SAKARYA ÖNCESİ BAŞKOMUTAN DÜŞÜNÜYORDU Hayri Sevimay

Transkript

SAKARYA ÖNCESİ BAŞKOMUTAN DÜŞÜNÜYORDU Hayri Sevimay
SAKARYA ÖNCESİ BAŞKOMUTAN DÜŞÜNÜYORDU
Hayri Sevimay
Özet: Atalarından XVI. Yüzyılın en güçlü, en zengin devletini devralan Osmanlı
Hanedanı, 1683 Viyana bozgunundan başlayarak XX. Yüzyıla kadar sürekli toprak
yitirip ülkesini küçültmüş; eğitimini, sanayisini, tarımını, ekonomisini çökertmiş; devleti
borç batağına, ülkeyi yarı sömürge konumuna, halkı cehalet ve yoksulluk içine
sokmuştu. Bu koşullar altında girdiği 1. Dünya Savaşını yitirince Trakya, İstanbul ve
Anadolu’nun bir bölümü zengin Avrupa devletlerince işgal olunmuştu. Şimdilerde
yoksul Anadolu zengin Avrupalılara karşı Kurtuluş Savaşı veriyordu. Yunanlılar Sakarya
Nehri kıyılarına gelmek üzereydiler. Kurtuluş Ordularının yeterli silahı, mermisi, hatta
süngüsü ve yiyeceği yoktu. Askerin çoğunun sırtı açık, ayağı yalındı. Türkiye Büyük
Millet Meclisi, Meclis Başkanı Mustafa Kemal’i Başkomutan seçmişti. Başkomutan,
Kurtuluş Ordusu’nu güçlendirme ve donatma sorunlarını nasıl yeneceğini, güçlü Yunan
Ordusu’ndan ülkeyi nasıl kurtaracağını düşünüyor; planlar üretiyordu.
Başkomutan Mustafa Kemal, Çankaya tepesindeki bağ evinin çalışma odasında, gece
Ali Çavuş’un getirdiği kahvesini yudumlarken düşünüyordu. Gündüz (5 Ağustos 1921 günü)
Türkiye Büyük Millet Meclisi kendisini Başkomutan atamış, Ordu’nun gücünü artırma ve
yönetimini güçlendirme konularıyla sınırlı olarak, yasama ve yürütme yetkileriyle
donatmıştı1. Ardından Orduya ve Millete bir beyanname yayınlamış, halkın ve Ordu’nun
moralini
yükseltmeye
çalışmıştı.
Beyannamenin
bir
yerinde
“Yunan
Ordusu’nuanayurdumuzun harimi ismetinde (kutsal toprağında) boğarak kurtuluşun ve
bağımsızlığın sağlanacağını” bildiriyordu. Beyannameyi “Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi
Başkomutan Mustafa Kemal” unvanıyla imzalamıştı2. 8 Temmuz 1919 gününden buyana ilk
kez askeri bir ad kullanıyordu. Askerlik görevinden istifa ettiği, Saltanat tarafından rütbe ve
unvanının geri alındığı günden beri askeri üniforma giymemiş, askeri unvan kullanmamıştı.
Büyük Millet Meclisi açılıncaya kadar tüm yazışmalarını Heyeti Temsiliye Reisi Mustafa
Kemal unvanıyla yapmıştı. Meclis Başkanı seçildikten sonra da “Türkiye Büyük Millet
Meclisi Reisi Mustafa Kemal” adını kullanmıştı. Bugün, 23 ay sonra “Başkomutan” gibi
askeri bir rütbe ve unvanla imzalamıştı beyannamelerle yazıları.
1
TBMM, ZABIT CERİDESİ, 62. Birleşim, 5 Ağustos 1921 (Cuma), C 12, s 19; TBMM. Gizli
Celse Zabıtları, 5 Ağustos 1921 (Cuma) C 2, s 177.
2
ATATÜRK, Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, Türk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu,
Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 1991, Cilt 4, s 412, 413.
1
Ankara sıcak ve sıkıcı bir yaz günü geçirmişti. Gece Çankaya tepesindeki bağ evi ise
gündüz sıcağının aksine serindi. Başkomutan Mustafa Kemal gaz lambasının aydınlattığı
çalışma odasında düşünüyordu. Atalarından, XVI. Yüzyılın en güçlü, en zengin ve en büyük
devletini devralan Osmanlı Hanedanı, 1683 Viyana bozgunundan buyana, Avrupa’da hızla
toprak kaybetmişti. 1919 yılına gelindiğinde Afrika’da, Orta Doğuda, Avrupa’da, Anadolu
çocuklarının kanıyla elde edilen toprakların bir karışı bile kalmamıştı. Hepsi yitirilmişti.
Anavatan Anadolu da yer yer işgal altındaydı. Anadolu çocuklarının kemiğiyle, etiyle,
kanıyla savundukları Çanakkale, Gelibolu, Anafartalar, Arıburnu, Kumkale, Conkbayırı,
Seddülbahir, Kireçburnu, Sarıtepe, Kabatepe, nice kahramanlık öykülerinin yaşanıp yazıldığı
tüm topraklar işgal altındaydılar. Bugünlerde Yunan Ordusu Sakarya Nehri kıyılarına
yanaşmak üzereydi. Başkomutan Meclis’e, halka ve Orduya ülkeyi kurtarma, düşmanı
“yurdun kutsal toprağında yok etme”sözü vermişti. Yapılması gerekenleri son olarak gözden
geçiriyordu. Ordudan firarların önlenmesi, çözülmesi gereken önemli sorunlar arasındaydı.
Kütahya ve Eskişehir savaşlarında epey firar olmuştu. Özellikle Eskişehir’den Sakarya’nın
doğusuna çekilirken daha da artmıştı. Kaçaklar bir veriye göre 30.122’ye ulaşmıştılar.
Başkomutan, Ağustos 1920 başlarında, Milletvekilleriyle birlikte Batı Cephesi’ne
yaptıkları ziyareti ve dönüşte Milletvekillerinin Meclis’e aktardıkları izlenimleri ansıdı. O
günleri yaşıyor gibiydi. İnegöl Cephesi’nde karşılaştıkları 15 yaşındaki bir çocuk savaşçı,
İzmir Cephesi’nde de harbe katıldığını söylemişti. Cephenin bayraktarlığını 14-15 yaşındaki
yiğit bir çocuk yapıyordu. Bayraktarlık zor bir işti. Hem savaşacak, hem sancağı taşıyacak ve
koruyacaktı. Uşak Cephesi’nde gördükleri Fehmi Efe ile Feridun Efe 12-13 yaşlarındaydılar.
Haki şalvarları, diz kapaklarına kadar şalvarlarını içine alan kırmızı nakışlı beyaz yün
çorapları, bellerine bağladıkları kuşakları, dimi mintanları, göğüslerindeki çapraz fişeklikleri
ve omuzlarına astıkları tüfekleriyle tam birer Kurtuluş Efesiydiler. Ayaklarında edik vardı.
Ediklerin bağları çapraz biçimde dolana dolana diz kapak altına kadar çoraplarını sarıyordu.
İkisi de babalarıyla birlikte savaş veriyordular. Feridun Efe’nin sol başparmağı sargılıydı.
Milletvekilleri sormuştular, ne oldu parmağına diye. “Önemli değil, savaşırken bir kurşun
sıyırdı” demişti. Daha nice çocuk cephede savaş veriyordu3. 70. Alay Komutanı Hafız Halit
Bey’in kızı Nezahat,Alay askerleriyle yan yana düşmana kurşun sıkıyordu. Ama koca koca
bazı adamlar cepheden kaçıyordular.
3
TBMM, ZABIT CERİDESİ Cilt 3, 9 Ağustos 1336 (1920) s 144 (Muhittin Baha’nın konuşması)
2
Koca koca bazı adamlar askerlik görevlerini yapmak için şubelere başvurmuyordular.
Asker kaçağı konumundaydılar. Bolu’nun yiğit kadınları, kocalarının ve oğullarının cepheye
gitmemelerine üzülüyordular. Bolu Valisi’ne bir dilekçeyle müracaat ederek, “vatanlarını,
çocuklarıyla eşlerinin namuslarını düşünmeyen erkeklerin toprağa gömerek paslandırdıkları
silahların kendilerine verilmesini ve er olarak cepheye sevk edilmelerini” talep ediyordular.
Vali Bey’e sundukları dilekçede, erkekleriyle “öbür dünyada, kıyamet ve hesap gününde”
yüzleşeceklerini bildiriyordular4. Aynı günlerde Maraş’ta, Urfa’da, Pozantı’da, Kilikya’da,
Batı Cephesi’nde kadınlar ve çocuklar erkeklerle yan yana savaş veriyor, düşman kovalıyor,
cepheye mermi ve yiyecek taşıyor, destan yazıyordular5. Ama bazı askerler kaçıyordular.
Başkomutan Mustafa Kemal düşünüyordu. Daha önce Meclis’in 11 Eylül 1920 günü
yürürlüğe koyduğu 21 sayılı Cephe Firarileri Hakkında Kanun’la; askerî gücü artırmak,
savunmayı kuvvetlendirmek, firarı önlemek; asker kaçaklarını, askerlerin kaçmalarına sebep
olanları, kaçakları saklayanları, barındıranları, doyuranları, giydirenleri yargılamak ve
cezalandırmak üzere milletvekillerinden oluşan İstiklal Mahkemeleri kurulmuştu6. Ama bu
yeterli olmamıştı. Koca koca adamlar hala İngiliz, Yunan ve Fransız casuslarına, Sultan
Vahdettin ile Damat Ferit’in adamlarına, tarikatçılara inanıyordular. Yunan’a ya da Fransız’a
silah çektiklerinde Halife’ye ihanet etmiş olacaklarını, günah işleyeceklerini düşünüyordular.
Yolda, siperde arkadaşlarını düşman karşısında yalnız bırakarak kaçıyordular. Kimileri de bu
savaşın kaybedileceğine inandırılmıştılar. Akıllarınca kanlarını, canlarını boş yere harcamak
istemiyordular. Bazısı da ödlekti, ölmekten korkuyor, silahıyla birlikte sıvışıyordu.
Başkomutan Mustafa Kemal firarların sebeplerini düşünüyordu: Osmanlı İmparatorluğu
Müslüman halkını, özellikle de Anadolu halkını yormuş, yoksul ve cahil bırakmıştı. XVI.
4
Nuray Özdemir, Milli Mücadelede Kadın Desteği, Bolu Müdafaa-i Vatan Gazi Kadınlar
Cemiyeti,Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Cilt: 2011-2 Sayı: 23, s
49- 63
5
Domaniçli Habibe Hanım, BigadiçliNazife Kadın, Kilikyalı Halime Kadın, Osmaniyeli Tayyar
Rahmiye, KülekliKılavuz Hatice, Gördesli Makbule Efe,Erzurumlu Kara Fatma, Tarsuslu Onbaşı
Adile Hala, İzmirli Gazi Ayşe Hanım, Aydın İmamköylü Çete Emir Ayşe, Adana Toroslarından
Sultan Ana, Kastamonulu Halime Çavuş, Halide Onbaşı ve daha nice Anadolu Bacıları cephelerde
destan yazmıştılar. (GKB, Türk İstiklal Harbi,Güney Cephesi C 4, s numarasız, dipnot 579, 580)
6
Türkiye Büyük Millet Meclisi, Zabıt Ceridesi Cilt 4,62. Birleşim, 11 Eylül 1920, s 87- 89.
3
Yüzyıl ortalarından itibaren imparatorluk rüşvet ve yolsuzluklarla yönetilmişti. Yozlaşma
ülkede eğitimden, sosyal yaşama, sanayiye, tarıma, ulaştırmaya ve savunmaya kadar
yayılmıştı. Yozlaşmadan en büyük zararı Anadolu görmüştü. 11,5 milyon nüfuslu
Anadolu’da ve Trakya’da bir bölümü mahalle okulu düzeyinde 3.623 ilkokul vardı. 222.523
çocuk ilkokula gidiyordu. Birkaçı ayrık köylerde okul yoktu. 164 ortaöğretim kurumunda
13.475 çocuk, 12 yükseköğretim kurumunda 4.599 genç eğitim görüyordu. Yükseköğretim
İstanbul’da toplanmıştı7. Eğitim kurumlarının tümü çağdaş niteliklerden uzaktı. İstanbul
dâhil tüm Türkiye’de, yıl içinde nüfusun ancak %2,2’si eğitim alabiliyordu. Nüfusun yüzde
1,9’u kadar çocuk ilkokula, binde biri kadarı orta eğitim kurumlarına, on binde dördü
yükseköğrenim kurumlarına devam ediyordular. Okuma yazma bilenler nüfusun %5’i
kadardı. Bir kısmı okuyor, ama yazamıyordu. Bir de okuma, aydınlanma aracı olma
konumundan çıkmıştı. Basılı yayın ve okuma alışkanlığı çok düşüktü. Halkın %95’i tüm bu
imkândan da yoksundu. Bu veriler çok geri kalmış ülkelerde görülebilirdiler.
Oysa XV. ve XVI. Yüzyıllarda Anadolu’da dolaşan Avrupalı gezginler her köyde
ilkokula (Sibyan Okulu’na) rastladıklarını, ilk eğitimde Osmanlı’nın Avrupa’dan daha ileri
düzeyde olduğunu aktarmıştılar. Anadolu’da okuma yazma Avrupa’dan daha ileri
düzeydeydi. Örneğin bu yüzyıllarda İstanbul’da 1.000’in üstünde, Amasya’da 200,
Erzurum’da 110, Anadolu Eyalet Merkezi Germiyan’da 154 ilkokul bulunuyordu 8. Ünlü
Evliya Çelebi, XVII. Yüzyılda ilkokul sayısının, nüfusu 80.000 dolaylarında olan İstanbul’da
1.993’e, Ankara’da 180’e eriştiğini bildiriyordu. İlkokullarda erkek ve kız çocuklar birlikte
eğitim görüyordular.
XVI. Yüzyılda bile, eğitim süreleri 11-12 yılı bulan ve dönemin orta eğitim kurumları
olan medreseler ile tetimmelerde kasabalardan vilayetlere kadar yaygınlık, aydınlanmaya
elverişli nicelik ve nitelik içindeydiler. Örneğin: 1530 yılında, Anadolu Eyaleti’nde 110
medrese bulunuyordu9. Amasya’da 16, Trabzon’da 3, Tire’de 6, Ankara’da 6, İstanbul’da
175, Edirne’de 40, Bursa’da 35,
Mardin’de 7, Malkara’da 6, Kütahya’da 5 medrese
7
Devlet İstatistik Umum Müdürlüğü, 1923 – 1928 Yıllıkları
8
Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1994, C II,
s 583 Not 1; Afet İnan, Türk-Osmanlı Tarihinin Karakteristik Noktalarına Bir Bakış, 1937, s 5.
9
Prof. Dr. Halil İnalcık, Devleti Aliye, Klasik Dönem (1302-1606), T. İş Bankası Kültür Yayınları,
37. Baskı, İstanbul 2009, s 223-225. NOT: Anadolu Eyaletinin 1530 yılında nüfusu 2,2 milyondu
4
mevcuttu10. Kazalardan Ödemiş’te 2, Lâdik’te 2, Gaffarabat’ta 3, Çerkeş’te 1 medrese eğitim
veriyordu11. Açıkçası XV. ve XVI. yüzyıllarda Anadolu’da ve imparatorluğun diğer
kesimlerinde, isteyen her aile, çocuğunun yeterli düzeyde eğitim almasını sağlama
olanaklarına sahip bulunuyordu.
Kuruluş ve yükselme dönemlerinde eğitim programları kanunnamelerle belirlenmişti.
Medreselerle tetimmelerde tarih, coğrafya, mantık, felsefe, matematik, geometri, fizik,
kimya, astronomi, gramer, münazara,belagat, telvih (manalı söz söyleme), telhis (özetleme)
gibi akla dayanan pozitif bilimlerin yanında Arapça, Kuran, Hadis, fıkıh ve şeriat gibi dinsel
konular da okutulmaktaydı12. Bu okullardan çok değerli bilim adamları yetişmişti. XVI.
Yüzyıldan sonra, mantık, fizik, kimya, geometri, matematik, felsefe, astronomi gibi akıl
yürütmeyi gerektiren pozitif bilimler eğitim programından çıkartılmıştılar.İmparatorluk
yönetimine Hilafet ve tarikatlar, dolaysıyla Arap düşünüyle gelenekleriegemen olmaya
başlamış ve bundan da öncelikle eğitim etkilenmişti. Arap kökenli tarikatlarda akıl yürütme
yasaktı. Bu derslerin okutulması sisteme aykırı düşüyordu. Artık sadece “Kuran, Hadis,
tefsir, şeriat, fıkıh, sarf, nahiv, akait, adap, kelam, belagat, hilaf, cedel, astroloji ve Arapça”
medreselerde okutulan ana bilim dalları oldular13. Osmanlı ortaçağa gömülmeye başlamıştı.
Enderun da aynı kıyıma uğradı. Zamanla tekkeler ve zaviyeler okul konumuna sokuldular.
Sonunda eğitim kurumlarında okuma yazma bilen cahiller yetiştirildiler. Ve bunlar Osmanlı
Devleti’ni yönettiler.
Astroloji medresenin en önemli dersi, bu eğitimi alan müneccim (yıldız falcısı)da en
etkin kişisi olmuştu. Osmanlı eğitim düzeni artık ancak yıldız falcısı yetiştiriyordu.
Müneccimlerin, gezegenlerin ve yıldızların hareketlerine (yıldız nameye) bakarak, dünya ve
toplum olaylarını ve kişilerin geleceklerini, eyleme geçmenin en uygun zamanını (eşref
10
Prof. Dr. Cahit Baltacı, Cahit Baltacı, Prof. Dr., XV ve XVI. Yüzyıllarda Osmanlı Medreseleri,
İlahiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 2005, C 2, s 910 – 913. NOT: O dönemde Anadolu Eyaleti
Kütahya, Manisa, Bursa, Aydın, Muğla, Bolu, Isparta, Ankara, Çankırı, Kastamonu, Afyon, Kocaeli,
Biga, Balıkesir, Eskişehir, Alanya ve Antalya’yı kapsıyordu.)
11
Evliya Çelebi, Seyahatname C 2, 3, 4, 5, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2011, 3-4,
5-4, VI, 256/b. NOT: 1) Evliya Çelebi’ye göre Amasya’da 10, Van’da 8, Trabzon’da 8 Medrese
vardı. NOT: 2) Gaffarabat, Kazımkarabekir ilçesinin eski adıdır.
12
13
Ord. Prof. Dr. İsmail HakkıUzunçarşılı, a.g.e. C 2 s 586, 590 - 606
İsmail Hakkı İzmirli, İslâm’da Felsefe Akımları, İkinci Baskı, Kitabevi 1997, İstanbul, s 23, 24.
5
saati) belirlediklerine inanılmaktaydı. Müneccimler devlet adamlarının başdanışmanı
olmuştular. Baş Müneccim ile Müneccim, sarayın ve bulunduğu vilayet ve kazanın en seçkin
görevlilerinden sayılıyordu. Padişahlar, sadrazamlar, vezirler, kumandanlar, valiler
müneccimlerin belirledikleri uygun zamanda (eşref saatte) harekete geçiyor ve onun
dediklerine uygun biçimde davranıyordular. Örneğin: Sadrazam Damat Şehit Ali Paşa, 1716
Avusturya seferini, danışman müneccimlerin önerilerine göre yürüttüğü için Varadinharbini
kaybetmişti.Fakat suç sadece ona aitmiş gibiidam olunmuştu 14.
İmparatorluğun Avrupa’ya göre geri kaldığını görüp geliştirici önlemler almaya yönelen
Padişah III. Mustafa (1757-1774) Avrupa’nın, özellikle Fransa’nın kalkınmasını, Prusya’nın
yedi yıl savaşlarından başarıyla çıkmasını, güçlü müneccimlere sahip olmalarına bağlıyordu.
Elçi olarak yolladığı Ahmet Resmî Efendi aracılığıyla, Prusya Kralı Büyük Friedrich’ten,
kendisine iyi müneccimler göndermesini rica ediyordu15. Cehalet tahta ulaşmış ya da
çıkmıştı.
III. Mustafa’nın Mühendis Mektebini kurmakla görevlendirdiği Baron François de Tott
1773 yılında okula öğrenci hazırlamak amacıyla bir Geometri Okulu açmaya karar
verdiğinde, Humbaracı Ahmet Paşa mektebinden yetişmiş Osmanlı geometricileri, bu okulu
gereksiz görmüş ve karşı tutum içine girmiştiler. Baron de Tott, bilgi düzeylerini ortaya
koymak için, karşı çıkanları sınava çekmiş, çok basit bir soru sormuştu: “Bir üçgenin iç
14
Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, IV, K 2, s. 534, Dipnot 1; Prof. Dr.
AhmetMumcu,Türkiye’nin Akıl Çağına Geçişi, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Temmuz 1986,
Makale atıf, 13, 14, 15, 16 dipnotlar.NOT:Eşref saate, ilm-i nücuma (astrolojiye) ve müneccime
inanış XIX. Yüzyıl ortalarına kadar sürdü. XIX. yüzyıl başında Osmanlı ülkesini ziyaret eden
Wittmann, gemilerin denize indirilişinde bile eşref saat arandığını belirtir. II. Mahmut da (18091839) bu gelenekten yakasını sıyıramamış, gemilerin denize eşref saatte indirilmesi konusunda hattı
hümayun yayınlamıştı. Gene, ileri fikirli bir hükümdar olan III. Selim’in (1789-1807) önemli devlet
işleri için istiareye başvurduğu ileri sürülür.”. A. Mumcu,a.g.m).
15
Prof. Dr. Enver Ziya Karal, III. Selim’in Hattı Hümayunları, C I, Ankara 1946 s 1; Atfen Adnan
Adıvara.g.e. s 139. (NOT: III. Mustafa Avrupa’dan müneccimlikle ilgili kitaplar getirtmişti.
Zamanın Fransız elçisi Verge: “- Bu kadar acayip hurafeyi yıkmak için elimden geldiği kadar
beyhude yere çalıştım. Başarı sağlayamadıktan başka padişahın ve vezirlerinin, Fransız Krallığının
mükemmel müneccimlere sahip bulunduğuna, olacak her şeyden önceden haberdar edildiğine
samimi bir şekilde inandıklarını gördüm” diyordu.
6
açılarının toplamı kaç derecedir?” Kimse bu basit soruya cevap verememişti. Sonunda
içlerinden biri yanıt veriyor “Üçgenine göre değişir” diyordu16. XVIII. Yüzyıl Osmanlı
geometricilerinin ve okumuşlarının bilgi düzeyi buydu. Okuyan da zaten çok azdı.
II. Mahmut eğitiminde yozlaştığını görmüş ve önlemler geliştirmişti. Onun başlattığı
eğitime yönelik reformlar Tanzimat döneminde ve daha sonra da sürdürüldü. 5 Şubat 1839
günü alınan kararlar uyarınca devlet, eğitim hizmetlerini üstlendi, yaygınlaştırmaya ve
geliştirmeye yöneldi. Eğitim hizmetlerini yürütmek üzere Meclis-i Maarif, Maarifi
Umumiye Nezareti kuruldu(1845). İlk, orta ve yüksek eğitim, ilmiye (din) sınıfından alınarak
Maarifi Umumiye Nezareti’ne bağlandı. Her birinin çalışma yöntemlerini belirleyen tüzükler
yapıldı. Rüştiye mektepleri çoğaltılıp yaygınlaştırıldı. İlkokul niteliğindeki sıbyan
mekteplerine yeni bir düzen getirildi. İlk eğitim parasız ve zorunlu kılındı. Bir üniversite
kurulması kararı alındıysa da (1846) gerçekleştirilmesi mümkün olmadı. 1870 yılında Fenler
Evi adıyla açılan üniversite de bağnazların olumsuz tutumları ve kargaşa çıkarmaları
yüzünden kısa zamanda kapatıldı17. Bu dönemde Fransız Akademisi örnek alınarak kurulan
Encümen-i Daniş’e “İlmi ve teknik eserler yayınlamak, Avrupa’da yayınlanmış olanları
tercüme ederek bastırıp hizmete sunmak, dünya düşünce hareketlerini izlemek, Türk dilini
geliştirmek, Osmanlı tarihini inceleyip yazmak” gibi görevler yüklenmişti18. Sonraki yıllarda
da eğitimin geliştirilmesine yönelik çabalar sürdürüldü. Ama yarı sömürge konumuna girmiş,
geri kalmış, yoksul düşmüş, Avrupa’ya alabildiğine borçlanmış Osmanlıda bu çabalar
16
Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Tarihi, C IV, K 1, s. 480 Not 1,
17
Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, a.g.e. C V s 181-183, 284, 285. Bernard
Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çeviri Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1993,
5.Baskı, s 113, 114 ; Prof. Dr. Yaşar Yücel – Prof. Dr. Ali Sevim, Türkiye Tarihi II, Osmanlı
Dönemi (1300-1566) Türk Tarih Kurumu, Ankara 1992,C 4 s 258, 263, 264. NOT: Bu dönemde
kurulan okullardan bazılarına: İstanbul’da Darülmuallimin (Öğretmen Okulları - 1846), Erkânı
Harbiye Mektebi (1849) gibi yüksekokullar açıldı. Buralara öğrenci hazırlayan Mülkiye Rüştiyeleri
kuruldu (1847), Harbiye Mektebine öğrenci yetiştirmek amacıyla İdadi mektepleri (1839), genel
Rüştiye mektepleri (1839), Mekteb-i Tıbbiye (1840), Ebe Mektebi (1842), Ziraat Mektebi (1846),
Darülmaarif (Liseler -1849). Islahat döneminde de Orman Mektebi (1859), Kız Rüştiyesi (1858),
Mülkiye Mektebi (1859), Telgraf Mektebi (1860), Robert Kolej (1853) faaliyete geçirildiler.
18
Cevdet Paşa,Tezakir, Yayınlayan Prof. Cavit Baysun, T. Tarih Kurumu, 199, Tezakir 40, s 47-
49, 51-57, 218 (Not Cevdet Paşa Tarihi (1774-1824) bu görevlendirme üzerine hazırlanmıştı.)
7
yetersiz kaldılar, başarılı olamadılar. Sonunda I. Dünya Savaşına Osmanlı İmparatorluğu
%5’i okuma yazma bilen bir halkla girdi.
Aydınlanmayı, matbaayı ve keşifleri kaçıran Osmanlı Hanedanın halkı içine soktuğu
koyu cehalet ve hurafeşimdilerde olumsuz etkilerini daha çok gösteriyordu. Cehalet ve
hurafe düşmanı yurttan kovmak için savaş veren yurtseverlere karşı başlatılan ve iki yıldır
süregelen isyanın, firarın ana nedeni olmuştu. Ama cahil halkın büyük çoğunluğu
yurtseverdi, sağduyuluydu. Her yerde, az sayıdaki okumuşların çevresinde bütünleşmiş,
silahlanmış, yurdu kurtarma çareleri aramıştı. Başkomutan Mustafa Kemal’in önerilerine
uymuştu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni kurmuştu.
Başkomutan 1 Ağustos 1921 günü kaçaklarla silahaltına çağrılanların Sakarya’daki
birliklerine yollanmaları için her ildeki idari birimler ile Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i
Hukuk Merkezine emir yollamıştı. Cephede savaşan erlerin, subayların ve şehitlerin
çocuklarıyla ailelerinin tüm ihtiyaçlarının karşılanması, refahlarının sağlanması konusunda
emir vermeyi unutmamıştı19. Ayaklanmaların önü alındıktan sonra 17 Şubat 1921 günü
kapatılan İstiklal Mahkemeleri yeniden faaliyete geçirilmişti. Garp Cephesi Komutanı İsmet
Paşa’nın 18 Eylül 1921 günü yaptığı başvuru üzerine, Büyük Millet Meclisi, 23 Temmuz
1921 günü, 14 bölgede faaliyet göstermek üzere yeni İstiklal Mahkemeleri kurmuştu 20.
İngiltere’nin isteği ve desteğiyle, Yunan Hükümeti Ankara’yı işgal edip Türk Ordusunu
Kızılırmak’ın doğusuna atmaya, Türkiye Büyük Millet Meclisini ve kurumlarını dağıtmaya
karar vermişti. Anadolu’da 212.000 dolayında askeri bulunan Yunan Ordusu Sakarya
Nehrine doğru yürümek üzereydi21. Fazla zaman yoktu. Kısa zamanda önlem almak
gerekirdi. Askerî ve idarî makamlar verilen emirleri eksiksiz yerine getirseler bile 50.000
silahlı ancak sağlanabilirdi.
19
20
ATATÜRK, Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, a.g.e s410-412
TBMM ZABIT CERİDESİ, C 4, 67. Birleşimi 19 Eylül 1920 (1336) Cumartesi) s 193. NOT:
İstiklal Mahkemelerinin bölge merkezleri Kastamonu, Eskişehir, Konya, Isparta, Ankara, Kayseri,
Sivas, Maraş, Elazığ, Diyarbakır, Bitlis, Refahiye, Erzurum ve Van’da bulunuyordu.
21
Nilüfer Erdem. Yunan Tarihçiliğinin Gözüyle Anadolu Harekâtı, 1919 – 1922, Derlem Yayınları,
2. Baskı, İstanbul 2012, s 405 – 409.
8
Başkomutan ülkenin işgaline ortam hazırlayan I. Dünya Savaşı’na Osmanlının girişini
ansıdı. Almanya ile Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Enver Paşa’nın, Osmanlıyı I.
Dünya Savaşına nasıl sürüklediklerini bir kez daha yaşar gibiydi. Enver Paşa, Meclise ve
Hükümete haber vermeden, izinlerini almadan, Almanya’nın Avrupa’da savaş ilan ettiği 28
Temmuz 1914 günü, İstanbul’da Alman Elçisiyle gizli bir İttifak Anlaşması imzalamıştı.
Böylece Osmanlı savaşa doğru ilk adımını atıyordu. Anlaşma Sadrazam Sait Halim Paşa,
Dâhiliye Nazırı Talat Paşa, Meclisi Mebusan Reisi Halil Bey ve Enver Paşa arasında sır
olarak kalmıştı. Daha sonra Cavit Bey ile Cemal Paşa’ya da bilgi verilmişti22. İkinci adım,
Cezayir limanını bombaladıktan sonra İtilaf Devletleri donanmasından kaçan Goben ve
Breslau adlı Alman muhriplerinin Çanakkale’ye sığınmalarına, 10 Ağustos 1914 günü Enver
Paşa’nın izin verilmesiyle atılmıştı. Ertesi gün bu muhripler Yavuz ve Midilli adlarını alarak
Osmanlı donanmasına katılmıştılar. Üçüncü adım, 24 Ekim 1914 günü Alman Amirali
Souchon’un komutası altında,Yavuz ve Midilli muhriplerinin de aralarında bulunduğu on bir
parçadan oluşan Osmanlı filosunun,Karadeniz’de Purut adlı Rus mayın gemisini batırması,
bir Rus torpidosunu yaralaması, bir kömür gemisini esir alması, Odesa ve Novorossisk’teki
Rus askeri tesislerini bombalamasıyla atılmış oldu. Denize açılmadan önce Enver ve Cemal
Paşalar, Türk deniz subaylarına Osmanlı Donanması 1. Komutanlığı’na atanmış bulunan
Amiral Souchon’un emirlerine uymaları yolunda talimat vermiştiler. Hükümetin bundan da
haberi olmamıştı. Durumu öğrenince bazı Nazırlar tüm Alman askerî görevlilerin yurt dışına
çıkartılmasını istemişlerse de Enver ve Cemal Paşa’lar, bu kez İttifak Anlaşması’nı öne
sürerek, isteğin yerine getirilmesini önlemiştiler.31 Ekim 1914 günü Osmanlı Hükümeti
Rusya’dan özür dilenmiş ve ilk saldırının Rus donanmasından geldiği iddiasını ileri sürmüşse
de Rusya bu savı yutmamıştı. Rusya 1 Ekim günü verdiği cevapta artık savaşın başlamış
bulunduğunu bildiriyordu. 1 Kasım günü İngiliz ve Fransız elçileri İstanbul’u terk ettiler. 5
Kasım günü İngiltere ve Fransa da Osmanlıya savaş açtıklarını ilan ediyordular. Almanların,
22
İsmet İnönü, Hatıralar, Bilgi Yayınevi, Ankara 2006, 2. Baskı, s 92, 93
22
Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, a.g.e., C IX s 380, 381 (Almanya ile anlaşma
yaptıktan sonra Enver Paşa Ruslarla da anlaşma imzalamaya çalışmış, başarılı olamamıştı (382, 383)
9
Enver Paşa’nın ve sonradan onlara katılan Cemal Paşa’nın komplolarıyla, muharebeye
tutuşacak güce sahip olmayan Osmanlı Devleti savaşa girmiş oluyordu23.
Üstelik Osmanlı, Almanya’nın savaşı kaybedeceğinin belli olduğu bir zamanda ve onun
yanında savaşa giriyordu. Savaş planını yapan Alman Genel Kurmay Başkanı Mareşal
vonSchlieffensavaş başlamadan ölmüştü. Ölmeden önce “Fransa’ya yapılacak taarruz
başarıya ulaşırsa savaş kazanılır. Savaş kazanılmazsa barış yapılmalıdır.” demişti. Almanlar
5 Eylül 1914 günü Fransa’ya saldırmış, 12 Eylül gününe kadar süren MarneMeydan
Savaşı’nı kaybetmiştiler. Mareşal vonSchlieffen’e göre barış araması gereken Almanya,
Osmanlıyı da savaşa sokarak yeni bir strateji uygulayacaktı. Buna göre:Bir yandan İngiliz,
Rus ve Fransız kuvvetlerinin bir bölümünün, Afrika ve Asya’da Osmanlı Ordusuyla meşgul
olacaktı.Öte taraftan Osmanlı Halifelik kurumunun dini etkinliği kullanılarak, Asya ve
Afrika’daki Müslüman mandalarİtilaf Devletlerine karşı ayaklandırılacak,
onların
sömürgelerden askeri mali kaynak temin etme olanakları kısıtlanacaktı. Böylece Almanya
kendisine Avrupa’da başarı ortamı hazırlayacaktı24. Osmanlı Almanya için daha da önemli
hale gelmişti. Marne Meydan Muharebesi’ni Fransızların kazanmasından sonra, o günlerde
Sofya askeri Ataşesi olan Başkomutan Mustafa Kemal, Osmanlı Başkumandan Vekilliğine,
artık AlmanlarınAvrupa’da savaşı kaybetmiş olduğunun kabul edilmesi gerektiğini rapor
etmişti. Enver Paşa’nın karargâhında görevli bulunan Hafız Hakkı Paşa, Ali İhsan Paşa ve
Binbaşı Kazım Karabekir de savaşa girişin hiç olmazsa 1915 ilkbaharına ertelenmesi
gerektiğini ileri sürüyordular. Ama Almanların Ruslara karşı 14 Eylül 1914 günü kazandığı
zaferin etkisinden kurtulamayan Enver Paşa’ya bu tavsiyelerin hiç bir katkısı olmamıştı25.
Sultan Mehmet Reşat vakit geçirmeden 11 Kasım günü tüm İslam âlemine hitaben,
onları İngiltere’ye ve Fransa’ya karşı ayaklanmaya ve Osmanlının yanında savaşmaya davet
eden, bunu bir dini görev olarak gösteren ünlü cihat beyannamesini yayınlamış, Cihat ilan
23
Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, a.g.e., C IX s 389 – 398 (Savaşa karşı olan
Ziraat ve Sanayi Nazırı Süleyman Elbistanlı, Nafıa Nazırı Çürüksulu Mahmut Paşa, Maliye Nazırı
Cavit Bey ve Posta Telgraf Nazırı Oskar Efendi görevlerinden istifa ettiler. Sadrazam ve Hariciye
Nazırı Sait Halim Paşa da istifa etmişti, ama Sultan Reşat’ın yanaklarından öperek ricada bulunması
üzerine istifasını geri almıştı.)
24
25
İsmet İnönü, Hatıralar, Bilgi Yayınevi, Ankara 2006, 2. Baskı, s 96, 137
Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, a.g.e., C IX s 391, 411, 412
10
etmişti. Cihat Beyannamesi Anadolu’da 14 Kasım günü tüm camilerde okunmuştu. Almanlar
da Cihat Beyannamesi’ni, İslam âleminin konuştuğu dillerde milyonlarca bastırarak uçakla,
denizaltıyla Müslüman ülkelere iletmiş ve oralarda Osmanlı Teşkilatı Mahsusa elemanlarınca
halka dağıtılmıştı26. Fakat bir yararı görülmemişti. Aksine Asya ve Afrika sömürge
Müslümanları Çanakkale’de, Maraş’ta, Kilikya’da, Antep’te; Araplar Ortadoğu’da Türklere
karşı savaşmış; Türk kentlerine Türk Ordusu’na ve Kuvayı Milliye müfrezelerine
saldırmıştılar.
Osmanlı Devleti savaşa girmesinden hemen sonra seferberlik ilan etmişti. Bir komploya
alet olmalarından endişe ederek Hristiyan ve Musevi azınlığı askere almamıştı. Buna karşın
20 ila 40 yaşlarındaki Anadolu Müslümanlarını askere çağırmıştı. Anadolu’nun ve
Trakya’nın en hızlı ulaşım aracı olan arabalarla çeki hayvanlarına el koymuştu. Türk
erkekleri Balkan Savaşlarındaki kırıma ve başarısızlığa rağmen Askerlik Şubelerine koştular.
Savaşın başında Osmanlı Ordusu’nun eğitim görmüş asker sayısı 400.000 dolaylarındaydı.
1915’teise ordunun er mevcudu 1.290.000’e, subay mevcudu 24.000 ulaşmış bulunuyordu.
Ertesi yıllarda 1.500.000 kişi daha askere alınmış, Osmanlı Ordusunda savaşan Türkler ve
diğer Müslümanlar 2,8 milyon dolaylarına erişmiştiler27. Savaş sona erdiğinde Osmanlı
Ordusu 975.000 zayiat, 325.000 şehit vermiş bulunuyordu. 400.000 asker yaralı ve 250.000
asker esir düşmüştü. Askerin kimi Sarıkamış’ta, kimi Kafkasya’da, kimi Galiçya’da, kimi
Çanakkale’de, kimi Nil kıyılarında, kimi Arabistan çöllerinde şehit olmuştu. Balkan
Savaşlarında Anadolu zaten pek çok sayıda çocuğunu yitirmişti28. Birinci Dünya Savaşı
sonunda, Anadolu’da artık erkek olarak çocuklar, askerlik çağını aşmış yaşlılar ile körpe
denecek kadar çok genç delikanlılar ve yaralı ya da hasta, işe yaramaz gaziler vardı.
Başkomutan şimdi körpe gençleri ve iş görür az sayıdaki gazileri yurt savunmasına çağırmak
mecburiyetiyle karşı karşıyaydı.
26
Cemal Kutay, Şehit Sadrazam Talat Paşa’nın Gurbet Hatıraları, Kültür Matbaası, 2. Basım, 1983
İstanbul, Cilt 2 924, 925; Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, a.g.e., C IX s 399 - 403
27
28
İsmet İnönü,Hatıralar, s 92; Prof. Dr. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C IX s 403, 404, 408
Osmanlının Birinci ve İkinci Balkan Savaşlarında toplam kaybı 431.000’di. Birinci Balkan
Savaşında 75.000 asker hastalıktan ölmüş, 50.000 asker şehit olmuş, 115.000 asker esir düşmüştü.
Esirlerin önemli bir bölümü de bakımsızlıktan ve hastalıklardan dolayı hayatını yitirmişti. 100.000
de yaralı vardı. İkinci Balkan Savaşında toplam kayıp 91.000 dolayındaydı, 76.000’i savaş kaybıydı,
4.000’i hastalıktan ölmüştü.
11
Ama silahaltına alınan gençlerle mevcut asker neyle giydirilip kuşandırılacaktı? Neyle
donatılacaktı? Neyle beslenecekti? Osmanlının cahil ve yoksul bıraktığı özgür Anadolu’da
görünürde önemsenecek bir olanak yoktu. Osmanlı Anadolu’nun tarımını çökertmiş,
sanayisini yok etmişti. Anadolu’yu Avrupa devletlerinin yarı sömürgesi durumuna sokmuştu.
Avrupa şimdi bu yarı sömürgeyi paylaşıp tam sömürge yapmak istiyordu. Onları kovmak
için savaşan askerin çoklukla ayağı yalın, sırtı çıplak denecek kadar giysisizdi. Bazen
düşmana sıkacak mermi, düşman siperlerine dalmak için süngü bulamıyordu. Ve ekonomi
çökmüştü.
Başkomutan üç gün öncesini ansıdı. Sakarya’nın doğusuna çekildikten sonra, Meclisçe
seçilen kalabalık bir Milletvekili heyeti O’nun başkanlığında Orduyu ziyaret etmişti. Vekiller
cephede gördüklerini 2 Ağustos 1921 günü gizli celsede, Milletvekillerine anlatmıştılar29.
Özellikle Sinop Milletvekili Dr. Rıza Nur’un, Manisa Milletvekili Vehbi Bey’in ve İzmir
Milletvekili Mahmut Esat Bey’in anlattıkları yürek dağlayıcı türdendiler. Gördükleri
şunlardı:
Askerin %80’inin elbisesi ve iç çamaşırı yoktu. Elbiseler eskimişti. Asker çoklukla
üzerinde köyünden getirdiği eskimiş elbiseyi taşıyordu.Bir kısmının ayağında ayakkabı ve
çarık da yoktu. Oysa savaş veren askerin ayağında iyi bir kundura olması gerekirdi. Kundura
piyadenin atı gibiydi. Ama askerin bir kısmının çarığı bile yoktu, yalınayak dolaşıyor,
yalınayak savaşıyordu. Milletvekilleri gözlerine inanamamıştılar. Çıplak ayaklı, eski püskü,
paçavra yığını gibi giysiler içindeki askerin yüzüne bakamamıştılar, ağlamaklı olmuştular.
Ordunun bu halde olduğunu tasavvur bile edemiyordular. Ama Meclis’te hesap soran
Milletvekilleri, Hükümete sürekli “Ne istediniz de vermedik?” diyordular. Verdikleri buydu
ve şimdi verdiklerini gözleriyle görüyordular. Ve çıplak, yalın ayak asker, “Biz düşmanı
yenmeye geldik, yalınayak da, çıplak da savaşırız. Aç kalsak da vatanı kurtarırız.” diyordu.
Yürek kanatıyordu.
Askerin kavurucu sıcakta başını sokacağı çadırı, soğukta gece üstüne alacağı bir örtüsü
yoktu. Dağ tepelerinde mevzilenen askerin hiç biri, gecenin soğuğunda sırtına giyeceği
kaputa da sahip değildi. Asker aşırı soğuğa ve sıcağa bağışıklık kazanmış gibiydi. Noksanlar
elbiseden, ayakkabıdan, çadırdan ve battaniyeden de ibaret değildiler. Yeterli yiyecek de
29
T.B. M.M. GİZLİ CELSE ZABITLARI, Cilt II, 59’uncu Birleşim, 2 Ağustos1921, s 132 - 143
12
yoktu. Kimi zaman askerin midesine, ancak haftada bir sıcak yemek giriyordu. Ekmek ve
peksimetle, bunlar da bulunmadığında kavrulmuş buğdayla karınlarını doyuruyor, ama yine
de kahramanca savaş veriyordu. Birliklerin mevzilendiği bölgelerde bazen su bulunmuyordu.
Askerin önemli bir bölümünün matarası yoktu. Birliklerde su depolayacak fıçılarla kırbaların
noksan olması, susuzluk yaratıyordu. Gerçi çekiliş sırasında az da olsa fıçı, kırba ve matara
kaybı olmuştu. Ama öteden beri su kapları noksandı. Sakarya’ya çekilirken, yürüyüş
sırasında bu yüzden susuzluk yaşanmıştı. Asker ve subay bulanık su içmek zorunda kalmıştı.
Sıtma başlamıştı30.
Milletvekilleri kürsüden anlatmayı sürdürüyordular. Komutanlardan öğrendiklerine
göre subaylar, erler dört aydan beri maaş ve harçlık alamamıştılar. Bazı subaylar para
yollayamadığı ailelerinden, sıkıntı içinde olduklarına, aç kaldıklarına dair haberler
alıyordular. Moralleri bozuluyordu. Tütün sıkıntısı, su ve yiyecek yokluğu kadar önemli bir
konuma gelmişti. Alay komutanının bile tabakasında tütün bulunmuyordu. Erler ot
içiyordular. Otu saracak sigara kâğıdı da yoktu. Asker mektup alamadığından, gönderdiği
mektubun yerine ulaşmadığından yakınıyordu. Erler ve subaylar yerleştikleri bölgelerde
ihtiyaç duydukları maddeleri temin edemiyordular. Karargâhlarda da bu hizmetleri verecek
kuruluşlar oluşturulmamıştı. Bir mum bulmak bile mümkün olmuyordu. Gecenin
karanlığında zayıf bir ışık görmek olasılık ötesiydi.
Bütün bunların üstünde piyade erlerinin %20’sinin süngüsü yoktu. Top, tüfek mermisi
zaten azdı. Savaşın ortasında tükeniyordular. O zaman çatışmayı süngü savaşına
dönüştürmek, askeri düşman siperlerine taarruza kaldırmak zorunlu oluyordu. Bazen de
savaş kendiliğinden bu noktaya geliyordu. Ama çoğu kez asker mermiyi hesaplı
kullanıyordu. Mermisi tükenince de düşman siperlerine dalıyordu. Süngüsü olmayan asker
kamayla, bıçakla, bulabilirse baltayla iş görmeye çalışıyordu. O da olmazsa karakucakla
sonuç almaya çabalıyor, ya Şehit oluyor ya da bir düşman eksiltiyordu. Süvarilerin bir
kısmının kılıcı yoktu.
Süvari kılıçla iş görebilirdi. Kılıcı olmayan süvari bir değneğe
bağladığı kamayla, kasaturayla, bıçakla düşman üzerine çullanıyordu. Oysa süngü yapmak,
kılıç yapmak pek zor değildi. Ülkede ustalar da vardı. Ama yeteri kadar kılıç ve süngü
üretilememişti.
30
Orgeneral İzzettin Çalışlar’ın Anılarıyla Gün Gün, Saat Saat İstiklal Harbinde Batı Cephesi,
Hazırlayan İzzeddin Çalışlar, T. İş Bankası Kültür Yayınları 2009, s 235
13
Ordunun içine ve çevresine sızan casuslar zararlı olmayı başarmıştılar. Yunanlılar ve
İngilizler, askerin arasına ve Eskişehir’e casuslar sokmuştular. Bunların farkına
varılamamıştı. Eskişehir’deki kadın casuslar, Ordu çekilirken halkın arasına karışıp
Ankara’ya gelmiştiler. Şimdilerde bu kadınlar belirlenemiyor, yakalanamıyor, Ankara
sokaklarında geziyordular.
Asker İnönü’de iki kez bu koşullar altında savaşmış ve zafer kazanmıştı. Eskişehir ve
Kütahya savaşlarında kendinden iki kat fazla olan Yunan Ordusu’na büyük zayiat verdirmiş,
kendisini kuşattırmamıştı. Yer yer başarı kazanmıştı. Komutanların emriyle düzenli biçimde
Sakarya’nın gerisine çekilmişti. Sinop Milletvekili Dr. Rıza Nur “Ben Cenabı Hakka iman
eder gibi iman ederim ki zafer muhakkaktır, katidir.”diyordu. O’na göre:Bu Ordu ile
gurur duyulmalı ve öğünülmeliydi. Bu Ordu’yu kim kurmuşsa, onurlu bir iş yapmıştı. Ama
bu ordu yoksuldu. Ordu takviye edilebilseydi, zafer Türk Ordusu’na gülecek, Türkiye düğün
bayram edecekti. Yine de eksikleri tamamlanırsa, Ordu’nun Sakarya vadisinde düşmanı
parça parça edeceğine inanmak gerekirdi.Ama Orduyu donatmak, giydirmek ve beslemek
lazımdı.
Başkomutan, beslenme açısından Anadolu tarımını düşündü. Güneyde Çukurova ve
dolayları, Güneybatıda Antalya ve Muğla, Batı Anadolu illeri, Marmara Denizi’nin güneyi
gibi verimli tarım alanları Fransızların, İtalyanların ve Yunanlıların işgalleri altındaydılar.
Buralardan yarar sağlamak olası değildi. Kaldı ki, tüm Anadolu’da tarım çökmüştü. Çöküş
XVI. Yüzyılda başlamış, XVII. Yüzyılda hızlanmış, XIX. Yüzyılda tamamlanmıştı. 1913
tarım sayımları, Anadolu toprağının ancak %4,9’unun üzerinde tarım yapıldığını ortaya
koymuştu. Çiftçi daha fazla arazi kullanmak, tarıma yeni araziler açmak istemiyordu.
Vergiler ağırdı ve çiftçi ürettiğini satamıyordu. Ürünü tüketim pazarlarına ulaştıracak yol
yoktu. “Daha çok ürünü ne yapacağız, nereye taşıyacağız?” diyordu31. Bu öylesine doğruydu
ki, bir ilde ürün bolluğu yaşanıp, fazla ürünler tarlada çürümeye bırakılırken, yol yokluğu
yüzünden komşu il kıtlık yaşıyor, insanlar açlıktan ölüyordular. Örneğin: “1873
yılındaAnkara, Çankırı, Kırşehir, Yozgat ve Sivas’ta kıtlık yaşanmıştı. Bu kıtlık yılında,
Keskin kazasına bağlı 160 köyün nüfusu 52.000 idi. Kıtlıkta 20.000 kişi ölmüş, 7.000 kişi
göç etmiş, 160 köyün nüfusu 1875 yılında 25.000’e inmişti. Diğer bir köyler grubunun
31
Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal, a.g.e. T. Tarih Kurumu, Cilt VII s 244; Cilt VI s 233, 234
14
nüfusu da 1873’te 16.900 idi. Kıtlıkta 4.797 kişi ölmüş, 2.643 kişi göçmüş, nüfusu 9.261’e
inmişti”32. Oysa komşu illerde bol ürün alınmıştı. Ama yol yokluğundan dolayı ürünler kıtlık
içindeki bölgelere ulaştırılamamıştı.
1918 yılına gelindiğinde, Dünya Savaşı sırasında çiftçinin askere alınması, Ermeni
çiftçilerin bir bölümünün sürgün edilmesi gibi sebeplerle, tarlaların ve bağların bir kısmı üst
üste birkaç yıl ekilememiş ve körleşmiş, tarım alanı daha da küçülmüştü. Verim çok düşüktü.
İklimin tarıma uygun geçtiği yıllarda bile verim, buğdayda 145, fasulyede 160, nohutta 90
kilo olabiliyordu. Bu verimle ve dar ekim alanıyla çiftçinin üretimi ancak aile ihtiyaçlarını
karşılıyordu. İlkbaharda yağmur yağmamışsa bu verim de alınamaz, çiftçi yiyeceğini ve
tohumunu zorluklar içinde temin ederdi33.
Tarımın çöküşünden sonra iklimin uygun geçtiği yıllarda bile, Osmanlıda tarımsal
üretim, tüketime yetecek düzeyde olmazdı. Osmanlı,ihtiyaçlarını ithalatla karşılamaktaydı.
1913 yılı Osmanlı ithalatının %14,5’ini besinler, %13’ünü giyecekler oluşturuyordu. Aynı yıl
14.000 ton buğday ihraç edilmesine karşın 98.000 ton buğday, ayrıca 195.000 ton un ithal
edilmişti. Önceki yüzyıllarda buğday ve un ihraç eden Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’na
girerken, tarımsal üretimi tüketimine yetmeyen bir ülke konumuna düşmüştü. İthal edilen
sadece un ve buğday değildi. Osmanlı çaydan, şekerden tahine, makarnadan konserveye,
biradan tütüne kadar pek çok besineve içeceğe olan ihtiyacını ithalatla karşılamaktaydı34.
Sanayi devrimini kaçırıp XVIII. Yüzyıl sonlarında geri bir tarım ülkesi konumuna düşen
Osmanlı,
XIX. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren tarımda da kendine yetmez konuma
sokulmuştu. Yine de Osmanlı ihracatı tarıma, yoksul köylünün emeğine dayalıydı. İhraç
malları susam, afyon, arpa, tütün ve pamuk gibi tarla ürünlerinden; üzüm, fındık, incir,
palamut, cehri, zeytin, ipek kozası gibi ağaç ürünlerinden; yapak, deri, tiftik gibi hayvan
ürünlerinden ibaretti. Fındık, palamut ve cehri ayrık bu ürünler çoklukla Batı Anadolu ile
32
33
Ziraat Bakanlığı,Türk Ziraat Tarihine Bir Bakış, Ankara 1938, s 211; Doğan Avcıoğlu s 81;
Vedat Eldem, s 75, 76; Ziraat Nazırlığı ve DİE, a.g.e.,1912-1913 Tarım İstatistikleri,Tevfik
Çavdar s 25, 26; Hayri Sevimaya.g.e. s 64, 96
34
YerasimosStefanos Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Çeviri Babür Kuzucu, Gözlem Yayınları, 3.
Baskı s 514;Vedat Eldem, a.g.e. s 280- 282, Hayri R Sevimay, Cumhuriyete Girerken Ekonomi –
Osmanlı Son Dönem Ekonomisi, Kazancı Hukuk Yayınları, İstanbul 1995, s 198, 199; DİEOsmanlı
İmparatorluğu Ticaret Muvazenesi, s 17 - 51
15
Çukurova’da yetişmekteydiler. Şimdilerde buralar işgal altındaydılar. İhraç olanağı
kalmamıştı. İzmit Körfezi ile Karadeniz kıyıları ayrık; Anadolu’nun Akdeniz, Ege Denizi ve
Marmara’da ihraç limanı dayoktu.
XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda bile Anadolu ve Trakya’da tür ve sayı yönünden zengin
bir hayvancılık vardı. Savaşlarda, kuraklıklarda bu zenginlik erimişti. 1913 tarım sayımı, I.
Dünya Savaşı’na girerken Anadolu ve Trakya’da 41 milyon büyük ve küçükbaş hayvan
yaşadığını ortaya koyuyordu: 2,9 milyon iş ve gelir hayvanı, - 6,7 milyon sığır - 17 milyon
koyun, 14,2 milyon keçi. Savaş sona erdiğinde hayvan sayısı yarıdan fazla erimiş, 20
milyona düşmüştü: 4,1 milyon sığır - 1,6 milyon çift ve çeki hayvanı - 11,2 milyon koyun - 2
milyon keçi35.
Anadolu’da tarım ve hayvancılık küçüldükçe çiftçinin yoksulluğu büyüyordu. Oysa
XVII. Yüzyılda bile Anadolu halkı varlık ve gönenç içindeydi. Şimdi beş nüfustan oluşan
ortalama Osmanlı çiftçi ailesi 2,4 dekar bağ ve bahçe, 21 dekar tarla işliyordu. 5 koyuna, 1
keçiye, 1 ineğe, 1 öküze ya da mandaya, 1 iş hayvanına, 14 tavuğa sahipti. Tarım araçları ise
bir kağnı, bir karasaban, bir tırmık, bir tapan, bir orak ve bir tırpandan ibaretti. 21 dekar
tarlanın 13 dekarı yıllık ekime, 8 dekarı nadasa ayrılıyordu. Çiftçi ailesi bir iş hayvanı ve bir
öküz ya da mandanın gücünden yararlanarak 13 dekar araziyi yıllık ekime hazırlar, eker,
hasat eder; 8 dekarlık nadas arazisini sürerdi. Hayvanların gücü yeterli gelmediğinden
çiftçinin kendisi ya da eşi ya da çocuğu veya gelini; zaman, zaman kağnıda, sabanda ve
dövende öküze, ata ya da eşeğe eş koşulur; hayvanlarla eşleşerek çalışırdı. Açıkçası Anadolu
çiftçi ailesi çok fakir düşmüştü. Çiftçi yiyeceğini, giyeceğini, ödeyeceği vergiyi böyle bir
ortamda, aile içinde sağlamak zorundaydı. Çiftçinin pazardan alış veriş yapma gücü yok
denecek kadar azdı. Yenen ekmekten bulgura, yemeğe ve aşa, bunlara katılan yağdan diğer
besinlere kadar hepsi evde, tarlada ve bahçede çiftçi tarafından üretilirdi.
Çiftçi kadınlarının kirmenle eğirdiği, çıkrıkla büktüğü yün ya da pamuk ipliğinden: evin
kilimi, halısı; ailenin abasının, şalvarının ve mintanının kumaşı; işte kullanılan heybesi,
hararı ve çuvalı dokunurdu. Her evde ilkel de olsa bir dokuma tezgâhı bulunurdu. Çoraplar,
35
Vedat Eldema.g.e. s 73, 273, 274; Ziraat Nazırlığı 1912-1913 Tarım Sayımı; Tevfik Çavdar,
a.g.e. s 29; Hayri R Sevimaya.g.e. s 98, Çizelge 15, 16. (NOT: O dönemlerde sınırlarımız içinde
bulunmayan Kars, Artvin, Ardahan ayrık)
16
hırkalar, kazaklar, papaklar, atkılar yine evde üretilen yün ipinden, evin kadınları tarafından
örülürdüler. Yatak, yorgan çiftlik hayvanlarının yününden yararlanılarak evde yapılırdı.
Açıkçası kadınlar, hünerli olmak, dokuma, örme ve dikiş öğrenmek zorundaydılar. Aile,
ayakkabı satın alacak güce sahip olmadığı içingiydiği çarığı, ediği, lapçinikesilen ya da ölen
hayvanın derisinden, bizzat kendi yapardı. Çiftçi ailesi pazardan az miktarda pamuklu
dokuma, şeker, gaz, katran, nal, nal mıhı, tabak, tencere gibi çok sınırlı sanayi malları satın
alabilirdi. Bazıları bunları da alamazdı. Alış veriş trampa usulüyle olurdu. Örneğin: Çiftçi
köye gelen satıcıya buğday ya da kuzu verir, karşılığında nal, nal mıhı, bez alırdı. Trampa
oranını insafına göre satıcı belirlerdi.
Osmanlı düzeninde vergi yükü çiftçinin üstüne bindirilmişti. Yoksul bir çiftçi, zengin
bir şehirliden daha çok vergi ödüyordu. Osmanlı hazinesine giren dolaysız vergilerin %77’si,
dolaylı ve dolaysız toplam vergilerin %87’si fakir çiftçiler tarafından ödenirdi. Yıl kurak
geçse, ürün almasa da çiftçi kendisine salınan vergiyi ödemek zorundaydı. Vergi borcunu
ödemeyen çiftçinin evi aranır, bulunan paralar ve ziynetleri alınır; para bulunmaz ya da
bulunan para yetmezse arazisi, hayvanları, yatağı ve yorganı satılırdı. Bunlar da yoksa ağaca
bağlanıp eşek sudan gelinceye kadar kırbaçlanır, dövülür; karısının ve kızının mahrem
yerlerinde para aranırdı36. Vergiyi devlet adına tahsil eden müstelzim denilen kişi kendinde
bu hakkı görürdü. Sadece halkına karşı güçlü olan Osmanlı Devleti ve valisi ona arka çıkardı.
Ödeme gücünü yitirmiş olan çiftçinin, hayali biçimde salınmış bulunan vergi borcu
silinmezdi.
950 yıl önce Anadolu’ya gelen Türkler daha çok hayvana, daha çok ata ve arabaya
sahiptiler. Daha çok tarla edinmiştiler. Daha çok güven ve gönenç içindeydiler. Daha
kültürlü, daha sağlıklı ve daha mutluydular. Adil bir düzen içinde geleneklerini yaşıyordular.
Gelişim amaçlarını koruyor ve gerçekleştiriyordular. Ama XVI. Yüzyıldan sonra
kazanımlarını ağır ağır yitirmeye başlamıştılar. Ayrıca bir bölümü geleneklerine de
yabancılaştırıldılar. Elde edilmesi ve korunması için 620 yıl boyunca mal, can ve kan
harcadığı Asya, Afrika ve Avrupa’daki topraklardan, paylarına yalnızca yoksulluk, çile
çekmek, kan ve can vermek düşmüştü. 1919 yılına geldiğinde Anadolu’yuve Trakya’yı
Fransa’ya, İngiltere’ye, İtalya’ya, Yunanistan’a, Ermenistan’a, Gürcistan’a, Pontus
Rumlarına karşı yeniden kazanmak zorunda bırakılmıştılar.
36
Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, a.g.e. C VII s 244
17
Sanayinin ve tarımın çöküşünden sonra, Osmanlı ekonomisi, geri bir tarım ekonomisi
niteliğine bürünmüştü. Ulaşım olanaklarının ilkelliği ve kıtlığı, üretimin azlığı, nüfusun %90’
dan çoğunu oluşturan çiftçinin yoksulluğu yüzünden; bu geri tarım ekonomisi ulusal bir
bütünlük oluşturamıyor, aile ekonomisi niteliklerini aşamıyor, milli ekonomi niteliklerine
kavuşamıyordu. Bu koşullar altında ulusal pazarı yaratmak mümkün olmuyordu.
Köyler, kasabalar, kentler arasında karayolu ağı kurulamamıştı. Çoğu bölgelerde keçi
yolundan ileri nitelikte bir yol yoktu. Ana hatları birbirine bağlı olmayan, yer yer kesik 3.790
kilometre uzunluğunda demiryolu vardı. Demiryolu üzerinde, en çok 720 yolcu ve 4500 yük
vagonu hareket halinde olabiliyordu. Ülkedeki toplam 187 adet motorlu yolcu ve yük taşıma
aracının 110’u İstanbul’da, 22’si İzmir’de ve 25’i Suriye’de, 30’u da ülkenin diğer illerinde
bulunuyordu. Anadolu’nun çok büyük bir bölümünde kamyonla, binek otosuyla, traktörle
karşılaşmak olası değildi. Çoklukla binek hayvanlarıyla ya da bunların çektikleri arabalarla,
kağnılarla yük ve yolcu taşımacılığı yapılabilmekteydi. Yolların güvenliği de yoktu.
Herhangi bir yerde bir eşkıya ya mal ya can ya da ikisini birden alırdı. Var olan sınırlı
karayolu üzerinde motorlu araçlarla yolculuk hem güçtü, hem de çok zaman isterdi.
Başkomutan ve arkadaşları otomobille 28 Ağustos sabahı Erzurum’dan çıkmış, altı gün sonra
2 Eylül günü akşamı Sivas’a ulaşabilmiştiler.Ulukışla’dan Erzurum’a bir ayda ancak
varılabiliyordu. 1919’da İstanbul ile Sivas’a arası yolculuk, Ankara’ya kadar trenle
gelinmesine rağmen bir hafta alıyordu.
TBMM açılışına katılmak için Siirt’ten yola çıkan
Milletvekili Halil Hulki Bey, 10 gün sonra Sivas’ta olabilmişti. Ama Halife-Sultan
hazretlerinin yönetimindeki Osmanlı İmparatorluğu, Mekke ve Medine’ye ulaşımı
kolaylaştırmak için Arabistan yolunu yaptırıyor; vatansever Ziya Gökalpde çığlıklar
atmaktan kendini alamıyordu: “Yazık! Yazık! Anadolu’da keçi yolu bile yok! Yeter artık bu
kavm-i necip (soylu, üstün ırk) gafleti!”37.
Osmanlının, zorunlu askeri ihtiyaçlar dışında Anadolu’ya yol yaptırma gibi bir derdi de
yoktu. Aslında karayolu yapma özgürlüğünü de yitirmişti. Sadrazam Talat Paşa, “iki şehrimiz
arasında yol yaptırmak için Düvel-i Muazzamadan izin almaya mecburduk” diyordu. “Sivas
37
Nazım Berksan, Yol Davamız, Dün, Bugün, Yarın, Akın Matbaası 1961, Ankara,s 13-26; Mazhar
Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne kadar Atatürk’le Beraber, Tarih Kurumu 1988, C 1 s 193-203;
Tevfik Çavdar,a.g.e.s 82; TBMM Zabıt Ceridesi, D. 1, C 1, s 194; Vedat Eldem,a.g.e. s 154-165;
H. Sevimay,.s 211-233.
18
– Erzincan – Erzurum - Kars” karayolu projesi hazırlanırken, bunu öğrenen Rusya
Büyükelçisi Talat Paşa’yı azarlarcasına “- İstanbul sokaklarında rahat yürüyemezken, bu ne
büyük hayaller!” diyerek karşı çıkıyor ve yol yapımını engelliyordu. Bu kara yolu
yapılmadığı için Kafkas cephesine Ulukışla’dan zamanında ve yeterince askeri malzeme
gönderilememiş, asker giydirilememiş, 90.000 dolayında asker şehit olmuş ve büyük bir
yenilgi alınmıştı38.
Başkomutan düşünüyordu ve şu sonuca varıyordu: Askeri, özverili Anadolu halkının,
özellikle de çiftçilerinin katkılarıyla beslemek mümkündü. Fakat nasıl giydirilecek, nasıl
donatılacaktı? Silah ve mermi nasıl sağlanacaktı?
Osmanlı sanayisi XVIII. Yüzyılda çökmüş, XIX. Yüzyılda bitmişti. Sanayinin ve
tarımın çöküşünden bu yana, Osmanlı İmparatorluğu ordusunu ithal ettiği ürünlerle besleyip
giydiriyor ve donatıyordu. Osmanlı Ordusu, dolaysıyla savunması dışa bağımlı bir konuma
düşürülmüş bulunuyordu. Ordunun ihtiyaç duyduğu çuha, çorap, ayakkabı, kösele, fes, giyim
eşyası, buğday ve arpa Romanya’dan temin ediliyordu. İlişkilerin iyi olduğu yıllarda
Rusya’dan da bazı mallar ithal edilebilmekteydi. Silah ve mühimmat Almanya’dan ve
Fransa’dan sağlanmaktaydı. Gemiler İngiliz tersanelerine sipariş edilmekteydiler. Bütün bu
ithalat da alınan ve her yıl büyüyen dış borçlarla finanse ediliyordu.
XVII. Yüzyıla kadar Osmanlı sanayisi, ülke gereksinimlerini karşıladıktan, Osmanlı
ordularını Avrupa’ya üstün kılacak biçimde donattıktan başka; ihracat yapılmasını
sağlayacak bir yapılanma, canlılık ve üretim düzeni içindeydi. Dokumacılık, dericilik, ağaç
işlemeciliği, demircilik, bakırcılık, dökümcülük, çinicilik, kuyumculuk ve silah imalatı
ilerlemiş sanayi dallarıydılar. El ile kullanılan alet ve cihazlar başlıca üretim araçlarıydılar.
Başlarda Ahilik, sonra da Loncalarla Gedik el emeğine dayalı Osmanlı sanayisinin üst
örgütüydüler. Ahilik ilkeleri, meslek ahlakını ve törelerini de içeriyordu.
Osmanlı sanayi ürünleri ihracatı dokuma ağırlıklıydı. Anadolu’da Denizli, Alaşehir,
Adana, Bursa, Ankara, Amasya, İstanbul, Hereke, Malatya, Mardin, Diyarbakır, pamuklu
dokuma, yün ve ipek kumaş; Sivas, Maraş, Konya ve İzmir Vilayetleri halı ile kilim üretim
merkezleriydiler. Buralarda yapılan kaliteli üretim İtalya (Venedik, Milano, Floransa), İran,
38
Cemal Kutay, ... Talat Paşa’nın Hatıratı… a.g.e. C 3 s 1206 (NOT: kavm-i necip = soylu ırk
anlamına geliyordu ve Osmanlı Hanedanı bu deyimi Araplar için kullanıyordu.)
19
Rusya, Fransa, Avusturya, Almanya, İsveç ve İngiltere’de alıcı buluyordu. Osmanlı’nın
ürettiği bitkisel boyalar, özellikle kırmızı ve mavi boyalar, Avrupa’daki tüm tekstil
merkezlerinde aranırdılar. İhracat, azalarak da olsa, XVIII. Yüzyıl sonlarına kadar sürmüştü.
Eğitimi ve yönetimi yozlaştıran, aydınlanmaya son veren, Rönesans’ı ve matbaayı
kaçıran, sosyal hayatı ve devlet yönetimini tarikatlar ileArap etkinliği altına sokan Osmanlı
İmparatorluğu, keşifleri yakalayamadı. Bunun sonucu olarakSanayi Devrimi’ni de kaçırdı.
Avrupa düzenli olarak makine ile bol miktarda, düşük maliyetli üretim yaparken; üretimini
buharla, elektrikle çalışan büyük gemilerle dünyanın her tarafına pazarlarken; yatırımlarını
çoğaltırken; Osmanlı sanayi elle ve yüksek maliyetle, sınırlı miktarda üretim yapma niteliğini
aşamadı. Önce pazarlarını kaybetti, ardından kendisi Avrupa sanayisine pazar oldu.
Osmanlının, 1673 ve 1740 ticaret anlaşmalarıyla Fransız tüccarlara, karşılığında bir
taviz almaksızın tanıdığı haklarla vergi bağışıklıklarınısonraki yıllardaİngiliz tüccarlara da
vermesi Osmanlı ülkesini Avrupa’ya pazar olmaya götüren önemli adımlar olmuştular39.
Sonuçta, vergi veren Osmanlı imalatçılarının ürünleri, Osmanlı tüketicilerine, Fransız ve
İngiliz ürünlerine göre pahalı gelmeye başladılar. Osmanlı tüketim pazarını bu kez İngiliz ve
Fransız kadifeleri, satenleri, çuhaları, pamukluları işgal ettiler. Yerli dokuma ürünün pazarı
daraldı. Pazarın daralmasını işyerlerinin kapanması ve üretimin düşmesi izledi. Örneğin:
1812’deTırnova’da 2.000 dokuma tezgâhı çalışmaktayken 1831 yılına gelindiğinde 200’e
düşmüştü. Önceleri Halep’te 4.000 tezgâh varken 1814 yılında 350’ye inmişti40.
III. Selim Nizam-ı Cedit ve II. Mahmut Asakir-i Mensure-i Muhammediye adını
verdikleri yeni orduları bu çöküş ortamında kurmuştular. Bu orduları giydirip kuşatmak ve
donatmak istediklerinde, yurt içinde yeterli pamuklu ve yünlü kumaş ile deriyi
bulamamıştılar. Batı Avrupa’dan yünlü ve pamuklu kumaş, postal, çizme, silah ve askeri
39
Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Osmanlı Tarihi, a.g.e. C 4, Bl. 1, s 278, 295; Ord.
Prof. Hikmet Bayur, 20. Yüzyılda Türklüğün Tarih ve Acun Siyasası Üzerindeki Etkileri, Türk
Tarih Kurumu 1989, s 42, 43; Reşat Ekrem, Osmanlı Muahedeleri ve Kapitülasyonlar, Muallim
Ahmet Halit Kitaphanesi, İstanbul 1934, s 425-435. (NOT: Fransızlarla Sultan Süleyman
döneminden başlayarak beş anlaşma daha yapılmıştı. Bu anlaşmaların hükümleri 1683 anlaşmasına
eklendiler. (R. Ekrem, s 403-425)
40
Prof. Dr. Rıfat Önsoy, Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayi ve Sanayileşme Politikası, T. İş Bankası
K.Y. 1988s 21, 22
20
malzeme ithal etmek zorunda kaldılar. Önceleri dünyanın en büyük ordularını giydirip
kuşatan Osmanlı sanayisi, artık yeni kurulan küçük bir orduyu bile giydirme ve donatma
gücünden yoksundu. Osmanlı böylece, ama çok gecikerek sanayisinin çöktüğünün farkına
varıyor ve önlemler aramaya başlıyordu. İlk önlemleri devrimci Padişah II. Mahmut aldı:
1831’de yayınladığı bir hattı hümayunla, kendisinin yerli kumaş kullandığını açıklamak ve
yabancı kumaş yerine yerli kumaş kullanmayı öğütlemek zorunluluğunu duymuş; kadınlara
yabancı kumaştan rop yaptırmayı yasaklamış; yerli ürünün pazarını genişletmeye
çalışmıştı41. Bununla da kalmamış yeni üretim üniteleri kurmuştu:
Ne var ki, II. Mahmut’un oğlu Sultan Abdülmecit, İngiltere’yle 16 Ağustos 1838 günü
Balta Limanı Ticaret Anlaşması’nı imzalayarak, Osmanlı Devletine ve Osmanlı tüccarlarına
hiçbir hak elde etmeden, İngiltere’ye “en ziyade müsaadeye mazhar ulus” statüsü tanındığı
gibi, hükümranlık haklarına aykırı akıl almaz tavizler vermiş, vergi bağışıklıkları sağlamıştı.
Sonraki yıllarda yapılan ek anlaşmalarla İngiltere’ye sağlanan çıkarlar daha da genişletilmiş;
aynı haklar Avrupa’nın öteki ülkelerine, Amerika kıtasına da tanınmıştı. II. Mahmut’un diğer
oğlu Sultan Abdülaziz 29 Nisan 1961 günü imzaladığı ticaret anlaşmasıyla İngiltere’ye ve
öteki Avrupa ülkelerine, yerli üretim aleyhine verilen imtiyazları daha da genişletiyordu.
Osmanlı tüccarları ülkede, yabancı tüccarlara göre ikinci sınıf tüccar konumuna düştüler42.
Sonuçta yüksek vergi ödenerek üretilen Osmanlı ürünleri Osmanlı tüketicilerine ithal
ürünlere göre çok pahalı hale geldi. Daha ucuz, daha sağlam ve görünüşü daha güzel olan,
fabrika ürünü İngiliz ve Avrupa mallarını,Osmanlı tüketicisi yerli mala tercih ediyordu. Bu
durum, sanayi devrimini yapamamış, fabrikalarını kuramamış Osmanlının el emeğine dayalı
yerli üretiminin pazarını daraltıyordu. Ürününü satamayan Osmanlı imalathaneleri birbiri
ardına kapandılar. Bir örnek vermek gerekirse 1838 Balta Limanı Ticaret Anlaşması
imzalanmadan önce İstanbul’da 3.000, Bursa’da 1.000, dokuma tezgâhı varken; İstanbul’da
1866’da 25’e, Bursa’da 1848 yılında 75’e düşmüş bulunuyordu. 43 Buna karşın Osmanlı’nın
dokuma ithalatı akıl almaz ölçüde artmıştı. Örneğin İngiltere’den yapılan pamuklu kumaş
ithalatı 1828 yılında 146.314 Altın Sterlin iken 1849 yılında
41
42
%2154 oranında artarak
Ord. Prof Dr. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C VII s 238-242
Yusuf Kemal Tengirşek, Tanzimat 1, Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara 1940 s 294- 31; Hikmet
Bayura.g.e, s 45-59; Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C VI s 254-256, CVII s
261, 262; YerasimosStefanos, a.g.e. s 310-318; Hayri R Sevimay, a.g.e. s 188-196
43
Prof. Dr. Rıfat Önsoya.g.e. s 21, 22; Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal C VI 215-217; 239, 240
21
3.152.634 Altın Sterline ulaşmıştı. Aynı dönemde yünlü dokumadaki artış %8.503, demirçelik ürünlerinde %1.640, şekerde %825, kalayda %589 oranına ulaşmıştı44. Osmanlı
İmparatorluğu artık üç kıtaya yayılan geniş toprakları üzerinde yabancı tüccarların ve
devletlerin egemenlik rekabetleri yaşadıkları geniş bir pazar haline gelmiş bulunuyordu.
Sanayinin çöktüğünü belirleyen II. Mahmut, yurtiçi borçlanma yollarını kullanarak
1827’den itibarensanayileşmeye yönelmiş, oğlu Abdülmecit bu tür girişimleri sürdürmüştü.
İplikhane-i Amire (1827), Feshane (1834), Zeytinburnu Bez Fabrikası (Basmahane, 1839),
İslimiye Çuha ve Şayak Fabrikası (1840), İzmit Basmahanesi (1840), Hereke Fabrikası
(1845), Bakırköy Basmahanesi (1850) gibi tekstil fabrikaları kurulmuştu. Fabrikalar devlete
aitti ve İstanbul ile civarındaydılar. Üretim sivillere satılmaz, Ordu’ya verilirdi. Sultan
Abdülaziz bu tekstil fabrikalarına Ordu’ya çamaşır, elbise, gömlek ve çadır diken
dikimhaneleri ekledi. 1810 yılında bir yurttaş tarafından kurulan Beykoz Deri ve Kundura
Fabrikası 1816 yılında II. Mahmut tarafından Ordu için satın alınmış, 1842 yılında
genişletilmişti.
II. Mahmut, 1505 yılında kurulan Tophane’yi modernize etmiş, Tophane-i Amire’yi
faaliyete geçirmiş (1827), ABD Büyükelçisi DavitPorter’ın katkılarıyla Haliç Tersanesi’ni
kurmuş ve buharlı savaş gemisi üretimine başlamıştı (1832). Sonraki yıllarda bunlara
Teçhizatı Askeriye (1848), Zeytinburnu Silah ve Mühimmat Fabrikası, Bakırköy Barut
Fabrikası, Karaağaç Tapa Fabrikası, Hendek Hızar Fabrikası, Biga Hızar Fabrikası, Konya
Güherçile Fabrikası ve Kayseri Güherçile Kalhanesi eklendiler. Çoğu İstanbul ve civarında
kurulan bu askeri fabrikalar Osmanlı Ordusu’nun ihtiyaçlarını hiçbir zaman tam olarak
karşılayamadılar. İhtiyaçlar çoklukla ithalatla giderildiler45.
Abdülmecit döneminde ve daha sonraki yıllarda devletin oluşturduğu programlar ve
verdiği destekler sonunda; gereksinime oranla çok yetersiz olmamakla birlikte İstanbul,
İzmit, Bandırma, Karamürsel, İzmir, Bursa, Manisa ve Uşak’ta bazı sanayi fabrikaları
kurulmuştu. Fabrikaların çok büyük çoğunluğu İstanbul’daydılar. Bunların yanında
Adana’da, Şam’da, Bağdat’ta da bazı imalathaneler oluşturulmuştu. 1914-1915 yılında
yapılan sanayi sayımı, bugünkü Türkiye sınırları içinde, şirket halinde ve kişisel firma olarak
44
45
Prof. Dr. Rıfat Önsoy, a.g.e., s 17, 18
Enver Ziya Karala.g.e C VI s 243; Prof. Dr. Yücel Yaşar – Prof. Dr. Ali Sevim C2, s 207, 334;
Prof. Dr. Rıfat Önsoy, a.g.e., s 52-55; Hayri R Sevimaya.g.e. s 119-123.
22
kurulmuş, kimisi atölye, kimisi fabrika konumunda, 312 sanayi işyerinin faaliyetini
sürdürmekte olduğunu ortaya koyuyordu. Bu işyerlerinin 78’i gıda, 78’i dokuma, 55’i kâğıt
ve matbaa, 30’u madeni eşya, 24’ü ağaç, 21’i toprak, 13’ü kimya, 13’ü deri sanayi dallarında
çalışmaktaydılar. Sanayi işyerlerinin 23’ü devlete, 67’si Türklerle diğer Müslüman
uyruklara, 185’i Hıristiyan azınlıklarla yabancı sermayeye aittiler. Sanayi alanında 15.152
işçi çalıştırılmakta ve 23.977 beygir gücünde (buhar, petrol ve elektrik enerjisiyle çalışan)
ilkel motor kullanılmaktaydı46. Başka bir anlatımla: kurulan cılız Osmanlı sanayi emek
yoğundu ve o zamanlar bir Avrupa köyünde var olan traktörlerin motor gücü toplamından
daha az elektrik enerjisi kullanıyordu. Üretim kapasitesi çok düşüktü ve Osmanlının
gereksinimi karşılamaktan çok uzaktı. Ayrıca bu cılız sanayi sektöründe Devlet ve Türkler
azınlıktaydılar. Fabrika ve atölyelerin bir bölümü I. Dünya savaşı sırasında, türlü nedenlerle,
bir daha faaliyete geçmemek üzere kapandılar. Bir bölümüne ihtiyaç nedeniyle devlet el
koydu. 1918 yılına gelindiğinde, yabancı sermaye, devlet sermayesi ve özel kesim sermayesi
ile kurulan şirketlerin sayısı 129’a, çalışan fabrikaların sayısı 42’ye inmişti.Ve bunların
büyük bölümü işgal altındaki İstanbul’daydı.
Osmanlı artık yeterince üretmiyordu. Başka ülkelerin ürettiklerini ithal ederek tüketiyor
ve kullanıyordu. Tuğladan kirece, iğneden ipliğe, undan kumaşa, çaydan şekere, naldan mıha
kadar, insan ve toplum yaşamı için gerekli olan her şeyi ithal ediyordu. Örneğin: ülkede
tüketilen: cam ve porselen eşyanın %98,5’i, ipekli dokumanın %94,5’i, pamuk ipliğinin ve
pamuklu dokumanın %90’ı, yünlü dokumanın ve yün ipliğinin %59’u, kirecin %35,6’sı,
çimentonun %47’si, tuğlanın %60,9’u ithalatla karşılanmaktaydı47.
Dış ticaret bilançosu, ödemeler bilançosu, bütçe her yıl çok büyük açıklar veriyordu. Ve
bu açıklar çok yüksek faizler, komisyonlar ödenerek, büyük çaplı imtiyazlar verilerek alınan
dış borçlarla kapatılıyordu. Bu yüzden dış borçlar yıldan yıla kabarıyordu. Çoğu yıllar
Osmanlının ihracatı, ithalatının %47,5 – 57,2’sini ancak karşılamaktaydı. Dış ticaret açığı
yıldan yıla büyüyordu; 1880’de 9,5 milyon Altın Lira iken 1910’da 18,2 milyon Altın liraya
çıkmıştı. Dış ticaret bilânçosu açıkları bütçe gelirlerinin 1910 yılında %72,5’i ve 1914
yılında %52,4’ü düzeyindeydi. 1910 Bütçesi 5,5 ve 1914 bütçesi 3,2 milyon Altın Lira açık
46
Prof. Dr. Gündüz Ökçün, 1913-1915 Sanayi Sayımı,a.g.e, Sunu, Tablolar s 14-186; Hayri R.
Sevimaya.g.e. s 141-151, 161, 200-202,
47
Hayri R. Sevimaya.g.e. s 141, 145, 151, 198-201, 362
23
vermişti. Dış ticaret açıklarının bütçe gelirlerinden ödenmesi olası değildi. Bu yüzden dış
açıklar alınan dış borçlarla kapanmaktaydılar. Osmanlı I. Dünya Savaşı’na 361,2 milyon
Altın Lira dış borçla, 76,1 milyon Altın Lira iç borçla, toplam 457,3 milyon Altın Lira borçla
giriyordu48. Çok yüksek faizler ödenen dış borçların %49,5’i Fransızlardan, geri kalanı da
büyüklük sırasıyla Almanya (%20), Belçika (%11), İngiltere (%7), Hollanda (%3),
Avusturya (%1,3) tasarruf sahiplerinden, %7,3’ü azınlıklardan, tahvil karşılığında alınmıştı49.
Osmanlılar ülkeden alacağı vergileri dış borçlara teminat göstermişti. Osmanlı vergilerinin
%33’ü aşan bir bölümü, kısaca Düyunu Umumiye denilen bir yabancı kuruluş tarafından
tahsil ediliyor; tahsil ettiği vergilerden dış borç taksitiyle faizini ödüyor, personeline benzeri
Avrupa’da bile görülmeyen refah sağlıyor, savurganca ödemeler yapıyordu.
Osmanlı I. Dünya Savaşı’na aşırı borçlu, çok yoksul, cehalet içinde gezen, ordusunu
kendi kaynaklarından besleyemeyen ve donatamayan, geri kalmış bir tarım ülkesi olarak
girmişti. Tarımsal üretimi bile kendisine yetmiyor, ithal ettiği ürünlerle besleniyordu. Dört
yıl süren savaş, elde kalan yoksul anavatan Anadolu’yu ve Trakya’yı daha çok fakir
düşürmüştü.
Güneyi ve batısı işgal edilmiş yoksul Anadolu zengin İngiltere’ye, Fransa’ya, İtalya’ya,
Yunanistan’a, bu ülkelerle birlikte Amerika Birleşik Devletlerinin desteklediği Ermenistan’a
karşı savaş vermek zorunda kalmıştı. Ermenistan’ı ve Gürcistan’ı yenmiş, anlaşma yapmaya
mecbur etmişti. Fransızları yenerek Maraş’ı, Urfa’yı, Pozantı’yı, Kozan’ı, Feke’yi,
Kadirli’yi, Andırın’ı, Haruniye’yi, Doğanbeyli’yi, Haçın’ı (Saimbeyli’yi) ve Çukurova’nın
bazı köy ve kasabalarını kurtarmıştı. Gaziantep’te direniş başarıya ulaşamamış, ama
tarihimize büyük kahramanlık destanları yazılmıştı. Bugünlerde Adana, Mersin ve
Tarsus’taki işgalci Fransızlar, Türk askerinin ve Kuvayı Milliye birliklerinin kuşatması
altındaydılar. Fransızlar ve İtalyanlar işgal ettikleri yerlerden çıkmak için anlaşma yolları
arıyordular.
İki kez İnönü’de yenilgi alan, Kütahya – Eskişehir savaşlarında başarı kazanmakla
birlikte çok hırpalanan Yunan Ordusu Sakarya Nehri’ne doğru yürüyüşe geçmek üzereydi.
Zaman çok azdı. Az zamanda hazırlanmak lazımdı. Yunan Ordusu İngiltere’nin yardımının
48
Reşat Altın Lira’nın 2014 Ekim ayındaki 600 TL değerine göre, Osmanlı dış borçları 216,6 milyar
lira, iç borçları 45,7 milyar lira, toplam borcu da 262,3 milyar lira tutarındaydı.
49
YerasimosStefanos, a.g.e. s 537, 538.
24
yanında, Anadolu’ya göre çok güçlü bir ekonominin desteğine sahipti. Ordusu çağın en
güçlü, en teknik silahlarıyla, motorlu taşıma araçlarıyla, uçaklarla donatılmıştı. Zengin
mühimmat depolarına sahipti. II. İnönü yenilgisinden sonra, Yunanistan 1921 baharında
seferberlik yapmış, üç kuşağı birden askere alıp donatmıştı. Anadolu’daki ordu mevcudunu
200.153’e çıkartmıştı50. Sonradan gönderilenlerle Yunanistan’ın Anadolu işgal ordusu subay
ve erlerle birlikte 212 bini aşmıştı. Nüfusu 7,1 milyon olan Yunanistan 1.141.000 işçi
çalıştıran bir sanayiye sahipti. Arazinin %22’sini tarıma aşmıştı51. Başka bir deyişle
Anadolu’daki Yunan Ordusunun gerisinde güçlü bir ekonomi vardı. Oysa Osmanlı sanayisi,
en üst düzeyde bulunduğu 1914 yılında bile 15.152 işçi çalıştırabilmişti. Ve bu sanayi
savaşla birlikte daha da küçülmüştü. Kalanlar da işgal bölgelerindeydiler. Özgür Anadolu’da,
İzmit, Adapazarı, Konya ve Ankara demiryolu atölyelerinin dışında önemsenecek tesisler
yoktu.
Türkiye Büyük Millet Meclisi HükümetiNisan 1921’de Kayseri’de bir dokuma tesisini,
1 Ağustos 1921 günü Bolu ve Kastamonu’da iki dikimhaneyi, Ankara’da bir tabakhaneyi
faaliyete geçirmişti. Üretime geçen bu tesisler ileride ihtiyacın küçük de olsa bir bölümünü
karşılayacaktılar.
Başkomutan, Milli Mücadele’ye başladığı günlere döndü. Anadolu’da harp sanayii de
yok gibiydi. Sadece Kayseri ile Konya’da kara barut üretiminde kullanılan (Potasyum nitrat KNO3) güherçile yatakları ile güherçileyi ayrıştıran küçük tesisler (kalhaneler) vardı. Konya
Aslanlı Kışla’daki atölyede kara barut üretilmekteydi. Yurdun her yerinde bıçak, kama, orak
ve tırpan yapan küçük demirci dükkânlarıyla ustalar mevcuttu. Ama ne demir - çelik üretimi
ne de ithalatı vardı. Yorgun, hurda metaller eritilerek düşük kaliteli demir ve çelik elde
ediliyordu. Kesici aletler, inşaat ve tarım araçları, iş aletleri bunlardan yapılmaktaydılar.
Olanaklar bu kadardı. Bu olanaklardan da yeterince yararlanılamadığı için piyadelerin bir
bölümü süngüsüz, süvarilerin bir bölümü kılıçsız kalmıştılar.
Milli Mücadele başladığında Kuvayı Milliye müfrezeleri ve kurulan yeni birlikler,
Başkomutanın talimatıyla 1918 sonlarında 2. Ordu Komutanı Nihat (Anılmış) Paşa’nın ve Ali
Fuat (Cebesoy) Paşa’nın işgalden önce Torosların kuzeyine taşıyarak İtilaf Devletlerinden
50
Nilüfer Erdem,ag.e., 353, 354
51
Şevket Süreyya Aydemir, Cihan İktisadiyatında Türkiye, 193, s 9, 13.
25
kurtardıkları silahlarla donatılmıştılar52. Milli Mücadele ile birlikte, İtilaf Devletlerinin el
koydukları silah depolarından yapılan silah, mühimmat ve malzeme kaçakçılığı Ordu’nun
donatımında ve savaşın sürdürülmesinde başvurulan en önemli kaynaktı. Bugünlerde para
buldukça İtalya’dan az da olsa silah, mühimmat ve giyecek ithali yapılabilir olmuştu. Bir de
Başkomutanın eski dostlarından Şakir Zümreadlı bir Türk, soydaşların da katkılarıyla
Bulgaristan’dan silah ve cephane satın alarak Anadolu’ya göndermekteydi. Türkiye Büyük
Millet Meclisi Hükümeti Harp sanayii kurma çalışmalarına geçince, bu yürekli ve yurtsever
kişi Bulgaristan’dan usta ve teknisyen de yollamıştı53.
Başkomutanın çabalarıyla 1920 yılında Ankara ve Eskişehir demiryolları atölyelerinde
sınırlı da olsa top ve tüfek onarımı, top kaması ve tüfek sürgüsü imalatıyapılır olmuştu.
İstanbul’dan kaçan sanayi subayları ve ustaları atölyeleri daha da geliştirmiştiler. Ankara ve
Adapazarı dolaylarındaki imalathanelerden bazı tezgâhlarla makineler sökülerek Ankara’ya
taşınmış, demiryolu atölyelerinde kapasite artırımı sağlanmıştı. Sovyetler Birliği yardımıyla
gelen 18 sandık Rus piyade tüfeğiüretim aletleri de yerleştirilince Ankara istasyonundaki
atölyenin kapasitesi büyümüş, işlevi genişlemişti. Bazı subaylar ve ustalar İstanbul’dan
kaçarken yanlarında getirdikleri tezgâh ve takımlarla Eskişehir demiryolu atölyesini tam bir
silah onarım ünitesi konumuna sokmuştular. Eskişehir terkedilirken bu makineler, tezgâhlar,
takımlar, aletler bir vida bile bırakılmaksızın Ankara demiryolu atölyesine taşınmıştı. Artık
Ankara’da her türlü top, tüfek, makineli tüfek onarımı;top kaması, tüfek sürgüsü, süngü,
kama, kılıç üretimi yapılıyor, mermi dönüştürülüyor; işe yaramaz silahlarla toplar iş görür
hale getiriliyordular. Başkomutan Mustafa Kemal bazı gecelerini, bizzat kendisinin kurup
52
Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, Temel yayınları İstanbul 2010, s 103, 104;
Sabahattin Selek, Anadolu ihtilali, Cem Yayınevi İstanbul 1973, s 173
53
Mareşal Fevzi Çakmak'ın yakın akrabası olan Şakir Zümre(Varna 1885 - 1966): Cenevre Hukuk
Fakültesi mezunuydu (1908). Bulgaristan Parlamentosu’nda, Türkleri temsilen Milletvekilliği yaptı.
Sofya’da Ateşe olarak görevli olduğu dönemde Atatürk ile tanışıp dost oldular. Cumhuriyetin
başlarında Türkiye’ye göçen Şakir Zümre, Atatürk’ün onayıyla Türkiye’nin ilk özel savunma sanayi
fabrikasını kurdu. Türk Hava, kara ve deniz birliklerinin gereksinim duyduğu silah ve cephaneleri,
ilk Türk uçak ve denizaltı su bombalarını üretti.1937 yılında yurt dışına, hatta Yunanistan’a silah ve
cephane ihraç etti. Sonraki yıllarda “Şakir Zümre” sobalarını üreterek ününü tüm ülkeye yaydı.
26
büyüttüğü “Harp İmalatı Tesisleri” adını verdiği bu atölyede geçirmişti. Hala da bazı geceler
bu atölyede çalışmaları yürütüyor, yönlendiriyor, denetliyordu 54.
Keskin’de kurulan atölyede de tüfek onarımı, sürgü kolu ve top kaması üretimi, mermi
dönüşümü gibi işler yapılıyordu. Mermi dönüşümü, mevcut tüfeklere ve toplara kalın gelen
mermilerin içindeki patlayıcı madde boşaltılmaksızın, çeperi inceltilerek gerçekleştiriliyordu.
Dönüştürmek istenen mermi her zaman patlayabilir, ustaları yaralayabilir, öldürebilir ya da
sakat bırakabilirdi. Ama başka çare yoktu. Uygun mermi bulunamıyordu. Dönüşüm yapılmaz
ise o toplar kullanılamazdılar. Kullanılacak yeteri kadar top ve mermi yoktu. Can ve beden
pahasına mermilerin dönüştürülmesi gerekiyordu. Ustalar canlarını ve bedenlerini seve seve
tehlikeye atıyordular. Kahramanlar sadece cephede değildiler. Atölyelerde, yollarda, araba ve
kağnı başlarında da boy gösteriyordular. Aynı durum tüm atölyelerde yaşanıyordu. Ve bu
atölyelerde kadınlar da çalışıyordular. Kurtuluş’un kadınları müthiştiler. Cepheye yiyecek,
mermi, top taşıyor; silah onarıyor, mermi dolduruyor; eline tüfeğini alıp savaşıyordular.
Anadolu Bacıları’nınruhu Kurtuluş Savaşı kadınlarının bedenlerinde yaşıyordu55.
54
Asım Gündüz, Hatıralarım, Bölüm: Ölüm Kalım Savaşı Sakarya, Kervan Kitapçılık, İstanbul
1973 s 63,62. NOT: 10 Ocak 1921 günü Milli Müdafaa Vekâletine bağlı "İmalat-ı Harbiye Genel
Müdürlüğü (Askerî Fabrikalar Genel Müdürlüğü) kuruldu. Bu kurumsonraki yıllarda
Cumhuriyetin silah sanayinin temelini oluşturdu. 8 Mart 1950 günü yürürlüğe konulan 5591 sayılı
kanunla da, sermayesinin tamamı devlet tarafından karşılanan, tüzel kişiliğe sahip "Makina ve
Kimya Endüstrisi Kurumu" adıyla yeniden düzenlendi
55
Anadolu Bacıları “Baciyan-ı Rum”Anadolu’da Selçuklular döneminde kurulan, XVI. Yüzyıla
kadar yaşayan, Ahiliğin kadınlar kolu olduğu düşünülen, Birleşmiş Milletlerce dünyanın ilk kadın
örgütü olduğu kabul edilen bir organizasyondu. Osmanlı Devletinin kuruluşuna ve yükselişine büyük
katkılarda bulunmuştu. Örgüt içinde, kadınlar sulh zamanlarında arastalarda kendi işyerinde ticaret
ve sanatla uğraşır (örneğin dokumacılık ve boyacılık yapar; boya, keçe ve giysi üretir), yaşlılarla
kimsesizlere ve yoksullara bakar, kızlara meslek öğretir; savaş zamanlarında, erkekler savaşa
gittiklerinde at biner, kılıç kuşanır, silahlanır yurdu korurdu. Örneğin: Kayseri’yi Moğollara karşı
savunan Anadolu Bacılarının askeri gücü 30 bin dolaylarındaydı.(Bu konudaki yayınlardan bazıları:
Prof. Dr.Fuat Köprülü, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, Başnur matbaası Ank. 1972, s 160;
Prof. Dr. Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bâcıyân-ı Rûm,Konya 1994; Dr. Selahattin
Döğüş,Ortaçağ Anadolusu’nda Bir Kadın Teşkilâtı,Bâcıyân-ı Rûm; Âşıkpaşazâde Tarihi, Ali Beğ
yayını)
27
Doğu Cephesinde de, 15. Kolordudaki askerler arasındaki kama ve bıçak ustaları,
tornacılar, çarkçılar, tüfek tamircileri, saraçlar ve marangozlar toplanarak Erzurum kışlasında
silâh onarımı yapmak üzere bir iş ocağı kurulmuştu. 1919 yılında Kazım Karabekir Paşa
atölyede bir çırak okulu açmış, Büyük Savaş’ta öksüz ve kimsesiz kalan çocuklardan bir
kısmına burada sanat öğretilmişti56. 1920 yılında Kâzım Karabekir Paşa, Doğu Harekâtı
sonrasında geri alınan Kars, Ardahan, Doğubayazıt ve Gümrü’de ele geçirdiği makine ve
tezgâhları Erzurum’a getirterek, iş ocağının donanımını zenginleştirmiş, kapasitesini
büyütmüştü. Bu atölyede de türlü toplar ve silahlar ile koşum takımları onarılmakta, mermi
dönüşümü yapılmaktaydı. İş Ocağı’nın bir tarafında da kadınlar askerler için çorap, başlık ve
eldiven örüyor, iç ve dış çamaşırlar dikiyordular.
Savaş içinde Kayseri ve Konya’da da silah atölyeleri açılmış; kılıç, kama, süngü, bıçak
ve diğer kesici âletlerin üretimine ve silâh onarımına başlanmıştı. Atölyelerde Türk ustalar
olağanüstü özveriyle çalıştılar. Üretim araçları körük, kömür, örs ve çekiçten ibaret olan bu
atölyelerde “hurda tren ve ray parçaları ile hurda metallerdövülerek kılıç, süngü, top kaması
şekline sokuluyordu. II. İnönü’deki ihtiyacının bir bölümünü bu atölyeler karşılamıştılar.
Silah ve mermi kaynaklarından biri de Doğu Cephesi olmuştu. Ermenistan’la yapılan
savaşta, yalnızca Türk çoğunluğun oturduğu topraklar geri alınmakla kalmamıştı. Kurtuluş
Savaşında ihtiyaç duyulan çok sayıda top, tüfek ve mermi ganimet olarak ele geçirilmişti.
Ermenistan’a en büyük darbe Kars’ta vurulmuştu57. Kars savaşında alınan ganimet
Ermenilere vurulan darbeden de büyüktü: Hemen kullanılabilir 337, onarımdan sonra
kullanılabilir 339 top, çok sayıda tüfek, makineli tüfek, mermi ve mühimmat, savaş aleti ele
geçirilmişti. Savaşın ilk günü Sarıkamış yakınlarında 5 top ve epey makineli tüfek, 7 Ekim
1920 günü Gümrü/ Şahtahtı’nda da 4 top, 11 makineli tüfek ele geçirilmiş, 170 esir alınmıştı.
Karabekir Paşa, Milli Müdafaa Vekili Fevzi Paşa’ya hitaben, Ermenilerden ele geçirilen
silahların Kurtuluş Savaşı’na on yıl yeteceğini söyleyerek mübalağa yapmışsa da, alınan
56
57
Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, a.g.e. s 64
Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, Türkiye Yayınevi İstanbul 1969, s 841 NOT: Kars’ta esir
alınan 1.150 asker arasında, Ermenistan Savaş Bakanı, Genel Kurmay Başkan Vekili, Kars Kale
Komutanı, 3 General, 6 Albay, 12 Yarbay, 16 Yüzbaşı, 59 Teğmen, 16 subay vekili ve adayı; bir de
sivil bir bakan bulunuyordu. Ermeniler savaş alanında 1.110 ölü bırakmıştılar. Türk Ordusu’nun ise
9 şehidi, 47 de yaralısı vardı
28
ganimet gerçekten büyüktü. Özellikle de Harp tazminatı olarak ve anlaşma gereği, her biri
biner mermisi ile 2000 piyade tüfeği, seri ateşli ve koşulu 3 batarya dağ topu, koşulu 40
makineli tüfek alınmıştı. Ermenistan’dan sağlanan silahlar Kurtuluş Savaşına değerli
katkılarda bulunmuştu. Karabekir Paşa, Aralık 1920 de harp tazminatı olarak alınan silahları,
Garp Cephesine ilk armağan olarak göndermişti. Tabii, mevsim kıştı, yol ve araç yoktu.
Bunlar aylar sonra Garp Cephesinde olabilmiştiler58. Daha sonraki zamanlarda savaş
alanlarında
ele
geçirilen
silahların
bakım
ve
onarımları
yapılıpBatı
Cephesine
gönderilecektiler. Açıkçası 1866-1868 savaşında kaybedilen toprakların bir bölümü
Anavatan’a değerli hediyelerle dönmüştüler. Savaşta Yunanlılardan ve Fransızlardan da
epeyce top, tüfek, mermi, yiyecek ele geçirilmiş ve kullanılmıştı.
İslam ülkelerinden, bağımsızlığını yeni kazanmış Afganistan dışında, özgür tek bir ülke
yoktu. Hepsi Avrupalıların mandaları altındaydılar. Afganistan İngiliz sömürgeliğindenyeni
kurtulmuştu. İşgal altındaki Anadolu’dan yardım isteyecek kadar yoksuldu. Açıkçası Milli
Mücadele’ye yardım edebilecek tek bir İslam ülkesi yoktu. Sadece Pakistan Müslümanları
Mustafa Kemal’in şahsına 614.085,5 Altın Sterlin yollamıştılar59. Başkumandan bu paraya
dokunmuyordu. Onu Yunanlılara son darbeyi vurmada kullanmayı tasarlıyordu. Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nden başka yardım istenebilecek bir devlet yoktu.
Ulaşım aksaklıkları yüzünden Sovyetler Birliği ile ilişki geç kurulmuştu. 1920 yılı
ortalarında başlayan müzakereler, Dışişleri Komiseri Çiçerin’in Ermenistan için toprak
istemesi, Ankara’nın buna yanaşmaması nedeniyle epey uzamıştı. Nihayet, Lenin’inağırlığını
Türkiye’den yana koymasıyla, toprak ödünü verilmeksizin Sovyet Rusya ile yardım
anlaşması imzalanmıştı60. Sovyet Rusya yardım olarak Tuapse limanından Karadeniz’deki
Türk limanlarına (çoklukla Trabzon’a) 21 Eylül 1920 ile 20 Ağustos 1921 tarihleri arasında
16.915 adet piyade tüfeği, 31.949 sandık piyade tüfeği mermisi, 9.520 adet Rus süngüsü, 202
58
Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, a.g.e. s 833, 841, 842, 843, 846, 847
59
Prof. Dr. Ergün Aybars, a.g.e. s 330
60
Ord. Prof. Hikmet Bayur, XX. Yüzyılda Türklüğün Tarih ve Acun Siyasası Üzerine Etkileri,
Türk Tarih Kurumu, 1984 Ankara, s 168; Ord. Prof. Hikmet Bayur, Türk Devletinin Dış Siyasası,
T.Tarih Kurumu, 2. Baskı, Ankara, s 66;Prof. Dr. Ergün Aybars, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1,
Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir 1986, s 319-334; Fahri Yetim, Anadolu Üniversitesi Sosyal
Bilimler Dergisi, s 210, 211
29
adet makineli tüfek, 99 adet ağır makineli tüfek, 1121 sandık ağır makineli tüfek mermisi, 62
adet muhtelif çapta top, 44.134 adet muhtelif çapta top mermisi, 223 sandık bomba, 2 adet
araba, 3 adet uçak motoru yolladılar. Ocak 1921 ayında da 20 sandık çeşitli ilaç, 3.692 adet
yatak çarşafı, 3.761 adet yastık kılıfı, 3.440 adet don, 3.496 adet gömlek göndermiştiler61. Bu
dönemiçinde teslim alınan nakit Rus yardımları 6,5 milyon liraya erişmişti. Rusya’dan gelen
tüfek ve top mermileri çoklukla savaşlarda tüketilmiştiler. Nakit yardım,silah alımında
kullanılmıştı. Gelenler ihtiyacın beşte biri dolaylarındaydı.
Olanaklar bu kadardılar. Mermi stoku çok azdı. Sakarya’da düşmana karşı mermi
sıkıntısı çekilmesi kaçınılmaz olmuştu. Ağustos 1921’e kadar gelen mühimmatın savaş için
yeterli olduğu sanılabilir. Bu sanı gerçeğe uygun değildi. Siperde tutsak alınan bir Yunan
askerinin yanında 15 adet boş mermi sandığı bulunmuştu. Bir Yunan askeri binlerce mermi
yakmıştı. Oysa Türk askerine mermi sayılarak, 40-50 kadar verilebiliyordu. Mermisi tükenen
Türk askeri, süngülü süngüsüz Yunan siperlerine dalıyordu. Bazen subaylar da gerisinin
gelmeyeceğini bilerek, fazla mermi tüketilmemesi için askeri süngü savaşına kaldırıyordu.
Her türlü mermi çok değerliydi. Çünkü çok azdı62. Sakarya’da da Türk ordusu asker, top,
tüfek, süngü mevcudu yönünden yine Yunan Ordusu’na karşı yetersiz olacaktı. Yetersizlik
kumanda üstünlüğüyle, erlerin ve subayların kahramanlığıyla, yurtseverlikle kapatılabilirdi.
Başkomutan mermi ve silah açığının azaltılması konusunda İstanbul’daki gizli teşkilata
güveniyordu. Milli Mücadelenin ana silah kaynağı İstanbul’du. Osmanlının silah, mühimmat,
teçhizat depoları İstanbul’daydılar. Bütün depolar işgal devletlerinin kontrolü ve yönetimi
altındaydılar. Ulusal direnişle birlikte, İstanbul’da, bu depolardaki silah ve mühimmatı
61
Genel Kurmay Başkanlığı, Türk İstiklal Harbi, Cilt VII İdari Faaliyetler (15 Mayıs 1919-2 Kasım
1923) Ankara 1971, s 313-320, 405-408; Prof. Dr. Ergün Aybars,a.g.e.373-376. NOT: 1) Kaynak
tablolardaki muhtelif veriler toplanarak yukarıdaki sonuçlar elde edilmiştir. NOT: 2) 21 Eylül 1920
– 16 Aralık 1920 döneminde gönderilen 6.492 piyade tüfeğinin orijinlerine göre dökümü şöyleydi:
3.785 İngiliz, 142 Avusturya, 1.192 Rus ve 1.373 Alman. NOT:3) Ocak ila Ağustos 1921 aylarında
gönderilen 28.262 sandık piyade tüfeği mermisinin orijinlerine göre dökümü şöyleydi: 5.846 sandık
İngiliz, 7.406 sandık Fransız ve Avusturya, 13.559 sandık Rus ve 1.451 sandık Alman mermisi.
NOT: 4) Topların 60’ı İngiliz, 2’si Rus yapımıydılar. NOT: 5) Top mermilerinin 21.090’ı İngiliz,
5.544’ü Rus, 99’u Fransız ürünüydüler, 21.401’inin menşei belli değildi.
62
Asım Gündüz a.g.e.,Sakarya, Savaşanlar Anlatıyor, a.ge. s 240, 277; Kazım Özalpa.g.e. s 211
30
Anadolu’ya kaçırmayı amaçlayan örgütlenme de başlamıştı. Subayların önderliğinde bir
araya gelen her sınıftan vatanseverler hayatlarını cömertçe tehlikelere atarak, elbirliğiyle
çabalıyordular. İşgal yönetimi, silah ve cephane depolarını sıkı güvenlik altında tutuyordular.
Çevresinde kuş uçurtmuyordular. Böyle bir ortamda depolar basılıyor, duvarlar yarılıyor,
koruyucular enterne ediliyor; gerektiğinde İngiliz, Fransız ve İtalyan subaylarına rüşvet
veriliyor, silahlarla cephaneler ve malzemeler Anadolu’ya kaçırılıyordular.
Gizli örgütlerde subaylar çoğunluktaydılar. Teğmeninden Paşasına kadar her rütbeden
subaylar görev almıştılar. Üyeler arasında polisler, sivil memurlar, Harbiye Nezareti Harbiye
Dairesi Reisi Erkânıharp İhsan Paşa gibi üst rütbelerde olanlar, Sadrazam A. İzzet Paşa’nın
kardeşi İstanbul Polis Müdürü Esat Bey gibi üst düzey polisler, Sayıştay’dan İhsan Bey ve
Topkapılı Mehmet Bey gibi üst düzey sivil memurlar da bulunuyordular. Tüm üyeler çok
faaldiler.Silahların ve mühimmatın depolardan taşınmasında, Sandalcılar ve Mavnacılar
Cemiyetleriyleİstanbul Hamallar Teşkilatı’nın önemli katkıları oluyordu. Herkes, vatan için
elinden geleni yapıyordu.
Ana amaç İstanbul’dan top, tüfek, mermi, mühimmat kaçırmaktı. Ama yurtseverler
depoya girdikten ya da depoyu ele geçirdikten sonra, Milli Mücadele’nin ihtiyaç duyacağını
düşündükleri her şeye el koyuyor ve İnebolu’ya yolluyordu. Gerçekten de Kurtuluş Ordusu
bunların hepsine ihtiyaç duyuyordu. Gönderilenler arasında kütüklük, matara, palaska, bel
kayışı, tüfek kayışı, ekmek torbası, sırt çantası, kar gözlüğü, kazan, karavana kabı,tas, tabak,
süzgeç, tava, kumaş, ceket, yelek, pantolon, çadır, kilim, tezgâh, takım gibi malzemeler de
bulunuyordu. Özelikle Saltanata, İstanbul Hükümetine ve işgal devletlerine ait bilgilerle
sırların Ankara’ya ulaştırılması başarıyla gerçekleştiriliyordu. Bazı gizli örgütler Ankara’yı
zamanında bilgilendirmek amacıyla istihbarat ağı oluşturmuştular63.
İstanbul’dan kaçırılan silahlarla malzemelerin ve gönüllülerin öncelikle İnebolu’ya ya
da Karamürsel’e ulaştırılması gerekiyordu. Taşıma işlerinde çoklukla Türklere ait
teknelerden yararlanılıyordu. Dolgun ücret karşılığında Paquet, La Française ve Lloyd
Triéstégibi yabancı deniz nakliyat şirketleri de kullanılmıştı. M. M. Grubu bu şirketlerle
63
Murat Günal Ataman, Kurtuluş Savaşında Levazım İkmal Faaliyetleri, Hacettepe Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2007, s 156 - 158
31
yazılı sözleşme yapmıştı. Silah ve mühimmat taşıyan teknelerin İstanbul Boğazı’ndan rahat
ve yakalanmadan geçmeleri için İngiliz kontrol Heyeti’ne rüşvet veriliyordu64.
Kaçırılan silahlar ve malzemeler İnebolu açıklarına gelince, İnebolulu kayıkçılar
tarafından teknelerden indiriliyor, sonra İnebolu’ya taşınıyordu. Daha sonra da yaz kış
demeden, kadın-erkek, yaşlı-genç İneboluluların yönettiği kağnılarla, keçi yollarından sıra
dağlar aşılarak, tepelerden vadilere, vadilerden tepelere geçilerek, depolara ve oradan da
cepheye taşınıyordular. 10 Aralık 1920 gününden itibaren, yeni kurulan Menzil Nokta
Komutanlığı ile Silah ve Cephane Komisyonu gönderilenleri İnebolu’da teslim alma ve
sonraki noktalara taşıma işlerini Ankara Hükümeti adına düzenlemeye başlamıştılar.
Yunanistan, İnebolu’nun yaptığı kutsal işlevi geç de olsa belirledi. Karadeniz’deki
Yunan donanması İnebolu’yu denetlemeye başladı, ama engel olamadı. 9 Haziran 1921 günü
Kılkış ve Panter adlı Yunan zırhlıları İnebolu Limanı’na girdiler. Kaymakamdan cephane ve
silahları iki saat içinde teslim etmelerini istediler. Aksi halde İnebolu’yu bombalayacaklarını
söylediler. İnebolu halkıYunan donanmasının limanı kontrole başlamasından buyana
dikkatliydiler. Önlemlerini almış, cephane ve silahları bombaların ulaşamayacağı kadar
uzaklara taşımıştılar. Yunanlılara kırık bir silah bile vermediler. Yunan zırhlılar şehri
bombaladılar. İnebolulular aldırmadılar. Zor da olsa, silahlarla gönüllü subaylar ve kişiler,
İstanbul’dan Anadolu’ya İnebolu üzerinden geçmeyi, Milli Mücadele’ye katılmayı
sürdürdüler65.
Marmara Denizi’nde de Karamürsel kazası, İnebolu kadar olmasa da, benzer bir işlev
yapıyordu. Kahraman deniz subayları, Marmara Denizi’ndeki sıkı kontrollere, süren savaşa,
çevrenin Yunan İşgali altında bulunmasına rağmen, kaçırılan topların, tüfeklerin ve
mermilerinbir kısmını motorlarla Karamürsel’e taşıyordular. Gelenler oradan da Ankara’ya
yollanıyordu. Bu nedenle Türk Ordusu Karamürsel’in işgaline izin vermemişti66.
64
Hüsamettin Ertürk (Yazar, Semih Nafiz Tansu) İki Devrin Perde Arkası, Sebil Yayınevi 1996, s
408, 409, 461-482
65
T. Büyük Millet Meclisi, İnebolu’yu bu özverileri ve kahramanlıkları nedeniyle, 9 Nisan 1924
tarihli Kararıyla Beyaz Şeritli İstiklal Madalyası ile onurlandırdı. İnebolu ilk madalyalı kentimiz
oldu.
66
Kazım Özalp (E. Orgeneral), Milli Mücadele, T. Tarih Kurumu, Ankara 1998, C 1 s 179, 180.
32
Başkomutan, İnebolu ve Karamürsel üzerinden sınırlı ve zor da olsa silah, mühimmat
ve malzeme gelişinin süreceğini biliyor, İstanbul örgütlerinin vatanseverliklerine
güveniyordu.
Başkomutan düşünüyordu: Milli Mücadele başladığından beri Türkiye Büyük Millet
Meclisi para basma ve vergileri artırma yollarına gitmemişti. Ülkenin doğuda, güneyde,
batıda savaş vermesine rağmen, yorgun ve yoksul Anadolu halkını sıkıntıya sokmamak
amacıyla, seferberlik ilan etmemişti. Bu sıralarda yoksul halktan savaş vergisi ya da varlık
vergisi almayı da düşünmüyordu. Az sayıda tarım ve toprak zengini vardı. Bunların bile
ödeme olanakları sınırlıydı. Ama ordunun insan ve taşıt araçları yönünden güçlendirilmesi,
düzenli biçimde beslenmesi ve giydirilmesi gerekiyordu.
Başkomutan kararını vermişti: Topyekûn Savaş yapacaktı. Ve bu yüzyıllar boyunca
Osmanlı yönetimi tarafından yoksul düşürülmüş bir halkın Topyekûn Savaşı olacaktı. Ülke
Yunanistan’a karşı canlı ya da cansız tüm varlığıyla savaşacaktı. Başkomutan,Büyük Millet
Meclisi’nin kendisine tanıdığı yasama ve yürütme yetkisini kullanarak, %90’dan fazlası çiftçi
olan yoksul halkın emeğine ve var olan tüketim mallarına başvuracaktı. Halktan eşitlik içinde
Ordusu için, ivedilikle bir şeyler yapmasını, bazı tüketim mallarından Ordusuna ödünç
olarak, bedeli savaştan sonra ödenmek üzere, bir pay ayırmasını isteyecekti.Başkomutan 7
Ağustos 1921 günü 1 ila 6 numaralı, 8 Ağustos 1921 günü de 7 ila 10 numaralı Tekâlifi
MilliyeEmirlerini(Milli Vergiler Emirlerini) yayınladı67. Adına vergi diyordu, ama çoklukla
borç istiyordu. Aldıklarının çoğunu savaştan sonra ödeyecekti.
1 Numaralı Tekâlifi Milliye Emri ile her vilayet ve kazada, milli vergilerin yönetim
kurumu oluşturuluyordu. Tekâlifi Milliye Komisyonu (Milli Vergiler Komisyonu) adını alan
bu kurumlar en üst mülkiye amirinin başkanlığı altında askeriyeden, belediyeden, il/ilçe yerel
idaresinden, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Teşkilatından, varsa ticaret odasından
seçilen ikişer üyeden oluşuyordu. Üyeler ücret almayacak, görevlerini kötüye kullanmaları
halinde vatana hıyanet suçundan yargılanacaktılar. Komisyon,Milli Vergiler Emirlerini
uygulamakla, halktan alınacakları alıp depolamakla, bildirilen askeri depoya yollamakla,
depo mevcutlarını 15 Ağustos gününden başlayarak beşer gün arayla Milli Müdafaa Vekâleti
67
ATATÜRK, NUTUK, (Bugünkü Dilde) a.g.e. s 417, 418.
33
Levazım Dairesi Başkanlığına telgrafla bildirmekle yükümlüydü. Her il ve ilçede en üst
mülki amirler Milli Vergiler Emirlerini yayınlamakla, halka duyurmakla sorumluydular 68.
2 Numaralı Tekâlifi Milliye Emri her kazada mevcut her hanenin birer takım çamaşır,
birer çift çarık ile çorap hazırlayarak en geç 10 Eylül 1921 akşamına kadar Komisyonun
deposuna teslim etmesini öngörüyordu. Başkomutan örnek de veriyordu: “Bir kazada on bin
hane varsa o kaza on bin takım çamaşırı, çarığı ve çorabı, Orduya armağan olarak mutlaka
gönderecekti.” Fakirler bu yükümlülükten bağışık tutulacak, fakirlerin yükümlülüğünü
Komisyon zengin ailelere dağıtacaktı69. Başkomutan 2 Numaralı Vergi Emri ile ülkede var
olmayan giyim kuşam fabrikalarının yerine halkı koyuyordu. Ülkenin tüm kadınları ve
kızları halk fabrikasının emekçileri olacaktılar. İç çamaşırı ve çarık yapmak, çorap örmek
Anadolu kadınlarının en iyi bildiği işlerdendiler.
3 Numaralı Tekâlifi Milliye Emri, Milli Vergiler Komisyonu’na, tüccarların ve halkın
elinde bulunan,her renkteki, her türlü çamaşırlık bezin, kalın bezin, patiskanın, pamuğun,
yıkanmış ya da yıkanmamış yünün ve tiftiğin, erkek elbisesi yapımında kullanılan her türlü
yazlık ve kışlık kumaşın; ayakkabı yapımında kullanılan köselenin, iğnenin, taban astarının,
meşinin, demir ve ağaç kundura çivisinin, tel çivinin, kundura ve saraç ipliğinin; çarık
yapımında kullanılan derinin; sahtiyandan yapılmış yemeninin, çarık ve potinin; nal
demirinin, mamul nalın, nal mıhının, yem torbasının, yuların, bellemenin, kolanın, kaşağının,
gebrenin, sicimin ve urganın %40’ına, makbuz karşılığında el koyma göreviyüklüyordu.
Kapılarda ve limanlarda, ithal olunan bu tür malların %10’u ordu ihtiyacı için alınacak,
gerisine dokunulmayacaktı. Çocuk ve kadın elbiseleriyle, bunların üretiminde kullanılan
malzemelere ve lüks eşyalara el konulmayacaktı. El konulan malların bedeli, savaştan sonra
hak sahiplerine ödenecekti70.
4 Numaralı Tekâlifi Milliye Emri, Milli Vergiler Komisyonu’nun mevcut buğday, un,
bulgur, arpa, saman, fasulye, nohut, mercimek, pirinç, yağ, zeytinyağı, sabun, çay, şeker, tuz,
gaz ve mum stoklarının %40’na el koymasını gerekli kılıyordu. Komisyonlar el koydukları
68
ATATÜRK, Tamim, Telgraf ve Beyannameler, a.g.e., s 414, 415
69
ATATÜRK, Tamim, Telgraf ve Beyannameler, a.g.e., s 415, 416
70
ATATÜRK, Tamim, Telgraf ve Beyannameler, a.g.e., s 417, 418. NOT: Bu ve diğer Tekalifi
Milliye Emirlerinde, sözü edilen makbuzların bedelleri, hak sahiplerine 1929’yılına kadar ödendi.
34
mallar karşılığında, takdir edilecek fiyat üzerinden sahiplerine makbuz verecekti. Mal
bedelleri savaştan sonra hak sahiplerine ödenecekti. El konulan buğdaylar, bir bedel
ödenmeksizin değirmenlerde ve fabrikalarda una çevrilecekti71.
5 Numaralı Tekâlifi Milliye Emri, Ordu ihtiyacı için el konulan taşıt araçları dışında
kalan taşıt araçları sahiplerine, elindeki taşıt araçlarıyla, ayda bir defa olmak üzere, yüz
kilometrelik bir uzaklığa kadar, parasız askerî nakliyat yapmaları yükümlülüğü getiriyordu.
Her Milli Vergiler Komisyonu, bölgesindeki bu tür yükümlülerin adlarını ve araçlarının
türlerini ilgili makamlara liste halinde bildirecek; 2, 3 ve 4 numaralı emirler gereğince el
koydukları malları askeri depolara ve cephelere bu mükelleflere taşıtacaktı72.
6 Numaralı Tekâlifi Milliye Emri, 2, 3 ve 4 numaralı Milli Vergiler Emirlerinde
anılan, sahipsiz, terk edilmiş mallara Komisyonlarca el konulmasını; miktarının ve tutarının
tutanakla belirlenerek depolara alınmasını, tutanakların mal sandığına (günümüzdeki Mal
Müdürlüğüne) verilmesini öngörüyordu73.
7 Numaralı Tekâlifi Milliye Emri, herkes elindeki silah, cephane ve harp malzemesini,
bedelsiz olarak, makbuz karşılığında Milli Vergiler Komisyonu’na teslim edecekti. Savaştan
sonra bu silahlar hatıra olmak üzere sahiplerine geri verilecektiler. Kişilerin teslim etmekle
yükümlü oldukları silahların türü, emrin 3. Maddesinde ayrıntılı biçimde belirtilmişti74.
8 Numaralı Tekâlifi Milliye Emri, Komisyonlara benzin, vakum, gres, don, saatçi ve
balık yağlarının; vazelin, otomobil ve kamyon lastiği, buji, tutkal, telefon cihazı, kablo,
çıplak tel, pil, sülfürik asit ve benzeri malların %40’na makbuz karşılığında el koyma görev
ve yetkisi veriyordu. Bunlardan ithal edilenlerin %10’una makbuz karşılığında el konulacak,
bedelinin %20’si gümrük vergisinden düşülecekti75. Makbuz bedelleri savaştan sonra
ödenecekti.
9 Numaralı Tekâlifi Milliye Emri ile Tekâlifi Milliye Komisyonlarından,
bölgelerindeki demirci, dökümcü, tesviyeci, saraç, arabacı esnaflarıyla imalathanelerinin
sayısını, bunların kapasitelerini; gerek bunların gerekse buralarda çalışan kılıç, kasatura,
71
ATATÜRK, Tamim, Telgraf ve Beyannameler, a.g.e., s 418
72
ATATÜRK, Tamim, Telgraf ve Beyannameler, a.g.e., s 419
73
ATATÜRK, Tamim, Telgraf ve Beyannameler, a.g.e., s 420
74
ATATÜRK, Tamim, Telgraf ve Beyannameler, a.g.e., s 421, 422
ATATÜRK, Tamim, Telgraf ve Beyannameler, a.g.e., s 422
75
35
mızrak ve eyer yapabilecek ustaların adlarını Milli Müdafaa Vekâletine bildirmeleri
isteniyordu76.
10 Numaralı Tekâlifi Milliye Emri ile komisyonlardan, Ordunun ihtiyacı için, 10 Eylül
1921 gününe kadar, bölgelerindeki dört tekerli yaylı arabaların, dört tekerli at, öküz ve kağnı
arabalarının; binek ve top çekim hayvanlarının, katır ve yük hayvanlarının, deve ve eşeklerin
en sağlam %20’sine el koymaları isteniyordu. Arabalara ve kağnılara binek hayvanları ve
teçhizatıyla birlikte el konulacaktı. El konulanların belirlenen bedelleri, o yer belediyelerince
ve ihtiyar heyetlerince, servetleri oranında halka salınacak ve tasfiye olunacaktı 77.
Tekâlifi Milliye Emirlerinin her biri, görevini yerine getirmeyenlerin, ihmal ve
suiistimal edenlerin, emirlere uygun davranmayanların Hıyaneti Vataniye Kanunu
hükümlerine göre İstiklal Mahkemelerinde yargılanacakları hükümlerini taşıyordu. Tekâlifi
Milliye Emirleri, Anadolu’nun işgal altında olmayan her yerinde uygulandı. Bu konudaki
olanaklar sınırlı olsa da, eldeki imkân dâhilinde, emirler basın yoluyla halka duyuruldular.
Uygulamada bir zorlukla karşılaşılmadı. Halk seve seve yükümlülüklerini yerine getirdi.
Başkomutan 12 Ağustos gününe kadar Ankara’da Ordunun beslenmesi, giydirilmesi,
donatılması, gücünün artırılması ile ilgili önlemleri almakla uğraştı. Bu arada karargâhını ve
ofisinikurdu. Milli Müdafaa Vekâleti kadrosuyla Genel Kurmay Başkanlığının kadroları
Başkomutanlık Karargâhını oluşturuyordu. Ofis iki Bakanlığın çalışmalarını koordine etmek
ve öteki bakanlıklara ait olup Başkomutanlıkça çözülmesi gereken işleri yürütmekle görevli
idi. Başkomutan, Ankara’daki işleri tamamladıktan sonra 12 Ağustos 1921 günü Genel
Kurmay Başkanı Fevzi Paşa ile birlikte Polatlı’ya, cepheye gittiler. 18 Ağustos günü de,
nicedir Ordunun ön saflarında çalışmak isteyen Halide Edip (Adıvar) Hanım’a Garp Cephesi
Karargâhında görev veriyordu78.
Tekâlifi Milliye Emirleri üzerine askeri depolara giren yiyecek ve giyecekler
Milli Mücadele, yoksul Anadolu halkının, bir amaç uğrunda birleşmesini sağlayan bir
etken olmuştu. Düşmanla yokluklar içinde savaşan Ordu’nun giydirilmesi, kuşandırılması,
yiyeceğinin sağlanması Anadolu halkını aynı dava etrafında tutan bağ işlevi yapıyordu.
76
77
78
ATATÜRK, Tamim, Telgraf ve Beyannameler, a.g.e., s 423
ATATÜRK, Tamim, Telgraf ve Beyannameler, a.g.e., s 424
ATATÜRK, NUTUK, a.g.e. s 418; ATATÜRK, Tamim, Telgraf ve Beyannameler, a.g.e. s 426
36
Başkomutan 2 numaralı emriyle bağış isteyince, kızlar kadınlar ellerine iğne, iplik ve makas
almış; önlerine patiskaları ve bezleri sermiş, erkek bedenine göre bir taraftan biçiyor, bir
taraftan dikiyordular. Bazı yerlerde kadınlar kızlar bir evde toplanıyor, türküler söyleyerek
dikiş ve örgü yapıyordular. Dikiş makinesi bulunan, hatta bilinen bir nesne değildi. Hele
trikotajın adı hiç duyulmamıştı. Her giysi elde dikilirdi. Kadınlar, kızlar çok yetenekliydiler.
Her kadın, her kız dikiş ve örgü bilirdi. Gençler dikiş dikerken, yaşlılar ellerinde miller,
önlerinde yün yumakları çorap örüyordular. Kimi yaşlılar, kirmenle ya da çıkrıkla yün
eğiriyordular. Kadınlar, kızlar Başkomutanın verdiği mühletten de önce donları, gömlekleri,
mintanları komisyona teslim etmek için gündüzlerine gecelerini eklemiştiler. Bununla da
yetinmemiştiler. Çeyiz sandıklarını açmış, işe yarar ne varsa onları da Tekâlifi Milliye
Komisyonuna vermiştiler. Evdeki, sandıktaki kumaşlar yeterli olmadığında çarşıdan satın
almıştılar. Yalnız bir sıkıntıları vardı, mintan kumaşı bulmak mümkün olmuyordu. Mintan
gömleğin üstüne giyilirdi. Bazı askerler mintan giyemeyecektiler. Becerikli yaşlı erkekler de
boş durmamıştılar. Onlar da önlerine gönleri sermiş, bir gönden olabildiğince çok çarık
çıkarmaya çalışmıştılar.
Ağustos ve Eylül Anadolu’da harman ve hasat zamanıydı. Kadınlar, kızlar, erkekler
hazırlayacakları giysilere Ordunun ne kadar çok ihtiyaç duyduğunu biliyordular. Yaralı gelen
çıplak ayaklı erlerin üzerindeki lime lime elbiseleri görmüştüler. Aileler iki bölüme ayrılmış
gibiydi. Bir bölümü hasat ve harman yaparken, öbür bölüm biçiyor, dikiyor ve örüyordu.
Başkomutanlığın 2 sayılı emri üzerine, Sakarya’nın doğusunda, Torosların kuzeyinde
kalan Anadolu’dan Ordu depolarına 426.609 don, 452.672 gömlek, 60.606 mintan, 363.285
çift çorap, 334.934 çift çarık girmişti79. Komisyonların takdir ettiği birim fiyata göre depoya
giren giysiler 9.894.682lira değerindeydi. Bu değerde kadınların, genç kızların göz nurları,
alın terleri vardı. Göz nurlarına, alın terlerine evdeki, sandıktaki kumaşlar, bezler, çeyizler de
eklenmiştiler. Giysiler sayısal olarak askeri bir süre açıkta bırakmayacak, Sakarya’dan
sonrada askeri örtecek düzeydeydi. Bir kısmı Sakarya savaşından önce gelmiş ve
kahramanların savaşa yeni çamaşır, çarık ve çorapla gitmelerini sağlamıştı.
79
Genel Kurmay Başkanlığı, Türk İstiklal Harbi, İdari Faaliyetler, a.g.e. s 367, 368. Murat
Günal Ataman, Kurtuluş Savaşında Levazım İkmal Faaliyetleri, Hacettepe Üniversitesi, Atatürk
İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Ankara 2007 (Yüksek Lisans Tezi) s 112. (NOT: Komisyonlarca
belirlenen fiyatlara göre birim don 75, gömlek 75, mintan 110, yün çorap 31, çarık 45 kuruştur.)
37
3 Numaralı Tekâlifi Milliye Emri üzerinekomisyonların %40’na el koydukları ticari
mallardan, Ordu depolarına giren malların miktarı aşağıdaki çizelgedeki gibiydi80:
3 NOLU TEKÂLİFİ MİLLİYE EMRİ UYARINCA EL KONULUP DEPOLARA YOLLANANLAR
Türü
Ölçek Miktar
Elbiselik Kumaş
Çamaşırlık basma
Kösele
Gön
Vaketa
Meşin
Taban astarı
Kundura
Yemeni
Pamuk
Yün
Tiftik
Çuval
Metre
188.150
Metre 1.285.706
Kilo
35.699
Kilo
26.520
Kilo
6.541
Kilo
6.060
Kilo
3.775
Çift
2.373
Çift
9.940
Kilo
14.631
Kilo
119.329
Kilo
280.410
Adet
138.891
Karavana bakraç
Urgan
Urgan
Su kovası
Adet
Adet
Adet
Adet
Fiyat
TL
5.194
9.356
9.891
1.950
Türü
Ölçek Miktar
2,20
0,35
2,20
0,95
2,50
1,20
2,15
3,00
1,60
1,40
0,20
0,20
0,35
Ekmek sacı
Yular
Gebre
Kaşağı
Belleme
Kolan
Yem torbası
Hayvan çulu
Semer
Çeşitli nal
Çeşitli nal
Çeşitli mıh
Çeşitli mıh
Adet
Adet
Adet
Adet
Adet
Adet
Adet
Adet
Adet
Kilo
Adet
Kilo
Adet
1,80
0,60
0,75
2,00
Kundura Çivisi
Ağaç kun. çivisi
Kunduracı ipliği
Kilo
Kilo
Kilo
Fiyat
TL
1.123
19.090
1.834
311
995
975
1.862
660
160
13.032
27.251
2.055
262.012
3,00
0,30
0,15
0,15
1,2
0,27
0,65
3,50
5,20
1,00
0,25
0,90
0,01
1.132
3.985
420
0,42
0,35
2,20
Ordu depolarına giren kumaşlarla yaklaşık 70.000 takım elbise, 250.000 takım (don,
gömlek, mintan) dikilebilirdi. 100.000 askere ayakkabı ve çarık yapılabilir, Orduda mevcut
hayvanlardonatılabilirdi. Birlik mutfaklarında eskisine oranla daha kolay ve daha çok yemek
pişirilebilirdi. Belki bazıları istenilen ölçüde değildi. Ama Anadolu’nun imkânı bu kadardı.
El konulan ve Ordu depolarına ulaştırılan ticari mallar 1.240.082 Lira değerindeydi 81.
Ticarethanelerde bulunan bu tür malların toplam değeri 3,1 milyon lira dolaylarındaydı. Bu
veriler, Anadolu’nun işgal edilmemiş bölgelerindeki ticari mal stokunun ve sermayenin
küçüklüğünü de belirliyordu. Bu cılız sermayenin büyük bir bölümü Ermenilerle Protestan
yurttaşların ellerindeydi. Milli Vergilerle %40’ına el konularak cılız olan sermaye daha da
küçültülüyordu. Ama kurtuluş için başka yol yoktu. Başkomutan, savaştan sonra Anadolu
sermayesinin toparlanmasını amaçlamaktaydı. Bu nedenle hak sahiplerine el konulan malın
80
Murat Günal Ataman, a.g.e s 112, 113
81
Cumhuriyet, sözü edilen makbuz bedellerini hak sahiplerine 1925 ila 1929 yıllarında ödemiştir.
38
bedelini, miktarını içeren makbuz veriliyordu. Makbuz bedelleri savaştan sonra ödenecekti.
Özgür Anadolu sermayesindeki düşüklük stoklara da yansımıştı. Örneğin: Ülkedeki tüm
elbiselik kumaş stoku 470.000 metreydi, 170.000 kişiye elbise yapılmasına ancak yeterliydi.
Örneğin Anadolu’nun aydınlanmada yaygın olarak kullandığı gaz yağı stokunun el atamadan
önce 650 ton olduğu, el koymadan sonra 389 tona indiği anlaşılıyordu. Keza, el koymadan
öce şeker stoku 560 tondu, el koymadan sonra 336 tona inmişti. Kalan stoktan kişi başına 56
gram şeker düşüyordu. Yeniden ithalat yapılamayacağı için, yurttaş 56 gram şekerle bir iki
sene idare edecekti. Yine bu veriler yün ve tiftik gibi hayvan ürünleri fiyatlarının, köylü
gelirinin ne kadar budandığını sergiliyordu. Pamuk kilo fiyatı 140 kuruştu. Buna karşın yün
ve tiftik kilo fiyatları 20 kuruştu. Çünkü Türkiye, tiftik ve yapak ihraç ediyordu.
2 ve 3 Numaralı Tekâlifi Milliye Emirlerinin sonuçları birlikte ele alındığında, emirleri
hazırlarken Başkomutanın halkı ve Anadolu’yu çok iyi tanıdığı anlaşılıyordu. Başkomutan
tüccarın elinde Orduya yetecek kadar mal bulunmadığını biliyordu. Tüccarın elindeki malın
%40’ı Türk Ordusu’nu çıplak bırakırdı. Bunu bilerek önce 2 sayılı emirle halka başvurmuştu.
Halktan Ordusuna don, gömlek, mintan, çorap ve çarık bağışlamasını istemişti. Halk
evdekive sandıktakileri değerlendirerek Başkomutanın isteğini yerine getirmişti. Ordunun
ihtiyacını gidermek amacıyla çarşı, ev ve sandık bütünleşmiş, ortaya olumlu bir sonuç
çıkmıştı.
4 Numaralı Tekâlifi Milliye Emriyle komisyonların el koydukları buğday, un, bulgur,
arpa, saman, fasulye, nohut, mercimek, pirinç, yağ, zeytinyağı, sabun, çay, şeker ve tuz gibi
besinlerlegaz ve mum yüz bin askere ve otuz bin hayvana bir ay süreyle yetecek düzeydeydi.
Ancak el koyma tarihinde henüz harman ve hasat mevsimi sürüyordu. Bazı bölgelerde yeni
ürün alınmamıştı. Anadolu’nun besleme olanakları daha fazla olabilirdi. Yeni yıl ürünleri
Ordu’nun gelecekteki ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeydeydiler. Başkomutan, el konulan
bu tür malların bedellerinin de savaştan sonra ödeneceklerini duyurmuştu.
4 Numaralı Tekâlifi Milliye Emri üzerine Ordu depolarına giren nesnelerden bazılarının
miktarı aşağıdaki çizelgedeki gibiydi82 ve değerleri 3.860.883 Liraya ulaşıyordu.
TON OLARAK 4 SAYILI EMİRLE ORDU DEPOLARINA GİREN BAZI YİYECEK VE YEMLER
82
Mehmet Kayıran, “Tekâlif-i Milliye Emirleri ve Uygulanışı”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,
s. 656-657. Genel Kurmay BaşkanlığıTürk İstiklal Harbi, İdari Faaliyetler, a.g.e. s 366, 367
39
Ürün Türü
Un
Buğday
Bulgur
Arpa
Mercimek
Patates
Fiyatı
Kg/Kuruş
10,50
7,00
9,50
4,75
12,00
7,50
Miktarı
Ton
1.890,6
16.703,7
1.274,6
14.074,6
87,4
591,5
Fiyatı
Ürün Türü
Kg/Kuruş
Şeker
62,00
Zeytinyağı
82,50
Gazyağı
39,50
Sabun
66,00
Kasaplık hayvan 30,00
Miktarı
Ton
224,0
140,6
261,0
180,5
3.905,1
Öteden beri Ordu’nun taşıma işleri çoklukla kağnılarla Türk kadınları ve çocukları
tarafından yapılmaktaydı. 5 Numaralı Milli Vergiler Emriyle, Ordu’ya ait eşyaların
taşınması,el konulmamış taşıt sahiplerine yönelik genel bir yükümlülük konumuna
sokulmuştu. El konulmamış araba ve kağnı sahipleri yükümlülüklerini yerine getirdiler. Ama
genç erkekler askere ve hizmete alındıklarından, yükümlü taşıtları yine kadınlar, çocuklar ve
yaşlı erkekler kullanıyordular. Bununla birlikte aylık 100 kilometrelik taşıma yükümlülüğü
ve bağışlarla el konulan malların askeri depolara taşınması zorunu, Anadolu’nun ıssız keçi
yollarına hareketlilik ve yeni bir renk kazandırmıştı. Kağnı senfonilerine ve konçertolarına
çıngırak sesleri katılıyordu. Araba ve kağnı kollarına, çeki hayvanları konvoyları
ekleniyordu.
10 Numaralı Emrin uygulanmasıyla Ordu nakliye kollarına 2.362 öküz arabası, 14.738
kağnı ve 406 muhtelif türde araba katılmıştı. Ordu hizmetine yeni giren hayvanlar 1.260
binek ve 812 koşum hayvanı, 3.975 katır, 3.834 öküz ve manda, 2.334 deveden ibarettiler.
Arabalar, kağnılar için imzalanan makbuzlar 3.324.596 liraya ulaşmış bulunuyordu 83.
9 Numaralı Emir’e gelen yanıtlardan 1921 yılı Anadolu’sunda 3.272 demirci, dökümcü,
tesviyeci; 2.067 marangoz ve ağaç işleyicisi olduğu anlaşılmıştı. İşletmelerde 2-3 usta ve
çırak çalışmaktaydı. Ortalama olarak her kaza ve vilayette 10 kadar demirci, 6-7 marangoz
dükkânı bulunuyordu84. Komisyonlar Milli Müdafaa Vekâletine bölgelerinde kılıç, kasatura,
mızrak ve eyer yapabilecek ustaların adlarını bildirmiştiler. Bu kişilerle Milli Müdafaa
Vekâleti atölyeleri takviye edilecek, zamanla askerin ihtiyacı karşılanacak, savaş gücü
artırılacaktı.
83
Genel Kurmay BaşkanlığıTürk İstiklal Harbi, Batı Cephesi, C. II, Kısım V, Kitap 1, s. 79.
84
Tevfik Çavdar, a.g.e. s 64; Hayri Sevimay a.g.e, s 156
40
Komisyonlar çok hızlı çalışmış, kısa zamanda elde büyük stoklar oluşmuştu. Milli
Vergiler Emirleri ile kurulan iletişim ve ulaşım sistemi sayesinde stoklar önce Milli Müdafaa
Vekâletinin bildirdiği birliklere, kalanlar da sonra Ankara’daki depolara gönderildiler. Bu
dönemde Başkomutanın beklentisi doğrultusunda, İstanbul’daki gizli örgütler de İstanbul ve
dolaylarındaki İmalat-ı Harbiye depolarından epey bir malzeme kaçırmayı başarmıştılar.
GİZLİ ÖRGÜTLERİN SAKARYA SAVAŞI SIRASINDA İSTANBUL'DAN
ANKARA’YA GÖNDERDİKLERİ
Ürün türü
Adet
Ürün türü
Süngü
10.000 Peksimet torbası
Palaska
20.190 Matara
Kütüklük
10.000 Bel kemeri
Tüfek kayışı
6.300
Dikiş makinesi
Sırt Çantası
10.030 Ceket
Ekmek torbası 10.000 Ekmek Torbası
Kaynak:Murat Günal Ataman, a.g.e. S 123
Adet
8.000
16.470
3.000
65
1.000
24 Balya
Orduda bu malzemeler açısından büyük noksanlık vardı. Ankara ihtiyaçlarını İstanbul
temsilcine bildiriyor, örgütler buna göre baskın - ziyaret gerçekleştiriyordular. Askerin
önemli bir bölümünün süngüsü, palaskası, matarası, bel ve tüfek kayışı, sırt çantası, ekmek
ve peksimet torbası yoktu. Gelen teçhizat açığın ancak bir bölümünü kapayabilirdi. Ama bu
yoklukta gelenler büyük bir değer taşıyordular. Dikiş makineleri önemli bir ihtiyacı
karşılamıştı.
Türk askeri,Sakarya’dayiyecek ve giyecek durumu, donanımı öncesine göre daha
iyileştirilmiş olarak savaşa giriyordu.
KAYNAKLAR
*ATATÜRK, NUTUK (1919-1927), Atatürk Araştırma Merkezi, Bugünkü Dilde Yayına
Hazırlayan Prof. Dr. Zeynep Korkmaz) 1991 Ankara
*ATATÜRK, Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, Atatürk Araştırma Merkezi 1993
*Afet İnan, Türk-Osmanlı Tarihinin Karakteristik Noktalarına Bir Bakış, 1937, *Ali Fuat Cebesoy,
Milli Mücadele Hatıraları, Temel yayınları İstanbul 2010, s 103, 104;
41
*Asım Gündüz (E.Orgeneral), Hatıralarım, Bölüm: Ölüm Kalım Savaşı Sakarya, Kervan
Kitapçılık, İstanbul 1973
*
Cahit Baltacı, Prof. Dr., XV ve XVI. Yüzyıllarda Osmanlı Medreseleri, İlahiyat Fakültesi
Yayınları, İstanbul 2005, C 2,
*Cemal Kutay, Şehit Sadrazam Talat Paşa’nın Gurbet Hatıraları, Kültür Matbaası, 1983 İstanbul
*Cevdet Paşa,Tezakir, Yayınlayan Prof. Cavit Baysun, T. Tarih Kurumu, 199,
*Devlet İstatistik Umum Müdürlüğü, 1923 – 1928 Yıllıklar
*Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, Bilgi Yayınevi, Ankara 1969
*Enver Ziya Karal, (Ord. Prof. Dr.)Türk. Tarih Kurumu, Cilt VI, VII, Cilt IX
*Ergün Aybars, (Prof. Dr. )Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1, Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir 1986
*
Evliya Çelebi, Seyahatname C 2, 3, 4, 5, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2011,
*Fahri Yetim, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,
*Genel Kurmay BaşkanlığıTürk İstiklal Harbi, Batı Cephesi, C. II, Kısım V, Kitap 1,
*Genel Kurmay Başkanlığı, Türk İstiklal Harbi, Cilt VII İdari Faaliyetler (15 Mayıs 1919-2 Kasım
1923) Ankara 1971
*Gündüz Ökçün,(Prof. Dr.),1329-1331 Sanayi Sayımı, Hil Yayınevi, Ankara 1984 (1913-1915
Sanayi Sayımı)
*
Halil İnalcık (Prof. Dr.), Devleti Aliye, Klasik Dönem (1302-1606), T. İş Bankası Kültür
Yayınları, 37. Baskı, İstanbul 2009,
*Hayri R Sevimay, Cumhuriyete Girerken Ekonomi - Osmanlı Son Dönem Ekonomisi, Kazancı
Kitap A.Ş. İstanbul, 1995
*Hikmet Bayur, (Ord. Prof.),Türk Devletinin Dış Siyasası, T.Tarih Kurumu, 2. Baskı, Ankara,
*Hikmet Bayur,(Ord. Prof.),XX. Yüzyılda Türklüğün Tarih ve Acun Siyasası Üzerine Etkileri,
Türk Tarih Kurumu, 1984 Ankara,
*
Hüsamettin Ertürk (Yazar, Semih Nafiz Tansu) İki Devrin Perde Arkası, Sebil Yayınevi 1996,
*İsmail Hakkı Uzunçarşılı(Ord. Prof. Dr.)Osmanlı Tarihi,T. Tarih Kurumu 1993, C 4, Bölüm 1
*İsmail Hakkı İzmirli, İslâm’da Felsefe Akımları, İkinci Baskı, Kitabevi 1997, İstanbul.
*İsmet İnönü, Hatıralar, Bilgi Yayınevi, Ankara 2006, 2. Baskı
*İstatistik Genel Müdürlüğü1912-1913 Ziraat İstatistikleri,
*İstatistik Genel Müdürlüğü 1913-1914 Sanayi İstatistikleri,
*İzzettin Çalışlar’ın (Orgeneral) Anılarıyla Gün Gün, Saat Saat İstiklal Harbinde Batı Cephesi,
Hazırlayan İzzeddin Çalışlar, T. İş Bankası Kültür Yayınları 2009,
*Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, Türkiye Yayınevi İstanbul 1969
*Kazım Özalp (E. Orgeneral), Milli Mücadele, T. Tarih Kurumu, Ankara 1998, C 1 s 179, 180.
*Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne kadar Atatürk’le Beraber, Tarih Kurumu 1988, C 1
42
*Mehmet Kayıran, “Tekâlif-i Milliye Emirleri ve Uygulanışı”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,
Cilt V, Sayı 15, Ankara 1989
*Murat Günal Ataman, Kurtuluş Savaşında Levazım İkmal Faaliyetleri, Hacettepe Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2007,
*Nazım Berksan, Yol Davamız, Dün, Bugün, Yarın, Akın Matbaası 1961, Ankara,
*Nilüfer Erdem,Yunan Tarihçiliğinin Gözüyle Anadolu Harekâtı, 1919 – 1922, Derlem Yayınları,
2. Baskı, İstanbul 2012
*Nuray Özdemir, Milli Mücadelede Kadın Desteği, Bolu Müdafaa-i Vatan Gazi Kadınlar
Cemiyeti,Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Cilt: 2011-2 Sayı: 23,
*Reşat Ekrem, Osmanlı Muahedeleri ve Kapitülasyonlar, Muallim Ahmet Halit Kitaphanesi,
İstanbul 1934
*Rıfat Önsoy, (Prof. Dr.) Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayi ve Sanayileşme Politikası, T. İş
Bankası K.Y. 1988
*Sabahattin Selek, Anadolu ihtilali, Cem Yayınevi İstanbul 1973, s 173
*Sakarya, Savaşanlar Anlatıyor, Hazırlayan Sabahattin Selek, Örgün Yayınevi İstanbul 2012
*Şevket Süreyya Aydemir, Cihan İktisadiyatında Türkiye, 193, s 9, 13.
*T.B. M.M. GİZLİ CELSE ZABITLARI,
*T.B.M.M.ZABIT CERİDESİ,
*Tevfik Çavdar, Milli Mücadele Başlarken Sayılarla Manzara-i Umumiye, Milliyet Yayınları,
İstanbul 1977
*Vedat Eldem, Osmanlı İmparatorluğunun İktisadi Şartları hakkında Bir Tetkik, Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, Ankara 1970
*YerasimosStefanos Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Çeviri Babür Kuzucu, Gözlem Yayınları, 3.
Baskı
*Yusuf Kemal Tengirşek, Tanzimat 1, Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara 1940
*Yücel Yaşar (Prof. Dr. ) –Ali Sevim(Prof. Dr. )Türkiye Tarihi, Tarih Kurumu Ankara 1992 C2
*Ziraat Bakanlığı,Türk Ziraat Tarihine Bir Bakış, Ankara 1938,
43

Benzer belgeler