Yar Yayınları: 120 Hikaye Dizisi: 07 Kapak Resmi: Alime Baskı
Transkript
Yar Yayınları: 120 Hikaye Dizisi: 07 Kapak Resmi: Alime Baskı
1 2 Türkiye Yayını: YAR YAYINLARI Temmuz 2007-İstanbul Kapak Resmi: Alime Baskı: Berdan Matbbası (0 212) 613 12 11 YAR YAYINLARI Kuruluş: 1972 Yönetim: Başmusahip Sokağı 10/1 Cağaloğ1u-İstanbul 07. 34. Y. 0159.11 ISBN 978-975-7530-80-0 Yar Yayınları: 120 Hikaye Dizisi: 07 3 Mahir Ulaş Yeşil 4 yy zz Boş EVSAHİBİ (Öyküler) 5 VASİYET “Hava o kadar da kötü değil aslında.” diye söylendi Selim. Sonra kafasını çevirip kuyruğun arka tarafına baktı, daha uzun olduğunu görüp keyiflendi. “Ahmakıslatan bu, biraz ıslanmaktan birşey çıkmaz.” diye devam etti hemen arkasındakine. Adam hiç oralı olmadı, ağzından burnundan akan suları atkısıyla sildi. Sonra tekrar ıslak sarı-lacivert atkıyı başörtüsü gibi doladı kafasına. Mecburen önüne döndü Selim. Önünde montlarını kafalarına geçirmiş iki büklüm duran iki delikanlının konuşmalarından bugünkü maçın kiminle olduğunu çıkarmaya çalıştı. Ama çocuklar karşı takımın ismi yerine yakası açılmadık sıfatlar kullandıklarından anlayamadı. Çok da lazım değildi zaten. Nasılsa biletin üzerinde yazacak. O zaman öğrenir. Bu cumartesi rüzgar-yağmur elele vermiş bütün hıncını alıyordu İstanbul’dan. Biri süpürüyor, diğeri yıkıyordu. Stadın etrafında (muhtemelen içinde de), Salı pazarı’nda, Kızıltoprak’ta kuru tek bir nokta yoktu. Dibi delinen gri gökyüzünün altında ıslak atkılardan, kapişonlardan, başörtüsü yapılmış bayrak- 6 lardan, şemsiyelerden ince uzun sıralar, stadın gri duvarlarından çeşitli yönlere doğru uzamış, öğleden sonra başlayacak maç için kapıların açılmasını bekliyorlardı. Kuyrukların aralarında köfteciler, kokoreççiler, bayrakçılar ve askerler bekleyenleri bekliyordu. Askerleri getiren cemseler, arka tarafta, Salı Pazarı’na doğru sıralanmış. Kadıköylüler yeni stat açıldığından beri bu manzaraya aşinaydı. Her onbeş günde bir İstanbul’un hemen her yerinden insanlar vapurlara, trenlere biner gelirlerdi Fenerbahçe’nin maçını izlemek için. Dükkanlarını sarı-laciverte çeviren esnafın da bayramıydı bu günler. Misafirlerin kimi hemen bilet kuyruklarına girerken, biraz daha ehli keyif olanlar gelmişken sahilde bir tur atarlardı. Hele hava da güzelse yol daha da uzatılıp Bahariye’ye çıkılır, oradan Yoğurtçu Parkı’na geçilir, ve nihayet cebindeki paraya göre uzun ve sevimsiz kuyruklardan birinin sonuna ilişilinirdi. İşte bundan sonrası hayli sabır gerektirmekteydi, çünkü uzunluğu bir yana, bu kuyruklara sıklıkla kaynak yapanlar veya yapmaya çalışanlar olur, itiş-kakışlar yaşanır, kavgalar bile çıkardı. Saat üçteki bir maçın santrasını görmek için onbir oniki gibi kuyrukta olmak gerekirdi. Hele o kadar hali vakti yerinde değilse maçı izlemeye niyetlinin, saat dokuz-on gibi stat civarında olmalıydı ki kale arkası tribünlerin güzel bir yerinden yer kapsın. Elbette önemli maçlarda tüm bu program daha da erkene alınmalıydı. Selim de herkes gibi donmuştu. Üzerinde kuru hiçbir şey kalmamıştı. Pardesüvari lacivert hırkası, kazağı, gömleği, iç çamaşırları... En kötüsü ise pan- 7 tolonuydu. Bir iki yıl öncesinin modası; hani ‘ispanyol paça’ dediklerinden, üst tarafı dar, paçaları aksine geniş... Rüzgar estiğinde işte bu ıslak yelkenler bacağına yapışıp donduruyor ve ancak eliyle tutup çekerek ayırabiliyordu. Rüzgar da rüzgardı hani... Bu halde, elinden geldiğince az hareket ederek ve az yer kaplayarak 2 saat kadar bekledi. Sonra kapılar açıldı, kuyruk ilerlemeye başladı. Yarım saat kadar sonra gişenin önüne geldi, parayı verdi bileti aldı. Parmaklıklardan devam edip kale arkası tribünün kapısına geldi. Bileti görevliye verdi, yırtık yarısını geri alıp geçti. Üst araması yapan jandarma: “Kesici-delici birşey var mı?” diye sordu. “Deşici olur mu?” diye cevapladı Selim sırıtarak. Jandarma da sırıttı. Eliyle belini, kalçasını, bacaklarını yokladı. Diğer asker nüfus cüzdanının sayfalarını alelacele çevirdi, geçmesine izin verdi. Selim yırtık bilete baktı: T.C. İstanbul İl Gençlik ve Spor Müdürlüğü, Fenerbahçe - Samsunspor Futbol Karşılaşması, 13 Mart 1983, Pazar, 15:00, İstanbul Fenerbahçe Stadı, Yeni Açık Tribünü D Blok 57, Müsabaka Sonuna Kadar Saklayınız İçerde, tribüne çıkan merdivenlerin duvarlarında harfler vardı. Selim hafif bir kavis yaparak uzanan geniş ve yüksek koridor boyunca yürüyerek tek tek her merdivenin harfine baktı. H... G... bu da değil daha ilerde, uç tarafta olmalı… E... D... C... az daha ilerde... İşte bu! A bloğu... Merdivenlerden yukarı yollandı, tribüne çıkmak için. Kafasını çıkarır çıkarmaz tokat gibi bir rüzgar... “Hay...” 8 A Blok, skorbordun bulunduğu kale arkası tribünün en sağındaydı. Rüzgarın en çok tesir ettiği üst kısımlar ve kaleciden başka kimsenin adamakıllı görülemeyeceği en alt koltuklar bomboş, orta taraflar ise yarı yarıya dolmuştu. Koltuk derken, beton üstüne çakılmış, merdivenlere kadar uzanan boydan boya iki sıra düz tahta, sinema koltuğu değil. Selim yukarılara doğru tırmanmaya başladı. Birkaç sırayı merdivenlerden çıktıktan sonra “koltuklar”a basa basa çıkarak sağa doğru seğirtti. Birkaç itiraz, daha dikkatli olması yönünde tribün nezaketinde ikazdan sonra aşağı yukarı geçen maçtaki yerine geldi. Üç maçtır onu bekliyordu ama Rıfat görünürde yoktu. “Acaba,” diye geçirdi içinden, “yakalandı mı?” Üzerine oturmak için strafor ve ıslanmamak için torba satan satıcıdan minderini ve yağmurluğunu aldı. Elinde kova gibi birşeyle dolaşan köfteekmekçiyle de el kol işaretleriyle anlaştı: bir yarım, bir ayran. Çok geçmeden de beklediğine kavuştu. Rıfat, saçları ortadan hafif dökülmüş Rıfat, gözlüğünün çerçevesi kalın, camı kalın Rıfat, uzun montunun yakaları kalkık, kafasında torba, açık sarı bir atkıyı banka soyguncusu kovboylar gibi yüzüne dolamış Rıfat az önceki merdivenlerden kafasını çıkardı ve rüzgardan aynı tokadı yedi. Atkısı açıldı, yüzü göründü: Bıyık bırakmış. Yakışmamış ama. Rıfat saniyenin yarısı kadar bir zamanda tribünün üst tarafını taradı, gözleriyle Selim’i buldu. Ondan daha ustaca hopladı zıpladı, hiç küfür, azar yemeden yukarı tırmandı. 9 Arkadaşının yanına geldiğinde yüksek perdeden sordu: “Burası boş mu kardeş?” Selim aynı makamdan cevapladı: “Valla bilmem ben geldim, oturdum. Galiba boş.” Rıfat minderini dışarıdan almıştı, serdi oturdu. Lafa ilk Selim başladı gülümseyerek: “N’aber?” Rıfat birkaç saniye etrafına bakındı, cebinden bir Maltepe paketi çıkardı. Bir sigara yaktı, bir tane de Selim’e uzattı, yaktı: “Bir an önce başlayalım. Maç saat üçte galiba. 15-20 dakikaya burası hınca hınç dolacak. Dışarısı mahşer yeri gibi.” “Eyvallah,” dedi Selim. “Nasıl istersen.” Rıfat cebinden bir mendil çıkardı, yüzünü gözünü, sonra da gözlüğünü sildi. “Beni görmek istediğini söylemişsin kimi arkadaşlara.” dedi. “Mesele nedir?” “Aslında...” dedi Selim ve birkaç saniyede neredeyse sönecek kadar ıslanan sigaraya asıldı. “Aslında,” diye tekrar aldı sözü Rıfat. “benim buraya gelmem, seninle temasa geçmem büyük bir hata. Sen de biliyorsun.” “...” “Birincisi, aranıyorum, gazetelerde bile çarşaf çarşaf resimlerim çıktı.” “İkincisi?..” 10 Bu kez Rıfat sönmüş sigarasından bir fırt koparmaya uğraştı bir süre. Beyhude... “İkincisi son tutuklamalardan sonra artık burada buluşmuyoruz. Tabii, sen işin düşünce bizimle olmak istediğinden bilmezsin.” “Artık ben de aranıyorum. Burası da benim fikrim değil.” Elindeki ıslak tütün-kağıt karışımını yere fırlattı Selim. “O, kimi arkadaşların...” Devam etmedi. Bir süre ikisi de konuşmadı. Tribün giderek doluyordu. Biri Rıfat’tan biraz kenara kaymasını istedi. Rıfat, Selim’e doğru yanaşırken: “Özlem nasıl?” diye sordu. “Aynı!” “Halisülasyonlar devam ediyor mu?” “Evet. Ama şu sıra daha çok bir unutkanlık nöbeti geliyor.” “O nedir?” “Gün içinde birdenbire nerde olduğunu, ne yaptığını unutuyor. Bazen olduğu yere yığılıp kalıyor, bazen de aklına başka şeyler esiyor ve çıkıp onların peşine gidiyor.” dedi Selim. “Yanında biri varken neyse de... Bir gün herkesin dikkatinden kaçacak ve öyle çıkıp gidecek, kaybolacak diye korkuyorum.” “E peki kendine geldiğinde dönmez mi öyle olsa bile?” “Evi ben zor buluyorum, Özlem nasıl bulsun o haliyle? 2 ay önce Eminönü’nde yemek yedik, ben parayı öderken o çıkıp gitti. Bütün Eminönü’nü alt- 11 üst ettim. Neredeyse herşeyi göze alıp karakola bile gidecektim. Sonra akşam ne yapayım diye annemlere telefon ettim ki oradaymış.” Durdu, derin bir nefes verdi, yüzünden akan suları sildi. “Okula gideceğim diye Üsküdar’a geçmeye kalkmış. Neyse vapurda annemlerin bir komşusu görmüş onu. Anlamamış tabi önce. Ama Özlem lise, yazılı falan deyince... Almış annemlere götürmüş. Allah razı olsun.” “Kötü bir durum. Üzüldüm.” dedi Rıfat, kafasındaki naylon torbayı düzelterek. “Peki, benden tam olarak ne istiyorsun?” “Rıfat benim yurtdışına çıkmam lazım. Bir yılı geçti çalışmıyorum. Annemden aldığım harçlıkla olmuyor. Babam ise bana serseri muamelesi yapıyor. İş aradım ama olmadı.” Yine suratından akan suları silmeye çalıştı. “İş miş yok ya, hadi buldum diyelim, karakoldan kağıt, savcılıktan kağıt... Elli ayrı yerden belge istiyorlar. Ben daha ilkinde yakayı ele veririm. O zaman Özlem’e kim bakacak? Ayrıca belki bu illetin bir çaresi biliniyordur yurtdışında.” Rıfat, aşağı sırada kazağını çıkarmış, neşeyle sıkıp su çıkaran bir gence baktı. “Sen burada götürdün mü ki Özlem’i hastaneye falan?” “Annem götürdü bir iki defa. Ama çok da fazla ilgilenmemişler. Ben de bizzat götüremiyorum. Orada da birşeyler soracaklar, isteyecekler diye...” “Tam olarak ne istiyorsun benden? Para mı?” “Hayır, param var... Aslında yok da... Yurtdışına çıkacağımı bilsem, akrabalarımdan ayarlarım. Kullanılmamış biraz kredim var hala.” 12 “Eee nedir o zaman?” Selim neredeyse fısıldayarak: “Belgelerimi senin hazırlamanı istiyorum, daha doğrusu belgelerimizi.” “Nasıl yani?” Bu kez fısıldayarak: “Rıfat uzatma! Ne demek istediğimi biliyorsun. Pasaport ve vize gerekiyor dışarı çıkmamız için.” dedi Selim. Bu sırada takımlar ısınmak için sahaya çıktı. Tüm stat gibi Yeni Açık A Blok da ayağa kalktı tüm mevcuduyla. Selim ne olduğunu anlamaya çalışıyor, Rıfat bıyık altından sırıtarak tezahürata eşlik ediyordu. Onbeş dakikalık suratsız Rıfat gitmiş yerine yirmi küsür yıllık arkadaşı, şen, koca gözlüklü ve irice bir lise öğrencisi gelmişti sanki. Kısa süren bu tantanadan sonra sahadakiler içeri girdi, tribündekiler oturdu. Yağmur durmuştu ama rüzgar ahaliyi dövmeye devam ediyordu. “Benim böyle bir şeye yetkim yok.” dedi suratsız haline geri dönen Rıfat. “Hoş, olsaydı da kullanır mıydım bilmem. Darbeden sonra herkes yurtdışına çıkmak istiyor. Buna bir dur demeli, ancak dışarıda iken buraya faydalı olacak insanlar dışarıya çıkmalı.” “Sen ne diyorsun Rıfat?” dedi Selim zoraki gülümseyerek. “Sen... Ulan biz seninle çocukluk arkadaşıyız. Aynı mahallede büyüdük, top oynadık. Aynı okulda okuduk. Çetemize n’oldu? Hem ben sana, arkadaşlarına hep açtım kapımı.” 13 “Hadi be! Sen toptan ne anlarsın? Seni ancak kaleye koyardık, orada bile bir işe yaramazdın.” diye cevap verdi liseli Rıfat sırıtarak. “Herkes Feneri, Cimbomu tutarken sen Sarıyer’i tutardın. Annen seni bir kere börek yemeye götürmüş diye.” “Peki ulan! İlk rakıyı da beraber içmedik mi 72’nin yılbaşında Murat’ların evinde?” “Ne içmesi? Bir parmak rakı yoktu senin bardağında. Murat, Cafer ve ben bitirdik büyüğü o gece.” dedi Rıfat. Ve tekrar ciddileşerek ekledi: “Murat Ankara’da vuruldu geçen sene. Gece dışarıdaymış, dur ihtarına uymamış... 1 hafta komada kaldı, sonra öldü. Cafer ise hemen 12 Eylül günü tutuklandı. Metris’te şimdi.” “Murat’ı duydum. Ama Cafer’i bilmiyordum.” O anda önde hakemler, üç siyah forma giymiş adam, arkada takımlar -biri sarı-lacivert dikine çizgili, öteki beyaz formalı- sahaya çıktılar. Bu kez curcuna daha büyük oldu. Tüm stat yine ayakta, halay çeker gibi omuz omuza vermiş olduğu yerde zıplıyordu. Konfeti denen ince, rulo yapılmış şerit gibi kağıtlar, küçük küçük doğranmış kağıtlar uçuşuyor, irili ufaklı bayraklar, atkılar havada geziniyor, dalgalanıyordu. Çeşitli pankartlar –kimi biraz edepsizaçılmış, Karşı kale arkasından gelen tezahüratlara eşlik edilmeye başlanmıştı. Rıfat yine ciddilikten uzaklaşmış, çevresine uymakta fazla istekliydi. Okuldan kaçıp maç izlemeye gelmiş gibi... Selim, Rıfat’ın kulağına bağırdı: 14 “Siz zaten bunlardan sürüyle hazırlıyorsunuzdur kendi arkadaşlarınız için. Tek istediğim bana ve Özlem’e de birer tane hazırlamanız.” Beriki duydu mu, duymadı mı bilinmez... Cevap vermedi. Zaten verse de bu kez Selim duyamayacaktı. Yaklaşık on onbeş dakika tezahürat etmekle geçti. Selim bile Rıfat’ın bu keyfine şaşmış, katıldı bu bağırışmaya. Elinden geldiğince. Maç da başlamıştı. Rıfat’ın dediğine göre beyazlar rakip takımdı. Çok zevkli bir maç sayılmazdı. İki takım da öyle net gol pozisyonları bulamadan ilk yarı bitti. Birkaç dakika yine ikisi de konuşmadı. Bu kez lafa Rıfat başladı: “Peki neyle, nasıl çıkacaksınız yurtdışına? Nereye gideceksiniz? Akraba, eş-dost var mı dışarıda?” Selim sözü tekrar problemine getirmekten mutlu: “Yunanistan üzeri gitmeyi deneriz herhalde. Ne yapacağımı ben de tam bilmiyorum. Özlem’in bir dayısı vardı Hollanda’da... tek hısım... yardım edecek misin?” Rıfat bir süre birşey demedi, etrafına bakındı. Aşağıda amigonun biraz solunda, yukarılara bakan sakallı bir adamda bir süre takıldı gözleri. Sonra tekrar Selim’e döndü: “Resimleriniz yanındaysa ver. Ama dediğim gibi, ben yetkili değilim. Evrakları hazırlayan da değilim. Bir bakmam, arkadaşlarla konuşmam lazım.” Selim Rıfat’ın kolunu sıkarak: “Çok... çok sağol kardeşim...” 15 “Öyle peşin peşin sevinme. Ülkeden çıkmak isteyen çok!” diyerek iç çekti Rıfat, “Üstelik herkesin de güzel bir bahanesi var emin ol! Ben elimden geleni yaparım ama şimdiden sevinme.” “Peki anladım... yine de... eyvallah!” dedi Selim, iki siyah beyaz fotoğrafı verirken. İkinci yarı başladı. Fenerbahçe belirgin bir üstünlük kurdu oyunda, iki de oyuncu değişikliği yapmıştı. Bu devre tam da Selim ve Rıfat’ın bulunduğu taraf Samsunspor kalesiydi. Ataklar, heyecanlı pozisyonlar bu kalede oluyordu. Gelmesi muhtemel Fener golünü artık Selim de gönül rahatlığıyla izleyebilirdi. Rıfat’ın pasaport işlerini halledeceğinden emindi. Ne kadar öyle görünmeye çabalasa da Rıfat kalpsiz biri değildi çünkü. Maçın sonu iyice yaklaştığında sıkıntı, memnuniyetsizlik artmıştı. Hatta bazıları ümidini kesmiş, merdivenlere doğru yavaştan yanaşıyordu. Çıkışta beklememek için. Hakem maçı ha bitirdi ha bitirecek derken Fenerin sol açığı 2-3 kişiyi taç çizgisinin dibinde çalımladı, son çizgiye kadar inip ortaladı. Kaleci topu tokatladı, ama top yine Fenerli bir oyuncunun önüne düştü. Bu az önce net bir pozisyonu kaçırandı. Bu kez topu sakince düzeltti ve ceza sahasının dışından kalecinin soluna plaseledi. “Gooool!” Rıfat da kudurmuş gibi bağırdı herkes gibi. Önce Selim ile, sonra diğer yanındakiyle kucaklaştı. İkinci yarının başından beri samimiyet kurduğu arka sırayla ve öndeki, maç başlamadan kazağını sıkan çocukla da kucaklaştı. Sonra tekrar Selim’e dönüp: 16 “Gördün mü, ne plaseydi be!” “Neydi?” “Boşver, güzel goldü diyorum.” “Zamanı da güzel, tam bitirecekti herif.” Maç 1-0 bitti. İki eski arkadaş onbeş dakika kadar sonra merdivenlerden koridora inebildiler. Stattan çıkmadan, itiş kakış arasında Rıfat, Selim’in kulağına Cuma günü buluşmalarını, neticeyi bildireceğini söyledi ve kalabalığa karıştı. Selim ise çıkışa yönelmeden önce on-onbeş dakika bekledi. Sonra, kalabalık bir nebze azalınca çıkıp aheste aheste rıhtıma indi. Kadıköy’den vapurla Eminönü’ne, oradan da trenle Bakırköy’e geçti. İstasyonda kontrol vardı. Kimliksiz iki kişiyi cipe bindirdiler. Askerlerin elinde liste falan olmadığından Selim’de bir sorun çıkmadı. Sadece nüfus müdürlüğüne gidip yeni tip kimlik kartlarından almasını söylediler. Sokağa girdiğinde hava kararmıştı ama evin ışıkları yanmıyordu. Dış kapıyı aceleyle açtı, merdivenleri ikişer ikişer çıktı, dairenin kapısını kilitlemişti giderken, onu da aynı aceleyle açtı: İçerisi zifir karanlık. “Özlem!” “Efendim!” “Neden ışıkları yakmıyorsun güzelim? Korkuttun beni.” “Bilmem... oturuyordum, farketmemişim!” 17 Selim ışığı yakmadan sesin geldiği tarafa, salona gitti. Özlem’in silüetini masa başında oturur vaziyette buldu, karşısına oturdu. Elini tuttu, öptü. “Rıfat nasılmış, ne yapıyormuş?” dedi Özlem. “Islanmışsın.” “Gezdik biraz, selamı var. İşe girmiş. Çok yoruluyormuş. Söylenip durdu.” *** Rıfat stattan itiş kakış, güç bela çıkabildi. Sol tarafa Bağdat Caddesi’ne gitmek istemesine rağmen Kadıköy’e doğru sürüklendi. Yankesicilere karşı cüzdanını ceketinin iç cebine koydu. Üstü başı hala tam kurumamıştı. Ancak rüzgar-yağmur dinmiş, güneş açmıştı. Parkın oradaki köprüde insan denizi ancak seyrelmişti. Madem öyle o da bu tarafa giderdi. Nasılsa eve gitmek için akşamı beklemek gerek. Yoğurtçu Parkı’na girdi. Cıvıl cıvıl, cennet mübarek. Kış günü bile kuşlar ötüyor. İyi olmuştu Selim’i gördüğü. İki yıl sonra... Arka taraftaki alanda ikisi daha büyükçe beş-altı çocuk bağıra çağıra top oynuyor. Kendi çocukluk yılları geldi aklına. Arkadaşları... Çocukları görebileceği kuru bir bank seçti, oturdu. Selim pek kıvıramazdı bu top işini. Büyük çocuklardan biri ötekine çelme takıp bir su birikintisine düşürüyor, yerdekinden okkalı bir küfür yiyor. Aynı şekilde de cevap veriyor. Ama Murat ve Cafer fena oyuncu değillerdi… Yaşıttılar hepsi, yalnız Murat 2 yaş küçüktü. Fakat en çapkınları da oydu. İlk “kız eli”ni Murat 18 tutmuştu. Daha liseye bile gitmiyordu hem de o zaman. Her şeyi çok önce öğrendi, yaptı. Her şeyi… Kalktı, parktan çıktı. Sırık Cafer daha sessiz, sakindi. Çok tertipliydi. Cebinde yedek çorap taşır, maç yaptıktan sonra çoraplarını değiştirirdi. Arkadan hala çocukların küfür sesleri geliyor. Bahariye Caddesi’ne çıkan yokuşlardan birine vurdu. Rıfat hep otoriter, Selim ise hep neşeliydi. Olur olmaz her şeye karışır, başından belayı eksik etmezdi. Ama şikayet de etmezdi hiç. Her musibette bir iyi taraf bulurdu, hatta insanı sinirlendirecek kadar. Yukarda, Fransız lisesi’nin önünde bir polis otosu ve de haki bir cip bekliyor. Arka mahallenin piçleriyle çıkan kavgada sol kolunu kırdığında annesine: “Sağ kırılsaydı daha kötü olurdu.” demişti. Selim’in annesi asabi, hükümet gibi kadındı; az daha kırıyordu onu da. Haki yeşil cipin önünde aynı renk, biri tüfeksiz, iki asker, gülüşüyorlar. Tüfeksiz olanın miğferi elinde, hızlı hızlı birşeyler anlatıyor. Elindekini öbürünün kafasına vuruyor. “Tok” diye bir ses çıkıyor miğferlerden, tekrar gülüyorlar. Polisler ise ortalıkta yok. İlk siyasi vukuatları saydıkları o kavganın Özlem yüzünden çıktığını çok sonra itiraf etmişti Selim. Meğer kızı görmek için fazlaca ihlal etmiş mahalle sınırlarını. Bu da diğer mahallenin namusunu zedelemiş. Bahariye’de trafik sıkışmış. Sola, Moda’ya döndü. Sopalı, taşlı güruh tekbir getirerek, “ahlaksız komünistler!”, “burası Moskova mı?” diyerek geldiğinden, çeteleri için bu siyasi bir kavgaydı. Dayaktı daha doğrusu. Tabii, kesinlikle bizimkiler dövmüştü. Bahariyenin en cafcaflı kısmı burası. Her yerde bir kalabalık, bir kalabalık. Cadde, 19 sinemalar, büfeler, pasajlar... Bir gözlük (Rıfat’ın) ve bir kol karşılığı bir diş kırmışlardı. Ona karşı (yoksa onbeş miydi?) dört, üstelik de sopasız mopasız olduklarından ‘dövmüşlerdi’ işte. Hatta o dişi de saklayacaklardı ya, Cafer cebinden düşürmüştü. “İğrenip atmıştır, hanımevladı.” diyerek güldü Rıfat kendi kendine. Üniversite yıllarında mahalleye az uğrar olmuştu. Buralarda kalabalık seyreliyor yavaş yavaş. Tek tük gelip geçenler... Aynı dönemde Cafer ODTÜKimya’nın, Murat Mülkiye’nin sınavlarını kazanıp Ankara’ya gitmiş, Selim bir marangoz atölyesinde işe girip Özlem’le nişanlanmıştı. Kilisenin yanında, Şekerbank’ın önünde iki nöbetçi asker daha. Ama deminkiler kadar neşeli değiller. Sonra Özlem tuhaf ve ağır bir hastalığa yakalanıp 1 yıl kadar hastanede yattı. Hastalıktan mı, hastaneden mi bilinmez ama bir daha eski Özlem olamadı. Tüm bunlar olurken Selim, kızı bir an olsun yalnız bırakmamıştı. Taburcu olduktan 2 ay sonra da evlendiler. Rıfat’ın çetesi en son bu düğünde tam tekmil biraradaydı, rakıları yapıştırırken. Hepsinin aileleri aynı apartmanda oturuyordu ama Selim’in dışındakileri bir daha görmemişti. Selim ile ilişkileri de farklı bir biçim almıştı. Kalacak yeri olmadığı zaman Selim’in yeni açtığı atölyesinde uyuyordu. Ufak bir meydandan sağa döndü, rıhtıma, iskelelere doğru... Sonra Selim, Rıfat’ın arkadaşlarıyla atölyede toplanmalarına izin verir oldu. En sonunda artık toplantılar için Rıfat’a da gerek yoktu. İşler iyi gitmediğin- 20 den, Selim 12 Eylül’den aylar önce kapatmıştı atölyesini ama bu onu ifadelerde, tutanaklarda bahsedilmekten kurtaramadı. Polis için artık “Selim’in Atölyesi” çok tanıdık bir mekan ismiydi. Hatta açıkta kalan birkaç olayın faili neden bu “meçhul” Selim olmasındı. Ara sokaklardan indikten sonra nihayet denizi gördü. Bir ay kadar önce Selim, her nasılsa, Rıfat’ın arkadaşlarından dışarıda kalabilmiş birini bulmuş, görüşmek istediğini söylemişti. O kişi de, Rıfat’ı ne zaman göreceği belli olmadığından, Selim’e bir süre maçlara gidip A Blokta beklemesini söylemişti. Hemen önünde otobüs duraklarının orada kollarında ve miğferlerinde AS.İZ. yazılı askerler kimlik kontrolü yapıyor. Hiç istifini bozmadan sağa döndü. Birkaç ay öncesine kadar bağlantılar koptuğunda Rıfat’ın uyguladığı bir yöntemdi bu stat işi. Fena da olmuyordu hani. Bir zamanlar çokça alışık olduğu kalabalıkları görüyor, arada Fenerin maçını da izlemiş oluyordu. Migros’un önündeki ışıklardan geçti, burada da nöbetçi bir jandarma ekibi vardı. Kadıköy’de artık maçın izleri tamamen kaybolmuştu. Herkes geldiği gibi, İstanbul’un dört yanına dağılmıştı. Hava kararmaya başlarken Rıfat da gezisini bitirmiş, Rıhtım Caddesi’nden Yeldeğirmeni’ne doğru yönelmişti. Birahanelerin önünden geçtikten sonra ilk sağa sapıp tırmanmaya başladı. Hacı sakallı, takkeli bir bakkaldan yumurta, ekmek ve sigara aldı. Sokağına varınca birkaç saniye etrafı dinledi, kokladı. Ardından usulca apartmana girip bodrum katına süzüldü. Kapıyı açınca herzamanki rutubet kokusu vurdu burnuna. Alacakaranlıkta caddeye ba- 21 kan odadan kaçarak arkadaki kör odaya girdi. Yaklaşmaktan çekindiği oda evin bir nebze güneş gören, duvarları yosunsuz tek yeriydi. İçinde evsahibine ait birkaç eşya ve perdesiz camında kocaman bir KİRALIK yazısı vardı. Kaldığı odadakiler ise bir valiz, bir piknik tüp, kararmış bir tava ve yataktan ibaretti. Yatak dediysek: en altta koli kartonları, onların üstünde biri döşek, diğeri örtü hizmeti gören iki battaniye… Başka bir şeye ihtiyaç duymadığı gibi, her daim seferi olduğundan daha fazla eşyası da olamazdı. Askeri Yönetim tüm kiracıların muhtarlıklara kayıtlı olmasında pek ısrarcıydı. Rıfat bu ısrara ancak bir emlakçının yardımıyla dayanıyordu. Hem hayır, hem de para sever bu adam eline izbe, sahiplerinin kiralamakta aceleci olmadığı evler düşünce haberdar ediyordu. Bu da öyle bir yerdi işte. Girip çıkarken dikkatli olursa, birkaç ay kalabilirdi rahatça. Rıfat yumurtaları kırdı, çatal kullanmadan, tavadan ekmekle yedi. Bulaşıkla mulaşıkla uğraşılmazdı şimdi. Işığı kapattı, gözlüğünü çıkarıp yattı. Selim’in işini nasıl halledeceğini düşündü. Kabul ettirmesine mümkünat yoktu ama yarınki buluşmada soracaktı yine de. Ertesi gün öğleden önce görüşmenin olacağı yere vardı: Bir börekçi. Arkadaş kendisinden önce gelmişti. El sıkıştılar, mutfağa yöneldiler. Mutfak loş. Hamur tepsisinin olduğu masaya geçip oturdular. Dükkan sahibi geldi, sessizce tepsiyi alıp çırağa iki çay getirmesini söyledi. Diğeri, adama başıyla teşekkür etti. Az sonra, cılız bir delikanlı ocaktan iki fincan çay doldurup getirdi. Bu kez Rıfat teşekkür 22 etti delikanlıya. Çırak korku dolu bir bakışla cevapladı. Son tutuklamalardan sonra kimler gitti, kimler kaldı anlamaya çalışıyorlardı. Rıfat’a her hafta olduğu gibi kabarık bir haber alınamayanlar listesi verildi, tek tek gidip bir şekilde kontrol etmesi için. Bir de zarf... Metin’e iletilecek... kimlik vb. hazırlamak için muhtemelen. Bir saat kadar başka meseleler konuşulup “şimdilik bu kadar” dendiğinde Rıfat ekledi: “Bir mesele daha var aslında.” Öteki kalkmak için hazırlandığı sandalyeye tekrar yerleşti: “Nedir? Dinliyorum.” “Bir arkadaşım var, bir arkadaş var… Selim… Zamanında bize çok yardım etmişti.” “Evet?” “Şimdi onun da başı dertte biraz,” dedi Rıfat, karşısında oturanın omzunun üstünden karşı duvara tırmanan böceği izleyerek. Sonra gözlerini kaynayan ocağa dikti. Üç demlik büyükçe bir kazanın üzerinde. “Yardım etmemizi istiyor.” “Nasıl bir yardım peki?” dedi beriki. “Kalacak yer mi? Para mı?” “Hayır,” Hala ocağı inceliyordu Rıfat. “Öyle değil.” Demliklerin bir tanesi yana yatık, düşecek gibi. Kazanın musluğu da damlatıyor, şıp şıp. “Yurtdışına çıkmak istiyor eşiyle birlikte. Ama aranır durumda, belgeler için yardım istiyor.” Öteki sırıttı: 23 “Eşiyle yurtdışına çıkacak ha! Balayına mı?” Rıfat ocağı bıraktı, karşısındakine baktı: “Ama durum karışık biraz, öyle göründüğü gibi değil!” Öteki kendi esprisini beğenmiş olacak, hala sırıtıyordu. “Bizim yapabileceğimiz bir şey yok!” “Durum gerçekten ciddi ama, Selim aranıyor, eşi de…” “Arkadaşım!” diye kesti diğeri. Bu kez gülmüyordu. “O kadar çok insan istiyor ki şimdi bunu. Kendi arkadaşlarımıza yardım edersek öbürlerinin günahı ne? Sen de biliyorsun: Herkese yetişemeyiz.” “Doğru, yetişemeyiz.” Fincanları incelemeye başladı şimdi de. Bir tanesinin kulbu çatlamış, birinin elinde kalacak. “Ayrıca hatır ilişkilerimizi, arkadaşlıklarımızı da ön plana çıkarmamalıyız bu kadar.” Öteki devam ediyordu. “O arkadaşına incitmeden yardımcı olamayacağımızı söyleyelim ve kendi işlerimize yoğunlaşalım.” “Evet,” dedi Rıfat. “haklısın.” “Öyleyse sorunumuz yok. Başka bir şey var mı?” “Hayır, yok!” “Peki, haftaya görüşürüz.” El sıkıştılar. İlk önce öteki çıktı mutfaktan. Rıfat beş dakika kadar daha kaldı. Sonra o da çıktı. Gözleri kamaştı: amma da aydınlık. Çırağın yüzü gülüyor, yabancıların gitmesinden memnun, dükkan sahibi de öyle. Rıfat ikisini de başıyla selamladı çıkarken. Bö- 24 rekçiden çıkınca haber alınamayanlar listesinden en yakındakini seçti gitmek için. Adamı buldu, kesin bir dille yapması gerekenleri anlattı. Sonra diğer en yakına yollandı. Ertesi gün de böyle geçti. Birkaç tanesi hariç gittiklerinin çoğuna ulaşmıştı. Salı günü Metin’e uğrayacaktı ama yetişemedi. Çarşambaya kaldı. Evden geç çıkarak akşama doğru iskeleye geldi. Eminönü’ne geçecek. Vapurda burun tarafında, dışarda oturdu, sigara için. Çakmağı yanmadı. Siyah uzun paltolu, kaba sakallı, kaba birinden ateş istedi. Adam pek bir rahatsız oldu bu talepten, istemeye istemeye çıkardı verdi çakmağını. Tesadüf o ya, vapur tam Haydarpaşa açığındaki gemi enkazının yanından geçerken bir seyyar satıcı geldi; hiç bitmeyen, tutukluk yapmayan, sönmeyen, sonsuza kadar yanan çakmaklardan satmaya başladı. Rıfat el edip aldı bir tane hemen. Metin Sirkeci’de, postanenin yakınlarında bir muhasebecide çalışıyordu. Parası iyi değildi işin, neredeyse boğazı tokluğuna. Ama dosyalar, kaşeler, mühürler arasında iyi kamufle oluyordu. Rıfat ona genelde akşam üç ila beş arası uğramaya çalışırdı. Patronun olmadığı saatlerde. Yine öyle yaptı, saat dört buçukta eski tarzda, rutubet ve kağıt kokan, muhasebeci, avukat ve benzer, evrakı bol büroların olduğu hanın dev kapısından girdi. Spiral gibi dönen basık merdivenlerden; uzun, havasız bir koridordan sonra daha da havasız bir bürodan içeri girdi. İki üç masa: tepeleme dosya dolu. Metin birinde oturmuş uyukluyor. “Selam Metin, nasılsın?” 25 “Ooo, iyilik paşam… n’olsun… Senden n’aber?” “İyidir iyi.” “Siparişler varmış yine?” “Öyle.” diyerek şişkin zarfı uzattı Rıfat. “Acelen ne be paşam, otur bi çay iç!” “İçelim bakalım.” Metin zarfı çekmeceye koydu, kalktı bürodan çıktı, 3 kat aşağıya, hanın çaycısına, bağıra çağıra 2 çay söyledi. “Yalnız işlerden biri acil.” dedi Rıfat, geri dönen Metin’e. “Neymiş o? Ne kadar acil?” “Bunu sonradan eklediler. Dün aldım daha.” dedi Rıfat ve iki siyah beyaz vesikalık koydu Metin’in masasına. “Yurtdışına çıkış için. Yarına lazım” “Yurtdışına çıkış için mi? Ne yani uçak bileti mi?” dedi Metin sırıtarak. “Dalga geçme!” diye cevap verdi Rıfat. “Pasaport, bir de vize sanırım.” son kelimelerde sesi titredi. Metin işkillendi, “Nasıl yani? Kesin bir şey söylemediler mi sana?” diye sordu. “Pasaport ve vize… İkisi birden.” “Vize hangi ülke için?” “Yunanistan!” Bir soru daha gelemeden çaycı geldi, çayları bırakıp markaları aldı. Metin’e Galatasaray’ın o haftaki maçıyla ilgili açık saçık bir espri yaparak gitti. 26 Metin tekrar Rıfat’a döndü: “Peki bu arkadaşlar nüfus cüzdansız mı dolaşacak? Öyle yapmayacaklarsa birer fotoğraf daha lazım.” Rıfat birkaç saniye durakladı, çayından içti. Sonra soğuk bir sesle: “Bilmiyorum. Bana söylenen bu, istersen kendin sorarsın nasıl çıkacaklarını.” dedi. “İyi peki paşam, yarına pasaportları yaparım. Kızma...” O da çayından okkalı bir fırt çekti. “Yalnız vize için davetiyeler falan lazım. Yunanistan ile ilgili hiçbir şey yok elimde. Hemen de bulamam. Sonra kimlik konusunda da ciddiyim. Onlar da gerekiyorsa birer fotoğraf daha lazım.” “O zaman kendin çoğalt! Başka fotoğraf bulamam sana.” “Bu işi gerçekten arkadaşlar mı verdi sana?” Metin son yudumu da içtikten sonra çay kaşığını ince bellinin içine attı. “Yoksa hatır işi mi?” “İstersen... kontrol edebilirsin.” “Hiç uğraşamam vallahi. Diğer getirdiklerin için haftaya uğrayacaklar, bunlar da ancak o zamana yetişir zaten. Hepsini sarar sarmalar veririm.” “O kadar vakit yok ki, bu acil!” “Acil olmayan bir işimiz var mı şu sıralar?” Rıfat masadaki kalemlikten bir kalem kaptı, ufak bir kağıda karınca duası gibi birşeyler yazdı, verdi. “İyi o zaman. Ama diğerlerinden önce biterse... adres bu.” Gözlüğünü düzeltti. “Arkadaşın gelip alma- 27 sını bekleme. Sorumluluk benim. Sen biriyle gönder.” Kalktı, kapıya yollandı, “Allahaısmarladık.” Hanın kapısında çaycıyla karşılaştı, adam selamını almadığı gibi bir de arkasından küfretti sessizce. Rıfat dönüp baktı, ama diğeri çoktan basıp gitmişti çay ocağına. Dışarıda kuru bir ayaz... Atkısını boynuna doladı, uzun gri ceketinin önünü ilikledi. Yakasını kaldırırken karşı kaldırımda kalem, mektup zarfı, kağıt satan bir işportacıya ilişti gözleri. Adamda ne bir kasket, bir atkı ne de bir ceket vardı. Yazık der gibilerden kafasını salladı, yoluna koyuldu. Eminönü’nden tekrar vapura bindi. Kadıköy’e inerken polis kimlik kontrolü yapıyordu. Kimliklere bakan Polis Metin’in elinden çıkma hüviyetin sayfalarını evirdi çevirdi, kafasını kaldırıp Rıfat’ın yüzüne baktı: Çok genç, şaşılacak kadar genç. Şapkasının siperliğinden gözlerinin yarısı ancak görünüyor. Mavi, soğuk, kuşkulu gözler... Birşey demeden, kafasını arkasındaki kadına çevirdi. Bir eliyle Rıfat’ınkini geri verdi, diğer eliyle kadının hüviyetini aldı, incelemeye başladı. Rıfat iskeleden çıktı, geçenleri süzen, başka iki çift siperlikli gözün ve ekip otosunun yanından yürüdü gitti. Yine tam hava kararırken, sokağa çıkma yasağının başlamasından çok önce evine ulaştı. Perşembe günü iki kişiyle daha irtibata geçmesi gerekiyordu ama ikisini de adreslerinde bulamadı. Birisi işe gelmez olmuşmuş, öbürünün evi diye gittiği yer ise radyo-televizyon tamircisiymiş. Tamirci hep oradaymış ve öyle birini hiç tanımıyormuş. 28 Ertesi günü tamamen Selim’e ayırmıştı. Geçen sefer, maçtaki görüşme pek ayaküstü olmuştu. Üstelik biraz da ters davranmıştı Selim’e. Şimdi bunu telafi edecek, ne yapıp edip işini halledeceğinin müjdesini verecekti. Sonra laf lafı açacak, belki akşama kadar oturup kalacaklardı bir yerde. Selim onun kusuruna bakmazdı. Allah bilir tavla bile oynarlardı. Yine mars olurdu Selim’e. Öğleye doğru ancak uyandı. Hala yorgundu ya dünden, yine de kalkması lazımdı. Tuvaletteki aynanın küfleri arasından kendini gördü. Traşı gelmiş, yorgun bir surat... Giyindi. Beş dakika kadar apartmanın merdivenlerini dinledikten sonra kimsenin olmadığına karar verip çıktı. Kapalı, gri bir gündü. Sokak boş. Diğer sokak da. Hatta aşağı, Rıhtım Caddesine kadar bütün sokaklar boş. Bir tek yukarıda bir adam görünüp kayboldu sanki. Siyah uzun paltolu... ya da pardösülü... Birbirine paralel denize inen uzun yokuşları kese kese, ara sokaklardan devam etti. Hakikaten çok az insan vardı bugün sokaklarda. Altıyol’a çıktı. Işıklardan karşıya geçti. Yolun ortasındaki iri askeri aracın yanından geçerek stadın olduğu tarafa yöneldi. Yoğurtçu Parkı’nda buluşacaklardı Selim ile. Stadın yakınında yine... Bugün Cuma pazarı olduğundan etraf yine kalabalık olur diye ummuştu ama tersine. Tek tük kimi file, kimi pazar çantası, kimi ise naylon torbalarıyla Rıfat’ın indiği yokuşu çıkanlar vardı. Çoğu ihtiyar. Bir büfeden içeri girdi. Sigara almak için. Büfeciye parayı verirken aynadan iki adamın karşı kaldırımda, biraz geride durduğunu gördü. Biri vapurdaki sakallı, siyah uzun palto giymiş cenabet herif... Di- 29 ğeri de pek yabancı gelmiyor. Adamlar kendi aralarında konuşuyorlar ama arada dönüp büfeye bakıyorlardı. Eli titredi, büfecinin verdiği bozuk paraları düşürdü. Belki de tesadüftür. Dört-beş tane madeni 5 liralık yere saçıldı. Eğildi, ikisini aldı... Diğerlerini bırakıp çıktı. Yürümeye başladı. Vitrinlerden anlayabildiği kadarıyla adamlar da hareketlendiler. Ne yapmalı? İlerde bir kavşak... sol: salı pazarı; sağ: bahariye; düz: stat ve park... Ne zamandır peşindeydiler? Selim de takipte miydi? Tam salı pazarına kıvrılan yolun köşesinde beyaz bir Toros, park halinde... içinde iki ya da üç kişi... Selim’e bulaştırmamalı bunu, bulaştırmamalı. Rıfat düz devam etti, ışıklardan karşıya geçti. Kavşaktan beş-altı adım sonra, bir kontak sesi... Araba hareket etti. Selim’e bulaştırmamalı, onu da yakmamalı. Yavaşladı. Yol az öncekine göre daralmıştı. Zavallı Özlem ne olacak? Biraz ilerde Rıfat’ın kaldırımına park etmiş bir kamyonet, daha ilerde bir köprü... Kurbağalıdere’nin üstünden geçen bu köprüden sonra yine bir yol ayrımı... sol: stat... sağ: Yoğurtçu Parkı... Selim... Selim onun kusuruna bakmazdı. Köprü geliyor. Allah bilir tavla bile oynarlardı. Köprüde yine tanıdık bir adam: Televizyon tamircisi! Rıfat adımlarını yavaşlattı, yavaşlattı. Birden başka birşey dank etti: Geçen gün kendisine verilen liste hâlâ üstündeydi. Ellerini yavaşça ceketinin ceplerine soktu. Sol cepte az önce aldığı sigara, sağda ise... Kamyonete birkaç adım kalmıştı. Televizyon tamircisi onu kıpırdamadan süzüyordu. Rıfat tam kamyo- 30 net ile duvar arasına girerken elini beline attı ve birden eğildi. Arkasından gelenler yaygarayı kopardı. “Dur! Polis!” Silah sesleri... Cayırtı... Yanında yeni beliren iki kişiyle beraber TV tamircisi ve Rıfat’ın arkasından gelenler, yere yatmış iki taraftan ateş ediyorlardı. Arada da sakallı ve TV tamircisinin bet sesi duyluyordu. “Teslim ol!” “...” “Ellerini kaldır!” Otuz-kırk saniye sonra sakallı elini kaldırdı, bağırdı: “Yeter!” Silah sesleri.. “Yeter ulan! Kesin!” Köprüdekiler ve arkadakiler ayağa kalktı. TV tamircisiyle yanındakilerden biri kamyonetin altına girmiş cesedi iki ayağından tutup çektiler. Rıfat’ı sırtüstü çevirdiler, gözlüğü düşmüş Rıfat’ı, kazağı pantolonundan çıkmış, atkısı, ceketi ve pantolonu kanlı Rıfat’ı sokağın ortasına sürüklediler. Bu sırada sakallıyla yanındaki, ceketsiz işportacı da gelmişlerdi. Sakallı trafiğin kesilmesini ve cesedin üstünün aranmasını buyurdu. Anarşistin silahını da bölge komutanlığındaki balistik büroya göndermek üzere bir kese kağıdına koyacaklardı. Beş dakikaya kadar tüm buyruklar yerine getirildi. Takviye jandarma 31 birliği geldi. Rıfat’ın üstü gazete kağıtlarıyla örtüldü, o sokağa trafik akışı kesildi. “Amirim,” dedi TV tamircisi ellerini bir esnafın verdiği havluya silerek, “üzerinde silah yokmuş!” “Nasıl yokmuş?” “Yokmuş.” Havlu kıpkırmızı olmuştu. “Bir takım kağıtlar varmış, onları da yakmış kamyonetin altında. Sadece işe yaramaz, yırtık bir parça bulabildik, kemerine takılmış.” dedi ve Rıfat’ın üzerinden çıkanların olduğu zarfa sönmez-bitmez çakmağını, sahte kimliğini, yanmadan kalmış bir kağıt köşesini ve o yırtık parçayı da ekleyip verdi sakallıya. *** Sağanak yağmur altında stat boşalmış, maçtan çıkan insanlar gece karanlığında dört bir yana doğru akmaya başlamıştı. Kadıköylüler alışıktı bu manzaraya. Her onbeş günde bir İstanbul’un hemen her yerinden insanlar vapurlara, trenlere biner Kadıköy’e gelirlerdi Fenerbahçe’nin maçını izlemek için. İnsan selinin içinde genç bir delikanlıyla babası, sağa doğru gitmek isterken sol tarafa doğru sürükleniyordu. Nihayet kalabalık seyrekleşmeye başladığında istedikleri tarafa yöneldiler. Baba cep telefonuyla mesaj çekmeye çalışıyor, adeta boğuşuyordu. Altıyol’a doğru giderlerken tam köprünün üstünde liseli Rıfat babasına döndü: “Baba, son golü gördün mü? Ne plaseydi di mi?” “Öyleydi valla!” Selim nihayet mesajı göndermeyi kıvırmıştı. Telefonu cebine koyarken ekledi, “Ha- 32 di hadi, geç oldu, daha Cafer Amcanlara gidip anneni alacağız. Anneni üzmememiz gerektiğini biliyorsun!” Geldiklerinde Cafer Amcası, Rıfat’ın annesine, oğlunun isim babasının hikayesini anlatıyordu. Selimler Türkiye’ye döndüklerinden beri belki onbeş, belki yirmi defa yapmıştı bunu. Kendisi de bunları Metris’teyken, o günlerde yeni tutuklanan önemli birinden öğrenmişmiş. Özlem, ilk defa duyuyor gibi heyecanlı. Sırık Cafer’in, saçları, bıyığı hafif kırlaşmış. Selim’le tokalaştıktan, delikanlıya sataştıktan sonra devam etti anlatmaya. Selim’in parktan silah seslerini duymasından üç gün sonra, muhasebecinin basılmasından bir hafta önce Metin, işyerine gelen ziyaretçisine: “Daha geçen gün buradaydı.” demiş. “Zarfı getirdi. Bir de, iki fotoğraf bıraktı. Pasaport falan lazımmış. Hatır gönül işlerinden...” Öteki hiçbir tepki vermeden dinliyormuş. “Hatta bir de adres verdi. Sen gelmeden göndereyim diye.” Metin, Selim’in annesinin adresinin yazılı olduğu kağıdı çıkarıp masaya koymuş, Özlem’in ve Selim’in fotoğrafıyla beraber. “Ama ben valla hiçbir şey yapmadım.” Yine bir süre sustuktan sonra “Peki ne bekliyorsun?” diye sormuş öteki. “Vasiyet... Derhal hazırlayalım ve yerine ulaştıralım!” 33 EVSAHİBİ Aynı sokaktan üçüncü geçişi. İlkinde bir minibüsle bir cip arasındaki boşluğu görmüş, ama gözü kesmemişti girmeye. Başka yer bulamayıp döndüğünde ise artık o boşluk da doldurulmuştu. Umutsuzca tekrar bir tur atıyordu ki, metalik mavi bir Opel, donuk, yuvarlak sıraların arasından çıktı. Hah! Hemen gidip yeri kaptı, hafifçe kaldırıma sürterek gümüş Ford’unu park etti. Havanın soğukluğunu arabadan çıkınca farketti. Ayaz ellerine, yüzüne iğneler batırıyor, ciğerini deliyordu. Üç mü? Hayır, bu sokaktan belki üç bininci geçişiydi. Heryer tanıdık. Gerisin geriye yürürken kendi kayıtsızlığına kızdı, “İnsan içerden anlamıyor,” diye söylendi. Titreye titreye Kamil Ağabeylerin köşeye gelince sağa döndü. Üşümek hoşuna gidiyordu nedense, yoksa atkısını, pardösüsünü alabilirdi arabadan. Köşeyi dönerken ister istemez yukarı, dördüncü kat penceresine baktı. Rüzgar suratına vurdu, kafasını eğdi. Sokak. Solundaki ana caddeye paralel, aşağı yukarı üç araba genişliğinde... İki yanı da yüksek 34 apartmanlarla çevrili olduğundan güngörmez, uzunca bir tünel gibi. Eskiden de vardı bu binalar ama şimdi ona boyları biraz uzamış gibi geliyordu. Bu kadar karanlık değildi. Elleri cebinde, sokağın diğer ucuna, iki katlı bodur bir binaya doğru yollandı. Hazırolda dikilen diğer yüksek yapıların aksine, bu, iki yanındaki -donuk renkli arabalarca işgal edilmişgeniş boşluklarıyla, sarı, pis, eski bir apartmancıktı. Sadece iki dairesi vardı altlı üstlü. Mavi olduğunu düşündüğü yeni boyalı siyah kapıya geldiğinde anahtarlığını çıkardı. Uzun zamandır gelmemiş olmasına rağmen hergün cebinde taşıyıp durduğu anahtarları hemen ayırdı. Ama kapıyı açamadı: Kilit değiştirilmiş. Yanlış anahtarı denemiş olabileceğini düşünerek diğer anahtarları da kilide sokmaya çalıştı, olmadı. Zaten emindi kendinden. Değiştirilmiş işte. Cep telefonunu çıkardı ablasını aramak için. Para getiren her işle olduğu gibi bu baba yadigarı evleriyle de ablası ilgileniyordu. Alt kattaki mendebur herifleri bulup getirmiş, daireyi onlara kiralamış; hatta bununla da kalmayıp binayı olduğu gibi onlara satmak için anlaşmıştı. Zaten bu köhne ve rutubetli yerin zerre kadar bir anlamı kalmamış, getirdiği üç beş kuruş kira geliri karı-kocakardeş’in yekun geliri yanında su damlasına dönmüştü. Satıp parayı kırışmak çok daha akılcıydı, değil mi ya! Bir bilgisayar firması da talip olup pazarlığı kızıştırınca, aşağı yukarı iki misli bir paraya okutulmuştu köhne bina. Alt kattaki eski kiracı, yeni mal sahibi adamlar avukattı, üç ortak, bir hukuk bürosu açmışlar ve kalburüstü bir bankanın işlerini kapıp köşeyi dönmüşlerdi. Memleketin ekonomisi ne 35 zaman dara girse, bu kalpazanlara gün doğuyordu. Hacizdi, temerrüttü, yeddi emindi, mahkemeydi derken 3 lira borcu 10 lira yapıyor, komisyonu götürüyorlardı. Kendisi için bir tehdit olmamalarına karşın günahı kadar sevmezdi onları. Şu kapı meselesi de kesin onların yiyeceği bir halt idi. Cep telefonunu kurcalarken durdu, aramaktan vazgeçti. Avukatların ziline asıldı. Acaba üst katın kilidini de değiştirmişler miydi? İçeride hala eşyalar vardı. Olmalıydı. Buraya geliş sebebi de buydu zaten. Özel bir iki parça eşyasını almak. Aslında bir şey daha vardı onu buraya çeken. Ne olduğunu daha tam kavrayamasa da varlığından haberdardı. Uzun zamandır bastırmayı pek güzel beceriyordu kendisini bu eve, hatıralarına çeken hisleri. Ancak bu satış işi dengeleri bozmuştu. Ablası kalpazanlara evdeki eski eşyaları da hurdacıya vermelerini söylemiş, yalnız kitapları ayırmalarını rica etmişti. Onları şirket olarak özel bir üniversitenin kütüphanesine bağışlayacaktı. Ya reklam amacıyla ya da muhakkak başka bir çıkar için. Zili tekrar uzun uzun çaldı. Peki ablası da iki gün önce gelip birtakım öteberisini almamış mıydı? Şu halde zaten haberdardı kilit meselesinden. Ayağının ucuyla çift kanatlı iri kapıyı tekmeledi iki kez. Bam güm. Gitti, avukatların olduğu alt katın sokağa bakan camlarından içerisini görmeye çalıştı. Işık yanıyordu. İçerideler. Camı tıklattı. Bir daha tıklattı: Ses, seda yok. Hava karanlıktı karanlık olmasına ama daha akşam olmamış, mesai falan bitmemişti. Hangi 36 cehennemde bunlar? Ellerini ovuşturdu, nefesiyle ısıtmaya çalıştı. Demek herkes herşeyi ayarlamış, ona sorulmadan evin satılması yetmezmiş gibi anahtar bile değiştirilmiş çoktan. Demek uzak, çok uzak zamanların anısı, babasının hatırası artık yok! Demek bunlar, bu herifler, yıllardır uğramaya korktuğu, çok nadir gelmelerinde ise, ışık yakmaya, gürültü yapmaya kıyamadığı bu eve ayakkabılarıyla girmişler, halıları rulo yapıp bağlamışlar, eşyaların örtülerini kaldırıp onları merdivenlerden aşağı kamyonlara taşımışlar, kendilerince bir nizamda duran kitapları indirip kolilere rastgele tıkmışlardı... Demek bu herifler odasına kayıtsızca girmişler, oraya buraya dokunmuşlar, hatta tavandaki fosforlu yıldızlarını söküp badana boya yapmışlardı... Kapıya yollandı tekrar. Sarstı, silkeledi. Yıpranmış demir yığını ileri geri oynuyor ama açılmaya yanaşmıyordu. Tabanıyla tekmeledi. Sonra bir daha. Kapı zangır zangır titriyor, iki kanadın birleştiği yerden esniyor ama gerisin geri geliyordu. Tüm gücünü tabanına vererek bir kez daha vurdu. Kapı yine açılmadı, ama çiçeğe benzer demir motiflerinin arkasındaki cam olduğu gibi arkaya, apartmanın içine düştü ve büyük bir şangırtıyla kırıldı. Koridorun karanlığından biri yaşlı, diğeri genç, üstleri başları kir, pas ve boya içinde iki kişi koşarak fırladı. Kapının dışındaki adam öfkeyle: “Hey,” diye bağırdı, “ne yapıyorsunuz orada?” 37 İşçiler afalladılar. Durdular. Yaşlı olanı yerdeki cam kırıklarına bakarak “Burda ne olmuştur?” diye söylendi. “Sana sordum, ne yapıyorsunuz içeride?” “Boyacıyız biz. Siz kimsiniz ki?” “Binanın... Ben bu binanın sahibiyim. Kilidi siz mi değiştirdiniz?” “Yoh, beyim. Biz birşey değiştirmedik.” Yanındaki delikanlıya döndü, kafasıyla bir işaret çaktı. “Muhittin Bey’e haber et.” Delikanlı daha yerinden kıpırdamadan Muhittin geldi. “Ne oldu?” dedi. Bir bakışta cam kırıklarını, içeri rüzgarı ve soğuğu buyur eden çıplak kapıyı ve kapıda dikileni gördü. “Kim kırdı bu camı?” “Ben kırdım,” diye cevap verdi kapıdaki. “Siz kimsiniz?” “Binanın sahibi, Arzu hanımın kardeşi. Ya siz?” “Ben avukat Muhittin Çolak.” Adam eliyle kendi yanağını okşayarak bir yerdeki cam kırıklarına bir kapıdakine baktı. “Siz Bülent Bey olmalısınız öyleyse.” “Tam üstüne bastınız. Kilidi siz mi değiştirdiniz?” “Arzu Hanım sizden bahsetmişti ama teşrifinizi beklemiyorduk.” “Kilidi siz mi değiştirdiniz?” “Ne kilidi? Ha, evet, evet. Eskisi açılmıyordu bazen.” 38 Bütün bu konuşmalar kapının çiçek motifli parmaklıkları arasından yapılıyordu. Birkaç saniye daha durup düşünen Muhittin kapıyı açtı, evsahibini içeri aldı. “Kilidi değiştirdiğinizi neden haber vermiyorsunuz efendim?” “Vermez olur muyuz? Yeni anahtarın iki nüshasını dahi gönderdik.” Evsahibi sustu. Bu laf üzerine birşey denemezdi. Uzun boylu denebilecek avukat, “Haydi usta,” dedi yaşlı boyacıya, “Siz de işinizin başına dönün.” “Ne işi bu?” diye sordu evsahibi boyacıların arkasından. “Üst katı mı boyuyorsunuz?” Avukat, “Hayır, henüz oraya gelemedik,” dedi. “Bayram tatilinde boşaltıp boyayacağız inşallah.” Küçük, parlak gözlerini kıstı. “Sizin... bir arzunuz mu vardı bizden?” “Evet, ben birtakım özel eşyalarımı falan almaya geldim. Bayram tatilince de burada, yukarıda kalacağım.” “Aman efendim, çalışma olacak tatilde orada.” “Hiçbir şey olmayacak.” Bir sağda-solda duran boya tenekelerine, bir avukata baktı, “Henüz satın almadınız o daireyi. Hatırlatırım.” “Haklısınız da... Malum, işler yoğun, biran önce bu taşınma faslını bitirmek istiyoruz. Ayrıca hemen eşyaları tasfiye edip, tadilatlara başlama hususunda anlaşmıştık Arzu hanımla.” 39 Karşısındakinin “iş”lerden sözetmesi, evsahibinde tiksinti uyandırdı. Yüzü ekşidi. “Bana ne kardeşim sizin işlerinizden,” dedi. “Dokuz gün yukarıdayım. Buraya gelip de beni rahatsız etmeye kalkmayın sakın. Tatile gidin, kazandığınız paraları yiyin, ne yaparsanız yapın ama buraya gelmeyin.” “Anlamıyorsunuz, bütün işlerimiz aksayacak bu yüzden. Biz anlaşmıştık.” Bülent bezirganın kravatını tuttu. Önce hafifçe kendine çekti, ardından iki eliyle, sıkıca düzeltti. “Karakola mı gidelim dersiniz?” dedi ve adamı bırakarak merdivenlere doğru yollandı. Karanlıkta kaybolurken de ekledi: “Arzu’ya telefon edecekseniz edin. Sonra da defolun gidin.” Koşar adım çıkmaya niyetlendiği benekli mermer merdivenlerin daha ilk basamaklarında gözü karardı, başı döndü, yavaşladı. Heyecan. Yıllardır böyle bir dialoga girmemiş, dizginlerini böylesine gevşetmemişti. Kravatını gevşetmek için çekiştirdi. Yetmedi, çıkardı spiral şeklinde yukarı çıkan parmaklıktan aşağı, merdiven boşluğuna bıraktı. Gerilen sinirleri kapıya gelince biraz olsun gevşedi. Ahşap kapı onu çok sıcak karşıladı. Kucaklaştılar. Hiçbir değişiklik yok onda. Kimse dokunmamış, son yılların bütün fırtınasına, ihtirasına rağmen kimsenin aklına ona ilişmek gelmemişti. Kendine has bütün belirtileri aynen duruyordu: Yukarıda “2” yazan minicik levhanın yanına tavşan figürü oluşturmak iddiasıyla babasının beceriksizce çizdiği “6”... Koyu kahverengi boyanın altından görünen eski açık renk boya... Dökülen parçaların en irisi, hani şu Tür- 40 kan’ın korktuğu, alev kusan ejderha başına benzettiği. O zamanlar kendisi pek benzetemese de, şimdi kalıbını basabilirdi bunun kanlı canlı bir ejderha yavrusu olduğuna. Nicedir bütün bu eski zaman kalıntılarının onu beklediğine inanamıyordu. Evvelki kaçamak ziyaretlerinde niye fark etmemişti peki? Niye yavru ejderhadan korkmamış, ya da... Kim bilir içeride daha neler, nasıl bir endişe ve hasretle yolunu bekliyordu. Anahtarı çıkardı, hiç acele etmeden kapıyı açtı. Kapının ona anlattığı gibi anahtar değiştirilmemişti. İçeri girer girmez rutubet, küf ve ayakkabı karışımı bir koku çarptı suratına. Lakin rahatsız olmak bir yana, ciğerlerine çekti, derin derin soludu bu ağır, tanıdık havayı. Antrenin kapısı açıktı, besbelli ablasının işi. Burada bile peşini bırakmıyordu. “Şekerim” dediğini duyar gibi oldu. Ayakkabılarını çıkardı, serili, sararmış, yine o zamanlara ait gazetenin üstüne annesinin eskiden giydiklerinin yanına koydu. Portmantonun altındaki ayakkabılığa da koyabilirdi ancak daha girer girmez etrafı eşelemeye korkuyordu. Babasının hala ortalıkta duran terliklerini giydi. Antrenin kapısını kapatıp içeri daldı. İlk etapta, etrafta herhangi bir taşınma izi veya koli göremedi. Her şey aynı loşluk, rutubet ve rehavet içindeydi. Oh... Belki tek tük değişiklikler: Kanepelerin, dolapların üzerindeki beyaz örtüler. Evin tasfiye edilmesine şiddetle karşı çıkan annesi örtmüştü onları, uzak, zengin bir muhite, damadının aldığı yeni eve geçer- 41 ken. Hoş annesi pek üzülmüş değildi bu taşınma işine, buradan kurtulduğuna, refaha kavuşmasına. Sadece eski kuşakların ne menem insanlar olurlarsa olsunlar koruyabildikleri bir vefa duygusu onda da vardı. Yoksa, kocası ne kadar sakin, kadife ruhluysa, o, aynı kertede zımpara bir kadındı. Fehim beyin ölümünden sonra onun asla sevemeyeceği bir adam olan damadının hediyeleriyle sarhoş olmuş, eskisinden tek bir çöp taşımadığı yeni hayatında coşmuş, gelgelelim bir türlü buraya el uzatmayı göze alamamıştı. Evsahibi salona geçip kanepelerden birine yaklaştı, örtüsünü kaldırıp kenara, yere bıraktı. Oturdu. Daha önceki, yeni evine, yeni hayatına ilk taşındığı zamanlardaki gelişlerinde hiçbir örtüyü kaldırmışlığı, hiçbir koltuğa oturmuşluğu yoktu. Öyle boş boş bakıp dönmelerdi onlar. Topu topu bir iki defa... Bankada horoz dövüşlerini izlemeye henüz alışmamışken, ruhunun ezildiği, kalbinin sıkıştığı anlardan bazılarında –ki bu anlar her dakikaya tekabül ederdişubeden müdürün gözleri önünde fırlamış, ilk geçen taksiye atlamıştı. O vakitler kime niye kızdığı belli olmadan atıldığı bu cenklerde taksicinin sorusunu her seferinde rastgele yerler söyleyerek cevaplar, ancak istisnasız hepsinde taksiyi yarı yoldan çevirerek homurdanan şoförü buraya getirirdi. Tantana bir iki defa tekrarlanmasına rağmen gelen giden hiçbir şube müdürü ağzını açıp birşey diyemedi. İşini iyi yapması bir tarafa, bu zıpçıktıyı eniştesi müfettiş yapmıştı: Mehmet Bey. Bankayla aynı kaba pisleyen bir finans şirketinin müdürü, CEO’su, meosu, ne zıkkımsa işte o... Bittabi, bu Mehmet Efendi işini ayar- 42 ladığının devrisi, bazı dalavereleri de görmezlikten gelmesini rica edivermişti. Zamanla alıştı. Hasıraltı etti, görmezden geldi. Çook. Kafası kenarlığa gelecek şekilde kanepeye devrildi. Dizlerini kırdı. Gözkapakları ağırlaşmıştı, neredeyse uyuyacak. Cep telefonu çalmaya başladı. Ablası mı? Ablası. “Alo, n’aber?” “İyidir.” “Ay, kaçmış gitmişsin yine mağaraya. Dağıtmışsın oraları. Muhittin Bey aradı, korkmuş adam senden. Hah hay!” “…” Ablasının sesi o kadar canlı ve yüksek perdeden geliyordu ki, adam telefonu bir karış uzaklaştırdı kulağından. “Ne dicem, bak, adamlara zorluk falan çıkarma olur mu? Tatilde tadilat işini halletmek istiyorlar doğal olarak.” “Biraz burada kalmak istiyorum. Başka zaman yapsınlar ne yapacaklarsa.” “Yok ki başka zaman şekerim, hemen işlemleri yapacağız zaten. Tatil bitsin...” “İyi işte, o zamana kadar ben buradayım. Beni rahatsız etmesinler, söyle!” “Huysuzluk, yabanilik yapmasan olmaz di mi?” 43 “…” “Haydi ablası, iki gün kal, alacağını al, sonra bırak adamlar işlerini yapsınlar doğal olarak.” “Boş yere tartışmayalım, ben tatilde buradayım.” “İyi de şekerim sen de…” “Bak şekerim, ben tatilde buradayım.” diye bağırdı birden. “Beni zerre kadar ilgilendirmiyor heriflerin işleri güçleri. Ev henüz benim. Mümkünse kimsenin suratını görmek istemiyorum. Buraya da geleyim deme.” Yabani, telefonu kapatıp masaya fırlattı. Masanın üzerinde göl yüzeyindeki çakıl taşı misali seken alet diğer kenardan yere düştü, şangırdadı. Beriki kafasını çevirip bakmadan arka odalara giden koridora yöneldi. O koridor ki, anne- babasının odasına, banyoya, kendi odasına ve ablasının odasına giderdi. Aslında küçükken ablasıyla aynı odada kalır, koridorun sonundaki daha az güneş göreni ise babasına çalışma odası vazifesi görürdü. Sonraları ablası büyüyüp, babası da pek çalışamaz hale gelince ablasını bırakıp oraya geçmişti. Burası bir masa, açılır kapanır bir yatak ve tavana kadar uzanan iki kitaplığın tıkabasa doldurduğu bir yerdi. Babası kitaplığın birini boşaltıp ona tahsis etmişti. Vakt-i zamanında özenle, bizzat ciltlediği, çoğu sararmış, yıpranmış, kitapları raflardan tek tek indirip büyükçe bir koliye koyarken Fehim Bey, gönüllerini alır gibi, tozlarını elleriyle siliyordu. Bir süre sonra küçük Bülent’e, diğer odadan taşıdığı ıvır- 44 zıvırı, ders kitapları, irice bir basketbol topu için gerekli hazne açılmıştı. “Bunlar sana emanet!” dedi Fehim Bey çıkarken, kalan kitapları göstererek. “Roman-hikaye falan çoğu. Belki büyüyünce okursun.” Küçük Bülent iki dolabın da kendisinin olmamasından müteessir, bir şey söylemeden kafasını salladı. “Eski diye yüz çevirme, içindekiler yeni senin için.” Hiçbiri okunmadı kitapların, zamanla İngilizce ders kitaplarına ve kişisel gelişim, kariyer zırvalıklarına yer açmak için sıkıştırıldı, iki sıra yapıldı, kimi en üste, kimi en alta istiflendi. Evsahibi odadan içeri girdiğinde karanlık artık iyice çökmüştü. Önündeki birşeyi göremeyip takıldı. Yere kapaklandı. Kafasını hem sert, hem de yumuşak denebilecek bir şeye çarptı: Basketbol topuna, bir defa bile oynanmamış, pırıl pırıl, yusyuvarlak oyuncağa. Kendini toparladı, yerini ezbere bildiği masaya tutunup kalktı, ışığı açtı. Biri babasının kitaplarını indirip kolilere doldurmuştu. Daha doğrusu doldurmaya başlamış, ancak daha ikinci koliye geldiğinde sıkılıp gitmiş. Parfüm kokusu kalmış ardından... Evsahibinin kendi eşyalarında pek bir değişiklik yok. Geçen geldiğinde nasılsa yine öyle. İşte soldan sağa tarih sırasıyla ortaokul, lise, ÖSS kitapları... İşte küçük kartondan gemi: Bandırma Vapuru. Gazete vermişti hani, Türkan ile yapmaya kalkışıp da becerememişlerdi. Fehim Bey yardım etmişti bitirmesine. Yine aynı gazetenin verdiği karton uçak. 45 Minik bir fotoğraf albümü, minik bir çerçeve. Boş, ikisi de boş. Kutular... Ayakkabı kutuları, tencere kutuları, ufak tefek kutular, iri, azman kutular, içleri boş kutular, ıvır-zıvır dolu kutular... İçlerinde liseden, daha öncesi veya sonrasından hatıra diye saklanan eşyalar. Eşya dediysek ipe sapa gelir şeyler değil, otobüs biletleri, alışveriş fişleri, otobüs firmalarının kolonyalı mendilleri, ufak tefek notların alındığı kağıtlar, hiçbirşeyin yazmadığı ama bir takım olayları, yerleri hatırlatan kağıtlar... Hatta kalemler, silgiler, ataşlar, kürdanlar, peçeteler, sinema biletleri, okul kantininin çay markaları, yemekhane fişleri, İETT pasoları, EGO pasoları, gazı bitmiş çakmaklar, gazı bitmemiş... Velhasıl hemen herkesin çöp diyebileceği abuk sabuk nesneler. İşte o kutular, bunların istif edildiği kutular. Dolabın en alt, en yüksek gözünü tıkabasa dolduran kutulardan en üsttekine uzandı. Kartonun üstü neredeyse bir karış toz. Silmeden açtı. İçerde bir iki kalem, uç kutusu, küçük bir not defteri, bir yığın kağıt bekliyor. Kağıt birikintisinin arasından bir de cüzdan görünüyor. Cüzdanı hatırladı, ne diye buraya koyduğunu da... Türkan onu terkettiğinde, onu hatırlatan herşeyi kaldırmıştı. Kalemleri de o almıştı. Kendisi üniversitenin ilk sınıfındayken. Henüz geleceğe dair bir endişeleri, bir sorunları yok iken. Ya da çiçeği burnunda ODTÜ’lü öyle zanneder iken. Türkan’ın böyle endişeleri daha üniversite tercihleri yapılırken baş göstermişmiş. Sonraları öğrendi bunları. O vakitler, ÖSS ertesinde, sıkı bir puan alacağı –ancak en sıkı değil- belli iken, “Tercihlerini İstanbul’da kalacak şekilde mi yapsın, 46 yoksa şehir dışındaki iyi okulları da en üste yazsın mı?” diye bir ikilem sözkonusuydu. Hasta babası artık hiçbir sözünü dinletecek halde değildi, ancak gitmemesini istiyordu: En iyisinde okumasa da olurdu. Darülfünun neyine yetmiyordu? Edebiyat okusundu, tarih okusundu. Ablası, annesi para getirecek bölümler yazmasını ve tercihlerini Boğaziçi, ODTÜ gibi en sükseli yerlere yapmasını istiyorlardı. Türkan ise gitmemesini. Evsahibi ailesindeki kadınların sözünü dinledi. İstanbul’daki veya yakındaki orta karar okulları es geçip ODTÜ’ye girdi. Aynı sınavlara Türkan da girmişti ancak o bir yeri kazanamadı. Cüzdan... evet cüzdan. Kağıtların arasından çıkardı. Soğuk nedense, üzerine oturula oturula kavisli bir hal almış. Açar açmaz Türkan ile karşılaştı. Kısa, kıvırcık saçlı, utangaç bir erkek çocuğu gibi. Açık mavi gözleri, bembeyaz dişleri parlıyor. Bahçede çekilmiş bu fotoğraf. On küsür sene önce. Fehim Bey’in yaz akşamları bahçede topluca oturup çay içmek adetiydi. O gün de işte Fehim Bey, oğlu ve alt kattaki kiracıları, cümbür cemaat oturmuşlar gece geç saatlere kadar bahçe sefası yapmışlardı. Nasıl olmuşsa, Fehim Bey’in külüstür fotoğraf makinesine film konma cesareti de gösterilmiş; elden ele dolaşıp otuzaltı pozu yarım saatte tüketen makine, bunlardan ancak birkaçını yakmadan, bulanıklaştırmadan çekebilmişti. Komşu kızına aşık delikanlının çektiği bu kare de onlardan biri idi. Delikanlı muradına erdi, liseden de sınıf arkadaşı kızın gönlünü çaldı, fotoğrafı aldı, kesip biçip yepyeni cüzdanına koydu. On küsür sene önce... 47 İç bölmelerini karıştırdı. Kartvizitler, Ankara’dan, İstanbul’dan hiç aranmamış kartvizitler. Her birinin ayrı ayrı hikayeleri... Dinlemek istemedi, geçti. Eski arkadaşların telefonlarının yazılı olduğu ufak kağıtlar. Türkan’ın vesikalık bir fotoğrafı, saçı uzamış, üzgün. Bir milli piyango bileti. 1995 yılbaşına ait. Yatalak Fehim Bey’in emekli olduğu, daha doğrusu emekliye sevkedildiği sene. Önemli bir ihalede rüşvetini almadığı, kallavi bir şirketin çevirdiği bir dolap sonucu hakkında soruşturma açılmıştı. Adamcağız kendini bile savunamadı. Hastalanıp çöktü. İl Orman Müdürlüğü’ndeki otuz yılı aşkın hizmetinin hatırına soruşturma kapatılıp kıdem düşürülerek emekli edilmişti. Yeni yıldan iki hafta kadar evvel. Annesinin gizliden, ablasının açıktan beslediği öfkeye, baştan parayı almamasına dair aşağılamalarına ses çıkarmayan evsahibi, piyango biletine ikramiye vursaydı hepsini babasına verecek, ihtiyarın evdeki saygınlığını kurtaracaktı aklınca. Amorti bile çıkmadı o yıl. Ertesi yıl da... Okulu biran önce bitirip çalışmaya başlamalı, iyi, çok iyi yerlerde çalışmalı, çok para kazanmalıydı. O zaman maaşının yarısını verirdi babasına. Demek ki: Saygı görmek için para lazım. Bileti katlayıp yerine koydu, sağ kanadın bölmelerini karıştırmaya başladı. Yine kartvizitler, kağıtlar, telefon numaraları. Ankara-Etlik’teki bir ikinci el mobilyacının kartviziti, ne kadar para aldığını ve daha ne kadar alacağını yazıp imzalamış adam. Ne almışlardı ki? Buzdolabı mıydı? Bir Türkan daha, liseli. Bir tane daha. Ve bir tane daha. Derken ince uzun bir kağıt. Bir ambalaj kağıdı daha doğrusu. Bir 48 yüzünde “Kafe Keyif” yazıyor iri iri, diğer yüzde ise “Şeker/Sugar” yazısına ince bir el yazısıyla bir iki kelime eklenmiş: “24.5.1994 / 3. Yılımız / Seni hep seveceğim”... Cüzdan elinden kaydı, düştü. Burnu sızlıyordu. Minik şeker ambalajını avucunun içine aldı, parmağıyla bir-iki okşadı. Keyif Kafe, 1994: Karşısında Türkan, adaçayı içiyor. Burası bir okul çıkışı götürüp de ilan-ı aşk ettiği yer. Şimdi üniversitenin ikinci yılı bitmek üzere. Finaller öncesi kaçamak yapıp İstanbul’a gelmiş. Karşısında Türkan, adaçayı içiyor. Burnu sızlıyor. Başı ağrıyacak. Lüzumsuz şeyler konuşuyorlar: Havalardan, Ankara’dan, Kızılay’dan. Lüzumlu şeyler konuşuyorlar: Fehim Bey’in hastalığından, okulun ne zaman biteceğinden. Ablası yeni kiracı bulup Türkan’ları çıkarmış. “Mahalle artık yavaş yavaş bir iş merkezi oluyor. Kiralar da artıyor doğal olarak,” demiş. Türkan değilse de, ailesi dargın. “Ne zaman bitecek?” diye soruyor Türkan. “Bilmem, iki sene daha var işte. Uzatmam herhalde. Ben de biran önce bitirmek, çalışmaya başlamak istiyorum zaten.” “İyi.” Önüne, tuttuğu ellere bakıyor Türkan. “İyi.” Bülent ellerini bırakıyor kızın, kullandıkları şekerlerden birinin ince uzun kağıdını alıyor. “Kalemin var mı?” “Var.” 49 Tarihi yazıyor, isimlerini yazıyor, onu sevdiğini yazıyor. “Üç yıl oldu.” Kız da kalemi alıp diğer şeker kağıdına yazıyor birşeyler. Birbirlerine veriyorlar. Gülümsüyorlar. Bülent gülüyor. Burnu sızlıyor. Karşısında Türkan, hep adaçayı içer. Evsahibinin burnu sızladı. Gözleri doldu. Ağlayamadı. Cüzdanı yerden aldı, incitmeden kağıdı yerine koydu. Kutuyu, cüzdanı masaya bırakarak yatağa uzandı. Başı ağrıdı ağrıyacak. Üşümüş olduğunu yeni farketti. Senelerdir bozulmamış yatağı açtı, ışıkları kapattı, pantolonuyla, ceketiyle yatağa girip yorganı kafasına çekti. Bir iki titremeden sonra ısınıp sakinleşti, kafasını çıkardı: Tavanda asılı fosforlu yıldızlar parıl parıl parlıyor. Sarılar, maviler, küçüklü büyüklü yıldızlar, bir tane de Aydede. Bunlar da Türkan’ın armağanı. Kendi odasına asmasına babası kızıyormuş. “Sen onlara bak, beni hatırla!” demişti. “Havai fişek gibi. Her taraftan yıldız yağacak ışıkları kapatınca.” Türkan yıldızları severdi, yıldızları severlerdi. Çok havai fişek izlemişlerdi. Şimdi yine ilk günkü gibi şaşkın. Büyülenmiş gibi bakıyor, uykuya dalarken burnu hala sızlıyordu. Bir çuval gibi, hiç kıpırdamadan, rüya müya da görmeden yattı durdu. Bütün gece, bütün sabah, öğlen... Gözünü açtığında hemen davranmak, kalkmak istedi, işe yetişme telaşı ile. Böyle uykusunu iyice aldığı zamanlarda ekseriye geç kalırdı çünkü. Ancak vücut hala uykudaydı. 50 Ne işi, tatil! Odanın içine çevre binalardan ve perdelerden kurtulan, soluk, bir iki parça ışık giriyor; duvarı, tavanı, eşyaları okşayıp çıkıyor. Daha gür aktığı zamanların alışkanlığıyla ışıktan kaçmak için duvara döndü. Eski bir ahbap: Rutubet kokusu. Bu sabah amma tanıdık ha! Bir içeriden annesinin onun tembelliğine veryansın etmesi eksik. Sesi duymamak için kafasını yastığın altına soktu. Açık mavi duvarın pütür pütür yüzeyi, boyadaki çatlaklar. Ve çarşafa değdiği yerin iki parmak üstündeki fırça kılı. Hala orada. Ööf, yeter. Evsahibi bu sefer davrandı, yorganı atıp doğruldu. Soğuk. İçerde bir ses, salonda. Annesi mi? Hayır telefon. Salona gitti, masanın arkasına geçti. Hayret, telefonun kapağı çıkmış ama hala çalışıyor. Arayan ablası. Hiç istifini bozmadı, ciyaklayan cihazı öylece bırakarak odasına döndü terliklerini giymeye. Elini yüzünü yıkayıp kendine geldi. Duvardaki saate baktı: Dokuz buçuk. Hava yarı karanlık. Gitti yerdeki telefonu aldı: 15.30. Öbür saatin pili yıllar önce bitmiş olacak. Birşeyler yemeli, çay içmeli. Mutfağa yollandı. Elbette, yiyecek hiçbirşey yok. Buzdolabının fişi çekik, içi kokuyor. Ancak tüpte gaz var gibi. Çıkıp markete yollandı. Bir süre boş boş gezindikten sonra kahvaltılık birşeyler aldı. Saat için pil arıyordu ki telefonu tekrar çaldı. Ne diye yanına aldıysa. 51 Zır zır zır. “Efendim!” “Aloo, nerdesin sen yaa? Kaç kere aradım sabahtan beri.” “Ne oldu?” Ne tarafta ola ki şu piller? “Birşey olduğu yok şekerim, merak ettim. Soğuktur orası, n’apıyorsun?” “İyiyim ben, o kadar da soğuk değil.” Evsahibi market arabasını önündeki kadının kalçasına çarptırdı. Eliyle koluyla özür diledi. “Ya güzelim, inat etmesen. Hevesini aldın, yattın uyudun işte orada. Atlayıp gelsen işte. Mehmet de soruyor, nerde diyor.” Bir süre durakladıktan sonra devam etti kadın. “Maç yapıcaz diyor playstation’da.” “İyiyim ben böyle, iyiyim.” Pilden vazgeçip kasaya yöneldi, sıraya girdi. “Şimdi kapatmam lazım,” deyip çat diye kapattı. Piller de hemen oradaymış. Kasiyer kızın yanında. Para ödeme zamanı geldiğinde cüzdanını çıkardı. Kahverengi deri, dün karıştırdığından daha çok hazneye sahipti. Ancak ne bir kağıt, ne de bir not vardı. Değerli olan. Banka kartları, kredi kartları, kredi kartları... Solda banka kartları, sağda banka kartları... İçeride paralar, yirmilikler, ellilikler, onluklar... İşte senin hayatın, budala! Ha, kartvizitler yok değil: Recep bilmemkim... bilmemnerenin genel müdürü... Tufan bilmemkim... bilmemne holding finans departmanı... falanca şirketin muhasebecisi, filanca 52 bankanın fişmekanca şube müdür yardımcısı... vesaire. Bir tanesinden de birçok nüsha var: Bülent Aymaz, ... Bankası, ... Şubesi, Araştırma ve Kredilendirme Departmanı. Şeker ambalajlarını nereye koymuştu? Fırça kılı nerede? Arkasından belli belirsiz homurtular: “Hadi be kardeşim!” “Ohooo!” Kasiyer kız daha önce söylediği tutarı asabi asabi tekrar ediyor, “Nakit mi, kredi kartı mı?” Evsahibi panikleyip iki üç banknot uzattı. Kasiyer ters ters bakarak bir tanesini aldı, fişi kesti, para üstü verdi. Evsahibi homurtular ve kınamalar eşliğinde aldıklarını torbaya doldurup marketten çıktı. Hava soğuk. Kuru soğuk. Rüzgar kırbaç gibi şaklayıp duruyor suratında. Apartman kapısı kapanmasın diye önüne dayadığı boya kutusunu çekti, kapıyı kapattı. Çatır çutur yukarı: Boyacılar cam kırıklarını iyi süpürememiş. Ellerindekileri mutfağa bıraktı. Buzdolabının fişini, tüpün başlığını taktı. Bütün bunları yaparken garip bir haz alıyordu. Elinden gitmek üzereyken, tekrar bu evin sağına soluna hayat serpmek. Yasak bir aşk. Umutsuz. Niye bugüne kadar elini uzatıp serpmemişti? Ablasının ve domuz eniştesinin dizinin dibinde yaşamıştı da, mama istediğinde onlara sürtünmüştü de, sıcaktan ve konfordan mayışmıştı da bunca zaman, niye elini uzatmamıştı? Uzatamamıştı. Ablası ve eniştesi onu hep, kolayca ikna ediyordu. Kavgayı gürültüyü sevmezdi. En 53 azından son zamanlara kadar. Annesi, ablası gibi yaygaracı olsaydı daha mutlu olacağına inanırdı hep. Hem rahatı ve konforu yerindeydi. En çok istediklerini almıştı hayattan. Babasının sağlığında çekilen sıkıntılar çok komik ve boşunaydı. Aniden peyda olan borsacı enişte bey, ailenin hayat felsefesini kökten değiştirmişti: Ay sonunda kiracısından para istemeye utanan, kira ödenemiyorsa -elde ne varsaüste borç veren Fehim Bey bir ucubeydi. Kabul edilemezdi. Hayattaki her hareketini kendi çıkarı için yapan, para gelmeyecek yere selam bile vermeyen Mehmet Bey çağdaştı, ailesini, geleceğini düşünen bir insandı. Örnekti. Tüp o kadar da dolu olmasa gerek, yumurtayı pişiremedi. Ekmek, peynir atıştırdı. Tam doymasa da üşüdüğünden –mutfak nedense daha soğuktu- kalkıp salona geçti. Eski televizyonun fişini takıp açtı. Çalışıyordu. Babasının koltuğuna kurulup izlemeye koyuldu. Cıvık bir yarışma programı, pembe dizi, bir başka yarışma, dizi, yarışma... Hah, belgesel! Hayır belgesel değil reklammış. İlginç ama: bir kır manzarası, piknik yapan bir aile... Fehim Bey, ormancılık günlerinde, dinamik günlerinde her hafta olmasa bile güzel havalarda iki üç haftada bir pikniğe götürürdü evsahibini. Tabii bu reklamdakinden farklı olurdu, mutlaka başka ormancılarla, olmadı komşularla gidilir, illa ki rakı açılır, ud yahut saz çalınırdı... Bu reklamda ise ağaca mı, duvara mı, birşeyler çakılıyor bir bisküvinin yenilmesi isteniyordu, ısrarla. Tak tak tak... Ne acayip. Duvara değil, Fehim Bey’in uduna çakılıyor çivi. Her darbeye ahenkli bir tınlama eşlik 54 ediyor. Neden vuruyorlar uda? Kim? Fehim Bey çimenlere uzanmış, üzerinde yorgan, kolunda serum. Türkan yerde oturuyor, fincandan birşey içiyor. Eniştesi bir taş ile vuruyor uda. Tak (tınn) tak (tınn)... Türkan’ın babası gülüyor. Tak tak... Tak tak... Alt kattan geliyordu ses. Evsahibi kendine geldi, koltuktan kalktı. Hava kararmış iyice, etraf zifiri. Televizyon niye kapalı, kim kapattı? Işıkları yakıp perdeleri çekti. Gelip televizyonun düğmesine bastı. Çalışmıyor. Fişi takılı değil! Fişi taktı. Karıncalardan başka birşey yok! Çünkü anten yok! Allah allah? Evet, ufak bir TV üstü anteni vardı, ama şimdi öbür evde!.. Tak tak... İyi de az önce seyrettikleri?.. Bisküvi reklamı? Tak tak... Evsahibi şaşkın, ayakkabılarını giyip alt kata indi. Tak taklar kesilmişti ancak konuşma sesleri geliyordu. Türkan’ın... Türkan’ın babası değil miydi bu konuşan?.. Ya öbürü? Merdivenlerin yarısında durdu. Eniştesi olacak domuz mu öteki? Dinlemeye koyuldu. Türkan’ın babası bir iki öksürdü. “Orayı kapatma, aç orayı da. Aç, aç!” dedi. “Çok cereyan yapar, herşey uçuşur.” diye cevapladı domuz acele acele. Sesler yakınlaştı, koridora çıktılar. Evsahibi sessizce bir iki basamak yukarı çıkıp pustu. Türkan’ın babasıyla karşılaşmak hiç de iyi olmazdı. “Şunu daya kapıya!” dedi ihtiyar. 55 “Ya yukardaki?” Eniştesi ağır birşey sürüklüyordu yerde. Nefesi kesildi. “Ya yukardaki manyak n’olacak? Böyle bırakıp gidiyoruz.” “Dert mi sana?” diye azarladı Türkan’ın babası. “Muhittin Bey dedi, ‘açık bırakın’ diye.” Çıtırtılar, cam kırıntıları... apartman kapısının açılışı... Türkan’ın babasının sesi: “Kodumunun Manyağı!” Zramm... uzaklaşan küfürler... Ağır ağır yukarı çıktı. Kapıdan girerken vazgeçti. Tekrar aşağı indi. Türkanların kapısı ardına kadar açık, önüne kocaman bir teneke kova dayalı. İçeri girdi. Karanlık, ağır bir boya kokusu var. Rüzgar esiyor. Karanlıkta parlayan elektrik düğmesini bulup ışığı yaktı. Girişte bir masa, yan yana dizili sandalyeler. Salona geçti. Işığı aradı el yordamıyla, duvarlar ıslak. Yeni boyanmış. Bir takım eşyalar, dolaplar ortaya çekilip üzeri örtülmüş. Türkan’ın odasına doğru yürüdü. Açık kapıda bir levha: Av. Muhittin Çolak. Burada ışığın yerini biliyordu. Oysa sadece bir kez girmişliği vardı: Kızı ilk öptüğü gün. O vakte kadar okul çıkışlarında veya apartmanın merdivenlerinde görüşmüşlerdi. Gözde mekanları Fehim Beylerin kapısı ve alt kattaki kömürlüğün önü idi. Neredeyse ilk iki yılın tüm anıları bu apartmanın koridorundaydı. Duvarlara, tavanlara bakıp hayal kurmuşlar, planlar yapmışlardı. Kömürlük kapısının pervazına iki de çentik atmışlardı. Her yıl için bir tane yapmaya yeminliydiler. Üçüncü çentiği Türkanlar taşınmış olduğundan evsahibi kendisi atmıştı. Dördüncü ise hiç atılamadı. İşte o gün, alt 56 kattakiler maaile bir yere gitmişlerdi, Türkan hariç. Sevgililer birkaç saat boyunca çay demleyip içmişler, televizyon izlemişler, kızın odasında utangaçça öpüşmüşlerdi. Şimdi odada dosya dolu dolaplar, bir masa, televizyon, büro tipi koltuklar vardı. Ve çok tanıdık bir şey daha: Kanepe. Diğer zımbırtılar yine ortada toplanıp üzerleri örtülmüştü ancak bu eski kanepe aynı yerde, açık camın hemen önünde duruyordu. Bir yüz geçirilmiş, üstüne de televizyon ve kimi dosyalar konulmuş. Evsahibi televizyonu ve dosyaları aşağı indirdi. Camı ve ışığı kapattı. Eşyaların üzerine örtülen boyalı, pis örtüye sarınıp kanepeye kıvrıldı. Soğuk. Hala biryerlerden çok fena rüzgar esiyor. Kalkıp kapatmalı, ancak gücü yok. Tak tak... Yukarıdaki manyak. Telefon çalıyor. Boya kokuyor, açık mavi boya. Türkan’ın babası duvardaki fırça kılını alıyor, çeke çeke uzatıyor. Şekerim hadi adamlar işini yapsın. Tak tak... Eniştesi uda vuruyor. Türkan’ın babası gülüyor: “Kodumunun manyağı seni!” diyerek elindeki çatal dilli kırbacı kafasında şaklatıyor. Tak tak... Manyak! Evsahibi yastığın altına sokuyor kafasını. Babası yattığı yerden doğruluyor: “Buzdolabı borcunu ödedin mi, içindekiler yeni senin için!” Türkan adaçayı içiyor. Tak tak... Ne zaman bitecek? İyi. Havai fişekler gibi. Kredi kartı? Nakit? Açık mavi rutubet. Telefon... Telefon çalıyor. İyi. Telefon çalıyor. 57 Evsahibi telefonunun zırıltısıyla uyandı. Her tarafı tutulmuş, soğuktan donmuş. Ortalık aydınlık. Üst kattaki evin salonunda. Telefon masanın üstünde zırlıyordu. Allah Allah... Buraya ne zaman geldi? Kalktı titreye titreye telefonu açtı: “Tünaydıın!” Ablası. “Günaydın.” “N’aber?” Çok neşeli. “Yeni mi kalkıyosun?” “Ev... evet yeni kalktım.” Hala titriyordu. “Tamam. Şekerim bak biz birazdan yola çıkıyoruz. Mehmet ile dün gece karar aldık. Güneye iniyoruz tatile.” “Güneye?” “Ya anla işte! Tatil ya, bi Bodrum falan yapcaz doğal olarak.” “Haa... iyi yolculuklar.” “Bak gelir de bizi bulamazsan merak etme diye aradım.” “Tamam tamam.” “Sen de oralarda fazla kalma, üşütücen.” “Çok soğuk değil.” Hala zangır zangır titriyordu. “Emin misin?” “Ben iyiyim de normal zamanda bu alt kattakiler nasıl ısınıyorlar? Elektrik sobasıyla mı?” “Kat kaloriferleri var onların. Kömürlükte. Mazotla mı ne çalışıyor.” “Kömürlükte mi?” 58 “Evet.” Arkadan eniştesinin sesi geliyor. Ablası ona laf yetiştiriyor: “Tamam, okey.” “Eniştem dün gece buraya geldi mi?” “Mehmet mi? Yok canım. Buradaydı.” Biraz durakladıktan sonra: “Nerden çıkardın bunu?” “Peki tamam. Sesini duydum sanki. Karıştırmışımdır.” “Bir şeye ihtiyacın var mı?” “Yok, size iyi yolculuklar.” “Boyacılar gelecekmiş. Muhittin Bey aradı dün.” “Boyacılar...” “Evet, gözünü seveyim sorun çıkarma.” “Boyacılar, boyacılar...” “...” “Tamam tamam, ben ilgilenirim onlarla.” “Bülent! Bir sorun çıkarma da işlerini yapsın adamcağızlar.” “Tamam, haydi iyi yolculuklar.” “Görüşürüüüz. Byee” “Görüşürüz.” Telefonu yavaşça masaya bırakıp arkasına baktı. Kanepe işte. Ellerine hohladı. İki gündür çıkarmadığı ceketinin tüm düğmelerini ilikledi. Yahu dün bu kanepe aşağıdaydı. Aşağıda uyumuştu. Örtü yok, cam açık. Televizyon, boyacılar ve üstüne bu... Apar topar aşağıya indi. Alt dairenin kapısı açık. Önünde bir boya tenekesi. Girişin ışığı yanıyor. Salon? Salonda eşyalar ortada, üzerleri örtülü. Işık açık. Öbür 59 odanın da ışıkları açık. Eşyalar ortada, üzerleri örtülü: Dosya dolapları, büro koltukları, masa, ve fazladan boş klasörler. Bir de kalorifer peteği. Televizyon yok! Kanepe yok! Pencere kapalı. Aklını mı yitiriyordu? Yoksa birisi binanın içine saklanmış, ona şaka mı yapıyordu? Hangisi rüya, hangisi gerçek. Tamam, eniştesinin veya Türkan’ın babasının burada olmaları gerçekdışı. Ancak onların seslerini duymuştu. Dünyada en nefret ettiği bu iki insanın sesini karıştırmasına imkan yok! Ayriyeten televizyonda reklamı izlemiş, Alt kattaki kanepede de uyumuştu. Tak tak... manyak! Işıkları söndürüp apartman koridoruna çıktı. Bugün nispeten güneşli bir hava. Koridor oldukça aydınlık. Ancak kapıdan acı acı soğuk giriyor. Kömürlük. Kömürlük merdivenin altına doğru, alt kat koridorunun sonunda. O tarafa aceleyle seğirtti. Kapıyı açıp içeri baktı. Benzin kokusu. Bir ışık olmalı idi sağ tarafta bir yerde. Tangır tungur bidon gibi birşeyler devirdi. Elektrik düğmesi? Buldu. İşte kalorifer kazanı: Ucube! Işığı kapatacakken çentikler aklına geldi. Kapının pervazına baktı. Çentikler, çentikler. Çok fazla var. Sekiz tane! Hadi canım! Bir daha saydı: Tam sekiz tane. İlk üçü kocaman ve derin. Diğer beşi daha kısa ve daha hafif. Hadi canım! Bu da olsa olsa aklının ona bir oyunu. Tam sekiz tane: Türkan buraya gelmiş! Türkan buraya geçen sene gelmiş! Türkan onu hala seviyor! Geçen sene tam buraya, karanlık mahzene gelmiş. Belki de her sene gelmiş. 60 Hayır, hayır. Bu da bir oyun, bir yanılgı. Son aylarda başgösteren asabiyet, uykusuzluk, müzmin mutsuzluğu ve içe kapanıklığı ile birleşmiş; zihnini yormuştu. Şimdi bu yorgunluktan daha büyük hayal kırıklıkları üretmek doğru olmazdı. Işığı kapatmadan bir kez daha saydı: Sekiz işte! Apartman kapısına kapanmasın diye bir boya tenekesi dayayarak dışarı çıktı. Dışarıdaki hareketliliğe bakılırsa pek de sabah sayılmaz, en az öğlen. Türkan... Evsahibi ayağında terlik, saçı başı dağınık, ceketinin düğmeleri ilikli, yakası kalkık, elleri boyalı, salya sümük bir halde çilingir bulmak için yarım saat kadar titreyerek etrafta dolandı. Umudu kesmişti ki ana caddeye yakın bir elektrikçiye sormayı akıl etti. Karşısındaki tipten ve bakışlarından ürken elektrikçinin arkadaşı bir başka elektrikçi çilingirlik de yapıyormuş. Telefon edildi, randevulaşıldı. Berduş evsahibi geze geze evinin yolunu tuttu. O bina onundu. Çilingir bir saat kadar sonra geldi. Apartman kapısının kilidini değiştirdi. Güzelce de bir para istedi. Evsahibi cüzdanından tiksine tiksine parayı çıkardı, verirken: “Usta,” diye ekledi, “seninle bir işimiz daha var!” “Söyle yiğenim, yapalım elimizden gelir ise.” “Gel hele şöyle.” Adamın koluna girip kömürlüğe doğru götürüyordu. “Kapı mı açılmaz?” “Yok yok!” Kömürlüğün kapısını açıp ışığı yaktı. “Kapı sağlam.” 61 “Kaçak mı vardır makinede?” Evsahibi güldü. “Yok be ustacığım. Şuraya bakıp,” çentikleri gösterdi. “Burada kaç çizgi var bana bir söyleyiver.” “Nasıl yiğenim?” “Kaç çizgi çekilmiş?” “Ben ne bilem...” Adam bu tuhaf emrivakiden işkillendi, “kaç tanedir. N’apacaksan? Kendin saysana.” “Benim gözler iyi görmüyor, sen bir sayıver. Önemli.” Bir “la havle” çeken çilingir, çok önemli bir vazife yapıyormuş gibi ciddiyetle saydı: “Tokuz!” “Dokuz mu? Ciddi misin?” Adam tekrar ama bu kez eliyle, tek tek saydı: “Yok, yok. Sekiz!” “Sekiz di mi ya?” Durduğu yerde iki kere zıpladı. “Sekiz!” Evsahibi elinin boyalı olduğunu farketti. Yıkamalı. Merdivenlerden yukarı fırladı. İlk iki basamaktan sonra gözü karardı. Benekli mermer basamaklara çöktü. Sekiz. Biraz oturduktan sonra kalktı, ağır ağır yukarı çıktı. Kapı kapanmış, anahtarını çıkardı. Ejderha desenini gördü. Benziyor muydu ejderhaya? Benziyordu. Ne zaman onların kapıda buluşsalar bir kere bahsi geçerdi. Türkan bu ejderhayı bir kötülük timsali olarak düşünür, korkardı. Rüyasına girdiğini söylediği bir gün evsahibi boyayı kazımaya çalışmış, 62 ancak bu, ejderhanın ağzına bir de alev eklemekten başka bir şeye yaramamıştı. Güldü, kapıyı açıp içeri girdi. Karnı aç. Buraya neden gelmişti? Hatırlayamadı. Salona geçip televizyonun düğmesine bastı: Karıncalar. Zram zram... Kapattı, geçip kanepeye oturdu. Birşeyler yemeli. Sekiz tane ha! Belki de hemen umutlanmamak gerek. Belki bir şey sürtmüştür, şu kazan mesela. Belki de başka biri yapmıştır. Soğuk, rüzgar esiyor. Sekiz! Birşeyler yemeli. Zram zram zram, çıt çıt çıt! Kim gidecek de orayı görecek, çentik atacak. Evsahibi camı kapatacağında manzara dikkatini çekti. Dışarı baktı. Gözü karşıda çayırımsı bir yeşilliğe ve arkasındaki adını bilmediği, hiç gitmediği mahalleye alışıktı. O kadar ki, hayal meyal seçilen yokuşlarında oynayan karınca kadar çocukları, hemen önlerindeki biri tek diğeri iki katlı ev ile çayır arasındaki uzun ağaçları aradı. Pencere aslında doğuya baksa da, o mahallenin camlarından yansıyan güneşin batışını izleyebilir, mevsim bahar olsaydı yeşilliğin üstünde uçurtma bile görebilirdi.. Çıt çıt çıt... Hiçbiri yoktu elbette. Çayıra beton dökülmüş, birkaç tane -galiba dört- baştan aşağı camdan, dev peynir tenekesi, betonun üzerine bırakılmıştı. Tenekelerin aralarındaki boşluklar ise otopark. Karşıdaki ufak binalar (nasıl oldu da duruyorlarsa) boyanmış, restore edilmiş ve... Ne olmuş? Evsahibi tabelayı okuyabilmek için açı değiştirdi: ROSLA Computer & Technology. Yine de dikkatli bakıldığında 63 işmerkezlerinin arasından karşı mahallenin bir iki evi seçilebiliyordu. Ne mutlu. Zram zram zram zram! Çıt çıt çıt çıt çıt! Bunlar da ne? Aşağıdan geliyor. Kalktı, merdivenlerden aşağı koştu. Tehditkar gürültüler: Zram... Zram Zram... Zram... Küfürler. Öfkeli tiz sesler: Çıt çıt çıt çıt... Boyacılar gelmiş. İhtiyar olanı kapıyı tekmeliyor, genci ise anahtar veya bozuk para ile kırılmayan tarafın camına vuruyordu. “Ne istiyorsunuz?” diye bağırdı evsahibi merdivenlerin yarısından sarkarak. “Boyacıyız biz,” aynı şekilde bağırarak cevap verdi ihtiyar. “Alt katı boyayacağız. Muhittin bey dediydi. Kapıyı açamadık, anahtarı mı değiştirdiniz?” “He yaa. Anahtarı değiştirdim. Tatilde çalışma olmayacak demiştim ben o adama.” “Hemşerim aç şu kapıyı. Bizim de başımızı derde sokma. Bitirmemiz lazım.” “Rahat bırakın. Gidin,” dedi koridora inen evsahibi. “Kardeş söz, sana ilişmeyiz.” Genç olanı karıştı lafa. “Ses de çıkarmayız.” “Gidin.” “Lan sen ne laf anlamaz adamsın. Açsana şu kapıyı deyyus!” diye bağırdı ihtiyar boyacı. Evsahibi etraftaki boya tenekelerinden küçük bir tane seçip eline aldı. 64 “Bak deli etme adamı, Muhittin bey gönderdi diyo...” ihtiyar lafını bitiremeden Bülent elindekini kapıya doğru fırlattı. Kutu açıldı, içindeki beyazımsı boyanın yarısı kafasını kapıdaki çiçek motiflerinden içeri sokmaya çalışan ihtiyarın suratına, yarısı da diğer kanadın kırılmayan camına boşaldı. “Hay... hay...” Hiddetinden konuşamadı ihtiyar. Ağzına giren boyaları tükürdü. Kapıyı tekmeledi. Bağırdı. Küfretti. İki kanatlı kapı birkaç gün öncesindeki gibi zangır zangır titriyordu. Evsahibi korktu, merdivenlere doğru geri geri yürüdü. Uzun uzun küfür etti, bir tekme daha savurdu herif. Nafile. Kapı nuh diyor peygamber demiyordu. “Abi,” dedi genç boyacı yavaşça, “hadi gidelim.” İhtiyar uzun uzun küfretti yine. Evsahibi merdivenlerden yukarı görünmeyeceği şekilde iki-üç basamak çıktı, oturdu. “Hadi abi, hadi.” “Pezevenge bak yahu!” İhtiyarın sesi uzaklaşıyordu. Ohh. “Biz ekmek parası kazanacaz diye tatil matil... geliyoruz çalışmaya...” Evsahibinin kafası dizlerinin üzerine düştü. “Tamam abi, bırak.” “Pezevenk bizi içeri almıyor.” Ses tekrar yakınlaşıyor gibi. “Abi bırak. Bırak abi, bırak.” 65 Küfürler... küfürler... Dizler. Gözyaşları. Küfürler... Hıçkırıklar. Soğuk. Boya kutuları. Gidin. Hala küfürler. Gidin, gidin, gidin! Boyacılar... Büyük mavi bir duvar. Hıçkırıklar. Daha doğrusu duvar yok, boyacılar boyadıkça vücuda geliyor. Gidin! Rüzgar esiyor. Mavi duvar geliyor. “Kalk!” diyor Türkan’ın babası, “Burayı boyayacağız. Senin burada işin yok artık.” “Nereye gideyim?” “Güneye.” Dizler. Alnı acıyor. Mavi duvarda derin çizgiler. Yedi mi, sekiz mi? Üçten fazla ya. İhtiyar boyacı elinde fırça, çizgileri kapatmaya çalışıyor. Bir yandan da ana avrat sövüyor. Hıçkırıklar. Güneye! Gözlerini açtı: Merdivenlerde oturmuş kalmış. Yukarı! Kalktı, yukarı çıkmaya başladı tekrar. Artık hava kararmış, etraf karanlık. Işıkları yakıp oturdu. Bu adamlar kesin bir daha gelirlerdi. Adam sen de, gelsinler. Kapının maşallahı var. Kale kapısı mübarek. Nezle belirtileri var. Üşüttü tabii. Dünden beri soğukta oturuyor. Dün? Dün mü gelmişti? Kaç gün oldu? Tatil dokuz gün. Dokuz gün sonra öyle yada böyle gitmesi gerek. Dokuzuncu gün bir daha dönmemek üzere, yeni vıcık vıcık hayatına gitmesi gerek. Bütün gün birbirlerine sırıtan ancak eline fırsat geçse bir kaşık suda boğacak; resmi giyimli, şık giyimli, makyajlı-parfümlü, sinekkaydı traşlı, kravatlı, pantalonlu; finanstan konuşan, paradan konuşan, fa- 66 izden, krediden, piyasadan, borsadan, dövizden, kardan, maaştan, bordrodan, borçtan, faturadan, arabadan, televizyondan, yine paradan, çok çalışmaktan, öğle tatilinden, mesaiden, geç kalmaktan, erken çıkmaktan ama ille de paradan konuşan; gülüşü sahte, konuşması sahte, mimikleri, ses tonu, gözleri, elleri, ayakları, kaşı gözü sahte; karşısındakini dinlemez, dinlese de anlamaz, anlasa da umursamaz, içten davranmaz, içten gülmez, içten bakmaz, okumaz, yazmaz, düşünmez, beğenmez, konuşmaz, susmaz insanların arasına gitmesi gerek. Onları sevmesi, onların değer verdiği şeylere değer vermesi, gayrisini unutması gerek. Maişet derdi diyerek her sözüne, her eylemine, her dakikasına, her saniyesine fiyat biçmesi ve tahsil etmesi gerek. Yüksek yüksek binalara gururla tırmanıp herşeye en tepeden bakan olmak, varsa ondan yukarıdakini derhal indirmek gerek. Rasyonel olması, çağdaş olması demek, bu demek. Üstüne üstlük bir de bunları severek, inanarak yapması gerek. Dokuz günü var. Ya da kaç günü kaldıysa işte... Soğuk, hasta olması kaçınılmaz. Salonda bir soba var ancak boruları yok. Kimbilir nerede? Annebabasının odasında bir elektrik sobası olacaktı. Sahi niye hala oraya girmedi? Nasıl olsa bu son gelişi değil mi? O gittikten sonra başkaları bütün bu evi altüst etmeyecek mi? Yürü öyleyse. Kapının açılmasıyla beraber yine aynı tanıdık: rutubet kokusu. Yarı tıkalı burnu zar zor koku alıyordu. Bu kadar rutubetli bir evi ne diye bu kadar çok kişi ister? Şehrin gözde iş merkezlerinden birinde olduğu için tabii. Neredeydi bu ışık? 67 Evsahibi bu odaya o kadar az girmişti ki, içerideki bazı eşyaları hemen tanıyamadı. Gardırop ile yatak arasında duran annesinin tuvalet masası ilgisini çekti önce. Devasa bir aynası, yanlarda rafları, aşağıda çekmeceleri vardı. Rahmetlinin pek süslenme huyu yoktu Fehim Bey sağken. Ancak Fehim Bey yine de ona bu tuvalet masasını almıştı. Daha doğrusu marangoz bir arkadaşına hususi olarak yaptırmıştı. Ablasının zoruyla bir yere gidecek olursa bir iki kez makyaj yaptığını görmüştü evsahibi annesinin. Oysa aynı kadın, buradan taşınınca makyajsız gezmez olmuştu. Kadıncağıza yaşama sevinci gelmişti yeni hayatında. Tuhaftır, evsahibi ise tam tersine buradan gidince hayattaki tüm beklentilerinden ve isteğinden vazgeçmiş, kendini öylece ırmağın akışına bırakmıştı. Annesi ve ablasına benzemediğini söylemek zor iş değildi. Babasına benziyordu daha çok. İşte babasının kitapları. Muhtemelen aynı marangoz arkadaşına duvara çakılan raflardan yaptırıp üstüne dizmiş. Birkaç hukuk kitabı. Romanlar. Eski yazıyla basılmış üç cilt. Kimbilir neden bahsediyor? Orman Fakültesinden kalan sararmış notlar. Defterler. Fehim Bey 1961 mezunuydu. Kendi kuşağıyla gurur duyar, olur olmaz her yerde vaktin öğrenci hareketini, 555K bilmecesini anlatmaktan zevk alırdı. Fazlaca kitap okur, gazeteleri takip eder, günlük tutardı. Üniversiteden, sonraki yıllardan pek çok hatırlı dost edinmiş, onlarla çocukları büyüyene dek irtibatı koparmamıştı. Çok sık olmasa bile mutlaka görüşürlerdi. Birçoğu Fehim Bey olmasa tanış olamayacak bu ihtiyar delikanlılar, birbirlerini kimi zaman tek 68 tek ziyaret ederler, kimi zaman da biraraya gelirlerdi. Kendi evlerinde toplanılacağı günlerde çok kavgaları olmuştur Fehim Bey ile karısının. Politikanın, edebiyatın yanında futbolun da konuşulduğu, ayran kadar rakının da tüketildiği bu meclislerden istisnasız güler yüzle ayrılınırdı. Ancak bundan Fehim Bey’in herkes ile anlaşabildiği, daha doğrusu herkesin onu anlayabildiği sonucuna da varılmamalı. Kendi yıpranmış arkadaşlarıyla görüşen, eğlenen adamcağız işyerindeki, mahallesindeki, ailesindeki değişikliklere ayak uyduramamış, kimsenin dilinden anlamaz, kimseye kendini anlatamaz olmuştu. Maddiyatın, koltuk hırsının onun hayatında yeri hemen hemen yoktu. Alelade bir devlet memuruydu, düzenli bir geliri, baba mirasıyla aldığı iki daireli bir binası vardı. Kendi beklentilerini haydi haydi karşılıyor, aşıyordu bile. Dindar biri sayılmazdı ancak, maneviyata önem verir, kalp kırmamaya, onuru ve namusuyla yaşamaya çalışırdı. Ailesinden böyle görmüş, çocuklarını da böyle yetiştirmek istiyordu. Huzurlu ve sakin bir aile olacaklardı. Lakin işler onun istediği gibi yürümedi. Kendisine pek benzemeyen karısı ile (ne diye evlendiyse) hiçbir konuda hiçbir zaman anlaşamadı. Fehim Bey konuştuğunda, konuşmadığında, baktığında, bakmadığında hep maraza çıktı. İlk çocukları, kızları Arzu anasından beterdi. Konuşmaya başladığı günden itibaren babasının her dediğinin tersini istedi, yaptı. İkinci çocukları, Bülent sakinliğiyle biraz daha ona yakındı, ancak o da Fehim Bey’in sözünün para etmediği dönemde karısının ve özellikle kızının gide- 69 rek artan otoritesiyle önce lise sınavları, sonra üniversite sınavları yarışında, dersanedir, testtir, sayısaldır, sözeldir derken asosyal bir robota benzemişti. Yine de babası, bu sessiz çocuğu diğerlerinden daha çok sevdi. Onun büyüdüğünü, baba-oğul meclis kurup, bir “büyüğü” karşılıklı yuvarlayacakları günleri düşledi durdu. Fehim Bey içerdi, evet. Aşırıya kaçmaz, ancak her akşam, olmadı iki güne bir, bir iki dubleyi eksik etmezdi. Bazen sırf rakı içmek için pikniğe götürürdü konu komşuyu. Ekseriye karısı ile kızı gelmek istemez, (onları isteyen kim?) sadece Bülent’i alırdı. Bu kadar ani bir şekilde yatağa düşüşünde ve terk-i cihan edişinde uğradığı haksızlığın ağırlığı yanında, rakının da büyük emeği geçmiştir şüphesiz. Elektrik sobası falan yok. Odadan çıktı. Mendil gibi birşey arandı. Mutfaktan bir bez buldu. Yine soğuk, hep soğuk. Soğuksa giyinmeli efendi! Kalın birşeyler giymeli. Kendi odasına gidip ışığı yaktı. Cüzdan ve içinden çıktığı kutu hala masanın üzerinde. Bakmamaya çalışarak gardırobu açtı. Kazaklar, gömlekler, pantolonlar. Hemen hepsi üniversite zamanından, sportif şeyler. Yarısı Türkan’ın hediyeleri. Diğerlerinin kimi Ankara’dan, kimi buradan ucuz mağazalardan, pazardan aldıkları. Hepsi o kadar huzurlu ve uyumlu duruyorlardı ki, hangisini almaya kalksa diğerleri eksikliğini hissedecek, özleyecek, mutsuz olacak, yaşama sevinci kaçacak, artık robot gibi yaşayacaklardı. 70 Zihni mi bulanıyordu yine? Üşüyor işte. Gardırobun zemininde katlanıp üst üste konmuş kazaklardan en üsttekini çekti. Türkan’ın son doğum günü hediyesi. Krem rengi, dikine oluklu, şık birşey. Evsahibi acı acı gülümsedi. Bunu verdikten birkaç ay sonra terketmişti kendisini. Şimdi, akıp giden bunca vaktin ardından onu eskisi kadar suçlu bulmuyor, hatta zaman zaman asıl kabahatin kendisinde olabileceğini bile düşünüyordu. Lafı gevelemeye gerek yok. Tercihi baştan yapmıştı. “Gitme,” demişti Türkan. Gitmişti evsahibi. “Gel,” demişti Türkan. Gelmemişti evsahibi. Babasının ölümünden sonra ekonomik olarak da tümüyle bağlandığı ablasından, ablasının annesi üzerindeki ve her ikisinin kendi üzerindeki etkisinden tiksiniyordu. Keyif Kafe’de şeker ambalajlarını takas ettikten sonra yedi ay gelmedi evsahibi, babasının cenazesi hariç. Bazı aradı, bazı aramadı. İşler fena gidiyordu. Üstün başarılarla dolu eski öğrencilik günlerinin aksine, burada ondan iyiler vardı. “En iyi, en başarılı” olamayacak mıydı acep? Halet-i ruhiyesi bozulmuş, kimi derslerden kalmış, asabileşmiş, iyice eve kapanmıştı. Kız aradı, yazdı. Erkek lütfen cevap verdi. Kız inatla aradı, aradı. Erkek “İşim var,” dedi. “En” olma sevdasındaydı. Kız sonra daha az yazar; başka meşgaleler, yeni arkadaşlar bulur oldu. Giderek de yazmaz, aramaz hale geldi. Bu kez aramayan erkek kuşkulandı, yazar oldu, aradıklarında kızdı, hiddet- 71 lendi, inadına gelmedi. Nihayet kız en son bir kere daha yazdı. Evsahibinin yedi ay sonraki gelişi ise bu kez Türkan’a gitmesin diye yalvarmak içindi. Bu nasıl olabilirdi? Nasıl böyle olmuştu? Bazı sorunları, iletişimsizlikleri vardı. Ama evsahibinin herkesle sorunu vardı. Kimseyle iletişim kuramıyordu. Türkan’a olanca kızmalarına, kırılmalarına rağmen bunu aklından bile geçirmemişti. Tam bir şok! O kadar şaşkın, o kadar aptal bir haldeydi ki, hala alt katlarında oturuyorlar sanıyordu. İstanbul’a iner inmez eve gitmesi bundandı. Oysa babası yatağa düşünce evin tüm bütçesini devralan ablası, kiranın ikinci gecikmesinde onları kapı dışarı edeli, neredeyse yıl olmuştu. Çaresiz telefon açtı: “Ne istiyorsun ulan şerefsiz!” Türkan’ın babasıydı konuşan. Bir daha denedi: “Lan karaktersiz, arama demedim mi ulan?” Artık telefonda karşıdakinin sesini duymadan konuşmuyordu: “Sana da, ablan olacak kaltağa da... Türkan nişanlanıyor, arama bir daha.” İnsaf, merhamet! Bir gece, gece yarısından sonra başardı. Karşısındaki kişi Türkan: “Kırılan bir vazoyu birleştirebilir misin?” “Birleştiririm tabi, yeter ki şans ver, vazoyu ver.” “Kapatmam lazım, babam gelir şimdi.” 72 “Türkan!” “Hoşçakal.” Daha sonraları aynı saatlerde iki üç kez daha aradı, kızdı, öfkesini kustu, yalvardı, yakardı, söz verdi, yemin etti. Nafile. Netice değişmedi. Evsahibi için yapılacak birşey kalmadı. Bu konuştuğu onun Türkan’ı mıydı? İnsaf! Yahu olur mu böyle şey? Birazcık, zamanı birazcık geri alsaydı. Azıcık... Mesela, ayrılmadan önceki son tartışmalarında inat etmeseydi de “Meleğim” deseydi yine! Olmaz mıydı? Birkaç güncük... Haydi belki bir aycık... Ohoo, bir ayda herşeyi değiştirirdi. Bu nasıl olur ki? Kesin aklına girdiler. Şu yeni arkadaşları, falancalar, filancalar... Yahu, biraz geriye dönse? Azıcık merhamet, azıcık insaf! Kazağı katlayıp tekrar yerine koydu. Burnunu sildi. Şu anda, beş sene sonra, biliyordu ki zamanı taa kendisinin Ankara’ya gittiği günlere almak lazım. Gitmemesi lazım. Biliyordu ki, aslında kendi ruhuna yabancı, ancak çoktan büyüsüne kapıldığı başarı, para ve kariyer hırsıyla, en birinci, en önde, en havalı, en herşeyi bilen, en herşeyi yapabilen olma hırsıyla, ilk maaşında çil çil dolarları saymak uğruna Türkan’ı o zaman kaybetmiş, terketmişti. Gardırobu kapattı. Telefon çalıyor. Masanın üstündeki kutuyu eşeledi, gülümsedi. Eski yıpranmış cüzdanına dokundu. Yenisini çıkardı cebinden, yanına koydu. Tekrar gülümsedi. Tam salona, telefonun yanına gittiğinde sustu alet. Onbir defa aranmış. Ne zaman? Enteresan. Ablası aramış, bir de bilme- 73 diği bir numara. Tam elinden bıraktığında bilinmeyen numara onikinci inadına başladı. “Efendim ben Av. Muhittin Çolak. Bülent Bey değil mi?” “Evet.” “İyi geceler, bu saatte rahatsız ettiğim için özür dilerim. Ancak aradım açmadınız. Duymadınız herhalde.” Saat kaç ki? “...” “Efendim bugün bizim ustalar oraya gelmiş. Galiba bir yanlışlık olmuş, kendilerine yanlış anahtar vermişim. Girememişler.” “...” “Ben şu anda İstanbul dışındayım, tatildeyim. Dolayısıyla kendilerine de doğru anahtarı ulaştıramıyorum.” “Anahtar doğruydu.” “İşte bu sebeple yarın boyacı ustaları geldiğinde onlara kapıyı açar mısınız efendim?” “Anahtar doğruydu diyorum. Kilidi değiştirdim.” “A, öyle mi?.. Allah Allah? Doğru, size dış kapının anahtarını bırakmamız icap ederdi, düşünemedik.” “...” Ne pişkin, ne arsız, ne yapışkan bir herif bu. “Her neyse efendim. Siz bir zahmet arkadaşlara kapıyı açıverin.” 74 “Size ben buradayken kimse gelmesin demiştim yanılmıyorsam.” “Aman efendim, ben de zat-ı âlinize arz etmiştim. İşlerimizin aksamaması için bu tadilatların tatilde bitmesi gerek.” “Yahu bana ne sizin işlerinizden be adam? Ben bu binada büyüdüm. Tek istediğim rahatsız edilmeden son birkaç gün geçirmek.” “Peki tamam efendim, haklısınız. Biz de yukarıda işiniz bitip de o daireyi tahliye edene dek, üst katın tadilatına başlamamaya karar verdik.” “Teşekkür ederim,” dedi evsahibi. “Ancak burada tangır tungur edip huzurumu kaçırıyorlar. Ben kimseyi istemiyorum.” Sesinde belli belirsiz bir titreme, bir asabiyet belirtisi vardı. “Ama efendim, sırf sizin keyfiniz kaçacak diye bütün tadilatın sarkması, dolayısıyla da bir hafta çalışamayacak olmamız, sizce de biraz insafsızca değil mi?” İNSAF: Çok şey. Ne çok şey istemişti avukat. Zamanında ne çok dilemişti evsahibi bunu. Bu devirde en pahalı ürün bu olmalıydı: İNSAF. Evsahibi zıvanadan çıktı: “Sen insaftan, merhametten ne anlarsın? Bir hafta geç dayayıver haciz kamyonlarını!” “Rica ederim!” “Hiçbirşey edemezsin!” Evsahibi avaz avaz bağırıyordu. Telefonu kapatmadan ŞRAK diye karşısındaki duvara çaldı. Zaten 75 başından böyle bir tecrübe geçmiş olan cihaz tekrar parçalandı. Görüşme bitti. “Lütfen efendim, insaf edin! Anlayış gösterin!” Görüşme bitti! “Ama şekerim,” diye lafa karıştı ablası, “bırak da adamlar işlerini yapsınlar, doğal olarak.” GÖRÜŞME BİTTİ. “Huysuzluk yapmasan olmaz di mi?” Yine ablasınındı ses. Karanlık, çok karanlık. Ve sürekli soğuk. Devamlı soğuk, böbreklerini, ciğerlerini buz kestiren, sürekli bir yerden başka bir yerlere iten soğuk. Hiçbir yerde bitmeyen soğuk. Evsahibi üzerinde birşeyin yürüdüğü hissiyle irkildi. Evet evet, birşey. Ayağa kalkmak istemesiyle merdivenlerden iki üç basamak yuvarlanması bir oldu. Uyuşmuş bacağı onu taşıyamamıştı. Üstünde gezen şey de zıplaya zıplaya kömürlüğün yolunu tuttu. Apartmanın koridorunda öylece yatarak bacağındaki karıncalanmanın geçmesini bekledi. Yerde siyah, ince uzun, karanlıktan daha koyu bir karaltı: Yılan. Yavaş ve özenle kalktı. Koridorda yığılı boya malzemelerinin arasından saplı fırçayı aldı. Yılanı dürttü, bir daha dürttü. İnce kuyruğu arkaya uzanan, kalın baş kısmı sopayla dürtülen hayvan muhtemelen ölmüş. Acaba üzerinde gezen bu muydu? Niye üzerinde geziyordu? Niye burada uyumuştu? Tüm eklemleri ağrıyor. Boynunu sağdan sola çeviremiyor. 76 Hava aydınlık: Gündüz! Ertesi gün! Niye burada uyumuştu? Gündüz olmuş. Hemen kapı tarafına gitti, aksayarak. Çıtırdayan cam kırıntıları. Kapının camsız kanadında ve diğer kanattaki camda boyalar. Açık renk. Saat kaç? Yukarı çıktı. Duvar saati hala dokuz buçuk. Çalışmıyor. Pilini hala takmadı. Telefona bakmalı. Salonda masada ve çevresinde telefon yok. Odasına gitti: Masanın üzerinde bir kutu ve cüzdan, yerde ablasının kitap doldurduğu koliler, gardırobun kapısı açık, telefon yok. Babasının odasına gitti: Yerde telefondan arta kalanlar, tam ortada elektrik sobası, gardırop, ve duvara monte kitaplığın olduğunu düşündüğü yerde tuvalet masasıyla uyumlu bir gardırop daha. Kitaplık yok, daha önce gördüğünü sandığı kitaplar-defterler yok! Kitaplar nerede? Kimbilir nerede? Belki sobada, belki bir kolide. Rafta değil. Başına keskin bir ağrı saplandı, ancak hemen geçti. Salona gidip oturdu. Neden bu adamlar bir türlü rahat bırakmıyorlardı? Tam sakinleştiği, mantıklı düşünebildiği zamanlarda... Mutlaka, o veya öbürü, biri çıkıyor ve tüm dengesini sarsıyordu. Artık neyin ne zaman olduğunu hatırlayamıyordu. Dün uyanınca markete gitmiş, ablasıyla telefonda konuşmuş, Türkan’ın çentiklerini görmüş, çıkıp bir çilingir çağırmış, televizyon izlerken gürültü yapan boyacılarla merdivenlerde kavga etmiş, üşüyüp elektrik sobasını aramak için babasının odasına girmiş, bulamayınca kendi odasından kazak aramış, ku- 77 tuları karıştırmış en sonunda da salonda avukatla konuşurken telefonu kırmıştı. O halde nasıl?.. Muhasebe yapacak hali yoktu. Ceketinin cebindeki bezi çıkarıp gürültüyle burnunu sildi. Mesele açık: Olayların yer ve zamanlarını karıştırıyordu. Yorgunluk ve strestendir. Geçer... Olur mu? Esas açlıktandır. Midesi kazınıyor, hayır deliniyordu. Banyoya gidip elini yüzünü yıkadı. Diğer eli de boya olmuştu ve su ile çıkmıyordu. Aynaya baktı: Bir karış sakal. Oysa hergün traş olurdu. Hey gidi öğrencilik! Fütursuzca koyverilen sakallar. İşinin, sistemin nefret ettiği bir yönünü daha bulmuştu. Hani on günlük diyecekti aynada görünene, daha üçüncü günde olduğunu bilmese. Dört müydü? Birşeyler yemeli, insan tok karnına daha iyi düşünür. Markete gitmeli. Üşüyordu, ayrıca hasta olmuş, burnu horhor çeşmesine dönmüştü. Ceketinin düğmelerini iliklemek istedi. Lakin zaten ilikliydiler. “Dengesizim” diye düşündü ve kapıda kalmamak için anahtarları kontrol etme ihtiyacı duydu. Üst katın anahtarları başka bir yığın benzerleri ile anahtarlığındaydı. Peki alt kapınınki? Kale kapısınınki? Çok açık ki, dışarıdaki birinin onu açması imkansız. Şu halde o çok lazım. Bir an kendisini Av. Muhittin Çolak’ı yada eniştesini koçbaşı olarak kullanarak kapıya yüklenirken hayaletti. Hah ha... Hoş espri. 78 Evsahibi ceplerini yokladı, tersine çevirdi. Salona, babasının odasına, kendi odasına -kutulara bilebaktı. Banyoya da baktı: Yok. Debdebeli uyanışını hatırladı, indi, koridorun ışığını yaktı: Yok. Bu arada yerde ilk gün çıkarıp attığı siyah kravatını gördü, kaldırıp merdivenin parmaklığına astı. Boya olmuş hep. Nerede bu anahtarlar? Çilingirin verdikleri... Birden malum, gaddar bir fikir aklına geldi. Hadi canım! O kerte mi delirdi? Kapıya koşup kilidi inceledi. Göbek kısmı yeni, parıl parıl. O halde adam gelmiş. O halde anahtar nerede? Hani şu minik... Minik mi? İşin tuhafı anahtarın şeklini de, aldığını da hatırlamıyordu. Güldü, sanki herşeyi hatırlıyordu da bir bu kalmıştı. Çentikler? Hayır, onları gidip kontrol etmeye cesareti yoktu. “Hay Allah!” diyerek kapıya yine bir boya tenekesi dayadı, çıktı. Hay Allah! Ya çilingir, yada elektrikçi -ne karın ağrısıysa- gelmediyse hiç? Ya sanrı idiyse hepsi? Hepsi mi? Çentikler de mi? Türkan’ın daha sonraları gelmiş olması da mı? Evsahibi dünkü elektrikçi dükkanının önüne geldi. Hani, şu aynı zamanda çilingirlik yapan elektrikçinin arkadaşı elektrikçinin. Daha kapısına bakarken içerdeki adam geleni tanıdı ve alaycı bakışlarını dikti. “Ali Rıza usta o gün gelmiş,” dedi elektrikçi, evsahibi içeri girerken. “Ancak sizi evde bulamamış. Zillere basmış, kapıyı çalmış. Açan olmamış.” 79 Şaşırmadı. Akli sıhhatsizliği gün gibi ortada artık. “Peki, kafasına boya kutusu fırlatmışlar mı içerden?” diye sordu evsahibi ve derhal kendine kızdı. Pat diye sorulur mu bu? Aptallığa bak! “Ne?!!” Elektrikçi karşısındaki tuhaf adamdan gelebilecek tuhaf lakırdılara hazırlıklıydı ama bu kadarı onu da şaşırttı. “Şaka şaka,” deyip sırıttı evsahibi. Elektrikçi susuyordu. Şakayı beğenmemiş olacak. “Dün evde yoktum,” diye devam etti evsahibi. “Boya badana, tadilat derken arkadaşlar duymamış olacak.” Elektrikçinin telefonu çalmaya başladı. “Dün değil,” diye itinayla düzeltti adam, telefonu kaldırırken. “Perşembe günü uğramış. Hemen siz gittikten sonra. Alo, İnce Elektrik, buyrun.” Perşembe? Perşembe! Üstüne üstlük dün de değil! Evsahibi aval aval ardına döndü, dükkandan çıktı. Elektrikçi gidenin ardından bir “Lâ Havle” çekti. Dahası çilingir milingir gelmemiş. Gelmiş de sesini duyuramamış, ya da ne zıkkımsa. Ama adam gelmişti, konuşmuşlardı, hatta adam şiveli konuşuyordu. Tıpkı, tıpkı boyacı gibi, ihtiyar boyacı... Evsahibi telaşlandı. İş iyice zıvanadan çıkıyordu. Market, Mustafa Efendi’nin bakkalının tam karşısında. Kamil Ağabeyin babası olur bu Mustafa Efendi. Kamil de evsahibinin eniştesi, ablasını ayar- 80 tıncaya kadar -ya da tersi- ablasının peşinden koşan bir mahalle delikanlısı. Kamil, dördüncü kattaki evlerinin penceresinden sokağa düşüp de sadece kırık bir bacak ile kefeni yırtan ve bu sebepten mahallede iyi tanınan Kamil. Rivayet odur ki, Arzu hanımın zengin bir borsacıyla işi pişirdiğini öğrendiği gün düşmüş, veya atlamış. Rivayet. Hoş bakkal makkal da yok orada şimdi. Cep telefoncu, ya da benzeri teknolojik cihazlar satan bir dükkan var. Market “hiper”den bir numara küçük, “süper”den büyük, kocaman bir yer işte. İçeri girdi. Önünden geçtiği, güvenlik görevlisi olduğunu belli eden salkım saçaklarla bezeli, kendisinden bile uzun bir herif yanından geçerken, bakmadan, otomatik olarak “İyi akşamlar, hoşgeldiniz!” dedi. Akşam olmuş! Ancak herif daha sonra, dikkatli baktığında selam verdiğine pişman oldu ve bu üstü başı, elleri boya içinde, iğrenç sakallı, ağzı burnu, sakalları salya sümük içinde, ayağında yazlık terlik, boyacı desen boyacı değil, boyatan desen hiç değil, hırsızlık yapması, haydi olmadı sorun çıkarması pek muhtemel mahluku şirretçe incelemeye ve takip etmeye koyuldu. Mahluk, evvela sıcağın tadını çıkararak, avare avare dolaşmaya başladı. Işıl ışıl bir yer burası. Ambalajlar, kutular, şişeler, parfümler, tenekeler, marullar, bisküviler, torbalar, kıymalar, dalaklar, herşey parlıyor. Muhtemelen özel ışıkçıları var, yukarıdan 81 projektör gibi bir şey tutuyorlar. Bakamıyordu bile reyonlara. Gezmeye devam etti. Bir de kalabalık ki... İki genç, el arabasına bira dolduruyor. İki kişi bunca şeyi nasıl içecekler? Genç, güzel bir kız, arabayla önünden geçerken bakıyor. Şişeler, şişeler... Rengarenk tavana dek şişeler. Alkol mü kullanmalı? Fehim Bey de tıpkı kendisi gibi tüm denetimi yitirmişti kendi hayatıyla ilgili, ancak onun zihni sağlamdı, her akşam iki tek atar, asabiyet, unutkanlık nedir bilmezdi. Nasıl kurtulacaktı bu halden? Rakılar. Bir 70’lik kaptı sıradan. Sanrı! Olmayan şeyleri uyduruyordu. Asabiyet, unutkanlık değil bu! Düpedüz delilik. Delilikten daha kötüsü: İnsanın bunun farkına varması. Kozmetik reyonuna geldi. Onun gelmesiyle parfüm, deodorant kokularına benzemeyen bir koku yayıldı, genç hanımların beylerin kafaları gelene çevrildi: Bir serseri. Kafalar anında tekrar kendi önlerindeki raflara döndü. Belki de bundan faydalanmalıydı. Keşke hep, istediği şeyleri istediği zaman görebilse! Parfümler. İhtiyar bir kadın raftaki tüm şişeleri tek tek kokluyor. Onun arkasında genç bir çift aynı rafta birşeyler arıyor. Yada istemediklerini hiç görmese. Deterjanlar. Üç çocuğuyla bir adam, siyah gömlek-beyaz yelek. Eniştesi mesela. Bundan gayri hiç enişte görmese. Market görevlisi bir çocuk. Çocuk, düpedüz çocuk... Birşeyler soruyor. Git çocuğum işine. Çilingir bir uydurmacaysa çentikleri kime saydırdı? Hala herşey belirsiz şu halde. Belki onları da uydurdu. 82 Ne diye gelmişti buraya? Yiyecek birşeyler almaya. Bak işte, zehir gibi çalışıyordu kafası! Ne almalı ki? Nasıl uydurmuştu bu çilingir hikayesini. Çok, çok acayip! Adama para bile verdiğini sanmıştı. Para. Çok acayip! Kime vermişti o parayı peki? Cüzdanını çıkardı hemen. Açmasıyla para yerine kısa kıvırcık saçlı, mavi gözlü bir kız ile yüz yüze gelmesi bir oldu. “Türkan’ım.” dedi. Etrafında birkaç kelle ona çevrildi, rahatı kaçmış ifadelerle. “Türkan’ım, güzel rakunum!” Tam o esnada arkasından alışveriş arabasıyla gelen bir çift, yolu tıkayan, teke gibi kokan bu mahlukun iki yanından da geçemedi. Adam bir iki seslendi, karşılık alamadı. Dengesiz, bir elinde bir rakı şişesi tutuyor, diğer elinde başka birşey, “benim güzel rakım,” gibi birşeyler geveliyordu. Karısı kikirdeyince, bu ayyaş serseriye laf geçiremezse otoritesinin sarsılacağını hisseden adam bağırdı. Hatta küfretti. Yine birşey değişmeyince mısır gevrekleri, cipsler, kolalar, çamaşır makinesi deterjanı, bulaşık makinesi deterjanı, bisküviler, tuvalet kağıtları, prezervatifler, traş köpükleri, traş bıçakları, traş kolonyaları, traş bilmemneleri dolu arabayı delinin kıçına hafifçe vurdu. Evsahibi irkildi birden, sıçradı. Rakı şişesi düştü, cüzdan düştü, mahluk düştü. Arabalı herif cık cık ederek yanında durup deliyi seyreden yaşlı, ağzına kadar dolu arabalı başka bir bayanla konuşuyor, “Manyak!” diyordu. Derken arkalardan bir yerden eniştesi fırladı. Mavi bir gömlek, 83 orasında burasında işaretler. Eniştesi polis olmuş. Sinirli sinirli üzerine geliyordu. Evsahibi yere düşen ıslak cüzdanı aldı, en yakındaki rafların arasına girdi. Eniştesi de peşinden. Birine tosladı, sonra bir başkasına. Her yer ışıl ışıl. Parfüm reyonuna daldı tekrar. Az önce kendisine bakan kız. Elinde beyaz birşey. Çok parlak. Bir aralık bulup çıktı. Arkasına baktı eniştesini göremedi. Ancak başka bir polis önünü kesti. Kolundan çekti. Evsahibi kolunu kurtarmaya çalıştı, elindeki cüzdan yine düştü. Kendini yere bıraktı, kurtuldu, cüzdanı aldı. Solda bir yerde gün ışığı, kalabalık sıralar. O tarafa koştu. “Durdurun şu manyağı!” İtiş kakış. Yere düşen kadınlar, çığlıklar. Güneş! Hemen karşı sokağa doğru koşmaya başladı. Geriye baktı: Enişte ve iki enişte daha! Sokağa girdi, ucundaki köşeyi döndü. Başka bir sokak. Bu sokaktan daha önce geçmişti. Sağlı sollu donuk renkli dev yumurtalar: Arabalar. Enişte bey görünürde yok. Bir sokak daha, ya da bir tünel, bir boru. Tünelin ucunda bir bina, bir kapı. ZRAM! Nefes nefese, güçlükle merdivenler, yılan, ejderha! Evsahibi kendine geldiğinde etraf yine zifiri karanlıktı. Kapının tokmağına tutunarak güç bela ayağa kalktı. Ayakları çok üşüyordu; ayaklarında terlik yoktu. Hayal meyal eniştesinin polis olduğunu, cüzdanını almak için kendisini kovaladığını hatırladı. Cüzdan yerde, terlik yok. Koşarken düşmüş olacak. Lakin bulmak gerek, çünkü babasının terlikleri. Fehim Bey huyludur, kendi terliğini ister. Kaybettiğini duyarsa üzülür. 84 Aşağı indi. Apartman ışığını yaktı. Cam kırıklarının üstünden terliksiz-ayakkabısız geçti. Artık otomatikleşen hareketlerle kapıya boya tenekesini dayadı. Cüzdan hala elindeydi. Soğuk eline, yüzüne battı, nefes alırken göğsünü ısırdı. Sağdan mı, soldan mı geldiğini hatırlayamadı, sola saptı. Bomboş, ıssız ve hafif ıslak sokaklarda, çoraplarıyla yürüyordu. Markete kadar geldi. Hiç sevmiyordu burayı. Ancak nedenini çıkaramadı. Bakmadan önünden geçti, gitti. Karşıdaki sokağa doğru giderken kaldırımın kenarında birşey: Terliğinin teki. Ayağına giyerken arkasında bir ses: “Hemşerim bir dakika!” Polis arabası. İki polis iniyor arabadan. Kimlik soruyorlar. Evsahibi aval aval bakıyor onlara: “Cüzdanı mı istiyorsunuz?” “Ver bakalım,” dedi bir tanesi. Karanlık, yüzleri seçilmiyor. El feneri tutuyordu teki, ötekisi cüzdanı eşelerken. İç bölmelerden bir kağıt düşürdü yere. Oralı olmadı: “Birader, burada kimlik yok. Okul kimliği falan var, onlar da çok eski.” “Türkan var orada, doğru.” “Türkan kim?” “Şey, kimliğim evde. Öbüründe galiba.” “Evin nerde senin?” dedi cüzdanı tutan. Sonra yanındakine fısıldadı: “Alalım mı?” “Dur!” dedi daha genç bir sesle diğeri. Döndü: “N’apıyorsun sen burada?” 85 “Terliğimi arıyorum,” dedi evsahibi, sonra gülümseyerek ekledi: “Tekini buldum.” Işığı şüpheli şahsın gösterdiği yere doğru tutan polis, ıslak çoraplar ve tek bir terlik gördü. “Evim hemen şurada. Gidelim mi? Oradaki cüzdanı alın. Onu istemiyorum zaten.” “Halil abi, bu adam dut! Aldın mı anason kokusunu?” “Aldım hafiften,” dedi Halil Abisi. “Gidelim bakalım evine. Hakkaten eviyse, yenge haşlasın artık. Değilse alırız.” Sonra şüpheliye döndü: “Haydi atla bakalım, gidelim evine!” “Yok, olmaz!” diye itiraz etti evsahibi. “Yürüyeceğiz. Öbür tekini de bulmam lazım.” Sonra karanlıkta görünecekmiş gibi kaçamak bir göz kırptı: “Babama çaktırmayalım terliğini düşürdüğümü.” “Çattık!” dedi Halil. Evsahibi “Yoksa dünyada gitmem!” pozlarında kaldırıma oturdu. “Gel, gel,” dedi genç olan. “Yürüyelim, tamam.” Öbürüne döndü: “Abi, sen de araçla gel peşimizden.” Telsiz sesleri eşliğinde yürürken, “Benim eniştem de polis!” dedi evsahibi. “Öyle mi? Nerede?” Evsahibi cevap vermedi. Muhtemelen ağzını arıyordu. Sanki eniştesini tanımıyor. Sanki elindeki cüzdanı almak için eniştesi göndermedi onları. Ama 86 iyi uyutmuştu enayileri. Evdeki diğerini verecek, Türkan’ı vermeyecekti. Evsahibinin birkaç gün önce parkettiği arabasının yanından geçerken diğer terliği de buldular. Eve geldiler, kapıdan girerken polisler yüzlerini ekşitip birbirlerine bakarak burunlarını tıkadılar. Işıkları yaktılar, evsahibi gelenleri şimdi tanıdı: Genç polis meğer boyacılardan biriymiş, hani yine genç olanı. “Ne zaman polis oldun sen?” diye sordu evsahibi. “Geçen sene!” diye cevap verdi boyacı. Alt katı incelediler, boyaları gördüler. Yukarı daireye geçtiler. Halil ayakkabıları çıkarmadan daldı, diğeri, daha genç olanı çıkardı. Evsahibi içeri gitti, kendi odasına. Polisler de odaları tek tek kontrol ederek ardından. Masadaki cüzdanı uzattı. Halil aldı, evirdi, çevirdi. Kimliğe baktı, kartvizitlere baktı. Evsahibinin kimlikteki kişi olduğuna kanaat getirdi, getirmesine de... inanması zordu kartvizitteki işi yaptığına. “Yalnız mı yaşıyorsun burada? Baban nerde hani?” diye sordu. Sormaz olaydı. Evsahibi anlatmaya başladı. Fehim Bey’i, Türkan’ı, ablasını, Kamil abiyi, eniştesini, Türkan’ın babasını... Anlattı da anlattı. Halil sıkıldı, “Ben arabadayım,” deyip gitti. Boyacı kaldı, dinledi. “Benim eniştem de polis!” dedi bir yerde evsahibi. “Nerede?” 87 “Tanıyorsunuzdur. Şuradaki markette.” “Markette mi? Ha, güvenlikçi o zaman.” “O gönderdi sizi, biliyorum. Aptal değilim.” “Niye göndersin?” “Bugün orda beni kovaladı.” “N’aptın?” “Şişeleri kırdım, kutuları devirdim. İnsanları ittim.” “Birilerini darp mı ettin?” “Ama cüzdanımı almak istediler.” “Kim?” “Eniştem.” “Darp ettin mi kimseyi? Yaraladın mı, birşey çaldın mı?” “Hayır, şişe kırdım. Rakı şişesi.” “Siktiret! Birşey olmaz ondan,” dedi boyacı polis ve gitmek için davrandı. “Bunu almayacak mısınız?” diye elindeki yepyeni, içi para dolu cüzdanı gösterdi evsahibi. “Hayır, ne diye alalım?” “Alın, onu istemiyorum. Ötekini istiyorum ben.” “İyi ya, ikisi de senin! İstediğini kullan,” dedi polis. “Ben vazgeçtim, eskisini istiyorum. Bunu istemiyorum,” diye bağırdı evsahibi. Sonra ağlamaya, hıçkırır gibi sesler çıkarmaya başladı. 88 “Aslanım tamam,” diye sakinleştirmeye çalıştı polis. “Tamam öbürünü kullan. Bak burası çok havasız, soğuk, binanın içi de mazot mu, benzin mi, tiner mi... neyse nedir, çok kötü kokuyor. Senin kimin kimsen yok mu, arayalım?” Alt taraftan Halil’in sesi geldi: “Hadisene!” dedi, “Bırak artık şu manyağı.” Boyacı kalktı. “Kendine dikkat et. Daha fazla da içme!” dedi ve çıktı. “Ben bunu istemiyorum,” diye peşinden koştu evsahibi, cüzdanı sallayarak. “Yak gitsin o zaman!” dedi polis. “Allah Allaah!” Çıktı. Evsahibi kalktı, ışıkları kapatıp ıslak çoraplarıyla yatağına girdi. Yıldızlar, küçüklü büyüklü yıldızlar. Göz kırpan yıldızlar. Aydede! Karanlıkta parıl parıl parlıyorlar. “Türkan, seni hiç unutmadım. Beni affet!” Huzur, birazcık huzur. Ertesi gün yine geç vakitler uyandı. Son bir haftadakilerin aksine gayet tanıdık bir uyanış. Kendi odasındaydı, içeri belli belirsiz bir aydınlık giriyordu. Evsahibi duvara dönüp kafasını yastığın altına soktu. Açık mavi duvar, duvarda asılı kalan fırça kılı. Zamanda da asılı kalmış. Ne ileri gidiyor, ne geri. Hep orada. Biraz gerindikten, tembellik yaptıktan sonra kalktı. Elini yüzünü yıkadı. Salona geçti. Saat kaç idi? 89 Kimbilir? Duvar saati: Dokuz buçuk. Daha önce benzer durumda kaldığını hatırladı. Televizyonu açıp karşısına geçti. Karıncalar... hep karıncalar... Kapattı. Alt kata indi, apartman kapısı açık. Kapattı. Tekrar yukarı çıktı. Pencereyi açıp aşağı sarktı. Temiz hava. Herzamanki gibi soğuk, ama taze, temiz. Aşağıdan biri geçiyor. Sordu: “Afedersiniz! Saatiniz var mı?” “İki buçuk!” “Peki günlerden ne?” Adam tuhaf tuhaf baktı önce, yürüdü gitti. Sonra döndü: “Pazar!” Evsahibi şaşırmadı. Öyle yada böyle, bitecekti tatil. Artık kendini hazırlamalıydı: Rüyanın sonu, hayatın başlangıcı. Ne hayat ama. Kendi egosu, açgözlülüğü yüzünden berbat ettiği hayat. Onun bunun etkisi ile, dolduruşu ile, torpili ile tırmanılan basamaklar. Dolgun maaşlar, “bilmemne bey”ler “bilmemkim hanım”lar, kravatlar, topuklu ayakkabılar... Evde, burada değil, “modern ve yeni” evinde kendini bekleyen üstün konfor. Elli metreye yüz metre televizyonlar, uydular, DVD’ler, VCD’ler, cart player’lar, curt reader’lar, bilgisayarlar, MSN’ler, internet “arkadaş”ları, akıllı buzdolapları, akıllı fırınlar, aptal çaydanlıklar. Çamaşır yıkama, yemek pişirme fonksiyonlu, on parmağında on marifet cep telefonları (birini duman etti geçen gün) ve benzeri teknoloji harikası aygıtlar. Spot aydınlatmalı mutfaklar, deri koltuklar, klimalar, kombiler. Felaket konforlu arabası. Sıcacık yuvasında, mutlu, samimi 90 insanlar, teknoloji harikası eşyalar... Hepsi, hepsi dört gözle onu bekliyor. Saat iki buçuk. Kalkıp duvar saatini ayarlamalı. Kalktı, masanın üstündeki pili aldı, evirip çevirmeye başladı. Ayarlamalı mı? Lüzum var mı ki? Tekrar yerine oturdu: Hayır. Pazar! Pazartesi artık burası yok. Ebediyen yok! Babası yok. Babasının emaneti kitapları yok. Daha hiç okumadığı, kendilerine karşı hep mahçup olduğu eskimiş kitapları yok. Odası yok. Dolabı yok. Belki eşyalarını, kutularını alabilir. Ancak ablasının kınamalarını, eniştesinin orayı burayı karıştırıp alay etmesini göze alırsa. “Domuz.” Türkan yok. Türkan zaten yok, ama kokusu var, hayali var burada. Çentik attı mı atmadı mı? Önemli değil. Hayır, önemli! Çok önemli. Fakat artık birşey değiştiremez. Hakikat şuydu: Türkan çoktan nişanlandı, babasının dediği zamanda olmasa da, dediği gibi... Çoktan evlendi. Babasının bulduğu zamparanın biri ile. Türkan’ın bir kızı oldu: YILDIZ. Ancak iki sene yaşayabildi. Türkan’ın bir kızı öldü. Yine de bakmayacaktı çentiklere. Bir kere sekiz gördü, öyle kalmalıydı. Bu bina da böyle kalmalıydı. Türkan’ın odasına yerleştikleri gibi kendi evine, az buz mutluluk, huzur gördüğü yere babalarının çiftliği gibi yerleşmemeliler. Buna izin vermemeliydi. Hayatına bu kadar sahip olmamalılar, ruhuna tecavüz etmemelilerdi. Yahut da bedelini göze almalıydılar. Yaptırtmayacaktı, izin vermeyecekti, evine 91 92 odasına onları fütursuzca sokmayacak, eşyalarını tekmeletmeyecek, kolilere doldurtmayacak, halıları rulo yaptırtmayacak, kapıya avukat bilmemkim yazdırtmayacaktı. Bir fikir: Çılgın bir fikir. Bülent birden yerinden fırladı, terliklerini giyip alt kata indi. Alt kattan boya kutularını, tiner bidonlarını yukarı çıkardı. Madem öyle, elinden zorla alacaklar. Buyursunlar böyle alsınlar. Buradaki hiçbir eşyaya el sürdürtmeyecekti, hiçbir kitaba, hiçbir kutuya, kazağa, yıldıza. Heyecanlıydı. Elindekileri itinayla birkaç parçaya böldü. Oda oda gezdi. Kimi boyaları yerlere döktü, kimi tiner bidonlarını eşyaların kitapların üzerine boşalttı. En çok daha yeni girdiği ablasının odasına boca etti. Alt kata indi, alt katta da aynı şeyleri –hatta daha büyük bir zevkle- yaptı. Dosyaları, klasörleri, dolapları her tarafı boyadı. Çentiklere bakmamaya çalışarak itinayla kömürlüğe girdi. İlk girişinde devirdiği benzin bidonu yarı yarıya boşalmıştı. Kalanı aldı, bir güzel boca etti yine etrafa, diğer bidonların üzerine. Kale kapısını açtı: Akşam çöküyor. Soğuk değil. Madem öyle, işte böyle. Bülent merdivenlerin parmaklığına asılı kravatı aldı, benzine buladı. Güldü, benzine bandırdı iyice. Plastik bidonun ağzından içeri soktu. En can alıcı yer neresiydi? Kalorifer kazanı. Kravatın ucunu yakacak, kapıdan kaçacak, karşısına geçip seyredecekti. Daha da heyecanlandı: Çok güzel olacak. Türkan ile havai fişek seyrettikleri gibi. Çok, çok güzel bir kış akşamında, hani yazdan kalma derler ya, öyle bir akşamda, İstanbullular, kimi uzun bir tatilin bitecek olmasından dolayı gamlı, kimi okulunu, işini özlediğinden heyecanlı, kimi yemek üstüne iki tek atmadan uyuyamayacak kadar efkarlı pencereden dışarı bakarken, hemen hemen hiç görünmeyen ama varlıklarını bildikleri yıldızları ararken, eşsiz bir gösteri izleme fırsatı buldular. Çılgının biri bir oda dolusu, bir bina, bir ömür dolusu havai fişeği birden ateşledi. Yıldızlar, kuyruklu yıldızlar, küçüklü büyüklü yıldızlar, mavili, yeşilli, kırmızılı yıldızlar yerden tiz çığlıklarla, şen kahkahalarla kopuyor, havalanıyor, yükseliyor ve tok bir ses ile gökyüzünde bin parçaya bölünüyordu. Bu patırtılı şölene yıldızların fırladığı yerden sarılıkırmızılı, kah bir yılan, kah bir ejderha, kah bir çiçek şekline dönüşen gölgeler, ışık oyunları eşlik ediyor, uyuşuk ve mahmur bakışlı insanları büyüleyerek etrafında topluyordu. Kırmızılı kamyonlar, mavili arabalar, kalabalığı yarmaya çalışarak adım adım ilerliyor, ışığın ve yağan yıldızların kaynağına ulaşmaya çalışıyordu. Sonunda ulaştılar ve gösteriyi sabaha doğru güç bela bitirdiler. Homurdanarak bu işi kimin yaptığını, kentin huzurunu kimin bozduğunu sordular, soruşturdular. Ancak çılgına dair hiçbir iz bulamadılar. Ondan geriye kalan tek hatırayı, ıslıkla türkü söyleyen bir temizlik işçisi ertesi sabah bir marketin önünden süpürdü: Kafe Keyif / Seni hep seveceğim... *** Telefon çalıyor. Siyah gözlüklü, baştan aşağı siyahlar içinde bir kadının telefonu. *** 93 “Efendim...” “...” “Öyle mi? Ne dediler?” “...” “Tamam, peki öğleden sonra geldiğimde arasınlar görüşelim. Yok hayır, bugün acılı günümüz. Yarın arasınlar. Yok, yok, ben onları sonra ararım. En iyisi böyle söyleyin siz.” Mehmet sordu: “Ne oldu? Kimmiş?” “Sekreter aradı.” dedi Arzu. “ROSLA Bilgisayar araziye talip olmuş, ‘Enkazı da kaldırır, 100 bin veririz,’ diyorlarmış.” “120 koparırız,” dedi Mehmet. Saatine baktı. Arzu da cenaze arabası nerede kaldı diye mezarlığın kapısına bakındı ve ekledi: “Doğal olarak.” 94 Boş 95 MUVAZENESİZ Dengesiz insanları yüz metre öteden tanır, seçerim. Alışık olmadığımız hareketlerde bulunan, herkesin sustuğu anlarda gevezelik yapmaya çalışan, toplumun sessiz sedasız, uysal fertlerini rahatsız edenleri kastediyorum. Hemen anlarım onları. Çok maharetliyim. Yanılmam. Uzun otobüs yolculuklarında biri dikkatimi çekmeye görsün, yolculuk zehir olur alimallah. Ya horlar, ya muavini tartaklar, ya da mola yerinde otobüsü kaçırır. Kafeteryada, kantinde ilginç biri mi var? Tavla oynarken zarı çayının içine kaçırır, alayım derken döker, yanar, sandalyeyi devirir. Sinemada ön koltuktaki kel adam tuhaf mı? Kesin, filmin en heyecanlı yerinde telefonu çalar, açar konuşur, filmi anlatır. Ders başlamadan mı çarptı biri gözüme? Bütün ders vır vır konuşur yanındakiyle. Hocayı delirtir, öğrencileri gerer. Ya da elinde çayla girmiştir, devirir. Her yerde ilk bakışta görür, tanırım böylelerini. Kütüphanede, vapurda, banka kuyruğunda... Velhasıl kelam sürünün içindeki kara keçiyi benden 96 iyi tanıyan yoktur. Felaketim. Alıcılarım uyarır beni, mümkün mertebe onlardan kaçarım. Bizim muhitte de var elbet böyleleri. Okulda, sokakta, lokantalarda, otobüslerde. Gırla... Hele bir tanesi hayli tasalandırırdı beni. İsmini bilmem ya, Süleyman diyelim şimdi. Süleyman bir aralık hemen her gün görünür idi bana, öğrencisi olduğum okulun yakınlarındaki evime gider gelirken. İhtimal, o da benim gibi ara sokaklardan birinde oturuyordu. Hoş ben öyle dengesiz, muvazenesiz tiplerin evleri olduğuna, geceleri uyuduklarına, yemek yediklerine falan inanamazdım ama... Bu yirmi-yirmibeş yaşlarında, güleç yüzlü, yandan çarklı dengesiz, her gün aynı sarı gömleğini, kot pantolonunu giyer, kah ana caddede, kah ara sokaklarda gelen geçeni rastgele çevirir, yarım saat lafa tutardı. Çok yolumu değiştirmişliğim, son anda bakkala çakkala girmişliğim vardır. Düşünsenize: Yorgun argın eve gidiyorsunuz; koltuk, televizyon ve bir bardak çay hasretiyle yanıp tutuşuyorsunuz; belki en sevdiğiniz yarıştırma-tokuşturma-göz oydurma programı, belki dizi başlamak üzere; belki sanal arkadaşlarınız sizin bilgisayarın karşısına geçmenizi bekliyor; ya da başka binbir türlü özel, acil ihtiyacınız, ilginize aç. Sonra, birden böyle sırıtkan, yılışık, yapışık dengesizin biri bitiveriyor ayağınızın dibinde. Soruyor, soruyor, konuşuyor, konuşturuyor. Hoppalaa! Bir türlü yakanızı bırakmıyor. Düşünsenize. Ben çok düşündüm. 97 Hasılı, yine bir gün bu minvalde düşüncelerimi yanımdan eksik etmeden yolda yürüyordum, eve doğru. Gece, ortalık zifir. Artık sevgilimi kaldığı kız yurduna mı bırakmıştım yoksa kütüphanede mi oyalanmıştım da bu kadar geçe kalmıştım bilinmez; geçmiş gün. İlki daha muhtemel. Ana caddeden kıvrıla kıvrıla, dallana budaklana evimin önüne kadar inen bir yokuş vardı. Kuyu gibi mübarek. Ekseriye iki elektrik lambasından biri yanmaz, her daim karanlık ve diktir. İnmesi şen, çıkması derttir. Yokuştaydım. Aşağı doğru yuvarlanıyordum, kıvrılarak. Tam rampanın azaldığı bir köşe döndüm ki karanlıkta biri: Süleyman. Dengesizleri uzaktan iyi seçerim demiştim. Süleyman, sırtında sanırım yine aynı sarı gömlek, açık renk bir de mont, yokuşun tekrar aşağı, evime doğru akacağı köşede beni bekliyor. Yöntemim belli idi: Kafamı kaldırmadan geçip gidecektim. “Abi,” dedi yanından geçerken. “İyi geceler.” “İyi geceler,” diye umursamazca, bakmadan cevapladım. Yürüdüm. İki adım attım atmadım, “Abi,” dedi yine, koşup geldi. “Abi, ateşin var mı?” İşte çattık. Hayırlı olsun. Sigaram elimdeydi. “Var,” dedim. Montumun cebinden kibrit kutusunu çıkarıp uzattım, sağıma soluma bakarak: İn cin top oynuyor. Süleyman ceplerini eşeledi, karıştırdı. Birşey arıyordu. Ben sigarayı görüyordum: Gömleğin cebin- 98 deydi. İki üç dakika içinde buldu. Sıkıldım, korkuyordum. Daha önceki tecrübelerim bana İstanbul gecelerini öğretmişti. Böyle sohbetlerin sonu ya para istemeyle gelirdi ya da hiç gelmezdi. Süleyman’ı inceliyor, hır çıkarma meyilini ölçüyordum. Korkuyordum. Gitsem. Süleyman Samsun 216 paketini bulmuş, şimdi içinden bir tane çekmeye uğraşıyor, beceremiyordu. Ne güzel! Aynı zamanda da sarhoş mu ne! Ya iki sigara birden tutup çekmeye çalışıyor veyahut hiçbirini yakalayamıyordu. Didindi durdu, bir tane çıkardı. Oh, şükür kavuşturana. O da aynı şeyi düşünmüş olacak, kafasını kaldırdı, sırıttı. Şimdi de benim verdiğim kibrit ile uğraşmaya başladı. Eviriyor, çeviriyordu. “Abi, diş çektirecem de!” Gecenin bu saatinde! “Korku yaptı. Bir tane yakalım da rahatlayalım.” Cevap vermedim. Yak da, nasıl yakacaksın? Kutuyu ters açtı, tüm kibritler yere saçıldı. Hemen eğildi toplamak için. Fırsat bu fırsat: “Sende kalsın,” dedim, yokuş aşağı vurdum. “Abi dur,” dedi. “Bekle.” “Kalsın!” dedim yuvarlanarak. “Evde nasıl olsa çok var.” Hayli yol almıştım. “Abi!” diye seslendi. Koşarcasına, kocaman kocaman adımlarla yürüyordum. Koca yokuşu bir hamlede yutmuştum. 99 “Abi,” Peşimden lambır lumbur ayak sesleri. Kolay kurtuluş yok! “Abi,” dedi, koştu geldi karanlıktan. Çaresiz durdum. Evimin hemen önündeki elektrik lambasının aldındaydık. Ne olacaksa olsun o zaman. Döndüm, “Ne istiyorsun?” dercesine dik dik baktım. Kibritleri toplamış. Bir tane çıkardı, sigarasını yaktı. “Sağol abi!” dedi, kibrit kutusunu verdi. Yokuşu tırmanmaya başladı. Utandım. Çok utandım. Peşinden koştum yukarı, yakaladım. “Al!” dedim, kibriti uzattım gerisin geri. Sigarasından çekti bir fırt, birşey demedi. “Al!” dedim. “Dişçiden çıkınca, tekrar neyle yakacaksın?” Gülümseyip teşekkür etti. Kibriti verdim. Elini sıktım. “Gel, bir çay iç,” dedim. “Evim şurası.” “Yok abi, sağol,” dedi gülerek. Tekrar el sıkışıp ayrıldık. Aşağı inerken durdum, dönüp el sallayarak bağırdım arkasından: “Geçmiş olsun!” O da el salladı: “Sağol!” 100 Başka bir gün gördüğümde dişini sordum. Ağzını açıp içeride biryerleri gösterdi. “Çektirdim,” mi demek istedi acep, tam anlamadan gülümsedim. Adı nedir bilmiyorum, ben Süleyman diyorum. Süleyman’ı bir iki kez daha gördüm, aynı sarı gömleğiyle. Selamlaştık. Sonra görmez oldum. Süleyman, arkadaşım, kusuruma bakma. Meğer ben dengesizleri seçemiyormuşum aynadan. 101 MİMOZALAR ADA’DAN Güneşli, alevli bir bahar gününün tam ortasında, dev bir tavanın içinde kavrulan, karıştırılan kıyma tanelerinin göbeğinde, Taksim’de, İstiklal Caddesi’nde yere birşey düştü. Düştüğü yer ile hiçbir alakası olmayan, ehemmiyet taşımayan şey; minik, sarı şey: bir salkım mimoza. Kimse onu kimin düşürdüğünü veya fırlatıp attığını görmedi. Umurlarında da değildi ki... Belki “mimozalar Ada’dan” diye bas bas bağıran bir çingeneden düşmüş, belki sevgilisinden af dileyen bir delikanlının kafasında paralanmış veyahut rüzgar ile savrulup gelmiş. Kime ne! Çarpmanın etkisiyle bir müddet yerde kıvrandı mimoza. İri, sarı, üzüm tanesi gibi çiçeklerinden bazıları ezilmiş, zedelenmiş. Canı yanıyor, toza bulanmış. Lakin sapsarı, güzel. Açtığı serin Ada ağaçlarında, aynı daldaki kardeşleriyle salındığı, nazlandığı, etrafa nefis kokular saçtığı günlerdeki kadar olmasa da, yine de güzel, alımlı. 102 Öyle sere serpe yatarken birden arkasından gelen “şlap” diye bir sesle kendine geldi. “Ne oluyor?” demeye kalmadan ikinci, üçüncü şlaplar. Dönüp baktı. Uzaklaşan yusyuvarlak açık yeşil bir kadın, beraberinde götürdüğü terlik sesleri. Caddenin tam ortasındaydı, işte bir başka kadın, topuklu ayakkabısıyla asabi adımlar atarak yaklaşıyor. Tok tok tok... Tesadüf eseri üstünden atladı bu kadın da. Sonra biri daha. Ardı arkası kesilmiyordu. Ama burası böyledir, ne yaparsınız. Bir aşağı bir yukarı yürüyenlere tek tek sorulsa hepsi sıkışıklıktan rahatsızdır. Fakat bu lüzumsuz sıkışıklık olmasa aslında hiç gelmeyecek olan, ter ve parfüm kokan insanların oluşturduğu, mitingi andıran kalabalık İstiklal Caddesi’ni enlemesine ve boylamasına doldurur, ara sokaklara sızar. Hep. İstiklal devamlı kalabalıktır. Bu öyle bir kalabalıktır ki insan hep aynı kişiyi görür, aynı sesi duyar. İşte bütün bu homurtu arasında yatmakta idi bizim küçük sarı şey. Sağından solundan aralıksız birileri geçiyor, kimi görüp, kimi görmeyip, üzerinden atlayıp duruyordu. Gömlekli-kravatlı, evrak çantalı bezgin bir adam minik, yumuşak, sarı iğneciklerden oluşan zarif çiçeklerinden, ponponlarından birine bastı. Göremediği biri de bir başka topunu ezdi. Mimozanın canı yandı. Tamamen yamyassı olmadığı için şanslıydı ama, yine de yandı canı. Kaderine verdi veriştirdi. Ne işi vardı burada? Yine biri geliyor. Hafif sola atladı, kurtuldu. Serin ve sakin yerlerde, ana ağacın güvencesinde açmak, 103 kuşları, kelebekleri baştan çıkarmak için yaratılmıştı. Hafif rüzgarla etrafı güzel kokulara boğması huzurunu korumasına bağlıydı. Caddenin curcunası biter mi? Yine üstüne gelen tabanlar. Hafif sağa, sonra yine sola. Haydi diyelim ki ağacından kesip kopardılar, getirdiler. Bir dost hediyesi, yahut bir ilan-ı aşk vesilesi olmak, olmadı bir kase su karşılığı bütün eve bahar getirmek, yüzleri güldürüp, iltifatlar eşliğinde koklanmak var iken burada çiğnenmek, tozlu ve tükürüklü yollarda kavrulmak reva mıydı? Dalında, sapındaki damarlardan kana kana içtiği sulardan geriye ne kadar kalmıştı ki? Kurudu kuruyacak. “Heyy!” diye keskince bağırdı mimoza tez konuşup tez yürüyen iki adama. “Bakın... bakın buradayım.” Biri hafif sakallı, diğeri kaba sakallı, esmer, şivelerinden doğulu oldukları hemen çıkarılabilen adamlar onu duymadı. Biri Kadıköy’de bir çay bahçesinde öbürü ise Bakırköy taraflarında bir büfede çalışmaktaydı. Büfede çalışanın kardeşi evlerine yakın, İstanbul’a uzak lisede bir kavgaya karışmıştı: Delikanlı ile sevgilisi teneffüste kızda gözü olan başka öğrenciler tarafından taciz edilmiş, delikanlı da arkadaşlarını toplayıp çıkışta tacizcileri taciz etmiş. Kavga çıkmış, bıçak çekilmiş, karşı taraftan biri yaralanmış. Sonra da jandarma gelip herkesi toplayıp götürmüş. Kaba sakallı büfeci yaralanan gencin babasıyla konuşup meselenin örtbas edilmesine ikna etmişti etmesine lakin, adam hastane masrafları diyerek güzel bir para istemişti. İşte onu denkleştirmeye çalışıyordu. Şimdi uykusuzluktan kan çanağına dönen gözlerle, yanında endişe suratlı akrabasıyla, 104 akrabasının akrabası bir tefeciye gidiyorlardı. Borçlanmak umuduyla. Mimozanın “Heyy!” diye bağırdığını duymadan, bakmadan yanından geçip gittiler. Hızlı hızlı konuşarak. Kaba insanlar olduklarına kanaat getirdi mimoza, “Hıh!” diyerek omuz silkti. Adamların gittiği yönden gelen iki ihtiyarın tabanları ve bastonlarından kaçtıktan sonra tam ağır ağır gelen, ortayaşlı güzel bir kadını gözüne kestirmişti ki arkadan gelen görmediği biri yine ponponlarından birine basıp kızgın kaldırım taşlarına yapıştırdı. Ay vay etti. Hiddetinden tepindi, acısından dövündü. Canı yanmıştı yine. Daha dikkatli olmalıydı demek ki. Sağına, soluna, önüne arkasına bile bakmalıydı. Nasıl bir cehennemdir bu. Nasıl çıkılır? Mimoza bir süre sonra sakinleşti. Etrafını daha bir dikkatle kollar oldu. Zor bir iş değildi aslında, hemen herkes iki yönde yürüyordu. Yokuş yukarı... ve aşağı... Ayaklar arasında hoplayıp zıplamaya da alışmış denilebilirdi, bir şu susuzluk, şu sıcak olmasa. Aşağı doğru yürüyenler arasında resmi ve şık kıyafetler içinde bir kadınla erkeği kestirdi gözüne ve daha onlar uzaktayken yaygarayı bastı: “Buraya bakın!” Zıplıyordu olduğu yerde. “Buradayım!” Adama hınzırca göz kırparak ekledi: “Beni ona verirsen hoşuna gider, çelersin gönlünü.” Vücudunu olduğu gibi saran, dar beyaz bir gömlek ile yine dar siyah bir pantolonun altına tabii ki siyah topuklu ayakkabılar çekmiş memure duydu mu bilinmez, ancak klasik gömleği, kravatı, pantolonu 105 ve elinden düşürmediği teknolojik telefonuyla erkek bankacı duymamıştı kendisine söylenenleri. Çekici mesai arkadaşına, öğle yemeği dönüşü saçma, bel hizasında fıkralar anlatıp ünlü komedyenlerin repliklerini tekrarlıyor, bir taraftan da tüm erkek personelin rüyalarına giren bu kadını yatağa atmak için daha kaç litre şaklabanlık yapması gerektiğini hesaplıyordu. Kadının aklı ise o esnada müstakbel eniştesindeydi. Cadı, cahil, cansız ve cazibesiz ablası, nasıl olmuştu da oturduğu yerden elin mimarını ayartmıştı. Ah kendisi de o kerte bir uzun kulak bulabilse. Hay Allah! Birbirlerine sırıtarak geçtiler mimozanın yanından. Hemen sağdaki binanın cam kapısını tıklattılar. Kapıyı açan güvenlik görevlisi, kadına başka, erkeğe bir başka bakışlar fırlattı. İçeri girdiler. Mimoza reddedilmiş aşık gibi arkalarından bakakaldı. Kapı kapandı. Biraz daha bakacaktı ki ayak sesleri ve acısı kendine getirdi. Birkaç saniyelik insansızlık bitmişti. Şimdi tekrar her bir tarafına bakıyor, oradan oraya atlayıp zıplayıp ezilmekten kaçıyordu. Bir dilenci geldi, tam önünde durdu. Ayakkabılarının sağ teki o kadar yırtık ki, parmakları kızgın taşa değiyor, hatta neredeyse tabanı da... Adam gelen geçene herhangi bir dile ait olmayan birtakım seslerle, ama meramını anlatan bir ton ile yalvarıp yakarıyor, muhtemelen sadaka istiyordu. Mimoza ona seslenip seslenmemekte kararsız kaldı. Belli olmazdı, haftaların açlığını hissettiren dilenci belki de onu yemeğe kalkardı. En iyisi sıvışmalı derken, dilenci 106 az öteden geçen iki genç kadına yöneldi. Ünlü, gözde markaların damgalarını taşıyan kadınlar; ipli, cafcaflı, karton poşetlerini her iki ellerinde sallayan kadınlar biraz yana kaysalar da dilenciden kurtulamadılar. Nereden yapışmıştı bu herif şimdi? İki arkadaş, birinin kalbi yaralı, stresten ve sıkıntıdan kurtulmak için kuaföre gitmişler, alışverişe çıkmışlar, çıkmışken pek de yollarının üzeri olmasa da bir İstiklal (İstiklal’den kasıt herzaman gittikleri bir kafeteryadır) yapmadan dönmek istememişlerdi. Kalbi yaralı olanın hassas burnu, adamın kokusundan rahatsız oldu. Geri dönmek istedi. Adam kadının koluna yapışınca da kadın hafif bir çığlık attı. Etraflarında yuvarlanan insanlardan birkaçı şöyle bir baktı, diğerleri oralı bile olmadı. Sadece iki veya üç sıra arkadan iki polis çıkageldi. Dilenciyi tartaklayıp, kovalayıp kadınlarla aşağıya doğru yürümeye başladı. Evli polis pek oralı değildi ama, bekar ve çirkince olanı her an bir sohbete başlayacak gibi duruyordu. Kalbi yaralı kadının ise tüm keyfi kaçmıştı. Bir erkek de farklı çıksa dişini kırardı. Mimoza olan biteni izlemekteydi ki, bir anda tam tepesinde beliren beyaz bir spor ayakkabı tabanı etrafı kararttı. Çevik bir hamle ile yana kıvrılıp kurtuldu. Yine yukarıdan, meydandan rock üniformalı üç genç geliyordu. İki kız ile kızlardan birinin elinden tutan bir erkek. Kızıl saçlı, tek olan kızın üzerinde siyah, dekolte bir bluz, koyu mor bir şort, şortun altından fırlayan siyah külotlu çoraplar ve iri botlar vardı. Çift olanlar da boyundan topuğa kadar, giy- 107 dikleri ayırt edilemezcesine siyahtılar. Bir bardaki konsere gitmekteydiler. Neşeli bir halleri vardı. Mimoza bir deneme daha yapmak için önlerine atladı. Onlara seslenip kendisini almalarını istedi. Atkuyruğu yaptığı, siyah, düz saçları beline kadar uzanan genç adam tam tersine erkek gibi kısacık saçlı, kumral sevgilisini sürüklemeye başlamıştı. Kızdaki bu yavaşlama mimozayı görmesindendi. Eğildi, aldı. Erkek dönmüş, küçümser ve öfkeli gözlerle bakıyordu. Kız ayağa kalkarken hâlâ bırakmadığı eline asıldı: “Yürü hadi,” dedi, “neredeyse başlayacak! Ne yapacaksın çiçeği sen?” Kız elinde sarı şeyi evirir çevirirken kızıl saçlı, mor etekli kız geldi. Çiçeği diğerinin avucundan alıp yapmacık bir ses tonuyla “Aşkımmm, sana olan hislerime tercüman olması için bu çiçeği kabul et!” dedi ve çiçeği hayali birine uzattı. Piyes, kıl yumağının çok hoşuna gitmiş olacak, biraz da abartarak, katıla katıla güldü, sevgilisi susarken. Sonra ciddileşti. “Hadi abicim yaa! İşimiz gücümüz var. İki bira atalım başlamadan.” dedi. Yürüdü. Kısa saçlı kız çiçeği almak için kızıl saçlıya uzanıyordu ki, çektiler, yetişemedi. “Romantik, cici kız!” dedi Kızıl acıyarak. Mimozayı attı, sonra da bir tekmeyle bankanın camlı kapısına kadar gönderdi. “Oranın birası sulu aaabi yaa!” Kısa saçlı kız üzüntüyle bakarken çekiştirildi yine. Önüne döndü. Minik sarı şey, yarı baygın yatıyordu ki, kapı açılıverdi. Genç, güzel, kibar ve kültürlü bir kız dışarı 108 fırladı. Mimozanın üzerine bastı, yukarı, meydana doğru yürüdü. İki adım atmadan gıcır gıcır “converse”lerinin altına yapışan sarı şeyi farketti. Üzüldü, tabanını sürterek yapışanı -her ne ise- çıkardı. Üzüntüsü geçti. Aceleyle boş bir taksi bulmak için koşturdu: Hemen Ortaköy’e gitmesi gerekiyordu. Mimoza tekrar caddenin ortasındaydı. Kıpırdayacak dermanı yoktu. Kafasını ancak kaldırdığında ise ayakkabılardan başka birşey göremedi. Ayakkabılar, ayakkabılar... İyice kurumuştu. Öyle ki, nemden, güneşten rahatsız olmuyor, beton onu yakmıyordu artık. Sağlam bir tarafı kaldı mı bilmeden, gelene geçene aldırmadan öylece yattı. Öldü ölecek. Meydandan aşağı spor giyimli iki kadın daha iniyordu: fahişeler. Bir tanesi üç yıldır meslekteydi. Diğeri birkaç aydır. Okula uğradıkları yoktu ya, ikisi de aynı üniversitede öğrenciydiler. Müşteriden dönüyorlardı; iyi para almışlardı. Yürürken, soran herkese zaruretten bu yola düştüklerini anlatmasını tembih ediyordu yıllanmış olan. Oysa pek öyle denemezdi. Hikayeleri farklı da olsa, ikisi de rahat yaşama ve kolay paraya düşkünlüklerinden bu işi yapıyorlardı. Okul bitince nasılsa bu işlerden de eli ayağı çekeceklerdi. Baygın mimozanın yanına geldiklerinde tecrübeli olan dirseğiyle diğerini dürttü. “Bak” dedi, “kendine dikkat etmezsen, bakmazsan, iki sene sürmez bu hale gelirsin.” Ve hangi halden bahsettiğini anlatmak için spor ayakkabısının ucuyla mimozayı dürtükledi. “Çiçek olmasına çiçeksindir, ama kimse dönüp sana 109 bakmaz!” Genç fahişe bir cevap vermeden, dehşetle baktı, başını salladı. Yürüdüler. Bu son dokunmayı hissetmemişti bile mimoza. Hala aynı şekilde yatıyordu. Evet, emindi artık sağlam bir tane çiçeği kalmamış, yaprağından sapına her tarafı ezilip yamyassı olmuştu. İçinde bir damla su kalmadığından da emindi. Kimsenin artık onu alıp da kurtarmayacağından da... Şu halde bu iş biran önce bitsin, daha iyi. Bir sıkımlık canı kaldı, onu da alsınlar ve bu işkence bitsin. “Haydi!” diye bağırarak üç dört delikanlının önüne atladı. “İyice basın üstüme de bitirin şu işi.” Gençlerin hepsi de Beşiktaş’ta aynı dersaneye devam ediyorlardı. ÖSS’ye gireceklerdi. Çok, çok kısa bir zamanları kalmıştı. Daha doğrusu zaman maman kalmamıştı artık. Yapabilen, yapabildiği kadar yapacaktı işte. Dört kişiydiler. Dördü de liseyi geçen sene bitirmişti. Bir tanesinin, en başarılılarının, tüm umudu ÖSS idi. İyi bir okula girmek istiyordu. Emekli babasının güç bela yazdırdığı dersanenin denemelerinde çok başarılıydı. Lakin, bakalım hayat ne kadar denemeye benzeyecekti. Kuşkuluydu. Bir diğerinin ise ÖSS, üniversite falan hiç umurunda değildi. Okusa da, okumasa da babasının işi olan toptan gıda ticareti yapacaktı. Dersane onun için yeni kızlarla tanışmak ve onları ayartmak için bir platformdu sadece. Herkes her dakika söyleyip durmasa, tarihini bile bilmez, sınavı kaçırırdı. Diğer ikisi bu çapkın kadar rahat değillerdi ancak onlar da liseden bomboş çıktıkları ve bu boşluğu doldurmanın usulünü bil- 110 medikleri için pek umutlu değillerdi sınavdan. Bir tanesi yazın çalışacağı, bayanlar için ayakkabı ve çanta satan mağazada birkaç yıl geçireceğini bal gibi biliyordu. Gelgelelim diğeri daha da umutsuz bir vakaydı. Mahallede serseri bir arkadaş çevresi vardı. Geçen sene en samimi arkadaşlarından ikisi bir kapkaç olayından içeri atılmış olması bir yana; işin kötüsü, en fenası, korkunç olanı, para kazanmanın buna benzer yolları ona da çekici ve kolay geliyordu. Bu tuhaf dörtlünün İstiklal caddesini arşınlama sebebi ise çok doğal ki, farklı farklıydı. Dersanede anlaşmışlardı: Çalışkan olan ile çantacı olacak olan Galatasaray Lisesi’nin oradaki sahaflardan test kitaplarına, çapkın olan kızlara, diğeri de ikinci el alıyorlar mı diye cep telefonculara bakacak. Oradan da hepsi aşağı yukarı aynı istikametlerdeki evlerine dağılacaklardı. Hiçbiri ayaklarının altına girmeye çalışan mimozayı farketmedi. Sessiz sedasız yürüyüp yokuş aşağı indiler. Hayli vakit geçmiş olmalı. Tatlı bir serinlik, bir rüzgar başgösterdi. Akşamüstünün şefkatini hissetmeyen küçük, sarı şey hâlâ caddenin aynı yerinde debelenip duruyordu. Bu insanoğluna laf anlatmak imkansız: Hiçbiri onu duymuyor, anlamıyor. Artık mimozanın canına tak demişti “Kendi işimi kendim görürüm,” diyerek oraya buraya koşturuyor. Daha önce kaçmaya çalıştığı, ayaklar altında ezilmeye uğraşıyordu. Gençler geçti, yaşlılar geçti, liseliler, üniversiteliler, memurlar, esnaflar, kadınlar, erkekler geçti. Sosyetikler dönüp bakmadı, marjinaller bakıp anlamadı, kalenderler hiç görmedi. Taksim’in göbeğinde 111 belki yarım milyon insan gelip geçti mimozanın sağından, solundan. Alsınlar istedi almadılar, ezsinler istedi ezmediler. Sonunda artık gücünün, takatinin son zerresine gelmişti. Kendisini ezmemelerini istediğinde ezen insanlar şimdi de üzerinden atlayıp atlayıp geçiyordu. Son, nihai bir gayretle meydan tarafından gelip aşağı inen bir aileyi kestirdi gözüne. Solda adam, sağda, vitrinlere doğru kadın, ortada da minik bir kız çocuğu. Annesi kızın elinden tutmuş, gözü vitrinlerde. Adam elleri ceplerinde, gözü az önünde, çaprazında yürüyen mini etekli iki kadının bacaklarında. Heyecandan hangisine bakacağını şaşırıyor. Kadınlardan biri de birkaç adımda bir, dönüp adama bakmakta. Lakin adamdan rahatsız mı oluyor, hoşuna mı gidiyor belli değil. İşte tam ailecek mimozanın önüne geldiklerinde kadın bir vitrine doğru yöneldi, çocuğu babaya teslim edip. Bizim sarı şey ortaya atıldı yine. “Haydi,” dedi yavaş, bitkin bir sesle. “Bas üstüme de bitsin artık bu.” Uzaklaşan diğer kadınları gözden kaybetmeme telaşındaki babasının, isteksiz elinden çabucak kurtulan küçük kız, “Ne bitsin?” diye sorarak mimozaya doğru gelmeye başladı. Bu sırada arkasından, görmediği biri kirli, sarı şeyi yerden kaldırdı: Dokuz-on yaşlarında bir erkek çocuk. Mimoza ona da tekrarladı, mırıldandı birşeyler. Şuursuzca. “Ne diyorsun ki? Anlamıyorum,” diye cevap verdi çocuk mimozaya. “Ama çok güzel kokuyorsun.” 112 Kız atıldı hemen: “Vel!” Çocuk şaşırdı, elini sakladı arkaya. Bu sırada küçük delikanlının annesi geldi, çocuğun diğer elini tuttu ve ters istikamete, yokuş yukarı yürümeye başladılar. Kız bağırdı yine: “VEL!” Çocuk annesinin elinden kurtuldu, kızın yanına gitti, gülümsedi ve en az kızıl saçlı rockçı kız kadar ustaca uzattı mimozayı. “Al, senin olsun, çok güzel kokuyor!” Sonra koştu, annesinin elini yakaladı, ufak kıza tekrar gülümsedi ve kayboldu. Kızın annesi vitrinden döndü, “At şu pis şeyi elinden!” diye kıza bağırdı. Bu kez ufaklık elini arkaya sakladı. Anası zorla elinden almak isteyince de yaygarayı kopardı. Önde giden güzelleri yakalama derdinde olan babası, annesine çıkıştı ve geç kaldıklarını, kıza ilişmemesini söyledi. Ufaklık kazanmıştı. Mimoza ise halsiz, dermansız yatıyordu kızın avucunda. Konuşacak, hareket edecek hali yoktu ama huzurluydu. O akşamüstü rüzgarlarında etrafa nefis bahar kokuları yaymak için yaratılmıştı. 113 SANDALYENİN ŞAHİTLİĞİ Biri hafif göbekli, diğeri ince uzun iki polis, yarı işhanı yarı apartman denilebilecek binanın küf kokan merdivenlerini tırmanıyorlardı. Ağır ağır. İkinci kata geldiklerinde onları kapıcı karşıladı. “Kaçıncı kat?” diye sordu kapıcıya göbekli polis. “Dört! En üst kat!” Kapıcının da katılımıyla üç kişi olan kafile uyumlu adımlarla yeniden tırmanmaya koyuldu basamakları. Üç dört basamakta bir göbekli polisin oflayası geliyordu. Üçüncü katta binanın sahiplerinden biri ile karşılaştılar, dördüncü katın koridoruna dört kişi olarak çıktıklarında polisler diğerlerini takip etmek üzere geride kaldı. Kapıcı çok önemli bir vazife yapmanın getirdiği ciddiyetle (aslında zevzek bir adamdı) polisleri gidecekleri yere götürürken, ev sahibi gelmekte pek isteksizdi. Önce yavaşlayarak arkalarda kaldı, sonra büsbütün durdu: “Ben aşağıdayım birşey gerekirse,” diye belli belirsiz seslendi. *** 114 Nasıl efendim? Ben mi? Evet efendim, eskiyimdir. Ancak antika sayılır mıyım, bilemem. Erbabına sormak lazım gelir. Takriben ikinci cihan harbinden beridir buradayım. Buraya rahmetli Kirya Stella getirmiş idi. Varın hesap edin, çeyrek asrı geçti. Olabilir efendim, yarım asır da geçmiş olabilir. Malumunuz, vakit kavramı pek bir bulanıktır bendenizde. Mühim birkaç seneyi, günüyü bilir, oradan hesap ederim: 27 Mayıs, Kıbrıs Harbi, 12 Eylül, Kirya’nın kiracıları... Yanlış anladınız, laubalilik etmek istemedim. Kirya rahmetlinin ilk ismi değil, Rumca “madam” demek. Madam’ın kiracıları demek istedim. Peki efendim, nasıl arzu ederseniz. Sadece son kiracıyı anlatayım. Zaten konumuz da kendisi değil mi? Efendim bu genç burada... Yenidir amma, çok da yeni değildir. Nasıl anlatsam? Madam Stella’nın rahmetli olmasından evvel (tam kestiremiyorum ne kadar evvel olduğunu) bizzat kendisinden kiralamıştır odayı. Sonraları binayı satın alan tacir beyefendilerin bulduklarından değildir. Madam’ın kiracısıdır. O gün bugündür de bu odada ikamet eder. Ederdi. Tam olarak söyleyemiyorum, mazur görünüz. Zat-ı alinize arzetmiştim ya efendim, vakit hesabı yapamıyorum. Kendime bile şaşıyorum. Nasıl bu kadar hızlı aktı da zaman, bu hale geldim, bacaklarım şişti, çürüdü, sırtım çatladı, inanın hesabını yapamıyorum. Hiç yapamıyorum. Zihnimde bir gençliğim var, dört ayağı bir hizada, yere sapasağlam basan, 115 yüzlerce kiloyu kaldırabilecek, ceviz rengi delikanlı; bir de şimdiki ben, romatizmalı bacakları birşey taşıyamayan, çatlak, kırık, kararmış, durmadan gıcırdayan, eklemleri esneyen... Hayhay efendim sualinize geleyim. Yaşlandıkça gevezeliğim de artmakta. Kusuruma bakmayınız. Hem elim hadisenin tesirini de atamadım daha üzerimden. Bu delikanlı darülfünunda talebe idi, ilk geldiğinde. Riyaziye tahsil eder imiş. Mektebin üçüncü veya dördüncü sınıfındayken gelip yerleşmişti buraya. Nice geceler taşımışımdır onu ders çalışırken. O vakitler bu değil, başka bir masa vardı rahmetli, çam ağacından. Onun üzerine çok devrilmişliği vardı fakirin, uykusuzluktan. Çalışkan idi, kabiliyetli idi. Ayrıca derslerinden başka da türlü türlü uğraşları vardı. Misal, resim yapardı; ilk karalamalarını o uykusuz gecelerde yapmaya başladı. İlle de imtihanlar öncesi, müthiş ilham gelirdi kerataya. Böyle böyle geliştirdi ya çizgisini!.. Bunun dışında mütemadiyen okurdu. Envai, epeyce kitabı vardı. Sorunları? Bilmem ki. Dışarıdan idrak etmesi güç bir takım şeyleri mesele ederdi kendine, zaman zaman. Lakin şudur diyemem. Ah, afedersiniz, siz “sorunları” deyince... Yanıldım... Maddi sorunları pek yoktu o vakitler. Öğretmen emeklisi validesi, -memleketinde de biraz malı mülkü olmalı ki- aksatmadan para gönderirdi. Yok canım, yanlış anladınız. “Tuzu kuru” demedim. İlahi memur bey, öyle olsa neden bu tencere kadar odada tıkılıp kalsın senelerce? Affedersiniz, bir tuvalet, bir 116 lavabo ve bir pencereden ibaret bir kutuda... Alemsiniz. Hanımefendinin yatırdığı öyle ahım şahım paralar değildi ki: İşte, kirasını ödemeye, yiyip içmeye yetecek kadar. Zaten, bir biraderi, bir hemşiresi daha var imiş galiba. Kadıncağız onlara da hem analık hem babalık yapmak zorunda, değil mi? Ha unutmadan, bir de devletten aldığı öğrenim kredisi vardı, iki kuruş. Hepsini toplasak delikanlının bir aylık iaşesi anca ediyor. Pat diye bugüne gelemem efendim... Bu noktaya nasıl geldiğini arz etmem gerekiyor, mümkünatı yok. Zaten kendimi de suçlu görmekteyim. Öyle demeyiniz, ufaktır-büyüktür, benim de payım, kabahatim vardır bu raddeye varılmasında. Vicdanım rahat değil. Ben de şu zirzop, divan mıdır, çekyat mıdır nedir, onun gibi olaydım keşke. O zibidinin lakırdılarına ihtimam gösterseydi de böyle olmasaydı. Ha, ne diyorduk? O yıllarda işte pek maddi sorunları yoktu bugünkü gibi. Mekteple de arası fena değildi baştan. Arz ettiğim gibi, sabahlara kadar çalışırdı. Sonra sonra soğudu biraz. Peki, peki. Tamamen soğudu. Mezuniyete yaklaştıkça iyice içine kapandı, insan içine çıkmaz, derslere gitmez oldu. Mektebini de altıncı senenin sonunda, zar zor bitirebildi. Oya hanım olmasaydı belki de mezun olamayacaktı. Oya hanım mı kim? *** Oya mı? Hah! 117 Oya, Oya diye başımın etini yedi durdu bu eve geldiğimden bu yana. Anlatayım, anlatayım sana da dinle! Yoook ben öyle sizli bizli konuşamam kardeşim. Yalakalık istiyorsan git o bunak sandalyeyle konuş, dediğinden bi halt anliicaksan. Bayat oturak, hah! İşine gelmiyorsa anlatma., Hem, çok da umrumda sanki. Bana ne! İyi öyleyse, otur dinle. Dinle bak komediyi, yarılacaksın gülmekten. Herif bu zilliye abayı yakmış üniversitede. Daha birinci sınıfta. Bi sene boyunca diil konuşmak, adını bile öğrenememiş aptal. Hem de aynı bölümde, düşünsene! Anfilerde bunu görecek bi yer seçip film seyreder gibi bön bön bakarmış. İlk senenin sonunda bütünleme listesinde görmüş hatunun adını da ordan bilmiş; bütünlemeye kalan tek kız buymuş çünkü. Neyse işte kızın adını öğrenmiş öğrenmesine de, yine gidip konuşamamış. Öbür döneme sarkmış, ondan da bi sonrakine. Yine olmayınca hatunun sınav notlarından dersin birinde (dedilerdi de unuttum şimdi, ‘mantık’ mıydı neydi) durumunun parlak olmadığını öğrenmiş, kendini bütünleme sınavına bıraktırmış. Orada pusuya yatmış ve ikinci senenin sonunda kızla tanışmış. Hah! Ne demek şimdi bu? Ben bunlara tabii ki şahitlik etmedim. Görmüyor musun ne gencim ben. Gıcır gıcırım. O kadar küflenmiş, bi şu rafları sarkmış, anarşist kitaplık, bi de deminki iskelet iskemle var, canlı cenaze. Pis bunak! Ben geldiğimde onlardan duydum bütün bunları. Bi de herifin gece üstümde 118 uyurkenki sayıklamalarından. Hem kanepe hem yatak vazifesi görüyorum ya! Ne demiş benim için ihtiyar? Divan mıymışım, çekyat mıymışım ha? Bak yaylarım titriyor sinirden. Kanepeyim ben kanepe! Bunak oturak n’olacak! Bunların hepsinden fazla hizmetim vardı herife ama yaranamadık ki bi türlü. Laf anlamaz yabani. Ah, ilk sahibim kıymetimi bilirdi benim. Ne kızlar gördüm sayesinde.. Hah! Hem birine bile eyvallah etmez, işini bitirince “işte kapı işte sapı” derdi. En güzeli de bu diil mi kardeşim? Ne öyle sümsük sümsük aynı kızın peşinde koşmalar yıllarca, iki kelime edememeler, kız lütfen konuşunca, kuyruk sallayınca kul köle olmalar? Evet hepsini yaptı bu herif. Oya mıdır, boya mıdır, ilk önce naza çekmiş kendini. Bir bakmış bizimkinden tarafa, beş bakmamış. Bir çay içmiş kantinde, beş içmemiş. Herif de pervane. Oraya buraya kızın resmini yapmalar, kızı görme ihtimali var diye dersleri asmalar, sınavlara girmemeler. Zaten başka bi Allahın kulu mu var yanında duran, ne bi hemşerisi, ne bi kankası. Ortamı falan da yok takıldığı. Bu “Boya” en sonunda bakmış başka talibi yok (laf aramızda, pek de güzel sayılmazmış) istemeye istemeye, nazlana nazlana, bizimkinin güç bela gündeme getirebildiği (sümsük!) ‘sevgili olma’ fikrini kabul etmiş. Herif sevincinden havalara uçmuş elbette. Başka tek bi arkadaşı yokken sevgilisi olacak, düşün. Quasimodo ile Esmeralda hesaabı. Yok canım ne yardım etmesi, o zilli olmasa belki de garibim bu kadar derslerden soğumaz, okulu uzatmazdı. Yardım etmişmiş! Hah! 119 Sen kalk bütün gün suratını as, mecburiyetten onu seçtiğini iliklerine dek hissettir, diğer arkadaşlarınla gez toz, bu garibanı çağırma bile, iyice yabanileştir; üstüne “okulu daha da uzatırsan evlenemeyiz,” de, ondan sonra da ‘yardımsever sevgili’ ol! Evet aynen böyle buyurmuş, harfiyen böyle demiş: “Okul daha da uzarsa güle güle!” Bu sümsüğün kendine bile faydası olmadığının farkına varmış ya bi kere, zillinin niyeti zaten belli: Nasılsa yine mezun olamayacak, acısız kurtulacak ondan. Evdeki hesaba uymayan ise bizimkinin “boya”yı kaybetme korkusuyla n’apıp edip o sene mezun olması olmuş. Al sana, işte o sersem, kıdemli oturağın uydurduğu yardım hikayesi bu! Hah! *** Kapıya gelince, “Avukat nerede?” diye sordu göbekli polis kapıcıya. “Bayılmış idi garibim. Na şuradaki yazıhanede. Toktor geldiğinde hala yatar idi.” “Doktor nerede peki?” “Toktor da ilk gelen ekip ile geldiydi, raporunu yazdi, sonra da getti.” “Peki sen anlat bakalım ne olmuş burada?” “Vallah beyim,” diyerek ellerini iki yana açtı kapıcı. “Benim de çok bir bildiğim yok. Öğlen üzeri bu avukat bey gelmiş, icra dairesinden bir memur ile. Geçen günde de gelmiş idi, haciz için. Kapıyı neyin açan olmamış. Çalmışlar çalmışlar getmişler. Bugün de açan olmadı diye çilingir getirdiler, açtırdılar...” 120 *** Tozluysam tozluyum, size ne? Yaklaşmayın o zaman, beni tozlu raflarımla bırakın, ben memnunum halimden. Ne istiyorsunuz? Ne bilgisi? Siz daha iyi bilirsiniz! Bu hale siz getirmediniz mi, sizin eseriniz değil mi bu? Yürü git arkadaşım, anlatacak yeni birşeyim yok! Neden şaşırdın? Tabii ki siz, ve bekçiliğini yaptığınız çürümüş, yozlaşmış, kapitalizm denen lağım çukuru! Bu delikanlının, inanılsa, güvenilse, ilgilenilse hem çok iyi bir bilim adamı, hem de yetenekli bir sanatçı olması işten bile olmayan bu çocuğun bu hale gelmesinden siz sorumlusunuz! Evet, o kızcağızın bu kadar bencil ve paragöz oluşu da sizin yüzünüzden. Koca bir nesli bilerek ve isteyerek köşedönmeci, hodbin, etrafında olup bitenlere duyarsız, memleketine ilgisiz, lümpen bir sürü haline getirmediniz mi? Toplumu bilinçlendirecek ne kadar aydın, devrimci varsa 12 Eylül ile beraber hapishanelere tıkıp bir yandan gericiliği, diğer yandan ahlaksızlığı pompalamadınız mı? Şurada yatana bakın, bu çekyat gibi zibidilerle kapladınız her yanı. İnsana, insan olana nefes alacak yer bırakmadınız. Ne demek ilgisi yok! Elbette var. Bu delikanlı sizin şablonunuza uymadı diye dışlandı, alay edildi. Bugüne böyle gelindi. Okuldan zar zor mezun oldu, doğru. Velakin bu kötü, başarısız bir öğrenci oldu- 121 ğunu göstermez. Cuntanın, YÖK’ün yarattığı sınıf arkadaşlarıyla uyuşamadığı, kendini anlatamadığı için yalnızlaştı, içine kapandı. Alternatifi bulamadı. Okulundaki devrimci arkadaşları bulması, emperyalizme ve burjuvaziye karşı mücadele etmesi gerekirdi. Ancak sınıf bilincinden yoksun olduğu için bunu yapmadı, sorunlarının kaynağını bilemedi ve düzenin çarkları arasında ezildi. Okulu bitirince mi? Ne yapacak, ilk iş askere gitti. Yanılmıyorsam Manisa’da yaptı askerliğini. Döndüğünde geçimini sağlamak için iş aramaya başladı. Bulamadı elbette. Gazete ilanlarını takip etti, iş bulma kurumuna gitti-geldi, ne yapıp ettiyse, uygun bir iş bulamadı. Çoğunda adını adresini alıp gönderiyorlar, pek azında ise kirasına bile yetmeyecek maaşlar öneriyorlardı. Şaşırmamalı aslında, düzenin kuralı bu: Sermayen varsa sömürür, yoksa sömürülürsün. Ama delikanlı şaşırdı, üzüldü. Üstelik evlenmeyi de düşünüyordu yakında. Nasıl mı geçindi? Annesi para göndermeye devam etti bu süre boyunca da çocukcağız aç kalmaktan ancak kurtuldu. Tüm bunların üstüne bir de öğrencilikte aldığı kredileri geri istenmesin mi? Sosyal devlet buraya kadar işte! Sonunda parası az maz demeyip işe girmeyi kafasına koydu. İlk önce bir garsonluk işi buldu, yapamadı. Maaşı yok denecek kadar azdı, diğer garsonlar bahşişlerle geçiniyorlardı. Bizimki bahşiş mahşiş isteyemeyince, iki ay sonra ayrıldı. Hemen ardından bir ilan bürosunda getir-götür (siz “office boy” demeye pek bayılırsınız) işi buldu. Maaşı yine oldukça düşüktü. Yol parası vermemek için ta Şişli’ye kadar yürüyordu her sabah. Gerçi yürümeye alıştı kısa bir sürede, ancak 122 bu kez de iş arkadaşlarına, “ofis” havasına alışamadı. Herkes para düşünüyor, para konuşuyor, müdürlere yaranmak için arkadaşlarını gammazlıyor, laf taşıyordu. Beş dakika geç gelmenin, erken gitmenin kavgaları yapılıyor, maaşlardan içilen çayların, çaya atılan şekerlerin parası kesiliyor, buna mukabil şirkete her fırsatta kazık atılmaya, bu kesintiler (ve fazlası) çıkarılmaya çalışılıyordu. Hani hal, öyle bir haldi ki, herkes herkese düşman, fakat aynı zamanda herkesle de dosttu. Dostluğu düşmanlığı tek belirleyen tarafların o anki çıkarıydı. Sermayenin, kapitalizmin iş ahlakı buydu işte. Ne kadar angarya varsa bizimkine koşuluyor, ne kadar sahipsiz kalan masraf varsa, sesini çıkaramayan bizimkinden kesiliyordu. Fakat delikanlı dayandı, gıkını çıkarmadı. Öğrenciliğinden kalma kredi borcunu ağır aksak ödüyor, kalanıyla da geçiniyordu. Fabrikada çalışmıyordu ama proleter sayılırdı yine de. Emeğinden başka bir şeyi yoktu ki. Günde onbir saat çalışıyordu, resimden uzaklaşmış, kitap okumaz-okuyamaz olmuştu amma daha iyisini bulmadan da bu işi bırakamazdı. Üstüne üstlük, bir de yakında evlenecekti, öyle sanıyordu. Hatta kayınpederinin kulağına mesele çalınmış, tanışma günü ayarlanmıştı. Bizimki boğazından kesti, kendine kıyafetler, parfümler aldı. Giyindi, kuşandı, süründü, güneşli, şen bir Pazar günü, öğlen vakti kayın pederinin kapısını çaldı. Zavallı. Ne bilsin karşısına ilkel, sınıf atlama aşkıyla yanıp tutuşan bir küçük-burjuva esnaf bozuntusunun 123 çıkacağını. Ne bilsin sizin düzeninizde “parası” kadar değeri olduğunu. *** Bilirim be kızanım, bilmez miyim, tam o günlerde geldim buraya. Önceki masaya üzerinize afiyet tahtakuruları dadanmışmış duyduğuma göre. Tahtakurusu fena illettir be ya. Düşman başına billahi. Eski sahibim Tekirdağından buraya göçtüğünde getirmişti beni de beraberinde. Amma burada evler ufak, çok yer kapladım diye emmen satıverdiler beni eskiciye. Bu delikanlı da oradan alıverdiydi beni. Anlatayım, anlatayım da bilesin. O gün, erkenden kalktı bu kızan, süslendi, püslendi, öğlen ezanından evvel neşeyle fırladı gitti. İkindi okunmadan da bej karış surat ilen dönüp geldi, kafayı vurdu yatıverdi, sabahlara kadar titredi durdu da, ne bir lokmacağız yedi ne bir su içti. O vakitler ahşap, başka bir divancağız vardı bu avalı şeyin yerinde. Sonradan onu da atmak zorunda kaldı tahtakurusundan. Ne illettir onlar, düşman başına. Bakma sen, o da hanlaşamazdı bu sandalye ilen. Eep kıskanır bu koltuk milleti birbirini be ya, çekemezler. Oğlan ders çalışsa divan kıskanır, divana otursa sandalye sinirlenir. Peki peki sadede gelivereyim. Sonradan duyduğuma göre, o gün kız ilen buluşup kayınpederin yanına varmışlar. Epten aykırı biryerde imiş evleri. Beriki mendebur bir suratla karşılamış kızanımı. 124 Yemeğe oturmuşlar, oş beşten sonra erif bilmiyormuş gibi sormuş: “A be sen ne iş tutarsın?” “Hacentede çalışırım,” demiş delikanlı. “İlan hacentesinde.” “Orada ne yaparsın? Kaç para mayış alırsın?” Bizimki anlatmış ayak işlerine baktığını. Haylığını da deyivermiş. Beriki ses etmemiş evvela, amma bir gerginlik, bir sessizlik çöküvermiş avaya. Kalkmışlar sofradan, tavla oynamak istemiş kayınpeder, oynayamamışlar. Kızancağızım bilmez ki be ya, kiminlen oynamış ki? Yine bir sessizlik, bir uğursuzluktur gider iken erif pat diye ağzındaki baklayı çıkarıvermiş: “Sen,” demiş. “Nasıl ev geçindireceksin, nasıl bakacaksın benim kızıma bu paraylan?” “Bakarım,” diye cevaplamış bizimki. “Çabalarım, çok çabalarım.” “Senin gibi bej kuruşluk birine vermek hiçin mi büyüttüm ben yavrumu be ya?” “Aman efendim!” “Amanı mamanı yok, gül gibi kızcağızımın ayatını kararttırmam. Senin gibi ezik bir hadama verecek kız mız yok bende.” “Yapmayın efendim, biz birbirimizi seviyoruz. Em benim elimden gelir er bir iş. Yakında daha iyi bir işceğiz bulurum, şimdi boşta kalmayayım diye...” “Aydi, aydi... Topla tasını tarağını çık git ayatımızdan! Serseri!” 125 “Ben serseri değilim, aksızlık bu! Siz ne kaba bir adamsınız!” O vakte kadar babasının ettiği laflara iiç sesini çıkarmayan kız, emmen çullanıvermiş: “A be sen nasıl akaret edersin benim babama? Ağzını topla, terbiyeni takın!” Sonra bir ağız dalaşıdır gitmiş kayınpeder ile delikanlı arasında. Lakin zannetmeyin ki kızanım erife küfürler savurmuş. Terbiyelidir, efendidir o. Münakaşa etmiş ama, kızın babasının aksine tek bir fena söz söylememiş. Ben diyeyim on, siz deyin yirmi dakika ağız dalaşı itmişler. Zavallı kadersizim, kayınpederinden duyduğu akaretlerden çok kızın babasından taraf olmasına hiçerlemiş. Lafı da daha fazla uzatmayıp çıkıp buraya gelmiş. Sonrası mı? A be orası malum işte: Bir daha ne haradı ne de sordu o kızı. Amma bizimki isli çocuk ya, kıza da aşık mı aşık ya... Dengesi bozuldu, üreği sıkıştı o günden sonra. Evvela histifa etti işceğizinden. Dışarı çıkmadı on-onbeş gün. Yattı durdu. Sonra sonra hiçmeye başladı. Daha evvel görmemiştim onu böyle. Aydi diyelim ki ben yeniyim o vakitler, benden eskiler, şu sandalye, şu çok bilmiş, çok konuşan kitaplık da görmemiş onu böyle. Annesinden gelen bütün paracağızı rakıya yatırdı be ya. Üzerimde hiçip hiçip ağladı, duvarları yumrukladı. Beni de bir iki yumrukladı amma ona kızmadım iç. Emen üzülür, özür dileyiverirdi. Kötülük yapmak istediğinden değil, ızdırabından, öfkesindendi asabiyeti. Yoksa ince ruhlu olduğunu eşya dediğin emen 126 anlayıveriyordu. Evdeyken bizim ilen ep konuşur, ahbaplık ederdi. Yok yok, kimseye zarar vermedi. Assas oğlandı be ya, yapar mı iç öyle şey? Bir iki aya kalmadı, sakinleşti zaten. Hiçmediği zamanlar iresim yapar oldu, uzun müddettir yapmaz imiş. Meğersem ne yetenekliymiş kızanım. O kızın türlü türlü, boy boy resimlerini yaptı. Atta bir tanesini de na şurama sol köşeceğizime yaptıydı da, silindi zaman ilen. *** “Sonra,” “Sonrası malum beyim, avukat bayıldı, memur ilen çilingir gaçtı. İş bena kaldi. Sizin arkadaşlarınızi da, toktoru da çağıran benim.” Kapıcı lafını bitirdikten sonra dönüp bir şey ister gibi baktı, gözünü kırpıştırdı. “İyi peki, aferin,” dedi sıska polis. “Bir akrabasını falan biliyor musun? Eşi dostu, yakını?” “Vallah benden de eskidir burda bu garip. On yedi senedir otururmuş, mal sahabı dedi. Ben, onbir sene oldu, tek bir ahbabını bilmem. Kimse gelip getmez buna. Evvelki kapıcı da dediydi, bunun heç arkadaşı neyin yokmuş. Beyim... Komserim, ne yalan söyleyeyim benle de konuşmaz idi bu. Pek aramız yoktu anlayacağın.” *** 127 Bu haleti ruhiyeden çıkması ne kadar sürdü tam kestiremiyorum, lakin nihayetinde alkol ile münasebetini azalttı, toparlandı. Oya hanımı, aralarında vuku bulan talihsizliği bir kenara bırakıp tahsiline uygun bir iş aramaya koyuldu. Riyaziyeden hazzetmiyordu fakat hayatta kalabilmek için para da elzemdi. Evvela memuriyeti denedi. Sınavlara girdi, müracaatlarda bulundu. Bir sonuç çıkmayınca özel teşebbüslerde iş aradı. Muhasebedir, katipliktir, didindi durdu. Mamafih sonuç değişmedi. Çaldığı her kapı suratına kapandı. Evet efendim, annesi halen az buz para gönderiyordu. Hanımefendi herhalde maddi destek vermenin kafi olduğunu, gerisine hacet olmadığını düşündüğünden olacak, daha fazla alakadar olmaz idi evladıyla. Ümidini yitiren delikanlı son çare ayrıldığı işine dönmek istedi. Nafile. Maalesef çoktan yerine başka birini istihdam etmişlerdi. Ancak giderayak eski müdürü, başka bir arkadaşının bir reklam ajansında benzer bir eleman arandığını söyledi, bizimkini oraya yolladı. Talih bu sefer gülmüştü delikanlıya, hemen işe aldılar. Büro ortamı aynı, maaşı aynı, işi aynıydı. Tek değişen şahıslar olmuştu. Aman efendim şahıs deyip geçmeyiniz. O şahıslar, çok geçmeden bizim delikanlının kaleme yeteneğini (her nasılsa) farkettiler ve kendisini bariz bir maaş artışıyla grafik bölümüne naklettiler. Orada yapacağı edeceği, önüne eskiz halinde sunulan işleri birkaç kişiyle beraber rapidolarla, punto cetvelleriyle ve sair vasıtalarla yeniden çizmek, gazetelere, 128 mecmualara gönderilmek üzere hazırlamaktı. Delikanlı bu vazifeyi sevdi. Teknik, maharetlerini gösterebileceği bir zanaattı bu. Bu sayede tahsilden kalma kredi borçlarını kapadı, artanla birkaç eşya arkadaş aldı, getirdi buraya. Şimdi burada değiller ama ilginç ilginç cihazlar gelmişti, hele birinin adı çok acayipti, kalevizyon mu volevizyon mu ne? Pikap benzeri, ses çıkaran, ışıldak birşey. Şu sersem divan da o zaman damladı. Diğerleri gitti ama bu zibidi kazık çaktı. Bu arada, aklıma geldi: Demek o Trakyalı masa efendi de evvelki divanla aramızda husumet olduğunu buyurmuş. Yok efendim, ne münasebet! Kabul, her eşya alaka ister, kendisi kullanılsın ister. Eh, bu suretle bizim de o eski divan ile rakip olduğumuz düşünülebilir. Hakkınız var, öyleyizdir de. Lakin kendisi çok kadirşinas bir eşyaydı. Yol yordam, adap erkan bilirdi, konuşmasını bilirdi. Husumet bir tarafa, ahbaplığımız bakiydi. Ama bu, bu ağzından çamur akan şaki... Buna bakınca inanın feverandan çivilerim oynuyor. Şu çürük, kırık ayağım daha bir sızlıyor. Neyse, nerede kalmıştık? Tamam... Anlayacağınız madden rahatlamıştı biraz. Amma velakin hesaba katmadığı bazı hususlar vardı. En başta onun maharetinden rahatsız olan mesai arkadaşları. Bir dedikodudur, bir çekememezliktir başladı. Bizimki kulaklarını bu menfi lakırdılara tıkayıp, vazifesini yapadursun, bir yandan da fennin ilerlemesiyle teknik gelişiyordu. Nihayetinde, bizimki kaçsa da bu unsurlar gelip onu buldu. 129 Peki efendim, daha sarih olarak izah etmeye gayret göstereceğim. Artık borç kartları (delikanlıya da çıkarttılar, maaşların yattığı bankadan, kredi kartı da diyorlar), bilgiyazarlar derken (Ah evet bilgisayar, affedersiniz) seyyar telefonlar icad olmuş, hayatın her alanına zuhur etmişti. Fennin gerisinde kalmakta daha fazla ısrar edemeyen müessese de grafik bölümünü bilgisayarlar ve müştemilatları ile donatma, bazı grafikerleri buna göre eğitme kararı aldı. Vakit gelince bizimki maalesef bu eğitimin dışında bırakılarak, montaj (matbaa öncesi bir aşama) bölümüne nakil edildi. Oradakiler daha cenabet, daha melun mahluklar çıktı. Ne ettiyse yaranamadı. Zaten bu efendilerin tüm dertleri para, pul, maddiyat. Malzeme çalıp çalıp dışarıda satarlar imiş. Bizimki buna tenezzül etmeyince efendiler evhamlanmış, açığını kollar olmuşlar. Nihayet kusurlu bir işte esasen hiçbir günahı olmamasına rağmen faturayı delikanlıya kesmişler. Bizimki sessiz, kabullendi zararın maaşından kesilmesini. Birkaç ayda, borcu öder ödemez de istifa etti. Ne kadar çalıştı orada bilemiyorum. Arzetmiştim zaman mefhumu ile kavgalı olduğumu. Lakin bildiğim, evvela talih kuşu konmuş gibi görünse de delikanlının başına, evvela biraz saadet bulsa da, hemen akabinde bunun da bir eziyet halini almasıdır efendim. *** Eziyetmiş, hah! 130 Saadetmiş! Bunda şaşacak ne var? Bu bunak nerede yaşıyormuş sorsana Allahını seversen! Hadi onun ağzıyla konuşalım, “saadet” ve “eziyet”i birbirinden ayrı düşünebilir miymiş? Kim eziyet çekmeden saadete “vasıl olabilmiş”, veya hangi saadet “akabinde” eziyeti getirmemiş? Dünyanın kuralı bu, ihtiyar!.. Heheeey! Haa, tabii bu sümsük, bu pötibör bisküvi (tıpkı o çürük oturak gibi) kendini bu dünyaya ait görmediğinden onun kurallarını da bilmez, öğrenmek istemez. İlk zorlukta da küser, kaçıp gider. Hah! Dünyanın da çook şeyindeydi... Umurundaydı. Anında bi başkası gelir onun yerine, sümsük unutuluuur gider. Fare dağa küsmüş de dağın haberi olmamış hesaabı, hah hay! Ne demek ‘n’apacaktı’? Kalacaktı, mücadele edecekti. Gül gibi para kazanıyordu işte. Oradakiler çakalsa bu daha da çakal olacaktı. Hırlıyorlarsa hırlayacak, ısırıyorlarsa daha çok ısıracaktı. Ekmek aslanın ağzında, senin gibi sümsüğe kim ne diye durduk yere ekmeğini versin? Budala, n’olacak! İyi be, o bu kavanozdan dışarı çıkmasın, ta be sabah zıkkımlansın, sonra da sızıp akşama dek uyusun... Ivır zıvır şeyler düşünsün, karalasın dursun sağa sola, Oya zillisinin dev portrelerini yapsın... Sonra? Sonra da birileri ona ‘aferin’ desin, para versin. Ooh beyim, suyundan da koy, ekmek banalım! Böyle olmadı elbette, sümsük sümsük durunca tekmeyi basıverdiler. İstifa etmişmiş, aman sevsinler. 131 Etmese n’olacaktı, iki aya kalmaz kapının önüne! N’aapsınlar bu eziği. Ardından da salya sümük zırlasın dursun! Hah! Duur, daha dur, bu tek vakası değil sümüklünün. Kaç kere yaptı aynısını, dur, dinle! Bu, işten çıkınca yine zıkkımlanmaya başladı. Annesi merhametli kadındı, okulu bitireli üç sene geçmesine rağmen halen para gönderiyordu. Eli öpülesi kadındı. Bu sümüklü de o paraları alır, kiradan kalanını doğru içkiye yatırırdı. Hoş ona kalsa, kirayı da yerdi bu beleşçi ya, korkuyordu. Madam Stella’nın ölümünün ardından satılan binanın yeni sahipleri kağıt tüccarı imişler. Tefeci falan da diyorlar laf aramızda. Yoksa Madam yufka yürekli ya, bundan kira mira da istemez (askerdeyken istememişmiş, öyle diyorlar), bu da bütün parayı rakıyamezeye vururdu. Zaten şekli de giderek 100’lük Tekirdağ şişesine benziyordu. Hah, hah hay! Tipe baksan, kocaman, ayı gibi gövde, minicik kafa; tam Tekirdağ rakısı vallahi! Ay aman, şu hödük duymasın, üzerine alınır şimdi. Masa bozuntusu! Trakya hıyarı! Her lakırdıya karışır, onun lafını öbürüne taşır. Ha, ama hakkını verelim doğru demiş bak bunak için: “İiç kimse hanlaşamazdı bu sandalye ilen..” Hah! Ay ömür törpüsü burası ayol, kafayı yemek işten diil! Kim anlaşsın onunla be! Huysuz ihtiyar! Çatlak oturak! Bütün gün vıdı vıdı vıdı, kafamın etini yer durur. Hesapta benimle konuşmaz ya, duymuyormuşum gibi diğerlerine dert yanar sözde, beni çekişti- 132 rir. Şöyle olmuş da, böyle olmuş da, hep yatıyormuşum da, cevap veriyormuşum da, saygı kalmamış da... Ohoo, susturana aşkolsun! Sanki kendisi bi işe yarıyormuş gibi. Söyleyin benimle uğraşmasın, benim olayım bu kaardeşim, ben böyleyim! Hı, ne, konu mu? İyi iyi, döneriz, tamam. Bu herif işte, işi mişi sallayınca tekrar buraya kapattı kendini, yedi, içti. Resim yaptı, oraya buraya abuk subuk şeyler karaladı... Sonra bi gün, evsahipleri, bu kağıt tüccarları, damladı. Ne yapıyor, ne ediyor diye merak etmişler. Geldiler, konuştular, karakalem çizimlerini falan gördüler ortalıkta. Derken bizimkinin işsiz de olduğunu öğrenince bolca kaat sattıkları bi mizah dergisinin kartını verdiler buna. Dergiden kopmalar olmuşmuş, çizere ihtiyaç varmış. Krizdelermiş. Bu, önce kem küm etti, ‘Ben karikatür çizemem ki,’ falan diyecek oldu. Adamlar ısrar ettiler, hatta kendilerinin de konuşacaklarını söylediler. Nerden bilsinler yardım edilmemesi gerektiğini böyle bi sümsüğe. Bir hafta on gün kadar sonra kalktı gitti o dergiye, örnekler götürdü, eskizler yaptı falan... Çizimini beğendiler, ancak orjinal espriler de üretmesini istediler. Tam adamından... O olmayınca, alışana kadar esprisi hazır bazı taslakları çizime dönüştürmesini söylediler. Böylece dergide çalışmaya başladı. Başladı başlamasına ama herife rahat batıyor ya, yerinde duramadı yine. Ya düşün, öyle bi dergi ki bütün genç nesil alıyor; öyle bi dergi ki iş arkadaşları yine o genç neslin, bilhassa genç kızların hasta olduğu adamlar. Kendisinin de onlardan biri olma zamanı pek yakın. Ama 133 bizim sümüklü sümsük ne yaptı beğenirsin? Sen kalk, orada da huzursuzluk yarat, adamların tarzına kafayı tak, adapte olacağına, alışmaya çalışacağına, geleceğini kurtaracağına... Vıdı vıdı, ye bitir kendini, sonra da bilmemkaçıncı defa çek git. Hah! Pes doğrusu, pes! *** İki polis, kapıyı tedirginlikle açtığında ilkin ağır bir hava çarptı burunlarına. Hatta ince olanı burnunu eliyle bir süre kapattı. İçersi soğuk. “Kaloriferler niye yanmıyor?” diye sordu göbekli polis kir içindeki bir peteğe dokunarak. “Beş senesi var, yanmaz o kazan beyim. Arızalı. Zaten çoğu kiracı petek neyin söktürdü. Kimi klima yakar, kimi elektrik sobası. Bunun da bir elektrikli ocağı vardı emme...” En üst kat olmasına rağmen pek de ışık almayan bu yer, odadan çok bir kutuyu, bir tencereyi, haydi en fazla bir dolabı andırıyordu. Kapıdan girince, hemen sağda, yerde gazete kağıdı üzerinde bir piknik tüp, tencereler tabaklar... Onların ilerisinde pencerenin hemen önünde eski, hantal bir masa, masanın üstünde yığılı kağıtlar. Tahta zemin üzerine devrilmiş eski tarz bir sandalye, sol arka bacağı kırık... Masanın solunda kitapların ve dağınık desteler halindeki kağıtların ağırlığından rafları çökmüş, esnemiş, toz içinde bir kitaplık, ortada pis bir halı. Sol tarafta sobanın arkasındaki duvarda bir lavabo ve onun yanında hafif idrar kokan tuvalete açılan bir kapı... Duvarların birinde bir saat, diğerinde ne olduğu an- 134 laşılmaz bir resim: karakalem ile yapılmış... karşı duvarda bir diğerlerine nazaran daha yeni duran, açık mavi bir kanepe... Yatak vazifesi de gördüğü halinden belli: Biri yatıyor... “On yedi sene burada ha!” diyerek şaşkınlığını dile getirdi göbekli olan polis. *** Aslında sorun gayet yalın, anlaşılmaz bir tarafı yok! Her ne kadar küçük-burjuva bunalımlar içerisinde olsa da, göreceli olarak daha duyarlı bir insan olan, ‘benden sonrası tufan’ deyip de sefahat peşinde koşmayan delikanlı, o lümpen “sanatçı” ortamına adapte olamadı. Aslında dergideki ayrışma da bu yüzden çıkmış bildiğim kadarıyla. Ayrılan grup daha politik bir mizah dergisi çıkarmaya başlamış. Bizim delikanlının geldiği dergi ise, gayet hafif de olsa, bu siyasi unsurlardan arınınca tamamen küfüre ve cinselliğe dayalı esprilerin, karikatürlerin basıldığı bir yayın olup çıkmış. Hoş delikanlının zaten yayınlanacak çok bir çalışması olmadı orada kaldığı kısa sürede. Onun dergiyle olan çelişkisi yayın politikasından çok, hayat felsefesi, tarzı ve dolayısıyla da insan ilişkileriydi. Bırakın o zıpçıktı, lümpen çekyatın dediklerini. Hayır, tam tersine. Bizimki gayet uyumlu davrandı. İçeri girdiği ilk andan itibaren ‘burada aradığım arkadaşlıkları bulacağım!’ umudunu korumaya çalışan, hemen herkese gülümseyen, nazik davranan oydu. Düzenin kurallarının değil, dostluğun arkadaşlı- 135 ğın hakim olduğu bir işyeri sanıyordu çünkü. “Sanatçı”ların, “aydın” insanların yanında, yeteneklerini icra ederek, çok sevdiği sanatı sayesinde hayatını kazanacağını zannediyordu. Ancak son tahlilde o dergi de kapitalizmin içinde bir kurumdu. Düzenin çarkları orada da dönüyordu. Onun bütün bu iyi niyetine karşılık olarak yayın yönetmeni ve sekreter haricinde hiçkimse, tek bir kelime konuşmadı onunla. Hayır hayır abartmıyorum. Çok kısa ve mecburi birkaç lakırdının dışında, kelimenin tam anlamıyla konuşmadılar. Gerçi beni sekterlikle yargılayacaksınız bu yüzden, ama bana kalırsa iyi ki konuşmadılar da, delikanlı bu bohem, küçük-burjuva, kendini beğenmiş züppeler ordusuna dahil olmadı. Bu uzun saçlı, entel lümpenler, dergide iken ikili üçlü gruplar oluşturarak birbirine çamur atar, çekiştirir; dergi dışındayken hemen ayaklarının altındaki barlarda sabahlar; bara gitmediklerinde ise yine oralara çok yakın yerlerde bulunan evlerinde pinekler, derginin verdiği (uluslararası yemek şirketlerinin) kuponlarıyla büfelerden fast-food tıkınır, sonuçta ne olursa olsun Taksim’den (veya çevresinden) çıkmazlardı. Hemen hepsi saçlarını uzatır, yağ içinde kalana dek yıkamaz, hemen her konuyu ala derecede bilirler, karşılaştıkları hemen her kıza (kimin eşi, kimin kardeşi bakmadan) asılırlar ve çoğunu elde ederler, kendilerinden başka hemen hiçkimseyi sevmezlerdi. Durmadan canları sıkılan, canları sıkıldıkça etraftakilerin de canlarını sıkan, hayatın anlamını can sıkıntısında ve eğlenmekte arayıp bulan, ağızları bozuk bu 136 lümpenler, cemiyetlerine kolay kolay kimseyi almazlardı. Almadılar da. Bizim delikanlı, her gününü başka bir hayalkırıklığıyla bitirerek birkaç ay kadar gitti geldi. Daha başka mizah dergileri yok değildi, onların yerlerini falan da öğrendi bu arada. İstese ayrıldığı gün daha iyi mesai arkadaşları olabilecek, belki daha sıcak bir ortamı olan başka bir dergiye de gidebilirdi. Keşke gitseydi. Onlara gitmesi bana göre de iyi olurdu. Ancak gitmedi. Gitmedi çünkü mizah, mizacına zıttı. Resim yapmayı seviyordu, ancak hayatla mücadele gücü zayıftı, nasıl onu “ti”ye alsın. Melankolik bir insan olduğundan, ortaya koyduğu çalışmalar da böyleydi. Çizdiği insanların, “Oya”ların hiçbiri gülmezdi. Sınıf bilinci de yoktu ki, bu bunalımını devrimci sanata yönelterek üretken olsun. Herneyse, sonuçta dergiden ayrılarak tekrar bu odaya kapandı. Bir ay kadar geçmeden annesinin ölüm haberi geldi memleketinden. Cenaze için gidip geldiğinde uzun öksürük nöbetleri ve titremelerle dolu tuhaf bir hastalığa yakalanmıştı. Miras işini diğer kardeşlerinin tuttuğu bir avukat halledecekti. Halletti: En büyük ağabeyi malların çoğuna kondu (işletmek vazifesiyle), kalanına da kızkardeşi ve kocası... Bizimkine kalan ise bir miktar para, ağabeyinin topraklarına katılan (işletme ve her sene mahsülün parası gönderilme şartıyla) irice bir battaniye kadar bir tarla parçası ve viran durumdaki evden beşte bir hisse idi. Aslında bir avukat da kendisi tutsa, memlekete gitse hakkını arayabilir, diğer- 137 leriyle eşit pay alabilirdi. Fakat kardeşleri ile para için kavga etmekten utandı, gitmedi. Onlara güvendi. Kardeşleri de bu güvene karşılık olarak ilk seferden başka hiç para göndermedi. Kapitalizm kardeşi kardeşi sömürür hale getiriyor işte. O ilk verilen para bitince çalışırken çıkardığı kredi kartlarından yemeye içmeye başladı. Sistem, onu, resmi tefecileri olan bankaların kucağına itmekteydi yavaş yavaş. Özellikle küçükburjuva kitlelerin düştüğü en büyük tuzaktır bu: Kredi kartı. Bu memlekette yaşayan kim (orta ve dar gelirlilerden oluşak halk kitlelerinden bahsediyorum) gün gelir de sıkıntıya düşmez, kaç kişi, tam olarak ay sonunu denk getirir? Eğer cepte kredi kartı varsa ve karın açsa, kim gidip doyurmaz? Bankaların alımlı ve güleryüzlü elemanlarının, köşebaşlarında dağıttığı bu kartlar, onları almak üzere atılan imzalar, birkaç ay sonra evi yağmalamaya gelecek avukatlar için davetiye, gangsterlere emanet edilen ev anahtarı değil midir aslında? Borçların ödenmemesi, ödenememesi üzerine oynanan bu oyun ile bürolarında ellerini ovuşturarak avlarını bekleyen bu avukatları, çağdaş Robin Hood’lara benzetiyorum ben. Nasıl o zamanlar Robin Hood, Sherwood ormanında pusu kurup zenginlerden aldığı paraları yoksullara dağıtıyorsa, bunlar da çağın (ve düzenin) gerektirdiği üzere tam tersini yaparak, İstanbul ormanında, fakirlerden topladıklarını bankalara, holdinglere, ensesi kalınlara veriyorlar. Ekonomi, borsa, sistem, finans, düzen, kanun, adalet, hepsi bu akışı devam ettirmek ve hızlandırmak için var. 138 İşte bizim delikanlı da bu tuzağa düştü ve o güne kadar pek de kullanmadığı, korktuğu kredi kartlarını cebinden çıkardı. Kartların limiti dolana kadar yedi içti, bir güzel borçlandı. Bir ay sonra gayrı resmi (ve belki de çok daha insaflı) tefecilerin, yani evsahiplerinin aracılığıyla Cağaloğlu’nda bir yayınevine, bir çocuk kitabını resimleyince üç beş kuruş kazandı. Biraz ödedi borcunu, sonra hemen tekrar borçlandı. Bir seneye yakın bir süre bu şekilde, dışarıya iş yaparak (çizim-renklendirme ve benzeri işler) geçindikten sonra geçen seneki hastalığı azdı, yayınevlerinin işlerini takip edemez oldu. Zaman geçip, az biraz kuvvetlenip tekrar Cağaloğlu’na gittiğindeyse çoktan yeni ressamlar, çizerler bulunmuştu yerine. Böylece bu kaynak da kurudu. Adamlar bekler mi hiç? Tam da bu esnada Banka, dalaveresinin ikinci evresine geçti, borçları katlamaya (yani esas tefecilik işlemine) başladı. En son yaptığı kart ödemesinden üç ay sonra gelen kağıtta, eski borcunun iki katına yakın bir para ödemesi isteniyordu. Bu kağıdı masaya yayıp üzerinde içti. Oh! Delikanlının isyan damarı, hayata tutunma azmi oldum olası yoktu ya zaten, artık hepten kaderci olmuş çıkmıştı. İki ay daha geçti, bu kez gelen kağıt ile borç üçe katlanmıştı. Borcun ödenememesi bittabi bankanın ve avukatın işine yarıyor, ödenmeyen her saniye için temerrütler, faizler, masraflar, liralar havada uçuşuyor, iş artık akıl almaz bir hale geliyor, ne kadar borcu olduğu bilmemne hukuk bürosunun tok sesli avukatlarının insafına kalıyordu. 139 Artık içkiye verecek de parası yoktu. Bu iki ayda kirasını ödeyememiş, kimi eşyasını eskiciye satarak edindiği üç kuruşla, yarı aç yarı tok, sessiz sedasız odasında oturmuştu. Saçı sakalı birbirine karışmış delikanlı artık yaşlandığını hissediyordu. *** E farketmesi zordur be kızanım be, zaman akıp geçivermiş işte! Bir bakarsın üzerimde yemek yiyen, iresim yapan bir delikanlı, bir bakarsın efkarlı, saçları dökük bir erifcağız. A be yaşlanıvermiş işte. Biz eşya milletinde vakit ağır geçer, bilemeyiz. Biri çıkıp deyiverince de şaşırırız be ya. Çok sefillik çekti safcağızım son zamanlarında. Rahat uzur görmedi. Bankalara borç, ev sahibine borç, elde yok, avuçta yok. Bir de hastalığı azmasın mı. İlk aciz geldiğinde de böyle yatar idi... (Aciz değil be ya, ‘aciz, aciz’) Bir kadın havukat ilen geldilerdi iki iri erif daha... Dan dan dan vurup duruverdiler kapıyı, sıçradı uyandı kızanım. Açtı: Acizciler. O süslü yosma bas bas bağırındı kızanıma, görsen sankine borcu ondan halmış zannedersin. Öyle kaba, öyle bağırınıyor. Neyse bu kadından zaman istedi kızanım, ödeyeceğini söyledi... Velakin şirret yosma nuu dedi peygamber demedi, odanın içinde gezindiler, eriflerden biri ilen. Memur imiş, Allahı var o pek ses etmedi, emir kulu belli. Gezindiler, epimize baktılar, kontrol ettiler... İşte o vakitler bu- 140 rada olan kocaman ceyranlı sobayı, pikapcağızı, elada takılı şofbeni (kızanım n’apsın elada yıkanırdı, başka yer yok), ufak buzdolabını, rapido takımını, tuvallerini, açılmamış boyaları, vaktiylen kızanımın yaptığı iki yağlıboya iresimceğizi, bir kısım kitaplarını haldılar, götürdüler. Heski püsküymüşler, aslında para etmezler imiş de, borcun ödenmesini sağlamak için halmışlarmış; en son giderken öyle dedi havukat. Yedinciye mi, Emin diye birine mi ne bırakacaklarmış. Sorma be ya, ödümüz koptu bizi de götürecekler diye. Bir şu divancağız ‘beni de halın, beni de halın!’ diye yırtınıp durdu da, sesini duyuramadı. Gayrımız istedik ki, yanında kalalım kızanımın. Acizciler gidince, biz işte burada gördüklerin kalıverdik kızanımla baş başa. Soğukta. İslendi biraz, amma çabuk atlattı kadersizim. Memleketine telefontelgraf etti, tekrar çıkıp iş aramaya başladı. Anlayacağın bir gayret geldi, istek geldi. Kıpırdanır gibi oldu. Lakin fenalıklar geldi mi peş peşe gelirmiş. Bir gün kızanım yine iş görüşmesine gidiverdiydi. Bu patronlar da ep çağırır çağırır, iç cevap vermezler adama. Teresler. Neyse daha öğlen okunmadan çıkıverdi. Taa yatsıdan sonra döndü, yattı. Ertesi günü de akşamlara kadar kalkmadı, haynen kayınpederi ilen tartıştığı gün gibi. Meğersem mesele de aynı değil miymiş? Öğlen vaktiymiş randevusu, gittiği yer de bilgisayar ithalatçısı; muhasebeci ararlarmış. Bizimki de tahsilli ya, varmış gitmiş şirkete. Şirket dediğim de öyle ale- 141 lade bir yer değil, bilmem kaç katlı bina be ya. Ani çıksan, Tekfur dağını görürsün, öyle yüksek. Evraklarını halmış bir sekreter, sonra demiş ki: “Haz sonra müdür bey dönecek yemekten, o görüşecek sen ilen, şurada bekleyiver!” “Beklerim.” demiş bizimki. Bir zaman sonra, şirketin memurları döner olmuş, birer birer. Bizimki beklemiş, biri ona ‘gel konuşalım’ desin diye. Bir yandan bekler, bir yandan titrer, öskürür imiş. Beklemiş, beklemiş erkes gelmiş, mesai başlamış, kimse onu çağırmıyor. Gitmiş sekretere deyivermiş: “N’oldu, gelmedi mi müdür be ya?” diye. Sekreter almış aizeyi eline, aramış bir yerleri: “Eşceğizi yanında şimdi müdür beyin,” demiş. Bizimki gene beklemiş, beklemiş, arada bir öskürük tutuveriyormuş garibimi ki sormayın. Sonra öyle bir hale gelmiş ki er bir kes ona bakar olmuş, cancağızı sıkılmış, gitmiş tekrardan sormuş sekreter anıma. Yine telefon etmiş kızcağız, sormuş müdüre. Nihayet demiş ki: “A be tamam, bekliyor sizi, şuradaki oda.” Kızanım varmış koşturmuş oradaki odaya. Kapıyı tıkırdatmış: “Geel!” Kızanım kapıyı açmış ki ne görsün: Oya bacı, kucağında bej yaşlarında bir kızan, müdürün masasına 142 yaslanmış durur. Müdür de ayakta, bir kızanı ilen şakalaşır, bir Oya bacı ilen. Kadersizim ne yapacağını bilememiş öyle dikili vaziyette durmuş. Bir onu gören ama tanış vermeyen Oya bacıya, bir kızana bir müdüre bakarmış. Derken müdür yerine oturmuş, sekretere telefon edip bir araba ve şiför ayarlanmasını buyurmuş, anımı ve kızanı için. Sonra da anımını gönderivermiş. Bizimki olduğu yere yığılayazarken, Oya bacı şöyle bir bakmış, geçmiş gitmiş... *** Evet efendim, bittabi o mülakatı terketti. Orada çalışamazdı ya. Hastalığı ağırlaştı, üç gün yataktan çıkmadı. Öksürükler, titremeler bir yana tüm muvazenesi bozulmuş, akli muhayyilesi kaybolmuştu. Yemek yemesi, daha doğrusu yiyecek birşeyler bulması iktiza ediyordu, onu bile yapmadı. Bizimle de konuşmadı. Öylece, şu densizin üzerine yığıldı kaldı günlerce. Gene soğuk bir günün akşamına doğru, kapı yine gümbür gümbür çalmaya başladı. Açmadı. Israrla çaldılar, ısrarla açmadı. Hoş, açacak hali de yoktu, yatıyordu. Na bu divanın üstünde. Nihayet kapının altından resmi evrakı andıran bir kağıt attılar. Şuymuş efendim mesele: Diğer kartın borcundan dolayı yasal işlemler başlamış, bunun çerçevesinde İstanbul bilmemkaçıncı icra dairesinden memurlar ve bir avukat gelmişler, bulamamışlar. Birkaç gün 143 sonra tekrar geleceklermiş, açılmaması halinde kapı açtırılacak ve yasa gereği yapılarak icra edilen mallar yeddiemine bırakılacakmış. İşte evrak orada duruyor on gündür, masanın üzerinde. Alıp okuyun isterseniz. Delikanlı... Aman efendim, delikanlı dediğime bakmayın, kelli felli adam da, işte bize göre delikanlı. Delikanlı bunun üzerine bir feveran ile ayağa fırladı. Anlamadık neler olduğunu evvela. Bir süre dolandı içerde. Sonra... Titremeler geldi yine, dakikalarca süren öksürük nöbetleri. Bu haline rağmen yatmadı, birşeyler karaladı durdu masanın üzerinde. Sabaha kadar uyumadı. Halleri ölçüsüzdü. Ben ne yalan söyleyeyim memnundum bu işten. Bu melun divanı değil beni kullanması ihtiyar gururumu okşuyordu. Ancak sabah olunca... işin rengi değişti... Nöbetleri şiddetlendi, nefes alamaz oldu. Affedersiniz efendim, aklıma gelince tüylerim diken diken oluyor halen. Müsaade ediniz... Çok müteessirim... *** Göbekli polis yatağın örtüsünü hafif kaldırıp hemen tekrar kapattı: “Doktor raporunu diğer ekip mi götürdü.” “Evet beyim,” dedi kapıcı. “Onlar götürdü.” “Peki, inceleriz merkezde. Birşey dedi mi doktor, ölüm sebebi neymiş?” 144 Az önceki ‘aferin’i beğenmemiş olacak kapıcı önce kendini naza çekti: “Bir sürü şey dediydi emme...” Elindeki anahtarın üzerinde bir leke varmış gibi kazımaya başladı. “Ben cahal adamım hepsini aklımda tutamam...” Ancak polis, memnuniyetsiz bir şekilde kafasını başka yöne çevirince elindeki anahtarla oynamayı bırakıp telaşla ekledi: “Bir hafta neyin olmuş göçeli, bir bunu anladıydım. Ha bir de zatürree’den olabilir imiş... Burası çok pis imişmiş, çok uygunmuşmuş. Aslında kriz esnasında biri olaymışmış yanında belki...” “Peki peki, anladık,” diyerek kapıcının sözünü kesti ince polis. Sonra arkadaşına dönüp ekledi: “Haydi ifadeleri alalım da gidelim bir an önce. Bize de birşey bulaşacak burada.” “Kiminkini alacağız ki?” “Önce onu tanıyan birilerini bulup sormalı. Kimdir, nedir? İlla ki birileri vardır görüştüğü.” Sonra kapıcıya seslenerek: “Emin misin, hiç mi arkadaşı, konuştuğu birileri yoktu?” “Aha onun ahbapları bunlar işte.” diyerek eşyaları gösterdi,kapıcı. “Başka kimseyle konuşmazdı ki.” 145 146 Boş FANUS Yağmurdan sırılsıklam olmuş oldukça ihtiyar bir adam içeri girdi. İlk vezneye yaklaşıp elindeki kağıdı uzattı: “Bolu’ya bir telefon yazdıracaktım evladım.” “Telefona en sağdaki bayan arkadaş bakıyor amca,” dedi Hasan. “Kuponunu doldur, git ona ver.” “Nerde o kupon?” “Var orada bak, gişenin üstünde. Numaranı da oraya yazacaksun. Onu ver, sonra geç karşıya otur. Sıran gelince, bağlanınca seni çağıracaklar.” Adam gitti, kuponu aldı, evirdi çevirdi, gözlüğüne dayadı. Sonra tekrar Hasan’ın veznesine geldi. “Okuyamadım oğlum,” dedi. “Sen şu numarayı yazabilir misin?” “Peki... Ver amca yazayım,” dedi Hasan. Adamın adını, arayacağı numarayı, ili yazdı kağıda. “Sen geç otur, ben veririm kuponunu.” 147 Kalktı, telefon santralinin olduğu tarafa gitti. “Affedersiniz,” dedi. “Bunu da sıraya koyar mısınız? Şuradaki ihtiyarcığun.” Genç, güzel memure hanım, bakmadan, bir şey demeden, omuzu ile yanağı arasındaki ahizeyi bırakmadan kağıdı aldı, diğer üç arama kaydının altına koydu. Hasan dönerken eliyle yaşlı adama ‘tamam, bekle’ dedi, geçip kendi yerine oturdu. Saat öğleye geliyordu. Karnı acıkmıştı. Postanede işe başladığından beri öğle paydoslarında gittiği büfe geçen hafta kapanmıştı. Havasız basık bir yerdi ama yengen’i güzel ve ucuzdu. Hatta minik tavalarda yumurta da kızartıp verebiliyordu büfeci. Yaklaşık iki yılın alışkanlığından lokantaya falan da gitmek istemiyordu. Hafif ve ucuz olmalı öğlen yemeği. Bir haftadır Selahattin’leydi öğlenleri. O güzel bir yer biliyordu. Vakit geldi, santral hariç tüm memurlar çıktılar. Telgrafçı Selahattin ile veznedar Hasan diğerleri gibi ana caddeye çıkmak yerine Selahattin’in şemsiyesi altında aşağı, Gedikpaşa’ya doğru indiler. Oldukça eski bir hanın giriş katında, yerden birkaç basamak yüksekteki bir büfeden içeri girdiler. “Selamın aleyküm,” dedi Selahattin içeri girerken. Hasan da tekrar etti. İçerideki on-on beş kişiden bazıları “Aleyküm selam” diyerek selamlarını aldı. Bazıları kafalarını bile kaldırmadı. “Abi bize iki menemen yapıver.” Selahattin arkalarda boş iki tabure ve bir masa gördü oraya yöneldi. “Ama acele. Bir saatimiz var malum.” 148 Geçip oturdular. Selahattin kısa boylu, hafif göbekli. Otuz beş yaşlarında, sarkık bıyıkları siyah ama saçları beyazlamaya başlamış. “Yenge nasıl?” diye sordu Selahattin. “İyidir, sağolasun.” Menemenleri yerken, Hasan aniden ayaklanıp dışarı fırladı. “İdiris, İdiriiis.” Üniversitede, eczacılıkta okuyan kardeşi, birkaç arkadaşıyla büfenin önünden geçiyordu. Gidip yakaladı, bir iki dakika ayaküstü konuşup ayrıldılar. Hasan dönünce pür dikkat olan biteni inceleyen Selahattin sordu: “Nereden tanıyorsun onu, ne konuştunuz?” “Benim birader...” Gülümsedi. “Namussuzun uşaği. Kaç zamandır görmemiştim, işe bak.” “Ne konuştunuz?” “Ne olacak, hiç. Yarın bize çağırdım, öteberi gönderdi anam. Hem... sen tanıyor musun oni?” “Tanıyorum.” ... Nihayet sokağının köşesi göründü. Mesaisi biteli daha bir saat olmamasına rağmen sanki bütün günü evin yolunda geçirmiş gibi geliyordu. Her zamanki adeti üzere anahtarlığını daha mahalleye girerken cebinden çıkarmış, ona yakın anahtarı şangırdatmaya başlamıştı. Hasan evine doğru koşturdukça apartman kapısının, dairesinin, çalıştığı postanenin deposunun, santralinin ve üst katındaki telgraf-teleks 149 odasının anahtarları, sarı, ufak posta kutusu anahtarlarını ve artık nereyi açtıklarını kimsenin hatırlamadığı iki eski anahtarı kıyasıya dövüyordu. Etrafı rahatsız edebileceğini düşünmesine rağmen sabırsız elini tutamıyor, bu merasim her gün bir öncekinden daha önce başlıyordu. Sokağa girerken duvara yazı yazan gençlerin önünde buldu kendini. Bir tanesinin elinde batırıldığı boyadan dolayı kıpkırmızı bir fırça, diğerinde ufak bir kova ya da kutu vardı. İçinde boya olmalı ki, kovanın da içi dışı aynı kırmızı. Diğer bir genç ise sırtı duvara dönük, elleri arkada, (silahı gizliyor aklınca) etrafı kolluyordu. Hasan’ın anahtarlarının gürültüsünü duymuş olsalar gerek, sokağa girer girmez üçüyle de göz göze geldi. Onun geldiği yöne bakıyorlardı. “İyi akşamlar gençler,” dedi Hasan, elinden geldiğince babacan bir sesle. “Kolay gelsin!” Hiçbiri cevap vermedi, hiçbiri hiçbir mimikte bulunmadı. Üçü de sert sert yüzüne bakıyorlardı. Belki kendi yaşlarında görünen birinin onlara ‘genç’ diye hitap etmesi hoşlarına gitmemişti. Hele bu kişi bir de zindancı gibi şangır şungur anahtarlarla dolaşıyorsa. Yahut da sadece gergindiler ve Hasan’ın o anda oradaki varlığından hoşnut değillerdi. Hasan da hoşnut değildi, yoluna devam etti. Diğer ikisi dönüp işlerine devam ederken erketeci hala dik dik bakıyordu. “Sağcı mı solcu mu bunlar?” diye merak etti Hasan ve dönüp ne yazdıklarına baktı. Yeni başlamışlardı. Yazdıkları da okunmuyordu kendilerinden. Solcu gibi geldiler sanki. Boyayı tutanın elindeki ufak bir mintax kovasıydı. Hasan karısının sabahki 150 siparişlerini hatırladı, sokağın içindeki bakkala yollandı. Öğlenki güneşi engellesin diye indirilmiş brandaya kafasını çarpmamaya çalışırken kapının dışında sarkıtılmış, üzerinde “TELEFON” yazan teneke levhaya tosladı. “Ula!..” diye başlayacaktı ki, vazgeçti. Çan şeklinde, beyaz üstüne kırmızı ay yıldızlı, aciliyeti akla getiren teneke parçasına “Allah belanı versin,” diyen elini salladı sadece. “İyi akşamlar Mehmet Efendi,” diyerek içeri girdi. “Hayırlı akşamlar Hasan Bey.” Bakkal, gazete kağıdından bir huniye çekirdek dolduruyordu. “Beş liralık mı istediydin sen?” diyerek ufak müşterisiyle olan konuşmasına devam etti. “Yok, Mehmet Amca beş liralık, beş liralık!” Bakkal amcası bir “la havle” çektikten sonra çekirdeği ölçtüğü çay bardağını çuvalın içine bıraktı, huninin ağzını kapattı, çocuğa verdi. Ve nihayet Hasan’a döndü: “Nasılsınız?” “Sağ ol Mehmet Efendi,” diye cevapladı Hasan mavi önlüklü adamın arkasındaki rafları, çuvalları inceleyerek. “Yuvarlanıp gidiyoruz işte. Sen nasılsın?” “Vallahi biz de günü kurtarmaya çalışıyoz.” Mehmet Efendi yüzünü buruşturdu. “Yarınımız belli değil!” “Neden öyle söylüyorsun?” 151 “Memleketin halini görmüyor musunuz beyim?” Ellerini iki yana açıp yukarı doğru bakarak sessiz bir iki kelimeyle Allah’a yakardıktan sonra devam etti: “Bugünden yarına çıkacağımızın garantisi yok.” “Sana bir şey olmaz, merak etme,” dedi Hasan. “Hem buralar nispeten sakin. Yakınlarda okul, yurt falan da yok.” “Çok rahatsınız... Ecevit baş olalı gominisler iyice azdı. Bugün de dokuz kişi ölmüş anarşiden. Demin radyo söyledi.” Adamın konuşmaları Hasan’ın dikkatini gazetelere yöneltti. Hürriyet’in ön sayfasında da dünün bilançosu vardı: Beş ölü. “Kimsenin tavuğuna ‘kışt’ demezsen bir şey olmaz.” Hasan gazeteyi eline aldı, şöyle bir göz gezdirdi, Bakırköy bilmem ne lisesinin kapısındaki öğretmenin, Ankara’daki ODTÜ’lü öğrencinin cansız yatan fotoğraflarına baktı, gazeteyi tekrar katlayıp yerine koydu. “Sen esnaf adamsın sana kim ne yapsın?” “Sizin için hava hoş.” diye lafı uzattı bakkal. “Ne de olsa Karaoğlan başta.” Hasan bu gereksiz sohbetin uzamasını istemediğinden cevap vermedi. Demirel hükümeti yeni düştüğünde de böyle bir muhabbetleri olmuş, adam lafı dönüp dolaşıp politikaya ve Ecevit’e getirmişti. Hasan da gaflete düşüp oy verdiği lideri savunmaya kalkınca laf uzadıkça uzmıştı. Bereket, bugün yardımına küçük bir kız koşuverdi. İçeri daldı, Golden sakızı istedi. Mehmet Efendi başka bir sakız uzatınca da beğenmedi, “Golden”de ısrar etti. Bakkal ofla- 152 ya puflaya tezgahın arkasındaki merdivenden depo olarak kullandığı asma kata çıktı. Bir dakika sonra da yeni bir Golden kutusuyla aşağı indi. Kutuyu açtı bir sakız çıkarıp kıza verdi, gönderdi. “Zilli!” Kutuyu raflardan birine yerleştirdi. “Defetmesini bilirdim ama, babası…” Kızı da, babasını da babasını tanımıyordu Hasan ama, “Sen alışıksındır mal saklamaya,” diye geçirdi içinden. Mehmet Efendi de karaborsa ağacından meyve yiyordu. O meşhur deposunda şekerlerin, sana yağlarının hatta kuru çayların yığılı olduğu, başka malların arasına zulalandığı mahallelinin dilindeydi. Gelgelelim yapacak da bir şey yoktu. O mallar uzun bir süre zulada kalacak, sonra da ya esas fiyatının beş misline elaltından satılacak, veyahut “yeterli” zam gelince ortaya çıkacaktı. Kız gittikten sonra Hasan laf olsun diye sordu: “Şeker var mı?” “Maalesef bir gram bile yok, gelmiyor,” diye cevapladı bakkal, sesi yumuşadı, yüzü masumca ekşidi. “Şeker fabrikasında grev mi varmış ne?” “…” “İnan olsun yok! Kendi evimde bile yok ki sana satayım.” “…” Asabı bozulan, buraya niye geldiğini düşünen Hasan, dışarıdaki gencin mintax kutusunu hatırladı: “Bir ekmek, 300 gram bisküvi, yarım kilo da arap sabuni alayım oyleyse.” 153 “Bisküvi hangisinden?” “Botibör olsun,” dedi Hasan, ağızları açık bisküvi tenekelerini tek tek inceledikten sonra. Mehmet Efendi, ölçtü, biçti, tarttı. Parayı aldı, kese kağıdına konmuş bisküvileri, ufak bir torbadaki arapsabunu ve irice ekmeği poşete koyup uzattı. “Bereket versin.” Hasan bakkaldan çıkıp da gençleri göremeyince şaşırdı. Yazıyı bitirmiş sırra kadem basmışlardı çoktan. FAŞİZMİ EZEC... biraz sağ tarafa doğru açıldı ...EĞİZ. Solcu olmalıydılar, “faşizm” demişlerdi. Sırıttı. İmza okunmuyordu Hasan’ın bulunduğu yerden. Adam sende, farklarını bile bilmezdi. Solcuydular işte. Ama eli çabuktular doğrusu. … Apartmandan girerken, sokakta maç yapan çocukların, gol olduğu veya taşın üstünden geçtiği konusundaki haykırtıları eşliğinde gelen topunu bir iki sektirdikten, “Hasan abi hadi!” diye söylettikten sonra yumuşak bir dokunuşla geri gönderdi. Kibar vuruşu karşı apartmandaki emekli albayın son model Murat 131’inin kapısına çarpıp DONK diye bir ses çıkarınca da hemen kaçtı. “Neme lazım” diye düşündü Hasan. İhtiyar herif, gece gündüz pencereden dışarısını gözler, uyku nedir bilmezdi. Mahallenin en eskilerindendi. Herkesin şeceresini bilirdi. Bir kaç ay önce, Hasan adamın eski 124’üne ara sıra eve getirdiği PTT triportörüyle hafifçe dokundu diye yaygarayı basmıştı. Yok bu bisikletten bozma pırpırların trafikte ne işi varmış da; yok hasarını kim karşılayacakmış da... Memleketin iyice çivisi çıkmış da... 154 Türlü türlü sızlanmalar. Bereket, Hasan’ın altındaki üç tekerlekli civciv, resmi araçtı da, bağırıp çağırmaktan başka bir şey yapamamıştı. Hatalı olan Hasan olsa da, ortada hasar falan yoktu. Hasanların evi girişteki daireydi. Yine elektrikler kesik olmalı. Hayır, apartmanın ışığı yanıyor. Herhalde hava daha tam kararmadığından olsa gerek, ışıkları yakmamıştı Yüksel, Hasan’ın karısı. Ev giriş katı olsa da iyi güneş gördüğünden rutubet falan olmuyordu. Yüksel bulmuştu bu evi, düğünlerinden üç ay sonra. Kocasının eczacılıkta okuyan kardeşi İdris’in öğrenci evinde yaşamaya ancak o kadar tahammül edebilmişti kızcağız. Hasan, bakkaldan beridir parmaklarıyla diğerlerinden ayırmaya uğraştığı anahtarla kapıyı açıp eve girdiğinde içeride çıt çıkmıyordu. Radyo bile kapalıydı. “Hayırdır,” diyerek mutfağa geçti, elindekileri masanın üstüne, çantasını sandalyeye bıraktı. Ocağın üstündeki tencerenin kapağını kaldırdı, kokladı: Mercimek çorbası. Diğer tencerede de bulgur. Acıktığından mıdır, yoksa karısının yemeklerini beğendiğinden midir –her zaman- bilinmez, ekmekten koparıp çorbaya, tencereye bandırdı. Daha lokmasını yutmadan içeri seslendi: “Kuşiim!” “...” Salona doğru gelirken daha alçak ve endişeli: “Yuksel! Nerdesin güze...” Yüksel salonda, sokağa bakan pencerenin altındaki kanepeye uzanmış, uyukluyordu. Başının altın- 155 da minder, omuzlarında pike. Omuzlarında, çünkü sıcaklamış, bacaklarını dışarı çıkarmış örtüden. Hasan geldi, kanepenin önünde diz çöktü. Bir süre aptal aptal karısını seyretti. Güzel, sevimli bir şeyler demek istedi uyuyana. Beceremedi, şiveli, anlamsız bir şeyler mırıldandı. Neden sonra fark etti: Üşüyecekti Yüksel. Üzerine düşüp ısıtan Eylül güneşi çekiliyordu. Pikeyi çekiştirdi, üstünü örtmek için. Ama iyice dolamıştı kadın pikeye kendini. Asılsa örtüye uyanacak. Çaresiz bıraktı. Ellerini çekti, öyle oturdu kaldı. İyi de üşüyecek, ne yapmalı? Hasan kalktı, yatak odasına gitti. Pikeyi zaten içeri götürmüş. Yatakta örtü yok. Dolabı açtı, battaniye çıkardı. Tam salona gelmişti ki, kucağındaki battaniyeden kendisinin bile yandığını hissetti. Kızcağız nasıl rahat etsin. Gerisin geri döndü, battaniyeyi yarım yamalak katlayıp dolaba tıkıştırdı. “Ee, şimdi?” diye düşünürken, başka bir fikir geldi aklına. Yatağın çarşafını çıkardı. Salona döndü, çarşafı katladı, usulca örttü Yüksel’in üstüne. Tekrar yanına çöktü. Şimdi içi rahat etmişti. Öylece baktı karısının yüzüne. Sonra elini uzattı, yüzünü, kumral, uzun saçlarını okşamak için. Yarı yola gelmeden vazgeçti, uyandırmaktan korkarak. Yüksel neden sonra uyandı. Korktu önce. Gözlerini açar açmaz Hasan’ı bulmayı beklemiyordu. “Ne zaman geldin?” dedi gerinerek. “Neden uyandırmadın?” “Uyuyordun...” “Işıkları niye açmadın?” 156 “Uyuyordun...” diye tekrarladı Hasan. Kadın gülümsedi, doğruldu, uzanıp kocasına sarıldı. Birkaç dakika da öyle kaldılar. Sonra Yüksel kalktı, ışıkları yaktı. “Yemek yaptım,” dedi. “Bugün tüp aldım da.” “Gördüm. Allah Allah, kamyon mu geldi mahalleye?” “Bizim mahalleden değil, başka bir yerden buldum.” Mutfağa geçtiler. “Çöp atmaya çıkmıştım, üst kattaki komşuyu gördüm. Elinde tüple.” “Saliha hanım mı?” diye sordu Hasan. “Hayır, adını bilmiyorum, daha üst katlardan.” Çorba tenceresini küçük mavi tüpün üstüne koydu Yüksel. “‘Bekle komşum, ben de geliyorum,’ dedim. Kadının pek bir suratı asıldı ama bekledi beni.” Tüpün altını yaktı. “Ya güzelim ben demiştim sana,” Hasan banyoya giderken söyleniyordu. “Bu Pazar ne yapıp edip aygaz bulacak idim. Sen pu halinle ne tiye kalkıp girersin kuyruklara.” “Dur anlatayım.” dedi Yüksel mutfaktan. “Kuyruk falan yoktu. Meğer bir ahbaplarıymış o mahalledeki tüpçü. Gittik adamın stokladıklarından aldık çaktırmadan.” “Karaborsacı desene. Haram mıdır ki şimdi bu? Neredeymiş bu tüpçü.” “Valla yirmi-yirmi beş dakika yürüdük. Bilmiyorum oralar neresi. Yenikapı tarafları herhalde. Kadın ikide bir ‘Sen nasıl döneceksin geri?’ dedi durdu. İşi varmış orada kalacakmış sözde. Ama bırakmadım 157 peşini. O önde ben arkada gittik geldik. Haram falan da değil, parasını bastırdım, aldım.” “Peki güzelim, tamam.” Mutfağa dönen Hasan karısını alnından öptü. Çorba ısınmış, masaya tabaklar yerleştirilmişti. Onun da salata yapması icap ederdi. Bir domates, bir de biber yıkadı. “Ama bir daha böyle sefere falan çıkma! Hele tüp seferine hiç çıkma. Ağır kaldırmaman lazım senin.” “Aman Hasaan, o zamanlara birkaç ay var daha.” “Olsun biz yine de dikkatli olalım,” dedi Hasan. “Tamam mı güzelim?” Yüksel durumdan hoşnutsuz dudağını büktü. “Peki tamam. Ama benim için de iyi oldu. Kaç gündür evden çıkmamıştım.” Isınan bulgur pilavını karıştırırken ekledi sessizce: “Patlayacak gibi oluyorum böyle.” “Dayan güzelim, sen şimdi iki can taşıyorsun.” Yüksel bir cevap vermedi. Vermezdi de zaten. Pilavı indirdi, oturup tabaklara çorba koymaya başladı. Hasan da domatesi biberi doğramış, tuz atıp karıştırmaya başlamıştı. Yağ yoktu. Böyle daha iyi, hafif olurdu. Katır kutur... Başka söz edilmedi, yemeye başlanmıştı. “Saliha hanım dedin de... bekliyorlar bu akşam.” dedi Yüksel neden sonra. “Yine mi yahu?” “Ben mazeret uydurmaya çalıştım ama çok ısrar etti. N’apayım.” 158 Yemek yendikten sonra salona geçildi. Hasan bulaşıkları yıkayacağının taahhüdünü vererek Yüksel’in de yıkamasına mani oldu. Dün de bu sözü vermişti ama uyuyakaldığından tutamamıştı. Ama bugün kesinlikle yıkayacaktı bulaşıkları. Yüksel’in yorulmaması gerekiyordu. Üstelik bugün tüp müp derken hayli enerji tüketmiş olmalıydı. Ailelerine yeni katılacağa lazım olan enerjiyi. Çayı da Hasan koydu. Ama daha su kaynamadan kapıları çalındı. Saliha hanımın veletlerinin en küçüğü gelmiş, onları babası adına çağırıyordu. On beş dakika kadar sonra boya tüccarı Melih beyin evinde, Saliha hanımın günaşırı bir punduna getirip andığı antika koltuklarda oturulmuş, antika sehpaların üzerine konan antika çay bardaklarıyla, antika çaylar içiliyordu. Oldukça tombalak bir adam olan Melih beyin midesi kadar gönlü de genişti. Her daim gülücükler saçan bu şanslı adam, Niğde’de çobanlık yaparken köyün güzel ve babası zengin kızlarından birini kendine aşık edip turnayı gözünden vurmuş; kayınpederinin sermayesi ve itibarıyla İstanbul’a gelip yerleşmiş; kağıdın ve boyanın en çok tüketildiği yer olan Cağaloğlu’nda diğer hemşerilerinin arasında kendine bir yer açmaya çalışıyordu. Melih bey Fenerbahçeliydi, bir iki hoş beşten sonra lafı uzatmadan hafta sonu oynanacak FenerTrabzon maçına getirdi. “Ee Hasan kardeşim ne olur maç?” Cebinden bir spor-toto kuponu çıkardı. “Tüyo ver de oynayalım.” “Ben, banko iki yazar idim oraya.” 159 “Şampiyonluk için de böyle demiştin ama biz aldık kupayı.” “Hakemleriniz sağ olsun.” “Hah. Bükemediğin eli öpeceksin.” dedi Melih bey, Hasan’ın dizine vurup gevrek gevrek gülerek. “Yahu,” dedi. “Sen nasıl Lazsın? Maşallah gayet düzgün konuşuyorsun. Hoş, burnun andırıyor biraz.” “Laz değilim,” dedi Hasan. “Tek kelime Lazca bilmem. Daha doğuda onlar. Ben Trabzonluyum. Anam babam Tonya’lı ama ben küçükken göçmüşler. Sürmene’de amcamın elinde büyüdüm.” “Biraz burundan konuşuyor ama,” diye karıştı lafa Saliha hanım. “Ben çıkarırdım konuşmasından, bilmeseydim.” “Burun önemlidir,” dedi Hasan, koca çengel burnunu kaşıyarak. “Siz bakmayın,” bu kez de Yüksel girdi söze. “Kendini sıkıyor böyle şivesiz konuşmak için. Kızdığında ne dediğini anlamak için tercüman gerekir.” Bu esnada arka odadan canhıraş bir çığlık koptu, biri ağlayan iki vahşi canavar odanın içine daldı. Öndeki geldi annesinin oturduğu koltuğun arkasına saklandı. Evin içinde kardeşini kovalayan büyük oğlunu azarlayan Saliha hanım, çocukları içerde başka bir yere tıktıktan ve tehdit ettikten sonra geri geldi. Biten çayları doldurup getirdi. Yerine otururken de Yüksel ile bir fiskos başlattı: “E kızım, doğum ne zaman?” “Kasım – Aralık gibi sanırım!” Yüksel tepeleme dolu madeni çanaktan çekintiyle bir küp şeker aldı. 160 “Bir ihtiyacın olursa, bak ben burdayım. Sancın falan gelirse.” Saliha hanım ve Melih bey üçer şeker ile tatlandırdılar çaylarını. “Hiç çekinmeden gel. Ben ablanım senin. İki sıpa getirdim dünyaya, anlarım halinden.” Sonra sıpalarının olduğu tarafa gayri ihtiyari bir bakış attı. “Sağ olun Saliha hanım, iyiyim ben. Birşeyim yok.” dedi Yüksel tam karşısındaki koltukta oturan Hasan’a bakarak. “Çok iyiyim.” Hala bakıyor. Bir şey mi var? “Hatta,” diye devam etti Yüksel, ürkek. “Çalışmak istiyorum. Öğretmenliğe başvuracağım.” Hasan uzandığı şekerliğin yarı yolundan döndü, arkasına yaslandı. Şimdi anlaşıldı. Nicedir evde sıkıldığını söyleyip duruyordu zaten. Daha önceki tartışmalarında mesele bir yere bağlanamamış, ortada kalmıştı. Çalışamazdı, yani çalışırdı da, en azından doğumdan sonra... Veya çocuk bir bakıcıya bırakılabilecek kadar büyüyünce. Veya okullardaki bu kargaşa bir gün dinerse. Gelgelelim bir yıla yakındır evde oturan Yüksel ise buna hiç yanaşmıyordu. Tamam hemen kabul etmesi beklenemezdi ama, yine de daha üzerine konuşulmalıydı. Hasan’sız karar vermeden önce... Kısa bir sessizlik oldu. Gergin havanın kokusunu alan kurt tüccar yanındaki Hasan’a dönüp “Bir isim düşündünüz mü?” diye sordu. Hasan pat diye cevap verdi: “Ahmet!” Şaşırma sırası Yüksel’deydi. Gözleri faltaşı gibi açıldı, kaşları fırladı. 161 “Ne güzel, ne güzel… Allah analı babalı büyütür inşallah.” “Sağ olun.” “Aç artık şunu,” diye kaş göz işareti yaptı Saliha hanım. Burnuyla da saati gösteriyordu. 20:05 Melih bey doğruldu, “Ohoo, yayın da başlamıştır,” dedi. “nerdeyse ajans bile bitecek. Açalım artık.” Gitti, televizyonun düğmesine bastı. Sesini ayarlayıp geçti oturdu. TRT spikerinin tok, buyurgan, konuşanı anında azarlayacakmış gibi nüfuzlu sesi evin içini bir anda resmi daireye çevirdi; herkes sustu, devlet babayı dinlemeye başladı: “...Başbakan Bülent Ecevit, bugün, Ankara'da toplanan Türkiye Odalar Birliği Genel Kurulu'na gönderdiği mesajda şöyle dedi: ‘Yanlız bugünü düşünerek ne bugünü ne de geleceğe kurtarabiliriz. Bugünün ivedi sorunlarına çözüm ararken uygulayacağımız önlemler, kesinlikle, Türk ekonomisinin geleceğini de güvence altına alacak ve dünyada Türkiye'nin ekonomik bakımdan güvenirliliğini arttıracak nitelikte olmalıdır.’” ... “AP Kadın Kolları Kurultayında bir konuşma yapan Süleyman Demirel, hükümetle, dişe diş, basa baş mücadele edeceklerini, Anayasa'nın dibacesini gerekli çoğunluğu buldukları takdirde değiştireceklerini ve eski Başbakan Adnan Menderes ile arkadaşları için abide dikeceklerini söyledi.” ... 162 “Yurdun çeşitli yerlerinde meydana gelen anarşi olaylarında; Elazığ TÖB-DER Şubesinde odacılık yapan Mehmet Bensen, kimliği belirsiz kişilerce bıçaklanarak öldürüldü. Ankara Emniyet Müdürlüğü'nde sorgusu yapılan bir öğrenci kendisini 5. kattan atarak intihar etti. Yozgat'ta iki öğrenci yaralandı, lise müdürünün evi kurşunlandı ve patlayıcı madde atıldı. Ayrıca Konya'da bir öğretmenin, Diyarbakır'da bir dernek başkanının evine de patlayıcı madde atıldı. Ankara Atatürk Lisesi öğrencilerinden biri Dikmen’de, evinin önünde kimliği belirlenemeyen üç kişinin saldırısına uğradı ve hastaneye kaldırılırken yolda öldü.” ... “Afganistan Devlet Başkanı Muhammed Taraki 30 maddelik reform planını açıkladı. Planda kadın erkek eşitliğinin sağlanmasına ve Afganistan Silahlı Kuvvetlerinin güçlendirilmesine önem veren maddeler göze çarpıyor.” ... Haberlerden sonra bir saat kadar daha hep birlikte televizyon izlendi. Bu garip kara kutu dertlere deva gibiydi. Kırgınları, küskünleri barıştırmıyordu ama tartışmaların depreşmesini, dallanıp budaklanmasını da önlüyordu. Fevkalade: Suskunluğun bahanesi, konuşmaktan, sıkıntılarla yüzleşmekten kaçmanın koruyucusu. Sanki onun girdiği evlerde bir daha hiç kavga gürültü olmayacakmış gibi geliyordu Hasan’a. Ne güzel bir icat bu. Şu an o kadar huzurluydu ki, bıraksalar istiklal marşına kadar öylece oturabilirdi. 163 Ancak yaramazlardan birinin içeri odadan kopardığı yaygara huzuru ve sessizliği bozdu. Küçüğün hafifçe kanayan burnuna pamuk tıkayan Saliha hanım, büyüğünü patakladı. Hasan ile Yüksel de bu curcunada müsaade isteyip kalktılar. Hiç konuşmadan eve döndüler. Evde de konuşmadılar. Yüksel romanını, Hasan da gazetesini okumaya koyuldu aceleyle. Yüksel bir iki sefer kafasını kaldırıp baktı, bir şeyler söylemek için. Ama Hasan oralı olmadı. Tartışmayı göze alamazdı. Yarın daha sakin kafayla konuşurlardı nasıl olsa. Şimdi söylenecek en ufak bir söz inatlaşmayı da beraberinde getirirdi. Daha sonra, yarın konuşurlardı. Gerçi İdris gelecekti, fırsat bulunur muydu bilinmez ama... Yine de şimdi hiç kaşımamalı. Pencerenin önünden kalabalık bir grup geçti. İki kedinin sesi duyuldu sonra. Kavga mı ediyorlardı, birbirlerine kur mu yapıyorlar, belli değil. Mahalle bekçisinin tiz düdük sesinden sonra onlar da çekti gitti. “Yatalım.” dedi Yüksel. “Dün de geç yatmıştın, uykunu al. Sabah geç kalma.” Hasan başını salladı, içeri, yatak odasına geçtiler. Hasan ışıkları söndürürken yakınlardan bir iki el silah sesi duyuldu. Geldi yatağın sol tarafına yattı. Yüksel duvar kenarında, her zamanki yerini almıştı çoktan. Her akşam böyle yatarlar, sonra ortada buluşur sarılarak uyurlardı. Yatağın ortası biraz daha çöküktü bu yüzden. Aşağı yukarı aynı uzaklıktan bir iki el silah sesi daha geldi. Sonra daha yakından bir daha. Bir daha... Yüksel elini aradı Hasan’ın, buldu. Derken dı- 164 şarıdaki silahlar da buldu birbirlerini. Koro halinde geliyordu sesler. Birbirine karışmış silahlar patladı durdu. Hasan Yüksel’e sarıldı. Ortada buluştular yine. Demin giden grup döndü. Belli belirsiz küfürler duyuldu pencerenin önünden. Ardından bekçinin düdüğü... Sonra tüm sesler kesildi. Uyudular. Hasan ertesi gün işe geç kalmadı. Hatta her zamanki vaktinden yarım saat önce postaneye vardı. İlk gelenin kendisi olduğunu düşünürken telefon santralinde Selahattin’i buldu. “Günaydın!” Selahattin yarım ağız cevapladı, “Hayırlı sabahlar!” “Erkencisin. Ne yapıyorsun bu saatte, poyle? Kaçta geldun?” “Çay içiyorum,” dedi Selahattin santral kayıt defterini kapatırken. “Sen de erkencisin, uyku mu tutmadı?” “Oyle sayılır.” Hasan yerine geçerken göz ucuyla santral masasını süzdü. Çay may yoktu. Karınca duası gibi bir takım şeylerin yazılı olduğu bir kağıt vardı sadece. “Ben yukarı çıkıyorum,” dedi Selahattin. “Sana kolay gelsin.” Kağıdı kalemi ceketinin iç cebine koyup üst kata çıktı. “Sağ ol. Sana da...” Enteresan bir adam bu Selahattin. Kimbilir kaçta kalkıp gelmiş buraya. Müdürün ve kendisinin dışında başka birinde anahtar olduğunu da bilmiyordu 165 Hasan. Demek varmış. Amaan. Şimdi hiç bunları düşünecek hali yoktu. Canı sıkkındı hala. İlginçtir, öğle tatiline kadar sadece üç beş vatandaş gelmişti. Üniversitenin anarşik olaylar yüzünden kapalı olmasının da etkisi vardı muhakkak, fakat yine de çok durağan bir gündü. Öğle yemeğine yine Berat Abinin büfesine gittiler Selahattin ile. Öğleden sonra biraz daha yoğundu. Hasan dalgınlıkla posta havalesi bekleyen bir vatandaşa 50 lira fazla ödemişti. Kasa açık verdi akşam. Paranın kendisinden kesileceği yetmezmiş gibi bir de hatayı bulup çıkarmak için uğraşıp mesaiden sonraya kaldı. Akşam sekiz gibi İdris ile Kadırga Yurdunun oradaki bir kahvede buluşacaklardı. Elini çabuk tutarsa on beş-yirmi dakika gecikmeyle yetişebilir. İdris sabırlıdır, onu bekler... Çıktı. Yokuş aşağı Gedikpaşa’ya doğru yola koyuldu. Akşam serinliği çöküyor ağır ağır. Çoğu kırmızı boyayla sloganların, örgüt, parti, dernek isimlerinin renklendirdiği kurşuni apartmanların, kurşuni sokakların arasından görünen kurşuni denize doğru iniyordu. Yukarıdan aşağıya yazılı, kocaman, beyaz bir “MHP”nin önünden geçti. Beyaz boyayla silinmiş birkaç yazıdan devam ettikten sonra kırmızı “Kahrolsun Faşizm”den sola döndü. Ve az ilerdeki kırmızılı beyazlı “MARX”tan tekrar sağa sapacakken durdu. Daha önce hiç böyle bir yazı görmemişti:. Beyaz MHP yazısının H ve P si ile oynanmış, sonuna da bir X eklenerek MARX haline getirilmişti. Vay canına. Oldukça ekonomik bir yöntemdi. Bir taşla iki kuş. Gülümseyerek ilerdeki kırmızı yazılara doğru yollandı tekrar. 166 On dakika kadar sonra Şeker Kıraathanesi’ne varmıştı. Kimi kağıt, okey oynayan, kimi televizyon seyreden, gazete okuyan sakallı, bıyıklı, kel, kıvırcık kafaların bir metre kadar üzerinde beyaz bir bulut daha içeri girmeden fark ediliyordu. Kapıyı açıp girdi. Etrafa bakındı: İdris yok. Sobanın yakınlarında bir masaya televizyonu görecek şekilde oturdu. Alet kapalıydı oysa, daha yayın başlamamıştı. Çay söylemek için arkasını döndüğünde en az on çift gözün onu süzdüğünü fark etti, bir tek çaycı hariç. “Bir çay alabilir miyim?” diye rica etti çaycıya. Duyuramadı. Kibarlığının yabancılığını daha da pekiştireceğinden korkup “Bir çaay!” diye bağırdı. Lakin bu da kendisini topluma kazandıramadı. Üzerine çevrili ilave yeni gözler altında çaycının anladığını gösterir işaretini gördü, sustu. Boş, ön masalardan bir gazete kaptı. İki gün önceki Cumhuriyet. Çayı geldi. Gazeteyi okumuştu ama yapacak daha uygun bir şey olmadığından açtı. “İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Doçent Server Tanilli evinin önünde uğradığı silahlı saldırı sonucu ağır yaralandı.” Gazeteyi kapattı, kenara koydu. Bugünlerde gazeteleri tekrar tekrar okumak içinden gelmiyor insanın. Saat kaç acaba? İdris nerede? Duvarlarda saat aradı. TV’nin olduğu taraf çıplaktı, sağına döndü, Atatürk posteri, bayrak. Arka duvarda ise “77-78 Lig Şampiyonu” yazan Fenerbahçe posteri, ağlayan bir çocuk resmi. Birine soracak saati, çaresiz. Tam az önce kendine dik dik bakanlardan birinin dikkatini çekecekti ki, kahvenin önünde bir araba sessizce 167 durdu. İdris’in arabayla gelme ihtimali pek zayıf olmasına rağmen, diken üstündeki Hasan için kapı tarafındaki her hareket çok çekiciydi. Kafasını o yana çevirip kimsenin dikkatini çekmeyen bu arabaya doğru baktı. Dışarıda hava artık kararmaya başladığından rengini tam seçemedi ama beyazımsı bir şeydi. Biri önden diğeri arkadan koyu paltolu iki kişi indi. Arkadakinin elinde siyah, sopa gibi bir şey vardı. Önden inen kapı çerçevesinin hizasındaydı, görememişti. Görmek için ileri eğildiği anda kahvehanenin camı büyük bir şangırtıyla kırıldı. Herif sopayla vurdu demeye kalmadı... taka taka tak tak... diye makineli tüfeğin sesi duyuldu. Hasan gözlerini faltaşı gibi açmış kırılan camdan dışarı bakıyordu. Elinde makineliyle ateş eden şimdi çok daha iyi seçilebiliyordu. “Yatııın.” diye bağırdı biri. “Orospu çocuğuu...” diye arka köşeden bağırdı başkası. Hasan çerçeveli Atatürk posterine isabet edip düşüren bir merminin rüzgarını sağ kulağında hissedene kadar adamı seyretmeye devam etti. Siyah paltolu, iri, sarkık bıyıklı herif çok sıkıcı ve monoton bir iş yapıyormuş edasıyla, badana yapar gibi elindeki alev saçan sopayı muntazam bir şekilde sağa sola kaydırıyordu. Fırça değmemiş yer kalmasın istiyordu sanki. Sırasıyla kapının ve diğer büyük pencerenin de camını indirdikten sonra silahı omzuna dayadı. Nişan alıp ateş etmeye başladı. Bu esnada Hasan’ın hala göremediği diğer herif de -muhtemelen bir tabancayla- tek tek ateş ediyordu. 168 “Hemşerim yatsana,” diye seslendi biri aşağıdan. Hasan attı kendini yere. Biri inledi... Sonra bir başkası... Sonra hemen kapının solunda biri “Anacığım!”diye bağırdı. Öndekiler arkalara sürünmeye çalışıyordu. Sonra televizyon bir kurşun yedi. Bir tane daha. Yere düşüp patladı. Sürünenlerden ikisi vazgeçti. Ya da isabet aldılar. Ağlayan çocuk da vuruldu, düştü. Çerçevesinden fırladı. Çay ocağının camı kırıldı, tangır tungur devrildi çaydanlıklar. Peşinden sobadan bir kurşun sekti, yeşil kazaklı bir delikanlıya saplandı. Delikanlı gık bile demedi. Soba iki üç kurşun daha yedi, hava sıcak olduğundan içi boştu, devrildi. Boruları da peşinden. Biri Hasan’ın burnuna kadar yuvarlandı. Bir süre sessizlik oldu. Hasan bıyıklı, adamın tüfeği kurcaladığını gördü. Şarjör değiştiriyordu. Bu arada iki genç sürünerek devrilmiş bir masanın arkasına geçtiler. Bir tanesi elini beline götürüp bir tabanca çıkardı. Masayı siper alıp ateş etmeye başladı. İkinci elden sonra boğazından vuruldu. Dışarıdakiler onları fark etmiş dikkatlerini sobadan resimlerden alıp yeşil bir örtünün tutturulduğu bu devrik masaya yoğunlaştırmışlardı. Diğerinin düşen silahını almak isteyen gözlüklü genç, masayı delip geçen iki merminin hedefi oldu, “Ih” dedi, diğerinin ayaklarına düştü kaldı. Üç mermi de yerdeyken yedi. “Banane, banane” der gibi omuz silkiyordu kurşunlar sırtına girerken. 169 Silahlar tekrar sustu, Hasan yattığı yerden bıyıklıyı görebiliyordu. Diğeri arabaya bindi, bıyıklı yere tükürdü. Tek eliyle koca tüfeği kaldırdı, omzuna dayadı. Tebessümle kahveye bakıyordu. “Köse! Atla hadi!” diye seslendiler arabadan. Köse hala sırıtıyordu. Kapının sağ tarafından biri doğrulur gibi oldu. Köse otomatiği omzundan indirdi. Orta yaşlı adam önce kolundan vuruldu. Sonra göğsüne giren kurşunla Hasan’ın saklandığı tarafa doğru uçtu. Sandalyeye çarptı, kendisiyle birlikte yana devirdi. Köseyle Hasan’ın arasında hiçbir şey kalmamıştı artık. Göz göze geldiler. Köse az önceki adamın haline kahkahayla gülüyordu, sonra dudağını ısırdı, parmağını yaramazlık yapmış çocuk edasıyla dudağına götürdü. Sonra tekrar silahı kaldırdı, Hasan’a nişan aldı. “Hadi lan, sikecem ecdadını!” diye bağırdılar arabanın içinden. Köse otomatiği indirdi. Hasan’a gülümsedi, “Seni şanslı piç!” dedi iki yana salladığı kafasıyla. Arabaya atladı. Plakası kağıtla kapatılmış beyaz araba acı bir patinajın ardından gözden kayboldu. Bir süre kimse kımıldamadı, inlemedi. Mutlak sükunet. Delinen çay ocağından yere akan sudan başka ses mes yok. Beş dakika mı, on dakika mı, bir saat mi? Çıt yok. Sonra önce iniltiler başladı. İniltiler, kıpırtılar, küfürler... Yerlere saçılan cam kırıklarının, okey taşlarının, tavla pullarının içeri dışarı koşturan ayakkabılar altında ezilmesi... Zaten devrilmiş masa sandalyelerin tekrar tekrar yuvarlanması... Kadın sesleri, 170 konuşmaları, tiz viyaklamalar... Sessizlik daha mı iyiydi ne? Birinin sesi... Tanıdık birinin... “Cevap ver Hasan... Bana bak.” Hasan kendine gelir gibi oldu, kafasını kaldırdı. İdris başucuna çömelmiş onu silkeliyordu. “İyi misin?” diye sordu İdris, “Yaralandun mi?” Orasını burasını inceliyordu Hasan’ın. “Bil... bilmem. Yok birşeyim.” Hasan doğruldu. Oturur vaziyeti aldı. “İyice bir yoklayalım, sağını solunu.” İdris Hasanın belini, kollarını, pantolonunu yokladı. “Sıcağı sıcağuna belli olmaz.” Hasan ayağa kalkarken sendeledi. İdris hemen pantolonun paçasını kaldırmaya girişti. “İyiyim iyiyim. Dizimi çarptım atlar iken,” diye durdurdu onu Hasan. “Ondan acıyor biraz.” İdris inanmadı, iki bacağını da dizine kadar sıvayıp baktı. Sağ dizdeki birkaç çizik haricinde bir şey yoktu. “Özür dilerim,” dedi. “Bu akşam Niğde Yurdu’nu da taradılar. Bir arkadaşımız öldü. Senle buluşacağımız o hengamede çok sonra geldi aklıma. Ondan geciktim.” Hasan dönüp etrafına bakındı. Az önce olup bitenler, olmuş muydu?. Hemen ayağının dibinde en son vurulan orta yaşlı amca, uyuyor gibi yan dönmüş, bir ayakkabısı çıkmış. Hafif kısa pantolonundan fırlayan beyaz poturu çoraplarının içinde. Aslında, bir paçası değil. Pantolonu giyerken çoraptan kurtulmuş olmalı. Masanın ardında vurulan gençlerden biri hala can çekişiyor. Nefes alırken tuhaf sesler 171 geliyor boğazından. Diğeri onun üzerine kapanmış yatıyor. Başlarında başka bir genç öylece bakıyor onlara. Yeşil kazaklı gencin annesi koşmuş gelmiş. İhtiyar kadın ağlıyor dövünüyor. Lakin şanslı, oğlu ona ağlamamasını söylüyor. Bir başka kadın ise yerdekilerden birini silkeliyor. Bir şeyler duymak için. Kahveci sağlam, yardıma gelenlere on-on beş kişinin kahveyi nasıl taradığını anlatıyor, küfür ediyor. İdris masanın ardındaki iki gencin olduğu tarafa gitti. “Aval aval bakma!” diye çıkıştı başlarında bekleyene. “İsmail’i kaldır üzerinden, rahat nefes alsın.” Gençlerin yere düşmüş silahını alıp beline taktı. İsmail’in üzerinde bulamadığı yedek şarjörü, boğazından yaralı gencin parkasının yan cebinden alırken “Etrafı incele, bizimkilerden tüşen kovanları dopla. O arkadaşı rahat bir duruma getirdikten sonra Kadırga’dakilere olayı ve İsmail’in şehit tüştüğünü haber ver,” diye tembihledi. “Zaten duymuşlardır sesleri.” Sonra Hasan’a döndü, “Hadi,” dedi. “Gidelim. Birazdan polis gelir.” Çıkarken tekrar geride bıraktığı arkadaşına döndü, “Kadırga’ya gidince bizimkilere söyle, Acilcilere haber versinler,” dedi ve başıyla boğazından yaralıyı göstererek ekledi: “Adını bilmiyorum ama bu çocuk onlardan galiba. Silahının da bizde olduğunu söyle, yarın gelip alsınlar.” Çıktılar. Kahveci etrafındakilere plakayı görmediğini, kağıt ya da bez gibi bir şeyle kaplanmış olduğunu söylüyordu. Yan gözle İdris ile Hasan’a bakarak. 172 Kahveye doğru gelen ya da o tarafa bakan onlarca insanın arasından geçip gittiler. Yan sokağa saptılar. Kimi olayı merak edip kahveye doğru giden, kimi ise bir an önce evine girmeye çalışan insanların arasından geçiyorlardı hala. Nihayet artık telaşsız yerlere ulaştıklarında İdris döndü: “Yuzünü gozünü yıkayalım, şurada bir çeşme olacaktı,” dedi. “Eve bu halde gidemezsin.” “Ne var imiş halimde?” “Az ilerde çeşme,” dedi İdris. Çeşmeye vardılar. Hasan yüzünü yıkarken İdris zincirle musluğa asılı madeni kupadan su içti. Kırmızı sular doldurdu oluğu. “Saçında da var.” İdris, Hasan’ın kafasını musluğun altına soktu, saçlarındaki kanı temizlemeye çalıştı. Düşüp sandalyeyi yuvarlayan, poturu çorabından çıkmış adamcağızdan bulaşanı... “Kimdi onlar?” diye sordu Hasan. İdris tekrar incelemeye koyuldu kardeşinin yüzünü. “Bir şey yok gibi,” dedi. “Kim ula bunlar?” diyerek kaldırıma oturdu Hasan. İdris de yanına. “Faşistler!” “Orası solcuların mıydı? Yaşlı başlı da bir sürü adam var idi.” “Arasıra öğrenciler de takılır ama, zaten oyle bir ayırım yapmıyorlar artık.” İdris bir sigara çıkardı. Birinci. Yaktı, bir iki fırt çekip Hasan’a uzattı. “Kalabalık yerleri tarıyorlar artık, halk korksun, hakkını 173 aramasın, devrimcileri dışlasın, barındırmasın diye. Otobüs, kahve, yurt, kantin... Fark etmez.” İdris fazla bağırdığını düşünerek sağına soluna bakındı, ayağa kalktı. Elini uzatıp Hasan’ı da kalkması için çekerken yavaşça ekledi: “Devekuşu gibi kafanı sakladığında seni bulmayacaklar mı sanıyorsun?” Daha fazla konuşmadılar. Hasan’ın düşerken çarptığı dizi ağrımaya başlamış, hafif yampiri yürür olmuştu. Ara sokaklardan yirmi dakika kadar dinlene dinlene yürüdükten sonra Mehmet Efendi’nin bakkalına geldiler. “Ben gideyim,” dedi İdris. “Arkadaşların bana ihtiyacı vardır.” “Olmaz, Yüksel seni bekliyor,” diye cevapladı Hasan. “‘Gelecek’ dedim. Sevindi, yemek falan yapmıştır. Gel ye, sonra gidersin.” Acıyla dizini ovuşturdu. “Ayrıca bir de hikaye uydurmamız gerek.” “Peki, ama hemen tönmem gerek, bilesin.” “İyi, iyi.” “Çok kalamam...” “Anladık da!.. Yoldaşların bekler.” İdris bezgin bir mimik yapmaktan başka bir cevap vermedi. Salon ışığı yanıyordu. Apartmana girdiler. Zile bastılar. “Hoşgeldiniiiz.” diye ağız dolusu bir gülümseme ile karşıladı Yüksel. İnsandan karşılığını ne olursa olsun kopartacak bir gülümseme. 174 Hasan bunca şokun ardından Yüksel’le olan meselesini unutmuştu, hatırladı. Ne yapsa gerekti? Dargınlığı uzatmanın bir alemi yoktu ama... ne “Hoşbulduuuk,” diye cevaplayacak hali var, ne keyfi. İmdadına İdris yetişti. “Hoşbulduk kardeş,” diye cevapladı. Tokalaştılar. “Nerede kaldınız?” dedi Yüksel. “Gözüm yollarda kaldı.” Hasan yürüdü geçti içeri. İdris bir an durakladıktan sonra, “Şey,” dedi. “Sorma.” “Saçın niye ıslak senin?” diye Hasan’ın arkasından sordu Yüksel. “Sorma işte, kuş pisledi Hasan’ın kafasına.” İdris cevapladı. “Yıkadık çeşmede, oyalandık.” Hasan dönüp “Yapma yahu!” diyecek gibi bakarken Yüksel kahkahayı koyverdi. İdris ‘Ne yapayım, ancak bunu uydurabildim,’ diye işaret ediyordu postalımsı botlarının bağcıklarını çözerken. Yüksel hemen mutfağa aldı yeni gelenleri. İdris gelecek diye İzmir köfte yapmıştı. Yalnız bunu yaparken son sana yağı tükenmiş, Saliha hanımdan aldığı tereyağıyla, bulguru ancak yapabilmiş yanına. Kızartmak için doğradığı patatesler ise kalmış öylece. Ayrıca öğleyin, başka bir şehirde okuyan kardeşi uğramış, yarım saat oturup hemen gitmiş. Akşam dönmesi gerekiyormuş. 175 “Allah Allah!” dedi Yüksel’in şimdiye kadar anlattıklarıyla ilgilenmeyen Hasan. “Ne bu acele? Ateş almaya mı gelmiş?” “Ben de anlamadım,” dedi karısı, iki kardeşin tabağına bulgur koyarken. “Çok da ısrar etmedim. Nasıl olsa misafirimiz var diye.” “Yüksel, beni kastediyorsan ben kalamayacağım,” diyecek oldu İdris. “Olmaz öyle şey!” cevabını aldı. “İtiraz istemem!” Salondaki çay faslında önce bir süre havadan sudan konuştular. Sonra Yüksel, İdris’e okulunu sordu. Okulun on gündür kapalı olduğundan, hoş açık olsa bile İdris’in sene başından beri derslerle ilişkisi kalmadığından habersizdi. “Yazık,” dedi şaşkınlıkla. “İki senedir sınavlarını vermiştin ne güzel.” “Evvela terslere, sınavlara giremiyor idik,” dedi İdris, “Faşistler sokmuyordu okula.” “Nasıl?” “Okulda tek tek yakalayıp dövüyorlardı. Hatta iki kişiyi öldürdüler ilk sınav zamanı.” “...” “Sonra biz de başladık toplu girip çıkmaya... 16 Mart’tan sonra da duruma hakim olduk. Ama bu sene için iş işten geçti. Çok sınav kaçırdım.” “Sıkma canını, bir senenin önemi yok hayatta,” dedi Yüksel. “Seneye telafi edersin.” 176 “Tabii ya!” dedi Hasan, alaylı. “Seneye pek düşünür sınavlarını.” İdris’in belindeki kabarıklığa bakıyordu bir yandan. İkisi de oralı olmadı. Derslerin içeriğiyle ilgili sohbete devam ediyorlardı. İdris arada bir Hasan’a “Bak gideceğim, ona göre,” diyordu ya gözleriyle. Buna da Hasan’ın oralı olduğu yoktu. Neden sonra laf döndü dolaştı istikbale geldi. “Şimdilik bir planım yok!” dedi İdris. “Zaten okulu bitirmek bile zor bu şartlarda.” “Biter, biter,” dedi Yüksel. “Yeter ki sen kavgadan dövüşten uzak dur. Okumayı yazmayı seven insansın. Bir de bakmışsın öğretmen oluverip çıkmışsın.” Hasan dik dik baktı. “Sanki okullarda eğitim yapılabiliyor,” dedi. “Hoca hanım.” “Öğretmene de ihtiyacı var memleketin,. Her branşta açık var.” “Sen dolduracaksun değil mi o açığı?” “Herkes evinde kös kös oturursa dolmaz.” “Kimsenin öğretmen aradığı yok,” diye devam etti Hasan hiddetle. “Herkes militan arıyor. Sen kimin militanı olacaksun?” “Kimsenin militanı olmayacağım. Anlamam ben siyasetten.” “Belli zaten. Adam derslere, sınavlara giremiyoruz diyor. Ortaokullar liseler farklı mı sanıyorsun?” “Sana kalsa ömür boyu çalışmayayım, evde oturup çamaşır-bulaşık yıkayayım zaten.” 177 “Dertsiz başımıza dert açacağına evinde otur daha iyi. Karnın burnundayken nasıl...” “Ben hemen yarın başlayayım demedim sana!” “Hiçbir şey demedin bana sen! Daha üzerinde adamakıllı düşünmeden kendi kararını vermişsin. Bana tebliğ ediyorsun.” “Karar falan vermedim, konuşmaya çalışıyorum işte.” “Şey,” dedi İdris, dayanamadı, pat diye girdi lafın arasına. “Patates doğradım, hazırladım demiştin, kızartmalık.” Önce afalladı Yüksel. Sonra “Evet,” dedi. “Do... dolapta.” İdris kardeşine döndü: “Kızartalım mı?” Hasan “Sen git,” dedi. Önüne bakıyordu ama sözlerinin adresi belliydi. “Hemen yarun başvurunu yap. Sonra elinden alırlar hakkını! Acele et, sabahtan gir siraya, nerede gireceksen.” Yüksel bir şey demeden bakıyordu kocasına. İdris aldı tekrar sözü: “Bizim yurttaki çocuklar bir teneke yağ bulmuşlar evvelsi gün,” dedi. “Şişe gibi bir şeyin varsa ben bir koşu gidip biraz getireyim. Kızartır yeriz ha?” “Bilmem,” dedi Yüksel gülerek. “Daha yeni yedik ama.” Sonra Hasan’a döndü, “Sen de acıktın mı?” Ardından ellerini çırparak ekledi “Patates kızartacağız.” Bir aydır kızartma yapmamıştı. 178 Hasan hala aynı yere bakarak, “Dışarıda bir halt var sanki,” dedi, hala kaldığı yerden devam ediyordu. “Ben senin iyiliğini düşünüyorum. Her gün on kişi ölüyor. Sağ-sol kavgası bir yandan, iti uğursuzu öbür yandan...” Diğer ikisi birbirlerine baktılar. İdris bir şey diyecek oldu, vazgeçti. Sustular. Bir süre sonra Hasan devam etti konuşmaya, “Sen git,” dedi. “Canun sıkılmasun. İki paralık huzurumuzun ne önemi var.” Kalktı, kapıya yöneldi. “Ben aç değilim.” Ceketini giydi. “Biraz hava alacağım.” Yüksel sessizce onu izliyordu. Hasan sokak kapısını ardından kapattığında İdris de doğruldu. Belindeki silah kaymıştı, koltuğa düştü. Tekrar yerine koyarken Yüksel’in şaşkın ve korkmuş bakışlarını gördü. “Şişeyi ver,” dedi. “Bir saate kalmaz, onu getiririm. Merak etme.” Hasan hızlı ve aksak adımlarla yürüyordu, kafası eğik, gözleri yerde. Bakkala az bir mesafe kalmışken durdu. Şimdi bu meymenetsiz herif onu görecek, ahiret soruları soracaktı. Gerisin geriye yürümeye başladı. Evin önünden tekrar geçerken Yüksel’i gördü. Pencerede, Hasan’ın hiç alışkın olmadığı bir ifadeyle. Yürüyüşünü düzeltmeye çalışarak birkaç adım attı, durdu. Döndü, karısının hem masum, hem pişman yüzüne bir daha baktı. Yürüdü gitti. Sokağın öbür ucuna geldiğinde kendisine doğru koşan İdris’le burun buruna geldi. 179 “Ben de yanlış yöne bakıyorum diye dönüyordum,” dedi İdris Soluk soluğa. “Gel, yurda gidip yağı getirelim. Hem, ben de duruma bir bakarım.” Hasan ‘olur’ anlamında kafasını salladı ama geri dönmedi, sokağın sonundan sola döndüler. Biraz uzun bir U dönüşü ile iki sokak öteden Kadırga’ya yöneldiler. Haksız mı ki? Tek istediği Yüksel’i, evini çatışmalardan, siyasetten, silahlardan uzak tutmaktı. Daha bu akşam bizzat kendisi gelmişti ölümle burun buruna. Kendisi neyse... Ama Yüksel kadın başına, üstelik karnında çocuğuyla koşamaz, kaçamaz. Ah Yüksel, onun kalbini de kırmak istememişti ama. Hay Allah! Konuşmadan yarım saat kadar yürüdüler. Hasan yolda biraz daha düşünmeye, daha doğrusu kendini kendine karşı savunmaya çalıştıysa da yapamadı. Yüksel’in son görüntüsü aklındaydı. Yurda geldiler. Hasan dışarıda bekleyeceğini söyledi Fakat İdris kolundan çekip içeri soktu onu, giriş katında salon gibi bir yerde bıraktı. Havasız odanın ortasında düğün sofrası gibi ince uzun bir masa vardı. Daha doğrusu üç çıplak masa uç uca, yirmi kadar da sandalye. Yedi sekiz sandalye ise kullanılmamış, daha geride üst üste geçirilmiş. Kullanılanlar düzenli ve hizalı değil. Muhtemelen aceleyle kalkıldıktan sonra yerine itilmemiş. Tavandaki ışığı yansıtan masaların ortalarında kapağı ve birkaç yaprağının köşeleri biçimsizce katlanmış bir kareli defter, diğer ucuna doğruysa aynı şekilde hor kullanılmışa benzer bir kitap ve tepeleme dolu iki iri kültabağı... İzmaritlerden yayılan koku Hasan’ı 180 cezbetti, sigara içesi gelmişti. İdris’in sigara paketi cebindeydi hala ama kibriti yoktu. Hasan iliştiği sandalyeden kalkıp defteri inceledi. Bir şeylerin yazılı olduğu sayfalar yırtılmış, çizgisiz, boş, buruşuk yapraklar kalmış. Kitabın adı ise buradan okunduğu kadarıyla “Akışkanlar Mekaniği” idi. Biri kapıyı aralayıp uzattığı kafasını, Hasan’ı görünce hemen geri çekti, kapıyı kapattı. Hasan yerine oturdu, daldı. Acaba çok mu ters davranmıştı Yüksel’e? Yok canım, alt tarafı biraz kızmıştı işte. Bu evde o kadar da söz hakkı olmalıydı. Kapı yine aralandı. Bu sefer bir başkasıydı. Oldukça şişman bir genç, yüz-yüz elli kilo var. İri gövdesinin üstünde minicik kalan kafasında takkeye benzeyen bir şey vardı. Hayır, takke değil, bir sargı. Tekin olmayan bir takım işler karıştırırken başına darbe almış olacak. Şüphe ve öfkeyle bakan genç bir şeyler demeye hazırlanıyordu ki, Hasan sordu: “Ateşin var mı hemşerim?” “Burada sigara içilmez!” Hasan kültabaklarına bakarak sordu: “Ne vakitten beru?” “Şu andan, sizin gideceğiniz zamana kadar. Ne istiyorsunuz? Tebligat mı var?” “Ne tebligatı?” dedi Hasan. “Kardeşimi bekliyorum.” “Kardeşiniz mi, kim o?” diye sordu semiz genç. Hala şüphesi geçmemişti. 181 Hasan bir şey demeden cevabın kendisi geldi. “Selam,” dedi kapıdakine. Arkadan gelen sese dönen besili genç İdris’i görünce başıyla Hasan’ı gösterdi ve kenara çekildi. İdris içeri girerken, “Abim,” dedi. İri genç bir şey diyecek oldu, sonra vazgeçti. “İyi akşamlar,” deyip gitti. İdris gülerek “Demek Zarif’le tanıştınız.” dedi. “Zarif mi?.. Sorma, pek bir seviştuk!” “Öyle deme. İyi, efendi çocuktur,” dedi İdris yağ dolu şişeyi tuttuğu eliyle “gidelim” işareti yaparken. Dış kapıda iki genç ile karşılaştılar. “Fotoğrafçıdan mı?” diye sordu İdris. Biri, “Açık bir yer bulamadık,” dedi. “Beyazıt’takine gider yaptırırız sabah erkenden.” “Verin resimleri, ben geçerken bakayım belki açıktır. Kahvedeki diğer arkadaşın adı neymiş? Acilcilere haber ettiniz mi?” “Adını bilmiyoruz. Ancak onlar cenazeleri ortak kaldırmaya yanaşmıyorlar.” “Nasıl bilmiyorsunuz? Sormadınız mı?” “...” “Neyse...” diye iç çekti İdris. “Ben gider konuşurum, gelince.” Sokağa çıkar çıkmaz Hasan sordu: “Ne fotoğrafı?” “Bu akşam şehit düşen arkadaşlarımızın. Büyüteceğiz. Yarın ortak, büyük bir cenaze töreni yapılacak. Tüm gruplarca.” 182 “İdiris...” Yanında yürüyen İdris durdu, baktı. Birbirlerine pek nadir isimleriyle hitap ederlerdi. “Sen bunların şefi mi oldun?” İdris yarım ağız sırıtarak yürümeye devam etti. “Postane memurlarına mı benzettun bizi,” dedi. “Herkes gönüllü olarak çabalıyor devrim için, halk için. Kimimiz daha fazla sorumluluk ve görev alıyoruz. O kadar.” “Şefsin yani.” “Bilmem.” Beyazıt’a çıktıklarında saat gecenin on birine geliyordu. Fotoğrafçı çoktan kapatmış, gitmiş. Beyazıt Meydanı’nda onlardan gayrı akşam gazeteleri satan, satmaya çalışan bir delikanlıdan ve yattığı yerden etrafa hüzünlü hüzünlü bakınan bir köpekten başka kimse yoktu. Karanlık meydanın etrafında gerisin geri, bir yarım daire çizdikten sonra, geldikleri tarafa, tek tük arabaların geçtiği yola döndüler. Kavşağın göbeğindeki adacıkta, sarı elektrik lambasının altında, morlu, mavili, beyazlı devlet malı çiçekler vardı. Güzel, kocaman çiçeklerdi. “Hemen eve gitmek istemiyorum,” dedi Hasan. “Hiç zorlama. Sırf senin yaptığın eşekliği düzeltmek için geliyorum zaten.” Hasan yapmacık bir hayretle baktı. “N’apmışım?” “N’apacaksın, çok ters davrandın kıza. Sebepsiz yere.” 183 “Sebepsiz yere ha! Ne biliyorsun ki mesele hakkında?” Gedikpaşa’dan aşağı inmeye başladılar. “Sen sakinleşmeden gitmemeliydik,” dedi İdris. “Kapıdan girer girmez terslemeye başladın. Sebep ne olursa olsun, böyle davranmak çok yakışıksız. Ne bilsin kız senin başına ne gelmiş?” “Bilmesin zaten.” “Hah, işte... Hassas bir insan zaten. Normalde bile çabuk kırılabilir, sen kalmış bu haliyle onu cezalandırıyorsun.” Akşamüzeri gördüğü MARX yazısının önünden geçerken, “Yahu kahvede olanların ilgisi yok,” dedi Hasan. “Mevzu var aramızda.” Yazıya baktı, iyi göremedi. Etraf iyice karanlık, iyice sessizdi. Lakin yol, hemen hemen her duvarındaki afişiyle, yazısıyla bir şeyler mırıldanıyordu. “Ne mevzusu?” “Ya bu haliyle öğretmenlik yapmak istiyor. Milli Eğitim Müdürlüğüne başvuracakmış. Daha önce konuşmuş anlaşamamıştık. Bir daha benimle konuşmaya gerek görmeden kararını vermiş. Ne diyeyim şimdi ‘Hayır, yapamazsın!’ mı diyeyim. Şaştum kaldim.” Arkalarında uzakça bir yerlerden yoğun silah sesleri geldi. İdris tam bir köşeyi döneceklerken durdurdu Hasan’ı, birkaç saniye dinledi. Sonra, “Öğretmenlik yapmanın nesi varmış, anlamadım ki,” diyerek yola devam etti. 184 “Çoğu olay okullarda çıkıyor. Kaç öğretmen vuruldu kim bilir. Ben nasıl göndereyim Yüksel’i bu cehenneme. Onun başına bir şey gelmesine katlanamam. Kaldı ki sen de dedin işte, hassas. Nasıl dayanacak bu olan bitenlere?” “İyi de artık iş okulları falan aştı, nereye gitsen faşist terörle karşılaşabilirsin. Bugün sen okula mı gittin de, kurşun yağdı üstüne?” Yine bir köşe. İdris mavili-kırmızılı kağıtlarla kaplı duvar boyunca yürüyüp yine tam köşede birkaç saniye durdu. “Aslına bakarsan öyle,” dedi Hasan afişleri inceleyerek. “Hiçbir yer güvenli değil. Kapıdan çıkıp bakkala gitse bile aklım çıkıyor. Artık yağ, tüp kuyruklarına da ben giriyorum, mümkün oldukça.” Hepsi değişik yerlerinden yırtılmıştı afişlerin. Altta maviler vardı, sonra kırmızılar gelmiş, birazını yırtıp üzerlerine oturmuş. Sonra birileri gelip kırmızıları da yırtmış, böyle alacalı bir hale sokmuştu duvarı. Önlerinde, kavşak gibi bir açıklık vardı. Etrafta cadde denebilecek genişlikte bir yol, sokak olmasa da, buraya ufak bir meydancık yapmışlar. Sönük sarı ışığın altından geçerek doğruca karşıdaki sokağa girdiler. Burası az öncekinden de beter karanlık... ve dar. İnsanda bir boruya girme hissi uyandırıyordu. Nedense sağ tarafında boydan boya ince bir su birikintisi vardı. Birileri araba yıkamış olmalı. Hoş ortada araba falan da yok ya. “Ha anlaşıldı,” dedi İdris tekrar konuya dönerek. “Sen kizcağizu tüm hayattan soyutlamak istiyorsun. Öğretmenlik falan bahane. Her zaman tizinin tibinde 185 olsun, senden habersiz yemesin, konuşmasın hiçbir şey yapmasın. Bütün ömrünü bir fanusta geçirsin istiyorsun. E birader evlenmene ne gerek vardı o zaman. Kedi besle, kuş besle, o da olmadı... en iyisi balık besle sen. Kavanozda...” “Abartma! İstediğim yok böyle bir şeyi.” “İstiyorsun işte. Kendin söyledin.” “Belki de öyledir, istiyorumdur. Ama bu onun iyiliği için. Huzurumuz için.” “Sen neden evde oturmuyorsun da o çalışmıyor? Düşündün mü bunu hiç. Kaç senelik üniversite bunun için miydi? Oturacak, sana hizmet edecek. Çocuklar doğacak, sonra onlara hizmet edecek. Biri tam büyüdü, okula gider dediğinde öbürü gelecek. Yüksel cahil bir köylü kızı, tüm idealleri evlenip çocuk doğurmak olan biri değil. Kültürlü ve aydın bir insan. Sen onu kafese, fanusa koymaya çalıştıkça asıl evindeki huzuru kaçıracaksın.” Bir anda bir yavru kedi fırladı önlerine, siyahbeyaz. Yollarını kesti, kuyruğunu havaya dikip miyavladı. Hasan kovalayacakken İdris onu engelledi: “Gel pisi pisi pisi. Yüksel senin bu çocukluklarına iyi sabrediyor yine. Ben olsam çeker giderdim...” Kedi geldi, bir gözüyle Hasan’ı kollaya kollaya. İdris kafasını, sırtını okşadı, çenesinin altını kaşıdı. Kedi şımardı, önce sürtündü, sonra yerde sırtüstü yuvarlanmaya başladı. İdris de şımardı, göbeğini gıdıklamaya çalıştı. “Ne yapmam lazım peki?” 186 Kedi, Hasan’ın sesini duyunca, doğrulup kaçtı. “...Hiçbir şekilde onu kaybetmeyi göze alamam. Ama onu üzmek de istemem. İki gündür hiç huzurum kalmadı. Ben... Ben ne yapacağımı bilemiyorum.” “Merak etme, vurgulamak için abarttım. Yüksel seni bırakmaz. Ama sen onu fanusa koyarsan, solar. Sevgi çiçeğun suyudur, hayat da güneşi. Susuz güneşsiz hiçbir çiçek yaşayamaz. Bırak, hayatta bir şeyler yapsın. Kendine, ailesine, hatta ulkesine faydalı olsun. Olamazsa da, buna çabalasın. Bırak kendini iyi hissetsin. Ayrıca kafanı kumun altına sokunca tehlikelerden de kaçamazsın.” “Bilemiyorum. Emin değilim. Ortalık o kadar toz duman ki, güvenemiyorum. Öğretmenlik yaparsa, endişeden sinirden kendi işimi yapamam. Bugün bile açık verdim kasada.” “En azından işe tekrar ona iyi davranmakla başla. Ne düşündüğünü sakin sakin, adam gibi anlat. Bu kadar endişe etmene o da göz yummaz zaten. Hemen bugün başla.” “Ben iyi davranıyorum ona zaten. O benim minik kuşum, çiçeğim. Topu topu iki uç günlük mesele bu durum...” Hasan birden durdu. “Dönelum.” “Nereye? Geç kalacağım, oyalama beni.” Gerisin geri Beyazıt’a yönelirken eliyle de İdris’e işaret etti. “Dönelim, gel hele...” Önde hızlı hızlı giden Hasan, hemen bir adım arkasında İdris bu şekilde tekrar Gedikpaşa’dan yukarı 187 çıkıp Beyazıt’a vardılar. Gazeteci çocuğun önünden tekrar geçerken İdris dayanamadı: “Ne diye getirdin tekrar buraya?” “Gel hele,” dedi Hasan ve koşarak kavşağın ortasındaki adacığa gitti. Burada elektrik direğinin dibindeki çiçeklerin önünde çömeldi. Bir iki saniye sonra da İdris çöktü yanına, soluk soluğa. İdris işkilli işkilli etrafını kolaçan ederken Hasan çiçeklere baktı durdu. Adacığın kenarından merkezine ufalan, iç içe daireler oluşturmuşlardı. Mavi, beyaz, mor. Maviler laleyi andırıyordu, beyazlar da. Morlar daha bir değişik, çanak gibi bir şeydiler. “Hangisi?” diye sordu Hasan. İdris geldikleri yöne doğru ısrarla bakan, orda bir musibet arayan gözlerini bir saniyeliğine çiçeklere kaydırıp, eski yerine oturttu. “Bilmem, hepisi güzel. Neden uçunden de birer tane almıyorsun?” Hasan bir mavi, bir beyaz, bir mor kopardı. Tekrar yola koyuldular, tekrar Gedikpaşa yokuşunu indiler. Tekrar her köşede durdular. Öbür ucunda yırtık afişlerin olduğu sokağa girerken Hasan, çiçeklerle oynuyor, patatesleri kızartmadan önce haşlarlarsa daha lezzetli olacağını anlatıyordu ki belli belirsiz boğuk bir sesin ardından birkaç el silah sesi geldi. İdris eliyle sus işareti yaptı. Afallayan Hasan hemen susup İdris’in kulak kabarttığı yöne bakmaya başladı. Ancak orada karanlık, boş sokaktan, biri brandayla örtülmüş iki-üç arabadan başka bir şey yoktu. Beş on saniye daha ortalığı dinleyen İdris sus işareti yaparak yola devam etti. 188 Tam ara sokaktan az önceki meydancığa çıkarlarken yolun karşısındaki diğer sokaktan beyaz, ya da açık renk bir araba fırladı. İki yana fırlayan kardeşlerin arasından hışımla geçti, sokağa daldı. “Hayvan,” diye söylendi İdris. “Namussuz,” diye bağırdı Hasan. Arabanın fırladığı dar sokağı geçtiler. Az önceki kediyle tekrar karşılaştılar. İdris kediye askıntı olup diller döktüyse de kedi bu kez yüz vermedi. Yarım saate kalmadan tekrar Zencefil Sokağa gelmişlerdi. Tam dün Hasan’ın duvara yazı yazan gençleri gördüğü yerde, arkalarından gelen acı bir korna sesiyle irkildiler. Tepesinde yanıp sönen mavi, sivilce gibi şapkasıyla bir polis arabası, onların kenara çekilmelerini istiyordu. Nasıl olup da bu kadar sessizce gelip yanaşmıştı? Çekildiler. Araba hızla Mehmet Efendi’nin dükkanının önündeki zikzağı geçip sokağa daldı. Niye buradaydı? Neden bu saatte buradaydı? Hasan normalden çok derin bir nefes alarak dün okuyamadığı yazıyı karanlıkta sökmeye çalışırken, elindeki çiçekleri kopardığından beri yirminci defa kokluyordu. Şöyle güzelce koksalardı keşke. Ama kerataların iyi ya da kötü hiç kokusu yok. Herhalde Eminönü tarafına gidiyordu polis, başka ne olacak? Zikzağın ilk köşesini dönüp bakkalın önünden geçerken Mehmet Efendi’yi dışarıda buldular. Bir elini çekirdek yediği diğer eline destek olsun diye göğsüne doğru tutan adam ileriye, karanlığına doğru bakarak çekirdek kabukları tükürüyordu. Hasan’ın seslenişiyle o tarafa gelenlerin farkına vardı. Selamı almadı, hiçbir şey söylemeden ve hiçbir mimikte bu- 189 lunmadan bu kez de bu yeni gelenleri heyecanlı heyecanlı izlemeye koyuldu. Hasan bir iki şey daha söyledi, laf attı. Korktu, şaka yapmaya çalıştı. Ancak suratına doğru heyecanla üflenmiş çekirdek kabuklarından başka bir karşılık alamadı. Yürüyüp geçtiler. Herif hala onları izleyip çekirdek çitliyordu. Zikzağı geçip sokağa girdiklerinde alışılagelmemiş bir kalabalık gördüler. Kimi pijamalı, atletli, kimi daha giyinik beş on kişi dağınık şekilde dikiliyor. Bir o kadar kafa da pencerelerden dışarı sarkmış, ekserisi bir şeyler kaçırma telaşıyla bakkalın az önce baktığı yöne çevrili. “Bir şey mi olmuş?” diye sordu Hasan, titrek. İdris cevap vermedi. Anarşiden bahseden izleyicilerin arasından geçerken Hasan ileride Albay’ın arabasının civarında sivri, mavi, hareketli bir ışık gördü. Polis arabalarının bildik ışığı. Sonra bir tane daha, bir tane daha. Adımlarını sıklaştırdı, birisine çarptı, bir diğerini sıyırdı. İçinde pis, iğrenç, yapış yapış bir his... Koşmaya başladı. Apartmanının önüne geldiğinde ister istemez durdu, burası iyice kalabalıktı. Arkadan İdris’in sesi geliyordu. Beklemesini, gitmemesini ya da benzer bir şey söylüyordu. İte kaka kalabalığa daldı, şikayetler ve küfürler yedi. İdris’in sesini yeşil üniformalı bir adamın bağırtıları aldı. Bir polis memuru. Ne dediği anlaşılmıyor ama o da Hasan gibi kalabalıktan rahatsız. Önündeki kafaların arasından hayal meyal görebildiği kadarıyla bir yandan yanındaki başka bir yeşil adama bir şeyler söylüyor diğer 190 yandan da ara sıra kalabalıktan birini gözüne kestirip geriye doğru itiyordu. Yeşil adama birkaç kelle kalmıştı. Hasan önündekilerin kimini kafasından kimini kolundan çekip bir kenara atarak öne fırladı. Yeşillerin oradaki açıklıkta tanıdık yüzler gördü, komşularını gördü. Apartman kapısından Saliha hanım ile Melih Bey çıkıyorlardı. Penceresine baktı, sağ köşesinden aşağı doğru, vişneçürüğü mü, bordo mu olduğu konusunda Yüksel ile bir türlü anlaşamadıkları, kayınvalidenin düğün hediyesi perde sallanıyordu. Işık yanıyordu. İçeride yine yeşil adamlar geziniyordu. Dışarıdan bu kadar net görülmemesi gerekmez mi yahu? Yoksa Yüksel hiç perdeleri kapamadan ışık yakmazdı. Acayip, pencerenin hemen altından da ışık sızıyordu. Apartmanın kapısına doğru fırladı. Yeşilli adam önüne geçti, çarpıştılar. Az daha düşeceklerdi. Başka bir yeşilli imdada koşup onları tuttu. Kalın, ince, anlaşılmaz bağırtılar, “Giremezsin!” “Kimsin?” Hasan çırpınıyor, yumrukluyor, tekmeliyor ama iki izbandut gibi polisin elinden kurtulamıyordu. Tam kalabalığı iten yeşillinin elinden kurtulmuş, diğeriyle hafif yana savrulmuştu ki, öteki siyah bir sopa çıkardı, bir tane indirdi. İkinciyi indireceği sırada bir şişenin kırılması ve İdris’in sesi duyuldu. Kardeşine yetişmiş, fırlattığı yağ şişesinin ardından aralarına dalmış yeşillilerin elinden Hasan’ı almaya çalışıyordu. 191 Adamlar bu ikinci gelen daha tehlikeli saldırganın derdine düşmüşken Hasan paçasını kurtarıp tekrar kapıya atıldı. “Molotof attı şerefsiz!” Kapıdan içeri dalacakken önüne bu defa da şişko bir herif atladı, ona sarıldı. Yeşil değil ama bu... ayağında pijama ve terlik var. Hasan bir tane yumruk çaktı, adamın kolları gevşedi. Boğuşarak apartmandan içeri girdiler. Hasan debelene debelene adamı sürüklüyordu. Bir tane daha vurdu, biraz daha gevşedi adamın kolları. Bir tane daha vuracaktı ki adam tüm ağırlığıyla üstüne abandı. Paldır küldür yerlerde yuvarlandılar. Cam kırıkları battı ikisinin de kollarına. Hasan çırpınıyor. Dışardan İdris’in bağırtıları, ahalinin bağırtıları arasında şişkonun da mırıltıları geliyor Hasan’ın kulağına. Hasan çırpınmaya devam ediyor, şişman adam konuşmaya... Bilincini tamamen kaybetmek üzere olan Hasan sadece iki kelimeyi seçebildi: “Yavrum, yapma!” Hasan çırpınmaya devam ediyordu. “Hasan, dur Hasan. Yapma yavrum.” Hasan’ın evinden ve sokaktan polisler akmışlar, Hasan’ın üstüne geliyorlardı ki yerde çırpınan delikanlıya sarılmış, onu tutan Melih Bey haykırdı: “Bırakın onu... Kocası o, kocası.” İdris’in sesi de gelmiyordu artık. Hasan çırpındı... Çırpındı... 192 Durdu. 193 İKİ HİKAYE “İyi geceler, Radyo 1’de, spor bülteniyle karşınızdayız.” Diş ağrısı. Akşam saatlerine kadar hiçbir şeyi yoktu. Şimdiyse ağzının, dişinin içine birisi havası inik bir basketbol topu sokmuş da onu şişirmeye çalışıyordu sanki. Hain herif, düzenli, şaşmaz aralarla pompaya basıyor, o bastıkça da top genişliyor. “Kolonya alır mısınız?” Faruk gözünü camdan ayırıp sesin geldiği sağ tarafa döndü: “Yok, teşekkür ederim. Acaba ağrı kesici var mı?” “Bir bakayım,” dedi muavin ve koridorun diğer tarafına dönüp sordu: “Kolonya alır mısınız?” Bileti iki numarayaydı: Şoförün tam arkası, koridor tarafı. Lakin “bir” numaralı yolcu gelmediğinden Faruk iki koltuğu da kaplamış, iyice yayılmıştı. Şoför radyonun sesini hafifçe açtı: 194 “... A milli futbol takımımız Dünya Kupası elemeleri üçüncü maçında Demokratik Almanya Cumhuriyeti ile bugün Magdeburg şehrinin Ernst Grube stadında karşılaştı. Danimarkalı hakem Jan Damgaard’ın yönettiği müsabaka 2-0 A millilerimizin üstünlüğüyle sona erdi...” Ne biçim de zonkluyor köpoğlu! Sırtını pencereyle oturduğu koltuğun oluşturduğu köşeye verip içeriyi incelemeye koyuldu: Karanlık. Otobüsün tavanında, en arka koltuğa kadar şerit gibi uzanan lambalar. Bunların ortadan giden beyaz, parlak olanları sönmüş, kenarlarda birer metre arayla soluklar yanıyordu. Yeşildiler. “... Danimarkalı hakem Doğu Alman futbolcuların aşırı sertliğine göz yumarak gerginliğin artmasına yol açarken genç file bekçimiz Engin, bir de penaltı kurtararak Doğu Almanya forvetlerine gol izni vermedi.” Hemen sağ tarafındaki 3-4 numarada da kendisi gibi tek bir kişi oturuyordu. Hayır, yatıyordu: Kalçası Faruk’a dönük, kafası pencere tarafında ceket ya da yastık gibi bir şeye yaslı. Ön kapının dibindeki iğreti muavin koltuğu kapalı. Üstte solda saat, 22:42. Şoförün yüzünü görmesi mümkün değil elbet, ama ara sıra karşıdan gelen araçların farları sigara dumanları arasından adamın kel kafasını aydınlatıyordu. Cüssesinin aksine pek de iri bir kelle sayılmazdı bu. “88. dakikada gelişen bir karşı atakta Ay yıldızlı ekibimizin ilk golüne imza atan Tanju’nun pasıyla kaleciyle karşı karşıya kalan Rıdvan, öne çıkan ka- 195 leci Müller’in üzerinden aşırtma bir vuruşla topu 2. defa Doğu Alman filelerine gönderdi.” İzmir’den yola çıkalı bir saat kadar olmuştu. Off, bu ne ağrı yahu! Muhtemelen Manisa ya da Denizli taraflarında olmalıydılar. Otobüsün izleyeceği güzergahı bilmemekle beraber sormak da büyük zahmet şu anda. Birazdan mutlaka ya bir levha ya bir tabela görür anlardı. Üstelik hangi yoldan giderlerse gitsinler daha en az 10 saat vardı. “Maalesef ağrı kesicimiz kalmamış,” dedi karanlıktan fırlayan muavin. Yalan, sanki hep bulunduruyorlar. “Peki, sağolun.” Muavin elindeki plastik, kahve kokuları yayan bardağı şoföre verdi, eğreti koltuğunu açıp oturdu. “Bu sonuçla Türkiye, 3. grupta, maç fazlasıyla Sovyetler Birliği ve Avusturya’nın önüne geçti. A milliler bir sonraki maçlarında, 10 Mayıs’ta, İstanbul İnönü stadında, Sovyetler Birliği ile karşılaşacaklar. A Milli takımımızın galibiyeti tüm yurtta coşku ile karşılanırken, Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Başbakan Turgut Özal ve TBMM başkanı Yıldırım Akbulut Futbol Federasyonuna ve milli takım antrenörü Tınaz Tırpan’a gönderdikleri tebrik mesajlarıyla galibiyeti kutladılar.” Faruk içerinin monotonluğundan sıkılıp döndü, tekrar kafasını cama dayayıp dışarıyı izlemeye koyuldu: Dev bir akvaryum. O dışarda, dışarısı içerde. Hayır hayır, bir deniz. Denizin dibi. İşte sağda solda 196 yosunlar, kumlar, çakıllar. Yanından gürültüyle geçen gözleri ışıklı balıklar O halde, bir denizaltıda olmalı. Türlü canlıların yaşadığı bu derin, karanlık sularda gezinen bir denizaltıda... Ara sıra bu karanlığın içinden bir lamba, bir bina, bir lokanta fırlıyor; sonra hemen aynı hızla yüzüp gidiyordu. “Şimdi, Türkçe sözlü hafif müzik dinleyeceksiniz.” Faruk radyodan gelen müzik eşliğinde, diş ağrısının hafiflemesiyle kendinden geçmiş deniz tabanını incelerken denizaltının birden hız kesmesiyle kendine geldi. Birşeyler oluyor. Otobüs yavaşladı, yavaşladı. Sağa doğru yanaştı. Muavin ayaklanıp arkaya doğru koşturdu. Yeni bir “ördek” yakalamış olacak. “Abi, ön kapı açılmıyor, buradan bin!” Gürültülü adımlarla içeri tırmanan ördek, buyurgan sesiyle ardarda emirler yağdırdı: “Kaptan radyoyu kapat! Hüviyet yoklaması, herkes hüviyetini çıkarsın!” Faruk tedirginlikle doğrulup baktı: Gençten iki subay. En arkaya gidip başlamışlar kontrole. Hemen önlerinde iki otobüs daha durdurulmuş. Bir gözüyle subayları kollarken, diğeriyle otobüsün açık arka kapısıyla arasındaki mesafeyi ölçtü: 5-6 uzun adımda varır. Subaylar da... İyi ama ne lüzum vardı ki buna? Alt tarafı bir kimlik kontrolü. Subaylar tekrar kapının hizasına geldiler ve geçtiler. Paniğe kapılmaya lüzum yok. Hüviyetine bakıp en fazla, “Nereye gidiyorsunuz?” diye soracaklar. Evet, tamam. Peki niye gidiyordu? 197 Tam bu esnada, subaylar iki üç sıra arkadaki koltuklara gelmişken bir bağrışma, bir patırtı oldu. Öndeki otobüsün yanında bekleyen erlerden biri fırladı, sağ taraftaki tarlalara daldı. Bir el silah sesi geldi. Yolcular korkup telaşlandılar, bir kadın kesik bir çığlık attı. Subaylar bu heyecan verici gelişme üzerine kontrolü bırakıp otobüsten koşarak indiler. İki el daha ateş edildi. “Şu tarafa kaçtı komutanım!” *** “Kalk, kalk. Hiç oturma!” “Neden? Ne oldu ki?” diye dönmeden cevap verdi Aysun, arkasından gelen sese. “Kuru aramış,” dedi koridorun ucundan yaklaşan ses. “Dahiliyedeki kuru. Gelemeyecekmiş! Sebboş gelir görürse birimize giydirir onun nöbetini. Kalk!” Aysun hafifçe doğruldu, çoktan hazırladığı çantasını, ceketini masanın üstünden alırken arkadaşına söylendi: “Olur mu canım, ben artık serbestim. Görevi teslim ettim, nöbet defterine de işlendi. Hem ben daha dün kaldım...” “Dünü münü yok! Sebboş gelecek diyorum.” “Sebboş kim?” “Ne çaylaksın ayool. Dahiliyenin sorumlu hemşiresi, Sebahat. Kendi kalacak değil ya geceye! Birine yıkacaklar. Kalk diyorum kız! Daha üst baş değiştireceğiz.” 198 Arkadaşı, kolundan çektiği gibi çıkardı Aysun’u hemşire odasından. Beyaz üniformalı, beyaz pantolonlu, beyaz terlikli iki hemşire koşar adım uzaklaştılar. *** Mola yerine geldiklerinde en son Faruk indi otobüsten. İnce ceketinin tek kolunu giymiş, öbürünü sırtında bir yerlerde arayarak ilerideki büfeye yöneldi. Tost, ayran, gözleme... Ağrı hafiflemişken birşeyler atıştırmalı. Yarın gündüz doğru dürüst yemek fırsatı bulamayabilir, ne de olsa ramazan ayı. İzmir’de olsa farketmezdi ama, şimdi orası... Nasıl bir yer acep? Üstelik Aysun... Yanında tıkınıp onu da etrafa karşı zor durumda bırakmamalı. Aysun nasıl karşılayacak acaba? Sevinecek mi? Sanmıyordu. Çok büyük umutlara kapılmamalı. Hoş, telefonla konuştuklarında gelmesini ister gibi bir hali vardı amma... “Beyefendi sırada mısınız?” dedi bir ses ardından. “Afedersiniz,” diyerek kenara çekildi Faruk. Arkasındakiler gözlemecinin önündeki sıraya eklendiler. Niye gidiyordu? Annesine doğru dürüst bir cevap verememiş, anlamsız lakırdılar geveleyip durmuştu. Niye gidiyordu, şeytan bilir! Verecek bir cevabı yok. Aysun’a yine anlamayacağı bir dilde ilan-ı aşk etmeye mi gidiyordu, özür dilemeye mi? Şeytan bilir işte! Gidiyordu. 199 Neyse, şimdi yemek zamanı: Gözleme mi, tost mu?.. Aysun’a uydurduğu bahane bir yana, gerçekten oradan İstanbul’a geçip eski arkadaşlarını da görebilirdi. Kuru bir kahkaha kaçırdı ağzından: Hah! Gözleme mi, tost mu? Ne önemi var? Gözleme olsun. Faruk gözleme sırasına doğru giderken fikrini değiştirip aniden döndü, tost makinelerinin olduğu tarafa yöneldi. Hemen arkasından gelen bir çift bunu beklemiyordu, kadın ile çarpıştılar. Faruk yerlere kadar eğilip özür dilese de, herif dik dik baktı, “Serseri!” diye tısladı. Bizimki çaresiz, başını eğip sıraya girdi. Nicedir tereddüt anlarında ilk aklına geleni değil, diğerini yapmayı adet edinmişti. Yıllar önce parkasının muflonu tıka basa bildiri dolu halde bir tereddüdün içine düştüğünden beri. Soğuk bir Aralık sabahı biraz önünde yürüyen, teksir makinesini mahalledeki baskınlardan kaçıran arkadaşlarını kaybetmişti. İnce, uzun bir sis tünelinin ardından bir sapak... Sol mu, sağ mı?.. Faruk o gün ilk aklına gelen, sağdaki yola girmiş ve sonraki altı yıl boyunca bundan pişmanlık duymuştu. Öbür yol güvenli miydi, tanrı bilir ama içerde yediği her cop, dipçik onda böyle saçma bir adet oluşmasına yol açtı: “Bir kaşarlı tost, bir ayran!” “İki bin lira.” “İki... iki olsun tost!” “Üçbinbeşyüz lira!” 200 Faruk parayı verdi, tepsisini aldı. Oturup tostlarını dikkatlice, ‘sözde’ ağrımayan tarafıyla yedikten sonra, kocaman ayranı da uykusunu getirsin diye kafaya dikti. Şimdi bir de sigara tellendirmek vardı ya, hava soğuk, dişini azdırır. Zaten yordu az önce. Otobüse gitmeli öyleyse. Hayır hayır, biraz yürüyüp dizlerini bacaklarını hareket ettirmeli. Kalktı. Dinlenme tesisine dik şekilde yanaşan otobüsün arkasına geçip yola doğru voltalamaya başladı. Aysun’a ne diyecekti? Ne diyebilecekti? Hiçbir şey! O Kenan mıdır, Kerem midir, ne karın ağrısıdır, “O serseriyi bırak bana gel!” mi diyecekti? Hah! Aysun ne cevap verecek? Kollarına mı atılacak? Tanrım, uğraştığı şeylere bak. Bu ne heves, bu ne endişe! Şapşal! Kendini liseli aşık sanıyor. Yani bugünkü liseliler gibi. Yoksa onun lise yılları farklıydı. Okul çıkışı Kordon’da gezintiye değil, duvar yazısı yazmaya, afiş yapıştırmaya gidilirdi. *** Ağır bir koku var. Kahve kokusu ilaç kokusuna karışmış. Beyaz bir odanın içinde oturuyor. Duvarın dibindeki tezgahta sıralanmış tüpler, kavanozlar. İnce uzun tahlil tüplerinde kara kara birşeyler. Bir tanesini kapıp açıyor: Kahve. Tüpün üzerinde hasta adı yazıyor ama silinmiş, kazınmış. Kenan’ın olmasın bu? Kenan burada! Gelmiş. Odadan çıkıyor: Bir koridor. Ayakları üşüyor, ayakları çıplak. Fayansın soğuğunu hissediyor, yerler fayans. Duvarlar fayans. Tavan fayans. Biraz ilerliyor, ileride bir kapı kapa- 201 nıyor. Biri çıktı koridordan. Koşuyor kapıya, açıyor: Yine bir koridor ve ucunda bir sürü kapı daha. Odaların içinde kavanozlar, tüpler, tüpler. Her yer beyaz hâlâ, her yer fayans. Fayansların üzerinde desenler: ufak ufak çiçekler, güller. Tıpkı annesinin mutfağındaki gibi. Evdeki mutfak mı burası? Solda bir kapı daha kapanıyor. Kim bu? Kenan mı, annesi mi? Kapanan kapıyı açıyor: Bir oda, bir buzdolabı. Annesinin buzdolabı. Yanına gidince eskimiş, tanıdık kapağını açıyor: Kahve dolu tahlil tüpleri. “Kalkacak mısın kardeş?” Tüplerin birini alıyor, etiketteki ismi okuyor: Kenan. Kenan burada. Kapı açılıyor. Birisi onu sarsıyor. “Haydiii, sahur vakti.” Aysun güç bela gözlerini açıp yatağının köşesine ilişmiş kızlardan birinin onunla konuştuğunu farkettiğinde iç geçirdi. Tam da Kenan gelmişken. Hafif doğrulup ranzanın demirine yaslandı. Gözleri kapanıyor. Kapanıyor, kapandı. “Kızlar yumurta yapacaklar, çay da hazır sayılır.” Denileni duyuyor ama, açık tutamıyor ki gözlerini. Daha da doğrulmak için hareketlendi. Ancak az öncekinden daha da rahat bir hal aldı: Hayır, olmayacak. “Ben kalkmayacağım,” dedi Aysun. “Tutmayacağım bugün.” “Ama dün de tutmadın. Günah.” Fesupanallah, çetelesini mi tutuyor? Ona ne! Aysun bir cevap vermeden kendini bıraktı. Beriki, 202 bir iki lafın ardından ışığı söndürmeden çıkıp gittiyse de para etmedi. Bir önceki gün nöbete kalan hemşirenin o kadar uykusu vardı ki, ne ışığa, ne diğer odalardan gelen gürültülere bana mısın demeden, kıpırdamadan, öyle ranzaya yaslı vaziyette mışıl mışıl uyudu. Akşam yorgunluktan saati kuramadığından, sabah diğer kızların çıkardığı gürültülere kadar uyanamadı. Oysaki ikisi üniversitede öğrenci, biri lise öğretmeni olan ev arkadaşlarını uyandıran hep kendisi olurdu. Bu yüzden diğerlerinin hazırlanma telaşının farkına vardığında korktu: Hemen yataktan dışarı! Geç kalacak. Kendisi de kampüs içinde bulunan üniversite hastanesine gittiği halde, diğer kızları beklemezdi. Çok oyalanırlardı çünkü. Onlar için derse beş-on dakika geç girmek büyük bir problem değil nasılsa. Yine öyle yaptı, alelacele hazırlanıp evden fırladı. Gene gri bir gün. Hep böyle. Ana caddeye yürüyüp, gelen ilk minibüse hopladı. İçerisi tıkış tıkış. Tutunacak bir yer bulup para çıkarmaya koyuldu. Çantasını karıştırırken önünde durduğu koltukta oturan adam ile göz göze geldi. Sonra bir daha. Adam kafasını kaldırmış, gözlerini dikmiş, film izler gibi kendisini seyrediyordu. Güç bela, tek eliyle parayı ayarlayıp şoföre gönderdi. Herif hâlâ aşağıdan bakıyor. Sabır, ya sabır. Adama bakmamak için gözlerini buğulu pencerelere çevirdi, görünmeyen “dışarı”ya bakıyormuş gibi yapmaya başladı. Çalkalana çalkalana on dakika kadar gidildikten sonra, şöför bir yerde zınk diye durdu. Aysun düşüyordu ki, arkasındaki bir kurtarıcı, dört koluyla ona sarılıp tuttu. Bir iki çırpınmadan sonra ancak kurtulabilen kız dönüp bu 203 yeni belaya bakacaktı ki, açık kapıdan kampüse yakın bir yerde olduklarını gördü, kendini dışarı attı. “Hey Allahım yarabbim!” *** Araçtan inince soğuk ve taze hava kendine getirdi biraz olsun. Ağrıyan dizlerini bir iki oynattı, kollarını aça aça gerindi. İşte geldik. Hah. Diğer yolcular bavullarının derdine düşmüşken Faruk gerine gerine yürümeye koyuldu. Dişi sızlıyor ama dün geceye göre daha iyi, katlanılabilir. Otobüsten uzaklaşırken kendisi için şimdilik dünyanın en önemli memleketi olan bu şehre ait ilk yeri, otogar yavrusunu incelemeye koyuldu. “Ankara, Ankara, 10.30 hareket, Ankara.” Topkapı’nın, Harem’in, İzmir’in yanında burası minibüs durağı gibi: İki sıra tek katlı yazıhane ve otobüsler için ortada bir açıklık. “İstanbul, Kocaeli, Gebze, Harem!” Herbirinde farklı, arabesk şarkıların bağırtıldığı yazıhanelerin civarında velvele koparan kahyaların birine yanaştı, adam onu bekliyormuş gibi hemen koluna girdi: “Ankara mı abi?” “Yok, ben birşey...” “10.30 hareket abi. İftarda Ulus’tasın. Roket, roket!” Kahya, Faruk’un kolunu bırakmadan, sağa sola bakarak yeni bulduğu sloganı çığırmaya başladı: 204 “Ankara, Ankara, roketle Ankara. 10.30 hareket, Ankara’ya rokeeet!” “Yahu bırak Ankara’yı, Kampüs lazım bana. Nasıl giderim?” “Ne lazım abi?” “Üniversite’ye nasıl giderim, okula?..” İşte sonunda burada. Bir buçuk yılı aşkın bir süredir sürüp giden şu mesele nihayet onu buraya kadar sürükledi. Faruk kahyanın çatlak sesiyle tarif ettiği üzere otogarın önünden geçen yola çıkmış, sol taraftan, yokuş aşağı gelecek, şapkasında “Merkez” yazan bir minibüsün yolunu gözlüyordu. Önce çarşıya inecek, oradan başka bir vesaitle kampüse geçecekti. Aysun hastanenin, üniversitenin oralarda olduğunu söylemişti. İçinde mi, yanında mı, gidince öğrenir artık. Buradaydı ya. Hay Allah! Buradaydı. Ceketinin yakalarını kaldırıp ellerini yenleriyle beraber ceplerine tıktı. Esiyor, soğuk. Aysun ile tanışmasına vesile olacak olan o dil kursuna yazılmaya karar verdiğinde de aşağı yukarı böyle bir gündü: Rüzgarlı, gri. Tabii, İzmir’in havası bu kadar soğuk olmaz ya. Neyse işte. Sıkılıyordu, boşluktan, bomboşluktan boğuluyordu. Cezaevinden çıkalı aşağı yukarı bir sene olmuş ve İstanbul’da dolanıp eski arkadaşlarını aradığı ilk iki ayı saymazsak bu vaktin hepsini İzmir’de, annesinin evinde geçirmişti. Huzursuzdu. Birşeyler bulmalı, bir meşgale icat etmeliydi. Yoksa ablasının, tahliye olur olmaz kendisini boşayan eniştesinden hareketle, bütün eski kuşak solculara sabah ezanından akşam ezanına hakaret etmesine; annesinin sol- 205 cusuna, sağcısına, konusuna, komşusuna, bakkala, çakkala, evdekilere, kısaca herkese kaybettiği kocasının hesabını sorarcasına verip veriştirmesine; doğduğundan beri evde erkek görmeye alışmamış yeğeninin kendisine düşman gibi bakmasına, tek kelime bile konuşmamasına daha ne kadar katlanabilecekti ki. Kitap mitap da okunmuyordu, sessiz, sakin geçen her dakika bir kavganın sonrası, öbürünün arifesiydi. İstanbul’a gitmeyi düşündü. Gitti. Lakin evini barkını bildiği, kimi işadamı, tüccar, kimi esnaf, kimi ise sıradan bir memur olmuş eski ahbaplarında birer gece, birer gece derken, on gün bile duramadı. İçten karşılamaların, sıcak sohbetlerin, “olur mu hiç”lerin, “ölümü gör”lerin, “dünyada bırakmam”ların dondurucu sıcaklığında görebileceği herkesi gördü. Herşeyi gördü. Hemen hepsi “varlığı”ndan rahatsız olmuş, para istemek için geldiğini zannetmişlerdi. “Sağlam” kalmış, veya en azından kendisi gibi kalmış, tek bir arkadaşını bile bulamadan döndü geldi. İşte o kursa... İşte minibüs geliyor. Merkez mi? Merkez! Faruk minibüsü durdurup atladı. Arkalarda bir yere otururken, şoföre bağıra çağıra sordu: “Üniversite minibüslerinin kalktığı yere gidiyor değil mi? Ne kadar?” “Merkez 600 lira!” Merkez, merkez... Bu laf başka yerleri çağrıştırıyordu ya, haydi neyse. Parayı uzattı, üstünü aldı. Minibüs “merkez”e yollandı. Faruk kenarında oturduğu camın buğusunu silip etrafı seyre koyuldu. Ne karanlık bir gün. 206 Hah işte, böyle buğulu, gri bir günde “Bekir” dil kursuna fiyat sormak için girmiş, imzaladığı senetler elinde, şaşkınlıktan ağzı açık, çıkmıştı. Çok enteresan bir yerdi burası. Sahibinden başka iki müdür yardımcısının ve bir hocasının da adı “Bekir” idi. Bunca Bekir’i nereden bulmuşlarsa. Lakin enteresanlığı bununla da kalmıyordu. Burada ne doğru dürüst ders yapılırdı, ne de sınav. Lise müfredatı kabaca tekrar edilir, kurs bitirildiğinde ancak “simple present tense” ile “simple past tense” arasındaki fark ayırt edilebilinirdi o kadar. Öğrenciler genelde memnun olmasa da Faruk’un bir şikayeti yoktu. Karşıyaka’nın en ucuz kursu, daha ne olsun. Herşey bir yana, Aysun var Aysun. Daha ne olsun... Zaten hapishanedeyken, son yıllarda, koşullar bir miktar düzelince devrimci mahkumlarca örgütlenen bir kursta çat pat öğrenmişti birşeyler. Bu, burası: Meşgale... Hayır, burası: Aysun. Sahiden, daha ne olsun... Bir yere geldiklerinde bütün yolcular indi. Faruk da iniyordu, şöför isterse onu son durağa kadar götürebileceğini söyleyip oturttu. Oradan binermiş öbür araca. İki üç sokak ötedeki son durakta inip üniversite minibüslerini sordu. Buldu. Halk arasında “servis” denirmiş bunlara. Ancak bedava falan değil, bildiğiniz minibüs. Durakta biraz bekledikten sonra ilk gelen “servis”e bir öğrenci kalabalığıyla doluşup en inilemeyecek köşeye sıkıştı. Uzunca saçları briyantinle geriye yatırılmış, havalı, bitirim muavin ayakta kalanları biraz daha ittirerek kendine yer açtı, o da bindi. Muavin insanlar arasında kurbağalama yüzerek para toplamaya başlarken servis hareket etti. Fa- 207 ruk yine camdaki buğuları silip dışarısını seyretmeye başladı: Karanlık. Bu şehrin tüm renkleri tuhaf bir şekilde karanlık, koyu. Kapalı gökyüzü bir yana, özellikle yollar, duvarlar koyu, kara. Karaşehir, Koyuşehir! Bitirim muavin hiç sorma gereği duymadan ondan da öğrenci parası alınca Faruk bir hoş oldu. Sevindi. Az para verdiğine değildi ama sevinci... Buradaki topluluğun bir ferdiydi o. En azından inene kadar. Şu kampüs yakında olmasa keşke! Ağzı kulaklarında, birkaç dakika etrafındaki yorgun, bezgin gençleri inceledi. Öyle ya, o da öğrenci idi bir zamanlar. İnşaat mühendisliği okuyordu. Çok acayip! Yıllar var, bu pek aklına gelmemişti. İnşaat mühendisliği. Hah! Yine bir yere gelindi ve herkes indi. Faruk şöföre hastaneyi sormak yerine inmek için davrandı. En son yolcu olarak inerken muavinin eline yapışıp iki eliyle sıktı: “Hayırlı işler!” Şaşkın delikanlı birşey diyemeden sadece kafasıyla selam verebildi: Eyyyvallah. Bir süre boş boş binalara, yüksek merdivenlerine bakındıktan sonra toparlandı: Aysun, hastane. En yakın kapıya yollanıp en “görevli” gördüğü birine hastaneyi sordu. Hemen iki bina ötedeymiş ancak dolaşması, dışarıdan girmesi gerekiyormuş. Kampüse açılan kapı sadece öğrenciler ve görevliler içinmiş. 208 Hay Allah, görevli şıp diye anladı ne denli kart olduğunu, öğrencilik bitti. Faruk, adamın tarif ettiği şekilde ana kapıdan çıkıp duvar kenarından gide gide hastaneyi buldu. Az kaldı, biraz sonra Aysun’un karşısına dikilecek. Kızı hazırlıksız yakalayacak, iki gün önce gelmiş olacak ama olsun. Ayağının dibinde bitip, işte geldim diyecek. Acaba keyfi nasıl, yüzü gülüyor mu? Kendisini görünce de gülecek mi? Hiç gitmese mi ne? Hayır, hayır caymak yok. Artık bu iş, öyle ya da böyle burada bitmeli. Yeterince uzadı, yeterince büyüdü içinde. Kocaman bir tabela ile “PLATONİKLER” yazan bir yerden içeri daldı. Efendim? Çıkıp bir daha okudu tabelayı: “POLİKLİNİKLER” Girer girmez kesif bir ilaç kokusu vurdu burnuna. İçerisi kalabalık, bir gerginlik, bir telaş. Açılan kapılar, kapanan kapılar. Koşuşturan, odadan odaya akan beyaz üniformalar. Beyaz üniformalılardan merhamet uman insanlar. Faruk iki kapı arası yakaladığı bir hemşireye “Kulak-Burun-Boğaz nerede?” diye sordu. İleride imiş, “D Blok”ta. Hemen başka bir hemşireden D Bloku öğrenip soluğu orada aldı. Ancak Aysun orada değilmiş, birkaç haftadır Pediatrideymiş. Oraya bakmasını söylediler. Faruk bir sürü koridordan ve kapıdan geçerek orayı da buldu. Pediatriden de geçici olarak alt kattaki laboratuarlarda görevli olduğunu öğrendi. En son gele gele, girdiği kapının bir kat altındaki laboratuar bölümünün, arkasındaki ağır kokuyu zaptetmeye çalışan kapısına vardı. İçeri girdi. Bir koridor, sağlı sollu odalar. İlerideki, mahkumların malta dediğine benzer bir açık- 209 lıkta önlüklü biri dikiliyor. Bir teknisyen veya doktor olmalı. Ona sorsa mı? Bu hastane ne denli tanıdık, tıpkı hapishane. Odalar, koridorlar, maltalar, görevliler... Adam bir tuhaf, kendi kendine acayip hareketler yapıyor. Faruk ona doğru birkaç adım atınca anladı: Kıvırcık, dağınık, marula benzer saçlı, doktor olamayacak kadar genç adam, odalardan birinde çalan müziğe tempo tutuyor. Marulun yanından geçip gitti. Diğer taraftaki kapıdan başka bir koridora çıktı. Aynı koku, daha da ağır. Burada oturmalık bank gibi bir tahtaya ilişti. Dışarıdan geliyordu, laboratuarlara çatkapı girip çıkmak uygun olmayabilirdi. Hoş, koku pek öyle demiyordu ya, yine de dikkat etmeli, içeriye mikrop-bakteri (ya da ne diyorlarsa) taşımamalıydı. Koridor iyi. Elbet ya Aysun ya da onu tanıyan biri buradan geçer. Şaşıracaktı kızcağız, belki sevinecek. Olur mu, belki de canı sıkılacaktı iki gün erken geldiği için. Hiç iyi etmemişti Faruk erken gelmekle. Şimdi gidip bir otele yerleşmek, bekleyip zamanında gelmek var; ama o iki gün geçmez ki. Aysun’u ilk gördüğü, ve hemen tam da o anda aşık olduğu gün de böyle karışık duygular içindeydi. Kaydını yapan bir Bekir, ertesi gün gelip başlayabileceğini söylemişti. Faruk, işi gücü olmadığından gündüz grubuna kayıtlıydı. Çoğunluğunu liseüniversite öğrencilerinin oluşturduğu gruba. İlk gün, sabah 9.00’daki ders için 7.30’da kapıdaydı. Bir süre dolandı durdu kapıda, sigara içti. Bina ıssız mı ıssızdı. Kantinci yeni gelmiş, ışıkları yakıyordu. Bir süre daha oyalandıktan sonra müdüriyete çıkıp sınıfını öğrendi. Hemen o kattaydı, gidip oturdu. Ceketini 210 çıkarmadı, ikiye katlayıp cebine tıktığı defterini ceketinin cebinden çıkarmadı. Gitse mi? Hayır. Kalkıp pencere ile kara tahta arasında voltalamaya başladı. Hapishane usulü: İçerden, yanındakiyle beraber dönerek. Hah! Kimse yok ki yanında. 8.30, binaya girenler çıkanlar oluyor. Off, bunların hepsi çocuk! Hala kimse onu görmemişken sıvışabilir. 8.40, sınıfta kimsecikler yok. Bir o, bir karatahtanın üzerindeki Atatürk. Pardon, bir de duvardaki istiklal marşı var. Hapishanede günde 5 defa copla, dipçikle söylettikleri, hemen hiçbirini yeterince “coşkun” bulmadıklarından hep kemik sesleriyle kesilen. Senin ne işin var burada, çoluk çocuğun arasında? Hala kimse yok, gidebilir. Gitse mi, gitmese mi? Durduğu kabahat. Kapıya yöneldi. Hayır! Geri dönüp arka sıralardan birine oturdu. Bu esnada kapı açıldı, içeri siyah montlu, siyah atkılı bir kız girdi. Faruk’u görünce olduğu yerde kalıp kaşlarını iki santim kadar havaya kaldırdı, hafif gülümsedi. Sonra kapıya gidip sınıfın numarasına baktı, geri gelip “ihi hih,” diye bir kahkaha attı. “Günaydın!” Bu kız nasıl gülümsüyor böyle yarabbi! Üstelik kendisine gülümsüyor. Faruk birşey diyemedi, o da gülmeye çalıştı elden geldiği kadar. Kız eşyalarını bırakıp çıktıktan beş altı saniye sonra gözlerini ancak alabilmişti kapıdan. Ardından da şuursuzca ceketinin cebindeki defteri çıkarıp sıraya koymuştu. ... Yarım saatten fazla bir süre oradan kimse geçmedi. Faruk yanlış yerde beklediğinden işkillenmeye 211 başlıyordu ki, koridorun derinliklerinden ayak sesleri duyuldu. Şıpır şıpır, seri adımlar... Faruk ayağa kalkarken, kendi geldiği taraftan gelenleri gördü: İki hemşire ile az önceki teknisyen. Hemşirelerden biri Aysun. Gülüşüyorlar. Aralarında beş adım mesafe kalana kadar kız karşıda dikileni farketmedi. Faruk’u görünce durdu, kaşları belli belirsiz kalktı. Sonra hafifçe gülümsedi. Biraz daha durdu. Arkadaşları ona seslenirken genç adamın yanına geldi. “Hoşgeldin,” dedi tokalaşırken. “Bugün beklemiyordum seni.” Laboratuarlardan birine girdiler. Aysun arkadaşlarını tanıştırdı: Teknisyenin adı Emre imiş. Diğerininkini dinlemedi bile. “Biz kantine gidelim öyleyse,” dedi Aysun diğer hemşireye. “Sen biraz idare edersin, değil mi?” Faruk bu “biz”i o ve Aysun’dan ibaret sanmıştı ya, kıvırcık teknisyen de çok doğal bir tavırla geldi peşlerinden. Ramazan dolayısıyla bomboş kantinde çay alıp oturdular. Aysun durmadan konuşuyor, hastaneyi, camın önünden gelip geçen hemşire ve doktorları anlatıyordu. Bilmemkaçıncı göbekten bir akrabasının öğrenci evine yerleşmiş şimdilik. Dört kişiymişler, evdekilerle pek anlaşamıyorlarmış. Zevkleri uyuşmuyormuş, tutucuymuşlar, falan filan. Kıvırcık ve Faruk, kız beş dakikalığına kalkana dek sustular. “Demek İzmir’den geliyorsun babacım?” dedi kıvırcık, yalnız kaldıklarında. “İzmirli misin?” 212 “Evet.” Kısa, kuru... İki adam da çaylarıyla meşgulken Aysun çıkıp geldi. Faruk’un fazlasıyla aşina olduğu hızlı hızlı, kesik kesik konuşmasıyla kaldığı yerden devam etti. İlk başta çok zor gelmiş, sonradan alışmış çalışmaya. En zor kısmı nöbetlermiş. Aslında içmese daha iyiymiş ama uyanık kalabilmek için her nöbetinde üç dört fincan kahve yuvarlıyormuş. Şehre hiç alışamamış, herkes ona ya kötü davranıyor, ya da askıntılık ediyormuş. Ailesinden ilk defa bu kadar zaman ayrı kaldığından onları çok özlemiş. Buraya geldiğinden beri ne Kenan, ne de ailesi yanına gelmiş. Aysun aynı tempoda bir süre daha içini döktü, döktü. Emre’nin homurdanmasıyla kalktılar, laboratuarların katına inen merdivenlerde Faruk sordu: “Ne zaman bitiyor işin?” “Altıda. Ama nöbet devir teslimi falan derken altı buçuğu buluyor.” “Tamam. Ben şimdi gideyim, o zaman geleyim olur mu?” “Nereye gideceksin? Nerede kalacaksın ki?” dedi Aysun. Sonra yavaş yavaş merdivenleri inen kıvırcığa bakarak ekledi: “Ben arkadaşlara bir sorayım istersen müsaitler mi diye.” “Yok, yok,” dedi Faruk, aynı yere bakar bakmaz. “Gerek yok. Ben gider bir otele yerleşirim. Akşama buluşuruz istersen, yemek yeriz.” “Beşinci Katta yemekhanemiz var, yemekleri güzel. Üniversitenin yemekhanesinde de yiyebiliriz istersen. Ara sıra gidiyoruz oraya, değişiklik için.” 213 “Üniversiteninkine gidelim. Yedi iyi mi?” “İyi. Yedi çeyrek gibi veriliyor yemek. İftardan az önce. Sen az önce gittiğimiz kantinde bekle öyleyse.” “Okulun kantini yok mu?” “Var, bir sürü hem de.” Aysun gülümsedi. “Yemekhanenin arkasında var bir tane ama nasıl bulacaksın?” “Bulurum ben. Akşama görüşürüz öyleyse. Yemek yeriz. Konuşuruz.” “Konuşuruz.” diye tekrarladı Aysun inerken, “Ne konuşacağız?” diye soran gözlerle. Faruk kendini hastaneden dışarı zor attı. “Eşşoğlueşşek!” diye söylendi. “Ne vardı gelecek!” Az ötede, yine bir öğrenci kalabalığıyla, gelen servise doluştu. İki büklüm, ensesi minibüsün tavanında, kendi kendine kızmaya, söylenmeye devam etti. Aysun sevinmemişti geldiğine. Niye sevinsin ki? “Ne sanıyordun ki? Eşek herif!” diye mırıldandı. “Böyle olacağı belliydi. Hani karşılık beklemiyordun?” Yanında dikilen kot montlu genç hiç üşenmeden kendi etrafında yarım tur dönüp baktı. “Efendim abi?” dedi. “Size demedim, afedersiniz!” İtidal, itidal... Yeni birşey mi bu? Bir buçuk yıldır bununla yaşıyordu. Bir buçuk yılda, bin beşyüz defa kalbi kırılmıştı. Alışıktı. Karşılık beklememeye alışmıştı. “Yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?” diye yazmamış mıydı Nazım Hikmet? Büyük adam, vallahi büyük! 214 Önceleri, Aysun’u gördüğü andan itibaren içinde tıngırdayan telleri dinlemeyi şiddetle reddetti. Öyle ya, dışarı çıkar çıkmaz (bir yılı geçmişti) konuştuğu ilk kıza abayı yakmak utanç verici olurdu. Değil mi? Hiç işte! Dersler ilerledikçe bir-iki kişiyle tanışsa da, lütfen selamlaştıklarının sayısı artsa da, haleti ruhiyesi aynıydı. Eskimolar gibi buzdan duvarlar arkasında yaşıyordu. Fevkalade işe yarıyordu bu duvarlar. Şu yeni ve yabancı dünyadan kimse ile gereğinden fazla görüşmüyor, bu sayede de zarar görmüyor, kalbi kırılmıyordu. Her an basıp gidecekmişçesine eski ve hantal ceketini sınıfın içinde bile üzerinden çıkarmıyor, biri soracak olursa, şakayla karışık o benim “kabuğum” diyordu. Fakat sonradan Aysun eline keski gibi bir şey alıp, duvarlarına, kabuğuna musallat olunca Faruk için işler zorlaştı, dengeler bozuldu. Kız kemirdi, kazıdı, hırpaladı... Konuşmaya, iletişim kurmaya zorladı, dikkatini çekmeye çalıştı. Herhangi bir sebepten değil, bu onun doğal haliydi. Birisi ona küssün, onunla konuşmaya görsün, katiyen yerinde duramazdı. Büyük bir mesele değilse ne yapıp eder barışır, konuştururdu. Arkadaşlığın bekası adına... Bir an bir patırtı oldu. Faruk irkildi, düşüncelerinden sıyrılıp etrafına bakındı: Son durak! Öğrenciler, bindikleri gibi, harala gürele indiler. Faruk da peşlerinden. Etrafına bakındı: Gri lokantalar, gri pastaneler, gri ayakkabıcılar vesaire... “Gri bir de otel vardır,” diyerek yokuş yukarı vurdu. Eski bir alışkanlıkla, her iki kaldırımdan da gelip geçenleri inceleyerek ana caddeye doğru yürüdü. Otel motel yok 215 ortalarda. Yokuşun ucunda demiryoluna benzer, betona çakılmış, bir yerden gelip bir yere giden iki sıra demirin üzerinden atlayarak ana caddeye çıktı: Yine gri apartmanlar, yine gri iş hanları, dükkanlar. Tabelalara bakmak için birkaç adım açıldığında, soldaki kuyumcu ile komşusu tekel bayiinin sahipleri yabancıya baktılar. Faruk hemen kaldırıma döndü. Allah allaaah! Bir yer aramak bile dikkat çekiyor burada. Otel sorsa kimbilir nasıl işkillenip yedi ceddine kadar kurcalayacaklar. Biraz daha ilerledi, yol sağa doğru kıvrılınca sevindirici bir tabela çıktı ortaya: Otel Özkan. Resepsiyondaki, boynunda asılı kalın çerçeveli gözlüğü takmadan, gözlerini kısarak yazmaya çalışan ihtiyar, ücreti peşin istedi. Üç kişilik (tanımadığı başka iki kişiyle paylaşacağı) ve tek kişilik odalar varmış. Ancak tek kişilik odaları en az iki geceliğine veriyorlarmış. Faruk çıkardı iki gecelik parayı verdi. “Hüviyetinizi de alabilir miyim?” Faruk cüzdanından, sol tarafında iki zımba deliği olan hüviyetini çıkarıp uzattı. Adam evirdi çevirdi, tam ismini kayda geçirmek için kalemi almışken durdu. Tahliye olurken hapishane idaresindeki dosyasından çıkarılıp Faruk’a altı yıl sonra iade edilen nüfus cüzdanındaki delikleri incelemeye koyuldu. Hatta işaret parmağını bir tanesinin içinden geçirmeye çalıştı. Adama o semiz parmağın oradan geçmeyeceğini söylese mi? Bereket, adam kendi kendine bunu anladı, gözlerini kısarak, aheste aheste kaydı yaptı. Anahtarı ve kimliği uzatırken mırıldandı: “14 numara, ikinci kat, sağda.” “Teşekkür ederim.” 216 *** Santrifüj makinesinin devirleri nihayet yavaşladığında oturduğu sandalyeden kalktı Aysun. içinde idrar örnekleri bulunan tüpleri tek tek çıkardı, dibindeki tortulara zarar vermemeye çalışarak üstte kalan sıvıları döktü. Biri hariç hepsini solundaki plastik raflara yerleştirdi. Sonra sağındaki aynı şekilli raftan yeni tüpleri çıkarıp makineye yerleştirdi. Düğmeye basmasıyla cihaz vınlamaya, kapağın altındaki tüpleri deli gibi döndürmeye başladı. Aysun hâlâ öbür eliyle tuttuğu, tahlili yapılacak örneği mikroskoba götürdü. Normalde laborantın da burada olması, renk, yoğunluk gibi testleri (hatta bütün bu işlemleri) yapması gerekiyordu ama adam üç haftadır yoktu. Hatta şu anda bütün laboratuar katında ondan ve Emre’den gayrı kimse yoktu. Normalde iki uzman, üç laborant ve üç hemşirenin kadrolu olduğu bu yerde zaten ekseriya başka bölümlerden devşirme iki-üç hemşire ve laborant olarak bu Emre nöbetleşe çalışırdı. Diğerleri nerededir, ne yapar, bilinmez. Aysun tortuları itinayla çıkarıp mikroskop camının üzerine koyduğunda kapı açıldı. Elinde tahlil yapılacak yeni örneklerin olduğu bir kutuyla Hamiyet içeri daldı. “Hediyelerim vaar.” “Ay, aman, eksik olma.” “Öyle deme, Doktor Necdet’in bunlar.” 217 Aysun elindeki lameli yavaşça örneğin üzerine yerleştirirken ciddiyetle sordu: “Hepsini o mu yapmış?” “Bırak sululuğu şimdi.” diye çıkıştı Hamiyet. “Sabaha istiyorlar. Ama sen nöbet bitmeden verirsen sonuçları götürürüm.” “Zilli, çatlarsın değil mi?” dedi Aysun, sonra gülerek iki cam arasına sıkışmış örneği mikroskobun altına sürüp gözlerini alete dayadı. “Yarın sabah götürsen n’olur? Kısmetin mi kapanır?” “Hadi hadi, sen yetiştirirsin,” deyip kapıya yöneldi diğer hemşire. “Bari Emre’ye seslen de gelsin yardım etsin biraz.” Çoktan fırlayıp giden kız duymamıştı bile. “Deli!” diye bağırdı kızın arkasından. Deli kız! Burada, bu hastanede, şehirde, anlaşabildiği bir Emre vardı, bir de bu deli, tombul Hamiyet. İkisi de kendi yaşlarında, tıpkı kendisi gibi kıpır kıpırdı. Hemen herhangi bir konudaki ciddi bir sohbeti, onbeş saniyede mavraya çevirebilirlerdi. Bu yüzden iş saatlerinin dışında da hep üçü beraber vakit geçirirlerdi zaten. Aaah, onlar olmasa ne yapardı. Hastane, hemşirelik... Ağır iş... Gün içindeki hengame bir yana -henüz acemi olduğundan mıdır nedir?- bir de hastane içinde de joker gibi sürekli yeri değişiyordu. Oysa henüz bilmediği ne çok şey var? Nasıl başedecek? Diğer hemşireler çoktan gruplaşmış, kimseyi de aralarına almak ister görünmüyorlardı. Çok yabancılık çekiyordu burada. 218 Sonra bu şehir, bu kasvetli, havasız, susuz, müziksiz, neşesiz, hiç gülmeyen, sağır, on adımlık şehir... İzmir nerede? Herkes yabancı, herkes kaba. Ya ters davranıyorlar, ya askıntı oluyorlar. Burada kimsesi yok. Kenan nerede? Hep etrafında dolanan onunla ilgilenen, beraber güldükleri, kahkahalarla güldükleri, sabahtan akşama güldükleri arkadaşları nerede? Annesi nerede, yıllardır ağlamak istediğinde sebep sormadan ona kucağını açan kadın nerede? Sert görünmeye çalışan, ama asla buradaki ihtiyar hekimler kadar huysuz olmayan babası nerede? Kenan nerede, niçin gelmiyor? Kenan niçin gelmiyor da, Faruk geliyor. Çok sıkıldı artık. Çok. Aysun altıya doğru tahlilleri bitirdi, deftere kaydetti. Tüpleri, mikroskop camlarını ve diğer aletleri temizledi. Nihayet elindeki birtakım demir aletleri de buzdolabı gibi birşeyin kapağını açarak içine tıkıp tahlil raporlarını ayıklayan Hamiyet’e döndü: “Uzmanı sen bulur imzalatırsın artık onları, olur mu? Benim acele çıkmam lazım.” “Sabah gelen çocukla mı buluşacaksın?” dedi karşısındaki, çapkın bir edayla. “Arkadaşım o bir kere, ziyarete gelmiş!” “Yaa.” “Amaan, gel de gör! Hem Emre’ye de söyle, hep beraber otururuz.” “Nerede olacaksınız ki? 219 “Bilmem, şu geçenlerde nargile içtiğimiz yere gideriz yemekten sonra, oraya gelin.” “Bakalım.” “Haa,” dedi Aysun tam kapıdan çıkarken. “Sterilizatördekileri çıkarmayı unutma.” Aysun üniformasını çıkarıp sivil kıyafetini giydikten sonra minibüse atlayıp evin yolunu tuttu. Kimse yok. Diğer kızlar daha gelmemiş, anlaşılan iftarı dışarıda yapacaklar. Üzerine sinen kokudan kurtulmak için alelacele bir duş aldı, üstünü başını değiştirdi, hafifçe de bir makyaj yapıp tekrar fırladı. Sokaklarının köşesindeki telefon kulübesine koşturdu önce. Kenan’ı şimdi aramazsa, bir daha fırsat bulamayabilirdi. Ahizeyi kapıp çantasının derinliklerinde yakaladığı iki küçük jetonu ankesörlü telefona peş peşe attı. İşten çıkmış olacağını düşündüğünden önce evi aradı. Uzun uzun çalmasına rağmen kimse açmayınca, ahizeyi yerine koydu. Jetonlar şangır şungur, iade haznesine düştü. Tekrar kaldırıp bu kez de işyerini aradı. Orada da kimse yok. Çlang çling çlong... İki jeton iade. Birkaç gün öncesine kadar günlük beş-altı jeton tüketirken, şimdi aynı jetonları atıp atıp geri alıyordu. Aysun kulübeden çıktı. Tereddütlü bir adımın ardından durdu. Elindeki iki jetonu biraz şangırdattıktan sonra, bir tanesini yeni görüyormuş gibi evirip çevirmeye, incelemeye koyuldu: İki oluk arasında PTT yazısı. Aniden dönüp tekrar kulübeye girdi. Ahize, jeton... Çalan başka bir telefon. “Alo!” “Merhaba Mert, yine ben.” 220 “Oo, Aysun Hanım... Bu ne şeref.” “Ben şey için aramıştım. Kenan senin yanında mı, veya gördün mü?” “Ben de beni arıyorsun diye sevinmiştim, hah hah hay.” “...” “Burada değil. Ne o, aramadı mı hâlâ?” Aysun bir küçük jeton daha attı. İndiğine dair sesi duymayınca telefona yandan hafifçe iki kez vurarak jetonu yerine oturtu. “Aramadı. Ben arıyorum, ama evde yok herhalde kimse açmıyor. İşyerinde de durmuyor, hep dışarıda.” “Valla ben mesajını ilettim, seni aramasını söyledim, evvelsi gündü herhalde.” “Birşey dedi mi peki?” “Arayacağını söyledi. Aranız limoniymiş galiba. Valla üzüldüm desem yalan olur. Hah hahhay hay.” “Sen gene söyle olur mu, benim onu aradığımı ama bulamadığımı da söyle.” “Olur güzel kız, söylerim.” “Hoşçakal.” Ahizeyi yerine fırlattıktan sonra “Pis herif!” diye söylendi Aysun. Aramak mecburiyetinde olmasa, duymak isteyeceği en son ses onunki olurdu. Mert’in, Kenan’ın en yakın arkadaşının, bir vakitler kendisine “Ne çıkar be güzelim, biraz Kenan, biraz ben,” diyen sesi. Ah be Kenan. Bunu da yaptırmıştı Aysun’a, bu herifi hem de iki kere aratmıştı ya. Ya- 221 zıklar olsun. Aramayacak bir daha. O düşsün biraz da peşine. Kulübenin kapısının camından yansıyan aksini gördü Aysun. Tokadan kurtulmuş bir iki tel saçı, sağa sola tutuşturdu aceleyle. Döndü gitti. Aslında bu kadar zahmete ne gerek? Faruk’un beğenisini falan kazanmak istediği yoktu. Faruk işte, başka biri değil. Bu hazırlık, sadece bir alışkanlık, kendine güven arayışı... Sahi ne olacaktı bu adamla. Konuşacağız, konuşacağız. Ne? Aman, acayiplikler eksik olmasın başından. Biri yetmez ötekisi de gelsin. Yok canım, hemen de günahını almamalı. Biraz tuhaf, ketum birşeydi bu Faruk ama iyi çocuktu. Aslında çocuk da değil ya, kelli felli adam. İngilizce kursunun ilk günlerde kimseyle konuşmadan, gelir, heykel gibi dersi dinler sonra da hemen çeker giderdi. Sonra sonra biraz açıldı. Onlarla bir iki takılır, bir iki konuşur oldu. Aysun ve sağlık yüksek okulundan birkaç arkadaşı, mezuniyet için vermek zorunda olup da veremedikleri bir dil sınavı için devam ediyorlardı o kursa. İşte yaz gelirken, sınavı yaklaştığı zaman hayli vakit ayırmış, ders çalıştırmıştı kendisini. Bununla da kalmamış sınavı verip mezun olunca ortaya çıkan tayin karmaşasında da yardımcı olmuş, ıvır zıvır evraklarını, formlarını doldurmuştu. O zamanlar bunları arkadaşlık yüzünden yaptığını düşünüyor, böyle bir dostu olduğu için seviniyordu. Ta ki, buradaki ilk günlerinde, kurstan bir arkadaşlarından işin öyle olmayabileceğini öğrenene kadar. Bu arkadaşın naçizane fikrine göre aslında başından 222 beri Faruk’un da niyeti iyi değilmiş. Herşey, bütün o “yardım” etmeler falan oyunmuş, pis bir aşk oyunu. Çok şaşırıp öfkelenmişti Aysun. Güvendiği, ayrı bir yere koyduğu birinden de, şurada burada kendisine musallat olan erkeklerden farksız bir yaklaşım görmek çok rahatsız ediciydi. Bir kere onun hayatında Kenan var. Diyelim diğerleri bilmiyor, anlamıyor. Faruk da mı bilmiyor onun Kenan’la nefes alıp Kenan’la yaşadığını, Kenan’la büyüdüğünü? O kadar derdini dökmüştü ona. Aysun, Kenan’a ait, onun yanında kendini iyi hissediyor; bu, bu kadar basit! Haydi onu da geçtik, bir kere o... Faruk yani... Nasıl demeli, tipi değildi Aysun’un. Çekmiyordu. Ayrıca bu adam konuşmaz, gülmez, müzik dinlemez, dans etmez... Böyle biri ile zaten yürümez. Genç kız, onu kampüse getiren minibüsten indi. Ana kapıdan girip yemekhaneye doğru yürürken saatine baktı: 19.10. Şimdi işin yoksa bütün gece Faruk’un ağzından kerpetenle laf almaya çalış. Almazsan da küser haa! Yamuk yumuk, eksik, bilmece gibi sözler dinle. Püff... Emre’ler gelse bari de, ortam biraz şenlense. *** Aysun içeri girdiğinde Faruk pür dikkat yan masada konuşulanları dinlediğinden onu farketmedi. Yaklaşık kırk dakika kapıyı gözledikten sonra, az önce bağıra çağıra bir sınavı tartışan, hocalarını çekiştiren öğrenciler gelip yan masaya yerleşince dik- 223 kati onlara kaymıştı. Bir yerlerden tanıdık geliyordu konuştukları: Yapı, hidrolik, betonarme... İnşaat mühendisliği... Faruk, Aysun’un şen seslenişiyle toparlanıp kalktı, çıktılar. Yemekhane denilen yer oldukça basık, havasız bir esnaf lokantasını andırıyor. Tavanı şu “servis”lerin tavanından biraz yüksekçe. Bir buhar, bir sıcak... Şuradan fiş alınıyor, şuradaki tezgahlardan da yemek. Fişi alıp ağır ağır ilerleyen yemek sırasına girerken farketti: Makyaj yapmış! Tabldot tepsilerini alırken sordu Faruk: “Kaçta iftar?” “Beş on dakika var daha.” Bu sırada önlerde bir kıpırdanma oldu. Yan taraftan gelen kalabalık bir grup kuyruğun en önünde kümelendi. “Ne oluyor?” “Ülkücüler,” dedi Aysun. “Kaynak yapıyorlar. Geçen geldiğimizde de görmüştük. Böyle iftara kadar masalarda bekliyorlar, sonra beş dakika kala kalkıp en öne geçiyorlar.” “Kimse birşey demiyor mu?” Aysun dönüp tuhaf bir bakış attı: “Kim, ne desin bunlara?” Sıra durdu. Top atıldı, ezan okundu. Onbeş dakika kadar sonra, öndeki kümelenme ve kaynaşma sona erince kuyruk yine ağır ağır ilerlemeye başladı. Bizimkiler yemekleri alıp oturacak boş yer aranırken, yemeği en ön sıradan alan kaynakçılar boş tep- 224 silerini götürüyorlardı. Karşılaştılar. Yıllardır onlarla böyle burun buruna gelmemişti Faruk. En son, 80 yazında görmüştü onları. Yıldız DMMA’da, Tariş işçilerine destek amacıyla yaptıkları bir foruma saldırıp arbede çıkarmışlardı. “Şurası boş,” dedi Aysun, neşeli bir sesle. “Gel, çabuk gel.” Ancak Faruk kedi gibi kalabalığın arasından sıyrılan kıza yetişemeyip geride kaldı. Koştururken, elinde boş tepsi olduğu halde yanındakilere laf yetiştirmeye çalışan, bu sırada da tek eliyle tuttuğu tepsiyi sallayan bir tanesi ile hafif çarpıştı. “Müsaade et!” dedi. Karşısındaki kendini anlattığına kaptırmış, duymadı. Faruk tekrarlayınca dönüp tepeden tırnağa süzdü. “Buyursunlar,” deyip kenara çekildi, bir eliyle de yolu göstererek. Tek tük edilen lafların dışında sessizce yemeği yiyip çıktılar. Aysun’un bildiği güzel bir yer varmış, nargile bile içilebiliyormuş hatta. Oraya gidildi, çaylar söylendi. Havadan sudan şeyler üzerine konuşuyorlardı. Otel nasılmış, rahat mıymış, kaç paraymış? Faruk bir şekilde konuya girmeli, meramını anlatmalı. Buraya bunun için geldi. Buraya niçin geldi? Çalan gürültülü, yabancı müzikten dediklerinin yarısı duyulmayan Aysun telaşlı telaşlı anlatıyor: Geçen hafta ilk kez birinden kan alması gerekmiş de alamamış... Laboratuar uzmanının karısının bıyıkları 225 varmış... Hamiyet bugün bilmemne servisindeki doktoru iki kere görmek için başının etini yemiş... Faruk dinliyor, kısa onaylama cümleleri, gülümsemeler, şaşkınlık mimikleri eşliğinde düşünüyor. Nasıl konuşacak, konuyu nasıl olacak da ‘Faruk ve Aysun’a getirecek. Aslında karşısındakinin kafasında öyle bir konu olmadığı aşikar ya. Nasıl açacak? Ekseriyetle böyle olurdu. Otururlar, o durmadan konuşur, Faruk kızın enerjisine hayran, dinler, bir gün ikisi hakkında da konuşup konuşmayacaklarını düşünürdü. Bazı bazı cesaret edip (nasıl olduysa) imalı bir iki laf etmişliği de vardı. Üstelik kendisine sorulacak olsa düpedüz aşk itirafı demekti bunlar. Öyle ki bu minyatür itirafları yaparken başı döner, sarhoş olur, lafı ettiğinin hemen akabinde utançtan ve pişmanlıktan yerin dibine geçerdi. Elbette, hiçbiri hiçbir fayda getirmedi. Daha pervasız ve direkt teklifler, iltifatlar duymaya alışık yeni, hızlı neslin sıkı temsilcisi Aysun, bu pinpon topu gibi lafları sağa sola savuşturdu raketiyle. Kızın ortada böyle bir mesele olduğunu anlaması için Faruk’un ola ki gerçekten sarhoş bir gününde, apaçık, düpedüz söylemesi gerekiyordu. Ancak içeriğini hiç mi hiç hatırlamayacağı böyle bir konuşmada, Faruk gönül rahatlığıyla, bol bol sitem edip ‘seviyorum’, ‘sevdiğimden’ gibi bir takım sivri sözler sarfedebilirdi. Bir ihtimal. Haftaya İstanbul’da bilmemkimin konseri varmış... O bilmemkim, eskiden bilmemne grubunda söylüyormuş da sonradan ayrılmış... Emre ve Hamiyet gidelim diyorlarmış... 226 Faruk’un bu şapşal aşık halleri, Aysun’un, kendisine münasip bir kısmet arayışındaki ailesine resti çekip hayat mücadelesine atılmasıyla iyice ayyuka çıktı. Genç kızın “gık” demeden tayininin çıktığı yere gitmesi, onun bu “zibidi” kızda gördüğü olgun, cesur damarın gerçekten varolduğunu gösterdi, Faruk’u daha bir meftun etti. Sıklıkla arar oldu kızı, evden, hastaneden. Bazen uzun, bazen kısa konuşurlar, ama muhakkak neşe ile kapatırlardı telefonu. Ne zaman şu hedefi bulamayan iltifatlarıyla sınırlarını zorlardı, o vakit utancından yerin dibine geçerdi Faruk. Değil Aysun’u bir daha aramak, evdekilerden bile bucak bucak kaçardı, biliyorlarmışçasına ne halt ettiğini. Evet evet, bu bir “halt” idi, olsa olsa. Kız, kendisinden şu kadar yaş küçüktü, zırt pırt ayrılıp barışsalar da bir sevgilisi vardı, dahası şimdi kendi cesaretlendirmeleri sonucu, gurbette tek başınaydı. Bir arkadaş sesi duymak için onunla konuşuyordu, onunsa şu yaptığına bak! Esasen kendisinin sınırlarını bilen, ölçülü bir insan olduğuna inanmıştı hep, ama bir kere şeytana uyacağı tutmuş, Aysun’a tutularak bu çorabı örmüştü kendi başına. İzmir’deki arkadaşlarından birine birşey olmuş... Geçen gün ev arkadaşlarından birisi birşey demiş... Önceki gün Hamiyet... Emre’nin ufak kardeşi... “Selaam!..” Bu selam Faruk’un omuzunun hemen üzerinden gelmişti. Döndü baktı: Marul kafa. Buyrun cenaze namazına... “Aaa...” diyerek ellerini birbirine çırptı Aysun. “Selaam, hoşgeldiniz, hoşgeldiniz.” 227 Emre, bir başka adam ve sabahki hemşire bir anda masayı kalabalıklaştırdılar. Montlar çıkarıldı, çaylar, nargileler söylendi, Aysun kalabalıklaşmaktan keyiflenirken, Faruk’un konuşmak için beklediği tren, istasyondan ayrıldı. Laklakiyat... Diğer hemşirenin adı Hamiyet imiş, yeni peyda olan herifinki de... Unutmuştu bile. Bangır bangır çalınan müzikten birbirlerini nasıl duyuyorlarsa, bu dördü bir saat kadar konuşup gülüştüler. Faruk sandalyenin arkasına yaslanmış onları izliyor, asabını bozuyordu. Bilhassa şu marulu bir kaşık suda boğabilirdi. Ara sıra kahkahalar patladığında, cıvataları gevşetip Faruk’a ‘Ne güzel eğleniyoruz, değil mi?’ diyen gözlerle bakan Aysun onun nargilesinden de içiyor, küçük ciğerini alışık olmadığı bu dumanla doldurup doldurup öksürüyordu. Anlatılan şeyler komikti doğrusu. Hayli komikti. Gülmemek elde değil. Ancak, oldum bittim güldürüyle arası açık Faruk, ancak tebessüm edebildi birkaç sefer. O da Aysun’un ısrarcı bakışlarına karşılık. “Bi sunkurun lou la donkegna ah ah...” Emre tam bir lafa başlayacağı sırada değişen ve ilgiyi toplayan müzikten rahatsız oldu: “Bi susturun şunu ah ah...” “Niye be,” dedi Aysun. “İlginç. Güzel de.” “bi sunkurun lou la donkegna ah ah i madiji i ma yele i kanan nbila nara ro” 228 “Neresi güzel, bırak allahaşkına. Bir halt anlaşılmıyor ki. Moda oldu, her yerde de çalıyorlar.” “yekeke nimo ye ke ye ke” “Aman,” dedi Aysun. “Sanki İngilizce olsa anlayacaksın. Güzel işte, Afrika havası.” “yekeke nimo ye ke ye ke” Derken Emre nargilesinden çektiği dumanı Aysun’un suratına üfürmeye başladı sırıtarak. Kız da buna sesini çıkarmıyor, gülüyordu. Bir, iki... Üç.... Herife bak yahu! “yekeke nimo ye ke ye ke” Dördüncüde, zıvanasından çıkan Faruk ayağa kalktı. “Ben gidiyorum,” dedi Aysun’a, ceketini giyerken. “Dişim ağrıyor, gidip yatacağım. Sonra görüşürüz.” Kasaya gidip kendisinin ve kızın içtiği çayları ödedi. Celallenmişti. Tam çıkarken Aysun yetişti, kendisini zor durumda bıraktığına dair birşeyler söyleyecek olduysa da Faruk dinlemedi. “yekeke nimo ye ke ye ke...” Otele vardığında resepsiyondaki ihtiyarı göremedi. Dişi hakikaten sızlamaya başlıyordu inceden. İçeri, lobiye bakındı: Koltuklara serpilmiş birkaç kişi siyah-beyaz bir televizyonda film izliyor. Nihayet, anahtarını 14 Numaralı çividen kendisi alıp odasına çıktı. Bugün hiç sigara içmediğine hayret ederek bir tane yaktı. Gene konuşamamıştı, konuşamayacaktı. Orası belli. Hem, belki de hiç gerek yoktu tüm bunlara. Aysun, Kenan denen yamyamdan ayrılmış dahi olsa, kendisini değil, şu zibidiyi veya o yolun yolcu- 229 su başka birini isteyecekti. Haksız da olmazdı bunda. Aralarında belki otuz yaş var gibiydi. Bir genç kız ne ister, Faruk ne bilsin. Mutluluk ister, neşe ister... Ne bilsin. Işığı söndürüp elbiseleriyle girdi yatağa. Ya o laubali, marul kafalı teknisyene ne demeli?.. Herif tam kel kahya kesildi başına. Yılışık. Aysun da ne diye güldüyse, niye gülüyorsa... Niye çıkıp terslemedi sanki, niye haddini bildirmedi. Hah! Sanki bugüne kadar yaptığı görülmüş. Bir süre daha kendi kendini kemirdikten sonra yoruldu, sakinleşti. Yavaş yavaş gözleri kapandı. Uyudu. Ne bir rüya, ne bir kıpırdanma. Derin, dinlendirici bir uyku. Büyük huzur, büyük sessizlik. Koyu, uçsuz bucaksız bir boşluk. Güm güm güm güm... Bu sakinliğe ait olmayan bir takım sesler. Fakat Faruk, uyumakta kararlı. Güm güm güm güm güm güm... Kapı, biri kapıyı çalıyor. Yumrukluyor. Faruk bir kere de gözleri açıkken dinledikten sonra yataktan inmeden doğruldu, içerden çevirdiği anahtara uzandı, kapıyı açtı: Bir kalabalık. Koridorun ışığını kesen dört-beş gölge. “Faruk Altundağ siz misiniz?” “Evet?” *** “N’oldu, arkadaşın yok mu hâlâ ortalıkta?” 230 “Yok,” dedi Aysun, bir tüpün kapağını açarken. “Ne acayip adammış bu!” Hamiyet mikroskobun altına örneği yerleştirip gözlerini alete yapıştırdı. “İnsan bir haber vermez mi giderken?” Ardından kafasını kaldırıp, yanındaki kağıda birşeyler karaladı. “Zilli, Doktor Necdet’i ne çabuk unuttun?” dedi Aysun. “Gitmeseydi ne yapacaktın, kan tahliliyle mi tavlamaya çalışacaktın Faruk’u? Ya korkarsa iğneden?” Hamiyet “Hadi ordan!” anlamında bir hareket yaptı, gözlerini mikroskoptan ayırmadan. Şaka bir yana, anlaşılan Faruk yine bozulmuştu birşeylere. Yoksa gelip ‘ben gidiyorum,’ derdi. Bir kaza bela gelmiş olmasın başına? Aysun öğleyin yemekhaneye çıkmadı, hemşire üniformasının üzerine geçirdiği mantosuyla minibüse atlayıp şehre indi. Ne demişti Faruk: Otel Özcan... Aradı, taradı, sorup soruşturdu, hiç Otel Özcan yokmuş, sakın o, Otel Özkan olmasınmış? Bir telefon kulübesinin yanından büyük bir kararlılıkla geçtikten, hem de dönüp bir daha bakmayarak geçtikten sonra tarif edilen oteli gördü. İçeri girer girmez bir toz ve küf kokusu çarptı burnuna. Eski bir bina. Mobilyalar, kapılar, hep eski... Resepsiyonda gazete okuyan ihtiyara yöneldi. “Affedersiniz,” dedi. “Faruk, Faruk... Faruk Altınbaş adlı bir müşteriniz var mı acaba? Dört gün önce gelmişti.” Adam gazeteyi kenara koydu, boynunda asılı duran gözlüğü takıp kızı tepeden tırnağa süzdü. 231 “Yok.” “Altındağ da olabilir, ya da öyle birşey. Acaba gitti mi diye öğrenmek istiyordum.” “Yok.” Aysun çaresiz, boynunu büküp çıkıyordu ki, lobiden birisi: “Kızım,” diye seslendi. Aysun döndü: Koltuklardan birine gömülü bir ihtiyar, onu çağırıyor. “Şu hani yeşil gocuklu, kafasının üstü kel... O genç miydi senin arkadaşın?” “Evet, evet amca o,” dedi Aysun merakla. “Ayrıldı mı, gitti mi?” “Götürdüler. Birkaç gün evvel. Sabah ezanından evvel polisler geldi, oteli mi yıktılar, kapıyı mı kırdılar bilmem, ama arkadaşını alıp götürdüler.” Hay Allah! Nerden çıktı şimdi bu? Polisle ne işi vardı ki bunun? Ohooo! İşe bak. İki gün oturup gidecekti işte ne güzel. Şimdi ayıkla pirincin taşını. Kendi derdi kendine yetmezmiş gibi bir de bu çıktı. Sen kalk taa buralara gel karakolluk olmak için. Off yaa! Tekrar yanından geçerken, telefon kulübesinin sarısına aldanıp baktı. Hemen kafasını çevirdi, bir iki adım daha attı. Sonra kulübenin alt kısımları paslanmış sarı kapısına bir daha bakmış bulundu. Ama aramayacak, öleceğini bilse aramayacak... Kenan’ın şu anda evde veya işte (hangisindeyse artık) ondan telefon beklediğini bilse de aramayacak... Telefonu 232 açar açmaz o çok tanıdık, sıcak sesi, o sesin kulak okşayan güzel sözlerini duyacağını bilse gene aramayacak... Hatta bu kabusun biteceğini, derhal barışacaklarını, bir daha birbirlerini kırmamaya yeminler edeceklerini bilse bile aramayacak... Hayatta aramayacak... Aysun iki küçük jetonu peşpeşe atıp çatır çutur seslerle önce işyerinin numarasını tuşladı. Kenan bugün işe gelmemiş, boş günüymüş yine. Taşkınlıkla ev numarasını çevirdi. Parmaklarını acıttı tuşlara vurmaktan. Bekledi. Telefon salonda, biraz zaman alabilir gelip açması. Bekledi. Eğer akşamdan biraz fazla kaçırdıysa... uykusu da ağır... Bekledi. Acaba banyoda veya tuvalette mi ki? Yine bekledi, bekledi. Tıs yok. Ahizeyi yerine koyarken burnunda bir sızı başladı. Kullanılmayan son jeton, cazgır jeton, pis jeton, artık ezberlediği şangırtısıyla aşağı inerken bir damla yaş da Aysun’un sol yanağından iniyordu. Ağlamamak için kendini zorlamasına, dişlerini sıkmasına rağmen bunu çok kısa bir süre içinde de diğer damlalar izledi... Aysun sarı telefon kulübesinin kapısını açtı, kaldırıma çöktü. Ağladı, ağladı. Sakinleştiği, nefes alıp vermesi normale döndüğü zaman kalkıp minibüs durağına yollandı. Geç kalmamalı. Haydiii, düşen jetonu almayı unuttu makineden! Neyse geçti artık. Demek Faruk’u polisler götürdü ha! Hay Allah! Olacak iş mi bu şimdi. Ama yapabileceği de birşey yok ki. Oturup endişelenmekten başka. Bari endişelendiği adam Kenan olsa, sev- 233 gilisi olsa. Bu kim böyle, geldi buralara, başını belaya soktu. Tam da sırası. Ne yaptı da götürdüler acaba? *** “Kardeş!” diye seslendi Faruk. “...” “Kardeş!” “...” “Cumali kardaaaaş!” “Efendim abim!” “Kardeş bir bak bakalım, gece olmuş mu?” “Gündüzdür abim, öğlen falan herhalde.” İlk iki gün, yan hücredekilere sorup öğreniyordu zamanı. Birileriyle kavga etmiş iki delikanlıydı bunlar. Saatlerini almamışlardı. Aslında Faruk dışında kimsenin saatini, kemerini ve ayakkabı bağcıklarını almıyorlardı. Çok kısa bir zaman için giren çıkanlar oluyordu, ama onların pantolonları düşmüyor, ayakkabıları yürürken ayağından çıkmıyordu. Hepsi bir bir gitti, dünden beri girişe en yakın hücreye konan Cumali ile yalnızdılar. Cumali’nin saati yoktu ancak oradan, merdiven boşluğundaki bir pencerenin alt köşesi görünmekteydi. Dünden beri, daha doğrusu iki gündüz, bir gecedir, sürekli yanan ampüllerin altında zamanı ölçmek için ellerindeki yegane araç bu pencere köşesiydi. 234 Aslında Cumali’nin zaman diye bir derdi yok. Onun bütün işleri bitmiş, mahkemeyi ve muhtemelen cezaevine konmayı bekliyordu. Hikayesi bir tuhaf: Evli bir adamın karısıyla basılmış, kadın kocasından korkup “Bana tecavüz ediyordu” demiş, bizimki de kadının başı derde girmesin diye sesini çıkarmamış, kabul etmiş. İfadeler mifadeler, herşey tamam. Cumali için artık zaman diye bir kavram yok. En azından hemen bu saatlerin, yakın günlerin önemi yok. Dört gündür burada, daha doğrusu üç yada dört gündür. Bu zamanın çoğunu Aysun’un sesiyle, siluetiyle geçirdi. Bir kızgınlıktan köpürüyor, bir yatışıp, kıza hak veriyordu. Aysun anlattı, Faruk dinledi. Hem de zevkle, keyifle dinledi. Ne Emre’ler vardı etrafta, ne Hamiyet’ler, ne de Kenan’lar... Bir tek Aysun, hayalindeki Aysun ve Faruk. Birbuçuk yıldır yaptığını yapıyordu aslında, yeni değil. Hayalinde yarattığı, onu seven bir Aysun ile dolaşıyor, konuşuyor, Aysun ne isterse yapıyordu. “Abim!” “...” “Gözün aydın abim, hava karardı.” Hava kararmış. Faruk uzandığı yerden kalkıp voltalamaya başladı. Aysun şimdi çıkmıştır işten. Ne yapacak? Bağcıkları alınmış botları, her adımında ayağından çıkmasın diye tuhaf tuhaf sesler çıkararak, çamura batmış gibi yürüyor. Eve gidecek, yemek yiyecek, üzerine çay içip ev arkadaşı kızlarla sohbet edecek. Hayır, hayır. Kenan’ı arayacak. Kadınlar niçin hep kendilerine zarar veren erkekleri se- 235 çerler? İlk iş Kenan’ı arayacak, o Kenan ki sayısız defa onu aldattı. O Kenan ki, bir kez alt dudağını patlattı, bir kez gözünü morarttı. O yüze, Faruk’un uzun uzun bakmaya kıyamadığı yüze vurdu, yumruk attı. O Kenan ki gündüzleri motosikletinin egzozundan ses çıkarmaktan, geceleri bira içmekten ve işemekten başka işi yoktur... O Kenan ki... ... “Cumalii?” “Hava aydınlık abim!” Aysun’u suçlamaması gerek. Kızın üstüne giden o, zorla güzellik olacak değil ya. Herşey kendi aptallığı yüzünden. Üstelik bir de çekip gittiğini zannedip gücenmiştir. Onu niçin gelip sorguya almadılar şu vakte kadar? Kaç gündür neyi bekliyorlar? Aslında şikayet etmemesi lazım: Elbiseleri, parası üzerinde, gözleri bağlı değil, istediği zaman tuvalete gidiyor. Karanlık bir hücrede değil (hoş bir zaman sonra aydınlık da sinir bozucu oluyor). Oturmalık veya yatmalık betonun üzerinde bir kilim parçası (kaşıntı yapsa da) bile var. Şikayet etmemeli, bir Gayrettepe veya bir Selimiye değil burası. Yatıyor işte. ... “Karanlık abim!” Karanlık, aydınlık, karanlık... Buradan çıkınca, çıkarsa, hemen Aysun’un yanına gidecek. Hemen gidecek ve yüzüne karşı, oyalanmadan dobra dobra konuşacak, bu meseleyi çözecek. Kızın cevabı belli: Kendisini istemiyor. Hiçbir zaman da istemeyecek. 236 Ancak önemli olan bu değil, önemli olan gidip, konuşması ve artık bu meseleyi kapaması. Yoksa hep açık kalacak. Buradan çıkınca, çıkarsa şayet, kesinlikle konuşup bu işi bitirecek. Onun sevdiği Aysun, kafasındaki Aysun zaten bir yere gitmiyor. Bu ona yeter. ... Hava tekrar ağardığında Cumali için geldiler. Toparlanmasını söylediler. Cumali çıkarken polislerden izin alıp Faruk’un hücresinin önüne geldi, parmaklıklar arasından elindeki poşeti uzattı: “Ekmek, Peynir abim. Benim iftarlıklar... Sen al, seni daha tutacaklar herhal.” “Sağol,” diyerek poşeti aldı Faruk. Sonra biraz para çıkardı cebinden, uzattı. “Allah kurtarsın! Lazım olur içerde.” “Sen sağol abim, seni de Allah kurtarsın,” dedi Cumali, parayı almadı. Dönerken de ekledi: “Anarsişmişin falan ama iyi adammışın.” *** “Hiçbir şey söylemedi mi sana?” diye sordu Aysun, merdivenleri hızlı hızlı çıkarken. “Sadece...” dedi Hamiyet arkasından. “Sadece seni acele çağırmamı söyledi valla.” Arkadaşına yetişmeye çalışırken nefes nefese kalmıştı. İki arkadaş aceleyle Uzm. Dr. Necdet bilmemkim yazan kapıya geldiklerinde, koridorun karşı ucundan yükselen ihtiyar, aksi bir ses onları durdurdu: 237 “Bir dakika, bir dakika... Siz biraz bekleyin. Dışarıda bekleyin.” Başhekimdi bu. Geldi, daldı içeri. Kapı mapı çalmadan. Bizimkiler az ötedeki bir banka çöküp beklediler. Bu tantananın aslı faslı şuydu: Son günlerde Dr. Necdet ile samimiyeti arttıran Hamiyet, Aysun’un arkadaşının karakolluk olduğunu, bir haftadır da bırakılmadığını duyunca durumu Doktor Necdet’e çıtlatmıştı. Hastanede, bu alemci doktorun, ahbabı bir savcı ile, Burhan’ın yerinde sık sık kafayı çektiklerini, hatta bir keresinde kavga çıkardıklarını bilmeyen yoktu. Şimdi, bu vesile ile hem arkadaşlıkları ilerlemiş olurdu, hem de Necdet durumu ahbabına bir çıtlatıverse, mesele ne imiş, ne zaman bırakacaklarmış hemen öğrenilirdi. Böyle apar topar çağırdığına göre savcıdan bir havadis gelmiş olacak. Başhekimin işi uzun sürmedi, geldiği gibi beş karış suratla çekip gitti. Tak tak.. Necdet girenleri görünce koltuğunda hafif doğruldu ve derhal bir buyruk savurdu: “Hayır, hayır... Sen gelme!” Bu kaba “yallah” ile afallayan Hamiyet, geri geri attığı birkaç şaşkın adımın ardından dönüp sessizce çıktı. “Senin ne yakınlığın var bu Faruk’la?” Gözleri arkadaşının dışarıdan kapattığı kapıda kalan Aysun toparlandı: “Arkadaşım doktor bey. Bir haber mi var?” 238 “Ne tür bir arkadaşlık bu? Nereden tanıyorsun onu?” “Arkadaşım işte. Neden soruyorsunuz?..” “Cevap ver sen hele.” “İzmir’den, bir İngilizce kursundan.” Necdet kalktı, genç kıza masasının önündeki bir iskemleyi gösterdi oturması için. Aysun oturdu, adam dolanmaya başladı. “Bak kızım,” dedi. “Bu adam anarşistmiş...” Perdesi açık hasta yatağının üzerindeki birşeyi aldı, götürüp çöpe attı. “...Hapisten yeni çıkmış...“ Adam döndü, kapının yanındaki dolaptan kaptığı şişeden eline biraz saf alkol döküp, şişeyi ‘küt’ diye masaya koydu. Temizlendiğine ikna olana dek ellerini ovuşturduktan sonra, sessizce kendisini dinleyen hemşireye şöyle bir bakıp gezinmeye devam etti: “...Senin böyle devlet-millet düşmanlarıyla bir ilgin olmadığına inanmak istiyorum. Bunlar memleketi 12 Eylül öncesine geri götürmek isteyen bir avuç... Bir avuç komünist, anarşist. Katil, nifakçı, bozguncu, kışkır...” “Ne zaman çıkacakmış, öğrenebildiniz mi?” “Sen beni dinlemiyor musun lan!” diye bağırdı Necdet. “Anarşist diyorum, komünist diyorum. Ne bileyim ne zaman çıkacak? Çıkmaz ayın son çarşambasında... İstanbul’dan ekip bekleniyormuş sorgusu için. Aslında dosdoğru göndereceklermiş ama araç sıkıntısı mı ne varmış. Öğrenebildiğim bu. Beni dinle, uzak dur bu heriften!” 239 Necdet dolanmayı kesip Aysun’un oturduğu sandalyenin dibine kadar geldi. “Ayrıca bak burada yenisin, bu bir duyulursa hiç iyi olmaz senin için. Polisiydi, başhekimiydi...” Elini önce Aysun’un omuzuna attı, sonra yanağına götürdü. “Bak ne güzel kızsın, ne yapacaksın öyle muzır adamları.” Aysun kafasını geriye çekip bu kıllı örümcekten kurtulmaya çalışırken yanağından bir makas alındı. “Ben şimdilik bu polis-anarşist meselesi aramızda kalsın istiyorum. Bilahare konuşuruz. Tamam mı güzelim?” Bir makas daha. Aysun sandalyesini geriye kaydırarak örümcekten kurtulduğunda kapı hışımla açıldı, içeri yine başhekim girdi. Doktor bir iki adım geriye çekilince, Aysun fırsattan istifade ayağa kalkıp kapıya yöneldi: “İzninizle.” “Unutmayın hemşir’anım, anlattığım gibi.” Aysun bir cevap vermeden kaçar gibi çıktı odadan. *** ... Artık zaman ölçüsü hiç kalmadı. Uyuyor, uyanıyor, Aysun’a kızıyor, affediyor... Sonuç hep aynı: Karşılıklı demir parmaklıkların arasında üç tane sarı ampul. Tuvalete çıkarken gelip kapıyı açan nöbetçiler bir iki kısa küfür dışında hiç cevap vermiyorlar. Ne kadar zaman geçti? Neden gözaltına aldılar? Niye bekletiyorlar? Daha ne kadar tutacaklar? Sır. 240 ... Voltalıyor. Sonra ceketini katlayarak yaptığı yastığına yaslanıp ampulleri seyrediyor. Sonra kalkıp tekrar voltalıyor. Lap lup, lap lup. Neden böyle olmuştu? Nasıl olmuştu da 40’ına merdiven dayamış, 12 Eylül hapishanelerini görmüş Faruk, bu çocuk denilebilecek kıza kapılmıştı? Buraya neden gelmişti? Bu soru tehlikeli. Bugün sormazlarsa, yarın, olmadı öbür gün sorguya aldıklarında bunu soracaklar. ... Çıkarsa ne olacak? Eninde sonunda bu macera bitecek. İzmir’e dönmek çok itici. Çok boğucu. Bugüne kadar çok bile dayandı. Sabırtaşı mübarek. Tımarhaneden farksız o ev, artık bir korunak olarak bile ilgisini çekmiyor. Ne yapmalı? Ne etmeli? ... Ampuller, hep ampuller... Aysun’un kartopu gibi elleri, muhtemelen soğukturlar, hep üşüyorlardır. Uyuyamıyor. Yorulup uyusun diye hantal ayakkabıları çıkarıp hızlı hızlı voltalıyor, aynı. Uykusu gelmiyor. Büyük bir vazife aşkıyla, hiç titremeden yanan resmi ampüller. Ne zaman gelecekler? Başka gözaltına alınan da yok ki konuşsun, herhangi bir haber alsın. Saat kaç, dışarıda yağmur mu yağıyor, rüzgar mı esiyor, ne? ... Tekrar İzmir... Tekrar ev... Hapishanede ziyaretine geldiklerinde babasıyla yaptığı o kavgadan beridir, “ev” ile arası yoktu. Nasıl olsun, ihtiyar adam İzmir’e döndükten bir ay son- 241 ra şeker komasından ölmüştü. Faruk kavgada haklı olduğunu düşünse de, ileri gittiğini biliyordu. O gün görüş kabininde, “içeri” ile “dışarı”nın sınırı olan demir levhanın küçük küçük deliklerinin arasından, yapılan eziyetleri, işkenceleri, dayakları anlatmaktaydı ki, babası sözünü kesmiş, “Müstahaksınız buna siz! Az bile yapmışlar.” demişti. Akabinde karşılıklı bağırışmalar, suçlamalar... “Ölmemizi istiyorsun, ölmemi istiyorsun!” diye bağırmıştı Faruk. “Sana inat ölmeyeceğim, çıkıp karşına dikileceğim! Sen de bunlar gibisin. Katil, işkenceci! Alçak!” Ve bunun hemen ardından jandarmalar kabini basmış, onu dipçiklerin refakatiyle dışarı çıkarmışlardı. Faruk bugün de haklı olduğunu düşünüyordu. Ama kantarın topuzunu kaçırdığı da aşikardı. İşin fenası annesi de bunu biliyordu. Hatta açıktan, dosdoğru Faruk’u sorumlu tutuyordu kocasının ölümünden. Tekrar İzmir ha!.. Asla, bu şartlar altında bile asla. Beyin öğütücülüğünde 12 Eylül hapishanelerini bile kıskandıracak o kapana geri dönmek... Olur şey değil. Şimdi, tam şurada, şu vakit kavramının yokolduğu sarı-karanlık, demir-parmaklık hücrede, ne zaman geleceği meçhul, gelemeyesice sorgucuları beklerken dahi kendini daha sağlıklı, daha kuvvetli hissediyordu. En azından burada bir “Faruk”tu, orada bir “hiç”, bir “katil”. Ölümüne sebep olduğu babasından kalan malı mülkü, parayı yiyerek, dalkavuk, asalak bir sümüklüböcek gibi yaşamaktan, birbirinden boş geçen gün- 242 leri saymaktansa, kendi istekleri ve fiili sonucu gelip tıkıldığı bu delikte sayamamak yeğdir. Evladır. Öyle değil midir? ... Lap lup... Lap lup... Ne kadar oldu? Tamam kabul, saatini vermesinler, dakikalar saatler onların olsun. Günleri söylesinler bari... Ondan da vazgeçtik haftaları... “Yarım hafta oldu sen geleli, üçte iki hafta daha buradasın!” İşte, ne güzel bir cevap olurdu bu. Buçuklu haftaların kim tutabilir ki hesabını. Amaç soyutlamaksa bir uyku sonra yine kaçıp gider zamanın sicimi. Bir kerecik desinler bunu yeter ki. *** Aysun kulak tırmalayan sese son vermek için tabanını kaldırıp ayakkabısının altına kaçan çakıl taşını çıkardı, attı. Taş, yeni yapılan gıcır gıcır Emniyet Müdürlüğü binasının, gıcır gıcır giriş merdivenlerinden aşağı yuvarlandı, kız tırmanmaya devam etti. Ardında Hamiyet ve Emre ile... “Bekle,” dedi Hamiyet. “Acele etme!” “Ya tamam, gerisini ben hallederim, siz gelmeyin artık!” “Olmaz öyle şey, geleceğim ben de.” Önde Aysun, arkada ötekiler kapıya geldiklerinde karşılarında bir nöbetçi buldular: “Ne istiyordunuz?” “Bir arkadaşımız gözaltına alınmış, onun durumunu soracaktık.” 243 Nöbetçi, ikisi beyaz üniformalı bu tuhaf üçlüye bir göz attıktan sonra çekildi: “Sağ tarafta nöbetçi amirin odası var, oraya sorun.” Nöbetçi amir, Aysun’u dinledikten sonra daha amir tavırlı birini çağırdı. Orta yaşlı bu adam, Aysun’u üst katlarda bir yere çıkarırken, peşlerinden gelmek isteyen Hamiyet’i merdivenlerde durdurdu: “Siz dışarıda bekleyin!” “Neden? Nereye götürüyorsunuz arkadaşımı?” “Dışarı dedim!” Hamiyet, “Birşey yapmadı o!” diye yarı ağlamaklı, yüksek perdeden bağırınca, adam o ana kadar ağzını açmayan, basamakların dibinde dikilen Emre’ye dönerek parmağını salladı: “Çıkarın onu, yoksa biz atarız.” Emre yatıştırmaya çalışadursun, Hamiyet kaldığı yerden devam ediyordu yaygaraya: “Arkadaşının durumunu sormak suç mu?” Yaşlı polisin bir işaretiyle, dört beş kişi Emre ve Hamiyet’i yaka paça binadan çıkardılar. Emre’nin “İtmesene kardeşim, çıkıyoruz,” sözüne tokatla karşılık veren bir sivil polis, onu binanın çevresini saran çakıl taşı denizine doğru savurdu: “Siktirin gidin lan!” Delikanlı yerden kalkıp basamaklara çökmüş ağlayan Hamiyet’i teselli etmeye giderken yukarıdan az önceki nöbetçinin kafası belirdi. “Orada duramazsınız, uzaklaşın!” 244 “Nereye gidelim, arkadaşımız içeride kaldı.” “Uzaklaşın diyorum. Yasak!” Hamiyet’in koluna girip kaldırdı. İki beyaz önlüklü, bir iki adım ilerlediler. “Yolun karşısına geçin, orada bekleyin!” “Sen git,” dedi Hamiyet karşıya geçerlerken. “Laboratuarda kimse kalmadı, başhekim duyarsa kötü olur. Sen git, ben beklerim.” “Sen de gel, Aysun nasıl olsa gelir çıkınca.” “Hayır hayır, ben bekleyeceğim.” Emre gider gitmez yağmur başladı. Sağanak. Hamiyet çöktüğü kaldırımda iyice büzüştü. Şehrin hafif dışında kalan Emniyet Müdürlüğü’nün çevresinde herhangi bir bina olmadığı gibi, ağaç, durak gibi yağmurdan korunacak birşey de yoktu. Sadece bir yol, 4-5 katlı bina ve yağmur. Hamiyet yağmurun altında uzunca bir süre bekledi. Her tarafı ıslandı. Zaten üşüyordu. Aysun’un polise gideceğini söylemesinin ardından ceket-manto giymeden fırlamıştı arkadaşının arkasından. Islandı da ıslandı. Karşıdaki nöbetçi, binanın girişine sığınmış bir eli boynuna asılı silahta volta atıyordu. Aysun ortalarda yok. Yağmur dindi. Hamiyet ayağa kalktı. O da ileri geri yürümeye başladı. Uzunca bir gidişin gelişinde yolun karşısından kendisine doğru gelen Aysun’u gördü. Sarıldılar. “Islanmışsın, niye gitmedin?” “Ne oldu? Ne yaptılar? Ne dediler?” 245 “Dur, dur... Merak etme. Faruk’u sordular ben de anlattım işte. İzmir’den, kurstan tanıdığımı, beni ziyarete geldiğini, falan filan... Anlatırım hepsini. Gel dönelim, üstünü değiştirelim. Hasta olacaksın.” *** Bir, iki, üç, dört, dört-buçuk, geri. Buradan çıkarsa ne yapmalı? Sahiden Aysun’un yanına mı gitmeli tekrar? Bu debelenmeleri kimseye bir şey kazandırmayacak ki. Kızcağızın zaten başını kaşıyacak hali yok. ...üç, dört, dört-buçuk, geri. Evinden uzakta, Ailesine dargın, yaşamaya, kendi ayaklarının üstünde durmaya çalışıyor. Karnı tok, sırtı pek Faruk, asalak, sümüklüböcek Faruk, İzmir’de aşk rüyaları görürken Aysun burada, bir başına hayat mücadelesi veriyor. ...dört-buçuk, geri. Ayakları üşüyen Faruk yalınayak voltalamayı kesti, beton yatağına oturup bağcıksız halleriyle Viking gemilerini andıran botlarını giydi. Esasen tüm bunlar Faruk’un yemiş olduğu bir halt. Kurs bittiğinde kızın kanına giren, kendi cesaret edemediği şeyleri telkin eden, Florance Nightingale’den, hemşireliğin kutsallığından, halka hizmetten dem vurarak “yararlı” birşeyler yapmasını buyuran bizzat kendisiydi. Yoksa belki şimdi ikisi de burada olmayacak; Aysun, kızını hep dizi dibinde görmek isteyen babası ile feryat figan kavga etmeyecek, kapıyı çarpıp gitmeyecekti. Kimbilir, belki (adı batası) Kenan’ı ile arası açılmayacak, tutturdukları ahenk içinde devam edecekler, böylece çok daha mutlu olacaktı. Belki. Faruk bu düşünceyle dayanamayıp yerin- 246 den fırladı, tekrar gezinmeye başladı: Lap lup, lap lup, lup-buçuk, geri... ... Tuvaletten dönerken kapıyı kapatan polise bilmemkaçıncı defadır sorduğu soruyu yineledi: “Niye bekletiyorsunuz?” “Konuşma lan!” “Ne zaman...” “Zamanı gelince!” Hayır, hayır. Aysun gidecekti. Ne olursa olsun gidecekti. Faruk’un yaptığı yalnızca kızın kararının doğru olduğunu göstererek vicdanını rahatlatmaktı. Zaten Faruk’un aşık olduğu kız giderdi. O Aysun’da, kendinde bulamadığı enerjiyi, azmi, gözükaralığı görmüş kara kaşının kara gözünün yanında esas buna tutulmuştu. Bu olur olmaz herşeye gülen, kahkahalarını bir kılıç gibi savurarak çoğu zaman Faruk’u lime lime eden kız çocuğu, bu konuşulan konu ciddileşince ya konuyu ya konuşanı değiştiren yaramaz, aslında en az kendisi kadar olgun ve ağır başlı olabiliyordu. Bunu görmek için maskenin altına bakmak gerekliydi ve Faruk oldum olası oraya bakardı. ... Parmaklıklar. Yerden tavana dek uzanan 22 uzun, siyah demir. Boyası dökülmüş tavan. Aysun ile bağdaştıramadığı tek husus: Kenan. Bu nasıl bir mahluktur ki hem tiksinilmek için ne lazımsa yapsın, hem de inatla sevilsin? 247 Koridor, ampüller, koyu sarı duvar. Duvardaki lekelerin arasına belli belirsiz kazınmış kelimeler: ADANALI SELİM, 12 MAYIS 84... Faruk güldü yattığı yerden. Ne olacaktı, kendisini mi sevecekti? Bir genç kız ne ister? Tabii ki gülmek, kalbini neşeyle doldurmak, her mevsim baharı yaşamak ister. DÜMBELEK HAYRİ... Dümbelek Faruk güler mi, eğlenir mi? Hayır. Başka? Enerji ister, coşku ister, dürüstlük ister. Faruk: Hımbıl! Dürüst mü? Yalancı değil ama geçmişine dair anlatması gereken o kadar şey var ki. Faruk’un verebileceği emek, sevgi ve şefkat ile de bu devirde ancak kedi beslenebilir. KORKMA KARIŞMA KONUŞMA... Kabul, Kenan da pek dürüst ve güvenilir değil; ancak heyecanlı, şenlikli ve pozitif bir hıyar olması, bihaber olduğu bu savaşı kazanması için yeterli. Yaşasın Kenan! Puu, kahrolsun dümbelek, hımbıl Faruk! ... Aysun, Aysun, Aysun... Bitince kulakta melodisi kalan bir şarkı gibi bu isim. Sade, gösterişsiz, ancak müptela edici. Söyledikçe söyleyesi geliyor insanın. Hele bir de sesini duysanız. Bir kır manzarasının ortasında aceleyle akan su gibidir. Gürültücüdür, yaygaracıdır ama kızamazsınız. Ortama o kadar yakışır ki yokluğunda oluşan sessizliği sevmez olursunuz. ... Faruk bir voltalamayı daha yeni bitirip uzanmıştı ki koridorun bir taraflarından ayak sesleri geldi. Kulakları sağır edercesine patlayan sürgüler, açılan ka- 248 pılar. Geliyorlar! Başka kimse olmadığına göre ya birini getiriyorlar, ya onun için geliyorlar. Geldiler. Gözlerini bağlayıp çıkarıyorlar merdivenlerden, koridorlar, odalar, telsiz-telefon sesleri, telaş. Bir sandalyeye oturtuyorlar sonunda. Gözlerini açıyorlar: Canı yakacak bir aydınlık: Bir masa, masanın arkasındaki sandalyede oturan kot montlu, tıknaz bir herif ve ışık, saf güneş ışığı. Başka birşey yok odada. “Faruk Altundağ,” diye elindeki kağıtlardan okuyor polis. Kendisinden genç olmalı. İki elinde de kocaman birer tane yüzük var. Ana adı, baba adı, sayıp döküyor. “81’de yakalanmışsın. 83’te davanız sonuçlanmış, 9 yıl ceza almış, ancak 87’de tahliye olmuşsun. Doğru mu?” “Öyle.” Adam kağıtları bir kenara bırakıp sandalyeden kalktı. Faruk’la arasında bir metre kalacak şekilde öne doğru gelip masaya oturdu. “Burda ne yapıyorsun? Niçin geldin?” “...” “Sizinkilerin hepsi dağılmış, dergi bile çıkarmıyorlar. Sen şimdi hangi fraksiyona girdin?” “...” “Toparlanma faaliyetleri için mi geldin?” “...” İşler sarpa sarıyordu. Faruk’u, Faruk’un aldığından daha ciddiye almışlar anlaşılan... Birşeyler düşünmeli... Niçin geldi: Aysun için, Aysun’un sesi, beyaz elleri için geldi. Hayır hayır, konsantre olmalı. 249 Buraya konstantre olmalı. Aysun’un ismine, kır manzarasında akan suya değil. Hemen önündeki adamın elinin tersiyle savurduğu ani bir tokat gereken konsantrasyonu sağladı. O ana kadar varlığını farketmediği, hemen arkasındaki üçüncü biri onu tutup düzeltmese, yere kapaklanacaktı. Faruk merak edip bakmaya çalışırken aynı kişiye ait eller hiç zorlanmadan kafasını tutup soru sorana çevirdi. “Ne bok yemeye geldin lan buraya? Kimlerle buluştun?” Aynı usulde bir tokat daha yedi Faruk. Adamın parmağındaki iri yüzük sağ şakağını boydan boya çizdi. Canı yandı. “İbne!” “...” “Ulan, oruçlu oruçlu küfür ettireceksin bana.” Bir tokat daha. Arkadaki adam yine tam zamanında yetişip tuttu. Bu tantana genç polis yorulana kadar böyle devam etti. Sonra adam Faruk’u odada bırakıp hışımla dışarı, koridora çıktı. Arkasındaki adam Faruk’un gözlerini bağlayıp diğerinin açık bıraktığı kapıyı kapatana kadar öfkeli bir iki cümle duyulabildi: “Bunun için mi çağırdınız... bir bok olmaz bunlardan... önce faks isteyin bir dahaki sefere...” On dakika kadar sonra kapı açıldı, apar topar getirdikleri gibi aşağıya indirdiler. *** 250 Aysun binbir güçlükle minibüsten indi. Koca bir patoloji nöbetiyle beraber 30 küsür saatlik “işgünü”nü, kahve fincanlarını, morg kadar soğuk hemşire odasını, hasta çocukların ağlamalarını ardında bıraktıktan sonra eve dönüyordu, mecalsiz. Gergin bir geceydi. Doktor Necdet de gece onunla nöbete kalmış, ancak korktuğunun aksine Aysun’u hiç rahatsız etmemişti. Bütün gece çalışıp öğleden sonra bir buçuk saat kadar ancak uyuyabilen adam, üstelik bu gece de kalacaktı. Aysun sokağın başındaki kulübenin önünden geçerken yavaşladı. Aramayacak! Kendi kendine güldü: İnadın anlamı yok. Nasıl olsa dayanamayıp arayacak. Artık bir refleks halini alan hareketlerle ahizeyi omuzuyla başı arasına sıkıştırıp jetonu yuvarladı. Yandan hafifçe vurup jetonun yerine oturmasını sağladıktan sonra, numaraları çevirdi. Telefon çaldı da çaldı, gene açan yok. Buruk bir tebessümle ahizeyi yerine koyduğunda jeton bildik şangırtısıyla düştü, Aysun’un gözünden gene bir damla yaş kopardı. Kulübeden çıkıp sakince eve yollandı. Kenan’ı düşünmek, ona kızmak istedi, ağlamak istedi. Fakat o kadar yorgun ki... Faruk için endişelenmek istedi. O da olmadı. Turşu gibi hissediyordu kendini. Bomboş bir kafayla, su üzerinde yüzer gibi eve vardı. Kızlardan ikisi televizyon seyrediyor. Biri de mutfakta iftar hazırlığı derdinde. 251 “Bir anten almamız lazım,” dedi, karıncalı görüntüyü bir takım düğmeleri çevirerek düzeltmeye çalışan kız. “Bu uyduruk şeyle 2. kanal çekmiyor.” “Ne izliyorsunuz?” diye ancak sorabildi Aysun. Diğer kız, “Marianna başlayacak şimdi,” dedi. “Ester, Luis Alberto’yu, ‘hamileyim’ deyip kandırdı dün.” “Yılan!” dedi öteki. Sonra Aysun’a dönüp ekledi: “Renkli de almamız şart artık.” Öğretmen olan arkadaşları mutfaktan yetişti: “Ne televizyonu, ne anteni? Kömür bitiyor, kömüüür.” Diğer iki kız anlaşmışçasına, aynı anda bu otoriteye dil çıkardılar. Öğretmen kızdı, tam ters birşey söyleyecekken Aysun, huyları gibi görünüşleri de birbirine benzeyen iki kızı kucaklayıp kanatlarının arasına aldı. “Kızma yavrularıma ablası.” Biraz daha oyalandıktan sonra, Aysun “yavru”larını televizyonla baş başa bırakarak odasına geçti, üzerini değiştirip şöyle bir uzandı alt ranzaya. Soğuk. Babasının dediklerine uysaydı şimdi... Esnedi. ‘Çalışmak için okudum’ demeyip evinde “ahlak”ıyla otursaydı şayet... Şimdi böyle nöbetlere falan kalmayacak, gece yatarken üşümeyecek, kömür bitecek diye endişelenmeyecek... Bir daha esnedi. Kendi çocuğunkinden başka çocuk ağlaması duymayacak... Gözleri kapalı halde bir kez daha esnedi. Hiç bu kadar yorulmayacak, fakat tam da bu yüzden, emek vermediğinden, böylesine huzurlu gerinemeyecek, yastığından bu tadı alamayacaktı. 252 *** Sarı, muzaffer ampüller. ‘Voltalamaya, boşluğa alışıyorum,’ diyordu ki, paldır küldür gürültülerle yeniden geldiler. Tekrar gözbandı, tekrar merdivenler, tekrar aynı oda. Bu kez biri orta yaşın üzerinde dört sivil polis var tepesinde. Bu ihtiyar ile bir başkası onun tepesinde dikilirken diğer ikisi pencere kenarında bekleşiyorlar. Karışmaz, ‘bitse de gitsek’ der bir halleri var. ... Beş-on dakikadır yoldalar, daha kentin griliğini yeni gördüler. Demek şehir dışındaymış emniyetin binası. Her neyse, az kaldı. Diğerlerinin şefi olduğu anlaşılan ihtiyar, Faruk’un bir alacak meselesi yüzünden geldiği yalanına pek inanmış görünmese de, yanındaki izbandutlara gözaltına alındığı yere götürüp bırakılmasını emretmişti. Oldukça şaşırtıcı bir sonuç bu. Günlerce bekledikten sonra iki tokat ve kötü bir palavra ile yakayı sıyırmak... Çok ucuza geldi. Bedava yahu. Merkeze gelirken trafik yoğunlaştı. İnsanlar geçiyor, sağdan soldan. Atkılara, şapkalara sarınmışlar. Az kaldı, az. “Ben, burada insem de olur.” “Olmaz, komiserim alındığın yere bırakılmanı söyledi.” Şimdi ne yapmalı? Aysun kendisine tavır aldığını o yüzden çekip gittiğini zannediyordur. Bir koşu gi- 253 dip Aysun’u bulmalı. Burada kızın da başına daha fazla dert açmadan ne diyecekse demeli, sonra da çekip gitmeli. Uzadıkça uzadı zaten. Arap saçına döndü. Başı belli, sonu belli bir konuşma için düştüğü hallere bak. Yağmur başladı, kaldırımlardakiler koşuşturuyor, silecekler çalışıyor. Telsizden gelen yüzlerce anonstan bir tanesi şoförün ilgisini çekiyor, Türkçe, ama tek kelimesi bile anlaşılmayan birşeyler söylüyor cevaben. Bir müddet daha ağır ağır gittikten sonra şoför yanındakiyle göz göze gelip arkaya döndü: “Çok trafik var, otel şurada, ilerde. Sen istersen in, biz de dönelim.” Dünden razı Faruk, kapı tarafındaki polisin inip yol vermesiyle kendini beyaz renkli RenaultToros’tan dışarı attı. Yağmur... Açık hava... Beyaz Toros, tıkalı trafiği iyice allak bullak eden, pervasız bir U dönüşüyle gerisin geri gidiyor. Bitti mi şimdi? Bitti! Saat daha dört. Aysun’un paydosuna 2 saat var. Bir yerlerde vakit öldürmeli. Faruk rastgele bir yöne doğru yürümeye başladı. Bir lokanta bulup birşeyler yese fena olmaz. Burada insan aradığını hiç bulamıyor. İlk gün otel bulamamıştı, şimdi de lokanta. Berber var, mağazalar var, koca koca işhanları, alışveriş merkezleri var... Yeni moda süpermarketler, gazete bayileri... Gazete bayiini birkaç adım geçmişti ki, zınk diye durup geri döndü: Acaba bugün ayın kaçı? Bu ani haraketiyle hemen arkasından gelen yaşlı bir 254 teyzeye çarpıp savurdu. Kadın gitti birine daha çarptı. Hemen koşup özürler diledi Faruk. Teyze güldü, “Aşık mısın oğlum?” dedi. Yakındaki birkaç kişi de güldü bu lafa. Gazete bayiinin sahibi, teyzenin çarptığı adam bir de biraz geride onları seyreden bej montlu başka bir adam yaşlı bir kadını itip kakan serseriyi affetmez görünüyorlardı. Faruk özür dileye dileye bir gazeteye doğru eğildi. Tarihe baktı: Kaç Nisan? 21! Bir hafta geçirmişti demek içerde. Şaşkın şaşkın yoluna devam edip bir lokanta buldu. Yemek yedi. Çıkarken ne tarafa gideceğine karar veremedi. Önce sola, geldiği yöne doğru iki adım atmıştı, sonra herzamanki gibi karar değiştirip geri döndü. O sırada lokantanın karşısındaki bir mağazadan çıkan biri ilişti gözüne. Bir yerlerden tanıdık. Göz göze geldiler: Az önce, teyzeye çarptığında gördüğü bej montlu adam. Faruk bir köşe başına geldiğinde hafif dışardan dönüp omuz üstünden bir bakış fırlattı: Adam orada, geliyor. Önce panikledi. Hızlandı. Belki de tesadüftür, bir adam o yoldan geliyorsa minibüslere gitmek için bu yokuşu kullanacaktır. Mağazaya da birşey almak için girmiştir. Emin olmak gerek... Sakin olmak gerek... Faruk minibüslere doğru inerken sağlı sollu sokakları göz ucuyla taradı. Yeteri kadar uzun ve tenha birini arıyordu. Hemen sağdaki çok uygun: İlerde bir-iki çocuk top oynuyor sadece. Yanlarına geldiğinde ani bir hareketle topu kaptı. Çığlıklar, patırtılar eşliğinde peşine düştü çocuklar, yakaladılar, acemi 255 çalımlar atarken geri dönüp baktı: Adam sokakta. Çocuklar topu geri aldılar, Faruk yollandı. Evet, adam peşinde. Bu yüzden bıraktılar öyle kolayca. Hay Allah! Şimdi ne olacak, bu halde Aysun’a da gidemez. Atlatmalı. Üstelik öyle bir atlatmalı ki, peşindekine durumu farkettiğini de hissettirmemeli. Yoksa bir anons ile başına üşüşürler, soluğu yine o sarı ampullerin altında alır. Bütün bunlara değse, dişe dokunur bir faaliyeti olsa gam yemeyecek. Bütün bunlar aptal, umutsuz bir aşk hikayesi. Ona kim inanır? Faruk tenha ve uzun sokağın ucuna geldiğinde mecburen döndü. Yokuş aşağı duraklara. Bir kere buraya yönelmişti artık. Bir minibüse binmezse takipçi huylanır. Belki ara sokaklara saptığından da huylanmıştır ya, neyse. Duraktan otogar minibüslerine bindi. Beklediği üzere peşindeki onunla değil, muhtemelen başka bir araçla gelecekti. Otogarda indi, dört beş yazıhaneye uğradı, bilet sordu, saat sordu, oyalandı. Aklına hemen atlayıp buradan gitmek gelmiyor değildi. Ama yapmadı. Buraya Aysun ile konuşmaya gelmişti ve ne olursa olsun, bu akşam şu aptal konuşmayı yapacaktı. Hemen buluşur buluşmaz lafa girecek, bir buçuk yıldır içine attığı şeyleri dökecek, sonra da basıp gidecekti. Otogar turunu bitirince tekrar bir minibüs ile geri döndü. Biraz dolaştı: Peşindeki adam yok. Bu kadar kolay atlatamayacağına göre diğerinin yıprandığını düşünüyorlardı demek. Bakalım yenisi kim? Faruk karşı yönden bitirim adımlarla gelen bir delikanlıyı gözüne kestirdi. Tam yan yana geldiklerin- 256 de delikanlıya omuzu yapıştırdı. Çarpışmanın etkisiyle ikisi de “hafifçe” savruldular. Öyle ki Faruk’un geriye doğru dönmesi için ayrıca bir çaba sarfetmesi gerekmedi. Birkaç saniye olduğu yerden şaşkınlıkla saldırgana bakan altı karışlık bitirim, aniden atılarak Faruk’un yakasına yapıştı. Yukarı doğru zıplayarak bağırdı: “Önüne baksana lan denyo!” “Pardon, pardon.” Bir yandan özür dilerken, bir yandan da pire gibi zıplayıp duran hasmının üzerinden, ona bakanları görmeye çalışıyordu Faruk. Olayı görecek kadar yakındakileri es geçip, altmış-yetmiş metre geriden bakan dikkatli gözleri saydı: Top sakallı, gri montlu bir adam, kahverengi ceketli, beyaz gömlekli, ancak kravatsız bir adam... Önünde zıplayıp suratının hizasına gelince bağıran öfkeli delikanlı: “Yakarım ulan, yakarım ulan!” Çekilsene şuradan be boy fukarası! ...Yine arkalardan ihtiyar bir adam, başörtülü bir kadın, sarışın bir kız... Çevredekiler Faruk’u elinden zor alırlarken delikanlı tükürükler saçarak küfrediyordu. Omuz atma işini biraz abartmıştı galiba, kendisininki de sızlıyordu çok kötü. Neyse ki sonunda bastıbacak sakinleşti, debelenme sırasında oradan buradan dışarı fırlayan kazağını şalvarı andıran kot pantolonunun içine tıkıştırdı, kemerini sıktı. Söylene söylene uzaklaştı. Saat beş buçuğa geliyor. Bir çare bulmalı. Önce biri hâlâ peşinde mi değil mi öğrenmeli. Bir alışveriş merkezinden içeri girdi. Burası genelde, ayakkabı ve giyecek mağazalarıyla dolu dört katlı bir bina. Ortasındaki boşluğu balkon gibi çevreleyen bu dört kat 257 iki yerde merdivenlerle birbirine bağlanıyor. Pek fazla bir kalabalık yok. Tek giriş burası. Aysun’a yetişemeyecek, acele etmeli. Hızlı adımlarla binanın öbür tarafındaki merdivene yöneldi. İlk geldiği akşam söyleseydi söyleyeceğini, şimdi bunlarla uğraşıyor olmazdı. Bir kat tırmandı: Yeterince tenha değil. Bir kata daha tırmandı. Dev bir elips oluşturan parmaklıkların kenarından ağır ağır ilerlemeye başladı, yürüdü yürüdü. Çıktığı merdivenler artık 2. katın diğer yakasında kaldığında kafasını çevirmeden, gözleriyle karşı tarafın iki katında geçenleri incelemeye koyuldu. İki genç kız merdivenlerden çıkıyor, ellerinde poşetler. Karşı yakadan gelen iki kadın daha... Üç-dört liseli, şakalaşıyorlar. Sırt çantalı bir genç. Biraz daha ilerledi, yarım turu geçti parmaklıkların etrafında. Sigara yakan bir herif, dükkanlardan birinin kapısında dikilen bir kız ile konuşuyor. Merdivenler önünde, az sonra tam bir tur atmış olacak. Sarmaş dolaş bir çift. Ve alt katın parmaklıklarından belli belirsiz bir hareketle ona bakan bir çift göz: Kahverengi takım elbiseli, kravatsız adam, elinde de bir çanta. Az önce dışarıda gördüklerinden biri. Faruk adamını görünce ani bir refleksle parmaklıklardan ayrıldı ve hemen kendine kızdı: Aptallık. Anladığının anlaşılmaması gerek. Ağır hareketlerle vitrinleri incelemeye koyuldu. Yeteri kadar oyalanırsa, adam birazdan onun çıktığı merdivenlerden çıkacak. Aynı yönde ilerlerlerse Faruk bir sonraki merdivene geldiğinde adam iki merdiven arasında kalmış olacak. O zaman seri bir şekilde (koşmadan) inip sıvışabilir. Ama adam ilerlemez, merdiven ba- 258 şında beklerse kötü. Alt katta beklerse daha da kötü. Bir cinlik düşünmeli. Faruk önünde dikildiği mağazadan içeri daldı: Bayan hazır giyim mağazası. Hediye alacağını söyleyerek bir kazak çıkarttı. Aysun’a olur mu acaba? Yan gözle de ilerdeki merdivenleri dikizliyordu içerden. Tezgahtar kızın eli çabuk, istediği bedeni de şipşak çıkarttı. Adam yok. “Yakası daha büyük olanlardan var mıydı?” Var. Takipçi gelmiyor. Nasıl olsa iki merdiven var, birinden ineceğini düşünüyor. Niye gelsin yukarı? Faruk alışverişi uzattıkça uzattı, kazaktan vazgeçti, eteklere baktı. Ondan vazgeçti kot pantolonları serdirdi. Gömlekler, hırkalar... Mağazada ne varsa en az bir kere yerinden oynadı. Bir yandan da iki merdiveni de kolluyor, siniri bozulan, avını kaçırdığını zanneden polisin endişeyle gelmesini bekliyordu. Kasada duran diğer kız baktı iş bitecek gibi değil, Faruk içeri girerken kıstığı radyonun sesini yeniden açtı. Neşeli, yabancı bir şarkı içeriyi doldurdu: “In every life we have some trouble When you worry you make it double” Tekrar etekler, gömlekler... Biraz daha açık rengi, biraz daha uzunu... Şu pantolonla gider miydi acaba? Faruk değme kadınlara taş çıkartıyordu alışverişte. “Don't worry, be happy.” Yahu şu kazaklara bir kere daha bakmalı. Pembe olanının altına şu renk bir de pantolon giyse Aysun... Ne yakışır ama... 259 “Ain't got not cash, ain't got no style, ain't got no gal to make you smile. Don't worry, be happy.” İşin doğrusu bu baktıklarının hepsi de Aysun’a çok yakışırdı. Tanrım bluzlar, bluzlar!.. Nasıl da görmedi? İçerde geçirdiği zaman bir saati buluyordu ki takipçinin hafif kel kafası merdivenlerde görüldü. “Don’t worry, be happy Don’t worry, be happy now.” “Tamam tamam, bu olsun.” diyerek rastgele bir kazağı uzattı tezgahtar kıza. Şaşkın kıza hediye paketi yaptırırken çantalı takipçinin sinirli tavırlarla etrafına bakındığını gördü. Paket bittiğinde adam vitrinlerden içeri baka baka o tarafa geliyordu. “Sevgili müzikseverler, Pop Saati’nde şimdi de UB40’den dinliyoruz: Red Red Wine.” Faruk parayı ödedi, mağazadan fırladı, doğruca adamın üstüne doğru yürüdü. Gözünün ucuyla bile bakmadan yanından geçip polisin çıktığı merdivenlere gitti. Oldukça seri bir şekilde basamaklardan aşağı kıvrılırken yukarı baktı: Adam diğer taraftaki merdivenlere doğru koşturuyordu. Zemin kata geldiğinde diğeri daha yeni başlamıştı inmeye. Üstelik, bulunduğu yerden girişe kadar olan bölge de yukarıdan görülemezdi. Şansa bak! Faruk kör noktada olmanın güveniyle alışveriş merkezinin çıkışına kadar düpedüz koştu. Yağmur başlamış tekrar. 260 Hastaneye vardığında Aysun neredeyse çıkıyordu. Minibüse binmenin tehlikeli olacağını düşündüğünden şehirden kampüse kadar yağmur altında yürümüş, nasıl gideceğini bilmediğinden de yolu hayli uzatıp sırılsıklam olmuştu. Her tarafından şıpır şıpır sular akıtarak taa laboratuarın içine kadar girip kızın karşısına dikildi. Beklediğinin aksine, Aysun şaşırmamıştı. “Bıraktılar mı seni?” dedi kız sakince. Faruk bir süre sustuktan sonra, “Bir yanlışlık olmuş,” diye geveledi. “Geç oldu ama anladılar.” “Ne yanlışlığı?” “Yanlışlık işte, boşver.” “Yaa,” dedi Aysun, tek kaşı yukarıda. “Hepsi bu ha?” “...” “Buraya n’oldu?” Aysun Faruk’un yanağındaki çiziğe dokundu parmağıyla. “Temizlemek lazım.” Aysun laboratuardan çıktı, beş dakika sonra elinde tentürdiyot ve pamukla döndü. “Hasta”nın itirazlarına aldırmadan yarayı temizledi. İftardan sonra, okulun kantininde buluşmak üzere sözleştiler. Mağazadan aldığı poşeti çaktırmadan bir köşeye bıraktıktan sonra: “Konuşmamız lazım!” dedi Faruk giderken. “İkimizin konuşması lazım!” Faruk yemekhanede duvar dibinde bir masa bulup tabldot tepsisini bıraktı. Yerleşip, ıslak ceketini kaloriferin üzerine yayıp yemeğini yemeye koyuldu. 261 Bu defa sümsüklük etmeyecek, Aysun’a karşı ne hissediyorsa söyleyecekti. Tamam, onu istemesin, beğenmesin... Ne olursa olsun. Soğumasın diye hemen yemek almayanların dizildiği iftar kuyruğu oluşmuş yine. Zaten sevgilisinden ayrılmasını isteyeceği yok. Tek istediği bu durumu onun da bilmesi. Masalarda bekleşenler... Birazdan kalkıp kaynak yapacaklar. Şimdilik, oturdukları yerden oruç yiyenlere ters ters bakıyorlar. Evet evet, tek çözüm bu. Bu saplantıdan kurtulmanın başka yolu yok. Hemen iki üç masa ilerisinde gözlüklü bir delikanlı kafasını tabağından kaldırıp kaldırıp bakıyor. Kesinkes kurtulması gerek. Bu Aysun saplantısından kesinkes kurtul... İşte, yine kaldırdı kafasını. Ağzındaki lokmayı çiğnerken gözleri Faruk’ta sabit. Bir lokma daha alıyor, bakıyor, bakıyor. Derken tam Faruk işkillenecekken, suratını ekşitiyor, kaşığı, ekmeği bırakıp çantasını karıştırmaya başlıyor: Bir defter. Defteri de karıştırıyor. Ve herkesin duyabileceği bir “Tüh Allah kahretsin!” savuruyor. Yarısı dolu yemek tepsisini bulaşıkhaneye bıraktıktan sonra kantine geçti. Sigara içerken top atıldı, yarım saat kadar sonra da Aysun geldi, Elinde bir bardak çay ile... . “Birşeyler yemek ister misin?” dedi kız. “Yok, yedim ben. Sen otur hele.” Aysun tek kaşını kaldırıp oturdu: “Ne konuşacağız ki?” “Aslında ben buraya bu amaçla geldim, seninle... bende...” 262 Arka taraftan bir ses: “Oo, fıstık! Sen buraya gelir miydin ya?” Aysun kalktı, Faruk’un arkasından gelen başka bir kızla öpüştü. Hızlı hızlı cümlelerle beş dakika kadar konuştular: Ev arkadaşlarından biri anlaşılan. Tam tekrar öpüşüp ayrılırken Aysun ekledi: “E, gelsenize!” Ne diye çağırıyordu şimdi? Her akşam görüşmüyorlar mı zaten? Oturduktan sonra Aysun, arkadaşıyla konuştukları şeylerin kimseyi ilgilendirmeyen detaylarını anlattı bir süre. Faruk sabretti, kız tüm cümlelerini, kelimelerini tüketene dek bekledi. “Sen ne diyordun?” “Bende, diyordum. Bende galiba birşey var.” Ne diyordu? Aysun ile konuşurken konu ne zaman (gelmez ya bir türlü) kendisine, kendisi ile Aysun arasındaki varolan, varolamayacak ilişkiye yaklaşsa, Faruk’un dili dolanır, abuk subuk sözler dökülürdü ağzından. Aysun’a aşkını itiraf etme fikri gerçeğe yaklaştıkça, bu fikirden sarhoş olurdu resmen. “Galiba benim... Galiba bende...” “Ne var sende? Hastalık mı?” Kısa, lıkırdar gibi bir kahkahanın ardından ekledi kız: “AIDS mi oldun yoksa? Şimdi felaket yaygın, çağın vebası diyorlar. Geçen ay seminer verdiler bu konuda fakültede. En çok Afrika’da varmış.” “...” 263 “Ee, ne var sende?” “Bende sana karşı... Birşeyler var.” Aysun’un kaşları havada: “Neler?” “Biz geldiik!” Hah, eksiktiniz zaten! Aysun’un ev arkadaşının da aralarında olduğu üç kız hoplaya zıplaya masanın boş sandalyelerine çöreklendiler. Kalkacaklarmış da, gitmeden uğramak istemişler. Çabuk gitseler bari. Tanıştırma hoş beşini saymaz isek on dakikadır aralıksız konuşuyorlar kendi aralarında. Hani Aysun ev arkadaşlarını sevmiyordu? “Hani bunlarla aran iyi değildi?” diye sordu Faruk kızlar kalkınca. “Bakma, o kadar da kötü değil.” Aysun bir saatine bakıyor, bir etrafına, kantinin kapısına. Sıkıntılı. Faruk’un yarım yamalak lakin yönü belli lafları canını sıkmış olacak. “Hem, onlar gelip buluyor beni. Hastaneye de gelirler bazen. Kovamam ya...” “Sıkıldın mı? Kalkalım istersen.” “Hayır, hayır,” dedi kız. “Böyle iyi, hem birazdan gelir Emre’ler.” “Emre’ler?.. Nereden biliyorlar ki burada olduğunu?” “Söylemiştim kantinde olacağımızı... Otururuz diye.” Faruk’un yemek borusundan, aşağılara doğru koca bir bardak kızgın tereyağı aktı. Bu kadar uğraştığı, bütün gün ıslandığı, kuyruğundaki polislerden kurtulmak için deveye hendek atlattığı bir yana, taa 264 İzmir’den kalkıp gelmesi boşuna: Aysun’un hayatında (adı batası) Kenan beri dursun, şu civelek Hamiyet veya münasebetsiz Emre kadar bile bir yer kaplamıyor. Sadece anlatmaktı istediği. Ne kendisine en az dört kere ayrıldığını söyleyip tekrar barıştığı sevgilisini bırakmasını, ne güzel sözler söylemesini, ne güzel güzel bakmasını bekliyordu, talep bile etmiyordu. “Bugün Kenan’la konuştum,” dedi Aysun. “Kaç gündür arıyordum evini ama açmıyordu. Bugün konuştuk, barıştık. Deliler, dün Boğaziçi köprüsünde içmişler gecenin üçünde.” Kendini ne durumlara sokmuştu böyle? Polisler bile etli butlu biri zannetmiş, peşine takılmışlardı. “Sonra polisler görmüş, bunları kovalamış, hih hi hi.” Polisler... Bütün gün kendisini kovalayan bej ceketlisi veya takım elbiseli, çantalı olanı, şimdi, şu sünepe halini görse, böyle biri için dolanıp durduğuna yanar, kudururdu. “Ne öyle en köşeye saklanmışsınız?” “Saklanmadık yahu, laflıyoruz işte. Emre yok mu?” “Geliyoruz, geliyoruz. Bir arkadaşıyla konuşuyor kapıda. Fakülteye uğrayıp hemen geleceğiz.” Tuhaf şey, büyük bir ilgiyle karşılanmayı beklemiyordu, söyleyeceklerine karşılık Aysun’un havalara zıplamasını, kollarına atılmasını da beklemiyordu. 265 İlan-ı aşkını hoş karşılamasını da beklemiyordu. Ama bu şekilde büsbütün yok sayılmak çok kırıcıydı. Hamiyet tepelerinde belirdiği gibi aniden gitti. Bir süre sustular. Acaba Faruk’un dediklerinden birşey anlaşılmış mıydı? Aysun masanın ortasındaki küllüğü çevirip duruyordu: Öyle görünüyor. Sessizlik hayli uzadıktan sonra Aysun sordu: “Benden ne istiyorsun?” Faruk kantinden içeri giren Hamiyet ile Emre’ye bakarak cevapladı: “Hiçbir şey.” “Baba naaber ya?” diyerek elini uzattı Emre. “Yoktun?” “Yokum!” dedi Faruk gülerek. Eli sıktı. Öteki birşey anlamadı, üstünde de durmadı. “Kızım,” dedi Aysun’a dönüp. “Bir grup keşfettim, çıldıracaksın.” Cebinden bir kaset çıkarıp uzattı. Sonra yarım saat boyunca bu grubun kim olduğunu, eski albümlerini konuşup durdular: Belçikalılarmış. Dışarı çıktıklarında saat dokuza geliyordu. Yağmur azalmış. Kızların şemsiyelerinin altında biraz bekleştikten sonra gelen ilk minibüsle merkeze indiler. Hamiyet’i evine bıraktılar, Aysun’a da sokağının başına kadar eşlik ettiler. Birşey konuşmadan tokalaştılar, ayrıldılar. Sıradan, alelade bir veda... Uzaklaşan, şemsiyeli silüeti bir süre seyretti Faruk. Bu silüet zihnindeki, kalbindeki kıza aitti. Bazen saat çalar, okula veya işe çağırır ama uyanmaz, uyanmak istemez insan. Gözünü açıp gerçek dünya- 266 yı görür, ama dönmek istemez. Faruk da şimdi, öteden beri orada bekleyen gerçeğe dönmekte zorlanıyordu. Aysun ile iki ayrı hikayenin kahramanlarıydılar. Silüet gözden kaybolurken Faruk mırıldandı: “...yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?” “Efendim?” “Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık yahut hiç sevmeseydi Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?” “Tahir kim?” “Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.” Emre’nin şaşkın bakışlarıyla karşılaşan Faruk açıkladı: “Nazım Hikmet’in bir şiiri bu: Tahir ile Zühre meselesi...” “Yaa, öyle mi?.. Kim dedin?” “...” “Babacım gel bende kal istersen bu gece.” “Sağol, varol. Dönüyorum ben.” “İzmir’e mi?” Otogara geldiğinde yağmur dinmişti. Faruk iki sıra halinde uzanan yazıhanelerin kendine yakın olan yakasına doğru yürüdü. “İzmir, İzmir, İzmir, İzmiiiir!” 267 İzmir. Ay parçası, mavi, sıcak şehir. Şüphesiz Ege’nin, Türkiye’nin incisi. Ancak orada bekleyenler o kadar da cazip değil: Bitmeyen hınçlarını ondan çıkarmak için “yolunu gözleyen” annesi ve ablası, varlığından her daim tedirgin yeğeni. Bu üçünün kimi kendi aralarında, kimi onunla girişeceği didişmeler, kavgalar. Hiçbir işe yaramadan, baba mirası yiyerek salyangoz gibi geçireceği yıllar. “İstanbul mu abi? İstanbul mu abi? Abla İstanbul? İstanbul, İstanbul!” İstanbul. Tümden belirsizlik. Tehlike, parasızlık, açlık. Ama o denli ümit... O denli kavga, emek, onur. Hayat! “İstanbul mu abi?” İstanbul bin bela, bin bir musibet, bin bir girdap... İstanbul umut, umman. Şu kır manzarasındaki akarsuyun döküldüğü bir umman. Bu, geldiği gün onu bir roketle Ankara’ya göndermeye çalışan kahya: “İstanbul mu abi?” “Evet İstanbul!” 268 İÇİNDEKİLER 1. Vasiyet 2. Evsahibi 3. Muvazenesiz 4. Mimozalar Adadan 5. Sandalyenin Şahitliği 6. Fanus 7. İki Hikaye 5 33 93 99 113 146 197 269 270 YAR YAYINLARI ROMAN DİZİSİ YAR YAYINLARI BİLİMSEL DİZİ • GERİLLA TANYA–Nadiye R. Çobanoğlu • FİDEL KASTRO KONUŞUYOR–Lee LockwoodF.R.Alleman • DİNLE YANKEE–Wrigth Mils “Tarih Beni Beraat Ettirecektir”–Fidel Cactro • UZUNBURUN DRAMI–Bülent Habora-Adnan Kesici • BAŞMUSAHİP SOKAĞI anıları–Bülent Habora • ŞOFÖR İDRİS–Hikmet Akgül • Türkiye Solunun HAPİSHANE TARİHİ-Şaban Öztürk • ÖLÜMÜN UFKUNDAKİ ZAFER–Yasemin Okuyucu • BİR DİRENİŞ ODAĞI METRİS (Metris Tarihi)– Sinan Kukul • TÜRKİYE PROLETARYASI–A. Şnurov • LEİPZİG DURUŞMASI–E. Ficher • DEVRİM İÇİN SAVAŞMAYANA KOMÜNİST DENMEZ – Fidel Castro • KOLOMBİYA HALK GERİLLASI–Jacobo Arenas • PARTİZAN SAVAŞI–Marx-Engels/Lenin-Stalin • BÖLÜNME ÜZERİNE–V. İ. Lenin • PROLETARYA KÜLTÜRÜ–V. İ. Lenin • PARTİLEŞME SÜRECİ–V. İ. Lenin • MARKSİZM-LENİNİZMİN İLKELERİ - Kuusinen 1. Diyalektik ve Tarihi Materyalizm 2. Kapitalizmin Ekonomi Politiği 3. Uluslararası Komünist Hareketin Teori ve Taktiği 4. Sosyalizm ve Komünizmin Teorisi • FELSEFENİN İLKELERİ–V. Afanasiev • TÜRKİYE HALK KURTULUŞ PARTİ-CEPHESİ YAR YAYINLARI CHE DİZİSİ • ASKERİ YAZILAR–Che Guevara • SAVAŞ ANILARI–Che Guevara • BOLİVYA GÜNLÜĞÜ–Che Guevara • POLİTİK YAZILAR–Che Guevara • SOSYALİZM VE İNSAN–Che Guevara • SAVAŞÇIYA PRATİK ÖNERİLER–Che Guevara • SOSYALİZMİN KURULUŞUNA DOĞRU–Guevara • EKONOMİK YAZILAR–Che Guevara • YAŞAMÖYKÜSÜ\ RÖPORTAJLAR\ MEKTUPLAR–Che Guevara • ŞİİRLER–Che Guevara • CIA, CHE’YE KARŞI–A.Cpull-F.Gonzalez • VIVA CHE (albüm)–Mahir Ulaş Yeşil • BULUT–Barış Sever • IRAK EYLEM GÜNLÜĞÜ (albüm)–Akın Ok • BEN DÜNYAYIM (ŞİİR)–Bülent Habora • SÜT KARDEŞLER–Mahir Ulaş Yeşil • FIRTINADA KAÇKAR ÇIPLAKTI–Asım Gönen • DÜNDEN SONRA YARINDAN ÖNCE–Bülent Habora • LENİN DESTANI–V. Mayakovski • JIMMIE HIGGINS–Upton Sinclair • YAŞADIM DİYEBİLMEK İÇİN–Mitka Grıbçeva • SAMUR KÜRK–Bilgesu Erenus • ÇAĞRI–Bilgesu Erenus • İDAM MAHKUMUNUN SON GÜNÜ–Victor Hugo • ANA–Maksim Gorki • OĞLUMUN HİKAYESİ–Tsano Çonos • SAKİNDİ ORANIN ŞAFAKLARI–Boris Lvoviç Vasilyev • İSYAN–B. Traven • PARTİZAN–Georgi Karaslavov • PARTİZANLAR ÖLMEZ–Grigor Stoiçkov • ÖZGÜRLÜK SAVAŞINDA DÜŞENLER ÖLMEZ–Veselin Andreev • 1941-1944 SİLAHLI MÜCADELESİ–Nikifor Gorenski • SICAK KARLAR–Yuri Bondarev • KIYI–Yuri Bondarev • SORUŞTURMA–Peter Weiss • PARTİZANIN KIZI–Emil Koralov • DARAĞACINDA RÖPORTAJ–Julius Fuçik • HAVANA DURUŞMASI–Enzensberger • KURDU ÖLDÜRMEK İÇİN–Julio Travieso • BAŞ EĞMEYENLER–Boris Gorbatov • BATAKLIK–Paustovski • DARAĞACI – Vasil Bıkov • PARTİ SIRRI–Marko Marçevski • SENİ HALK ADINA ÖLÜME MAHKUM EDİYORUM–M.Grıbçeva • VE ÇELİK BÖYLE SERTLEŞTİ I–N. Ostrovski • VE ÇELİK BÖYLE SERTLEŞTİ II–N. Ostrovski • YARIN BİZİMDİR YOLDAŞLAR–Manuel Tiago • DEMİR TUFANI–A. Serafimoviç • NASIL YAPMALI I–N. G. Çernişevski • NASIL YAPMALI II–N. G. Çernişevski • SABIRSIZLIK ZAMANI I–Yuri Trifonov • SABIRSIZLIK ZAMANI II–Yuri Trifonov • YEDİ ASILMIŞLARIN HİKAYESİ–L. Andreyev İDİL İLKGENÇLİK DİZİSİ: • MİŞKO–Tansu Bele • KÜÇÜK KARINCANIN YİĞİTLİĞİ–Yılmaz Elmas • ÜÇ KEDİ YAVRUSU–A. Çehov