrası, öbürünün arifesiydi.
İstanbul’a gitmeyi düşündü. Gitti. Lakin evini barkını bildiği, kimi işadamı, tüccar, kimi esnaf, kimi ise
sıradan bir memur olmuş eski ahbaplarında birer gece, birer gece derken, on gün bile duramadı. İçten
karşılamaların, sıcak sohbetlerin, “olur mu hiç”lerin,
“ölümü gör”lerin, “dünyada bırakmam”ların dondurucu sıcaklığında görebileceği herkesi gördü.
Herşeyi gördü. Hemen hepsi “varlığı”ndan rahatsız
olmuş, para istemek için geldiğini zannetmişlerdi.
“Sağlam” kalmış, veya en azından kendisi gibi kalmış, tek bir arkadaşını bile bulamadan döndü geldi.
İşte o kursa...
İşte minibüs geliyor. Merkez mi? Merkez! Faruk
minibüsü durdurup atladı. Arkalarda bir yere otururken, şoföre bağıra çağıra sordu:
“Üniversite minibüslerinin kalktığı yere gidiyor
değil mi? Ne kadar?”
“Merkez 600 lira!”
Merkez, merkez... Bu laf başka yerleri çağrıştırıyordu ya, haydi neyse. Parayı uzattı, üstünü aldı.
Minibüs “merkez”e yollandı. Faruk kenarında oturduğu camın buğusunu silip etrafı seyre koyuldu. Ne
karanlık bir gün.
206
Hah işte, böyle buğulu, gri bir günde “Bekir” dil
kursuna fiyat sormak için girmiş, imzaladığı senetler
elinde, şaşkınlıktan ağzı açık, çıkmıştı. Çok enteresan bir yerdi burası. Sahibinden başka iki müdür
yardımcısının ve bir hocasının da adı “Bekir” idi.
Bunca Bekir’i nereden bulmuşlarsa. Lakin enteresanlığı bununla da kalmıyordu. Burada ne doğru dürüst ders yapılırdı, ne de sınav. Lise müfredatı kabaca tekrar edilir, kurs bitirildiğinde ancak “simple
present tense” ile “simple past tense” arasındaki fark
ayırt edilebilinirdi o kadar. Öğrenciler genelde
memnun olmasa da Faruk’un bir şikayeti yoktu.
Karşıyaka’nın en ucuz kursu, daha ne olsun. Herşey
bir yana, Aysun var Aysun. Daha ne olsun... Zaten
hapishanedeyken, son yıllarda, koşullar bir miktar
düzelince devrimci mahkumlarca örgütlenen bir
kursta çat pat öğrenmişti birşeyler. Bu, burası: Meşgale... Hayır, burası: Aysun. Sahiden, daha ne olsun...
Bir yere geldiklerinde bütün yolcular indi. Faruk
da iniyordu, şöför isterse onu son durağa kadar götürebileceğini söyleyip oturttu. Oradan binermiş öbür
araca. İki üç sokak ötedeki son durakta inip üniversite minibüslerini sordu. Buldu. Halk arasında “servis”
denirmiş bunlara. Ancak bedava falan değil, bildiğiniz minibüs. Durakta biraz bekledikten sonra ilk gelen “servis”e bir öğrenci kalabalığıyla doluşup en
inilemeyecek köşeye sıkıştı. Uzunca saçları briyantinle geriye yatırılmış, havalı, bitirim muavin ayakta
kalanları biraz daha ittirerek kendine yer açtı, o da
bindi. Muavin insanlar arasında kurbağalama yüzerek para toplamaya başlarken servis hareket etti. Fa-
207
ruk yine camdaki buğuları silip dışarısını seyretmeye
başladı: Karanlık. Bu şehrin tüm renkleri tuhaf bir
şekilde karanlık, koyu. Kapalı gökyüzü bir yana,
özellikle yollar, duvarlar koyu, kara.
Karaşehir, Koyuşehir!
Bitirim muavin hiç sorma gereği duymadan ondan da öğrenci parası alınca Faruk bir hoş oldu. Sevindi. Az para verdiğine değildi ama sevinci... Buradaki topluluğun bir ferdiydi o. En azından inene kadar. Şu kampüs yakında olmasa keşke! Ağzı kulaklarında, birkaç dakika etrafındaki yorgun, bezgin
gençleri inceledi. Öyle ya, o da öğrenci idi bir zamanlar. İnşaat mühendisliği okuyordu. Çok acayip!
Yıllar var, bu pek aklına gelmemişti. İnşaat mühendisliği. Hah!
Yine bir yere gelindi ve herkes indi. Faruk şöföre
hastaneyi sormak yerine inmek için davrandı. En son
yolcu olarak inerken muavinin eline yapışıp iki eliyle sıktı:
“Hayırlı işler!”
Şaşkın delikanlı birşey diyemeden sadece kafasıyla selam verebildi: Eyyyvallah.
Bir süre boş boş binalara, yüksek merdivenlerine
bakındıktan sonra toparlandı: Aysun, hastane. En
yakın kapıya yollanıp en “görevli” gördüğü birine
hastaneyi sordu. Hemen iki bina ötedeymiş ancak
dolaşması,
dışarıdan
girmesi
gerekiyormuş.
Kampüse açılan kapı sadece öğrenciler ve görevliler
içinmiş.
208
Hay Allah, görevli şıp diye anladı ne denli kart
olduğunu, öğrencilik bitti. Faruk, adamın tarif ettiği
şekilde ana kapıdan çıkıp duvar kenarından gide gide hastaneyi buldu. Az kaldı, biraz sonra Aysun’un
karşısına dikilecek. Kızı hazırlıksız yakalayacak, iki
gün önce gelmiş olacak ama olsun. Ayağının dibinde
bitip, işte geldim diyecek. Acaba keyfi nasıl, yüzü
gülüyor mu? Kendisini görünce de gülecek mi? Hiç
gitmese mi ne?
Hayır, hayır caymak yok. Artık bu iş, öyle ya da
böyle burada bitmeli. Yeterince uzadı, yeterince büyüdü
içinde.
Kocaman
bir
tabela
ile
“PLATONİKLER” yazan bir yerden içeri daldı.
Efendim? Çıkıp bir daha okudu tabelayı:
“POLİKLİNİKLER”
Girer girmez kesif bir ilaç kokusu vurdu burnuna.
İçerisi kalabalık, bir gerginlik, bir telaş. Açılan kapılar, kapanan kapılar. Koşuşturan, odadan odaya akan
beyaz üniformalar. Beyaz üniformalılardan merhamet uman insanlar. Faruk iki kapı arası yakaladığı
bir hemşireye “Kulak-Burun-Boğaz nerede?” diye
sordu. İleride imiş, “D Blok”ta. Hemen başka bir
hemşireden D Bloku öğrenip soluğu orada aldı. Ancak Aysun orada değilmiş, birkaç haftadır Pediatrideymiş. Oraya bakmasını söylediler. Faruk bir sürü
koridordan ve kapıdan geçerek orayı da buldu. Pediatriden de geçici olarak alt kattaki laboratuarlarda
görevli olduğunu öğrendi. En son gele gele, girdiği
kapının bir kat altındaki laboratuar bölümünün, arkasındaki ağır kokuyu zaptetmeye çalışan kapısına
vardı. İçeri girdi. Bir koridor, sağlı sollu odalar. İlerideki, mahkumların malta dediğine benzer bir açık-
209
lıkta önlüklü biri dikiliyor. Bir teknisyen veya doktor olmalı. Ona sorsa mı? Bu hastane ne denli tanıdık, tıpkı hapishane. Odalar, koridorlar, maltalar, görevliler...
Adam bir tuhaf, kendi kendine acayip hareketler
yapıyor. Faruk ona doğru birkaç adım atınca anladı:
Kıvırcık, dağınık, marula benzer saçlı, doktor olamayacak kadar genç adam, odalardan birinde çalan
müziğe tempo tutuyor. Marulun yanından geçip gitti.
Diğer taraftaki kapıdan başka bir koridora çıktı. Aynı koku, daha da ağır. Burada oturmalık bank gibi
bir tahtaya ilişti. Dışarıdan geliyordu, laboratuarlara
çatkapı girip çıkmak uygun olmayabilirdi. Hoş, koku
pek öyle demiyordu ya, yine de dikkat etmeli, içeriye mikrop-bakteri (ya da ne diyorlarsa) taşımamalıydı. Koridor iyi. Elbet ya Aysun ya da onu tanıyan
biri buradan geçer. Şaşıracaktı kızcağız, belki sevinecek. Olur mu, belki de canı sıkılacaktı iki gün erken geldiği için. Hiç iyi etmemişti Faruk erken gelmekle. Şimdi gidip bir otele yerleşmek, bekleyip
zamanında gelmek var; ama o iki gün geçmez ki.
Aysun’u ilk gördüğü, ve hemen tam da o anda
aşık olduğu gün de böyle karışık duygular içindeydi.
Kaydını yapan bir Bekir, ertesi gün gelip başlayabileceğini söylemişti. Faruk, işi gücü olmadığından
gündüz grubuna kayıtlıydı. Çoğunluğunu liseüniversite öğrencilerinin oluşturduğu gruba. İlk gün,
sabah 9.00’daki ders için 7.30’da kapıdaydı. Bir süre
dolandı durdu kapıda, sigara içti. Bina ıssız mı ıssızdı. Kantinci yeni gelmiş, ışıkları yakıyordu. Bir süre
daha oyalandıktan sonra müdüriyete çıkıp sınıfını
öğrendi. Hemen o kattaydı, gidip oturdu. Ceketini
210
çıkarmadı, ikiye katlayıp cebine tıktığı defterini ceketinin cebinden çıkarmadı. Gitse mi? Hayır. Kalkıp
pencere ile kara tahta arasında voltalamaya başladı.
Hapishane usulü: İçerden, yanındakiyle beraber dönerek. Hah! Kimse yok ki yanında. 8.30, binaya girenler çıkanlar oluyor. Off, bunların hepsi çocuk!
Hala kimse onu görmemişken sıvışabilir. 8.40, sınıfta kimsecikler yok. Bir o, bir karatahtanın üzerindeki
Atatürk. Pardon, bir de duvardaki istiklal marşı var.
Hapishanede günde 5 defa copla, dipçikle söylettikleri, hemen hiçbirini yeterince “coşkun” bulmadıklarından hep kemik sesleriyle kesilen.
Senin ne işin var burada, çoluk çocuğun arasında?
Hala kimse yok, gidebilir. Gitse mi, gitmese mi?
Durduğu kabahat. Kapıya yöneldi. Hayır! Geri dönüp arka sıralardan birine oturdu.
Bu esnada kapı açıldı, içeri siyah montlu, siyah
atkılı bir kız girdi. Faruk’u görünce olduğu yerde kalıp kaşlarını iki santim kadar havaya kaldırdı, hafif
gülümsedi. Sonra kapıya gidip sınıfın numarasına
baktı, geri gelip “ihi hih,” diye bir kahkaha attı.
“Günaydın!”
Bu kız nasıl gülümsüyor böyle yarabbi! Üstelik
kendisine gülümsüyor. Faruk birşey diyemedi, o da
gülmeye çalıştı elden geldiği kadar. Kız eşyalarını
bırakıp çıktıktan beş altı saniye sonra gözlerini ancak alabilmişti kapıdan. Ardından da şuursuzca ceketinin cebindeki defteri çıkarıp sıraya koymuştu.
...
Yarım saatten fazla bir süre oradan kimse geçmedi. Faruk yanlış yerde beklediğinden işkillenmeye
211
başlıyordu ki, koridorun derinliklerinden ayak sesleri duyuldu. Şıpır şıpır, seri adımlar... Faruk ayağa
kalkarken, kendi geldiği taraftan gelenleri gördü: İki
hemşire ile az önceki teknisyen. Hemşirelerden biri
Aysun. Gülüşüyorlar.
Aralarında beş adım mesafe kalana kadar kız karşıda dikileni farketmedi. Faruk’u görünce durdu,
kaşları belli belirsiz kalktı. Sonra hafifçe gülümsedi.
Biraz daha durdu. Arkadaşları ona seslenirken genç
adamın yanına geldi.
“Hoşgeldin,” dedi tokalaşırken. “Bugün beklemiyordum seni.”
Laboratuarlardan birine girdiler. Aysun arkadaşlarını tanıştırdı: Teknisyenin adı Emre imiş. Diğerininkini dinlemedi bile.
“Biz kantine gidelim öyleyse,” dedi Aysun diğer
hemşireye. “Sen biraz idare edersin, değil mi?”
Faruk bu “biz”i o ve Aysun’dan ibaret sanmıştı
ya, kıvırcık teknisyen de çok doğal bir tavırla geldi
peşlerinden. Ramazan dolayısıyla bomboş kantinde
çay alıp oturdular. Aysun durmadan konuşuyor, hastaneyi, camın önünden gelip geçen hemşire ve doktorları anlatıyordu. Bilmemkaçıncı göbekten bir akrabasının öğrenci evine yerleşmiş şimdilik. Dört kişiymişler, evdekilerle pek anlaşamıyorlarmış. Zevkleri uyuşmuyormuş, tutucuymuşlar, falan filan. Kıvırcık ve Faruk, kız beş dakikalığına kalkana dek
sustular.
“Demek İzmir’den geliyorsun babacım?” dedi kıvırcık, yalnız kaldıklarında. “İzmirli misin?”
212
“Evet.” Kısa, kuru...
İki adam da çaylarıyla meşgulken Aysun çıkıp
geldi. Faruk’un fazlasıyla aşina olduğu hızlı hızlı,
kesik kesik konuşmasıyla kaldığı yerden devam etti.
İlk başta çok zor gelmiş, sonradan alışmış çalışmaya.
En zor kısmı nöbetlermiş. Aslında içmese daha
iyiymiş ama uyanık kalabilmek için her nöbetinde üç
dört fincan kahve yuvarlıyormuş. Şehre hiç alışamamış, herkes ona ya kötü davranıyor, ya da askıntılık ediyormuş. Ailesinden ilk defa bu kadar zaman
ayrı kaldığından onları çok özlemiş. Buraya geldiğinden beri ne Kenan, ne de ailesi yanına gelmiş.
Aysun aynı tempoda bir süre daha içini döktü,
döktü. Emre’nin homurdanmasıyla kalktılar, laboratuarların katına inen merdivenlerde Faruk sordu:
“Ne zaman bitiyor işin?”
“Altıda. Ama nöbet devir teslimi falan derken altı
buçuğu buluyor.”
“Tamam. Ben şimdi gideyim, o zaman geleyim
olur mu?”
“Nereye gideceksin? Nerede kalacaksın ki?” dedi
Aysun. Sonra yavaş yavaş merdivenleri inen kıvırcığa bakarak ekledi: “Ben arkadaşlara bir sorayım istersen müsaitler mi diye.”
“Yok, yok,” dedi Faruk, aynı yere bakar bakmaz.
“Gerek yok. Ben gider bir otele yerleşirim. Akşama
buluşuruz istersen, yemek yeriz.”
“Beşinci Katta yemekhanemiz var, yemekleri güzel. Üniversitenin yemekhanesinde de yiyebiliriz istersen. Ara sıra gidiyoruz oraya, değişiklik için.”
213
“Üniversiteninkine gidelim. Yedi iyi mi?”
“İyi. Yedi çeyrek gibi veriliyor yemek. İftardan
az önce. Sen az önce gittiğimiz kantinde bekle öyleyse.”
“Okulun kantini yok mu?”
“Var, bir sürü hem de.” Aysun gülümsedi. “Yemekhanenin arkasında var bir tane ama nasıl bulacaksın?”
“Bulurum ben. Akşama görüşürüz öyleyse. Yemek yeriz. Konuşuruz.”
“Konuşuruz.” diye tekrarladı Aysun inerken, “Ne
konuşacağız?” diye soran gözlerle.
Faruk kendini hastaneden dışarı zor attı.
“Eşşoğlueşşek!” diye söylendi. “Ne vardı gelecek!”
Az ötede, yine bir öğrenci kalabalığıyla, gelen servise doluştu. İki büklüm, ensesi minibüsün tavanında,
kendi kendine kızmaya, söylenmeye devam etti.
Aysun sevinmemişti geldiğine. Niye sevinsin ki? “Ne
sanıyordun ki? Eşek herif!” diye mırıldandı. “Böyle
olacağı belliydi. Hani karşılık beklemiyordun?”
Yanında dikilen kot montlu genç hiç üşenmeden
kendi etrafında yarım tur dönüp baktı. “Efendim
abi?” dedi.
“Size demedim, afedersiniz!”
İtidal, itidal... Yeni birşey mi bu? Bir buçuk yıldır
bununla yaşıyordu. Bir buçuk yılda, bin beşyüz defa
kalbi kırılmıştı. Alışıktı. Karşılık beklememeye
alışmıştı. “Yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın
da seni sevmesi şart mı?” diye yazmamış mıydı Nazım Hikmet? Büyük adam, vallahi büyük!
214
Önceleri, Aysun’u gördüğü andan itibaren içinde
tıngırdayan telleri dinlemeyi şiddetle reddetti. Öyle
ya, dışarı çıkar çıkmaz (bir yılı geçmişti) konuştuğu
ilk kıza abayı yakmak utanç verici olurdu. Değil mi?
Hiç işte!
Dersler ilerledikçe bir-iki kişiyle tanışsa da, lütfen
selamlaştıklarının sayısı artsa da, haleti ruhiyesi aynıydı. Eskimolar gibi buzdan duvarlar arkasında yaşıyordu. Fevkalade işe yarıyordu bu duvarlar. Şu yeni ve yabancı dünyadan kimse ile gereğinden fazla
görüşmüyor, bu sayede de zarar görmüyor, kalbi kırılmıyordu. Her an basıp gidecekmişçesine eski ve
hantal ceketini sınıfın içinde bile üzerinden çıkarmıyor, biri soracak olursa, şakayla karışık o benim
“kabuğum” diyordu.
Fakat sonradan Aysun eline keski gibi bir şey
alıp, duvarlarına, kabuğuna musallat olunca Faruk
için işler zorlaştı, dengeler bozuldu. Kız kemirdi,
kazıdı, hırpaladı... Konuşmaya, iletişim kurmaya
zorladı, dikkatini çekmeye çalıştı. Herhangi bir sebepten değil, bu onun doğal haliydi. Birisi ona küssün, onunla konuşmaya görsün, katiyen yerinde duramazdı. Büyük bir mesele değilse ne yapıp eder barışır, konuştururdu. Arkadaşlığın bekası adına...
Bir an bir patırtı oldu. Faruk irkildi, düşüncelerinden sıyrılıp etrafına bakındı: Son durak! Öğrenciler, bindikleri gibi, harala gürele indiler. Faruk da
peşlerinden. Etrafına bakındı: Gri lokantalar, gri pastaneler, gri ayakkabıcılar vesaire... “Gri bir de otel
vardır,” diyerek yokuş yukarı vurdu. Eski bir alışkanlıkla, her iki kaldırımdan da gelip geçenleri inceleyerek ana caddeye doğru yürüdü. Otel motel yok
215
ortalarda. Yokuşun ucunda demiryoluna benzer, betona çakılmış, bir yerden gelip bir yere giden iki sıra
demirin üzerinden atlayarak ana caddeye çıktı: Yine
gri apartmanlar, yine gri iş hanları, dükkanlar. Tabelalara bakmak için birkaç adım açıldığında, soldaki
kuyumcu ile komşusu tekel bayiinin sahipleri yabancıya baktılar. Faruk hemen kaldırıma döndü. Allah allaaah! Bir yer aramak bile dikkat çekiyor burada. Otel sorsa kimbilir nasıl işkillenip yedi ceddine
kadar kurcalayacaklar. Biraz daha ilerledi, yol sağa
doğru kıvrılınca sevindirici bir tabela çıktı ortaya:
Otel Özkan.
Resepsiyondaki, boynunda asılı kalın çerçeveli
gözlüğü takmadan, gözlerini kısarak yazmaya çalışan ihtiyar, ücreti peşin istedi. Üç kişilik (tanımadığı
başka iki kişiyle paylaşacağı) ve tek kişilik odalar
varmış. Ancak tek kişilik odaları en az iki geceliğine
veriyorlarmış. Faruk çıkardı iki gecelik parayı verdi.
“Hüviyetinizi de alabilir miyim?”
Faruk cüzdanından, sol tarafında iki zımba deliği
olan hüviyetini çıkarıp uzattı. Adam evirdi çevirdi,
tam ismini kayda geçirmek için kalemi almışken
durdu. Tahliye olurken hapishane idaresindeki dosyasından çıkarılıp Faruk’a altı yıl sonra iade edilen
nüfus cüzdanındaki delikleri incelemeye koyuldu.
Hatta işaret parmağını bir tanesinin içinden geçirmeye çalıştı. Adama o semiz parmağın oradan geçmeyeceğini söylese mi? Bereket, adam kendi kendine bunu anladı, gözlerini kısarak, aheste aheste kaydı yaptı. Anahtarı ve kimliği uzatırken mırıldandı:
“14 numara, ikinci kat, sağda.”
“Teşekkür ederim.”
216
***
Santrifüj makinesinin devirleri nihayet yavaşladığında oturduğu sandalyeden kalktı Aysun. içinde idrar örnekleri bulunan tüpleri tek tek çıkardı, dibindeki tortulara zarar vermemeye çalışarak üstte kalan
sıvıları döktü. Biri hariç hepsini solundaki plastik
raflara yerleştirdi. Sonra sağındaki aynı şekilli raftan
yeni tüpleri çıkarıp makineye yerleştirdi. Düğmeye
basmasıyla cihaz vınlamaya, kapağın altındaki tüpleri deli gibi döndürmeye başladı.
Aysun hâlâ öbür eliyle tuttuğu, tahlili yapılacak
örneği mikroskoba götürdü. Normalde laborantın da
burada olması, renk, yoğunluk gibi testleri (hatta bütün bu işlemleri) yapması gerekiyordu ama adam üç
haftadır yoktu. Hatta şu anda bütün laboratuar katında ondan ve Emre’den gayrı kimse yoktu. Normalde
iki uzman, üç laborant ve üç hemşirenin kadrolu olduğu bu yerde zaten ekseriya başka bölümlerden
devşirme iki-üç hemşire ve laborant olarak bu Emre
nöbetleşe çalışırdı. Diğerleri nerededir, ne yapar, bilinmez.
Aysun tortuları itinayla çıkarıp mikroskop camının üzerine koyduğunda kapı açıldı. Elinde tahlil yapılacak yeni örneklerin olduğu bir kutuyla Hamiyet
içeri daldı.
“Hediyelerim vaar.”
“Ay, aman, eksik olma.”
“Öyle deme, Doktor Necdet’in bunlar.”
217
Aysun elindeki lameli yavaşça örneğin üzerine
yerleştirirken ciddiyetle sordu: “Hepsini o mu yapmış?”
“Bırak sululuğu şimdi.” diye çıkıştı Hamiyet.
“Sabaha istiyorlar. Ama sen nöbet bitmeden verirsen
sonuçları götürürüm.”
“Zilli, çatlarsın değil mi?” dedi Aysun, sonra gülerek iki cam arasına sıkışmış örneği mikroskobun
altına sürüp gözlerini alete dayadı. “Yarın sabah götürsen n’olur? Kısmetin mi kapanır?”
“Hadi hadi, sen yetiştirirsin,” deyip kapıya yöneldi diğer hemşire.
“Bari Emre’ye seslen de gelsin yardım etsin biraz.”
Çoktan fırlayıp giden kız duymamıştı bile.
“Deli!” diye bağırdı kızın arkasından. Deli kız!
Burada, bu hastanede, şehirde, anlaşabildiği bir Emre vardı, bir de bu deli, tombul Hamiyet. İkisi de
kendi yaşlarında, tıpkı kendisi gibi kıpır kıpırdı.
Hemen herhangi bir konudaki ciddi bir sohbeti,
onbeş saniyede mavraya çevirebilirlerdi. Bu yüzden
iş saatlerinin dışında da hep üçü beraber vakit geçirirlerdi zaten. Aaah, onlar olmasa ne yapardı.
Hastane, hemşirelik... Ağır iş... Gün içindeki hengame bir yana -henüz acemi olduğundan mıdır nedir?- bir de hastane içinde de joker gibi sürekli yeri
değişiyordu. Oysa henüz bilmediği ne çok şey var?
Nasıl başedecek? Diğer hemşireler çoktan gruplaşmış, kimseyi de aralarına almak ister görünmüyorlardı. Çok yabancılık çekiyordu burada.
218
Sonra bu şehir, bu kasvetli, havasız, susuz, müziksiz, neşesiz, hiç gülmeyen, sağır, on adımlık şehir... İzmir nerede? Herkes yabancı, herkes kaba. Ya
ters davranıyorlar, ya askıntı oluyorlar. Burada kimsesi yok. Kenan nerede? Hep etrafında dolanan
onunla ilgilenen, beraber güldükleri, kahkahalarla
güldükleri, sabahtan akşama güldükleri arkadaşları
nerede? Annesi nerede, yıllardır ağlamak istediğinde
sebep sormadan ona kucağını açan kadın nerede?
Sert görünmeye çalışan, ama asla buradaki ihtiyar
hekimler kadar huysuz olmayan babası nerede?
Kenan nerede, niçin gelmiyor?
Kenan niçin gelmiyor da, Faruk geliyor. Çok sıkıldı artık. Çok.
Aysun altıya doğru tahlilleri bitirdi, deftere kaydetti. Tüpleri, mikroskop camlarını ve diğer aletleri
temizledi. Nihayet elindeki birtakım demir aletleri
de buzdolabı gibi birşeyin kapağını açarak içine tıkıp
tahlil raporlarını ayıklayan Hamiyet’e döndü:
“Uzmanı sen bulur imzalatırsın artık onları, olur
mu? Benim acele çıkmam lazım.”
“Sabah gelen çocukla mı buluşacaksın?” dedi
karşısındaki, çapkın bir edayla.
“Arkadaşım o bir kere, ziyarete gelmiş!”
“Yaa.”
“Amaan, gel de gör! Hem Emre’ye de söyle, hep
beraber otururuz.”
“Nerede olacaksınız ki?
219
“Bilmem, şu geçenlerde nargile içtiğimiz yere gideriz yemekten sonra, oraya gelin.”
“Bakalım.”
“Haa,” dedi Aysun tam kapıdan çıkarken.
“Sterilizatördekileri çıkarmayı unutma.”
Aysun üniformasını çıkarıp sivil kıyafetini giydikten sonra minibüse atlayıp evin yolunu tuttu.
Kimse yok. Diğer kızlar daha gelmemiş, anlaşılan iftarı dışarıda yapacaklar. Üzerine sinen kokudan kurtulmak için alelacele bir duş aldı, üstünü başını değiştirdi, hafifçe de bir makyaj yapıp tekrar fırladı.
Sokaklarının köşesindeki telefon kulübesine koşturdu önce. Kenan’ı şimdi aramazsa, bir daha fırsat
bulamayabilirdi. Ahizeyi kapıp çantasının derinliklerinde yakaladığı iki küçük jetonu ankesörlü telefona
peş peşe attı. İşten çıkmış olacağını düşündüğünden
önce evi aradı. Uzun uzun çalmasına rağmen kimse
açmayınca, ahizeyi yerine koydu. Jetonlar şangır
şungur, iade haznesine düştü. Tekrar kaldırıp bu kez
de işyerini aradı. Orada da kimse yok. Çlang çling
çlong... İki jeton iade. Birkaç gün öncesine kadar
günlük beş-altı jeton tüketirken, şimdi aynı jetonları
atıp atıp geri alıyordu. Aysun kulübeden çıktı. Tereddütlü bir adımın ardından durdu. Elindeki iki jetonu biraz şangırdattıktan sonra, bir tanesini yeni görüyormuş gibi evirip çevirmeye, incelemeye koyuldu: İki oluk arasında PTT yazısı. Aniden dönüp tekrar kulübeye girdi. Ahize, jeton... Çalan başka bir telefon.
“Alo!”
“Merhaba Mert, yine ben.”
220
“Oo, Aysun Hanım... Bu ne şeref.”
“Ben şey için aramıştım. Kenan senin yanında mı,
veya gördün mü?”
“Ben de beni arıyorsun diye sevinmiştim, hah hah
hay.”
“...”
“Burada değil. Ne o, aramadı mı hâlâ?”
Aysun bir küçük jeton daha attı. İndiğine dair sesi
duymayınca telefona yandan hafifçe iki kez vurarak
jetonu yerine oturtu.
“Aramadı. Ben arıyorum, ama evde yok herhalde
kimse açmıyor. İşyerinde de durmuyor, hep dışarıda.”
“Valla ben mesajını ilettim, seni aramasını söyledim, evvelsi gündü herhalde.”
“Birşey dedi mi peki?”
“Arayacağını söyledi. Aranız limoniymiş galiba.
Valla üzüldüm desem yalan olur. Hah hahhay hay.”
“Sen gene söyle olur mu, benim onu aradığımı
ama bulamadığımı da söyle.”
“Olur güzel kız, söylerim.”
“Hoşçakal.”
Ahizeyi yerine fırlattıktan sonra “Pis herif!” diye
söylendi Aysun. Aramak mecburiyetinde olmasa,
duymak isteyeceği en son ses onunki olurdu.
Mert’in, Kenan’ın en yakın arkadaşının, bir vakitler
kendisine “Ne çıkar be güzelim, biraz Kenan, biraz
ben,” diyen sesi. Ah be Kenan. Bunu da yaptırmıştı
Aysun’a, bu herifi hem de iki kere aratmıştı ya. Ya-
221
zıklar olsun. Aramayacak bir daha. O düşsün biraz
da peşine.
Kulübenin kapısının camından yansıyan aksini
gördü Aysun. Tokadan kurtulmuş bir iki tel saçı, sağa sola tutuşturdu aceleyle. Döndü gitti.
Aslında bu kadar zahmete ne gerek? Faruk’un beğenisini falan kazanmak istediği yoktu. Faruk işte,
başka biri değil. Bu hazırlık, sadece bir alışkanlık,
kendine güven arayışı... Sahi ne olacaktı bu adamla.
Konuşacağız, konuşacağız. Ne? Aman, acayiplikler
eksik olmasın başından. Biri yetmez ötekisi de gelsin.
Yok canım, hemen de günahını almamalı. Biraz
tuhaf, ketum birşeydi bu Faruk ama iyi çocuktu. Aslında çocuk da değil ya, kelli felli adam.
İngilizce kursunun ilk günlerde kimseyle konuşmadan, gelir, heykel gibi dersi dinler sonra da hemen çeker giderdi. Sonra sonra biraz açıldı. Onlarla
bir iki takılır, bir iki konuşur oldu. Aysun ve sağlık
yüksek okulundan birkaç arkadaşı, mezuniyet için
vermek zorunda olup da veremedikleri bir dil sınavı
için devam ediyorlardı o kursa. İşte yaz gelirken, sınavı yaklaştığı zaman hayli vakit ayırmış, ders çalıştırmıştı kendisini. Bununla da kalmamış sınavı verip
mezun olunca ortaya çıkan tayin karmaşasında da
yardımcı olmuş, ıvır zıvır evraklarını, formlarını
doldurmuştu.
O zamanlar bunları arkadaşlık yüzünden yaptığını
düşünüyor, böyle bir dostu olduğu için seviniyordu.
Ta ki, buradaki ilk günlerinde, kurstan bir arkadaşlarından işin öyle olmayabileceğini öğrenene kadar.
Bu arkadaşın naçizane fikrine göre aslında başından
222
beri Faruk’un da niyeti iyi değilmiş. Herşey, bütün o
“yardım” etmeler falan oyunmuş, pis bir aşk oyunu.
Çok şaşırıp öfkelenmişti Aysun.
Güvendiği, ayrı bir yere koyduğu birinden de, şurada burada kendisine musallat olan erkeklerden
farksız bir yaklaşım görmek çok rahatsız ediciydi.
Bir kere onun hayatında Kenan var. Diyelim diğerleri bilmiyor, anlamıyor. Faruk da mı bilmiyor onun
Kenan’la nefes alıp Kenan’la yaşadığını, Kenan’la
büyüdüğünü? O kadar derdini dökmüştü ona.
Aysun, Kenan’a ait, onun yanında kendini iyi hissediyor; bu, bu kadar basit!
Haydi onu da geçtik, bir kere o... Faruk yani...
Nasıl demeli, tipi değildi Aysun’un. Çekmiyordu.
Ayrıca bu adam konuşmaz, gülmez, müzik dinlemez, dans etmez... Böyle biri ile zaten yürümez.
Genç kız, onu kampüse getiren minibüsten indi.
Ana kapıdan girip yemekhaneye doğru yürürken
saatine baktı: 19.10.
Şimdi işin yoksa bütün gece Faruk’un ağzından
kerpetenle laf almaya çalış. Almazsan da küser haa!
Yamuk yumuk, eksik, bilmece gibi sözler dinle.
Püff... Emre’ler gelse bari de, ortam biraz şenlense.
***
Aysun içeri girdiğinde Faruk pür dikkat yan masada konuşulanları dinlediğinden onu farketmedi.
Yaklaşık kırk dakika kapıyı gözledikten sonra, az
önce bağıra çağıra bir sınavı tartışan, hocalarını çekiştiren öğrenciler gelip yan masaya yerleşince dik-
223
kati onlara kaymıştı. Bir yerlerden tanıdık geliyordu
konuştukları: Yapı, hidrolik, betonarme... İnşaat
mühendisliği...
Faruk, Aysun’un şen seslenişiyle toparlanıp kalktı, çıktılar. Yemekhane denilen yer oldukça basık,
havasız bir esnaf lokantasını andırıyor. Tavanı şu
“servis”lerin tavanından biraz yüksekçe. Bir buhar,
bir sıcak... Şuradan fiş alınıyor, şuradaki tezgahlardan da yemek. Fişi alıp ağır ağır ilerleyen yemek sırasına girerken farketti: Makyaj yapmış!
Tabldot tepsilerini alırken sordu Faruk:
“Kaçta iftar?”
“Beş on dakika var daha.”
Bu sırada önlerde bir kıpırdanma oldu. Yan taraftan gelen kalabalık bir grup kuyruğun en önünde
kümelendi.
“Ne oluyor?”
“Ülkücüler,” dedi Aysun. “Kaynak yapıyorlar.
Geçen geldiğimizde de görmüştük. Böyle iftara kadar masalarda bekliyorlar, sonra beş dakika kala
kalkıp en öne geçiyorlar.”
“Kimse birşey demiyor mu?”
Aysun dönüp tuhaf bir bakış attı:
“Kim, ne desin bunlara?”
Sıra durdu. Top atıldı, ezan okundu. Onbeş dakika kadar sonra, öndeki kümelenme ve kaynaşma sona erince kuyruk yine ağır ağır ilerlemeye başladı.
Bizimkiler yemekleri alıp oturacak boş yer aranırken, yemeği en ön sıradan alan kaynakçılar boş tep-
224
silerini götürüyorlardı. Karşılaştılar. Yıllardır onlarla
böyle burun buruna gelmemişti Faruk. En son, 80
yazında görmüştü onları. Yıldız DMMA’da, Tariş
işçilerine destek amacıyla yaptıkları bir foruma saldırıp arbede çıkarmışlardı.
“Şurası boş,” dedi Aysun, neşeli bir sesle. “Gel,
çabuk gel.”
Ancak Faruk kedi gibi kalabalığın arasından sıyrılan kıza yetişemeyip geride kaldı. Koştururken,
elinde boş tepsi olduğu halde yanındakilere laf yetiştirmeye çalışan, bu sırada da tek eliyle tuttuğu tepsiyi sallayan bir tanesi ile hafif çarpıştı.
“Müsaade et!” dedi.
Karşısındaki kendini anlattığına kaptırmış, duymadı. Faruk tekrarlayınca dönüp tepeden tırnağa
süzdü. “Buyursunlar,” deyip kenara çekildi, bir eliyle de yolu göstererek.
Tek tük edilen lafların dışında sessizce yemeği
yiyip çıktılar. Aysun’un bildiği güzel bir yer varmış,
nargile bile içilebiliyormuş hatta. Oraya gidildi, çaylar söylendi.
Havadan sudan şeyler üzerine konuşuyorlardı.
Otel nasılmış, rahat mıymış, kaç paraymış? Faruk bir
şekilde konuya girmeli, meramını anlatmalı. Buraya
bunun için geldi. Buraya niçin geldi?
Çalan gürültülü, yabancı müzikten dediklerinin
yarısı duyulmayan Aysun telaşlı telaşlı anlatıyor:
Geçen hafta ilk kez birinden kan alması gerekmiş de
alamamış... Laboratuar uzmanının karısının bıyıkları
225
varmış... Hamiyet bugün bilmemne servisindeki
doktoru iki kere görmek için başının etini yemiş...
Faruk dinliyor, kısa onaylama cümleleri, gülümsemeler, şaşkınlık mimikleri eşliğinde düşünüyor.
Nasıl konuşacak, konuyu nasıl olacak da ‘Faruk ve
Aysun’a getirecek. Aslında karşısındakinin kafasında öyle bir konu olmadığı aşikar ya. Nasıl açacak?
Ekseriyetle böyle olurdu. Otururlar, o durmadan
konuşur, Faruk kızın enerjisine hayran, dinler, bir
gün ikisi hakkında da konuşup konuşmayacaklarını
düşünürdü. Bazı bazı cesaret edip (nasıl olduysa)
imalı bir iki laf etmişliği de vardı. Üstelik kendisine
sorulacak olsa düpedüz aşk itirafı demekti bunlar.
Öyle ki bu minyatür itirafları yaparken başı döner,
sarhoş olur, lafı ettiğinin hemen akabinde utançtan
ve pişmanlıktan yerin dibine geçerdi. Elbette, hiçbiri
hiçbir fayda getirmedi. Daha pervasız ve direkt teklifler, iltifatlar duymaya alışık yeni, hızlı neslin sıkı
temsilcisi Aysun, bu pinpon topu gibi lafları sağa sola savuşturdu raketiyle. Kızın ortada böyle bir mesele olduğunu anlaması için Faruk’un ola ki gerçekten
sarhoş bir gününde, apaçık, düpedüz söylemesi gerekiyordu. Ancak içeriğini hiç mi hiç hatırlamayacağı böyle bir konuşmada, Faruk gönül rahatlığıyla,
bol bol sitem edip ‘seviyorum’, ‘sevdiğimden’ gibi
bir takım sivri sözler sarfedebilirdi. Bir ihtimal.
Haftaya İstanbul’da bilmemkimin konseri varmış... O bilmemkim, eskiden bilmemne grubunda
söylüyormuş da sonradan ayrılmış... Emre ve Hamiyet gidelim diyorlarmış...
226
Faruk’un bu şapşal aşık halleri, Aysun’un, kendisine münasip bir kısmet arayışındaki ailesine resti
çekip hayat mücadelesine atılmasıyla iyice ayyuka
çıktı. Genç kızın “gık” demeden tayininin çıktığı yere gitmesi, onun bu “zibidi” kızda gördüğü olgun,
cesur damarın gerçekten varolduğunu gösterdi, Faruk’u daha bir meftun etti. Sıklıkla arar oldu kızı,
evden, hastaneden. Bazen uzun, bazen kısa konuşurlar, ama muhakkak neşe ile kapatırlardı telefonu.
Ne zaman şu hedefi bulamayan iltifatlarıyla sınırlarını zorlardı, o vakit utancından yerin dibine geçerdi Faruk. Değil Aysun’u bir daha aramak, evdekilerden bile bucak bucak kaçardı, biliyorlarmışçasına
ne halt ettiğini. Evet evet, bu bir “halt” idi, olsa olsa.
Kız, kendisinden şu kadar yaş küçüktü, zırt pırt ayrılıp barışsalar da bir sevgilisi vardı, dahası şimdi
kendi cesaretlendirmeleri sonucu, gurbette tek başınaydı. Bir arkadaş sesi duymak için onunla konuşuyordu, onunsa şu yaptığına bak! Esasen kendisinin
sınırlarını bilen, ölçülü bir insan olduğuna inanmıştı
hep, ama bir kere şeytana uyacağı tutmuş, Aysun’a
tutularak bu çorabı örmüştü kendi başına.
İzmir’deki arkadaşlarından birine birşey olmuş...
Geçen gün ev arkadaşlarından birisi birşey demiş...
Önceki gün Hamiyet... Emre’nin ufak kardeşi...
“Selaam!..”
Bu selam Faruk’un omuzunun hemen üzerinden
gelmişti. Döndü baktı: Marul kafa. Buyrun cenaze
namazına...
“Aaa...” diyerek ellerini birbirine çırptı Aysun.
“Selaam, hoşgeldiniz, hoşgeldiniz.”
227
Emre, bir başka adam ve sabahki hemşire bir anda masayı kalabalıklaştırdılar. Montlar çıkarıldı,
çaylar, nargileler söylendi, Aysun kalabalıklaşmaktan keyiflenirken, Faruk’un konuşmak için beklediği
tren, istasyondan ayrıldı.
Laklakiyat... Diğer hemşirenin adı Hamiyet imiş,
yeni peyda olan herifinki de... Unutmuştu bile. Bangır bangır çalınan müzikten birbirlerini nasıl duyuyorlarsa, bu dördü bir saat kadar konuşup gülüştüler.
Faruk sandalyenin arkasına yaslanmış onları izliyor,
asabını bozuyordu. Bilhassa şu marulu bir kaşık suda boğabilirdi. Ara sıra kahkahalar patladığında, cıvataları gevşetip Faruk’a ‘Ne güzel eğleniyoruz, değil mi?’ diyen gözlerle bakan Aysun onun nargilesinden de içiyor, küçük ciğerini alışık olmadığı bu
dumanla doldurup doldurup öksürüyordu.
Anlatılan şeyler komikti doğrusu. Hayli komikti.
Gülmemek elde değil. Ancak, oldum bittim güldürüyle arası açık Faruk, ancak tebessüm edebildi birkaç sefer. O da Aysun’un ısrarcı bakışlarına karşılık.
“Bi sunkurun lou la donkegna ah ah...”
Emre tam bir lafa başlayacağı sırada değişen ve
ilgiyi toplayan müzikten rahatsız oldu:
“Bi susturun şunu ah ah...”
“Niye be,” dedi Aysun. “İlginç. Güzel de.”
“bi sunkurun lou la donkegna ah ah
i madiji i ma yele
i kanan nbila nara ro”
228
“Neresi güzel, bırak allahaşkına. Bir halt anlaşılmıyor ki. Moda oldu, her yerde de çalıyorlar.”
“yekeke nimo ye ke ye ke”
“Aman,” dedi Aysun. “Sanki İngilizce olsa anlayacaksın. Güzel işte, Afrika havası.”
“yekeke nimo ye ke ye ke”
Derken Emre nargilesinden çektiği dumanı
Aysun’un suratına üfürmeye başladı sırıtarak. Kız da
buna sesini çıkarmıyor, gülüyordu. Bir, iki... Üç....
Herife bak yahu!
“yekeke nimo ye ke ye ke”
Dördüncüde, zıvanasından çıkan Faruk ayağa
kalktı. “Ben gidiyorum,” dedi Aysun’a, ceketini giyerken. “Dişim ağrıyor, gidip yatacağım. Sonra görüşürüz.” Kasaya gidip kendisinin ve kızın içtiği
çayları ödedi. Celallenmişti. Tam çıkarken Aysun
yetişti, kendisini zor durumda bıraktığına dair
birşeyler söyleyecek olduysa da Faruk dinlemedi.
“yekeke nimo ye ke ye ke...”
Otele vardığında resepsiyondaki ihtiyarı göremedi. Dişi hakikaten sızlamaya başlıyordu inceden. İçeri, lobiye bakındı: Koltuklara serpilmiş birkaç kişi
siyah-beyaz bir televizyonda film izliyor. Nihayet,
anahtarını 14 Numaralı çividen kendisi alıp odasına
çıktı.
Bugün hiç sigara içmediğine hayret ederek bir tane yaktı. Gene konuşamamıştı, konuşamayacaktı.
Orası belli. Hem, belki de hiç gerek yoktu tüm bunlara. Aysun, Kenan denen yamyamdan ayrılmış dahi
olsa, kendisini değil, şu zibidiyi veya o yolun yolcu-
229
su başka birini isteyecekti. Haksız da olmazdı bunda.
Aralarında belki otuz yaş var gibiydi. Bir genç kız
ne ister, Faruk ne bilsin. Mutluluk ister, neşe ister...
Ne bilsin.
Işığı söndürüp elbiseleriyle girdi yatağa. Ya o laubali, marul kafalı teknisyene ne demeli?.. Herif tam
kel kahya kesildi başına. Yılışık. Aysun da ne diye
güldüyse, niye gülüyorsa... Niye çıkıp terslemedi
sanki, niye haddini bildirmedi. Hah! Sanki bugüne
kadar yaptığı görülmüş.
Bir süre daha kendi kendini kemirdikten sonra
yoruldu, sakinleşti. Yavaş yavaş gözleri kapandı.
Uyudu. Ne bir rüya, ne bir kıpırdanma. Derin, dinlendirici bir uyku. Büyük huzur, büyük sessizlik.
Koyu, uçsuz bucaksız bir boşluk.
Güm güm güm güm...
Bu sakinliğe ait olmayan bir takım sesler. Fakat
Faruk, uyumakta kararlı.
Güm güm güm güm güm güm...
Kapı, biri kapıyı çalıyor. Yumrukluyor. Faruk bir
kere de gözleri açıkken dinledikten sonra yataktan
inmeden doğruldu, içerden çevirdiği anahtara uzandı, kapıyı açtı: Bir kalabalık. Koridorun ışığını kesen
dört-beş gölge.
“Faruk Altundağ siz misiniz?”
“Evet?”
***
“N’oldu, arkadaşın yok mu hâlâ ortalıkta?”
230
“Yok,” dedi Aysun, bir tüpün kapağını açarken.
“Ne acayip adammış bu!” Hamiyet mikroskobun
altına örneği yerleştirip gözlerini alete yapıştırdı.
“İnsan bir haber vermez mi giderken?” Ardından kafasını kaldırıp, yanındaki kağıda birşeyler karaladı.
“Zilli, Doktor Necdet’i ne çabuk unuttun?” dedi
Aysun. “Gitmeseydi ne yapacaktın, kan tahliliyle mi
tavlamaya çalışacaktın Faruk’u? Ya korkarsa iğneden?”
Hamiyet “Hadi ordan!” anlamında bir hareket
yaptı, gözlerini mikroskoptan ayırmadan.
Şaka bir yana, anlaşılan Faruk yine bozulmuştu
birşeylere. Yoksa gelip ‘ben gidiyorum,’ derdi. Bir
kaza bela gelmiş olmasın başına?
Aysun öğleyin yemekhaneye çıkmadı, hemşire
üniformasının üzerine geçirdiği mantosuyla minibüse atlayıp şehre indi. Ne demişti Faruk: Otel Özcan...
Aradı, taradı, sorup soruşturdu, hiç Otel Özcan
yokmuş, sakın o, Otel Özkan olmasınmış?
Bir telefon kulübesinin yanından büyük bir kararlılıkla geçtikten, hem de dönüp bir daha bakmayarak
geçtikten sonra tarif edilen oteli gördü. İçeri girer
girmez bir toz ve küf kokusu çarptı burnuna. Eski bir
bina. Mobilyalar, kapılar, hep eski... Resepsiyonda
gazete okuyan ihtiyara yöneldi.
“Affedersiniz,” dedi. “Faruk, Faruk... Faruk Altınbaş adlı bir müşteriniz var mı acaba? Dört gün
önce gelmişti.”
Adam gazeteyi kenara koydu, boynunda asılı duran gözlüğü takıp kızı tepeden tırnağa süzdü.
231
“Yok.”
“Altındağ da olabilir, ya da öyle birşey. Acaba
gitti mi diye öğrenmek istiyordum.”
“Yok.”
Aysun çaresiz, boynunu büküp çıkıyordu ki, lobiden birisi:
“Kızım,” diye seslendi.
Aysun döndü: Koltuklardan birine gömülü bir ihtiyar, onu çağırıyor.
“Şu hani yeşil gocuklu, kafasının üstü kel... O
genç miydi senin arkadaşın?”
“Evet, evet amca o,” dedi Aysun merakla. “Ayrıldı mı, gitti mi?”
“Götürdüler. Birkaç gün evvel. Sabah ezanından
evvel polisler geldi, oteli mi yıktılar, kapıyı mı kırdılar bilmem, ama arkadaşını alıp götürdüler.”
Hay Allah! Nerden çıktı şimdi bu? Polisle ne işi
vardı ki bunun? Ohooo! İşe bak. İki gün oturup gidecekti işte ne güzel. Şimdi ayıkla pirincin taşını.
Kendi derdi kendine yetmezmiş gibi bir de bu çıktı.
Sen kalk taa buralara gel karakolluk olmak için. Off
yaa!
Tekrar yanından geçerken, telefon kulübesinin sarısına aldanıp baktı. Hemen kafasını çevirdi, bir iki
adım daha attı. Sonra kulübenin alt kısımları paslanmış sarı kapısına bir daha bakmış bulundu. Ama
aramayacak, öleceğini bilse aramayacak... Kenan’ın
şu anda evde veya işte (hangisindeyse artık) ondan
telefon beklediğini bilse de aramayacak... Telefonu
232
açar açmaz o çok tanıdık, sıcak sesi, o sesin kulak
okşayan güzel sözlerini duyacağını bilse gene aramayacak... Hatta bu kabusun biteceğini, derhal barışacaklarını, bir daha birbirlerini kırmamaya yeminler
edeceklerini bilse bile aramayacak... Hayatta aramayacak...
Aysun iki küçük jetonu peşpeşe atıp çatır çutur
seslerle önce işyerinin numarasını tuşladı. Kenan
bugün işe gelmemiş, boş günüymüş yine. Taşkınlıkla ev numarasını çevirdi. Parmaklarını acıttı tuşlara
vurmaktan. Bekledi. Telefon salonda, biraz zaman
alabilir gelip açması. Bekledi. Eğer akşamdan biraz
fazla kaçırdıysa... uykusu da ağır... Bekledi. Acaba
banyoda veya tuvalette mi ki? Yine bekledi, bekledi.
Tıs yok.
Ahizeyi yerine koyarken burnunda bir sızı başladı. Kullanılmayan son jeton, cazgır jeton, pis jeton,
artık ezberlediği şangırtısıyla aşağı inerken bir damla yaş da Aysun’un sol yanağından iniyordu. Ağlamamak için kendini zorlamasına, dişlerini sıkmasına
rağmen bunu çok kısa bir süre içinde de diğer damlalar izledi... Aysun sarı telefon kulübesinin kapısını
açtı, kaldırıma çöktü. Ağladı, ağladı.
Sakinleştiği, nefes alıp vermesi normale döndüğü
zaman kalkıp minibüs durağına yollandı. Geç kalmamalı. Haydiii, düşen jetonu almayı unuttu makineden! Neyse geçti artık. Demek Faruk’u polisler
götürdü ha! Hay Allah! Olacak iş mi bu şimdi. Ama
yapabileceği de birşey yok ki. Oturup endişelenmekten başka. Bari endişelendiği adam Kenan olsa, sev-
233
gilisi olsa. Bu kim böyle, geldi buralara, başını belaya soktu. Tam da sırası.
Ne yaptı da götürdüler acaba?
***
“Kardeş!” diye seslendi Faruk.
“...”
“Kardeş!”
“...”
“Cumali kardaaaaş!”
“Efendim abim!”
“Kardeş bir bak bakalım, gece olmuş mu?”
“Gündüzdür abim, öğlen falan herhalde.”
İlk iki gün, yan hücredekilere sorup öğreniyordu
zamanı. Birileriyle kavga etmiş iki delikanlıydı bunlar. Saatlerini almamışlardı. Aslında Faruk dışında
kimsenin saatini, kemerini ve ayakkabı bağcıklarını
almıyorlardı. Çok kısa bir zaman için giren çıkanlar
oluyordu, ama onların pantolonları düşmüyor, ayakkabıları yürürken ayağından çıkmıyordu.
Hepsi bir bir gitti, dünden beri girişe en yakın
hücreye konan Cumali ile yalnızdılar. Cumali’nin
saati yoktu ancak oradan, merdiven boşluğundaki bir
pencerenin alt köşesi görünmekteydi. Dünden beri,
daha doğrusu iki gündüz, bir gecedir, sürekli yanan
ampüllerin altında zamanı ölçmek için ellerindeki
yegane araç bu pencere köşesiydi.
234
Aslında Cumali’nin zaman diye bir derdi yok.
Onun bütün işleri bitmiş, mahkemeyi ve muhtemelen cezaevine konmayı bekliyordu. Hikayesi bir tuhaf: Evli bir adamın karısıyla basılmış, kadın kocasından korkup “Bana tecavüz ediyordu” demiş, bizimki de kadının başı derde girmesin diye sesini çıkarmamış, kabul etmiş. İfadeler mifadeler, herşey
tamam. Cumali için artık zaman diye bir kavram
yok. En azından hemen bu saatlerin, yakın günlerin
önemi yok.
Dört gündür burada, daha doğrusu üç yada dört
gündür. Bu zamanın çoğunu Aysun’un sesiyle, siluetiyle geçirdi. Bir kızgınlıktan köpürüyor, bir yatışıp,
kıza hak veriyordu. Aysun anlattı, Faruk dinledi.
Hem de zevkle, keyifle dinledi. Ne Emre’ler vardı
etrafta, ne Hamiyet’ler, ne de Kenan’lar... Bir tek
Aysun, hayalindeki Aysun ve Faruk. Birbuçuk yıldır
yaptığını yapıyordu aslında, yeni değil. Hayalinde
yarattığı, onu seven bir Aysun ile dolaşıyor, konuşuyor, Aysun ne isterse yapıyordu.
“Abim!”
“...”
“Gözün aydın abim, hava karardı.”
Hava kararmış. Faruk uzandığı yerden kalkıp
voltalamaya başladı. Aysun şimdi çıkmıştır işten. Ne
yapacak? Bağcıkları alınmış botları, her adımında
ayağından çıkmasın diye tuhaf tuhaf sesler çıkararak, çamura batmış gibi yürüyor. Eve gidecek, yemek yiyecek, üzerine çay içip ev arkadaşı kızlarla
sohbet edecek. Hayır, hayır. Kenan’ı arayacak. Kadınlar niçin hep kendilerine zarar veren erkekleri se-
235
çerler? İlk iş Kenan’ı arayacak, o Kenan ki sayısız
defa onu aldattı. O Kenan ki, bir kez alt dudağını
patlattı, bir kez gözünü morarttı. O yüze, Faruk’un
uzun uzun bakmaya kıyamadığı yüze vurdu, yumruk
attı. O Kenan ki gündüzleri motosikletinin egzozundan ses çıkarmaktan, geceleri bira içmekten ve işemekten başka işi yoktur... O Kenan ki...
...
“Cumalii?”
“Hava aydınlık abim!”
Aysun’u suçlamaması gerek. Kızın üstüne giden
o, zorla güzellik olacak değil ya. Herşey kendi aptallığı yüzünden. Üstelik bir de çekip gittiğini zannedip
gücenmiştir.
Onu niçin gelip sorguya almadılar şu vakte kadar? Kaç gündür neyi bekliyorlar? Aslında şikayet
etmemesi lazım: Elbiseleri, parası üzerinde, gözleri
bağlı değil, istediği zaman tuvalete gidiyor. Karanlık
bir hücrede değil (hoş bir zaman sonra aydınlık da
sinir bozucu oluyor). Oturmalık veya yatmalık betonun üzerinde bir kilim parçası (kaşıntı yapsa da) bile
var. Şikayet etmemeli, bir Gayrettepe veya bir Selimiye değil burası. Yatıyor işte.
...
“Karanlık abim!”
Karanlık, aydınlık, karanlık... Buradan çıkınca,
çıkarsa, hemen Aysun’un yanına gidecek. Hemen
gidecek ve yüzüne karşı, oyalanmadan dobra dobra
konuşacak, bu meseleyi çözecek. Kızın cevabı belli:
Kendisini istemiyor. Hiçbir zaman da istemeyecek.
236
Ancak önemli olan bu değil, önemli olan gidip, konuşması ve artık bu meseleyi kapaması. Yoksa hep
açık kalacak. Buradan çıkınca, çıkarsa şayet, kesinlikle konuşup bu işi bitirecek. Onun sevdiği Aysun,
kafasındaki Aysun zaten bir yere gitmiyor. Bu ona
yeter.
...
Hava tekrar ağardığında Cumali için geldiler. Toparlanmasını söylediler. Cumali çıkarken polislerden
izin alıp Faruk’un hücresinin önüne geldi, parmaklıklar arasından elindeki poşeti uzattı:
“Ekmek, Peynir abim. Benim iftarlıklar... Sen al,
seni daha tutacaklar herhal.”
“Sağol,” diyerek poşeti aldı Faruk. Sonra biraz
para çıkardı cebinden, uzattı. “Allah kurtarsın! Lazım olur içerde.”
“Sen sağol abim, seni de Allah kurtarsın,” dedi
Cumali, parayı almadı. Dönerken de ekledi:
“Anarsişmişin falan ama iyi adammışın.”
***
“Hiçbir şey söylemedi mi sana?” diye sordu
Aysun, merdivenleri hızlı hızlı çıkarken.
“Sadece...” dedi Hamiyet arkasından. “Sadece seni acele çağırmamı söyledi valla.” Arkadaşına yetişmeye çalışırken nefes nefese kalmıştı.
İki arkadaş aceleyle Uzm. Dr. Necdet bilmemkim
yazan kapıya geldiklerinde, koridorun karşı ucundan
yükselen ihtiyar, aksi bir ses onları durdurdu:
237
“Bir dakika, bir dakika... Siz biraz bekleyin. Dışarıda bekleyin.”
Başhekimdi bu. Geldi, daldı içeri. Kapı mapı
çalmadan. Bizimkiler az ötedeki bir banka çöküp
beklediler.
Bu tantananın aslı faslı şuydu: Son günlerde Dr.
Necdet ile samimiyeti arttıran Hamiyet, Aysun’un
arkadaşının karakolluk olduğunu, bir haftadır da bırakılmadığını duyunca durumu Doktor Necdet’e çıtlatmıştı. Hastanede, bu alemci doktorun, ahbabı bir
savcı ile, Burhan’ın yerinde sık sık kafayı çektiklerini, hatta bir keresinde kavga çıkardıklarını bilmeyen
yoktu. Şimdi, bu vesile ile hem arkadaşlıkları ilerlemiş olurdu, hem de Necdet durumu ahbabına bir çıtlatıverse, mesele ne imiş, ne zaman bırakacaklarmış
hemen öğrenilirdi. Böyle apar topar çağırdığına göre
savcıdan bir havadis gelmiş olacak.
Başhekimin işi uzun sürmedi, geldiği gibi beş karış suratla çekip gitti.
Tak tak..
Necdet girenleri görünce koltuğunda hafif doğruldu ve derhal bir buyruk savurdu: “Hayır, hayır...
Sen gelme!”
Bu kaba “yallah” ile afallayan Hamiyet, geri geri
attığı birkaç şaşkın adımın ardından dönüp sessizce
çıktı.
“Senin ne yakınlığın var bu Faruk’la?”
Gözleri arkadaşının dışarıdan kapattığı kapıda kalan Aysun toparlandı: “Arkadaşım doktor bey. Bir
haber mi var?”
238
“Ne tür bir arkadaşlık bu? Nereden tanıyorsun
onu?”
“Arkadaşım işte. Neden soruyorsunuz?..”
“Cevap ver sen hele.”
“İzmir’den, bir İngilizce kursundan.”
Necdet kalktı, genç kıza masasının önündeki bir
iskemleyi gösterdi oturması için. Aysun oturdu,
adam dolanmaya başladı.
“Bak kızım,” dedi. “Bu adam anarşistmiş...”
Perdesi açık hasta yatağının üzerindeki birşeyi aldı, götürüp çöpe attı. “...Hapisten yeni çıkmış...“
Adam döndü, kapının yanındaki dolaptan kaptığı
şişeden eline biraz saf alkol döküp, şişeyi ‘küt’ diye
masaya koydu. Temizlendiğine ikna olana dek ellerini ovuşturduktan sonra, sessizce kendisini dinleyen
hemşireye şöyle bir bakıp gezinmeye devam etti:
“...Senin böyle devlet-millet düşmanlarıyla bir ilgin olmadığına inanmak istiyorum. Bunlar memleketi 12 Eylül öncesine geri götürmek isteyen bir
avuç... Bir avuç komünist, anarşist. Katil, nifakçı,
bozguncu, kışkır...”
“Ne zaman çıkacakmış, öğrenebildiniz mi?”
“Sen beni dinlemiyor musun lan!” diye bağırdı
Necdet. “Anarşist diyorum, komünist diyorum. Ne
bileyim ne zaman çıkacak? Çıkmaz ayın son çarşambasında... İstanbul’dan ekip bekleniyormuş sorgusu için. Aslında dosdoğru göndereceklermiş ama
araç sıkıntısı mı ne varmış. Öğrenebildiğim bu. Beni
dinle, uzak dur bu heriften!”
239
Necdet dolanmayı kesip Aysun’un oturduğu sandalyenin dibine kadar geldi.
“Ayrıca bak burada yenisin, bu bir duyulursa hiç
iyi olmaz senin için. Polisiydi, başhekimiydi...” Elini
önce Aysun’un omuzuna attı, sonra yanağına götürdü.
“Bak ne güzel kızsın, ne yapacaksın öyle muzır
adamları.” Aysun kafasını geriye çekip bu kıllı
örümcekten kurtulmaya çalışırken yanağından bir
makas alındı. “Ben şimdilik bu polis-anarşist meselesi aramızda kalsın istiyorum. Bilahare konuşuruz.
Tamam mı güzelim?” Bir makas daha.
Aysun sandalyesini geriye kaydırarak örümcekten
kurtulduğunda kapı hışımla açıldı, içeri yine başhekim girdi. Doktor bir iki adım geriye çekilince,
Aysun fırsattan istifade ayağa kalkıp kapıya yöneldi:
“İzninizle.”
“Unutmayın hemşir’anım, anlattığım gibi.”
Aysun bir cevap vermeden kaçar gibi çıktı odadan.
***
...
Artık zaman ölçüsü hiç kalmadı. Uyuyor, uyanıyor, Aysun’a kızıyor, affediyor... Sonuç hep aynı:
Karşılıklı demir parmaklıkların arasında üç tane sarı
ampul. Tuvalete çıkarken gelip kapıyı açan nöbetçiler bir iki kısa küfür dışında hiç cevap vermiyorlar.
Ne kadar zaman geçti? Neden gözaltına aldılar? Niye bekletiyorlar? Daha ne kadar tutacaklar? Sır.
240
...
Voltalıyor. Sonra ceketini katlayarak yaptığı yastığına yaslanıp ampulleri seyrediyor. Sonra kalkıp
tekrar voltalıyor. Lap lup, lap lup. Neden böyle olmuştu? Nasıl olmuştu da 40’ına merdiven dayamış,
12 Eylül hapishanelerini görmüş Faruk, bu çocuk
denilebilecek kıza kapılmıştı? Buraya neden gelmişti? Bu soru tehlikeli. Bugün sormazlarsa, yarın, olmadı öbür gün sorguya aldıklarında bunu soracaklar.
...
Çıkarsa ne olacak? Eninde sonunda bu macera bitecek. İzmir’e dönmek çok itici. Çok boğucu. Bugüne kadar çok bile dayandı. Sabırtaşı mübarek. Tımarhaneden farksız o ev, artık bir korunak olarak bile ilgisini çekmiyor. Ne yapmalı? Ne etmeli?
...
Ampuller, hep ampuller... Aysun’un kartopu gibi
elleri, muhtemelen soğukturlar, hep üşüyorlardır.
Uyuyamıyor. Yorulup uyusun diye hantal ayakkabıları çıkarıp hızlı hızlı voltalıyor, aynı. Uykusu gelmiyor. Büyük bir vazife aşkıyla, hiç titremeden yanan resmi ampüller. Ne zaman gelecekler? Başka
gözaltına alınan da yok ki konuşsun, herhangi bir
haber alsın. Saat kaç, dışarıda yağmur mu yağıyor,
rüzgar mı esiyor, ne?
...
Tekrar İzmir... Tekrar ev...
Hapishanede ziyaretine geldiklerinde babasıyla
yaptığı o kavgadan beridir, “ev” ile arası yoktu. Nasıl olsun, ihtiyar adam İzmir’e döndükten bir ay son-
241
ra şeker komasından ölmüştü. Faruk kavgada haklı
olduğunu düşünse de, ileri gittiğini biliyordu.
O gün görüş kabininde, “içeri” ile “dışarı”nın sınırı olan demir levhanın küçük küçük deliklerinin
arasından, yapılan eziyetleri, işkenceleri, dayakları
anlatmaktaydı ki, babası sözünü kesmiş, “Müstahaksınız buna siz! Az bile yapmışlar.” demişti. Akabinde karşılıklı bağırışmalar, suçlamalar...
“Ölmemizi istiyorsun, ölmemi istiyorsun!” diye
bağırmıştı Faruk. “Sana inat ölmeyeceğim, çıkıp
karşına dikileceğim! Sen de bunlar gibisin. Katil, işkenceci! Alçak!”
Ve bunun hemen ardından jandarmalar kabini
basmış, onu dipçiklerin refakatiyle dışarı çıkarmışlardı. Faruk bugün de haklı olduğunu düşünüyordu.
Ama kantarın topuzunu kaçırdığı da aşikardı. İşin
fenası annesi de bunu biliyordu. Hatta açıktan, dosdoğru Faruk’u sorumlu tutuyordu kocasının ölümünden.
Tekrar İzmir ha!.. Asla, bu şartlar altında bile asla. Beyin öğütücülüğünde 12 Eylül hapishanelerini
bile kıskandıracak o kapana geri dönmek... Olur şey
değil. Şimdi, tam şurada, şu vakit kavramının
yokolduğu sarı-karanlık, demir-parmaklık hücrede,
ne zaman geleceği meçhul, gelemeyesice sorgucuları
beklerken dahi kendini daha sağlıklı, daha kuvvetli
hissediyordu. En azından burada bir “Faruk”tu, orada bir “hiç”, bir “katil”.
Ölümüne sebep olduğu babasından kalan malı
mülkü, parayı yiyerek, dalkavuk, asalak bir sümüklüböcek gibi yaşamaktan, birbirinden boş geçen gün-
242
leri saymaktansa, kendi istekleri ve fiili sonucu gelip
tıkıldığı bu delikte sayamamak yeğdir. Evladır. Öyle
değil midir?
...
Lap lup... Lap lup... Ne kadar oldu? Tamam kabul, saatini vermesinler, dakikalar saatler onların olsun. Günleri söylesinler bari... Ondan da vazgeçtik
haftaları... “Yarım hafta oldu sen geleli, üçte iki hafta daha buradasın!” İşte, ne güzel bir cevap olurdu
bu. Buçuklu haftaların kim tutabilir ki hesabını.
Amaç soyutlamaksa bir uyku sonra yine kaçıp gider
zamanın sicimi. Bir kerecik desinler bunu yeter ki.
***
Aysun kulak tırmalayan sese son vermek için tabanını kaldırıp ayakkabısının altına kaçan çakıl taşını çıkardı, attı. Taş, yeni yapılan gıcır gıcır Emniyet
Müdürlüğü binasının, gıcır gıcır giriş merdivenlerinden aşağı yuvarlandı, kız tırmanmaya devam etti.
Ardında Hamiyet ve Emre ile...
“Bekle,” dedi Hamiyet. “Acele etme!”
“Ya tamam, gerisini ben hallederim, siz gelmeyin
artık!”
“Olmaz öyle şey, geleceğim ben de.”
Önde Aysun, arkada ötekiler kapıya geldiklerinde
karşılarında bir nöbetçi buldular:
“Ne istiyordunuz?”
“Bir arkadaşımız gözaltına alınmış, onun durumunu soracaktık.”
243
Nöbetçi, ikisi beyaz üniformalı bu tuhaf üçlüye
bir göz attıktan sonra çekildi:
“Sağ tarafta nöbetçi amirin odası var, oraya sorun.”
Nöbetçi amir, Aysun’u dinledikten sonra daha
amir tavırlı birini çağırdı. Orta yaşlı bu adam,
Aysun’u üst katlarda bir yere çıkarırken, peşlerinden
gelmek isteyen Hamiyet’i merdivenlerde durdurdu:
“Siz dışarıda bekleyin!”
“Neden? Nereye götürüyorsunuz arkadaşımı?”
“Dışarı dedim!”
Hamiyet, “Birşey yapmadı o!” diye yarı ağlamaklı, yüksek perdeden bağırınca, adam o ana kadar ağzını açmayan, basamakların dibinde dikilen Emre’ye
dönerek parmağını salladı:
“Çıkarın onu, yoksa biz atarız.”
Emre yatıştırmaya çalışadursun, Hamiyet kaldığı
yerden devam ediyordu yaygaraya: “Arkadaşının durumunu sormak suç mu?”
Yaşlı polisin bir işaretiyle, dört beş kişi Emre ve
Hamiyet’i yaka paça binadan çıkardılar.
Emre’nin “İtmesene kardeşim, çıkıyoruz,” sözüne
tokatla karşılık veren bir sivil polis, onu binanın çevresini saran çakıl taşı denizine doğru savurdu:
“Siktirin gidin lan!”
Delikanlı yerden kalkıp basamaklara çökmüş ağlayan Hamiyet’i teselli etmeye giderken yukarıdan
az önceki nöbetçinin kafası belirdi.
“Orada duramazsınız, uzaklaşın!”
244
“Nereye gidelim, arkadaşımız içeride kaldı.”
“Uzaklaşın diyorum. Yasak!”
Hamiyet’in koluna girip kaldırdı. İki beyaz önlüklü, bir iki adım ilerlediler.
“Yolun karşısına geçin, orada bekleyin!”
“Sen git,” dedi Hamiyet karşıya geçerlerken.
“Laboratuarda kimse kalmadı, başhekim duyarsa kötü olur. Sen git, ben beklerim.”
“Sen de gel, Aysun nasıl olsa gelir çıkınca.”
“Hayır hayır, ben bekleyeceğim.”
Emre gider gitmez yağmur başladı. Sağanak.
Hamiyet çöktüğü kaldırımda iyice büzüştü. Şehrin
hafif dışında kalan Emniyet Müdürlüğü’nün çevresinde herhangi bir bina olmadığı gibi, ağaç, durak
gibi yağmurdan korunacak birşey de yoktu. Sadece
bir yol, 4-5 katlı bina ve yağmur.
Hamiyet yağmurun altında uzunca bir süre bekledi. Her tarafı ıslandı. Zaten üşüyordu. Aysun’un polise gideceğini söylemesinin ardından ceket-manto
giymeden fırlamıştı arkadaşının arkasından. Islandı
da ıslandı. Karşıdaki nöbetçi, binanın girişine sığınmış bir eli boynuna asılı silahta volta atıyordu.
Aysun ortalarda yok.
Yağmur dindi. Hamiyet ayağa kalktı. O da ileri
geri yürümeye başladı. Uzunca bir gidişin gelişinde
yolun karşısından kendisine doğru gelen Aysun’u
gördü. Sarıldılar.
“Islanmışsın, niye gitmedin?”
“Ne oldu? Ne yaptılar? Ne dediler?”
245
“Dur, dur... Merak etme. Faruk’u sordular ben de
anlattım işte. İzmir’den, kurstan tanıdığımı, beni ziyarete geldiğini, falan filan... Anlatırım hepsini. Gel
dönelim, üstünü değiştirelim. Hasta olacaksın.”
***
Bir, iki, üç, dört, dört-buçuk, geri. Buradan çıkarsa ne yapmalı? Sahiden Aysun’un yanına mı gitmeli
tekrar? Bu debelenmeleri kimseye bir şey kazandırmayacak ki. Kızcağızın zaten başını kaşıyacak hali
yok. ...üç, dört, dört-buçuk, geri. Evinden uzakta,
Ailesine dargın, yaşamaya, kendi ayaklarının üstünde durmaya çalışıyor. Karnı tok, sırtı pek Faruk, asalak, sümüklüböcek Faruk, İzmir’de aşk rüyaları görürken Aysun burada, bir başına hayat mücadelesi
veriyor. ...dört-buçuk, geri.
Ayakları üşüyen Faruk yalınayak voltalamayı
kesti, beton yatağına oturup bağcıksız halleriyle Viking gemilerini andıran botlarını giydi. Esasen tüm
bunlar Faruk’un yemiş olduğu bir halt. Kurs bittiğinde kızın kanına giren, kendi cesaret edemediği
şeyleri telkin eden, Florance Nightingale’den, hemşireliğin kutsallığından, halka hizmetten dem vurarak “yararlı” birşeyler yapmasını buyuran bizzat
kendisiydi. Yoksa belki şimdi ikisi de burada olmayacak; Aysun, kızını hep dizi dibinde görmek isteyen babası ile feryat figan kavga etmeyecek, kapıyı
çarpıp gitmeyecekti. Kimbilir, belki (adı batası) Kenan’ı ile arası açılmayacak, tutturdukları ahenk içinde devam edecekler, böylece çok daha mutlu olacaktı. Belki. Faruk bu düşünceyle dayanamayıp yerin-
246
den fırladı, tekrar gezinmeye başladı: Lap lup, lap
lup, lup-buçuk, geri...
...
Tuvaletten dönerken kapıyı kapatan polise
bilmemkaçıncı defadır sorduğu soruyu yineledi:
“Niye bekletiyorsunuz?”
“Konuşma lan!”
“Ne zaman...”
“Zamanı gelince!”
Hayır, hayır. Aysun gidecekti. Ne olursa olsun
gidecekti. Faruk’un yaptığı yalnızca kızın kararının
doğru olduğunu göstererek vicdanını rahatlatmaktı.
Zaten Faruk’un aşık olduğu kız giderdi. O Aysun’da,
kendinde bulamadığı enerjiyi, azmi, gözükaralığı
görmüş kara kaşının kara gözünün yanında esas buna tutulmuştu. Bu olur olmaz herşeye gülen, kahkahalarını bir kılıç gibi savurarak çoğu zaman Faruk’u
lime lime eden kız çocuğu, bu konuşulan konu ciddileşince ya konuyu ya konuşanı değiştiren yaramaz,
aslında en az kendisi kadar olgun ve ağır başlı olabiliyordu. Bunu görmek için maskenin altına bakmak
gerekliydi ve Faruk oldum olası oraya bakardı.
...
Parmaklıklar. Yerden tavana dek uzanan 22 uzun,
siyah demir. Boyası dökülmüş tavan. Aysun ile bağdaştıramadığı tek husus: Kenan. Bu nasıl bir mahluktur ki hem tiksinilmek için ne lazımsa yapsın,
hem de inatla sevilsin?
247
Koridor, ampüller, koyu sarı duvar. Duvardaki
lekelerin arasına belli belirsiz kazınmış kelimeler:
ADANALI SELİM, 12 MAYIS 84... Faruk güldü yattığı yerden. Ne olacaktı, kendisini mi sevecekti? Bir
genç kız ne ister? Tabii ki gülmek, kalbini neşeyle
doldurmak, her mevsim baharı yaşamak ister.
DÜMBELEK HAYRİ... Dümbelek Faruk güler mi,
eğlenir mi? Hayır. Başka? Enerji ister, coşku ister,
dürüstlük ister. Faruk: Hımbıl! Dürüst mü? Yalancı
değil ama geçmişine dair anlatması gereken o kadar
şey var ki. Faruk’un verebileceği emek, sevgi ve
şefkat ile de bu devirde ancak kedi beslenebilir.
KORKMA KARIŞMA KONUŞMA...
Kabul, Kenan da pek dürüst ve güvenilir değil;
ancak heyecanlı, şenlikli ve pozitif bir hıyar olması,
bihaber olduğu bu savaşı kazanması için yeterli. Yaşasın Kenan! Puu, kahrolsun dümbelek, hımbıl Faruk!
...
Aysun, Aysun, Aysun... Bitince kulakta melodisi
kalan bir şarkı gibi bu isim. Sade, gösterişsiz, ancak
müptela edici. Söyledikçe söyleyesi geliyor insanın.
Hele bir de sesini duysanız. Bir kır manzarasının
ortasında aceleyle akan su gibidir. Gürültücüdür,
yaygaracıdır ama kızamazsınız. Ortama o kadar yakışır ki yokluğunda oluşan sessizliği sevmez olursunuz.
...
Faruk bir voltalamayı daha yeni bitirip uzanmıştı
ki koridorun bir taraflarından ayak sesleri geldi. Kulakları sağır edercesine patlayan sürgüler, açılan ka-
248
pılar. Geliyorlar! Başka kimse olmadığına göre ya birini getiriyorlar, ya onun için geliyorlar. Geldiler.
Gözlerini bağlayıp çıkarıyorlar merdivenlerden, koridorlar, odalar, telsiz-telefon sesleri, telaş. Bir sandalyeye oturtuyorlar sonunda. Gözlerini açıyorlar:
Canı yakacak bir aydınlık: Bir masa, masanın arkasındaki sandalyede oturan kot montlu, tıknaz bir herif
ve ışık, saf güneş ışığı. Başka birşey yok odada.
“Faruk Altundağ,” diye elindeki kağıtlardan okuyor polis. Kendisinden genç olmalı. İki elinde de kocaman birer tane yüzük var. Ana adı, baba adı, sayıp
döküyor. “81’de yakalanmışsın. 83’te davanız sonuçlanmış, 9 yıl ceza almış, ancak 87’de tahliye olmuşsun. Doğru mu?”
“Öyle.”
Adam kağıtları bir kenara bırakıp sandalyeden
kalktı. Faruk’la arasında bir metre kalacak şekilde
öne doğru gelip masaya oturdu.
“Burda ne yapıyorsun? Niçin geldin?”
“...”
“Sizinkilerin hepsi dağılmış, dergi bile çıkarmıyorlar. Sen şimdi hangi fraksiyona girdin?”
“...”
“Toparlanma faaliyetleri için mi geldin?”
“...”
İşler sarpa sarıyordu. Faruk’u, Faruk’un aldığından daha ciddiye almışlar anlaşılan... Birşeyler düşünmeli... Niçin geldi: Aysun için, Aysun’un sesi,
beyaz elleri için geldi. Hayır hayır, konsantre olmalı.
249
Buraya konstantre olmalı. Aysun’un ismine, kır
manzarasında akan suya değil.
Hemen önündeki adamın elinin tersiyle savurduğu ani bir tokat gereken konsantrasyonu sağladı. O
ana kadar varlığını farketmediği, hemen arkasındaki
üçüncü biri onu tutup düzeltmese, yere kapaklanacaktı. Faruk merak edip bakmaya çalışırken aynı kişiye ait eller hiç zorlanmadan kafasını tutup soru sorana çevirdi.
“Ne bok yemeye geldin lan buraya? Kimlerle buluştun?”
Aynı usulde bir tokat daha yedi Faruk. Adamın
parmağındaki iri yüzük sağ şakağını boydan boya
çizdi. Canı yandı.
“İbne!”
“...”
“Ulan, oruçlu oruçlu küfür ettireceksin bana.”
Bir tokat daha. Arkadaki adam yine tam zamanında yetişip tuttu. Bu tantana genç polis yorulana
kadar böyle devam etti. Sonra adam Faruk’u odada
bırakıp hışımla dışarı, koridora çıktı. Arkasındaki
adam Faruk’un gözlerini bağlayıp diğerinin açık bıraktığı kapıyı kapatana kadar öfkeli bir iki cümle
duyulabildi:
“Bunun için mi çağırdınız... bir bok olmaz bunlardan... önce faks isteyin bir dahaki sefere...”
On dakika kadar sonra kapı açıldı, apar topar getirdikleri gibi aşağıya indirdiler.
***
250
Aysun binbir güçlükle minibüsten indi. Koca bir
patoloji nöbetiyle beraber 30 küsür saatlik “işgünü”nü, kahve fincanlarını, morg kadar soğuk hemşire odasını, hasta çocukların ağlamalarını ardında bıraktıktan sonra eve dönüyordu, mecalsiz. Gergin bir
geceydi. Doktor Necdet de gece onunla nöbete kalmış, ancak korktuğunun aksine Aysun’u hiç rahatsız
etmemişti. Bütün gece çalışıp öğleden sonra bir buçuk saat kadar ancak uyuyabilen adam, üstelik bu
gece de kalacaktı.
Aysun sokağın başındaki kulübenin önünden geçerken yavaşladı.
Aramayacak!
Kendi kendine güldü: İnadın anlamı yok. Nasıl
olsa dayanamayıp arayacak. Artık bir refleks halini
alan hareketlerle ahizeyi omuzuyla başı arasına sıkıştırıp jetonu yuvarladı. Yandan hafifçe vurup jetonun yerine oturmasını sağladıktan sonra, numaraları
çevirdi. Telefon çaldı da çaldı, gene açan yok. Buruk
bir tebessümle ahizeyi yerine koyduğunda jeton bildik şangırtısıyla düştü, Aysun’un gözünden gene bir
damla yaş kopardı.
Kulübeden çıkıp sakince eve yollandı. Kenan’ı
düşünmek, ona kızmak istedi, ağlamak istedi. Fakat
o kadar yorgun ki... Faruk için endişelenmek istedi.
O da olmadı. Turşu gibi hissediyordu kendini. Bomboş bir kafayla, su üzerinde yüzer gibi eve vardı.
Kızlardan ikisi televizyon seyrediyor. Biri de
mutfakta iftar hazırlığı derdinde.
251
“Bir anten almamız lazım,” dedi, karıncalı görüntüyü bir takım düğmeleri çevirerek düzeltmeye çalışan kız. “Bu uyduruk şeyle 2. kanal çekmiyor.”
“Ne izliyorsunuz?” diye ancak sorabildi Aysun.
Diğer kız, “Marianna başlayacak şimdi,” dedi.
“Ester, Luis Alberto’yu, ‘hamileyim’ deyip kandırdı
dün.”
“Yılan!” dedi öteki. Sonra Aysun’a dönüp ekledi:
“Renkli de almamız şart artık.”
Öğretmen olan arkadaşları mutfaktan yetişti:
“Ne televizyonu, ne anteni? Kömür bitiyor,
kömüüür.”
Diğer iki kız anlaşmışçasına, aynı anda bu otoriteye dil çıkardılar. Öğretmen kızdı, tam ters birşey
söyleyecekken Aysun, huyları gibi görünüşleri de
birbirine benzeyen iki kızı kucaklayıp kanatlarının
arasına aldı.
“Kızma yavrularıma ablası.”
Biraz daha oyalandıktan sonra, Aysun “yavru”larını televizyonla baş başa bırakarak odasına geçti, üzerini değiştirip şöyle bir uzandı alt ranzaya. Soğuk. Babasının dediklerine uysaydı şimdi... Esnedi.
‘Çalışmak için okudum’ demeyip evinde “ahlak”ıyla
otursaydı şayet... Şimdi böyle nöbetlere falan kalmayacak, gece yatarken üşümeyecek, kömür bitecek diye endişelenmeyecek... Bir daha esnedi. Kendi çocuğunkinden başka çocuk ağlaması duymayacak... Gözleri kapalı halde bir kez daha esnedi. Hiç bu kadar yorulmayacak, fakat tam da bu yüzden, emek vermediğinden, böylesine huzurlu gerinemeyecek, yastığından bu tadı alamayacaktı.
252
***
Sarı, muzaffer ampüller. ‘Voltalamaya, boşluğa
alışıyorum,’ diyordu ki, paldır küldür gürültülerle
yeniden geldiler. Tekrar gözbandı, tekrar merdivenler, tekrar aynı oda. Bu kez biri orta yaşın üzerinde
dört sivil polis var tepesinde. Bu ihtiyar ile bir başkası onun tepesinde dikilirken diğer ikisi pencere
kenarında bekleşiyorlar. Karışmaz, ‘bitse de gitsek’
der bir halleri var.
...
Beş-on dakikadır yoldalar, daha kentin griliğini
yeni gördüler. Demek şehir dışındaymış emniyetin
binası. Her neyse, az kaldı.
Diğerlerinin şefi olduğu anlaşılan ihtiyar, Faruk’un bir alacak meselesi yüzünden geldiği yalanına pek inanmış görünmese de, yanındaki
izbandutlara gözaltına alındığı yere götürüp bırakılmasını emretmişti. Oldukça şaşırtıcı bir sonuç bu.
Günlerce bekledikten sonra iki tokat ve kötü bir palavra ile yakayı sıyırmak... Çok ucuza geldi. Bedava
yahu.
Merkeze gelirken trafik yoğunlaştı. İnsanlar geçiyor, sağdan soldan. Atkılara, şapkalara sarınmışlar.
Az kaldı, az.
“Ben, burada insem de olur.”
“Olmaz, komiserim alındığın yere bırakılmanı
söyledi.”
Şimdi ne yapmalı? Aysun kendisine tavır aldığını
o yüzden çekip gittiğini zannediyordur. Bir koşu gi-
253
dip Aysun’u bulmalı. Burada kızın da başına daha
fazla dert açmadan ne diyecekse demeli, sonra da
çekip gitmeli. Uzadıkça uzadı zaten. Arap saçına
döndü. Başı belli, sonu belli bir konuşma için düştüğü hallere bak.
Yağmur başladı, kaldırımlardakiler koşuşturuyor,
silecekler çalışıyor. Telsizden gelen yüzlerce anonstan bir tanesi şoförün ilgisini çekiyor, Türkçe, ama
tek kelimesi bile anlaşılmayan birşeyler söylüyor
cevaben.
Bir müddet daha ağır ağır gittikten sonra şoför
yanındakiyle göz göze gelip arkaya döndü:
“Çok trafik var, otel şurada, ilerde. Sen istersen
in, biz de dönelim.”
Dünden razı Faruk, kapı tarafındaki polisin inip
yol vermesiyle kendini beyaz renkli RenaultToros’tan dışarı attı.
Yağmur... Açık hava... Beyaz Toros, tıkalı trafiği
iyice allak bullak eden, pervasız bir U dönüşüyle gerisin geri gidiyor. Bitti mi şimdi? Bitti!
Saat daha dört. Aysun’un paydosuna 2 saat var.
Bir yerlerde vakit öldürmeli. Faruk rastgele bir yöne
doğru yürümeye başladı. Bir lokanta bulup birşeyler
yese fena olmaz. Burada insan aradığını hiç bulamıyor. İlk gün otel bulamamıştı, şimdi de lokanta. Berber var, mağazalar var, koca koca işhanları, alışveriş
merkezleri var... Yeni moda süpermarketler, gazete
bayileri... Gazete bayiini birkaç adım geçmişti ki,
zınk diye durup geri döndü: Acaba bugün ayın kaçı?
Bu ani haraketiyle hemen arkasından gelen yaşlı bir
254
teyzeye çarpıp savurdu. Kadın gitti birine daha çarptı. Hemen koşup özürler diledi Faruk.
Teyze güldü, “Aşık mısın oğlum?” dedi. Yakındaki birkaç kişi de güldü bu lafa. Gazete bayiinin
sahibi, teyzenin çarptığı adam bir de biraz geride onları seyreden bej montlu başka bir adam yaşlı bir kadını itip kakan serseriyi affetmez görünüyorlardı.
Faruk özür dileye dileye bir gazeteye doğru eğildi. Tarihe baktı: Kaç Nisan? 21! Bir hafta geçirmişti
demek içerde. Şaşkın şaşkın yoluna devam edip bir
lokanta buldu. Yemek yedi. Çıkarken ne tarafa gideceğine karar veremedi. Önce sola, geldiği yöne doğru iki adım atmıştı, sonra herzamanki gibi karar değiştirip geri döndü. O sırada lokantanın karşısındaki
bir mağazadan çıkan biri ilişti gözüne. Bir yerlerden
tanıdık. Göz göze geldiler: Az önce, teyzeye çarptığında gördüğü bej montlu adam. Faruk bir köşe başına geldiğinde hafif dışardan dönüp omuz üstünden
bir bakış fırlattı: Adam orada, geliyor.
Önce panikledi. Hızlandı. Belki de tesadüftür, bir
adam o yoldan geliyorsa minibüslere gitmek için bu
yokuşu kullanacaktır. Mağazaya da birşey almak
için girmiştir. Emin olmak gerek... Sakin olmak gerek...
Faruk minibüslere doğru inerken sağlı sollu sokakları göz ucuyla taradı. Yeteri kadar uzun ve tenha
birini arıyordu. Hemen sağdaki çok uygun: İlerde
bir-iki çocuk top oynuyor sadece. Yanlarına geldiğinde ani bir hareketle topu kaptı. Çığlıklar, patırtılar
eşliğinde peşine düştü çocuklar, yakaladılar, acemi
255
çalımlar atarken geri dönüp baktı: Adam sokakta.
Çocuklar topu geri aldılar, Faruk yollandı.
Evet, adam peşinde. Bu yüzden bıraktılar öyle kolayca. Hay Allah! Şimdi ne olacak, bu halde
Aysun’a da gidemez. Atlatmalı. Üstelik öyle bir atlatmalı ki, peşindekine durumu farkettiğini de hissettirmemeli. Yoksa bir anons ile başına üşüşürler, soluğu yine o sarı ampullerin altında alır. Bütün bunlara değse, dişe dokunur bir faaliyeti olsa gam yemeyecek. Bütün bunlar aptal, umutsuz bir aşk hikayesi.
Ona kim inanır?
Faruk tenha ve uzun sokağın ucuna geldiğinde
mecburen döndü. Yokuş aşağı duraklara. Bir kere
buraya yönelmişti artık. Bir minibüse binmezse takipçi huylanır. Belki ara sokaklara saptığından da
huylanmıştır ya, neyse. Duraktan otogar minibüslerine bindi. Beklediği üzere peşindeki onunla değil,
muhtemelen başka bir araçla gelecekti. Otogarda indi, dört beş yazıhaneye uğradı, bilet sordu, saat sordu, oyalandı. Aklına hemen atlayıp buradan gitmek
gelmiyor değildi. Ama yapmadı. Buraya Aysun ile
konuşmaya gelmişti ve ne olursa olsun, bu akşam şu
aptal konuşmayı yapacaktı. Hemen buluşur buluşmaz lafa girecek, bir buçuk yıldır içine attığı şeyleri
dökecek, sonra da basıp gidecekti. Otogar turunu bitirince tekrar bir minibüs ile geri döndü. Biraz dolaştı: Peşindeki adam yok. Bu kadar kolay atlatamayacağına göre diğerinin yıprandığını düşünüyorlardı
demek. Bakalım yenisi kim?
Faruk karşı yönden bitirim adımlarla gelen bir delikanlıyı gözüne kestirdi. Tam yan yana geldiklerin-
256
de delikanlıya omuzu yapıştırdı. Çarpışmanın etkisiyle ikisi de “hafifçe” savruldular. Öyle ki Faruk’un
geriye doğru dönmesi için ayrıca bir çaba sarfetmesi
gerekmedi.
Birkaç saniye olduğu yerden şaşkınlıkla saldırgana bakan altı karışlık bitirim, aniden atılarak Faruk’un yakasına yapıştı. Yukarı doğru zıplayarak
bağırdı: “Önüne baksana lan denyo!”
“Pardon, pardon.” Bir yandan özür dilerken, bir
yandan da pire gibi zıplayıp duran hasmının üzerinden, ona bakanları görmeye çalışıyordu Faruk. Olayı
görecek kadar yakındakileri es geçip, altmış-yetmiş
metre geriden bakan dikkatli gözleri saydı: Top sakallı, gri montlu bir adam, kahverengi ceketli, beyaz
gömlekli, ancak kravatsız bir adam... Önünde zıplayıp suratının hizasına gelince bağıran öfkeli delikanlı: “Yakarım ulan, yakarım ulan!” Çekilsene şuradan
be boy fukarası! ...Yine arkalardan ihtiyar bir adam,
başörtülü bir kadın, sarışın bir kız...
Çevredekiler Faruk’u elinden zor alırlarken delikanlı tükürükler saçarak küfrediyordu. Omuz atma
işini biraz abartmıştı galiba, kendisininki de sızlıyordu çok kötü. Neyse ki sonunda bastıbacak sakinleşti,
debelenme sırasında oradan buradan dışarı fırlayan
kazağını şalvarı andıran kot pantolonunun içine tıkıştırdı, kemerini sıktı. Söylene söylene uzaklaştı.
Saat beş buçuğa geliyor. Bir çare bulmalı. Önce
biri hâlâ peşinde mi değil mi öğrenmeli. Bir alışveriş
merkezinden içeri girdi. Burası genelde, ayakkabı ve
giyecek mağazalarıyla dolu dört katlı bir bina. Ortasındaki boşluğu balkon gibi çevreleyen bu dört kat
257
iki yerde merdivenlerle birbirine bağlanıyor. Pek
fazla bir kalabalık yok. Tek giriş burası.
Aysun’a yetişemeyecek, acele etmeli. Hızlı adımlarla binanın öbür tarafındaki merdivene yöneldi. İlk
geldiği akşam söyleseydi söyleyeceğini, şimdi bunlarla uğraşıyor olmazdı. Bir kat tırmandı: Yeterince
tenha değil. Bir kata daha tırmandı. Dev bir elips
oluşturan parmaklıkların kenarından ağır ağır ilerlemeye başladı, yürüdü yürüdü. Çıktığı merdivenler
artık 2. katın diğer yakasında kaldığında kafasını çevirmeden, gözleriyle karşı tarafın iki katında geçenleri incelemeye koyuldu. İki genç kız merdivenlerden çıkıyor, ellerinde poşetler. Karşı yakadan gelen
iki kadın daha... Üç-dört liseli, şakalaşıyorlar. Sırt
çantalı bir genç. Biraz daha ilerledi, yarım turu geçti
parmaklıkların etrafında. Sigara yakan bir herif,
dükkanlardan birinin kapısında dikilen bir kız ile
konuşuyor. Merdivenler önünde, az sonra tam bir tur
atmış olacak. Sarmaş dolaş bir çift. Ve alt katın parmaklıklarından belli belirsiz bir hareketle ona bakan
bir çift göz: Kahverengi takım elbiseli, kravatsız
adam, elinde de bir çanta. Az önce dışarıda gördüklerinden biri.
Faruk adamını görünce ani bir refleksle parmaklıklardan ayrıldı ve hemen kendine kızdı: Aptallık.
Anladığının anlaşılmaması gerek. Ağır hareketlerle
vitrinleri incelemeye koyuldu. Yeteri kadar oyalanırsa, adam birazdan onun çıktığı merdivenlerden çıkacak. Aynı yönde ilerlerlerse Faruk bir sonraki merdivene geldiğinde adam iki merdiven arasında kalmış olacak. O zaman seri bir şekilde (koşmadan)
inip sıvışabilir. Ama adam ilerlemez, merdiven ba-
258
şında beklerse kötü. Alt katta beklerse daha da kötü.
Bir cinlik düşünmeli.
Faruk önünde dikildiği mağazadan içeri daldı:
Bayan hazır giyim mağazası. Hediye alacağını söyleyerek bir kazak çıkarttı. Aysun’a olur mu acaba?
Yan gözle de ilerdeki merdivenleri dikizliyordu
içerden. Tezgahtar kızın eli çabuk, istediği bedeni de
şipşak çıkarttı. Adam yok.
“Yakası daha büyük olanlardan var mıydı?”
Var. Takipçi gelmiyor. Nasıl olsa iki merdiven var,
birinden ineceğini düşünüyor. Niye gelsin yukarı?
Faruk alışverişi uzattıkça uzattı, kazaktan vazgeçti, eteklere baktı. Ondan vazgeçti kot pantolonları
serdirdi. Gömlekler, hırkalar... Mağazada ne varsa
en az bir kere yerinden oynadı. Bir yandan da iki
merdiveni de kolluyor, siniri bozulan, avını kaçırdığını zanneden polisin endişeyle gelmesini bekliyordu. Kasada duran diğer kız baktı iş bitecek gibi değil, Faruk içeri girerken kıstığı radyonun sesini yeniden açtı. Neşeli, yabancı bir şarkı içeriyi doldurdu:
“In every life we have some trouble
When you worry you make it double”
Tekrar etekler, gömlekler... Biraz daha açık rengi,
biraz daha uzunu... Şu pantolonla gider miydi acaba?
Faruk değme kadınlara taş çıkartıyordu alışverişte.
“Don't worry, be happy.”
Yahu şu kazaklara bir kere daha bakmalı. Pembe
olanının altına şu renk bir de pantolon giyse Aysun...
Ne yakışır ama...
259
“Ain't got not cash, ain't got no style,
ain't got no gal to make you smile.
Don't worry, be happy.”
İşin doğrusu bu baktıklarının hepsi de Aysun’a
çok yakışırdı. Tanrım bluzlar, bluzlar!.. Nasıl da
görmedi? İçerde geçirdiği zaman bir saati buluyordu
ki takipçinin hafif kel kafası merdivenlerde görüldü.
“Don’t worry, be happy
Don’t worry, be happy now.”
“Tamam tamam, bu olsun.” diyerek rastgele bir
kazağı uzattı tezgahtar kıza.
Şaşkın kıza hediye paketi yaptırırken çantalı takipçinin sinirli tavırlarla etrafına bakındığını gördü.
Paket bittiğinde adam vitrinlerden içeri baka baka o
tarafa geliyordu.
“Sevgili müzikseverler, Pop Saati’nde şimdi de
UB40’den dinliyoruz: Red Red Wine.”
Faruk parayı ödedi, mağazadan fırladı, doğruca
adamın üstüne doğru yürüdü. Gözünün ucuyla bile
bakmadan yanından geçip polisin çıktığı merdivenlere gitti. Oldukça seri bir şekilde basamaklardan
aşağı kıvrılırken yukarı baktı: Adam diğer taraftaki
merdivenlere doğru koşturuyordu. Zemin kata geldiğinde diğeri daha yeni başlamıştı inmeye. Üstelik,
bulunduğu yerden girişe kadar olan bölge de yukarıdan görülemezdi. Şansa bak! Faruk kör noktada olmanın güveniyle alışveriş merkezinin çıkışına kadar
düpedüz koştu. Yağmur başlamış tekrar.
260
Hastaneye vardığında Aysun neredeyse çıkıyordu. Minibüse binmenin tehlikeli olacağını düşündüğünden şehirden kampüse kadar yağmur altında yürümüş, nasıl gideceğini bilmediğinden de yolu hayli
uzatıp sırılsıklam olmuştu.
Her tarafından şıpır şıpır sular akıtarak taa laboratuarın içine kadar girip kızın karşısına dikildi. Beklediğinin aksine, Aysun şaşırmamıştı.
“Bıraktılar mı seni?” dedi kız sakince.
Faruk bir süre sustuktan sonra, “Bir yanlışlık olmuş,” diye geveledi. “Geç oldu ama anladılar.”
“Ne yanlışlığı?”
“Yanlışlık işte, boşver.”
“Yaa,” dedi Aysun, tek kaşı yukarıda. “Hepsi bu
ha?”
“...”
“Buraya n’oldu?” Aysun Faruk’un yanağındaki
çiziğe dokundu parmağıyla. “Temizlemek lazım.”
Aysun laboratuardan çıktı, beş dakika sonra elinde tentürdiyot ve pamukla döndü. “Hasta”nın itirazlarına aldırmadan yarayı temizledi. İftardan sonra,
okulun kantininde buluşmak üzere sözleştiler.
Mağazadan aldığı poşeti çaktırmadan bir köşeye
bıraktıktan sonra:
“Konuşmamız lazım!” dedi Faruk giderken.
“İkimizin konuşması lazım!”
Faruk yemekhanede duvar dibinde bir masa bulup
tabldot tepsisini bıraktı. Yerleşip, ıslak ceketini kaloriferin üzerine yayıp yemeğini yemeye koyuldu.
261
Bu defa sümsüklük etmeyecek, Aysun’a karşı ne
hissediyorsa söyleyecekti. Tamam, onu istemesin,
beğenmesin... Ne olursa olsun. Soğumasın diye hemen yemek almayanların dizildiği iftar kuyruğu
oluşmuş yine. Zaten sevgilisinden ayrılmasını isteyeceği yok. Tek istediği bu durumu onun da bilmesi.
Masalarda bekleşenler... Birazdan kalkıp kaynak yapacaklar. Şimdilik, oturdukları yerden oruç yiyenlere
ters ters bakıyorlar. Evet evet, tek çözüm bu. Bu saplantıdan kurtulmanın başka yolu yok.
Hemen iki üç masa ilerisinde gözlüklü bir delikanlı kafasını tabağından kaldırıp kaldırıp bakıyor.
Kesinkes kurtulması gerek. Bu Aysun saplantısından
kesinkes kurtul... İşte, yine kaldırdı kafasını. Ağzındaki lokmayı çiğnerken gözleri Faruk’ta sabit. Bir
lokma daha alıyor, bakıyor, bakıyor. Derken tam Faruk işkillenecekken, suratını ekşitiyor, kaşığı, ekmeği bırakıp çantasını karıştırmaya başlıyor: Bir defter.
Defteri de karıştırıyor. Ve herkesin duyabileceği bir
“Tüh Allah kahretsin!” savuruyor.
Yarısı dolu yemek tepsisini bulaşıkhaneye bıraktıktan sonra kantine geçti. Sigara içerken top atıldı,
yarım saat kadar sonra da Aysun geldi, Elinde bir
bardak çay ile... .
“Birşeyler yemek ister misin?” dedi kız.
“Yok, yedim ben. Sen otur hele.”
Aysun tek kaşını kaldırıp oturdu:
“Ne konuşacağız ki?”
“Aslında ben buraya bu amaçla geldim, seninle...
bende...”
262
Arka taraftan bir ses:
“Oo, fıstık! Sen buraya gelir miydin ya?”
Aysun kalktı, Faruk’un arkasından gelen başka
bir kızla öpüştü. Hızlı hızlı cümlelerle beş dakika
kadar konuştular: Ev arkadaşlarından biri anlaşılan.
Tam tekrar öpüşüp ayrılırken Aysun ekledi: “E, gelsenize!”
Ne diye çağırıyordu şimdi? Her akşam görüşmüyorlar mı zaten?
Oturduktan sonra Aysun, arkadaşıyla konuştukları şeylerin kimseyi ilgilendirmeyen detaylarını anlattı bir süre. Faruk sabretti, kız tüm cümlelerini, kelimelerini tüketene dek bekledi.
“Sen ne diyordun?”
“Bende, diyordum. Bende galiba birşey var.”
Ne diyordu? Aysun ile konuşurken konu ne zaman (gelmez ya bir türlü) kendisine, kendisi ile
Aysun arasındaki varolan, varolamayacak ilişkiye
yaklaşsa, Faruk’un dili dolanır, abuk subuk sözler
dökülürdü ağzından. Aysun’a aşkını itiraf etme fikri
gerçeğe yaklaştıkça, bu fikirden sarhoş olurdu resmen.
“Galiba benim... Galiba bende...”
“Ne var sende? Hastalık mı?” Kısa, lıkırdar gibi
bir kahkahanın ardından ekledi kız: “AIDS mi oldun
yoksa? Şimdi felaket yaygın, çağın vebası diyorlar.
Geçen ay seminer verdiler bu konuda fakültede. En
çok Afrika’da varmış.”
“...”
263
“Ee, ne var sende?”
“Bende sana karşı... Birşeyler var.”
Aysun’un kaşları havada: “Neler?”
“Biz geldiik!”
Hah, eksiktiniz zaten! Aysun’un ev arkadaşının
da aralarında olduğu üç kız hoplaya zıplaya masanın
boş sandalyelerine çöreklendiler. Kalkacaklarmış da,
gitmeden uğramak istemişler. Çabuk gitseler bari.
Tanıştırma hoş beşini saymaz isek on dakikadır
aralıksız konuşuyorlar kendi aralarında. Hani Aysun
ev arkadaşlarını sevmiyordu?
“Hani bunlarla aran iyi değildi?” diye sordu Faruk kızlar kalkınca.
“Bakma, o kadar da kötü değil.” Aysun bir saatine bakıyor, bir etrafına, kantinin kapısına. Sıkıntılı.
Faruk’un yarım yamalak lakin yönü belli lafları canını sıkmış olacak. “Hem, onlar gelip buluyor beni.
Hastaneye de gelirler bazen. Kovamam ya...”
“Sıkıldın mı? Kalkalım istersen.”
“Hayır, hayır,” dedi kız. “Böyle iyi, hem birazdan
gelir Emre’ler.”
“Emre’ler?.. Nereden biliyorlar ki burada olduğunu?”
“Söylemiştim kantinde olacağımızı... Otururuz
diye.”
Faruk’un yemek borusundan, aşağılara doğru koca bir bardak kızgın tereyağı aktı. Bu kadar uğraştığı, bütün gün ıslandığı, kuyruğundaki polislerden
kurtulmak için deveye hendek atlattığı bir yana, taa
264
İzmir’den kalkıp gelmesi boşuna: Aysun’un hayatında (adı batası) Kenan beri dursun, şu civelek Hamiyet veya münasebetsiz Emre kadar bile bir yer
kaplamıyor.
Sadece anlatmaktı istediği. Ne kendisine en az
dört kere ayrıldığını söyleyip tekrar barıştığı sevgilisini bırakmasını, ne güzel sözler söylemesini, ne güzel güzel bakmasını bekliyordu, talep bile etmiyordu.
“Bugün Kenan’la konuştum,” dedi Aysun. “Kaç
gündür arıyordum evini ama açmıyordu. Bugün konuştuk, barıştık. Deliler, dün Boğaziçi köprüsünde
içmişler gecenin üçünde.”
Kendini ne durumlara sokmuştu böyle? Polisler
bile etli butlu biri zannetmiş, peşine takılmışlardı.
“Sonra polisler görmüş, bunları kovalamış, hih
hi hi.”
Polisler... Bütün gün kendisini kovalayan bej ceketlisi veya takım elbiseli, çantalı olanı, şimdi, şu
sünepe halini görse, böyle biri için dolanıp durduğuna yanar, kudururdu.
“Ne öyle en köşeye saklanmışsınız?”
“Saklanmadık yahu, laflıyoruz işte. Emre yok
mu?”
“Geliyoruz, geliyoruz. Bir arkadaşıyla konuşuyor
kapıda. Fakülteye uğrayıp hemen geleceğiz.”
Tuhaf şey, büyük bir ilgiyle karşılanmayı beklemiyordu, söyleyeceklerine karşılık Aysun’un havalara
zıplamasını, kollarına atılmasını da beklemiyordu.
265
İlan-ı aşkını hoş karşılamasını da beklemiyordu. Ama
bu şekilde büsbütün yok sayılmak çok kırıcıydı.
Hamiyet tepelerinde belirdiği gibi aniden gitti.
Bir süre sustular. Acaba Faruk’un dediklerinden
birşey anlaşılmış mıydı? Aysun masanın ortasındaki
küllüğü çevirip duruyordu: Öyle görünüyor.
Sessizlik hayli uzadıktan sonra Aysun sordu:
“Benden ne istiyorsun?”
Faruk kantinden içeri giren Hamiyet ile Emre’ye
bakarak cevapladı:
“Hiçbir şey.”
“Baba naaber ya?” diyerek elini uzattı Emre.
“Yoktun?”
“Yokum!” dedi Faruk gülerek. Eli sıktı.
Öteki birşey anlamadı, üstünde de durmadı. “Kızım,” dedi Aysun’a dönüp. “Bir grup keşfettim, çıldıracaksın.” Cebinden bir kaset çıkarıp uzattı. Sonra
yarım saat boyunca bu grubun kim olduğunu, eski
albümlerini konuşup durdular: Belçikalılarmış.
Dışarı çıktıklarında saat dokuza geliyordu. Yağmur azalmış. Kızların şemsiyelerinin altında biraz
bekleştikten sonra gelen ilk minibüsle merkeze indiler. Hamiyet’i evine bıraktılar, Aysun’a da sokağının
başına kadar eşlik ettiler. Birşey konuşmadan tokalaştılar, ayrıldılar. Sıradan, alelade bir veda...
Uzaklaşan, şemsiyeli silüeti bir süre seyretti Faruk. Bu silüet zihnindeki, kalbindeki kıza aitti. Bazen saat çalar, okula veya işe çağırır ama uyanmaz,
uyanmak istemez insan. Gözünü açıp gerçek dünya-
266
yı görür, ama dönmek istemez. Faruk da şimdi, öteden beri orada bekleyen gerçeğe dönmekte zorlanıyordu. Aysun ile iki ayrı hikayenin kahramanlarıydılar.
Silüet gözden kaybolurken Faruk mırıldandı:
“...yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?”
“Efendim?”
“Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?”
“Tahir kim?”
“Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.”
Emre’nin şaşkın bakışlarıyla karşılaşan Faruk
açıkladı:
“Nazım Hikmet’in bir şiiri bu: Tahir ile Zühre
meselesi...”
“Yaa, öyle mi?.. Kim dedin?”
“...”
“Babacım gel bende kal istersen bu gece.”
“Sağol, varol. Dönüyorum ben.”
“İzmir’e mi?”
Otogara geldiğinde yağmur dinmişti. Faruk iki sıra halinde uzanan yazıhanelerin kendine yakın olan
yakasına doğru yürüdü.
“İzmir, İzmir, İzmir, İzmiiiir!”
267
İzmir. Ay parçası, mavi, sıcak şehir. Şüphesiz
Ege’nin, Türkiye’nin incisi. Ancak orada bekleyenler o kadar da cazip değil: Bitmeyen hınçlarını ondan çıkarmak için “yolunu gözleyen” annesi ve ablası, varlığından her daim tedirgin yeğeni. Bu üçünün
kimi kendi aralarında, kimi onunla girişeceği didişmeler, kavgalar. Hiçbir işe yaramadan, baba mirası
yiyerek salyangoz gibi geçireceği yıllar.
“İstanbul mu abi? İstanbul mu abi? Abla İstanbul? İstanbul, İstanbul!”
İstanbul. Tümden belirsizlik. Tehlike, parasızlık,
açlık. Ama o denli ümit... O denli kavga, emek,
onur. Hayat!
“İstanbul mu abi?”
İstanbul bin bela, bin bir musibet, bin bir girdap...
İstanbul umut, umman. Şu kır manzarasındaki akarsuyun döküldüğü bir umman.
Bu, geldiği gün onu bir roketle Ankara’ya göndermeye çalışan kahya:
“İstanbul mu abi?”
“Evet İstanbul!”
268
İÇİNDEKİLER
1. Vasiyet
2. Evsahibi
3. Muvazenesiz
4. Mimozalar Adadan
5. Sandalyenin Şahitliği
6. Fanus
7. İki Hikaye
5
33
93
99
113
146
197
269
270
YAR YAYINLARI ROMAN DİZİSİ
YAR YAYINLARI BİLİMSEL DİZİ
• GERİLLA TANYA–Nadiye R. Çobanoğlu
• FİDEL KASTRO KONUŞUYOR–Lee LockwoodF.R.Alleman
• DİNLE YANKEE–Wrigth Mils
“Tarih Beni Beraat Ettirecektir”–Fidel Cactro
• UZUNBURUN DRAMI–Bülent Habora-Adnan Kesici
• BAŞMUSAHİP SOKAĞI anıları–Bülent Habora
• ŞOFÖR İDRİS–Hikmet Akgül
• Türkiye Solunun HAPİSHANE TARİHİ-Şaban Öztürk
• ÖLÜMÜN UFKUNDAKİ ZAFER–Yasemin Okuyucu
• BİR DİRENİŞ ODAĞI METRİS (Metris Tarihi)– Sinan Kukul
• TÜRKİYE PROLETARYASI–A. Şnurov
• LEİPZİG DURUŞMASI–E. Ficher
• DEVRİM İÇİN SAVAŞMAYANA KOMÜNİST DENMEZ – Fidel Castro
• KOLOMBİYA HALK GERİLLASI–Jacobo Arenas
• PARTİZAN SAVAŞI–Marx-Engels/Lenin-Stalin
• BÖLÜNME ÜZERİNE–V. İ. Lenin
• PROLETARYA KÜLTÜRÜ–V. İ. Lenin
• PARTİLEŞME SÜRECİ–V. İ. Lenin
• MARKSİZM-LENİNİZMİN İLKELERİ - Kuusinen
1. Diyalektik ve Tarihi Materyalizm
2. Kapitalizmin Ekonomi Politiği
3. Uluslararası Komünist Hareketin Teori ve Taktiği
4. Sosyalizm ve Komünizmin Teorisi
• FELSEFENİN İLKELERİ–V. Afanasiev
• TÜRKİYE HALK KURTULUŞ PARTİ-CEPHESİ
YAR YAYINLARI CHE DİZİSİ
• ASKERİ YAZILAR–Che Guevara
• SAVAŞ ANILARI–Che Guevara
• BOLİVYA GÜNLÜĞÜ–Che Guevara
• POLİTİK YAZILAR–Che Guevara
• SOSYALİZM VE İNSAN–Che Guevara
• SAVAŞÇIYA PRATİK ÖNERİLER–Che Guevara
• SOSYALİZMİN KURULUŞUNA DOĞRU–Guevara
• EKONOMİK YAZILAR–Che Guevara
• YAŞAMÖYKÜSÜ\ RÖPORTAJLAR\ MEKTUPLAR–Che Guevara
• ŞİİRLER–Che Guevara
• CIA, CHE’YE KARŞI–A.Cpull-F.Gonzalez
• VIVA CHE (albüm)–Mahir Ulaş Yeşil
• BULUT–Barış Sever
• IRAK EYLEM GÜNLÜĞÜ (albüm)–Akın Ok
• BEN DÜNYAYIM (ŞİİR)–Bülent Habora
• SÜT KARDEŞLER–Mahir Ulaş Yeşil
• FIRTINADA KAÇKAR ÇIPLAKTI–Asım Gönen
• DÜNDEN SONRA YARINDAN ÖNCE–Bülent Habora
• LENİN DESTANI–V. Mayakovski
• JIMMIE HIGGINS–Upton Sinclair
• YAŞADIM DİYEBİLMEK İÇİN–Mitka Grıbçeva
• SAMUR KÜRK–Bilgesu Erenus
• ÇAĞRI–Bilgesu Erenus
• İDAM MAHKUMUNUN SON GÜNÜ–Victor Hugo
• ANA–Maksim Gorki
• OĞLUMUN HİKAYESİ–Tsano Çonos
• SAKİNDİ ORANIN ŞAFAKLARI–Boris Lvoviç Vasilyev
• İSYAN–B. Traven
• PARTİZAN–Georgi Karaslavov
• PARTİZANLAR ÖLMEZ–Grigor Stoiçkov
• ÖZGÜRLÜK SAVAŞINDA DÜŞENLER ÖLMEZ–Veselin Andreev
• 1941-1944 SİLAHLI MÜCADELESİ–Nikifor Gorenski
• SICAK KARLAR–Yuri Bondarev
• KIYI–Yuri Bondarev
• SORUŞTURMA–Peter Weiss
• PARTİZANIN KIZI–Emil Koralov
• DARAĞACINDA RÖPORTAJ–Julius Fuçik
• HAVANA DURUŞMASI–Enzensberger
• KURDU ÖLDÜRMEK İÇİN–Julio Travieso
• BAŞ EĞMEYENLER–Boris Gorbatov
• BATAKLIK–Paustovski
• DARAĞACI – Vasil Bıkov
• PARTİ SIRRI–Marko Marçevski
• SENİ HALK ADINA ÖLÜME MAHKUM EDİYORUM–M.Grıbçeva
• VE ÇELİK BÖYLE SERTLEŞTİ I–N. Ostrovski
• VE ÇELİK BÖYLE SERTLEŞTİ II–N. Ostrovski
• YARIN BİZİMDİR YOLDAŞLAR–Manuel Tiago
• DEMİR TUFANI–A. Serafimoviç
• NASIL YAPMALI I–N. G. Çernişevski
• NASIL YAPMALI II–N. G. Çernişevski
• SABIRSIZLIK ZAMANI I–Yuri Trifonov
• SABIRSIZLIK ZAMANI II–Yuri Trifonov
• YEDİ ASILMIŞLARIN HİKAYESİ–L. Andreyev
İDİL İLKGENÇLİK DİZİSİ:
• MİŞKO–Tansu Bele
• KÜÇÜK KARINCANIN YİĞİTLİĞİ–Yılmaz Elmas
• ÜÇ KEDİ YAVRUSU–A. Çehov

Benzer belgeler