PDF olarak indir

Transkript

PDF olarak indir
İkinci Adım
Künye
Editörler
Velican Polat
Polina Cengiz
Pelin Gül
Hacer Kara
‘Dergi bir okuldur’ demişti değerli bir büyüğümüz heyecanla ilk adımı dağıtılması için dükkanına götürdüğümde. İkinci Adım’da manasını şimdi daha iyi anlıyorum.
Kültür - Sanat
Sibel Veldet
Şebnem Yeşiloğlu
Bu sayıda ortak aklı biraz daha ortaya çıkarabildiğimizi
görmek bizi yarınlar için umutlandırıyor. Kapak
konusundan, içeriğine kadar, tüm sayfalar bu bütünleşmeyle ortaya çıktı. ‘Çalışma Grubu’ ise ‘Çekirdek
Kadro’yla birlikte sadece var olan potansiyeli yönlendirdi.
Sinema Televizyon
Seyfi Demirci
Halkla İlişkiler
İbrahim Gazioğlu
Mali Havuz
Aykut Beylan
Mesut Ayhan
Organizasyon
Recep Sütçü
Abuzer Ordu
Dış İlişkiler
İrieda Hamzaj
Grafik Tasarım
Kenan Yakup
Ercan Şahin
Yayın Yönetmeni
Eser Alpkaya
Yazı İşleri Müdürü
Muhip Üzümcüoğlu
Burada yazılanları doğru anlamak ve oluşturulan diyalektiğin aşılması isteniyorsa iki kelime arasındaki
boşluğa odaklanılması elzemdir. Anlatılanların özüne
orada ulaşacaksınız; hatırlayalım dikkat erdemdir.
Son olarak zamanın ruhsuzluğuna itafen;
Kutsal amaçlarını çıktıkları yolda seçtikleri yanlış
araçlarla değiştiren, siyasetin ulaşacağı limanın ahlak
olduğunu söyleyip; her türlü ahlaksızlığın sancaktarlığını yapanlara inat, biz yolumuzda adım adım ilerliyoruz.
Eğer sürç-i lisan edersek, şimdiden affalo..
17 Aralık
Esentepe Yerleşkesi, Serdivan
Adım Dergisi SAKARYA
Akademik Danışman
Arş. Gön. Fahriye Keskin
Temsilciler
Ankara
Osman Erbasan
Serkan Alpkaya
İstanbul
Taylanözgür Ekinci
Gülcan Yayla
Ahmet Duran
Yalova
Yunus Emre Sarıbuğa
Bolu
Volkan Bozkurt
Görkem Gördük
Kocaeli
Ezgi Yaman
Melek Bilgili
Çankırı
Buğra Sarı
Diyarbakır
Ali Ağaoğlu
Eskişehir
Ozan Böcekler
Almanya
Ali Erol Çetin
Emre Baytok
Yazı göndermek, temsilcimiz olmak ya da bağışta bulunmak için bizimle iletişime geçebilirsiniz.
E-Posta: [email protected]
İnternet Sitesi: www.adimdergisi.org
Tel: 0506 326 36 57
0534 510 00 40
Merkez: Sakarya
Baskı: Star Ajans Bursa
ÜTOPYA
4
Kapak Konusu
İslam ve Ütopya
6
Eren Erdem
Ütopik Sosyalizmin Kısa
Tarihçesi
5
Serkan
Alpkaya
İÇİNDEKİLER
Rüya’dan
Gerçeğe Cumhuriyet
İdeal Üniversite
12
Veli Reçber
Küreselleşme ve
Milliyetçilik
14
Buğra Sarı
FİLİSTİN İSRAİL Sorunu
Sorunun Din
Temellendirmesi
22
Mehmet
Rakipoğlu
Uyuyan
Ümmet
27
Mehmet Çakar
Tanrı Misafiri
50
Yavuz Tufan Koçak
18
Özel Dosya
Biz Ne Kadar
Masumuz?
24
Hadiye Yolcu
2139
26
Fatma Karakuş
Çok Hoş Bir
Yazı
46
İbrahim
Gazioğlu
Müslüman
Ülkelerde
Müslüman Olmak
17
Fatih Rıfat
Eymir
Yüz Yıllık
Kördüğüm:
Filistin İsrail
20
Ayşegül
Öztürk
Nasıl
Uyuyoruz ulan!
27
Velican Polat
Bir Tutam
Felsefe
37
Iulai Chiciuc
8
Eser
Alpkaya
Kadın
Cinayetleri
Üzerine
GÜNDEM
ÖZEL
29
30
IŞİD =
Hariciler
SOMA Bir
Çaresizlik mi?
Taylan Özgür
Ekinci
Gülsüm Sav
İle Söyleşi
34
Gülcan Yayla
KÜLTÜR
SANAT
FİKİR
36
Haya(t-l)i
SobhetlerII:
Aşklar ve Yeminler
48
İbrahim
Gazioğlu
32
Tabii Hukuk
Akımı
38
Muhip
Üzümcüoğlu
Kış
Uykusundan
Altın Palmiye’ye
40
Seyfi Demirci
Kapak Konusu:
“Ütopya”
1913
yılında Kalem isimli Osmanlı mizah dergisinde yayınlanan bu karikatür 50 sene sonrasının yani 1963 yılının
Türkiye’sinden bir öngörüde bulunmuş. Aslında bu karikatürün Türk ‘modernleşmesinin’ kafa karışıklığını
ütopik bir çizim ile ölümsüzleştirdiği söylenebilir.
Detaylara göz attığımızda birçok ilginç nokta dikkat çekmekte. Grand Theatr yazısının hemen üstünde, apartmanın çatı
katında bulunan durakta bekleyen fesli bir bey ve uçan bir aracın içinde çarşaflı bir kadın. Arka planda ise bir zeplin ve uçak
bulunmakta. Cadde boyunca tüm tabelalar ise Fransızca. Yine ayrıca trafiğin bir hayli karışık olduğu ve binaların üst katlarındaki ağaçlar göze çarpmakta.
Türklerde ve İslam toplumunda batı tarzı ya da benzeri ütopyalar var mı? Cumhuriyet’in Ütopyası neydi? Ütopik sosyalizm
neden başarılı olamadı bu ve benzeri gibi sorulara cevap aradığımız bu bölümle şimdi sizi başbaşa bırakıyoruz.
4
i adım
b lgi
f kir
Ütopya
Serkan Alpkaya
Ütopik Sosyalizmin Kısa Tarihçesi
ve Başarısızlığının Sebebi
19. yüzyılın ortalarına değin işçiler, ya burjuva
fikirlerin ya da ütopik sosyalizmin etkisi altındaydılar. Ütopik sosyalizm, kapitalizmin ve işçi sınıfının
doğuşu ile birlikte ortaya çıkmıştır. Her şeyden önce,
işçi sınıfının baskıya ve sömürüye karşı protestosunu ve
yeni, adil bir rejin kuruluşunu görmek dileğini ifade ediyordu. Sosyalizmin ve ütopik komünizmin ilk temsilcileri, Thomas Morus (1478-1535), Tommaso Campanella
(1565-1639), François Emile Babeuf (1760-1798) gibi
isimlerdir. Bu isimler, sömürü düzeninin ciddi eleştirisini
yaptılar ve yeni adil bir toplumun nasıl kurulması gerektiği hakkında bir sürü fikir ileri sürdüler.
ortaya koyuyorlar, sömürüden ve toplumsal uzlaşmaz
karşıtlıklardan arınmış yeni bir toplumsal düzen
ülküsüyle, kapitalizme karşı çıkıyorlardı. 19. yüzyılın
ütopik sosyalistleri; üretimin gelişmesini, emeğe göre
paylaşmayı ve insanların temel gereksinmelerinin
karşılanmasını, sosyalist ilkenin gerçekleşmesinin önemli bir etkeni sayıyorlardı. Hatta kapitalist toplumdan
sosyalist topluma geçiş yolunu da önermeye çalıştılar.
Örneğin, Fourier, düşman birliklerini bütünden ayırarak
onları tek tek dövüş düzenini ordusunda uygulayan Eski
Yunan’ın askeri lideri Makedonyalı Filip’in fikrinden
esinlenerek falanjlar kurmayı tasarlıyordu. Buna göre,
yeni toplum, sosyalist ilkeleri uygulayacak olan 300400 ailelik falanjlar halinde örgütlendirilmeliydi. Bunlar, öteki insanları da yeni bir toplum kurmak gereğine
inandıracak örnekler olacaktı.
Fourier ve Saint-Simon, bu yeni toplumu anlatabilmek
ve yaşatabilmek için bir hayli çaba gösterdiler. Ancak,
Fourier düşüncesinin neden desteklenmediğini anlamadan öldü; Saint-Simon ise, parasını bu yeni ilkelere göre
örgütlenmiş bir derneğe yatırdı ama kısa bir zamandan
sonra bu örgüt sıradan bir kapitalist girişime dönüştü.
Onlara göre, bu yeni toplum, herkesin iktisadi, siyasal,
manevi; her alanda eşitliğini sağlamalıydı. Ama ütopyacılar; temel soruna, bu yeni toplumun nasıl düzenleneceği konusuna yanıt veremiyorlardı. Genel olarak
betimledikleri toplum, gerçek olmayan bir evrene yerleştirilmişti. Morus, toplumunu, uzakta bulunanÜtopi
Adası’na yerleştiriyordu ve o zamandan beri de bu
sözcük; düşsel olan, gerçekleşemez olan her şeyin anlamına gelmeye başladı.
19. yüzyılda, ütopik sosyalizm, Saint-Simon (17601825), Charles Fourier (1772-1837) ve Robert Owen (
1771-1858) tarafından geliştirildi. Bu isimler, kapitalist
toplumun çelişkilerini görüyor ve haklı olarak, burjuva
devrimi bayrağına yazılmış olan özgürlük, eşitlik ve
kardeşlik isteklerinin burjuva devriminden sonra işçilere ne özgürlük, ne eşitlik, ne de kardeşlik getirdiği
kanısındaydılar. Ütopik sosyalistler; kapitalizmi şiddetle
yeriyorlar, kapitalizmin yaralarını ve kusurlarını deşip
i adım
b lgi
f kir
Neden ütopik sosyalistler yenilgiye uğradılar? Çünkü
toplumun, doğru bir bilimini henüz kuramamışlardı.
Onların teorileri; büyük kısmıyla insanın niteliğinin
değişmezliği, toplumsal yasaların çağlar boyunca değişmezliği gibi burjuva yasalarına dayanıyordu. Toplumsal
yasaların, fizik yasalarına benzer olduğunu sanıyorlar ve
insanların iyiler ve kötüler diye ayrıldıklarını kabul ederek, kapitalist ve işçi arasında ayrım yapmıyorlardı. Onlara göre, nasıl ki doğada, aynı işaretli yükler birbirlerini iterler, karşıt işaretli yükler birbirlerini çekerlerse,
toplumda da benzer zevkleri olan insanlar uyuşamazlar
fakat ayrı zevkleri olanlar iyi anlaşılırlar. Bu fizik yasalarının toplumun incelenmesine yanlış bir biçimde
aktarılışı, yalnızca burjuva fikirlerinin etkisinden değil,
toplumsal bilimlerinin olduğu kadar doğa bilimlerinin
de o çağlarda düşük bir düzeyde bulunmasından, kapitalizmin ve işçi hareketlerinin az gelişmiş olmasından
kaynaklıdır.
5
Ütopya
Eren Erdem
İslam ve Ütopya
Eren Erdem Kimdir?
İstanbul, Fatih doğumlu, yazar .
Eren Erdem, ilk ve orta öğrenimini
İstanbul’da yaptı. Küçük yaşlarda
çeşitli kurumlarda Kur’an üzerine
dersler aldı. Üniversite eğitimini,
dönemin politik koşulları içinde yarıda bırakmak zorunda kaldı ve Kur’an odaklı İslam düşüncesi üzerine
çalışmalar yapmaya başladı.
Türkiye’de geleneksel İslam anlayışına itiraz temelinde
şekillenen “hanif müslümanlık” hareketinin öncülerinden Eren Erdem, 2000’li yılların hemen başında kurulan “haniflik” düşüncesini esas alan platformlarda öncü
görevler aldı. 28 Şubat’ta oluşan konjonktürde baskılanan
fikirlerin, internetin gelişimiyle yeniden tartışılmaya
başladığı ilk süreçlerde etkin çalışmalar yaptı.
2011 Yılında kamuoyunda “Devrimci Müslümanlar”
olarak bilinen hareketin ortaya çıktığı, ve “Devrimci
Sahabe Ebuzer Gıffari’nin sürgün yerinden ismini alan”
Rebeze Kültür Evi’ni kurdu. Burada “Kur’an sohbetleri
yaptı ve çok sayıda etkinlik düzenledi.
Şimdiye kadar, “Gayya Karanlığından Kur’an Aydınlığına(2009), Abdestli Kapitalizm (2010), Nurjuvazi
(2011), Şeytan Evliyaları(2011), Selman-ı Pak(2012),
İslam ve Kapitalizm(2012), Riya Tabirleri(2012), Devrim
Ayetleri(2013) adlı 8 kitap yazdı.” Bir çok kitabı büyük
ilgi gördü.
Halen Ezber Bozanlar adında bir televizyon programı
yapmakta olan yazar, bağımsız yazarlığını sürdürmektedir.
6
El-Medinet’ül Fâzıla
A
slında olmayanın, olması gerektiğine inanılan ama
dönemin koşul ve konjonktürü içinde gerçekleşmesi
“imkansız” addedilen gelecek tasarımlarına ütopya deriz.
Ütopyalar, iyinin resmi iken, kötü geleceğin resmediliş
şeklinde “distopya” adı verilir. İdeolojilerin müspet bir
biçimde “ütopyaya” dayanması, bir gelecek tasarımı
olduğunu gösterir. Tarihi incelediğimizde, Platon’dan
Farabi’ye, Rönesans aklının örgütleyicisi Bacon’dan,
16.yy’da Thomas Moore gibi isimlere kadar, insanlık
“mevcut olanın” kaotik durumuna itirazla, olması arzulananı resmetmiş ve biçimlendirmiştir.
Bazen fantazinin hudutlarında gezinen “ütopyalar,”
bir gerçekliğe dayandığı ölçüde “ideal toplum” aklını
örgütleyebilir. Nitekim tarih ve toplum göstermektedir
ki, “ideal toplum ya da kemalat arayışları, insanlığın en
kadim arayışlarının başında gelir.”
Habil(avcı, toplayıcı toplum) ile Kabil(tarım ve özel
mülkiyet dönemi) arasındaki çatışma akabinde, “Adem’in
yasak ağacı, Kur’an’ın deyimiyle mülkiyeti, üretim
araçlarının bir zümreye ait olabileceği fikrini benimsemesine mütevellit,” sınıflı toplumun yani cehennemin koşul
ve gerçekliğini yaşayan insanlık, bu durumdan çıkışın
yöntemleri ile birlikte, çıkışın yaratacağı “ideal durumu”
resmetme arayışını da gerçekleştirdi.
İşte İslam’ın ütopyası, “Medinet’ül Fazıla’dır.” Farabi’nin
ilk olarak ifade ettiği, İbni Haldun’un Mukaddime’sinde
resmettiği bu toplumsal durum, esasen “gerçekçi bir
muhtevaya sahiptir.”
i adım
b lgi
f kir
geldiği fikri, Dr.Ali Şeriati’nin de yoğun biçimde vurguladığı, dinin temel prensipleriyle çelişmez bir gerçektir.
Bu yaklaşım üzerinden, Medine pratiğiyle
değerlendirme yapacak olursak, “inanan ve
inanmayanların tek bir ümmet oluşturduğu”
ifadesinin yer aldığı Medine vesikası, inanç
öznesinin geri planda olduğu, insan öznesinin
belirleyici kılındığı toplumcu bir anayasa olarak
çıkar karşımıza. Ve İslam’ın ilk anayasasının
hiç bir yerinde “ameli ve itikadi” bir ifadenin
olmaması, ilahiyatçıları düşündürse de, kavranamamış bir durumdur. Bu duruma göre, “inanç,”
ideal olana götüren bir araçtır. İdeal olan, “inançlardan arınmış olan durumdur.” Harita “yolu
bulmak için gerekir.” Yol bulunduğunda “haritaya ihtiyaç kalmaz.”
Medinet’ül Fazıla, “erdemliler şehri” manasına gelir.
Farabi
ilgili eserinde, insanlığın “kozmik birliği idrakini esas
alan bir okumaya gark olmasıyla birlikte, ezen-ezilen
çelişkisinin bertaraf edileceğini, kainatın nizam ve devinimine adaptasyonun mutlak prensip olarak görülmesi
halinde, ideal toplumun ortaya çıkabileceğini ifade eder.”
Esasen Farabi’ye ek olarak İbni Haldun, tabiatın “Allah’ın şeriatının
Meselenin ontolojisini tartışmak yerine, pratiği
üzerinden konuşursak; “Medine, özel mülkiyetin gelişmediği, ortaklaşmacı ve paylaşımcı
üretimin belirleyici olduğu ve ilişkilerin de bu
altyapı üzerinden şekillendiği bir süreçtir.” İşte
İslam’ın ütopyası olan Medinet’ül Fazıla anlayışı, bu pratiğin “gelişmiş ve daha kapsamlı
olarak kendisini gerçekleştirmiş halidir.” Eşitlik
ve özgürlük fikrinin benimsendiği bu “ideal
toplum okuması,” doğru anlaşıldığı taktirde, din
adına kan dökme fiilinin ne kadar gerçekdışı olduğu da
anlaşılacaktır.
Ütopyalar, insanlığın ideale doğru yolculuğunun haritalarıdır. Ve ütopyasız yol sürmenin imkansızlığı “gerçeğin
ta kendisidir...”
uygulandığı yer” olduğu gerçeğine binaen, insanlığın iş ve
oluşlarda “tabiata öykünerek” kendisini gerçekleştirmesi
gerektiğini vurgular. Bu anlamda, Kur’an’ın temel “cennet tasvirlerinin” ölüm ötesi bir durumda ziyade, ölüm
öncesine ait bir durum olduğu, sınıfsız ve sınırsız bir
dünyanın Kur’an’da zikredilen cennet kavramına karşılık
i adım
b lgi
f kir
7
Ütopya
Eser Alpkaya
Rüya’dan Gerçeğe: Cumhuriyet
İnsanlar var oldukları çevreyi kurdukları hayaller ile dönüştürmeye çalışır.
Hayalsiz
insan yoktur ve yine hayali olmayan toplumda yoktur. Toplumsal anlamda ideali arayışın en
özel ifadesidir Ütopya. Ütopya; var olmayan, hayali yer. Kimi ütopyalar zaman içerisinde
gerçekleşir, kimisi gerçekleşmeyi bekler, kimisi ise asla gerçekleşmeyecektir. Bazıları ise tarihin tekerrürü içerisinde sürekli kendini yeniler. Milattan önce 500lerde Atina’da kurulan
demokrasiler 1700’lü yılların monarşilerle yönetilen Avrupası için gerçekleştirilmesi gereken
birer hayaldir mesela. Bu hayal Fransız devrimi ile gerçekleşecektir.
Osmanlı’nın parçalanma sürecinde de hastayı iyileştirmek için farklı reçeteler aranacak ve
bu ızdırabın içinde ütopyalar türetilmeye çalışılacaktır. Cumhuriyetin ütopyası neydi bunun
incelemesine geçmeden önce 19. yüzyılda ve 20. Yüzyılın başlarında kendisi bir ütopya olan
cumhuriyete kadar olan döneme göz atalım.
Türk edebiyatında ütopya olup olmadığı uzun süre
tartışıla gelmiştir. Yapılan incelemeler ile özellikle
tanzimat, meşrutiyet dönemleri ve cumhuriyetin kurulum safhaları gibi kritik dönemeçlerde batıdaki ütopya
tarzında kaleme alınan eserlerin bulunduğu sonucuna
varılmıştır. Bunlardan öne çıkanlar siyasi rüyalar olarak
yazılan eserlerdir. Bu eserlerin neden rüya tarzında
yazıldığının cevabı ise dönemin sosyopolitik özelliklerinde aramak gerekir. Konuşulması tabu olan ütopik
uç konulara değinilen ve dönemin yöneticilerinin hoşuna gitmeyeceği muhtemel olan bu eserler bir muhalefet
etme yöntemi olarak kullanılmıştır. Özellikle Ziya Paşa
ve Namık Kemal gibi birinci meşrutiyete giden yolda
önemli izler bırakan hem döneminde, hem de sonrasında
birçok kişiyi etkileyen kişilerin ‘rüyaları’ bunların arasında en önemlerindendir.
Ziya Paşa Londra’da bir parkta gördüğü rüyasında
padişah Abdulaziz’e meclis yönetimine geçmesinin faydalarını uzun uzun anlatırken, Osmanlı’nın genel durumunun vahameti hakkındaki görüşlerini aktarır ve başta
bu durumun baş sorumlu olarak gördüğü Sadrazam Ali
Paşa’nın görevden alınması olmak üzere çözüm öner-
8
ilerini çekinmeden sıralar. Namık Kemal ise rüyasında
hürriyet perisi olarak adlandırdığı hayali varlık üzerinden esaret altında yaşadığını düşündüğü halka seslenir,
onlara hürriyetin önemini anlatmaya çalışır ve onun için
mücadele etmeye çağırır. Ecdat ile övünmenin bir fayda
getirmeyeceğini, yapılması gerekenin örnek nesiller yetiştirip ülkeyi ileri bir safhaya taşımak olduğunu belirtir.
Rüyanın sonuna doğru hürriyet perisi kendini Namık Kemal’in idealize ettiği vatan’a bırakır. Gelişmiş bir vatanın
özelliklerini anlatır ve bunun özgürlük, millet iradesi,
hükümet ve bilinçli çalışkan vatandaşların oluşturduğu
adaletli bir toplum yapısıyla ulaşılabileceğini söyler.
Genç Osmanlıların önemli iki fikir adamı tarafından
kaleme alınan bu eserlerde vurgulanan bu idealler sonraki dönemlerde de devam edecek ve gerçekleştirilmeye çalışılacaktır. Rüya şeklinde kaleme alınan eserler
haricinde İsmail Gaspırala’nın Darürahat Müslümanları ve Kadınların Ülkesi gibi eserleri bize özgü ütopik
eserler olarak tanımlabilir. Gezi notları olarak kurgulanan ‘Darürrahat Yahut Acaip Diyar’ı İslam’ 1887 yılında
Tercüman gazetesinde yayınlanır. Molla Abbas isimli
karekterin Endülüsü ziyareti sırasında yine yarı uykulu
,yarı uyanık bir haldeyken kendini bir anda kimsenin
i adım
b lgi
f kir
bilmediği Darürahat Ülkesinde bulur. Bilimde ve teknikte
son derece gelişmiş olan bu müslüman ülke onu kendine
hayran bırakır ve Molla Abbas’ın kendi toplumunu sorgulamasına neden olur.
Gaspıralı’nın yapıtlarında kadınların toplum içindeki yerine de geniş yer verilmektedir. Mesela Darürahat
Ülkesinde kadınlar medeni ve sosyal haklar bakımından
erkeklerle eşittirler. Kadınların memur olması ya da siyasetin içinde olması toplumsal bir gelenek kabul edilir.
Gaspırala’nın bu konuya biraz da mizahi bir açıdan yaklaşan, yine Molla Abbas’ın gezi notları olarak kurgulanmış
diğer önemli eseri ise 1890 yılında Tercüman Gazetesinde
yayınlanan Kadınlar Ülkesi’dir. Bu ütopik eserde kadınlar
ve erkekler toplumsal yapıda rol değiştirmiştir. Ülke kadınlar tarafından yönetilmekte ve sosyal yaşamda kadınlar ön
planda olup erkeklerin baskı altında olduğu, kendilerini
kadınlardan korumak için örtünmek zorunda kaldığı ironik
bir toplum yapısı tasvir edilmektedir.
İlerleyen yıllarda Hüseyin Cahit Yalçın’ın ortakçı bir
yaşam hayal ettiği Hayat-ı Muhayyel gibi eşitlikçi ütopyalarda kaleme alınacaktır. Yine Eşitlikçi ütopyalara,
nazım şeklinde kaleme alınmış ve bir alevi ütopyası
olarak ifade edilen ‘Rıza Şehri’ örnek gösterilebilir.
Yazarı ve tarihi kesin olarak bilinmeyen bu dörtlüklerden
ufak bir kesit: ‘
Daldım hayalimin derin bahrına
Vardım erenlerin Rıza Şehri’ne
Bir demi mekanmış insan ehline
Benlik yok dediler rızamız birdir
Götürdüler beni mihman ettiler
Bin bir taam ile sofra kurdular
Ne bir hile ne de fesat güttüler
Çünkü emeğimiz hazımız birdir
Paydos eylemişiz pula paraya
Ne lüzum var padişaha saraya
Biz bir hak düzeni kurduk buraya
Nefsi benlik yoktur özümüz birdir...’
Ziya Gökalp’in ‘Turan’ ve Kızılelma şiirlerinde de ütopik
izlere rastlamak mümkündür. Turan’da ‘Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan;/ Vatan büyük ve müebbet
bir ülkedir: Turan’ demiş ve dünyadaki bütün Türkleri bir
arada toplayacak hayali ülke Turan’ı işaret etmiştir. Yine
Ziya Gökalp’in 1913 tarihli ‘Kızıl Elma’ şiirinde hayali bir
ülke tasvir edilecektir:
i adım
b lgi
f kir
“Kızılelma yok mu? Şüphesiz vardır;
Fakat onun semti başka diyardır...
Zemini mefkûre, seması hayâl...
Bir gün gerçek, fakat şimdilik masal...
Türk medeniyeti taklitsiz, sâfî
Doğmadıkça bu yurt kalacak hafî”
Türk miteolojisinde önemli bir yere sahip olan Kızıl Elma
ülküsünü bu şekilde Gökalp yeniden canlandırmaya çalışacaktır. Kızıl Elma ile ilgili iki önemli eser daha saymak
mümkündür: Ömer Seyfettin Kızıl Elma Neresidir? İsimli
hikayesinde, Kanuni Sultan Süleyman Kızıl Elma’nın
neresi olduğunu merak eder ve bunu yanındaki danışmanlardan ve askerlerden öğrenmeye çalışır. Bu hikayede Kızıl
Elma’nın halkta var olan bir örf olduğu ve özellikle orduyu motive etmek için kullanılan ve padişahın belirlediği
ulaşılması gereken bir yer olarak kavramlaştırılır. Bir diğer
eser de Ragip Şevki Yeşim’in 1971 tarihinde yazılmış
Kızıl Elma isimli romanıdır. Roman Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u feth ettikten sonra yeni kızıl elma olarak
Roma’yı belirlemesini ve bu amaç için İtalya’ya yerleştirdiği casusların başından geçenleri anlatır.
Cumhuriyet dönemini etkiliyen önemli eserlerden biri
olarak kabul edilen ve dönemin radikal batıcı ve pozitivist aydını olarak tanımlanan Abdullah Cevdet’in İctihad
dergisinde yayınlanan Pek Uyanık Uyku adlı eseri de
değinilmesi gereken metinler arasında. Kitabında fesin
kaldırılmasından, latin alfabesine geçilmesine, kadının sosyal yaşamdaki öneminden, hukuki reformlara ve tekke ve
zaviyelerin kapatılmasına kadar daha sonra hayata geçirilecek birçok hususa değinilmiş.
Cumhuriyete giden yolda bu ve bunun gibi metinlerin önemli bir referans noktası teşkil ettiğini rahatlıkla
söyleyebiliriz. Bu çerçevede Mustafa Kemal’de Cumhuriyet idealini gerçekleştirme konusunda şüphesiz ki bu arka
plandan yoğun bir şekilde etkilenmiştir.
Bir ütopya olarak muasır medeniyetler
Özellikle Tanzimattan bu yana aydınlar arasında farklı
türlerde de olsa bir ülkü haline getirilmiş Cumhuriyet’in
,Mustafa Kemal ve arkadaşlarının başarıyla yönettikleri
Milli Mücadele sonucunda adım adım hayata geçirilmesi
aslında bir anlamda bir ütopyayanın gerçekleşmesiydi.
Bu andan itibaren aynı Ziya Gökalp’in Kızıl Elması’nda
olduğu gibi, ki Mustafa Kemal’in Gökalp’ten çok etkilendiği hep dillendirilir, yeni ‘kızıl elma’ olarak ilk başta
‘muasır medeniyetler seviyesini ulaşma’, daha sonrasında
ise hiç ulaşılamayacak ama hep peşinden gidilecek bir ülkü
9
olarak ‘muasır medeniyetlerin üstünü çıkma’ ideali benimsenecektir.
Peki neydi muasır medeniyetler seviyesine hatta
onun da üstüne çıkma ideali?
Bunu doğru kavrayabilmek için 1920’li yılların başında
Anadolu coğrafısını zihnimizde doğru canlandırmamız
gerekiyor. Savaşlardan bitkin düşmüş, koca imparatorluğun
yükünü hem savaşta hem barışta yıllarca sırtında taşımış,
çoğunluğu köylü Türk nüfusundan meydana gelen, okuma-yazma seviyesi alt seviyelerde olan bir halk. Kadınları
toplum hayatından soyutlanmış, niteliksiz din adamları
tarafından verilen din eğitimi ile zihinleri hurafelerle doldurulmuş insanlar.
Bu insanlar ki aslında hem yaşadıkları coğrafya ile, hem
mensubu oldukları dinin aydınlık döneminde, hem de inşaa
ettikleri devletleriyle büyük bir medeniyetin mirasçıları.
Şu anda ise bilimde, teknikte batı tüm ihtişamıyla medeniyet
bayrağını devralmış.
Her ne kadar bu vecize ile burada o dönemde batı medeniyeti kast ediliyorsa da , somut bir tanım yapılmamasının
nedenlerinden biri medeniyetlerin insanlığın ortak malı
olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. Bu manada
gün gelir medeniyetin adı değişir ama cumhuriyetin amacı
sürekli kendini yenileyerek onu takip etmek olacaktır.
Cumhuriyetin yeni ‘kızıl elması’ budur.
Burada Atatürk döneminin toplumu reforme etme anlamında kendine referans noktası olarak aldığı ve yetiştirmek
istediği cumhuriyet insanına örnek gösterdiği kitaplara
göz attıldığında Atatürk’ün askeri liselerde okultulmasını
istediği Beyaz Zambaklar Ülkesi kitabının özel bir yeri
olduğunu vurgulamak gerekir. 1923 yılında Grigoriy
Petrov’un kaleme aldığı bu kitap 1800’lü yılların Finlandiyasında yaşanan büyük dönüşümü anlatıyor. Kitapta; Asker,
din adamı, profösör, öğretmen, doktor, iş adamları dahil
olmak üzere toplumun tüm unsurları büyük bir dayanışma
içerisinde Finlandiya’yı nasıl geri kalmışlıktan kurtardıkları
ve ülkenin aciz, batalıklar ülkesinden bir avuç idealist insanlar öncülüğünde nasıl beyaz zambaklar ülkesi haline geldiği
akıcı bir dille anlatılmış. Bu hareketin baş kahramanı Snelman’ın güzel aydın tarifi hala günümüz içinde geçerli:
“ Aydın olmak, modaya uygun elbiseler giymek ya da
kolalı yakalık ve modern şapka takmak değildir. Halk size,
iyi bir maaş almanız ve akşamları sözde okuma salonlarında kağıt ve domino oynamanız için okutup eğitmedi. Bu
durumda siz, aydından daha çok, çürümüs aydın oluyorsunuz. Siz halkı aklını, halkın iradesini ve gücünü halkın
vicdanını harekete geçirmek mecburiyetindesiniz. Halkın
10
fikrini uyandırmalısınız. Köylüyü, işçiyi, ve toplumun alt
tabakalarını nasıl iyi yaşanır, nasıl iyi yaşam koşulları
yaratılır diye eğitmek zorundasınız.“
Erken Cumhuriyet dönemi toplum idealini anlamak için bir
diğer önemli eser ise 1931 yılında Atatürk’ün manevi kıza
Afet İnan’a yazdırdığı ve liselerde ders kitabı olarak okutulmasını istediği Vatandaş için Medeni Bilgiler kitabıdır. Bu
kitapta Türk tarihinin kökenlerine değinilmiş olmasıyla birlikte, bilinçli olarak ortak geçmiş ve bir arada yaşama duygusu temelinde, kültürel bir vatandaşlık tanımı yapılmıştır.
Laiklik vurgusu etrafından İslam diniyle Türklerin, Farsların
ve Arapların bir millet olamadığı, İslamiyetten önce de
Türklerin büyük bir millet olduğunu ve İslamiyetle birlikte Türklerin milli his ve duygularını gevşettiğini ifade
edilmiştir. Türkiye’de sınıfsal çelişkilerinin olmadığı ve
kooparatist bir toplum yapısının mevcut olduğuna değinilmiştir . Türkler’in tarih boyunca demokrasi anlayışı içerisinde
bir yönetim biçimi ile yönetildiklerini ancak bu noktada
saltanatla yönetilen son tarihi devletlerin padişahlarının
despotça iktidarlarını devam ettirmişleri dile getirilmektedir. ‘Demokrasiye Muhalif Asri Cereyanlar’ başlığı altında Bolşevik nazariyesi, ihtilalci sendikalizm nazariyesi,
menfaatlerin temsili nazariyesi’ olarak üç tehlikeye işaret
edilmiş ve hürriyetin önemi şu şekilde vurgulanmıştır:Türk,
istibdat ve esaret zincirlerini parçalayabilmek için dahilî ve
haricî düş­manlar karşısında hayatını ortaya attı; sayısız fedakârlıklara katlandı; muvaf­fak oldu; ancak onsan sora hürriyetine sahip oldu. Bu sebeble hürriyet Türkün hayatıdır.
Bu noktada Atatürk üzerinden farklı siyasi kanatlardan
yapılan spekülasyonları engelemek için Medeni bilgiler
kitabının, onun düşüncülerini anlamak bakımından önemli
olduğunu düşünüyorum. Tarihi bir şahsiyet olarak onun
olumlu ya da olumsuz anlamda siyasi bir malzeme haline
dönüştürülmesine ancak bu şekilde; güvenilir kaynaklardan
bilgi edinerek engel olunabilir kanısındayım.
Erken cumhuriyet döneminde ‘ütopik’, geleceğe yönelik
bir kurgu metin ve yazıldığı 1930 yılında yaşanan gelişmelere bir eleştiri olarak kaleme alınan Ahmet Ağaoğlu’nun
Serbest İnsanlar Ülkesi değineceğimiz son eserdir. Dönemin önde gelen isimlerinden, daha sonra Fethi Okyar ile
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın Atatürk’ün yönlendirmesiyle çekirdek kadrosunda bulunan Ali Ağaoğlu’nun bu
kitabı yine kurulacak olan partiye de esin kaynağı olacaktır.
Liberal görüşleri benimseyen Ağaoğlu bu kitabında bireyin
özgürlüğünü merkeze alan bakış açısıyla o dönem yapılan
devrimleri eleştirir. Kitabını esaretten kurtulmuş kahramanının Serbest İnsanlar Ülkesi’ne seyahati üzerine kurgulayan Ağaoğlu, dolaylı yoldan kendi hayat hikayesini de
kurguya aktarır. Kitabında Ağaoğlu toplum yapısının teme-
i adım
b lgi
f kir
lini demokrasi,bireycilik, özgürlük,kişisel feragat, serbest
rekabet ve toplumsal dayanışma fikirleri üzerine kurmuştur.
Kendisi de özünde Cumhuriyet değerlerine bağlı bir aydın
olmasına rağmen, 20’li yıllarda desteklediği hareketin daha
sonra git gide otoriterleştiğini ve liderinin putlaştırıldığını
savunur. Bu fikirleri nedeniyle Ağaoğlu’nun içinde bulunduğu gazete, dergi, parti vb. gibi oluşumlar hep bir engele
takılmıştır.
olancın simgesidir bir nevi. Atatürk ve arkadaşları için
ütopya olarak algılanan şehrin çağdaş bir yerleşim yerine
dönüştürebilmek için çok masraf edilmiştir. Ancak şehrin
sağlıklı büyümesi için imara açılmak üzere satılan arsaların
yönetici elit kesim tarafından da bir ranta dönüştürülmesi
Ankara’nın handikapı olmuştur. Fatih Rıfkı Atay Ankara’nanın imarında yaşannan sorunları şu şekilde dile getirmiştir:
İnönü ile arasında geçen şu diyalog onun duruşunu bize
aktarmaktadır.
“Ankara’da milyonlar çalınmıştır.
İstanbul’da milyonlar vurulmaktadır.
Sabit olmuştur ki, Mustafa Kemal, şapka ve Latin harfleri
devrimlerini başarabilecek kadar kuvvetli bir idare kurmuş,
fakat bir şehir planını tatbik edebilecek kadar kuvvette bir
idare kuramamıştı.”
İsmet İnönü: Meclis’te serbestsizlikten bahsettiniz. Siz ne
zaman söz istediniz de verilmedi? Veyahut söylemekten
men edildiniz?
Ağaoğlu: Resmen cevap isterseniz hiçbir zaman, fakat
hakikati isterseniz daima! Çünkü serbesti öyle bir şeydir
ki sizi kuşatan havadır. O hava kurutulursa elbette ki
kimsede ne söz istemek, ne söz söylemek isteği kalır”
Kitapların dışında cumhuriyet ve ütopya başlığı altında
şüphesiz ki bize has bir eğitim modeli olarak Köy Enstitüleri’nin adınını anmamak olmaz. Teorik, sadece kitaba
dayalı öğretim yerine ‘iş için iş içinde işle eğitim’ ilkesi
temelinde pratikle bütünleşmiş bir modeli yeni cumhuriyet
insanını yetiştirme ideali çerçevesinde geliştirilmiş, ancak
uzun soluklu olamıştı.
Yine şehir tasarımı anlamında bir kasabadan başkente
dönüşüm sürecinde bozkırın ortasındaki Ankara’nın önemini bu konuda vurgulamak gerekir. Ankara bu topraklara
Buna rağmen ufak bir bozkır kasabasından tüm Anadolu’ya
umut saçması için bir metropol meydana getirilmesi sağlanmıştır. Ancak bu durum nicelden nitele dönüşümü sağlayamamıştır.
Yazıyı burada sonladıralım. Elbette ütopya ile cumhuriyeti
eşleştirdiğimizde daha birçok örnek çıkarmak mümkün.
Girişte değindiğimiz gibi cumhuriyet’in kendisinin tanzimattan bu yana bir ütopya, bir rüya olarak öne çıkması
onu hayata geçirenlere de daha ulaşılamaz ütopyalar için
güç kaynağı olacaktır. Bu kapsamda tüm ütopyalar gibi
cumhuriyet’in ütopyası’da totalitaryan öğeler içerir. Kendi
tasarımını, kendi doğrusunu hayata geçirmek için baskı
oluşturmaktan çekinmemiştir. İdeal olanı, görünmeyeni,
görünür kılabilmek için bunu bir ihtiyaç olarak görmüştür.
Peki ya sizin 10 yıl, 50 yıl
ya da 100 yıl sonrası için
bir gelecek
tasarımınız/hayaliniz/ütopyanız var
mı?
Bize yazın, yayınlayalım.
i adım
b lgi
f kir
11
Ütopya
Veli Reçber
İdeal Üniversite
Günümüzde üniversite her ne kadar iş dünyasına ya da kapitalist sisteme nitelikli eleman yetiştiren
bir kurum gibi görünse de 19. yüzyılın başlarında Almanya’da Berlin Üniversitesi’ni kuran Wilhelm
Von Humboldt üniversitenin hedefini temel bilimlerin incelenmesi, araştırma ve öğretimin birlikte yapılması, öğretim üyelerinin kilise veya devlet baskısı altında olmadan çalışabilecekleri ortamın
sağlanması ve topluma katkı yapması olarak tanımlamıştır. Humboldt’un tanımdan yola çıkarak
ideal bir üniversite modelinin tartışıldığı düşünce ortamlarında ideal üniversite modelini tartışmalarında doğru modele ulaşma da Humboldt’ın bu tespitlerinin önemi çok büyüktür.. Bu yaklaşımının
temelini Humboldt ideal üniversiteyi tanımlarken eleştirel yaklaşım, eleştirel düşünce ve eleştirel
yorum ile doldurmaya çalışmaktadır. Yani üniversiteler özne ve nesnelere, var olan ve var olduğuna
inanılan her türlü özne ve nesneye eleştirel yaklaşım, eleştirel, düşünce ve eleştirel yorum kazanmış
bireyler yetiştirmek olduğunun altını çizer.
Humboldt’a göre üniversitenin amacı ve rolü öğrenciye
bilgi aktarmak değil, öğrenci ile birlikte öğretim üyelerinin
önderliğinde bilgi arayışına çıkmak öğretim üyesi ve öğrenci
ile birlikte bilime hizmet etmektir. Dolayısı ile burada bilgi
arayışı ve bilime hizmet olarak öğretim üyeleri ve öğrencilerin bilgi arayışı yolculuğu üç temel yolda gerçekleşir :
1) İnsanın kendisinde
2) İnsanın içinde yaşadığı dünya
3) Galaksi Sistemi ( Uzay )
İdeal üniversite, bilim felsefesinin temel ilkeleri üzerine
kurulmuş, bilimsel metodolojik kuralları kendine ilke edinerek bu ilkeler üzerinde farklı bilim disiplinlerine eleştirel
düşünce, sorgulama, yorumlama, tartışma, felsefi yaklaşım,
sosyolojik yorum, teknik analiz, ampirik karşılaştırma,
teknolojik rasyonalite...anlayışını benimsemiş üniversite
olarak tanımlayabiliriz.
İdeal bir üniversite tanımı arayışımızda üniversitelerin
yapılarının önemini göz ardı edemeyiz. Çünkü ideal bir
üniversiteye ulaşma çabamızın olmazsa olmaz üç temel
yapısı vardır. bu üç temel yapı olmadan ideal bir üniversiteye
ulaşmak mümkün değildir. Bunlar,
1) Mali Özerklik
2) Yönetim Ve İdari Özerklik
3) Bilimsel Özerklik
Türkiye’de üniversiteler
Türkiye’de dünya da örneğine rastlanılmayan bir gerçek daha
doğrusu niteliksiz, bilimden uzak, aklın eleştirisinden ve yorumdan uzak, teknolojik rasyonaliteden yoksun, toplumdan
kopuk, üretmek, tartışmak, araştırmak geliştirmek felsefesini
yok sayan evrensel değerlerden bihaber her şehirde hızla
12
artan üniversite kurma politikası ile karşı karşıyayız. Her
ilimizde üniversiteler kurulmakta ve bilimsel akıldan uzak
programlarla akademisyenler yetiştirilmektedir.
Peki bu politikaların ya da üniversiteleşme adına her şehirde
üniversite kurmanın mantığı nedir? Aslında bu sorumuzun
iki temel cevabı bulunmaktadır.
1) Ekonomik olarak şehri kalkındırmak...
2) Bu gün Dünya da sosyo ekonomik bir sorun olarak özellikle genç işsizlik yüzde oranlarının yüksek olduğu bir sosyo
ekonomik durum karşısında gençliği oyalamak...
amaçtan ve bilimden uzaklaşıp, niteliğin önemsizleştiği bir
üniversiteleşme modelini yarattığı sonuçlara baktığımızda
plazalar ve dershanelerden bozma binaların üniversiteye
dönüştüğünü görürüz. her ilde üniversite kurarak , bir
ülkenin milli gelirini adaletli dağıtmak ve gelir dağıtımı
arasındaki uçurumda adaletsizliği azaltmak için üniversite
kurarak o şehri kalkındırmak gibi anlamsız bir iktisadi yaklaşımın içi boş kurumlar ve kolay akademisyen yetiştiriciliği
sonuçları doğurduğu gerçeği ile karşı karşıya kalırız . Diğer
bir amaç ise dünyada e ülkemizde büyük bir sorun olan genç
işsizlik ve istihdam sorununun da böylece kontrol altına
alınma ve gençleri bu boş kurumlarda niteliksiz öğretim
üyeleri ile oyalama politikası güdülmesi anlayışıdır. Üniversiteler piyasanın pençesinde özelleşmektedir. Milyonlarca
aileye ve gençlere üniversite okuma (bu okuma süresi 4 yıl
ya da 2 yıl) bir üniversite diploması ile daha iyi bir iş, daha
nitelikli eleman statüsünde olma umudu satılmaktadır.
İşte bu durumda başka bir tartışma konusu ortaya çıkmaktadır. Üniversitelerin niteliği ve niceliği; bu konuyu da öneminden dolayı bir başlık altında incelemekte fayda vardır.
Üniversitelerin Nitelik ve Nicellik Yönü
Üniversitelerin ve kadroların niteliği, niceliği konusunun
i adım
b lgi
f kir
ne kadar önemli olduğunu anlamak için amaç ve araç ya da
elimizdeki özne ve nesnel tartışmalar konusunda iki farklı
bakış açısının arasındaki farkı çok iyi anlamamız gerekir.
Bunlardan birincisi; kolej ekolü ile üniversite ekolü arasındaki fark; diğeri de üniversiteden mezun olmak ile üniversiteli
olmak arasındaki farktır.
Kolejler; bilgi üretmez, var olan bilgiyi öğretir amacı iş
dünyası için nitelikli bireyler yetiştirmek...
Üniversiteler; bilgi üretir, tartışma alanı yaratır, sorgular,
deney yapar, felsefi yaklaşım ve yorum yapar, sosyolojik
yorumlar üretir, geçmişi araştırır bu günü anlar geleceği
öngörür... Bir toplumun en önemli kurumlarıdır...bilim
insanları bir toplumun en önemli insanlarıdır..( medyadır,
siyasettir, sosyolojidir, fendir, sosyal bilimlerdir...)
Üniversite Mezunu ; Her insan üniversite okuyabilir ve
üniversiteden mezun olabilir. Bir diploma sahibi olabilir.
Ama her insan üniversiteli olamaz...
Üniversiteli Olmak; araştıran, geliştiren, düşünen, diyalektin yorum gücünü kazanmış, sorgulayan, üreten, konuşan,
duyarlı, felsefe okuyan, analitik düşünen kişiler üniversiteli
olur.
Üniversitelerin Sosyolojisi
Üniversite sosyolojisi dediğimiz olgu belki de bir toplum için
nitelikli kurumsal yapılar ve kadrolar için en önemli olgu
ve tartışma alanıdır. Bir toplumda yaşayan halklar, diller,
kültürler, inançlar, o toplumun tarihi, sanayisi, tarımı, örf ve
adetleri, coğrafyası, mekanları, köyleri, kentleri göz önüne
alınarak kurumsal olarak ve kadrolar açısından üniversitelerin yapıları belirlenir... Anadolu ve Mezopotomya farklı halkların, dillerin, kültürlerin, inançların bir arada yaşadığı bir
toplum coğrafyasıdır.Bu coğrafya medeniyetlere, kültürlere
ev sahipliği yapmıştır. Bunları göz ardı ederek üniversite
kurmak, nitelikli kurumlar oluşturma çabası içinde olmanızın bir anlamı olmaz...Başlangıçta belirttiğimiz üç temel özerklik çerçevesinde üniversitelerin toplum sosyolojisi
ve yapısı paralelinde oluşturulması gerekliliği kendiliğinden
ortaya çıkmaktadır.
Türk Eğitim Sistemi
Türk eğitim sistemi, cinsiyetçi, ırkçı, biatçı, dogmatik, ezberci, dayatmacı, dinci ( sünnidir ) ve kapitalisttir ( sisteme işçi
yetiştirir ). Bu eğitim sisteminde sorgulamak yok, eleştirel
düşünmek yok, üretmek yok, araştırmak yok, tartışmak yok
ve özgür birey yetiştirmek yoktur. Türk eğitim sistemi ulusalcıdır, ve düşünmeyen, sorgulamayan, sistemin merkezinde
olan gençler ve kuşaklar yetiştirme yolundadır. Bu eğitim
sistemi ile önce Atatürk gençliği yetiştirmeye çalıştılar..Sonra
sistem içindeki eğitim sorunları ile dershanecilik ve yurt anlayışı ile sol ve sosyalist birikimlere karşı devlet destekli dini
cemaatler ile altın nesil yetiştirmeye çalışıldı... Günümüzde
de kürsel sermaye ile işbirliği içinde olan hükümet eğitim
sistemi ( 4+4+4 ) ile ise dindar ve tamamen biatçı bir nesil
yetiştirmeye çalışmaktadır. Eğitim ve öğretim kavramlarının
taşıdığı anlamdan yola çıkarak iki kavram arasındaki farkın
i adım
b lgi
f kir
ve bu farklılığın bilinciyle eğitim sisteminin önemini ortaya
koyduğumuzda kimler üniversite okumalıdır kimler üniversiteli olmalıdır sorusu ile karşı karşıya kalmaktayız.
Öğretim, felsefenin, sosyolojinin, fen bilimlerinin, sosyal
bilimlerin, sanat, müzik, edebiyat, teknoloji, tıp, kültürün
programlar dahilinde çocuklara ve gençlere eleştirel düşünce
mekanizması içinde yorumlama yeteneği kazandırmak için
programlanmasıdır.
Eğitim ise bir toplum hedefidir. Yani öğretim programlarının projelendirilerek bilimsel arayış ve bilime hizmet
mekanizması içinde bilgi ve hizmet üretmektir. Dolayısı
ile öğretim programında özgür ve özerk düşünen bireyler, eleştiren, sorgulayan, yorumlayan, tartışan, araştıran,
geliştiren, üreten, soran, konuşan, analiz eden kişiler üniversiteli olmalı ...
ÇÖZÜM
Bilim düşünmek, düşündüğünü yorumlamak, yorumlanarak
ortaya çıkan düşüncenin de bir eyleme dönüşmesiyle var olmaktadır. Bu nedenle bilim felsefesi ve bir disiplin olarak var
olan her bilim dalının konu olduğu felsefi bilimin üniversitelerde giriş dersi olarak okutulması ile başlar gerçeğinin
önemini bilmek gerekir. Sosyal bilimler ve fen bilimleri
açısında düşünceler tarihi, ve bilimsel felsefe derleri okutulmalıdır.
Tüm batılı kaynaklar Türkçe, Kürtçe ve Zazacaya çevrilmeli...
Üniversite kampüsleri toplumların sosyal yapılarına göre
tasarlanmalı, kampüslerde tarım, hayvancılık, kümes hayvancılığı, arıcılık, sanayi ve hizmet-bilgi sektörü yapılanması
olmalı... ( mini toplum yapısı kurulmalı )
Üniversite yönetimi akademisyenler ve öğrencilere bırakılmalı...
Maddi yapıları özerk olmalı
Bilimsel özerkliği olmalı ( Kültür üniversiteleri, sosyalizm
üniversiteleri, liberal üniversiteler, sosyal demokrat üniversiteler, ... )
Her üniversitenin televizyonu, gazetesi, radyosu ve dergisi
olmalı
Seçme ve seçilme yaşı 18 yaşına düşürülmeli aktif politikaya
katılım sağlanmalıdır...
Kampüslerde köy enstitüleri, sanayi enstitüleri, bilgi ve
hizmet enstitüsü olmalı...
Her üniversitede araştırma ve geliştirme merkezleri kurulmalı...
13
Ütopya
Buğra Sarı
Küreselleşme ve
Türk Milliyetçiliği
O
smanlı Devleti’nin yıkılışına
doğru çözüm arayışı olarak
İslamcılık, Batıcılık gibi akımlarla
ortaya çıkan; Genç Kalemler, Türk
Yurdu gibi dergilerle Tanzimat sonrası
Türkçecilikten, Türkçülüğe devşirilen
Türk milliyetçiliği; M. Emin Yurdakul,
Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Z. Velidi
Togan, Nihal Atsız gibi düşünürlerle
entelektüel boyuta ulaşmıştır. Türk Ocakları’nın kapatılması ve sonrasında
İnönü rejiminin tezahürü olarak 3
Mayıs 1944 Turancılar davasıyla
birlikte devletin milliyetçileri
öteki olarak algılamaya başlaması sistemle Türk milliyetçilerini karşı karşıya getirmiştir.
Zor şartlarda yürütülen Türk
milliyetçiliği küreselleşen dünyada
ayaklar altına alınabilmektedir. Yani
küreselleşme Türk milliyetçiliğini
tehdit etmektedir. Yazımda tarihsel çerçevede küreselleşme ve Türk
milliyetçiliğini açıklayarak, küreselleşmenin Türk milliyetçiliğine etkisini ve bu durumda yapılması gerekenleri anlatmaya çalıştım.
KÜRESELLEŞMENİN TÜRK
MİLLİYETÇİLİĞİNE ETKİSİ
Küreselleşme, son yirmi yıl içerisinde
çok kullanılır hale gelmiştir. Bir çok
tanımı olan küreselleşmenin, tanımını
oluşturmak oldukça zordur. Ancak
en basit tanımıyla, dünya üzerindeki
ülkeler arasındaki politik, ekonomik,
14
sosyal, siyasi ve ticari ilişkilerin,
coğrafik sınırlara bağlı olmaksızın
entegre edilerek belirlenmesi, yeni
dünya düzeni kurulmasıdır. Türk
Dışişleri Bakanlığı’nın tanımına göre
küreselleşme; “Yerkürenin farklı
bölgelerinde yaşayan insan, toplum ve
devletler arasındaki iletişim
ve
et-
kileşim
derecesinin ‘karşılıklı bağımlılık’ kavramı
çerçevesinde giderek artmasıdır.”
Küreselleşme tartışmalı bir kavramdır.
Bir görüşe göre; küreselleşme vardır,
olmalıdır, kaçınılmazdır.
Dünyanın geldiği noktada ancak
küreselleşme ile dengelerin sağlıklı bir
şekilde kurulması mümkündür. Sonuç
olarak küreselleşme, ülkelerin daha
çok gelişmesinin ve zenginleş-mesinin
önünü açmaktadır. Bir diğer görüş ise;
küreselleşme dünya üzerindeki büyük
ve güçlü devletlerin dayatmasıdır. Gerekli olmamasının yanında zararlıdır.
Zira küreselleşmenin amacı, büyük ve
gelişmiş ülkelerin, az gelişmiş ülkelerin kaynaklarını suistimal etmesidir.
Sonuç olarak küreselleşme zengin
ülkelerin daha zengin, fakir ülkelerin
ise daha fakir olmasının önünü açmaktadır.
Küreselleşmenin kısaca tarihine bakacak olursak; üç evreden geçerek
günümüzdeki halini aldığını söyleyebiliriz. Bu evreler:
a) 19. yüzyılın sonlarından 1914’e
kadar olan dönem: Bu dönemde küreselleşmenin, özellikle iktisadi anlamda, oldukça ileri bir seviyede olduğu
görülmektedir. Uluslararası ticaretin önündeki engel ve tarifeler yok
denecek seviyelere gerilemiş, küresel
piyasaların entegrasyonu derinleşmiş,
ulaşım maliyetleri ve uluslararası alanda kişilerin serbest dolaşımı önündeki
kısıtlamalar en düşük seviyelere inmiştir.
b) 1914’lerden 1945’lere kadar olan
dönem: Bu dönemi incelediğimizde
görmekteyiz ki; küreselleşmenin temel
faktörleri, siyasi anlamda aşırı-milliyetçilik, iktisadi anlamda korumacılık
ve kendi kendine yeterliliktir. I. Dünya
Savaşı ile başlayan, Büyük Bunalım ile
devam eden ve II. Dünya Savaşı’nın
bitmesi ile sona eren bu dönem, küreselleşme dinamiklerinin ve global entegrasyon akımlarının ciddi bir biçimde
sekteye uğradığı bir dönemdir.
i adım
b lgi
f kir
c) 1945 ve sonrası dönem: Bu dönemde
küreselleşme, özellikle soğuk savaşın
bitmesiyle birlikte büyük bir ivme
kazanarak, benzeri görülmemiş bir seviyeye ulaşmıştır. Ekonomik anlamda,
uluslararası ticaret hacmi ve uluslararası sermaye akımlarının hızı daha
önceden eşi görülmemiş seviyelere
erişmiş, küresel üretim süreçleri büyük
bir dönüşüm yaşamıştır. Öte yandan,
özellikle II. Dünya Savaşı sonrası
dönemde böyle büyük bir savaşın bir
kez daha yaşanmaması temennisiyle,
siyasi küreselleşme ivme kazanmıştır.
Ayrıca, teknolojik anlamda, bu dönemde, yerkürenin hemen her kesimini
etkisi altına alan bir iletişim devrimi
yaşanmıştır. Son olarak ve bilhassa
1980 sonrasında, küreselleşmenin
çevresel, demografik ve kültürel boyutları da dünya gündeminin ilk sıralarında yer almaya başlamıştır.
Türk milliyetçiliğini, tarihi süreç
içerisindeki tecrübeden doğan Türk
kültürü ve tarihi beslemektedir. Türk
kültürünün insanlık mirasına armağan
ettiği bütün eserler ve tarihi birikim,
insaniyetçi ve kapsayıcı bir muhtevaya
sahip olan milliyetçiliğimizin kodlarını
oluşturur. Türk milliyetçiliği bunalımlı bir tarihi süreçte ortaya çıkmıştır.
Milletin varlığı farklıdır, milliyetçiliğin
ortaya çıkması farklıdır. Bazı Avrupalı
milletlerin ortaya çıkışları milliyetçilikle beraberdir. Bazı milletler
ise tarihin derinliklerinde oluşmaya
başlamıştır. Türklerde bunlar arasındadır. Milliyetçilikle beraber ortaya
çıkmamış, tarihin derinliklerinde oluşmaya başlamış bir millet olarak ortaya
çıkmıştır. Orta Asya’da bıraktığımız
izler, Anadolu’ya yolculuğumuz ve
yeni toprakların Türkleştirilmesi, İslam
dini ile tanışmamız ve Müslüman
olmamız, Selçuklu ve Osmanlı imparatorluğunun kuruluşu, yıkılışı ve Cumhuriyete ulaşmamız gibi Türk milliyetçiliğinin tarihi serüvenini kısaca
özetleyebiliriz.
i adım
b lgi
f kir
Türk milliyetçiliğinin fikri şekillenmesinde Ziya Gökalp’in kendine özgü
bir yeri vardır. Gökalp, Türk milliyetçiliğini bir düşünce sistemi haline
getiren ilk ve en önemli çabaların birisi
sayılmaktadır. Gökalp, kendisinden
önce gelen Türk milliyetçilerinin tarih,
toplum, millet, kültür, uygarlık, batı
ve İslam gibi sorunsallar hakkındaki
dağınık düşüncelerini bir araya getirerek sistemli bir fikir hareketine çevirerek Türk milliyetçiliğinin bir ideoloji
haline gelmesine de büyük katkıda
bulunmuştur. Türk milliyetçiliğini, Türk kültürü ile
bağdaşlaştıran Erol Güngör ise milliyetçilik kavramına ilmi bir çerçeve
kazandırarak, millet ve milliyetçilik
kavramlarını duygusal, ideolojik ve
yer yer kökü dışarıda olan tanımlardan
kurtarıp sosyal realiteye oturtmuştur.
Erol Güngör’den önce de Türk milliyetçiliğinin bir kültür hareketi olduğu, ilmi metodlarla Türk milletinin
gelişmesini ve refahını sağlamayı hedeflediği bilinmekteydi. Erol Güngör’ün
en büyük katkısı bunun nasıl yapılabileceğini somut misalleriyle ortaya
koyması olmuştur.
Türk milliyetçiliği günümüzde amacından saptırılarak insanlarda bir alerji
olarak önümüze serilmektedir. Bu
durumun sebebi olarak, Türk milliyetçiliğinin ‘ırkçılık’ olarak algılanması gösterilebilir. Cezmi Bayram
bu durumu şu şekilde özetlemiştir:
‘’Cehaletten düşmanlık yapanlar,
Türk milletinin tarihini kendi kaynaklarından değil, yabancı kaynaklardan
öğrenenler veya milliyetçilik teorisi
hakkında dışarıda ve tamamen Avrupa milletlerinin tecrübesini esas alan
şablon değerlendirmelere itibar etmekten dolayı bu hataya düşmektedirler.
Avrupa II. Dünya Savaşı ile büyük
acılar yaşamıştır. Taraflardan biri
ırkçılığı esas alan bir zihniyet sahibiydi. Dolayısıyla milliyetçilik ırkçılık
ile eş anlamda kullanılırsa, o takdirde
yakın dönemde yaşanan büyük acılar
hatırlanmaktadır. Böylece ırkçılığın
sebep olduğu felaket, hiçbir ırkçı unsur
taşımayan Türk milliyetçilini de suçlamaya vesile sayılmaktadır.’’ Bir kere
Türk milliyetçileri ırkçılık yapamazlar.
Çünkü ırkçılık Türklerin dini İslam’da
yasaktır. Milliyetçi Hareket Partisi’nin
ilk Genel Başkan’ı Alparslan Türkeş
Türk milliyetçiliğinin tanımını şu şekilde yapmıştır: “Türk milletinden olmak,
Türk milletini sevmek ve Türk devletine sadakatle hizmet aşkı taşımak,
vatana bağlılık duygusu içinde bulunmak ve Türk milletinin yükselmesi için
elinden gelen her fedakarlığı yapmak
ve çalışmak duygusu ve şuurudur.
Bu duygu ve şuuru taşıyan herkes
Türk’tür. Kalbinde yabancı başka bir
milletin özlemini, özentisini taşımayan,
kendisini Türk hisseden, Türklüğü
benimseyen ve Türk Milletine, Türk
devletine hizmet aşkı taşıyan herkes
Türk’tür.”
1980 öncesi kendisini komünizm tehdidi karşısında bir pozisyonda bulan, 80
sonrası terör ve Ermeni sorunu, Yunanistan ile yaşanan meselelerle milletin
ve devletin bekasını koruma temelli
hareket eden Türk milliyetçiliği; 1991
sonrası soğuk savaşın bitmesi ve 11
Eylül 2001 sonrası dünyada ve Türkiye’de ortaya çıkan yapı karşısında
kendine manevra alanı yaratamamıştır. Soğuk savaşın bitmesi, 11
Eylül 2001 ve 2003 ABD-Irak savaşı
sonrası Türkiye ve dünya çok büyük
bir değişime uğramıştır. Türk milliyetçileri Türkiye’deki ve dünyadaki
mevcut statükonun neresinde duracakları konusunda net bir tavır sergileyememiş ve mesaj verememiştir. Türk
milliyetçiliğinin Türk siyasal yaşamındaki temsilcisi olarak gözüken Milliyetçi Hareket Partisi’nin son on yıldır
sürdürdüğü politika ve söylem bunun
birer kanıtı niteliğindedir. 1991 sonrası
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla Türk
cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını
kazanması Türk milliyetçilerini tari-
15
hte haklı çıkarmışsa da milliyetçilerin
Türkistan coğrafyasına yaklaşımı duygusal temayülün dışına pek fazla çıkamamış, kardeş ülkelere karşı sistemli
bir politika izlenememiştir. Sovyetler
Birliği’nin ağabeyliğinden yıllarca çeken Türk Devletleri için yeni bir ağabey
rolünde yaklaşılması bu devletleri
ürkütmüş ve Sovyetler Birliği bakiyesi
olarak kurulan Rusya için bir tehdit
olarak algılanmıştır.
kan unsurları ortadan kalkarak yerel
kültürler, evrenselleşme imkanı bulmuştur. Türk milliyetçilerinin kızıl
elması olan Turan Ülküsü, küresel
çağda kolaylaşmış, önü açılmıştır.
Küreselleşmenin nimetlerinden faydalanarak bu kızıl elmaya ulaşmak için
çaba sarf edilmelidir. Ancak yukarıda
da bahsedildiği üzere sadece Turan
Ülküsü üzerine politikalar üretilmemelidir.
21. yüzyılda küreselleşmeyle birlikte milliyetçiliklerin hızla etkisinin
azaltıldığı ve milli devletin sorgulandığı değişen dünya düzeninde
Türk milliyetçiliği fikri yeniden entelektüel boyutta analiz edilmelidir.
Milliyetçilik her ne kadar duygusal
reflekslerden beslense de sadece
gönülleri değil, düşünceyi de besleyen
bir milliyetçilik fikri inşa edilmelidir.
Maalesef ülkemizde liberaller evrensel
değerleri yerelleştiremediği ölçüde,
Türk milliyetçileri de yerel değerleri
evrenselleştirememiştir.
Küreselleşme sürecine milliyetçi duyarlılıklar açısından bakacak olursak;
bu süreçte milli kültürler yıpratılmakta, milli kimlikler zayıflatılarak alt
kültür ve kimlikler öne çıkartılmaya
çalışılmaktadır. Yani milli yapılar ve
kimlikler parçalanma tehdidi altındadır.
Küreselleşen dünyada milliyetçilik
yok edilmeye yüz tutmuştur. Ancak
yukarıda da değindiğimiz üzere Türk
milliyetçiliği gücünü tarihinden almaktadır. Türk hükümeti halkların
kardeşliği mesajını vererek, her türlü
milliyetçiliği ayaklar altına almıştır.
Ancak bu yazımda Türk milliyetçiliğinin bir faşizm olmadığını anlatmaya
çalıştım. Türk milliyetçiliği bir kültür
hareketidir. Türkiye’de yaşayan bir
vatandaş etnik kökene bakmaksızın
vatanına hizmet etmeye çabalıyorsa,
milliyetçilik duygularına sahiptir.
Bu politikalar da Nevzat Kösoğlu’na
göre, doksan yıl önceki programa göre
dizayn edilerek uygulanmalıdır. Bu
programı şu şekilde özetleyecek olursak; Büyük Türk Birliğinin kurulması
fikri, Türk tarih ve kültürünün ayrıntılı
bir biçimde incelenmeli ve değerlerimiz ortaya konulmalı, Türk dilinin
sadeleştirilmesi, Muasırlaşmak, milli
iktisat ve milli edebiyattır.
Aslına bakıldığında küreselleşme
gelişmeleri, esas itibarıyla Türk kültürü
için yeni bir olay değildir. Ancak
mahiyeti aynı olsa da oluşumların hızı
artmıştır. İki yüz yıldan beri, yabancı
kültürlerden, mecburi değişmelerle
empoze edilen, işlev ve anlamlarını
yitirmiş kültür unsurları ve kurumların
varlığı Türk milliyetçilerinin itiraz
ettikleri noktalardan biridir. Alınan
kültürle Türk toplumu ve kültürü
arasındaki coğrafi ve toplumsal ve
kültürel uzaklık, empoze edilmeye
çalışılan unsurun işlev ve anlamını
daha çok kaybetmesine yol açmaktadır.
Ancak unutulmaktadır ki, küreselleşmeyle birlikte iletişim ve bilişim
çağı yaşanmaktadır. Zaman ve me-
16
gelişmeleri değerlendirmektir. Bunu
yapmaya çalıştığımızda milliyetçi
düşünce geleneğinden kopmadığımız
taktirde ne kadar sağlam ve kalıcı ölçü
ve bakış açılarına sahip olduğumuz
görülmelidir.
Bu yazımda küreselleşmenin Türk
milliyetçiliğini ne şekilde etkilediğini anlatmaya çalıştım. Sonuç olarak,
Türk milliyetçiliği kaynağını Türk
kültüründen almaktadır. Yapılması
gereken, küreselleşmenin tehdit ettiği
Türk kültürünün, yaşatılması ve yayılması için gerekli politikaların uygulanmasıdır.
SONUÇ
Küreselleşen dünyada değişmeler
meydana gelmektedir. Bu değişmeleri
yeniden yorumlamalıyız. Bunu yaparken milliyetçiliğimizi yeniden sorgulamalıyız. Ama bilmeliyiz ki milliyetçiliğimizin temel duruşu, kıblesi ve
temel değerleri kalıcıdır. Hatta bunlara bağlı tekliflerimiz bile çok uzun
sürelidir. Öyleyse, asıl değerlendirilmesi gereken şey bu temel değer ve bakış
açılarına dayanarak dünyadaki yeni
i adım
b lgi
f kir
Ütopya
Fatih Rıfat Eymir
Müslüman Ülkelerde
Müslüman Olmak (Giriş-1)
“Eğer hırsız bir lamba ile geliyorsa,
Bil ki o, daha değerli mallar çalacaktır.”
İranlı şair Senâî
apolyon’un Mısır’ı işgali, 19. yüzyıl Müslüman
aydınının bazı şeylerin yanlış gittiğini fark ettirmiştir.
Bu, 2. Dünya Savaşı’na kadar Batı’yı taklid etmelerine yol
açmıştır (geleneksel Müslüman aydınları hariç). Şüphesiz
bu anlayış çatışmalara ve kavgaya dönüşecekti.
N
İnsan telakkisi bütünüyle farklı olan Batı’da; tamamen dünyevî, kâinatın hakimidir. Hiçbir üst varlığa karşı
sorumlu değildir. İslamî insan kavramıyla bağdaşmayan bir
anlayıştır. Tamamiyle Allah merkezli bir medeniyet, sanat
ve felsefe; düşünme ve nesneleri algılama tarzı oluşmuştur
İslam’da. Bir Müslümana, geç Rönasans “dinî” sanatının
ya da Titancı örneklerden daha tuhaf gelebilecek bir şey
yoktur. Allah karşısında “hiç”e ulaşmaya çalışmaktır bir
Müslümanın amacı. O yüzden toplu savaş ve bu düşüncenin
uygulanması olan sivil insanların katli bu medeniyetin
ürünü değildir. Allah, kendisine karşı işlenen kusurlar için
tövbe kapısını açık bıraktığı halde, insanın yaratılmışlara
karşı işlediği suçlar için bağışlayıcı olmayacaktır. Bu
yüzden ‘savaş ve kavgalar’ “fundamentalist” akımların
uygulamalarıdır.
Türkiye’de insanların Müslüman anlayışı üstünde
birkaç oluşumu vardır:
1-Günlük namazlarını aksatmadan; Şerîat’e uymaya
çalışarak İslam’la bağlarını canlı tuttuklarını düşünenler,
2-Şerîat hükümlerine uymadıkları, hatta düzenli namaz bile
kılmadıkları hâlde “ben Müslümanım” diyenler,
3-İslâmiliği muğlak bir çeşit “hümanist” ahlâk anlayışı
sürdürmek dışında belli bir İslamî ameli bulunmayanlar,
4-İslamî ibâdetleri sık sıkıya uyguladıkları, “ben dindarım”
dediği hâlde, Şerîat’le çelişen (mesela ticarette hilecilik) pek
çok fiili işlemekten kaçınmayan,
i adım
b lgi
f kir
5-Bir tarîkate bağlı olduğunu düşünerek mânen yaşadığını
sanan insanlar mevcuttur. Bunlar, Atatürk ve ülkenin dışa
dönük sekülerleşmesi döneminden kalanlardır. Sudan, Nijerya ve Sovyet işgalinden önceki ve sonraki Afganistan gibi
Müslüman ülkelerde de rastlamak mümkün.
İslâm âleminin bugün içinde bulunduğu çıkmaz,
yukarıda da birkaç örnek verdim, pek çok Müslüman
düşünürünü eğitim meselesi üzerinde düşünmeye itmiştir.
Ve son yüzyılda çokça ihmal edilen geleneksel İslamî
eğitim sistemini araştırmaya yöneltmiştir. Eğer bugün, İbn
Sînâ veya el-Bîrûnî’yi yetiştirecek bir eğitim sistemi arzu
ediliyorsa en üst ilâhî bilgiye erişilebilecek bütün imkânları
sağlanmalıdır ve geliştirilmelidir. Eğitim, insanın hem bu
dünyadaki mutluluğuna hem de bu dünyadaki belirsizliklerden uzak olan ebedî âhiret yurduna yöneltmek gibi bir üst
gaye gütmelidir.
Batı’da 1500’den itibaren ortaya çıkan mekanistik evren geleneksel insanı kökten değiştirdi. Ve böylece
doğaya, insan hükmedebildiğini/değiştirebileceğini gören
Batılı insan bunun vehmine kapılmıştır. Geleneksel nitel
bilgi giderek nicel bilgiye dönüştü. Fransız Devrimi’yle
hat safhaya çıkan bu anlayış, artık yeni bir mühendislik
harikasını ortaya çıkarmıştır: manevî mühendislik. “Siyaset yoluyla toplumu dönüştürme amacı, böylece ta temelde
‘eğitim yoluyla insanı dönüştürme amacına bıraktı.’”(İslam’da Modernleşme, Bedri Gencer, Ankara, Doğu Batı,
2012, 728.). Bu elbette, Osmanlı Devleti başta olmak
üzere, Müslüman ülkeleri etkilemiştir (İkinci kısımda bunu
ayrıntılarıyla yazacağım). Ve nesiller boyu devam edecek
olan, Müslümanların kalblerinde ve ruhlarında çatışan/
çelişen ikili eğitim sistemi çıkmıştır. Batı’nın hızla değişen
pedagojik teorilerine kapılmış modern eğitimcilere karşı
hâlâ medreselerden öğrenebilecek çok şey vardır(Modern
Dünyada Geleneksel İslâm, Seyyid Hüseyin Nasr (Çev. Sara
Büyükduru), İstanbul, İnsan Yayınları, 2012, 162-178.).
17
Ağustos 1897 isviçre’de ilk siyonist kongresi toplandı ve bu kongrede dünya siyonist örgütü kuruldu.
Bu kongrede alınan kararlara göre Filistin’de bir
“yurt” edinilmesine çalışılacaktı. Böylece Filistin’de
bir yahudi devleti kurma düşüncesi, siyasi bir hareket halini almıştı.
1978-1979 israil- abd- mısır
görüşmeleri ve mısır-israil
arasında ikili barış ant. Bu ant.
İle israilin varlığı ilk defa bir
arap devleti tarafından tanınmıştır.
*1987- 1993 israil’in
1896-1902 dünya siyonist örgütü başkanı theodor
herzl osmanlı padişahı II. Abdulhamite’e filistin’de
yahudilere verilecek yerleşim iznine karşılık osmanlı devletinin dış borçlarını ödemeyi, bununla birlikte
başka mali ve ekonomik olanaklar sağlamayı teklif
etmiş ve red cevabı almıştır.
işgali altındaki batı
şeria’da ve gazze’deki
filistinlilerin başlattıkları
ilk intifada(ayaklanma)
* Kasım 1988 cezayir’de
toplanan filistin ulusal
konseyi ilan ettiği bildiri
ile “bağımsız filistin devleti” ile geçici bir filistin
hükümetinin kurulduğunu
açıklamıştır.
*Kasım 1917 ingiliz dışişleri bakanı
balfour siyonist federasyonu başkanı
lord rothschild’a gönderdiği mektupla
ingiltere’nin filistinde bir yahudi devleti kurulmasını kabul ettiğini resmen
bildirmiştir. (balfour deklerasyonu)
*1918 balfour deklarasyonu sırasıyla fransa italya ve abd tarafından da
kabul edildi.
5-10 haziran 1967 altı gün savaşı
israil’in mısır, suriye, ürdün’e karşı
ani saldırısı ve batı şeria, gazze,
golon tepeleri ile süveyş kanalına
kadar sina yarımadasını işgali. İsrailin kudüsün doğusu ile batısında
da kontrolü ele geçirmiştir.
*Mayıs 1948 ingiltere’nin filistin’deki
manda yönetimini tek taraflı kaldırması ve
bm kararıyla israil devleti kurulması.
*1948,1956 arap-israil savaşları ve
bm’nin savaşı önleme çalışmaları
*1956 süveyş kanal krizi(bu krizin sonucunda ingiltere ve fransa’nın mısır ve süveyş
kanalı üzerindeki varlıkları sona erdi.)
1947 bm’nin filistin’in arap ve
yahudiler arasında bölünmesi
ve kudüs’e tarafsız bir statünün
verilmesi kararı
1973
Arap-İsrail
Savaşı
*Ekim 1991-1993 ABD’nin
girişimi ile İsrail,Filistin kuruluş örgütü , Suriye,Lübnan,
Ürdün arasında Ortadoğu barış
görüşmeleri başlamıştır.
*Eylül 1993 Oslo Ant. Filistin
kuruluş örgütü İsraili’i tanıdığına ilişkin anlaşmayı, İsrail de
Filistin Kuruluş Örgütü’nü
Filistin halkının yasal temsilcisi
olarak tanıdığına ilişkin belgeyi
imzaladı. Gazze şeridi ile batı
şeria’nın eria kentinde yaşayan
filistinlilere özerklik tanındı.
1997
1996
1995
1993
1991
1988
1987
1979
1978
1939 ingiltere yayınladığı bir
planda on yıl içerisinde filistin’e bağımsızlık vereceğini
duyurdu ve buraya yahudi
göçünü sınırlandırdı.
1973
1967
1956
1948
1947
1945
1939
1922
1918
1917
1902
1897
1922 filistin’in ingiliz mandasına verilmesiyle 1900lerin
başından beri süren filistin’e
yahudi göçü hızlandı.
*1997 İsrail, El Halil
kentinin denetiminin
bazzı koşullarla filistin
Yönetimine geçmesini
kabul etti ve bm barış
gücü bu kentte göreve
başladı.
Mart 1996; Şubat 1996’da filistinde yapılan başkanlık seçiminin ardından filistin.2de barış
karşıtlarının eylemlerinin sürmesi
üzerine mısır’da ‘ortadoğu barış
süreci’ nin korunması için geniş
katılımlı bir terörle mücadele
zirvesi yapıldı ve yeni önlemler
alındı.
Eylül 1995 israil ve filistin
arasında abd “himayesinde”
washington anlaşması
imzalandı. Bu anlaşmaya göre
Batı Şeria’nın yüzde otuzunda
kontrol filistinlilere geçecek;
filistin konseyi batı şeria ile
gazze’yi yönetecek; ancak İsrail geçici bir süre dış güvenlikle dış ilişkilerden sorumlu
olacaktı.
1945 mısır, ürdün, suriye,
lübnan, ırak, suudi arabistan ve
yemen arap birliğini kurdular.
18
Editör: Polina Cengiz
i adım
b lgi
f kir
* Haziran 2002 İsrail
Batı Şeria’da oluşturduğu ‘yeşil hat’ boyunca
beton duvar inşa etmeye, dikenli ve elektrikli
tel örgü döşemeye
başladı.
*Ocak 2009 İsrail’in harekatının ardından Hamas ateşkes
ilan etti. İsrail askerleri 3 gün
içinde Gazze’den çekildiler.
*Şubat 2005 Mısır’da
İsrail-Filistin arasında imzalanan ateşkes
anlaşması ile dört yıldır
süren şiddetli olaylarına
son vermek amaçlandı.
*Kasım 2009 Goldstone raporu İsrail’in Gazze’ye yönelik
*Aralık 2011: İsrail,
saldırılarının haksız olduğu
Hamas ile Ekim 2011’de
ve savaş suçu işlediğine dair
yaptığı esir değişim anbm gazze komisyonu başkanı
laşmasının ikinci aşaması
*Aralık 2008 İsrail’in
tarafından hazırlanan belgençerçevesinde, kendi
seçtiği
Hamas’ın ülkesine füze
in bm genel kurulunda kabul
550 tutukluyu serbest
atışları yaptığını ileri sürerek,
edilmesi.
bıraktı.
Gazze’ye füze ve topçu ateşi
*Aralık 2011: Filistinli gruile saldırmaya başladı, sonra
*Mayıs 2010 Gazze’ye
plar Fetih ve Hamas, uzun
da dökme kurşun operasyonu
insani yardım götürmek
süren fikir ayrılıklarının
isimli kara harekatına girişti.
için yola çıkan Gazze’ye
ardından birleşme yolunÖzgürlük Filosu’na İsrail
da önemli bir adım attı.
donanması uluslararası
Mısır’ın başkenti Kahire’de
yapılan görüşmelerin
sularda saldırdı. Mavi Marardından Hamas, Filistin
mara gemisindeki yardım
gönüllüsü 9 kişi öldü, 50’yi Kurtuluş Örgütü bünyesine
katılma kararı aldı.
aşkın gönüllü de yaralandı.
BM İnsan Hakları Konseyi
bu saldırıyı yasadışı ve
orantısız olarak niteledi.
Temmuz 2004 Lahey
Adalet divanı İsrail’in
inşa etmekte duvarın
yasadışı olduğuna dair
karar verdi ve İsrail’den
bu duvarın yıkılmasını
istedi.
*1998 Filistin İsrail arasında
zaman zaman çatışmalar çıkmaya devam etti.
*Haziran 1998 İsrail’in
bölgede yeni yahudi merkezleri
kurma çalışması ve Kudus’ün
genişleyerek ‘süper belediye’ olmasını öngören “büyük
Kudüs Projesi”ni kabul etmesi
ile Filistin-İsrail ilişkileri ve
görüşmeleri olumsuz etkilendi.
* Temmuz 1998 Filistin’e
BM’de oy hakkı hariç üye
ülkelerin haklarına sahip olması kararı BM genel kurulunda kabul edildi. BM Güvenlik
Konseyi İsrail’den “Büyük
Kudüs Projesini uygulamaya
koymamasını istedi.
* Ekim 1998’de imzalanan
Wye Plantation Barış Anlaşması’na göre israil bazı
şartlarla Batı Şeria’nın yüzde
13’lük bölümünden 90 gün
içinde çekilecekti.
i adım
b lgi
f kir
* Mart 2000 İsrail Batı Şeria’nın bir bölümünden
çekilerek burayı Filistin yönetimine geri verdi.
*11 Temmuz 2000’ de gerçekleştirilen “2. Camp
David Zirvesi”nde uzlaşma sağlanamadı.
*Filistin Lideri Yaser Arafat, 26 temmuz 2000’de
yapılacak görüşmelerden bir sonuç çıkmazsa “13
eylül’de bağımsızlığımızı ilan edeceğiz. Kudüs
de, Filistin’in başkentidir” şeklinde bir açıklama
yapmış ve hemen arkasından ABD’nin sert tepki
ve tehditleri ile karşılaşılmış, bu karar Filistin
Konseyi tarafından ‘en az 2 ay erteleme kararı
almıştır.
*Ekim 2000 mısır’da toplanan“Kader Zirvesi”nde
alınan ateşkes kararına rağmen İsrail-Filistin
arasında devam eden çatışmalar üzerine İsrail 20
Ekim’de barış sürecini askıya aldığını açıkladı.
*2000-2005 El Aksa İntifadası olarak adlandırılan
ikinci Filistin ayaklanmasıdır. Bu süre boyunca
ABD ve Arap devletlerinin ortadoğu’da barışı
sağlamak için süren çalışmaları da başarısızlıkla
sonuçlandı.
*Kasım 1999 ABD
başkanı, İsrail başbakanı
ve Filistin liderinin
katılımıyla “üçlü Oslo
Zirvesi” yapıldı.
????
2014
2013
2011
2010
2009
2008
2005
2004
2002
2000
1999
1998
*2013 İsrail saldırıları ile 36 Filistinli yaşamını yitirdi.
* Haziran 2014’de filistin’de 3
israilli gencin kaçırılması üzerine Temmuz’da israil savunma
kuvvetleri gazze şeridine yönelik
koruyucu hat isimli kara, hava
ve deniz operasyonlarını başlattı. Hamas ve İsrail arasında 12
saatlik ateşkes imzalanan 26
Temmuz 2014 tarihine kadar
geçen 19 günlük sürede Gazze’deki acının bilançosu: 1.032
ölü, 5.900 yaralı.
İsrail saldırılarının başlamasından bu yana;
BİLANÇO:
Ölen Filistinli: 2139
Çocuk kayıp: 490
Ölen İsrail askeri: 64
İsrailli sivil kayıp: 6
Ölen İsrailli çocuk: 1
Yaralı Filistinli: 11 BİN
Yaralı Filistinli çocuk: 3 BİN
Evinden olan Gazzeliler: 500
BİN
Gazze’de yıkılan ev: 20 BİN
19
Filistin - İsrail Sorunu
Ayşegül Öztürk
Yüzyıllık Kördüğüm: Filistin - İsrail
-
İngiliz subayı: İsrail’in nüfuslandırılması, Yahudi ve Araplar
arasında paylaşılması birçok zorluk ortaya çıkarabilir.
-
Haganah subayı: Zorluklar aşılabilir. Birkaç katliam onlardan kurtulmamızı sağlayacaktır.
İngiliz General John Bagot Glubb anılarından…
İsrail ve Filistin arasındaki an-
laşmazlık daha doğru bir ifadeyle, İsrail’in Batı Şeria’daki hak
iddiası tarihteki en uzun süreli
ve çözümsüzlüğe terk edilmiş
meselelerden biridir denilebilir.
Bu konunun uluslararası alanda İsrail lehine bir meşruiyet
kazanması da başta İngiltere olmak üzere uluslararası aktörlerin meseleye adım adım müdahil
olmasıyla gerçekleşmiştir.
1897’de Basel’de toplanan Birinci
Siyonist Kongresi’nin sonunda Basel
Programı yayımlanmış ve Yahudilerin uluslararası alanda kabul görmüş
ve hukuksal bir dayanağa sahip
Yahudi devletini Filistin’de kurmayı
öngören fikir kabul edilmiştir.
Dikkat çeken bir diğer adımsa
1917’de İngiltere Siyonist Dernekleri
başkanı Lyod Rotschild’e, İngiliz
Dışişleri Bakanı Balfour’dan gelen mektuptur. Mektupta Balfour;
“Majestelerinin hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir milli yurt
oluşturulmasını uygun karşılamaktadır ve bunun gerçekleşmesi için her
20
türlü çabayı harcayacaktır.” demektedir.* Hamlelerini her zaman çıkarları
doğrultusunda yapan İngiltere’nin
bu kararı alırken elbette ki konjonktürel olarak gerekçeleri vardı. Yahudi
gurupları savaşa ilgili kılmak ve
Rusları savaşta tutmak gibi.. Milletler Cemiyetinin 1922 oylaması da
Filistin’de self determinasyon hakkının kullanılmayarak İngiliz mandası haline gelmesine sebep olmuştu.
Birleşmiş Milletler’in benzer bir
diğer kararı da 29 Kasım 1947 Genel
Kurulunda alınmıştı. ABD’nin destek
ve baskıları sonucu alınan Taksim
Kararı ile, o an Filistin topraklarının
%7’sine sahip olan İsrail’e %56’lık
bir pay uygun görülmüştü. 1948
Arap-İsrail savaşları sonlarına gelindiğinde artık Filistin toraklarının
%80’i işgal edilmiş yüz binlerce
Filistinli de mülteci durumuna
düşürülmüştü. Rusya eski başbakanı
Yevgeni Primakov’un bu konudaki
öngörüsü: Filistin’li nüfusun yaşadığı
toprakların ilhakı gelecekte İsrail’de
Yahudiler’in etnik azınlığa dönüşme
ihtimalini doğurabileceği yönündedir.
Diğer taraftan uzunca bir süre Arap
ülkelerinden medet uman Filistinliler,
bunun mümkün olmadığını gördüler
ve 1964 yılında Filistin Kurtuluş
Örgütü’nün kurulması da bu amaca
hizmet içindi. Örgüte katılımın tek
şartı da Filistin’in kurtuluşu için
yürekten verilecek bir mücadele
arzusu olarak belirlendi.
1978 yılına gelindiğinde ABD
Dışişleri bakanı Henry Kissinger’in
özel çabalarıyla uzlaşma yolunda
bir adım atılmış ve Camp David
Sözleşmesi imzalanmıştır. Diğer
taraftan İsrail’in ilk cumhurbaşkanı
Haim Weizmann’ın yeğeni olan
Ezer Weizmann bu anlaşmayı Batı
Şeria’da ve Ürdün nehrinde İsrail
egemenliğini ebedileştirme yöntemi
olarak görmekteydi. Ayrıca İsrail bu
anlaşmadan Arap Birliği’ni parçalama gibi bir kazanç da elde etmiştir.
Nitekim İsrail Ortadoğu’da yalnız
değildi. 18 Ekim 1993’te dışişleri
bakanı G.Shultz ABD Güvenlik
Kurulu incelemesinde İsrail’i resmi
olarak ’’ABD’nin Ortadoğu’daki
baş ortağı’’ ilan etmeyi teklif etti.
İsrail sempatisiyle bilinen Reagan’ın
onayı ile malum olan, ilan edilmiş
oldu. Ancak her ne kadar sempati duyulmuş olsa da ABD için her
zaman ülke çıkarları bir adım önde
i adım
b lgi
f kir
gitmektedir. 1983’te İsrail’in Lavi
avcı uçağının üretimine karşı çıkması konu İsrail dahi olsa ABD’nin
koşulsuz şartsız hiçbir devlet yada
grubu desteklemeyeceğinin açık bir
delilidir. Zira zaman zaman ABD’li
yetkililerin bu doğrultudaki açıklamaları da dikkati çekmektedir. Filistinliler’in İsrail’e karşı ilk intifadası
sonrası başbakan Şamir’e bu tutkusunu azaltması gerektiği uyarısında
bulunulmuştur.
Birinci intifada olarak bilinen ilk
halk ayaklanması 1987’de başlamış
ve 1993’ kadar çeşitli protestolarla
devam etmiş ve her iki taraftan da
binlerce insan ölümüyle sonuçlanmıştır. Ardından 2000 yılında
Şaron’un Mescidi Aksa’nın bulunduğu kompleksi ziyaretinden sonra
El Aksa İntifadası olarak bilinen
i adım
b lgi
f kir
ikinci ayaklanma gerçekleşmiştir.
İsrail-Filistin meselesi günümüze
böyle taşınmış ve hala geçici
ateşkesler ve tekrar saldırılarla
varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Meselenin acısız ve kolay
bir şekilde çözümlenmesi elbette
beklenemez ancak Filistin’in yalnız
ve güçsüz durumu İsrail’i saldırganlaştırmakta ve arkasına aldığı güçlerle de uluslararası alanda kendini
haklı gösterebilmektedir. Görünen
o ki herhangi caydırıcı bir etken
mümkün kılınmadıkça yüz yıldır
süregelen bu mesele bir yüz yılı daha
insanlığın utanç kaynağı olarak yerini
koruyacaktır.
Kaynaklar
* (Documents and Readings in the
History of Europe Since 1918, Walter
C. Langsam)
* (Rusların Gözüyle Ortadoğu,
2009, Yevgeni Primakov)
21
Filistin - İsrail Sorunu
Mehmet Rakipoğlu
İsrail - Filistin sorununda din
temellendirmesi
İ
srail- Filistin sorunu son yıllarda dünya çapında
yankı uyandıran olayların başında gelmektedir. İki
devletin egemenlik, topraksallık, etnik ve dini kimlikler,
kaynakların kontrolü ve bölgesel güç mücadelesinin iç
içe geçtiği ve dini sembolik boyutlar gibi sebepleri de
eklediğimizde sorun, sadece başladığı bölge olan Orta
Doğu için değil tüm dünyayı etkileyen büyük bir problem haline gelmektedir. Özellikle uluslar arası hukuka
aykırı hareket eden İsrail’e karşı dünyanın çeşitli ülkelerinden kınama ve ekonomik boykotlar gerçekleşmektedir. Hatta bazı Yahudiler de İsrail’i şiddetle kınamaktadırlar. İsrail ve Filistin ülkelerinde yaygın olan dinler
sırasıyla Yahudilik ve İslamiyet dinleridir. İsrail’deki
Yahudi güçleri, Filistin’de ise Müslüman kuvvetler
bulunmaktadır. Ayrıca İsrail, içinde bulunduğu şartların
getirdiği olağanüstü politikayı her an devreye sokma yeteneğine sahip olan ve tam da bu yüzden küresel toplumun bütün normlarından kendini “muaf” tutabilen bir
ülkedir. Sorunun dini temellendirmesi hususunda farklı
boyutlardan bakacak olursak, Yahudilerin çoğunluğunun
inandığı ve değiştirilmiş olduğu kesinleşmiş olan kutsal
kitaplardan biri olan Tevrat’ın bazı bölümlerinde öldürmenin ibadet olarak algılanabileceği kısımlar bulunabilir.
Örneğin; İşaya 47/14, 26/11, Hezekiel 9/5-6. Yahudiler
kendi inançlarına göre bir nevi ibadet yapıyorlar. Ve
buna karşı Filistin’de Hamas direnişinin silahlı kolu olan
El- Kassam tugayları bulunmakta ki bu askerler zulmün
her şekline karşı kendi ürettikleri silahlarla, kendilerine
ait vatanlarını korumaktadırlar. Öte yandan İsrail’in dünya politik sistemine ve devletlere ‘güvenlikçi’ yaklaşımı
ve Siyonizm etkisi Filistin üzerinde büyük bir baskıya
dönüşmüştür. İki devlet arasındaki sorunun temel noktası
ve en çok etkiye sahip kısım dini unsurlardır.
22
Kudüs, Siyonizm ve İslamiyet çıkmazları
Dünya üzerinde yaygın olan 3 semavi dinin ortaya
çıktığı Filistin bölgesi ve Hıristiyanlık, Yahudilik ve
İslamiyet dinleri için çok önemli bir şehir olan Kudüs
için tarihte çeşitli ‘din’ kökenli savaşlar olmuştur. İsrail
açısından bakarsak Yahudi inancına göre bu bölge Tanrı
tarafından ‘sadece kendilerine’ vaat edilmiş topraklardır.
Dolayısıyla bu toprakları almaları da ‘dinsel temellendirme’ çerçevesinde gerçekleşmektedir. İnançları
çerçevesinde gerçekleşen şiddet dolu olaylara müdahale için uluslar arası toplumun bir numaralı ismi olan
Birleşmiş Milletler 1947’de Filistin bölgesi için özel bir
statü hazırlamıştı. Bu statü tasarısı çerçevesinde İsrail’in
Filistin’in BM’ce belirlenmiş ve koruma altına alınmış
topraklara karışma hakkı yoktu. Fakat İsrail’in ‘istisnai’
durumu hiçbir kısıtlamayı kabul etmediği için, sivilleri,
çocukları, hastaneleri bombalama işlemleri devam etti.
Kudüs’ün önemi İsrail- Filistin sorununda dini argümanların önemini gösteren bir delil olarak görülebilmektedir.
İkinci olarak Siyonizm düşüncesi; (aşırı İsrail milliyetçiliği de diyebiliriz) İsrail’in hedeflerinin çizildiği
tablodur. İsrail, Theodor Herzl önderliğinde Filistin ve
çevresinde politik Siyonizm çerçevesinde kurulan bir
devlettir. Siyonist düşüncenin koyduğu sınırların dışına
çıkmadan gerçekleştirilen her eylem, ‘ Yahudiler için
Filistin’de kamu hukukuyla güvence altına alınmış bir
vatan yaratmak’ sloganı altında gerçekleşmektedir. Bu
düşünce akımı ekonomik olarak Mason locaları tarafından desteklenmekte ve dünyanın en büyük kar amaçlı
şirketleri ve Amerika’da bulunan İsrail lobileri İsrail’in
askeri mühimmat sağlamalarına yardım etmektedirler.
i adım
b lgi
f kir
Ayrıca bununla yetinmeyen İsrail, Siyonizmin getirdiği ırkçı
düşüncelerle dünya üzerinde özellikle Orta Doğu’da çeşitli
planlar gerçekleştirmektedir. Bunların en bilindikleri: Büyük
Orta Doğu Projesi, Dinler Arası Diyalog gibi geniş kapsamlı
projelerdir. Bu projelerin İsrail’e getirisi birlik içerisine
hareket edemeyen Müslüman ve Hıristiyanlar üzerinden
prim sağlamaktır.
Ve İsrail- Filistin sorununda üçüncü payı İslamiyet’e
yöneltilmiştir. İbrahimi dinler
diye tabir edilen 3 dinin sonuncusu olan İslamiyet, içeriği
anlaşılmadan uygulama alanına koyulduğu anda insanlarda
korku ve dehşet uyandırabilecek bir dindir. Barış ve sevgi
temelli olan İslamiyet’e yönlendirilen yanlış
yorumlar sonucu İslamiyet terörizm ile eş
değer sayılmıştır. Özünde bütün dinlerin mesajı
aynıdır: Allah, tektir ve O’nun peygamberleri
vardır, hesaba çekileceğimiz bir gün ve uymamız gereken
kurallar vardır. Fakat insanlar gönderilen peygamberlere
çeşitli işkenceler yapmış, kitapları tahrif etmişlerdir. Ve en
son gönderilen kitap Kur’an-ı Kerim ise değiştirilememiştir
ve bu Hicr suresi 9.ayetinde Allah tarafından söylenmektedir. İsrail’in Filistinlileri vatanlarından çıkarmaya çalışması,
masumları öldürmesine karşı Filistinlilerin ‘kendilerini
korumak için savaşmaları’ gerek mantıksal gerekse dinsel
çerçevede gayet doğaldır. Ve bu anlayışı aşırıya kaçırmadan
yapılan hemen hemen her şey İslamiyet’teki cihat anlayışı
ile uyuşmaktadır. Bu çerçevede kendilerini savunan Filistinliler bir nevi dinlerinin emrettiği bir uygulamayı yapmış
bulunmaktadırlar. Yani Müslüman olmayanlara karşı kendilerini korumaları bir çeşit ibadet gibidir.
likle 1990’lı yıllar sonrası Şimon Peres’in başbakanlığı ile
daha kanlı bir hale dönüşen bu sorun temelinde din ve dinden kaynaklanan topraklar ve kutsallar üzerine inşa edilmiştir. Tabii bu problemi daha iyi anlamak için devletlerin
ilişkilerindeki tarihi perspektifi de unutmamak gerekmektedir. Başbakan Davutoğlu ‘Filistin: Çıkmazdan Çözüme’
adlı kitapta belirttiği gibi, problemin tarihi açısından tutup
sosyolojik olaylarına kadar derin incelenmesini sorunun anlama ve çözme açısından çok
önemlidir.
Kaynakça:
1
dan hazırlanmıştır.
2
İsrail- Filistin sorunundan çözüm için öncelikle her iki
tarafında ortak paydada buluşması gerekmektedir. Ortak
noktada buluşamayacakları bir nokta varsa o da Mescid-i
Aksa’dır. Yahudiler merkez olarak kabul ettikleri bu mescidi
ne pahasına olursa olsun kazanmak isteyeceklerdir. Aynı
şekilde Müslümanlarda bu merkezi ellerinden kaybetmemek
için ellerinden geleni yapacaklardır. Sorunu anlamak için
iki tarafından kutsal kitaplarına bakılmalı ve objektif bir
şekilde savaşın başından sonuna kadar geçen süreçte kaybedilenlerin telafisi edilmelidir. Olaya yalnız Filistin tarafından değil, İsrail açısından da bakmak kalıcı bir barış için
faydalı olacaktır. Arabulucu olarak 1974 yılında BM tarafından sağlam bir slogan bulunmuştu: ‘İki halk için iki devlet.’
Fakat bütün girişimlere, diplomatik çabalara rağmen özel-
i adım
b lgi
f kir
Sabah Gazetesi,Web sitesi: http://www.sabah.com.tr/Dunya/2014/08/24/yahudile-
rden-israile-boykot-cagrisi (erişim tarihi 30.08.2014)
3
Murat Yeşiltaş, Gazze ve Uluslar arası Toplumun Sefaleti, web adresi: http://
setav.org/tr/gazze-ve-uluslararasi-toplumun-sefaleti/yorum/16198 (erişim tarihi
30.08.2014)
4
Nursultan Abdülhamid İkinci, Değiştirilmiş Tevrat’ın Yahudiler’e Emrettiği İbadet,
Web adresi: http://onceinsan.blogcu.com/degistirilmis-tevrat-in-yahudiler-e-emrettigi-ibadet/477524 (erişim tarihi 30.08.2014)
5
Sonuç ve Çözüm
İsrail- Filistin Sorunu Ve Barış Sürecinin Geleceği konulu rapor. ORSAM tarafın-
Sedat Kızıloğlu, İsrail Devleti’nin Kuruluşuna Kadar Geçen Süreçte Yahudiler
ve Siyonizm’in Gelişimi, Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 2 Sayı 1: Ocak 2012, sayfa
35-36
6
3 Semavi Din Açısından Kudüs’ün Önemi, Web adresi: http://kenandabirkuyu.
blogspot.com.tr/2014/02/3-semavi-din-acisindan-kudusun-onemi.html (erişim tarihi
30.08.2014)
7
Siyonizm ve Irkçılık, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları:
Ankara: 1982, No:511, sayfa 23
8
Siyonizm Düşünden İşgal Gerçeğine FİLİSTİN, Fatma Tunç Yaşar, Sevinç Alkan
Özcan ve Zahide Tuba Kor, sayfa 35
9
Halit Durucan, Siyonizm ve Siyonizm’in Evrensel Hedefleri, Web adresi: http://
www.makalemarketi.com/toplum-ve-haberler/politika/2106-siyonizmin-evrensel-hedefleri.html (erişim tarihi 30.08.2014)
10
Ahmet Akgül, İslam Davası ve Cihat Kavramı, Togan Yayınevi: İstanbul, 2013,
sayfa 53-56
23
Filistin - İsrail Sorunu
Hadiye Yolcu
Biz Ne Kadar Masumuz?
Vakt-i zulümde buluştuk yine insanım. Ağlamak düştü payımıza, hayıflanmak, dövünmek, hiddetlenmek biraz da küfür etmek. Sanal alemde acımızı paylaştık, zalime öfkemizi kustuk, rahatladık.
Slogan atarken eylemde birkaç video çektik, boş durmadığımızı gösterdik. Haykırdık öfkemizi.
“Kahrolsun zalimler! Yaşasın halkların kardeşliği!” dedik, birilerini suçladık. Evet suçluydu birileri,
suç işlemişlerdi fakat bir an durup “Bu zulümde benim payım nedir?” diye hiç sormadık kendimize.
Kendimizden hiç şüphe etmedik. Ötekini suçlamak en kolayıydı, öyle yaptık. Sorumluluklarımızdan
kaçmak için topu ötekine atmayı tercih ettik. Her bir toprakta zulüm var. Her gün başka bir yerden
vahşet haberleri alıyoruz. Sosyal medyadan slogan atmaya ancak yetişebiliyoruz. Gündelik haberlere verdiğimiz tepkilerimiz de gündelik oluyor.
F
ilistin’deki zulüm bugün başlamadı, altmış yıldır
süren zulmü seyretmeye devam ediyoruz. Zalim
cüretkar. Zalim programını yapmış, geleceğe dair projesini yürütürken biz bugün atılan bombayla kaç kişi ölmüş
onun hesabını yapmaktan, gündelik sloganlarımızı savurmaktan, üzüntümüzü sanal ortamda ifade etmekten başka
ne yapıyoruz? Bunları yapmakla üzerimize düşeni yerine
getirmiş mi oluyoruz? Yaşadığımız ülkeyi yönetenlerin,
Filistin’e bu zulmü yaşatanlara destek verdiğini bilmek
utançtan ölmeye yetmez mi? Burnumuzun dibine yerleştirilen radar üssünden İsrail’e destek veren bir ülkenin
vatandaşı olarak Filistin’e ağlamaya utanmayacak mıyız?
İsrail zalim, İsrail suçlu, İsrail haksız evet, peki ya biz?
Biz ne kadar masumuz? Kendi ülkemizden İsrail’e
destek verilmesine engel olamıyorsak Filistin’e ağlamayı bırakıp kendi halimize ağlamalıyız. Amerika
gelip ülkemize kendi eliyle radar üssü kurabiliyorsa,
bağımsız olmadığımızı anlamalı, bağımsız olamayışımıza
ağlamalıyız. Reyhanlı’da öldürülen vatandaşlarımızın
bile hala hesabını soramamışsak, Gezi Direnişi’nde
alınan canlarımızın kanları hala yerde duruyorsa bizler
Filistin’i ağzımıza almaya utanmalıyız.
Yüreğin yanıyor insanım, vicdanın sızlıyor biliyorum, Filistin’e, Rojava’ya, Şam’a, Kerkük’e, Musul’a,
24
Türkistan’a, Arakan’a, Myanmar’a… Sayarken bitap
düşüyor dilimiz. Her yer acı her yer zulüm. Savaş değil
bu, silahsız insanların kurban edildiği bir trajedi. Senaryoyu yazanlar fildişi kulelerinde yeni planlar yaparken
biz ağlayıp, slogan atmakla mı yetineceğiz? Dünyanın
patronları işkembelerini doldurmak için, kendileri daha
güzel yaşamak için halkların kaderini belirlerken biz
hiçbir sorumluluğumuz yokmuş gibi dua etmekle mi
yetineceğiz? En son Soma’da rant uğruna yitip giden
canlarımız için ne yapabildik? Bir hanım teyze ellerini
havaya kaldırmış dua ediyor: “Allah’ım Soma’da ölen
kardeşlerimizin ailelerine yardım et!” Fakat o ailelere gidecek olan yardım havaya kaldırdığı elinde altın
bilezik olarak bekliyor. Bu samimiyetsizlikten ne zaman
kurtulacağız? Kendimizi mi kandırıyoruz, Allah’ı mı
kandırıyoruz, kimi kandırıyoruz? Cumhurbaşkanlığı
seçim kampanyaları için yaptığı bağışı kime yaptı bu
halk? Derdimiz ne bizim, amacımız ne? Ne yaptığımızın
farkında mıyız? Sistemin bize dayattıklarını seçenek
olarak kabul edecek kadar ne zaman acizleştik?
Firavun “Ben ne dersem o!” mottosuyla ülke yönetirken,
ulema iktidar destekçiliği için dini alaşağı ederken,
medya Firavun’un sihirbazlığını üstlenmiş haber alma
hakkımızı gasp etmişken, hukuk iktidarın tekelinde
egemenlerin hakkının savunucusu haline gelmişken, ordu
i adım
b lgi
f kir
NATO’nun emrindeyken, emniyet birimleri iktidarın
muhafızlığını yaparken, baraj saçmalığı yüzünden halkın
birçok kesiminin vekiline geçit vermeyen meclis bizi
temsil etmezken, eğitim sistemi ‘sürü nesil’ projesi için
birilerinin arka bahçesi olmuşken, dünümüz unutturulmaya, bugünümüz baskı altına alınmaya, yarınımız çalınmaya çalışılırken Filistin’den önce kendimiz için bir şeyler
yapmamız gerekmiyor mu?
Bu söylediklerimden herkes kendini düşünsün manası
çıkarılmaz umarım. Demek istediğim herkes ÖNCE
kendini düşünmeli. İlkyardımda bile birinci kuraldır;
önce kendi güvenliğini sağlamalısın. Kendi güvenliğini
sağlamadan başkasına yardım etmen imkansızdır. Biz
önce içinde bulunduğumuz sivil işgalden kendimizi
kurtarmalıyız. Zira bu baskı çemberi içinde bir şeyler
yapamadığımızı İsrail Konsolosluğu önünde deneyimledik. Karşımızda kendi devletimizin muhafız alaylarını
bulduk. Devletimiz, hukukumuz, medyamız, diyanetimiz,
ordumuz, polisimiz hepsi karşımızdayken yaşadığımız
topraklarda bir hükmümüz var mı? İrademizi sıfırlayan
bir güçle karşı karşıyayız. Kendi irademizle karar verip
uygulayamadığımız ülkemizin yetimleriyiz. Bu durum
için çözüm üretememişsek hiç de masum değiliz.
i adım
b lgi
f kir
Zulme sessiz kalmak istemeyen, kimliği ne olursa olsun
mazlumun yanında olmak isteyen, haksızlığa geçit
vermeyecek olan benim vicdan ehli insanım, sorgulamaya kendimizden başlamalı, elimizden geleni değil, işin
gereğini yapmak için çalışmalıyız. En yakınlarımızdan
başlayarak kendi bağımsızlığımızı elde etmeden kimseye elimizin yetişmeyeceği bilincini kazandırmak için
emek vermeliyiz. Bu mücadelede umut bizimle, hakikat
bizimle, Allah bizimledir. “Hiç kuşkusuz bir toplumun
bireyleri kendilerini değiştirmedikçe Allah da o toplumun
gidişatını değiştirmez.” (Rad:11)
25
2139
Filistin-İsrail Sorunu
2139…
u rakamlar neyi ifade ediyor? Para
birimi, şans oyunları, bir numara yada
önemsiz rakamlar topluluğu… Çok fazla
şey geldi aklınıza ilk gördüğünüzde eminim. Benimde aklıma bir çok şey geldi, ama
asıl olan gelmedi! 2139… insan sayısıdır.
Evet bu binleri ifade eden sayı, insan
sayısıdır. Ölen insanların sayısı, okul kazanan,
tatile çıkan, kitap okuyan, iş bulan, bulamayan… insanların sayısı değil. Şuanda hayatta olmayan ve tüm
dünyanın sessizce izlediği ölen insanların sayısı! Son
sayımlara göre Gazze’de ölen insanların sayısı 2139
olarak belirlendi. Tabi bu enkaz altından çıkartılabilen
insanların sayısı birde bunun görülmeyen yüzü var.
Enkaz demişken bu bir deprem enkazı değil, koca
bir insanlığın enkazı. Gazze’de ölenler bombalardan, kurşunlardan ölmüyor. Sakın bunu böyle anlamayın! Onları bizler öldürüyoruz; vicdanlarımızla,
sevgisizliğimizle, hırsımızla ve en önemlisi kaybettiğimiz insanlık onurumuzla öldürüyoruz. Birde
öldürdüğümüz insanlar için
ağlıyoruz, ne kadar ironik
öyle değil mi? Eminim “
Ben kimseyi öldürmüyorum,
ben ne yapabilirim ki?...”
gibi karşı çıkma, kendimizi
savunmaya geçme cümleleri kafamızda bir oraya bir
buraya çarpıp duruyordur…
Aslında haklısınız hiçbir
şey yapmadık, yapamadık.
Çünkü kendimizle o kadar
meşguldük ki bir başkasını acısı bizim acımız olmazdı.
Bir başkasının ölümü veya bir çocuğun bağırışları bizim
canımızı acıtamaz. Nedeni ise; biz unuttuk. Tanrının bize
verdiği o büyük kalbe kainatı bile sığdırabilecekken biz
kendimizden başkasını koymayı unuttuk…
B
Gazze’de ölenler için protestolar, boykotlar, basın
açıklamaları yapıldı birkaç gün ve bunu tüm kanallar
gösterdi. Ağladık, lanetler yağdırdık. Peki daha sonra…
26
Fatma Karakuş
Sonra herkes aynı sessizliğine geri döndü. Tıpkı masallarda gökten üç elma düştü misali kimse
sonrasını umursamadı. Hatta bazılarımız merak
bile etmedi. Çünkü bencilliğimiz buna izin
vermiyordu. Bencilliğimiz ne mi? Durun
size biraz ondan bahsedeyim; günün her anı
yanımızda olan, güzel giyimli, burnu havada
hoş bir kadındır. Onun özgüveni ve kendini
beğenmişliği hemen dikkatinizi çeker. Önce bu
nasıl kadın ya bir insan devamlı hep bana hep
bana der mi dersiniz. Sonra bir bakmışsızın bu
durum sizi rahatsız etmiyor. Hatta hoşunuza
bile gidiyor ve hep onunla olmaya başlarsınız. Bencillik
Hanım fısıldar sana; aman canım sana ne? Sen kendi işine
bak, herkes kendine bu zamanda diye. Gerçekten herkes
kendine mi? Böyle mi öğrendik? Böylemi öğretildi bize?
Bana sorarsanız böyle öğretilmedi. Hangi zamanda olursak
olalım. Geçmiş, gelecek yada şimdiki zamanda fark etmez
bu böyle değildi ve olmamalıda.
“Yalnız vermeyi amaçla ki alasın”
sözü ne güzeldir. Günümüz insanının her
anında hatırlaması gereken bir söz. Bu
Bencillik Hanımın ise yasaklı cümlesidir.
Öyle olmalıyız ki; tek derdimiz diğer insanların, hayvanların hatta bitkilerin bile
mutluluğu olmalı. Hissetmeliyiz her ne
yapıyorsak her ne düşünüyorsak bizi bu
kadar seven yüce gücü. Tanrı bize bu kadar çok şey vermişken biz nasıl başkalarına vermeyiz. Sevgimizi, merhametimizi,
malımızı sırf Bencillik Hanım istedi diye kendimiz için
mi saklayacağız? Yoksa Bencillik Hanıma “dostluğumuz
burada bitti” diyerek Tanrının bize verdiği sevgiyi bizde
başkalarına vermeye mi yöneleceğiz? Eğer sevip sevilmeye yönelirsek; 2139 sayısı gelecekte bizlere ölüm, savaş,
çocuk mezarları olarak değil, aydınlık gelecekte gülüşen,
eğlenen, öğrenmeye hiç durmadan devam eden çocukların
sayısı olarak dönecektir.
i adım
b lgi
f kir
Velican Polat
t
Ba
Nasıl uyuyoruz
ulan..
Küfrün mermisi vurmuşken mabedimizi
Bugün Filistin için uyanık kalmalıyız
Tıpkı tıpkı Doğu Türkistan’da nöbetleşe
namaz kılan
Uygurlu uygar çocuklar gibi
Bir gün biz rüyalara ara vereceğiz
Çarpışacağız geniş göğsümüzü gere gere
Sapanlarla Sereceğiz böyle düşmanı yere
Sızlayacak çöl soğuğunda yüreğimiz
X
i adım
b lgi
f kir
ze
Gaz
a
X
Mehmet Çakar
Uyuyan Ümmet
srail
Güneş kızıl rengini almış yavaş yavaş,
Akşam yaklaşmakta biraz biraz.
srail
Nasıl uyuyoruz be
Mermiler düştükçe şehre
Ya da bir misket bombası...
Sizce atan kadar
Yutan bizler
Uyuyan bizler
Dinleyen sizler de suçlu değil misiniz?
Bir bebeğin kan sızan yüzü
Bir annenin yürek döven yumrukları
Bir babanın omzunda çaresiz başı
Hiçbir şey çağrıştırmıyorsa
Bir şey hissettirmiyorsa;
Sığının küfrün kollarına
Sarılın tarihin arka sokaklarına
Bizi satana mı yardım edeceğiz ayaklarına.
Çünkü rahatlık kafamızda
Şeytan damarlarımızda
Hücre yataklarımızda.
ri
e
Ş
ı
Ufukta bir sessizlik gözükmekte.
Belki de Gazze iftarı beklemekte
Ve birden sessizliği yaran bir top sesi boom diye!
İftardan önce şahadete ulaştı Gazze tekbirlerle.
İsrail öldürdüğünü sanmakta;
Bilmemekte ki, Müslüman ölünce doğmakta.
Yakıyor Gazze’yi kafirin ateşi.
Yanıyor ümmetin günahsız sabisi.
Ümmet sessiz, ümmet tepkisiz.
Ümmet uyumakta sıcak yatağında.
Arada da kalkıp televizyon, internet cihadı yapmakta.
Sorarsanız beklemekte ebabilleri…
Ebabil gelse, nasıl tanıyacak ki kendilerini?
Hayatın her alanına koymuş kafirin malını.
İcraatta kafirin dostu,
Sözde ümmetin ta kendisi.
Uyumakta ümmet sesiz sessiz,
Uyanmayı beklemekte çaresiz.
Ve birden güneş doğacak habersiz.
İşte o zaman sönecek İsrail, batacak kafir.
Yakındır günler, yakındır gelecek.
Ümmet her zaman böyle kalmaz!
Yarın bugün uyanır elbet.
Kuran’da müjdelenmişti ayet,
Yarın bugün sonun hazırdır İsrail elbet.
27
Bireysel,
Üniversite Topluluğu
ya da Dernek/Sivil Toplum
Kuruluşu olarak
bizimle beraber çalışmak
ister misiniz?
28
i adım
b lgi
f kir
i adım
b lgi
f kir
29
Söyleşi
Pelin Gül
Kadın cinayetleri politiktir!
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, 2010 yılında
Münevver Karabulut cinayetinden sonra Emekçi Hareket Partili
kadınların önerisi ile bir çok parti ve kurumun da desteğini alarak
kuruldu. Kuruluşunda da yer alan CHP çalışmalara en düzgün
katılan partilerden biri. Platform, meclis’te grubu bulunan bütün
partilerle beraber çalışıyor. Sadece eylem yapmıyorlar, yasa önerileri hazırlayıp takipçisi oluyorlar. Bazen MHP’nin destek verdiği
kampanyaları bile oluyor.
Her gün 4 kadının cinayete kurban gittiği Türkiye’de platform çok önemli bir görev üstleniyor. Yıllardır
“namus cinayeti”, “aşk cinayeti” olarak gazetelerin 3. sayfalarında çıkan haberlerin dili bile platformun
mücadelesi sayesinde değişti. Haberlerde “kadın cinayeti” tanımlamasının kullanılmasını sağlayan
platform şimdi de bu tabirin ceza yasalarında da yerini alması için mücadele ediyor. Kadın Cinayetlerini
Durduracağız Platformu Genel Temsilcisi Gülsüm Kav, dergimize verdikleri mücadeleyi ve taleplerini
anlattı:
Görmezden geliyorlar
Gerçek sayıları açıklamıyorlar
Fatma Şahin daha iyiydi
Toplum ilerledikçe kadınlara yeni hak
lar doğuyor
Platformun takip ettiği davanın olduğu bölgeye göre
birlikte çalıştığımız gruplar değişiyor. Amacımız toplumsal bir konu olan ‘kadın cinayetleri’ için toplumun bütün
kesimlerini harekete geçirmek ve birlikte çalışmaktır.
Sadece kendine benzeyen kadınların yaşadığı sorunları
kabullenmeyi doğru bulmuyoruz. Platform olarak bu
şekilde olan kurumlar ile kopuş yaşadık. Türkiye’de
kadın toplumunun yaşadığı bütün sorunları ile ilgileniyoruz. Biz sadece protesto yapan değil çözüm üreten bir
platformuz. Kadınların sırf kadın oldukları için öldürülebilir görülmesi ya da şiddet kullanılabilir görülmesi
politik bir meseledir. Bu konuyu görmezden gelen, bunun
üstünü örten bir siyasal ele alışta son derece politiktir.
Eski ‘Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanuna İlişkin Uygulama Yönetmeliği’
çok yetersizdi. Mağdur, tehdit eden ile resmi evli değilse
devlet onu korumuyordu. Bu kanunun değiştirilmesi için
platform olarak çok çaba sarfettik ve Fatma Şahin’in
döneminde bu kanun değiştirildi. Fatma Şahin kendisinden bir önceki ve sonraki bakanlardan daha duyarlıydı.
30
Gerçek verileri öğrenip tabloyu anlamaya ihtiyacımız
oluyor kayıtları öğrenebilmek için Bilgi Edinme Hakkı Kanununa dayanarak defalarca yetkili kurumlara
başvuruda bulunduk. Her 8 Mart’ta sormamıza rağmen
gerçek verilere ulaşamıyoruz. Aşağı yukarı bir tablo oluşturabilmek için tarafımıza ulaşan ailelerden ve
iletişim araçlarından verileri toplamaya başladık. Geçen
sene 8 Mart’da Aile Bakanlığı bir veri açıklamak zorunda
kaldı. Ama açıkladığı veri bizim topladığımız verilerden
çok daha azdı. Çünkü Aile Bakanlığı hükümetin yeni
çıkardığı Koruma Kanununa bile uymadan sadece aile içi
resmi öldürülenleri hesap etmiş.
Modernleşme, kentleşme, kadınların iş hayatında
önünün açılması, kamusal alanda başörtülü kadınların
önünün açılması gibi ilerlemeler kadınlara da yeni haklar
doğuruyor. Toplum ilerledikçe kadınlar önceki dönemlere göre haklarını daha fazla arar hale geliyorlar bunun
sembol hakkı da ‘boşanma hakkı’dır. Çünkü kadınların
şiddete maruz kalmaları ya da öldürülmeleri en çok bu
evrede başlarına geliyor. Kadınlar eskisine göre daha çok
i adım
b lgi
f kir
kolay seçiyorlar. Kendilerini koruma
içgüdüsüyle kısa vadeli çıkarlarını uzun
vadeli çıkarlarına tercih edebiliyorlar.
‘Bir grup marjinal’ diyorlardı...
Toplumda kadın haklarının farkına
varma hali giderek büyüyor. Hasret
Kara’yı kendi mahalle halkının koruması bunların somut örneklerindendir.
Eskiden mahalle halkı olaylara aile
içi mesele gözüyle bakarken şimdi
kadın katillerine, kadına saldıranlara
tepki veriyor. Platform olarak mücadelemizde hak kaybina uğrayan kişi
ile baş başa kalırdık. Yıllardan sonra
ilk defa toplum da sesimizi duydu.
Türkiye’nin 2014 Yılı ilk altı ayının Kadın Cinayetleri verileri
Songül Karlı’ya ve Seda Sayan’a
açıklandı: 139 Kadın katli!
oluşan kamuoyu tepkileri toplum olarak
gelişme kaydettiğimizi gösterdi. Son
haklarını arıyorlar ama bu hak arayışına direnen bir erkek Kadınların mücadelesi toplumsallaştıkça karşı tarafta
egemenliği var.
-TV programları ve söylemleri ile-eli yükseltiyor.
Kadınları erkekler öldürüyor
Kadınları soyut olan siyaset değil, somut olarak erkekler
öldürüyor. Erkekler kadınların çalışma, boşanma, eğitim
alma gibi modern hayatla ilgili hak arayışlarına ayak diriyorlar, kadınları şiddetle bastırmaya çalışıyorlar. Ülkeyi,
kadınların sadece çocuk yapan ve evde oturan yönlerinden bahseden, şiddet uygulayan erkeğe cesaret kazandıran bir siyaset yönettiği için bu korkunç tablo ile karşı
karşıya kalıyoruz. Böyle kriz anlarında yöneten siyaset
kadınların lehine tutum alarak erkeklerin bu direncini
kıracak olsa -ki imza atmış olduğu uluslararası sözleşmelerde bunu gerektiriyor- bu kadar kadın cinayeti yaşanmaz. Belki o zaman Türkiye gerçekten bölgenin yıldızı
olabilir. Topluma kadınların hakları olduğunu, bu hakları
kullanmaları gerektiğini, bu hakların önüne erkeklerin
engel olarak çıkmamaları gerektiğini erkeklere de seslenerek anlatılması hem basının hemde siyasetçilerin
işi ama asıl bu hakları garanti altına alan yasaları yapan
sorumluların işidir.
AKP’ye kadınlar daha çok oy veriyor
AKP’nin kadın hakları konusunda politikaları ve söylemlerine rağmen erkeklerden çok kadınlar AKP’ye oy veriyor. Bunun kökeninde ise yine kadınların en uzun baskı
sistemiyle eziliyor olmaları var. Her türlü istikrarsızlık
kadınlar için erkeklerin yaşadığından çok daha büyük
felaketler getiriyor. Bir şey değişince çok şey kaybedeceklerini düşünen kadınlar bu yüzden statükoculuğu daha
i adım
b lgi
f kir
Gezi’den sonra erkeklerin desteği arttı
Platformumuzda 1000’e yakın kadın var. Yürüyüşlerimizin öznesi kadınlar olduğu için eylemlerimizde ve
karar alma sürecimizde sadece kadınlar var. Erkeklerden
çevrelerindeki kadınları seferber etmelerini ve lojistik
destek sağlamalarını bekliyoruz.
Çok yönlü bir mücadele yürütüyoruz bu sebeple herkesin bulunduğu noktadan taşıyabileceği suyu var.
Platform’a destek olmak isteyenler eylemlerimize
katılabilir, duyurularımızı yapabilir, kokart satın alabilir ya da kokart satışında bulunabilirler. Her yıl satışını
gerçekleştirdiğimiz bir takvimimiz var gelirleri ile dava
ve yol masraflarını sağlayabiliyoruz ama mekanımızın
kirasını çıkaramıyoruz.
www.kadıncinayetlerinidurduracağızplatformu.net den
Platform ile ilgili daha fazla bilgiye ulaşabilirsiniz.
Sorunun Çözümü için Platformdan öneriler:
1) Cumhurbaşkanı, Başbakan, Meclis’teki tüm parti
liderlerinin kadına yönelik şiddeti kınaması.
2) Koruma kanununun etkin uygulanması.
3) Ceza Kanunu’nda caydırıcı ceza.
4) Kadın bakanlığının kurulması.
5) Cinsiyet ve cinsel yönelim eşitliğini esas alan
yeni anayasa. Bunların hepsinin uygulanması için
çabalıyoruz.
31
Gündem Özel
DİNİN VE KUTSAL KİTAPLARIN SAVAŞLARA
KATLİAMLARA ÇIKAR İLİŞKİLERİNE ALET
EDİLMESİ
Yıl M.S 312 birinci Kostantin rakibi Maxentius’u yenerse
tek başına iktidar olacaktır,fakat ortada bir sorun vardır.
Bizanslı hristiyanlar savaşa karşı oldukları için askerlik
yapmak istemiyorlardı. Birinci Kostantin bunun üzerine
din adamlarından oluşan bir din ordusu kurulmasını istedi.
Ve böylece tarihte ilk defa tek tanrılı bir din ordusu kurulmuş oldu. Fakat yine de Kostantin’in istediği asker sayısına
ulaşılamadı ve bu sayı ile savaş başladı. Savaşın ilerleyen
safhalarında Kostantin savaşı kaybedeceğini anlayınca
mızrakların ucuna İncil’in takılması emrini verdi ve nihai
olarak bu taktik sayesinde savaş Kostantin lehine kazanılmış
oldu. Bu olayın neredeyse bire bir aynısı 4. halife Hz. Ali ile
Muaviye arasında cereyan eden Sıffin savaşında yaşanmıştır.
M.S 657 yılında yani Kostantin’in İncil’i mızrakların ucuna
takmasından neredeyse 345 yıl sonra Hz. Ali’nin halifeliğini
tanımayan Ebu Sufyan’ın oğlu Muaviye (Yezid’in babası) şu
anki Suriye’nin Rakka bölgesi olan yerde gerçekleşen savaşta yenilmek üzereyken askerlerine danışmanı Amr bin as’ın
önerisiyle Kuranı Kerim’i, askerlerine emir vererek mızrakların ucuna takılması emrini vermiştir. Hz. Ali’nin ordusu
karşısında darmadağın olan Muaviye’nin ordusu mızrakların
ucuna Kuran’ı takarak, la Hukme illa lillah (hüküm yalnız
Allah’ındır) sloganı’nı atarak Hz.Ali’nin ordusunun karşısı-
32
Taylanözgür Ekinci
IŞİD =
na çıkmışlardır bu onların son şanslarıdır ya, bu tuzak tutar
düşman duraksar, çekilir ya da, tarihin sayfalarına gömülürler. Evet işler o kadar iyi gider ki bu şeytani tuzak tutar
ve Hz.Ali’nin ordusu duraksar, tereddüt eder, Hz.Ali’nin
askerleri olduğu yerde kalır ve ne bir adım ileri gidebilirler ne de geri şoka uğrayan ordu kala kalmıştır. Hz. Ali’nin
ordu komutanı malik ejder askerlerine talimat verir bu bir
oyundur, bu bir tuzaktır, o mızrakların ucundaki mürekkep
ve kağıt parçasıdır Allah resulünün konuşan Kuran (Kuran-ı
natık) dediği Hz.Ali bizimle beraberdir bu tezgaha gelmeyin
bu oyuna kanmayın diyerek ordunun içinde etkili konuşmalar yapsada orduyu ikna edemez ve kesin olan bir zafer usta
ve şeytani bir planla engellenmiş olur.
Hem de bu usta ve şeytani plan çok uzun yıllar hatta yüzyıllar sonra gösterecektir ki bu plan nedeniyle tarihin akışını
değiştirecektir, belki de bu planın fikir babası Amr bin as
(Arabın dört dahisinden biri olarak kabul edilir) bile bu
planın taşları bu kadar yerinden oynatacağını düşünmemiştir. Bu plan Muaviye ve askerlerinin canını kurtardığı gibi
Hz.Ali’nin ordusunu karıştırmaya yetmiştir. Hz.Ali’nin
ordusunda homurdanmalar başlamıştır keza Hz.Ali’nin ordusundan bir kısmı ordudan ayrılmış bir kısmı Muaviye’nin
tarafına geçmiş diğer bir kısmıda kendisine ait yönetim
tarzı olan ve Allah’ın kitabı Kuranı Kerimi merkeze alan ve
Kuran’dan başka hiçbir kaynağı hiçbir kıstası kabul etmeyen HARİCİLER adlı örgütü diğer bir değişle islamda ilk
i adım
b lgi
f kir
= Hariciler
mezhebi kurar ve bu mezhebin sloganıda HÜKÜM YALNIZ
ALLAHINDIR (la hukme illa lillah) sloganı olur. Kendilerine koydukları isimde enteresandır Aliye karşı çıkanlar(
haraca ala)
HARİCİLER
Hariciler, ibadete, zühd ve takvaya çok düşkün insanlar
olarak bilinmektedir. Kaynaklarda alınları ve dizleri namaz
kılmaktan nasır bağlamış haricilerden söz edilmektedir.
Şekilcilik, hariciliğin en belirgin özelliği olmuştur bu insanlar kendileri gibi düşünmeyen kimseleri sorgusuz sualsiz
öldürmekten çekinmemişlerdir. Öyleki kadınları ,çocukları,
bebekleri, bile öldürmekte tereddüt etmemişlerdir, hatta
yolda karşılaştıkları abdullah b. habbab b. eret ve hamile
hanımını hunharca katletmişlerdir. Hamile olan kadının
karnındaki bebeği mızrağa takarak, La İlahe İllallah ve
Allahu Ekber diyebilmişlerdir. Evet Haricileri tek kelimeyle
anlatmak gerekirse Hariciler eşittir IŞİD diyebiliriz.
DİNDAR BAĞNAZLAR
HZ. Ali kendisine Hariciler’den bahsedildiğinde, sloganlarınında Allah’tan başka hüküm verecek yoktur olduğunu
duyunca şöyle dedi. Evet bu söz çok doğru bir sözdür ama
gece gündüz allaha iman eden Allah’ı anan ona sığınan
i adım
b lgi
f kir
insanlar nasıl olurda masum insanları öldürebilir bu akıl dışı
birşey . Hz.Ali gece başını yastığa koyduğunda bu insanlarla
uzlaşamayacağını biliyordu bunu bilmesine rağmen onlara
aracılar gönderiyor bu yaptıkları katliamlara son vermesini istiyordu ama bu dindar bağnazlar bir türlü kendisine
gönderilen mesajları kaale almıyorlardı. Hz. Ali son bir kez
amcası İbni Abbas’ı onlara gönderdi ve Abbas’a şöyle tembih etti: sakın onlar ile Kuran üzerinden amel etme Kuran
anlamı geniş derindir sen bir ayet söylersin onlarda bir ayet
söyler onlarla sünnet üzere görüş sünnet uygulama ister onlar söylerler ama yapamazlar. Tüm bu görüşmeler sonuçsuz
kalmıştır, Hz.Ali savaştan kaçtıkça tüm savaşlar onu buluyordu, adeta Ali’nin çocukluğunu saymazsak savaşsız geçen
bir günü yoktu 62 yıllık bir yaşam 23 üç yıl peygamberle
omuz omuza savaş ve mücadele 25 yıl peygambersiz savaş
toplam 48 yıllık bir savaş hayatı aman Allah’ım sadece
14 yıl süren bir çocukluk oda fakirlikle ve yoklukla geçen
bir süre. Ünlü yazar George Cordak’ın dediği gibi Ali’nin
çektiği sıkıntılar onun yüceliklerinin bedeliydi. Ve Ali Hariciler ile savaşmak için ordusunu Nehrevan’a doğru hareket
ettirmek zorunda kalmıştı. Artık Ali Hariciler’le yani IŞİD
ile anladığı dilden konuşacaktı.
NEHREVAN SAVAŞI, ALİ NEHREVAN’DA
HZ.Ali Nehrevan’da Hariciler’e hitaben şöyle seslendi:
size haber gönderdim bana habercimin kellesini gönderdiniz, köylerimizi yaktınız, masum insanları öldürdünüz,
kadınlara tecevüz ettiniz, erkeklerin kafasını kesip çukurlara attınız, anne karnındaki bebeği mızrağa takıp; La İlahe
İllallah diye naralar attınız, sizin yaptığınızın ne dinde yeri
var ne de Resullullahtan böyle birşey öğrendim Ali’nin bu
konuşmalarına bile Hariciler ok yağmuru ile karşılık veriyordu. M.S 658 yılında gerçekleşen savaşta Ali, Hariciler’i
darmadağın etti; artık halk huzurluydu Hariciler diye bir
sorun kalmamıştı insanlar çarşılarda pazarlarda korkusuzca
dolaşabiliyor, Çocuklar özgürce oynuyabiliyordu. Haricilerin fikirleri onların takipçileri tarafından itikadi olarak da
olsa devam etti. Günümüzde Irak’da meydana çıkan 21.
yüzyılın Haricileri IŞİD aynı uygulamaları Ortadoğu halkı
üzerinde malesef uygulamaya devam ediyor IŞİD Haricilerin adeta ikiz kardeşidir umarım sonları Hariciler gibi olur
umudum karşılarına çıkacak bir Ali olmasıdır IŞİD Irak’ta
mutlaka bir aliyle karşılaşmalıdır mutlaka….
33
Gündem Özel
Gülcan Yayla
i?
m
Soma Bir Çaresizlik
S
oma katliamından sonra oradaydım. 4 gün. Gözlerimin
önünden oradaki işçiler, kadınlar, babasını kaybettikten
sonra evine giremeyen 3 yaşındaki Mahmut, çaresizliği
öğrenmiş babalar geçiyor. Kendi çevremi göremiyorum.
Bu yazı duygusal bir yazı olacak. Gerçekleri de yazan, ama
duygusal diyeceğiniz türden.
İlk söyleyeceğim şudur ki, üzgün olmaktan çok kızgınlık
hissediyorum. Gözleri ateş saçan korkunç bir canavar uyandı içimde, oradaki toplumu bu hale sürükleyen her şeye ve
kendimize karşı. Orada herkes ailesinden, tanıdığı, sevdiği
birilerini kaybetmiş bu cinayete ama hala bazıları ‘Allah
razı olsun başbakan da enerji bakanı da buradaydı.’ ‘Yapılacak bir şey yok, kader.’ diyor. Bazıları gerçekten bunu
içinden gelerek söylüyor, ama bazılarının buna inanmadığını
dalıp giden gözlerinden anlıyorum. Bakamıyor. Hiçbir şeye.
Vücudu o madenlerde çökmüş o işçinin bakışları mı daha
çok şey anlatabilirdi bize, yoksa kendinin de korktuğu şeyi
söylemek yerine ağzından çıkan o ‘kader’ kelimesi mi? Durum bu olunca, yanı başımda açılmış, kollarını saracak ölü
vücutlar bekleyen onlarca mezar varken, orada okunan du-
aları duymuyor kulaklarım. Sadece bir cümle yankılanıyor
kulaklarımda, yan madenden kurtarma çalışmalarına gelmiş
o işçinin söyledikleri: ‘En zoru da, dışarı çıkardığın o vücutların yanmış, sıcak olmasıydı. Ölüler soğuk olur normalde,
böylesine dayanamadım. Bıraktım çalışmalara katılmayı,
içeri giremiyorum. Allah en çok o kurtarma ekibine sabır
versin…’
Soma’da insanlar üzgün, kızgın, iyi değil. Dünyanın en iyi
insanları belki, Anadolu saflığı içlerinde… Ama her şeyin
zamanla normale döneceğinin, kendilerinin gene o madene
gireceğinin farkındalar. Birlik olmak, direnmek hissi ve işverenlerin onlara muhtaç olduğu bilinci yok. Bizden en çok,
oradaki koşulların iyileştirilmesi için çalışmamızı istiyorlar.
Onun dışında başbakanlarından yedikleri yumruk içlerinde
yer etse de, kendi canlarından kopan canların sayısı yalan
yanlış açıklansa da isyan etmeyecekler. Bir kırmızı kalemden korkuyorlar, isimlerinin üstünü çizecek…
Gözlerim donuyor o kırmızı kalemi elinde tutanları
düşününce. Oradaki köylülerin hissettiği çaresizlik hissi
içimde yeşeriyor. Kalbimi sarmaktan keyif alıyor. Söküp
atmak istiyorum yıllardır halkın tepesine çökmüş o eli, çare
bulmak istiyorum çaresizlik hissine.
34
i adım
b lgi
f kir
Ve biz halihazırda o yumruğu görebilenler, biz bunun herhangi bir kaza olmadığını unutmayacağız, unutmamalıyız.
En büyük düşmanımız o, ve bu çaresizliği yüzümüze çarpan iktidar dışında biz de sorumluyuz bu histen. Bu iktidar
yıkılır başkası gelir. Başka iş adamları gelir o tünelde 10
metre yürüyemecek olup işçisini 2 km derine iten ve üstüne
bir de parmağı kopan işçiyle 15 gündür uğraştığını söyleyip hayıflanan. Bunlar hep gelecek, hep olacak. Ama biz bu
çaresizlik hissine bir alternatif oluşturmanın yollarına bakmalıyız şimdi. Onla savaşmak değil derdim, girdiğimiz her
savaş enerjimizi başka yerlere götürecek.
Savaş değil derdim. Yeni bir şey yaratmak. Görünen o ki,
çaresizliği öğrenmiş, yüreği tertemiz olsa da böyle yaşamaya razı olanlarla yapamayacağız bunu. Bir de, sırf kendimizi
rahatlatalım diye bir hafta sonu gidip birkaç oyuncak götürerek de yapamayacağız. Zaten gözleri yaşlı ailelerin yanında
bir gözyaşı da biz dökerek yapamayız bunu.
yarar’ deyip, her gün bir dua okuyacaklar oğullarının ruhuna. Bunlar olurken çocukları, köylerindeki gençler büyüyecek ve onlar adına sesler yükselecek içimizde. Bu toplum
ancak böyle kurtulacak çaresizlikten.
Ve biz halihazırda o yumruğu görebilenler, biz bunun herhangi bir kaza olmadığını unutmayacağız, unutmamalıyız.
Enerjimizi savaşlara harcamadan, iktidarın ‘şehitlerimize
bir Fatiha’ diyen günahkar dudaklarının bizi nefrete çekmesine izin vermeden kendi yolumuza bakalım. Şimdi açmaya
çalıştığımız bu yoldan biz yürüyemeyeceğiz, ama çocukları
yürüsün bu ülkenin…
Gözleri pırıl pırıl parlayan çocuklar bizi bekliyor yeni bir
şey yaratmak için. Bu toplumun güzel günlerini biz görmeye
yetişemeyeceğiz, ama onlar yaratmaya hazırlar. 400 kişilik
bir köyden bir çocuğu okutalım, sadece parasını vererek
değil. O bir çocuk başka ailelere örnek olsun. O köyde akıl
danışılan olsun. Ve bir gün, abisinin, babasının kılına zarar
gelecek olursa ilk o durdursun kalkan yumruğu.
Bunu yaparken de, o çocuğun ailesine mümkün mertebe
dokunalım ki bütünlük olsun yaptıklarımızda.
Bunun dışında, işçi ezilmeye devam edecek. Henüz
sandığınız gibi bir isyan gelmeyecek, hakkını aramayacak
insanlar. ‘Benim oğlumu geri getiremedikten sonra ne işe
i adım
b lgi
f kir
35
AA23.ORG
GELECEĞİN HABERCİSİ
FARKLI YORUM ve
GÖRÜŞLER
36
i adım
b lgi
f kir
Kültür Sanat Fikir
Iulai Chiciuc
Bir Tutam Felsefe
Belki de hiçbir konuda mutlak doğru yoktur. Hepimiz her
konuda bir yanılgı içindeyizdir? Hayata dair ne varsa hepsi
şüpheli ve parça parça. Din, siyaset, felsefe, kültür… bunların ne önemi var ki? Sonuçta dünya kimseye kalmıyor.
Neden “din” savaşları çıkartılıyor ki? Herkesin dini kendisine. “En doğru benim dediğimdir” deme hakkını insanlar
nereden buluyor ki? Zaman, nasıl olsa kendiside dahil her
şeyi değiştiriyor…
Ölmek için doğduysak, barışmak için mi
savaşıyoruz? Dahası ayrılmak için mi bağlanıyoruz?
Her şey zıttını içinde barındırıyorsa tartışmaya ne
gerek var?
Güçlünün gücü, güçsüzün gücü kadarsa; Tanrının
kudreti inananlarının kudreti kadar mı?
Yalnız doğduk. Yalnız öleceksek nedir bu haşır neşir
olduğumuz kalabalık…?
Zulmün kaynağı nedir?
İnsan neden zalimdir?
Bir şeyi sevmek için başka bir şeyden nefret etmek
şart mıdır?
Bir güzeli sevmek diğer güzellikleri sevmemek anlamına mı gelir?
Sevginin sınırını, bencilliğin hududumu belirler?
İnsan neden azla yetinmez?
Toplumsal kurullar aslında azla yetinmeye teşvik
etmediği için mi?
Yasaklar neden çekicidir?
Çiğneyenlerini daha çekici kıldığı için mi?
İnsanın her anı neden bir değil?
Tutarsız bir varlık olduğu için mi?
Sevgililer neden bir birlerinin canlarını acıtırlar?
Açılar, tatlığın önemini kavrattığı için mi?
Uygarlıklar, çok tanrıları tek tek öldürdüler ve bir
tanrı kaldı. Onu da öldürüp hepimizi ateist mi edecekler?
Benim doğrularım korkunçtur diyen Nietzsche’nin önerdiği
gibi hayatı daha anlamlı ve mutlu kılmak için; tüm değerlere
yeniden değer biçerek, iyinin ve kötünün ötesine geçmeliyiz
belki de…
i adım
b lgi
f kir
Not:
Mantıklı olanı saçma olan belirlediği için; bu yazı
eğer saçmaysa, mantıklıya hizmet ediyor demektir,
yok eğer mantıklıysa; saçma olanı belirtiyor ve yine
mantıklı olana hizmet ediyor demektir.
37
Kültür Sanat Fikir
Muhip Üzümcüoğlu
Tabii Hukuk Akımı
H
ukuk felsefesi tarihinde önemli ve asıl değere sahip
olan tabii hukuk akımı MÖ V. yüzyıl Yunan düşüncesine büyük katkıları olmuş sofistlere kadar dayanır. Bu
akım hukukun tabiat, tanrı veya akıl kökenli olduğunu
ve insan düşüncesinden bağımsız a priori değerlere
dayandığını iddia etmektedir. İnsan hukuku icad eden
değil keşfeden konumdadır ve zaten yapması gereken de
budur.
İlk çağda sofist aydınların çürük inançlarla ve cehaletle
savaşmaları, ulusların eşitliği görüşünü ileri sürmeleri,
kanunların uygulanmasında nasafet ilkesinin gözönünde
tutulmasını ileri sürmeleri kısacası sosyal ve hukuki
sorunlar üzerinde düşünmeleri ve adalet problemine
değinmeleri akıma önemli katkılar sağlamıştır. Daha
sonra Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi büyük filozofların adalet, mülkiyet, aile, miras, kölelik vb. kurumları
hakkındaki düşünceleri de ciddi gelişmeler sağlamıştır.
Roma’da Cicero, Seneca ve Epictetus gibi stoacılar, insan
tabiatının gereği olan, evrensel nitelik taşıyan değişmez
kapsamlı bir tabii hukuk görüşüne üstünlük tanımışlardır.
Özellikle Cicero’nun şu ifadeleri nasıl bir tabii hukuk
anlayışına sahip olduğunu göstermektedir: “....Gerçek
hukuk akıldan kaynak alır ve insanlara haksız hareketlerden kaçınmayı, ödevlerini yerine getirmeyi emreder.
Bu hukukun yürürlüğü evrensel, kapsamı, değişmez
ve ebedidir. Bu hukuku kısmen dahi olsun ilga etmeye
veya değiştirmeye çalışmak günah işlemekle birdir. Tabii
hukuku tamamen ilga etmek ise imkansızdır. Ne Senato
ne de halk, bu hukukun gerçekleşmesine engel olabilir.
Tabii hukukun yorumcuya ihtiyacı yoktur. Çünkü insanlar onu kendi vicdanlarında duyarlar. Atina’da bir tabii
hukuk, Roma’da başka bir tabii hukuk olamaz. Bütün
uluslar, her zaman bu ebedi ve değişmez hukuka tabidirler.” Tabii hukukun Roma’daki etkisi Yunan hukukundaki
etkisine oranla çok daha büyük olmuştur. Eski Yunan’da,
özel bir hukukçular sınıfının belirmemesi, yöneticilerin
hukukçu olmamaları ve halk temsilcilerinden oluşan
büyük mahkemelerin adalet dağıtımı görevini yerine
getirmeleri bu durumun nedenleridir. Yunan toplumunda
tabi hukuk filozoflar tarafından ilgilenilen spekülatif bir
konu olmuştur. Oysa Roma’da hem ius gentium, hem
de ius civile’nin gelişmesinde ius naturale yani tabii
hukukun kuvvetle etki yaptığı düşünülmektedir.
Orta Çağ’da tabii hukuk bir süre Tanrısal hukukla eş anlamlı sayılmıştır. XII. yüzyıldan itibaren hem Kilise’nin
hem devletin egemenlik iddialarına hizmet eder anlamda
yorumlanmıştır. Roma Kilisesi, aklın ve tabii hukukun
38
kendi otoritesini desteklediğini kabul etmekle, farkına
varmadan kendi otoritesine hücum edilmesini kabul etmiş
oluyordu. Tabii hukukun zaman zaman iki karşıt fonksiyonda yorumlanması da ilk kez ortaya çıkmış oluyordu.
Tabii hukuk ilkeleri çoğu kez status quo’yu desteklemek için kullanılmıştır. Ancak mevcut kurumlar açıkça
toplumsal, ekonomik, sosyal gelişmelere ters düşerse o
zaman tabii hukuk mevcut kurumları değiştirmek veya
devirmek işlevi görür. Tabii hukuk Reform hareketi
sırasında kilisenin otoritesini zayıflatmak için Protestan
teologlar tarafından savunulmuştur. Bununla birlikte
Thomas Aquinas ayaklanma hakkını savunmuştur. O
siyasi iktidarın adalete uymasını şart koşmakta ve adalete uyulmadığı zaman halk için devrim yoluna başvurmanın haklı olduğunu söylemektedir. Ortaçağ’da İslam
düşüncesi siyaset ve hukuk felsefesindeki fikirleriyle
bilinen Farabi’de önemli bir yere sahiptir. Ona göre insan
en yüksek mükemmellik ve mutluluğa ulaşmak amacıyla yaratılmıştır. Bu amaç akıl, insanların birbirleriyle
yardımlaşıp dayanışması ve erdeme dayalı bir devlet
(medinetül fazıla) sayesinde gerçekleşecektir.
Yeniçağ’da tabii hukukçuların üzerinde durdukları önemli
konular olmuştur. XVII. ve XVIII. yüzyıllarda gündeme
gelen “sosyal sözleşme teorisi” bunlardan biridir. Bu teori
söze bağlılık ilkesinin uygulanması postulatına dayanır.
Sosyal sözleşme düşünürler tarafından tarihi bir gerçeklik değil fakat zorunlu bir varsayım olarak kabul edilmiştir. J.J. Rousseau’nun Genel İrade’nin yanılmazlığı
ilkesi yanlış yorumlanıp aşırılığa sebep olmuştur. Adeta
faşizme varan çıkarımlar söz konusu olmuştur. İnsan hakları konusu da bu dönemde üzerinde sıkça durulan konulardan birisidir. Özellikle Amerikan ve Fransız ihtilalleri
sırasında tabii hukuk insan ve vatandaş hakları kavramını
özenle işlemiştir. Örneğin Locke devletin savunmakla
görevli olduğu, hatta kuruluş nedeni kabul ettiği insanın
üç temel hakkından hayat, hürriyet ve mülkiyetten bahseder. Ayrıca Locke ayaklanma hakkından bahseder.
Ayaklanma topluma değil, devlete karşıdır ve yönetenler
insanların tabii haklarını ihlal ettikleri zaman ayaklanma
yoluna başvurmak sadece hukuki bir hak değil, ahlaki bir
ödev olur. Kant ayaklanma hakkını reddettiği için tabii
hukuk görüşünden uzaklaşmıştır.
Özellikle XIX. yüzyılda durağan bir dönem yaşayan akım
XX. yüzyılın başlarında tekrar kendisini göstermiş ve
İkinci Dünya Savaşı sonrası doruk noktasına ulaşmıştır.
Son yıllarda ise etkisini yavaş yavaş kaybetmeye
başlamıştır.
i adım
b lgi
f kir
Osman Erbasan
İsyankar Üzüm
Sözlükte durduğu durmuyor bugün sözcükler
Ana şefkatiyle sararken kucağına acılar beni
Ve huzur, bir baba gibi küsünce bana
Uzatmıyordu elini,
Öpmek için varsam da…
Yağmura kızan insan kadar nankör olmadım hiçbir zaman
Ama aşkı bile terk edecek kadar hain oldum
Huzur af dilemeli benden
Uğramadığı her gün için
Aşk affetmeli beni
Terk edip gittiğim için
Acem usulü gözyaşlarım yaralı bir su gibi,
Kanıyordu şırıl şırıl
Hiçbir denizden nasibi olmayan denizci gibi,
Dökülüyordu dipsiz kuyulara
Ağır ağır…
Mantığım saçmala diyordu
O halde; bir bukalemun olsaydım, dövme yaptırırdım
Yazı olsam, yüklemsiz cümlelere gizli özne olurdum
Hayal olsam, düşsüzlüğün kabuslarında gezerdim
Karanlık olsam, aydınlıkta saklanırdım
Kefil olsam, kelebeklerin borcuna olurdum
Hayat olsam öldürürdüm
Ama ben, ola ola dağ başında bir bağa üzüm oldum
Pişkindi pişmanlığım
Ayıptan utanıyordu arım
Ben ki tanrının yaltakçı kuluydum
İnsanlara yemiş olacağıma
İsyankar üzümler gibi şarap oldum.
i adım
b lgi
f kir
Gurmeyimdir ben
Zira, en leziz sevapları tattım
Lakin masumiyetten bıktım
Çıldırmış bir delia idim
Gittim, en kesif günahların dibine battım
Sol damağımda günahın, sağımda sevabın tadı hala durur
İsyan içimde kuduz bir kurt gibi ulur
Mezhepsiz gayrimeşru hayallerden, karabasanlı kabuslar
düşledim.
Zürriyetsiz namert kelimelerden, galiz küfrüler devşirdim.
Paslanmış çilingir sofralarında, isyankar dualar ettim.
Aşüftelerin yozlaşmış kasıklarından, arsız günahlar peydahladım.
Köhnemiş haram memelerinden, kifayetsiz cürümler
soğurdum.
Eprimiş naçiz dudaklarında, hayırsız buseler aradım.
Buldum da…
Gidenin ben olduğumu sanıyordum,
Ama yalnız kalınca anladım,
Kalanın ben olduğumu.
Şimdi, çilingir sofrasındaki mezelerle aynı kaderi paylaşıyorum.
Aşklıktan ölüyorum,
Kahrımdan gülüyorum,
Mantığımdan saçmalıyorum,
Yalnızlığıma tecavüz ediyorum.
Bundan daha fazla kaybedemem artık.
Davet edin bütün insanları, cinleri, ifritleri, şeytanları,
Doldurun şarapları,
Çağırın yosmaları,
Bugün bütün günahları ben ısmarlıyorum.
39
Kültür Sanat Fikir
Seyfi Demirci
‘Kış Uykusu’ndan ‘Altın Palmiye’ye:
NURİ BİLGE CEYLAN
90
yıllarında Türk Sineması, artık değişimini tamamlamış ve bu değişim üzerine ilerleyen bir sinematografiye sahip
yönetmenlerle şekillenmeye başlamış bir sinemaydı. O dönemde çıkan yönetmenler, Yeşilçam ve 80 sonrası bu
dönemin furyasından yetişmiş usta yönetmenlerin işlerinden farklı daha psikolojik, dram ve sadelik yüklü filmler yapmaya başlamıştı. Bu dönemde sinema artık Avrupa sinemasında görülen sanat sineması özelliklerini görmeye başlamıştı. İşte
bu dönemde sinemaya başlayan Nuri Bilge Ceylan, var olan sanat sineması kodlarını kullanarak, toplumun içinden insanları, daha felsefik ve psikolojik yönden yansıtarak kendi dilinde bir sinematografi yapmayı başarmış bir yönetmen.
Bu zamana kadar yaptığı birçok filmle başta Cannes Film Festivali olmak üzere birçok yerli ve yabancı film festivallerinden ödülle dönen NBC, asıl başarısını bu sene senaryosunu eşiyle birlikte yazdığı ve yönetmenliğini yaptığı film olan
‘’Kış Uykusu’’ ile gerçekleştirdi. Bu seneki 67. Cannes Film Festival’inde en büyük ödül olan Altın Palmiye’yi kucaklayan NBC, bu ödülü Türk Sinemasının efsanevi yönetmenlerinden Yılmaz Güney’in ‘’Yol’’ filminden sonra layık görülen
ikinci Türk filmi olarak, Türk Sineması tarihinde yerini alan bir film oldu.
Avrupa’da sağladığı bu başarıyla Türk sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olduğunu kanıtlayan Nuri Bilge
Ceylanın sinematografisine, kendi dilini, kendi akışını, kendi anlatımını oluşturduğu bu sinema yolculuğuna bir bakalım.
40
i adım
b lgi
f kir
Mühendislikten, Fotoğrafçılığa ve Sinemaya Uzanan Hayat
Sinemaya başlamadan önce, uzun bir öğrenim hayatı gören NBC, ilk olarak 1976 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi
Kimya Mühendisliği bölümünü kazanır ve öğrenim hayatına başlar. Ancak dönemine baktığımızda, Türkiye’nin olaylı
yıllarıdır. 70’lı yılların en çetrefilli döneminde üniversite hayatı, boykotlar, çatışmalar ve siyasi kutuplaşmalarla geçmektedir. Bu nedenle derslerinde bir türlü devam oluşturamayan NBC, bu bölümde iki yıl okuduktan sonra ayrılır ve tekrardan sınava girerek 1978 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nin Elektrik Mühendisliği bölümünü kazanır. Aslında bu yer onun
sinemaya adımını atmasını sağlayan ve yıllardır hevesle tutunduğu merakı fotoğrafçılığının ilerlemesini sağlayan yerdir.
O dönemde fotoğrafçılık tutkusunu geliştirmek ile devam eden NBC, seçmeli olarak aldığı sinema dersleriyle de sinemaya olan tutkusunun da başladığı dönemlerdir.
Bu bölümden mezun olduktan sonra, uzun süren bir doğu ve batı seyahatine başlayan NBC, bu seyahatlerinin bir arayış
olduğunu, her söyleşisinde vurgulamıştır. Bu aslında onun hayatının geri kalanın ne yapmak istediğini belirlemek üzerine
bir arayıştı. Daha sonrasında geri dönüp askerlik görevini yapan NBC, askerliği sırasında da tutkunu olduğu fotoğrafçılık
düşüncesini bırakmamıştır. Aynı zamanda bu askerliği zamanında geçirdiği dönemde artık kararını verir. Sinemanın yolundan ilerleyecektir. Askerlik sonrası Mimar Sinan Üniversitesi Sinema bölümünde eğitim hayatına başlar. Bu zamanlarda tanıtım fotoğrafları çekerek hayatını kazana NBC, hem yaşı nedeniyle bölümünün en yaşlı öğrencisi olması düşüncesi
ve sinema hayatına erkenden atılma düşüncesi okulda fazla duramamasına neden olur ve iki sene sonra okulu bırakır.
İlk sinema deneyimini kamera karşısında gerçekleştirir ve o dönemlerde arkadaşı olan yönetmen Mehmet Eryılmaz’ın
çektiği kısa filmde oyunculuk yapar ve bu arada filmin tüm teknik yapım sürecinin tüm alanlarında da bulunmaktan kendini alamaz. Bu şekilde sinema çekim ve yapım süreçleri üzerine bilgisini pekiştirir. O dönemde kendi çabalarıyla edindiği bilgiler dahilinde bir kısa film çekmek için kolları sıvar. Eryılmaz’ın kısa filminin çekildiği kamerayı satın alır ve
bir kısmını kendisinin getirdiği, bir kısmını TRT’den edindiği son kullanma tarihi geçmiş negatif filmler ile ilk kısa filmi
‘’Koza’’yı çeker. Filmde iki insanın hayat hikayelerini anlatan NBC, ayrı hayat çizgilerinde gelişen iki insanın, evlilikle
kesişip tekrardan ayrılan hayatlarını anlatmaktadır. Durağan görüntülerden oluşan film, tamamıyla diyalogsuz olarak
çekilmiştir. Görsel olarak gerçek bir tat veren filmde, oyuncu seçiminde aile fertlerini kullanmıştır NBC. Fotoğrafçılık
sanatından öğrendiği, görsel beceri ve kamera kullanımını bu filmi ile sinematografisine uyarlamaya başlayan NBC, bu
filmi ile o seneki Cannes Film Festival’ine seçilmiştir. Böylelikle hem sinematografisi hem de Cannes macerası böylelikle başlamıştır.
i adım
b lgi
f kir
41
Sinematografisinin Başlangıcı ve Taşra Üçlemesi
1997 yılında ilk uzun metrajlı filmi ‘’Kasaba’’ ile sinematografisine devam NBC, bu filmi ile başta Berlin Film Festivali olmak üzere birçok uluslar arası film festivallerinde gösterime sunuluyor. 1970`li yılların tipik bir Anadolu kasabasında geçen film, üç kuşağı bünyesinde barındıran ve doğayla içiçe yaşayan bir ailenin hayatını çocukların gözünden
anlatmaktadır. Üç bölümden oluşan film, yarı-otobiyografik oluşu ve pastoral havası eşliğinde ilerleyen hikâyesi ile
dikkat çeken bir film oluyor. Filmin genel olarak anlatım yapısında kullandığı yalın anlatımı ve uzun planlar eşliğinde
ağır tempo ilerleyişi, her zaman etkilendiği yönetmen Andrei Tarkovski çarpıcılığına benzer bir şekilde sunarken,
oluşturmak için çabaladığı kendi özgün dilini de ortaya koyuyor.
Yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın ‘’Kasaba’’ filmi ile başlayan ve bir çok sinema çevresine göre ‘’Taşra Üçlemesi’’
olarak geçen üçlemenin ikinci filmi ve NBC ikinci uzun metraj filmi 1999 yılında çektiği ‘’Mayıs Sıkıntısı’’ oluyor.
Yine birçok festivalden ödülle dönen film, oturmuş bir NBC görselliğinin adımlarının sertleştiği dönemlerdi. Kurguladığı stilize görüntü ve oluşturduğu kamera açılarıyla yine görsel bir şölen eşliğinde filmini beyaz perdeye düşürmeyi
başarmıştı. Küçük kasabada, küçük dertleriyle yaşayan ve sürprizlere açık olmayan hayatlarıyla huzurlu şekilde
yaşayan insanların, kasabaya film çekmek için gelen Muzaffer ile zedelenmeye başlayan hayatlarını anlatan film, yine
yalın anlatımıyla ilerliyor. Bu filmden sonra üçlemenin son filmi ‘’Uzak’’, yönetmen Nuri Bilge Ceylanın hem ulusal
hem de uluslar arası alanda geniş kitlelerce bilinmesini sağlayan film olmuştur.
42
i adım
b lgi
f kir
Üçlemenin Sonu ve Cannes Büyük Ödülü: ‘’Uzak’’
Üçlemenin son filmi ve Nuri Bilge Ceylan’ın üçüncü uzun metraj filmi olan ‘’Uzak’’, uluslar arası alanda birçok eleştirmen tarafında övgü almasının yanında, o seneki 56. Cannes Film Festival’inde Altın Palmiye’den sonra festivalin ikinci
önemli ödülü olan ‘Büyük Jüri Ödülü’nü (‘Grand Prix’) aldı. Bu filmi ile beraber başarılı ilerleyen Cannes Film Festival’i
kariyeri de başlamış oldu.
Film, ideallerinden uzaklaşmaya başladıkça yaşamının anlamını yitiren ve uzaklara gitmeyi düşleyen bir adamla, hayallerini gerçekleştirmek için İstanbul’a gelen bir gencin hikayesini anlatıyor. Minimalist sinema anlayışını bu filminde
yineleyen yönetmen, yine diğer filmlerinde olduğu gibi ağır tempo ilerleyişi ve sade dili kullanmaktadır. NBC’nin en olgun
çalışması olarak kabul edilen film’in bir diğer başarısı da, filmde başrolleri oynayan Muzaffer Özdemir ve Mehmet Emin
Toprak Cannes Film Festival’inde ‘’En İyi Erkek Oyuncu’’ ödülünü paylaşarak, Türk sineması tarihine geçen bir başarıya
imza atarlar. Ancak NBC diğer filmlerinde bulunan ve kuzeni olan Mehmet Emin Toprak bu ödülü aldığını göremez ve film
tamamlandıktan sonra geçirdiği bir trafik kazasında hayatını kaybeder.
Sinematografisine ‘’İklimler’’ filmi ile devam eden NBC, bu sefer kamera karşısına geçer. Filmde ona eşlik eden ise onun
gibi Fotoğrafçılığa âşık, bir çok filminin senaryosunu beraber yazdıkları eşi Ebru Ceylan’dır. Filmde iki farklı şehirde ve
iki farklı ruh ikliminde yaşayan İsa ve Bahar’ın ortak ruh ikliminde buluşmak için çabaları ve yaşam hikâyeleri gösterilmektedir. Yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın o zamana kadarki en büyük bütçeli filmi olma özelliğini taşıyan ‘’İklimler’’, dijital
görüntü teknolojisini kullandığı ilk film.
i adım
b lgi
f kir
43
‘’Yalnız ve Güzel Ülkeme…’’ diyerek Adadığı Ödül: ‘’Üç Maymun’’
Sinematografisinin devam filmi olan- Benimde Nuri Bilge Ceylan’ı tanıdığım ve en sevdiğim- ‘’Üç Maymun’’ filmi ile
devam eden yönetmen, bu filmi ile farklı bir ilerleyiş geçti. Diğer filmlerinde aile fertlerini oynatan yönetmen, bu filminde
daha farklı bir kadro ile çekimlere başladı. Çekimleri iki ay süren filmde, insan hayatındaki küçük zaafların büyük yalanların doğurması sonucunda parçalanan bir ailenin, yaşamların tekrardan birleştirmek için gerçeklerin üstlerini örtmek için
çabaları anlatılmaktadır.
Artık kayda değer bütçeler ile çalışan Nuri Bilge Ceylan, fotoğrafçılıktan gelen ve filmlerinde derinlemesine hissedilen
görsel yapı, bu filmi ile daha sofistike bir hal almıştı. Diğer filmlerine göre dramatik yapısı daha güçlü ve çelişkisi sağlam
bir hikâye barındıran film, yine alıştığımız NBC tarzı bir ritim ile ilerliyor. Film çoğu eleştirmene göre hikâyesindeki bazı
olgular sebebiyle politik bir film olarak nitelendiriliyordu. Ama bana göre böyle bir vurgulamadan daha çok dönem yapısı
dışında insanın kendi içyapısından bir sesleniş var filmde. Filmin içerisinde toplum sadece oradaki karakterlerin bulunduğu
bir kutu, asıl olay bu karakterlerin kendi iç dünyası ile dışarıya aktardıkları duygu ve dramatik anlatım olarak anlatabiliriz.
En iyi yönetmen ödülünü alırken yaptığı konuşmada, ödülü sinemasının doğduğu güzel ülkesine ‘’Yalnız ve Güzel
Ülkeme…’’ adar.
Yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın sonraki filmi ise Cannes büyük başarısını adımlarını başlatan ‘’Bir Zamanlar Anadolu’da’’dır. Senaryosu’nu eşi Ebru Ceylan ve filmde de oynayan oyuncu Ercan Kesal ile yazdıkları filmde, yine NBC
taşra’ya geri dönmüştür. Bu sefer taşra kasabasında çoğunluğu karanlık ve ıssızlıklta geçen bir gerilim filmi karşımıza çıkmaktadır. Başarılı bir oyuncu kadrosundan oluşan film, bir doktor ve bir savcı önderliğinde ilerleyen bir cinayet soruşturması ekseninde süren 12 saatlik bir gerilimli hikâyeden oluşmaktadır. Birçok filminin Cannes kazandığı başarıdan sonra
‘’Bir Zamanlar Anadolu’da’’ ile ‘’Uzak’’ filminden 9 yıl sonra, festivalin ikinci önemli ödülü olan ‘Büyük Jüri Ödülü’nü
(‘Grand Prix’) aldı.
Bu filmi artık sinemadaki yerini kazıyan, bir olgun yönetmen sıfatıyla Nuri Bilge Ceylan görmekteyiz diyebiliriz. Yönetmen bu filmi ile sinemadaki olgusunu tamamlamış bir şekilde kendini beyazperde de göstermekte. Merak ve gizem unsuru
çok fazla olan film, uzun olmasına rağmen bu özellikleriyle seyirci tarafından izlenebilir bir yön kazanıyor. Filmin bir çok
yapılan tek eleştirilerinden biride filmin uzun oluşu. Oyunculukların başarılı oluşu, senaryoda diyalog ve akışın derli toplu
oluşu ve alıştığımız NBC görselliği birleşince ortaya çok güzel bir film çıkmış diyebiliriz. Bu filmi ile yönetmen Nuri
Bilge Ceylan, sinematografisinin son filmi olan ve yurt dışında büyük başarı kazanan ‘’Kış Uykusu’’nun adımlarını da bize
duyuruyordu.
44
i adım
b lgi
f kir
Altın Palmiye’ye Uzanan Bir Başyapıt ‘’Kış Uykusu’’
Yazının buradan sonra devam eden bölümünde biraz, Nuri Bilge Ceylan’ın son ve büyük başarı kazandığı filmi üzerine bir
eleştiri yazısı olacağını belirtmek isterim.
Yönetmenin bu sene beyazperde’de izleme şansı bulduğumuz son filmi ‘’Kış Uykusu’’, daha yeni çıkmış bir film olmasına
rağmen bir başyapıt olmaya aday olduğunu kanıtladı diyebiliriz. Film bu seneki Cannes Film Festival’inde ilk gösterimi
sonrası o zamanki jüri tarafından çok beğenilmişti ve büyük takdir. Görmüştü. Aslında filmle ilgili Cannes basınından ilk
duyduğum eleştiri ise beni bir hayli merak içine sokmuştu. ‘’Bergman’dan bu yana böylesini görmemiştik’’ deniliyordu
Nuri Bilge Ceylan için. Bu zamana kadar sinema adına birçok şeyi öğrendiğim bir dahi adına anılması beni merak içine
sokmuştu. O zaman kendimce söylediğim, ‘’Kış Uykusu’’da Bergman’ın kendi iç dünyasının karanlığını beyazperdeye
yansıtılmışını, NBC kendi dünyasından görmemiz gerektiğini düşündüm. Bence film gerçekten bunu başarmıştı. Yönetmen Nuri Bilge Ceylan bu var olan sinema kodlarını bir şekilde çözebilmişti ve sinematografisinin bana göre en iyi işini
biz sinemaseverler sundu. Aslında eleştirmenlerin bir eksiği ise bu filmde Bergman’ın iç benlik ile ruhsal savaşın yanı sıra,
birçok filminde kullandığı ve her fırsatta esinlendiği yönetmen Tarkovski’nin sade ve ağır anlatımlı ilerleyene planlarının
da bulunmasıydı.
Film eleştirmenlerden tam not aldı ve ilk olarak Cannes’ta FIPRESCI(Uluslar arası Eleştirmenleri Ödülünü) kucakladı.
Ama asıl başarısı ise Cannes Film Festival’inin büyük ödülü olan Altın Palmiye’yi kucaklamasıydı. Bu Türk sinemasında
yönetmen Yılmaz Güney’’in ‘’Yol’’ filminden sonra bu ödülü kucaklayan ikinci Türk filmi oldu. Yönetmen Nuri Bilge
Ceylan uluslar arası alanda da yerini sabitlemiş oldu.
Türk sinemasın 90 sonrası sinemasının baş aktörlerinden olan Nuri Bilge Ceylan son filmi ‘’Kış Uykusu’’ ile sağladığı
başarı paha biçilemez. Artık kendini uluslar arası alanda da kanıtlamış bir sinematografisiyle yoluna devam eden yönetmen,
kendi dili ve anlatımının sadeliğiyle, beyazperdede filmlerini biz sinemaseverlere sunmaya devam ediyor…
i adım
b lgi
f kir
45
Kültür Sanat Fikir
İbrahim Gazioğlu
Çok Hoş Bir Yazı
Aşk
çocukluk hastalığı gibi herkesin başından
gelip geçen bir evredir. Aşk hormonların
işidir. Ruhu ve bedeni sararak insanları esir eder. Ömrü
kısadır. Bu süre zarfında bilinç adeta devre dışı olmuştur.
İnsan çocuklaşır, akıllıca hareket etmez
olur. Bir nevi sarsıntılı bir hastalıktır.
İnsanın tüm benliğinin bir başkası
tarafından istila edilmesidir. Bebek
ve anne misali. Bebek için tek haz
kaynağı annedir. Aşık içinde aşkı. Bir
bakıma aşk; bir insan için başka bir insanın dünyanın geri kalanından önemli
olmasıdır. Yanan mumun bitmesi gibi
aşkta bir sebep değil sonuçtur. Açığa
vurulmayan şehvet duygusunun bir
sonucudur. Bu bakımdan aşk gerçekte
çok yoğun bir şehvet duygusundan
başka bir şey değildir. Romantik ve
şairane ifade ve tariflerle biz aşkı insanüstü yaptık. Aşkın
şehvetle aynı şey olduğunu kanıtı, ikisinin de vuslattan
sonra sona ermesidir. Aşkın ilk belirtileri geceleri uykusuzluk ve iştahsızlıktır. Birde bunun yanında canlılık varsa siz
aşkın çemberine girmişiniz demektir. Aşk; insanda dikkat,
motivasyon, duygu ve hafıza ile ilgili beyin alanlarını aktif
hale getirir. Bu yapıların aktifleşmesi, stresin azalmasına
neden olur. Bu yüzden aşık olan bir kişi kendini daha mutlu
hisseder… Sevilen ne kadar güzel ve çekici olursa aşk o
kadar şiddetli ve uzun olur. Aşk olmasaydı kadın erkek
ilişkisi bayağı bir çiftleşmeden ibaret olacaktı. Aşk radyoda çok sevdiğin bir şarkının çalması gibidir. Yani kontrol
senin elinde değildir ama en derinden etkilenen sensindir.
Aşk bir yerde severek yaşamaktır. Severek yaşamak güzeldir. Severek yaşamanın güzelliğinin önemini fark etmekte
güzeldir. Dünyada bir şey olabilmenin çok daha ötesinde
bir şey var oda insan olmaktır. İnsan olmanın tek koşulu ise
yüreğinde sevgi taşıyabilmektir. Yoksa kim olduğumuzun,
nereden geldiğimizin, hangi ülkenin vatandaşı olduğumuzun ne önemi var ki? Bu dünyada sadece insan değil
miyiz? Bu açıdan baktığımızda aşk insanı doğanın üzerine
koyduğumuz tüm yapaylıktan arındırarak nirvana etkisi
46
yaşatmaktadır. “Aşkın gözü kördür diyenin yerden göğe
kadar hakkı var.” Evliliğin yada sevgililiğin ilk yıllarında
olmayan tartışmaların sonradan olmasının sebebi; romantik
çekim alanının karşımızdakini ideal kişi olarak gösterip
olduğu gibi göstermemesidir. Sen eskiden
böyle değildin diyoruz. Aslında o hep böyleydi ama bunu biz göremiyorduk. Ulaşılmazlık
aşkı besler. Günümüzde iletişim ve ulaşım
gelişmesi neredeyse ulaşılmaz bir şey bırakmadı. Eski aşkların olmamasının sebeplerinden biriside budur artık.
“Evvelkiler aşkı aşka kattılar,
Dünküler aşkı başka tattılar.
Bu günün şehvetine kapılanlar,
Aşkı unutup uçurumdan attılar.”
Dizelerinde şair bu günün aşklarının niteliksizliğine sitem etmektedir. Günümüzde kapitalizm
“ben” merkezli bir insan yarattı. İlişkilerde dahil insanlar
bir birlerine kendilerini pazarlamak (Mükemmel göstermek) istiyorlar. Çiftler bir birlerine değeri bir birlerinden
sağladıkları fayda kadar veriyorlar. Ben merkezli hayat
anlayışı bunu gerektirir. Her kes bir şey almak istiyor ama
vermeden! Bir bakıma sevgi karşılıksız değer verme erdeminin kalıplarından çıkartıp ticarileştiriyoruz…
Kadınların doğaları gereği çocuk sahibi olma arzuları
vardır. Dolayısıyla da güvenebilecekleri bir insana ihtiyaç
duyarlar. Bir kadın için çocuk sahibi olabileceği zaman
aralığı oldukça sınırlıdır. Erkekler için bu böyle değildir.
Kadın çocuk için sınırlı bir zaman diliminin olmasından
dolayı sıkışıklık yaşıyor. Bu sebepten dolayı kontrol mekanizması geliştirerek ne zaman çocuk sahibi olacağını
bilmek istiyor. Beraber olduğu kişiyi bu sebep dolayısıyla
ister istemez baskı altında tutuyor. Erkeğin bunu anladığı
noktada sorun çıkmıyor ama anlamadığı zaman ilişkiler
yıpranıyor.
Çocuk demişken evlilik aşkı, çocuk ise cinselliği öldürür
önermelerinin asılının olup olmadığına değinelim. Eğer
i adım
b lgi
f kir
eşler her sevişmede bir birlerini tekrar tekrar keşfediyorlarsa evlilik aşkı da cinselliği de öldürmez. Aşkın bilimsel
temelleri üzerine araştırma yapan Helen Fisher beyin üzerinde ilginç bir sonuca ulaşıyor; uyuşturucu bağımlıları ile
aşık insanın beynini aynı noktaları hareketleniyor. İkisinde
de geçici arzunun gizemli ihtiyacı hissediliyor. Tıpkı
ateşin yanmak için havaya olan ihtiyacı gibi. Yani evliliğin
aşkı falan öldürdüğü yok aslında. Sadece kendi ilişkilerini yenileyemeyenler ve aşk boyutundan sevgi boyutuna
geçemeyenler böyle söyleyebilir. Aşktan sevgiye geçişte
çiftlerin bir birinden bağımsızlaşması, özgürleşmesi ve
ayrışması vardır. Artık hormonlar devreden çıkmıştır. Sevgi
evresindeki kimse karşısındakini değiştirmeye yada kontrol
etmeye çalışmaz. Kendisinin ve ötekinin sınırlarını bilir.
Bağlılığı kabullenirler ama gerekli mesafeyi de koyarlar.
Çitler eşlerine güvenirler ama onsuz olduğu zamanlarında
keyfini çıkartırlar. Tutkulu sevgiden dostça sevgiye geçişin
göstergesi; cinsellik içermeyen dokunuşlar ve esprisiz
karşılıklı gülüşebilmelerdir… Çocuğun cinselliği öldürdüğü
konusu ise tamamen hormonlarla ilgilidir. Orgazm esnasında
kadının çiftine yaklaşmasını sağlayan hormonlar (Oxytocin
hormonu), anne çocuğunu emzirirken de aynı şekilde aktifleştiği için anne ve çocuk arasında tıpkı çiftleşme esnasında
olduğu gibi bir yakınlaşma meydana gelmektedir. Çocuğu
emzirirken zaten yeterince yakınlaşma hormonu salgılamış
olan kadında doğal bir cinsel tatmin oluşur ve cinsellikten
uzaklaşır.
Güzel duygularını aktarmakta zorlananlar hep erkeklerdir.
Ama söylemeseler de olur çünkü önemli olan hissedilenlerdir, düşüncesi bir yere kadar doğru olsa bile bir noktadan
sonra güven problemine dönüşmektedir. Yani ilgisini belli
etmeyen yada edemeyen kişinin, kendine güven problemi
vardır. Kendini sürekli frenlediği için gergin olur ve hazzı
yaşayamaz. Kadın ilgi ve sahiplenme ister ve bir kadına
karşı ilgisiz kalma ona verilen en büyük cezadır. Ama bu
sahiplenme bir meta misali sahiplenme şeklinde olmamalı.
Bu aşamada kıskançlık bir aşamaya kadar güzelken bir
aşamadan sonra olumsuzdur. Kıskanan kişi kaybetme korkusu içinde hırçın ve suçlayıcı davranır. Ne kıskanan nede
kıskanılan mutlu değildir…! Aşırı kıskanç erkekler o kadar
detaycı olurlar ki evden çıkarken perdelerin kıvrımlarını
öyle bir ayarlar ki geldikleri zaman pencereden dışarıya
bakılıp bakılmadığını bilirler. Ama aşırı olmayan kıskançlık
ise ilişkileri canlı tutuyor.
Şair, “… Aşık olmak hoştur amma, Sadık olmak başkadır
başka.” derken acaba neyi kastetmiştir? Acaba sadakatte
öncelik beden de mi? Yoksa ruhta mı olmalıdır? Bence
mümkünse her ikisinde ama mümkün değilse öncelik ruhta
olmalıdır. Aksi takdirde, “Sahip olduğun sadece bedenimdir.” sözünün altında eziliriz. Bazı zihniyetteki insanlar
i adım
b lgi
f kir
kadının bedenine sahip olduklarında ruhuna da sahip olduklarını düşündüklerinden, “ Bir kadın çizeceksin… Saklayıp
gömeceksin…” şeklinde hayatı algılasalar bile, aslında derin
bir aldanış içerisindedirler. X ile yatıp Y yi düşünen nice insanlar tanırım… Mesela kadınlar, suçluluğunu daha derinden yaşayarak sistematik ve uzun bir biçimde aldatırken,
erkekler daha anlık ve yüzeysel şekilde aldatmaktadır.
Başarılı kadınların kocaları, eşlerini daha kolay kahraman
ilan edilerek kendilerini daha erkeksi hissedebildikleri daha
az nitelikli kadınlarla aldatırken, kadınlar ise bayağı bir
zevkten hariç eşlerinden almak istedikleri kinden dolayı
en olmadık insanı mesela kocalarını en yakın arkadaşını
seçerek kocasını aldatmaktadırlar. Kadın olsun erkek olsun
aldatılan kişi bunu kendisine aitmiş gibi görmemeli. Sadakatsizlik kişiye değil ilişkiye ait bir meseledir…
Acaba aşk içinde nefreti barındırır mı? Anlaşılması zor!
Sezen Aksu, “Seni hem sevdim, hem senden nefret ettim…”
diyor. Bir başka şair ise dizelerinde, “Seviyorum seni kana
kana içer gibi. Düşmanın önünden geçer gibi.” diyor. Yani
aslında aşk bu bakımdan iki ayrı uçları da bünyesinde
barındırarak ilgilisin yaşatıyor gibi…
Ben aşk acısı çekmem, gidersen git tavrını takınanlar aslında
maske takıyorlar, onların gülüşleri de maskelenmiş kederleridir. Sevilenin kaybedilmesi önemli bir stres faktörüdür…
İnsanın ihtiyaçlarından birisidir bağlanmak, ilgi görmek,
sevgi görmek… Böyle söyleyen birisi aslında “Gitme sana
muhtacım…” demektedir. Aşk bittiği herkese acı verir ama
“Herkesin acısı sevgisi kadardır.” Ama iyi yanından bakacak
olursak, “Öldürmeyen acı güçlendirir.” Acı ve ölüm yaşayana özgüdür. Ölüm başka olasılıkların olmadığı tek durumdur. Oysa acı yaşamın devam ettiğine dair bir işarettir. Daha
da önemlisi hayattaki tüm olasılıkların görülmesinde bize
yardımcı olur. Acı bize hayat okyanusunun ortasında küçük
bir ada sunar ki denizin ortasında kaldığımızda yüzmekten
vazgeçmeyelim. Bu yüzden, “Ayrılık aşka dahildir.”
Üstelik şair, “ Aşk acısı olmasaydı, bu kadar güzel sözü kim
söyler kim duyardı?” demiş. O yüzden gülü tikeni, aşkı acısı
var diye kesip atamayız! “Her insan ölür fakat her insan
yaşamış sayılmaz.” Sözünden hareketle bende hayal kurumayan, aşık olmayan insanlara ölümden korkmamaların
tavsiye ederim. Çünkü benim nazarımda bu insanlar henüz
doğmadıkları için, zaten yaşamıyorlardır, dolayısıyla ölemezlerde… Eğer henüz aşık olmamışsanız siz açılmamış bir
kanatsınız ve “açılmadık kanatların büyüklüğü bilinmez.”
Son söz olarak Konfüçyüs ile kapatalım; “Mutluluk için
şuan ki zamandan daha başka bir zaman olduğunu düşünmekten vazgeçin” mutluluk bir varış değil yolculuktur.”
47
Kültür Sanat Fikir
Osman Erbasan
Haya(t-l)i Sohbetler II:
Aşklar ve Yeminler
Hayati: ‘’Hiç sevdin mi dostum?’’
Osman: ‘’Peki sen hiç açıktın mı Hayati?’’
Hayati: ’’Yani aşka gerçekten inanıyor musun?’’
Osman: ‘’Filmlerden çalıntı romantizmler ve şair uydurması afili laflarlarla yaşanan amiyane aşklarla doldu sokaklar. Çin malı, lisansız, kasterojen madde içeren, sahte ve ucuz hayatlarla dolu boş yaşamlar. Kimsenin kendinden bir
şey kattığı yok. Ucuz işçilik ve beleş taklitçilik çok.’’
Hayati: ‘’ Şair burada sevgilisini güle benzetmiş herhalde(!) Bir soru sormaya gelmiyor! İki dakika afili, uzun ve
karmaşık cümleler kurmasan ölürsün değil mi? Eee, Yani? Sadede gel!’’
Osman: ’’Yanisi dostum: Müzikler fastfood olalı ruhlar obez oldu. Diet aşlar yüzünden kalpler sıfır bedene indi ve
sevgi sığamaz oldu. Her şeyin alelade ve yapmacık olduğu, Ferhat’ın Şirin’i Leyla’yla aldattığı bir dünyada, aşk
sadece Mecnunlara özgü batıl inançtan öte bir şey değil. Bu dünyada aşık olabilmek için ya Mecnun olacaksın ya
da meftun.’’
Hayati: ’’Sen hangisisin peki?’’
Osman: ‘’Ben bu dünyadan değilim ki…’’
Hayati: ‘’Sevdiğin kadın, yani kadın olduğunu umuyorum.’’
Osman: ‘’Heteroseksüel olduğumdan şüphen mi var? Beni kızdırma Hayati!’’
Ben: ‘’Hemen kızma. Hiç şakadan anlamıyorsun. Hem bu devirde kimin eli cebinde belli değil affet dostum.’’
Osman: ‘’Bir yandan şaka diyorsun öbür yandan yine laf atıyorsun. Hadi bu seferlik böyle olsun. Affettim seni.’’
Hayati: ‘’Sağ ol eksik olma. Ama merak ediyorum Osman’’
Osman: ‘’Neyi merak ediyorsun Hayati?’’
Hayati: ‘’Sevdiğin kadını merak ediyorum.’’
Osman: ‘’Benim sevdiğim kadından sana ne Hayati! Sana mı kaldı! Hem niye merak ediyorsun ki! O yar benim
kime ne?’’
Hayati: ‘’Dur! Hemen celallenme! Sadece senin gibi keçileri bırakmış manyak bir delinin sevdiği birinin nasıl
olduğunu merak ettim sadece. Senin gibiler aşık olamaz, sevemez gibi geliyor bana. En fazla dost olunabilir seninle. Dostluğu küçümsemiyorum ama aşkın da ayrı bir yeri var sonuçta.’’
Osman: ‘’Tamam Hayati. Anlatayım dinle ol zaman.
Onun nasıl olduğunu bilemem, sadece nasıl olduğumuzu bilebilirim. Çünkü birlikte değilken hiç tanışma fırsatımız
olmadı. Tanımadan sevdik birbirimizi. O yüzden ne o beni bilir ne de ben onu bilirim. Biz sadece bizi biliriz.
Sevişmeye hevesli kirpiler gibiydik biz. Dokunmak acı vericiydi dokunmamak ızdırap… Acı ile ızdırabın
pençesinde bir ileri bir geri gidip geldik. Kör ebe oynayan köstebekler gibiydik biz. Köstebeklerin bildiği tek oyun
kör ebedir onda da herkes ebedir. Tek ayak üstünde durma cezası almış kırkayaklar gibiydik biz. Akılsız başımızın
cezasını çekiyordu masum bir ayak. Bir türlü insanca sevemedik biz. Ama sonuçta insan, düşünen aptal bir hayvan
değil midir? Hayvan olmasa insan olur muydu, aptal olmasa düşünür müydü hiç?’’
Hayati: ’’Anlamadım dersem çok mu aptalca olur?’’
Osman: ‘’Hayır. Aslında tam olarak ifade edemedim kendimi ama zaten ben kelimelerin gücüne değil güçsüzlüğüne inanırım. Esas cevabı biliyorum aslında ama kelimelerin cılız omuzları bunu kaldırabilecek kadar güçlü
cümleleri taşıyamıyor.’’
Hayati: ’’Kelimeleri güçsüz olan bir yazarı ilk defa görüyorum. Peki, sence bir cümle ne kadar kuvvetli olabilir?’’
Osman: ‘’ Bir cümle anlamlıyken kelime olmaya ne kadar yakınsa o kadar kuvvetlidir bence.’’
Hayati: ‘’Konumuzdan sapmayalım bence. Sonra ne oldu? Siz iki hayvan neden birlikte değilsiniz?’’
48
i adım
b lgi
f kir
Osman: ‘’O bana benimle kal dedi. Ben ona benimle gel dedim. Ne o gelebildi, ne ben kalabildim. Ben gidecek kadar aptaldım, o kalacak kadar salak...’’
Hayati: ‘’Anladım dostum.’’
Osman: ‘’Peki, ya sen Hayati?’’
Hayati: ‘’Ben aşkı tarihin karşı kıyısındaki derinliklere gömdüm. Gemileri yaktım. Kazdığım çukura kazmamı gömdüm.
Geri dönüşüm kutusunu sildim. Bulmayı kaybettim. Hatırlamayı unuttum...’’
Osman: ‘’Gemileri yakıp yüzme kursuna yazılan çok adam gördüm ben. İnsan ruh hali değişince kararı değişen bir canlıdır.’’
Hayati: ‘’Ruh halinin değişebilmesi için bir ruhu olmalı insanın.’’
Osman: ‘’İnan bana dostum. Ölülerin bile bir ruhu vardır.’’
Hayati: ‘’Peki hayallerin’’
Osman: ‘’Hayaller olmasaydı hayat da olmazdı ki Hayati. Peki, snedeki bu inançsızlığın sebebi ne dostum?’’
Hayati: ‘’Söyleyeceğim ve bu muhabbet burada bitecek tamam mı?’’
Osman: ‘’Tamam dostum.’’
Hayati: ‘’Bozulmuş bayat yeminler zehirlenmiş insanları. Herkes birbirine pastel cümlelerle kadife sözler verir oldu.
Verilen sözlerin koşacak ayakları, uçacak kanatları yok ama nedense çoğu kişi onları bir türlü tutamıyor. Ve maalesef bu
hikayedeki çoğu kişinin karşıtı azı kişiler ise sadece erkekler. Bir erkek sözünü ya tutar ya tutmaz. Ama sözünü tutan daha
bir tek kadına rastlamadım.’’
Osman: ‘’Ovv bu çok ağır oldu Hayati. Yani sen şim…’’
Hayati: ‘’Bitecek dememiş miydik?!’’
Osman: ‘’Ama do…’’
Hayati: ‘’Osman! Sözünü tut!’’
Osman: ‘’Sözümü tuttum ve sustum!’’
Bu güne kadar çay kaşığıyla çayınızı kahvenizi
karıştırdınız, yemek tariflerinde ölçü birimi
olarak kullandınız, kimileri burnuna yapıştırmayı denedi, kimileri bükmeyi... Şimdi sıra
çay kaşığını okumaya geldi. Bu sefer o küçük,
zararsız ve masum nesne, hala küçük ama
artık zarasız ve masum değil.
Pulitzer Ödülsüz Yazar Ottoman’nın Çay
Kaşığı adlı romanı cumartesiden itibaren
sipariş etmek için bize ulaşın.
i adım
b lgi
f kir
49
Kültür Sanat Fikir
Yavuz Tufan Koçak
Tanrı Misafiri
Hikâyesi bana benziyordu, tekrar yüzleştim geçmişimle onu dinlerken.
Derneğimizde klimalar arızalı, sanırım gazları eksik; ve temmuzun bunaltıcı sıcağından daha az etkilenmek için yine bütün
grup arkadaşlarımla beraber Florya’daki güneş plajının oraya inmiştik.
Birkaç akşamdır alışkanlık haline gelmişti orada ağaçların altında oturmak, top oynamak, müzik yapmak ve tabii ki çay
içmek.
Dedim ya, sıcaklar nedeniyle dernekteki çalışma planımız biraz aksıyordu, sabahları güne daha geç uyanarak başlıyor,
geceleri de daha geç yatıyorduk.
Genellikle sahilden dönüşümüz gece iki-üçü buluyordu.
Aramıza yeni katılan bir iki arkadaş vardı ve onlar ilk ayılma günlerinde sıcaktan etkilenmesinler diye sistemi biraz da olsa
değiştirmek zorunda kalmıştık.
O gece de herkes son derece keyifliydi, ben de tabi ki.
Arkadaşların ayıkken geçirdikleri her gün çok önemliydi çünkü.
Dernek binamız sahilden dört-beş kilometre uzaklıktaydı; yürümeye başlamıştık.
O gece biraz daha geç olmuştu saat, sanırım sabaha karşı üç buçuk civarlarıydı.
Derneğin önüne geldiğimizde, bankta aşırı derecede zayıf görünümlü genç bir adamın oturduğunu gördük.
Halinden anlamıştık onun da bir bağımlı olduğunu. Eee, damdan düşme meselesi!
Genç adam bizi görünce ayağa kalktı ve bize doğru geldi.
Ağzından kelimeler zoraki çıkıyordu: “Ben ölmek istemiyorum, yardım edin!”
Ayağındaki ayakkabı parçalanmış, üzeri toprakta yattığı belli olacak şekilde pislenmişti. “Sokaklara düştüm, çaresiz
kaldım, lütfen yardım edin.” diyordu.
Bu feryat, hemen kendi ayıldığım ilk günlere götürdü beni.
Nasıl da çaresizdim. Yalnız kalmıştım, param yoktu ve izmarit toplayacak hale gelmiştim; ve bana yardım edecek kimse de
yoktu. İçim sızladı...
Bu çaresizliği yaşamak nedir biliyordum ve üstelik o, artık eroinden kurtulmak istiyordu.
Buraya kadar gelen bir bağımlıyı geri çeviremezdik, ama dernekte çok kalabalıktık, çocuklar yerlerde şişme yataklarda
yatıyordu ve başka yatak da yoktu, aslında olsa da serecek yer yoktu.
50
i adım
b lgi
f kir
2012 yılında AYBUDER (Ayık Yaşamda Buluşalım
Derneği)’ni kuran ve halen başkanlığını yürütmekte olan
Yavuz Tufan Koçak’ın, uyuşturucunun pençesine
düşmüş gençlerin ailelerine bir nevi rehber olacak kitabı
‘‘Başka Bir Dünya Mümkün’’, Ağustos 2014’te çıktı. Bizi
kırmayıp bu güzel yazısıyla dergimize katkıda bulunduğu için
teşekkür ediyoruz.
Allahım dedim nasıl bir ülke burası!
‘Önce insan’ demeyi ne zaman öğrenecek bu ülke.
Benim şartlarım zaten çok zordu, çoğu çocuğun sigara parasını dahi bulmak zorundayken bir kişiyi daha nasıl kaldıracaktım.
Bir an bunları düşünürken misyonum geldi aklıma:
Evet, ben kendimi bağımlılara yardıma adamıştım ve bir şekilde bu bağımlıya da yardım etmek zorundaydım.
“Hoş geldin!” dedik ve yukarı ofise çıktık.
Gün içerisinde maddesini kullanmıştı ve sabah krizi olacaktı.
Onunla bütün bunları konuştuktan sonra diğer arkadaşlarla da konuştu ve müthiş bir güven duygusuyla, “Dayanacam hocam!” dedi, “Burada gördüklerimden sonra bunu başaracağım.”
Evet, başardı.
Krizlerin büyük oranda psikolojik olduğunu anlamıştı, bu onun inancını, gücünü artırmıştı.
Şükürler olsun, birinci günü dahil olmak üzere hep dışarı çıktık, top oynadı, denize girdi, banyo yaptı, arkadaşları kendi
giysilerini paylaştılar onunla, toplantılarımızda konuşmaya başladı ve iştahı açıldı; belki de en önemlisi, doğal olarak uyumaya başladı.
Evet, bugün bu genç adamın beşinci günü ve ona 24 saatlik madalyasını verdik, biraz giysi aldık ve gülmeye başladı.
İçinde, yıllardır göremediği dokuz yaşındaki kızını tekrar görebilme umudu doğdu.
Tekrar yaşam sevincini yakaladı.
Hoş geldin aramıza genç adam, hoş geldin...
Yolun açık olsun.
i adım
b lgi
f kir
51
Etkinlik Arşivi 2014 Güz Dönemi
www.bt-tasarim.com
STRATEJİK DÜŞÜNCE TOPLULUĞU
TARAKLI-GÖYNÜK GEZİSİ
GÖYNÜK
26 EKİM 2014
Taraklı-Göynük gezisi Stratejik Düşünce Topluluğu adı altında
yaptığımız ilk organizasyonumuzdur.
Akşemseddin Hazretleri Türbesi
1464 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından hocası Akşemseddin için yaptırdığı türbedir. Altıgen bir
yapıya sahip olan türbenin kubbesi kasnaksız, kefeki
taşından yapılmıştır. Girişi doğu yönünde olan kapısının
üzerinde sivri kemerli bir alınlık yer alır.Türbenin içi çok
sadedir.
Zafer Kulesi
Göynük’ün simgelerinden biri olan Zafer Kulesi
ilçeye hakim bir tepeye 1923 tarihinde Cumhuriyet döneminin ilk Kaymakamı Hurşit Bey
tarafından yapılmıştır. Altıgen taş temel üzerine,
3 katlı ahşap yalı baskı mimarisiyle yapılan Zafer
Kulesi, Kurtuluş Savaşı’nın başarılarını ebedileştirmek için anıtsal eser olarak yapılmıştır.
TARAKLI
Kültür Evi
Taraklı merkezinde, II.Abdulhamit
dönemi mimarisine sahip, 1930
-1970 yılları arasında ilk okul
olarak açılan bina, 1970 -1988
yılları arasında belediye binası,
1988-1996 yılları arasında hükümetkonağı olarak kullanılmıştır..
Ciddi bir restorasyon sonucunda
2001 yılından bu yana yöresel el
sanatlarının sergilendiği, kültürel
programların icra edildiği bir kültür
evi olarak hizmet vermekte, ilçeye gelen yerli ve yabancı turistler
tarafından dabüyük ilgi görmektedir.
Yolculumuza tam bir Osmanlı kasabası
özelliklerini taşıyan , Türkiye’nin en
sessiz ilçesi olarak bilinen Sakarya’nın
Taraklı ilçesinde devam ettik.
Hıdırlık Tepesi ve Taraklı Hisarının yamaçları ile bu iki tepe arasındaki vadide
kurulu, Taraklı’ya, Göynük cihetinden gelen dere de ayrı bir güzellik katmaktadır.
Tarihi evlerin bazılarının 3 asrın üzerindedir. Bu evlerin genel karakteristiği
Osmanlı şehir dokusunu oluşturan üç katlı
ev biçimidir.
Çınar Ağacı
İlçenin Yusuf Bey Mahallesi’nde 7 asırlık çınar ağacı
Osmanlı Kültürünü gelecek
nesillere aktarmaktadır. Osmanlı devleti topraklarına kattığı her yerleşim yerine çınar
ağacı dikme geleneğinin Taraklı’da da sürdürmüştür. Asırlık
çınar ağacı büyük bir yangın
tehlikesi geçirmiş, ancak çok
büyük bir zarar görmeden
kurtarılmıştır.
Başarıya ulaşma çabası, manevi doyuma ulaşama-
manın bir sonucudur. Başarı, somuttur ve egoya sahiptir. Başarının hissi anlamda tek isteği, takdir edilmektir.
Takdir edilmek egoları okşar. Ego, renksiz, tek yönlü
bir olgudur. İnsanın his dünyasında, kapı açmaz. Sadece ve sadece başarınızı en tepeye çıkarmak için
bir destektir. Ego, insanın yalnızlaşmasının en temel
sebebidir ve bu büyük bir sorundur. Fakat daha büyük
bir sorun vardır ki, bu da insanın bu yalnızlıktan hoşnut
olmasıdır.
Kar, beyazın gerçek yüzünü gün gibi ortaya çıkardığı,
o masum gibi görünen fakat yoksulluğun bir kez daha
suratlara tokat gibi çarpıldığı, kışın baş aktörü. Perdesi olmayan bir pencere; pencere olduğunu da o dört
duvarda başka bir oyuk olmamasından anlıyorum. Olsa
olsa penceredir diyorum. Küçükken ev çizerken asla
atlanmayan dört ana ayrıntı; pencere, kapı, baca ve
duvarlar. Yaşamamız için gereken en temel unsurlar
bunlar olmasına rağmen, o dört duvarda pencerenin
neresi olduğunu uzun uzun düşünüyorum. Pencere
olmalı diyorum. İçim, bir insanın bir pencereyi bile
hakedememiş olmasını kaldırmıyor, midem bulanıyor,
dudaklarımın çatlaklarında gözyaşımın tadını alıyorum,
öylece. Bir gün uyandığında, pencerenden süzülen ışık
demetleri yüzüne vurmalı. Karnını doyurma telaşından,
kaybettiğin hislerini canlandırmalı aniden. Yaşıyorum
ben, dedirtmeli. Her gün yalnızca yaşamaya yetecek
kadar olan hislerin, umutların; ışık demetleri yüzünü
okşadığında kendin içinde bir şeyler yapmayı anımsatıp, aklını çelmeli. Şayet bir penceren yoksa, ince
ince pencere işle duvarına. Rengini sen seç. Herkesin
penceresi varken senin yoktu, üzülme! Sen pencereni
ruhunun rengine boya. Öyle dikdörtgen falan da yapma, elips yap mesela. Pencerenin köşelerinde takılı kalmasın aklın, sert dönüşler yapma hayata, manzaranın
tadını çıkar.
Ve sen; umutlarını hırsla tüketme asla. Başarılı olmaya değil, mutlu olmaya çalış. Başarılı olursan eğer bir
gün, pencerenin rengini sen değil, mimarlar seçecek.
Onların zevklerini yaşayacaksın her gün. Her gün
başkalarının ruhundan bakacaksın pencerenden dışarı.
Ama hayal edersen, kendini içinde bulacaksın hayatın.
Çünkü hayaller ruhundan gelecek ve ruhun o pencereden süzülen ışıkla yaşamak isteyecek. Ve sonunda
karar verdiysen yaşamaya; egolarını yavaşça indir ve
pencerenin camını aç...
Sibel Veldet
Şefin Salatası
Aralık 2014

Benzer belgeler