PDF olarak indir
Transkript
PDF olarak indir
İkinci Adım Künye Editörler Velican Polat Polina Cengiz Pelin Gül Hacer Kara ‘Dergi bir okuldur’ demişti değerli bir büyüğümüz heyecanla ilk adımı dağıtılması için dükkanına götürdüğümde. İkinci Adım’da manasını şimdi daha iyi anlıyorum. Kültür - Sanat Sibel Veldet Şebnem Yeşiloğlu Bu sayıda ortak aklı biraz daha ortaya çıkarabildiğimizi görmek bizi yarınlar için umutlandırıyor. Kapak konusundan, içeriğine kadar, tüm sayfalar bu bütünleşmeyle ortaya çıktı. ‘Çalışma Grubu’ ise ‘Çekirdek Kadro’yla birlikte sadece var olan potansiyeli yönlendirdi. Sinema Televizyon Seyfi Demirci Halkla İlişkiler İbrahim Gazioğlu Mali Havuz Aykut Beylan Mesut Ayhan Organizasyon Recep Sütçü Abuzer Ordu Dış İlişkiler İrieda Hamzaj Grafik Tasarım Kenan Yakup Ercan Şahin Yayın Yönetmeni Eser Alpkaya Yazı İşleri Müdürü Muhip Üzümcüoğlu Burada yazılanları doğru anlamak ve oluşturulan diyalektiğin aşılması isteniyorsa iki kelime arasındaki boşluğa odaklanılması elzemdir. Anlatılanların özüne orada ulaşacaksınız; hatırlayalım dikkat erdemdir. Son olarak zamanın ruhsuzluğuna itafen; Kutsal amaçlarını çıktıkları yolda seçtikleri yanlış araçlarla değiştiren, siyasetin ulaşacağı limanın ahlak olduğunu söyleyip; her türlü ahlaksızlığın sancaktarlığını yapanlara inat, biz yolumuzda adım adım ilerliyoruz. Eğer sürç-i lisan edersek, şimdiden affalo.. 17 Aralık Esentepe Yerleşkesi, Serdivan Adım Dergisi SAKARYA Akademik Danışman Arş. Gön. Fahriye Keskin Temsilciler Ankara Osman Erbasan Serkan Alpkaya İstanbul Taylanözgür Ekinci Gülcan Yayla Ahmet Duran Yalova Yunus Emre Sarıbuğa Bolu Volkan Bozkurt Görkem Gördük Kocaeli Ezgi Yaman Melek Bilgili Çankırı Buğra Sarı Diyarbakır Ali Ağaoğlu Eskişehir Ozan Böcekler Almanya Ali Erol Çetin Emre Baytok Yazı göndermek, temsilcimiz olmak ya da bağışta bulunmak için bizimle iletişime geçebilirsiniz. E-Posta: [email protected] İnternet Sitesi: www.adimdergisi.org Tel: 0506 326 36 57 0534 510 00 40 Merkez: Sakarya Baskı: Star Ajans Bursa ÜTOPYA 4 Kapak Konusu İslam ve Ütopya 6 Eren Erdem Ütopik Sosyalizmin Kısa Tarihçesi 5 Serkan Alpkaya İÇİNDEKİLER Rüya’dan Gerçeğe Cumhuriyet İdeal Üniversite 12 Veli Reçber Küreselleşme ve Milliyetçilik 14 Buğra Sarı FİLİSTİN İSRAİL Sorunu Sorunun Din Temellendirmesi 22 Mehmet Rakipoğlu Uyuyan Ümmet 27 Mehmet Çakar Tanrı Misafiri 50 Yavuz Tufan Koçak 18 Özel Dosya Biz Ne Kadar Masumuz? 24 Hadiye Yolcu 2139 26 Fatma Karakuş Çok Hoş Bir Yazı 46 İbrahim Gazioğlu Müslüman Ülkelerde Müslüman Olmak 17 Fatih Rıfat Eymir Yüz Yıllık Kördüğüm: Filistin İsrail 20 Ayşegül Öztürk Nasıl Uyuyoruz ulan! 27 Velican Polat Bir Tutam Felsefe 37 Iulai Chiciuc 8 Eser Alpkaya Kadın Cinayetleri Üzerine GÜNDEM ÖZEL 29 30 IŞİD = Hariciler SOMA Bir Çaresizlik mi? Taylan Özgür Ekinci Gülsüm Sav İle Söyleşi 34 Gülcan Yayla KÜLTÜR SANAT FİKİR 36 Haya(t-l)i SobhetlerII: Aşklar ve Yeminler 48 İbrahim Gazioğlu 32 Tabii Hukuk Akımı 38 Muhip Üzümcüoğlu Kış Uykusundan Altın Palmiye’ye 40 Seyfi Demirci Kapak Konusu: “Ütopya” 1913 yılında Kalem isimli Osmanlı mizah dergisinde yayınlanan bu karikatür 50 sene sonrasının yani 1963 yılının Türkiye’sinden bir öngörüde bulunmuş. Aslında bu karikatürün Türk ‘modernleşmesinin’ kafa karışıklığını ütopik bir çizim ile ölümsüzleştirdiği söylenebilir. Detaylara göz attığımızda birçok ilginç nokta dikkat çekmekte. Grand Theatr yazısının hemen üstünde, apartmanın çatı katında bulunan durakta bekleyen fesli bir bey ve uçan bir aracın içinde çarşaflı bir kadın. Arka planda ise bir zeplin ve uçak bulunmakta. Cadde boyunca tüm tabelalar ise Fransızca. Yine ayrıca trafiğin bir hayli karışık olduğu ve binaların üst katlarındaki ağaçlar göze çarpmakta. Türklerde ve İslam toplumunda batı tarzı ya da benzeri ütopyalar var mı? Cumhuriyet’in Ütopyası neydi? Ütopik sosyalizm neden başarılı olamadı bu ve benzeri gibi sorulara cevap aradığımız bu bölümle şimdi sizi başbaşa bırakıyoruz. 4 i adım b lgi f kir Ütopya Serkan Alpkaya Ütopik Sosyalizmin Kısa Tarihçesi ve Başarısızlığının Sebebi 19. yüzyılın ortalarına değin işçiler, ya burjuva fikirlerin ya da ütopik sosyalizmin etkisi altındaydılar. Ütopik sosyalizm, kapitalizmin ve işçi sınıfının doğuşu ile birlikte ortaya çıkmıştır. Her şeyden önce, işçi sınıfının baskıya ve sömürüye karşı protestosunu ve yeni, adil bir rejin kuruluşunu görmek dileğini ifade ediyordu. Sosyalizmin ve ütopik komünizmin ilk temsilcileri, Thomas Morus (1478-1535), Tommaso Campanella (1565-1639), François Emile Babeuf (1760-1798) gibi isimlerdir. Bu isimler, sömürü düzeninin ciddi eleştirisini yaptılar ve yeni adil bir toplumun nasıl kurulması gerektiği hakkında bir sürü fikir ileri sürdüler. ortaya koyuyorlar, sömürüden ve toplumsal uzlaşmaz karşıtlıklardan arınmış yeni bir toplumsal düzen ülküsüyle, kapitalizme karşı çıkıyorlardı. 19. yüzyılın ütopik sosyalistleri; üretimin gelişmesini, emeğe göre paylaşmayı ve insanların temel gereksinmelerinin karşılanmasını, sosyalist ilkenin gerçekleşmesinin önemli bir etkeni sayıyorlardı. Hatta kapitalist toplumdan sosyalist topluma geçiş yolunu da önermeye çalıştılar. Örneğin, Fourier, düşman birliklerini bütünden ayırarak onları tek tek dövüş düzenini ordusunda uygulayan Eski Yunan’ın askeri lideri Makedonyalı Filip’in fikrinden esinlenerek falanjlar kurmayı tasarlıyordu. Buna göre, yeni toplum, sosyalist ilkeleri uygulayacak olan 300400 ailelik falanjlar halinde örgütlendirilmeliydi. Bunlar, öteki insanları da yeni bir toplum kurmak gereğine inandıracak örnekler olacaktı. Fourier ve Saint-Simon, bu yeni toplumu anlatabilmek ve yaşatabilmek için bir hayli çaba gösterdiler. Ancak, Fourier düşüncesinin neden desteklenmediğini anlamadan öldü; Saint-Simon ise, parasını bu yeni ilkelere göre örgütlenmiş bir derneğe yatırdı ama kısa bir zamandan sonra bu örgüt sıradan bir kapitalist girişime dönüştü. Onlara göre, bu yeni toplum, herkesin iktisadi, siyasal, manevi; her alanda eşitliğini sağlamalıydı. Ama ütopyacılar; temel soruna, bu yeni toplumun nasıl düzenleneceği konusuna yanıt veremiyorlardı. Genel olarak betimledikleri toplum, gerçek olmayan bir evrene yerleştirilmişti. Morus, toplumunu, uzakta bulunanÜtopi Adası’na yerleştiriyordu ve o zamandan beri de bu sözcük; düşsel olan, gerçekleşemez olan her şeyin anlamına gelmeye başladı. 19. yüzyılda, ütopik sosyalizm, Saint-Simon (17601825), Charles Fourier (1772-1837) ve Robert Owen ( 1771-1858) tarafından geliştirildi. Bu isimler, kapitalist toplumun çelişkilerini görüyor ve haklı olarak, burjuva devrimi bayrağına yazılmış olan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik isteklerinin burjuva devriminden sonra işçilere ne özgürlük, ne eşitlik, ne de kardeşlik getirdiği kanısındaydılar. Ütopik sosyalistler; kapitalizmi şiddetle yeriyorlar, kapitalizmin yaralarını ve kusurlarını deşip i adım b lgi f kir Neden ütopik sosyalistler yenilgiye uğradılar? Çünkü toplumun, doğru bir bilimini henüz kuramamışlardı. Onların teorileri; büyük kısmıyla insanın niteliğinin değişmezliği, toplumsal yasaların çağlar boyunca değişmezliği gibi burjuva yasalarına dayanıyordu. Toplumsal yasaların, fizik yasalarına benzer olduğunu sanıyorlar ve insanların iyiler ve kötüler diye ayrıldıklarını kabul ederek, kapitalist ve işçi arasında ayrım yapmıyorlardı. Onlara göre, nasıl ki doğada, aynı işaretli yükler birbirlerini iterler, karşıt işaretli yükler birbirlerini çekerlerse, toplumda da benzer zevkleri olan insanlar uyuşamazlar fakat ayrı zevkleri olanlar iyi anlaşılırlar. Bu fizik yasalarının toplumun incelenmesine yanlış bir biçimde aktarılışı, yalnızca burjuva fikirlerinin etkisinden değil, toplumsal bilimlerinin olduğu kadar doğa bilimlerinin de o çağlarda düşük bir düzeyde bulunmasından, kapitalizmin ve işçi hareketlerinin az gelişmiş olmasından kaynaklıdır. 5 Ütopya Eren Erdem İslam ve Ütopya Eren Erdem Kimdir? İstanbul, Fatih doğumlu, yazar . Eren Erdem, ilk ve orta öğrenimini İstanbul’da yaptı. Küçük yaşlarda çeşitli kurumlarda Kur’an üzerine dersler aldı. Üniversite eğitimini, dönemin politik koşulları içinde yarıda bırakmak zorunda kaldı ve Kur’an odaklı İslam düşüncesi üzerine çalışmalar yapmaya başladı. Türkiye’de geleneksel İslam anlayışına itiraz temelinde şekillenen “hanif müslümanlık” hareketinin öncülerinden Eren Erdem, 2000’li yılların hemen başında kurulan “haniflik” düşüncesini esas alan platformlarda öncü görevler aldı. 28 Şubat’ta oluşan konjonktürde baskılanan fikirlerin, internetin gelişimiyle yeniden tartışılmaya başladığı ilk süreçlerde etkin çalışmalar yaptı. 2011 Yılında kamuoyunda “Devrimci Müslümanlar” olarak bilinen hareketin ortaya çıktığı, ve “Devrimci Sahabe Ebuzer Gıffari’nin sürgün yerinden ismini alan” Rebeze Kültür Evi’ni kurdu. Burada “Kur’an sohbetleri yaptı ve çok sayıda etkinlik düzenledi. Şimdiye kadar, “Gayya Karanlığından Kur’an Aydınlığına(2009), Abdestli Kapitalizm (2010), Nurjuvazi (2011), Şeytan Evliyaları(2011), Selman-ı Pak(2012), İslam ve Kapitalizm(2012), Riya Tabirleri(2012), Devrim Ayetleri(2013) adlı 8 kitap yazdı.” Bir çok kitabı büyük ilgi gördü. Halen Ezber Bozanlar adında bir televizyon programı yapmakta olan yazar, bağımsız yazarlığını sürdürmektedir. 6 El-Medinet’ül Fâzıla A slında olmayanın, olması gerektiğine inanılan ama dönemin koşul ve konjonktürü içinde gerçekleşmesi “imkansız” addedilen gelecek tasarımlarına ütopya deriz. Ütopyalar, iyinin resmi iken, kötü geleceğin resmediliş şeklinde “distopya” adı verilir. İdeolojilerin müspet bir biçimde “ütopyaya” dayanması, bir gelecek tasarımı olduğunu gösterir. Tarihi incelediğimizde, Platon’dan Farabi’ye, Rönesans aklının örgütleyicisi Bacon’dan, 16.yy’da Thomas Moore gibi isimlere kadar, insanlık “mevcut olanın” kaotik durumuna itirazla, olması arzulananı resmetmiş ve biçimlendirmiştir. Bazen fantazinin hudutlarında gezinen “ütopyalar,” bir gerçekliğe dayandığı ölçüde “ideal toplum” aklını örgütleyebilir. Nitekim tarih ve toplum göstermektedir ki, “ideal toplum ya da kemalat arayışları, insanlığın en kadim arayışlarının başında gelir.” Habil(avcı, toplayıcı toplum) ile Kabil(tarım ve özel mülkiyet dönemi) arasındaki çatışma akabinde, “Adem’in yasak ağacı, Kur’an’ın deyimiyle mülkiyeti, üretim araçlarının bir zümreye ait olabileceği fikrini benimsemesine mütevellit,” sınıflı toplumun yani cehennemin koşul ve gerçekliğini yaşayan insanlık, bu durumdan çıkışın yöntemleri ile birlikte, çıkışın yaratacağı “ideal durumu” resmetme arayışını da gerçekleştirdi. İşte İslam’ın ütopyası, “Medinet’ül Fazıla’dır.” Farabi’nin ilk olarak ifade ettiği, İbni Haldun’un Mukaddime’sinde resmettiği bu toplumsal durum, esasen “gerçekçi bir muhtevaya sahiptir.” i adım b lgi f kir geldiği fikri, Dr.Ali Şeriati’nin de yoğun biçimde vurguladığı, dinin temel prensipleriyle çelişmez bir gerçektir. Bu yaklaşım üzerinden, Medine pratiğiyle değerlendirme yapacak olursak, “inanan ve inanmayanların tek bir ümmet oluşturduğu” ifadesinin yer aldığı Medine vesikası, inanç öznesinin geri planda olduğu, insan öznesinin belirleyici kılındığı toplumcu bir anayasa olarak çıkar karşımıza. Ve İslam’ın ilk anayasasının hiç bir yerinde “ameli ve itikadi” bir ifadenin olmaması, ilahiyatçıları düşündürse de, kavranamamış bir durumdur. Bu duruma göre, “inanç,” ideal olana götüren bir araçtır. İdeal olan, “inançlardan arınmış olan durumdur.” Harita “yolu bulmak için gerekir.” Yol bulunduğunda “haritaya ihtiyaç kalmaz.” Medinet’ül Fazıla, “erdemliler şehri” manasına gelir. Farabi ilgili eserinde, insanlığın “kozmik birliği idrakini esas alan bir okumaya gark olmasıyla birlikte, ezen-ezilen çelişkisinin bertaraf edileceğini, kainatın nizam ve devinimine adaptasyonun mutlak prensip olarak görülmesi halinde, ideal toplumun ortaya çıkabileceğini ifade eder.” Esasen Farabi’ye ek olarak İbni Haldun, tabiatın “Allah’ın şeriatının Meselenin ontolojisini tartışmak yerine, pratiği üzerinden konuşursak; “Medine, özel mülkiyetin gelişmediği, ortaklaşmacı ve paylaşımcı üretimin belirleyici olduğu ve ilişkilerin de bu altyapı üzerinden şekillendiği bir süreçtir.” İşte İslam’ın ütopyası olan Medinet’ül Fazıla anlayışı, bu pratiğin “gelişmiş ve daha kapsamlı olarak kendisini gerçekleştirmiş halidir.” Eşitlik ve özgürlük fikrinin benimsendiği bu “ideal toplum okuması,” doğru anlaşıldığı taktirde, din adına kan dökme fiilinin ne kadar gerçekdışı olduğu da anlaşılacaktır. Ütopyalar, insanlığın ideale doğru yolculuğunun haritalarıdır. Ve ütopyasız yol sürmenin imkansızlığı “gerçeğin ta kendisidir...” uygulandığı yer” olduğu gerçeğine binaen, insanlığın iş ve oluşlarda “tabiata öykünerek” kendisini gerçekleştirmesi gerektiğini vurgular. Bu anlamda, Kur’an’ın temel “cennet tasvirlerinin” ölüm ötesi bir durumda ziyade, ölüm öncesine ait bir durum olduğu, sınıfsız ve sınırsız bir dünyanın Kur’an’da zikredilen cennet kavramına karşılık i adım b lgi f kir 7 Ütopya Eser Alpkaya Rüya’dan Gerçeğe: Cumhuriyet İnsanlar var oldukları çevreyi kurdukları hayaller ile dönüştürmeye çalışır. Hayalsiz insan yoktur ve yine hayali olmayan toplumda yoktur. Toplumsal anlamda ideali arayışın en özel ifadesidir Ütopya. Ütopya; var olmayan, hayali yer. Kimi ütopyalar zaman içerisinde gerçekleşir, kimisi gerçekleşmeyi bekler, kimisi ise asla gerçekleşmeyecektir. Bazıları ise tarihin tekerrürü içerisinde sürekli kendini yeniler. Milattan önce 500lerde Atina’da kurulan demokrasiler 1700’lü yılların monarşilerle yönetilen Avrupası için gerçekleştirilmesi gereken birer hayaldir mesela. Bu hayal Fransız devrimi ile gerçekleşecektir. Osmanlı’nın parçalanma sürecinde de hastayı iyileştirmek için farklı reçeteler aranacak ve bu ızdırabın içinde ütopyalar türetilmeye çalışılacaktır. Cumhuriyetin ütopyası neydi bunun incelemesine geçmeden önce 19. yüzyılda ve 20. Yüzyılın başlarında kendisi bir ütopya olan cumhuriyete kadar olan döneme göz atalım. Türk edebiyatında ütopya olup olmadığı uzun süre tartışıla gelmiştir. Yapılan incelemeler ile özellikle tanzimat, meşrutiyet dönemleri ve cumhuriyetin kurulum safhaları gibi kritik dönemeçlerde batıdaki ütopya tarzında kaleme alınan eserlerin bulunduğu sonucuna varılmıştır. Bunlardan öne çıkanlar siyasi rüyalar olarak yazılan eserlerdir. Bu eserlerin neden rüya tarzında yazıldığının cevabı ise dönemin sosyopolitik özelliklerinde aramak gerekir. Konuşulması tabu olan ütopik uç konulara değinilen ve dönemin yöneticilerinin hoşuna gitmeyeceği muhtemel olan bu eserler bir muhalefet etme yöntemi olarak kullanılmıştır. Özellikle Ziya Paşa ve Namık Kemal gibi birinci meşrutiyete giden yolda önemli izler bırakan hem döneminde, hem de sonrasında birçok kişiyi etkileyen kişilerin ‘rüyaları’ bunların arasında en önemlerindendir. Ziya Paşa Londra’da bir parkta gördüğü rüyasında padişah Abdulaziz’e meclis yönetimine geçmesinin faydalarını uzun uzun anlatırken, Osmanlı’nın genel durumunun vahameti hakkındaki görüşlerini aktarır ve başta bu durumun baş sorumlu olarak gördüğü Sadrazam Ali Paşa’nın görevden alınması olmak üzere çözüm öner- 8 ilerini çekinmeden sıralar. Namık Kemal ise rüyasında hürriyet perisi olarak adlandırdığı hayali varlık üzerinden esaret altında yaşadığını düşündüğü halka seslenir, onlara hürriyetin önemini anlatmaya çalışır ve onun için mücadele etmeye çağırır. Ecdat ile övünmenin bir fayda getirmeyeceğini, yapılması gerekenin örnek nesiller yetiştirip ülkeyi ileri bir safhaya taşımak olduğunu belirtir. Rüyanın sonuna doğru hürriyet perisi kendini Namık Kemal’in idealize ettiği vatan’a bırakır. Gelişmiş bir vatanın özelliklerini anlatır ve bunun özgürlük, millet iradesi, hükümet ve bilinçli çalışkan vatandaşların oluşturduğu adaletli bir toplum yapısıyla ulaşılabileceğini söyler. Genç Osmanlıların önemli iki fikir adamı tarafından kaleme alınan bu eserlerde vurgulanan bu idealler sonraki dönemlerde de devam edecek ve gerçekleştirilmeye çalışılacaktır. Rüya şeklinde kaleme alınan eserler haricinde İsmail Gaspırala’nın Darürahat Müslümanları ve Kadınların Ülkesi gibi eserleri bize özgü ütopik eserler olarak tanımlabilir. Gezi notları olarak kurgulanan ‘Darürrahat Yahut Acaip Diyar’ı İslam’ 1887 yılında Tercüman gazetesinde yayınlanır. Molla Abbas isimli karekterin Endülüsü ziyareti sırasında yine yarı uykulu ,yarı uyanık bir haldeyken kendini bir anda kimsenin i adım b lgi f kir bilmediği Darürahat Ülkesinde bulur. Bilimde ve teknikte son derece gelişmiş olan bu müslüman ülke onu kendine hayran bırakır ve Molla Abbas’ın kendi toplumunu sorgulamasına neden olur. Gaspıralı’nın yapıtlarında kadınların toplum içindeki yerine de geniş yer verilmektedir. Mesela Darürahat Ülkesinde kadınlar medeni ve sosyal haklar bakımından erkeklerle eşittirler. Kadınların memur olması ya da siyasetin içinde olması toplumsal bir gelenek kabul edilir. Gaspırala’nın bu konuya biraz da mizahi bir açıdan yaklaşan, yine Molla Abbas’ın gezi notları olarak kurgulanmış diğer önemli eseri ise 1890 yılında Tercüman Gazetesinde yayınlanan Kadınlar Ülkesi’dir. Bu ütopik eserde kadınlar ve erkekler toplumsal yapıda rol değiştirmiştir. Ülke kadınlar tarafından yönetilmekte ve sosyal yaşamda kadınlar ön planda olup erkeklerin baskı altında olduğu, kendilerini kadınlardan korumak için örtünmek zorunda kaldığı ironik bir toplum yapısı tasvir edilmektedir. İlerleyen yıllarda Hüseyin Cahit Yalçın’ın ortakçı bir yaşam hayal ettiği Hayat-ı Muhayyel gibi eşitlikçi ütopyalarda kaleme alınacaktır. Yine Eşitlikçi ütopyalara, nazım şeklinde kaleme alınmış ve bir alevi ütopyası olarak ifade edilen ‘Rıza Şehri’ örnek gösterilebilir. Yazarı ve tarihi kesin olarak bilinmeyen bu dörtlüklerden ufak bir kesit: ‘ Daldım hayalimin derin bahrına Vardım erenlerin Rıza Şehri’ne Bir demi mekanmış insan ehline Benlik yok dediler rızamız birdir Götürdüler beni mihman ettiler Bin bir taam ile sofra kurdular Ne bir hile ne de fesat güttüler Çünkü emeğimiz hazımız birdir Paydos eylemişiz pula paraya Ne lüzum var padişaha saraya Biz bir hak düzeni kurduk buraya Nefsi benlik yoktur özümüz birdir...’ Ziya Gökalp’in ‘Turan’ ve Kızılelma şiirlerinde de ütopik izlere rastlamak mümkündür. Turan’da ‘Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan;/ Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan’ demiş ve dünyadaki bütün Türkleri bir arada toplayacak hayali ülke Turan’ı işaret etmiştir. Yine Ziya Gökalp’in 1913 tarihli ‘Kızıl Elma’ şiirinde hayali bir ülke tasvir edilecektir: i adım b lgi f kir “Kızılelma yok mu? Şüphesiz vardır; Fakat onun semti başka diyardır... Zemini mefkûre, seması hayâl... Bir gün gerçek, fakat şimdilik masal... Türk medeniyeti taklitsiz, sâfî Doğmadıkça bu yurt kalacak hafî” Türk miteolojisinde önemli bir yere sahip olan Kızıl Elma ülküsünü bu şekilde Gökalp yeniden canlandırmaya çalışacaktır. Kızıl Elma ile ilgili iki önemli eser daha saymak mümkündür: Ömer Seyfettin Kızıl Elma Neresidir? İsimli hikayesinde, Kanuni Sultan Süleyman Kızıl Elma’nın neresi olduğunu merak eder ve bunu yanındaki danışmanlardan ve askerlerden öğrenmeye çalışır. Bu hikayede Kızıl Elma’nın halkta var olan bir örf olduğu ve özellikle orduyu motive etmek için kullanılan ve padişahın belirlediği ulaşılması gereken bir yer olarak kavramlaştırılır. Bir diğer eser de Ragip Şevki Yeşim’in 1971 tarihinde yazılmış Kızıl Elma isimli romanıdır. Roman Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u feth ettikten sonra yeni kızıl elma olarak Roma’yı belirlemesini ve bu amaç için İtalya’ya yerleştirdiği casusların başından geçenleri anlatır. Cumhuriyet dönemini etkiliyen önemli eserlerden biri olarak kabul edilen ve dönemin radikal batıcı ve pozitivist aydını olarak tanımlanan Abdullah Cevdet’in İctihad dergisinde yayınlanan Pek Uyanık Uyku adlı eseri de değinilmesi gereken metinler arasında. Kitabında fesin kaldırılmasından, latin alfabesine geçilmesine, kadının sosyal yaşamdaki öneminden, hukuki reformlara ve tekke ve zaviyelerin kapatılmasına kadar daha sonra hayata geçirilecek birçok hususa değinilmiş. Cumhuriyete giden yolda bu ve bunun gibi metinlerin önemli bir referans noktası teşkil ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu çerçevede Mustafa Kemal’de Cumhuriyet idealini gerçekleştirme konusunda şüphesiz ki bu arka plandan yoğun bir şekilde etkilenmiştir. Bir ütopya olarak muasır medeniyetler Özellikle Tanzimattan bu yana aydınlar arasında farklı türlerde de olsa bir ülkü haline getirilmiş Cumhuriyet’in ,Mustafa Kemal ve arkadaşlarının başarıyla yönettikleri Milli Mücadele sonucunda adım adım hayata geçirilmesi aslında bir anlamda bir ütopyayanın gerçekleşmesiydi. Bu andan itibaren aynı Ziya Gökalp’in Kızıl Elması’nda olduğu gibi, ki Mustafa Kemal’in Gökalp’ten çok etkilendiği hep dillendirilir, yeni ‘kızıl elma’ olarak ilk başta ‘muasır medeniyetler seviyesini ulaşma’, daha sonrasında ise hiç ulaşılamayacak ama hep peşinden gidilecek bir ülkü 9 olarak ‘muasır medeniyetlerin üstünü çıkma’ ideali benimsenecektir. Peki neydi muasır medeniyetler seviyesine hatta onun da üstüne çıkma ideali? Bunu doğru kavrayabilmek için 1920’li yılların başında Anadolu coğrafısını zihnimizde doğru canlandırmamız gerekiyor. Savaşlardan bitkin düşmüş, koca imparatorluğun yükünü hem savaşta hem barışta yıllarca sırtında taşımış, çoğunluğu köylü Türk nüfusundan meydana gelen, okuma-yazma seviyesi alt seviyelerde olan bir halk. Kadınları toplum hayatından soyutlanmış, niteliksiz din adamları tarafından verilen din eğitimi ile zihinleri hurafelerle doldurulmuş insanlar. Bu insanlar ki aslında hem yaşadıkları coğrafya ile, hem mensubu oldukları dinin aydınlık döneminde, hem de inşaa ettikleri devletleriyle büyük bir medeniyetin mirasçıları. Şu anda ise bilimde, teknikte batı tüm ihtişamıyla medeniyet bayrağını devralmış. Her ne kadar bu vecize ile burada o dönemde batı medeniyeti kast ediliyorsa da , somut bir tanım yapılmamasının nedenlerinden biri medeniyetlerin insanlığın ortak malı olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. Bu manada gün gelir medeniyetin adı değişir ama cumhuriyetin amacı sürekli kendini yenileyerek onu takip etmek olacaktır. Cumhuriyetin yeni ‘kızıl elması’ budur. Burada Atatürk döneminin toplumu reforme etme anlamında kendine referans noktası olarak aldığı ve yetiştirmek istediği cumhuriyet insanına örnek gösterdiği kitaplara göz attıldığında Atatürk’ün askeri liselerde okultulmasını istediği Beyaz Zambaklar Ülkesi kitabının özel bir yeri olduğunu vurgulamak gerekir. 1923 yılında Grigoriy Petrov’un kaleme aldığı bu kitap 1800’lü yılların Finlandiyasında yaşanan büyük dönüşümü anlatıyor. Kitapta; Asker, din adamı, profösör, öğretmen, doktor, iş adamları dahil olmak üzere toplumun tüm unsurları büyük bir dayanışma içerisinde Finlandiya’yı nasıl geri kalmışlıktan kurtardıkları ve ülkenin aciz, batalıklar ülkesinden bir avuç idealist insanlar öncülüğünde nasıl beyaz zambaklar ülkesi haline geldiği akıcı bir dille anlatılmış. Bu hareketin baş kahramanı Snelman’ın güzel aydın tarifi hala günümüz içinde geçerli: “ Aydın olmak, modaya uygun elbiseler giymek ya da kolalı yakalık ve modern şapka takmak değildir. Halk size, iyi bir maaş almanız ve akşamları sözde okuma salonlarında kağıt ve domino oynamanız için okutup eğitmedi. Bu durumda siz, aydından daha çok, çürümüs aydın oluyorsunuz. Siz halkı aklını, halkın iradesini ve gücünü halkın vicdanını harekete geçirmek mecburiyetindesiniz. Halkın 10 fikrini uyandırmalısınız. Köylüyü, işçiyi, ve toplumun alt tabakalarını nasıl iyi yaşanır, nasıl iyi yaşam koşulları yaratılır diye eğitmek zorundasınız.“ Erken Cumhuriyet dönemi toplum idealini anlamak için bir diğer önemli eser ise 1931 yılında Atatürk’ün manevi kıza Afet İnan’a yazdırdığı ve liselerde ders kitabı olarak okutulmasını istediği Vatandaş için Medeni Bilgiler kitabıdır. Bu kitapta Türk tarihinin kökenlerine değinilmiş olmasıyla birlikte, bilinçli olarak ortak geçmiş ve bir arada yaşama duygusu temelinde, kültürel bir vatandaşlık tanımı yapılmıştır. Laiklik vurgusu etrafından İslam diniyle Türklerin, Farsların ve Arapların bir millet olamadığı, İslamiyetten önce de Türklerin büyük bir millet olduğunu ve İslamiyetle birlikte Türklerin milli his ve duygularını gevşettiğini ifade edilmiştir. Türkiye’de sınıfsal çelişkilerinin olmadığı ve kooparatist bir toplum yapısının mevcut olduğuna değinilmiştir . Türkler’in tarih boyunca demokrasi anlayışı içerisinde bir yönetim biçimi ile yönetildiklerini ancak bu noktada saltanatla yönetilen son tarihi devletlerin padişahlarının despotça iktidarlarını devam ettirmişleri dile getirilmektedir. ‘Demokrasiye Muhalif Asri Cereyanlar’ başlığı altında Bolşevik nazariyesi, ihtilalci sendikalizm nazariyesi, menfaatlerin temsili nazariyesi’ olarak üç tehlikeye işaret edilmiş ve hürriyetin önemi şu şekilde vurgulanmıştır:Türk, istibdat ve esaret zincirlerini parçalayabilmek için dahilî ve haricî düşmanlar karşısında hayatını ortaya attı; sayısız fedakârlıklara katlandı; muvaffak oldu; ancak onsan sora hürriyetine sahip oldu. Bu sebeble hürriyet Türkün hayatıdır. Bu noktada Atatürk üzerinden farklı siyasi kanatlardan yapılan spekülasyonları engelemek için Medeni bilgiler kitabının, onun düşüncülerini anlamak bakımından önemli olduğunu düşünüyorum. Tarihi bir şahsiyet olarak onun olumlu ya da olumsuz anlamda siyasi bir malzeme haline dönüştürülmesine ancak bu şekilde; güvenilir kaynaklardan bilgi edinerek engel olunabilir kanısındayım. Erken cumhuriyet döneminde ‘ütopik’, geleceğe yönelik bir kurgu metin ve yazıldığı 1930 yılında yaşanan gelişmelere bir eleştiri olarak kaleme alınan Ahmet Ağaoğlu’nun Serbest İnsanlar Ülkesi değineceğimiz son eserdir. Dönemin önde gelen isimlerinden, daha sonra Fethi Okyar ile Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın Atatürk’ün yönlendirmesiyle çekirdek kadrosunda bulunan Ali Ağaoğlu’nun bu kitabı yine kurulacak olan partiye de esin kaynağı olacaktır. Liberal görüşleri benimseyen Ağaoğlu bu kitabında bireyin özgürlüğünü merkeze alan bakış açısıyla o dönem yapılan devrimleri eleştirir. Kitabını esaretten kurtulmuş kahramanının Serbest İnsanlar Ülkesi’ne seyahati üzerine kurgulayan Ağaoğlu, dolaylı yoldan kendi hayat hikayesini de kurguya aktarır. Kitabında Ağaoğlu toplum yapısının teme- i adım b lgi f kir lini demokrasi,bireycilik, özgürlük,kişisel feragat, serbest rekabet ve toplumsal dayanışma fikirleri üzerine kurmuştur. Kendisi de özünde Cumhuriyet değerlerine bağlı bir aydın olmasına rağmen, 20’li yıllarda desteklediği hareketin daha sonra git gide otoriterleştiğini ve liderinin putlaştırıldığını savunur. Bu fikirleri nedeniyle Ağaoğlu’nun içinde bulunduğu gazete, dergi, parti vb. gibi oluşumlar hep bir engele takılmıştır. olancın simgesidir bir nevi. Atatürk ve arkadaşları için ütopya olarak algılanan şehrin çağdaş bir yerleşim yerine dönüştürebilmek için çok masraf edilmiştir. Ancak şehrin sağlıklı büyümesi için imara açılmak üzere satılan arsaların yönetici elit kesim tarafından da bir ranta dönüştürülmesi Ankara’nın handikapı olmuştur. Fatih Rıfkı Atay Ankara’nanın imarında yaşannan sorunları şu şekilde dile getirmiştir: İnönü ile arasında geçen şu diyalog onun duruşunu bize aktarmaktadır. “Ankara’da milyonlar çalınmıştır. İstanbul’da milyonlar vurulmaktadır. Sabit olmuştur ki, Mustafa Kemal, şapka ve Latin harfleri devrimlerini başarabilecek kadar kuvvetli bir idare kurmuş, fakat bir şehir planını tatbik edebilecek kadar kuvvette bir idare kuramamıştı.” İsmet İnönü: Meclis’te serbestsizlikten bahsettiniz. Siz ne zaman söz istediniz de verilmedi? Veyahut söylemekten men edildiniz? Ağaoğlu: Resmen cevap isterseniz hiçbir zaman, fakat hakikati isterseniz daima! Çünkü serbesti öyle bir şeydir ki sizi kuşatan havadır. O hava kurutulursa elbette ki kimsede ne söz istemek, ne söz söylemek isteği kalır” Kitapların dışında cumhuriyet ve ütopya başlığı altında şüphesiz ki bize has bir eğitim modeli olarak Köy Enstitüleri’nin adınını anmamak olmaz. Teorik, sadece kitaba dayalı öğretim yerine ‘iş için iş içinde işle eğitim’ ilkesi temelinde pratikle bütünleşmiş bir modeli yeni cumhuriyet insanını yetiştirme ideali çerçevesinde geliştirilmiş, ancak uzun soluklu olamıştı. Yine şehir tasarımı anlamında bir kasabadan başkente dönüşüm sürecinde bozkırın ortasındaki Ankara’nın önemini bu konuda vurgulamak gerekir. Ankara bu topraklara Buna rağmen ufak bir bozkır kasabasından tüm Anadolu’ya umut saçması için bir metropol meydana getirilmesi sağlanmıştır. Ancak bu durum nicelden nitele dönüşümü sağlayamamıştır. Yazıyı burada sonladıralım. Elbette ütopya ile cumhuriyeti eşleştirdiğimizde daha birçok örnek çıkarmak mümkün. Girişte değindiğimiz gibi cumhuriyet’in kendisinin tanzimattan bu yana bir ütopya, bir rüya olarak öne çıkması onu hayata geçirenlere de daha ulaşılamaz ütopyalar için güç kaynağı olacaktır. Bu kapsamda tüm ütopyalar gibi cumhuriyet’in ütopyası’da totalitaryan öğeler içerir. Kendi tasarımını, kendi doğrusunu hayata geçirmek için baskı oluşturmaktan çekinmemiştir. İdeal olanı, görünmeyeni, görünür kılabilmek için bunu bir ihtiyaç olarak görmüştür. Peki ya sizin 10 yıl, 50 yıl ya da 100 yıl sonrası için bir gelecek tasarımınız/hayaliniz/ütopyanız var mı? Bize yazın, yayınlayalım. i adım b lgi f kir 11 Ütopya Veli Reçber İdeal Üniversite Günümüzde üniversite her ne kadar iş dünyasına ya da kapitalist sisteme nitelikli eleman yetiştiren bir kurum gibi görünse de 19. yüzyılın başlarında Almanya’da Berlin Üniversitesi’ni kuran Wilhelm Von Humboldt üniversitenin hedefini temel bilimlerin incelenmesi, araştırma ve öğretimin birlikte yapılması, öğretim üyelerinin kilise veya devlet baskısı altında olmadan çalışabilecekleri ortamın sağlanması ve topluma katkı yapması olarak tanımlamıştır. Humboldt’un tanımdan yola çıkarak ideal bir üniversite modelinin tartışıldığı düşünce ortamlarında ideal üniversite modelini tartışmalarında doğru modele ulaşma da Humboldt’ın bu tespitlerinin önemi çok büyüktür.. Bu yaklaşımının temelini Humboldt ideal üniversiteyi tanımlarken eleştirel yaklaşım, eleştirel düşünce ve eleştirel yorum ile doldurmaya çalışmaktadır. Yani üniversiteler özne ve nesnelere, var olan ve var olduğuna inanılan her türlü özne ve nesneye eleştirel yaklaşım, eleştirel, düşünce ve eleştirel yorum kazanmış bireyler yetiştirmek olduğunun altını çizer. Humboldt’a göre üniversitenin amacı ve rolü öğrenciye bilgi aktarmak değil, öğrenci ile birlikte öğretim üyelerinin önderliğinde bilgi arayışına çıkmak öğretim üyesi ve öğrenci ile birlikte bilime hizmet etmektir. Dolayısı ile burada bilgi arayışı ve bilime hizmet olarak öğretim üyeleri ve öğrencilerin bilgi arayışı yolculuğu üç temel yolda gerçekleşir : 1) İnsanın kendisinde 2) İnsanın içinde yaşadığı dünya 3) Galaksi Sistemi ( Uzay ) İdeal üniversite, bilim felsefesinin temel ilkeleri üzerine kurulmuş, bilimsel metodolojik kuralları kendine ilke edinerek bu ilkeler üzerinde farklı bilim disiplinlerine eleştirel düşünce, sorgulama, yorumlama, tartışma, felsefi yaklaşım, sosyolojik yorum, teknik analiz, ampirik karşılaştırma, teknolojik rasyonalite...anlayışını benimsemiş üniversite olarak tanımlayabiliriz. İdeal bir üniversite tanımı arayışımızda üniversitelerin yapılarının önemini göz ardı edemeyiz. Çünkü ideal bir üniversiteye ulaşma çabamızın olmazsa olmaz üç temel yapısı vardır. bu üç temel yapı olmadan ideal bir üniversiteye ulaşmak mümkün değildir. Bunlar, 1) Mali Özerklik 2) Yönetim Ve İdari Özerklik 3) Bilimsel Özerklik Türkiye’de üniversiteler Türkiye’de dünya da örneğine rastlanılmayan bir gerçek daha doğrusu niteliksiz, bilimden uzak, aklın eleştirisinden ve yorumdan uzak, teknolojik rasyonaliteden yoksun, toplumdan kopuk, üretmek, tartışmak, araştırmak geliştirmek felsefesini yok sayan evrensel değerlerden bihaber her şehirde hızla 12 artan üniversite kurma politikası ile karşı karşıyayız. Her ilimizde üniversiteler kurulmakta ve bilimsel akıldan uzak programlarla akademisyenler yetiştirilmektedir. Peki bu politikaların ya da üniversiteleşme adına her şehirde üniversite kurmanın mantığı nedir? Aslında bu sorumuzun iki temel cevabı bulunmaktadır. 1) Ekonomik olarak şehri kalkındırmak... 2) Bu gün Dünya da sosyo ekonomik bir sorun olarak özellikle genç işsizlik yüzde oranlarının yüksek olduğu bir sosyo ekonomik durum karşısında gençliği oyalamak... amaçtan ve bilimden uzaklaşıp, niteliğin önemsizleştiği bir üniversiteleşme modelini yarattığı sonuçlara baktığımızda plazalar ve dershanelerden bozma binaların üniversiteye dönüştüğünü görürüz. her ilde üniversite kurarak , bir ülkenin milli gelirini adaletli dağıtmak ve gelir dağıtımı arasındaki uçurumda adaletsizliği azaltmak için üniversite kurarak o şehri kalkındırmak gibi anlamsız bir iktisadi yaklaşımın içi boş kurumlar ve kolay akademisyen yetiştiriciliği sonuçları doğurduğu gerçeği ile karşı karşıya kalırız . Diğer bir amaç ise dünyada e ülkemizde büyük bir sorun olan genç işsizlik ve istihdam sorununun da böylece kontrol altına alınma ve gençleri bu boş kurumlarda niteliksiz öğretim üyeleri ile oyalama politikası güdülmesi anlayışıdır. Üniversiteler piyasanın pençesinde özelleşmektedir. Milyonlarca aileye ve gençlere üniversite okuma (bu okuma süresi 4 yıl ya da 2 yıl) bir üniversite diploması ile daha iyi bir iş, daha nitelikli eleman statüsünde olma umudu satılmaktadır. İşte bu durumda başka bir tartışma konusu ortaya çıkmaktadır. Üniversitelerin niteliği ve niceliği; bu konuyu da öneminden dolayı bir başlık altında incelemekte fayda vardır. Üniversitelerin Nitelik ve Nicellik Yönü Üniversitelerin ve kadroların niteliği, niceliği konusunun i adım b lgi f kir ne kadar önemli olduğunu anlamak için amaç ve araç ya da elimizdeki özne ve nesnel tartışmalar konusunda iki farklı bakış açısının arasındaki farkı çok iyi anlamamız gerekir. Bunlardan birincisi; kolej ekolü ile üniversite ekolü arasındaki fark; diğeri de üniversiteden mezun olmak ile üniversiteli olmak arasındaki farktır. Kolejler; bilgi üretmez, var olan bilgiyi öğretir amacı iş dünyası için nitelikli bireyler yetiştirmek... Üniversiteler; bilgi üretir, tartışma alanı yaratır, sorgular, deney yapar, felsefi yaklaşım ve yorum yapar, sosyolojik yorumlar üretir, geçmişi araştırır bu günü anlar geleceği öngörür... Bir toplumun en önemli kurumlarıdır...bilim insanları bir toplumun en önemli insanlarıdır..( medyadır, siyasettir, sosyolojidir, fendir, sosyal bilimlerdir...) Üniversite Mezunu ; Her insan üniversite okuyabilir ve üniversiteden mezun olabilir. Bir diploma sahibi olabilir. Ama her insan üniversiteli olamaz... Üniversiteli Olmak; araştıran, geliştiren, düşünen, diyalektin yorum gücünü kazanmış, sorgulayan, üreten, konuşan, duyarlı, felsefe okuyan, analitik düşünen kişiler üniversiteli olur. Üniversitelerin Sosyolojisi Üniversite sosyolojisi dediğimiz olgu belki de bir toplum için nitelikli kurumsal yapılar ve kadrolar için en önemli olgu ve tartışma alanıdır. Bir toplumda yaşayan halklar, diller, kültürler, inançlar, o toplumun tarihi, sanayisi, tarımı, örf ve adetleri, coğrafyası, mekanları, köyleri, kentleri göz önüne alınarak kurumsal olarak ve kadrolar açısından üniversitelerin yapıları belirlenir... Anadolu ve Mezopotomya farklı halkların, dillerin, kültürlerin, inançların bir arada yaşadığı bir toplum coğrafyasıdır.Bu coğrafya medeniyetlere, kültürlere ev sahipliği yapmıştır. Bunları göz ardı ederek üniversite kurmak, nitelikli kurumlar oluşturma çabası içinde olmanızın bir anlamı olmaz...Başlangıçta belirttiğimiz üç temel özerklik çerçevesinde üniversitelerin toplum sosyolojisi ve yapısı paralelinde oluşturulması gerekliliği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Türk Eğitim Sistemi Türk eğitim sistemi, cinsiyetçi, ırkçı, biatçı, dogmatik, ezberci, dayatmacı, dinci ( sünnidir ) ve kapitalisttir ( sisteme işçi yetiştirir ). Bu eğitim sisteminde sorgulamak yok, eleştirel düşünmek yok, üretmek yok, araştırmak yok, tartışmak yok ve özgür birey yetiştirmek yoktur. Türk eğitim sistemi ulusalcıdır, ve düşünmeyen, sorgulamayan, sistemin merkezinde olan gençler ve kuşaklar yetiştirme yolundadır. Bu eğitim sistemi ile önce Atatürk gençliği yetiştirmeye çalıştılar..Sonra sistem içindeki eğitim sorunları ile dershanecilik ve yurt anlayışı ile sol ve sosyalist birikimlere karşı devlet destekli dini cemaatler ile altın nesil yetiştirmeye çalışıldı... Günümüzde de kürsel sermaye ile işbirliği içinde olan hükümet eğitim sistemi ( 4+4+4 ) ile ise dindar ve tamamen biatçı bir nesil yetiştirmeye çalışmaktadır. Eğitim ve öğretim kavramlarının taşıdığı anlamdan yola çıkarak iki kavram arasındaki farkın i adım b lgi f kir ve bu farklılığın bilinciyle eğitim sisteminin önemini ortaya koyduğumuzda kimler üniversite okumalıdır kimler üniversiteli olmalıdır sorusu ile karşı karşıya kalmaktayız. Öğretim, felsefenin, sosyolojinin, fen bilimlerinin, sosyal bilimlerin, sanat, müzik, edebiyat, teknoloji, tıp, kültürün programlar dahilinde çocuklara ve gençlere eleştirel düşünce mekanizması içinde yorumlama yeteneği kazandırmak için programlanmasıdır. Eğitim ise bir toplum hedefidir. Yani öğretim programlarının projelendirilerek bilimsel arayış ve bilime hizmet mekanizması içinde bilgi ve hizmet üretmektir. Dolayısı ile öğretim programında özgür ve özerk düşünen bireyler, eleştiren, sorgulayan, yorumlayan, tartışan, araştıran, geliştiren, üreten, soran, konuşan, analiz eden kişiler üniversiteli olmalı ... ÇÖZÜM Bilim düşünmek, düşündüğünü yorumlamak, yorumlanarak ortaya çıkan düşüncenin de bir eyleme dönüşmesiyle var olmaktadır. Bu nedenle bilim felsefesi ve bir disiplin olarak var olan her bilim dalının konu olduğu felsefi bilimin üniversitelerde giriş dersi olarak okutulması ile başlar gerçeğinin önemini bilmek gerekir. Sosyal bilimler ve fen bilimleri açısında düşünceler tarihi, ve bilimsel felsefe derleri okutulmalıdır. Tüm batılı kaynaklar Türkçe, Kürtçe ve Zazacaya çevrilmeli... Üniversite kampüsleri toplumların sosyal yapılarına göre tasarlanmalı, kampüslerde tarım, hayvancılık, kümes hayvancılığı, arıcılık, sanayi ve hizmet-bilgi sektörü yapılanması olmalı... ( mini toplum yapısı kurulmalı ) Üniversite yönetimi akademisyenler ve öğrencilere bırakılmalı... Maddi yapıları özerk olmalı Bilimsel özerkliği olmalı ( Kültür üniversiteleri, sosyalizm üniversiteleri, liberal üniversiteler, sosyal demokrat üniversiteler, ... ) Her üniversitenin televizyonu, gazetesi, radyosu ve dergisi olmalı Seçme ve seçilme yaşı 18 yaşına düşürülmeli aktif politikaya katılım sağlanmalıdır... Kampüslerde köy enstitüleri, sanayi enstitüleri, bilgi ve hizmet enstitüsü olmalı... Her üniversitede araştırma ve geliştirme merkezleri kurulmalı... 13 Ütopya Buğra Sarı Küreselleşme ve Türk Milliyetçiliği O smanlı Devleti’nin yıkılışına doğru çözüm arayışı olarak İslamcılık, Batıcılık gibi akımlarla ortaya çıkan; Genç Kalemler, Türk Yurdu gibi dergilerle Tanzimat sonrası Türkçecilikten, Türkçülüğe devşirilen Türk milliyetçiliği; M. Emin Yurdakul, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Z. Velidi Togan, Nihal Atsız gibi düşünürlerle entelektüel boyuta ulaşmıştır. Türk Ocakları’nın kapatılması ve sonrasında İnönü rejiminin tezahürü olarak 3 Mayıs 1944 Turancılar davasıyla birlikte devletin milliyetçileri öteki olarak algılamaya başlaması sistemle Türk milliyetçilerini karşı karşıya getirmiştir. Zor şartlarda yürütülen Türk milliyetçiliği küreselleşen dünyada ayaklar altına alınabilmektedir. Yani küreselleşme Türk milliyetçiliğini tehdit etmektedir. Yazımda tarihsel çerçevede küreselleşme ve Türk milliyetçiliğini açıklayarak, küreselleşmenin Türk milliyetçiliğine etkisini ve bu durumda yapılması gerekenleri anlatmaya çalıştım. KÜRESELLEŞMENİN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNE ETKİSİ Küreselleşme, son yirmi yıl içerisinde çok kullanılır hale gelmiştir. Bir çok tanımı olan küreselleşmenin, tanımını oluşturmak oldukça zordur. Ancak en basit tanımıyla, dünya üzerindeki ülkeler arasındaki politik, ekonomik, 14 sosyal, siyasi ve ticari ilişkilerin, coğrafik sınırlara bağlı olmaksızın entegre edilerek belirlenmesi, yeni dünya düzeni kurulmasıdır. Türk Dışişleri Bakanlığı’nın tanımına göre küreselleşme; “Yerkürenin farklı bölgelerinde yaşayan insan, toplum ve devletler arasındaki iletişim ve et- kileşim derecesinin ‘karşılıklı bağımlılık’ kavramı çerçevesinde giderek artmasıdır.” Küreselleşme tartışmalı bir kavramdır. Bir görüşe göre; küreselleşme vardır, olmalıdır, kaçınılmazdır. Dünyanın geldiği noktada ancak küreselleşme ile dengelerin sağlıklı bir şekilde kurulması mümkündür. Sonuç olarak küreselleşme, ülkelerin daha çok gelişmesinin ve zenginleş-mesinin önünü açmaktadır. Bir diğer görüş ise; küreselleşme dünya üzerindeki büyük ve güçlü devletlerin dayatmasıdır. Gerekli olmamasının yanında zararlıdır. Zira küreselleşmenin amacı, büyük ve gelişmiş ülkelerin, az gelişmiş ülkelerin kaynaklarını suistimal etmesidir. Sonuç olarak küreselleşme zengin ülkelerin daha zengin, fakir ülkelerin ise daha fakir olmasının önünü açmaktadır. Küreselleşmenin kısaca tarihine bakacak olursak; üç evreden geçerek günümüzdeki halini aldığını söyleyebiliriz. Bu evreler: a) 19. yüzyılın sonlarından 1914’e kadar olan dönem: Bu dönemde küreselleşmenin, özellikle iktisadi anlamda, oldukça ileri bir seviyede olduğu görülmektedir. Uluslararası ticaretin önündeki engel ve tarifeler yok denecek seviyelere gerilemiş, küresel piyasaların entegrasyonu derinleşmiş, ulaşım maliyetleri ve uluslararası alanda kişilerin serbest dolaşımı önündeki kısıtlamalar en düşük seviyelere inmiştir. b) 1914’lerden 1945’lere kadar olan dönem: Bu dönemi incelediğimizde görmekteyiz ki; küreselleşmenin temel faktörleri, siyasi anlamda aşırı-milliyetçilik, iktisadi anlamda korumacılık ve kendi kendine yeterliliktir. I. Dünya Savaşı ile başlayan, Büyük Bunalım ile devam eden ve II. Dünya Savaşı’nın bitmesi ile sona eren bu dönem, küreselleşme dinamiklerinin ve global entegrasyon akımlarının ciddi bir biçimde sekteye uğradığı bir dönemdir. i adım b lgi f kir c) 1945 ve sonrası dönem: Bu dönemde küreselleşme, özellikle soğuk savaşın bitmesiyle birlikte büyük bir ivme kazanarak, benzeri görülmemiş bir seviyeye ulaşmıştır. Ekonomik anlamda, uluslararası ticaret hacmi ve uluslararası sermaye akımlarının hızı daha önceden eşi görülmemiş seviyelere erişmiş, küresel üretim süreçleri büyük bir dönüşüm yaşamıştır. Öte yandan, özellikle II. Dünya Savaşı sonrası dönemde böyle büyük bir savaşın bir kez daha yaşanmaması temennisiyle, siyasi küreselleşme ivme kazanmıştır. Ayrıca, teknolojik anlamda, bu dönemde, yerkürenin hemen her kesimini etkisi altına alan bir iletişim devrimi yaşanmıştır. Son olarak ve bilhassa 1980 sonrasında, küreselleşmenin çevresel, demografik ve kültürel boyutları da dünya gündeminin ilk sıralarında yer almaya başlamıştır. Türk milliyetçiliğini, tarihi süreç içerisindeki tecrübeden doğan Türk kültürü ve tarihi beslemektedir. Türk kültürünün insanlık mirasına armağan ettiği bütün eserler ve tarihi birikim, insaniyetçi ve kapsayıcı bir muhtevaya sahip olan milliyetçiliğimizin kodlarını oluşturur. Türk milliyetçiliği bunalımlı bir tarihi süreçte ortaya çıkmıştır. Milletin varlığı farklıdır, milliyetçiliğin ortaya çıkması farklıdır. Bazı Avrupalı milletlerin ortaya çıkışları milliyetçilikle beraberdir. Bazı milletler ise tarihin derinliklerinde oluşmaya başlamıştır. Türklerde bunlar arasındadır. Milliyetçilikle beraber ortaya çıkmamış, tarihin derinliklerinde oluşmaya başlamış bir millet olarak ortaya çıkmıştır. Orta Asya’da bıraktığımız izler, Anadolu’ya yolculuğumuz ve yeni toprakların Türkleştirilmesi, İslam dini ile tanışmamız ve Müslüman olmamız, Selçuklu ve Osmanlı imparatorluğunun kuruluşu, yıkılışı ve Cumhuriyete ulaşmamız gibi Türk milliyetçiliğinin tarihi serüvenini kısaca özetleyebiliriz. i adım b lgi f kir Türk milliyetçiliğinin fikri şekillenmesinde Ziya Gökalp’in kendine özgü bir yeri vardır. Gökalp, Türk milliyetçiliğini bir düşünce sistemi haline getiren ilk ve en önemli çabaların birisi sayılmaktadır. Gökalp, kendisinden önce gelen Türk milliyetçilerinin tarih, toplum, millet, kültür, uygarlık, batı ve İslam gibi sorunsallar hakkındaki dağınık düşüncelerini bir araya getirerek sistemli bir fikir hareketine çevirerek Türk milliyetçiliğinin bir ideoloji haline gelmesine de büyük katkıda bulunmuştur. Türk milliyetçiliğini, Türk kültürü ile bağdaşlaştıran Erol Güngör ise milliyetçilik kavramına ilmi bir çerçeve kazandırarak, millet ve milliyetçilik kavramlarını duygusal, ideolojik ve yer yer kökü dışarıda olan tanımlardan kurtarıp sosyal realiteye oturtmuştur. Erol Güngör’den önce de Türk milliyetçiliğinin bir kültür hareketi olduğu, ilmi metodlarla Türk milletinin gelişmesini ve refahını sağlamayı hedeflediği bilinmekteydi. Erol Güngör’ün en büyük katkısı bunun nasıl yapılabileceğini somut misalleriyle ortaya koyması olmuştur. Türk milliyetçiliği günümüzde amacından saptırılarak insanlarda bir alerji olarak önümüze serilmektedir. Bu durumun sebebi olarak, Türk milliyetçiliğinin ‘ırkçılık’ olarak algılanması gösterilebilir. Cezmi Bayram bu durumu şu şekilde özetlemiştir: ‘’Cehaletten düşmanlık yapanlar, Türk milletinin tarihini kendi kaynaklarından değil, yabancı kaynaklardan öğrenenler veya milliyetçilik teorisi hakkında dışarıda ve tamamen Avrupa milletlerinin tecrübesini esas alan şablon değerlendirmelere itibar etmekten dolayı bu hataya düşmektedirler. Avrupa II. Dünya Savaşı ile büyük acılar yaşamıştır. Taraflardan biri ırkçılığı esas alan bir zihniyet sahibiydi. Dolayısıyla milliyetçilik ırkçılık ile eş anlamda kullanılırsa, o takdirde yakın dönemde yaşanan büyük acılar hatırlanmaktadır. Böylece ırkçılığın sebep olduğu felaket, hiçbir ırkçı unsur taşımayan Türk milliyetçilini de suçlamaya vesile sayılmaktadır.’’ Bir kere Türk milliyetçileri ırkçılık yapamazlar. Çünkü ırkçılık Türklerin dini İslam’da yasaktır. Milliyetçi Hareket Partisi’nin ilk Genel Başkan’ı Alparslan Türkeş Türk milliyetçiliğinin tanımını şu şekilde yapmıştır: “Türk milletinden olmak, Türk milletini sevmek ve Türk devletine sadakatle hizmet aşkı taşımak, vatana bağlılık duygusu içinde bulunmak ve Türk milletinin yükselmesi için elinden gelen her fedakarlığı yapmak ve çalışmak duygusu ve şuurudur. Bu duygu ve şuuru taşıyan herkes Türk’tür. Kalbinde yabancı başka bir milletin özlemini, özentisini taşımayan, kendisini Türk hisseden, Türklüğü benimseyen ve Türk Milletine, Türk devletine hizmet aşkı taşıyan herkes Türk’tür.” 1980 öncesi kendisini komünizm tehdidi karşısında bir pozisyonda bulan, 80 sonrası terör ve Ermeni sorunu, Yunanistan ile yaşanan meselelerle milletin ve devletin bekasını koruma temelli hareket eden Türk milliyetçiliği; 1991 sonrası soğuk savaşın bitmesi ve 11 Eylül 2001 sonrası dünyada ve Türkiye’de ortaya çıkan yapı karşısında kendine manevra alanı yaratamamıştır. Soğuk savaşın bitmesi, 11 Eylül 2001 ve 2003 ABD-Irak savaşı sonrası Türkiye ve dünya çok büyük bir değişime uğramıştır. Türk milliyetçileri Türkiye’deki ve dünyadaki mevcut statükonun neresinde duracakları konusunda net bir tavır sergileyememiş ve mesaj verememiştir. Türk milliyetçiliğinin Türk siyasal yaşamındaki temsilcisi olarak gözüken Milliyetçi Hareket Partisi’nin son on yıldır sürdürdüğü politika ve söylem bunun birer kanıtı niteliğindedir. 1991 sonrası Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazanması Türk milliyetçilerini tari- 15 hte haklı çıkarmışsa da milliyetçilerin Türkistan coğrafyasına yaklaşımı duygusal temayülün dışına pek fazla çıkamamış, kardeş ülkelere karşı sistemli bir politika izlenememiştir. Sovyetler Birliği’nin ağabeyliğinden yıllarca çeken Türk Devletleri için yeni bir ağabey rolünde yaklaşılması bu devletleri ürkütmüş ve Sovyetler Birliği bakiyesi olarak kurulan Rusya için bir tehdit olarak algılanmıştır. kan unsurları ortadan kalkarak yerel kültürler, evrenselleşme imkanı bulmuştur. Türk milliyetçilerinin kızıl elması olan Turan Ülküsü, küresel çağda kolaylaşmış, önü açılmıştır. Küreselleşmenin nimetlerinden faydalanarak bu kızıl elmaya ulaşmak için çaba sarf edilmelidir. Ancak yukarıda da bahsedildiği üzere sadece Turan Ülküsü üzerine politikalar üretilmemelidir. 21. yüzyılda küreselleşmeyle birlikte milliyetçiliklerin hızla etkisinin azaltıldığı ve milli devletin sorgulandığı değişen dünya düzeninde Türk milliyetçiliği fikri yeniden entelektüel boyutta analiz edilmelidir. Milliyetçilik her ne kadar duygusal reflekslerden beslense de sadece gönülleri değil, düşünceyi de besleyen bir milliyetçilik fikri inşa edilmelidir. Maalesef ülkemizde liberaller evrensel değerleri yerelleştiremediği ölçüde, Türk milliyetçileri de yerel değerleri evrenselleştirememiştir. Küreselleşme sürecine milliyetçi duyarlılıklar açısından bakacak olursak; bu süreçte milli kültürler yıpratılmakta, milli kimlikler zayıflatılarak alt kültür ve kimlikler öne çıkartılmaya çalışılmaktadır. Yani milli yapılar ve kimlikler parçalanma tehdidi altındadır. Küreselleşen dünyada milliyetçilik yok edilmeye yüz tutmuştur. Ancak yukarıda da değindiğimiz üzere Türk milliyetçiliği gücünü tarihinden almaktadır. Türk hükümeti halkların kardeşliği mesajını vererek, her türlü milliyetçiliği ayaklar altına almıştır. Ancak bu yazımda Türk milliyetçiliğinin bir faşizm olmadığını anlatmaya çalıştım. Türk milliyetçiliği bir kültür hareketidir. Türkiye’de yaşayan bir vatandaş etnik kökene bakmaksızın vatanına hizmet etmeye çabalıyorsa, milliyetçilik duygularına sahiptir. Bu politikalar da Nevzat Kösoğlu’na göre, doksan yıl önceki programa göre dizayn edilerek uygulanmalıdır. Bu programı şu şekilde özetleyecek olursak; Büyük Türk Birliğinin kurulması fikri, Türk tarih ve kültürünün ayrıntılı bir biçimde incelenmeli ve değerlerimiz ortaya konulmalı, Türk dilinin sadeleştirilmesi, Muasırlaşmak, milli iktisat ve milli edebiyattır. Aslına bakıldığında küreselleşme gelişmeleri, esas itibarıyla Türk kültürü için yeni bir olay değildir. Ancak mahiyeti aynı olsa da oluşumların hızı artmıştır. İki yüz yıldan beri, yabancı kültürlerden, mecburi değişmelerle empoze edilen, işlev ve anlamlarını yitirmiş kültür unsurları ve kurumların varlığı Türk milliyetçilerinin itiraz ettikleri noktalardan biridir. Alınan kültürle Türk toplumu ve kültürü arasındaki coğrafi ve toplumsal ve kültürel uzaklık, empoze edilmeye çalışılan unsurun işlev ve anlamını daha çok kaybetmesine yol açmaktadır. Ancak unutulmaktadır ki, küreselleşmeyle birlikte iletişim ve bilişim çağı yaşanmaktadır. Zaman ve me- 16 gelişmeleri değerlendirmektir. Bunu yapmaya çalıştığımızda milliyetçi düşünce geleneğinden kopmadığımız taktirde ne kadar sağlam ve kalıcı ölçü ve bakış açılarına sahip olduğumuz görülmelidir. Bu yazımda küreselleşmenin Türk milliyetçiliğini ne şekilde etkilediğini anlatmaya çalıştım. Sonuç olarak, Türk milliyetçiliği kaynağını Türk kültüründen almaktadır. Yapılması gereken, küreselleşmenin tehdit ettiği Türk kültürünün, yaşatılması ve yayılması için gerekli politikaların uygulanmasıdır. SONUÇ Küreselleşen dünyada değişmeler meydana gelmektedir. Bu değişmeleri yeniden yorumlamalıyız. Bunu yaparken milliyetçiliğimizi yeniden sorgulamalıyız. Ama bilmeliyiz ki milliyetçiliğimizin temel duruşu, kıblesi ve temel değerleri kalıcıdır. Hatta bunlara bağlı tekliflerimiz bile çok uzun sürelidir. Öyleyse, asıl değerlendirilmesi gereken şey bu temel değer ve bakış açılarına dayanarak dünyadaki yeni i adım b lgi f kir Ütopya Fatih Rıfat Eymir Müslüman Ülkelerde Müslüman Olmak (Giriş-1) “Eğer hırsız bir lamba ile geliyorsa, Bil ki o, daha değerli mallar çalacaktır.” İranlı şair Senâî apolyon’un Mısır’ı işgali, 19. yüzyıl Müslüman aydınının bazı şeylerin yanlış gittiğini fark ettirmiştir. Bu, 2. Dünya Savaşı’na kadar Batı’yı taklid etmelerine yol açmıştır (geleneksel Müslüman aydınları hariç). Şüphesiz bu anlayış çatışmalara ve kavgaya dönüşecekti. N İnsan telakkisi bütünüyle farklı olan Batı’da; tamamen dünyevî, kâinatın hakimidir. Hiçbir üst varlığa karşı sorumlu değildir. İslamî insan kavramıyla bağdaşmayan bir anlayıştır. Tamamiyle Allah merkezli bir medeniyet, sanat ve felsefe; düşünme ve nesneleri algılama tarzı oluşmuştur İslam’da. Bir Müslümana, geç Rönasans “dinî” sanatının ya da Titancı örneklerden daha tuhaf gelebilecek bir şey yoktur. Allah karşısında “hiç”e ulaşmaya çalışmaktır bir Müslümanın amacı. O yüzden toplu savaş ve bu düşüncenin uygulanması olan sivil insanların katli bu medeniyetin ürünü değildir. Allah, kendisine karşı işlenen kusurlar için tövbe kapısını açık bıraktığı halde, insanın yaratılmışlara karşı işlediği suçlar için bağışlayıcı olmayacaktır. Bu yüzden ‘savaş ve kavgalar’ “fundamentalist” akımların uygulamalarıdır. Türkiye’de insanların Müslüman anlayışı üstünde birkaç oluşumu vardır: 1-Günlük namazlarını aksatmadan; Şerîat’e uymaya çalışarak İslam’la bağlarını canlı tuttuklarını düşünenler, 2-Şerîat hükümlerine uymadıkları, hatta düzenli namaz bile kılmadıkları hâlde “ben Müslümanım” diyenler, 3-İslâmiliği muğlak bir çeşit “hümanist” ahlâk anlayışı sürdürmek dışında belli bir İslamî ameli bulunmayanlar, 4-İslamî ibâdetleri sık sıkıya uyguladıkları, “ben dindarım” dediği hâlde, Şerîat’le çelişen (mesela ticarette hilecilik) pek çok fiili işlemekten kaçınmayan, i adım b lgi f kir 5-Bir tarîkate bağlı olduğunu düşünerek mânen yaşadığını sanan insanlar mevcuttur. Bunlar, Atatürk ve ülkenin dışa dönük sekülerleşmesi döneminden kalanlardır. Sudan, Nijerya ve Sovyet işgalinden önceki ve sonraki Afganistan gibi Müslüman ülkelerde de rastlamak mümkün. İslâm âleminin bugün içinde bulunduğu çıkmaz, yukarıda da birkaç örnek verdim, pek çok Müslüman düşünürünü eğitim meselesi üzerinde düşünmeye itmiştir. Ve son yüzyılda çokça ihmal edilen geleneksel İslamî eğitim sistemini araştırmaya yöneltmiştir. Eğer bugün, İbn Sînâ veya el-Bîrûnî’yi yetiştirecek bir eğitim sistemi arzu ediliyorsa en üst ilâhî bilgiye erişilebilecek bütün imkânları sağlanmalıdır ve geliştirilmelidir. Eğitim, insanın hem bu dünyadaki mutluluğuna hem de bu dünyadaki belirsizliklerden uzak olan ebedî âhiret yurduna yöneltmek gibi bir üst gaye gütmelidir. Batı’da 1500’den itibaren ortaya çıkan mekanistik evren geleneksel insanı kökten değiştirdi. Ve böylece doğaya, insan hükmedebildiğini/değiştirebileceğini gören Batılı insan bunun vehmine kapılmıştır. Geleneksel nitel bilgi giderek nicel bilgiye dönüştü. Fransız Devrimi’yle hat safhaya çıkan bu anlayış, artık yeni bir mühendislik harikasını ortaya çıkarmıştır: manevî mühendislik. “Siyaset yoluyla toplumu dönüştürme amacı, böylece ta temelde ‘eğitim yoluyla insanı dönüştürme amacına bıraktı.’”(İslam’da Modernleşme, Bedri Gencer, Ankara, Doğu Batı, 2012, 728.). Bu elbette, Osmanlı Devleti başta olmak üzere, Müslüman ülkeleri etkilemiştir (İkinci kısımda bunu ayrıntılarıyla yazacağım). Ve nesiller boyu devam edecek olan, Müslümanların kalblerinde ve ruhlarında çatışan/ çelişen ikili eğitim sistemi çıkmıştır. Batı’nın hızla değişen pedagojik teorilerine kapılmış modern eğitimcilere karşı hâlâ medreselerden öğrenebilecek çok şey vardır(Modern Dünyada Geleneksel İslâm, Seyyid Hüseyin Nasr (Çev. Sara Büyükduru), İstanbul, İnsan Yayınları, 2012, 162-178.). 17 Ağustos 1897 isviçre’de ilk siyonist kongresi toplandı ve bu kongrede dünya siyonist örgütü kuruldu. Bu kongrede alınan kararlara göre Filistin’de bir “yurt” edinilmesine çalışılacaktı. Böylece Filistin’de bir yahudi devleti kurma düşüncesi, siyasi bir hareket halini almıştı. 1978-1979 israil- abd- mısır görüşmeleri ve mısır-israil arasında ikili barış ant. Bu ant. İle israilin varlığı ilk defa bir arap devleti tarafından tanınmıştır. *1987- 1993 israil’in 1896-1902 dünya siyonist örgütü başkanı theodor herzl osmanlı padişahı II. Abdulhamite’e filistin’de yahudilere verilecek yerleşim iznine karşılık osmanlı devletinin dış borçlarını ödemeyi, bununla birlikte başka mali ve ekonomik olanaklar sağlamayı teklif etmiş ve red cevabı almıştır. işgali altındaki batı şeria’da ve gazze’deki filistinlilerin başlattıkları ilk intifada(ayaklanma) * Kasım 1988 cezayir’de toplanan filistin ulusal konseyi ilan ettiği bildiri ile “bağımsız filistin devleti” ile geçici bir filistin hükümetinin kurulduğunu açıklamıştır. *Kasım 1917 ingiliz dışişleri bakanı balfour siyonist federasyonu başkanı lord rothschild’a gönderdiği mektupla ingiltere’nin filistinde bir yahudi devleti kurulmasını kabul ettiğini resmen bildirmiştir. (balfour deklerasyonu) *1918 balfour deklarasyonu sırasıyla fransa italya ve abd tarafından da kabul edildi. 5-10 haziran 1967 altı gün savaşı israil’in mısır, suriye, ürdün’e karşı ani saldırısı ve batı şeria, gazze, golon tepeleri ile süveyş kanalına kadar sina yarımadasını işgali. İsrailin kudüsün doğusu ile batısında da kontrolü ele geçirmiştir. *Mayıs 1948 ingiltere’nin filistin’deki manda yönetimini tek taraflı kaldırması ve bm kararıyla israil devleti kurulması. *1948,1956 arap-israil savaşları ve bm’nin savaşı önleme çalışmaları *1956 süveyş kanal krizi(bu krizin sonucunda ingiltere ve fransa’nın mısır ve süveyş kanalı üzerindeki varlıkları sona erdi.) 1947 bm’nin filistin’in arap ve yahudiler arasında bölünmesi ve kudüs’e tarafsız bir statünün verilmesi kararı 1973 Arap-İsrail Savaşı *Ekim 1991-1993 ABD’nin girişimi ile İsrail,Filistin kuruluş örgütü , Suriye,Lübnan, Ürdün arasında Ortadoğu barış görüşmeleri başlamıştır. *Eylül 1993 Oslo Ant. Filistin kuruluş örgütü İsraili’i tanıdığına ilişkin anlaşmayı, İsrail de Filistin Kuruluş Örgütü’nü Filistin halkının yasal temsilcisi olarak tanıdığına ilişkin belgeyi imzaladı. Gazze şeridi ile batı şeria’nın eria kentinde yaşayan filistinlilere özerklik tanındı. 1997 1996 1995 1993 1991 1988 1987 1979 1978 1939 ingiltere yayınladığı bir planda on yıl içerisinde filistin’e bağımsızlık vereceğini duyurdu ve buraya yahudi göçünü sınırlandırdı. 1973 1967 1956 1948 1947 1945 1939 1922 1918 1917 1902 1897 1922 filistin’in ingiliz mandasına verilmesiyle 1900lerin başından beri süren filistin’e yahudi göçü hızlandı. *1997 İsrail, El Halil kentinin denetiminin bazzı koşullarla filistin Yönetimine geçmesini kabul etti ve bm barış gücü bu kentte göreve başladı. Mart 1996; Şubat 1996’da filistinde yapılan başkanlık seçiminin ardından filistin.2de barış karşıtlarının eylemlerinin sürmesi üzerine mısır’da ‘ortadoğu barış süreci’ nin korunması için geniş katılımlı bir terörle mücadele zirvesi yapıldı ve yeni önlemler alındı. Eylül 1995 israil ve filistin arasında abd “himayesinde” washington anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya göre Batı Şeria’nın yüzde otuzunda kontrol filistinlilere geçecek; filistin konseyi batı şeria ile gazze’yi yönetecek; ancak İsrail geçici bir süre dış güvenlikle dış ilişkilerden sorumlu olacaktı. 1945 mısır, ürdün, suriye, lübnan, ırak, suudi arabistan ve yemen arap birliğini kurdular. 18 Editör: Polina Cengiz i adım b lgi f kir * Haziran 2002 İsrail Batı Şeria’da oluşturduğu ‘yeşil hat’ boyunca beton duvar inşa etmeye, dikenli ve elektrikli tel örgü döşemeye başladı. *Ocak 2009 İsrail’in harekatının ardından Hamas ateşkes ilan etti. İsrail askerleri 3 gün içinde Gazze’den çekildiler. *Şubat 2005 Mısır’da İsrail-Filistin arasında imzalanan ateşkes anlaşması ile dört yıldır süren şiddetli olaylarına son vermek amaçlandı. *Kasım 2009 Goldstone raporu İsrail’in Gazze’ye yönelik *Aralık 2011: İsrail, saldırılarının haksız olduğu Hamas ile Ekim 2011’de ve savaş suçu işlediğine dair yaptığı esir değişim anbm gazze komisyonu başkanı laşmasının ikinci aşaması *Aralık 2008 İsrail’in tarafından hazırlanan belgençerçevesinde, kendi seçtiği Hamas’ın ülkesine füze in bm genel kurulunda kabul 550 tutukluyu serbest atışları yaptığını ileri sürerek, edilmesi. bıraktı. Gazze’ye füze ve topçu ateşi *Aralık 2011: Filistinli gruile saldırmaya başladı, sonra *Mayıs 2010 Gazze’ye plar Fetih ve Hamas, uzun da dökme kurşun operasyonu insani yardım götürmek süren fikir ayrılıklarının isimli kara harekatına girişti. için yola çıkan Gazze’ye ardından birleşme yolunÖzgürlük Filosu’na İsrail da önemli bir adım attı. donanması uluslararası Mısır’ın başkenti Kahire’de yapılan görüşmelerin sularda saldırdı. Mavi Marardından Hamas, Filistin mara gemisindeki yardım gönüllüsü 9 kişi öldü, 50’yi Kurtuluş Örgütü bünyesine katılma kararı aldı. aşkın gönüllü de yaralandı. BM İnsan Hakları Konseyi bu saldırıyı yasadışı ve orantısız olarak niteledi. Temmuz 2004 Lahey Adalet divanı İsrail’in inşa etmekte duvarın yasadışı olduğuna dair karar verdi ve İsrail’den bu duvarın yıkılmasını istedi. *1998 Filistin İsrail arasında zaman zaman çatışmalar çıkmaya devam etti. *Haziran 1998 İsrail’in bölgede yeni yahudi merkezleri kurma çalışması ve Kudus’ün genişleyerek ‘süper belediye’ olmasını öngören “büyük Kudüs Projesi”ni kabul etmesi ile Filistin-İsrail ilişkileri ve görüşmeleri olumsuz etkilendi. * Temmuz 1998 Filistin’e BM’de oy hakkı hariç üye ülkelerin haklarına sahip olması kararı BM genel kurulunda kabul edildi. BM Güvenlik Konseyi İsrail’den “Büyük Kudüs Projesini uygulamaya koymamasını istedi. * Ekim 1998’de imzalanan Wye Plantation Barış Anlaşması’na göre israil bazı şartlarla Batı Şeria’nın yüzde 13’lük bölümünden 90 gün içinde çekilecekti. i adım b lgi f kir * Mart 2000 İsrail Batı Şeria’nın bir bölümünden çekilerek burayı Filistin yönetimine geri verdi. *11 Temmuz 2000’ de gerçekleştirilen “2. Camp David Zirvesi”nde uzlaşma sağlanamadı. *Filistin Lideri Yaser Arafat, 26 temmuz 2000’de yapılacak görüşmelerden bir sonuç çıkmazsa “13 eylül’de bağımsızlığımızı ilan edeceğiz. Kudüs de, Filistin’in başkentidir” şeklinde bir açıklama yapmış ve hemen arkasından ABD’nin sert tepki ve tehditleri ile karşılaşılmış, bu karar Filistin Konseyi tarafından ‘en az 2 ay erteleme kararı almıştır. *Ekim 2000 mısır’da toplanan“Kader Zirvesi”nde alınan ateşkes kararına rağmen İsrail-Filistin arasında devam eden çatışmalar üzerine İsrail 20 Ekim’de barış sürecini askıya aldığını açıkladı. *2000-2005 El Aksa İntifadası olarak adlandırılan ikinci Filistin ayaklanmasıdır. Bu süre boyunca ABD ve Arap devletlerinin ortadoğu’da barışı sağlamak için süren çalışmaları da başarısızlıkla sonuçlandı. *Kasım 1999 ABD başkanı, İsrail başbakanı ve Filistin liderinin katılımıyla “üçlü Oslo Zirvesi” yapıldı. ???? 2014 2013 2011 2010 2009 2008 2005 2004 2002 2000 1999 1998 *2013 İsrail saldırıları ile 36 Filistinli yaşamını yitirdi. * Haziran 2014’de filistin’de 3 israilli gencin kaçırılması üzerine Temmuz’da israil savunma kuvvetleri gazze şeridine yönelik koruyucu hat isimli kara, hava ve deniz operasyonlarını başlattı. Hamas ve İsrail arasında 12 saatlik ateşkes imzalanan 26 Temmuz 2014 tarihine kadar geçen 19 günlük sürede Gazze’deki acının bilançosu: 1.032 ölü, 5.900 yaralı. İsrail saldırılarının başlamasından bu yana; BİLANÇO: Ölen Filistinli: 2139 Çocuk kayıp: 490 Ölen İsrail askeri: 64 İsrailli sivil kayıp: 6 Ölen İsrailli çocuk: 1 Yaralı Filistinli: 11 BİN Yaralı Filistinli çocuk: 3 BİN Evinden olan Gazzeliler: 500 BİN Gazze’de yıkılan ev: 20 BİN 19 Filistin - İsrail Sorunu Ayşegül Öztürk Yüzyıllık Kördüğüm: Filistin - İsrail - İngiliz subayı: İsrail’in nüfuslandırılması, Yahudi ve Araplar arasında paylaşılması birçok zorluk ortaya çıkarabilir. - Haganah subayı: Zorluklar aşılabilir. Birkaç katliam onlardan kurtulmamızı sağlayacaktır. İngiliz General John Bagot Glubb anılarından… İsrail ve Filistin arasındaki an- laşmazlık daha doğru bir ifadeyle, İsrail’in Batı Şeria’daki hak iddiası tarihteki en uzun süreli ve çözümsüzlüğe terk edilmiş meselelerden biridir denilebilir. Bu konunun uluslararası alanda İsrail lehine bir meşruiyet kazanması da başta İngiltere olmak üzere uluslararası aktörlerin meseleye adım adım müdahil olmasıyla gerçekleşmiştir. 1897’de Basel’de toplanan Birinci Siyonist Kongresi’nin sonunda Basel Programı yayımlanmış ve Yahudilerin uluslararası alanda kabul görmüş ve hukuksal bir dayanağa sahip Yahudi devletini Filistin’de kurmayı öngören fikir kabul edilmiştir. Dikkat çeken bir diğer adımsa 1917’de İngiltere Siyonist Dernekleri başkanı Lyod Rotschild’e, İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour’dan gelen mektuptur. Mektupta Balfour; “Majestelerinin hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir milli yurt oluşturulmasını uygun karşılamaktadır ve bunun gerçekleşmesi için her 20 türlü çabayı harcayacaktır.” demektedir.* Hamlelerini her zaman çıkarları doğrultusunda yapan İngiltere’nin bu kararı alırken elbette ki konjonktürel olarak gerekçeleri vardı. Yahudi gurupları savaşa ilgili kılmak ve Rusları savaşta tutmak gibi.. Milletler Cemiyetinin 1922 oylaması da Filistin’de self determinasyon hakkının kullanılmayarak İngiliz mandası haline gelmesine sebep olmuştu. Birleşmiş Milletler’in benzer bir diğer kararı da 29 Kasım 1947 Genel Kurulunda alınmıştı. ABD’nin destek ve baskıları sonucu alınan Taksim Kararı ile, o an Filistin topraklarının %7’sine sahip olan İsrail’e %56’lık bir pay uygun görülmüştü. 1948 Arap-İsrail savaşları sonlarına gelindiğinde artık Filistin toraklarının %80’i işgal edilmiş yüz binlerce Filistinli de mülteci durumuna düşürülmüştü. Rusya eski başbakanı Yevgeni Primakov’un bu konudaki öngörüsü: Filistin’li nüfusun yaşadığı toprakların ilhakı gelecekte İsrail’de Yahudiler’in etnik azınlığa dönüşme ihtimalini doğurabileceği yönündedir. Diğer taraftan uzunca bir süre Arap ülkelerinden medet uman Filistinliler, bunun mümkün olmadığını gördüler ve 1964 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü’nün kurulması da bu amaca hizmet içindi. Örgüte katılımın tek şartı da Filistin’in kurtuluşu için yürekten verilecek bir mücadele arzusu olarak belirlendi. 1978 yılına gelindiğinde ABD Dışişleri bakanı Henry Kissinger’in özel çabalarıyla uzlaşma yolunda bir adım atılmış ve Camp David Sözleşmesi imzalanmıştır. Diğer taraftan İsrail’in ilk cumhurbaşkanı Haim Weizmann’ın yeğeni olan Ezer Weizmann bu anlaşmayı Batı Şeria’da ve Ürdün nehrinde İsrail egemenliğini ebedileştirme yöntemi olarak görmekteydi. Ayrıca İsrail bu anlaşmadan Arap Birliği’ni parçalama gibi bir kazanç da elde etmiştir. Nitekim İsrail Ortadoğu’da yalnız değildi. 18 Ekim 1993’te dışişleri bakanı G.Shultz ABD Güvenlik Kurulu incelemesinde İsrail’i resmi olarak ’’ABD’nin Ortadoğu’daki baş ortağı’’ ilan etmeyi teklif etti. İsrail sempatisiyle bilinen Reagan’ın onayı ile malum olan, ilan edilmiş oldu. Ancak her ne kadar sempati duyulmuş olsa da ABD için her zaman ülke çıkarları bir adım önde i adım b lgi f kir gitmektedir. 1983’te İsrail’in Lavi avcı uçağının üretimine karşı çıkması konu İsrail dahi olsa ABD’nin koşulsuz şartsız hiçbir devlet yada grubu desteklemeyeceğinin açık bir delilidir. Zira zaman zaman ABD’li yetkililerin bu doğrultudaki açıklamaları da dikkati çekmektedir. Filistinliler’in İsrail’e karşı ilk intifadası sonrası başbakan Şamir’e bu tutkusunu azaltması gerektiği uyarısında bulunulmuştur. Birinci intifada olarak bilinen ilk halk ayaklanması 1987’de başlamış ve 1993’ kadar çeşitli protestolarla devam etmiş ve her iki taraftan da binlerce insan ölümüyle sonuçlanmıştır. Ardından 2000 yılında Şaron’un Mescidi Aksa’nın bulunduğu kompleksi ziyaretinden sonra El Aksa İntifadası olarak bilinen i adım b lgi f kir ikinci ayaklanma gerçekleşmiştir. İsrail-Filistin meselesi günümüze böyle taşınmış ve hala geçici ateşkesler ve tekrar saldırılarla varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Meselenin acısız ve kolay bir şekilde çözümlenmesi elbette beklenemez ancak Filistin’in yalnız ve güçsüz durumu İsrail’i saldırganlaştırmakta ve arkasına aldığı güçlerle de uluslararası alanda kendini haklı gösterebilmektedir. Görünen o ki herhangi caydırıcı bir etken mümkün kılınmadıkça yüz yıldır süregelen bu mesele bir yüz yılı daha insanlığın utanç kaynağı olarak yerini koruyacaktır. Kaynaklar * (Documents and Readings in the History of Europe Since 1918, Walter C. Langsam) * (Rusların Gözüyle Ortadoğu, 2009, Yevgeni Primakov) 21 Filistin - İsrail Sorunu Mehmet Rakipoğlu İsrail - Filistin sorununda din temellendirmesi İ srail- Filistin sorunu son yıllarda dünya çapında yankı uyandıran olayların başında gelmektedir. İki devletin egemenlik, topraksallık, etnik ve dini kimlikler, kaynakların kontrolü ve bölgesel güç mücadelesinin iç içe geçtiği ve dini sembolik boyutlar gibi sebepleri de eklediğimizde sorun, sadece başladığı bölge olan Orta Doğu için değil tüm dünyayı etkileyen büyük bir problem haline gelmektedir. Özellikle uluslar arası hukuka aykırı hareket eden İsrail’e karşı dünyanın çeşitli ülkelerinden kınama ve ekonomik boykotlar gerçekleşmektedir. Hatta bazı Yahudiler de İsrail’i şiddetle kınamaktadırlar. İsrail ve Filistin ülkelerinde yaygın olan dinler sırasıyla Yahudilik ve İslamiyet dinleridir. İsrail’deki Yahudi güçleri, Filistin’de ise Müslüman kuvvetler bulunmaktadır. Ayrıca İsrail, içinde bulunduğu şartların getirdiği olağanüstü politikayı her an devreye sokma yeteneğine sahip olan ve tam da bu yüzden küresel toplumun bütün normlarından kendini “muaf” tutabilen bir ülkedir. Sorunun dini temellendirmesi hususunda farklı boyutlardan bakacak olursak, Yahudilerin çoğunluğunun inandığı ve değiştirilmiş olduğu kesinleşmiş olan kutsal kitaplardan biri olan Tevrat’ın bazı bölümlerinde öldürmenin ibadet olarak algılanabileceği kısımlar bulunabilir. Örneğin; İşaya 47/14, 26/11, Hezekiel 9/5-6. Yahudiler kendi inançlarına göre bir nevi ibadet yapıyorlar. Ve buna karşı Filistin’de Hamas direnişinin silahlı kolu olan El- Kassam tugayları bulunmakta ki bu askerler zulmün her şekline karşı kendi ürettikleri silahlarla, kendilerine ait vatanlarını korumaktadırlar. Öte yandan İsrail’in dünya politik sistemine ve devletlere ‘güvenlikçi’ yaklaşımı ve Siyonizm etkisi Filistin üzerinde büyük bir baskıya dönüşmüştür. İki devlet arasındaki sorunun temel noktası ve en çok etkiye sahip kısım dini unsurlardır. 22 Kudüs, Siyonizm ve İslamiyet çıkmazları Dünya üzerinde yaygın olan 3 semavi dinin ortaya çıktığı Filistin bölgesi ve Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslamiyet dinleri için çok önemli bir şehir olan Kudüs için tarihte çeşitli ‘din’ kökenli savaşlar olmuştur. İsrail açısından bakarsak Yahudi inancına göre bu bölge Tanrı tarafından ‘sadece kendilerine’ vaat edilmiş topraklardır. Dolayısıyla bu toprakları almaları da ‘dinsel temellendirme’ çerçevesinde gerçekleşmektedir. İnançları çerçevesinde gerçekleşen şiddet dolu olaylara müdahale için uluslar arası toplumun bir numaralı ismi olan Birleşmiş Milletler 1947’de Filistin bölgesi için özel bir statü hazırlamıştı. Bu statü tasarısı çerçevesinde İsrail’in Filistin’in BM’ce belirlenmiş ve koruma altına alınmış topraklara karışma hakkı yoktu. Fakat İsrail’in ‘istisnai’ durumu hiçbir kısıtlamayı kabul etmediği için, sivilleri, çocukları, hastaneleri bombalama işlemleri devam etti. Kudüs’ün önemi İsrail- Filistin sorununda dini argümanların önemini gösteren bir delil olarak görülebilmektedir. İkinci olarak Siyonizm düşüncesi; (aşırı İsrail milliyetçiliği de diyebiliriz) İsrail’in hedeflerinin çizildiği tablodur. İsrail, Theodor Herzl önderliğinde Filistin ve çevresinde politik Siyonizm çerçevesinde kurulan bir devlettir. Siyonist düşüncenin koyduğu sınırların dışına çıkmadan gerçekleştirilen her eylem, ‘ Yahudiler için Filistin’de kamu hukukuyla güvence altına alınmış bir vatan yaratmak’ sloganı altında gerçekleşmektedir. Bu düşünce akımı ekonomik olarak Mason locaları tarafından desteklenmekte ve dünyanın en büyük kar amaçlı şirketleri ve Amerika’da bulunan İsrail lobileri İsrail’in askeri mühimmat sağlamalarına yardım etmektedirler. i adım b lgi f kir Ayrıca bununla yetinmeyen İsrail, Siyonizmin getirdiği ırkçı düşüncelerle dünya üzerinde özellikle Orta Doğu’da çeşitli planlar gerçekleştirmektedir. Bunların en bilindikleri: Büyük Orta Doğu Projesi, Dinler Arası Diyalog gibi geniş kapsamlı projelerdir. Bu projelerin İsrail’e getirisi birlik içerisine hareket edemeyen Müslüman ve Hıristiyanlar üzerinden prim sağlamaktır. Ve İsrail- Filistin sorununda üçüncü payı İslamiyet’e yöneltilmiştir. İbrahimi dinler diye tabir edilen 3 dinin sonuncusu olan İslamiyet, içeriği anlaşılmadan uygulama alanına koyulduğu anda insanlarda korku ve dehşet uyandırabilecek bir dindir. Barış ve sevgi temelli olan İslamiyet’e yönlendirilen yanlış yorumlar sonucu İslamiyet terörizm ile eş değer sayılmıştır. Özünde bütün dinlerin mesajı aynıdır: Allah, tektir ve O’nun peygamberleri vardır, hesaba çekileceğimiz bir gün ve uymamız gereken kurallar vardır. Fakat insanlar gönderilen peygamberlere çeşitli işkenceler yapmış, kitapları tahrif etmişlerdir. Ve en son gönderilen kitap Kur’an-ı Kerim ise değiştirilememiştir ve bu Hicr suresi 9.ayetinde Allah tarafından söylenmektedir. İsrail’in Filistinlileri vatanlarından çıkarmaya çalışması, masumları öldürmesine karşı Filistinlilerin ‘kendilerini korumak için savaşmaları’ gerek mantıksal gerekse dinsel çerçevede gayet doğaldır. Ve bu anlayışı aşırıya kaçırmadan yapılan hemen hemen her şey İslamiyet’teki cihat anlayışı ile uyuşmaktadır. Bu çerçevede kendilerini savunan Filistinliler bir nevi dinlerinin emrettiği bir uygulamayı yapmış bulunmaktadırlar. Yani Müslüman olmayanlara karşı kendilerini korumaları bir çeşit ibadet gibidir. likle 1990’lı yıllar sonrası Şimon Peres’in başbakanlığı ile daha kanlı bir hale dönüşen bu sorun temelinde din ve dinden kaynaklanan topraklar ve kutsallar üzerine inşa edilmiştir. Tabii bu problemi daha iyi anlamak için devletlerin ilişkilerindeki tarihi perspektifi de unutmamak gerekmektedir. Başbakan Davutoğlu ‘Filistin: Çıkmazdan Çözüme’ adlı kitapta belirttiği gibi, problemin tarihi açısından tutup sosyolojik olaylarına kadar derin incelenmesini sorunun anlama ve çözme açısından çok önemlidir. Kaynakça: 1 dan hazırlanmıştır. 2 İsrail- Filistin sorunundan çözüm için öncelikle her iki tarafında ortak paydada buluşması gerekmektedir. Ortak noktada buluşamayacakları bir nokta varsa o da Mescid-i Aksa’dır. Yahudiler merkez olarak kabul ettikleri bu mescidi ne pahasına olursa olsun kazanmak isteyeceklerdir. Aynı şekilde Müslümanlarda bu merkezi ellerinden kaybetmemek için ellerinden geleni yapacaklardır. Sorunu anlamak için iki tarafından kutsal kitaplarına bakılmalı ve objektif bir şekilde savaşın başından sonuna kadar geçen süreçte kaybedilenlerin telafisi edilmelidir. Olaya yalnız Filistin tarafından değil, İsrail açısından da bakmak kalıcı bir barış için faydalı olacaktır. Arabulucu olarak 1974 yılında BM tarafından sağlam bir slogan bulunmuştu: ‘İki halk için iki devlet.’ Fakat bütün girişimlere, diplomatik çabalara rağmen özel- i adım b lgi f kir Sabah Gazetesi,Web sitesi: http://www.sabah.com.tr/Dunya/2014/08/24/yahudile- rden-israile-boykot-cagrisi (erişim tarihi 30.08.2014) 3 Murat Yeşiltaş, Gazze ve Uluslar arası Toplumun Sefaleti, web adresi: http:// setav.org/tr/gazze-ve-uluslararasi-toplumun-sefaleti/yorum/16198 (erişim tarihi 30.08.2014) 4 Nursultan Abdülhamid İkinci, Değiştirilmiş Tevrat’ın Yahudiler’e Emrettiği İbadet, Web adresi: http://onceinsan.blogcu.com/degistirilmis-tevrat-in-yahudiler-e-emrettigi-ibadet/477524 (erişim tarihi 30.08.2014) 5 Sonuç ve Çözüm İsrail- Filistin Sorunu Ve Barış Sürecinin Geleceği konulu rapor. ORSAM tarafın- Sedat Kızıloğlu, İsrail Devleti’nin Kuruluşuna Kadar Geçen Süreçte Yahudiler ve Siyonizm’in Gelişimi, Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 2 Sayı 1: Ocak 2012, sayfa 35-36 6 3 Semavi Din Açısından Kudüs’ün Önemi, Web adresi: http://kenandabirkuyu. blogspot.com.tr/2014/02/3-semavi-din-acisindan-kudusun-onemi.html (erişim tarihi 30.08.2014) 7 Siyonizm ve Irkçılık, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları: Ankara: 1982, No:511, sayfa 23 8 Siyonizm Düşünden İşgal Gerçeğine FİLİSTİN, Fatma Tunç Yaşar, Sevinç Alkan Özcan ve Zahide Tuba Kor, sayfa 35 9 Halit Durucan, Siyonizm ve Siyonizm’in Evrensel Hedefleri, Web adresi: http:// www.makalemarketi.com/toplum-ve-haberler/politika/2106-siyonizmin-evrensel-hedefleri.html (erişim tarihi 30.08.2014) 10 Ahmet Akgül, İslam Davası ve Cihat Kavramı, Togan Yayınevi: İstanbul, 2013, sayfa 53-56 23 Filistin - İsrail Sorunu Hadiye Yolcu Biz Ne Kadar Masumuz? Vakt-i zulümde buluştuk yine insanım. Ağlamak düştü payımıza, hayıflanmak, dövünmek, hiddetlenmek biraz da küfür etmek. Sanal alemde acımızı paylaştık, zalime öfkemizi kustuk, rahatladık. Slogan atarken eylemde birkaç video çektik, boş durmadığımızı gösterdik. Haykırdık öfkemizi. “Kahrolsun zalimler! Yaşasın halkların kardeşliği!” dedik, birilerini suçladık. Evet suçluydu birileri, suç işlemişlerdi fakat bir an durup “Bu zulümde benim payım nedir?” diye hiç sormadık kendimize. Kendimizden hiç şüphe etmedik. Ötekini suçlamak en kolayıydı, öyle yaptık. Sorumluluklarımızdan kaçmak için topu ötekine atmayı tercih ettik. Her bir toprakta zulüm var. Her gün başka bir yerden vahşet haberleri alıyoruz. Sosyal medyadan slogan atmaya ancak yetişebiliyoruz. Gündelik haberlere verdiğimiz tepkilerimiz de gündelik oluyor. F ilistin’deki zulüm bugün başlamadı, altmış yıldır süren zulmü seyretmeye devam ediyoruz. Zalim cüretkar. Zalim programını yapmış, geleceğe dair projesini yürütürken biz bugün atılan bombayla kaç kişi ölmüş onun hesabını yapmaktan, gündelik sloganlarımızı savurmaktan, üzüntümüzü sanal ortamda ifade etmekten başka ne yapıyoruz? Bunları yapmakla üzerimize düşeni yerine getirmiş mi oluyoruz? Yaşadığımız ülkeyi yönetenlerin, Filistin’e bu zulmü yaşatanlara destek verdiğini bilmek utançtan ölmeye yetmez mi? Burnumuzun dibine yerleştirilen radar üssünden İsrail’e destek veren bir ülkenin vatandaşı olarak Filistin’e ağlamaya utanmayacak mıyız? İsrail zalim, İsrail suçlu, İsrail haksız evet, peki ya biz? Biz ne kadar masumuz? Kendi ülkemizden İsrail’e destek verilmesine engel olamıyorsak Filistin’e ağlamayı bırakıp kendi halimize ağlamalıyız. Amerika gelip ülkemize kendi eliyle radar üssü kurabiliyorsa, bağımsız olmadığımızı anlamalı, bağımsız olamayışımıza ağlamalıyız. Reyhanlı’da öldürülen vatandaşlarımızın bile hala hesabını soramamışsak, Gezi Direnişi’nde alınan canlarımızın kanları hala yerde duruyorsa bizler Filistin’i ağzımıza almaya utanmalıyız. Yüreğin yanıyor insanım, vicdanın sızlıyor biliyorum, Filistin’e, Rojava’ya, Şam’a, Kerkük’e, Musul’a, 24 Türkistan’a, Arakan’a, Myanmar’a… Sayarken bitap düşüyor dilimiz. Her yer acı her yer zulüm. Savaş değil bu, silahsız insanların kurban edildiği bir trajedi. Senaryoyu yazanlar fildişi kulelerinde yeni planlar yaparken biz ağlayıp, slogan atmakla mı yetineceğiz? Dünyanın patronları işkembelerini doldurmak için, kendileri daha güzel yaşamak için halkların kaderini belirlerken biz hiçbir sorumluluğumuz yokmuş gibi dua etmekle mi yetineceğiz? En son Soma’da rant uğruna yitip giden canlarımız için ne yapabildik? Bir hanım teyze ellerini havaya kaldırmış dua ediyor: “Allah’ım Soma’da ölen kardeşlerimizin ailelerine yardım et!” Fakat o ailelere gidecek olan yardım havaya kaldırdığı elinde altın bilezik olarak bekliyor. Bu samimiyetsizlikten ne zaman kurtulacağız? Kendimizi mi kandırıyoruz, Allah’ı mı kandırıyoruz, kimi kandırıyoruz? Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyaları için yaptığı bağışı kime yaptı bu halk? Derdimiz ne bizim, amacımız ne? Ne yaptığımızın farkında mıyız? Sistemin bize dayattıklarını seçenek olarak kabul edecek kadar ne zaman acizleştik? Firavun “Ben ne dersem o!” mottosuyla ülke yönetirken, ulema iktidar destekçiliği için dini alaşağı ederken, medya Firavun’un sihirbazlığını üstlenmiş haber alma hakkımızı gasp etmişken, hukuk iktidarın tekelinde egemenlerin hakkının savunucusu haline gelmişken, ordu i adım b lgi f kir NATO’nun emrindeyken, emniyet birimleri iktidarın muhafızlığını yaparken, baraj saçmalığı yüzünden halkın birçok kesiminin vekiline geçit vermeyen meclis bizi temsil etmezken, eğitim sistemi ‘sürü nesil’ projesi için birilerinin arka bahçesi olmuşken, dünümüz unutturulmaya, bugünümüz baskı altına alınmaya, yarınımız çalınmaya çalışılırken Filistin’den önce kendimiz için bir şeyler yapmamız gerekmiyor mu? Bu söylediklerimden herkes kendini düşünsün manası çıkarılmaz umarım. Demek istediğim herkes ÖNCE kendini düşünmeli. İlkyardımda bile birinci kuraldır; önce kendi güvenliğini sağlamalısın. Kendi güvenliğini sağlamadan başkasına yardım etmen imkansızdır. Biz önce içinde bulunduğumuz sivil işgalden kendimizi kurtarmalıyız. Zira bu baskı çemberi içinde bir şeyler yapamadığımızı İsrail Konsolosluğu önünde deneyimledik. Karşımızda kendi devletimizin muhafız alaylarını bulduk. Devletimiz, hukukumuz, medyamız, diyanetimiz, ordumuz, polisimiz hepsi karşımızdayken yaşadığımız topraklarda bir hükmümüz var mı? İrademizi sıfırlayan bir güçle karşı karşıyayız. Kendi irademizle karar verip uygulayamadığımız ülkemizin yetimleriyiz. Bu durum için çözüm üretememişsek hiç de masum değiliz. i adım b lgi f kir Zulme sessiz kalmak istemeyen, kimliği ne olursa olsun mazlumun yanında olmak isteyen, haksızlığa geçit vermeyecek olan benim vicdan ehli insanım, sorgulamaya kendimizden başlamalı, elimizden geleni değil, işin gereğini yapmak için çalışmalıyız. En yakınlarımızdan başlayarak kendi bağımsızlığımızı elde etmeden kimseye elimizin yetişmeyeceği bilincini kazandırmak için emek vermeliyiz. Bu mücadelede umut bizimle, hakikat bizimle, Allah bizimledir. “Hiç kuşkusuz bir toplumun bireyleri kendilerini değiştirmedikçe Allah da o toplumun gidişatını değiştirmez.” (Rad:11) 25 2139 Filistin-İsrail Sorunu 2139… u rakamlar neyi ifade ediyor? Para birimi, şans oyunları, bir numara yada önemsiz rakamlar topluluğu… Çok fazla şey geldi aklınıza ilk gördüğünüzde eminim. Benimde aklıma bir çok şey geldi, ama asıl olan gelmedi! 2139… insan sayısıdır. Evet bu binleri ifade eden sayı, insan sayısıdır. Ölen insanların sayısı, okul kazanan, tatile çıkan, kitap okuyan, iş bulan, bulamayan… insanların sayısı değil. Şuanda hayatta olmayan ve tüm dünyanın sessizce izlediği ölen insanların sayısı! Son sayımlara göre Gazze’de ölen insanların sayısı 2139 olarak belirlendi. Tabi bu enkaz altından çıkartılabilen insanların sayısı birde bunun görülmeyen yüzü var. Enkaz demişken bu bir deprem enkazı değil, koca bir insanlığın enkazı. Gazze’de ölenler bombalardan, kurşunlardan ölmüyor. Sakın bunu böyle anlamayın! Onları bizler öldürüyoruz; vicdanlarımızla, sevgisizliğimizle, hırsımızla ve en önemlisi kaybettiğimiz insanlık onurumuzla öldürüyoruz. Birde öldürdüğümüz insanlar için ağlıyoruz, ne kadar ironik öyle değil mi? Eminim “ Ben kimseyi öldürmüyorum, ben ne yapabilirim ki?...” gibi karşı çıkma, kendimizi savunmaya geçme cümleleri kafamızda bir oraya bir buraya çarpıp duruyordur… Aslında haklısınız hiçbir şey yapmadık, yapamadık. Çünkü kendimizle o kadar meşguldük ki bir başkasını acısı bizim acımız olmazdı. Bir başkasının ölümü veya bir çocuğun bağırışları bizim canımızı acıtamaz. Nedeni ise; biz unuttuk. Tanrının bize verdiği o büyük kalbe kainatı bile sığdırabilecekken biz kendimizden başkasını koymayı unuttuk… B Gazze’de ölenler için protestolar, boykotlar, basın açıklamaları yapıldı birkaç gün ve bunu tüm kanallar gösterdi. Ağladık, lanetler yağdırdık. Peki daha sonra… 26 Fatma Karakuş Sonra herkes aynı sessizliğine geri döndü. Tıpkı masallarda gökten üç elma düştü misali kimse sonrasını umursamadı. Hatta bazılarımız merak bile etmedi. Çünkü bencilliğimiz buna izin vermiyordu. Bencilliğimiz ne mi? Durun size biraz ondan bahsedeyim; günün her anı yanımızda olan, güzel giyimli, burnu havada hoş bir kadındır. Onun özgüveni ve kendini beğenmişliği hemen dikkatinizi çeker. Önce bu nasıl kadın ya bir insan devamlı hep bana hep bana der mi dersiniz. Sonra bir bakmışsızın bu durum sizi rahatsız etmiyor. Hatta hoşunuza bile gidiyor ve hep onunla olmaya başlarsınız. Bencillik Hanım fısıldar sana; aman canım sana ne? Sen kendi işine bak, herkes kendine bu zamanda diye. Gerçekten herkes kendine mi? Böyle mi öğrendik? Böylemi öğretildi bize? Bana sorarsanız böyle öğretilmedi. Hangi zamanda olursak olalım. Geçmiş, gelecek yada şimdiki zamanda fark etmez bu böyle değildi ve olmamalıda. “Yalnız vermeyi amaçla ki alasın” sözü ne güzeldir. Günümüz insanının her anında hatırlaması gereken bir söz. Bu Bencillik Hanımın ise yasaklı cümlesidir. Öyle olmalıyız ki; tek derdimiz diğer insanların, hayvanların hatta bitkilerin bile mutluluğu olmalı. Hissetmeliyiz her ne yapıyorsak her ne düşünüyorsak bizi bu kadar seven yüce gücü. Tanrı bize bu kadar çok şey vermişken biz nasıl başkalarına vermeyiz. Sevgimizi, merhametimizi, malımızı sırf Bencillik Hanım istedi diye kendimiz için mi saklayacağız? Yoksa Bencillik Hanıma “dostluğumuz burada bitti” diyerek Tanrının bize verdiği sevgiyi bizde başkalarına vermeye mi yöneleceğiz? Eğer sevip sevilmeye yönelirsek; 2139 sayısı gelecekte bizlere ölüm, savaş, çocuk mezarları olarak değil, aydınlık gelecekte gülüşen, eğlenen, öğrenmeye hiç durmadan devam eden çocukların sayısı olarak dönecektir. i adım b lgi f kir Velican Polat t Ba Nasıl uyuyoruz ulan.. Küfrün mermisi vurmuşken mabedimizi Bugün Filistin için uyanık kalmalıyız Tıpkı tıpkı Doğu Türkistan’da nöbetleşe namaz kılan Uygurlu uygar çocuklar gibi Bir gün biz rüyalara ara vereceğiz Çarpışacağız geniş göğsümüzü gere gere Sapanlarla Sereceğiz böyle düşmanı yere Sızlayacak çöl soğuğunda yüreğimiz X i adım b lgi f kir ze Gaz a X Mehmet Çakar Uyuyan Ümmet srail Güneş kızıl rengini almış yavaş yavaş, Akşam yaklaşmakta biraz biraz. srail Nasıl uyuyoruz be Mermiler düştükçe şehre Ya da bir misket bombası... Sizce atan kadar Yutan bizler Uyuyan bizler Dinleyen sizler de suçlu değil misiniz? Bir bebeğin kan sızan yüzü Bir annenin yürek döven yumrukları Bir babanın omzunda çaresiz başı Hiçbir şey çağrıştırmıyorsa Bir şey hissettirmiyorsa; Sığının küfrün kollarına Sarılın tarihin arka sokaklarına Bizi satana mı yardım edeceğiz ayaklarına. Çünkü rahatlık kafamızda Şeytan damarlarımızda Hücre yataklarımızda. ri e Ş ı Ufukta bir sessizlik gözükmekte. Belki de Gazze iftarı beklemekte Ve birden sessizliği yaran bir top sesi boom diye! İftardan önce şahadete ulaştı Gazze tekbirlerle. İsrail öldürdüğünü sanmakta; Bilmemekte ki, Müslüman ölünce doğmakta. Yakıyor Gazze’yi kafirin ateşi. Yanıyor ümmetin günahsız sabisi. Ümmet sessiz, ümmet tepkisiz. Ümmet uyumakta sıcak yatağında. Arada da kalkıp televizyon, internet cihadı yapmakta. Sorarsanız beklemekte ebabilleri… Ebabil gelse, nasıl tanıyacak ki kendilerini? Hayatın her alanına koymuş kafirin malını. İcraatta kafirin dostu, Sözde ümmetin ta kendisi. Uyumakta ümmet sesiz sessiz, Uyanmayı beklemekte çaresiz. Ve birden güneş doğacak habersiz. İşte o zaman sönecek İsrail, batacak kafir. Yakındır günler, yakındır gelecek. Ümmet her zaman böyle kalmaz! Yarın bugün uyanır elbet. Kuran’da müjdelenmişti ayet, Yarın bugün sonun hazırdır İsrail elbet. 27 Bireysel, Üniversite Topluluğu ya da Dernek/Sivil Toplum Kuruluşu olarak bizimle beraber çalışmak ister misiniz? 28 i adım b lgi f kir i adım b lgi f kir 29 Söyleşi Pelin Gül Kadın cinayetleri politiktir! Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, 2010 yılında Münevver Karabulut cinayetinden sonra Emekçi Hareket Partili kadınların önerisi ile bir çok parti ve kurumun da desteğini alarak kuruldu. Kuruluşunda da yer alan CHP çalışmalara en düzgün katılan partilerden biri. Platform, meclis’te grubu bulunan bütün partilerle beraber çalışıyor. Sadece eylem yapmıyorlar, yasa önerileri hazırlayıp takipçisi oluyorlar. Bazen MHP’nin destek verdiği kampanyaları bile oluyor. Her gün 4 kadının cinayete kurban gittiği Türkiye’de platform çok önemli bir görev üstleniyor. Yıllardır “namus cinayeti”, “aşk cinayeti” olarak gazetelerin 3. sayfalarında çıkan haberlerin dili bile platformun mücadelesi sayesinde değişti. Haberlerde “kadın cinayeti” tanımlamasının kullanılmasını sağlayan platform şimdi de bu tabirin ceza yasalarında da yerini alması için mücadele ediyor. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Genel Temsilcisi Gülsüm Kav, dergimize verdikleri mücadeleyi ve taleplerini anlattı: Görmezden geliyorlar Gerçek sayıları açıklamıyorlar Fatma Şahin daha iyiydi Toplum ilerledikçe kadınlara yeni hak lar doğuyor Platformun takip ettiği davanın olduğu bölgeye göre birlikte çalıştığımız gruplar değişiyor. Amacımız toplumsal bir konu olan ‘kadın cinayetleri’ için toplumun bütün kesimlerini harekete geçirmek ve birlikte çalışmaktır. Sadece kendine benzeyen kadınların yaşadığı sorunları kabullenmeyi doğru bulmuyoruz. Platform olarak bu şekilde olan kurumlar ile kopuş yaşadık. Türkiye’de kadın toplumunun yaşadığı bütün sorunları ile ilgileniyoruz. Biz sadece protesto yapan değil çözüm üreten bir platformuz. Kadınların sırf kadın oldukları için öldürülebilir görülmesi ya da şiddet kullanılabilir görülmesi politik bir meseledir. Bu konuyu görmezden gelen, bunun üstünü örten bir siyasal ele alışta son derece politiktir. Eski ‘Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanuna İlişkin Uygulama Yönetmeliği’ çok yetersizdi. Mağdur, tehdit eden ile resmi evli değilse devlet onu korumuyordu. Bu kanunun değiştirilmesi için platform olarak çok çaba sarfettik ve Fatma Şahin’in döneminde bu kanun değiştirildi. Fatma Şahin kendisinden bir önceki ve sonraki bakanlardan daha duyarlıydı. 30 Gerçek verileri öğrenip tabloyu anlamaya ihtiyacımız oluyor kayıtları öğrenebilmek için Bilgi Edinme Hakkı Kanununa dayanarak defalarca yetkili kurumlara başvuruda bulunduk. Her 8 Mart’ta sormamıza rağmen gerçek verilere ulaşamıyoruz. Aşağı yukarı bir tablo oluşturabilmek için tarafımıza ulaşan ailelerden ve iletişim araçlarından verileri toplamaya başladık. Geçen sene 8 Mart’da Aile Bakanlığı bir veri açıklamak zorunda kaldı. Ama açıkladığı veri bizim topladığımız verilerden çok daha azdı. Çünkü Aile Bakanlığı hükümetin yeni çıkardığı Koruma Kanununa bile uymadan sadece aile içi resmi öldürülenleri hesap etmiş. Modernleşme, kentleşme, kadınların iş hayatında önünün açılması, kamusal alanda başörtülü kadınların önünün açılması gibi ilerlemeler kadınlara da yeni haklar doğuruyor. Toplum ilerledikçe kadınlar önceki dönemlere göre haklarını daha fazla arar hale geliyorlar bunun sembol hakkı da ‘boşanma hakkı’dır. Çünkü kadınların şiddete maruz kalmaları ya da öldürülmeleri en çok bu evrede başlarına geliyor. Kadınlar eskisine göre daha çok i adım b lgi f kir kolay seçiyorlar. Kendilerini koruma içgüdüsüyle kısa vadeli çıkarlarını uzun vadeli çıkarlarına tercih edebiliyorlar. ‘Bir grup marjinal’ diyorlardı... Toplumda kadın haklarının farkına varma hali giderek büyüyor. Hasret Kara’yı kendi mahalle halkının koruması bunların somut örneklerindendir. Eskiden mahalle halkı olaylara aile içi mesele gözüyle bakarken şimdi kadın katillerine, kadına saldıranlara tepki veriyor. Platform olarak mücadelemizde hak kaybina uğrayan kişi ile baş başa kalırdık. Yıllardan sonra ilk defa toplum da sesimizi duydu. Türkiye’nin 2014 Yılı ilk altı ayının Kadın Cinayetleri verileri Songül Karlı’ya ve Seda Sayan’a açıklandı: 139 Kadın katli! oluşan kamuoyu tepkileri toplum olarak gelişme kaydettiğimizi gösterdi. Son haklarını arıyorlar ama bu hak arayışına direnen bir erkek Kadınların mücadelesi toplumsallaştıkça karşı tarafta egemenliği var. -TV programları ve söylemleri ile-eli yükseltiyor. Kadınları erkekler öldürüyor Kadınları soyut olan siyaset değil, somut olarak erkekler öldürüyor. Erkekler kadınların çalışma, boşanma, eğitim alma gibi modern hayatla ilgili hak arayışlarına ayak diriyorlar, kadınları şiddetle bastırmaya çalışıyorlar. Ülkeyi, kadınların sadece çocuk yapan ve evde oturan yönlerinden bahseden, şiddet uygulayan erkeğe cesaret kazandıran bir siyaset yönettiği için bu korkunç tablo ile karşı karşıya kalıyoruz. Böyle kriz anlarında yöneten siyaset kadınların lehine tutum alarak erkeklerin bu direncini kıracak olsa -ki imza atmış olduğu uluslararası sözleşmelerde bunu gerektiriyor- bu kadar kadın cinayeti yaşanmaz. Belki o zaman Türkiye gerçekten bölgenin yıldızı olabilir. Topluma kadınların hakları olduğunu, bu hakları kullanmaları gerektiğini, bu hakların önüne erkeklerin engel olarak çıkmamaları gerektiğini erkeklere de seslenerek anlatılması hem basının hemde siyasetçilerin işi ama asıl bu hakları garanti altına alan yasaları yapan sorumluların işidir. AKP’ye kadınlar daha çok oy veriyor AKP’nin kadın hakları konusunda politikaları ve söylemlerine rağmen erkeklerden çok kadınlar AKP’ye oy veriyor. Bunun kökeninde ise yine kadınların en uzun baskı sistemiyle eziliyor olmaları var. Her türlü istikrarsızlık kadınlar için erkeklerin yaşadığından çok daha büyük felaketler getiriyor. Bir şey değişince çok şey kaybedeceklerini düşünen kadınlar bu yüzden statükoculuğu daha i adım b lgi f kir Gezi’den sonra erkeklerin desteği arttı Platformumuzda 1000’e yakın kadın var. Yürüyüşlerimizin öznesi kadınlar olduğu için eylemlerimizde ve karar alma sürecimizde sadece kadınlar var. Erkeklerden çevrelerindeki kadınları seferber etmelerini ve lojistik destek sağlamalarını bekliyoruz. Çok yönlü bir mücadele yürütüyoruz bu sebeple herkesin bulunduğu noktadan taşıyabileceği suyu var. Platform’a destek olmak isteyenler eylemlerimize katılabilir, duyurularımızı yapabilir, kokart satın alabilir ya da kokart satışında bulunabilirler. Her yıl satışını gerçekleştirdiğimiz bir takvimimiz var gelirleri ile dava ve yol masraflarını sağlayabiliyoruz ama mekanımızın kirasını çıkaramıyoruz. www.kadıncinayetlerinidurduracağızplatformu.net den Platform ile ilgili daha fazla bilgiye ulaşabilirsiniz. Sorunun Çözümü için Platformdan öneriler: 1) Cumhurbaşkanı, Başbakan, Meclis’teki tüm parti liderlerinin kadına yönelik şiddeti kınaması. 2) Koruma kanununun etkin uygulanması. 3) Ceza Kanunu’nda caydırıcı ceza. 4) Kadın bakanlığının kurulması. 5) Cinsiyet ve cinsel yönelim eşitliğini esas alan yeni anayasa. Bunların hepsinin uygulanması için çabalıyoruz. 31 Gündem Özel DİNİN VE KUTSAL KİTAPLARIN SAVAŞLARA KATLİAMLARA ÇIKAR İLİŞKİLERİNE ALET EDİLMESİ Yıl M.S 312 birinci Kostantin rakibi Maxentius’u yenerse tek başına iktidar olacaktır,fakat ortada bir sorun vardır. Bizanslı hristiyanlar savaşa karşı oldukları için askerlik yapmak istemiyorlardı. Birinci Kostantin bunun üzerine din adamlarından oluşan bir din ordusu kurulmasını istedi. Ve böylece tarihte ilk defa tek tanrılı bir din ordusu kurulmuş oldu. Fakat yine de Kostantin’in istediği asker sayısına ulaşılamadı ve bu sayı ile savaş başladı. Savaşın ilerleyen safhalarında Kostantin savaşı kaybedeceğini anlayınca mızrakların ucuna İncil’in takılması emrini verdi ve nihai olarak bu taktik sayesinde savaş Kostantin lehine kazanılmış oldu. Bu olayın neredeyse bire bir aynısı 4. halife Hz. Ali ile Muaviye arasında cereyan eden Sıffin savaşında yaşanmıştır. M.S 657 yılında yani Kostantin’in İncil’i mızrakların ucuna takmasından neredeyse 345 yıl sonra Hz. Ali’nin halifeliğini tanımayan Ebu Sufyan’ın oğlu Muaviye (Yezid’in babası) şu anki Suriye’nin Rakka bölgesi olan yerde gerçekleşen savaşta yenilmek üzereyken askerlerine danışmanı Amr bin as’ın önerisiyle Kuranı Kerim’i, askerlerine emir vererek mızrakların ucuna takılması emrini vermiştir. Hz. Ali’nin ordusu karşısında darmadağın olan Muaviye’nin ordusu mızrakların ucuna Kuran’ı takarak, la Hukme illa lillah (hüküm yalnız Allah’ındır) sloganı’nı atarak Hz.Ali’nin ordusunun karşısı- 32 Taylanözgür Ekinci IŞİD = na çıkmışlardır bu onların son şanslarıdır ya, bu tuzak tutar düşman duraksar, çekilir ya da, tarihin sayfalarına gömülürler. Evet işler o kadar iyi gider ki bu şeytani tuzak tutar ve Hz.Ali’nin ordusu duraksar, tereddüt eder, Hz.Ali’nin askerleri olduğu yerde kalır ve ne bir adım ileri gidebilirler ne de geri şoka uğrayan ordu kala kalmıştır. Hz. Ali’nin ordu komutanı malik ejder askerlerine talimat verir bu bir oyundur, bu bir tuzaktır, o mızrakların ucundaki mürekkep ve kağıt parçasıdır Allah resulünün konuşan Kuran (Kuran-ı natık) dediği Hz.Ali bizimle beraberdir bu tezgaha gelmeyin bu oyuna kanmayın diyerek ordunun içinde etkili konuşmalar yapsada orduyu ikna edemez ve kesin olan bir zafer usta ve şeytani bir planla engellenmiş olur. Hem de bu usta ve şeytani plan çok uzun yıllar hatta yüzyıllar sonra gösterecektir ki bu plan nedeniyle tarihin akışını değiştirecektir, belki de bu planın fikir babası Amr bin as (Arabın dört dahisinden biri olarak kabul edilir) bile bu planın taşları bu kadar yerinden oynatacağını düşünmemiştir. Bu plan Muaviye ve askerlerinin canını kurtardığı gibi Hz.Ali’nin ordusunu karıştırmaya yetmiştir. Hz.Ali’nin ordusunda homurdanmalar başlamıştır keza Hz.Ali’nin ordusundan bir kısmı ordudan ayrılmış bir kısmı Muaviye’nin tarafına geçmiş diğer bir kısmıda kendisine ait yönetim tarzı olan ve Allah’ın kitabı Kuranı Kerimi merkeze alan ve Kuran’dan başka hiçbir kaynağı hiçbir kıstası kabul etmeyen HARİCİLER adlı örgütü diğer bir değişle islamda ilk i adım b lgi f kir = Hariciler mezhebi kurar ve bu mezhebin sloganıda HÜKÜM YALNIZ ALLAHINDIR (la hukme illa lillah) sloganı olur. Kendilerine koydukları isimde enteresandır Aliye karşı çıkanlar( haraca ala) HARİCİLER Hariciler, ibadete, zühd ve takvaya çok düşkün insanlar olarak bilinmektedir. Kaynaklarda alınları ve dizleri namaz kılmaktan nasır bağlamış haricilerden söz edilmektedir. Şekilcilik, hariciliğin en belirgin özelliği olmuştur bu insanlar kendileri gibi düşünmeyen kimseleri sorgusuz sualsiz öldürmekten çekinmemişlerdir. Öyleki kadınları ,çocukları, bebekleri, bile öldürmekte tereddüt etmemişlerdir, hatta yolda karşılaştıkları abdullah b. habbab b. eret ve hamile hanımını hunharca katletmişlerdir. Hamile olan kadının karnındaki bebeği mızrağa takarak, La İlahe İllallah ve Allahu Ekber diyebilmişlerdir. Evet Haricileri tek kelimeyle anlatmak gerekirse Hariciler eşittir IŞİD diyebiliriz. DİNDAR BAĞNAZLAR HZ. Ali kendisine Hariciler’den bahsedildiğinde, sloganlarınında Allah’tan başka hüküm verecek yoktur olduğunu duyunca şöyle dedi. Evet bu söz çok doğru bir sözdür ama gece gündüz allaha iman eden Allah’ı anan ona sığınan i adım b lgi f kir insanlar nasıl olurda masum insanları öldürebilir bu akıl dışı birşey . Hz.Ali gece başını yastığa koyduğunda bu insanlarla uzlaşamayacağını biliyordu bunu bilmesine rağmen onlara aracılar gönderiyor bu yaptıkları katliamlara son vermesini istiyordu ama bu dindar bağnazlar bir türlü kendisine gönderilen mesajları kaale almıyorlardı. Hz. Ali son bir kez amcası İbni Abbas’ı onlara gönderdi ve Abbas’a şöyle tembih etti: sakın onlar ile Kuran üzerinden amel etme Kuran anlamı geniş derindir sen bir ayet söylersin onlarda bir ayet söyler onlarla sünnet üzere görüş sünnet uygulama ister onlar söylerler ama yapamazlar. Tüm bu görüşmeler sonuçsuz kalmıştır, Hz.Ali savaştan kaçtıkça tüm savaşlar onu buluyordu, adeta Ali’nin çocukluğunu saymazsak savaşsız geçen bir günü yoktu 62 yıllık bir yaşam 23 üç yıl peygamberle omuz omuza savaş ve mücadele 25 yıl peygambersiz savaş toplam 48 yıllık bir savaş hayatı aman Allah’ım sadece 14 yıl süren bir çocukluk oda fakirlikle ve yoklukla geçen bir süre. Ünlü yazar George Cordak’ın dediği gibi Ali’nin çektiği sıkıntılar onun yüceliklerinin bedeliydi. Ve Ali Hariciler ile savaşmak için ordusunu Nehrevan’a doğru hareket ettirmek zorunda kalmıştı. Artık Ali Hariciler’le yani IŞİD ile anladığı dilden konuşacaktı. NEHREVAN SAVAŞI, ALİ NEHREVAN’DA HZ.Ali Nehrevan’da Hariciler’e hitaben şöyle seslendi: size haber gönderdim bana habercimin kellesini gönderdiniz, köylerimizi yaktınız, masum insanları öldürdünüz, kadınlara tecevüz ettiniz, erkeklerin kafasını kesip çukurlara attınız, anne karnındaki bebeği mızrağa takıp; La İlahe İllallah diye naralar attınız, sizin yaptığınızın ne dinde yeri var ne de Resullullahtan böyle birşey öğrendim Ali’nin bu konuşmalarına bile Hariciler ok yağmuru ile karşılık veriyordu. M.S 658 yılında gerçekleşen savaşta Ali, Hariciler’i darmadağın etti; artık halk huzurluydu Hariciler diye bir sorun kalmamıştı insanlar çarşılarda pazarlarda korkusuzca dolaşabiliyor, Çocuklar özgürce oynuyabiliyordu. Haricilerin fikirleri onların takipçileri tarafından itikadi olarak da olsa devam etti. Günümüzde Irak’da meydana çıkan 21. yüzyılın Haricileri IŞİD aynı uygulamaları Ortadoğu halkı üzerinde malesef uygulamaya devam ediyor IŞİD Haricilerin adeta ikiz kardeşidir umarım sonları Hariciler gibi olur umudum karşılarına çıkacak bir Ali olmasıdır IŞİD Irak’ta mutlaka bir aliyle karşılaşmalıdır mutlaka…. 33 Gündem Özel Gülcan Yayla i? m Soma Bir Çaresizlik S oma katliamından sonra oradaydım. 4 gün. Gözlerimin önünden oradaki işçiler, kadınlar, babasını kaybettikten sonra evine giremeyen 3 yaşındaki Mahmut, çaresizliği öğrenmiş babalar geçiyor. Kendi çevremi göremiyorum. Bu yazı duygusal bir yazı olacak. Gerçekleri de yazan, ama duygusal diyeceğiniz türden. İlk söyleyeceğim şudur ki, üzgün olmaktan çok kızgınlık hissediyorum. Gözleri ateş saçan korkunç bir canavar uyandı içimde, oradaki toplumu bu hale sürükleyen her şeye ve kendimize karşı. Orada herkes ailesinden, tanıdığı, sevdiği birilerini kaybetmiş bu cinayete ama hala bazıları ‘Allah razı olsun başbakan da enerji bakanı da buradaydı.’ ‘Yapılacak bir şey yok, kader.’ diyor. Bazıları gerçekten bunu içinden gelerek söylüyor, ama bazılarının buna inanmadığını dalıp giden gözlerinden anlıyorum. Bakamıyor. Hiçbir şeye. Vücudu o madenlerde çökmüş o işçinin bakışları mı daha çok şey anlatabilirdi bize, yoksa kendinin de korktuğu şeyi söylemek yerine ağzından çıkan o ‘kader’ kelimesi mi? Durum bu olunca, yanı başımda açılmış, kollarını saracak ölü vücutlar bekleyen onlarca mezar varken, orada okunan du- aları duymuyor kulaklarım. Sadece bir cümle yankılanıyor kulaklarımda, yan madenden kurtarma çalışmalarına gelmiş o işçinin söyledikleri: ‘En zoru da, dışarı çıkardığın o vücutların yanmış, sıcak olmasıydı. Ölüler soğuk olur normalde, böylesine dayanamadım. Bıraktım çalışmalara katılmayı, içeri giremiyorum. Allah en çok o kurtarma ekibine sabır versin…’ Soma’da insanlar üzgün, kızgın, iyi değil. Dünyanın en iyi insanları belki, Anadolu saflığı içlerinde… Ama her şeyin zamanla normale döneceğinin, kendilerinin gene o madene gireceğinin farkındalar. Birlik olmak, direnmek hissi ve işverenlerin onlara muhtaç olduğu bilinci yok. Bizden en çok, oradaki koşulların iyileştirilmesi için çalışmamızı istiyorlar. Onun dışında başbakanlarından yedikleri yumruk içlerinde yer etse de, kendi canlarından kopan canların sayısı yalan yanlış açıklansa da isyan etmeyecekler. Bir kırmızı kalemden korkuyorlar, isimlerinin üstünü çizecek… Gözlerim donuyor o kırmızı kalemi elinde tutanları düşününce. Oradaki köylülerin hissettiği çaresizlik hissi içimde yeşeriyor. Kalbimi sarmaktan keyif alıyor. Söküp atmak istiyorum yıllardır halkın tepesine çökmüş o eli, çare bulmak istiyorum çaresizlik hissine. 34 i adım b lgi f kir Ve biz halihazırda o yumruğu görebilenler, biz bunun herhangi bir kaza olmadığını unutmayacağız, unutmamalıyız. En büyük düşmanımız o, ve bu çaresizliği yüzümüze çarpan iktidar dışında biz de sorumluyuz bu histen. Bu iktidar yıkılır başkası gelir. Başka iş adamları gelir o tünelde 10 metre yürüyemecek olup işçisini 2 km derine iten ve üstüne bir de parmağı kopan işçiyle 15 gündür uğraştığını söyleyip hayıflanan. Bunlar hep gelecek, hep olacak. Ama biz bu çaresizlik hissine bir alternatif oluşturmanın yollarına bakmalıyız şimdi. Onla savaşmak değil derdim, girdiğimiz her savaş enerjimizi başka yerlere götürecek. Savaş değil derdim. Yeni bir şey yaratmak. Görünen o ki, çaresizliği öğrenmiş, yüreği tertemiz olsa da böyle yaşamaya razı olanlarla yapamayacağız bunu. Bir de, sırf kendimizi rahatlatalım diye bir hafta sonu gidip birkaç oyuncak götürerek de yapamayacağız. Zaten gözleri yaşlı ailelerin yanında bir gözyaşı da biz dökerek yapamayız bunu. yarar’ deyip, her gün bir dua okuyacaklar oğullarının ruhuna. Bunlar olurken çocukları, köylerindeki gençler büyüyecek ve onlar adına sesler yükselecek içimizde. Bu toplum ancak böyle kurtulacak çaresizlikten. Ve biz halihazırda o yumruğu görebilenler, biz bunun herhangi bir kaza olmadığını unutmayacağız, unutmamalıyız. Enerjimizi savaşlara harcamadan, iktidarın ‘şehitlerimize bir Fatiha’ diyen günahkar dudaklarının bizi nefrete çekmesine izin vermeden kendi yolumuza bakalım. Şimdi açmaya çalıştığımız bu yoldan biz yürüyemeyeceğiz, ama çocukları yürüsün bu ülkenin… Gözleri pırıl pırıl parlayan çocuklar bizi bekliyor yeni bir şey yaratmak için. Bu toplumun güzel günlerini biz görmeye yetişemeyeceğiz, ama onlar yaratmaya hazırlar. 400 kişilik bir köyden bir çocuğu okutalım, sadece parasını vererek değil. O bir çocuk başka ailelere örnek olsun. O köyde akıl danışılan olsun. Ve bir gün, abisinin, babasının kılına zarar gelecek olursa ilk o durdursun kalkan yumruğu. Bunu yaparken de, o çocuğun ailesine mümkün mertebe dokunalım ki bütünlük olsun yaptıklarımızda. Bunun dışında, işçi ezilmeye devam edecek. Henüz sandığınız gibi bir isyan gelmeyecek, hakkını aramayacak insanlar. ‘Benim oğlumu geri getiremedikten sonra ne işe i adım b lgi f kir 35 AA23.ORG GELECEĞİN HABERCİSİ FARKLI YORUM ve GÖRÜŞLER 36 i adım b lgi f kir Kültür Sanat Fikir Iulai Chiciuc Bir Tutam Felsefe Belki de hiçbir konuda mutlak doğru yoktur. Hepimiz her konuda bir yanılgı içindeyizdir? Hayata dair ne varsa hepsi şüpheli ve parça parça. Din, siyaset, felsefe, kültür… bunların ne önemi var ki? Sonuçta dünya kimseye kalmıyor. Neden “din” savaşları çıkartılıyor ki? Herkesin dini kendisine. “En doğru benim dediğimdir” deme hakkını insanlar nereden buluyor ki? Zaman, nasıl olsa kendiside dahil her şeyi değiştiriyor… Ölmek için doğduysak, barışmak için mi savaşıyoruz? Dahası ayrılmak için mi bağlanıyoruz? Her şey zıttını içinde barındırıyorsa tartışmaya ne gerek var? Güçlünün gücü, güçsüzün gücü kadarsa; Tanrının kudreti inananlarının kudreti kadar mı? Yalnız doğduk. Yalnız öleceksek nedir bu haşır neşir olduğumuz kalabalık…? Zulmün kaynağı nedir? İnsan neden zalimdir? Bir şeyi sevmek için başka bir şeyden nefret etmek şart mıdır? Bir güzeli sevmek diğer güzellikleri sevmemek anlamına mı gelir? Sevginin sınırını, bencilliğin hududumu belirler? İnsan neden azla yetinmez? Toplumsal kurullar aslında azla yetinmeye teşvik etmediği için mi? Yasaklar neden çekicidir? Çiğneyenlerini daha çekici kıldığı için mi? İnsanın her anı neden bir değil? Tutarsız bir varlık olduğu için mi? Sevgililer neden bir birlerinin canlarını acıtırlar? Açılar, tatlığın önemini kavrattığı için mi? Uygarlıklar, çok tanrıları tek tek öldürdüler ve bir tanrı kaldı. Onu da öldürüp hepimizi ateist mi edecekler? Benim doğrularım korkunçtur diyen Nietzsche’nin önerdiği gibi hayatı daha anlamlı ve mutlu kılmak için; tüm değerlere yeniden değer biçerek, iyinin ve kötünün ötesine geçmeliyiz belki de… i adım b lgi f kir Not: Mantıklı olanı saçma olan belirlediği için; bu yazı eğer saçmaysa, mantıklıya hizmet ediyor demektir, yok eğer mantıklıysa; saçma olanı belirtiyor ve yine mantıklı olana hizmet ediyor demektir. 37 Kültür Sanat Fikir Muhip Üzümcüoğlu Tabii Hukuk Akımı H ukuk felsefesi tarihinde önemli ve asıl değere sahip olan tabii hukuk akımı MÖ V. yüzyıl Yunan düşüncesine büyük katkıları olmuş sofistlere kadar dayanır. Bu akım hukukun tabiat, tanrı veya akıl kökenli olduğunu ve insan düşüncesinden bağımsız a priori değerlere dayandığını iddia etmektedir. İnsan hukuku icad eden değil keşfeden konumdadır ve zaten yapması gereken de budur. İlk çağda sofist aydınların çürük inançlarla ve cehaletle savaşmaları, ulusların eşitliği görüşünü ileri sürmeleri, kanunların uygulanmasında nasafet ilkesinin gözönünde tutulmasını ileri sürmeleri kısacası sosyal ve hukuki sorunlar üzerinde düşünmeleri ve adalet problemine değinmeleri akıma önemli katkılar sağlamıştır. Daha sonra Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi büyük filozofların adalet, mülkiyet, aile, miras, kölelik vb. kurumları hakkındaki düşünceleri de ciddi gelişmeler sağlamıştır. Roma’da Cicero, Seneca ve Epictetus gibi stoacılar, insan tabiatının gereği olan, evrensel nitelik taşıyan değişmez kapsamlı bir tabii hukuk görüşüne üstünlük tanımışlardır. Özellikle Cicero’nun şu ifadeleri nasıl bir tabii hukuk anlayışına sahip olduğunu göstermektedir: “....Gerçek hukuk akıldan kaynak alır ve insanlara haksız hareketlerden kaçınmayı, ödevlerini yerine getirmeyi emreder. Bu hukukun yürürlüğü evrensel, kapsamı, değişmez ve ebedidir. Bu hukuku kısmen dahi olsun ilga etmeye veya değiştirmeye çalışmak günah işlemekle birdir. Tabii hukuku tamamen ilga etmek ise imkansızdır. Ne Senato ne de halk, bu hukukun gerçekleşmesine engel olabilir. Tabii hukukun yorumcuya ihtiyacı yoktur. Çünkü insanlar onu kendi vicdanlarında duyarlar. Atina’da bir tabii hukuk, Roma’da başka bir tabii hukuk olamaz. Bütün uluslar, her zaman bu ebedi ve değişmez hukuka tabidirler.” Tabii hukukun Roma’daki etkisi Yunan hukukundaki etkisine oranla çok daha büyük olmuştur. Eski Yunan’da, özel bir hukukçular sınıfının belirmemesi, yöneticilerin hukukçu olmamaları ve halk temsilcilerinden oluşan büyük mahkemelerin adalet dağıtımı görevini yerine getirmeleri bu durumun nedenleridir. Yunan toplumunda tabi hukuk filozoflar tarafından ilgilenilen spekülatif bir konu olmuştur. Oysa Roma’da hem ius gentium, hem de ius civile’nin gelişmesinde ius naturale yani tabii hukukun kuvvetle etki yaptığı düşünülmektedir. Orta Çağ’da tabii hukuk bir süre Tanrısal hukukla eş anlamlı sayılmıştır. XII. yüzyıldan itibaren hem Kilise’nin hem devletin egemenlik iddialarına hizmet eder anlamda yorumlanmıştır. Roma Kilisesi, aklın ve tabii hukukun 38 kendi otoritesini desteklediğini kabul etmekle, farkına varmadan kendi otoritesine hücum edilmesini kabul etmiş oluyordu. Tabii hukukun zaman zaman iki karşıt fonksiyonda yorumlanması da ilk kez ortaya çıkmış oluyordu. Tabii hukuk ilkeleri çoğu kez status quo’yu desteklemek için kullanılmıştır. Ancak mevcut kurumlar açıkça toplumsal, ekonomik, sosyal gelişmelere ters düşerse o zaman tabii hukuk mevcut kurumları değiştirmek veya devirmek işlevi görür. Tabii hukuk Reform hareketi sırasında kilisenin otoritesini zayıflatmak için Protestan teologlar tarafından savunulmuştur. Bununla birlikte Thomas Aquinas ayaklanma hakkını savunmuştur. O siyasi iktidarın adalete uymasını şart koşmakta ve adalete uyulmadığı zaman halk için devrim yoluna başvurmanın haklı olduğunu söylemektedir. Ortaçağ’da İslam düşüncesi siyaset ve hukuk felsefesindeki fikirleriyle bilinen Farabi’de önemli bir yere sahiptir. Ona göre insan en yüksek mükemmellik ve mutluluğa ulaşmak amacıyla yaratılmıştır. Bu amaç akıl, insanların birbirleriyle yardımlaşıp dayanışması ve erdeme dayalı bir devlet (medinetül fazıla) sayesinde gerçekleşecektir. Yeniçağ’da tabii hukukçuların üzerinde durdukları önemli konular olmuştur. XVII. ve XVIII. yüzyıllarda gündeme gelen “sosyal sözleşme teorisi” bunlardan biridir. Bu teori söze bağlılık ilkesinin uygulanması postulatına dayanır. Sosyal sözleşme düşünürler tarafından tarihi bir gerçeklik değil fakat zorunlu bir varsayım olarak kabul edilmiştir. J.J. Rousseau’nun Genel İrade’nin yanılmazlığı ilkesi yanlış yorumlanıp aşırılığa sebep olmuştur. Adeta faşizme varan çıkarımlar söz konusu olmuştur. İnsan hakları konusu da bu dönemde üzerinde sıkça durulan konulardan birisidir. Özellikle Amerikan ve Fransız ihtilalleri sırasında tabii hukuk insan ve vatandaş hakları kavramını özenle işlemiştir. Örneğin Locke devletin savunmakla görevli olduğu, hatta kuruluş nedeni kabul ettiği insanın üç temel hakkından hayat, hürriyet ve mülkiyetten bahseder. Ayrıca Locke ayaklanma hakkından bahseder. Ayaklanma topluma değil, devlete karşıdır ve yönetenler insanların tabii haklarını ihlal ettikleri zaman ayaklanma yoluna başvurmak sadece hukuki bir hak değil, ahlaki bir ödev olur. Kant ayaklanma hakkını reddettiği için tabii hukuk görüşünden uzaklaşmıştır. Özellikle XIX. yüzyılda durağan bir dönem yaşayan akım XX. yüzyılın başlarında tekrar kendisini göstermiş ve İkinci Dünya Savaşı sonrası doruk noktasına ulaşmıştır. Son yıllarda ise etkisini yavaş yavaş kaybetmeye başlamıştır. i adım b lgi f kir Osman Erbasan İsyankar Üzüm Sözlükte durduğu durmuyor bugün sözcükler Ana şefkatiyle sararken kucağına acılar beni Ve huzur, bir baba gibi küsünce bana Uzatmıyordu elini, Öpmek için varsam da… Yağmura kızan insan kadar nankör olmadım hiçbir zaman Ama aşkı bile terk edecek kadar hain oldum Huzur af dilemeli benden Uğramadığı her gün için Aşk affetmeli beni Terk edip gittiğim için Acem usulü gözyaşlarım yaralı bir su gibi, Kanıyordu şırıl şırıl Hiçbir denizden nasibi olmayan denizci gibi, Dökülüyordu dipsiz kuyulara Ağır ağır… Mantığım saçmala diyordu O halde; bir bukalemun olsaydım, dövme yaptırırdım Yazı olsam, yüklemsiz cümlelere gizli özne olurdum Hayal olsam, düşsüzlüğün kabuslarında gezerdim Karanlık olsam, aydınlıkta saklanırdım Kefil olsam, kelebeklerin borcuna olurdum Hayat olsam öldürürdüm Ama ben, ola ola dağ başında bir bağa üzüm oldum Pişkindi pişmanlığım Ayıptan utanıyordu arım Ben ki tanrının yaltakçı kuluydum İnsanlara yemiş olacağıma İsyankar üzümler gibi şarap oldum. i adım b lgi f kir Gurmeyimdir ben Zira, en leziz sevapları tattım Lakin masumiyetten bıktım Çıldırmış bir delia idim Gittim, en kesif günahların dibine battım Sol damağımda günahın, sağımda sevabın tadı hala durur İsyan içimde kuduz bir kurt gibi ulur Mezhepsiz gayrimeşru hayallerden, karabasanlı kabuslar düşledim. Zürriyetsiz namert kelimelerden, galiz küfrüler devşirdim. Paslanmış çilingir sofralarında, isyankar dualar ettim. Aşüftelerin yozlaşmış kasıklarından, arsız günahlar peydahladım. Köhnemiş haram memelerinden, kifayetsiz cürümler soğurdum. Eprimiş naçiz dudaklarında, hayırsız buseler aradım. Buldum da… Gidenin ben olduğumu sanıyordum, Ama yalnız kalınca anladım, Kalanın ben olduğumu. Şimdi, çilingir sofrasındaki mezelerle aynı kaderi paylaşıyorum. Aşklıktan ölüyorum, Kahrımdan gülüyorum, Mantığımdan saçmalıyorum, Yalnızlığıma tecavüz ediyorum. Bundan daha fazla kaybedemem artık. Davet edin bütün insanları, cinleri, ifritleri, şeytanları, Doldurun şarapları, Çağırın yosmaları, Bugün bütün günahları ben ısmarlıyorum. 39 Kültür Sanat Fikir Seyfi Demirci ‘Kış Uykusu’ndan ‘Altın Palmiye’ye: NURİ BİLGE CEYLAN 90 yıllarında Türk Sineması, artık değişimini tamamlamış ve bu değişim üzerine ilerleyen bir sinematografiye sahip yönetmenlerle şekillenmeye başlamış bir sinemaydı. O dönemde çıkan yönetmenler, Yeşilçam ve 80 sonrası bu dönemin furyasından yetişmiş usta yönetmenlerin işlerinden farklı daha psikolojik, dram ve sadelik yüklü filmler yapmaya başlamıştı. Bu dönemde sinema artık Avrupa sinemasında görülen sanat sineması özelliklerini görmeye başlamıştı. İşte bu dönemde sinemaya başlayan Nuri Bilge Ceylan, var olan sanat sineması kodlarını kullanarak, toplumun içinden insanları, daha felsefik ve psikolojik yönden yansıtarak kendi dilinde bir sinematografi yapmayı başarmış bir yönetmen. Bu zamana kadar yaptığı birçok filmle başta Cannes Film Festivali olmak üzere birçok yerli ve yabancı film festivallerinden ödülle dönen NBC, asıl başarısını bu sene senaryosunu eşiyle birlikte yazdığı ve yönetmenliğini yaptığı film olan ‘’Kış Uykusu’’ ile gerçekleştirdi. Bu seneki 67. Cannes Film Festival’inde en büyük ödül olan Altın Palmiye’yi kucaklayan NBC, bu ödülü Türk Sinemasının efsanevi yönetmenlerinden Yılmaz Güney’in ‘’Yol’’ filminden sonra layık görülen ikinci Türk filmi olarak, Türk Sineması tarihinde yerini alan bir film oldu. Avrupa’da sağladığı bu başarıyla Türk sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olduğunu kanıtlayan Nuri Bilge Ceylanın sinematografisine, kendi dilini, kendi akışını, kendi anlatımını oluşturduğu bu sinema yolculuğuna bir bakalım. 40 i adım b lgi f kir Mühendislikten, Fotoğrafçılığa ve Sinemaya Uzanan Hayat Sinemaya başlamadan önce, uzun bir öğrenim hayatı gören NBC, ilk olarak 1976 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Kimya Mühendisliği bölümünü kazanır ve öğrenim hayatına başlar. Ancak dönemine baktığımızda, Türkiye’nin olaylı yıllarıdır. 70’lı yılların en çetrefilli döneminde üniversite hayatı, boykotlar, çatışmalar ve siyasi kutuplaşmalarla geçmektedir. Bu nedenle derslerinde bir türlü devam oluşturamayan NBC, bu bölümde iki yıl okuduktan sonra ayrılır ve tekrardan sınava girerek 1978 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nin Elektrik Mühendisliği bölümünü kazanır. Aslında bu yer onun sinemaya adımını atmasını sağlayan ve yıllardır hevesle tutunduğu merakı fotoğrafçılığının ilerlemesini sağlayan yerdir. O dönemde fotoğrafçılık tutkusunu geliştirmek ile devam eden NBC, seçmeli olarak aldığı sinema dersleriyle de sinemaya olan tutkusunun da başladığı dönemlerdir. Bu bölümden mezun olduktan sonra, uzun süren bir doğu ve batı seyahatine başlayan NBC, bu seyahatlerinin bir arayış olduğunu, her söyleşisinde vurgulamıştır. Bu aslında onun hayatının geri kalanın ne yapmak istediğini belirlemek üzerine bir arayıştı. Daha sonrasında geri dönüp askerlik görevini yapan NBC, askerliği sırasında da tutkunu olduğu fotoğrafçılık düşüncesini bırakmamıştır. Aynı zamanda bu askerliği zamanında geçirdiği dönemde artık kararını verir. Sinemanın yolundan ilerleyecektir. Askerlik sonrası Mimar Sinan Üniversitesi Sinema bölümünde eğitim hayatına başlar. Bu zamanlarda tanıtım fotoğrafları çekerek hayatını kazana NBC, hem yaşı nedeniyle bölümünün en yaşlı öğrencisi olması düşüncesi ve sinema hayatına erkenden atılma düşüncesi okulda fazla duramamasına neden olur ve iki sene sonra okulu bırakır. İlk sinema deneyimini kamera karşısında gerçekleştirir ve o dönemlerde arkadaşı olan yönetmen Mehmet Eryılmaz’ın çektiği kısa filmde oyunculuk yapar ve bu arada filmin tüm teknik yapım sürecinin tüm alanlarında da bulunmaktan kendini alamaz. Bu şekilde sinema çekim ve yapım süreçleri üzerine bilgisini pekiştirir. O dönemde kendi çabalarıyla edindiği bilgiler dahilinde bir kısa film çekmek için kolları sıvar. Eryılmaz’ın kısa filminin çekildiği kamerayı satın alır ve bir kısmını kendisinin getirdiği, bir kısmını TRT’den edindiği son kullanma tarihi geçmiş negatif filmler ile ilk kısa filmi ‘’Koza’’yı çeker. Filmde iki insanın hayat hikayelerini anlatan NBC, ayrı hayat çizgilerinde gelişen iki insanın, evlilikle kesişip tekrardan ayrılan hayatlarını anlatmaktadır. Durağan görüntülerden oluşan film, tamamıyla diyalogsuz olarak çekilmiştir. Görsel olarak gerçek bir tat veren filmde, oyuncu seçiminde aile fertlerini kullanmıştır NBC. Fotoğrafçılık sanatından öğrendiği, görsel beceri ve kamera kullanımını bu filmi ile sinematografisine uyarlamaya başlayan NBC, bu filmi ile o seneki Cannes Film Festival’ine seçilmiştir. Böylelikle hem sinematografisi hem de Cannes macerası böylelikle başlamıştır. i adım b lgi f kir 41 Sinematografisinin Başlangıcı ve Taşra Üçlemesi 1997 yılında ilk uzun metrajlı filmi ‘’Kasaba’’ ile sinematografisine devam NBC, bu filmi ile başta Berlin Film Festivali olmak üzere birçok uluslar arası film festivallerinde gösterime sunuluyor. 1970`li yılların tipik bir Anadolu kasabasında geçen film, üç kuşağı bünyesinde barındıran ve doğayla içiçe yaşayan bir ailenin hayatını çocukların gözünden anlatmaktadır. Üç bölümden oluşan film, yarı-otobiyografik oluşu ve pastoral havası eşliğinde ilerleyen hikâyesi ile dikkat çeken bir film oluyor. Filmin genel olarak anlatım yapısında kullandığı yalın anlatımı ve uzun planlar eşliğinde ağır tempo ilerleyişi, her zaman etkilendiği yönetmen Andrei Tarkovski çarpıcılığına benzer bir şekilde sunarken, oluşturmak için çabaladığı kendi özgün dilini de ortaya koyuyor. Yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın ‘’Kasaba’’ filmi ile başlayan ve bir çok sinema çevresine göre ‘’Taşra Üçlemesi’’ olarak geçen üçlemenin ikinci filmi ve NBC ikinci uzun metraj filmi 1999 yılında çektiği ‘’Mayıs Sıkıntısı’’ oluyor. Yine birçok festivalden ödülle dönen film, oturmuş bir NBC görselliğinin adımlarının sertleştiği dönemlerdi. Kurguladığı stilize görüntü ve oluşturduğu kamera açılarıyla yine görsel bir şölen eşliğinde filmini beyaz perdeye düşürmeyi başarmıştı. Küçük kasabada, küçük dertleriyle yaşayan ve sürprizlere açık olmayan hayatlarıyla huzurlu şekilde yaşayan insanların, kasabaya film çekmek için gelen Muzaffer ile zedelenmeye başlayan hayatlarını anlatan film, yine yalın anlatımıyla ilerliyor. Bu filmden sonra üçlemenin son filmi ‘’Uzak’’, yönetmen Nuri Bilge Ceylanın hem ulusal hem de uluslar arası alanda geniş kitlelerce bilinmesini sağlayan film olmuştur. 42 i adım b lgi f kir Üçlemenin Sonu ve Cannes Büyük Ödülü: ‘’Uzak’’ Üçlemenin son filmi ve Nuri Bilge Ceylan’ın üçüncü uzun metraj filmi olan ‘’Uzak’’, uluslar arası alanda birçok eleştirmen tarafında övgü almasının yanında, o seneki 56. Cannes Film Festival’inde Altın Palmiye’den sonra festivalin ikinci önemli ödülü olan ‘Büyük Jüri Ödülü’nü (‘Grand Prix’) aldı. Bu filmi ile beraber başarılı ilerleyen Cannes Film Festival’i kariyeri de başlamış oldu. Film, ideallerinden uzaklaşmaya başladıkça yaşamının anlamını yitiren ve uzaklara gitmeyi düşleyen bir adamla, hayallerini gerçekleştirmek için İstanbul’a gelen bir gencin hikayesini anlatıyor. Minimalist sinema anlayışını bu filminde yineleyen yönetmen, yine diğer filmlerinde olduğu gibi ağır tempo ilerleyişi ve sade dili kullanmaktadır. NBC’nin en olgun çalışması olarak kabul edilen film’in bir diğer başarısı da, filmde başrolleri oynayan Muzaffer Özdemir ve Mehmet Emin Toprak Cannes Film Festival’inde ‘’En İyi Erkek Oyuncu’’ ödülünü paylaşarak, Türk sineması tarihine geçen bir başarıya imza atarlar. Ancak NBC diğer filmlerinde bulunan ve kuzeni olan Mehmet Emin Toprak bu ödülü aldığını göremez ve film tamamlandıktan sonra geçirdiği bir trafik kazasında hayatını kaybeder. Sinematografisine ‘’İklimler’’ filmi ile devam eden NBC, bu sefer kamera karşısına geçer. Filmde ona eşlik eden ise onun gibi Fotoğrafçılığa âşık, bir çok filminin senaryosunu beraber yazdıkları eşi Ebru Ceylan’dır. Filmde iki farklı şehirde ve iki farklı ruh ikliminde yaşayan İsa ve Bahar’ın ortak ruh ikliminde buluşmak için çabaları ve yaşam hikâyeleri gösterilmektedir. Yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın o zamana kadarki en büyük bütçeli filmi olma özelliğini taşıyan ‘’İklimler’’, dijital görüntü teknolojisini kullandığı ilk film. i adım b lgi f kir 43 ‘’Yalnız ve Güzel Ülkeme…’’ diyerek Adadığı Ödül: ‘’Üç Maymun’’ Sinematografisinin devam filmi olan- Benimde Nuri Bilge Ceylan’ı tanıdığım ve en sevdiğim- ‘’Üç Maymun’’ filmi ile devam eden yönetmen, bu filmi ile farklı bir ilerleyiş geçti. Diğer filmlerinde aile fertlerini oynatan yönetmen, bu filminde daha farklı bir kadro ile çekimlere başladı. Çekimleri iki ay süren filmde, insan hayatındaki küçük zaafların büyük yalanların doğurması sonucunda parçalanan bir ailenin, yaşamların tekrardan birleştirmek için gerçeklerin üstlerini örtmek için çabaları anlatılmaktadır. Artık kayda değer bütçeler ile çalışan Nuri Bilge Ceylan, fotoğrafçılıktan gelen ve filmlerinde derinlemesine hissedilen görsel yapı, bu filmi ile daha sofistike bir hal almıştı. Diğer filmlerine göre dramatik yapısı daha güçlü ve çelişkisi sağlam bir hikâye barındıran film, yine alıştığımız NBC tarzı bir ritim ile ilerliyor. Film çoğu eleştirmene göre hikâyesindeki bazı olgular sebebiyle politik bir film olarak nitelendiriliyordu. Ama bana göre böyle bir vurgulamadan daha çok dönem yapısı dışında insanın kendi içyapısından bir sesleniş var filmde. Filmin içerisinde toplum sadece oradaki karakterlerin bulunduğu bir kutu, asıl olay bu karakterlerin kendi iç dünyası ile dışarıya aktardıkları duygu ve dramatik anlatım olarak anlatabiliriz. En iyi yönetmen ödülünü alırken yaptığı konuşmada, ödülü sinemasının doğduğu güzel ülkesine ‘’Yalnız ve Güzel Ülkeme…’’ adar. Yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın sonraki filmi ise Cannes büyük başarısını adımlarını başlatan ‘’Bir Zamanlar Anadolu’da’’dır. Senaryosu’nu eşi Ebru Ceylan ve filmde de oynayan oyuncu Ercan Kesal ile yazdıkları filmde, yine NBC taşra’ya geri dönmüştür. Bu sefer taşra kasabasında çoğunluğu karanlık ve ıssızlıklta geçen bir gerilim filmi karşımıza çıkmaktadır. Başarılı bir oyuncu kadrosundan oluşan film, bir doktor ve bir savcı önderliğinde ilerleyen bir cinayet soruşturması ekseninde süren 12 saatlik bir gerilimli hikâyeden oluşmaktadır. Birçok filminin Cannes kazandığı başarıdan sonra ‘’Bir Zamanlar Anadolu’da’’ ile ‘’Uzak’’ filminden 9 yıl sonra, festivalin ikinci önemli ödülü olan ‘Büyük Jüri Ödülü’nü (‘Grand Prix’) aldı. Bu filmi artık sinemadaki yerini kazıyan, bir olgun yönetmen sıfatıyla Nuri Bilge Ceylan görmekteyiz diyebiliriz. Yönetmen bu filmi ile sinemadaki olgusunu tamamlamış bir şekilde kendini beyazperde de göstermekte. Merak ve gizem unsuru çok fazla olan film, uzun olmasına rağmen bu özellikleriyle seyirci tarafından izlenebilir bir yön kazanıyor. Filmin bir çok yapılan tek eleştirilerinden biride filmin uzun oluşu. Oyunculukların başarılı oluşu, senaryoda diyalog ve akışın derli toplu oluşu ve alıştığımız NBC görselliği birleşince ortaya çok güzel bir film çıkmış diyebiliriz. Bu filmi ile yönetmen Nuri Bilge Ceylan, sinematografisinin son filmi olan ve yurt dışında büyük başarı kazanan ‘’Kış Uykusu’’nun adımlarını da bize duyuruyordu. 44 i adım b lgi f kir Altın Palmiye’ye Uzanan Bir Başyapıt ‘’Kış Uykusu’’ Yazının buradan sonra devam eden bölümünde biraz, Nuri Bilge Ceylan’ın son ve büyük başarı kazandığı filmi üzerine bir eleştiri yazısı olacağını belirtmek isterim. Yönetmenin bu sene beyazperde’de izleme şansı bulduğumuz son filmi ‘’Kış Uykusu’’, daha yeni çıkmış bir film olmasına rağmen bir başyapıt olmaya aday olduğunu kanıtladı diyebiliriz. Film bu seneki Cannes Film Festival’inde ilk gösterimi sonrası o zamanki jüri tarafından çok beğenilmişti ve büyük takdir. Görmüştü. Aslında filmle ilgili Cannes basınından ilk duyduğum eleştiri ise beni bir hayli merak içine sokmuştu. ‘’Bergman’dan bu yana böylesini görmemiştik’’ deniliyordu Nuri Bilge Ceylan için. Bu zamana kadar sinema adına birçok şeyi öğrendiğim bir dahi adına anılması beni merak içine sokmuştu. O zaman kendimce söylediğim, ‘’Kış Uykusu’’da Bergman’ın kendi iç dünyasının karanlığını beyazperdeye yansıtılmışını, NBC kendi dünyasından görmemiz gerektiğini düşündüm. Bence film gerçekten bunu başarmıştı. Yönetmen Nuri Bilge Ceylan bu var olan sinema kodlarını bir şekilde çözebilmişti ve sinematografisinin bana göre en iyi işini biz sinemaseverler sundu. Aslında eleştirmenlerin bir eksiği ise bu filmde Bergman’ın iç benlik ile ruhsal savaşın yanı sıra, birçok filminde kullandığı ve her fırsatta esinlendiği yönetmen Tarkovski’nin sade ve ağır anlatımlı ilerleyene planlarının da bulunmasıydı. Film eleştirmenlerden tam not aldı ve ilk olarak Cannes’ta FIPRESCI(Uluslar arası Eleştirmenleri Ödülünü) kucakladı. Ama asıl başarısı ise Cannes Film Festival’inin büyük ödülü olan Altın Palmiye’yi kucaklamasıydı. Bu Türk sinemasında yönetmen Yılmaz Güney’’in ‘’Yol’’ filminden sonra bu ödülü kucaklayan ikinci Türk filmi oldu. Yönetmen Nuri Bilge Ceylan uluslar arası alanda da yerini sabitlemiş oldu. Türk sinemasın 90 sonrası sinemasının baş aktörlerinden olan Nuri Bilge Ceylan son filmi ‘’Kış Uykusu’’ ile sağladığı başarı paha biçilemez. Artık kendini uluslar arası alanda da kanıtlamış bir sinematografisiyle yoluna devam eden yönetmen, kendi dili ve anlatımının sadeliğiyle, beyazperdede filmlerini biz sinemaseverlere sunmaya devam ediyor… i adım b lgi f kir 45 Kültür Sanat Fikir İbrahim Gazioğlu Çok Hoş Bir Yazı Aşk çocukluk hastalığı gibi herkesin başından gelip geçen bir evredir. Aşk hormonların işidir. Ruhu ve bedeni sararak insanları esir eder. Ömrü kısadır. Bu süre zarfında bilinç adeta devre dışı olmuştur. İnsan çocuklaşır, akıllıca hareket etmez olur. Bir nevi sarsıntılı bir hastalıktır. İnsanın tüm benliğinin bir başkası tarafından istila edilmesidir. Bebek ve anne misali. Bebek için tek haz kaynağı annedir. Aşık içinde aşkı. Bir bakıma aşk; bir insan için başka bir insanın dünyanın geri kalanından önemli olmasıdır. Yanan mumun bitmesi gibi aşkta bir sebep değil sonuçtur. Açığa vurulmayan şehvet duygusunun bir sonucudur. Bu bakımdan aşk gerçekte çok yoğun bir şehvet duygusundan başka bir şey değildir. Romantik ve şairane ifade ve tariflerle biz aşkı insanüstü yaptık. Aşkın şehvetle aynı şey olduğunu kanıtı, ikisinin de vuslattan sonra sona ermesidir. Aşkın ilk belirtileri geceleri uykusuzluk ve iştahsızlıktır. Birde bunun yanında canlılık varsa siz aşkın çemberine girmişiniz demektir. Aşk; insanda dikkat, motivasyon, duygu ve hafıza ile ilgili beyin alanlarını aktif hale getirir. Bu yapıların aktifleşmesi, stresin azalmasına neden olur. Bu yüzden aşık olan bir kişi kendini daha mutlu hisseder… Sevilen ne kadar güzel ve çekici olursa aşk o kadar şiddetli ve uzun olur. Aşk olmasaydı kadın erkek ilişkisi bayağı bir çiftleşmeden ibaret olacaktı. Aşk radyoda çok sevdiğin bir şarkının çalması gibidir. Yani kontrol senin elinde değildir ama en derinden etkilenen sensindir. Aşk bir yerde severek yaşamaktır. Severek yaşamak güzeldir. Severek yaşamanın güzelliğinin önemini fark etmekte güzeldir. Dünyada bir şey olabilmenin çok daha ötesinde bir şey var oda insan olmaktır. İnsan olmanın tek koşulu ise yüreğinde sevgi taşıyabilmektir. Yoksa kim olduğumuzun, nereden geldiğimizin, hangi ülkenin vatandaşı olduğumuzun ne önemi var ki? Bu dünyada sadece insan değil miyiz? Bu açıdan baktığımızda aşk insanı doğanın üzerine koyduğumuz tüm yapaylıktan arındırarak nirvana etkisi 46 yaşatmaktadır. “Aşkın gözü kördür diyenin yerden göğe kadar hakkı var.” Evliliğin yada sevgililiğin ilk yıllarında olmayan tartışmaların sonradan olmasının sebebi; romantik çekim alanının karşımızdakini ideal kişi olarak gösterip olduğu gibi göstermemesidir. Sen eskiden böyle değildin diyoruz. Aslında o hep böyleydi ama bunu biz göremiyorduk. Ulaşılmazlık aşkı besler. Günümüzde iletişim ve ulaşım gelişmesi neredeyse ulaşılmaz bir şey bırakmadı. Eski aşkların olmamasının sebeplerinden biriside budur artık. “Evvelkiler aşkı aşka kattılar, Dünküler aşkı başka tattılar. Bu günün şehvetine kapılanlar, Aşkı unutup uçurumdan attılar.” Dizelerinde şair bu günün aşklarının niteliksizliğine sitem etmektedir. Günümüzde kapitalizm “ben” merkezli bir insan yarattı. İlişkilerde dahil insanlar bir birlerine kendilerini pazarlamak (Mükemmel göstermek) istiyorlar. Çiftler bir birlerine değeri bir birlerinden sağladıkları fayda kadar veriyorlar. Ben merkezli hayat anlayışı bunu gerektirir. Her kes bir şey almak istiyor ama vermeden! Bir bakıma sevgi karşılıksız değer verme erdeminin kalıplarından çıkartıp ticarileştiriyoruz… Kadınların doğaları gereği çocuk sahibi olma arzuları vardır. Dolayısıyla da güvenebilecekleri bir insana ihtiyaç duyarlar. Bir kadın için çocuk sahibi olabileceği zaman aralığı oldukça sınırlıdır. Erkekler için bu böyle değildir. Kadın çocuk için sınırlı bir zaman diliminin olmasından dolayı sıkışıklık yaşıyor. Bu sebepten dolayı kontrol mekanizması geliştirerek ne zaman çocuk sahibi olacağını bilmek istiyor. Beraber olduğu kişiyi bu sebep dolayısıyla ister istemez baskı altında tutuyor. Erkeğin bunu anladığı noktada sorun çıkmıyor ama anlamadığı zaman ilişkiler yıpranıyor. Çocuk demişken evlilik aşkı, çocuk ise cinselliği öldürür önermelerinin asılının olup olmadığına değinelim. Eğer i adım b lgi f kir eşler her sevişmede bir birlerini tekrar tekrar keşfediyorlarsa evlilik aşkı da cinselliği de öldürmez. Aşkın bilimsel temelleri üzerine araştırma yapan Helen Fisher beyin üzerinde ilginç bir sonuca ulaşıyor; uyuşturucu bağımlıları ile aşık insanın beynini aynı noktaları hareketleniyor. İkisinde de geçici arzunun gizemli ihtiyacı hissediliyor. Tıpkı ateşin yanmak için havaya olan ihtiyacı gibi. Yani evliliğin aşkı falan öldürdüğü yok aslında. Sadece kendi ilişkilerini yenileyemeyenler ve aşk boyutundan sevgi boyutuna geçemeyenler böyle söyleyebilir. Aşktan sevgiye geçişte çiftlerin bir birinden bağımsızlaşması, özgürleşmesi ve ayrışması vardır. Artık hormonlar devreden çıkmıştır. Sevgi evresindeki kimse karşısındakini değiştirmeye yada kontrol etmeye çalışmaz. Kendisinin ve ötekinin sınırlarını bilir. Bağlılığı kabullenirler ama gerekli mesafeyi de koyarlar. Çitler eşlerine güvenirler ama onsuz olduğu zamanlarında keyfini çıkartırlar. Tutkulu sevgiden dostça sevgiye geçişin göstergesi; cinsellik içermeyen dokunuşlar ve esprisiz karşılıklı gülüşebilmelerdir… Çocuğun cinselliği öldürdüğü konusu ise tamamen hormonlarla ilgilidir. Orgazm esnasında kadının çiftine yaklaşmasını sağlayan hormonlar (Oxytocin hormonu), anne çocuğunu emzirirken de aynı şekilde aktifleştiği için anne ve çocuk arasında tıpkı çiftleşme esnasında olduğu gibi bir yakınlaşma meydana gelmektedir. Çocuğu emzirirken zaten yeterince yakınlaşma hormonu salgılamış olan kadında doğal bir cinsel tatmin oluşur ve cinsellikten uzaklaşır. Güzel duygularını aktarmakta zorlananlar hep erkeklerdir. Ama söylemeseler de olur çünkü önemli olan hissedilenlerdir, düşüncesi bir yere kadar doğru olsa bile bir noktadan sonra güven problemine dönüşmektedir. Yani ilgisini belli etmeyen yada edemeyen kişinin, kendine güven problemi vardır. Kendini sürekli frenlediği için gergin olur ve hazzı yaşayamaz. Kadın ilgi ve sahiplenme ister ve bir kadına karşı ilgisiz kalma ona verilen en büyük cezadır. Ama bu sahiplenme bir meta misali sahiplenme şeklinde olmamalı. Bu aşamada kıskançlık bir aşamaya kadar güzelken bir aşamadan sonra olumsuzdur. Kıskanan kişi kaybetme korkusu içinde hırçın ve suçlayıcı davranır. Ne kıskanan nede kıskanılan mutlu değildir…! Aşırı kıskanç erkekler o kadar detaycı olurlar ki evden çıkarken perdelerin kıvrımlarını öyle bir ayarlar ki geldikleri zaman pencereden dışarıya bakılıp bakılmadığını bilirler. Ama aşırı olmayan kıskançlık ise ilişkileri canlı tutuyor. Şair, “… Aşık olmak hoştur amma, Sadık olmak başkadır başka.” derken acaba neyi kastetmiştir? Acaba sadakatte öncelik beden de mi? Yoksa ruhta mı olmalıdır? Bence mümkünse her ikisinde ama mümkün değilse öncelik ruhta olmalıdır. Aksi takdirde, “Sahip olduğun sadece bedenimdir.” sözünün altında eziliriz. Bazı zihniyetteki insanlar i adım b lgi f kir kadının bedenine sahip olduklarında ruhuna da sahip olduklarını düşündüklerinden, “ Bir kadın çizeceksin… Saklayıp gömeceksin…” şeklinde hayatı algılasalar bile, aslında derin bir aldanış içerisindedirler. X ile yatıp Y yi düşünen nice insanlar tanırım… Mesela kadınlar, suçluluğunu daha derinden yaşayarak sistematik ve uzun bir biçimde aldatırken, erkekler daha anlık ve yüzeysel şekilde aldatmaktadır. Başarılı kadınların kocaları, eşlerini daha kolay kahraman ilan edilerek kendilerini daha erkeksi hissedebildikleri daha az nitelikli kadınlarla aldatırken, kadınlar ise bayağı bir zevkten hariç eşlerinden almak istedikleri kinden dolayı en olmadık insanı mesela kocalarını en yakın arkadaşını seçerek kocasını aldatmaktadırlar. Kadın olsun erkek olsun aldatılan kişi bunu kendisine aitmiş gibi görmemeli. Sadakatsizlik kişiye değil ilişkiye ait bir meseledir… Acaba aşk içinde nefreti barındırır mı? Anlaşılması zor! Sezen Aksu, “Seni hem sevdim, hem senden nefret ettim…” diyor. Bir başka şair ise dizelerinde, “Seviyorum seni kana kana içer gibi. Düşmanın önünden geçer gibi.” diyor. Yani aslında aşk bu bakımdan iki ayrı uçları da bünyesinde barındırarak ilgilisin yaşatıyor gibi… Ben aşk acısı çekmem, gidersen git tavrını takınanlar aslında maske takıyorlar, onların gülüşleri de maskelenmiş kederleridir. Sevilenin kaybedilmesi önemli bir stres faktörüdür… İnsanın ihtiyaçlarından birisidir bağlanmak, ilgi görmek, sevgi görmek… Böyle söyleyen birisi aslında “Gitme sana muhtacım…” demektedir. Aşk bittiği herkese acı verir ama “Herkesin acısı sevgisi kadardır.” Ama iyi yanından bakacak olursak, “Öldürmeyen acı güçlendirir.” Acı ve ölüm yaşayana özgüdür. Ölüm başka olasılıkların olmadığı tek durumdur. Oysa acı yaşamın devam ettiğine dair bir işarettir. Daha da önemlisi hayattaki tüm olasılıkların görülmesinde bize yardımcı olur. Acı bize hayat okyanusunun ortasında küçük bir ada sunar ki denizin ortasında kaldığımızda yüzmekten vazgeçmeyelim. Bu yüzden, “Ayrılık aşka dahildir.” Üstelik şair, “ Aşk acısı olmasaydı, bu kadar güzel sözü kim söyler kim duyardı?” demiş. O yüzden gülü tikeni, aşkı acısı var diye kesip atamayız! “Her insan ölür fakat her insan yaşamış sayılmaz.” Sözünden hareketle bende hayal kurumayan, aşık olmayan insanlara ölümden korkmamaların tavsiye ederim. Çünkü benim nazarımda bu insanlar henüz doğmadıkları için, zaten yaşamıyorlardır, dolayısıyla ölemezlerde… Eğer henüz aşık olmamışsanız siz açılmamış bir kanatsınız ve “açılmadık kanatların büyüklüğü bilinmez.” Son söz olarak Konfüçyüs ile kapatalım; “Mutluluk için şuan ki zamandan daha başka bir zaman olduğunu düşünmekten vazgeçin” mutluluk bir varış değil yolculuktur.” 47 Kültür Sanat Fikir Osman Erbasan Haya(t-l)i Sohbetler II: Aşklar ve Yeminler Hayati: ‘’Hiç sevdin mi dostum?’’ Osman: ‘’Peki sen hiç açıktın mı Hayati?’’ Hayati: ’’Yani aşka gerçekten inanıyor musun?’’ Osman: ‘’Filmlerden çalıntı romantizmler ve şair uydurması afili laflarlarla yaşanan amiyane aşklarla doldu sokaklar. Çin malı, lisansız, kasterojen madde içeren, sahte ve ucuz hayatlarla dolu boş yaşamlar. Kimsenin kendinden bir şey kattığı yok. Ucuz işçilik ve beleş taklitçilik çok.’’ Hayati: ‘’ Şair burada sevgilisini güle benzetmiş herhalde(!) Bir soru sormaya gelmiyor! İki dakika afili, uzun ve karmaşık cümleler kurmasan ölürsün değil mi? Eee, Yani? Sadede gel!’’ Osman: ’’Yanisi dostum: Müzikler fastfood olalı ruhlar obez oldu. Diet aşlar yüzünden kalpler sıfır bedene indi ve sevgi sığamaz oldu. Her şeyin alelade ve yapmacık olduğu, Ferhat’ın Şirin’i Leyla’yla aldattığı bir dünyada, aşk sadece Mecnunlara özgü batıl inançtan öte bir şey değil. Bu dünyada aşık olabilmek için ya Mecnun olacaksın ya da meftun.’’ Hayati: ’’Sen hangisisin peki?’’ Osman: ‘’Ben bu dünyadan değilim ki…’’ Hayati: ‘’Sevdiğin kadın, yani kadın olduğunu umuyorum.’’ Osman: ‘’Heteroseksüel olduğumdan şüphen mi var? Beni kızdırma Hayati!’’ Ben: ‘’Hemen kızma. Hiç şakadan anlamıyorsun. Hem bu devirde kimin eli cebinde belli değil affet dostum.’’ Osman: ‘’Bir yandan şaka diyorsun öbür yandan yine laf atıyorsun. Hadi bu seferlik böyle olsun. Affettim seni.’’ Hayati: ‘’Sağ ol eksik olma. Ama merak ediyorum Osman’’ Osman: ‘’Neyi merak ediyorsun Hayati?’’ Hayati: ‘’Sevdiğin kadını merak ediyorum.’’ Osman: ‘’Benim sevdiğim kadından sana ne Hayati! Sana mı kaldı! Hem niye merak ediyorsun ki! O yar benim kime ne?’’ Hayati: ‘’Dur! Hemen celallenme! Sadece senin gibi keçileri bırakmış manyak bir delinin sevdiği birinin nasıl olduğunu merak ettim sadece. Senin gibiler aşık olamaz, sevemez gibi geliyor bana. En fazla dost olunabilir seninle. Dostluğu küçümsemiyorum ama aşkın da ayrı bir yeri var sonuçta.’’ Osman: ‘’Tamam Hayati. Anlatayım dinle ol zaman. Onun nasıl olduğunu bilemem, sadece nasıl olduğumuzu bilebilirim. Çünkü birlikte değilken hiç tanışma fırsatımız olmadı. Tanımadan sevdik birbirimizi. O yüzden ne o beni bilir ne de ben onu bilirim. Biz sadece bizi biliriz. Sevişmeye hevesli kirpiler gibiydik biz. Dokunmak acı vericiydi dokunmamak ızdırap… Acı ile ızdırabın pençesinde bir ileri bir geri gidip geldik. Kör ebe oynayan köstebekler gibiydik biz. Köstebeklerin bildiği tek oyun kör ebedir onda da herkes ebedir. Tek ayak üstünde durma cezası almış kırkayaklar gibiydik biz. Akılsız başımızın cezasını çekiyordu masum bir ayak. Bir türlü insanca sevemedik biz. Ama sonuçta insan, düşünen aptal bir hayvan değil midir? Hayvan olmasa insan olur muydu, aptal olmasa düşünür müydü hiç?’’ Hayati: ’’Anlamadım dersem çok mu aptalca olur?’’ Osman: ‘’Hayır. Aslında tam olarak ifade edemedim kendimi ama zaten ben kelimelerin gücüne değil güçsüzlüğüne inanırım. Esas cevabı biliyorum aslında ama kelimelerin cılız omuzları bunu kaldırabilecek kadar güçlü cümleleri taşıyamıyor.’’ Hayati: ’’Kelimeleri güçsüz olan bir yazarı ilk defa görüyorum. Peki, sence bir cümle ne kadar kuvvetli olabilir?’’ Osman: ‘’ Bir cümle anlamlıyken kelime olmaya ne kadar yakınsa o kadar kuvvetlidir bence.’’ Hayati: ‘’Konumuzdan sapmayalım bence. Sonra ne oldu? Siz iki hayvan neden birlikte değilsiniz?’’ 48 i adım b lgi f kir Osman: ‘’O bana benimle kal dedi. Ben ona benimle gel dedim. Ne o gelebildi, ne ben kalabildim. Ben gidecek kadar aptaldım, o kalacak kadar salak...’’ Hayati: ‘’Anladım dostum.’’ Osman: ‘’Peki, ya sen Hayati?’’ Hayati: ‘’Ben aşkı tarihin karşı kıyısındaki derinliklere gömdüm. Gemileri yaktım. Kazdığım çukura kazmamı gömdüm. Geri dönüşüm kutusunu sildim. Bulmayı kaybettim. Hatırlamayı unuttum...’’ Osman: ‘’Gemileri yakıp yüzme kursuna yazılan çok adam gördüm ben. İnsan ruh hali değişince kararı değişen bir canlıdır.’’ Hayati: ‘’Ruh halinin değişebilmesi için bir ruhu olmalı insanın.’’ Osman: ‘’İnan bana dostum. Ölülerin bile bir ruhu vardır.’’ Hayati: ‘’Peki hayallerin’’ Osman: ‘’Hayaller olmasaydı hayat da olmazdı ki Hayati. Peki, snedeki bu inançsızlığın sebebi ne dostum?’’ Hayati: ‘’Söyleyeceğim ve bu muhabbet burada bitecek tamam mı?’’ Osman: ‘’Tamam dostum.’’ Hayati: ‘’Bozulmuş bayat yeminler zehirlenmiş insanları. Herkes birbirine pastel cümlelerle kadife sözler verir oldu. Verilen sözlerin koşacak ayakları, uçacak kanatları yok ama nedense çoğu kişi onları bir türlü tutamıyor. Ve maalesef bu hikayedeki çoğu kişinin karşıtı azı kişiler ise sadece erkekler. Bir erkek sözünü ya tutar ya tutmaz. Ama sözünü tutan daha bir tek kadına rastlamadım.’’ Osman: ‘’Ovv bu çok ağır oldu Hayati. Yani sen şim…’’ Hayati: ‘’Bitecek dememiş miydik?!’’ Osman: ‘’Ama do…’’ Hayati: ‘’Osman! Sözünü tut!’’ Osman: ‘’Sözümü tuttum ve sustum!’’ Bu güne kadar çay kaşığıyla çayınızı kahvenizi karıştırdınız, yemek tariflerinde ölçü birimi olarak kullandınız, kimileri burnuna yapıştırmayı denedi, kimileri bükmeyi... Şimdi sıra çay kaşığını okumaya geldi. Bu sefer o küçük, zararsız ve masum nesne, hala küçük ama artık zarasız ve masum değil. Pulitzer Ödülsüz Yazar Ottoman’nın Çay Kaşığı adlı romanı cumartesiden itibaren sipariş etmek için bize ulaşın. i adım b lgi f kir 49 Kültür Sanat Fikir Yavuz Tufan Koçak Tanrı Misafiri Hikâyesi bana benziyordu, tekrar yüzleştim geçmişimle onu dinlerken. Derneğimizde klimalar arızalı, sanırım gazları eksik; ve temmuzun bunaltıcı sıcağından daha az etkilenmek için yine bütün grup arkadaşlarımla beraber Florya’daki güneş plajının oraya inmiştik. Birkaç akşamdır alışkanlık haline gelmişti orada ağaçların altında oturmak, top oynamak, müzik yapmak ve tabii ki çay içmek. Dedim ya, sıcaklar nedeniyle dernekteki çalışma planımız biraz aksıyordu, sabahları güne daha geç uyanarak başlıyor, geceleri de daha geç yatıyorduk. Genellikle sahilden dönüşümüz gece iki-üçü buluyordu. Aramıza yeni katılan bir iki arkadaş vardı ve onlar ilk ayılma günlerinde sıcaktan etkilenmesinler diye sistemi biraz da olsa değiştirmek zorunda kalmıştık. O gece de herkes son derece keyifliydi, ben de tabi ki. Arkadaşların ayıkken geçirdikleri her gün çok önemliydi çünkü. Dernek binamız sahilden dört-beş kilometre uzaklıktaydı; yürümeye başlamıştık. O gece biraz daha geç olmuştu saat, sanırım sabaha karşı üç buçuk civarlarıydı. Derneğin önüne geldiğimizde, bankta aşırı derecede zayıf görünümlü genç bir adamın oturduğunu gördük. Halinden anlamıştık onun da bir bağımlı olduğunu. Eee, damdan düşme meselesi! Genç adam bizi görünce ayağa kalktı ve bize doğru geldi. Ağzından kelimeler zoraki çıkıyordu: “Ben ölmek istemiyorum, yardım edin!” Ayağındaki ayakkabı parçalanmış, üzeri toprakta yattığı belli olacak şekilde pislenmişti. “Sokaklara düştüm, çaresiz kaldım, lütfen yardım edin.” diyordu. Bu feryat, hemen kendi ayıldığım ilk günlere götürdü beni. Nasıl da çaresizdim. Yalnız kalmıştım, param yoktu ve izmarit toplayacak hale gelmiştim; ve bana yardım edecek kimse de yoktu. İçim sızladı... Bu çaresizliği yaşamak nedir biliyordum ve üstelik o, artık eroinden kurtulmak istiyordu. Buraya kadar gelen bir bağımlıyı geri çeviremezdik, ama dernekte çok kalabalıktık, çocuklar yerlerde şişme yataklarda yatıyordu ve başka yatak da yoktu, aslında olsa da serecek yer yoktu. 50 i adım b lgi f kir 2012 yılında AYBUDER (Ayık Yaşamda Buluşalım Derneği)’ni kuran ve halen başkanlığını yürütmekte olan Yavuz Tufan Koçak’ın, uyuşturucunun pençesine düşmüş gençlerin ailelerine bir nevi rehber olacak kitabı ‘‘Başka Bir Dünya Mümkün’’, Ağustos 2014’te çıktı. Bizi kırmayıp bu güzel yazısıyla dergimize katkıda bulunduğu için teşekkür ediyoruz. Allahım dedim nasıl bir ülke burası! ‘Önce insan’ demeyi ne zaman öğrenecek bu ülke. Benim şartlarım zaten çok zordu, çoğu çocuğun sigara parasını dahi bulmak zorundayken bir kişiyi daha nasıl kaldıracaktım. Bir an bunları düşünürken misyonum geldi aklıma: Evet, ben kendimi bağımlılara yardıma adamıştım ve bir şekilde bu bağımlıya da yardım etmek zorundaydım. “Hoş geldin!” dedik ve yukarı ofise çıktık. Gün içerisinde maddesini kullanmıştı ve sabah krizi olacaktı. Onunla bütün bunları konuştuktan sonra diğer arkadaşlarla da konuştu ve müthiş bir güven duygusuyla, “Dayanacam hocam!” dedi, “Burada gördüklerimden sonra bunu başaracağım.” Evet, başardı. Krizlerin büyük oranda psikolojik olduğunu anlamıştı, bu onun inancını, gücünü artırmıştı. Şükürler olsun, birinci günü dahil olmak üzere hep dışarı çıktık, top oynadı, denize girdi, banyo yaptı, arkadaşları kendi giysilerini paylaştılar onunla, toplantılarımızda konuşmaya başladı ve iştahı açıldı; belki de en önemlisi, doğal olarak uyumaya başladı. Evet, bugün bu genç adamın beşinci günü ve ona 24 saatlik madalyasını verdik, biraz giysi aldık ve gülmeye başladı. İçinde, yıllardır göremediği dokuz yaşındaki kızını tekrar görebilme umudu doğdu. Tekrar yaşam sevincini yakaladı. Hoş geldin aramıza genç adam, hoş geldin... Yolun açık olsun. i adım b lgi f kir 51 Etkinlik Arşivi 2014 Güz Dönemi www.bt-tasarim.com STRATEJİK DÜŞÜNCE TOPLULUĞU TARAKLI-GÖYNÜK GEZİSİ GÖYNÜK 26 EKİM 2014 Taraklı-Göynük gezisi Stratejik Düşünce Topluluğu adı altında yaptığımız ilk organizasyonumuzdur. Akşemseddin Hazretleri Türbesi 1464 yılında Fatih Sultan Mehmed tarafından hocası Akşemseddin için yaptırdığı türbedir. Altıgen bir yapıya sahip olan türbenin kubbesi kasnaksız, kefeki taşından yapılmıştır. Girişi doğu yönünde olan kapısının üzerinde sivri kemerli bir alınlık yer alır.Türbenin içi çok sadedir. Zafer Kulesi Göynük’ün simgelerinden biri olan Zafer Kulesi ilçeye hakim bir tepeye 1923 tarihinde Cumhuriyet döneminin ilk Kaymakamı Hurşit Bey tarafından yapılmıştır. Altıgen taş temel üzerine, 3 katlı ahşap yalı baskı mimarisiyle yapılan Zafer Kulesi, Kurtuluş Savaşı’nın başarılarını ebedileştirmek için anıtsal eser olarak yapılmıştır. TARAKLI Kültür Evi Taraklı merkezinde, II.Abdulhamit dönemi mimarisine sahip, 1930 -1970 yılları arasında ilk okul olarak açılan bina, 1970 -1988 yılları arasında belediye binası, 1988-1996 yılları arasında hükümetkonağı olarak kullanılmıştır.. Ciddi bir restorasyon sonucunda 2001 yılından bu yana yöresel el sanatlarının sergilendiği, kültürel programların icra edildiği bir kültür evi olarak hizmet vermekte, ilçeye gelen yerli ve yabancı turistler tarafından dabüyük ilgi görmektedir. Yolculumuza tam bir Osmanlı kasabası özelliklerini taşıyan , Türkiye’nin en sessiz ilçesi olarak bilinen Sakarya’nın Taraklı ilçesinde devam ettik. Hıdırlık Tepesi ve Taraklı Hisarının yamaçları ile bu iki tepe arasındaki vadide kurulu, Taraklı’ya, Göynük cihetinden gelen dere de ayrı bir güzellik katmaktadır. Tarihi evlerin bazılarının 3 asrın üzerindedir. Bu evlerin genel karakteristiği Osmanlı şehir dokusunu oluşturan üç katlı ev biçimidir. Çınar Ağacı İlçenin Yusuf Bey Mahallesi’nde 7 asırlık çınar ağacı Osmanlı Kültürünü gelecek nesillere aktarmaktadır. Osmanlı devleti topraklarına kattığı her yerleşim yerine çınar ağacı dikme geleneğinin Taraklı’da da sürdürmüştür. Asırlık çınar ağacı büyük bir yangın tehlikesi geçirmiş, ancak çok büyük bir zarar görmeden kurtarılmıştır. Başarıya ulaşma çabası, manevi doyuma ulaşama- manın bir sonucudur. Başarı, somuttur ve egoya sahiptir. Başarının hissi anlamda tek isteği, takdir edilmektir. Takdir edilmek egoları okşar. Ego, renksiz, tek yönlü bir olgudur. İnsanın his dünyasında, kapı açmaz. Sadece ve sadece başarınızı en tepeye çıkarmak için bir destektir. Ego, insanın yalnızlaşmasının en temel sebebidir ve bu büyük bir sorundur. Fakat daha büyük bir sorun vardır ki, bu da insanın bu yalnızlıktan hoşnut olmasıdır. Kar, beyazın gerçek yüzünü gün gibi ortaya çıkardığı, o masum gibi görünen fakat yoksulluğun bir kez daha suratlara tokat gibi çarpıldığı, kışın baş aktörü. Perdesi olmayan bir pencere; pencere olduğunu da o dört duvarda başka bir oyuk olmamasından anlıyorum. Olsa olsa penceredir diyorum. Küçükken ev çizerken asla atlanmayan dört ana ayrıntı; pencere, kapı, baca ve duvarlar. Yaşamamız için gereken en temel unsurlar bunlar olmasına rağmen, o dört duvarda pencerenin neresi olduğunu uzun uzun düşünüyorum. Pencere olmalı diyorum. İçim, bir insanın bir pencereyi bile hakedememiş olmasını kaldırmıyor, midem bulanıyor, dudaklarımın çatlaklarında gözyaşımın tadını alıyorum, öylece. Bir gün uyandığında, pencerenden süzülen ışık demetleri yüzüne vurmalı. Karnını doyurma telaşından, kaybettiğin hislerini canlandırmalı aniden. Yaşıyorum ben, dedirtmeli. Her gün yalnızca yaşamaya yetecek kadar olan hislerin, umutların; ışık demetleri yüzünü okşadığında kendin içinde bir şeyler yapmayı anımsatıp, aklını çelmeli. Şayet bir penceren yoksa, ince ince pencere işle duvarına. Rengini sen seç. Herkesin penceresi varken senin yoktu, üzülme! Sen pencereni ruhunun rengine boya. Öyle dikdörtgen falan da yapma, elips yap mesela. Pencerenin köşelerinde takılı kalmasın aklın, sert dönüşler yapma hayata, manzaranın tadını çıkar. Ve sen; umutlarını hırsla tüketme asla. Başarılı olmaya değil, mutlu olmaya çalış. Başarılı olursan eğer bir gün, pencerenin rengini sen değil, mimarlar seçecek. Onların zevklerini yaşayacaksın her gün. Her gün başkalarının ruhundan bakacaksın pencerenden dışarı. Ama hayal edersen, kendini içinde bulacaksın hayatın. Çünkü hayaller ruhundan gelecek ve ruhun o pencereden süzülen ışıkla yaşamak isteyecek. Ve sonunda karar verdiysen yaşamaya; egolarını yavaşça indir ve pencerenin camını aç... Sibel Veldet Şefin Salatası Aralık 2014