pdf - TOPLUM VE SOSYAL HİZMET
Transkript
pdf - TOPLUM VE SOSYAL HİZMET
TOPLUM ve SOSYAL HİZMET Society and Social Work DANIŞMA KURULU / ADVISORY BOARD Prof. Dr. Çiğdem ARIKAN (Selçuk Üniversitesi) Prof. Dr. Işıl BULUT (Başkent Üniversitesi) Prof. Dr. Kemal ÇAKMAKLI (İstanbul Üniversitesi) Prof. Dr. Muammer ÇETİNGÖK (Tennessee Üniversitesi) Prof. Dr. Veli DUYAN (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Gönül ERKAN (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Ronald FELDMAN (Columbia University) Prof. Dr. Vedat IŞIKHAN (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Faruk KOCACIK (Cumhuriyet Üniversitesi) Prof. Dr. Aliye MAVİLİ AKTAŞ (Selçuk Üniversitesi) Prof. Dr. Jürgen NOWAK Prof. Dr. Remzi OTO (Dicle Üniversitesi) Prof. Dr. A. Beril TUFAN (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Erden ÜNLÜ (Süleyman Demirel Üniversitesi) BU SAYININ HAKEMLERİ / REVIEWERS OF THIS ISSUE Prof. Dr. Gönül ERKAN (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Beril TUFAN (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Sevil ATAUZ (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. İlhan TOMANBAY (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Işıl BULUT (Başkent Üniversitesi) Prof. Dr. Çiğdem ARIKAN (Selçuk Üniversitesi) Prof. Dr. Yıldırım DOĞAN (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Zehra ARIKAN (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Yeşim GÖKÇE KUTSAL (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Prof. Dr. Mine TAN (Ankara Üniversitesi) Doç. Dr. Nilgün KÜÇÜKKARACA (Hacettepe Üniversitesi) Doç. Dr. Özlem CANKURTARAN ÖNTAŞ (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Emine AKYÜZ (Ankara Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Filiz DEMİRÖZ (Hacettepe Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Ahmet ACIDUMAN (Hacettepe Üniversitesi) Dergimiz, EBSCO ve INDEX COPERNICUS uluslararası bilimsel veri tabanları içerisinde yer almaktadır. The journal is indexed in the international scientific databases of both EBSCO and INDEX COPERNICUS. TOPLUM VE SOSYAL HİZMET Society and Social Work Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü Dergisi Publication of Social Work Department Faculty of Economics and Administrative Sciences, Hacettepe University Hakemli Dergidir. Blind Peer Reviewed Journal H. Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Adına On Behalf of H.U. Faculty of Economics and Administrative Sciences SAHİBİ/PUBLISHER Prof. Dr. Mehmet TOKAT SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ/EDITING AUTHORITY Prof. Dr. Mehmet TOKAT YAYIN KURULU BAŞKANI/CHIEF EDITOR Prof. Dr. Mehmet TOKAT YAYIN KURULU BŞK. YRD./ASSOCIATE EDITOR Prof. Dr. Sevil ATAUZ YAYIN KURULU/EDITORIAL BOARD Prof. Dr. İlhan TOMANBAY Doç. Dr. Nilgün KÜÇÜKKARACA Yrd. Doç. Dr. Özlen ÇELEBİ YAYIN SEKRETERİ Dr. Tarık TUNCAY İNGİLİZCE EDİTÖR/ENGLISH EDITOR Yrd. Doç. Dr. Aytül ÖZÜM CİLT/Volume:20 SAYI/Number: 1 AY/Month: NİSAN YIL/Year: 2009 ISSN 1302-7867 YAYIN TÜRÜ/TYPE OF PUBLICATION YEREL/SÜRELİ YAYIN YAYIN DİLİ TÜRKÇE YAYINLANMA BİÇİMİ Altı Ayda Bir BASIM TARİHİ/PUBLICATION DATE ??? BASIMCININ TİCARİ ÜNVANI/TRADE TITLE OF PUBLISHER HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ HASTANELERİ BASIMEVİ 06100, SIHHİYE-ANKARA Tel: 0312 310 97 90 YAYIN YÖNETİM YERİ/ADMINISTRATION OFFICE OF PUBLICATION Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Beytepe/Ankara Tel: (0312) 297 68 30 İLETİŞİM ADRESİ/CONTACT ADDRESS Dr. Tarık TUNCAY Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü Fatih Cad. 195, Çiftasfalt-Keçiören 06290 ANKARA TÜRKİYE Tel: +90 312 355 21 30/132 Faks: +90 312 355 57 71 http://www.tsh.hacettepe.edu.tr E-Posta: [email protected] İÇİNDEKİLER 7-22 Madde ve Madde Kullanımı İle Mücadelede İbrahim CILGA 23-32 Aile Arabuluculuğu Family Mediation Sunay İL 33-46 Politika ve Strateji Öncelikleri Priorities of National Policy and Strategy in ombating Drugs and Drugs Abuse Grup Çalışmasının Cinsel Suçtan Hükümlü Yüksel BAYKARA ACAR Çocukların Sosyal İlişki, Empatik Beceri ve Benlik Saygısına Etkisi The Effect of Group Work on the Level of Self Esteem, Emphatic Skills and Social Relationships of Convicted Young Sexual Offenders 47-52 Yaşlılıkta Kuşaklararası İlişkiler Intergenerational Relations in Old Age İsmail TUFAN Suzan YAZICI 53-66 Feminist Sosyal Hizmet Uygulaması Feminist Social Work Practice Sema BUZ 67-84 Türkiye’de Yaşlı Nüfusun Yalnızlık ve Yoksullu Durumları ve Sosyal Hizmet Uygulamaları Açısından Bazı Çıkarımlar Loneliness and Poverty Conditions of the Elderly Population in Turkey and Some Inferences about Social Work Interventions 85-94 Sosyal Çalışma ve Çocuğun İyilik Hali Social Work and Child Well-Being 95-104 Mehmet Zafer DANIŞ İsmet Galip YOLCUOĞLU Modern Çocukluk Paradigmasının Oluşumu - Emrah AKBAŞ Eleştirel Bir Değerlendirme Reyhan ATASÜ TOPÇUOĞLU Formation of The Modern Childhood Paradigm – A Critical Evaluation 105-116Sosyal Hizmet Etiğinde Farklı Yaklaşımlar Different Approaches in Social Work Ethics Aslıhan Burcu ÖZTÜRK Cılga Derleme MADDE VE MADDE KULLANIMI İLE MÜCADELEDE ULUSAL POLİTİKA VE STRATEJİ ÖNCELİKLERİ Priorities of National Policy and Strategy in Combating Drugs and Drugs Abuse İbrahim CILGA* * Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İda- ri Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü ÖZET Avrupa Birliği’nin madde ile mücadele eylem planı disiplinler arası, bütüncül çok sektörlü ve anahtar olarak, talebin azaltılması, arzın azaltılması ve kaçakçılıkla savaş, uluslar arası işbirliği, ulusal düzeyde ve Birlik düzeyinde eşgüdümü temel alan bileşik bir yanıtın önemini vurgulamaktadır. Madde ile Mücadele Avrupa Birliği Eylem Planı; bilgilendirme, talep azaltılması etkinliği, narkotik ilaç ve psikotropik maddelerin kaçakçılığının azaltılması için etkinlik, uluslararası düzeyde etkinlik, eşgüdüm alanlarını içermektedir. Bu makale, Türkiye için madde ile mü- cadele ulusal politika ve strateji planı modelini kapsamaktadır. Uluslar arası sahnede, saygın bir yere sahip olmak ve ulusal çıkarlara etkili bir şekilde gerçekleştirilecek politika yürütebilmek için, ulusal gücün bir bütün olarak geliştirilmesi gerekmektedir. Anahtar Sözcükler: Madde ile Mücadele Ulusal Politika ve Strateji Planı ABSTRACT EU action plan to combat drugs stresses the need for a global, multidisciplinary and integrated response based on the following four key elements: demand reduction, supply reduction, the fight against illicit trafficking and international co-operation and coordination at national and union level. The EU Plan to Combat Drugs further covers the following areas: information sharing, action on demand reduction, action on reduction of illicit trafficking in narcotic drugs and psychotropic substances, action at international level and co-ordination. This article focuses on Turkey’s national policy and strategy plan to combat drugs. In order to occupy a prominent position on the international scene and to be able to conduct a drugs policy to effectively realize national interests, national power must be developed as a whole, because on the international arena and European Union, power is still the most important factor. Key Words: National Policy and Strategy Plan to Combat Drugs. GİRİŞ Türkiye; AB sürecinde aday ülke olarak katılım ortaklığı belgesinde geliştirilen ulusal programda Adalet ve İçişleri Komisyonu kapsamında uyumlu hale getirilmesini kabul etmiştir. Madde Bağımlılığı alanındaki ‘’Uyuşturucu Madde 7 Toplum ve Sosyal Hizmet Kullanımı ile Mücadele, Takip ve Yönlendirme için Ulusal Politika ve Stratejiler Belgesi’’ni (1998) gözden geçirerek kısa vadede ‘’Madde ile Mücadelede Avrupa Birliği Eylem Planı (2000 -2004) ile uyumlu hale getirilmesi benimsenmiştir. Uyumlaştırma ve geliştirme çalışmaları çerçevesinde ulusal çalışmalar; eylemler ve elde edilen sonuçlar değerlendirilmiştir. Madde ile Mücadelede Avrupa Birliği Eylem Planında (2000–2004) yer alan; Avrupa Birliğinde madde tüketimi ve kaçakçılığındaki son eğilimler, Madde ile mücadelede Avrupa Birliği yaklaşımı, Değerlendirme, Yeni zorluklar, Amsterdam Anlaşması ile sağlanan yeni yasal çerçeve, Özel hedefler bölümlerinde yer alan temel amaç ve hedefler düşüncelerden yola çıkılmıştır. Türkiye’nin kendine özgü çalışmaları; tarihsel birikimleri; oluşturulan mevzuat; madde kaçakçılığı ve tüketimi ile ilgili geliştirilen politikalar ve uygulamaları; Uyuşturucu Madde Kullanımı ile Mücadele, Takip ve Yönlendirme Üst ve Alt Kurullarının kurumsallaşması; oluşturulan Ulusal Politika ve Stratejiler Belgesi ile ona bağlı olarak gerçekleştirilen değerlendirilmiştir. Değerlendirme çalışmaları kapsamında, ulusal politika ve strateji belgesinin Avrupa Birliği eylem planı ölçütlerine göre geliştirilmesi temel alınmış, madde kaçakçılığı ve tüketimi alanlarında Türkiye’nin kendine özgü konumu, sorununun yapısal boyutları ve görünümleri, duyulan gereksinimlerin nitelikleri dikkate alınarak ulusal politika ve stratejiler ile ulusal aktivitelere yol gösterecek açılımlar geliştirilmiştir. Hazırlanan yeni raporun içeriği ve niteliği, aday ülke olan Türkiye’nin “Avrupa Birliği Müktesabatının üstlenilmesine ilişkin Türkiye Ulusal Programı’’ kapsamında taahhüt ettiği kısa dönemli so- 8 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 rumluluklardan birisi olarak gerçekleştirilmiştir. YENİ BOYUTLAR Türkiye Cumhuriyeti bilimsel uygulamalardan gelen kendi birikimleri ve uygulamaları ışığında, madde kaçakçılığı ve madde tüketimi konularında mücadele, önleme, koruma ve rehabilitasyon boyutlarında gerçekleştirdiği çalışmalarında; sistemci, bütüncü, disiplinler arası, çok sektörlü, çoklu iletişime ve etkileşime dayalı yaklaşımı benimser. Madde kaçakçılığının ve madde kullanımının önlenmesi doğrultusunda toplumun ve insanın yüksek yararının gözetilmesi, ulusal ve uluslararası düzeylerde toplumların ve insanların sağlığının korunması, bedensel, zihinsel, duygusal ve sosyal yönlerden sağlıklı, bağımsız, yaratıcı, üretken, nitelikli çocukların ve gençlerin yetiştirilmesi temel alınır. Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi ilke ve standartları doğrultusunda çocuklara ve gençlere daha iyi yaşama, korunma, yetişme ve katılım fırsatları sağlayarak toplumsal yaşama etkin olarak katılmalarını sağlayacak programların ve projelerin gerçekleştirilmesini öngörür. Uluslararası Gençlik Yılı İlkeleri (1985) olan: gelişme, katılım ve barış ilkeleri doğrultusunda gençlerin her alanda ve her düzeyde sorumluluk sahibi bireyler olarak yetiştirilmelerinin eğitim yoluyla sağlanması düşüncesi politika ve stratejilerin özünü oluşturmaktadır. Politika ve stratejilerde öncelik verilecek konular: 1. Madde kaçakçılığının ve kullanımının önlenmesi için talebin azaltılması, Cılga 2. Madde arzının azaltılması ve kaçakçılıkla savaşın etkin bir düzeyde sürdürülmesi, 3. Madde kullanımının tüm nüfus açısından önlenmesi, 4. Risk gruplarının korunması için tüm vatandaşlarda mücadele ve önleme çalışmalarına katkı verecek bir güç oluşturmaya olumlu yönde ve toplum yararını gözeten değer, tutum ve davranışların geliştirilmesidir. Politika ve stratejilerle varılmak istenilen hedefler; 1. Madde kaçakçılığının ve kullanımının önlenmesi için yaklaşımlar resmi, gönüllü ve özel kurumsal yapıların geliştirilmesi amacıyla tüm sektörlerde mevcut birimlerin yapı ve işleyişlerinin her yönden güçlendirilmesi, 2. Bilimsel ve teknolojik donanımın geliştirilmesi, insan kaynaklarının nitelik ve nicelik olarak yükseltilmesi, ortak politika ve stratejilere göre eyleme yönetilmesi, 3. Madde kullanımının önlenmesi, tüm nüfusun ve risk gruplarının korunması, risk gruplarıyla ilgili tüm tarafların daha etkin çalışmalar yapmaları için yeni organizasyon ve hizmet kuruluşları oluşturularak etkili ve güçlü bir kurumsal ağın geliştirilmesi, 4. Yeni yapılar içinde koruma, önleme ve eğitim çalışmalarında profesyonel olarak çalışacak uzman ve nitelikli personelle desteklenmesi, 5. Oluşacak yeni kurumsal yapıların işlevsel bir sistem olarak işlemesi ve aralarında bütüncü, çok sektörlü, işbirliği içinde çalışma ve ortak bir veri tabanı oluşturarak çalışma düzeninin oluşturulmasıdır. Politika ve stratejiler kapsamında sağlanacak gelişmeler aşağıda belirtilmiştir; 1. Madde kullanımı riski ve eğilimi içinde olanların önlenmesi, akut ve kronik aşamada bağımlı olanların tedavisi ve rehabilitasyonu için mevcut kurumsal yapıların güçlendirilmesi, 2. Alt yapı olanaklarının arttırılması, nitelikli uzman personel yönünden desteklenmesi, yetişme, gelişme, araştırma, eğitim ve hizmet yönlerinden güçlendirilmesi, 3. Tedavi sonrası süreçlerde yeniden bağımlılık içine girilmemesi için tedavi sonrası hizmet boyutun geliştirilmesi, tedavi sürecindeki bağımlıların toplumsal yaşama yeniden uyum ve katılımlarını sağlayacak sosyal destek mekanizmalarını harekete geçirecek hizmet birimlerinin oluşturulması, 4. Türkiye’ de madde bağımlılığı ile etkin bir mücadelede geniş, bileşik ve birbirini tamamlayan zihniyet, yapı ve uygulamaları geliştirerek taraflar arasında iş bölümü, bağlantılı çalışma, işbirliği ve eşgüdümün sağlandığı bir yaklaşımın uygulamaya dönüştürülmesi, 5. Tüm dünyada ve Türkiye’ de madde kaçakçılığı ve kullanımı yönünden etkin bir savaşın gerçekleştirilmesi yoluyla özgürlük, adalet, güvenlik ve refah düzeyinin yükseltildiği güvenli, nitelikli bir yaşamın sağlanması, toplumun ve insanın mutluluğunun gerçekleştirilmesi, 9 Toplum ve Sosyal Hizmet 6. Kaçakçılıkla savaş ile madde kullanımı ve bağımlılığını önlemeye yönelik bütüncü, sistemci, çok taraflı olarak merkezi yönetim, yerinden yönetim, yerel yönetim ve sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla eylemlerin gerçekleştirilmesi, 7. Ulusal ve uluslararası eylemlerde; bilgilendirme etkinlikleri, talebin azaltılması etkinlikleri, narkotik ilaç ve psikotropik maddelerin kaçakçılığın önlenmesi etkinlikleri, ulusal eylem planı, uluslararası düzeyde etkinliklerin (UNDCP, Türkiye Cumhuriyeti, balkanlar, orta doğu, Asya ülkeleri vb.) gerçekleştirilmesi, 8. Avrupa birliği sürecinde Avrupa Madde Ve Madde Bağımlılığı İzleme Merkezi ve Avrupa Madde Bağımlılığı Birimi, Avrupa Polisi ile işbirliği içinde çalışma sürecinin karşılıklı işbirliği ilkeleri ve üyelik doğrultusunda gerçekleştirilmesi her alanda ve her düzeyde eşgüdüm ve işbirliği içinde çalışılmasıdır. TÜRKİYE’ DE MADDE TÜKETİMİ VE KAÇAKÇILIĞINDA SON EĞİLİMLER Türkiye madde kaçakçılığı açısından bir geçiş ülkesi olma konumu nedeniyle, kaçakçılığın önlenmesi doğrultusunda etkili ve sonuç alıcı bir yapılanma geliştirmiştir. Asya’dan batıya doğru yoğunlaşan yasadışı madde ticaretinin önlenmesi konusunda güvenlik önlemleri etkili bir şekilde sürdürülmekte olup, başarılı sonuçlar alınmaktadır. Türkiye’ de madde arzının önlenmesi ve piyasanın oluşturmasıyla etkili bir mücadele sürdürülmektedir. Madde tüketimi yönünden Türkiye’ de en yaygın kullanımı olan maddeler alkol 10 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 ve sigaradır. Alkol tüketiminde değer, tutum ve davranışları sosyo-kültürel yapılar yönlendirmekte olup, alkol tüketim miktarı, eğilimleri ve genç yaşta kullanma alışkanlığının kazanılması eğilimleri sürmektedir. Türkiye’ de sigara tüketimi giderek artan bir düzeye ulaşmakta olup, erken yaşta sigaraya başlama eğilimi önemli risk alanı olarak gözlemlenmektedir. Tütün üretimi ve sigara üretimi konusunda devlet kontrolünde bulunan tekelci yapılar, son yıllarda özelleştirme düzenlemeleri nedeniyle uluslararası pazara açılmış üretim ve tüketim piyasası bağımlılık eğilimlerini arttıracak yapısal riskleri taşımaktadır. Geleneksel tarım toplumundan hızla sanayi toplumuna geçiş sürecinde bulunan Türkiye; sosyal ve ekonomik krizler, artan göç, kentleşme ve kentlileşme sorunları nedeniyle tüm nüfusun yanında çocukların ve gençlerin yetişme, gelişme ve katılım koşulları yapısal risklere bağlı olarak sorunlar içermektedir. Eğitimde süreklilik, çalışma hayatına erken yaşta başlama, kimsesiz ve korumasız sokakta yaşayan ve sokakta çalışan çocukların bir alt kategori olarak ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu kesimlerde suça yönelme, çoklu madde kullanımı (uçucu madde, sigara, alkol) yaygınlaşmıştır. Eğitime devam eden aileli çocuklar arasında yaşam koşullarındaki yetersizlikler, ailenin ve okulun işlevsiz kalması ve olumsuz örneklerin etkili olması nedeniyle sigara kullanma ve uçucu maddeleri kullanma eğilimlerine yöneldikleri, çete yapısı içinde bir alt kültür oluşturarak organize oldukları gözlenmektedir. Ekonomik kriz sürecinde; artan işsizlik, gelir dağılımındaki yetersizlikler, ailenin yaşam kalitesindeki düşüş- Cılga ler nedeniyle aile nüfus kompozisyonu içinde yoksulluğa, işsizliğe bağlı olarak alkol ve sigara kullanım eğiliminin yükseldiği gözlenmektedir. Türkiye’ de madde kullanımı ve madde bağımlılığı alanında doğal ve sentetik yollarla üretilen yasa dışı uyuşturucu madde kullanımında esrar ve eroin ön sırayı almaktadır. Diğer sentetik madde ve psikotrop ilaçların kullanım eğilimleri düşüktür (www.tubim.gov.tr). Ülke genelinde yasal ve yasal olmayan madde kullanım eğilimleri konusundaki değerlendirme ve gözlemler sorunun Türkiye’ de birinci aşamada bulunduğunu göstermektedir. Bu nedenle, Türkiye ulusal politika ve stratejilerinde koruma ve önleme çalışmalarına öncelik vermektedir. Gelişmiş ülkelerle Türkiye karşılaştırması yapıldığında; gelişmiş ülkelerde sorunun ikinci aşamada bulunduğu, kullanım ve bağımlılık aşamasında olanlara yönelik yaklaşım ve hizmetlerin ön planda olduğu gözlenmektedir. Bu konuda, TUBİM tarafından 2006 yılında geliştirilen “Bağımlılık Yapıcı Maddeler ve Bağımlılıkla Mücadele Ulusal Politika ve Strateji Belgesi” önemli bir kaynaktır. Bu sonuç, Türkiye’ nin sorunla ilgili bulunduğu yer, eğilimler ve önlemler açısından diğer ülkelerden farklı politika ve stratejiler geliştirmesi gerekliliğini yapısal olarak öne çıkartmaktadır. Türkiye madde kullanım eğilimleri ile madde bağımlılığı yönlerinden gerçek durumu ortaya koymak açısından ‘’Türkiye Profili’’ni ortaya koyacak bir araştırma modelini hazırlamış olup, kaynak gereksinimi nedeniyle değerlendirme araştırmasını tamamlayamamıştır. Uyuşturucu ile Mücadele, Takip ve İzleme Üst ve Alt Kurulları ile Bilimsel Danışma Komitesinin 1996 yılından bu yana çalışması önemli bir birikim ve deneyim sağlamıştır. Ulusal temas noktası olarak kabul edilen T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu yasal, idari ve kurumsal yapısını güçlendirme çalışmaları yanında AB sürecinde, Ulusal Programda madde kaçakçılığı ve bağımlılığı sorununun öncelikli olarak yer almasını başarmıştır. MADDE KULLANIMI VE BAĞIMLILIĞINI ÖNLEME POLİTİKA ÖNGÖRÜLERİ Politika öngörüleri; yaklaşım, değerlendirme, yeni zorluklar, var olan yasal çerçeve, temel strateji, genel amaçlar ve hedefler, uygulamaya dönük amaçlar ve hedefler ve ulusal eylem planı kapsamı başlıkları altında bütüncül bir yaklaşımla geliştirilmiştir. YAKLAŞIM Türkiye yasa dışı madde kaçakçılığı ile madde kullanımı ve madde bağımlılığını önleme çalışmaları birbirini tamamlayan ve ortak mücadele oluşturduğu sinerjiyi güçlendirerek, ulusal eylemlerini sistemli, bütüncül, disiplinler arası, çok sektörlü ve ortak bir strateji geliştirme amacındadır. Türkiye; ulusal eylemlerine temel olacak politika ve stratejileri; toplumsal yapının özelliklerine, ortaya çıkan gereksinimlere ve yaşanılan sorunlara göre dinamik ve esnek bir anlayışla geliştirmeyi, bu doğrultuda yasal, idari ve kurumsal yapılarına daha etkin bir mücadeleyi gerçekleştirecek düzeyde geliştirmeyi, taraf olduğu uluslararası sözleşme ve antlaşmalar doğrultusunda uluslararası sorumluluklarının gerektirdiği vizyon ve misyonla çok taraflı etkili ve verimli çalışmalar gerçekleştirmeyi ilke edinmiştir. 11 Toplum ve Sosyal Hizmet Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 DEĞERLENDİRME YENİ ZORLUKLAR Türkiye’nin madde kaçakçılığı ile mücadele, madde kullanımı ve madde bağımlılığını önleme çalışmalarına temel olan yaklaşımını bütünleyen ve geliştiren bir boyuttur. Değerlendirme metodolojisinin bilimsel çalışmalarda gerçekçi ve geçerli kriterlerinin geliştirilmesi çalışmalarına uluslararası düzeyde, Avrupa Birliği sürecinde katkı vermeye, bilimsel alanda ve uygulamalarda elde edilen ulusal birikimlerle evrensel düzeyde katkıda bulunma düşüncesi kabul edilmiştir. Türkiye’nin geçmiş dönemdeki ulusal politika ve strateji belgesi ve uygulamaları doğrultusunda geliştirilen bu yeni belge, ulusal düzeyde ilgili kurum ve kuruluşları bir öz değerlendirmeye yönlendirmiştir. Değerlendirme sonuçları makro düzeyde ülkenin güçlü yanlarının sergilenmesine ve geliştirilmeye açık olanların güçlendirilmesine önem ve öncelik verilmiştir. Türkiye, mücadele çalışmalarında değerlendirme metodolojisinin geliştirilmesinin bilincindedir. Bu alandaki birikimlerini güçlendirerek, Avrupa Birliği sürecinde, Avrupa Birliği politika ve stratejileri ile eylem planı) uygulamalarının değerlendirme çalışmalarına katılım ve katkı verme düşüncesindedir. Türkiye’ deki bilimsel çevrenin, politika ve strateji geliştiren ulusal platformun ve mücadele konusunda uygulayıcı olan kurumların EMCDDA ve Avrupa Konseyi Pompidou Grubunun öne çıkardığı değerlendirme çalışmaları modeline gereken katkıları vermeye hazırdır. Avrupa Birliği sürecinde olan Türkiye, adaylık aşamasında EMCDDA’nın ürettiği değerlendirme birikimlerini paylaşmaya ve birlikte çalışmaya açıktır1. Türkiye Avrupa Birliği sürecinde AB ile imzalanan ortaklık belgesi gereğince hazırladığı Ulusal Program kapsamında; madde kaçakçılığıyla mücadele ve madde bağımlılığını önleme konularındaki çalışmalarını kısa ve orta dönemde geliştirmeyi kabul etmiştir. AB Adalet ve İç İşleri Komisyonu ile gerçekleştirilen ulusal program uygulamaları konusundaki ortak çalışmalarda; yasal, idari ve kurumsal yapısını güçlendirme, ulusal politika ve strateji belgesini AB Eylem Planı ile uyumlaşması gereklidir. 1 12 Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı Avru- Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal birikimleri ve bu alanda elde ettiği başarılı sonuçlar nedeniyle EMCDDA ile işbirliğine girmesi ve üyelik sürecinin tamamlaması, Dublin Grubuna girmesi gündeme gelmiştir. Ayrıca Türkiye’nin önceki Ulusal Politika ve Stratejiler Belgesi’ ne göre başlattığı ulusal eylem planını yeni Strateji ve Eylem Planına göre gözden geçirerek uygulaması gereklidir. Türkiye’nin ulusal program gereği, madde kaçakçılığı ile mücadelede etkili olan güçlü yapısı yanında madde kullapa İzleme Merkezinin Çalışmalarına Türkiye Cumhuriyeti’nin Katılımı ile ilgili olarak Avrupa Topluluğu ve Türkiye Cumhuriyeti arasında yapılan uluslararası anlaşma, 26.08.2004 tarihinde Ülkemiz ve EMCDDA tarafından parafe edilmiş ve Anlaşma, AB tarafından 5 Haziran 2007 tarihinde kabul edilmiştir. Bu anlaşmanın kabulü ile birlikte, ülkemizin EMCDDA Bilim Komitesine üyelik için aday göstermesi ve EMCDDA Yönetim Kuruluna Asil Üyeliği yürürlüğe girmiştir. Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı Avrupa İzleme Merkezinin Çalışmalarına Türkiye Cumhuriyeti’nin Katılımı ile ilgili olarak Avrupa Topluluğu ve Türkiye Cumhuriyeti arasında yapılan uluslararası anlaşma 30 Ekim 2007 tarihinde taraflarca imzalanarak yürürlüğü girmiştir (www.tubim.gov. tr). Cılga nımı ve bağımlılığını önleme konusundaki var olan kurumsal yapısını ulusal temas noktası olan ve ulusal platformu içinde barındıracak olan T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu’nun yasal, idari ve kurumsal yapısını güçlendirme çabasını tamamlayamamıştır4. Ulusal Politika ve Strateji Belgesi, bu çalışma ile Avrupa Birliği Eylem Planı ile uyumlu hale getirmiştir. EMCDDA ile ilişkiler, 2001 yılı içinde AB Adalet ve İç İşleri Komisyonu ve Dışişleri Bakanlığımızın çabalarıyla başlatılmış, EMCDDA yönetici ve uzmanlarının Türkiye’ deki ilgili kurumlar ile yaptığı temaslar ve değerlendirme raporu ile yeni bir aşamaya gelmiştir. Türkiye’nin EMCDDA’ya üyeliğinin sağlanması düşüncesinin olgunlaşması, üyelik açısından tarafların karşılıklı görüşmeleri ve üyelik aidatlarının yeni kriterlerinin saptanmasından sonra Türkiye’nin üyelik ödentisinin belli olması, bu ödentinin karşılanmasında taraf olacak kurumun belli olması ve bu konuda AB’nin ve EMCDDA’nın anlaşmadan önce yardım ve desteklerinin açıklığa kavuşması konuları gündemde bulunmaktadır. Önceden kabul stratejisi bu doğrultuda işlerlik kazanacaktır. Türkiye taraf ülke olarak, kendine özgü konumu, deneyim ve birikimleriyle Dublin Grubu’na girecek, katkı ve katılım sağlayacak nitelikleri taşımaktadır. Bu konuda Türkiye’nin resmi görüşü Dublin Grubu üyesi ülke olma doğrultusundadır. İlgili tarafların ve AB Adalet ve İç İşleri Komisyonunun Mini-Dublin Grubuna Türkiye’nin girmesini gündeme getirmelerinin nedeni, gerekçesi ve ısrarları anlaşılamamaktadır. Türkiye’nin Dublin Grubuna üyeliğinin gerçekleşmesi konusu ulusal program içinde orta vadede gerçekleştirilecek önlemler arasında yer almak- ta olup, Türkiye bu konuda kendi kararlılığı doğrultusunda etkin çalışmaları gerçekleştirmeye ve Dublin Grubuna üyeliğini kabul ettirmeye ilkece kararlıdır. Türkiye, AB eylem planıyla uyumlu olarak geliştirdiği bu yeni eylem planına göre 2000 yılında başlattığı İl Eylem Planını gözden geçirme ve ulusal aktivitelerini yeni bir anlayış ve dinamizmle gerçekleştirme kararlılığındadır5. 4EMCDDA yetkilerden oluşan bir heyet, Aile Araştırma Kurumu’nun faaliyetleri ve muhtemel bir proje için teknik yardım hakkında bilgi vermek, EMCDDA’nın faaliyetlerine Türkiye’nin katılım kapasitesinin teknik açıdan değerlendirilmesini yapmak amacı ile 2001 yılında ülkemizi ziyaret etmişlerdir. Aile Araştırma Kurumu Başkanlığının teknik, personel ve mali açıdan bu görevi üstlenmesini teminen gereken düzeye getirmek amacı ile ivedi kuruluş yasasının çıkarılmasının beklenmesi veya katılım çalışmalarının ara verilmeden sürdürülmesi için farklı bir kurumun belirlenmesi gündeme gelmiştir. Bu kez, Temas Noktası olarak, İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı üzerinde durulmuştur. EMCDDA’nın istediği ölçekte uluslar arası standartlarda veri sağlama kapasitesi bulunan, yurt çapında örgütlenmesini en iyi şekilde tamamlamış KOM Daire Başkanlığı’nın bünyesinde yer alan, TADOC (Türkiye Uluslararası Uyuşturucu ve Organize Suçlarla Mücadele Akademisi), 16.05.2002 Başbakanlık Makamının yetkilendirmesi ile EGM-KOM Daire BaşkanlığıTADOC, EMCDDA Ulusal Temas Noktası olarak belirlenmiştir. TUBİM (Türkiye Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezi)işlevsel bir Ulu- 13 Toplum ve Sosyal Hizmet sal Temas Noktası olarak, KOM Daire Başkanlığı’na bağlı olarak kurulmuş ve faaliyetlerine devam etmektedir (www. tubim.gov.tr). 5Uzun zamandır, gerek ulusal yönden, gerekse uluslar arası açıdan eksikliği ciddi eleştirilere neden olan “ulusal uyuşturucu stratejisi”nin hazırlanması, TUBİM’in daha kuruluş yıllarında gerçekleştirdiği en önemli hizmetlerden biridir. TUBİM tarafından, ilgili tüm kurumların katkıları ile hazırlanan ve 2006–2012 yıllarını kapsayan “Bağımlılık Yapıcı Maddeler ve Bağımlılıkla Mücadelede Ulusal Politika ve Strateji Belgesi” 20.11.2006 tarihinde Başbakanlık Makamı tarafından onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Strateji Belgesi’ne paralel olarak I. Ulusal Eylem Planı 2007 yılında hazırlanarak Başbakanlık Makamına imzaya sunulmuş ve onaylanarak uygulamaya geçilmiştir (www. tubim.gov.tr). TÜRKİYE’ DE VAROLAN YASAL ÇERÇEVE Türkiye’ deki yürürlükte olan ilgili mevzuat, madde kullanımı ve bağımlılığı bir halk sağlığı sorunu olarak kabul etmekte olup, önceliklerini bu doğrultuda geliştirmiştir. Türkiye; ulusal ve uluslararası düzeyde madde kullanımının ve bağımlılığının insan ve toplum sağlığına olumsuz etkilerini ortadan kaldırmak ve azaltmak için bilgilendirmeyi, sağlıklı yönde değer, tutum davranışların geliştirilmesine yönelik koruyucu ve önleyici çalışmaların örgün ve yaygın eğitim ortamlarında her türlü kitle iletişim araçları yoluyla gerçekleştirilecek bir eğitim çalışması olarak görmektedir. Bu hedef doğrultusunda tüm nüfusun, kamuoyunun, risk gruplarının 14 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 ve onlarla ilgili tarafların bilgilendirilmesine etkili yollar geliştirmeyi ve uygulamayı ilke edinmiştir. Bu doğrultuda Türkiye; madde kullanımı ve bağımlılığı konusuna karşı halk sağlığı bilincinin yaygınlaştırılması için uluslararası düzeyde işbirliğine açıktır. Madde ticaretinin önlenmesi, pazarın ortadan kaldırılması, arzın önlenmesi ve talebin azaltılması için her türlü cezai yasal yaptırımların uygulanmasında ulusal mevzuatımız destek sağlamaktadır. Bu alanda uluslararası işbirliğinin güçlendirilmesi ve en iyi uygulamaların gerçekleştirilmesi düşüncesi benimsenmektedir. Türkiye, Avrupa Birliği sürecinde Adalet ve İç İşleri alanlarında; madde ticaretini önleme, kaçakçılıkla savaş, madde bağımlılığını önleme konularında öncelik vererek etkili bir mücadele eylemi geliştirmeye kararlı olup, Avrupa Birliği Anlaşması çerçevesinde üyelik sürecinde gereken yasal, idari ve yapısal koşullarını daha ileriye götürmeye kararlıdır. TEMEL STRATEJİ Türkiye’ de madde kaçakçılığı ile savaş, madde kullanımı ve bağımlılığı önleme, tedavi ve rehabilitasyon çalışmalarına özel önem ve öncelik verilmesi stratejik bir hedef olarak kabul edilmiştir. Temel amaç ve hedefleri belirleyen stratejinin bileşenleri; daha adil, huzurlu ve barışcıl bir toplum yaşamının gerçekleştirilmesi, toplumun mutluluğunu ve refahını engelleyen bir alan madde ticareti ve bağımlılığı sorununun değerlendirilmesi, halk sağlığını bozan, bedensel, zihinsel, sosyal sağlığın niteli- Cılga ği yükseltme çabalarının bir gereği olarak madde ticareti ve bağımlılığı ile mücadele etmenin gerekliliğidir. İnsanca gelişme stratejileri doğrultusunda; toplumun tüm nüfus kompozisyonunu oluşturan kesimleri tehdit eden bir sorun olarak ele alınması ve özellikle toplumun geleceği olan çocukların ve gençlerin insanca gelişme, yetişme, korunma ve katılım haklarının bir gereği olarak madde ticareti ve bağımlılığı ile mücadele edilmesi, tüm çocuklara ve gençlere, özellikle risk grubunda bulunanlara özel bakım, koruma ve yetişme hizmetlerinin ve gerekli tüm sosyal hizmetlerin sağlanması boyutları anlaşılmaktadır. Çocuk ve gençlerle ilgili tüm tarafların sorumluluk üstlenecek bilgi, bilinç düzeyine ulaştırılmaları, gerekli eğitim, destek, yardım, bakım çalışmalarının sağlanması, ulusal düzeyde ilgili tüm tarafların etkin katılımıyla ulusal güç birliğinin sağlanması ve eyleme dönüştürülmesi benimsenen stratejinin eyleme dönük bir zorunluluğudur. GENEL AMAÇLAR VE HEDEFLER Genel amaçlar ve hedefler: 1. Madde ticareti, madde kullanımı ve bağımlılığı ile mücadele konusu iç ve dış etkinliklerde öncelikli bir temel konu olmasını ulusal düzeyde gözetmek, 2. Ülkemizde arz ve talebin azaltılması için sistemli, bütüncül ve çok sektörlü bir ulusal yapının oluşturulmasına, dengeli ve sürdürülebilir bir mücadele gücünü geliştirmek, 3. Ulusal düzeyde mücadele çalışmalarına bilimsel yaklaşımlar ışığın- da objektif, geçerliliği ve güvenirliliği yüksek, ölçülebilir sonuçların alınmasına ve değerlendirme çalışmalarının yapılmasına temel olacak veri tabanının oluşturulmasını ve ulusal bilgi ağının güçlendirilmesini sağlamak, verilerin derleme, analizi ve yorumlanması ile elde edilen bulguların ulusal ve uluslararası düzeyde kullanılması doğrultusunda yaygınlaştırmak, 4. Madde kaçakçılığıyla savaş, madde kullanımı ve bağımlılığı için uluslararası düzeyde Birleşmiş Milletler çerçevesinde UNDCP, UNGASS düzeyinde benimsenen ilkeler doğrultusunda uluslararası işbirliği çalışmalarına katılmak,Avrupa Birliği sürecinde, Türkiye’ nin aday ülke olarak sergilediği çalışmalar içinde EMCDDA ve EUROPOL ile işbirliği çalışmalarını geliştirerek REITOX ağı içinde işlevsel olarak yer almak, 5. Ulusal strateji doğrultusunda koruyucu ve önleyici yaklaşımlar tüm nüfusa ve özellikle risk grubundaki hedef kitlelere ve onlarla ilgili tüm taraflara bilgilendirme yoluyla eğitim çalışmaları yapmak, 6. Çocukların ve gençlerin her yönden yetişmiş, bilinçli, sorumluluk sahibi, üretken, yaratıcı, çok yönlü ve nitelikli insanlar olarak yetiştirilmesi için, çocuk ve gençlik politikalarını güçlendirmek, bu doğrultuda çocuklara ve gençlere Türkiye çapında yaygın hizmetleri geliştirmek ve işlerlik kazandırmak, 7. Mücadele için gerçekleştirilecek ulusal eylem planı uygulamalarında mevcut kaynakları harekete geçirmek, etkili ve verimli kullanmak, ulusal ve uluslararası düzeyde kaynak- 15 Toplum ve Sosyal Hizmet ları harekete geçirerek ulusal eylem planının gerçekleştirilmesinde yeni kaynaklar oluşturmak, 8. Türkiye mücadele konusunda taraf olduğu uluslararası taahhütleri ulusal eylem planını geliştirme ve uygulama aşamalarında uygulamaya dönüştürmek, 9. Madde kaçakçılığı ile savaş, madde kullanımını önleme alanında ulusal ve uluslararası düzeyde sergilenen etkinliklerin bir devamı olarak yeni politika ve stratejiler ile ulusal eylem planını yeni bir meydan okuma hareketi olarak tanımlamaktır. UYGULAMAYA DÖNÜK AMAÇLAR VE HEDEFLER ‘’Türkiye Ulusal Eylem Planı’’nın uygulamaya yönelik somut amaç ve hedefleri: 1. Bilgi altyapısını ve ulusal bilgi ağını güçlendirmek, 2. Toplum sağlığını korumak ve geliştirmek, talebin azaltılmasını sağlamak ve madde kullanımını önlemek, 3. Eğitim ve bilgilendirme kampanyaları yoluyla bilinçlendirmeyi yükseltmek, 4. Toplumsal öncelikler doğrultusunda yapısal araştırmalar yapmak elde edilecek bulgular doğrultusunda öncelikleri saptayarak eylem programları geliştirmek, 5. Madde ve psikotrop maddelerin kaçakçılığıyla savaş için etkinlikler organize etmek, 6. Madde kaçakçılığını ve kullanımını önlemek için uluslararası düzey- 16 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 de çok yönlü etkinlikler gerçekleştirmek, Avrupa Birliği sürecinde gelişen işbirliğine dinamik, işlevsel ortak yararlar gözeten bir yapısallık kazandırmak, 7. Geliştirilen İl Eylem Planını yeni yaklaşım ve stratejiler doğrultusunda değerlendirip, geliştirerek uygulamak, 8. Ulusal Eylem Planı ile Türkiye’ deki mevcut yasal, idari ve kurumsal yapıları güçlendirmek, ulusal eylem kapasitelerini geliştirerek, kaçakçılığı ve kullanım önleyici yöntem ve teknikleri ilerletmektir. Ulusal çapta ve kentsel alanlarda koruma, önlemeye yönelik çalışmaların yeterlilik düzeyini arttırarak, önleyici koruyucu, eğitici, danışma, rehberlik verecek sosyal hizmet kurumlarının geliştirilmesini sağlamak tıbbi ve sosyal hizmet kurumlarının geliştirilmesini sağlamak tıbbi ve sosyal rehabilitasyon programlarını geliştirmek ulusal eylem planının önemli çıktıları olacaktır. ULUSAL EYLEM PLANI KAPSAMI Ulusal politika ve eylem çalışmalarıyla ilgili alt yapının ve ulusal bilgi ağını güçlendirilmesi, araştırma, eğitim ve hizmet çalışmalarının güçlendirilmesi için temel yaklaşımların oluşturulması, ulusal ve uluslar arası düzeylerde işbirliği anlayışının güçlendirilmesi öncelikli konulardır. Türkiye için toplum sağlığını korumak ve geliştirmek, talebin azaltılmasını sağlamak ve madde kullanımını önlemek öncelikli yaklaşımdır. Bu konularda temel oluşturacak açılımlar aşağıda sergilenmiştir. Cılga Bilgi Altyapısını ve Ulusal Bilgi Ağını Güçlendirmek 1. Türkiye’nin madde kaçakçılığı ve kullanımı ile mücadele konusundaki yeni yaklaşımı, geliştirilen politika ve stratejilerinde yer alan öngörüler doğrultusunda bilimsel ilkeler çerçevesinde gerçekçi ve geçerli model ve göstergeler aracılığıyla değerlendirme araştırmalarının yapılması, birikim ve deneyimlerden yararlanılması, iletişim ve yayım araçları ortamında kullanılabilir bilgi altyapısını güncelleştirmek, 2. Madde kaçakçılığını ve kullanımını önleme alanlarında çalışan bilimsel kurumların, bilim insanlarının, uygulayıcı kurum ve kuruluşlar ile görevli uzman ve diğer elemanların etkili ve verimli olarak yararlanabilmeleri ulusal bilgi ağını güçlendirmek, 3. AB sürecinde, EMCDDA ile işbirliği içinde; Türkiye’nin madde konusunda veri toplama, analiz etme, değerlendirme ve karşılaştırma süreç ve işlemlerine katkı verme kapasitesini güçlendirmek, 4. Madde kullanımının ve bağımlılığının halk sağlığına etkileri ve prevalansı konularında anahtar epidemolojik belirteçlerin Birlik Üyeleri arasında uyumunun sağlanmasına bilim ve uygulamadan elde edilen deneyimlerle katkıda bulunmak, REITOX ulusal odak noktalarının rollerinin geliştirilmesine yardımcı olarak bilgi ağı içinde dinamik, etkin, yapıcı ve geliştirici bir işlevsellik göstermek, 5. Türkiye’nin taraf ülke olarak REITOX ulusal odak noktaları ağı içinde gelecekte etkin bir konuma ulaşarak iş- birliği sürecinde; madde bağımlılığı sonuçları ile ilgili verilerin düzenli bir biçimde toplanmasına, analizine, elde edilen bilgilerin yayılmasına, veri karşılaştırma yöntemlerinin geliştirilmesine, ortak belirteçlerin kullanılmasına katkıda bulunmak, 6. Madde kullanımının önlenmesi ve talep azaltılmasına yönelik sistemli, bütüncü ve bilimsel etkinliklerin geliştirilerek fayda-maliyetinin arttırılmasına çaba göstermek, bu doğrultuda uluslararası düzeyde etkinlik gösteren kurum ve kuruluşlar ile karşılıklı ve etkili bir işbirliğine girmek temel yaklaşımdır. 7. EMCDDA ile ilişkilerin gelişim sürecinde, Merkezin izleme çalışmalarının tüm alanlarında; 2002–2004 yılları içinde geliştireceği etkinliklere, ulusal ve topluluk çapında strateji ve politika geliştirme çalışmalarına, madde arzının jeopolitiğine yönelik programlara, uluslararası sözleşme ve topluluk yasalarının uygulamaya dönüştürülmesine ve müktesebatın genişletilmesi çalışmalarına Türkiye taraf ülke olarak etkin katılacaktır. Toplum Sağlığını Korumak ve Geliştirmek, Talebin Azaltılmasını Sağlamak ve Madde Kullanımını Önlemek Türkiye için toplum sağlığını korumak ve geliştirmek, talebin azaltılmasını sağlamak ve madde kullanımını önlemek öncelikli yaklaşımdır. Bu yaklaşımın bileşenleri şunlardır: 1. Toplum sağlığının korunmasında disiplinler arası, çok sektörlü eğitim, araştırma ve hizmet üçgeninde birbirini tamamlayan ve geliştiren çalışmalara öncelik vermek, 17 Toplum ve Sosyal Hizmet 2. Ulusal düzeyde ve iller düzeyinde deneyimlerin paylaşılması, iller düzeyinde işlerliği olan kurumlar, uzmanlar ve uygulayıcılar arasında işlevsel bir iletişim ağının oluşturulmasını sağlamak, 3. Tüm toplumda ve özellikle risk grubuna giren çocuklar ve gençler düzeyinde; madde ve psikotrop ilaç kullanımında eğilimleri en aza indirmek, 4. Sigara ve alkol kullanımında erken yaşlarda başlama eğilimlerini önleyici çalışmalar sergileyerek 18 yaşın altındaki çocuklarda her türlü madde kullanma eğilimlerinde belirgin bir azalma sağlamak, 5. Çocukların ve gençlerin çocuk hakları sözleşmesi ilke ve standartlarına göre eğitim yoluyla, nitelikli, bilinçli, sorumluluk sahibi gençler olarak yetiştirilmesi olanaklarını kırsal ve kentsel alanlarda geliştirmek, 6. Gençlerin toplumsal yaşam içinde gelişme, katılım ve barış ilkeleri doğrultusunda yetiştirilmeleri için sosyal, kültürel, sportif, sanatsal aktivitelere katılma koşullarını geliştirmek için yasal, idari ve kurumsal önlemler alarak çocuklarda ve gençlerde bireysel ve toplumsal yaşamın güzelliğinin estetik bilim yoluyla kavranılması, paylaşma, dayanışma ve birlikte yapma olanaklarının geliştirilmesini sağlamak talebinin azaltılmasında öncelik verilecek uygulama öngörüleri geliştirmek, 7. Ergen ve gençler arasında bedensel, cinsel, sosyal ve kültürel gelişme vizyonlarının örgün ve yaygın eğitim içinde geliştirilmesi doğrultusunda, cinsel yolla bulaşan hasta- 18 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 lıklar, HIV/AIDS, Hepatit C gibi hastalıklar konularında bilgi ve bilincinin gelişmesine çaba göstermek, 8. Risk grubunda bulunan çocuklara ve gençlere götürülecek hizmetlerde karşılaşılan temel zorlukları aşmak için aşağıdaki çalışmalar gerçekleştirmek, 9. Madde kullanımını önleyecek en iyi uygulamaları tanımlamak, kentsel yapıda ve yaşanılan sosyal çevre içinde akran etkinliklerini yerinden yönetim ilkelerine göre gerçekleştirmek ve hedef gruplar için oluşturulan önleyici yaklaşımı, programı, proje ve uygulama modelini desteklemek, 10. İlköğretimden başlayarak üniversite eğitimi de dahil olmak üzere örgün ve yaygın eğitim kurumlarında okul-aile-öğretmen ve öğrenci işbirliği içinde çocukların ve gençlerin sorunlarına öğretmen, psikolog ve sosyal çalışmacı gibi uzmanlar yoluyla erken dönemde tanı konulması, destek, yardım, rehberlik hizmetleri yoluyla önleme çalışmalarının gerçekleştirilmesi için gerekli yasal idari ve kurumsal düzenlemeler gerçekleştirmek, 11.Madde bağımlılarının akut ve kronik aşamalarında tıbbi ve sosyal yönden rehabilitasyonlarının sağlanması, eski madde kullanıcılarının topluma yeniden kazandırılması için etkili bir sosyal rehabilitasyon sisteminin geliştirilmesi, bağımlılar ile eş ve çocuklarını da kapsayan topluma yeniden etkin katılımlarını sağlayacak sosyal destek ve koruma programlarının uygulamaya dönüştürülmesi, Cılga 12.Türkiye’ de iç ve dış göç süreçleri ile turizm hareketliliği içinde madde ticaretinin ve kullanımının önlenmesi için önleyici, koruyucu ve rehabilite edici çalışmaları geliştirmek, 13.Madde bağımlılarının tıbbi tedavileri sürecinde ‘’yerine koyma tedavisi’’nin daha kaliteli bir düzeye getirilmesi için eroine göre dört kat daha fazla bağımlı yapıcı özelliği olan methadone ve benzeri ilaçlar idame uygulamasının yapılması yanında, yeni uygulamalara geçilmesinin araştırılması, 14.Trafikte; sürücülerin sigarasız ve alkolsüz bilinçli sürücüler olarak yer alması için, alkollü araç kullanma eğiliminin önlenmesi için yaygın ve etkin çalışmalar gerçekleştirilmesi, 15.TCK kapsamında yasadışı madde kullanıcıların suçlu olarak ele alınması yaklaşımının yol açtığı sorunları gidermek için hasta olarak da kabul edilmeli ve tedavileri konusunda etkili önlemler alınması, 16.Hükümlülerin bulunduğu cezaevi ortamlarında madde kullanımı eğilimini önlemek ve bağımlılığı en aza indirgemek için gerekli psiko-sosyal çalışmalar geliştirilmesi, 17.Uçucu madde bağımlılığını önlemek için eğitim ve çalışma yaşamında bulunanlara koruyucu önlemlerin etkili olarak uygulanması sürdürülmesi, 18.Madde kullanımını önlemeye yönelik programların uygulanmasında; halk sağlığını destekleyen ve geliştiren programlar eşgüdüm içinde eşzamanlı olarak uygulanması, 19.Toplum sağlığını geliştiren, risk grubundaki çocuklar ve gençleri de kapsayan bedensel, zihinsel, duygusal ve sosyal sağlığı geliştirici programlar için yeni yaklaşım, ilke ve stratejiler belirlenecek, kaynakların etkin ve verimli kullanımı sağlanacaktır. Toplum sağlığını geliştirme politikaları uygulamalarında; sağlığı geliştirme için bilgiyi arttırmak, sağlığı tehdit eden koşullarda acil önlemleri almak ve sağlık göstergelerini toplumun sağlığını geliştirme ve hastalıkları önleme yaklaşımıyla uygun hareket etmek yoluyla çalışmaları bütünleştirmek gereklidir. Araştırma-Eğitim ve Hizmet Çalışmalarını Güçlendirmek Araştırma ve Hizmet Madde kullanım eğilimini azaltmak için gerçekleştirilecek değerlendirme araştırmalarında temel öncelikler şunlardır; 1. Gerçekçi ve geçerli göstergelere sahip toplumsal yapıya uygun modellerle tasarlanmış araştırma ve pilot projeleri desteklemek ve değerlendirmek, 2. Madde kullanımı eğilimlerinin ülke profilini ve risk gruplarını ortaya çıkaracak düzeylerde erken ve gerçekçi yollarla saptamak, önleme etkinliklerini değerlendirme araştırmalarının bulgularına göre yenilemek, 3. Daha etkin uygulama yaklaşımlarını ortaya koymak, önleme etkinlikleri ölçülebilir kriterler doğrultusunda gerçekleştirmek, etkinlikleri ulusal ve yerel düzeylerde ‘’etkinlik değerlendirme çalışmaları’’ ile ortak verilere dönüştürmek, 19 Toplum ve Sosyal Hizmet 4. Ulusal bilgi ağı içinde kullanıma sunmak, uluslararası kuruluşlar ve çalışmalar ile ulusal çalışmalar arasındaki bağlantıları karşılıklı olarak geliştirmek, yöneltmek ve yönlendirmek, 5.Avrupa Birliği sürecinde Birlik kurum ve kuruluşları ile üye ülkeler düzeyinde diyalogu, ortak çalışma kültürünü geliştirmek, 6. EMCDDA tarafından hazırlanan ‘’Önleme Projelerini Değerlendirme İlkeleri’’ ni göz önünde tutarak risk gruplarına ve hedef gruplara yönelik önleyici ve koruyucu bilgilendirme ve eğitim projeleri geliştirmek ve 7. Uluslararası ve bölgesel önleme çalışmalarını; uluslararası konjonktürde ülke yapılarında meydana gelen değişmeler açısından gözden geçirerek güçlendirmek, bilgi ağlarına süreklilik kazandıran parasal kaynakları harekete geçirmektir. Eğitim ve Hizmet Madde bağımlılığını önlemeye yönelik eğitim programlarını ülke düzeyinde nicel ve nitel yönlerden geliştirerek yaygınlaştırmak, eğitim yaklaşımlarında yenilikçi ve yaratıcı stratejilere yönelmek ve eğitim çalışmalarına bütünleyici ve tamamlayıcı topluma yönelik etkinlik mekanizmalarını harekete geçirmek önemlidir. Eğitim ve bilgilendirme kampanyaları yoluyla bilinçlendirmeyi yükseltmek için gerçekleştirilecek çalışmalarda; madde bağımlılığı konusunda eğitim materyali ve yöntemleri oluşturmak, geliştirmek yoluyla bilgiyi arttırmak, insanların madde karşısında bilinçli ve sorumlu bir yaklaşım geliştirme başarılarını arttırmak için değer, tutum ve davranış değişikliği yapmak öne çıkartılacaktır. Gençleri ve ailele- 20 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 ri eğitimin merkezinde ele almak madde kullanımı ile mücadele eğitiminin en önemli stratejisidir. Medya ve Eğitim Madde kaçakçılığını önleme çalışmalarında medyanın eğitici, bilgilendirici bir eğitim işlevini yerine getirmesi eğitim stratejisinin temelini oluşturur. Medyanın görsel ve yazı ortamlarında etkili olabilmesi için soruna medyanın yaklaşım geliştirmesi işlevlerinin birlikte tartışılarak güçlendirilmesi gereklidir. Yayın süreçlerinde ve kampanya dönemlerinde topluma verilecek mesajların amaç ve hedeflere uygun olarak belirlenmesi zorunludur. Medyanın olumsuz etkilerinin ortadan kaldırılması için tüm yayın kurumları ile etkili bir iletişime girilmesi, ulusal bilgi ağı içinde medyanın etkin bir rol oynaması sağlanmalıdır. Medya’ da ve internet ortamında önleyici programlar oluşturulması için ilgili kurumların proje çalışmalarını güçlendirmek önemlidir. İnternet gibi yeni iletişim sistemlerinin madde kötüye kullanımı, üretimi ve kaçakçılığında kullanma konusunda yasal, idari ve kurumsal önlemler almak, internet kullanıcılarını bilinçlendirmek gereklidir. Araştırma Öncelikleri Gerçekleştirilecek araştırmalarda öncelikler şunlar olmalıdır: 1. Madde kullanımı ya da madde kötüye kullanımı konusunda psikolojik, sosyal ve ekonomik faktörleri belirlemek, 2. Madde kötüye kullanımının uzun, orta ve kısa modellerde yol açacağı toplumsal sonuçların daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmak, Cılga 3. Daha etkili korunma, önleme, tedavi ve sosyal rehabilitasyon stratejilerinin geliştirilmesine ve yeni programların hazırlanmasına destek olmak, 4. Araştırmalarda yaşam kalitesinin yükseltilmesi, yaşam kaynaklarının etkin kullanımının sağlanması doğrultusunda; madde talebinin azaltılması ve tedavisine araştırma ve rehabilitasyon, morbidite, mortalite çalışmaları, tedavi sonuçları, eş, hastalık, davranış ve risk grupları gibi yapılandırılmış biyomedikal destek de dahil olmak üzere olan biyomedikal yaşam, madde kullanımı ve bağımlılığının sosyo-ekonomik ve sağlık yönünden ele alınmasına öncelik vermek, 5. Araştırmalarda çocuklar, gençler ve diğer duyarlı gruplar, madde kullanım modelleri, sosyal etkinlikler, madde kullanımı ve bağımlılığının ekonomik maliyeti önleme, çevresel belirleyiciler ve toplumsal algılama gibi konulara yer vermek ve fizyolojik belirleme, madde profilinin çıkartılması ve maddenin öncüllerinin, çözücülerinin biyolojik monitorizasyonunu ele almak, 6. Madde kullanımı ve sonuçları konularında politika modelleri oluşturma ve sosyo-ekonomik analizleri geliştirmek için Avrupa Bilgi Ağı çerçevesinde EMCDDA ile birlikte geliştirilecek çalışmalara temel oluşturan, katkıda bulunan ve göstergeleri güçlendiren niteliklere öncelik vermektir. Uluslararası İşbirliği ve Etkinlik Türkiye uluslararası işbirliğini aşağıda belirlenen temel ilkeler doğrultusunda geliştirmelidir: 1. Paylaşılmış sorumluluk, 2. Bütüncül, sistemci, disiplinler arası, çoğulcu ve dengeli bir yaklaşımın gerektirdiği sorumlulukla hareket etmek, madde kontrolünü ana gelişmesiyle bütünleştirmek, ülkelerin sosyo-ekonomik gelişme politikalarını destekleyen ve tamamlayan bir boyut olarak görmek, 3. Arz ve talebin azaltılmasında bütüncül, sistemci ve çok sektörlü yaklaşımla eğilmek, demokrasi ve insan hakları kültürü insanca gelişme politikaları doğrultusunda insan odaklı yaklaşımlarla sorunu ele almak, çok taraflı yaklaşımları desteklemek, geliştirmek ve uygulamaya dönüştürmek, 4. Birleşmiş Milletler düzeyinde Avrupa Birliği kapsamında ve diğer bölgesel oluşumlar ve ikili ilişkiler içinde Türkiye’ nin madde kaçakçılığı ve kullanımı ile mücadele gücünü uluslararası düzeyde ortaya koymak, 5. Türkiye’nin dünya devleti olarak uluslararası alanda politika oluşturma ve uygulama ortamına etkin katılımını sağlamak, tüm dünya’ da ve çok yönlü işbirliği ve ilişkiler içinde özgürlüğün, güvenliğin ve adaletin yaygınlaşmasına katkıda bulunmak ve uluslararası platformda yapıcı, geliştirici, yaratıcı, araştırmacı, üretken bir uluslararası diyalogun geliştirilmesine yardımcı olmak, 6. Türkiye’nin uluslararası düzeyde işbirliği yapmak ve ortak çalışma kapasitesini güçlendirerek barışın gelişmesine ortam hazırlamaktır. 21 Toplum ve Sosyal Hizmet KAYNAKÇA Commonwealth of Australia Ministerial Council on Drug Strategy. (1998) National Drug Strategic Framework 1998-99 to 2002-03, Building Partnerships, Strategy To Reduce the Harm Coused By Drugs In Our Community, Caberra. Council of the European Unicon. (2000) EU-Action Plan on Drugs 200-2004, Brussels. T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu. (1998) Uyuşturucu Madde Kullanımı ile Mücadele Takip ve Yönlendirme İçin Ulusal Politika ve Stratejiler Belgesi, Ankara. Europöische Geneinschalfen, (1998) Die Europöische Union im Kampf gegan Drogen, Luxemburg. Europöische Beobachtung stelle Für Drogen und Drogensucht. (2000) Jahresbericht über den Stand der Drogenproblematik in der Europöscher Union, Luxemburg. Ministry of Health. (1998) National Drug Policy, a National Drug Policy for New Zealand. 1998-2003, Wellington, New Zealand. Pompidou Group-Council of Europe and Jellied Con sultancy. (1998) Handbook Prevention, Alcohol, Drugs and. Tobacco, Jaap van der Stel (edit), Strasbourg. T.C. İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü. (2001) Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı 2001 Raporu, Ankara. United Notion Office for Drog Control and Crime Prevention. (1999) The Drug Nexus in Africa, Vienna. United Notions Office for Drug Control and Crime Prevention. (1999) Drug Abuse Rapıd Stuation Assessments and Responses, Vienna. UNDCP Regional office for South Asia. (1998) Drug Demand Reduction Report, New Delhi, India. (www.tubim.gov.tr) 22 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 İl Derleme AİLE ARABULUCULUĞU Family Mediation Sunay İL* * Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İda- ri Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü ÖZET Ülkemizde yasal anlamda son yıllarda gündeme gelen arabuluculuğun gelişmiş ülkelerde en az 30 yıllık bir geçmişi vardır. İngiltere’de 1970’li yılların sonlarına doğru başlayan uygulamaların, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kökleri daha da eskiye dayanmaktadır. Bu çalışmada, genelde insan ilişkilerinin, etkileşiminin olduğu her alanda uygulaması görülen arabuluculuğun, aile arabuluculuğu boyutu incelenmektedir. Çalışmanın kapsamını, aile arabuluculuğunun gerekçesi, kavramsal açıklamalar ve uygulama süreci oluşturmaktadır. Anahtar Sözcükler: Aile arabuluculuğu, boşanma arabuluculuğu, arabulucu ABSTRACT Although it has recently become a current legal issue in our country, mediation dates back to at least 30 years ago in developed countries. Mediation practice started around late 1970’s in Britain, and its origins in USA dates even before. This study examines the family mediation dimension of the phenomenon which is assumed to be implemented in every single field where human relations and interaction prevail. The study is comprised of the rationale of family mediation, conceptual explanations and the process of practice. Key Words: Family mediation, divorce mediation, mediator GİRİŞ Aile arabuluculuğu (family mediation) ayrılık ya da boşanma aşamasında olan çiftlerin aralarındaki anlaşmazlıkları tarafsız bir arabulucu (mediator) yardımıyla çözümleyerek mahkeme süreci öncesinde ortak bir uzlaşmaya varabilmelerini sağlamaya yönelik bir uygulamadır. Kuşkusuz bireylerin maddi manevi yatırım yaptıkları, karşılıklı taahhütlerde bulundukları bir ilişkinin sonlanması, taraflar açısından oldukça travmatik bir yaşam deneyimidir. Yaşanan travma, ilişkinin niteliği, derinliği, sonlanma nedenleri gibi pek çok faktöre bağlı olarak bireyler açısından farklı düzeylerde deneyimlenmesine rağmen, genelde tüm aile üyeleri için olumsuz bir atmosfer yaratır. Boşanma sürecinde bireyler bir yandan mevcut olumsuzluklarla baş etmeye çalışırken aynı zamanda gelecekteki yaşam planlarıyla ilgili kararlar almak ve doyum sağlamayı umdukları yeni yaşam biçimlerini oluşturmak durumundadırlar. Dolayısıyla yaşanan ikilem öncelikle her birey için başlı başına bir çelişki yaratır. Bu aşamada tarafların birbirlerine yönelik hissettikleri negatif duy- 23 Toplum ve Sosyal Hizmet gular, özünde bireysel beklentilere dayanan ancak eğer varsa çocuklarla ilgili konular gibi ortak paydayı oluşturan durumları da gözetmeyi gerektiren yaşam planları konusunda, uzlaşmayı sıkıntıya sokan bir yapıyı üretmektedir. Başka bir deyişle tarafların içinde bulundukları duygu durumları nedeniyle objektif ve rasyonel kararlar alıp ortak yararlarını gözetecek bir uzlaşma noktasına varabilmeyi yardımsız gerçekleştirebilmeleri zayıf bir olasılıktır. Geleneksel olarak anlaşmazlıkları nedeniyle boşanma sürecinde olan çiftlere bazen bir akraba veya saygın bir arkadaş gibi bireyler yardımcı olmaya çalışabilir. Söz konusu girişimler yeterince objektif, yeterince etkili yani başarılı olduğunda olumlu sonuçlar da elde edilebilir. Böylesi bir destekten yoksun olma veya verilen destek ile sonuç alınamaması durumlarında yine başka bir geleneksel yol, hukuki sürecin işletilerek avukatlar aracılığıyla çözüm aranmasıdır. Avukatlar mesleki donanımlarının doğası gereği müvekkillerinin yararı doğrultusunda yaklaşımlarda bulunurlar. Dolayısıyla tarafların, ortak yararlarını içeren bir uzlaşma noktasına doğrudan iletişim kurmaksızın aracılar (avukatları) yoluyla varmaları pek olanaklı görünmemektedir. Öte yandan yine bu sürecin doğası gereği “daha başarılı avukatlar” taraflardan birinin kendini mağdur konumunda hissetmesine neden olabilmektedir. Boşanma konusu mahkeme sürecine intikal ettiğinde hakimler son kararı verirler ve taraflar bu karara uymak zorundadır. Ancak mahkeme sürecinde alınan kararlar, tarafların gerek bireysel gerekse ortak beklentilerinin karşılanması konusunda her zaman yeterli olamamaktadır. Bunun nedeni karar alma sürecine 24 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 tarafların, bireysel katılımları söz konusu olmadığından, doğrudan iletişim kurarak kendilerini, duygu ve beklentilerini ifade etme fırsatından yoksun olmalarıdır. Dolayısıyla aile arabuluculuğu, boşanma sürecinde tarafların ortak uzlaşmasına dayalı bir anlaşmanın sağlanabilmesi için yeni bir müdahale biçimi olarak gündeme gelmiştir. Aile Arabuluculuğu Nedir? İlgili literatürde yapılan tanımlar değerlendirildiğinde arabuluculuğun, genelde farklı düşündükleri için çözüm arayışı/uzlaşma gereksinimi olan taraflar için özel ya da genel insan ilişkilerinin, etkileşimlerinin olduğu her alanda yaygın bir müdahale biçimi olarak kullanıldığı görülmektedir (Zastrow, 1995: 19; Tomanbay, 1999: 16; Barker, 1999: 295; Rubinson, 2004: 847; Dewees, 2006: 156-157). Arabuluculuk aile içi ilişkiler alanında olabildiği gibi iş dünyasında da tarafların uzlaşma gereksinimi olduğunda kullanılan bir yaklaşımdır (Hahn and Kleist, 2000: 165; Raisfeld, 2007:30). Aynı hedef kitleye yönelik uygulamalar gelişmiş ülkelerde boşanma arabuluculuğu (divorce mediation) olarak da tanımlanmaktadır. Çalışmamızda aile arabuluculuğu ile aynı zamanda boşanma arabuluculuğu kapsamındaki uygulamalar kastedilmektedir. Herhangi bir nedenle ailenin parçalanması durumunda hem bireysel hem de ortak alanlarda tüm üyeler için yeni bir yaşam planının oluşturulması gereksinimi ortaya çıkmaktadır. Çalışmanın giriş bölümünde değinildiği gibi yaşanan sürecin özel koşulları gereği bu dönemde bireylerin gerçekten özel bir desteğe ihtiyaçları vardır. Aile arabuluculuğu ile en genelde bu özel desteğin tarafsız İl bir arabulucu (mediator) kanalıyla verilmesi ve konu mahkeme sürecine intikal etmeden tarafların anlaşmazlık konularını çözümleyerek ortak yararlarını gözeten dolayısıyla bireysel beklentilerini olabildiğince karşılayan bir uzlaşma noktasına varabilmeleri hedeflenmektedir (Weingarten,1986,195;Parsons and Cox,1989, 124; Jessani and James,2006,180 ; Roberts,2008,7) Aile arabuluculuğu uygulamada oldukça zorlu bir süreçtir. Ailevi sorunların çeşitliliği ve konunun çok yönlülüğü düşünüldüğünde sürecin zorlu olması olağandır. Buna rağmen gelişmiş ülkelerde alanda pek çok başarılı uygulama örneğinin olmasının nedeni sürecin özgün bir profesyonel yaklaşımla kurgulanmasından kaynaklanmaktadır (Kelly, 2004: 28). Stuart ve Jacobsen, taraflar arasındaki iletişimsizliğin boşanmaya katkıda bulunduğunu, ancak boşanma sürecinde arabuluculuk yoluyla sağlanan ve geliştirilen iletişim becerisinin uzlaşmayı sağlamayı garantilemesini paradox olarak nitelemektedir ( Stuart and Jacobsen, 1986-87: 79-80; aktaran Severson and Bankston, 1995: 683). Dolayısıyla konuyu incelerken öncelikle iyi bir iletişim atmosferine dayalı başarılı bir uygulama için gerekli koşullar ele alınacak daha sonra süreç, kapsam, uygulama ve avantajları bağlamında gözden geçirilecektir. Başarılı Bir Sürecin Önkoşulları Nelerdir? Aile arabuluculuğu gönüllü, güvenli işbirliğine dayalı bir süreçtir. Boşanmış ya da boşanma sürecinde olan çiftler bu uygulamadan yararlanabilirler. Ancak sürecin etkili olabilmesi için hem taraflar hem de arabuluculuk rolünü üstlenen bireyler açısından bazı koşullar gereklidir. Konuya arabuluculuk rolü açısından bakıldığında, aile arabuluculuğu sorumluluğunu üstlenme durumunda olan bireylerin öncelikle aile yaşamı, boşanma ve ailenin yeniden yapılandırılması, iletişim ve görüşme teknikleri konularında arabuluculuk özel eğitimi almış olmaları gerekmektedir. Aile arabuluculuğu bir aile danışmanlığı veya terapisi süreci olmadığından sadece belirli meslek gruplarının üstlenebileceği bir sorumluluk olarak tanımlanmamaktadır. Dolayısıyla ilgili özel eğitimi alan bireyler aile arabuluculuğu yapabilirler (Katz, 2006: 94). Arabulucunun tarafsız, esnek, güvenilir ve tarafların gönüllü katılımını önemseyen bir yaklaşıma sahip olması beklenmektedir (Roberts, 2008: 10). Bu çerçevede arabuluculuk rolünün uygulama sürecindeki kapsamını aşağıdaki unsurlar oluşturmaktadır; Taraflar açısından güvenli ve destekleyici bir atmosfer yaratır. Tarafsız önyargısız ve yargılamadan davranır. Görüşmelerin anlamlı ve yapıcı bir süreç izlemesini sağlar. Yapılandırılmış bir çerçevede taraflar arasında bilgi alışverişini yönlendirir. Taraflara kendilerini, birbirlerini anlama ve gereksinimlerini belirlemelerinde yardımcı olur. Tarafların kendilerini ifade edebilmelerini, duygu ve düşüncelerini paylaşabilmelerini sağlar. Taraflara, uzlaşmalarını engelleyen zorlu duygusal konularla başetmelerinde yardımcı olur. 25 Toplum ve Sosyal Hizmet Taraflardan birinin baskın olma veya diğerini istismar etme eğilimleri söz konusu olduğunda gerekli müdahaleleri yapar. Tarafların kişisel ve ortak yararlarını gözeten kararlar alabilmelerini sağlar. Taraflara bilgiye dayalı kararlar alabilmeleri için resmi bilgiler verebilir veya bilgiye ulaşabilmelerini sağlar. Tarafların bireysel haklarını koruma işlevi olmadığı gibi en uygun seçeneğin ne olduğuna ilişkin de öneride bulunmaz ( Taylor, 1997: 215-236; Bagshaw, 1999: 395-397; Roberts, 2005: 510; Sullivan, 2005: 117; Katz, 2006: 94; Roberts, 2008: 9-10). Arabulucunun devreye girmesiyle taraflar arasında yeniden bir etkileşim ve iletişim süreci başlar. Dolayısıyla konuya taraflar açısından bakıldığında da arabuluculuk sürecinin yararlı olabilmesi için bazı koşulların sağlanmış olması gerekmektedir. Öncelikle tarafların bu aşamadaki duygu durumlarının değerlendirilmesi, sürece yönelik olası yansımaların öngörülmesi açısından önem taşımaktadır. Aksi halde aile arabuluculuğu gerçekleşemeyebilir. Aile arabuluculuğu süreci doğası gereği gönüllülük esasına dayandığı için öncelikle tarafların yüz yüze iletişime ve işbirliğine gönüllü olmaları gerekmektedir (Katz, 2006: 106). Bazen bireyler değil konuşmak birbirlerinin yüzünü bile görmeye katlanamaz durumda olabilirler. Öte yandan süreç içinde duygusal anlamda zorlanacakları ve çözüm üretme konusunda başarılı olamayacakları duygusuna kapılmış olabilirler (Favaloro, 1998: 102). Aslında boşanma süreci veya sonrasında tarafların birbirlerine karşı olumsuz duygular 26 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 içinde olmaları beklenen bir durumdur. Ancak tarafların arabulucu yardımıyla bu duygularıyla başetmeyi göze almaları ve sürecin gerektirdiği gönüllü katılımı sağlamayı taahhüt etmeleri önemlidir. Çiftlerin arabuluculuk uygulamasına ilişkin bilgilendirilmeleri, sürece arzu edilen düzeyde katılımlarını kolaylaştırmaktadır (Amundson and Fong, 1993: 201; aktaran Favaloro, 1998: 102). Aile arabuluculuğunda tarafların, kişisel beklentileri ve ortak yararları doğrultusunda kararlar alarak uzlaşmaları beklendiğinden, bireylerin karar verme yeterliliğine sahip olmaları bir başka ön koşulu oluşturmaktadır. Süreç içinde taraflara karar verme özerkliği tanınırken beklenen, onların birbirlerine saygılı ve olgun birer yetişkin olarak davranmalarıdır. Ancak kişilik özellikleriyle bağlantılı olarak bencil tutum ve davranışlar, karşı tarafı istismar etme eğilimleri veya tümüyle kişisel olarak karar verme yetisinin sınırlı olması gibi nedenlerle eşitsizlik söz konusu olabilir. Dolayısıyla arabuluculuk sürecinin başlangıcında çiftlerin karar verme yetileri değerlendirilmeli ve bu sorumluluğu üstlenecekleri vurgulanmalıdır. Karar verme konusunda her iki tarafın da yetkin olduğu ancak - özellikle aile bireylerinden birinin, şiddet ve istismar nedeniyle tehdit veya baskı altında olma durumunda- müzakere güçlerinin eşit olmaması yine arabuluculuk sürecini sabote edecek bir konudur. Bu bağlamda tarafların müzakere gücü eşitliğinin sağlanması üçüncü önemli ön koşulu gündeme getirmektedir (Roberts, 2005: 515; Roberts, 2008: 10-12). Sonuç olarak aile arabuluculuğu sürecinin başarısı hem arabulucu hem de İl taraflar açısından bazı koşullara bağlıdır. Ancak taraflar açısından tanımlanan konuların değerlendirilmesi ve sağlanmasının da bir anlamda arabulucunun sorumluluğunda olduğu dikkati çekmektedir. Arabuluculuk rolüne atfedilen çok yönlü sorumlulukların niteliği değerlendirildiğinde, sürecin mekanik bir hakemlik gibi algılanması söz konusu olabilir. Ancak gerçekte yaşanan arabulucuların özel bir eğitimle kazandıkları donanımın empatik ve insani bir yaklaşımla sürece yansıtılmasıdır. Aile Arabuluculuğu Sürecinin Kapsamı Nedir? Aile arabuluculuğu sürecinde müzakere edilecek konuların kapsamını tarafların uzlaşma gereksinimi duydukları her şey oluşturabilir. İlgili literatür incelendiğinde uzlaşma gereksinimi olabilecek konuların dar ya da geniş kapsamlı olarak listelendiği görülmektedir. Bu çalışmada ifade edilen uzlaşma konularının belirli alt başlıklarda gruplanması tercih edilmiştir. Arabuluculuk sürecinden yararlanabilecek tarafların durumları düşünüldüğünde boşanma sürecinin ne zaman ve nasıl gerçekleşeceği ilk müzakere konusunu oluşturmaktadır (Bagshaw, 1999: 395). Boşanma kararı tarafların ortak kararı olduğunda uzlaşmanın daha kolay olabileceği varsayılabilir. Aksi halde ise tarafların işbirliğine dayalı bir katılım sağlamaları güçleşebilir. Sürecin başlangıç aşamasında tarafların ilişki ve etkileşimlerini yeniden yapılandırmaya olabildiğince hazır olmaları daha detaylı konularda karar vermelerini kolaylaştıracaktır. Aile yaşamının yeniden yapılandırılması sürecinde iki temel odağı eşlerarası ve (varsa) çocuklarla olan ilişkiler oluşturmaktadır. Başka bir deyişle ailenin parçalanması durumunda eşlerin birbirleriyle ilgili ve ebeveynlik sorumluluklarıyla ilgili uzlaşma gereksinimleri olmaktadır. Kuşkusuz her iki sorumluluk alanı birbiriyle bağlantılı ve etkileşimlidir. Ancak çocuklar söz konusu olduğunda ebeveynlik sorumluluklarının daha ön planda olması nedeniyle diğer boyutun ihmal edilmesi olasılığına karşılık böyle bir sınıflama tercih edilmiştir. Bu düşünce tarzının gerekçesini ise sağlıklı bir biçimde yeniden yapılandırılan eşler arası ilişkilerin, sağlıklı ve sürekliliği olan ebeveynlik sorumluluklarının garantisi olacağına olan inancımız oluşturmaktadır. Aksi halde mutsuz bireyler yaşamları boyu olumsuz duygularını ebeveynlik sorumluluklarına yansıtabilirler. Dolayısıyla arabuluculuk süreci taraflara, eski eşler olarak ilişkilerinin ve devam eden ebeveynlik sorumluluklarının niteliğine ilişkin rasyonel ve yapıcı kararlar alma fırsatı vermektedir. Bu bağlamda eşlerarası ilişkiler kapsamında genel uzlaşma konularını; Bağlantı düzenlemeleri, (Eşlerarası iletişim ve etkileşimin planlanması) Bakım konuları, (Bakıma muhtaç yaşlı, hasta aile üyeleri ile ilgili düzenlemeler) Mali konular, (Eşlerin desteklenme gereksinimi olduğunda ilgili düzenlemeler) Mal paylaşımı, (Edinilmiş olan malların uygun biçimde paylaşımı) Diğer özel konular oluşturmaktadır. Ebeveynlik sorumluluklarıyla ilgili uzlaşma konularını ise; 27 Toplum ve Sosyal Hizmet Çocuğun/çocukların desteklenmesi, Çocuğun/çocukların hangi ebeveyn ile kalacaklarına karar verilmesi, Çocuğun/çocukların ebeveyni ile iletişim ve etkileşimlerine ilişkin düzenlemeler, Çocuğun/çocukların eğitim sürecine ilişkin düzenlemeler, Tatil sürecine ilişkin düzenlemeler, Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 lar birlikte katılırlar ve her birey kendini ifade etme hakkını kullanır. Aile arabuluculuğu sürecinde genelde 3-6 seans görüşme yapılarak sonuca ulaşılmaktadır. Kaç görüşmede hedefe ulaşılacağı; Arabuluculuk konularının yoğunluğuna, Tarafların duygu ve çelişkilerinin yoğunluğuna, Diğer özel konular, Taraflar arasındaki uzlaşmazlık konularının yoğunluğuna, oluşturmaktadır (Mantle and Critchley, 2004: 1165-1167). Taraflar arasındaki etkileşim, iletişim ve işbirliğinin düzeyine, Aile Arabuluculuğu Süreci Nasıl İşler? Aile arabuluculuğu, sorunlarına barışçıl, pozitif çözümler üretmeyi arzu eden, uzlaşmazlık konularını çocukları ve kendi adına müzakere edebileceğine inanan, samimiyet ve işbirliği sergilemeye gönüllü olup karşı taraf ile saygın bir ilişkiyi sürdürmeye kararlı olan bireylerin yararlanabileceği bir süreçtir. Dolayısıyla tarafların ayrı ayrı başvuruda bulunarak arabuluculuk sürecinden yararlanmak istediklerini ifade etmeleri ve arabulucunun seçiminde de uzlaşmış olmaları gerekmektedir (Severson and Bankston, 1995: 684). Uzlaşma gereksiniminde olan aile üyeleri, tercih ettikleri arabulucu tarafından organize edilen, gizlilik ilkesinin gözetildiği, bilginin paylaşıldığı ve çözüm alternatiflerinin tartışıldığı görüşmelere katılırlar. Süreç içinde gereksinim duyulan bilgi ve belgelerin edinilerek paylaşılması ile müzakere edilecek konuların netleştirilmesi için arabulucu yardımcı olur. Her biri maksimum bir saat olarak planlanan görüşmelere taraf- 28 Çocukların ya da diğer aile üyelerinin sürece dâhil olup olmamasına bağlıdır. Süreç içinde gereksinim duyulduğu takdirde arabulucunun yönlendirmesiyle taraflar bireysel olarak avukatlarıyla ya da diğer profesyoneller ile görüşüp danışmanlık alabilirler. Önemli olan arabuluculuk sürecinde ortak bir uzlaşma noktasına varabilecekleri kararları alabilme yeterliliğini hissetmeleridir. Bu anlamda danışmanlık ya da terapötik desteğin tarafların duygusal dalgalanmalarını azaltarak müzakere sürecine daha aktif katılmalarını sağlayabileceği üzerinde durulmaktadır (Haynes ve diğerleri, 2004: 8; Roberts, 2008: 4). Aile Arabuluculuğunun Avantajları Nelerdir? Aile arabuluculuğu görüşmeleri başladığında tarafların bir arabulucu karşısında buluşmalarıyla aralarında yeni bir iletişim ve etkileşim süreci başlar. Bu süreçte tarafların karar verme sorumluluğunu üstlenmelerine dayalı hümanist yaklaşımlar temel alınmaktadır (Roberts, 2008:1). Bu bağlamda aile arabuluculuğunun avantajları değer- İl lendirildiğinde aşağıda sıralanan unsurlar göze çarpmaktadır. Geleceğe yönelik ilişkiler geliştirilir: Taraflar, yeni bir başlangıç yapma ve bunu geliştirme şansına sahip olurlar. Fırsatların yapıcı bir yaklaşımla kullanılabilmesi olumlu bir etkileşimi ve sürekliliğini sağlar. Tüm konular gözden geçirilir, keşfedilir: Arabulucu gerçek konuların keşfedilmesine ve adil bir biçimde değerlendirilmesine yardımcı olur. Önceden öngörülmeyen konular gündeme gelebilir. Süreç basit ve sadedir: Arabuluculuk süreci resmi bir nitelik taşımamaktadır. Her şey apaçık ortadadır. Bu yönüyle güven vericidir ve taraflar üzerinde herhangi bir baskı yaratılmamaktadır. Kontrol tarafların elindedir: Arabuluculuk sürecinin kontrolü tümüyle tarafların elindedir. Gönüllü bir katılım olduğundan hukuki baskı olmaksızın uzlaşma noktasına gelinir. Süreç istenildiği zaman durdurulabilir. Süreç esnek bir yapıdadır: Her bir özel durum için özgün çözümler müzakere edilir. Hem arabulucu hem de taraflar açısından rol esnekliği, maksimum düzeyde önemsenir. Zaman kazandırır: Arabuluculuk uygulamasının en önemli tercih edilme nedenlerindendir.Taraflara yüklü yoğun resmi süreçlerden uzak olma fırsatı verir. Mahkeme tarihleri beklenmediğinden zaman kaybı olmaz. Mali avantaj sunar: Aile arabuluculuğunun maliyeti özellikle resmi mahkeme süreçleriyle kıyaslandığında minimum düzeydedir. İki avukat yerine bir arabulucu yeterlidir. Eğer mali açıdan sıkıntı söz konusu olursa taraflar destek talep edebilirler. Süreç güvenlidir: Tartışmalar mahkemede herkesin önünde değil, özel ofiste gerçekleştiğinden taraflar kendilerini rahat hissederler. İzlenmesi gereken zorunlu süreçler olmadığı gibi açıklanan bilgiler gizli kalır. Paylaşılan konuların kısmen ya da tümüyle mahkeme sürecine yansıtılması kararı ancak tarafların ortak isteğine bağlıdır. Daha etkilidir: Arabulucu oldukça geniş bir seçenek yelpazesi sunar; tarafların önemli gördükleri konu ve duygularını açıklamalarını ifade etmelerini sağlar; güven, anlayış kabul ve işbirliğini geliştirir. Tarafların avukatlar aracılığıyla değil doğrudan iletişim kurmaları nedeniyle, daha sağlıklı ve doyurucu bir etkileşim gerçekleşmektedir. Aile arabuluculuğu sürecinde geçmişi yargılamak yerine gelecek planları üzerinde odaklanılmaktadır; dolayısıyla rekabet değil işbirliği teşvik edilir. Böylece boşanma sonrasında tarafların uzlaşmalarından mutlu olmaları sağlanır (Parsons and Cox, 1989: 124; Roberts, 2008: 10-12). Değerlendirme ve Sonuç Aile arabuluculuğu gelişmiş ülkelerde köklü bir geçmişi olan profesyonel bir uygulamadır. Bu çalışmada insani etkileşimlerde uzlaşma gereksinimi olan çok farklı alanlarda alternatif bir müdahale biçimi olarak kullanılan yaklaşımın, aile arabuluculuğu boyutu en yalın haliyle açıklanmaya çalışılmıştır. Kuşkusuz aile arabuluculuğu konusunda tartışılması gereken daha ayrıntılı yönler mevcuttur. Konuya ilgili disiplinlerin (yardım edici disiplinler veya hukuksal) bakış açısı, hedef kitlenin hem arabulucular hem hizmet alanlar yönünden açılımı ve arabuluculuk müdahalesine iliş- 29 Toplum ve Sosyal Hizmet kin farklı uygulama biçimleri gibi konular ayrı ayrı ele alınması gereken makale konularıdır. Konunun sosyal hizmet açısından değerlendirilmesi de bu çalışmadaki temel bilgiler referans verilerek izleyen çalışmalarda ayrıntılarıyla ele alınacaktır. Arabuluculuk rolünü mesleki rol ve işlevleri kapsamında barındıran sosyal hizmet uzmanlarının aile arabuluculuğu yapabilme yeterliği ile ilgili literatürde farklı görüşler mevcuttur. Yapılan incelemede uygulamanın özgün boyutları vurgulanarak işlevsel bir yaklaşım olduğu kanısına varılmıştır. Başka bir deyişle gelişmiş ülke örneklerinde olduğu gibi ülkemizde de alternatif bir müdahale biçimi olarak değerlendirilebilir. Sürecin vurgulanması gereken önemli bir boyutu bilgi ve beceriye dayalı profesyonel bir müdahale olmasıdır. Dolayısıyla “kimlerin nasıl bir eğitim sürecinden yararlanarak?” bu sorumluluğu üstlenebileceği konusu meslek şovenizminin ötesinde titizlikle değerlendirilmesi gereken bir konudur. Ülkemizdeki aile yapısı, kültürel yapı, boşanma aşamasında olan bireylerin içinde bulunduğu duygu durumları gibi faktörlerin ön planda tutulması, eğitim sürecinde kazanılması gereken bilgi ve beceri kapsamını şekillendirmede yardımcı olacaktır. Öte yandan aile arabuluculuğunun bir aile danışmanlığı ya da terapisi süreci olmadığı özel olarak vurgulanan bir boyuttur. Bu bağlamda sürecin sadece belirli yardım edici disiplinlerin tekelinde bir uygulama olarak tanımlanmaması gerekmektedir. Metinde açıklandığı gibi gereksinim duyulduğunda taraflar danışmanlık desteğini süreç içinde alabilirler. 30 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 Doğası gereği aile arabuluculuğu süreci salt hukuki bir süreç de değildir. Aksine hukuki süreçlere alternatif olarak geliştirilmiştir. Bu nedenle arabuluculuğun en uygun biçimde avukatlar tarafından yapılabileceği görüşü de desteklenmemektedir. Özel eğitim alarak avukatlar aile arabuluculuğu yapabildiği gibi yine süreç içinde gereksinim duyulduğunda taraflar hukuki yardım alabilirler. Yukarıda ifade edilen konular ülkemizde aile arabuluculuğu ile ilgili güncel tartışma konularını oluşturmaktadır. Çalışmamızda aile arabuluculuğunun genel hatlarıyla ele alınması söz konusu tartışmalara ışık tutmayı amaçlamıştır. Sonuç olarak aile arabuluculuğunun bir tartışma süreci hakemliğinde öte anlam taşıdığı, her yönüyle özgün ve profesyonel bir uygulama olduğu vurgulanabilir. Arabuluculuk sorumluluğunu üstlenme konusunda da tüm disiplinlerin konuya objektif ve profesyonel bakış açısıyla yaklaşmaları gereği de vurgulanması gereken bir başka boyutu gündeme getirmektedir. KAYNAKÇA Amundson, J.K. and Fong, L.S. (1993) “She Prefers Her Aesthetics;He Prefers His Pragmatics:A Response to Roberts and Haynes”, Mediation Quarterly, 11(2) 199205 in Favaloro, G.J. (1998) “Mediation: A Family Therapy Technique?”, Mediation Quarterly, 16(1) 101-108. Bagshaw, D. (1999) “Developing Family Mediation Standarts: An Australian Experience”, Mediation Quarterly, 16(4) 389-406. Barker,R.L. (1999) The Social Work Dictionary. United States of America: NASW Press. Dewees, M. (2006) Contemporary Social Work Practice. New York: Mc Graw-Hill Publication. İl Favaloro, G.J. (1998) “Mediation: A Family Therapy Technique?”, Mediation Quarterly, 16(1) 101-108. Hahn, R.A. and Kleist, D.M. (2000) “Divorce Mediation:Research and Implications for Family and Couples Counseling”, The Family Journal:Counseling and Therapy for Couples and Families, 8(2) 165-171. Haynes, J.M., Haynes,G.L., Fong, L.S. (2004) Mediation United States of America: State University of New York Press. Jessani, A.D. and James, L.(2006) “Mediators and Parenting Coordinators: Comparing and Contrasting 20 Questions/40 Answers”,American Journal of Family Law.20(3) 180-186. Katz, E. (2006) “A Family Perspective on Mediation”, Family Process, 46(1) 93-107. Kelly, J.B. (2004) “Family Mediation Research: Is there Emprical Support fort he Field?”, Conflict Resolution Quarterly, 22(1-2) 3-35. Mantle, G. And Critchley, A. (2004) “Social Work and Child-centered Family Court Mediation”, British Journal of Social Work, 34(8) 1161-1172. Mosten, F.S. (2004) “Institutionalization of Mediation”, Family Court Review, 42(2) 292-303. Rubinson, R. (2004) “Client Counseling, Mediation,and Alternative Narratives of Dispute Resolution”, Clinical Law Review, 10(833) 833-853 Severson, M.M. and Bankston, T.V. (1995) “Social Work and the Pursuit of justice Through Mediation”, Social Work, 40(5) 683-691 Stuart,R.B. and Jacobsen, B. (1986-87) “Principles of Divorce Mediation:A Social Learning Theory Approach”, Mediation Quarterly, 14-15,71-85 in Severson, M.M. and Bankston, T.V. (1995) “Social Work and the Pursuit of justice Through Mediation”, Social Work, 40(5) 684. Sullivan, P.L. (2005) “Culture, Divorce, and Family Mediation in Hong Kong” ,Family Court Review,43(1) 109-123. Taylor, A. (1997) “Concepts of Neutrality in Family Mediation:Contexts, Ethics, Influence, and Transformative Process”, Mediation Quarterly, 14(3) 215-236. Tomanbay, İ. (1999) Sosyal Çalışma Sözlüğü.Ankara: Selvi Yayınevi. Weingarten, H.R. (1986) “Strategic Planning for Divorce Mediation”, Social Work, May-June 194-200. Zastrow,C. (1995) The Practice of Social Work. California: Brooks/Cole Publishing Company. Parsons, R.J. and Cox, E.O. (1989) “Family Mediation in Elder Caregiving Decisions:An Empowerment Intervention”, Social Work, 34(2) 122-126. Raisfeld, R.D. (2007) “How Mediation Works:A Guide to Effective Use of ADR”, Employee Relations Law Journal, 33(2) 3041. Roberts, M. (2005) “Family Mediation:The development of the Regulatory Framework in the United Kingdom”, Conflict Resolution Quarterly, 22(4) 509-526. Roberts, M. (2008) Mediation in Family Disputes.England: Ashgate Publishing Limited. 31 Baykara Acar Araştırma GRUP ÇALIŞMASININ CİNSEL SUÇTAN HÜKÜMLÜ ÇOCUKLARIN SOSYAL İLİŞKİ, EMPATİK BECERİ VE BENLİK SAYGISINA ETKİSİ The Effect of Group Work on the Level of Self Esteem, Emphatic Skills and Social Relationships of Convicted Young Sexual Offenders Yüksel BAYKARA ACAR* * Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İda- ri Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü ÖZET Bu araştırma, çocuklara özgü bir ıslah kuruluşunda cinsel suçtan hükümlü çocuklarla yapılmıştır. Araştırmada, grup çalışmasının cinsel suçtan hükümlü çocukların benlik saygısı, empatik beceri ve sosyal ilişki düzeylerine etkisi belirlenmek istenmiştir. Araştırmaya deney ve kontrol grubu olmak üzere 24 cinsel suçtan hükümlü çocuk dâhil edilmiştir. Deney grubundaki çocuklar ile 12 hafta süre ile grup çalışması yapılmıştır. Araştırma sonucunda grup çalışması deneyimi yaşamış deney grubundaki cinsel suçtan hükümlü çocukların sosyal ilişki düzeylerinin kendi içinde anlamlı düzeyde artış gösterdiği, benlik saygısı ve empatik becerilerinin ise istatistiksel açıdan anlamlı olmasa da kontrol grubundaki çocuklara göre artış gösterdiği belirlenmiştir. Anahtar Sözcükler: Cinsel suç, sosyal hizmet, grup çalışması, benlik saygısı, empatik beceri, sosyal ilişki ABSTRACT This research has been conducted with convicted young sexual offenders in a reformatory for children. The research tries to determine the effects of group work on self-esteem, empathic skills and social relationship levels of convicted children. The study population consists of twenty-four (24) convicted young sexual offenders (12 in control group, 12 in treatment group). A group work has been performed with the children in the treatment group during twelve (12) weeks. Research results indicate that there is a meaningful increase in the level of social relationships of children in the treatment group who had group work experience. The data also reveals that although there is no statistically meaningful increase in the levels of self-esteem and emphatic skills of children in the treatment group, the scores of the children in the treatment group are higher than those in the control group. Key Words: Sexual offence, social work, group work, self-esteem, empathic skills, social relationship. GİRİŞ Çocukların yöneldiği suçlardan biri olarak cinsel suçlarda özellikle yurt dışında son yıllarda artış görülmektedir. Bu 33 Toplum ve Sosyal Hizmet durum, bilim adamlarını “cinsel suça yönelen çocuk1” lar ve suça yönelme nedenleriyle ilgili olarak yeni arayışlara itmiştir. Araştırmalar, çocukların cinsel suça yönelmelerinde çeşitli faktörlerin önemini vurgulamaktadır. Bunlar çocuğun bireysel özellikleri, aile ilişkileri, arkadaşlık ilişkileri, okul yaşamı vb. gibi faktörleri içermektedir. CSYÇ’lerin toplumla bütünleşmelerine yönelik yapılan çalışmalarda yukarıda ifade edilen ve cinsel suça yönelmede etkili olan çocuklara ve çevresine ilişkin faktörler üzerinde durulduğu görülmektedir. Grup çalışmaları ise, bu çocuklara müdahalede önemli bir yer tutmaktadır. Bu çalışmanın konusunu, grup çalışmasının cinsel suçtan hükümlü çocukların suça yönelmelerinde etkili olduğu düşünülen sosyal ilişki, empatik beceri ve benlik saygısı düzeylerine etkisini belirlemek oluşturmaktadır. Cinsel Suça Yönelen Çocuklarda Benlik Saygısı, Empatik Beceri, Sosyal İlişki Cinsel suçla ilgili literatür, benlik saygısı, empatik beceri ve sosyal ilişkilerin cinsel suça yönelmede önemini vurgulamaktadır. CSYÇ’lerin benlik kavramıyla ilgili literatür ise, bu çocuklardaki düşük olumsuz benlik kavramını vurgulamaktadır (Ryan ve Diğerleri, 1987; Fabiano, 1991; akt. : Goodman, 1997: 52). Cinsel suçlu gençlerle2 ilgili araş1 Cinsel suça yönelen çocuk, bundan böyle CSYÇ olarak kısaltılacaktır. 2 Avrupa ve ABD’de 13-18 yaş aralığını kapsayan kişiler için “juvenile” ve bu yaş grubundaki suça yönelen kişiler için “genç suçluluğu” kavramı kullanılmaktadır. Bu makaledeki çocuk kavramı da 13-18 yaş aralığını içermekte, ancak ülkemizde kullanılan kavram olarak çocuk suçluluğu tercih edilmektedir. 34 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 tırmalar bu çocuklardaki zayıf empatik ve sosyal becerilere işaret etmektedir (Kemp, 1998: 201-202; Becker ve Hunter, 1997; Lurigio, Marylouise ve Smith, 1995: 74; Goodman, 1997: 52; Kaner, 1991). Çok sayıda araştırma cinsel suç işlemiş gençlerin sosyal becerilerinde yetersizlik olduğunu, yalnız kalma ve sosyal olarak izole edilme eğilimleri olduğunu vurgulamaktadır (Gal ve Hoge, 1999: 7). Yetersiz sosyal beceriler, zayıf akran ilişkileri ve sosyal izolasyon, bu gençlerde belirlenen güçlüklerdir (Fehrenbach ve Diğerleri, 1986; Katz, 1990; akt: Righthand ve Welch, 2001: 7; Graves, Openshaw ve Adams, 1992: 140; Gal ve Hoge, 1999: 8; Goodman, 1997: 52). Masson ve Erooga (1999: 5), sosyal yetersizliğin çoğunlukla düşük benlik saygısı ve duygusal yalnızlıkla sonuçlandığını vurgulamaktadır. Marshall (1989), geçmişteki duygusal bağlılık problemlerinin daha sonraki yaşamda yakın ilişkiler kurma konusunda sorun yarattığını ve düşük benlik saygısı ve duygusal yalnızlığa katkı verdiğini ifade etmiştir (akt. : Masson ve Erooga, 1999: 5). Empatiye ilişkin çalışmalar, sosyal becerileri yüksek olan kişilerin empatik becerilerindeki yüksekliğine işaret etmektedir. Bazı araştırmalar, empatinin toplumsallaşma, sosyal duyarlılık ve topluma uyum ile pozitif ilişkisine değinmektedir (Brems, 1988; akt. : Dökmen, 1996: 150). Dökmen (1993: 124), empatik anlayışın insanları birbirine yaklaştırdığını ve iletişimi kolaylaştırıcı özelliği olduğunu ifade etmiştir. Harrower (1993: 240), sosyal becerilerdeki gelişmelerin bireyin kendini algılama ve benlik saygısında değişmelere neden olacağını belirtmiştir. Baykara Acar Müdahale Programlarında Grup Çalışmalarının Yeri Cellini (1995;akt. : Righthand ve Welch 2001: 38), çocuklara yönelik müdahalelerin öncelikli amacını, onların cinsel istismar davranışları üzerinde kontrol kazanmalarına ve çevreleriyle iletişimlerini artırmalarına yardımcı olmak olarak tanımlamaktadır. Benzer olarak Becker ve Hunter (1997: 190), tretmanın temel amaçlarının daha fazla kurban olmayı önleme, psikoseksüel sorunların gelişimini durdurma ve arkadaşlarıyla uyumlu ilişkiler geliştirmeleri için çocuklara yardımcı olmayı içerdiğini vurgulamışlardır. Tretman planlarının bireyselleştirilmesi gerekliliği üzerinde durmuşlardır. Çoğu programların psiko-eğitimsel, bilişsel-davranışsal, aile terapisi, tekrarı önleme (relapse prevention) gibi müdahalelerin bir kısmını ya da tümünü içerdiğini ifade etmişlerdir. Bazı programların ise ek olarak, psikofarmakolojik tretmanları kullandığı görülmektedir. Cinsel suç işlemiş çocuklara yönelik tretmanların içeriği, genellikle cinsel eğitim, bilişsel bozuklukların düzeltilmesi (bilişsel yeniden yapılanma), empati eğitimi, istismara ilişkin sahip olunan değerlerin arıtılması, öfke yönetimi, dürtü kontrolünü artırmaya yönelik ve doğru yargılamayı kolaylaştıran stratejiler, sosyal beceri eğitimi, sapan uyarılmanın azaltılması, tekrarı önleme gibi yaklaşımlardan oluşmaktadır (Becker ve Hunter, 1997; Hunter ve Figueredo, 1999; National Adolescent Perpetrator Network, 1993; akt. : Righthand ve Welch, 2001: 39). Suçların tartışılması, bilişsel bozukluklar (cognitive distortions) ın değiştirilmesi, örtük duyarlılık (covert sensitization), atılganlık (assertive) ve öfke kontrolü, cinsel eğitim ve suç tekrarını önleme gibi bileşenleri içeren bilişsel davranışsal grup tretmanı (Becker ve Kaplan, 1993; Sermabeikian ve Martinez, 1994; akt. : Swenson ve Diğerleri, 1998: 330-331) CSYÇlerin tretmanı için en yaygın olanlarıdır (Camp ve Thyer, 1993; akt. : Swenson ve Diğerleri, 1998: 331). CSYÇ’lerle ilgili literatüre bakıldığında, grup çalışmalarının CSYÇ’lere yönelik hazırlanmış çoğu treman programının önemli bir bileşenini oluşturduğu görülmektedir. Sermabeikan ve Martinez (1994: 971), cinsel suça yönelmiş çocuklara yönelik grup tretmanının3, kişinin cinsel davranışı için sorumluluk almasını sağlaması, daha iyi karar verebilme yeteneğinin geliştirilmesi, toplumdaki kuralların kabul edilmesine ilişkin görüş geliştirmesi, sosyal ilişkilerde gücün ve kontrolün uygun kullanımını öğrenmesi, duyguların ve ihtiyaçların ifade edilmesini sağlaması, etkileşim ve iletişimi geliştirmesi, kurban ile empatiyi artırması konusunda yararlarına vurgu yapmıştır. Güney (1997; akt. : Cılga ve Diğerleri, 2001: 166) grubun insan yaşamında öneminden bahsederek, iletişim kurma becerilerini artırıcı rolünü vurgulamıştır. Becker (1990: 367), grup ortamının çocuklara akranlarıyla ilişki kurmak için uygun bir mekân sağladığı ve çatışma çözümlerinin çoğunda fiziksel şiddet kullanan çocukların alternatif sorun çözme araçlarını öğrenebildiklerini ifade etmiştir. Harrower (1993: 240), grup çalışmalarının, akran gurubu içinde çocuğun benlik bilgisini artırmada önemli olduğuna ve normal hayattaki sosyal et3 Tretman programı, belli bir amaca yönelik özel tekniklerin yoğun olarak birlikte kullanıldığı bakım, eğitim ve iyileştirme programlarının tümüdür (Uluğtekin 1991:10). 35 Toplum ve Sosyal Hizmet Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 kileşimlerin tartışıldığı bir ortam sağladığına işaret etmiştir. Grup Üyeleri, Liderler ve Grup Oturumları Görüldüğü gibi, cinsel suça yönelmede birbiriyle iç içe ve birbirini etkileyen faktörler olan benlik saygısı, sosyal ilişki ve empatik beceri bireysel özellikler arasındadır. CSYÇ’lerin toplumla bütünleşmesinde grup çalışması tretmanın önemli bir unsurunu oluşturmaktadır. CSYÇ’lerle çalışmada ekibin bir üyesini oluşturan sosyal hizmet, farklı düzeylerde müdahale araçlarına sahiptir. İl (1999: 163), bu müdahalelerden biri olarak grup çalışmalarının sosyal hizmet uygulamalarında giderek geliştiğini ve grup etkileşiminden yararlanılarak bireylerde davranış değişikliği yaratılabileceğini ifade etmiştir. Ülkemizde CSYÇ’lerle grup çalışmasına ilişkin araştırma olmadığı4 yapılan araştırmaların, daha çok suça itilmiş çocukların mahkeme veya kurum dosyalarının taranmasını içeren çalışmalar olduğu görülmektedir (Baykara Acar, 2004:3). Ülkemizde hükümlü çocuklarla grup çalışmasını içeren iki araştırmada grup çalışmasının çocukların benlik algıları ve empatik becerileri üzerinde olumlu etkisi olduğu belirlenmiştir. (Kaner, 1991; Bogenç, 1998). Bu araştırmanın amacı grup çalışmasının CSYÇ’lerin benlik saygısı, sosyal ilişki ve empatik beceri düzeyleri üzerine etkisini belirlemektir. Araştırmada etkileşim grubuna katılan çocukların sosyal ilişki, empatik beceri ve benlik saygısı ön test - son test puanları arasındaki fark, etkileşim grubuna katılmayan çocuklara göre artacağı beklenmiştir. Araştırma hükümlü çocukların kaldığı bir ıslah kuruluşunda yapılmıştır. Kuruluştaki çocuklar, okul ve iş yaşamlarına devam edebilmektedir. Bu nedenle araştırmada grup toplantıları çocukların kurumda olduğu saatler düşünülerek planlanmış ve gerektiğinde toplantı saati ve günlerinde değişikliğe gidilmiştir. Grup toplantıları genellikle her pazar saat 19.30 - 21.30 saatleri arasında yapılmıştır. GRUP ÇALIŞMASI 4 Bu çalışmanın yapıldığı süre içinde herhangi bir araştırmaya rastlanmamıştır. 36 Etkileşim grubu olarak yapılan bu çalışmanın, amaç bakımından sosyalleşme ve davranış değişiminin hedeflendiği sosyalleştirici grup olduğu söylenebilir. Sosyalleştirici/sosyalizasyon gruplarının amacı, katılımcıların “sosyalleşmek” için gerekli olan sosyal becerileri kazanmalarına yardım etmektir. Bu gruplarda, grup üyelerinin bazı sosyal becerilerinin yeterli olmadığı kabul edilmektedir. Sosyalizasyon gruplarında üyeler arasında tartışmadan çok, sıklıkla değişme aracı olarak deneyimler veya etkinlikler kullanılmaktadır (Kirst Ashman ve Hull, 1999:95). Grup çalışmasında çocukların kendini ifade etmesinde kolaylaştırıcı olması bakımından psikodramanın bazı tekniklerinden (rol değiştirme, eşleme gibi) yararlanılmıştır5. Bu tekniklerin çocukların kendini ifadesini ve farkındalığını kolaylaştırmasının yanında, gruba katılımını ve başkalarının duygu ve düşüncelerini anlayabilmesini artıracağı düşünülmüştür. Her grup toplantısı ısınma, oyun ve de5 Grup lideri psikodrama eğitimine sahip olduğundan, oturumlarda psikodrama tekniklerinden (eşleme, rol değişimi vb.) yararlanılmıştır. Baykara Acar ğerlendirme olmak üzere üç aşamada gerçekleştirilmiştir. Isınma ve oyun aşamaları çocukların ilgi ve isteklerini dikkate alan hareket ve oyunları içermiştir. Toplantı sonunda yapılan değerlendirme aşaması, o toplantıda ne yapıldığını ve birey olarak grup üyelerinin o toplantıda ne öğrendiklerini içermektedir. Grup çalışmasının başlangıç aşamasını oluşturan ilk toplantılar, grupta kuralların oluşturulduğu, daha çok üyelerin uygulamayı anlamaya çalıştığı ve amacını sorguladığı bir aşamayı içermiştir. Böyle bir çalışmayla yaşamlarında ilk defa karşılaşan üyelerin ilk toplantılarda araştırmacıya ve çalışmaya güven duymakta zorlandığı düşünülmektedir. Altıncı toplantıdan sonra grubun gelişme safhasının başladığı ve grup üyelerinin grubun amacı çerçevesinde etkili çalışmaya başladığı düşünülmektedir. Daha sonraki toplantılar, grupta üyelerin bizlik duygusunun güçlendiği, birlikte çalışmak konusunda birbirlerini destekledikleri ve güven duygusunun yerleştiği toplantılar olmuştur. Bu toplantılarda üyelerin günlük yaşamlarında karşılaştıkları sorunlar, sahip oldukları özelliklerin bu sorunlardaki etkileri, sosyal ilişkileri ve gelecek yaşamları üzerinde durulmuştur. Toplantılarda her üyenin birbirinin duygu, düşünce ve sorunlarına duyarlılık gösterdiği gözlenmiştir. Toplantılarda üyelerin “özel yaşamları” ve “suç davranışları”nı gündeme getirmeleri grup yöneticisinin kontrolünde gerçekleştirilmiştir. yı içeren ilk çalışmadır 6. Araştırmanın yapılmasında bazı etik sorunlar yaşanmıştır. Türkiye’de çocuklara yönelik ıslah kurumlarında (Araştırmanın yapıldığı sürede olmadığı ifade edilmelidir) suç türüne göre özel bir sınıflama ve tretman programı bulunmamaktadır. Dolayısıyla ıslah kuruluşlarında çocukların, birbirlerinin suçlarını bilmeleri istenmemektedir. Suç türünün ortaya çıkması çocukların kuruluşta damgalanmasına ve zarar görmesine neden olabilmektedir. Cinsel suçtan hükümlü çocukların grup çalışmasına doğrudan alınması durumunda kuruluşta suçlarının öğrenilmesi riski olduğundan, bir başka grupla daha grup çalışması yapılmıştır. Çocuklara araştırmacının, zaman sınırlığı nedeniyle iki grup çalışması yapabildiği belirtilmiştir. Böyle bir durum, etik bir sorun olduğu kadar, oturumlarda yapılan tartışma ve oyunların niteliğini belirlediği gibi, gruptaki eylemlerin derinliğine “suç odağında” tartışılmasını engellemiştir. İlerleyen oturumlarda, çocuklarla “güven ilişkisinin” kurulmuş olmasına karşın, kendilerine araştırmada sadece “cinsel suçtan hükümlü” çocuklarla çalışıldığının söylenememesine ilişkin yaşanan etik sorunun varlığı rahatsız edicidir. YÖNTEM Etik Sorunlar Deneysel desende yapılan araştırmada, 16–20 yaşları arasında grup çalışmasına katılmaya gönüllü olan 24 çocuk, 12 deney ve 12 kontrol grubuna olmak üzere tesadüfî olarak atanmışlardır. Deney grubunda yaş ortalaması 17. 36 iken, kontrol grubunda yaş ortalaması 17. 75’dir. Eğitim durumlarına ba- Bu araştırma, Türkiye’de belli bir suç grubuna yönelik uygulamalı çalışma- 6 Bu konuda başka bir araştırmaya rastlanmamıştır. 37 Toplum ve Sosyal Hizmet kıldığında iki grup arasında yine benzer bir dağılım görülmektedir. Çocukların hemen hepsinin eğitimleri yarıda kalmıştır ve ilköğretimden sonraki eğitimlerini kuruluşta devam ettirmektedir. Grup üyeleri, alt sosyo ekonomik düzeyde ve kırsal bölgelerde ikamet eden ailelerin çocuklarıdır. Grup oturumları bir grup yöneticisi (kadın) ve bir grup yardımcısı (erkek) tarafından yürütülmüştür. Deney grubunun yedinci toplantısında bir çocuk kendi isteğiyle gruptan ayrılmıştır. Araştırmada grup yöneticisi ve Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 grup yardımcısı grup çalışması başlamadan önce ön test uygulaması yapmıştır. Ölçekler, deney ve kontrol gruplarına ayrı ayrı uygulanmıştır. Uygulamalar gruplar için iki ayrı güne bölünerek yapılmıştır. Çocuklara iki test bir gün, diğer bir test ise bir başka gün verilmiştir. Ön testten sonra 12 hafta süreyle deney grubu ile grup çalışması yapılırken, kontrol grubuna herhangi bir işlem yapılmamıştır. Grup çalışmasından üç hafta sonra çocuklara son testler verilmiştir. Araştırma gruplarına uygulanan işlem Tablo 1’de verilmiştir: Tablo 1. Araştırma Gruplarına Uygulanan Deneysel İşlem Gruplar Ön test Coopersmih Benlik saygısı Envanteri 1 Uygulaması Deney Grubu Kontrol Grubu Sosyal İlişki Alt Ölçeği 2 Uygulaması Son test Coopersmih Benlik saygısı Envanteri Uygulaması 12 Hafta Süreyle Etkileşim Grubu Uygulaması Sosyal İlişki Alt Ölçeği Uygulaması Empatik Beceri Ölçeği 3 Uygulaması Empatik Beceri Ölçeği Uygulaması Coopersmih Benlik saygısı Envanteri Uygulaması Coopersmih Benlik saygısı Envanteri Uygulaması Sosyal İlişki Alt Ölçeği Uygulaması Empatik Beceri Ölçeği Uygulaması 38 İşlem İşlem Yok Sosyal İlişki Alt Ölçeği Uygulaması Empatik Beceri Ölçeği Uygulaması Baykara Acar Araştırmada deney ve kontrol grubu, ön ve son ölçümler bakımından karşılaştırılmıştır. Deney ve kontrol grubunun ölçeklerden aldıkları puanların ortalamaları arasındaki farkın anlamlılık düzeyini belirlemek amacıyla t testi kullanılmıştır. Gruplardaki denek sayısının azlığı nedeniyle non-parametrik test olarak Mann–Whitney U testi ve Wilcoxon t testi kullanılmıştır. Araştırmada istatistiksel anlamlılık düzeyi p= 0. 05 olarak kabul edilmiştir. Veri analizlerinde SPSS for Windows 11. 05 paket programı kullanılmıştır. 56 öğrenciye 15 gün ara ile iki kez uygulanmıştır. İki uygulama arasında r= .76 bulunmuştur. Ayrıca aynı envanter Tufan tarafından Hacettepe Üniversitesi Sağlık İdaresi Yüksekokulundan 200 öğrenciye Rosenberg Benlik Saygısı Ölçeği ile verilerek bu iki ölçme aracı arasındaki korelasyona bakılmıştır. Rosenberg’in 10 madde üzerinden yapılan değerlendirmesine göre r= .62, Rosenberg’in Guttman Ölçeğine göre yapılan değerlendirmesine göre r= .61 olarak değerler istatistiksel açıdan anlamlı bulunmuştur (Turan ve Tufan, 1987; akt. Tufan ve Yıldız, 1993: 38). Veri Toplama Araçları Cinsel suçtan hükümlü çocukların empatik becerilerini ölçmek için Dökmen (1988) tarafından geliştirilen Empatik Beceri Ölçeği B formu kullanılmıştır. Formda, her sorunun altında, bu sorunu ifade eden bir kişiye verilebilecek 12 empatik tepkiden formu dolduran kişi için en uygun görünen dördünü işaretlemeleri beklenmektedir. 12 tepkiden biri, tesadüfî yanıtları saptamak amacıyla konulmuş olan, sorunla ilgisi olmayan bir tepkidir. Dökmen (1993: 342), ölçeğin, kişilerin zihinde oluşan empatik anlayışı ölçmekten çok, sözel olarak ifade edilen empatik tepkinin niteliğini ölçtüğünü ifade etmiştir. B Formunun cevap anahtarı oluşturulurken, ölçekte bulunan EBÖ’den alınan yüksek puanlar, empatik becerinin yüksek olduğunu, düşük puanlar ise düşük olduğunu göstermektedir (Dökmen, 1993: 341). Ölçekten alınan en yüksek puan (6 durum için dört en yüksek puanlı seçenek işaretlendiği taktirde) 222’dir. Güvenirlik çalışmasında ölçek 80 kişilik bir gruba üç hafta arayla iki defa uygulanmıştır. Uygulamalardan elde edilen ölçümler arasında r= .91 bir ilişki belirlenmiştir. Ölçeğin ge- Araştırmada CSYÇ’lerin benlik saygı düzeylerini belirlemek için Coopersmith Benlik saygısı Envanteri; empatik becerilerini belirlemek için Empatik Beceri Ölçeği ve sosyal ilişki düzeylerini belirlemek için Sosyal İlişki Alt Ölçeği kullanılmıştır. Stanley Coopersmith tarafından geliştirilen, Coopersmith Benlik Saygısı Envanteri, benliğe yönelik sosyal, akademik, aile ve kişisel deneyimler alanlarındaki tutumları değerlendirmek için hazırlanmıştır. Bu araştırmada ölçeğin 16 ve daha yukarı yaştaki bireyler için hazırlanmış 25 maddeden oluşan “Yetişkin Formu” kullanılmıştır. Toplam maksimum benlik puanı 100’dür. Ölçeğin Türkiye’de güvenirlik çalışması Turan tarafından 30 kanserli hasta ile gerçekleştirilmiştir. Hastalara 15 gün arayla uygulanan ölçekte, test ve tekrar test sonucunda r= .65 olarak anlamlı bulunmuştur (Turan ve Tufan 1987; akt. : Tufan ve Yıldız 1993: 38). Geçerlik ve güvenirlik çalışmaları Tufan tarafından da yapılmıştır. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksekokulu’ndan 39 Toplum ve Sosyal Hizmet çerlik çalışmasında ölçek klinik psikolojide ve psikolojik danışmada en az yüksek lisans derecesi olan 14 kişilik bir gruba ve psikoloji dışında bir alanda yüksek öğrenim almış 14 kişilik başka bir gruba uygulanmıştır. Sonuçta, birinci grubun tüm üyelerinin 7. ila 10. Basamaklar arasında empatik tercihte bulundukları, ikinci grubun empatik tercihlerinin ise 2. ila 8. Basamaklar arasında bulunduğu belirlenmiştir. İki grubun empatik beceri puanları arasında anlamlı bir farklılık bulunmuştur (t=6. 77, sd=26, p<. 001) (Dökmen, 1988: 176). Araştırmada cinsel suçtan hükümlü çocukların sosyal ilişki düzeylerini belirlemek için Özgüven (1992: 8-11) tarafından hazırlanan Hacettepe Kişilik Envanteri7 HKE Takım A’nın sosyal uyum alt ölçeklerinden 20 maddelik “Hacettepe Kişilik Envanteri Sosyal İlişkiler Alt Ölçeği” kullanılmıştır. Envantere ilişkin puanların yorumlanmasında yüzdelik normlar geliştirilmiştir. Buna göre, yüzdelik puanların kritik ve önemli değerleri verilmiştir. Buna göre % 25’lik dilim kritik bölgeyi oluşturmaktadır. Envanterden alınan puanların azalması uyum puanlarının düştüğü anlamına gelmektedir. % 25’in karşılığı olan puan (7) “uyumsuzluk” ucuna ilişkin kritik bölgenin üst sınırını göstermektedir. Bu puan ve bundan daha düşük puan alanlarla ilgili, o alt ölçeğin işaret ettiği nitelikler bakımından bazı uyum sorunları olabileceği ihtimali gündeme gelmektedir. Hacettepe Kişilik Envanterinin “envanterin tekrarı” yönetimi ile elde edilen güvenirlikleri oldukça yüksektir. Alt ölçeklerin güvenirlikleri de bağımsız birer ölçek olarak kullanılabilecek düzey7 Hacettepe Kişilik Envanteri bundan böyle HKE olarak kısaltılacaktır. 40 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 de yüksek bulunmuştur. Kişisel uyum alt ölçeklerinin ortalaması .85, sosyal uyum alt ölçeklerinin ortalaması yaklaşık .80 olarak belirlenmiştir. Alt ölçeklere ilişkin ara korelâsyonları itibarıyla her puanın ölçeğe özgü nitelikleri koruyacak biçimde düşük, toplam puana katkı verecek ölçüde yüksek olduğu görülmüştür. Yani bir ölçme aracı olarak HKE homojen bir yapı göstermektedir. Bu durum toplam ve alt ölçeklerin bağımsız birer ölçek olarak da kullanılabileceği anlamına gelmektedir (Özgüven, 1992: 29). Ölçeğin güvenirlik çalışmasında 62 lise öğrencisine 15 gün arayla iki kez uygulanması sonucunda elde edilen puanlardan Pearson Momentler Çarpımı Korelasyonu ile hesaplanan değişmezlik katsayıları kişisel uyum için .93 ve sosyal uyum için .82 ve genel uyum için .92 olarak bulunmuştur. Geçerlilik çalışmasında ölçek Sürekli Kaygı Envanteri ile 96 kişilik öğrenciye uygulanmış ve aralarındaki korelasyonlara bakılmıştır. Kaygı ölçüt olarak alındığında kişisel uyum ile korelasyonu - .58, sosyal uyum ile korelasyonu - .47, genel uyum ile korelasyonu ise - .56 bulunmuştur (Öner, 1997: 394). BULGULAR Benlik Saygısı Araştırmanın bir nolu denencesi, “etkileşim grubuna katılan çocukların benlik saygısı ön test son test puanları arasındaki fark, etkileşim grubuna katılmayan çocuklara göre artacaktır” şeklinde düzenlenmiştir. Denencenin sınanmasına ilişkin bulgular Tablo 2’de verilmiştir. Tablo 2’ye bakıldığında deney grubunun benlik saygısı ön test puan ortalamasının kontrol grubuna göre oldukça Baykara Acar Tablo 2. Deney ve Kontrol Grubunun Uygulama Öncesi ve Uygulama Sonrası Coopersmith Benlik Saygısı Envanterinden Aldığı Puan Ortalamaları GRUP CBSE Son Test CBSE Öntest X X SS SS CBSE Test Sonucu** n Deney 59,64 17,30 65,46 20,96 -1,02* 11 Kontrol 70,33 14,41 66,33 13,90 ,90* 12 Test Sonucu*** -1, 361* *p> 0.05 **Wilcoxon Test -, 279* ***Mann Whitney U Test düşük olduğu görülmektedir. Buna karşın, etkileşim grubu sonunda yapılan ölçümler, deney grubunda benlik saygısı puanlarında artışı gösterirken, kontrol grubunda yaklaşık beş puanlık bir düşüşe dikkati çekmektedir. Grup çalışması sonunda benlik saygısı puanları açısından her iki grubun kendi içindeki ön ve son test ölçümleri arasında anlamlı bir fark bulunamamıştır. Deney ve kontrol grubunun etkileşim grubu öncesi CSBE ön test puan ortalamaları arasındaki farkın da istatistiksel olarak anlamlı olmadığı görülmektedir. Kontrol grubunun ön test puan ortalamalarının deney grubundan yüksek olmasına karşın bu farklılık istatistiksel açıdan anlamlı bulunmamıştır. Etkileşim grubu sonunda her iki gruptaki çocukların ön ve son test puan ortalamalarına bakıldığında, gruplar arasındaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olmadığı görülmektedir. Ancak anlamlı olmamakla birlikte deney grubundaki çocukların son test puan ortalamalarında artış olduğu belirlenmiştir. Empatik Beceri Araştırmanın iki nolu denencesi, “etkileşim grubuna katılan çocukların empatik beceri ön test son test puanları arasındaki fark, etkileşim grubuna katılmayan çocuklara göre artacaktır” şeklinde düzenlenmiştir. Denencenin sınanmasına ilişkin bulgular Tablo 3’de verilmiştir. Tablo 3’te görüldüğü gibi deney grubunun empatik beceri ön test puan ortalaması kontrol grubuna göre daha yüksektir. Etkileşim grubu sonunda yapılan ölçümler, her iki grubun puanlarında da yükselme olduğunu göstermekle beraber kontrol grubunun puanlarında daha büyük bir artış söz konusudur. Empatik becerilere ilişkin her iki grubun kendi içindeki ön ve son test ölçümleri arasında fark anlamlı bulunmamıştır. Deney ve kontrol gruplarının grup uygulaması öncesi EBÖ ön test puan ortalamaları arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildir. Deney grubunun ön test puan ortalamalarının kontrol grubundan yüksek olmasına karşın 41 Toplum ve Sosyal Hizmet Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 Tablo 3. Deney ve Kontrol Grubunun Uygulama Öncesi ve Uygulama Sonrası Empatik Beceri Ölçeğinden Aldığı Puan Ortalamaları EBÖ Son Test EBÖ Ön Test GRUP X X SS EBÖ Test Sonucu** n SS Deney 129, 46 13,29 132,64 13,36 -, 918* 11 Kontrol 121,17 11,97 130,59 18,61 -1, 687* 12 Test Sonucu*** -1, 355* *p> 0.05 **Wilcoxon Test -, 647* ***Mann Whitney U Test bu farklılık istatistiksel açıdan anlamlı bulunmamıştır. Etkileşim grubu uygulaması sonunda her iki gruptaki çocukların ön ve son test puan ortalamalarına bakıldığında, gruplar arasındaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olmadığı görülmektedir. Ancak anlamlı olmamakla birlikte her iki grubun son test puan ortalamalarında artış olduğu görülmektedir. Bu sonuçlara göre araştırmanın denencesinin desteklenmediği söylenebilir. Sosyal İlişki Araştırmanın üç nolu denencesi, “etkileşim grubuna katılan çocukların sosyal ilişki ön test son test puanları arasındaki fark, etkileşim grubuna katılmayan çocuklara göre artacaktır” şeklinde düzenlenmiştir. Denencenin sınanmasına ilişkin bulgular Tablo 4’te verilmiştir. Tablo 4’de görüldüğü gibi, deney ve kontrol grubunun grup uygulaması ön- Tablo 4. Deney ve Kontrol Grubunun Uygulama Öncesi ve Uygulama Sonrası Sosyal İlişkiler Alt Ölçeğinden Aldığı Puan Ortalamaları SİAÖ Son Test SİAÖ Ön Test GRUP X SS X SS SİAÖ Test Sonucu*** n Deney 9, 55 4, 64 13 4, 57 -2, 814** 11 Kontrol 10, 91 5, 36 12 4, 50 -1, 205* 12 Test Sonucu**** -, 772* *p> 0.05 **p<0.05 ***Wilcoxon Test 42 -, 867* * ***Mann Whitney U Test Baykara Acar cesi EBÖ ön test puan ortalamaları arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildir. Kontrol grubunun ön test puan ortalamalarının deney grubundan yüksek olmasına karşın bu farklılık istatistiksel açıdan anlamlı bulunmamıştır. Etkileşim grubu uygulaması sonunda her iki gruptaki çocukların ön ve son test puan ortalamalarına bakıldığında gruplar arasındaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olmadığı belirlenmiştir. Araştırmada deney grubunun kendi içindeki ön test ve son test sosyal ilişki puanlarının ortalamaları arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Buna göre araştırmanın denencesinin desteklendiği söylenebilir. Yani grupla sosyal hizmet uygulaması müdahalesinin deney grubundaki çocukların sosyal ilişkilerini artırmada etkili olduğu düşünülmektedir. SONUÇ VE TARTIŞMA Araştırmada grup çalışmasının CSYÇ’lerin benlik saygısı, empatik beceri ve sosyal ilişki düzeylerine etkisi belirlenmek istenmiştir. Deney grubundaki çocukların benlik saygısı, empatik beceri ve sosyal ilişki düzeylerinin, kontrol grubuna göre anlamlı olarak artacağı beklenmiştir. Araştırma sonucunda grup çalışması deneyimi yaşamış CSYÇ’lerin sosyal ilişki düzeylerinin anlamlı düzeyde artış gösterdiği, benlik saygısı ve empatik becerilerinin ise istatistiksel açıdan anlamlı olmasa da arttığı belirlenmiştir. Araştırmanın yapıldığı sürede kuruluşta grup çalışmalarının yanı sıra çocukları rehabilite edici başka çalışmaların (terapiler, grup çalışmaları vb.) yapılmıyor oluşu beklenen sonuçlara ulaşılmamasında önemli bir faktör olarak dü- şünülmektedir. Bir başka deyişle, çalışmanın yapıldığı süre içinde kuruluşta çocukların sorunlarına yönelik spesifik tretman programlarının olmayışının, haftada sadece birkaç saat olan bu çalışmanın etkisini azalttığı söylenebilir. Çocuklar, hem kuruluşta hem de yaşamlarında ilk defa böyle bir çalışma ile karşılaşmışlarıdır. Örneğin, grup içinde saygı, eşitlik, empati gibi kavramları düşünen, tartışan ve deneyim eden üyeler grup sonrasında farklı davranışlarla (kuruluştaki diğer çocuklar ve çalışanlar) karşılaşabilmektedir. Erkek kültürünün egemen olduğu (Sampson, 1994) ıslah kurumlarında çocukların, grup çalışması dışındaki yaşamlarında, farklı hatta tam tersi düşünce ve davranışlarla karşılaşma ihtimali yüksektir. Bu durum, davranışlarını fark etmeye hatta değiştirmeye çalışan bir çocuk için motivasyon düşürücü olabilecektir. Üyelerle yapılan görüşmelerde, alınan geribildirimler tamamıyla olumludur. Bir üyenin, tekrar grup çalışması yapılacak olsa katılmayı düşünüp düşünmediğine ilişkin verdiği cevap düşündürücüdür: “Hayır düşünmem. Çünkü ben yararlandım ve hakkımı kullandım. Başka bir arkadaşım bundan faydalansın. Yoksa çok isterdim (12. Toplantı).” Bu olumsuzluklara karşın, Türkiye’de son zamanlarda cinsel suç türüne özel tretman biçimlerinin ve kapalı kurumlarda psiko sosyal hizmetlerin geliştirilmeye başlandığı görülmektedir. Her ne kadar araştırmada istatistiksel olarak beklenen sonuçlara ulaşılamamış olsa da grup çalışmasının, çocukların akranları arasında öğrenmesi, davranışlarına ilişkin farkındalık geliştirmesi, değişmesi açısından çok yararlı bir 43 Toplum ve Sosyal Hizmet ortam olduğu düşünülmektedir. Grup üyelerinin bazı ifadeleri bu durumu destekler niteliktedir: “En kısacası millet birbirine lakap takıyordu veya lakapla çağırıyordu. Şimdi saygı gösteriyor. En güzeli o işte hocam ( 12. Toplantı). ” “Grupta kendimi tanıdım. Benliğimi kavradım. Kendime hükmetmeyi öğrendim paylaşmayı gerektiğinde ağlamayı gerektiğinde ise gülmeyi …(12. Toplantı). ” “Herkese önyargılı davranmayacağımızı öğrendik. Yani düşmanımız da olsa illa ki iyi bir yanı vardır hocam. İlla kötü olacak diye bişey yok………. Sonra arkadaşlarımızla yani birbirimizin dertlerimizi paylaşıyoruz…(12. İkinci Toplantı). ” “En azından. Hocam yanlış anlamayın da yani ben böyle sizle konuşmadan önce. . . Sakın yanlış anlamayın da yani normal bir hayatta. Böyle bir bayanla konuşsam kızarırım yani bayanla konuşsam utanırdım artık böyle olmuyor buna alıştık. Bunu aştık hocam (12. Toplantı). ” Grup çalışmaları cinsel suçlu çocukların tretmanında çok önemli bir yer tutmaktadır. Türkiye’de çocuklara ilişkin ıslah kuruluşlarında çocuğun suça yönelme nedenleri üzerinde durma ve bu anlamda her çocuğun gereksinmeleri doğrultusunda tretman çalışmaları yapılması önemlidir. Son zamanlarda bu anlamda çalışmaların yürütülüyor olması olumlu bir adım olarak düşünülebilir. Ancak spesifik bir grup olan ve diğer suç türlerinden farklılık gösteren cinsel suç açısından düşünüldüğünde, bu çocukların toplumla bütünleşmelerine ilişkin özgün programların ivedilikle geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması ge- 44 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 reklidir. Aksi halde kuruluşa kapatıldığını ve davranışının bedelini ödediğini düşünen fakat bu davranışın temelindeki gereksinmeler ve sorunlarla ilgilenilmeyen çocuklar, şiddet davranışı ve cinsel suç açısından toplumda tekrar risk oluşturabilecektir. KAYNAKÇA Baykara Acar, Y. (2004) Cinsel Suçtan Hükümlü Çocukların Yaşam Öyküsü Çalışması ve Grupla Sosyal Hizmet Uygulaması. (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Becker, J. V. (1990) “Treating Adolescent Sexual Offenders”, Professional Psychology: Research and Practice, 21 (5): 362365. Becker, J. V. ve Hunter J. A. (1997) “Understanding and Treating Child and Adolescent Sex Offenders”, In T. H. Oliendick ve R. J. Prinz (Ed.), Advances in Clinical Child Psychology, New York, 19, 177-197. Becker, J. V. ve Kaplan, M. S. (1993) “Cognitive Behavioral Treatment of the Juvenile Sex Offender”, In The Juvenile Sex Offender, H. E. Barbaree, W. L. Marshall ve S. M. Hudson (Ed.), New York:264–277. Bogenç, A. (1998) Grupla Psikolojik Danışmanın Suçlu Gençlerin kendine Saygı Düzeylerine Etkisi. (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara Üniversitesi. Brems, C. (1988) “Dimensionality of Empathy and Its Correlates”, The Journal of Psychology, 123 (4) 329-337. Camp, B. H. ve Thyer, B. A. (1993) “Treatment of Adolescent Sex Offenders: A Review of Emprical Research”, The Journal of Applied Social Sciences, 17: 191-206. Cellini, H.R. (1995) “Assessment and Treatment of the Adolescent Sexual Offender”, Corrections, Treatment and Legal Practice, B.K. Schwartz and H.R. Cellini. (Ed.), Kingston, NJ: Civic Research Institute, The Sex Offender: 1: 6.1–6.12. Baykara Acar Cılga, İ., Basım, N., Duyan, V., Özdil, B., Sığrı. Ü. (2001) Etkili Yönetim İçin İletişim, Kara Kuvvetleri Komutanlığı -Kara Harp Okulu Komutanlığı, Ankara. Hunter, J. A. ve Figueredo, A. J. (1999) The Role of Sexual Victimization in the Etiology of Juvenile Perpetrates of Child Molestation, Unpublished Manuscript. Coopersmith, S. (1986) Self-Esteem Inventories, California, Palo Alto. İl, Sunay. “İnfaz Sürecinde Sosyal Grup Çalışması Uygulamalarındaki G e l i ş m e l e r.” N. G. Koşar ve V. Duyan (Ed.), Prof. Dr. Sema Kut’a Armağan: Yaşam Boyu Sosyal Hizmet, Ankara, 1999: 162-168. Dökmen, Ü. (1996) Sanatta ve Günlük Yaşamda İletişim Çatışmaları ve Empati, 4. Baskı. İstanbul, Sistem Yayıncılık. Dökmen, Ü. (1988) “Empatinin yeni bir modele dayanılarak ölçülmesi ve psikodrama ile geliştirilmesi.” İ. Gürkaynak ve Diğerleri (ed), Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 21(1-2) 155-190. Kaner, S. (1991) Gerçeklik Terapisinin ve Psikodramanın Antisosyal Davranış Gösteren Gençlerin Benlik Algıları ve Empati Düzeylerine Etkisi. (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi. Dökmen, Ü. (1993) İletişim Çatışmaları ve Empati, Ankara. Katz, R. C. (1990) “Psychological Adjusment in Adolescent Child Molesters”, Child Abuse and Neglect, 14, 567-575. Fabiano, E. A. (1991) “How Education can be Correctional and how Corrections can be Educational? ”, Journal of Correctional Education, 42, 100-106. Kemp, A. (1998) Abuse in the Family: An Introduction, Brooks/Cole Publishing Company. Fehrenbach, P. , Smith, W., C. Monatersky, C., Deisher, R. (1986) “Adolescent Sex Offenders: Offender and Offfense Charecteristecs.”, Journal of Adolescent Research, 3, 363-385. Gal, M. ve Hoge, D.R. (1999) “A Profile of the Adolescent Sex Offender”, Forum on Corrections Research, 11 (2)7-11. http:// www.sgc.gc.ca/epub/carr. Goodman, H. (1997) “Social Group Work in Community Corrections”, Social Work with Groups, XX, (1)51-64. Güney, S. (1997) Davranış Bilimleri, Ankara. Graves, R., Openshaw, D. K. ve Adams, G. R. (1992) “Adolescent Sex Offenders and Social Skills Training”, International Journal of Offender Therapy and Comparative Criminology, XXXVI (2) 139-153. Harrower, J. (1993) “Group Work with Young Offenders”, Dwivedi, N. K. (Ed.), Group Work with Children and Adolescents: A Hand Book, London: Jessice Kingsley Publishers, 233-243. Kirst Ashman, K. ve Hull, G. H. (1999) Understanding Generalist Practice, Second Edition, Chicago:Nelson Hall Publishers. Lurigio, A. J., Marylouise, J. ve Smith, B.E. (1995) “Child Sexual Abuse: Its Causes, Consequences, and Implications for Probation Practice”, Federal Probation, 59, September , 69-76. Marshall, W. L. (1989) “Invited Essay: Intimacy, Loneliness and Sexual Offenders”, Behaviour Research and Therapy, 27, 491503. Masson, H. ve Erooga, M. (1999) “Children and Young People who Sexually Abuse Others”, Erooga, M. ve Masson, H. C. (Ed), Children and Young People who Sexually Abuse Others: Challanges and Responses, Fourth Edition. London, New York. National Adolescent Perpetrator Network (1993) “The revised report from the National Task Force on Juvenile Sexual Offending”, Juvenile and Family Court Journal, 44 (4): 1–120. Öner, N. (1997) Türkiye’de Kullanılan Psikolojik Testler: Bir Başvuru Kaynağı, 3. Ba- 45 Toplum ve Sosyal Hizmet sım. İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları. Özgüven, E. İ. (1992) Hacettepe Kişilik Envanteri El Kitabı, İkinci Basım, Ankara. Righthand, S. ve Welch, C. (2001) Juveniles who Have Sexually Offended A Review of the Professional Literature Report, Office of Juvenile Justice and Delinquency Prevention. Ryan, G., Lane, S., Davis, J. ve Isaac, C. (1987) “Juvenile Sex Offenders: Development 7 Correction”, Child Abuse and Neglect, 11, 385-395. Sampson, A. (1994) Acts of Abuse: Sex Offenders and the Criminal Justice System, New York. Sermabeikian, P. ve Martinez, D. (1994) “Treatment of Adolescent Sexual Offenders: Theory-Based Practice”, Child Abuse and Neglect, 18 (11) 969-976. Swenson, C. C., Henggeler, S. W., Schoenwald, S. K., Kaufman, K. L. ve Randall J. (November 1998) “Changing he Social Ecologies of Adolescent Sexual Offenders: Implications of the Success of Multisystemic Therapy in Treating Serious Antisocial Behavior in Adolescents”, Child Maltreatment, III (4): 330-338. Tufan, B. ve Yıldız, S. (1993) Geri Dönüş Sürecinde İkinci Kuşak, Ankara, Hacettepe Üniversitesi Yayınları. Turan, N. ve Tufan, B. (1987) “Coopersmith Benlik Saygısı Envanteri Üzerinde Geçerlik, Güvenirlik Çalışması ”, XIII. Ulusal Psikiyatri ve Nörolojik Bilimler Kongresi, İstanbul, 14-18 Eylül 1987. Uluğtekin, S.S. (2004) Çocuk Mahkemeleri ve Sosyal İnceleme Raporları, Ankara, Türkiye Barolar Birliği Yayını. (Footnotes) 1 Coopersmih Benlik saygısı Envanteri bun- dan böyle CBSE olarak kısaltılmıştır. 2 Empatik Beceri Ölçeği bundan böyle EBÖ olarak kısaltılmıştır. 46 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 3 Hacettepe Kişilik Envanterinin Sosyal İlişki Alt Ölçeği bundan böyle SİAÖ olarak kısaltılmıştır. Tufan ve Yazıcı Derleme better financial conditions and through interventions like care insurance. Key Words: Elderly, intergenerational relations, family YAŞLILIKTA KUŞAKLARARASI İLİŞKİLER Intergenerational Relations in Old Age İsmail TUFAN* Suzan YAZICI** * Doç. Dr., Akdeniz Üniversitesi Dr., Akdeniz Üniversitesi ** ÖZET Kuşaklararası ilişki ile farklı kuşakta olan kişiler arasındaki ilişki tanımlanmaktadır. Yaşam süresinin uzaması ve modernleşme süreci sonucunda yaşlı bakımında ihtiyaç artmakta, bu durum kuşaklararası ilişkilerde de değişmelere yol açmaktadır. Daha iyi maddi koşullar ve bakım sigortası gibi girişimler yaşlı bireylerle ilişkiyi sağlamlaştırabilir. Anahtar Sözcükler: Yaşlılık, kuşaklararası ilişkiler, aile ABSTRACT Intergenerational relations are described as relations between people from different generations. The longer life expectancy and modernisation has increased the need for elderly care which has also resulted in changes in intergenerational relations. The relations with the elderly can be ameliorated through GİRİŞ Aile, karşılıklı dayanışma, sempati ve mahremiyet ilkelerine yaslanan en önemli sosyal sistemdir (Fooken, 1999). Yaşam süresinin uzaması bugün birçok kuşağın bir arada yaşadığı toplumun ortaya çıkmasına katkıda bulunurken aile kapsamındaki kuşaklararası ilişkiler açısından da ilk etapta olumlu bir zemin yaratmaktadır. Kuşaklararası ilişki kavramıyla, farklı kuşağa mensup bireyler arasındaki sosyal ilişkiler ifade edilmektedir. Bu ilişkilere hem objektif koşullar hem de sübjektif algılamalar etki etmekte, aile kapsamındaki kuşaklararası ilişkiler, bunların etkisi altında gelişmektedir (Schütze, 2000). Modernleşme sürecine giren toplumlarda ailenin gelişmesi ve güncel durumu hakkında çok sayıda sosyolojik araştırmalar yapılmış, bunlardan elde edilen bulgular, özellikle iki görüşün çok dirençli ve yanlış olduklarını göstermiştir. Birincisi yaşlıların egoist sebeplerden ötürü bakımevlerine sürüldükleridir. Diğer ise “büyük aile efsanesidir”, yani onurlu bir yaşlılık için çekirdek ailenin yerine büyük ailenin daha iyi bir alternatif sunabildiği iddiasıdır (Fooken, 1999; Schütze, 2000). Reel durumlarla karşılaştırıldıklarında, bu iki iddianın da çürük temelleri hemen ortaya çıkmaktadır. Türkiye nüfusunun demografik değişimlerden dolayı belirgin şekilde değişen yapısı, yakın gelecekte daha da 47 Toplum ve Sosyal Hizmet Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 değişecektir. Yaşam süresinin uzamasından kaynaklanan yaşlı insanların çoğalması ve (hala yeterince yüksek bir düzeyde olmasına rağmen) doğum oranlarında meydana gelen gerilemeler, aile kapsamında kuşaklararası ilişkilerin önemini daha arttıracaktır. Özellikle bakıma muhtaç yaşlılar ve onlara bakan aile fertlerinin perspektifinden bakıldığında, aile ilişkilerinin yeni değerlendirmelere tabi tutulmasının gerekli olduğu anlaşılmaktadır. min resimlerine yansıtılmıştır. Mitterauer, 1976 ve Schütze, 2000 göre sağlıklı ve zinde yaşlıları, çocukları ve torunları arasında gösteren resimlerin topluma iletmeye çalıştığı asıl mesaj ahlaki-etik niteliktedir. Verilmek istenen mesaj; mademki, eskiden beri çocukları yaşlılara bakmaktaydılar, o zaman bugünkü genç kuşakların da bu geleneği sürdürmeleri gerekir şeklindedir Ailenin Tarihsel Süreçteki Gelişmesi 1960’lı yıllardan bu yana aile ilişkilerinin “mesafeli mahremiyet” kavramıyla tanımlandığını görmekteyiz (Rosenmayr & Köckeis, 1965; Fooken, 1999). Bununla farklı konutlarda ikamet eden kuşakların aralarındaki iyi ilişkilerin devam ettiği ifade edilmeye çalışılmaktadır. Son çocuğu da evlenip ailesini kurduktan sonra “boşalan yuva (empty nest)’’da yalnız yaşamaya başlayan yaşlıların çoğu çocuklarıyla sosyal ilişkilerini devam ettirmektedir. Ampirik araştırmalar yaşlıların %80’den fazlasının en az bir çocuğundan en fazla bir saatlik mesafede oturduğunu göstermiştir (Lauterbach, 1998). Bugünkü anlamıyla ailenin tarihsel geçmişi henüz pek uzun değildir. 18.yüzyılın son çeyreğinde endüstrileşmenin etkisiyle ortaya çıkmıştır. Çalışma ve aile ortamlarının birbirinden ayrılmasıyla aile ilişkileri değişime uğramıştır. Daha önce çocuklar ekonomik yararcılık (utilarism) açısından algılanırlarken, yeni oluşan aile ilişkileri içersinde bir başkasının yerine konulamayacağı emsalsiz varlıklar olarak algılanmaya başlanmışlardır (Aries, 1975). Ailenin gelişme sürecini inceleyen araştırmacılar, eskiden yaşlı insanların genellikle çocuklarıyla birlikte yaşadığı iddiasının (en azından orta ve kuzey Avrupa toplumlarında) geçerli olmadığını ortaya koymuşlardır. Eğer yaşlılar kendi geçimlerini kendileri sağlayamayacak durumdaysa, o zamanlar bu yaşlılar, sosyal çevrelerinde bir yük olarak algılanmışlardır (Borscheid, 1992). Buna rağmen aynı dönemlerde ortaya atılan bir efsane bugüne kadar ayakta kalmayı başarmıştır. Buna göre sözde yaşlıların çoğu çok eskilerden beri çocukları ve torunlarıyla birlikte yaşamaktaydılar. Bu durum 18.yüzyılda ressamlara da iyi bir tema olmuş, o döne- 48 Günümüzde Aile Kapsamında Kuşaklararası İlişkiler Ailenin gelişimiyle ilgili araştırmalardan bilinmektedir ki ailesel kuşak ilişkileri duygu yüklüdür. Hem yaşlılar hem de gençler, bundan büyük ölçüde memnundurlar. Dayanışma ve yardımlaşma temeli üzerine kurulan ilişkilerinde gençler yaşlı ebeveynine daha çok pratik yardımlar sunmaktadır. Yaşlıların ise çocuklarına daha ziyade ekonomik destek verdikleri görülmektedir (Schütze & Wagner, 1995). Fakat Türkiye’deki durumun daha farklı olduğuna işaret eden bulgulara rastlanmıştır. Şüphesiz Türkiye’de yetişkin çocuklarını maddi açıdan destekleyen yaşlı ebeveynle- Tufan ve Yazıcı re rastlamak mümkündür. Ancak Türk yaşlısının ekonomik gücü bir hayli düşük olduğundan, çocuğuna ekonomik destek verebilecek yaşlıların sayısının pek kabarık olamayacağı da kesindir. Daha ziyade, yaşlılar kendi geçimlerini sağlayabiliyorsa, bunun çocuklarının yükünü azaltan bir etki yaptığından hareket edilmesi gerekir. Çünkü 10 yaşlıdan 9’u herhangi bir gelire sahip olmadığını belirtmektedir (TÜİK, 2002; Tufan, 2007). Aile içinde cereyan eden kuşaklararası ilişkilere, yaşlının çocuklarının çalışma durumunun etki etmediğini gösteren araştırma sonuçlarına ulaşılmıştır. Yani yetişkin çocukların çalışıyor veya çalışmıyor olmalarının, kuşaklararası ilişkileri iyi veya kötü yönde etkilediğini gösteren ampirik bulgulara rastlanmamıştır (Schütze & Wagner, 1995). Fakat bu bulgunun da Türkiye perspektifinden doğru şekilde yorumlanması gerekir. Almanya’nın sosyal güvenlik sistemi, işsizleri tek başına bırakmayan, yeterli olmasa da işsizlik parası ve ek sosyal yardımlarla destekleyen özellikler taşımaktadır. Türkiye’nin sosyal güvenlik sistemindeki bu eksiklerin işsiz gençlerin yaşlı ebeveyniyle ilişkilerine çeşitli şekillerde olumsuz etki edebileceği göz ardı edilmemelidir. Türkiye açısından daha önemli bir bulgu, coğrafi mesafenin aile ilişkilerine yaptığı etkilerdir. Kuşaklar birbirlerinden coğrafi konum itibariyle uzaklaştıkça ilişkilerinde çözülmeler meydana gelmektedir. Fakat üzücü olayların ortaya çıktığı durumlarda, coğrafi mesafenin etkileri de ortadan kalkmaktadır (Schürze & Wagner, 1995). Ampirik kanıtları ortaya konulmuş bu bulgunun, Türk ailesi açısından öneminin, iç göç olgusuyla birlikte düşünülmesi gerekir. Köyden kente doğru gelişen göçlere katılamayan veya katılmak istemeyen yaşlılarla çocukları arasındaki coğrafi mesafe genellikle büyük olmaktadır. Bu da sosyal ilişkilerine olumsuz etkiler yapmaktadır. Nitekim Antalya’da gerçekleştirilen, bakıma muhtaç yaşlılara bakan aile fertlerinin denek olarak katıldığı ampirik araştırmanın sonuçları, bu yaşlıların sosyal ilişki ağının, çocuklarıyla coğrafi mesafeye bağlı olarak azaldığını saptamıştır (Tufan, 2008). Kuşaklararası İlişkilerin Geleceği Toplumsal yaşlanma nedeniyle önümüzdeki yıllarda bakıma muhtaç yaşlı sayısında büyük bir artış olacağından hareket etmemiz gerekir. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 2050 yılında 100 milyona ulaşacak olan nüfusumuzun %30’nu yaşı 60 ve üzerindeki kişiler meydana getirecektir. Bunlar arasında kronik hastalar, engelliler ve günlük yaşam aktivitelerinde yardıma ve bakıma ihtiyaç duyacak yaşlıların sayısının bir hayli kabarık olacağına da kesin gözüyle bakılabilir. Çünkü ampirik verilerin analizlerinden elde edilen bulgular, yaşlılıkta engellilik ve bakıma muhtaçlığın üst düzeye fırladığını, ama birçok kişinin yaşlılık dönemine girmeden önce sağlık ve bakıma muhtaçlık sorunlarıyla karşı karşıya kaldığını göstermiştir. Nüfusumuzun %12’den fazlasını engellilerin meydana getirdiği (TÜİK, 2002; Tufan, 2007) düşünülürse, yakın ve orta vadede yaşlı kuşağın mensupları arasında bu sorunların yaygın olacağı da şimdiden bellidir. Bu açıdan bakıldığında aile kapsamındaki kuşaklararası iyi ilişkilerin devamı, hem yaşlılar hem de gençler açısından büyük önem taşımaktadır. Batı toplumlarında, örneğin Almanya’da 49 Toplum ve Sosyal Hizmet 2030 yılında yaşı 60 ve üzerindeki bireylerden sadece %47’sinin evli statüsüne sahip olacağı, %10’nun eşinden boşanmış, %10’nun bekar ve %33’nün ise dul olacağı öngörüsünden hareket edilmektedir (Fooken, 1999). Türkiye’de bekarlık ve eşten boşanma olaylarının düzeyi ne yaşlılarda ne de gençlerde bu kadar yüksektir. Fakat gelecekte dul yaşlıların ve özellikle de yaşlı dul kadınların sayısında büyük bir artış meydana gelecektir. Daha şimdiden yaşlılar arasında dul kadınların sayısının dul erkeklere nazaran belirgin şekilde daha fazla olduğu saptanmıştır (TÜİK, 2002; Tufan, 2007). Gençlerin yaşlı ebeveynlerini yarı yolda bırakma niyetine sahip olmamaları, böyle bir durumun ortaya çıkmayacağının bir garantisi de değildir. Sadece yaşlılar değil, onların çocuklarının da ekonomik açıdan güçsüz oluşu, bakıma muhtaçlığı, gençler açısından önemli bir yük faktörüne dönüştürmektedir. Sonuç ve Geleceğe Yönelik Öneriler Türkiye’de sayıları az olan çocuksuz yaşlıların, bakıma muhtaçlık sorunuyla karşı karşıya kalmaları halinde, bir bakımevine nakli, büyük bir ihtimalle, arzu edilen bir durum olacaktır. Çünkü bu yaşlıların bakımını akrabalarının üstlenme olasılığı pek yüksek değildir. Diğer taraftan araştırmalar şunu da göstermektedir: Gençlerin ekonomik durumu bozuldukça, yaşlısının bir bakımevinde bakılması isteği artmaktadır (Schütze, 1999). Fakat Türkiye’de bu isteğin varlığını algılamak pek mümkün olmamaktadır. Çünkü “bakımevi” hem tesis sayısı hem de bundan yararlanmayı sağlayacak ekonomik olanak- 50 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 lar bakımından yetersiz bir düzeydedir. Bakım sigortasının sosyal güvenlik sistemine eklenmesi ve bundan herkesin yararlanmasının sağlanması halinde, yaşlıların bir bakımevinde mi yoksa ailesi tarafından mı bakılacakları daha iyi anlaşılacaktır. Ancak bakım sigortasının bulunduğu ülkelerdeki tecrübeler, ailelerin yaşlısına bakmaya daha fazla eğilim gösterdiklerini ortaya koymaktadır. Bakım sigortası, bu bağlamda, öncelikle aileyi bakım görevinde destekleyici bir işleve sahiptir. Evde bakımın mümkün olmadığı durumlarda bakımevi imkanından faydalanılmaktadır. Türkiye’de de bakım sigortası üzerine tartışmaların başlaması önerilmektedir. Bakım görevini üstlenen aile bireylerinin, bundan bedensel, psişik ve sosyal açılardan zarar gördükleri, kendi sağlıklarının bozulduğu, ekonomik sıkıntıların ortaya çıktığı ve sosyal çevreden soyutlandıkları da tespit edilmiştir. Dolayısıyla yaşlısına bakan bireylerin çoğu, bu sorumluluğu üstlenerek, kendileri bunun kurbanı olmaktadır. Öte yandan bakımı üstlenen aile fertlerin çoğu bakım konusunda hiçbir bilgiye de sahip değildir. Bu hem bakımın kalitesini düşürmektedir, hem de bakıcının yükünü daha arttırmaktadır. Bu yüzden burada getirilecek tavsiyelerden biri de, bu kişilere bakımla ilgili psikososyal ve bakımlarda gerekli olan tıbbi konularla ilgili danışmanlık hizmetleri verilmesi olacaktır. Antalya’da faaliyet gösteren Ulusal Sosyal ve Gerontoloji Derneği’nin 2007 senesinde, yaşlısına bakan kadınlar için açtığı ücretsiz kurs projesi, bu tür çalışmalara iyi bir örnek teşkil etmiştir. Yaşlısına bakan bütün aile fertlerinin çalışmadıkları varsayımından da hareket edilmemelidir. Çoğunu kadınların Tufan ve Yazıcı meydana getirdiği bu kişiler arasında hem çalışan hem de yaşlısına bakanlar da bulunmaktadır. Fakat bakım sorumluluğunu üstendikten sonra birçoğu çalışma yaşamına son vermek zorunda kalmaktadır. Yeni yasal düzenlemelere gidilerek yaşlısına bakan kişilere “bakım izni” olanağı da yaratılmalıdır. Genel kanıya göre evde profesyonel bakımlar, ailenin yükünü hafifletmektedir. Fakat Borchers (1997) bunun doğru olmadığına, yeterli ve düzgün işleyen bir sosyal hizmet ağının henüz oluşmamış olmasından dolayı evde yapılan profesyonel bakımların ailelerin yükünü ağırlaştırdığına dikkat çekmektedir. Profesyonel bakım gereksinimini olan aileler asıl görevin kendilerinde olduğunu düşünmekte, bu ihtiyacın oluşması durumunda toplumun sosyal kontrol mekanizmasının baskısını hissettiklerini belirtmektedirler. Yaşlı bakımında geriatri kliniklerine de ihtiyaç giderek artacaktır. Geriatri klinikleri, hastaneden taburcu olan yaşlıları günlük aktivitelerini tekrar kendileri yapabilecek duruma getirmeye çalışmaktadır. Hekim, hasta jimnastikçisi, hemşire, fizyoterapist, uğraşı tedavisi uzmanları, ergoterapist ve sosyal hizmet uzmanından oluşan ekip şeklinde çalışmaktadırlar. Çekirdek aileye alternatif olarak gösterilen büyük aile modeli, bakıma muhtaç yaşlıların bakılacaklarının bir garantisi değildir. Çocuk sayısı arttıkça, yaşlıların daha iyi bakılacaklarından da hareket edilmemelidir. Daha ziyade günümüzün aile modeli olan çekirdek ailenin bu konuda desteklenmesi gerekmektedir. Demografik değişimlere bağlı olarak önemi yaşlılar açısından daha artan çekirdek ailenin yaşlısıyla ilişkilerini korumasına ve daha da sağlam temellere oturmalarına yardım edecek sosyal politik girişimlere Türkiye’nin acilen ihtiyacı vardır. KAYNAKÇA Aries Ph. (1975) “Geschichte der Kindheit”, München, Wien: Hanser Verlag. Baltes P.B. ve Mittelstrass J. (Ed.) (1992) “Zukunft des Alterns und gesellschaftliche Entwicklung”, Berlin, New York: de Gruyter. Borchers A. (1997) “Die SandwichGeneration. Ihre zeitlichen und finanziellen Leistungen und Belastungen”, Frankfurt, New York, Campus. Borscheid P. (1992) “Der alte Mensch in der Vergangenheit”, In: P.B. Baltes & J. Mittelstrass (Ed.), Zukunft des Alterns und gesellschaftliche Entwicklung (35-61) Berlin, New York, de Gruyter. Conze W. (Ed.) (1976) “Sozialgeschichte der Familie in Neuzeit Europas”, Stuttgart, Klett. Fooken I. (1999) “Intimität auf Abstand. Familienbeziehungen und soziale Netwerke”, In: A. Niederfranke, G. Naegele & E. Frahm (Ed.), Funkkolleg Altern 2, Lebenslagen und Lebenswelten, soziale Sicherung und Altenpolitik, (209-243), Westdeutscher Verlag, Opladen, Wiesbaden. Lauterbach W. (1998) “Die Multilokalität später Familienphasen zur räumlichen Nähe und Ferne der Generationen”, Zeitschrift für Soziologie, 27(4) 297-315. Mitterauer M. (1976) “Auswirkungen von Urbanisierung und Frühindustrialisierung auf Familienverfassung an Beispielen österreichischen Raums”, In: W. Conze (Ed.), Sozialgeschichte der Familie in Neuzeit Europas (53-146) Stuttgart Klett. Nauck B. ve Onnen-Isemann C. (Ed.) (1995) “Familie im Brennpunkt von Wissenschaft und Forschung”, Neuwied Luchterhand 51 Toplum ve Sosyal Hizmet Niederfranke A., Naegele G., Frahm E. (Ed.) (1999) “Funkkolleg Altern 2: Lebenslagen und Lebenswelten, soziale Sicherung und Altenpolitik”, Westdeutscher Verlag, Opladen, Wiesbaden. Rosenmayr L. ve Köckeis E.(1965) “Umwelt und Familie alter Menschen”, Neuwied, Berlin, Luchterhand. Schütze Y. ve Wagner M. (1995) “Familiäre Solidarität in den späten Phasen des Familienverlauf”, In: B. Nauck & C. OnnenIsemann (Ed.), Familie im Brennpunkt von Wissenschaft und Forschung, (307-327), Neuwied, Luchterhand. Schütze Y. (2000): “Generationenbeziehungen”, In: H.-W. Wahl ve C. TeschRömer (Ed.), Angewandte Gerontologie in Schlüsselbegriffen (148-152). Kohlhammer: Stuttgart. T. C. Başbakanlık İstatistik Kurumu (2002), Ankara. Tufan İ. (2007): “Birinci Türkiye Yaşlılık Raporu” Antalya, Gero Yay. Tufan İ. (2008). “Bağımız yaşam ve Sınırları” Bu araştırmanın yayın hazırlıkları devam etmektedir. Wahl H.W. ve Tesch-Römer C. (Ed.) (2000): “Angewandte Gerontologie in Schlüsselbegriffen” Kohlhammer: Stuttgart. 52 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 Buz Derleme FEMİNİST SOSYAL HİZMET UYGULAMASI Feminist Social Work Practice Sema BUZ* * Yrd. Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü ABSTRACT Feminist theorists criticize traditional social work theory and practice for being sexist. Feminist social work practice uses basic concepts of feminist theory such as gender, patriarchy, public/private sphere distinction. In this frame feminist social work accepts experiences of women as a starting point. Challange to traditional gender roles and partirachy is another component of feminist social work practice. This practice can be defined as an alternative practice towards traditional social work practice because of its focus on raising awareness and empowerment of women related to their problems. Key Words: feminist theory, gender, patri- archy, public/private sphere, feminist social work practice. GİRİŞ ÖZET Feminist kuramcılar geleneksel sosyal hizmet teori ve uygulamasını cinsiyetçi olmakla eleştirmektedir. Feminist sosyal hizmet uygulaması feminist kuramın temel kavramları olan toplumsal cinsiyet, ataerkillik, kamusal/özel alan ayrımı gibi kavramları kullanır. Feminist sosyal hizmet bu çerçevede kadınların deneyimlerini başlangıç noktası olarak kabul eder. Geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri ve ataerkilliğe meydan okuma bu uygulamanın diğer bir bileşenidir. Kadınların sorunlarıyla ilişkili farkındalıklarının yükseltilmesi ve güçlendirilmesi odağı nedeniyle bu uygulama geleneksel sosyal hizmet uygulamasına yönelik alternatif bir uygulama olarak tanımlanabilir. Sözcükler: feminist kuram, toplumsal cinsiyet, ataerkillik, kamusal/ özel alan, feminist sosyal hizmet uygulaması. Anahtar Feminist kuramların sosyal olguların analizine ilişkin alternatif ve eşitlikçi, toplumsal cinsiyet kavramını dikkate alan bir çerçeve sunduğu görülmektedir. Çeşitli disiplinler, bu kuramı kendi çalışma alanlarına uyarlama ve doğurgularını tartışma yoluna gitmiştir. Sosyal hizmet disiplini ve mesleği sosyal adaleti gerçekleştirmek, genelde her türlü eşitsizlikle mücadelede etkin rol almak ve “değişimi sağlamak” gibi özelliklere sahiptir. Feministler sosyal hizmet teori ve uygulamasını cinsiyet körü –gender blind- olmakla eleştirmiş ve kadın müracaatçıların gereksinimlerine yönelik üretilen çözümlerin daha çok toplumdaki geleneksel toplumsal cinsiyet rol algılarıyla örtüşmesine karşı çıkmışlardır. Bu anlamda feminist sosyal hizmet uygulaması cinsiyetçiliğe meydan okuyan alternatif ve yeni bir uygulama türü olarak belirmiştir. Kadın deneyimini analizinde başlan- 53 Toplum ve Sosyal Hizmet gıç noktası olarak alan feminist sosyal hizmet uygulaması, kadınların deneyimledikleri sorunları etkileyen yapısal nedenlere dikkat çeker ve kadınların bu sorunlara meydan okumasını sağlamaya çalışır. Bu nedenlerle bu çalışmada feminizm, feminist kuramın ilginlendiği konular ve kullandığı kavramlardan yararlanılarak feminist sosyal hizmet uygulaması çok yönlü tartışılacaktır. FEMİNİZM, FEMİNİST KURAMIN İLGİLENDİĞİ KONULAR Feminizm en genelde cinslerin eşitliğine önem veren ve kadınların erkeklerle eşitliğini savunan bir öğreti olarak tanımlanabilir. MacKinnon’a (2003: 58) göre çağdaş feminizm, cinsiyetler arası ilişkilerin toplumsal örüntüsünü ve onu değiştirmenin yollarını ararken, yaşanan toplumsal cinsiyet deneyiminin tam ortasına kadınların deneyimlerini ve bu deneyimlerden kazandıkları bakış açılarını yerleştirir. Feminizm, kadınların günlük yaşamlarına önem verir ve kadınların görüşüne öncelik tanır (MacKinnon, 2003: 58). Andre Michel’e göre feminizm sözcüğü, kadınların toplum içindeki rol ve haklarını geliştirmeyi öngören bir öğretiyi dile getirmektedir. Arat (1991: 12) feminizmin ilgi odağını, kadınla erkek arasındaki toplumsal farklılık, bu farklılık olgusunun anlamı, nedenleri ve sonuçları olarak tanımlamıştır. Eisenstein’ e göre (1998:474) ise feminizm, “erkek üstünlüğünü sona erdirme mücadelesi değil, baskınlığın ideolojisini kökten kazıma mücadelesidir. Baskınlık ise, erkek üstünlüğünü de içeren daha büyük ve çoğulcu bir kategoridir. Feminist literatürün genişliğine karşın meşgul olduğu konular kabaca üç te- 54 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 mel soruna indirgenmiştir. İlk sorun feministlerin ortak kaygılarının nedenlerini inceleme çabasıdır: kadınlar neden/nasıl baskı altındadırlar? Kadın ve erkek arasındaki iktidar farklılıklarını belirleyen düzenleyici ilkeler bulunmaya çalışılmaktadır. İkinci sorun, kadın-erkek arasındaki farklılıkların ontolojik temelleriyle ilgilidir: bu farklılıklar biyolojik olarak, sosyolojik olarak ya da her ikisinin bileşimiyle mi meydana geliyor? Genel tartışma biyolojik ve toplumsal cinsiyet tartışması olarak bilinir. Üçüncü sorun, erken dönem feminist literatürün etnosantrik ve Batı merkezci olan basitleştirici perspektiflerine duyulan tepkiden doğmuştur. Sorun, kadınlar ve erkekler arasındaki farklılıklar ve bu farklılıkların, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin genelleştirilmiş tanımlamaları üzerindeki etkisiyle ilgilidir (YuvalDavis, 2003). Feministler, ataerkil ideolojinin aile özelinde deneyimlenmesi boyutunda kadının ailenin yeniden üretimindeki araçsal rolünü tartışmışlardır. Feministler ayrıca özel alana ait mitlerle, kadının kamusal alana aktif katılımını sağlama ve mikro ve makro düzeyde toplumdaki konumlarını iyileştirme için mücadele etmişlerdir. Cinsiyetten kaynaklanan eşitsizliklerin giderilmesi boyutlarını araştırırken, ataerkillik çözümlemesinin önemine değinmişlerdir (Whelehan, 1995). Görüldüğü üzere kadınların toplumdaki ikincilliğinin nedenleri, baskı altına alınma dinamikleri feminizmin ilgi alanını oluşturmaktadır. FEMİNİST KURAMIN KAVRAMLARI Feminist kuramın kabullerini oluşturan çeşitli kavramlar kuramın açılımları yönünden önemlidir. Bu kavramlardan Buz toplumsal cinsiyet, ataerkillik, ayrı alanlar nosyonu burada irdelenmektedir. Toplumsal cinsiyet Toplumsal cinsiyet kavramı bilindiği gibi biyolojik cinsiyet yerine cinsiyetin toplumsal anlamına ve bu anlama yüklenen rollere dikkat çekmektedir. Toplumsal cinsiyet, kadın ve erkek rollerini toplumun beklentilerine göre şekillendirerek, toplumsallaşma ve toplumsal kurumlar yoluyla yeniden üretilmesini sağlamaktadır (Connell, 1998). Simone de Beauvoir, bu durumu 1952 yılında yayınlanan “Second Sex” adlı eserinde “kadın doğulmaz, kadın olunur” şeklinde isabetli bir biçimde ifade etmiştir. Gerçekten de artık biyolojik cinsiyetin getirdiği farklılıklardan öte toplumsal cinsiyet rolleri kadınların toplumdaki ikincil rollerini analizde daha kullanışlı bir çerçeve sunmaktadır. Toplumsal cinsiyet, erkek ve kadın arasındaki “gerçek” toplumsal farklılık olarak değil, toplumsal rollerinin, ekonomik konumları veya etnik ve ırksal topluluklara mensubiyetlerinin aksine cinsel/biyolojik farklılıklarıyla tanımlandığı özneler grubuna ilişkin söylem tarzı olarak anlaşılmalıdır (Yuval-Davis, 2003). Ataerkillik Ataerkillik feministlerce kullanılan temel bir kavram olup, insanlık tarihi boyunca erkeklerin kadınlar üzerinde baskınlık kazanmak ve arttırmak için kullandıkları mekanizma, ideoloji ve sosyal yapıları kapsar. Ataerkillik sözcüğü baba ya da “patriyarkın” kuralları anlamına gelir ve özel bir tür olarak “erkek baskın aile” yi tanımlamaktadır. Günümüzde ise er- kek baskınlığından daha çok kadınlar üzerinde erkeklerin baskın olması ve kadınların çeşitli yollarla daha alt konumda tutulmalarını sağlayan bir sistemi tanımlamakta kullanılan güç ilişkilerini ifade eder (Bhasin, 1993). Ataerkillik, Mackinnon’ a göre (1983; Akt: Ramazanoğlu, 1989: 34) “kadın üzerinde erkek egemenliğini haklı gösteren bir inanç ve fikirler dizisine işaret eden evrensel bir ideolojidir”. Ataerkillik genelde kadınlar üzerindeki erkeklerin baskınlığını yöneten çok yakın cinsel karşılaşmalardan en genel ekonomik ve ideolojik faktörlere kadar düşünce ve uygulamaları yansıtır. Sadece erkeklerin kadınlar üzerindeki genel gücünü değil, aynı zamanda bu gücün doğal, normal, doğru ve tek olduğuna ilişkin ideolojik yasallaşma ve erkek gücünün hiyerarşik yapısını tanımlar (Ramazanoğlu, 1989: 34). Diğer bir tanımlamaya göre ise ataerkillik, cinsiyetler arasındaki çağdaş güç ilişkileri yani “erkek baskınlığı” dır. Marksist yönelimli feminist kuramda ise kadınların gördüğü baskı ve cinsiyet/ toplumsal cinsiyet sistemi genelde kapitalizm ve onun sınıf sistemiyle bağlantılı görülür (Jonasdottir, 1994). Ataerkillik kavramsallaştırması farklı soyutlama düzeylerini gerektirir. En soyut düzeyde sosyal ilişkiler sistemi yer alır. En az soyut düzeyde ise üretimin ataerkil modu, istihdamda ataerkil ilişkiler, devlette ataerkil ilişkiler, erkek şiddeti, cinsellikte ataerkil ilişkiler ve kültürel kurumlarda ataerkil ilişkiler olmak üzere altı yapının birleşiminden oluşur (Walby, 1990). Benzer şekilde kadınların ataerkilliğin kontrolünde olan çeşitli yaşam alanları Bhasin (1993) tarafından beşli yapı olarak tanımlanmıştır: kadınların üretici ya da 55 Toplum ve Sosyal Hizmet Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 işgüçleri üzerindeki kontrol, kadınların yeniden üretim, cinsellik ve hareketlilikleri üzerindeki kontrol ve mülkiyet ve diğer ekonomik kaynaklarla ilgili sınırlılıkları olarak ifade edilebilir. işler verilmişti. Fiziksel güçsüzlük söylemi kadının özel mülkiyet ve çocuklar gibi korunacak şeyler arasına girmesine, yalnızca belli toplumlarda belli tür işleri yapmasına (kadın işleri) iten bir dayanak olmuştur (Mitchell, 1985). Ayrı Alanlar Nosyonu (Kamusal/ Özel alan ayrımı) Rosaldo (1974; Akt Walby, 1990) kadınların ikincilliğinin, özel alana hapsedilmeden kaynaklandığını, erkeklerin çalışmasının her zaman kadınlara göre daha değerli olduğunu ifade etmektedir. Kadınların toplumda ikincil konumda olmalarının evrensel bir olgu olduğunu ve kadınların aile içinde çocuk büyütme ve yetiştirme ilerini içeren özel alana hapsedildiklerini ve bunun evrensel bir gerçek olduğunu belirtmektedir. 1960’larda yeniden ortaya çıkışından beri, kadın tarihinde en güçlü kavramlardan biri ayrı alanlar nosyonu olmuştur. Kamusal ve özel alan ayrımının kullanımı çok fazla karışıklığa neden olmuştur. Kadınlar otomatik olarak özel ile ilişkilendirilmiştir. Yakın zamana dek, kamusal ile özel hakkındaki tartışmalar, toplumsal cinsiyet boyutunu tamamen göz ardı ettiği gibi, evrensel olanı da hiç sorgulamıyordu. Bu tartışmaların merkezine oturabilecek aile, akrabalık, evlilik ve ebeveynlik kurumları görmezden gelinmiştir (Davidoff, 2002). 17. ve 18. yüzyıllar boyunca –öncesinde ve sonrasında da- kadının eş ve anne olarak evine ait olduğu varsayımı neredeyse evrenseldi. 18. yüzyılın ortasından itibaren ve özellikle 19. yüzyılın başında tarihsel dönüşümler, özellikle de sanayi devrimi, kadını özel alanda tecrit ederek, işyeri ile ev mekanını birbirinden ayırdı. Makinalaşmış fabrikalar ve ev ekonomisinin çöküşü ile birlikte işin kamusal dünyası evin özel dünyasından daha önce hiç olmadığı kadar birbirinden ayrıldı. Bu gibi eğilimler, akılcılığı kamusal alanla, akıl- dışılığı ve ahlakı özel alanla ve kadınla özdeşleştiren aydınlanma düşüncesini desteklemiştir (Donovan, 2001:19). Erkekler açısından doğaya egemen olma ve yaratma işlevi söz konusu iken, kadınlara bakımla ilgili önemsiz 56 Feminist teorinin kavramları olan toplumsal cinsiyet, ataerkillik ve ayrı alanlar nosyonu sosyal hizmet açısından özel bir önem taşımaktadır. Sosyal hizmet uygulamaları için yardım talebinde bulunan müracaatçıların yaşadıkları güçlükler ve gereksinimler bu kavramların yaşamlarındaki deneyimlenmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Örneğin aile içi şiddet nedeniyle bir sosyal hizmet kurumuna başvuran bir kadın müracaatçının sorununa yaklaşım, toplumsal cinsiyet rollerine yüklenen anlam ve algılar, ataerkilliğin kadının yaşamındaki görünümleri ve özel/kamusal alan ayrımlarına göre şekillenen ayrışmanın etkisinin analizini gerekli kılmaktadır. FEMİNİST SOSYAL HİZMET UYGULAMASI VE ÖZELLİKLERİ Dominelli (2002a: 3-4) sosyal hizmetin amacı ve rolü konusunda üç yaklaşım grubundan söz etmektedir: Terapötik-yardım edici yaklaşımlar; Buz Bakım-koruma (maintenance) yaklaşımları; Özgürleştirici yaklaşımlar. Sosyal hizmette terapötik yaklaşımlar, danışma kuramlarına ve Carl Rogers’in çalışmalarına dayanır. Bunlardan “müracaatçıya” danışman tarafından kendini ve diğerlerini (özellikle yakın akraba ve arkadaşlarla ilişkilerini) daha iyi anlaması ve durumuyla daha etkili bir yolla başa çıkması için yardım edilmesi anlaşılır. Bu yaklaşımlar, müdahalede bireyler ve onların psikolojik işlevselliklerine odaklanır. Bakım-koruma yaklaşımında sosyal hizmet, kişilerin yaşamlarındaki sorunlarla uygun bir şekilde baş ettiklerini kabul eder. Burada sosyal hizmetin terapötik bir yardım edici rolü yoktur. Müdahaleler daha çok pragmatiktir. Kaynaklar ve olanaklar hakkında bilgi vermek başta gelir. Özgürleştirici yaklaşımlar ise sosyal adalet konusuna odaklanır ve sosyal refah sisteminde var olan eşitsizliklere meydan okur. Müracaatçılar kurban olarak değil, güçleriyle değerlendirilirler. Müracaatçıların durumlarını kavrama, kendisiyle diğer ilişkileri arasındaki bağlantıyı kavrama, güç ilişkilerinin günlük yaşam üzerindeki etkisi üzerine çalışılır ve insanların hayatlarının kontrolünü ele alması için bilgi ve becerilere odaklanılır. Birey ve toplum düzeyinde sosyal değişme bu yaklaşımın temelidir (Dominelli, 2002a: 3-4). Bu özgürleştirici yaklaşımlardan biri de feminist sosyal hizmettir. Feminizmin, sosyal hizmet uygulaması üzerinde iki yönlü bir etkisi olmuştur: sosyal hizmette kuramın cinsiyet ayrımına (seksist) dayalı bir süreç olarak yapılandırıldığını ortaya koymuş ve ikinci olarak feminist sosyal hizmet uy- gulamasının kadınlarla çalışma olarak yanlış algılanmasının önüne geçmiştir (McNay, 1992: 51). Feminist sosyal hizmet, Barker’a göre (1999: 173) sosyal hizmette cinsiyet ayrımcılığının yol açtığı duygusal ve sosyal problemlerin üstesinden gelinmesinde bireylere ve toplumlara yardım etmek üzere geliştirilmiş, feminist bir yönelimi olan değer, beceri ve bilgi bütünlüğüdür. Dominelli (2002b: 9) ise feminist sosyal hizmeti “dünyadaki kadın deneyimini analizinde başlangıç noktası olarak ele alan, kadının toplum içindeki konumu ve kişisel durumu arasındaki ilişkilere odaklanan, spesifik ihtiyaçlarına yanıt veren, müracaatçıuzman etkileşimlerinde eşitlikçi ilişkiler yaratan ve yapısal eşitsizliklere işaret eden bir sosyal hizmet türü” olarak tanımlanmıştır. Feminizm, sosyal hizmette bir gelişmeye yol açmıştır çünkü feministler ekonomik koşulların kadınların özgürlüğü ve güçlendirilmesi için daha büyük olanaklar sağladığını ortaya koymuştur. Feminist sosyal hizmet, kadınlarla çalışırken toplumsal cinsiyeti temel referans noktası olarak ele almıştır. Feminist sosyal hizmette kadınların esenliğinin birincil olarak ele alınması, sosyal hizmet uzmanlarının kadınları sadece eş ya da anne olarak görmelerini engellemiştir (Featherstone, 2001: 3). Kadınların özel ihtiyaçlarını bütüncül bir biçimde karşılamak, yaşamlarının karmaşık yanlarıyla baş etmelerini sağlamak feminist sosyal hizmetin bir parçasıdır. Kadınların, erkek, çocuk ve diğer kadınlarla etkileşimlerinde ihtiyaçlarına işaret eden sosyal ilişkilerin bağımsız doğasına odaklanılır. Analizindeki kadına verdiği gurur verici yerin yanı sıra fe- 57 Toplum ve Sosyal Hizmet minist sosyal hizmet uzmanları kadınlara erkeğin artığı olarak bakan toplumsal cinsiyet körü kuram ve uygulamalara meydan okur (Dominelli, 2002b: 9). Dominelli (2002b: 162) feminist sosyal hizmet uygulamasını biçimlendiren ilkelerden söz etmektedir. Bu ilkeler: (a)Kadınların farklılıklarını tanımak; (b)Kadınların güçlerini değerli kılmak; (c) Farklı kadın grupları arasında farklılığın eşitsiz güç ilişkileri için bir temel olmasını önleme konusunda ayrıcalıkları ortadan kaldırmak; (d)Yaşamlarının tüm boyutlarında kadınların kendi kararlarını verebilmede aktif olduğunu göz önünde tutmak; (e)Birey olarak kadınların sosyal koşullar içindeki yerin belirleme ve birey ve kolektif birim arasındaki karşılıklı bağlantıyı onaylamak; (f) Kadınlara, kendi ihtiyaç ve problemlerine buldukları çözümleri ifade edecekleri bir alan sağlamak; (g) “kişisel olan politiktir” ilkesini uygulamanın makro, mezo ve mikro düzeylerinde kabul etmek; (h) Bireysel güçlük ve sıkıntıları genel konular olarak yeniden tanımlamak; (i) Kadınların ihtiyaçlarını yaşamlarının her alanında diğerleriyle etkileşimlerde bulunan diğer tüm insanlar gibi ele almak; (j) İnsan ilişiklerinin bağımsız doğasını teşhis etmek ve bunun birey ya da grup düzeyinde neye yol açtığı ve nasıl gerçekleştiğini kavramak; (k)Kadınların bireysel problemlerinin sosyal nedenleri olduğunu teşhis 58 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 etmek ve her müdahalede bu iki düzeyi ele almak; (l) Bireysel problemlere yönelik ortak çözümler bulmaya çalışmaktır. Bu ilkeler feminist sosyal hizmet kuram ve uygulamasının bütünleştirilmesi için bir çerçeve sunar. Feminist sosyal hizmetin içinde cinsiyetçilik karşıtı (anti-seksist) kuram ve uygulama bütünleşmiş olmalıdır. Thompson’a göre (2001: 61) cinsiyetçilik karşıtı uygulamanın feminist sosyal hizmetin de paylaştığı temel bileşenleri şunlardır: 1. Sosyal hizmet müdahalesinin amacı güçlendirmedir (empowerment) uyumlandırma (adjustment) değil. Sosyal hizmet, kadınların aile içinde “doğru” yere uyum göstermelerinde yardım etmek için değil, deneyimledikleri baskıya meydan okumaları konusunda güç kazanmasına yardım eder. 2. Sterotipik varsayımlardan kaçınma önemlidir. Örneğin erkeğin ailenin reisi olduğunu ve ailede öncelikli karar vericinin erkek olduğunu varsaymamak, 3. Aile ideolojisi cinsiyetçiliği güçlendirir. Sosyal hizmet uygulaması ailenin hem güçleri hem de zayıflıklarını teşhis ederek aileye ilişkin dengeli bir görüşü temel almalıdır. Sosyal hizmet uygulaması sadece cinsiyetçiliğin çözümlenmesini değil, hizmet kullanıcılarının, cinsiyetçiliğin kendi problemlerinin çözümünde bir engel olduğunu ya da problemlerini desteklediğini anlamada bilinç yükseltme çalışmalarında yer almasına odaklanmalıdır. Buz 4. Kadınlar, erkek egemen toplumda “görünmezdir”; başarıları ve katkıları nadiren kabul edilir. Sosyal hizmet uzmanları bu tuzaktan kaçınmalı ve kadınların duygu, düşünce ve işlerini değerli kılmalıdır. Mikro düzeyde sosyal hizmet, kadınların benlik saygısını arttırmakta, makro düzeyde kadınların cinsiyetçi değersizleştirmesini kırmakta bir rol oynar. 5. Cinsiyetçilik karşıtı uygulama, egemen ayrımcı tutum, değer, uygulama ve yargılara meydan okumayı kapsar. Lee’ye göre (2001: 175) feminist sosyal hizmet uygulamasında birtakım önemli noktalar bulunmaktadır. Gerçeği bütüncül olarak ele almak, gücü eylemde bulunmak üzere yeniden kavramsallaştırmak, ataerkilliği sona erdirmek, güçlendirmek için çalışmak, dayanışmanın önemi, bilinç yükseltme çalışmalarının kullanımı bunların belli başlılarıdır. Feminist sosyal hizmet, daha geniş bir feminist hareketin parçası olarak, kadın-merkezlilikten daha fazla bir şeydir ve nihai amacı kamusal alandaki ataerkillik, özel alandaki ataerkillik ve sosyal ilişkileri yapılandıran diğer baskıcı yapılardan kadınlara yönelen baskıyı sona erdirmektir (Dominelli, 2002b:76). Feminist uygulamalar “müracaatçı”sosyal hizmet uzmanı ilişkisinde, işyerinde, kişisel ve mesleki yaşamda eşitlikçi ilişkileri geliştirmeye çalışır. Feminist sosyal hizmet uzmanları, bir kadın müracaatçının ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken, bireyi sosyal olarak yapılanmış toplumsal cinsiyet baskısı ve bunun diğer baskı biçimleriyle ilişkileri içinde bir bütün olarak kavrar ve bu bağlamda kişinin refahını arttıracak hizmetleri araştırır. Feminist sosyal hizmet, toplumsal cinsiyet baskısının kadının özel durumu üzerindeki etkisini dikkate alırken, kişinin kendi kararlarını verme kapasitesi ve aktif olmasına vurgu yapar. Ayrıca kadınların ikincil konumlarını sonlandırmayı amaçlar (Dominelli, 2002b: 77). Cinsiyetler arasındaki ilişki politiktir çünkü eşitsiz güç ilişkileri içinde sosyal olarak inşa edilmiştir. Feministlere göre erkek ve kadın kategorileri ve özellikleri, kültürel ve sosyal yapılarla uyumludur. Benzer şekilde, şiddet ve cinsel istismar birey ya da aile patolojisi değildir, kişisel alandaki erkek gücünün zirvesidir. Feministlere göre sosyal hizmet uzmanlarının işi, problemleri patolojik ya da ailede kadınların karşılaştıkları sorunlarla açıklamak değil toplumdaki güç eşitsizlikleriyle uğraşmaktır (Langan, 1985: 41). Feministler, analizlerinde yapısal ve bireysel düzeyleri, kişisel ve politik olanı, özel ve kamusalı bütünleştirir. Bu haliyle feminizmin sosyal hizmet kuram ve uygulamasına sosyal ilişkileri anlamakla ilgili bir katkı verdiğini belirtmek gerekir (McNay, 1992: 51). Feministler kadınların yaşamlarını ve deneyimlerini, erkeklerden farklı ve erkeği başlangıç noktası olarak gören bakış açısının (androcentrism) dışında kendi bakış açıları ve değerlerinden anlamaya çalışır (Hudson 1985; Akt: Payne, 1997:245). Stanley ve Wise (1995) kadın deneyimlerinin ontolojik olarak çok parçalı ve karmaşık olduğuna, tek ve parçalanmamış bir maddi gerçeklik olmadığına dikkat çekmektedir. Buna bağlı olarak kadınlara yönelik baskı tek, belirlenmiş, kadının neredeyse tümüyle çaresiz 59 Toplum ve Sosyal Hizmet olduğu bir durum değildir. Aksine baskı had safhada karmaşık bir süreçtir, kadınlar çok nadir olarak tamamen güçsüz durumdadır, normalde kadınlar sözel, işitsel pek çok kaynağa sahiptir. Bu nedenle kadınların bu kaynaklarına dikkat çekme, bu kaynaklarının farkına varmasını ve deneyimledikleri sorunların üstesinden gelmelerinde yapısal faktörlerin etkisini kavramalarında bilinçlerini arttırma feminist sosyal hizmet uygulamasının temel araçlarındandır. Görüldüğü üzere feminist sosyal hizmet uygulaması kökenini feminist kuramdan almaktadır. Kadın deneyimini başlangıç noktası olarak alan, güçlendirme kavramına vurgu yapan, ataerkilliği sona erdirmeyi amaçlayan, kadınların içinde bulundukları sorunların oluşum dinamiklerini ve sosyal yapıyla bağını kurmalarına yardım eden, eşitlikçi ilişkiler inşa etmeye önem veren bir yaklaşımdır. FEMİNİST SOSYAL HİZMET UYGULAMASI ÜZERİNE ÖRNEKLER Feminist sosyal hizmet uygulamasının temel vurgusu ataerkilliğe meydan okuyarak bireyleri güçlendirmedir ve sosyal hizmet uzmanlarının mesleki uygulamalarında göz önüne almaları gereken birtakım noktalar bulunmaktadır. Thompson’a göre (2005: 145) bunlar: (a)Değerlendirme yaparken sosyal faktörlerin (sınıf, ırk, toplumsal cinsiyet, yaş engeli, cinsel kimlik) göz önüne alınması ve bunlardan her birinin bireyin durumunu nasıl etkilediğiyle ilgili yakın bir odaklanma önem taşımaktadır. (b)Çok yaygın ve ayrımcı olabilen kalıpyargı ve önyargılı varsayımlara karşı dikkatli olmak önemlidir. 60 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 (c) İnsanları ayrımcı rollere göre ayırmamak önemlidir (mesela aile içinde kadını çocuk bakımı sorunlarından sorumlu görmemek) (d)Farklılık ve çeşitliliğe karşı duyarlı olmak önem taşımaktadır. (e)Kendi ve diğer profesyonellerin gücünün farkında olma ve bunu müracaatçılarının zararına kullanmamak büyük önem taşır. (f) Ayrımcı eylem ve tutumlarına göz yummamak ve onları güçlendirmemek. Feminist perspektifle çalışan bir uygulamacı tüm insan sorunlarında kültürel ve politik bir boyut bulunduğunun ve bunun özellikle kadınlar için doğru olduğunun farkında olmalıdır. Feminist uygulamanın temel fikrini yardım etme sürecinin sadece klinik ya da doğrudan hizmet etkinlikleriyle sınırlanamayacağı ve aynı zamanda örgüt ve kurumların işleyişini ve sosyal politikayı biçimlendirmek üzere politik eylem ve savunuculuğa odaklanmanın zorunluluğu oluşturmaktadır. Feminist bir terapist aynı zamanda politik bir aktivisttir (Sheafor ve Horejsi, 2002:96). Feminist sosyal hizmet uzmanının çalışma ilkeleri (Sheafor ve Horejsi, 2002: 96): (a)Müracaatçı-sosyal hizmet uzmanı ilişkisi eşitlikçidir. Yardım eden kişi uzman yada otorite figürü değil partner ya da müracaatçının meslektaşı gibi görülür (b)Müracaatçının kaygı ve problemleri sosyopolitik bağlamda değerlendirilir. Müracaatçının yaşamındaki güç ilişkilerinin değerlendirilmesi özel önem taşır. Buz (c) Yardım edici, ilişkili kişisel deneyimlerini paylaşma konusunda isteklidir. (d)Yardım etme süreci güçlendirme ve cinsiyetçilik, cinsiyet-rolü kalıpyargıları, cinsiyet ayrımcılığı, kadınlara yönelik tutumların etkileyen sosyal ve tarihsel faktörleri içeren güçlü bir eğitimsel bileşen içerir. (e)Müracaatçının yardım sürecinde aktif bir katılımcı olması beklenir ve patoloji ya da eksikliklerine değil güçlerine odaklanılır. (f) Kadınların sosyal ağ ve destek gruplarını yaratmak önemli bir yere sahiptir. Bu ilkeler doğrultusunda birkaç örnek tartışılacaktır. İlk olarak istismar mağdurlarına yönelik feminist sosyal hizmet uygulamasından söz edilecektir. İstismar mağdurlarıyla çalışmada feminist sosyal hizmet uzmanları öncelikle istismar ve baskıcı sosyal ilişkiler arasındaki ilişkiye bakarlar. En önemli konu “kişisel olan politiktir” ilkesini uygulamanın tüm düzeylerinde dikkate almak ve bireysel gibi görünen sorunların politik ve yapısal bağlamıyla birlikte değerlendirilmesi ve uygulamanın buna göre biçimlendirilmesidir. Feminist sosyal hizmet uzmanı sistematik ve bütünleştirici bir yaklaşımla baskının içselleştirilmesi ve bunun bireysel ve kurumsal düzeyde istismarcı ilişkilere nasıl dönüştüğüyle ilgilenir. Klinik sosyal hizmette istismara neden olan psikopatolojiyi iyileştirmek amacı varken feminist mikro uygulamada baskı ya da istismara maruz kalanların güçlendirilmesi için çalışılır. Güçlendirici çalışmadan müracaatçının kendi gereksinimleri için uygun olasılıkları görmesi ve yaşamını etkileyecek tüm kararları kendisi verebilecek noktaya gelmesi anlaşılmalıdır (Rose, 1990 dan akt: Dietz 2000: 375). Feminist mikro uygulamada baskınlık ve şiddet ilişkisinin analizi yapılır ve istismar baskınlığın kişisel düzeydeki yansıması olarak görülür. Bu politik analiz feminist uygulama modellerine karşılıklılık, saygı, işbirliği, hiyerarşinin azaltılması, baskınlığın sosyal bağlamını kavrama gibi boyutların dahil edilmesine yol açar. Feminist sosyal hizmet uzmanları müracaatçılarının deneyimledikleri istismarın yapısal bağlamını kavramalarını sağlar ve mağdurlarla ihtiyaç duydukları desteklere ulaşmaları için mikrodan makroya kadar her düzeyde çalışırlar (Dietz 2000: 375). İstismar mağdurlarıyla çalışmada mağdurların sürece aktif katılımı desteklenir ve bu anlamda mağdurlardan sağaltım konusunda alınan geribildirimlere göre hizmet süreci yapılandırılabilir. Bu çerçevede mağdurlara yönelik olarak istismara ilişkin uzmanlaşmış birimler, mağdur ve profesyoneller için istismarın tedavisi ve iyileşmeye yönelik derinlemesine eğitimler, hastanede yatma yerine alternatifler (güvenli evler gibi), bireysel terapi, akran destek ağları, yoğun semptomlar gösterenlere yönelik alternatif terapiler, psikiyatristlerin mağdurlara desteklerini arttırmaları için eğitilmesi ön plana çıkmıştır. Krize yönelik telefon hatlarında çalışanların eğitimi, baskı ve istismar konusunda eğitimli terapistler, grup çalışmalarının etkisi önemli bulunmuştur (Dietz, 2000: 385). Makro düzeyde feminist sosyal hizmet uzmanları bakım konusunda devlet ve ulusal düzeyde lobicilik yaparak müracaatçıları, sosyal hizmet uzmanları ve diğer profesyonelleri örgütleyebilirler. Sosyal hizmet uzmanları ve mağdurlar 61 Toplum ve Sosyal Hizmet güçlendirici ve maliyeti düşük projeler için gösteriler düzenleyebilirler, uzmanlar bu konuları politik gündeme getirip tartışabilirler (Shera 1996’dan akt: Dietz, 2000: 385). Görüldüğü üzere doğrudan güçlendirici müdahaleler makro düzeyde çalışmalarla bütünleştirilmelidir. Diğer bir örnek seks işçileriyle feminist sosyal hizmet uygulaması konusunda verilebilir. Burada öncelikli nokta sosyal hizmet uzmanlarının eğitim ve bilgilerini seks işçileri yararına kullanmaları ve seks işine yol açan yoksulluk, seks ticareti ekonomik gerileme gibi sosyoekonomik ve politik faktörlerin etkisinin farkında olmalıdır. Seks işçileriyle ilgili iki önemli konu ortaya çıkmaktadır (a) seks işçileri sömürü, istismar, cinayet ya da eşitsizliklerin mağdurlarıdır (b) seks işçileri işlerinden dolayı kovuşturmaya uğramamalıdır. Bu çerçevede sosyal hizmet uzmanları seks işine girme konusunda kadınları zorlayan, seks işçilerini istismar eden, sömüren, kaçıranların yasal olarak kovuşturulmasını sağlamalı, bütün kadınların eğitimi, istihdam olanakları için ekonomik adaleti ilerletmeli, seks işçilerini damgalamamalı, seks işinden ayrılmak isteyen kadınları desteklemelidir (Sloan ve Wahab, 2000: 472). Başka bir örnek aile ve çocuklarla çalışma konusunda verilebilir. Sosyal hizmet uzmanları aile ve çocuklarla çalışırken kadınların anne ve bakıcı rollerini güçlendirerek sürdürebilirler. Aileyle ilgili geliştirilen sosyal politikalar kadınlar ve erkekler, çocuklar ve ebeveynleri, çocuklar ve devlet, ebeveynler ve devlet arasındaki hegemonik ve eşitlikçi olmayan ilişkilere odaklanır. Feminist sosyal hizmet ise aile ortamındaki kadınlar, çocuklar ve erkekler arasında 62 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 bu yaklaşımın yetersizliklerini görür ve ilişkilerin eşitlikçi yapılanması gerekliliğine dikkat çeker. Bu dikkat çekme çocukların insan haklarının tanınması, kadınların yaşam seçeneklerini arttırmak için kadınların haklarının ilerletilmesi, devletin bu hakların gerçekleştirilmesi için sağlaması gereken kaynaklara ve sorumluluğa dikkat çekmektedir (Dominelli, 2002b: 123-124). Türkiye açısından feminist sosyal hizmet uygulaması açısından bir örnek toplum merkezlerinde yürütülen Kadının İnsan Hakları Eğitimi Programı (KİHEP) dır. Bu program ile kadınların hakları ve sorunları konusunda bilgilendirilmeleri ve bilinçlenmeleri sağlanarak kadın ayrımcılığına yol açan mekanizmaları daha iyi anlamalarına yardımcı olunması böylece, kendilerine olan bakış açılarının değişmesi ve özgüvenlerinin artması yoluyla aile içi şiddetin önlenmesi ve güçlenmeleri amaçlanmıştır(www.shcek.gov.tr/ hizmetler/Kadin_Aile_Toplum/ToplumMerkezleri.Mart2008.pdf). Bu program kapsamında kadınların insan hakları, anayasal, medeni, ekonomik ve doğurganlık hakları, kadın ve cinsellik, toplumsal cinsiyet rollerine duyarlı çocuk eğitimi ve çocuk hakları, şiddete karşı geliştirilecek stratejiler konularını kapsayan çok yönlü bir eğitim uygulanmaktadır. Kadınlarda grup çalışması yoluyla sorunlarının oluşumunda katkısı olan yapısal faktörlerin ve baskı mekanizmalarının farkına varmaları yönünde bir farkındalık ve bilinç artışı sağlanmakta ve bu durum kadınların kendilerine ilişkin bakış açılarının değişmesine yol açmaktadır. Bu eğitimi alan kadınların güçlenmesi, kadınların kendi aralarında yeni inisiyatifler kurmaları ve gelir getirici işbirliklerine Buz yönelmeleri gibi çıktılar bu uygulamanın feminist sosyal hizmet uygulaması olarak değerlendirilebileceğini göstermektedir. Türkiye boyutunda verilebilecek diğer bir örnek ise sığınmacı kadınlarla yapılan mesleki çalışmalardır. Kadınların eş ya da partnerlerinden gördükleri şiddet uzun süre başka bir ülkeden sığınma isteme nedeni olarak kabul görmezken, feministlerin eleştirileri ve çabaları doğrultusunda bu şiddetin “toplumsal cinsiyete dayalı zulüm” olarak kabul edilmesi söz konusu olmuştur ve kadınlar başka bir ülkeye bu nedenlerle sığınmışlardır. Özel alanda gerçekleşen bu şiddetin yanısıra savaş ve çatışma durumlarında da kadınlar genelleşmiş şiddetin hedefi haline gelmişler, şiddetin pek çok türünü deneyimlemişler, mağdur oldukları halde kendi ülkelerinde dışlanmış ve ayrımcılığa maruz kalmışlardır. Bu alanda feminist sosyal hizmet uygulaması kadınların yaşadıkları şiddetin kökenlerini kavramaları, var olan ataerkil yapıyı ve bunun içinde kendi durumunu anlamayı, kendilerini çevreleyen sistemi kavrayarak sorunlarının sosyopolitik bağlamı hakkındaki bilinçlerinin artışını hedeflemiş, kadınlara yaklaşım ise kadınların pek çok kaynağa sahip olduğu ve güçlerini kullanmalarını engelleyen mekanizmaların farkına varmaları, bu engellerin ortadan kaldırılması konularına odaklanmıştır. Bu alanda kadınların eşlerine bağımlı bireyler olarak kabul edilmeleri ve eş üzerinden yapılan sığınma başvurularından, kadınların ayrı başvuru yapabilmeleri noktasına gelinmiştir. “Kişisel olan politiktir” ilkesi sığınmacı kadınların sığınma istemelerine yol açan nedenlere ilişkin önemli bir kavrayış sunmaktadır ve bu çerçeve sığın- macı kadınlarla yapılan feminist sosyal hizmet uygulamasının önemli bir bileşeni olmuştur. Kadın deneyimini başlangıç noktası olarak alan feminist sosyal hizmet uygulaması kadınların güçlendirilmesi, kendilerine güvenlerinin arttırılması ve yaşam seçeneklerini arttırmaya sosyopolitik yapıyı dikkate alarak odaklanmıştır. Bu örneklerden görüldüğü üzere feminist sosyal hizmetin tüm sosyal hizmet uygulamalarında kullanılan müdahale araçlarının ortaklığına karşın, müracaatçı-uzman ilişkisinin daha eşitlikçi olması, bireysel patolojilere ve sorunlara odaklanmak yerine sosyopolitik bağlamın göz önüne alınması, müracaatçının güçlerinin ön plana çıkarılması, müracaatçının aktif olması, güçlendirmenin tüm boyutlarıyla yaşama geçmesi, savunuculuk rolünün ön planda olması ve kadınların sosyal ilişki ağlarına ulaşmalarının sağlanması konusunda özel bir vurgusu bulunmaktadır. Sonsöz yerine Güç ilişkileri analizi ve sosyopolitik bağlam feminist sosyal hizmet uygulamasında önemli konulardır. Gücü üreten, elinde tutan baskıcı yapıların cinsiyetçi bir şekilde yapılandığının farkında olmak ve sorunlara yaklaşırken bu arka planı göz önünde tutmak önemli bir noktadır. Feminist kuramın dikkat çektiği toplumsal cinsiyet, ataerkillik, kamusal/özel alanı ayrımı gibi temel kavramların feminist sosyal hizmet uygulamasının bileşenlerini oluşturduğu görülmektedir. Kadınların geleneksel toplumsal cinsiyet rollerine uygun bakım verici, eş, anne gibi pasif ve erkeğe bağımlı oldukları yönündeki kalıpyargıların far- 63 Toplum ve Sosyal Hizmet kında olan ve bu kalıpyargılar ve kadınların deneyimledikleri baskının kökenlerini kavrama ve güçlenmelerine odaklanan feminist sosyal hizmet uygulaması çok özel bir yerde durmaktadır. Kadınların bireysel olarak adlandırılan “özel” sorunlarının “toplumsal” bağlantılarını görmede ve kadınların bu türden bir bilinçlilik kazanmaları bakış açısına dayanan feminist sosyal hizmet uygulaması kadınların “aile içinde” geleneksel toplumsal cinsiyet rollerine “uyum” yerine bu rollerin eşitlikçi bir şekilde dönüşümünü hedeflenmektedir. Walby (1990) ve Bhasin’in (1993) kadınların ataerkilliğin kontrolünde olduğu yaşam alanlarıyla ilgili benzer analizleri, kadınların toplum içinde deneyimledikleri sorunların ortaya çıkmasında ve kadınların toplumda ikincil konumda yaşamlarını sürdürmelerinde etkilidir. Üretim, ücretli işler, erkek şiddeti, cinsel ilişkiler, devlet ve kültürde ataerkil ilişkiler çözümlemesi yapılması çok önemlidir. Çalışma yaşamından başlayarak cinsiyetçi üretim ve istihdam örüntüleri, kadına karşı erkek şiddetine devletler tarafından etkin yanıtlar üretilmemesi, cinsel pratiklerdeki çifte standart, kadının cinselliğini kontrol konusundaki toplumsal uzlaşma kadına yönelik şiddetin gerekçelerini oluşturmakta ve kadınların yaşam hakkının elinden alınması noktasına kadar giden temel insan hakkı ihlallerine yol açabilmektedir. Ataerkil kültürel kurumlar din, eğitim ve medya gibi çeşitli alanlarda kadınlara ataerkil ve cinsiyetçi bakış ve bu yöndeki sunum kadınların deneyimledikleri güçlüklerin ve problemlerin ortaya çıkışında çok etkin bir rol oynamaktadır. Sosyal hizmet uygulaması ataerkillikle bağlantılı bu so- 64 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 runları yaşayan kadınların sorunlarının çözümlenmesini güç analizi, baskının kökenini kavrama, yapısal faktörlere başvurarak açıklayan ve müdahalelerini bu anlamda “güçlendirme” temeline oturtan bir uygulamadır. Kamusal ve özel alan ayrımının kökenleri ve bu ikili ayrımın kadının toplum içinde ikincilleştirilmesine katkısı feminist sosyal hizmet uzmanlarınının dikkate aldığı bir konudur. Geleneksel sosyal hizmet uygulamasının dışında feminist sosyal hizmet uygulaması “kişisel olan politiktir” ilkesini uygulamanın mikro, mezzo ve makro düzeyleriyle bütünleştirerek hareket eder. Çünkü özel alandaki deneyimler olarak sunulan sorunlar aslında ataerkillikle bağlantılı, cinsiyetçi yapısal faktörler bütününden doğmaktadır. Müracaatçı gruplarıyla çalışırken feminist sosyal hizmet uzmanları feminist çalışma ilkelerini göz önünde tutarak, müracaatçının sorununun sosyopolitik bağlamını kavramasına, güç analizine odaklanırlar ve feminist sosyal hizmet bu çerçevede “uyumlandırma” yerine “güçlendirici ve daha fazla seçenek yaratıcı” bir çerçeve sunmaktadır. KAYNAKÇA Arat, N. (1991) Feminizmin ABC’Sİ, İstanbul, Simavi Yayınları ABC Dizisi:6. Barker, L. R. (1999) The Social Work Dictionary, Fourth Edition, Washington DC, NASW Press. Bhasin, K. (1993), What Is Patriarchy?, India, Kali for Women Press. Connell, R.W. (1998), Toplumsal Cinsiyet ve İktidar- Toplum, Kişi ve Politika, İstanbul: Ayrıntı. Buz Davidoff, L. (2002), Feminist Tarihyazımında Sınıf Ve Cinsiyet, A. Durakbaşa (Yay. Haz) Z. Ateşer ve S. Somuncuoğlu (Çev.) İstanbul, İletişim Yayıncılık. Dietz, A. C. (2000). “Responding to Oppression and Abuse: A Feminist Challenge to Clinical Social Work”. Affilia Journal of Women and Social Work, 15 (369), 369-389. Dominelli, L. (2002a) Anti-oppressive Practice in Context. Social Work: Themes, Issues and Critical Debates. Second Edition, Ed: Robert Adams, Lena Dominelli ve Malcolm Payne. Basingstoke, UK Palgrave Macmillan. Dominelli, L. (2002b), Feminist Social Work Theory and Practice, London, Palgrave. Donovan, J. (2001), Feminist Teori, İstanbul, İletişim. Eisenstein, R. Z. (1998) “Imagining Feminism”. Contemporary Feminist Theory A Text Reader. M.F. Rogers (Ed), McGrawHill: 469-484. Featherstone, B. (2001) Where to for feminist social work?. Critical Social Work, 2 (1). Jonasdottir, G. A. (1994), Why Women Are Oppressed, Philedelphia, Temple University Press. Langan, M. (1985), The Unitary Approach: a Feminist Critique, Women, the Family, and Social Work. Ed: E. Brook ve A. Davis. London, Tavistock. Lee, A.B. J. (2001), The Empowerment Approach to Social Work Practice Building the Beloved Community, Second Edition, Columbia University Press. Mackinnon, A. C. (2003), Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru, İstanbul, Metis Kadın Araştırmaları Dizisi No:15. Mcnay, M. (1992). “Social Work and Power Relations: Towards a Framework for an Integrated Practice”, Women, Oppression and Social Work Issues in Antidiscriminatory Practice. Ed: M. Langan ve L. Day. Routledge: 48-66. Mitchell, J. (1985), Kadınlık Durumu, Çev. Günseli, Gülnur, Şirin, Feraye, Şule, Yaprak, İstanbul, Kadın Çevresi. Payne, M. (1997), Modern Social Work Theory, Second Edition, Con. Ed: Jo Campling, London, Macmillan. Ramazanoğlu, C. (1989), Feminism and the Contradictions of Oppression, New York, Routledge. SHÇEK,http://www.shcek.gov.tr/hizmetler/Kadin_Aile_Toplum/ToplumMerkezleri. Mart2008.pdf, 29.05.2009 Sheafor, W.B ve C.R. Horejsi. (2002), Techniques and Guidelines for Social Work Practice, Sixth Edition, Boston, Allyn and Bacon. Sloan, L. ve S. Wahab. (2000), “Feminist Voices on Sex Work: Implications for Social Work”, Affilia Journal of Women and Social Work, 15 (457), 457-479. Stanley, L. ve S. Wise (1995), “Feminist Araştırma Sürecinde Metot Metodoloji Ve Epistemoloji” F. Şaşmaz (Çev.) Farklı Feminizmler Açısından Kadın Araştırmalarında Yöntem, S. Çakır ve N. Akgökçe (Yay. Haz) İstanbul, Sel. Thompson, N. (2001), Anti-Discriminatory Practice, Third Edition, BASW Practical Social Work Series, Ed: Jo Campling, London, Palgrave. Thompson, N. (2005), Understanding Social Work, Second Edition, Ed: Jo Campling, London, Palgrave Macmillan. Yuval-Davis, N. (2003), Cinsiyet ve Millet, Çev: Ayşin Bektaş İstanbul, İletişim. Walby, S. (1990), Theorizing Patriarchy, England, Blackwell. Whelehan, I. (1995), Modern Feminist Thought, Finland, Edinburgh University Press. 65 Danış Derleme TÜRKİYE’DE YAŞLI NÜFUSUN YALNIZLIK VE YOKSULLUK DURUMLARI VE SOSYAL HİZMET UYGULAMALARI AÇISINDAN BAZI ÇIKARIMLAR Loneliness and Poverty Conditions of the Elderly Population in Turkey and Some Inferences about Social Work Interventions plansız büyüyen ve kalabalıklaşan kentlerde yaşamanın getirdiği zorluklar, göç ve entegrasyon ile teknolojide her geçen gün meydana gelen hızlı değişimlerin yaşlı bireyin gündelik yaşamına getirdiği zorluklar, yaşlılara ilişkin sosyal politikalardaki eksiklikler ile yaşlı istismarı, barınma sorunu, beslenme sorunu, sanayi toplumlarında yaşlı nüfusun statü kaybına bağlı olarak yaşadığı başlıca psiko-sosyal ve ekonomik sorun alanlarını teşkil etmektedir. Bu bağlamda Türkiye’deki yaşlı nüfusun en temel sorunu olarak nitelendirilen yalnızlık ve yoksulluğun ortadan kaldırılmasına yönelik sosyal hizmet odaklı uygulamaların hayata geçirilmesi gerekmektedir. Yaşlı refahının korunması ve geliştirilmesi, yaşam kalitesi anlayışını sağlamaya yönelik düzenlemelere gidilmesi, yaşlı bireylerin sosyal çevre ile bütünleşmeleri ve yaşam standardını korumaya yönelik gelir güvencelerinin sağlanması büyük önem taşımaktadır. Anahtar Sözcükler: Yaşlılık, yalnızlık, yok- sulluk, sosyo-kültürel dönüşüm, sosyal hizmet uygulamaları. ABSTRACT Mehmet Zafer DANIŞ * Yrd. Doç. Dr., Sakarya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü * ÖZET Tıp teknolojisindeki gelişmelere paralel olarak, tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de ortalama insan ömrünün uzaması, yaşlılığa ilişkin konuları gündemin başköşesine taşımaktadır. Yaşlılıkta gelir azalması başta olmak üzere bakıma muhtaçlık, sağlık sorunları, yalnızlık, kimsesizlik, ilgisizlik ve kaderine terk edilmişlik, ekonomik ve sosyal kaynaklara ulaşmada zorluk, toplumsal ayrımcılık ve yaşlı bireylere karşı işlenen suçlar, In parallel to advances in medical technology, life expectancy has increased both in Turkey and in the world. Therefore, issues about old age have become a significant topic. Major psycho-social and economical problems related to old people that are caused by the conditions experienced in industrial socities are as follows: decreases in old people’s income, need of care, health-related problems, loneliness, desolation, indifference and abandonment to their own fate, difficulties in accessing economical and social resources, social discrimination and crimes committed against old people, problems related with living in crowded cities with no planned expansion, negative effects of migration, integration and rapid technological developments on old people’s lives, insufficient policies towards old people and abuses of 67 Toplum ve Sosyal Hizmet elderly people, problems related to accomodation and nutrition. In this context, it is necessary to put into effect the social work focused on implementations oriented to remove the basic problems of Turkish elderly population, namely loneliness and poverty. So it’s vitally important to develop the welfare of elderly people, to put into practice the arrangements which are oriented to provide for their concept of quality of life, to lead the elderly individuals to integrate with their social environment and to provide them with income guarantee which aims to support their previous standard of living. Key Words: Old age, loneliness, poverty, socio-cultural transformation, social work interventions. GİRİŞ Yaşlılık, fiziksel ve ruhsal güçlerin bir daha yerine gelmeyecek şekilde kaybedilmesine bağlı olarak, organizmanın iç ve dış etmenler arasında denge kurma potansiyelinin azalması, kişinin fiziksel ve ruhsal yönden gerilemesi olarak tanımlanmaktadır (Bilginer ve diğ., 1996: 168-171). İnsan yaşamının ayrı ve özel bir dönemi olarak yaşanan çocukluk, gençlik ve yetişkinlik evrelerinden sonra gelen yaşlılık dönemi, biyolojik, psikolojik ve sosyolojik boyutları ile incelenebilecek bir yaş dönemine işaret etmektedir. İnsanoğlu, çoğu zaman yaşlılıkla “hayatının belli bir döneminde sanki hiç karşılaşmayacakmış gibi yaşamına devam eder ve yaşlanıyor olduğunu kabullenmek istemez. Bu kaçınılmaz gerçeği kabullenmek, çoğu zaman yaşlı birey için pek de kolay gerçekleşmez” (Erçetin, 2007: 1). Ruhun, anlamın, sezgi ve duyuşun yerini bedenin, görüntünün ve gençlik imajının korunmasına yönelik ticari faali- 68 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 yetlerin ve dolayısıyla görselliğin aldığı günümüz geç modern tüketim toplumlarında (Baudrillard, 2001: 124), gençlik, genç görünmek, güzellik ve yeniliğe dair modalar, popüler anlamda yükselen değerler olarak karşımıza çıkmakta iken, yaşlılık, bilgelik ve yaşam tecrübesine önem atfeden eski toplumsal söylem, artık genç kalmak ve gençlik lehine biçim değiştirmiştir. Dolayısıyla ontolojik açıdan yaşlanma süreci ve yaşlılık imgesi anokronist bir bakış açısıyla, yaşlılığın her anlamıyla yeniden ele alındığı ve yapılandırıldığı bir toplumsal dönüşüm sürecini de beraberinde getirmektedir. Dünya genelinde yaşlı nüfusun genel nüfus içindeki oranının artması nedeniyle, demografik yapı giderek değişmekte, yaşlı nüfusun karşılaştığı sorunlar daha belirgin bir biçimde hissedilir hale gelmektedir. Gelişmiş ülkeler bu süreci daha önceden görerek, sosyal güvenlik ve sosyal hizmet alanlarında almış olduğu tedbirlerle, yaşlı bireylerin sosyal refah standardını koruyabilmekteyken, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler de demografik alandaki yaşlanma hızına paralel olarak gerekli plan, politika ve uygulamalar hayata geçirilememektedir. Bu ise, Longman (2004: 67)’ın da belirttiği gibi; “demografik değişim süreci açısından gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin durumlarının farklılaştığı, gelişmiş ülkelerin nüfusları henüz yaşlanmadan zenginleştikleri, gelişmekte olan ülkelerin ise zenginleşmeden yaşlanma trendine girmeleri nedeniyle, gelişmekte olan ülkelerde yaşlı nüfusun ekonomik açıdan yoksulluk, sosyal açıdan ise yalnızlık soruları ile daha ağır bir biçimde yüz yüze gelmesi” anlamına gelmektedir. Danış Türkiye’de yaşlı nüfusun hızla artması ve yaşanan sosyo-kültürel ve ekonomik değişim, en temelde, gelirlerin düşmesine paralel olarak yaşanan yoksulluğun ve uzun yaşamın getirdiği yalnızlığın, yaşlı nüfus grubu içerisinde yaygın bir biçimde hissedilmesine yol açmaktadır. Bu ise yaşlılıkta yoksulluk ve yalnızlık sorunlarının çözümüne yönelik sosyal hizmet uygulamalarının tüm yönleri ile yeniden ele alınmasını zorunlu kılmaktadır (Gökçe-Kutsal, 2007: 2). DÜNYADA ve TÜRKİYE’DE DEMOGRAFİK YAŞLANMA SÜRECİ Yirminci yüzyılda, tıptaki gelişmelere paralel olarak, beklenen yaşam süresinin uzaması ile dünya nüfusu bir önceki elli yıla göre daha hızlı yaşlanmıştır (Gökçe-Kutsal 2006: 36). 1950’lerde gelişmiş ülkelerde altmış beş olan ortalama yaşam beklentisi, 20. yüzyılın sonunda seksene dayanmıştır (Danış, 2005: 16-20). İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gündeme gelen barış, kardeşlik, dostluk ortamında ön plana çıkan “savaşma seviş” sloganıyla yaşanan bebek patlaması (baby boomer) ve o kuşağın şimdilerde yaşlanma eğilimine girmesi, bir tıp dalı olan geriatrideki gelişmeler ve bilimde kaydedilen ilerlemeler ile meydana gelen demografik yaşlanma süreci (Cassel, 2001: 37), 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle gelişmiş ülkelerde yaşlılığın bir sorun olarak algılanmasına yol açmıştır (Görgün-Baran 1996: 20). Bugün gelişmişlik düzeyi ne olursa olsun her ülkede, ortalama yaşam beklentisi ve buna bağlı olarak nüfus içindeki yaşlı sayısı, oranı, yaşlı bireylerin gereksinim ve sorunları gittikçe artmaktadır (Ashman ve Zastrow, 1990: 454). Örneğin; Amerika’da her sekiz kişiden biri (Cassel, 2001: 38), Avrupa Birliği’ne üye ülkelerde ortalama olarak her altı kişiden biri (World Bank, 2003: 4), Japonya’da ise her beş kişiden biri 65 ve üzeri yaştadır (Japan Statistics Bureau, 2003). Yapılan nüfus projeksiyonlarında, 2050 yılında dünyada her bir çocuğa karşılık, iki yaşlının var olacağı tahmin edilmektedir (GökçeKutsal, 2005: 14). Dünya Bankası (World Bank 2003: 22-23) verilerine göre; dünya genelinde nüfusu bir milyonun üzerinde bulunan 152 ülkeden 41’inin yaşlı nüfus oranı yüzde onun üzerindedir. Bu ülkelerin 32’si Avrupa Kıtası’nda yer almaktadır. Bugün ABD’nin 281.6 milyonluk nüfusunun %12.3’ünü (34.6 milyon), Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin 377.9 milyonluk nüfusunun %16.3’ünü (61.6 milyon), Japonya’nın 127.6 milyonluk nüfusunun %19’unu (24.3 milyon) altmış beş yaş ve üzeri nüfus grubu oluşturmaktadır. “Yaşlanan dünya’da bir delikanlı” olarak nitelendirilen (Tufan, 2001: 27), Türkiye’de de, yaşlı nüfusun genel nüfus içindeki oranı, ortalama yaşam beklentisinin azalması, doğurganlık hızındaki düşüş, bebek ve çocuk ölüm oranlarının azalması ve koruyucu sağlık hizmetlerinin gelişmesi gibi nedenlerle hızlı bir artış göstermektedir (TNSA, 2004:10-11; DPT 2006:8-9). Ülkemizde 1990’lara kadar % 5’in altında kalan yaşlı nüfus oranı son on beş yılda ciddi bir artış eğilimi içerisine girmiştir. 1990 yılında yapılan genel nüfus sayımı sonuçlarına göre altmış beş yaş ve üzeri ülke nüfusunun tüm nüfusa oranı % 4.3 (2.419.200) olarak belirlenmiştir (DİE, 1995:97), 1997’de bu sayı 3.021.000’e (DİE, 1999:35), 69 Toplum ve Sosyal Hizmet 2000’de 3.621.000’e (DİE, 2003, HÜNEE, 2005), 2004’te 4.5 milyona ulaşmıştır (Erdil, 2004:79). Türkiye’nin genel nüfus verilerine dayalı olarak, son yıllarda yapılmış en geniş kapsamlı araştırmalardan biri olma özelliğine sahip olan 2003 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması (TNSA, 2004:11)’na göre yaşlı nüfusun, tüm nüfus grupları içerisindeki oranı % 6.9, toplam sayısı beş milyon civarındadır. Bu sonuçlara göre ülkemizdeki yaşlı nüfus, dünyadaki birçok ülkenin toplam nüfusundan kalabalık gözükmektedir (DPT, 2006:9). YAŞLILIKLA BİRLİKTE GÖRÜLME SIKLIĞI ARTAN SOSYAL SORUNLAR Son yirmi yılda, nüfusun yaşlanması ve buna bağlı olarak kronik hastalık ve sakatlıkların artış göstermesi, yeni tedavi yöntemlerinin gelişmesi ve toplumun sağlık sektöründen beklentilerinin artması gibi nedenlerle gelişmiş ülkelerin sağlık giderleri bir türlü düşmemektedir (Sağlık Bakanlığı, 1998:1). Örneğin, ABD’de ulusal sağlık harcamaları her yıl bir önceki yıla göre ortalama % 10 artmaktadır. ABD’de gayri safi milli hasıla (GSMH) içindeki sağlık harcamalarının payı 1960 yılında % 5.3 iken, 1995’te % 15’e ulaşmıştır (Kılıç, 1995: 33). Bugün milli gelirin İngiltere’de % 13’ü, Almanya’da % 10.3’ü, Fransa’da % 9’u (Oral, 2001:82-90), İsviçre’de % 8’i (Zweifel, 1995:78) sağlık harcamalarına ayrılmaktadır. Türkiye’de ise sağlık harcamalarının GSMH’ye oranı 1990 yılında % 3.6 iken 2002 yılında % 6.5’e yükselmiştir. Bu rakam % 7.9 olan OECD ülkeleri ortalamasından düşüktür (DPT, 2006: 150). Görüldüğü üzere, sağlık harcamaları- 70 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 nın her geçen yıl artış göstermesi ve ortalama insan ömrünün uzaması, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de yaşlılığa ilişkin konuların gündeme gelmesini gerektirmektedir. Başta bakıma muhtaçlık olmak üzere, sağlık sorunları ve düşük gelir düzeyi, yalnızlık ve kimsesizlik, ekonomik ve sosyal kaynaklara ulaşmada zorluk, toplumsal ayrımcılık ve yaşlı bireylere karşı işlenen bireysel ve toplumsal suçlar, plansız büyüyen ve kalabalıklaşan kentlerde yaşamanın getirdiği zorluklar, küresel krizin mali ve kültürel etkileri, yaşanan göçler ile teknolojide her geçen gün meydana gelen hızlı değişimlerin yaşlı bireylerin yaşamında meydana getirdiği zorluklar ve uyum sorunu, sosyal politikalardaki eksiklikler ile yaşlı istismarı, ekonomik sorunlar, barınma sorunu, bakım sorunu, beslenme sorunu ve sosyal izolasyon sorunu ülkemizde yaşlı bireylerin karşılaştığı sorunlardan belli başlılarıdır (Emiroğlu, 1995: 37-41; Koşar, 1996: 5-11). Tüm bu sorunların yanı sıra, bir yandan gelir dağılımındaki adaletsizlikler, diğer yandan ise reel gelirlerin düşüklüğü, sosyal güvenceden yoksunluk ve tarım sektöründe çalışan yaşlı nüfus oranının yüksekliği gibi nedenlerle yoksulluk, ülkemizde insanların özellikle yaşlılık döneminde tecrübe ettiği en önemli sosyal sorunlardan biri haline gelmiştir. İleri yaşlarda artık çalışamayacak duruma gelen ve fiziksel yaşlanma sonucunda çeşitli hastalıklarla karşı karşıya kalan yaşlılar sosyal güvenceden yoksun oldukları durumlarda ciddi sorunlar yaşayabilmektedirler. Bu sorunların başında gelen barınma ve evde bakım gereksinimini çözebilecek sistemler ve kurumlar oldukça sınırlıdır. Çağdaş anlamda kaliteli kurum bakımı hizmetleri Danış ekonomik durumu iyi olan yaşlılara yöneliktir. Düşük gelirli ve sosyal güvenlik sistemi dışındaki yaşlılara yönelik bakım modelleri ise yaşlının bireyselliğini topluluğa indirgemekte ve yeme, içme, barınma dışında yaşlının yaşam kalitesini yükseltmeye yönelik psikososyal hizmetleri bünyesinde barındırmamaktadır (Görgün-Baran, 1996: 20; Görgün-Baran, 2001: 256; Terzioğlu ve diğ., 2004: 116). Ailenin yapısı ve işlevlerinde meydana gelen değişmeler yaşlının aile içindeki yeri, önemi, gücü ve otoritesini geniş ölçüde azaltmıştır. Özellikle sosyal güvenlik kapsamı dışında kalan ve maddi güvenceden yoksun, yoksul ve kimsesiz yaşlıların bakım sorunu toplumda geleneksel üretim ilişkilerinin ve sosyal dayanışma ağlarının çözülmesinden dolayı profesyonel tedbirlerle çözüme kavuşturulabilmektedir. Dolayısıyla ülkemizde de yaşlanmaya bağlı olarak ortaya çıkan sorunların, sadece aile içi ilişkiler ile çözümlenemeyeceği gerçeği her geçen gün kendisini hissettirmektedir (İmamoğlu ve diğ., 1993: 27-35; Kalaycıoğlu ve diğ., 2004: 159). Küresel değişime koşut olarak, sosyal hizmet sektöründe yaşlı bireylere yönelik sosyal hizmet1 anlayışında dünden bugüne köklü değişimler meydana 1 Sosyal hizmet alanı, disiplinlerarası bir çalışma alanı olup, insanların sağlık ve iyilik hallerinin geliştirilmesinde, insanların başkalarına bağımlı olma hallerinin önlenmesinde ve kendilerine daha yeterli hale gelmelerinde, aile bağlarının güçlendirilmesinde, bireylerin, ailelerin, grupların veya toplulukların sosyal işlevlerini başarıyla yerine getirebilmelerinde yardımcı olmak amacıyla sosyal hizmet uzmanları ve diğer profesyonel elemanlar tarafından gerçekleştirilen mesleki ve akademik etkinlikler bütününü ifade eder (Barker 1999:453). gelmektedir. Geçmişte yardıma gereksinim duyan yaşlıların bakımı ve korunması öncelikli hedef iken, bugün yaşlı bireyin ve etkileşim içerisinde bulunduğu ailesinin yaşam kalitesinin geliştirilmesi, sağlıklı ve başarılı yaşlanarak toplumsal yaşama daha aktif bir biçimde katılım sağlamaları amaçlanmaktadır (Danış, 2005: 49-53). Artık, dünyada toplum temelli bakım yaklaşımı ile yaşlı bireyleri toplumla ve içinde bulundukları sosyal ilişkiler örüntüleriyle bir bütün olarak ele alıp, onların sosyal uyumu ve fırsat eşitliğini sağlamak sosyal refah devletlerinin öncelikli politikası haline gelmiştir. Sosyal bir modele dayanan ve daha fazla sayıda yaşlı kitlesine ulaşabilen toplum temelli bakımın en temel işlevi, yaşlı bireylerin sosyal entegrasyonunu sağlamak ve onları bağımsızlaştırmaktır (Miller, 1986:22-24). TÜRKİYE’DE YALNIZLIK ve YOKSULLUĞUN YAŞLI BİREYLER ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ Yaşlanmanın sebep olduğu fiziksel ve psikolojik değişimlerin yanı sıra, ülkemizde yaşlıların sosyal ve ekonomik gereksinimleri de daha önceki yıllara göre farklılık göstermektedir (Terzioğlu ve diğ., 2004:115). Yaşlı nüfus içinde, hem işsizlikte artma, hem de gelirde azalmalara daha sık rastlanmaktadır. Özellikle, alt sosyo-ekonomik düzeyde bulunan yaşlıların işsizlik problemleri kronik boyutlardadır. Gelir getiren bir işte çalışan yaşlılar ise çoğunlukla düşük ücretle istihdam edilmektedir. İstihdam koşulları ve ücret belirlemede yaş ayırt edici bir etmen olarak rol oynamaktadır. Yaşlılar yaşam kalitelerini yükseltecek ve gelirlerini arttıracak 71 Toplum ve Sosyal Hizmet ek iş bulmakta ise güçlüklerle karşılaşmaktadır (Emiroğlu, 1995:41). Emeklilik sonrası gelir düzeyindeki düşüş, makineleşmenin ve hızlı nüfus artışının yol açtığı istihdam sıkıntısı, ortaya çıkan sağlık problemleri, çalışma yaşamından uzaklaşma, hayat pahalılığı vb. nedenlerle, yaşlılık döneminde ekonomik sıkıntılar ve yoksullukla daha sık karşılaşılmaktadır (Onat, 2002:266). Üçüncü dünya ülkelerinde yoksulluk bütün yaş gruplarını etkisi altına alan bir sorun olarak karşımıza çıkmakla birlikte, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde, yaşlı nüfus yoksulluğu daha çok hissetmektedir (Engel, 1990: 25). Ülkemizde ise emekli memur, işçi ve esnaflar ile 2022 Sayılı yasa gereğince altmış beş yaş ve üstü muhtaç yaşlılara ödenen aylıkların genel itibariyle düşük olduğu göz önünde bulundurulduğunda, yaşlılarımızın emeklilik sonrası yaşamlarını tatmin edici bir düzeyde sürdürebilmeleri için gerekli ekonomik güvenceden yoksun oldukları ve ekonomik sıkıntılar yaşadıkları söylenebilir. Tufan (2007: 1), Türkiye’de, on yaşlıdan dokuzunun gelirinin olmadığını, yaşlıların çoğunun yarınki ekmeğini nasıl bulacağı kaygısıyla başını yastığa koyduğunu, cehalet, hastalık, engellilik, fakirlik ve sosyal güvenlik yoksunluğunun yaşlı nüfusun en önemli sorunları arasında yer aldığını belirtmektedir. Ülkemizde sosyal güvenlik kapsamına girememiş yaşlıların oranı %33’tür. Her üç yaşlıdan birinin herhangi bir sağlık ve sosyal güvencesi bulunmamaktadır. Bölgesel açıdan bakıldığında ise Marmara, Ege, İç Anadolu gibi daha gelişmiş bölgelerde sosyal güvenlik şemsiyesi içerisinde yer almayan yaşlıların oranının % 25 ile 32 arasında de- 72 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 ğiştiği, bu oranın Doğu Anadolu’da % 57’ye, Güneydoğu Anadolu’da ise % 66’ya yükseldiği görülmektedir (DİE, 2003: 56). Türkiye’de, yaşlanan, yalnız kalan ve yoksullaşan bireylerin kendilerine yetememesi nedeniyle, çeşitli sosyokültürel ve ekonomik sorunlar yaşandığı gözlemlenmektedir. Ekonomik sorunların çoğu, yaşlanan bireyin emekli olması ile iş ve gelir kaybından kaynaklanmaktadır. Bu sorunlardan bazıları; azalan gelire uyum sağlayamama, daha önceki standartlara uygun yaşayamamanın sebep olduğu psiko-sosyal bunalımlar, sağlık ve beslenme gibi alanlara yapılan harcamaların artması, yetmeyen gelir nedeniyle yakınlarından maddi yardım alma ve yakınlarına yük olmanın getirdiği psikolojik baskıdır (Onur, 1997: 302-307). Bu nedenle yaşlılıkta yoksulluk, sosyal ilişkiler ağından kopmaya ve yalnızlaşmaya da neden olan önemli bir tetikleyici olarak nitelendirilmektedir (Uysal, 2002: 74). Geleneksel geniş aileden, çekirdek aileye geçiş ile birlikte küçülen ailelerde baş gösteren yoksulluk, yaşlıların bakım sigortası olarak görülen genç kuşakların bu işlevini giderek yitirmesine de yol açmaktadır (Uncu ve diğ., 2002: 65). Ülkemizde yaşanan hızlı sosyoekonomik değişmelere paralel olarak sosyokültürel yapıdaki hızlı dönüşüm, ailenin işlevi ve yaşam tarzında önemli değişmeler yaratmış, bu süreç de yaşlının aile içindeki yeri, önemi, gücü ve otoritesini geniş ölçüde azaltmıştır. Özellikle sosyal güvenlik kapsamı dışında kalan maddi güvenceden yoksun, yoksul ve kimsesiz yaşlıların bakım sorunu, geleneksel üretim ilişkilerinin çözülmesine paralel olarak gele- Danış neksel yardım ve dayanışma anlayışı ile aşılamayacak duruma gelmiştir. Artık toplum ve aileler yoksul ve kimsesiz yaşlıya bakmayı külfet olarak görmekte ve bunu devletten beklemektedir. Türkiye’de özellikle 1980 sonrası dönemde yaşanmaya başlayan aşırı dışa bağımlı kapitalistleşme süreci ile geleneksel değerler sistemi ve buna bağlı olarak yaşlıyı korumaya ilişkin toplum kültürü de erozyona uğramaktadır (Gitmez, 2000:132-133). Yoksula, düşküne, kimsesiz yaşlıya yardımı öngören geleneksel değerler ve kurumlar yerini değerler ve kurumlara bırakmaktadır. Göreli olarak genç bir nüfusa sahip ve nüfusunun üçte birinden fazlası (% 35) kırsal kesimde yaşayan Türkiye’de (DİE, 2003:107) genç kuşakların kente göçü devam etmekte yaşlılar ise büyük çoğunlukla köylerde kalmakta ya da bırakılmaktadır. Bu nedenle, bugün köylerde yaşlılık sorunlarından en önemlisi yaşlı kesimin yetişkin çocuklarından uzakta, yoksulluk içerisinde yaşamalarıdır (Tezcan, 1982:173). Genellikle kırda yalnız yaşayan bu yaşlılar ekonomik anlamda çocuklarına muhtaç ve bağımlı kalmaktadır. Kent ve sağlık hizmetleri hızla gelişerek çağdaşlaşan Türkiye’de, kendi kaderlerine terkedilmiş durumdaki bu yaşlı kesim, gelişen kent ve sağlık hizmetlerinden de uzak ve kötü koşullarda yaşamaktadır. Sonuçta, bu zorunlu uzaklaşma yanında ayrıca farklılaşan değer sistemlerine bağlı olarak yaşanan kuşak çatışması nedeniyle genç kuşakların geleneksel aile sorumluluklarını yerine getirmemeleri, ailelerinden ayrı tercihen uzak yaşamaları gerçeği ile yüz yüze gelinmiştir (Gitmez, 2000:127-129). Öte yandan kentlerde yaşanan hızlı toplumsal değişme sürecinde, kadın- lar ev dışında çalışmakta, akrabalar ve komşular ile olan ilişkiler zayıflamaktadır. Özellikle büyük kentlerimizde yaşlılar sağlık, konut, gelirin korunması ve sosyal refah hizmetleriyle ilgili gereksinimlerinin karşılanması hususunda önemli derecede güçlüklerle karşılaşmaktadır (Tufan, 2001:287). Ülkemizde yaşlıların genel yaşam standartları gün geçtikçe düşmekte; yaşlı bireyler sağlık, beslenme, serbest zamanı değerlendirme, konut, bakım, gibi sorunlarının yanında yoksulluk ve yalnızlıkla da mücadele etmek zorunda kalmaktadır (Danış, Onat ve Danış, 2006: 217). Türkiye’de yaşlılıkta yoksulluk konusunda üzerinde durulması gereken bir diğer husus da, kadın yaşlıların durumu ile ilgilidir. Sosyal güvencesizlik, düşük dulluk maaşları ve ortalama yaşam beklentisinin erkeklerden daha yüksek olması nedeniyle kronik hastalıkların görülme sıklığının kadınlarda daha yüksek olması, kadınların yoksulluğu daha derinden yaşamalarına yol açmaktadır. Nitekim, ülkemizde yaşı altmışın üzerinde olan 3,2 milyon kadının yüzde doksanından fazlası yoksulluk sınırının altında kalan bir gelirle yaşamını sürdürmektedir (Kılıç, 2007: 2). Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre; 2007 yılında 4 milyon 465 bin olan 65 yaş ve üstü nüfusun 927.318’i, 2022 Sayılı “65 Yaşını Doldurmuş, Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkındaki Kanun” gereği herhangi bir sosyal güvenceye ve gelire sahip olmadığı için aylık 76.63 TL olan yaşlılık ödeneğinden yararlanmaktadır. Bu kişilerin 592.326’sı kadındır (TÜİK 2007: 27). Bu da göstermektedir ki; Türkiye’deki yaşlıların yaklaşık dörtte birinin emeklilik güvencesi yoktur ve 73 Toplum ve Sosyal Hizmet bunların büyük bir çoğunluğunu kadınlar oluşturmaktadır. Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) tarafından 1992 yılında yapılan “Türk Aile Yapısı Araştırması” sonuçlarına göre; Türkiye’de yaşlıların % 63’ü kendi evlerinde, % 36’sı çocuklarıyla, % 1’i ise kurumlarda yaşamaktadır. Yaşlı nüfus içerisinde kentlerde yalnız yaşayanların oranı % 70’tir (Atalay, 1992: 36; Erdil, 2004:79). Yalnızlık, yaşlılık döneminde karşılaşılan önemli psiko-sosyal sorunların başında gelmektedir. Nitekim yaşlılıkta görülen hastalıklar ve dönemin kendine özgü kayıpları, yaşlılığı tıpkı bebeklik ve çocukluk gibi en çok desteğe gereksinim duyulan bir yaşam dönemi haline getirmiştir. İnsan hayatı biyolojik, psikolojik, duygusal ve entelektüel değişim süreçlerini kapsar. Birey bir yaş döneminden diğerine geçerken çeşitli sorunlar ve ihtiyaçlar kendiliğinden gündeme gelir. Bu geçiş dönemlerinden başlıcaları; yürümeyi öğrenme, okula başlama, ergenliğe giriş, okul hayatının sona ermesi, iş hayatına girme, evlenme, çocuk sahibi olma, çocukların evden ayrılması, emeklilik ve eşlerden birinin kaybıdır (Ashman ve Zastrow, 1990:9-15). Aktif çalışma yaşamının sona ermesi anlamına gelen emeklilik süreci, bireyin sosyal yaşamdan uzaklaşarak eski sosyal çevre ve ilişkilerinden soyutlanması ve yalnızlaşması sorununu da beraberinde getirmektedir. Günümüzde; emeklilik, eşlerden birinin ölümü, çocukların evden ayrılması ve sağlık sorunları gibi nedenlerle çoğu yaşlı, yalnızlık ve sosyal izolasyon sorunuyla karşı karşıya kalmaktadır. Emiroğlu (1995:38)’na göre, “bireyin, mesleki kimliği, toplumsal sistem içinde 74 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 ona belirli bir sosyal statü sağlamakta ve gerekli rolleri vermektedir. Emekli kişi toplum içinde etkili rollerini ve fonksiyonlarını kaybetmektedir. Türkiye’de, emeklilik sonrası kişilerin reel gelirlerinin azalması, yaşlı bireylerin sosyal statüsünü düşürmekte, bu ise onların topluma uyum sürecinde çeşitli problemler yaşamasına ve yalnızlaşmasına neden olmaktadır”. Yalnızlık, farklı toplumlarda, birçok yaşlının yaşadığı problemlerin başında gelmektedir. Yalnızlık (loneliness), yalnız (lonely), ya da tek başına (alone) olma durumlarıyla karıştırılmamalıdır. Yalnızlık konusunda yapılan birçok çalışma bunun tek başına ya da yalnız olmadan farklı bir durum olduğunu ortaya koymaktadır (Mullins ve diğ., 1989:105). Berg (1981: 342), yalnız yaşamanın her zaman yalnızlıktan dolayı acı ya da ıstırap vermediğini öne sürmektedir. Bazı yazarlara (Mullins ve diğ.,1989:113-114) göre, “izole olmuş bir çok birey kendisini yalnız hissetmemesine rağmen, toplumla iç içe yaşayan bir çok birey kendisini yalnız hissetmektedir, bu nedenle izolasyon ve yalnızlık kavramları birbiriyle örtüşmemektedir”. İzolasyon, insanların diğer sosyal kaynaklarla bağlantıyı veya katılımcılık duygusunu kaybetmeleri süreci olarak tanımlanmaktadır (Kalınkara, 2000: 77). Yalnızlığın ise genel geçer bir tanımının yapılması oldukça güçtür. Peplau ve Perlman (1988 Akt; Mullins ve diğ., 1989: 113), yalnızlığın en az on iki değişik biçimde tanımlanabileceğine işaret etmektedir. Yalnızlığın sosyal ve duygusal izolasyon olmak üzere iki ayrı boyutu söz konusudur. Sosyal izolasyon, bireyin toplumda kabul edilen bir yerinin olmaması, duygusal izolasyon ise bireyin yaşamında sevgi Danış objesinin bulunmaması biçiminde kavramlaştırılabilir. Sosyal izolasyon boyutu, bireyin toplumda işgal ettiği statü ve buna ilişkin sosyal rol yitimi, duygusal izolasyon boyutu ise sosyal ve duygusal ilişki eksikliğini içerir (Mullins ve diğ., 1989:113-114). Yapılan araştırmalar eşleri olmayan yaşlıların diğerlerine oranla daha fazla izole bir yaşama yöneldiklerini ortaya koymaktadır (Melkas ve Jylha, 1996:103). Ülkemizde ise huzurevinde yaşayan yaşlıların, aileleri yanında yaşayan akranlarına kıyasla daha yalnız hissettikleri ve umutsuz oldukları gerçeği, huzurevi ve evde yaşayan yaşlıların psikolojik sorunlarını inceleyen çok sayıda araştırma sonucu ile kanıtlanmıştır (Aksayan ve diğ., 1998: 302-303). Genellikle huzurevi hayatı insan yaşamının geriye dönüşü olmayan son evresi olarak görülür ve bu değişmez niteliği nedeniyle de reddedilir. Bir huzurevine kendi isteği ile gitmek veya oraya evlatları tarafından yerleştirilmek, kimsesiz olup da zorlayıcı nedenlerle buraya düşme anlamını taşır. Alışılan çevreden ve yıllarını geçirdiği aile ortamından ayrılmak, acı, tatlı birçok anıyla bağlandığı evinden uzaklaşmak, yeni bir çevreye uyum sağlamak ve tanımadığı insanlarla birlikte yaşamaya çalışmak, yaşlı açısından kabul edilmesi zor bir durumdur. Bu nedenle huzurevinde yaşamak biyolojik ve psikolojik sağlığı ve sosyal işlevselliği etkileyen stresli bir yaşam olayı olarak değerlendirilir. Huzurevi yaşamının yaşlı birey üzerindeki olumsuz etkilerinden birisi de yalnızlık ve terkedilmişlik duygusu biçiminde ortaya çıkmaktadır (Danış, 2004: 125128). Yalnızlık ve terkedilmişlik duygusu, ülkemizde gerek kurumlarda kalan, gerekse kırda yaşayan ve şehirde ya- şayıp da çocukları ve akrabaları ile sınırlı iletişim içersinde olan yaşlılar için çok önemli bir sorundur. Araştırmalar Türkiye’de yaşlıların önemli bir bölümünün yalnızlıktan ve terkedilmişlikten yakındıklarını ortaya koymaktadır (Koşar, 1996: 9; Karataş ve Duyan 2008:). Yalnızlığın, yaşlı bireyin yaşamına getirdiği olumsuzluklar; güvensizlik, korku, depresyon, yakın ilişki özlemi ve gelecek kaygısı biçimindedir (İçli 2002: 261). Gordon (1994; Akt: İçli 2002: 262)’a göre yaşlı bireylerin yaşamı anlamlandırması, önemli ölçüde aileleri, eşleri, çocuklarıyla birliktelikleri çerçevesinde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla, huzurevi yaşamında yaşlılar genelde yalnızlıklarının gerekçesini kendilerinde açıklama ve bu bağlamda yaşamdan ne beklediklerine ilişkin bir sorgulama içerisindedirler. Yaşlılar kalabalık bir eve, çocuklara ve sıcak aile ortamına duydukları özlemi dile getirmektedirler. Emiroğlu (1995:37)’ nun da ifade ettiği gibi, insanlar yaşamın geç döneminde aile üyeleri ve akranlarıyla birlikte olmak isterler, gençlik ve yetişkinlik döneminde olmadığı kadar çok aile, akraba ve yakın çevreye bağlılık geliştirirler. Hansson ve Carpenter (1994: 99)’a göre, “yaşlılık döneminde yalnızlık sorunu; sosyal ilişkilere girmeme, utangaçlık ve sağlık problemleri gibi bireysel, yetersiz sosyal, kültürel ve ekonomik koşullar gibi çevresel nedenlerle ortaya çıkmaktadır”. Sosyal ilişkiler yaşlılar için çok önemlidir. Duygusal bağlılıklar veya sosyal bağların olmadığı durumlarda yalnızlık daha sık görülmektedir (Santrack, 1985:305). McCall (1970: 43)’a göre, “sosyal ilişkinin amacı bireyin kendisinden beklenilen rolleriyle ilgili davranış kalıplarını sürdürmesini desteklemektir”. Bir başka ifadeyle, bireyin belli bir rolü sürdürebilmesi için 75 Toplum ve Sosyal Hizmet rolle ilgili etkileşim süreçlerinin devam etmesi gereklidir. Örneğin, kadının annelik rolünü oynayabilmesi için etkileşime girebileceği bir çocuğu olması gerekir. Yine karı-kocanın eş rolleri birbirine bağlıdır ve paylaşılmış aktivitelerdir. Paylaşma, yalnızlıkla zıt düşen bir durumdur. Toplumsal yaşamda kurulan sosyal ilişki ağlarının sıklığına bağlı olarak değişen ve yaşamda arzulanmış ve başarılmış hedeflerin uyumu olarak tanımlanan yaşam doyumu, yaşlılık dönemi için de insanın anlam arayışının bir parçası olarak yaşam amaçlarının belirlenmesinde kritik bir rol üstlenen en temel psikolojik unsurlardan biri olarak kabul edilmektedir (Gönen ve Özmete, 2003:277). YAŞLI BİREYLERİN KARŞILAŞTIĞI SORUNLAR ile YALNIZLIK ve YOKSULLUK DURUMLARININ SOSYAL HİZMET PERSPEKTİFİ AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ Yaşlı refahı alanındaki sosyal hizmet müdahale ve uygulamaları gerontolojik sosyal hizmet olarak adlandırılmaktadır. Gerontolojik sosyal hizmet, yaşlıların ve ailelerinin yaşam kalitesinin korunması ve geliştirilmesi sürecine katkıda bulunur. İleri yaşlarda fiziksel, duygusal ve sosyal iyilik halini engelleyen fiziksel, psiko-sosyal, ailesel, kültürel, etnik, örgütsel ve toplumsal faktörlerin ortadan kaldırılması konuları gerontolojik sosyal hizmet kapsamındadır. Yaşlıların başetme ve problem çözme kapasitelerinin arttırılarak toplumsal yaşama aktif olarak katılmaları, yaşlı sorun ve ihtiyaçlarının saptanarak, sosyal politikaların oluşturulması da gerontolojik sosyal hizmetin önemli diğer işlevlerindendir (Duyan, 2000: 120; Onat, 2003: 71-72). 76 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 Yaşlı bireyin yaşam kalitesinin, çok boyutlu olarak ele alınması, yaşlılıkta sorunlar ortaya çıkmadan önce koruyucu ve önleyici hizmetlerin hayata geçirilmesiyle yakından ilişkilidir. Sağlığın korunması ve geliştirilmesi, sosyal yaşama katılımın önündeki engellerin ortadan kaldırılması, mesleki, tıbbi ve sosyal rehabilitasyon hizmetlerinin geliştirilerek, yaşlılıkta ortaya çıkan düşüş ve kayıp olgusuyla baş etme olanağının sağlanması, toplum temelli bakım anlayışına dayalı olarak, yaşlı ve çevresi arasında karşılıklı ilişki ve etkileşimlerin yaşamın sonuna dek sürdürülmesi, yalnızca sağlıklı yaşlılar için değil, uzun dönemli tıbbi ve sosyal bakıma gereksinim duyan yaşlılar için olanak sağlayıcı bakım ve destek hizmetlerinin geliştirilmesi, yaşlı bireylere bakım verenlerin sorunlarının belirlenerek çözümlenmesi, emekliliğe hazırlık programlarının geliştirilmesi konuları gerontolojik sosyal hizmet uygulamasının esaslarını oluşturmaktadır (Berkman ve Arkadaşları, 2002: 4-5). Berkman ve Volland (1997: 143-144), gerontolojik sosyal hizmet uzmanlarının, yaşlı birey ve ailesinin gereksinimlerini, bio-psiko-sosyal bir bakış açısıyla değerlendirerek, hizmet sağlama sürecinde, disiplinler arası işbirliğini teşvik etmeleri gereğine işaret etmektedir. Nitekim, yaşlılıkta ortaya çıkan sorunların çözülmesi ve yaşam kalitesinin geliştirilmesi, yalnızca bir mesleğin müdahale süreciyle gerçekleştirilemeyecek kadar zor ve çok boyutludur. Bu nedenle, sosyal hizmet uzmanları, doktorlar, hemşireler, psikologlar, sosyologlar, fizyoterapistler, ev ekonomistleri, diyetisyenler, iş uğraşı terapistleri, profesyonel bakım elemanları ile sağlık ve sosyal hizmet alanında görev ya- Danış pan diğer meslek elemanları ekip çalışması anlayışı içerisinde, yaşlı nüfusun yaşam kalitesinin iyileştirilmesi sürecine katkıda bulunabilirler (Lowenstein ve Bergman, 1988: 121). Gerontolojik sosyal hizmetin ilgi alanına giren, yaşlı refahı alanına ilişkin konu ve sorunlar (Onat, 2003: 72): bireyleri yaşlılığa hazırlama sürecine ilişkin politikalarda mikro ve makro düzeyde yetersizlik, yaşlılara sunulan sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesi, gelirin azalması, aile içinde ve toplumda yaşlıların değişen rolleri, kurum bakımı altındaki yaşlıların hakları, bağımsız yaşamı kolaylaştıracak hizmet ve yaklaşımlar, sürekli eğitim, uğraşı ve iş olanakları, saygın bir yaşam ve ölüm başlıkları altında ele alınabilir. Yukarıda sayılan konular çerçevesinde, gerontolojik sosyal hizmetin müdahalesi; evrensel insan hakları temelinde birey, grup ve toplum düzeyinde politika ve hizmetlerle gerçekleşmektedir (Danış, 2004: 78). Gerontolojik sosyal hizmet, yaşlanma süreci ve yaşlılık dönemine ilişkin ihtiyaç ve problemlerin saptanarak, bireylerin başarılı ve sağlıklı bir biçimde yaşlanmaları amacına yönelik çağdaş ve insancıl hizmet modellerinin planlanıp hayata geçirilmesinde konuyla ilgili diğer disiplinlerle birlikte sorumluluk sahibidir (Danış, 2004: 79-80). Bu hedef doğrultusunda, mesleki uygulamalarda bulunan gerontolojik sosyal hizmet uzmanları, yaşlı refahı alanında sorunlar oluşmadan engellemek, sorunlar hakkında yaşlıyı bilgilendirmek, sorun anında çözüme yöneltmek ve destek sistemlerini devreye sokmakla görevlidir (Onat, 2003: 72). Dünyadaki yaşlı nüfusun hızla artması- na ve yaşlılığın giderek büyüyen bir sorun haline gelmesine karşın, Türkiye’de yaşlıların sayısı gelişmiş ülkelere oranla daha yavaş artmakta ve yaşlılık henüz büyük boyutlu bir sorun oluşturmamaktadır. Bununla birlikte her geçen gün kalabalıklaşan kentlerde, ailelerin küçülmesi, kadınların çalışma yaşamına girmesi yaşlıların aile içinde bakımını güçleştirmekte, bu ise yaşlılıkta yalnızlık ve yoksulluk sorununun giderek derinleşmesine yol açmaktadır. Bir yandan adaletsiz gelir dağılımı, diğer yandan ise reel gelirlerin düşüklüğü, sosyal sigorta sisteminin yaygınlaşmamış olması, tarım sektöründe çalışan yaşlı nüfus oranının yüksekliği gibi nedenlerle yoksulluk, ülkemizde yaşlılık döneminde karşılaşılan en önemli sorunlardan biri haline gelmiştir. İleri yaşlarda artık çalışamayacak duruma gelen ve fiziksel yaşlanma sonucunda çeşitli hastalıklarla karşı karşıya kalan yaşlılar, sosyal güvenceden yoksun oldukları durumlarda ciddi sorunlar yaşayabilmektedirler. Bu sorunların başında gelen bakım, barınma, yoksulluk ve yalnızlık gelmektedir. Düşük gelirli, hiçbir geliri olmayan ve sosyal güvenlik sistemi dışındaki yaşlılara yönelik bakım seçenekleri de oldukça sınırlıdır. Özellikle kırda ve kentlerin yoksul mahallerinde yaşayan yaşlıların sosyal destek mekanizmaları neredeyse ortadan kalkmış ve bu yaşlılar kendi koşullarıyla tek başına mücadele etmek durumunda bırakılmışlardır. Ülkemizde, tüm illeri ve bölgeleri içine alan ve nüfusun genelini yansıtan bir yoksulluk haritası henüz çıkarılamamış olduğu için mutlak ve göreli yoksulluk sınırının altındaki yaşlılara ilişkin güncel istatistikler yoktur. Bu nedenle yoksullukla yüz yüze gelen yaşlıların, önemli bir 77 Toplum ve Sosyal Hizmet çoğunluğu köylerde ve kentlerde büyük zorluklarla yaşamlarını devam ettirmek durumunda kalmaktadır. Yoksulluk, bir anlamda yaşlıların yalnızlaşmasının da en önemli belirleyicisi durumundadır. Nitekim, barınma, beslenme, giyim ve tedavi gibi en temel gereksinimlerini dahi karşılamakta güçlük çeken ya da karşılayamayan yaşlılar, toplumla iç içe olmak, sosyal ve kültürel aktivitelere katılmak ve yaşamlarını üretken bir biçimde devam ettirebilmek için gerekli gelirden yoksundurlar. Bu ise onların sosyal yaşamla olan ilişkilerini sınırlandırmaktadır. Yapılan araştırmalar, yaşlıların gelir düzeyi ile aktivite durumları arasında anlamlı bir ilişki olduğunu ortaya koymaktadır (Higgs ve Victor, 1993: 186-192; Diener ve Diener, 1995: 279). Bilindiği gibi günlük yaşamda sinema, tiyatro, opera gibi sosyo-kültürel aktivitelere katılma, kitap, gazete okuma, resim yapma, müzik aleti çalma, koleksiyon yapma vb. birçok etkinlikler, hobiler ve uğraşılar parasal bir kaynağa dayanmaktadır. Bu açıdan ülkemizdeki yaşlılar, sosyal açıdan gelişmiş ülkelerdeki yaşlı akranlarına kıyasla daha sınırlı bir yaşam sürdürmek durumunda kalmaktadırlar (Görgün-Baran, 2007: 236-240). Örneğin; Avrupa’da neredeyse her yaşlı elde ettiği gelirle bir başka ülkede tatil yapabilecek ve hatta gayrimenkul edinebilecek olanağa sahipken, ülkemizdeki yaşlıların büyük bir çoğunluğu düşük düzeyde bir gelire sahip olduğu için kendi ülkelerinde dahi tatil yapma olanağından mahrumdur. Ülkemizde iktisadi, sosyal, kültürel ve politik alanda meydana gelen değişimler toplumdaki geleneksel yapıyı derinden etkilemekte, kuşaklararası yar- 78 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 dımlaşma ve dayanışmanın neredeyse ortadan kalmasına ve Türk aile yapısı ve dinamiğinde köklü değişikliklere neden olmaktadır. Bu değişimin en somut çıktısı da yaşlı bireylere ilişkin saygı ve hoşgörü ortamının gün geçtikçe ortadan kalkması, yaşlının bilgeliği ve değerine dair geleneksel tutum ve davranışların yok olması biçiminde gözlenmektedir (Görgün-Baran, 2001: 256-265). Bu ise yaşlıların gün geçtikçe yoksullaşmasına, yalnızlaşmasına ve sosyal yaşamdan uzaklaşmasına yol açmaktadır. Kişinin medeni hali, eğitim düzeyi, yalnız ya da eş ve çocuklarıyla birlikte yaşama durumu, sağlık durumu, kurum bakımı altında olup olmaması, cinsiyeti ve sosyo-kültürel özellikleri, yalnızlık duygusunu yakından etkilemektedir (Danış, 2004). Genel olarak, toplumumuz yaşlısına sahip çıkan toplum özelliğinde olsa da, kentleşme olgusu sosyo-ekonomik koşullar, ataerkil aileden çekirdek aileye dönüş gibi nedenlerle ailelerin, yaşlı bireyin sosyal sorunlarıyla ilgilenmesi güçleşmektedir. Yaşlılıkta yaşanan sosyal problemler, medikal problemlerden daha fazladır ve medikal problemlerin daha ağır yaşanmasına yol açmaktadır (GökçeKutsal, 2007). Bu nedenle, acilen ülkemizdeki yaşlıların yoksulluk ve yalnızlık gibi yaygın sosyal sorunlarının çözümüne yönelik sosyal hizmet uygulamalarına öncelik tanınmalıdır. Bu amaçla özellikle yoksul ve yalnız yaşlıları temel alan sosyal hizmet ve sosyal yardımların geliştirilmesi büyük önem taşımaktadır. SONUÇ ve ÖNERİLER Yaşlıların ve risk altında olan özel grup- Danış ların haklarını korumak, onlara insanca bir yaşam sunmakla kalmayıp, yaşam kalitesini arttırmayı bir sorumluluk olarak gören sosyal hizmet mesleği ve disiplini (İçağasıoğlu-Çoban 2007: 4), yaşlılık süreci öncesinde, gelişimsel olarak kazanılmış olan tüm birikimlerin, yetkinlik ve yeterlilik alanlarının yaşam kalitesi anlayışı doğrultusunda, üretime ve yaşamla aktif etkileşime dönüştürülmesini, yaşlılık döneminde karşılaşılan sosyal sorunların minimuma indirgenmesi, yaşlıların toplumla ve sosyal çevre ile bağlarını sürdürmesi ve asgari yaşam standardına ulaşabilmeleri için yeterli bir gelire sahip olmalarını amaçlamakta ve buna yönelik müdahalelerde bulunmaktadır. Buradan hareketle; ülkemizde yaşlılıkta yoksulluk ve yalnızlık sorununun çözümüne yönelik, sosyal hizmet odaklı düzenleme, politika ve uygulamalara dair aşağıdaki somut çözüm önerileri geliştirilmiştir: Milli gelirin tüm nüfus grupları arasında yeniden paylaştırılması amacıyla, sosyal adaleti ve fırsat eşitliğini sağlamaya yönelik program ve politikalar üretilmelidir, Yaşlılar politik açıdan güçlendirilmelidir. Bu ise yaşlıların kendilerine yönelik karar alma süreçlerine aktif olarak katılımlarının teşvik edilmesi yoluyla gerçekleştirilebilir, İnsan onuruna ve vakarına uygun olarak yaşamlarını sürdürebilmeleri için yaşlılara sosyal güvenlik şemsiyesi altında asgari gelir güvencesi sağlanmalıdır, Yoksul yaşlıların, çeşitli sosyal güvenlik ve sosyal yardım tedbirleriyle (transfer ödemeleri, vergi indirimi, harçlardan muafiyet, işsizlik ödemeleri vb.), ekonomik durumlarının iyileştirmesine yönelik düzenlemeler yapılmalıdır, Kirada oturan yaşlıların barınma gereksinimlerinin karşılanması amacıyla, sosyal konutlar yapılmalıdır, Yaşlıların sosyal ve kültürel sermayelerinin geliştirilmesi amacıyla, yaşam boyu eğitim (life long education) gibi alternatif programlar uygulamaya aktarılmalıdır, Emeklilik, hastalık, kaza, annelik, özürlülük gibi, ülkemizdeki mevcut sigorta kollarına Avrupa’daki gibi bakıma muhtaçlık da yasal bir düzenleme ile eklenmelidir. Böylelikle ileri yaş döneminde ortaya çıkacak bakıma muhtaçlık durumunda, yaşlıların en üst düzeyde sağlık ve sosyal güvenliği sağlanmalıdır, Yaşlıların ülke genelinde yoksulluk ve yalnızlık durumunu belirlemeye ve gereksinimlerini karşılamaya yönelik sosyal araştırmalar yapılmalı ve projeler geliştirilmelidir, Sosyal hizmetin her bireyi kendi sorunları ve yaşam çevresinde ele alan bakış açısı ile yaşlılara yönelik hizmetler çeşitlendirilmeli ve bireye özgü hale getirilmelidir, Yaşlı bireylerin üretkenlik ve bilgeliklerini yaşamlarının sonuna kadar sürdürebilmeleri amacıyla, her semtte yaşlı dayanışma merkezleri açılmalı ve burada yoğun bir biçimde sosyal, kültürel ve sportif aktivitelere yer verilmelidir, Yaşlıların kendi sorunlarını paylaşabilecekleri, bir araya gelerek etkileşim kurabilecekleri, sosyal grup çalışmalarının yürütülebileceği psiko-sosyal destek merkezleri kurulmalıdır, Kırdaki yaşlıların yalnızlık sorununun 79 Toplum ve Sosyal Hizmet çözümüne yönelik mobil hizmetler geliştirilmeli, uzman personeller tarafından belirli aralıklarla bu yaşlılar ziyaret edilmeli ve onlara rehberlik hizmetleri verilmelidir, Kırdaki nüfus yapısının giderek yaşlanması, köylerin neredeyse artık yaşlı bireylerin yaşadığı mekânlar haline gelmesi nedeniyle, il özel idarelerinin desteği ile köylerde yaşlı bireylere yönelik ihtiyar odaları oluşturulmalı, buralarda onların eğitsel, zirai, sanatsal ve kültürel gelişimi amacıyla gerekli materyallerin bulundurulması ve köy okullarında görev yapan öğretmenlerin haftanın belirli günlerinde yaşlılarla bir araya gelerek paylaşımda bulunmalarına olanak tanınmalıdır, Ülkemizde yaşlılara hizmet veren kurum ve organizasyonların, hizmet dağıtım sürecindeki verimliliği denetlenmeli, bu doğrultuda etkili hizmet sunumu ve hizmet alan yaşlıların memnuniyetinin belirlenmesi amacıyla periyodik araştırmalar yapılmalıdır, Çocuklara ve gençlere kuşaklararası dayanışma ve yaşlılık bilincinin kazandırılması amacıyla Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ilk ve orta dereceli okullardaki vatandaşlık ve hayat bilgisi derslerinin müfredat programlarına; yaşlanma, yaşlılık, yaşlı hakları, yaşlıya saygı, yaşlılıkta bilgelik, yaşlının Türk toplumundaki konumu, Türk örf, adet, gelenek ve göreneklerinde yaşlılık gibi konular eklenmelidir, KAYNAKÇA Aksayan, S., Yıldız, A., Ergün, A. (1998). “Huzurevinde ve Evde Yaşayan Yaşlıların Umutsuzluk Düzeyleri”, Cimete, G. (Ed.), İstanbul, I. Ulusal Evde Bakım Kongresi Kitabı. 80 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 Ashman, K. K. ve Zastrow, C. (1990). Understanding Human Behavior and the Social Environment, Chicago, Nelson Hall Publishers. Atalay, B. (1992). Türk Aile Yapısı Araştırması, Ankara, Devlet Planlama Teşkilatı Yayını, Yayın No:2313. Barker, L. R. (1999). The Social Work Dictionary, USA, NASW Press. Baudrillard, J. (2001). Selected Writings, UK, Cambridge, Polity Press. Berg, S. (1981). “Loneliness in the Swedish Aged”, Journal of Gerontology, 36 (2) 342349. Berkman, B. J., ve Volland, P. (1997). “Health care practice overview”, Edwards, R. L. (Ed.), Encyclopedia of social work, (19. baskı) içinde (ss. 143-149), Washington: NASW Press. Berkman, B., J. ve Arkadaşları (2000). “Social work gerontological practice: The need for faculty development in the new millennium”. Journal of Gerontological Social Work,. 34 (1):1-23. Bilginer, B., Tuncer, A., Apan, E., (1996). “Adana Huzurevi ve Yeni Baraj Sağlık Ocağı Bölgesi’ndeki 65 yaş ve Üzeri Yaşlıların Demografik Özellikleri”, İstanbul, V. Ulusal Halk Sağlığı Kongresi Bildiri Kitabı. Cassel, K. C. (2001). “Successful Aging: How Increased Life Expectancy and Medical Advances are Changing Geriatric Care”, Geriatrics, 56 (1): 35-40. Danış, M. Z. (2004). Yaşlıların Evde Bakım Gereksinimleri ve Evde Bakıma İlişkin Düşünceleri: Başarılı Yaşlanma ve Yaşlı Bakım Modelleri, Ankara, Güç-Vak Yayınları, Sosyal Hizmet Dizisi I. Danış, M. Z. (2005). Yaşama Derinden Bir Kucak, Ankara, Türk Geriatri Vakfı Yayınları Gerontolojik Çalışmalar Dizisi I. Danış, M. Z., Onat, Ü, Danış, Y. (2006). “Yaşlılıkta Yoksulluk ve Sosyal Hizmet”, Sosyal Hizmet Sempozyumu 2003: Yoksul- Danış luk ve Sosyal Hizmetler Bildiri Kitabı, II. Cilt, Ankara, H.Ü. SHYO Yayını. Duyan, V. (2000). “Yaşlılık ve gerontolojik sosyal hizmet”, Erkan, G. ve Işıkhan, V. (Ed.), Anropoloji ve Yaşlılık: Prof. Dr. Vedia Emiroğlu’ na Armağan Kitabı, (1. baskı) içinde (ss.118-124), Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksek Okulu yayını, no: 6. DİE. (1995). Türkiye Nüfusu, 1923-1994, Demografik Yapısı ve Gelişmesi 21. Yüzyıl Ortasına Kadar Projeksiyonlar, Ankara, T.C Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü Yayını. DİE. (1999). Nüfus Kayıtları, Ankara, T.C. Devlet İstatistik Enstitüsü Yayını. DİE. (2003). 2000 Genel Nüfus Sayımı, Nüfusun Sosyal ve Ekonomik Nitelikleri, Ankara, T.C. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü Yayını, No: 2759. Diener, E. ve Diener, C. (1995). “The Wealth of Nations Revisited: Income and Quality of Life”, Social Indicators Research, 36 (1) 275-286. DPT. (2006). Türkiye’de Yaşlıların Durumu ve Yaşlanma Ulusal Eylem Planı, Ankara, T.C. Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı Yayını. Emiroğlu, V. (1995).Yaşlılık ve Yaşlının Sosyal Uyumu, Ankara. Engel, J. R. (1990). “Characteristic of Persistently Poor Elderly People”, Social Work Research and Abstracts, 26 (4) 25-31. Erçetin, Ş. (2007). “Bilgece Yaş Almak”, İstanbul, I. Ulusal Yaşlılık Konseyi Kongresi Kitabı. Erdil, F. (2004). “Yaşlının Evde Bakımı”, Sağlıklı ve Başarılı Yaşlanma, Ankara, H.Ü. Geriatrik Bilimler Araştırma Merkezi Yayını. Gitmez, K. Ş. (2000). “Yaşlıların Farklı Kentsel Koşullarda Yaşam Uyumları, Eğilimleri, Tutum ve Davranışları”, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara, Ankara Üniversitesi. Gökçe-Kutsal, Y. (2005). “Yaşlanan Dünya”, Yaşlılar ve Belediyeler, Ankara, H.Ü.Keçiören Belediyesi, Belediyecilik ve Halk Sağlığı Eğitim ve Araştırma Merkezi Yayını, No: 10. Gökçe-Kutsal, Y. (2006). Yaşlanan dünyanın yaşlanan insanları, 65 Yaş üzeri yaşam rehberi, (1. baskı), içinde (ss.36-42), İstanbul: Meditime Ltd. Şti. yayını. Gökçe-Kutsal, Y. (2007). “Editörden”, Türk Geriatri Dergisi İnternet Sitesi, Bağlı Olduğu Adres: http://geriatri.dergisi.org/pdf/pdf_ TJG_161.pdf, Yararlanma Tarihi: 24 Aralık. Gönen, E. ve Özmete, E. (2003). “Olgun Gençlik ve Yaşam Tatmini”, Kalınkara, V. (ed)., II. Ulusal Yaşlılık Kongresi Bildiriler Kitabı, Yaşlı Sorunları Araştırma Derneği Yayını, Denizli, Horoz Medya Yayınevi. Görgün-Baran, A. (1996). “Kurum Bakımındaki Yaşlıların Sosyal Yaşam Koşulları: Ankara Örneği”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 13 (1-2) 19-58. Görgün-Baran, A. (2001). “Türkiye’de Yaşlılık Politikalarının Sosyolojik Analizi”, Kalınkara, V. (ed), 1. Ulusal Yaşlılık Kongresi Kitabı, Ankara, Yaşlı Sorunları Araştırma Derneği Yayını. Görgün-Baran, A. (2007). “Başarılı Yaşlanma Modellerinin Sosyolojik Analizi”, Kalınkara, V. ve Akın, G. (ed), IV. Ulusal Yaşlılık Kongresi Kitabı, Ankara, Yaşlı Sorunları Araştırma Derneği Yayını. HÜNEE. (2005). Demografi ve Sağlık Araştırması, Ankara, Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü Yayını. Hansson, O. R. ve Carpenter, B. N. (1984). Relationships in Old Age, New York, The Guilford Press. Higgs, P. ve Victor, C. (1993). “Institutional care and the life course”, Arber, S ve Evandrau, M. (ed), Aging, Independence and the Life Course, UK, Jessica Kingsley Publishers. İçağasıoğlu-Çoban, A. (2007). Ailelerin yaşam kalitelerinin belirlenmesi: Ankara örne- 81 Toplum ve Sosyal Hizmet Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 ği. Yayınlanmamış doktora tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. el”, Journal of Gerontological Social Work, 12 (1): 118-130. İçli, T. (2002). “Yalnız yaşamak”, GökçeKutsal, Y. (ed), Geriatri 2002 Sempozyumu Bildirileri, Ankara, H.Ü. Geriatrik Bilimler Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayını. Mccall G. Y. (1970). Social Relationship, Chicago, Adline Publishing Company. İmamoğlu, E. O., Küller, R., İmamoğlu, V., Küller, M. (1993). “The Social Psychological Worlds of Swedes and Turks in Around Retirement”, Journal of Cross Cultural Psychology, 24 (1) 35-43. Japan Statistics Bureau (2003). “Population estimates”, Bağlı Olduğu Adres: http:// www.meti.go.jp/english/statistics/index. html, Yararlanma Tarihi: 8 Ağustos. Kalaycıoğlu, S.,Tol, U., Küçükkural, Ö., Kurtuluş, C. (2004). Yaşlılar ve Yaşlı Yakınları Açısından Yaşam Biçimleri Tercihleri, Ankara, TÜBİTAK Yayını. Kalınkara, V. (2000). “Yaşlılıkta sosyal katılım ve kent hizmetleri”, Erkan, G. ve Işıkhan, V. (ed), Anropoloji ve Yaşlılık: Prof. Dr. Vedia Emiroğlu’ na Armağan, Ankara, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksek Okulu Yayını, No: 6. Karataş, K. ve Duyan, V. (2008). “Difficulties that Elderly People Encounter and Their Life Satisfaction, Social Behavior and Personality: An International Journal, 36 (8) 1073-1084. Kılıç, B. (1995). “Amerika Bileşik Devletleri Sağlık Sistemi”, Toplum ve Hekim, 9 (6465) 30-35. Kılıç, Ş. M. (2007). “Yaşlanan Kadın Gerçeği Yoksulluk”, Bağlı Olduğu Adres: http:// www.kazete.com.tr/arsiv/2007/59/sayfa=m inekilic&bolum=yazarlar,Yararlanma Tarihi: 20 Aralık. Koşar, N. (1996). Sosyal Hizmetlerde Yaşlı Refahı Alanı, Ankara. Longman, P. (2004). “The Global Baby Bust”, Forreign Affairs, 83 (3): 64-79. Lowenstein, A. ve Bergman, S. (1988). “Social Work Practice in Gerontology in Isra- 82 Melkas, T. ve Jylha, M. (1996). “Social network characteristics and social network types among elderly people in Finland”, Litwin, H. (ed), The Social Networks of Older People A-Cross-National Analysis, USA, Praeger Publishers. Miller, S. (1986). “Patients’ perceptions of their adjusment to disability and social support in a community-based teaching hospital, Walker, S. (ed), Perspectives, Problems and Strategies in the Rehabilitation of the Nonwhite Disabled, Washington, Howard University. Mullins, C. L., Woodland, A., Putnam, J. (1989). “Emotional and Social Isolation Among Elderly Canadian Seasonal Migrants in Florida: An Emprirical Analysis of a Conceptual Typology”, Journal of Gerontological Social Work, 14 (3-4), 111-130. Onat, Ü. (2002). “Sosyal politikalar açısından yaşlılık”, Gökçe-Kutsal, Y. (ed), Geriatri 2002 Sempozyumu Bildirileri, Ankara, Hacettepe Üniversitesi Geriatrik Bilimler Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayını. Onat, Ü. (2003). Yaşlanma ve sosyal hizmet, Kalınkara, V. (Ed.), 2. Ulusal Yaşlılık Kongresi Kitabı, (1. baskı) içinde (ss.6980), Denizli: Yaşlı Sorunları Araştırma Derneği yayını. Onur, B. (1997). Gelişim Psikolojisi: Yetişkinlik, Yaşlılık, Ölüm, Ankara, İmge Yayınevi. Oral, A. İ. (2001) “Dünyada ve Türkiye’de Sosyal Sigortalar Kapsamında Sağlık Sigortası Uygulamaları”, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Sağlık Bakanlığı (1998). Avrupa Sağlık Reformu: Mevcut Stratejilerin Analizi, Ankara, Sağlık Bakanlığı Sağlık Projesi Genel Koordinatörlüğü Yayını. Danış Santrack, W. J. (1985). Adult Development and Aging, USA, Brown Publishers. Terzioğlu, G., Güven, S., Hazer, O., Öztop, H., Şener, A. (2004). “Yaşlılıkta sosyal ve ekonomik yaşam”, Yaşlılık Gerçeği, Ankara, H.Ü. Geriatrik Bilimler Araştırma Merkezi Yayını. Tezcan, M. (1982). “Toplumsal Değişme ve Yaşlılık”, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Dergisi, 15 (2) 1982: 169-177. TNSA (Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması) 2003. (2004). Ön Rapor, Ankara: H.Ü. Nüfus Etütleri Enstitüsü, T.C. Sağlık Bakanlığı Aile Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Genel Müdürlüğü Yayını. Tufan, A. B. (2001). “Elderly in Turkey”, Karataş, K., Arıkan, Ç. (ed), İnsani Gelişme ve Sosyal Hizmet: Prof. Dr. Nesrin Koşar’a Armağan, Ankara, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksek Okulu Yayını. Tufan, İ. (2001). “Yaşlanan Dünyada Bir Delikanlı: Türkiye”, Toplum ve Sosyal Hizmet, 12 (3) 27-49. Tufan, İ. (2007). “Yaşlılığı Yoksulluğun Elinden Kurtarmak”, Radikal Gazetesi, 14 Ocak, s.1. TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu). 2007. İstatistik Yıllığı, Ankara, T.C. Başbakanlık TÜİK yayını. Uncu, Y., Özçakır, A., Sadıkoğlu, G., Alper, Z., Özdemir, H., Bilgel, N. (2002). “Bursa Huzurevi Yaşlılarının Sosyo-Demografik Özellikleri ve Sağlık Taraması Sonuçları”, Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi 28 (3) 65-69. Uysal, A. (2002). “Dünyada Yaygın Bir Sorun: Yaşlı İstismarı ve İhmali”, Aile ve Toplum Eğitim Kültür ve Araştırma Dergisi, 2 (5) 40-58. World Bank. (2003). Pension Reform in Europe, USA, World Bank Publications. Zweifel, P. (1995). “İsviçre Sağlık Sistemi”, Toplum ve Hekim, 9 (64-65) 76-77. 83 Yolcuoğlu Derleme Anahtar Sözcükler: Çocuğun iyilik hali, sosyal çalışma, sosyal çalışmacı. ABSTRACT SOSYAL ÇALIŞMA VE ÇOCUĞUN İYİLİK HALİ Social Work and Child Well-Being İsmet Galip YOLCUOĞLU* * Dr., Sosyal Çalışmacı, SHÇEK İstanbul Atatürk Kız Yetiştirme Yurdu Müdürü ÖZET Çocuğun iyilik haline ulaşılması, onun ihmalden kötü muameleden uzak ve tam güven içerisinde bulunması anlamına gelmektedir. Bu durum, çocuğun temel gereksinimleri olan, gerektiği şekilde beslenme, desteklenme ve teşvik edilme, cesaretlendirme ve uygun bir sosyal çevrede büyüme ve gelişmesinin olanaklı hale getirilmesini gerektirir. Gelişmiş ülkelerde ebeveynlerin yeterince iyi anne babalık yapabilmeleri için çocuk refahı hizmetleri sunan kurumlar tarafından desteklenmesi, çocukların optimal gelişim olanaklarına sahip olabilmeleri, duygusal doyum sağlayabilmeleri ve sağlıklı, bağımsız bireyler olarak yaşayabilmeleri için neredeyse limitsiz, sınırsız sayılabilecek gereksinim-temelli düzenlemeler bulunmaktadır. Aşağıdaki çalışmada, çocukların iyilik halinin desteklenmesi, sağlıklı bireyler olarak büyüyebilmeleri, yaşam kalitelerinin arttırılması için sağlanabilecek kaynaklar, zorluklarla baş edebilmeleri konularında sosyal çalışmacının ne tür çalışmalar yapabileceği konuları değerlendirilmektedir. Achieving child well-being means that a child is safe from child neglect. This requires that a child’s needs are met and that the child be able to grow and develop in an environment that provides consistent nurture, support, and stimulation. In the developed countries there are no limits to what child welfare services can provide; the system should promote standards of good enough parenting that will provide a child with the developmental opportunities and emotional nurture needed to grow into an adult who can live as independently as possible. In this study, the social support concept that is important for the life quality and well-being of children, their resources of support and the types of social work that can be done by social workers in coping with their difficulties have been evaluated. Key Words: Child Well-being, social work, social worker GİRİŞ Ortaçağ Avrupa’sında insanın gelişim evreleri arasında ‘çocukluğun’, özel olarak korunması gereken bir dönem olduğu düşüncesi henüz ortaya çıkmamıştı. Çocuklar, gündelik yaşamda küçük birer yetişkin olarak yer alırlardı. 17. ve 18. yüzyıllar Avrupa’sında Aydınlanma döneminin etkileri ve Endüstri Devrimiyle birlikte ortaya çıkan burjuva sınıfının öncülük etmesiyle, modern çocukluk anlayışı gelişmeye başlamıştır. Bir yandan ulus devletlerin ortaya çıkışı, bir yandan da teknoloji ve bilimdeki gelişmelerin etkisiyle, ‘çocukluk’ döneminin ayrı bir gelişim dönemi ve sos- 85 Toplum ve Sosyal Hizmet yal kategori olduğu kabul görmeye başlamıştır. Yeni çocukluk anlayışının tüm toplumsal kesimlere yaygınlaşmasında, çocuğun korunması konusunda ailenin yanı sıra devletin de sorumlulukları olduğu anlayışı etkili olmuştur. Bu yöndeki sosyal politikalar, çocukların korunması konusunda birçok evrensel oluşuma öncülük etmiştir. Hümanist çocukluk anlayışını içeren Avrupa kökenli akım, çocukların refahı konusunda devletin sorumluluk almasını etkilemiştir. 19. yüzyılda devletin, çocukların bir koruyucusu olarak yasa yapma hakkı olduğu düşüncesi, yeni ve radikal bir fikir olarak ortaya çıkmıştır (Postman, 1995: 75). Yirminci yüzyıl ‘çocuk sorunu’nun ağırlıkla tartışıldığı bir dönem olarak, çocuklarla ilgili tüm dünya ölçeğinde en önemli belge olan Çocuk Hakları Sözleşmesi (ÇHS)’nin ortaya çıkmasına zemin hazırlayarak çok önemli bir işlev görmüştür. Sözleşmede; çocuğun yaşatılması, korunması, gelişimi bakımından ‘aile’, öncelikli kurum olarak ele alınmıştır. Çocukların, ailelerinden ayrılmasından mümkün olduğunca kaçınılmalıdır. Sözleşmenin 5. maddesinde, ana-baba sorumlulukları ve çocuğun aileden kopartılmadan, aile içerisinde desteklenmesinin önemine vurgu yapılmaktadır. Ailenin gereksinimlerini karşılamak, ebeveynlik becerilerinin geliştirilmesini sağlamak, onların haklarını göz ardı etmeksizin iyi birer anababa olduklarını kabul etmek ve kapasitelerini güçlendirmek, ÇHS gereğince devletin görevleri arasındadır. Ancak 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde, dünya ölçeğinde insanların bir kısmı refah içerisinde yaşarken, büyük bir bölümünün ise açlık ve sefaletle iç içe yaşamakta olduğu görülmektedir (Şenses, 86 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 2001: 13). Modern dünyanın globalleşme rüzgarları, bir taraftan gelişmiş ülkelerin bireylerine daha fazla refah ve zenginlik vaad ederken, yoksul ve az gelişmiş ülkelerin insanların payına bol miktarda açlık ve yoksulluk düşmektedir. Dünyada yoksul ülkelerde var olan bu sosyoekonomik sorunlardan, en çok çocuklar olumsuz etkilenmekte, birçok ailede çocukların temel gereksinimleri karşılanamamaktadır. Bunun bir nedeni küresel ekonomik gelişmelerin bazı ülkeleri daha da fazla yoksullaştırması, bir diğer nedeni de azgelişmiş ülkelerdeki sosyal politikalar ve kamusal hizmetlerin, ailelerin içinde bulunduğu sosyoekonomik yoksunlukları gidermede yetersiz kalmasıdır. Ülkemizde 1980 sonrası uygulamaya konulan liberal politikalarla, aslında yapısal değişim açısından liberalizm ve piyasa ekonomisine geçiş hamleleri başlatılmıştır. Günümüzde de sürdürülmeye çalışılan ekonomik ve sosyal politikalarla var olan olumsuzlukları, gelir dağılımı bozukluğunu ve yoksulluğu daha da derinleştirmiştir. Kişi başına gelir düzeyinin düşük olduğu bir ekonomik yapıda, gelir dağılımının da bu derece bozuk olması yoksulluğun yaygınlaşması sorununu da beraberinde getirmiştir. Günümüz dünyasının yoğun ekonomik sorunları ve karmaşıklığı içinde, Türkiye’de görevlerini yerine getiremeyen aile sayısı artmıştır. Dolayısıyla üyelerinin sosyal, duygusal, fiziksel ve eğitsel gereksinimlerini aile içinde karşılayamayan ailelerin, sorunlarının çözülmesi için bir takım toplumsal hizmetlere olan gereksinimi de daha fazla önem göstermektedir. Bu tür aileler, çeşitli yönlerden desteklenmeye, bazı mesleki yöntem ve tekniklerin uygulanması yoluyla profesyonel yardı- Yolcuoğlu ma ihtiyaç duymaktadırlar. Ailenin düzenli bir biçimde gelişmesi ve varlığını devam ettirmesi, sorunlarının çözülmesi amacını güden çalışmalarla; çocukların refahına etki eden her husus, aynı zamanda çocuğun üyesi bulunduğu bütün grupların, ailenin ve toplumun refahıyla bağlantılı olarak, sosyal çalışmanın “aile ve çocuk refahı” alanını oluşturmaktadır. Türkiye’de, 1994 ve arkasından 20002001 yıllarında yaşanan ekonomik krizlerle sosyal sorunların artması nedeniyle sosyal durum olumsuz bir görünüm sergilemektedir. İşsizlik oranı, küresel krizlerin ekonomiye yansımasının bir sonucu olarak yüzde 10’lara yükselmiş, bu oran İstanbul gibi metropollerde % 14.0’lere kadar çıkmaktadır. Sosyal güvenlik ve sosyal yardım sistemi, yoksul kesimleri korumakta yetersiz kalmaktadır (DPT, 2000). Ülkemizde 1960’lı yıllarda toplam nüfusun % 26’sı kentlerde yaşarken, 2004 yılında nüfusun % 60.3’ü kentlerde yaşamaktadır (TÜİK, 2006). Son kırk yılda, toplam nüfusumuzun % 34’lük kesiminin kırdan kente göç etmiş olmasının, ne kadar önemli sosyal, ekonomik ve kültürel sorunlar doğurduğu gözler önündedir. Yılların birikimi olan bu süreç, 21. yüzyıl Türkiye’sinin sosyal sorunlarını oluşturmakta ve tüm gündemi işgal etmektedir. Son on yıllık dönemlerde ülkemizde meydana gelen hızlı toplumsal değişmeler, toplumun kendisi ve kurumlarında meydana gelen değişme olarak tüm toplumsal sistemlere ve bireylerin günlük yaşamlarına olumlu-olumsuz etkileşimleriyle, birçok yönleriyle nüfuz etmektedir. Toplumsal değişme, gelişmeye çok istekli ve bir o kadar da ağır aksak yol alan ülkemiz sosyal sistemini alt-üst etmektedir. Sosyal politikalardaki zayıflıklar nedeniyle, değişmeyi yönetmek ve sağlıklı bir zemine oturtmak misyonuyla ortaya çıkmış bir meslek olan ‘sosyal çalışma’, ülkemizde bu değişimi sağlıklı hale getirebilmek ve müracaatçılarını güçlendirmekten uzak güçsüz ve yetersiz bir görünümdedir. Bu hızlı toplumsal değişme dinamiğinden en fazla etkilenen kurum ‘aile’dir. Ailenin tam kesin bir tanımı üzerinde uzlaşma olmamasına karşın, Birleşmiş Milletlerce benimsenen tanımı şu şekildedir: “aile, toplumdaki en temel birim olarak çok önemli sosyoekonomik fonksiyonları bulunan, toplumdaki önemli değişmelere rağmen üyeleri için (özellikle çocuklar) duygusal, finansal ve maddi destek sağlayan, aynı zamanda kültürel değerlerin korunması ve aktarılması için de hayati öneme sahip olan bir kurumdur. Ayrıca aile, üyelerine eğitim, bakım, yetiştirme ve destek vererek gelişme için nitelikli insan kaynağı yaratmada çok önemli bir rol oynamaktadır“ (Birleşmiş Milletler, 1998). Toplumsal yapıda meydana gelen bu temel değişmeler, aile kurumunun da yeniden şekillenmesine, yeniden örgütlenmesine, olumsuzluklardan direkt olarak etkilenmesine neden olmaktadır. Yazılı basının üçüncü sayfa haberlerine bakıldığında, toplum ve bireyler arasındaki olumlu ya da olumsuz karşılıklı etkileşimlerin tampon mekanizması olan ‘aile’ kurumu açısından, olumsuz sonuçların daha fazla meydana çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim, ülkemizdeki boşanma oranları 2000’li yıllardan sonra üç kat artmış olup yılda ortalama 93.000 boşanma vakası (nvi.gov.tr). yaşanmaktadır. Bu aile parçalanmaları yüz binlerle 87 Toplum ve Sosyal Hizmet ifade edilebilecek çocuk nüfusunu tehdit etmektedir. Sosyal çalışmanın bilgi temelinin şekillendiği ekolojik sistem teorisine göre, İnsan, bio-psiko-sosyal boyutu olan kültürel bir varlıktır. Davranışlarıyla çevresini etkilediği gibi aynı zamanda içinde bulunduğu çevresel sistemlerden de etkilenir (Ashman ve Hull, 1999: 15). Bireyin davranışı, biyolojik, psikolojik ve sosyal gelişimi, yaşadığı sosyal çevre içerisinde meydana gelen etkileşimlerin yönüne göre değişmektedir. Bu toplumsal dinamiğin, olumsuz yansımaları olarak sosyal çalışmanın sahasına düşen risk altındaki çocuklar olgusu yukarıda sözü edilen değişimin önemli bir sosyal sorun doğurgusu olarak kendini göstermektedir. Türkiye’de Çocuğun Durumu Türkiye’nin 0-18 yaş arası çocuk nüfusu 26 milyon. Yıllık doğum sayısı 1 milyon 400 bindir. Yıllık ortalama nüfus artış hızı 1.9’dur. Nüfus kaydı olmayan 0-4 yaş altı çocuk yüzdesi 26.6. Bebek ölüm oranı binde 37’dir. Koruyucu ailelerle yaşayan çocukların oranı yüzde 1’dir. Türkiye nüfusunun yüzde 36’sı yoksuldur ve bu oranın yüzde 17.5’i yoksulluk sınırının altındadır. Kimsesiz çocuk sayısı 800 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bebek ölümleri şehirlerde yüzde 23.3; nüfusu binin altında olan yerleşim yerlerinde bu oran %49.5’dir. Bebek ölüm hızı açısından bölgesel farklılıklar aşılamamıştır. Hiç aşı olmayan çocuk oranı yüzde 4’tür. Türkiye’de her üç çocuktan biri sağlıklı beslenemediği için gelişme ve büyüme bozukluğu içinde büyümektedir. Okul öncesi eğitim kurumlarına devam eden çocuk oranı yüzde 88 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 8.8’dir. 7-13 yaş arası okula kayıt olmayan kız yüzdesi 31.9’dur. 7-13 yaş arası okula kayıtlı olmayan erkek çocuk yüzdesi 21.2’dir. Türkiye’de her 5 çocuktan 1’i çalışmaktadır. Modern çocukluk anlayışına göre, çocukların bakımı ve yetiştirilmesi salt ana-babanın görevi olmayıp çocuğun korunmasında ailenin yanında toplumun da sorumluluğu bulunmaktadır. Sosyal devlet anlayışının geliştiği 20. yüzyılda çocuğun korunması konusunda kamunun rolü daha iyi anlaşılmış durumdadır (Karataş, 2001). Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre, taraf ülkeler tüm çocukların yaşam kalitesinin artırılması, çocuklarla ilgili bilgilerin kayıt altına alınması, özellikle risk altında yaşayan çocuk sayısının belirlenmesi, çocuklarla ilgili iş ve işlemlerin denetlenmesi, ailelere ve tüm çocuklara yönelik asgari gereksinimlerinin karşılanması konusunda yükümlülüklerinin yerine getirmek durumundadır. Ancak sosyal kayıtları da ekonomisi gibi kayıt dışı olan ülkemizde, yoksulluk riski altında olumsuz koşullarda yaşamını sürdürmek zorunda kalan, ebeveyn bakımından yoksun olan milyonlarca çocuğunu bulunduğu da bilinen bir gerçektir. Çocuğun İyilik Hali ‘Çocuğun iyilik hali’, gelişmiş toplum olmanın kriterlerinden biri olarak, tüm çocukları kapsaması gereken, ‘modern çocukluk paradigması’ açısından da ulaşılması hedeflenen bir olgudur. Çocukların iyilik halini tehdit eden en önemli sorun yoksulluktur. Yoksulluğun toplumların geleceğiyle ile ilgili en önemli etkisi, yoksulluğun çocuklar Yolcuoğlu üzerindeki olumsuz etkileridir. Çocuklar, yoksulluktan direkt olarak ve dolaylı olarak iki şekilde etkilenirler. Direkt olarak, gıda kalitesinde düşme, konut, sağlık-bakım eğitim ve ulaşım olanaklarının eksikliği şeklinde; dolaylı yönden ise olumsuz koşullarla daha fazla baş edecek gücü kalmayarak ekonomik durumları bozulan, düşük ve yetersiz gelirli ebeveynleri vasıtasıyla etkilenmektedirler (Fraser, 2006: 54). Tüm dünya toplumlarında çocuklarla ilgili esas sorun; ihmal ya da istismara uğrayan ancak sınırsız masumiyetleriyle bunları hiçbir şekilde hak etmeyen çocuklar sorunsalıdır. Tüm çocukların ihmal ve istismardan korunmasında “birincil koruma”, çocuklara yönelik koruma programları geliştirilmesini gerektirmektedir. Bu programlar, tüm çocukların ve ailelerinin içinde bulundukları koşulları iyileştirme, yaşam kalitesini artırma, sosyal risklerin oluşmasını önleme amacını taşımaktadır. Bu amaca ulaşmak için çocuk koruma politikalarının oluşturulması, eğitim düzeyinin yükseltilmesi, kamu sağlığı programlarının geliştirilmesi, işsizlik oranının düşürülmesi ve ulusal gelirin artırılması zorunludur. Önceki yıllarda sosyal koruma harcamalarının GSMH içindeki payı % 17 seviyesinde olan Yunanistan’da 1998 yılında bu oran % 24’e yükselmiştir (Buğra ve Keyder, 2006: 67). Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, sosyal yardım, konut alanındaki sosyal harcamaların GSMH içindeki payı Türkiye’de % 19 iken, Yunanistan’da % 35, İsveç’te % 53.2 ve A.B.D’de ise % 53.8’dir (World Bank, 2000). Görüldüğü üzere, ülkemizde sosyal alana ayrılan payın halen düşük ve yetersiz olması, ne yazık ki halen sosyal sorunları tetiklemeye devam etmektedir. Korunması Gereken Çocuklar Olgusu Korunması gereken çocuklar sorunu her toplumun kendine özgü sosyal ve ekonomik ortamın, ülkedeki mevcut politika uygulamalarının sonucu olan bir sosyal sorun olarak gündeme gelmektedir. Ülkemizde özellikle kırdan kente aşırı göç sonucu ortaya çıkan plansız kentleşme ve kentte nüfus yığılmasının sonucu ortaya çıkan kentsel ortamdaki işsizlik, ailelerdeki sosyal sorunların, aile parçalanmalarının (family breakout) ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır. Büyük kentlerimizde gördüğümüz, sokaklarda çalışan, mendil satmak için çırpınan, dilencilik yapan, trafik ışıklarında canhıraş bir şekilde araçların camlarını silmeye çalışan, onu yetiştirme sorumluluğu bulunan büyükleri tarafından hırsızlık yaptırılmaya gönderilen çocukların hepsi korunma ihtiyacı olan çocuk siluetleridir. En geniş anlamıyla ‘korunması gereken çocuk’; “temel bakımı, yetiştirilmesi, esirgenmesi ve gözetilmesindeki yetersizlik ve aksama nedeniyle sosyal, fiziksel, ruhsal ve ahlâki yönden sağlıklı bir yetişkin olmasının önünde çeşitli engeller bulunan çocuk”tur (Koşar, 1992: 42). Modern çocukluk anlayışı 17. ve 18. yüzyıllar Avrupa’sında Aydınlanma döneminin etkileri ve Endüstri Devrimiyle birlikte ortaya çıkan burjuva sınıfının öncülük etmesiyle, gelişmeye başlamıştır. Bu yöndeki sosyal politikalar, çocukların korunması konusunda birçok evrensel oluşuma öncülük etmiştir. Hümanist çocukluk anlayışını içeren Avrupa kökenli akım, çocukların refahı konusunda devletin sorumluluk almasını etkilemiştir (Postman, 1995: 13). Sosyal çalışma biliminin temellendi- 89 Toplum ve Sosyal Hizmet ği ekolojik sistem kuramının sunduğu yaklaşım açısından, ‘korunması gereken çocuklar’ sorununu açıklayabilecek bir çerçeve şu şekilde oluşturulabilir: ülkemizde hüküm süren korunması gereken çocuklar sorunu, toplumsal değişme, sosyoekonomik değişmeler, göç, kentleşme, işsizlik ve yoksulluk gibi toplumsal değişmeye yol açan yapısal etmenlerle ailelerin durumu ve özelliklerinin (aile yapısı ve işlevleri vb.) etkileşiminin bir ürünüdür. Toplumsal değişme, göç, kentleşme, işsizlik, ve yoksulluk gibi faktörler hem aileleri etkilemekte hem de onlardan etkilenmektedir. Ailelerin özelliklerinden bir bölümü göç etme, işsiz ya da yoksul olma bir bölümü de ailenin işlevselliğini kaybetmesi, geniş aile desteği ve sosyal destekten yoksul olması gibi değişkenlerdir. SONUÇ Sonuç olarak, Çocuklarla ilgili tüm dünya ölçeğinde en önemli belge olan Çocuk Hakları Sözleşmesi (ÇHS)’ne göre; ihtiyaç duyan ailelerin gereksinimlerini karşılamak, ebeveynlik becerilerinin geliştirilmesini sağlamak, onların haklarını göz ardı etmeksizin iyi birer anababa olduklarını kabul etmek ve kapasitelerini güçlendirmek, devletin görevleri arasındadır. Ailenin, problemlerini çözebilmesi, ailedeki iletişimin iyi olması, aile üyelerinin rollerini yerine getirmeleri, tüm aile sisteminin genel fonksiyonlarını yerine getirmesi de aynı şekilde hem aile üyeleri için hem de çocuğun iyilik halinin devamı için olmazsa olmaz gereksinimler anlamına gelmektedir. ÇHS’nin 3. madde 1. bendine göre; “çocuğu ilgilendiren bütün faaliyetlerde, çocuğun yararı temel düşüncedir”. Sözleşmede, her çocuğun 90 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlâksal toplumsal gelişmesini sağlayacak yeterli bir hayat seviyesine hakkı olduğu kabul edilmektedir (27/1). Tüm çocukların iyilik halinin devamının sağlanmasını savunan ÇHS, Türkiye tarafından 1990 yılında kabul edilmiş, 27 Ocak 1995 tarih, 22184 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 4058 sayılı kanunla onaylanarak ulusal hukuki bir belge haline gelmiştir. Ancak sosyal politika düzenlemeleri, ÇHS’nin tüm çocukların iyilik halini desteklemeye yarayacak enstrumanları içermekten yoksundur. Mesleki bilgi birikimi, mesleki etik çerçevesinde ve güçlü olması gereken bu düzenlemelerle çocuklar ve ailelerin yaşamlarına müdahil olan sosyal çalışma disiplini sorunu kavrayacak, çözebilecek güce kendisi henüz ulaştırılamamıştır. Buradan, sosyal politika üzerinde risk altında yaşayan nüfusu gruplarına yönelik bir toplumsal baskının ve talebin oluşturulması gerektiği ortaya çıkmaktadır. Dezavantajlı nüfus gruplarını kollamak iddiasıyla ortaya çıkmış olan“sosyal politika”, bir ülkede yaşayan tüm bireyler için, bakıma ve korunmaya gereksinimi olan nüfus grupları için koruyucu, güçlendirici, sosyal adaleti ve eşitliği sağlayıcı hizmetlerin bütünü olarak tanımlanabilir. Sosyal politika, sosyal refah sistemlerinin oluşturulması, kapsamlı sosyal hizmetlerin sunulması ve bu yolla sosyal sorunların önlenmesiyle gerçek anlamını bulabilmektedir. Küreselleşme rüzgarlarının güçlü etkisiyle tüm dünya ölçeğinde olduğu gibi ülkemizde de sosyal devletin, sosyal güvenlik kurumları, devletin ücretsiz sunduğu sosyal hizmetler vb. dezavantajlı bireylerine yönelik olarak kazanımları giderek yok olmakta, ekonominin ulus-devletler tarafından yönetilmesi Yolcuoğlu ve yönlendirilmesi giderek daha imkansız hale gelmektedir. Ülke ekonomilerinin yönetimi çok uluslu şirketlere geçerek el değiştirmekte, küçülen devlet yapısında da sosyal hizmetlerin ihmal edilmesi ve yetersiz sunumu riski gündeme gelmektedir. Bu durum, özellikle yoksulluk ve yoksunluklar içerisinde yaşamlarını sürdürmeye çalışan çocuklar ve ailelerin daha güç koşullara hazırlıklı olması gerektiği gerçeğini gündeme taşımaktadır. Aile ve çocuklara yönelik sosyal politikalardaki mevcut durumda bile önemli yetersizlikler içeren bu negatif değişimler, çocuklar ve ailelere yönelik sosyal hizmet olanaklarının azaltılmasına ve dolayısıyla çocukların sağlıklı ve fonksiyonel bireyler olarak yetişebilmelerinin önünde ciddi engeller oluşmasına neden olmaktadır. Bu şekilde daha da yoksullaşan ve destekten yoksun kalan ailelerde, çözülmeler hızlanmaktadır. Örneğin, 2000 yılında İstanbul’da 6.546 boşanma meydana gelmiş iken 2006 yılında bu rakam yıllık ortalama 19.000’e ulaşmıştır. Görüleceği üzere sorun, ekonomik politikaları şekillendiren insiyatiflerden kaynaklanmaktadır. Sosyal sorunların gerektiği biçimde ayrıntılı ve ‘çözüm odaklı’ bir yöntemle ele alınamaması, ailelerin ve dolayısıyla çocuklarının yoksunluklar içerisinde bir yaşam sürmeye çalışmasına yol açmaktadır. Devletin eğitim, sosyal güvenlik, işsizlik politikaları ve çocukların içinde yetiştikleri ailelerin konumu, en başta beslenme-barınma ve eğitim olanakları, eğitim kalitesi, eğitim görme süresi gibi faktörler üzerindeki etkileri aracılığıyla, yoksulluğun derecesi ve belki daha da önemlisi, nesilden nesile geçerek sürekli hale gelmesi üzerinde belirleyici bir rol oynamaktadır. Ülkemizde uygulanan sosyal politikalarda, henüz çağdaş anlamda çocuk yardımından, sosyal yardımlardan, ailelere yönelik doğrudan gelir aktarımından yani ailenin bütünlüğünü ve iyilik halini hedefleyen plan, program, proje ve hizmetlerden söz etmek olanaklı değildir. Korunması gereken çocuklar sorununu çözmeye yönelen hizmetleri ve çocuk koruma sistemini değerlendirebilmek için, öncelikle sorunu eleştirel ve bütüncül bir bakış açısı ile ayrıntılı bir şekilde ele almayı gerektirmektedir. Gelişmekte olan ülke statüsünde bulunan Türkiye’de uzun yıllardır toplumtemelli (koruyucu aile bakımı vb.) çocuk hizmetleri bir türlü geliştirilememiştir. Çocuğun korunmasında ‘kurum bakımı’ uygulaması her zaman ilk seçenek olarak görülmüştür. Oysa, Yörükoğlu (vd., 1968)’nin, yuva çocukları üzerine yaptıkları bir araştırmada; yuvalarda fiziksel bakımın yeterince sağlanmasına rağmen, anne ya da anne yerini alacak bir kişinin olmayışı sonucu, çocukların beden ve ruh gelişimlerinin geride kaldığı gözlemlenmiştir. Bu nedenle, korunmaya muhtaç çocuklara yönelik kurum bakımı uygulamasını sürdürmek, çocuğun iyilik halini sağlamaya yönelik bir müdahale değildir. Özellikle 0-6 yaş arası çocuklarda telafisi olanaksız travmalar yarattığı araştırma sonuçlarıyla belirlenen çocukların, hiçbir şekilde kurum bakımına alınmadan, toplum-temelli uygulamalarla koruyucu ailelerin yanına, kendi aile-akrabası yanına ev ortamına yerleştirilmelidir. Ailelerdeki en önemli sorunun yoksulluk olduğu bilinmektedir. Yoksulluk, ülkemizde halen çok önemli bir risk faktörü olarak rol oynamakta olup Türk-İş’in uzun zamandır aylık olarak gerçekleştirdiği hesaplamalara 91 Toplum ve Sosyal Hizmet göre 2007 yılı itibariyle dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 619 TL, yoksulluk sınırı 1.650 TL’dir. (Türk İş, 2008), olarak hesaplanmasına karşın nüfusun neredeyse yarısının bu gelir rakamlarına ulaşamadığı tahmin edilmektedir. SHÇEK 2007 Yılı Değerlendirme Raporu incelendiğinde, 2000 yılında 2.500 çocuğa sosyal yardım desteği sunularak aile yanında kalmakta iken, 2007 itibariyle bu sayının 25.000 çocuğa yaklaştığı ve çocuk başına aylık ödemenin 70 YTL’den 200 YTL’yi geçen rakamlara ulaştırıldığı göze çarpmaktadır. Ancak tüm çocukların iyilik haline ulaşmak, sadece kurumlara çocuklarını yerleştirmek için müracaat eden ailelerle sınırlı kalmamalıdır. Yoksulluk vb. riskler altında yaşayan milyonlarla ifade edilebilecek çocuk nüfusu gereksinimlerinin karşılanmasını beklemektedir. Her ülkenin kendi çocuklarıyla ilgili ulaşmayı hayal ettiği en nihai hedef: tüm çocukların “iyilik haline ulaşabilmek” ve çocukların optimal gelişmelerine zemin hazırlayacak olanakları onların ayaklarının altına sermektir. Çocuğun iyilik hali, ihmal ve istismardan uzak ve tam güvende olduğu bir haldir. Bu bağlamda da çocukların iyilik halini hedefleyen gereksinim-temelli hizmetler geliştirilerek, kamu ve özel alandaki sosyal çalışma uygulamalarının etkin bir şekilde entegre olduğu yeniden yapılandırılmış bir “çocuk koruma” çerçevesi, öncelikli bir politika ve acil eylem olarak bir an önce oluşturulmalıdır. Sosyolog Viviana Zeizer (1985)’ın “paha biçilemez şey” diye tanımladığı “çocuk” öznesinin, gereken tüm olanaklara kavuşturulması en öncelikli bir toplumsal görev olarak gündeme alınmalıdır. 92 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 KAYNAKÇA Acar, B. Yüksel ve Acar H. (2002). “Sistem Kuramı- Ekolojik Sistem Kuramı ve Sosyal Hizmet: Temel Kavramlar ve Farklılıklar”. Toplum ve Sosyal Hizmet Dergisi, H.Ü. SHYO Yayını, Cilt:13, Sayı!, 2002: 29-35. Aile ve Çocuk Özel ihtisas Komisyonu Raporu (2001). DPT, Ankara. Ashman, Kirst K. ve Hull, G. H (1999). “Understanding Generalist Practice”. Chicago:Nelson Hall Publisher, Barker, R. L. (2004). “The Social Work Dictionary”. Silver Spring, Md: NASW Press. BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, Ulusal İlk Rapor, Ankara, 1999. Child Wel-Being, Chıld Poverty and Chıld Polıcy in Modern Nations (2001). (Eds.) K. Vlemincky and T. M. Smeeding. The Policy Press. Cunnıngham, H. (2005). “Children and Childhood in Western Society Since 1500”. Pearson, Great Britain. Çocuk Haklarına Dair Sözleşme. (1997). T.C. Başbakanlık Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Yayını, Ankara. Çocuk Koruma Kanunu. 5395 Sayılı Kanun. 03.07.2005. DPT (2001). “Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Aile Özel İhtisas Komisyonu Raporu”. Elkind, D. Childrearing and Education in A Changing World. Çev: Emine G. Kapcı. Değişen Dünyada Çocuk Yetiştirme ve Eğitim. Ankara Üniversitesi Çocuk Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayınları. Ankara, 2001, Yayın No:9. Fass, P. S. (2003). Children and Globalization. Journal of History. 36 (4), 963-977. Çeviren: Nihal Ahioğlu, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 2004, cilt: 37, sayı: 1, ss. 141-155. Fraser, W. M. (1997). “Risk and Resilience in Childhood an Ecological Perspective”. Nasw Press, Washington. Yolcuoğlu Fraser, Mark W., Jeffrey M. Jenson (Edit.). (2006). “Socıal Polıcy for Children ve Families: A Risk And Resilience Perspective”. Sage Publications, California. Holland, S. (2004). “Child and Family Assesstment in Social Work Practice”. Sage Publicatons Holman, A. M. (1983). “Family Assestment: Tools For Understanding and İntervention”. Beverly Hills, Ca: Sage. Karataş, K. (2001). “Toplumsal Değişme ve Aile”. Toplum ve Sosyal Hizmet” Cilt:12, Sayı:2. Kongar, E. “Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği”. Remzi Kitabevi, 1981. Türkiye İstatistik Kurumu İnternet Portalı, 2008. Türkiye Nüfus ve Vatandaşlık İdaresi İnternet Portalı, 2008. U.S. Department of Health and Human Services (2008). Administration for Children&Families (acf.hhs.gov) Web Sitesi. Vıvıana, A. Z. (1985). “Pricing The Priceles Child: The Changing Social Value of Children”. Newyork, Yörükoğlu, A. vd. (1968). “Yuva Çocuklarında Ruh ve Beden Gelişmesi Özellikleri”. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi. Ankara:11, 2-3, ss. 70-78. Little, M (1997). “The Re-Focussing of Children’s Service”. N. Parton (Ed. ), Child Protection and Family Support. London: Routledge. (pp. 25-38). Loman L. A. ve Siegel, L. (2004). “An Evaluation of The Minnesota SDM Family Risk Assestment”. St. Louis, Missouri. Maluccio, A. N., Pine, B. A. ve Tracy, E. M. (2002). “Social Work Practice with Families and Children”. Columbia University Press, New York. Postman, N. (1995). Çocukluğun Yokoluşu. (Çev.) K. İnal. Ankara: İmge Kitabevi. Rıdge, T. (2003). “Childhood Poverty and Social Exclusion. From A Child’s Perspective”. The Policy Pres. Robin, M. (1991). “The Social Construction of Child Abuse and False Allegations”. Bridgehampton, New York: The Haworth Press. Strand, V. C. (1995). “Single Parents”. Encyclopedia of Social Work (Vol. 3, pp. 2157-2164). Washington DC: Nasw Press. Şenses, F. (2001). “Küreselleşmenin Öteki Yüzü: Yoksulluk” İletişim Yayınlar, İst. Türkiye’de Çocuğun Durumu. (1989). DPT Yayını, Ankara. Türkiye İstatistik Kurumu İnternet Portalı, 2008. 93 Yolcuoğlu Derleme Anahtar Sözcükler: Çocuğun iyilik hali, sosyal çalışma, sosyal çalışmacı. ABSTRACT SOSYAL ÇALIŞMA VE ÇOCUĞUN İYİLİK HALİ Social Work and Child Well-Being İsmet Galip YOLCUOĞLU* * Dr., Sosyal Çalışmacı, SHÇEK İstanbul Atatürk Kız Yetiştirme Yurdu Müdürü ÖZET Çocuğun iyilik haline ulaşılması, onun ihmalden kötü muameleden uzak ve tam güven içerisinde bulunması anlamına gelmektedir. Bu durum, çocuğun temel gereksinimleri olan, gerektiği şekilde beslenme, desteklenme ve teşvik edilme, cesaretlendirme ve uygun bir sosyal çevrede büyüme ve gelişmesinin olanaklı hale getirilmesini gerektirir. Gelişmiş ülkelerde ebeveynlerin yeterince iyi anne babalık yapabilmeleri için çocuk refahı hizmetleri sunan kurumlar tarafından desteklenmesi, çocukların optimal gelişim olanaklarına sahip olabilmeleri, duygusal doyum sağlayabilmeleri ve sağlıklı, bağımsız bireyler olarak yaşayabilmeleri için neredeyse limitsiz, sınırsız sayılabilecek gereksinim-temelli düzenlemeler bulunmaktadır. Aşağıdaki çalışmada, çocukların iyilik halinin desteklenmesi, sağlıklı bireyler olarak büyüyebilmeleri, yaşam kalitelerinin arttırılması için sağlanabilecek kaynaklar, zorluklarla baş edebilmeleri konularında sosyal çalışmacının ne tür çalışmalar yapabileceği konuları değerlendirilmektedir. Achieving child well-being means that a child is safe from child neglect. This requires that a child’s needs are met and that the child be able to grow and develop in an environment that provides consistent nurture, support, and stimulation. In the developed countries there are no limits to what child welfare services can provide; the system should promote standards of good enough parenting that will provide a child with the developmental opportunities and emotional nurture needed to grow into an adult who can live as independently as possible. In this study, the social support concept that is important for the life quality and well-being of children, their resources of support and the types of social work that can be done by social workers in coping with their difficulties have been evaluated. Key Words: Child Well-being, social work, social worker GİRİŞ Ortaçağ Avrupa’sında insanın gelişim evreleri arasında ‘çocukluğun’, özel olarak korunması gereken bir dönem olduğu düşüncesi henüz ortaya çıkmamıştı. Çocuklar, gündelik yaşamda küçük birer yetişkin olarak yer alırlardı. 17. ve 18. yüzyıllar Avrupa’sında Aydınlanma döneminin etkileri ve Endüstri Devrimiyle birlikte ortaya çıkan burjuva sınıfının öncülük etmesiyle, modern çocukluk anlayışı gelişmeye başlamıştır. Bir yandan ulus devletlerin ortaya çıkışı, bir yandan da teknoloji ve bilimdeki gelişmelerin etkisiyle, ‘çocukluk’ döneminin ayrı bir gelişim dönemi ve sos- 85 Toplum ve Sosyal Hizmet yal kategori olduğu kabul görmeye başlamıştır. Yeni çocukluk anlayışının tüm toplumsal kesimlere yaygınlaşmasında, çocuğun korunması konusunda ailenin yanı sıra devletin de sorumlulukları olduğu anlayışı etkili olmuştur. Bu yöndeki sosyal politikalar, çocukların korunması konusunda birçok evrensel oluşuma öncülük etmiştir. Hümanist çocukluk anlayışını içeren Avrupa kökenli akım, çocukların refahı konusunda devletin sorumluluk almasını etkilemiştir. 19. yüzyılda devletin, çocukların bir koruyucusu olarak yasa yapma hakkı olduğu düşüncesi, yeni ve radikal bir fikir olarak ortaya çıkmıştır (Postman, 1995: 75). Yirminci yüzyıl ‘çocuk sorunu’nun ağırlıkla tartışıldığı bir dönem olarak, çocuklarla ilgili tüm dünya ölçeğinde en önemli belge olan Çocuk Hakları Sözleşmesi (ÇHS)’nin ortaya çıkmasına zemin hazırlayarak çok önemli bir işlev görmüştür. Sözleşmede; çocuğun yaşatılması, korunması, gelişimi bakımından ‘aile’, öncelikli kurum olarak ele alınmıştır. Çocukların, ailelerinden ayrılmasından mümkün olduğunca kaçınılmalıdır. Sözleşmenin 5. maddesinde, ana-baba sorumlulukları ve çocuğun aileden kopartılmadan, aile içerisinde desteklenmesinin önemine vurgu yapılmaktadır. Ailenin gereksinimlerini karşılamak, ebeveynlik becerilerinin geliştirilmesini sağlamak, onların haklarını göz ardı etmeksizin iyi birer anababa olduklarını kabul etmek ve kapasitelerini güçlendirmek, ÇHS gereğince devletin görevleri arasındadır. Ancak 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde, dünya ölçeğinde insanların bir kısmı refah içerisinde yaşarken, büyük bir bölümünün ise açlık ve sefaletle iç içe yaşamakta olduğu görülmektedir (Şenses, 86 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 2001: 13). Modern dünyanın globalleşme rüzgarları, bir taraftan gelişmiş ülkelerin bireylerine daha fazla refah ve zenginlik vaad ederken, yoksul ve az gelişmiş ülkelerin insanların payına bol miktarda açlık ve yoksulluk düşmektedir. Dünyada yoksul ülkelerde var olan bu sosyoekonomik sorunlardan, en çok çocuklar olumsuz etkilenmekte, birçok ailede çocukların temel gereksinimleri karşılanamamaktadır. Bunun bir nedeni küresel ekonomik gelişmelerin bazı ülkeleri daha da fazla yoksullaştırması, bir diğer nedeni de azgelişmiş ülkelerdeki sosyal politikalar ve kamusal hizmetlerin, ailelerin içinde bulunduğu sosyoekonomik yoksunlukları gidermede yetersiz kalmasıdır. Ülkemizde 1980 sonrası uygulamaya konulan liberal politikalarla, aslında yapısal değişim açısından liberalizm ve piyasa ekonomisine geçiş hamleleri başlatılmıştır. Günümüzde de sürdürülmeye çalışılan ekonomik ve sosyal politikalarla var olan olumsuzlukları, gelir dağılımı bozukluğunu ve yoksulluğu daha da derinleştirmiştir. Kişi başına gelir düzeyinin düşük olduğu bir ekonomik yapıda, gelir dağılımının da bu derece bozuk olması yoksulluğun yaygınlaşması sorununu da beraberinde getirmiştir. Günümüz dünyasının yoğun ekonomik sorunları ve karmaşıklığı içinde, Türkiye’de görevlerini yerine getiremeyen aile sayısı artmıştır. Dolayısıyla üyelerinin sosyal, duygusal, fiziksel ve eğitsel gereksinimlerini aile içinde karşılayamayan ailelerin, sorunlarının çözülmesi için bir takım toplumsal hizmetlere olan gereksinimi de daha fazla önem göstermektedir. Bu tür aileler, çeşitli yönlerden desteklenmeye, bazı mesleki yöntem ve tekniklerin uygulanması yoluyla profesyonel yardı- Yolcuoğlu ma ihtiyaç duymaktadırlar. Ailenin düzenli bir biçimde gelişmesi ve varlığını devam ettirmesi, sorunlarının çözülmesi amacını güden çalışmalarla; çocukların refahına etki eden her husus, aynı zamanda çocuğun üyesi bulunduğu bütün grupların, ailenin ve toplumun refahıyla bağlantılı olarak, sosyal çalışmanın “aile ve çocuk refahı” alanını oluşturmaktadır. Türkiye’de, 1994 ve arkasından 20002001 yıllarında yaşanan ekonomik krizlerle sosyal sorunların artması nedeniyle sosyal durum olumsuz bir görünüm sergilemektedir. İşsizlik oranı, küresel krizlerin ekonomiye yansımasının bir sonucu olarak yüzde 10’lara yükselmiş, bu oran İstanbul gibi metropollerde % 14.0’lere kadar çıkmaktadır. Sosyal güvenlik ve sosyal yardım sistemi, yoksul kesimleri korumakta yetersiz kalmaktadır (DPT, 2000). Ülkemizde 1960’lı yıllarda toplam nüfusun % 26’sı kentlerde yaşarken, 2004 yılında nüfusun % 60.3’ü kentlerde yaşamaktadır (TÜİK, 2006). Son kırk yılda, toplam nüfusumuzun % 34’lük kesiminin kırdan kente göç etmiş olmasının, ne kadar önemli sosyal, ekonomik ve kültürel sorunlar doğurduğu gözler önündedir. Yılların birikimi olan bu süreç, 21. yüzyıl Türkiye’sinin sosyal sorunlarını oluşturmakta ve tüm gündemi işgal etmektedir. Son on yıllık dönemlerde ülkemizde meydana gelen hızlı toplumsal değişmeler, toplumun kendisi ve kurumlarında meydana gelen değişme olarak tüm toplumsal sistemlere ve bireylerin günlük yaşamlarına olumlu-olumsuz etkileşimleriyle, birçok yönleriyle nüfuz etmektedir. Toplumsal değişme, gelişmeye çok istekli ve bir o kadar da ağır aksak yol alan ülkemiz sosyal sistemini alt-üst etmektedir. Sosyal politikalardaki zayıflıklar nedeniyle, değişmeyi yönetmek ve sağlıklı bir zemine oturtmak misyonuyla ortaya çıkmış bir meslek olan ‘sosyal çalışma’, ülkemizde bu değişimi sağlıklı hale getirebilmek ve müracaatçılarını güçlendirmekten uzak güçsüz ve yetersiz bir görünümdedir. Bu hızlı toplumsal değişme dinamiğinden en fazla etkilenen kurum ‘aile’dir. Ailenin tam kesin bir tanımı üzerinde uzlaşma olmamasına karşın, Birleşmiş Milletlerce benimsenen tanımı şu şekildedir: “aile, toplumdaki en temel birim olarak çok önemli sosyoekonomik fonksiyonları bulunan, toplumdaki önemli değişmelere rağmen üyeleri için (özellikle çocuklar) duygusal, finansal ve maddi destek sağlayan, aynı zamanda kültürel değerlerin korunması ve aktarılması için de hayati öneme sahip olan bir kurumdur. Ayrıca aile, üyelerine eğitim, bakım, yetiştirme ve destek vererek gelişme için nitelikli insan kaynağı yaratmada çok önemli bir rol oynamaktadır“ (Birleşmiş Milletler, 1998). Toplumsal yapıda meydana gelen bu temel değişmeler, aile kurumunun da yeniden şekillenmesine, yeniden örgütlenmesine, olumsuzluklardan direkt olarak etkilenmesine neden olmaktadır. Yazılı basının üçüncü sayfa haberlerine bakıldığında, toplum ve bireyler arasındaki olumlu ya da olumsuz karşılıklı etkileşimlerin tampon mekanizması olan ‘aile’ kurumu açısından, olumsuz sonuçların daha fazla meydana çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim, ülkemizdeki boşanma oranları 2000’li yıllardan sonra üç kat artmış olup yılda ortalama 93.000 boşanma vakası (nvi.gov.tr). yaşanmaktadır. Bu aile parçalanmaları yüz binlerle 87 Toplum ve Sosyal Hizmet ifade edilebilecek çocuk nüfusunu tehdit etmektedir. Sosyal çalışmanın bilgi temelinin şekillendiği ekolojik sistem teorisine göre, İnsan, bio-psiko-sosyal boyutu olan kültürel bir varlıktır. Davranışlarıyla çevresini etkilediği gibi aynı zamanda içinde bulunduğu çevresel sistemlerden de etkilenir (Ashman ve Hull, 1999: 15). Bireyin davranışı, biyolojik, psikolojik ve sosyal gelişimi, yaşadığı sosyal çevre içerisinde meydana gelen etkileşimlerin yönüne göre değişmektedir. Bu toplumsal dinamiğin, olumsuz yansımaları olarak sosyal çalışmanın sahasına düşen risk altındaki çocuklar olgusu yukarıda sözü edilen değişimin önemli bir sosyal sorun doğurgusu olarak kendini göstermektedir. Türkiye’de Çocuğun Durumu Türkiye’nin 0-18 yaş arası çocuk nüfusu 26 milyon. Yıllık doğum sayısı 1 milyon 400 bindir. Yıllık ortalama nüfus artış hızı 1.9’dur. Nüfus kaydı olmayan 0-4 yaş altı çocuk yüzdesi 26.6. Bebek ölüm oranı binde 37’dir. Koruyucu ailelerle yaşayan çocukların oranı yüzde 1’dir. Türkiye nüfusunun yüzde 36’sı yoksuldur ve bu oranın yüzde 17.5’i yoksulluk sınırının altındadır. Kimsesiz çocuk sayısı 800 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bebek ölümleri şehirlerde yüzde 23.3; nüfusu binin altında olan yerleşim yerlerinde bu oran %49.5’dir. Bebek ölüm hızı açısından bölgesel farklılıklar aşılamamıştır. Hiç aşı olmayan çocuk oranı yüzde 4’tür. Türkiye’de her üç çocuktan biri sağlıklı beslenemediği için gelişme ve büyüme bozukluğu içinde büyümektedir. Okul öncesi eğitim kurumlarına devam eden çocuk oranı yüzde 88 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 8.8’dir. 7-13 yaş arası okula kayıt olmayan kız yüzdesi 31.9’dur. 7-13 yaş arası okula kayıtlı olmayan erkek çocuk yüzdesi 21.2’dir. Türkiye’de her 5 çocuktan 1’i çalışmaktadır. Modern çocukluk anlayışına göre, çocukların bakımı ve yetiştirilmesi salt ana-babanın görevi olmayıp çocuğun korunmasında ailenin yanında toplumun da sorumluluğu bulunmaktadır. Sosyal devlet anlayışının geliştiği 20. yüzyılda çocuğun korunması konusunda kamunun rolü daha iyi anlaşılmış durumdadır (Karataş, 2001). Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre, taraf ülkeler tüm çocukların yaşam kalitesinin artırılması, çocuklarla ilgili bilgilerin kayıt altına alınması, özellikle risk altında yaşayan çocuk sayısının belirlenmesi, çocuklarla ilgili iş ve işlemlerin denetlenmesi, ailelere ve tüm çocuklara yönelik asgari gereksinimlerinin karşılanması konusunda yükümlülüklerinin yerine getirmek durumundadır. Ancak sosyal kayıtları da ekonomisi gibi kayıt dışı olan ülkemizde, yoksulluk riski altında olumsuz koşullarda yaşamını sürdürmek zorunda kalan, ebeveyn bakımından yoksun olan milyonlarca çocuğunu bulunduğu da bilinen bir gerçektir. Çocuğun İyilik Hali ‘Çocuğun iyilik hali’, gelişmiş toplum olmanın kriterlerinden biri olarak, tüm çocukları kapsaması gereken, ‘modern çocukluk paradigması’ açısından da ulaşılması hedeflenen bir olgudur. Çocukların iyilik halini tehdit eden en önemli sorun yoksulluktur. Yoksulluğun toplumların geleceğiyle ile ilgili en önemli etkisi, yoksulluğun çocuklar Yolcuoğlu üzerindeki olumsuz etkileridir. Çocuklar, yoksulluktan direkt olarak ve dolaylı olarak iki şekilde etkilenirler. Direkt olarak, gıda kalitesinde düşme, konut, sağlık-bakım eğitim ve ulaşım olanaklarının eksikliği şeklinde; dolaylı yönden ise olumsuz koşullarla daha fazla baş edecek gücü kalmayarak ekonomik durumları bozulan, düşük ve yetersiz gelirli ebeveynleri vasıtasıyla etkilenmektedirler (Fraser, 2006: 54). Tüm dünya toplumlarında çocuklarla ilgili esas sorun; ihmal ya da istismara uğrayan ancak sınırsız masumiyetleriyle bunları hiçbir şekilde hak etmeyen çocuklar sorunsalıdır. Tüm çocukların ihmal ve istismardan korunmasında “birincil koruma”, çocuklara yönelik koruma programları geliştirilmesini gerektirmektedir. Bu programlar, tüm çocukların ve ailelerinin içinde bulundukları koşulları iyileştirme, yaşam kalitesini artırma, sosyal risklerin oluşmasını önleme amacını taşımaktadır. Bu amaca ulaşmak için çocuk koruma politikalarının oluşturulması, eğitim düzeyinin yükseltilmesi, kamu sağlığı programlarının geliştirilmesi, işsizlik oranının düşürülmesi ve ulusal gelirin artırılması zorunludur. Önceki yıllarda sosyal koruma harcamalarının GSMH içindeki payı % 17 seviyesinde olan Yunanistan’da 1998 yılında bu oran % 24’e yükselmiştir (Buğra ve Keyder, 2006: 67). Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, sosyal yardım, konut alanındaki sosyal harcamaların GSMH içindeki payı Türkiye’de % 19 iken, Yunanistan’da % 35, İsveç’te % 53.2 ve A.B.D’de ise % 53.8’dir (World Bank, 2000). Görüldüğü üzere, ülkemizde sosyal alana ayrılan payın halen düşük ve yetersiz olması, ne yazık ki halen sosyal sorunları tetiklemeye devam etmektedir. Korunması Gereken Çocuklar Olgusu Korunması gereken çocuklar sorunu her toplumun kendine özgü sosyal ve ekonomik ortamın, ülkedeki mevcut politika uygulamalarının sonucu olan bir sosyal sorun olarak gündeme gelmektedir. Ülkemizde özellikle kırdan kente aşırı göç sonucu ortaya çıkan plansız kentleşme ve kentte nüfus yığılmasının sonucu ortaya çıkan kentsel ortamdaki işsizlik, ailelerdeki sosyal sorunların, aile parçalanmalarının (family breakout) ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır. Büyük kentlerimizde gördüğümüz, sokaklarda çalışan, mendil satmak için çırpınan, dilencilik yapan, trafik ışıklarında canhıraş bir şekilde araçların camlarını silmeye çalışan, onu yetiştirme sorumluluğu bulunan büyükleri tarafından hırsızlık yaptırılmaya gönderilen çocukların hepsi korunma ihtiyacı olan çocuk siluetleridir. En geniş anlamıyla ‘korunması gereken çocuk’; “temel bakımı, yetiştirilmesi, esirgenmesi ve gözetilmesindeki yetersizlik ve aksama nedeniyle sosyal, fiziksel, ruhsal ve ahlâki yönden sağlıklı bir yetişkin olmasının önünde çeşitli engeller bulunan çocuk”tur (Koşar, 1992: 42). Modern çocukluk anlayışı 17. ve 18. yüzyıllar Avrupa’sında Aydınlanma döneminin etkileri ve Endüstri Devrimiyle birlikte ortaya çıkan burjuva sınıfının öncülük etmesiyle, gelişmeye başlamıştır. Bu yöndeki sosyal politikalar, çocukların korunması konusunda birçok evrensel oluşuma öncülük etmiştir. Hümanist çocukluk anlayışını içeren Avrupa kökenli akım, çocukların refahı konusunda devletin sorumluluk almasını etkilemiştir (Postman, 1995: 13). Sosyal çalışma biliminin temellendi- 89 Toplum ve Sosyal Hizmet ği ekolojik sistem kuramının sunduğu yaklaşım açısından, ‘korunması gereken çocuklar’ sorununu açıklayabilecek bir çerçeve şu şekilde oluşturulabilir: ülkemizde hüküm süren korunması gereken çocuklar sorunu, toplumsal değişme, sosyoekonomik değişmeler, göç, kentleşme, işsizlik ve yoksulluk gibi toplumsal değişmeye yol açan yapısal etmenlerle ailelerin durumu ve özelliklerinin (aile yapısı ve işlevleri vb.) etkileşiminin bir ürünüdür. Toplumsal değişme, göç, kentleşme, işsizlik, ve yoksulluk gibi faktörler hem aileleri etkilemekte hem de onlardan etkilenmektedir. Ailelerin özelliklerinden bir bölümü göç etme, işsiz ya da yoksul olma bir bölümü de ailenin işlevselliğini kaybetmesi, geniş aile desteği ve sosyal destekten yoksul olması gibi değişkenlerdir. SONUÇ Sonuç olarak, Çocuklarla ilgili tüm dünya ölçeğinde en önemli belge olan Çocuk Hakları Sözleşmesi (ÇHS)’ne göre; ihtiyaç duyan ailelerin gereksinimlerini karşılamak, ebeveynlik becerilerinin geliştirilmesini sağlamak, onların haklarını göz ardı etmeksizin iyi birer anababa olduklarını kabul etmek ve kapasitelerini güçlendirmek, devletin görevleri arasındadır. Ailenin, problemlerini çözebilmesi, ailedeki iletişimin iyi olması, aile üyelerinin rollerini yerine getirmeleri, tüm aile sisteminin genel fonksiyonlarını yerine getirmesi de aynı şekilde hem aile üyeleri için hem de çocuğun iyilik halinin devamı için olmazsa olmaz gereksinimler anlamına gelmektedir. ÇHS’nin 3. madde 1. bendine göre; “çocuğu ilgilendiren bütün faaliyetlerde, çocuğun yararı temel düşüncedir”. Sözleşmede, her çocuğun 90 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlâksal toplumsal gelişmesini sağlayacak yeterli bir hayat seviyesine hakkı olduğu kabul edilmektedir (27/1). Tüm çocukların iyilik halinin devamının sağlanmasını savunan ÇHS, Türkiye tarafından 1990 yılında kabul edilmiş, 27 Ocak 1995 tarih, 22184 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 4058 sayılı kanunla onaylanarak ulusal hukuki bir belge haline gelmiştir. Ancak sosyal politika düzenlemeleri, ÇHS’nin tüm çocukların iyilik halini desteklemeye yarayacak enstrumanları içermekten yoksundur. Mesleki bilgi birikimi, mesleki etik çerçevesinde ve güçlü olması gereken bu düzenlemelerle çocuklar ve ailelerin yaşamlarına müdahil olan sosyal çalışma disiplini sorunu kavrayacak, çözebilecek güce kendisi henüz ulaştırılamamıştır. Buradan, sosyal politika üzerinde risk altında yaşayan nüfusu gruplarına yönelik bir toplumsal baskının ve talebin oluşturulması gerektiği ortaya çıkmaktadır. Dezavantajlı nüfus gruplarını kollamak iddiasıyla ortaya çıkmış olan“sosyal politika”, bir ülkede yaşayan tüm bireyler için, bakıma ve korunmaya gereksinimi olan nüfus grupları için koruyucu, güçlendirici, sosyal adaleti ve eşitliği sağlayıcı hizmetlerin bütünü olarak tanımlanabilir. Sosyal politika, sosyal refah sistemlerinin oluşturulması, kapsamlı sosyal hizmetlerin sunulması ve bu yolla sosyal sorunların önlenmesiyle gerçek anlamını bulabilmektedir. Küreselleşme rüzgarlarının güçlü etkisiyle tüm dünya ölçeğinde olduğu gibi ülkemizde de sosyal devletin, sosyal güvenlik kurumları, devletin ücretsiz sunduğu sosyal hizmetler vb. dezavantajlı bireylerine yönelik olarak kazanımları giderek yok olmakta, ekonominin ulus-devletler tarafından yönetilmesi Yolcuoğlu ve yönlendirilmesi giderek daha imkansız hale gelmektedir. Ülke ekonomilerinin yönetimi çok uluslu şirketlere geçerek el değiştirmekte, küçülen devlet yapısında da sosyal hizmetlerin ihmal edilmesi ve yetersiz sunumu riski gündeme gelmektedir. Bu durum, özellikle yoksulluk ve yoksunluklar içerisinde yaşamlarını sürdürmeye çalışan çocuklar ve ailelerin daha güç koşullara hazırlıklı olması gerektiği gerçeğini gündeme taşımaktadır. Aile ve çocuklara yönelik sosyal politikalardaki mevcut durumda bile önemli yetersizlikler içeren bu negatif değişimler, çocuklar ve ailelere yönelik sosyal hizmet olanaklarının azaltılmasına ve dolayısıyla çocukların sağlıklı ve fonksiyonel bireyler olarak yetişebilmelerinin önünde ciddi engeller oluşmasına neden olmaktadır. Bu şekilde daha da yoksullaşan ve destekten yoksun kalan ailelerde, çözülmeler hızlanmaktadır. Örneğin, 2000 yılında İstanbul’da 6.546 boşanma meydana gelmiş iken 2006 yılında bu rakam yıllık ortalama 19.000’e ulaşmıştır. Görüleceği üzere sorun, ekonomik politikaları şekillendiren insiyatiflerden kaynaklanmaktadır. Sosyal sorunların gerektiği biçimde ayrıntılı ve ‘çözüm odaklı’ bir yöntemle ele alınamaması, ailelerin ve dolayısıyla çocuklarının yoksunluklar içerisinde bir yaşam sürmeye çalışmasına yol açmaktadır. Devletin eğitim, sosyal güvenlik, işsizlik politikaları ve çocukların içinde yetiştikleri ailelerin konumu, en başta beslenme-barınma ve eğitim olanakları, eğitim kalitesi, eğitim görme süresi gibi faktörler üzerindeki etkileri aracılığıyla, yoksulluğun derecesi ve belki daha da önemlisi, nesilden nesile geçerek sürekli hale gelmesi üzerinde belirleyici bir rol oynamaktadır. Ülkemizde uygulanan sosyal politikalarda, henüz çağdaş anlamda çocuk yardımından, sosyal yardımlardan, ailelere yönelik doğrudan gelir aktarımından yani ailenin bütünlüğünü ve iyilik halini hedefleyen plan, program, proje ve hizmetlerden söz etmek olanaklı değildir. Korunması gereken çocuklar sorununu çözmeye yönelen hizmetleri ve çocuk koruma sistemini değerlendirebilmek için, öncelikle sorunu eleştirel ve bütüncül bir bakış açısı ile ayrıntılı bir şekilde ele almayı gerektirmektedir. Gelişmekte olan ülke statüsünde bulunan Türkiye’de uzun yıllardır toplumtemelli (koruyucu aile bakımı vb.) çocuk hizmetleri bir türlü geliştirilememiştir. Çocuğun korunmasında ‘kurum bakımı’ uygulaması her zaman ilk seçenek olarak görülmüştür. Oysa, Yörükoğlu (vd., 1968)’nin, yuva çocukları üzerine yaptıkları bir araştırmada; yuvalarda fiziksel bakımın yeterince sağlanmasına rağmen, anne ya da anne yerini alacak bir kişinin olmayışı sonucu, çocukların beden ve ruh gelişimlerinin geride kaldığı gözlemlenmiştir. Bu nedenle, korunmaya muhtaç çocuklara yönelik kurum bakımı uygulamasını sürdürmek, çocuğun iyilik halini sağlamaya yönelik bir müdahale değildir. Özellikle 0-6 yaş arası çocuklarda telafisi olanaksız travmalar yarattığı araştırma sonuçlarıyla belirlenen çocukların, hiçbir şekilde kurum bakımına alınmadan, toplum-temelli uygulamalarla koruyucu ailelerin yanına, kendi aile-akrabası yanına ev ortamına yerleştirilmelidir. Ailelerdeki en önemli sorunun yoksulluk olduğu bilinmektedir. Yoksulluk, ülkemizde halen çok önemli bir risk faktörü olarak rol oynamakta olup Türk-İş’in uzun zamandır aylık olarak gerçekleştirdiği hesaplamalara 91 Toplum ve Sosyal Hizmet göre 2007 yılı itibariyle dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 619 TL, yoksulluk sınırı 1.650 TL’dir. (Türk İş, 2008), olarak hesaplanmasına karşın nüfusun neredeyse yarısının bu gelir rakamlarına ulaşamadığı tahmin edilmektedir. SHÇEK 2007 Yılı Değerlendirme Raporu incelendiğinde, 2000 yılında 2.500 çocuğa sosyal yardım desteği sunularak aile yanında kalmakta iken, 2007 itibariyle bu sayının 25.000 çocuğa yaklaştığı ve çocuk başına aylık ödemenin 70 YTL’den 200 YTL’yi geçen rakamlara ulaştırıldığı göze çarpmaktadır. Ancak tüm çocukların iyilik haline ulaşmak, sadece kurumlara çocuklarını yerleştirmek için müracaat eden ailelerle sınırlı kalmamalıdır. Yoksulluk vb. riskler altında yaşayan milyonlarla ifade edilebilecek çocuk nüfusu gereksinimlerinin karşılanmasını beklemektedir. Her ülkenin kendi çocuklarıyla ilgili ulaşmayı hayal ettiği en nihai hedef: tüm çocukların “iyilik haline ulaşabilmek” ve çocukların optimal gelişmelerine zemin hazırlayacak olanakları onların ayaklarının altına sermektir. Çocuğun iyilik hali, ihmal ve istismardan uzak ve tam güvende olduğu bir haldir. Bu bağlamda da çocukların iyilik halini hedefleyen gereksinim-temelli hizmetler geliştirilerek, kamu ve özel alandaki sosyal çalışma uygulamalarının etkin bir şekilde entegre olduğu yeniden yapılandırılmış bir “çocuk koruma” çerçevesi, öncelikli bir politika ve acil eylem olarak bir an önce oluşturulmalıdır. Sosyolog Viviana Zeizer (1985)’ın “paha biçilemez şey” diye tanımladığı “çocuk” öznesinin, gereken tüm olanaklara kavuşturulması en öncelikli bir toplumsal görev olarak gündeme alınmalıdır. 92 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 KAYNAKÇA Acar, B. Yüksel ve Acar H. (2002). “Sistem Kuramı- Ekolojik Sistem Kuramı ve Sosyal Hizmet: Temel Kavramlar ve Farklılıklar”. Toplum ve Sosyal Hizmet Dergisi, H.Ü. SHYO Yayını, Cilt:13, Sayı!, 2002: 29-35. Aile ve Çocuk Özel ihtisas Komisyonu Raporu (2001). DPT, Ankara. Ashman, Kirst K. ve Hull, G. H (1999). “Understanding Generalist Practice”. Chicago:Nelson Hall Publisher, Barker, R. L. (2004). “The Social Work Dictionary”. Silver Spring, Md: NASW Press. BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, Ulusal İlk Rapor, Ankara, 1999. Child Wel-Being, Chıld Poverty and Chıld Polıcy in Modern Nations (2001). (Eds.) K. Vlemincky and T. M. Smeeding. The Policy Press. Cunnıngham, H. (2005). “Children and Childhood in Western Society Since 1500”. Pearson, Great Britain. Çocuk Haklarına Dair Sözleşme. (1997). T.C. Başbakanlık Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Yayını, Ankara. Çocuk Koruma Kanunu. 5395 Sayılı Kanun. 03.07.2005. DPT (2001). “Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Aile Özel İhtisas Komisyonu Raporu”. Elkind, D. Childrearing and Education in A Changing World. Çev: Emine G. Kapcı. Değişen Dünyada Çocuk Yetiştirme ve Eğitim. Ankara Üniversitesi Çocuk Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayınları. Ankara, 2001, Yayın No:9. Fass, P. S. (2003). Children and Globalization. Journal of History. 36 (4), 963-977. Çeviren: Nihal Ahioğlu, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 2004, cilt: 37, sayı: 1, ss. 141-155. Fraser, W. M. (1997). “Risk and Resilience in Childhood an Ecological Perspective”. Nasw Press, Washington. Yolcuoğlu Fraser, Mark W., Jeffrey M. Jenson (Edit.). (2006). “Socıal Polıcy for Children ve Families: A Risk And Resilience Perspective”. Sage Publications, California. Holland, S. (2004). “Child and Family Assesstment in Social Work Practice”. Sage Publicatons Holman, A. M. (1983). “Family Assestment: Tools For Understanding and İntervention”. Beverly Hills, Ca: Sage. Karataş, K. (2001). “Toplumsal Değişme ve Aile”. Toplum ve Sosyal Hizmet” Cilt:12, Sayı:2. Kongar, E. “Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği”. Remzi Kitabevi, 1981. Türkiye İstatistik Kurumu İnternet Portalı, 2008. Türkiye Nüfus ve Vatandaşlık İdaresi İnternet Portalı, 2008. U.S. Department of Health and Human Services (2008). Administration for Children&Families (acf.hhs.gov) Web Sitesi. Vıvıana, A. Z. (1985). “Pricing The Priceles Child: The Changing Social Value of Children”. Newyork, Yörükoğlu, A. vd. (1968). “Yuva Çocuklarında Ruh ve Beden Gelişmesi Özellikleri”. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi. Ankara:11, 2-3, ss. 70-78. Little, M (1997). “The Re-Focussing of Children’s Service”. N. Parton (Ed. ), Child Protection and Family Support. London: Routledge. (pp. 25-38). Loman L. A. ve Siegel, L. (2004). “An Evaluation of The Minnesota SDM Family Risk Assestment”. St. Louis, Missouri. Maluccio, A. N., Pine, B. A. ve Tracy, E. M. (2002). “Social Work Practice with Families and Children”. Columbia University Press, New York. Postman, N. (1995). Çocukluğun Yokoluşu. (Çev.) K. İnal. Ankara: İmge Kitabevi. Rıdge, T. (2003). “Childhood Poverty and Social Exclusion. From A Child’s Perspective”. The Policy Pres. Robin, M. (1991). “The Social Construction of Child Abuse and False Allegations”. Bridgehampton, New York: The Haworth Press. Strand, V. C. (1995). “Single Parents”. Encyclopedia of Social Work (Vol. 3, pp. 2157-2164). Washington DC: Nasw Press. Şenses, F. (2001). “Küreselleşmenin Öteki Yüzü: Yoksulluk” İletişim Yayınlar, İst. Türkiye’de Çocuğun Durumu. (1989). DPT Yayını, Ankara. Türkiye İstatistik Kurumu İnternet Portalı, 2008. 93 Akbaş ve Atasü Topçuoğlu Derleme MODERN ÇOCUKLUK PARADİGMASININ OLUŞUMU- ELEŞTİREL BİR DEĞERLENDİRME Formation of the Modern Childhood Paradigm – A Critical Evaluation Emrah AKBAŞ* Reyhan ATASÜ TOPÇUOĞLU* Araştırma görevlisi, Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü * ÖZET Bu makalede yazarlar, modern çocukluk paradigmasının köklerine ilişkin eleştirel bir değerlendirme yapmakta ve modernitenin başlangıcından günümüze değin çocukluk fikrinin geçirdiği evreleri tartışmaktadır. Modern Çocukluk Paradigması, Modernite. Anahtar Sözcükler: ABSTRACT In this article, the authors make a critical evaluation on the roots of modern childhood paradigm and discuss the phases of the idea of childhood from the beginning of modernity to the present day. Key Words: Modern Childhood Paradigm, Modernity. GİRİŞ Çocukluk tarihi yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren sosyal bilimler içinde yeni bir araştırma alanı halini almıştır. Çocukluk tarihi ve modern çocukluğu anlamaya dönük çalışmalar, hiç olmadığı kadar yaygın bir kabul görmektedir. Ancak bu ilginin değilse bile, konuya ilişkin çalışmaların henüz yeterli düzeyde olduğunu söylemek güçtür. Öyle ki, henüz bu alanda ortaya konmuş ilk büyük çalışmaların yaygın etkisi önemli meydan okumalarla karşılaşmaksızın devam etmektedir. Çocukluk tarihi üzerine yapılan araştırmaların öncüsü, Annales Okulu üyesi bir tarihçi olan Philippe Ariés’in l’Enfant et la Vie Familiale sous l’Ancien Regime adlı kitabıdır.1 Bu çalışma sosyal bilimciler için önemli veriler sağlamanın yanı sıra savunduğu ana savıyla, özellikle sosyoloji çevrelerinde büyük bir ilgi uyandırdı. Bu sav, çocukluğun biyolojik değil, sosyal ve kültürel bir kategori/kurgu olduğu idi. Ariés’ten (1962) sonra artık çocukluğun toplumsal bir kurgu olduğu düşünülmeye başlandı. Mademki çocukluk sosyal ve kültürel bir kurgu idi, şu halde, artık her yerde ve her zaman aynı biçimde deneyimlenen genelgeçer bir çocukluk fikrini savunmanın pek bir anlamı yoktu. Böylelikle, çocukluğu toplumsal bir inşa olarak tartışabileceğimiz bir zemin açıldı. Çocukluğu, farklı deneyimler, değişken ve dinamik algılayışlar, giderek bir kavram, bir söylem ve bir söylemler alanı halinde ele alabileceğimiz, yani modern çağda çocukluğu nasıl anladığımızı tartışabileceğimiz bir zeminin temeli atıldı. 1 Bu kitap 1962’de İngilizce’ye çevrilmiştir: Ariés, P. (1962) Centuries of Childhood, A Social History of Family Life (çev. Baldwick, R.). New York: Random House. 95 Toplum ve Sosyal Hizmet Günümüzde çocukluk fikrinin ve çocukluğa ilişkin evrensel kabulleri yorumlarken, bu söylemlerin, Aries’le başlayan ve 1990’larda yoğunlaşan tartışmalarla olan kesintili ancak sürekli ilişkisini görmek gereklidir. Bu noktada belirtmek gerekir ki, bu çalışma moderniteyi bitmiş ya da aşılmış değil, halen devam eden bir medeniyet projesi olarak tartışmakta ve post modernliği bir çağ değil, modernitenin eleştirisi olarak ele almaktadır. Modern Çocukluk Düşüncesinin Kökeni Modern çocukluk düşüncesinin köklerine dair girişilecek herhangi bir sorgulama şu soruyla başlamalıdır: Çocukluk toplumsal bir kurguysa, modernlik öncesi dönemde çocukluğu nasıl ele almalıyız? Öyleyse, modern çocukluk paradigmasının sui generis niteliklerini irdelemek gerekir. Elias, Uygarlaşma Süreci adlı çalışmasında çocuklar ile yetişkinler arasındaki toplumsal ve fiziksel mesafenin uygarlık süreci geliştikçe arttığını öne sürmüştür (İnal, 2001: 12). Ancak bu süreç, yeknesak bir fark etme süreci değildir, önemli kırılma noktaları ve siyasi gerilimler içeren bir toplumsal söylem geliştirme sürecidir. Aydınlanmanın, çocukluğun fark edilmesi üzerine düşünülmeye başlanması açısından ne denli keskin bir kırılma noktası olduğunu ortaçağa bakınca daha iyi kavramak mümkündür. Ariés (1962: 22), “ortaçağ sanatında çocuğun adı yoktur” tespitini yaptığı çalışmasında açıkça koyar ki, çocuk ancak onuncu yüzyılda resimlenebilmiştir, o da minyatür bir yetişkin olarak. On yedinci yüzyılda, çocukların yetişkinler gibi giyinmekten vazgeçip ilk elbiselerine sahip olmaları, özel oyun- 96 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 caklara kavuşmaları görülür. Ariés’e göre, modern çocukluk kavramı temelde burjuvazi ve aristokrasiye özgü bir fenomendi ve öncelikle erkek çocukları kapsıyordu. Alt sınıfların, köylü ve esnafın çocukları için, yetişkinlerden giysi, çalışma ya da oyun açısından hiçbir farkı olmayan eski yaşam biçimi sürüyordu (Tan, 1994: 18). Çocukluğun ne anlam ifade ettiği, daima yetişkinler tarafından tanımlanıyordu. Bu tanımlama yetişkinliğin değillenmesinden başka bir şey değildi. Buna göre, çocuklar öncelikli olarak olgunlaşmamış, eğitilmemiş ve şekillenmemiş kabul ediliyorlardı (Dekker, 2000: 6). Ariés bir tarihçi gözüyle çocukluğun bir kategori olarak ortaya çıkışını açıklamaya çalışmıştır; ancak, sözü edilen sosyal ve kültürel bir olgu ise, burada salt tarihyazım perspektifini bir yana bırakıp, süreci belirleyen sosyolojik ve politik doğurguları görebilmek gerekir. Ariés’in kimi sosyolojik açıklamaları bir yana bırakılırsa, politik ve ideolojik nedenleri görmek için özel bir çaba göstermediği anlaşılmaktadır. Ariés hipotezini doğrulamak üzere, özellikle sanattan yararlanırken, hem tarihsel olayları hem de konjonktürü “anakronik” bir biçimde okuyor görünmektedir. Sanatın bir nesnesi olarak çocuğun resimlenmesini, ortaya çıkan çocukluk fikrini ispatlamak için kullanmanın sorunlu yanları açıktır. Diğer taraftan, Ortaçağ sanatında çocuğun adının olmaması, Ortaçağda çocukluk fikrinin olmadığı argümanını ne kadar geçerli ve tutarlı bir biçimde destekleyebilir (Heywood, 2003: 18-19)? Ariés’in tarihsel bulgularını, onun eleştirisini dikkate alarak değerlendirir ve bu olguyu kendi tarihsel ve toplumsal koşulu içinde ele alırsak, yeni bir sonuca Akbaş ve Atasü Topçuoğlu ulaşabiliriz. Ortaçağ Avrupası’nda resim ve heykel, ana akım içinde sosyopolitik simgesel önem arz eden şeyleri konu alıyordu. Bunun başlıca nedeni Aristokrasi ve burjuvazinin ve Kilisenin sanatçılar için biricik sipariş verici kitle olması ve sanatsal nesnenin biricik alıcısı olmasıydı. Bu nedenle, bilhassa resim sanatında, genelde “önemliler”, önemli olaylar ve ihtişamıyla doğa resmediliyordu. Ortaçağ resim ve heykeli bu şekilde düşünüldüğünde, çocuğun “imgesinin” olmaması, an azından o dönemde “çocukluğun” toplumsal ana akım söylemde anlamlı bir simge olarak kullanılmadığına kanıt oluşturmaktadır. Çocukluğun nasıl bir toplumsal kategori olarak var edildiğine dair, önemli savlardan biri, Aydınlanma dönemine ancak dönemin ruhu ve getirdiği değişimler yerine, çok daha dar olarak dönemin getirdiği somut bir icada dayanan bir açıklama önerir. Modern çocukluk paradigmasını aynı zamanda modern yetişkin paradigması kabul eden Postman, Rönesans’ın en büyük icatlarından saydığı çocukluk fikrinin matbaaya dayalı yetişkin enformasyonu sonucu, önce yetişkinin çocuktan uzaklaşması ile başladığını iddia eder (1995: 33-52). Matbaayla birlikte yetişkinler ve çocukların enformasyon biçimlerinin ayrıştığı açıktır; ancak, neden sonuç ilişkisini matbaa ve ayrışan yetişkin çocuk enformasyonunda mı aramak gerekir, yoksa daha üst bir neden sonuç ilişkisi var mıdır? Asıl irdelenmesi gereken, matbaayı ortaya çıkaran sürecin bu ayrışmaya nasıl bir etkide bulunduğudur. Elbette modernlik öncesi dönemde çocuklar insan türünün sevimli yavruları idi ve kendilerine özgü birtakım nitelik- leriyle büyüklerin dünyasından ayrışıyorlardı. Modern çocukluk paradigması, bir kavram olarak “çocukluk”a gönderme yapar. Cunningham (1998: 1) insanoğlu olarak “çocuklar” ile değişen düşünceler kümesi olarak “çocukluk” arasında bir ayrım yapmanın önemini vurgular. Modern çocukluk paradigmasından kasıt, çocukluk adı verilen insan gelişiminin bu ilk evresinin “keşfi”dir. Bireyi, toplumu, doğayı – içinde bulunduğu evreni analitik olarak analiz ederek – tanımlamaya ve sınıflandırmaya dayanan ve tanımladığı kategorileri pozitivist ve evrimci – ancak çoğu zaman Avrupa merkezli ve ataerkil kalıplar içindeki – temel bir anlayışın çerçevesinde, büyük kuramsal anlatılarda birleştiren Avrupa modernleşmesi sürecinde, çocukluk bir merak ve inceleme nesnesi olarak gündeme gelmiş, çocukluğa dair anlayış ve söylemler bu süreçte oluşmaya başlamıştır. İşte bu nedenle, bugün çocukluk üzerine olan düşüncelerini anlamak ve değerlendirmek için moderniteye bakmak gerekir; başka bir deyişle, “çocukluğun” kökenini “modernite”de aramak gerekir. Bilimsel ve rasyonel soruşturmanın geleneksel “taassup” karşısındaki zaferi olan (Archard, 1998: 20) modernleşme içinde çocukluk, hamlıktan olgunluğa erişecek, gelişecek, evrilecek nosyonlarının eridiği bir pota olarak, kendine has bir simgesel önemi haizdir. Nitekim Dekker’inki (2000) gibi çalışmalarda, on dokuzuncu yüzyılda çocukluğun, modernleşmenin ve ilerlemenin simgesi haline geldiği anlatılmaktadır. Avrupa modernleşmesi sürecinde yetişkinlikten apayrı bir kategori olarak ortaya çıkan çocukluğun, kendine özgü gelişimsel niteliklerinden başka, gündelik yaşam biçimleri de büyüklerinkin- 97 Toplum ve Sosyal Hizmet den farklı ve yalnızca çocuklar içindir. Bununla birlikte, modernlik öncesi çocukluğu şekillendiren en önemli şey, çocukluğun yetişkinlik öncesi bir dönem oluşudur. Hal böyle olunca, çocuk oyunları ve oyuncaklarındaki benzerlikleri de kesin bir biçimde açıklamak mümkün olmaktadır. Onur’a göre (2002: 32-36), oyuncağın çok eski dönemlerde dahi var olmasının nedenini yetişkinlerin niyetinde aramak gerekir. Buna göre, oyuncakların işlevi çocukları yetişkin rollerine hazırlamaktır. Modern çocukluk paradigması, on sekizinci yüzyıl aydınlanmasından, bir yandan Rousseau’dan, bir yandan da Locke’tan esinlenmiştir (Tan, 1994). Katolik kilisesinin “ilk günah” doktrinini devrimci bir cesaretle reddeden John Locke, insan hayatının başlangıcını ilk günahtan azad ederek, erişkin olmayanı, en başta kilise ve zımni olarak da diğer otoriter kurumlar karşındaki “suçlu” dolayısıyla borçlu, ödemesi ve biat etmesi gereken kişi konumundan çıkarmış; bireyin gelişiminde kurumların etki ve sorumluluğunu vurgular bir biçimde, “Protestan çocuk anlayışı” tezinde, çocuğun zihnini; ebeveyn, öğretmen ve devlet tarafından “doldurulması” gereken bir tabula rasa olarak anlatmıştır. Rousseau’ya göreyse, yetişkinlerden farklı, kendine özgülüğü olan romantik bir çocuk anlayışıdır gerekli olan. Özellikle Rousseau’nun Emile’i modern çocuk eğitimine önemli katkıda bulunmuştur. Locke’un, hayatın başını temize çıkararak, özgürlüğü çağıran ve bireyin gelişiminde kurumların etkisini vurgulayarak, onları sorumluluğa davet eden tutumuyla, Rousseau’nun hümanist yaklaşımı, bu iki aydınlanmacı anlayış, modern çocukluk paradigmasının ortaya çıkmasında önemli rol oynamış- 98 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 tır. Ancak modernizm içinde, aydınlanmacı temelin üstüne, dönemin siyasal sosyal ve ekonomik koşulları uyarınca biçimlenen, değişen bir çocukluk söylemi kurulmuştur. Burada belirtmek gerekir ki, ne feodal dönemde oluşan değerler ne Aydınlanmanın getirdiği kazanımlar ne de tüm bunlar üzerinden köklenerek modernite boyunca şekillenmeye devam eden çocukluk söylemi, eşitsizliklerden ve eşitsizlikleri pekiştirmekten azadedir. Tam tersine, çocukluk söylemi, her zaman büyüklerin öznesi olduğu bir söylem olarak karşımıza çıkar. Büyükler hep çocukları tanımlar, onların etki ve hareket alanlarını belirler. Bu özne sorunu, bugün de çocuk hareketi içinde devam etmektedir. Bunun yanı sıra, tarihsel gelişimi içinde “çocukluk” söylemi, bir grubu belirli imtiyazlar ve sınırlamalar içinde tanımlar ve ona değer atfederken, öncelikle Avrupa merkezli, sınıfsal ayrıma, toplumsal cinsiyet ve ırk ayrımına dayalı olarak kurgulamıştır. Özel olarak eğitilen, yetişkinliğe hazırlanan ilk çocuklar, üst sınıfın erkek çocuklarıdır. Daha sonra bu grup giderek genişlese de, bu ayrımları hep bir biçimde yeniden üretmiştir. İnal (2007: 17-18) da modern çocukluk düşüncesinin temelinde iki önemli öğenin yattığını savunmaktadır: Burjuvazi ve bilim. Burjuva ailesinin oluşumuyla birlikte, çocuk özel ilgi, duygusal yaklaşım, rasyonel eğitim ve disiplinli bir hayat temposu içinde yeniden tanımlanmış ve giderek çocukluk ayrı ve özel bir yaşam evresi olarak tanımlanmaya başlamıştır. Çocuklar, bu dönemden sonra bilimsel akımların da dikkatini çekerek hümanist bir projenin/mücadelenin yapı taşları olarak dikkate alınmıştır. Akbaş ve Atasü Topçuoğlu Modern çocukluk paradigması, tekil bir olay olarak ele alındığında, kökenlerini ve gelişimini kendinden menkul bir biçimde açıklamak ve herhangi bir tarihsel veriyi anakronik bir biçimde okumak, bir hayli kolay ve çeldirici olacaktır. Oysa tümüyle “sosyal” olan bu olguyu tarihsel, sosyal ve siyasal bağlamıyla birlikte ele almak ve onu etkileyen/ tetikleyen etmenleri teorik çerçevenin merkezine yerleştirmek bir zorunluluktur. Ayrıca, insanı türlü halleriyle, toplumsallığı içinde anlamayı ve hissetmeyi gerektiren mesleğimiz ve mesleki duyarlığımız açısından da, bu gerekli bir düşünce deneyimidir. Modern Ulus-Devlet ve Modern Çocukluk Modern toplum bir denetim (control; surveillance; discipline) ve “pozitif iktidar” (üretken iktidar) toplumudur (Foucault, 2001). Sosyal kontrolün başatlığı içinde toplumlar, normal ve anormal arasında ayrımlar oluşturur ve tüm üyeleri gözetlemek, anormal olanı tespit etmek, etiketlemek ve “düzeltmek” için denetim mekanizmaları geliştirirler. Dahası, Avrupa kapitalizmi içinde şekillenen modern ulus-devlet, çeşitli yollarla “iyi vatandaşlar” yetiştirmeye uğraşan “normalleştirici”, “eğitici” ve “uygarlaştırıcı” vasıtalara da sahip olmalıdır (Foucault, 1986: 199). Anormal olanların rehabilitasyonu sürecinde çok farklı usuller mevcuttur. Akıl hastaneleri, okullar, sosyal hizmet mesleği, sivil toplum örgütleri, vs. bu süreçte sözü edilen araçlar olabilmektedir. Bazen sergi ve fuarlar bile, örneğin, Bennett’a göre, “devlet ve halk arasındaki pedagojik ilişkileri” gerçekleştirebilmektedir (1994). Foucault’cu bir yaklaşımla bakarsak, modern ulus-devletin ayırt edici vasıfla- rından en önemlisi, onun denetim yöntemleridir. Bu yöntemler, fiziksel şiddetin giderek azalarak, yerine kurumsallaşma, disiplin ve bilgi iktidarının gelmesi ve bu olguların tamamının gözetim etrafında birleşmesidir. Modernizmin homojen değil, Avrupa deneyimlerinin de gösterdiği gibi, limitleri faşizme kadar uzanan heterojen dinamikleri sosyal, kültürel, siyasal, etnik, vb. bağlamlarda tektipleşmeye doğru giden Foucault’un tabiriyle (1982) “büyük anlatıları” doğurmaya eğilimlidir. Modernist paradigmaya ağır damgasını vuran denetim çabasının zorunlu kıldığı en önemli şeylerden biri, herşeyin anlaşılır ve açıklanabilir olmasıdır. Aydınlanmayla birlikte, Avrupalının yeniden aklına güvenmeye başlaması, giderek bilginin iktidarın en önemli araçlarından biri haline geldiği modern paradigmada açıklama, dolayısıyla sınırlama ve kontrol etme, giderek birbiriyle daha bağlı pratikler haline gelmiştir. Daha somut ifade etmek gerekirse, Avrupa özelinde ulus-devlet sürecinde ortaya çıkan vatandaşlık kavramı etrafında gelişen sosyal sözleşme çerçevesinde, vatandaşlık haklarının, önce erkekleri, daha sonra alt sınıfları, kadınları ve köleleri kapsaması sürecinde, çocuklar, hükümetler açından geleceğin vatandaşları olacak potansiyel olarak, siyasi bir önem kazanmışlardır. Vatandaşla devlet arasında tanımlanan karşılıklı görev, sorumluluk ve bağlılık ilişkisi içinde, devlet nezdinde ebeveynler, çocukları yani vatandaşları yetiştirmekten sorumlu hale gelmişlerdir. Yakın tarihte gelişen çocukluk anlayışımızın temelindeki önemli dinamiklerden birisi budur. Ancak, bu dinamik, kapitalist ve ataerkil yapılar gibi var olan iktidar ilişkilerinden azade değildir. 99 Toplum ve Sosyal Hizmet Söz konusu kimi sosyal bilim dallarının uzmanları, insan yavrusunun davranışlarının ardındaki yasaları bulacaklar ve onun sosyalleşmesinde tesadüfleri ortadan kaldıracaklardır. Buna göre, uzmanlar insan gelişiminin her evresi hakkında en doğru bilgiyle donanmış olmalıdırlar: “…Bu soruların yanıtlarına geçmeden önce, neden iyi bir çocukluk teorisine ihtiyaç duyduğumuzu kabul etmemiz gerektiğine biraz değineyim istiyorum. Bir defasında, felsefe dersi vermek isteyip istemediklerini öğrenebilmek için iyi bir ilkokula ziyarete gitmiştim. Tartışma esnasında, bir dördüncü sınıf öğretmeni, bana, dördüncü sınıf öğrencilerinin düşünce yapıları üzerine sorular sordu. Başta bu öğretmenin beni sınadığını düşünmüştüm. Ama ne yazık ki, durumun hiç de böyle olmadığını sonradan fark edecektim. Sanırım yanıt şu: bu öğretmen, profesörlerin, çocukların nasıl düşündüklerini, nasıl davrandıklarını, şu ya da bu dönemde neye benzemeleri gerektiğini açıklayabilecek bazı teorilere sahip olması gerektiği fikrine o kadar alışmıştı ki dışarıdan herhangi bir üniversiteden gelen herhangi birinin ona en iyi tanıdığı kişilerin gelecekte nasıl olacaklarını anlatabilmesini bekliyordu” (Matthews, 2001: 30-31). Özellikle gelişim psikolojisi, geleceğin ideal vatandaşlarını yaratmak için modern devlete mükemmel bir fırsat sunmuştur. Devletin varlığının devamını sağlamak üzere vatandaşlar yetiştirilmelidir ve bunun ilk basamağı da çocukların eğitimidir. Zaten modern çocukluk paradigmasının gerçekleştiği ana kurum okuldur, yani okullaşmanın başlangıcı modern çocukluğun da miladıdır (Şirin, 1999: 156). 100 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 Okuldan önce modern devlet aile reisiyle bir sözleşme yapmayı tercih etmiştir. Ailenin başı hesap veren konumundadır. Çocuğun disiplininden aile reisi sorumludur. Bu sayede aile politik alanda bir aktör haline gelmiştir. Aile bağı olmayanlar ise (serseriler, dilenciler, vs.) hayırsever örgütlenmeler sayesinde “aksiyoner” olmaktan çıkarılıp kontrol altına alınmaktadır. Kurallara uymayan ya da kuraldışı kalan çocukların cezalandırılmalarında ise devlet yardımcı olmaktadır (Donzelot, 1997: 48-58). Sözü edilen anlama ve açıklama araçlarının “pragmatik” ve belki en önemli niteliği, modern devletin varlığına muhalif her türlü potansiyeli ehlileştirmek, disipline etmektir; her türlü potansiyeli (çocuğu) ehlileştirmek, disipline etmek ve ideal vatandaşlar üretmektir. Bu sürecin sonu, acaba günümüz paradigmasında, giderek ideal tüketicilerin üretimi mi olmaktadır? Kapitalizm öncesi dönemlerde çocuğun değerinin yalnızca çiftlik tipi üretime destek olacak emek gücü olarak görüldüğü savı akademik çevrelerde bir hayli yaygındır. Doğrusu, aksini iddia etmek için de elde kanıt yoktur. Bununla birlikte, modern kapitalist zamanlarda çocuğun kendi başına bir değer kazandığını savlamak için de çok iyimser olmak gerekir. Çünkü sanayi devrimiyle birlikte çocuk, özne haline gelmek bir yana, çok daha acımasız bir biçimde sömürülmüştür. Bu paradoksun nedeni, daha önce de değindiğimiz gibi, “çocukluk” inşasının sınıfsal, etnik ve cinsiyet temelinde ayrımcılıklar içermesidir. Kavramsal olarak imtiyazlı bir “çocukluk” yaratılırken, bu gruba ancak belirli toplumsal gruplar pratikte dahil olabilmektedir. Akbaş ve Atasü Topçuoğlu Pre-kapitalist dönemlerde bedava işgücü olarak sömürülen çocuk, son çözümlemede, ailesinden ayrı ve kendi bağlamına yabancılaşmış değildir; ancak, kapitalist dönemde çocuğun sömürüsü tam da bunun karşıtı bir söylemle meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Fabrikalarda kendi emeğine, üretimine ve kendine yabancılaşmış olan çocuk, tüm gün çalışmakta ve diğer taraftan sözde “keşfedilmektedir.” Paradoksal bir biçimde çocuk hem sömürülmekte hem de sosyal bilimin türlü araçlarıyla anlaşılmaya ve açıklanmaya çalışılmaktadır. Mümkün olan her şeyden en yüksek yararı elde etmeyi hedefleyen kapitalizmin henüz bir nesne konumundaki “çocuk”tan da en yüksek yararı elde etmek için evvela onu anlamaya ihtiyacı vardır. Sonuç: Yirminci Yüzyılda Çocukluk Düşüncesi Şirin’e göre (1998a: 91-93), modern çocukluk paradigması, çocukluğu kuşatan ilgilerin gündeme gelmesi ve sınırları aşması ile 20. yüzyılın ilk çeyreğinde adeta bir çocuk ideolojisine dönüşmüştür. Ancak, bu yüzyıl, çocukluğu hem tasarlayan hem de tüketen bir çağ olarak tarihte yer almıştır. Çocuk ilgilerinin bu denli önemsenmesine, ayrıntıların oluşturulmasına rağmen, çocukluğun yok edilmesi, tüketilmesi ve çocuğun çağımızda tek başına kalmasına yol açması önlenememiştir. Yirminci yüzyıl görünürde gerçekten de bir çocuk yüzyılıdır. 1989’da kabul edilen Çocuk Hakları Sözleşmesi ile doruk noktasına çocuğa dair ilerlemeler bu yüzyıla damgasını vurmuştur. Ancak tüm bu ilerlemelere ve Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne rağmen, çocukların ihmal ve istismara uğramalarının önü- ne kökten bir biçimde geçilememiştir. Şirin’e göre (1998b: 27), yaşanan tüm gelişmeler sosyal göstergeleri refah toplumu düzeyinde olan toplumlarda bile mutlu bir çocukluğun yaşandığı anlamına gelmez, çünkü gelişmiş toplumlarda çocuk suçluluğu her geçen gün artmaktadır. Çocuğun sömürülmesi, cinsel tacize uğraması, şiddete kurban olması modern dünyanın en kaotik açmazıdır. On dokuzuncu yüzyıldan beri tartışmanın nesnesi haline gelen çocuk, yirminci yüzyılda görünürde elde ettiği pek çok hakla birlikte tam bir tüketim “nesne”si olmaktan kurtulamamıştır. Dünyanın dört yanında çocuklar suça, fuhşa, sokaklara, dokuma tezgahlarına itilmekten sıyrılamamışlardır. Modern çocukluk paradigması, bugünün çocukluğunu şekillendiren bir süreçtir. Yirminci yüzyılın çocuk hakları hareketi, kökünü modern çocukluk paradigmasından almaktadır. Ancak, modern çocukluk paradigmasının ortaya çıkışı ve Çocuk Hakları Sözleşmesi ile devam eden süreç, iddia edildiği ve arzulandığı gibi çocuk merkezli ve çocuğun katılımını hedefleyen bir süreç olmaktan uzaktır. Dahası, modern çocukluk anlayışı tektipleştirici bir işlev görmüş, çoğullukları göz ardı etmiştir. Ayrıca çocuk hareketi içinde çocukların sesinin duyulmaması kritik bir noktadır. Çocuk hareketi esasen büyüklerin hareketidir ve hala bu niteliğinin ötesine geçebilmiş değildir. Dolayısıyla, çocuk söylemi içinde bugün hala çocuğun bir nesne olarak kalması, yani özne olamaması durumu söz konusudur. Artık çoğullukları dışarıda bırakmayan, yalnızca çocuğu özne kılmayı hedefleyen bir çocukluk siyasetine ihtiyaç var- 101 Toplum ve Sosyal Hizmet dır. Böylesi bir siyasetin izini süren Mendel (1992: 144), çocuğun artık politik bir sınıf oluşturmasının zamanının geldiğini savunmaktadır. Bu süreçte çocuğun katılımı olmazsa olmaz bir koşuldur. Onların adına değil onlarla birlikte bu süreç gerçekleştirilmelidir. Genç insanlara, kendi yaşamlarını doğrudan ilgilendiren programlarda söz sahibi olmayı öğrenmeleri için fırsat verilmesi önemlidir. Bu özellikle elverişsiz koşullardaki çocuklar için geçerlidir. Böyle çocukların başkalarıyla birlikte bir işi yürüttüklerinde, ayrımcılığa ve baskıya karşı direnmeyi ve ötekilerle dayanışma içinde eşit haklar için savaşmayı öğrenmeleri başlı başına temel bir demokratik haktır (Hart, 1992: 9). Yaşadığımız bu dönem aslında yeni çocukluklar dönemidir. Bir tarafta, kentlerin çeperinde, yoksunlukların orta yerinde çocukluğunu yaşayamayan çocuklar; diğer tarafta, türlü medyalarla yetişkinlerin iletişim biçimlerine maruz kalan ve böylelikle hızla yetişkinlerin dünyasına eklemlenerek çocukluğunu yitiren çocuklar vardır. Eskiden yetişkinlerin bildiklerini bilmeyen çocuklar, artık yetişkinlerle aynı şeyleri öğreniyor ve onlara daha çok benziyor. Bundan dolayı, çocukluğun yokoluşunun gerçek anlamı budur (Şirin, 1998a: 96). Yaşadığımız çağda çocukları yetişkinlerin dünyasına yaklaştıran önemli olgulardan biri de popüler kültürdür. “Estetik” olanın kriterlerini tersyüz eden ve kendi varoluşunu tüm “varoluşları” tüketmek üzere kurmuş olan popüler kültürün hem alıcısı hem de “nesne”si olarak çocukluk, bugün yetişkinlikten ayrı ve kendine özgü bir kategori olarak varlığını yitirmektedir. Yetişkinlere dair tüm enformasyonu paylaşan çocuklar, artık giyim-kuşamlarıyla ve iletişim kur- 102 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 ma biçimleriyle yetişkinlerin dünyasına eklemlenmektedir. Çocuklar artık daha çok şey bilmektedir, yetişkinler gibi konuşmaktadır ve hatta onlar gibi makyaj yapmaktadır. Her alanda çocukların boy gösterdiği dünyamızda çocuklar yetişkinliğe artık çok daha erken yaşlarda adım atmaktadır. Diğer taraftan, popüler kültür, acıları ve sorunları da değersizleştirmektir. “Gösteri” dünyasının birer parçası olan “gerçek” sorunlar yalnızca birer “görüntü” halini almaktadır. Görüntüler ise gösteri dünyasının sınırlarına hapsolmakta ve gerçeklikle bağlarını tümden koparmaktadırlar. “Gerçek” olan sorunlar “görüntüler” halini aldıkça önemini yitirmekte ve gerçek hayata dair şeyler olarak görülmemeye başlamaktadır. Bu anlamda, çağımızda “çocuk sorunu” da bir “görüntü”den ibarettir artık. Ekranları karşısında yoksul çocuklara, sokak çocuklarına, yurtlarda kalan çocuklara üzülen kitleler ekranlarını kapadıklarında sorunlara da gözlerini kapamış olmaktadır. Ekranlara taşınan sorunlar; silikleşmekte, salt görüntüler halini almakta ve nihayet hakikatini yitirmektedir. Halbuki çocukların sorunlarını olabildiğince “gerçek” bir biçimde hissetmeye ihtiyaç vardır. Tıpkı beş yaşındaki Emre’nin hissettiği gibi: “Araba durunca mendil satan, cam silen çocuklara acıyorum. Onların da okutulmasını istiyorum. Ayrıca çocukların çalıştırılmalarını hiç doğru bulmuyorum” (akt. Özçil, 2000: 35). Bugün görmekteyiz ki, çağımızda farklı çocukluklar yaşanmaktadır, ancak dikkatli incelendiğinde, çocukluğa dair tek bir şey görmek mümkündür. Çağımız, Postman’ın deyişiyle, çocukluğun yok olduğu bir çağdır. Akbaş ve Atasü Topçuoğlu KAYNAKÇA Archard, D. (1998) Children Rights and Childhood. Londra ve New York: Routledge. Arıés, P. (1962) Centuries of Childhood, A Social History of Family Life (çev. Baldwick, R.). New York: Random House. Bennett, T. (1994) The Exibitionary Complex. Culture, Power, History (ed. N. Dirks ve ark.). Princeton University Pres. Cunnıngham, C. (1998) Children and Childhood in Western Society since 1500. Londra ve New York: Longman. Dekker, R. (2000) Childhood, Memory and Autobiography in Holland From the Golden Age to Romanticism. London: Macmillan Press Ltd. Donzelot, J. (1997) The Policing of Families. Baltimore ve Londra: The Johns Hopkins University Press. Mendel, G. (1992) Son Sömürge Çocuk. Istanbul: Kabalcı. Onur, B. (2002) Oyuncaklı Dünya. Ankara: Dost. Özçil, E. (2000) Lütfen Bizi Dinleyin! I. Istanbul Çocuk Kurultayı Çocuk Görüşü Kitabı. Istanbul Çocukları Vakfı Yayınları. Postman, N. (1995) Çocukluğun Yokoluşu. Ankara: İmge. Şirin, M.R. (1998a) Çocuk Yüzlü Yazılar. Istanbul: İz Yayınları. Şirin, M.R. (1998b) Çocuğa Adanmış Konuşmalar. Istanbul: İz Yayınları. Şirin, M.R. (1999) Kuşatılmış Çocukluğun Öyküsü. Istanbul: İz Yayınları. Tan, M. (1994) Çocukluk: Dün ve Bugün. Toplumsal Tarihte Çocuk. Istanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Foucault, M. (1986) Discipline and Punish. Penguin. Foucault, M. (2001) Power. The Essential Works of Foucault, 1954-1984, Vol. 3 (ed. James Faubion ve Paul Rainbow, İngilizceye çevir. Robert Hurley). New York: New Press. Foucault, M. (1982) The Archaeology of Knowledge & The Discourse on Language. Pantheon. Hart, R.A. (1992) Çocukların Katılımı Maskotluktan Yurttaşlığa. İtalya: UNICEF International Child Development Centre. Heywood, C. (2003) Baba Bana Top At! Batı’da Çocukluğun Tarihi. Istanbul: Kitap Yayınevi. İnal, K. (2001) Çocukluğun Uzun Yüzyılları. Virgül, Sayı, 42. İnal, K. (2007) Modernizm ve Çocuk Geleneksel, Modern ve Postmodern Çocukluk İmgeleri. Ankara: Sobil. Matthews, G. (2001) Çocukluk Felsefesi. Istanbul: Gendaş Kültür. 103 Öztürk Derleme text Kantian ethics, utilitarian ethics, ethics of compassion and relationship-based approach are explained and their contribution to the improvement of social work ethics are discussed. SOSYAL HİZMET ETİĞİNDE FARKLI YAKLAŞIMLAR Key Words: Social work ethics, Kantian et- Different Approaches in Social Work Ethics Sosyal hizmet, bireylerin ve toplumların sosyal gelişimlerini destekleyen, sorunlarının çözümünde yardımcı olan bir meslek olarak, uygun tutum geliştirme ve karar vermede etiğe gereksinim duymaktadır. Sosyal hizmet değerleri temeli üzerinde gelişen ve doğru bir uygulama için yol gösteren etik, hassas sosyal sorunlarla yüzyüze gelen sosyal hizmet uzmanları için önem taşımaktadır. Bu amaçla sosyal hizmet etiğindeki farklı yaklaşımlar incelenmekte ve sosyal hizmet etiğine ve uygulamasına katkı sunması açısından tartışılmaktadır. Aslıhan Burcu ÖZTÜRK* Araştırma görevlisi, Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü * ÖZET Bu çalışmanın amacı sosyal hizmet etiğindeki farklı yaklaşımların incelenmesidir. Öncelikle etiğin gelişimine değinilmekte, daha sonra sosyal hizmet etiğindeki farklı felsefi yaklaşımlar ele alınmaktadır. Bu doğrultuda sosyal hizmet etiğinde Kantçı, yararcı, duygu temelli ve ilişki temelli yaklaşımlar hakkında bilgi verilmekte ve bu yaklaşımların sosyal hizmet etiğinin gelişmesindeki katkıları tartışılmaktadır. hics, utilitarian ethics, ethics of compassion, relationship-based approach. GİRİŞ 1.1. ETİK ABSTRACT Ahlak felsefesi anlamına gelen etik, iyi ile kötü ve yanlış ile doğruyu sorgulayıp; değer, ilke ve kuram üreten felsefe dalıdır. Etik, iyiyi ve doğruyu yakalamak üzere insan karakteri ve ruhsal yapısı üzerine düşünce üretmektedir (Guttmann, 2006: 2). Etik, anlama ve açıklama çabasının yanında kural belirlemesi açısından tıp, eğitim, sosyal hizmet gibi birçok bilim ve disiplinin uygulamasında yol gösterici olmaktadır. The aim of the study is to examine different approaches in social work ethics. Firstly, the development of ethics is mentioned, and then different philosophical approaches in social work ethics are discussed. In this con- Etik ilkeler, kurallardan farklı olarak herkesi her durum için kapsayan temelleri ifade etmektedir. Etiğin ilke temelli kuramları, akılcı (rasyonel) bir süreçte etiksel mantık yürütme ve karar ver- Anahtar Sözcükler: Sosyal hizmet etiği, Kant etiği, yararcı etik, duygu temelli yaklaşım, ilişki temelli yaklaşım. 105 Toplum ve Sosyal Hizmet me için yorumlanmaktadır. Etik, belli durum ve vakalara ilkeleri uyarlama ve ilkeler ışığında kurallar çıkarmak için kullanılmaktadır (Banks, 2001: 16). Şengör (2006:19) etik kuralların nesnel olmadığını, bireylerin kuralları kendi değer sistemleri içinde değerlendirdiğini savunmaktadır. Etiğin uygulanması zamana ve mekâna bağlı olarak değişebilmekte, farklı durumlar için farklı doğrular üretilebilmektedir. Şengör’ün önerisi, etik kuralları başka bir amaca ya da değer bağlamak değil, eleştirel akıl aracılığıyla değerlendirmek gereğidir. Mantık ve irade sahibi bir varlık olarak birey, seçimlerini yapmalı ve bunlardan dolayı sorumlu olmalıdır. Dolayısıyla etik kuralların, yasaların, günahların öğretilmesinin yerine bilimsel düşünce biçiminin etkin kılınması gerekmektedir. Modern etik düşüncesini ve bilimsel düşünce biçimini yansıtan bu görüşün yanı sıra duyguları temel alan yaklaşımlar da geliştirilmiştir. Etik düşüncesinin gelişimini Bauman (1995 akt. Hugman, 2005: 2- 3) dört temel aşamada incelemektedir. Klasik felsefe ile çoktanrılı dinlerin birleşimi sonunda, ilkçağda Yunan ve Roma döneminde ortaya çıkmış olan etik, Batı felsefesinin temellerini oluşturmaktadır. İkinci dönem ilkçağ felsefesinin, ortaçağda Hıristiyanlık ve Yahudiliğin etkisiyle teokrasiye dayanan bir karaktere büründüğü dönemdir. Modern dönemde ise etiğin bilimsel düşünce yöntemlerinin gelişimiyle, dini inançların önüne geçerek, ahlaki yaşamın bilimi haline geldiği görülmektedir. Dördüncü dönem olarak ifade edilen postmodern dönemde ise çeşitlilik, çokluk gibi kavramların ön plana çıkmasıyla şüphecilik ve belirsizlik etikte etkin olmuş, karşıt görüşleri bir 106 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 araya getirme çabaları ön plana çıkarılmıştır. Aynı zamanda öznel alan içindeki duygular, etiğin konusu haline gelmiştir. Bu çalışmada, akla ve duyguya dayanan etik yaklaşımlar ele alınmakta ve sosyal hizmet uygulaması açısından değerlendirilmektedir. 1.2. SOSYAL HİZMET ETİĞİNDE FARKLI YAKLAŞIMLAR Sosyal hizmet etiğinin gelişiminde farklı etik yaklaşımlarının katkısı olmuştur. Modern dönemde, insanların bilimsel düşünce yöntemiyle aklını kullanması ve mantık yürütmesi sonucunda nesnel ve evrensel gerçeklere ulaşabileceği inancı akılcılık, deneycilik (emprisizm) ve evrenselciliğin temellerini kurmuştur. Modern etikte Kant’ın etik felsefesi ve yararcılık felsefesi etkili olmuştur. Postmodern dönemde insan aklı ve mantığına duyulan inancın yerini şüphecilik, görecelilik ve öznellik almıştır. Postmodern etiğin öznel yaşantılar, duygular ve deneyime yaptığı vurguyla erdem etiği ve bakım etiği gibi konular ön plana çıkmıştır (Hugman, 2005: 5, 9). 1.2.1. Sosyal Hizmet Etiğinde Kantçı Yaklaşım Sosyal hizmetin temellerinden olan insana saygı ilkesi, 18. yüzyıl Alman filozofu Kant’ın ahlak felsefesinden yararlanılarak oluşturulmuştur. Kant (1964 akt. Banks, 2001: 25) tüm insanlara kendi amaçlarımızın nesnesi olarak değil, kendi amaç ve isteklerine sahip bireyler olarak bakılmasını “koşulsuz kesin buyruk” olarak değerlendirmektedir. Kant’a göre her birey nasıl bir insan olursa olsun, sadece insan olduğu için özünde saygıya değerdir. Bireyler mantıklı düşünme ve karar verdiklerini Öztürk uygulama yetisine sahip olan varlıklar olarak değerlendirilmektedir. Modernizmin varsayımlarını yansıtan Kant’ın akılcılık üzerine kurulu olan etiği, kural ve sorumlulukları herkese eşit olarak uygulanacak, evrensel kurallar olarak kurgulanmıştır. Kant’a göre yalnızca doğru davranışın uygulanması yeterli olmamakta, davranışın doğru bir güdülenme ile gerçekleşmesi gerekmektedir. Zaman zaman kişinin kendi çıkarları ile ters düşebilecek olan görevlerin uygulanmasında temel olan, en doğru davranışın belirlenmesidir. Tıp, hemşirelik, psikoloji ve sosyal hizmet gibi meslekler için oluşturulan etik kurallar, bu ilkeden hareketle oluşturulmuştur (Hugman, 2005: 5-6). Kant etiğinin sosyal hizmet etiğine uyarlanması durumunda, insana saygı ilkesinin gerçekleştirilmesinin her durum için mümkün olmadığı görülmektedir. Sosyal hizmette yalnızca mağdurlarla değil, faillerle de çalışılması, sosyal hizmet uzmanlarının kendi değerleriyle çatışmasına yol açabilmektedir. Örneğin ensest faili bir müracaatçı ile çalışılması durumunda, failin evrensel insanlık değerlerini hiçe sayarak, başka insanlara psikolojik ve fiziksel olarak zarar vermiş olması, kendisine sadece insan olduğu için saygı duyulmasını zorlaştırabilmektedir. Masum insanları öldürmüş olan bir katille mesleki çalışma sürecinde, sosyal hizmet uzmanı olumsuz duygularla hareket etme eğilimine girebilmektedir. Sosyal hizmet uzmanları bu gibi vakalarda kendi duygu ve düşünceleriyle tutarlı olmasa da etik olan davranışı sergileme becerisine sahip olmalıdır. Faillerin, farklı sosyal koşulların ve psikolojik travmaların etkisiyle şekillenebileceğini bilmek, bu konuda sosyal hizmet uzmanlarına yardımcı olabilmektedir. Sosyal hizmet uzmanı müracaatçı ilişkisi içinde kullanılacak ilkeler içinde Biestek’in geliştirdiği ilkeler önemli yer tutmaktadır. 1950’li yılların sonunda rahip Biestek’in (1961 akt. Banks, 2001: 26) müracaatçının kendisi ve çevresine uyumunu artırmak için oluşturduğu yedi ilkenin temelinde, Kant’ın insana saygı ilkesinin yattığı, tüm ilkelerin bundan hareketle oluşturulduğu öne sürülmektedir (Banks, 2001: 28; Thompson, 2005: 117). Müracaatçıların sosyal hizmet uzmanlarına gönüllü olarak başvurmaları temelinde, mikro düzeyde etkili bir uygulama için oluşturulan etik ilkeler şunlardır: Bireyselleştirme: Bireyselleştirme ilkesi müracaatçıların kendilerine özgü bireyler olarak, insan hakları çerçevesinde insanlığın özel bir parçası olarak kabul edilmelerini ifade etmektedir (Biestek, 1961 akt. Banks, 2001: 26). Bireysellik ilkesi, sorunların ve bireylerin genelleme ve standart değerlendirmelerden uzak kalarak, her durumun kendine özgülüğü çerçevesinde değerlendirilmesini ifade eder. Vakalar, her bireyin gelişimi, çevresel koşulları ve kişiliğinin farklılığı ölçüsünde ele alınır ve farklı bir müdahale planı uygulanır. Sosyal hizmet, insanları kendine özgü sorunları ve gereksinimi olan insanlar olarak değerlendirmelidir. Ancak bireyselleştirme Thompson’ın (2005: 111) da vurguladığı üzere bireyin sosyal yapıya uyumunu kolaylaştırmayı amaçlayan geleneksel sosyal hizmet değerleri çerçevesinde değil, özgürleşmeyi amaçlayan modern sosyal hizmet yaklaşımıyla gerçekleştirilebilir. Bireysellik ilkesi, sadece bireyin kendine özgü sorunları olduğundan hareketle gerçekleştiril- 107 Toplum ve Sosyal Hizmet mez. Bireyin kendini gerçekleştirmesi kısıtlanmış, güçsüzleştirilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Duyguların anlamlı dışavurumu: Müracaatçıların olumlu ve olumsuz duygularını özgürce dışa vurmaları gerektiği vurgulanmaktadır. Vaka çalışmacısı, terapiyi desteklemek üzere çalıştığı kişileri ayıplamadan ve onları cesaretlendirerek dinlemelidir (Biestek, 1961 akt. Banks, 2001:26). Ancak Thompson (2005:112) duyguların kontrolsüz şekilde dışavurumunun, olumsuz duyguları pekiştirebileceği riskinden söz ederek, duyguların amaca yönelik olarak anlamlı şekilde ifade edilmesinin önemini vurgulamaktadır. Kontrollü duygusal katılım: Vaka çalışmacısı müracaatçıların duygularına karşı hassasiyet göstermeli, anlamını kavramaya çalışmalı ve uygun tepkiler vermelidir (Biestek, 1961 akt. Banks, 2001: 26). Birey, iletişim becerileri iyi kullanılarak, destekleyici biçimde anlaşılmaya çalışılmalıdır. Uzman bireyin duygusuna uygun bir iletişim tarzı geliştirmeli, kendi duygularını ifade etmesi konusunda dikkatli olmalıdır. Duyguların inkâr edilmemesi gerekmektedir; ancak sosyal hizmet uzmanı kendini duygularına kaptırmamalıdır (Thompson, 2005: 112). Kabul etme: Müracaatçılar, zayıflıkları ve güçlü yanları, uygun ve uygun olmayan özellikleri ile birlikte, insan varlığına içkin olan saygınlıkları ve kişisel değerleri çerçevesinde kabul edilmelidir (Biestek, 1961 akt. Banks, 2001: 26). Bu değer, olumsuz davranışların onaylanması bağlamında düşünülmemeli, toplumsal olarak kabul edilmeyen düşünce, tutum ve davranışlara sahip olan ya da uzmanın kendi değerlerine 108 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 ters düşen kişiler bağlamında ele alınmalıdır. Her insanın öncelikle saygıya ve onura sahip olduğu düşüncesinden hareket edilmelidir (Thompson, 2005: 113). Kabul etme ilkesi, uzmanın müracaatçısını önyargı ve kişisel yargılardan uzak tarafsız bir şekilde değerlendirmesine dayanır. Yargılayıcı olmayan tutum: Yargılayıcı olmayan tutum ilkesine göre müracaatçıların kişiliklerini değil, davranış ve tutumlarını değerlendirme esastır. Onları suçlama ya da masumiyet yükleme reddedilir (Biestek, 1961 akt. Banks, 2001: 27). Damgalama ve önyargılarla düşünme insanların sosyal koşullar içinde şekillendiği gerçeğinin gözden kaçırılmasına yol açarak, etkili bir değerlendirme yapmayı ve uygun uygulamayı gerçekleştirmeyi engellemektedir. Müracaatçının kendi kararını kendisinin vermesi: Bireysel çalışmada müracaatçının kendi kararlarını kendisinin vermesi özgürlüğü bulunmaktadır. Ancak bu hak müracaatçıların olumlu ve yapıcı kararlar verebilme kapasitesi, kararın toplumsal ve ahlaki kurallara, yasalara uygunluğu ve kurumun işlevleri çerçevesinde değerlendirilebilir (Biestek, 1961 akt. Banks, 2001: 27). Müracaatçının kendisiyle ilgili karar vermesi ilkesi, kendi hayatına ve seçimlerine uzmanın müdahale sınırını belirleyen ve son kararı kendisine bırakmayı öneren ilkedir. Uzman rolü ile de önemli bir çatışma yaratabilen ilke, insanları kendileri ve diğer insanlar için en iyi faydayı sağlayabilecek şekilde düşünen ve karar veren bireyler olarak ele almaktadır. Müracaatçıların kendi kararlarını verebilmesi için, uygun kaynaklar konusun- Öztürk da bilgilendirilmeli, alternatif çözüm yolları üretmeleri için yardım edilmeli ve bunların sonuçları hakkında bilgilendirilmeleri gerekmektedir (Kirst-Ashman 2007:38). Sosyal hizmet uzmanının gücü ve etkisinin ölçülü olarak kullanılması önem taşımaktadır. Kendi kararını verme sürecinin desteklenmesi ve güven verilmesi gerekmektedir. Bu süreçte engel oluşturduğu anlaşılan kültürel etkiler hakkında farkındalık kazandırılması ve bu engelin aşılması için çalışılması gerekmektedir. Sosyal hizmet uzmanlarının, müracaatçının kendi kararını vermesi konusunda şiddet ve istismar gibi durumlarda müdahale edici olabileceği ve otoritesini kullanabileceği tartışılmaktadır (Thompson, 2005: 115). Sosyal hizmet uzmanının “uzman” rolü, kurumsal kişiliği ve elinde yetki bulundurması, müracaatçıların yaşamlarını kendi istedikleri doğrultuda yaşamaları konusunda güç kullanımını genişleten değil, sınırlandıran etkenler olarak değerlendirilmelidir. Müracaatçılar üzerinde tahakküm kurmak, kişinin kendine özgü birey oluşu ve kişiyi kabul ilkesi ile çatışır. Bu konuda en etkili olabilecek güç, yasaların çizdiği çerçeve ve başkasına zarar vermeme ilkesidir. Gizlilik: Mesleki çalışma kapsamında müracaatçının paylaştığı özel bilgileri gizli tutmak gerekmektedir (Biestek, 1961 akt. Banks, 2001: 27). Gizlilik müracaatçıdan veya çevresinden alınan bilgilerin, diğer uzmanlarla birlikte değerlendirme yapma ve ilgili kuruluşlara bilgi aktarımı amacı dışında, müracaatçının izni alınmadan bilgilerinin paylaşılmamasını gerektirir. Bu etik sorumluluğun yerine getirilmesi, müracaatçının uzmana güvenmesi ve kendini açabil- mesini sağlayacaktır. Kişinin değerli olduğu, kendine özgü bir yaşantısı olduğu değeri ile bütünlük halinde olan bu etik sorumluluk, müracaatçının mahremiyetini sağlayarak onu korumaktadır. Ancak bir başkasının varlığına zarar verebileceği durumlarda ve diğer uzmanlarla vaka tartışması amacıyla bilginin paylaşılması gerekmektedir. Dolayısıyla diğer ilkeler gibi gizlilik ilkesi de, içinde bulunulan bağlam içinde değerlendirilmelidir. Kant etiği ilkeleri ve Kant’ın felsefesinden hareketle oluşturulmuş olan Biestek’in etik ilkeleri sosyal hizmet açısından değerlendirildiğinde, akıl ve mantığa dayalı olarak nesnel temelde belli kurallar oluşturulduğu görülmektedir. Kant’ın etik felsefesinin, değişmez doğrular olduğu, düşünce ve davranışların bu doğrular çerçevesinde şekillenmesi gerektiği temeli üzerine kurulmuş olması, müracaatçıların ya da mesleki çalışmanın yararı yerine doğruların kendisini ön planda tutmaktadır. Biestek’in mikro düzeydeki uygulamadaki etik ilkeleri somutlaştırmasıyla işlerlik kazanan yaklaşım, mekanik bir etik anlayışına yol açabilmekte ve esnek düşünmeyi zorlaştırarak, çalışmayı sınırlandırabilmektedir. 1.2.2. Sosyal Hizmet Etiğinde Yararcı Yaklaşım Modern etiğin diğer önemli yaklaşımı olan yararcılığın temelleri Bentham (1781, 1970) tarafından atılmış, J. S. Mill (1861, 1910) tarafından geliştirilmiştir. Kural ve görevler yerine, eylemin sonuçları üzerine odaklanan yararcılık Bentham’a göre, insanların yararı, mutluluğu, hazzı ve iyiyi sağlayan davranışları seçmesini sağlarken; zarar, mutsuzluk, acı ve kötülüğe yol açan davra- 109 Toplum ve Sosyal Hizmet nış ve eylemlerden uzak durmaya yöneltmektedir (Hugman, 2005: 6). Yararcı yaklaşımda, yararın nasıl değerlendirilmesi gerektiği, kimlerin yararının öncelikli olduğu gibi konular tartışmalı olmaktadır. Bu nedenle yararcılık, etik kural sistemi olarak değil, yararın öncelikli ve önemli olduğu bir yaklaşım olarak değerlendirilmelidir. Müracaatçının en üst düzeyde yararlılığın sağlanması, bazen toplumdaki genel etik değerlerin dışına çıkmayı gerektirebilir. Doğru olan genel geçer kurallara uymak değil, olumlu sonuca ulaşmak için gerekli davranışı sergilemektir (Banks, 2001: 31- 32). Sosyal hizmet uzmanlarına esnek düşünme olanağı sağlayan yararcılık ilkesi, yaratıcı ve çok boyutlu düşünmeyi, yapılacak olan uygulamanın olumlu ve olumsuz yönlerini bir arada değerlendirmeyi gerektirmektedir. Bu aynı zamanda sosyal hizmet uzmanına önemli sorumluluk yüklemekte ve etik ikilem içine sokabilmektedir. Yararcılık ilkesinin uygulanması sırasında, bireyin ya da toplumun yararının önceliği konusuyla ilişkili olarak ikileme düşülebilmektedir. Çözüm seçeneklerinin bireysel ve toplumsal yararı birlikte sağlaması konusunda sentezlenmesi, uygulamanın en üst düzeydeki yararı sağlamasına yardımcı olacaktır. Örneğin genelevde çalışan AIDS hastası bir hayat kadının belirlenmesi durumunda, hastalığın başka insanlara bulaşmasını engellemek ya da hastalığın bulaşmış olma olasılığının olduğu kişileri bilgilendirmek amacıyla, bu kadınların teşhir edilmesi gibi uygulamalar söz konusu olmaktadır. Kadının fotoğraflarının medyaya dağıtılarak, toplumun bilgilendirilmesi kadının damgalanmasına, toplumsal yaşamdan dışlanmasına, 110 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 utanç ve suçluluk duygusu yaşamasına neden olacaktır. Diğer taraftan toplum bilgilendirilmezse, hastalığın başka insanlara bulaşması tehlikesi artacaktır. Bu durumda, çözüm seçeneklerinin birey ya da toplum yararı gibi birbirine karşıt olarak tasarlanmaması gibi bir yola gidilebilir. Kadının kimliği doğrudan açıklanmadan ve fotoğrafı yayınlanmadan tanıtıcı bilgiler verilip, şüphelenen kişilerin kadının çalıştığı geneleve gidip bilgi alması istenebilir. Bu şekilde sorunun faillerinin sorumluluk almaları sağlanabilecek, aynı zamanda kadının bireysel yararı da gözetilerek, toplumun yararı korunabilecektir. 1.2.3. Sosyal Hizmet Etiğinde Duygu Temelli Yaklaşım Duygular, etik felsefesinin temelini oluşturmada öznel, güvenilmez ve mantıksız olduğu gerekçesiyle klasik Yunan felsefesinden modern felsefeye kadar olan dönemde yetersiz olarak değerlendirilmiştir (Hugman, 2005: 48). Ancak Barbalet’in (2001 akt. Hugman, 2005: 48- 49) de belirttiği üzere son iki yüzyılda akılcılığa karşıt olarak gelişen akımlar içinde Hume, Rousseau, Shopenhauer ve Nietzsche gibi filozofların duyguyu ön plana çıkarması, duygu temelli yaklaşımın gerçekleşmesinde etkili olmuştur. Etik konusunda duyguyu önemseyen yaklaşımlar, akıl ile duyguyu birbirlerini tamamlayan unsurlar olarak bağlantılandırmaya çalışmıştır (Hugman, 2005: 49). Duyguların insan bilincini, düşüncesini, etik değerlerini ve eylemini oluşturmada temel sağladığını belirten Tallon (1997: 147- 152, akt. Hugman, 2005: 50) mesleki çalışmada sevgi, haz, inanç ve umut gibi olumlu duyguların önemine değinmektedir. Öztürk Bu yaklaşıma göre sosyal hizmet uzmanlarının olumlu duyguları yoluyla uygulamayı gerçekleştirmesi, doğru kararlar vermesi için etkili olmaktadır. Gerçekten de duygulardan arınmış akıl, insanlara yardımcı olmak için çalışan tüm mesleklerde olduğu gibi sosyal hizmet mesleğinde de yetersiz kalmakta, insancıllıktan uzaklaşmaya neden olabilmektedir. Sosyal hizmet uzmanları yararına çalıştığı insanları, “müracaatçı” değil, “insan” olarak gördüğü ve onları bir sevebildiği ölçüde “sosyal” olarak çalışmayı başarabilir. Sevmek, inanmak, umut etmek, insanların yararına çalışmaktan zevk almak, insanları anlama ve geliştirme ve yardım etmek konusunda etkili çalışmalar yapılmasını sağlamakta önemli bir güç olmaktadır. Nussbaum (2001: 345- 347 akt. Hugman, 2005: 53) merhametin önemine değindikten sonra eşduyumu ve müracaatçılara ilişkin olan ve uygun yargılarda bulunmayı engelleyen utanç, kıskançlık ve tiksinme gibi duyguların çözümlenmesi gerektiğini bildirmiştir. Utanç ve tiksinmenin birbiriyle bağlantılı olduğunu ve zayıflık, belirsizlik, savunmasız olma, ölüm düşüncesi gibi duygulardan beslendiğini belirtmektedir. Farklı gruplara gösterilen olumsuz tepkinin temelinde bu duyguların yattığı düşünülmektedir. Dolayısıyla olumlu olduğu kadar olumsuz duyguların da dikkate alınarak, sosyal hizmet uzmanlarının duygu eğitiminden geçmesinin önemi ortaya çıkmaktadır. rensel ilkeler üzerine yoğunlaşmasını eleştirmektedir. Ahlaki öznenin karakter, güdü ve duygularını da kapsayan etik yaşamı ve etik yargılarının gözardı edildiğini, etik yargıların gerçekleştirilmesindeki farklı bağlamların ve insan ilişkilerinin dikkate alınmadığını belirtmektedir. Bu bağlamda sosyal hizmete uyarlanması henüz yeterince geliştirilmemiş olan erdem etiği ve bakım etiği tartışılmaktadır. 1.2.4.1. Sosyal Hizmet Etiğinde Erdem Etiği Aristo’nun felsefesine dayanan, soyut ve kesinliğe dayalı kurallar yerine ahlaki öznenin karakterine odaklanan yaklaşımda, “erdem” insanların iyi yaşamak ve gelişmek için gerekli olan özellikleri olarak tanımlanır. Bu yaklaşımda hangi özelliklerin erdem olarak nitelendirileceği önemli bir sorun olarak belirir. Cesaret, dürüstlük, sadakat, kibarlık gibi özellikler genellikle erdem olarak değerlendirilmektedir. Erdem etiği, insanlar arasındaki ilişkilere önem verir (Banks, 2001: 43). İnsanın ruhu ve davranışları arasındaki bütünlüğe önem veren yaklaşım, iyi niyetin önemini vurgulamaktadır (Guttmann, 2006: 3). 1.2.4. Sosyal Hizmet Etiğinde İlişki (Deneyim) Temelli Yaklaşım Sosyal hizmet uzmanlarının hangi erdemlere sahip olması gerektiği, erdem etiği yaklaşımında önem kazanmaktadır. Aristo’nun erdemli davranış için kişiliğin eğitilmesi gereği düşüncesinden hareketle, sosyal hizmet uzmanlarının erdemli düşünce ve davranışları içselleştirmeleri gerektiği belirtilmektedir (Guttmann, 2006: 55). Beauchamp ve Childress (1994 akt. Banks, 2001: 42) Kantçı ve yararcı yaklaşımın kişiler yerine eyleme, tarafsız etik karar verme sürecine ve ev- İnsancıllık temelinde şefkat ve merhamet, adaletli olma, cesaret, atılganlık, koruyuculuk ve gelişim için yardımcı olma önemli erdemler olarak belirmek- 111 Toplum ve Sosyal Hizmet tedir. Sosyal hizmet uzmanlarının kişilik özelliklerini vurgulayan yaklaşım, sosyal hizmet eğitiminde öğrencilerin kişiliklerinin eğitilmesi yönündeki gereksinimi de ortaya çıkarmaktadır. 1.2.4.2. Bakım Etiği ve Sosyal Hizmet Bakım etiği (ethics of care) Kohlberg’in (1981, 1984) ahlaki gelişim kuramı ile Gilligan’ın (1982) ahlaki gelişim kuramı arasındaki tartışmalar ışığında gelişmiştir. Kohlberg, ahlaki gelişimin altı aşamada geliştiğini savunarak, ilk aşamada küçük çocukların cezadan kaçınmak için ahlaki kurallara uyduğunu belirtmektedir. İkinci aşamada başkaları için bir şey yapıldığında yardım görüleceği düşüncesiyle, ergenlik dönemine gelen üçüncü aşamada başkalarının onayı almak için ahlaki kurallara uygun düşünce ve davranışlar geliştirildiği ortaya konmuştur. Ergenlik sonrasındaki dördüncü aşamada ise kişiye uyumundan dolayı başkalarının saygı duyacağı düşüncesiyle yasa ve otoriteye karşı saygı duyulduğu kabul edilmektedir. Dolayısıyla genç yetişkinlerin geliştirdiği otonomi, insanların birbirlerine zarar vermedikleri sürece toplumsal yaşamın kendileri için iyi olacağı sözleşmesi üzerine kuruludur. Kohlberg, az sayıda insanın, ahlaki düşünmenin en yüksek aşaması olarak kabul ettiği, kendimizi ya da başkalarının onayını düşünmeden, insanın değeri üzerine kurulu evrensel etik ve adalet duygusuyla hareket ettiğini belirtmektedir (Furrow, 2005: 63). Kohlberg’in kültürlerarası yaptığı araştırma ile ahlaki gelişimin, hiyerarşik bir yapı içinde boyun eğme ve cezalandırma korkusu içinde oluştuğu yönünde geliştirdiği kuramına Gilligan, araştırmanın ilkinde Kohlberg’in kız çocuk- 112 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 larını ve kadınları örnekleme dâhil etmediği, örnekleme dâhil ettiği dönemde ise kadınların deneyimini özel olarak yorumlamadığı gerekçesiyle karşı çıkmıştır (Hugman, 2005: 67). Kız çocuklarının ahlaki gelişimin en üst aşamasına çok nadiren ulaştıkları, genelde başkasının onayını alma konusuna odaklandıkları sonucuna varan Kohlberg’i eleştirmektedir (Furrow, 2005: 63). Gilligan, kendisinin genç kadınlarla yaptığı araştırma sonucunda, kadınlar için başkalarına bakma, yardımcı olma ve sosyal ilişkinin önemli olduğu sonucuna varmıştır. Kadınlarda eşduyum, merhamet ve şefkat, başkalarını dinlemeye eğilim, insanların davranışlarını kontrol etme konusunda isteksizlik gibi özellikle ön plana çıkmıştır. Kohlberg’in kurduğu hiyerarşik yapıda, nesnellik ve akılcılık çerçevesinde geliştiğini öne sürdüğü “geleneksel ahlak” aşamasının, kadınların erkeklerden farklı olarak geliştirdikleri kadınlığa özgü bir durum olduğunu savunmaktadır. Kadınların ahlaki kuralları bilseler dahi, kesin olarak uymak yerine, başkalarını incitebilecek konularda farklı davranmayı seçtikleri ortaya konmuştur (Hugman, 2005: 67; Furrow, 2005: 64). Bakım etiği, etikteki feminist yaklaşım ile yakından bağlantılıdır. Bakım etiği kuramının önemli ismi Gilligan (1982 akt. Banks, 2001: 47) mantığa ve tarafsızlığa dayanan ve adalet etiği olarak adlandırdığı yaklaşımın, erkek yönelimli olduğunu belirtmektedir. Daha çok kadınlar tarafından uygulanan, görev yerine sorumluluğu, ilkeler yerine ilişkiyi temel alan ve kadınsı özelliklere sahip olan bakım etiğini savunmaktadır. Bakım etiği ile ilgili olan kültürel feminist yaklaşım, temelinde anaerkil bakı- Öztürk şın yattığı kültürel dönüşüme odaklanmaktadır. Kadınlara atfettikleri barışseverlik, işbirliği, farklılıkların biraradalığı ve kamusal hayatın uyum içinde düzenlenmesi gibi özellikler anaerkil toplum ütopyalarından esinlenerek oluşturulmuştur (Donovan, 2005: 69- 71). Held (1997: 634) ise annelik pratiğine odaklanarak, hamilelik, doğum, çocuk bakımı ve yetiştirilmesi sürecinde kadınların kendine ve çocuğuna gösterdiği ilgi ve özenin, bencilliği aşma, başkalarının haklarını düşünme, başkası için fedakârlık yapma gibi değerleri benimsemelerine yol açtığını bildirmiştir. Bakım etiği kuramı, ataerkilliğin şekillendirdiği kadın imgesi üzerinden hareket edildiği gerekçesiyle feministler tarafından eleştirilerek, kuramın feminist değil, feminen (kadınsı) bakım kuramı olarak adlandırılması gerektiğini savunmuştur. Feministler, birbirine karşıt olarak kadın ve erkeğe iliştirilen Gilligan ve Kohlberg’in tezleri ile yine birbirine karşıt olarak şekillenen Kantçı ve yararcı etik ile bakım etiğinin karşıtlıklarını eritmek amacıyla yapısöküme uğratılması gerektiğini savunmaktadır (Hughes, 2002: 127- 128). Bakım etiğinin, kadınları sadece bakım rolleriyle tanımladığı ve bakım işinin kadını yıpratıcı etkilere sahip olabildiği (Banks, 2001: 47), kendini feda etme ve başkalarına hizmet etme gibi değerlerin, ataerkilliğin kadını özel alanla tanımlamasıyla sınırladığı savunulmuştur. Bakım değerinin kadının özünde olmadığı, kadınların bakım verici roller üzerinden sosyalleştirilmeleri nedeniyle bakım rolünü üstlendikleri tartışılmıştır. Aynı zamanda, erkekleri bakım işinden soyutlamamak gerektiği yönünde eleştiri yapılmıştır (Hugman, 2005: 68; Hughes, 2002: 128). İnsanları kendine özgü varlıklar olarak değerlendiren yaklaşım, Kantçı ve yararcı etiğin evrensel kurallarından hareketle, bireyi temel alarak aşağıdan yukarıya doğru bir mantık çerçevesi içinde ilerlemektedir (Furrow, 2005: 66- 67). Bakım etiğinde vurgulanan her kişinin ve durumun kendine özgülüğü, insanların birbiriyle ilişkileri, dayanışma, iletişim gibi özellikler ile Kant etiğinde vurgulanan bireysel özgürlük, görev sorumluluğu gibi ilkelerin birbirini tamamladıkları savunulmaktadır (Mendus, 1993: 18 akt. Banks, 2001: 50). Benzer şekilde Miller (2005), Kant’ın mantığa ve kurallara dayalı etiği ile bakım etiğinin duygusal yanını bütünleştirme girişiminde bulunmuştur. Bakım görevi (duty to care) adını verdiği yaklaşıma göre, herkes başkalarına bakmak için aynı isteğe sahip değildir. Bakımdan doyum alan ve baktığı kişiyle yoğun duygusal bağları olan insanlar bile birçok kez, bakım işinin yaşamı kısıtlayıcı yönü nedeniyle sıkıntı hissetmekte ve olumsuz duygular geliştirebilmektedir. Diğer bir eleştiri, bakımın sadece geleneksel olarak bakım işini yüklenmiş kişilerce değil, olabildiği kadar eşit biçimde, toplumun tüm kesimleri ve erkekler tarafından da üstlenilmesi gerektiğine ilişkindir (Miller, 2005: 113). Kadının bu konuda özel bir duygusal yetisinin olduğunun vurgulanması ile ağır bir yük haline gelebilen bakım işinin kadının ezilmesinde rol oynayabileceğine işaret edilmiştir. Herhangi bir kural ya da yargıya ulaşma çerçevesi sunmayan bu etik yaklaşımının, mesleki çalışmada hizmet verilen kişilerin yabancı insanlar olması nedeniyle, etkisiz kalacağı kaygısı dile getirilmiştir (Allmark, 1995 akt. Hug- 113 Toplum ve Sosyal Hizmet man, 2005: 77). Bakım işinin, bakılan kişiyle duygusal bağları olmayan insanlar tarafından yapılması, duygulardan tam olarak bağımsızlaşmamış görev etiğini gerekli kılmaktadır. Kişilerin kendi kararlarını verme ve yaşamlarını belirleme yetilerini ifade eden yapısal gereksinimlerinin karşılanmasında, mantık ve bağımsızlığın yanı sıra duygular ve ilişkisellik etkin olmalıdır. Farklı kültürel yapılara saygılı bir bakım modeli önerilmekte, insanların onuruna karşı hassas olunması istenmektedir. Miller, pratik sevgi kavramını ortaya atarak, insanların olumlu duygular oluşturmaya çalışarak başkalarının gereksinimlerini karşılamakla yükümlü olduklarını belirtmiştir. Bakıcının kendini adayarak, aşırı derecede fedakârlıkta bulunması ve tüketmesi önerilmemektedir. Kişiler kendilerine karşı olan görevlerini aksatmadan, kendi mutluluklarını da gözeterek başkaları için çalışmalıdır (Miller, 2005: 116- 117). Bakım, sadece gereksinim içinde olan insanlara verilmesi gereken bir emek türü değildir. Bakım, bu işi üstlenmiş kişilerin kendilerini de kapsamalıdır. İnsanlar, kendi gereksinimlerini gözden kaçırmamalı, değersiz görmemeli ya da işini aksatacak bir unsur olarak değerlendirmemelidir. Aksine bakım sağlayan kişinin kendi gereksinimlerinin karşılanması hem kendi içinde tutarlı ve dengeli bir yapının oluşmasını sağlamakta, hem de bakım verilen kişilere karşı yaşanabilecek olan olumsuz duyguların engellenmesinde etkili olmaktadır. Kişinin kendine duyduğu saygı, kendini değerli bulması, kendini geliştirmesi ve doyum sağlaması, başkaları için bu ideallerin gerçekleştirilmesi konusunda güdülenmeyi sağlayabilmektedir. Kişinin psikolojik yaşantısı ile sos- 114 Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009 yal yaşantısının uyumu oldukça önemlidir. Bu iki yaşantıyı dengelemek, bakım veren kişinin yaptığı şeyin, kendisi için olumlu bir karşılığının olması anlamına gelmektedir. Başkasının mutluluğunun, kişiye mutluluk vermesi önemli bir güdülenme kaynağı olabilmektedir. SONUÇ Sosyal hizmet etiği konusunda akla ve duyguya dayanan iki temel yaklaşım bulunmaktadır. Akla dayanan yaklaşım, belli değerleri temel alarak geliştirilen etik ilkeleri, eleştirel akıl aracılığıyla çeşitli durumlara uyarlamaktadır. Evrensel insanlık değerleri ve yararın gözetilmesi, sosyal hizmet değerleri ile bağlantılı olarak, sosyal hizmet uzmanlarına uygulamada yol göstermektedir. Bilimsel bilgiler ışığında kullanılan etik ilkeler, mekanik bir çalışma anlayışının gelişmesine yol açabilmekte, sosyal hizmet uzmanlarının birlikte çalıştıkları kişilere ve topluma yabancılaşmalarına neden olabilmektedir. Duyguyu temel alan yaklaşım ise, insanın öznel varlığından hareketle, belli etik ilkelere dayanmadan doğru yaklaşımın uygulanabileceği üzerine kuruludur. Meslek elemanlarının kurduğu insani ilişkiler, kişilikleri ve duygularının temel alınması gerektiğini savunan yaklaşım, mesleki çalışma ile uzmanın varlığının bütünleşmesi gerektiğini savunmaktadır. Duyguların vurgulanması, sosyal hizmetin insancıl temelleriyle yakından bağlantılı olup, etkili bir uygulama gerçekleştirilmesi, güdülenmenin sürekli kılınması, insanlara yönelik olumlu bir yaklaşım geliştirilmesi ve sosyal hizmetin temel değerlerinin hayata geçirilmesinde önemli yere sahiptir. Öztürk Sosyal hizmet etiği, değişen toplumsal koşullar ve sosyal hizmet uygulaması çerçevesinde gelişmektedir. Durağan bir niteliğe sahip olmayan sosyal hizmet ve etiği çeşitli tartışmalarla zenginleşmektedir. Bu zenginleşme, bir yaklaşıma bağlı kalmayı güçleştirmektedir. Farklı yaklaşımlar arasında toplumun, kurumun, uygulamanın ve vakanın koşulları değerlendirilerek yeni bileşimlere gidilmelidir. Akıl ve duygular tek başlarına yeterli olmamakta, uygulamanın etik olarak gerçekleştirilmesinde etkisiz kalabilmektedir. Bu süreçte esnek düşünme ve yaratıcılık etkin kılınmaya çalışılmalı, akıl ve duygu bütünleştirilmelidir. Held, V. (1997) “Feminism and moral theory”, Meyers, D. (ed) Feminist Social Thought- A Reader, USA, Routledge. Hughes, C. (2002) ”Care”, Key Concepts in Feminist Theory and Research, UK, Sage. Hugman, R. (2005) New Approaches in Ethics for the Caring Professions, USA, Palgrave Macmillan. Kant, I. (1964) “Fundamental principles of the metaphysic morals”, Freund, H.E. ve Mourant, J.A. (ed) Problems of Philosophy, New York, MacMillan. Kirst-Ashman, K. (2007) Introduction to Social Work and Social Welfare- Critical Thinking Perspectives, Australia, Thomson. KAYNAKÇA Kohlberg, L. (1981) Essays in Moral Development: Volume 1, The Philosophy of Moral Development, San Francisco, Harper and Row. Banks, S. (2001) Ethics and Values in Social Work (2. basım), New York, Palgrave. Kohlberg, L. (1984) Essays in Moral Development: Volume 2, The Philosophy of Moral Development, San Francisco, Harper and Row. Allmark, P. (1995) “Can There be an Ethics of Care?”, Journal of Medical Ethics, 21 (1) 19-24. Bauman, Z. (1995) Life in Fragments, Oxford, Basil Blackwell. Barbalet, J. (2001) Emotion, Social Theory and Social Structure: Macrosociological Approach, Cambridge, Cambridge University Press. Beauchamp, T. L. ve Childress, J. F. (1994) Principles of Biomedical Ethics (4. Basım), New York, Oxford University Press. Biestek, F. P. (1961) The Casework Relationship, London, Allen ve Unwin. Donovan, J. (2005) Feminist Teori- Amerikan Feminizminin Entellektüel Gelenekleri, İstanbul, İletişim. Furrow, D. (2005) Ethics- Key Concepts in Philosophy, New York, London, Continuum. Mendus, S. (1993) “Different Voices, Still Lives: Problems in the Ethics of Care”. Journal of Applied Philosophy, 10, 17-27. Miller, S. C. (2005) “A Kantian ethic of care”, Andrew, B., Keller, J. ve Schwartzman, L.H. (ed) Feminist Interventions in Ethics and Politics, USA, Rowman Littlefield. Nussbaum, M. (1996) “Compassion: The Basic Social Emotion”, Social Philosophy and Policy, 13 (1) 27-58. Tallon, A. (1997) Head and Heart: Affection, Cognition, Volition as Triune Consciousness, New York, Fordham University Press . Gilligan, C. (1982) In a Different Voice, Cambridge, Polity Press. Thompson, N. (2005) Understanding Social Work- Preparing for Practice (2. basım), USA, Palgrave Macmillan. Guttmann, D. (2006) Ethics in Social WorkA Context of Caring, New York, The Haworth Press. Şengör, C. A.M. (2006) “Etiksiz Bilim Olur Mu?”, Cumhuriyet Gazetesi Bilim ve Teknoloji Dergisi, 1030, 18-20. 115