BOSPHORUS CHRONICLE

Transkript

BOSPHORUS CHRONICLE
b o s p h o rus
c h r o n i c l e
The quarterly Robert College Newspaper
A supplement of the Bosphorus Chronicle May 2011 issue. / Bosphorus Chronicle’ın Mayıs 2011 ekidir.
Yüksekten uçmanın tehlikesine rağmen
kulağımıza bir şeyler fısıldamak uğruna
bir kez daha yükseldi MARTI...
Yayın Adı:
Bosphorus Chronicle’ın
Martı Ekidir.
İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu:
Özel Amerikan Robert Lisesi
Güler KAMER - T.C.
Sorumlu Öğretmenler:
Yıldız DÜZKÖYLÜ
Özgül AKGÜL CİNKARA
Yönetim Yeri:
Özel Amerikan Robert Lisesi
Kuruçeşme Caddesi No:87
Arnavutköy / İSTANBUL
Tel: (0212) 359 22 22
Editör:
İpek Betül Özçivit
Tasarım ve Sayfa Düzeni:
Ecegül Bayram
Yazarlar:
Ahmet Utku Akbıyık
Bekir Berke Artukoğlu
Ecegül Bayram
Aysın Kadirbeyoğlu
Bengisu Güçkan
Z. Elçin Metin
Roza Oğurlu
İpek Betül Özçivit
T. Mert Saygın
Yayının Türü:
Yerel, Süreli
Yayının Dili:
Türkçe
Ofset Hazırlık ve Basım Yeri
Birmat Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
100. Yıl Mah. Matbaacılar Sitesi
4. Cad. No:122 Bağcılar/İSTANBUL
Tel: (212) 629 05 59 - 60
Basım Yılı:
Mayıs 2011
Logo: Elif Alkaş
Kapak Resmi:
F. Sueda Evirgen
editörden
İÇİNDEKİLER
Kaybettiğimiz Sanatçılar
2
Âşık Veysel
3
Gaipten Sesler Korosu
4
Aklın Ara Sokakları
5
Hayal Çiçeği
6
Bahar Sarhoşları
8
Dünya Tiyatro Günü Bildirisi
11
Dünya Şiir Günü Konuşması
12
Dünya Öykü Günü İletisi
13
Karikatürist İbrahim Tapa ile Söyleşi
14
Yazık
16
Bekir Dede
Sevsinler Beni
-1-
17
18
Hayat bana bir armağan vermişti tam beş
yıl önce, işte o armağandın sen. Bir doğum günümdü, pastamın mumlarını üflüyordum, tuttuğum bir
dilektin o zamanlar sen. Ne istediğimi çok iyi biliyordum da dileğim kabul olursa bir masal yaşayacağımı
bilmiyordum, seninle öğrendim ben.
Bir martının kanat çırpışıyla başlayan
masalım, yine bir kanat çırpışla bitiyor bu sefer. Beş
yıl boyunca bu peri masalını bana yaşatan herkese,
çok teşekkür ediyorum şimdi. İçinde, olup biterken
değerini fark etmediğim günler olduysa da, onlar adına senden özür diliyorum şimdi, giderayak
çıkarılan son günahlar gibi.
Geleceğime doğru yol alıyorum bu sefer.
Rüzgâr yine lodos, yalın yalın esiyor uzaklardan.
Tek fark, bu rüzgâr içimi üşütüyor bu sefer. Ürperiyorum, etraf ayrılık kokuyor. Rüzgâr silmeden
kokunu, sarılıyorum geçmişime. Sonra uçup gidiyor rüzgârla kokun, o geçmiş... Ben de atlıyorum
peşinden geçmişimin, düşüyorum boğazın serin
sularına, akıntıya kapılıp sürükleniyorum geleceğe.
Biliyorum, orada çok tehlikeler var. Boğulmak da
var, yüzmeyi öğrenmek de. Buradaki korsanlardan
çok daha kötüleri, buradaki meleklerden çok daha
iyileri var. Ama bilmiyorum, orada buradaki kadar
mutlu olabilecek miyim? Kalırsam yalnız başıma,
özlersem seni, sana geri dönebilecek miyim?
Zaten bilmediğim uzak diyarlarda, bilmem
belki kaçıncı kez soracaklar bana neden bu kadar
yabancısın buralara, neden gözlerinde sönmeyen
bir özlem ateşi var, diyecekler. Söyleyeceğim ben de
Masallar Diyarı’na aidim ben, orayı özledim...
Ve yine sana geleceğim. Bilmem beni kaçıncı kez
sana kavuşturan emektar martımın sırtına binip,
tüylerine sıkı sıkı tutunup yine sana uçacağım...
Bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha
uçacağım yükseklerden; gelip kulağına bir şeyler
fısıldayıp, yanağına bir öpücük konduracağım belki;
ama olsun bu kadarına bile değer..
Hatırınıza birkaç cümle, gönlünüze bir tutam duygu serpiştirebilmekse her şeye değer...
İpek Betül Özçivit
Martı /1~
AYLARA GÖRE KAYBETTİĞİMİZ SANATÇILAR
ŞUBAT
5 Şubat Cemal Kutay- Tarihçi, Yazar (1909-2006)
18 Şubat Tezer Özlü- Yazar (1943-1986)
24 Şubat Ömer Bedrettin Uşaklı- Şair (1904-1946)
26 Şubat Hasan Ali Yücel- Yazar, Eğitimci (1897-1961)
26 Şubat Tarık Buğra- Yazar, Gazeteci (1918- 1994)
MART
3 Mart Cihat Burak- Ressam (1915-1994)
6 Mart Ömer Seyfettin- Yazar (1884-1920)
6 Mart Kemalettin Kamu- Şair (1901-1995)
8 Mart Hüseyin Rahmi Gürpınar- Yazar (1864-1944)
10 Mart Salah Birsel- Şair, Yazar (1919-1999)
11 Mart Yusuf Ziya Ortaç- Şair (1895-1967)
11 Mart Turhan Selçuk- Karikatürist (1922-2010)
17 Mart Ceyhun Atuf Kansu- Şair, Yazar (1919-1978)
20 Mart Falih Rıfkı Atay- Yazar (1894-1971)
21 Mart Âşık Veysel- Saz Şairi (1894-1973)
27 Mart Halit Ziya Uşaklıgil- Yazar (1866-1945)
29 Mart İlhami Bekir Tez- Şair, Yazar (1906-1984)
NİSAN
2 Nisan Sabahattin Ali- Şair (1907-1948)
12 Nisan Abdülhak Hamit Tarhan- Şair (1852-1937)
18 Nisan Oktay Rifat- Şair (1914-1988)
21 Nisan Kemal Tahir- Yazar (1910-1973)
27 Nisan Münir Nurettin Selçuk- Besteci, Ses sanatçısı (1899-1981)
29 Nisan Muhsin Ertuğrul- Tiyatro ve Sinema Sanatçısı, Yönetmen (1892-1979)
MAYIS
3 Mayıs Abdülhak Şinasi Hisar- Yazar (1888-1963)
6 Mayıs Erdal Öz- Yazar (1935-2006)
7 Mayıs Haldun Taner- Yazar (1915-1986)
11 Mayıs Sait Faik Abasıyanık- Yazar (1906-1954)
16 Mayıs Memduh Şevket Esendal- Yazar (1883-1952)
17 Mayıs Nurullah Ataç- Deneme Yazarı (1898-1957)
25 Mayıs Necip Fazıl Kısakürek- Şair (1905-1983)
HAZİRAN
3 Haziran Nâzım Hikmet- Şair (1902-1963)
4 Haziran Ahmet Haşim- Şair (1885-1933)
15 Haziran Peyami Safa- Yazar (1899-1961)
15 Haziran Mina Urgan- Öğretim üyesi, Yazar (1916-2000)
20 Haziran Cahit Külebi- Şair (1917-1997)
21 Haziran İlhan Selçuk- Gazeteci, Yazar (1925-2010)
28 Haziran Fuad Köprülü- Edebiyat tarihçisi, Yazar (1890-1966)
30 Haziran Kemal Özer- Şair, Yazar (1935-2009)
* Kaynak: Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı, 2011 Kültür Ajandası
Martı /2~
deneme
ÂŞIK VEYSEL
Z. Elçin Metin
Asıl adı Veysel Şatıroğlu olan Âşık Veysel, bize en tanıdık gelen halk ozanlarındandır. Hepimiz bir
şeyler duymuşuzdur onun hakkında. Türkülerini dinlemişizdir; fakat ona ve halk ozanlığına verdiğimiz
önemin ne kadar yeterli olduğu tartışılır.
Veysel 1894’te Şarkışla’nın Sivrialan köyünde bir ilkbahar günü doğar. Yedi yaşında çiçek hastalığına
yakalanması sonucunda bir gözünü, daha sonra da talihsiz bir kaza sonucu diğer gözünü kaybeder. Okula
gitme fırsatı bulamaz.
Âşık Veysel’in türkülere olan ilgisini fark eden babası, ona bir bağlama hediye eder ve böylelikle
Âşık Veysel’in hayatı tamamen değişir. Çamşıklı Ali adlı halk ozanından bağlama dersleri almaya başlar
ve bağlama tutkusu giderek artar. Görmemek onun için bir engel değildir.
Gençliğinde diğer ozanların türkülerini söyleyen Veysel, kırk yaşına yaklaştığında artık kendi
türkülerini insanlarla paylaşmaya hazırdır. Bunun üzerinde ilk defa köy sınırları dışına çıkarak sanatını
insanlarla paylaşmaya başlar. Sivas’ta düzenlenen Âşıklar Bayramı’na katılır ve “Halk Şairi” belgesine
layık görülür. Sonrasında çocukluk arkadaşı İbrahim ile birlikte yaya olarak çevredeki illeri dolaşmaya
başlar. Cumhuriyetin 10. yılında yazdığı “Atatürk” isimli şiir sayesinde Ankara’ya çağırılır. İbrahim’le üç
ayda Ankara’ya ulaşan Veysel’in şiiri Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde üç gün üst üste yayımlanır. Veysel’in
adı giderek daha çok duyulmaktadır.
“Âşık” olma şansını yakalayan Veysel, Anadolu’yu bucak bucak dolaşmaya başlar. Türkiye’nin birçok yöresinden ozanlarla tanışır ve hayatı boyunca müziğiyle yaşamaya devam eder. Uzun yıllar boyunca
Köy Enstitülerinde bağlama ve köy türküleri dersleri verir. Bulunduğu konum sayesinde devletten maaş
almaya başlar. Sadece müziğiyle de yaşamaz. Doğayla iç içe bir yaşam sürer. Köyünde ilk meyve bahçesi
kuran ve meyve yetiştiren kişidir o; bazı engellerin onun yapabileceklerini kısıtlamasına izin vermez.
Türküleri içtenlikleri ve doğallıklarıyla dikkat çeker. Konu sınırlaması olmadan, hemen hemen her
konuda söyler ve giderek daha da ustalaşır. Sekiz yıl evli kaldığı eşi Esma’nın onu terk etmesiyle yaşadığı
sarsıntıyı da türkülerinde dile getirir. Güzelliğin On Para Etmez’i Esma için yazmıştır.
Güzelliğin on par’ etmez
Bu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulamam
Bu bendeki köşk olmasa
-3
Cumhuriyeti savunduğu şiirleri ağırlıklı olsa da doğa sevgisi, birlik beraberlik gibi konularda da
söyler.
Âşık Veysel 21 Mart 1973’te köyünde, Sivrialan’da, veda eder müzik dolu dünyasına. Büyük ozan,
sonsuza kadar, çoğu insanın göremediklerini görüp hissedemediklerini hisseden nadir insanlardan biri
olarak kalacak. Onun gibi bir zenginliğe sahip olduğumuz için ne kadar şanslı olduğumuzu zaman geçtikçe unutmayız umarım. Dostlar onu hatırlamalı, hiç unutmamalı.
Ben giderim adım kalır
Dostlar beni hatırlasın
Düğün olur bayram gelir
Dostlar beni hatırlasın
Kaynaklar: Şatıroğlu, Aşık Veysel. Dostlar Beni Hatırlasın. Der: Ümit Yaşar Oğuzcan. İstanbul: Özgür Yayın Dağıtım, 1985. Baskı.
“Aşık Veysel.” Ozanlar. Web. 03 Mayıs 2011. <http://ozanlar.biz/veysel/index.html>.
Martı /3~
şiir
GAİPTEN SESLER KOROSU
Kaan Ertek
Fotoğraf: G. Işılay Elmacı
Susulacak her şey susulduğunda
Yürek parçalayan sesler duyulur
Görmeye görsün gözler onu bir defa
Kalp yerinde durmaz uçar, kuş olur
Bir peri mi bu?
Yoksa bir melek?
Nereden gelmiş?
Nereye gidecek?
Yakıp geçtin gönül kapılarını
Ve bir tutam akıl vardı başımda
O da gitti, sadece bir tını
Ve güzel sesin kaldı kulağımda
Bir ben var idi senden önce
Geldin, tüm saflığıyla beyazın
Küçük bir ben, iki oldum seninle
Sende kaldı gidişinle bir yarım
Bir güzel geçti derler buralardan
Ardında bırakarak sessiz bir yığın
Orman yeşilinin yerine sonbahar
Soğuk bir hüzün, puslu bir hayal
Ve dokunaklı bir şarkı, ölüm kadar…
Martı /4~
öyküsel anlatım
AKLIN ARA SOKAKLARI
Z. Elçin Metin
İncecik sesler… O kadar kırılgan, o kadar miniklerdi ki sahip çıkası geliyordu insanın. İçini açıyordun
sonra onlara, sesler ruhunda yer ederken renksizliğini kaybettiğini hissediyordun, renklerle taşıyormuşsun
gibi. Sesler sen oluyor, sen sesler oluyormuşsun gibi… O kadar uyumlu o kadar büyülülerdi ki, ben de onlara bağlanmaktan alıkoyamadım kendimi. Onları dinlemek, yağmur damlalarını dinlemek gibiydi çünkü, her
damlanın yerle buluşmadan önceki heyecanına tanık olmak gibi… Birikir birikir taşardı onlar, sarmalanan sen
olurdun. Beni de sardılar, ben farkına varamadan, boşluklarımı tamamladılar. Günler geçtikçe ben onların ben
olduğundan daha fazla onlar oldum. Doldum durdum, onlar dalgalandı, ben dalgalandım, onlar üşüdü ben de
üşüdüm; sanki ben artık ben değilmişim gibi. Evet, o minicik, o kar taneleri kadar kırılgan sesler ele geçirdi beni.
Bütün bunlar aklımdan geçerken ikinci el kitaplar satan bir kitapçıya doğru yürüyordum, birini arıyordum. Genelde dışarı çıkmam aslında; fakat bir süre sonra insan kalabalık görmek istiyor. Ben de
dışarı çıkıp bordo taşları geçtim, güçsüz görünen ağaçlara yardım etmek istedim. Kalp atışlarımın ritmiyle adım atmayı denedim, gökyüzüne bakarak yürüdüm. Normalde yapmam böyle şeyler. Oysa bugün fazla insan yoktu sokaklarda, yağmurluydu hava. Hem olsaydı da umursamazdım sanırım. Çok olmuştu dışarı
çıkmayalı; gökyüzünü özlüyor insan. Şemsiyesiz yürüdüm bu yüzden; ama o, o şemsiyeleri çok severdi.
Güvende hissediyormuş kendini! Onu gri ve soğuk bir yolda, şemsiyesini iyice kendine çekmiş, yağmur
damlalarından kaçmaya çalışırken seyretmek büyüleyiciydi. Her şeyiyle o kadar bütün görünürdü ki…
Saçları uçuşur, yüzündeki korkak ifade yürüyüşüne yansırdı. Onu asıl korkutanın siyah şemsiyesi olduğunu
düşünmüştüm. Yağmur damlalarının şemsiyesine vurmasından ürktüğünü itiraf etmişti de bir seferinde,
yirmi iki sene önce. e korkardı tabii, apaçık gökyüzü yerine omuzlarına sinmiş kapkara bir şey arasında
büyük fark olmalıydı. Her şeye rağmen, her fırsatta dile getirirdi şemsiyelere olan güvenini, onları nasıl
sevdiğini. Bu yüzden şemsiyelerle bütünleştirmiştim onu. O hayallerimde her zaman şemsiyesine sığınmış,
yağmurlu bir günde, dar, gri bir sokakta minik adımlarla yürüyor, aklımın ara sokaklarını keşfediyordu.
Yine uyandırdım kendimi onun şemsiyeli düşünden. Kitapçıdaydım, yine etrafımdaydı incecik sesler. O kadar narin göründüler ki gözüme, daha da bir sevdim onları orada. En eski kitapları karıştırmaya
başladım. Kitapları karıştırdıkça daha da yakınlaşırsın ya seslere, netleşirler, daha da bir sararlar seni;
işte, buydu bütün amacım. Ah, bir de onu daracık sokağında şemsiyesiyle yürürken bulabilseydim. Yirmi iki senedir aradığım kadınımı görebilseydim… Her şeye rağmen umudumu hiç kaybetmemiştim.
Ben seslerden yorgun düşmüşken rengi solmuş bir kitabı açtığımda karşıma o çıkıverdi birden. Kitabı
araladığımda, içindeki ayraç bana görmem gereken sayfayı, duymam gereken sesleri açmıştı bile. Oradaydı,
sesler kadar gerçek, onlar kadar narin. Şemsiyesiyle adımlıyordu yağmurlu sonbahar sokaklarını. Eskisi kadar
güzel, eskisi kadar tanıdıktı.
-5- Isınmak için ellerini birbirine tutuşturuyor; ama yine de titremesini durduramıyordu.
Saçlarının uçları gözleri kadar ıslaktı, eskisi gibi, çok üşüyordu, belliydi. Zayıftı, şemsiyesi bile onu korumaya
yetmiyordu. “Soğuk” diyordu zar zor duyulan sesiyle, “Çok soğuk…” Bana ihtiyacı vardı, yanında olmalıydım.
Bendim onu yirmi iki senedir arayan, nerede unutmuş olduğunu binlerce defa düşünen, şehirdeki bütün kitapçıları
dolaşan. O an, onu yirmi iki sene önce olduğu kadar zayıf ve üşümüş gördüğümde, ona ulaşabilmek için kime
olursa yalvarmaya hazırdım. Mümkündü bu, biliyordum, mümkün olmalıydı. Ben olmadan yaşayamazdı!
Çok zaman kaybetmiştik zaten, ölmek üzereydi şimdi de, donmak üzereydi. Kolları uyuşuyordu biliyordum,
yine de bırakmıyordu şemsiyesini. Öyle sıkı tutunmuştu ki… Sanki onu uçmaktan koruyan tek şey oymuş
gibiydi. Ben vardım hâlbuki. Varlığımdan haberdar olup olmadığını bilmesem de kendi sıcaklığımı onun için
feda etmeye hazırdım. Ne isterse yapardım. Onu ısıtma umuduyla sarıldım kelimelerine. Kitabı sardığım gibi,
alıp çıktım. Ben diğer kitapları, aradığımı bulmanın sevinci ve paniğiyle arkamda bırakırken sesleri giderek
azaldı, ben dar sokaklarda sıcacık evime doğru kollarımda kadınım ve kitabımla koştururken kulaklarımda
sadece onun sesleri vardı. Yağmur damlaları çarpıyordu şemsiyesine, o da korkuyor, üşüyor, ağlıyordu. Var
olacaktı sonsuza kadar, donsa bile ve sözcükleri tenime, benliğime vurmaya devam edecekti üşüseler de.
Ben hazırdım onun soğuk ellerinde bir kar tanesi gibi erimeye.
Martı /5~
deneme
HAYAL ÇİÇEĞİ
Pınarnaz Eren
Aslında her şey insanın zihnindeki ufacık bir düşünce kırıntısıyla başlar. O minicik düşünce
kırıntısı, attığı her adımda insana varlığını hissettirir ve eğer o minicik kırıntıya değer verip onu
büyük bir hayale dönüştürürseniz yaşamak için yeni bir sebebiniz, attığınız adımlar için yeni
bir rotanız olur. İnsan hayalsiz yaşayamaz; çünkü etrafımızda gördüğümüz her şey aslında bir
“hayal ürünü”dür. Kullandığımızı hayal ettiğimiz telefondan tutun da, içinde kendimizi hayal ettiğimiz kıyafete kadar her şey bir hayal sahibinin ve onun çevresindekilerin başarısıdır.
Hayal sahipleri de aslında o “büyük adam” diye adlandırdığımız kişilerdir. Bu büyük adamların
diğerlerinden tek farkı hayallerine duydukları saygı, inanç ve hayata karşı besledikleri umuttur. Hayaller insanlara yaşama sevinci ve ümit verirken, büyük adamlar ve yeni dünyalar yaratabilirken
insanlar, maalesef, hayallerin öneminin farkında olsalar dahi bu farkındalıklarına göre hareket edemeyebilirler. Güzel bir gelecek için milyonlarca hayal çiçeğine ihtiyacımız var oysa. Mustafa Kemal’in
hayallerinin en güzel ürünlerinden biri olan Türkiye’mizden tutun da, raflarda hayallere verilmesi gereken önemi anlatmak için sabırsızlanan kitaplara kadar her şey avazı çıktığı kadar hayallerin
gücünü bize duyurmaya çalışıyorken siz de onlara kulak verenlerden, yani hayal çiçeklerinin sahiplerinden biri olmak istiyorsanız bilin ki siz de gelecek bahçesinin güzelliğine güzellik katanlardan
olabilirsiniz.
Hayallerin gücünü, kendinize, çoğumuzun duymuş olduğu “Uyanmak için bir amacın
olmalı.” cümlesini zihninize kazıyarak hatırlatın. İntihar mektuplarıyla “Yaşamak için bir amacım
kalmadı.” cümlesini miras bırakanların varlığı da aslında uyanmak için bir amacımızın olmasının
zorunluluğunun kanıtlarındandır. Hayallerin gücüne inanmak konusunda bunun farkında olmak
hayatidir; çünkü aslında her hayal bir amaçtır ve her hayal insanı hayata bağlar. Hayal, hayatla aynı
değerdedir denebilir. Hayalini kaybetmiş bir insan için hayat o kadar da önemli sayılmaz; çünkü uyanmak için amacı kalmamış olan insan uyanmak da istemez. Televizyonlarda gördüğümüz, torununun çocuğunun çocuğuna bakmak için hayata sımsıkı sarılmış veya çok sevdiği mesleğine hizmet
etmek için kendine özen göstermiş ve çok çok uzun yıllar yaşamış insanlar aslında başarılı hayal
sahipleridir. Her birinin yatmadan önce kurduğu güzel bir hayali ve uyanmak için de güç verici bir
amacı vardır. Özenle büyütülmüş düşünce kırıntıları ve yeşermiş hayaller o insanların aslında uzun
yaşamak için sahip oldukları en büyük sırlardan biridir.
Hayallerin gücünü yatmadan önce kurduğumuz hayallerle ve sabahları gün içinde
gerçekleşmesini dilediklerimizle fark ettikten sonra bilmemiz gerekenlerin en önemlilerinden
biri de, dengeli olmaktır. Denge konusu, özellikle iyimser olmak noktasında, oldukça önemlidir.
İnsan çok güzel bir hayale sahip olabilir; bunun yanı sıra sahip olduğu her kötümser düşünce de
o güzel çiçeğe dolanmış zehirli bir sarmaşıktır ve o hayali soldurmaktan başka bir işe yaramaz.
“Bunu hayatta yapamam.” deyip geçmek, hayal sahipliğine yakışmayacak bir korkaklıktır ve o güzelim düşünce tohumlarını ziyan etmektir. Yapılan yanlışlar da hayal sahibi olmaya giden yolda
bizi şaşırtabilir. Hataların o çirkin maskesinin altında başarıdan ışıldayan yüzü fark edememek
en caydırıcı sorunlardan biridir. Edison, ilk ampulü üretmeye çalışırken yaptığı yanlışlardan dolayı
umutsuzluğa kapılıp hayalinden vazgeçseydi insanlık çok daha uzun bir süre karanlıklarda kalabilirdi.
Hayal sahibi yaptığı yanlışlardan bir şeyler öğrenmeye çalışmalı ve yanlışların insanı olgunlaştırdığını
bilmelidir. Bizlerden daha çok yanlış yapmış olan büyüklerimizin olgunluklarının ve tavsiyelerinin
kaynağı yaptıkları hatalar ve yaşadıkları kötü deneyimleridir. Bu kötü deneyimler ve hatalar insanın
canını acıtır; ancak unutmamak gerekir ki başarı yolu da cennet yolu gibi zahmet doludur.
İnsan, yanlışlarını kendi yararına kullanabildikçe, yani onları tekrarlamak yerine tekrarMartı /6~
lamaya gerek kalmadan hayatın vermek istediği mesajı alabildikçe üzülmesine, yorulmasına,
vazgeçmesine hiç gerek yoktur; çünkü sonunda bir ders çıkarılan yanlışlıklar her şeyin güzel gitmesinden daha iyidir. Burada inançlı olabilmek kadar gerçekçi olabilmek de çok önemlidir. İnançlı
olmayı körü körüne inanmakla karıştırmamak gerekir. İyi bir hayal sahibi hayaline inanır, kendi
gücünün farkına varır ve hayalini aslında dört bir yanı hayal ürünü olan gerçek dünyaya taşımak için
gerekli hazırlıkları yapar. Gökdelenin çatısından atlayıp da hiçbir alet olmadan uçmayı düşünmek
hayal sahipliği değil hayalperestliktir; yani körü körüne inanmaktır. Hayal sahibi kişi bu hayale onu koruyacak yeni aletler ekler ve gerekli gelişmiş önlemleri de düşünür. Hayal sahipliğinin
büyüsü de tam burada, içinde barındırdığı gerçekçilikte gizlidir ve bu nokta hayalperest ile hayal sahibini birbirinden ayırır. Hayal içindeki gerçekçilik bile aslında bir hayal ürünüdür ve bu da
birbirine zıt gibi duran iki kavramın aslında birbirlerine ne kadar da yakın olduklarını kanıtlar.
Bir hayal sahibi olmanın ne kadar da önemli bir iş olduğunu anladıktan sonra hayallerinize
karşı daha ciddi ve samimi olun. Onları dinleyin ve onları geliştirmek için elinizden geleni yapın.
Onlara inanın kendinize inandığınız gibi ve her şeye kayıtsız şartsız “tamam” diyebilen bilinçaltınızı
zehirli sarmaşıklar yerine katmer katmer, renk renk hayal çiçekleriyle donatın. Bir insan evrenlere
bedelse önce kendinizi dinleyin ve çevrinizdeki kişileri çok iyi seçin. Yanına yaklaştığınızda sizi
gülümsetecek kadar olumlu insanları arkadaşınız sayın ve diğer hayal sahiplerini de desteklemeyi
unutmayın. Hiçbir iş tek başına o kadar da kolay gerçekleştirilemez. Tek elken destekle iki ve çok
daha fazla el olabilir, dünyada çok daha fazla şey değiştirebilirsiniz. Kilo vermek gibi kişisel hayallerinize “dünyayı değiştirmeyecek ve diğerlerini fazla etkilemeyecek” hayallerden saymayın; çünkü sizin
mutluluğunuz bile dünyamızı gülümsetip birçok kişinin hayatını mükemmelleştirebilir; ancak tabii ki
hayal çiçeklerinize gerçeklik eklemeyi unutmayın ve gözlerinizi kapatıp hayallerinizin gücüne kendinizi kaptırın. Unutmayın; ben her ne kadar yüksekten korksam da uçmak da bir zamanlar “hayal”di.
Fotoğraf: G. Işılay Elmacı
-7-
Martı /7~
tiyatro
BAHAR SARHOŞLARI
Z. Elçin Metin
Okulun ilk haftaları… Elinizde iki monolog var.
Türkçe Tiyatro seçmeleri için bekliyorsunuz. Belki son kez
tekrarlıyorsunuz yapmanız gerekenleri. Henüz kimseyi
tanımıyorsunuz. İlk seneniz olacak bu. Sizin gibi birçok insan var. Hepsi biraz gergin, biraz heyecanlı… Aynı karakterlerin birbirinden farklı yorumlarını izliyorsunuz onlardan. Kapı açılıyor. Rahatlamış ifadesiyle çıkıyor biri. Sıra
size geldi. Gergin adımlarla sahnede yerinizi alıyorsunuz.
Eda ve Gül Hoca’larımızın kocaman gülümsemeleri
rahatlatıyor sizi. Oynamaya başladıktan yarım dakika
sonra gerginliğiniz uçup gidiyor, titremeniz hafifliyor.
Bitirdiğinizde yine kocaman gülümsemeler görüyorsunuz
karşınızda. Sonra da rahatlamış ifadenizle ayrılıyorsunuz.
İki gün sonra hızlı adımlarla listeye doğru
yürüyorsunuz. Kalbiniz hızla çarpıyor, seçilebilmeyi
çok istiyorsunuz! Gözleriniz henüz size yabancı gelen isimler arasında isminizi arıyor ve sonunda da
buluyor! Birkaç saniye öylece durup kutluyorsunuz
kendinizi. Sonra da hafifçe zıplayarak ve belki de en
sevdiğiniz şarkıyı mırıldanarak uzaklaşıyorsunuz
isimlerden. Hiç olmadığınız kadar sabırsızsınız.
İlk prova… İlginç bir şekilde, herkes birbirini uzun zamandır tanıyormuş gibi hissetmeye
başlıyor. Bahar Noktası’nı oynayacaksınız. Shakespeare’in “Bir Yaz Gecesi Rüyası”’nın Can Yücel
uyarlaması… Oyunu uzun uzun inceliyorsunuz. Her şey çok yabancı ve karışık görünüyor. Metnin
ileride size ne kadar tanıdık geleceğinden habersizsiniz.
Roller dağıtılıyor. Bütün senenizi birlikte geçireceğiniz karakteriniz belli artık! Daha sonra
ezber faslı başlıyor. Rolü uzunca olanlar için sancılı bir dönem bu. Bir şekilde ezberler
tamamlandıktan ve herkes metinle arkadaş olduktan sonra karakterinizi yaratmaya başlıyorsunuz.
Zamanla o kadar yakınlaşıyorsunuz ki karakterinize yepyeni sıfatlar, hareketler ekliyorsunuz.
En yoğun ve en keyifli dönemi başlıyor Bahar Noktası’nın. Oyununuz tam bir ay sonra
sahneleniyor olacak. Altı saatlik hafta sonu provaları yorucu olsa da hepsini iple çekiyorsunuz.
O kadar eğleniyorsunuz ki her sahneye çıktığınızda “iyi ki”lerle doluyorsunuz. İyi ki seçme günü
oradaymışsınız, iyi ki o listedeymiş isminiz. İyi ki bu kadar muhteşem insanlarla çalışıyorsunuz
ve iyi ki tiyatro dolu geçecek bir hayat var önünüzde. Sahne arkasında beklerken giderek daha sık
duyuyorsunuz “Bir ay sonra buradaki heyecanı hayal edemiyorum.” gibi cümleleri. Bir ay sonra
yaşanacak o an, gerçek olamayacak kadar süslü görünüyor hayallerinizde. Sabırsızlanıyorsunuz. Bir
yandan da bu keyifli sürecin bitmesini istemiyorsunuz. Zamanı durdurabilseniz… Sonsuza kadar
oyununuzu oynamaya devam etseniz. Yorulsanız da önemli değil, o ânı yaşamak her şeye değer.
Martı /8~
Bahar noktanıza yedi gün var. Hayatınıza dönüp baktığınızda gördüğünüz şey sizi şaşırtıyor.
Tiyatro, hayatınızı ele geçirmiş! Hafta sonu on iki saat provadan sonra her gün okul sonrası
kalıyorsunuz. Hayatınız, “Bahar Noktası” doluyor. Rüyalarınız, hayalleriniz, boş zamanınız, her şey
“Bahar Noktası” hakkında. Bu durumdan öyle memnunsunuz ki! Hayatınızın geri kalanı boyunca bu
yoğunlukta yaşamaya hazırsınız. Yeter ki tiyatro dolu olsun her ânınız!
“Oyun yarın!” diyorsunuz. “İnanamıyorum!” Konuştuğunuz kişiler de şaşkınlığınızı paylaşıyor.
Sahneye adım attığınızda neler hissedeceğinizi düşünmekten gözünüze saatlerce uyku girmiyor. Kalan saatleri sayıyorsunuz. Sabırsızlanıyorsunuz.
İlk oyununuz… Makyajınız yapıldı. Hazırsınız. Salonun açılmasına yarım saat var
ve son konuşmalar yapılıyor. Gül Hoca’mız “Carpe Diem” diyor. “Her anın değerini bilin.” Eda Hoca’mız bu sırada uçakta, her geçen saniye daha da uzaklaşıyor. Oyununuzu
izleyemeyecek; ama bir şekilde yanınızda hissediyorsunuz onu. Hep oradaymış gibi… Sanki Gül Hoca’yla birlikte kocaman gülümseyerek destekliyormuş hepinizi. Gül Hoca müthiş
değerli sürprizini açıklıyor. Eda Hoca’dan “Bahar sarhoşlarına” diye başlayan bir mektup... Mektup okunurken zamanı durdurmak istiyorsunuz. O an kadar güzel kalmalı her şey.
Işıklar kapandı. Perdeler ürpertici bir sesle açılıyor. Sahne arkası meraklı gözler, heyecanla çarpan
kalplerle dolu. Bakışlar birbirini yakalıyor, kollar birbirine dolanıyor. Oyundan önce son gülümsemeler, son sarılışlar… Sahneye adım atıyor sırası gelenler. Döndüklerinde rahatlamış görünüyorlar.
Rollerinden bir anda sıyrılıp aynı gülümsemeyi giyiyorlar yüzlerine.
İşte, sıra sizde. Kalp atışlarınızla sarsılırken sahnede buluyorsunuz kendinizi. Sanki siz
kontrol etmiyorsunuz hareketlerinizi. Yanaklarınızın kızarmadığını umarak konuşmaya
başlıyorsunuz. Ya unutursanız, yanlış yerde durursanız? Bu yoğunlukla geçen otuz saniye size
saatler gibi geliyor. Sonra büyülü bir şeyler oluyor ve giderek o âna daha çok bağlanıyorsunuz.
Gerginliğiniz uçup gittikçe siz daha çok keyif alıyor, karakterinize daha da sarılıyor, özgür oluğunuzu
hissediyorsunuz. Tiyatroyla dolu üç koca gün ve her biri birbirinden keyifli üç oyun… Eve gittiğinizde
oyun ânının gerçek olup olmadığını sorguluyorsunuz. O kadar süslü bir dünyanın parçası olduktan
sonra eve gidip ödev-9-yapmak hiç normal değilmiş gibi geliyor.
Siz, neler olduğunu anlamadan o her şeye değen üç gün geçip gidiyor. Artık okul sonrası
buluşmalar, altı saatlik hafta sonu provaları yok. Artık hiç prova yok! O yoğunluktan sonra kendinizi birdenbire böyle bir boşlukta bulunca ne düşüneceğinizi şaşırıyorsunuz. Bitmemesi için
yalvardığınız anlar geride kaldı. Bunu kabul etmek istemeseniz de, derinlerden bir ses bunun gerçek
olduğunu fısıldıyor.
Zaman içinde provasız hayatın boşluğuna alışıyorsunuz; ama yine de o yoğunluğu tekrar
yaşamak için yapmayacağınız şey yok. Son oyun da bittikten sonra sahneden ayrılamıyorken
fark etmiştiniz zaten tiyatroya ne kadar bağlandığınızı. Arada bir oyunun bazı sahnelerini okuyorsunuz. Sene başında size o kadar uzak olan cümleler, arkadaşlarınız şimdi. Her
sahne gözünüzde canlanıyor, karakterlerin seslerini, vurgularını bile duyabiliyorsunuz!
Martı /9~
Hayal dünyanıza veda edince de gelecek sene için sabırsızlanmaktan başka yapacak bir şeyinizin
olmadığını fark ediyorsunuz. Sonra da “İşini bitiren duvar, nice roller dileğiyle duvarı başından
savar.” diyerek hafif buruk ve umutlu bir gülümsemeyle veda ediyorsunuz bahar noktanıza.
Ailemiz
Türkçe Tiyatro Kulübü bir aile. Birlikte o kadar çok şey yaşadık, öyle şeyler paylaştık ki…
Bazen gerildik, zorlandık; ama bir şekilde bir sonraki provada yine sıcacık aile ortamımızı yakalamayı
başardık.
Türkçe Tiyatro bütün sene boyunca, yavaş yavaş tiyatronun kutsallığını öğretti bana. Bence
bu kutsallık tiyatronun temelinde, metin ve yaratıcılık olmasından kaynaklanıyor. Karakterinizi siz
yaratıyorsunuz. Her kelimesini inceleyip ona dair ipuçları arıyorsunuz. Ona yeni sıfatlar ekliyorsunuz. Bu mucizevî bir şey! Benim sadece on cümlem vardı duvar olarak. O on cümleyle bile bir
karakter oluşturmayı başardık. O kadar çok şey ekledik ve herkes bana o kadar yardımcı oldu ki…
Teneke’nin gülme sahnesini başarabilmem için insanların karşıma geçip bana “Öyle gülmelisin ki tiksinmelisin kendinden!” diye bağırması gerekti. Böyle keşfettim nasıl sesler çıkarabileceğimi. Kısacası
yaratıcılığınızı istediğiniz gibi kullanabiliyorsunuz sahnedeyken. Bu da sizde sonsuz bir özgürlük
hissi yaratıyor.
Türkçe Tiyatro Kulübü, tiyatroyu kutsal görenlerin, sahnede olmak için her fırsatın peşine
düşeceklerin buluşma yeri. O özgürlüğü tekrar hissetmek için çok şey yapabileceklerin ve hayatları
hiçbir zaman tiyatrosuz kalmayacakların kulübü.
İşte böyle derin, böyle sıcacık bir aileyiz biz!
Martı /10~
27 Mart 2011 Dünya Tiyatro Günü Bildirisi-Türkiye
ALİ POYRAZOĞLU
Her yıl farklı bir tiyatro sanatçısının hazırladığı “Dünya Tiyatro Günü” bildirisini bu yıl Ali Poyrazoğlu hazırladı.
“Bence tiyatro, küçükken annelerimizin -ya da şanslıysak, onlarla yaşayabilmişsek, büyükannelerimizin- ellerimize taktığı yün çilelerine benzer.
Hani “Tak bakayım şunu, sana bir kazak öreyim.” derler. Uzatırsın iki elini. Geçiriverirler yün çilesini. Alırlar
yünün ucunu, başlarlar sarmaya, top yapmaya. Siz açarsınız onlar sarar, siz açarsınız onlar sarar. Rengârenk yün
çileleri top olur, örmeye hazır hale gelir. Kazak olur, kaşkol olur, eldiven olur, yaşamı ısıtır. Tiyatro dediğiniz de
böyle bir şeydir işte. Sizi sarar sarmalar, yaşamınızı ısıtır.
Biz oyuncular her akşam geliriz sahnenin üstüne, ellerimize insanla ilgili bin bir düğümü olan rengârenk yün
çilelerini takarız, başlarız açmaya. Yünün bir ucunu da sizlere, sahneden aşağıya seyircilere atarız. Onlar da
başlarlar sarmaya, top yapmaya. Biz açarız onlar sarar, biz açarız sizler sararsınız sayın izleyiciler, saygıdeğer
seyirciler.
Biz açarız çileyi, siz sararsınız. Biz asılırsak da yün kopar, seyirci çok çekerse de. İki taraf da büyük bir dikkatle
işini yapar. Oyunun sonunda bizim elimizdeki yün çileleri biter. Yünün ucu sahneden salona kayar…
Ve sevgili seyirciler, çıkar gidersiniz tiyatrodan yüzünüzde çiçek açmış gülücüklerle, zihninizde bin bir renkli yün
topçuklarıyla. Sorarsınız: “Ne kaldı bende oyundan geriye? Ne kaldı bende?” Oysa bilmezsiniz ki, ya da çok iyi
bilirsiniz ki, zihin alır, biriktirir, sıralar, dosyalar, yerleştirir. Üstüne düşünmeye, fikir üretmeye, yorum yapmaya
başlar.
İşte tiyatroda da aynı şey olur. Çıkarsınız oyundan zihninizde rengârenk yün topçuklarıyla. Başlarsınız kafanızın
içinde çevirmeye. Kah gülüp, kah hüzünlenip, kah coşup oyunu yeniden yaratmaya koyulur zihin… Her seyirci
oyunu yeniden yazar zihninde. Tiyatro sanatını vazgeçilmez kılan şey, izleyicilerini birer yaratıcı çizgisine yükselten bu büyüde gizli. Bir gün bir bakarsınız ki, yünün ucunu yakalayıp atmışsınız birine, başlamışsınız anlatmaya; kendi yorumunuzu eklemeye yüne. Karşınızdaki de kapmış yünü, açıp iki elini başlamış yeniden çile yapmaya.
Siz açarsınız o sarar, siz açarsınız onlar sarar.
Tiyatro dediğiniz elden ele, yürekten yüreğe dolaşan yün çilecikleridir. Bir de bakmışsınız tiyatro elden ele.
-11-
Bu işin yüzde ellisi sizsiniz, siz seyirciler; yüzde ellisi de biziz, oyuncular. Tiyatronun iki temel öğesi: Oyuncuyla
izleyici karşı karşıya gelmeden tiyatro dediğimiz mucize gerçekleşmiyor. İzleyicilerle oyuncular karşı karşıya gelmeden, insan kadar eski, insan üstüne düşünme, insana bakma, eğlenirken insanı ve dünyayı yorumlama, yeniden
yaratma eylemi gerçekleşmiyor.
Yani efendim uzun sözün telgrafı, bizler meslektaşız. İyi bir tiyatro seyircisi de tiyatrocudur. Benim
meslektaşımdır. Giden, okuyan, izleyen, parasını ayıran, izledikleri üstüne fikir üreten, çağdaş, uygar yaşama
gönül vermiş insanlar benim meslektaşlarımdır. İzlediklerini başkalarıyla paylaşan, onların da tiyatroya gitmesini
sağlayan sevgili tiyatroseverler, benim meslektaşlarım. Onlarla birlikte gerçekleştiriyoruz tiyatro denen mucizeyi.
Yıllardır hep sizler bizleri alkışladınız, şimdi de biz sizleri alkışlıyoruz sevgili meslektaşlarımız.
Yaşam boyu birlikte eğlenip, insana ayna tutup, o aynada kendini arama sevincimizin, şenliğinin devam etmesi
dileklerimle…”
*Kaynak: “Dünya Tiyatro Günü Bildirisi.” Etkin Haber Ajansı. 26 Mart. 2011. Web. <http://www.etha.com.tr/Haber/2011/03/26/kultur-sanat/
dunya-tiyatro-gunu-bildirisi/>.
Martı /11~
21 Mart 2011 Dünya Şiir Günü Konuşması
SAİT MADEN
“Günübirlik insan için “söz” soyut bir olgudur, toplumsal ilişkilerinde, dilsel alışverişlerinde
kullanageldiği incecik bir zar, yapay bir kurgu. Nesneleri simgeleyen sözcükler, adlar gösterme
nitelikleri dışında sadece boş birer kılıftır. Bugün bir vidanın, bir bilgisayar faresinin işlevselliği
yanında sözün, sözcüğün iş görür hiçbir niteliği yok. Gülünçtür bunu beklemek ondan.
Oysa gerçek ozan için “söz”, şiirinde kullandığı dil somut bir güçtür, tıpkı kolu, bacağı gibi vücudunun bir üyesidir. Kendine özgü bir evren kurmaya çalışır onun yardımıyla.
Evet, bir evrendir şiir, uçsuz bucaksız, bilinmedik bir coğrafyadır. Binlerce ozan aramıştır onu,
binlerce ozan da arayacaktır. Bulanlardan öğrendik böyle bir coğrafyanın varlığını. İlginç ülkeler
tanıdık böylece, ilginç sesler, görünümler, ilginç varlıklar. Adına “sözcük” dediğimiz nesnelerden
üretilmiş varlıklar.
O ülkelere ayak basan kişi, bizim günlük yaşamımızda kullanageldiğimiz sözcüklerin kıskacından
kurtulmuş ve yepyeni, alışılmadık seslerin dokuduğu, biçimlendirdiği o gizemli varlıklarla yüz yüze
gelmiştir. Kendine özgü bir evren kurmaya başlar böylece.
Güçtür ozanın işi. Dil içinde yeni bir dil kurmaya, bunu gerçekleştirmeye adamıştır kendini. Binbir
türlü engelle karşılaşır hep. Aşması gereken çok doruk, çok uçurum, çok deniz vardır. Ama hiçbirinden gözü yılmaz onun. Amaç, kutsal amaç çok ötelerde, tıpkı tüllere, mücevherlere bürünmüş bir
sevgili gibi beklemektedir onu.
O ülkeleri aramakla geçti bütün yaşamım. Kıyısından köşesinden ulaştığımı sanıyorum. Bu çaba ne
kazandırdı bana? Birçok şey: Günlük yaşamın, sıradan yaşamın, ıvır zıvır ilişkilerin çürük ipliğiyle
örülmüş yaşamın dışında, gökkuşakları, ışık yağmurları, mutluluk denen kavramı binbir renkle süsleyip somutlaştıran bir bakış sağladı bana. Daha ne olsun!”
*Kaynak: “PEN Şiir Ödülü Sait Maden’e Şükranla.” Haber Ajans. 21 Mar. 2011. Web. <http://www.haberajans.com/pen-siirodulu-sait-maden-e-sukranla-haberi-446192.html>.
Martı /12~
14 Şubat 2011 Dünya Öykü Günü İletisi
ADNAN ÖZYALÇINER
Adnan Özyalçıner tarafından hazırlanıp Dünya Öykü Günü’nde okunan bildiri;
Öykü Yaşamı Yeniden Yaratır
Öykü yaşamdan kaynaklansa da yaşamı anlamlandırıp bütünleyerek yeniden yaratır.
Çağının tanığıdır çünkü. İnsanı mutsuz kılan, kılacak olan her türlü olayın karşısındadır.
Savaşa karşı barışın, köleliğe karşı özgürlüğün, baskılara karşı direncin, yok etmelere karşı var
etmenin, yokluğa karşı varlığın, acılara karşı sevincin, mutsuzluğa karşı mutluluğun, sevgisizliğe
karşı sevginin en güzel yazısıdır öykü.
Dildir öykü, anadillerin en has sözcüklerinden oluşur. O sözcükler duyguları, düşünceleri,
düşleriyle yaşadıkları ya da yaşayamadıklarıyla insanı yansıtır. Bütün ilişkileri, bütün çelişkileri,
çevresiyle olan bütün uyumluluğu, uyumsuzluğuyla birlikte.
Bu yüzdendir; anlatanla anlatılan tekil olsa da çoğuldur öykü.
Onun için dünyanın neresinde olursa olsun, yazılan her öykü, hepimizindir. Aslında hepimiz bir
öyküyüzdür.
Öykünün paylaşıldıkça anlam kazanması bundandır.
Bütün bu halleriyle sevginin, kardeşliğin paylaşıldığı/paylaşılacağı bir dünyanın habercisidir
öykü.
Öyle de olmalıdır!
Sonuçta insandır öykü. Köleyle efendinin yan yana yaşatıldığı çağımızda insanın geçmişini,
bugününü, başka bir deyişle, yaşadıklarıyla yaşayamadıklarını, yaşatmadıklarını da denebilir, mutlu
bir geleceğe taşımalıdır.
Bu bir zorunluluktur!
Bu bir sorumluluktur!”
-13-
* Fotoğraf. PEN. Web. <http://www.pen.org.tr/files/u2/Adnan___zyal____ner_foto.jpg>.
* ”PEN Öykü Şükran Armağanı Özyalçıner’e Sunuldu.” Cumhuriyet Portal. Cumhuriyet, 12 Feb. 2011. Web. 10 May 2011.
<http://www.cumhuriyet.com.tr/?kn=12>.
Martı /13~
söyleşi
KARİKATÜRİST İBRAHİM TAPA İLE SÖYLEŞİ
T. Mert Saygın
Mert Saygın: Karikatürü nasıl
tanımlarsınız?
İbrahim Tapa: Biliyorsun karikatür
çizgiyle yapılan mizah. Bir işin karikatür
olması için içinde bir komedi unsurunun,
yani mizahi bir ögenin olması ve bunun
çizgiyle ifade edilmesi lazım. Bu iki unsur
olduğunda ortaya çıkan işe karikatür denir.
Biz Türkiye’de birçok şeye karikatür deyip
geçiyoruz; ama Batılı insanlar karikatürü
birtakım kategorilere ayırıyorlar.
Mesela; bunlardan biri portre karikatür.
Bir diğeri editoryal karikatür; yani makale
tarzındaki Karikatürler, gazete karikatürleri
ve siyasi karikatürler. Bir diğeri de tek kareli, dergilerde rastladığımız karikatürler. Bir de bunların haricinde
daha illüstratif özelliği olan sergi ve yarışmalarda ortaya çıkan karikatürler var.
M. S. : Siz, karikatür çizmeye ne zaman başladınız, nasıl bir süreçten geçtiniz?
İbrahim T.: Senin yaşlarındayken yani çocukken başladım, 16 yaşında. İlk karikatürüm 18-19
yaşındayken Aziz Nesin’in çıkarttığı Ustura dergisinde yayımlandı. Ondan sonra yavaş yavaş sergilere
katılmaya başladım. O dönemlerde Karikatürcüler Derneği yeni kuruluyordu, oraya katıldım. Yurtdışında
birçok farklı yarışmaya ve sergiye karikatürlerimi gönderdim. Bazılarından ödüller aldım. Bulgaristan ve
İtalya’daki karikatür müzelerinde işlerim var. O gün bu gündür karikatür çiziyorum. Şimdi Karikatürcüler
Derneğinin yöneticilerinden bir tanesiyim, uzun bir zamandan beri.
M. S. : Karikatürcüler Derneğinin çalışmalarından bahseder misiniz?
İbrahim T.: Derneğimizin yaptığı pek çok çalışma var. Bunların en önemlisini Yaratıcı Çocuklar
Derneği ile ortaklaşa yaptı. Türkiye’deki değişik okullardan öğrencilerle bir karikatür yarışması düzenliyoruz.
Bu karikatür yarışmasında küçükler ve büyükler olmak üzere iki kategori var. Karikatür atölye çalışmaları
yapıyoruz; nasıl çizilir, ifade nasıl verilir, vücut hareketleri nelerdir gibi. Mesela geçen seneki yarışmanın
konusu “Geleceğin Akıllı Ulaşımı” idi. Çok güzel işler vardı. Trafikle ilgili çok güzel karikatürler vardı. Onun
dışında Karikatürcüler Derneği olarak değişik üniversitelere gidip seminerler veriyoruz, konferanslar düzenliyoruz. Mesela ben, az önce TRT okul kanalında öğrencilere karikatür dersi verdiğim bir programdan geliyorum.
M. S. : Sizin bugünkü çalışmalarınız hakkında bilgi verir misiniz?
İbrahim T.: Bu İstanbul karikatürleri sergisini 2008 senesinde yaptım. 2010 İstanbul projesinin içinde
yer alma ümidiyle; fakat olmadı o. 2008 Maçka Sanat Galerisindeki sergi daha sonra Harran Üniversitesine
davet edildi. Orada da bir tane açtık. Sonra Avusturya’ya davet edildi. Orada Graz diye bir üniversite şehri
var. Oldukça da şirin bir yer. Oradaki bir kültür kurumu, internetten benim karikatürlerimi görüp beğenmiş;
beni oraya davet ettiler. 2009’un Eylülünde orada sergilendi. Son olarak da Akmerkez’e geldik. Burada sergileniyor.
M. S. : Bu karikatürlerin teknik özellikleri nedir?
İbrahim T.: Bu karikatürlerin özelliği şu: Biz karikatürlerimizi daha önceden çizerdik ve orijinal Haliyle çerçeveletirdik. Şimdi sergileme imkânları ve teknikleri geliştiği için daha yeni bir şey yapmak istedim.
Bunlar tuval üzerine baskı karikatürler. Her birinden üç kopya basılıyor. En küçüklerinin 70/100 cm. gibi
bir ölçüsü var. En büyüğünün boyu ise dört metreyi geçen bir İstanbul panoraması. Bunlar dijital baskı;
çünkü kâğıt olarak sergilemek mümkün değil. Kâğıt üstünde çok çalışıldığı için hırpalanıyor. Bunu sergileMartı /14~
mek istediğinde camlatmak lazım, camlatınca onun başka türlü çerçevelenmesi gerekiyor; bunu önlemek için
kanvas üzerine baskı olarak sergiliyoruz.
M. S. : Peki, karikatürlerin anlattıkları?
İbrahim T.: Bunlar İstanbul’u anlatan karikatürler. Benim çocukluğumdan bu yana İstanbul’un
satıcıları, trafik sorunu, konut sorunu tarihi eserlere zarar verilmesi, kalabalık ve yoğunluk gibi, özlemlediğim
şeyler arasında. Hepsinin içinde minik minik espriler var. Piknikçilerden tut da Boğaz Köprüsü’nün trafiğine
kadar... İşte, güzelim yalıların arkasına yapılan gökdelenlere kadar, otopark sorunundan trafik sorununa, su
sorununa kadar birçok kişiyi ilgilendiren İstanbul’un sorunlarından bahseden bir sergi. Genel olarak, karikatür dendiğinde bu tür şeyler anlaşılmıyor, tek kareli olanlar anlaşılıyor. Bunların bazıları tek kare olmakla
birlikte çoğu tablovari... Niye öyle? Sergileyeceğimiz için. İstanbul’u en iyi anlatan şeyler gravürler. Gravürler
de siyah beyaz oluyor. Bunlarda da ilk bakışta bir siyah beyaz etkisi var; ama yer yer renkler var; o karikatürün
içinde dikkat çekmek istediğim yeri renkli yaptım. Sonuçta böyle bir sergi ortaya çıktı.
M. S. : Mesela; bu karikatürde kaydıraktan kayan çocuk neden renkli?
İbrahim T.: Orada da olay şu; çocukluğumdan bu yana İstanbul’daki satıcılar... Oradaki herkes satıcı,
yoğurt satıcısı, ciğer satan, eski-yeni İstanbul’daki satıcılar. Mesela; eskiden lahmacunlar nasıl satılırdı
İstanbul’da, orada var. İstanbul’da ayva nasıl satılırdı, orada var. Ayakkabı boyacıları musluk tamircileri...
Eskiden musluk tamircileri mahalle aralarında gezerdi, “muslukçuuuuu!” diye bağırırdı. Lağımcılar vardı,
“lağımcııııı!” diye bağırırdı. Odun kesen adamlar öyle bağırırlardı. Onların karikatürü. Oradaki çocuk da
aslında ayakkabı boyacısı; ama çocuk olduğu için kaydırağı bulunca oyun oynuyor.
M. S. : Günümüzde mizah dergileri üstündeki düşünceleriniz nelerdir?
İbrahim T.: Başlarken de söylediğim gibi karikatür çizgiyle mizah yapma sanatı. Bence karikatürde
yazı olmamalı, çok acil durumlar dışında. Şimdiki mizah dergilerinin çoğunda konuşma balonlu karikatürler
var. Ne yazık ki oradaki esprilerde birçok balon var ve onun altında iki kişi dikiliyor. O espriler komik, zaman zaman ben de gülüyorum onlara; ama o benim anlayışıma göre karikatür değil. O bir televizyon skeci
gibi, fıkra gibi. Karikatürün balonlarının içindeki yazıyı değiştirsen ve başka bir şey yazsan oraya adamları
değiştirmeden gene başka bir karikatür olur. O sebeple bence karikatürün içinde yazı olmamalı; ama tabii
bazı politik ve editoryal karikatürlerde balona ihtiyaç olabilir.
M. S. : Günümüzdeki mizah dergileri demiştim; ama sizce bu ekol Gırgır’dan beri devam etmiyor mu?
İbrahim T.: Şimdi onlar Gırgır’dan beri var. Ben Gırgır’ın ilk sekreterliğini yaptım. Sen daha
doğmamışken biz Gırgır’ı hazırlıyorduk. Oradan başladı bu anlayış; ama o zaman bir etik endişesi vardı.
Mesela güzel bir karikatür daha büyükçe kullanılırdı, portre şeklinde çizilirdi. Şimdi de çok güzel portre
çizen arkadaşlarımız -15var yayınlanmakta olan dergilerde; ama estetik endişeleri yok. Yani biraz daha özenli
olunması gerektiğine inanıyorum ben. Günümüzdeki dergilerde o özeni yakalayamıyorum. Gırgır’ın Gırgır
olduğu zamanlardaki espriler ya da o dikkat ve temizlik şimdiki dergilerde pek gözlenmiyor. Tabii Gırgır’ın
o zaman bir şansı vardı. 500.000’den fazla satıyordu ve dünyanın en büyük üçüncü mizah dergisiydi; ama o
zamanlar tek kanallı bir televizyon vardı, üniversite öğrenciler daha politizeydi. Şimdi belli yaştaki insanlar
Gırgır günlerini anlatıyorlar, dergiye de gelip “Perşembe, cuma günleri gelsin” diye iple çekerdik diyorlar.
Gerçekten öyleydi. Şimdiki dergilerin tirajları da pek iyi değil; ama arada çok iyi çizerler olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Yeni genç arkadaşların çoğuna göre biz ağabeyiz, Gırgır’a geldiklerinde amatör ve
yeni hevesli arkadaşlarımızdı. Toplarıyla bile gelenler vardı, hatırlarım. Belli bir yaştaki karikatürcülerin çoğu
o Gırgır ekolünden geçti, ben Gırgır’dan ayrıldıktan sonra da Gırgır’a gelenler oldu. Tabii o zaman Gırgır’ın bir
şansı vardı, şimdiki gibi sayısız dergiler yoktu. O başarının arkasında biraz onlar da var tabii ki. Şimdiki dergilerde çok güzel karikatürlere rastlamak mümkün. Şimdi sergiler ve yarışmalar oluyor. Bu yarışmalara katılan
karikatürlerden albümler yapılıyor. Orada çok kaliteli işler görmek mümkün. Karikatürcüler Derneğinin
bir web sayfası var. Orada en son karikatür yarışmalarını görebilirsiniz. Benim internet sitem ise
ibrahimtapa.net.
Martı /15~
şiir
YAZIK
Kaan Ertek
Bir hayat dolusu misketim vardı.
On tanesi kayboldu otlar arasında
Betonun soğukluğunda parçalandı altısı
Gitmişken ben, on altı misketi aramaya
Kayıp gitmiş cebimden üç beş tane daha
-Şimdi attım elimi cebime
Oturdum bir bankın üzerine
Sayıyorum misketlerimi, tek tek
Tekrar sayıyorum hep bir eksik.
Gittikçe küçülürken cebim,
Ben hâlâ kaçan misketlerin peşindeyim.
Fotoğraf: G. Işılay Elmacı
Martı /16~
öykü
BEKİR DEDE
Bengisu Güçkan
Bozkırlar, ırgatların ayak sesleriyle şenlenirdi. Üç tekerlekli külüstür, seher vaktinin ilk ışıklarıyla
belirdi mi keçi patikasında, zifiri geceden kalan titremeler, sabah rüzgârına karışır giderdi. Ovanın orta yerinde ufak tefek oluşuna aldırmadan azametle sıralanan tepelerin bir yüzü harman yerine, diğer yüzü kumlu
yola bakardı. Bu tepelerin gerisinden gelen tanıdık motor hırıltılarıyla gözlerini açarlardı ekinler her sabah.
Hurda külüstür, son patikayı aşıp da, tarlanın girişinde durana kadar ekinler başlarını topraktan kaldırmazdı.
Arabanın karşılıklı iki camından üfül üfül esen ceryan bile yanık suratlı ırgatların pis nefes kokularını
alıp götüremezdi. Külüstür, kendi kirine, hurdalığına toz kondurmaksızın, tıklım tıkış ırgatları, çocuklu
kadınlı, gençli yaşlılı hepsini birden taşır, hiç de ses etmezdi. Yolun kenarına gelince zınk diye durur, herkesi
bir kerede boşaltıverirdi. Arabadan en son Bekir Dede inerdi. Onun neşeli haykırışlarıyla bozkır siyah örtülerinden sıyrılır, yılların eskitemediği dostuna sarı sarı gülümserdi.
Bekir Dede, “dede” olmadan önce de buralara sık sık gelirdi. Salt “Bekir” olduğu zamanlar bilinmese
de “Bekir Efendi”liğini bozkır bile gayet iyi hatırlardı. Efendilik sürerken yalnız kendi gelirdi harmana,
ceviz ağacından yonttuğu destek sopası gerekmezdi. Torunlarının boş yere ürktüğü çatlamış, yol yol olmuş
elleri, bugünkü gibi bastonlara, divan kenarlarına davranmaz; o zamanlar hem kalem tutar, hem de hesap
yapardı.
İkindinin en kızıştığı vakitlerde, kurumuş, zayıfça kalmış cüssesini gölgeleyecek bir söğüt altı arardı
boşu boşuna. Halbuki pek de iyi bilirdi ki, Muradiye ovasının engin çıplaklğında tek tük ağaçlar boy gösteriyorsa, onlar da ancak tepenin gerisinde, kendine zar zor yatak kazmış cılız bir derenin kenarında olurdu.
Motorun kasasından bir şemsiye indirilir, güneşten kavrulanlar için kuytuluk bir yere dikilirdi. Koskoca
seksen iki yılın alnında açtığı derin oluklardan sıcak ter damları sakin sakin süzülür, sanki Bekir Dede’nin
şemsiyenin altına çökerkenki eklem sızılarına, göğüs geçirmelerine bir nebze su yetiştirmeye çalışırdı.
-17-
Fotoğraf: G. Işılay Elmacı
Martı /17~
öyküsel anlatım
Sevsinler Beni
Ahmet Utku Akbıyık
Sevsinler beni. Matrak olayım, gırgır şamatasıyla etrafı kırıp geçirenlerden olayım ki beğensinler
beni. Komik bir olay olduğunda en çok kahkahayı ben atayım ki en çok eğlenenin ben olduğunu göstereyim
onlara.
Savunsunlar beni. Kendine üç dört kişilik bir çevre kurayım. O grupta sevilen olmak için dışarıdan
en olmadık, en tanımadığın kişilerle dalga geçeyim. Malum, başkalarının arkasından ne kadar çok
konuşursam o kadar sevimliyimdir. Kendi grubum içinde kendini güvende hissetmem çok doğal olur o
zaman. Başka gruptakilerin de bizi alaya aldıklarının farkında olmadan... Belki de farkında değilmiş
gibi davranarak… Bu sırada kendi grubuma uyum sağlamayı da unutmamalıyım tabii! Onların güldüğü
her şeye gülmek, onların iğrendiklerinden iğrenmek zorundayım ki çıban olmayayım. Mesela; dedikodu
yapmayı sevmiyorum diye saçma söylemlere de girmemeliyim asla!
Etkileyici bulsunlar beni. “Cool” olayım. Herkesle muhabbet etmemeliyim. Sadece popüler çocuklarla
muhabbetim olduğunu göstereyim ki “cool” bulsunlar beni. Popüler saydıklarımın yapmacık yüzlerinin
arkasındaki acizliğin farkında olmadan…
Yesinler beni. Halinden memnun olup mutlu olayım. “Beni seven bir çevrem var, o bana yeter.
Onlar beni böyle seviyor. Ben kendimi böyle seviyorum.” deyip yetinmeliyim. Üç dört kişi sevdiyse beni,
tamamdır zaten. Kesin doğru yoldayımdır. Kendi grubumun yanlış düşünme ihtimali yoktur zaten. Baksana yanımdan geçen kız ve oğlan ne kadar ‘şapşallar’! Onları bu öğlen yemeğinin muhabbeti yapabilirim,
bak, iyi malzeme olur gülmek için. Aynaya bakmaya ne hacet! Haydi, konuşurken kulaktan kulağa sessiz
olmayı ihmal etmeyelim; yanlışlıkla grubun dışından birileri duyar da bize karşı kin beslerler. Eminim ki şu
an, beslemiyorlar ve anlamıyorlardır zaten!
Ezmesinler beni. Dik durayım. Etrafıma sert bakışlar atayım. Karizmatik olduğumu göstereyim ki
yıkmasınlar beni. Gerektiği zaman başkasıyla dalga geçeyim ki ezilmeden önce ezmiş olayım başkasını. Ben
üstünlüğümü gösterdikten sonra kimse beni aşağılayamaz zaten.
Sevsinler beni, sevginin iki dirhem kısmında takılı kalıp iç güzellikleri göz ardı edenler.
Savunsunlar beni, acizliklerini takma gülümsemelerinin arkasında tutanlar.
Etkileyici bulsunlar beni, endamının albenisine hayran kalanlar.
Yesinler beni, “bugün ne karizmasın, ne güzelsin, ne tatlısın” diyenler.
Ezmesinler beni, ötekiler diye baktığım; ama benimkinden pek de farklı olmayan diğer gruplar.
Ne tatlı şeyim ben öyle! Dikkat edeyim, havada kaparlar beni!
(Sürç-i lisan edip birisini üzdüysek affola; ama arada bir zülfü yâre dokunmak da gerek.)
Martı /18~
MARTI 2010-2011- 2. Sayı
Hayalperest
Kâğıttan bir geminin ne kadar dayanıklı olabileceğini bilmiyorum;
Ama onunkiler hayatta batmaz.
Gerçeğe demir atmışsanız bile,
Gerçeklerin acı verdiği noktada,
Odur, size yelkenler fora diyen.
Odur, sizi uzaklara kaçıran.
Gerçeklerde hep önderlerden bile olsanız
Bilmediğiniz hayallerde onun takipçisisinizdir.
Haliç kirlenmiş, pisliklerin yumağı olmuş, dediklerinde
Suyun en derinlerinden yunusları çıkaran;
Kafanızda binlerce sorunla ufuklarda çözüm ararken
Bakışlarınızı kahve gözlerine çevirip size sizi unutturan;
Buğulu gözlerle baktığınızda elinizi tutup sizi hayallere çeken;
Galata Kulesi, Kız Kulesine âşık, derler; onları ayırdığı için denizi azarlayan;
Kendinizi yalnız hissettiğinizde, başınızı omzuna koyduğunuzda varlığını duyuran
Odur.
Çizgi dünyasının yenilmez karakterlerinin peşinden
Hayalden hayale koşup sizi gerisinde bırakan;
Dünyadaki tüm ateşleri söndürebilecek
Hayal dünyasındaki bir gözyaşının sahibi;
Hava her bozduğunda gökyüzü ile konuşan;
Denizin rengini belirleyen;
Odur.
Öyle hayallere dalarsınız ki artık,
O, hayaliniz olmaya başlar.
Öyle düşlersiniz ki,
Gerçekten koparsınız.
Sabah olup uyandığınızda ise,
Ne gemi vardır ortalıkta,
Ne de hayal…
Belki o hâlâ oradadır da,
Onu sizden saklayan gerçekliktir.
Çünkü onun kâğıttan gemileri asla batmaz, hep ilerler;
Fakat o geminin bir çapası olmasa da
Derin izler bırakır giderken…
Ne var ki deniz engindir.
Çapalar ne kadar derinden etkilese de
Dalgalarıyla kapatır tüm yaraları,
Dümdüz ve daha güzel olana kadar…
Kendisine ne kadar zarar verse de
Kâğıttan gemilerin gidişine ses çıkarmayan
Yine engin denizdir, denizin enginliğidir.
Ahmet Utku Akbıyık

Benzer belgeler