pdf - TOPLUM VE SOSYAL HİZMET

Transkript

pdf - TOPLUM VE SOSYAL HİZMET
TOPLUM ve SOSYAL HİZMET
Society and Social Work
DANIŞMA KURULU / ADVISORY BOARD
Prof. Dr. Çiğdem ARIKAN (Selçuk Üniversitesi)
Prof. Dr. Işıl BULUT (Başkent Üniversitesi)
Prof. Dr. Kemal ÇAKMAKLI (İstanbul Üniversitesi)
Prof. Dr. Muammer ÇETİNGÖK (Tennessee Üniversitesi)
Prof. Dr. Veli DUYAN (Ankara Üniversitesi)
Prof. Dr. Gönül ERKAN (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Ronald FELDMAN (Columbia University)
Prof. Dr. Vedat IŞIKHAN (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Faruk KOCACIK (Cumhuriyet Üniversitesi)
Prof. Dr. Aliye MAVİLİ AKTAŞ (Selçuk Üniversitesi)
Prof. Dr. Jürgen NOWAK
Prof. Dr. Remzi OTO (Dicle Üniversitesi)
Prof. Dr. A. Beril TUFAN (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Erden ÜNLÜ (Süleyman Demirel Üniversitesi)
BU SAYININ HAKEMLERİ / REVIEWERS OF THIS ISSUE
Prof. Dr. Gönül ERKAN (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Beril TUFAN (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Sevil ATAUZ (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. İlhan TOMANBAY (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Işıl BULUT (Başkent Üniversitesi)
Prof. Dr. Çiğdem ARIKAN (Selçuk Üniversitesi)
Prof. Dr. Yıldırım DOĞAN (Ankara Üniversitesi)
Prof. Dr. Zehra ARIKAN (Gazi Üniversitesi)
Prof. Dr. Yeşim GÖKÇE KUTSAL (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Prof. Dr. Mine TAN (Ankara Üniversitesi)
Doç. Dr. Nilgün KÜÇÜKKARACA (Hacettepe Üniversitesi)
Doç. Dr. Özlem CANKURTARAN ÖNTAŞ (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Emine AKYÜZ (Ankara Üniversitesi)
Yrd. Doç. Dr. Filiz DEMİRÖZ (Hacettepe Üniversitesi)
Yrd. Doç. Dr. Ahmet ACIDUMAN (Hacettepe Üniversitesi)
Dergimiz, EBSCO ve INDEX COPERNICUS uluslararası bilimsel veri tabanları içerisinde yer almaktadır.
The journal is indexed in the international scientific databases of both EBSCO and INDEX COPERNICUS.
TOPLUM VE SOSYAL HİZMET
Society and Social Work
Hacettepe Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Sosyal Hizmet Bölümü Dergisi
Publication of Social Work Department
Faculty of Economics and Administrative Sciences, Hacettepe University
Hakemli Dergidir.
Blind Peer Reviewed Journal
H. Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Adına
On Behalf of H.U.
Faculty of Economics and Administrative Sciences
SAHİBİ/PUBLISHER
Prof. Dr. Mehmet TOKAT
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ/EDITING AUTHORITY
Prof. Dr. Mehmet TOKAT
YAYIN KURULU BAŞKANI/CHIEF EDITOR
Prof. Dr. Mehmet TOKAT
YAYIN KURULU BŞK. YRD./ASSOCIATE EDITOR
Prof. Dr. Sevil ATAUZ
YAYIN KURULU/EDITORIAL BOARD
Prof. Dr. İlhan TOMANBAY
Doç. Dr. Nilgün KÜÇÜKKARACA
Yrd. Doç. Dr. Özlen ÇELEBİ
YAYIN SEKRETERİ
Dr. Tarık TUNCAY
İNGİLİZCE EDİTÖR/ENGLISH EDITOR
Yrd. Doç. Dr. Aytül ÖZÜM
CİLT/Volume:20
SAYI/Number: 1
AY/Month: NİSAN
YIL/Year: 2009
ISSN 1302-7867
YAYIN TÜRÜ/TYPE OF PUBLICATION
YEREL/SÜRELİ YAYIN
YAYIN DİLİ
TÜRKÇE
YAYINLANMA BİÇİMİ
Altı Ayda Bir
BASIM TARİHİ/PUBLICATION DATE
???
BASIMCININ TİCARİ ÜNVANI/TRADE TITLE OF PUBLISHER
HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ HASTANELERİ BASIMEVİ
06100, SIHHİYE-ANKARA
Tel: 0312 310 97 90
YAYIN YÖNETİM YERİ/ADMINISTRATION OFFICE OF PUBLICATION
Hacettepe Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Beytepe/Ankara
Tel: (0312) 297 68 30
İLETİŞİM ADRESİ/CONTACT ADDRESS
Dr. Tarık TUNCAY
Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Sosyal Hizmet Bölümü
Fatih Cad. 195, Çiftasfalt-Keçiören
06290 ANKARA TÜRKİYE
Tel: +90 312 355 21 30/132
Faks: +90 312 355 57 71
http://www.tsh.hacettepe.edu.tr
E-Posta: [email protected]
İÇİNDEKİLER
7-22 Madde ve Madde Kullanımı İle Mücadelede İbrahim CILGA
23-32 Aile Arabuluculuğu
Family Mediation
Sunay İL
33-46
Politika ve Strateji Öncelikleri
Priorities of National Policy and Strategy in
ombating Drugs and Drugs Abuse
Grup Çalışmasının Cinsel Suçtan Hükümlü
Yüksel BAYKARA ACAR
Çocukların Sosyal İlişki, Empatik Beceri ve
Benlik Saygısına Etkisi
The Effect of Group Work on the Level of
Self Esteem, Emphatic Skills and Social
Relationships of Convicted Young Sexual Offenders
47-52 Yaşlılıkta Kuşaklararası İlişkiler
Intergenerational Relations in Old Age
İsmail TUFAN
Suzan YAZICI
53-66 Feminist Sosyal Hizmet Uygulaması Feminist Social Work Practice
Sema BUZ
67-84
Türkiye’de Yaşlı Nüfusun Yalnızlık ve Yoksullu
Durumları ve Sosyal Hizmet Uygulamaları
Açısından Bazı Çıkarımlar
Loneliness and Poverty Conditions of the Elderly
Population in Turkey and Some Inferences about
Social Work Interventions
85-94 Sosyal Çalışma ve Çocuğun İyilik Hali Social Work and Child Well-Being
95-104
Mehmet Zafer DANIŞ
İsmet Galip YOLCUOĞLU Modern Çocukluk Paradigmasının Oluşumu - Emrah AKBAŞ
Eleştirel Bir Değerlendirme
Reyhan ATASÜ TOPÇUOĞLU
Formation of The Modern Childhood Paradigm – A Critical Evaluation
105-116Sosyal Hizmet Etiğinde Farklı Yaklaşımlar Different Approaches in Social Work Ethics
Aslıhan Burcu ÖZTÜRK
Cılga
Derleme
MADDE VE MADDE
KULLANIMI İLE
MÜCADELEDE
ULUSAL POLİTİKA
VE STRATEJİ
ÖNCELİKLERİ
Priorities of National
Policy and Strategy in
Combating Drugs and
Drugs Abuse
İbrahim CILGA*
*
Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İda-
ri Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü
ÖZET
Avrupa Birliği’nin madde ile mücadele eylem
planı disiplinler arası, bütüncül çok sektörlü ve anahtar olarak, talebin azaltılması, arzın azaltılması ve kaçakçılıkla savaş, uluslar
arası işbirliği, ulusal düzeyde ve Birlik düzeyinde eşgüdümü temel alan bileşik bir yanıtın önemini vurgulamaktadır. Madde ile Mücadele Avrupa Birliği Eylem Planı; bilgilendirme, talep azaltılması etkinliği, narkotik
ilaç ve psikotropik maddelerin kaçakçılığının azaltılması için etkinlik, uluslararası düzeyde etkinlik, eşgüdüm alanlarını içermektedir. Bu makale, Türkiye için madde ile mü-
cadele ulusal politika ve strateji planı modelini kapsamaktadır. Uluslar arası sahnede,
saygın bir yere sahip olmak ve ulusal çıkarlara etkili bir şekilde gerçekleştirilecek politika yürütebilmek için, ulusal gücün bir bütün olarak geliştirilmesi gerekmektedir.
Anahtar Sözcükler: Madde ile Mücadele
Ulusal Politika ve Strateji Planı
ABSTRACT
EU action plan to combat drugs stresses
the need for a global, multidisciplinary and
integrated response based on the following
four key elements: demand reduction, supply
reduction, the fight against illicit trafficking and international co-operation and coordination at national and union level. The
EU Plan to Combat Drugs further covers the
following areas: information sharing, action
on demand reduction, action on reduction of
illicit trafficking in narcotic drugs and psychotropic substances, action at international
level and co-ordination. This article focuses
on Turkey’s national policy and strategy plan
to combat drugs. In order to occupy a prominent position on the international scene and
to be able to conduct a drugs policy to effectively realize national interests, national
power must be developed as a whole, because on the international arena and European Union, power is still the most important
factor.
Key Words: National Policy and Strategy
Plan to Combat Drugs.
GİRİŞ
Türkiye; AB sürecinde aday ülke olarak
katılım ortaklığı belgesinde geliştirilen
ulusal programda Adalet ve İçişleri Komisyonu kapsamında uyumlu hale getirilmesini kabul etmiştir. Madde Bağımlılığı alanındaki ‘’Uyuşturucu Madde
7
Toplum ve Sosyal Hizmet
Kullanımı ile Mücadele, Takip ve Yönlendirme için Ulusal Politika ve Stratejiler Belgesi’’ni (1998) gözden geçirerek kısa vadede ‘’Madde ile Mücadelede Avrupa Birliği Eylem Planı (2000
-2004) ile uyumlu hale getirilmesi benimsenmiştir. Uyumlaştırma ve geliştirme çalışmaları çerçevesinde ulusal
çalışmalar; eylemler ve elde edilen sonuçlar değerlendirilmiştir. Madde ile
Mücadelede Avrupa Birliği Eylem Planında (2000–2004) yer alan; Avrupa
Birliğinde madde tüketimi ve kaçakçılığındaki son eğilimler, Madde ile mücadelede Avrupa Birliği yaklaşımı, Değerlendirme, Yeni zorluklar, Amsterdam
Anlaşması ile sağlanan yeni yasal çerçeve, Özel hedefler bölümlerinde yer
alan temel amaç ve hedefler düşüncelerden yola çıkılmıştır. Türkiye’nin kendine özgü çalışmaları; tarihsel birikimleri; oluşturulan mevzuat; madde kaçakçılığı ve tüketimi ile ilgili geliştirilen
politikalar ve uygulamaları; Uyuşturucu Madde Kullanımı ile Mücadele, Takip ve Yönlendirme Üst ve Alt Kurullarının kurumsallaşması; oluşturulan Ulusal Politika ve Stratejiler Belgesi ile ona
bağlı olarak gerçekleştirilen değerlendirilmiştir. Değerlendirme çalışmaları kapsamında, ulusal politika ve strateji belgesinin Avrupa Birliği eylem planı ölçütlerine göre geliştirilmesi temel
alınmış, madde kaçakçılığı ve tüketimi
alanlarında Türkiye’nin kendine özgü
konumu, sorununun yapısal boyutları
ve görünümleri, duyulan gereksinimlerin nitelikleri dikkate alınarak ulusal politika ve stratejiler ile ulusal aktivitelere
yol gösterecek açılımlar geliştirilmiştir.
Hazırlanan yeni raporun içeriği ve niteliği, aday ülke olan Türkiye’nin “Avrupa
Birliği Müktesabatının üstlenilmesine
ilişkin Türkiye Ulusal Programı’’ kapsamında taahhüt ettiği kısa dönemli so-
8
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
rumluluklardan birisi olarak gerçekleştirilmiştir.
YENİ BOYUTLAR
Türkiye Cumhuriyeti bilimsel uygulamalardan gelen kendi birikimleri ve uygulamaları ışığında, madde kaçakçılığı
ve madde tüketimi konularında mücadele, önleme, koruma ve rehabilitasyon
boyutlarında gerçekleştirdiği çalışmalarında; sistemci, bütüncü, disiplinler
arası, çok sektörlü, çoklu iletişime ve
etkileşime dayalı yaklaşımı benimser.
Madde kaçakçılığının ve madde kullanımının önlenmesi doğrultusunda toplumun ve insanın yüksek yararının gözetilmesi, ulusal ve uluslararası düzeylerde toplumların ve insanların sağlığının korunması, bedensel, zihinsel, duygusal ve sosyal yönlerden sağlıklı, bağımsız, yaratıcı, üretken, nitelikli çocukların ve gençlerin yetiştirilmesi temel alınır. Uluslararası Çocuk Hakları
Sözleşmesi ilke ve standartları doğrultusunda çocuklara ve gençlere daha iyi
yaşama, korunma, yetişme ve katılım
fırsatları sağlayarak toplumsal yaşama
etkin olarak katılmalarını sağlayacak
programların ve projelerin gerçekleştirilmesini öngörür. Uluslararası Gençlik
Yılı İlkeleri (1985) olan: gelişme, katılım
ve barış ilkeleri doğrultusunda gençlerin her alanda ve her düzeyde sorumluluk sahibi bireyler olarak yetiştirilmelerinin eğitim yoluyla sağlanması düşüncesi politika ve stratejilerin özünü oluşturmaktadır.
Politika ve stratejilerde öncelik
verilecek konular:
1. Madde kaçakçılığının ve kullanımının önlenmesi için talebin azaltılması,
Cılga
2. Madde arzının azaltılması ve kaçakçılıkla savaşın etkin bir düzeyde
sürdürülmesi,
3. Madde kullanımının tüm nüfus açısından önlenmesi,
4. Risk gruplarının korunması için tüm
vatandaşlarda mücadele ve önleme
çalışmalarına katkı verecek bir güç
oluşturmaya olumlu yönde ve toplum yararını gözeten değer, tutum
ve davranışların geliştirilmesidir.
Politika ve stratejilerle varılmak
istenilen hedefler;
1. Madde kaçakçılığının ve kullanımının önlenmesi için yaklaşımlar resmi, gönüllü ve özel kurumsal yapıların geliştirilmesi amacıyla tüm sektörlerde mevcut birimlerin yapı ve
işleyişlerinin her yönden güçlendirilmesi,
2. Bilimsel ve teknolojik donanımın geliştirilmesi, insan kaynaklarının nitelik ve nicelik olarak yükseltilmesi,
ortak politika ve stratejilere göre eyleme yönetilmesi,
3. Madde kullanımının önlenmesi, tüm
nüfusun ve risk gruplarının korunması, risk gruplarıyla ilgili tüm tarafların daha etkin çalışmalar yapmaları için yeni organizasyon ve hizmet kuruluşları oluşturularak etkili
ve güçlü bir kurumsal ağın geliştirilmesi,
4. Yeni yapılar içinde koruma, önleme
ve eğitim çalışmalarında profesyonel olarak çalışacak uzman ve nitelikli personelle desteklenmesi,
5. Oluşacak yeni kurumsal yapıların
işlevsel bir sistem olarak işlemesi
ve aralarında bütüncü, çok sektörlü,
işbirliği içinde çalışma ve ortak bir
veri tabanı oluşturarak çalışma düzeninin oluşturulmasıdır.
Politika ve stratejiler kapsamında
sağlanacak gelişmeler aşağıda
belirtilmiştir;
1. Madde kullanımı riski ve eğilimi içinde olanların önlenmesi, akut ve kronik aşamada bağımlı olanların tedavisi ve rehabilitasyonu için mevcut
kurumsal yapıların güçlendirilmesi,
2. Alt yapı olanaklarının arttırılması,
nitelikli uzman personel yönünden
desteklenmesi, yetişme, gelişme,
araştırma, eğitim ve hizmet yönlerinden güçlendirilmesi,
3. Tedavi sonrası süreçlerde yeniden
bağımlılık içine girilmemesi için tedavi sonrası hizmet boyutun geliştirilmesi, tedavi sürecindeki bağımlıların toplumsal yaşama yeniden
uyum ve katılımlarını sağlayacak
sosyal destek mekanizmalarını harekete geçirecek hizmet birimlerinin
oluşturulması,
4. Türkiye’ de madde bağımlılığı ile etkin bir mücadelede geniş, bileşik ve
birbirini tamamlayan zihniyet, yapı
ve uygulamaları geliştirerek taraflar
arasında iş bölümü, bağlantılı çalışma, işbirliği ve eşgüdümün sağlandığı bir yaklaşımın uygulamaya dönüştürülmesi,
5. Tüm dünyada ve Türkiye’ de madde kaçakçılığı ve kullanımı yönünden etkin bir savaşın gerçekleştirilmesi yoluyla özgürlük, adalet, güvenlik ve refah düzeyinin yükseltildiği güvenli, nitelikli bir yaşamın sağlanması, toplumun ve insanın mutluluğunun gerçekleştirilmesi,
9
Toplum ve Sosyal Hizmet
6. Kaçakçılıkla savaş ile madde kullanımı ve bağımlılığını önlemeye yönelik bütüncü, sistemci, çok taraflı olarak merkezi yönetim, yerinden
yönetim, yerel yönetim ve sivil toplum kuruluşlarının katılımıyla eylemlerin gerçekleştirilmesi,
7. Ulusal ve uluslararası eylemlerde; bilgilendirme etkinlikleri, talebin
azaltılması etkinlikleri, narkotik ilaç
ve psikotropik maddelerin kaçakçılığın önlenmesi etkinlikleri, ulusal eylem planı, uluslararası düzeyde etkinliklerin (UNDCP, Türkiye Cumhuriyeti, balkanlar, orta doğu, Asya ülkeleri vb.) gerçekleştirilmesi,
8. Avrupa birliği sürecinde Avrupa
Madde Ve Madde Bağımlılığı İzleme Merkezi ve Avrupa Madde Bağımlılığı Birimi, Avrupa Polisi ile işbirliği içinde çalışma sürecinin karşılıklı işbirliği ilkeleri ve üyelik doğrultusunda gerçekleştirilmesi her
alanda ve her düzeyde eşgüdüm ve
işbirliği içinde çalışılmasıdır.
TÜRKİYE’ DE MADDE TÜKETİMİ VE
KAÇAKÇILIĞINDA SON EĞİLİMLER
Türkiye madde kaçakçılığı açısından
bir geçiş ülkesi olma konumu nedeniyle, kaçakçılığın önlenmesi doğrultusunda etkili ve sonuç alıcı bir yapılanma geliştirmiştir. Asya’dan batıya doğru yoğunlaşan yasadışı madde ticaretinin önlenmesi konusunda güvenlik önlemleri etkili bir şekilde sürdürülmekte olup, başarılı sonuçlar alınmaktadır. Türkiye’ de madde arzının önlenmesi ve piyasanın oluşturmasıyla etkili
bir mücadele sürdürülmektedir.
Madde tüketimi yönünden Türkiye’ de
en yaygın kullanımı olan maddeler alkol
10
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
ve sigaradır. Alkol tüketiminde değer,
tutum ve davranışları sosyo-kültürel
yapılar yönlendirmekte olup, alkol tüketim miktarı, eğilimleri ve genç yaşta kullanma alışkanlığının kazanılması eğilimleri sürmektedir. Türkiye’ de
sigara tüketimi giderek artan bir düzeye ulaşmakta olup, erken yaşta sigaraya başlama eğilimi önemli risk alanı
olarak gözlemlenmektedir. Tütün üretimi ve sigara üretimi konusunda devlet kontrolünde bulunan tekelci yapılar,
son yıllarda özelleştirme düzenlemeleri nedeniyle uluslararası pazara açılmış üretim ve tüketim piyasası bağımlılık eğilimlerini arttıracak yapısal riskleri taşımaktadır.
Geleneksel tarım toplumundan hızla
sanayi toplumuna geçiş sürecinde bulunan Türkiye; sosyal ve ekonomik krizler, artan göç, kentleşme ve kentlileşme sorunları nedeniyle tüm nüfusun
yanında çocukların ve gençlerin yetişme, gelişme ve katılım koşulları yapısal risklere bağlı olarak sorunlar içermektedir. Eğitimde süreklilik, çalışma
hayatına erken yaşta başlama, kimsesiz ve korumasız sokakta yaşayan ve
sokakta çalışan çocukların bir alt kategori olarak ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu kesimlerde suça yönelme,
çoklu madde kullanımı (uçucu madde, sigara, alkol) yaygınlaşmıştır. Eğitime devam eden aileli çocuklar arasında yaşam koşullarındaki yetersizlikler,
ailenin ve okulun işlevsiz kalması ve
olumsuz örneklerin etkili olması nedeniyle sigara kullanma ve uçucu maddeleri kullanma eğilimlerine yöneldikleri,
çete yapısı içinde bir alt kültür oluşturarak organize oldukları gözlenmektedir. Ekonomik kriz sürecinde; artan işsizlik, gelir dağılımındaki yetersizlikler, ailenin yaşam kalitesindeki düşüş-
Cılga
ler nedeniyle aile nüfus kompozisyonu
içinde yoksulluğa, işsizliğe bağlı olarak alkol ve sigara kullanım eğiliminin
yükseldiği gözlenmektedir. Türkiye’ de
madde kullanımı ve madde bağımlılığı
alanında doğal ve sentetik yollarla üretilen yasa dışı uyuşturucu madde kullanımında esrar ve eroin ön sırayı almaktadır. Diğer sentetik madde ve psikotrop ilaçların kullanım eğilimleri düşüktür (www.tubim.gov.tr).
Ülke genelinde yasal ve yasal olmayan
madde kullanım eğilimleri konusundaki değerlendirme ve gözlemler sorunun
Türkiye’ de birinci aşamada bulunduğunu göstermektedir. Bu nedenle, Türkiye ulusal politika ve stratejilerinde koruma ve önleme çalışmalarına öncelik
vermektedir. Gelişmiş ülkelerle Türkiye karşılaştırması yapıldığında; gelişmiş ülkelerde sorunun ikinci aşamada
bulunduğu, kullanım ve bağımlılık aşamasında olanlara yönelik yaklaşım ve
hizmetlerin ön planda olduğu gözlenmektedir. Bu konuda, TUBİM tarafından 2006 yılında geliştirilen “Bağımlılık
Yapıcı Maddeler ve Bağımlılıkla Mücadele Ulusal Politika ve Strateji Belgesi”
önemli bir kaynaktır.
Bu sonuç, Türkiye’ nin sorunla ilgili bulunduğu yer, eğilimler ve önlemler açısından diğer ülkelerden farklı politika
ve stratejiler geliştirmesi gerekliliğini
yapısal olarak öne çıkartmaktadır. Türkiye madde kullanım eğilimleri ile madde bağımlılığı yönlerinden gerçek durumu ortaya koymak açısından ‘’Türkiye Profili’’ni ortaya koyacak bir araştırma modelini hazırlamış olup, kaynak gereksinimi nedeniyle değerlendirme araştırmasını tamamlayamamıştır. Uyuşturucu ile Mücadele, Takip ve
İzleme Üst ve Alt Kurulları ile Bilimsel
Danışma Komitesinin 1996 yılından bu
yana çalışması önemli bir birikim ve deneyim sağlamıştır. Ulusal temas noktası olarak kabul edilen T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu yasal, idari
ve kurumsal yapısını güçlendirme çalışmaları yanında AB sürecinde, Ulusal
Programda madde kaçakçılığı ve bağımlılığı sorununun öncelikli olarak yer
almasını başarmıştır.
MADDE KULLANIMI VE
BAĞIMLILIĞINI ÖNLEME POLİTİKA
ÖNGÖRÜLERİ
Politika öngörüleri; yaklaşım, değerlendirme, yeni zorluklar, var olan yasal
çerçeve, temel strateji, genel amaçlar
ve hedefler, uygulamaya dönük amaçlar ve hedefler ve ulusal eylem planı
kapsamı başlıkları altında bütüncül bir
yaklaşımla geliştirilmiştir.
YAKLAŞIM
Türkiye yasa dışı madde kaçakçılığı ile
madde kullanımı ve madde bağımlılığını önleme çalışmaları birbirini tamamlayan ve ortak mücadele oluşturduğu
sinerjiyi güçlendirerek, ulusal eylemlerini sistemli, bütüncül, disiplinler arası,
çok sektörlü ve ortak bir strateji geliştirme amacındadır. Türkiye; ulusal eylemlerine temel olacak politika ve stratejileri; toplumsal yapının özelliklerine,
ortaya çıkan gereksinimlere ve yaşanılan sorunlara göre dinamik ve esnek
bir anlayışla geliştirmeyi, bu doğrultuda yasal, idari ve kurumsal yapılarına
daha etkin bir mücadeleyi gerçekleştirecek düzeyde geliştirmeyi, taraf olduğu uluslararası sözleşme ve antlaşmalar doğrultusunda uluslararası sorumluluklarının gerektirdiği vizyon ve misyonla çok taraflı etkili ve verimli çalışmalar gerçekleştirmeyi ilke edinmiştir.
11
Toplum ve Sosyal Hizmet
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
DEĞERLENDİRME
YENİ ZORLUKLAR
Türkiye’nin madde kaçakçılığı ile mücadele, madde kullanımı ve madde bağımlılığını önleme çalışmalarına temel
olan yaklaşımını bütünleyen ve geliştiren bir boyuttur. Değerlendirme metodolojisinin bilimsel çalışmalarda gerçekçi ve geçerli kriterlerinin geliştirilmesi çalışmalarına uluslararası düzeyde, Avrupa Birliği sürecinde katkı vermeye, bilimsel alanda ve uygulamalarda elde edilen ulusal birikimlerle evrensel düzeyde katkıda bulunma düşüncesi kabul edilmiştir. Türkiye’nin geçmiş
dönemdeki ulusal politika ve strateji
belgesi ve uygulamaları doğrultusunda
geliştirilen bu yeni belge, ulusal düzeyde ilgili kurum ve kuruluşları bir öz değerlendirmeye yönlendirmiştir. Değerlendirme sonuçları makro düzeyde ülkenin güçlü yanlarının sergilenmesine
ve geliştirilmeye açık olanların güçlendirilmesine önem ve öncelik verilmiştir.
Türkiye, mücadele çalışmalarında değerlendirme metodolojisinin geliştirilmesinin bilincindedir. Bu alandaki birikimlerini güçlendirerek, Avrupa Birliği sürecinde, Avrupa Birliği politika ve
stratejileri ile eylem planı) uygulamalarının değerlendirme çalışmalarına katılım ve katkı verme düşüncesindedir.
Türkiye’ deki bilimsel çevrenin, politika ve strateji geliştiren ulusal platformun ve mücadele konusunda uygulayıcı olan kurumların EMCDDA ve Avrupa
Konseyi Pompidou Grubunun öne çıkardığı değerlendirme çalışmaları modeline gereken katkıları vermeye hazırdır. Avrupa Birliği sürecinde olan Türkiye, adaylık aşamasında EMCDDA’nın
ürettiği değerlendirme birikimlerini paylaşmaya ve birlikte çalışmaya açıktır1.
Türkiye Avrupa Birliği sürecinde AB ile
imzalanan ortaklık belgesi gereğince
hazırladığı Ulusal Program kapsamında; madde kaçakçılığıyla mücadele ve
madde bağımlılığını önleme konularındaki çalışmalarını kısa ve orta dönemde geliştirmeyi kabul etmiştir. AB Adalet ve İç İşleri Komisyonu ile gerçekleştirilen ulusal program uygulamaları konusundaki ortak çalışmalarda; yasal,
idari ve kurumsal yapısını güçlendirme,
ulusal politika ve strateji belgesini AB
Eylem Planı ile uyumlaşması gereklidir.
1
12
Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı Avru-
Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal birikimleri ve bu alanda elde ettiği başarılı
sonuçlar nedeniyle EMCDDA ile işbirliğine girmesi ve üyelik sürecinin tamamlaması, Dublin Grubuna girmesi gündeme gelmiştir. Ayrıca Türkiye’nin önceki Ulusal Politika ve Stratejiler Belgesi’ ne göre başlattığı ulusal eylem planını yeni Strateji ve Eylem Planına göre
gözden geçirerek uygulaması gereklidir. Türkiye’nin ulusal program gereği,
madde kaçakçılığı ile mücadelede etkili
olan güçlü yapısı yanında madde kullapa İzleme Merkezinin Çalışmalarına Türkiye
Cumhuriyeti’nin Katılımı ile ilgili olarak Avrupa Topluluğu ve Türkiye Cumhuriyeti arasında yapılan uluslararası anlaşma, 26.08.2004 tarihinde Ülkemiz ve EMCDDA tarafından parafe edilmiş ve Anlaşma, AB tarafından 5 Haziran 2007 tarihinde kabul edilmiştir. Bu anlaşmanın kabulü ile birlikte, ülkemizin EMCDDA
Bilim Komitesine üyelik için aday göstermesi ve EMCDDA Yönetim Kuruluna Asil Üyeliği yürürlüğe girmiştir. Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı Avrupa İzleme Merkezinin
Çalışmalarına Türkiye Cumhuriyeti’nin Katılımı ile ilgili olarak Avrupa Topluluğu ve Türkiye Cumhuriyeti arasında yapılan uluslararası
anlaşma 30 Ekim 2007 tarihinde taraflarca imzalanarak yürürlüğü girmiştir (www.tubim.gov.
tr).
Cılga
nımı ve bağımlılığını önleme konusundaki var olan kurumsal yapısını ulusal
temas noktası olan ve ulusal platformu
içinde barındıracak olan T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu’nun yasal, idari ve kurumsal yapısını güçlendirme çabasını tamamlayamamıştır4.
Ulusal Politika ve Strateji Belgesi, bu
çalışma ile Avrupa Birliği Eylem Planı
ile uyumlu hale getirmiştir. EMCDDA
ile ilişkiler, 2001 yılı içinde AB Adalet ve İç İşleri Komisyonu ve Dışişleri Bakanlığımızın çabalarıyla başlatılmış, EMCDDA yönetici ve uzmanlarının Türkiye’ deki ilgili kurumlar ile yaptığı temaslar ve değerlendirme raporu ile
yeni bir aşamaya gelmiştir. Türkiye’nin
EMCDDA’ya üyeliğinin sağlanması düşüncesinin olgunlaşması, üyelik açısından tarafların karşılıklı görüşmeleri ve
üyelik aidatlarının yeni kriterlerinin saptanmasından sonra Türkiye’nin üyelik ödentisinin belli olması, bu ödentinin karşılanmasında taraf olacak kurumun belli olması ve bu konuda AB’nin
ve EMCDDA’nın anlaşmadan önce yardım ve desteklerinin açıklığa kavuşması konuları gündemde bulunmaktadır.
Önceden kabul stratejisi bu doğrultuda
işlerlik kazanacaktır. Türkiye taraf ülke
olarak, kendine özgü konumu, deneyim
ve birikimleriyle Dublin Grubu’na girecek, katkı ve katılım sağlayacak nitelikleri taşımaktadır. Bu konuda Türkiye’nin
resmi görüşü Dublin Grubu üyesi ülke
olma doğrultusundadır. İlgili tarafların
ve AB Adalet ve İç İşleri Komisyonunun Mini-Dublin Grubuna Türkiye’nin
girmesini gündeme getirmelerinin nedeni, gerekçesi ve ısrarları anlaşılamamaktadır. Türkiye’nin Dublin Grubuna
üyeliğinin gerçekleşmesi konusu ulusal
program içinde orta vadede gerçekleştirilecek önlemler arasında yer almak-
ta olup, Türkiye bu konuda kendi kararlılığı doğrultusunda etkin çalışmaları gerçekleştirmeye ve Dublin Grubuna
üyeliğini kabul ettirmeye ilkece kararlıdır. Türkiye, AB eylem planıyla uyumlu
olarak geliştirdiği bu yeni eylem planına göre 2000 yılında başlattığı İl Eylem
Planını gözden geçirme ve ulusal aktivitelerini yeni bir anlayış ve dinamizmle
gerçekleştirme kararlılığındadır5.
4EMCDDA yetkilerden oluşan bir heyet, Aile Araştırma Kurumu’nun faaliyetleri ve muhtemel bir proje için teknik yardım hakkında bilgi vermek,
EMCDDA’nın faaliyetlerine Türkiye’nin
katılım kapasitesinin teknik açıdan değerlendirilmesini yapmak amacı ile
2001 yılında ülkemizi ziyaret etmişlerdir. Aile Araştırma Kurumu Başkanlığının teknik, personel ve mali açıdan bu
görevi üstlenmesini teminen gereken
düzeye getirmek amacı ile ivedi kuruluş yasasının çıkarılmasının beklenmesi veya katılım çalışmalarının ara verilmeden sürdürülmesi için farklı bir kurumun belirlenmesi gündeme gelmiştir.
Bu kez, Temas Noktası olarak, İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü
Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı üzerinde durulmuştur. EMCDDA’nın istediği ölçekte uluslar arası standartlarda veri sağlama kapasitesi bulunan, yurt çapında
örgütlenmesini en iyi şekilde tamamlamış KOM Daire Başkanlığı’nın bünyesinde yer alan, TADOC (Türkiye Uluslararası Uyuşturucu ve Organize Suçlarla Mücadele Akademisi), 16.05.2002
Başbakanlık Makamının yetkilendirmesi ile EGM-KOM Daire BaşkanlığıTADOC, EMCDDA Ulusal Temas Noktası olarak belirlenmiştir. TUBİM (Türkiye Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezi)işlevsel bir Ulu-
13
Toplum ve Sosyal Hizmet
sal Temas Noktası olarak, KOM Daire
Başkanlığı’na bağlı olarak kurulmuş ve
faaliyetlerine devam etmektedir (www.
tubim.gov.tr).
5Uzun zamandır, gerek ulusal yönden, gerekse uluslar arası açıdan eksikliği ciddi eleştirilere neden olan “ulusal uyuşturucu stratejisi”nin hazırlanması, TUBİM’in daha kuruluş yıllarında gerçekleştirdiği en önemli hizmetlerden biridir. TUBİM tarafından, ilgili
tüm kurumların katkıları ile hazırlanan
ve 2006–2012 yıllarını kapsayan “Bağımlılık Yapıcı Maddeler ve Bağımlılıkla
Mücadelede Ulusal Politika ve Strateji Belgesi” 20.11.2006 tarihinde Başbakanlık Makamı tarafından onaylanarak
yürürlüğe girmiştir. Strateji Belgesi’ne
paralel olarak I. Ulusal Eylem Planı
2007 yılında hazırlanarak Başbakanlık
Makamına imzaya sunulmuş ve onaylanarak uygulamaya geçilmiştir (www.
tubim.gov.tr).
TÜRKİYE’ DE VAROLAN YASAL
ÇERÇEVE
Türkiye’ deki yürürlükte olan ilgili mevzuat, madde kullanımı ve bağımlılığı bir
halk sağlığı sorunu olarak kabul etmekte olup, önceliklerini bu doğrultuda geliştirmiştir. Türkiye; ulusal ve uluslararası düzeyde madde kullanımının ve
bağımlılığının insan ve toplum sağlığına olumsuz etkilerini ortadan kaldırmak ve azaltmak için bilgilendirmeyi,
sağlıklı yönde değer, tutum davranışların geliştirilmesine yönelik koruyucu
ve önleyici çalışmaların örgün ve yaygın eğitim ortamlarında her türlü kitle iletişim araçları yoluyla gerçekleştirilecek bir eğitim çalışması olarak görmektedir. Bu hedef doğrultusunda tüm
nüfusun, kamuoyunun, risk gruplarının
14
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
ve onlarla ilgili tarafların bilgilendirilmesine etkili yollar geliştirmeyi ve uygulamayı ilke edinmiştir. Bu doğrultuda Türkiye; madde kullanımı ve bağımlılığı konusuna karşı halk sağlığı bilincinin yaygınlaştırılması için uluslararası düzeyde işbirliğine açıktır.
Madde ticaretinin önlenmesi, pazarın
ortadan kaldırılması, arzın önlenmesi
ve talebin azaltılması için her türlü cezai yasal yaptırımların uygulanmasında
ulusal mevzuatımız destek sağlamaktadır. Bu alanda uluslararası işbirliğinin güçlendirilmesi ve en iyi uygulamaların gerçekleştirilmesi düşüncesi benimsenmektedir.
Türkiye, Avrupa Birliği sürecinde Adalet ve İç İşleri alanlarında; madde ticaretini önleme, kaçakçılıkla savaş, madde bağımlılığını önleme konularında
öncelik vererek etkili bir mücadele eylemi geliştirmeye kararlı olup, Avrupa
Birliği Anlaşması çerçevesinde üyelik
sürecinde gereken yasal, idari ve yapısal koşullarını daha ileriye götürmeye kararlıdır.
TEMEL STRATEJİ
Türkiye’ de madde kaçakçılığı ile savaş, madde kullanımı ve bağımlılığı önleme, tedavi ve rehabilitasyon çalışmalarına özel önem ve öncelik verilmesi stratejik bir hedef olarak kabul edilmiştir.
Temel amaç ve hedefleri belirleyen
stratejinin bileşenleri; daha adil, huzurlu ve barışcıl bir toplum yaşamının gerçekleştirilmesi, toplumun mutluluğunu
ve refahını engelleyen bir alan madde
ticareti ve bağımlılığı sorununun değerlendirilmesi, halk sağlığını bozan, bedensel, zihinsel, sosyal sağlığın niteli-
Cılga
ği yükseltme çabalarının bir gereği olarak madde ticareti ve bağımlılığı ile mücadele etmenin gerekliliğidir.
İnsanca gelişme stratejileri doğrultusunda; toplumun tüm nüfus kompozisyonunu oluşturan kesimleri tehdit eden
bir sorun olarak ele alınması ve özellikle toplumun geleceği olan çocukların
ve gençlerin insanca gelişme, yetişme,
korunma ve katılım haklarının bir gereği olarak madde ticareti ve bağımlılığı
ile mücadele edilmesi, tüm çocuklara
ve gençlere, özellikle risk grubunda bulunanlara özel bakım, koruma ve yetişme hizmetlerinin ve gerekli tüm sosyal
hizmetlerin sağlanması boyutları anlaşılmaktadır.
Çocuk ve gençlerle ilgili tüm tarafların
sorumluluk üstlenecek bilgi, bilinç düzeyine ulaştırılmaları, gerekli eğitim,
destek, yardım, bakım çalışmalarının
sağlanması, ulusal düzeyde ilgili tüm
tarafların etkin katılımıyla ulusal güç
birliğinin sağlanması ve eyleme dönüştürülmesi benimsenen stratejinin eyleme dönük bir zorunluluğudur.
GENEL AMAÇLAR VE HEDEFLER
Genel amaçlar ve hedefler:
1. Madde ticareti, madde kullanımı ve
bağımlılığı ile mücadele konusu iç
ve dış etkinliklerde öncelikli bir temel konu olmasını ulusal düzeyde
gözetmek,
2. Ülkemizde arz ve talebin azaltılması için sistemli, bütüncül ve çok sektörlü bir ulusal yapının oluşturulmasına, dengeli ve sürdürülebilir bir
mücadele gücünü geliştirmek,
3. Ulusal düzeyde mücadele çalışmalarına bilimsel yaklaşımlar ışığın-
da objektif, geçerliliği ve güvenirliliği yüksek, ölçülebilir sonuçların
alınmasına ve değerlendirme çalışmalarının yapılmasına temel olacak
veri tabanının oluşturulmasını ve
ulusal bilgi ağının güçlendirilmesini
sağlamak, verilerin derleme, analizi ve yorumlanması ile elde edilen
bulguların ulusal ve uluslararası düzeyde kullanılması doğrultusunda
yaygınlaştırmak,
4. Madde kaçakçılığıyla savaş, madde kullanımı ve bağımlılığı için uluslararası düzeyde Birleşmiş Milletler
çerçevesinde UNDCP, UNGASS
düzeyinde benimsenen ilkeler doğrultusunda uluslararası işbirliği çalışmalarına katılmak,Avrupa Birliği sürecinde, Türkiye’ nin aday ülke
olarak sergilediği çalışmalar içinde
EMCDDA ve EUROPOL ile işbirliği çalışmalarını geliştirerek REITOX
ağı içinde işlevsel olarak yer almak,
5. Ulusal strateji doğrultusunda koruyucu ve önleyici yaklaşımlar tüm
nüfusa ve özellikle risk grubundaki hedef kitlelere ve onlarla ilgili tüm
taraflara bilgilendirme yoluyla eğitim çalışmaları yapmak,
6. Çocukların ve gençlerin her yönden
yetişmiş, bilinçli, sorumluluk sahibi, üretken, yaratıcı, çok yönlü ve
nitelikli insanlar olarak yetiştirilmesi için, çocuk ve gençlik politikalarını güçlendirmek, bu doğrultuda çocuklara ve gençlere Türkiye çapında yaygın hizmetleri geliştirmek ve
işlerlik kazandırmak,
7. Mücadele için gerçekleştirilecek
ulusal eylem planı uygulamalarında
mevcut kaynakları harekete geçirmek, etkili ve verimli kullanmak, ulusal ve uluslararası düzeyde kaynak-
15
Toplum ve Sosyal Hizmet
ları harekete geçirerek ulusal eylem
planının gerçekleştirilmesinde yeni
kaynaklar oluşturmak,
8. Türkiye mücadele konusunda taraf
olduğu uluslararası taahhütleri ulusal eylem planını geliştirme ve uygulama aşamalarında uygulamaya
dönüştürmek,
9. Madde kaçakçılığı ile savaş, madde
kullanımını önleme alanında ulusal
ve uluslararası düzeyde sergilenen
etkinliklerin bir devamı olarak yeni
politika ve stratejiler ile ulusal eylem
planını yeni bir meydan okuma hareketi olarak tanımlamaktır.
UYGULAMAYA DÖNÜK AMAÇLAR
VE HEDEFLER
‘’Türkiye Ulusal Eylem Planı’’nın uygulamaya yönelik somut amaç ve hedefleri:
1. Bilgi altyapısını ve ulusal bilgi ağını
güçlendirmek,
2. Toplum sağlığını korumak ve geliştirmek, talebin azaltılmasını sağlamak ve madde kullanımını önlemek,
3. Eğitim ve bilgilendirme kampanyaları yoluyla bilinçlendirmeyi yükseltmek,
4. Toplumsal öncelikler doğrultusunda
yapısal araştırmalar yapmak elde
edilecek bulgular doğrultusunda
öncelikleri saptayarak eylem programları geliştirmek,
5. Madde ve psikotrop maddelerin kaçakçılığıyla savaş için etkinlikler organize etmek,
6. Madde kaçakçılığını ve kullanımını önlemek için uluslararası düzey-
16
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
de çok yönlü etkinlikler gerçekleştirmek, Avrupa Birliği sürecinde gelişen işbirliğine dinamik, işlevsel ortak yararlar gözeten bir yapısallık
kazandırmak,
7. Geliştirilen İl Eylem Planını yeni
yaklaşım ve stratejiler doğrultusunda değerlendirip, geliştirerek uygulamak,
8. Ulusal Eylem Planı ile Türkiye’ deki
mevcut yasal, idari ve kurumsal yapıları güçlendirmek, ulusal eylem
kapasitelerini geliştirerek, kaçakçılığı ve kullanım önleyici yöntem ve
teknikleri ilerletmektir. Ulusal çapta
ve kentsel alanlarda koruma, önlemeye yönelik çalışmaların yeterlilik
düzeyini arttırarak, önleyici koruyucu, eğitici, danışma, rehberlik verecek sosyal hizmet kurumlarının geliştirilmesini sağlamak tıbbi ve sosyal hizmet kurumlarının geliştirilmesini sağlamak tıbbi ve sosyal rehabilitasyon programlarını geliştirmek
ulusal eylem planının önemli çıktıları olacaktır.
ULUSAL EYLEM PLANI
KAPSAMI
Ulusal politika ve eylem çalışmalarıyla
ilgili alt yapının ve ulusal bilgi ağını güçlendirilmesi, araştırma, eğitim ve hizmet çalışmalarının güçlendirilmesi için
temel yaklaşımların oluşturulması, ulusal ve uluslar arası düzeylerde işbirliği anlayışının güçlendirilmesi öncelikli
konulardır. Türkiye için toplum sağlığını korumak ve geliştirmek, talebin azaltılmasını sağlamak ve madde kullanımını önlemek öncelikli yaklaşımdır. Bu
konularda temel oluşturacak açılımlar
aşağıda sergilenmiştir.
Cılga
Bilgi Altyapısını ve Ulusal Bilgi
Ağını Güçlendirmek
1. Türkiye’nin madde kaçakçılığı ve
kullanımı ile mücadele konusundaki yeni yaklaşımı, geliştirilen politika
ve stratejilerinde yer alan öngörüler
doğrultusunda bilimsel ilkeler çerçevesinde gerçekçi ve geçerli model ve göstergeler aracılığıyla değerlendirme araştırmalarının yapılması, birikim ve deneyimlerden yararlanılması, iletişim ve yayım araçları ortamında kullanılabilir bilgi altyapısını güncelleştirmek,
2. Madde kaçakçılığını ve kullanımını
önleme alanlarında çalışan bilimsel
kurumların, bilim insanlarının, uygulayıcı kurum ve kuruluşlar ile görevli uzman ve diğer elemanların etkili
ve verimli olarak yararlanabilmeleri
ulusal bilgi ağını güçlendirmek,
3. AB sürecinde, EMCDDA ile işbirliği
içinde; Türkiye’nin madde konusunda veri toplama, analiz etme, değerlendirme ve karşılaştırma süreç ve
işlemlerine katkı verme kapasitesini güçlendirmek,
4. Madde kullanımının ve bağımlılığının halk sağlığına etkileri ve prevalansı konularında anahtar epidemolojik belirteçlerin Birlik Üyeleri arasında uyumunun sağlanmasına bilim ve uygulamadan elde edilen deneyimlerle katkıda bulunmak, REITOX ulusal odak noktalarının rollerinin geliştirilmesine yardımcı olarak
bilgi ağı içinde dinamik, etkin, yapıcı ve geliştirici bir işlevsellik göstermek,
5. Türkiye’nin taraf ülke olarak REITOX
ulusal odak noktaları ağı içinde gelecekte etkin bir konuma ulaşarak iş-
birliği sürecinde; madde bağımlılığı sonuçları ile ilgili verilerin düzenli bir biçimde toplanmasına, analizine, elde edilen bilgilerin yayılmasına, veri karşılaştırma yöntemlerinin
geliştirilmesine, ortak belirteçlerin
kullanılmasına katkıda bulunmak,
6. Madde kullanımının önlenmesi ve
talep azaltılmasına yönelik sistemli, bütüncü ve bilimsel etkinliklerin
geliştirilerek fayda-maliyetinin arttırılmasına çaba göstermek, bu doğrultuda uluslararası düzeyde etkinlik gösteren kurum ve kuruluşlar ile
karşılıklı ve etkili bir işbirliğine girmek temel yaklaşımdır.
7. EMCDDA ile ilişkilerin gelişim sürecinde, Merkezin izleme çalışmalarının tüm alanlarında; 2002–2004 yılları içinde geliştireceği etkinliklere,
ulusal ve topluluk çapında strateji
ve politika geliştirme çalışmalarına,
madde arzının jeopolitiğine yönelik
programlara, uluslararası sözleşme
ve topluluk yasalarının uygulamaya
dönüştürülmesine ve müktesebatın
genişletilmesi çalışmalarına Türkiye
taraf ülke olarak etkin katılacaktır.
Toplum Sağlığını Korumak ve
Geliştirmek, Talebin Azaltılmasını
Sağlamak ve Madde Kullanımını
Önlemek
Türkiye için toplum sağlığını korumak
ve geliştirmek, talebin azaltılmasını
sağlamak ve madde kullanımını önlemek öncelikli yaklaşımdır. Bu yaklaşımın bileşenleri şunlardır:
1. Toplum sağlığının korunmasında disiplinler arası, çok sektörlü eğitim,
araştırma ve hizmet üçgeninde birbirini tamamlayan ve geliştiren çalışmalara öncelik vermek,
17
Toplum ve Sosyal Hizmet
2. Ulusal düzeyde ve iller düzeyinde
deneyimlerin paylaşılması, iller düzeyinde işlerliği olan kurumlar, uzmanlar ve uygulayıcılar arasında işlevsel bir iletişim ağının oluşturulmasını sağlamak,
3. Tüm toplumda ve özellikle risk grubuna giren çocuklar ve gençler düzeyinde; madde ve psikotrop ilaç
kullanımında eğilimleri en aza indirmek,
4. Sigara ve alkol kullanımında erken
yaşlarda başlama eğilimlerini önleyici çalışmalar sergileyerek 18 yaşın altındaki çocuklarda her türlü
madde kullanma eğilimlerinde belirgin bir azalma sağlamak,
5. Çocukların ve gençlerin çocuk hakları sözleşmesi ilke ve standartlarına göre eğitim yoluyla, nitelikli, bilinçli, sorumluluk sahibi gençler olarak yetiştirilmesi olanaklarını kırsal
ve kentsel alanlarda geliştirmek,
6. Gençlerin toplumsal yaşam içinde gelişme, katılım ve barış ilkeleri doğrultusunda yetiştirilmeleri için
sosyal, kültürel, sportif, sanatsal aktivitelere katılma koşullarını geliştirmek için yasal, idari ve kurumsal önlemler alarak çocuklarda ve
gençlerde bireysel ve toplumsal yaşamın güzelliğinin estetik bilim yoluyla kavranılması, paylaşma, dayanışma ve birlikte yapma olanaklarının geliştirilmesini sağlamak talebinin azaltılmasında öncelik verilecek
uygulama öngörüleri geliştirmek,
7. Ergen ve gençler arasında bedensel, cinsel, sosyal ve kültürel gelişme vizyonlarının örgün ve yaygın
eğitim içinde geliştirilmesi doğrultusunda, cinsel yolla bulaşan hasta-
18
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
lıklar, HIV/AIDS, Hepatit C gibi hastalıklar konularında bilgi ve bilincinin
gelişmesine çaba göstermek,
8. Risk grubunda bulunan çocuklara
ve gençlere götürülecek hizmetlerde karşılaşılan temel zorlukları aşmak için aşağıdaki çalışmalar gerçekleştirmek,
9. Madde kullanımını önleyecek en iyi
uygulamaları tanımlamak, kentsel
yapıda ve yaşanılan sosyal çevre
içinde akran etkinliklerini yerinden
yönetim ilkelerine göre gerçekleştirmek ve hedef gruplar için oluşturulan önleyici yaklaşımı, programı,
proje ve uygulama modelini desteklemek,
10. İlköğretimden başlayarak üniversite eğitimi de dahil olmak üzere örgün ve yaygın eğitim kurumlarında
okul-aile-öğretmen ve öğrenci işbirliği içinde çocukların ve gençlerin
sorunlarına öğretmen, psikolog ve
sosyal çalışmacı gibi uzmanlar yoluyla erken dönemde tanı konulması, destek, yardım, rehberlik hizmetleri yoluyla önleme çalışmalarının
gerçekleştirilmesi için gerekli yasal
idari ve kurumsal düzenlemeler gerçekleştirmek,
11.Madde bağımlılarının akut ve kronik aşamalarında tıbbi ve sosyal
yönden rehabilitasyonlarının sağlanması, eski madde kullanıcılarının topluma yeniden kazandırılması için etkili bir sosyal rehabilitasyon
sisteminin geliştirilmesi, bağımlılar
ile eş ve çocuklarını da kapsayan
topluma yeniden etkin katılımlarını
sağlayacak sosyal destek ve koruma programlarının uygulamaya dönüştürülmesi,
Cılga
12.Türkiye’ de iç ve dış göç süreçleri
ile turizm hareketliliği içinde madde ticaretinin ve kullanımının önlenmesi için önleyici, koruyucu ve rehabilite edici çalışmaları geliştirmek, 13.Madde bağımlılarının tıbbi
tedavileri sürecinde ‘’yerine koyma
tedavisi’’nin daha kaliteli bir düzeye getirilmesi için eroine göre dört
kat daha fazla bağımlı yapıcı özelliği olan methadone ve benzeri ilaçlar idame uygulamasının yapılması
yanında, yeni uygulamalara geçilmesinin araştırılması,
14.Trafikte; sürücülerin sigarasız ve alkolsüz bilinçli sürücüler olarak yer
alması için, alkollü araç kullanma
eğiliminin önlenmesi için yaygın ve
etkin çalışmalar gerçekleştirilmesi,
15.TCK kapsamında yasadışı madde
kullanıcıların suçlu olarak ele alınması yaklaşımının yol açtığı sorunları gidermek için hasta olarak da
kabul edilmeli ve tedavileri konusunda etkili önlemler alınması,
16.Hükümlülerin bulunduğu cezaevi
ortamlarında madde kullanımı eğilimini önlemek ve bağımlılığı en aza
indirgemek için gerekli psiko-sosyal
çalışmalar geliştirilmesi,
17.Uçucu madde bağımlılığını önlemek için eğitim ve çalışma yaşamında bulunanlara koruyucu önlemlerin etkili olarak uygulanması
sürdürülmesi,
18.Madde kullanımını önlemeye yönelik programların uygulanmasında;
halk sağlığını destekleyen ve geliştiren programlar eşgüdüm içinde
eşzamanlı olarak uygulanması,
19.Toplum sağlığını geliştiren, risk grubundaki çocuklar ve gençleri de
kapsayan bedensel, zihinsel, duygusal ve sosyal sağlığı geliştirici
programlar için yeni yaklaşım, ilke
ve stratejiler belirlenecek, kaynakların etkin ve verimli kullanımı sağlanacaktır. Toplum sağlığını geliştirme politikaları uygulamalarında;
sağlığı geliştirme için bilgiyi arttırmak, sağlığı tehdit eden koşullarda
acil önlemleri almak ve sağlık göstergelerini toplumun sağlığını geliştirme ve hastalıkları önleme yaklaşımıyla uygun hareket etmek yoluyla çalışmaları bütünleştirmek gereklidir.
Araştırma-Eğitim ve Hizmet
Çalışmalarını Güçlendirmek
Araştırma ve Hizmet
Madde kullanım eğilimini azaltmak için
gerçekleştirilecek değerlendirme araştırmalarında temel öncelikler şunlardır;
1. Gerçekçi ve geçerli göstergelere
sahip toplumsal yapıya uygun modellerle tasarlanmış araştırma ve
pilot projeleri desteklemek ve değerlendirmek,
2. Madde kullanımı eğilimlerinin ülke
profilini ve risk gruplarını ortaya çıkaracak düzeylerde erken ve gerçekçi yollarla saptamak, önleme etkinliklerini değerlendirme araştırmalarının bulgularına göre yenilemek,
3. Daha etkin uygulama yaklaşımlarını ortaya koymak, önleme etkinlikleri ölçülebilir kriterler doğrultusunda gerçekleştirmek, etkinlikleri ulusal ve yerel düzeylerde ‘’etkinlik değerlendirme çalışmaları’’ ile ortak
verilere dönüştürmek,
19
Toplum ve Sosyal Hizmet
4. Ulusal bilgi ağı içinde kullanıma
sunmak, uluslararası kuruluşlar ve
çalışmalar ile ulusal çalışmalar arasındaki bağlantıları karşılıklı olarak
geliştirmek, yöneltmek ve yönlendirmek, 5.Avrupa Birliği sürecinde
Birlik kurum ve kuruluşları ile üye ülkeler düzeyinde diyalogu, ortak çalışma kültürünü geliştirmek,
6. EMCDDA tarafından hazırlanan
‘’Önleme Projelerini Değerlendirme
İlkeleri’’ ni göz önünde tutarak risk
gruplarına ve hedef gruplara yönelik önleyici ve koruyucu bilgilendirme ve eğitim projeleri geliştirmek ve
7. Uluslararası ve bölgesel önleme çalışmalarını; uluslararası konjonktürde ülke yapılarında meydana gelen
değişmeler açısından gözden geçirerek güçlendirmek, bilgi ağlarına
süreklilik kazandıran parasal kaynakları harekete geçirmektir.
Eğitim ve Hizmet
Madde bağımlılığını önlemeye yönelik eğitim programlarını ülke düzeyinde nicel ve nitel yönlerden geliştirerek
yaygınlaştırmak, eğitim yaklaşımlarında yenilikçi ve yaratıcı stratejilere yönelmek ve eğitim çalışmalarına bütünleyici ve tamamlayıcı topluma yönelik
etkinlik mekanizmalarını harekete geçirmek önemlidir. Eğitim ve bilgilendirme kampanyaları yoluyla bilinçlendirmeyi yükseltmek için gerçekleştirilecek
çalışmalarda; madde bağımlılığı konusunda eğitim materyali ve yöntemleri
oluşturmak, geliştirmek yoluyla bilgiyi
arttırmak, insanların madde karşısında
bilinçli ve sorumlu bir yaklaşım geliştirme başarılarını arttırmak için değer,
tutum ve davranış değişikliği yapmak
öne çıkartılacaktır. Gençleri ve ailele-
20
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
ri eğitimin merkezinde ele almak madde kullanımı ile mücadele eğitiminin en
önemli stratejisidir.
Medya ve Eğitim
Madde kaçakçılığını önleme çalışmalarında medyanın eğitici, bilgilendirici
bir eğitim işlevini yerine getirmesi eğitim stratejisinin temelini oluşturur. Medyanın görsel ve yazı ortamlarında etkili
olabilmesi için soruna medyanın yaklaşım geliştirmesi işlevlerinin birlikte tartışılarak güçlendirilmesi gereklidir. Yayın süreçlerinde ve kampanya dönemlerinde topluma verilecek mesajların
amaç ve hedeflere uygun olarak belirlenmesi zorunludur. Medyanın olumsuz
etkilerinin ortadan kaldırılması için tüm
yayın kurumları ile etkili bir iletişime girilmesi, ulusal bilgi ağı içinde medyanın
etkin bir rol oynaması sağlanmalıdır.
Medya’ da ve internet ortamında önleyici programlar oluşturulması için ilgili
kurumların proje çalışmalarını güçlendirmek önemlidir. İnternet gibi yeni iletişim sistemlerinin madde kötüye kullanımı, üretimi ve kaçakçılığında kullanma
konusunda yasal, idari ve kurumsal önlemler almak, internet kullanıcılarını bilinçlendirmek gereklidir.
Araştırma Öncelikleri
Gerçekleştirilecek araştırmalarda öncelikler şunlar olmalıdır:
1. Madde kullanımı ya da madde kötüye kullanımı konusunda psikolojik,
sosyal ve ekonomik faktörleri belirlemek,
2. Madde kötüye kullanımının uzun,
orta ve kısa modellerde yol açacağı
toplumsal sonuçların daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmak,
Cılga
3. Daha etkili korunma, önleme, tedavi
ve sosyal rehabilitasyon stratejilerinin geliştirilmesine ve yeni programların hazırlanmasına destek olmak,
4. Araştırmalarda yaşam kalitesinin
yükseltilmesi, yaşam kaynaklarının etkin kullanımının sağlanması doğrultusunda; madde talebinin
azaltılması ve tedavisine araştırma
ve rehabilitasyon, morbidite, mortalite çalışmaları, tedavi sonuçları,
eş, hastalık, davranış ve risk grupları gibi yapılandırılmış biyomedikal
destek de dahil olmak üzere olan biyomedikal yaşam, madde kullanımı
ve bağımlılığının sosyo-ekonomik
ve sağlık yönünden ele alınmasına
öncelik vermek,
5. Araştırmalarda çocuklar, gençler
ve diğer duyarlı gruplar, madde kullanım modelleri, sosyal etkinlikler,
madde kullanımı ve bağımlılığının
ekonomik maliyeti önleme, çevresel belirleyiciler ve toplumsal algılama gibi konulara yer vermek ve fizyolojik belirleme, madde profilinin
çıkartılması ve maddenin öncüllerinin, çözücülerinin biyolojik monitorizasyonunu ele almak,
6. Madde kullanımı ve sonuçları konularında politika modelleri oluşturma
ve sosyo-ekonomik analizleri geliştirmek için Avrupa Bilgi Ağı çerçevesinde EMCDDA ile birlikte geliştirilecek çalışmalara temel oluşturan, katkıda bulunan ve göstergeleri güçlendiren niteliklere öncelik
vermektir.
Uluslararası İşbirliği ve Etkinlik
Türkiye uluslararası işbirliğini aşağıda
belirlenen temel ilkeler doğrultusunda
geliştirmelidir:
1. Paylaşılmış sorumluluk,
2. Bütüncül, sistemci, disiplinler arası,
çoğulcu ve dengeli bir yaklaşımın
gerektirdiği sorumlulukla hareket
etmek, madde kontrolünü ana gelişmesiyle bütünleştirmek, ülkelerin
sosyo-ekonomik gelişme politikalarını destekleyen ve tamamlayan bir
boyut olarak görmek,
3. Arz ve talebin azaltılmasında bütüncül, sistemci ve çok sektörlü yaklaşımla eğilmek, demokrasi ve insan
hakları kültürü insanca gelişme politikaları doğrultusunda insan odaklı
yaklaşımlarla sorunu ele almak, çok
taraflı yaklaşımları desteklemek,
geliştirmek ve uygulamaya dönüştürmek,
4. Birleşmiş Milletler düzeyinde Avrupa Birliği kapsamında ve diğer bölgesel oluşumlar ve ikili ilişkiler içinde Türkiye’ nin madde kaçakçılığı ve kullanımı ile mücadele gücünü uluslararası düzeyde ortaya koymak,
5. Türkiye’nin dünya devleti olarak
uluslararası alanda politika oluşturma ve uygulama ortamına etkin
katılımını sağlamak, tüm dünya’ da
ve çok yönlü işbirliği ve ilişkiler içinde özgürlüğün, güvenliğin ve adaletin yaygınlaşmasına katkıda bulunmak ve uluslararası platformda yapıcı, geliştirici, yaratıcı, araştırmacı,
üretken bir uluslararası diyalogun
geliştirilmesine yardımcı olmak,
6. Türkiye’nin uluslararası düzeyde işbirliği yapmak ve ortak çalışma kapasitesini güçlendirerek barışın gelişmesine ortam hazırlamaktır.
21
Toplum ve Sosyal Hizmet
KAYNAKÇA
Commonwealth of Australia Ministerial
Council on Drug Strategy. (1998) National
Drug Strategic Framework 1998-99 to
2002-03, Building Partnerships, Strategy
To Reduce the Harm Coused By Drugs In
Our Community, Caberra.
Council of the European Unicon. (2000)
EU-Action Plan on Drugs 200-2004, Brussels.
T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu.
(1998) Uyuşturucu Madde Kullanımı ile Mücadele Takip ve Yönlendirme İçin Ulusal
Politika ve Stratejiler Belgesi, Ankara.
Europöische Geneinschalfen, (1998) Die
Europöische Union im Kampf gegan Drogen, Luxemburg.
Europöische Beobachtung stelle Für Drogen und Drogensucht. (2000) Jahresbericht über den Stand der Drogenproblematik in der Europöscher Union, Luxemburg.
Ministry of Health. (1998) National Drug
Policy, a National Drug Policy for New Zealand. 1998-2003, Wellington, New Zealand.
Pompidou Group-Council of Europe and
Jellied Con sultancy. (1998) Handbook Prevention, Alcohol, Drugs and. Tobacco, Jaap
van der Stel (edit), Strasbourg.
T.C. İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü. (2001) Kaçakçılık ve Organize
Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı 2001
Raporu, Ankara.
United Notion Office for Drog Control and
Crime Prevention. (1999)
The Drug Nexus in Africa, Vienna.
United Notions Office for Drug Control
and Crime Prevention. (1999) Drug Abuse
Rapıd Stuation Assessments and Responses, Vienna.
UNDCP Regional office for South Asia.
(1998) Drug Demand Reduction Report,
New Delhi, India.
(www.tubim.gov.tr)
22
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
İl
Derleme
AİLE
ARABULUCULUĞU
Family Mediation
Sunay İL*
*
Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İda-
ri Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü
ÖZET
Ülkemizde yasal anlamda son yıllarda gündeme gelen arabuluculuğun gelişmiş ülkelerde en az 30 yıllık bir geçmişi vardır.
İngiltere’de 1970’li yılların sonlarına doğru başlayan uygulamaların, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kökleri daha da eskiye
dayanmaktadır. Bu çalışmada, genelde insan
ilişkilerinin, etkileşiminin olduğu her alanda uygulaması görülen arabuluculuğun, aile
arabuluculuğu boyutu incelenmektedir. Çalışmanın kapsamını, aile arabuluculuğunun
gerekçesi, kavramsal açıklamalar ve uygulama süreci oluşturmaktadır.
Anahtar Sözcükler: Aile arabuluculuğu, boşanma arabuluculuğu, arabulucu
ABSTRACT
Although it has recently become a current
legal issue in our country, mediation dates
back to at least 30 years ago in developed
countries. Mediation practice started around
late 1970’s in Britain, and its origins in USA
dates even before. This study examines the
family mediation dimension of the phenomenon which is assumed to be implemented in
every single field where human relations and
interaction prevail. The study is comprised
of the rationale of family mediation, conceptual explanations and the process of practice.
Key Words: Family mediation, divorce mediation, mediator
GİRİŞ
Aile arabuluculuğu (family mediation) ayrılık ya da boşanma aşamasında olan çiftlerin aralarındaki anlaşmazlıkları tarafsız bir arabulucu (mediator)
yardımıyla çözümleyerek mahkeme süreci öncesinde ortak bir uzlaşmaya varabilmelerini sağlamaya yönelik bir uygulamadır. Kuşkusuz bireylerin maddi manevi yatırım yaptıkları, karşılıklı taahhütlerde bulundukları bir ilişkinin
sonlanması, taraflar açısından oldukça
travmatik bir yaşam deneyimidir. Yaşanan travma, ilişkinin niteliği, derinliği, sonlanma nedenleri gibi pek çok
faktöre bağlı olarak bireyler açısından
farklı düzeylerde deneyimlenmesine
rağmen, genelde tüm aile üyeleri için
olumsuz bir atmosfer yaratır. Boşanma sürecinde bireyler bir yandan mevcut olumsuzluklarla baş etmeye çalışırken aynı zamanda gelecekteki yaşam
planlarıyla ilgili kararlar almak ve doyum sağlamayı umdukları yeni yaşam
biçimlerini oluşturmak durumundadırlar. Dolayısıyla yaşanan ikilem öncelikle her birey için başlı başına bir çelişki yaratır. Bu aşamada tarafların birbirlerine yönelik hissettikleri negatif duy-
23
Toplum ve Sosyal Hizmet
gular, özünde bireysel beklentilere dayanan ancak eğer varsa çocuklarla ilgili konular gibi ortak paydayı oluşturan
durumları da gözetmeyi gerektiren yaşam planları konusunda, uzlaşmayı sıkıntıya sokan bir yapıyı üretmektedir.
Başka bir deyişle tarafların içinde bulundukları duygu durumları nedeniyle
objektif ve rasyonel kararlar alıp ortak
yararlarını gözetecek bir uzlaşma noktasına varabilmeyi yardımsız gerçekleştirebilmeleri zayıf bir olasılıktır.
Geleneksel olarak anlaşmazlıkları nedeniyle boşanma sürecinde olan çiftlere bazen bir akraba veya saygın bir arkadaş gibi bireyler yardımcı olmaya çalışabilir. Söz konusu girişimler yeterince objektif, yeterince etkili yani başarılı olduğunda olumlu sonuçlar da elde
edilebilir. Böylesi bir destekten yoksun
olma veya verilen destek ile sonuç alınamaması durumlarında yine başka bir
geleneksel yol, hukuki sürecin işletilerek avukatlar aracılığıyla çözüm aranmasıdır. Avukatlar mesleki donanımlarının doğası gereği müvekkillerinin yararı doğrultusunda yaklaşımlarda bulunurlar. Dolayısıyla tarafların, ortak yararlarını içeren bir uzlaşma noktasına doğrudan iletişim kurmaksızın aracılar (avukatları) yoluyla varmaları pek
olanaklı görünmemektedir. Öte yandan
yine bu sürecin doğası gereği “daha
başarılı avukatlar” taraflardan birinin
kendini mağdur konumunda hissetmesine neden olabilmektedir. Boşanma
konusu mahkeme sürecine intikal ettiğinde hakimler son kararı verirler ve taraflar bu karara uymak zorundadır. Ancak mahkeme sürecinde alınan kararlar, tarafların gerek bireysel gerekse ortak beklentilerinin karşılanması konusunda her zaman yeterli olamamaktadır. Bunun nedeni karar alma sürecine
24
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
tarafların, bireysel katılımları söz konusu olmadığından, doğrudan iletişim kurarak kendilerini, duygu ve beklentilerini ifade etme fırsatından yoksun olmalarıdır. Dolayısıyla aile arabuluculuğu,
boşanma sürecinde tarafların ortak uzlaşmasına dayalı bir anlaşmanın sağlanabilmesi için yeni bir müdahale biçimi
olarak gündeme gelmiştir.
Aile Arabuluculuğu Nedir?
İlgili literatürde yapılan tanımlar değerlendirildiğinde arabuluculuğun, genelde farklı düşündükleri için çözüm arayışı/uzlaşma gereksinimi olan taraflar için özel ya da genel insan ilişkilerinin, etkileşimlerinin olduğu her alanda
yaygın bir müdahale biçimi olarak kullanıldığı görülmektedir (Zastrow, 1995:
19; Tomanbay, 1999: 16; Barker, 1999:
295; Rubinson, 2004: 847; Dewees,
2006: 156-157). Arabuluculuk aile içi
ilişkiler alanında olabildiği gibi iş dünyasında da tarafların uzlaşma gereksinimi olduğunda kullanılan bir yaklaşımdır
(Hahn and Kleist, 2000: 165; Raisfeld,
2007:30). Aynı hedef kitleye yönelik uygulamalar gelişmiş ülkelerde boşanma
arabuluculuğu (divorce mediation) olarak da tanımlanmaktadır. Çalışmamızda aile arabuluculuğu ile aynı zamanda
boşanma arabuluculuğu kapsamındaki
uygulamalar kastedilmektedir.
Herhangi bir nedenle ailenin parçalanması durumunda hem bireysel hem de
ortak alanlarda tüm üyeler için yeni bir
yaşam planının oluşturulması gereksinimi ortaya çıkmaktadır. Çalışmanın giriş bölümünde değinildiği gibi yaşanan
sürecin özel koşulları gereği bu dönemde bireylerin gerçekten özel bir desteğe ihtiyaçları vardır. Aile arabuluculuğu
ile en genelde bu özel desteğin tarafsız
İl
bir arabulucu (mediator) kanalıyla verilmesi ve konu mahkeme sürecine intikal etmeden tarafların anlaşmazlık konularını çözümleyerek ortak yararlarını
gözeten dolayısıyla bireysel beklentilerini olabildiğince karşılayan bir uzlaşma
noktasına varabilmeleri hedeflenmektedir
(Weingarten,1986,195;Parsons
and Cox,1989, 124; Jessani and James,2006,180 ; Roberts,2008,7)
Aile arabuluculuğu uygulamada oldukça zorlu bir süreçtir. Ailevi sorunların
çeşitliliği ve konunun çok yönlülüğü düşünüldüğünde sürecin zorlu olması olağandır. Buna rağmen gelişmiş ülkelerde
alanda pek çok başarılı uygulama örneğinin olmasının nedeni sürecin özgün
bir profesyonel yaklaşımla kurgulanmasından kaynaklanmaktadır (Kelly, 2004:
28). Stuart ve Jacobsen, taraflar arasındaki iletişimsizliğin boşanmaya katkıda bulunduğunu, ancak boşanma sürecinde arabuluculuk yoluyla sağlanan
ve geliştirilen iletişim becerisinin uzlaşmayı sağlamayı garantilemesini paradox olarak nitelemektedir ( Stuart and
Jacobsen, 1986-87: 79-80; aktaran Severson and Bankston, 1995: 683). Dolayısıyla konuyu incelerken öncelikle iyi
bir iletişim atmosferine dayalı başarılı
bir uygulama için gerekli koşullar ele alınacak daha sonra süreç, kapsam, uygulama ve avantajları bağlamında gözden geçirilecektir.
Başarılı Bir Sürecin Önkoşulları
Nelerdir?
Aile arabuluculuğu gönüllü, güvenli işbirliğine dayalı bir süreçtir. Boşanmış
ya da boşanma sürecinde olan çiftler
bu uygulamadan yararlanabilirler. Ancak sürecin etkili olabilmesi için hem
taraflar hem de arabuluculuk rolünü
üstlenen bireyler açısından bazı koşullar gereklidir.
Konuya arabuluculuk rolü açısından
bakıldığında, aile arabuluculuğu sorumluluğunu üstlenme durumunda olan
bireylerin öncelikle aile yaşamı, boşanma ve ailenin yeniden yapılandırılması, iletişim ve görüşme teknikleri konularında arabuluculuk özel eğitimi almış
olmaları gerekmektedir. Aile arabuluculuğu bir aile danışmanlığı veya terapisi süreci olmadığından sadece belirli meslek gruplarının üstlenebileceği
bir sorumluluk olarak tanımlanmamaktadır. Dolayısıyla ilgili özel eğitimi alan
bireyler aile arabuluculuğu yapabilirler
(Katz, 2006: 94). Arabulucunun tarafsız, esnek, güvenilir ve tarafların gönüllü katılımını önemseyen bir yaklaşıma
sahip olması beklenmektedir (Roberts,
2008: 10). Bu çerçevede arabuluculuk
rolünün uygulama sürecindeki kapsamını aşağıdaki unsurlar oluşturmaktadır;
Taraflar açısından güvenli ve destekleyici bir atmosfer yaratır.
Tarafsız önyargısız ve yargılamadan
davranır.
Görüşmelerin anlamlı ve yapıcı bir süreç izlemesini sağlar.
Yapılandırılmış bir çerçevede taraflar
arasında bilgi alışverişini yönlendirir.
Taraflara kendilerini, birbirlerini anlama ve gereksinimlerini belirlemelerinde yardımcı olur.
Tarafların kendilerini ifade edebilmelerini, duygu ve düşüncelerini paylaşabilmelerini sağlar.
Taraflara, uzlaşmalarını engelleyen
zorlu duygusal konularla başetmelerinde yardımcı olur.
25
Toplum ve Sosyal Hizmet
Taraflardan birinin baskın olma veya diğerini istismar etme eğilimleri söz konusu olduğunda gerekli müdahaleleri yapar.
Tarafların kişisel ve ortak yararlarını
gözeten kararlar alabilmelerini sağlar.
Taraflara bilgiye dayalı kararlar alabilmeleri için resmi bilgiler verebilir veya
bilgiye ulaşabilmelerini sağlar.
Tarafların bireysel haklarını koruma işlevi olmadığı gibi en uygun seçeneğin
ne olduğuna ilişkin de öneride bulunmaz ( Taylor, 1997: 215-236; Bagshaw,
1999: 395-397; Roberts, 2005: 510;
Sullivan, 2005: 117; Katz, 2006: 94;
Roberts, 2008: 9-10).
Arabulucunun devreye girmesiyle taraflar arasında yeniden bir etkileşim ve
iletişim süreci başlar. Dolayısıyla konuya taraflar açısından bakıldığında da
arabuluculuk sürecinin yararlı olabilmesi için bazı koşulların sağlanmış olması gerekmektedir. Öncelikle tarafların bu aşamadaki duygu durumlarının
değerlendirilmesi, sürece yönelik olası yansımaların öngörülmesi açısından
önem taşımaktadır. Aksi halde aile arabuluculuğu gerçekleşemeyebilir.
Aile arabuluculuğu süreci doğası gereği gönüllülük esasına dayandığı için
öncelikle tarafların yüz yüze iletişime
ve işbirliğine gönüllü olmaları gerekmektedir (Katz, 2006: 106). Bazen bireyler değil konuşmak birbirlerinin yüzünü bile görmeye katlanamaz durumda olabilirler. Öte yandan süreç içinde
duygusal anlamda zorlanacakları ve
çözüm üretme konusunda başarılı olamayacakları duygusuna kapılmış olabilirler (Favaloro, 1998: 102). Aslında boşanma süreci veya sonrasında tarafların birbirlerine karşı olumsuz duygular
26
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
içinde olmaları beklenen bir durumdur.
Ancak tarafların arabulucu yardımıyla
bu duygularıyla başetmeyi göze almaları ve sürecin gerektirdiği gönüllü katılımı sağlamayı taahhüt etmeleri önemlidir. Çiftlerin arabuluculuk uygulamasına ilişkin bilgilendirilmeleri, sürece arzu
edilen düzeyde katılımlarını kolaylaştırmaktadır (Amundson and Fong, 1993:
201; aktaran Favaloro, 1998: 102).
Aile arabuluculuğunda tarafların, kişisel beklentileri ve ortak yararları doğrultusunda kararlar alarak uzlaşmaları
beklendiğinden, bireylerin karar verme
yeterliliğine sahip olmaları bir başka ön
koşulu oluşturmaktadır. Süreç içinde
taraflara karar verme özerkliği tanınırken beklenen, onların birbirlerine saygılı ve olgun birer yetişkin olarak davranmalarıdır. Ancak kişilik özellikleriyle bağlantılı olarak bencil tutum ve davranışlar, karşı tarafı istismar etme eğilimleri veya tümüyle kişisel olarak karar verme yetisinin sınırlı olması gibi
nedenlerle eşitsizlik söz konusu olabilir. Dolayısıyla arabuluculuk sürecinin
başlangıcında çiftlerin karar verme yetileri değerlendirilmeli ve bu sorumluluğu üstlenecekleri vurgulanmalıdır.
Karar verme konusunda her iki tarafın da yetkin olduğu ancak - özellikle
aile bireylerinden birinin, şiddet ve istismar nedeniyle tehdit veya baskı altında olma durumunda- müzakere güçlerinin eşit olmaması yine arabuluculuk sürecini sabote edecek bir konudur. Bu bağlamda tarafların müzakere gücü eşitliğinin sağlanması üçüncü
önemli ön koşulu gündeme getirmektedir (Roberts, 2005: 515; Roberts, 2008:
10-12).
Sonuç olarak aile arabuluculuğu sürecinin başarısı hem arabulucu hem de
İl
taraflar açısından bazı koşullara bağlıdır. Ancak taraflar açısından tanımlanan konuların değerlendirilmesi ve
sağlanmasının da bir anlamda arabulucunun sorumluluğunda olduğu dikkati çekmektedir. Arabuluculuk rolüne
atfedilen çok yönlü sorumlulukların niteliği değerlendirildiğinde, sürecin mekanik bir hakemlik gibi algılanması söz
konusu olabilir. Ancak gerçekte yaşanan arabulucuların özel bir eğitimle kazandıkları donanımın empatik ve insani bir yaklaşımla sürece yansıtılmasıdır.
Aile Arabuluculuğu Sürecinin
Kapsamı Nedir?
Aile arabuluculuğu sürecinde müzakere edilecek konuların kapsamını tarafların uzlaşma gereksinimi duydukları her şey oluşturabilir. İlgili literatür incelendiğinde uzlaşma gereksinimi olabilecek konuların dar ya da geniş kapsamlı olarak listelendiği görülmektedir.
Bu çalışmada ifade edilen uzlaşma konularının belirli alt başlıklarda gruplanması tercih edilmiştir.
Arabuluculuk sürecinden yararlanabilecek tarafların durumları düşünüldüğünde boşanma sürecinin ne zaman
ve nasıl gerçekleşeceği ilk müzakere
konusunu oluşturmaktadır (Bagshaw,
1999: 395). Boşanma kararı tarafların ortak kararı olduğunda uzlaşmanın
daha kolay olabileceği varsayılabilir.
Aksi halde ise tarafların işbirliğine dayalı bir katılım sağlamaları güçleşebilir.
Sürecin başlangıç aşamasında tarafların ilişki ve etkileşimlerini yeniden yapılandırmaya olabildiğince hazır olmaları
daha detaylı konularda karar vermelerini kolaylaştıracaktır.
Aile yaşamının yeniden yapılandırılması sürecinde iki temel odağı eşlerarası
ve (varsa) çocuklarla olan ilişkiler oluşturmaktadır. Başka bir deyişle ailenin
parçalanması durumunda eşlerin birbirleriyle ilgili ve ebeveynlik sorumluluklarıyla ilgili uzlaşma gereksinimleri olmaktadır. Kuşkusuz her iki sorumluluk alanı birbiriyle bağlantılı ve etkileşimlidir. Ancak çocuklar söz konusu olduğunda ebeveynlik sorumluluklarının
daha ön planda olması nedeniyle diğer
boyutun ihmal edilmesi olasılığına karşılık böyle bir sınıflama tercih edilmiştir. Bu düşünce tarzının gerekçesini ise
sağlıklı bir biçimde yeniden yapılandırılan eşler arası ilişkilerin, sağlıklı ve sürekliliği olan ebeveynlik sorumluluklarının garantisi olacağına olan inancımız
oluşturmaktadır. Aksi halde mutsuz bireyler yaşamları boyu olumsuz duygularını ebeveynlik sorumluluklarına yansıtabilirler. Dolayısıyla arabuluculuk süreci taraflara, eski eşler olarak ilişkilerinin ve devam eden ebeveynlik sorumluluklarının niteliğine ilişkin rasyonel ve
yapıcı kararlar alma fırsatı vermektedir.
Bu bağlamda eşlerarası ilişkiler kapsamında genel uzlaşma konularını;
Bağlantı düzenlemeleri, (Eşlerarası iletişim ve etkileşimin planlanması)
Bakım konuları, (Bakıma muhtaç yaşlı,
hasta aile üyeleri ile ilgili düzenlemeler)
Mali konular, (Eşlerin desteklenme gereksinimi olduğunda ilgili düzenlemeler)
Mal paylaşımı, (Edinilmiş olan malların
uygun biçimde paylaşımı)
Diğer özel konular
oluşturmaktadır.
Ebeveynlik sorumluluklarıyla ilgili uzlaşma konularını ise;
27
Toplum ve Sosyal Hizmet
Çocuğun/çocukların desteklenmesi,
Çocuğun/çocukların hangi ebeveyn ile
kalacaklarına karar verilmesi,
Çocuğun/çocukların ebeveyni ile iletişim ve etkileşimlerine ilişkin düzenlemeler,
Çocuğun/çocukların eğitim sürecine
ilişkin düzenlemeler,
Tatil sürecine ilişkin düzenlemeler,
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
lar birlikte katılırlar ve her birey kendini ifade etme hakkını kullanır. Aile arabuluculuğu sürecinde genelde 3-6 seans görüşme yapılarak sonuca ulaşılmaktadır. Kaç görüşmede hedefe ulaşılacağı;
Arabuluculuk konularının yoğunluğuna,
Tarafların duygu ve çelişkilerinin yoğunluğuna,
Diğer özel konular,
Taraflar arasındaki uzlaşmazlık konularının yoğunluğuna,
oluşturmaktadır (Mantle and Critchley,
2004: 1165-1167).
Taraflar arasındaki etkileşim, iletişim ve
işbirliğinin düzeyine,
Aile Arabuluculuğu Süreci Nasıl
İşler?
Aile arabuluculuğu, sorunlarına barışçıl, pozitif çözümler üretmeyi arzu
eden, uzlaşmazlık konularını çocukları
ve kendi adına müzakere edebileceğine inanan, samimiyet ve işbirliği sergilemeye gönüllü olup karşı taraf ile saygın bir ilişkiyi sürdürmeye kararlı olan
bireylerin yararlanabileceği bir süreçtir.
Dolayısıyla tarafların ayrı ayrı başvuruda bulunarak arabuluculuk sürecinden
yararlanmak istediklerini ifade etmeleri ve arabulucunun seçiminde de uzlaşmış olmaları gerekmektedir (Severson
and Bankston, 1995: 684).
Uzlaşma gereksiniminde olan aile üyeleri, tercih ettikleri arabulucu tarafından
organize edilen, gizlilik ilkesinin gözetildiği, bilginin paylaşıldığı ve çözüm alternatiflerinin tartışıldığı görüşmelere
katılırlar. Süreç içinde gereksinim duyulan bilgi ve belgelerin edinilerek paylaşılması ile müzakere edilecek konuların netleştirilmesi için arabulucu yardımcı olur. Her biri maksimum bir saat
olarak planlanan görüşmelere taraf-
28
Çocukların ya da diğer aile üyelerinin
sürece dâhil olup olmamasına bağlıdır.
Süreç içinde gereksinim duyulduğu
takdirde arabulucunun yönlendirmesiyle taraflar bireysel olarak avukatlarıyla ya da diğer profesyoneller ile görüşüp danışmanlık alabilirler. Önemli olan
arabuluculuk sürecinde ortak bir uzlaşma noktasına varabilecekleri kararları alabilme yeterliliğini hissetmeleridir.
Bu anlamda danışmanlık ya da terapötik desteğin tarafların duygusal dalgalanmalarını azaltarak müzakere sürecine daha aktif katılmalarını sağlayabileceği üzerinde durulmaktadır (Haynes
ve diğerleri, 2004: 8; Roberts, 2008: 4).
Aile Arabuluculuğunun Avantajları
Nelerdir?
Aile arabuluculuğu görüşmeleri başladığında tarafların bir arabulucu karşısında buluşmalarıyla aralarında yeni
bir iletişim ve etkileşim süreci başlar.
Bu süreçte tarafların karar verme sorumluluğunu üstlenmelerine dayalı hümanist yaklaşımlar temel alınmaktadır
(Roberts, 2008:1). Bu bağlamda aile
arabuluculuğunun avantajları değer-
İl
lendirildiğinde aşağıda sıralanan unsurlar göze çarpmaktadır.
Geleceğe yönelik ilişkiler geliştirilir:
Taraflar, yeni bir başlangıç yapma ve
bunu geliştirme şansına sahip olurlar.
Fırsatların yapıcı bir yaklaşımla kullanılabilmesi olumlu bir etkileşimi ve sürekliliğini sağlar.
Tüm konular gözden geçirilir, keşfedilir: Arabulucu gerçek konuların keşfedilmesine ve adil bir biçimde değerlendirilmesine yardımcı olur. Önceden öngörülmeyen konular gündeme gelebilir.
Süreç basit ve sadedir: Arabuluculuk
süreci resmi bir nitelik taşımamaktadır.
Her şey apaçık ortadadır. Bu yönüyle
güven vericidir ve taraflar üzerinde herhangi bir baskı yaratılmamaktadır.
Kontrol tarafların elindedir: Arabuluculuk sürecinin kontrolü tümüyle tarafların elindedir. Gönüllü bir katılım olduğundan hukuki baskı olmaksızın uzlaşma noktasına gelinir. Süreç istenildiği
zaman durdurulabilir.
Süreç esnek bir yapıdadır: Her bir özel
durum için özgün çözümler müzakere
edilir. Hem arabulucu hem de taraflar
açısından rol esnekliği, maksimum düzeyde önemsenir.
Zaman kazandırır: Arabuluculuk uygulamasının en önemli tercih edilme nedenlerindendir.Taraflara yüklü yoğun
resmi süreçlerden uzak olma fırsatı verir. Mahkeme tarihleri beklenmediğinden zaman kaybı olmaz.
Mali avantaj sunar: Aile arabuluculuğunun maliyeti özellikle resmi mahkeme
süreçleriyle kıyaslandığında minimum
düzeydedir. İki avukat yerine bir arabulucu yeterlidir. Eğer mali açıdan sıkıntı söz konusu olursa taraflar destek talep edebilirler.
Süreç güvenlidir: Tartışmalar mahkemede herkesin önünde değil, özel ofiste gerçekleştiğinden taraflar kendilerini rahat hissederler. İzlenmesi gereken
zorunlu süreçler olmadığı gibi açıklanan bilgiler gizli kalır. Paylaşılan konuların kısmen ya da tümüyle mahkeme
sürecine yansıtılması kararı ancak tarafların ortak isteğine bağlıdır.
Daha etkilidir: Arabulucu oldukça geniş bir seçenek yelpazesi sunar; tarafların önemli gördükleri konu ve duygularını açıklamalarını ifade etmelerini
sağlar; güven, anlayış kabul ve işbirliğini geliştirir. Tarafların avukatlar aracılığıyla değil doğrudan iletişim kurmaları nedeniyle, daha sağlıklı ve doyurucu
bir etkileşim gerçekleşmektedir. Aile
arabuluculuğu sürecinde geçmişi yargılamak yerine gelecek planları üzerinde odaklanılmaktadır; dolayısıyla rekabet değil işbirliği teşvik edilir. Böylece boşanma sonrasında tarafların uzlaşmalarından mutlu olmaları sağlanır
(Parsons and Cox, 1989: 124; Roberts,
2008: 10-12).
Değerlendirme ve Sonuç
Aile arabuluculuğu gelişmiş ülkelerde
köklü bir geçmişi olan profesyonel bir
uygulamadır. Bu çalışmada insani etkileşimlerde uzlaşma gereksinimi olan
çok farklı alanlarda alternatif bir müdahale biçimi olarak kullanılan yaklaşımın, aile arabuluculuğu boyutu en yalın
haliyle açıklanmaya çalışılmıştır. Kuşkusuz aile arabuluculuğu konusunda
tartışılması gereken daha ayrıntılı yönler mevcuttur. Konuya ilgili disiplinlerin
(yardım edici disiplinler veya hukuksal)
bakış açısı, hedef kitlenin hem arabulucular hem hizmet alanlar yönünden açılımı ve arabuluculuk müdahalesine iliş-
29
Toplum ve Sosyal Hizmet
kin farklı uygulama biçimleri gibi konular ayrı ayrı ele alınması gereken makale konularıdır.
Konunun sosyal hizmet açısından değerlendirilmesi de bu çalışmadaki temel bilgiler referans verilerek izleyen
çalışmalarda ayrıntılarıyla ele alınacaktır. Arabuluculuk rolünü mesleki rol ve
işlevleri kapsamında barındıran sosyal
hizmet uzmanlarının aile arabuluculuğu yapabilme yeterliği ile ilgili literatürde farklı görüşler mevcuttur.
Yapılan incelemede uygulamanın özgün boyutları vurgulanarak işlevsel bir
yaklaşım olduğu kanısına varılmıştır.
Başka bir deyişle gelişmiş ülke örneklerinde olduğu gibi ülkemizde de alternatif bir müdahale biçimi olarak değerlendirilebilir. Sürecin vurgulanması gereken önemli bir boyutu bilgi ve beceriye dayalı profesyonel bir müdahale olmasıdır. Dolayısıyla “kimlerin nasıl bir
eğitim sürecinden yararlanarak?” bu
sorumluluğu üstlenebileceği konusu
meslek şovenizminin ötesinde titizlikle
değerlendirilmesi gereken bir konudur.
Ülkemizdeki aile yapısı, kültürel yapı,
boşanma aşamasında olan bireylerin
içinde bulunduğu duygu durumları gibi
faktörlerin ön planda tutulması, eğitim
sürecinde kazanılması gereken bilgi ve
beceri kapsamını şekillendirmede yardımcı olacaktır.
Öte yandan aile arabuluculuğunun bir
aile danışmanlığı ya da terapisi süreci olmadığı özel olarak vurgulanan bir
boyuttur. Bu bağlamda sürecin sadece belirli yardım edici disiplinlerin tekelinde bir uygulama olarak tanımlanmaması gerekmektedir. Metinde açıklandığı gibi gereksinim duyulduğunda taraflar danışmanlık desteğini süreç içinde alabilirler.
30
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
Doğası gereği aile arabuluculuğu süreci salt hukuki bir süreç de değildir. Aksine hukuki süreçlere alternatif olarak geliştirilmiştir. Bu nedenle arabuluculuğun
en uygun biçimde avukatlar tarafından
yapılabileceği görüşü de desteklenmemektedir. Özel eğitim alarak avukatlar
aile arabuluculuğu yapabildiği gibi yine
süreç içinde gereksinim duyulduğunda
taraflar hukuki yardım alabilirler.
Yukarıda ifade edilen konular ülkemizde aile arabuluculuğu ile ilgili güncel
tartışma konularını oluşturmaktadır.
Çalışmamızda aile arabuluculuğunun
genel hatlarıyla ele alınması söz konusu tartışmalara ışık tutmayı amaçlamıştır. Sonuç olarak aile arabuluculuğunun bir tartışma süreci hakemliğinde öte anlam taşıdığı, her yönüyle özgün ve profesyonel bir uygulama olduğu vurgulanabilir. Arabuluculuk sorumluluğunu üstlenme konusunda da tüm
disiplinlerin konuya objektif ve profesyonel bakış açısıyla yaklaşmaları gereği de vurgulanması gereken bir başka
boyutu gündeme getirmektedir.
KAYNAKÇA
Amundson, J.K. and Fong, L.S. (1993)
“She Prefers Her Aesthetics;He Prefers His
Pragmatics:A Response to Roberts and
Haynes”, Mediation Quarterly, 11(2) 199205 in Favaloro, G.J. (1998) “Mediation:
A Family Therapy Technique?”, Mediation
Quarterly, 16(1) 101-108.
Bagshaw, D. (1999) “Developing Family
Mediation Standarts: An Australian Experience”, Mediation Quarterly, 16(4) 389-406.
Barker,R.L. (1999) The Social Work Dictionary. United States of America: NASW
Press.
Dewees, M. (2006) Contemporary Social Work Practice. New York: Mc Graw-Hill
Publication.
İl
Favaloro, G.J. (1998) “Mediation: A Family
Therapy Technique?”, Mediation Quarterly,
16(1) 101-108.
Hahn, R.A. and Kleist, D.M. (2000) “Divorce Mediation:Research and Implications for
Family and Couples Counseling”, The Family Journal:Counseling and Therapy for
Couples and Families, 8(2) 165-171.
Haynes, J.M., Haynes,G.L., Fong, L.S.
(2004) Mediation United States of America:
State University of New York Press.
Jessani, A.D. and James, L.(2006) “Mediators and Parenting Coordinators: Comparing and Contrasting 20 Questions/40
Answers”,American Journal of Family
Law.20(3) 180-186.
Katz, E. (2006) “A Family Perspective on
Mediation”, Family Process, 46(1) 93-107.
Kelly, J.B. (2004) “Family Mediation Research: Is there Emprical Support fort he Field?”, Conflict Resolution Quarterly, 22(1-2)
3-35.
Mantle, G. And Critchley, A. (2004) “Social Work and Child-centered Family Court
Mediation”, British Journal of Social Work,
34(8) 1161-1172.
Mosten, F.S. (2004) “Institutionalization
of Mediation”, Family Court Review, 42(2)
292-303.
Rubinson, R. (2004) “Client Counseling,
Mediation,and Alternative Narratives of
Dispute Resolution”, Clinical Law Review,
10(833) 833-853
Severson, M.M. and Bankston, T.V. (1995)
“Social Work and the Pursuit of justice
Through Mediation”, Social Work, 40(5)
683-691
Stuart,R.B. and Jacobsen, B. (1986-87)
“Principles of Divorce Mediation:A Social
Learning Theory Approach”, Mediation Quarterly, 14-15,71-85 in Severson, M.M. and
Bankston, T.V. (1995) “Social Work and the
Pursuit of justice Through Mediation”, Social Work, 40(5) 684.
Sullivan, P.L. (2005) “Culture, Divorce, and
Family Mediation in Hong Kong” ,Family
Court Review,43(1) 109-123.
Taylor, A. (1997) “Concepts of Neutrality in
Family Mediation:Contexts, Ethics, Influence, and Transformative Process”, Mediation
Quarterly, 14(3) 215-236.
Tomanbay, İ. (1999) Sosyal Çalışma Sözlüğü.Ankara: Selvi Yayınevi.
Weingarten, H.R. (1986) “Strategic Planning for Divorce Mediation”, Social Work,
May-June 194-200.
Zastrow,C. (1995) The Practice of Social
Work. California: Brooks/Cole Publishing
Company.
Parsons, R.J. and Cox, E.O. (1989) “Family
Mediation in Elder Caregiving Decisions:An
Empowerment Intervention”, Social Work,
34(2) 122-126.
Raisfeld, R.D. (2007) “How Mediation
Works:A Guide to Effective Use of ADR”,
Employee Relations Law Journal, 33(2) 3041.
Roberts, M. (2005) “Family Mediation:The
development of the Regulatory Framework
in the United Kingdom”, Conflict Resolution
Quarterly, 22(4) 509-526.
Roberts, M. (2008) Mediation in Family Disputes.England: Ashgate Publishing Limited.
31
Baykara Acar
Araştırma
GRUP ÇALIŞMASININ
CİNSEL SUÇTAN
HÜKÜMLÜ
ÇOCUKLARIN
SOSYAL İLİŞKİ,
EMPATİK BECERİ VE
BENLİK SAYGISINA
ETKİSİ
The Effect of Group Work
on the Level of Self Esteem,
Emphatic Skills and Social
Relationships of Convicted
Young Sexual Offenders
Yüksel BAYKARA ACAR*
*
Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İda-
ri Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü
ÖZET
Bu araştırma, çocuklara özgü bir ıslah kuruluşunda cinsel suçtan hükümlü çocuklarla yapılmıştır. Araştırmada, grup çalışmasının cinsel suçtan hükümlü çocukların benlik
saygısı, empatik beceri ve sosyal ilişki düzeylerine etkisi belirlenmek istenmiştir. Araştırmaya deney ve kontrol grubu olmak üzere 24
cinsel suçtan hükümlü çocuk dâhil edilmiştir. Deney grubundaki çocuklar ile 12 hafta
süre ile grup çalışması yapılmıştır. Araştırma sonucunda grup çalışması deneyimi yaşamış deney grubundaki cinsel suçtan hükümlü çocukların sosyal ilişki düzeylerinin
kendi içinde anlamlı düzeyde artış gösterdiği, benlik saygısı ve empatik becerilerinin ise
istatistiksel açıdan anlamlı olmasa da kontrol grubundaki çocuklara göre artış gösterdiği belirlenmiştir.
Anahtar Sözcükler: Cinsel suç, sosyal
hizmet, grup çalışması, benlik saygısı, empatik beceri, sosyal ilişki
ABSTRACT
This research has been conducted with convicted young sexual offenders in a reformatory for children. The research tries to determine the effects of group work on self-esteem,
empathic skills and social relationship levels
of convicted children. The study population consists of twenty-four (24) convicted young sexual offenders (12 in control group, 12
in treatment group). A group work has been
performed with the children in the treatment
group during twelve (12) weeks. Research
results indicate that there is a meaningful
increase in the level of social relationships
of children in the treatment group who had
group work experience. The data also reveals that although there is no statistically meaningful increase in the levels of self-esteem
and emphatic skills of children in the treatment group, the scores of the children in the
treatment group are higher than those in the
control group.
Key Words: Sexual offence, social work,
group work, self-esteem, empathic skills,
social relationship.
GİRİŞ
Çocukların yöneldiği suçlardan biri olarak cinsel suçlarda özellikle yurt dışında son yıllarda artış görülmektedir. Bu
33
Toplum ve Sosyal Hizmet
durum, bilim adamlarını “cinsel suça
yönelen çocuk1” lar ve suça yönelme
nedenleriyle ilgili olarak yeni arayışlara
itmiştir. Araştırmalar, çocukların cinsel
suça yönelmelerinde çeşitli faktörlerin
önemini vurgulamaktadır. Bunlar çocuğun bireysel özellikleri, aile ilişkileri, arkadaşlık ilişkileri, okul yaşamı vb. gibi
faktörleri içermektedir.
CSYÇ’lerin toplumla bütünleşmelerine
yönelik yapılan çalışmalarda yukarıda
ifade edilen ve cinsel suça yönelmede
etkili olan çocuklara ve çevresine ilişkin
faktörler üzerinde durulduğu görülmektedir. Grup çalışmaları ise, bu çocuklara müdahalede önemli bir yer tutmaktadır. Bu çalışmanın konusunu, grup çalışmasının cinsel suçtan hükümlü çocukların suça yönelmelerinde etkili olduğu düşünülen sosyal ilişki, empatik
beceri ve benlik saygısı düzeylerine etkisini belirlemek oluşturmaktadır.
Cinsel Suça Yönelen Çocuklarda
Benlik Saygısı, Empatik Beceri,
Sosyal İlişki
Cinsel suçla ilgili literatür, benlik saygısı, empatik beceri ve sosyal ilişkilerin cinsel suça yönelmede önemini vurgulamaktadır. CSYÇ’lerin benlik kavramıyla ilgili literatür ise, bu çocuklardaki düşük olumsuz benlik kavramını vurgulamaktadır (Ryan ve Diğerleri, 1987;
Fabiano, 1991; akt. : Goodman, 1997:
52). Cinsel suçlu gençlerle2 ilgili araş1 Cinsel suça yönelen çocuk, bundan böyle CSYÇ
olarak kısaltılacaktır.
2 Avrupa ve ABD’de 13-18 yaş aralığını kapsayan kişiler için “juvenile” ve bu yaş grubundaki suça yönelen kişiler için “genç suçluluğu”
kavramı kullanılmaktadır. Bu makaledeki çocuk kavramı da 13-18 yaş aralığını içermekte,
ancak ülkemizde kullanılan kavram olarak çocuk suçluluğu tercih edilmektedir.
34
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
tırmalar bu çocuklardaki zayıf empatik
ve sosyal becerilere işaret etmektedir
(Kemp, 1998: 201-202; Becker ve Hunter, 1997; Lurigio, Marylouise ve Smith,
1995: 74; Goodman, 1997: 52; Kaner,
1991). Çok sayıda araştırma cinsel suç
işlemiş gençlerin sosyal becerilerinde
yetersizlik olduğunu, yalnız kalma ve
sosyal olarak izole edilme eğilimleri olduğunu vurgulamaktadır (Gal ve Hoge,
1999: 7). Yetersiz sosyal beceriler, zayıf akran ilişkileri ve sosyal izolasyon,
bu gençlerde belirlenen güçlüklerdir
(Fehrenbach ve Diğerleri, 1986; Katz,
1990; akt: Righthand ve Welch, 2001:
7; Graves, Openshaw ve Adams, 1992:
140; Gal ve Hoge, 1999: 8; Goodman,
1997: 52).
Masson ve Erooga (1999: 5), sosyal
yetersizliğin çoğunlukla düşük benlik saygısı ve duygusal yalnızlıkla sonuçlandığını vurgulamaktadır. Marshall (1989), geçmişteki duygusal bağlılık problemlerinin daha sonraki yaşamda yakın ilişkiler kurma konusunda sorun yarattığını ve düşük benlik saygısı ve duygusal yalnızlığa katkı verdiğini ifade etmiştir (akt. : Masson ve Erooga, 1999: 5). Empatiye ilişkin çalışmalar, sosyal becerileri yüksek olan kişilerin empatik becerilerindeki yüksekliğine işaret etmektedir. Bazı araştırmalar,
empatinin toplumsallaşma, sosyal duyarlılık ve topluma uyum ile pozitif ilişkisine değinmektedir (Brems, 1988; akt.
: Dökmen, 1996: 150). Dökmen (1993:
124), empatik anlayışın insanları birbirine yaklaştırdığını ve iletişimi kolaylaştırıcı özelliği olduğunu ifade etmiştir.
Harrower (1993: 240), sosyal becerilerdeki gelişmelerin bireyin kendini algılama ve benlik saygısında değişmelere
neden olacağını belirtmiştir.
Baykara Acar
Müdahale Programlarında Grup
Çalışmalarının Yeri
Cellini (1995;akt. : Righthand ve Welch
2001: 38), çocuklara yönelik müdahalelerin öncelikli amacını, onların cinsel istismar davranışları üzerinde kontrol kazanmalarına ve çevreleriyle iletişimlerini artırmalarına yardımcı olmak olarak
tanımlamaktadır. Benzer olarak Becker
ve Hunter (1997: 190), tretmanın temel
amaçlarının daha fazla kurban olmayı
önleme, psikoseksüel sorunların gelişimini durdurma ve arkadaşlarıyla uyumlu ilişkiler geliştirmeleri için çocuklara
yardımcı olmayı içerdiğini vurgulamışlardır. Tretman planlarının bireyselleştirilmesi gerekliliği üzerinde durmuşlardır. Çoğu programların psiko-eğitimsel,
bilişsel-davranışsal, aile terapisi, tekrarı önleme (relapse prevention) gibi müdahalelerin bir kısmını ya da tümünü
içerdiğini ifade etmişlerdir. Bazı programların ise ek olarak, psikofarmakolojik tretmanları kullandığı görülmektedir.
Cinsel suç işlemiş çocuklara yönelik
tretmanların içeriği, genellikle cinsel
eğitim, bilişsel bozuklukların düzeltilmesi (bilişsel yeniden yapılanma), empati eğitimi, istismara ilişkin sahip olunan değerlerin arıtılması, öfke yönetimi, dürtü kontrolünü artırmaya yönelik ve doğru yargılamayı kolaylaştıran
stratejiler, sosyal beceri eğitimi, sapan
uyarılmanın azaltılması, tekrarı önleme
gibi yaklaşımlardan oluşmaktadır (Becker ve Hunter, 1997; Hunter ve Figueredo, 1999; National Adolescent Perpetrator Network, 1993; akt. : Righthand
ve Welch, 2001: 39). Suçların tartışılması, bilişsel bozukluklar (cognitive distortions) ın değiştirilmesi, örtük duyarlılık (covert sensitization), atılganlık (assertive) ve öfke kontrolü, cinsel eğitim
ve suç tekrarını önleme gibi bileşenleri
içeren bilişsel davranışsal grup tretmanı (Becker ve Kaplan, 1993; Sermabeikian ve Martinez, 1994; akt. : Swenson
ve Diğerleri, 1998: 330-331) CSYÇlerin tretmanı için en yaygın olanlarıdır
(Camp ve Thyer, 1993; akt. : Swenson
ve Diğerleri, 1998: 331).
CSYÇ’lerle ilgili literatüre bakıldığında, grup çalışmalarının CSYÇ’lere yönelik hazırlanmış çoğu treman programının önemli bir bileşenini oluşturduğu görülmektedir. Sermabeikan ve
Martinez (1994: 971), cinsel suça yönelmiş çocuklara yönelik grup tretmanının3, kişinin cinsel davranışı için sorumluluk almasını sağlaması, daha iyi
karar verebilme yeteneğinin geliştirilmesi, toplumdaki kuralların kabul edilmesine ilişkin görüş geliştirmesi, sosyal ilişkilerde gücün ve kontrolün uygun kullanımını öğrenmesi, duyguların
ve ihtiyaçların ifade edilmesini sağlaması, etkileşim ve iletişimi geliştirmesi,
kurban ile empatiyi artırması konusunda yararlarına vurgu yapmıştır. Güney
(1997; akt. : Cılga ve Diğerleri, 2001:
166) grubun insan yaşamında öneminden bahsederek, iletişim kurma becerilerini artırıcı rolünü vurgulamıştır. Becker (1990: 367), grup ortamının çocuklara akranlarıyla ilişki kurmak için uygun bir mekân sağladığı ve çatışma çözümlerinin çoğunda fiziksel şiddet kullanan çocukların alternatif sorun çözme araçlarını öğrenebildiklerini ifade
etmiştir. Harrower (1993: 240), grup çalışmalarının, akran gurubu içinde çocuğun benlik bilgisini artırmada önemli olduğuna ve normal hayattaki sosyal et3 Tretman programı, belli bir amaca yönelik özel
tekniklerin yoğun olarak birlikte kullanıldığı
bakım, eğitim ve iyileştirme programlarının tümüdür (Uluğtekin 1991:10).
35
Toplum ve Sosyal Hizmet
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
kileşimlerin tartışıldığı bir ortam sağladığına işaret etmiştir.
Grup Üyeleri, Liderler ve Grup
Oturumları
Görüldüğü gibi, cinsel suça yönelmede birbiriyle iç içe ve birbirini etkileyen
faktörler olan benlik saygısı, sosyal ilişki ve empatik beceri bireysel özellikler
arasındadır. CSYÇ’lerin toplumla bütünleşmesinde grup çalışması tretmanın önemli bir unsurunu oluşturmaktadır. CSYÇ’lerle çalışmada ekibin bir
üyesini oluşturan sosyal hizmet, farklı
düzeylerde müdahale araçlarına sahiptir. İl (1999: 163), bu müdahalelerden
biri olarak grup çalışmalarının sosyal
hizmet uygulamalarında giderek geliştiğini ve grup etkileşiminden yararlanılarak bireylerde davranış değişikliği yaratılabileceğini ifade etmiştir. Ülkemizde CSYÇ’lerle grup çalışmasına ilişkin
araştırma olmadığı4 yapılan araştırmaların, daha çok suça itilmiş çocukların
mahkeme veya kurum dosyalarının taranmasını içeren çalışmalar olduğu görülmektedir (Baykara Acar, 2004:3). Ülkemizde hükümlü çocuklarla grup çalışmasını içeren iki araştırmada grup
çalışmasının çocukların benlik algıları ve empatik becerileri üzerinde olumlu etkisi olduğu belirlenmiştir. (Kaner,
1991; Bogenç, 1998). Bu araştırmanın
amacı grup çalışmasının CSYÇ’lerin
benlik saygısı, sosyal ilişki ve empatik
beceri düzeyleri üzerine etkisini belirlemektir. Araştırmada etkileşim grubuna
katılan çocukların sosyal ilişki, empatik
beceri ve benlik saygısı ön test - son
test puanları arasındaki fark, etkileşim
grubuna katılmayan çocuklara göre artacağı beklenmiştir.
Araştırma hükümlü çocukların kaldığı
bir ıslah kuruluşunda yapılmıştır. Kuruluştaki çocuklar, okul ve iş yaşamlarına devam edebilmektedir. Bu nedenle
araştırmada grup toplantıları çocukların kurumda olduğu saatler düşünülerek planlanmış ve gerektiğinde toplantı
saati ve günlerinde değişikliğe gidilmiştir. Grup toplantıları genellikle her pazar saat 19.30 - 21.30 saatleri arasında yapılmıştır.
GRUP ÇALIŞMASI
4 Bu çalışmanın yapıldığı süre içinde herhangi
bir araştırmaya rastlanmamıştır.
36
Etkileşim grubu olarak yapılan bu çalışmanın, amaç bakımından sosyalleşme ve davranış değişiminin hedeflendiği sosyalleştirici grup olduğu söylenebilir. Sosyalleştirici/sosyalizasyon gruplarının amacı, katılımcıların “sosyalleşmek” için gerekli olan sosyal becerileri kazanmalarına yardım etmektir. Bu
gruplarda, grup üyelerinin bazı sosyal
becerilerinin yeterli olmadığı kabul edilmektedir. Sosyalizasyon gruplarında
üyeler arasında tartışmadan çok, sıklıkla değişme aracı olarak deneyimler
veya etkinlikler kullanılmaktadır (Kirst
Ashman ve Hull, 1999:95). Grup çalışmasında çocukların kendini ifade etmesinde kolaylaştırıcı olması bakımından psikodramanın bazı tekniklerinden
(rol değiştirme, eşleme gibi) yararlanılmıştır5. Bu tekniklerin çocukların kendini ifadesini ve farkındalığını kolaylaştırmasının yanında, gruba katılımını
ve başkalarının duygu ve düşüncelerini anlayabilmesini artıracağı düşünülmüştür.
Her grup toplantısı ısınma, oyun ve de5 Grup lideri psikodrama eğitimine sahip olduğundan, oturumlarda psikodrama tekniklerinden (eşleme, rol değişimi vb.) yararlanılmıştır.
Baykara Acar
ğerlendirme olmak üzere üç aşamada
gerçekleştirilmiştir. Isınma ve oyun aşamaları çocukların ilgi ve isteklerini dikkate alan hareket ve oyunları içermiştir.
Toplantı sonunda yapılan değerlendirme aşaması, o toplantıda ne yapıldığını ve birey olarak grup üyelerinin o toplantıda ne öğrendiklerini içermektedir.
Grup çalışmasının başlangıç aşamasını oluşturan ilk toplantılar, grupta kuralların oluşturulduğu, daha çok üyelerin
uygulamayı anlamaya çalıştığı ve amacını sorguladığı bir aşamayı içermiştir.
Böyle bir çalışmayla yaşamlarında ilk
defa karşılaşan üyelerin ilk toplantılarda araştırmacıya ve çalışmaya güven
duymakta zorlandığı düşünülmektedir.
Altıncı toplantıdan sonra grubun gelişme safhasının başladığı ve grup üyelerinin grubun amacı çerçevesinde etkili çalışmaya başladığı düşünülmektedir. Daha sonraki toplantılar, grupta
üyelerin bizlik duygusunun güçlendiği, birlikte çalışmak konusunda birbirlerini destekledikleri ve güven duygusunun yerleştiği toplantılar olmuştur. Bu
toplantılarda üyelerin günlük yaşamlarında karşılaştıkları sorunlar, sahip oldukları özelliklerin bu sorunlardaki etkileri, sosyal ilişkileri ve gelecek yaşamları üzerinde durulmuştur. Toplantılarda her üyenin birbirinin duygu, düşünce ve sorunlarına duyarlılık gösterdiği gözlenmiştir. Toplantılarda üyelerin
“özel yaşamları” ve “suç davranışları”nı
gündeme getirmeleri grup yöneticisinin
kontrolünde gerçekleştirilmiştir.
yı içeren ilk çalışmadır 6. Araştırmanın
yapılmasında bazı etik sorunlar yaşanmıştır. Türkiye’de çocuklara yönelik ıslah kurumlarında (Araştırmanın yapıldığı sürede olmadığı ifade edilmelidir) suç türüne göre özel bir sınıflama
ve tretman programı bulunmamaktadır. Dolayısıyla ıslah kuruluşlarında çocukların, birbirlerinin suçlarını bilmeleri istenmemektedir. Suç türünün ortaya
çıkması çocukların kuruluşta damgalanmasına ve zarar görmesine neden
olabilmektedir. Cinsel suçtan hükümlü
çocukların grup çalışmasına doğrudan
alınması durumunda kuruluşta suçlarının öğrenilmesi riski olduğundan, bir
başka grupla daha grup çalışması yapılmıştır. Çocuklara araştırmacının, zaman sınırlığı nedeniyle iki grup çalışması yapabildiği belirtilmiştir. Böyle bir
durum, etik bir sorun olduğu kadar, oturumlarda yapılan tartışma ve oyunların niteliğini belirlediği gibi, gruptaki eylemlerin derinliğine “suç odağında” tartışılmasını engellemiştir. İlerleyen oturumlarda, çocuklarla “güven ilişkisinin”
kurulmuş olmasına karşın, kendilerine
araştırmada sadece “cinsel suçtan hükümlü” çocuklarla çalışıldığının söylenememesine ilişkin yaşanan etik sorunun varlığı rahatsız edicidir.
YÖNTEM
Etik Sorunlar
Deneysel desende yapılan araştırmada, 16–20 yaşları arasında grup çalışmasına katılmaya gönüllü olan 24 çocuk, 12 deney ve 12 kontrol grubuna olmak üzere tesadüfî olarak atanmışlardır. Deney grubunda yaş ortalaması 17.
36 iken, kontrol grubunda yaş ortalaması 17. 75’dir. Eğitim durumlarına ba-
Bu araştırma, Türkiye’de belli bir suç
grubuna yönelik uygulamalı çalışma-
6 Bu konuda başka bir araştırmaya rastlanmamıştır.
37
Toplum ve Sosyal Hizmet
kıldığında iki grup arasında yine benzer bir dağılım görülmektedir. Çocukların hemen hepsinin eğitimleri yarıda
kalmıştır ve ilköğretimden sonraki eğitimlerini kuruluşta devam ettirmektedir.
Grup üyeleri, alt sosyo ekonomik düzeyde ve kırsal bölgelerde ikamet eden
ailelerin çocuklarıdır. Grup oturumları
bir grup yöneticisi (kadın) ve bir grup
yardımcısı (erkek) tarafından yürütülmüştür.
Deney grubunun yedinci toplantısında
bir çocuk kendi isteğiyle gruptan ayrılmıştır. Araştırmada grup yöneticisi ve
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
grup yardımcısı grup çalışması başlamadan önce ön test uygulaması yapmıştır. Ölçekler, deney ve kontrol gruplarına ayrı ayrı uygulanmıştır. Uygulamalar gruplar için iki ayrı güne bölünerek yapılmıştır. Çocuklara iki test bir
gün, diğer bir test ise bir başka gün verilmiştir. Ön testten sonra 12 hafta süreyle deney grubu ile grup çalışması
yapılırken, kontrol grubuna herhangi bir
işlem yapılmamıştır. Grup çalışmasından üç hafta sonra çocuklara son testler verilmiştir. Araştırma gruplarına uygulanan işlem Tablo 1’de verilmiştir:
Tablo 1. Araştırma Gruplarına Uygulanan Deneysel İşlem
Gruplar
Ön test
Coopersmih Benlik
saygısı Envanteri 1
Uygulaması
Deney
Grubu
Kontrol
Grubu
Sosyal İlişki Alt Ölçeği 2
Uygulaması
Son test
Coopersmih Benlik saygısı
Envanteri Uygulaması
12 Hafta
Süreyle
Etkileşim
Grubu
Uygulaması
Sosyal İlişki Alt Ölçeği
Uygulaması
Empatik Beceri Ölçeği 3
Uygulaması
Empatik Beceri Ölçeği
Uygulaması
Coopersmih Benlik
saygısı Envanteri
Uygulaması
Coopersmih Benlik saygısı
Envanteri Uygulaması
Sosyal İlişki Alt Ölçeği
Uygulaması
Empatik Beceri Ölçeği
Uygulaması
38
İşlem
İşlem Yok
Sosyal İlişki Alt Ölçeği
Uygulaması
Empatik Beceri Ölçeği
Uygulaması
Baykara Acar
Araştırmada deney ve kontrol grubu,
ön ve son ölçümler bakımından karşılaştırılmıştır. Deney ve kontrol grubunun ölçeklerden aldıkları puanların ortalamaları arasındaki farkın anlamlılık düzeyini belirlemek amacıyla t testi kullanılmıştır. Gruplardaki denek sayısının azlığı nedeniyle non-parametrik
test olarak Mann–Whitney U testi ve
Wilcoxon t testi kullanılmıştır. Araştırmada istatistiksel anlamlılık düzeyi p=
0. 05 olarak kabul edilmiştir. Veri analizlerinde SPSS for Windows 11. 05 paket programı kullanılmıştır.
56 öğrenciye 15 gün ara ile iki kez uygulanmıştır. İki uygulama arasında r=
.76 bulunmuştur. Ayrıca aynı envanter Tufan tarafından Hacettepe Üniversitesi Sağlık İdaresi Yüksekokulundan
200 öğrenciye Rosenberg Benlik Saygısı Ölçeği ile verilerek bu iki ölçme
aracı arasındaki korelasyona bakılmıştır. Rosenberg’in 10 madde üzerinden
yapılan değerlendirmesine göre r= .62,
Rosenberg’in Guttman Ölçeğine göre
yapılan değerlendirmesine göre r= .61
olarak değerler istatistiksel açıdan anlamlı bulunmuştur (Turan ve Tufan,
1987; akt. Tufan ve Yıldız, 1993: 38).
Veri Toplama Araçları
Cinsel suçtan hükümlü çocukların empatik becerilerini ölçmek için Dökmen
(1988) tarafından geliştirilen Empatik Beceri Ölçeği B formu kullanılmıştır. Formda, her sorunun altında, bu sorunu ifade eden bir kişiye verilebilecek 12 empatik tepkiden formu dolduran kişi için en uygun görünen dördünü
işaretlemeleri beklenmektedir. 12 tepkiden biri, tesadüfî yanıtları saptamak
amacıyla konulmuş olan, sorunla ilgisi olmayan bir tepkidir. Dökmen (1993:
342), ölçeğin, kişilerin zihinde oluşan
empatik anlayışı ölçmekten çok, sözel
olarak ifade edilen empatik tepkinin niteliğini ölçtüğünü ifade etmiştir. B Formunun cevap anahtarı oluşturulurken,
ölçekte bulunan EBÖ’den alınan yüksek puanlar, empatik becerinin yüksek olduğunu, düşük puanlar ise düşük olduğunu göstermektedir (Dökmen, 1993: 341). Ölçekten alınan en
yüksek puan (6 durum için dört en yüksek puanlı seçenek işaretlendiği taktirde) 222’dir. Güvenirlik çalışmasında ölçek 80 kişilik bir gruba üç hafta arayla iki defa uygulanmıştır. Uygulamalardan elde edilen ölçümler arasında r=
.91 bir ilişki belirlenmiştir. Ölçeğin ge-
Araştırmada CSYÇ’lerin benlik saygı düzeylerini belirlemek için Coopersmith Benlik saygısı Envanteri; empatik
becerilerini belirlemek için Empatik Beceri Ölçeği ve sosyal ilişki düzeylerini
belirlemek için Sosyal İlişki Alt Ölçeği
kullanılmıştır.
Stanley Coopersmith tarafından geliştirilen, Coopersmith Benlik Saygısı Envanteri, benliğe yönelik sosyal, akademik, aile ve kişisel deneyimler alanlarındaki tutumları değerlendirmek için
hazırlanmıştır. Bu araştırmada ölçeğin 16 ve daha yukarı yaştaki bireyler
için hazırlanmış 25 maddeden oluşan
“Yetişkin Formu” kullanılmıştır. Toplam
maksimum benlik puanı 100’dür. Ölçeğin Türkiye’de güvenirlik çalışması Turan tarafından 30 kanserli hasta ile gerçekleştirilmiştir. Hastalara 15 gün arayla uygulanan ölçekte, test ve tekrar test
sonucunda r= .65 olarak anlamlı bulunmuştur (Turan ve Tufan 1987; akt. : Tufan ve Yıldız 1993: 38). Geçerlik ve güvenirlik çalışmaları Tufan tarafından
da yapılmıştır. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksekokulu’ndan
39
Toplum ve Sosyal Hizmet
çerlik çalışmasında ölçek klinik psikolojide ve psikolojik danışmada en az
yüksek lisans derecesi olan 14 kişilik
bir gruba ve psikoloji dışında bir alanda yüksek öğrenim almış 14 kişilik başka bir gruba uygulanmıştır. Sonuçta, birinci grubun tüm üyelerinin 7. ila 10. Basamaklar arasında empatik tercihte bulundukları, ikinci grubun empatik tercihlerinin ise 2. ila 8. Basamaklar arasında bulunduğu belirlenmiştir. İki grubun
empatik beceri puanları arasında anlamlı bir farklılık bulunmuştur (t=6. 77,
sd=26, p<. 001) (Dökmen, 1988: 176).
Araştırmada cinsel suçtan hükümlü çocukların sosyal ilişki düzeylerini belirlemek için Özgüven (1992: 8-11) tarafından hazırlanan Hacettepe Kişilik Envanteri7 HKE Takım A’nın sosyal uyum
alt ölçeklerinden 20 maddelik “Hacettepe Kişilik Envanteri Sosyal İlişkiler Alt
Ölçeği” kullanılmıştır. Envantere ilişkin
puanların yorumlanmasında yüzdelik
normlar geliştirilmiştir. Buna göre, yüzdelik puanların kritik ve önemli değerleri verilmiştir. Buna göre % 25’lik dilim
kritik bölgeyi oluşturmaktadır. Envanterden alınan puanların azalması uyum
puanlarının düştüğü anlamına gelmektedir. % 25’in karşılığı olan puan (7)
“uyumsuzluk” ucuna ilişkin kritik bölgenin üst sınırını göstermektedir. Bu puan
ve bundan daha düşük puan alanlarla ilgili, o alt ölçeğin işaret ettiği nitelikler bakımından bazı uyum sorunları
olabileceği ihtimali gündeme gelmektedir. Hacettepe Kişilik Envanterinin “envanterin tekrarı” yönetimi ile elde edilen güvenirlikleri oldukça yüksektir. Alt
ölçeklerin güvenirlikleri de bağımsız birer ölçek olarak kullanılabilecek düzey7 Hacettepe Kişilik Envanteri bundan böyle HKE
olarak kısaltılacaktır.
40
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
de yüksek bulunmuştur. Kişisel uyum
alt ölçeklerinin ortalaması .85, sosyal
uyum alt ölçeklerinin ortalaması yaklaşık .80 olarak belirlenmiştir. Alt ölçeklere ilişkin ara korelâsyonları itibarıyla
her puanın ölçeğe özgü nitelikleri koruyacak biçimde düşük, toplam puana katkı verecek ölçüde yüksek olduğu
görülmüştür. Yani bir ölçme aracı olarak HKE homojen bir yapı göstermektedir. Bu durum toplam ve alt ölçeklerin bağımsız birer ölçek olarak da kullanılabileceği anlamına gelmektedir
(Özgüven, 1992: 29). Ölçeğin güvenirlik çalışmasında 62 lise öğrencisine 15
gün arayla iki kez uygulanması sonucunda elde edilen puanlardan Pearson
Momentler Çarpımı Korelasyonu ile hesaplanan değişmezlik katsayıları kişisel uyum için .93 ve sosyal uyum için
.82 ve genel uyum için .92 olarak bulunmuştur. Geçerlilik çalışmasında ölçek Sürekli Kaygı Envanteri ile 96 kişilik öğrenciye uygulanmış ve aralarındaki korelasyonlara bakılmıştır. Kaygı ölçüt olarak alındığında kişisel uyum ile
korelasyonu - .58, sosyal uyum ile korelasyonu - .47, genel uyum ile korelasyonu ise - .56 bulunmuştur (Öner, 1997:
394).
BULGULAR
Benlik Saygısı
Araştırmanın bir nolu denencesi, “etkileşim grubuna katılan çocukların benlik
saygısı ön test son test puanları arasındaki fark, etkileşim grubuna katılmayan
çocuklara göre artacaktır” şeklinde düzenlenmiştir. Denencenin sınanmasına
ilişkin bulgular Tablo 2’de verilmiştir.
Tablo 2’ye bakıldığında deney grubunun benlik saygısı ön test puan ortalamasının kontrol grubuna göre oldukça
Baykara Acar
Tablo 2. Deney ve Kontrol Grubunun Uygulama Öncesi ve Uygulama Sonrası
Coopersmith Benlik Saygısı Envanterinden Aldığı Puan Ortalamaları
GRUP
CBSE
Son Test
CBSE
Öntest
X
X
SS
SS
CBSE
Test Sonucu**
n
Deney
59,64
17,30
65,46
20,96
-1,02*
11
Kontrol
70,33
14,41
66,33
13,90
,90*
12
Test Sonucu***
-1, 361*
*p> 0.05
**Wilcoxon Test
-, 279*
***Mann Whitney U Test
düşük olduğu görülmektedir. Buna karşın, etkileşim grubu sonunda yapılan
ölçümler, deney grubunda benlik saygısı puanlarında artışı gösterirken, kontrol grubunda yaklaşık beş puanlık bir
düşüşe dikkati çekmektedir. Grup çalışması sonunda benlik saygısı puanları açısından her iki grubun kendi içindeki ön ve son test ölçümleri arasında anlamlı bir fark bulunamamıştır.
Deney ve kontrol grubunun etkileşim
grubu öncesi CSBE ön test puan ortalamaları arasındaki farkın da istatistiksel olarak anlamlı olmadığı görülmektedir. Kontrol grubunun ön test puan ortalamalarının deney grubundan yüksek
olmasına karşın bu farklılık istatistiksel
açıdan anlamlı bulunmamıştır. Etkileşim grubu sonunda her iki gruptaki çocukların ön ve son test puan ortalamalarına bakıldığında, gruplar arasındaki
farkın istatistiksel olarak anlamlı olmadığı görülmektedir. Ancak anlamlı olmamakla birlikte deney grubundaki çocukların son test puan ortalamalarında
artış olduğu belirlenmiştir.
Empatik Beceri
Araştırmanın iki nolu denencesi, “etkileşim grubuna katılan çocukların empatik beceri ön test son test puanları
arasındaki fark, etkileşim grubuna katılmayan çocuklara göre artacaktır” şeklinde düzenlenmiştir. Denencenin sınanmasına ilişkin bulgular Tablo 3’de
verilmiştir.
Tablo 3’te görüldüğü gibi deney grubunun empatik beceri ön test puan ortalaması kontrol grubuna göre daha yüksektir. Etkileşim grubu sonunda yapılan ölçümler, her iki grubun puanlarında da yükselme olduğunu göstermekle beraber kontrol grubunun puanlarında daha büyük bir artış söz konusudur.
Empatik becerilere ilişkin her iki grubun
kendi içindeki ön ve son test ölçümleri arasında fark anlamlı bulunmamıştır.
Deney ve kontrol gruplarının grup uygulaması öncesi EBÖ ön test puan ortalamaları arasındaki fark istatistiksel
olarak anlamlı değildir. Deney grubunun ön test puan ortalamalarının kontrol grubundan yüksek olmasına karşın
41
Toplum ve Sosyal Hizmet
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
Tablo 3. Deney ve Kontrol Grubunun Uygulama Öncesi ve Uygulama
Sonrası Empatik Beceri Ölçeğinden Aldığı Puan Ortalamaları
EBÖ
Son Test
EBÖ
Ön Test
GRUP
X
X
SS
EBÖ
Test Sonucu**
n
SS
Deney
129, 46
13,29
132,64
13,36
-, 918*
11
Kontrol
121,17
11,97
130,59
18,61
-1, 687*
12
Test Sonucu***
-1, 355*
*p> 0.05 **Wilcoxon Test
-, 647*
***Mann Whitney U Test
bu farklılık istatistiksel açıdan anlamlı bulunmamıştır. Etkileşim grubu uygulaması sonunda her iki gruptaki çocukların ön ve son test puan ortalamalarına bakıldığında, gruplar arasındaki
farkın istatistiksel olarak anlamlı olmadığı görülmektedir. Ancak anlamlı olmamakla birlikte her iki grubun son test
puan ortalamalarında artış olduğu görülmektedir. Bu sonuçlara göre araştırmanın denencesinin desteklenmediği söylenebilir.
Sosyal İlişki
Araştırmanın üç nolu denencesi, “etkileşim grubuna katılan çocukların sosyal ilişki ön test son test puanları arasındaki fark, etkileşim grubuna katılmayan çocuklara göre artacaktır” şeklinde düzenlenmiştir. Denencenin sınanmasına ilişkin bulgular Tablo 4’te verilmiştir.
Tablo 4’de görüldüğü gibi, deney ve
kontrol grubunun grup uygulaması ön-
Tablo 4. Deney ve Kontrol Grubunun Uygulama Öncesi ve Uygulama Sonrası Sosyal İlişkiler Alt Ölçeğinden Aldığı Puan Ortalamaları
SİAÖ
Son Test
SİAÖ
Ön Test
GRUP
X
SS
X
SS
SİAÖ
Test Sonucu***
n
Deney
9, 55
4, 64
13
4, 57
-2, 814**
11
Kontrol
10, 91
5, 36
12
4, 50
-1, 205*
12
Test Sonucu****
-, 772*
*p> 0.05 **p<0.05 ***Wilcoxon Test
42
-, 867*
* ***Mann Whitney U Test
Baykara Acar
cesi EBÖ ön test puan ortalamaları
arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildir. Kontrol grubunun ön test
puan ortalamalarının deney grubundan
yüksek olmasına karşın bu farklılık istatistiksel açıdan anlamlı bulunmamıştır. Etkileşim grubu uygulaması sonunda her iki gruptaki çocukların ön ve son
test puan ortalamalarına bakıldığında
gruplar arasındaki farkın istatistiksel
olarak anlamlı olmadığı belirlenmiştir.
Araştırmada deney grubunun kendi
içindeki ön test ve son test sosyal ilişki puanlarının ortalamaları arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Buna göre araştırmanın denencesinin desteklendiği söylenebilir.
Yani grupla sosyal hizmet uygulaması
müdahalesinin deney grubundaki çocukların sosyal ilişkilerini artırmada etkili olduğu düşünülmektedir.
SONUÇ VE TARTIŞMA
Araştırmada
grup
çalışmasının
CSYÇ’lerin benlik saygısı, empatik beceri ve sosyal ilişki düzeylerine etkisi
belirlenmek istenmiştir. Deney grubundaki çocukların benlik saygısı, empatik beceri ve sosyal ilişki düzeylerinin,
kontrol grubuna göre anlamlı olarak artacağı beklenmiştir. Araştırma sonucunda grup çalışması deneyimi yaşamış CSYÇ’lerin sosyal ilişki düzeylerinin anlamlı düzeyde artış gösterdiği,
benlik saygısı ve empatik becerilerinin
ise istatistiksel açıdan anlamlı olmasa
da arttığı belirlenmiştir.
Araştırmanın yapıldığı sürede kuruluşta grup çalışmalarının yanı sıra çocukları rehabilite edici başka çalışmaların
(terapiler, grup çalışmaları vb.) yapılmıyor oluşu beklenen sonuçlara ulaşılmamasında önemli bir faktör olarak dü-
şünülmektedir. Bir başka deyişle, çalışmanın yapıldığı süre içinde kuruluşta çocukların sorunlarına yönelik spesifik tretman programlarının olmayışının, haftada sadece birkaç saat olan
bu çalışmanın etkisini azalttığı söylenebilir. Çocuklar, hem kuruluşta hem
de yaşamlarında ilk defa böyle bir çalışma ile karşılaşmışlarıdır. Örneğin,
grup içinde saygı, eşitlik, empati gibi
kavramları düşünen, tartışan ve deneyim eden üyeler grup sonrasında farklı davranışlarla (kuruluştaki diğer çocuklar ve çalışanlar) karşılaşabilmektedir. Erkek kültürünün egemen olduğu (Sampson, 1994) ıslah kurumlarında çocukların, grup çalışması dışındaki
yaşamlarında, farklı hatta tam tersi düşünce ve davranışlarla karşılaşma ihtimali yüksektir. Bu durum, davranışlarını fark etmeye hatta değiştirmeye çalışan bir çocuk için motivasyon düşürücü olabilecektir.
Üyelerle yapılan görüşmelerde, alınan
geribildirimler tamamıyla olumludur. Bir
üyenin, tekrar grup çalışması yapılacak
olsa katılmayı düşünüp düşünmediğine
ilişkin verdiği cevap düşündürücüdür:
“Hayır düşünmem. Çünkü ben yararlandım ve hakkımı kullandım. Başka bir
arkadaşım bundan faydalansın. Yoksa
çok isterdim (12. Toplantı).”
Bu olumsuzluklara karşın, Türkiye’de
son zamanlarda cinsel suç türüne özel
tretman biçimlerinin ve kapalı kurumlarda psiko sosyal hizmetlerin geliştirilmeye başlandığı görülmektedir. Her
ne kadar araştırmada istatistiksel olarak beklenen sonuçlara ulaşılamamış
olsa da grup çalışmasının, çocukların
akranları arasında öğrenmesi, davranışlarına ilişkin farkındalık geliştirmesi, değişmesi açısından çok yararlı bir
43
Toplum ve Sosyal Hizmet
ortam olduğu düşünülmektedir. Grup
üyelerinin bazı ifadeleri bu durumu
destekler niteliktedir:
“En kısacası millet birbirine lakap takıyordu veya lakapla çağırıyordu. Şimdi saygı gösteriyor. En güzeli o işte hocam ( 12. Toplantı). ”
“Grupta kendimi tanıdım. Benliğimi kavradım. Kendime hükmetmeyi öğrendim
paylaşmayı gerektiğinde ağlamayı gerektiğinde ise gülmeyi …(12. Toplantı). ”
“Herkese önyargılı davranmayacağımızı öğrendik. Yani düşmanımız da olsa
illa ki iyi bir yanı vardır hocam. İlla kötü
olacak diye bişey yok………. Sonra arkadaşlarımızla yani birbirimizin dertlerimizi paylaşıyoruz…(12. İkinci Toplantı). ”
“En azından. Hocam yanlış anlamayın da yani ben böyle sizle konuşmadan önce. . . Sakın yanlış anlamayın da
yani normal bir hayatta. Böyle bir bayanla konuşsam kızarırım yani bayanla konuşsam utanırdım artık böyle olmuyor buna alıştık. Bunu aştık hocam
(12. Toplantı). ”
Grup çalışmaları cinsel suçlu çocukların tretmanında çok önemli bir yer tutmaktadır. Türkiye’de çocuklara ilişkin
ıslah kuruluşlarında çocuğun suça yönelme nedenleri üzerinde durma ve bu
anlamda her çocuğun gereksinmeleri
doğrultusunda tretman çalışmaları yapılması önemlidir. Son zamanlarda bu
anlamda çalışmaların yürütülüyor olması olumlu bir adım olarak düşünülebilir. Ancak spesifik bir grup olan ve
diğer suç türlerinden farklılık gösteren
cinsel suç açısından düşünüldüğünde,
bu çocukların toplumla bütünleşmelerine ilişkin özgün programların ivedilikle
geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması ge-
44
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
reklidir. Aksi halde kuruluşa kapatıldığını ve davranışının bedelini ödediğini düşünen fakat bu davranışın temelindeki gereksinmeler ve sorunlarla ilgilenilmeyen çocuklar, şiddet davranışı
ve cinsel suç açısından toplumda tekrar risk oluşturabilecektir.
KAYNAKÇA
Baykara Acar, Y. (2004) Cinsel Suçtan Hükümlü Çocukların Yaşam Öyküsü Çalışması ve Grupla Sosyal Hizmet Uygulaması.
(Yayınlanmamış Doktora Tezi), Hacettepe
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Becker, J. V. (1990) “Treating Adolescent
Sexual Offenders”, Professional Psychology: Research and Practice, 21 (5): 362365.
Becker, J. V. ve Hunter J. A. (1997) “Understanding and Treating Child and Adolescent Sex Offenders”, In T. H. Oliendick ve
R. J. Prinz (Ed.), Advances in Clinical Child
Psychology, New York, 19, 177-197.
Becker, J. V. ve Kaplan, M. S. (1993) “Cognitive Behavioral Treatment of the Juvenile
Sex Offender”, In The Juvenile Sex Offender, H. E. Barbaree, W. L. Marshall ve S. M.
Hudson (Ed.), New York:264–277.
Bogenç, A. (1998) Grupla Psikolojik Danışmanın Suçlu Gençlerin kendine Saygı Düzeylerine Etkisi. (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara Üniversitesi.
Brems, C. (1988) “Dimensionality of Empathy and Its Correlates”, The Journal of
Psychology, 123 (4) 329-337.
Camp, B. H. ve Thyer, B. A. (1993) “Treatment of Adolescent Sex Offenders: A Review of Emprical Research”, The Journal of
Applied Social Sciences, 17: 191-206.
Cellini, H.R. (1995) “Assessment and Treatment of the Adolescent Sexual Offender”,
Corrections, Treatment and Legal Practice,
B.K. Schwartz and H.R. Cellini. (Ed.), Kingston, NJ: Civic Research Institute, The Sex
Offender: 1: 6.1–6.12.
Baykara Acar
Cılga, İ., Basım, N., Duyan, V., Özdil, B.,
Sığrı. Ü. (2001) Etkili Yönetim İçin İletişim,
Kara Kuvvetleri Komutanlığı -Kara Harp
Okulu Komutanlığı, Ankara.
Hunter, J. A. ve Figueredo, A. J. (1999) The
Role of Sexual Victimization in the Etiology
of Juvenile Perpetrates of Child Molestation, Unpublished Manuscript.
Coopersmith, S. (1986) Self-Esteem Inventories, California, Palo Alto.
İl, Sunay. “İnfaz Sürecinde Sosyal Grup Çalışması Uygulamalarındaki G e l i ş m e l e r.”
N. G. Koşar ve V. Duyan (Ed.), Prof. Dr.
Sema Kut’a Armağan: Yaşam Boyu Sosyal
Hizmet, Ankara, 1999: 162-168.
Dökmen, Ü. (1996) Sanatta ve Günlük Yaşamda İletişim Çatışmaları ve Empati, 4.
Baskı. İstanbul, Sistem Yayıncılık.
Dökmen, Ü. (1988) “Empatinin yeni bir modele dayanılarak ölçülmesi ve psikodrama
ile geliştirilmesi.” İ. Gürkaynak ve Diğerleri (ed), Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri
Fakültesi Dergisi, 21(1-2) 155-190.
Kaner, S. (1991) Gerçeklik Terapisinin ve
Psikodramanın Antisosyal Davranış Gösteren Gençlerin Benlik Algıları ve Empati Düzeylerine Etkisi. (Yayınlanmamış Doktora
Tezi), Ankara Üniversitesi.
Dökmen, Ü. (1993) İletişim Çatışmaları ve
Empati, Ankara.
Katz, R. C. (1990) “Psychological Adjusment in Adolescent Child Molesters”, Child
Abuse and Neglect, 14, 567-575.
Fabiano, E. A. (1991) “How Education can
be Correctional and how Corrections can
be Educational? ”, Journal of Correctional
Education, 42, 100-106.
Kemp, A. (1998) Abuse in the Family: An
Introduction, Brooks/Cole Publishing Company.
Fehrenbach, P. , Smith, W., C. Monatersky,
C., Deisher, R. (1986) “Adolescent Sex Offenders: Offender and Offfense Charecteristecs.”, Journal of Adolescent Research,
3, 363-385.
Gal, M. ve Hoge, D.R. (1999) “A Profile of
the Adolescent Sex Offender”, Forum on
Corrections Research, 11 (2)7-11. http://
www.sgc.gc.ca/epub/carr.
Goodman, H. (1997) “Social Group Work in
Community Corrections”, Social Work with
Groups, XX, (1)51-64.
Güney, S. (1997) Davranış Bilimleri, Ankara.
Graves, R., Openshaw, D. K. ve Adams, G.
R. (1992) “Adolescent Sex Offenders and
Social Skills Training”, International Journal
of Offender Therapy and Comparative Criminology, XXXVI (2) 139-153.
Harrower, J. (1993) “Group Work with Young Offenders”, Dwivedi, N. K. (Ed.), Group Work with Children and Adolescents: A
Hand Book, London: Jessice Kingsley Publishers, 233-243.
Kirst Ashman, K. ve Hull, G. H. (1999) Understanding Generalist Practice, Second
Edition, Chicago:Nelson Hall Publishers.
Lurigio, A. J., Marylouise, J. ve Smith, B.E.
(1995) “Child Sexual Abuse: Its Causes,
Consequences, and Implications for Probation Practice”, Federal Probation, 59, September , 69-76.
Marshall, W. L. (1989) “Invited Essay: Intimacy, Loneliness and Sexual Offenders”,
Behaviour Research and Therapy, 27, 491503.
Masson, H. ve Erooga, M. (1999) “Children
and Young People who Sexually Abuse Others”, Erooga, M. ve Masson, H. C. (Ed),
Children and Young People who Sexually
Abuse Others: Challanges and Responses,
Fourth Edition. London, New York.
National Adolescent Perpetrator Network
(1993) “The revised report from the National Task Force on Juvenile Sexual Offending”, Juvenile and Family Court Journal,
44 (4): 1–120.
Öner, N. (1997) Türkiye’de Kullanılan Psikolojik Testler: Bir Başvuru Kaynağı, 3. Ba-
45
Toplum ve Sosyal Hizmet
sım. İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları.
Özgüven, E. İ. (1992) Hacettepe Kişilik Envanteri El Kitabı, İkinci Basım, Ankara.
Righthand, S. ve Welch, C. (2001) Juveniles who Have Sexually Offended A Review
of the Professional Literature Report, Office of Juvenile Justice and Delinquency Prevention.
Ryan, G., Lane, S., Davis, J. ve Isaac, C.
(1987) “Juvenile Sex Offenders: Development 7 Correction”, Child Abuse and Neglect, 11, 385-395.
Sampson, A. (1994) Acts of Abuse: Sex Offenders and the Criminal Justice System,
New York.
Sermabeikian, P. ve Martinez, D. (1994)
“Treatment of Adolescent Sexual Offenders: Theory-Based Practice”, Child Abuse and Neglect, 18 (11) 969-976.
Swenson, C. C., Henggeler, S. W., Schoenwald, S. K., Kaufman, K. L. ve Randall
J. (November 1998) “Changing he Social
Ecologies of Adolescent Sexual Offenders:
Implications of the Success of Multisystemic Therapy in Treating Serious Antisocial Behavior in Adolescents”, Child Maltreatment, III (4): 330-338.
Tufan, B. ve Yıldız, S. (1993) Geri Dönüş
Sürecinde İkinci Kuşak, Ankara, Hacettepe
Üniversitesi Yayınları.
Turan, N. ve Tufan, B. (1987) “Coopersmith
Benlik Saygısı Envanteri Üzerinde Geçerlik, Güvenirlik Çalışması ”, XIII. Ulusal Psikiyatri ve Nörolojik Bilimler Kongresi, İstanbul, 14-18 Eylül 1987.
Uluğtekin, S.S. (2004) Çocuk Mahkemeleri
ve Sosyal İnceleme Raporları, Ankara, Türkiye Barolar Birliği Yayını.
(Footnotes)
1 Coopersmih Benlik saygısı Envanteri bun-
dan böyle CBSE olarak kısaltılmıştır.
2 Empatik Beceri Ölçeği bundan böyle EBÖ
olarak kısaltılmıştır.
46
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
3 Hacettepe Kişilik Envanterinin Sosyal
İlişki Alt Ölçeği bundan böyle SİAÖ olarak kısaltılmıştır.
Tufan ve Yazıcı
Derleme
better financial conditions and through interventions like care insurance.
Key Words: Elderly, intergenerational relations, family
YAŞLILIKTA
KUŞAKLARARASI
İLİŞKİLER
Intergenerational Relations
in Old Age
İsmail TUFAN*
Suzan YAZICI**
*
Doç. Dr., Akdeniz Üniversitesi
Dr., Akdeniz Üniversitesi
**
ÖZET
Kuşaklararası ilişki ile farklı kuşakta olan kişiler arasındaki ilişki tanımlanmaktadır. Yaşam süresinin uzaması ve modernleşme süreci sonucunda yaşlı bakımında ihtiyaç artmakta, bu durum kuşaklararası ilişkilerde de
değişmelere yol açmaktadır. Daha iyi maddi koşullar ve bakım sigortası gibi girişimler yaşlı bireylerle ilişkiyi sağlamlaştırabilir.
Anahtar Sözcükler: Yaşlılık, kuşaklararası
ilişkiler, aile
ABSTRACT
Intergenerational relations are described as
relations between people from different generations. The longer life expectancy and
modernisation has increased the need for elderly care which has also resulted in changes
in intergenerational relations. The relations
with the elderly can be ameliorated through
GİRİŞ
Aile, karşılıklı dayanışma, sempati ve mahremiyet ilkelerine yaslanan
en önemli sosyal sistemdir (Fooken,
1999). Yaşam süresinin uzaması bugün birçok kuşağın bir arada yaşadığı toplumun ortaya çıkmasına katkıda
bulunurken aile kapsamındaki kuşaklararası ilişkiler açısından da ilk etapta
olumlu bir zemin yaratmaktadır.
Kuşaklararası ilişki kavramıyla, farklı kuşağa mensup bireyler arasındaki sosyal ilişkiler ifade edilmektedir.
Bu ilişkilere hem objektif koşullar hem
de sübjektif algılamalar etki etmekte,
aile kapsamındaki kuşaklararası ilişkiler, bunların etkisi altında gelişmektedir
(Schütze, 2000).
Modernleşme sürecine giren toplumlarda ailenin gelişmesi ve güncel durumu hakkında çok sayıda sosyolojik
araştırmalar yapılmış, bunlardan elde
edilen bulgular, özellikle iki görüşün
çok dirençli ve yanlış olduklarını göstermiştir. Birincisi yaşlıların egoist sebeplerden ötürü bakımevlerine sürüldükleridir. Diğer ise “büyük aile efsanesidir”, yani onurlu bir yaşlılık için çekirdek ailenin yerine büyük ailenin daha
iyi bir alternatif sunabildiği iddiasıdır
(Fooken, 1999; Schütze, 2000). Reel
durumlarla karşılaştırıldıklarında, bu iki
iddianın da çürük temelleri hemen ortaya çıkmaktadır.
Türkiye nüfusunun demografik değişimlerden dolayı belirgin şekilde değişen yapısı, yakın gelecekte daha da
47
Toplum ve Sosyal Hizmet
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
değişecektir. Yaşam süresinin uzamasından kaynaklanan yaşlı insanların
çoğalması ve (hala yeterince yüksek
bir düzeyde olmasına rağmen) doğum
oranlarında meydana gelen gerilemeler, aile kapsamında kuşaklararası ilişkilerin önemini daha arttıracaktır. Özellikle bakıma muhtaç yaşlılar ve onlara
bakan aile fertlerinin perspektifinden
bakıldığında, aile ilişkilerinin yeni değerlendirmelere tabi tutulmasının gerekli olduğu anlaşılmaktadır.
min resimlerine yansıtılmıştır. Mitterauer, 1976 ve Schütze, 2000 göre sağlıklı
ve zinde yaşlıları, çocukları ve torunları arasında gösteren resimlerin topluma
iletmeye çalıştığı asıl mesaj ahlaki-etik
niteliktedir. Verilmek istenen mesaj;
mademki, eskiden beri çocukları yaşlılara bakmaktaydılar, o zaman bugünkü
genç kuşakların da bu geleneği sürdürmeleri gerekir şeklindedir
Ailenin Tarihsel Süreçteki Gelişmesi
1960’lı yıllardan bu yana aile ilişkilerinin “mesafeli mahremiyet” kavramıyla tanımlandığını görmekteyiz (Rosenmayr & Köckeis, 1965; Fooken, 1999).
Bununla farklı konutlarda ikamet eden
kuşakların aralarındaki iyi ilişkilerin devam ettiği ifade edilmeye çalışılmaktadır. Son çocuğu da evlenip ailesini kurduktan sonra “boşalan yuva (empty
nest)’’da yalnız yaşamaya başlayan
yaşlıların çoğu çocuklarıyla sosyal ilişkilerini devam ettirmektedir. Ampirik
araştırmalar yaşlıların %80’den fazlasının en az bir çocuğundan en fazla bir
saatlik mesafede oturduğunu göstermiştir (Lauterbach, 1998).
Bugünkü anlamıyla ailenin tarihsel geçmişi henüz pek uzun değildir. 18.yüzyılın son çeyreğinde endüstrileşmenin
etkisiyle ortaya çıkmıştır. Çalışma ve
aile ortamlarının birbirinden ayrılmasıyla aile ilişkileri değişime uğramıştır.
Daha önce çocuklar ekonomik yararcılık (utilarism) açısından algılanırlarken,
yeni oluşan aile ilişkileri içersinde bir
başkasının yerine konulamayacağı emsalsiz varlıklar olarak algılanmaya başlanmışlardır (Aries, 1975).
Ailenin gelişme sürecini inceleyen
araştırmacılar, eskiden yaşlı insanların
genellikle çocuklarıyla birlikte yaşadığı iddiasının (en azından orta ve kuzey
Avrupa toplumlarında) geçerli olmadığını ortaya koymuşlardır. Eğer yaşlılar
kendi geçimlerini kendileri sağlayamayacak durumdaysa, o zamanlar bu yaşlılar, sosyal çevrelerinde bir yük olarak
algılanmışlardır (Borscheid, 1992).
Buna rağmen aynı dönemlerde ortaya
atılan bir efsane bugüne kadar ayakta kalmayı başarmıştır. Buna göre sözde yaşlıların çoğu çok eskilerden beri
çocukları ve torunlarıyla birlikte yaşamaktaydılar. Bu durum 18.yüzyılda ressamlara da iyi bir tema olmuş, o döne-
48
Günümüzde Aile Kapsamında
Kuşaklararası İlişkiler
Ailenin gelişimiyle ilgili araştırmalardan bilinmektedir ki ailesel kuşak ilişkileri duygu yüklüdür. Hem yaşlılar
hem de gençler, bundan büyük ölçüde
memnundurlar. Dayanışma ve yardımlaşma temeli üzerine kurulan ilişkilerinde gençler yaşlı ebeveynine daha çok
pratik yardımlar sunmaktadır. Yaşlıların
ise çocuklarına daha ziyade ekonomik
destek verdikleri görülmektedir (Schütze & Wagner, 1995). Fakat Türkiye’deki
durumun daha farklı olduğuna işaret
eden bulgulara rastlanmıştır. Şüphesiz Türkiye’de yetişkin çocuklarını maddi açıdan destekleyen yaşlı ebeveynle-
Tufan ve Yazıcı
re rastlamak mümkündür. Ancak Türk
yaşlısının ekonomik gücü bir hayli düşük olduğundan, çocuğuna ekonomik
destek verebilecek yaşlıların sayısının
pek kabarık olamayacağı da kesindir.
Daha ziyade, yaşlılar kendi geçimlerini sağlayabiliyorsa, bunun çocuklarının
yükünü azaltan bir etki yaptığından hareket edilmesi gerekir. Çünkü 10 yaşlıdan 9’u herhangi bir gelire sahip olmadığını belirtmektedir (TÜİK, 2002; Tufan, 2007).
Aile içinde cereyan eden kuşaklararası ilişkilere, yaşlının çocuklarının çalışma durumunun etki etmediğini gösteren araştırma sonuçlarına ulaşılmıştır.
Yani yetişkin çocukların çalışıyor veya
çalışmıyor olmalarının, kuşaklararası
ilişkileri iyi veya kötü yönde etkilediğini
gösteren ampirik bulgulara rastlanmamıştır (Schütze & Wagner, 1995). Fakat bu bulgunun da Türkiye perspektifinden doğru şekilde yorumlanması gerekir. Almanya’nın sosyal güvenlik sistemi, işsizleri tek başına bırakmayan,
yeterli olmasa da işsizlik parası ve ek
sosyal yardımlarla destekleyen özellikler taşımaktadır. Türkiye’nin sosyal güvenlik sistemindeki bu eksiklerin işsiz
gençlerin yaşlı ebeveyniyle ilişkilerine
çeşitli şekillerde olumsuz etki edebileceği göz ardı edilmemelidir.
Türkiye açısından daha önemli bir bulgu, coğrafi mesafenin aile ilişkilerine
yaptığı etkilerdir. Kuşaklar birbirlerinden coğrafi konum itibariyle uzaklaştıkça ilişkilerinde çözülmeler meydana gelmektedir. Fakat üzücü olayların
ortaya çıktığı durumlarda, coğrafi mesafenin etkileri de ortadan kalkmaktadır (Schürze & Wagner, 1995). Ampirik
kanıtları ortaya konulmuş bu bulgunun,
Türk ailesi açısından öneminin, iç göç
olgusuyla birlikte düşünülmesi gerekir.
Köyden kente doğru gelişen göçlere
katılamayan veya katılmak istemeyen
yaşlılarla çocukları arasındaki coğrafi mesafe genellikle büyük olmaktadır.
Bu da sosyal ilişkilerine olumsuz etkiler
yapmaktadır. Nitekim Antalya’da gerçekleştirilen, bakıma muhtaç yaşlılara
bakan aile fertlerinin denek olarak katıldığı ampirik araştırmanın sonuçları,
bu yaşlıların sosyal ilişki ağının, çocuklarıyla coğrafi mesafeye bağlı olarak
azaldığını saptamıştır (Tufan, 2008).
Kuşaklararası İlişkilerin Geleceği
Toplumsal yaşlanma nedeniyle önümüzdeki yıllarda bakıma muhtaç yaşlı sayısında büyük bir artış olacağından hareket etmemiz gerekir. Dünya
Sağlık Örgütü verilerine göre 2050 yılında 100 milyona ulaşacak olan nüfusumuzun %30’nu yaşı 60 ve üzerindeki kişiler meydana getirecektir. Bunlar arasında kronik hastalar, engelliler
ve günlük yaşam aktivitelerinde yardıma ve bakıma ihtiyaç duyacak yaşlıların sayısının bir hayli kabarık olacağına
da kesin gözüyle bakılabilir. Çünkü ampirik verilerin analizlerinden elde edilen bulgular, yaşlılıkta engellilik ve bakıma muhtaçlığın üst düzeye fırladığını, ama birçok kişinin yaşlılık dönemine
girmeden önce sağlık ve bakıma muhtaçlık sorunlarıyla karşı karşıya kaldığını göstermiştir. Nüfusumuzun %12’den
fazlasını engellilerin meydana getirdiği (TÜİK, 2002; Tufan, 2007) düşünülürse, yakın ve orta vadede yaşlı kuşağın mensupları arasında bu sorunların
yaygın olacağı da şimdiden bellidir. Bu
açıdan bakıldığında aile kapsamındaki
kuşaklararası iyi ilişkilerin devamı, hem
yaşlılar hem de gençler açısından büyük önem taşımaktadır.
Batı toplumlarında, örneğin Almanya’da
49
Toplum ve Sosyal Hizmet
2030 yılında yaşı 60 ve üzerindeki bireylerden sadece %47’sinin evli statüsüne sahip olacağı, %10’nun eşinden boşanmış, %10’nun bekar ve
%33’nün ise dul olacağı öngörüsünden
hareket edilmektedir (Fooken, 1999).
Türkiye’de bekarlık ve eşten boşanma olaylarının düzeyi ne yaşlılarda ne
de gençlerde bu kadar yüksektir. Fakat gelecekte dul yaşlıların ve özellikle de yaşlı dul kadınların sayısında büyük bir artış meydana gelecektir. Daha
şimdiden yaşlılar arasında dul kadınların sayısının dul erkeklere nazaran belirgin şekilde daha fazla olduğu saptanmıştır (TÜİK, 2002; Tufan, 2007).
Gençlerin yaşlı ebeveynlerini yarı yolda bırakma niyetine sahip olmamaları, böyle bir durumun ortaya çıkmayacağının bir garantisi de değildir. Sadece yaşlılar değil, onların çocuklarının da ekonomik açıdan güçsüz oluşu, bakıma muhtaçlığı, gençler açısından önemli bir yük faktörüne dönüştürmektedir.
Sonuç ve Geleceğe Yönelik Öneriler
Türkiye’de sayıları az olan çocuksuz
yaşlıların, bakıma muhtaçlık sorunuyla
karşı karşıya kalmaları halinde, bir bakımevine nakli, büyük bir ihtimalle, arzu
edilen bir durum olacaktır. Çünkü bu
yaşlıların bakımını akrabalarının üstlenme olasılığı pek yüksek değildir.
Diğer taraftan araştırmalar şunu da
göstermektedir: Gençlerin ekonomik
durumu bozuldukça, yaşlısının bir bakımevinde bakılması isteği artmaktadır (Schütze, 1999). Fakat Türkiye’de
bu isteğin varlığını algılamak pek mümkün olmamaktadır. Çünkü “bakımevi”
hem tesis sayısı hem de bundan yararlanmayı sağlayacak ekonomik olanak-
50
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
lar bakımından yetersiz bir düzeydedir. Bakım sigortasının sosyal güvenlik
sistemine eklenmesi ve bundan herkesin yararlanmasının sağlanması halinde, yaşlıların bir bakımevinde mi yoksa
ailesi tarafından mı bakılacakları daha
iyi anlaşılacaktır. Ancak bakım sigortasının bulunduğu ülkelerdeki tecrübeler,
ailelerin yaşlısına bakmaya daha fazla
eğilim gösterdiklerini ortaya koymaktadır. Bakım sigortası, bu bağlamda, öncelikle aileyi bakım görevinde destekleyici bir işleve sahiptir. Evde bakımın
mümkün olmadığı durumlarda bakımevi imkanından faydalanılmaktadır.
Türkiye’de de bakım sigortası üzerine
tartışmaların başlaması önerilmektedir.
Bakım görevini üstlenen aile bireylerinin, bundan bedensel, psişik ve sosyal açılardan zarar gördükleri, kendi
sağlıklarının bozulduğu, ekonomik sıkıntıların ortaya çıktığı ve sosyal çevreden soyutlandıkları da tespit edilmiştir. Dolayısıyla yaşlısına bakan bireylerin çoğu, bu sorumluluğu üstlenerek, kendileri bunun kurbanı olmaktadır. Öte yandan bakımı üstlenen aile
fertlerin çoğu bakım konusunda hiçbir
bilgiye de sahip değildir. Bu hem bakımın kalitesini düşürmektedir, hem de
bakıcının yükünü daha arttırmaktadır.
Bu yüzden burada getirilecek tavsiyelerden biri de, bu kişilere bakımla ilgili
psikososyal ve bakımlarda gerekli olan
tıbbi konularla ilgili danışmanlık hizmetleri verilmesi olacaktır. Antalya’da faaliyet gösteren Ulusal Sosyal ve Gerontoloji Derneği’nin 2007 senesinde, yaşlısına bakan kadınlar için açtığı ücretsiz
kurs projesi, bu tür çalışmalara iyi bir
örnek teşkil etmiştir.
Yaşlısına bakan bütün aile fertlerinin
çalışmadıkları varsayımından da hareket edilmemelidir. Çoğunu kadınların
Tufan ve Yazıcı
meydana getirdiği bu kişiler arasında
hem çalışan hem de yaşlısına bakanlar da bulunmaktadır. Fakat bakım sorumluluğunu üstendikten sonra birçoğu
çalışma yaşamına son vermek zorunda
kalmaktadır. Yeni yasal düzenlemelere
gidilerek yaşlısına bakan kişilere “bakım izni” olanağı da yaratılmalıdır.
Genel kanıya göre evde profesyonel
bakımlar, ailenin yükünü hafifletmektedir. Fakat Borchers (1997) bunun doğru olmadığına, yeterli ve düzgün işleyen bir sosyal hizmet ağının henüz
oluşmamış olmasından dolayı evde
yapılan profesyonel bakımların ailelerin yükünü ağırlaştırdığına dikkat çekmektedir. Profesyonel bakım gereksinimini olan aileler asıl görevin kendilerinde olduğunu düşünmekte, bu ihtiyacın
oluşması durumunda toplumun sosyal
kontrol mekanizmasının baskısını hissettiklerini belirtmektedirler.
Yaşlı bakımında geriatri kliniklerine de
ihtiyaç giderek artacaktır. Geriatri klinikleri, hastaneden taburcu olan yaşlıları günlük aktivitelerini tekrar kendileri yapabilecek duruma getirmeye çalışmaktadır. Hekim, hasta jimnastikçisi,
hemşire, fizyoterapist, uğraşı tedavisi
uzmanları, ergoterapist ve sosyal hizmet uzmanından oluşan ekip şeklinde
çalışmaktadırlar.
Çekirdek aileye alternatif olarak gösterilen büyük aile modeli, bakıma muhtaç
yaşlıların bakılacaklarının bir garantisi değildir. Çocuk sayısı arttıkça, yaşlıların daha iyi bakılacaklarından da hareket edilmemelidir. Daha ziyade günümüzün aile modeli olan çekirdek ailenin
bu konuda desteklenmesi gerekmektedir. Demografik değişimlere bağlı olarak önemi yaşlılar açısından daha artan çekirdek ailenin yaşlısıyla ilişkilerini
korumasına ve daha da sağlam temellere oturmalarına yardım edecek sosyal politik girişimlere Türkiye’nin acilen
ihtiyacı vardır.
KAYNAKÇA
Aries Ph. (1975) “Geschichte der Kindheit”,
München, Wien: Hanser Verlag.
Baltes P.B. ve Mittelstrass J. (Ed.) (1992)
“Zukunft des Alterns und gesellschaftliche
Entwicklung”, Berlin, New York: de Gruyter.
Borchers A.
(1997) “Die SandwichGeneration. Ihre zeitlichen und finanziellen
Leistungen und Belastungen”, Frankfurt,
New York, Campus.
Borscheid P. (1992) “Der alte Mensch in der
Vergangenheit”, In: P.B. Baltes & J. Mittelstrass (Ed.), Zukunft des Alterns und gesellschaftliche Entwicklung (35-61) Berlin, New
York, de Gruyter.
Conze W. (Ed.) (1976) “Sozialgeschichte der Familie in Neuzeit Europas”, Stuttgart, Klett.
Fooken I. (1999) “Intimität auf Abstand. Familienbeziehungen und soziale Netwerke”, In: A. Niederfranke, G. Naegele & E.
Frahm (Ed.), Funkkolleg Altern 2, Lebenslagen und Lebenswelten, soziale Sicherung
und Altenpolitik, (209-243), Westdeutscher
Verlag, Opladen, Wiesbaden.
Lauterbach W. (1998) “Die Multilokalität
später Familienphasen zur räumlichen
Nähe und Ferne der Generationen”, Zeitschrift für Soziologie, 27(4) 297-315.
Mitterauer M. (1976) “Auswirkungen von Urbanisierung und Frühindustrialisierung auf
Familienverfassung an Beispielen österreichischen Raums”, In: W. Conze (Ed.), Sozialgeschichte der Familie in Neuzeit Europas (53-146) Stuttgart Klett.
Nauck B. ve Onnen-Isemann C. (Ed.)
(1995) “Familie im Brennpunkt von Wissenschaft und Forschung”, Neuwied Luchterhand
51
Toplum ve Sosyal Hizmet
Niederfranke A., Naegele G., Frahm E.
(Ed.) (1999) “Funkkolleg Altern 2: Lebenslagen und Lebenswelten, soziale Sicherung
und Altenpolitik”, Westdeutscher Verlag,
Opladen, Wiesbaden.
Rosenmayr L. ve Köckeis E.(1965) “Umwelt und Familie alter Menschen”, Neuwied, Berlin, Luchterhand.
Schütze Y. ve Wagner M. (1995) “Familiäre
Solidarität in den späten Phasen des Familienverlauf”, In: B. Nauck & C. OnnenIsemann (Ed.), Familie im Brennpunkt von
Wissenschaft und Forschung, (307-327),
Neuwied, Luchterhand.
Schütze Y. (2000): “Generationenbeziehungen”, In: H.-W. Wahl ve C. TeschRömer (Ed.), Angewandte Gerontologie in
Schlüsselbegriffen (148-152). Kohlhammer:
Stuttgart.
T. C. Başbakanlık İstatistik Kurumu (2002),
Ankara.
Tufan İ. (2007): “Birinci Türkiye Yaşlılık Raporu” Antalya, Gero Yay.
Tufan İ. (2008). “Bağımız yaşam ve Sınırları” Bu araştırmanın yayın hazırlıkları devam etmektedir.
Wahl H.W. ve Tesch-Römer C. (Ed.) (2000):
“Angewandte Gerontologie in Schlüsselbegriffen” Kohlhammer: Stuttgart.
52
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
Buz
Derleme
FEMİNİST SOSYAL
HİZMET UYGULAMASI
Feminist Social Work
Practice
Sema BUZ*
*
Yrd. Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve
İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü
ABSTRACT
Feminist theorists criticize traditional social work theory and practice for being sexist.
Feminist social work practice uses basic concepts of feminist theory such as gender, patriarchy, public/private sphere distinction. In
this frame feminist social work accepts experiences of women as a starting point. Challange to traditional gender roles and partirachy is another component of feminist social work practice. This practice can be defined as an alternative practice towards traditional social work practice because of its focus on raising awareness and empowerment
of women related to their problems.
Key Words: feminist theory, gender, patri-
archy, public/private sphere, feminist social work practice.
GİRİŞ
ÖZET
Feminist kuramcılar geleneksel sosyal hizmet teori ve uygulamasını cinsiyetçi olmakla
eleştirmektedir. Feminist sosyal hizmet uygulaması feminist kuramın temel kavramları olan toplumsal cinsiyet, ataerkillik, kamusal/özel alan ayrımı gibi kavramları kullanır.
Feminist sosyal hizmet bu çerçevede kadınların deneyimlerini başlangıç noktası olarak
kabul eder. Geleneksel toplumsal cinsiyet
rolleri ve ataerkilliğe meydan okuma bu uygulamanın diğer bir bileşenidir. Kadınların
sorunlarıyla ilişkili farkındalıklarının yükseltilmesi ve güçlendirilmesi odağı nedeniyle bu uygulama geleneksel sosyal hizmet uygulamasına yönelik alternatif bir uygulama
olarak tanımlanabilir.
Sözcükler:
feminist kuram,
toplumsal cinsiyet, ataerkillik, kamusal/ özel alan, feminist sosyal hizmet
uygulaması.
Anahtar
Feminist kuramların sosyal olguların analizine ilişkin alternatif ve eşitlikçi, toplumsal cinsiyet kavramını dikkate alan bir çerçeve sunduğu görülmektedir. Çeşitli disiplinler, bu kuramı kendi çalışma alanlarına uyarlama ve doğurgularını tartışma yoluna gitmiştir. Sosyal hizmet disiplini ve mesleği
sosyal adaleti gerçekleştirmek, genelde her türlü eşitsizlikle mücadelede etkin rol almak ve “değişimi sağlamak”
gibi özelliklere sahiptir. Feministler sosyal hizmet teori ve uygulamasını cinsiyet körü –gender blind- olmakla eleştirmiş ve kadın müracaatçıların gereksinimlerine yönelik üretilen çözümlerin
daha çok toplumdaki geleneksel toplumsal cinsiyet rol algılarıyla örtüşmesine karşı çıkmışlardır. Bu anlamda feminist sosyal hizmet uygulaması cinsiyetçiliğe meydan okuyan alternatif ve
yeni bir uygulama türü olarak belirmiştir. Kadın deneyimini analizinde başlan-
53
Toplum ve Sosyal Hizmet
gıç noktası olarak alan feminist sosyal
hizmet uygulaması, kadınların deneyimledikleri sorunları etkileyen yapısal
nedenlere dikkat çeker ve kadınların bu
sorunlara meydan okumasını sağlamaya çalışır. Bu nedenlerle bu çalışmada
feminizm, feminist kuramın ilginlendiği
konular ve kullandığı kavramlardan yararlanılarak feminist sosyal hizmet uygulaması çok yönlü tartışılacaktır.
FEMİNİZM, FEMİNİST KURAMIN
İLGİLENDİĞİ KONULAR
Feminizm en genelde cinslerin eşitliğine önem veren ve kadınların erkeklerle eşitliğini savunan bir öğreti olarak tanımlanabilir. MacKinnon’a (2003: 58)
göre çağdaş feminizm, cinsiyetler arası ilişkilerin toplumsal örüntüsünü ve
onu değiştirmenin yollarını ararken, yaşanan toplumsal cinsiyet deneyiminin
tam ortasına kadınların deneyimlerini
ve bu deneyimlerden kazandıkları bakış açılarını yerleştirir. Feminizm, kadınların günlük yaşamlarına önem verir ve kadınların görüşüne öncelik tanır
(MacKinnon, 2003: 58). Andre Michel’e
göre feminizm sözcüğü, kadınların toplum içindeki rol ve haklarını geliştirmeyi
öngören bir öğretiyi dile getirmektedir.
Arat (1991: 12) feminizmin ilgi odağını, kadınla erkek arasındaki toplumsal
farklılık, bu farklılık olgusunun anlamı,
nedenleri ve sonuçları olarak tanımlamıştır. Eisenstein’ e göre (1998:474)
ise feminizm, “erkek üstünlüğünü sona
erdirme mücadelesi değil, baskınlığın
ideolojisini kökten kazıma mücadelesidir. Baskınlık ise, erkek üstünlüğünü de
içeren daha büyük ve çoğulcu bir kategoridir.
Feminist literatürün genişliğine karşın
meşgul olduğu konular kabaca üç te-
54
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
mel soruna indirgenmiştir. İlk sorun feministlerin ortak kaygılarının nedenlerini inceleme çabasıdır: kadınlar neden/nasıl baskı altındadırlar? Kadın
ve erkek arasındaki iktidar farklılıklarını belirleyen düzenleyici ilkeler bulunmaya çalışılmaktadır. İkinci sorun,
kadın-erkek arasındaki farklılıkların ontolojik temelleriyle ilgilidir: bu farklılıklar
biyolojik olarak, sosyolojik olarak ya da
her ikisinin bileşimiyle mi meydana geliyor? Genel tartışma biyolojik ve toplumsal cinsiyet tartışması olarak bilinir.
Üçüncü sorun, erken dönem feminist literatürün etnosantrik ve Batı merkezci
olan basitleştirici perspektiflerine duyulan tepkiden doğmuştur. Sorun, kadınlar ve erkekler arasındaki farklılıklar
ve bu farklılıkların, toplumsal cinsiyet
ilişkilerinin genelleştirilmiş tanımlamaları üzerindeki etkisiyle ilgilidir (YuvalDavis, 2003).
Feministler, ataerkil ideolojinin aile özelinde deneyimlenmesi boyutunda kadının ailenin yeniden üretimindeki araçsal rolünü tartışmışlardır. Feministler
ayrıca özel alana ait mitlerle, kadının
kamusal alana aktif katılımını sağlama ve mikro ve makro düzeyde toplumdaki konumlarını iyileştirme için mücadele etmişlerdir. Cinsiyetten kaynaklanan eşitsizliklerin giderilmesi boyutlarını araştırırken, ataerkillik çözümlemesinin önemine değinmişlerdir (Whelehan, 1995). Görüldüğü üzere kadınların toplumdaki ikincilliğinin nedenleri,
baskı altına alınma dinamikleri feminizmin ilgi alanını oluşturmaktadır.
FEMİNİST KURAMIN KAVRAMLARI
Feminist kuramın kabullerini oluşturan
çeşitli kavramlar kuramın açılımları yönünden önemlidir. Bu kavramlardan
Buz
toplumsal cinsiyet, ataerkillik, ayrı alanlar nosyonu burada irdelenmektedir.
Toplumsal cinsiyet
Toplumsal cinsiyet kavramı bilindiği
gibi biyolojik cinsiyet yerine cinsiyetin
toplumsal anlamına ve bu anlama yüklenen rollere dikkat çekmektedir. Toplumsal cinsiyet, kadın ve erkek rollerini
toplumun beklentilerine göre şekillendirerek, toplumsallaşma ve toplumsal
kurumlar yoluyla yeniden üretilmesini
sağlamaktadır (Connell, 1998). Simone
de Beauvoir, bu durumu 1952 yılında
yayınlanan “Second Sex” adlı eserinde “kadın doğulmaz, kadın olunur” şeklinde isabetli bir biçimde ifade etmiştir. Gerçekten de artık biyolojik cinsiyetin getirdiği farklılıklardan öte toplumsal
cinsiyet rolleri kadınların toplumdaki
ikincil rollerini analizde daha kullanışlı
bir çerçeve sunmaktadır.
Toplumsal cinsiyet, erkek ve kadın arasındaki “gerçek” toplumsal farklılık olarak değil, toplumsal rollerinin, ekonomik konumları veya etnik ve ırksal topluluklara mensubiyetlerinin aksine cinsel/biyolojik farklılıklarıyla tanımlandığı özneler grubuna ilişkin söylem tarzı olarak anlaşılmalıdır (Yuval-Davis,
2003).
Ataerkillik
Ataerkillik feministlerce kullanılan temel
bir kavram olup, insanlık tarihi boyunca
erkeklerin kadınlar üzerinde baskınlık
kazanmak ve arttırmak için kullandıkları mekanizma, ideoloji ve sosyal yapıları kapsar. Ataerkillik sözcüğü baba ya
da “patriyarkın” kuralları anlamına gelir
ve özel bir tür olarak “erkek baskın aile”
yi tanımlamaktadır. Günümüzde ise er-
kek baskınlığından daha çok kadınlar
üzerinde erkeklerin baskın olması ve
kadınların çeşitli yollarla daha alt konumda tutulmalarını sağlayan bir sistemi tanımlamakta kullanılan güç ilişkilerini ifade eder (Bhasin, 1993). Ataerkillik, Mackinnon’ a göre (1983; Akt: Ramazanoğlu, 1989: 34) “kadın üzerinde
erkek egemenliğini haklı gösteren bir
inanç ve fikirler dizisine işaret eden evrensel bir ideolojidir”. Ataerkillik genelde kadınlar üzerindeki erkeklerin baskınlığını yöneten çok yakın cinsel karşılaşmalardan en genel ekonomik ve ideolojik faktörlere kadar düşünce ve uygulamaları yansıtır. Sadece erkeklerin
kadınlar üzerindeki genel gücünü değil,
aynı zamanda bu gücün doğal, normal,
doğru ve tek olduğuna ilişkin ideolojik
yasallaşma ve erkek gücünün hiyerarşik yapısını tanımlar (Ramazanoğlu,
1989: 34).
Diğer bir tanımlamaya göre ise ataerkillik, cinsiyetler arasındaki çağdaş
güç ilişkileri yani “erkek baskınlığı” dır.
Marksist yönelimli feminist kuramda ise
kadınların gördüğü baskı ve cinsiyet/
toplumsal cinsiyet sistemi genelde kapitalizm ve onun sınıf sistemiyle bağlantılı görülür (Jonasdottir, 1994).
Ataerkillik kavramsallaştırması farklı soyutlama düzeylerini gerektirir. En
soyut düzeyde sosyal ilişkiler sistemi
yer alır. En az soyut düzeyde ise üretimin ataerkil modu, istihdamda ataerkil ilişkiler, devlette ataerkil ilişkiler, erkek şiddeti, cinsellikte ataerkil ilişkiler
ve kültürel kurumlarda ataerkil ilişkiler olmak üzere altı yapının birleşiminden oluşur (Walby, 1990). Benzer şekilde kadınların ataerkilliğin kontrolünde olan çeşitli yaşam alanları Bhasin
(1993) tarafından beşli yapı olarak tanımlanmıştır: kadınların üretici ya da
55
Toplum ve Sosyal Hizmet
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
işgüçleri üzerindeki kontrol, kadınların
yeniden üretim, cinsellik ve hareketlilikleri üzerindeki kontrol ve mülkiyet ve diğer ekonomik kaynaklarla ilgili sınırlılıkları olarak ifade edilebilir.
işler verilmişti. Fiziksel güçsüzlük söylemi kadının özel mülkiyet ve çocuklar
gibi korunacak şeyler arasına girmesine, yalnızca belli toplumlarda belli tür
işleri yapmasına (kadın işleri) iten bir
dayanak olmuştur (Mitchell, 1985).
Ayrı Alanlar Nosyonu (Kamusal/
Özel alan ayrımı)
Rosaldo (1974; Akt Walby, 1990) kadınların ikincilliğinin, özel alana hapsedilmeden kaynaklandığını, erkeklerin çalışmasının her zaman kadınlara
göre daha değerli olduğunu ifade etmektedir. Kadınların toplumda ikincil
konumda olmalarının evrensel bir olgu
olduğunu ve kadınların aile içinde çocuk büyütme ve yetiştirme ilerini içeren özel alana hapsedildiklerini ve bunun evrensel bir gerçek olduğunu belirtmektedir.
1960’larda yeniden ortaya çıkışından beri, kadın tarihinde en güçlü kavramlardan biri ayrı alanlar nosyonu olmuştur. Kamusal ve özel alan ayrımının kullanımı çok fazla karışıklığa neden olmuştur. Kadınlar otomatik olarak özel ile ilişkilendirilmiştir. Yakın zamana dek, kamusal ile özel hakkındaki
tartışmalar, toplumsal cinsiyet boyutunu tamamen göz ardı ettiği gibi, evrensel olanı da hiç sorgulamıyordu. Bu tartışmaların merkezine oturabilecek aile,
akrabalık, evlilik ve ebeveynlik kurumları görmezden gelinmiştir (Davidoff,
2002).
17. ve 18. yüzyıllar boyunca –öncesinde
ve sonrasında da- kadının eş ve anne
olarak evine ait olduğu varsayımı neredeyse evrenseldi. 18. yüzyılın ortasından itibaren ve özellikle 19. yüzyılın başında tarihsel dönüşümler, özellikle de
sanayi devrimi, kadını özel alanda tecrit
ederek, işyeri ile ev mekanını birbirinden ayırdı. Makinalaşmış fabrikalar ve
ev ekonomisinin çöküşü ile birlikte işin
kamusal dünyası evin özel dünyasından daha önce hiç olmadığı kadar birbirinden ayrıldı. Bu gibi eğilimler, akılcılığı kamusal alanla, akıl- dışılığı ve ahlakı özel alanla ve kadınla özdeşleştiren aydınlanma düşüncesini desteklemiştir (Donovan, 2001:19).
Erkekler açısından doğaya egemen
olma ve yaratma işlevi söz konusu
iken, kadınlara bakımla ilgili önemsiz
56
Feminist teorinin kavramları olan toplumsal cinsiyet, ataerkillik ve ayrı alanlar nosyonu sosyal hizmet açısından
özel bir önem taşımaktadır. Sosyal hizmet uygulamaları için yardım talebinde bulunan müracaatçıların yaşadıkları
güçlükler ve gereksinimler bu kavramların yaşamlarındaki deneyimlenmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Örneğin aile
içi şiddet nedeniyle bir sosyal hizmet
kurumuna başvuran bir kadın müracaatçının sorununa yaklaşım, toplumsal
cinsiyet rollerine yüklenen anlam ve algılar, ataerkilliğin kadının yaşamındaki
görünümleri ve özel/kamusal alan ayrımlarına göre şekillenen ayrışmanın
etkisinin analizini gerekli kılmaktadır.
FEMİNİST SOSYAL HİZMET
UYGULAMASI VE ÖZELLİKLERİ
Dominelli (2002a: 3-4) sosyal hizmetin
amacı ve rolü konusunda üç yaklaşım
grubundan söz etmektedir:
Terapötik-yardım edici yaklaşımlar;
Buz
Bakım-koruma (maintenance) yaklaşımları;
Özgürleştirici yaklaşımlar.
Sosyal hizmette terapötik yaklaşımlar,
danışma kuramlarına ve Carl Rogers’in
çalışmalarına dayanır. Bunlardan “müracaatçıya” danışman tarafından kendini ve diğerlerini (özellikle yakın akraba ve arkadaşlarla ilişkilerini) daha iyi
anlaması ve durumuyla daha etkili bir
yolla başa çıkması için yardım edilmesi anlaşılır. Bu yaklaşımlar, müdahalede bireyler ve onların psikolojik işlevselliklerine odaklanır. Bakım-koruma
yaklaşımında sosyal hizmet, kişilerin
yaşamlarındaki sorunlarla uygun bir
şekilde baş ettiklerini kabul eder. Burada sosyal hizmetin terapötik bir yardım edici rolü yoktur. Müdahaleler daha
çok pragmatiktir. Kaynaklar ve olanaklar hakkında bilgi vermek başta gelir.
Özgürleştirici yaklaşımlar ise sosyal
adalet konusuna odaklanır ve sosyal
refah sisteminde var olan eşitsizliklere meydan okur. Müracaatçılar kurban
olarak değil, güçleriyle değerlendirilirler. Müracaatçıların durumlarını kavrama, kendisiyle diğer ilişkileri arasındaki bağlantıyı kavrama, güç ilişkilerinin
günlük yaşam üzerindeki etkisi üzerine
çalışılır ve insanların hayatlarının kontrolünü ele alması için bilgi ve becerilere
odaklanılır. Birey ve toplum düzeyinde
sosyal değişme bu yaklaşımın temelidir (Dominelli, 2002a: 3-4). Bu özgürleştirici yaklaşımlardan biri de feminist
sosyal hizmettir.
Feminizmin, sosyal hizmet uygulaması üzerinde iki yönlü bir etkisi olmuştur: sosyal hizmette kuramın cinsiyet
ayrımına (seksist) dayalı bir süreç olarak yapılandırıldığını ortaya koymuş ve
ikinci olarak feminist sosyal hizmet uy-
gulamasının kadınlarla çalışma olarak
yanlış algılanmasının önüne geçmiştir
(McNay, 1992: 51).
Feminist sosyal hizmet, Barker’a göre
(1999: 173) sosyal hizmette cinsiyet ayrımcılığının yol açtığı duygusal ve sosyal problemlerin üstesinden gelinmesinde bireylere ve toplumlara yardım
etmek üzere geliştirilmiş, feminist bir
yönelimi olan değer, beceri ve bilgi bütünlüğüdür. Dominelli (2002b: 9) ise feminist sosyal hizmeti “dünyadaki kadın
deneyimini analizinde başlangıç noktası olarak ele alan, kadının toplum içindeki konumu ve kişisel durumu arasındaki ilişkilere odaklanan, spesifik
ihtiyaçlarına yanıt veren, müracaatçıuzman etkileşimlerinde eşitlikçi ilişkiler yaratan ve yapısal eşitsizliklere işaret eden bir sosyal hizmet türü” olarak
tanımlanmıştır.
Feminizm, sosyal hizmette bir gelişmeye yol açmıştır çünkü feministler ekonomik koşulların kadınların özgürlüğü
ve güçlendirilmesi için daha büyük olanaklar sağladığını ortaya koymuştur.
Feminist sosyal hizmet, kadınlarla çalışırken toplumsal cinsiyeti temel referans noktası olarak ele almıştır. Feminist sosyal hizmette kadınların esenliğinin birincil olarak ele alınması, sosyal
hizmet uzmanlarının kadınları sadece
eş ya da anne olarak görmelerini engellemiştir (Featherstone, 2001: 3).
Kadınların özel ihtiyaçlarını bütüncül bir
biçimde karşılamak, yaşamlarının karmaşık yanlarıyla baş etmelerini sağlamak feminist sosyal hizmetin bir parçasıdır. Kadınların, erkek, çocuk ve diğer
kadınlarla etkileşimlerinde ihtiyaçlarına
işaret eden sosyal ilişkilerin bağımsız
doğasına odaklanılır. Analizindeki kadına verdiği gurur verici yerin yanı sıra fe-
57
Toplum ve Sosyal Hizmet
minist sosyal hizmet uzmanları kadınlara erkeğin artığı olarak bakan toplumsal cinsiyet körü kuram ve uygulamalara meydan okur (Dominelli, 2002b: 9).
Dominelli (2002b: 162) feminist sosyal
hizmet uygulamasını biçimlendiren ilkelerden söz etmektedir. Bu ilkeler:
(a)Kadınların farklılıklarını tanımak;
(b)Kadınların güçlerini değerli kılmak;
(c) Farklı kadın grupları arasında farklılığın eşitsiz güç ilişkileri için bir temel olmasını önleme konusunda
ayrıcalıkları ortadan kaldırmak;
(d)Yaşamlarının tüm boyutlarında kadınların kendi kararlarını verebilmede aktif olduğunu göz önünde tutmak;
(e)Birey olarak kadınların sosyal koşullar içindeki yerin belirleme ve birey ve kolektif birim arasındaki karşılıklı bağlantıyı onaylamak;
(f) Kadınlara, kendi ihtiyaç ve problemlerine buldukları çözümleri ifade
edecekleri bir alan sağlamak;
(g) “kişisel olan politiktir” ilkesini uygulamanın makro, mezo ve mikro düzeylerinde kabul etmek;
(h) Bireysel güçlük ve sıkıntıları genel
konular olarak yeniden tanımlamak;
(i) Kadınların ihtiyaçlarını yaşamlarının her alanında diğerleriyle etkileşimlerde bulunan diğer tüm insanlar
gibi ele almak;
(j) İnsan ilişiklerinin bağımsız doğasını teşhis etmek ve bunun birey ya
da grup düzeyinde neye yol açtığı
ve nasıl gerçekleştiğini kavramak;
(k)Kadınların bireysel problemlerinin
sosyal nedenleri olduğunu teşhis
58
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
etmek ve her müdahalede bu iki düzeyi ele almak;
(l) Bireysel problemlere yönelik ortak
çözümler bulmaya çalışmaktır.
Bu ilkeler feminist sosyal hizmet kuram
ve uygulamasının bütünleştirilmesi için
bir çerçeve sunar.
Feminist sosyal hizmetin içinde cinsiyetçilik karşıtı (anti-seksist) kuram
ve uygulama bütünleşmiş olmalıdır.
Thompson’a göre (2001: 61) cinsiyetçilik karşıtı uygulamanın feminist sosyal
hizmetin de paylaştığı temel bileşenleri şunlardır:
1. Sosyal hizmet müdahalesinin amacı güçlendirmedir (empowerment)
uyumlandırma (adjustment) değil.
Sosyal hizmet, kadınların aile içinde
“doğru” yere uyum göstermelerinde
yardım etmek için değil, deneyimledikleri baskıya meydan okumaları konusunda güç kazanmasına yardım eder.
2. Sterotipik varsayımlardan kaçınma önemlidir. Örneğin erkeğin ailenin reisi olduğunu ve ailede öncelikli
karar vericinin erkek olduğunu varsaymamak,
3. Aile ideolojisi cinsiyetçiliği güçlendirir. Sosyal hizmet uygulaması ailenin hem güçleri hem de zayıflıklarını teşhis ederek aileye ilişkin dengeli bir görüşü temel almalıdır. Sosyal hizmet uygulaması sadece cinsiyetçiliğin çözümlenmesini değil,
hizmet kullanıcılarının, cinsiyetçiliğin kendi problemlerinin çözümünde bir engel olduğunu ya da problemlerini desteklediğini anlamada
bilinç yükseltme çalışmalarında yer
almasına odaklanmalıdır.
Buz
4. Kadınlar, erkek egemen toplumda
“görünmezdir”; başarıları ve katkıları nadiren kabul edilir. Sosyal hizmet
uzmanları bu tuzaktan kaçınmalı ve
kadınların duygu, düşünce ve işlerini değerli kılmalıdır. Mikro düzeyde sosyal hizmet, kadınların benlik
saygısını arttırmakta, makro düzeyde kadınların cinsiyetçi değersizleştirmesini kırmakta bir rol oynar.
5. Cinsiyetçilik karşıtı uygulama, egemen ayrımcı tutum, değer, uygulama ve yargılara meydan okumayı
kapsar.
Lee’ye göre (2001: 175) feminist sosyal
hizmet uygulamasında birtakım önemli noktalar bulunmaktadır. Gerçeği bütüncül olarak ele almak, gücü eylemde
bulunmak üzere yeniden kavramsallaştırmak, ataerkilliği sona erdirmek, güçlendirmek için çalışmak, dayanışmanın
önemi, bilinç yükseltme çalışmalarının
kullanımı bunların belli başlılarıdır.
Feminist sosyal hizmet, daha geniş bir feminist hareketin parçası olarak, kadın-merkezlilikten daha fazla bir
şeydir ve nihai amacı kamusal alandaki ataerkillik, özel alandaki ataerkillik ve sosyal ilişkileri yapılandıran diğer baskıcı yapılardan kadınlara yönelen baskıyı sona erdirmektir (Dominelli, 2002b:76).
Feminist uygulamalar “müracaatçı”sosyal hizmet uzmanı ilişkisinde, işyerinde, kişisel ve mesleki yaşamda eşitlikçi ilişkileri geliştirmeye çalışır. Feminist sosyal hizmet uzmanları, bir kadın müracaatçının ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken, bireyi sosyal olarak
yapılanmış toplumsal cinsiyet baskısı
ve bunun diğer baskı biçimleriyle ilişkileri içinde bir bütün olarak kavrar ve
bu bağlamda kişinin refahını arttıracak
hizmetleri araştırır. Feminist sosyal hizmet, toplumsal cinsiyet baskısının kadının özel durumu üzerindeki etkisini
dikkate alırken, kişinin kendi kararlarını
verme kapasitesi ve aktif olmasına vurgu yapar. Ayrıca kadınların ikincil konumlarını sonlandırmayı amaçlar (Dominelli, 2002b: 77).
Cinsiyetler arasındaki ilişki politiktir
çünkü eşitsiz güç ilişkileri içinde sosyal
olarak inşa edilmiştir. Feministlere göre
erkek ve kadın kategorileri ve özellikleri, kültürel ve sosyal yapılarla uyumludur. Benzer şekilde, şiddet ve cinsel istismar birey ya da aile patolojisi değildir, kişisel alandaki erkek gücünün zirvesidir. Feministlere göre sosyal hizmet uzmanlarının işi, problemleri patolojik ya da ailede kadınların karşılaştıkları sorunlarla açıklamak değil toplumdaki güç eşitsizlikleriyle uğraşmaktır
(Langan, 1985: 41).
Feministler, analizlerinde yapısal ve bireysel düzeyleri, kişisel ve politik olanı,
özel ve kamusalı bütünleştirir. Bu haliyle feminizmin sosyal hizmet kuram ve
uygulamasına sosyal ilişkileri anlamakla ilgili bir katkı verdiğini belirtmek gerekir (McNay, 1992: 51).
Feministler kadınların yaşamlarını ve
deneyimlerini, erkeklerden farklı ve erkeği başlangıç noktası olarak gören
bakış açısının (androcentrism) dışında kendi bakış açıları ve değerlerinden
anlamaya çalışır (Hudson 1985; Akt:
Payne, 1997:245).
Stanley ve Wise (1995) kadın deneyimlerinin ontolojik olarak çok parçalı ve karmaşık olduğuna, tek ve parçalanmamış bir maddi gerçeklik olmadığına dikkat çekmektedir. Buna bağlı olarak kadınlara yönelik baskı tek, belirlenmiş, kadının neredeyse tümüyle çaresiz
59
Toplum ve Sosyal Hizmet
olduğu bir durum değildir. Aksine baskı
had safhada karmaşık bir süreçtir, kadınlar çok nadir olarak tamamen güçsüz
durumdadır, normalde kadınlar sözel,
işitsel pek çok kaynağa sahiptir. Bu nedenle kadınların bu kaynaklarına dikkat
çekme, bu kaynaklarının farkına varmasını ve deneyimledikleri sorunların üstesinden gelmelerinde yapısal faktörlerin
etkisini kavramalarında bilinçlerini arttırma feminist sosyal hizmet uygulamasının temel araçlarındandır.
Görüldüğü üzere feminist sosyal hizmet
uygulaması kökenini feminist kuramdan
almaktadır. Kadın deneyimini başlangıç
noktası olarak alan, güçlendirme kavramına vurgu yapan, ataerkilliği sona erdirmeyi amaçlayan, kadınların içinde bulundukları sorunların oluşum dinamiklerini ve sosyal yapıyla bağını kurmalarına
yardım eden, eşitlikçi ilişkiler inşa etmeye önem veren bir yaklaşımdır.
FEMİNİST SOSYAL HİZMET
UYGULAMASI ÜZERİNE ÖRNEKLER
Feminist sosyal hizmet uygulamasının
temel vurgusu ataerkilliğe meydan okuyarak bireyleri güçlendirmedir ve sosyal hizmet uzmanlarının mesleki uygulamalarında göz önüne almaları gereken birtakım noktalar bulunmaktadır.
Thompson’a göre (2005: 145) bunlar:
(a)Değerlendirme yaparken sosyal
faktörlerin (sınıf, ırk, toplumsal cinsiyet, yaş engeli, cinsel kimlik) göz
önüne alınması ve bunlardan her
birinin bireyin durumunu nasıl etkilediğiyle ilgili yakın bir odaklanma
önem taşımaktadır.
(b)Çok yaygın ve ayrımcı olabilen kalıpyargı ve önyargılı varsayımlara
karşı dikkatli olmak önemlidir.
60
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
(c) İnsanları ayrımcı rollere göre ayırmamak önemlidir (mesela aile içinde kadını çocuk bakımı sorunlarından sorumlu görmemek)
(d)Farklılık ve çeşitliliğe karşı duyarlı
olmak önem taşımaktadır.
(e)Kendi ve diğer profesyonellerin gücünün farkında olma ve bunu müracaatçılarının zararına kullanmamak
büyük önem taşır.
(f) Ayrımcı eylem ve tutumlarına göz
yummamak ve onları güçlendirmemek.
Feminist perspektifle çalışan bir uygulamacı tüm insan sorunlarında kültürel ve politik bir boyut bulunduğunun ve
bunun özellikle kadınlar için doğru olduğunun farkında olmalıdır. Feminist
uygulamanın temel fikrini yardım etme
sürecinin sadece klinik ya da doğrudan
hizmet etkinlikleriyle sınırlanamayacağı ve aynı zamanda örgüt ve kurumların işleyişini ve sosyal politikayı biçimlendirmek üzere politik eylem ve savunuculuğa odaklanmanın zorunluluğu oluşturmaktadır. Feminist bir terapist aynı zamanda politik bir aktivisttir
(Sheafor ve Horejsi, 2002:96).
Feminist sosyal hizmet uzmanının çalışma ilkeleri (Sheafor ve Horejsi, 2002:
96):
(a)Müracaatçı-sosyal hizmet uzmanı ilişkisi eşitlikçidir. Yardım eden
kişi uzman yada otorite figürü değil
partner ya da müracaatçının meslektaşı gibi görülür
(b)Müracaatçının kaygı ve problemleri
sosyopolitik bağlamda değerlendirilir.
Müracaatçının yaşamındaki güç
ilişkilerinin değerlendirilmesi özel
önem taşır.
Buz
(c) Yardım edici, ilişkili kişisel deneyimlerini paylaşma konusunda isteklidir.
(d)Yardım etme süreci güçlendirme ve
cinsiyetçilik, cinsiyet-rolü kalıpyargıları, cinsiyet ayrımcılığı, kadınlara yönelik tutumların etkileyen sosyal ve tarihsel faktörleri içeren güçlü bir eğitimsel bileşen içerir.
(e)Müracaatçının yardım sürecinde
aktif bir katılımcı olması beklenir
ve patoloji ya da eksikliklerine değil
güçlerine odaklanılır.
(f) Kadınların sosyal ağ ve destek
gruplarını yaratmak önemli bir yere
sahiptir.
Bu ilkeler doğrultusunda birkaç örnek
tartışılacaktır. İlk olarak istismar mağdurlarına yönelik feminist sosyal hizmet
uygulamasından söz edilecektir. İstismar mağdurlarıyla çalışmada feminist
sosyal hizmet uzmanları öncelikle istismar ve baskıcı sosyal ilişkiler arasındaki ilişkiye bakarlar. En önemli konu “kişisel olan politiktir” ilkesini uygulamanın tüm düzeylerinde dikkate almak ve
bireysel gibi görünen sorunların politik
ve yapısal bağlamıyla birlikte değerlendirilmesi ve uygulamanın buna göre biçimlendirilmesidir. Feminist sosyal hizmet uzmanı sistematik ve bütünleştirici
bir yaklaşımla baskının içselleştirilmesi ve bunun bireysel ve kurumsal düzeyde istismarcı ilişkilere nasıl dönüştüğüyle ilgilenir. Klinik sosyal hizmette
istismara neden olan psikopatolojiyi iyileştirmek amacı varken feminist mikro
uygulamada baskı ya da istismara maruz kalanların güçlendirilmesi için çalışılır. Güçlendirici çalışmadan müracaatçının kendi gereksinimleri için uygun
olasılıkları görmesi ve yaşamını etkileyecek tüm kararları kendisi verebilecek
noktaya gelmesi anlaşılmalıdır (Rose,
1990 dan akt: Dietz 2000: 375). Feminist mikro uygulamada baskınlık ve şiddet ilişkisinin analizi yapılır ve istismar
baskınlığın kişisel düzeydeki yansıması olarak görülür. Bu politik analiz feminist uygulama modellerine karşılıklılık,
saygı, işbirliği, hiyerarşinin azaltılması, baskınlığın sosyal bağlamını kavrama gibi boyutların dahil edilmesine yol
açar. Feminist sosyal hizmet uzmanları
müracaatçılarının deneyimledikleri istismarın yapısal bağlamını kavramalarını sağlar ve mağdurlarla ihtiyaç duydukları desteklere ulaşmaları için mikrodan makroya kadar her düzeyde çalışırlar (Dietz 2000: 375).
İstismar mağdurlarıyla çalışmada mağdurların sürece aktif katılımı desteklenir ve bu anlamda mağdurlardan sağaltım konusunda alınan geribildirimlere göre hizmet süreci yapılandırılabilir. Bu çerçevede mağdurlara yönelik olarak istismara ilişkin uzmanlaşmış
birimler, mağdur ve profesyoneller için
istismarın tedavisi ve iyileşmeye yönelik derinlemesine eğitimler, hastanede
yatma yerine alternatifler (güvenli evler
gibi), bireysel terapi, akran destek ağları, yoğun semptomlar gösterenlere yönelik alternatif terapiler, psikiyatristlerin mağdurlara desteklerini arttırmaları için eğitilmesi ön plana çıkmıştır. Krize yönelik telefon hatlarında çalışanların eğitimi, baskı ve istismar konusunda eğitimli terapistler, grup çalışmalarının etkisi önemli bulunmuştur (Dietz,
2000: 385).
Makro düzeyde feminist sosyal hizmet
uzmanları bakım konusunda devlet ve
ulusal düzeyde lobicilik yaparak müracaatçıları, sosyal hizmet uzmanları ve
diğer profesyonelleri örgütleyebilirler.
Sosyal hizmet uzmanları ve mağdurlar
61
Toplum ve Sosyal Hizmet
güçlendirici ve maliyeti düşük projeler
için gösteriler düzenleyebilirler, uzmanlar bu konuları politik gündeme getirip
tartışabilirler (Shera 1996’dan akt: Dietz, 2000: 385). Görüldüğü üzere doğrudan güçlendirici müdahaleler makro
düzeyde çalışmalarla bütünleştirilmelidir.
Diğer bir örnek seks işçileriyle feminist
sosyal hizmet uygulaması konusunda
verilebilir. Burada öncelikli nokta sosyal hizmet uzmanlarının eğitim ve bilgilerini seks işçileri yararına kullanmaları
ve seks işine yol açan yoksulluk, seks
ticareti ekonomik gerileme gibi sosyoekonomik ve politik faktörlerin etkisinin farkında olmalıdır. Seks işçileriyle
ilgili iki önemli konu ortaya çıkmaktadır (a) seks işçileri sömürü, istismar, cinayet ya da eşitsizliklerin mağdurlarıdır
(b) seks işçileri işlerinden dolayı kovuşturmaya uğramamalıdır. Bu çerçevede
sosyal hizmet uzmanları seks işine girme konusunda kadınları zorlayan, seks
işçilerini istismar eden, sömüren, kaçıranların yasal olarak kovuşturulmasını
sağlamalı, bütün kadınların eğitimi, istihdam olanakları için ekonomik adaleti ilerletmeli, seks işçilerini damgalamamalı, seks işinden ayrılmak isteyen kadınları desteklemelidir (Sloan ve Wahab, 2000: 472).
Başka bir örnek aile ve çocuklarla çalışma konusunda verilebilir. Sosyal hizmet uzmanları aile ve çocuklarla çalışırken kadınların anne ve bakıcı rollerini güçlendirerek sürdürebilirler. Aileyle
ilgili geliştirilen sosyal politikalar kadınlar ve erkekler, çocuklar ve ebeveynleri, çocuklar ve devlet, ebeveynler ve
devlet arasındaki hegemonik ve eşitlikçi olmayan ilişkilere odaklanır. Feminist sosyal hizmet ise aile ortamındaki
kadınlar, çocuklar ve erkekler arasında
62
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
bu yaklaşımın yetersizliklerini görür ve
ilişkilerin eşitlikçi yapılanması gerekliliğine dikkat çeker. Bu dikkat çekme çocukların insan haklarının tanınması, kadınların yaşam seçeneklerini arttırmak
için kadınların haklarının ilerletilmesi,
devletin bu hakların gerçekleştirilmesi
için sağlaması gereken kaynaklara ve
sorumluluğa dikkat çekmektedir (Dominelli, 2002b: 123-124).
Türkiye açısından feminist sosyal hizmet uygulaması açısından bir örnek
toplum merkezlerinde yürütülen Kadının İnsan Hakları Eğitimi Programı
(KİHEP) dır. Bu program ile kadınların hakları ve sorunları konusunda bilgilendirilmeleri ve bilinçlenmeleri sağlanarak kadın ayrımcılığına yol açan
mekanizmaları daha iyi anlamalarına yardımcı olunması böylece, kendilerine olan bakış açılarının değişmesi
ve özgüvenlerinin artması yoluyla aile
içi şiddetin önlenmesi ve güçlenmeleri amaçlanmıştır(www.shcek.gov.tr/
hizmetler/Kadin_Aile_Toplum/ToplumMerkezleri.Mart2008.pdf). Bu program kapsamında kadınların insan hakları, anayasal, medeni, ekonomik ve
doğurganlık hakları, kadın ve cinsellik, toplumsal cinsiyet rollerine duyarlı
çocuk eğitimi ve çocuk hakları, şiddete karşı geliştirilecek stratejiler konularını kapsayan çok yönlü bir eğitim uygulanmaktadır. Kadınlarda grup çalışması yoluyla sorunlarının oluşumunda
katkısı olan yapısal faktörlerin ve baskı mekanizmalarının farkına varmaları yönünde bir farkındalık ve bilinç artışı sağlanmakta ve bu durum kadınların kendilerine ilişkin bakış açılarının
değişmesine yol açmaktadır. Bu eğitimi alan kadınların güçlenmesi, kadınların kendi aralarında yeni inisiyatifler
kurmaları ve gelir getirici işbirliklerine
Buz
yönelmeleri gibi çıktılar bu uygulamanın feminist sosyal hizmet uygulaması
olarak değerlendirilebileceğini göstermektedir.
Türkiye boyutunda verilebilecek diğer
bir örnek ise sığınmacı kadınlarla yapılan mesleki çalışmalardır. Kadınların eş ya da partnerlerinden gördükleri
şiddet uzun süre başka bir ülkeden sığınma isteme nedeni olarak kabul görmezken, feministlerin eleştirileri ve çabaları doğrultusunda bu şiddetin “toplumsal cinsiyete dayalı zulüm” olarak
kabul edilmesi söz konusu olmuştur ve
kadınlar başka bir ülkeye bu nedenlerle sığınmışlardır. Özel alanda gerçekleşen bu şiddetin yanısıra savaş ve çatışma durumlarında da kadınlar genelleşmiş şiddetin hedefi haline gelmişler, şiddetin pek çok türünü deneyimlemişler, mağdur oldukları halde kendi ülkelerinde dışlanmış ve ayrımcılığa maruz kalmışlardır. Bu alanda feminist sosyal hizmet uygulaması kadınların yaşadıkları şiddetin kökenlerini kavramaları, var olan ataerkil yapıyı ve bunun içinde kendi durumunu anlamayı,
kendilerini çevreleyen sistemi kavrayarak sorunlarının sosyopolitik bağlamı
hakkındaki bilinçlerinin artışını hedeflemiş, kadınlara yaklaşım ise kadınların pek çok kaynağa sahip olduğu ve
güçlerini kullanmalarını engelleyen mekanizmaların farkına varmaları, bu engellerin ortadan kaldırılması konularına
odaklanmıştır. Bu alanda kadınların eşlerine bağımlı bireyler olarak kabul edilmeleri ve eş üzerinden yapılan sığınma
başvurularından, kadınların ayrı başvuru yapabilmeleri noktasına gelinmiştir.
“Kişisel olan politiktir” ilkesi sığınmacı kadınların sığınma istemelerine yol
açan nedenlere ilişkin önemli bir kavrayış sunmaktadır ve bu çerçeve sığın-
macı kadınlarla yapılan feminist sosyal
hizmet uygulamasının önemli bir bileşeni olmuştur. Kadın deneyimini başlangıç noktası olarak alan feminist sosyal hizmet uygulaması kadınların güçlendirilmesi, kendilerine güvenlerinin
arttırılması ve yaşam seçeneklerini arttırmaya sosyopolitik yapıyı dikkate alarak odaklanmıştır.
Bu örneklerden görüldüğü üzere feminist sosyal hizmetin tüm sosyal hizmet uygulamalarında kullanılan müdahale araçlarının ortaklığına karşın,
müracaatçı-uzman ilişkisinin daha eşitlikçi olması, bireysel patolojilere ve sorunlara odaklanmak yerine sosyopolitik bağlamın göz önüne alınması, müracaatçının güçlerinin ön plana çıkarılması, müracaatçının aktif olması, güçlendirmenin tüm boyutlarıyla yaşama
geçmesi, savunuculuk rolünün ön planda olması ve kadınların sosyal ilişki ağlarına ulaşmalarının sağlanması konusunda özel bir vurgusu bulunmaktadır.
Sonsöz yerine
Güç ilişkileri analizi ve sosyopolitik
bağlam feminist sosyal hizmet uygulamasında önemli konulardır. Gücü üreten, elinde tutan baskıcı yapıların cinsiyetçi bir şekilde yapılandığının farkında olmak ve sorunlara yaklaşırken bu
arka planı göz önünde tutmak önemli
bir noktadır.
Feminist kuramın dikkat çektiği toplumsal cinsiyet, ataerkillik, kamusal/özel
alanı ayrımı gibi temel kavramların feminist sosyal hizmet uygulamasının bileşenlerini oluşturduğu görülmektedir.
Kadınların geleneksel toplumsal cinsiyet rollerine uygun bakım verici, eş,
anne gibi pasif ve erkeğe bağımlı oldukları yönündeki kalıpyargıların far-
63
Toplum ve Sosyal Hizmet
kında olan ve bu kalıpyargılar ve kadınların deneyimledikleri baskının kökenlerini kavrama ve güçlenmelerine
odaklanan feminist sosyal hizmet uygulaması çok özel bir yerde durmaktadır.
Kadınların bireysel olarak adlandırılan
“özel” sorunlarının “toplumsal” bağlantılarını görmede ve kadınların bu türden
bir bilinçlilik kazanmaları bakış açısına
dayanan feminist sosyal hizmet uygulaması kadınların “aile içinde” geleneksel
toplumsal cinsiyet rollerine “uyum” yerine bu rollerin eşitlikçi bir şekilde dönüşümünü hedeflenmektedir.
Walby (1990) ve Bhasin’in (1993) kadınların ataerkilliğin kontrolünde olduğu yaşam alanlarıyla ilgili benzer analizleri, kadınların toplum içinde deneyimledikleri sorunların ortaya çıkmasında ve kadınların toplumda ikincil
konumda yaşamlarını sürdürmelerinde etkilidir. Üretim, ücretli işler, erkek
şiddeti, cinsel ilişkiler, devlet ve kültürde ataerkil ilişkiler çözümlemesi yapılması çok önemlidir. Çalışma yaşamından başlayarak cinsiyetçi üretim ve istihdam örüntüleri, kadına karşı erkek
şiddetine devletler tarafından etkin yanıtlar üretilmemesi, cinsel pratiklerdeki çifte standart, kadının cinselliğini
kontrol konusundaki toplumsal uzlaşma kadına yönelik şiddetin gerekçelerini oluşturmakta ve kadınların yaşam
hakkının elinden alınması noktasına
kadar giden temel insan hakkı ihlallerine yol açabilmektedir. Ataerkil kültürel
kurumlar din, eğitim ve medya gibi çeşitli alanlarda kadınlara ataerkil ve cinsiyetçi bakış ve bu yöndeki sunum kadınların deneyimledikleri güçlüklerin ve
problemlerin ortaya çıkışında çok etkin
bir rol oynamaktadır. Sosyal hizmet uygulaması ataerkillikle bağlantılı bu so-
64
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
runları yaşayan kadınların sorunlarının çözümlenmesini güç analizi, baskının kökenini kavrama, yapısal faktörlere başvurarak açıklayan ve müdahalelerini bu anlamda “güçlendirme” temeline oturtan bir uygulamadır.
Kamusal ve özel alan ayrımının kökenleri ve bu ikili ayrımın kadının toplum içinde ikincilleştirilmesine katkısı feminist sosyal hizmet uzmanlarınının dikkate aldığı bir konudur. Geleneksel sosyal hizmet uygulamasının dışında feminist sosyal hizmet uygulaması “kişisel olan politiktir” ilkesini uygulamanın mikro, mezzo ve makro düzeyleriyle bütünleştirerek hareket eder. Çünkü özel alandaki deneyimler olarak sunulan sorunlar aslında ataerkillikle bağlantılı, cinsiyetçi yapısal faktörler bütününden doğmaktadır. Müracaatçı gruplarıyla çalışırken feminist sosyal hizmet uzmanları feminist çalışma ilkelerini göz önünde tutarak, müracaatçının
sorununun sosyopolitik bağlamını kavramasına, güç analizine odaklanırlar
ve feminist sosyal hizmet bu çerçevede “uyumlandırma” yerine “güçlendirici
ve daha fazla seçenek yaratıcı” bir çerçeve sunmaktadır.
KAYNAKÇA
Arat, N. (1991) Feminizmin ABC’Sİ, İstanbul, Simavi Yayınları ABC Dizisi:6.
Barker, L. R. (1999) The Social Work Dictionary, Fourth Edition, Washington DC,
NASW Press.
Bhasin, K. (1993), What Is Patriarchy?, India, Kali for Women Press.
Connell, R.W. (1998), Toplumsal Cinsiyet
ve İktidar- Toplum, Kişi ve Politika,
İstanbul: Ayrıntı.
Buz
Davidoff, L. (2002), Feminist Tarihyazımında Sınıf Ve Cinsiyet, A. Durakbaşa (Yay.
Haz) Z. Ateşer ve S. Somuncuoğlu (Çev.)
İstanbul, İletişim Yayıncılık.
Dietz, A. C. (2000). “Responding to Oppression and Abuse: A Feminist Challenge to
Clinical Social Work”. Affilia Journal of Women and Social Work, 15 (369), 369-389.
Dominelli, L. (2002a) Anti-oppressive Practice in Context. Social Work: Themes, Issues and Critical Debates. Second Edition, Ed: Robert Adams, Lena Dominelli ve
Malcolm Payne. Basingstoke, UK Palgrave
Macmillan.
Dominelli, L. (2002b), Feminist Social Work
Theory and Practice, London, Palgrave.
Donovan, J. (2001), Feminist Teori, İstanbul, İletişim.
Eisenstein, R. Z. (1998) “Imagining Feminism”. Contemporary Feminist Theory A
Text Reader. M.F. Rogers (Ed), McGrawHill: 469-484.
Featherstone, B. (2001) Where to for feminist social work?. Critical Social Work, 2 (1).
Jonasdottir, G. A. (1994), Why Women Are
Oppressed, Philedelphia, Temple University Press.
Langan, M. (1985), The Unitary Approach:
a Feminist Critique, Women, the Family,
and Social Work. Ed: E. Brook ve A. Davis.
London, Tavistock.
Lee, A.B. J. (2001), The Empowerment
Approach to Social Work Practice Building
the Beloved Community, Second Edition,
Columbia University Press.
Mackinnon, A. C. (2003), Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru, İstanbul, Metis Kadın
Araştırmaları Dizisi No:15.
Mcnay, M. (1992). “Social Work and Power Relations: Towards a Framework for
an Integrated Practice”, Women, Oppression and Social Work Issues in Antidiscriminatory Practice. Ed: M. Langan ve
L. Day. Routledge: 48-66.
Mitchell, J. (1985), Kadınlık Durumu, Çev.
Günseli, Gülnur, Şirin, Feraye, Şule, Yaprak, İstanbul, Kadın Çevresi.
Payne, M. (1997), Modern Social Work
Theory, Second Edition, Con. Ed: Jo Campling, London, Macmillan.
Ramazanoğlu, C. (1989), Feminism and the
Contradictions of Oppression, New York,
Routledge.
SHÇEK,http://www.shcek.gov.tr/hizmetler/Kadin_Aile_Toplum/ToplumMerkezleri.
Mart2008.pdf, 29.05.2009
Sheafor, W.B ve C.R. Horejsi. (2002), Techniques and Guidelines for Social Work
Practice, Sixth Edition, Boston, Allyn and
Bacon.
Sloan, L. ve S. Wahab. (2000), “Feminist
Voices on Sex Work: Implications for Social
Work”, Affilia Journal of Women and Social
Work, 15 (457), 457-479.
Stanley, L. ve S. Wise (1995), “Feminist
Araştırma Sürecinde Metot Metodoloji Ve
Epistemoloji” F. Şaşmaz (Çev.) Farklı Feminizmler Açısından Kadın Araştırmalarında
Yöntem, S. Çakır ve N. Akgökçe (Yay. Haz)
İstanbul, Sel.
Thompson, N. (2001), Anti-Discriminatory
Practice, Third Edition, BASW Practical Social Work Series, Ed: Jo Campling, London,
Palgrave.
Thompson, N. (2005), Understanding Social Work, Second Edition, Ed: Jo Campling,
London, Palgrave Macmillan.
Yuval-Davis, N. (2003), Cinsiyet ve Millet,
Çev: Ayşin Bektaş İstanbul, İletişim.
Walby, S. (1990), Theorizing Patriarchy,
England, Blackwell.
Whelehan, I. (1995), Modern Feminist Thought, Finland, Edinburgh University Press.
65
Danış
Derleme
TÜRKİYE’DE YAŞLI
NÜFUSUN YALNIZLIK
VE YOKSULLUK
DURUMLARI VE
SOSYAL HİZMET
UYGULAMALARI
AÇISINDAN BAZI
ÇIKARIMLAR
Loneliness and Poverty
Conditions of the Elderly
Population in Turkey and
Some Inferences about
Social Work Interventions
plansız büyüyen ve kalabalıklaşan kentlerde
yaşamanın getirdiği zorluklar, göç ve entegrasyon ile teknolojide her geçen gün meydana gelen hızlı değişimlerin yaşlı bireyin gündelik yaşamına getirdiği zorluklar, yaşlılara ilişkin sosyal politikalardaki eksiklikler
ile yaşlı istismarı, barınma sorunu, beslenme
sorunu, sanayi toplumlarında yaşlı nüfusun
statü kaybına bağlı olarak yaşadığı başlıca
psiko-sosyal ve ekonomik sorun alanlarını
teşkil etmektedir. Bu bağlamda Türkiye’deki
yaşlı nüfusun en temel sorunu olarak nitelendirilen yalnızlık ve yoksulluğun ortadan kaldırılmasına yönelik sosyal hizmet odaklı uygulamaların hayata geçirilmesi gerekmektedir. Yaşlı refahının korunması ve geliştirilmesi, yaşam kalitesi anlayışını sağlamaya
yönelik düzenlemelere gidilmesi, yaşlı bireylerin sosyal çevre ile bütünleşmeleri ve yaşam standardını korumaya yönelik gelir güvencelerinin sağlanması büyük önem taşımaktadır.
Anahtar Sözcükler: Yaşlılık, yalnızlık, yok-
sulluk, sosyo-kültürel dönüşüm, sosyal
hizmet uygulamaları.
ABSTRACT
Mehmet Zafer DANIŞ
*
Yrd. Doç. Dr., Sakarya Üniversitesi Fen
Edebiyat Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü
*
ÖZET
Tıp teknolojisindeki gelişmelere paralel olarak, tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de
ortalama insan ömrünün uzaması, yaşlılığa
ilişkin konuları gündemin başköşesine taşımaktadır. Yaşlılıkta gelir azalması başta olmak üzere bakıma muhtaçlık, sağlık sorunları, yalnızlık, kimsesizlik, ilgisizlik ve kaderine terk edilmişlik, ekonomik ve sosyal kaynaklara ulaşmada zorluk, toplumsal ayrımcılık ve yaşlı bireylere karşı işlenen suçlar,
In parallel to advances in medical technology, life expectancy has increased both in
Turkey and in the world. Therefore, issues about old age have become a significant
topic. Major psycho-social and economical
problems related to old people that are caused by the conditions experienced in industrial socities are as follows: decreases in old
people’s income, need of care, health-related
problems, loneliness, desolation, indifference and abandonment to their own fate, difficulties in accessing economical and social resources, social discrimination and crimes committed against old people, problems
related with living in crowded cities with no
planned expansion, negative effects of migration, integration and rapid technological
developments on old people’s lives, insufficient policies towards old people and abuses of
67
Toplum ve Sosyal Hizmet
elderly people, problems related to accomodation and nutrition. In this context, it is necessary to put into effect the social work focused on implementations oriented to remove the basic problems of Turkish elderly population, namely loneliness and poverty. So
it’s vitally important to develop the welfare
of elderly people, to put into practice the arrangements which are oriented to provide for
their concept of quality of life, to lead the elderly individuals to integrate with their social environment and to provide them with income guarantee which aims to support their
previous standard of living.
Key Words: Old age, loneliness, poverty,
socio-cultural transformation, social work
interventions.
GİRİŞ
Yaşlılık, fiziksel ve ruhsal güçlerin bir
daha yerine gelmeyecek şekilde kaybedilmesine bağlı olarak, organizmanın iç ve dış etmenler arasında denge kurma potansiyelinin azalması, kişinin fiziksel ve ruhsal yönden gerilemesi olarak tanımlanmaktadır (Bilginer ve
diğ., 1996: 168-171). İnsan yaşamının
ayrı ve özel bir dönemi olarak yaşanan
çocukluk, gençlik ve yetişkinlik evrelerinden sonra gelen yaşlılık dönemi, biyolojik, psikolojik ve sosyolojik boyutları ile incelenebilecek bir yaş dönemine
işaret etmektedir. İnsanoğlu, çoğu zaman yaşlılıkla “hayatının belli bir döneminde sanki hiç karşılaşmayacakmış
gibi yaşamına devam eder ve yaşlanıyor olduğunu kabullenmek istemez. Bu
kaçınılmaz gerçeği kabullenmek, çoğu
zaman yaşlı birey için pek de kolay gerçekleşmez” (Erçetin, 2007: 1).
Ruhun, anlamın, sezgi ve duyuşun yerini bedenin, görüntünün ve gençlik imajının korunmasına yönelik ticari faali-
68
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
yetlerin ve dolayısıyla görselliğin aldığı
günümüz geç modern tüketim toplumlarında (Baudrillard, 2001: 124), gençlik, genç görünmek, güzellik ve yeniliğe
dair modalar, popüler anlamda yükselen değerler olarak karşımıza çıkmakta iken, yaşlılık, bilgelik ve yaşam tecrübesine önem atfeden eski toplumsal söylem, artık genç kalmak ve gençlik lehine biçim değiştirmiştir. Dolayısıyla ontolojik açıdan yaşlanma süreci ve
yaşlılık imgesi anokronist bir bakış açısıyla, yaşlılığın her anlamıyla yeniden
ele alındığı ve yapılandırıldığı bir toplumsal dönüşüm sürecini de beraberinde getirmektedir.
Dünya genelinde yaşlı nüfusun genel
nüfus içindeki oranının artması nedeniyle, demografik yapı giderek değişmekte, yaşlı nüfusun karşılaştığı sorunlar daha belirgin bir biçimde hissedilir hale gelmektedir. Gelişmiş ülkeler
bu süreci daha önceden görerek, sosyal güvenlik ve sosyal hizmet alanlarında almış olduğu tedbirlerle, yaşlı bireylerin sosyal refah standardını koruyabilmekteyken, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler de demografik alandaki
yaşlanma hızına paralel olarak gerekli plan, politika ve uygulamalar hayata
geçirilememektedir.
Bu ise, Longman (2004: 67)’ın da belirttiği gibi; “demografik değişim süreci
açısından gelişmiş ve gelişmekte olan
ülkelerin durumlarının farklılaştığı, gelişmiş ülkelerin nüfusları henüz yaşlanmadan zenginleştikleri, gelişmekte
olan ülkelerin ise zenginleşmeden yaşlanma trendine girmeleri nedeniyle, gelişmekte olan ülkelerde yaşlı nüfusun
ekonomik açıdan yoksulluk, sosyal açıdan ise yalnızlık soruları ile daha ağır
bir biçimde yüz yüze gelmesi” anlamına gelmektedir.
Danış
Türkiye’de yaşlı nüfusun hızla artması ve yaşanan sosyo-kültürel ve ekonomik değişim, en temelde, gelirlerin düşmesine paralel olarak yaşanan yoksulluğun ve uzun yaşamın getirdiği yalnızlığın, yaşlı nüfus grubu içerisinde yaygın bir biçimde hissedilmesine yol açmaktadır. Bu ise yaşlılıkta yoksulluk ve
yalnızlık sorunlarının çözümüne yönelik sosyal hizmet uygulamalarının tüm
yönleri ile yeniden ele alınmasını zorunlu kılmaktadır (Gökçe-Kutsal, 2007: 2).
DÜNYADA ve TÜRKİYE’DE
DEMOGRAFİK YAŞLANMA SÜRECİ
Yirminci yüzyılda, tıptaki gelişmelere
paralel olarak, beklenen yaşam süresinin uzaması ile dünya nüfusu bir önceki elli yıla göre daha hızlı yaşlanmıştır (Gökçe-Kutsal 2006: 36). 1950’lerde
gelişmiş ülkelerde altmış beş olan ortalama yaşam beklentisi, 20. yüzyılın
sonunda seksene dayanmıştır (Danış,
2005: 16-20). İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra gündeme gelen barış, kardeşlik,
dostluk ortamında ön plana çıkan “savaşma seviş” sloganıyla yaşanan bebek patlaması (baby boomer) ve o kuşağın şimdilerde yaşlanma eğilimine
girmesi, bir tıp dalı olan geriatrideki gelişmeler ve bilimde kaydedilen ilerlemeler ile meydana gelen demografik yaşlanma süreci (Cassel, 2001: 37), 20.
yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle gelişmiş ülkelerde yaşlılığın bir sorun olarak algılanmasına yol açmıştır
(Görgün-Baran 1996: 20).
Bugün gelişmişlik düzeyi ne olursa olsun her ülkede, ortalama yaşam beklentisi ve buna bağlı olarak nüfus içindeki yaşlı sayısı, oranı, yaşlı bireylerin gereksinim ve sorunları gittikçe artmaktadır (Ashman ve Zastrow, 1990:
454). Örneğin; Amerika’da her sekiz kişiden biri (Cassel, 2001: 38), Avrupa
Birliği’ne üye ülkelerde ortalama olarak
her altı kişiden biri (World Bank, 2003:
4), Japonya’da ise her beş kişiden biri
65 ve üzeri yaştadır (Japan Statistics
Bureau, 2003). Yapılan nüfus projeksiyonlarında, 2050 yılında dünyada
her bir çocuğa karşılık, iki yaşlının var
olacağı tahmin edilmektedir (GökçeKutsal, 2005: 14).
Dünya Bankası (World Bank 2003:
22-23) verilerine göre; dünya genelinde nüfusu bir milyonun üzerinde bulunan 152 ülkeden 41’inin yaşlı nüfus oranı yüzde onun üzerindedir. Bu ülkelerin 32’si Avrupa Kıtası’nda yer almaktadır. Bugün ABD’nin 281.6 milyonluk nüfusunun %12.3’ünü (34.6 milyon), Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin 377.9 milyonluk nüfusunun %16.3’ünü (61.6 milyon),
Japonya’nın 127.6 milyonluk nüfusunun
%19’unu (24.3 milyon) altmış beş yaş
ve üzeri nüfus grubu oluşturmaktadır.
“Yaşlanan dünya’da bir delikanlı” olarak nitelendirilen (Tufan, 2001: 27),
Türkiye’de de, yaşlı nüfusun genel nüfus içindeki oranı, ortalama yaşam beklentisinin azalması, doğurganlık hızındaki düşüş, bebek ve çocuk ölüm oranlarının azalması ve koruyucu sağlık
hizmetlerinin gelişmesi gibi nedenlerle hızlı bir artış göstermektedir (TNSA,
2004:10-11; DPT 2006:8-9).
Ülkemizde 1990’lara kadar % 5’in altında kalan yaşlı nüfus oranı son on beş
yılda ciddi bir artış eğilimi içerisine girmiştir. 1990 yılında yapılan genel nüfus sayımı sonuçlarına göre altmış beş
yaş ve üzeri ülke nüfusunun tüm nüfusa oranı % 4.3 (2.419.200) olarak belirlenmiştir (DİE, 1995:97), 1997’de
bu sayı 3.021.000’e (DİE, 1999:35),
69
Toplum ve Sosyal Hizmet
2000’de 3.621.000’e (DİE, 2003, HÜNEE, 2005), 2004’te 4.5 milyona ulaşmıştır (Erdil, 2004:79). Türkiye’nin genel nüfus verilerine dayalı olarak, son
yıllarda yapılmış en geniş kapsamlı
araştırmalardan biri olma özelliğine sahip olan 2003 Türkiye Nüfus ve Sağlık
Araştırması (TNSA, 2004:11)’na göre
yaşlı nüfusun, tüm nüfus grupları içerisindeki oranı % 6.9, toplam sayısı beş
milyon civarındadır. Bu sonuçlara göre
ülkemizdeki yaşlı nüfus, dünyadaki birçok ülkenin toplam nüfusundan kalabalık gözükmektedir (DPT, 2006:9).
YAŞLILIKLA BİRLİKTE GÖRÜLME
SIKLIĞI ARTAN SOSYAL
SORUNLAR
Son yirmi yılda, nüfusun yaşlanması ve
buna bağlı olarak kronik hastalık ve sakatlıkların artış göstermesi, yeni tedavi yöntemlerinin gelişmesi ve toplumun
sağlık sektöründen beklentilerinin artması gibi nedenlerle gelişmiş ülkelerin sağlık giderleri bir türlü düşmemektedir (Sağlık Bakanlığı, 1998:1). Örneğin, ABD’de ulusal sağlık harcamaları
her yıl bir önceki yıla göre ortalama %
10 artmaktadır. ABD’de gayri safi milli hasıla (GSMH) içindeki sağlık harcamalarının payı 1960 yılında % 5.3 iken,
1995’te % 15’e ulaşmıştır (Kılıç, 1995:
33). Bugün milli gelirin İngiltere’de %
13’ü, Almanya’da % 10.3’ü, Fransa’da
% 9’u (Oral, 2001:82-90), İsviçre’de
% 8’i (Zweifel, 1995:78) sağlık harcamalarına ayrılmaktadır. Türkiye’de ise
sağlık harcamalarının GSMH’ye oranı
1990 yılında % 3.6 iken 2002 yılında %
6.5’e yükselmiştir. Bu rakam % 7.9 olan
OECD ülkeleri ortalamasından düşüktür (DPT, 2006: 150).
Görüldüğü üzere, sağlık harcamaları-
70
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
nın her geçen yıl artış göstermesi ve
ortalama insan ömrünün uzaması, tüm
dünyada olduğu gibi ülkemizde de yaşlılığa ilişkin konuların gündeme gelmesini gerektirmektedir.
Başta bakıma muhtaçlık olmak üzere, sağlık sorunları ve düşük gelir düzeyi, yalnızlık ve kimsesizlik, ekonomik
ve sosyal kaynaklara ulaşmada zorluk,
toplumsal ayrımcılık ve yaşlı bireylere
karşı işlenen bireysel ve toplumsal suçlar, plansız büyüyen ve kalabalıklaşan
kentlerde yaşamanın getirdiği zorluklar,
küresel krizin mali ve kültürel etkileri,
yaşanan göçler ile teknolojide her geçen gün meydana gelen hızlı değişimlerin yaşlı bireylerin yaşamında meydana getirdiği zorluklar ve uyum sorunu,
sosyal politikalardaki eksiklikler ile yaşlı istismarı, ekonomik sorunlar, barınma
sorunu, bakım sorunu, beslenme sorunu ve sosyal izolasyon sorunu ülkemizde yaşlı bireylerin karşılaştığı sorunlardan belli başlılarıdır (Emiroğlu, 1995:
37-41; Koşar, 1996: 5-11).
Tüm bu sorunların yanı sıra, bir yandan
gelir dağılımındaki adaletsizlikler, diğer
yandan ise reel gelirlerin düşüklüğü,
sosyal güvenceden yoksunluk ve tarım sektöründe çalışan yaşlı nüfus oranının yüksekliği gibi nedenlerle yoksulluk, ülkemizde insanların özellikle yaşlılık döneminde tecrübe ettiği en önemli
sosyal sorunlardan biri haline gelmiştir.
İleri yaşlarda artık çalışamayacak duruma gelen ve fiziksel yaşlanma sonucunda çeşitli hastalıklarla karşı karşıya
kalan yaşlılar sosyal güvenceden yoksun oldukları durumlarda ciddi sorunlar yaşayabilmektedirler. Bu sorunların
başında gelen barınma ve evde bakım
gereksinimini çözebilecek sistemler ve
kurumlar oldukça sınırlıdır. Çağdaş anlamda kaliteli kurum bakımı hizmetleri
Danış
ekonomik durumu iyi olan yaşlılara yöneliktir. Düşük gelirli ve sosyal güvenlik sistemi dışındaki yaşlılara yönelik
bakım modelleri ise yaşlının bireyselliğini topluluğa indirgemekte ve yeme,
içme, barınma dışında yaşlının yaşam
kalitesini yükseltmeye yönelik psikososyal hizmetleri bünyesinde barındırmamaktadır (Görgün-Baran, 1996: 20;
Görgün-Baran, 2001: 256; Terzioğlu ve
diğ., 2004: 116).
Ailenin yapısı ve işlevlerinde meydana
gelen değişmeler yaşlının aile içindeki yeri, önemi, gücü ve otoritesini geniş
ölçüde azaltmıştır. Özellikle sosyal güvenlik kapsamı dışında kalan ve maddi güvenceden yoksun, yoksul ve kimsesiz yaşlıların bakım sorunu toplumda
geleneksel üretim ilişkilerinin ve sosyal
dayanışma ağlarının çözülmesinden
dolayı profesyonel tedbirlerle çözüme
kavuşturulabilmektedir. Dolayısıyla ülkemizde de yaşlanmaya bağlı olarak
ortaya çıkan sorunların, sadece aile içi
ilişkiler ile çözümlenemeyeceği gerçeği
her geçen gün kendisini hissettirmektedir (İmamoğlu ve diğ., 1993: 27-35; Kalaycıoğlu ve diğ., 2004: 159).
Küresel değişime koşut olarak, sosyal
hizmet sektöründe yaşlı bireylere yönelik sosyal hizmet1 anlayışında dünden bugüne köklü değişimler meydana
1 Sosyal hizmet alanı, disiplinlerarası bir çalışma alanı olup, insanların sağlık ve iyilik hallerinin geliştirilmesinde, insanların başkalarına bağımlı olma hallerinin önlenmesinde ve
kendilerine daha yeterli hale gelmelerinde, aile
bağlarının güçlendirilmesinde, bireylerin, ailelerin, grupların veya toplulukların sosyal işlevlerini başarıyla yerine getirebilmelerinde yardımcı olmak amacıyla sosyal hizmet uzmanları
ve diğer profesyonel elemanlar tarafından gerçekleştirilen mesleki ve akademik etkinlikler
bütününü ifade eder (Barker 1999:453).
gelmektedir. Geçmişte yardıma gereksinim duyan yaşlıların bakımı ve korunması öncelikli hedef iken, bugün yaşlı bireyin ve etkileşim içerisinde bulunduğu ailesinin yaşam kalitesinin geliştirilmesi, sağlıklı ve başarılı yaşlanarak
toplumsal yaşama daha aktif bir biçimde katılım sağlamaları amaçlanmaktadır (Danış, 2005: 49-53).
Artık, dünyada toplum temelli bakım
yaklaşımı ile yaşlı bireyleri toplumla ve
içinde bulundukları sosyal ilişkiler örüntüleriyle bir bütün olarak ele alıp, onların sosyal uyumu ve fırsat eşitliğini sağlamak sosyal refah devletlerinin öncelikli politikası haline gelmiştir. Sosyal bir
modele dayanan ve daha fazla sayıda
yaşlı kitlesine ulaşabilen toplum temelli bakımın en temel işlevi, yaşlı bireylerin sosyal entegrasyonunu sağlamak
ve onları bağımsızlaştırmaktır (Miller,
1986:22-24).
TÜRKİYE’DE YALNIZLIK ve
YOKSULLUĞUN YAŞLI BİREYLER
ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
Yaşlanmanın sebep olduğu fiziksel ve
psikolojik değişimlerin yanı sıra, ülkemizde yaşlıların sosyal ve ekonomik
gereksinimleri de daha önceki yıllara
göre farklılık göstermektedir (Terzioğlu ve diğ., 2004:115). Yaşlı nüfus içinde,
hem işsizlikte artma, hem de gelirde
azalmalara daha sık rastlanmaktadır.
Özellikle, alt sosyo-ekonomik düzeyde bulunan yaşlıların işsizlik problemleri kronik boyutlardadır. Gelir getiren
bir işte çalışan yaşlılar ise çoğunlukla düşük ücretle istihdam edilmektedir.
İstihdam koşulları ve ücret belirlemede yaş ayırt edici bir etmen olarak rol
oynamaktadır. Yaşlılar yaşam kalitelerini yükseltecek ve gelirlerini arttıracak
71
Toplum ve Sosyal Hizmet
ek iş bulmakta ise güçlüklerle karşılaşmaktadır (Emiroğlu, 1995:41). Emeklilik
sonrası gelir düzeyindeki düşüş, makineleşmenin ve hızlı nüfus artışının yol
açtığı istihdam sıkıntısı, ortaya çıkan
sağlık problemleri, çalışma yaşamından uzaklaşma, hayat pahalılığı vb. nedenlerle, yaşlılık döneminde ekonomik
sıkıntılar ve yoksullukla daha sık karşılaşılmaktadır (Onat, 2002:266).
Üçüncü dünya ülkelerinde yoksulluk
bütün yaş gruplarını etkisi altına alan
bir sorun olarak karşımıza çıkmakla
birlikte, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde, yaşlı nüfus yoksulluğu daha
çok hissetmektedir (Engel, 1990: 25).
Ülkemizde ise emekli memur, işçi ve
esnaflar ile 2022 Sayılı yasa gereğince
altmış beş yaş ve üstü muhtaç yaşlılara ödenen aylıkların genel itibariyle düşük olduğu göz önünde bulundurulduğunda, yaşlılarımızın emeklilik sonrası yaşamlarını tatmin edici bir düzeyde
sürdürebilmeleri için gerekli ekonomik
güvenceden yoksun oldukları ve ekonomik sıkıntılar yaşadıkları söylenebilir.
Tufan (2007: 1), Türkiye’de, on yaşlıdan
dokuzunun gelirinin olmadığını, yaşlıların çoğunun yarınki ekmeğini nasıl bulacağı kaygısıyla başını yastığa koyduğunu, cehalet, hastalık, engellilik, fakirlik ve sosyal güvenlik yoksunluğunun
yaşlı nüfusun en önemli sorunları arasında yer aldığını belirtmektedir.
Ülkemizde sosyal güvenlik kapsamına
girememiş yaşlıların oranı %33’tür. Her
üç yaşlıdan birinin herhangi bir sağlık
ve sosyal güvencesi bulunmamaktadır.
Bölgesel açıdan bakıldığında ise Marmara, Ege, İç Anadolu gibi daha gelişmiş bölgelerde sosyal güvenlik şemsiyesi içerisinde yer almayan yaşlıların oranının % 25 ile 32 arasında de-
72
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
ğiştiği, bu oranın Doğu Anadolu’da %
57’ye, Güneydoğu Anadolu’da ise %
66’ya yükseldiği görülmektedir (DİE,
2003: 56).
Türkiye’de, yaşlanan, yalnız kalan ve
yoksullaşan bireylerin kendilerine yetememesi nedeniyle, çeşitli sosyokültürel ve ekonomik sorunlar yaşandığı gözlemlenmektedir. Ekonomik sorunların çoğu, yaşlanan bireyin emekli olması ile iş ve gelir kaybından kaynaklanmaktadır. Bu sorunlardan bazıları; azalan gelire uyum sağlayamama,
daha önceki standartlara uygun yaşayamamanın sebep olduğu psiko-sosyal
bunalımlar, sağlık ve beslenme gibi
alanlara yapılan harcamaların artması, yetmeyen gelir nedeniyle yakınlarından maddi yardım alma ve yakınlarına yük olmanın getirdiği psikolojik baskıdır (Onur, 1997: 302-307). Bu nedenle yaşlılıkta yoksulluk, sosyal ilişkiler
ağından kopmaya ve yalnızlaşmaya da
neden olan önemli bir tetikleyici olarak
nitelendirilmektedir (Uysal, 2002: 74).
Geleneksel geniş aileden, çekirdek aileye geçiş ile birlikte küçülen ailelerde
baş gösteren yoksulluk, yaşlıların bakım sigortası olarak görülen genç kuşakların bu işlevini giderek yitirmesine
de yol açmaktadır (Uncu ve diğ., 2002:
65).
Ülkemizde yaşanan hızlı sosyoekonomik değişmelere paralel olarak
sosyokültürel yapıdaki hızlı dönüşüm,
ailenin işlevi ve yaşam tarzında önemli değişmeler yaratmış, bu süreç de
yaşlının aile içindeki yeri, önemi, gücü
ve otoritesini geniş ölçüde azaltmıştır.
Özellikle sosyal güvenlik kapsamı dışında kalan maddi güvenceden yoksun, yoksul ve kimsesiz yaşlıların bakım sorunu, geleneksel üretim ilişkilerinin çözülmesine paralel olarak gele-
Danış
neksel yardım ve dayanışma anlayışı
ile aşılamayacak duruma gelmiştir. Artık toplum ve aileler yoksul ve kimsesiz
yaşlıya bakmayı külfet olarak görmekte ve bunu devletten beklemektedir.
Türkiye’de özellikle 1980 sonrası dönemde yaşanmaya başlayan aşırı dışa
bağımlı kapitalistleşme süreci ile geleneksel değerler sistemi ve buna bağlı
olarak yaşlıyı korumaya ilişkin toplum
kültürü de erozyona uğramaktadır (Gitmez, 2000:132-133). Yoksula, düşküne, kimsesiz yaşlıya yardımı öngören
geleneksel değerler ve kurumlar yerini
değerler ve kurumlara bırakmaktadır.
Göreli olarak genç bir nüfusa sahip
ve nüfusunun üçte birinden fazlası (%
35) kırsal kesimde yaşayan Türkiye’de
(DİE, 2003:107) genç kuşakların kente
göçü devam etmekte yaşlılar ise büyük
çoğunlukla köylerde kalmakta ya da bırakılmaktadır. Bu nedenle, bugün köylerde yaşlılık sorunlarından en önemlisi yaşlı kesimin yetişkin çocuklarından uzakta, yoksulluk içerisinde yaşamalarıdır (Tezcan, 1982:173). Genellikle kırda yalnız yaşayan bu yaşlılar ekonomik anlamda çocuklarına muhtaç ve
bağımlı kalmaktadır. Kent ve sağlık hizmetleri hızla gelişerek çağdaşlaşan
Türkiye’de, kendi kaderlerine terkedilmiş durumdaki bu yaşlı kesim, gelişen
kent ve sağlık hizmetlerinden de uzak
ve kötü koşullarda yaşamaktadır. Sonuçta, bu zorunlu uzaklaşma yanında
ayrıca farklılaşan değer sistemlerine
bağlı olarak yaşanan kuşak çatışması
nedeniyle genç kuşakların geleneksel
aile sorumluluklarını yerine getirmemeleri, ailelerinden ayrı tercihen uzak yaşamaları gerçeği ile yüz yüze gelinmiştir (Gitmez, 2000:127-129).
Öte yandan kentlerde yaşanan hızlı toplumsal değişme sürecinde, kadın-
lar ev dışında çalışmakta, akrabalar ve
komşular ile olan ilişkiler zayıflamaktadır. Özellikle büyük kentlerimizde yaşlılar sağlık, konut, gelirin korunması ve
sosyal refah hizmetleriyle ilgili gereksinimlerinin karşılanması hususunda
önemli derecede güçlüklerle karşılaşmaktadır (Tufan, 2001:287).
Ülkemizde yaşlıların genel yaşam standartları gün geçtikçe düşmekte; yaşlı bireyler sağlık, beslenme, serbest
zamanı değerlendirme, konut, bakım,
gibi sorunlarının yanında yoksulluk ve
yalnızlıkla da mücadele etmek zorunda kalmaktadır (Danış, Onat ve Danış,
2006: 217). Türkiye’de yaşlılıkta yoksulluk konusunda üzerinde durulması gereken bir diğer husus da, kadın yaşlıların durumu ile ilgilidir. Sosyal güvencesizlik, düşük dulluk maaşları ve ortalama yaşam beklentisinin erkeklerden daha yüksek olması nedeniyle kronik hastalıkların görülme sıklığının kadınlarda daha yüksek olması, kadınların yoksulluğu daha derinden yaşamalarına yol açmaktadır. Nitekim, ülkemizde yaşı altmışın üzerinde olan 3,2 milyon kadının yüzde doksanından fazlası yoksulluk sınırının altında kalan bir
gelirle yaşamını sürdürmektedir (Kılıç, 2007: 2). Türkiye İstatistik Kurumu
verilerine göre; 2007 yılında 4 milyon
465 bin olan 65 yaş ve üstü nüfusun
927.318’i, 2022 Sayılı “65 Yaşını Doldurmuş, Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz
Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkındaki Kanun” gereği herhangi bir sosyal güvenceye ve gelire sahip olmadığı için aylık 76.63 TL olan
yaşlılık ödeneğinden yararlanmaktadır. Bu kişilerin 592.326’sı kadındır
(TÜİK 2007: 27). Bu da göstermektedir
ki; Türkiye’deki yaşlıların yaklaşık dörtte birinin emeklilik güvencesi yoktur ve
73
Toplum ve Sosyal Hizmet
bunların büyük bir çoğunluğunu kadınlar oluşturmaktadır.
Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) tarafından 1992 yılında yapılan “Türk Aile
Yapısı Araştırması” sonuçlarına göre;
Türkiye’de yaşlıların % 63’ü kendi evlerinde, % 36’sı çocuklarıyla, % 1’i ise
kurumlarda yaşamaktadır. Yaşlı nüfus
içerisinde kentlerde yalnız yaşayanların oranı % 70’tir (Atalay, 1992: 36; Erdil, 2004:79). Yalnızlık, yaşlılık döneminde karşılaşılan önemli psiko-sosyal
sorunların başında gelmektedir. Nitekim yaşlılıkta görülen hastalıklar ve dönemin kendine özgü kayıpları, yaşlılığı
tıpkı bebeklik ve çocukluk gibi en çok
desteğe gereksinim duyulan bir yaşam
dönemi haline getirmiştir. İnsan hayatı
biyolojik, psikolojik, duygusal ve entelektüel değişim süreçlerini kapsar. Birey bir yaş döneminden diğerine geçerken çeşitli sorunlar ve ihtiyaçlar kendiliğinden gündeme gelir. Bu geçiş dönemlerinden başlıcaları; yürümeyi öğrenme, okula başlama, ergenliğe giriş,
okul hayatının sona ermesi, iş hayatına
girme, evlenme, çocuk sahibi olma, çocukların evden ayrılması, emeklilik ve
eşlerden birinin kaybıdır (Ashman ve
Zastrow, 1990:9-15).
Aktif çalışma yaşamının sona ermesi
anlamına gelen emeklilik süreci, bireyin sosyal yaşamdan uzaklaşarak eski
sosyal çevre ve ilişkilerinden soyutlanması ve yalnızlaşması sorununu da beraberinde getirmektedir. Günümüzde;
emeklilik, eşlerden birinin ölümü, çocukların evden ayrılması ve sağlık sorunları gibi nedenlerle çoğu yaşlı, yalnızlık ve sosyal izolasyon sorunuyla
karşı karşıya kalmaktadır.
Emiroğlu (1995:38)’na göre, “bireyin,
mesleki kimliği, toplumsal sistem içinde
74
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
ona belirli bir sosyal statü sağlamakta
ve gerekli rolleri vermektedir. Emekli
kişi toplum içinde etkili rollerini ve fonksiyonlarını kaybetmektedir. Türkiye’de,
emeklilik sonrası kişilerin reel gelirlerinin azalması, yaşlı bireylerin sosyal
statüsünü düşürmekte, bu ise onların
topluma uyum sürecinde çeşitli problemler yaşamasına ve yalnızlaşmasına
neden olmaktadır”.
Yalnızlık, farklı toplumlarda, birçok
yaşlının yaşadığı problemlerin başında gelmektedir. Yalnızlık (loneliness),
yalnız (lonely), ya da tek başına (alone) olma durumlarıyla karıştırılmamalıdır. Yalnızlık konusunda yapılan birçok çalışma bunun tek başına ya da
yalnız olmadan farklı bir durum olduğunu ortaya koymaktadır (Mullins ve diğ.,
1989:105). Berg (1981: 342), yalnız yaşamanın her zaman yalnızlıktan dolayı
acı ya da ıstırap vermediğini öne sürmektedir. Bazı yazarlara (Mullins ve
diğ.,1989:113-114) göre, “izole olmuş
bir çok birey kendisini yalnız hissetmemesine rağmen, toplumla iç içe yaşayan bir çok birey kendisini yalnız hissetmektedir, bu nedenle izolasyon ve
yalnızlık kavramları birbiriyle örtüşmemektedir”. İzolasyon, insanların diğer
sosyal kaynaklarla bağlantıyı veya katılımcılık duygusunu kaybetmeleri süreci olarak tanımlanmaktadır (Kalınkara,
2000: 77). Yalnızlığın ise genel geçer
bir tanımının yapılması oldukça güçtür. Peplau ve Perlman (1988 Akt; Mullins ve diğ., 1989: 113), yalnızlığın en az
on iki değişik biçimde tanımlanabileceğine işaret etmektedir. Yalnızlığın sosyal ve duygusal izolasyon olmak üzere iki ayrı boyutu söz konusudur. Sosyal izolasyon, bireyin toplumda kabul
edilen bir yerinin olmaması, duygusal
izolasyon ise bireyin yaşamında sevgi
Danış
objesinin bulunmaması biçiminde kavramlaştırılabilir. Sosyal izolasyon boyutu, bireyin toplumda işgal ettiği statü
ve buna ilişkin sosyal rol yitimi, duygusal izolasyon boyutu ise sosyal ve duygusal ilişki eksikliğini içerir (Mullins ve
diğ., 1989:113-114). Yapılan araştırmalar eşleri olmayan yaşlıların diğerlerine
oranla daha fazla izole bir yaşama yöneldiklerini ortaya koymaktadır (Melkas
ve Jylha, 1996:103).
Ülkemizde ise huzurevinde yaşayan
yaşlıların, aileleri yanında yaşayan akranlarına kıyasla daha yalnız hissettikleri ve umutsuz oldukları gerçeği, huzurevi ve evde yaşayan yaşlıların psikolojik sorunlarını inceleyen çok sayıda
araştırma sonucu ile kanıtlanmıştır (Aksayan ve diğ., 1998: 302-303).
Genellikle huzurevi hayatı insan yaşamının geriye dönüşü olmayan son evresi olarak görülür ve bu değişmez niteliği nedeniyle de reddedilir. Bir huzurevine kendi isteği ile gitmek veya oraya evlatları tarafından yerleştirilmek,
kimsesiz olup da zorlayıcı nedenlerle
buraya düşme anlamını taşır. Alışılan
çevreden ve yıllarını geçirdiği aile ortamından ayrılmak, acı, tatlı birçok anıyla
bağlandığı evinden uzaklaşmak, yeni
bir çevreye uyum sağlamak ve tanımadığı insanlarla birlikte yaşamaya çalışmak, yaşlı açısından kabul edilmesi zor
bir durumdur. Bu nedenle huzurevinde
yaşamak biyolojik ve psikolojik sağlığı
ve sosyal işlevselliği etkileyen stresli bir
yaşam olayı olarak değerlendirilir. Huzurevi yaşamının yaşlı birey üzerindeki olumsuz etkilerinden birisi de yalnızlık ve terkedilmişlik duygusu biçiminde
ortaya çıkmaktadır (Danış, 2004: 125128). Yalnızlık ve terkedilmişlik duygusu, ülkemizde gerek kurumlarda kalan,
gerekse kırda yaşayan ve şehirde ya-
şayıp da çocukları ve akrabaları ile sınırlı iletişim içersinde olan yaşlılar için
çok önemli bir sorundur. Araştırmalar
Türkiye’de yaşlıların önemli bir bölümünün yalnızlıktan ve terkedilmişlikten yakındıklarını ortaya koymaktadır (Koşar,
1996: 9; Karataş ve Duyan 2008:). Yalnızlığın, yaşlı bireyin yaşamına getirdiği olumsuzluklar; güvensizlik, korku,
depresyon, yakın ilişki özlemi ve gelecek kaygısı biçimindedir (İçli 2002:
261). Gordon (1994; Akt: İçli 2002:
262)’a göre yaşlı bireylerin yaşamı anlamlandırması, önemli ölçüde aileleri,
eşleri, çocuklarıyla birliktelikleri çerçevesinde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla, huzurevi yaşamında yaşlılar genelde yalnızlıklarının gerekçesini kendilerinde açıklama ve bu bağlamda yaşamdan ne beklediklerine ilişkin bir sorgulama içerisindedirler. Yaşlılar kalabalık bir eve, çocuklara ve sıcak aile ortamına duydukları özlemi dile getirmektedirler. Emiroğlu (1995:37)’ nun da ifade ettiği gibi, insanlar yaşamın geç döneminde aile üyeleri ve akranlarıyla birlikte olmak isterler, gençlik ve yetişkinlik döneminde olmadığı kadar çok aile,
akraba ve yakın çevreye bağlılık geliştirirler. Hansson ve Carpenter (1994:
99)’a göre, “yaşlılık döneminde yalnızlık sorunu; sosyal ilişkilere girmeme,
utangaçlık ve sağlık problemleri gibi bireysel, yetersiz sosyal, kültürel ve ekonomik koşullar gibi çevresel nedenlerle ortaya çıkmaktadır”. Sosyal ilişkiler
yaşlılar için çok önemlidir. Duygusal
bağlılıklar veya sosyal bağların olmadığı durumlarda yalnızlık daha sık görülmektedir (Santrack, 1985:305). McCall
(1970: 43)’a göre, “sosyal ilişkinin amacı bireyin kendisinden beklenilen rolleriyle ilgili davranış kalıplarını sürdürmesini desteklemektir”. Bir başka ifadeyle,
bireyin belli bir rolü sürdürebilmesi için
75
Toplum ve Sosyal Hizmet
rolle ilgili etkileşim süreçlerinin devam
etmesi gereklidir. Örneğin, kadının annelik rolünü oynayabilmesi için etkileşime girebileceği bir çocuğu olması gerekir. Yine karı-kocanın eş rolleri birbirine bağlıdır ve paylaşılmış aktivitelerdir. Paylaşma, yalnızlıkla zıt düşen bir
durumdur. Toplumsal yaşamda kurulan sosyal ilişki ağlarının sıklığına bağlı
olarak değişen ve yaşamda arzulanmış
ve başarılmış hedeflerin uyumu olarak
tanımlanan yaşam doyumu, yaşlılık dönemi için de insanın anlam arayışının
bir parçası olarak yaşam amaçlarının
belirlenmesinde kritik bir rol üstlenen
en temel psikolojik unsurlardan biri olarak kabul edilmektedir (Gönen ve Özmete, 2003:277).
YAŞLI BİREYLERİN KARŞILAŞTIĞI
SORUNLAR ile YALNIZLIK ve YOKSULLUK DURUMLARININ SOSYAL
HİZMET PERSPEKTİFİ AÇISINDAN
DEĞERLENDİRİLMESİ
Yaşlı refahı alanındaki sosyal hizmet
müdahale ve uygulamaları gerontolojik sosyal hizmet olarak adlandırılmaktadır. Gerontolojik sosyal hizmet, yaşlıların ve ailelerinin yaşam kalitesinin korunması ve geliştirilmesi sürecine katkıda bulunur. İleri yaşlarda fiziksel, duygusal ve sosyal iyilik halini engelleyen
fiziksel, psiko-sosyal, ailesel, kültürel,
etnik, örgütsel ve toplumsal faktörlerin
ortadan kaldırılması konuları gerontolojik sosyal hizmet kapsamındadır. Yaşlıların başetme ve problem çözme kapasitelerinin arttırılarak toplumsal yaşama aktif olarak katılmaları, yaşlı sorun ve ihtiyaçlarının saptanarak, sosyal
politikaların oluşturulması da gerontolojik sosyal hizmetin önemli diğer işlevlerindendir (Duyan, 2000: 120; Onat,
2003: 71-72).
76
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
Yaşlı bireyin yaşam kalitesinin, çok boyutlu olarak ele alınması, yaşlılıkta sorunlar ortaya çıkmadan önce koruyucu
ve önleyici hizmetlerin hayata geçirilmesiyle yakından ilişkilidir. Sağlığın korunması ve geliştirilmesi, sosyal yaşama katılımın önündeki engellerin ortadan kaldırılması, mesleki, tıbbi ve sosyal rehabilitasyon hizmetlerinin geliştirilerek, yaşlılıkta ortaya çıkan düşüş ve
kayıp olgusuyla baş etme olanağının
sağlanması, toplum temelli bakım anlayışına dayalı olarak, yaşlı ve çevresi
arasında karşılıklı ilişki ve etkileşimlerin yaşamın sonuna dek sürdürülmesi,
yalnızca sağlıklı yaşlılar için değil, uzun
dönemli tıbbi ve sosyal bakıma gereksinim duyan yaşlılar için olanak sağlayıcı bakım ve destek hizmetlerinin geliştirilmesi, yaşlı bireylere bakım verenlerin sorunlarının belirlenerek çözümlenmesi, emekliliğe hazırlık programlarının geliştirilmesi konuları gerontolojik
sosyal hizmet uygulamasının esaslarını oluşturmaktadır (Berkman ve Arkadaşları, 2002: 4-5).
Berkman ve Volland (1997: 143-144),
gerontolojik sosyal hizmet uzmanlarının, yaşlı birey ve ailesinin gereksinimlerini, bio-psiko-sosyal bir bakış açısıyla değerlendirerek, hizmet sağlama sürecinde, disiplinler arası işbirliğini teşvik etmeleri gereğine işaret etmektedir. Nitekim, yaşlılıkta ortaya çıkan sorunların çözülmesi ve yaşam kalitesinin geliştirilmesi, yalnızca bir mesleğin müdahale süreciyle gerçekleştirilemeyecek kadar zor ve çok boyutludur.
Bu nedenle, sosyal hizmet uzmanları,
doktorlar, hemşireler, psikologlar, sosyologlar, fizyoterapistler, ev ekonomistleri, diyetisyenler, iş uğraşı terapistleri,
profesyonel bakım elemanları ile sağlık ve sosyal hizmet alanında görev ya-
Danış
pan diğer meslek elemanları ekip çalışması anlayışı içerisinde, yaşlı nüfusun
yaşam kalitesinin iyileştirilmesi sürecine katkıda bulunabilirler (Lowenstein
ve Bergman, 1988: 121).
Gerontolojik sosyal hizmetin ilgi alanına giren, yaşlı refahı alanına ilişkin
konu ve sorunlar (Onat, 2003: 72): bireyleri yaşlılığa hazırlama sürecine ilişkin politikalarda mikro ve makro düzeyde yetersizlik, yaşlılara sunulan sağlık
hizmetlerinin iyileştirilmesi, gelirin azalması, aile içinde ve toplumda yaşlıların
değişen rolleri, kurum bakımı altındaki
yaşlıların hakları, bağımsız yaşamı kolaylaştıracak hizmet ve yaklaşımlar, sürekli eğitim, uğraşı ve iş olanakları, saygın bir yaşam ve ölüm başlıkları altında
ele alınabilir.
Yukarıda sayılan konular çerçevesinde,
gerontolojik sosyal hizmetin müdahalesi; evrensel insan hakları temelinde birey, grup ve toplum düzeyinde politika
ve hizmetlerle gerçekleşmektedir (Danış, 2004: 78).
Gerontolojik sosyal hizmet, yaşlanma
süreci ve yaşlılık dönemine ilişkin ihtiyaç ve problemlerin saptanarak, bireylerin başarılı ve sağlıklı bir biçimde yaşlanmaları amacına yönelik çağdaş ve
insancıl hizmet modellerinin planlanıp
hayata geçirilmesinde konuyla ilgili diğer disiplinlerle birlikte sorumluluk sahibidir (Danış, 2004: 79-80). Bu hedef
doğrultusunda, mesleki uygulamalarda bulunan gerontolojik sosyal hizmet
uzmanları, yaşlı refahı alanında sorunlar oluşmadan engellemek, sorunlar
hakkında yaşlıyı bilgilendirmek, sorun
anında çözüme yöneltmek ve destek
sistemlerini devreye sokmakla görevlidir (Onat, 2003: 72).
Dünyadaki yaşlı nüfusun hızla artması-
na ve yaşlılığın giderek büyüyen bir sorun haline gelmesine karşın, Türkiye’de
yaşlıların sayısı gelişmiş ülkelere oranla daha yavaş artmakta ve yaşlılık henüz büyük boyutlu bir sorun oluşturmamaktadır. Bununla birlikte her geçen
gün kalabalıklaşan kentlerde, ailelerin
küçülmesi, kadınların çalışma yaşamına girmesi yaşlıların aile içinde bakımını güçleştirmekte, bu ise yaşlılıkta yalnızlık ve yoksulluk sorununun giderek
derinleşmesine yol açmaktadır.
Bir yandan adaletsiz gelir dağılımı, diğer yandan ise reel gelirlerin düşüklüğü, sosyal sigorta sisteminin yaygınlaşmamış olması, tarım sektöründe çalışan yaşlı nüfus oranının yüksekliği gibi
nedenlerle yoksulluk, ülkemizde yaşlılık döneminde karşılaşılan en önemli sorunlardan biri haline gelmiştir. İleri yaşlarda artık çalışamayacak duruma gelen ve fiziksel yaşlanma sonucunda çeşitli hastalıklarla karşı karşıya
kalan yaşlılar, sosyal güvenceden yoksun oldukları durumlarda ciddi sorunlar
yaşayabilmektedirler. Bu sorunların başında gelen bakım, barınma, yoksulluk
ve yalnızlık gelmektedir. Düşük gelirli,
hiçbir geliri olmayan ve sosyal güvenlik sistemi dışındaki yaşlılara yönelik
bakım seçenekleri de oldukça sınırlıdır.
Özellikle kırda ve kentlerin yoksul mahallerinde yaşayan yaşlıların sosyal
destek mekanizmaları neredeyse ortadan kalkmış ve bu yaşlılar kendi koşullarıyla tek başına mücadele etmek
durumunda bırakılmışlardır. Ülkemizde, tüm illeri ve bölgeleri içine alan ve
nüfusun genelini yansıtan bir yoksulluk haritası henüz çıkarılamamış olduğu için mutlak ve göreli yoksulluk sınırının altındaki yaşlılara ilişkin güncel istatistikler yoktur. Bu nedenle yoksullukla yüz yüze gelen yaşlıların, önemli bir
77
Toplum ve Sosyal Hizmet
çoğunluğu köylerde ve kentlerde büyük
zorluklarla yaşamlarını devam ettirmek
durumunda kalmaktadır.
Yoksulluk, bir anlamda yaşlıların yalnızlaşmasının da en önemli belirleyicisi durumundadır. Nitekim, barınma,
beslenme, giyim ve tedavi gibi en temel
gereksinimlerini dahi karşılamakta güçlük çeken ya da karşılayamayan yaşlılar, toplumla iç içe olmak, sosyal ve kültürel aktivitelere katılmak ve yaşamlarını üretken bir biçimde devam ettirebilmek için gerekli gelirden yoksundurlar.
Bu ise onların sosyal yaşamla olan ilişkilerini sınırlandırmaktadır.
Yapılan araştırmalar, yaşlıların gelir düzeyi ile aktivite durumları arasında anlamlı bir ilişki olduğunu ortaya koymaktadır (Higgs ve Victor, 1993: 186-192;
Diener ve Diener, 1995: 279). Bilindiği gibi günlük yaşamda sinema, tiyatro, opera gibi sosyo-kültürel aktivitelere katılma, kitap, gazete okuma, resim yapma, müzik aleti çalma, koleksiyon yapma vb. birçok etkinlikler, hobiler ve uğraşılar parasal bir kaynağa
dayanmaktadır. Bu açıdan ülkemizdeki
yaşlılar, sosyal açıdan gelişmiş ülkelerdeki yaşlı akranlarına kıyasla daha sınırlı bir yaşam sürdürmek durumunda
kalmaktadırlar (Görgün-Baran, 2007:
236-240). Örneğin; Avrupa’da neredeyse her yaşlı elde ettiği gelirle bir başka
ülkede tatil yapabilecek ve hatta gayrimenkul edinebilecek olanağa sahipken, ülkemizdeki yaşlıların büyük bir
çoğunluğu düşük düzeyde bir gelire sahip olduğu için kendi ülkelerinde dahi
tatil yapma olanağından mahrumdur.
Ülkemizde iktisadi, sosyal, kültürel ve
politik alanda meydana gelen değişimler toplumdaki geleneksel yapıyı derinden etkilemekte, kuşaklararası yar-
78
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
dımlaşma ve dayanışmanın neredeyse ortadan kalmasına ve Türk aile yapısı ve dinamiğinde köklü değişikliklere neden olmaktadır. Bu değişimin en
somut çıktısı da yaşlı bireylere ilişkin
saygı ve hoşgörü ortamının gün geçtikçe ortadan kalkması, yaşlının bilgeliği ve değerine dair geleneksel tutum
ve davranışların yok olması biçiminde
gözlenmektedir (Görgün-Baran, 2001:
256-265). Bu ise yaşlıların gün geçtikçe yoksullaşmasına, yalnızlaşmasına ve sosyal yaşamdan uzaklaşmasına yol açmaktadır.
Kişinin medeni hali, eğitim düzeyi, yalnız ya da eş ve çocuklarıyla birlikte yaşama durumu, sağlık durumu, kurum
bakımı altında olup olmaması, cinsiyeti ve sosyo-kültürel özellikleri, yalnızlık duygusunu yakından etkilemektedir (Danış, 2004). Genel olarak, toplumumuz yaşlısına sahip çıkan toplum
özelliğinde olsa da, kentleşme olgusu
sosyo-ekonomik koşullar, ataerkil aileden çekirdek aileye dönüş gibi nedenlerle ailelerin, yaşlı bireyin sosyal
sorunlarıyla ilgilenmesi güçleşmektedir. Yaşlılıkta yaşanan sosyal problemler, medikal problemlerden daha fazladır ve medikal problemlerin daha ağır
yaşanmasına yol açmaktadır (GökçeKutsal, 2007). Bu nedenle, acilen ülkemizdeki yaşlıların yoksulluk ve yalnızlık gibi yaygın sosyal sorunlarının çözümüne yönelik sosyal hizmet uygulamalarına öncelik tanınmalıdır. Bu amaçla
özellikle yoksul ve yalnız yaşlıları temel
alan sosyal hizmet ve sosyal yardımların geliştirilmesi büyük önem taşımaktadır.
SONUÇ ve ÖNERİLER
Yaşlıların ve risk altında olan özel grup-
Danış
ların haklarını korumak, onlara insanca bir yaşam sunmakla kalmayıp, yaşam kalitesini arttırmayı bir sorumluluk olarak gören sosyal hizmet mesleği
ve disiplini (İçağasıoğlu-Çoban 2007:
4), yaşlılık süreci öncesinde, gelişimsel
olarak kazanılmış olan tüm birikimlerin,
yetkinlik ve yeterlilik alanlarının yaşam
kalitesi anlayışı doğrultusunda, üretime ve yaşamla aktif etkileşime dönüştürülmesini, yaşlılık döneminde karşılaşılan sosyal sorunların minimuma indirgenmesi, yaşlıların toplumla ve sosyal
çevre ile bağlarını sürdürmesi ve asgari
yaşam standardına ulaşabilmeleri için
yeterli bir gelire sahip olmalarını amaçlamakta ve buna yönelik müdahalelerde bulunmaktadır.
Buradan hareketle; ülkemizde yaşlılıkta
yoksulluk ve yalnızlık sorununun çözümüne yönelik, sosyal hizmet odaklı düzenleme, politika ve uygulamalara dair
aşağıdaki somut çözüm önerileri geliştirilmiştir:
Milli gelirin tüm nüfus grupları arasında
yeniden paylaştırılması amacıyla, sosyal adaleti ve fırsat eşitliğini sağlamaya yönelik program ve politikalar üretilmelidir,
Yaşlılar politik açıdan güçlendirilmelidir. Bu ise yaşlıların kendilerine yönelik
karar alma süreçlerine aktif olarak katılımlarının teşvik edilmesi yoluyla gerçekleştirilebilir,
İnsan onuruna ve vakarına uygun olarak yaşamlarını sürdürebilmeleri için
yaşlılara sosyal güvenlik şemsiyesi altında asgari gelir güvencesi sağlanmalıdır,
Yoksul yaşlıların, çeşitli sosyal güvenlik ve sosyal yardım tedbirleriyle (transfer ödemeleri, vergi indirimi, harçlardan
muafiyet, işsizlik ödemeleri vb.), ekonomik durumlarının iyileştirmesine yönelik düzenlemeler yapılmalıdır,
Kirada oturan yaşlıların barınma gereksinimlerinin karşılanması amacıyla,
sosyal konutlar yapılmalıdır,
Yaşlıların sosyal ve kültürel sermayelerinin geliştirilmesi amacıyla, yaşam
boyu eğitim (life long education) gibi alternatif programlar uygulamaya aktarılmalıdır,
Emeklilik, hastalık, kaza, annelik, özürlülük gibi, ülkemizdeki mevcut sigorta
kollarına Avrupa’daki gibi bakıma muhtaçlık da yasal bir düzenleme ile eklenmelidir. Böylelikle ileri yaş döneminde
ortaya çıkacak bakıma muhtaçlık durumunda, yaşlıların en üst düzeyde sağlık ve sosyal güvenliği sağlanmalıdır,
Yaşlıların ülke genelinde yoksulluk ve
yalnızlık durumunu belirlemeye ve gereksinimlerini karşılamaya yönelik sosyal araştırmalar yapılmalı ve projeler
geliştirilmelidir,
Sosyal hizmetin her bireyi kendi sorunları ve yaşam çevresinde ele alan bakış
açısı ile yaşlılara yönelik hizmetler çeşitlendirilmeli ve bireye özgü hale getirilmelidir,
Yaşlı bireylerin üretkenlik ve bilgeliklerini yaşamlarının sonuna kadar sürdürebilmeleri amacıyla, her semtte yaşlı dayanışma merkezleri açılmalı ve burada yoğun bir biçimde sosyal, kültürel ve
sportif aktivitelere yer verilmelidir,
Yaşlıların kendi sorunlarını paylaşabilecekleri, bir araya gelerek etkileşim
kurabilecekleri, sosyal grup çalışmalarının yürütülebileceği psiko-sosyal destek merkezleri kurulmalıdır,
Kırdaki yaşlıların yalnızlık sorununun
79
Toplum ve Sosyal Hizmet
çözümüne yönelik mobil hizmetler geliştirilmeli, uzman personeller tarafından belirli aralıklarla bu yaşlılar ziyaret
edilmeli ve onlara rehberlik hizmetleri
verilmelidir,
Kırdaki nüfus yapısının giderek yaşlanması, köylerin neredeyse artık yaşlı bireylerin yaşadığı mekânlar haline gelmesi nedeniyle, il özel idarelerinin desteği ile köylerde yaşlı bireylere yönelik
ihtiyar odaları oluşturulmalı, buralarda
onların eğitsel, zirai, sanatsal ve kültürel gelişimi amacıyla gerekli materyallerin bulundurulması ve köy okullarında görev yapan öğretmenlerin haftanın belirli günlerinde yaşlılarla bir araya
gelerek paylaşımda bulunmalarına olanak tanınmalıdır,
Ülkemizde yaşlılara hizmet veren kurum ve organizasyonların, hizmet dağıtım sürecindeki verimliliği denetlenmeli, bu doğrultuda etkili hizmet sunumu ve hizmet alan yaşlıların memnuniyetinin belirlenmesi amacıyla periyodik
araştırmalar yapılmalıdır,
Çocuklara ve gençlere kuşaklararası
dayanışma ve yaşlılık bilincinin kazandırılması amacıyla Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ilk ve orta dereceli okullardaki vatandaşlık ve hayat bilgisi derslerinin müfredat programlarına; yaşlanma, yaşlılık, yaşlı hakları, yaşlıya saygı, yaşlılıkta bilgelik, yaşlının Türk toplumundaki konumu, Türk örf, adet, gelenek ve göreneklerinde yaşlılık gibi konular eklenmelidir,
KAYNAKÇA
Aksayan, S., Yıldız, A., Ergün, A. (1998).
“Huzurevinde ve Evde Yaşayan Yaşlıların
Umutsuzluk Düzeyleri”, Cimete, G. (Ed.), İstanbul, I. Ulusal Evde Bakım Kongresi Kitabı.
80
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
Ashman, K. K. ve Zastrow, C. (1990). Understanding Human Behavior and the Social Environment, Chicago, Nelson Hall Publishers.
Atalay, B. (1992). Türk Aile Yapısı Araştırması, Ankara, Devlet Planlama Teşkilatı Yayını, Yayın No:2313.
Barker, L. R. (1999). The Social Work Dictionary, USA, NASW Press.
Baudrillard, J. (2001). Selected Writings,
UK, Cambridge, Polity Press.
Berg, S. (1981). “Loneliness in the Swedish
Aged”, Journal of Gerontology, 36 (2) 342349.
Berkman, B. J., ve Volland, P. (1997). “Health care practice overview”, Edwards, R. L.
(Ed.), Encyclopedia of social work, (19. baskı) içinde (ss. 143-149), Washington: NASW
Press.
Berkman, B., J. ve Arkadaşları (2000). “Social work gerontological practice: The need
for faculty development in the new millennium”. Journal of Gerontological Social
Work,. 34 (1):1-23.
Bilginer, B., Tuncer, A., Apan, E., (1996).
“Adana Huzurevi ve Yeni Baraj Sağlık Ocağı Bölgesi’ndeki 65 yaş ve Üzeri Yaşlıların
Demografik Özellikleri”, İstanbul, V. Ulusal
Halk Sağlığı Kongresi Bildiri Kitabı.
Cassel, K. C. (2001). “Successful Aging:
How Increased Life Expectancy and Medical Advances are Changing Geriatric Care”,
Geriatrics, 56 (1): 35-40.
Danış, M. Z. (2004). Yaşlıların Evde Bakım
Gereksinimleri ve Evde Bakıma İlişkin Düşünceleri: Başarılı Yaşlanma ve Yaşlı Bakım Modelleri, Ankara, Güç-Vak Yayınları,
Sosyal Hizmet Dizisi I.
Danış, M. Z. (2005). Yaşama Derinden Bir
Kucak, Ankara, Türk Geriatri Vakfı Yayınları Gerontolojik Çalışmalar Dizisi I.
Danış, M. Z., Onat, Ü, Danış, Y. (2006).
“Yaşlılıkta Yoksulluk ve Sosyal Hizmet”,
Sosyal Hizmet Sempozyumu 2003: Yoksul-
Danış
luk ve Sosyal Hizmetler Bildiri Kitabı, II. Cilt,
Ankara, H.Ü. SHYO Yayını.
Duyan, V. (2000). “Yaşlılık ve gerontolojik sosyal hizmet”, Erkan, G. ve Işıkhan, V.
(Ed.), Anropoloji ve Yaşlılık: Prof. Dr. Vedia Emiroğlu’ na Armağan Kitabı, (1. baskı) içinde (ss.118-124), Ankara: Hacettepe
Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksek Okulu yayını, no: 6.
DİE. (1995). Türkiye Nüfusu, 1923-1994,
Demografik Yapısı ve Gelişmesi 21. Yüzyıl Ortasına Kadar Projeksiyonlar, Ankara,
T.C Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü
Yayını.
DİE. (1999). Nüfus Kayıtları, Ankara, T.C.
Devlet İstatistik Enstitüsü Yayını.
DİE. (2003). 2000 Genel Nüfus Sayımı, Nüfusun Sosyal ve Ekonomik Nitelikleri, Ankara, T.C. Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü Yayını, No: 2759.
Diener, E. ve Diener, C. (1995). “The Wealth of Nations Revisited: Income and Quality of Life”, Social Indicators Research, 36
(1) 275-286.
DPT. (2006). Türkiye’de Yaşlıların Durumu
ve Yaşlanma Ulusal Eylem Planı, Ankara,
T.C. Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı Yayını.
Emiroğlu, V. (1995).Yaşlılık ve Yaşlının Sosyal Uyumu, Ankara.
Engel, J. R. (1990). “Characteristic of Persistently Poor Elderly People”, Social Work
Research and Abstracts, 26 (4) 25-31.
Erçetin, Ş. (2007). “Bilgece Yaş Almak”, İstanbul, I. Ulusal Yaşlılık Konseyi Kongresi
Kitabı.
Erdil, F. (2004). “Yaşlının Evde Bakımı”,
Sağlıklı ve Başarılı Yaşlanma, Ankara, H.Ü.
Geriatrik Bilimler Araştırma Merkezi Yayını.
Gitmez, K. Ş. (2000). “Yaşlıların Farklı
Kentsel Koşullarda Yaşam Uyumları, Eğilimleri, Tutum ve Davranışları”, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara, Ankara Üniversitesi.
Gökçe-Kutsal, Y. (2005). “Yaşlanan Dünya”, Yaşlılar ve Belediyeler, Ankara, H.Ü.Keçiören Belediyesi, Belediyecilik ve Halk
Sağlığı Eğitim ve Araştırma Merkezi Yayını, No: 10.
Gökçe-Kutsal, Y. (2006). Yaşlanan dünyanın yaşlanan insanları, 65 Yaş üzeri yaşam
rehberi, (1. baskı), içinde (ss.36-42), İstanbul: Meditime Ltd. Şti. yayını.
Gökçe-Kutsal, Y. (2007). “Editörden”, Türk
Geriatri Dergisi İnternet Sitesi, Bağlı Olduğu Adres: http://geriatri.dergisi.org/pdf/pdf_
TJG_161.pdf, Yararlanma Tarihi: 24 Aralık.
Gönen, E. ve Özmete, E. (2003). “Olgun
Gençlik ve Yaşam Tatmini”, Kalınkara, V.
(ed)., II. Ulusal Yaşlılık Kongresi Bildiriler
Kitabı, Yaşlı Sorunları Araştırma Derneği
Yayını, Denizli, Horoz Medya Yayınevi.
Görgün-Baran, A. (1996). “Kurum Bakımındaki Yaşlıların Sosyal Yaşam Koşulları: Ankara Örneği”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 13 (1-2) 19-58.
Görgün-Baran, A. (2001). “Türkiye’de Yaşlılık Politikalarının Sosyolojik Analizi”, Kalınkara, V. (ed), 1. Ulusal Yaşlılık Kongresi Kitabı, Ankara, Yaşlı Sorunları Araştırma Derneği Yayını.
Görgün-Baran, A. (2007). “Başarılı Yaşlanma Modellerinin Sosyolojik Analizi”, Kalınkara, V. ve Akın, G. (ed), IV. Ulusal Yaşlılık Kongresi Kitabı, Ankara, Yaşlı Sorunları
Araştırma Derneği Yayını.
HÜNEE. (2005). Demografi ve Sağlık Araştırması, Ankara, Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü Yayını.
Hansson, O. R. ve Carpenter, B. N. (1984).
Relationships in Old Age, New York, The
Guilford Press.
Higgs, P. ve Victor, C. (1993). “Institutional care and the life course”, Arber, S ve
Evandrau, M. (ed), Aging, Independence
and the Life Course, UK, Jessica Kingsley
Publishers.
İçağasıoğlu-Çoban, A. (2007). Ailelerin yaşam kalitelerinin belirlenmesi: Ankara örne-
81
Toplum ve Sosyal Hizmet
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
ği. Yayınlanmamış doktora tezi, Hacettepe
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
el”, Journal of Gerontological Social Work,
12 (1): 118-130.
İçli, T. (2002). “Yalnız yaşamak”, GökçeKutsal, Y. (ed), Geriatri 2002 Sempozyumu Bildirileri, Ankara, H.Ü. Geriatrik Bilimler Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayını.
Mccall G. Y. (1970). Social Relationship,
Chicago, Adline Publishing Company.
İmamoğlu, E. O., Küller, R., İmamoğlu, V.,
Küller, M. (1993). “The Social Psychological Worlds of Swedes and Turks in Around Retirement”, Journal of Cross Cultural
Psychology, 24 (1) 35-43.
Japan Statistics Bureau (2003). “Population estimates”, Bağlı Olduğu Adres: http://
www.meti.go.jp/english/statistics/index.
html, Yararlanma Tarihi: 8 Ağustos.
Kalaycıoğlu, S.,Tol, U., Küçükkural, Ö., Kurtuluş, C. (2004). Yaşlılar ve Yaşlı Yakınları Açısından Yaşam Biçimleri Tercihleri, Ankara, TÜBİTAK Yayını.
Kalınkara, V. (2000). “Yaşlılıkta sosyal katılım ve kent hizmetleri”, Erkan, G. ve Işıkhan, V. (ed), Anropoloji ve Yaşlılık: Prof. Dr.
Vedia Emiroğlu’ na Armağan, Ankara, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksek Okulu Yayını, No: 6.
Karataş, K. ve Duyan, V. (2008). “Difficulties that Elderly People Encounter and Their
Life Satisfaction, Social Behavior and Personality: An International Journal, 36 (8)
1073-1084.
Kılıç, B. (1995). “Amerika Bileşik Devletleri
Sağlık Sistemi”, Toplum ve Hekim, 9 (6465) 30-35.
Kılıç, Ş. M. (2007). “Yaşlanan Kadın Gerçeği Yoksulluk”, Bağlı Olduğu Adres: http://
www.kazete.com.tr/arsiv/2007/59/sayfa=m
inekilic&bolum=yazarlar,Yararlanma Tarihi:
20 Aralık.
Koşar, N. (1996). Sosyal Hizmetlerde Yaşlı
Refahı Alanı, Ankara.
Longman, P. (2004). “The Global Baby
Bust”, Forreign Affairs, 83 (3): 64-79.
Lowenstein, A. ve Bergman, S. (1988). “Social Work Practice in Gerontology in Isra-
82
Melkas, T. ve Jylha, M. (1996). “Social network characteristics and social network
types among elderly people in Finland”, Litwin, H. (ed), The Social Networks of Older
People A-Cross-National Analysis, USA,
Praeger Publishers.
Miller, S. (1986). “Patients’ perceptions of
their adjusment to disability and social support in a community-based teaching hospital, Walker, S. (ed), Perspectives, Problems
and Strategies in the Rehabilitation of the
Nonwhite Disabled, Washington, Howard
University.
Mullins, C. L., Woodland, A., Putnam, J.
(1989). “Emotional and Social Isolation
Among Elderly Canadian Seasonal Migrants in Florida: An Emprirical Analysis of a
Conceptual Typology”, Journal of Gerontological Social Work, 14 (3-4), 111-130.
Onat, Ü. (2002). “Sosyal politikalar açısından yaşlılık”, Gökçe-Kutsal, Y. (ed), Geriatri
2002 Sempozyumu Bildirileri, Ankara, Hacettepe Üniversitesi Geriatrik Bilimler Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayını.
Onat, Ü. (2003). Yaşlanma ve sosyal hizmet, Kalınkara, V. (Ed.), 2. Ulusal Yaşlılık
Kongresi Kitabı, (1. baskı) içinde (ss.6980), Denizli: Yaşlı Sorunları Araştırma Derneği yayını.
Onur, B. (1997). Gelişim Psikolojisi: Yetişkinlik, Yaşlılık, Ölüm, Ankara, İmge Yayınevi.
Oral, A. İ. (2001) “Dünyada ve Türkiye’de
Sosyal Sigortalar Kapsamında Sağlık Sigortası Uygulamaları”, (Yayınlanmamış
Doktora Tezi), Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Sağlık Bakanlığı (1998). Avrupa Sağlık Reformu: Mevcut Stratejilerin Analizi, Ankara,
Sağlık Bakanlığı Sağlık Projesi Genel Koordinatörlüğü Yayını.
Danış
Santrack, W. J. (1985). Adult Development
and Aging, USA, Brown Publishers.
Terzioğlu, G., Güven, S., Hazer, O., Öztop,
H., Şener, A. (2004). “Yaşlılıkta sosyal ve
ekonomik yaşam”, Yaşlılık Gerçeği, Ankara, H.Ü. Geriatrik Bilimler Araştırma Merkezi Yayını.
Tezcan, M. (1982). “Toplumsal Değişme ve
Yaşlılık”, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Dergisi, 15 (2) 1982: 169-177.
TNSA (Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması) 2003. (2004). Ön Rapor, Ankara: H.Ü.
Nüfus Etütleri Enstitüsü, T.C. Sağlık Bakanlığı Aile Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması
Genel Müdürlüğü Yayını.
Tufan, A. B. (2001). “Elderly in Turkey”, Karataş, K., Arıkan, Ç. (ed), İnsani Gelişme
ve Sosyal Hizmet: Prof. Dr. Nesrin Koşar’a
Armağan, Ankara, Hacettepe Üniversitesi
Sosyal Hizmetler Yüksek Okulu Yayını.
Tufan, İ. (2001). “Yaşlanan Dünyada Bir Delikanlı: Türkiye”, Toplum ve Sosyal Hizmet,
12 (3) 27-49.
Tufan, İ. (2007). “Yaşlılığı Yoksulluğun
Elinden Kurtarmak”, Radikal Gazetesi, 14
Ocak, s.1.
TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu). 2007. İstatistik Yıllığı, Ankara, T.C. Başbakanlık TÜİK
yayını.
Uncu, Y., Özçakır, A., Sadıkoğlu, G., Alper, Z., Özdemir, H., Bilgel, N. (2002). “Bursa Huzurevi Yaşlılarının Sosyo-Demografik
Özellikleri ve Sağlık Taraması Sonuçları”,
Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi
28 (3) 65-69.
Uysal, A. (2002). “Dünyada Yaygın Bir Sorun: Yaşlı İstismarı ve İhmali”, Aile ve Toplum Eğitim Kültür ve Araştırma Dergisi, 2
(5) 40-58.
World Bank. (2003). Pension Reform in Europe, USA, World Bank Publications.
Zweifel, P. (1995). “İsviçre Sağlık Sistemi”,
Toplum ve Hekim, 9 (64-65) 76-77.
83
Yolcuoğlu
Derleme
Anahtar Sözcükler: Çocuğun iyilik hali,
sosyal çalışma, sosyal çalışmacı.
ABSTRACT
SOSYAL ÇALIŞMA VE
ÇOCUĞUN İYİLİK HALİ
Social Work and Child
Well-Being
İsmet Galip YOLCUOĞLU*
*
Dr., Sosyal Çalışmacı, SHÇEK İstanbul Atatürk
Kız Yetiştirme Yurdu Müdürü
ÖZET
Çocuğun iyilik haline ulaşılması, onun ihmalden kötü muameleden uzak ve tam güven içerisinde bulunması anlamına gelmektedir. Bu durum, çocuğun temel gereksinimleri olan, gerektiği şekilde beslenme, desteklenme ve teşvik edilme, cesaretlendirme
ve uygun bir sosyal çevrede büyüme ve gelişmesinin olanaklı hale getirilmesini gerektirir. Gelişmiş ülkelerde ebeveynlerin yeterince iyi anne babalık yapabilmeleri için çocuk refahı hizmetleri sunan kurumlar tarafından desteklenmesi, çocukların optimal gelişim olanaklarına sahip olabilmeleri, duygusal doyum sağlayabilmeleri ve sağlıklı, bağımsız bireyler olarak yaşayabilmeleri
için neredeyse limitsiz, sınırsız sayılabilecek
gereksinim-temelli düzenlemeler bulunmaktadır. Aşağıdaki çalışmada, çocukların iyilik
halinin desteklenmesi, sağlıklı bireyler olarak büyüyebilmeleri, yaşam kalitelerinin arttırılması için sağlanabilecek kaynaklar, zorluklarla baş edebilmeleri konularında sosyal
çalışmacının ne tür çalışmalar yapabileceği
konuları değerlendirilmektedir.
Achieving child well-being means that a child
is safe from child neglect. This requires that
a child’s needs are met and that the child be
able to grow and develop in an environment
that provides consistent nurture, support,
and stimulation. In the developed countries
there are no limits to what child welfare services can provide; the system should promote standards of good enough parenting that
will provide a child with the developmental
opportunities and emotional nurture needed
to grow into an adult who can live as independently as possible. In this study, the social support concept that is important for the
life quality and well-being of children, their resources of support and the types of social work that can be done by social workers in
coping with their difficulties have been evaluated.
Key Words: Child Well-being, social work,
social worker
GİRİŞ
Ortaçağ Avrupa’sında insanın gelişim
evreleri arasında ‘çocukluğun’, özel
olarak korunması gereken bir dönem
olduğu düşüncesi henüz ortaya çıkmamıştı. Çocuklar, gündelik yaşamda küçük birer yetişkin olarak yer alırlardı. 17.
ve 18. yüzyıllar Avrupa’sında Aydınlanma döneminin etkileri ve Endüstri Devrimiyle birlikte ortaya çıkan burjuva sınıfının öncülük etmesiyle, modern çocukluk anlayışı gelişmeye başlamıştır.
Bir yandan ulus devletlerin ortaya çıkışı, bir yandan da teknoloji ve bilimdeki gelişmelerin etkisiyle, ‘çocukluk’ döneminin ayrı bir gelişim dönemi ve sos-
85
Toplum ve Sosyal Hizmet
yal kategori olduğu kabul görmeye başlamıştır. Yeni çocukluk anlayışının tüm
toplumsal kesimlere yaygınlaşmasında, çocuğun korunması konusunda ailenin yanı sıra devletin de sorumlulukları olduğu anlayışı etkili olmuştur. Bu
yöndeki sosyal politikalar, çocukların
korunması konusunda birçok evrensel oluşuma öncülük etmiştir. Hümanist
çocukluk anlayışını içeren Avrupa kökenli akım, çocukların refahı konusunda devletin sorumluluk almasını etkilemiştir. 19. yüzyılda devletin, çocukların
bir koruyucusu olarak yasa yapma hakkı olduğu düşüncesi, yeni ve radikal bir
fikir olarak ortaya çıkmıştır (Postman,
1995: 75).
Yirminci yüzyıl ‘çocuk sorunu’nun ağırlıkla tartışıldığı bir dönem olarak, çocuklarla ilgili tüm dünya ölçeğinde en
önemli belge olan Çocuk Hakları Sözleşmesi (ÇHS)’nin ortaya çıkmasına
zemin hazırlayarak çok önemli bir işlev görmüştür. Sözleşmede; çocuğun
yaşatılması, korunması, gelişimi bakımından ‘aile’, öncelikli kurum olarak ele
alınmıştır. Çocukların, ailelerinden ayrılmasından mümkün olduğunca kaçınılmalıdır. Sözleşmenin 5. maddesinde, ana-baba sorumlulukları ve çocuğun aileden kopartılmadan, aile içerisinde desteklenmesinin önemine vurgu
yapılmaktadır. Ailenin gereksinimlerini karşılamak, ebeveynlik becerilerinin
geliştirilmesini sağlamak, onların haklarını göz ardı etmeksizin iyi birer anababa olduklarını kabul etmek ve kapasitelerini güçlendirmek, ÇHS gereğince
devletin görevleri arasındadır.
Ancak 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde, dünya ölçeğinde insanların bir kısmı refah
içerisinde yaşarken, büyük bir bölümünün ise açlık ve sefaletle iç içe yaşamakta olduğu görülmektedir (Şenses,
86
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
2001: 13). Modern dünyanın globalleşme rüzgarları, bir taraftan gelişmiş ülkelerin bireylerine daha fazla refah ve
zenginlik vaad ederken, yoksul ve az
gelişmiş ülkelerin insanların payına bol
miktarda açlık ve yoksulluk düşmektedir. Dünyada yoksul ülkelerde var olan
bu sosyoekonomik sorunlardan, en çok
çocuklar olumsuz etkilenmekte, birçok
ailede çocukların temel gereksinimleri
karşılanamamaktadır. Bunun bir nedeni küresel ekonomik gelişmelerin bazı
ülkeleri daha da fazla yoksullaştırması, bir diğer nedeni de azgelişmiş ülkelerdeki sosyal politikalar ve kamusal
hizmetlerin, ailelerin içinde bulunduğu
sosyoekonomik yoksunlukları gidermede yetersiz kalmasıdır.
Ülkemizde 1980 sonrası uygulamaya konulan liberal politikalarla, aslında
yapısal değişim açısından liberalizm
ve piyasa ekonomisine geçiş hamleleri başlatılmıştır. Günümüzde de sürdürülmeye çalışılan ekonomik ve sosyal politikalarla var olan olumsuzlukları, gelir dağılımı bozukluğunu ve yoksulluğu daha da derinleştirmiştir. Kişi
başına gelir düzeyinin düşük olduğu bir
ekonomik yapıda, gelir dağılımının da
bu derece bozuk olması yoksulluğun
yaygınlaşması sorununu da beraberinde getirmiştir. Günümüz dünyasının yoğun ekonomik sorunları ve karmaşıklığı
içinde, Türkiye’de görevlerini yerine getiremeyen aile sayısı artmıştır. Dolayısıyla üyelerinin sosyal, duygusal, fiziksel ve eğitsel gereksinimlerini aile içinde karşılayamayan ailelerin, sorunlarının çözülmesi için bir takım toplumsal
hizmetlere olan gereksinimi de daha
fazla önem göstermektedir. Bu tür aileler, çeşitli yönlerden desteklenmeye,
bazı mesleki yöntem ve tekniklerin uygulanması yoluyla profesyonel yardı-
Yolcuoğlu
ma ihtiyaç duymaktadırlar. Ailenin düzenli bir biçimde gelişmesi ve varlığını devam ettirmesi, sorunlarının çözülmesi amacını güden çalışmalarla; çocukların refahına etki eden her husus,
aynı zamanda çocuğun üyesi bulunduğu bütün grupların, ailenin ve toplumun
refahıyla bağlantılı olarak, sosyal çalışmanın “aile ve çocuk refahı” alanını
oluşturmaktadır.
Türkiye’de, 1994 ve arkasından 20002001 yıllarında yaşanan ekonomik krizlerle sosyal sorunların artması nedeniyle sosyal durum olumsuz bir görünüm sergilemektedir. İşsizlik oranı, küresel krizlerin ekonomiye yansımasının
bir sonucu olarak yüzde 10’lara yükselmiş, bu oran İstanbul gibi metropollerde % 14.0’lere kadar çıkmaktadır. Sosyal güvenlik ve sosyal yardım sistemi,
yoksul kesimleri korumakta yetersiz
kalmaktadır (DPT, 2000).
Ülkemizde 1960’lı yıllarda toplam nüfusun % 26’sı kentlerde yaşarken, 2004
yılında nüfusun % 60.3’ü kentlerde yaşamaktadır (TÜİK, 2006). Son kırk yılda, toplam nüfusumuzun % 34’lük kesiminin kırdan kente göç etmiş olmasının, ne kadar önemli sosyal, ekonomik
ve kültürel sorunlar doğurduğu gözler
önündedir. Yılların birikimi olan bu süreç, 21. yüzyıl Türkiye’sinin sosyal sorunlarını oluşturmakta ve tüm gündemi
işgal etmektedir.
Son on yıllık dönemlerde ülkemizde
meydana gelen hızlı toplumsal değişmeler, toplumun kendisi ve kurumlarında meydana gelen değişme olarak tüm
toplumsal sistemlere ve bireylerin günlük yaşamlarına olumlu-olumsuz etkileşimleriyle, birçok yönleriyle nüfuz etmektedir. Toplumsal değişme, gelişmeye çok istekli ve bir o kadar da ağır
aksak yol alan ülkemiz sosyal sistemini alt-üst etmektedir. Sosyal politikalardaki zayıflıklar nedeniyle, değişmeyi
yönetmek ve sağlıklı bir zemine oturtmak misyonuyla ortaya çıkmış bir meslek olan ‘sosyal çalışma’, ülkemizde bu
değişimi sağlıklı hale getirebilmek ve
müracaatçılarını güçlendirmekten uzak
güçsüz ve yetersiz bir görünümdedir.
Bu hızlı toplumsal değişme dinamiğinden en fazla etkilenen kurum ‘aile’dir.
Ailenin tam kesin bir tanımı üzerinde uzlaşma olmamasına karşın, Birleşmiş Milletlerce benimsenen tanımı
şu şekildedir: “aile, toplumdaki en temel birim olarak çok önemli sosyoekonomik fonksiyonları bulunan, toplumdaki önemli değişmelere rağmen
üyeleri için (özellikle çocuklar) duygusal, finansal ve maddi destek sağlayan, aynı zamanda kültürel değerlerin
korunması ve aktarılması için de hayati
öneme sahip olan bir kurumdur. Ayrıca
aile, üyelerine eğitim, bakım, yetiştirme
ve destek vererek gelişme için nitelikli insan kaynağı yaratmada çok önemli
bir rol oynamaktadır“ (Birleşmiş Milletler, 1998). Toplumsal yapıda meydana
gelen bu temel değişmeler, aile kurumunun da yeniden şekillenmesine, yeniden örgütlenmesine, olumsuzluklardan direkt olarak etkilenmesine neden
olmaktadır. Yazılı basının üçüncü sayfa haberlerine bakıldığında, toplum ve
bireyler arasındaki olumlu ya da olumsuz karşılıklı etkileşimlerin tampon mekanizması olan ‘aile’ kurumu açısından,
olumsuz sonuçların daha fazla meydana çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim, ülkemizdeki boşanma
oranları 2000’li yıllardan sonra üç kat
artmış olup yılda ortalama 93.000 boşanma vakası (nvi.gov.tr). yaşanmaktadır. Bu aile parçalanmaları yüz binlerle
87
Toplum ve Sosyal Hizmet
ifade edilebilecek çocuk nüfusunu tehdit etmektedir.
Sosyal çalışmanın bilgi temelinin şekillendiği ekolojik sistem teorisine göre,
İnsan, bio-psiko-sosyal boyutu olan
kültürel bir varlıktır. Davranışlarıyla
çevresini etkilediği gibi aynı zamanda
içinde bulunduğu çevresel sistemlerden de etkilenir (Ashman ve Hull, 1999:
15). Bireyin davranışı, biyolojik, psikolojik ve sosyal gelişimi, yaşadığı sosyal
çevre içerisinde meydana gelen etkileşimlerin yönüne göre değişmektedir.
Bu toplumsal dinamiğin, olumsuz yansımaları olarak sosyal çalışmanın sahasına düşen risk altındaki çocuklar olgusu yukarıda sözü edilen değişimin
önemli bir sosyal sorun doğurgusu olarak kendini göstermektedir.
Türkiye’de Çocuğun Durumu
Türkiye’nin 0-18 yaş arası çocuk nüfusu 26 milyon. Yıllık doğum sayısı 1 milyon 400 bindir. Yıllık ortalama nüfus artış hızı 1.9’dur. Nüfus kaydı olmayan
0-4 yaş altı çocuk yüzdesi 26.6. Bebek ölüm oranı binde 37’dir. Koruyucu ailelerle yaşayan çocukların oranı yüzde 1’dir. Türkiye nüfusunun yüzde 36’sı yoksuldur ve bu oranın yüzde 17.5’i yoksulluk sınırının altındadır.
Kimsesiz çocuk sayısı 800 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bebek ölümleri şehirlerde yüzde 23.3; nüfusu binin altında olan yerleşim yerlerinde bu oran %49.5’dir. Bebek ölüm
hızı açısından bölgesel farklılıklar aşılamamıştır. Hiç aşı olmayan çocuk oranı yüzde 4’tür. Türkiye’de her üç çocuktan biri sağlıklı beslenemediği için gelişme ve büyüme bozukluğu içinde büyümektedir. Okul öncesi eğitim kurumlarına devam eden çocuk oranı yüzde
88
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
8.8’dir. 7-13 yaş arası okula kayıt olmayan kız yüzdesi 31.9’dur. 7-13 yaş arası
okula kayıtlı olmayan erkek çocuk yüzdesi 21.2’dir. Türkiye’de her 5 çocuktan
1’i çalışmaktadır.
Modern çocukluk anlayışına göre, çocukların bakımı ve yetiştirilmesi salt
ana-babanın görevi olmayıp çocuğun
korunmasında ailenin yanında toplumun da sorumluluğu bulunmaktadır.
Sosyal devlet anlayışının geliştiği 20.
yüzyılda çocuğun korunması konusunda kamunun rolü daha iyi anlaşılmış
durumdadır (Karataş, 2001).
Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre, taraf ülkeler tüm çocukların yaşam kalitesinin artırılması, çocuklarla ilgili bilgilerin kayıt altına alınması, özellikle risk
altında yaşayan çocuk sayısının belirlenmesi, çocuklarla ilgili iş ve işlemlerin
denetlenmesi, ailelere ve tüm çocuklara yönelik asgari gereksinimlerinin karşılanması konusunda yükümlülüklerinin yerine getirmek durumundadır.
Ancak sosyal kayıtları da ekonomisi
gibi kayıt dışı olan ülkemizde, yoksulluk riski altında olumsuz koşullarda yaşamını sürdürmek zorunda kalan, ebeveyn bakımından yoksun olan milyonlarca çocuğunu bulunduğu da bilinen
bir gerçektir.
Çocuğun İyilik Hali
‘Çocuğun iyilik hali’, gelişmiş toplum
olmanın kriterlerinden biri olarak, tüm
çocukları kapsaması gereken, ‘modern çocukluk paradigması’ açısından da ulaşılması hedeflenen bir olgudur. Çocukların iyilik halini tehdit eden
en önemli sorun yoksulluktur. Yoksulluğun toplumların geleceğiyle ile ilgili
en önemli etkisi, yoksulluğun çocuklar
Yolcuoğlu
üzerindeki olumsuz etkileridir. Çocuklar, yoksulluktan direkt olarak ve dolaylı olarak iki şekilde etkilenirler. Direkt
olarak, gıda kalitesinde düşme, konut,
sağlık-bakım eğitim ve ulaşım olanaklarının eksikliği şeklinde; dolaylı yönden ise olumsuz koşullarla daha fazla
baş edecek gücü kalmayarak ekonomik durumları bozulan, düşük ve yetersiz gelirli ebeveynleri vasıtasıyla etkilenmektedirler (Fraser, 2006: 54).
Tüm dünya toplumlarında çocuklarla
ilgili esas sorun; ihmal ya da istismara uğrayan ancak sınırsız masumiyetleriyle bunları hiçbir şekilde hak etmeyen çocuklar sorunsalıdır. Tüm çocukların ihmal ve istismardan korunmasında “birincil koruma”, çocuklara yönelik
koruma programları geliştirilmesini gerektirmektedir. Bu programlar, tüm çocukların ve ailelerinin içinde bulundukları koşulları iyileştirme, yaşam kalitesini artırma, sosyal risklerin oluşmasını
önleme amacını taşımaktadır. Bu amaca ulaşmak için çocuk koruma politikalarının oluşturulması, eğitim düzeyinin
yükseltilmesi, kamu sağlığı programlarının geliştirilmesi, işsizlik oranının düşürülmesi ve ulusal gelirin artırılması
zorunludur. Önceki yıllarda sosyal koruma harcamalarının GSMH içindeki payı
% 17 seviyesinde olan Yunanistan’da
1998 yılında bu oran % 24’e yükselmiştir (Buğra ve Keyder, 2006: 67). Eğitim,
sağlık, sosyal güvenlik, sosyal yardım,
konut alanındaki sosyal harcamaların
GSMH içindeki payı Türkiye’de % 19
iken, Yunanistan’da % 35, İsveç’te %
53.2 ve A.B.D’de ise % 53.8’dir (World
Bank, 2000). Görüldüğü üzere, ülkemizde sosyal alana ayrılan payın halen
düşük ve yetersiz olması, ne yazık ki
halen sosyal sorunları tetiklemeye devam etmektedir.
Korunması Gereken Çocuklar
Olgusu
Korunması gereken çocuklar sorunu
her toplumun kendine özgü sosyal ve
ekonomik ortamın, ülkedeki mevcut politika uygulamalarının sonucu olan bir
sosyal sorun olarak gündeme gelmektedir. Ülkemizde özellikle kırdan kente
aşırı göç sonucu ortaya çıkan plansız
kentleşme ve kentte nüfus yığılmasının
sonucu ortaya çıkan kentsel ortamdaki işsizlik, ailelerdeki sosyal sorunların,
aile parçalanmalarının (family breakout) ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır. Büyük kentlerimizde gördüğümüz, sokaklarda çalışan, mendil satmak için çırpınan, dilencilik yapan, trafik ışıklarında canhıraş bir şekilde araçların camlarını silmeye çalışan, onu yetiştirme sorumluluğu bulunan büyükleri
tarafından hırsızlık yaptırılmaya gönderilen çocukların hepsi korunma ihtiyacı
olan çocuk siluetleridir. En geniş anlamıyla ‘korunması gereken çocuk’; “temel bakımı, yetiştirilmesi, esirgenmesi
ve gözetilmesindeki yetersizlik ve aksama nedeniyle sosyal, fiziksel, ruhsal ve
ahlâki yönden sağlıklı bir yetişkin olmasının önünde çeşitli engeller bulunan
çocuk”tur (Koşar, 1992: 42).
Modern çocukluk anlayışı 17. ve 18.
yüzyıllar Avrupa’sında Aydınlanma döneminin etkileri ve Endüstri Devrimiyle birlikte ortaya çıkan burjuva sınıfının öncülük etmesiyle, gelişmeye başlamıştır. Bu yöndeki sosyal politikalar,
çocukların korunması konusunda birçok evrensel oluşuma öncülük etmiştir. Hümanist çocukluk anlayışını içeren
Avrupa kökenli akım, çocukların refahı
konusunda devletin sorumluluk almasını etkilemiştir (Postman, 1995: 13).
Sosyal çalışma biliminin temellendi-
89
Toplum ve Sosyal Hizmet
ği ekolojik sistem kuramının sunduğu
yaklaşım açısından, ‘korunması gereken çocuklar’ sorununu açıklayabilecek bir çerçeve şu şekilde oluşturulabilir: ülkemizde hüküm süren korunması gereken çocuklar sorunu, toplumsal değişme, sosyoekonomik değişmeler, göç, kentleşme, işsizlik ve yoksulluk gibi toplumsal değişmeye yol açan
yapısal etmenlerle ailelerin durumu
ve özelliklerinin (aile yapısı ve işlevleri vb.) etkileşiminin bir ürünüdür. Toplumsal değişme, göç, kentleşme, işsizlik, ve yoksulluk gibi faktörler hem aileleri etkilemekte hem de onlardan etkilenmektedir. Ailelerin özelliklerinden
bir bölümü göç etme, işsiz ya da yoksul olma bir bölümü de ailenin işlevselliğini kaybetmesi, geniş aile desteği ve
sosyal destekten yoksul olması gibi değişkenlerdir.
SONUÇ
Sonuç olarak, Çocuklarla ilgili tüm dünya ölçeğinde en önemli belge olan Çocuk Hakları Sözleşmesi (ÇHS)’ne göre;
ihtiyaç duyan ailelerin gereksinimlerini karşılamak, ebeveynlik becerilerinin
geliştirilmesini sağlamak, onların haklarını göz ardı etmeksizin iyi birer anababa olduklarını kabul etmek ve kapasitelerini güçlendirmek, devletin görevleri arasındadır. Ailenin, problemlerini
çözebilmesi, ailedeki iletişimin iyi olması, aile üyelerinin rollerini yerine getirmeleri, tüm aile sisteminin genel fonksiyonlarını yerine getirmesi de aynı şekilde hem aile üyeleri için hem de çocuğun iyilik halinin devamı için olmazsa olmaz gereksinimler anlamına gelmektedir. ÇHS’nin 3. madde 1. bendine göre; “çocuğu ilgilendiren bütün faaliyetlerde, çocuğun yararı temel düşüncedir”. Sözleşmede, her çocuğun
90
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlâksal
toplumsal gelişmesini sağlayacak
yeterli bir hayat seviyesine hakkı olduğu kabul edilmektedir (27/1). Tüm
çocukların iyilik halinin devamının sağlanmasını savunan ÇHS, Türkiye tarafından 1990 yılında kabul edilmiş, 27
Ocak 1995 tarih, 22184 sayılı Resmi
Gazete’de yayınlanan 4058 sayılı kanunla onaylanarak ulusal hukuki bir belge haline gelmiştir. Ancak sosyal politika düzenlemeleri, ÇHS’nin tüm çocukların iyilik halini desteklemeye yarayacak enstrumanları içermekten yoksundur. Mesleki bilgi birikimi, mesleki etik
çerçevesinde ve güçlü olması gereken
bu düzenlemelerle çocuklar ve ailelerin
yaşamlarına müdahil olan sosyal çalışma disiplini sorunu kavrayacak, çözebilecek güce kendisi henüz ulaştırılamamıştır. Buradan, sosyal politika üzerinde risk altında yaşayan nüfusu gruplarına yönelik bir toplumsal baskının ve
talebin oluşturulması gerektiği ortaya
çıkmaktadır. Dezavantajlı nüfus gruplarını kollamak iddiasıyla ortaya çıkmış
olan“sosyal politika”, bir ülkede yaşayan
tüm bireyler için, bakıma ve korunmaya gereksinimi olan nüfus grupları için
koruyucu, güçlendirici, sosyal adaleti ve
eşitliği sağlayıcı hizmetlerin bütünü olarak tanımlanabilir. Sosyal politika, sosyal refah sistemlerinin oluşturulması,
kapsamlı sosyal hizmetlerin sunulması
ve bu yolla sosyal sorunların önlenmesiyle gerçek anlamını bulabilmektedir.
Küreselleşme rüzgarlarının güçlü etkisiyle tüm dünya ölçeğinde olduğu gibi
ülkemizde de sosyal devletin, sosyal
güvenlik kurumları, devletin ücretsiz
sunduğu sosyal hizmetler vb. dezavantajlı bireylerine yönelik olarak kazanımları giderek yok olmakta, ekonominin
ulus-devletler tarafından yönetilmesi
Yolcuoğlu
ve yönlendirilmesi giderek daha imkansız hale gelmektedir. Ülke ekonomilerinin yönetimi çok uluslu şirketlere geçerek el değiştirmekte, küçülen devlet
yapısında da sosyal hizmetlerin ihmal
edilmesi ve yetersiz sunumu riski gündeme gelmektedir. Bu durum, özellikle
yoksulluk ve yoksunluklar içerisinde yaşamlarını sürdürmeye çalışan çocuklar
ve ailelerin daha güç koşullara hazırlıklı olması gerektiği gerçeğini gündeme taşımaktadır. Aile ve çocuklara yönelik sosyal politikalardaki mevcut durumda bile önemli yetersizlikler içeren
bu negatif değişimler, çocuklar ve ailelere yönelik sosyal hizmet olanaklarının
azaltılmasına ve dolayısıyla çocukların
sağlıklı ve fonksiyonel bireyler olarak
yetişebilmelerinin önünde ciddi engeller oluşmasına neden olmaktadır. Bu
şekilde daha da yoksullaşan ve destekten yoksun kalan ailelerde, çözülmeler
hızlanmaktadır. Örneğin, 2000 yılında
İstanbul’da 6.546 boşanma meydana
gelmiş iken 2006 yılında bu rakam yıllık
ortalama 19.000’e ulaşmıştır. Görüleceği üzere sorun, ekonomik politikaları şekillendiren insiyatiflerden kaynaklanmaktadır. Sosyal sorunların gerektiği biçimde ayrıntılı ve ‘çözüm odaklı’
bir yöntemle ele alınamaması, ailelerin
ve dolayısıyla çocuklarının yoksunluklar içerisinde bir yaşam sürmeye çalışmasına yol açmaktadır.
Devletin eğitim, sosyal güvenlik, işsizlik politikaları ve çocukların içinde yetiştikleri ailelerin konumu, en başta
beslenme-barınma ve eğitim olanakları, eğitim kalitesi, eğitim görme süresi gibi faktörler üzerindeki etkileri aracılığıyla, yoksulluğun derecesi ve belki
daha da önemlisi, nesilden nesile geçerek sürekli hale gelmesi üzerinde belirleyici bir rol oynamaktadır.
Ülkemizde uygulanan sosyal politikalarda, henüz çağdaş anlamda çocuk
yardımından, sosyal yardımlardan, ailelere yönelik doğrudan gelir aktarımından yani ailenin bütünlüğünü ve iyilik
halini hedefleyen plan, program, proje ve hizmetlerden söz etmek olanaklı değildir. Korunması gereken çocuklar
sorununu çözmeye yönelen hizmetleri
ve çocuk koruma sistemini değerlendirebilmek için, öncelikle sorunu eleştirel
ve bütüncül bir bakış açısı ile ayrıntılı
bir şekilde ele almayı gerektirmektedir.
Gelişmekte olan ülke statüsünde bulunan Türkiye’de uzun yıllardır toplumtemelli (koruyucu aile bakımı vb.) çocuk
hizmetleri bir türlü geliştirilememiştir.
Çocuğun korunmasında ‘kurum bakımı’ uygulaması her zaman ilk seçenek
olarak görülmüştür. Oysa, Yörükoğlu
(vd., 1968)’nin, yuva çocukları üzerine
yaptıkları bir araştırmada; yuvalarda fiziksel bakımın yeterince sağlanmasına rağmen, anne ya da anne yerini alacak bir kişinin olmayışı sonucu, çocukların beden ve ruh gelişimlerinin geride kaldığı gözlemlenmiştir. Bu nedenle, korunmaya muhtaç çocuklara yönelik kurum bakımı uygulamasını sürdürmek, çocuğun iyilik halini sağlamaya yönelik bir müdahale değildir. Özellikle 0-6 yaş arası çocuklarda telafisi
olanaksız travmalar yarattığı araştırma
sonuçlarıyla belirlenen çocukların, hiçbir şekilde kurum bakımına alınmadan,
toplum-temelli uygulamalarla koruyucu
ailelerin yanına, kendi aile-akrabası yanına ev ortamına yerleştirilmelidir. Ailelerdeki en önemli sorunun yoksulluk olduğu bilinmektedir.
Yoksulluk, ülkemizde halen çok önemli bir risk faktörü olarak rol oynamakta olup Türk-İş’in uzun zamandır aylık
olarak gerçekleştirdiği hesaplamalara
91
Toplum ve Sosyal Hizmet
göre 2007 yılı itibariyle dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 619 TL, yoksulluk sınırı
1.650 TL’dir. (Türk İş, 2008), olarak hesaplanmasına karşın nüfusun neredeyse yarısının bu gelir rakamlarına ulaşamadığı tahmin edilmektedir.
SHÇEK 2007 Yılı Değerlendirme Raporu incelendiğinde, 2000 yılında
2.500 çocuğa sosyal yardım desteği
sunularak aile yanında kalmakta iken,
2007 itibariyle bu sayının 25.000 çocuğa yaklaştığı ve çocuk başına aylık
ödemenin 70 YTL’den 200 YTL’yi geçen rakamlara ulaştırıldığı göze çarpmaktadır. Ancak tüm çocukların iyilik haline ulaşmak, sadece kurumlara
çocuklarını yerleştirmek için müracaat
eden ailelerle sınırlı kalmamalıdır. Yoksulluk vb. riskler altında yaşayan milyonlarla ifade edilebilecek çocuk nüfusu gereksinimlerinin karşılanmasını
beklemektedir.
Her ülkenin kendi çocuklarıyla ilgili ulaşmayı hayal ettiği en nihai hedef:
tüm çocukların “iyilik haline ulaşabilmek” ve çocukların optimal gelişmelerine zemin hazırlayacak olanakları onların ayaklarının altına sermektir. Çocuğun iyilik hali, ihmal ve istismardan
uzak ve tam güvende olduğu bir haldir.
Bu bağlamda da çocukların iyilik halini
hedefleyen gereksinim-temelli hizmetler geliştirilerek, kamu ve özel alandaki sosyal çalışma uygulamalarının etkin bir şekilde entegre olduğu yeniden
yapılandırılmış bir “çocuk koruma” çerçevesi, öncelikli bir politika ve acil eylem olarak bir an önce oluşturulmalıdır. Sosyolog Viviana Zeizer (1985)’ın
“paha biçilemez şey” diye tanımladığı “çocuk” öznesinin, gereken tüm olanaklara kavuşturulması en öncelikli bir
toplumsal görev olarak gündeme alınmalıdır.
92
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
KAYNAKÇA
Acar, B. Yüksel ve Acar H. (2002). “Sistem
Kuramı- Ekolojik Sistem Kuramı ve Sosyal Hizmet: Temel Kavramlar ve Farklılıklar”. Toplum ve Sosyal Hizmet Dergisi, H.Ü.
SHYO Yayını, Cilt:13, Sayı!, 2002: 29-35.
Aile ve Çocuk Özel ihtisas Komisyonu Raporu (2001). DPT, Ankara.
Ashman, Kirst K. ve Hull, G. H (1999).
“Understanding
Generalist
Practice”.
Chicago:Nelson Hall Publisher,
Barker, R. L. (2004). “The Social Work Dictionary”. Silver Spring, Md: NASW Press.
BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, Ulusal
İlk Rapor, Ankara, 1999.
Child Wel-Being, Chıld Poverty and Chıld
Polıcy in Modern Nations (2001). (Eds.) K.
Vlemincky and T. M. Smeeding. The Policy
Press.
Cunnıngham, H. (2005). “Children and
Childhood in Western Society Since 1500”.
Pearson, Great Britain.
Çocuk Haklarına Dair Sözleşme. (1997).
T.C. Başbakanlık Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Yayını, Ankara.
Çocuk Koruma Kanunu. 5395 Sayılı Kanun. 03.07.2005.
DPT (2001). “Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma
Planı Aile Özel İhtisas Komisyonu Raporu”.
Elkind, D. Childrearing and Education in A
Changing World. Çev: Emine G. Kapcı. Değişen Dünyada Çocuk Yetiştirme ve Eğitim.
Ankara Üniversitesi Çocuk Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayınları. Ankara,
2001, Yayın No:9.
Fass, P. S. (2003). Children and Globalization. Journal of History. 36 (4), 963-977.
Çeviren: Nihal Ahioğlu, Ankara Üniversitesi
Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 2004, cilt:
37, sayı: 1, ss. 141-155.
Fraser, W. M. (1997). “Risk and Resilience in Childhood an Ecological Perspective”.
Nasw Press, Washington.
Yolcuoğlu
Fraser, Mark W., Jeffrey M. Jenson (Edit.).
(2006). “Socıal Polıcy for Children ve Families: A Risk And Resilience Perspective”.
Sage Publications, California.
Holland, S. (2004). “Child and Family Assesstment in Social Work Practice”. Sage
Publicatons
Holman, A. M. (1983). “Family Assestment:
Tools For Understanding and İntervention”.
Beverly Hills, Ca: Sage.
Karataş, K. (2001). “Toplumsal Değişme
ve Aile”. Toplum ve Sosyal Hizmet” Cilt:12,
Sayı:2.
Kongar, E. “Toplumsal Değişme Kuramları
ve Türkiye Gerçeği”. Remzi Kitabevi, 1981.
Türkiye İstatistik Kurumu İnternet Portalı,
2008.
Türkiye Nüfus ve Vatandaşlık İdaresi İnternet Portalı, 2008.
U.S. Department of Health and Human Services (2008). Administration for
Children&Families (acf.hhs.gov) Web Sitesi.
Vıvıana, A. Z. (1985). “Pricing The Priceles
Child: The Changing Social Value of Children”. Newyork,
Yörükoğlu, A. vd. (1968). “Yuva Çocuklarında Ruh ve Beden Gelişmesi Özellikleri”.
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi. Ankara:11, 2-3, ss. 70-78.
Little, M (1997). “The Re-Focussing of
Children’s Service”. N. Parton (Ed. ), Child
Protection and Family Support. London:
Routledge. (pp. 25-38).
Loman L. A. ve Siegel, L. (2004). “An Evaluation of The Minnesota SDM Family Risk
Assestment”. St. Louis, Missouri.
Maluccio, A. N., Pine, B. A. ve Tracy, E. M.
(2002). “Social Work Practice with Families
and Children”. Columbia University Press,
New York.
Postman, N. (1995). Çocukluğun Yokoluşu.
(Çev.) K. İnal. Ankara: İmge Kitabevi.
Rıdge, T. (2003). “Childhood Poverty and
Social Exclusion. From A Child’s Perspective”. The Policy Pres.
Robin, M. (1991). “The Social Construction
of Child Abuse and False Allegations”. Bridgehampton, New York: The Haworth Press.
Strand, V. C. (1995). “Single Parents”.
Encyclopedia of Social Work (Vol. 3, pp.
2157-2164). Washington DC: Nasw Press.
Şenses, F. (2001). “Küreselleşmenin Öteki
Yüzü: Yoksulluk” İletişim Yayınlar, İst.
Türkiye’de Çocuğun Durumu. (1989). DPT
Yayını, Ankara.
Türkiye İstatistik Kurumu İnternet Portalı,
2008.
93
Yolcuoğlu
Derleme
Anahtar Sözcükler: Çocuğun iyilik hali,
sosyal çalışma, sosyal çalışmacı.
ABSTRACT
SOSYAL ÇALIŞMA VE
ÇOCUĞUN İYİLİK HALİ
Social Work and Child
Well-Being
İsmet Galip YOLCUOĞLU*
*
Dr., Sosyal Çalışmacı, SHÇEK İstanbul Atatürk
Kız Yetiştirme Yurdu Müdürü
ÖZET
Çocuğun iyilik haline ulaşılması, onun ihmalden kötü muameleden uzak ve tam güven içerisinde bulunması anlamına gelmektedir. Bu durum, çocuğun temel gereksinimleri olan, gerektiği şekilde beslenme, desteklenme ve teşvik edilme, cesaretlendirme
ve uygun bir sosyal çevrede büyüme ve gelişmesinin olanaklı hale getirilmesini gerektirir. Gelişmiş ülkelerde ebeveynlerin yeterince iyi anne babalık yapabilmeleri için çocuk refahı hizmetleri sunan kurumlar tarafından desteklenmesi, çocukların optimal gelişim olanaklarına sahip olabilmeleri, duygusal doyum sağlayabilmeleri ve sağlıklı, bağımsız bireyler olarak yaşayabilmeleri
için neredeyse limitsiz, sınırsız sayılabilecek
gereksinim-temelli düzenlemeler bulunmaktadır. Aşağıdaki çalışmada, çocukların iyilik
halinin desteklenmesi, sağlıklı bireyler olarak büyüyebilmeleri, yaşam kalitelerinin arttırılması için sağlanabilecek kaynaklar, zorluklarla baş edebilmeleri konularında sosyal
çalışmacının ne tür çalışmalar yapabileceği
konuları değerlendirilmektedir.
Achieving child well-being means that a child
is safe from child neglect. This requires that
a child’s needs are met and that the child be
able to grow and develop in an environment
that provides consistent nurture, support,
and stimulation. In the developed countries
there are no limits to what child welfare services can provide; the system should promote standards of good enough parenting that
will provide a child with the developmental
opportunities and emotional nurture needed
to grow into an adult who can live as independently as possible. In this study, the social support concept that is important for the
life quality and well-being of children, their resources of support and the types of social work that can be done by social workers in
coping with their difficulties have been evaluated.
Key Words: Child Well-being, social work,
social worker
GİRİŞ
Ortaçağ Avrupa’sında insanın gelişim
evreleri arasında ‘çocukluğun’, özel
olarak korunması gereken bir dönem
olduğu düşüncesi henüz ortaya çıkmamıştı. Çocuklar, gündelik yaşamda küçük birer yetişkin olarak yer alırlardı. 17.
ve 18. yüzyıllar Avrupa’sında Aydınlanma döneminin etkileri ve Endüstri Devrimiyle birlikte ortaya çıkan burjuva sınıfının öncülük etmesiyle, modern çocukluk anlayışı gelişmeye başlamıştır.
Bir yandan ulus devletlerin ortaya çıkışı, bir yandan da teknoloji ve bilimdeki gelişmelerin etkisiyle, ‘çocukluk’ döneminin ayrı bir gelişim dönemi ve sos-
85
Toplum ve Sosyal Hizmet
yal kategori olduğu kabul görmeye başlamıştır. Yeni çocukluk anlayışının tüm
toplumsal kesimlere yaygınlaşmasında, çocuğun korunması konusunda ailenin yanı sıra devletin de sorumlulukları olduğu anlayışı etkili olmuştur. Bu
yöndeki sosyal politikalar, çocukların
korunması konusunda birçok evrensel oluşuma öncülük etmiştir. Hümanist
çocukluk anlayışını içeren Avrupa kökenli akım, çocukların refahı konusunda devletin sorumluluk almasını etkilemiştir. 19. yüzyılda devletin, çocukların
bir koruyucusu olarak yasa yapma hakkı olduğu düşüncesi, yeni ve radikal bir
fikir olarak ortaya çıkmıştır (Postman,
1995: 75).
Yirminci yüzyıl ‘çocuk sorunu’nun ağırlıkla tartışıldığı bir dönem olarak, çocuklarla ilgili tüm dünya ölçeğinde en
önemli belge olan Çocuk Hakları Sözleşmesi (ÇHS)’nin ortaya çıkmasına
zemin hazırlayarak çok önemli bir işlev görmüştür. Sözleşmede; çocuğun
yaşatılması, korunması, gelişimi bakımından ‘aile’, öncelikli kurum olarak ele
alınmıştır. Çocukların, ailelerinden ayrılmasından mümkün olduğunca kaçınılmalıdır. Sözleşmenin 5. maddesinde, ana-baba sorumlulukları ve çocuğun aileden kopartılmadan, aile içerisinde desteklenmesinin önemine vurgu
yapılmaktadır. Ailenin gereksinimlerini karşılamak, ebeveynlik becerilerinin
geliştirilmesini sağlamak, onların haklarını göz ardı etmeksizin iyi birer anababa olduklarını kabul etmek ve kapasitelerini güçlendirmek, ÇHS gereğince
devletin görevleri arasındadır.
Ancak 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde, dünya ölçeğinde insanların bir kısmı refah
içerisinde yaşarken, büyük bir bölümünün ise açlık ve sefaletle iç içe yaşamakta olduğu görülmektedir (Şenses,
86
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
2001: 13). Modern dünyanın globalleşme rüzgarları, bir taraftan gelişmiş ülkelerin bireylerine daha fazla refah ve
zenginlik vaad ederken, yoksul ve az
gelişmiş ülkelerin insanların payına bol
miktarda açlık ve yoksulluk düşmektedir. Dünyada yoksul ülkelerde var olan
bu sosyoekonomik sorunlardan, en çok
çocuklar olumsuz etkilenmekte, birçok
ailede çocukların temel gereksinimleri
karşılanamamaktadır. Bunun bir nedeni küresel ekonomik gelişmelerin bazı
ülkeleri daha da fazla yoksullaştırması, bir diğer nedeni de azgelişmiş ülkelerdeki sosyal politikalar ve kamusal
hizmetlerin, ailelerin içinde bulunduğu
sosyoekonomik yoksunlukları gidermede yetersiz kalmasıdır.
Ülkemizde 1980 sonrası uygulamaya konulan liberal politikalarla, aslında
yapısal değişim açısından liberalizm
ve piyasa ekonomisine geçiş hamleleri başlatılmıştır. Günümüzde de sürdürülmeye çalışılan ekonomik ve sosyal politikalarla var olan olumsuzlukları, gelir dağılımı bozukluğunu ve yoksulluğu daha da derinleştirmiştir. Kişi
başına gelir düzeyinin düşük olduğu bir
ekonomik yapıda, gelir dağılımının da
bu derece bozuk olması yoksulluğun
yaygınlaşması sorununu da beraberinde getirmiştir. Günümüz dünyasının yoğun ekonomik sorunları ve karmaşıklığı
içinde, Türkiye’de görevlerini yerine getiremeyen aile sayısı artmıştır. Dolayısıyla üyelerinin sosyal, duygusal, fiziksel ve eğitsel gereksinimlerini aile içinde karşılayamayan ailelerin, sorunlarının çözülmesi için bir takım toplumsal
hizmetlere olan gereksinimi de daha
fazla önem göstermektedir. Bu tür aileler, çeşitli yönlerden desteklenmeye,
bazı mesleki yöntem ve tekniklerin uygulanması yoluyla profesyonel yardı-
Yolcuoğlu
ma ihtiyaç duymaktadırlar. Ailenin düzenli bir biçimde gelişmesi ve varlığını devam ettirmesi, sorunlarının çözülmesi amacını güden çalışmalarla; çocukların refahına etki eden her husus,
aynı zamanda çocuğun üyesi bulunduğu bütün grupların, ailenin ve toplumun
refahıyla bağlantılı olarak, sosyal çalışmanın “aile ve çocuk refahı” alanını
oluşturmaktadır.
Türkiye’de, 1994 ve arkasından 20002001 yıllarında yaşanan ekonomik krizlerle sosyal sorunların artması nedeniyle sosyal durum olumsuz bir görünüm sergilemektedir. İşsizlik oranı, küresel krizlerin ekonomiye yansımasının
bir sonucu olarak yüzde 10’lara yükselmiş, bu oran İstanbul gibi metropollerde % 14.0’lere kadar çıkmaktadır. Sosyal güvenlik ve sosyal yardım sistemi,
yoksul kesimleri korumakta yetersiz
kalmaktadır (DPT, 2000).
Ülkemizde 1960’lı yıllarda toplam nüfusun % 26’sı kentlerde yaşarken, 2004
yılında nüfusun % 60.3’ü kentlerde yaşamaktadır (TÜİK, 2006). Son kırk yılda, toplam nüfusumuzun % 34’lük kesiminin kırdan kente göç etmiş olmasının, ne kadar önemli sosyal, ekonomik
ve kültürel sorunlar doğurduğu gözler
önündedir. Yılların birikimi olan bu süreç, 21. yüzyıl Türkiye’sinin sosyal sorunlarını oluşturmakta ve tüm gündemi
işgal etmektedir.
Son on yıllık dönemlerde ülkemizde
meydana gelen hızlı toplumsal değişmeler, toplumun kendisi ve kurumlarında meydana gelen değişme olarak tüm
toplumsal sistemlere ve bireylerin günlük yaşamlarına olumlu-olumsuz etkileşimleriyle, birçok yönleriyle nüfuz etmektedir. Toplumsal değişme, gelişmeye çok istekli ve bir o kadar da ağır
aksak yol alan ülkemiz sosyal sistemini alt-üst etmektedir. Sosyal politikalardaki zayıflıklar nedeniyle, değişmeyi
yönetmek ve sağlıklı bir zemine oturtmak misyonuyla ortaya çıkmış bir meslek olan ‘sosyal çalışma’, ülkemizde bu
değişimi sağlıklı hale getirebilmek ve
müracaatçılarını güçlendirmekten uzak
güçsüz ve yetersiz bir görünümdedir.
Bu hızlı toplumsal değişme dinamiğinden en fazla etkilenen kurum ‘aile’dir.
Ailenin tam kesin bir tanımı üzerinde uzlaşma olmamasına karşın, Birleşmiş Milletlerce benimsenen tanımı
şu şekildedir: “aile, toplumdaki en temel birim olarak çok önemli sosyoekonomik fonksiyonları bulunan, toplumdaki önemli değişmelere rağmen
üyeleri için (özellikle çocuklar) duygusal, finansal ve maddi destek sağlayan, aynı zamanda kültürel değerlerin
korunması ve aktarılması için de hayati
öneme sahip olan bir kurumdur. Ayrıca
aile, üyelerine eğitim, bakım, yetiştirme
ve destek vererek gelişme için nitelikli insan kaynağı yaratmada çok önemli
bir rol oynamaktadır“ (Birleşmiş Milletler, 1998). Toplumsal yapıda meydana
gelen bu temel değişmeler, aile kurumunun da yeniden şekillenmesine, yeniden örgütlenmesine, olumsuzluklardan direkt olarak etkilenmesine neden
olmaktadır. Yazılı basının üçüncü sayfa haberlerine bakıldığında, toplum ve
bireyler arasındaki olumlu ya da olumsuz karşılıklı etkileşimlerin tampon mekanizması olan ‘aile’ kurumu açısından,
olumsuz sonuçların daha fazla meydana çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim, ülkemizdeki boşanma
oranları 2000’li yıllardan sonra üç kat
artmış olup yılda ortalama 93.000 boşanma vakası (nvi.gov.tr). yaşanmaktadır. Bu aile parçalanmaları yüz binlerle
87
Toplum ve Sosyal Hizmet
ifade edilebilecek çocuk nüfusunu tehdit etmektedir.
Sosyal çalışmanın bilgi temelinin şekillendiği ekolojik sistem teorisine göre,
İnsan, bio-psiko-sosyal boyutu olan
kültürel bir varlıktır. Davranışlarıyla
çevresini etkilediği gibi aynı zamanda
içinde bulunduğu çevresel sistemlerden de etkilenir (Ashman ve Hull, 1999:
15). Bireyin davranışı, biyolojik, psikolojik ve sosyal gelişimi, yaşadığı sosyal
çevre içerisinde meydana gelen etkileşimlerin yönüne göre değişmektedir.
Bu toplumsal dinamiğin, olumsuz yansımaları olarak sosyal çalışmanın sahasına düşen risk altındaki çocuklar olgusu yukarıda sözü edilen değişimin
önemli bir sosyal sorun doğurgusu olarak kendini göstermektedir.
Türkiye’de Çocuğun Durumu
Türkiye’nin 0-18 yaş arası çocuk nüfusu 26 milyon. Yıllık doğum sayısı 1 milyon 400 bindir. Yıllık ortalama nüfus artış hızı 1.9’dur. Nüfus kaydı olmayan
0-4 yaş altı çocuk yüzdesi 26.6. Bebek ölüm oranı binde 37’dir. Koruyucu ailelerle yaşayan çocukların oranı yüzde 1’dir. Türkiye nüfusunun yüzde 36’sı yoksuldur ve bu oranın yüzde 17.5’i yoksulluk sınırının altındadır.
Kimsesiz çocuk sayısı 800 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bebek ölümleri şehirlerde yüzde 23.3; nüfusu binin altında olan yerleşim yerlerinde bu oran %49.5’dir. Bebek ölüm
hızı açısından bölgesel farklılıklar aşılamamıştır. Hiç aşı olmayan çocuk oranı yüzde 4’tür. Türkiye’de her üç çocuktan biri sağlıklı beslenemediği için gelişme ve büyüme bozukluğu içinde büyümektedir. Okul öncesi eğitim kurumlarına devam eden çocuk oranı yüzde
88
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
8.8’dir. 7-13 yaş arası okula kayıt olmayan kız yüzdesi 31.9’dur. 7-13 yaş arası
okula kayıtlı olmayan erkek çocuk yüzdesi 21.2’dir. Türkiye’de her 5 çocuktan
1’i çalışmaktadır.
Modern çocukluk anlayışına göre, çocukların bakımı ve yetiştirilmesi salt
ana-babanın görevi olmayıp çocuğun
korunmasında ailenin yanında toplumun da sorumluluğu bulunmaktadır.
Sosyal devlet anlayışının geliştiği 20.
yüzyılda çocuğun korunması konusunda kamunun rolü daha iyi anlaşılmış
durumdadır (Karataş, 2001).
Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre, taraf ülkeler tüm çocukların yaşam kalitesinin artırılması, çocuklarla ilgili bilgilerin kayıt altına alınması, özellikle risk
altında yaşayan çocuk sayısının belirlenmesi, çocuklarla ilgili iş ve işlemlerin
denetlenmesi, ailelere ve tüm çocuklara yönelik asgari gereksinimlerinin karşılanması konusunda yükümlülüklerinin yerine getirmek durumundadır.
Ancak sosyal kayıtları da ekonomisi
gibi kayıt dışı olan ülkemizde, yoksulluk riski altında olumsuz koşullarda yaşamını sürdürmek zorunda kalan, ebeveyn bakımından yoksun olan milyonlarca çocuğunu bulunduğu da bilinen
bir gerçektir.
Çocuğun İyilik Hali
‘Çocuğun iyilik hali’, gelişmiş toplum
olmanın kriterlerinden biri olarak, tüm
çocukları kapsaması gereken, ‘modern çocukluk paradigması’ açısından da ulaşılması hedeflenen bir olgudur. Çocukların iyilik halini tehdit eden
en önemli sorun yoksulluktur. Yoksulluğun toplumların geleceğiyle ile ilgili
en önemli etkisi, yoksulluğun çocuklar
Yolcuoğlu
üzerindeki olumsuz etkileridir. Çocuklar, yoksulluktan direkt olarak ve dolaylı olarak iki şekilde etkilenirler. Direkt
olarak, gıda kalitesinde düşme, konut,
sağlık-bakım eğitim ve ulaşım olanaklarının eksikliği şeklinde; dolaylı yönden ise olumsuz koşullarla daha fazla
baş edecek gücü kalmayarak ekonomik durumları bozulan, düşük ve yetersiz gelirli ebeveynleri vasıtasıyla etkilenmektedirler (Fraser, 2006: 54).
Tüm dünya toplumlarında çocuklarla
ilgili esas sorun; ihmal ya da istismara uğrayan ancak sınırsız masumiyetleriyle bunları hiçbir şekilde hak etmeyen çocuklar sorunsalıdır. Tüm çocukların ihmal ve istismardan korunmasında “birincil koruma”, çocuklara yönelik
koruma programları geliştirilmesini gerektirmektedir. Bu programlar, tüm çocukların ve ailelerinin içinde bulundukları koşulları iyileştirme, yaşam kalitesini artırma, sosyal risklerin oluşmasını
önleme amacını taşımaktadır. Bu amaca ulaşmak için çocuk koruma politikalarının oluşturulması, eğitim düzeyinin
yükseltilmesi, kamu sağlığı programlarının geliştirilmesi, işsizlik oranının düşürülmesi ve ulusal gelirin artırılması
zorunludur. Önceki yıllarda sosyal koruma harcamalarının GSMH içindeki payı
% 17 seviyesinde olan Yunanistan’da
1998 yılında bu oran % 24’e yükselmiştir (Buğra ve Keyder, 2006: 67). Eğitim,
sağlık, sosyal güvenlik, sosyal yardım,
konut alanındaki sosyal harcamaların
GSMH içindeki payı Türkiye’de % 19
iken, Yunanistan’da % 35, İsveç’te %
53.2 ve A.B.D’de ise % 53.8’dir (World
Bank, 2000). Görüldüğü üzere, ülkemizde sosyal alana ayrılan payın halen
düşük ve yetersiz olması, ne yazık ki
halen sosyal sorunları tetiklemeye devam etmektedir.
Korunması Gereken Çocuklar
Olgusu
Korunması gereken çocuklar sorunu
her toplumun kendine özgü sosyal ve
ekonomik ortamın, ülkedeki mevcut politika uygulamalarının sonucu olan bir
sosyal sorun olarak gündeme gelmektedir. Ülkemizde özellikle kırdan kente
aşırı göç sonucu ortaya çıkan plansız
kentleşme ve kentte nüfus yığılmasının
sonucu ortaya çıkan kentsel ortamdaki işsizlik, ailelerdeki sosyal sorunların,
aile parçalanmalarının (family breakout) ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır. Büyük kentlerimizde gördüğümüz, sokaklarda çalışan, mendil satmak için çırpınan, dilencilik yapan, trafik ışıklarında canhıraş bir şekilde araçların camlarını silmeye çalışan, onu yetiştirme sorumluluğu bulunan büyükleri
tarafından hırsızlık yaptırılmaya gönderilen çocukların hepsi korunma ihtiyacı
olan çocuk siluetleridir. En geniş anlamıyla ‘korunması gereken çocuk’; “temel bakımı, yetiştirilmesi, esirgenmesi
ve gözetilmesindeki yetersizlik ve aksama nedeniyle sosyal, fiziksel, ruhsal ve
ahlâki yönden sağlıklı bir yetişkin olmasının önünde çeşitli engeller bulunan
çocuk”tur (Koşar, 1992: 42).
Modern çocukluk anlayışı 17. ve 18.
yüzyıllar Avrupa’sında Aydınlanma döneminin etkileri ve Endüstri Devrimiyle birlikte ortaya çıkan burjuva sınıfının öncülük etmesiyle, gelişmeye başlamıştır. Bu yöndeki sosyal politikalar,
çocukların korunması konusunda birçok evrensel oluşuma öncülük etmiştir. Hümanist çocukluk anlayışını içeren
Avrupa kökenli akım, çocukların refahı
konusunda devletin sorumluluk almasını etkilemiştir (Postman, 1995: 13).
Sosyal çalışma biliminin temellendi-
89
Toplum ve Sosyal Hizmet
ği ekolojik sistem kuramının sunduğu
yaklaşım açısından, ‘korunması gereken çocuklar’ sorununu açıklayabilecek bir çerçeve şu şekilde oluşturulabilir: ülkemizde hüküm süren korunması gereken çocuklar sorunu, toplumsal değişme, sosyoekonomik değişmeler, göç, kentleşme, işsizlik ve yoksulluk gibi toplumsal değişmeye yol açan
yapısal etmenlerle ailelerin durumu
ve özelliklerinin (aile yapısı ve işlevleri vb.) etkileşiminin bir ürünüdür. Toplumsal değişme, göç, kentleşme, işsizlik, ve yoksulluk gibi faktörler hem aileleri etkilemekte hem de onlardan etkilenmektedir. Ailelerin özelliklerinden
bir bölümü göç etme, işsiz ya da yoksul olma bir bölümü de ailenin işlevselliğini kaybetmesi, geniş aile desteği ve
sosyal destekten yoksul olması gibi değişkenlerdir.
SONUÇ
Sonuç olarak, Çocuklarla ilgili tüm dünya ölçeğinde en önemli belge olan Çocuk Hakları Sözleşmesi (ÇHS)’ne göre;
ihtiyaç duyan ailelerin gereksinimlerini karşılamak, ebeveynlik becerilerinin
geliştirilmesini sağlamak, onların haklarını göz ardı etmeksizin iyi birer anababa olduklarını kabul etmek ve kapasitelerini güçlendirmek, devletin görevleri arasındadır. Ailenin, problemlerini
çözebilmesi, ailedeki iletişimin iyi olması, aile üyelerinin rollerini yerine getirmeleri, tüm aile sisteminin genel fonksiyonlarını yerine getirmesi de aynı şekilde hem aile üyeleri için hem de çocuğun iyilik halinin devamı için olmazsa olmaz gereksinimler anlamına gelmektedir. ÇHS’nin 3. madde 1. bendine göre; “çocuğu ilgilendiren bütün faaliyetlerde, çocuğun yararı temel düşüncedir”. Sözleşmede, her çocuğun
90
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlâksal
toplumsal gelişmesini sağlayacak
yeterli bir hayat seviyesine hakkı olduğu kabul edilmektedir (27/1). Tüm
çocukların iyilik halinin devamının sağlanmasını savunan ÇHS, Türkiye tarafından 1990 yılında kabul edilmiş, 27
Ocak 1995 tarih, 22184 sayılı Resmi
Gazete’de yayınlanan 4058 sayılı kanunla onaylanarak ulusal hukuki bir belge haline gelmiştir. Ancak sosyal politika düzenlemeleri, ÇHS’nin tüm çocukların iyilik halini desteklemeye yarayacak enstrumanları içermekten yoksundur. Mesleki bilgi birikimi, mesleki etik
çerçevesinde ve güçlü olması gereken
bu düzenlemelerle çocuklar ve ailelerin
yaşamlarına müdahil olan sosyal çalışma disiplini sorunu kavrayacak, çözebilecek güce kendisi henüz ulaştırılamamıştır. Buradan, sosyal politika üzerinde risk altında yaşayan nüfusu gruplarına yönelik bir toplumsal baskının ve
talebin oluşturulması gerektiği ortaya
çıkmaktadır. Dezavantajlı nüfus gruplarını kollamak iddiasıyla ortaya çıkmış
olan“sosyal politika”, bir ülkede yaşayan
tüm bireyler için, bakıma ve korunmaya gereksinimi olan nüfus grupları için
koruyucu, güçlendirici, sosyal adaleti ve
eşitliği sağlayıcı hizmetlerin bütünü olarak tanımlanabilir. Sosyal politika, sosyal refah sistemlerinin oluşturulması,
kapsamlı sosyal hizmetlerin sunulması
ve bu yolla sosyal sorunların önlenmesiyle gerçek anlamını bulabilmektedir.
Küreselleşme rüzgarlarının güçlü etkisiyle tüm dünya ölçeğinde olduğu gibi
ülkemizde de sosyal devletin, sosyal
güvenlik kurumları, devletin ücretsiz
sunduğu sosyal hizmetler vb. dezavantajlı bireylerine yönelik olarak kazanımları giderek yok olmakta, ekonominin
ulus-devletler tarafından yönetilmesi
Yolcuoğlu
ve yönlendirilmesi giderek daha imkansız hale gelmektedir. Ülke ekonomilerinin yönetimi çok uluslu şirketlere geçerek el değiştirmekte, küçülen devlet
yapısında da sosyal hizmetlerin ihmal
edilmesi ve yetersiz sunumu riski gündeme gelmektedir. Bu durum, özellikle
yoksulluk ve yoksunluklar içerisinde yaşamlarını sürdürmeye çalışan çocuklar
ve ailelerin daha güç koşullara hazırlıklı olması gerektiği gerçeğini gündeme taşımaktadır. Aile ve çocuklara yönelik sosyal politikalardaki mevcut durumda bile önemli yetersizlikler içeren
bu negatif değişimler, çocuklar ve ailelere yönelik sosyal hizmet olanaklarının
azaltılmasına ve dolayısıyla çocukların
sağlıklı ve fonksiyonel bireyler olarak
yetişebilmelerinin önünde ciddi engeller oluşmasına neden olmaktadır. Bu
şekilde daha da yoksullaşan ve destekten yoksun kalan ailelerde, çözülmeler
hızlanmaktadır. Örneğin, 2000 yılında
İstanbul’da 6.546 boşanma meydana
gelmiş iken 2006 yılında bu rakam yıllık
ortalama 19.000’e ulaşmıştır. Görüleceği üzere sorun, ekonomik politikaları şekillendiren insiyatiflerden kaynaklanmaktadır. Sosyal sorunların gerektiği biçimde ayrıntılı ve ‘çözüm odaklı’
bir yöntemle ele alınamaması, ailelerin
ve dolayısıyla çocuklarının yoksunluklar içerisinde bir yaşam sürmeye çalışmasına yol açmaktadır.
Devletin eğitim, sosyal güvenlik, işsizlik politikaları ve çocukların içinde yetiştikleri ailelerin konumu, en başta
beslenme-barınma ve eğitim olanakları, eğitim kalitesi, eğitim görme süresi gibi faktörler üzerindeki etkileri aracılığıyla, yoksulluğun derecesi ve belki
daha da önemlisi, nesilden nesile geçerek sürekli hale gelmesi üzerinde belirleyici bir rol oynamaktadır.
Ülkemizde uygulanan sosyal politikalarda, henüz çağdaş anlamda çocuk
yardımından, sosyal yardımlardan, ailelere yönelik doğrudan gelir aktarımından yani ailenin bütünlüğünü ve iyilik
halini hedefleyen plan, program, proje ve hizmetlerden söz etmek olanaklı değildir. Korunması gereken çocuklar
sorununu çözmeye yönelen hizmetleri
ve çocuk koruma sistemini değerlendirebilmek için, öncelikle sorunu eleştirel
ve bütüncül bir bakış açısı ile ayrıntılı
bir şekilde ele almayı gerektirmektedir.
Gelişmekte olan ülke statüsünde bulunan Türkiye’de uzun yıllardır toplumtemelli (koruyucu aile bakımı vb.) çocuk
hizmetleri bir türlü geliştirilememiştir.
Çocuğun korunmasında ‘kurum bakımı’ uygulaması her zaman ilk seçenek
olarak görülmüştür. Oysa, Yörükoğlu
(vd., 1968)’nin, yuva çocukları üzerine
yaptıkları bir araştırmada; yuvalarda fiziksel bakımın yeterince sağlanmasına rağmen, anne ya da anne yerini alacak bir kişinin olmayışı sonucu, çocukların beden ve ruh gelişimlerinin geride kaldığı gözlemlenmiştir. Bu nedenle, korunmaya muhtaç çocuklara yönelik kurum bakımı uygulamasını sürdürmek, çocuğun iyilik halini sağlamaya yönelik bir müdahale değildir. Özellikle 0-6 yaş arası çocuklarda telafisi
olanaksız travmalar yarattığı araştırma
sonuçlarıyla belirlenen çocukların, hiçbir şekilde kurum bakımına alınmadan,
toplum-temelli uygulamalarla koruyucu
ailelerin yanına, kendi aile-akrabası yanına ev ortamına yerleştirilmelidir. Ailelerdeki en önemli sorunun yoksulluk olduğu bilinmektedir.
Yoksulluk, ülkemizde halen çok önemli bir risk faktörü olarak rol oynamakta olup Türk-İş’in uzun zamandır aylık
olarak gerçekleştirdiği hesaplamalara
91
Toplum ve Sosyal Hizmet
göre 2007 yılı itibariyle dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 619 TL, yoksulluk sınırı
1.650 TL’dir. (Türk İş, 2008), olarak hesaplanmasına karşın nüfusun neredeyse yarısının bu gelir rakamlarına ulaşamadığı tahmin edilmektedir.
SHÇEK 2007 Yılı Değerlendirme Raporu incelendiğinde, 2000 yılında
2.500 çocuğa sosyal yardım desteği
sunularak aile yanında kalmakta iken,
2007 itibariyle bu sayının 25.000 çocuğa yaklaştığı ve çocuk başına aylık
ödemenin 70 YTL’den 200 YTL’yi geçen rakamlara ulaştırıldığı göze çarpmaktadır. Ancak tüm çocukların iyilik haline ulaşmak, sadece kurumlara
çocuklarını yerleştirmek için müracaat
eden ailelerle sınırlı kalmamalıdır. Yoksulluk vb. riskler altında yaşayan milyonlarla ifade edilebilecek çocuk nüfusu gereksinimlerinin karşılanmasını
beklemektedir.
Her ülkenin kendi çocuklarıyla ilgili ulaşmayı hayal ettiği en nihai hedef:
tüm çocukların “iyilik haline ulaşabilmek” ve çocukların optimal gelişmelerine zemin hazırlayacak olanakları onların ayaklarının altına sermektir. Çocuğun iyilik hali, ihmal ve istismardan
uzak ve tam güvende olduğu bir haldir.
Bu bağlamda da çocukların iyilik halini
hedefleyen gereksinim-temelli hizmetler geliştirilerek, kamu ve özel alandaki sosyal çalışma uygulamalarının etkin bir şekilde entegre olduğu yeniden
yapılandırılmış bir “çocuk koruma” çerçevesi, öncelikli bir politika ve acil eylem olarak bir an önce oluşturulmalıdır. Sosyolog Viviana Zeizer (1985)’ın
“paha biçilemez şey” diye tanımladığı “çocuk” öznesinin, gereken tüm olanaklara kavuşturulması en öncelikli bir
toplumsal görev olarak gündeme alınmalıdır.
92
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
KAYNAKÇA
Acar, B. Yüksel ve Acar H. (2002). “Sistem
Kuramı- Ekolojik Sistem Kuramı ve Sosyal Hizmet: Temel Kavramlar ve Farklılıklar”. Toplum ve Sosyal Hizmet Dergisi, H.Ü.
SHYO Yayını, Cilt:13, Sayı!, 2002: 29-35.
Aile ve Çocuk Özel ihtisas Komisyonu Raporu (2001). DPT, Ankara.
Ashman, Kirst K. ve Hull, G. H (1999).
“Understanding
Generalist
Practice”.
Chicago:Nelson Hall Publisher,
Barker, R. L. (2004). “The Social Work Dictionary”. Silver Spring, Md: NASW Press.
BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, Ulusal
İlk Rapor, Ankara, 1999.
Child Wel-Being, Chıld Poverty and Chıld
Polıcy in Modern Nations (2001). (Eds.) K.
Vlemincky and T. M. Smeeding. The Policy
Press.
Cunnıngham, H. (2005). “Children and
Childhood in Western Society Since 1500”.
Pearson, Great Britain.
Çocuk Haklarına Dair Sözleşme. (1997).
T.C. Başbakanlık Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Yayını, Ankara.
Çocuk Koruma Kanunu. 5395 Sayılı Kanun. 03.07.2005.
DPT (2001). “Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma
Planı Aile Özel İhtisas Komisyonu Raporu”.
Elkind, D. Childrearing and Education in A
Changing World. Çev: Emine G. Kapcı. Değişen Dünyada Çocuk Yetiştirme ve Eğitim.
Ankara Üniversitesi Çocuk Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayınları. Ankara,
2001, Yayın No:9.
Fass, P. S. (2003). Children and Globalization. Journal of History. 36 (4), 963-977.
Çeviren: Nihal Ahioğlu, Ankara Üniversitesi
Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 2004, cilt:
37, sayı: 1, ss. 141-155.
Fraser, W. M. (1997). “Risk and Resilience in Childhood an Ecological Perspective”.
Nasw Press, Washington.
Yolcuoğlu
Fraser, Mark W., Jeffrey M. Jenson (Edit.).
(2006). “Socıal Polıcy for Children ve Families: A Risk And Resilience Perspective”.
Sage Publications, California.
Holland, S. (2004). “Child and Family Assesstment in Social Work Practice”. Sage
Publicatons
Holman, A. M. (1983). “Family Assestment:
Tools For Understanding and İntervention”.
Beverly Hills, Ca: Sage.
Karataş, K. (2001). “Toplumsal Değişme
ve Aile”. Toplum ve Sosyal Hizmet” Cilt:12,
Sayı:2.
Kongar, E. “Toplumsal Değişme Kuramları
ve Türkiye Gerçeği”. Remzi Kitabevi, 1981.
Türkiye İstatistik Kurumu İnternet Portalı,
2008.
Türkiye Nüfus ve Vatandaşlık İdaresi İnternet Portalı, 2008.
U.S. Department of Health and Human Services (2008). Administration for
Children&Families (acf.hhs.gov) Web Sitesi.
Vıvıana, A. Z. (1985). “Pricing The Priceles
Child: The Changing Social Value of Children”. Newyork,
Yörükoğlu, A. vd. (1968). “Yuva Çocuklarında Ruh ve Beden Gelişmesi Özellikleri”.
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi. Ankara:11, 2-3, ss. 70-78.
Little, M (1997). “The Re-Focussing of
Children’s Service”. N. Parton (Ed. ), Child
Protection and Family Support. London:
Routledge. (pp. 25-38).
Loman L. A. ve Siegel, L. (2004). “An Evaluation of The Minnesota SDM Family Risk
Assestment”. St. Louis, Missouri.
Maluccio, A. N., Pine, B. A. ve Tracy, E. M.
(2002). “Social Work Practice with Families
and Children”. Columbia University Press,
New York.
Postman, N. (1995). Çocukluğun Yokoluşu.
(Çev.) K. İnal. Ankara: İmge Kitabevi.
Rıdge, T. (2003). “Childhood Poverty and
Social Exclusion. From A Child’s Perspective”. The Policy Pres.
Robin, M. (1991). “The Social Construction
of Child Abuse and False Allegations”. Bridgehampton, New York: The Haworth Press.
Strand, V. C. (1995). “Single Parents”.
Encyclopedia of Social Work (Vol. 3, pp.
2157-2164). Washington DC: Nasw Press.
Şenses, F. (2001). “Küreselleşmenin Öteki
Yüzü: Yoksulluk” İletişim Yayınlar, İst.
Türkiye’de Çocuğun Durumu. (1989). DPT
Yayını, Ankara.
Türkiye İstatistik Kurumu İnternet Portalı,
2008.
93
Akbaş ve Atasü Topçuoğlu
Derleme
MODERN ÇOCUKLUK
PARADİGMASININ
OLUŞUMU- ELEŞTİREL
BİR DEĞERLENDİRME
Formation of the Modern
Childhood Paradigm – A
Critical Evaluation
Emrah AKBAŞ*
Reyhan ATASÜ TOPÇUOĞLU*
Araştırma görevlisi, Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal
Hizmet Bölümü
*
ÖZET
Bu makalede yazarlar, modern çocukluk paradigmasının köklerine ilişkin eleştirel bir
değerlendirme yapmakta ve modernitenin
başlangıcından günümüze değin çocukluk
fikrinin geçirdiği evreleri tartışmaktadır.
Modern Çocukluk
Paradigması, Modernite.
Anahtar Sözcükler:
ABSTRACT
In this article, the authors make a critical
evaluation on the roots of modern childhood paradigm and discuss the phases of the
idea of childhood from the beginning of modernity to the present day.
Key Words: Modern Childhood Paradigm,
Modernity.
GİRİŞ
Çocukluk tarihi yirminci yüzyılın ikinci
yarısından itibaren sosyal bilimler içinde yeni bir araştırma alanı halini almıştır. Çocukluk tarihi ve modern çocukluğu anlamaya dönük çalışmalar, hiç olmadığı kadar yaygın bir kabul görmektedir. Ancak bu ilginin değilse bile, konuya ilişkin çalışmaların henüz yeterli düzeyde olduğunu söylemek güçtür.
Öyle ki, henüz bu alanda ortaya konmuş ilk büyük çalışmaların yaygın etkisi önemli meydan okumalarla karşılaşmaksızın devam etmektedir. Çocukluk tarihi üzerine yapılan araştırmaların
öncüsü, Annales Okulu üyesi bir tarihçi
olan Philippe Ariés’in l’Enfant et la Vie
Familiale sous l’Ancien Regime adlı
kitabıdır.1 Bu çalışma sosyal bilimciler
için önemli veriler sağlamanın yanı sıra
savunduğu ana savıyla, özellikle sosyoloji çevrelerinde büyük bir ilgi uyandırdı. Bu sav, çocukluğun biyolojik değil, sosyal ve kültürel bir kategori/kurgu
olduğu idi. Ariés’ten (1962) sonra artık
çocukluğun toplumsal bir kurgu olduğu
düşünülmeye başlandı. Mademki çocukluk sosyal ve kültürel bir kurgu idi,
şu halde, artık her yerde ve her zaman
aynı biçimde deneyimlenen genelgeçer bir çocukluk fikrini savunmanın pek
bir anlamı yoktu. Böylelikle, çocukluğu
toplumsal bir inşa olarak tartışabileceğimiz bir zemin açıldı. Çocukluğu, farklı deneyimler, değişken ve dinamik algılayışlar, giderek bir kavram, bir söylem
ve bir söylemler alanı halinde ele alabileceğimiz, yani modern çağda çocukluğu nasıl anladığımızı tartışabileceğimiz
bir zeminin temeli atıldı.
1 Bu kitap 1962’de İngilizce’ye çevrilmiştir: Ariés, P. (1962) Centuries of Childhood, A Social
History of Family Life (çev. Baldwick, R.). New
York: Random House.
95
Toplum ve Sosyal Hizmet
Günümüzde çocukluk fikrinin ve çocukluğa ilişkin evrensel kabulleri yorumlarken, bu söylemlerin, Aries’le başlayan
ve 1990’larda yoğunlaşan tartışmalarla
olan kesintili ancak sürekli ilişkisini görmek gereklidir. Bu noktada belirtmek
gerekir ki, bu çalışma moderniteyi bitmiş ya da aşılmış değil, halen devam
eden bir medeniyet projesi olarak tartışmakta ve post modernliği bir çağ değil, modernitenin eleştirisi olarak ele almaktadır.
Modern Çocukluk Düşüncesinin
Kökeni
Modern çocukluk düşüncesinin köklerine dair girişilecek herhangi bir sorgulama şu soruyla başlamalıdır: Çocukluk
toplumsal bir kurguysa, modernlik öncesi dönemde çocukluğu nasıl ele almalıyız? Öyleyse, modern çocukluk
paradigmasının sui generis niteliklerini
irdelemek gerekir.
Elias, Uygarlaşma Süreci adlı çalışmasında çocuklar ile yetişkinler arasındaki
toplumsal ve fiziksel mesafenin uygarlık süreci geliştikçe arttığını öne sürmüştür (İnal, 2001: 12). Ancak bu süreç, yeknesak bir fark etme süreci değildir, önemli kırılma noktaları ve siyasi gerilimler içeren bir toplumsal söylem geliştirme sürecidir. Aydınlanmanın, çocukluğun fark edilmesi üzerine
düşünülmeye başlanması açısından ne
denli keskin bir kırılma noktası olduğunu ortaçağa bakınca daha iyi kavramak
mümkündür. Ariés (1962: 22), “ortaçağ
sanatında çocuğun adı yoktur” tespitini yaptığı çalışmasında açıkça koyar ki,
çocuk ancak onuncu yüzyılda resimlenebilmiştir, o da minyatür bir yetişkin
olarak. On yedinci yüzyılda, çocukların
yetişkinler gibi giyinmekten vazgeçip ilk
elbiselerine sahip olmaları, özel oyun-
96
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
caklara kavuşmaları görülür. Ariés’e
göre, modern çocukluk kavramı temelde burjuvazi ve aristokrasiye özgü bir
fenomendi ve öncelikle erkek çocukları kapsıyordu. Alt sınıfların, köylü ve esnafın çocukları için, yetişkinlerden giysi, çalışma ya da oyun açısından hiçbir
farkı olmayan eski yaşam biçimi sürüyordu (Tan, 1994: 18). Çocukluğun ne
anlam ifade ettiği, daima yetişkinler tarafından tanımlanıyordu. Bu tanımlama
yetişkinliğin değillenmesinden başka
bir şey değildi. Buna göre, çocuklar öncelikli olarak olgunlaşmamış, eğitilmemiş ve şekillenmemiş kabul ediliyorlardı (Dekker, 2000: 6).
Ariés bir tarihçi gözüyle çocukluğun bir
kategori olarak ortaya çıkışını açıklamaya çalışmıştır; ancak, sözü edilen
sosyal ve kültürel bir olgu ise, burada
salt tarihyazım perspektifini bir yana
bırakıp, süreci belirleyen sosyolojik ve
politik doğurguları görebilmek gerekir.
Ariés’in kimi sosyolojik açıklamaları bir
yana bırakılırsa, politik ve ideolojik nedenleri görmek için özel bir çaba göstermediği anlaşılmaktadır. Ariés hipotezini doğrulamak üzere, özellikle sanattan yararlanırken, hem tarihsel olayları hem de konjonktürü “anakronik” bir
biçimde okuyor görünmektedir. Sanatın bir nesnesi olarak çocuğun resimlenmesini, ortaya çıkan çocukluk fikrini ispatlamak için kullanmanın sorunlu
yanları açıktır. Diğer taraftan, Ortaçağ
sanatında çocuğun adının olmaması,
Ortaçağda çocukluk fikrinin olmadığı
argümanını ne kadar geçerli ve tutarlı bir biçimde destekleyebilir (Heywood,
2003: 18-19)?
Ariés’in tarihsel bulgularını, onun eleştirisini dikkate alarak değerlendirir ve bu
olguyu kendi tarihsel ve toplumsal koşulu içinde ele alırsak, yeni bir sonuca
Akbaş ve Atasü Topçuoğlu
ulaşabiliriz. Ortaçağ Avrupası’nda resim ve heykel, ana akım içinde sosyopolitik simgesel önem arz eden şeyleri konu alıyordu. Bunun başlıca nedeni
Aristokrasi ve burjuvazinin ve Kilisenin
sanatçılar için biricik sipariş verici kitle olması ve sanatsal nesnenin biricik
alıcısı olmasıydı. Bu nedenle, bilhassa resim sanatında, genelde “önemliler”, önemli olaylar ve ihtişamıyla doğa
resmediliyordu. Ortaçağ resim ve heykeli bu şekilde düşünüldüğünde, çocuğun “imgesinin” olmaması, an azından o dönemde “çocukluğun” toplumsal ana akım söylemde anlamlı bir simge olarak kullanılmadığına kanıt oluşturmaktadır.
Çocukluğun nasıl bir toplumsal kategori olarak var edildiğine dair, önemli savlardan biri, Aydınlanma dönemine ancak dönemin ruhu ve getirdiği değişimler yerine, çok daha dar olarak dönemin getirdiği somut bir icada dayanan
bir açıklama önerir. Modern çocukluk
paradigmasını aynı zamanda modern
yetişkin paradigması kabul eden Postman, Rönesans’ın en büyük icatlarından saydığı çocukluk fikrinin matbaaya
dayalı yetişkin enformasyonu sonucu,
önce yetişkinin çocuktan uzaklaşması
ile başladığını iddia eder (1995: 33-52).
Matbaayla birlikte yetişkinler ve çocukların enformasyon biçimlerinin ayrıştığı açıktır; ancak, neden sonuç ilişkisini matbaa ve ayrışan yetişkin çocuk
enformasyonunda mı aramak gerekir,
yoksa daha üst bir neden sonuç ilişkisi var mıdır? Asıl irdelenmesi gereken,
matbaayı ortaya çıkaran sürecin bu ayrışmaya nasıl bir etkide bulunduğudur.
Elbette modernlik öncesi dönemde çocuklar insan türünün sevimli yavruları
idi ve kendilerine özgü birtakım nitelik-
leriyle büyüklerin dünyasından ayrışıyorlardı. Modern çocukluk paradigması, bir kavram olarak “çocukluk”a gönderme yapar. Cunningham (1998: 1)
insanoğlu olarak “çocuklar” ile değişen
düşünceler kümesi olarak “çocukluk”
arasında bir ayrım yapmanın önemini
vurgular. Modern çocukluk paradigmasından kasıt, çocukluk adı verilen insan
gelişiminin bu ilk evresinin “keşfi”dir. Bireyi, toplumu, doğayı – içinde bulunduğu evreni analitik olarak analiz ederek – tanımlamaya ve sınıflandırmaya dayanan ve tanımladığı kategorileri pozitivist ve evrimci – ancak çoğu zaman Avrupa merkezli ve ataerkil kalıplar içindeki – temel bir anlayışın çerçevesinde, büyük kuramsal anlatılarda birleştiren Avrupa modernleşmesi
sürecinde, çocukluk bir merak ve inceleme nesnesi olarak gündeme gelmiş,
çocukluğa dair anlayış ve söylemler bu
süreçte oluşmaya başlamıştır. İşte bu
nedenle, bugün çocukluk üzerine olan
düşüncelerini anlamak ve değerlendirmek için moderniteye bakmak gerekir;
başka bir deyişle, “çocukluğun” kökenini “modernite”de aramak gerekir. Bilimsel ve rasyonel soruşturmanın geleneksel “taassup” karşısındaki zaferi olan (Archard, 1998: 20) modernleşme içinde çocukluk, hamlıktan olgunluğa erişecek, gelişecek, evrilecek nosyonlarının eridiği bir pota olarak, kendine has bir simgesel önemi haizdir. Nitekim Dekker’inki (2000) gibi çalışmalarda, on dokuzuncu yüzyılda çocukluğun, modernleşmenin ve ilerlemenin
simgesi haline geldiği anlatılmaktadır.
Avrupa modernleşmesi sürecinde yetişkinlikten apayrı bir kategori olarak
ortaya çıkan çocukluğun, kendine özgü
gelişimsel niteliklerinden başka, gündelik yaşam biçimleri de büyüklerinkin-
97
Toplum ve Sosyal Hizmet
den farklı ve yalnızca çocuklar içindir.
Bununla birlikte, modernlik öncesi çocukluğu şekillendiren en önemli şey,
çocukluğun yetişkinlik öncesi bir dönem oluşudur. Hal böyle olunca, çocuk oyunları ve oyuncaklarındaki benzerlikleri de kesin bir biçimde açıklamak mümkün olmaktadır. Onur’a göre
(2002: 32-36), oyuncağın çok eski dönemlerde dahi var olmasının nedenini
yetişkinlerin niyetinde aramak gerekir.
Buna göre, oyuncakların işlevi çocukları yetişkin rollerine hazırlamaktır.
Modern çocukluk paradigması, on sekizinci yüzyıl aydınlanmasından, bir
yandan Rousseau’dan, bir yandan da
Locke’tan esinlenmiştir (Tan, 1994).
Katolik kilisesinin “ilk günah” doktrinini
devrimci bir cesaretle reddeden John
Locke, insan hayatının başlangıcını ilk
günahtan azad ederek, erişkin olmayanı, en başta kilise ve zımni olarak da
diğer otoriter kurumlar karşındaki “suçlu” dolayısıyla borçlu, ödemesi ve biat
etmesi gereken kişi konumundan çıkarmış; bireyin gelişiminde kurumların
etki ve sorumluluğunu vurgular bir biçimde, “Protestan çocuk anlayışı” tezinde, çocuğun zihnini; ebeveyn, öğretmen ve devlet tarafından “doldurulması” gereken bir tabula rasa olarak anlatmıştır. Rousseau’ya göreyse, yetişkinlerden farklı, kendine özgülüğü olan
romantik bir çocuk anlayışıdır gerekli olan. Özellikle Rousseau’nun Emile’i
modern çocuk eğitimine önemli katkıda
bulunmuştur. Locke’un, hayatın başını
temize çıkararak, özgürlüğü çağıran ve
bireyin gelişiminde kurumların etkisini
vurgulayarak, onları sorumluluğa davet
eden tutumuyla, Rousseau’nun hümanist yaklaşımı, bu iki aydınlanmacı anlayış, modern çocukluk paradigmasının
ortaya çıkmasında önemli rol oynamış-
98
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
tır. Ancak modernizm içinde, aydınlanmacı temelin üstüne, dönemin siyasal
sosyal ve ekonomik koşulları uyarınca
biçimlenen, değişen bir çocukluk söylemi kurulmuştur.
Burada belirtmek gerekir ki, ne feodal dönemde oluşan değerler ne Aydınlanmanın getirdiği kazanımlar ne
de tüm bunlar üzerinden köklenerek
modernite boyunca şekillenmeye devam eden çocukluk söylemi, eşitsizliklerden ve eşitsizlikleri pekiştirmekten
azadedir. Tam tersine, çocukluk söylemi, her zaman büyüklerin öznesi olduğu bir söylem olarak karşımıza çıkar.
Büyükler hep çocukları tanımlar, onların etki ve hareket alanlarını belirler.
Bu özne sorunu, bugün de çocuk hareketi içinde devam etmektedir. Bunun
yanı sıra, tarihsel gelişimi içinde “çocukluk” söylemi, bir grubu belirli imtiyazlar ve sınırlamalar içinde tanımlar
ve ona değer atfederken, öncelikle Avrupa merkezli, sınıfsal ayrıma, toplumsal cinsiyet ve ırk ayrımına dayalı olarak kurgulamıştır. Özel olarak eğitilen,
yetişkinliğe hazırlanan ilk çocuklar, üst
sınıfın erkek çocuklarıdır. Daha sonra
bu grup giderek genişlese de, bu ayrımları hep bir biçimde yeniden üretmiştir. İnal (2007: 17-18) da modern
çocukluk düşüncesinin temelinde iki
önemli öğenin yattığını savunmaktadır: Burjuvazi ve bilim. Burjuva ailesinin oluşumuyla birlikte, çocuk özel ilgi,
duygusal yaklaşım, rasyonel eğitim ve
disiplinli bir hayat temposu içinde yeniden tanımlanmış ve giderek çocukluk ayrı ve özel bir yaşam evresi olarak tanımlanmaya başlamıştır. Çocuklar, bu dönemden sonra bilimsel akımların da dikkatini çekerek hümanist bir
projenin/mücadelenin yapı taşları olarak dikkate alınmıştır.
Akbaş ve Atasü Topçuoğlu
Modern çocukluk paradigması, tekil bir
olay olarak ele alındığında, kökenlerini ve gelişimini kendinden menkul bir
biçimde açıklamak ve herhangi bir tarihsel veriyi anakronik bir biçimde okumak, bir hayli kolay ve çeldirici olacaktır. Oysa tümüyle “sosyal” olan bu olguyu tarihsel, sosyal ve siyasal bağlamıyla birlikte ele almak ve onu etkileyen/
tetikleyen etmenleri teorik çerçevenin
merkezine yerleştirmek bir zorunluluktur. Ayrıca, insanı türlü halleriyle, toplumsallığı içinde anlamayı ve hissetmeyi gerektiren mesleğimiz ve mesleki duyarlığımız açısından da, bu gerekli bir düşünce deneyimidir.
Modern Ulus-Devlet ve Modern
Çocukluk
Modern toplum bir denetim (control;
surveillance; discipline) ve “pozitif iktidar” (üretken iktidar) toplumudur (Foucault, 2001). Sosyal kontrolün başatlığı içinde toplumlar, normal ve anormal
arasında ayrımlar oluşturur ve tüm üyeleri gözetlemek, anormal olanı tespit
etmek, etiketlemek ve “düzeltmek” için
denetim mekanizmaları geliştirirler. Dahası, Avrupa kapitalizmi içinde şekillenen modern ulus-devlet, çeşitli yollarla
“iyi vatandaşlar” yetiştirmeye uğraşan
“normalleştirici”, “eğitici” ve “uygarlaştırıcı” vasıtalara da sahip olmalıdır (Foucault, 1986: 199). Anormal olanların rehabilitasyonu sürecinde çok farklı usuller mevcuttur. Akıl hastaneleri, okullar,
sosyal hizmet mesleği, sivil toplum örgütleri, vs. bu süreçte sözü edilen araçlar olabilmektedir. Bazen sergi ve fuarlar bile, örneğin, Bennett’a göre, “devlet ve halk arasındaki pedagojik ilişkileri” gerçekleştirebilmektedir (1994).
Foucault’cu bir yaklaşımla bakarsak,
modern ulus-devletin ayırt edici vasıfla-
rından en önemlisi, onun denetim yöntemleridir. Bu yöntemler, fiziksel şiddetin giderek azalarak, yerine kurumsallaşma, disiplin ve bilgi iktidarının gelmesi ve bu olguların tamamının gözetim etrafında birleşmesidir. Modernizmin homojen değil, Avrupa deneyimlerinin de gösterdiği gibi, limitleri faşizme kadar uzanan heterojen dinamikleri
sosyal, kültürel, siyasal, etnik, vb. bağlamlarda tektipleşmeye doğru giden
Foucault’un tabiriyle (1982) “büyük anlatıları” doğurmaya eğilimlidir.
Modernist paradigmaya ağır damgasını vuran denetim çabasının zorunlu kıldığı en önemli şeylerden biri, herşeyin
anlaşılır ve açıklanabilir olmasıdır. Aydınlanmayla birlikte, Avrupalının yeniden aklına güvenmeye başlaması, giderek bilginin iktidarın en önemli araçlarından biri haline geldiği modern paradigmada açıklama, dolayısıyla sınırlama ve kontrol etme, giderek birbiriyle daha bağlı pratikler haline gelmiştir.
Daha somut ifade etmek gerekirse, Avrupa özelinde ulus-devlet sürecinde ortaya çıkan vatandaşlık kavramı etrafında gelişen sosyal sözleşme çerçevesinde, vatandaşlık haklarının, önce erkekleri, daha sonra alt sınıfları, kadınları ve köleleri kapsaması sürecinde, çocuklar, hükümetler açından geleceğin
vatandaşları olacak potansiyel olarak,
siyasi bir önem kazanmışlardır. Vatandaşla devlet arasında tanımlanan karşılıklı görev, sorumluluk ve bağlılık ilişkisi içinde, devlet nezdinde ebeveynler,
çocukları yani vatandaşları yetiştirmekten sorumlu hale gelmişlerdir. Yakın tarihte gelişen çocukluk anlayışımızın temelindeki önemli dinamiklerden birisi
budur. Ancak, bu dinamik, kapitalist ve
ataerkil yapılar gibi var olan iktidar ilişkilerinden azade değildir.
99
Toplum ve Sosyal Hizmet
Söz konusu kimi sosyal bilim dallarının
uzmanları, insan yavrusunun davranışlarının ardındaki yasaları bulacaklar ve
onun sosyalleşmesinde tesadüfleri ortadan kaldıracaklardır. Buna göre, uzmanlar insan gelişiminin her evresi
hakkında en doğru bilgiyle donanmış
olmalıdırlar:
“…Bu soruların yanıtlarına geçmeden
önce, neden iyi bir çocukluk teorisine
ihtiyaç duyduğumuzu kabul etmemiz
gerektiğine biraz değineyim istiyorum.
Bir defasında, felsefe dersi vermek isteyip istemediklerini öğrenebilmek için
iyi bir ilkokula ziyarete gitmiştim. Tartışma esnasında, bir dördüncü sınıf öğretmeni, bana, dördüncü sınıf öğrencilerinin düşünce yapıları üzerine sorular
sordu. Başta bu öğretmenin beni sınadığını düşünmüştüm. Ama ne yazık ki,
durumun hiç de böyle olmadığını sonradan fark edecektim. Sanırım yanıt şu:
bu öğretmen, profesörlerin, çocukların
nasıl düşündüklerini, nasıl davrandıklarını, şu ya da bu dönemde neye benzemeleri gerektiğini açıklayabilecek bazı
teorilere sahip olması gerektiği fikrine
o kadar alışmıştı ki dışarıdan herhangi bir üniversiteden gelen herhangi birinin ona en iyi tanıdığı kişilerin gelecekte nasıl olacaklarını anlatabilmesini bekliyordu” (Matthews, 2001: 30-31).
Özellikle gelişim psikolojisi, geleceğin
ideal vatandaşlarını yaratmak için modern devlete mükemmel bir fırsat sunmuştur. Devletin varlığının devamını
sağlamak üzere vatandaşlar yetiştirilmelidir ve bunun ilk basamağı da çocukların eğitimidir. Zaten modern çocukluk paradigmasının gerçekleştiği
ana kurum okuldur, yani okullaşmanın
başlangıcı modern çocukluğun da miladıdır (Şirin, 1999: 156).
100
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
Okuldan önce modern devlet aile reisiyle bir sözleşme yapmayı tercih etmiştir. Ailenin başı hesap veren konumundadır. Çocuğun disiplininden aile
reisi sorumludur. Bu sayede aile politik alanda bir aktör haline gelmiştir. Aile
bağı olmayanlar ise (serseriler, dilenciler, vs.) hayırsever örgütlenmeler sayesinde “aksiyoner” olmaktan çıkarılıp
kontrol altına alınmaktadır. Kurallara
uymayan ya da kuraldışı kalan çocukların cezalandırılmalarında ise devlet
yardımcı olmaktadır (Donzelot, 1997:
48-58).
Sözü edilen anlama ve açıklama araçlarının “pragmatik” ve belki en önemli
niteliği, modern devletin varlığına muhalif her türlü potansiyeli ehlileştirmek,
disipline etmektir; her türlü potansiyeli
(çocuğu) ehlileştirmek, disipline etmek
ve ideal vatandaşlar üretmektir. Bu sürecin sonu, acaba günümüz paradigmasında, giderek ideal tüketicilerin üretimi mi olmaktadır?
Kapitalizm öncesi dönemlerde çocuğun değerinin yalnızca çiftlik tipi üretime destek olacak emek gücü olarak
görüldüğü savı akademik çevrelerde
bir hayli yaygındır. Doğrusu, aksini iddia etmek için de elde kanıt yoktur. Bununla birlikte, modern kapitalist zamanlarda çocuğun kendi başına bir değer
kazandığını savlamak için de çok iyimser olmak gerekir. Çünkü sanayi devrimiyle birlikte çocuk, özne haline gelmek bir yana, çok daha acımasız bir
biçimde sömürülmüştür. Bu paradoksun nedeni, daha önce de değindiğimiz
gibi, “çocukluk” inşasının sınıfsal, etnik
ve cinsiyet temelinde ayrımcılıklar içermesidir. Kavramsal olarak imtiyazlı bir
“çocukluk” yaratılırken, bu gruba ancak
belirli toplumsal gruplar pratikte dahil
olabilmektedir.
Akbaş ve Atasü Topçuoğlu
Pre-kapitalist dönemlerde bedava işgücü olarak sömürülen çocuk, son çözümlemede, ailesinden ayrı ve kendi
bağlamına yabancılaşmış değildir; ancak, kapitalist dönemde çocuğun sömürüsü tam da bunun karşıtı bir söylemle meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.
Fabrikalarda kendi emeğine, üretimine ve kendine yabancılaşmış olan çocuk, tüm gün çalışmakta ve diğer taraftan sözde “keşfedilmektedir.” Paradoksal bir biçimde çocuk hem sömürülmekte hem de sosyal bilimin türlü araçlarıyla anlaşılmaya ve açıklanmaya çalışılmaktadır. Mümkün olan her şeyden
en yüksek yararı elde etmeyi hedefleyen kapitalizmin henüz bir nesne konumundaki “çocuk”tan da en yüksek yararı elde etmek için evvela onu anlamaya ihtiyacı vardır.
Sonuç: Yirminci Yüzyılda Çocukluk
Düşüncesi
Şirin’e göre (1998a: 91-93), modern çocukluk paradigması, çocukluğu kuşatan ilgilerin gündeme gelmesi ve sınırları aşması ile 20. yüzyılın ilk çeyreğinde adeta bir çocuk ideolojisine dönüşmüştür. Ancak, bu yüzyıl, çocukluğu
hem tasarlayan hem de tüketen bir çağ
olarak tarihte yer almıştır. Çocuk ilgilerinin bu denli önemsenmesine, ayrıntıların oluşturulmasına rağmen, çocukluğun yok edilmesi, tüketilmesi ve çocuğun çağımızda tek başına kalmasına
yol açması önlenememiştir.
Yirminci yüzyıl görünürde gerçekten de
bir çocuk yüzyılıdır. 1989’da kabul edilen Çocuk Hakları Sözleşmesi ile doruk noktasına çocuğa dair ilerlemeler
bu yüzyıla damgasını vurmuştur. Ancak tüm bu ilerlemelere ve Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne rağmen, çocukların
ihmal ve istismara uğramalarının önü-
ne kökten bir biçimde geçilememiştir. Şirin’e göre (1998b: 27), yaşanan
tüm gelişmeler sosyal göstergeleri refah toplumu düzeyinde olan toplumlarda bile mutlu bir çocukluğun yaşandığı
anlamına gelmez, çünkü gelişmiş toplumlarda çocuk suçluluğu her geçen
gün artmaktadır. Çocuğun sömürülmesi, cinsel tacize uğraması, şiddete kurban olması modern dünyanın en kaotik açmazıdır.
On dokuzuncu yüzyıldan beri tartışmanın nesnesi haline gelen çocuk, yirminci yüzyılda görünürde elde ettiği
pek çok hakla birlikte tam bir tüketim
“nesne”si olmaktan kurtulamamıştır.
Dünyanın dört yanında çocuklar suça,
fuhşa, sokaklara, dokuma tezgahlarına
itilmekten sıyrılamamışlardır.
Modern çocukluk paradigması, bugünün çocukluğunu şekillendiren bir süreçtir. Yirminci yüzyılın çocuk hakları
hareketi, kökünü modern çocukluk paradigmasından almaktadır. Ancak, modern çocukluk paradigmasının ortaya
çıkışı ve Çocuk Hakları Sözleşmesi ile
devam eden süreç, iddia edildiği ve arzulandığı gibi çocuk merkezli ve çocuğun katılımını hedefleyen bir süreç olmaktan uzaktır. Dahası, modern çocukluk anlayışı tektipleştirici bir işlev
görmüş, çoğullukları göz ardı etmiştir.
Ayrıca çocuk hareketi içinde çocukların
sesinin duyulmaması kritik bir noktadır.
Çocuk hareketi esasen büyüklerin hareketidir ve hala bu niteliğinin ötesine
geçebilmiş değildir. Dolayısıyla, çocuk
söylemi içinde bugün hala çocuğun bir
nesne olarak kalması, yani özne olamaması durumu söz konusudur.
Artık çoğullukları dışarıda bırakmayan,
yalnızca çocuğu özne kılmayı hedefleyen bir çocukluk siyasetine ihtiyaç var-
101
Toplum ve Sosyal Hizmet
dır. Böylesi bir siyasetin izini süren Mendel (1992: 144), çocuğun artık politik bir
sınıf oluşturmasının zamanının geldiğini savunmaktadır. Bu süreçte çocuğun katılımı olmazsa olmaz bir koşuldur. Onların adına değil onlarla birlikte
bu süreç gerçekleştirilmelidir. Genç insanlara, kendi yaşamlarını doğrudan ilgilendiren programlarda söz sahibi olmayı öğrenmeleri için fırsat verilmesi önemlidir. Bu özellikle elverişsiz koşullardaki çocuklar için geçerlidir. Böyle çocukların başkalarıyla birlikte bir işi
yürüttüklerinde, ayrımcılığa ve baskıya karşı direnmeyi ve ötekilerle dayanışma içinde eşit haklar için savaşmayı
öğrenmeleri başlı başına temel bir demokratik haktır (Hart, 1992: 9).
Yaşadığımız bu dönem aslında yeni çocukluklar dönemidir. Bir tarafta, kentlerin çeperinde, yoksunlukların orta yerinde çocukluğunu yaşayamayan çocuklar; diğer tarafta, türlü medyalarla
yetişkinlerin iletişim biçimlerine maruz
kalan ve böylelikle hızla yetişkinlerin
dünyasına eklemlenerek çocukluğunu
yitiren çocuklar vardır. Eskiden yetişkinlerin bildiklerini bilmeyen çocuklar,
artık yetişkinlerle aynı şeyleri öğreniyor
ve onlara daha çok benziyor. Bundan
dolayı, çocukluğun yokoluşunun gerçek anlamı budur (Şirin, 1998a: 96).
Yaşadığımız çağda çocukları yetişkinlerin dünyasına yaklaştıran önemli olgulardan biri de popüler kültürdür. “Estetik” olanın kriterlerini tersyüz eden ve
kendi varoluşunu tüm “varoluşları” tüketmek üzere kurmuş olan popüler kültürün hem alıcısı hem de “nesne”si olarak çocukluk, bugün yetişkinlikten ayrı
ve kendine özgü bir kategori olarak varlığını yitirmektedir. Yetişkinlere dair tüm
enformasyonu paylaşan çocuklar, artık giyim-kuşamlarıyla ve iletişim kur-
102
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
ma biçimleriyle yetişkinlerin dünyasına
eklemlenmektedir. Çocuklar artık daha
çok şey bilmektedir, yetişkinler gibi konuşmaktadır ve hatta onlar gibi makyaj yapmaktadır. Her alanda çocukların boy gösterdiği dünyamızda çocuklar
yetişkinliğe artık çok daha erken yaşlarda adım atmaktadır.
Diğer taraftan, popüler kültür, acıları ve
sorunları da değersizleştirmektir. “Gösteri” dünyasının birer parçası olan “gerçek” sorunlar yalnızca birer “görüntü”
halini almaktadır. Görüntüler ise gösteri dünyasının sınırlarına hapsolmakta ve gerçeklikle bağlarını tümden koparmaktadırlar. “Gerçek” olan sorunlar “görüntüler” halini aldıkça önemini
yitirmekte ve gerçek hayata dair şeyler olarak görülmemeye başlamaktadır.
Bu anlamda, çağımızda “çocuk sorunu”
da bir “görüntü”den ibarettir artık. Ekranları karşısında yoksul çocuklara, sokak çocuklarına, yurtlarda kalan çocuklara üzülen kitleler ekranlarını kapadıklarında sorunlara da gözlerini kapamış
olmaktadır. Ekranlara taşınan sorunlar;
silikleşmekte, salt görüntüler halini almakta ve nihayet hakikatini yitirmektedir. Halbuki çocukların sorunlarını olabildiğince “gerçek” bir biçimde hissetmeye ihtiyaç vardır. Tıpkı beş yaşındaki
Emre’nin hissettiği gibi: “Araba durunca mendil satan, cam silen çocuklara
acıyorum. Onların da okutulmasını istiyorum. Ayrıca çocukların çalıştırılmalarını hiç doğru bulmuyorum” (akt. Özçil, 2000: 35).
Bugün görmekteyiz ki, çağımızda farklı
çocukluklar yaşanmaktadır, ancak dikkatli incelendiğinde, çocukluğa dair tek
bir şey görmek mümkündür. Çağımız,
Postman’ın deyişiyle, çocukluğun yok
olduğu bir çağdır.
Akbaş ve Atasü Topçuoğlu
KAYNAKÇA
Archard, D. (1998) Children Rights and
Childhood. Londra ve New York: Routledge.
Arıés, P. (1962) Centuries of Childhood, A
Social History of Family Life (çev. Baldwick,
R.). New York: Random House.
Bennett, T. (1994) The Exibitionary Complex. Culture, Power, History (ed. N. Dirks ve
ark.). Princeton University Pres.
Cunnıngham, C. (1998) Children and Childhood in Western Society since 1500. Londra ve New York: Longman.
Dekker, R. (2000) Childhood, Memory and
Autobiography in Holland From the Golden
Age to Romanticism. London: Macmillan
Press Ltd.
Donzelot, J. (1997) The Policing of Families. Baltimore ve Londra: The Johns Hopkins University Press.
Mendel, G. (1992) Son Sömürge Çocuk. Istanbul: Kabalcı.
Onur, B. (2002) Oyuncaklı Dünya. Ankara:
Dost.
Özçil, E. (2000) Lütfen Bizi Dinleyin! I. Istanbul Çocuk Kurultayı Çocuk Görüşü Kitabı. Istanbul Çocukları Vakfı Yayınları.
Postman, N. (1995) Çocukluğun Yokoluşu.
Ankara: İmge.
Şirin, M.R. (1998a) Çocuk Yüzlü Yazılar. Istanbul: İz Yayınları.
Şirin, M.R. (1998b) Çocuğa Adanmış Konuşmalar. Istanbul: İz Yayınları.
Şirin, M.R. (1999) Kuşatılmış Çocukluğun
Öyküsü. Istanbul: İz Yayınları.
Tan, M. (1994) Çocukluk: Dün ve Bugün.
Toplumsal Tarihte Çocuk. Istanbul: Tarih
Vakfı Yurt Yayınları.
Foucault, M. (1986) Discipline and Punish.
Penguin.
Foucault, M. (2001) Power. The Essential
Works of Foucault, 1954-1984, Vol. 3 (ed.
James Faubion ve Paul Rainbow, İngilizceye çevir. Robert Hurley). New York: New
Press.
Foucault, M. (1982) The Archaeology of
Knowledge & The Discourse on Language.
Pantheon.
Hart, R.A. (1992) Çocukların Katılımı Maskotluktan Yurttaşlığa. İtalya: UNICEF International Child Development Centre.
Heywood, C. (2003) Baba Bana Top At!
Batı’da Çocukluğun Tarihi. Istanbul: Kitap
Yayınevi.
İnal, K. (2001) Çocukluğun Uzun Yüzyılları.
Virgül, Sayı, 42.
İnal, K. (2007) Modernizm ve Çocuk Geleneksel, Modern ve Postmodern Çocukluk
İmgeleri. Ankara: Sobil.
Matthews, G. (2001) Çocukluk Felsefesi. Istanbul: Gendaş Kültür.
103
Öztürk
Derleme
text Kantian ethics, utilitarian ethics, ethics
of compassion and relationship-based approach are explained and their contribution
to the improvement of social work ethics are
discussed.
SOSYAL HİZMET
ETİĞİNDE FARKLI
YAKLAŞIMLAR
Key Words: Social work ethics, Kantian et-
Different Approaches in
Social Work Ethics
Sosyal hizmet, bireylerin ve toplumların sosyal gelişimlerini destekleyen, sorunlarının çözümünde yardımcı olan
bir meslek olarak, uygun tutum geliştirme ve karar vermede etiğe gereksinim duymaktadır. Sosyal hizmet değerleri temeli üzerinde gelişen ve doğru bir
uygulama için yol gösteren etik, hassas
sosyal sorunlarla yüzyüze gelen sosyal
hizmet uzmanları için önem taşımaktadır. Bu amaçla sosyal hizmet etiğindeki
farklı yaklaşımlar incelenmekte ve sosyal hizmet etiğine ve uygulamasına katkı sunması açısından tartışılmaktadır.
Aslıhan Burcu ÖZTÜRK*
Araştırma görevlisi, Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal
Hizmet Bölümü
*
ÖZET
Bu çalışmanın amacı sosyal hizmet etiğindeki farklı yaklaşımların incelenmesidir. Öncelikle etiğin gelişimine değinilmekte, daha
sonra sosyal hizmet etiğindeki farklı felsefi
yaklaşımlar ele alınmaktadır. Bu doğrultuda
sosyal hizmet etiğinde Kantçı, yararcı, duygu temelli ve ilişki temelli yaklaşımlar hakkında bilgi verilmekte ve bu yaklaşımların
sosyal hizmet etiğinin gelişmesindeki katkıları tartışılmaktadır.
hics, utilitarian ethics, ethics of compassion, relationship-based approach.
GİRİŞ
1.1. ETİK
ABSTRACT
Ahlak felsefesi anlamına gelen etik, iyi
ile kötü ve yanlış ile doğruyu sorgulayıp; değer, ilke ve kuram üreten felsefe
dalıdır. Etik, iyiyi ve doğruyu yakalamak
üzere insan karakteri ve ruhsal yapısı
üzerine düşünce üretmektedir (Guttmann, 2006: 2). Etik, anlama ve açıklama çabasının yanında kural belirlemesi
açısından tıp, eğitim, sosyal hizmet gibi
birçok bilim ve disiplinin uygulamasında yol gösterici olmaktadır.
The aim of the study is to examine different
approaches in social work ethics. Firstly, the
development of ethics is mentioned, and then
different philosophical approaches in social work ethics are discussed. In this con-
Etik ilkeler, kurallardan farklı olarak
herkesi her durum için kapsayan temelleri ifade etmektedir. Etiğin ilke temelli kuramları, akılcı (rasyonel) bir süreçte etiksel mantık yürütme ve karar ver-
Anahtar Sözcükler: Sosyal hizmet etiği,
Kant etiği, yararcı etik, duygu temelli yaklaşım, ilişki temelli yaklaşım.
105
Toplum ve Sosyal Hizmet
me için yorumlanmaktadır. Etik, belli durum ve vakalara ilkeleri uyarlama
ve ilkeler ışığında kurallar çıkarmak için
kullanılmaktadır (Banks, 2001: 16).
Şengör (2006:19) etik kuralların nesnel olmadığını, bireylerin kuralları kendi
değer sistemleri içinde değerlendirdiğini savunmaktadır. Etiğin uygulanması zamana ve mekâna bağlı olarak değişebilmekte, farklı durumlar için farklı
doğrular üretilebilmektedir. Şengör’ün
önerisi, etik kuralları başka bir amaca
ya da değer bağlamak değil, eleştirel
akıl aracılığıyla değerlendirmek gereğidir. Mantık ve irade sahibi bir varlık olarak birey, seçimlerini yapmalı ve bunlardan dolayı sorumlu olmalıdır. Dolayısıyla etik kuralların, yasaların, günahların öğretilmesinin yerine bilimsel düşünce biçiminin etkin kılınması gerekmektedir.
Modern etik düşüncesini ve bilimsel
düşünce biçimini yansıtan bu görüşün
yanı sıra duyguları temel alan yaklaşımlar da geliştirilmiştir. Etik düşüncesinin gelişimini Bauman (1995 akt.
Hugman, 2005: 2- 3) dört temel aşamada incelemektedir. Klasik felsefe
ile çoktanrılı dinlerin birleşimi sonunda, ilkçağda Yunan ve Roma döneminde ortaya çıkmış olan etik, Batı felsefesinin temellerini oluşturmaktadır. İkinci dönem ilkçağ felsefesinin, ortaçağda
Hıristiyanlık ve Yahudiliğin etkisiyle teokrasiye dayanan bir karaktere büründüğü dönemdir. Modern dönemde ise
etiğin bilimsel düşünce yöntemlerinin
gelişimiyle, dini inançların önüne geçerek, ahlaki yaşamın bilimi haline geldiği görülmektedir. Dördüncü dönem olarak ifade edilen postmodern dönemde
ise çeşitlilik, çokluk gibi kavramların ön
plana çıkmasıyla şüphecilik ve belirsizlik etikte etkin olmuş, karşıt görüşleri bir
106
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
araya getirme çabaları ön plana çıkarılmıştır. Aynı zamanda öznel alan içindeki duygular, etiğin konusu haline gelmiştir. Bu çalışmada, akla ve duyguya
dayanan etik yaklaşımlar ele alınmakta
ve sosyal hizmet uygulaması açısından
değerlendirilmektedir.
1.2. SOSYAL HİZMET ETİĞİNDE
FARKLI YAKLAŞIMLAR
Sosyal hizmet etiğinin gelişiminde farklı etik yaklaşımlarının katkısı olmuştur.
Modern dönemde, insanların bilimsel
düşünce yöntemiyle aklını kullanması
ve mantık yürütmesi sonucunda nesnel ve evrensel gerçeklere ulaşabileceği inancı akılcılık, deneycilik (emprisizm) ve evrenselciliğin temellerini kurmuştur. Modern etikte Kant’ın etik felsefesi ve yararcılık felsefesi etkili olmuştur. Postmodern dönemde insan
aklı ve mantığına duyulan inancın yerini şüphecilik, görecelilik ve öznellik almıştır. Postmodern etiğin öznel yaşantılar, duygular ve deneyime yaptığı vurguyla erdem etiği ve bakım etiği gibi
konular ön plana çıkmıştır (Hugman,
2005: 5, 9).
1.2.1. Sosyal Hizmet Etiğinde
Kantçı Yaklaşım
Sosyal hizmetin temellerinden olan insana saygı ilkesi, 18. yüzyıl Alman filozofu Kant’ın ahlak felsefesinden yararlanılarak oluşturulmuştur. Kant (1964
akt. Banks, 2001: 25) tüm insanlara
kendi amaçlarımızın nesnesi olarak değil, kendi amaç ve isteklerine sahip bireyler olarak bakılmasını “koşulsuz kesin buyruk” olarak değerlendirmektedir. Kant’a göre her birey nasıl bir insan olursa olsun, sadece insan olduğu
için özünde saygıya değerdir. Bireyler
mantıklı düşünme ve karar verdiklerini
Öztürk
uygulama yetisine sahip olan varlıklar
olarak değerlendirilmektedir.
Modernizmin varsayımlarını yansıtan
Kant’ın akılcılık üzerine kurulu olan etiği, kural ve sorumlulukları herkese eşit
olarak uygulanacak, evrensel kurallar
olarak kurgulanmıştır. Kant’a göre yalnızca doğru davranışın uygulanması
yeterli olmamakta, davranışın doğru bir
güdülenme ile gerçekleşmesi gerekmektedir. Zaman zaman kişinin kendi
çıkarları ile ters düşebilecek olan görevlerin uygulanmasında temel olan,
en doğru davranışın belirlenmesidir.
Tıp, hemşirelik, psikoloji ve sosyal hizmet gibi meslekler için oluşturulan etik
kurallar, bu ilkeden hareketle oluşturulmuştur (Hugman, 2005: 5-6).
Kant etiğinin sosyal hizmet etiğine uyarlanması durumunda, insana saygı ilkesinin gerçekleştirilmesinin her durum için
mümkün olmadığı görülmektedir. Sosyal hizmette yalnızca mağdurlarla değil,
faillerle de çalışılması, sosyal hizmet uzmanlarının kendi değerleriyle çatışmasına yol açabilmektedir. Örneğin ensest
faili bir müracaatçı ile çalışılması durumunda, failin evrensel insanlık değerlerini hiçe sayarak, başka insanlara psikolojik ve fiziksel olarak zarar vermiş olması, kendisine sadece insan olduğu için
saygı duyulmasını zorlaştırabilmektedir. Masum insanları öldürmüş olan bir
katille mesleki çalışma sürecinde, sosyal hizmet uzmanı olumsuz duygularla
hareket etme eğilimine girebilmektedir.
Sosyal hizmet uzmanları bu gibi vakalarda kendi duygu ve düşünceleriyle tutarlı olmasa da etik olan davranışı sergileme becerisine sahip olmalıdır. Faillerin, farklı sosyal koşulların ve psikolojik travmaların etkisiyle şekillenebileceğini bilmek, bu konuda sosyal hizmet uzmanlarına yardımcı olabilmektedir.
Sosyal hizmet uzmanı müracaatçı ilişkisi içinde kullanılacak ilkeler içinde
Biestek’in geliştirdiği ilkeler önemli yer
tutmaktadır. 1950’li yılların sonunda rahip Biestek’in (1961 akt. Banks, 2001:
26) müracaatçının kendisi ve çevresine uyumunu artırmak için oluşturduğu
yedi ilkenin temelinde, Kant’ın insana
saygı ilkesinin yattığı, tüm ilkelerin bundan hareketle oluşturulduğu öne sürülmektedir (Banks, 2001: 28; Thompson,
2005: 117).
Müracaatçıların sosyal hizmet uzmanlarına gönüllü olarak başvurmaları temelinde, mikro düzeyde etkili bir uygulama için oluşturulan etik ilkeler şunlardır:
Bireyselleştirme: Bireyselleştirme ilkesi müracaatçıların kendilerine özgü bireyler olarak, insan hakları çerçevesinde insanlığın özel bir parçası olarak kabul edilmelerini ifade etmektedir (Biestek, 1961 akt. Banks, 2001: 26).
Bireysellik ilkesi, sorunların ve bireylerin genelleme ve standart değerlendirmelerden uzak kalarak, her durumun
kendine özgülüğü çerçevesinde değerlendirilmesini ifade eder. Vakalar, her
bireyin gelişimi, çevresel koşulları ve
kişiliğinin farklılığı ölçüsünde ele alınır
ve farklı bir müdahale planı uygulanır.
Sosyal hizmet, insanları kendine özgü
sorunları ve gereksinimi olan insanlar
olarak değerlendirmelidir. Ancak bireyselleştirme Thompson’ın (2005: 111) da
vurguladığı üzere bireyin sosyal yapıya
uyumunu kolaylaştırmayı amaçlayan
geleneksel sosyal hizmet değerleri çerçevesinde değil, özgürleşmeyi amaçlayan modern sosyal hizmet yaklaşımıyla gerçekleştirilebilir. Bireysellik ilkesi,
sadece bireyin kendine özgü sorunları olduğundan hareketle gerçekleştiril-
107
Toplum ve Sosyal Hizmet
mez. Bireyin kendini gerçekleştirmesi
kısıtlanmış, güçsüzleştirilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalıdır.
Duyguların anlamlı dışavurumu: Müracaatçıların olumlu ve olumsuz duygularını özgürce dışa vurmaları gerektiği vurgulanmaktadır. Vaka çalışmacısı,
terapiyi desteklemek üzere çalıştığı kişileri ayıplamadan ve onları cesaretlendirerek dinlemelidir (Biestek, 1961 akt.
Banks, 2001:26). Ancak Thompson
(2005:112) duyguların kontrolsüz şekilde dışavurumunun, olumsuz duyguları
pekiştirebileceği riskinden söz ederek,
duyguların amaca yönelik olarak anlamlı şekilde ifade edilmesinin önemini vurgulamaktadır.
Kontrollü duygusal katılım: Vaka çalışmacısı müracaatçıların duygularına
karşı hassasiyet göstermeli, anlamını
kavramaya çalışmalı ve uygun tepkiler
vermelidir (Biestek, 1961 akt. Banks,
2001: 26). Birey, iletişim becerileri iyi
kullanılarak, destekleyici biçimde anlaşılmaya çalışılmalıdır. Uzman bireyin
duygusuna uygun bir iletişim tarzı geliştirmeli, kendi duygularını ifade etmesi konusunda dikkatli olmalıdır. Duyguların inkâr edilmemesi gerekmektedir;
ancak sosyal hizmet uzmanı kendini
duygularına kaptırmamalıdır (Thompson, 2005: 112).
Kabul etme: Müracaatçılar, zayıflıkları ve güçlü yanları, uygun ve uygun olmayan özellikleri ile birlikte, insan varlığına içkin olan saygınlıkları ve kişisel
değerleri çerçevesinde kabul edilmelidir (Biestek, 1961 akt. Banks, 2001:
26). Bu değer, olumsuz davranışların
onaylanması bağlamında düşünülmemeli, toplumsal olarak kabul edilmeyen
düşünce, tutum ve davranışlara sahip
olan ya da uzmanın kendi değerlerine
108
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
ters düşen kişiler bağlamında ele alınmalıdır. Her insanın öncelikle saygıya
ve onura sahip olduğu düşüncesinden
hareket edilmelidir (Thompson, 2005:
113). Kabul etme ilkesi, uzmanın müracaatçısını önyargı ve kişisel yargılardan uzak tarafsız bir şekilde değerlendirmesine dayanır.
Yargılayıcı olmayan tutum: Yargılayıcı
olmayan tutum ilkesine göre müracaatçıların kişiliklerini değil, davranış ve tutumlarını değerlendirme esastır. Onları suçlama ya da masumiyet yükleme
reddedilir (Biestek, 1961 akt. Banks,
2001: 27).
Damgalama ve önyargılarla düşünme
insanların sosyal koşullar içinde şekillendiği gerçeğinin gözden kaçırılmasına yol açarak, etkili bir değerlendirme
yapmayı ve uygun uygulamayı gerçekleştirmeyi engellemektedir.
Müracaatçının kendi kararını kendisinin
vermesi: Bireysel çalışmada müracaatçının kendi kararlarını kendisinin vermesi özgürlüğü bulunmaktadır. Ancak
bu hak müracaatçıların olumlu ve yapıcı kararlar verebilme kapasitesi, kararın toplumsal ve ahlaki kurallara, yasalara uygunluğu ve kurumun işlevleri
çerçevesinde değerlendirilebilir (Biestek, 1961 akt. Banks, 2001: 27).
Müracaatçının kendisiyle ilgili karar vermesi ilkesi, kendi hayatına ve seçimlerine uzmanın müdahale sınırını belirleyen
ve son kararı kendisine bırakmayı öneren ilkedir. Uzman rolü ile de önemli bir
çatışma yaratabilen ilke, insanları kendileri ve diğer insanlar için en iyi faydayı
sağlayabilecek şekilde düşünen ve karar veren bireyler olarak ele almaktadır.
Müracaatçıların kendi kararlarını verebilmesi için, uygun kaynaklar konusun-
Öztürk
da bilgilendirilmeli, alternatif çözüm yolları üretmeleri için yardım edilmeli ve
bunların sonuçları hakkında bilgilendirilmeleri gerekmektedir (Kirst-Ashman
2007:38).
Sosyal hizmet uzmanının gücü ve etkisinin ölçülü olarak kullanılması önem
taşımaktadır. Kendi kararını verme sürecinin desteklenmesi ve güven verilmesi gerekmektedir. Bu süreçte engel
oluşturduğu anlaşılan kültürel etkiler
hakkında farkındalık kazandırılması ve
bu engelin aşılması için çalışılması gerekmektedir. Sosyal hizmet uzmanlarının, müracaatçının kendi kararını vermesi konusunda şiddet ve istismar gibi
durumlarda müdahale edici olabileceği ve otoritesini kullanabileceği tartışılmaktadır (Thompson, 2005: 115).
Sosyal hizmet uzmanının “uzman” rolü,
kurumsal kişiliği ve elinde yetki bulundurması, müracaatçıların yaşamlarını
kendi istedikleri doğrultuda yaşamaları konusunda güç kullanımını genişleten değil, sınırlandıran etkenler olarak
değerlendirilmelidir. Müracaatçılar üzerinde tahakküm kurmak, kişinin kendine özgü birey oluşu ve kişiyi kabul ilkesi ile çatışır. Bu konuda en etkili olabilecek güç, yasaların çizdiği çerçeve ve
başkasına zarar vermeme ilkesidir.
Gizlilik: Mesleki çalışma kapsamında
müracaatçının paylaştığı özel bilgileri gizli tutmak gerekmektedir (Biestek,
1961 akt. Banks, 2001: 27). Gizlilik müracaatçıdan veya çevresinden alınan
bilgilerin, diğer uzmanlarla birlikte değerlendirme yapma ve ilgili kuruluşlara
bilgi aktarımı amacı dışında, müracaatçının izni alınmadan bilgilerinin paylaşılmamasını gerektirir. Bu etik sorumluluğun yerine getirilmesi, müracaatçının
uzmana güvenmesi ve kendini açabil-
mesini sağlayacaktır. Kişinin değerli olduğu, kendine özgü bir yaşantısı olduğu değeri ile bütünlük halinde olan bu
etik sorumluluk, müracaatçının mahremiyetini sağlayarak onu korumaktadır.
Ancak bir başkasının varlığına zarar
verebileceği durumlarda ve diğer uzmanlarla vaka tartışması amacıyla bilginin paylaşılması gerekmektedir. Dolayısıyla diğer ilkeler gibi gizlilik ilkesi
de, içinde bulunulan bağlam içinde değerlendirilmelidir.
Kant etiği ilkeleri ve Kant’ın felsefesinden hareketle oluşturulmuş olan
Biestek’in etik ilkeleri sosyal hizmet
açısından değerlendirildiğinde, akıl ve
mantığa dayalı olarak nesnel temelde
belli kurallar oluşturulduğu görülmektedir. Kant’ın etik felsefesinin, değişmez doğrular olduğu, düşünce ve davranışların bu doğrular çerçevesinde şekillenmesi gerektiği temeli üzerine kurulmuş olması, müracaatçıların ya da
mesleki çalışmanın yararı yerine doğruların kendisini ön planda tutmaktadır.
Biestek’in mikro düzeydeki uygulamadaki etik ilkeleri somutlaştırmasıyla işlerlik kazanan yaklaşım, mekanik bir
etik anlayışına yol açabilmekte ve esnek düşünmeyi zorlaştırarak, çalışmayı sınırlandırabilmektedir.
1.2.2. Sosyal Hizmet Etiğinde
Yararcı Yaklaşım
Modern etiğin diğer önemli yaklaşımı olan yararcılığın temelleri Bentham
(1781, 1970) tarafından atılmış, J. S.
Mill (1861, 1910) tarafından geliştirilmiştir. Kural ve görevler yerine, eylemin
sonuçları üzerine odaklanan yararcılık
Bentham’a göre, insanların yararı, mutluluğu, hazzı ve iyiyi sağlayan davranışları seçmesini sağlarken; zarar, mutsuzluk, acı ve kötülüğe yol açan davra-
109
Toplum ve Sosyal Hizmet
nış ve eylemlerden uzak durmaya yöneltmektedir (Hugman, 2005: 6).
Yararcı yaklaşımda, yararın nasıl değerlendirilmesi gerektiği, kimlerin yararının
öncelikli olduğu gibi konular tartışmalı olmaktadır. Bu nedenle yararcılık, etik kural sistemi olarak değil, yararın öncelikli
ve önemli olduğu bir yaklaşım olarak değerlendirilmelidir. Müracaatçının en üst
düzeyde yararlılığın sağlanması, bazen
toplumdaki genel etik değerlerin dışına
çıkmayı gerektirebilir. Doğru olan genel
geçer kurallara uymak değil, olumlu sonuca ulaşmak için gerekli davranışı sergilemektir (Banks, 2001: 31- 32).
Sosyal hizmet uzmanlarına esnek düşünme olanağı sağlayan yararcılık ilkesi, yaratıcı ve çok boyutlu düşünmeyi,
yapılacak olan uygulamanın olumlu ve
olumsuz yönlerini bir arada değerlendirmeyi gerektirmektedir. Bu aynı zamanda sosyal hizmet uzmanına önemli sorumluluk yüklemekte ve etik ikilem
içine sokabilmektedir.
Yararcılık ilkesinin uygulanması sırasında, bireyin ya da toplumun yararının
önceliği konusuyla ilişkili olarak ikileme
düşülebilmektedir. Çözüm seçeneklerinin bireysel ve toplumsal yararı birlikte
sağlaması konusunda sentezlenmesi,
uygulamanın en üst düzeydeki yararı
sağlamasına yardımcı olacaktır. Örneğin genelevde çalışan AIDS hastası bir
hayat kadının belirlenmesi durumunda, hastalığın başka insanlara bulaşmasını engellemek ya da hastalığın bulaşmış olma olasılığının olduğu kişileri
bilgilendirmek amacıyla, bu kadınların
teşhir edilmesi gibi uygulamalar söz konusu olmaktadır. Kadının fotoğraflarının medyaya dağıtılarak, toplumun bilgilendirilmesi kadının damgalanmasına, toplumsal yaşamdan dışlanmasına,
110
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
utanç ve suçluluk duygusu yaşamasına neden olacaktır. Diğer taraftan toplum bilgilendirilmezse, hastalığın başka insanlara bulaşması tehlikesi artacaktır. Bu durumda, çözüm seçeneklerinin birey ya da toplum yararı gibi birbirine karşıt olarak tasarlanmaması gibi
bir yola gidilebilir. Kadının kimliği doğrudan açıklanmadan ve fotoğrafı yayınlanmadan tanıtıcı bilgiler verilip, şüphelenen kişilerin kadının çalıştığı geneleve gidip bilgi alması istenebilir. Bu şekilde sorunun faillerinin sorumluluk almaları sağlanabilecek, aynı zamanda
kadının bireysel yararı da gözetilerek,
toplumun yararı korunabilecektir.
1.2.3. Sosyal Hizmet Etiğinde
Duygu Temelli Yaklaşım
Duygular, etik felsefesinin temelini oluşturmada öznel, güvenilmez ve
mantıksız olduğu gerekçesiyle klasik
Yunan felsefesinden modern felsefeye kadar olan dönemde yetersiz olarak
değerlendirilmiştir (Hugman, 2005: 48).
Ancak Barbalet’in (2001 akt. Hugman,
2005: 48- 49) de belirttiği üzere son iki
yüzyılda akılcılığa karşıt olarak gelişen
akımlar içinde Hume, Rousseau, Shopenhauer ve Nietzsche gibi filozofların duyguyu ön plana çıkarması, duygu temelli yaklaşımın gerçekleşmesinde etkili olmuştur. Etik konusunda duyguyu önemseyen yaklaşımlar, akıl ile
duyguyu birbirlerini tamamlayan unsurlar olarak bağlantılandırmaya çalışmıştır (Hugman, 2005: 49).
Duyguların insan bilincini, düşüncesini, etik değerlerini ve eylemini oluşturmada temel sağladığını belirten Tallon
(1997: 147- 152, akt. Hugman, 2005:
50) mesleki çalışmada sevgi, haz,
inanç ve umut gibi olumlu duyguların
önemine değinmektedir.
Öztürk
Bu yaklaşıma göre sosyal hizmet uzmanlarının olumlu duyguları yoluyla uygulamayı gerçekleştirmesi, doğru kararlar vermesi için etkili olmaktadır. Gerçekten de duygulardan arınmış
akıl, insanlara yardımcı olmak için çalışan tüm mesleklerde olduğu gibi sosyal
hizmet mesleğinde de yetersiz kalmakta, insancıllıktan uzaklaşmaya neden
olabilmektedir. Sosyal hizmet uzmanları yararına çalıştığı insanları, “müracaatçı” değil, “insan” olarak gördüğü
ve onları bir sevebildiği ölçüde “sosyal”
olarak çalışmayı başarabilir. Sevmek,
inanmak, umut etmek, insanların yararına çalışmaktan zevk almak, insanları
anlama ve geliştirme ve yardım etmek
konusunda etkili çalışmalar yapılmasını
sağlamakta önemli bir güç olmaktadır.
Nussbaum (2001: 345- 347 akt. Hugman, 2005: 53) merhametin önemine
değindikten sonra eşduyumu ve müracaatçılara ilişkin olan ve uygun yargılarda bulunmayı engelleyen utanç,
kıskançlık ve tiksinme gibi duyguların
çözümlenmesi gerektiğini bildirmiştir.
Utanç ve tiksinmenin birbiriyle bağlantılı
olduğunu ve zayıflık, belirsizlik, savunmasız olma, ölüm düşüncesi gibi duygulardan beslendiğini belirtmektedir.
Farklı gruplara gösterilen olumsuz tepkinin temelinde bu duyguların yattığı düşünülmektedir. Dolayısıyla olumlu olduğu kadar olumsuz duyguların da
dikkate alınarak, sosyal hizmet uzmanlarının duygu eğitiminden geçmesinin
önemi ortaya çıkmaktadır.
rensel ilkeler üzerine yoğunlaşmasını
eleştirmektedir. Ahlaki öznenin karakter, güdü ve duygularını da kapsayan
etik yaşamı ve etik yargılarının gözardı edildiğini, etik yargıların gerçekleştirilmesindeki farklı bağlamların ve insan
ilişkilerinin dikkate alınmadığını belirtmektedir. Bu bağlamda sosyal hizmete uyarlanması henüz yeterince geliştirilmemiş olan erdem etiği ve bakım etiği tartışılmaktadır.
1.2.4.1. Sosyal Hizmet Etiğinde
Erdem Etiği
Aristo’nun felsefesine dayanan, soyut
ve kesinliğe dayalı kurallar yerine ahlaki öznenin karakterine odaklanan yaklaşımda, “erdem” insanların iyi yaşamak ve gelişmek için gerekli olan özellikleri olarak tanımlanır. Bu yaklaşımda
hangi özelliklerin erdem olarak nitelendirileceği önemli bir sorun olarak belirir. Cesaret, dürüstlük, sadakat, kibarlık gibi özellikler genellikle erdem olarak değerlendirilmektedir. Erdem etiği,
insanlar arasındaki ilişkilere önem verir
(Banks, 2001: 43). İnsanın ruhu ve davranışları arasındaki bütünlüğe önem
veren yaklaşım, iyi niyetin önemini vurgulamaktadır (Guttmann, 2006: 3).
1.2.4. Sosyal Hizmet Etiğinde
İlişki (Deneyim) Temelli Yaklaşım
Sosyal hizmet uzmanlarının hangi erdemlere sahip olması gerektiği, erdem
etiği yaklaşımında önem kazanmaktadır. Aristo’nun erdemli davranış için kişiliğin eğitilmesi gereği düşüncesinden
hareketle, sosyal hizmet uzmanlarının
erdemli düşünce ve davranışları içselleştirmeleri gerektiği belirtilmektedir
(Guttmann, 2006: 55).
Beauchamp ve Childress (1994 akt.
Banks, 2001: 42) Kantçı ve yararcı yaklaşımın kişiler yerine eyleme, tarafsız etik karar verme sürecine ve ev-
İnsancıllık temelinde şefkat ve merhamet, adaletli olma, cesaret, atılganlık,
koruyuculuk ve gelişim için yardımcı
olma önemli erdemler olarak belirmek-
111
Toplum ve Sosyal Hizmet
tedir. Sosyal hizmet uzmanlarının kişilik
özelliklerini vurgulayan yaklaşım, sosyal hizmet eğitiminde öğrencilerin kişiliklerinin eğitilmesi yönündeki gereksinimi de ortaya çıkarmaktadır.
1.2.4.2. Bakım Etiği ve Sosyal
Hizmet
Bakım etiği (ethics of care) Kohlberg’in
(1981, 1984) ahlaki gelişim kuramı ile
Gilligan’ın (1982) ahlaki gelişim kuramı
arasındaki tartışmalar ışığında gelişmiştir. Kohlberg, ahlaki gelişimin altı aşamada geliştiğini savunarak, ilk aşamada küçük çocukların cezadan kaçınmak
için ahlaki kurallara uyduğunu belirtmektedir. İkinci aşamada başkaları için
bir şey yapıldığında yardım görüleceği
düşüncesiyle, ergenlik dönemine gelen
üçüncü aşamada başkalarının onayı almak için ahlaki kurallara uygun düşünce
ve davranışlar geliştirildiği ortaya konmuştur. Ergenlik sonrasındaki dördüncü aşamada ise kişiye uyumundan dolayı başkalarının saygı duyacağı düşüncesiyle yasa ve otoriteye karşı saygı duyulduğu kabul edilmektedir. Dolayısıyla genç yetişkinlerin geliştirdiği otonomi,
insanların birbirlerine zarar vermedikleri
sürece toplumsal yaşamın kendileri için
iyi olacağı sözleşmesi üzerine kuruludur. Kohlberg, az sayıda insanın, ahlaki
düşünmenin en yüksek aşaması olarak
kabul ettiği, kendimizi ya da başkalarının onayını düşünmeden, insanın değeri üzerine kurulu evrensel etik ve adalet
duygusuyla hareket ettiğini belirtmektedir (Furrow, 2005: 63).
Kohlberg’in kültürlerarası yaptığı araştırma ile ahlaki gelişimin, hiyerarşik bir
yapı içinde boyun eğme ve cezalandırma korkusu içinde oluştuğu yönünde geliştirdiği kuramına Gilligan, araştırmanın ilkinde Kohlberg’in kız çocuk-
112
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
larını ve kadınları örnekleme dâhil etmediği, örnekleme dâhil ettiği dönemde ise kadınların deneyimini özel olarak
yorumlamadığı gerekçesiyle karşı çıkmıştır (Hugman, 2005: 67). Kız çocuklarının ahlaki gelişimin en üst aşamasına çok nadiren ulaştıkları, genelde başkasının onayını alma konusuna odaklandıkları sonucuna varan Kohlberg’i
eleştirmektedir (Furrow, 2005: 63).
Gilligan, kendisinin genç kadınlarla
yaptığı araştırma sonucunda, kadınlar
için başkalarına bakma, yardımcı olma
ve sosyal ilişkinin önemli olduğu sonucuna varmıştır. Kadınlarda eşduyum,
merhamet ve şefkat, başkalarını dinlemeye eğilim, insanların davranışlarını
kontrol etme konusunda isteksizlik gibi
özellikle ön plana çıkmıştır. Kohlberg’in
kurduğu hiyerarşik yapıda, nesnellik ve
akılcılık çerçevesinde geliştiğini öne
sürdüğü “geleneksel ahlak” aşamasının, kadınların erkeklerden farklı olarak geliştirdikleri kadınlığa özgü bir durum olduğunu savunmaktadır. Kadınların ahlaki kuralları bilseler dahi, kesin
olarak uymak yerine, başkalarını incitebilecek konularda farklı davranmayı
seçtikleri ortaya konmuştur (Hugman,
2005: 67; Furrow, 2005: 64).
Bakım etiği, etikteki feminist yaklaşım
ile yakından bağlantılıdır. Bakım etiği
kuramının önemli ismi Gilligan (1982
akt. Banks, 2001: 47) mantığa ve tarafsızlığa dayanan ve adalet etiği olarak
adlandırdığı yaklaşımın, erkek yönelimli olduğunu belirtmektedir. Daha çok
kadınlar tarafından uygulanan, görev
yerine sorumluluğu, ilkeler yerine ilişkiyi temel alan ve kadınsı özelliklere sahip olan bakım etiğini savunmaktadır.
Bakım etiği ile ilgili olan kültürel feminist yaklaşım, temelinde anaerkil bakı-
Öztürk
şın yattığı kültürel dönüşüme odaklanmaktadır. Kadınlara atfettikleri barışseverlik, işbirliği, farklılıkların biraradalığı ve kamusal hayatın uyum içinde düzenlenmesi gibi özellikler anaerkil toplum ütopyalarından esinlenerek oluşturulmuştur (Donovan, 2005: 69- 71).
Held (1997: 634) ise annelik pratiğine
odaklanarak, hamilelik, doğum, çocuk
bakımı ve yetiştirilmesi sürecinde kadınların kendine ve çocuğuna gösterdiği ilgi ve özenin, bencilliği aşma, başkalarının haklarını düşünme, başkası için
fedakârlık yapma gibi değerleri benimsemelerine yol açtığını bildirmiştir.
Bakım etiği kuramı, ataerkilliğin şekillendirdiği kadın imgesi üzerinden hareket edildiği gerekçesiyle feministler
tarafından eleştirilerek, kuramın feminist değil, feminen (kadınsı) bakım kuramı olarak adlandırılması gerektiğini
savunmuştur. Feministler, birbirine karşıt olarak kadın ve erkeğe iliştirilen Gilligan ve Kohlberg’in tezleri ile yine birbirine karşıt olarak şekillenen Kantçı
ve yararcı etik ile bakım etiğinin karşıtlıklarını eritmek amacıyla yapısöküme
uğratılması gerektiğini savunmaktadır
(Hughes, 2002: 127- 128). Bakım etiğinin, kadınları sadece bakım rolleriyle
tanımladığı ve bakım işinin kadını yıpratıcı etkilere sahip olabildiği (Banks,
2001: 47), kendini feda etme ve başkalarına hizmet etme gibi değerlerin, ataerkilliğin kadını özel alanla tanımlamasıyla sınırladığı savunulmuştur. Bakım
değerinin kadının özünde olmadığı, kadınların bakım verici roller üzerinden
sosyalleştirilmeleri nedeniyle bakım rolünü üstlendikleri tartışılmıştır. Aynı zamanda, erkekleri bakım işinden soyutlamamak gerektiği yönünde eleştiri yapılmıştır (Hugman, 2005: 68; Hughes,
2002: 128).
İnsanları kendine özgü varlıklar olarak
değerlendiren yaklaşım, Kantçı ve yararcı etiğin evrensel kurallarından hareketle, bireyi temel alarak aşağıdan
yukarıya doğru bir mantık çerçevesi içinde ilerlemektedir (Furrow, 2005:
66- 67). Bakım etiğinde vurgulanan her
kişinin ve durumun kendine özgülüğü,
insanların birbiriyle ilişkileri, dayanışma, iletişim gibi özellikler ile Kant etiğinde vurgulanan bireysel özgürlük,
görev sorumluluğu gibi ilkelerin birbirini
tamamladıkları savunulmaktadır (Mendus, 1993: 18 akt. Banks, 2001: 50).
Benzer şekilde Miller (2005), Kant’ın
mantığa ve kurallara dayalı etiği ile bakım etiğinin duygusal yanını bütünleştirme girişiminde bulunmuştur. Bakım
görevi (duty to care) adını verdiği yaklaşıma göre, herkes başkalarına bakmak için aynı isteğe sahip değildir. Bakımdan doyum alan ve baktığı kişiyle yoğun duygusal bağları olan insanlar bile birçok kez, bakım işinin yaşamı
kısıtlayıcı yönü nedeniyle sıkıntı hissetmekte ve olumsuz duygular geliştirebilmektedir.
Diğer bir eleştiri, bakımın sadece geleneksel olarak bakım işini yüklenmiş kişilerce değil, olabildiği kadar eşit biçimde, toplumun tüm kesimleri ve erkekler tarafından da üstlenilmesi gerektiğine ilişkindir (Miller, 2005: 113). Kadının bu konuda özel bir duygusal yetisinin olduğunun vurgulanması ile ağır bir
yük haline gelebilen bakım işinin kadının ezilmesinde rol oynayabileceğine
işaret edilmiştir.
Herhangi bir kural ya da yargıya ulaşma çerçevesi sunmayan bu etik yaklaşımının, mesleki çalışmada hizmet verilen kişilerin yabancı insanlar olması
nedeniyle, etkisiz kalacağı kaygısı dile
getirilmiştir (Allmark, 1995 akt. Hug-
113
Toplum ve Sosyal Hizmet
man, 2005: 77). Bakım işinin, bakılan
kişiyle duygusal bağları olmayan insanlar tarafından yapılması, duygulardan
tam olarak bağımsızlaşmamış görev
etiğini gerekli kılmaktadır. Kişilerin kendi kararlarını verme ve yaşamlarını belirleme yetilerini ifade eden yapısal gereksinimlerinin karşılanmasında, mantık ve bağımsızlığın yanı sıra duygular
ve ilişkisellik etkin olmalıdır. Farklı kültürel yapılara saygılı bir bakım modeli önerilmekte, insanların onuruna karşı
hassas olunması istenmektedir. Miller,
pratik sevgi kavramını ortaya atarak, insanların olumlu duygular oluşturmaya
çalışarak başkalarının gereksinimlerini
karşılamakla yükümlü olduklarını belirtmiştir. Bakıcının kendini adayarak, aşırı
derecede fedakârlıkta bulunması ve tüketmesi önerilmemektedir. Kişiler kendilerine karşı olan görevlerini aksatmadan, kendi mutluluklarını da gözeterek
başkaları için çalışmalıdır (Miller, 2005:
116- 117).
Bakım, sadece gereksinim içinde olan
insanlara verilmesi gereken bir emek
türü değildir. Bakım, bu işi üstlenmiş kişilerin kendilerini de kapsamalıdır. İnsanlar, kendi gereksinimlerini gözden
kaçırmamalı, değersiz görmemeli ya
da işini aksatacak bir unsur olarak değerlendirmemelidir. Aksine bakım sağlayan kişinin kendi gereksinimlerinin
karşılanması hem kendi içinde tutarlı
ve dengeli bir yapının oluşmasını sağlamakta, hem de bakım verilen kişilere
karşı yaşanabilecek olan olumsuz duyguların engellenmesinde etkili olmaktadır. Kişinin kendine duyduğu saygı,
kendini değerli bulması, kendini geliştirmesi ve doyum sağlaması, başkaları
için bu ideallerin gerçekleştirilmesi konusunda güdülenmeyi sağlayabilmektedir. Kişinin psikolojik yaşantısı ile sos-
114
Cilt 20, Sayı 1, Nisan 2009
yal yaşantısının uyumu oldukça önemlidir. Bu iki yaşantıyı dengelemek, bakım veren kişinin yaptığı şeyin, kendisi
için olumlu bir karşılığının olması anlamına gelmektedir. Başkasının mutluluğunun, kişiye mutluluk vermesi önemli
bir güdülenme kaynağı olabilmektedir.
SONUÇ
Sosyal hizmet etiği konusunda akla ve
duyguya dayanan iki temel yaklaşım
bulunmaktadır. Akla dayanan yaklaşım, belli değerleri temel alarak geliştirilen etik ilkeleri, eleştirel akıl aracılığıyla çeşitli durumlara uyarlamaktadır.
Evrensel insanlık değerleri ve yararın
gözetilmesi, sosyal hizmet değerleri ile
bağlantılı olarak, sosyal hizmet uzmanlarına uygulamada yol göstermektedir.
Bilimsel bilgiler ışığında kullanılan etik
ilkeler, mekanik bir çalışma anlayışının
gelişmesine yol açabilmekte, sosyal
hizmet uzmanlarının birlikte çalıştıkları
kişilere ve topluma yabancılaşmalarına
neden olabilmektedir.
Duyguyu temel alan yaklaşım ise, insanın öznel varlığından hareketle, belli etik ilkelere dayanmadan doğru yaklaşımın uygulanabileceği üzerine kuruludur. Meslek elemanlarının kurduğu insani ilişkiler, kişilikleri ve duygularının temel alınması gerektiğini savunan yaklaşım, mesleki çalışma ile uzmanın varlığının bütünleşmesi gerektiğini savunmaktadır. Duyguların vurgulanması, sosyal hizmetin insancıl temelleriyle yakından bağlantılı olup, etkili bir uygulama gerçekleştirilmesi, güdülenmenin sürekli kılınması, insanlara
yönelik olumlu bir yaklaşım geliştirilmesi ve sosyal hizmetin temel değerlerinin hayata geçirilmesinde önemli yere
sahiptir.
Öztürk
Sosyal hizmet etiği, değişen toplumsal koşullar ve sosyal hizmet uygulaması çerçevesinde gelişmektedir. Durağan
bir niteliğe sahip olmayan sosyal hizmet ve etiği çeşitli tartışmalarla zenginleşmektedir. Bu zenginleşme, bir yaklaşıma bağlı kalmayı güçleştirmektedir.
Farklı yaklaşımlar arasında toplumun,
kurumun, uygulamanın ve vakanın koşulları değerlendirilerek yeni bileşimlere
gidilmelidir. Akıl ve duygular tek başlarına yeterli olmamakta, uygulamanın etik
olarak gerçekleştirilmesinde etkisiz kalabilmektedir. Bu süreçte esnek düşünme ve yaratıcılık etkin kılınmaya çalışılmalı, akıl ve duygu bütünleştirilmelidir.
Held, V. (1997) “Feminism and moral theory”, Meyers, D. (ed) Feminist Social Thought- A Reader, USA, Routledge.
Hughes, C. (2002) ”Care”, Key Concepts in
Feminist Theory and Research, UK, Sage.
Hugman, R. (2005) New Approaches in Ethics for the Caring Professions, USA, Palgrave Macmillan.
Kant, I. (1964) “Fundamental principles of
the metaphysic morals”, Freund, H.E. ve
Mourant, J.A. (ed) Problems of Philosophy,
New York, MacMillan.
Kirst-Ashman, K. (2007) Introduction to Social Work and Social Welfare- Critical Thinking Perspectives, Australia, Thomson.
KAYNAKÇA
Kohlberg, L. (1981) Essays in Moral Development: Volume 1, The Philosophy of Moral Development, San Francisco, Harper
and Row.
Banks, S. (2001) Ethics and Values in Social Work (2. basım), New York, Palgrave.
Kohlberg, L. (1984) Essays in Moral Development: Volume 2, The Philosophy of Moral Development, San Francisco, Harper
and Row.
Allmark, P. (1995) “Can There be an Ethics
of Care?”, Journal of Medical Ethics, 21 (1)
19-24.
Bauman, Z. (1995) Life in Fragments, Oxford, Basil Blackwell.
Barbalet, J. (2001) Emotion, Social Theory and Social Structure: Macrosociological Approach, Cambridge, Cambridge University Press.
Beauchamp, T. L. ve Childress, J. F. (1994)
Principles of Biomedical Ethics (4. Basım),
New York, Oxford University Press.
Biestek, F. P. (1961) The Casework Relationship, London, Allen ve Unwin.
Donovan, J. (2005) Feminist Teori- Amerikan Feminizminin Entellektüel Gelenekleri,
İstanbul, İletişim.
Furrow, D. (2005) Ethics- Key Concepts in
Philosophy, New York, London, Continuum.
Mendus, S. (1993) “Different Voices, Still Lives: Problems in the Ethics of Care”. Journal of Applied Philosophy, 10, 17-27.
Miller, S. C. (2005) “A Kantian ethic of care”,
Andrew, B., Keller, J. ve Schwartzman, L.H.
(ed) Feminist Interventions in Ethics and
Politics, USA, Rowman Littlefield.
Nussbaum, M. (1996) “Compassion: The
Basic Social Emotion”, Social Philosophy
and Policy, 13 (1) 27-58.
Tallon, A. (1997) Head and Heart: Affection, Cognition, Volition as Triune Consciousness, New York, Fordham University
Press .
Gilligan, C. (1982) In a Different Voice,
Cambridge, Polity Press.
Thompson, N. (2005) Understanding Social Work- Preparing for Practice (2. basım),
USA, Palgrave Macmillan.
Guttmann, D. (2006) Ethics in Social WorkA Context of Caring, New York, The Haworth Press.
Şengör, C. A.M. (2006) “Etiksiz Bilim Olur
Mu?”, Cumhuriyet Gazetesi Bilim ve Teknoloji Dergisi, 1030, 18-20.
115