Şule Yayınları Doğu Klasikleri Dizisi Orijinal İsmi: Kelile ve Dimne

Transkript

Şule Yayınları Doğu Klasikleri Dizisi Orijinal İsmi: Kelile ve Dimne
Şule Yayınları
Doğu Klasikleri Dizisi
Orijinal İsmi:
Kelile ve Dimne
Editör, A.
Ali Ural
Son Okuma: Elif
Eda Tartar
Ofset Hazırlık:
Çiftçi Kardeşler
Kapak: Ramazan
Erkut
Baskı-Cilt:
İstanbul Matbaa ve Mücellit
Şule Yayınları
Alayköşkü Cad. No:2-4 Kat 3 Cağaloğlu - İstanbul
Tel: 0212. 528 23 57 - 528 11 46 Fax: 528 25 89
web: www.kitapkulubu.com e-mail: [email protected]
Beydebâ-İbnü'l-Mukaffa
KELİLE VE DİMNE
Çeviri-înceleme
Said Aykut
- 2. Baskı -
ŞULE YAYINLARI
Temmuz 2003
İÇİNDEKİLER
Sunuş
Giriş
Kelile ve Dimne'de Okumuş-Sultan İlişkisi
Mukaddime
Berzeveyh'in, Bu Kitabı Elde Etmesi İçin
Hindistan'a Gönderilmesi Babı
Kitabı Çeviren Abdullah İbnü'l-Mukaffa'nın Takdimi
Berzeveyh Babı
Arslan ile Öküz Babı
Dimne'nin Durumunun Araştırılması Babı
Tasmalı Güvercin Babı
Baykuş ve Kargalar Babı
Maymun ile Kaplumbağa Babı
Âbid ile Gelincik Babı
Tarla Faresi ile Kedi Babı
Hükümdar ile Kuş Fenze Babı
Arslan ile Âbid Çakal Babı
îlâz, Bilâz ve îraht Babı
Dişi Arslan, Avcı ve Çakal Babı
Zâhid ile Misafir Babı
Seyyah ile Kuyumcu Babı
Şehzade ile Arkadaşları Babı
Güvercin, Tilki ve Balıkçıgil Babı
Kitabın Sonu
SUNUŞ
Kelile ve Dimne yüzyılların eskitemediği bir siyaset
ahlâk kitabı. Her ne kadar sadece masal kitabı olarak
telakki edildiği, zaman zaman yapılan ihtimamsız
çevirilerle özünden çok şey kaybettiği ve sıradanlaştırıldığı
gerçeği ile yüz yüze gelsek de eseri yeniden ele alma ve
doyurucu bir girişle Türk okuruna sunma arzumuz asla
pörsümemişti. Zira Kelile ve Dimne'nin mesajı hâlâ
tartışılmakta olan bir mevzu ile ilgiliydi: Aydının otoriteyle
ilişkisi nasıl olmalıdır? Otorite sırf öğütle doğruya
yönlendirilir mi? Siyasette entrikanın yeri ne, ahlâkın yeri
ne? İşte bu sorular elinizdeki kitabın derin yanına işaret
ediyor. Oysa bugüne kadar Kelile ve Dimne'nin kıssa yönü
öne çıkarıldı.
İbnü'l-Mukaffa, çevirdiği ve yer yer eklemelerle
mükemmel hale getirdiği kitabın akıbetini sezdiği için olsa
gerek daha en başta okuma rehberi koymuş, okuyucuları
kısımlara ayırmış. Biz de Kelile ve Dimne'yi bu defa farklı
bir gözle okuyun diye Arapça aslından çevirttik ve geniş bir
incelemeyle sunduk. Bu yönüyle Türkçedeki en itinalı çeviri
ve inceleme budur diyoruz.
GİRİŞ
Kelile ve Dimne tarih boyunca en çok okunan, çevrilen
ve uyarlaması yapılan üç-beş kitap arasındadır. Temel
konusu ahlak ve siyâsettir.
Hükümdar ile aristokrat bir aydın arasında vuku
bulması temenni edilen istişare sohbetleridir eserin özü.
Otorite kaynağına yakınlık, uzaklık; otoritenin devamını
sağlayan temel ilkeler; halk -hükümdar ilişkisi,
hükümdar vüzerâ ilişkisi, siyâsî ihtiraslar, ehliyet,
beceriklilik, ihanet; hile v.b. konular kitap boyunca uzayan
sohbetin temel mevzûl arıdır.
Bu kitapla ilgili araştırma yapanların en ünlüleri; Sil
vestre de Sacy, Henry Zotenberg, J. Hertel, Th. Benfey,
Theodor Nöldeke, Cari Brockelmann, Keith-Falconer, Wil
liam Wright, Ignazio (büyük) Guidi, Papaz Luis Şeyho el
Mardînî ve Ludwig Kosegarten'dır.1 Luis Şeyho dışında
Araplardan Kelile ve Dimne üzerine - oryantalistler kadar
Bu saydıklarımız, Mardinli Papaz Luis Şeyho hâriç Avrupalı
oryantalistlerdir. Geçen asırda ve bu asrın ilk yarısında yaşamışlardır.
Ayrıntılı bilgi için şu kitaplara bkz.; Dr. Abdurrahman Bedevi,
Mevsûatu'1-Müs teşrıkîn, Beyrut, Daru'1-Ilm 1993; Necib el-Akikî, elMüsteşrkûn, (3 cilt) Kahire, Dâru'l-Maârif, 1980; Luis Şeyho ve Arap
kültürüne katkıları için bkz.; Hannâ el-Fâhûrî, el-Câmi fi Târihi'l-Edebi'lArabî, Beyrut, 1995, c. 2, s. 287.
muvaffakiyetli olmasa da - görüş serdedenler arasında
şunları sayabiliriz: Mahmud Teymûr, Abdullah Mahmud
İsmail, Dr. Muhammed Sabri, Tâhâ Hüseyin,
Abdulvahhab Azzam, Muhammed Kürd Alî, Hannâ elFâhûrî ve Muhammed el-Marsafî.2
A- ESERİN ASIL DİLİ, ADI VE YAZARI Bu kitap ikibin
sene önce -Berzeveyh'e göre- Beydebâ ya da Bidpâ isimli
bir Hint bilgesi tarafından Debşelîm adlı Hint kralına
Sanskritçe olarak sunuldu. Rivayetlere göre Makedonyalı
İskender'in gidişinden sonra halkın başına geçen Debşelîm
sınır tanımaz bir despot olmuştu. Beydebâ, bu azgını usûlüne
uygun bir şekilde uyarmak, hatâlarından vazgeçirmek için
bu kitabı yazdı. Eski çağların brahmanları gibi o da
öğütlerini hayvanların dilinden verdi. Bilindiği gibi
brahmanlar ruh göçüne inandıkları için hikmeti ve nükteyi
hayvanların ağzından vermekteydiler.3
İslam Ansiklopedisi'nin Cari Brockelmann tarafından
hazırlanan Kelile ve Dimne maddesinde eserin Sanskritçe
adının "Karataka ve Damanaka" olduğu belirtiliyor. Bunlar
başkahraman olan iki çakalın isimleridir.
Th. Benfey'in, Sanskritçe'den yaptığı çevirinin giriş
kısmında uzun uzadıya değindiği gibi Avrupa, hatta dünya
edebiyatında
hayvanların
konuşturulduğu
masal
motiflerinin kaynağı Hindistan'dır.4
Eserin aslına dair ilk ciddi çalışma Hertel tarafından
yürütülmüştür. İlk bulgular, bir giriş ile her biri "tantra"
yani "insan zekasının kullanacağı hal" adını taşıyan beş
kitaptan ibarettir. En eski düzenleme Tantrâkhyâyika adını
taşır. Bunun ikinci bir şekli de Pançatantra adını
taşımakta ve
2. Bkz.; Hannâ el-Fâhûrî, a.g.e., c. l, s. 550
3. Bkz.; Kitâbu Kelile ve Dimne, (el-Marsafî tarafından incelenen nüsha)
Beyrut, 1994, s. 5
4. Bkz.; Th. Benfey, Pantschatantra (fünf Bücher Indischer Fabeln)
Märchen
und Erzâhlungen, 2 cilt, Leipzig, 1859
Hindistan'da yaygın bir halk kitabı olarak sayısız varyantı
bulunmaktadır. 5
Berzeveyh ya da Burzöe ilk beş bölümü
Pançatantra'dan çevirdikten sonra esere diğer Hint
masallarını da kattı. Sonradan eklenen bu üçünün
kaynağının Mahâbhârata olduğu anlaşılmıştır.6
Daha sonra gelen iki bölüme ise Pançatantra'nın daha
yeni bir şekli olan Hitopadesa'da tesadüf edilmiştir.7
O halde elimizdeki Kelile ve Dirime kitabının geri kalan
kısımları Berzeveyh ve İbnü'l-Mukaffa tarafından
yazılmıştır. Bunlar, zamanın icabına göre bazı eklemeler ve
tadilattan ibarettir.
Konunun uzmanlarından olan Prof. J. Hertel'e göre
kitabın tümünün yekpare halde Sanskritçe olarak
bulunamaması akla iki ihtimali getirmektedir: ya bir bütün
teşkil ediyordu, Berzeveyh çeviriyi bu bütünden yaptı ve o
bütün sonradan parçalandı; yahut Berzeveyh konuya uygun
bölümleri çeşitli kitaplardan derledi. Elimizdeki Kelile ve
Dinine, İbnü'l-Mukaffa tarafından Berzeveyh'den çevrilen ve
bazı değişiklikler yapılan nüshadır. Kitabın çevirileri
kısmında bu mevzuyu işleyeceğiz.
B- KİTABIN SANSKRİT DİLİNDE
DAĞINIK HALDE BULUNAN BAB İSİMLERİ
Bunlar, her biri kendi içinde başka hikayelere açılan 12
bölümdür. el-Marsafî bunları şöyle sıralıyor:
1) Arslan ve Öküz
2) Gerdanlı Güvercin [Yahut Tasmalı Güvercin]
5. J. Hertel, Tantrakhyayıka, die alteste Fassung deş Pancatantra
(Sanskritçe'den
çeviri, giriş ve notlar ile) Leipzig ve Berlin 1909, ayrıca bkz.;
Hertel, Pancatantra, Harvard Oriental Series, XI-XIV
6. Theodor Nöldeke, Burzöes Einleıtung zu dem Buche Kalila wa Dimna
(Schriften der Wissensch. Gesellesh. Strassburg, bölüm: 12, Strassburg,
1912)
7. Bkz.; Kelile ve Dimne, el-Marsafi neşri, s. 7
3)
4)
5)
6)
7)
8)
9)
10)
11)
12)
Baykuşlar ve Kargalar
Maymun ile Kaplumbağa
Âbid ile Gelincik
Tarla Faresi ile Gelincik
Hükümdar ile Fenze Adlı Kuş
Arslan, Âbid ve Çakal
Dişi Arslan, Avcı Süvari8 ve Çakal
îlaz, Bilaz, îraht
Gezgin ile Kuyumcu
Şehzade ve Arkadaşları9
C- ESERİN ÇEVİRİLERİ
Kuşkusuz Kelile ve Dimne'yle ilgili araştırmalarda asıl
çaba; hangi dillere çevrildiği, bu çevirilerde ne türden tadilat
yapıldığı ve ilk çevirilerinin hangileri olduğu mevzularında
yoğunlaşmıştır.
1- TİBETÇETE YAPILAN ÇEVİRİ
En eski çeviri budur. Araştırmacılar bu çevirinin cüzî
bir bölümüne ulaşabildiler. Anton Şefner, bulunan
parçaların Kelile ve Dimne'ye benzediğini farketmiştir.10
2- PEHLEVÎ DİLİNE (ESKİ İRAN DİLİ) YAPILAN ÇEVİRİ
İran Kisrası Husrev Anûşirevan (531-579 m.)
Pançatantra'nın eski bir şeklini çevirtmek için özel doktoru
Berzeveyh'i
8. Metinde "isvar" kelimesi vardır. Bu, bildiğimiz atlı anlamındaki
süvarinin o dönemdeki Arapça'ya aktarımıdır. Fransızcadaki Chavalier
(şövalye) de bu eski Hint-Avrupalı kökten geliyor olmalı... Bu arada
"şikar"ın av, "şikarî"nin de avcı anlamına geldiği göz önüne alınmalıdır.
Belki eski zamanlarda ikisinin kökü de aynıydı. Kitap içinde de bu
sözcüğün kullanımına bakıldığında hem at üstünde seyyar olma, hem de
avcı olma vasıflarının beraberce kastedildiği anlaşılır. Kâfin, gaf'a,
gafın ise vav'a ve ye'ye dönüşmesi çok rastlanan bir lisânı fenomendir.
9 Bkz.; Kelile ve Dimne, el-Marsafi neşri, s. 6-7
10. Bkz.; Kelile ve Dimne, el-Marsafi neşri, s. 8
(=Burzoe'yi) Hindistan'a gönderdi. Burzoe eseri Sanskritçe'den
çevirdi ve esere başka Hint masalları da kattı. Sonradan
katılanların ilk üçü Mahâbhârata'nın 12. kitabından
alınmıştır. Burzoe, Sanskritçe'den Pehlevîce'ye yaptığı bu
çevirinin başına kendi hayat öyküsünü ekledi; bilge vezir
Buzurkmihr de ona şeref vermek için bunun altına imzasını
koymuştur.11
Eserin dünya dillerine çevrilişinde birinci durak işte bu
Berzeveyh çevirisidir. Bugün Kelile ve Dimne adlı derli toplu
bir kitap varsa, bu durumu önce Berzeveyh'e sonra da
İbnü'lMukaffa'ya borçluyuz. Bu Pehlevîce nüsha, önce
Süryânîce'ye sonra da Arapça'ya çevrilecek ve hakettiği üne
kavuşacaktır.
3- SÜRYÂNÎCE'YE İLK ÇEVİRİ
Burzoe'nin Pehlevî diline yaptığı çeviri ele geçirilemedi;
ama aşağı-yukarı 570 m. de "Bûd" adlı bir müellif tarafından
Süryânî diline yapılan çeviri ile ilgili bir yazma
bulunabilmiştir. Bu yazma önce Mardin'de bir manastırda
sonra Musul patriğinin kütüphanesinde muhafaza
edilmiştir. Daha sonra Paris'te Graffin'in eline geçti.
Sacy'nin bulduğu eksik nüsha sayesinde Bickell, eserin ilk
neşrini yapabildi.12 Süryânî dilindeki çeviride kitabın ismi
Kalilag ve Damnag idi. Bu okuyuş Pehlevî diline daha
uygundur. Sachau'ın Musul'da yaptırdığı üç yeni kopyaya
başvuran F. Schultess çok daha sağlam bir metin ortaya
koymuştur.13
4- ARAPÇA'YA YAPILAN ÇEVİRİSİ
Süryânîce çeviriden aşağı-yukan üç asır sonra
Abdullah İbnü'l-Mukaffa, Burzoe'nin Pehlevîce çevirisini
Arapça'ya
11. Theodor Nöldeke, Burzoes Einletung zu dem Buche Kalila wa Dimna
(Schriften der Wissensch. Gesellesh. Strassburg, bölüm 12, Strassburg,
1912)
12. G. Bickell, Kalilag und Damnag, alte syrische Übersetzung deş Indisc
hen Fürstenspiegels, Leipzig 1876. Bu ilk neşirde 10 bab vardır.
13. F. Schultess, Kalila und Dimna, Berlin 1911, (Süryânîce metin ve AI
manca'ya çevirisiyle)
çevirdi. Esere özgün bir giriş ekledi. Burzöe'nin daha önce
yaptığı girişe, dinlerle ilgili fikirleri kendisinin (İbnü'1-Mu
kaffa'nın) soktuğu ileri sürülmüş ise de artık bu fikirlerin
asıl (Pehlevîce) metinde mevcut olduğu kabul edilmektedir.
İbnü'l-Mukaffa
Pançatantra
diye
de
adlandırabileceğimiz ilk beş kitabın sonuna kendi
ilhamından doğmuş olan Dimne'nin muhakemesiyle ilgili
bölümü eklemiştir. Zâhid ile Misafir bölümünü de onun
eklemesi ihtimal dahilindedir.
İbnü'l-Mukaffa çevirisinin tesiri, çok kısa bir zamanda
Arap Edebiyatına yansıdı. Hatta bu dilde yeni versiyonlar
doğurdu. Hikem ve Emsal kitaplarında bazan bir cümle
bazan koca bir bölüm halinde Kelile ve Dimne'den alıntılar
yer etmeye başladı. Kelile ve Dimne, üslûbu ve içerdiği
düşünceleri ile Arapça'nın malı oldu. İbnü'l-Mukaffa gibi bir
dâhi mütercim, ana fikri zedelemeden gerekli ilavelerde
bulunarak öyle güzel çevirmişti ki bu eseri, hem yüksek
tabakanın hem de halkın en sevdiği kitaplardan olmuştu
Kelile ve Dimne... Silvestre de Sacy tarafından neşredilen
İbnü'l-Mukaffa nüshasında mütercim İbnü'l-Mukaffa'nın
girişinden önce meçhul bir müellifin; Sahvanoğlu Behnûd'un
ya da Şahoğlu Ali el-Fârisî'nin bir mukaddimesi vardır.
Başka neşirler yapılmış ve yeni yazmalar basılmışsa da de
Sacy'nin metni tekrar edilmiştir.14
İbnü'l-Mukaffa'nın çevirisi daha sonra üç defa Arapça
nazma dökülmüştür. Bunların ilki Abban el-Lâhıkî
tarafından yapılmıştır. (750-815 m.) İbnü'l-Habbâriye
1100'lere doğru bu manzum şekilden istifade etmekle
birlikte İbnü'l-Mukaffa'nın metnine de dayanarak on gün
içinde yeni bir nazım ortaya koymuştur. "Netâicü'l-Fıtna fî
Nazmi Kelîle ve Dinine" adını alan bu eserin dili net ve
hoştur. Daha sonra bu kitap, Abdülmü'min İbnü'l-Hasan b.
el-Hüseyin es-Sıgânî tarafından tekrar nazma döküldü.
"Dürrü'l-Hikem fî Emsâli'l14. İslam Ansiklopedisi, (Milli Eğitim'in Leiden baskısını esas alarak
yaptığı eski ansiklopedi) 1967, c. 6, s. 554
Hünûdi ve'1-Acem" adını taşıyan bu eser 1242 yılında
tamamlanmıştır.15
5- SÜRYÂNÎCE'YE İKİNCİ KEZ ÇEVRİLİŞİ
Bir Süryânî papazı, 10. ya da 11. asırda Kelile ve
Dimne'yi İbnü'l-Mukaffa'nın metninden, kendi kilisesinin
dili olan Süryânîce'ye çevirdi. Kitaba Hristiyan rengi
vermeye çalıştı. Metni genişletti. Bu çeviri, bazı kusurlarına
rağmen metin tenkidi bakımından gerçekten kıymetlidir.
Bu metni ilk neşreden William Wright'tır.16 İngilizce'ye
çeviren ise Keith-Falconer'dir.
6- FARSÇA'YA BİR KAÇ KEZ ÇEVRİLİŞİ
Firdevsî'nin, Şehname adlı eserinde belirttiğine göre
İbnü'l-Mukaffa'nın Kelile ve Dimne'si vezir Bal'amî'nin emri
ile Sâmânî hükümdarı Nasr b. Ahmed (914-943) zamanında
Farsça'ya çevrildi; fakat görünüşe göre bu tercüme
tamamlanamadı. Yine Nasr b. Ahmed'in emriyle eser, şair
Rûdâki (v. 916 m.) tarafından Farsça nazma döküldü. Fakat
bundan geriye sadece Esedî'nin zikrettiği 16 beyit
kalmıştır.17 Kâtip Çelebi Keşfu'z-Zunûn'da bundan
bahseder.18
Daha sonra Nizâmeddin Ebu'l-Meâli Nasrullah b.
Muhammed, İbnü'l-Mukaffa'nın Kelile ve Dimne'sini 1140
civarında çevirdi, Gazne sultanı Behramşah'a takdim etti.
Nasrullah, kendi yazdığı önsözde belagatın gösterişli bir
nesre neler katabileceğine dair fikirlerim söyler. Ancak
içeriği sâde ve ciddî olan Berzeveyh'in mukaddimesi sıradan
bir düzyazıyla çevrilmiştir. Nasrullah'ın eseri hicrî 1282,
1304 ve 1305'te Tahran'da basılmıştır.19
15. A. y.
16. William Wright, The Book of Kalilah and Dimnah, transl. from Arabıc
into Syrıac, London 1884
17. İslam Ansiklopedisi 1967, c. 6, s. 554
18. ei-Marsâfî, Kelile ve Dimne neşri, 1994, s. 19
19. E. G. Brown, A Literary History of Persia, Londan 1906, c. 2, s. 349
Nasrullah metninin manzum bir şekli, Sultan İzzeddin
Keykavus (1244-1263) için, Mevlânâ'nın çağdaşı olan Ahmed
b. Mahmud et-Tûsî Kani tarafından Konya'da yapıldı.
Ahmed b. Mahmud Moğollardan kaçarak memleketi Tûs'u
terketmiş ve Konya'ya gelmişti.20
Ancak bu Farsça manzum çeviri, Herat'ta Hüseyin
Baykara'nın veziri olan ünlü şair Ali Şir Nevâî'nin saray
vaizi Hüseyin Kâşifi çevirisiyle gölgede kaldı. Hüseyin
Kâşifi (v. 1504 m.) Nasrullah çevirisini güzelce ıslah
etmiş, eserine Hüseyin Baykara'nın başka bir veziri olan
Süheylî'ye nisbetle "Envar-ı Süheylî" adını vermişti.
Eserine başlarken önce Nasrullah'ın tumturaklı üslubunu
eleştirmekte, kendisinin daha kolay bir nesirle kitabı
anlaşılır hale getirdiğim iddia etmektedir. Oysa Kâşifî'nin
üslûbu daha çetin, süslü, kapalı ve gariptir.21 İşin
enteresan yanı, bu tarz edebiyat son zamanlara kadar İran
ve Hindistan'da popüler olduğu için eser büyük başarı
kazandı,
İngiltere'de
basıldı;
hatta
Hint-İngiliz
memurlarının Farsça imtihanları için örnek metin olarak
kullanıldı! Kitabın ilk tam neşri Londra'da 1836'da
yapılmıştır. Bu metin değişik Hint lehçelerine, Gürcüce'ye
ve Avrupa'nın belli başlı tüm dillerine çevrildi.
Hüseyin Vaiz Kâşifi, İbnü'l-Mukaffa'nın metnindeki
dört mukaddime yerine yeni bir giriş kısmı koydu. Silvestre
de Sacy, Turtûşî'nin Sirâcü'l-Mulûk adlı eserinde
faydalandığı eski "Câvıdân-ı Hıred" karşısında olduğumuzu
farzediyor.22 Turtûşî'nin (1150 w) Câvidân-ı Hıred'den aldığı
rivayet Hıdır b. Ali'ye dayanmaktadır. Ancak onun bir bütün
olarak bu kitaptan faydalanmadığı gayet açıktır. Kâşifî'nin
eserinde göze çarpan başlıklar tarafımızdan yapılan Turtûşî
çevirisinin çeşitli bölümlerinde karşımıza çıkmaktadır.
Yalnız içe20. E. G. Brown, A History of Pers. Literatüre under Tartar Dominion,
Cambridge, 1920, s. 111
21. E. G. Brown, a. y, s. 503
22. Silvestre de Sacy, NE, X, l, 59
rikleri farklıdır.23 Bizim görüşümüze göre Kâşifi, Envâr-ı
Süheylî adlı eserinde Seâlibi gibi İran Kültürünü iyi bilen
yazarlara dayanmış olmalıdır. Seâlibi bir çok eserinde hem
Kelile ve Dimne'den alıntı yapar, hem de Kitâbü'1-Âyin gibi
İb nü'1-Mukaffa'nın Pehlevice'den çevirdiği eserleri kaynak
olarak kullanır. Örnek olarak yine tarafımızdan çevirisi
yapılan Âdâbu'l-Mulûk adlı eserinin çeşitli bölümlerine
bakılabilir.24
Envâr-ı Süheylî'nin süslü üslûbunu beğenmeyen
Hindistan hükümdarı Ekber (1556-1605) veziri Ebu'l-Fadl'ı,
eseri ıslah edip yeniden yazma işiyle görevlendirdi. Ebu'lFadl'ın kitabı lyâr-ı Dâniş adını taşımaktadır, 1578 yılında
tamamlanmıştır. Asıl örnek olan Envâr-ı Süheylî'nin
bölümleri
muhafaza
edilmiş,
İbnü'l-Mukaffa'nın
mukaddimeleri ile Berzeveyh'in (=Burzoe'nin) giriş kısmı
tekrar konmuştur. Bu eser neşredilmemiş olsa bile
Hâfızuddin'in bu çeviriden Urduca'ya yaptığı "Hırad Afrûz"
adlı çevirisi, üslubunun güzelliğinden ötürü Th. Roebuck ve
Eastwıck tarafından neşredilmiştir.25
7- YUNANCA'YA ÇEVRİLİŞİ
11. asrın sonuna doğru Şit ben Simon, o sıralar sonraki
ilaveleri taşımayan ama fareler kralı ile vezirleri bahsini
ihtiva eden bir elyazmasından yararlanarak İbnü'lMukaffa'nın Kelile ve Dimne'sini gayet serbest bir üslûpla
Yunanca'ya çevirmiştir. Eserine "Stefanites Kay Ikhnelates"
adını verdi. Çünkü "Kelile" sözcüğünü Arapça "iklil"e
(=olimpos, zeytin dalı) "Dimne"yi de "iz" anlamında yine
Arapça bir kelimeye benzetmişti.26 Bu nakil daha sonra
Latinceye, Almancaya ve Slav dillerine çevrilmiştir.27
23. Turtûşî, Sirâcü'l-Mulûk, çeviri ve notlandırma: Said Aykut, İstanbul
1995.
24. Ebu Mansur Seâlibî, Hükümdarlık Sanatı (Âdâbu'l-Mulûk) Çev. Said
Aykut, İst. 1997
25. İslam Ansiklopedisi (Milli Eğitim neşri) c. 6, s. 555
26. Vittario Puntani, Quattrö recensioni della versione greca del Kitâb Ka
lilah va-Dimnah, (Soc. Asiat. neşriyatı) İtalya 1889
27. Bkz.; el-Marsafî, Kelile ve'Dimne, 1994, s. 19
8- İBRANÎCE'YE ÇEVRİLİŞİ VE BURADAN
AVRUPA DİLLERİNE YAPILAN ESKİ ÇEVİRİLER
12. yüzyılın başlarında Rabbi Yûîl adlı bir Yahudi din
adamı daha o zamanlar Berzeveyh'in vazifesine dâir şüpheli
hikaye ile "Balıkçıl Kuşu ve Ördek", "Tilki ile Balıkçıl Kuşu"
hikayelerini ihtiva eden nisbeten sağlam bir yazmadan
faydalanarak İbnü'l-Mukaffa'nın Kelile ve Dimne'sini İbranî
diline çevirdi. J. Derenbourg bu çeviriyi, bize kadar gelen
lakin baş tarafları oldukça bozulmuş bulunan yegâne
yazmadan istifade ederek 13. asra ait Yakop ben el-Âzer'in
tercümesiyle beraber neşretmiştir.28 Johannes de Capua
1263 ile 1278 arasında, Kardinal Ursinus'un ricası üzerine,
Rabbi Yûîl'in eserini "Directorium vitae Humanae" adıyla
Latince'ye çevirdi.29 Rabbi Yûil'inkinin aynı olan bir
metnin, ondan daha sadık bir üslûpla İspanyolca'ya çevirisi
istisna edilirse batı Avrupa dillerine -yenileri hâriç- tüm
çeviriler Johannes de Capua'nın Latince metnine dayanır.
Bu metne istinaden kitap 1480 yılında Almanca'ya, 1493
yılında
İspanyolca'ya,
1552
yılında
İtalyanca'ya
çevrilmiştir. Almanca çeviri esas alınarak kitap 1618 yılında
Danimarka diline, 1623'te de Flemenkçe'ye çevrildi. 1552'de
yapılan İtalyanca çeviriyi esas alan Sir Thomas North 1580
yılında eseri İngilizce'ye çevirdi. Bu versiyon, 1556 yılında
da Fransızca'ya çevrildi.30
9- LATİNCE'YE NAZIM OLARAK ÇEVRİLİŞİ
Ortada 13. yüzyılda İbnü'l-Mukaffa'nın Kelile ve
Dimne'sinden çevrildiği kabuledilen Latince manzum bir
eser vardır. Bu kitap "Baldos Alter Aesopus" adını taşıyor.31
28. J. Derenbourg, Deux versions hebrâiques du Livre de Kalilah et Dim
nah, Paris, 1881
29. Johannes de Capua, Directorium vitae humanae, neşreden: J. Derenbo
urg, Paris 1887
30. el-Marsafi, Kelile ve Dimne 1994, s. 24
31. el-Marsafi, a.g.y.
10- İSPANYOLCA'YA ESKİ ÇEVİRİ
13. yüzyıl ortalarında Arapça'dan yapılan bu çeviri
daha sonra Latinceye çevrildi. Buna "Raimond Nüshası"
denilmektedir. Silvestre de Sacy bundan bahseder.32
11- İNGİLİZCE VE
RUSÇA'YA YAPILAN SONRAKİ ÇEVİRİLER
Arapça metinden ingilizce'ye yapılan çeviri 1819
yılında Oxford'da basıldı. Mihail Ataya tarafindan
Arapça'dan Rusça'ya yapılan çeviri 1889'da Moskova'da
basıldı.33
12- MOĞOLCA'YA YAPILAN ÇEVİRİ
Muhammed Bekri soyundan gelen İftihâruddin
Muhammed b. Ebî Nasr'ın Kazvin'de yaptığı Moğolca
tercüme bugüne kadar gelememiştir. Hamdullah Mustavfî
buna işaret ediyor.34
13- HABEŞÇE'YE ÇEVRİLİŞİ
İbnü'l-Mukaffa'nın Kelile ve Dimne'sinin bir Mısır
nüshasından yapılan ve 1583 tarihli bir tetkikte zikredilmiş
bulunan Habeşçe çeviriye henüz ulaşılamamıştır.35
14- ESKİ MALAY DİLİNE YAPILAN ÇEVİRİ
Malay dilindeki "Hikâyât Kelile dan Damina" şekli,
İbnü'l-Mukaffa'nın eseri ile "Pançatantra"nın Tamilce'deki
metninin karışmasından oluşan bir derlemeye dayanır.
1876'da Leiden'de Gongrijp tarafından basılmıştır. Bu eser
sonradan tekrar Cava ve Madura dillerine çevrilmiştir.36
32. el-Marsafi, a.g.e. s. 25
33. el-Marsafî, a.g.e. s. 26
34. Hamdullah Mustavfî, Tarih-i Güzide, neşreden: Browne, G. M. S. XIV,
844 v.d; Browne, A History of Persian Literatüre under Tartar Domini
on, s. 93 •
35. İslam Ansiklopedisi (M. E baskısı) c. 6, s. 556
36. İslam Ansiklopedisi (M. E. baskısı) c. 6, s. 557
15- TÜRKÇE'YE YAPILAN ÇEVİRİLERİ
İbnü'l-Mukaffa'nın eseri iki defa Nasrullah'ın Farsça'ya
çevirisinden Doğu Türkçesine aktarıldı. Brockelmann
bununla ilgili yazmaların Munich ve Dresden'de
bulunduğunu belirtmektedir.37
Kelile ve Dimne, Anadolu Türkçesine (belki de
Türkçe'ye) ilk defa Aydınoğlu Umur Bey zamanında 1360
m. yılında Kul Mesud tarafından çevrilmiştir.
Brockelmann bu çevirinin bir nüshasının Bodleiana'da
bulunduğunu söylüyor. Düzyazı olarak yapılan bu çeviri
meçhul bir müellif tarafından nazma dökülerek l. Murad'a
(1359-1389) ithaf edildi. Brockelmann'ın bildirdiğine göre
bu çevirinin aşağı yukarı yarısı olan bir yazma Gotha'da
muhafaza edilmektedir.
Daha sonra Ali Vâsi' ya da Ali Çelebi diye meşhur olan
Sâlihoğlu Ali, Envâr-ı Süheylî'yi gayet süslü, cümle sonlan
uyumlu bir nesirle Türkçe'ye çevirdi; "Hümâyunnâme" adını
verdiği bu tercümesini, Kanunî Sultan Süleyman'a takdim
etti. Bu kitap İstanbul'da ve Mısır-Bulak'ta defalarca
basılmıştır. Bugün bile Beyazıt ve Kadıköy'deki sahaflarda
rahatlıkla bulunabilir. Bir kitap kurdu olarak sizi temin
edebilirim bu konuda...
Hümâyunnâme çeşitli Avrupa dillerine çevrilmiştir.
Devir Kanunî devridir ve Avrupalı, Türk zevkini, kültürünü,
dilini öğrenmek için kıvranmaktadır. Hümâyunnâme
çevirilerinin en ünlüsü Galland'ın Fransızca'ya yaptığıdır. Bu
çeviri Gueulette tarafından 1724'te Paris'te basılmıştır.
Ali Çelebi'nin dili ağır olduğu için meşhur Şeyhülislam
Yahya Efendi, Hümâyunnâme'yi üçte bire indirerek sâde ve
özet bir çeviri yapmıştır. 1726'da Kahire kadısıyken vefat
eden Osmanizâde Sâib'de Hümâyunnâme'yi özetlemiştir.
Keşfu'z-Zunûn'da Kâtip Çelebi'nin bildirdiğine göre bu
çevirinin adı Zübdetü'l-Eshâr'dır.
37. İslam Ansiklopedisi (M. E. baskısı) c. 6, s. 555
Tanzimat devrinde Adanalı Ramazânizâde Abdünnâfi
Efendi Hümâyunnâme'ye dayanarak "Nâfiu'1-Âsâr" adını
verdiği manzum eserini oluşturmuştur. Bu eser 1266 h.
(1849 m.) de yazılmıştır. Sonunda Ahmed Midhat Efendi bu
işe de el atmış, Hümâyunnâme'yi hem özetlemiş hem de yeri
geldikçe vaazlarla kitabı uzatmıştır.
Ahmed Midhat Efendi'nin önsözünden anlaşıldığına
göre Sultan 2. Abdülhamid Han, ona kendi kitaplığından
gayet güzel bir nüsha vererek "bunu esas alıp sâde bir üslûpla
özetle, sözü uzatma, kıssadan hisseyi çıkar" demiştir.
Ahmed Midhat Efendi bu emre uyar, ama nasıl? Kitap,
ne Kelile ve Dimne ne de Hümâyunnâme olarak kalır. Kitap,
başlıbaşına değişik kaynaklardan toplanmış doğu ve Hint
hikayeleriyle bunlardan çıkarılacak ibretleri ihtiva eden
kalın bir derleme olmuştur.
1304 h.'de Matbaa-i Âmire'de basılan bu kitabın
Arapça Kelile ve Dimne'yle hiç bir ilgisi yoktur. Zaten Arapça
metinden de kalındır bu! Tabî, işin güzel yanı Ahmed
Midhat'ın dilindeki sadeliktir. Genç, ihtiyar, öğrenci,
öğretmen; o devirde herkesin okuyabileceği, -okumaya olan
sevgi ve ilgisini artırabileceği- bir kitaptır karşımızdaki...
Envâr-ı Süheylî, Taşkentli Muhammed Musa Bay
tarafından doğu Türkçesine çevrilmiştir. Taşkentli
Muhammed, Hümâyunnâme'den de faydalanarak yaptığı bu
çeviriyi, Hoçentli Hattat Mirza Hâşim'e yazdırarak 1888'de
taş-basma olarak neşrettirmiştir. Bu arada İbnü'lMukaffa'nın Kelile ve Dimnesi, Abdülallâm Feyzhanoğlu
tarafından Kazan Türkçesi'ne çevrilmiş ve 1889'da Kazan'da
basılmıştır.38
Eserin, Türkiye'de Cumhuriyet'ten sonra da çevirileri
yapılmıştır. Bazan birkaç hikaye alınıp çocuk kitabı olarak
basılmış bazan da tamamı çevrilmiştir. Bunlar arasında en
dikkat çekenleri şu üç çalışmadır:
38. İslam Ansiklopedisi (M. E. baskısı) c. 6, s. 556; V. Chauvn,
Bibliographie des ouvrages arabes ou relatifs aux Arabes. 2, Kalilah,
Leipzig 1897
Bedir Yayınlan tarafından neşredilen Salahaddin
Alpay çevirisi, önsözünde de belirtildiği gibi "Envâr-ı
Süheylî" çevirisi olmalıdır. İbnü'l-Mukaffa'nın metniyle
uyuşmaz. Hatta giriş kısmı ve bazı tavsiyeler tamamen
farklıdır. Dolayısıyla başlıklar ve hikayelerin yerleştirilmesi
de farklıdır. İbnü'l-Mukaffa'da olmayan eklemeler vardır.
İkinci ve en mühim çeviri Ömer Rıza Doğrul tarafından
yapılmıştır. Temiz ve asla uygun bir çeviridir. Türkçeye de
özen gösterilmiştir bu çeviride. Ancak ciddi bir incelemeden
mahrumdur ve zaman zaman bazı uzun cümleler çok kısa ve
özet mahiyetinde çevrilmiştir.
Üçüncü çeviri H. Karaman-B. Topaloğlu tarafından
yapılan çeviridir. Bu çeviri, eğitim amaçlı yapılan
çevirilerdendir. Metne sadık kalınmış fakat Türkçe'den taviz
verilmiştir. Eğitim amaçlı çevirilerde bu doğaldır.
D- İBNÜ'L-MUKAFFA
Kelile ve Dimne kitabının bu günlere ulaşmasını
sağlayan müellif, İbnü'l-Mukaffa'dır. Hatta ona, bu kitabın
yeniden doğmasını sağlayan kişi diyebiliriz. Daha önce de
belirtildiği gibi, elimizdeki kitabın cihanşümul bir eser
haline gelişi, onun sayesinde mümkün olmuştur.
720'li yıllarda doğan ve bir ihtimal 759 da vefat eden bu
büyük mütercim-müellif hakkındaki temel malumat,
Mesûdî'nin
Murûcu'z-Zeheb'inden,
İbnü'n-Nedim'in
Fihrist'inden, Câhız'ın risalelerinden, Cehşiyâri'nin Kitabü'lVüzerâ'sın
dan,
Bâkıllânî'nin
I'câzu'l-Kur'an'ından,
Isfahanî'nin Kita bu'1-Egâni'sinden, Birûnî'nin Tahkîku Mâ
li'1-Hind
kitabından
ve
İbnü'l-Mukaffa'nın
kendi
kitaplarından elde edilebilir.
Çağımızda İbnü'l-Mukaffa ile ilgili olarak araştırma
yapmış, makale yazmış kişiler olarak şunları sayabiliriz:
Ahmed Emin, Tâhâ Hüseyin, Zeki Mübarek, Abdüllatif
Hamza, Muhammed Selim el-Cûndî, Muhammed Kürd Ali,
Abdurrahman Bedevi, Hannâ el-Fâhûrî, Halîl Merdem,
Ahmed el-İskenderî, Şeyh Tâhir el-Kiyâlî, Abdülvahhab
Az-
zam, Mahmûd Teymûr, Muhammed Sabri, Abdullah
Mahmud İsmail, Muhammed el-Marsafî ve Şevki Dîf.
Oryantalistler arasındaysa Silvestre de Sacy,
Brockelmann, Clement Huart sayılabilir. İbnü'l-Mukaffa'yla
ilgili olarak kaynaklarda yeterli bilgi olduğu ve bu bilgi
Müslüman yazarlarca işlendiği için oryantalistlere fazla
müracaat etmeye gerek yoktur. Ayrıca onların aklayıcı
ifâdelerine aldanıp İbnü'l-Mukaffa'nın ilhadını görmezden
gelmenin de mânâsı yoktur.
Asıl adı Dâzoye oğlu Rozbeh'tir. Kaynaklarda Ebû
Muhammed Abdullah Rûzbîh b. Dâzûyeh İbnü'l-Mukaffa
olarak geçer. "Rozbeh" Farsça "Kutlu" demektir. İranlı olup
Gör şehrinde doğmuştur. (106 h./723-4 m.) Babası, vali
Haccac b. Yusuf a bağlı bir vergi tahsildarıydı. Devlet malına
hıyanet ettiği için takibata uğramış, verilen cezalar sonucu eli
kurumuştu.
Bu
yüzden
oğluna
İbnü'lMukaffa=Elikuruyanınoğlu dediler. Dâzoye kendi dini üzere
öldü. Mecûsi-Maniheist olan baba, oğlunu da bu tarzda
yetiştirdi. Ancak kendisi gibi oğlu da iyi bir Arapça eğitimi
görmüş yüksek seviyede siyâsî yazışmalarda görev almıştır.
Arap, Fars, Yunan ve Hint kültürlerine aşina olan İbnü'lMukaffa, Ümeyyeoğullarının son döneminde Irak
divanlarında çalıştı.
Abbasî Devleti kurulduğunda Mansur'un amcaları olan
Süleyman b. Ali ile Isa b. Ali'ye mektup yazarak bağlılığını
bildirdi, onların hizmetine girdi. Yine onların huzurunda
Müslüman olduğunu ilan etti, "Ebû Muhammed" diye
çağrılır oldu.
Abdullah b. Ali, Şam valisiyken yeğeni Mansur'un
hilâfetine başkaldırdı. Ancak Mansur onu yendi. Böylece
Abdullah b. Ali, kardeşleri olan Süleyman ve İsa'nın yanına
kaçtı. Halife Mansur, amcalarından Abdullah'ı istediyse de
onlar "ancak emân şartıyla teslim ederiz" dediler. Mansur
bu teklifi kabul etti. O zaman İsa, katibi İbnü'l-Mukaffa'ya
"emân" yazma (=can güvenliği sözleşmesi) salâhiyeti verdi.
Emân sözleşmesinin hiçbir iptali yoruma kapı aralamayacak
açık
lıkta olmasını tembihlemişti. Isa b. Ali... Cehşiyâri'nin
Kitâbü'1-Vüzerâ'sında bildirdiğine göre Mansur şu ibarelerin
altına imza atacaktı:
"Eğer Abdullah b. Ali'ye yahut onunla gelenlerden
birine küçük-büyük bir zararım dokunur veya gizli-açık bir
kötülük yaparsam, bu işi hangi yöntemle veya hileyle
yaparsam yapayım zina dölü olayım! Abdullahoğlu
Muhammed b. Ali ile de soybağım merdûd olsun! Bu durumda
Ümmet-i Muhammed beni tahttan indirsin, bana harb-îlan
etsin, hiçbir Müslüman bana el vermesin, ahd û zimmetiyle
beni kayırmasın, canlı tutmasın..."39
Mansur bu emâmı okuyunca kızdı, küplere bindi. O,
amcası Abdullah'ı öldürmeye kesin niyetliydi. Oysa bu
emânla arzusuna erişemeyecekti. Üstelik neredeyse
kendisine küfrediliyordu! Hemen "Bu sözleşmeyi kim kaleme
aldı?" diye hışımla sordu. Ona: "Amcan İsâ'nın katibi olan
İbnü'I-Mukaffa!" dediler. Böylece Mansur, Süfyan b.
Muâviye el-Mühellebî'ye "İbnü'l-Mukaffa'nın işini bitir!"
diye haber gönderdi. Basra valisi olan Süfyan, İbnü'lMukaffa'nın eski düşmanıydı.. Süfyan, İbnü'l-Mukaffa'yı
tuzağa düşürdü, parça parça kesti ve tandıra attı.40
Bazı kitaplarda onun Zındıklar taifesi'nden olduğu için
öldürüldüğü söyleniyorsa da asıl sebep siyâsîdir. Bilindiği gibi
Zındık, o dönemin Mecûsi ve Maniheist fikirlerini taşıyan
insanlarına deniyordu. Bu tür kişiler, yeterli tahsili aldıkları
ve devlet işlerine özellikle hükümdar ailesine burunlarını
sokmadıkları sürece özel görev bile alabilmişler ve kitabet,
mâliye gibi memuriyetlerde bulunmuşlardı. Dolayısıyla
İbnü'l-Mukaffa'nın, sadece zındıklıktan ötürü öldürülmesi
akla yatkın gözükmüyor. Daha sonraki dönemlerde
zındıklara karşı savaş başlatıldığı da bilinen bir gerçektir;
ama onun katli siyâsî idi.
39. Bu târihî metin için bkz.; el-Cehşiyâri, Kitâbü'l-Vüzerâ ve'1-Küttab,
tahkik: Mustafa es-Sakâ, Kahire 1980, s. 104
40. el-Cehşiyâri, a. e; s. 105
İbnü'l-Mukaffa'nın hakikaten zındık olduğu neredeyse
tüm kaynaklarda bahsi geçen bir husustur. O, önceki dinini
unutmamış hatta islam olduktan sonra çağrıldığı ziyafette,
Mecûsîler gibi dua mırıldanmıştı.41 Mesûdî, ünlü eseri
Murûcu'z-Zeheb'de şöyle diyor:
"Abdullah İbnü'l-Mukaffa ve diğerlerinin Pehlevîce'den
Arapça'ya çevirdikleri kitaplardan Mani, Daysanoğlu ve
Markıyon'a ait olanlar etrafa iyice yayıldığı için Halife
elMûhtedî, dinsizlere karşı savaş açtı."42 Bakıllânî de şöyle
demektedir:
"İbnü'l-Mukaffa'nın, Kur'an'a denk ve karşılık olarak
bir Muâraza yazdığını söylüyorlar."43 Kasım b. İbrahim b.
Tabataba'nın İbnü'l-Mukaffa'nın görüşlerini reddetmek
amacıyla "er-Reddü Alâ'z- Zındîk el-Lain İbni'l- Mukaffa"
adlı eseri yazdığı bilinmektedir. Bu kitap M. Guidi
tarafından neşredilmiştir.44
Bu eserin girişinde belirtildiğine göre İbnü'l-Mukaffa,
peygamberleri küçük düşüren bir kitap yazmıştır.45
Kısaca, İbnü'l-Mukaffa'nın zındık olduğu birçok müellif
tarafından paylaşılan bir görüştür.46
Bunu görmezden gelmenin ve bazı Ansiklopedi maddesi
yazarların yaptığı gibi: "Aman efendim, o çok aydın biriydi;
çevresindeki yobazlar onu anlamadı!" demenin hiçbir kıymeti ilmiyyesi yoktur.
41. Kelile ve Dimne, 1994, Beyrut (el-Marsafi'nin takdimiyle) s. 58
42. Mesûdî, Mürûcu'z-Zeheb ve Meâdinü'l Cevher, (Charles Pellat neşri)
Beyrut, el yazması c. 4, s. 242
43. el-Bakıllânî, Îcâzu'l-Kur'an, s. 18
44. M. Guidi, la lotta tra L'İslam et il manicheismo, un libro di İbn al-Mu
qaffa' contro Corano confutato da al-Qasım b. ibrahim, Roma, 1927 (İn
celenen metnin Arapça başlığı: "Kitabu'r-Reddi Ale'z-Zındîk el-Laîn")
45. Kasım b. İbrahim b. Tabataba, Kitabu'r-Reddi Ale'z-Zındîk el-Laîn, (M.
Guidi neşri) s. 8
46. Bkz.; Seyyid el-Murtaza, el-Emâlî, Kahire 1907, c. l, s. 93; Abdülkadir
el-Bağdadî, Hızânetü'l- Edeb, Kahire, c. 3, s. 409; el-Birûnî, Tahkîk Mâ
li'1-Hind, (Sachau'ın neşri) London 1887, s. 132
Zındık olmasına rağmen bazı meziyetlere de sahipti.
Kaynaklarda geçtiğine göre cömert, nüktedan, vefakâr ve
azla yetinen bir adamdı. Onu hiç sevmeyenler dahi bu
vasıflara sahip olduğunu reddetmiyor. Bu arada onun alay
etmeyi seven ve zaman zaman hezeyanda da ileri giden bir
şahsiyet olduğu belirtiliyor kaynaklarda.
Dostuna karşı vefakârlığıyla ilgili hâdiselerden biri de
şudur: İbnü'l-Mukaffa, Emevîler yıkılırken Mervân'ın kâtibi
Abdülhamid'le aynı evde bulunmaktaydı. Askerler
Abdülhamid'i fellik fellik arıyorlardı, öldürmek için...
Nihayet geldiler ve ikisini buldular.
Kâtibi tanımadıkları için sordular:
"Hanginiz Abdülhamid?" Ancak her ikisi birden:
"Benî" diye cevap verince şaşakaldılar. Nihayet
Abdülhamid, kimliğini ispatlayabildi de İbnü'l-Mukaffa'nın
fedakarlığına mani oldu.47
İbnü'l-Mukaffa, sâhibolduğu geniş kültürle beraber,
müthiş zekâsıyla da herkesi şaşırtıyordu. İbn Selam şöyle
diyor: "Hocalarım söylüyor; Sahâbe'den sonra Araplar Halil
b. Ahmed'den daha zeki ve geniş kültürlü birine sahip
olmadı. İranlılar da İbnü'l-Mukaffa'dan daha zeki ve geniş
kültürlü birine sahip olmadı."48
E-İBNÜ'L-MUKAFFA'NIN ESERLERİ İbnü'l-Mukaffa,
bıraktığı eserlerle çağını ve Arap nesrini etkilemiş biridir.
Çok genç yaşta (36 yaşında) öldürülmesine rağmen
fikirleri, muhakeme kudreti ve dil ustalığıyla Arap
Edebiyatında çığır açmıştır.
ÖNCE ÇEVİRİLERİNDEN BAŞLAYALIM:
l) Kelile ve Dimne: Bundan bahsedildiği için geçiyoruz.
47. Kelile ve Dimne, (Muhammed el-Marsafi'nin takdimiyle) 1994, Beyrut,
s. 68
48. Ebu't-Tayyib el-Lügavî, Merâtibü'n-Nahviyyîn, Mısır, (tarihsiz) s. 28
2) Siyeru'l-mülûk: Bu kitap "Siyeru'1-Mulûki'l-Acem"
diye de bilinir. Sâsâni Devleti'nin resmî Salnamelerinden, 3.
Yezdegerd zamanında bir ya da daha fazla müellif tarafında
yazılmış olan "Hodaynâmag" adlı tarihin tam çevirisidir. Es
ki İran târihi için îtimat edilen kaynaklardandır.49
3) Kitâbu'r-Rusûm: bu eser Kitabu'1-Ayin olarak da bili
nir. Sâsâniler döneminin devlet ve toplum düzeninden, saray
protokollerinden bahseden "Âyinnâmag" adlı Pehlevice eserin
çevirisidir. Bu gün nüshası mevcut değil.50 Ancak Seâlibî vb.
yazarlar bu kitaptan istifâde ettiklerini belirtiyorlar.51
4) Risâle-i Tenser: Harbedân-ı Harbed olan Tenser'in Ta
beristan hükümdarına yazdığı siyâsî ve ahlâkî meselelere da
ir bir mektubun tercümesidir. Ne aslı ne de İbnü'l-Mukaffa
tarafından yapılan çevirisi mevcut değildir. İbn İsfendiyar'ın
Târih-i Taberistan adlı eserinde İbnü'l-Mukaffa'nın Arapça'ya
yaptığı çevirinin Farsça'ya çevirisi bulunmaktadır.52
5) Kitâbu't-Tac Fî Sîreti Anuşirevan: İbn Kuteybe'nin
Uyûnu'l-Ahbar adlı eserinde bu kitaptan alıntılar yapılmış
tır.53 Seâlibî, çevirisini yaptığımız Âdâbü'l-Mülûk adlı eserin
de İbnü'l-Mukaffa'ya ait Ahbâru Anuşirevan adlı bir kitap
tan bahseder. Aynı kitap olsa gerek.54
6) Kitâbu's-Sagısâsân: "Sistan başbuğları kitabı" anla
mına geliyor. Mesûdî'nin bildirdiğine göre bu kitap Türkler
ile İranlılar arasında geçen harplerden, Rüstem'den, Siya
vuhs'tan, İsfendiyar'dan, Frasiyab'ın savaşlarından bahset
mektedir.55
49. Eski İslam Ansiklopedisi (M. E. baskısı) c. 5-11, s. 866
50. A. y.
51. Seâlibî, Hükümdarlık Sanatı, (Arapça adı: Âdâbu'l-Mulûk, Celîl el
Atıyye tahkıkıyla) İst. 1997, Çev. Said Aykut s. 184
52. Eski İslam Ansiklopedisi (M. E. baskısı) c. 5-II, s. 866
53. Bkz.; İbn Kuteybe, Uyûnu'l-Ahbar, (4 cilt) Kahire 1930, (özellikle Kisra
Hüsrev Perviz'le ilgili bölümler)
54. Seâlibî, A. g. e., s. 41
55. Mesûdî, Murûcu'z-Zeheb, (Charles Pellat neşri) Beyrut 1966, c. l, s.
276, paragraf no: 541
7) Kitâbü'l-Beykâr: Mesûdî tarafından anılan bu eserde
İsfendiyar'ın Doğu Kafkasya'daki savaşlarından bahsedil
mektedir. Murûcu'z-Zeheb'in bazı nüshalarında söz konusu
eser Kitâbu's-Sakas olarak geçiyor. Bu durumda Sakalarla
ilgili kitap anlamına gelebilir.56
8) Kitâbu Mazdek: Sâsâniler devrinin ünlü düşünürü
Mazdek'in hayatını ve 1. Kubad ile olan münasebetlerini
anlatıyor. Daha sonraki kaynaklarda bu eserden alıntılar
vardır.57
İbn Ebî Usaybıa ve diğer müelliflerin bildirdiğine göre
İbnü'l-Mukaffa, Aristo'nun Kategoryas'ını, Paremeneas'ını,
ve Analutika'sını Yunanca'dan çevirmiştir. Ayrıca
Porfiryus'un İsagoci'sini de Pehlevîce'den Arapça'ya
çevirmiştir.58
Telifleri de yine ahlak ve siyasetle ilgilidir. Siyaset
İbnü'î-Mukaffa'nın tüm eserlerinin ana konusudur desek hiç
abartmamış oluruz. Bunları şöyle sayabiliriz:
9) el-Edebü's-Sagîr: 30 sayfa civarında küçük bir risale
dir. Sosyal, siyâsî ve ahlâkî nasîhatları içerir. Kısa tavsiyeler
niteliğinde olan bu eser ruh ve beden arasındaki dengeyi ele
alır.59 Kitap Ahmed Zeki Paşa tarafından hicrî 1329'da İs
kenderiye'de neşredilmiştir. Muhammed Kürd Ali'nin Resâ
ilu'l-Bülegâ'sında yer almaktadır.60
10) el-Edebü'l-Kebir: Bu eser "ed-Dürretü'1-Yetîme" ola
rak da bilinir. Ahmed Zeki Paşa, Muhammed el-Marsafî ve
Sekip Arslan tarafından ayrı ayrı neşredilmiştir.
56. Mesûdî, Murûcu'z-Zeheb, c. l, s. 229, paragraf: 480. İslam Ansiklopedi
sinde verilen sayfa yanlıştır. II. 143 değil II. 44 olmalıydı. Bu numara
lar elyazmanın cildini ve sayfasını göstermektedir; neşredilen nüshada
belirtilmiştir.
57. Eski İslam Ansiklopedisi (M. E. baskısı) c. 5-II, s. 867
58. İbn Ebî Usaybia, Uyûnu'1-Enbâ Fi Tabakâti'l-Etıbbâ, Kahire, 1299 h. c.
l, s. 308
59. Hannâ el-Fâhûrî, el-Câmi" Fî Târîhi'l-Edebi'l-Arabî, Beyrut 1995, (2.
baskı) c. l, s. 533
60. Muhammed Kürd Ali, Resâilu'l-Bülega, Mısır 1908, (el-Edebüs-Sagîr
bölümü) s. l
Bu eser yaklaşık yüz sayfadır. İki konuda
yoğunlaşmaktadır: Hükümdar ve onunla ilgili olarak
siyâset, dostluk ve iyi dostun nitelikleri.61
11) Risâletü's-Sahâbe: Bu eser doğrudan siyasetle
ilgilidir. Hükümdarın dostları, yardımcıları, halkına karşı
takip edeceği sîret ile ilgilidir. Bu kitabı Halife Mansur'a
yazmıştır. Önerileri arasında, "güçlü ve maslahatlı olan
kavlin tercih olunarak" fıkhı kargaşaya son verilmesi vardır.
Aynı dâvaya bakan iki kadının aynı şehir ve ortamda farklı
kararlar vermeleri halk içinde şüphelere ve kargaşaya yol
açmaktır. O halde Mansur, fıkhı eğilimleri ve mezhepleri
farklı olan tüm kadıları bağlayan ortak bir "genel kanunlar
mecmuası" oluşturmalıdır. Böylece devlet daha iyi idare
edilecektir.
Abbasî Devleti'nin bu konuda gerçekten muzdarip
olduğunu gösteren husus da Halife Mansur'un, İmam
Mâlik'ten fıkha dâir bir kitap yazma talebinde
bulunmasıdır. Mansur bu kitabı büyük şehirlere gönderecek
ve herkesin buna uymasını isteyecekti. Ancak İmam Mâlik
bu teklifi kabul etmemiştir. Çünkü çeşitli şehirlere ve
ülkelere dağılmış Müslümanlar, kendilerine yakın gelen ve
artık iyice alıştıkları bir Sünnet ile amel ediyorlardı.
Dolayısıyla bunları tek bir versiyona indirmek, bununla amel
etmeyi mecbur kılmak, başka zorlukları doğuracaktı. İmam
Mâlik daha sonra meşhur eseri el-Muvatta'ı derlemiştir ki
Hicaz, Mısır ve Kuzey Afrika'da zamanla kabul gördü bu
kitap...
İbnü'l-Mukaffa'nın Risâletü's-Sahâbe'sinde ordunun
maaşı, terbiyesi ve şevki konularında da detaylı öğütler
bulunmaktadır. Eski Sâsâni geleneğinden etkilendiği belli
olmaktadır. Yönetimin kimler tarafından yürütüleceği
konusunda son derece serttir. Aristokrat zümreye önem verir.
Bu kitap aslında İbnü'l-Mukaffa'nın tüm eserlerinde
vurguladığı temel fikirlerini toplayan ana mecmuadır. Onun
Abbasî Devleti'ne nasıl baktığını gösterir, kendi toplumsal
özlemini
61. Muhammed Kürd Ali, a.g.e, s. 39
ve İranı karakterini yansıtır. Detaylı bilgi için Şevkî Dîfin
Asru'l-Ümevî el-Ahîr kitabının İbnü'l-Mukaffa bölümüne
bakılabilir.62
Risâletü's-Sahâbe, Muhammed Kürd Ali tarafindan
neşredilmiştir.63
Bu eserler dışında Hikemü İbni'l-Mukaffa ve el-Ede
bü'1-Vecîz li'1-Veledi's-Sagîr adlı telifleri de siyâset ve ahlakla
ilgilidir.
62. Şevki Dîf, Asru'l-Ümevî el-Ahîr, Dâru'l-Maârif Mısır, s. 523
63. Muhammed Kürd Ali, a.g.e, s. 118
KELİLE VE DİMNE'DE
OKUMUŞ-SULTAN İLİŞKİSİ*
Binbir gece masallarını ve Kelile ve Dimne'yi "Siyâsi
muhteva" bakımından inceleyen Cebbur ed-Düveyhi'nin de
belirttiği gibi Kelile ve Dimne'nin hikayeleri görünürde
vahşî hayvanların, kuşların ve haşerelerin ağzıyla
anlatılmıştır. "Mesel" tabir edilen nasihat içerikli
hikâyelerde hayvanları kullanmak, onların dilinden bir
şeyler vermek kadim bir edebi gelenektir. Ancak "Mesel" in
olmazsa olmaz şartı değildir bu. Yani hayvanların
kullanılması özel sebebe binâendir aslında.
Bir
hikâyenin
"Mesel"e
dönüşebilmesi
için
dinleyenlerin kahramanlarla özdeşlik kurması, içeriğinin
doğru yorumlanması ve "mucibince amel edilmesi"
gerekmektedir. Bu itibarla Kelile ve Dimne kitabı niçin
hayvanlar alemine müracaat edildiğini mukaddimede özlü
bir şekilde izah eder:
"... Sözün dış yüzü halka ve ileri gelenlere eğlence
olsun; iç yüzü ise seçkinlerin zekâsına hitabetsin, onlara
bir tür deneyim kazandırsın diye kitabı yırtıcı hayvanların,
kuşların dilinden verdi!" Ardından şu satırlar geliyor:
Bu makale, Cebbur ed-Düveyhî'nin el-ictihad dergisinde neşredilen
araştırmasının özetidir. Son iki paragrafı biz ekledik. Bkz. el-ictihad,
1989 (yaz) 4. sayı, s. 53
"Diyalog iki hayvanın ağzından olmalıydı. Hayvanların
konuşması eğlence ve mizah gibi görülecek oysa
söylenenlerin muhtevası tam anlamıyla 'hikmet' olacaktı.
Hakimlikten nasibi olanlar hikmetlere kulak verecek,
hayvanların ve mizahın sadece araç olduğunu
anlayacaklardı. Câhiller ve sıradan insanlar ise iki hayvanın
karşılıklı kelam eylemesine şaşırıp dikkat kesilecek,
dinlediklerini eğlence sayarak 'asıl mazmunu' anlamaya
gayret etmeyecek, eserin hedefini bilemeyeceklerdi."
Demek ki Kelile ve Dinine, yazarının da açıkça
belirttiği gibi "seçkinlerin asıl faydayı devşireceği" özel bir
kitaptır. Yani sıradan insanlar da bir şeyler alır bu kitaptan
lâkin işin künhüne vâkıf olamazlar...
İndilerde mevcut çeşitli "Mesel"leri tetkik eden J.
Starovinsky de benzer bir olguyla karşılaşıyor:
"Öğreti burada sınırlı bir çerçeve içindedir ve kendim
dışa karşı koruyucu bir karaktere sahiptir. Anlayacak
kulağı olmayanlara kapalıdır, bu tiplere karşı özellikle
kapatır kurtuluş kapılarını! O halde 'mesel' tarzı hikâyelere
başvurulması, hakikatin sadece hikâyevâri bir üslupla
anlatılıp 'didaktik gaye' güdülmesi demek değildir. Bilakis
bir kasıt vardır burada: özel bir seçkinler grubu muhatap
alınarak mesaj onlara yöneltilmektedir, kâfi derecede zekâya
sahip
olmayanların
devre
dışı
bırakılması
hedeflenmektedir."
Aynı şekilde Kelile ve Dimne müellifi de mânâsı kendi
ile hükümdar arasında anlaşılan, Beydebâ ile Debşelim,
aydın ile sultana münhasır özel bir diyalog türünü vermek
istemiştir.
Burada bir çelişki varmış gibi gözükebilir. Hikâyeleri
anlatan yazar hükümdarın yanlış anlamasından endişe
etmekte, bu yüzden serd edilecek meselin özeti
mahiyetinde bazı hususları açıkça belirtmektedir her
hikâyenin başında. Açık bir tefsir ve yönlendirme tarzında
cümleler ihtiva etmeyen kıssalar, birbiriyle çelişkili neticeler
(= hisseler) çıkarılmasına müsaittir. Ancak hikâyenin
maksadının ne olduğunu
en başta izah eden kısa açıklama sıradan insanlara da
perdeyi açmakta ve "düzgün okumayı" kolaylaştırmaktadır.
Zaten Kelile ve Dimne'nin babları daha ilk satırda maksadın
ne olduğunu belirtmektedir. Kitabın metodu böyledir.
Meselâ Maymun ile Kaplumbağa Babı şöyle başlar:
"Hükümdar Debşelim, filozof Beydebâya dedi ki:
— Bir ihtiyaç, bir amaç peşinde koşan ama tam
eriştiğinde yine kaybeden adamın hikayesini anlat!"
Böylece yanlış anlamaların önüne geçilmiş oluyor.
İbnü'l-Mukaffa dinleyenleri de üç kısma ayırmıştır,
hikayenin üç ayrı didaktik düzeyi olmasına binâen...
a) Bazıları olayların akışına kendini kaptırır ve işin hi
kâye tarafıyla tatmin olur. "Bu tipler maksadın ne olduğunu
anlamazlar, devşirilecek meyveyi devşiremezler ve kitabın
eriştirmek istediği hiçbir hedefe erişemezler."
b) Bunlardan sonraki zümre ise "kitabı anlamış ve epey
yüksek bir seviyede kavramışlardır." Bu tiplerin eksiği, hare
kete geçmeyişleridir. Onlar "geceleyin evinde hırsızı görüp
pusuya yatan ama pusuda uykuya dalarak hırsızın hırsızlığı
na engel olamayanlardır!"
c) En yüksek zümre ise örnek gösterilen zümredir ki hi
kâyeyi okur, derinlemesine anlar ve gerektiği gibi amel eder.
Kısaca: "Bilgi ancak amelle asıl yerini bulur, kemâle erer.
Bilgi ağaçtır, amel ise meyvesidir bu ağacın!"
Görüldüğü gibi dinleyici taifesi üç ayrı seviyedendir:
1) Hikâye dinleme seviyesinde kalanlar, 2) Verilen
mesajı doğru yorumlamakla beraber gereğince amel
edemeyenler, 3) Doğru okuyan, doğru anlayan ve gereğince
amel ederek işi tatbik sahasına dökenler.
Filozof Beydebâ önce açık nutuk yoluna başvuruyor,
hükümdarın huzuruna çıkıyor ve vaaz veriyor. Lâkin bu tarz
bir yaklaşım sadece hapsi boylamasına sebep oluyor! O
halde "Meseller" yoluyla maksadı vermek en başarılı
yöntem olacaktır....
Kelile ve Dimne kitabı on beş baba ayrılıyor. Uzunluk
bakımından farklılık arzeden bu babların her biri müstakil
bir didaktik amaca odaklanmıştır. Her babda yeni
kahramanlar vardır, hayvanlardan... Kitaba ismini veren iki
hayvan Kelile ve Dimne ise sadece ilk iki babın
kahramanıdırlar. Bu ilk iki bab, birbirlerini tamamlarlar ve
aydın sultan ilişkisinin nasıl olması gerektiğini
ayrıntılarıyla gösterirler.
Birinci bab olan "Arslan ve Öküz" de ana mevzu iki
merhalede ele alınır:
1- Dimne öküzün arslana boyun eğmesini sağlayarak
arslanın dostluğunu kazanır.
2- Sonra öküzün öldürülmesi gerektiği hususunda ars
lanı ikna eder. Çünkü öküz, Dimne'nin nice zamandır tamah
ettiği bir makama gelmiştir ve bir nevi rakibi olmuştur.
Ama Dimne'nin sahtekârlığı ortaya çıkar. Dimne idam
edilir.
Hikâye "birbirini seven ve savunan siyâsîlerin araya
çeşitli desise ve entrikaların girmesiyle nasıl birbirlerinden
soğuduklarını" anlatır. Böylece mesel, cihanşümul bir
insanî olguyu irdeler: Birbirini seven dostlar ve
arabozucular.
Demek ki okuyucular bu hakikati gözden kaçırmamalı,
arabozuculara karşı tedbir almalıdırlar!
Aslında Arslan ve Öküz hikayesi, bir aydının çeşitli
meseller ve misallerle idareciyi etkileme arzusunun dışa
vurumundan ibarettir. Abdullah İbnü'l-Mukaffa bir
"aydın" olarak "ilgililere" yani genel kitle yahut Halife
Mansur veya Ahvaz hâkimi îsâ b. Ali'ye hikayeler
anlatmaktadır. Filozof Beydebâ aydını temsil eder,
Debşelim ise güç sahibini. Birinci (=aydın) ikinciye
(=hükümdara) Dimne ile Arslan arasında cereyan eden
diyalogu aktarmaktadır. Evet, Dimne burada saraya yakın
olmak isteyen aydın seçkindir; arslan ise erki elinde tutan
hükümdardır. Burada, zaman zaman figüranlar çoğalsa
da dört temel kahraman vardır:
1) Tüm kitabı aktaran dış râvi (=ibnü'l-Mukaffa yahut
iranlı yazar)
2) Tüm kitabın yöneldiği dış muhatap (=Kitabı okuyan:
Halife mansûr)
3) Kitabın çeşitli hikâyelerini anlatan iç râvi (=Beyde
bâ ve tecrübeli hayvanlar)
4) Kitabın hikâyelerine muhatap olan iç kahraman
(=Debşelim veya arslan)
Burada dışarıdan içeriye doğru şöyle bir temsil
sözkonusudur:
Halife Mansûr veya amcalarından biri
Debşelim
Arslan
İbnü'l-Mukaffa
Beydebâ
Dimne
Dimne "ancak diliyle mücâdele edebilir" oluşunun
yanında kendini "akıllı ve belirli bir görüş sahibi" biri olarak
tanıtıyor ve ekliyor: "... Bir söz ustası edebiyatçı ki bir
doğruyu yanlış, bir yanlışı doğru gibi göstermek istese elbet
becerir! Tıpkı duvara çeşitli suretler çizen mahir bir ressam
gibi ki bu suretlerin bir kısmı dışarlak (=dışarda gibi)
görünür ama dışarıya çıkıntılı değildir, bir kısmı da içerlek
gözükür ama içerde değildir!" İşte size aydının yahut karşı
aydının misali! İbnü'l Mukaffa -ondan evvel de Beydebâhükümdarı yazarlardan ve diğer filozoflardan sakındırıyor!
Dış râvi dış muhataptan "bazılarına karşı kulağım tıkamasını
ve ambargo koymasını" talep ediyor. Tam bu noktada
meseller ve hikâyelerden ibâretmiş gibi gözüken oyun, hiç
şakası olmayan bir tahrik silahı haline geliyor. Serdedilen
tüm meseller, iki merhale boyunca Dimne'nin silahı olma
fonksiyonunu üstleniyor ama neticede onun aleyhine
dönüyorlar. Dimne, muhatabı olan arslâna öküz hususunda
evvelâ olumlu sonra olumsuz kararlar aldırabiliyor. Bunu
meseller yoluyla yapıyor. Nihâ-
yet suçlu olduğu anlaşılıp da henüz kesinleşmeden
mahkemeye
çıkarıldığında
dahi
kendi
korunumu
destekleyici meseller bulmakta zorluk çekmiyor. Hâkim bu
sıkı savunma karşısında bir şey diyemiyor, onun suçlu
olduğunu söyleyemiyor. Kısaca Dimne son noktaya kadar
söz ve mesel serdetme ustalığını muhafaza ediyor...
Ancak onun kaderinde ölüm vardır! Nihayet tanıklar
ortaya çıkar, Dimne'nin cürüm işlediği kesinlik kazanır ve işi
bitirilir.
Peki râvi niçin Dimne'yi öldürüyor? Zira Dimne'nin
temel problemi bilgisizlik değildir: gayet mahir konuşuyor,
meseleleri iyi anlıyor lâkin bilgisiyle amel etmiyor! Ardarda
misaller verirken dâima kendisini muaf tutuyor; sanki o
"kurallara uyması gereken kişilerden biri değilmiş gibi"
davranıyor. Ölümü hak oluyor böylece.
Kelile'nin
durumu
nedir?
Kelile temkinlidir,
ihtirassızdır, akıllıdır ve olgundur. Daha ilk anda Dimne ona
gelerek "Krala yakınlaşmak istediğini" belirtince hemen
itiraz eder Kelile: "Marangozu taklit sevdasıyla başını belaya
sokan ve kuyruğunu sıkıştıran maymunu düşün!" der. Sonra
Dimne yine eski dostuna gelir, arslanla öküzü birbirine
düşürmek niyetinde olduğunu söyler. Kelile derhal uyarır:
"Sakın ha, böyle bir işe girişmeyesin! Abid ile hırsızın
hikâyesini duymuşsundur!" der. Sanki duvara konuşmuştur,
Dimne siyasi ihtirasları sebebiyle gözlerini perdelenmiş bir
zavallıdır aslında. Ve kaçınılmaz bir şekilde kendi kuyusunu
kendi kazar, o çok sevdiği "meseller"deki söz dinlemez
kahramanlar gibi!
Dimne'nin kaderi hikâyenin birinci cümlesinde
yazılıdır: "Yalancı ve sözgezdiricilerin birbirinden ayırdığı
sıkı dostlara dair..." Burada birbirini çok seven sıkı dostlar
arslan ile öküzdür. Yalancı, arabozucu ise Dimne'dir.
Hikâye bittiğinde temel amaç şöyle bir cümleyle
belirtilir: "İşte bu meseli düşünecek adam iyi bilsin ki yalan
dolan ile başkasına zarar vererek öz menfaatini ön plana
çıkaran kişi daima kendi tuzağına düşer!"
Dimne "Her makamın bir makâli vardır" ilkesini
ustaca uygulayarak her duruma müsait bir laf bulduysa da
neticede "hilekâr davrandığı, ikiyüzlülük ettiği için" cezasını
çeker. Aslında Dimne'yi öldüren de "dostunun intikamı
peşindeki arslan" değildir, didaktik bir hedefle yazılan
hikayenin kendisidir ölüm fermanı...
Kelile ve Dimne kitabı siyâsî edebiyatta meselin ne
kadar sık işlendiğini gösterdiği gibi okumuşlar tayfasına
mensup birinin hükümdar (= iktidar) karşısında nerede
kudretli, nerede âciz olduğunu da anlatır.
Lâkin bu vadide hakikat şudur ki sâdece edebiyat ve
yazı ne umum halkın ne de otorite sahiplerinin hayat
tarzlarını değiştirebilir... Edebiyat ve nıakâlât döktürme işi,
okumuşun tüm umutlarını bağladığı bir sihirli değnek
mesabesinde ise de amel (= tatbik fikri ve hareket) olmadıkça
tamamen boş bir kuruntu ve tatmin aracı haline gelmektedir.
Doğrudur: Şehrazad masallarda paçayı kurtarmış,
Filozof Beydebâ dâhiyane meselleriyle Debşelim'i irşad
etmiştir. Ama ne geniş çaplı ıslahat hareketleri ne de ihtilaller
sadece edebiyatla gerçekleşmiştir.
MUKADDİME
Bu mukaddimeyi Şahoğlu Ali el-Fârisî diye tanınan
Sahvanoğlu Behnûd yazmıştır. Behnûd, Brahmanbaşı olan
Hintli bilge Beydebâ'nın, Hindistan hükümdarı Debşelîm
için kaleme alıp "Kelile ve Dimne" adını verdiği eserin temel
amacını belirtmiştir. Beydebâ, asıl maksadım avamdan
gizleyip korumak, kitabın içeriğini serseri, kaba-saba
güruhtan esirgemek; bilgeliğin özünü, türlerini, güzelliklerini
ve pınarlarım değer bilmezlerden uzak tutmak için
hayvanların ve kuşların dilinden vermiştir vereceğim...
Çünkü bilgelik ancak bilgeye ferahlık veren, onun zihnine
açık olan, sadece sevenlerini süsleyen ve taliplerine şeref
kazandıran bir şeydir.
Behnûd, İranlılar'ın hükümdarı, Feyrûz soyundan
Kubadoğlu Anûşirevan'ın; Fars doktorlarının reisi
Berzeveyh'i Kelîle ve Dimne kitabı için Hindistan'a nasıl
gönderdiğini ve Berzeveyh'in bu ülkeye giriş esnasında ne
denli
dikkatli
davrandığını
anlatmıştır.
Geceleyin
hükümdarın hazinesinden erişebildiği diğer kitaplarla beraber,
—bunlar Hint bilginlerine aitti- "Kelile ve Dimne"yi de gizlice
istinsah eden o adam* gelmişti Berzeveyh'e... Tüm bunları
Berzeveyh için yapıyordu o.
Behnûd, kitabın çevrilmesi amacıyla Berzeveyh'in
Hindistan'a gönderilişinden çıkan neticelere de değinmiştir.
Kitabın ilerleyen bölümlerinde ondan bahsedilecektir.
Behnûd'a göre bu eseri eline alan kişi, okuduğu şeyde
yoğunlaşman, sözün özüne bakmalıdır. Aksi takdirde kitabın
yazılış amacını anlayamaz. O, önsözünde Berzeveyh'in
gelişine, kitabın yüksek sesle okunuşuna değinmiş ayrıca
Buzurkmihr'in neden "Berzeveyh Bölümü" diye özel bir kısım
yazdığım anlatmıştır. Burada, doğumundan ergenliğine ve
bilgelik sevgisiyle yanıp ilmin çeşitli dallarında söz sahibi
oluncaya kadar Berzeveyh'in yaşamı konu edilmiştir.
Behnûd bu bölümü, asıl kitabın başı olan "Arslan ve Öküz"
bölümünün önüne koymuştur.
Şahoğlu Ali el-Fârisî der ki:
Bilge Beydebâ'nın, Hindistan hükümdarı Debşelîm'e
Kelile ve Dimne kitabını yazmasının sebebi şudur:
Makedonyalı
İskender
Zülkarneyn,
batıdaki
hükümdarların işini bitirince doğuda bulunan İran vesâir
ülkelerin hâkimlerini yenmek amacıyla harekete geçti. İran
hükümdarlarından, kendisine karşı koyanlarla dövüşmüş,
ona meydan okuyanları yerin dibine geçirmiş, barış
isteyenlerle barış yapmış; neticede tümünün başına geçerek
hasımlarını bir bir mağlup etmişti. İskender'in karşılaştığı
İran hükümdarları ilk tabakadandır. Onlar parçalandılar,
perişan oldular. İskender daha sonra ordusunu Çin diyarına
sürdü, yolu üstündeki Hint kralını hâkimiyeti altına almak
onu da kendi dinine sokmak arzusundaydı. O esnada
Hindistan'ın başında Fevr [For] adlı güçlü bir kral vardı.
Fevr, İskender'in sefer edeceğini duyunca savaşa karar
vermiş, mukavemet için hazırlıklar yaparak etraftaki
kuvvetlerini toplamıştı; velhasıl iyice donanmıştı. O, savaşa
alışkın filleri, düşmana saldırmak üzere eğitilmiş yırtıcı
hayvanları, eyerli atlan, keskin kılıçlan ve göz alıcı kargılan
çok kısa bir sürede tedarik etmişti.
İskender, Hint Kralının ülkesine yanaşıp daha önce
elde ettiği ülkelerde hiç rastlamadığı türden hazırlıklar
yapıldığını duyunca; harbe atılmakta aceleci davrandığı
takdirde
başına bir felâket geleceği endişesine kapıldı. Zülkarneyn,
tecrübeli, tedbir almasını bilen, kurnaz bir hükümdardı; çare
aradı ve karargâhının çevresine bir hendek kazdırıp
beklemeye başladı. O, bu işi başarıyla bitirmek amacıyla
temkinli davranıyor, düşmana yürüdüğünde kesin zafer
elde etmek için nasıl hareket etmesi gerektiği hususunda
kafa yoruyordu.
Önce müneccimleri çağırdı, onlara Hint kralına karşı
harb etmek ve zafer bulmak için uğurlu bir gün seçmelerim
emretti. Onlar bu işle uğraştılar.
İskender, uğradığı her şehirde mahir sanatkârları
bulur, her cinsten hünerli insanı yanına alıp götürürdü.
Bu kez de zekâ ve ileri görüşlülüğüyle onlardan
yararlanmayı düşündü: üzerinde insan heykelleri bulunan içi
boş bakır atlar yapmalarını, bunların itilip hızla gitmeleri
için tekerlekler üzerine yerleştirilmelerini emrette onlara.
Daha sonra içlerinin neft ve kibritle doldurulmasını;
hepsinin [canlı gibi] giydirilerek; ordunun merkezine, ilk
safa yerleştirilmesini buyurdu.
Taraflar karşı karşıya gelince bunların içi
tutuşturulacaktı. Düşmanın filleri, hortumlarını kızmış
bakır atlara dolayınca can havliyle geri dönüp kaçacaklardı.
İskender, ustalarından güçleri yettiğince süratli çalışıp bu işi
halletmelerini istiyordu. Onlar da emre uydular: sıkı
çalıştılar, çabuk bitirdiler.
Müneccimlerin belirlediği gün yaklaşınca İskender,
Fevr'e tekrar adam gönderdi; egemenliğini tanımasını istedi
ondan... Ama Fevr, İskender'e karşı gelerek savaşta kararlı
olduğunu söyledi.
İskender onun ısrarlı olduğunu görünce tüm ağırlığıyla
yüklendi. Fevr, filleri ön safa koymuştu; İskender'in adamları
bakır atlan -üstündeki süvari heykelleriyle- sürdüler
düşmana. Filler atlara yöneldiler, hırsla hortumlannı
doladılar, korkunç ısıyı hisseder hissetmez sırtlarında
taşıdıkları her şeyi etrafa attılar; onları ayaklarının
altlarında ezdiler; sağa
İskender'le Hint Ordusu Karşıkarşıya
sola dikkat etmeden önlerine çıkanı mahvederek kaçtılar.
Fevr, ordusuyla irtibatını kaybetti. İskender'in askeri
onların ardına düştü, önüne geleni kırıp geçirdi... İskender
şöyle bağırıyordu:
— Hint Hükümdarı! Sen çık karşımıza! Ordunu ve ha
nedanını koru! Onları ölüme sürükleme! Bir kralın tüm as
kerini tehlike uçurumuna atması elbette erkeklik değil! Bi
lakis ordusunu, malı ve canı pahasına korumalıdır kral!
Haydi, çık karşıma askeri bir kenara çek! Hangimiz yenerse
baht onundur!
Fevr, İskender'den bu meydan okumayı işitince onu
mağlup edeceğini sandı; 'fırsat bu fırsattır' deyip onunla
mücadele için öne çıktı. Böylece İskender de ileri atıldı,
çatıştılar. At sırtında saatlerce kapıştılar ama yenişemediler.
Mücâdele böyle devam ederken hasmını halledemeyeceğini
anlayan İskender, ansızın yeri göğü inleten, ordugâhı titreten
bir nâra attı. Fevr, bu çığlığı, ordusuna karşı hazırlanmış bir
tuzak sanarak yüzünü çevirip geriye baktı. Birdenbire ileri
atılan İskender göz açıp kapayıncaya kadar düşmanını
atının eğerinden koparacak bir hamle yaptı; ardından bir
kez daha vurdu ve fevr yere yuvarlandı.
Hintliler
başlarına
gelen
felaketi
gördüler;
hükümdarlarının akıbetine tanık oldular; ölümü yaşama
tercih ettiler; dövüştüler, dövüştüler. Bu sefer İskender
onlara çeşitli vaatlerde bulundu, Allah'ın fazlukeremiyle
onların yurtlarını istilâ etti. İtimat ettiği adamlarından birini
onların başına geçirdi. İşlerini halledinceye ve egemenliğini
iyice sağlama alıncaya dek Hindistan'da kaldı. Sonra
güvendiği adamı kendisini temsîlen- onların başında
bırakarak Hint ülkesinden ayrıldı, hedefi neyse oraya gitti.
İskender askeriyle oradan gidince Hintliler onun tayin
ettiği adama boyun eğmekten vazgeçtiler ve şöyle söylendiler:
— Bu herif, ülkeyi yönetecek halde değil. Bu ülkenin
ne halkı ne de asilleri, kendilerinden olmayan, hanedanla
rına mensup bulunmayan birinin başlarında kral olmasına
asla razı olmazlar! Zira o [yabancı kral] onları hep küçük
görecektir!
Böylece kendi krallarının oğullarından birini başa
geçirmek için anlaştılar: Debşelîm adlı birini kral yaptılar.
Sonra İskender'in koyduğu adamı tahttan indirdiler.
Debşelîm ise işleri yoluna koyup egemenliğini sağlama
aldıktan sonra azdı, büyüktendi: çevresindeki hükümdarlarla
savaşıyor, hep galip geliyordu. Halk ondan korkuyordu.
Yönetimdeki gücü arttıkça ahâliyle alay etti, onları
küçümsedi, en rezil işleri yaptı halkına... Kudreti çoğaldıkça
şımarıklığı artıyordu. Bir zaman böyle devam etti.
Debşelîm'in zamanında brahmanlardan bir bilge vardı:
akıllı, ahlaklı biriydi. Bilgisiyle ünlenmişti, her konuda ona
başvurulurdu: adı Beydebâ idi. Beydebâ, hükümdarın halini
düşündü, halkına çektirdiği cefâyı düşündü; onu bu
azgınlığından çevirmek, adalete yöneltmek için kafa yordu.
Öğrencilerini topladı ve seslendi:
— Size ne danışacağım, biliyor musunuz? Bilmelisiniz
ki Debşelîm'in durumunu, onun adaleti bir kenara atıp
zulme dalışını, halkına cefâ edip rezil davranışlarda
bulunuşunu düşündüm hep... Biz, böyle nahoş fiiller
hükümdarlar tarafından işlendiğinde onları uyarmak,
kıblelerini adalete ve iyiliği çevirmek için yetişmiş,
kendimizi bu günler için hazırlamışızdır! Bu hallere göz
yumar ve görevimizi yapmazsak câhillerin gözünde
onlardan daha câhil ve aşağı vaziyete düşeriz! Bu yüzden
başımıza hiç istemediğimiz belaların gelmesine engel
olamayız! Şimdi, vatanı terkedip gitmek bana göre uygun bir
karar değildir. Onu bu kötü gidişat içinde bırakmak ve
işlerine hiç karışmamak da hikmetimize yakışmaz. Öte
yandan dilimizden gayrı bir araçla ona karşı mücâdele
edecek durumda da değiliz. Kendimizden başka kimseleri
bulup yardım dilesek de ona karşı durmamız mümkün değil;
tabiî ona karşı olduğumuzu ve siretinden surat ekşittiğimizi
anlarsa sonumuz geldi demektir... Biliyorsunuz ki, bir
vatanın güzelliği ve sağladığı hayat kolaylığı bahane edilerek
ca-
navar, köpek yılan ve öküzle yanyana yaşamak cana kıymak
[=şahsiyetsizlik] ten başka bir şey değildir. Bir bilgeye
yakışan ise başa gelmesi muhtemel musibetlerden, bunların
ağır neticelerinden korunmak; maksada ulaşmak için de
korkulan şeyi bertaraf etmektir. Bilgelerden birinin,
talebesine şöyle yazdığını işitmiştim:
— Hayırsızlarla beraber yaşayan, onlarla dost olan
adam, riskli bir deniz yolculuğuna çıkan malum kimse gibi
dir. Bu yolcu, neticede batmaktan kurtulsa bile korkulardan
kurtulamaz. O, kendisim tehlike ve dehşete attıkça akılsız
eşşeklere benzemektedir. Hatta daha da aşağı! Zîrâ hayvan
ların tabiatında yaran zarardan ayırt etme özelliği vardır.
Bu yüzden zarar görecekleri şeyden çekinir, tehlike kokusu
aldıklarında korunmak için derhal uzaklaşırlar.
İşte, sizi böyle bir durumdan ötürü topladım. Siz benim
ailem, sırdaşım ve bilgi dağarcığımsınız. Size dayanır, size
güvenirim. Kendi görüşüyle hareket eden ve tek başına
kalan kimse zayi olur, yardımcı bulamaz. Akıllı adam ise
bulduğu çarelerle, başkasının at ve askerle beceremediğini
becerir. Bunun örneği de şudur:
Bir tarla kuşu, filin geçip gittiği yerde bulunan deve
kuşu yumurtasını yuva yapmış kendine; içine de
yumurtlamış. Fil, su içmek için buradan geçermiş. Birgün
her zamanki gibi suya, bu yoldan gitmiş. Tarla kuşunun
yuvası paramparça! Yumurtalar ezilmiş, yavrular
çiğnenmiş! Tarlakuşu felâketi görünce bu işin fil tarafından
yapıldığını anlamış, çırpmış kanatlarını ve file gelmiş.
Ağlayarak filin başına tünemiş ve seslenmiş:
— Ey Hünkâr! Ben senin komşunum! Benim yumurta
larımı ezip yavrularımı öldürdün! Beni değersiz bulduğun,
hor gördüğün için mi böyle yaptın?
Fil de:
— Evet, bu yüzden! deyivermiş.
Tarlakuşu filin yanından uçmuş, bir grup kuşa gelerek
filin getirdiği felâketi onlara şikayet etmiş. Onlar da:
— Bizim gibi kuşlar file ne yapabilir? diye cevap ver
mişler. Tarlakuşu da saksağan ve kargalara şöyle demiş:
— Siz benimle gelir, filin gözlerini oyarsınız. Ben de
sonrası için başka bir çâre bulurum.
Kargalar ve saksağanlar bu teklin kabul ederek filin
yanına gitmişler, gözlerini akıtıncaya kadar gagalamışlar.
Koca fil, yeme içmeye gidemez duruma gelmiş; ancak
bulunduğu yerde hortumuna geçirdiğiyle karnını doyurmaya
çalışıyormuş. Tarla kuşu daha sonra civarda içi kurbağa dolu
bir gölete varmış, onlara filin kendisine yaptığı kötülüğü
anlatmış, yardım istemiş. Kurbağalar vıraklamışlar:
— Koskocaman filin karşısında biz ne çare üretebiliriz?
Ona ne yapabiliriz ki?
Tarlakuşu ötmüş:
— Sizden, benimle şuradaki yara kadar gelmenizi ve vı
raklamanızı istiyorum. Fil sizin seslerinizi işitince orada ke
sinlikle su bulunduğunu sanacak, yanaşıp yuvarlanacaktır!
Kurbağalar tarlakuşunun teklifini evetlemişler,
uçurumun kenarında kümelenip ötmeye başlamışlar.
Susuzluktan cayır cayır yanan fil kurbağa seslerini duyunca
can havliyle o tarafa koşmuş, yardan yuvarlanarak perişan
olmuş. O zaman tarlakuşu filin başının üstünde kanat
çırparak söylenmiş:
— Gücüyle övünen ve beni hor gören azgın! Koca göv
den ve minik aklının yanında benim ufacıklığıma rağmen ne
denli büyük düşündüğümü gördün değil mi?
Şimdi, siz de bana teker teker söyleyin bakalım
aklınızdan hangi tedbir geçiyor?
Öğrenciler hep beraber bağrıştılar:
— Ey erdemli filozof, âdil bilge! Bizim kılavuzumuzsun
sen, bizden üstünsün sen! Senin fikrin yanında bizimkinin,
senin zekân yanında bizim zekâmızın ne kıymeti vardır? An
cak şunu bilmekteyiz ki timsahla beraber yüzmek tehlikeye
atılmak demektir. Suç, timsahın bulunduğu suya girende.
Yılanın dişinden zehiri çıkanp kendisinde denemek için ağ-
zina atan adam, vebali yılana yükleyemez! Arslana
ormanında yanaşan kişi hamlesinden nasıl emin olur ki? Bu
hükümdar nice tecrübelerden akıllanmamış, musibetlerden
korkmamıştır. Onun hoşuna gitmeyecek bir laf ettiğinde
gazabına uğrayabilir, cefâsıyla karşılaşabilirsin; bundan
yakayı sıyıracağından emin değiliz!
Bilge Beydebâ cevap verdi:
— Allah için, doğru söylüyorsunuz! Ancak fikir sahibi
olgun insan, kendinden aşağı veya yukarı diye biriyle istişa
re etmeyi terketmez! Ne seçkinler nezdinde bir ferdin görü
şüyle yetinilir, ne de halka faydalı olur tek kişinin görüşü.
Ben Debşelîm'le yüzyüze gelmeye karar verdim gayrı... Sizin
de sözünüzü dinledim; iyiliğimi düşündüğünüzü, beni ve ken
dinizi korumak istediğinizi biliyorum. Ancak ben bir karara
varmışım, bunu da uygulayacağım. Kral nezdindeki konuş
mamı, ona verdiğim karşılıkları elbet öğreneceksiniz. Onun
huzurundan çıktığımı duyar duymaz toplanın yanıma...
Beydebâ bu sözlerinden sonra öğrencilerinin hayır
dilekleriyle oradan ayrıldı.
Böylece kralın huzuruna çıkmak için bir gün ayarladı.
O gün, brahmanların giydikleri türden kıldan örülme
giysilerine bürünerek büyük kapıya vardı; mabeyinciyi
istedi. Ona götürülünce selam verdi, durumu anlattı. Şöyle
dedi:
— Ben, öğüt vermek için hükümdara gelmiş biriyim.
Mabeyinci hemen hükümdarın huzuruna çıkarak:
"Kapıda Beydebâ adlı bir brahman var. Kendisinin krala
öğüt vereceğini söylüyor!" dedi. Kral izin verince Beydebâ
huzura girerek onun önünde durdu, eğildi, secdeye vardı.
Sonra ayağa kalktı ve bekledi. Debşelîm, Beydebâ'nm gayet
sakin bir şekilde duruşuna bakarak kendi kendine
mırıldandı: "Bu adam bize ancak iki şeyden biri için gelmiş
olmalı: ya durumunu düzeltmek için bir şeyler isteyecek
yahut altından kalkmadığı bir sorunla karşılaştığı için yardım
dileyecek bizden." Kendi kendine düşünmeye devam
ediyordu: "Hükümdarların, ülkeleri üzerinde hakları
varsa; bilgelerin de er-
demlerinden ötürü daha büyük haklan olmalı... Zira bilgeler,
tecrübe ve bilgilerinden ötürü hükümdarlara muhtaç
olmazlar. Ama hükümdarların mutlaka onlara ihtiyacı
vardır. Bilgi ve kudreti birbiriyle sarmaş dolaş iki dost gibi
görüyorum. İkisinden biri yitince diğeri de gidiyor; biri
gidince diğeri yeme-içmeden kesilen, hayattan zevk almayan,
hüzne boğulan iki can yoldaşı gibi... Bilge kişileri hürmetle
karşılamayan, onların diğer insanlardan daha kıymetli
olduğunu bilmeyen, onları küçük düşürmekten çekinmeyen
adam akılsızdır; dünyasını karartmıştır. O, bilgelerin hakkını
çiğnemiş ve kendini bilmez kara câhillerden olmuştur
artık..."
Sonra Beydebâ'ya doğru başını kaldıran Debşelîm
şöyle seslendi:
— Sana baktım ey Beydebâ! Suskundun, ihtiyacını arz
etmiyordun, dileğini söylemiyordun. İçimden: "Herhalde hey
betimizden ürperdi, belki şaştı da susup kaldı," dedim. Bak
tım uzun uzun bekledim, şöyle düşündüm bu sefer: "Geçerli
bir sebep olmasaydı gelip kapımızı çalmazdı Beydebâ... O, za
manının en iyilerindendir. Buraya gelmesinin sebebini sora
lım mı ona? Ziyaretinin sebebi bir haksızlıksa onun elinden
tutmak, onu yüceltmek ve ağırlayıp istediğini vermek önce
benim boynuma borçtur. Eğer dünya malı talep ederse dile
diği kadar yağdırarak onu memnun ederim. Hükümdarlara
ait olup verilemeyecek bir şey isterse onun hakedeceği ceza
yı düşünürüm; ama böyle birisi burnunu hükümdarlıkla ilgi
li bir işe sokmaya cüret edemez. Onun muradı, halkın işleriy
le ilgili olup benim onlara ehemmiyet vermem ise bakarım
neymiş arzusu... Zira bilgeler ancak iyiliği, cahiller ise bunun
aksini önerirler." Şimdi senin önünü açıyorum, dilediğin gibi
konuşasın!
Beydebâ hükümdardan bu sözleri işitince korkusu
gitti, rahatladı. Onu selamlayarak secde etti, sonra
dikilerek şöyle dedi:
— Önce hükümdara Allah'dan uzun ömür diler, hü
kümranlığının -devletinin- ebedî olması için duacı olduğumu
48
belirtirim. Çünkü hükümdar, beni sonraki bilginlerden
üstün kılacak, bilgeler tarafından yâd edilmeye layık bir
mevki lütfetti bana!
Bu sözlerinden sonra yüzünü sevinçle hükümdara
çeviren Beydebâ, gördüğü güzel muameleden ötürü derin
bir şükran hissiyle devam etti:
— Hükümdar lûtfunu ve keremini esirgemedi benden...
Beni huzura çıkartan şey, sadece hükümdara vermek istedi
ğim bir öğüttür; huzura çıkma cesaretini böyle buldum. Bu
olaydan haberdar olanlar, bir hünkâra karşı yapılması gere
ken şeyde kusur etmediğimi anlayacaklardır. Zât-ı âlîleri söz
söylememe izin verir, beni dinlemek lûtfunda bulunurlarsa
kendine yaraşanı yapmış olur. Lâkin sözlerimi dinlemezse
ben görevimi yapmış ve yergiden kurtulmuş olurum.
Hükümdar cevap verdi:
— Dilediğin gibi konuş Beydebâ! Can kulağı ile seni
dinliyorum. Senin sözlerini anlamak, seni layık olduğun şe
kilde mükâfaatlandırmak arzusundayım.
Beydebâ konuştu:
— Gördüm ki insan, dört özelliğiyle hayvanlardan ay
rılmış... Bu dört şey, dünyada ne varsa hepsini içine alır: hik
met, iffet, akıl ve adaletten bahsediyorum. Bilgi, edep ve ka
biliyet, hikmete girer. Benliğe hakim olma, sabır ve vakar
akla girer. Haya, geniş gönüllülük ve şahsiyetlilik iffete gi
rer. Doğruluk, iyilik, nefs murakabesi ve güzel ahlak ise ada
lete girer. İşte bütün üstün nitelikler, bunlardan ibarettir;
kötülükler bunların zıddıdır. Bu vasıflar tam olarak bir in
sanda toplanınca o artık nîmet bakımından bir eksiklik yaşa
sa bile dünyada hüsrana âhirette bedbahtlığa atmaz kendini.
Talih ona gülmüyor diye üzülmez, saltanat ve devletiyle ilgi
li kaderin cilveleri karşısında mahzun olmaz. İstemediği bir
şeyle karşılaşınca şaşırıp korkmaz. Hikmet, dağıtmakla bit
meyen bir, hazinedir; yoksulluğun uğramadığı bir ambardır;
eskimeyen giysi, bitmeyen bir lezzettir. Ben zât-ı âlîlerinin
huzuruna çıkınca söze önce başlamadım, kendimi tuttum.
Ama bunun sebebi, onun heybeti ve ona duyduğum saygıydı.
Kuşkusuz krallar içinde sizin gibi seleflerine nisbetle kat kat
üstün olanlara daha çok hürmet edilmelidir. Bilgili insanlar
şöyle derler: Dilini tut, selamet dile hâkim olmadadır. Boş
kelamdan çekin, zîrâ sonu pişmanlıktır.
Anlatılanlara göre dört bilgili kişi bir hükümdarın
meclisinde toplanmışlar. Hükümdar onlara:
— Her biriniz usûl ve âdab namına bir temel oluştura
cak söz söylesin! demiş. İçlerinden birincisi:
— Bilginlerin en üstün niteliği susmaktır! der. İkincisi:
— Kuşkusuz insana en çok yarar sağlayacak şeylerden
biri, haddini bilmesi, aklının neye yettiğinden haberdar ol
masıdır! der. Üçüncü adam:
— İnsan için en faydalı şey, kendisini ilgilendirmeyen
şey hakkında konuşmamasıdır! der. Dördüncü bilgin ise:
— İnsanı en çok rahatlatan şey, kadere teslim olmaktır!
der.
Bir zamanlar Çin, Hint, İran ve Rum ülkelerinin
hükümdarları toplanıp: "her birimiz, dünya durdukça
dillerden düşmeyecek bir söz söylesin" derler. Çin
hükümdarı:
— Söylediğim bir sözü inkâr etmektense hiç bir şey söy
lememek daha kolay geliyor bana! der.
Hint hükümdarı:
— Şöyle konuşan adama şaşarım: konuştuğu kendi le
hineyse ona fayda vermiyor, aleyhineyse onu mahvediyor!
der.
İran hükümdarı:
— Söz ağzımdan çıktı mı bana egemen olur, ağzımdan
çıkmadıkça ben ona hakimim! der.'
Rum hükümdarı da:
— Söylemediğim bir sözden ötürü asla pişman olma
dım; oysa söylediğim nice sözler yüzünden defalarca pişman
oldum! der.
Krallar nezdinde faydasız sözler söylemektense
susmak daha iyidir. İnsanın en iyi yardımcısı dilidir. Hak
Teâlâ ömrünü uzun etsin, hükümdarım bana söz söylemek
için izin verdi, dilediğimi konuşma imkanı bahşetti. Öyleyse
söylemek istediklerimden hâsıl olacak fayda ona yarasın,
tüm iyilikler ve faydalar benden önce onun olsun! Neticede
ben içimden geçirdiğimi söyleyeceğim, bunun menfaati de
güzelliği de onun olacaktır. Kısaca, üzerime düşeni yerine
getirmiş olacağım... Diyorum ki:
Ey hükümdar! Sen kudretli atalarının, dedelerinin
yerindesin. Onlar senden önce devlet kurmuş, kaleler ve
surlar inşâ etmiş, şehirler yapmış, ordular yönetmiş, onları
donatmış, yıllarca hükmederek sayısız silah ve bineğe sahip
olmuşlardır. Onlar asırlarca gıpta edilecek bir halde, mutlu
bir hayat sürdüler. Bu nîmet ve imkânlar onları, güzel nam
bırakmaktan, şükranla anılmaktan, ahâliye iyilik
etmekten, halka merhametli davranmaktan, yönetimleri
esnasında iyi bir sîret sergilemekten alıkoymadı.
Yaşadıkları saltanatın büyüklüğüne ve iktidar sarhoşluğuna
rağmen böyleydiler. Ve sen, ey mutlu ve yıldızı parlak
hükümdar! Onların malı olan yurtlarına, servetlerine ve
saraylarına vâris oldun: onlardan aldığın mülkün üzerine
oturdun, onların mallarına ve askerlerine kondun. Ama
borcunu yerine getirmedin: azdın, sunardın, cevru cefâya
daldın! Kendini halktan çok üstün gördün. Kötü bir gidişat
sergiledin, getirdiğin felâket pek büyüktü. Halbuki sana
yaraşan, seleflerinin yolunu takip etmen, senden önceki
kralların izinden gitmen, sana vâris bıraktıkları güzel
şeyleri uygulaman, çirkinliğiyle seni rezil edecek hallerden
geri durmandı. Halkına iyi davranman, adını hayırla yâd
ettirecek iyi şeyler yapman gerekirdi. Bu yol, en selâmetli, en
kalıcı ve en doğru yoldu. Kuşku yok câhil kişi aldanır,
şımarır ve nankörlük eder. Aklı başında tecrübeli kişiyse
devleti ve mülkü ustaca ve esnek bir şekilde yönetir. Ey
hükümdar! Sözlerimi düşün! Bunlara gocunma! Bir
mükâfaat ve menfaat umarak söylemedim bu sözleri.
Amacım sadece senin iyiliğindir, seni korumaktır...
Beydabâ kelimelerini bitirip öğütlerine son verince
hükümdar kızdı, onu küçümseyerek ağır laflar etti:
— Öyle şeyler söyledin ki memleketim halkından hiç
kimsenin bu sözlerle karşımda dikilebileceğini ve senin ce
saretini gösterebileceğini aklımdan geçirmezdim. Bu kadar
zayıf, küçük ve âciz biri olduğun halde nasıl oldu da bu laf
lan ettin? Hangi cüretle? Bu cesaretin, burnunu sokmaman
gereken konularda ileri geri konuşman hayretimi iyice artır
mıştır. Başkalarına da hadlerini bildirmek için seni ibret ve
rici bir şekilde cezalandırmaktan gayrı yol yok! Çünkü bu
sayede senin gibi hükümdar meclislerinde yer bulan cüret
kârların önüne set çekmek, onlarla ders vermek mümkün
olacaktır!
Hükümdar daha sonra Beydebâ'yı götürüp asmalarını
emretti. Adanılan onu alıp gidince verdiği karar üstüne
düşündü; vazgeçti ve onun hapiste zincire vurulmasını
emretti.
Beydebâ
zindana
girince
hükümdar,
onun
öğrencilerinin peşine düştü. Onlar çeşitli kentlere dağıldılar,
adalara sığındılar.
Beydebâ günlerce kaldı hapiste... Kral onu arayıp
sormuyor, başkaları da kralın huzurunda ondan
bahsetmeye cesaret edemiyordu. Bir gece kralın uykusu
kaçtı ve hiç uyuyamadı. Gözünü göğe dikerek yıldızların
asıldığı boşluğun yaradılışını düşündü; zihnine hücum
eden bir soruya cevap ararken Beydebâ'yı anımsadı, onun
sözlerini yeniden kafasından geçirdi. Böylece kendine gelip
içinden söyleniverdi:
— Bu bilgeye yaptıklarım hiç de doğru değildi. Ona ha
kettiği gibi davranmadım. Çarçabuk kızdım da böyle oldu...
Oysa bilgili insanlar şöyle der: "Dört nitelik, krallarda bulun
mamalı! Öfke; çünkü insana en çok nefret kazandıracak şey
dir. Cimrilik; varlıklı olduğu halde cimrilik yapanın hiçbir
bahanesi yoktur. Yalan; hiçkimse yalancıya güvenmez. Ağır
ve kaba söz; bu tür manasızlıklar hükümdara yaraşmaz. Ba
na iyiliğimi isteyen biri geldi, kimse hakkında dedikodu yap-
madı, laf getirmedi. Ona layık olduğu muamelenin aksini
yaptım. Benden göreceği karşılık bu olmamalıydı. Onu
dinlemeli, tavsiyelerine uymalıydım...
Kral bu kararından sonra hemen bir adam göndererek
onu getirtti. Huzurunda bilgeye şöyle dedi:
— Daha önce söylediğin sözlerden maksadın, fikirleri
min kusurlu olduğunu ve yanlış bir yol takip ettiğimi vurgu
lamaktı değil mi?
Beydebâ cevap verdi:
— Ey merhametli, doğru sözlü, altın kalpli iyiliksever
hünkâr! Ben sadece senin ve halkının hayrına, hükümranlı
ğının devamına yarayacak sözler söyledim!
Kral:
— Beydebâ! Daha önceki sözlerini, bir sözcüğünü dahi
eksik etmeden tekrarla!
Beydebâ söze girdi. Hükümdar onu güzelce dinliyor,
her söz başında elindeki asasını yere vuruyordu.
Sonra gözünü Beydebâ'ya dikti, oturmasını buyurdu ve
şöyle dedi:
— Beydebâ! Sözlerini beğendim, bunlar sadâsını bul
muştur ruhumda! Tavsiyelerin üzerine düşünecek, onları
pratiğe dökeceğim.
Böylece, bilge adama vurulan zincirlerin çözülmesini
emretti; ona kendi giydiği giysilerden verdi, güzel muamele
gösterdi. Beydebâ:
— Hükümdar! Size yaptığım öğütlerin çok daha azı, si
zin gibi birini doğruya çevirmeye kâfidir! dedi.
Kral:
— Doğru söylüyorsun ey erdemli hakîm! Ben de seni şu
andan itibaren ülkeme vezir yapıyorum!
— Hükümdar! Beni bu işte mazur gör! Bu işin hakkın
dan gelecek durumda değilim. Ancak sizin lûtfunuzla yürür
bu işler...
Hükümdar onu bu vazifeden muaf tuttu. Beydebâ
huzurdan çıkınca hükümdar tekrar düşündü ve ona bu
vazifeyi vermeyişini yanlış buldu. Hemen birini gönderdi
peşinden... Onu geri çağırtarak şöyle dedi:
— Sana önerdiğim şeyden muaf kılışımı yeniden
düşündüm. Anladım ki bu iş sadece seninle sağlıklı yürür.
Bu vazifeyi senden gayrisi hakkıyla yüklenemez, boş yere
bana karşı gelme!
Beydebâ'da görevi kabul etti.
O çağların geleneğince kral birini vezir yaptığı zaman
onun başına taç koyardı. Böylece vezir bir merasim alayıyla
şehir içinde at sırtında gezdirilirdi. Hükümdar, Beydebâ'ya
da aynı şeyin yapılmasını emretti. Beydebâ'nın başına taç
konduruldu, ata bindirilip şehirde dolaştırıldı; dönüp adalet
ve insaf meclisine oturdu. Aşağıda kalmışın hakkını
yukardakinden alıyor, güçlü ile zayıf arasında eşit
davranıyor, zulme geçit vermiyor, adaleti sağlayacak ilkeleri
koyuyor, etrafa bağış dağıtıyordu...
Beydebâ'nın vazife aldığı haberi, öğrencilere
ulaştığında onlar böyle parlak bir fikri hükümdara ilham
eden Yüce Allah'a şükrettiler, sevindiler, her yandan
toplanıp geldiler. Debşelîm'in uyguladığı kötü sîretin
değişmesinde Beydebâ'yı vesile kıldığı için hep şükrettiler
Hakk'a... O günü bayram kabul ettiler. Bu yüzden
Hindistan'da hala bir bayram olarak kutlanır o gün...
Beydebâ, Debşelîm'le ilgili düşüncelerim [uygulayıp]
şöyle bir rahatlayınca siyâset kitapları yazma vakti buldu.
Gece gündüz çalıştı, yönetimle ilgili en iyi tedbirleri içeren
pek çok yazı yazdı. Bu arada kral, Beydebâ'nın çizdiği yolu
takip ederek halkına iyi davranıyor; âdilce hareket ediyordu.
Böylece çevre ülkelerin kralları ona yaklaştılar, bütün işleri
yola girdi. Halkı ve devlet ricali bu yüzden sevindiler.
Sonra Beydebâ öğrencilerini toplayarak onları güzelce
ağırladı, hoş vaatlerde bulunup şöyle dedi:
— Hiç kuşku duymadan söyleyeyim, hükümdarın
huzuruna çıktığımda aklınızdan şunlar geçiyordu: "Beydebâ
bu azgın despotun yanına gitme kararını vermekle
bilgeliğini ayaklar altına aldı, zihni bozuldu!" Ancak
görüşümün neticesini gördünüz, düşüncemin doğruluğunu
anladınız; ben onu hiç tanımadan gitmemişimdir huzuruna!
Bilge insanlardan işitirdim hep, krallar tıpkı şarap içmiş
gibi başlan döner saltanattan... Onlar ancak bilginlerin
öğütleri, bilgelerin eğitimi ile bu uykudan ayılırlar. Kralların
vazifesi bilginlerin öğütlerim tutmak; bilginlerin vazifesi de
kralları yetiştirmek, bilgileriyle onları ıslah etmek, adaleti
terkettikleri zaman onlara kılavuzluk edecek ilkeleri bir bir
ortaya koymaktır.
Ben de bilginlerin sarhoşluktan uyarmak için krallara
yaptıkları uyarıyı, bilgelerin de boynuna borç bildim. Tıpkı
doktor gibi! Doktorlar bedeni ya sağlam tutmak ya da
hastalıktan kurtarmak durumundadırlar, bu işte
ustalaşmışlardır. Bu yüzden ben veya o ölür de geriye
kalanlar "Azgın kral Debşelîm zamanında bilge Beydebâ
yaşıyordu ama onu yanlış yoldan çevirmedi" desin istemem!
Kaldı ki biri çıkıp "Hayatına malolacağından korktuğu için
bir çift laf edemedi" dese ona "Öyleyse kraldan ve kralın
çevresinden uzak durmalıydı" diyeceklerdir. Vatandan
ayrılmak gerçekten de zordur. Ben hayatımı tehlikeye
atmaya ve beni, ardımdan gelecek bilgeler huzurunda mazur
gösterecek bir şey yapmaya karar verdim. Bu yüzden
hayatımı ortaya koydum: ya hesabım tutmadığı için
mahvolacaktım yahut zafer kazanacaktım. Sonuç sizin
gördüğünüz gibi oldu. Bazı özdeyişlerde geçer: Üç şeyden
birini göze almadıkça dileğine ulaşamaz insan; ya canından
ya malından veya ilke ve inancından ödün vermedikçe bir
yere gelemezsin! Tehlikeyi göze alamayan kişi amacına
erişemez...
Hükümdar Debşelîm her tür incelik ve bilgeliği içeren
bir kitap yazayım diye izin verdi bana. Şimdi herbiriniz,
seçtiği dalda bir şeyler ortaya koysun ve bana getirsin!
Böylece herkesin akıl derecesini, anlayış derinliğini ve
hikmet seviyesini bileyim!
Öğrenciler dediler ki:
— Ey erdemli, büyük insan! Ey akıllı, uyanık kişi! Sa
na hikmet, akıl ve zarafet veren Allah'a and olsun böyle bir
teklif aklımızdan geçmedi. Bizim başımız, büyüğümüz fâzılı
mız sensin! Bizim değerimiz senin sayende var! Biz senin el
lerinde yetiştik! Buyruğunu yerine getirmek için tüm çaba
mızı sarfedeceğiz...
Kral Debşelîm bu arada halkına iyi davranıyor,
Beydebâ ona danışmanlık yapma vazifesine devam
ediyordu.
Daha sonra Beydebâ'nın yardım ve kılavuzluğuyla
devleti istikrara kavuşturup düşmanlarının işini bitirince;
Hint bilgelerinin, babaları ve dedeleri için yazdıkları
kitapları incelemeye başladı. Bu esnada daha önce baba ve
ataları adına yazıldığı gibi kendi adına da bir kitap yazılması
fikri uyandı içinde! İçinde kendine ait olaylardan bahsedilen
bir eser yazılmasına karar verince bu işin altından ancak
Beydebâ'nın kalkabileceğine kani oldu. Onu çağırdı, başbaşa
kalınca şöyle dedi:
— Beydebâ! Sen Hindistan'ın bilgesi, büyük filozofu
sun! Ben önceki krallara ait hikmet hazînelerine baktım ve
bunları düşündüm! Onların herbiri, kendi zamanının ve ha
yat öyküsünün anlatıldığı bir kitap yazdırmış. Bu kitaplarda
onların zarafetinden ve ülke halkından bahsedilmiş... Eserle
rin bir kısmım, zâten yetenekli ve bilge olan kralların kendi
leri yazmışlar. Bir kısmını ise onların filozofları kaleme al
mışlar. Benden öncekiler gibi benim nâmıma yazılmış, vefa
tımdan sonra beni hayırla yad ettirecek bir kitap benim ha
zînelerimde yer almadan ölürsem gözüm açık gider! Ölüm
onların da başına geldi, çâre yok öleceğiz... Tüm zekânı ve
bilgeliğini konuşturarak bir kitap yaz adıma! Kitabın dışı,
genel halkın yönetimi ve hükümdarlara boyun eğmesi gerek
tiği konularını işlesin! içi ise hükümdarların ahlakını ve hal
ka nasıl davranacağını anlatsın! Böylece devlet ve memleket
idaresinde karşılaştığımız kamburları benim ve onların sır
tından atacak bir eser ortaya konmuş olacaktır. Bu eserin
benden sonra çağlar boyunca diri kalacak bir yadigâr
olmasını istiyorum!
Beydebâ hükümdarın kelamını dinleyip secdeye
kapandı, sonra başını kaldırıp şöyle dedi:
— Ey mutlu hükümdar! Yıldızın yükselsin, uğursuzluk
senin semtine uğramasın, [güzel] günlerin devam etsin! Pâ
dişâhımızın yaratılıştan gelme zekâsının keskinliği ve basi
reti onu hep büyük amaçlara yöneltmiştir. Yüce ruhu ve gay
reti sebebiyle dâima en yüksek basamağa, en erişilmez hede
fe göz dikmiştir. Hak Teâlâ hükümdarın mutluluğunu dâim
kılsın, aldığı kararlarda ona yardımcı olsun! Onun arzusunu
yerine getirmem konusunda da bana yardım etsin! Zât-ı âlî
leri dilediklerini emretsinler; ben onun belirttiği hedefe koşa
cak, konuyla ilgili fikrimi gündeme getirerek kendimi tama
men bu işe vereceğim.
Hükümdar karşılık verdi:
— Beydebâ! Sen daima en sağlam görüşü ortaya koy
dun, tüm işlerinde hükümdarlara itaat ettin; seni deneye
rek anladım bu gerçeği! Artık senin tüm imkânlarını sefer
ber etmeni, kafanı çalıştırıp bu kitabı yazmanı istiyorum!
Eser hem ciddî ve bilgece olmalı hem de mizahî ve eğlendi
rici olmalı!
Beydebâ hükümdarın önünde eğilerek secdeye vardı ve
konuştu:
— Yüce Tanrı hükümranlığınızı baki kılsın! Pâdişâhı
mızın ferman buyurdukları husus başımız gözümüz üstüne!
Süreyi de belirlemiş durumdayım!
Hükümdar:
— Ne kadar zamanda halledersin? diye sordu.
— Bir yıl! diye cevapladı Beydebâ.
— Tamam, sana bu süreyi verdim gitti!, dedi hüküm
dar ve Beydebâ'ya yüklü bir ihsan verilmesini buyurdu;
böylece filozof daha rahat ve asude bir halde yazacaktı ki
tabını...
Bilge Beydebâ uzun bir süre kitabı nasıl yazacağını
düşündü. Nasıl başlamalıydı, ne tür bir üslûpla ele
almalıydı konulan; işte bunlara kafa yordu. Daha sonra
çevresine topladı talebelerini ve seslendi:
— Pâdişâh, benim sizin ve ülkenizin kıvanç duyacağı
bir görev lütfetmiştir bendenize, bunun için çağırdım sizi!
Böylece söze başladı ve hükümdarın arzu ettiği eseri,
amacının ne olduğunu anlattı şakirtlerine. Lâkin onlarda
aradığı türden [parlak] bir fikir bulamayınca aklını çalıştırdı
ve şöyle düşündü:
"Bir gemi ancak tayfalar sayesinde güzel yüzer
deryada. Zira onlar gemi için gerekli ayan yapar, onu ustaca
yüzdürürler. Fakat uçsuz bucaksız ummanlara sadece
yetenekli ve tecrübeli olan kaptanla açılmak mümkündür.
Gemi tıka basa yolcularla dolar, tayfalar da fazla olursa
artık batmasından korkulacak hale gelmiştir." Sonra yine
düşündü Beydebâ ve nihayet güvendiği bir çömezini yanına
alarak eseri yazmaya karar verdi. Yanına Hintlilerin yazıda
kullandığı türden bir tomar kağıt aldı, bu süre zarfında
kendisine ve öğrencisine yetecek kadar azık ayırttı ve ikisi
bir hücreye kapandılar; kapıyı da arkadan kapadılar.
Böylece eseri yazmaya, [bölümlerim] düzenlemeye
koyuldu. O söylüyor, çömezi kağıda geçiriyordu. Daha sonra
o, yazılanları gözden geçiriyordu. Nihayet kitap, gayet
mükemmel bir şekilde ortaya çıktı:
Eseri onbeş bölüme ayırmıştı, her bölüm diğerlerinden
bağımsızdı. Okuyanlar, öğütlerden kolayca nasiplensinler diye
her bölüme bir soru ve onun cevabını koymuştu. Tüm
bölümleri bir araya getirdi ve kitabına "Kelile ve Dimne"
adını verdi.
Sözün dış yüzü halka ve ileri gelenlere eğlence olsun;
içyüzü ise seçkin kişilerin zekâlarına hitab etsin, onlara
tecrübe kazandırsın diye kitabı hayvanların, yırtıcıların,
kuşların diliyle konuşturdu. Böylece esere, insanın kendini,
ailesini ve çevresini idare ederken muhtaç olduğu; dini,
dünyası, yaşamı ve akıbeti için ihtiyaç duyduğu her şeyi
koydu.
İnsanın, uzak durduğu takdirde kendi hayrına
davranmış olacağı halleri bildirdi tek tek... Kişiyi,
hükümdarlara boyun eğme konusunda teşvik edici ifadeler
koydu kitaba...
Böylece eserini, bilgeliği işleyen diğer kitaplar gibi çift
manâlı kıldı; kaleme aldığı bu eserin bir içyüzü bir de
dışyüzü vardı nitekim... Hayvan eğlencelikti, oysa sözler
bilgeliğin ta kendisiydi.
Beydebâ kitabın ilk bölümünü dosta ayırdı: İki arkadaş
nasıl olmalıydılar, laf taşıyan birinin düzenbazlığı onları
nasıl ayırırdı; işte bu konulan anlatmak istedi birinci
kısımda.
Ve emretti çömezine, kitap Beydebâ'nın kendi ağzından
yazılsın da hükümdarın şart koştuğu gibi eğlence ve bilgelik
içice olsun eserde. Ancak aklına geldi ki hikmetli söze,
nakledicilerin cümlesi karışınca bu cümle onu bozmakta,
inceliğini zedelemekte ve bayağı hale getirmektedir.
Beydebâ, öğrencisiyle ha bire kafa yoruyordu hükümdarın
talebini tam olarak karşılamak için...
Nihayet akıllarına geldi: Onların diyalogu iki
hayvanın diliyle olmalıydı. Böylece hayvanların konuşması
eğlence ve mizah gibi görülecek söylenenlerin muhtevası
ise hikmet olacaktı. Bilgelikten pay alanlar eserin
hikmetlerine kulak verecek, hayvanların ve mizahın bilgeler için yazılan bu kitapta- sadece araç olduğunu
anlayacaklardı. Câhiller ve sıradan insanlar ise iki
hayvanın karşılıklı kelam eylemesine şaşırıp dikkatlerini
toplayacaklar, hiç şüphe etmeyecekler ve dinlediklerini
sâde eğlence sayarak asıl mânâyı anlamaya gayret
etmeyecek, eserin yazılış amacını bilemeyeceklerdi. Zîrâ
filozof Beydebâ ilk bölümü yazarken dostların birbiriyle
görüşmesi ve araya nefret sokan kimseden sakınma,
kendisine menfaat sağlamak için laf getirip götürenden
uzak durma ilkeleri sayesinde ahbaplığın pekiştirilmesi
meselesini anlatmak istiyordu. Beydebâ ve çömezi hücrede
çalışıp durdular, kitabı bir senede tamamlamak için,...
Bir sene dolunca hükümdar, filozofa haber salarak:
— Vakit geldi, ne yaptın? dedi. Beydebâ da cevabı iletti:
— Ben hükümdara verdiğim sözü tuttum! Bana ferman
buyursunlar, kitabı getireyim ama önce halkı toplasınlar da
eseri onların huzurunda okuyayım.
Haberci döndü, hükümdar aldığı cevaba sevindi ve
onun hatırına ahâliyi bir gün toplayacağına söz verdi.
Ardından Hindistan'ın en ücra köşelerine haber saldı, eserin
okunuşu esnasında hazır bulunsunlar diye...
O gün geldi. Hükümdar, Beydebâ için bir taht
kurulmasını emretti, kendi tahtına benzeyen. Ayrıca
beyzadeler ve bilginler için de kürsüler konulmasını
buyurdu. Sonra adam gönderip onu çağırttı.
Ulak, Beydebâ'nın yanına geldiğinde o derhal kalktı,
pâdişâh huzuruna çıkarken büründüğü siyah yünden
yapılmış giysisini geçirdi üzerine; kitabı da öğrencisinin
eline tutuşturdu.
Pâdişâhın yanına vardığı zaman insanlar hep birden
kalktılar, hünkâr da kalktı teşekkür ederek...
Beydebâ hükümdara yanaşınca eğildi, secdeye vardı ve
başını kaldırmadı. Hükümdar:
— Beydebâ! Kaldır başını! Bugün bayram günüdür, se
vinç zamanıdır, dedi. Ve Beydebâ'ya oturmasını emretti. Ese
rini okumak üzere oturan bilgeye, kitabın her bölümünün
içeriğine ve amacına dâir sorular sordu Pâdişâh. Beydebâ ki
tabın temel amacını ve tüm bölümlerin özünü anlattı. Şaş
kınlığı ve sevinci artan Hünkâr:
— Beydebâ! Niyetimden öteye geçmedin, istediğim de
tam buydu. Dile benden ne dilersen, arzuladığın her şeye eri
şeceksin! dedi.
Beydebâ efendisine uzun ömür ve mutluluk dileyerek
cevap verdi:
— Ey Hükümdar! Servete gelince benim ihtiyacım yok
tur buna, giysiye gelince kendi elbisemden gayrisini giymem!
Ama hünkârdan bir talepte bulunacağım...
— Beydebâ! Ne arzu edersin, söyle ve her dileğini ol
muş bil! dedi hükümdar. Beydebâ ise ricasını sundu:
— Ben, zât-ı âlîlerinin bu eseri güzelce yazdırmalarım
istiyorum, babalarının ve dedelerinin kendi kitaplarını yaz
dırdıkları gibi!
Ayrıca ferman buyursun da kitap korunsun diyorum.
Çünkü bu eserin Hint ülkesinden dışarı çıkarılmasından
endişe ediyorum. Eğer haberdar olurlarsa İranlılar ele
geçirirler onu! İşte bu yüzden hünkâr emretsin, eser
Bilgelik Evi'nden [=Büyük Kütüphane'den] dışarı
çıkarılmasın diye!
Hükümdar daha sonra Beydebâ'nın öğrencilerini
çağırdı, onlara hediyeler yağdırdı.
Gün döndü, zaman geçti. Kisra Anuşirevan Fars
hükümdarı oldu. Kaliteli eserlere, edebiyata, geçmişlerin
bıraktıklarına merak duyan Kisra sözkonusu kitaptan
haberdar olunca içine bir ateş düştü, rahatı kaçtı. Sonunda
dayanamadı, bilge-doktor Berzeveyh'i saldı Hint eline...
Berzeveyh tecrübesini konuşturdu, kitabı o ülkeden çıkardı
ve Fars'ın hazîneleri arasına kattı!
BERZEVEYH'İN, BU KİTABI ELDE ETMESİ İÇİN
HİNDİSTAN'A GÖNDERİLMESİ BABI
Tüm övgüler Allah'a. O ki gaybın anahtarları elindedir.
Her bilgi ve amacın son durağı O'dur. Tüm erdemlerin ana
sebebi olan hayrı O gösterir. Yüce zâtına yakınlaşsınlar diye
kullarına nice iyilik kaynağı davranışı ilham eden O'dur.
Böylece O, ilmi ve hikmeti kullarına emredince
şükretmelerini de buyurdu. Ta ki bu meziyeti artırsınlar,
Hakk'ın hoşnut olduğu şeylerde yarış etsinler! Bütün
âlemlerin efendisi olan Allah çok yücedir!
Hak Teâlâ her sonuç için bir sebep ve her sebep için de
bir yol yaratmıştır ki bu yol vesilesiyle kullarından birinin
elinde hayata geçirir o sebebi. Artık o kul hayatı süresince,
hükümranlığı müddetince Allah'ın kendisi için takdir ettiği
sebeple baş başadır.
İşte, bu kitabın bir kopyasını çıkarılması, Hint elinden
Fars diyarına götürülmesi de Allah'ın, Kisra Anuşirevan'a
ilham ettiği bir bilgidir: tâ ki eseri nakletme ve benzerim
yapma amacıyla adam salsın Hint eline... Zira Anuşirevan
Fars hükümdarları arasında en büyük, en bilge, en tutarlı, en
tedbirli, ilimlere en düşkün olan, ilmin ve edebiyatın gizli
taraflarını en çok merak eden, iyilik ve Hakk'a yakınlıkta en
gayretli olandır. O hayrı serden, yaran zarardan, dostu
düşmandan ayırt etme bilgisi ve usûlü peşinde koşanların
biricik sû-
sü "Hikmet"le bezenme hususunda da kisraların en titizidir.
Anuşirevan ahâlisini, ülkesini ve devlet işlerini idare etmeyi,
Tanrı vergisi olan [rehberlik] ışığı sayesinde beceriyor;
yukarıda saydıklarımızı da bu yolla biliyordu. O, halkı
tarafından sevilen, erdemli, basiretli mesut ve şerefli bir
kisradır. Ondan öncekilerin hiçbiri ona denk olamamıştır.
İleri görüşlüdür, kibardır; özünde varolan istidattan ötürü
bilgeliğin tüm dallarını canu gönülden arzulamaktadır.
Aklın ışığı ve fikrin soyluluğudur onun yardımcıları. Hak
Teâlâ bu övgüye değer nitelikleri ona bahşetti, efendilik
ziynetiyle onu bezedi; o da nimete gark olmuş bir halde
ileriye yöneldi ve halk onun otoritesini kabullendi. Dünya
onun olmuş, ülkeler ona yanaşmış, krallar ona başeğerek
önünde diz çökmüş ve sözünü dinler olmuştur. İşte tüm
bunlar, Yüceler Yücesi Yaratıcı'nın ona yaptığı bir lûtuftur;
devletinin her yanında bu lütfün izleri görülür,
memleketinin tüm şehirlerinde Kisra'yı süsleyen de budur.
Kisra devletinin dipdiri olduğu, saltanatının zirvesinde
bulunduğu esnada bir gün can dostlarından birini dinledi:
Hint elinde hükümdarlık eden bir pâdişâhın hazînesinde
bilgelerin yazdığı, âlimlerin dizdiği, iyilere ilham kaynağı
olacak türden bir kitap varmış.
Can dostu ona kitapla ilgili ayrıntılı bilgiler verdi:
Hayvanlar, kuşlar, haşereler ve yerde kımıldayan nice
böceğin ağzından enteresan konular anlatılırmış bu eserde.
Padişahların halkı idare etmeleri ve devletin düzenini
sağlamaları esnasında lâzım olacak enteresan bilgilermiş
bunlar...
Kisra o kitabı derhal ele geçirme, bir örneğine sahip
olma derdine düştü böylece.
Kesin kararını verince, bilgili, kibar, edebiyattan anlar,
kâmil bir adam aramalarını istedi vezirlerinden. Bu adam
tüm erdemleri kişiliğinde toplamış, bilginler ve edebiyatçılar
nezdinde mükemmel görülmüş olmalıydı. Ya yazıda
ustalaşmış bir kâtip yahut tecrübelerle pişmiş, olmalıydı o.
Farsça'yı ve Hintçe'yi yazıda kullanabilmeli, ilme düşkün
olmalı, ede-
biyatta yetenekli, tıp veya felsefe [konularında] sürekli
araştırma yapan biri olmalıydı. İşte bu vasıflara sahip biri
getirmeliydi kitabı...
Böylece danışman ve vezirler huzurdan ayrılıp söz
konusu nitelikleri taşıyan bir adam aradılar ve buldular...
Bu adamın sıması hoş, kafası doluydu. Kibar ve soyluydu.
Herkesin bildiği, kabul ettiği bir mesleği vardı: hekimdoktordu. Bu genç adam Farsça ve Hintçe'yi bilen filozof
Ezheroğlu Berzeveyh'di. O, İran doktorlarının ileri
gelenlerindendi.
Berzeveyh Kisra'nın huzuruna çıkarılınca derhal
secdeye kapandı, ona baş eğdiğini gösterdi, yüzünü yere
sürdü. Kisra seslendi:
— Edemini, bilgini, aklım ve nerede olursa olsun ilim
elde etmeye düşkün oluşunu bana anlattılar. İşte bu yüzden
seni seçtim. Bana bahsettiklerine göre Hint ülkesinde, onla
rın hazînesinde gizli bir kitap varmış...
Hükümdar kitabın öyküsünü anlattı ve devam etti:
— Hazır ol! Seni Hindistan'a göndereceğim; onların ha
zînelerinden bu eseri çıkarmak, mükemmel bir Farsça örne
ğim oradaki bilgin ve hikmetli kişiler aracılığıyla elde etmek
için aklını kullan! Yumuşak ve kibar davran, [onları] etkile
fikrin ile! Böylece hem sen yararlanacaksın ondan hem de bi
ze getirmiş olacaksın onu!
Ayrıca bizim hazînelerimizde olmayan Hint kitapları
görürsen, gücünün yettiği kadarını da yüklen getir! Biz
ferman buyurduk, ihtiyaç duyduğun her şey verilecek sana
servetimizden! Masraf ne denli büyük olursa olsun [oradaki]
bilgileri ve o kitabı alman için varımız yoğumuz senin
hizmetine amade kılınacaktır. İşte bu bakımdan
endişelenme, içini ferah tut, çabuk ol... O bilgileri ele
geçirmek için ne gerekiyorsa yap! Allah'ın izni ile düş yola!..
Berzeveyh konuştu:
— Pâdişâh! Çok yaşa, bahtiyar ol, Hakk'ın yardımıyla
yedi iklimde muzaffer ol! Ben, zât-i âlînizin bendelerinden
bir bende, payınıza düşen kullardan biriyim sâdece!
Hükümdarımıza nice nice uzun ve mesut yıllar versin Yüce
Allah... Yola revan olmamdan önce seçkinlerin katıldığı bir
cemiyet tertip eylesin bana ve yer yüzünün dilediği
noktasına salsın beni. Ona itaat eden ülke halkı bilsin
böylece zât-ı âlîlerinin beni neye lâyık gördüğünü, adımı nasıl
yücelttiğim! Ona bağlı şu nâçiz bendesini sevindirmek için
lütfedip istirhamlarımıza kulak versin Yüce hükümdarımız!
Kisra konuştu:
— Berzeveyh! Seni bu işe ehil buldum ve istirhamını
kabul ettim, istediğin şeyler için sana izin vardır! Nâmını ar
tıracak türden -kendine münâsip gördüğün- her ne şey var
sa yap!
Sonra Berzeveyh huzurdan sevinçle ayrıldı. Kisra onun
hatırına bir merasim düzenlenmesini istedi. O gün ahâli ve
devletin ileri gelenleri Berzeveyh için toplansın diye ferman
buyurdu. Ve toplandılar.
Kisra, kürsü hazırlattı ona. O kürsüye çıkıp şöyle
seslendi:
— İmdi, Hakk Teâlâ merhameti ve engin lûtfuyla ya
ratmıştır kâinatı ve tüm kullarını. Onlara bitmeyen cömert
liğiyle ikramlarda bulunmuş; dünyada düzgün yaşamaları,
âhirette de ruhlarını azaptan kurtarmaları için anlayış aracı
olarak akıl vermiştir. Yüce Allah'ın lütfettiği en değerli nî
met akıldır. Her şeyin direğidir bu nîmet. Hiç kimse, eşsiz
yaratıcı Allah'ın feyzi [akıl] olmadan doğru dürüst yaşaya
maz, faydalıyı elde edip zarardan sakınamaz.
Âhiret isteyip dünyaya yüz vermeyen, kendini ibadete
adayıp sapkınlığın getirdiği körlükten kurtulmaya çalışan
kişi de bu hükme dâhil. Saydıklarımızın hiçbiri akıl olmadan
gerçekleşmez. Akıl tüm iyiliklere köprü, bütün
mutlulukların anahtarıdır. Sonsuzluk yurduna akılla varılır.
Ona ihtiyacı olmayan kişi yoktur. Onun yerine de başka bir
şey konmaz. Akıl yaradılıştan verilen bir şeydir.
Deneyimlerin artması, usûl ve erkânın öğrenilmesiyle
gelişir. İnsanda potan-
siyel olarak varolan gizli bir güçtür o. Çakmak taşında ateşin
potansiyel olarak varolduğu gibi akıl da insan ruhunda
mevcuttur. Kişi çakmak taşını vurmadıkça ortaya çıkmaz
kıvılcım! Bir çarpmaya görsün ortalık ışır, yakıcılığı
beliriverir o taşın. Akıl da böyle usûl ve eğitimle ortaya
çıkarılmaz, tecrübelerle de güçlendirilmezse gözükmez. Akıl
berkitildikçe deneyim kazanmaya daha elverişli olur.
Erdemli davranışı onaylayan ve kötülüğe set çeken odur.
Hak Teâlâ'nın akıl nimeti verdiği kul, bilgi ve eğitim
yollarını kateder ve bundan bıkmayarak şahsî gelişimine
olumlu katkıda bulunursa elbet akıldan büyük hiçbir ihsan
olmadığını [anlar].
Allah'ın akıl nasîbettiği ve iyi eğitim ile zekâsını sâdık
kıldığı [=utandırmadığı] kişi, saadeti için iyi çalışır, dünyada
arzusuna erişir, âhirette de sâlih kulların mükâfaatına
kavuşur. Hükümdara, devlet ve saltanatını çekip çevirten
güç akıldır. Zira çarşı pazar ahâlisi ve halk, akıldan fışkıran
bir adalet kaynağı olmadan dirlik ve düzen bulmaz. Adalet
devletin ana direğidir.
Saâdetli hükümdarımız Kisra Anuşirevan'a Yüce Allah
en nasipli ve bereketli aklı, en güzel ve yetkin ilmi, [siyâset]
işleri konusunda da en doğru bilgiyi vermiştir. Hak Teâlâ
onu en sağlam işe, en faydalı kök ve dalı araştırmaya
yöneltmiştir. Ondan önce hiç bir hükümdarın erişemediği
bilgelik basamağına ve ilim türüne eriştirmiştir onu. Çeşitli
kalıplara girmeye elverişli mizacının kalitesinden ötürü o
[hükümdar] istidatlı olmuştur tüm bu saydıklarımıza. Böylece
kendisinden önceki hükümdarların üstüne çıkmış, erdemin
en üst derecesine varmıştır.
Nihayet araştırdığı ve bilmek tutkusuyla ruhunun
yandığı haber geldi ona: Hint elinde krallar nezdinde
gizlenmiş, âlim ve bilgelerce yazılmış bir kitap vardı. Kisra
öğrenmişti ki bu eser tüm siyâset usûl ve erkânının temeli,
tüm bilgilerin özü, tüm faydalı şeylerin kılavuzu; öte dünya
korkularından kurtulmanın, bu yolda sergilenecek eylemlerin
ve bu yolun bilgisinin anahtarıdır. Bu eser hükümdarlara
her işte
yardımcıdır; devlet idaresinde, halkın hükümdarlara itaat
edişi konusunda ve onların yaşamını düzene koymada
gerçekten birebirdir. İsmi Kelile ve Dimne Kitabı'dır.
Hükümdarımız,
eser
hakkında
duyduklarının
doğruluğuna kesin kanaat getirip içindeki akla ve zarafete
dâir yararlı bilgilerden haberdar olunca beni bu işe lâyık
buldu. Kitabı Hint elinden çıkarıp getirmek için beni
görevlendirdi. Başarıya ulaştıran Allah'tır vesselam!
İşte bu anda Kisra, Berzeveyh'in bilgisini, asaletini ve
dehâsını farketti. Gözleri ışıdı. Sonra yıldız bakıcıların
çağrılması emrini verdi, Berzeveyh'in Hint diyarına
açılması için uğurlu gün ve kutlu anı belirlemeleri
doğrultusunda buyruk verdi. Onlar da Berzeveyh'in yola
düşmesi için uygun zamanı ve günü belirlediler. Berzeveyh,
iyi bir günde yola revan oldu; her birinde onbin altın
bulunan yirmi torba vardı yanında! Gece gündüz demedi,
hedefine ilerledi, nihayet Hint yurduna kavuştu.
Kralın kapısında [=başkentte] ve halkın öbek öbek
biriktiği mekânlarda geziniyor, bilgelerle hemhal oluyor;
sarayın has adamları, kralın can dostları, bilginler ve
filozofları soruşturuyordu.
Onların arasına girmeye, onlarla selamlaşmaya
başladı. Kendisinin gurbet elde olduğunu, bu ülkeye bilgi ve
eğitim amacıyla geldiğini, böylece yetkinleşeceğini; lâkin
gayesine erişebilmek için onların yardımına gereksinim
duyduğunu anlatıyordu. Oysa bu diyara gelişinin asıl
nedenini saklıyor, sırrını içine gömüyor ve arzusuna
kavuşmak için dualar ediyordu...
Hep bildiği şeyleri hiç bilmiyormuş gibi yaptı, Hint
bilginlerinden ayrılmadı, hiçbir zaman asıl ihtiyacını ve
gayesini açığa vurmadı. Böylece pek çok samimi yârana
kavuştu. Soylulardan, bilginlerden, filozoflardan esnaftan ve
her sınıftan Hintliyle dostluk kurdu.
Dostları arasında erdemi, kibarlığı, zekâsı, sır tutuşu
ve yârenlikteki sadâkati sebebiyle seçip kendine sırdaş ve
danışman ettiği biri vardı. Her şeyi onunla görüşüyor,
derdini ona açarak rahatlıyordu. Lakin buraya gelişinin asıl
sebebini ondan saklıyor; iyice denemeden, sırra ehil
olduğunu anlamadan bu konuda onunla halleşmek
istemiyordu. Hep araştınyordu bu adamı, nasıl biriydi iyi
bilmek istiyordu.
Sonunda iki arkadaş arasında beliren güven hissi onu
rahatlattı. Karşısındaki hintlinin sır verilmeye layık,
emânete hıyanet etme hâlinden uzak bir can dost olduğunu
anladı. Böylece ona daha fazla iltifat etmeye, onunla can
ciğer olmaya başladı. Sohbetdaşına bol ikram etme yedirip
içirme uğrunda büyük harcama yaptı; uzun bir süreden beri
erişilemeyen arzuya erişilebileceği, aranılanın bulunacağı
yolunda ümitlerinin depreştiği gün geldi.
Berzeveyh bahsettiğimiz Hintli dostuna güvenip aklını
denedikten ve sırrının faş olmayacağına ilişkin tam bir
emniyet duygusuna eriştikten sonra birgün başbaşa kaldı
onunla ve şöyle dedi:
— Kardeşim! Hâlimi senden daha fazla gizlemek iste
miyorum. Sen bunu bilmeye ehilsin! Bilesin: ben yurdunuza
bir iş için geldim, size gösterdiğim şeylerin dışında bir sebep
var. Basiretli kişi, gözucu işaretlerinden çıkarır manayı.
Bunlara bakar ve karşıdakinin kalbinde gizleneni anlar...
Hintli cevap verdi:
— Her ne kadar önceden niçin geldiğini, ne istediğini,
amacının ne olduğunu sana bildirmeyip asıl maksadını gizle
diğini, başka bir sebep ileri sürdüğünü sana söylemediysem
de hâlin hiç de meçhul değildi bana! Benden sakladığın şey
gözümden kaçmadı. Ancak ben seni ve dostluğunu kazanmak
peşindeydim. Bundan dolayı bildiğimi yüzüne vurmak, çatır
çatır söylemek istemedim. Örttüğün şeyi anlamış, sakladığı
nı farketmiştim aslında...
Fakat sen sırrım açığa vurduğun ve kendiliğinden
konuştuğun için şimdi ben konuşayım senden önce; açayım
seni, gizli yönlerini bildireyim sana... Ne için buralara
geldiğini, neden bunca zaman buralarda kaldığım anlatayım
artık...
Sen bizim paha biçilmez hazînelerimizi bizden almak
için geldin. Onları kendi yurduna götürmek, böylece
hükümdarım sevindirmek amacıyla vatanımıza ayak bastın,
topraklarımıza sefer eyledin. Düzenin vardı kafanda. Bizimle
dostluğun da bir kurnazlık içindi. Ama ben senin ısrarım,
arzunu elde etmede gösterdiğin azmi; uzun zaman aramızda
kalmana rağmen kendini gizleyişini, sırrınla ilgili bir çift laf
etmeyişini gördüm. Sana kanım kaynadı, güvenim arttı,
candostun olayım istedim... Ben halk arasında senden daha
basiretli, daha kibar, bilgi uğrunda daha sabırlı, sırrını
örtmede daha usta birini görmedim. Sen ki gurbettesin,
vatanında değilsin, hiçbir töresini, huyunu suyunu bilmediğin
bir millet arasındasın... Kuşku yok, insan sekiz şeyle aklını
belli eder:
1. Ölçülü bir yumuşaklık, 2. Kendini bilmek ve
korumak, 3. Pâdişâha itaat ve onu hoşnut edecek şeyi
bulmaya çalışmak, 4. Sırrı hangi dosta nasıl açacağım bilmek,
5. Hükümdarların kapılarında zarif ve tatlı dilli olmak, 6.
Kendi sırrını koruduğu gibi başkalarının da sırlarını
koruyabilmek, 7. Dile hakim olmak, mesuliyetinin
kaldıramayacağı lafı etmemek, sadece güvenilir kişiye gizli
konuşmak, 8. Toplantılarda sorulmayan şeyi söylememek,
boşboğazlık etmemek.
Kim bu niteliklere sahip olursa o tüm güzellikleri
çağırmıştır zâtına. Bunların hepsi sende mevcut. Bunu
anladığım için [diyorum ki] Hak Teâlâ seni koruyacak,
amacına uygun yardımlarda bulunacak sana ve arzuna
kavuşacaksın O'nun izniyle! Zira sen, bilgimi; iftihar
ettiğim şeyi benden almak için dost oldun bana. Sen, arzusu
yerine getirilmeye lâyıksın. Senin talebin elbet karşılanmalı!
Lâkin beni kaygıya boğmuştur senin talebin! İçim ayaklandı
şimdi!
Berzeveyh bildi ki Hintli arkadaşı onun niyetine vâkıf
olmuş, kurnazlığını sezmiştir. İhtiyacını bildirdiği halde onu
reddetmemiş, azarlayıp sert konuşmamıştır. Aksine sıcak bir
dost tavrı takınarak uygun cevaplar vermiştir. Artık
Berzeveyh'in yüreciği huzura kavuşup ağzından şu sözler
dökülüverdi:
— Ben nice nice kelamlar dizmeyi tasarlamış, içimde
lafı dallandırıp budaklandırmış, usûl ve yollar kurmuş idim.
Lâkin sen tez davrandın. Her şeyi bildiğini, derûnundakileri
döktüğünü, sözlerime de alâka duyduğunu gördüm. Böylece
kararsızlık içinde bocaladığım konuşmayı kesmeye niyetlen
dim. Zira sen, Yüce Allah'ın bahşettiği basiret ve zarafet sa
yesinde az sözle işimin çoğunu bildin. Beni kelam külfetin
den kurtardın. Bu yüzden kısa kestim.
Arzumu yerine getirmeye söz verişin, soyluluğunu ve
vefakârlığını kanıtladı bana. Zira söz, bilgeye söylenip sır da
basiretli ve örtmeyi bilen kişiye emânet edilirse nefis bir
incinin berkitilmiş sağlam burçlarda korunması gibi
korunur bunlar... Bunların sahibi de amacına erişmiş olur.
Hintli cevap verdi:
— Dostluktan üstün bir şey yok! Eğer arkadaş içtense,
onunla sağlam bir yârenlik kurmalı. Ondan hiçbir şey esirge
memeli, sır saklamamalı. İmkânı varsa onun talebini karşı
lamalı, dileğini gerçekleştirmeli. Tüm kibarlıkların, erdemle
rin başı sır tutmadır! Sır güvenilir birinde olursa zayi olmaz.
Böyle mutemet bir insana yakışan da hiç kimseye açmamak
tır o sırrı. İki insan arasında bilinen ve dile getirilen sır, sır
olmaktan çıkmıştır. İki dilden geçmiştir gayrı. Onlar o sırdan
bahsederken ya biri ya diğeri başka birine, üçüncü kişiye sız
dırabilir. Üç kişinin ağzına pelesenk olan sır yayılmış ve iyi
ce dağılmıştır. Artık asıl sahibi de yadsıyamaz bu sırrı, eğip
bükemez, geçiştiremez. Tıpkı gökyüzünde lime lime asılı bu
lutlar gibi, biri çıkıp da "bulut parça parçadır" dese kimse
onu yalanlamaz...
Seninle sadece gurbetimi yenmedim, dostluğun ve
yakınlığından dolayı ruhum öyle kanatlandı ki hiçbir
mutluluk denk olamaz bu hâle. Benden istediğin şeyin
gizlenemeyeceğini, bir söyleyiversem ahâlinin ağzına
düşeceğini, yayıldığı zaman da -ne denli zengin olursam
olayım- kendimi ölüm tehlikesinden kurtaramayacağımı iyi
biliyorum. Zira kralımız kabadır, katı kalplidir; ufacık suça
en sert cezaları
verir. Böyle ağır bir cürmün akıbetini düşün gayrı...
Aramızdaki dostluğun teşvik ve heyecanıyla senin arzunu
yerine getirmeye kalksam kralın vereceği cezayı hiçbir şey
engellemeyecektir.
Berzeveyh:
— Bilginler, dostunun sırrını örten ve başarısına yar
dım eden dostu övmüşlerdir. Bu gurbet ele geliş gayemi se
nin gibi birine sakladım ve senin lûtfunla ona erişmek isti
yorum. Senin kumaşın sağlamdır, aklın doruktadır; buna
güveniyorum. Benim için bu takozun altına gireceksen se
ve seve yap bu işi! Bu sırrı açacağımdan kaygılanma, çe
kinme! Sen, hükümdara ve sana ziyaretçi olarak gelen, et
rafta dolaşanlardan kork! Onlar seni ispiyonlayabilir, sen
den aldığını krala götürebilir! Bense bu işin su yüzüne çık
mayacağını umuyorum. Zira ben gidiciyim, sen kalıcısın.
Burada bulunduğum sürece de aramıza üçüncü bir kişi gir
meyecektir.
Böylece sözleştiler. Hintli zâten hükümdarın
hazinedarıydı, anahtarlar onun elindeydi. Berzeveyh'in
dileğini yerine getirdi, sözkonusu kitapla beraber diğer
eserleri de ona verdi. Berzeveyh bu kitapları izah etmek,
Hintçe'den Farsça'ya çevirmek için kapandı üzerlerine. Gece
demedi, gündüz demedi, kendini bu işte bitirdi. O bir
yandan da hükümdarın ansızın kitabı hatırlayıp, hazînede
bulamamasından kaygılanıyordu.
Sonunda bu eseri ve hoşuna giden diğer kitapları kendi
defterlerine geçirdi. Anuşirevan'a bir mektup yazarak
durumu bildirdi. Hükümdar, mektubu alınca sevince gark
oldu lâkin kaderin erken davranıp sürürü kedere
çevirmesinden endişe etti. Berzeveyh'e haber salarak tez
gelmesini emretti.
Berzeveyh, Kisra'ya doğru yola revan oldu. Kisra
nihayet onu karşısında yorgun argın bulunca:
— Ey diktiği filizin meyvesini yiyen iyi kul! Gözün ay
dın! Müjdeler olsun sana! Seni onurlandıracağım, en üst
mertebeye çıkaracağım! dedi.
Kisra bu sözleri söyledikten sonra yedi gün istirahat
verdi bilge Berzeveyh'e. Sekizinci gün emretti hükümdar
memleketin soyluları, ayan takımı ve [baş] kentin tüm
bilgin, şâir ve hatip tayfası toplanıversin diye. Herkes
geldiğinde Berzeveyh çağrıldı. O, hükümdarın huzuruna
çıkınca önünde secdeye vardı, kendisi için hazırlanmış bir
kürsüye kuruldu ve başından geçenleri anlatmaya başladı.
Oradaki devlet ricali, komutanlar ve bilginler şaştılar bu işe!
Birbirlerini tanımadıkları halde Hintli nasıl da vefakâr
davranmıştı Berzeveyh'e? Berzeveyh nasıl da sabretmiş, uzun
ince bir yoldan geçmişti öyle? Hele hele din farkına,
ritüellerin karşıtlığına, doktrinlerin ihtilâfına rağmen nasıl
sırrını açmıştı ona?
İşte, sonucun elde edilmesi için iki dostun ne denli ağır
bir işin altına girdiklerini oradakiler de bildiler, Berzeveyh'i
yücelttiler gönüllerinde. O, Kisra'nın katında da büyüdü.
Sonra hükümdar, o meclisi dağıttı; Berzeveyh de
huzurdan çıktı ve hatipler [yeni] bir meclis için
mukaddimeler düzenlemeye koyuldular. Bu işe iyice
hazırlandılar. Hükümdar da onlara bir meclis tertip etti.
Devletin hatipleri, vezirler, ülkenin söz ustaları Berzeveyh'in
de katıldığı bu toplantıya geldiler. Bu eser ve diğerleri
getirildi orta yere. Kitaplar okunulup taşıdıkları bilgiler,
incelikler ve güzellikler bir bir serildikçe dinleyenleri sevinç
dalgası sarıyordu. Hükümdar da arzusuna erişmişti. Herkes
Berzeveyh'i övüyor, onun için iyi şeyler söylüyordu. Çektiği
bunca zahmet ve külfetten dolayı teşekkürü teşekküre
eklediler.
Böylece Kisra buyruk verdi: inci, mücevher, altın ve
gümüş getirilsin diye. Giysiler hazînesi açıldı. Bu nefis
takılar ona takıldı, her şey önüne taşındı. Sonra hükümdar
taç giydirip yüceltmek ve duyduğu saygıyı izhar etmek
amacıyla tahtına oturttu Berzeveyh'i! Bu merasim
tamamlandıkta bilge Berzeveyh, Kisra'nın önüne kapaklandı
ve şöyle dedi:
— Allah bu dünyada ve öte dünyada nimetlerini
artırsın hükümdarımıza! Ona en büyük lûtfunu versin!
Devlet ve saltanatım dâim, sânını yüce eylesin! Tüm
övgülere lâyık
olan Allah Teâlâ, beni mala muhtaç olmaktan kurtardı,
nasîbettiği yüce mertebe sayesinde. Bu zavallıyı, pâdişâhlar
pâdişâhının onurlandırması sayesinde diğer tüm
emellerden azat etti. Ancak hünkârımız ille de bir şey
arzulamamı istiyor ve bu işten zevk alıyorsa sâdece onun
buyruğuna uymak, rızasına erişmek için ferman buyurduğu
şeylerden bir iki parça alacağım.
Bu sözleri söyleyen Berzeveyh ayağa kalktı, Horasan
işi bir giysi sandığını aldı. Bu eşya tam da krallara özgü bir
tarzda yapılmıştır. Ve devam etti konuşmasına:
— Hak Teâlâ insana yetkin bir akıl, yüce bir bilgi, gü
zel huy, sağlam inanç, tüm serlerden ırak bir gönül nasîbet
mişse bu nimetten ötürü ezelî yaratıcıya hep teşekkür etme
lidir. Çünkü kul kendi çabası olmadan, geçmiş gayreti bulun
madan erişti bunlara. Kaldı ki nice külfet ve zahmet ile ha
ketmiş olsa da yapılan ikramın şükrünü eda etmesi gerekir
elbet!
Bense ey bu hanedandan olanlar, size onur verecek bir
şeyi elde etmek için ne denli güçlüklere katlansam da
şimdiye kadar sâdece sizin rızânızın peşinde oldum. Bu yolda
zoru kolay, meşakketliyi basit sayarım. Bitkinlik ve eziyeti,
sevinç ve lezzet bilirim. Zira bu işte sizin rızânız olduğunu,
bu sayede size yaklaşacağımı biliyorum. Lâkin ey pâdişâh,
kabul edeceğiniz ve lütfedip yerine getireceğiniz ihtiyacımı
söylüyorum size. Basit bir talep ve çok da yararlı!
Kisra:
- Buyur! Senin bize bildirdiğin her hacet mutlaka
yerine getirilecektir. Zira nezdimizde yerin büyüktür senin!
İstersen tahtımızı paylaşmak dile, bunu bile yaparız!
Bundan daha aşağısını zâten kabul ederiz! Aç gönlünü bize
ve kaygılanma! Her şey senin emrine amade!
Berzeveyh:
— Hükümdar! Öyle gözünüzde büyütmeyin sizin gönül
hoşnutluğunuz ve emriniz için çektiğim zahmeti! Ben, zât-ı
âlîlerinizin bir bendesiyim. Beni hiç ödüllendirmeseniz de
sizi razı etmem için hayatımı versem yeridir! Bu yaptıklarım
benim nazarımda büyük sayılmaz, hükümdarımızı da
minnet ve borç altında bırakmaz. Fakat o, asil ruhu ve ulu
makamı sebebiyle beni ödüllendirmek istemiş, beni ve ailemi
övmüş, en yüksek mertebeye çıkarmıştı. Elinden gelse
dünya ve âhiretin tüm onurunu ve mükâfaatını bir araya
getirip bize yağdıracaktı. Yüce Allah onu bizim nâmımıza en
iyi şekilde mükafaatlandırsın!
Anuşirevan konuştu:
— Söyle dileğini, seni sürura boğacak şeyi yapmak boy
numun borcudur.
Berzeveyh:
— Tüm arzum: hükümdarımızın, erdemli, yüksek ma
kam sahibi bilge veziri Bahtigânoğlu Büzürkmihr'e benim
yaptıklarımı bir forma halinde yazması, eseri bölümlere ayır
ması ayrıca kitaba, benden ve yaptıklarımdan gayet geniş bir
şekilde bahsedeceği özel bir şeref bölümü eklemesi için emir
vermesidir! Yüce Allah, hükümdarımızın emirlerim boşa çı
karmasın, etkisini derhal göstersin! Vezir Büzürkmihr bu işi
bitirince benle ilgili şeref bölümünü "Arslan ve Öküz Bölü
mü"nden önceye koysun... Hükümdarımız, bunu yaptırırlar
sa bana ve sülâleme en büyük şerefi, en üst rütbeyi bahşet
miş olur. Kitabın okunduğu her yerde ebediyyen nâmımız ya
yılır bu sayede!
Kisra Anuşirevan ve oradaki devlet ricali Berzeveyh'i
dinlediler, ondaki 'nâmı ebedileştirme' tutkusuna tanık
oldular. Böylece Berzeveyh'in asaleti, yetkin aklı ve yüce
ruhu karşısında şaşırdılar. Onun talebini takdir etmişlerdi.
Kisra konuştu:
— Berzeveyh! Dileğini seve seve hattâ bir şeref saya
rak yerine getireceğim! Zîrâ sen arzusu yerine getirilmeye
lâyık bir insansın. Talep ettiğin şeyin önemi çok büyük se
nin nezdinde, lâkin bir bilsen bu şey ne kadar kolaydır bi
zim nezdimizde!
Bu sözlerden sonra Anuşirevan yüzünü vezir
Büzürkmihr'e çevirdi ve şöyle dedi:
— Biliyorsun ki Berzeveyh bize karşı sevgiyle doludur.
Bize yakın olmak için nice badireler atlatmış, nice büyük
korkulara girmiştir. Bizi memnun etmek için nasıl da
yorulmuştur o! Biz de onun yaptığı iyiliği bildik. Şerefi
ebediyyen bizi kuşatacak olan bir hikmeti Allah'ın lûtfuyla
sundu bize! Ve biz de ona hazînelerimizden hediyeler
sunduk. Berzeveyh ise hiçbirine iltifat etmedi. O "en büyük
armağan" diyerek bir şey istiyor bizden. Ve çok da basittir
bu. Onunla konuşmanı, ihtiyacı neyse yerine getirmeni
istiyorum. Yorulsan da elinden geleni yapmalısın. Görevin,
kitabın bölümlerine benzer bir kısım kaleme almandır. Bu
kısımda Bârzeveyh'in üstünlüğünü, soyunu, sülâlesini,
mesleğini, zarafetini, başlangıçtaki hâlini anlatmalısın.
Bunları kaydettikten sonra bizim arzumuz üzere
Hindistan'a yolculuk ettiğini; onun sayesinde şeref
duyacağımız, başkalarına üstün geleceğimiz hikmetleri
kazandığımızı belirtmelisin! Berzeveyh'in, Hindistan'dan
dönünce takdim ettiğimiz serveti kabul etmediğini
bildireceksin. Onu övmek için sözü iyice uzat! Tüm sanatını
kullan, hatta aşırı davran! Berzeveyh'i ve ahâliyi
sevindirecek hiçbir şeyi esirgeme burada! Zira Berzeveyh
benim nazarımda bu övgülere layıktır, memleket halkının
gözünde iftihar edilesi biridir. Bilgiye aşık olduğun için
senin nazarında da övgüye layıktır o. Onun adına yazacağın
bu kısımda güdülen maksat ve mânâ, diğer
bölümlerdekinden daha yüce olmalı halk ve seçkinler
nezdinde! Yazdıkların, bu ilmin sânına yaraşır olmalıdır. Bu
işi ancak sen becerebileceğin için en mesut insan sensin! Söz
konusu kısmı kitabın ilk bölümü yap! Sana izah ettiğim
şekilde yazıp bitirince bana haber sal ki halka okuyasın diye
ferman çıkarayım. Böylece senin ustalığın da bilinsin ve bize
muhabbetin sebebiyle gösterdiğin gayret anlaşılsın. Bu da
sana şeref olsun!
Büzürkmihr, hükümdarın konuşmasını dinledikten
sonra secdeye kapandı ve şöyle dedi:
— Hükümdar! Allah senin ömrünü uzun etsin! Dünyâ
da ve âhirette seni iyi kulların varabileceği derecelerin en üs
tününe eriştirsin! Bu görevi lütfederek, ebediyyen yaşayacak
bir nâma kavuşturdunuz onu!
Böylece Büzürkmihr, Kisra'nın yanından ayrıldı.
O, Berzeveyh'in ana-babası tarafından bir eğiticiye
teslim edilişinden, tedavi yöntemlerim ve ilaçları öğrenmek
için Hindistan'a gidişinden, onların yazısını söküp dillerine
âşinâ oluşundan bahsetti. Anuşirevan'ın kitap için onu
Hindistan'a göndermesi de dahil her şeyi anlattı.
Berzeveyh'in erdemleri, hikmeti, ahlakı, görüşleri,
eğilimleri konusunda bildiği her şeyi yazıya döktü; açıkladı.
Daha sonra Kisra'ya haber saldı, "o bölümü bitirdim" diye.
Anuşirevan da memleketinin ileri gelenlerini ve halkı
toplayıp Büzürkmihr'i onların önüne dikti. Ona yazdıklarını
okumasını emretti. Berzeveyh'de oracıkta, vezirin
yanıbaşındaydı.
Büzürkmihr, bilge Berzeveyh'i anlattıkça anlattı.
Hükümdar vezirin ustalığına ve bilgisine sevindi; orada
bulunanlar veziri övdüler, ona takdirlerini sundular. Ayrıca
Kisra ona büyük bir servet, hilat [şeref giysisi] nice nefis
ziynet ve değerli kadeh tas vs. verilmesi için emir çıkardı.
Ama Büzürkmihr krallara özgü bu müthiş elbiseden
başkasını almadı.
Daha sonra Berzeveyh de vezire teşekkür etti, başını ve
elini öptü. Sonra Kisraya dönerek şöyle dedi:
— Allah senin mülkünü ve saadetini daim eylesin! Be
nim nâmımı ebedileştirmek ve halimi izah için Büzürkmihr'e
bu faslı yazdırdınız! Beni ve sülalemi en yüksek dereceye
eriştirdiniz!
KİTABI ÇEVİREN
ABDULLAH İBNÜ'L-MUKAFFA'NIN TAKDİMİ
[Kelile ve Dimne'yi Okuma Kılavuzu]
Bu eser, Kelile ve Dimne kitabıdır. Hint bilginleri bu
kitabı "mesel" ve anlatılardan meydana getirdiler.
Bulabildikleri en etkili sözleri, canlarının istediği gibi bu
mesel ve anlatıların arasına sokma fikri ilham olundu
onlara... Her ulusun bilginleri, kendilerinden akıl
danışılmasını istemişlerdir dâima. Bu iş için çeşitli yollara
başvurarak kendi kendilerine sebepler îcat etmeye
çalışmışlardır. Bu eserin de hayvanların, kuşların ağzından
dökülüşü söz konusu sebep ve vesilelerdendir. Böylece bazı
avantajlar bir araya gelmiş oldu onlar için... Bilginler sözü
çekip çevirme imkanına ve yararlanacakları kaynaklara
kavuştular. Kitap ise bilgelikle oyunu bir araya getirmiş
oldu: Aklı uz olanlar eseri içindeki hikmetten ötürü tercih
etti; aklı az olanlarsa eğlenceli geldiği için seçti bunu. Yeni
yetme öğrenciler gönüllerinin meylettiği kısımları
ezberlemede pek hevesli davranmışlarsa da "ne idüğünü"
anlayamamışlardı! Hattâ tek bildikleri, bu eserden "şöyle
yaldızlı bir makale" elde ettikleridir. Bu durumda onlar,
ergenlik dönemini tamamladığında ebeveyninin kendisine
hazineler yığdığını, gelir getiren binalar bağladığını gören ve
bu sayede geçimini temin için çalışmaya ihtiyacı kalmadığını
düşünen adama benzemektedirler, işte böyle alelade göz
gezdirdikleri hikmet, edebiyatın diğer türlerinden
alıkoymuştur o çömezleri!
Bu kitabı okuyan, hangi sebeplerden ötürü kaleme
alındığım bilmeli okuduğunun... Yazar sözü hayvanlara,
dilsiz varlıklara isnad ederek çeşitli örnekler getirirken neyi
amaçlıyordu acaba?
Okuyucu böyle davranmazsa hiç ama hiç anlayamaz
bunca kavramdan neyin kastedildiğini ve hangi meyvelerin
devşirileceğini! Kitabın içerdiği başlıklardan nasıl bir semere
elde edeceğini de bilmez. Zaten onun amacı, ne dediğini
anlamadan kitabı sonuna kadar okumaksa kitap hiçbir yarar
sağlayamayacaktır kendisine.
Okuduğu şeylere dâir görüş üretmeden ve kafasını
çalıştırmadan ilimleri yığan, kitapları yutan kişi ancak şu
adamın durumuna düşer: Bilginler onun çöller aştığını,
sonunda hazine izlerine rastladığını, kazıp araştırdığında da
altın ve gümüş sikke bulduğunu; kendi kendine "Bu malı
azar azar taşırsam uzun sürer; nakil ve elde tutma işiyle
uğraşırsam, kavuştuğumun tadına varamam... En iyisi onu
evime taşıyacak gruplar kiralayayım, ben de onların
ardından geleyim. Hem geride kafamı kurcalayacak bir şey
kalmaz, hem de onlara ödeyeceğim azıcık bir ücretle kendimi
yorulmaktan kurtarırım!" dediğini anlatmaktadırlar.
İşte bu adam hamallar tutuyor, herbirine
taşıyabileceği kadar yük veriyordu ama hamal tayfası
aldığını kendi evine götürerek bir köşeye yığıyordu!
Nihayet hazînede bir şey kalmayınca adam, en sonuncu
hamalın peşinden gitti ve kendi evine geldi. Fakat orada ne
az, ne çok hiçbir şey bulamadı! Hamalların her biri
taşıdığını kendi evine almıştı çünkü. Hazîne bulucuya da
zahmet ve yorgunluktan gayrı bir şey kalmadı, tedbirsiz
davranıp neticeyi düşünmediği için!
Bu kitabı okuyup muhtevasını anlamayan, dış ve iç
yüzündeki maksattan habersiz kalan kişi de böyledir: ilk
anda gözüne çarpan yazı ve nakıştan bir yarar temin
edemez, hiç-
bir şey sezemez. Kendisine gayet sert bir ceviz verilen adamın,
onu kırmadıkça istifâde imkânı elde edememesi gibi!
Mevzu ile ilgili bir örnek de insanların nasıl etkili
konuştuğunu merak edip güzel kelâmın yöntemim bilen bir
dostuna gelerek bu işi öğrenmeye muhtaç olduğunu duyuran
adamdır. Dostu ona san bir kağıt üzerine etkili sözün
kurallarını, yöntemini, çeşitlerini yazmış; o da kağıdı evine
getirerek anlamını bilmeden tekrarlamış ve ezberlemiş
yazılanları... Sonra bir ilim ve sohbet meclisinde söze
katılınca hatalı bir kelime çıkmış ağzından. Biri
seslenivermiş:
— Yanlış yaptın! Doğrusu senin söylediğin gibi değil!
Adam:
— Sarı sayfayı okudum, evimdedir o; nasıl yanlış yapa
rım ki? demiş. Özrü kabahatinden büyük olmuş bu lafıyla.
Ve bu olaydan sonra kara cahilliğe biraz daha yaklaşmış,
edebiyat ve zarafetten uzaklaşmış.
Akıllı kişi bu kitabı idrak edip sonuna kadar okuyunca,
kendisine yarar getirmesi için bildiğini uygulaması, bilgisi
doğrultusunda iyi bir numune haline gelmesi gerekir. Bunu
beceremezse şu adam gibi olur:
Anlatılanlara göre adamın biri uyurken hırsız
duvardan atlayıp onun evine girmiş. Ev sahibi bundan
haberdar olmuşsa da kendi kendine:
— Vallahi herifin ne yapacağını görmek için sesimi ke
secek, onu tedirgin etmeyecek ve haberim olduğunu hisset
tirmeyeceğim. Tam arzusuna kavuştuğunda ansızın dikilip
hevesini kursağında bırakacağım! demiş.
Adam böyle eydinip dururken hırsız da boş durmuyor,
sıkı çalışıyordu. Bulduklarını bir yerde toplamak için ileri
geri turlar atıyordu. O işi uzatınca ev sahibi de uyuya kaldı.
Hırsız emeline ulaşarak gönül huzuru içinde çekip gittikten
sonra beriki uykusundan uyandı. Baktı ki herif ne bulduysa
çuvalına doldurmuş gitmiş, kendini kınadı. Hırsızın evde
olduğunu bilmesinin, ona hiçbir fayda sağlamadığı
kafasına
dank etmişti ama geçen geçmişti artık ve o bilgisini gereği
gibi kullanamamıştı...
Bilginin ancak uygulama ile tamamlandığını söylerler.
Bilgi ağaç, onu pratiğe dökmek ise meyve devşirmek gibidir.
Gerçekten bilgiyi elde eden, yararını görmek için bildiğim
kullanandır. Bilgisini kullanmazsa ona bilgin denmez.
Ayrıca bir kimsenin tehlikeli yolu tanıyıp bile bile oradan
yürümesi, onun kara cahilliğini, aymazlığını gösterir! Kim
bilir o adam kendini sorgulasa hiç bilmeden korkulu yola
giren kişiden -zarar ve eziyeti- daha iyi bildiğini ama arzulan
yüzünden basiretinin köreldiğini anlar.* Kim, arzularına
boyun eğer de kendi denemediği veya başkasının gösterdiği
[doğru] işi yapmaktan yüz çevirirse şu hastaya benzer:
Bu hasta yiyeceğin ve içeceğin kalitelisini kötüsünden,
hafifini ağırından ayırabiliyordu ama oburluk onu kötü
yemekler atıştırmaya sevk etmiş, derdini izâle edecek
taamları da bir kenara atıvermişti.
İşin iyisini bırakıp kötüsünü seçerek hiç bir mazerete
sığmamayacak adam, kaliteliyi kalitesizden ayırt etme
yeteneğine sahip olandır. Tut ki biri kör diğeri sağlam iki
adam kazara çukura düştüler. Eh, çukurun dibinde olma
bakımından ikisi de aynı konumdadırlar lâkin millet onları
seyrettiğinde körü mazeretli sayar, sağlamı o kadar
kayırmaz! Birinin herşeyi ayan beyan göreceği iki gözü var,
diğeri ise hangi tehlikeye doğru yürüdüğünü bilmiyor...
Bilgin adam işe kendinden başlamalı ve ilmiyle amel
etmeli, yetiştirmelidir kendini. Bilginin amacı olmalıdır:
kendisinden su içildiğinin bilincinde olmayan bir göl ya da
sanatını olağanüstü güzel bir şekilde, lâkin şuursuzca icra
eden ipekböceği gibi olmamalıdır kişi. Bu durumda başkasına
yardım ediyordur, kendine değil.
Bazı nüshalarda ikinci kişi için de bilmek fiili kullanılmıştır. O zaman
yanlış mana çıkar ve mukayese imkânı kalmaz, lâkin bu tür nüshalara
uyularak yapılan yanlış çeviriler de vardır.
Bilgi peşinde koşan önce kendine öğüt vermeli, sonra
kitaplara dalmalıdır. Bu dünyada yaşayan insan güzel olan
her şeyi bulduğu yerde kapmalıdır: Bilgi, servet ve iyi
davranış bunlardandır.
Bilgin insan kendinde bulunan kusurun aynısını
taşıyan muhatabım, bu kusur yüzünden ayıplayamaz...
Körü, "görmüyor" deyip ayıplayan köre benzer!
Bir işin ardına düşen, mutlaka bir hedef ve sınır tayin
etmelidir kendine. Bu minval üzere çalışmalı, sınıra varınca
durmalıdır. Daha [başka şeylere] dalmamalı, daha fazla
istememelidir.
Çünkü
eskilerin
sözüdür:
menzil
belirlemeksizin giden kişinin bineği er geç yorulup çöker.
İnsan, kendinden önce kimsenin elde edemediği
sınırsız gölgenin peşinde koşmamak, bu yüzden
üzülmemeli ve dünyasını âhiretine tercih etmemelidir.
Zîrâ ruhunu ihtiras ve boş gayelerden azat eden kimse,
ayrılık hâlinde fazla yazıklanmaz. Derler ki iki şey vardır
herkese yakışan: Allah'a kul olmak ve helal servet. Bir de hiç
kimseye hayır getirmeyen diğer iki nitelikten bahsedelim:
Hükümdarın otoritesine ortak olmak, bir erkeğin karısını
paylaşmak. İlk iki nitelik, içine atılan her odunu yiyip
bitiren sıcacık ateş gibidir. Diğer iki şey ise ebediyen
birleşmeyecek olan ateş ve su gibidir.
Akıllı insan kaderi ve kudreti dahilinde olmayan bir
şeyi kaçırdığı için yanıp yakılmaz, kendini yermez. Kim bilir
Allah Teâlâ ona hiç hesap etmediği bir yerden çok hoş bir
ikramda bulunacaktır. İşte bunun örneği:
Bir adam yokluk, açlık ve çıplaklığın pençesine
düşmüştü. Akraba ve arkadaşlarından dilenmeye mecbur
olduysa da hiç kimsede ona verecek fazladan bir eşya
çıkmadı.
İşte bu adamın evine hırsız girdi geceleyin...
— Evimde bir şey yok ki korkayım, hırsız kendini
yorsun! diyordu. Hırsız ise evde dolaşırken buğday dolu bir
heybe buldu ve kendi kendine:
Vallahi bu geceki mesâimin boşa gitmesine gönlüm
razı olmaz! Belki ikinci bir işe de çıkamam... İyisi mi şu
buğday torbasını kapıp gideyim! dedi. Öte yandan ev sahibi
de kendi kendine:
— Bu herif buğdayı götürüyor! Geride başka bir şey de
kalmadı zaten! Eh, çıplaklığımız yetmiyormuş gibi kursağı
mıza idareyle indirdiğimiz üç beş deneden de mahrum olaca
ğız herhal! Vallahi bir yanda açlık öbür yanda açıklık; bu iki
belâ, defterini dürer insanın! diyordu. Böyle böyle söylendik
ten sonra başucundaki bastonu kaptığı gibi:
— Hırsız var, hırsız var! diye bağırmaya başladı.
Beriki apar topar koştu, başka çaresi yoktu çünkü.
Gömleğim bile oracıkta terkederek gitti. Ev sahibi de gömlek
kazanmış oldu bu tecrübeden! Ancak kişi bu tür örneklere
dayanıp da geçimini düzeltmesi için gerekli olan tedbir ve
çabayı bir kenara atmamalıdır. Kaderin yardım ettiği,
talihli kişiye de bakmamalı... Böyleleri gayet azdır
insanların arasında. Genel çoğunluk, işini halletmek için
habire çalışan; binbir zahmet ile kendini yoran kimselerden
oluşur. İnsan, gözünü temiz kazanca ve faydalı olana
dikmeli; yorgunluktan gayrı hiçbir şey getirmeyen boş
heveslere düşmemelidir. Böyle yaparsa şu güvercine
benzemiş olur:
Bir güvercin cücük çıkarmış lâkin biri gelip onun
yavrusunu almış ve kesmiştir. Bu böyle devam etmiş:
güvercin tünemiş, cücük etmiş; öteki gelip kaçırmıştır.
Nihayet adam güvercini de bir çırpıda yakalayıncaya kadar
sürmüştür bu.
Derler ki Hak Teâlâ her şeyin sınırım belirlemiştir. Bu
sınırı aşanlar emellerine ulaşamazlar.
Derler ki hem dünya hem de âhiret için çaba gösteren
kişinin yaşamı, onun lehine ve aleyhine neticelerle doludur.
Lâkin sadece dünyası için gayret eden ise neticede kendi
aleyhine sonuçlar doğuracak bir yaşam sürmüş olur.
Derler ki dünyada yaşayan insanın mutlaka düzene
sokması ve uğrunda yoğun çaba göstermesi gereken üç şey
vardır:
Birincisi geçimi, ikincisi insanlarla ilişkisi, üçüncüsü ölümden
sonra onu hayırla yâd ettirecek güzel işler yapmasıdır.
Derler ki üç özellik kim de varsa onun işleri rast gitmez:
Birincisi tembellik ve ihmal, ikincisi fırsatları kaçırmak,
üçüncüsü her habere inanmak. Öyle duyurucular var ki
getirdiği haberi anlamış, lâkin doğru olup olmadığını
bilmeden inanıvermiştir ona! Halk içinde böyle davranan üç
zümre vardır:
Başkasının tecrübe yoluyla inandığı şeye kendisi de o
tecrübeyi yaşamış gibi inanan, inanmaya devam eden.
Aslı nedir, hiç bilmeden tecrübe ettiği şeylere tamamen
inanan.
Çözemediği, karmaşık bulduğu şeylere inanan.
Akıllı insan öz meyillerini dahi kuşkuyla karşılamalı,
herkesin dediğini kabul etmemelidir. Çözemediği mesele
aydınlanıp hakikat ortaya çıktığında o artık hatalı görüşte
ısrar etmemelidir. Doğruyu bırakıp yanlışta ilerleyen ve her
adımında biraz daha boşa yorulup hedefinden uzaklaşan
kişi gibi olmamalıdır akıllı insan. Kör olma ihtimali bile
olsa gözüne kaçan şeyi oğuştura oğuştura çıkarmaya çalışan
kişi gibi de olmamalıdır.
Akıllı insan kaza ve kadere inanmalı, olgun ve
soğukkanlı davranmalı, kendisi için istediğini başkaları için
de istemeli; kendi düzeninin yürümesi için başkalarının
işlerini bozmamalıdır. Başkalarının düzensizliği sayesinde
kendi dirlik ve düzenini sağlayan adam; şu tüccarın,
arkadaşından dolayı uğradığı musibete uğrar:
Anlatılanlara göre bir tacir ortağıyla beraber dükkan
kiralamış ve ikisi de mallarını oraya koymuşlar. Birinin evi
dükkana gayet yakın olduğu için arkadaşının yüklerinden
bir kısmını yürütmeye karar vermiş ve çeşitli kurnazlıklar
düşünerek şöyle demiş kendi kendine:
— Bu iş için geceleyin sızarsam farkına varmadan
kendi yükümü veya torbamı alırım; boş yere zahmete
katlanmış olurum...
Böyle düşünerek cübbesini, gözüne kestirdiği yükün
üstüne bırakıvermiş ve eve dönmüş o gün...
O gittikten sonra yüklerini düzeltmek için dükkana
gelen öteki ortak, arkadaşının giysisini kendi eşyası
üstünde görünce:
— Vallahi bu elbise bizim ortağın... Galiba burada
unutmuş. Hele alayım şunu da onun torbalarından birinin
üzerine koyayım. Belki benden önce gelir dükkana elbisesini
istediği yerde bulur! deyivermiş.
Sonra giysiyi arkadaşının yükünün üstüne
bırakvermiş, dükkanı kapatıp evine dönmüş.
Hava karardığında beriki kendi niyetiyle ilgili olarak
anlaşma yaptığı ve taşıma ücretini verdiği bir adamla girmiş
dükkana. Elbiseyi yoklayınca bir torbanın üzerinde
buluvermiş. Hemen torbayı sırtlamış, yanındakinin
yardımıyla işyerinden çıkarmış; eve kadar sırayla
taşımışlar... Herif yorulup yatağa atmış kendini ve sızmış...
Gün ağarırken getirdiği yüke bakınca kendi eşyasıyla
karşılaşmasın mı? Derin bir pişmanlık hissiyle yanarak
dükkana yürümüş.
Öte yanda ortağı meğer daha erkenden gelivermiş
dükkana. Arkadaşının yükünün kaybolduğunu görünce
üzülmüş adamcağız:
— Vay benim kara bahtım! Şimdi ne cevap vereceğim o
altın kalpli dostuma? Malını bana emânet etmişti. Onun nez
dinde kaç paralık oldum ben! Biliyorum, beni suçlayacak
mutlaka. Ama söz veriyorum kendime, zararını ödeyeceğim!
diye söylenip durmuş.
Öteki gelince berikini melûl mahzun bularak merakla
sormuş sebebini. Ve cevap gelmiş:
— Yükleri yokladım. Senin bir yükün kayıptı. Kuşku
suz beni suçlayacaksın! Tamam, zaran kesinlikle karşılaya
cağım.
Malı götüren konuşmuş:
— Dostum! Üzülme! İnsanın yapabileceği en kötü şey
hıyanettir. Tuzak ve hile asla iyiliğe ulaştırmaz insanı. Kim
yaparsa bunları, asıl aldanan o olmuştur dâima! Haksızlık
neticede sahibine döner. Kandıran, kazık atan, hile yapan
benim!
Arkadaşı irkilerek sormuş:
— Nasıl oldu yani?
Öteki durumu açıklamış, hikâyesini anlatmış. Masum
arkadaş biraz duraksayarak:
— Senin durumun, hırsızla tacirin öyküsüne benziyor!
demiş.
— Nasıl o hikâye? diye sormuş öteki. Beriki başlamış
söze:
— Anlatılanlara göre bir tacirin evinde biri buğday, di
ğeri altın dolu iki heybe varmış. Yankesicilerden biri gözle
meye başlamış adamı. Nihayet tacirin işi çıkmış ve evinden
ayrılmış. Hırsız, fırsat bu fırsat deyip adamın yokluğundan
yararlanarak dalmış eve, saklanıvermiş bir köşeye. Ortalığı
kollayıp altın dolu heybeyi almaya niyetlenince yanlışlıkla
buğdaylı heybeyi kapmış, içinde çil çil altın var sanıyormuş!
Uflaya puflaya binbir zahmetle heybeyi eve getirip açınca an
lamış gerçeği ve içi gitmiş...
Bu hikâyeyi dinleyen hıyânetçi adam:
— Hiç de uzak bir örnek vermedin, kıyası da doğru yap
tın! Sana karşı işlediğim suçu itiraf ediyorum. Bu, öyle ağır
geliyor ki bana! Ah şu nefis, ne kadar da alçak şeylere sevke
der insanı!
Böylece iyi ortak, ötekinin özrünü kabul ederek onu
kınamayı bırakmış ama ona güvenmemiş bir daha. Hâin
ortaksa ne denli çirkin davrandığını, nasıl câhilce bir işin
peşine düştüğünü ayan beyan anladığında sadece nedamet
kalmış avucunda...
Bu kitabımıza bakar., resim ve süsleri görmek için art
arda sayfaları çevirme gayesinde olmamalıdır. Tam aksine,
eserin bitimine değin içerdiği tüm örnek ve hikâyeleri iyi
görmeli, her kelime ve örneğin üzerinde durarak fikir
üretebilmeli, hulâsa şu üç kardeş gibi olmalıdır:
Babalarından hayli yüklü bir servet alan üç kardeş
varmış. Malı aralarında bölüştükten sonra iki büyük
kardeş kendi hisselerini hızla tüketmeye başlamışlar.
Saçma sapan harcamalarla sıfıra gelmişler. En ufak ise
ağabeylerinin harvurup harman savurarak tüm mallarını
bitirdiklerini görünce öğüt vermiş benliğine:
— insanoğlu, serveti iyi halde olmak, geçimini
düzgünce yürütmek, dünyâsını doğrultmak, insanların
gözünde iyi bir statü kazanmak, onlara muhtaç olmamak,
akrabayı gözetmek, evlâdu lyâli doyurmak, dostlara ikram
etmek gibi münâsip yollarda harcamak için mal toplar. Bu
iş için elinden geleni yapar, her çareye başvurur. Mala
sahip olduğu halde sağduyuya göre harcama yapmayan
adam, zengin olduğu halde fakir hükmünde olan kişi gibidir.
Gerçekten malını güzelce tutan ve iyi yönlendiren kişi iki
şeyden mahrum olmaz asla: Hep elinde tuttuğu bir dünyâ ve
buna ilâveten övgüler...
Bahsi geçen uygun yollar dışında para harcayan adam
çok geçmeden bitirir elindekileri. Hüsran, ziyan ve
yıkılmışlık hissiyle durur ortada.
Benim yapmam gereken, bu serveti elimde iyi
tutmamdır. Zira ben malımın hem bana hem de
kardeşlerime yarar sağlayacağını umuyorum. Neticede şu
servet, benim ve onların babasının malı değil midir? Uzak
bile olsalar akrabayı gözetmek cömertliğin en güzelidir, bu
adamlar da benim ağabeylerim olduğuna göre elbette en
layık olanlardır ihsana!
İşte, küçük kardeş kendi kendine bu uzun konuşmayı
yaptıktan sonra hemen haber saldı, kardeşlerini çağırdı ve
onlarla bölüştü servetini.
Bu kitabı okuyan hiç bıkmadan, sıkılmadan ince ince
düşünmeli; zengin mânâları bulmaya çalışmalıdır.
Sanmasın ki iki hayvanın kurnazlığının ya da bir arslanla
öküzün
konuşmalarının aktarılması, elinizdeki eserin gayesidir!
Böyle davranırsa asıl maksadı anlamamış olur. Bunun
örneği şu avcıdır:
Körfezde balık tutan avcı bir gün suyun dibinde parıl
parıl parlayan güzel bir sedef görmüş ve değerli bir mücevher
sanmış onu. Daha önce ağıyla denizden yakaladığı günlük
rızkı olan balığı fırlatıvermiş kenara. Ve sedefi almak için
atlayıvermiş deryaya. Nihayet sedefle beraber sudan
çıkınca bir de bakmışki bomboş, yaldızlı şeydir elindeki.
İçinde varsaydığı [inci] de yok! Hırsı ve açgözlülüğü
yüzünden daha önce elde ettiğini de kaybetmiş ya; hakîkaten
pişman olmuş, üzülmüş.
İkinci gün oradan daha uzakta bir yere ağ atmış ve
küçük bir balık yakalamış. Bu arada yine parlak ama
kıymetli bir sedef gördüyse de hiç aldırmamış "değersizdir"
diyerek bakmamış... Oradan geçen diğer bir balıkçı o sedefi
almış ve hazine değerinde muhteşem bir inci bulmuş içinde!
İşte, kitabımızın muhtevasını ince düşünmeden,
mânâların taşıdığı sırları ve içyüzü değil dış kabuğu alan
karacâhiller de böyledir. Eserimizin sadece eğlendirici
yönlerim arayan kişi şu adama benzer:
Eline verimli ve temiz bir arazi, sağlam bir tohum
geçen adam derhal ekmiş ve sulamış toprağını. Ürün alma
zamanı yaklaşınca sadece çiçek toplamak ve diken kesmekle
harcamış [değerli] vaktini. Bu yüzden daha yararlı olanı
bırakmış, esas ürünü çürütmüş...
Bu kitabı ince ince süzen kişi, dört amacın güdüldüğü
nü bilmelidir:
Evvelâ, eğlence oyun arayan gençler seve seve
okuyabilsin diye aslında düşünceden yoksun olan
hayvanların diliyle yazılmıştır. Bu yolla gençlerin gönülleri
kitaba meyletmiş olacaktır. Hayvanların onca kurnazlığı
yapmaları da bu hedef içindir...
İkinci olarak, hükümdarların gönüllerinde bir dost ve
yoldaş gibi telakki edilmesi için hayvanların fikirleri rengâ-
renk, çeşit çeşit ortaya konmuştur. Hükümdarlar, bu
şekillere bakarak eğlenecek ve kitabı daha çok seveceklerdir.
Üçüncü olarak, saydığımız nitelikleri sayesinde
hükümdarlar ve sıradan insanlar nezdinde sevilen bir eser
haline gelen kitabımızın nüshalarının çoğaltılması
hedeflenmiştir. Günlerin art arda akmasına rağmen
eserimizin hep dinç ve okunuk kalmasını sağlayacaktır bu
özellik! Ayrıca hem resimleyiciler hem de nüsha çıkartanlar
daimî bir ekmek parasına kavuşmuş olacaklardır...
Dördüncü ve en mühim hedef, filozoflarla ilgilidir.
Özellikle onların işidir [bunu anlamak].
Baktık ki İranlılar bu kitabı Hintçe'den Farsça'ya
[=pehleviceye] çevirmişler, ayrıca Tabib Berzeveyh
bölümünü eklemişler ama bizim şu bölümde anlattıklarımızı
anlatmamışlar; hemen kaleme sarılıp bu bölümü koyduk
kitaba, onu doğru okumak ve içindeki bilgileri en iyi
biçimde anlamak isteyenler için...
Bunu iyi düşünürsen doğruyu bulursun inşallah.
BERZEVEYH BABI
Bahtigânoğlu Büzürkmihr Tarafından Yazılmıştır*
Daha önce bahsedildiği gibi, Hint eserlerinden
elinizdeki kitabı kopya edip çeviren Fars doktorlarının başı
Berzeveyh Ezheroğlu diyor ki:
Babam savaşçılar [zümresin] dendi. Annem ise
Zemâzime ile meşgul olan büyük ailelerden geliyordu.**
Bolluk içinde yetiştim. Ebeveynim en çok bana değer
veriyordu, diğer kardeşlerimden daha fazla îtinâ gösterdiler
bana. Yedi yaşıma geldiğimde özel öğretmene verdiler beni.
Yazıyı becerdiğimde ebeveynime karşı şükran [hisleriyle]
doldum, ilimle meşgul olmaya başladım. İlk gözağrım tıp
ilmidir. Kendimi iyice verdiğim bu ilmin ne denli gerekli ve
üstün bir ilim olduğunu biliyordum. Yedi sene emek verdim
buna. İşin güzeli, tıbba ilişkin bilgim [ve tecrübem] arttıkça
sevgim ve peşinde koşma isteğim de artıyordu!
Berzeveyh malum, kitabı Hindistan'dan getiren adam. Bu bölüm de
onun hayatı anlatılıyor. Büzürkmihr ise Kisra Anuşirevan'ın veziridir.
Klasik siyâsetnâmelerde pekçok özdeyiş Büzürkmihr'e isnad edilir.
Savaşçılar ve Zemzeme Kitabını okuyan rahipler, Mecûsî toplumunun
iki önemli sınıfıdırlar. Zemâzime, zemzemenin çoğuludur. Zemzeme,
Zerdüşt'ün kitabıdır. Üç kısımdan oluşan kitabın ilk bölümünde tarih,
ikinci bölümünde gelecek, üçüncü bölümdeyse hukuk kuralları ve
ibâdetler yer alır.
"Artık hastaları tedavi etmeliyim!" diye karar
verdiğimde bir iç söyleşi yaptım ve kendimi serbest bıraktım,
herkesin arzu ettiği dört şeyden birini seçeyim diye. Dedim
ki:
— Bilgimi bu dört şeyden hangisi için kullanayım?
Hangisi lâyıktır bana? İhtiyacımı hangisinden gidereyim?
Para mı, ün mü, lezzetler mi, âhiret mi? Tıp eserlerinde en
iyi doktorun, "âhiretten gayrı arzusu olmadan mesleğini icra
eden hekim" şeklinde tanımlandığını öğrendim. Böylece sâde
âhireti elde etmek, öte dünyanın mutluluğuna erişmek için
tıbba adadım kendimi...
Ben bu kararı vererek dünyânın tüm zenginliğine eş
nefis bir yakutu beş para etmez bir katır boncuğuna değişen
tacir gibi olmadım. Tabiî, eski kitaplarda okuduğum bir
hakîkat vardı: Öte dünya saadetini gözeterek tip mesleğim
yürüten kişi, dünya zevklerinden yoksun da olmayacaktır.
Bir çiftçi düşünün: tarlaya tohum ekiyor, toprağın bakımını
yapıyor. Amacı güzel bir ürün almaktır, yararsız otlar
bulmak değil. Ama hoş bir mahsul yanında ayrık otları da
büyüyüverir tarlada...
Ben âhiret sevgisiyle, öte dünyanın mükâfaatına erişme
isteğiyle koyuldum işe; hastaları tedavi ettim. Tamamen
iyileşebileceğini yahut biraz olsun toparlanabileceğim ümit
ettiğim hiç bir hastayı alâkamdan mahrum etmedim. Kendim
ilgilenebildiğim kadarıyla ilgilendim. Erişemediğim,
kendisiyle tam meşgul olamadığım hastalara da acılarını
hafifletecek şeyleri tavsiye ettim, ilaç verdim. Hekimlik
hizmeti yaptığım bu insanlardan hiç bir karşılık ve armağan
beklemedim.
Bilgide benim altımda olup statü ve servette benden
üstte olan emsallerime gıpta etmedim. Zaten mal, mevki vs.
ne söz, ne de amel bakımından kendi başlarına güzel bir
davranış veya gidişat sayılmazlar! Benliğimde onların
arasında, onların mevkilerinde bulunmak arzusu depreştikçe
şöyle diyordum kendime:
- Ey Benlik! Menfaatini zararından ayıramıyor
musun? Kavuşanlara gayet külfetli bir yarar sağlayan ve
elden
gittikten sonra da acısı ve derdi büyük olan zahmetli şeylerin
peşinde koşmaktan vazgeçmeyecek misin? Ey Benlik! Bu
dünyâdan sonrasını bir düşünsen iştahlı iştahlı sarılmak
istediğin dünyalıkları unutursun! Utanmaz mısın hiç, göz
açıp kapayınca geçiveren dünyaya tutkun sebebiyle âdi
kişilere yârenlik etmekten? Dünyâdan azıcık bir şey
koparıveren adam aslında o parçaya da sahip değildir.
Elindeki ebedî değildir ki! Ancak kendini kandırmış
avanaklar alışır, sevgi duyar su dünyâya!
Ey Benlik! Kendine gel, bu yararsız boş davranışları
bırak! Tüm gücünü iyilik yolunda harca! Kötülük
yapmaktan kaçın!
Unutma! Şu beden bazı kusurlara hâzır bir vaziyette
yaratılmıştır. İçinde birbiriyle dövüşen bozuk unsurlar
vardır. Bunlar hayat iksiri ile birbirine bağlanmıştırlar.
Hayatın sonu ise yokluk... Bir heykeli düşün, bir araya
getirilirken uzuvlar tek tektir. Çivilerle ve tellerle birbirine
bağlanmaktadırlar. Çivi söküldüğünde parçalar dağılıverir,
bir şey kalmaz geriye!
Ey Benlik! Sevdiklerinin ve dostlarının da sohbetine
aldanma! Kendini tamamen bununla tatmin etme!
Yarenlerin sohbetinde neşe ve gülüş vardır, lâkin külfeti de
çoktur ve sonu ayrılıktır tüm dostlukların. Bir kepçe düşün!
Henüz yeniyken çorbanın sıcaklığına dayanır, bu iş için
kullanılır. Ama gün gelip kırılınca bir odun olarak yakılır!
Ey Benlik! Ne ailen ne de akrabaların, "onları
gözetmen gerektiğini" düşündüğün için sevk etmesin seni
servet yığmaya! Böyle yaparsan güzel güzel kokan,
başkalarını ferahlatıp kendini yakan tütsü gibi olursun!
Ey Benlik! Şu geçici dünyâya yaslanma! Dünyâ ehlinin
değerli saydığı mevkîye ve [yalancı] bakaya tamah ederek
aldanma dünyâya! Niceleri var ki gözünde devleştirdiği
şeyden kopmadıkça anlayamaz o şeyin ne denli küçük
olduğunu! Tıpkı saç gibi, baştayken sahibi ona kıymet verir
ve hizmet eder. Ayrıldığında onu pislik sayar ve bir kenara
atıverir!
Ey Benlik! Hastaları gözetip tedavi etmekten bıkma!
Musibete uğramışın derdine derman olmak için çırpınan ve
sadece sevap kazanmak için koşturup duran adama bak; bak
da ders al! Onun yaptığı iyiliği çok daha fazla insana
yapabilen bir doktorun durumunu düşün! Hakîkaten sevaplı
bir davranış olurdu bu!
Ey Benlik! Âhireti unutup dünyâya bağlanma! Ve "az
olsun peşin olsun" diyen tacir gibi olma! Adamın bir ambar
dolusu baharatı varmış, lâkin "Bunu yavaş yavaş tartarak
satarsam bayağı vakit alır" diyerek gayet düşük bir fiyata bir
komisyoncuya vermiş hepsini!
Ben herkesin birbirinden farklı düşündüğünü, farklı
arzularla yandığını gördüm. Herkes birbirini yadsıyor,
herkes birbirine düşman, birbirinin ardından konuşuyor;
birbirinin sözüne aykırı herkes...
Bu duruma tanık olunca, hiçbirinin yolundan
gitmemeyi doğru buldum. Anladım ki onlar arasında ne
idüğünü bilmediğim birinin ardından gidersem şu aldanmış
tasdikçi gibi olurum:
Anlatılanlara göre hırsızın biri kendi avânesini yanına
alarak bir zengin konağının çatısına çıkmış. Ev sahibi
tavandaki çıtırtılardan uyanarak hanımını da uyandırmış.
Ona durumu bildirmiş ve demiş ki:
— Sessiz ol! Galiba hırsızlar evin üstüne çıkmışlar.
Şimdi sen beni onların duyacağı bir sesle uyandıracak ve
"Söyler misin, bunca malı nerden elde ettin?" diye soracak
sın. Ben cık-mık yapsam da sen ısrar et, "Allah aşkına!" diye
rek yemin içip beni konuştur sonunda!
Hâtûn kişi kocasına uymuş ve dediklerini yapmış.
Hırsızlar karı-kocanın sözlerine kulak kesilmişler... Adam
diyormuş ki:
— Be kadın! Takdir-i ilâhi sana büyük nimet vermiş, bun
ca servet nasîb etmiş! Üzümü ye bağını sorma! Sonra sana söy
leyiveririm de ikimizin canını sıkan şeyler olur, sözlerim başka
sının da kulağına gideceğinden ötürü! Kadın diretiyormuş:
— N'olur anlat bana! Hayatım hakkı için, şu anda etra
fımızda bize kulak kabartacak kimse yok!
Adam:
— Peki, açık konuşayım öyleyse: bu malı hırsızlıktan
elde ettim? Kadın:
— Ne? Nasıl oldu, ne yaptın?
Adam:
— Hırsızken bir şey öğrendim, iş gayet kolay geliyordu.
Bu bilgim sayesinde herhangi birinin beni suçlamasından ya
da benden kuşkulanmasından kurtuluyordum.
Kadın:
— Söyle bana neymiş bu!
Adam:
— Dolunaylı gecelerde arkadaşlarımla işe çıkardım. Bi
zim gibi zengin birinin damına tırmanırdım. Nihayet ışığın
süzüldüğü deliğe varır, yedi defa "Şevlem, Şevlem" derdim
tılsım olarak. Böylece yarıktan süzülen ışık huzmesine sım
sıkı sarılır, aşağı inerdim de kimsecikler anlayamazdı. Ne
var ne yok her şeyi götürürdüm evden. Sonra aynı tılsımı yi
ne yedi defa okur, ışığa sarılırdım. Işık beni çekerdi, dostla
rımın yanına yükselirdim. Sağ salim dönerdik...
Yukardaki hırsızlar bu hikâyeyi dinleyince:
— Bu gece dilediğimiz kadar mala kavuşacağız! dediler.
Sonra uzun bir bekleyişe geçtiler. Nihayet ev sahibinin,
hâtunuyla uyuduğuna kanâat getirdiklerinde çete başı
kalkarak ışık yarığının yanına geldi, yedi defa "Şevlem,
Şevlem" deyip ışığı kucakladı evin içine inmek niyetiyle!
Tepetaklak orta yere düştüğünde ev sahibi koca bir sopayla
dikiliverdi başına:
— Kimsin sen? diye sordu. Hırsız başı cevap verdi:
— Ben hırsızım, ebediyyen olmayacak bir şeye inanan
aldanmış herif! İşte akıbet!
İşte ben de gerçekleşmeyecek hususa inanmaktan
kaçınıp böyle bir şeye inandığım takdirde tehlikeye
düşeceğimi
iyice anladıktan sonra dinleri araştırmaya ve en doğru olanı
bulmaya koyuldum. Lâkin konuyla ilgili olarak soru
yönelttiğim hiç kimse ikna edici bir yanıt vermedi bana.
Zaten verilen cevaplarda akla uyup inanılacak bir şey
yoktu. O zaman içimden dedim ki:
"Kendisinden [doğru bilgi] alacağım güvenilir birini
bulamadım. Öyleyse babalarımın, dedelerimin sarıldığını
gördüğüm dine inanayım" Ve inandım da. Daha sonra içimde
bir çözüm ürettim ve dedim ki:
"Eğer bu tavrı takınan kişi mazur olacaksa babasının
sihirbazlık yaptığını gören ve onun izinden giden adamı
kınamamalı! Hatta aklın hiç kabul etmeyeceği bu tür
hallerin tümünü yergiden azat etmeli!
Aklıma çok yemek yediği için kötülenen adamın sözü
geldi:
"Babam ve dedem de böyle iştahlıydılar!" demişti o.
Sonunda hiçbir geçerli sebep bulamadım, babalarımın
ve dedelerimin dininde kalmak konusunda. Oysa bayağı
gayret sarf etmiş, kendimi zorlamıştım. Atalar dininde sabit
kalma konusunda kendimi kandıramadığım gibi dinleri
araştırma, soruşturma ve derin derin düşünmeye meyyal
buldum ruhumu. Birden kafama dank etti, gönlüme
çöreklendi ki dünya hayatı çabuk bitecektir; ecel yakındır,
burada yaşayanlar siliniverecektir, zaman onların yaşamım
kemirip eritecektir... Şöyle düşündüm:
Belki de ecelim yaklaştı, dünyadan göçme zamanım
geldi. Evvelce en iyi olmasını ümit ettiğim övülen işleri
yapardım; bu durumda tereddütle kalışım, daha önce
yapmakta olduğum iyi işlerden alıkoydu beni! Gönlümün
arzusuna kavuşmadan ecelim buluverir beni ve şu adamın
uğradığı belâya duçar olurum:
Anlatılanlara göre bir adam, zenginlerden birinin
evindeki hizmetçi ile anlaşmış. Ev halkının dışarı çıktığı bir
gece eve gelecek, hizmetçi de ona tüm eşyaları verecekmiş.
Beriki eşyaları pazarda satacak, parasını da ötekiyle pay
edecekmiş.
Ev halkı toptan evden çıkıvermiş bir gece... Hizmetçi
evde yalnız kalınca verdiği sözü tutarak arkadaşını
haberdar etmiş. O da gelince ikisi beraber eşyaları
toparlamaya başlamışlar ki kapı çalınmış! Evde berikinin
bilmediği bir diğer kapı varmış su kuyusunun yanında.
Hizmetçi telaş ve endişeyle:
— Hemen kuyunun yanındaki kapıdan çık! demiş
adama. Eliyle de kapıyı gösteriyormuş. Adam heyecanla o
yöne ilerlemiş, kapıyı bulmuş ama su kuyusu yok! Dönüp
seslenmiş:
— Kapıyı buldum ama su kuyusunu bulamadım!
Hizmetçi:
— Dangalak herif! Ne edeceksin kuyuyu? Zâten kapıyı
bulabilmen için kuyudan bahsetmiştim sana! Kapıyı bulduy
san çabuk sıvış! Adam cevap yetiştiriyormuş:
— İyi de kuyu yoksa ne diye bahsettin kuyudan?
Hizmetçi:
— Yazıklar olsun sana ahmak adam! Şimdi aptallığı ve
tereddüdü bir kenara at da kendini kurtar! demiş. Adam söy
lenmeye devam ediyormuş:
— Nasıl gideyim ben? İşi karışık gösterdin bana! Kuyu
dan bahsettin ama kuyu yok...
O böyle söylenirken ev sahibi dalıvermiş içeriye, onu
yakalayıp dövmüş ve kadıya teslim etmiş...
Ben de korktum böyle bir tereddüde düşmekten!
Endişe ettiğim nahoş bir duruma mâruz kalmamalı, tüm din
ve inançlara uygunluğu hususunda herkesin tanıklık
edeceği bir iş ve davranışta bulunmalıydım. Bu yüzden
vurmak, öldürmek ve çalmaktan korudum kendimi.
Kalbime nefret, kızgınlık ve ihanet sokmadım. Dilimi yalan,
iftira, gıybet, dedikodu ve kötülük için kımıldatmadım.
İçimden inandım ve karar verdim: Hiç kimsenin hakkını
çiğnemeyeceğim; kıyamet, yeniden diriliş, mükâfaat ve
cezayı inkâr etmeyeceğim, kendinden başka ilah
bulunmayan Allah'a iman edeceğim...
Böylece kötülerden ırak oldum, iyilere yaklaştım
gücüm yettiğince. Bildim ki doğruluk hiçbir dostun yerini
tutamayacağı bir rehberdir. Allah'ın yardımıyla doğruluğu
kolayca elde ettim. Gördüm ki doğruluk sadece hayrı gösterir,
dost dosta nasıl iyilik gösterirse öyle. Doğruluk harcamakla
eksilmeyen hatta güzelliği artan bir şeydir. Anladım ki hep
bir korku vardır: sultan gasp eder, su boğar, ateş yakar,
hırsız çalar, canavar ve yırtıcı kuşlar parçalar diye. Oysa
bu tür korkulara yer yoktur doğruluğun nezdinde.
Kısa vâdede elde edeceği azıcık malı, nimeti dâim olan
büyük bir servete tercih eden adam şu tacire benzer diye
düşündüm:
Rivayete göre paha biçilmez bir inciye sahip olan tacir,
bunu deldirmek için günlüğü yüz dinara bir adam kiralamış,
evine getirmiş. Evin bir köşesinde ceng varmış. Tacir,
mücevherat işi yapan adam sormuş:
— Ceng çalmayı bilir misin?
— Evet! diyen kuyumcu meğer ceng ustasıymış aynı za
manda.
Mücevheratçı cengi eline alıp tacire göstermiş
maharetini, en temiz ve tiz sesleri çıkarmış aletten... Tâcirse
dört köşe vaziyetlerinde elini ve başını sallıyormuş. Böylece
gün akşam olup güneş devrilirken adam seslenivermiş:
— Hadi söyle de versinler paramı!
— Sen ücrete değer bir şey mi yaptın ki? diye çıkışmış
tacir.
— Ben, senin emrettiğini yaptım! İşçiyim ve
söylediğini yaptım! diye cevap vermiş mücevheratçı. Bu
sözle de kalmamış lafı uzattıkça uzatmış ve tacirden yüz
dinarı koparmış! Öte yandan inci de delinmemiş...
***
Dünyaya ve dünyevî tutkulara baktıkça değersizliğine
ilişkin inancım arttı ve kaçtım ondan, ibâdet ve zabitliğin öte
dünyâ için yolu düzelttiğini gördüm, babanın öz evladını ha-
Köpeğin suya bakıp atlayarak kendini telef etmesi
yata hazırlaması gibi. Kesin olarak bildim ki ebedî nimete
açılan kapı zabitliktir. Dünyâya tutkuyla bağlanmayan
insan, her işini huzur ve sükûnetle yapar, şükreder,
alçakgönüllü davranır; kanaatkar olduğu için ihtiyacın
tuzağına düşmez, başa gelene razı olur, gam ve kedere
boğulmaz... Zahit insan elinin tersiyle bir kenara itmiştir
dünyâyı, kötülüklerden arınmıştır, ihtirasları terketmiştir,
yersiz kıskançlığı bırakıp muhabbet ehli olmuştur. Onun
gönlü cömertçe dağıtır, onun aklı akıbeti görür, o
pişmanlıktan azat olmuş insanlardan uzakta kalmış, onların
[şerrinden] kurtulmuştur.
Ama "dünyayı bir kenara bırakıp zâhitlik yolunu
tutarsam beceremem" diye endişelendim. Daha önce faydalı
olduğuna inandığım ve dünyâdayken olumlu sonuçlarını
gördüğüm işleri de bırakabilirim diye korktum. O zaman
hâlim şu köpeğinki gibi olurdu:
Bir köpek ki kemiği dişleyip nehrin hizasında seğirtiyor
ve kemiğin aksini suda görünce dalıyor ırmağa! Neticede
hem kemiğini kaybediyor, hem de suda hiçbir şey bulamıyor.
İşte bu yüzden çekindim zühdden. Öyle ya, usanabilir
ve sabırsız davranabilirdim. Daha sonra mukayese yaptım:
bir yanda zabitlikten ötürü başıma gelen bela, eziyet, ve
kötü vaziyetler diğer yanda dünyaya pençeleriyle sarılan
ada-
mm uğrayacağı musibetler... Kesin olarak karara vardım ki
dünya tutkularının hiçbiri neticede eziyetsiz ve kedersiz
kalmıyordu...
Dünyâ acı su gibidir, içenin sadece susuzluğu artar.
Dünyâ, itin dişleri arasındaki kemik gibidir: it, et
kokusunun verdiği iştahla habire ısırır ve yalar kemiği.
Neticede ağzı kanar.
Dünyâ, bir didim et bulan çaylak kuşunun hâlini
anımsatır. Kuşlar cümleten üşüşüverir onun başına. Çaylak
zıplar, döner, direnir. Nihayet yorulur ve eti bırakır.
Dünyâ, dibine zehir çökmüş bal kadehi gibidir. İlk
yudumda tadı hoş gelir. Lâkin sonu korkunç bir ölümdür.
Dünyâ, bir anda ışıyan ve aydınlık ümidi veren sonra
da ansızın silinen şimşek gibidir. Ardından yine karanlık
gelir.
* * *
Bunların düşündüm işte. Sonra zühde yöneldim,
içimdeki güçlü arzu iletti beni zâhitliğe. Artık öz benliğimle
savaş ediyordum. Nefsim, ancak yol açtığı kötülükler içinde
rahatça yüzer! O, bazan karar verir de derhal çiğner kararını
ve şu kadıya benzer:
O karşısına çıkan davacıyı dinlemiş ve derhal haklı
olduğunu belirtmiş! Ardından dâvâlıya kulak verince
ilkinin aleyhine hüküm vermiş!
İşte böyle... Zabitlik yoluna girdiğim zaman başıma
gelecek sıkıntıları düşündüm ve kendi kendime söylendim:
"Sonsuz bir huzur ve güvenliğin yanında bu sıkıntıların
ne önemi var ki!" Nefsimin tutkuyla bağlandığı dünyâ
zevklerini aklıma getirdiğimdeyse:
"Sonsuz bir musibet ve azaba götürecek olan bu
zevkler ne kadar da ağır ve acı!" diyordum. İnsanoğlu
upuzun bir mutluluktan önce gelen kısa bir zorluk
dönemini nasıl da büyütür ve kerih görür! Öte yandan bir
anlık lezzet ve
mutluluğu tadar da peşinden sonsuz acılara, musibetlere
maruz kalır.
Yine kendi kendime şöyle diyordum:
İnsana dense ki hergün bedeninden bir parça et
koparılmak koşuluyla yüz sene yaşayacak ve tüm elemlerden
kurtulup sonsuz huzura ve sevince ereceksin... Bunca yılı, ayı
ve günü çok görmemesi gerekirdi her halde! İnsan dünyâya
değer vermeden kanaatkarca yaşayacağı birkaç güne niçin
sabretmez? Değil mi ki o eziyetli günlerden sonra büyük
iyiliklere ve saadete kavuşacaktır! Kaldı ki dünyâ tümüyle
sıkıntı, belâ ve azaptır hakikatte... İnsan anasının karnında
meydana geldiği andan hayatını noktaladığı ana kadar bir
sıkıntıdan diğerine koşturup durur.
Tıp kitaplarından okuduğumuza göre eli yüzü düzgün
bir çocuğun ham maddesi olan nutfe rahme düşünce,
annenin kanı ve suyuyla karışır. Böylece pekişir ve
kalınlaşır. Sonra hava girer devreye ve o su-kanı olgunlaştırır
da peynir kıvamında bırakır. Daha sonra gayet pek, katı bir
yoğurt kıvamına gelir. Bu cismin daha ilk zamanlarında bazı
organları oluşur. Çocuk kızsa yüzü annesinin yüzüne
doğrudur, erkekse annesinin sırtına doğrudur. Mini mini
elceğizleri, iki yanağındaki elmacık kemiklerinin üstünde,
çenesi de diz kapaklarına bitişiktir. O, dölyatağında dört
bir yanı sımsıkı bağlı bir bohça gibi durur. Dar bir soluma
yeri vasıtasıyla nefes alıp verir. Onun her organında mutlaka
bir bağ vardır, sıkıca saran... Düşünün, üstte sıcak mı sıcak
bir karın; altta o köşeye özgü bir darlık ve karanlık... Çocuk,
göbeğinden çıkan bir kordonla anasının bağırsağına bağlıdır,
tüm besinini bu yolla alır. Doğum vaktine kadar böyle
daracık ve ışıksız bir yerde bekler durur çocuk...
Doğum anı gelince rahme bir rüzgar gönderilir, cenin
kıpraşır, kımıl kımıl kurtulmak ister o daracık zorlu
mekândan. Ve başını çıkışa doğru uzatır. Yere düşüp
havayla ya da bir insan eliyle temas etti mi teni, kıvranır
acılar içinde bebek tıpkı derisi soyulan yetişkin gibi.
Çocuk yine çeşitli sıkıntılar içindedir. Acıkınca yemek,
susayınca su, bir organı acıdığında merhem isteyemez.
Doğarken acı çeker, taşınıp kundağa sarılırken acı çeker,
tenine yağ sürülüp ovalanırken azap içindedir. Sırt üstü
bırakılınca bir tarafa dönemez. Süt emer, ıstırap hisseder.
Süte alışır ama bu sefer de eğitim eziyetleri başlar.
Öğretmen sıkıntı verir ona; ders ve yazı da ayrı
bıkkınlıklardır onun için. Bu da yetmez. İlaç içme, yemekte
perhize girme, hastalıklarla uğraşma gibi dertler de vardır
kaderinde.
Yetişip erginleşince geçim derdi, mal yığma ve çocuk
eğitimi onun tüm vaktini alır; bunlarla uğraşırken iyice
yorulur. Bir de içinde düşmanları vardır. Bunlar
kendisinden hiç ayrılmayan safra, sevda, yel, balgam, kan,
öldürücü zehir, ısıran yılandır.* Yırtıcı hayvanları ve haşerat
korkusunu da ekle buna! Mevsimlerin art arda gelmesiyle
sıcak, soğuk, yağmur ve fırtınalar da yorar insanı. Eh,
ihtiyarlayabilecek kadar yaşarsa yaşlılığın getirdiği dertleri
de eklemeli buna...
İnsanoğlu bu saydıklarımızdan endişe etmese,
hepsinden kurtulup huzurlu bir yaşam süreceğini düşünse
de asla aklından çıkarmaması gereken gerçekler vardır:
Ölüm gelecek, o dünyadan bir gün elbet geçecektir. İşte
o an, dostlardan, akrabadan, servetten ve cümle alemden
esirgediği, gözü gibi baktığı dünyalıklardan ayrılış vaktidir.
Ve ölümden sonra da nice korkular vardır.
İnsan bunları düşünmüyorsa ihmalkârdır, âcizdir,
bayağılaşmıştır aslında! Bu huylarından ötürü yerilmeye de
lâyıktır. Gerçeği gözleriyle gördüğü, hakikati bildiği halde
elinden gelen son bir gayretle yarın için hazırlık yapmayan,
dünyânın yaldızım ve boş tutkularını bir kenara atmayan
[ahmak] kimdir acaba? Hele hele belirsiz ve boz bulanık
iken berrak gibi sanılan şu zaman içinde [ne kadar da
çoktur aldatıcılar!] Zîrâ her ne kadar hükümdar tedbirli,
dirayetli, ileri görüşlü, büyük gayeli, adaletli, ümitvar,
dürüst, vefakâr*
Eski tıbbın kavramlarındandır.
iyiliksever, dâima hayırla meşgul, halkı bilen, tebasının
işleriyle ilgilenen, onların ne yapıp ettiklerine bakan,
bilgiye âşık, iyileri ve iyiliği seven, zâlimlere göz
açtırmayan, cesur, idarede otoriter, yönetilenlerin taleplerine
karşı ölçülü bir tarzda müsamahakâr, şikayetleri dinleyip
istenilmeyen nahoş durumları halletmede mahir ise de biz
görmekteyiz ki zaman her yerde sırtını dönmüştür
[insanlara]! Sıtkı sıyrılmıştır şu güruhların! Kaybedilmemesi
gereken kıymetler kaybedilmiş, tek başına varlığı dahi
kötülük getiren şeyler varolmuştur! İyiliğin çehresi
sararmış, kötülüğün suratı parlayıvermiş! Anlayış tüm
usulleriyle kayıptır. Hak mahzun ve kırıktır; bâtıl onun
yerine geçmiştir şimdi. Yöneticiler keyiflerince hükümler
vererek doğruyu silmişlerdir. Mazlumlar, uğradıkları zulmü
bas bas bağırdıkları, her yana duyurdukları halde zâlim
sadece nefsini dinler, onu yüceltir olmuştur. Hırs dört bir
yana ağzını açmış, yakında ve ırakta ne bulursa yutar
olmuştur. Gönüldaşlık ve sevgi bilinmez olmuştur. Kötüler
göğe yöneliyor yükselmek amacıyla ve iyiler yerin altını istiyor
sanki! Mertlik zirvelerden çukurlara yuvarlanmış, alçaklık
"yükselen değer" olmuş, otorite erdemlilerden çıkıp
seviyesizlere geçmiştir. Sanki dünya hep bir ağızdan azgın
azgın bağırıyor:
"İyilikler kayboldu, kötülükler sivrildi!" deyip seviniyor.
İşte böyle dünyâyı ve dünya işlerini düşünüp insanın
buradaki en değerli yaratık olmasına rağmen dâima kötülük
ve keder içinde kararsız ve bedbaht kaldığını anlayınca
dedim ki: Aklı başında tüm insanlar kanmış bu dünyaya!
Ve kendi için güzel işler yapmamış, azatlığı için çare
aramamıştır burada! Böyle dedim ve şaştım! Baktım ki
insanı kendi azatlığı için çare aramaktan alıkoyan husus,
basit bir zevktir: Görmek, işitmek, koklamak, tatmak,
dokunmak... Bunlar aracılığıyla değersiz şeylere kavuşma,
"sahip olma" duygusundan bahsediyorum. Bildim ki insanı
uğraştıran, kendini bilmek ve kurtarmaktan alıkoyan bu
histi.
Bir misal aradım buna ve şu adamı buldum:
Kişinin kuyuya düşmesi ile ilgili istiare: Dünya kuyu,
kuyudaki dört hayvan ise bedendeki dört karışım
Kudurmuş bir filden kurtulmak isteyen adam kendini
kuyuya salmış, elleriyle iki dala tutunuyormuş, ayakları
içerde bir şeylere değiyormuş... Bir de ne görsün, dört yılan
başlarını deliklerinden çıkarıyor! Biraz daha dikkatli bakınca
en dipte bir ejderha ağzını yay gibi açmış, adamın
düşmesini bekliyor. Gözlerini umutsuzca iki dala diken
bedbaht, iki fare görmez mi! Biri siyah diğeri beyaz,
elbirliğiyle kemiriyorlar dal köklerini. İşte böyle derdiyle
yandığı, çare aradığı bir anda oracıkta bir peteğe ilişmiş
gözü! Hemen bala sulanmış, lezzetiyle aldanmış; kötü halini
unutup çâre aramayı bırakmış. Hiç aklına gelmiyormuş:
ayakları dört yılanın üstüne doğru sallanıyor, kendi de ne
zaman düşeceğini bilmiyor! Fareler kemiriyor, dal kaparsa
ejderhanın ağzına girecek! Böyle oyalanıp aymaz aymaz
sallanarak balın tadıyla mest olmuşken küt diye düşüvermiş
canavarın ağzına ve işi bitmiş...
Burada neyi neye benzettim? Kuyu: afetler, kötülükler,
korkular ve felaketlerle dolu dünyâdır. Dört yılan, bedendeki
dört karışımdır. Zira bunlar ya da bunlardan biri azdığında
yılanların zehirli dişi ve öldürücü ağzı gibi olur! İki dal, bir
gün mutlaka bitecek olan hayat süresidir. Siyah ve beyaz
fareler eceli getiren gece ve gündüzdür. Bal, insanın elde
edebildiği fâni lezzetlerdir, insan bu lezzetleri tadar, işitir,
koklar,
görür ve eline alır da kendi öz benliğiyle ilgilenecek vakit
bulamaz! O âhireti unutmuş asıl yolundan sapmıştır artık.
Sonuçta kendime hoşça bakmaya başladım. Gücüm
yettiğince davranışlarımı güzelleştirdim. Kim bilir doğruya
erişeceğim, kendime egemen olacağım, işlerimi kıvamına
getireceğim bir zaman gelir hayatımın akışında. Böylece
devam ettim, pek çok eserin örneğini çıkardım ve bu kitabın
da bir örneğini çıkarıp döndüm Hint elinden.
Hükümdar Debşelîm, brahmanlerin başı olan filozof
Beydebâ'ya dedi ki:*
— Bana, birbirlerini sevdikleri halde yalancı ve hilekâr
birinin ilişkilerine karışmasından sonra birbirine düşman
kesilen iki insana dâir bir örnek getir...
Beydebâ dedi ki:
Bazan iki dost, aralarına yalancı ve hilekâr birinin
girmesi [gibi bir imtihanla] sınandıkta yüzçevirirler
birbirlerinden... İşte örneği:
Destâvend diyarında üç yiğit evlada sahip bir ihtiyar
baba vardı.** Çocuklar sorumsuzca tüketiyorlardı
babalarının servetini; sermâyelerini çoğaltacak bir zanaata
yanaşmıyorlardı. Baba onları avareliklerinden ötürü kınadı
ve uyardı. Söylediklerinin bir kısmı şöyledir:
* Pehlevice aslı Debşelem'dir. Bazı elyazmalarda Dîselem ve Dîşelem
olarak da kaydedilmiştir. Bu kralın, milattan önce 226 yılında
Hindistan'a giren İskender tarafından mağlup edilen bir Hint
hanedanından geldiği sanılmaktadır.
Beydebâ: Hintçedeki adının Vişnugermen olduğu sanılıyor. Brahmanlar:
Hindu dininde ilahların en büyüğü Brahma'dır. İşte bu sistem içinde
Brahma'ya tapanların en yüksek rütbeli din adamına Brahman denilir.
** Bazı elyazmalarında Destâbâd ve Desnâ şeklinde kaydedilmiştir.
Hintçede Dekkeşinabata diye bilinir. Bugünkü adıyla Dekken yöresi.
— Evlatlarım! Dünya adamı üç şey peşinde koşar;
bunları da dört şeyle elde eder. Peşinde koştuğu üç şey:
geniş rızık, halk için muteber bir mevkî ve âhiret azığıdır.
Bunlara kavuşmak için ihtiyaç duyduğu şeyler ise en güzel
yoldan para kazanmak, kazanılanı iyi korumak, onu
arttırabilmek sonra da aileyi ve dostlar sevindirecek şekilde
harcama yapmak... Böylece âhirette mükâfaata dönüşecek
olan gerçek menfaati elde etmiş olur. Bunlardan birini
yapmayan, elbette erişemeyecektir arzusuna. Zira çalışıp
kazanmazsa geçimini sağlayacak malı olmaz. Malı ve
kazancı olur da güzelce muhafaza etmezse derhal tüketir her
şeyini; cıscıbıldak kalır ortada! Servetini bir kenara koyar da
nasıl arttıracağını bilemezse; hazıra dağ dayanmaz derler,
azıcık azıcık bile harcasa bitirir birgün malını! Sürme bile
her göze sürülüşte çöpün ucuyla azıcık alındığı halde
tükenmiyor mu hızla? İnsan, servetini usûlüne uygun bir
şekilde gerektiği gibi harcamazsa beş parasız kalmış fakir
durumuna düşecektir! Kaldı ki şu [malını bir yere koyup hiç
dokunmama] halinde bile hesapta olmayan bazı olaylar
neticesinde servet, heba olmaktan kurtulamayabilir. Bir
depo düşün: su habire içine doluyor ama onun bir çıkışı,
hava alacağı deliği yok; bu durumda depo kenarında oluşan
bir çatlak sebebiyle su sızdırmayacak mıdır? Hatta büyük
bir patlamayla biriktirdiği tüm suyu salıvermeyecek midir?
İhtiyarın oğullan, baba nasîhatına kulak vermişler, "bu
sözlerde hayır var" diyerekten ona güvenmişler. Çocukların
en büyüğü Meyyûn denilen diyara doğru yola revan olmuş.*
Yol üzerinde batak mı batak bir yere gelmiş. Arabasını
çeken Şetrebe ve Nendebe adlı öküzlerden birincisi çamura
batınca bir yandan sahibi, diğer taraftan arkadaşları gayret
etmişler, hayvancağızı kurtarmaya çalışmışlar.** Ne yazık
* Meyyûn: Hintçe aslında Pançatantra deniliyor.
** Şetrebe Hintçesinde Şantsaba olarak geçiyor. Nendebe ise Nanda olarak
kaydedilmiş. Ancak Arapça elyazmalarda bu kelimenin sonuna "ba"
eklenerek iki kelime arasında uyum sağlanmıştır: Şetrebe, Nendebe
Öküz Şetrebe böğürüyor.
ki güçleri yetmemiş buna... Adam oradan çekip gitmeye
karar vermiş; belki çamur kuruyuverir de öküzü çıkarma
imkânı doğar diye birini bırakmış. Öküzü alıp getirmesi
gereken adam güneş batarken -çevrenin ıssızlığından
olacak- can sıkıntısıyla kalkmış yerinden, öküzü dert
etmeyerek yola düşmüş ve yetişmiş arkadaşına. Ona öküzün
canverdiğini söyleyerek lafını bağlamış:
— Ecel insana gelmeye görsün; helâkâ yol açacak se
beplerden ne denli korkup kaçsa da hiçbir şey fayda etmez,
düşüverir kucağına ölümün... Çoğu kez didinip durması ve
korunma çabası ayrıca yük olur ona! Hikâyesi dillerde ge
zen şu adam gibi: Herif yırtıcıların şerrinden kurtulmak
için sarp mı sarp, zorlu bir yerden geçiyor ve buranın gayet
tehlikeli olduğunun da farkında... Henüz yolun başların
dayken karşısına canavar bir kurt çıkıvermesin mi? Kurdun
iştahla kendisine seğirttiğini gören biçâre can haliyle kaç
maya başlıyor, iyi bir korunak bulma ümidiyle sağa sola ba
kmıyor. Tâ ötelerde, nehrin öte yüzünde bir köy görerek ko
şuyor... Nehire erişip de karşıya geçecek bir köprü bulama
yınca atlıyor suya korkuyla. Yüzme bilmiyor ama arkada
kurt var, ne yapsın... Neyse ki birkaç köylünün gözünden
kaçmıyor bu hâdise ve adamı boğulmak üzereyken çekip çı
karıyorlar ırmaktan. Adam köylülerin yanında, suyun öte
gecesinde derdinden emin olunca rahatlıyor ve ilerde tek
başına inşa edilmiş bir eve yönelerek kendi kendine "şura
ya sığınayım da biraz dinleneyim" diyor. Eve adımım attı
ğında [yöredeki] bir tacire tuzak kurarak malını gaspedip
bölüşen ve adamcağızı da öldürmek niyetinde olan bir eşkı
ya grubuyla karşılaşmasın mı? Derin bir dehşet duygusuy
la gerisin geri kaçıyor ve canını kurtarmak için köye doğru
koşuyor. Yüreği ağzından fırlayan ve dizleri yorgunluktan
titreyen zavallı adam, biraz nefes almak için köyün sınırın
da yaslanıyor bir duvara. Ve duvar gümbür gümbür yıkılı
yor, adam da ruhunu teslim ediyor!
Öküzün sahibi:
— Haklısın... Bu hikâyeyi ben de işitmiştim demiş.
Gelelim öküze... Hayvan, bataktan kurtulup suyu bol
ve yemyeşil bir otlağa gelerek bir güzel karnını doyurur ve
keyifle böğürmeye başlar. Huzurludur çünkü. O civardaki
ormanda da oraların kralı sayılan büyük bir arslan
yaşamaktadır. Kralın huzurunda kurt, çakal, pars, kaplan
gibi çeşit çeşit yırtıcı hayvan bulunmaktadır. Arslan kral
kendi bildiğini okuyan, kimsenin görüşünü almayan,
çevresindekilere danışmayan bir zorbadır. Öküz
böğürtüsünü işitince korkuya düşer. Zîrâ evvelce ne öküz
görmüş ne de sesini duymuştur; daima kendi ormanında
oturmakta, hiç iş görmemekte, yiyeceği de askerleri
tarafından getirilmektedir ona! Huzurundaki hayvanlar
arasında zeki, bilgili ve usul erkân sahibi iki çakal
bulunmaktadır; Kelile ve Dimne adlarını taşıyan.*
Dimne, kardeşi Kelile'ye der ki:
— Kardeşim, ne oluyor arslana? Yerinde duramıyor
[huylanmış bir şeylerden]. Gerçi yerinden ayrıldığı, bir iş
yaptığı da yok ya!
Kelile cevap verir:
— Sana ne bu işten! Otur oturduğun yerde! Biz hüküm
darımızın kapısında onun istediğini yapan, hoşlanmadığın
dan uzak duran bendeler değil miyiz? Yoksa hükümdar taife
sinin sözlerini değerlendiren, işlerine [iyi mi kötü mü diye]
bakan yüksek mevkiden kişiler mi olduk sanıyorsun? Şimdi
bu meseleye burnunu sokma ve bil ki her kim kendisini ilgi* Hintçe aslında Kelile, "Karataka" şeklindedir. Pehlevi dilinde "L" ve "R"
harfleri aynı işaretle gösterilmektedir. Belki de "R" idi de "L" olarak
algılandı Arapça'ya çeviride. T ve Y harfleri Arapça'da üste (T) ve alta
(Y) iki nokta konularak yazılır. Hele hele ilk elyazmalarda -zaman
zaman da noktalar
hiç konmadığı için- birbirleriyle karışma
ihtimalleri yüksektir.
Dolayısıyla Kelile
deki "İ" böyle
ortaya çıkmış olmalı.
Sondaki "K"nın "E"ye dönüşmesi ise hem
Pehlevice'de, hem de Farsça'da yaygın bir durumdur; sondaki sert
konsanantların zamanla yumuşaması hatta yokolması pek çok dilde
vuku bulan bir gelişimdir. Dimne ise Hintçe aslında Domanaka olarak
geçiyor. Bu iki kelime daha eski Süryanice çeviride Kalîlak ve
Damanak şeklindedir.
lendirmeyen bir lafa veya işe karışırsa başına tıpkı
maymuna dülgerden gelen belâlar gibi nice felaketler
gelecektir!
Dimne:
— Nasıl, hangi belâ? deyince Kelile anlatır öyküyü:
— Anlatırlar ki maymun, bir dülgerin ağaca çıkıp [dal
ları] biçtiğini, bir arşınlık budamadan sonra gövdeye kama
soktuğunu görür. Bu garip iş, maymunun hoşuna gider. Ke
nara gizlenir ve dülgeri seyreder. Adam oradan ayrılınca
maymun kalkar, kendisini ilgilendirmeyen işe burnunu so
kar. Tahtanın üstüne zıplayarak sırtını kamaya verir, yüzü
nü de tahtaya çevirir. Bu esnada kuyruğu yarığın içine gire
rek kamayı zorlar ve çıkarır! Böylece kuyruğu sıkışır, may
mun acıdan bayılacak hale gelir.
Bir süre sonra dülger geri dönüp maymunu o vaziyette
bulunca yer misin yemez misin deyip girişir hayvancağıza!
Zavallının dülgerden yediği sopa, tahtadaki yarıktan çektiği
acıyı ikiye katlar!
Dimne der ki:
— Söylediğine kulak verdim. Ancak şunu bilmelisin ki
krallara yaklaşan herkes ille de karnını doyurmak [bir men
faat elde etmek] için yapmaz bu işi. Hatta dostu sevindir
mek, düşmanı mahvetmek için de yanaşabilir. Evet, insan
lar arasında öyleleri var ki azıcık bir menfaatla bayram
eder; kupkuru bir kemiği ele geçirip onunla sevinen it gibi!
Erdem ve kişilik sahibi olanlar ise azıcık bir menfaatla tat
min olmazlar. Benliklerini yüceltip rahatlatacak ve "işte biz
buna layığız" dedirtecek hedeflere erişmedikçe memnun ol
mazlar. Önce tavşanı parçalayan ama deveyi görünce de
elindekini bırakıp deveye saldıran arslan gibi! Görmüyor
musun; köpek önüne üç beş kırıntı bırakılsın diye kuyruğu
nu sallar ama gücü ve üstünlüğü herkesçe kabul edilen fil
kendisine yem verildikçe suratı okşanmadan ve nice sevgi
alâmeti gösterilmeden asla tenezzül etmez, yemez yemini!
Kim ki servetle yaşar, erdemli davranır, ailesine ve kardeş
lerine ikram etmeyi bilirse ömrü kısa da olsa upuzun bir ha-
yatın sahibidir o! Oysa kendine ve yakınlarına karşı cimri
davranan ve yaşam tarzı dar, sıkıcı olan var ya... İnan
mezardaki bile ondan daha diridir. Sâdece karnını
doyurmak için çalışan, bununla yetinen; başka bir iş
yapmayan kişi ise hayvanlardan sayılır.
Kelile der ki:
— Ne demek istediğini anladım. Sen yine aklına danış
ve şunu bil: Her insanın bir mevkii ve değeri vardır. Kendim
o konumda tutabiliyorsa tamam; kanaatkar olması gerekir
artık. Bizim konumumuz asla duruşumuzu [=tavrımızı] kötü
gösterecek, küçültecek bir konum değildir.
Dimne karşılık verir:
— Mevkiler, üzerinde kavga edilen ve mertlik derecesi
ne göre müşterek olan şeylerdir. Niceleri var ki kişiliği, mert
liği sayesinde alt mevkiden üst mevkîye yükselir; niceleri de
kişiliksiz davrandığı için yüksek bir mertebeden düşüverir tâ
altlara... Ulu makama, iyi bir konuma tırmanmak çok zordur
oysa oradan aşağı düşmek kolaydır. Ağır taşı düşün; yerden
kaldırıp omuza koymak ne denli güç değil mi? Ama o taşı ye
re bırakmak öyle kolay ki! Öyleyse bize yakışan, bizden yu
karda olan mevkilere göz dikmek ve olanca gayretimizle, ar
zumuzla bu mevkileri elde etmeye çalışmaktır. Biz madem
bulunduğumuz konumdan kalkıp bir diğerine geçebiliyoruz;
ne diye şu mevkîmizle kanaat edelim ki?
Kelile sorar:
— O halde neye karar verdin?
Dimne cevap verir:
— Ben bu fırsattan yararlanarak kendimi arslana ta
nıtmak istiyorum. [Ona marifetlerimi göstermeliyim] Sanı
yorum, zayıf görüşlü biridir o... Kimbilir, ona yaklaşır yanı
başında bir makama kurulurum!
Kelile der ki:
— Arslanın endişeli olduğunu, kafasının karıştığını
nerden biliyorsun?
Dimne cevap verir:
— Gayet açık bir şekilde bunu görüyorum, fikrimle bu
kanıya varıyorum! Zira kafası çalışan kişi, arkadaşının hal
ve harekâtından çıkarıverir onun ruhî halini!
Kelile:
— İyi ama, ne kralın arkadaşısın, ne de krallara nasıl
hizmet edileceğini bilirsin! Nasıl bu kadar ümitvar oluyorsun
onun yanında bir makam elde edeceğin konusunda?
Dimne:
— Kuvvetli adam her zaman yük taşımasa bile ağırlık
kaldırmaktan korkmaz. Zayıfa gelince; asıl işi hamallık olsa
dahi ağır yükü kaldıramaz.
Kelile:
— Bir kral, ikram etmek isteyince asla huzurundaki
erdemlileri araştırmaz! Sadece yakınında oturanı, kendisi
ne sokulanı tercih eder. Hükümdarın lütuf konusunda
üzüm asmasına benzediğini söylerler; asma, ağaçların en
kıymetlisine değil en yakınında olanına sarılır! Sen arslana
yakın değilsin, onun nezdinde mevki sahibi olmayı nasıl dü
şünebiliyorsun?
Dimne:
— Ne demek istediğim iyice anladım, düşündüm; doğru
söylüyorsun. Lâkin şunu bilmelisin ki daha önce asaleti ve
mevkii olmadan krala yaklaşan adam ile bu özelliklere evvel
ce sahip olup bir süre kraldan uzak kaldıktan sonra saygılı
bir şekilde ona yaklaşan adam aynı değildir. Ben kendi ça
bamla onların derecesine varmak niyetindeyim. Derler ki:
Hükümdar kapısında sürekli kalabilmek için kibri bir kena
ra atmalı, eziyete dayanmalı, öfkesini yenmeli, halka karşı
mülayim davranmalı ve sır saklamayı bilmelidir kişi! Bu ko
numa gelince amacına erişmiş olur.
Kelile:
— Tut ki arslana vardın... Onun katında seni makam
ve mertebe sahibi yapacak başarın nedir?
Dimne:
— Onun yanına varıp huyunu öğrenince ona nasıl ita
at edileceğini, hangi konularda aykırı söz söylenmeyeceğini
belirlerim ve tam bir uyum gösteririm. O, kendine göre doğ
ru olan bir şeyi isteyince ben derhal öne çıkar, isteğinin ye
rinde olduğunu, bundan asla vazgeçmemesini söyler, nice
menfaat ve iyiliğin bu istekte düğümlendiğini anlatırım.
Hatta amacına erişsin diye onu teşvik eder ve o memnun
oluncaya kadar devam ederim bu komplimanlara! Eğer so
nunda utanç ve zarar gelecek bir şeyin peşine düşerse he
men işin kötü yanlarını nazik bir şekilde ona bildirir, işi ter
kettiği takdirde elde edeceği faydalan dilim döndüğünce an
latırım. İşte ben bu tavırlarım sayesinde arslan nezdinde
değer kazanacağımı ve onun başkasında bulamadığı şeyleri
bende bulacağını umuyorum. Çünkü iyi eğitim almış, terbi
yeli ve yumuşak davranan kişi, bir doğruyu yanlış, bir yan
lışı doğru göstermek isterse elbet becerebilir bunu! Duvara
resim yapan usta ressamı düşün; o motifler, o manzaralar
ne içeriye doğru çukurdur, ne de dışarıya doğru çıkıntılıdır,
fakat seyredenin gözünde böyle [derinlikli] gözükür! Kral
da benim maharetlerimi görüp düşüncelerimin tutarlılığını
farkedince mutlaka bana ikramda bulunacak, beni kendine
yaklaştıracaktır.
Kelile:
— Ha böyle, ha şöyle; ne dersen de kralın [arslanın] sa
na zarar vermesinden endişe ediyorum! Hükümdarın dostlu
ğu her zaman riskli olmuştur. Bilginler derler ki üç şey var
dır, ancak aptallar peşine düşer bu üç şeyin ve az kişi paçayı
kurtarır getireceği tehlikelerden: hükümdara yâren olmak,
sır tutacağı hususunda kadınlara güvenmek ve deneme ama
cıyla zehir içmekten bahsediyorum. Bilginlerin benzetmesine
göre kral, eteklerinde güzel meyveler, sırtında yakut ve züm
rütler ve nice yararlı gıdalar bulunan bir dağdır; zirvesine
varmak çok zordur. Öyle bir dağ ki canavarlar, kaplanlar,
kurtlar ve nice bilinmezin getirdiği korkular mesken tutmuş-
Hayvanlar kralı arslan, tebâsı arasında
tur orayı! Bu dağa tırmanmak zor, orada kalmak ise zorun
da zoru!
Dinme:
— Sözlerin doğru! Ama tehikelere göğüs germeyen asla
erişemez arzusuna! Kendini koruma güdüsüyle korkuya
kapıldığı için amaca ulaştıran yöntemi terkederse kişi, asla
büyük işler başaramayacaktır! Derler ki üç kişi, ancak
olağanüstü bir çaba-arzu ve korkunç tehlikelerin gölgesinde
erişebilir şu üç amaca: kralla yâren olma, deniz ticaretine
çıkma ve düşmanla mücadele etmeden bahsediyorum.
Bilginler, erdemli ve olgun bir kişinin ancak iki yerde
görünmesi gerektiğini, başka bir hal ve makamın ona
yakışmayacağını söylemişlerdir: Adam dediğin ya ikrama
boğulmuş bir halde hükümdar nezdinde olmalı, yahut
ibadete dalmış bir halde zâhidler yanında yerini almalıdır.
Güzelliği ve kıymeti iki yön-
BEYDEBÂ-İBNÜ'L-MUKAFFA / KELİLE VE DİMNE
den beliren fili düşün; onu ya vahşi doğada yahut hükümdar
altında görmelisin!
Kelile, konuşmaya son noktayı koydu:
— Allah yardımcın olsun, hedefim senin için hayırlı kıl
sın!
Dinine kalkıp arslanın huzuruna varır. Yüzünü yerlere
sürerek selam verir. Arslan yanındakilerden birine sorar:
— Kim bu?
— Falanoğlu falan... diye anlatırlar. Arslan:
— Babasını tanırdım onun! der ve Dimne'ye yönelir:
— Nerelerdesin? Dimne cevap verir:
— Bir iş çıkar da hükümdara bedenim ve fikrimle hiz
met ederim diye zât-ı âlîlerinin kapısında beklemekteyim. Zi
ra hükümdarların kapılarında öyle çok iş olur ki önemsiz sa
yılan zavallılara bile ihtiyaç duyulabilir bâzan... [Bu kapıya
gelen] hiç kimse basit ve küçük görülmemelidir; kendi çapın
da onun da faydaları vardır. Hattâ yere atılan bir çöp bile ya
rarlı olabilir; birisi onu alır da ihtiyaç anında işe yarayan bir
alet olur o.
Arslan, Dimne'ye kulak verince sözlerinden hoşlanır,
onun sağlam bir bakışa sahip olduğunu, iyi öğütler verdiğini
düşünür. Yanındakilere dönerek:
— Zekî ve asil biri şöhretsiz ve mevkisiz olabilir. Ona
yakışan hal, ateşten çıkan kıvılcım gibi ansızın parlamak ve
yükselmek olur. Ateşin başındaki adam bu kıvılcımın sıçra
yışını engellemek ister âmâ o kabul etmez; ille de fırlar.
Dimne, arslan tarafından beğenildiğini hissedince der
ki:
— Ey Hükümdar! Halk kısmı, saray kapısında niye bek
ler? Sahip olduğu bilgi ve becerinin farkına varılsın diye bek
ler. Üstünlüğün iki konuda olduğu söylenmiştir. Savaşçının
savaşçıya, bilginin bilgine olan üstünlüğü. Kuşku yok; bilgili
ve usta olmayan danışmanların çokluğu genellikle zarar ve-
Arslan. ile Dimne
rir. Zira bir işin başarıyla tamamlanma ihtimali, o işe yardım
edenlerin çokluğuyla değil elverişli ve donanımlı olmalarıyla
doğru orantılıdır. Örnek şu: Adam sırtına ağır mı ağır bir
taşı almış gidiyor; neredeyse çatlayıp mort olacak ama
kimseye satamıyor! Aynı şekilde, oduna ve ağaç gövdesine
ihtiyaç duyan adama yükler dolusu kamış getirsen fayda
etmez! Ey Hükümdar! Sen asla konumu ve derecesi aşağıda
olan birinin meziyetini küçümseyecek değilsin! Küçük şey,
büyük bir iş görebilir. Ölüden alman kirişi düşün; bundan
yay yapıldı mı ne kadar değerli olur değil mi? Krallar bile o
yaya sarılır da kuvvetlerini kanıtlamada ona muhtaç
olurlar...
Dimne oradakilere, hükümdar nezdinde iltifat
görmesinin tamamen kendi tutarlılığı, meziyeti ve aklı
sayesinde gerçekleştiğini anlatmak ister ve der ki:
— Hükümdar, babalan yakın yahut uzak diye
birilerini kendine ne yaklaştırır ne de uzak tutar. Ona
yakışan, herkese meziyeti ve kıymetine göre bakmaktır.
Çünkü insana kendi bedeninden daha yakın bir şey olmadığı
gibi ona eziyet veren onu hasta eden şey de vücudundan,
olabilir. Bu hastalığı ancak dışardan gelen bir ilaçla
yenebilir.
Dimne sözlerim bitirdiğinde arslan onu çok beğenir,
ona güzel sözlerle mukabele eder, iltifat yağdırır ve
meclisindekilere yönelerek der ki:
— Hükümdar, [becerikli] ve haklı kişinin [becerisini] ve
hakkını yememelidir. Bu konuda insanlar ikiye ayrılır: Bazı
ları huyca bozuk ve tıynetsizdirler, yılana benzerler. Onun
üstüne basan, "beni sokmadı" diyerek sevinmemelidir. ikinci
defa ayak basarsa onun zehrini tadar. Bazıları da yumuşak
ve uysal tabiatlıdır. Böylesi adam soğuk sandal ağacı gibidir;
biraz sürtünse yakıcı, zarar verici bir ısı peyda eder!
Böylece Dimne arslanla dost olur, onunla başbaşa kalır.
Bir gün ona der ki:
— Bakıyorum da zât-ı âlileri hep aynı yerde oturuyor,
yerinden ayrılmıyor... Sebebi ne ola?
Tam bu konuşma esnasında Şetrebe müthiş bir ses
tonuyla böğürür ve arslanı korkutur. Lâkin arslan
endişesini Dimne'ye çaktırmamaya gayret eder... Oysa
Dimne o sayhanın, arslanın yüreciğinde ne denli ürküntü
uyandırdığını farkeder ve sorar:
— Bu sesi işitmek âlî cenaplarını endişeye sevketmiş
midir acaba?
Arslan:
— Bundan başka hiç bir şey beni korkutmadı! der.
Dimne:
— Hükümdar, bir sesten ürkerek yerinden kalkmama
lıdır. Bilginler "Her sesten ürkmek gerekmez" derler.
Arslan:
— Bunun örneği nedir?
Dimne:
— Anlattıklarına göre tilki bir ormana girmiş. Orada
bir ağaca asılı bir davul varmış ve rüzgâr dalları salladıkça
davul ötermiş. Davulun korkunç gümbürtüsünden dehşete
kapılan tilki yaklaşmış ve davulu gayet iri bulmuş. Hatta
"bu, epey yağlı ve etlidir" diyerek dokunuvermiş. Derken
davulun gönünü yarınca bakmış ki içi tamtakır! O zaman
demiş ki: "Galiba en kof şey, sesi en çok çıkan ve gövdesi en
iri olandır" Bu örneği şunun için anlatıyorum; bizi korkutan
sese ulaştığımızda onu sandığımızdan daha basit bulacağız.
Hükümdar hazretleri dilerse yerinde durur, beni gönderir;
gider, sesle ilgili tutarlı bir açıklamayla dönerim...
Arslan, Dimne'yi dinler ve sesin geldiği yere doğru
gitmesi için ona izin verir.
Dinine, Şetrebe'nin bulunduğu yere yönelir. Bu arada
arslan, yaptığı şeyi düşünmektedir. Dimne'yi gönderdiğine
pişman olmuştur. Kendi kendine: "Dimne'ye güvenip sırrımı
vermekle iyi etmedim! O benim kapımda sıradan, değersiz
biriydi.
Hükümdar kapısında duran adam; suç işlemediği halde
uzun bir mahrumiyet ve ilgisizlik problemi yaşasa,
Hükümdar nezdinde kıymetli biri olsa,
Açgözlülük ve ihtirasıyla tanınsa,
Ciddî bir sıkıntı geçirdiği halde hükümdarından fayda
görmese,
Bir suç işlediği için ceza gelecek diye korksa,
Kendi menfaatine hükümdar aleyhine bir işin
gerçekleşmesini umsa,
Kendine yarar getirecek bir şeyden "zararlı da olabilir"
gerekçesiyle endişe etse,
Hükümdarın düşmanına dost, dostuna düşman olsa...
İşte bu hallerden birini yaşayan adamla yakınlık peyda
etme hususunda aceleci davranmamalıdır hükümdar! Bu
tiplere hemen güvenmemelidir. Dimne bir dâhi ve edip
olmasına rağmen daha önce benim kapımda iltifat görmeyen
yüz bulamayan biriydi. Kim bilir bu sebepten bana kin besledi
ve ihanet düşünerek düşmanıma yardım etmeye koştu;
acizliğimi ona anlatma niyetindeydi kim bilir! Olur ya o
sesin sahibini
otorite bakımından benden üstün görür, ona yaslanarak
benden vazgeçer, onunla bir olup bana karşı çıkar... Kim
bilir!"
Daha sonra yerinden kalkan arslan fazla uzak olmayan
bir noktaya kadar yürür. O anda Dimne'nin kendisine doğru
gelmekte olduğunu görünce rahatlayıp yerine döner.
Dimne arslanın yanına varınca arslan ona sorar:
— Ne yaptın, neler gördün?
Dimne:
— Bir öküz gördüm! O gür homurtunun, duyduğun o
sesin sahibi bu öküz!
Arslan:
— Peki, gücü ne?
Dimne:
— Gücü yok öyle... Yaklaştım, akranların sohbeti gibi
bir konuşma geçti aramızda. Bana bir şey yapmadı.
Arslan:
— Ama bu durumu seni aldatmasın! Onun hâlini kü
çümseme! Kasırgalar çelimsiz atlara zarar veremez ama en
uzun palmiyeleri, en güçlü ağaçları kökünden söker.
Dimne:
— Ey hükümdar! Öküzden asla korkma! Onun duru
munu gözünde büyütme! Onu sana getireceğim; seni dinle
yen, sana boyun eğen bir bende yapacağım onu!
Arslan:
— Tamam, kafandakini yap!
Böylece Dimne öküzün yanına gider, gayet cesur ve
aldırmaz bir tavırla der ki:
— Arslan seni onun huzuruna çıkarayım diye beni gön
derdi! Muhalefet etmez de gelirsen şimdiye dek gecikmen ve
onunla görüşmeyi ihmâl etmenden ötürü kusurlu olsan da bu
konuda sana eman [can güvenliği sözü] vermemi emretmiş-
tir. Eğer ona varmaya yanaşmazsan derhal dönmemi,
durumu haber vermemi emretmiştir!
Şetrebe sorar:
— Seni bana gönderen arslan kim? Nerede oturur? Na
sıl biridir?
Dimne cevap verir:
— Yırtıcı hayvanların hükümdarıdır. Şurada oturur.
Emrinde kendi gibi yırtıcı bir çok askeri vardır.
Şetrebe arslanla yırtıcıların yanyana anılmasından
ötürü korkar. Der ki:
— Eğer can güvenliğime ilişkin garanti verirsen arsla
nın yanına giderim seninle!
Dimne öküzü ikna edecek tarzda garanti verir. Sonra
beraberce arslanın huzuruna çıkarlar. Arslan öküze iltifat
yağdırır, kendisine yakın kılar onu ve der ki:
— Bu ülkeye ne zaman geldin? Seni buraya çeken ney
di?
Öküz kendi hikâyesini anlatır. Arslan der ki:
— Benimle dost ol! Benden ayrılma! Sana her zaman
ikram edeceğim...
Öküz arslana hayır dualar eder, onu över. Arslan artık
öküzü hiç yanından ayırmamaktadır. Ona her dâim ihsan
yağdırmakta, kurulan sıcak dostluk sebebiyle nice sırrını ona
açmaktadır. Artık yönetimle ilgili konularda ona
danışmaktadır. Her geçen gün arslanın öküze karşı
hayranlığı artar. Onu iyice yakın eder kendine, mevkîce en
seçkin arkadaşlarından biri yapar...
Öbür tarafta Dimne öküzün başarılarını haset içinde
seyretmektedir. Öküz ondan ve onun arkadaşlarından daha
kıymetli daha özel biri olmuştur arslan nezdinde. Arslanın
akıl hocası odur, yalnızlığında ve eğlencesinde yâreni odur.
Çok kıskanır onu. Kini depreştikçe depreşir. Bir gün bu
durumu kardeşi Kelüe'ye açar dertli dertli ve der ki:
— Tedbirsizliğime, kendime neler ettiğime bakıp da öz
menfaatimi ihmal ederek sadece arslana fayda sağlayacak
bir işi gerçekleştirmeme şaşıyorsun değil mi, ey kardeşim?
Tuttum, arslanın yanına bir öküz getirdim; kendi mevkîmi
elimden alan bir öküz!
Kelile cevap verir:
— Şu zahidin başına gelendir senin musibetin...
— Zahide ne olmuş ki?
— Anlatırlar ki zâhid bir adam hükümdardan görkem
li bir elbise alırken hırsız onu görür. Elbiseye sahip olmak ih
tirasıyla yanarak zahide gelir ve der ki:
— Sana dost olmak; senden bir şeyler öğrenmek, feyiz
almak istiyorum!
Zahit hırsızın yanında kalmasına izin verir. Hırsız
zahidin yanında ona benzemeye çalışır ve gayet kibar bir
şekilde hizmet eder. Nihayet fırsatını bulur ve elbiseyi
kapıp gider!
Zahit giysiyi arar. Bulamayınca hırsız dostunun
çaldığını anlar. Onu aramak amacıyla bir şehre yönelir.
Yolda başbaşa tokuşan iki dağ keçisinin yanından geçer.
Keçilerin kanı akmaktadır ve bir tilki gelip akan kanları
yalamaya başlamıştır bile. Bu halde bile keçiler pür hiddet
döğüşmekte tilkiye doğru yaklaşmaktadırlar. Ansızın tilkiyi
öldürürler! Zahit yola devam eder. Şehre varır. Sadece bir ev
vardır geceleyebileceği; orası da bir kadına aittir. O eve
gider, konuk edilmesini ister. O kadının ücretli çalıştırdığı
bir yosması vardır. Yosma hizmetçi aslında bir adamı
sevmekte, onunla evlenmeyi istemektedir. Ama bu evlilik,
onun da patronu olan ev sahibi kadının zararınadır elbet! İşte
ev sahibi kadın, tam da zahidin misafir olduğu gece
çalıştırdığı yosmanın belâlısını öldürmeye niyetlenir. Belâlı
gelir, kadın ona içki sunar. Herif sarhoş olup sızınca sevdiği
yosma da uyuyuverir yanıbaşında. Bu sırada ev sahibi kadın
evvelce bir kamışa döktüğü zehiri adamın arkasından
vermek üzere dikkatlice
eğilir. İşte o anda adam yelleniverir ve tüm zehir kadının
boğazına kaçar! Oracıkta ruhu teslim eder kadın...
Bu olaylar zahidin gözü önünde, kulağı dibinde
meydana gelmektedir. Derhal oradan çıkan zâhid başka bir
ev aramaya başlar. Nihayet bir ayakkabıcıya varır, kendini
konuk etmesini ister. Ayakkabıcı, zahidi karısına
göstererek:
— Bu zahide iyi bak, onu ağırla, gereken hizmeti yap
mada kusur etme! Şimdi işim var; bir dostum içki masasına
çağırdı beni... der.
Ayakkabıcı gider. Meğer kadın da dost tutan cinsten
biriymiş! Onun da bir sevgilisi varmış ve hacamatçı birinin
karısı bu ikisi arasında muhabbet tellallığı yaparmış.
Ayakkabıcı karısı, hacamatçı karısına haber salar, evine
gelmesini bildirir. O geldiğinde hemen durumu açar; dostuna
kocasının evde olmadığını bildirmesini ister. Şöyle anlatır:
— Kocam dostlarından birinin yanına içmeye gitti. El
bet zil zurna sarhoş olacak! Benimkine söyle elini çabuk tut
sun, damlayıversin yanıma!
Hakîkaten bir süre sonra kadının dostu gelir, kapının
önünde oturarak işaret bekler. İşte bu esnada ayakkabıcı
sarhoş bir vaziyette gelip adamı görmesin mi?! Derin
kuşkulara kapılan koca, boynuzlanma derdiyle karısının
yanına gider, hışımla saldırır, önce döver sonra da evdeki bir
direğe bağlar. Aklı başından gitmiştir zaten, hemen sızıp
kalır. Bu arada hacamatçının karısı gelir telaşla fısıldar
bağlı kadına:
— Adam dışarda bekleye bekleye kazık oldu! Ne emre
dersin? diye kararını sorar. Bağlı kadın cevap verir:
— Bana iyilik yapmak istiyorsan hemen çöz! Seni be
nim yerime bağlar, dostuma giderim. Merak etme, çabuk dö
nerim.
Hacamatçının karısı berikinin teklifini kabul eder, onu
hemen çözer. Çözülen kadın dostunun kollarına koşarken
muhabbet tellalı iple bağlanmıştır bile. Karısı dönmeden
uyanan ayakkabıcı, karısını çağırır adıyla! Hacamatçınınki
cevap vermez, herifin kendi sesini yadırgayıp rezalet
çıkmasından endişe etmektedir. Ama ayakkabıcı ikinci defa
seslenir ve kadından yine ses çıkmayınca öfkeyle kalkar
elinde bıçak saldırır bağlı kadına ve burnunu koparır!
Bununla da kalmaz şöyle der:
— Al şunu, dostuna hediye et!
Adam, onun kendi karısı olduğundan şüphe
etmemektedir. Neden sonra içeri giren asıl kadın kocasının,
hacamatçının karısına yaptığını görünce çok üzülür, kocasını
kötüler ve zavallı kadının iplerini çözer. Yaralı kadın o halde
kendi evine gider. Bu olayların tümü zahidin gözü önünde
kulağı dibinde gerçekleşmektedir.
Ayakkabıcının karısı, kendisini döven kocasına karşı
beddua etmekte, sesini yükseltmekte ve bağırmaktadır:
— Ey günahkâr zâlim! Kalk da bir bak sen bana ne yap
tın, Allah da nasıl karşılık verdi! Rabbim bana acıdı da bur
numu eskisi gibi sapasağlam hale getirdi!
Adam heyecanla kalkar. Kandili yakıp bakınca
karısının burnunun sapasağlam yerinde olduğunu görür!
Karısının eteklerine yapışır, af diler, günahından tevbe eder,
Rabbine istiğfar eder.
Hacamatçının hatunu ise evine vardığında burnunun
niçin kesildiğine dair kuşkuların ortadan kalkması için bir
çare arar, kocasına ve ailesine karşı ne bahane bulacağını
düşünür.
Neyse, seher vaktinde hacamatçı uyanır ve karısına
dönerek:
— Bütün alet-edevatımı getir! Eşraftan birine gidece
ğim, işim çıktı!., der. Ama kadın sadece usturayı getirir.
Adam yine:
— Tüm aletleri getir! dese de kadın yine usturayı gös
terir. Öfkeden kuduran adam bir kaç defa aynı emri verse de
kadın emirlere uymaz ve herif usturayı kaptığı gibi kadına
fırlatır. Kendini yere atıp çığlığı basan kadın:
— Burnum, burnum gitti! der. Bunca gürültüye koşu
veren kadın tarafı bir de bakarlar ki burun kesik!
Kocayı yaka paça tutarlar, kadıya teslim ederler.
Kadı sorar:
— Niçin karının burnunu kestin? Olay neydi?
Adam hık-mık eder ama geçerli bir sebep söyleyemez.
Kadı kısas emrini verince zahit ortaya çıkar ve kadıya der ki:
— Kadı efendi, bu konu seni kuşku ve karmaşaya dü
şürmesin [böylece yanlış bir yargıda bulunmayasın]! Hırsız
benden çalan değil; tilkinin katili iki yaban keçisi değil, fahi
şe zehirden ölmedi; hacamatçı koca karısının burnunu kes
medi! Bilakis biz hepimiz, kendimize ettik edeceğimizi!
Kadı, zâhidden açıklama ister; o da olanları güzelce
anlatır. Böylece kadı hacamatçının serbest bırakılmasını
emreder... İşte böyle.
Dimne konuşur:
— Ben bu örnekleri dinlemiştim. Burada anlatılanlar
benim hâlime benziyor. Gerçekten de bana benden başka za
rar veren olmadı. Ama çâre ne?
Kelile:
— Sen şimdi düşünceni ve bu hususta ne yapmak iste
diğini anlat bana!
Dimne:
— Artık arslan nezdindeki konumumun eskisinden da
ha güçlü olacağını sanmıyorum... Ama yine de eski hâlime
dönme arzusu var içimde. Akıllı adam üç konuda dikkatli
davranmaya, elinden geldiğince titiz olmaya mecbur: Ne kay
bedip ne kazandığına bakmalı, daha önce düştüğü çukura
tekrar düşmemek için tetikte durmalı ve geçmişte elde ettiği
menfaata tekrar kavuşmak için çaba göstermeli. Bu bir! Şu
anda onun yararına ve zararına olan şeylere dikkat etmeli,
yararlı olanı pekiştirmeli, zarar verenden uzak durmalıdır.
Bu iki! İlerde menfaat getirecek şeyle zarar getirecek şeyi iyi
tesbit etmeli. Böylece umduğu yararı tamamen elde edecek,
endişe ettiği zarardan da paçayı kurtaracaktır kendi
çabasıyla. Bu da üç!
Yenilgiye uğrayışımı düşünüp eski mevkîme nasıl
kavuşacağım hakkında kafa patlatırken aklıma gelen tek
çâre şu ot yiyen öküzü gebertmektir! Ancak onun arslandan
kopmasıyla ben eski konumuma gelebilirim! Böylesi, arslan
için de iyi olur belki... Öküzü, kendi iç işlerine bu kadar
yaklaştırması neticede onun da kınanmasına ve otoritesine
halel gelmesine yol açacaktır.
Kelile:
— Ne arslanın öküze ilişkin tavrında ne de öküzün
onun nezdindeki prestij ve derecesinde asla -arslan açısın
dan- bir tehlike yok bence!
Dimne:
— Hükümdarın etki altına girerek otoritesini kaybetme
si altı şeyle olur: mahrumiyet, kargaşa, nefse kapılış, sert ve
kaba davranış, zaman ve budalalık.
Mahrumiyet; hükümdarın ileri düşünceli, cesur,
güvenilir yardımcılardan, danışmanlardan ve devlet
ricalinden yoksun olması demektir. Hükümdar böyle sorumlu
siyasetçiyi arar da bulamaz.
Fitne yani kargaşa; halkın birbirini yemesi, kendi
içinde savaşlara girmesi, anlaşmazlığa düşmesidir.
Nefse kapılış; kadınlara aşırı düşkünlük, eğlenceye,
içkiye, ava ve sohbete kapılıp [dizgini elden kaçırmaktır].
Kabalık; idarecinin çok sert davranması,
gerekmediği halde söverek ve döverek azgınlaşmasıdır.
hiç
Zaman; meyvenin ve hasadın eksilmesi, savaşların
çıkması gibi afetlerle halkın zarar görmesidir.
Budalalık ise, idarecinin yumuşak ve esnek davranması
gereken yerde şiddete başvurması; şiddet göstereceği yerde
yumuşak davranmasıdır. İşte böyle...
Arslan, kendini iyice kaptırdı öküze. Ben bu yüzden
ona zarar gelecek, otoritesi yaralanacak diyorum.
Kelile:
— Tamam ama öküz senden daha güçlü, arslan nezdin
de senden daha itibarlı! Hem onun dostları ve yardımcıları
seninkilerden daha çok... Bu durum da onu nasıl yeneceksin?
Dinine:
— Küçüklüğüme, çelimsizliğime bakma! Bu işler ne za
fiyet veya kudretle ne de bedence küçüklük yahut irilikle
doğrudan alâkalıdır. Nice ufak tefek zayıf kimse var ki kur
nazlığı, kıvraklığı ve fikriyle pek çok güçlünün aciz kaldığı iş
leri başarmıştır. Zayıf bir karganın devâsâ bir yılanın işini
nasıl bitirdiğiyle ilgili hikâyeyi duymadın mı?
— Nasıl olmuş bu hadise?
— Anlatılanlara göre karganın yuvası dağ tepesindeki
bir ağaçtaymış. Karga ne zaman cücük etse yılan yuvaya
süzülür, küçücük yavruları yutarmış. Bu durum kargayı
çok üzermiş. Bir gün hâl-i pür melalini anlatıvermiş çakal
dostuna:
— Bir konuda kesin kararımı verdim, ama sana da da
nışmak istiyorum!
— Neyden bahsediyorsun?
— Yılan uykuya dalınca yaklaşıp gözlerini gagalaya
cak, onu kör edeceğim. Belki böyle kurtulurum ondan.
Tilki itiraz etmiş:
— Düşündüğün yol, kötü! Öyle bir hile düşün ki kendi
ni mahvetmeden, tehlikeye düşürmeden amacına ulaşasın!
Ha, bir de şu yengeci öldürmek isteyip kendim mahveden ba
lıkçıla benzemeyesin!
— Balıkçıla ne olmuş?
— Anlatırlar ki bir balıkçıl, balık bakımından zengin
bir kamışlı bataklığa yuva kurmuş. Bir süre huzur içinde ya
şamış orada. Nihayet ihtiyarlayıp avlanamaz duruma düş-
muş. Böyle aç, bitkin, kederli bir halde çözüm ararken
yengeç yanaşıvermiş ona yan yan... Ondaki üzüntüyü
farkederek demiş ki:
— Neden seni böyle melûl-mahzun görüyorum?
— Nasıl üzülmeyim? Buradaki balıklan avlayarak ha
yatımı sürdürüyordum. Bir gün şuradan geçen iki avcının
aralarındaki konuşmaya kulak misafiri oldum:
"Burada balık çok! Önce bunları avlasak iyi olmaz mı?"
dedi biri. Öteki karşılık verdi:
"Ben falan yerde daha çok balık gördüm. Ava oradan
başlayalım. Oradakileri bitirince buraya gelir, buradakileri
de bitiririz..."
O anda anladım ki bu iki avcı dedikleri yeri bitirince bu
sazlığa gelecek, buranın balıklarını avlayacaklar. Eğer bunu
yaparlarsa ben bittim, mahvoldum demektir...
Yengeç bu haberi alınca doğruca balık sürüsüne gitmiş,
duyduklannı anlatmış. Onlar da balıkçıl kuşuna gelerek
istişare etmişler ve demişler ki:
— Bize bir yol gösteresin diye geldik sana! Zira akıllı
kişi gerektiğinde düşmanıyla dahi istişare yapmaktan çe
kinmez.
Balıkçıl cevap vermiş:
— Avcılarla boğuşacak değilim. Buna gücüm yetmez.
Tek çare, buranın yakınındaki suyu bol, sazı çok olan göle
gitmektir. Oraya gitmeye gücünüz yeterse sizin açınızdan iyi
olur, çoğalırsınız...
Balıklar:
— Bu iyiliği senden başkası yapmaz bize! demişler.
Böylece balıkçıl her gün iki balığı rahatça alıyor, onları
bir tepenin üzerine götürüp afiyetle yiyormuş! Yine bir gün
iki balık almaya gelmiş, bu sefer yengeç yaklaşarak demiş ki:
— Ben de burada korktum. Yalnızlıktan ürktüm. Beni
de o göle götür.
Balıkçıl, yengeci aldığı gibi havalanmış, nihayet
balıkları yediği tepeye varınca yengeç bakmış ki aşağıda bir
sürü balık kılçığı! Kendi kendine:
"Kişi mahvolacağını hesap ettiği yerde düşmanıyla
karşılaştı mı derhal canını ve onurunu kurtarmak için
mücadele etmeli! İster dövüşen isterse dövüş bilmeyen olsun,
ona yakışan budur!" deyip balıkçıya vargücüyle asılmış.
Çengelle riyle sıkarak öldürmüş onu. Balık sürüsüne
dönerek durumu anlatmış.
Bu örneği sana hatırlatıyorum zira bazı hileler hile
yapanı öldürebilir. Şimdi sana öyle bir yol göstereceğim ki
becerebilirsen kendini hiç riske atmadan yılanın işini
bitirebilir ve selamete kavuşursun!
Karga:
— Neden bahsediyorsun?
Çakal:
— Şöyle bir açılırsın... Uçuş esnasında yerdekilere dik
kat edersin. Bir kadının değerli taşlarını görünce hedefini
belirleyip kaparsın bir mücevher. Sonra kadının gözlerin
den kaybolmadan bir uçarsın bir konarsın, bir uçarsın bir
konarsın... Böyle gide gide büyük yılanın yarığına gelir, mü
cevherleri oraya bırakırsın. İnsanlar bunu gördükleri anda
mücevheri alır, [yılanı öldürür] seni de ondan kurtarmış
olurlar.
Böylece karga gökte halkalar çizerek uçar. Nüfuzlu
adamlardan birinin kızını görür. Kızcağız elbiselerini ve
takılarım bir kenara bırakmış, yıkanmaktadır damda.
Hemen dalışa geçen karga takıların arasından bir
gerdanlık kapar ve havalanır, Millet karganın peşine düşer.
O herkesin görebileceği bir şekilde uçmaktadır. Sonunda
koca yılanın yangına varır, gerdanlığı herkesin gözü önünde
oraya bırakır. Yarığın yanına çıkan kalabalık yılanı öldürüp
gerdanlığı alır...
Bu örneği veriyorum; kuvvetle başarılamayacak bir
şeyin hileyle halledebileceğini göstermek için.
Kelile:
— Öküzde sâde kuvvet olsa ve isabetli fikirler bulun
masa tamam; senin çözümün geçerli olurdu! Ama o hem güç
lü hem de isabetli bir görüşe ve akla sahip. Bu halde sen ne
yapabilirsin?
Dimne:
— Doğru! Öküz, güç ve akıl konusunda belirttiğim gi
bi. Ama o benim üstünlüğüme boyun eğen biridir. Dolayı
sıyla tavşanın arslanı mahvetmesi gibi ben de onun işini bi
tirebilirim.
— Nasıl olmuş bu iş?
— Anlatırlar ki sulak mı sulak, yeşil mi yeşil bir yerde
bir arslan yaşarmış. O civardaki pek çok hayvan gezermiş lâ
kin arslandan korktukları için ne suyundan ne merasından
faydalanabilirlermiş. Nihayet biraraya gelen hayvanlar, ars
lana gelerek demişler ki:
— Sen epey gayret ettikten sonra bizden birini ele geçi
rebiliyorsun. Bu meselede senin menfaatine bizim de güven
liğimize uygun bir çözüm bulduk. Eğer bizim huzur içinde
yaşamamızı garanti eder, bizi korkutmazsan hergün önüne
bir hayvan bırakmak boynumuzun borcu olsun!
Bunu kabul eden arslan, yabani hayvanlarla
anlaşmaya oturmuş. Onlar da sözlerini tutmuşlar. Gün
gelmiş, kur'a bir tavşana çıkmış; arslanın ağzına lokma
olacak hayvan şöyle seslenmiş ötekilere:
— Size asla zararı dokunmayacak bir iş var! Bu konu
da bana izin verin, kurtarayım sizi arslandan!
Hayvanlar merakla:
— Ne teklif ediyorsun bize? diye sormuşlar.
Tavşan:
— Beni arslana götürecek olana söyleyin, bana müsa
ade etsin; biraz gecikerek varayım canavarın yanına!
Hayvanlar:
— Tamam, dediğin gibi olacak! demişler.
Böylece tavşan yavaş yavaş yürümeye başlamış.
Arslanın yanına vardığında yemek vaktim çoktan geçirmiş.
Canavar hayvan öfkeden kudurmuş bir halde yerinden
kalkıp demiş ki:
— Sen nereden geliyorsun?
Tavşan başlamış konuşmaya:
— Ben vahşi hayvanların sana gönderdiği elçiyim. Ya
nımda bir tavşan vardı. Ama yolda yanımıza yaklaşan bir
arslan onu kaptı ve şöyle dedi:
"Ben, elbette daha layığım bu civarın ve buradaki
hayvanların kralı olmaya!"
Ben ona dedim ki:
"Şu aldığın tavşan, bizim kralımızın gıdasıdır.
Hayvanlar beni görevlendirerek onu gönderdiler kralımıza!
Sakın gasbetmeyesin o tavşanı!" Ama yoldaki arslan sana
sövdü ve bildiğin okudu! Ben de bunu haber vermeye
geldim sana...
Tavşanı dinleyen arslan:
— Haydi beraber çıkalım, göster bakalım nerede şu ka
badayı! der. Tavşan onu yanına alarak suyu derin ve berrak
bir kuyunun başına getirir. Kuyunun içini işaret ederek:
— İşte burada! der.
Arslan kuyuya bakınca hem kendisinin hem de
tavşanın yansımasını görür aşağıda... Tavşanın doğru
söylediğine kanaat getirerek hışımla atlar, öteki arslanla
dövüşmek niyetindedir zira! Derhal boğulur ve tavşan
hayvanların yanına dönerek başından geçenleri anlatır.
Bu hikâye bitince Kelile konuşmuş:
— Arslana hiç zararı dokunmayacak şekilde öküzü yok
edebileceksen hemen yap! Öküz, bana, sana ve diğerlerine
zarar getirmiştir. Ama arslanı yok ederek bu işi başaracak
san hiç teşebbüs etme! Zira bu hareket hem senin hem de be
nim açımdan kalleşlik olur...
Günler geçer. Dimne uzun bir süre hiç uğramaz
arslanın yanına. Nihayet arslanı yalnız olduğu bir sırada
ziyaret eder. Arslan:
— Uzun bir zaman geçti, bana uğramadın. Niçin? Seni
hiç göremedim, hayırdır inşaallah bu kopma niye?
— Hayır, efendim hayır olsun...
— Bir şey mi oldu?
— Ne hükümdarın ne de ordudan birinin razı olacağı
bir şey...
— Nedir o?
— Kötü, çok kötü bir kelam...
— Anlat hele, neymiş bakayım.
Ve Dimne anlatmaya başlar:
— Öyle bir söz ki ne dinleyen hazzeder ne de anlatan
anlatma cesareti bulur kendinde. Hükümdarım! Siz erdemli
birisiniz. Basiretiniz sayesinde anlarsınız ki hoşnut olmaya
cağınız şeyleri anlatmak bana acı vermektedir. Ben inanıyor
ve biliyorum ki siz benim iyi niyetimin farkındasınız, sizi
kendime tercih ettiğimi biliyorsunuz. Size anlatacağım şeyde
bana inanmayabileceğiniz ihtimalini kabul ediyorum. Ama
biz hayvanlar camiasının gönülleri size bağlıdır; bunu hatır
ladıkça üzerime düşen görevi yerine getirmekten de geri dur
mamalıyım diyorum. Hatta benden bunu istemesen, söyle
diklerimi kabul etmeyeceğinden endişe etsem dahi bu vazife
yi yapmalıyım. Derler ki:
"Öğüdünü hükümdardan, görüşünü kardeşlerinden
esirgeyen kişi, aslında kendine ihanet etmiş olur."
Arslan:
— Nedir bu?
Dimne:
— Doğru sözlü, güvenilir biri bana anlattı ki Şetrebe or
dunuzun subaylarıyla başbaşa kalıp şöyle demiş onlara:
"Ben arslan konusunda deneyim sahibi oldum. Aklını,
kurnazlığını ve gücünü tarttım... Onu sınadım. Neticede
zayıf ve âciz biri olduğu anlaşıldı. Yakında ikimiz arasında
ciddî bir niza çıkacak!"
Bu sözler kulağıma geldiğinde Şetrebe'nin hâin ve
kalleş biri olduğunu anladım. Siz ona nice iltifatlarda
bulundunuz, onu kendinize yâren saydınız; ama o kendisini
sizden farksız görüyor. Siz yerinizden ayrıldığınızda
gücünüz, kudretiniz ona kalacak. Sizin, otoriteyi elinizden
kaçırmanız için her şeyi yapacaktır o! Derler ki: "Hükümdar,
bir adamın ululuk ve derece bakımından kendisiyle
yarıştığını, hatta kendisine denk olduğunu görürse derhal
mahvetmelidir onu! Eğer bu karan veremezse kendi başı
ezilecektir!" Şetrebe, idare ve otorite konusunu en iyi
bilendir kuşkusuz. Siz bilemezsiniz, bu iş belki de asla önünü
alamayacağınız, bir daha telafi edemeyeceğiniz hale gelecek,
kim bilir... Derler ki, insanlar üç kısımdır: biri ileri görüşlü,
diğeri basiretli, öbürü ise âciz! İleri görüşlü kişi; başına bir
felâket geldiğinde soğukkanlı davranır, korkmaz, çıkış yolunu
aramaya başlar, asla çözümden ümidini kesmez. Basiretli
kişi; evvelce tedbirini alan, hazırlığını yapmış olandır. Daha
problem ve felâket gelmeden bilir ne olacağını... Probleme
gereken ehemmiyeti verir, çözümü bulur sanki şimdi karşı
karşıyadır musibetle. Böylece hastalık ve zafiyet gelmeden
önlemini alır ve kökünden halleder meseleyi. Kısaca "belâyı
vukuundan önce def eder" başından... Aciz kişi ise tereddüt
içinde olur, temenni ve kuruntuyla, pansuman çözüm ve
eğlenceyle problemi başından savacağını zanneder. Nihayet
mahvolur! Bu konuda güzel örneklerden biri de üç balığın
hikâyesidir.
Arslan:
— O hikâye nedir, anlat! deyince Dinine başlamış
tekrar söze:
— İçinde üç balığın yaşadığı bir göletten bahsederler...
Balıklardan biri akıllı, diğeri daha akıllı, öteki ise âciz
imiş. O gölet, kimseciklerin erişemeyeceği gayet yüksek bir
nehrin civarından iki avcı geçmiş. Yanlarında ağlarıyla gölete
dönme ve balık avlama konusunda anlaşmışlar. Bizim
balıklar da onları işitmişler. En akıllı olan, bu sözlerden
ötürü endişeye düşmüş; önüne, ardına, sağına, soluna
bakmadan doğruca nehrin gölete döküldüğü ağıza varmış ve
çıkmış... Akıllı olan ise avcılar damlayıncaya dek kalmış
gölette. Nihayet onları görüp ne niyetle geldiklerini anlayınca
yüzüvermiş alelacele nehir ağzına... Bir de ne görsün! Avcılar
elbirlik edip tutmuşlar suyu. Bu durumda şöyle demiş kendi
kendine:
"İhmalkâr davrandım; işte sonucu. Şimdi bu dertten
kurtulmanın yolu var mı bakmalı... Aslında aceleyle alınmış
tedbirin faydası azdır. Ama akıllı olan, hiçbir zaman ümidini
kesmez kafa çalıştırmanın sağladığı imkanlardan. Akıllıya
ümitsizlik yaraşmaz, akıllı gayreti elden bırakmaz..." Derken
akıllı balık ölü taklidi yaparak suyun üstüne çıkmış. Bazan
sırtüstü bazan yüzüstü çevrilip duruyormuş suda. Avcılar
onu tutup nehirle göl arasına koymuşlar. Balık "fırsat bu
fırsat" deyip atlayıvermiş nehire ve kurtulmuş. Âciz, budala
balığa gelince şu köşeye yüzmüş, bu köşeye kaçmış ama
kurtulamamış ağdan...
Arslan söze başlar:
— Bu hikâyeyi anladım. Ama öküzün bana kalleşlik
edeceğini sanmıyorum. O asla benim için kötü şeyler iste
mez! Bunu nasıl istesin ki? O benden hiç kötülük görmedi.
Ona her iyiliği yaptım, her dilediğini verdim...
Dimne:
— Alçak ruhlu kişi hiç lâyık olmadığı yüksek makamla
ra gelinceye dek iyi gözükür. Lâkin bir de amacına ulaştı mı
ihtirası artar, daha büyüğünü ister; hele hele hıyanet ve suç
iyice yerleşmişse onun tıynetine! Alçaklar ve hâinler ancak
korktukları için hükümdarın önünde eğilir, övgüler yağdınr,
hayır dualar eder. Artık buna ihtiyacı kalmayıp palazlandı
mı tüm korkusu gider, tıynetine döner! Köpeğin kuyruğunu
düzelsin diye bir güzel bağlasan düz kalır. Ama çözülür çö
zülmez kangal kangal eğrilir o kuyruk! Ey hükümdar, bilme-
lisin ki kendisine öğüt verenlerin öğüdünü, "ağır bulduğu
için" kabul etmeyen kişinin tavrı hiç bir zaman alâka
görmeyecek; beğenilmeyecektir. Doktorun verdiği ilacı
almayıp kendi bildiğini okuyan hastaya benzer o! Vezir,
hükümdarını kudret ve saltanatı artıracak hususlara teşvik
etmeli; zarar verecek ve yerilmesine sebep olacak şeylerden
sakındırmalıdır onu! En iyi dost, en iyi yardımcı öğüt
verirken en az pohpohlayandır. İşlerin en hayırlısı, neticesi
en iyi olandır. Kadınların en iyisi, kocasına muvafık
davranandır. En güzel övgü, hakîkaten iyi ve kaliteli
insanların dilinden dökülendir. En güzel hükümdarlık
şımarıklık ve azgınlıktan uzak olan hükümdarlıktır. En
güzel huy, kişiyi takvaya hazırlayan huydur.
Derler ki: İnsan ateşi yastık, yılanları yatak edinirse
elbette uyuyamayacaktır! İnsan, dostundan hıyanet
bekliyorsa huzurlu olabilir mi? Hükümdarların en zavallısı
işi ağırdan alan, neticeyi düşünmeyendir. Bu adam, sağa
sola bakmayan kudurmuş ite benzer! Böyle biri kendini
üzmesi gereken bir durumla karşılaşsa gevşek davranır
aldırış
etmez;
ipin
ucunu
kaçırıp,
fırsatları
değerlendiremediğinde ise adamlarına kızına çıkışır!
Arslan:
— Ağır konuştun! Lâkin nasihat edenin sözü makbul
dür; ona tahammül edilmeli... Dediğin gibi Şetrebe bana düş
mansa asla zarar veremez, kılıma dokunamaz! O ot yer, ben
se et! Nasıl gücü yetecek bana? Ancak bir öğün yemektir o
benim için! Ondan korkmuyorum... Hem onun hayatını ga
ranti altına almış biriyim ben. Onu övdüm, ikramlara boğ
dum, nasıl ihanet edeceğim (dostluğuma)? Eğer tavrımı de
ğiştirirsem câhil, mantıksız, kadir kıymet bilmez biri olmaz
mıyım? Onun canına kıymayacağıma dâir verdiğim sözü boz
muş olmaz mıyım?
Dimne:
— Ha, sakın "O benim yemeğimdir, ondan korkmam"
deme! Aldanma böyle! Şetrebe kendi başına yenemezse se-
ni, elbet bulur çaresini ve başkasından yardım alır. Derler
ki: huyunu bilmediğin bir yolcu gün içinde sende
konaklama talebinde bulunursa hemen izin verme, onu
emin sanma. Olur ya pire yüzünden bitin uğradığı
musibete uğrarsın...
Arslan:
— Nasıl?
— Anlatırlar işte: Bitin biri bulmuş zengin yatağını,
uzun bir zaman işleri yaver gitmiş. Herif uykuya dalınca ya
naşırmış, emermiş usul usul kanını! Keyifli keyifli gezinir
miş sırtında. Her neyse, pire gelmiş misafirliğe ve izin iste
miş. Bit açmış kollarını misafirperverce, "gel bu gece, leziz
kanın tadına bak, yumuşak yatakta gecele!" demiş. Pire ko
nuk olmuş bite böylece. Geceleyin adam yatağına girdikte
usûl bilmez pire atlayıvermiş pattadanak! Sokmuş, sokmuş,
sokmuş; uykusunu delik deşik etmiş herifin. Huylanan adam
küt diye doğrulmuş yumuşak yataktan ve emretmiş "tez bu
lun şu hergele asalağı" diye. Bir de bakmışlar ki ortada bit
var! Öldürmüşler "çıt!" diye. Misafir pire tabana kuvvet ka
yıplara karışmış tabii...
Bunu niye anlattım sana? Bilmelisin ki kötünün
kötülüğünden kimse kurtulamaz! Kötü, kötülük yapmaktan
âciz de olsa inan mıknatıs gibi çeker bir musibeti yanına;
durup dururken mahveder dostunu! Sen Şetrebe'den
korkmuyorsan onun sana karşı tahrik ettiği askerlerinden
kork!
Dimne'nin lafları arslanın yüreğine iner ve şöyle der:
— Peki ne yapmalıyım sence?
— Çürük diş, ağızdan sökülmedikçe rahat edemez kişi!
Mideyi bozan yemeği kusmadıkça huzur bulmaz hasta! Kor
ku salan düşmanı temizlemedikçe için rahat etmez!
Arslan:
— Sen beni Şetrebe'ye karşı iyice soğuttun! Ona adam
gönderecek, içimden geçenleri bildireceğim. Sonra nereye gi
derse gitsin, yol vereceğim!
Dimne bu tavırdan hazzetmemektedir. Zîrâ bilir ki
arslan Şetrebe'yle iki çift laf etse kalbi yumuşayacak,
getirdiği söylentilerin asılsız olduğu ortaya çıkacak... Hemen
arslana yaraşır:
—Aman ha! Ne Şetrebe'ye adanı gönder, ne de onu
yanına çağır! Bu, hiç de isabetli değil... Zîrâ Şetrebe
meseleyi anlarsa korkarım zât-ı âlîlerine savaş açacaktır. O
senle savaş etmeye geldiğinde de elbet hazırlıklı gelecektir.
Yok, onu kendi yoluna bırakırsan, senin şanına leke düşer!
Ancak kesin bir gerçektir ki tedbirli hükümdarlar açıktan
suç işlemeye açıktan ceza vermezler. Her suçun kendine
özgü cezası vardır onlar nezdinde. Alenî suça alenî ceza,
gizli suça gizli ceza...
Arslan:
— Ama hükümdar, birini "suçunu hiç araştırmadan"
cezalandırırsa zulmetmiş olmaz mı? Hem de kendim alçalt
mış sayılmaz mı?
Dimme:
— Madem hükümdarımız böyle düşünür; iyice donan
madan, hazırlıklarını yapmadan huzuruna çıkarmasın Şetre
be'yi! Sakın ha Şetrebe'ye karşı gafil davranmayasınız! Gerçi
ben hükümdarımızın meseleyi anladığını, Şetrebe'nin huzura
çıkarken hainlik yapacağını sezdiğini tahmin ediyorum... Eh,
onun ihanet peşinde oluşunun alâmetlerim bildireyim sana:
Mafsalları titreyecek, sağa sola bakacaktır. Döğüşmeye ni
yetli biri gibi boynuzlarını sallayacaktır, göreceksiniz...
Arslan:
— Tamam, tamam. Ona karşı tedbirimi alacağım. Eğer
senin gözettiğin alâmetleri onda görürsem hiç şüphem kal
mayacaktır!
Dimne arslanı öküze karşı tahrik edip gönlüne şüphe
tohumları ekince anlar ki o öküze karşı hazırlıklarını
yapacak... Şimdi öküzü harekete geçirmenin zamanıdır
arslana karşı. Ama ya öküze gittiğini anlarsa arslan kral?
İşte bu fe-
nâ! "O halde öküze gitme işine arslanı âlet etmeli" diye
düşünür ve şöyle der:
— Saâdetli hünkârım! Şetrebe'ye gidip hâlini araştır
sam söylediklerini dinlesem fena olmaz değil mi? Böylece (ne
planladığı) hususunda haberdar olurum, hünkârımızı uyarı
rım.
Arslan, Dimne'ye izin verir. Dinme kederli biri gibi
yanaşır Şetrebe'ye. Öküz eski dostunu görünce;
— Hoşgeldin! Nerelerde kaldın? Epeydir göremiyorum
seni! der. Dimne cevap verir:
— Can emniyeti olmayan, hayata yabancıların iki duda
ğı arasından çıkacak kelimelere bağlı olduğu için dâima endi
şe içinde bekleyen kişi ne zaman huzurlu ve mutmain olur ki?
— Ne var, ne oldu?
— Olacak oldu! Kim yener kaderi? Dünyada güç sahi
bi olup da şımarmayan mı var? Amacına erişip de gururlan
mayan, azmayan biri mi var? Arzularına kapılıp da zarar
görmeyen mi var? Alçak ve cimri birinden iyilik bekleyen
sonunda mahrum olmayacak mıdır? Kötülere karışıp da se
lâmet bulan var mı? Evet, hükümdarla dost olup da can em
niyeti ve huzuru uzun süren bir şanslı var mıdır sanıyor
sun? Ne doğru bir söz: Kralların, dostlarına karşı vefasız
davranıp erişemedikleri (yahut kaybettikleri) birine karşı
neredeyse canlarım vermeleri yok mu; tuttuğu dostu kaybe
dince zevk ve iştahla ikincisini bekleyen fahişeye benzerler
bu durumda!
Şetrebe:
— Bu nasıl söz böyle?! Neler işitiyorum senden?! Ars
landan kuşkulanıyorsun! Onun bir tavrı seni endişeye şev
ketti herhalde?
— Evet. Ondan kuşkulanıyorum. Ama kendimle ilgili
bir durum değil bu!
— Peki kiminle ilgili?
— Aramızdaki arkadaşlığı biliyorsun. Senin, benim
üzerimde hakkın var. Arslan beni sana gönderdikte sana ver
diğim sözü hatırlarsın! İşte bu yüzden seni korumak istiyo
rum, senin için endişelendiğim bir husus var; bu yüzden sa
na duyurmak niyetindeyim.
— Ne duydun hakkımda?
— Sözüne sâdık, kulağı delik, her şeyi bilen bir dost
anlattı: Arslan, meclisindekilere diyesiymiş ki; "Öküzün se
mizliği iştahımı artırıyor. Zâten ona ihtiyacım da yok, ne di
ye yaşıyor... Afiyetle yemeliyim onu ve adamlarıma da ikram
etmeliyim" Ben bu haberi alıp arslanın kalleşliğini ve can
emniyetinle ilgili verdiği sözden cayışını görünce koşuverdim
sana! Böylece senin hakkını ödemiş olurum, sen de bir çâre
bulursun durumuna...
Şetrebe Dimne'yi sessizce dinledi. Vaktiyle onun
verdiği teminâtı hatırlayıp arslanın azgınlığını düşündü ciddî
ciddî. Dimne'ye hak verdi, onun nasihatte bulunduğunu
sandı. Durumu onun anlattığı gibi görünce kederlendi,
söylendi:
— Ben, dost olduğumuzdan beri ne arslana ne de her
hangi bir askerine karşı suç işlemedim! Nasıl vefasızlık ya
pıp zulmedecek bana! Sanıyorum ki arslana benim hak
kımda ileri geri konuşan biri var. Tahrike kapılmış ve ka
fası karışmıştır mutlaka. Zîrâ arslanla hayırsız, şerli kişi
ler de düşüp kalkıyor. Onlardan yalan şeyler duymaya alış
mış olmalı. Bir de bu yalanları doğru gösterecek uydurma
şeyleri işitmişse tamam! Kötülerle dost olmak, iyiler hak
kında suizan etmeye götürür kişiyi. Böylece ördek hikaye
sindeki durum aynen cereyan eder. Anlatırlar ki ördek su
da yıldız parıltısı görmüş ve balık sanmış onu. Avlamaya
çalışmış; defalarca tecrübeden sonra yıldız parıltısının av
olmadığını anlamış ve vazgeçmiş... Ertesi gün bir balık gör
müş ama onu da yıldız ışığı sanmış ve avlamaya teşebbüs
etmemiş!
Artık arslana benimle ilgili yalan yanlış bilgiler
ulaşmış o da bunları doğru saymışsa başkasının başına gelen
be-
nim de başıma gelir. Şayet hakkımda hiçbir şey
söylenmediği halde sebepsiz yere "keyfi için" kötülük
yapmak niyetindeyse hakîkaten şaşılacak bir haldir bu!
Denilir ki:
Kişinin, onu memnun etmeye çalıştığı halde dostun
memnun olmaması gariptir. Bundan daha garibi ise onun
rızâsına
uygun
davranmaya
çalıştıkça
berikinin
düşmanlığının artmasıdır. Hoşnutsuzluk belli bir sebepten
kaynaklanıyorsa problem çözülebilir, affa kapı aralanabilir.
Lâkin sebepsiz ise ümit yok demektir. Sebebe bağlı
dargınlık, elbet ortadan kaldırılacaktır, sebebin ortadan
kalkmasıyla!
Düşünüyorum da arslanla aramda nahoş bir durum
cereyan etmediği gibi ona karşı küçük veya büyük bir hatâ
da işlemiş değilim, hatırladığım kadarıyla. Hayâtıma
andolsun, dostluğu kalıcı olan herkes her an dikkatli
olmaya, dostunu incitmemeye çalışsa da hiçbir hatâ
işlemeyecek değildir elbet... Ama akıllı, vefakâr insan,
arkadaşı sürçtüğünde hemen menfi hüküm vermez. Kasten
işlenip işlenmediğine bakar bu suçun; derecesine bakar,
sakince ölçer biçer... Sonra affettiği takdirde zararlı çıkacak
diye düşünür ve bir muhasebeden sonra affeder elbet....
Arslan benim bir suçumu biliyorsa ben farkında bile
değilim bunun. Doğru, onun bazı sözlerine karşı nazettim,
çekimser davrandım; hayırlısını dileyerek muhalefet ettiğim
de oldu. Kim bilir davranışlarımı bu yüzden cüretkâr
buluyor, fakat suçlu değilim ki. Zira nadiren muhalefet
ettiğim hususlar zâten sağduyuya, inanca ve genel menfaata
aykırı hususlardı. Karşı çıkışlarımı da kumandanların
yahut arkadaşlarının huzurunda yapmış değilim. Bilakis
onunla başbaşa, saygılı bir şekilde gizlice açtım
itirazlarımızı. Zira iyi bilirim ki dostlarına iş danışırken,
doktordan şifâ beklerken ve şüpheli bir durumu fakihe
sorarken müsamaha bekleyen adam isabetli bir görüş
bulamaz; hastalığın tehlikesini atlatamaz ve dînî konularda
günaha batar.
Mesele böyle değilse muhtemeldir ki hükümdar bir
sarhoşluk anında bu karara varmıştır. Çünkü aradaki dost-
luk güven, gönül hoşluğu ve can emniyeti üzerine bîna edilse
de zor ve tehlikelidir hükümdarla beraber olmak.
Bu saydığım sebeplerin hiçbiri sözkonusu değilse eğer
karşı gelinmez hükmün; kaderin tecellîsidir bu. Kader değil
mi arşlarım kuvvetini çekip alan ve onu toprağa sokan?
Kader değil mi çelimsiz kişiyi koskoca azgın bir filin sırtında
taşıtan? Zehirli yılana, zehrini çekip alacak ve onunla
oynayacak adamı musallat eden de kader değil mi? Âciz ve
ahmak olanı akıllı ve basiretli hale getiren kader değil mi?
Cesaretli ve zekî kişiyi zavallılaştıran kader değil mi? Fakiri
zengin, ödleği cesur, cesuru korkak yapan da kader değil
mi? Evet hepsi de kaderin planıyla ardarda gelir başa...
Dinme:
— Arslan, hayırsızların kışkırtması, sarhoşluk nöbeti
yahut başka bir sebepten ötürü değil zâlim ve vefasız oluşun
dan ötürü sana karşı niyetini bozdu! Onun kalbi kara, içi kin
doludur. Sofrası tatlı ama neticede zehirlidir!
— Galiba ben de o yemeğin tadından haşlandım, ölü
me yaklaştım. Ölüm vaktim gelmese, benim gibi ot yiyen bir
öküz niçin yaraşsın et yiyen arslanla? Tehlikenin ortasında,
tadı hoşuna gittiği için nilüferin göbeğine kurulmuş arı gibi
yim. Tattığı lezzetle eğleşen arı akşamleyin nilüferin kapanı
şıyla içerde kalır; nice uğraşıp didinse de fayda etmez, can
verir.
Şetrebe:
Dünyada ihtiyacı kadarıyla yetinmeyerek başka şeylere
göz dikip akıbetinden endişe etmeyen kimse, güzelim ağaç ve
çiçeklerle yetinmeyerek filin kulağındaki salgıya sulanıp bir
kulak darbesiyle geberen sinek gibidir! Sevgisini ve öğüdünü
şükür bilmez bir hayırsıza yönelten adam kıraç toprağa
tohum ekmektedir! Kendini beğenmiş salağa akıl veren
adam, ölüyle müşavere edene yahut sağıra sır verene benzer.
Dimne:
— Bırak edebiyatı da kendine çare bul!
Şetrebe:
— Arslan beni mideye indirmeye niyetlenmişe nasıl
kurtulacağım ki? Sen söylüyorsun zâten onun kötü niyetli ol
duğunu. Ben şunu da biliyorum: O hakkımda hayır düşünse
adamları hilekârca davranıp helakimi istediklerinde elbet
amaçlarına ulaşacaklardır. Zîrâ kötüler bir masumu mahvet
mek istediklerinde zayıf da olsalar erişirler hedeflerine; o
suçsuz adam güçlü olsa ne yazar... Kurt, karga ve çakal dü
zenbazlıkla mahvetmediler mi koca bir deveyi!
— Nasıl oldu?
— İnsanların sürekli kullandığı bir güzergâh kenarın
daki ormanda kurt, karga ve çakalla beraber bir arslan ya
şarmış. Deve güden çobanlar dâima o yolu kullanırmış. Bir
gün sürünün ardında kalan bir deve ormanlığa dalar, arsla
nın yanına varır. Arslan:
— Neredensin? diye sorunca
— Falan yerdenim! der bizimki. Arslan:
— Ne istiyorsun?
— Kralımızın buyurduğu şeyi!
— Öyleyse memnun, mesut ve huzur dolu bir gönülle
kal yanımızda.
Arslanla deve epey dostluk ederler. Sonra arslan av
bulmak amacıyla yola düşer. Karşılaştığı fille şiddetli bir
mücâdeleye girişir ve dev hayvandan aldığı darbeyle yara
bere içinde geri döner. Filin etkili diş darbeleri arslanın her
yanında kanlı izler bırakmıştır. Bir daha ava çıkamayacak
kadar yorgundur, yerinden kımıldayamamaktadır. Öte
yanda kurt, karga ve çakal da aç kalırlar günlerce; zîrâ
arslanın artıklarından nasiplenmektedirler. Açlıktan
kıvranan asalakların durumunu farkeden arslan:
— Siz de pek zayıf düştünüz, size de yemek lazım....
— Yo, Yo! Efendimiz, biz kendimizi değil zât-ı âlîlerini
düşünüyoruz. Keşke biraz yiyecek bulsak da durumunuzun
düzelmesine vesîle olsak!
— Sizin samimî dileklerinizden kuşku duymuyorum.
Etrafı bir kolaçan edin, av bulabilirsiniz. Hem siz hem de ben
doymuş oluruz.
Kurt, karga ve çakal arslanın yanından ayrılarak bir
köşeye çekilirken. Aralarında fısıldaşırlar;
"Şu ot yiyenle hiç bir münâsebetimiz yok. Hâlî
hâlimize benzemez, fikri fikrimize uymaz! Arslanın kafasını
karıştırsak da onu yese, bize de birşeyler kalır elbet..."
Çakal:
— Bunu böylece söyleyemeyiz arslana! O, deveye can
emniyeti verdi.
Karga:
— Ben bu meselemizi çözerim! deyivermiş ve arslanın
huzuruna çıkmış. Arslan:
— Hayrola bir şey mi buldun? diye sorar. Karga cevap
verir:
— Çalışabilen ve görebilen kimse elbet bir çözüm bu
lur. Biz açız; bu karın gurultusuyla çalışmak ve av görmek ne
mümkün! Ama aramızda bir karara vardık. Hükümdarımız
da uygun görürse tamam deyip gerekeni yapacağız.
— Ne karara vardınız?
— Şu deve... Aramızdaki otobur. Onun bize faydası
yok!
Arslan kargayı tersler:
— Ne kötü bir fikir! Nasıl da gaddar ve merhametsiz
bir niyet! Biliyorsun ki ben deveye can emniyeti verdim; ah
dettim ona bir şey olmayacak diye! Sen bundan haberdar ol
duğun halde hangi cüretle bu laflan söyleyebiliyorsun? Kor
ku ve endişeyle kıvranan bir garibi huzura kavuşturan, bir
adamın kazandığı sevaptan daha büyüğü var mı? Ben deve
ye aman verdim; cayamam vadimden!
Karga:
— Hükümdarımızı anlıyorum... Ama bir ailenin kurtul-
ması için bir can, bir kabilenin kurtulması için bir aile, bir
şehrin kurtulması için bir kabile ve bir hükümdarın
kurtulması için bir şehir feda edilse yeridir! Şimdi
hükümdarımızın ihtiyacı vardır... Ben onu, verdiği sözün
ağırlığından kurtaracağım. O meşakkat altına girmeyecek,
kendisi bu işi takip etmediği gibi kimseye de bu hususta emir
göndermeyecek. Biz, evet biz, hükümdarımız için zafer
getirecek bir çare bulacağız.
Arslan, karganın konuşuğuna cevap vermez;
düşüncelere dalmıştır. Karga arslanın tasvibini hissedince
arkadaşlarının yanına varır ve şöyle der:
— Deveyi yeme hususunda arslanla konuştum. Şimdi
hep beraber deveyi de yanımıza alarak onun huzuruna çıka
lım. Ona düşkün olduğumuza, başına gelen açlık belasını gi
derme hususunda gayretli olduğumuza dâir imada buluna
lım, üzgün gözükelim. Herbirimiz kendini arslana sunsun,
kurban olarak. Öte yandan diğer ikimiz itiraz ederek bu tek
lifi eleştirsin. Arslanın o arkadaşımızı kurban olarak yemesi
nin yanlış olduğunu izah etsin. Bu tuzağı başarıyla uygular
sak hepimiz kurtuluruz, arslan da bizden razı olur.
Böylece arslanın yanına varırlar. Karga başlar söze:
— Hükümdarımız! Seni güzelce yaşatacak ve semirte
cek bir kurban lâzım sana. Senin sayende yiyen içen, yaşayan
bendelerin olarak biz, kendimizi sana sunuyoruz. Sen ölürsen
hiçbirimiz yaşamayız senin ardından. Hayat acı gelir bize.
Ben öne çıkıyor ve hükümdarımın beni yemesini istiyorum!
Kurtla çakal hemen itiraz ettiler:
— Sus! Hükümdar seni yese ne olur, yemese ne olur!
Sen onun dişinin kovuğunu bile dolduramazsın!
Çakal:
— Ama ben hükümdarımı doyururum! Beni afiyetle
mideye indirsin, razıyım!
Hemen kurtla karga itiraz ettiler:
— Sen kokmuş, çirkef bir şeysin...
Kurt:
— Ben öyle değilim! Hükümdarımız beni yesin! Kendi
mi sunuyorum, yürekten razıyım bu hükme!
Bu sefer de karga ile çakal müdâhale ederler:
— Doktorlar der ki: "Hayatına susayan kurt eti yesin!"
Bu konuşmalar bittiğinde deve şöyle bir sonuca var
mış: Kendisini kurban ederse ötekiler hemen atılacak, birbir
lerini korudukları gibi onu da koruyacaklar bir bahane bula
rak... Böylece hem selâmete kavuşacak hem de arslanı razı
edecek. Muhtemel tehlikelerden bertaraf olmak da işin caba
sı... Hemen söze girer deve:
— Hükümdarımız lütfedip beni yesinler! Karnı doyar,
etim hoş ve lezizdir, içim tertemizdir! Buyursun bana! Arka
daşları ve bendelerine de ikram etsin benim etimden! Razı
yım bu hükme!
Ansızın kurt, çakal ve karga ağız birliği ederek:
— Deve doğru söylüyor! Gayet cömert davrandı, doğ
ru bildiğini haykırdı! derler ve üzerine çullanırlar saf deve
nin...
İşte (ey Dimne), bu hikâyeyi sana anlattım,
bilmelisin ki arslanın çevresindekiler benim işimi bitirmeye
niyetliyseler onlardan korunamam asla! Arslan onlar gibi
düşünmese de böyledir bu. Faydası olmaz bana onun iyi
niyetinin. Derler ki: Hükümdarların en iyisi, halkı
arasında adaletli davranandır. Arslanın kalbi bana karşı
güzel ve dostça hislerle dolu olsa ne yazar? Dedikodular
onu bozacaktır elbet! Zîrâ dedikodu, kendisi arttıkça acıma
ve şefkati azaltan bir haldir. Suyun söz gibi olmadığını
mutlaka farketmişsindir! Taş ise insandan da sert... Ama
su, taşın üzerine aka aka delik açar onda! Sözün de insana
olan tesiri böyledir...
Dimne sordu:
— Öyleyse ne yapmayı düşünüyorsun?
— Kavga için hazırlık! Başka çârem yok. Zira ne dua
eden kişi duâsıyla, ne sadaka veren sadakasıyla, ne de takvâ
lı kişi takvâsıyla kazanabilir, dâvası haklı bir temele oturan
adamın savaş esnasında kazandığı sevabı!
Dimne:
— Aslında başka bir yolu yordamı varsa tehlikeye atıl
mak hiç doğru değil! Tedbirli kişi, savaşı son çâre sayan, ön
ce elinden gelen manevra ve hileyi uygulamaya koyandır.
Derler ki: Düşman, zayıf ve zavallı diye küçümseme; özellik
le de başının çaresine bakacak ve yardımcı bulabilecek du
rumdaysa! Var sen hesâb et, cesur ve güçlü arslana karşı ne
yapmak lâzım geldiğini! Zayıf gördüğü düşmanı hafife alan
kişi, deniz perisinin Taytava kuşu sebebiyle düşürüldüğü tu
zağa düşer.
— Nasıl oldu bu?
— Anlatırlar ki Taytava adlı bir deniz kuşu sahilde ya
şarmış, karısıyla birlikte. Yumurtlama zamanı gelince dişi
erkeğine bir teklif sunmuş:
— Şöyle etrafı korunaklı bir yer bulsak da orada yavru
etsek.. Zîrâ ben deniz perisinin suyu kabartıp yavrularımızı
götürmesinden korkuyorum.
Erkek:
— Bulunduğun yer uygun. Orada yumurtla! Hem su ve
çiçekler bize yakın, ne güzel!
Dişi:
— Ahmak! Ben deniz perisinin yavrularımızı alıp gö
türmesinden endişe ediyorum.
— Aman sen de! Oracıkta yumurtla işte; deniz perisi
böyle bir şey yapmaz.
— Ne kadar da inatçısın! Onun seni nasıl tehdit ettiği
ni hatırlamıyorsun, değil mi?! Gücün ne senin? Kendini bil
miyor musun?
Ama erkek karısının sözlerim dinlememiş. Dişi epey
ısrar ettiği halde kocasına lafını dinletemeyince demiş ki:
— Öğüt vereni dinlemeyen, ördeklerin sözüne kulak
vermeyenin akıbetine uğrar! Erkek merakla sormuş:
— Nasıl olmuş ki? Dişi kuş:
— Anlatırlar: Kenarı otlak bir gölde iki ördek yaşar
mış. Bir de onlarla gül gibi geçinen bir kaplumbağa. Gün gel
miş, gölün suyu çekilmiş. Ördekler kaplumbağaya veda et
meye gelip demişler ki:
— Sana selam.. Buradan çekip gidiyoruz biz, suyu ku
ruduğu için.
— Suyun kuruması benim gibilerine de zarar verir.
Ben gemiye benzerim, suyla yaşarım. Oysa siz nerede olsanız
yaşarsınız, beni de yanınıza alsanıza!
Ördekler:
— Olur! deyince kaplumbağa:
— Beni nasıl taşıyacaksınız? diye sormuş.
— Bir çubuğun iki tarafını tutarız. Sen de ortasını yaka
larsın ağzınla. Böylece seni havada götürürüz. Yalnız sakın ha
ağzını açmayasın, insanlar (sana bakıp da) konuştuklarında!
Ördekler
bu
açıklamayı
yaptıktan
sonra
kaplumbağayı takmışlar çubuğa, havalanmışlar. İnsanlar bu
manzarayı görünce:
— Ne garip, iki ördek bir kaplumbağayı aralarına alıp
götürüyorlar! demişler. Kaplumbağa dayanamayıp:
— Allah gözlerinizi çıkarsın e mi! deyivermiş ve ağzı
açıldığı için yere çakılıp ölmüş.
Erkek kuş hikayeyi dinledikten sonra:
— Tamam seni dinledim ama sen yine de deniz perisin
den korkma! demiş.
Ve su kabarıp yavrular dalgalarla gidince dişi:
— Ben en baştan bunu biliyordum! demiş. Erkek ise:
— İntikam alacağım! diye söz vermiş. Bu hisle kuş ca
miasını toplayan erkek:
— Siz benim kardeşlerim, güvenilir dostlarımsınız.
Lütfen bana yardım ediniz! demiş.
— Ne yapmamızı istersin? diyen kuşlara cevap vermiş
Taytava:
— Toplanırız, hep beraber öteki kuşlara gideriz. Deniz
perisinin bana yağdırdığı felaketi anlatırız, derdimi bildiri
riz. Sonra deriz ki onlara: "Siz de bizim gibi kuşsunuz. Bize
yardım etsenize!"
Kuşlar:
— Tamam, Anka bizim efendimiz, kraliçemizdir. Bi
zimle beraber oraya gel! Seslenelim, çıksın karşımıza. Deniz
perisinin sana neler yaptığını anlatalım.
Onun hükümdarlığını kullanarak intikam almasını
isteyelim!
Kuşlar Taytava'yla giderler Anka'ya. Huzurunda
yalvarıp yardım isterler. Anka onların karşısına çıkar.
Kuşlar durumu izah edip deniz perisiyle savaşmak için
gelmesini isterler. Anka kabul eder.
Deniz perisi, Anka'nın göğü dolduran bir kuş
ordusuyla yanaştığını görünce teslim bayrağını çeker. Böyle
azametli bir hükümdarla savaşamayacağını anlar,
Taytava'nın yavrularını iade eder, barış yapar ve Anka
döner geriye.
Dimne sözünü tamamlayınca Şetrebe'ye dönerek;
— Bu hikayeyi sana doğrudan arslanla savaşmanı uy
gun görmediğim için anlattım...
Şetrebe:
— Ben arslanla savaşacak, ona karşı gizli yahut açık
bir düşmanlık besleyecek değilim. Eski vaziyetimi değiştir
meyeceğim. Ancak korktuğum başıma gelir, beklediğim ha
reketi yaparsa savaşacağım onunla sonuna kadar!
Dimne Şetrebe'nin bu açıklamalarından hoşlanmaz.
İyice anlar ki bu öküzün savaşmaya niyeti yoktur ve ona karşı
sayıp döktüğü belirtileri arslanda göremezse iş sarpa saracak,
suçlu duruma düşecektir. Dimne Şetrebe gözünde hâin
olacaktır. Durumu kurtarmak için yine oyun yapar:
— Sen var hele arslana!.. Suratına baktığında pek ha
yırlı düşünmediğini anlayacaksın.
— Nasıl yani? der Şetrebe. Dimne devam eder:
— Huzuruna çıktığında onun kuyruğu üzere oturup
göğsünü sana çevirdiğini, gözünü sana sâbitleyip kulaklarını
diktiğini hattâ ağzını açtığını göreceksin! Kısaca sana saldır
mak için hazırlandığına tanık olacaksın!
— Bu alâmetleri arslanda görürsen senin doğru sözlü
olduğunu anlarım.
Dimne arslanı öküze, öküzü de arslana kışkırttıktan
sonra rahat eder ve derhal varır Kelile'nin yanına. İkisi
karşılaştıkta Kelile sorar:
— Senin işin ne oldu, nereye vardı?
— Tam istediğim gibi oldu. İkimizin dilediği gibi so
nuçlanacak!
Sonra her ikisi de arslanla öküzün kavgasını
seyretmek, olayın neticesini anlamak için yola düştüler...
Şetrebe huzura girer. Arslanı tıpkı Dimne'nin izah
ettiği gibi bulur. Kendi kendine: "Doğruymuş! Hükümdarla
dostluk kuran koynunda yılan besleyen gibidir. Ne zaman
saldıracağı belli olmaz!" der. Arslan da öküzü seyretmekte ve
Dimne'nin bahsettiği belirtileri görmektedir onda. Şimdi hiç
kuşkusu kalmamıştır öküzün döğüşmeye geldiği hususunda!
Ansızın yerinden fırlayarak hücum eder öküze. İkisi
arasında korkunç bir kavga başlar. İkisinden de kanlar akar.
Kelile arslanın başına gelenleri görünce Dimne'ye şöyle der:
— Hükümdar, yârânıyla hükümdar, deniz de dalgala
rıyla deniz. Sana öğüt verdim, seni terbiye etmeye çalıştım;
ama yaptıklarım, o malum adamın kuşa dediklerine
benzemiş; "Doğrulmayacak şeyi düzeltmeye çalışma!
Terbiye edilmeyecek kişiyi terbiye etmekle uğraşma!"
Dinine sorar:
— Nedir bunun hikayesi:
Kelile anlatır:
— Bir maymun sürüsü yaşarmış bir dağda. Rüzgârla
rın uluduğu, yağmurun kurşun gibi indiği soğuk bir gecede
ateş aramış ama bulamamışlar. Derken kıvılcım gibi uçan
bir ateşböceği görmüşler, onu ısınacak ateş sanarak üzerine
odun yığmışlar! Bir de üflemezler mi?! Güya üsttekiler tutu
şacak da hep beraber ısınacaklar.. Hemen yakınlarındaki
ağaçta bir kuş varmış; o onlara bakıyor, onlar da ona bakı
yor... Kuş, maymunlarını işine artık dayanamamış ve sesleni
vermiş:
— Boşuna uğraşmayın! O gördüğünüz ateş değildir.
Kuş bu şekilde bir kaç uyan daha yapsa da fayda
etmez. Bu sefer onlara yaklaşmak ister, yaptıklarından
vazgeçirmek için. O sırada civardan biri geçmektedir. Kuşun
çabasını görür ve der ki:
— Doğrulmayacak şeyi düzeltmeye çalışma! Zira kesil
meyecek taşa tecrübe için kılıç vurulmaz. Eğilmeyecek daldan
da yay yapılmaz.
Ama kuş bu öğüdü dinlemez. Ateş böceğinin
yakmadığını, ısıtmadığını anlatmak için maymunlara doğru
ilerler. Ansızın bir maymun onu yakalayıp yere çalar;
canverir oracıkta kuş...
İşte aramızda geçen öğüt verme hâdisesi de böyle! Sen
yalanın, hilenin kötülüğün cazibesine kapılmışsın.
Yalancılık ve kötü kalplilik iğrenç huylardandır. Hele yalan...
Akıbeti hiç hayır olmaz! Bunun da bir örneği vardır.
Dinme:
— Bunun örneği ne? deyince Kelile anlatır:
— Anlatırlar ki bir düzenbaz, bir budalayla ticaret or
tağı olarak yola koyulmuş. Güzergâhta budala ihtiyaç için
geride kalmış. Şansı açık... İçinde bin altın bulunan bir kese
bulmasın mı?! Düzenbaz da bu işten haberdar oluyor tabîi...
Neyse memlekete dönmüşler, şehre girmeden evvel altım
paylaşmak için oturmuşlar. Budala:
— Yarısını sen al, yansını bana ayır, demiş. Ama dü
zenbaz yoldaş bin altının tümünü götürme sevdasıyla ya
nık... Demiş ki:
— Yo, yo, bölüşmeyelim. Ortak olmak, dostluğa yakı
şandır. Ben bir miktarını harcırah alayım. Sen de öyle al, azı
cık.. Geri kalanı da şu ağacın köküne gömelim. Burası emni
yetli bir nokta. İhtiyacımız olunca ben ve sen gelir gerektiği
kadarını alırız. Yerimizi de kimse bilemez.
İkisi de altından biraz almışlar, geri kalanı büyük bir
ağacın dibine gömerek şehre girmişler. Bir süre sonra
düzenbaz, budalaya çaktırmadan altınların yanına gidip,
hepsini cebe indirir ve gömü yerini eskisi gibi düzler. Birkaç
ay sonra budala düzenbazın yanına gelir ve der ki:
— Paraya ihtiyacım var. Gidelim de gerektiği kadar
alalım.
Düzenbaz dost kalkar oraya gider. Kazdıklarında
hiçbir şey bulamazlar. Düzenbaz güya üzüntü içinde kendi
suratım tokatlamakta ve söylenmektedir:
— Ah, ah... Hiç kimsenin dostluğuna güvenmemek la
zım. Sen benden gizli sızdın buraya, altınları aldın!
Ahmak herif yüzüne daha çok vurmakta ve yaygaraya
devam etmektedir:
— Altınları senden başkası alamaz! Senden başka
kimse bilemez onların yerini!
Aralarındaki niza uzar. Nihayet Kadı efendiye
başvururlar, olayı anlatırlar. Düzenbaz yoldaş altınları
budalanın aldığını iddia etmektedir. Budala reddeder durur.
Kadı düzenbaza sorar:
— İddianı güçlendirecek bir kanıtın var mı?
—Elbette! Altınların başındaki ağaç en büyük tanıktır
onları budalanın çaldığına!
Meğer düzenbaz herif babasına gidip ağacın
kovuğunda gizlenmesini tenbih etmiş... Soru sorulduğu
zaman konuşacakmış ağaç böylece!
Kadı, düzenbazın iddiasını olmayacak işlerden saysa
da adamlarıyla beraber yola çıkmış; budala ve düzenbaz da o
gruptaymış. Nihayet oraya vardıklarında kadı ağaca durumu
sormuş. Kovuktaki ihtiyar:
— Evet! Altınları o budala aldı! demiş.
Kadı bu sözleri işitince hayreti artmış ve çalı çırpı
getirilip ağacın tutuşturulmasını emretmiş! Ağacın dört bir
yanı alev alev yanarken düzenbazın babası basmış çığlığı!
Yanarak ölmek üzereyken kovuktan çıkarılmış. Kadı güzel
bir sorguya çekmiş onu. İhtiyar olayın aslını anlatınca kadı
onu tokatlatmış, oğlunu da dövdürmüş. Sonra el âleme ibret
olsun diye eşeğe bindirmiş suçluyu. Hilekârdan tek tek
almış altınları ve budalaya vermiş.
Sana bu örneği yalan ve hile peşinde koşanın çoğu kez
aldanıp tuzağa düştüğünü bilmen için anlattım. Oysa sen ey
Dimne yalanı, hileyi ve şerri toplamışsın kendinde! Ben
senin adına endişeliyim! Bakalım yaptığın hıyanet nereye
varacak?! Sanma ki ağır cezalardan kurtulacaksın! Sen iki
renkli, çatal dillisin! Nehrin suyu, denize varmadıkça
tatlıdır. İçlerinde bir fesatçı çıkmadıkça ev halkı dirlik ve
nizâmını korur. Sen çatal 'dilli, zehirli yılana benziyorsun.
Ben eskiden beri senin dilinden damlayan zehirden
korkmakta ve başına gelecek belâyı beklemekteydim. Korku
ve dostları birbirinden ayıran kişi şu yılana benzer: İnsan
onu eğitir, besler okşar, nice iyilikten sonra yılan onu
sokar. Budur onun karşılığı.
Denilir ki: Akıllı, asil ve cömert insanlarla beraber ol;
onlara yanaş; onlardan ayrılma. Adam akıllı ve yüce ruhlu
ise onunla dost olmalısın; yüce ruhlu değil ama akıllıysa
yine dost olmalısın; akılsız ama saf, iyi kalpli ve cömert ise
yine bırakmamalısın onu!
Çünkü akıllı ve asil ruhlu olan kişi mükemmeldir.
Akıllı ama yüce ruhlu olmayana gelince ahlak
beğenilmese de sen onunla dostluk kur! Kötü ahlakından
uzak durup aklından faydalanırsın!
Pek akıllı olmasa da saf, cömert ve temiz insanla da
dostluk kurmalısın (demiştik). Onunla alâkanı kesme!
Aklını beğenmesen de asaletinden, temiz kalpliliğinden,
cömertliğinden faydalanabilirsen kendi aklını kullanarak
güzel neticeler elde edebilirsin!
Hem aptal hem de kötü yürekli olana gelince: böylesin
den kaçabildiğin kadar kaç! Aslında benim de senden
kaçmam lazım!... Sen ki velinimetin olan, sana onur veren,
iltifatlar yağdıran hükümdarına yapmışsın yapacağını!
Artık senden nasıl asalet ve altın kalplilik beklesin ki
dostların?
Sen şu sözü söyleyen adamı andırıyorsun;
"Fareleri yüz batman demiri kemiren bir ülkenin
doğanları fil kapıp kaçırsa yeridir, hiç yadırganmaz!"
Dimne:
"Bu hikâyenin aslı ne?"
Kelile:
"Anlatırlar işte, bir memleketle bir tacir yaşarmış.
Para kazanmak için bir tarafa açılmış; tabi yanındaki yüz
batman demiri bir arkadaşına emânet ederek çıkmış yola....
Her neyse bizim tacir, bir gün döner evine. Ve dostunu
ziyaret edip demiri ister. Ama beriki oralı bile olmaz:
"Demir mi? Fareler kemirdi, bir şey kalmadı!" der.
Bizim tacir de şöyle der:
"He ya! Hakîkaten demiri fareden daha iyi kemiren bir
şey yok diye duymuştum evvelce"
Adam, tacirin fare hikayesine kandığım sanmış.
Tacir ise yolda berikinin oğluna rastlar. Onu alıp evine
götürür. Ertesi gün ona gelen adanı;
"Oğlum hakkında bir malumatın var mı?" diye sorar.
Tacir cevap verir:
"Ha, dün senin yanından çıktığımda bir de ne göreyim!
Bir alıcı kuş, bir çocuğu kapıp kaçırıyor! Belki de senin velet,
kim bilir!"
Adam saçını başını yolarak söylenmiş:
"Hey, millet! Doğan çocuk kaparmıymış hiç? Duyanınız
yahut göreniniz var mı bunu?" Adamın feryâdu figânına
karşı tacir yapıştırmış lafı:
"Eh yâni, bir ülkede fareler yüz batman demiri
kemirirse doğanlar da filleri götürür! Hayret edilecek bir iş
değil!"
Adam hemen yalvarır o anda:
"Etme, eyleme! Senin demirini ben iç ettim! İşte
parası! Haydi ver oğlumu!"
Bu misâli şunun için anlattım: Sen dostuna ve
yandaşına karşı kalleşlik yaparsan başkalarının da sana
kalleşlik yapması kaçınılmaz olur. Bil ki bir adam dostluk
kurduğu kişinin yanında başka birine hâin davranırsa beriki
de ondan kopar; onun nezdinde dostluğun pek bir şey ifâde
etmediğini anlar. Vefa ve liyâkat derdi olmayan adama
gösterilen alâka; teşekkür bilmez bir nanköre verilen hediye;
öğüt ve eğitim kabul etmez bir kütüğe verilen eğitim; sır
tutmaz bir boşboğaza emanet edilen sır gibi zayi olmuş hiçbir
şey olamaz dünyâda! Kuşkusuz iyilerle kurulan dostluk
iyilik getirir. Kötülerle kurulan dostluk kötülük getirir; tıpkı
rüzgar gibi ki çürümüş pis bir nesnenin kıyısından geçse
onun kokusunu, mis gibi (bir çiçeğin) yanından geçse onun
ıtrim taşır!
Her neyse, sözü uzattım; başını ağrıttım.
Kelile sözünü bitirirken arslan da öküzün işini
bitirmiştir. Ama bir vakit sonra öfkesi dinen arslan yaptığı işi
düşünür ve şöyle der:
"Şetrebe'nin ölümüyle yıkıldım! O aklı başında güzel
ahlaklı, sağlam görüşlü biriydi. Kim bilir masumdu, hatta
iftiraya uğramış bile olabilir!"
Arslan nedamet hisleriyle perişan olmuş, suratı
kederle bulutlanmıştı. Dimne bu duruma tanık olunca
Kelile'nin yanından ayrılarak arslana doğru yaklaştı;
— Zaferin mübarek olsun! Allah Teâlâ senin düşmanı
nın helak etmiştir, daha neye üzülürsünüz hünkârım? dedi.
Hükümdar hüzünle cevapladı bu soruyu:
— Şetrebe... Akıllı, nâzik, terbiyeli ve tutarlı görüşlere
sahip biriydi. Ona üzülüyorum.
Kelile:
— Bırakınız, merhamet etmeyiniz ona efendimiz! Akıl
lı adam, endişe ve korkuyla (takip ettiği düşmanı) na acımaz.
Tedbirli adam tabii olarak birine kızabilir, huylarından huy
lanabilir. Sonra faydalı olacağını düşünerek onu kendisine
yakın kılar; tıpkı menfaatini görmek amacıyla acı ilaç içme
ye zorlanan hasta gibi! Bazen de birini sever, değer verir ama
zarar göreceği endişesiyle yanından uzaklaştırır onu ve öldü
rebilir de! Tıpkı şu adam gibi; yılan onun parmağım sokar da
o, zehrin tüm bedene yayılmasını önlemek amacıyla parma
ğını keser ve kurtulur!
Arslan, o anlık Dimne'nin sözleriyle rahatlar
Ama daha sonra Dimne'nin nasıl yalanlar attığını;
iftiracı ve kalleş olduğunu öğrenir. Ve en fecî şekilde
öldürür onu! (Şimdi anlatacağız.)
DİMNE'NİN DURUMUNUN ARAŞTIRILMASI BABI
Kral Debşelim bilge Beydebâ'ya dedi ki:
— Hilede uzmanlaşmış bir ispiyoncunun koğuculuk
ederek iki dost arasındaki köklü sevgiyi nasıl bozduğunu an
lattın.
Şimdi söyle bakalım, Şetrebe'nin ölümünden sonra
Dimne'nin akıbeti ne oldu? Arslan ona öküz hakkında ne
düşündüğüne ve ispiyonculuk günahını niçin yüklendiğine
dâir sorular yöneltince Dimne ne mazeret ileri sürdü? Arslan
ve adamlarının yanında dile getirdiği delil neydi Dimne'nin?
Bilge Beydebâ:
— Dimne hâdisesinde şu neticeyi gördüm: Arslan Şet
rebe'yi öldürdükten sonra yaptığı işe pişman olmuş, bir za
manlar onunla kurduğu güzel dostluğu hasretle yadetmiş;
ahbapları içinde onun gibisinin bulunmadığını hattâ en ya
kın ve sıcak dostunun o olduğunu hissetmiş. Hakîkaten de
arslan, çevresinde dört dönen en yakın danışmanlarıyla değil
dâima onunla istişare edermiş.
Arslanın öküzden sonra en yakın arkadaşı kaplandı.
Tesadüf bu ya, bir gece arslanın meclisinde geç vakte kadar
kalmış, gece yansı oradan ayrılmıştı. Yolu Kelile ve
Dimne'nin evinin kenarından geçiyordu. Kapını yanına
varınca Kelile'nin sert bir şekilde Dimne'yi eleştirdiğim işitti.
Kelile,
Dimne'yi attığı yalanlardan ötürü suçluyor, ispiyonlarından
ötürü kıyasıya tenkit ediyordu.
Kaplan, Dimne'nin suçlu ve âsi olduğunu, (evvelce de)
Kelile'ye hiç kulak vermediğini anlamıştı. Böylece Kelile ile
Dimne arasında cereyan eden diyalogu tüm ayrıntılarıyla
dinlemek için kenara çömeldi, kulaklarını kabarttı. Kelile,
Dimne'ye şunları da söylüyordu:
— Sen belâlı bir gemiye binmiş, dar bir sokağa girmiş
sin! Kendini mahvedecek bir iş yapmışsın! Bunun sonu va
himdir! Arslan senin işini anlayıp hilekâr davrandığını far
kedince düşüşün fecî olacaktır! Hiç bir yardımcın olmayacak
etrafında! Şerrinden korkulacağı, fitnelerinden endişe edile
ceği için aşağılanma ve öldürülme tehlikesi seni bulacaktır.
Artık senin dostun değilim. Ama sırrını da ifşa etmeyeceğim.
Zîrâ bilge kişiler şöyle derler: "Artık sevemediğin kişiyi bı
rak..." Ben senden uzaklaşmalı ve bu (Şetrebe) komplosun
dan ötürü arslanda vuku bulacak infialden kendimi kurtar
malıyım!
Kaplan, Kelile ile Dimne arasındaki diyalogdan
kulağına arta kalan bu sözlerle döner, arslanın annesinin
yanına varır. Ona bir sır vereceğini belirtir; ama asla ifşa
etmemesi gerektiğine dâir and ister ondan. Kadın, kimseye
ağzım açmayacağına dâir söz verir. Böylece kaplan, Kelile
ile Dimne arasında geçen konuşması aktarır...
Arslanın annesi sabahleyin oğlunun huzuruna çıkar.
Arslan, Şetrebe gibi iyi bir dostu öldürmekten ötürü
gam ve kasvet içinde perişandır. Anne der ki:
— Seni kıskıvrak yakalayan bu hüznün sebebi ne ola?
Arslan:
— Şetrebe'nin ölümü! Onun iyi dostluğunu, öğütlerini,
bir zamanlar dâima can yoldaşım olduğunu, verdiği nasihat
leri yerine getirişimi hatırladıkça üzülüyorum.
Anne:
— İşte, kişinin kendi aleyhine yapacağı tanıklığın en
keskin ve şiddetlisi bu olmalı! Hakîkaten büyük hatâ! Açık
bir bilgi, sağlam bir kanaat olmadan nasıl canına kıydın o
öküzün? Bilge kişinin, sır ifşa etmemenin gerekliliğine ve
ifşa edişteki ayba dâir vecizeleri olmasa derhal anlatırdım
sana bildiklerimi!
Arslan:
— Bilgelerin sözleri muhtelif şekillerde yorumlanır ve
bir çok mânâya gelebilir. Evet senin doğru söylediğini biliyo
rum. Ama sende (benimle) ilgili bir görüş (ve bilgi) varsa giz
lememelisin... Biri sana (benimle ilgili) sır emânet etmişse
lütfen bildir bana.. Anlayayım işin aslım, gidişattan haber
dar olayım!
Böylece anne, kaplanın adım vermeden duyduğu her
şeyi oğluna anlattı ve ekledi:
— Ben, sır ifşa etmenin ağır cezası, boşboğaz bir ifşâcı
nın ne denli ayıplandığına dâir bilgeler tarafından söylenen
sözleri bilmiyor değilim! Ama sana gerekli ve yararlı olacak
şeyi haber vermek istedim...
Bir işin zararı halka dokunuyorsa (bunu söylememek
suretiyle) hükümdara ihanette direnmek kötülük damgasını
kaldırmaz o sırrı saklayanlardan! Zâten bu yüzden bazı âdi,
aşağılık kişiler kendilerine mazeret uydurmakta, yanlış
işlerine
kulp
bulmaktadırlar.
Apaçık
bir
suçu
gölgeleyebilmektedirler. Aşağılık kişilerin en büyük suçu
akıllı ve tedbirli kişiye cüret göstermeleri, handiyse
kabarmalarıdır!
Anne sözlerini bitirince arslan hemen dostlarını,
müşavirlerini, askerlerini çağırdı. Herkes huzura geldi.
Dimne'de karşıya geçip hükümdarın kederle bulutlu yüzünü
görünce çevreden birine sordu:
— Ne var? Kral niye üzgün?
Arslanın annesi:
— Arslanı üzen senin hayatta kalınandır! Göz yumu
lup açılıncaya kadar kısa da olsa... Bundan böyle sen ölüsün!
Arslan mahvedecek seni!
Dimne aldı sözü:
— Eskiler (söylenmedik) bir şey bırakmamışlardır son
radan gelenlere... Denilir ki: "Belâ, kucak açıp teslimiyetle
bekleyenden önce, endişeyle kaçan ve korunana gelirmiş."
Kral, özel adamları ve askerleriyle kötü örnek olmasın... Şöy
le bir söz duymuştum: "Kötünün kötülüğünü bildiği halde
dostluğunu bırakmayan, elbet kendine etmiştir eziyeti!" İşte
bu yüzden zahitler halkla hemhal olmaktan vazgeçerek yal
nızlığı tercih etmişler; Allah rızası için ibâdet aşkını dünya
hevesine ve dünya tutkunlarıyla dostluğa tercih etmişlerdir.
İyiliğe tam iyilikle, güzelliğe tam güzellikle karşılık veren
kim var Allah'tan gayrı?
İyiliğin mükâfaatını kullardan bekleyen, mahrum
kalacaktır! Zîrâ Allah'tan başkası için gönlünü vere vere
çabalamak, kuldan karşılık beklemek suretiyle hakîkaten
sapıtmıştır. Hükümdarın halkı güzel huya, doğru tavıra,
dürüst hayata önem vermelidir. Bilgeler şöyle der:
"İnanılmayacak şeye inanan;, inanılması gerekli şeye
inanmayan kişi kendini kölesine sunan ve bu kölenin
oyunuyla rezil rüsva olan hâtûn gibidir ki aynı belâ
gelecektir başına."
Arslanın annesi:
— Nasıl olmuş bu?
Dimne:
— Bir şehirde bir tacir yaşarmış. Güzel mi güzel nâzik
mi nâzik bir hâtûnu varmış onun...
Adamın komşusu olan mahir bir ressam o kadının
dostuymuş. Kadın bir gün ressama der ki:
— Hiç ses-sâdâ olmadan, îmâ etmeden ve ikimizin dav
ranışından şüphe uyandırmayacak cinsten bir "yanaşma ve
gelişme işareti" bulursan iyi olur!
Ressam:
— Tamam, böyle bir çözüm buldum; sevineceksin, göz
lerin parlayacak! Söyleyeyim: bende bir harmani var, sanat-
kârâne suret ve işlemelerle bezeli. Sana niyetlendiğim
zaman bunu giyer öyle görünürüm!
Ressam bu harmaniyi giyinmiş ve kadına zuhûretmiş,
kadın da onun bulunduğu yeri tespit ederek varmış yanına.
Kadın, memnun ve dostuna kendini hazırlamakla meşgul
iken kölesi onu görür; ondan hoşlanır ve hayran hayran
seyreder.. Meğer bu köle, ressamın cariyesinin dostu imiş...
Her neyse, birgün köle, cariyeden "malum harmani" yi
ister. Câriye, sebebini sorunca;
- Bir dostuma göstermek ve böylece memnun etmek
istiyorum onu! Merak etme, efendinin haberi olmadan
elbiseyi sana geri getirmek için elimi çabuk tutacağım! der
köle...
Ressamın cariyesi harmaniyi köleye verir. Köle,
elbiseyi giyer ve ressamın gelişi gibi zuhur eder
hanımefendisine. Kadın onun siluetini görünce dostu olup
olmadığı hususunda hiç tereddüt etmeden yanaşıverir ve
koynuna girer....
Böylece köle döner, harmaniyi cariyeye verir, o da
yerine koyar. O esnada ressam evde yoktur. Geceleyin evine
döner. Âdeti veçhile elbiseyi sırtına geçirir ve kadına
görünür. Kadın şaşırır, adama yanaştıktan şöyle der:
— Ne çabuk döndün? Az önce yanımda değil miydin?
Bu tekrar niye?
Ressam kadının sözlerini işitince derhal evine döner,
cariyesini çağırır, gerçeği anlatmasını ister. Aksi halde onu
öldürecektir. Câriye çarnaçar durumu anlatır, ressam da
harmaniyi ateşe atar.
(Dimne sözlerine devamla)
Benim bu misâli getirişim, hükümdarımızın bendesi
hakkında bazı şüphelere dayanarak hüküm vermesini
engellemek kastıyladır. Hayır, hayır; bu hikâyeyi ölümden
korktuğum için anlatmış değilim. Zîrâ sevilmeyen bir şey de
olsa ölüm her canlıyı yakalayacaktır bir gün! Kaldı ki yüz
canım olsa kralımızın arzusuyla bunların hepsini feda
etmekten çekinmem, seve seve koşarım ölüme!
O esnada askerlerden biri ileri atıldı, itiraz etti:
— Dimne bu sözleri, kralımızı sevdiği için söylemiyor.
Paçayı kurtarmak istiyor, bahaneler buluyor!
Dimne cevap verdi:
— Yazık sana! Kendime bir özür bulmaya çalışıyorsam
ayıp bunun neresinde? İnsana kendi benliğinden daha yakın
kim vardır? İnsan kendine mâzaret aramazsa kime arar?
Evet, evet; şu bir türlü gizleyemediğin kin ve kıskançlık su
yüzüne çıktı! Seni dinleyen şuna kani olmuştur ki sen hiç
kimsenin iyiliğim istemezsin! Hatta sen, kendinin bile düş
manısın! Başkasına haydi haydi buğz edersin! Senin gibileri
nin hayvanlarla beraber olması bile doğru değildir! Nerde
kaldı krallarla yâren olmak, onların kapısında beklemek!..
Hiçbiri senin lâyığın değil, bu değerli makamların!
Dimne'nin bu sözlü atağı karşısında utanan asker başını
eğerek sıkıntılı bir hal ile dışarı çıkar Arslanın annesi
Dimne'ye çıkışır:
— Doğrusu utanmazlığına, küstahlığına, seninle konu
şana karşı dâvayı kendi lehine çevirerek yaptığın hilebazlığa
şaştım!
Dimne ona da cevap verir:
— Sen bana tek gözle bakıyor, laflarıma karşı tek ku
lağını kabartıyorsun! Üstelik bedbahtlık yakamı bırakma
mış, hakkımda ileri geri laflar etmişler hükümdarımızın
huzurunda! Evet çevremde herşeyin değiştiğini görüyorum.
Millet, hakikati söylemez olmuştur. Hükümdarın kapı kul
ları, onu hafife aldıkları, onun da bu zavallılara bol bol da
ğıtması yüzünden lüks ve eğlenceye gömülmüşler; ne za
man konuşup ne zaman susacaklarına dâir ölçüyü kaybet
mişlerdir!
Kralın annesi iyice kızar:
— Bak şu şirret küstaha! Cürmünün büyüklüğüne rağ
men nasıl da masum gibi laf yetiştiriyor, hiç hatâsı yokmuş
gibi konuşuyor!
Dimne cevabı yapıştırır:
— Üzerlerine vazife olmayan işlere burunlarım sokan
lar hiçbir kıymet ifade etmezler! Kum. dolduracağı yere kül ve
gübre dolduran; karı elbisesi giyen erkek; erkek elbisesi giyen
karı; "Ben ev sahibiyim" diyen misafir ve mecliste kendisine
sorulmayan şeylere cevap veren işgüzar gibi! Talihsiz kişi, iş
ten anlamayan, milletin derdini bilmeyen ve kendisine değe
cek kötülüğü bertaraf edemeyecek denli zayıf olandır.
Arslanın annesi:
— Hâin seni! Âdi düzenbaz! Bu laflarınla hükümdarın
gözünü boyayacağını ve onun seni zindana tıkmayacağını mı
sanıyorsun?
Dimne cevap verdi:
— Hâin odur ki düşmanı asla onun hilesinden emin
olamaz. Ve o, hasmını ele geçirdi mi suçsuz da olsa öldürür!
Arslanın annesi:
— Bre yalancı hâin! Sen yalanının getireceği âfetler
den paçayı kurtaracağını mı sanıyorsun? Suçun dağ gibiyken
hileyle işin içinden sağsâlim çıkacağını mı sanıyorsun?
Dimne cevap verdi:
— Yalancı o kimsedir ki olmayanı olmuş gibi anlatır,
yapılmayanı yapılmış gösterir. Benim sözüm doğrudur! Ger
çeği gösterir.
Arslanın annesi, "İçinizde bilge olanlar bu konuda
göreceğini görmüştür!" dedi ve kalkıp gitti. Arslan Dimne'yi
kadıya teslim etti. Kadı onun hapsedilmesini istedi. Böylece
boynuna bir ip takılan Dimne zindana götürüldü.
Gece yarısı Kelile, Dimne'nin hapse atıldığını duyar ve
gizlice ziyaret eder onu. Eski dostu Dimne'yi, her yandan
sımsıkı saran ve acıtan bukağılar, prangalar ve zincirler
içinde görünce ağlar ve şöyle der:
— Hile yoluna saparak onu bunu aldatman ve dost
öğüdüne kulak asmaman sebebiyle düştün zindana! Ben sa-
na öğüt vermekten geri durmadım. Sana hep içten
davrandım, yardımına koştum. Zîrâ her hâle uygun kâlin ve
her makama uygun cevâbın vardı. Sen felâkete uğramadan
önce sana nasihat vermeseydim elbet suçuna ortak olurdum.
Havalara girdin, gururlandın; aklın karıştı, sana nice
misâller getirerek uyanlarda bulunduğum halde beni
dinlemedin.
Sana
bilge
kişilerin
vecizelerini
hatırlatıyordum. Nitekim onların sözlerindendir:
"Hilekâr, ecelinden önce gider!"
Dimne aldı sözü:
— Sözünün doğru olduğunu bildim. Bilgeler şöyle der
ler: "Bir suç işlediğinde cezadan şikâyetçi olma, karamsarlı
ğa kapılma! Kuşku yok ki suçunun cezasını dünyada çekmen,
günah yüküyle âhirete varıp ateşe atılmandan daha iyidir."
Kelile:
— Demek istediğin şeyi bildim... Ama senin suçun bü
yük, arslanın cezalandırma tarzı ise ağırdır!
Zindanda Kelile ile Dimne'nin yakınlarında bu sözleri
dinleyen ama onlara görünmeyen bir pars varmış. Mahkûm
pars, Kelile'nin Dimne'yi işlediği suçtan ötürü eleştirdiğini;
berikinin de bu kötü işi, büyük suçu itiraf ettiğini anlamış.
Arada cereyan eden konuşmayı hafızasına nakşetmiş,
sorulduğu takdirde tanıklık etmek üzere....
Sonra Kelile evine gider.
Sabahleyin arslanın annesi oğlunun huzuruna varır ve
şöyle der:
— Ey vahşî (hayvanların) efendisi! Dün söylediklerini
unutmuş biri olmaktan uzaksın elbet! Sen enirini tam vak
tinde verdin, böylece kullan yaratan Rabb'ı razı ettin. Bilge
ler şöyle der: "Mühim konularda çekimserlik ve merhamet
doğru değildir. Hele suçlunun günahını müdâfaa etmek asla
doğru değildir"
Arslan annesini sözlerinin dinledikten sonra yargı
makamında bulunan kaplanın huzura gelmesini emreder.
Kap-
lan gelince ona ve Âdil Cevvas'a (adlî müfettiş arslana) şöyle
emreder hükümdar:
— Yargı makamına kurulunuz, küçük-büyük tüm ordu
mensuplarını çağırınız! Herkes gelsin, Dimne'nin hâline
baksın, durumunu incelesin, suçunu araştırsın! Sözleri ve
savunması mahkeme zabıtlarına kaydedilsin! Siz her gün
vaziyeti bana arzediniz!
Kaplan ve arslanın amcası olan Âdil Cevvas:
—Hükümdarımızın emrettiklerini işittik ve itaat ettik!
diyerek huzurdan ayrıldılar. Emredilenin gereğini yapmak
için harekete geçtiler.
Nihayet mahkemeyi kurarlar, üç saat (belirli bir
vakit )ten sonra hâkim Dimne'nin getirilmesini emreder.
Dimne getirilir, hâkimin karşısına konulur. Jüri de
oradadır.
Mahkeme yerinde eksikler tamamlanınca Jüri
heyetinin başı yüksek sesle çağrıda bulunur:
—Ey Jüri heyeti! Biliyorsunuz ki yırtıcıların
hükümdarı, Şetrebe'yi öldürdükten beri sıkıntı içinde
kıvranmaktadır. Şetrebe'yi suçsuz yere öldürdüğü,
Dimne'nin yalanı ve arabozuculuğu sebebiyle onu
cezalandırdığı kanaatindedir.
İşte şu hâkim, mahkeme kurma ve Dimne'nin
durumunu araştırma emriyle buraya gelmiştir, içinizden kim
Dimne hakkında iyi kötü bir şeyler biliyorsa söylesin, jüri
önünde ve tanıkların huzurunda bildiğim açığa vursun, tâ ki
Dimne'yle ilgili hüküm buna muvafık olsun!
Eğer iş, onun îdama mahkum edilmesini gerektirecek
denli ciddî ise soğukkanlı ve yavaş davranmak münâsiptir.
Acele, hevâdan (nefisten, şahsî meyilden) gelir. Ama yanlışı
savunan dostların peşinden gitmek alçaklıktır, ayıptır!
Hâkim alır sözü:
—Ey heyet! Başkanımızın sözünü dinleyiniz. Dimne
hakkında bildiğiniz bir şey varsa gizlemeyiniz. Onunla ilgili
bir hususu örtbas etme gayreti içinde (iseniz) şu üç meseleyi
sakın ha ırak tutmayınız aklınızdan:
Evvelâ onun yaptığı bir şeyi küçümsemeyiniz! En
önemli uyarı bu! Zîrâ masum bir kişiyi yalan dolanla
karalamak ve katline sebep olmak da büyük suçlardandır.
O halde yalan ve fitne ile bir masumu idam ettiren yalancı
konumundaki bu kişi hakkında kim bir şey bilir de gizlerse
o, hem cezada hem de işlenen suçta suçlunun ortağı olmuş
demektir.
ikinci mesele şu: Suçlu suçunu itiraf ederse kendisi için
iyi olur. Hükümdara ve askere yakışan da böyle olanı
affetmek ve cezalandırmamaktır.
Üçüncü mesele: Suçluları ve sapkınları kayırmamak,
onların halkla ve seçkinlerle dostluk tesis etmelerini
engellemek, kurulacak muhtemel bir yakınlığın tüm
vesilelerini ortadan kaldırmakla ilgili...
Şimdi bu düzenbaz hakkında kim bir şey biliyorsa
şurada, tanıklar huzurunda, bildiğini açığa vursun! Böylece
suçlu aleyhine kesin bir delil varsa ortaya çıksın! Denilir ki:
"Kim bir maktul hakkında bildiği şeyleri gizlerse kıyamet
günü ateşten bir gem vurulur ona!" O halde (suçlu ölmeden)
herbiriniz söylesin bildiklerini!
Heyet, hâkimin sözlerini dinledi, sustu.
Dimne aldı sözü:
— Sizi susturan nedir? Söyleyiniz bildiklerinizi ve
biliniz ki her kelimenin bir cevâbı vardır. Şöyle der bilgeler:
Görmediğine tanıklık eden ve bilmediği şeyi söyleyen adam,
şu doktorun uğradığı belâya müstehak olur ki; hiç
anlamadığı hususlara dahi 'biliyorum' derdi o...
—Nasıl olmuş bu?
Dimne anlattı:
—Anlatırlar ki bir kentte (işinde) uzman mı uzman bir
doktor varmış. Sahasıyla ilgili ilaçlan tanıma ve anlama
kabiliyeti pek yüksekmiş. Yaşı ilerlemiş ve gözleri
zayıflamış bu hazık doktorun...
O kentin hükümdarı, kızını yeğeni ile evlendirmiş. Kız
hâmile kalmış ve genelde hamilelerin çektiği dertler ve
hastalıklar onu da yakalamış. Böylece bizim mahir doktor
saraya gelmiş, kadıncağıza ağrısını ve neler hissettiğim
sormuş. Kadın elinden geldiğince anlatmış derdini. Doktor,
hastalığın teşhisini yapmış, ilacını tesbit etmiş ve şöyle
demiş:
— Eskisi gibi görebilsem köklerini, nevilerini bildiğim
şeylerle karışımlar hazırlar; ilaçları sunardım size. Ama bu
hususta başkasına güvenemem...
Kentte cahil mi cahil bir adam varmış. Kadının
hastalığıyla ilgili haberi duyunca varmış saraya, kendisinin
"tıp âlimi" olduğunu iddia etmiş karşısına çıkanlara! Güya
çeşitli ilaçların karışımdan ve hammaddelerinden haberdar
imiş! Hatta mürekkep (belirli maddelerin belirli dozlarda
karıştırılmasıyla üretilen) ilaçları bildiği gibi müfred (tek
maddeden üretilen) ilaçlan da biliyormuş!
Hükümdar adam ilaç deposuna gitsin, ihtiyaç duyduğu
her türden ilaç ve maddeyi alsın diye emir çıkarmış. Cahil
kütük, depoya dalıp çeşitli ilaçlarla karşılaşınca -ki devadan,
terkipten anlamaz biri olduğunu söylemiştik- paldır küldür
sarılmış gördüklerine. Eline aldıkları arasında derhal
öldüren türden zehirle dolu bir çıkın da varmış! Adam bu
zehrin ne zehir olduğundan, ne de cinsinden haberdar değil
ya; katmış karıştırmış, ilaçların içine ondan!..
Her neyse, ilacın karışım ve hazırlanış (!) işi son
buldukta hasta kadın içivermiş hemen. Ve anında ruhunu
teslim etmiş. Haberi alan hükümdar câhil kütüğü çağırmış,
aynı ilaçtan ona da içirmiş ve herif oracıkta mort olmuş!
(Dinine devam eder sözüne)
Bu hikâyeyi şu amaçla anlattım: haddin aşılması, suç
işlenmesi gibi ciddî bir hususta şüpheyle iş gören adamın her
an ayağını sürçebileceği, fecî bir hata yapabileceğini bilmeniz
lazım. O halde aranızdan kim ortaya atılır da haddini aşarsa
o câhil herifin akıbetine uğrar, kınanacak kişi de bizzat
kendisi olacaktır. Bilgeler derler ki: "Nice konuşan var ki
konuş-
tuğu sizin önünüzde (ve dilinizde) dönüp dolaşırken
cezalandırılan o olur"*
Haydi şimdi bir bakın kendinize, düşünün!
Domuzların başı arslan nezdindeki itibarı ve yüksek
mevkiine güvenerek gururlu bir edayla söz aldı:
— Muhterem bilginler! Sözümü dinleyiniz, kalbinize
nakşediniz! Bilge kişiler, iyiler için şöyle der: "Onlar sîmâla
rıyla tanınır!" Siz ey Allah'ın lütfü ve inâyetiyle kudret ve di
rayet sahibi olan cemaat! Elbette iyi ve sâlih kulları sîmâla
rıyla, sûretleriyle tanıyabilir; küçük bir alâmetle büyük hâdi
seyi keşfedebilirsiniz!
Şu eşkıya Dimne'nin ne idügünü gösteren, onun
hainliğini anlatan nice delil vardır meydanda! Haydi bu
delilleri onun müşahhas varlığında, zahirinde arayın!**
Böylece meselenin künhüne vâkıf olur, tam anlamıyla
tatmine erersiniz!
Hâkim, domuzların başına dönerek dedi ki:
— Ben de buradakiler de iyi biliriz ki sen suretteki kö
tülük emarelerini hemen görebilirsin! Haydi söylediğin hu
susu açık et bize ve şu bedbahtın suratında gördüğün şeyleri
anlat!
Domuzların başı söz alır, Dimne'yi kötüleyerek der ki:
— Büyük bilginlerin yazdıkları ve anlata geldikleri
(fizyoloji) prensiplerine göre kişinin burnu sağa meyyal olup
sol gözü sağ gözünden ufak olsa ve devamlı seğrese tüm adi
liği, hilekârlığı ve caniliği kendinde toplamış sayılır o!
Dimne bu tarifi işitince şöyle der:
— Sen bu halinle kocasından azar işiten kadını hatır
latıyorsun. Adamın biri söyle demiş karısına: "Önce kendi
çıplaklığım gör de başkalarının çıplaklığına bakarsın sonra!"
Şöyle de çevrilebilir: (Bilginler derler ki: "Nice konuşan var ki sözüyle
derhal ceza alır" Söz sırası sizde şimdi bakın kendinize ve düşünün!)
Ancak bizim yukardaki tercihimiz en uygun çeviridir. "Zahirinde
arayın": Bu özel bir tabirdir. Yani, "zannî hükümler vermeyin, suçun
delillerini en açık bir şekilde bulun onun üzerinde" demektir.
Çevredekiler Dimne'nin bu misâline dikkat kesilip:
— Nasıl olmuş hâdise? Diye sorunca Dimne sözün de
vamını getirir:
— Anlatırlar işte: bir kente düşman girer, epey cana kı
yar, hayli esir alır, ganimette de yükünü tuttuktan sonra döner
kendi yurduna. Bu savaşta bir askerin payına düşenler arasın
da bir çiftçi de bulunmaktadır, iki hanımıyla beraber! Asker
esirlerini doğru dürüst doyurmaz, onlara giysi vermezmiş.
Çiftçi hanımlarım yanına alarak asker için odun
toplamaya çıkar. Üçü de çıplaktır. Kadınlardan biri yolda
bulduğu bir çaputla avretini örterek kocasına dönmüş ve
eliyle kumasına işaret edip söylenmiş:
— Şu arsız karıya bak, nasıl da rahat! Hiç utanmadan
çıplak geziyor, avretini örtmüyor!
Kocası cevap vermiş:
— Sen kendine bakıp anadan doğma üryan olduğunu
görebilsen, senin durumunda olan arkadaşını kınamazdın
böyle!
(Dimne, domuza dönerek devam eder:)
Hayret edilecek birisin seni gidi âdi, iğrenç domuz!
Aşağılık herif, rezalet senin harcında var! Yine şaşılacak bir
durum ki bedenindeki pisliğe ve çarpıklığa, başkaları gibi
kendince de bildiğin onca kötülüklerine rağmen hükümdarın
yemeğinde hazır bulunuyor, onun önünde dikilme cüretini
gösteriyorsun.
Benim gibi vücudu pak ve alnı ak bir muhterem
hakkında ileri geri laflar edersin ha? Senin iğrençliklerim
sâde ben değil, burada hazır olan tüm cemaat biliyor!
Evet, aramızda bir zamanlar mevcut olan dostluk
senin aybını ona buna söylemekten beni alıkoyuyordu...
Ama değil mi ki sen yüzüme karşı iftiralar attın herkesin
huzurunda; kinini ortaya döktün, hiç bir bilgin ve delilin
olmadan ağzına geleni söyledin; artık benden günah gitti!
Herkesin bildiği kusur ve günahlarını söyleyeceğim sadece!
Seni bilen ve tanıyanın yapması gereken şey,
hükümdarın sofrasını hazırlama görevini senden almasıdır!
Hükümdarı uyarmalı ki bir daha bu şerefli işte
çalışmayasın! Çiftçilik yapmaya kalksan daha çabuk
hüsrana uğrarsın, ona bile lâyık değilsin!
Sana düşen, hiçbir işe burnunu sokmaman, hiç bir şey
yapmamandır!
Bırak haşmetmeâbın baş hizmetkârı olmak, halktan
biri gibi deri tabaklayıcısı veya hacamatçı bile olamazsın,
olmamalısın sen!
Domuzların başı öfkeyle kükredir
— Bu ağır sözleri bana mı söylüyorsun?
Dinine küstahça cevapladı:
— Evet, aynen öyle! Sana lâyık olanı, hakikati konuş
tum! Seni kastediyorum behey aksak, yamuk bacak, şiş gö
bek, sarkık taşak, yanık dudak, içi de dışı da kazurat yaratık
seni!
Dimne'nin bu ağza alınmaz küfürleri karşısında
afallayan domuz başını eğer, yüzünü ekşitir; gözlerinden yaş
gelir... Kekeler, ezilir, büzülür, neşesini tamamen
kaybeder...
Dimne onun sersemlediğini görünce şöyle der:
— Hükümdar senin pisliğini görüp çirkin yanlarına
vâkıf olunca yemek hizmetinden alıkoyacak seni, huzurun
dan uzaklaştıracak! İşte o zaman ağlayacaksın alabildiğine!
Arslanın, dürüstlük konusunda evvelce denediği ve
hizmetine aldığı bir çakal vardı. Ona "mahkemede hazır
olmasını, taraflar arasında cereyan eden konuşmaları
belleyip kendisine haber vermesini" emretmişti. Bu çakal
mahkemeden kalkıp hükümdarın huzuruna gider ve neler
konuşulduğunu bir bir anlatır ona.
Olan bitenden haberdar olan arslan derhal domuzların
başını sofra hizmetinden alır, onun bir daha huzûr-ı âlîye
çıkmamasını emreder, bir daha asla yüzünü görmek
istemediğim söyler!
Gün devrilmiş, mahkemede cereyan eden hâdiseler ve
diyaloglar zabıtlara geçmiş, kaplan da mührünü basmıştı
kayıt defterine.
Herkes evine dönmüştü.
Arslanın özel hizmetkârı çakal Ruzbe (Revzebe) ile
Kelile arasında öteden beri dostluk varmış. Ruzbe arslan
nezdinde kabul gören biriymiş...
Zaman gelmiş; Kelile, kendisinin ve arkadaşı
Dimne'nin başına gelecek musibetlerden endişe ederek
ölmüş.
Özel hizmetkâr Ruzbe, Dimne'nin yanına gitmiş ve
Kelile'nin derin bir üzüntüye gark olarak vefat ettiğini
haber vermiş. Dimne epey ağlamış, yas tutmaya başlamış.
Bu arada Ruzbe'ye şöyle demiş:
— Can dostumun firakından sonra neyleyim dünyayı!
Ama Yüce Allah'a şükürler olsun ki Kelile ölmeden senin gi
bi hayırlı bir akrabayı bana miras bıraktı. Senin bana olan
ihtiramını, ihtimam ve muhafaza hislerini Allah'ın lütfü ola
rak görüyorum.
Artık kesin inandım ki şu zor durumunda sen benim
ümidim ve dayanağımsın! Senin engin lûtfuna sığınarak
şuraya gitmeni, kardeşimle beraber binbir emekle
yığdığımız ve Allah'ın izniyle bu günlere getirdiğimiz
serveti bana ulaştırmanı istiyorum!
Çakal Ruzbe, Dimne'nin dilediğini yerine getirir; mal
geldikte Dimne hemen önündeki servetin yansını ona verir
ve şöyle der:
— Sen, hükümdarımız arslanın huzuruna girip çık
mada başkalarından daha şanslısın. Haydi benim için ça
lış, benimle hasımların arasında vuku bulan konuşmalar
hükümdarımıza arzolundukta onun beni nasıl andığına
dikkat et!
Bak bakalım, arslanın annesi benim hakkımda ne
diyor; arslan onu dinliyor mu; yoksa ona kulak asmıyor mu;
neler olup bittiğini bir bir belle ve bunları bana ilet!
Çakal Ruzbe, Dimne'nin sunduğu serveti kabul eder,
onunla akitleşir ve kendi evine gidip malı oraya buraya
yerleştirir....
Ertesi gün arslan erkenden makamına kurulur. Kısa
bir süre sonra adanılan huzura çıkmak için izin isterler. O
izin verince mahkeme zabıtlarını getirip önüne koyarlar.
Arslan, görevlilerin ve Dimne'nin sözlerinden haberdar
olunca annesini çağırıp onu da haberdar eder. Anne,
mahkeme zabıtlarını dinleyince öfkeyle bağırır:
— Bu laflan dinlemekten menetmemiş miydim seni?
İşte bizim kuyumuzu kazan ve bizimle yaptığı dostluk, doğ
ruluk ve sadakat ahdini bozan âdi herifin sözleri bunlar!
Anne bu laflan ettikten sonra kızgın bir şekilde çıkıp
gider. Bu çıkışmalar Dimne'yle anlaşmalı hareket eden çakal
Ruzbe'nin gözü önünde meydana gelmiştir.
Ruzbe derhal Dimne'nin yanına gider, olan biteni
anlatır. Bu arada mahkeme kollukçusu gelir. Dimne'yi alıp
mahkemeye götürür.
Dimne hâkim huzuruna çıkarıldıkta reis celseyi
açarak söze başlar:
— Aslında dürüst, güvenilir biri senin durumunu an
lattı; iç yüzünü bize açtı! Ve daha fazla araştırmaya da gerek
yok... Bilge kişiler derler ki:
"Allah Teâlâ dünyayı Âhiretin yolu ve delili yaptı. Zîrâ
dünya. Allah'tan gelen peygamberlerin yurdudur. Onlar in
sanları iyiliğe ve cennet'e çağırır, Allah'ı bilme ve emirlerine
uyma doğrultusunda tebliğ yaparlar."
Senin durumun bizim için açıktır. Hakikatte nasıl
olduğunu bize anlatan kişi, gayet güvenilir biridir.
Durumun bizim nezdimizde ayan beyan ise de
hükümdarımız seni iyiden iyiye araştırmamızı emretmiştir.
Dimne alır sözü:
— Ey hâkim! Öyle görüyorum ki henüz âdil bir muha
keme tarzına alışmamışsın! Suçsuz ve mağdurları, adaletten
nasipsiz hâkimlere teslim etmek yakışmaz ulu
hükümdarlara! Bilakis masumların kayırılması ve âdilce
muhakeme edilmesi
gereklidir!
Nasıl
olur
da
tutuklanışımdan bu yana üç gün geçmeden ve iyi bir
sorgulama yapılmadan, sadece keyfin için ölüm fermanı
imzalıyorsun hakkımda? Ne doğru söylemiş şu vecizeyi
söyleyen: "İyiliğe, hayır işlerine alışan kişi, yaptığı işten
zarar görse de hiç önem vermez; devam eder âdetine!"
Kadı alır sözü:
— Eskilerin kitaplarında şu hikmeti bulduk: Âdil hâ
kim iyinin işiyle kötünün işini birbirinden ayıracak firâsette
olmalıdır! Ancak bu yolla iyiyi iyiliği sebebiyle korur, mükâ
faatlandırır; kötülüğü kötülük sebebiyle cezalandırır!
Hâkim bu doğru yolu takıp edince iyiler iyilik
yapmaya arzulu olur, kötüler kötülükten geri durur!
Ey mücrim Dimne! İmdi sana yakışan suçunu itiraf
etmen, hakikati bütün çıplaklığıyla dile getirmen ve tevbe
etmendir!
Dimne cevap vermede gecikmez:
— Dürüst hâkimler zan ile kestirip atmazlar! Ne seç
kinler ne de avam tabakası için zanla hüküm vermezler. Zî
râ onlar kesin bilir ki zan, hiçbir hakikat ifade etmez; mev
cut hakikati zedeleyemez!
Eğer beni, yaptığımı zannettiğiniz şeylerden ötürü
suçluyorsanız bilmelisiniz ki ben sizden daha iyi tanıyorum
kendimi!
Benim kendim hakkımdaki bilgim kuşku götürmez bir
kesinlik ifade eder! Oysa sizin benim hakkımdaki bilginiz
şüphenin en uç noktasındadır.
Sizin demenize göre ben, "başkalarını ihbar ettiğim
için" suçluyum. Peki suçsuz olmama ve itham edildiğim
şeyden uzak olduğumu bilmeme rağmen kendim hakkımda
yalan söylesem, kendimi ihbar etsem, ölüme mahkûm
kılsam kendimi, bana ne mazeret bulacaktınız? Kuşkusuz
be-
nim öz varlığım en çok hürmet edilecek ve hukuku en çok
korunacak varlıktır nezdimde! O halde böyle (yalan ihbarı)
sizin en aşağınıza da yapsam, en yukarınıza da yapsam
asla doğru olmaz; ne dindarlığıma ne de karakterime
yakışır bu! Başkalarına asla yapamayacağım bir şeyi
kendime hiç yapmam! Öyleyse kendim hakkımdaki
tanıklığıma inanmalısınız!
Hâkim Bey, bu iddianızdan vazgeçiniz! Eğer bana
iyilik yapma, nasihat verme sadedinde bu laflan etmişseniz
yanlış adama konuştunuz demektir. Eğer bana bir tuzak
kurma kastıyla böyle konuştuysanız bilmelisiniz ki en kötü
düzenbazlık; hiç yapmaması gereken kişiden, umulmayan
birinden gelen düzenbazlıktır!
Şu kesin bir hakikattir ki hile ve tuzak âdil hâkimlerin
ve güvenilir idarecilerin işi değildir! Şunu iyi biliniz ki
ağzınızdan dökülenler ancak câhillerin, şerli kişilerin
ahlakına ve âdetine yaraşır cinstendir; onlar bu yoldan
yürür! Hâkimlerin doğru davranışları ve doğru kararlan,
doğru kişiler tarafından benimsenir! Yanlış karar ve
davranışları ise Allah'tan korkmaz kuldan utanmaz
yüzsüzler tarafından kullanılır, onların ekmeğine yağ sürer!
Hâkim Bey! Ağzınızdan dökülen sözlerden ötürü
başınıza epey bir musibet gelecek diye endişe etmekteyim.
Şu anda hâlâ hükümdar nezdinde; onun askerleri,
seçkinler ve avam nezdinde âdil ve makbul görünmeniz hatta
iffetli faziletli ve adaletli sayılmanız belâ sayılmaz! Asıl
musibet bu saydığım güzel hasletleri bana karşı uygulamıyor
oluşundur! Benim dâvamı görürken unutuverdin adaleti,
erdemi, dengeliliği ve hikmeti!*
Hâkim, Dimne'nin sözlerini uzun uzun dinledikten
sonra durumu arslana arzetti, sonunda bir karara varsın
diye! Arslan epey bir düşündükten sonra annesini çağırdı
ve
Bazı nüshalarda buradan itibaren yalan yere şahitlikle ilgili papağan
hikayesi vardır.
ona anlattı her şeyi. Anne, Dimne'nin sözlerini ince ince
düşündü ve şöyle dedi oğluna:
— Ben masum olan bir dostunun ölümüne vesile olacak
kadar seni aldatan yalancı muhbir Dimne'nin geçmişte sana
karşı işlediği cürümleri, yediği haltları düşünmüyorum şimdi...
Asıl endişem sana tuzak kurarak her şeyini altüst
etmesi ve senin canına kıymasıdır!
Anasının bu uyarısı arslanı kara kara düşündürür ve
şöyle der:
— Dimne'nin aşağılık bir mücrim olduğunu sana anla
tan kişiyi bana bildir ki kesin bir delile dayanarak Dimne'nin
işini bitireyim!
Arslanın annesi:
— Benden sırrını gizlememi isteyen kişinin samîmice
anlatıverdiklerini sana ifşa edecek değilim! Yıllar sonra Dim
ne'yi bu yolla, bilgelerin pek de hoş bulmadığı sır ifşa etme
yoluyla altedişim aklıma gelirse asla sevinmem! Ama dur ba
kalım; bana sır emânet edene bir danışayım, serbestlik iste
yeyim; ifşa etmeye razı olursa bırakayım kendi anlatsın sana
tüm bildiklerini!
Böylece arslanın annesi, kaplana adam gönderir.
Kaplan, annenin yanına gelir. Anne arslan kaplana "hakkın
ve adaletin ortaya çıkması için" elinden geleni yapmasını
rica eder. Ve kendisi gibi muhterem birinin asla gizlememesi
gereken bir şahitlik yüküyle vicdanını karartmasını doğru
bulmadığını belirtir. Mazlumlara yardım etmenin hem
hayatta hem de öldükten sonra mesut olmak ve hakikati
ayakta tutmak bakımından pek mühim bir vazife olduğunu
vurgular. Zîrâ bilgeler şöyle demiştir: "Kim, (suçsuz) bir
maktul ile ilgili tanıklığın gizler, açık bir delili ortaya
koymaktan kaçınırsa Kıyamet günü kendini kurtaracak
delil diline dolanır da hiç bir şey söyleyemez, mahvolur!"
Arslanın annesi bu yoldaki telkinleri artırır, kaplana
ruhî baskı yapar... Nihayet kaplan kalkar, hükümdar arşla-
na gider, Dimne'nin itiraflarım duyduğu şekliyle aynen
anlatır! Kaplanın ifşaatta bulunduğunu duyan pars da
haber gönderir hükümdara: "Benim de bildiklerim var!" der.
Böylece hapisten çıkarılan pars, Dimne'den duyduklarını bir
bir anlatır...
Arslan nihayet kaplan ile parsa der ki:
— Madem meselenin iç yüzünü bilip bizim hani hani
tahkikat yaptığımızdan haberdar oluyordunuz, niye evvelce
söylemediniz herşeyi?
Şöyle derler cevap olarak:
— Tek kişinin yapacağı tanıklık hukuken hiç bir an
lam ifâde etmezdi, bunu biliyorduk. Bu yüzden karan nihâî
olarak etkilemeyecek bir davranışa tevessül etmek isteme
dik. Ama ikimizden biri bildiklerini anlatınca öbürünün şa
hitliği de bir mânâ ifâde eder oldu. Bu yüzden geciktik.
Arslan biraz düşünür, kaplanla parsın sözlerini mâkul
bulur ve emreder: "Dimne'nin zindanda boynu vurula!"
İşte bu anlattığımız hâdiselere ibret gözüyle bakan
şunu anlar: kişi başkası için kazdığı kuyuya er veya geç
düşecektir!
TASMALI GÜVERCİN BABI
Pâdişâh Debşelim, filozof Beydebâ'ya dedi ki:
— Bir yalancının iki eski dostu birbirinden nasıl ko
parttığına ve ettiğinin yanına kâr kalmadığına dâir anlattık
larını dinledim...
Şimdi uygun görürsen "birbirlerine gönülden bağlı
arkadaşların" (*) nasıl tanıştıklarını ve aralarında ne tür
bir yarar ilişkisinin zuhur ettiğini anlat...
Aldı sözü Beydebâ:
— Akıllı kişi hiçbir şeyi dostlara denk tutmaz! Zîrâ
dostlar, iyilik ve güzelliklerin devamı için gayret eden, bir
musibet geldiğinde teselli eden kaliteli kişilerdir.
Bu mevzûya en iyi misâl, tasmalı güvercin, fare, ceylan
ve karga arasında kurulan dostluktur.
Hükümdar merakla sordu:
— Nasıl oldu bu?
Beydebâ anlattı:
— Söylerler işte: Sekâvendecin eyaletine bağlı Dâher
kenti civarında avı bol bir mıntıka varmış. Avcıların sık sık
*Metindeki ifade ihvân-ı Safâ'dır: saf, temiz sevgiye dayanan bir
dostlukla birbirlerine bağlananlar demektir.
geldiği bir uğrak yeri... Orada bol yapraklı bir ağaçta
(hikâyemizin kahramanlarından) karganın yuvası varmış.
Karga bir gün ağaca doğru yaklaşan bir avcı görür, bed
suratlı kaba saba bir herif; üstelik omzunda ağ, elinde
değnek vardır.
Avcının gelişiyle endişelenen karga kendi kendine
söylenir:
— Adam durup dururken buraya gelmedi elbet! Ya be
nim canıma kıyacak ya başkasının... Bakayım hele ne yapa
cak hayırsız!
Avcı ağını açar, üzerine hububat saçar, kıyıda bir
kuytuya kayar... Çok geçmeden tasmalı güvercin çıkar
sahneye... O, güvercinlerin ve yanında bir sürü güvercin
vardır. Hepsi de üşüşürler tanelerin üstüne, tek tek
kursaklarına indirirlerken ağa takılırlar!
Avcı ellerini ovuşturarak gelir, keyfi gıcır adam
yaklaşır güvercinlere. Hayvancıklar tuzakta çırpınmakta,
kurtuluş çaresi aramaktadır. Tasmalı güvercin der ki:
— Derdinize çare ararken aranızdaki dayanışmayı
bozmayın! Hiçbirinizin canı, yanıbaşındaki arkadaşının ca
nından tatlı gelmemeli size!
Şimdi hepimiz birbirimize yardım etmeli, ansızın tek
kuş gibi kanatlarımızı çırparak havalanmalıyız. Böylece her
fert, yekdiğeri sayesinde kurtuluş olacaktır!
Güvercinler toparlanırlar, bir sıçrayış yaparlar; toplu
dayanışma sayesinde ağı kaldırıp havaya yükselirler... Ama
avcı ümidini kesmez, biraz sonra onların düşeceğini sanır.
Bu esnada karga kendi kendine: "güvercinleri tâkibetmeli ve
işin nereye varacağını görmeliyim" der.
Güvercinlerin başı etrafına bakınır ve avcının arkadan
geldiğini farkeder, arkadaşlarına dönerek der ki:
— Şu kurnaz avcı bizi tâkibetmekte kararlı gözüküyor!
Eğer açıkta uçmaya devam edersek hep bizi tâkibedecektir,
gizli kalamayız ona! Ama insanların oturduğu şenlikli yerle-
178
,
BEYDEBÂ-İBNÜ'L-MUKAFFA / KELİLE VE DİMNE
re yönelirsek ondan gizlenmiş oluruz, çekip gider ve bize
ilişmez. Daha sonra falan yerdeki fare dostuma gideriz. O
bizim ağı parçalar dişleriyle...
Güvercinler söyleneni yapar, avcı onlardan ümidini
keser, hevesi kursağında kalır, geri döner. Karga ise takibe
devam eder.
Tasmalı güvercin diğerlerini ardına takarak farenin
yanına gelir; herkese emreder, yere konsunlar diye. Fare
çeşitli tehlikeler zuhur ettiğinde rahatça kaçabilmek için
zamanında delik kazmış tedbirli bir hayvanmış. Bizim
güvercin başı onu kendi adıyla "Zeyrek, Zeyrek!" diye
çağırır. Fare, derhal deliğinden çıkar ve
— Sen kimsin? diye sorar.
— Ben dostun Tasmalı güvercin! diye cevap verir beri
ki.
Fare koşarak gelir;
— Vay, sen bu tehlikeli duruma nasıl düştün? diye so
rar. Güvercin alır sözü:
— Sen de iyi bilirsin ki, insanın başına gelen iyi kötü
her hâdise evvelce yazılmış bir kaderin mahsûlüdür. İşte ba
şıma gelen musibetin temel sebebi budur aslında. Ve şu ke
sin bir hakikattir ki benden daha iyi imkanlarla donatılmış
güçlü biri de alınyazısından kurtulamaz. Güneş ve ay bile
takdir edilen günde "tutulur", kaçamazlar kaderden...
Fare bu kısa vaazı dinledikten sonra ağın ilmeklerini
kesmeye başlar. Güvercin başı:
— Önce diğer güvercinlerin düğümlerini kes, sonra ba
na gel! der.
Ama güvercin defaatla bu uyarıyı yapsa da fare onu
dinlemez, önce ondan başlar; bir yandan da çıkışır:
— Amma tekrar ettin şu sözü! Sanki senin kurtulma
ya ihtiyacın yok! Kendine acımıyor, özbenliğinin hukukunu
ihmal ediyorsun!
179
Fare, kuşların ağını kemiriyor.
180
Güvercin başı endişeyle konuşur:
— Korkum şu: Benim düğümümü kemirmekle işe baş
larsan buradaki işin bitince bıkarsın ve diğer arkadaşlara
bakmazsın! Yani tembellik etmenden korkuyorum! Ama iyi
bilirim ki sen önce arkadaşlarımın işini halletmeye çalışır
san, ben sonuncu da olsam hiç durmadan çalışır, bıkmadan
usanmadan kemirir ve nihayet beni de kurtarırsın!
Fare heyecanla bağırır:
— İşte, bu yüzden seviyorum ya seni! Sana olan mu
habbetim nasıl artmasın şimdi!
Ve fare, koca ağı ilmek ilmek dişlemeye koyulur, işin
sonuna gelir, güvercin başını da kurtarır.
Karga farenin yaptıklarına şahit olunca onunla dost
olmak istedi. Yaklaştı, adıyla seslendi. Fare, deliğinden
başını çıkardı ve sordu:
— Ne istiyorsun?
Karga:
— Seninle dost olmak!
— Aramızda bir münâsebet mi kuruldu ki dostluk tek
lifinde bulunuyorsun? Akıllı kişi yolunu yordamını bildiği
işin peşine düşer, bilmediği işe burnunu sokmaz. Hakikatte
sen bir avcısın, ben ise senin mezenim!
Karga:
— Evet sen benim için bir av konumundasın; ama seni
mideye indirmem bana ahım şahım bir fayda sağlamaz, ihti
yaçlarımı gidermez. Oysa senin dostluğunu kazanmak, senin
zannettiğinden çok daha önemlidir benim için. Senden arka
daşlık istirham ettiğimde beni eli boş çevirmek sana asla ya
kışmaz. Beni sana çeken güzel huyun, yüksek karakterin
gün gibi aşikâr ve kesin bir hakikattir. Evet sen bu üstün ya
nını açığa vurmak istemedin ama akıllı kişi faziletini ne den
li gizlemeye çalışsa da ortaya çıkar, ışık gibi aydın olur her
kese! Nitekim güzelim misk de bir yere hapsedilir, gözlerden
ırak tutulur; ama bu perdeleniş, ortalığın şahane bir
râihayla şenlenmesine mâni olmaz.!
Bu uzun iltifatlar üzerine fare alır sözü:
— Bak, husûmetin en katısı, karakter sebebiyle zuhur
edendir; bu da iki türlüdür. Biri, fil ile arslan arasında vuku
bulduğu üzere dengi dengine bir düşmanlıktır ki bâzan ars
lan fili, bazan da fil arslanı öldürür. Diğeri de hasımlardan
birinin ötekine başlan çıktığı, mutlak galip olduğu düşman
lıktır: kediyle yahut senle benim aramdaki düşmanlık gibi!
Bilirsin ki bu tür husûmette zarar hep bana olur, sana bir
şey olmaz.
Böyle durumlarda doğacak bir arkadaşlığa gelince:
kesin bir gerçektir ki su uzun uzun kaynatılıp iyice ısınsa
da ateşe döküldükte yine kül eder yine kül eder! Zîrâ tabiatı
bu!
İşte böyle, düşmanıyla dost olan kişi koynunda yılan
besleyen ahmak gibidir. Aklı olan, elbet arkadaş olamaz
kurnaz bir düşmanla!
Karga aldı sözü:
— Ne demek istediğini anladım. Ancak sen erdemin
sayesinde doğru kararlar verecek birisin, sözümün hakikat
olduğunu anlarsın: "Aramızda dostluğa imkan yok!" deme
yecek birisin sen! Akıllı ve asil kişiler yaptıkları iyiliğe kar
şılık beklemezler, iyiler arasında arkadaşlık çabuk kurulur,
kolay kolay kesilmez! Bir misal verecek olursak altın sürahi
den bahsedebiliriz. Bu sürahi kolay kolay yarılmaz ve çatla
maz... Diyelim ki kırıldı, çatladı; derhal tamir edilebilir, le
himlenebilir.
Oysa kötüler arasındaki dostluk ansızın bitebilir,
tekrar kurulması ise yıllar alabilir. Buna örnek, toprak
testidir. Çok küçük bir baskıyla hemen kırılabilir ama bir
araya getirip onarılması ve eski halini alması asla mümkün
değildir.
Şahsiyetli kişi, kendi gibi şahsiyetli olanı sever. Âdi ve
seviyesiz kişi ise ancak bir yarar umudu veya tehlike
kaygısıyla arkadaşlık kurar...
Ben senin dostluğuna, iyiliğine muhtacım! Sen asil birisin!
Benle dost olmadıkça yemek yemeyecek, kapından
ayrılmayacağım! Fare aldı sözü:
— Tamam, teklifini kabul ediyorum: artık dostuz. Ben
sebepsiz yere hiç kimsenin talebini reddetmiş değilim...
Seninle ilk anda yaptığım konuşma, emniyet ve îtimad
hususunda titiz biri olduğumu göstermek istediğim için biraz
tedirgin geçti. Sen bana vefasızlık etme niyetindeysen, en
başta "fare kolay bir lokma, hemen aldanıyor; tav oluyor"
demiyesin diye bu üslûbu seçtim...
Bu açıklamayı yapan fare delikten çıktı, kapının
kenarında durdu.
Karga usulca seslendi:
— Niçin yanıma gelmiyor, canciğer dostum olmuyor
sun? Hâlâ mütereddit misin bana karşı?
Fare cevap verdi:
— Dünya ehli, iki şeyi birbirlerine takdim ederek dost
luk peyda ederler aralarında: Can ve mal! Birbirlerine canla
rını sunabilenler hakîkî, samîmî dostlardır. Mallarını sunan
lar ise birbirleriyle yardımlaşan, karşılıklı istifâde imkanıy
la mesrur olan kişilerdir.
Dünya menfaati için iyilik yapan, eli açık davranan
kişi, kuşlara tane atan avcıya benzer. Avcı hububatı kuş
sürüsüne atarken elbet kuşların menfaatini düşünmez, amaç
"avlamak"tır.
Kişinin can sunması, elbette daha mühimdir mal
sunmasından. Ben de senden can garantisi aldım, sana
canımı sundum.
Senin yanına gelememişsen, asla sana suizan besliyor
oluşumdan değildir. Ama bilirim ki senin pek çok arkadaşın
var ve onların sureti seninki gibi olsa da fikri ve görüşü
seninki gibi değil.
Fareler zahidin yemeğini aşırıyorlar
Karga aldı sözü:
— Dostluğun alâmetlerinden biri de dostun dostuna
dost, düşmanına düşman olmaktır. Benim hiç bir dostum
yoktur sana düşmanlık edecek, seni sevmeyecek...
Şu da var ki benim türümden olup da sana düşmanlık
edecek biri çıkarsa onunla tüm ilişkimi kesmek, inan çok
kolaydır bana!
Böylece fare karganın yanına geldi, kucaklaştılar.
Samîmî bir dostluk havası esti. Birbirleriyle huzur buldular
Aradan bir kaç gün geçtikten sonra karga şöyle der
fareye:
— Senin deliğin insanların gelip geçtiği, sürekli kul
landığı yola epey yakın. Bazı afacanların seni taşlayacağın
dan endişe ediyorum. Benim cümle âleme ırak bir mekanım
var, o civarda bir kaplumbağa dostum ikamet ediyor; balığı
bol, bereketli bir yer orası, yiyecekleri rahatça temin edebili
riz orada...
Evet, huzur içinde hayat sürmemiz için seni oraya
davet ediyorum.
Fare aldı sözü:
— Tamam, arzuladığın yere vardığımızda sana entere
san hikâyeler anlatacağım. Şimdi nasıl istersen öyle çıkalım
yola!
Böylece karga fareyi kuyruğundan tutar, havalanır.
Nihayet bahsettiği yere gelir. Kaplumbağanın bulunduğu
gözeye yaklaştıkları zaman fareyle yanyana bir karga gören
kaplumbağa irkilir, gelenin eski dostu olduğunu ilk anda
anlayamaz. Karga kaplumbağaya seslenir, o da yanına çıkıp
sorar:
— Nereden böyle?
Karga, güvercinleri takibinden itibaren o âna kadar
cereyan eden tüm hikâyeyi anlatır kaplumbağaya.
Kaplumbağa farenin ahvâlini dinleyince onun
zekâsına ve vefasına hayran olur, "hoş geldin!" diye iltifatlar
yağdırır ve sorar:
— Hangi rüzgâr attı seni buralara?
Bu arada karga, fareye eğilerek mırıldanır:
— Hadi bana anlatacağını söylediğin hikâyelerle bera
ber kaplumbağa kardeşimin sorusuna cevap ver. (Aramızda
geçenleri anlat) O, benimle aynı mevkide sayılır senin için...
Fare alır sözü:
— Hayâtımın ilk yıllan Mârût kentinde âbid bir ada
mın yanında geçti. Onun ailesi, çoluğu çocuğu yoktu. Her gün
kendisine getirilen bir sepet yiyecekten ihtiyacı kadarım yer,
geri kalanı bir köşeye asardı. Ben âbidi seyreder, o evden çı
kar çıkmaz sepete sıçrar, ne bulursam mideye indirir yahut
diğer farelere atardım. Âbid kişi sepeti benim ulaşamayaca
ğım bir noktaya asmak için epey deneme yapmışsa da başa
rılı olamadı.
Bir gece misafir geldi ona. Yemek yediler, sohbete
başladılar. Âbid misafire soruverdi;
— Nereden geldin, nereye gitme niyetindesin?
Adamın gezmediği ülke, görmediği enteresan hadise
kalmamış. Uzun uzadıya anlattı gezdiği şehirleri, gördüğü
acayiplikleri...
Bu esnada âbid beni sepetten uzak tutmak için iki de
bir elini kaldırıyor, hamle ediyordu benim tarafıma! Gezgin
misafir buna içerledi ve sertçe bağırdı:
— Ben sana laf anlatıyorum, sen ise hiç takmıyorsun
beni! Tamam; madem öyle, niye soru sordun bana?
Âbid özür diledi ve mırıldandı:
— Fare kovalamak için elimi çırpıyorum. Şu meret
hayvancık beni acze düşürdü. Eve ne bıraksam tırtıklıyor,
hemen iç ediyor!
Misafir sordu:
— Bir tek fare mi yoksa birden fazla fare mi var ortada?
Âbid cevap verdi:
— Evin faresi çok... Ama içlerinden biri var ki beni res
men aldattı, çare bulamıyorum ona karşı!
Misafir:
— Senin halin şu sözü hatırlattı: adamın biri bir kadın
hakkında demiş ki; "Bu kadın, ayıklanmış susam verip ayık
lanmamış olanı satın alıyorsa elbet bir sebebi var!"
Âbid sordu:
— Nedir işin aslı?
Misafir anlattı:
— Bir kez falan şehirde oturan bir adamın misafiri ol
muştum. Beraber akşam yemeği yedik. Sonra adam yatağımı
hazırladı, kendisi de eşiyle beraber kendi yatağına çekildi.
Benimle onların arasında saz bir perde vardı.
Sabaha doğru bir aralık erkeğin karısına şöyle
söylediğini işittim:
— Yarın yemeğe birkaç arkadaş çağıracağım, onlara
yemek hazırlarsan iyi olur.
Kadın cevap verdi:
— Bu da nereden çıktı? Evinde çoluk çocuğuna ancak
yetecek yiyeceğin var! Bir de kalkmış misafir çağırıyorsun!
Sen değil misin yarına azık ayırmayan, iki şeyi üst üste
koyup biriktirmeyen?
Adam cevap verdi:
— Yemek olarak ikram ettiğimiz veya insanların yara
rına sunduğumuz hiç bir şeye pişman olma! Zîrâ toplayan ve
yığan kişi, kurdun akıbetine uğrar!
Kadın:
— Bu nasıl olmuş?
Adam:
— Hikayeye göre avcının biri yayını, okunu hazır edip
çıkar; fazla ilerlemeden bir ceylan vurur. Ceylan sırtında evi
ne dönerken karşısına bir yaban domuzu çıkar, ona attığı ok
isabet ettiyse de hayvan can havliyle hamle yapar, avcıya ye
tişir sivri dişleriyle vurduğu anda avcının yayı uçar elinden
ve ikisi de ölür!
O civardan geçen bir kurt ceylan, adam ve domuzdan
oluşan cesetleri görünce: "Bak sen! Adam, ceylan ve domuz
bana günlerce yeter... Ben ziyafetime şu yay kirişiyle
başlayayım!" der. Kurt kirişi kemirmeye başlayınca kiriş
ansızın kopar, yayın eğri ucu fırlar kurdun boğazına ve
hayvan ölür!
Bunu sana toplayıp yığmanın nihayette hiç bir fayda
sağlamayacağını anlayasın diye anlattım.
Öğüt ve hikâyeden epey etkilenen kadın şöyle der:
— Ne güzel söyledin! Yanımızda altı yedi kişiye yete
cek kadar pirinç ve susam var. Sabahleyin erkenden yemek
yapmaya başlayacağım! İstediğini davet et!
Kadın sabahleyin susamı alır, kabuğundan ayıklar,
koruması için güneşe yayar. Çocuklarından birine der ki:
— Aman ha! Dikkat et, kuşlar ve köpekler susama da
danmasın! Böylece kadın kendi işine koyulur. Ama çocuk
bekçiliği yapamaz. Derken bir köpek gelir susamı bozar. Ka
dın susamdan iğrenir, ondan yemek yapılmasını istemez,
dosdoğru çarşıya götürür, bir satıcıya teslim eder, aynı ölçek
te ayıklanmamış susam karşılığında! İşte ben de o sırada
çarşıdaydım, adamın biri şöyle diyordu: "Muhakkak bir
sebebi var, bu kadının ayıklanmışı teslim edip
ayıklanmamışı almasında!"
(Misafir konuşmaya devam etti:)
— İşte, aynı söz şu fare için geçerlidir ki herhangi bir
sebep zikretmeden onun seni yendiğini, şikâyet ettiğin hu
susta daima seni acze düşürdüğünü söyleyip durdun ya!
Haydi bana bir kazma bul! Onun deliğim kazabilir,
nereden gelip nereye gittiğini, neler yaptığım anlayabilirim
belki!
Âbid ev sahibi hemen harekete geçti, komşusundan bir
kazma aldı emânet... Benim deliğimde tâ ne zaman ve kim
tarafından konduğunu bilmediğim bir kese vardı, içinde de
yüz altın!
Misafir kazdı, kazdı, altınlara ulaştı; âbide dönüp dedi ki:
— Bu farenin, bulunduğu yerden rahatça sıçrayabil
mesinin sebebi şu altınlardır! Zîrâ para ona kuvvet veriyor,
kendine îtimad ve fikir telkin ediyordu. Bundan böyle, onun
oradan, her zamanki yerinden sıçramadığını göreceksin!
(Fare anlatmaya devam ediyor):
— Ertesi gün beraberimdeki fareler toplanıp. "Acıktık,
ümidimiz sensin!" dediler bana. Yanımdaki farelerle birlikte
sepete her zaman sıçradığım yere gittim, bir kaç hamle ettim
ama yapamadım... Böylece acziyetim gün gibi ortaya çıktı fa
reler cemaatının huzurunda, onların aralarında şöyle söylen
diğini duyuyordum:
— Bırakın şu beceriksizi, ondan ümidinizi kesin! Kim
seye hayrı dokunmaz artık! Öyle görülüyor ki kendisine ba
kacak kişiye muhtaç gibi!
Fareler cemaatı beni bir kenarda bıraktılar,
hasımlarımın safına geçtiler, tam bir vefasızlık misali
oldular. Öteden beri bana kin güden, beni kıskananların
yanında çekiştirmeye başladılar beni...
İşte o zaman kendi kendime dedim ki:
— Arkadaşlar, yardımcılar ve dostlar meğer mal,
menfaat ve para ile var.. Artık kesin biliyorum ki parası ve
gücü olmayan kişi bir şey yapmak istedikte mahrumiyet
onu alıkoyacaktır muradından... Tıpkı kış yağmurlarından
arta kalan hiç bir nehre ulaşamadan olduğu yerde toprak
tarafından emilen su gibi!
Anladım ki iyi dostları olmayan kişi, kimsesiz
gibidir. Evladı olmayanın, ünü ve hâtırası olmayacaktır.
Serveti olmayanın ise aklı da yok, dünyası ve âhireti de
tehlikede! Zîrâ insan fakirliğin pençesine düşmeyegörsün,
yakınları ve ahbapları da ondan ilişiğini keser... Ancak
çorak arazide yetişen ve her tarafından kemirilip cılızlaşan
ağaçtır; milletin malına muhtaç, ellere el açan fakiri en iyi
anlatan misal.
Ve gördüm ki fakirlik belâların başıdır, kişiyi dedikodu
nesnesi haline getirir. Herkesin nefretini ve istihza dolu
bakışlarını çeker fakirlik.. İnsan fakirleşti mi evvelce onu
emin sayan kişi suçlamaya başlayacaktır onu! Zamanında
ona karşı müsbet düşünenlerin rengi değişecek, hakkında
kötü zan beslemeye başlayacaklardır.
Biri suç işler, kabahat fakirin başına yıkılır.
Zengin için övünç vesilesi olan her huy ve davranış,
fakir için sadece yerilme vesilesidir.
Fakir cesur ise ona deli derler; cömert olsa müsrif
derler; uysal olsa âciz derler; vakur davransa ahmak derler.
Bu durumda hiç kuşku yok ki ölüm, insanı dilenciliğe;
özellikle de cimri, alçak, karaktersiz kişilerden istemeye iten
yoksulluktan ehvendir!
Yine hiç kuşku duyulmaz ki asil ruhlu birine: "elini
yılanın ağzına sokup oradan zehir çıkararak yutmak mı
kolay, cimri ve habis ruhlu birinden bir hacet istemek mi?"
diye sorulsa elbet ilk şıkkı tercih ederdi.
(Fare devam ediyor):
Misafir paralan alınca âbidle paylaştı, bunu gördüm.
Âbid kendi payını bir keseye yerleştirip gece çöktüğünde yanı
başına bıraktı. Ben o altınlara göz dikmiştim, bir kısmını ele
geçirip yuvama götürmeliydim. İnanıyordum ki bu altınlar
sayesinde gücüm artacak, bazı dostlarım yine bana dönecek...
Bu amaçla, uyuyan âbide yöneldim; ama herifin
başucuna vardığımda karşımda ötekim, yani misafiri
buldum! Adamın elinde koca bir değnek vardı, feci bir darbe
indirdi başıma! Can havliyle sıçradım, yuvama koştum.
Ama yaramın ağrısı dinince aç gözlülüğün ateşi beni
yine kavurdu; heveslendim paraya ve vardım oraya; misafir
elinde değneğiyle beni gözlüyor!
Bu sefer öyle müthiş vurdu ki kan çıktı! Takla attım,
olduğun yerde döndüm... Yuvama düştüğümde baygındım...
Mal ve servetten tiksindim. Paranın adı anıldıkta
ürperiyor, endişeyle titriyordum.
Sonra kesin anladım ki kişiyi dünyada musibete duçar
eden şey, sonu gelmez ihtiraslar ve aç gözlülüktür. Dünyaya
âşık olan dâima musibet, meşakkat ve koşuşturma içinde
olacaktır. Ancak şunu da bildim ki rızık uğruna uzun ve
yorucu yolculuklara çıkmak, malını minnet altında
bırakmadan cömertçe veren kişiye el açmaktan daha
kolaydır!
Kanaat gibi güzel bir huy yoktur. Bilge kişiler derler ki:
"Akıllılık dersen tedbir gibisi; takva dersen zulme
başvurmama gibisi; asalet dersen güzel huy gibisi ve
zenginlik dersen kanaat gibisi yok. İnsanı azimli, dayanıklı
ve tahammüllü kılan şey, özbenliğindendir. En üstün huy,
merhametli olmaktır. Sevginin başı sevilene güvenmektir.
İleri görüşlülüğün temel ilkesi, olacağı olmayacaktan
ayırmaktır. Derler ki: dilsizlik, yalan söylemekten iyidir.
Fakirlik el malı yiyerek hava atmaktan iyidir."
(Fare devam ediyor)
"İşte budur maceram. Artık hâlimden memnunum.
Kanaatkar biriyim şimdi... Âbitin evinden çıkıp kıra
taşındığım
da bir güvercinle dost olmuştum. Onun sayesinde kargayla
da ahbap oldum. Sonra karga geldi, seninle onun arasındaki
güzel ilişkiden bahsetti; sana gelmek istediğini söyledi. Ben
de onunla yanyana sana gelmeyi arzu ettim, yalnız olmak
hoş değildi... Zâten hangi eğlence, hangi neşe ahbablarla
beraber olmaktan doğan sevince denktir ki? Ve hangi acı
dostlardan ayrılığa denktir?
Epey tecrübe edindikten sonra kesin olarak bildim ki
aklı başında olan kişi, ihtiyacından fazlasını istememeli şu
dünyadan! İhtiyacı ne mi? Sağlıklı kalabilmesine ve geçimini
sağlayabilmesine vesile olacak kadar yiyecek, içecek... Bir
kişiye tüm dünya her şeyiyle verilse o ancak ihtiyacı kadar
faydalanabilir bu fırsattan.
Bu fikirlerle geldim sana, kargayı da yanıma alarak...
Ben senin kardeşinim, sen de bana öyle bakmalısın..."
Fare sözlerini bitirdikten kaplumbağa nezâketle söz
aldı:
— Gözümü bile kırpmadan dinledim sözlerini! Ne
güzel şeyler söylüyorsun. Ancak seni dinlerken şunu
hissettim ki fakirliğin, gurbet elde kalışın ve ekonomik
durumunun bozulması benliğinin derinliklerinde yaralar
açmıştır. Sen bunlarla alâkalı konuştun. Artık rahatla! At
bunlan içinden! Gönlünü ferah tut! Bilmelisin ki söz
güzelliği, davranış güzelliği ve dürüstlükle kemâle erer.
Hasta derdinin devasını biliyorsa kendini hemen
tedavi ettirmelidir; yoksa bu bilgi ona bir fayda sağlamaz,
hastalığını hafifletmez, acısını dindirmez. Sen aklını kullan,
malının yokluğuna üzülme! Zîrâ şahsiyetli, kaliteli kişi
servet sahibi olmasa da saygı görür! İninde çömelip otursa
da kendisinden korkulan arslan gibi... Şahsiyetsiz zengin ise
ne denli geniş bir servete sahip olursa olsun aşağılanacak ve
alay mevzuu olacaktır, altın tasmalar ve halhallar takılmış
değersiz köpek gibi!
Vatanından ırak kalırsan bunu büyütme gözünde! Zira
akıllı kişi için gurbet yoktur, nereye giderse gitsin gücünü ve
heybetini muhafaza eden arslan gibidir o!
Sen meziyetlerini koru, kendini muhafaza et; su nasıl
yatağını bulursa iyilik ve güzellik de bulur seni!
İyilik ve yücelik, azimli ve basiretli kişiler için vardır;
onlar için yaratılmıştır. Tembel ve kararsızlara gelince, iyilik
ve güzel hal onlara yâr olmaz! İçi göçmüş kocamış adamla
genç ve delişmen bir kadın ne kadar dost olabilir ki? Uymaz
onun zevkine!
Bazı şeyler vardır ki devamsız, kararsızdır: yaz
bulutunun gölgesi, kötülerin dostluğu, temeli atılmadan
dikilen bina, yalan haber ve fazla para...
Aklı başında olan kişi "param az" diye üzülmez. Zîrâ
akıllı kişinin sermâyesi aklıdır, bir de evvelce yaptığı iyi
işlerdir. O, yaptığı işin elinden çıkmayacağına, yapmadığı
bir şeyden ötürü de cezalandırılmayacağına, fırça
yemeyeceğine emindir. Böyle üstün ve çalışkan kişiler,
âhireti asla bir kenara atmamalıdırlar. Zîrâ ölüm ansızın
gelir, vakitsiz yakalar.
Dostum! Hakikatte sen bu ilminle benim öğütlerime
ihtiyaç duyacak biri değilsin. Ama dostluğun hakkı öğüttür,
bunu yerine getirdim.
Sen bizim kardeşimizsin! Yanımızdaki herşey aynı
zamanda senindir, sana bağışlanmıştır!
Karga kaplumbağanın fareye söylediklerini dinler;
onun verdiği cevaba, yağdırdığı iltifatlara memnun olur ve
der ki:
— Hakîkaten beni sevindirdin, asil davrandın! Sen bu
özelliğinden ötürü elbette lâyıksın sevindirilmeye! Dünyada
en sevinçli, en huzurlu kimdir dersen: evi iyi dostlarla
şenlenen kişidir derim! Böyle bir kişi, dâima yanıbaşında
yüksek ruhlu dostlardan müteşekkil bir tayfa bulundurur. O
onlarla mesut, onlar da onunla mesut! Böyle bir ev sahibi,
aziz dostlarının arzularını yerine getirme hususunda
pusuda
bekleyen bir avcı gibi davranır. Mert kişinin ayağı
sürçtükte onun elinden tutacak kişi de elbet mert biri
olacaktır. Dev bir fil çamura battıkta kendisi gibi filler
tarafından kurtarılır nitekim...
Karganın bu güzel sözleriyle üç dost arasındaki sohbet
koyulaşırken bir ceylan koşa koşa oraya geldi. Kaplumbağa
korkuyla suya daldı, fare oracıktaki deliğe girdi, karga da
ağaca kondu.
Daha sonra ceylanın çevresinde dâireler çizerek uçan
karga etrafı bakınır, bu telaşlı hayvanın arkasında bir
takipçi var mı diye. Fakat bir şey göremez. Böylece fareye ve
kaplumbağaya seslenir, onlar da ortaya çıkarlar.
Kaplumbağa ceylanın suya baktığını görünce:
— İç, susuzluğunu gider! Korkmana gerek yok! der.
Ceylan yaklaşır, kaplumbağa ona dönerek:
— Merhaba, hoş geldin! der ve biraz duraklayıp devam
eder:
— Nereden böyle telaşlı telaşlı?
Ceylan cevap verir:
— Şu karşıki merada otlardım. Ama hâin avcılar beni
hep oradan oraya kovalayıp takip ediyor. Bu gün de uzaktan
bir adam silueti gördüm, avcı olmasından endişe ettim...
Kaplumbağa:
— Artık rahatla, korkma! Biz buralarda hiç avcı gör
medik. Sana güzel bir mekan, kalıcı bir dostluk sunuyoruz;
yerimizde su bol, ot çoktur. Gel bizimle ahbap ol!
Böylece ceylan onlarla beraber kalmaya başladı.
Onların hoş bir gölgelikleri vardı. Orada toplanır, sohbete
dalar, mazideki hâdiselerden bahsederlerdi.
Yine bir gün karga, fare ve kaplumbağa gölgeliğe geldi
lakin ceylan gelmedi. Bir süre beklediler onu. Başına bir şey
mi geldi diye endişelendiler. Fare ve kaplumbağa, kargaya
dönerek:
— Etrafımızda bir tehlike görüyor musun? dediler.
Karga havalandı, dâireler çizdi, etrafı süzdü. Bir de ne gör
sün?! Ceylan tuzağa düşmüş çırpınıyor! Süratle dostlarının
yanına vardı, durumu anlattı. Kaplumbağa ile karga, fareye
dönerek:
— Bu meseleyi ancak sen halledebilirsin! Haydi dostu
muza yardım et!
Fare "tamam!" deyip seğirtti, ceylanın yanına vardı.
Hemen soru verdi:
— Sen gayet dikkatli, ürkek ve akıllı biriydin! Nasıl
düştün bu belaya?
— Akıl, kaderi yenebilir mi ki? diye cevapladı ceylan.
Bu arada kaplumbağa da yanaştı oraya. Ceylan
kaygıyla döndü sevgili dostuna:
— Buraya gelmen hiç de iyi olmadı! Fare şu anda iple
ri kesmiş olsa ve avcı buraya damlasa tabana kuvvet kaçabi
lirim ben, fare de giriverir bir çatlağa! Karga desen hemen
uçar! Ama sen ağırsın, öyle hadi deyince kalkıp koşamazsın!
Avcının sana bir iş etmesinden korkuyorum!
Kaplumbağa cevap verdi:
— Dostlardan ayrı yaşamak ne mümkün! Dostun dost
tan kopması ne demektir? Neşeden mahrumiyet, gönle acı
düşmesi ve göze perde çekilmesi demektir!
Kaplumbağanın bu içten gelen sözleri henüz bitmemişti
ki avcı yanaştı ve az ilerde belirdi. Tam o anda fare, tuzağın
ipini halletmişti!
Ceylan can havliyle ileri atılıp koştu, karga halkalar
çizerek uçtu, fare de bir deliğe girdi. Ortada kaplumbağadan
başkası kalmadı. Avcı ağın iplerini parçalanmış görünce
sağa bakar, sola bakar; yerinde yavaş yavaş kımıldamaya
çalışan kaplumbağadan başkasını göremez oracıkta.
Tutar kaplumbağayı, bağlar bir yere. Karga, fare ve
ceylan derhal bir araya gelirler; kaplumbağanın
bağlandığını görüp, üzülürler. Fare der ki:
— Yağmurdan çıkıyoruz, doluya tutuluyoruz! Bir mu
sibetten kurtulduk, daha zorlusu geldi. Ne kadar doğru bir
söz: "Kişinin ayağı sürçmedikçe talihi yaver gider. Bir de
sürçmeye görsün, düz arazide takla atar ve düşmeye devam
eder"
Ben en iyi arkadaşımız olan kaplumbağa için
kaygılanıyorum. O herhangi bir karşılık için dostluk kurmadı
bizimle. Asil ve yüce ruhlu olduğu için arkadaş oldu bize! Bu
dostluk, baba ile oğul arasındaki yakınlıktan da yüksektir;
ancak ölüm ayırır böyle arkadaşları birbirinden!
Ah yazık o bedene ki dâim musibet yağar üstüne!
Halden hâle geçiliyor ve hiç bir neşe daimî olmuyor! Doğan
yıldızın dâima batması, batan yıldızın yeniden doğması
gibi!
Yara kabuk bağladıktan sonra deşilir ve cerahat akar
ya hani, işte o anki eleme benzer bir arada geçen bunca güzel
andan sonra can dostlardan kopuş acısı!
Yüreğim yanıyor dostlarım! Ceylan
ile karga fareye dediler ki:
— Evet biz de seninle aynı kederi paylaşıyoruz. Ama
bu sözlerin bir fayda sağlamaz kaplumbağaya. Durumumuzu
ne güzel anlatıyor şu söz: "İnsanlar belâ ile; güvenilir kişi
alış-verişle; kadın ve çocuklar fakirlikle; dostlar da ansızın
gelen felâketlerle imtihan olur. Kaliteli, kalitesizden böyle an
larda ayrılır."
Fare dedi ki:
— Şöyle bir çâre buldum: Ceylan dostumuz, sen ortaya
çıkmalı ve avcının görebileceği bir yerde yaralıymış gibi düş
melisin. Karga da senin etinden yiyormuş gibi üzerine kon
malı! Ben de koşup avcıya yakın bir noktada, onu gözleyece
ğim. Belki o yanındaki âlet-edevâtı bir kenara atar da kap
lumbağayı bırakıp sana heveslenir.
Şimdi bak ceylan kardeş, avcı sana yaklaştı mı onun
ümidini kursağında bırakmayacak şekilde yavaşça uzaklaş.
Aniden sıçrama ki senden ümidini kesmesin! Sen peyderpey
ondan kaçtıkça o da bizden uzaklaşmış olacak. İmkan
bulduğunca bu işe devam et... Bu arada ben, avcı geri
gelmeden
kaplumbağanın
iplerini
kemirip
onu
kurtaracağım... Umarım işler yolunda gider.
Ceylan ile karga, farenin salık verdiği gibi hareket
ederler. Avcı da onları merak eder, yanlarına varmak için
harekete geçer. Ceylan avcıyı yavaş yavaş peşinden
sürükler, fare ile kaplumbağadan uzaklaştırmış olur!
Fare ipi kemirmeye başlar, nihayet dostunu kurtarır.
Avcı, ceylanı da yakalayamadan yorgun argın geriye
döndükte bir de bakar ki kaplumbağanın ipleri kopmuş!
Ansızın benzi sararan, kafası allak bullak olan adam
ceylanla karganın yaptıklarını düşünür. Aklı gider! Öyle
ya bir yandan yaralı gibi gözüken bir ceylan, onun sırtında
leşe konmuş gibi bir kuzgun; beri yanda ipleri parçalanan
bir kaplumbağa!
Avcı bu bölgenin büyülü olduğunu sanarak çok korkar:
"Burası cinlerin, sihirbazların yatağı herhal!" deyip
hiçbir şey aramadan, ardına bile bakmadan çekip gider.
Karga, ceylan, fare ve kaplumbağa yine evvelki gibi
huzur içinde toplanırlar gölgelikte. Ve eskisinden daha
mesut anları paylaşıp sıcak sohbetlere dalarlar yeniden.
Bu hayvancıklar, küçük ve zayıf olmalarına rağmen
aralarındaki dostluk, samimiyet ve sadâkatten ötürü
birbirlerinden en güzel şekilde istifâde etmişler ve
tehlikelerden defalarca kurtulmuşlardır. O halde akıl
nîmetiyle yücelmiş, iyiyi kötüden ayırdetme niteliğiyle
seçkinleşmiş insanoğulları elbet birbirleriyle güzel
dostluklar kurmaya ve işbirliği yapmaya daha ehildirler!
İşte samîmi dostların ve uyumlu arkadaşlığın hikayesi!
BAYKUŞ VE KARGALAR BABI
Hükümdar Debşelim, filozof Beydebâya dedi ki:
— Camı gönülden dost olup el birliği yapanların hikâ
yesini dinledim. Haydi anlat bana yalvarıp yakarsa da ken
disine inanılmayacak, hilesine kanılmayacak düşmanın hi
kâyesini.
Filozof Beydebâ aldı sözü
— Kin ve adavetten vazgeçmeyen düşmana kananlar
baykuşların kargalardan çektiğini çeker!
Debşelim merakla sordu:
— Nedir bu işin aslı?
Beydebâ anlatmaya koyuldu:
— Anlatırlar işte: bir dağda gayet iri, heybetli bir
ağaçta bin karga gül gibi yaşarmış bir reisin buyruğu altın
da. Ağacın civarında ise'bin baykuşun barındığı bir mağara
varmış.
Bir gece baykuşların reisi geziye çıkıyor Tabîi, onunla
kargaların reisi arasında epeydir süregelen bir düşmanlık
var ve her biri yek diğerini mahvetmek istiyor.
Baykuş reis, "Fırsat bu fırsat!" deyip adamlarını
yanına alarak kargalara ansızın baskın düzenliyor;
yuvalarını başlarına yıkıp bir hayli esir alıyor.
Sabahleyin kargalar perişan bir halde toplanıyor,
reislerinin yanına giderek dert yanıyorlar:
— Dün gece başımıza gelenler malumunuzdur... Kaza
sız belâsız atlatanımız yok bu baskını! Kimimizin kanadı kı
rık, kimimizin tüyleri yoluk, kimimizin kopuktur kuyruğu!
Ölenler ve ağır yaralılar var aramızda... Ama bize asıl koyan,
içimize oturan baykuşların küstahlığı ve yerimizi elleriyle
koymuş gibi bulmalarıdır. Geldiler ve canevimizden vurdu
lar. Artık kuşku götürmeyen bir hakikattir ki yine gelecek
ler, aynı küstahlıkla bize saldıracak; durmadan çapul yapa
caklar. Zira yerimizi biliyorlar.
Biz senin emrindeyiz! Söz senindir ey Reis!
Durumumuzu düşün, münâsip bir çözüm bul!
Kargalar arasında beş bilge vardı. Önemli meseleler
her zaman onlara sorulurdu. İsabetli fikirleriyle
tanınmışlardı. Reis de onların fikrini sorar; önemli
problemler, mühim hâdiseler çıktıkta onların aklıyla hareket
ederdi. Bu defa da söz konusu beş bilgeden birincisine
sordu:
— Bu meseleyi nasıl halletmeliyiz sence?
Bilge karga cevap verdi:
— Benim sözüm bizden önceki bilgelerin söylediğidir!
Onlar derler ki: "güç yetirilemeyecek azılı düşmana karşı en
iyi çare firardır!"
Reis, ikinci bilge kargaya döndü:
— Sen ne dersin?
O da ilkinin görüşünü onayladı, o da "firar" dedi.
Ama reis razı olmadı ve söylendi:
— Ben düşmanın bir baskınından ötürü vatanımızı
terketmeyi ve bu güzel mekanı ona bırakmayı asla doğru bul
muyorum. Bu bize yakışmaz! Bize düşen derlenip toparlan
mak, bir güzel hazırlanmaktır! Harp ateşini yakacağız. Ama
onlar üzerimize yürüdükte gafil avlanmamalı; korkmadan,
yılmadan arslanlar gibi savaşmalıyız; her türlü hazırlığımızı
yaparak!
Bizim
kuvvetlerimiz
her
yönden
onları
karşılayabilmeli! Kalelerimizde korunabilmeli; kâh taaruza
geçmeli, kâh savunmada kalmalı; fırsatını bulunca da nihâ-î
darbeyi indirmeliyiz.
Düşmanı ancak bu yolla mahvedebiliriz!
Reis bu heyecanlı nutuktan sonra üçüncü bilgeye
döndü:
— Sen ne-dersin?
O da cevap verdi:
— Ben elbet firar taraftan değilim! Biz her noktaya
gözcü7lerimizi yerleştirmeli, casuslar göndermeliyiz. Düş
manla aramızda bizim öncü kuvvetlerimiz olmalı. Onlar bize
karşı tam bir savaş yanlısı mıdırlar, yoksa bir şeyler koparıp
barış mı yapacaklar; fidyeyle işi bitirecekler mi; bu bilgileri
öğrenebiliriz öncü kuvvetlerle!
Düşmanın malla doyacağını anlarsak, onların teklifini
kabul eder; şerlerinden azat olmak ve vatanımızda emniyet
içinde yaşamak gayesiyle istedikleri haracı veririz. Zîrâ
siyâset ehli nezdinde genel geçer bir fikirdir: bir düşman
güçlendikte ondan can, mal ve vatan hesabına
korkuluyorsa hükümdarlar servetlerini feda etmekten
çekinmez ve ellerindeki parayı, yurdu, tahtı ve halkı için
hemen kalkan gibi kullanırlar!
Reis bu sefer dördüncü bilge kargaya sordu:
— Sen ne diyorsun barış hakkında?
Dördüncü aldı sözü:
— Ben barışı doğru bulmuyorum! Vatanımızdan ayrıl
mak, sürgün açılarıyla yanmak, geçim sıkıntılarıyla uğraş
mak; herhalde kendisinden üstün olduğumuz bin kıçı kırık
düşmana boyun eğmekten daha hayırlıdır!
Kaldı ki bu gün baykuşlardan barış istesek ancak
şımara şımara, ağır şartları bir bir dizerek teklifimizi kabul
edeceklerdir! Oysa atalarımız diyor ki:
"Düşmandan istediğini almak için biraz yanaş ona
ama büsbütün yaltaklanma ki küstahlaşmasın! Sonra seni
büsbütün âciz ve zayıf sayarak hakaretâmiz davranır."
Bunun misâli güneşe karşı dikilen tahta parçasıdır. Biraz
eğsen gölgesi uzar, ama çok fazla eğersen gölge diye birşey
kalmaz! Aslında düşmanımız bizim ona yaklaşmamızı
istemiyor... Hiç kanmayalım
Bu yüzden harp taraftarıyım ben!
Reis bu sefer beşinci bilge kargaya döndü:
— Sen ne diyorsun? Savaş mı barış mı? Yoksa vatan
dan ayrılık mı? Doğru karar ne olmalı sence?
Aldı sözü beşinci:
— Savaştan dem vuruluyor... Oysa kişinin hakkından
gelemeyeceği bir şeyle mücâdele etmesinin yolu yoktur! Der
ler ki: "Kim ki kendi gücünü ve düşmanın performansını bil
meden harekete geçer, hakkından gelemeyeceği düşmanla
savaşa tutuşursa kendi eliyle helak eder kendini."
Kaldı ki aklı başında olan hiç kimse düşmanını
küçümsemez. Zîrâ düşmanını hor gören aldanır ve
kurtulamaz düşmanından... Samîmi söylüyorum: baykuşların
şerrinden korkuyorum, onlar bizimle dövüşmese bile asla
güvenecek değilim onlara!
Ama şu bir gerçek ki düşmanın kötülüğünü aklından
çıkarmaz sağduyulu kişi! Düşman uzaksa, hışımla
saldırmasından; yakın ise ansızın baskın yapmasından; tek
başına ise tuzağından emin olunmaz! En akıllı millet,
savaştan ve savaş masrafından çekinen; bu konuyu uzun
uzadıya masaya yatırandır.
Zîrâ savaş dışında yapılan harcamalar servetten,
sözden ve emektendir. Ama can gider, kan akar savaşta! Bu
ağır bedeli göze almaktansa daha basit bir masrafla,
yumuşak sözle idare etmeliyiz durumu! Kazanamayacağı bir
savaşa giren, ancak kendini aldatmış olur.
Başkan sır saklamasını bilen, iyi yardımcıları etrafına
Turnalar baykuşun hükümdarlığını istiyor
toplayan, halk nezdindeki itibârını muhafaza eden biriyse
her halde elindeki nimeti kaybedecek biri değildir. Sen bu
meziyetlere sahipsin hükümdarım!
Hükümdar danışmanlarının ve vezirlerinin fikriyle
daha basiretli hareket eder, denizin kendisine akan
ırmaklarla kuvvetlenmesi gibi.
Bana sorduğunuz sorunun açıkça cevaplandırılması
gereken kısmını cevaplandırdım! Bir kısmını ise gizli
söylemek gerekir. Gizli sözün de mertebeleri vardır. Bazı
sırlar koca bir topluluğa söylenebilir, bazıları ise yalnız iki
kişi arasında kalmalıdır.
Benim size açacağım sır ancak dört kulağın iki gözün
iştirak edeceği cinsten ve mertebedendir!
Böylece reis meclisten ayrılarak beşinci kargayla
başbaşa kalacağı bir köşeye çekilmiş. İkisi konuşmuşlar.
Reisin ilk sorduğu soru şuymuş:
— Bizimle baykuşların arası ilk defa nasıl bozuldu,
biliyor musun?
Bilge karga cevap vermiş:
— Evet. Bir karganın söylediği bir laf yüzünden başla
dı kavga!
— Nasıl oldu? diye sormuş Reis. Öteki cevap vermiş:
— Anlatılanlara göre bir grup turna varmış hüküm
darsız yaşayan. Bir araya gelip baykuşlar kralının yöneti
minde yaşamayı kabuletmişler. Onlar bu meseleyi konuşur
ken oradan bir karga geçiyormuş. Turnalar; "Şu karga bize
uğrasa da fikrini alsak..." demişler. Hakîkaten de karga bun
lara uğramış, onlarda soruvermişler: "ne yapalım?" diye.
Karga demiş ki:
— İnanın, şu kocaman dünyada hiç kuş kalmasa; ta
vuslar, kazlar, ördekler, deve kuşları güvercinler büsbütün
tükense yine de sûreten en çirkin, ahlaken en kötü, akıl ba
kımından en kıt; üstelik hınç bakımından en kuvvetli, şef
kat bakımından en zayıf; gündüz körü olan iğrenç kuşu ya
ni baykuşu seçmemeniz gerekirdi. Baykuş kısmının salak
lığı ve terbiyesizliği de ayrı dava. Ancak tutar da bir bayku
şu başınıza sultan ederseniz, kendi işlerinizi kendiniz gör
melisiniz!
Netekim gökteki ayın kendi hükümdarı olduğunu
savunan bir tavşan neticede kendi görüşüyle hareket ederek
paçayı kurtarmıştır.
Turnalar heyecanla soruvermiş:
— Nasıl oldu bu?
Karga anlatmış:
— Fillerin vatanının bir bölümü kuraklaşmış, yıllarca
sürmüş kuraklık. Gözeler kurumuş, bitkiler solmuş, ağaçlar
ölmüş, su tükenmiş... Bu dehşetli derdi krallarına açmışlar.
Fil kral elçilerim ve rehberlerini dört bir yana salmış su bul
sunlar diye. Nihayet gönderilenlerden biri hükümdarın yanı
na dönerek demiş ki:
— Falan yerde bir pınar buldum, "Ay Pınarı" diyorlar
oraya. Suyu gür!
Fil Kral, avânesiyle beraber oraya doğru hareket
etmiş, herkesin kana kana su içmesini isteyerek...
Ama orası tavşanların arazisindeymiş ve kocaman
filler, yuvalarında habersiz duran tavşanları çiğneyip
öldürmüşler çoğunu....
Tavşanlar alelacele içtimâ edip kendi hükümdarlarına
dert yanmışlar: "Fillerin başımıza bela olduğu
malumunuzdur!" demişler. Tavşanların kralı:
— Bu hususta bir görüşü olan varsa aranızda, derli
toplu bir şekilde takdim etsin! demiş.
Fîruz adlı bir tavşan öne atılmış. Kral onu isabetli
düşünceleri ve güzel ahlakıyla tanıyormuş. Bu akıllı tavşan
demiş ki:
— Hükümdarımızın beni fillere göndermesi, yanıma
da emin birini katması münâsiptir. Tâ ki söyleyeceklerimi
işitip krala arz etsin!
Hükümdar:
— Sen güvenilir birisin! Teklifini elbette kabul ediyo
ruz. Şimdi fillere git ve benim adıma dilediğini söyle onlara!
Şunu iyi bil: elçilik vazifesini üstlenen kişi basireti, aklı, es
nekliği ve erdemiyle onu gönderenin ileri görüşlü olup olma
dığını belli eder. O halde, yumuşak, yavaş ve nâzik davran!
Elçi nezaketli davranırsa kalpleri yumuşatır, kabalık ederse
muhataplarım sertleştirir....
Bu öğütleri dinleyen tavşan Fîruz, fillerin yanına
gider; ama fazla yaklaşmaz, kocaman hayvanlar bilmeden
ona basabilirler diye...
Böylece
tepeye
tırmanan
tavşan
fillerinin
hükümdarına seslenir:
— Ay, beni sizce elçi olarak gönderdi. Elçiye zeval yok
tur, sözü sert de olsa mesajını rahatça iletmelidir"
Fillerin kralı:
— Nedir mesaj? deyince tavşan başlar anlatmaya:
Tavşan ve Fil
— Sana diyor ki:
"Kim kuvvetine aldanarak zayıfları hor görürse onun
kuvveti basına belâ olur. Sen de diğer hayvanlara karşı
kuvvetli olduğunu anladın ve aldandın! Evet, benim adımı
taşıyan pınardan su içtin, suyumu bulandırdın!" Ay
hazretleri beni sana elçi göndermiştir, uyarayım diye! Bir
daha böyle bir densizlik etmeyesin! Şayet aynı hatâyı
tekrarlarsan gözlerin kör olur, kendini helak etmiş olursun!
Ha, bir de su var! Benim elçiliğimden şüphe ediyorsan
gel pınara! Ay orada sana zuhur edecektir!
Fillerin kralı tavşanı hayretle dinler. Elçi Fîruz'la
beraber suya yaklaşır. Gözenin ışıldayan yüzüne dikkatli
bakınca ayın şavkı vurur suratına! Elçi Fîruz durur mu,
hemen değerlendirir firsatı:
— Haydi, hortumunla su al, yüzünü yıka ve aya secde
et!
Fil de hortumunu suya salar. Yüzey dalgalanır
hafiften... Fil, ayın hareket ettiğini zannederek;
— Ne oldu Aya? Niye kımıldıyor? Hortumumu suyuna
soktuğum için kızmış olmasın? der.
Tavşan Fîruz yapıştırır cevabı:
— Evet, elbette dediğin gibi!
Fil aya tekrar secde eder, yaptıklarından ötürü tövbe
eder. Ne kendisi ne de avânesinden herhangi bir fil böyle bir
günah işlemeyecektir artık
(İç içe örnekler veren karga) sözlerine devam etmiş:
— Baykuşun durumuyla alakalı epey kelam ettik... Bir
de şu var ki o aldatır, tuzak kurar ve hile yapar; tıyneti böy
le! Oysa en kötü hükümdar halkına karşı hilekâr davranan
dır. Böyle dalavereci bir liderin hizmetine giren kişi, tavşan
ve toygar kuşunun kediden çektiğini çeker!
Turnalar hep bir ağızdan merakla bağrıştılar:
— Ne olmuş, ne olmuş?
Karga anlatmış:
— Bir toygar komşum vardı. Yuvama yakın bir ağacın
kovuğunda oturur, sık sık ziyaretime gelirdi. Derken onu es
kisi gibi göremez oldum, nereye gittiğini bilmiyordum. Epey
bir süre onu göremedim.
Bir gün baktım ki toygarın yerinde bir tavşan
bulunuyor. Onunla mücâdele etmeyi doğru bulmadım.
Epey orada kaldı. Sonra ansızın toygar döndü! Tavşanı
yuvasında görünce:
— Burası bana aittir! Çek git! dedi.
Ama tavşan cevabı yapıştırdı:
— Yuva şu anda benimdir. Ben varım burada! Sen ise
davacısın, buranın sana ait olduğunu iddia ediyorsun! Eğer
haklıysan bana karşı hakkını ara, yardım iste!
Toygar atıldı:
— Tamam, hâkim bize yakındır. Gel ona gidelim!
Tavşan:
— Kimmiş hâkim?
Toygar cevap verdi:
— Deniz kıyısında bir tecrübeli kedi var. Gündüzlerini
oruçla gecelerini namazla ihya eder. O hiç bir hayvana eziyet
etmez, asla kan akıtmaz... Hayatını otlarla ve dalgaların sa
hile attığı şeylerle sürdürür... Gel, razı olursan ona başvura
lım; baksın bizim davamıza.
Tavşan:
— Eğer dediğin gibi iyi biriyse niçin razı olmayayım
ki? dedi.
Beraberce kediye gittiler. Ben de devamlı oruçlu
gözüken kedinin hâkimliğini merak ediyordum, peşlerine
takıldım.
Kedi, tavşanla toygarın yaklaştığım görünce ayağa
kalkarak namaza başladı; ibâdetinde samîmi bir âbid havası
veriyordu bakanlara. Bizimkiler kedinin bu hâlinden etkilen-
diler. Hürmetle yanaştılar, selam verdiler, aralarındaki
meseleyi bir sonuca bağlamasını rica ettiler. Kedi hikâyeyi
anlatmalarını istedi, onlar da anlattılar.
Kedi:
— Yaşlılık beni güçsüzleştirdi, kulaklarım ağır işiti
yor. Bana biraz daha yaklaşın da söylediklerinizi daha rahat
duyayım.
Tavşanla toygar samîmi bir havayla kediye sokularak
meseleyi yeni baştan anlattılar, hüküm istediler.
Kedi aldı sözü:
— Tamam, neyden bahsettiğinizi anladım. Aranızda
hüküm vermeden önce bir çift kelam edeceğim, tavsiyelerde
bulunacağım. Sadece Allah'tan korkun ve hakkı isteyin, doğ
rudan sapmayın! Hakkı arayan kişi, nihâyetinde aleyhine
gelişen bir yargıyla karşılaşsa da huzurlu ve özgür olacaktır.
Bâtılı, yalanı, göz boyamayı isteyerek yola çıkan ise lehine
hüküm bulsa da hüsrana uğrayacaktır.
Dünyada yaşayan için dünyada kalan hiçbir şey
yoktur. Ne servet, ne arkadaş! Ancak yaşarken yaptığı
güzel işler yoldaş olur ona! Akıllı adam tüm gücüyle kalıcı
olana yönelir, âhirette faydası olan işleri yapar, dünya
tutkusuyla kendini kaybedip boş işlere dalmaz! Akıllı kişi
için paranın ve servetin zatî değeri kerpiç mesabesindedir.
Basiretli kişi, diğer insanları da kendisi gibi değerlendirir;
kendisi için nasıl iyilik istiyorsa onlar için de iyilik ister;
kendi nâmına bir zarara uğramamayı nasıl istiyorsa diğer
insanların da zarardan uzak olmasını ister...
Hâkim rolündeki 'kedi bu tip öğütlere devam etti,
tavşanla toygar ona iyice yanaştılar; derken kedi ansızın
hamle edip ikisini de öldürdü!
(Karganın turnalara çektiği nutuk devam etmiş):
— İşte böyle sevgili turnalar... Baykuş kısmı, size an
lattığım misalde olduğu gibi nice uğursuzluk ve kusuru mi
zacında toplar. O halde sakın ha baykuşu başınıza bay yap-
mayın! Böyle tehlikeli bir fikre meyletmeyin!
Turnalar, karganın sözlerinden ve hikâyelerinden
etkilenerek baykuşa uymaktan vazgeçerler; onu hükümdar
edinmeyeceklerdir artık...
İşe bakın ki; o civarda bir baykuş, olan bitene tanık
olmuş; turnaların nihâî kararını işitmiş! Hışımla kargaya
dönüp demiş ki:
— Sen beni ta derunumdan yaraladın! Ben evvelce sa
na bir kötülük ettim mi ki böyle pervasız konuşuyorsun? Şu
nu iyi bil: Ağacı baltayla yaralarsın ama yeniden sürgün ve
rir; kılıçla adamı deşersin ama yarası iyileşir; dil yarasına
gelince asla kapanmaz, tedavi kabul etmez! Ok yaydan fırla
dıkta ete saplanır lâkin çıkartabilirsin, oysa ok gibi kalbe
saplanan bir kelamı yerinden sökmek ne mümkün!
Her ateşin bir söndürücüsü var... Aleve su at, zehire
panzehirle karşı koy, kedere sabırla cevap ver, tutkuya gurbet
ve gözden ırak oluşla set çek! Ama nefret ateşini hangi ilaç
söndürebilir?
Ey kargalar cemâati! Artık aramızda adavet, husûmet,
öfke ve kin filizleri dikilidir! Bunu başlatan da sizsiniz!
Bu infial dolu nutkunu bitiren baykuş hızla dönüp
gider; kendi reisine herşeyi anlatır, karganın laflarını
aynen aktarır. Bu arada karga ölçüsüz konuştuğu için
pişman olmuş ve kendi kendine söylenmeye başlamıştır:
— Ben hem kendime hem de soydaşlarıma karşı büyük
bir husûmetin başlamasına vesile olan sözlerimle hatâ ettim!
Keşke turnalara böyle konuşmasaydım, hikâyeler anlatma
saydım, bildiğimi söylemeseydim!
Ne boşboğaz ve ahmak biriyim ben!.. Nice kus benim
tanık olduğumdan kat kat fazlasına tanık olmuş, benim
bildiğimden daha çok şey bilmiştir de kendilerini koruyarak
soğukkanlı davranmışlar, benim hiç düşünmediğim kötü
neticelerden sakınmak için çenelerini tutmuşlardır.
Kaldı ki çirkinin çirkini, kışkırtıcı mı kışkırtıcı bir laf
edildikte elbette kin ve düşmanlık doğacaktır, o lafı eden
patavatsıza karşı! Bu tür sözlere kelam değil "kargı" dense
yeridir! Akıllı adam ne denli kendine güvense de asla
küstahlaşmamalı, kendi sonuna vesile olacak işlere
girişmemelidir! Yanında panzehir bulunsa da zehir içmemesi
gerektiği gibi!
Güzel davranan kişi, tumturaklı laf edemediği için âciz
gibi gözükse de neticede başarıya ulaşacaktır. Tumturaklı
konuşana gelince süslü laflan dinleyicileri cezbetse de işinin
akıbeti meçhuldür. Ben asla beğenilmeyecek bir kelam ettim.
Ne kadar beyinsiz biriyim ki hiç kimseye danışmadan,
üzerinde enine boyuna düşünmeden böyle büyük
meselelerde ileri geri konuşuyorum! Nasihat vermesini bilen
kaliteli dostlara sormadan, tekrar tekrar düşünmeden kendi
kafasına göre hareket eden elbet memnun olmayacaktır
verdiği kararlardan! Bugün işlediğim hatâdan, saplandığım
kaygıdan kim kurtaracak beni?
(Bilge karga tüm bu nakilleri yaptıktan sonra tekrar
ana mevzûya gelir:)
İşte o karga bu tür sözlerle kendini kınamış ve
sahneden çekilmiştir. Bizimle baykuşlar arasında
düşmanlığın nasıl başladığına dâir sorduğunuz sorunun
cevabını anlattım böylece...
Şimdi gelelim onlarla savaşıp savaşmayacağımız
mevzuuna... Biliyorsunuz ki ben savaşı tercih etmiyorum
ama başka bir çâre de bulmadım değil... İnşallah
kurtuluşumuza vesile olurum. Nice gruplar var ki iyi bir fikir
sayesinde meselelerini halledebilmişler ve amaçlarına
erişmişler... Hani şu âbidi bulan ve elindekini kapan grubun
hikâyesi tam da bu konuya misaldir!
Karga hükümdar merakla sordu:
— Nasıl olmuş bu?
Bilge karga anlatmaya başladı:
— Anlatırlar ki âbid bir adam semiz mi semiz bir keçi
satın almış, peşinden çeke çeke götürüyormuş. Kapkaççı tay-
fasından birkaç bitirim de arkadan onu gözlüyormuş.
Berikiler keçiyi âbidden almak için aralarında anlaşmışlar.
Nihayet biri âbidin karşısına çıkarak demiş ki:
— Efendi, yanındaki köpek neyin nesi?
Ardından diğer dolandırıcı çıkmış ortaya ve
arkadaşına dönerek:
— Bu bir âbid olamaz! Âbid dediğin peşinden it sürük
lemez!
Bir iki kapkaççı daha aralarında anlaştıkları gibi
doluşmuşlar âbidin çevresine... Benzeri laflar etmişler ve
âbidi inandırmışlar satın aldığı hayvanın köpek olduğuna!
Adam kendisinin büyülendiğini, bu yüzden keçi yerine köpek
aldığını sanmaya başlamış! Ve elinden bırakıvermiş keçiyi...
Kapkaçıçı tayfası da hemen atılmışlar. Yakalayıp
götürmüşler hayvanı...
Bu hikâyeyi anlatırken, esnek ve hilekâr davranarak
hedefimize erişebileceğimizi îzah etmek istedim. Şimdi zât-ı
âlîlerinizden istirham ediyorum: şu cemâatin huzurunda
beni dövüp, azarlayın; tüylerimi yolun, kuyruğumu
cascavlak edin! Sonra şu ağacın dibine atınız beni ve
askerlerinizle filan mıntıkaya gidiniz sevgili hükümdarımız!
Bu muameleye tahammül edeceğimi umuyorum. Zîrâ bu
sayede baykuşların durumu hakkında bilgi sahibi olacağım;
nerede korunduklarını, hangi kapıdan girdiklerini
öğreneceğim. Sonra onları aldatıp sizin yanınıza gelirim,
nihayet hazırlıklı ve planlı bir şekilde onlara baskın yapar
ve Allah'ın izniyle amacımıza erişiriz!
Kargaların hükümdarı:
— Bu muameleye ve bu plâna gönülden razı mısın? di
ye sordu. Bilge karga:
— Elbette! Niçin razı olmayayım ki? Hem hükümdar
hem de askerleri bu sayede zafer ve huzur bulmayacak mı?
Hükümdar, bilge karganın söylediğini yaptı ve çekip
gitti. Bilge karga inliyor, acıyla mırıldanıyordu. Baykuşlar
onu işittiler, inleyişine yakından tanık oldular ve durumu
kendi hükümdarlarına bildirdiler. Hükümdar baykuş,
kargaların ahvalini öğrenmek amacıyla bizim karganın
yanına gelir. İyice yanaştıkta hizmetkârı olan (mütercim?)
baykuşa emreder, kargaya bazı sorular yöneltsin diye. Ve
baykuş başlar sormaya:
— Sen kimsin? Öteki kargalar nerede?
Karga cevap verir:
— Ben filan kargayım... Sorunun devamına gelince sa
nıyorum beni sıradan bir karga gibi görüyorsun, gizli ve
(önemli) bilgilerden habersiz bir kel karga gibi!
Böylece baykuşların kralına şu mealde bir izahat
yapılır: "Bu karga, hükümdarının veziri ve danışmanıdır.
Aslında ona bu muamelelerin niçin reva görüldüğünü
sormalıyız!"
Kargaya meselenin içyüzü sorulur. Karga da başlar
uzun uzun anlatmaya:
— Kralımız, size karşı ne gibi bir tedbir alınacağı hu
susunda meclis kurdu; bize danıştı. Ben de orada hazır bulu
nanlar arasında arasındaydım: "Kargalar cemâati! Bu konu
da neyi uygun görürsünüz?" dedi. Ben de cevap verdim: "Hü
kümdar! Bizim baykuşlarla savaşacak gücümüz yoktur. On
lar bizden daha kuvvetli, daha katı kalpli ve cesurdurlar.
Ben barış yollarını aramayı, mümkünse fidye vermeyi doğru
buluyorum! Eğer baykuş tayfası bu teklifi kabul ederse ne
âlâ, etmezse kaçarız başka diyarlara! Eğer baykuşlarla sava
şa kalkarsak bizim aleyhimize, onların lehine olur bu karar...
Elbette barış yolu husûmetten iyidir." Ben onlara savaş ka
rarından vazgeçmelerini salık verdim, bir sürü hikâye anlat
tım, misaller sundum. Dedim ki: "Güçlü bir düşmanın satvet
ve gazabından kurtuluş ancak itaatle mümkündür! Çimenle
re bakın, esnekliği ve esme yönüne meyli ile nasıl kurtuluyor
dehşetli kasırgalardan?" Ama onlar bana muhalefet ettiler,
sözümü dinlemediler hattâ savaş aşkıyla yanarak beni töh
met altında bıraktılar: "Sen bizim değil baykuşların tarafın-
dasın!" dediler. Öğüdümü tutmadıkları yetmiyormuş gibi
beni paçavraya çevirdiler. Kral ve avânesi bana epey
işkence ettikten sonra çekip gittiler yanımdan...
Sonra ne yaptıkları bilmiyorum...
(Karga susar).
Baykuşların hükümdarı bu uzun hikâyeyi dinledikten
sonra vezirlerden birine şöyle sordu:
— Karga hakkında ne diyorsun?
O vezir cevap verdi:
— Hemen öldürülsün derim! Bu karga muhakkak öte
ki kargaların bir tezgâhı! Bunu temizlersek tuzağından emin
oluruz! Ayrıca öteki kargaları da tam bir hüsrana uğratmış
oluruz. Derler ya: "Kim işin başarıya ulaşacağı ânı yakalar
da derhal harekete geçmezse onda hayır yok, hikmet ve zekâ
dan bînasiptir o! Kim büyük bir zafere kavuşmak ister de im
kan bulduğunda savsaklarsa fırsatı elinden kaçırır! Böyle bi
rine talih bir daha gülmese yeridir! Kim düşmanının zayıf
ânını yakalar da işini bitirmezse elbet dizini dövecektir, düş
manı palazlanıp azman kesildiği günler geldikte!"
Hükümdar baykuş diğer vezire sordu:
— Sen ne diyorsun bu karga için?
Vezir cevap verdi:
— Bence onu öldürmemelisin! Zîrâ yaranı olmayan ba
şı eğik düşman, merhamete ve affa layıktır. Ona ilişilmeme
li! Hele hele bize sığınmış, korkudan tir tir titreyen bir zaval
lıya el kaldırmak mı? Asla! Bilakis onu kanatlarımız altına
almalıyız! Düşman dediğin kişi, kendi kastı olmasa da bizim
işimize yarayacaksa elbet es geçilmeli ondan; hattâ korunma
lıdır ol Tıpkı karısının hatırına hırsıza ses çıkarmayan tacir
gibi hareket etmeli burada...
Hükümdar baykuş merakla sordu:
— O da neyin nesi?
Vezir anlattı:
— Anlatırlar... Zengin mi zengin bir tacirin dünya gü
zeli bir hanımı varmış. Bir gün eve hırsız girmiş. Tacir horul
horul uyuyor, kadın ayakta... Ansızın irkilen kadıncağız taci
rin yanına hoplamış, kucaklamış eşini sımsıkı! Meğer tacir,
hâtûnun bir gün böyle şevk ile yaklaşmasını ümit edermiş
dâim. Kadın sarmaş dolaş oldukta adam uyanıvermiş ve ken
di kendine: "Oh! Bu nimet nerede vâki oldu bana?" diye söy
lenmiş sevinçle. Bir de bakmış ki hırsız! Ama tacirin neşesi o
biçim, seslenivermiş hırsıza:
— Efendi, rahat rahat doldur torbana servetimden.
Hâtûnumun kalbi sayende bana meyletti ya bu yeter! En de
rin şükran hislerimle selamlıyorum seni!
Hikâyeyi dinleyen hükümdar baykuş diğer vezire
dönüyor:
— Sen ne diyorsun karga için?
Öteki vezir aldı sözü:
— Onu öldürme, bırak yaşasın; hattâ iyilik et, ihsanda
bulun ona. O sana karşı samîmi davranacak biridir. Akıllı ki
şi düşmanlarının kendi aralarında anlaşamayıp kavga ediş
lerini iyi bir firsat sayar, durumu değerlendirir. Hasımları
nın birbirleriyle uğraşması akıllı kişi için kurtuluş ve zafer
vesilesidir. Tıpkı âbidin hem hırsızdan hem de şeytandan pa
çayı kurtarması gibi, tabii âbide ne yapacakları hususunda
ihtilafa düştüklerinde oluyor bu!
Hükümdar merakla sordu:
— Bu nasıl oldu?
Vezir:
— Anlatırlar.. Âbid bol süt veren semiz mi semiz bir
inek satın alıyor, peşinden çeke çeke evine götürüyor. Hemen
oracıkta ineği çalmak isteyen bir hırsız takılıyor arkadan. Bu
da yetmezmiş gibi âbidi çarpmak ve aklını başından almak
isteyen bir şeytan da ötede bekliyor!
Bu şeytan, hırsızı gördükte hışımla soruyor:
— Sen kimsin?
Hırsız:
— Ben mi? Kederli bir yankesiciyim! Âbid uykuya da
lınca ineği kapıp götüreceğim! Ya sen kimsin?
— Ben mi? Ben bir şeytanım! Âbid uyudukta onu çar
pacağım, aklını başından alacağım!
Hırsızla şeytan bu şekilde eve kadar gidiyorlar. Âbid
içeri girdikte onlar da giriyorlar. Âbid peşindeki hayvanı da
içeri alıyor ve hayatın bir köşesine bağlıyor. Sonra yatıp
uyuyor.
Hırsızla şeytan ise gizli gizli iş üzerinde konuşuyorlar.
Ama hangisi önce başlayacak, bir türlü anlaşamıyorlar.
Şeytan hırsıza der ki:
— Bak arkadaş, sen önce davranıp ineği almaya kal
karsan âbid uyanır; bağıra çağıra milleti uyandırır. O zaman
ben onu çarpamam, aklını başından alamam. Sen bana önce
lik tanı! Onu delirteyim, aklı gitsin! Sonra sen dilediğini ya
parsın!
Ancak hırsız, şeytanı dinlemez. "Âbid evvela çarpılırsa
uyanacak ve ben ineği çarpamayacağım!"* diye düşünür ve
itiraz eder:
— Hayır, hayır! Sen bana ver önceliği, ineği kapıp gö
türeyim! Sonra ne yaparsan yap sen!
Hırsızla şeytan böylece münâkaşaya tutuşurlar.
Sonunda hırsız başbaş bağırır:
— Âbid, âbid! Uyan artık! Şu şeytan seni çarpmak istiyor!
Şeytan da bağırır:
— Uyan âbid uyan! Hırsız senin ineği çalacak!
Şeytan için kullanılan ihtitaf fiili hem çalmak hem de aklını başından
almak anlamına gelir. Türkçedeki "carpmak"ın hakiki ve macazi
manası aynen mevcuttur, "ihtifaf fiilinde (çev.)
ikisinin feryadıyla yerinden doğrulur âbid, komşular
da uyanırlar. İki habis çarnaçar, kaçarlar oradan...
(Müzâkere devam ediyor)
En başta karganın öldürülmesini teklif eden vezir aldı
sözü:
— Artık iyice kanaat getirdim karganın sizi aldattığı
na! Aranızda ahmak olanın tam da hoşuna gidecek bir kelam
etti o! Bu yüzden yanlış kararlar alıyor, hatalı fikirler ileri
sürüyorsunuz!
Hükümdarım! Hemen karar vermeyin bu konuda
acele etmeyin! Gözleriyle gördüğüne "görmedim" diyen ama
kulaklarına sızana hemen inanan, boş işlerle uğraşan adam
gibi olmayın!
Ama hükümdar ilk vezirin bu itirazına pek iltifat
etmez. Emir verir: karga baykuşların evlerine götürülsün,
orada ağırlansın ve en güzel muameleye layık olsun, diye.
Zaman geçer.
Bir gün misafir karga hükümdar baykuşun huzuruna
çıkar, çevrede epey bir baykuş cemâati ile karganın ölümünü
isteyen vezir de vardır. Söze şöyle başlar karga:
— Hükümdar, hemcinslerimden neler çektiğimi bili
yorsunuz! Öç almazsam içim rahat etmeyecek! Bu mevzuda
epey kafa yordum ama tek başıma amacıma ulaşamayacağı
mı anladım. Zavallı bir kargayım ben... Bilgelerden gelen bir
söz var: "Kim kendini feda etmeyi göze alırsa Allah'a en bü
yük kurbanı takdim etmiş sayılır! Böyle bir fıdâinin her du
ası kabul olur!" Eğer zât-ı âlîleri uygun görürlerse yakayım
kendimi ve Tanrımdan istekte bulunayım, beni baykuşa çe
virsin diye.
Böylece kargaların en zorlu hasmı ve bilgim sayesinde
onların karşısında en kuvvetli düşman olurum. Ancak böyle
alabilirim intikamımı!
Ama karganın imha edilmesi teklifini sunan vezir
cevap verir bu söze:
— Sen iyi biriymişsin gibi bir intiba uyandırıp en feci
kötülüğü gizlemekle içimi ve râihası nefis, lâkin özü zehir do
lu, pis bir şaraba benziyorsun! Ne dersin, vücudunu ateşle
yaksak özün ve karakterin değişir mi acaba? Senin huyların,
nerede olursan ol senle beraber değil mi? Ne olursan ol, neye
çevrilirsen çevril; huyların yine sana, öz mayana dönecektir!
Can çıkar, huy çıkmaz! Hani şu dişi fare misali geldi aklıma:
Cins cins kocalardan birini seçmesi söylenmiş. Ya güneş, ya
rüzgâr, ya bulut yahut dağla evlenecekmiş ama sonunda bir
erkek fareyi tercih etmiş!
Vezire merakla sordular:
— Bu nasıl oldu?
Vezir anlattı:
— Anlatırlar işte... Duası kabul kapısından hiç çevril
meyen bir âbid varmış. Bir gün deniz kıyısında otururken
pençesinde fare eniğiyle uçan bir deli dölengeç kuşu geçiver
miş oradan. Farecik kuşun pençesinden kaymış, âbidin yanı
na düşmüş. Âbidin kalbi burkulmuş, alıp bir kağıda sarıver
miş hayvancağızı ve evine götürmüş. Ama böyle bir hayvanı
beslemenin ailesine ağır geleceğini düşündüğü için niyazda
bulunmuş Rabbine, fareyi kıza çevirsin diye. Derken fare hoş
endamlı dal gibi bir tazeye dönüşmüş!
Kızı aldığı gibi hanımına götüren âbid sıkı sıkı
öğütlemiş:
— Bu benim kızım demektir! Evladıma nasıl davranı
yorsan buna da öyle davran!
Neyse kız büyüyüp kadınlık çağına girdikte âbid
demiş ki:
— Kızım sen büyüdün serpildin. Sana bir koca bulma
lı! Haydi beğen birini, evereyim seni!
Kız:
— Tercih hakkını bana bırakırsan ben mahlûkatın en
iri ve kuvvetli olanını isterim!
Âbid:
— Ha, galiba güneşi istiyorsun! demiş ve güneşe varıp
dileğin sunmuş:
— Ey muhteşem varlık! Bir kızım var, en güçlü yara
tıkla evlenmek isteyen! Sen damadım olur musun?
Güneş cevap vermiş:
— Sana benden daha kuvvetlisini göstereyim: Beni ör
ten, ışıktan oklarımı geri gönderen ve nur buketimi sarıp
sarmalayan bulut!
Âbid buluta varmış, ona da aynı teklifi yapmış.
Bulut cevap vermiş:
— Ben benden daha güçlü olanı söyleyeyim sana: Beni
çoban gibi önüne katan, doğuya ve batıya sürükleyen rüzgâ
ra git!
Âbid rüzgâra varmış, ona da açmış mevzûyu.
Rüzgâr demiş ki:
— Ben de sana en güçlü olanı söyleyeyim: yerinden bir
milim kaydıramadığım dağ, benden elbet daha güçlü!
Âbid bu sefer dağa yanaşır ve evlilik konusunu açar.
Ama dağ da cevap verir diğerleri gibi:
— Ha, ben sana benden daha güçlü olanı göstereyim is
tersen! Beni delik deşik eden farenin şerrinden kendimi kur
taramıyorum.
Böylece âbid fareye gider ve mûtad veçhile konuya
girer:
— Şu hâtûnla evlenir misin?
Fare cevap verir:
— Nasıl gerdeğe girerim onunla? Yuvam minicik! Hem
erkek fare ancak soydaşı olan bir dişi fare ile evlenir!
Neticede bizim âbid yalvarır Alah'a o güzel kızı tekrar
fare yapsın diye. Tabi bu duayı yapmadan evvel kızın
rızâsını almıştır. Hak Teâlâ onu ilk hâline çevirir, dişi fare
erkek fare ile muradına erer ve çekilip giderler... Senin
hakikatin
Baykuşlar ateşte, Kargalar ateşte
de bu be hey hilekar karga!
(Vezirin sözleri biter)
Baykuşların hükümdarı vezirin sözlerine itibar
etmedi; bilakis kargaya karşı daha ihsankâr davrandı,
sevgisini artırdı.
Bizim keleş karganın hayâtı düzelir, tüyleri yeniden
biter ve gürbüzleşir. O artık alacağı bilgiyi de almış bir
görevli olarak havalanır, dosdoğru avânesinin yanına gelir.
Gördüğü ve işittiği malumat ile Karga kralına der ki:
— Ben yapacağım dediğim şeyi yaptım! Sana düşen,
tavsiyelerimi dinlemek ve uygulamaktır!
Hükümdar karga memnun memnun:
— Elbette! Ben ordumla senin emrindeyim! Nasıl is
tersen öyle hareket et!
Casus karga der ki:
— Baykuşlar şu mıntıkada odunu bol bir dağda yaşı
yor. Orada koyunlarının başında bekleyen bir çoban var. Do
layısıyla çevrede ateş, köz vs. bulabilir baykuşların kovukla
rına atabiliriz. Üzerlerine kuru odun, çalı çırpı atar; kanatla
rımızla alevi besleriz, ateşi harlarız! Kovuklarda yaşayan
baykuşlardan kaçabileni kaçar, kaçamayanlar ise dumanla
boğulur!
Kargalar bu planı uygularlar. Bütün baykuşları
öldürürler, emniyet ve zafer sevinciyle yurtlarına dönerler.
Hükümdar karga bir gün tecrübeli casus kargaya sorar:
— Baykuşlarla onca zaman nasıl yaşadın yan yana!
İyiler kötülerle arkadaş olamaz, bu azaba sabredemez!
Karga cevap verir:
— Doğru söylüyorsunuz pâdişâhım! Ama akıllı kişi, za
manında tahammül etmediği takdirde müthiş bir felâkete se
bep olacak bir işi, sabırla karşılamayı bilir; feryad etmez. Zî
râ o "sabrın sonu selâmettir" diyerek güzel bir netice umar
yaptığı işten, kedere garkolup bırakmaz işin ucunu.
Hakikatte o, alçak birine boyun eğmekten zevk alıyor
değildir. Arzusuna ulaşınca öyle sevinir ki!
Hükümdar sorar tekrar:
— Anlat bana baykuşları, ne dedi sana akıllıları?
Bilge casus karga:
— Aralarında derhal benim imha edilmemi isteyen ve
zir hâriç akıllı birine rastlamadım! O defalarca benim öldü
rülmemi istedi ama baykuş kısmı dirayet ve ileri görüşlülük
bakımından nasipsiz yaratıklardır. Benim kargalar arasında
mevkî sahibi tecrübeli bir kişi olduğumu pek önemsemediler,
hile yapacağımdan endişe etmediler. Kendi içlerinden çıkan
aklı başında bir nasîhatçinin sevgi ve firâset dolu öğüdünü
kabul etmediler! En mahrem sırlarını benden gizlemediler.
Oysa bilgelerden gelen bir vecize vardır: "Hükümdar işlerini
asla söz gezdiren ahmaklara açmamalı, kimseyi sırrına mut
tali etmemeli!"
Hükümdar karga:
— Öyleyse bana göre baykuşların helaki, liderlerinin
dirayetsiz olması, vezirlerinin yanlış fikirlerine uyması ve
toptan câhil olmalarından kaynaklanmıştır.
Casus karga aldı sözü:
— Evet pâdişâhımız, doğru söylüyorsunuz! Hiç yadsı
namayacak bir hakikattir: zenginlik nimetine kavuşup az
mayan, kadınlara aşın düşkünlük gösterip sonunda rezil ol
mayan öyle azdır ki! Eh bu meseleyi siyâsî açıdan ele alırsak
kötü danışman ve vezirlere güvenip de felâkete düşmeyen
kral hiç yok gibidir.
Eskilerden gelen bir söz var:
"Kendini beğenen kişi, sürekli övülmek için çaba
göstermesin; yalancı adam başına fazla arkadaş toplamasın;
terbiyesiz kişi şeref iddia etmesin; cimriliği huy edinmiş
hayırsız adam cömertlik taslamasın; arzularına köle olmuş
adam
günahsızmış gibi göstermesin kendini; olayların gidişatını
doğru tahlil etmeyen ve salak danışmanlarla siyâset
yürütmeye kalkan mağrur kral da saltanatının baki
kalacağım sanmasın, halkının refah ve huzura kavuşacağı
kuruntusuyla sevinmesin!"
Hükümdar karga tekrar aynı konuya eğilir:
— Baykuşlarla sun'î bir dostluk kurmak ve onların
hizmetkârı gibi görünmekle hakîkaten büyük acılar çekmiş
olmalısın!
Bilge karga:
— Gerçek şu ki akıbetinde fayda devşireceği bir zorlu
ğa tahammül eden, gurur ve hamaset duygularını dizginle
mesini bilen kişi elbet memnun olacaktır zafere eriştiğinde!
Tıpkı kurbağa şahını sırtında taşıyan ama kurbağalan afi
yetle mideye indiren yılan gibi sabretmeli!
Karga kral:
— Bu hikâyenin tafsilatı nedir?
Bilge karga anlattı:
— Büyük bir yılan varmış. Yılanlar arasında saygın ve
güçlü imiş ama zamanla ihtiyarlamış, gözü göremez olmuş,
avı tutamaz olmuş... Bir gün yiyecek aramak için etrafa ya
yıldıkta bol kurbağalı şirin gölcüğe gelmiş. Eskiden de oraya
gelir kurbağaları rızık edinirmiş. Bu sefer zayıf ve çaresiz bir
kocamış yılan olarak keder içinde kendim bırakır kurbağala
rın yanına. Oradaki bir kurbağa der ki:
— Bak, bak.. Yılan efendiyi pek tasalı görüyoruz... Ne
den acaba?
Yılan:
— Kim benden daha çok üzülebilir ki? Hayâtımı kur
bağalarla sürdürüyordum. Şimdi öyle bir hastalık var ki ba
şımda, kurbağalar haram oldu bana! Bazan yaklaşıyorum,
karşılaşıyorum ama tutmak ne mümkün!
Kurbağa derhal oradan zıplar, kurbağalar kralına gi-
derek duyduğunu anlatır, müjdeli haber verircesine.
Kurbağalar kralı ihtiyar yılanın yanına gelir ve sorar:
— Anlat bakalım hikâyeni, nasıl kocadın böyle?
Yılan alır sözü:
— Bir kaç gün önce bir kurbağanın peşindeydim. Vakit
akşam idi. Takip esnasında bir âbidin evine girmeye mecbur
oldum. Kurbağanın peşinden içeri daldığımda karanlık or
tamda farkedemedim, âbidin oğlu evdeymiş. Çocuğun par
mağını yakaladım. Kurbağa niyetine soktum! Çocukcağız öl
dü!
Evden apar topar firar ettim lâkin âbid peşime düştü,
yakalayamadıysa da beddua etti, lanetler okudu. Diyordu ki:
"Masum oğulcağızımı öldürdün ya! Sana beddualar
yağdırıyorum: paçavraya dönesin, zillet içinde bir eşek olasın
kurbağalar kralına! Hiç bir kurbağayı ağız tadıyla ve hevesle
yakalayamayasın, kralın köpeğe sadaka verir gibi senin
önüne attıkları hariç!"
İşte, zaman geçti; âbidin bu lanetine duçar vaziyette
sana geldim. Gönlüm razıdır, sırtıma binmene! Beni eşek
niyetine kullan!
Kurbağalar kralı devâsâ bir yılanın sırtında gezinme
hevesiyle yandı! "İşte, hakîkî bir övünç kaynağı!" dedi kendi
kendine. Yılanın sırtına atladı ve hoşlandı bu işten...
Yılan dedi ki ona:
— Ey şahlar şahı ulu Kurbağa! Benim âciz mi âciz,
yoksul mu yoksul biri olduğumu anladın gayrı! Haydi lütfet
de bir geçimlik akıt bana! Ben de yaşayayım herkes gibi şu
fâni dünyada!
Kurbağalar hükümdarı gerine gerine cevap verdi:
— Elbette! Elbette bu meseleyi halledeceğim, sana rı
zık bağlamak vacip oldu! Sen benim bineğimsin...
Böylece Kurbağa kral emir verir, hergün yaşlı yılana
iki kurbağa verilsin diye. Pîr-i fâni tecrübeli yılan rahat eder,
geçimini sürdürür.
Alçak bir düşmana boyun eğmek ona zerrece zarar
vermez, hattâ kalıcı faydalar doğar bu ilişkiden. Bal gibi bir
maîşet vesilesi olur bu tedbir!....
İşte ey hükümdarım! Benim de şu zaferimizi
kazanabilmemiz için acıya ve zillete gösterdiğim tahammül
böyledir... Bakınız ne güzel emniyete kavuştuk, düşmanı
mahvettik! Kesin olarak gördüm ki esnek muamele,
merhamet dilenme ve kibarlık, ahmak düşmanı çok daha
kısa bir zamanda kökünden mahvetmemizi sağladı. Meydan
okumaya kalksaydık bunu böyle başaramazdık. Ateş ağaca
değdiğinde tüm gücüne, zorbalığına ve hararetine rağmen
ancak toprak üstündeki kısmım yakar. Su ise onca
soğukluğuna ve yumuşaklığına rağmen ağacı kökünden
götürür! Derler ki: "Dört şey var ki azına az denmez: ateş,
hastalık, düşman ve borç"
(Karga devam eder):
— Bütün bu zafer ve basanlar hükümdarımızın ileri
görüşlülüğü, talihi ve tedbiri sayesinde gerçekleşmiştir. Der
ler ki: "İki kişi bir şeyi elde etmek istediğinde hangisi daha
akıllı ve şahsiyetli davranırsa o erişir hedefe. Eğer şahsiyet
ve akılda eşit iseler daha sabırlı ve azimli olan erişir hedefe.
Azimde de eşit iseler bahtı açık olan kazanır mücâdeleyi"
Yine kadim bilgelerin sözlerindendir:
"Kim tedbirli becerikli ama yine de başarı ve saadetin
şımartmadığı, musibetlerin korkutmadığı bir hükümdara
savaş açarsa ölüme davetiye vermiş demektir."
hükümdarım! Hele hele zât-ı âlîleri gibi gerekeni gerektiği
yerde yapan; sertlik ve esnekliğin sınırlarını bilen; öfke ve
hoşnutluk göstereceği ânı iyi hesaplayan; sürat ve ağırdan
alma pozisyonlarını doğru tâyin eden; bugünü, yarını kısaca
davranışlarının tüm sonuçlarını düşünen biri olursa elbet ona
savaş açılmaz!
Hükümdar cevap verdi bilge kargaya:
— Hayır, hayır! Senin firâsetin, aklın, öğüdün ve bah
tının açıklığı sayesinde gerçekleşti bu zafer. Zîrâ akıllı ve he-
saplı davranan bir kişinin fikri düşmanı mahvetmede elbet
daha üstündür; kuvvetli, hazırlıklı ve kalabalık ordulardan!
Bence senin hayretengiz işlerinden biri de baykuşların
arasında uzun süre kalarak onca kaba sözü işitmen ama
yine de dil sürçmesinden kurtulabilmendir!
Bilge Karga:
— Ben devamlı sizin üslûbunuza, ahlâkınıza özene
rek yürüttüm siyâsetimi! En yakın dostumdan en uzak kişi
ye dek; herkesle aramı iyi tuttum, nâzik davrandım, esnek
oldum.
Hükümdar:
— Bence sen tuttuğunu koparan akıllı bir vezirsin. Di
ğerleri akıbeti hayırlı olmayacak kuru laflar eden sıradan gö
revlilerdir. Rab Teâlâ senin sayende bize zafer lütfetmiştir.
Biz evvelce yemek yiyemiyor, su içemiyor, huzur içinde uyuya
mıyorduk... Derler ki: "Hasta deva bulmadıkça; efendisinden
servet, mükâfaat uman hizmetkar umduğuna kavuşmadıkça;
boğazına düşman oturmuş kaygılı kişi de bu belâdan kurtul
madıkça ne yeme içmeden ne de uykudan tat alabilirler..."
Öyledir, elindeki ağır yükü bir kenara bırakan kişi
dinlenir ve rahat bir nefes alır; düşmanını halleden adam
'Oh be!' diyebilir.
Bilge karga aldı sözü:
— Düşmanınızı helak eden Yüce Allah'a niyazım var
dır: size saltanatı hayırlı kılsın, krallığın nimetlerinden en
güzel şekilde faydalanma fırsatı versin, halkınızın dirlik ve
düzeni dâim olsun, elinizdeki iktidar sayesinde onlar da mut
lu olsun! Zîrâ hükümdar gücünü ve servetini halkının saade
ti ve refahı için harcamazsa keçinin boğazından sarkan ya
lancı memeye benzer. Oğlak bu gıdığı emer, meme ucu sana
rak! Ama hiç hayrını görmez.
Hükümdar aldı sözü:
— Ey dürüst ve kaliteli vezir! Baykuşların ve başların
daki kralın savaş ve benzeri, önemli hâdiselerde takip ettik-
leri siyâset tarzı neydi?
Karga:
— Nasıl olacak? Gurur, kibir, şımarıklık... Üstelik
âcizdiler pek çok yönden. Daha bir sürü kötü vasfı var ya
neyse..
Adamları ve danışmanları da ona benziyor! Sadece
benim öldürülmemi isteyen tecrübeli vezir, müstesna. Bu
baykuş, ileri görüşlü, kurnaz, zekî, tedbirli, filozof biriydi.
İşlerini yerli yerinde yapmak, yüksek akıllı olmak ve isabetli
fikir serdetmek gibi hususlarda onun gibisi hakîkaten azdır.
Hükümdar merakla sordu:
— Onun akıllı olduğunu en iyi gösteren özellik neydi?
Bilge karga cevap verdi.
— İki hâli! Biri malum, benim derhal öldürülmemi iste
mesi; diğeri doğru sözü ve öğüdü arkadaşlarından esirgememe
sidir. Velev bir iki kelime olsun, mutlaka öğüt verirdi. Kaldı ki
sözleri sert ve kinci değildi. Nâzik ve yumuşak konuşurdu.
O, baykuşlar kralına bazı hatâlarını söyler ama bunu
gözüne soka soka açıklamazdı. Çeşitli örnekler ve
hikâyelerle konuyu îzah eder, başkasının kusurunu dile
getirerek kıssadan hisse çıkarılmasını sağlardı. Hükümdar
hatâsını anlar ama vezire kızmazdı. Bu vezirin hükümdarına
verdiği öğütlerden bazıları aklımdadır. Bir keresinde şöyle
demişti:
"Hükümdar asla işini savsaklamamalı, siyâsetten
bîhaber siyâset yapmaya kalkmamalıdır. Zîrâ idare zor bir
sanattır. İnsanlardan pek azı hükümdar olur; ancak tedbir,
ileri görüşlülük ve zekâ ile elde tutulur taht! Hükümdarlık
kıymetli bir makamdır! Buraya çıkan, mevkiini korumayı
bilmeli ve müdâfaasını yapabilmelidir. Derler ki:
"Hükümdarlık nilüfer yaprağının gölgesi kadar kısa,
rüzgâr gibi bir o yana bir bu yana meyilli, alçaklarla dolu bir
grupta tek samimî ve akıllı kişi gibi yalnız, yağmur taşıyan
damlaların göle değdiği anda beliren hava kabarcıkları gibi
sevimli ve fânidir."
(Hikâye içinde hikâyeyle dolu bu sohbeti Beydebâ şu
sözlerle bitirir):
— İşte ey Hükümdarım! Dostluk gösterseler de tevazu
satsalar da asla aldanmamanız gereken hâin düşmanın
hikâyesi bu!
MAYMUN İLE KAPLUMBAĞA BABI
Hükümdar Debşelim filozof Beydebâ'ya dedi ki:
— Bu hikâyeyi dinledim... Şimdi anlat bakalım, dileği
peşinde epey koştuktan sonra tam kavuştuğu anda kaybeden
kişinin hikâyesini.
Filozof:
— İnanın hükümdarım, bir amaç peşinde sürekli koş
mak onu elde ettikten sonra korumaktan daha kolaydır. İs
teğine kavuştuktan sonra elinden kaçıran adam, kaplumba
ğanın başına gelen musibete mübtelâ olur.
Hükümdar sordu:
— Bu nasıl olmuş?
Beydebâ başlar anlatmaya:
— Anlatırlar ki maymunların başında Mahir diye bir
kral varmış. Yıllar geçip Mahir ihtiyarlayınca hanedandan
genç ve kuvvetli bir maymun çıkmış siyâset sahnesine, Mâ
hir'in üzerine yürüyüp yenmiş onu ve tahta oturmuş.
Mahir bölgeden kaçıyor ve kendi başına atılıyor yollara.
Nihayet deniz kenarında elverişli bir mıntıka buluyor, incir
ağaçlarından birine yerleşiyor. Mahir bir gün ağaçta karnını
doyururken bir incir düşüyor suya; tatlı ve ahenkli bir cup
sesi çıkıyor...'Böylece Mahir yemek yerken her zaman suya
incir bırakmaya başlamış. Neşeyle incir fırlatıyormuş suya.
Civarda yaşayan bir kaplumbağa da ağaçtan düşen
incirle besleniyormuş. Maymunun suya incir atma âdeti
kökleşince kaplumbağa yukardakinin özellikle bu işi
yaptığını, arada dostluk bağı tesis etmek için böyle
davrandığını zannetmeye başlamış!
Böylece kaplumbağa maymunla arkadaş olmak istiyor,
ona açıyor meseleyi ve hakîkaten iki komşu arasında sıkı bir
dostluk kuruluyor.
Bu arada kaplumbağanın evinde yolunu gözleyen bir
hâtûnu vardır. Beyefendi, maymunla ünsiyet peyda edince
evi ocağı unutuyor ve kadın endişelenmeye başlıyor. Bu
adam nerede kaldı diye komşu kadına dert yanıyor:
— Korkuyorum, ya bir felâkete uğradıysa? Ya bir tuza
ğa düşmüşse?
Komşu kadın, bilmiş bilmiş cevap yetiştiriyor:
— Senin bey deniz kenarında. Bir maymunu dost tut
muş... Maymun da onu seviyor hani, onunla yiyip içiyor. Ko
canı senden ayıran şıllık odur! Şimdi sen maymunu mahvet
mezsen kocanı getiremezsin yanına!
Dertli eş soruvermiş:
— Bunu nasıl becereceğim?
Bilgiç kaplumbağa komşu akıl vermiş:
— Kocan nihayet gelecek... O kapıdan adımım attıkta
sen ahlayıp vahlayacaksın... O seni gamlı gussalı görünce so
racak "ne oldu?" diye. Sen de "Doktorlar derdimin çâresinin
maymun yüreği olduğunu söylediler" diyeceksin!
Hakîkaten âvâre kaplumbağa bir müddet sonra
evine döner, karısını üzüntülü bulur: "Seni mahzun
görüyorum, neden?" diye sorar. Kaplumbağa komşu cevap
verir oracıkta:
— Karın hasta! Doktorların demesi o ki ancak bir may
mun yüreği onu iyileştirebilirmiş... Başka devası yokmuş bu
ölümcül hastalığın!
Kaplumbağa cevap vermiş:
— Zor, hakîkaten zor bir iş... Suda rızkımızı ararken
maymun yüreğini nasıl bulacağız? Ama dostumu tuzağa dü
şürerek problemi halledeceğim...
Böylece su kenarına giden kaplumbağa orada
maymunla karşılaşır. Maymun, bu ani kayboluştan
şüphelenmiştir; merakla sorar:
— Can dostum, nerelerdeydin?
Kaplumbağa:
— Endişelenme, dostluğumuza gölge düşmedi. Senin
yağdırdığın ihsan beni utandırmıştır. Bunca iyiliğe nasıl
karşılık vereceğimi bilemiyorum doğrusu... Lütfedip evime
gelirsen herhalde telâfi ederim bunu. Benim mekanım mey
vesi bol, cennet gibi bir adadadır. Gel sırtıma bin, seni oraya
taşıyayım.
Maymun sevinir. Ağaçtan sıçraya sıçraya inip
kaplumbağanın sırtına konar. O da onu suda taşımaya
başlar. Epey ilerleyip suya dalmayı düşündüğü sırada
kaplumbağa birden pişmanlık hisseder kalbinde, çirkin
niyetinden hicap duyarak başını önüne eğer.
Maymun merakla sorar:
— Can dostum! Seni sessiz ve gamlı görünüyorum, ne
den?
Kaplumbağa acıyla cevap verir:
— Kederimin sebebi şu: Eşim ağır hastadır. Bu mese
leyi hatırlayınca evimde- sana yeterince ikram edemeyeceği
mi düşündüm ve üzüldüm...
Maymun cevap verir:
— Boş ver! Ben biliyorum ya senin beni misafir etmek
istediğini! Bu samîmi arzun yeter bana, tekellüf etmen ge
rekmez...
Kaplumbağa
— Evet, haklısın! Der ama ikinci defa durur...
Bu sefer maymun kuşkulanır. Kendi kendine derin
tahlillere dalar: "Kaplumbağanın şu garip duruşu ve gecikişi
mutlaka mühim bir amaç için... Onun gönlü bana karşı
değişti herhalde... Bana bir hainlik etmesinden
korkuyorum. Zîrâ kalpten daha hızlı inkılab eden, hemen
dönüveren ne var dünyada? Derler ya: Akıllı adam her
sözde her bakışta, her oturup kalkışta hem ailesinin hem de
kardeş ve dostlarının ruhunda vuku bulan değişimden
bihaber kalmamaya çalışmalı. Zîrâ dışa vuran alâmetlerdir
bu davranışlar, kalplerde gizlenen asıl niyeti teşhis etmeye
yardımcı olurlar. Bilginler diyor ki: Bir adam dostundan
şüphelendi mi ondan korunmayı bilmeli, ihtiyatlı
davranmalı; dostunun tavırlarından, bakışlarından anlamalı
niyetini. Eğer tahmini doğru çıkarsa atik davranır, kurtulur.
Boş asılsız bir kuşkuysa içindeki, zarar gelmez ihtiyattan..."
Bu iç hesaplaşmayı yaşayan maymun, kaplumbağaya
dedi ki:
— Seni durduran ne? Bakıyorum yine kendi kendine
mırıldanıyor gibisin! Ziyadesiyle kederli görünüyorsun!
Kaplumbağa:
— Seni evime davet ettim ama eşim hasta olduğu için
beklediğin karşılamayı yapamayacağım... Bu yüzden mahzu
num.
Maymun:
— Üzülme! Keder sana çâre sağlamaz! Derhal eşini iyi
leştirecek ilaçlan araştır. Kadim bilgelerden gelen bir söz
vardır: "Zengin adam servetini üç yerde rahatça harcayabil
meli: Allah için yardımda, ciddî bir ihtiyacını karşılarken ve
kadınlar uğruna!"
Kaplumbağa:
— Doğru söylüyorsun! Şimdi gelelim asıl meseleye!
Doktorlar eşimin ancak maymun yüreği ile şifâ bulacağını
bildirdiler.
Maymun bunu duyar duymaz kendi kendine demiş ki:
"Eyvah! Yaşım ilerledi, epey tecrübe kazandım ama ihtiras
ve açgözlülük belâsından kurtulabilmiş değilim. Ne büyük
bir tehlike ile karşı karşıya kaldım şimdi. Şu söz ne kadar da
doğru: kanaatkar kişi elindeki ile idare etmesini bilir. Huzur
içinde yaşar. İhtiraslı, açgözlü kişi ise her zaman yorgundur,
her zaman güçlüklerle karşılaşır. Bu belâyı atlatmak için
aklımı kullanmalıyım..."
Maymun, kaplumbağaya der ki:
— Benim evimdeyken niye açmadın bu konuyu? Yüre
ğimi yanıma alırdım hemen. Belki senin malumun değildir:
maymun halkında kesin bir töredir, birimiz dostunu ziyaret
ettiğinde kalbini ailesinin yanında veya evinde bırakır. Tâ ki
ziyaret edilen kişinin ailesine, harimine baktığımızda kalple
rimiz yokmuş gibi davranalım, ona meyletmekten kurtulalım.
Kaplumbağa:
— Peki, şu anda nerede kalbin?
Maymun:
— Ağaçta bıraktım... Beni ağaca geri götürürsen he
men veririm onu sana.
Kaplumbağa için için sevinir. Kendi kendine der ki: "Ona
hıyanet etmeme, tuzak kurmama gerek kalmadan mesele
halloldu; dostum talebimi kabul etti!" Bu hislerle maymunu
alır, gerisini geri sahile götürür.
Karaya iyice yaklaştığında maymun hemen sıçrar,
ağacın dalına atlar...
Kaplumbağa aşağıda epey bir zaman bekler; ne gelen
var, ne de kalp getiren! Dayanamayıp seslenir:
— Hey dostum! Yüreğini yanına al da in artık! Beni
çok beklettin!
Maymun ağaçtan cevap verir:
—Geçti artık, geçti!... Beni şu meşhur eşek mi sandın:
çakal onun kalbi ve kulakları olmadığını sanmış hani...
Kaplumbağa:
— Bu hikâye de neyin nesi? diye sorar.
Maymun aldı sözü:
— Anlatırlar ki ormanda av peşinde koşan arslanın ya
nında her zaman onun artıklarıyla beslenen bir çakal bulu
nurmuş. Arslan şiddetli bir uyuz hastalığına yakalanınca ta
kati kesilmiş, ava filan çıkamaz olmuş...
Çakal demiş ki ona:
— Ne oldu ey yırtıcılar şahı! Eskisi gibi değilsin....
Arslan:
— Beni bitiren, uyuz hastalığıdır! Ancak eşek yüreği
ve kulakları çâre olur bana.
Çakal:
— Kolay! Falan yerde bir çamaşırcı var. Onun elbisele
ri taşırken kullandığı eşeği getiririm sana.
Bu sözlerden sonra yola koyulan çakal o eşeğe yanaşır,
selam verir ve der ki:
— Bakıyorum da pek zayıfsın eşek kardeş!
— Efendim bana doğru dürüst bir şey yedirmiyor ki!
— Peki, hala nasıl kalıyorsun onun yanında?
— Nasıl kaçayım ondan? Çaresizim. Nereye gitsem
adamın biri yakalıyor beni, canımı yakıyor ve aç bırakıyor!
Çakal:
— Ben seni cennet gibi bir yere götürebilirim: insanlar
dan uzak mı uzak, ot desen ganî... Ha unutmadan söyleye
yim, orada bir dişi eşek var ki dilberlik, şen-şakraklık ve se
mizlik bakımında onun gibisi yoktur; hiçbir göz görmemiştir
onu; hiç bir el değememiştir ona!
Eşek cevap verdi:
— Vay be! Niye oraya gitmeyelim ki?
Çakal eşeği aldığı gibi arslanın bölgesine götürdü.
Kendisi önde yürüdü, ormanı geçerek arslanın huzuruna çık-
tı ve eşeğin beklediği yeri haber verdi ona!
Arslan iştahla ilerledi, eşeğin üzerine atıldı ama zayıf
ve yavaş davrandığı için beceremedi. Eşek can havliyle
fırlayıp kaçtı. Çakal, arslanın eşeği halledemediğini
görünce dedi ki:
— Ey yırtıcılar şahı! Bu kadar da âciz misin yâni?
Arslan iştahla konuştu:
— İnan bana, bir kere daha getirsen onu buraya asla
kurtulamayacak elimden!
Böylece çakal eşeğin yanına vardı ve dedi ki:
— Ne oldu sana? Galiba karşına çıkan dişi eşek, epey
dir azdığı için birden istek ve heyecanla sana atıldı... Biraz
durabilseydin elbet yumuşayacak, kıvamına gelecekti. Böyle
korkmanın da yersiz olduğu anlaşılacaktı.
Eşek bu lafa kandı. İsteği arttı, yüksek sesle anırdı ve
arslana doğru heyecanla koşmaya başladı. Çakal zaten
hemen yola çıkmış, önceden arslanın yanına varmış ve şöyle
demişti:
— Ona kendini hazırla, tedbirini al! Bu sefer zayıf dav
ranma! Zîrâ kurtulursa elinden bir daha asla kanmaz bana!
Çakalın uyarısı ve tahrikiyle arslan coştu, eşeğin
yanına koşmaya başladı. Karşı karşıya geldiklerinde arslan
ansızın atladı eşeğe, onu parçaladı ve şöyle dedi çakala:
— Tabipler derler ki eşek etini yiyecek olan evvelâ yı
kanmalı, temizlenmelidir. Ancak böyle faydası dokunur eşe
ğin! Şimdi sen eşeğin başında bekçi ol! Ben (yıkanıp) dönün
ce onun kalbini ve kulaklarını yerim, geri kalanı da sana bı
rakırım...
Arslan yıkanıp temizlenmek amacıyla gidince çakal
eşeğin başına geçti, kalbini ve kulaklarını yedi hayvanın.
Arslanın bu hayvanı uğursuz sayarak etine hiç
dokunmayacağını sanıyordu... Arslan geri dönüp çakala
merakla sordu:
— Eşeğin kalbi ve kulakları nerede?
— Bilmiyor musun, onun yüreği ve kulakları olsaydı
bir kez ölümden kurtulduktan sonra tekrar aynı hataya düş
mez, sana yaklaşmazdı!
(Maymun devam etti sözüne):
İşte bu misâli veriyorum sana; çakalın kalpsiz ve
kulaksız olduğunu îzah ettiği şu eşek gibi olmadığımı bilesin
diye! Ben o kalpsiz (akılsız) eşek gibi değilim: Sen bana hile
yaptın, ben de benzeri bir hileyle karşılık vererek durumu
dengeledim! Derler ya: "Yumuşak söz ile yoldan çıkan kişi
ancak bilgiyle telâfi eder kaybettiğini."
Kaplumbağa aldı sözü:
— Doğru söylüyorsun... Şu da var ki iyi kişi hatâsını
görür, bir suç işlediği zaman terbiye edilmekten utanmaz. Zî
râ o sözünde ve eyleminde samîmidir. Bir vartaya düştükte
kendini toparlamasını bilir, tıpkı ayağı sürçüp yere kapakla
nan sonra da hemen toparlanıp kalkan soğukkanlı kişi gibi
dir o!
(Beydebâ aldı sözü):
İşte hükümdarım, ihtiyacı peşinde koşan ve tam elde
ettiği anda tekrar onu elden kaçıran kişinin hikâyesidir bu.
ABİD İLE GELİNCİK BABI
Hükümdar Debşelim, filozof Beydebâ'ya dedi ki:
— Bu hikâyeyi dinledim. Şimdi neticeyi düşünmeden
işe atılan aceleci adamın hikâyesini anlat.
Filozof:
— İşini sağlama almadan, etraflıca düşünmeden hare
kete geçen kişi mutlaka pişman olur! Böyle davranan kişi ge
linciği sevdiği halde öldüren âbid gibidir.
Hükümdar:
— Anlat hele, nasıl olmuş bu?
Filozof aldı sözü:
— Anlatırlar ki Gürcan bölgesinde bir âbid yaşarmış.
Âbidin güzel mi güzel bir hâtûnu varmış. Ama epey bir za
man çocukları olmamış. Tam ümit kestikleri bir anda kadın
hâmile kalmış. Kadın sevinçli, adam sevinçli... Âbid hamd et
miş Allah'a, çocuğunun erkek olması için dua etmiş ve karı
sına demiş ki:
— Müjdeler olsun sana! Ben senin gayet vefakâr ve
muradımıza uygun bir oğlan doğuracağını umuyorum. Ona
en güzel ismi vereceğim, çeşit çeşit mürebbîler tutacağım...
Kadın cevap vermiş:
— Be adam! Ne olacağını asla bilmediğin bir konuda
seni gevezeliğe sevkeden nedir? Böyle boş konuşan kişi, başı
na yağ bal döken âbide benzer!
Kocası merakla:
T— Nasıl olmuş, anlat hele!
Kadın anlatmış:
— Eskilerden gelen bir kıssa işte... Bir zengin tacir,
semtindeki âbide her gün bal yağ gönderirmiş. Âbid ihtiyacı
kadarını alır, afiyetle yer; artanı bir çömleğe koyarak evin bir
köşesindeki direğe asarmış...
Gel zaman git zaman bizim âbid bir gün elinde
değneği, başucunda asılı çömleği; sırt üstü yatarken derin
düşüncelere dalmış: "Yağ ve bal pahalı yiyecekler... Bu
çömlektekini bir altına satarım... O parayla on dişi keçi
alırım, derken bunlar gebe kalır; her beş ayda bir defa
yavrular. Çok geçmeden koca bir sürüm olur." Böyle
kurgulamalar üzerinde epey kafa yoran âbid sürünün
çoğalma devresiyle ilgili olarak bir kaç yılın hesabım
yaptı, dört yüzü aşan muhteşem bir keçi sürüsü çıktı
neticede. Artık iyice heyecanlanan âbid kendi kendine der
ki: "Bu sürüyü satar yüz sığır alırım, her dört keçiye bir
boğa veya inek gelir herhalde. Eh, artık epey bir arazi ve
tohum almanın da vakti gelmiş demektir. Rençberler
çalıştırırım, boğaları ziraatte, saban işinde kullanırım;
ineklerin sütlerini sağar, düvelerimden de istifâde ederim.
Bu gidişle beş yıl geçmeden müthiş bir servet elde ederim
ziraat işinden... Artık şahane lüks bir köşk yapmanın
vakti gelmiştir; en güzel cinsinden cariyeler, en çalışkan
ve vefakâr cinsten köleler satın alırım. Asil mi asil, güzel
mi güzel sıcak bir hâtûnla evlendim mi tamam demektir.
Oğlum da asil olur, en güzel ismi koyaram ona. Biraz
büyüsün, hemen eğitimi için harekete geçerim. Terbiye
disiplin ister, olacak canım biraz sıkılık! Eğer bu disiplini
kaldırabilirse ne âla, yok işi cıvıtırsa değnekle şöyle
vururum ona..."
Âbid böyle heyecanlı hayallerde elindeki değneği
havaya kaldırınca direğe asılı çömlek kırılmış ve sermâye(!)
şıpır şıpır dökülmüş yüzüne!...
(Kadın devam eder.)
Bu hikâyeyi akıbeti hayır mı şer mi hiç bilmediğin bir
konuda gereksiz laflar ettiğin için anlattım...
Âbid hanımının anlattığı kıssadan hissesine düşeni
almış. Kadın hakîkaten sevimli bir oğlan doğurmuş, baba
çok sevinmiş bu işe...
Bir kaç gün sonra kadın güzelce temizlenmek için
hamama gitmeye niyetlenerek beyine demiş ki "Çocuğun
yanında kal; ben yıkanıp geleceğim." Kadın hamama gidince
çocukla baba başbaşa kalmışlar.
Bu sırada hükümdardan gelen bir elçi tıklatmış
kapıyı. Âbid evden çıkarken, küçücük bir yavru iken alıp
yetiştirdiği gelinciğe emânet etmiş çocuğunu. Gelincik akıllı
mı akıllı bir hayvanmış.
Âbid evi kitleyip çıktıktan kısa bir süre sonra
taşlıkta bir kara yılan zuhur etmiş. Oğlancığa yaklaşmış
ve son anda gelincik farketmiş onu, üzerine atlayıp
boğmuş. Yılan paramparça olmuş, gelinciğin ağzıburnu
kan içinde kalmış....
Sonra âbid dönmüş, kapıyı açıp içeri girdikte sevinçli
bir eda ile ağzı burnu kan içinde yanına gelen gelinciği
görmüş karşısında. O anki heyecan âbidin aklını başından
almış. Hele hele eline yüzüne bulaşmış kanları görünce
iyice zıvanadan çıkan âbid ansızın değnekle vurmuş
gelinciğin
kafasına!
Ağırdan
almamış,
durumu
incelememiş, birden saldırmış zavallı hayvancığa...
Gelincik oracıkta can vermiş... Âbid iç odalara bakınca
çocuğu neşeli ve sağsâlim bulmuş, yanı başında da
paramparça bir kara yılan! Meseleyi anlamış, acele davranıp
büyük bir hatâ yaptığı için çıldırasıya üzülmüş, başını
duvarlara vurmuş.... Diyormuş ki kendi kendine: "N'olaydı da
bu çocuk doğmasaydı! Ben de bu zalimliği yapmasaydım
sevimli dostuma!" O böyle dövünürken karısı girmiş içeriye
ve merakla soruvermiş:
— Ne oldu, ne bu hal?
Âbid, gelinciğin vefakârlığını, kendisinin tehevvüre
kapılarak hiç tahkik etmeden nasıl bir fecaat işlediğini
ağlaya ağlaya anlatmış.
Kadın:
— İşte! Acelenin meyvesi böyle acı olur! Demiş...
(Beydebâ sohbetini şöyle bağladı).
— İşte, ölçüp tartmadan davranan; istediğini hiç dü
şünmeden alelacele yapan pişmankârın öyküsüdür bu!
TARLA FARESİ İLE KEDİ BABI
Hükümdar Debşelim, filozof Beydebâ'ya dedi ki:
— Bu hikâyeyi dinledim. Şimdi anlat bana, yığın yığın
hasım tarafindan kuşatılarak mutlak bir helakle karşı karşı
ya olduğunu anlayınca bir kısım düşmanını kendine dost
edip çıkış yolu arayan adamın hikâyesini... Bu adam kaygı
lardan kurtulmuş, canını kurtarmış ve evvelce anlaştığı bazı
düşmanlara vefakâr davranmıştır...
Beydebâ aldı sözü:
— Ne dostluk ne düşmanlık, asla sabit kalmaz; aynı
hal üzere dâim değildir. An gelir dostluk nefrete, husûmet
sevgiyi dönüşür... Bu mevzuda öyle çok misal var ki! Akıllı ve
basiretli kişi derhal tedbirini alır. Duruma göre nasıl hareket
edeceğini bilir. Düşmandan gelene metanetle karşı koyar,
dosttan gelene nezâket ve ihsanla mukabele eder.
Akıllı adam gerektiğinde eski düşmanından yardım
isteyebilir. Evvelce ona karşı beslediği itimatsızlık hissi,
asla basiretini kapamaz. Uyanık kişi korktuğu bir felâketi
defetmek için düşmanından da faydalanmasını bilendir.
Yeter ki ihtiyatlı, soğukkanlı davransın. Mutlaka amacına
erişir.
Bunun misâli ortak bir tehlike karşısında birbirleriyle
anlaşarak parçayı kurtaran fare ile kedi hikâyesidir.
Hükümdar sordu:
— Bu hikâye nasıl?
Beydebâ başladı anlatmaya:
— Anlatırlar ki muazzam bir ağaç kovuğunda Rûmi
adlı bir kedi yaşarmış. Yakında bir fare yuvası varmış Feri
dun adlı fareye ait...
Avcılar o mıntıkaya sık sık gelir vahşî hayvan ve kuş
avlarlarmış... Bir gün bir avcı mûtad veçhile oraya geliyor,
Rûmi'nin yuvasına yakın bir yere kuruyor tuzağını! Rûmi
düşüyor tuzağa. Fare Feridun o sırada her zamanki
korkusuyla; "Rûmi beni yakalayabilir," diyerek yiyecek
aramaya çıkmış. Orada gezinirken kediyi tuzakta görünce
sevinmiş, "Oh be, hasmımdan kurtuldum!" demiş ama
arkasına dönüp ortalığı kolaçan edince geride onu
kapmaya hazır bir gelincik ve ağacın tepesinde gözleriyle
onu takip eden bir baykuş görmüş. Şaşırıp kalmış farecik:
geriye kaçsa gelincik, ileriye gitse kedi, sağa sola hareket
etse baykuş kapacak onu! Kendi kendine mırıldanmış: "İşte
her yanımdan felâketlerle kuşatıldım. Üzerimde ağır bir
yük var, hayâtımı sürdürecek gıdayı bulmalıyım. Ama
belâlarla çevriliyim... Şükür Rabbime, aklımı kaybetmiş
değilim. Şimdi soğukkanlı davranmalı, dehşete düşüp
yanlış işler yapmamalıyım; elim-ayağım birbirine
dolaşmadan bir çözüm bulmalıyım. Basiretli kişi doğru
düşündüğü, etraflıca plan yaptığı zaman fazla
kaygılanmaz, asla zekâsını kullanmazlık edemez. Akıl,
dibine ulaşılmaz bir umman gibidir. Belâ, basiretli adamın
tüm çabalarını yok edemez, dolayısıyla onu mahvedemez!
Ancak şu da bilinmeli: Ümidin gerçekleşeceğine dâir
özgüven ve inanç, asla onu şımartmamak, sarhoş
etmemelidir.
Etrafımı süzüyorum ve görüyorum ki bu vartayı ancak
kediyle anlaşarak atlatabilirim. Zîrâ onun başına gelmiş
musibet, aynen veya benzeri bir şekilde benim başıma
gelebilir. O benim sözlerimi dinler, tâ içimden gelen
ifâdelerime kulak verir ve ona yardım edebileceğime
inanırsa
beraber
kurtul
ma şansımız vardır." Bu uzun süren iç hesaplaşmadan sonra
fare kediye yaklaşarak dedi ki:
— Nasılsın?
Kedi:
— Nasıl olacak! Tam senin arzu ettiğin gibi boğazıma
kadar belâya gömülmüşüm!
Fare:
— Hayır, hayır öyle konuşma. Ben de senin gibi darda
yım şu an! Kafamda bulduğum çâre ikimizi birden kurtara
cak, başka yol bulamıyorum! Sözlerimde yalan yok: hile yok;
işte gelincik senin ardında pusu kurmuş bana, yukarda bay
kuş iştahla murakabe ediyor beni! Her ikisi de bizim düş
manlarımız değil mi?
Eğer bana söz verirsen tuzağının iplerini dişlerimle
kemirir ve seni kurtarırım. Böylece ikimiz birbirimizi
kurtarmış oluruz. Denizdeki gemi ile yolcular arasındaki
ilişki de buna benzer. Onlar gemiyle kurtulur, gemi de
onların tedbiri sayesinde batmaktan kurtulur...
Kedi fareyi dinledi, doğru ve samîmi davrandığına
inanınca dedi ki:
— Doğru söylüyorsun! Ben de ikimizin yardımlaşarak
beraber kurtulacağı bir plan üzerinde kafa yoruyordum.
Eğer hedefe erişirsen yaşadıkça müteşekkir kalacağım sana.
Fare cevap verdi:
— Ben sana yaklaşarak bir ip hâriç tüm ağı kemirece
ğim. Eh, ne olur ne olmaz, senden gelecek tehlikeye karşı tek
ipi bırakmam normaldir... Hayâtımı sağlama almalıyım.
Böylece fare ipleri kemirmeye başladı. Baykuş ve
gelincik ise farenin kediye yaklaştığım görünce ümitlerini
kestiler, çekip gittiler. Fare ip kemirme işini ağırdan alınca
kedi dedi ki:
— Niçin ipleri gayretli bir şekilde kesmiyorsun? Eğer
kendi amacına eriştiğin için sözünden caymış ve benim işimi
askıya almışsan, iyi ve kaliteli kişilerin tavrı değildir bu! İyi
olan, asla dostunun işini savsaklamaz. Dostluğumuzun
faydasını açıkça gördün, sana yaradı yâni... Şimdi beni
mükâfaatlandırmalı ve eski düşmanlığı tamamen kafandan
atabilmelisin!
Yaptığımız anlaşma eski husûmeti unutturmalıdır.
Kaldı ki vefakârlığın meyvesi fazilettir, hıyanetin akıbeti ise
pek elim bir azaptır! İyi kişi, gördüğü iyiliğe teşekkür etmeyi
bilir; kin tutmaz. Gördüğü bir güzel davranış bir çok
kötülüğü unutturur ona! Eskiler derler ki: "En kısa zamanda
gelen ceza, hainliğe verilen cezadır. Kim kendisine
yalvaranı affetmezse haksızlık etmiş olur."
Fare cevap verdi:
— Dost iki türlüdür: Bir hedef peşinde olan ve mecbur
kalan... Her ikisi de belirli bir faydanın temini için o
konumdadırlar ve kendilerine bir zarara dokunmaması için
azamî gayret sarfederler. Bir hedefi olan, dâima istekli
davranan kişiye güvenilir. Mecburen dostluk makamını işgal
edene gelince ona bâzan güvenilir. Bâzan da mesafeli bakılır,
geri durulur ondan... Akıllı kişi endişelendiği şeyleri
gidermek için ondan faydalanır: ihtiyaçlarım "rehin" alır.
Burada kurulan dostluk bağı, peşin menfaat ve umulana
kavuşmak içindir.
Ben elbet verdiğim sözü tutacağım sana karşı! Ama
senden sakındığım da bir gerçektir. Zîrâ seninle ittifak
etmemize yolaçan "ölüm korkusu," seni serbest bırakırken
de beni sımsıkı sarmaktadır! Tehlikenin bu sefer senden
gelmeyeceği ne malum? Kuşkusuz her işin bir zamanı var.
Zamanında olmayan işten tat alınmaz! Evet ben senin tüm
iplerini kemireceğim ancak bir tek düğüm bırakacağım,
onunla rehin tutacağım seni... Artık benimle uğraşacak
vaktin olmadığını gördüğüm zaman kopartacağım onu!
Ve fare kedinin iplerini kesmeye devam etti. Birden
avcı geldi, kedi bağırdı:
—İşte, şimdi evet şimdi iplerimi tamamen kesme
konusundaki samimiyetin ortaya çıkmalı! Kopar hepsini!
Fare de zaten kemirme işinin sonuna gelmişti. Son ipi
de kopardıkta avcıyla burun buruna kalan kedi ağaca ancak
tırmanabilmişti. Fare hemen bir yarığa sinmişti. Avcı
hüsrana uğramış, paramparça tuzağını alarak melul
mahzun çekip gitmişti.
Sonra fare ortaya çıktı, kediyi uzaktan uzaktan süzdü,
ona pek de yaklaşmak istemedi. Kedi durur mu sesleniverdi
fareye:
— Ey Yüce dost! Sen benim nezdimde imtihanı kazan
mış mûtemed birisin! Yaptığın iyiliği, daha güzeli ile karşıla
yacağım; niye benden sakınıyorsun? Haydi, bitirme dostluğu
muzu! Kardeşliğe son veren elbet mahrum kalır dostluğun en
güzel meyvelerinden! Muhatabı da ondan ümit keser, tüm
dostlar dağılır çevresinden! Senin iyiliğini asla unutmayaca
ğım. Sen, benden de benim dostlarımdan da mükâfaat iste
meye lâyıksın!
Korkma, zararım dokunmaz! Neyim varsa esirgemen
senden, yağmur gibi yağdırırım sana!
Kedi bu samimî sözlerinden sonra fareyi inandırmak
için çeşitli kanıtlar ileri sürdü, yeminler etti.
Fare aldı sözü:
— Nice arkadaşlıklar vardır sımsıkı gözükür uzaktan
bakana. Ama içyüzü kindir, düşmanlıktır. Ve böylesi inan,
açık düşmanlıktan daha beter! Bundan kaçınmayan kişi, az
gın filin dişinde uyuya kalmış iken ansızın kendini yerde bu
lan ve ayaklar altında ezilen adama benzer.
Dosta niçin "dost" denilir? Faydası umulur da ondan!
Düşmana'da zararından endişe edildiği için düşman
denilir. Akıllı kişi düşmandan yararlanacağı zaman dost
olur ona! Dostunun zarar vermesinden endişe ediyorsa
sert davranır, düşman kesilir ona! İyi bak, buzağılar sütten
faydalanmak için nasıl dört dönerler analarının
çevresinde; oysa sütten kesildiklerinde hiçbirini
göremezsin analarının yanında.
Bazen kişi dostuyla alış verişini keser ve kendisine
zarar vereceğinden endişe etmez. Zîrâ aralarında evvelce de
köklü bir düşmanlık yoktur. Ama iki kişi arasına ciddî bir
husûmet var iken bir ihtiyaçtan, menfaaten ötürü dostluk
oluşmuşsa ihtiyaç yerine getirildiği andan itibaren o
dostluğun anlamı kalmaz. İki taraf da aslına döner: suyun
ateşte ısındığını görürüsün, lâkin ateşten ayrıldıktan sonra
soğur en kaynar su bile!
Hiç bir düşmanım senin kadar zarar veremez bana! Bir
hacetimizi görmek için ittifak etmiştik ve ikimizi birbirine
bağlayan problem halloldu. Şimdi ben niye endişe etmiyeyim
aslî husûmetin geri dönmesinden?
Zayıf, güçlü düşmanının yakınında birşey yokmuş gibi
gezemez. Sıradan biri, azametli ve şerefli bir hasmı
karşısında rahatça duruyorsa bu işin sonu pek iyi
olmayacaktır.
Bilmiyorum, beni "midene indirmen" dışında nasıl bir
ihtiyaç için geleceksin yanıma? Ben sana tam güvenmiyorum
ve şunu kesin biliyorum ki zayıfın güçlü düşmanından uzak
durması, güçlünün zayıfa güvenip kanmasından daha
sağlıklı, daha doğru bir tutumdur.
Akıllı kişi, çaresiz kalınca düşmanla da anlaşmayı bilir:
ona güler, yağ çeker; ona itimat ediyormuş gibi gösterir
kendini. Sonra işi halloldukta fırsatım bulur bulmaz sıvışır
oradan!
Kısa zamanda inanan ve itimat eden kişi bir daha
asla telafi edilemeyecek hatâlar işleyebilir. Menfaat
karşılığı bir anlaşma yapabilir kurnaz kişi. Ama karşıdakine
asla tam itimat etmez. Onun her dediğine inanmaz. Yanında
olsa da tetikte bekler, araya mesafe koyar.
Ben de sana uzaktan dost olacağım. Sana fazla
yanaşmayacağım. Evvelce istemiyordum ama senin daha
güzel ve daha uzun yaşamam istiyorum şimdi. Sen de benim
hakkımda ancak bu cinsten bir dostluk kurabilir, bu kabil
duygular besleyebilirsin... Zîrâ bizim biraraya gelmemize
imkan yoktur gerçek hayâtta! Haydi kal sağlıcakla... Sen
kendi yoluna, ben kendi yoluma!
HÜKÜMDAR İLE KUŞ FENZE BABI
Hükümdar Debşelim, filozof Beydebâya dedi ki:
— Bu hikâyeyi de dinledim. Şimdi, birbirlerinden uzak
durmaları gereken azılı düşmanları anlat!
Beydebâ aldı sözü:
— Anlatırlar: Hint hükümdarlarından Feridun (Feri
dun) adlı pâdişâhın bir kuşu varmış Fenze adında. Fenze ile
cücüğü pek güzel öterlermiş. Pâdişâh bu kuşları çok sevdiği
için hanımının yanına konulmalarını emretmiş, hanımına da
sıkı sıkı tenbihlemiş: "Aman ha, dikkat et bu kuşlara; iyi ko
ru onları!" diye.
Olacağa dur denmez: hanım bir erkek çocuk doğuruyor,
çocukla cücük birbirlerine ısınıyorlar, ikisi de kendi
aralarında tatlı tatlı eğleniyorlar... Anne Fenze ise hergün
dağa uçuyor hiç kimsenin bilmediği garip bir meyve getiriyor.
Yarısını hükümdarın oğluna yansını da kendi cücüğüne
yediriyor.
Bu hârika meyve iki yavrucağın sağlık büyümelerine
ve kısa zamanda gencelmelerine yol açıyor. Hükümdar da
açıkça tanık olduğu bu enteresan hâdiseden ötürü Fenze'ye
daha çok hürmet gösteriyor, daha fazla ihsan ediyor gün
geçtikçe....
Fenze yine bir gün meyve devşirmek için dışarı çıkıyor.
Bu arada cücük, şehzade ile oynamakta iken duramıyor, ar-
kadaşının kucağına pisliyor. Çocuk ansızın hiddetleniyor,
cücüğü tuttuğu gibi yere çalıyor, zavallı oracıkta can
veriyor... Bir süre sonra Fenze saraya geliyor, yavrusunu
kanlar içinde yerde cansız bulunca çığlığı basıyor. Ağlıyor,
ağlıyor... Habire de söyleniyor:
— Yazıklar olsun ahdini tutmayan hükümdarlara! Hu
kuka riâyet etmeyen, dostunu korumayan, edepten bînasip
hükümdarlarla dostluk kuranların vay haline! Hakikatte on
lar hiçkimseyi sevemezler, hiç kimsenin kıymeti yok onlar
nezdinde. Ancak birinden bir fayda umdukları zaman yana
şırlar, bilgisinden istifâa etmek için adam tutarlar. Lâkin
amaçlarına erişince ne dostluk kalır ne saygı! Ne ihsan ne de
hukuka riâyet! Böyle hükümdardan işlerini dâima cürm ü ce
fâ ve ikiyüzlülükle götürürler. İşledikleri nice büyük hatayı
küçümserler ama istedikleri en hafif, önemsiz bir şey engel
lenmeye görsün... Birden azılı bir canavar kesilir, zâlimlerin
zalimi olurlar! İşte bu hükümdar da öyle, dostuna zulmeden
merhametsiz bir nankör olduğu için!
Kuş zehir zemberek bu laflan ettikten sonra hınçla
şehzadeye atılmış, gözünü çıkarmış ve havalanıp sarayın
saçağına konmuş. Hâdise kendisine aktarılınca çok üzülen
hükümdar, kuş Fenze'yi tuzağa düşürme arzusuyla
yaklaşmış ve demiş ki:
— Senin canın emniyette olacaktır! Sana bir şey yap
mayacağım, in artık Fenze kardeş!
Kuş cevap vermiş:
— Ey Pâdişâh! Elbette zâlime hesap sorulacak! Şu an
da kurtulsa cezadan ilerde asla kurtulamayacak. Hattâ ne
silden nesile devam edecek bu ceza! Senin oğlun benim biri
cik yavrumu mahvetti, ben de cezasını derhal verdim!
Hükümdar:
— Hayâtım hakkı için ey dost, (ne olursun dur dinle)
Biz senin yavruna zulmettik. Sen de bizden öcünü aldın! Ar
tık senin bizden, bizim senden alıp veremediğimiz bir şey
kalmadı. Haydi sakin ol ve can güvenliğinin sağlanacağına
inanarak gel yanımıza!
Fenze itiraz etti:
— Asla sana dönmeyeceğim. Zîrâ dirayetli kişiler "in
tikam alacak adama yaklaşma!" derler. Gizli bir kini olan ki
şi, sana lûtfedermiş gibi davranıyorsa sende bir kuşku uya
nır da ondan kaçma ihtiyacı hissedersin tabîi olarak! Böyle
birine karşı en iyi tedbir, uzak durmak ve dâima "bir şeyler
yapacağından" endişe etmektir. Derler ya: "Akıllı adam ana
babayı dost, kardeşleri arkadaş, eşleri refik, oğulları iyi
nam, kızları hasım, akrabayı borçlu ve kendisini yapayalnız
görür!
Ben de bir yalnızım, yabancıyım ve kovulmuşum
artık... Benim payıma ağır bir hüzün düştü sizin
saltanatınızdan; hiç kimse taşıyamaz onu, derdime kimse
ortak olamaz.
Ben gidiyorum. Sana benden bol selam...
Hükümdar aldı hemen sözü:
— Eğer sen bizim yaptığımıza karşılık vermeseydin
yahut biz zulmetmeden sen bu işi yapsaydın durum senin de
diğin gibi olurdu. Ama önce biz sana yapacağımızı yaptık...
Senin suçun ne ki bizden kaçıyorsun? Niye bize güvenmiyor
sun? Gel, dön artık evine! Sana eman veriyorum...
Kuş Fenze cevap yetiştirdi:
— Şunu bilmelisin ki kin ve husûmet kalbe yerleşir ve
daimî bir acı kaynağı olur. Dil her zaman kalptekini olduğu
gibi söylemez. Kalbin dile şahitliği, dilin kalp adına avukat
lık yapmasından daha sağlam, daha gerçekçidir. İyi biliyo
rum ki senin kalbin benim dilime, benim kalbim senin diline
güvenmiyor!
Hükümdar itiraz etti:
— Bilmiyor musun, pek çok insan arasında derin kin
ler ve düşmanlıklar vardır ama aklı başında olan, uzun
uzadıya kin beslemez (bu his ile kendini bitireceğine
meseleyi
kökten halleder) düşmanının işini bitirir!
Kuş Fenze:
— Doğru söylüyorsun bu konuda! Ama basiretli kişi
asla inanmaz, intikam hissiyle yanan adamın asıl hâdiseyi
unutup kalbini her türlü kin ve nefretten temizleyeceğine!
Akıllı adam tuzak, hile ve komplodan dâima endişe eder böy
le durumlarda! O iyi bilir ki düşmanların bir kısmı dikine di
kine gitmekle bertaraf edilmez, vahşî filin ehlî fille avlandı
ğı gibi yağ çekmek ve yumuşak davranmak gerekir bu gibi
hallerde...
Hükümdar cevap verdi:
— Akıllı adam dostunu asla terketmez, arkadaşları ile
bağını koparmaz. Canından endişe etse bile onlardan ayrıl
maya yanaşmaz. Bu huy hayvanların en aşağısında bile var
dır. Bilirsin niceleri köpek oynatır sonra onu keser ve etini
yer ama sahibine ünsiyet peyda etmiş köpek asla ayrılmaz
ondan!
Fenze aldı sözü:
— Kin ve nefret her yerde, her keşte dehşetlidir: sahi
bini alev alev yakar. En dehşetli olan ise hükümdarın kalbin
de yeşerendir. Zîrâ hükümdar tayfası intikam almayı din gi
bi görürler! Onlar öç almak için çaba göstermeyi şeref sayar
lar. Akıllı kişi, kindar adamın sakinleşmesine aldanmaz. On
daki kinin, için için yandığını bilir.
Tahrik ettirici bir sebep zuhur etmedikçe kül altında
ödünsüz bekleyen köze benzer kin. Kor ateş nasıl iştahla çıtır
çıtır yakacağı odunu ararsa kin hissi de kendini zuhur
ettirici sebepler arar, bahaneler bulur! Bulduğu anda
parlar, sarı dilli dev alevler gibi! Artık kindara ne yumuşak
söz, ne alttan alma, ne yalvarıp yakarma ne de "haklısın!"
demek fayda eder. Ancak hasmının canı kindarın içindeki
ateşi söndürebilir.
Evet, bazı kindarlar özel yararlar temin etmek ve bazı
zararlı şeylerden de kurtulmak için hasmına yaklaşır, bir
süre onunla kalabilirler. Ama ben içindeki nefret ateşini
kısamayacak kadar âcizim, kendime hâkim değilim....
Senin kalbin dilinle aynı olsa da bana faydası yok
artık bunun! Ben dâima korku, endişe keder ve öç hisleriyle
yanacağım seninle yanyana olduğumuz sürece. Bizim için
en uygun karar ayrılmaktır vesselam!
Hükümdar aldı sözü:
— Ben kesin olarak bildim ki kimse kimseye bir şey ya
pamaz: kaderde yazılandan gayrı ve küçük büyük ne gelmiş
se başa, ancak bir malum kader ve kaza ile olmuştur. Nasıl
ki mahlûkatın yaratılışı, çocuğun doğuşu ve canlının yaşayı
şında yaratıkların hakîkî bir müdâhelesi söz konusu değilse
fâni olanın gidişi ve canlının ölümü de böyledir. O halde sen
benim oğluma yaptığın eza konusunda nasıl mesul değilsen
benim oğlum da senin yavruna yaptığı şeyde mesul değil...
Öyle değil mi ya, bunların hepsi önceden takdir edilmiş bir
kaderdir ve her birimizin kendine özgü bir mazereti var; do
layısıyla kaderin getirdiklerinden sorumlu olamayız.
Fenze cevap verdi:
— Evet kader elbette senin dediğin gibi (bir takdir işi
dir.) Ancak bu durum, sağduyulu kişinin tehlikeden uzaklaş
ma ve zarardan kaçınma hususunda bir şey yapmayacağı an
lamına gelmez. Bilakis akıllı adam tedbirini alır, gücünü
sarfeder ve bununla beraber kadere inanır! Hakîkî kader
inancı böyledir....
Ben biliyorum ki sen içinden geçeni söylemiyorsun
bana. Aramızda öyle basit bir hâdise vuku bulmadı, senin
oğlun benim yavrumu öldürdü, ben de senin oğlunun gözünü
çıkardım... Sen aslında beni tuzağa düşürüp işimi bitirerek
içinde alev alev yanan öç ateşini söndürmek istiyorsun.
Oysa ben şimdi ölmek istemiyorum... Eskiler derler ki:
"Yoksulluk belâdır, tasa belâdır, düşmanın civarında
bulunmak belâdır, dostlardan ırak olmak belâdır, hastalık
belâdır, ihtiyarlık belâdır lâkin tüm belâların büyüğü elbette
ölümdür!"
Ruhu acıyla kıvranan kişiyi, ancak aynı acıya mübtelâ
olan anları.. Bende de sendeki dayanılmaz elemin bir benzeri
var, içim yanıyor ve seni anlıyorum.
Seninle olmak, beraber gezmek bana hayır getirmez.
Zîrâ sen ne zaman benim senin oğluna yaptığımı
hatırlasan, ben de ne zaman seninkinin benim yavruma
yaptığını hatırlasam kalplerimiz nefretle kararacaktır...
Hükümdar cevap verdi:
— Kalbinde iz bırakan dostun dostluğunu unutturacak
denli kara bir kin dalgasına kapılan kimsede hayır yoktur!
Fenze aldı sözü:
— Tabanı yaralı adam ite kakıla yürümeye mecbur kal
sa veya kendi arzusuyla yürümek istese muhakkak açılacak
tır yarası ve müthiş bir ızdırap verecektir ona! Gözü yanan
adam yüzünü rüzgâra çevirirse acıyla kıvranacaktır... intika
ma kurban gidecek kişi de intikam alacak adama yaklaştı
ğında hayâtının kumarını oynamış olur. Bu dünyada yaşa
yan kişi, tehlikeden kaçınmalı; belâ gelecek yere sokulmama
lı; ölçüp tartarak işe başlamalı, kabadayı edalarıyla gücüne
güvenmemeli; îtimad etmediği adamlarla yola çıkmamalıdır.
Zîrâ kim kaba kuvvete güvenir de tehlikeye atılırsa kendini
ölüme teslim etmiş demektir. Yaşaması için gerekli olan yi
yecek ve içeceğini hazırlamadan yola düşen ve asla takat ge
tiremeyeceği işlerin peşinde koşan adam kendini helak eder.
Boğazına tıkanacak kadar büyük lokmayı yutan
ölçüsüz adam elbet debelene debelene boğulacaktır!
Düşmanın lafına aldanarak ihtiyatı terkeden kişi herkesten
çok düşmandır kendine karşı!
Ne getirip ne götüreceği, hangi sırlara gebe olduğu hu
susunda bilgi elde edilemeyecek kader mevzuu hakkında fi
kir beyân etmek kimsenin haddine düşmez! Kişiye düşen ih
tiyata sarılmak, tedbiri almak, özgücünü sonuna kadar sefer
ber etmek ve kendini mesul tutmaktır. Akıllı kişi, imkanı
nisbetinde kimseye dayanmamaya çalışır; kaçış ve kurtuluş
yolu varken kendini endişeye sürükleyen mıntıkada bekle
mez. Benim de gideceğim pek çok yol var. Nereye gitsem gi
deyim kendime yeterim, işimi bulurum .....
Beş nitelik vardır; kim bunlara her zaman sahip
olursa asla muhtaç durumuna düşmez, gurbet ilde mahzun
olmaz, uzak yakın gibi olur ona ve nice dostlar kazanır o!
Şöyle sayabiliriz:
1- Hiç kimseyi kırmamak
2- İyi terbiye görmüş olmak
3- Kuşkulu işler yapmamak: itham altında kalmamak
4- Düzgün bir sîret: iyi ahlak
5- Olgun davranmak: asil ve seçici olmak.
Kişi hayâtından endişe ediyorsa kendini kurtarmak
için malını, karısını, çocuğunu feda edebilir; yerini yurdunu
terkedebilir. Zîrâ bu saydıklarımız helak olsa kişi yine birini
bulur, bir şeyler kazanır; yenilerinin geleceğine dâir ümit
besler. Oysa can bedeni terkettikte yenisi gelmez... En kötü
para, gerektiğinde harcanmayandır; en kötü hanım, kocasına
karşı serkeş davranandır; en kötü evlat, ana babaya eziyet
edip âsi davranandır; en kötü dost, zor zamanda sırtını
çevirip gidendir...
Ve en kötü hükümdar, masumları korkutan, haydutları
ve çeteleri kollayan, kısaca halkını koruyamayandır. En kötü
ülke anarşinin kol gezdiği, ekonomik sıkıntıların had
safhaya vardığı ülkedir. Şüphesiz benim can güvenliğim
yoktur senin yanında... Sana yakın olursam bana huzur
yok!...
Kuş Fenze bu sözlerden sonra hükümdara veda etti,
uçup gitti.
İşte birbirlerine asla güvenmemeleri gereken kin dolu
düşmanların hikâyesi budur!
ARSLAN İLE ÂBİD ÇAKAL BABI
Hükümdar Debşelim, Filozof Beydebâ'ya dedi ki:
— Bu hikâyeyi de dinledim. Şimdi suçsuz yere cezalan
dırdığı, sebebsiz yere huzurundan uzaklaştırdığı adamın
gönlünü almak isteyen hükümdarın hikâyesini anlat.
Filozof Beydebâ aldı sözü:
— Hükümdar, suçlu yahut suçsuz, mazlum yahut müs
tehak; kime ceza vermişse gerektiğinde mutlaka çağırabil
meli onu! Evvelce cezalandırdığı bir adama yeri geldikte mü
racaat edemiyorsa o hükümdarın işi zor demektir. Siyâset
işini çıkmaza sokar bu tavrıyla...
Kaliteli hükümdar, ceza vukuatı geçirmiş tecrübeli
adamların durumunu araştırır ve onlardan istifâde etmeyi
bilir. Dirayetli ve mûtemed hükümdar onlara niye başvurmasın
ki?
Devlet dediğin sistem sağlam fikirli, kaliteli adamlarla
idare edilir. Vezirler ve müsteşarlarla kurulacak ilişki sevgi
ve iyi niyet temelleri üzerine inşâ edilir; lâkin sevgi ve iyi
niyeti ancak görüş sahibi, asil ruhlu kaliteli insanlar hakeder!
Hükümdarın işleri çoktur; bir sürü yardımcıya, tahsildara,
memura ihtiyacı vardır. Oysa bu tür görevleri yüklenecek
adaylar arasında samimiyet, iffet ve hak yemekten
sa
Abid çakal arkadaşlarıyla
kınma ölçülerini taşıyanlar öyle azdır ki! Bu mevzuda en iyi
misal arslan ile çakalın hikâyesidir.
Hükümdar merakla sordu:
— Anlat bakalım, neymiş bu hikâye?
Filozof anlatmaya başladı:
— Bir mağarada yaşayan çakal gayet zâhidâne bir ha
yat sürermiş. Dişi çakallar, kurtlar, ve tilkilerle beraber gez
mesine rağmen, onların yaptıklarını yapmaz, kan dökmez, et
yemez, hiç kimseye saldırmaz ve asla zulme yanaşmazmış.
Çevresindeki yırtıcılar ona muhalefet ederek demişler ki:
— Senin takip ettiğin bu usûlden, yaşadığın zühd ha
linden memnun değiliz. Kaldı ki zabitlik sana zerrece fayda
vermedi! Senin tabiatına yaraşan bizimle beraber koşmak,
içimizden biri gibi davranmaktır; başka biri olmaya gücün
yetmez senin... Söylesene kan içmek ve et yemekten alıkoyan
nedir seni?
Çakal cevap verdi:
— Ben kendim günah işlemedikçe sizinle beraber ol
mak günaha sokmaz beni! Zîrâ günah mekana ve arkadaşa
bağlı değildir: keyfiyet ve yapılan işle bağlantılıdır. İyi yer
de oturanın işi iyi, kötü yerde bulunanın işi de kötü olsaydı
zahidi inziva köşesinde, mihrabında öldüren adam
günahkâr olmaz, onu ancak savaş meydanında öldüren
günahkâr olurdu. Ben ancak maddî varlığımla sizin
yanınızdayım. Kalbim ve amellerim size arkadaşlık
etmiyor. Zîrâ amellerin neticelerini düşünen biriyim ben,
bu yüzden zahitçe yaşıyorum ya!
Bu açıklamayı yapan çakal zâhitliğinden tâviz
vermedi. İbâdet, dünyaya değer vermezlik ve efendilikle ün
saldı. Onun şöhreti bölge hükümdarı olan arslana erişti.
Arslan bu çakalın hak yemekten sakınırlık, ruh asaleti, ve
güvenirlik gibi yüksek vasıflara sahip olduğunu duyunca
derhal bir adam saldı, gelsin, çıksın diye huzuruna. Çakal
geldikte uzun ve tatlı bir sohbet oldu aralarında. Çakalı
seven arslan bir kaç gün sonra ona sarayında ikamet etme
teklifinde bulundu. Arslan diyordu ki:
— Senin de bildiğin gibi memurlarım çoktur benim,
epey yardımcım vardır ama yine de adama ihtiyacım oluyor.
Senin dürüst ve hak yemez biri olduğuna dâir haber ulaştı
bana. Bu yüzden seni beğendim... Seni mühim bir vazifeye
tâyin edeceğim: yüksek bir mevkî sahibi olacak, asil adamla
rı arasında yerini alacaksın...
Çakal dedi ki:
— Hükümdarların mühim vazifeler ve memuriyetler
için özel yardımcılar seçmesi gayet tabidir. Ancak hiç kimse
yi zorlamamalıdırlar bu tür tâyinler için.... Zîrâ zorla vazife
ye getirilen adam kendini işine veremez. Ben hükümdarımı
zın lütfettiği vazifeyi deruhde etmenin ağırlığı altında ezil
mek istemiyorum... Kaldı ki bu tür işlerde hiç tecrübem yok
tur, sultanla ve saltanat işleriyle münâsebetim olmadı şimdi
ye değin. Siz güçlü kuvvetli yırtıcı hayvanların sultanısınız;
nezdinizde asalet, kudret ve ihtiras vasıflarına sahip nice
vahşî hayvan vardır. Onlar sultanımızı iyi bilirler ve bahset
tiğiniz türden vazifeler alma ihtirasıyla yanarlar. İşte bunla
rı görevlendirirseniz size yetecekler ve sahip oldukları ma
kamlardan ötürü de saadete garkolacaklardır...
Hükümdar derhal itiraz etti:
— Bırak bu laflan! Sana mutlaka vazife vereceğim,
mesuliyetten kaçamazsın!
Çakal cevap verdi:
— Sultana iki tip hizmet eder: ben ne o ne de bu tipten
olabilirim! Ya iki yüzlü yağcı, aşağılık bir herif ki emellerine
ulaşır ve yağcılık yaparak suçlarını örter; yahut kimsenin
haset etmeyeceği bir ahmak ki "başüstüne!" der sultanın her
enirine...
Gelelim dosdoğru, namuslu bir şeklide hükümdara
hizmet etmek isteyen; ikiyüzlülük yapmayan adama...
Eğer bu hal üzere devam ederse hayâtını kurtarması
zordur. Hükümdarın azılı düşmanı da cephe alır ona, can
dostu da! Hükümdarın yakın dostları bu yeni görevliyi
kıskanır, onun yerine geçmek ister. Sultanını düşmanı ise
böyle kaliteli ve iyi ahlaklı bir görevlinin sultana yardım
edeceğini ve saltanatının devamına vesîle olacağını bildiği
için dişlerini gıcırdatır...
Eh dostuyla düşmanıyla bu iki zümre, iyi ahlaklı
görevliye cephe alınca elbet kendim boğazına kadar belâya
gömülmüş bulur o!
Hükümdar arslan itiraz etti:
— Seninle beraber vazife yapanların haksızlığı ve kıs
kançlığı mevzuunu dert etme! Sen benim yanımdasın: Senin
yapacaklarına ben kefil olur, onları engellerim! Ayrıca sami
miyetinden ve hizmetinden ötürü mükâfaatlandırım seni,
gayretinin karşılığı olarak makamını yükseltirim....
Çakal aldı sözü:
— Eğer zât-ı âlileri bana hakîkaten iyilik yapmak isti
yorsa halk arasında huzurlu, gayet sakin, kederden uzak ha
yâtımı yaşayayım diye serbest bıraksın beni; su ve ottan mü
teşekkil gıdama razı olurum! Zîrâ iyi bilirim ki sıradan biri
nin ömrü boyunca göremeyeceği eza ve endişe sultanın civa
rında görev alan adama bir anda gelir! Huzur dolu az rızık,
kısa hayat elbet daha iyidir korku ve ıstırapla dolu bol rızık,
uzun hayattan!
Hükümdar arslan:
— Tamam, ne demek istediğini anladım! Ama senin
suratında ve kelimelerinde gördüğüm kuşku ve korkuya son
ver! Bu siyâset işimde mutlaka senden faydalanmalıyım,
başka yolu yok bunun!
Çakal cevap verdi:
— Eğer hükümdar hazretleri ille de beni yanına almak
istiyorsa şu konuda kesin söz istiyorum: benim üstümde gö
rev yapan biri, mevkiinin gitmesinden endişe ederek hüküm
darı bana kışkırtsa yahut benden aşağıda olan biri makamı
mı elimden almak için iftiralar atarsa hükümdarım asla ace
le etmemeli, kendisine arzolunan iddiaları araştırmalıdır.
İşte zât-ı âlîlerinden taleb ettiğim ahit budur, sonra
dilediğini yapsın... Eğer ona kalbim mutmain olarak îtimâd
edersem, paçaları sıvar tüm gücümle ona yardım ederim;
bana verdiği görevi samimiyet ve gayretim sayesinde en
güzel şekilde deruhde ederim. O benim aleyhimde bir intiba
edinmesin diye kılı kırk yarar, çok çalışırım!
Hükümdar sözün burasında hemen atıldı:
— Tamamdır! Senin için bu buyruğum ahittir! Daha
da ilerisi var...
Böylece hükümdar, çakalı hazînelerin baş görevlisi
yaptı. Diğer dost ve yakınlarından çok ona ilgi gösterdi, onun
maaşını artırdı.
Lâkin arslanın çevresindekiler çakalın yükselişini
hazmedemediler; bu işe canları sıkıldı, sinirli sinirli
konuştular onun hakkında. Nihayet birleştiler tuzak kurmak
için, arslanı çakala karşı kışkırtmak hususunda
anlaştılar....
Bir gün arslan çakala beğendiği cinsten et vermiş: o
parçayı mutlaka muhafaza etmesini, sonradan huzuruna
çıkarılmaks üzere ambarın en mutena ve korunaklı kısmına
kaldırılmasını emretmişti...
Bu haberi alan komplocular derhal harekete geçtiler,
eti oradan aldılar, çakalın odasına taşıyıp bir kenara
sakladılar. Anlaşmalarına göre huzurda et mevzu edilirse
çakalı yalanlayacaklardı!
Ertesi gün arslan eti isteyince çakal ambara indi ve eti
yerinde bulamayınca epey aradı. Çakal, kendisine komplo
hazırlayanlardan habersizdi. Ötekiler geldiler, huzurda
yerlerini aldılar. Hükümdar eti sordu çakala ve sesini
yükselterek baskı yaptı. Divandakiler bakıştılar, içlerinden
biri gayet efendi ve samîmi bir hizmetkâr edasıyla söze
girdi:
— Biliyoruz, bazdan zarar görse de biz hükümdarımı
za faydalı ve zararlı şeyleri bildirmek zorundayız... Bize ula
şan istihbarata göre et, çakalın evindeymiş!
Bir diğeri şöyle dedi:
— Vallahi kişinin kalbini bilmek imkansızdır! Ancak
siz bunu araştırırsanız sonuca ulaşır, çakalın evinde bulur
sunuz! Onun beceriksizliği ve hıyaneti ile ilgili hususları biz
herkesten evvel doğrulamak durumundayız!
Başka biri aldı sözü:
— Eğer bu iddia doğru ise yalnız hıyanetle karşı karşı
değiliz demektir, ortada nankörlük ve hükümdara karşı apa
çık cüret var!
Bir diğeri:
— Bakınız iddia sahiplerine diyorum: siz âdil ve fazilet
sahibi memurlarsınız. Sizleri yalanlayacak değilim. Lâkin
durumun açıklık kazanması, hükümdarımızın derhal bir
tahkikat komisyonu kurması ve çakalın evine göndermesiyle
mümkündür.
Başka biri ekledi:
— Hükümdarımız onun evini aratacaksa acele etmeli
dir. Zîrâ onun özel adanılan ve câsusları dört dönüyor saray
da ve sokaklarda!
Divanda bu tür konuşmalar olmuş; nihayet arslan, te
siri altına girmiş bu iddiaların... Çakalın getirilmesini
emretmiş ve çakal huzura çıktıkta derhal sorguya çekmiş
onu:
— Korumanı emrettiğim et nerede?
— Efendimiz, inanın o eti size hazırlasın diye aşçıbaşı
na verdim!
Hükümdar aşçıbaşım çağırıp sormuş eti... Ama bu
herif de çakala komplo hazırlayanlardanmış, arslana demiş
ki:
— Bu adam bana bir şey vermedi!
Hükümdar güvenilir bir adam göndermiş çakalın
evine. Adam evde bulduğu eti arslana getirmiş.
Bu komplonun son kısmında kurt söz almış; gerçek
kesin olarak belirinceye dek konuşmayan vakur, ağır başlı
biri gibi göstermiş kendim ve demiş ki:
— Hükümdarımız! Sizin nezdinizde de çakalın hâin ol
duğu gün gibi açık oldu herhalde! Onu affetmeyiniz! Zât-ı âlî
leri onu affederlerse hiç bir hâinin hıyanetini, hiçbir suçlu
nun suçunu öğrenemeyecektir bir daha!
Böylece hükümdar emretti, çakal huzurdan çıkarılsın
ve gözlem altına alınsın diye. Daha sonra mecliste
bulunanlardan biri dedi ki:
— Hükümdarımız aslında basiretli ve işbilir bir pâdi
şâhtır. Nasıl oldu da yanıbaşında görev yapan çakalın yalanı
ve hıyanetini bu kadar zaman anlayamadı? Ben bu hâinin
kesin kanıtlardan sonra dahi hükümdarımız tarafında affe
dilmesine şaşarım doğrusu!
Bunca yönlendirme ve karalama kampanyasına
rağmen arslan çakala elçi gönderdi, özür diliyordu ondan...
Lâkin elçi kendi yazdığı düzmece bir mektupla geri döndü;
"bu, çakalın cevabı!" diyerek. Mektupta yazılanlar arslanı
yine kızdırdı ve çakalın öldürülmesini istedi arslan....
Bu arada hâdiseleri başından beri takibeden anne
arslan, oğlunun acele ettiğini düşünerek derhal adam soktu
araya; infaz memurları îdâmı geciktirdiler!
Anne arslan oğluna dedi ki:
— Yavrum! Çakalı neye dayanarak öldürüyorsun?
Arslan bildik hikâyeyi anlatınca annesi cevap verdi:
— Yavrum! Acele ettin... Akıllı ve basiretli kişi kendi
ni acelenin yularına teslim etmeyip tedbirli davranarak piş
manlıktan kurtulur. Aceleci adam, dirayetsizliğinden ötürü
dâima pişmanlık meyveleri devşirir. Hele hele hükümdarlar
tedbir ve teenni mevzuunda herkesten daha hassas olmalı
dırlar, en çok onlara lâzım tedbir ve teenni ile hareket etmek!
Kadın kocasıyla, çocuk ebeveyni ile, öğrenci kocasıyla,
asker kumandanıyla, âbid diniyle, halk hükümdarıyla,
hükümdar Allah korkusuyla, takva akılla, akıl tedbirle
kıvamını bulur; bir bütün oluşturur. Bu saydığımız şeylerin
başında basiret vardır. Hükümdarın basiretli olması,
hizmetine aldığı adamları iyi tanıyarak herbirine hakettiği
mevkîyi vermesi ve bunların birbirleri hakkındaki
ithamlarını dikkatli tâkibetmesi demektir. Zira vüzerâ ve
müsteşar tayfası birbirlerini yemek isteyenlerle doludur!
Sen evvelce çakalı gördün, denedin: onun akıllı
güvenilir ve şahsiyet sahibini olduğunu anladın. Onu
övüyordun dâima, ondan razıydın. Bir hükümdar,
görevlendirdiği memuru bu kadar övdükten ve iyi tanıdıktan
sonra asla hâin gibi görmemeli onu! Böyle davranmak
hükümdara yakışmaz. Kaldı ki şu saraya geldiği günden beri
çakalın hıyanetine değil namus ve samimiyetine tanık oldun!
Bir tabak et için böyle değerli bir memuru helak etmek,
hükümdar kısmının yapacağı işlerden değildir.
Şimdi çakalın durumunu yeniden araştırmalısın!
Hiçbir zaman et yememiş zâhid bir çakal, nasıl oluyor da
senin emânetini yiyor? Bunları iyi düşün, belki çakalın
hasımları çevirdi bu entrikayı: eti onlar götürüp sakladı
çakalın evine!
Kuşku yok, çaylağın pençesinde bir tutam et olsa diğer
kuşlar onun başına üşüşür; bir köpekte kemik varsa diğer
köpekler onun başına toplanırlar...
Çakal bu güne kadar dâima sana yardım etmiş, sana
dokunması muhtemel zararları defetmek için çok çaba
göstermiş, bu hususta eziyet çekmiş ve senden hiç bir
sırrım saklamamıştır.
Arslanın annesi bu öğütleri vermekteyken güvenilir
adamlarından biri çıktı huzura ve çakalın suçsuzluğunun
kesinleştiğini bildirdi... Bu habere çok sevinen anne tekrar
oğluna dönerek dedi ki:
— Madem ki çakal suçsuz bulundu hükümdar derhal
ispiyoncuların önünü kesmeli, hattâ bir daha böyle bir
iftiraya başvurmamaları için suçluları cezâlandırmalıdır.
Akıllı adam, iyiliğe karşı nankörlük eden; zulme teşebbüs
eden; hayırdan yüz çeviren ve âhirete iman etme(diği içi
münafıklığa başvuran) hâinlere yüz vermez. Böyle aşağılık
adamlar, suçlarının cezalarını hemen görmelidirler.
Sen şimdi çabuk kızmanın, tehevvür ile hatâya
düşmenin ne olduğunu öğrendin. Azıcık şeyden ötürü kızıp
küplere binen adam, kırdığı kalbi -ne kadar şey feda ederse
etsin-bir daha onaramaz! Senin çakala gidip, gönlünü
alman lazım. Ona yaptığın haksızlık, derinlere inerek
nefrete dönüşmemeli ve eski dostluğunuzun yerine kaim
olmamalıdır!
Ne olursa olsun, hiç bir zaman terkedilmemeleri
gereken kişiler vardır: iyi ahlaklılık, asil ruhluluk, ahde vefa
göstermek, kadir kıymet bilirlik, halka karşı sevgiyle
davranmak, kıskançlıktan uzak olmak, eziyete ve zulme
yanaşmamak, ne denli ağır bir yükün altına girseler de
dostların külfetlerine ortak olmak gibi vasıflarla tanınan
kişiler asla terkedilmez!
Hemen terkedilmesi gerekene gelince: saldırganlık,
huysuzluk, ahde vefa göstermemek nankörlük, merhamet ve
Allah korkusundan ıraklık gibi vasıflara sahip olan kişi; işte
böyle bir adamı hemen terketmelidir! Sen çakalı tanıdın,
denedin, onunla yeniden dost olmak yakışır sana!
Bu faydalı öğütlerden sonra arslan çakalı yanına davet
etti, yaptığı haksızlıktan dolayı özür diledi, ihsanlar vâdetti
ona ve dedi ki:
— Özür diliyorum ve seni tekrar eski makamına geti
riyorum.
Çakal cevap verdi:
— En hayırsız dost kendi menfaati için arkadaşına za
rar vermekten çekinmeyen, onu kendisi gibi görmeyen yahut
başkalarına haksızlık yaparak onu hoşnut etmeye çalışandır.
Böyle hayırsız, kalitesiz adamlar her yerde bol bol mevcut
tur.
Evet, hükümdarımız bana karşı malum hikâyede menfî
bir tavır aldı. Artık kendisine eskisi gibi îtimad etmediğimi
söylersem bana içerlemesin... Onunla beraber olmak,
yanında çalışmak doğru değil benim için. Zîrâ hükümdarlar
ağır ceza verdikleri birini ne yanlarına almalı, ne de
tamamen koymalıdırlar! Zîrâ devlete hizmet etmiş makam
sahibi biri azledildikte, bir daha görev almasa bile hürmet
görmeli, ikramdan mahrum bırakılmamalıdır.
Arslan onun infial halinde kırgın bir kalple
mırıldandığı sözlere kulak asmadı ve îtiraz etti:
— Senin ahlâkını gördüm, şahsiyetinle ilgili nice tecrü
beden sonra! Emin, vefakâr ve dürüst biri olduğunu anladım.
Beni sana karşı kışkırtmak isteyenlerin tuzaklarını gördüm,
yalanlarına tanık oldum. Sen benim asil ruhlu yüce dostla
rımdansın! Bir tek iyilik dahi yüce insanın kalbinde derin bir
tesir bırakır, pek çok kötülüğü unutmasına yol açar. Biz yine
eskisi gibi sana güveniyoruz, sen de bize güven artık... Bu bi
zim için de senin için de hayırlı olur, hep beraber seviniriz!
Hükümdarı sakince dinleyen çakal, kısa bir aradan
sonra eski vazifesine dönmeyi kabul etti. Hükümdar ona
daha fazla ihsan yaptı, hürmette kusur etmedi. Günler onun
lehine işledi, hükümdarın en sevdiği adamlardan biri oldu.
ÎLÂZ, BİLÂZ VE ÎRAHT BABI
Hükümdar Debşelim, filozof Beydebâ'ya dedi ki:
— Bu hikâyeyi de dinledim. Şimdi hükümdarın salta
nat ve devletini neyle koruyacağına dâir bir misal ver... İşin
kıvamının esneklik, mertlik, cesaret yahut efendilikle sağ
landığını anlat!
Beydebâ aldı sözü:
— Hükümdarın devlet ve saltanatım koruması için ge
rekli olan en mühim nitelik, esnek ve soğukkanlı davran
maktır (Hilm). Bu nitelik tüm işlerin temelinde, herşeyin ba
şında sahip olunacak bir prensiptir. Hükümdarın siyâsetini
düzgün yürütmesi için gerekli olan en önemli özelliktir bu...
Anlatırlar ki Bilâz adlı hükümdarın îlaz adında âbid
bir veziri varmış. Bir gece hükümdar epey korkutucu
misallerle dolu sekiz rüya görmüş, kan ter içinde uyanınca
tabir etsinler diye zahitçe hayât süren brahmanları çağırmış
yanına. Onlar huzura çıktıkta rüyalarım anlatıvermiş.
Brahmanlar hep bir ağızdan demişler ki:
— Hükümdarımız garip, esrarengiz şeyler görmüş! Bi
ze yedi gün mühlet verirse yorumunu sunarız...
Hükümdar demiş ki:
— Tamam, istediğiniz mühleti verdim gitti! Böylece
brahman grubu huzurdan çıkıyor, içlerinden birinin evinde
Hükümdar Brahmanlara rüyasını anlatıyor
toplanarak durum değerlendirmesi yapıyorlar ve şöyle
diyorlar:
— İşte görüyorsunuz! Düşmandan intikam almanıza
vesile olacak bir hâdise! Biliyorsunuz ki bu adam daha dün
bizden (Brahman taifesinden) on ikibin kişinin canına kıydı!
Şimdi bize sırrını açtı, rüyasının tâbirini soruyor... Gelin ona
taş gibi konuşalım, beti benzi atsın kalbi endişeyle dolsun!
İçini dolduran korku, bizim taleplerimizi yerine getirmeye
zorlasın onu! Ona açıkça şunları telkin edelim:
"Bize kurban olarak sevdiklerini ve en yakınlarını
teslim etmelisin! Zîrâ biz kadim kitaplarımıza baktık, içinde
bulunduğun kötü durumdan sıyrılman için isimlerini
verdiğimiz kimseleri öldürmekten başka çâre yok!"
Hükümdar kimleri öldürmek istediğimizi sorarsa
şöyle diyelim:
"Senin en sevdiğin hâtûnu, Cüveyr'in anası îraht'ı
istiyoruz! Oğulların arasında en sevdiğin çocuğu, Cüveyr'i
istiyoruz! O çok değer verdiğin aziz yeğenini istiyoruz! Can
dostun ve vezirin îlaz'ı istiyoruz! Sır kâtibin Kâl'i
istiyoruz! O
muhteşem, o eşsiz kılıcını; atların dahi yetişemediği beyaz
filini; savaşlarda bindiğin küheylanı; büyük erkek fille
dolaşan iki muhteşem fili ve süratli hareket eden iri gövdeli
hecin devesini istiyoruz! Ayrıca bize yaptıklarının öcünü
almak için şu meşhur bilgin, büyük filozof Kebariyon'u
istiyoruz...."
Bu teklifi yaptıktan sonra da şöyle deriz:
"Hükümdar! Evvelâ bu saydıklarımızı tek tek
öldürmeli, sonra onların kanlarını büyücek bir havuza
akıtmalısın! Daha sonra sen oturacaksın havuzun ortasına
ve biz brahmanlar cemaati ülkenin dört yanından koşup
geleceğiz sana; etrafında halka oluşturup dönmeye
başlayacağız; okuyup üfleyeceğiz sana ve bedeninden
kıpkızıl akan kanlan ellerimizle sileceğiz. Ve seni güzel
kokulu yağlarla, esanslarla ovacağız, yıkayacağız! Böylece
siz o muhteşem tahtınıza kurulursunuz, Tanrı endişe ettiğiniz
korkunç musibeti defeder başınızdan!
Hükümdar! Eğer buna dayanır, isimlerini tek tek
verdiğimiz o çok sevdiğin kişileri ve hayvanları bize teslim
eder ve onları kendi maslahatınız için kurban ederseniz bu
belâdan kurtulursunuz! Devletiniz ve saltanatınız aradığınız
düzene kavuşur ve daha sonra dilediğinizi geçirirsiniz
gidenlerin yerlerine! Eğer taleplerimizi yerine getirmezseniz
devletinizin elinizden çıkmasından yahut tamamen
mahvolmanızdan endişe ediyoruz!" Böyle konuşan
brahmanlar şunu eklemişler sohbetlerinin sonuna: "Zâten
emirlerimizi yerine getirirse onu istediğimiz gibi
mahvederiz!"
Konuştukları meyzûda kesin karara varıp birleşince
yedinci gün hükümdarın huzuruna çıkıp demişler ki:
— Hükümdar! Biz kitaplarımızda senin gördüğün
rüyanın tâbirini aradık, sonra birbirimizle istişare yaptık ve
şu neticeye vardık: Bizimle başbaşa kalmadıkça herşeyi
anlatmamız mümkün değildir ey ulu ve muhterem Pâdişâh!
Hükümdar brahman olmayan diğer meclis üyelerini
huzurundan çıkarmış ve onlarla başbaşa kalmış.
Brahmanlar aynen aralarında kurdukları gibi meş'um
tekliflerini
sun
muşlar hükümdara. Hükümdar binbir tasa ve keder içinde
şöyle cevaplamış:
— Onlar benim canlarım! Hayâtıma denk olan bu isim
leri öldürürsem yaşamanın tadı kalır mı bende? Öldüreyim
kendimi daha iyi! Nasıl olsa bir gün zâten göçeceğim bu fâni
âlemden, ilelebet hükümdar olacak değilim ya... Ha ölüm, ha
sevgililerden ayrılık: ikisi de aynı şey!
Brahmanlar hemen itiraz etmişler:
— Eğer gazaba gelmezseniz bazı şeyler anlatacağız!
Hükümdar onlara izin verince şöyle demişler:
— Hükümdar! Sen başkasının hayâtını kendi hayâtın
dan daha değerli bulurken doğru söylemiyorsun! Bırak onu,
bunu: kendi hayâtını mahvetme, devletim ve saltanatını ko
ru! Sen sana faydası dokunacak şeyi yap! Sana şeref ve kud
ret kazandıran halkındır: onlar nezdinde hürmet gör, salta
natını koru ki muradına kavuşasın! Büyük ve mühim işi bı
rakıp zayıfı tercih etme ki mahvolmayasın, sevdiğini öne çı
karıp kendini geriye attığın için helake uğramayasın!
Kesinlikle bilmelisin ki insan kendisine âşık olduğu
için hayâtı sever, etrafındaki dostları da onlardan
faydalandığı için sever! Senin Tanrı'dan sonra tek dayanağın
mülkündür, devletindir. Yıllar süren nice zahmet ve
elemden sonra kavuştun bu saltanata, şimdi kalkıp da onu
önemsememen hiç de akıl kân değildir! Sen hayâtın içini
gerekli olanı yap! Gerisine aldırma, boş ver; sana zararı
dokunmayacak ki bu saydıklarımızın!"
Hükümdar, brahmanların pervasız, kaba ve müstehzi
bir eda ile yaptıkları bu konuşmadan rahatsız olmuş;
ziyadesiyle kederlenmiş ve ansızın kalkıp odasına girmiş...
Kendini yüzü koyun yere bırakarak sudan çıkmış balık gibi
debelenmiş ve acıyla ağlamış... Kendi kendine diyormuş ki:
— "Hangisi daha fecî bilmiyorum! Ölüm mü yoksa sev
diklerimi öldürmek mi? Eğer onları öldürürsem bir daha as
la sevinemeyeceğim. Devletim ve saltanatımı öne sürüyorlar,
oysa mülk dediğin ilelebet baki değildir. Sevgili îraht'ı
görmezsem yaşamak benim neyime? Beyaz filim ve cins
atım ölürse (bunların temsil ettiği ordu ve şahsî caka
kaybolduğu için) mülkümü nasıl korurum ki? Brahmanların
öldür dediklerini öldürürsem hükümdarlık mı kalır bende?
Sonra dünya tümüyle benim olsa ne yazar?"
Hükümdarın derin bir keder içinde çırpındığı haberi
etrafa yayılmış. Vezir îlaz, efendisinin pek mahzun olduğunu
duydukta derhal sebeplerini düşünmüş ve şöyle demiş kendi
kendine:
"Hükümdarımız beni çağırmadan onun huzura
çıkmam ve başına gelen işi sormam asla münâsip olmaz!..."
Böylece îraht'ın yanına veren îlâz ona demiş ki:
— Hükümdarımız bu güne kadar bana danışmadan hiç
bir şey yapmadı! Ne olduğunu bilmediğim bir hususu benden
gizliyor. Lâkin bana herhangi bir mevzu açacağını da sanmı
yorum. Herhalde bir iki gece evveldi, onu brahmanlarla baş
başa gördüm. Bizden ırak gizli gizli onlarla konuşuyordu,
herhalde sırrını açtı onlara. Endişeliyim aslında... Brahman
lar onu kendisi için zararlı bir yola sürükleyebilirler... Haydi
kalk, hükümdarımızın huzuruna çık, hal-hatır sor, niçin ke
derlendiğini öğren ve bana anlat! Ben huzuruna çıkamam
şimdi... Belki brahmanlar onun kafasını karıştırdılar, kötü
bir işe teşvik ettiler onu! Hükümdarı iyi tanırım, kızdığı za
man kimseye birşey danışmaz; o zaman önemli önemsiz kü
çük büyük her şey eşit olur onun nezdinde!
Iraht demişti:
— Hükümdarla aramıza kara kedi girdi, birbirimize si
tem ettik. Ben onun huzuruna çıkamam şimdi!
îlâz îtiraz etmiş:
— Böyle şeylerden ötürü ona kızma! Aklının ucundan
dahi geçirme bunu! Senden başka hiç kimse onun huzuruna
rahatça giremez, çok defa şöyle dediğini işittim ben: "Ne ka
dar kederli olursam olayım îraht yanıma gelince hemen siy-
rılıyorum kederimden!" Şimdi ona git, onu affettiğim bildir.
Sen iyi bilirsin onun neyden hoşlandığını, neyle rahatlayıp
gamdan arındığını; durma, onu sevindirecek şeyleri söyle!
Öğrendiğin şeyleri derhal bana bildir ki hem biz
huzura kavuşalım hem de devlet erkânı rahatlasın!
îraht kalktı, hükümdarın huzuruna çıktı, başucuna
oturdu ve dedi ki
— Ey dâima övülen, herkesçe sevilen ulu hükümdar!
Nedir bu gam, nedir boğazına düğümlenen gussa? Brahman
lar ne dedi sana? Seni mahzun görüyorum, anlat bana derdi
ni! Biz senin için varız, seninle sevinir, seninle düşeriz tasa
ya! Gerekirse kendimizi feda ederiz senin uğrunda, yâr olma
nın mânâsı budur!
Hükümdar konuştu:
— Hanım, hanım; derdimi sorup da hüznümü artırma!
Zîrâ senin sormaman gereken bir durum söz konusu!
Kadın aldı sözü:
— Demek öyle! Senin nezdinde bu hallere mi düşecek
tim ben? Akıl bakımından en çok takdir toplayan kişi başına
bir belâ geldiğinde soğukkanlı davranır, kendisine öğüt ve
renlerden kaçmaz, onları güzelce dinler. Zîrâ araştırma, isti
şare ve tedbirle bu musibetten kurtulmak ister. Büyük gü
nah sahibi bile rahmetten ümidini kesmez!
Kendini kedere kaptırma! Zîrâ ziyan olmuşluk hissi ve
hüzün asla geri çeviremez kaderin hükmettiği şeyi! Keder
ancak bedeni inceltir, benzi sarartır ve düşmanın yüreğine
su serper!
Hükümdar konuştu:
— Bana sorma birşey... Beni zor durumda bırakıyor
sun, zaten senin sorunda da hayır yok! Cevap benim helâ
kimdir, senin ölümündür, canım gibi sevdiğim nicelerinin ve
devlet erkânımın mahvolmasıdır. Mesele şu: Brahmanlar se
ni ve sevdiklerimin büyük bir kısmını öldürmem gerektiğini
söylüyorlar! Oysa ben ne yaparım sizden sonra? Böyle haya-
tın mânâsı olur mu? Kim bu kara haberi duyar da derin
derin ah çekmez, dert deryasına salmaz kendini!
îraht bu sözlerle heyecanlandı ama akıllı bir kadın
olduğu için soğukkanlı davrandı, heyecanım belli etmedi
hükümdara ve dedi ki:
— Hükümdarımız! Kaygılanmamalısınız: biz size feda
ederiz canımızı! Benden başka senin sevdiğin nice cariyeler
vardır, seni mes'ûd edeceklerdir elbet! Ancak ey ulu şahımız,
sizden bir istirhamı vardır bu yaralı kuşunuzun; size olan aş
kından ötürü böyle bir talepte bulunuyor... Gayesi size nasi
hat etmektir.
Hükümdar:
— Nedir nasihatin?
Kadın konuştu:
— Bundan sonra güvendiğin, sevdiğin kimselere defa
larca danışıp belli bir karara varmadıkça brahman taifesine
başvurma! Onlara güvenme! Zira onlar öldürme peşindeler,
oysa öldürmek pek mesûliyetli bir iştir. Öldürdüğün adamı
asla diriltemezsin. Veciz sözlerdendir: "Değersiz gibi gözüken
bir inciye rastlarsan asla bir kenara atma onu, uzmanına
göstermeden!" Sen ey hükümdarım, düşmanlarını tanımıyor
sun! İyi bilmelisin ki brahmanlar seni sevmez: daha dün oni
kibin brahman öldürmedin mi? Bu yanına gelenleri onlardan
ayrı sanma! Hayâtım hakkı için, tüm kalbimle diyorum: on
lara rüyanı anlatmamalı, sırrını açmamalıydın! Size bu lafla
rı etmişlerse inanınız zâtınıza karşı kin ve öfkeyle kaynadık
ları içindir. Galiba sizi, sevdiklerinizi ve vezirinizi öldürerek
hedeflerine ulaşacaklar. Ve siz onların taleplerini kabul ede
rek öldürülmesini işaret ettikleri kimseleri öldürürseniz bu
nunla kalmayacaklar, saltanatınıza ve mülkünüze konacak
lar! Şimdi filozof Kebariyon'a gidiniz, o zeki bilgine rüyanızı
anlatınız, tâbirini ondan alınız!
Hükümdar bu sözlerle rahatladı, onu her yandan
saran kasavetli havadan sıyrıldı, atını hazırlatıp yola çıktı
ve
filozof Kebariyon'a vardı. Onun huzuruna geldikte yere
kapandı, uysal bir koyun gibi başı eğik bekledi.
Filozof Kebariyon:
— Hayırdır... Nedir bu hal ey Pâdişâh? Bakıyorum ren
giniz solmuş, yüzünüz bulutlanmış...
Hükümdar:
— Ben yedi rüya gördüm ve brahmanlara anlattım.
Onlar tâbir ettiler ve beni derin bir kedere saldılar... Başıma
çetin bir iş gelmesinden korkuyorum. Mülk ve saltanatımın
gasbedilmesinden, başkalarına esir olmaktan korkuyorum...
Kebariyon:
— İster anlat rüyanı istersen anlatma! Ben sana bütün
tafsilatıyla gördüklerini anlatabilirim.
Hükümdar:
— Hayır hayır, senin ağzında daha güzeldir...
Kebariyon aldı sözü:
— Bu rüyalar seni üzmesin ey hükümdar! Asla endişe
ye kapılma!
Kuyrukları üzerine dikilen iki balık gördün! Mânâsı
şudur: Nihâvend hükümdarından gelen bir elçi sana dört bin
batman altın değerinde kırmızı yakut ve inciden mamul bir
gerdanlık sunacak kutu içinde ve huzurunda dikilecek...
Arkadan uçarak gelip önüne konan iki ördek şu
mânâya gelir: Belh hükümdarından iki muhteşem küheylan
hediye edilecek sana ve bunlarda huzurunda dikilecekler.
Sol ayağında kıpraşan yılanın mânâsı şudur: Sıncîn
hükümdarından gelen elçi hâlis çelikten mamul eşsiz bir
kılıç takdim edecek sana ve huzurunda duracak.
Vücûduna sürülmüş gibi gördüğün kanın mânâsı
şudur: Kâzerun hükümdarından gelen elçi karanlıkta
parlayan Erguvanı ipekten mamul enteresan bir elbise
sunacak sana ve huzurunda dikilecek.
Su ile yıkanmanın mânâsı şudur: Rihzîn hükümdarın-
dan gelen elçi kralların giydiği cinsten keten bir elbise
sunacak sana ve karşında dikilecek.
Kendini bembeyaz bir dağ üzerinde görmen şu
mânâya gelir: Keydur hükümdarından gelen elçi atların
yetişemediği cinsten muhteşem bir beyaz fil sunacak sana
ve huzurunda dikilecek.
Başında ateşvârî yanıp sönen bir şey görmen şu
mânâya gelir: Erzen hükümdarından gelen elçi yakut ve inci
ile bezenmiş bir taç sunacak sana ve huzurunda dikilecek.
Gagasını senin başına vuran kuşa gelince bunu
şimdiden tâbir edecek değilim. Korkma sana zararı yok...
Ancak sevdiğin birine öfkelenip ondan yüz çevireceğine dâir
işaretler var bu son rüyada.
İşte ey hükümdar, gördüğün rüyaların yorumu böyle!
Bu saydığım elçi ve posta memurları yedi gün sonra
huzuruna çıkacaklar...
Hükümdar
bu tâbirleri dinledikten sonra
Kebariyon'un huzurunda tekrar yere kapanmış ve sarayına
dönmüş. Hakîkaten de yedi gün sonra elçilerin gelişiyle
ilgili müjde verilmiş ona. Hemen tahta kurulan hükümdar
eşrafın saraya gelmesine izin vermiş ve filozof Kebariyon'un
tâbir ettiği hediyelerin gelişine tanık olmuş. Filozofun bunca
şeyi nasıl bildiğine hayret etmiş ve çok sevinerek demiş ki:
— Rüyalarımı brahmanlara anlatmam, onların da ba
na malum cinsten laflar etmeleri hiç de isabetli değildi. Eğer
Allah Teâlâ'nın rahmeti ve uyarısı olmasaydı hem kendimi
hem de çevremi mahvetmiş olacaktım. Kimse akıllı ve basi
retli dostlarından gayrısına kulak asmamalı!
Kuşku yok ki bana doğru yolu gösteren îraht'tır. Onun
dileğini kabul ettim, muvaffak oldum. Gelen hediyeleri onun
önüne koyun, ne istiyorsa alsın! .
Sonra îlâz'a dönen hükümdar:
— Tacı ve elbiseleri yüklen peşimden ve kadınlar dâ
iresine gel!
Hükümdar, hâtûnları arasında en sevdiği iki hâtûnu,
Iraht ile Horaknah'ı huzuruna çağırarak îlaz'a demiş ki:
— Elbiseyi ve tacı Iraht'ın önüne koy: dilediğini alsın!
Hediyeler îraht'ın önüne kondukta kadın taç almış,
Horaknah da son derece kıymetli bir elbise almış.
Hükümdarın âdeti bir gece îraht'la bir gece de
Horaknah'la beraber olmakmış. Bir diğer âdeti de geceyi
geçirdiği kadının zerdeli pilav hazırlaması ve hükümdara
kendi elceğiziyle yedirmesiynıiş.
Hükümdar îraht'a gelmiş, îraht ona pilav yapmış: tacı
başında, pilav tabağı elinde huzuruna çıkmış...
Bu manzarayı gören Horaknah kıskançlık krizine
tutularak derhal elbisesini giyinmiş; aydan aydın çehresi,
güneşi andıran libası ile hükümdarın önünden
süzülüvermiş...
Hükümdar, kadının letafeti karşısında hayran hayran
bakmış ve îraht'a demiş ki:
— Galiba tacı alıp hazînelerimizde bir benzeri bulun
mayan şu elbiseyi bırakmakla cahillik ettin!
Iraht, sevgili hükümdarının Horaknah'ı övdüğünü,
kendisini câhil bulup reyini kınadığını işitince kıskançlıktan
çıldırmış! Elindeki tabağı hükümdarın başına dallamış!
Zerdeli pilav hükümdarın suratına akınca gördüğü son
rüyanın Kebariyon nezdinde yapılan tâbiri vuku bulmuş.
Hükümdar hemen yerinden kalkmış, Ilâz'ı çağırarak
demişki:
— Görüyor musun? Ben cihan sultanıyım: bu kendim
bilmez câhil kadın bana nasıl hakaret etti! Onu götür ve öl
dür! Sakın acıma!
Huzurdan çıkan îlâz kendi kendine şöyle diyormuş:
"Hükümdarın hiddeti dininceye kadar bu kadını
öldürmeyeyim! Bu kadın basiretli, ileri görüşlü, hanımlar
arasında eşi menendi bulunmaz bir hâtûndur! Hükümdarı
ölümden kurtaran, nice iyi işler yapan müthiş bir kadındır
bu.
Kaldı ki hükümdarımızın bir gün yanıma gelip bana
başvurabilir, af dileyebilir! Neden infazı geciktirmedin diye
sormayacağından da emin değilim. O halde hükümdar ikinci
defa onun hakkında menfî görüş izhar etmedikçe
öldürmemeliyim. Eğer hükümdarı pişman görürsem kadını
sağsâlim getiririm huzuruna. Böylece mühim bir iş yapmış
olurum: îraht'ı ölümden kurtarmış, hükümdarın gönlünü
tasadan arındırmış, ve herkesin kalbinde mutena bir yer
edinmiş olurum.
Lâkin hükümdarı gayet neşeli ve verdiği îdânı emri
konusunda mutmain bulursam bu kadını öldürmenin
zamanı gelmiş demektir."
Bu tür düşüncelerle kadım evine götürmüş. Güvendiği
bir hizmetçiyi başına dikerek hükümdarın durumunun neye
varacağı belli oluncaya dek hizmet etmesini emretmiş. Sonra
kılıcını kana bulayan îlaz hükümdarın huzuruna gayet
mahzun biri gibi girmiş ve demiş ki:
— Hükümdarım! Iraht Hâtun'la ilgili emrinizi yerine
getirdim!
Çok geçmeden hükümdarın kızgınlığı azalmış; îraht'ın
güzelliğini, vefakârlığını ve sevecenliğini hatırlamış. Müthiş
bir melale garkolmuş, işlediği hatâdan ötürü.
Hükümdar kendini teselli etmeye çalışıyormuş ama
bir yandan da îlaz'a sormak istiyormuş, verdiği kararı ha
kîkaten uyguladı mı diye. Tabîi açıkça soramamış bunu:
bilge îlâz'dan konuyu açmasını ve müjdeli haberi beklemiş
hep...
.
îlâz zeki mi zeki bir vezir... Meseleyi anlamış ve demiş
ki:
— Düşünme ve kederlenme ey hükümdar! Zîrâ keder
ve tasa fayda vermez gidene... Ancak vücudun zayıflar, sıh
hatin bozulur... Problem asla gücünün yetmeyeceği bir şey
se sabretmelisin! İsterseniz sizi teselli edecek bir hikâye
anlatırım.
Hükümdar:
— Tabii! Haydi anlat bana!
îlaz başlamış anlatmaya:
— Anlatırlar işte. Bir çift güvercin, yuvalarını arpayla
doldurmuşlar. Erkek dişiye demiş ki:
— Ortalıkta geçimimizi sağlayacak rızık buldukça bu
radan bir şey yemeyelim. Kış gelip de hiç bir şey bulamazsak
yuvamızdakileri yeriz.
Dişi güvercin bu fikri beğenmiş ve kabul etmiş.
Kuşların topladıkları taneler yuvaya bırakıldığı zaman
yaş imişler... Erkek güvercin gitmiş uzaklara. Yaz gelince
güneş ışığı, taneleri kurutmuş ve büzüştürmüş. Erkek
güvercin geriye dönünce taneleri eksik sanmış ve dişiye
sormuş:
— Hani birbirimizle anlaşmıştık buradaki tanelerden
hiç yemeyeceğiz diye? Ne oldu, niçin yedin?
Dişi güvercin hiç yemediğine yemin etmiş, erkekten
özür dilemiş ama erkek ona inanmamış ve gagalamaya
başlamış! Nihayet can vermiş zavallı dişi. Ve yağmurlar
günlerce yağıp kış mevsimi girince taneler yine ıslanmış
şişmiş ve yuvayı doldurur hale gelmiş... Erkek bu manzara
karşısında bin pişman... Yürümüş dişisinin cesedinin
yanıbaşına uzanmış ve demiş ki:
— Madem seni arzulayınca bulamayacağım, madem
sana elim değmeyecek neme gerek yaşamak, neme gerek ta
neler! Sana haksızlık ettiğimi anladım, gideni geri getirmeye
gücüm yetmiyor. Ne fayda taneden bana!
Erkek güvercin öyle derin bir kedere garkolmuş ki
yemeden içmeden kesilmiş ve dişisinin yanında can vermiş.
İşte böyle hünkârım, basiretli insan ceza verirken
acele etmez. Özellikle erkek güvercin gibi pişman olmaktan
korkan kişi bu hususa dikkat eder.
Yine işittiğim hikâyelerdendir: adam bir torba
mercimeği başına koyarak dağa tırmanmış, nihayet
dinlenmek
için yere koymuş torbayı. Bu esnada ağaçtan inen bir
maymun, mercimekten avuç dolusu çalıp ağaca çıkmış.
Elinden bir tane mercimek düşünce aramak için tekrar aşağı
inmiş. Fakat o taneyi bulamadığı için elindeki tüm
mercimeği düşürmüş, etrafa dağıtmış...
Siz de ey hükümdarımız, yanıbaşınızda nice
sevdikleriniz var; onları bırakıyor, asla bulamayacağınızı
birini istiyorsunuz.
Hükümdar bu sözleri işitince îraht Hâtun'un
hakîkaten ölmesinden korkmuş. Ve iki kişi arasında şöyle
devam etmiş diyalog:
— Sus îlâz sus! Bir tek kelimem ile harekete mi geçtin
yoksa? Niçin ağzımdan çıkıveren bir söze bağlandın ve ihti
yatlı davranmadın?
îlaz:
— Sözü asla değişmeyen ve tek kalan sadece Allah'tır.
Onun kelimelerinde değişme yoktur. Sözünde tutarsızlık bu
lunmaz.
Hükümdar:
— Durumumu mahvettin! îraht'ı öldürmekle kederimi
kat kat artırdın!
îlaz:
— İki kişi mutlak üzülmeli:
1) Her gün fütursuzca günah işleyen,
2) İyilikten nasibi olmayan bedhah.
Bu iki tip insanın dünyada saadete erişmesi nâdirdir.
Cezalarını çekecekleri zaman da müthiş bir pişmanlık
hissiyle yanarlar.
Hükümdar:
— îraht Hâtun'u sağ bulsam hiç bir şeye yanmam!
îlaz:
— İki kişi asla üzülmemeli:
1) Her gün gücü yettiğince iyilik yapan
2) Hiç günaha yanaşmayan
Hükümdar:
— Ah, ah... îraht'ı artık hiç göremeyeceğim,
îlaz:
— İki tip insan asla göremez:
1) Kör olan
2) Akılsız olan.
Kör, göğe yere, yıldızlara, uzağa ve yakına bakar ama
asla göremez. Akılsız adam da güzeli çirkinden, iyiyi kötüden
ayıramaz.
Hükümdar:
— Şimdi Iraht'ı görsem ne kadar sevinirdim!
îlaz:
— İki tip insan dâima mesuttur:
1) Basiretli kişi
2) Bilgili kişi
Basiretli insan dünya işlerini nasıl biliyor, uzağı ve
yakını farkediyor, artan ve eksileni görebiliyorsa Bilgili
insan da günahı ve sevabı görür, âhirete yarayan amelleri
bilir ve doğru yola girer.
Hükümdar:
— îlaz! Senden sakınmamız lazım, kendimizi koruma
lıyız senden!
îlaz:
— İki tipten uzak durmak gerekir:
1) Ahlâkî değerlere inanmayan: "iyilik, kötülük, mükâ
faat, ceza yoktur; yaşadığım hiç bir şeyden mesul değilim!"
diyenden,
2) Gözünü haramdan, kulağını gıybetten, nefsini baş
kasına ait şeyden, kalbini günah ve dünya hırsından arındı
ramayan kişiden uzak durmak lazım!
Hükümdar:
— Artık iyice düştüm, Iraht konusunda hiç bir ümidim
kalmadı. Ben onu asla haketmemişim!
îlaz:
— Üç şey bomboştur, sıfirdır:
1) Suyu olmayan nehir yatağı
2) Hükümdarı olmayan arazi
3) Kocası olmayan kadın.
Hükümdar:
— îlaz efendi! Ne kadar hızlı ve akıllıca cevaplar veri
yorsun!
îlaz:
— Üç çeşit insan hazır cevap olur, her zaman "karşılık"
verir:
1) Hazînelerini rahatça dağıtabilen sultan
2) Sevdiği asil birine varan kadın
3) Hayra ulaşmış, mutlak iyiliğe ermiş bilge
Bu sözlerinin ardından îlaz baktı ki hükümdar pek
sıkışık, hemen verdi müjdeyi:
— îraht Hâtûn hayattadır hükümdarımız!
Hükümdar ansızın sevindi, gözleri parladı ve şöyle dedi:
— Ey îlaz! Senin doğru sözlülüğün ve samimiyetin be
ni öfkelenmekten alıkoymuştur!
Biliyordum ki sen bilginsin, îraht'ı öldürmeyeceğini
umuyordum. Evet o büyük bir suç işledi ama bunu kıskançlık
yüzünden yaptı. Aldırış etmemeli ve sabırlı olmalıydım. Ama
sen de az değilsin ey îlaz! Beni denemek ve îraht hakkında
endişeye düşürmek istedin! Sen benim nezdimde en büyük
iyiliği yaptın. Ben sana müteşekkirim. Haydi git, onu getir!
îlaz hükümdarın huzurundan çıkmış, îrahtın yanına
gelmiş, ona süslenmesini söylemiş. Kadın derhal emirlere
uymuş. Ve îlaz, îraht Hâtun'la hükümdarın huzuruna
çıkmış.
Prenses İraht hükümdar önünde şükür için eğiliyor
Kadın tahta yaklaştıkta derhal ayaklarına kapanmış
hükümdarın ve ayağa kalkarak demiş ki:
— Evvelâ yüce Allah'a hamd ederim sonra bana acıyan
ve inayetini eksik etmeyen hükümdara teşekkür ederim. Bü
yük, çok büyük bir suç işledim, ondan sonra yaşama hakkım
bile yoktu. Ama hükümdarım, engin tahammülü, temiz mi
zacı ve sınırsız merhameti ile suçumu örttü.
Son olarak da benim infazımı geciktiren, böylece
hükümdarımın
asaletini,
keremini,
merhametini
dürüstlüğünü bildiği için beni mutlak bir ölümden kurtaran
îlaz'a teşekkür ederim.
Hükümdar da şöyle demiş îlaz'a:
— Bana, îraht'a ve tüm devlet erkânıma ne büyük iyi
likler yaptın sen! Zîrâ ölüm emri ağzımdan çıktıktan sonra
onu sağ-sâlim saklayan, bugün bana bağışlayan sensin! Bun
dan böyle senin öğüdüne güveneceğim. Nezdimde iyice büyü
dün, sana olan saygım arttı. Devlet ve saltanatımda sana
hükmetme yetkisi veriyorum. Dilediğin gibi davran, diledi-
ğin gibi idare et. Bu yetkiyi verirken sana tüm kalbimle
güveniyorum.
îlaz:
— Ey hükümdar! Allah Teâlâ senin mülkünü ve saade
tini dâim kılsın. Ben bu yaptığımdan ötürü övgüyle lâyık de
ğilim. Ben senin kölenim. Lâkin bir dileğim vardır: hüküm
darımız kendini asla gam ve kasavet dolu bir pişmanlığa sü
rükleyecek kararlar almamalı, mühim işlerde teenni ile ha
reket etmeli, aceleden sakınmalıdır. Hele hele böyle merha
metli, şefkatli, dünyada eşi menendi olmayan muhteşem bir
hâtûn hakkında asla acele etmemelidir!
Hükümdar:
— îlâz, doğru söylüyorsun! Sözünü kabul ediyorum!
Akıllı, dirayetli insanlarla istişare ederek paçayı kurtardı
ğım bu rüya işi ve infaz hâdisesinden sonra bir daha asla bü
yük yahut küçük hiç bir işte acele etmeyeceğim.
Hükümdar daha sonra îlaz'a ihsanlar yağdırmış,
sevdiklerinin ölümünü isteyen Brahman taifesini İlâz'a
teslim etmiş, îlâz onların topunu kılıçtan geçirmiş!
Hükümdar ve devlet erkânı memnun olmuşlar, Allah'a
hamd etmişler, bilgisinin genişliği ve asaletinden ötürü
Kebariyon'u övmüşler. Zîrâ onun ilmi sayesinde hükümdar,
iyi veziri ve sevgili eşi ölümden kurtulmuşlar.
Dişi ARSLAN, Avcı VE ÇAKAL BABI
Melik Debşelim, filozof Beydebâ'ya dedi ki:
— Bu hikâyeyi dinledim. Şimdi başkasından zarar gör
düğünde gücü yettiği halde karşılık vermekten kaçınan ada
mın misâlini anlat, böyleleri zulmetmekten ve kin duymak
tan kaçınan vaize benzerler.
Filozof Beydebâ aldı sözü:
— Kimse kimseye zarar vermek istemez, kimse kimse
hakkında kötü düşünmez; câhil, basiretsiz, dünya ve âhiret
işlerinde neticeyi düşünmeyen, başına gelecek felâketten ve
yaptığı akıl almaz fenalıkların ağır mesuliyetinden habersiz
olanlar hâriç! Bâzıları yaptığının cezasını çekmeden ölse ve
zarar verdiği (zavallı) adam ancak o zaman rahatlasa da ke
sin bir gerçektir ki işin sonunu düşünmeyenler belâya uğra
maktan emin olamaz, hattâ böyle düşüncesiz biri felâketler
den başını kurtarmasa yeridir! Bazan câhil kişi dahi uğradı
ğı zarardan ibret alır da başkasına zarar vermekten kaçınır
ve bu davranışının faydasını görür. Buna en iyi misâl dişi
arslan avcı ve çakalın hikâyesidir.
Hükümdar:
— Bu nasıl oldu?
Filozof anlattı:
— Anlatırlar ki bir ormanda yaşayan dişi arslanın iki
yavrusu varmış. Arslan yavrularını inde bırakarak ava
çıkmış. Bu sırada avcı yavrulara rastlıyor, ok çekerek ikisini
de öldürüyor, derilerini yüzüp evine götürüyor.
Ana arslan avdan döndükte yavrularının fecî hâlini
görüyor, üzüntüden saçını başını yoluyor, korkunç çığlıklar
atıyor. Yanıbaşındaki çakal bu müthiş feryatları işitince
soruyor:
— Ne bu hal? Başına ne geldi? Anlat bana!
Ana arslan:
— Yavrularım bir avcının eline düşmüş! Hâin avcı on
ları öldürüp derisini yüzmüş, cesedleri de ortalığa bırakmış!
Çakal:
— Ağlama! Kendine acı, metin ol! Bilmelisin ki bu av
cı senin her zaman başkasına yaptığının aynısı sana yapmış
tır. Senin yavrularına karşı hissettiğin sevgi, şu iri pençeleri
ne düşen nice yavrunun annesinde de mevcuttur! Artık başka
ları senden gelene sabrettiği gibi sen de başkalarından gelen
ezaya dayanacaksın! Zira "ne ettiysen bulursun" derler. Her
işin mükâfaatı veya cezası vardır, hem de tam miktarınca!
Tıpkı hububat gibi ki hasat vakti geldikte tohumuna göre
ürün verir.
Arslan:
— Sözlerini iyice netleştir, işaretlerin anlamım açıkça
belirt!
Çakal:
— Yaşın kaç?
Arslan:
— Yüz yaşındayım
— Dâima ne yerdin?
— Yabani hayvan eti
— Kim verirdi bu eti?
— Ne olacak, hayvan avlar ve yerdim!
— Söyle bakalım, o yediğin hayvanların anne babalan
var mıydı?
— Elbette vardı!
— O ana ve babaların senin gibi ağlayıp sızladıklarını
niye işitmiyorum ben? İyi bil ki senin başına gelen, akıbeti dü
şünmemenden ötürüdür. Zarar geleceğini düşünmedin, başına
ne işler açılacağını anlamadın ve devam ettin yaptıklarına!
Dişi arslan çakalın sözlerinden şunu çıkarmış ki
başına ne geldiyse, kendi zulüm, cinayet ve gasp eylemlerinin
bir karşılığı olmuştur! Böylece avlanmaya son vermiş, et
yemeyi terkedip meyvelere dadanmış ve kendini zühde
bırakmış.
Dibine kurulduğu ağacın başında hayâtını meyveyle
idâme ettiren kumru dişi arslana demiş ki:
— Bu yıl su olmadığı için ağaçlar meyve vermedi sanı
yordum. Oysa ağaçlar meyve vermiş de senin buraya dadan
mandan ötürü ortalıkta meyve kalmamış! Sen et yiyicisin,
Allah'ın sana taksim ettiği rızkı terkettin, başkalarının payı
na düşene dadandın! Onların yemeğini azalttın! Bu meyvele
re yazık değil mi? Bu ağaçlara yazık değil mi? Bunlardan
beslenen hayvanlara yazık değil mi? Sen dengeyi bozar da
onların payına düşen rızka dadanırsan kısa zamanda açlık
tan helak olmazlar mı bu zavallılar?
Dişi arslan kumrunun sözlerinden müteessir olarak
meyve yemeyi de bırakmış, ot yemeye başlamış....
Bu hikâyeyi şunun için anlattım sana: bilgisiz
körkütük câhil adam dahi gördüğü zarardan ibret alır da
başkasına zarar vermekten kaçınır. Tıpkı dişi arslan gibi,
yavrularına gelen musibet sebebiyle evvelâ et yemekten
vazgeçti sonra kumrunun sözüyle meyve yemekten vazgeçti
ve kendini zühde verdi.
İnsanlar bu hikâyeyi iyi düşünsün! Zîrâ derler ya:
"Kendin için istemediğini başkasına da yapma!" Adalet
burada! Allah'ın rızası ve insanların memnuniyeti de
adalettedir.
ZÂHİD İLE MİSAFİR BABI
Hükümdar Debşelim, filozof Beydebâya dedi ki:
— Bu hikâyeyi dinledim. Şimdi kendisine yakışan ve
karakterine uygun düşen işi bırakıp başka bir şeyin peşine
düşen: bunu da doğru dürüst anlamayarak beceriksiz ve şaş
kın bir şekilde ortada kalan adamın hikâyesini anlat bana.
Filozof aldı sözü:
— Anlatırlar ki Kerh bölgesinde ibâdete düşkün, zahit
mi zahit bir adam yaşarmış. Bir gün kendisine misafir geli
yor. Zahit derhal hurma çağırtıyor (dışardan) ve ikram edi
yor misafirine. Misafir diyor ki:
— Bu hurma ne kadar da lezzetli! Benim oturduğum
taraflarda böyle hurma yok, keşke oralarda da olsaydı!
Ve sözlerine şöyle devam ediyor misafir:
— Bizim taraflara götüreceğim bu hurma nevinden
bir fidan satın almak istiyorum; yardım edersen sevinirim,
zira buraların ne meyvesini, ne de nerede yetiştiklerini
bilmiyorum.
Zahit:
— Bu talebin senin için uygun değil aslında... Zîrâ sa
na düşecek şey, sadece yorgunluk, sadece zahmet! Kaldı ki
toprağınıza da uygun olmayabilir istediğiniz hurma. Hem si-
zin memleketin meyvesi bol değil mi? Bunca güzel meyveye
sahip bir bölgenin böyle besin değeri az bir hurmaya ihtiyaç
yoktur herhalde...
Zahit sözlerine devamla:
— Bulamayacağı şeyin peşine düşen adam olgun, se
rinkanlı ve akıllı davranamaz. Sen de öyle: bulduğunla yeti
nir, bulamadığının da peşine düşmezsen mutlu olursun!
Meğer bu zahit İbrânice konuşurmuş. Bizim gurbetçi
misafir, adamın konuştuğu dile hayran kalmış, özenmiş de
özenmiş; günlerce uğraşıp durmuş bu dili konuşmak için....
Bunu gören Zahit yine mim koymuş:
— Sen böyle kendi dilini bırakıp İbrânice öğrenmek
için didinip durursan, karganın düştüğü duruma düşmeyi
hakedersin!
Özenti budalası misafir:
— Nasıl yâni?
Zahit cevap vermiş:
— Anlatırlar ki: karga seke seke yürüyen tombul bir
kekliğe özenmiş. Onun gibi yürümek için idman yapmış, epey
uğraşmış ama beceremeyince ümidi kırılmış ve eski tarzına
dönmek istemiş. Ne yazık ki eski tarzını da beceremez olmuş!
Üstelik öz tarzına dönemediği için kuşlar arasında kırıta kırı
ta yürüyen ve ne idüğü belli olmayan garip biri haline gelmiş!
İşte alıştığın öz dilini terkedip sana asla uymayan
İbrânice'ye heveslendiğini görünce bu örneği verdim. Üstelik
inan korkuyorum, İbranice'yi beceremediğin gibi eski ana
dilini de unutacaksın ve vatanına döndüğünde başını
gözünü kıra kıra konuşacaksın en iyi bildiğin dili! Derler
ya: kendi karakterine uymayan, mûtad veçhile yıllar boyu
öğrendiği tarza aykırı olan; kısaca atalarının nesiller boyu
yürüdüğü temel şekle aykırı bir yolu zoraki denemek isteyen
kişi câhil kalır!
SEYYAH İLE KUYUMCU BABI
Hükümdar Debşelim, filozof Beydebâ'ya dedi ki:
— Bu hikâyeyi de dinledim. Şimdi lâyık olmayan ada
ma iyilik yapan sonra da ondan teşekkür uman kişinin hikâ
yesini anlat!
Filozof aldı sözü:
— Hükümdar! Tüm mahlukların karakterleri birbirle
rinden farklıdır. Allah'ın mahlukatı arasında dört ayak veya
iki ayak üzerinden tut da iki kanatla uçan kuşlara kadar in
sandan daha yüce, daha üstün bir tür yoktur.
Lâkin insanın da iyisi var, kötüsü var. Bazan
hayvanlar; yırtıcılar ve kuşlar arasında insandan daha
vefakâr, kadir kıymet bilici, namusuna ve ailesine düşkün,
iyiliği anlayan ve altında kalmayanlara rastlarsın.
Eh, hayvanlar arasında bile böyleleri mevcut olduğuna
göre Hükümdar kısmı olsun, aristokrat taifesi olsun, aklı
başında olanlar iyiliği mutlaka lâyık olana yapmalıdırlar!
Hele haketmeyene yapılan iyilik yarar değil zarar getirir!
Yapılan iş de ziyan olur... Akıllı adam, karşısındakini
tanımadan vefakârlığını, sevgisini ve hak bilirliğini tecrübe
etmeden ihsan yağdırmaya kalkmaz! Hattâ iyiliği
haketmediği sürece akrabaya dahi sırf kanbağı var diye iyilik
yapılmaz! Canıyla, bedeniyle seni koruyan, sana yardımcı
olan birini "benim akra-
bam değil!" diyerek boşveremez, ihsansız bırakamazsın! Zîrâ
böyle adamlar kendisine yapılan iyiliğe teşekkür etmeyi
bilirler, samîmîyetlerini korurlar, hayırla yad edilirler,
sözün ve davranışın en iyisini tercih ederek kendisine
yapılan ihsanın hakkım verirler. Yâni, güzel huylara sahip
olduğu herkesçe bilinen, hakîkaten güvenilir kişiler kim
olursa olsun ihsana layıktır. Bunlara yakın olmalı ve
armağan yağdırmalıdır hükümdar....
Yumuşak kalpli ve işinin ehlî olan akıllı doktor da
hastayı yakından görüp nabzım yoklayarak hastalığım teşhis
etmedikçe onu tedâvî edemez. Bu teşhis vs. mevzularında bir
kanaat sahibi olduktan sonra tedaviye başlar. Aynı bu
misalde olduğu gibi akıllı kişi de ancak denedikten sonra
birini yakın dost eder kendine. Hiç tecrübe etmeden "iyi
adamdır" diye bilinen birini hemen dost edinen kişi
kendisini tehlikeye atmış, ölümün kenarına gelmiştir.
Ama zaman zaman da insan, karakterini bilmediği,
kadirşinaslığını tecrübe etmediği zayıf birine iyilik eder de
beriki bunun altında kalmaz, en güzel şekilde mukabele
eder. Akıllı insan bâzan hiç kimseye güvenemezken gelincik
gibi (yırtıcı ve yerinde duramaz) bir hayvanı tutar da bir
kolunun yeninden sokar, öbüründen çıkarır. Elinde yırtıcı
kuş taşıyan adam da böyledir: o kuşla ava çıkarsa hem
kendisi istifâde eder hem ona yedirir.
Derler ya: akıllı adam küçük büyük hiç kimseyi hattâ
hayvanları dahi küçümsemez. Bilakis dener, onlardan
gördüğü muameleye göre hareket eder; gerekirse iyilik
yapar. Bu konuda filozoflardan birinin verdiği örnek çok
meşhurdur:
Hükümdar sordu:
— Bu örnek neydi?
Filozof anlattı;
— Anlatırlar ki bir grup adam kuyu kazıyor. O kuyuya
pars, yılan, kuyumcu ve maymun düşüyor. Bir gezgin oradan
geçerken aşağı bakıyor ve adamı, yılanı, maymunu ve parsı
görüyor. Kendi kendine "Ahirette işe yarayacak bir amelim
Yolcu kuyudan adamı çıkarıyor ve diğer hayvanlar onu uyarıyor
olsun istiyorsam, şu adamcağızı bu düşmanların arasından
kurtarmalıyım. Bundan sevaplı iş olmaz!" diyor. Böyle
konuşup kuyuya ip sarkıtarak bekliyor. Tabu maymun çevik
olduğu için evvela o kurtuluyor, sonra yılan çıkıyor sonra
pars çıkıyor dışarıya...
Neyse, hayvanlar kuyu başında bekleyene diyorlar ki:
"Sakın ha, bu adamı dışarıya salma, zîrâ insan nevinde şu
meymenetsiz heriften daha nankörü yoktur dünyada!" Bu
uyandan sonra hayvanlar tek tek şükranda bulunmuşlar.
Maymun demiş ki:
— Benim evim, Nevâdıraht şehrinin yakınındaki dağ
dadır.
Pars:
— Ben de o şehre yakın bir ormandayım,
Yılan;
— Ben o şehrin surundayım. Ve eklemişler hep bir
ağızdan:
— Eğer bir gün bize uğrar ve ihtiyaç duyarsan seslen
yeter, derhal yanına gelir ve iyiliğinin karşılığını öderiz.
Böylece seyyah, insanın nankörlüğü hakkında
hayvanların uyanlarına kulak asmamış ve ipi tekrar
sarkıtarak kuyumcuyu çıkarmış dışarıya.
Kuyumcu kuyudan kurtulunca adamın ayağına
kapanmış ve demiş ki:
— Bana büyük iyilik yaptın! Eğer bir gün Nevâdıraht
kentine gelirsen evimi sor! Ben kuyumcuyum, adım da falan
dır; sana iyiliğinin karşılığını veririm belki...
Bizim gezgin tekrar yollara düşmüş. Hakîkaten de bir
gün Nevâdıraht şehrinde işi çıkmış. Oraya yaklaştığında
evvelce kurtardığı maymunla karşılaşmış. Maymunla
konuşmuşlar. Maymun ona saygılı davranmış, ayaklarını
öpmüş, ondan özür dileyerek demiş ki:
— Şu anda maymunların elinde birşey yok. Ama biraz
bekle, ben gelinceye kadar şurada otur!
Maymun gitmiş güzel bir meyve getirip misafirin
önüne koymuş, o da yemiş.
Tekrar yola çıkan gezgin şehrin kapısına vardıkta
parsla karşılaşmış. Pars onu yere kapaklanarak selamlamış
ve demiş ki:
— Bana büyük iyiliğin dokundu! Biraz dinlen şuracık
ta, hemen gelirim....
Pars gitmiş, bir bahçe kenarında dinlenen hükümdar
kızını öldürmüş, kendisine yapılan iyiliğin karşılığım
vermek amacıyla kızın altın ve mücevherlerini alıp gezgine
getirmiş. Gezgin altın ve mücevherlerin nereden geldiğini
bilmemiş tabî... Şöyle demiş kendi kendine:
— Bunlar hayvan olmalarına rağmen iyiliğe böyle kar
şılık veriyorlar. Ya kuyumcuya gidersem kimbilir ne güzel
bir muameleyle karşılaşırım! Zîrâ o hiç bir şeye sahip olma
yan fakir biri de olsa bu zînetlerin fiyatına dâir bilgisi vardır.
Bunları satar, parasının bir kısmını kendi alır, bir kısmını
bana verir.
Yoluna devam eden gezgin nihayet kuyumcuya gelmiş.
Kuyumcu onu görünce "hoş geldin" diye karşılamış, evine
almış. Gezgin zînetleri ona gösterince kuyumcu hemen
tanımış bu parçaları! Zîrâ bizzat o hazırlamış evvelce bunları
hükümdar kızına....
Ama şöyle demiş:
— Ben yemek getirinceye kadar otur, istirahat et! Ev
dekilerle yetinecek değilim. Daha zengin bir sofra çıkarmak
istiyorum!
Kuyumcu içinden diyormuş ki: "Fırsatımı buldum işte!
Hükümdara gider, ona bu adamı gösteririm! Böylece gözüne
girerim onun!"
Hükümdarın kapısına gelen kuyumcu:
— Kızının canına kıyan ve zînetlerini çalan adam be
nim evimdedir!
Hükümdar derhal kolluk kuvvetlerini salmış oraya.
Gezgini yakalatmış, zînetleri onun yanında bulunca hiç
konuşmasına firsat vermeden ona işkence edilmesini,
şehirde rezil rüsvay gezdirilmesini ve nihayet îdâm
edilmesini emretmiş!
Kendisi hakkında böyle korkunç bir ferman çıkan
gezgin bağıra bağıra ağlamış ve şöyle demiş:
— Ah keşke, insanın nankörlüğünü vurgulayan ve ba
na doğru öğüdü veren maymun, yılan ve parsın dediklerini
yapsaydım da bu belâya uğramasaydım.
Gezgin durmadan bu sözü tekrarlamış; yılan da
oralardaymış, bu kelimeleri işitince deliğinden çıkmış, adamı
tanımış... Can dostunu bu halde görünce çok üzülmüş yılan
ve onu kurtarmanın yollarını aramış. Nihayet bir plan
kurmuş...
Evvela hükümdarın oğlunu sokmuş. Hükümdar
bilginleri çağırmış lâkin onlar ne kadar okuyup üfleseler de
iyileştirememişler onu...
Sonra bir peri dostuna giden yılan, gezginin iyiliğinden
ve şimdiki perişan halinden bahsetmiş ona. Peri kızı ona
acımış, hükümdarın oğluna giderek ona görünmüş saydam
bir hayalet gibi! Ve demiş ki:
— Haksız yere cezalandırdığınız o zavallı seni tedavi
etmedikçe asla iyileşmeyeceksin!
Bu arada yılan zindana girerek gezginle görüşmüş,
önce paylamış onu:
— Ben seni o âdi herife iyilik yapmaman için uyarmış
tım. Ama sözümü dinlemedin, işte netice!
Sonra kendi zehirine panzehir olacak bir yaprak
getirmiş ve demiş ki:
— Hükümdarın oğlunu tedavi edesin diye seni bura
dan alacaklar. Sen bu yaprağın suyunu içir ona. Bu onu te
davi edecektir. Hükümdar sana kim olduğunu sorarsa en
baştan beri hikâyeyi anlatırsın... Haydi bakalım, inşallah
kurtulursun!
Bu sıralarda şehzade, babasına demiş ki:
— Birisi bana dedi ki: "Zindana haksız yere atılan o
mazlum gezgin seni tedavi etmedikçe asla iyileşmeyeceksin!"
Hükümdar gezgini çağırmış, oğlunu tedavi etmesini
emretmiş ona. Gezgin demiş ki:
— Ben de bir marifet yok! Ancak şu yaprağın suyun
dan içirirseniz Allah'ın izniyle şifa bulur!
Hükümdar içirmiş onu ve çocuk iyileşmiş. Ziyadesiyle
sevinen hükümdar gezgini huzuruna almış ve hikâyesini
sormuş... O da herşeyi anlatmış. Onu ihsanla sevindiren
hükümdar kuyumcunun îdam edilmesini emretmiş. Elbette,
yalan söylediği, şükretmediği ve kadir kıymet bilmediği
için onu îdam etmişler.
Bu misâli dinleyen hükümdara filozof Beydebâ şunları
da eklemiş:
— Bu hikâyenin her bölümünde ibret var....
Kuyumcunun seyyaha karşı tavrında, onun tarafından
kurtarıldığı halde nankörlük etmesinde, hayvanların
hakbilir davranışında, içlerinden birinin gezgini
kurtarışından düşünenler için pek çok ibret vardır. Ayrıca
ister yakın ister uzak, asil ve vefakâr davranan herkese iyilik
yapmak lazımdır bu hikâye fehvasınca... Doğru fikir,
faydanın temini ve zararın defedilmesi de ancak böyle olur
çünkü.
ŞEHZADE İLE ARKADAŞLARI BABI
Hükümdar Debşelim, filozof Beydebâ'ya dedi ki:
— Bu hikâyeyi dinledim. Dedikleri gibi kişi iyiyi ancak
aklı, basireti ve tedbiri sayesinde elde ediyorsa ulu makam
lara gelen körkütük câhil ile belâya uğrayan akıllı ve bilgili
kişinin hâli nicedir?
Beydebâ cevap verdi:
— İnsan nasıl gözüyle görür, kulağı ile işitirse aynı şe
kilde soğukkanlılık, akıl ve tedbir ile yürür. Lâkin kaza ve
kader bâzan üstün gelir. Buna misal şehzade ile arkadaşları
nın hikâyesidir.
Hükümdar:
— Bu nasıl olmuş?
Filozof:
— Anlatırlar ki; dört kişi arkadaş oldular bir yolda: bi
ri şehzade, ikincisi tacir oğlu, üçüncüsü yakışıklı bir asilzade
dördüncüsü bir çiftçi oğluydu. Hepsi de ihtiyaç halindeydiler,
gurbet elin sıkıntısı bunları sarmış, büyük zarara uğramış
lar, elbiselerinden başka bir şey kalmamıştı üzerlerinde...
Yolda yürürken durumlarım düşünüyorlardı. Herkes kendi
bildiğince düşünüyor, kendi karakterine uygun bir çözüm su
nuyordu. Şehzade dedi ki:
Şehzade ve arkadaşları
— Dünyanın her işi kaza ve kader iledir. İnsana ne
takdir edilmişse o gelir başına kaza ve kadere sabretmek ve
neticeyi beklemek en hayırlısıdır.
Tacir oğlu:
— Akıl herşeyden üstündür!
. Asilzade:
— Güzellik, söylenen şeylerden de üstündür.
Çiftçi oğlu:
— Bir işte çalışmaktan daha üstün bir şey yoktur dün
yada!
Neyse, bu dört arkadaş Mıtrûn kentine yaklaşınca bir
kenara oturup istişare ettiler ve çiftçinin oğluna:
— Haydi git, çalış da bu günümüzün rızkını getir yanı
mıza! dediler.
Çiftçi oğlu kalkıp gitti; bir araştırma yaptı, tek başına
dört kişinin yiyeceğini sağlayacağı bir iş var mı diye. Herkes
ona "bu şehirde en kıymetli iş odunculuktur!" dedi. Odun
şehirden üç mil ötedeydi. Çiftçi oğlu gitti bir yük odun yaptı,
şehre getirip sattı bir dirheme; onunla yiyecek satınaldı ve
şehrin kapısına şöyle yazdı: "insanın bir gün boyunca durma-
dan çalışması bir dirhem ediyor!" sonra aldığı yiyecekleri
arkadaşlarına götürdü, beraberce yediler.
Ertesi gün dediler ki:
— Bu gün "güzellikten daha değerli bir şey yok" diyen
devralsın nöbeti!
Asilzade şehre doğru yola çıktı, kendi kendine şöyle
düşünüyordu:
"Ben hiç bir şeyi beceremem! Bilmiyorum niye
gireceğim bu şehre?" Ama arkadaşlarının yanına yiyeceksiz
dönmekten utandı, onlardan ayrılmasına üzüldü. Epey bir
yürüdükten sonra durdu, sırtını bir ağaca dayayıp uyuya
kaldı.
Şehrin ayan tabakasından birinin hanımı ona rastladı,
yakışıklılığına hayran kaldı. Cariyesini salarak onu yanına
getirmesini emretti. Câriye delikanlının yanına vardı,
hanımına gelmesi için kendisini takip etmesini söyledi ona.
Delikanlı tüm gününü bu zengin hâtûnun yanında neşeli bir
şekilde geçirdi.
Akşamleyin kadın ona beşyüz dirhem verdi! Asilzade
oradan çıktı, şehrin kapısına: "Burada güzelim bir gün, beş
yüz dirhem ediyor" diye yazdı. Paralan arkadaşlarına getirdi.
Üçüncü gün şehre tacir oğlunu saldılar:
— Haydi sen de iddia ettiğin gibi aklınla ve ticâretinle
günümüz için bir şeyler ara!
Tâciroğlu çıktı: yürüdü, yürüdü nihayet rıhtımda içi
mallarla dolu bir ticâret gemisi gördü. O sırada bir grup
tacir mallan satın almak amacıyla gemiye çıkmış istişare
ediyorlardı bir köşede. Birbirlerine dediler ki:
— Bugün dönelim, hiç bir şey almayalım! İyice değeri
düşsün bu malların! Böylece ucuza satarlar. Gerçi mutlaka
alacağız, ihtiyacımız var bu mallara ama elbirliğiyle ucuzlaş
tırsak iyi kâr ederiz!
Uzaktan bunu işiten tâciroğlu yolunu değiştirdi,
geminin sahiplerine geldi. Gemideki tüm mallan veresiye
olarak
yüz altına satın aldı! Sonra malı başka bir kente taşıyacak
bir tâcirmiş gibi gösterdi kendini.
Öteki tacirler bu haberi alınca, malın ellerinden
gitmesinden korktular, onun satın aldığı malı bin dirhem kâr
bırakarak ondan satın aldılar! (100 altın bir dirhem ödediler).
Bizim tacir oğlu gemi sahiplerine parayı ödedi, öteki
tacirleri gemi sahiplerine havale etti, eldeki kân alıp
arkadaşlarına döndü ve kent kapısına şöyle yazdı.
"Bir günün aklî bedeli, bin dirhemdir."
Dördüncü gün şehzadeye dediler ki:
— Haydi koş, kaza ve kaderinle çalış bize!
Şehzade yürüyerek kent kapısına vardı. Orada bir
peykeye oturdu. O bölgenin hükümdarı ölmüş, geriye ne
çocuk ne de akraba bırakmıştı. Hükümdarın cenazesinde
herkes bizimkinin önünden geçti. Bunca kederli insan
arasında onun sükûneti herkesi şaşırtmıştı. Kapıcı onu
azarladı:
— Sen kimsin alçak herif? Bakıyorum hükümdarımı
zın ölümüne üzülmüyorsun, burada öylece duruyorsun?
Bu laflardan sonra kapıdan kovdu onu. Kalabalık
gidince şehzade tekrar geldi ve aynı yere oturdu. Cemaat
hükümdarı defnedip dönünce kapıcı onu yine gördü, öfkeyle
bağırdı:
— Bak, bak... Ben sana buraya oturmanı yasaklama
dım mı?
Onu kıskıvrak yakalayan kapıcı durmadı, hapse attı!
Ertesi gün kent halkı kimi başa geçireceklerini
konuşmak üzere toplandılar. Ama her biri tahta göz diktiği
için anlaşamadılar. O zaman kapıdaki görevli dedi ki:
— Dün bizim kederimize katılmayan birini gördüm! Şu
kapının yanında oturan o delikanlıya ne söylediysem cevap
vermedi. Ben de kapıdan kovdum. Döndüğümde o yine orada
oturuyordu. Onu casus sandığım için zindana attım.
Kentin ileri gelenleri adam saldılar, şehzadeyi
getirdiler; niye şehre geldiğini sordular. O da anlattı:
— Ben Fevîran hükümdarının oğluyum. Babam ölünce
kardeşim üstün çıktı bana... Ben de canımı kurtarmak için
kaçtım. Nihayet bu ormana geldim.
Delikanlı kendisiyle ilgili şeyleri anlatırken kalabalık
arasından evvelce onun babasının ülkesine gidip gelenler
tanımaya başladılar onu, babasının iyiliklerini anlatarak
övdüler ve ayan takımı bu delikanlıyı hükümdar yaptı
kente!
Memleket halkının bir âdeti vardı. Başlarına geçen
hükümdarı beyaz bir file bindirip kent etrafında
dolaştırırlardı. Ona da bunu yaptılar. Delikanlı kent kapısına
geldikte şöyle yazdırdı:
"Çalışmak, güzellik ve akıl... Dünyada hayır ve şer
olsun, insanın başına ne gelirse ancak ve ancak Allah'ın
izni, kaderi ve kazası iledir. Bu hakikat Hak Teâlâ'nın bana
yaptığı ihsanda da açıkça görülmüştür."
Böylece yeni hükümdar, divânına gitti; tahtına
kuruldu; eski arkadaşlarına adam gönderdi. Hepsine görev
verdi: akıllı tacir oğlunu vezir yaptı, rençber oğluna toprak
verdi, yakışıklı asilzadeye de epey mal verdikten sonra
oradaki kadınların kalbini çalmasın diye sürgüne gönderdi!
Sonra ülkesinin akıllı adamlarını topladı ve bir nutuk
çekti:
— Benim dostlarım, Hak Teâlâ'nın, kendilerine lütfet
tiği kazancın ve hayrın ancak bir kaza ve kader ile gerçekleş
tiğini kesin olarak anladılar. Sizin de bunu bilmenizi ve inan
manızı istiyorum: Rabbimin bana bahşettiği her şey kader
iledir. Ne güzellik ne akıl, ne de çalışmakla oldu bunlar. Kar
deşim beni kovduğu zaman böyle bir tahta oturmak bir yana
doğru dürüst hayâtımı kazanacağımdan dahi emin değildim!
Hele burada olmak hiç aklıma gelmedi. Çünkü bu ülkede
benden daha güzel, daha yakışıklı, daha akıllı, daha çalışkan
kimseler gördüm.
Rabbimin evvelce verdiği kaza (hüküm) beni şevketti
yücelik yoluna, kaderim sayesinde.
O toplantıda yaşlı bir adam da vardı. Ayağa kalkıp
dedi ki:
— Sen aklın ve hikmetin gerektirdiği sözü söylüyor
sun! Seni buraya getiren aklının kemâli ve samimiyetidir.
Hakkında zannettiğimiz hususlar hakikat oldu, sana bağla
dığımız ümitleri boşa çıkarmadın. Anlattığına inandık ve sa
na güvendik.
Allah'ın verdiği akıl ve ileri görüşlülük sayesinde
hükümdarlığa layık oldun. Dünya ve âhirette en bahtiyar
kişi, Hak Teâlâ'nın akıl ve basiret ihsan ettiği kişidir.
Hükümdarımız vefat edince Rabbimiz bize büyük bir lûtufta
bulunarak seni çıkardı karşımıza!
Sonra bir gezgin ihtiyar kalktı, Allah'a hamdetti ve
dedi ki:
— Ben seyehatlarıma başlamadan önce eşraf takımın
dan birine hizmetçi idim. Dünyayı terketme, zühde yönelme
meyli doğdu bende ve o adamdan ayrıldım. O bana ücret ola
rak iki altın vermişti. Birini fakire vermek, diğerini kendime
ayırmak istedim. Böylece çarşıya indim. Avcılardan biri çıktı
karşıma. Elinde bir çift tavus kuşu vardı. Onunla pazarlığa
oturdum. İki altından aşağı inmedi. Bir altına satması için
uğraştımsa da kabul etmedi.
Kendi kendime:
"Birini alıp diğerini bıraksam..." diye düşündüm ama
sonra ekledim: "Belki de o iki kuş bir çifttirler, erkek dişi...
Onları ayırmış olurum, yazık!" Onlara acıdım, Allah'a
tevekkül ettim ve iki altına satın aldım ikisini de. Sonra
düşündüm: "Bunları bir yerleşim bölgesine salarsam bu
açlık ve zafiyetle uçamazlar, mutlaka avlanırlar." Başlarına
geleceklerden endişe ettiğim için insanlardan ve
binalardan uzak, otu ve ağacı bol bir yere götürdüm
kuşları; orada salıverdim. Uçtular ve meyveli bir ağacın
üzerine kondular. Ağacın tepesine yerleşince bana teşekkür
ettiler, biri diğerine diyordu ki:
— Şu seyyah bizi belâdan kurtardı, ölümden döndük...
Bize yakışan onu mükâfaatlandırmaktır. Bu ağacın dibinde
altın dolu bir çömlek var. Onu gösterelim de alsın değil mi?
Ben aşağıdan seslendim:
— Siz tuzağı görmediniz ve yakalandınız! Böyle bir
haldeyken kimsenin görmediği, gözlerden ırak bir hazîneyi
nasıl göstereceksiniz?
Kuşlar cevap verdi:
— İlâhî kaza vuku bulunca gözler başka yere çevrilir ve
perdelenir. Evet kaza bizi perdeledi tuzak esnasında. Ama sen
faydalanasın diye de bu hazîneyi göstermişti evvelce bize...
Ben durmadım kazdım, altın dolu çömleği çıkardım.
Kuşların sıhhati, selâmeti için dua ettim ve şöyle dedim
onlara:
— Allah'a hamd olsun ki siz havada uçuyorken yerde
kini gösterdi size ve bana haber verdiniz bu hazînenin yeri
ni!
Kuşlar dediler ki:
— Ey akıllı adam! Kaderin her şeye hakim olduğunu
ve kimsenin onu asla aşamayacağını bilmez misin?
(İhtiyar hikâyesini şöyle toparladı):
İşte böyle sultanım... Size gördüğümü haber verdim.
Eğer zât-ı âlîleri emrederlerse o serveti oradan çıkarır ve
hazînelerine katarım.
Hükümdar cevap verdi.
— O senindir, hayrını gör!
GÜVERCİN, TİLKİ VE BALIKÇIL BABI
Bu bölüm aklı kendisine değil başkasına fayda veren
adamla ilgilidir.
Hükümdar, filozofa dedi ki:
— Bu hikâyeyi dinledim. Şimdi aklı kendisine değil
başkasına fayda verenin hikâyesini anlat!
Filozof:
— Buna örnek güvercin, tilki ve balıkçıl hikâyesidir.
Hükümdar:
— Nedir onların hikâyesi?
Filozof başladı anlatmaya:
_ Anlatırlar ki bir güvercin göğe uzanan upuzun bir
hurma ağacının zirvesine yavrularmış. Tepedeki yuvaya çörçöp taşır lâkin ağaç yüksek olduğu için taşıma işi binbir
zahmetle gerçekleşirmiş..
Güvercin aşağıdan yukarıya taşıma işini bitirince
yumurtlar, yumurtasının üzerine tüner; cücükler çıkıp
palazlanır, bu durumu bilen bir tilki yavruların yerinden
kalkabil-me çağı gelince ağacın dibine oturur: "Ya yanına
çıkar, seni yerim; yahut yavrunu atarsın!" diye tehdit
yağdırırmış.
Güvercin de yavrusunu çar nâçar zorba tilkiye
atarmış. Gel zaman git zaman yine güvercinin iki yavrusu
pa
lazlanmış ve o sıralarda bir balıkçıl kuşu yerleşmiş
hurmanın tepesine... Yeni gelen, güvercini mahzun bulunca
soruvermiş:
— Ey güvercin niçin üzüntülüsün?
— Balıkçıl kardeş! Başımda bir tilki belâsı var! Yavru
larım palazlanınca beni tehdit ediyor, hurmanın dibinde ba
ğırıyor. Ondan korkuyorum, yavrumu atıyorum.
— Bu sefer gelince ona de ki: "Sana yavrumu atmıyo
rum! Yanıma çık da gör tehlikeyi! Bunu becerebilirsen yine
iki yavrumu yersin ben de uçarım, kendimi kurtarırım!"
Balıkçıl bu öğüdü verdikten sonra uçup gitmiş ve bir
nehir kıyısına konmuş. Derken arsız tilki mûtad veçhile
hurmanın dibinde durmuş, tehdidini savurmuş. Güvercin de
balıkçılın cevabını vermiş.
Tilki hayretle sormuş:
— Kim öğretti bunu sana?
— Balıkçıl!
Tilki dönmüş, nehir kenarındaki balıkçılın yanına
gelmiş ve sormuş:
— Balıkçıl kuşu! Rüzgâr sağdan gelirse başını nereye
koyarsın?
— Sola!
— Soldan gelirse?
— Sağıma yahut arkama!
— Rüzgâr her yönden gelirse?
— Kanatlarımın altına sokarım!
— Nasıl sokuyorsun o kocaman başı kanatlarının altı
na? Bunu başaracağına inanmıyorum!
— Evet, yaparım!
— Haydi yap öyleyse! Şunu da söyleyeyim Vallahi ey
kuşlar topluluğu, Allah sizi bizden üstün kılmıştır. Bizim bir
yılda anlayabildiğimizi bir lahzada anlıyor, bizim bin senede
gittiğimiz yere siz bir anda varıyorsunuz, soğuktan ve
rüzgârdan korunmak için başınızı kanatlarınızın altına
sokabiliyorsunuz! Bravo size!
Haydi sen ispatla bakalım, nasıl yapıyorsun bunu! Balıkçıl
derhal kanatlarım altına sokmuş gagasını. Tilki "fırsat bu
fırsat!" deyip atılmış, boynunu kırmış kuşun!
Tilki şöyle söyleniyormuş:
— Ey kendine düşman kuş! Güvercine akıl veriyorsun
ama kendine faydan dokunmuyor, düşman kıskıvrak
yakalıyor seni!
Bu sözlerden sonra kuşu öldürmüş ve yemiş.
KİTABIN SONU
Sohbet bu noktaya dayanınca hükümdar sustu, filozof
ona şöyle dedi:
— Hükümdar! Kaza ve kaderin yardımıyla gayet
mesut bir şekilde, halkını da sevindirerek bin yıl yaşa! Yedi
iklime hükmet! Her dileğine kavuş!
Sende olgunluk ve ağırbaşlılık zirvededir. İlmin
tamdır. Sözün ve niyetin doğru, zekân parlaktır. Ne fikrinde
nakısa, ne lafinda eğrilik ve kusur var... Sen cesaret ile
esnekliği şahsında toplamışsın! Düşmanla karşılaştığında
korkmaz, başına bir musibet geldiğinde çaresiz ve endişeli
olmazsın.
Senin için bu eserde her işi en geniş şekilde açıkladım.
Sorduğun sorulara cevap verdim, olanca samimiyetimi
ortaya koydum. Aklı ve fikri doğru çalıştırma hususunda
tüm kalbimi açtım sana! Bana olan hakkını ödemek için
basiretim', zekâm ve tecrübemle hizmet ettim sana! Kitap
sana sunduğum nasihat ve ibretlerin toplamından meydana
geldi. Ancak şu bilinmeli ki doğru yolu öneren, bu yolda
yürüyenden daha şanslı ve kazançlı değildir. Öğüt veren de
öğüt dinleyen kadar muhtaçtır öğüde! İyiliği ve güzelliği
öğreten, öğrenen kişiden daha yüce ve bahtiyar
olmayabilir....
Bu anlattıklarımı düzgün anla ey hükümdar!
Tüm gücün ve eylemin asıl kaynağı yüce Allah'dır.

Benzer belgeler