Kur`an-ı Kerîm Müdâfaası

Transkript

Kur`an-ı Kerîm Müdâfaası
Katolisizmi Olmayan İslâm’ın
Protestanca Okunuşlarına Karşı
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Hüküm Kitap 2
İhsan Şenocak Kitaplığı 2
ISBN: 978-605-66081-1-7
Editör
Cihad AYAN
Tashih
Abdülhamid KILIÇ
Kapak ve Tasarım
Muhammed Fatih DEMİRTÜRK
Yayın Evi
Erdal Ulu - Hüküm Basın Yayın Dağıtım Pazarlama
Adres: Ali Kuşçu Mah.Fatih Cad. No: 15/2
Fatih / İstanbul
İletişim
Murat TÜRK +90 536 476 37 20
e-mail: [email protected]
www.hukumdergisi.com
Baskı
Matsis Matbaa Hiz. San. Tic. Ltd. Şti.
Matbaa Adresi
Tevfik Bey Mah. Doktor Ali Demir Cad. No: 51/1
Küçükçekmece/İstanbul
Matbaa Sertifika No: 20706
Bütün hakları saklıdır.
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
İÇİNDEKİLER
Takdim 10
Tarihselciliğin Tarihi »» Medeniyetlerin Tarih Telakkileri »» Batı Uygarlığı »» İslâm Medeniyeti »» Tarihçi Tek Başına Bir Cemiyettir »» Zafer ve Hezimet Yanyana »» Hüküm »» Tarihselciliğin Doğuşuna Doğru »» Aydınlanma Felsefesi »» Kilisenin Çaresizliği »» Akıl Dini »» Lessing »» Tarihselcilik »» Dilthey »» Tarihselcilik ve Hermenötik »» Heidegger ve Gadamer »» Hülâsa 14
16
16
18
20
21
23
24
25
27
28
30
31
32
34
37
40
Tarihselcilik ya da Katolisizmi Olmayan
Kuran-ı Mübin’in Protestanca Okunuşu »» Batı’da Tarihselcilik »» Mutlak Doğruyu, Mutlak Yanlış Anlama Usûlü »» Kur’an Yerde Bitmedi, Semâdan Geldi »» Tarihselcilik ve Levh-i Mahfûz »» Ayetlerin Hususi İniş Sebepleri 43
47
49
50
52
53
3
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
Önce Kur’an Vardı 54
Kur’an’ın Evrensel Duruşu Bedîhîdir 56
Kur’an’daki Eşya, Şahsiyet ve Hitaplar 58
Kur’an-ı Kerîm’in Yalnız Nüzûl Dönemine 62
Hitap Ettiği İddiası Tashih Bir 62
Tashih İki 64
Tashih Üç 68
Kur’ân Kıssaları Münasebetiyle 69
Esâtîru’l-Evvelîn 70
Kur’an Niçin Oğuz Destan’ından Bahsetmez? 72
Kıssaların Hikmeti 73
İlahî Olanla İnsanî Olanı 74
Değerlendirme Cinneti Hz. Meryem Meselesi 75
Kur’an Farklıdır 76
Voltaire 76
Tarihselci Tasavvurun Ahkâm Ayetleri 79
Mütalaası Tasavvurun Tenkidi 81
İlerlemeci Tarih Anlayışı Bağlamında 82
Tarihselcilik Dairesel Tarih Anlayışı 82
İslâmî Anlayış Usûlu Açısından Tarihselcilik 85
Kur’an-ı Kerîm’i Anlayış Usûlü 87
Hülâsa 93
Ömrünü Yanlışa Adayan Adam:
Fazlurrahman 4
96
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
Yanlışın Sorgusu Tarihselcilik Kur’an-ı Kerîm Telakkisi Etkin Tarih Tasavvuru Vahiy-Kalp İlişkisi Vahye Allah Rasûlü’nün Dahli Olamaz İlahi Emir ve Tarihselciliğin Değişim Talebi Küllî ve Cüz’î İlkeler Sistemi Çift Yönlü Hareket Bütüncül-Tarihî Yaklaşım Fazlurrahman ve Ulemâ Hüküm Tahrifin Sidre-i Müntehası:
Nasr Hamid Ebû Zeyd »» Kur’an İlimleri »» Yeni Arayışlar »» El-Hulî ve Edebi Tefsîr Anlayışı »» Bilimsel Zihniyet Kırılmaları »» Kur’an İlimlerinin Tedvin ve Nesebi »» Tecdit ve Teceddüt »» İslâmî Gelenek »» Turâs-ı İslâm-Yenilik İlişkisi »» Teşekkül ve Teşkil Devri »» Kur’an’ın Ne Söylediği Açıktır »» Kur’an Ezelden Ebede Nizam Verir »» Teşekkül »» Kur’an Değişmeden Değiştirir »» Levh-i Mahfûz Gerçeği 102
103
105
106
109
110
112
115
118
120
123
126
128
131
132
133
136
137
140
142
144
149
151
152
154
155
158
5
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
Ayetlerin İniş Sebepleri 159
Şer’î Anlamla Lügavî Anlamın 163
Birbirine Karıştırılması Rivayetler Arasındaki Çelişkinin 167
Fark Edilememesi Ayetlerin İniş Sebeplerinin Ayırdedilememesi 170
Kur’an’ın Tedricen İnmesi 172
Nesh Tarihselci Anlayışı Tekzip Eder 174
Sonuç 176
Yanlış Anlamanın İdeolojik Arka Planı 180
»» İdeolojik Okuma 183
»» Hurafeleri Mutlak Doğru Kabul Etmek 184
»» Makam Sevdası 186
»» Kur’an’ın Bir Kısmının Yeterli Olacağını 187
Zannetme »» Okuduğunu Anlayamama 189
»» Eksik Bilgi 191
»» Sorumluluktan Kaçmak 196
»» Sonuç Niyetine 197
Kur’an-ı Kerîm ve Marjinal Gruplar »» Cevapsız Sorular »» Bir Kur’an Müdafii:İbn Abbas »» Sözden Yazıya Kur’an-ı Anlama Usûlü »» Hristiyan Misyonerliği, Avrupa Sömürgeciliği »» Oryantalizm ve Şüphecilik »» Kur’an-ı Kerîm ve Diğer Kitaplar »» Ümeyye b. Ebi’s-Salt 6
200
203
205
206
206
207
209
210
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
»» Kur’an-ı Kerîm’in Korunmuşluğu »» Yerli Oryantalizm 211
212
KİM TERS YÖNE GİRDİ; MEALCİLER Mİ, ULEMÂ MI? »» İstikâmet »» Sahâbede İstikâmet »» Tefsîrde Gerekçesiz Mülahazalar »» Sofistik Düğüm »» Ters Yön »» Mealci Damar »» Fikir Hürriyeti Nereye Kadar »» Parçacı Okuma Cinayeti »» 17 Hadîs Meselesi »» Hoca ve Mukallitlerinin Hedefi »» Büyük İnkişaf »» Netice 216
216
218
219
220
221
222
222
223
224
225
227
227
228
Sünnet’e “Uydurulan Din“ diyen
“Kur’an Müslümanlığı“ kimin Projesi? »» Sahâbenin Sünnet Hassasiyeti »» Rivayet Sistemi 230
234
235
KUR’AN’IN BİR KISMI “MASALDIR” DİYEN
bir mustağrib »» Bir Tüfeğe Bir Köy Dolusu İnsan »» Emir ve Komuta Kur’an’da »» Topraktan Zihinlerin İşgaline »» Oryantalizm’in Hedefleri 243
245
245
246
246
7
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
»»
Fırka Mezarlığında Hayat Aramak 247
Yerli Oryantalizm 248
En Karmaşık Telbîs-u İblis 249
Kur’an’a Tarihin En Büyük Saldırısı: 250
“Demitolojizasyon” Mustafa Öztürk’ün “Bilimsel Nesebi” 250
Masalcılarla Tarihselciler Aynı Safta 252
Kur’an’ı Kerîm’e Masal diyen Yerli Bir 252
Oryantalist: Halefullah Tez Çapında Cür’etkârlık 254
Tarih Kitapları mı, Kur’an mı? 254
İncil’i Esas Alıp Kur’an’a “Masal” Demek 255
Hz. Meryem’i Niçin Yakmadılar? 257
Müseccel Yobazlardan Öztürk’e : 258
“Masal Saldırıları” 258
Öztürk Kur’an’ı Ne Kadar Biliyor? 260
Eczacı Gibi 263
Ahlakî Kriz 264
“İndirilen Dinciler” Niçin Sessiz? 265
Hülâsa 265
KUR’AN MüdâfaaSI 269
»» Harf ve Mana 270
»» Ondört Asırdır Kapanmayan Ofis: 271
Kur’an Düşmanları “Ar-ge”si »» Kur’an Etrafında Oluşturulan Şüpheler 273
»» “Ben de Sizdenim” Konuşmaları 274
»» Öğrencilerin İmanını Sarsan Bir İlahiyatçı 275
»» I. KUR’AN’DA HATA VAR İDDİASI 275
8
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
»» Kur’an’da Gereksiz İfade Var mı? 276
»» Ashâb-ı Kehf Ayetinde Hata mı Var?! 277
»» Kur’an-ı Kerîm’de Tekrar 279
»» Geçmiş zaman/Mazi Fiil Yerinde Muzari 281
»» Fiil Kullanmak Kur’anî bir Hata mı? 281
»» Kur’an Niçin Tekil Yerinde Çoğul Kullanır? 283
»» Kur’an Niçin Müzekker/Eril Yerinde 286
»» Müennes/Dişil Kullanır? 286
»» II. MÜSLÜMAN, ALLAH TEÂLÂ İLE 288
»» ALAY EDER Mİ?! 288
»» III. KUR’AN’IN KİTAB-I MUKADDES’TEN İKTİBAS OL291
DUĞU İDDİASI »» Rudi Paret’i Tasdik Eden Tefsîrci 296
»» Cevap Ver! 298
»» IV. MUCİZELERİN İNKARI 300
»» V. HÜLÂSA 302
»» Hepsi Yalan 305
»» Oryantalizmin Türkiye Distribütörü 305
»» Daha Ne Yapacaktı?! 307
»» Malul Gazeteciler 307
YERLİ ORYANTALİZM! 309
BibliYografya 313
9
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
*
‫هو ب ح ص س‬
Takdim
Kendi kendine tıp kitapları okuyanların insan
tedavi ettiği bir memlekette doktor, avamın meal
okuyup hüküm verdiği bir yerde de âlim yetişmez.
Bir takvim yaprağında okuduğu bilgiye dayanarak,
doktorlarla tedavi usûlü üzürine tartışan bir hasta ne
kadar normalse, ulemâ ile cedelleşen mealciler de o
kadar normaldir. Ne var ki, insan hayatının yalnız
bir yönüne bakan tıpla alakalı bir hususta mutlaka
mütahassıs arayan ehl-i dünya, hayatın bütün şubelerine müdahil olan Kur’an-ı Kerîm’i anlama noktasında kendini yeterli görür.
* Kudemâ, kağıdın yere atılması endişesiyle mektuplarında Allah
Teâlâ’yı “‫ ”هو‬zamiri, besmeleyi “‫”ب‬, hamdeleyi “‫”ح‬, Efendimiz’e
salâtı “‫”ص‬, selamı ise “‫ ”س‬harfleri ile remz ederdi.
10
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Hz. Muhammed’e Arapça olarak indirilen, rivayet ve yazı yoluyla mütevatiren bize ulaştırılan,
karşıtlarını benzerini getirmekten aciz bırakan, tilavetiyle ibadet edilen, Fatiha sûresi ile başlayıp Nas
sûresi ile sona eren1, hakkında âlimlerin derin bir
dikkatle, cahillerin ise cesaretle konuştuğu Allah Kelamı’nı Peygamber-i Ekber şu ifadelerle tanımladı:
“Sizden önceki ve sonraki nesillerin haberi, aranızdaki meselelerin çözümü O’ndadır. O, hak ile batılı
ayırt eden kesin bir doğrudur. Komedi değildir. Kim
bir zorbadan korkarak O’nu terk ederse Allah O’na
öldürücü darbe indirir. Kim O’ndan başka yol gösterici ararsa Allah Teâlâ O’nu saptırır. O, Cenab-ı
Hakk’ın sağlam ipidir. O, zikr-i hakîm, sırat-ı müstakîmdir. İstekler O’nunla masrufunda kalır. Diller
O’nunla rekâketten kurtulur. âlimler O’ndan usanmaz. Çokça tekrarı yeniliğine halel getirmez. İnsanı
hayrete düşüren yönleri bitip tükenmez. O, öyle bir
kitaptır ki cinler O’nu işittiklerinde şöyle demekten
kendilerini alıkoyamadılar: ‘Şüphesiz biz doğruya
ileten hayranlık verici bir Kur’an dinledik de O’na
inandık.’2 Kim O’nunla bir görüşü desteklerse doğru
söyler. Kim O’nunla amel ederse mükafatlandırılır.
Kim O’nunla hükmederse adil olur. Kim O’na çağırırsa doğru yola ulaştırılmış kabul edilir.”3
Vehbe Zuhaylî, Usûlu’l-Fıkhi’l-İslâmî, Dâru’l-Fikr, Beyrût, 1998,
I, s.421
2
Cin: 1-2.
3
Tirmizî, Kitab-u Fedâili’l-Kur’an, H. no: 2915
1
11
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
***
Müfessirler, hak kelamın sapık yorumlarının önüne geçebilmek için Kur’an-ı Kerîm’in inişi, toplanışı, tertibi, tedvîni, mekkî-medenî ayetleri, nâsihi-mensûhu, muhkemi-müteşâbihi ve
bunlar dışındaki meselelerini ‘Ulûm-u Kur’an/
Kur’an ilimleri’ kapsamında bir araya getirdiler.
“Kur’an İlimleri” tefsîre sabit ölçüler kazandırdı.
Birden çok anlama gelen ayetlerin murad-ı ilahi çerçevesinde anlaşılmasını temin etti. “Rivâyet”, “işâret” ve “dirâyet” tarzında telif edilen tefsîrler “Kur’an
ilimleri”ni içselleştiren müfessirlerin kaleminden
çıktı. “Kur’an İlimleri”, anlama delaleti açık olmayan
ayetlerin ideolojik bakış açısıyla tefsîr edilmelerine
de engel oldu. Bu yüzden yakın dönem modernist
tefsîr hareketleri, düşüncelerinin İslamîliğini ibtâl
eden “Kur’an İlimleri” ve müdevvinlerini tenkit etmeyi öncelikli vazife telakki etti. Mevcut haliyle
“Kur’an İlimleri”nin çağın ihtiyâçlarını karşılayacak
şekilde Kur’an-ı Kerîm’in anlaşılmasına mani olduğunu iddia eden modernistler, köklü bir değişimle
oluşacak yeni usûl ve yöntemlere ihtiyâç olduğu hissini uyandırdılar.
Onlara göre, kudemâdan müfessir ve müctehidler ictihadda bulunmuş, düşüncelerini inşa etmiş
ve bir kültür oluşturmuş fakat bunun ötesine geçememişlerdir.
Müslümanları, Kur’an-ı Kerîm’i aydınlanma döneminin ürünü olan ‘bilimsel zihniyet(!)’le yorum12
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
lamaya çağıran modernistler, beşeri metinleri anlamada esas alınan yöntemlerle ya da İncil’i tashih
amacıyla kullanılan Tarihselcilikle Kur’an’ın anlaşılmasını önererek, beşerî olanın etken, ilahî olanın ise
edilgen olduğunu ilan etmektedirler.
Her biri müstakil makalelerden oluşan bu kitap,
Allah Azze ve Celle’nin koruyacağını ilan ettiği Kitab’ını müdafaa etmenin yanında, asıl olarak pek çok
cepheden yapılan taarruzlara karşı müslümanların
imanlarını muhafaza amacı gütmektedir.
‫ال حول وال قوة إال بالله العيل العظيم‬
‫ والرأي يخطىئ ويصيب‬٬ ‫هذا رأيي‬
İhsan ŞENOCAK
Şubat 2016
13
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Tarihselciliğin Tarihi *
F
arklı mülahazalar, tarihle alakalı tariflerde
değişik vurguların öne çıkmasına neden
olmuştur. Bu yüzden herkesin üzerinde ittifak ettiği bir tarih tanımından bahsetmek güçtür.
Değişik bakış açılarının kesiştiği noktaları dikkate
alarak, müşterek bir tarif yapmaya çalışırsak şunları
söyleyebiliriz: Tarih; geçmişte olan hâdiseleri, hâdiselerin birbirleriyle olan münasebetlerini, failleri ile
birlikte yer ve zaman belirterek anlatan ilimdir.4
Tarihin ilmî bir hüviyet kazanması, maziye ait
olan her şeyin nesnel bir bakış açısı ile kaydedilmesiNebhan, Yahya, Mu’cemu Mustalahâti’t Târîh, Dâr Yafa Linneşr vet’t-Tevzi’, Amman, 2008, s.84.
4
* Tarihselciler Türâs-ı İslâm’a “Gelenek” dediklerinden ve bu
kitap da Tarihselciliğe reddiye olduğundan, ihtilat olmaması için
yer yer Türâs-ı İslâm yerine “Gelenek” kullanılmıştır.
Ayet-i Kerîme’lerin bir kısmının manası, Tefsirli Meal şeklinde verilmiştir. Bazı hadîs-i Şerîf ve kelâm-ı kibâr da bu şekilde
tercüme edilmiştir.
14
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
ne5 bağlıdır. En azından tarihçi, ameliyesini böyle tanımlar. Fakat bir olayı, Marksist bir tanıkla Kapitalist
bir tanık farklı vurgu ve ayrıntılarla nakleder. Birisi
için sıradan olan bir ayrıntı, diğeri için mühim olabilir. Bu yüzden Nietzsche (ö.1900), objektif tarihe
vurgu yapan vak’anüvîslere “tarihin şehvetli hadımları” der. Bu çerçevede Karl Marks (ö.1883) da tarihi
farklı bir perspektiften tahlil eder ve der ki: “Şimdiye
kadarki tarih, sınıfların çatışmalarından ibarettir.”6
Marks’a göre, tarihe tarih denilebilmesi için ya sınıfsal çatışma özelliğine sahip olacak ya da bu kategoriye kendisi tarafından icbar edilecektir. Aksi ham
hayal ve kuru ayrıntıdan ibarettir ki, bu da ona göre
tarih değildir ya da hiçbir kalem tarihi olayları nesnel bir bakış açısıyla yazamamıştır.
Tarihin bilimsel yöntemlerle tahmin edilebilen
yasalarının olduğuna inanan ve bu noktada birleşen toplum felsefelerini inkar eden Karl P. Popper
(ö.1992), tarihin test edilemeyişini, onun bilim olmadığına gerekçe olarak gösterir.7
Bütün bu mülahazaların temelinde, tarihe tanıklık eden şahsın mazinin kaydını tutarken nesnel bir
yaklaşım içerisinde olup-olmadığı vardır. Batılı düE.H Carr, Tarih Nedir, İletişim Yay., İstanbul, 1998, s.24.
Karl, Marx, Friedrich Engels, Manifest der Kommunistischen
Partei, Office der Bildungs-Gesellschaft für Arbeiter, London,
1848, s.462.
7
R. Karl Popper, Tarihselciliğin Sefaleti, (çev. Sabri Orman),
İnsan Yay., İstanbul, 1998, s.14.
5
6
15
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
şünür ve tarihçilerin tarihin ne olduğu noktasında
yaşadıkları kavram kargaşası kendi gelenekleri içerisinde her biri için makul gerekçelere dayanmaktadır.
Nitekim, Batı’da bin yıl gibi uzun bir zaman kilisenin
tasarrufunda kalan tarihin, papazlar tarafından efsane arşivine dönüştürülmesi, binbir yalanla değiştirilip kilisenin dogmalarına uyarlanması, bu makul
gerekçelerin en önemlilerindendir.
Medeniyetlerin Tarih Telakkileri
Tarih üzerine yapılan farklı zihinsel ameliyeler
(tanımlar ve tarih telakkileri) bir takım fiziksel ayrışımlara neden olmuştur. Kültürel manada Doğu
ve Batı kavramlarının oluşmasında farklı tarih mülahazalarının etkisi büyüktür. Doğu ile Batı iki ayrı
Dünyadır. Bu ayrımın temelleri Heredot’a yani Eski
Yunan’a dayanır.
Tarihi yapanları ve yazanları bu iki coğrafyanın
kütüphanelerinde, yine bu iki coğrafyanın tarihe bakışlarını ve neye-niçin tarih dediklerini dikkate alarak değerlendirmeliyiz.
Batı Uygarlığı
Batılıların tarihini kronolojik olarak incelediğimizde Nietzsche’ye ya da Karl Popper’e hak vermemek haksızlık olur. Zira Batı aklının hamurkârı
Eski Yunan’da, genel manada iki farklı tarih tasavvuru vardı; birinde insanlar figür, tanrılar egemen,
16
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
diğerinde ise tanrının olmadığı ya da muattal kabul
edildiği, insanın merkeze alındığı bir tarih anlayışı
hakimdi. Her iki tasavvurun ortak özelliği hâdiselerin ideolojik kalıplara dökülüp de anlatılmasıydı. Tarihçiler gerçeği anlatmak için değil, gerçeğin
üzerini örtmek için yazdı. Alman tarihçi Ranke’nin
(ö.1886) “Bırakınız da olaylar kendileri konuşsun.”8 cümlesindeki serzenişi tam da böyle bir bakış
açısından kaynaklanıyor.
Hristiyanlıkta ise tarih, Allah’ın krallığı ile dünyevi krallık arasındaki kesintisiz bir çatışma olarak
görülmekteydi.9
Batının gerçek tarihi Yunan mitolojisi ile başlar.
Yunan mitolojisi ise, birbirlerinin eşlerini kaçıran
ahlâk yoksunu tanrıların efsanevi güç gösterilerinden ibarettir. Mitoloji, Batının gerçek fotoğrafıdır.
Batıya, Mekke müşriklerinin tarih telakkileri ile
örtüşen bir tarih tasavvuru hakimdir. Bu hakimiyet
içerisindeki tek fark ise, Batı’nın mitolojik tanrılarının yerinde Mekke’de Lat, Menat ve Uzza’nın10 yer
almasıdır.
Tarihi başkalarının tanımlamalarından kurtarıp,
ona kendini anlatma imkanı sağlandığında, Batının
çizdiği çerçeveden çok daha farklı bir manzara ile
Abdullah, Laroui, Tarihselcilik ve Gelenek, Vadi Yay., İstanbul,
1998, s.13.
9
Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, Ara Yay., İstanbul, 1992, s.22.
10
Lat, Menat ve Uzza hakkında detaylı bilgi için bk. Ahmed, enNesefî, Tefsîru’n-Nesefî, Dâru’n-Nefâis, Beyrût, 2014, c.3, s.288.
8
17
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
karşılaşılacaktır. Ne var ki, tarihin kendini anlatmasını sağlıklı bir şekilde değerlendirmek için öncelikle önyargılardan, peşin kabullerden sıyrılmaya niyet
edilmeli ve bu niyet aksiyona taşınmalıdır. Tek yönlü
okumalar yerine çapraz okumalar yapılmalıdır.
İslâm Medeniyeti
Heredot’a göre iki farklı tarih, iki farklı coğrafya
var demiştik. İlkinde tarihin efsane ile başladığına
ve uzun zaman bu çizgide yürüdüğüne şahit olduk.
Diğerinde yani Doğu’da11 ise, tarih deyince, akla ilmi
bir disiplin gelir. Kullanılan kavramların içerikleri
açısından da bakıldığında müslümanların tarih telakkisi zarf ve mazrufu itibariyle nesnellik karşıtı duruşların mahşeri olan Batı tarih tasavvurundan farklıdır. Bu noktada Abdullah Laroui’nin (d.1933) tespiti
söylenenleri kanıtlayıcı bir işleve sahiptir. Şöyle diyor
Laroui: “Tarih kelimesi, Arapça’dır. Yunanca “historia” (aynı anlamı ifade etmek için alınmış olabilir)
kelimesi de kullanılmıştır ama geçmiş ve şimdiki
olguların kurulan ve denetlenen bilgisi olan tarihin
aksine “menkıbe” veya “efsanevi hikaye” (usture, çoğ.
esâtîr) anlamında. Bunun nedeni ise, Müslümanların kendilerini tarihi yapanlar ve yazanlar, diğer
halkları da sadece doğrulanamayan menkıbelerin
Doğu, Batı’nın karşıtı olarak kullanıldığında bir yön ya da mekan tayininden ziyade Doğu’ya hakim olan, şekil veren İslam’ı
anlatır. Üstad Necip Fazıl anlam kargaşasının önüne geçebilmek
için ona “Büyük Doğu” der.
11
18
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
kahramanları olarak görmeleridir.12 Çünkü Kur’an-ı
Kerîm, “Onlar, yeryüzünde gezip de kendilerinden
öncekilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı?”13 buyurarak, müslümanları önceki milletler
üzerinde araştırma yapmaya teşvik etmektedir. İşte
bundan dolayı sahâbe de Allah Rasûlü’nün hayatını her yönüyle ve tafsilatlı bir şekilde sonraki kuşaklara aktarmıştır. Muhaddisler de Allah Rasûlü’nün
hayatı bağlamında geçen, bir senette yer alan ravilerin hayatlarını yazarak araştırmacılara tarihi bilginin
üzerindeki muhtemel şüpheleri giderme imkanı sunmuşlardır. Nitekim Sprenger (ö.1893) müslümanların “Esmau’r-Ricâl” adında muhteşem bir ilim dalı
irad edip beşyüz bin insanın hayatını kayda geçtiklerini belirtmektedir.14
İslâmî bilincin, tarihin ilmî bir disiplin olarak
algılanmasının mucidi olduğu bir vakıadır. Nitekim
Hearnshaw (ö.1946) şunları söylemektedir:
“Müslümanlar olayları mesnet göstererek tespit eden
ilk tarihçilerdir. Tarihî olayların sınırlarını onlar
genişletmiş, tarih felsefesini ilk defa onlar ortaya
koymuşlardır. Tarihçinin ilk görevi olan hükümde
doğruluk ve saflık onların vazgeçilmez ilkeleridir.
12
Laroui , a.g.e., s.47.
Rûm: 9.
Süleyman en-Nedvî, er-Risâletu’l-Muhammediyye, Dâru’l-Kalem, Dimeşk, 2005, s.82..
13
14
19
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Biz ise, onların açtığı bu iz üzerinde yürümekteyiz.”15
İbn Haldûn (v.808/1406) Müslümanların tarihe
bakışını anlatırken şunları söyler: “Zayıf rivayetlerin
dışlanması, buna mukabil yalnızca sahîh rivayetlerin
kayda geçirilmesi, tarihin bir ilim dalı olarak kabul
edilmesi için gereklidir.”16
Tarihi, efsane arşivciliğinden kesin çizgilerle ayıran İslâmî tarih tasavvuru, Batı merkezli “Dünya
Tarihi” tasavvurundan, tutarlı ve gerçekçi olması cihetiyle farklıdır. Çünkü İslâmî tasavvur, tarihi, ilmî
bir disiplin olarak görür. Ve onu diğer ilim dallarının
ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirir. Nitekim
tarihle alakalı bir hâdisenin kayıtları araştırılırken,
ilk olarak Kur’an-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflere müracaat edilmesi ve onların muhalled tefsîr, fıkıh ve
hadîs usûlleri çerçevesinde anlaşılması Müslüman
tarihçinin öncelikli vazifesidir.
Tarihçi Tek Başına Bir Cemiyettir
Tarihin, bünyesindeki ilim kodlarını bozmadan
işlevini sürdürebilmesi için bir takım usûller tespit edilmiştir. Bunlar içinde en dikkate değer olanı, Sprenger gibi oryantalistleri hayrette bırakan,
tarihî hâdiselerin tedvin ameliyesine kaynaklık
eden ravilerin -özel hayatları dahil- bütün yaşamKomisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Akçağ
Yay., İstanbul, 1998, s.66.
16
Abdurrahman b. Haldûn, Mukaddime, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1993, s.3-5.
15
20
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
larının istisnâî fıkhî bir hükümle araştırılmasıdır.
(Gerçekte ise özel hayatı teftiş ve tecessüs ayetle
yasaklanmıştır.17)Çünkü tarihe tanıklık eden ya da
Allah Rasûlü’nün
hadîs-i şeriflerini Sahâbeden
aktaran kişi, kendisi olmaktan çıkmış, bir ilim
dalının sıhhatinin rüknü haline gelmiş ve onun
şahsında geçmiş ümmetlerin hakkı-hukuku söz konusu olmuştur. Bu yüzden raviye ehliyet ve liyakat
yoklaması yapılır. Tarihî olaylar, tarihi yaşayanlar ve
yazanlarla bir bütün halinde değerlendirilir. Bu bakış
açısı, Müslümanlara evrensel ve nesnel bir tarih
yazıcılığını armağan etmiştir. Taberî’nin (v.310/923)
lâyemût eseri dahil sâir meşhur tarih kitapları böyle
bir tarih yazıcılığının önemli yapıtlarıdır. Söz konusu
ifadenin misdakı mahiyetinde olabilecek hükmü
Von Grunebaum (ö.1972), “Ortaçağ İslâm’ı”nda
şöyle yazmaktadır: “Partizancılığına ve saraya karşı
methiyeciliğine rağmen, İslâm tarih yazımının
baştan sona nesnelliği18 kaydedilmeye değerdir.”19
Zafer ve Hezimet Yanyana
Müslüman tarihçiler, zaferi ve hezimeti aynı ayrıntı zenginliği ile anlatmışlardır. Müslümanların
hem nesnel, hem de evrensel bir tarih anlayışına
17 Kur’an: Hucurât: 12.
18 İslâm Dünyasında, efendilerinin propagandalarını yapan
resmi tarih yazıcıları hem azdı hem de itibarsızdı.
19
Bk. Laroui, a.g.e., s.49-52.
21
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
sahip olduklarının İslâm kütüphanesinden en canlı
şahidi, büyük tarihçi İbn-i Esîr’in (v.630/1233) Moğol hezimetini anlatırken takındığı objektif tavırdır:
“Bu felaket (Moğol istilası) o kadar korkunç ve çirkin ki, birkaç sene bunları yazayım mı diye düşündüm. Yine de şimdi bunları hayli tereddüt içinde yazıyorum. Olay bir bakıma İslâm ve Müslümanların
ölümünü duyurmak gibidir; ki bu kime kolay gelir?
Kimde dayanacak ciğer var ki Müslümanların içine
düştüğü aşağılık durumun, herkes karşısında rezil
ve rüsva olmanın trajedisini anlatsın? Keşke yaratılmasaydım. Keşke bu olaydan önce ölmüş olsaydım.
Keşke unutup da bu elemli olayların hatırası kafamdan silinip gitseydi. Fakat bazı dostlarım bu felaket
olaylarını yazmaya beni razı ettiler. Yine de tereddüt
içindeyim. Fakat gördüm ki yazmamakta hiç fayda
yok. Bu öyle büyük bir bela, öyle müthiş bir felaket
ki dünya tarihinde bir benzeri yoktur. Bu olaylar
umumi planda bütün insanlıkla ilgilidir. Fakat özellikle Müslümanlarla ilgili olmakla birlikte özellikle
de eğer bir adam çıksa da ‘Hz. Adem’den beri böyle
bir bela insanoğlunun başına gelmemiştir’ diye iddia
etse, bu yanlış bir iddia olmaz. Çünkü tarihte böyle
bir olayın en küçük benzeri bile görülmemiş, belki
de kıyâmete kadar -Ye’cûc ve Me’cûc’ün20 dışındaasla böyle bir olay görülmeyecektir. Bu vahşi insanYe’cûc ve Me’cûc hakkında detaylı bilgi için bk. Ahmed, EnNesefî, Tefsîru’n-Nesefî, Daru’n-Nefâis, Beyrût, 2014, c.3, s.42,
43.
20
22
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
lar hiç kimseye acımadılar. Kadınları, erkekleri, çocukları öldürdüler. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn,
ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi’llâhi’l-aliyyi’l-azîm.
Bu olay evrenseldi, yeryüzünde yaygındı. Bu bir tufan gibi koptu, bakıp ederken bir tufan gibi yayıldı.”21
Bu anlatımdan sonra Heredot’un Doğu-Batı ayrımını dikkate alarak; Karl Maks’ın sınıfların çatışmasından ibaret gördüğü, Batılı’ların, ‘milletlerin ve
devletlerin propaganda aracı’ olarak nitelendirdikleri tarihi, sadece Batılılar açısından doğru kabul etmek mümkündür.
Müslüman tarihçiler, Allah Rasûlü’nden günümüze kadar olan hâdiseleri, kayda geçerken objektif
olmayı bir görev bilmişlerdir. Sıffîn (37/657) gibi,
Cemel (36/656) gibi bir çok boyutuyla içinde oldukları hâdiseleri bile yüksünmeden ve de yorumsuz anlatabilmişlerdir. Dillerin ve ellerin kana bulaşmadığı
bir tarih yazıcılığı hakimdir Müslüman müverrihlerde. Yenilen ya da yenen tarafta yer almak tarihçinin
gerçekleri anlatmasına menfi yönde etki yapmamıştır. Çünkü Müslüman tarihçide kadere rıza vardır.
Hüküm
Batı’yla Doğu’nun tarihi, yaşayış ve anlayışları
açısından bütünüyle zıddiyet ifade etmektedir. Bu
zıddiyetler içerisinde ayniyetler aramak ve tarihî
İzzuddîn Ebu’l-Hasen Ali b. Ebi’l-Kerem İbn Esîr, el-Kâmil
fi’t-Târîh, Mektebetu’l Buşrâ, Beyrût, 1996, XII, s.147-148.
21
23
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
değerlendirmeleri müşterek esaslar üzerine bina etmek, deride neş’et etmelerini hesaba katarak fare kılıyla aslan kılına aynı hükmü vermek olur.
Tarihle alakalı yanlış yargılara varmanın temelinde, Batı’nın kendini Dünya tarihinin “süper öznesi”22 görmesi ve hariçteki bütün milletleri de
“tarihsiz yığınlar” kategorisine hapsetmesi vardır.
Ona göre, eğer doğrular varsa onlar yalnız kendine
ait olmalıdır. Kendi dışında kalan bütün yeryüzü,
taşradır. Bu yüzden onlar, ciddiye alınmamalıdırlar.
Mesela taşrada yayımlanan bir kitabın şöhretsiz
muharriri, mütefekkir dahi olsa taşra etiketi onu
merkezden tecrit eder. Bu yüzden merkezde çıkan
kitaplarda fikir adına magazin yazan muharrirler bile,
taşralı mütefekkirlerin telifâtını basit metinler olarak
görür. Ufuksuz, vizyonsuz görürler taşralıları. Onları,
merkezin ürettiği kültürün tüketicileri olarak telakki
ettiklerinden, onlarla etkileşimi reddederler. Bugünün
Batısı da Doğu’ya taşralı gözü ile bakmaktadır. Susan,
dinleyen, etkilenen bir Doğu var onun zihninde. Bu
yüzden Batı, tarihten bahsederken merkeze kendini
alır ve kendi tarihi efsane olunca da bütünüyle tarih
disiplinini efsane olarak niteler.
Tarihselciliğin Doğuşuna Doğru
Efsanenin, tarihinin en belirgin unsuru olduğu Batı
Edvard Said, Oryantalizm, (çev. Selahattin Ayaz), Pınar Yay.,
İstanbul, 2003, s.84.
22
24
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
düşüncesinde -bugüne gelinceye kadar- sürekli me
dcezirler yaşanmıştır. Eski Yunan’daki kısmî ‘metafizik ürpertileri’ Roma devrinde bütünü ile reddeden
(özellikle Septikler, Stoalılar ve Epikürcülerle), cemiyete dinsiz bir anlayışı aşılayan Batı, Patristik Felsefe
ile Hristiyanlık çevresinde yeni bir dinî dünya görüşü
oluşturur. Patristik Felsefeyi, dogmaların egemen olduğu Skolastik Felsefe takip eder.23 Bütün bu dönemler
“hurafe bir inanç” ile oluşturulan efsanelerin tarihidir.
15. yüzyıl ortalarında başlayan, insan varlığının
anlamı ve bu dünya içindeki yerinin neresi olduğu
problemini, dogmatik bir hüviyet kazanan felsefi kayıtlar ya da kilise müktesebatı yerine mücerret akılla
teşhis etme gayreti, 18. yüzyıla gelindiğinde zirveye
çıkar. Bu teşhis sürecinin ürettiği soruları cevaplamaktan aciz kalan Hristiyanlık, ‘bilgiç akıl(!)’ karşısında müthiş bir zafiyet içerisine düşer. Patristik
Felsefeyle başlayıp Skolastisizimle zirveye yerleşen
bin yıllık kilise saltanatı da böylece eski ihtişamını
yitirme sürecine girer. Bu dönemde zuhûr eden Aydınlanma Felsefesi yeniden eskiye dönüşü başlatır.
Yani Antikçağ Felsefesi bilgiç aklın referansı olur.
Aydınlanma Felsefesi
Niçin 18. yüzyılla başlayan felsefeye Aydınlanma
Felsefesi, onu kuşatan zamana Aydınlanma Çağı denMacit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2000,
s.289.
23
25
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
mişti? Aydınlanma ne demekti? Kimler aydınlatacak,
kimler aydınlanacaktı? Karanlık mı vardı ki aydınlanmadan bahsediliyordu? Bütün bu soruları yanıtlama
sadedinde şunlar söylenebilir: “Aydınlanmak isteyen
insanın kendisi, aydınlatılması istenen şey de insan
hayatının anlam ve düzenidir. Bu da tipik bir tarihi
fenomendir. İnsanlık tarihinde bir zaman gelip de hayatın düzenini ayarlamış olan değerler, formlar canlılıklarını yitirince yeni bir düzene kılavuzluk edecek
düşünceler aranır. İşte Yeniçağın Aydınlanması da bu
çeşitten bir arama ve bulma gayretidir.”24
‘Aydınlanma’ ile akıl tekrar işlerlik kazanacaktı.
İnsan, düşünme ve değerlendirmede din ve geleneklere bağlılıktan kurtarılacaktı. Hayatın her alanına
laik bir Dünya görüşü hakim olacaktı. 18. yüzyıla
gelindiğinde bütünüyle Avrupa, bu nev’i temennilerin yüksek sesle tekrar edildiği seküler bir coğrafya
görünümünü almıştı. Özetle Aydınlanma, tanrı-kilise merkezli bir dünyadan insan-akıl merkezli bir
dünyaya geçişin çağı olmuştur.
Aydınlanmayı, kendinden önceki çağlardan farklı kılan en önemli anlayış ise, onun akla yüklediği
anlamda aranmalıdır. Ona göre akıl, tarihsel ve toplumsal olarak belirlenmiş bir kavram olmaktan çok,
bütün toplumsal özneler, milletler ve bireyler için
geçerli, gerçek, evrensel, öz taşıyan bir kavramdır.
Çünkü aklın, olgusal her şeyi en yalın formlarına ve
24
Gökberk, a.g.e., s.290.
26
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
kamûsal inançtaki köklerine kadar tesbite çalışan ve
bu tesbiti de somut bir bütüne götüren analiz gücü
vardır.25
Kilisenin Çaresizliği
Akla yüklenen aşırı güven ve mutlak özgürlük
talebi, Skolastik Felsefenin yani kilisenin muhkem
kalelerini sarstı. Skolastisizmi temsil eden “din” ile,
Aydınlanmayı temsil eden “akıl” savaşında, kilise,
müminlerinin imanlarını koruyabilmek için çareler aradı. Akılla anlaşmanın yollarını araştırdı. Bu
çerçevede bir çok farklı akım zuhûr etti. John Locke (ö.1704) “Hoşgörürlük Üzerine Mektuplar” isimli eserinde dinin devlete, devletin de dine müdahil
olmadığı, laik bir din tasavvurunu savundu. Dinin
akla uygun olduğunu anlatmaya çalıştı. Ona göre vahiy, aklın ulaşamadığı metafizik alemin malumatını
bildiriyordu. Yani bir manada vahiy akıl üstüydü.
Fakat bu akıl üstülük akla aykırı oluşa kadar varmamalıydı.26 Christian Wolff (ö.1754) da Locke’a paralel düşünen filozoflardandı.27
Aydınlanma ile başlayan kilise/din-akıl/bilim savaşında tarafların ateşini düşürme adına, deistler de
hummalı bir gayret içindeydiler. 18. yüzyıl deistlerinin öncü isimlerinden John Toland (ö.1722) HristiAhmet Çiğdem, Aydınlanma Felsefesi, İletişim Yay., İstanbul,
1993, s.16.
26
Gökberk, a.g.e., s.294–321 vd.
27
Gökberk, a.g.e., s.322.
25
27
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
yanlığı her türlü sırlarından arıtarak bütünü ile bir
akıl dini haline getirmeye çalıştı. (Locke, vahyin bir
takım yönlerinin akıl üstü olmasına rağmen yine
de akla uygun olması gerektiğini söylüyordu) Toland, Locke’dan daha ileriye giderek gerçek vahyin
bütünüyle ve mutlaka akla uygun olması gerektiğini
savundu. Bu anlayışa göre akıl, vahye dair yargıda
bulunan bir üst merci kabul ediliyordu. Hristiyanlığın mevcut disiplini içerisinde sapık sayılabilecek bu
anlayışın sahibi Toland, yine de Hristiyanlığın metafizikten arınmasıyla akla uygun bir görünüm arz
edeceğini iddia ediyordu.28
Akıl Dini
Hristiyanlığın önünü kapayan, buna mukabil akla
sınırsız hakimiyet alanı açan Aydınlanma Felsefesi
her türlü dış formdan, gelenekten, tarihilikten mücerret yeni bir din icat etti. Bu dinin mucidi akıldı.
Dolayısıyla adı da ‘akıl dini’ oldu. Yeni dinin (akıl
dini) kökleri Antik çağa, Stoa Felsefesine uzanıyordu. “Din, tanrının vahyinin değil aklın ürünüdür”
diyen Stoacı bakış açısı yüzyıllar sonra yeniden sahne almıştı. Buna göre, “akıl” ile “doğa” aynı manayı
mündemiçtir. Doğa içerisinde, evrensel akıl egemendir. İnsan da doğanın bir parçası olduğundan onun
doğasının yapısı da akıldır. Dolayısıyla Stoalılar ve
onların yollarında yürüyenler “doğa” ya da “doğal
28
Gökberk, a.g.e., s.321-32.
28
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
ışık” deyince hep aklı anladılar. Buna göre “akıl dini”
demek “doğal din” de demektir.29
Doğal din taraftarlarına göre, gerek müşrik toplumlarda şekillenen dinler ve gerekse tarihi/semavi
dinler, aslında insanda doğal olarak yaşayan dinin
yansımalarıdır. Dolayısıyla insan vahye ihtiyaç olmadan da bir din icat edebilir.
Tarihî/semavî dinler insanın içindeki doğal dini
zedelediler. Bu yüzden tarihi dinler fıtrattaki dini
değiştiren hurafelerle doludurlar. Hristiyanlığı ‘tarihi din’ terkibi çerçevesinde değerlendiren Aydınlanma aklı, onu ‘yapma, bozulmuş ve akla aykırı’ kabul
etti. Bu bakış açısına sahip filozofların çoğunun bir
sonraki adımları ateizm oldu.
Batı, merhale merhale dinden uzaklaştı. Kilise taraftarlarının, uzlaşmacı yaklaşımları dinden kaçışa
mani olamadı. Kilisenin taassubundan kurtulan akıl,
kendi kilisesini kurdu, orada mabûd kendisi oldu.
Batı, bir yanlıştan kurtulayım derken bir başka yanlışın içine düştü. Artık iki faklı din vardı: “Akıl Dini/
Doğal Din” ve “Tarihî Din/Hristiyanlık”. Akıl Dinine
göre, Tarihî Din yanlışların atlasıydı. İnsan doğasını
tahrif etmişti. Akıl Dini ise Tarihî Dinle hesaplaşarak mazinin intikamını alacaktı.
“Akıl Dini”ni Müdâfaa noktasında, kiliseye açıkça
hücum eden bazıları da vardı ki kilisenin savunduğu
Tanrıyı itiraf etmekten de kendilerini alamıyorlardı.
29
Gökberk, a.g.e., s.183-184, 321-323.
29
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Bu noktada Voltaire’in sözü zikre değerdir. Diyor ki
Voltaire (ö.1778): “Tanrı olmasaydı da biz onu icat
etmek zorunda kalacaktık. Çünkü bütün doğa onun
bize var olduğunu haykırmaktadır.”30
Lessing
Batıda, “Doğal Din”le “Tarihî Din”i uzlaştırmak,
yeni terkiplerle probleme çözüm getirebilmek için
bazı filozoflar bir takım çalışmalar içerisinde olmuşlardır. Bunlar içinde kayda değer en mühim çalışma,
Gotthold Ephraim Lessing’e (ö.1781) aittir.
Lessing, büyük bir filozof olmaktan öte daha çok
münekkit kimliğiyle tanınır. Akıl Dini bağlılarınca
akla aykırı tezlerin yığını olarak görülen Tarihi Dine,
tarihsel perspektiften bakmayı önermiştir. Bu açıdan
Lessing’in yaklaşımı konumuzla direkt alakalıdır.
Ona göre, dine sıkı sıkıya bağlananlar da, dinin aklı
tahrif ettiğini söyleyenler de yanılmaktadır. Vahye
sıkı sıkıya bağlı kalınamaz. Çünkü vahyin kutsal kitaptaki şekli belli bir dönemin şartlarını dile getirmektedir. Bu döneme de artık dönülemez. Deistlerin
yanıldığı nokta da, dini kitaptan ibaret saymalarıdır.
Oysa İncil, Hristiyanlığın gelişiminde belli bir evredir.
Öz adıyla ilk defa Lessing’le tedavüle çıkan tarihselciliğin amacı, Aydınlanmanın karanlık ve dogmatik gördüğü Tarihi Dini kurtarmaktı. Aslında tarih30
Gökberk, a.g.e., s.32.
30
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
selcilik samimi Hristiyanların projesiydi. Gayeleri
dini hem yok olmaktan hem de hurafelerden kurtarmaktı.
Tarihselcilik
Kökleri Eski Yunan’a kadar uzanan felsefi bir
gelenekten gelen Tarihselcilik (Historicism), koordinatları yerli yerine oturan bir tarife uzun yıllar
sahip olamadı. Her felsefi mektep onu kendi ideolojisi doğrultusunda anlamlandırdı. Fakat 19. yüzyıla
gelindiğinde tarifte kısmi bir somutlaşma görüldü.
Tarifin somutlaşması sürecinde tarihselcilik; izafilikle, evrimcilikle, tarih ideolojisiyle ve hatta nihilist
uydurmacılıkla eş anlamlı görüldü.31 Öz anlamının
dışında uygulama alanları bulan tarihselciliği, geçmişte olup biten her şeyin geçmişte kalmasına rağmen etkisini sürdürmesi32 diye tarif edebiliriz.
‘Tarihle ilgili’ ve ‘tarihe ait’ anlamına gelen Tarihsel ve tarihî kelimeleri ise nisbe/aidiyet bildirirler.
Tarihîliğin tarihe nisbesindeki en mühim bağ ise, tarihin bütün tariflerinin kesişme noktasında yer alan
zaman kavramıdır. Buna göre tarihselcilik, tarihin
belli bir dönemine ait söz ya da aksiyonu cereyan ettiği zamanla sınırlı tutarak anlamaktan ibarettir.
Bugünkü versiyonu ile Tarihselcilik, Hristiyanlığın kucağında, gerek onun gerekse de Eski Yunan’dan
31
32
Laroui, a.g.e., s.116.
Özlem, a.g.e., s.145.
31
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Aydınlanmaya gelene kadarki Batı zihniyetinin
çarpık tarih tasavvurunun efsaneleştirdiği bilimin
problemlerini çözmek iddiasıyla doğmuştur. Kilise,
İsa’sını, Meryem’ini, efsanesini hasılı skolastik bütün
müktesebatını Aydınlanmanın “bilgiç aklı” karşısında savunabilmek için dini makulleştirme ve tarihileştirme sürecini başlatmıştır. Böylece, dini ifadeleri,
hâdiseleri, kendi şartları içinde, doğdukları zaman
çerçevesinde yorumlama imkanına sahip olmuştur.
Tarihselcilik, hayatın merkezine aklı koyan ve
dünyayı onun buyurganlığına teslim eden “Aydınlanma Felsefesi”ne karşı, bir tepki olarak doğmuştur.
Bu yüzden, Aydınlanma Felsefesi, doğduğu yüzyılın
sonlarına doğru tarihselciler tarafından ciddi tenkitlere muhatap olmuştur.
Dilthey
Dilthey (ö.1911) kavram olarak bilimi, “Aydınlanmanın Bilgiç Aklı” gibi doğa bilim sistemine göre
temellendirdi. Buna göre, gözle görülmeyen, gözlemlenemeyen şeylerin “bilim” olmaları imkansızdı.
Hayatın her cephesinde tek bir bilim yöntemi hakim
olmuştu.
Fizik, Psikoloji, Edebiyat, Felsefe, Tabîat Bilimleri ayırımı yapmadan hepsine hükmeden pozitivist
felsefeyi ve onun epistemolojisini ciddi manada ilk
defa sorgulayan Wilhelm Dilthey oldu.33
33
Johnson Ignar, Anglosakson Bilim Felsefesi, (çev. Salih Al-
32
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Dilthey, bilimin bütün dallarında aynı ölçülerde
geçerli olacak evrensel bir yöntemin varlığını savunan Pozitivist Epistemoloji’ye karşı her bilim dalının
nesnesini araştırmada kendine has usûllerinin olması gerektiğini vurguladı. Aslında o, Aydınlanmanın ikliminde yetişmişti, Aydınlanmacıydı. Fakat,
bilimin hürriyete kavuşması adına, Aydınlanmanın
epistemolojik istibdadına isyan ediyordu.
Gerçekte Dilthey’in bilgi kuramı onun insan tasarımına dayanır. İnsan tasarımı ise yeni çağın kartezyen biliminin insan tasarımının karşısında konumlanır. Çünkü yeni çağın bilgi kuramı, insanı salt bir akıl
varlığı olarak tasarlar ve bu akıl varlığı ile doğayı karşı
karşıya koyan suje-obje ilişkisinden hareket eder. Bunun yanı sıra yeni çağın bilgi kuramı, bilen özneyi her
türlü psikolojik ve tarihsel kimliğinden mücerret bir
akıl varlığı olarak tasarlamıştır.34
Kendi çapında Tarihselciliği sistematize eden
Dilthey, tanrısal aklı tenkit eder. Onun düşüncesindeki tarihin merkezinde insan aklı vardır. Tarihi
insana tahsis eder ve ona laik bir görüntü kazandırır.35 Sosyal hayata Pozitivist bir gerçeklik taşımaya
çalışır. Niyetinde Pozitivist Epistemoloji yanlılarının
tahribatını önlemek vardır. Fakat bu ameliyesindenpay), İstanbul, 1982, s.13; Mevlüt Uyanık, Kur’an’ın Tarihsel ve
Evrensel Okunuşu, Fecr Yay., Ankara, 1997, s.157.
34
Özlem, a.g.e., s.135.
35
Şevket Kotan, Kur’an ve Tarihselcilik, Beyan yay., İstanbul,2001 s.115.
33
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
dolayı kendinden sonra bayrağı devralan Heidegger
(ö.1976) ve talebesi Gadamer’in (ö.2002) tenkitlerine maruz kalır.
Tarihselcilik ve Hermenötik
Kur’an-ı Kerîm’in tarihselliğini kabul edenlerin
ayetlerin tefsîrinde kullandıkları “hermenötik yaklaşım” da tıpkı tarihselcilik gibi Batı uygarlığına aittir.
Kökleri, Eski Yunan’a uzanır. Kelime olarak, ifade
etmek, çevirmek, yorumlamak gibi manalara gelir.
Fakat hermenötik, yabancı birinin metnini anlaşılır
kılmak gayreti olduğundan ifade etmek ve yorumlamak diye anlaşılması daha doğrudur.
Antik Yunan’da hermenötik, her şekle girebilen
tanrı Hermes’in etkinliğidir. O, bu etkinliğiyle tanrıların dilini ölümlülerin anlayabileceği kalıplara aktarır. Fakat bu aktarma bir tercüme değildir. Mücerredi müşahhaslaştırma ameliyesidir.36 Gadamer’in,
‘başka bir dünyaya ait anlam bağlamını o an içinde
yaşanılan dünyaya aktarma/çevirme’ olarak tanımladığı hermenötik etkinlik 37, Antik Yunan bağlamında
düşünüldüğünde, Gadamer’in ‘başka dünya’ dediği
âlem, Yunan mitolojisinde tanrıların dünyası olarak
karşımıza çıkar. Hermenötik yaparak/yorumlayarak
başka dünyalar, çağdaş insanların diline taşınır.
Zeki Özcan, Teolojik Hermenötik, Alfa Yay., İstanbul, 1998,
s.19.
37
H.G. Gadamer, “Hermeneutik” (Özlem, Hermeneutik Üzerine
Yazılar’ın içinde), Ankara, 1995, s.11.
36
34
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
İlk defa mitolojik teolojide kullanılan hermenötik38 zamanla edebiyatta, hukukta, felsefede yani
doğa bilimlerinin dışında ne varsa hepsinde kullanıldı.
Patristik dönemde kilise babaları, dini felsefî
formda ifade edebilmek için Antik çağa hakim olan
‘Mitolojik Hermenötik’e yöneldiler. Bu yöneliş neticesinde Teolojik Hermenötik doğdu.
Ahdi Atik’le (Tevrat) Ahdi Cedid (İncil) arasındaki tenakuzun izalesinde Teolojik Hermenötik etkili
oldu.39 Fransız hermenötikçi Paul Ricoeur (ö.2005)
meseleye dair şunları söyler: “İki Ahdin ilişkisi Hristiyan nesilleri ciddi manada meşgul etti. Reforma
kadar, problem olarak hep sahnenin önünde yer aldı.
İlk zamanlarda Hristiyani manada teolojik bir alegori problemi ortaya atılmıştı.Yeni Ahit’in Eski Ahit
yerine geçip geçemeyeceği tartışılmıştı. Sonuçta,
Hermenötiğin zarf ve mazrufu ile ilk defa neşet ettiği Eski
Yunan’da,hermenötik yaparak tanrıların efsanevi ilişkilerini
halka terceme eden Hermes, Yunan tanrıları Zeus ve Politious’a
nisbetle daha saygın bir konuma sahiptir. Mitolojilerin yanı
sıra geleneksel felsefi mektepler de onun adına vurgu yaparlar.
Seyyid Hüseyin Nasr Yunan mitolojilerinde adı geçen Hermes’in
Ebu’l-Hukema Hz.İdris olduğunu söyler. Mitolojilerde; onun
tanrılarla insanlar arasında hermenötik yaparak bir uzlaştırıcı
elçisi gibi rol alması ise muhtemeldir ki Peygamberlikten kalma
hatıraların bir neticesidir. Görüldüğü gibi Batı Aklı, mitolojisine bile nizam verirken tahrif ettiği vahye, peygambere sarılmaktadır. Bk. İhsan Şenocak, Yedibeyza, Doğu-Batı tefekkürü,
Mayıs, 1998, sy.4, s.20.
39
Gadamer, a.g.e., s.12.
38
35
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Mesih’in bütün Yahudi metinlerin anlamını tamamlamak ve açıklamak için geldiği, onları yorumladığı,
dolayısıyla onlarla hermenötik bir ilişki içinde olduğu kabul edildi. Böylece Mesih olayı, yorumlanacak
bir şey olmadan önce, önceki metni yorumlayan oldu.40
Kilise, Gnostiklerin ve ikinci asırda yaşayan Marcion gibi münekkitlerin Ahdi Atik’e yönelttikleri
tenkitleri Teolojik Hermenötikle aşmaya çalıştı. Bir
nevi tefsîr-te’vîl41 olan hermenötik, Hristiyanların
kutsallarını kurtarma usûlü oldu. Anlayamadıklarını
zahir-batın bütünlüğünde ifade etmeye çalıştılar. Bu
çerçevede Ahdi Atik’e zahir, Ahdi Cedid’e de batın
söz dediler.
Önceki sayfalarda da ifade edildiği gibi Patristik
Felsefeyle başlayıp Skolastisizm ile fikri manada
donmanın nihai sınırına varan din-bilim ilişkisinde
Aydınlanma’ya gelindiğinde çözülmeler yaşandı.
Kilise yorum üzerindeki otoritesini kaybetti. Kutsal
metinleri tenkitçi-tarihselci okuma talebi rağbet
gördü. Artık hermenötiğin gayesi, belli doktrinleri
doğrulamak değildi. En azından böyle bir bakış
kendini ciddi ciddi hissettiriyordu. Teolojik metinlerin
hermenötik açıdan imtiyazlarının olamayacağı iddiası
Protestan ruha güç aşıladı. Semler’in çabasıyla akılcı
Özcan , a.g.e., s.31.
Tefsîr ve Te’vîl hakkında detaylı bilgi için bk. el-Kattân, Mennâ’, Mebâhis fî Ulûmi’l-Kur’an, Mektebe Vehbe, Kahire, s.316320.
40
41
36
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
ve tenkitçi bir hermenötiğin beslediği bilimsel bir teoloji vücut buldu.42
19. ve 20. yüzyıl Batısı, dini kurtarmak ve dinden
kurtulmak isteyenlerin mahşeri gibiydi. Ahdi Atik’i,
Ahdi Cedid’i hermenötik yaparak tarihselleştirenlerin gayesi dini kurtarmaktı. Kilise tanrısını kovup
akıl tanrısını merkeze alan aydınların gayesi ise dinden kurtulmaktı.
Garip sembollerin haritasına çevrilen Tevrat ve
İncil bütünüyle güvenilirliklerini yitirmişlerdi. Akıl,
dine ve dinin bütün kurumlarına meydan okuyordu.
Kilise yaşanan tufanda dini en az zayiatla kurtarmak
için tarihselciliği kullanıyordu. Kutsal metinlerin
ifadeleri ve kurguları tarihselleştiriliyordu.
Heidegger ve Gadamer
Alman filozof Heidegger, “Hermenötik”e varoluşsal bir bakış açısı getirdi. Tarihsel-kollektif otantikliği ön gerçek olarak kabul etti. Buna mukabil özsel
bilişi evrenselleştirmeyi reddetti. Nietzsche’den etkilenerek geliştirdiği “Estetik Hermenötiği” çağdaş felsefe ve edebiyat tenkitlerinde çokça kullanıldı.
Heidegger’in tefekkürüne ciddi manada tesir
eden Nietzsche’ye göre tarihte objektiflikten söz etmek gülünçtü. Çünkü tarihsel olaylar asla tek bir
anlama sahip değillerdi. Ona göre tarih, insanların
Mehmet Paçacı, Kur’an ve Ben Ne Kadar Tarihseliz, Ankara
Okulu Yay., Ankara, 2000, s.8.
42
37
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
ya da grupların kendi varoluşları açısından bağlı oldukları sınırsız sayıdaki ilgilerin bir savaş alanıydı.
Heidegger’in talebesi olan Gadamer, hocasının
“evrensel olan”dan anladığını restore ederek Heidegger’i felsefede doğru yerde konumlandırdı. Estetik
ve tarihsel hermenötiğin yöntemlerinin insicamlı ve
bütüncül olabilmeleri için rasyonelleştirilmeleri gerektiğini iddia etti. Ona göre insan, evreni değil kendi
tarihi içinde kendini anlamaya çalışmaktadır. İnsan,
hermenötik yapmaktadır, yani anlamanın anlamı
üzerinde felsefi bir düşünme gayreti içerisindedir.43
Gadamer, hocası Heidegger’deki felsefi dağınıklığı sistematize etti. Köylü olan Heidegger’in şehirli
sûretinde duruşu oldu. Dilthey’le bilim temelli bir
şekle bürünen tarihi, varoluşsal bir yöne çevirdi.
Gadamer seleflerine nispetle daha ziyade geleneği ön plana çıkardı. Tarihsel ilişkilerin yorumunda
namütenahi çeşitliliği kabul eden Dilthey’i, bu kabulüyle nesnel bilgiyi imkansızlaştırmakla suçladı.
Gadamer, hermenötiği “anlambilim” olarak niteleyen Dilthey’den farklı olarak “anlamanın kendisi”
olarak görmekteydi. Onun Dilthey’le şekillenen geleneksel hermenötiğe yönelttiği itirazlardan bir diğeri ise metni anlama cehdine giden kişinin metni
yazan ve yaşayanla tevhit içinde olması zorunluluğuydu.
Özlem, a.g.e. , s.179-180, Nietzsche için bk. Özlem, a.g.e.,
s.121.
43
38
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Gadamer’e göre anlamanın içinde önyargılar, peşin kabuller vardır. Bir metni anlamak onun gelenekteki konumundan beslenir. Buna, felsefi hermenötik denir. Bir metni anlamak için ön yargıları yok
etmek gerekmiyor. Kendi ufkumuzu unutup yabancı
metinleri yazan-yaşayan milletlerin ufkunda doğmak, anlamanın şartı olmadığı gibi esası da değildir.
Metinden sahîh bir yorum çıkarmanın yolu, kendi
ufkumuz ile onların ufuklarını tevhit ve tevsikten
geçer.44
Tarihi bir olguyu, olayı ya da nesneyi mucit ve
muharrikleriyle bütün bir sûrette kavramaya tarihselcilik dendiğini farklı vurgularla ifade etmiştik.
Buna göre tarihi fenomenler biriciktirler ve bir defa
olup bitmiştirler. Her çağ, her tarihi dönem, o çağa
ve o döneme damgasını vuran fikirler ve ilkeler aracılığıyla yorumlanmalıdır. Dolayısıyla geçmişteki
insanların davranışları, tarihçinin kendi çağına ait
değer, inanç ve motifler temel alınarak açıklanamaz.
İnsanlar, toplumlar ve kurumlar kısacası her şey ne
ise odur. Bir şeyi anlamak o şeyi tasvir etmektir. Tarihi fenomenler gibi, tarihi dönemler de yalnız kendi
terimleriyle anlaşılabilirler. Birbirleriyle karşılaştırılmamalıdırlar.45
Bir metni anlamak, yazarın niyetini çözmeye ufWilliam Outhwaite, ”Hans-Georg Gadamer”, Çağdaş Temel
Kuramlar, s.24-25.
45
Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Ekin Yay., Ankara, 1997,
s.241.
44
39
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
kunu keşfetmeye bağlıdır. Yazarın niyetini idrak etmek onu kuşatan çevreyi, etkileyen şartları tanımakla alakalıdır. Bu alaka Gadamer’in iddia ettiği gibi
ya yazarın dünyasıyla okuyucunun dünyasının izdivacıyla olacak ya da bütün bunların ötesinde Dilthey’in hermenötiğe verdiği anlam ekseninde vücut
bulacaktır. Dilthey, hermenötiğin hedefini izah noktasında şöylediyor: “Hermenötik, bir yazarı onun
kendisini anladığından daha iyi anlamaktır.”46
Her eser belli bir dünya görüşü çevresinde şekillendiğinden, yorumcu, o eseri iyi anlamak istiyorsa
yazarın düşünce gidişatının dışına çıkmalıdır. Çünkü
yazar, eserini meydana getirirken döneminin dünya
görüşünün tesiri altındadır. Ne var ki çoğu zaman
yazar bunu farketmez. Sadece eseriyle ilgilenir. Eseri doğru anlamak isteyen yorumcu ise eserin ortaya
çıkışını sağlayan sebepleri ve yazarın durumunu incelemek zorundadır.47
Hülâsa
Batı’nın çarpık tarih telakkisi, onu dogmaların
esaretine teslim etti. Kilise, bu esareti bilimin bütün
alanlarına hakim kıldı. Batı’da, düşünceye gümrük
uygulamayan bölgeler yok gibiydi.
Efsane mecmuasına dönüşen din, İsa’sı ve Meryem’iyle yeryüzünden tecrit edildi. Bir şey haddini
Kamuran Birand, Manevi İlimler Metodu Olarak Anlama,
A.Ü.İ.F.Y., Ankara, 1960, s.31.
47
Birand, a.g.e, s.37.
46
40
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
aşınca zıddına inkilap eder48 kaidesi çerçevesinde,
Batı’nın efsanevi ve müstebit din anlayışı da Aydınlanma silüetinde zuhûr eden dinsiz bir yapıya dönüştü. Yeni yapı, eskiyi bir bir tekzip etti. Laikleşen
bilim, kendince doğrular üretti. Hakikatin iki farklı
adı, iki farklı tasavvuru oluştu: Kilisenin ve bilimin
hakikati. Yeni devir, efsanevi müktesebatın hamallarını “din adamı”; bilimin işçilerini ise “aydın” olarak
niteledi.
Tanrı merkezli bir Dünya görüşünden, insan merkezli bir Dünya görüşüne geçiş sürecinde tarihselcilik, dindar filozofların “urve-i vuskâ”sı oldu. Onunla,
imanlarını güvence altına aldılar. Bilimin karşısında
çöken dini tasavvuru, İsa’yı, Meryem’i, kilise’yi tarihselleştirmeyi görev kabul etti. Hedefleri ise, kitaplarının hayattan kopmasını engellemekti.
Kilise, tarihselleştikçe skolastik müktesebatını
terk etti; özgürleşti. Kötüden iyiye, çirkinden güzele, yanlıştan doğruya doğru yürüdü. Bünyesindeki
hurafelerden kısmi manada arındı. Fakat köklü bir
arınma hamlesini gerçekleştiremedi. Çünkü vahyin
buldurucu ışığından yoksundu.
Ez cümle tarihselcilik, hurafe atlasına dönüşen
İncil’i, kurtarma ameliyesidir. Bununla, Batılı adam
İncil’in bozulduğunu ve kurtarılmaya muhtaç olduğunu da itiraf etmiş oldu. Modernistler, Allah’ın
48
ez-Zerkeşî, Bedruddîn, el-Mensûr fi’l Kavâid, Şeriketu Dâr
el-Kuweyt Li’t-Tibâ‘ât, Şuveyh, 1985, c.1, s.123.
41
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Rasûlü’ne vahyettiği şekliyle bugüne ulaşan ve bütün insanları kurtarmaya talip olan Kur’an’ın neresinde hurafe ya da beşeri bir katkı gördüler ki, onun da
tarihsel olduğunu iddia ediyorlar? Kur’an ve İncil’in
esasta semavi olmasından hareketle, İncil tarihsel olduğuna göre, Kur’an’ı Kerîm de tarihseldir türünden
bir kıyas yapıyorlarsa bilmelidirler ki böyle bir kıyas,
“su” adındaki ortaklıklarından dolayı kaynağından
çıktığı gibi muhafaza edilen içme suyuyla, müsta’mel
suyu temizlikte aynı kabul etmekten farksızdır. İnsan elinin değmediği berrak bir su konumunda olan
Kur’an’a nispetle İncil, hurafe ve efsanelerin kirlettiği
bir “mâ-i müsta’mel” gibidir.
***
42
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Tarihselcilik ya da Katolisizmi
Olmayan Kuran-ı Mübin’in
Protestanca Okunuşu
Z
aman ve mekan üstü duruşuyla bütün insanlığa konuşan, her devrin inşasına etkin olarak katılan ve müminlerinden her
hâlükârda ahkâmının tatbik edilmesini talep eden
Kur’an-ı Kerîm’in Arapça ve ilk muhataplarının Arap
olması, Allah Rasûlü’nün Kur’anî hükümlerin evrenselliğini tekit ve tebyin noktasındaki ifade ve uygulamaları, O’nun ne olduğu, niçin gönderildiği ve
nasıl anlaşılması gerektiği hususundaki muhtemel anlaşılma problemlerini bütünüyle izale etmiştir. Efendimiz’in bütün zamanların en hayırlı nesli olarak
nitelediği Ashâb’ın49 saf bir Arapça’ya ve muhkem bir
Ebu’l-Hüseyn b. el-Haccac el-Kuşeyrî Müslim, Sahîh-u
Müslim, (tah. M. Fuad Abdulbâki), Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye,
Beyrût, ty., 44, Fedâilu’s-Sahâbe, 52 IV, 1962-1965, H. No:
49
43
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
imana sahip olmaları Kur’an’ı doğru anlayış usûlunu
şifahi olarak yaşatmalarına ve kendilerinden sonraki
kuşaklara aktarmalarına yardımcı olmuştur. Bu aktarış İslâm’ın ilk yıllarındaki lâdini/dinsiz ve ideolojik
tefsîr anlayışlarının da önünü kapatmıştır.
İslâm coğrafyasının tabiîn devrinde hızlı bir
şekilde genişlemesi ve buna paralel olarak farklı din,
dil, örf ve kültüre sahip milletleri içine alması, Arap
dilinin saf yapısının bozulmasına yol açtı. Dilin
aslında mündemiç olan sarf ve nahiv kaidelerine
dikkat edilmez oldu. Yazı ve konuşma diline galatın
hakim olması, zındıkların Kur’an-ı Kerîm’i ideolojileri
doğrultusunda yorumlamalarına müsait bir zemin
hazırladı. Fakat Kur’an-ı Kerîm’in Ashâb tarafından
cem’ edilmesi, hafızlar tarafından tevatüren kuşaktan
kuşağa aktarılması, farklı metinleri ona ekleme ya
da ondan çıkarma gibi tahrif faaliyetlerini bütünüyle
imkansız kıldı. Kur’an’ın lafzına müdahale etmekten
aciz kalan zındıklar, anlamdan hareketle bir takım
sapık tevillere tevessül ettiler. Bu çerçevede her
meşrep, kendi yanlışlarını bir takım lâdini ve ideolojik
tevillerle Kur’an’a doğrulatma yoluna gitti. Ayetler,
Arap dilinin kabul etmediği sûretlerde tevil edildi. Dil
kaidelerinin tanzîm ve tedvîn edilmemiş olması sapık
tevil cereyanları içinde olanların işini kolaylaştırdı.
Amelî ve itikadî alandaki bu sapık cerayanlara
2532,33,34,35,36; Ebû Abdillah Muhammed b. Yezid el-Kazvînî
İbn Mâce, Sünen, 13, Ahkâm, 26 II, 791, H. No: 2362,2363;
Tirmizî, 34, Fiten, 45 IV, 94, H. No: 2228,2229.
44
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
karşı alimler kayıtsız kalmadılar. İşe öncelikle yanlış
anlamaya başlangıç seçilen noktadan başladılar. Bu
çerçevede, sarf ve nahiv telif edildi.50 Zira Arapça inen
Kur’an’ı doğru anlamanın ilk şartı bu iki ilmi derinlemesine bilmeye bağlıdır.
Tabiîn kuşağını takiben gelen müctehid imamlar
devrinde sarf ve nahivle alakalı çalışmalara paralel
olarak Kur’an-ı Kerîm’i doğru anlamanın esasları da
kayda geçildi. İmam Şafî (v.204/820), Risâle adını
verdiği kitabı ile bu alanda ilk eser veren alim oldu
.(Önemli bir bölümü Risâle nassları bahsinden oluşan
fıkıh usûlü, aynı zamanda bir tefsîr usûlüdür) Zamanla fıkıh usûlunden ayrı olarak “ulûm-u kur’an” literatürü oluştu. Bütün bunlardan gaye, Kur’an’ın her asra,
her topluma hitap eden “evrensel hakikatlerini” idrak
etmenin, belli bir disiplin çerçevesinde yapılmasının
gerekli olduğunu göstermekti. Zerkeşî (v.794/1392)
ve Suyûtî’nin (v.911/1505) önceki örnekleri de dikkate alarak telif ettikleri “ulûmu’l-kur’anla” ilgili eserleri
Kur’an ahkâmının “gayelerinin” anlaşılması sürecinde
ortaya çıkabilecek batınî ve lâdînî tefsîr anlayışlarını
bütünü ile tasfiye etti.
Alimlerin murad-ı ilahiyi doğru anlama sürecinde, Kur’an ve Sünnet’i temel alarak istinbat ettikleri
hakikatler ve bu çerçevede yaptıkları mütalaalar tefsîr
ve şerh litaratürünü oluşturdu. Tecdit/unutulan İsMuhammed Seyyid Bey, Medhal, Asitane Kitabevi, İstanbul,
ty, s.6-50.
50
45
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
lâmî esasların ihyası, keşf-i kadîm çerçevesinde, yine
İslam’ın dinamikleri dikkate alınarak yapıldı. Tecdit
kapsamında değerlendirilen bütün açılımların özünde “İslâmî bir asl”ın olmasına ve bu aslın ölçü kabul
edilerek yenilemenin yapılmasına özen gösterildi.
Çünkü vahiy olan Kur’an-ı Kerîm yine vahye dayalı
ilkeler çerçevesinde yenilenebilir. Bu yüzden İslâmî
referanslardan mahrum olan her yenileme hareketi
bidat olarak değerlendirildi. Allah Rasûlü’nün buyurduğu gibi her bid’at dalalet olarak değerlendirildi.
İslâmî bir asıldan mahrum olan, Kur’an’ın ne
söylediğini anlamaktan ziyade, söylediğini tarihsel
ve yerel kabul edip, O’na “Senin devrin kapandı”
demeyi amaçlayan bu yönüyle de murad-ı ilahiyi
doğru kavrayamayan anlayış usûlleri içinde -bugün
itibariyle- en yıkıcı olanı tarihselciliktir. Kur’an’ın,
lafzını/nazmını devre dışı bırakan tarihselcilik bir
önceki bölümde de ifade ettiğimiz gibi kavram
olarak İslâm’ın ve genel manada dinin dışında
doğmuştur. Kökleri Eski Yunan’a kadar uzanan
felsefî bir gelenekten gelmektedir. Son hükümden,
“tarihselcilik, Yunan’dan günümüze kadar bütün
zamanların mütedavel idrak sistemidir” türünden
bir mana çıkarmak doğru değildir. Zira bugünkü
versiyonuyla tarihselcilik, Aydınlanma devrinde
Hristiyanlık içinde dinin değerlerini koruyabilmek
için bir anlama biçimi olarak şekillenmeye başlayan
ve ilerleyen zaman içerisinde Dilthey, Heidegger ve
46
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Gadamer gibi düşünürlerle farklı perspektifleri içine
alan bir modern çağ düşünce biçimidir.
Zorlama referanslarla Kur’an-ı Kerîm’le ilişkilendirilen tarihselcilik; İslâmî cephede Fazlurrahman
(v.1988), Hasan Hanefî (d.1935), Muhammed Arkoun (v.2010), Nasr Hamid Ebû Zeyd (v.2010), Emin
el-Hulî (v.1966) gibi modernist kimlikli araştırmacılarla temsil imkanı bulmuştur.
Biz bu bölümde, kısaca tarihselciliğin menşeini,
Batı’daki uygulanış şeklini, oryantalistler tarafından
farklı bir forma aktarılarak Kur’an-ı Kerîm’e tatbik
edilişini ve müslüman modernistlerin bu noktada
yaşadıkları düşünce kırılmalarını teşhis ve tahlil edeceğiz. Bütün bu ameliyeler içerisinde hareket ederken
ilmin ahlakına da sadık kaldık. Peşinen bir “yanlış”
kabul edip sonra da bütün okumaları o yanlışı çürütmek için “delil” toplamaya teksif etmedik. Fakat Allah
Teâlâ’nın ayetlerine, Efendimiz’in hadîslerine uymayan her anlayışın yanlış olduğunu, hakikate yalnız
bu iki kaynaktan hareketle varılabileceğini tartışmasız
doğru olarak benimsedik.
Batı’da Tarihselcilik
Aydınlanma Felsefesinin icat ettiği “Akıl Dini”,
İlerlemeci Tarih anlayışının etkisiyle kiliseyi hurafelerin mahşeri olarak niteledi. Güçlü muhalefete uzun
zaman dayanamayan kilise, hakimiyetini kaybetti ve
neticede egemenlik kiliseden akla geçti.
47
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Ortaçağ’da kilise, düşünenleri yargılarken, Aydınlanma’ya gelindiğinde düşünmenin ölçüsünü yitirenler kiliseyi yargıladılar.
Mitolojilerin içinde hurafeleşen dini yeniden okumak gerekliydi. Fakat akıl, yeni okumada öylesine
kinci davrandı ki, geçmişin intikamını alayım derken
bütünüyle vahyi de reddetti.
Din-akıl çatışmasında kilisenin yanında yer alanlar, dini makulleştirme adına tarihselciliği icat ettiler
ve İncil’deki anlatımlara tatbik ettiler. Buna mecburdular. Çünkü sürekli kutsanan İsa (a.s.) insanî kimliğini kaybetmişti. Onun yeniden keşfedilebilmesi,
tekrar yeryüzüne indirilmesine yani uluhiyetten beşeriyete taşınmasına bağlıydı. Bu, Onun cemiyetin
bir parçası haline getirilmesi/anlaşılması için zorunluydu. Zira bütünüyle efsaneye dönüştürülen mevcut
İncil’le Hz. İsa’yı (a.s.) insan sûretinde anlamak mümkün değildi.51 Bu yüzden Kilise, tarihselci bakış açısıyla Hz.İsa’nın (a.s.) dönemine gidip söylediklerini o
günün konjonktürü içerisinde anlama sürecini başlattı. Tarihselcilik, pozitivist akla tarih üstü/insanüstü Hz. İsa’yı (a.s.) anlatamayan kilisenin, doğrudan
yanlışı ayıklama hareketidir. Fakat çıkış noktası aklın
saldırılarına bir reaksiyon olduğundan nihai gayesine
ulaşamamıştır.
Reform, yanlışta yapılır. Kilise yanlış olduğunu ya
Sait Şimşek, Günümüz Tefsîr Problemleri, Kitap Dünyası,
Konya, ty., s.258.
51
48
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
da yanlış yaptığını kabul etmiş olmalı ki böyle bir
ameliyeyi bizzat başlattı ya da destekledi. Yeni Platonculuk, Patristik, Skolastik felsefe derken aslından
uzaklaşan Hristiyanlık, tarihselcilikle asla dönüş
hareketini başlattı. Tarihselleştikçe içindeki beşeri
motifleri ayıkladı. Üstat Necip Fazıl’ın (v.1983) ifadesiyle rıhtıma kadar geldi, fakat kurtarıcı adımı atamadı. Yani yaklaştı fakat doğruların gemisi İslâm’a
binemedi.
Mutlak Doğruyu, Mutlak Yanlış Anlama Usûlü
Batı’da geliştiği şekliyle seküler tarihselci yaklaşım
daha sonra müsteşrikler tarafından Kur’an’a uygulandı.52 Müsteşriklerin tarihsel açıdan Kur›an-ı Kerîm’e
yaklaşımlarını Rudi Paret’in (ö.1983) ‘Kur’an Üzerine
Makaleler’inde ve Montgomery Watt’ın (ö.2006) ‘Hz.
Muhammed’in Mekke’sinde53 görmek mümkündür.
Örneğin Rudi Paret, malum eserinde şunları söyler:
‘Kur’an’ı anlamaya giden en kestirme yol tarihsel
bakış açısından geçmektedir. Bu yolu izlerken Kur›anî
tebliğleri hemen genel geçer mutlak ifadeler olarak
kabul etmemek gerekir. Kur›anî ifadeler 7. asrın
şartlarına karşı Peygamberin takındığı somut tarihsel
Mehmet Paçacı, Kur’an ve Ben Ne Kadar Tarihseliz, Ankara
Okulu, Ankara, 2000, s.57.
53
Rudi Paret, Kur’an Üzerine Makaleler, (der. ve çev. Ömer Özsoy), Bilgi Vakfı Yayınları, Ankara, 1995; Montgomery Watt, Muhammed’in Mekke’si, (çev. M.Akif Ersin), Bilgi Vakfı Yayınları,
Ankara, 1995.
52
49
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
duruşun tezahürleridir.”54
Batı-bilimi ve Batılıların Kur’an’a bakışları, müstemleke kompleksine kapılan bazı Müslümanları
garip hallere soktu. Kur’an’a karşı müsteşrik ve müstağrip koalisyonu oluştu. Bu noktada bilimsel Kur’an
tefsîrleri zuhûr etti! Seküler ifadelere İslâm kılıfı geçirildi. Batı biliminin metodu, felsefesi, tarihselciliği
tahlil edilmeden alındı ve Kur’an’ı anlamada kullanıldı.
Kainatın ilahi bir müdahaleye uğramadan, kendiliğinden oluştuğunu söyleyen pozitivist batı bilimiyle, kainatın Allah’ın eseri olduğunu söyleyen Kur’an
nasıl anlaşılabilirdi? Vahyi inkar temeline dayanan
pozitivist bilimle vahyi anlamak ihya ya da tecdit hareketi diye isimlendirilebilir miydi?Fakat Müslüman
modernistler bütün bu olmazlar içinde olurlar inşâ
ettiler.
Kur’an Yerde Bitmedi, Semâdan Geldi
Müslüman modernistlerin müsteşriklerden ödünç
alarak Kur’an’a uyguladıkları tarihselcilik, nesnelerin
ve onlara muhatap olan öznelerin tarih içerisinde sürekli bir değişim içinde oldukları; bu değişimin, tarihi ve tarihi yapanları tarihselleştirdiği görüşü çerçevesinde bir anlam kazanmaktır. Tarihselcilik Kur’an’ı
anlamada “merkez fikir” yapıldığında Kur’an tefsîrine
dair öncekilerden bütünüyle farklı yeni bir usûl ortaya
54
Paret, a.g.e., s.100.
50
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
çıkmaktadır. Şöyle ki; Ayet-i Kerîme lafızlarının ifade
ettiği mana her an farklılık ifade edecek, buna paralel
olarak hitab-ı İlahîye muhatap olanlar da sürekli farklı bir kimlikle Kur’an’ın karşısına çıkacaklardır. Çünkü
insan tarihseldir. Onun tarihselliği sürekli bir değişim
içerisinde olduğunu gösterir. Kur’an değişen insanın
hayatına konuşabilmek için bu değişime ayak uydurmak zorundadır.
Tarih, insanî oluş ve buluşlardan ibarettir. Bütün
tarihselci yaklaşımlar da tarihsel olmanın, insana ait
olmak anlamına geldiğini benimserler. Tarihin tabii mecrasındaki insanî oluşlarla alakası olmayan
Kur’an-ı Kerîm’in tarihsel olduğunu kabul etmek tarihselciliğin kendini izah edişi ile çelişir. Ya da tarihselciler bu ameliyeleri ile Kur’an’ın ilahî oluşunu reddetmekte; semadan inen değil, yerde biten bir kitap
olduğunu iddia etmektedirler.
Kur’an-ı Kerîm, tarihin içindeki bir oluş değil bilakis tarihin içine gelen ve ona müdahil olan ilahi bir olduruştur. Belli bir tarihte gelmesine rağmen, yaşayan
ve yaşayacak bütün insanlara konuşur. Aksi takdirde
Allah Teâlâ’nın tarihin belli bir devresinde yaşayan
insanların kurtuluşlarını istediği, sonraki insanlara hitap etmediğinden onların kurtuluşlarını önemsemediği anlamı ortaya çıkar ki bu da ilahî adaletle
bağdaşmaz. Yine Kur’an-ı Kerîm’in tarihsel olduğunu
iddia etmek belli bir zaman geçtikten sonra -örneğin
risâletten sonra- Kur’an’ın hakikat ifade etmediği,
51
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
devrinin bittiğini söylemek anlamına gelir.
Tarihselcilik ve Levh-i Mahfûz
Tarihselcilerin Kur’an yaklaşımları, ulûm-u kur’an
ile olduğu gibi, Kur’an’ın kendini ifade edişi ile de çelişmektedir. Çünkü, Kur’an, şer’i dilin meşhur ifadesi
ile “Levh-i Mahfûz”dan55 yani her şeyin yazıldığı ve
tarihî/insanî hiçbir gücün müdahil olamadığı varlık sahifesinden56 Dünya semasına indirilmiştir. Bu
konuda alimler arasında ihtilaf yoktur. (İhtilaf, sadece
inişin keyfiyeti hakkındadır.57) İhtilaf olmamasının
nedeni ise bizzat Kur’an’ın -asıl itibariyle- ‘Levh-i
Mahfûz’da olduğunu ifade etmesidir: ‘Hayır! O şerefli bir Kur’an’dır. Levh-i Mahfûz’dadır.58 ‘O, elbette
değerli bir Kur’an’dır. Korunmuş bir kitapta (Kitab-ı
Meknûn/Levh-i Mahfûz’da) dır.59 Melek, işte o ‘Levh-i
Mahfûz’dan aldığı ayetleri Allah Rasûlü’ne indirLevh-i Mahfûzla ilgili mütalaalar için bk. Muhammed Ali b.
Muhammed et-Tahânevî, Keşşaf-u İstılâhâti’l-Funûn, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1998, IV, s.70-73.
56
Yasin: 12.
57
Celâluddin Abdurrahman es-Suyûtî, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’an,
Kahraman Yay., İstanbul, 1978, I, 53; İnişin keyfiyeti hakkında
bk. Bedruddîn Muhammed b. Abdillah ez-Zerkeşî, el-Burhân fî
Ulûmi’l-Kur’an, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 2001, I, s.289
vd.
58
Bürûc: 21-22
59
Vâkıa: 77-78 , Fahreddin Râzî ve diğer müfessirler Levh-i
Mahfûz ile ‘Kitab-ı Meknûn’un aynı anlama geldiğini söylemektedirler. Bk. Fahruddin Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1990, 31, 114.
55
52
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
miştir.60 Bütün bu ayetler ortada dururken Kur’an’ı,
Arap örf ve adeti bağlamında şekillenen tarihî/
insanî bir metin olarak kabul etmek daha sonra da
tarihselciliğin anlayış ve kavrayış disiplini içerisinde
Onun anlamını buharlaştırmak için Levh-i Mahfûz’da
önceden var olduğunu inkar etmek61 ilmi bir tavırdan
öte oryantalist ezberlere sadakat göstermektir.
Ayetlerin Hususi İniş Sebepleri
Bazı Ayet-i kerîmelerin bir takım tarihi sebeplere
bağlı olarak inmeleri (esbâb-ı nüzûl) Levh-i Mahfûz
gerçeği ile çelişmez. Zira hususi bir sebeple inen ayetlerin anlamları umumidir. Hususi sebepler bağlamında nâzil olmaları ise, bir çok hikmete vabestedir. Bu
noktada şunlar söylenebilir: Ayetin ifade ettiği hükmün bir hâdise üzerine gelmesi, vicdanlarda itirazsız
bir şekilde kabul edilmesine etki eder. İffetli bir insana iftirada bulunan müfteriye seksen değneyi vurmayı amir olan ayet62 Abdullah b. Übeyy’in organize
ettiği bir grup insanın Hz. Aişe’ye iftirada bulunması
üzerine inmişti. Cezanın mahiyeti hâdisenin çirkinliği ile iç içe değerlendirildiğinde, hükmün ne kadar
isâbetli olduğu itiraza mahal vermeyecek şekilde kabul görür. Bir diğer hikmet ise, inen ayetlerin sebeb-i
nüzûlle temsil imkanına kavuşmasıdır. Efendimiz
Râzî, a.g.e., XXIX, s.168.
Nasr Hamid Ebû Zeyd, İlahi Hitabın Tabiatı, (ter. Ahmet Emin
Maşalı), Kitabiyat, Ankara, 2001, s.47-48.
62
Nûr: 4.
60
61
53
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
tebliğ ettiği her meseleyi aynı zamanda ameli planda pratize de etmiştir. Bu, dinin doğru anlaşılması ve
kolay kavranabilmesi için önemlidir. Diğer dinler bu
fırsattan yoksun olduklarından, uygulamada bir çok
eksikle yüz yüze olmuşlar ve bu yüz yüze oluş tahrif
edilmelerinde etkili olmuştur. Sebebe bağlı olarak
inen ayetlerin kolay kolay unutulmamaları, sürekli
hafızalarda canlı kalmaları sebeb-i nüzûlün bir diğer
hikmetidir. Ta’dat edilen hikmetler zarfına daha farklı
hususiyetler de eklenebilir. Fakat bu hususiyetlerden
hiç biri ayetlerin ‘Levh-i Mahfûz’da önceden var olduğu gerçeği ile çelişmez. Çünkü ‘nüzûl sebebleri’, ayetlerin varoluş sebepleri değil, daha iyi kavranmalarının
nedenleridirler.
Önce Kur’an Vardı
Kur’an-ı Kerîm, haber verdiği bütün hâdiselerden
önce, Kur’an olarak, Levh-i Mahfûz’da vardı. Yani
O’nun sebeblere/hâdiselere önceliği vardır. O sonlu ve
sınırlı bir âleme sonlu ve sınırlı yaratıklar için gönderilen ezeli hakikatin bilgisidir.
Kelamullah olan Kur’an-ı Kerîm’i esbâb-ı nüzûl
çerçevesinde değerlendirirken O’nun kültürel amillerin etkisi ile oluştuğunu, dolayısı ile tarihî değerler
ihtiva ettiğini iddia etmek peşinen O’nu hâdis (sonradan olan) kabul etmek anlamına gelecektir. Kelâm-ı
İlahî’nin hudûsuna hükmetmek, o kelâmın sahibi
olan Allah Teâlâ’ya da hades isnat etmektir. Halbuki O
54
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
(c.c), hades dahil bütün noksanlıklardan münezzehtir. Ayrıca sonradan olan şeyler sonradan olan varlıklara aittirler.63
Şu da bilinmelidir ki Cenab-ı Hakkın iradesinin,
fiillerine önceliği vardır. Yani bir şey yaratılmadan
önce bilgi olarak O’nun katında ezeli bir sûrette
mevcuttur. âlem yaratılmadan, yani ‘kün’ (ol)
emrinden önce âlemin yaratılacağı Allah Teâlâ
katında malumdu. Buna göre, âlemin yaratılmış
olması, ona işaret eden ‘kün’ emrinin mana ve lafız
itibarıyla yaratılmış olduğuna delalet etmez. Çünkü
İlm-i İlahinin varlıklara önceliği vardır.64 Bu yüzden, her şeyin yazıldığı varlık sahifesi olan Levh-i
Mahfûzun, Kur’an’ı önceden ihtiva ettiğini anlamamak oryantalist ezberleri değişmez sabiteler olarak
kabul etmekten başka türlü izah edilemez. Halbuki
Kur’an’ın değişmez hakikat kabul edildiği İslâm irfan geleneğinde Levh-i Mahfûz her şeyin öncesinde
mevcut kabul edilmektedir. Eğer tarihselciler değer
yargılarını, anlayış usûllerini şekillendirirken İslâm
irfan geleneğini dikkate alsalardı, Levh-i Mahfûz’un
her şeyin öncesinde var olduğunu kolayca kavrayacaklardı. Nitekim doğru duruşlarından dolayı hâdiseyi kolayca kavrayan Sünnet ve Cemaat âlimleri
‘Levh-i Mahfûz’u, her türlü bilginin ilk kaynağı kabul
Hades, imkan, ibdâ ve gaye delilleri için bk. Taftazânî, Şerhu’l-Akaid ve haşiyeleri.
64
Nureddin Ahmed Sâbûnî, el-Bidâye fî Usûli’d-Dîn, Elif Ofset,
İstanbul, 1995, s.71 vd.
63
55
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
etmişlerdir. Bu yüzden tarih kitapları kronolojik soydan mahlukatın yaratılışını anlatmadan önce Levh-i
Mahfûz’un hakikatinden bahsederler.65
Allah Teala’nın ilmiyle yaratması arasındaki süreç
dört aşamalıdır; ilm-i ilahî ve ilmi ilahî bağlamındaki
herşeyin yazılması, Allah’ın yazdıklarını dilemesi ve
son olarak da yaratmasıdır. Yaratması, dilemesine;
dilemesi, yazmasına; yazması da ilmine tam olarak
uygundur. İlgili ayet-i kerîmeleri şu şekilde sıralayabiliriz;
‫الس َمء َوالَ أَ ْص َغ َر ِمن‬
َّ ‫َو َما يَ ْع ُز ُب َعن َّربِّ َك ِمن ِّمثْقَا ِل َذ َّر ٍة ِف األَ ْر ِض َوالَ ِف‬
66
‫اب ُّمبِني‬
ٍ َ‫َذلِ َك َوال أَك َ َْب إِالَّ ِف كِت‬
‫اب ِّمن قَبْلِ أَن‬
ٍ َ‫اب ِمن ُّم ِصيبَ ٍة ِف ْالَ ْر ِض َو َل ِف أَنف ُِس ُك ْم إِ َّل ِف كِت‬
َ ‫َما أَ َص‬
67 ِ
‫ن ْ ََّبأَ َها إِ َّن َٰذلِ َك َع َل اللَّه يَسري‬
68
‫َو َما ت َشَ ا ُءو َن إِلَّ أَن يَشَ ا َء اللَّ ُه َر ُّب الْ َعالَ ِمني‬
69
‫اللَّ ُه خَالِ ُق ك ُِّل َْش ٍء َو ُه َو َع َل ك ُِّل َْش ٍء َوكِ ٌيل‬
Kur’an’ın Evrensel Duruşu Bedîhîdir
Kur’an-ı Kerîm’in, Levh-i Mahfûz’da önceden var
olması onun nüzûl gerçeğini isbat, tarihsellik iddiasını
ise ait olduğu küfür fideliğine iade eder. ‘Eşya zıddı ile
kaimdir’ kaidesinden hareketle tarihselciliğin tekzibi,
65
Ebu’l Fidâ İsmâ‘îl İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Dâru’l-Ha-
dîs, Kahire, 1992, I, s.13.
Yûnus: 61
66
Hadîd: 22
Tekvîr: 29
69
Zümer: 62
67
68
56
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
buna mukabil evrenselliğin tasdiki güçlü bir hakikat
olur. Bu hakikat zarfına bir de Kur’an’ın açıkça evrensel olduğunu ifade eden ayetler eklendiğinde, mesele bedîhi bir gerçek sûretinde inkişaf eder. Kur’an-ı
Kerîm’in evrensel olduğunu açıkça ifade eden ayetlerden bir kaçı şöyledir:
“Alemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkân’ı
indiren Allah’ın şanı yücedir.”70 Bu ayet, Kur’an’ın ve
ilk muhatabı Allah Rasûlü’nün belli bir zaman, coğrafya ve milletle sınırlı olmadığı, bilakis O’nunla aynı
asrı paylaşanlar dahil kıyâmete kadar gelecek bütün
ins ve cinni kapsadığı, yani tarih üstü olduğu gerçeğini ifade eder.71
“O (Kur’an), bütün alemler için ancak bir uyarıdır.”72 Yani sadece indiği toplumu değil, bütün alemleri irşad etmek onun uhdesindedir.73 Daveti zaman
ve mekanla sınırlı değildir.
“‫ إِ ْن ُه َو إِلَّ ِذكْ ٌر �لِّلْ َعالَ ِم َني‬/ Kuşkusuz o alemler için bir zikirdir.”74 Bir adı da zikir olan Kur’an’-ı Mübîn, bütün
zamanlardaki mükelleflere şamil bir kitaptır.75
Furkân: 1.
Bk. Râzî, a.g.e., XXIV, 40; Muhammed b. Yûsuf Ebû Hayyân, elBahru’l-Muhît, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1993, VI, s.440.
72
En’âm: 90.
73
Bk. Râzî, a.g.e., XIII, 59; Reşid Rıza, Tefsîru’l-Kur’anî’l-Kerîm,
Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1999, VII, s.505.
74
Tekvîr: 27.
75
Bk. Muhammed b. Muslihiddin Mustafa, Haşiyet-u Muhyiddin
Şeyh Zâde, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1999, VII, s.528.
70
71
57
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Açıkça evrensel olduğunu beyân eden Kur’an, ihtiva ettiği hükümleri de evrensel ölçülerde vaz’etmiştir. Bu bağlamda Onun hükümlerinin evrenselliği bir
yönü ile Hz. Adem’e (a.s.) , bir yönü ile de kıyâmete
uzanır. Hz. İbrahim’in (a.s.) Müslüman olarak tavsifi, -özel durumlar hariç- semavî dinlerdeki bir çok
hakikatin değişmeden İslâm’da da var olması, bütün
İlahi dinlerin İslâm üst başlığında cem edilişi, “İlahi
Hitab”ın öz itibariyle değişmeden bütün zamanlarda
aynı kaldığını göstermektedir. Bu yüzden ‘şer’u men
kablenâ’ (bizden önceki Peygamberlerin şeriatı) bir
çok konuda Müslümanları da bağlamaktadır. Nitekim Kur’an-ı Kerîm bu konuda şunları söylemektedir:
’Sana ancak senden önceki peygamberlere söyleneneler söylenmektedir.’76
Bizzat Kur’an, İslâm’ın, önceki Rasûllerin şeriatları
ile bir çok konuda ayniyet ifade ettiğini söylemesine
ve fukaha da hükme medar olan kaynakları sayarken,
‘şer’u men kablenâ’yı dikkate almasına rağmen, çıkıp
da “Kur’an’daki hükümlerin önceki şeriatlara benzemesi, Onun tarihselliğine işaret eder” demek, Kur’an’ı
anlamamak için ısrar edişten başka türlü izah kabul
etmez.
Kur’an’daki Eşya, Şahsiyet ve Hitaplar
Tarihselcilerin, Kur’an-ı Kerîm’in tarihselliğine delil gösterdikleri tarihi şahıs ya da olaylarla ilgili ayet76
Fussilet: 43.
58
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
ler, gerçekte ya genel hükümler için verilen örnekler
ya da değişmez sembollerdir. Söz konusu ayetlerde
geçen semboller ya meseleyi Müslümanların zihninde
müşahhaslaştırmak ya da hâdiseye bağlı olarak -örneğin Tebbet Süresi- onlara moral vermek içindir. Bu
çerçevede Firavun’la Ebû Leheb aynı gerçekliğe sahip
küfrün sembol şahsiyetleridirler. Bu yüzden Kur’an’ın
belli bir tarih içinde inmesi, bazı tarihi şahsiyetlerden
bahsetmesi, evrenselliğini ihlal etmez. Çünkü, O fıtrat itibarıyla başkalaşmayan insana hitap etmektedir.
İnsan; konuşmasıyla, gülmesiyle, düşünmesiyle her
devirde aynıdır. Nitekim “Tebbet Sûresi”nin adına indiği “Ebû Leheb”, karakter olarak bütün zamanlarda
yaşamaktadır. Bu yüzden sûrede adı geçen şahsın “tarihî” olması, sûreyi tarihselleştirmez. Çünkü Kur’an-ı
Kerîm, tarihi bir duruştan bahsederken aynı zamanda
ondan evrensel hakikatler de çıkarmaktadır. Bu bağlamda ‘Tebbet Sûresi’nin evrensel hakikatlerine dair
şunlar söyleyenebilir: “Ebû Leheb” karakteri, ahlakî
bakımdan bozuk olacak, İslâm’a ve insanlığa ihanet
edecek, zulümle abad olacak, fakat kazandıkları Dünya ve Ahirette ona fayda vermeyecek, perişan bir halde cehenneme girecektir.”
Tarihi şahıslardan bahseden ayetlerde, yaşayan ve
yaşayacak olan bütün insanlara dair, öğütler, ibretler
ve değişmez ilkeler vardır. hâdisenin bu boyutunu
keşfedemeyen modernist müslümanların, “tarihî”
hâdiselerden bahseden ayet ya da sûreleri, tarihselci59
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
liğe delil göstermeleri, Kur’an’a Fahreddin-i Râzî gibi
müfessirlerin (v.606/1209) zaviyesi yerine, Rudi Paret
ya da Watt’ın perspektifiyle bakmalarından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla yanlış, görülende değil, görendedir. Bu yüzden yanlışın izalesi için değişmesi
gereken ulemânın Kur’an telakkisi değil, yerli oryantalistlerin vahiy algısıdır.
Kur’an-ı Kerîm’in, ilk muhatapları olan Ashâb-ı
Kiram’ın bildikleri nesnelerden hareketle genel hükümlere ulaşması, örneğin hurma ağacından bahsedip kara yemişten bahsetmemesi ya da deveden
bahsedip ayıdan söz etmemesi, O’nun tarihselliğine
işaret etmez. Çünkü, Kur’an’ın gayesi ne mutlak olarak hurmadan ne de deveden bahsetmektir. Asıl gaye,
Cenab-ı Hakk’ın yaratıcı oluşuna ve canlıların yaratılışlarındaki sırlara dikkat çekmektir. Hâdiseye gaye
çerçevesinden bakıldığında görülecektir ki, hurma ya
da devenin seçilmesi ilk muhatapların bunlarla içiçe
olmasından dolayıdır.
Arap Dili’nin mantığını idrak etmekten aciz olan
modernistler bazı ayetlerdeki, muşahhas hitaplardan
hareketle Kur’an-ı Kerîm’in tarihselliğine hükmetmektedirler. Nitekim tarihselcilerin anlayış usûllerine
delil gösterdikleri Özel durumlar müstesna ‘Ey Nebi’
diye başlayan ayetler, Peygamber Efendimiz’e olduğu gibi, O’nun temsil ettiği ümmet kadrosuna dahil
herkesi şâmildirler. Madem O Rasûldür, risâletin gereği olarak Ona söylenenler, temsil ettiği kitle içinde
60
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
geçerli olmalıdır. Nasıl ki bir kurumu temsil eden şahsa yöneltilen ‘Ey falan!’ hitabı, aslında onun şahsında bütün kurum üyelerine şamildir, devlet başkanın
bütün reayasını temsil etmesi de bu çerçevede değerlendirilir. Aslında sadece ‘Ey Nebi’ diye başlayan ayetlerin değil, Kur’an-ı Kerîm’in tamamının ilk muhatabı
Allah Rasûlü’dür . Bu durumda, “Bütün ayetler Hz.
Peygamber’e hitap ediyor, dolayısıyla onlarla diğer
insanların amel etmeleri doğru değildir” mi diyecekler?! Gerçekten Kur’an’ı ideolojik okuma tarihinin en
çürük idrakiyle karşı karşıyayız. Allah Rasûlü’nün
vahiyle olan münasebeti bu çerçevede olmasaydı,
risâletin diğer beşeri vasıflardan ne tür bir farkı olabilirdi?! Tarihselciler hâdiseyi mi kavrayamıyorlar
yoksa Efendimiz’in onlar ve bütün insanlık adına
vahye muhatap olmasını içlerine mi sindiremiyorlar?
Bilemiyorum, açlık, susuzluk gibi fıtri bir bilgiyi inkar
edenlere ne söylenebilir ki?! Hâdise çok açık. Öyle ki
isbat değil, inkar delile muhtaç. Fakat, birileri ezberlerini bozamıyor. Ulemâyı, Kur’an’ı bütüncül tefsîr edememekle itham edenler,77 Kur’an’ı tefsîr ederken sadece oryantalistlerin gör dediklerini görüyorlar. Ne var
ki, oryantalizmin görülmesini kendilerinden talep ettikleri ayetleri Kur’an bütünlüğü içerisinde değerlendirebilseler ayetler onlara Kur’an’ın evrensel olduğunu
ispat edecektir.
Fazlurrahman, İslâm ve Çağdaşlık, (çev:Alparslan Açıkgenç,
M.Hayri Kırbaşoğlu), Ankara, 1990, s.91-95.
77
61
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Kur’an-ı Kerîm’in Yalnız Nüzûl Dönemine Hitap
Ettiği İddiası
Allah Teâla’nın, Kur’an’ında yalnızca nüzûl döneminde ve coğrafyasında yaşayan Araplara hitap ettiğini iddia eden İlhami Güler, söylediklerine delil olarak
şu ayetleri gösterir: (En’âm, 92; Yasin, 6; Şura, 7) Bir
paragraf aşağıda da, “Ey insanlar...”, “Ey inananlar…”
diye başlayan hitap ayetlerinden Kur’an’ın evrenselliğini anlayanları, arapça bilmemekle itham eder.78
Tashih Bir
İlhami Güler’in Kur’an’ın yalnızca nüzûl
döneminde ve coğrafyasında yaşayan Araplara
hitap ettiği iddiasına delil olarak gösterdiği; ‫َو َهذَا‬
‫اب أَن َزلْ َنا ُه ُمبَا َر ٌك ُّم َصد ُِّق ال َِّذي بَ ْ َي يَ َديْ ِه َولِتُ ِنذ َر أُ َّم الْ ُق َرى َو َم ْن َح ْولَ َها‬
ٌ َ‫‘ كِت‬Bu da
kentlerin anasını (Mekke’yi) ve çevresindeki(şehir)
leri uyarman için sana indirdiğimiz feyz kaynağı ve
kendinden öncekileri doğrulayıcı bir kitaptır’79 ayeti hakkında onun sevdiğini tahmin ettiğim80 Reşid
Rıza da şunları söylemektedir: “Ayette geçen “‫َو َم ْن‬
‫ ” َح ْولَ َها‬dan maksat, İbn Abbas’tan da rivayet edildiği
gibi bütün yeryüzü halkıdır. Nitekim Mekke yerine
İlhami Güler, Soruşturma, İslâmîyat Dergisi, Ankara, OcakMart 2004, VII, sy.1, s.136.
79
En’âm : 92.
78
80
Muhtemel sevgisi, Reşid Rıza’nın (v.1935), modernizmin ilk
üç atlısından (Cemaleddin Afgânî, Muhammed Abduh ve Reşid
Rıza) sonuncusu olması hasebiyledir. 62
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
‘‫( ’أُ ُّم الْ ُق َرى‬Şehirlerin anası) ifadesinin kullanılması da
bu manayı desteklemektedir. Bugün net bir şekilde görmekteyiz ki, insanlar yeryüzünün ona yakın
ve uzak her köşesinde içinde Beytullah olan ‘Ümmü’l-Kurâ’ya yönelerek namaz kılmaktadırlar. Bu da
bütün yeryüzü halkının, ‘‫ ’ َو َم ْن َح ْولَ َها‬ya yani ‘Mekke’nin
çevresi’ne dahil olduklarının kanıtıdır.”81
Modernistlerin bu ayet üzerinden ulaştıkları tarihselci yorum, Kur’an’ı okurken oryantalistlerin ve
bilcümle Allah Teâlâ ve Rasûl düşmanlarının iddialarını “hep”ci bir yaklaşımla aldıkları ve tefekkürlerini bu çerçevede örgüleştirdiklerinin şahitlerindendir.
Nitekim Kur’an’ın Arap Yarımadasında yaşayanlarla
sınırlı olduğunu ilk defa Yahudiler iddia etmişlerdir.
Her ne kadar yukarıdaki nakiller böyle bir anlamaya imkan vermiyor olsa da muhal farz bu iddianın,
yani ayetin Allah Rasûlü’nün risâletinin Kur’an’ın
indiği coğrafya ile sınırlı olduğu hezeyanının kabulü, Onun diğer bütün insanlara gönderildiği gerçeğini ortadan kaldırmaz.82 Çünkü Onun risâletinin
zaman ve mekan üstü oluşu diğer ayetlerle83 sabittir.
Nitekim bu sûrenin 19. ayetinde Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: ‘İşte bu Kur’an bana, onunla sizi ve ,
Reşid Rıza, a.g.e., VII, s.515; Ayrıca bk. Râzî, a.g.e., XIII, s.67;
Ebû Hayyân, a.g.e., IV, s.183; Kurtubî, a,g,e, VII, s.27.
82
Bk. Râzî, a.g.e., XIII, s.67; Ebû Hayyân, a.g.e., IV, s.183; Reşid
Rıza, a.g.e., VII, s.515.
81
83
Furkân: 1, En’âm: 90., Tekvîr: 27.
63
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
eriştiği herkesi uyarayım diye vahy olundu.’84
Tashih İki
Mezkur yazarın, Allah Teâlâ’nın Kur’an’ında yalnızca nüzûl döneminde ve coğrafyasında yaşayan Araplara hitap ettiği iddiasına delil getirdiği, ‫لِتُ ِنذ َر قَ ْو ًما َّما أُ ِنذ َر‬
‫‘ آبَا ُؤ ُه ْم فَ ُه ْم غَا ِفلُو َن‬Babaları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için
(seni gönderdik)’85 ayetine ise iki türlü anlam vermek
mümkündür; Birinci anlam, ayette geçen, “‫”ما أنذر‬daki
‘‫ ’ما‬yı nafiye kabul ederek verilir ki, yukarıdaki meal
buna göre verilmiştir. İkinci anlam ise ‘‫ ’ما‬ya olumlu
mana vermekle olur. Bu durumda ise ‘‫’ما‬, ya mastariyye ya da ‘‫ ’الذين‬anlamında ism-i mevsul kabul edilir.
Buna göre manalar şöyle olur: ‘Gaflet içinde kalmış
atalarının uyarıldığı gibi…; ‘Gaflet içinde kalmış ataları uyarılan bu toplumu uyarman için…’86
Fahreddin Râzî ayetin, biri babaların uyarıldığını
diğeri ise uyarılmadığını söyleyen birbirine zıt iki tefsîrinin nasıl anlaşılabileceğine dair oluşacak mukadder suale karşı şunları söylemektedir: ‘‫’ما‬yı olumsuz/
nâfiye kabul etmemiz durumunda mananın ‘Babaları uyarılmayan…’ şeklinde olması, önceki atalarının
peygamberler tarafından uyarılmış, yakın dönem
babalarının ise uyarılmamış olduğu gerçeğine engel
En’âm: 19.
Yasin: 6.
86
Râzî, a.g.e., XXVI, s.38; Şeyhzade, a.g.e., VII, s.54.
84
85
64
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
olmaz.87 Kaldı ki, Arapların önceki babalarından bu
tarafa uyarılmamış olduklarını söylemek tarihi gerçeklerle çelişmektedir. Zira Araplar, Hz.İbrahim’in
çocuklarıdır. Ayrıca Benî İsrail’in bütün Rasûlleri de
onların amca oğullarıdır. Hem nasıl olur da Allah
Teâlâ Hz. Adem’den Efendimiz’in risâletine kadar
olan uzun zaman diliminde bir milleti din ve şeriattan
yoksun bırakır?!88 O halde ‘‫’ما‬nın nafiye olarak alındığı
durumda anlam; ‘önceki Rasûlün yolundan saptıktan
sonra uyarılmayanlar.’ şeklinde olur ki, bu durumda
Yahudi ve Hristiyanlar da bu anlama dahildirler. Zira
yakın dönemdeki ataları sapıttıktan sonra onlar da
uyarılmamışlardır. Bu anlam da Allah Rasûlü’nün
bütün insanlara gönderildiğinin delilidir.89
‘‫’ما‬nın nafiye kabul edilmesi durumunda ‘Babaları uyarılmayanları uyarman için…’ şeklinde oluşan
anlamın sınırlandırma bildirdiğini ve bu sınırlandırmanın Efendimiz’in risâletinin Arap Yarımadası
ve Araplarla sınırlı olduğunu, babaları peygamberler tarafından uyarılan Ehl-i Kitab’ı kapsamadığını
gösterdiğini söylemek öncelikle Arapça bilmemeye,
ikinci olarak da Kur’an’ı tanımadan konuşmaya delalet eder. Şöyle ki: Risâletin, babaları uyarılmayanlara
tahsisi/sınırlandırması, babaları uyarılanları kapsam
dışı bırakmaz. Zira tahsis, özel anlamının dışındaRâzî, a.g.e., XXVI, s.38.
Râzî, a.g.e., XXV, s.146.
89
Râzî, a.g.e., XXVI, s.38.
87
88
65
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
ki manaları geçersiz kılmayan bir sebebe sahipse,
bu durumda sınırlandırdığı anlamın dışında kalan
manaları geçersiz kılması gerekmez. Burada o sebep
mevcuttur. Çünkü Mekkelilerin uyarılmaları, Ehl-i
Kitab’ın uyarılmasından daha evladır. Zira Mekkeli müşriklerin uyarılması tevhit ve haşr hususunda
iken Ehl-i Kitab’ınki risâleti inkar sebebiyledir. Bundan dolayı müşriklerin burada zikredilmesi daha
uygundur. Tahsis de başka açıdan değil, sadece bu
noktadan dolayı gerçekleşmiştir. Nitekim ‫َوأَ ِنذ ْر َع ِش َريت ََك‬
‫‘ ْالَقْ َر ِب َني‬En yakın akrabalarını uyar’90 ayetindeki tahsis
de bu çerçevede değerlendirilmektedir. Kimse çıkıp
da ayetten hareketle “Cenab-ı Peygamber” sadece
akrabalarını uyarmakla emrolundu; onlardan başkalarını uyarması doğru değildir” türünden bir tahsise
gitmemiştir/gidemez de.91
İlhami Güler, en azından tarihselci anlayışın Şeyh-i
Kebîri Fazlurrahman’ın ısrarla üzerinde durduğu
bütüncül tefsîr perspektifini yakalayabilseydi,
ayeti bu derece yanlış yorumlayıp, Efendimiz’in
risâletinin sadece Araplarla sınırlı olması gibi
yanlış bir yargıya varmamış olurdu. Nitekim, ‘Ey
Ehl-i Kitab! Peygamberlerin arasının kesildiği bir
dönemde bize ne bir müjdeci, ne de bir uyarıcı
gelmedi demeyeseniz diye, size açıkca anlatan
peygamberimiz gelmiştir. İşte böyle, size müjdeci de
90
91
Şuara: 214.
Râzî, a.g.e., XXV, s.146.
66
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
uyarıcı da gelmiştir.’92 ayetinden hareketle Kur’an’ın
Ehl-li Kitab’a da gönderildiğini; ‘Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik’93 ayetinden hareketle ise Kur’anî tebliğin zaman
ve mekanla sınırlı olmadığını anlayacaktı.
İlhami Güler, tefekkür etmek, hakikati anlamak,
tarihselcilik iddialarına kanıt toplamak ya da okunan her bir harfe on hasene müjdeleyen hadîs-i şerif
gereği sevap kazanmak için Yasin Sûresi’ni en son
ne zaman okudu bilemiyorum. Fakat ‘İnzar’94 ayetinden hareketle Kur’an’daki İlahî Hitabın Araplarla
sınırlı olduğunu iddia etmesi, onu yakında anlayarak okumadığını göstermektedir. Ya da okumuş olsa
bile ezberlerine aşırı sadakatinden dolayı murad-ı
ilahîyi anlayamamıştır. Zira Yasin-i Şerîf ’in 70. ayetinde Cenab-ı Hak, Kur’an’ın ya da Allah Rasûlü’nün
gönderiliş gayesinin “yaşayan herkesi uyarmak”
olduğunu ilan etmektedir. Söz konusu ayette geçen
‘‫ ’ َم ْن‬lafzı İsm-i mevsuldur. İsm-i mevsuller de umum
ifade ederler. Buna göre; umumilik ifade eden ‘‫’ َم ْن‬in
sınırlı olduğunu bildiren bir muhassıs (sınırlandıran) olmadığı müddetçe ‘‫ ’ َم ْن‬umumiyet ifade eder ki
bu durumda ilahi hitab, yaşayan herkesi kapsamına
alır.95
Mâide: 19.
Sebe’: 28.
94
Yasin: 6.
95
Umum lafızlarla ilgili mutaalalar için bk. Vehbe Zuhaylî, Usûlu’l-Fıkhi’l-İslâmî, Dâru’l-Fikr, Beyrût, 1998, I, s.248.
92
93
67
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Yazarın, Kur’an-ı Kerîm’e dair konuşurken, en
azından tarihselcilerin ısrarla üzerinde durdukları bütüncül yorumlamaya riayet etmesi gerekmez
miydi?! Diyelim yazar Kur’an’ın bütününü tekrardan
okumaya vakit bulamadı. En azından Yasin’i okuması gerekmez miydi?! Tabii ki bunlar, onların Kur’an’ı
anlayış ve ifade ediş sistemlerine göre yapılan önerilerdir.Peki Sünnet ve Cemaat anlayışına göre Kur’an’a
dair konuşacak kişi kimdir, hangi özelliklere sahip
olmalıdır? İşte bunu bu makale içerisinde, Kur’an’ı
anlama usûlu çerçevesinde izah edeceğiz.
Hakikat şu ki tek başına ‘İnzâr’ ayeti bile İlahi Hitab’ın evrensel olduğunu ifade etme noktasında yeterlidir. Fakat yazarın ezber yoğunluğu murad edilen
manayı anlamasına engel olmuştur.
Tashih Üç
‘‫يا أيها الناس‬/Ey insanlar…’ ifadesinden Kur’an’ın evrensel olduğunu anlayanları Arapça bilmemekle itham eden yazarın ne kadar Arapça bildiğini bilmiş
olsaydım, en azından yanlış yargılarının Arapça bilmemesinden mi yoksa ezberlerine aşırı sadakatinden
mi kaynaklandığını yakînen öğrenmiş olurdum. Böylece, her söylediğine şüphe ile bakma illetinden de
kurtulurdum. Fakat onu tanımamak bu imkanı elimden alıyor.
İyi bir Arapça eğitiminden yoksun olduklarından,
Arapça kaleme alınan temel eserler yerine genellikle
68
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Batılıların kendi dillerinde neşrettikleri yayınları
okumayı tercih eden tarihselcilerin İslam’a dair
mütalaalarını okurken, sürekli içimde “Acaba
bu görüşü nereden aldılar, şayet Arapça İslami
kaynaklardan
aldılarsa
okuduklarını
doğru
anlayabildiler mi?” türünden bir istifham olagelmiştir.
İşte o istifham, her okur gibi benim de kafa arşivimde
umumiyet ifade eden lafızları ta’dât etmemi gerekli
kıldı. Gördüm ki yine doğru anlayamamışlar.
Eğer doğru anlasalardı söz konusu ayetteki ‘‫’الناس‬
kelimesinin lafz-ı cins olduğunu, lafz-ı cinsin de onu
sınırlandıran bir delil bulunmadıkça cinsin bütün
efradına şamil olduğunu söyleceklerdi.96 Dolayısıyla
‘‫ ’…يا أيها الناس‬hitabının bütün bir beşeriyeti içine aldığı
noktasında tereddüt etmeyeceklerdi.
Kur’an Kıssaları Münasebetiyle
Kur’an-ı Kerîm’in, nüzûl dönemi ve coğrafyasında
yaşayan insanların kültür dünyasını esas aldığını ve
onların bildikleri olaylara atıfta bulunduğunu iddia
eden Mehmet Paçaçı da, bu bağlamda şunları söylemektedir: ‘Esâtîru’l-Evvelîn’ olarak Kur’an-ı Kerîm’de
anlatılan kıssaların Hicaz merkezli çevre medeniyetlerden bahsettiği, halbuki uzak bölgelerde yaşayan
Maya Uygarlığı’ndan (mö. 2600-ms. 900) veya Oğuz
Han Destanı’ndan tek söz ihtiva etmediği aşikardır.
Bu da Kur’an’ın doğrudan nüzûl dönemi insanlarına
96
Zuhaylî, a.g.e., I, s.245.
69
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
konuştuğunu açıklıkla ortaya koymaktadır.’97
Esâtîru’l-Evvelîn98
Kur’an-ı Kerîm’deki kıssaları ‘Esâtîru’l-Evvelîn/
öncekilerin masalları99 olarak değerlendiren yazarın
bu değerlendirmesiyle neyi kastettiğini anlayabilmek için öncelikle Esâtîr’ın kulanımına bakmak gerekmektedir. ‘‫ ’أساطري‬kelimesi ‘‫ ’سطر‬kökünden alınmış
bir çoğul sîgası (Müntehe’l cumu’) veya kendi lafzından müfredi olmayan ‘‫ ’ َعبَا ِديد‬gibi bir çoğul isimdir. Bu noktada daha başka ifadeler de vardır. Her
halükârda ‘Esâtîr’ kelimesi, ‘nizamsız/saçma sözler,
yalan ifadeler, masallar, hurafeler, faydasız hikayeler,
kitaplardan alınıp aktarılan saçma sapan nakiller’
gibi anlamlara gelmektedir.100 Nitekim İran’da, Rüstem ve benzeri şahıslarla alakalı öğrendiği haberleri Mekke’de pazarlarken ‘Ben size Muhammed’in
anlattıklarından daha güzelini anlatıyorum diye
propaganda yapan Nadr b. Haris, -insanlar ondan
Mehmet Paçaçı, Soruşturma, İslâmîyat Dergisi, Ankara, OcakMart 2004, VII, sy.1, s.132.
98
Bu konu müstakil bir başlık altında incelenecektir.
99 ِ َ
‫( إِذَا تُتْ َل َعلَيْ ِه آيَاتُ َنا ق ََال أَ َس ِاط ُري ْال َّول َني‬Mutaffifin, 13).
100
Ebu’l-Fadl Cemaluddin Muhammed İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Dâru’l-Fikr, Beyrût, 1990, IV, s.363; Mecdu’d-Din Muhammed b. Ya’kub b. Muhammed Fîruzâbâdî, el-Kamûs, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1999, II, s.111; Esâtîr kelimesinin istilahi
anlamları için bk. Râzî, a.g.e., XII, s.155; Ebû Hayyân, a.g.e., IV,
s.103; Ahmed Sâvî, Haşiyetu’s-Sâvî, Dâru’l-Fikr, Beyrût, 1993, II,
s.12; Reşid Rıza, a.g.e., VII, s.286.
97
70
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
uzaklaşsın diye- Kur’an’a Esâtîru’l-Evvelîn/öncekilerin masalları/yalanları derdi.101 Müşriklerin Kur’an’a
bakışları ise, Nadr b. Haris’le ayniyet ifade etmekte
idi.102 Bu yüzden Kur’an-ı Kerîm’deki kıssaları
‘Esâtîru’l-Evvelîn’ üst başlığında toplamak, Mekke
müşriklerine ait bir ameliyedir. Çünkü onlar, Kur’an
kıssalarını masallardan, uydurulmuş sözlerden
ibaret görmekte idiler.
Yazarın, Zülkarneyn ve Ashâb-ı Kehf kıssalarını
‘Esâtîru’l-Evvelîn’ olarak nitelemesi -en azından bu
hususta- Mekkelilerle bakış açısının ayniyet ifade ettiğini göstermektedir. Artık bu aşamadan sonra bir
tarihselci için Kur’an’ın, nüzûl dönemi insanlarının
kültürünü dikkate alarak indiğini söylemek kolaylaşacaktır. Çünkü yeryüzüne yani kültürün içine inidirilen Kur’an için, ileriki adımlarda, ‘Öncekilerin masalları, onları yazdırmış, sabah akşam onlar kendisine
okunuyor’103 demenin önünde hiç bir engel kalmayacaktır. Zaten yazara göre Kur’an-ı Kerîm kıssalarının Maya Uygarlığı ya da Oğuz Destanı gibi Araplara meçhul olan tarih veya kıssalardan bahsetmemesi
vahyin kültürü esas aldığını, yani Nasr Hamid Ebû
Zeyd’in de iddia ettiği gibi vahyin yağmur gibi öncelikle yerden göğe ardından da gökten yere indiğini
göstermektedir.
101
102
103
İbn Kesîr, a.g.e., I, s.573.
Kalem: 15.
Furkân: 5.
71
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Kur’an Niçin Oğuz Destan’ından Bahsetmez?
Yazarın kıssaların Kur’an’ın nâzil olduğu coğrafyada bilindiği ile alakalı ifadesi de gerçeğe aykırıdır.
Çünkü Kur’an-ı Kerîm’de anlatılan kıssaların hiçbiri ne müşrik Araplar, ne de Efendimiz tarafından
Kur’an’da olduğu şekli ile önceden tam olarak bilinmekte idi. Bu yüzden Cenab-ı Hak Teâlâ Efendimiz’e
hitaben şöyle buyurmaktadır: ‫نَ ْح ُن نَق ُُّص َعلَيْ َك أَ ْح َس َن الْق ََص ِص‬
‫ُنت ِمن قَبْلِ ِه لَ ِم َن الْغَا ِفلِ َني‬
َ ‫‘ بِ َا أَ ْو َحيْ َنا إِلَيْ َك َهذَا الْ ُق ْرآ َن َوإِن ك‬Sana bu Kur’an’ı
vahyetmekle biz, sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Gerçek şu ki, daha önce senin bundan hiç haberin yoktu.’104 Yani yazarın zannettiği gibi bu kıssalar
ne Arapların kültürüne göre şekillenen ne de onlara
bildiklerini tekrar eden ayetlerden ibaretti. Onlar, Allah Rasûlünün önceden hiçbir mecliste duymadığı
hakikatlerdi. Gaybın haberleriydi: ‘İşte bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir.’105 Madem kıssalar
gaybın haberleridir niçin sadece Mekke ve çevresindeki medeniyetlerden bahsediyor da Maya’dan ya
da Oğuz’dan bahsetmiyor diye akla bir soru gelirse,
Kur’an o soruyu cevaplama sadedinde şunları söylemektedir: “... ‫ لَ َق ْد كَا َن ِف ق ََص ِص ِه ْم ِع ْ َب ٌة ِّلُ ْو ِل األَلْبَاب‬/ Gerçekten de
onların kıssalarında akıl sahipleri için bir ibret vardır. Bu Kur’an uydurulmuş herhangi bir söz değildir.106
Buna göre kıssalarda Maya Uygarlığı’ndan ya da Oğuz
Yûsuf: 3.
Yûsuf: 102.
106
Yûsuf: 111.
104
105
72
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Destanı’ndan bahsedilmesinin insanların uhrevi hayatlarına yönelik ne tür bir faydası olabilirdi?!
Kıssaların Hikmeti
Bütün bu zihinsel kargaşanın temelinde tarihselcilerin Kur’an-ı Kerîm’e rağmen oluşturdukları Kur’an
tasavvurları yatmaktadır. Gerçekte onlar, Kur’an tasavvurlarını, İlahi Kitab’ın bütünlüğü çerçevesinde
geliştirmiş olsalardı; “Kur’an’ın niçin Peygamberler
ve onların düşmanlarını anlatan kıssaları ihtiva edip
de, Maya’dan bahsetmediğinin hikmetlerini” anlamış
olacaklardı. Ancak Kur’an eksenli mütalaalarla anlaşılabilecek bu hikmetlerden bir kaçını şöyle sıralamak
mümkündür:
1. Hak ile bâtılın mücadelesini anlatan kıssalar,
müminler için ibret vesikalarıdır. Onlar, Peygamber
ve ümmetlerinin Allah yolunda ne tür sıkıntılara katlandıklarının canlı tanıklarıdırlar.
2. Kıssalar, Peygamberlerin Allah Teâlâ’nın dinine
davet usûllerini, bu süreçteki sabır ve metanetlerini
anlatmaktadırlar.
3. Kıssalarda, Allah’a iman ettiklerinden dolayı
kendilerine kötülük yapılan fakat buna rağmen hak
üzere yürüyüşte kararlılık gösteren müminler için
örnek alınacak büyük ruhlu kahramanların hayatları
vardır.
4. Kıssalarda, insanoğlunun eğilimleri, mizacı,
mizacının çeşitleri ve bunların ferdi ve ictimâî hayatı
73
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
üzerindeki etkileri anlatılmaktadır.
5. Kıssalar, Firavun gibi zalimlerin sahip oldukları
mal ve iktidar gücüyle yaptıkları zulümlerin mutlaka
hesabının sorulacağından bahsetmektedir.
6. Kıssalar insan, hayvan, bitki, Dünya ve yıldızlarla alakalı bugün modern bilimin daha yeni keşfettiği
hakikatlerin bir kısmını da içermektedir.107
İlahî Olanla İnsanî Olanı Değerlendirme Cinneti
Özelde yazarın, genelde ise tarihselcilerin kıssaların
önceden bilinir olmalarını savunmaları, oryantalizmin
“Kur’an-ı Kerîm’in, kadîm medeniyetlere dair anlattığı
kıssaları, Tevrat ve İncil gibi muharref kitaplarla ya da
tarihî nakillerle karşılaştırmak/test etmek” arzusunun
önünü açmıştır.
Muhammed Abduh’un (v.1905)108 da ifade ettiği
gibi; Kur’an’daki kıssaların, Yahudi ve Hristiyanların
yanındaki kitaplarda anlatılan kıssalarla örtüştüğü
dolayısıyla onlarla test edilebileceği iddiası, ilmî olmadığı gibi ahlaki de değildir. Aynı şekilde, Kur’an kıssalarının, tarihi yönünü, tarih kitaplarında anlatılan nakillerle, ispat ya da inkar yoluna gitmek, “ilahî alanı”,
“insanî alanla” anlama gayretidir. Böyle bir ameliye de
ya insanı Allah Teâlâ’dan daha alim kabul etmeye ya
Daha ayrıntılı bilgi için bk. Abdulkerîm Zeydan, el-Mustefâd
min Kısası’l-Kur’an, Müessesetu’r-Risâle, Beyrût, 1998, I, 6,8.
108
Seyyid Muhammed Geylânî, el-Müslimûn ve’l-Mu’âsirûn,
Mısır, ty, s.27.
107
74
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
da Kur’an-ı Kerîm’in bildirdiği hakikatlerden şüphe
duymaya işaret eder ki her iki yol da küfre çıkar.
Hz. Meryem Meselesi
İlahî olan Kur’an’ı, beşerî olan metinlerle test etme
anlayışı, Müslüman tarihselcilerin bilinç altında
“tarihe tasdik ettirilen” ya da ettirilmeyi bekleyen
bir Kur’an olduğunu göstermektedir. Bu yüzden
müsteşriklerin herhangi bir iddiasından hareketle
pekala Kur’an’ı Kitab-ı Mukaddes’le ya da tarihi bir
metinle karşılaştırabiliyorlar. Mesela diyorlar ki:
Kur’an Hristiyanların Hz. Meryem’i109 ilah edindiklerini söylüyor. Bu ifade Hristiyanların inancına değil,
Hz. Peygamber zamanındaki Müslümanların ya da
Arapların Hristiyanlık hakkındaki malumatına dayanıyor. Ayrıca bu ayet Kur’an’ın “etkin tarihin” tesiri altında olduğunu gösteriyor.110
Gerçekte ise, -Hz. Meryem meselesindeki- ayet,
Müslümanların yanlış bilgilerine değil yanlışı olmayan Allah Azze ve Celle’ye dayanıyor. Ayrıca tarihî
araştırmalar da oryantalistleri ve tarihselcileri değil
Kur’an-ı Kerîm’in hükmünü tasdik ediyor. Nitekim,
Wellhausen (ö.1918) ve Blachere (ö.1973) gibi müsteşrikler Kur’an’ın Hz. Meryem’e dair ifadesinin tarihi
Mâide: 116.
Roger Garoudy, İslâm ve İnsanlığın Geleceği, (çev. Cemal Aydın), Pınar Yay., İstanbul, 1990, s.65; Watt, Muhammed’in Mekke’si, Ankara, ty., s.25-26.
109
110
75
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
verilerle örtüştüğünü söylemektedirler.111
Kur’an Farklıdır
Kur’an’ın inişi, toplanışı, çoğaltılışı, noktalanışı, kıraatleri, hıfz edilişi hasılı bütün yönleri ve tarihi ortadadır. Fakat Kitab-ı Mukaddes metinlerinin yazıldığı
ortam, ne zaman ve kim tarafından yazıldıkları, farklı
dillere nasıl tercüme edildikleri, hataların, tenakuzların nasıl oluştuğu türünden sorulacak sorular yanıtsız
kalacaktır. Bu yüzden Kur’an-ı Kerîm’le Kitab’ı Mukaddes metinleri farklı dünyalara aittirler. İncil ya da
Tevrat’ı Kur’an’la aynı seviyede değerlendirmek en basitinden uçmadaki müşterekliklerinden dolayı kartala
sinek, sineğe de kartal demek gibidir.
Voltaire
Tarihselciler varsın kartala sinek sineğe de kartal
desinler fakat Batı cephesinden bir tanık; Voltaire
onların ve bugünkü Kitab-ı Mukaddes’in aleyhine,
Kur’an’ın ise lehine tanıklık ederek diyor ki: “Muhammed’in getirdiği din şüphesiz Hristiyanlıktan
daha iyiydi. Onun dininde asla bir Benî İsrâîl’i (Hz.
İsa) tanrı edinmiyorlar ve Hz. Meryem’i de tanrının
annesi saymıyorlardı. Yine geri kalan Yahudileri kin
ve nefret odağı haline getirmiyorlardı. Onun dininde
asla Hristiyanların cinnet gibi küfrüne dûçar olmuSuat Yıldırım, Kur’anda Uluhiyet, Kayıhan Yay., İstanbul,
1987, s.350 vd.
111
76
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
yorlardı. Bir tanrıyı üç ve üç tanrıyı bir tanrı tanıyarak
inanmıyorlardı. Onun dininde kişi asla tanrısını dişleri arasında parçalamıyordu. Hz. Muhammed’in dininin en büyük ve tek esası bir olan Tanrı’ya imandı.”
“Hz. Muhammed’in dini makul, ciddi, temiz ve
insanlığın dostu bir dindir. Makuldür. Çünkü, hiçbir
zaman şirk cinnetine tutulmadı ve tanrıya benzer ve
misil yapmadı. Prensiplerini akıldan ve mantıktan
yoksun ve çelişik sırlar üzerine inşa etmedi. Ciddidir. Çünkü, kumarı, içkiyi, oyun ve eğlence araçlarını haram bilmiş, bunların yerine günde beş vakit
namazı koymuştur. Temizdir. Zira, Asyalı yönetici ve
hakimlerin sınırsız ve hudutsuz kadınla evliliklerini
dört kadına kadar evlenebilme ile sınırlandırmıştır.
İnsanlığın dostudur. Çünkü, hemcinslerine zekat
verme ve diğer şekillerle yardım etmeyi hac yolundan daha gerekli saymıştır. Bütün bunlar İslâm’ın
gerçek (din) oluşunun göstergeleridir. Bütün bunlara bir de birbiriyle dayanışma faziletini ekleyiniz.”
“Allah’ım! Keşke, bütün Avrupa milletleri Müslüman Türkler’in yolunu örnek alsaydılar.’112 Bu satırlar
bir Hristiyan filozofa aittir. Hâdise, insaf ölçüsü dahilinde değerlendirildiğinde doğru hükme varmak için,
muhakkak Müslüman olmak gerekmiyor. Nitekim tarihselcilerde olduğu gibi Müslüman etiketi her zaman
doğru hükme varmak için yeterli olmuyor. Bir HrisM. Rıza Hakimi, İslâm Bilim Tarihi, (çev. Hüseyin Arslan),
İnsan Yay., İstanbul, 1999, s.112.
112
77
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
tiyan, dininin tashih edilemeyecek derecede tahrîf
edildiğini söylerken; tarihselci bir Müslüman ise tahrîf edilen dini tashih etme yöntemi olan tarihselciliği
esas alarak Kur’an’ı tahrif etmeye kalkışıyor.
Kur’an’daki kıssaları; Tevrat’a ve İncil’e doğrulatmak isteyenler, yarın da Cennet’e, Cehennem’e, Haşr’e,
Neşr’e dair ayetleri modern bilime doğrulatmak isterlerse ortaya nasıl bir Kur’an tasavvuru çıkacaktır?!
Kutsal olan bir kitabın tarihe muhtaç addedilmesi, O’nun kutsallığını ihlal etmeyecek midir?! Kur’an’ı
tarihin ya da bilimin şehadetine arz etmeyi zorunlu
görmek, tarihî verilere uymaması durumunda nesnelliği tartışmalı olan “tarih”i esas almak Kur’an’ın
haber verdiklerinden şüphe etmek değil midir?! Ayrıca sonsuz değişme özelliğine sahip olan bilime ve
bir kişinin rivayetine dayanan tarihe göre geçmiş ve
gelecek zamanların Rabbi olan Allah’ın Kur’an’ını
test etmek metafizik alanda çelik-çomak oynamak
gibi avare bir uğraşı olur. Bunları söylerken Kur’an’ın
bilimle, tarihle anlaşılamayacağını söylemiyoruz elbette. Onun anlaşılmasında, tarih ve bilimin “mutlak
ölçü” kabul edilemeyeceğini ifade etmeye çalışıyoruz.
Müsteşriklerin ve tarihselcilerim, bir taraftan Kitab-ı Mukaddes’in tahrif edildiğini, ondaki bir çok
tarihi olayın efsane olduğunu söylerken, diğer taraftan ondaki efsaneleri delil kabul edip, Kur’an’ın karşısına çıkarmaları tam bir tutarsızlıktır. Ayrıca böyle
78
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
bir ameliye, kıssaları “iman alanından” çıkaracaktır. Çünkü İlahi olan Kur’an, ancak ilahîlik özelliği
devam eden nakillerle karşılaştırılabilir. Buna göre
Kur’an, ancak Kur’an-ı Kerîm’le karşılaştırılabilir.
Tarihselci Tasavvurun Ahkâm Ayetleri Mütalaası
Tarihselciler, ahkâm ayetlerini, modern dünya ile
kullî bir entegrasyona gidebilmenin önünde engel
olarak görmektedirler. Bu yüzden, onların bütününden genel ilkeler çıkarılmak sûreti ile anlaşılmalarını
kaçınılmaz bir doğru olarak kabul etmektedirler. Vahyi, Peygamberin zihni vasıtasıyla 7. yüzyıl Arap Yarımadasının sosyo-kültürel şartlarına verilen tepkiden
ibaret gören tarihselciliğin öncü ismi Fazlurrahman,
iddialarına delil getirme sadedinde şunları söylemektedir. ‘Kur’an’daki fiili yasama, o sırada mevcut olan
toplumu, başvurulacak bir örnek olarak kısmen kabul
etmek zorunda kalmıştır.
Fazlurrahman bu ifadeyle delaleten, şununla da
sarahaten demektedir ki, Kur’an’daki fiilî yasamanın
bizzat Kur’an tarafından lafzî anlamda ezelî olduğu
kastedilmiş olamaz.’113 Bu yüzden “tarihi olma özelliği taşıyan, ‘Kur’an’ın emir ve yasaklarının maksatlarını (illetlerini) ortaya çıkaran ve onları genel ilke
ve değerler şeklinde ifade eden, daha sonra bunları
Fazlurrahman, İslâm, (çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın),
İstanbul, 1992, s.54.
113
79
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
sistemleştiren ve nihayet onlardan hüküm çıkaran
bir hukuk yöntemi ile çok daha geçerli sonuçlar elde
edilebilir.”114 Bu yaklaşıma göre, Kur’an-ı Kerîm’deki
tekil hükümler bugünün cemiyetine tatbik edilemez,
zira bunlar yedinci yüzyılın kültürel durumuna göre
şekillenmişlerdir. Dolayısıyla yapılması gereken tekil
çözümlerden; adalet, yardımlaşma, gibi genel ilkelere varmak, sonra da bu genel ilkelerden ana hedefler
çıkarmak ve bunları tekil sorunlara tatbik etmektir.115
Kur’an’da tekil hükümler kapsamında değerlendirilen;
iki kadının bir erkek şahit yerine geçmesi, mirasta erkek kardeşlerin kız kardeşlerin iki katını alması, faizin
haramlığı gibi hükümlerin bugün uygulama alanlarının kalmadığı ileri sürülmektedir.116 Nitekim ahkâm
ayetlerinin mahallîliğine vurgu yapan bir başka tarihselci ise şunları söylemektedir: ‘Günümüzün aydın,
yüksek tahsilli hanımından, Kur’an’da var diye kendi
cahil biraderinin yarısı şahid sayılmasını bekleyemezsiniz. Mesela, kızlara erkek kardeşlerinin yarısı kadar
hisse tavsiye eden ayete, Müslüman toplumun doktor,
mühendis, şirket patronu… olmuş kadınını razı etmeniz mümkün değildir.’117
Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı, (çev. Adil Çiftçi),
Ankara Okulu Yay., Ankara, 1997, s.143.
115
Adil Çiftçi, Fazlurrahman İle İslâm’ı Yeniden Düşünmek, Kitabiyat, Ankara, 2001, s.260.
116
Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, Ankara Okulu Yay.,
Ankara, 2000, s.118.
117
Mehmed Said Hatipoğlu, Kur’an-ı Kerîm’de Mahalli Hüküm114
80
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Tarihselcilere göre, İslâm geleneği içerisinde
Kur’an’ın varoluş gayesine muvafık anlaşılamamasının bir yansıması olan ‘her ayetin kendi başına delil
kabul edilmesi’nin arka planında, fukahanın Kur’an’ı
bir hukuk kitabı olarak görmeleri yatmaktadır. Oysa
ki O’nun hukuka kaynaklık etmesindeki asıl gaye,
adaletin temini gibi küllî bir taleptir.118
Tasavvurun Tenkidi
Kur’an-ı Kerîm’in, evrensel olduğunu ifade eden
ayetlerden de anlaşılacağı üzere, Ahkâm-ı ilahinin
herhangi bir tarihi, coğrafi ve ictimâî ortamla sınırlı olmaksızın bütün zamanları kapsadığı ve istisnasız her mümini bağladığı tartışmasız bir hakikattır.
Nitekim Kur’an-ı Kerîm’in Allah Rasûlü tarafından uygulanışı, Ashâbın onu anlayış ve yaşayışı ve
on dört asırlık İslâm ictihat geleneği Ahkâmı ilahinin bütün zamanlar ve nesiller tarafından evrensel
anlaşıldığını göstermektedir. Öyle ki, tarihte tek bir
alimin Kur’an’ın tarihselliğini ima eden bir beyânını
bulmak mümkün değildir. Bu yüzden tarihselcilerin İlahi hükümleri anlayış noktasında önerdikleri
sistem iki açıdan gayrı meşrudur. Bunlardan ilki,
tarihselciliğin kodlarında geleneği ve ona ait bütün
değerleri çağdışı gören, buna mukabil yaşanılan anı
bütün zamanların en iyisi kabul eden Aydınlanma
ler Meselesi, İslâmîyat Dergisi, VII, sy.1, s.12.
118
Fazlurrahman, İslâm ve Çağdaşlık, Fecr Yay., Ankara, 1996,
s.121.
81
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
ürünü İlerlemeci Tarih Tasavvuru’nun mevcudiyetinin; ikincisi ise, Kur’an ve Sünnet’i anlayış ve yaşayış
usûlune zıt anlamları ihtiva edişin var olmasıdır.
İlerlemeci Tarih Anlayışı Bağlamında Tarihselcilik
18. yüzyıl itibariyle Batı düşüncesine hakim olan
İlerlemeci Tarih Tasavvuruna göre; mükemmel hayat
ya bugündür ya yarındır ya da ondan sonraki gün ve
günlerdir. Hayatın terakkisi bilimin terakkisine bağlıdır. Dünyanın yarınları dününden daha iyi olacaktır.
Çünkü bilim sürekli gelişmektedir.
Aydınlanmanın İlerlemeci Tarih Tasavvuru bu
çıkışıyla merkezinde akıl olan yeni bir din icat etme
cüretinde bulunmuştur. Adı “Akıl Dini” olan bu sisteme göre; gerek küfür havzalarında neşv-ü nema bulan
politeist dinler, gerekse semavî-tarihî dinler insan fıtratındaki doğal dini tahrif etmişlerdi. Ona göre hayat,
insanüstü bir gücün müdahalesi ile karşılaşmamıştı.
Toplumsal her olayın üzerinde aklın saltanatı olmalıydı. Her şey onun icazetine muhtaçtı.
Dairesel Tarih Anlayışı
“Akıl Dini”nin pozitivist bilim anlayışı bir yönden
“tarihî din”le, bir başka yönden de tarih anlayışının
kendisiyle hesaplaşma içerisindeydi. Çünkü doğaya
ve deneye yönelmek, tarihe ve tarihî bilgiye güvensizliği getirdi. Bu yüzden Akıl dini, tarihi ya da dini
82
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
değerleri ya yok saydı ya da kısmen kurtarılmalarına
müsaade etti. Doğa bilimleriyle bütün zamanlara bedel icatlara imza atan Batılılar, tarihin en mükemmel
anlarını yaşadıklarına inandılar.
İslâm, İlerlemeci Tarih anlayışının karşısında,
“sahv” halinin usûlu “Dairesel Tarih Tasavvurunu’
ikame etmiştir. Bu tasavvura göre, hayat bütün
teferruatıyla olmasa da bir çok yönüyle tekrar
etmektedir. Faraza 1000 yıl önce A toplumunda
yaşayan insanla bugün B toplumunda yaşayan
insan tamamen aynı değilse de, tamamen farklı
da değillerdir. Balina, filin aynısı değildir fakat
ayniyetteki zıtlık, bir çok uzvun benzerliğine mani
olmaz. Karşılaştırmalı anatomiden hareketle “fildeki
şu kemik bana balinadakini hatırlatıyor” demek ne
kadar bilimsel değilse, keza “balina ve fil birbirinden
o kadar farklıdırlar ki onları karşılaştırmak sûretiyle
hiçbir bilgi elde edilemez” demek de o derece bilime
aykırıdır.
Zamanı, bir daire içinde dört mevsim olarak düşündüğümüzde görürüz ki, mevsimler büyük benzerliklerle tekrar etmektedirler. Daire döndükçe mevsimler görünür, fakat yeniden görünen her mevsim aynı
mevsim değildir. Zira hiç bir şey bütün renkleriyle aynen tekrar etmemektedir. Fakat yeni dairedeki her bir
mevsim eski dairede onun adını taşıyan her bir mevsime yapısal açıdan karşılık gelmektedir. Yani zaman,
benzerliklerin esası üzerine kurulan tarihi daire için83
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
de yürümektedir. Onun için pozitivizmin iddia ettiği
gibi ideal anlar yalnız bugünler ve yarınlar değildir.
Belki de yarınlar tarihin kışına tekabül edecektir. Bu
yüzden İslâmî ilimlerin teşekkül ve devam sürecinde
benimsenen tarih tasavvuru ne Aydınlanma’da olduğu gibi tarihi karanlık, yarını aydınlık gören ilerlemeci tarih anlayışı, ne de kadîm Yunan ve Romalılarda
hakim olan; yalnız maziyi güzel, yarınları kötü gören
tarih anlayışı ile örtüşmektedir.
Ayrıca, “İlerlemeci Tarih tasavvuru”nun iddia ettiği gibi tarih, mazinin köklerinden doğup sürekli
olgunluğa giden bir fenomen de değildir. O, iyi ya da
kötü bir sûrette zuhûr eden dairenin etrafında tekrar
eder. Buna göre dün bugünden pekala daha iyi olabileceği gibi, şartlara göre bugün de dünden daha iyi
olabilir.119 Bütün Dünya milletlerinin tarih gerçeği bu
çerçevededir. Onun için çağdışılık yaftasını maziye
hasretmek doğru değildir. Çünkü böyle bir ameliye
İlerlemeci Tarih Tasavvurunun ürünüdür.
İslâm’a göre tarihî dairenin yazı, peygamberlerin
yaşadığı anlara tekabül eder. İslâmî hükümlerin
tekrardan yaşanan çağa hakim olması, dairenin
yeniden yaza geldiğini ya da tarihin bir çok
benzerlikleriyle tekrar ettiğini gösterir. Bu yüzden
Peygamber asrına dönmek mazi de olsa, dönülen
mazi tarihin en aydınlık zamanıdır.
R.G. Colling Wood, Tarih Felsefesi Üzerine Denemeler, (çev.
Erol Özvar), Ay Işığı Yay., İstanbul, 2000, s.116-144.
119
84
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Dairesel Tarih anlayışına göre, Kur’an’ın indiği zaman güzellikte bütün zamanlardan üstündür. Her yönüyle örnek alınması gereken devir Kur’an-ı Kerîm’in
indiği devirdir. İslâm’a İlerlemeci Tarih anlayışıyla
bakılırsa Saadet Asrı fikren, siyaseten, iktisaden çağdışı görülür. Bu yüzden Ahkâm ayetlerinin modern
zaman insanını da bağladığını kabullenemez, mühendis, öğretmen ya da doktor bir kadının mirasta erkek
kardeşinin yarısını almasına bir anlam verilemez.
İlerlemeci Tarih Tasavvuru’na göre on dört asır önce
nâzil oldu diye Kur’an’ı Kerim’i çağdışı görenler bilmiyorlar ki;
Zaman korkunç daire, ilk ve son nokta nerede?
Bazı geriden gelen, yüz bin devir ilerde.120
Ahkâm ayetlerinin çağdışı olduğunu söyleyen küfür idrakî ile modern mantığın en önemli ayrışım
noktası ise; ilki ayetleri direkt devre dışı bırakmayı
tercih ederken ikincisi sahip olduğu İslâmî kimlikten
dolayı mahallilik ya da tarihsellik etiketi ile bunu yapmayı tercih etmektedir.
İslâmî Anlayış Usûlu Açısından Tarihselcilik
Kur’an-ı Kerîm’i murad-ı ilahi çerçevesinde anlamak tarih boyu Müslümanlar için en mühim mesele
addedilmiştir.
İslâm’ın ilk yıllarında Ashâbı Kiram, Şeriat’ın
Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu Yay., İstanbul, 1967,
s.404.
120
85
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
maksatlarının neler olduğunu herhangi bir anlayış
usûlune ihtiyâç duymadan idrak edebiliyordu.
Çünkü, Kur’an-ı Kerîm onların içinde, dilleri hatta
lehçeleriyle inmişti. Bu cihetle onlar, ayetlerin
mantûk ve mefhumunu, delalet ve işaretini, îma ve
iktizasını, hakikat ve mecazını, temsil ve istiaresini,
umûm ve husûsunu meleke ve tabii dil vukufiyetleri
ile bilebiliyorlardı. Bu noktada dil eğitimine ve usûl
ilmine ihtiyâçları yoktu. Bilakis Arap diliyle alakalı
kaideler onların telaffuzlarından, şivelerinden neyi
nasıl anladıklarından hareketle tesbit edilmiştir.
Bütün bunların ötesinde Ashâb, ilahi hükümleri
bizzat Hz. Şâri Rasûlü Ekrem’den almıştı. Ayetlerin
inişine, Cebrail’in (a.s.) gelişine tanık olmuşlardı. Bu
yüzden Kur’an’ı anlamaları bir anlayış usûlünü tedvin
ya da tedris etmelerine hacet bırakmamıştı.
Tabiîn de Ashâb gibi, Arab diline son derece vakıftı. Bu yüzden lafızlardan ayetlerin maksatlarını, direkt
olarak anlayabiliyorlardı. Çünkü ashâbın talebeleriydiler. Onların birikimi bütünüyle kendilerine intikal
etmişti.
Tabiînden sonra durum bütünüyle değişti; İslâm
coğrafyası hızlı bir şekilde genişledi. Bunun neticesinde hayatın her alanında ciddi gelişmeler oldu.
Hukuki olaylar çoğaldı. İhtilaflar arttı. Örf ve adetler
değişti. âlimler önceki yıllarda olmayan problemlerle karşılaştılar. Yeni ictihadlarda bulunmak mecburiyetinde kaldılar.
86
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Farklı milletlerin Müslüman olması ve Araplarla
kaynaşmaları Arapça’nın bozulmasına neden oldu.
Yeni kuşak dile olan tabi vukufiyetini yitirmeye başladı. Bu yüzden Kur’an’ın anlaşılabilmesi bozulmamış
Arapça’nın ve Ashâbın Kur’an’ı anlayış usûlunun tesbit ve tedvinini gerekli kıldı. Bu çerçevede bir taraftan
sarf ve nahiv ilmi ile alakalı meseleler diğer taraftan
da, Kur’an’ı anlayış usûlü ile alakalı mevzular tesbit ve
tedvin edilmeye başlandı.
Ashâb ve onları takip eden kuşakta şifahi bir
müktesebât olarak varlığını devam ettiren -Kur’an-ı
Kerîm’i doğru anlamanın yolu ve yöntemi ile alakalı
düzenli bilgilerin mecmuasından ibaret olan- tefsîr
usûlu, bu dönemde (müctehid imamlar devri) yazıya aktarıldı ve ilk örneğini İmam Şafî’nin Risâle’si ile
verdi. Fıkıh usûlu olarak bilinen ‘Risâle’ tarzı literatür, aynı zamanda tefsîr usûlüdür. Zira bu ilim dalının
önemli bir bölümü Kur’an nazmının açık ve kapalılık
ciheti ile manaya delaletini incelemektedir.
Kur’an-ı Kerîm’i Anlayış Usûlü
Sünnet ve Cemaat Alimleri bütün hükümlerin ilk
kaynağı olarak kabul ettikleri Kur’an-ı Kerîm’i şu esaslar dairesinde anlamışlardır:
1. Kur’an-ı Kerîm lafız ve mana itibari ile Allah
Teâlâ’nın kelamıdır.121 Bu yüzden onu anlayabilmek
Muhammed Ebû Zehra, Usûlu’l-Fıkh, Dâru’l-Fikr, Kahire, ty.,
s.81.
121
87
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
için lügat alimlerinin istikrâ/tüme varım yolu ile tespit ettikleri kaidelerden hareket edilmeli ve mutlaka
O’nun lafzı dikkate alınarak murad-ı ilahi anlaşılmaya
çalışılmalıdır.
2. Kur’an-ı Kerîm, Şeriat’ın esasıdır. Dolayısı ile dinin özüne, şeriatın temellerine ulaşmak isteyen kişinin Kur’an’ı diğer bütün hükümlerin kendi etrafında
döndüğü bir mihver kabul etmesi zorunludur.122
3. Kur’an-ı Kerîm’in hükümleri tarihî değil, evrenseldir. Bütün zaman ve mekanlar için bağlayıcıdır.
Hicaz bölgesi, vahyin Dünyaya açılım noktasıdır. Verilen örneklerde ilk muhatabların idrak seviyesi gözetilmekle birlikte aslında insanlığın ortak buluşma
noktaları dikkate alınmıştır. Bilinenden bilinmeyene
doğru bir seyir izlenmiştir. Bu bilinenlerde bütün insanlık için ortak yönler mevcuttur. Örneğin deveden
ya da hurmadan bahsedilmesinden muşahhas olarak deve ya da hurma değil, Allah Teâlâ’nın yaratıştaki eşsiz kudreti kastedilmektedir. Bunun içindir ki,
Kur’an-ı Kerîm’in deveden bahsetmesi, buna mukabil
farklı iklimlerde bilinen bir başka hayvandan bahsetmemesi, ilk muhatablarının anlayış seviyelerinden
hareketle anlaşılabilir evrensel hakikatler vaz’etme gayesine mebnidir.
4. Kur’an-ı Kerîm Allah Teâlâ’nın gönderdiği kitapların en sonuncusudur. Kendisinden önce gönderilen
kitaplarla bazı hükümlerinin ayniyet arz etmesi tarih122
88
Muhammed Hudarî, Usûlu’l-Fıkh, Beyrût, 1998, s.212.
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
sel olduğuna değil -önceki kitapları gönderen- Allah
Teâlâ tarafından gönderildiğine işaret eder. Çünkü
Allah Teâlâ’nın katında hak, bütün zamanlarda hep
aynıdır.
Önceki kitaplara muhalif olan ayetlere gelince; bu
da iki esas çerçevesinde izah edilebilir; öncelikle diğer
bütün Semavi kitaplar tahrif edilmişlerdir. Kur’an’ın,
insanların elleriyle tahrif ettiği kitapların ifadelerine
muvafık olması vahiy gerçeğiyle çelişir. İkinci olarak
da önceki ümmetlere farklı konumlarından dolayı
gönderilen hükümler, Allah Teâlâ’nın İslâm ümmetine
olan merhametinden dolayı değiştirilmişlerdir. Bu
yüzden bütün hükümler önceki kitablarla ayniyet
arzetmezler.
Kur’an’ın önceki kitablarla olan münasabeti; onlarda mevcut olanı ikmal, değiştirilmemiş olanı ibka,
değiştirilmiş olanı ıslah ve ilga ya da onlarda hiç olmayanı ibda’ etme ekseninde gerçekleşmektedir. Bu
kavramları tanımadan Kur’an-ı Kerîm’in önceki kitaplarla olan münasebetini tahlil etmek kişileri sapıklığa sürükleyecektir.
5. Kalp, geleni geldiği gibi kabul etme özelliğine
sahip olduğundan Kur’an, Allah Rasûlü’nün zihnine değil kalbine nâzil olmuştur. Vahiy, semadan arza,
kulların maslahatını temin için yapılan bir müdahaledir. Bu müdahalede Allah Teâlâ dilediğini dilediği
gibi vahy etmiştir. Bunda Hz. Rasûlüllah dahil hiç
kimsenin küçük de olsa bir tasarrufu yoktur. Böyle bir
89
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
anlayış mütevatir haberleri inkar anlamına geleceğinden küfürdür.
6. Hükümler hikmetlerle talil edilemezler. Bu yüzden fakihler Kur’an ve Sünnet’ten istinbat ettikleri
hükümleri açık olmayan hikmetler yerine zahir ve
mundabıt olan illetler üzerine bina etmişlerdir. Zira,
hükümleri hikmetler üzerine bina etmek Ahkâm-ı
ilahinin keyfî anlaşılmalarına neden olacaktır. Örneğin Ramazan ayında yolculuk yapan kişi için iftar
etmek, sefer illetinden dolayı mübahtır. Velev ki yolculuğunda iftarın hikmeti olan meşakkat olmamış
olsun. Fakat Ramazan’da iftarının illeti olan hastalık
ya da yolculuk durumu olmayan, buna mukabil taş
ocağı ya da kömür ocağı gibi meşakkatin en üst sınırda olduğu yerlerde işçi olan kişi, iftarın hikmeti olan
meşakkatin varlığından dolayı orucunu bozamaz.123
Çünkü meşakkat, herkes için bütün hallerde standart
sabitelerden yoksundur.
7. Ayetler, genel ilkeler tayin etmenin yanı sıra, asıl
olarak ifade ettikleri hususlarda lafzın meşru kabul ettiği usûller dairesinde, tek başlarına muayyen manalar içermektedirler. Buna göre miras, kadının örtünmesi, faiz gibi muayyen hükümleri ifade eden ayetler
Sünnet’in beyânı istikâmetinde, neye nasıl delalet ediyorlarsa öyle anlaşılmalıdırlar. Usûlcülerin ayetlerden
hareketle tesbit ettikleri ilkeler ise kendi başına bir
hüküm oluşturan ayetleri devre dışı bırakmak şöyle
123
90
Abdulvahhâb Hallâf, İlmu Usûli’l-Fıkh, Lübnan, 1940, s.50.
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
dursun onların ifade ettikleri anlamları pekiştirmeyi
amaçlamışlardır. Bu yüzden, İslâm alimleri ilke, maslahat ve hikmet zarfları ile ayet-i kerîmelerin ifade ettikleri muayyen manaların perdelenmesini gayri meşru telakki etmişlerdir.
8. Zamanın değişmesini gerekçe göstererek miras,
şahitlik, faiz… gibi Kur’anî hükümlerin değişmesini
talep etmek Allah Teâlâ’nın Şeriat’ını nesh etmek/hükümsüz kılmak anlamına gelmektedir. Halbuki Onun
ayetlerini yalnız kendisi nesh edebilir.
‘Zamanın değişmesi ile hükümlerin değişmesi inkar edilemez’ kaidesi ise, nass ile sabit olan hükümler
için değil, örf ve adete dayalı hükümler için geçerlidir.
Buna göre, hükmün kaynakları makamında olan örf
ve adetin değişmesiyle hüküm de değişebilir. Fakat örf
ve adetin değişmesiyle nass ile sabit olan hükümlerin
de değişmesini talep etmek, örfü nassdan daha güçlü
kabul etmek anlamına gelir. Halbuki nass daha güçlüdür. Nitekim örfün batıl olması ihtimal dahilinde iken
nassın her halukarda sahîh olduğu esastır. Bu yüzden
örfü temel alarak nassın değişebileceğini savunmak
imanı tehlikeye düşürür.124
Ulemânın Kur’an’ı anlama hususundaki ameliyeleri göstermektedir ki; felsefî, edebî ya da başka tür bir
metni okurken takınılan tavırla Kur’an’ı okurken benimsenen usûl, muhakkak ki farklı olmalıdır. Bu yüzÖrnekler için bk. Ali Haydar, Düreru’l-Hukkâm Şerh-u Mecelleti’l-Ahkâm, İstanbul, 1330, I, s.101,102.
124
91
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
den kutsal olmayan metinlerde cari olan özne-nesne
ilişkisi Kur’an’a uygulanmamalıdır.
Kur’an’ın dışındaki metinleri okuyan bir özne, istediği gibi yorum yapabilir. Çoğu zaman yazarın anlattığı ile öznenin anladığı, farklılık arz edebilir. Ya da
özne anladığında özgürdür. Fakat Kur’an’ı okumak her
şeyden önce kişiden farklı bir duruş bekler. O, özneyi
dinleyen, kendini ise dinlenen görür. Yani Kur’an’ı anlamada Kur’an etken, anlayan ise edilgendir.
Kur’an’dan murad-ı ilahi dışında manalar çıkarmak, Onu anlamamaktır. Bu yüzden Allah Rasûlü
tefsîr için gerekli malumata sahip olmadan aklına
göre Kur’an’ı açıklamaya kalkan kişi için cehennemdeki yerine hazırlansın125 buyurmaktadır.
Nitekim ilmi ve idraki noksan kişilerin Kur’an’ı
tefsîr etmelerini önlemek için ulemâ birtakım şartlar belirlemiştir. Bu bağlamda Suyûtî ‘İtkân’ında tefsîr
için zaruri olan 15 ilimden bahsetmektedir. Ona göre
bu 15 ilim şunlardır: lügat, kıraat, nahiv, sarf, iştikak,
me’ânî, beyân, bedî’, kelam, usûlü fıkıh, sebeb-i nüzûl
ve kıssalar, nâsih ve mensûh, fıkıh ve mevhibe.126
Yukarıdaki ilimlerden kısmen nasipdar olanlar ya
da cehaletin cesaret aşıladığı kişiler sürekli evrenselliğine vurgu yapan Kur’an’ı kendi iç dinamiklerinden
doğan ilimler yerine Batılı adamın anlayış usûlu çerçevesinde kavramak istediklerinden beşeri metinler
125
126
92
Suyûtî, a.g.e., II, s.465.
Suyûtî, a.g.e., II, s.26.
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
üzerine tatbik edilen tarihselciliği Kur’an’a da uygulamaktadırlar. Böyle bir yaklaşım farklı alemlerin esaslarını aynı ölçülerle değerlendirmekten farksızdır.
Hülâsa
Batıda özellikle Hristiyanlık içinde bir anlayış biçimi olarak kendini gösteren tarihselcilik etkinlik
kazandığı Aydınlanma devrinde, dindar filozofların
urve-i vüskâsı oldu. Çünkü onlar tanrı merkezli bir
dünyadan insan merkezli bir dünyaya geçişte imanlarını tarihselcilikle güvence altına aldılar. Skolastik
düşünce ile hayattan uzaklaşan, bu yüzden pozitivist
bilimin saldırıları karşısında dik duramayan kilise,
insan üstü anlatımlara muhatab olan Hz. İsa ve Hz.
Meryem’i tarihselleştirerek hayatın içine çekmeye çalıştı. Yani Hristiyanlık içindeki konumuyla tarihselcilik, dini kurtarma operasyonuydu.
Ayrıca tahrif edilen İncil içerisinde beşeri ifadeler
vardı, bir anlamda İncil beşerileştirilmişti. Bu açıdan
da tarihselcilik, doğruyu yanlıştan, ilahî olanı beşerî
olandan ayıklama ameliyesidir. Başka bir ifadeyle
tarihselcilik, Batılı Adam’ı Katolisizmin dogmalarından/hurafelerinden kurtaran, ona özgürlük armağan
eden Protestanca bir duruştur.
Tarihselcilik, 20. yüzyılda Oryantalistler tarafından
yeni bir forma aktarıldı ve bu haliyle İslâm coğrafyasına taşındı. Müslüman modernistler de kilisenin pratiklerinden hareketle tarihselciliği Kur’an-ı Kerîm’e
93
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
tatbik ettiler. Modernistler, klasik fıkıh ve tefsîr usûlune karşı bir anlayış tarzı olarak benimsedikleri tarihselciğin meşruiyet sorununu giderebilmek için,
İslâmî literatürden kendilerine referans arayışına giriştiler. Bu çerçevede İzzuddin b. Abdisselâm, Karâfî,
Şâtıbî gibi alimlerin vurguda bulunduğu ‘Mekâsidu’ş-Şeria’ sistemini tarihselciliğin üzerine oturduğu
bir asıl kabul ettiler. Gerçekte ise Hristiyanlık içinde
bir “anlama biçimi” olarak ortaya çıkan tarihselcilikle,
bizzat Kur’an’ın telkin ettiği Mekâsidu’ş-Şeria sistemi
taban tabana zıttır. İlki, anlamak istediği metni, tarihin belli bir dönemine hapsedip ondan bir takım indî
ilkeler çıkarırken; ikincisi Kur’an’ı bütün âlemler için
indiren Allah Azze ve Celle’nin murâdına göre anlayıp bütün zamana müdahil kılmaktadır. Yani tarihselcilikte tasavvur edilen metin, tarih içinde edilgen;
Mekâsidu’ş-şeria’da ise etkendir. Buna göre, İzzuddin
b. Abdisselâm (v.660/1262), Karâfî (v.684/1285) ve
Şâtıbî (v.589/1186) gibi alimlerin öne çıkardığı Mekâsidu’ş-Şeria sistemi tecdit, Fazlurrahman, Nasr Hamid
Ebû Zeyd, Hasan Hanefî gibi modernist Müslümanların savunduğu “Kur’an Tarihselciliği” ise İslâm’da aslı
olmayan bir icat /bidattır. Bütün bidatlar da dalalettir.
Eğer tarihselciler, iddia ettikleri gibi “İslâm Dünyası”nın sorunlarını çözmede samimi iseler lafzı ve
manasıyla Kur’an’ı Kerîm’e dönmeye mecburdurlar.
Çünkü; sorunsuz çağlar, Kur’an’ın yaşandığı, hükümlerinin uygulandığı çağlardır. Bugünün problemle94
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
ri ise, tarihselleştirilmesini talep ettikleri Kur’an-ı
Kerîm’in uygulandığından değil uygulanmadığından doğmuştur. Dolayısıyla problemlerin izalesi,
Kur’an’ın tarihselleştirilmesiyle değil, modern değerlerin tarihselleştirilmesiyle gerçekleşecektir. Fakat Batı ve onun değerleriyle hesaplaşmaya cesaret
edemeyenler, Batı’nın hedef gösterdiği Kur’an’la hesaplaşmakta, Ona karşı alenen protestanca bir tavır
takınmaktadırlar. Bütün bunlar beyhude uğraşılardır. Sonu hüsrandır. Dün tarihte olduğu gibi, bugün
de insan ve insana ait olan her şey tarihselleşecek,
fakat ilahî olan Kur’an vahyedildiği hal üzere kıyâmete kadar aynı kalacaktır. Asırlar boyu nesebi farklı
pek çok düşünce, ideoloji ve sistem İslam’la hesaplaştı fakat hiçbiri Onun ayetlerini tarihselleştiremedi. Bugün de yarın da tarihselleştiremeyecek. Çünkü
Allah Teâlâ hiçbir kulunu böyle bir yetkiyle donatmamıştır.
***
95
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Ömrünü Yanlışa Adayan
Adam: Fazlurrahman
İ
slâm’ın Batı karşısındaki konumunun ciddi
manada sorgulanmaya başlandığı 19. yüzyılda
yeni arayışlar gündeme geldi. Bu bağlamda bazı
Müslümanlar, Kur’an ve Sünnet’i algılayış biçimlerini
yeniden inceleme ihtiyacı hissetti. Muhalled tefsîr
usûlune karşı, Batı aklının icat ettiği yeni anlayış
usûllerini benimseyenler oldu. 20. yüzyılın eşiğine
gelindiğinde ise, bu usûllerin okullaşma süreci başladı.
Kendi içlerinde farklılık arz eden anlama usûllerinin ortak buluşma noktası, hepsinin Kur’an ve Sünnet’i Batı’nın anlayış usûlleri çerçevesinde yorumlama
gayretiydi.
Kur’an ve Sünnet’ten neşet eden tefsîr usûlune ve o
usûl çerçevesinde yapılan ictihadlara bir başkaldırı tar96
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
zında gerçekleşen yeni yaklaşımların Kur’an’ı anlayış
usûlunde önerdikleri köklü değişiklikler içinde; Muhammed Abduh’un ‘İctimâî’127 Seyyid Ahmed Han’ın
(v.1898) ‘Modernist’128 Emin el-Hulî’nin ‘Edebi’129 ve
öncülüğünü Fazlurrahman’ın yaptığı ‘Tarihselci’ tefsîr
anlayışları önemli bir yer tutmaktadır. Öncekilere nisbetle daha yeni olan ve bu yüzden ne olduğu ve nereye
Temelde pozitivist bilim mantığına karşı olduklarını söylemelerine rağmen ayetleri söz konusu mantık çerçevesinde açıklamaya özen gösteren İctimâî tefsîr anlayışının en uç örneklerin-
127
den bir tanesi Muhammed Abduh’un Fil Sûresi tefsîridir. Abduh,
söz konusu sürenin tefsîrinde Ebabil Kuşlarını önce sinek ardından mikrop, taşları da sineklerin ayaklarına bulaşan toz zerreleri
olarak tevil eder ve bunu garip bir şekilde rivayetlerin ittifak ettiği bir husus olarak niteler. Ayrıntı için bk: Muhammed Abduh,
Tefsîru Cuz’i Amme, Matbaatu’ş-Şa’b, İrbid, ty., s.118 vd.
128
Temelinde Allah’ı inkar yatan doğa bilimiyle, Allah Teâlâ’nın
vahyi olan Kur’an’ı anlamaya çalışan ve bunu sistemleştirebilmek
için İngilizlerin desteğiyle 1875’de Aligarh’de “Mohammadan
Anglo-Oriental College” adıyla -daha sonraları üniversiteye
dönüşen- bir kolej kuran Ahmed Han’a göre kainata sebep-sonuç
sistemi hakimdir. Kainat bu çerçevede yönetilmektedir. Her şeyin
yaratıcısı yani ilk sebebi Allah, tabiat kanunlarını kesin olurluğa
bağlamıştır. İşte bu yüzden kainatta bu kanunlara aykırı hiçbir
şey cereyan etmemektedir. Bu anlayıştan hareket eden Ahmet
Han, peygamberlerin mucizelerini ve velilerin kerametlerini kabul etmeyip bunlarla ilgili nassları tabiat kanunlarına uygun bir
şekilde yorumlamaya çalışmıştır. Hayatı ve fikirleri için bk. Abdulhamit Birışık, Hint Altkıtası Düşünce ve Tefsîr Ekolleri, İnsan
Yayınları, İstanbul, 2001, s.324 vd.
129
‘Çağımızdaki Tefsîrin asıl hedefi sırf edebi olmaktır’ diyen elHulî’nin görüşleri için bk. Fehd b. Abdirrahman b. Süleyman erRûmî, İtticâhâtu’t-Tefsîr fi Karni’r-Rabi’ Aşer, Arabistan, 1986,
III, s.876-892.
97
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
ait olduğu noktasında alimler tarafından ciddi hiçbir
tenkide tabi tutulmamış olan tarihselci anlayış -bu cihetle- daha fazla bir öneme sahiptir.
Kur’an’ın, Allah Rasulü’nün yaşadığı Miladi 7.
asra yönelik ilahi bir müdahale olduğunu ve mevcut
tekil hükümleri ile bugünün insanına hitap edemeyeceğini iddia eden tarihselciler içerisinde Fazlurrahman, Mısırlı felsefe hocası Hasan Hanefî, Nasr Hamid
Ebû Zeyd, Cezayirli Muhammed Arkoun, Fransız
Roger Garaudy (ö.2012) ve Muhammed Abid elCâbirî (d.1953) önemli bir yer tutmaktadırlar. Fakat,
Kur’an’ın tarihselliği fikrinin neler önerdiğini anlayabilmek için İslâm Dünyası ve özellikle de Türkiye’de
tarihselciliğin öncü ismi olarak kabul edilen Fazlurrahman’ın130 görüşleri ayrı bir önem kazanmaktadır.
Bu yüzden biz bu bölümde Fazlurrahman’ın Kur’an’ın
tarihselliği iddiasına delil olarak gösterdiği şahit ve
yorumların İslâmî olup-olmadığını tahlil edeceğiz.
Fazlurrahman’a göre, Müslümanların çağdaş Dünyada var olabilmeleri için iki yol vardır. Ya bütünü ile
laik Batı’ya entegre olmak yahut da İslâm’ı yeni bir
ictihad metodu (tarihselcilik) ile yorumlayarak yeniden hayatın bütün alanlarına sokmak, böylece çağdaş
dünyaya, laik olmayan, fakat İslâmî geleneğe değil,
Kur’an’ın ahlaki ve sosyal amaçlarına uygun yeni kurum ve kurallara dayanan alternatif bir model sunÖmer Özsoy, Kur’an ve Tarihsellik Yazıları, Kitabiyat, Ankara, 2004, s. 81.
130
98
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
mak. Ona göre, tutulması gereken yol bu ikincisidir.
Gelenekçi ve muhafazakar yaklaşım ve tutumlar ile
bazı Müslüman modernistlerin ‘sükut, ikiyüzlü idarecilik, geleneği kullanmak ve tedrici-seçmecilik’ tavır
ve yaklaşımlarının varacağı sonuç, İslâm Dünyasında
ve Müslümanların hayatında giderek laisizmin ve sekülarizmin hakimiyet kurması olacaktır.131
Müslümanları Kur’an’ın indiği devre dönmeye çağıran Fazlurrahman önerdiği “etkin tarih”132 teziyle
Allah Teâlâ’nın ezeli kelamı Kur’an’ı, tarihi ve kültürel
değerlerin karşı konulamaz yönlendiriciliği altında
şekillenmekle izah ederken şunları söyler; “Kur’an’ın
anlaşılması için onun nesnel ortamı şüphesiz ki olmazsa olmaz bir usûldür; çünkü özellikle Müslümanlar için mutlak kuralsal olması açısından Kur’an, Allah Teâlâ’nın tarih içerisinde cereyan eden durumlara
Peygamberin zihni vasıtasıyla verdiği cevaplar olduğu için bu zorunluluk daha da güçlenmektedir.”133
Fazlurrahman vahyi Allah Rasûlü ile irtibatlandırırken Ehl-i Sünnet ulemâsını, Hz. Peygamber’in
Kur’an-ı Kerîm’e karşı olan konumunu pasifize etmek‘İslâmî Çağdaşlaşma’, İslâmî Araştırmalar, s.314-320; Hayrettin Karaman, ‘Tefsîrde Eski-Yeni Tartışması’, Kur’an-ı Kerîm,
Tarihselcilik ve Hermenötik, Yeni Ümit Kitaplığı, İzmir, 2003,
s.30.
132
Şevket Kotan, Kur’an ve Tarihselcilik, Beyân Yay., İstanbul,
2001, s.182.
133
Fazlurrahman, İslâm ve Çağdaşlık, (çev. Hayri Kırbaşoğlu),
Ankara, 1990, s.67.
131
99
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
le itham eder.134 Zira, ona göre vahyin anlamsal yönü
Cenab-ı Hakk’a, lafza aktarılışı ise Hz. Rasûlüllah’a
aittir: “Kur’an yanılmaz olması ve mutlak olarak yanlıştan beri olması ciheti ile tamamen Allah kelamıdır;
ancak vahiy, Peygamber’in kalbine ve buradan Onun
diline intikal etmesi açısından Onun şahsiyeti ile derinden ilgilidir.”135
İlahi emri, 7. yüzyıl Arabistan’ının çevresel
durumu ile ebedî kelam arasındaki ilişkiden ibaret
gören Fazlurrahman çevresel durumun değişmeye
maruz kaldığı gerçeğinden hareketle İlahi emirlerin
de değişeceğini iddia eder. Buna kanıt olarak da
Ashâb tarafından şiddetle karşı konulmasına rağmen
Hz. Ömer’in Kur’an’daki bazı ictimai konularda köklü
değişiklikler yapmış olmasını gösterir.136
Kur’an’ın ihtiva ettiği hükümleri küllî ve cüz’î olmak üzere iki kategoriye ayıran Fazlurrahman, küllî
diye isimlendirdiği genel hükümleri zaman üstü olarak görür. Buna mukabil siyaset, hukuk, ekonomi gibi
cüz’î/tikel kabul ettiği hükümleri ise tarihsel olarak
niteler. Ona göre, tikel hükümler ancak gayelerinden
genel hükümler çıkarılarak işlevsellik kazanabilirler.137
Fazlurrahaman, a.g.e., s.78.
‘Eyüp Han Döneminde Bazı İslâmî Meseleler’ , İslâmî
Araştırmalar Dergisi, Ankara, 1990, IV, 4, s.309.
136
Fazlurrahman, İslâmî Çağdaşlaşma; Alanı, Metodu ve
Alternatifleri, (çev. B.Demirkol), İslâmî Araştırmalar Dergisi,
Ankara, 1990, IV, 4, s.4.
137
Fazlurrahman, İslâm ve Çağdaşlık, s.91-95.
134
135
100
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
İktisat, hukuk ve siyasetle ilgili hükümleri yöresel
ve dolayısıyla tarihsel kabul eden Fazlurrahman,
onlara modern zaman içinde uygulama alanları
bulamaz. Ona göre, hukukla ilgili ayetler indikleri
cemiyetin özelliklerini taşımaktadırlar. Örneğin;
savaş ve barışla ilgili bütün ayetlerde yedinci asır
Hicaz Yarımadasının etkileri görülmektedir.138 Bu
tür yöresel ayetler (tabir ona ait) ancak dolaylı hukuk
referansı olabilirler.
Fazlurrahman’a göre, evrensel olan ayetler oldukça
sınırlıdırlar. Onlarla iktifa etmek hayatın önünü tıkar.
Müslümanların modern zamanla birlikteliklerini tesis
etmeleri bir çok hükme kaynaklık edebilecek ilkeler
tesbit etmelerine bağlıdır.
Fazlurrahman, Kur’an-ı Kerîm’i anlamak için önerdiği ilke tespitinin nasıl yapılacağı ve tespit edilen ilkelerin nelere dikkat edilerek pratize edileceği noktasında akla gelen muhtemel sorulara iki yönlü bir hareketi
öngören yöntemle cevap verir (ki bu yöntem yazarın
önerdiği tefsîr usûlunun en temel unsurudur.):
“Gerçekçi ve gelecek vadeden bir İslâm Hukuku
ve İslâm kurumları tesis etmek istiyorsak, iki yönlü
bir hareket yapmak zorundayız. Birincisi, nâzil olduğu zamanın konu ile ilgili mevcut toplumsal şartlarını göz önünde tutarak; Kur’an’ın, somut olayları
işleyişinden, bir bütün olarak Kur’an’ın hedeflediği
Fazlurrahman, Tarih Boyunca İslâmî Metodoloji Sorunu,
(çev. Salih Akdemir), Ankara, 1995, s.22-23.
138
101
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
genel ilkelere doğru hareket etmektir. İkincisi de bu
genelleme düzeyinden günümüzde geçerli olan konu
ile ilgili mevcut toplum şartlarını göz önünde tutarak şu anda uygulanmak istenen özel yasamaya doğru hareket etmektir.”139
Fazlurrahman, ulemânın Kur’an’ı anlama usûlünün “parçacı-lafızcı” olduğunu söyler. Parçacı oluştan, ayetlerin Kur’an bütünlüğü içerisinde tefsîr edilmediğini, lafızcı oluştan ise, mesaj yerine lafza bağlı
kalındığını ve lafzının ezeli ve ebedî’ telakki edildiğini
kasteder. Yazar, tenkit ettiği “parçacı-lafızcı” usûlün
karşısına, “bütüncül-tarihî” perspektifi getirir. “Tarihîlik”ten, tarihî olduğunu iddia ettiği Kur’an’ı Kerîm
ve Sünnet’i tarihî birer olgu olarak kabul etmeyi ve
kabul ediş neticesinde “tarihselci” okumayı; “bütüncül”den ise her ayeti Kur’an’ın bütünlüğü içerisinde
anlamayı hedefler.140
Yanlışın Sorgusu
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi modern zamanın
buyurgan aklının yönlendirdiği modernist akımlar,
İslâm coğrafyasında farklı anlayış usûlleri geliştirdiler. Geliştirilen bütün usullerin özünde ise geleneği
red anlayışının hakim olduğu sorgulama zihniyeti
vardır. Buna göre, ‘Ehl-i Hadîs’ anlayışı İslâm hukuk
sistemini, ‘Ehl-i Kur’an’ hareketi Sünneti, tarihselci
139
140
Fazlurrahman, İslâm ve Çağdaşlık, s.94-95.
Fazlurrahman, a.g.e., s.91-95.
102
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
yaklaşım ise Kur’an’ı sorgulamaktadır. “İslâmî” olan
her görüşte ise asıl olan küfrü sorgulamaktır. Nitekim
bütün Rasûller yaşadıkları zamanın hakim ideolojilerini sorgulamış ve onların akıl ve usûlleri ile hayatı
idare etmeyi reddetmişlerdir.
Modernistlerin anlayış usûllerini peşinen İslâmî
olma özelliğine sahip değerleri sorgulama üzerine
bina etmeleri, geliştirdikleri usûllerin Batı’daki uygulanış şekillerini tahlil etmelerine mani oldu. Bu yüzden tarihselcilik -Kur’an’ı sorgularken- kendi menşeini, hangi şartlarda ve niçin doğduğunu tartışamadı.
Tarihselcilik
Fazlurrahman’ın, İslâm ümmeti için yegâne kurtuluş yolu olarak gösterdiği tarihselcilik gerçekte kilisenin skolastik müktesebatını akla uygun hale getirmek
için doğan bir anlayış tarzıdır. Aydınlanma devrinde
öz adıyla tedavüle çıkan tarihselcilik, Hristiyanlık kültürü içinde oluşum sürecini tamamlayınca, oryantalistler tarafından İslâm Dünyasına taşındı ve Kur’an’a
tatbik edildi. Kur’an’ın vahiy olduğunu kabul etmeyen
Oryantalizm, tarihselci anlayış çerçevesinde ayetlerin
evrensel duruşlarını reddetti. Onlara göre, Kur’an-ı
Kerîm belli bir tarihiliğe sahipti ve yalnız o bağlamda
ele alınmalıydı.
Oryantalizmin, vahiy gerçeğini inkar edebilmek
için Kur’an-ı Kerîm’e uyguladığı tarihselciliği Fazlurrahman’ın İslâm ümmetinin sekülarizme esir olmak103
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
tan kurtulmasının tek çaresi olarak göstermesi sadece İslâm düşmanlarını inandırabilir. Zira böyle bir
anlayış zehiri ilaç kabının içine koyup şifa niyetine
hastaya içirmekten başka bir şey değildir.
Gerçekten Müslüman modernistler İslâm Dünyasını kuşatan sosyo-kültürel krizi aşmak istiyorlarsa,
işe öncelikle, modern değerlerin ve de Batı’da olduğu
hali ile iktibas ettikleri tarihselciliğin tarihselliğini ilan
ederek başlamalıdırlar. Çünkü İslâm coğrafyasının
fikri rekaketi içi doldurulmadan ithal edilen modern
değerlerin tahribatıyla oluşmuştur. Bu yüzden tedavinin gerçekleşmesi, teşhisin doğruluğuna bağlıdır.
Tarihselciliğin İslâm coğrafyasındaki versiyonunun öncelikle müstemleke muamelesi gören insanların ülkelerinde neşv-ü nema bulması, onu kabul eden
Müslüman modernistlerin zihnen tükendiklerinin,
terkib ve tahlil ameliyelerini yitirdiklerinin ve bu yüzden de kendileri olabilmeyi düşünemediklerinin izharıdır. Bu nedenle tarihselcilik, zihnen mağlubiyetin
getirdiği reaksiyoner bir anlayış sistemidir. Bu anlayış, İslâmî ilimlere kısmen vakıf olan modernistleri
bütünü ile İslâm geleneğinden koparmıştır. Ortaya,
İslâm’a göre şekillenen bir hayat yerine, hayata göre
şekillenen bir İslâm çıkmıştır. Çünkü; yaşanan krizi,
cemiyete müdahale eden müceddit akılla aşan ulemânın yerini, her türlü müdahaleye açık tarihselci müteceddit akıl almıştır.
104
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Kur’an-ı Kerîm Telakkisi
Fazlurrahman’ın, Müslümanları Kur’an’ın nâzil olduğu döneme giderek onu anlamaya çağırması
Sünnet ve Cemaat anlayışının bugüne kadar uyguladığı tefsîr usûlune ciddi bir muhalefet içermemektedir. Çünkü bütün müfessirler Kur’an’ı tefsîr ederken
Nüzûl ortamını göz önünde bulundurmuşlardır. Ancak murad-ı ilahiyi nüzûl ortamından bugüne taşıma
noktasında Fazlurrahman’ın önerdiği usûl, muhalled
tefsîr usûlünü kökten değişime tabi tutmaktadır. Muhalled usûl, Kur’an-ı Kerîm’i lafız ve mana ciheti ile
Allah’u Teâlâ’ya ait olduğunu kabul ettiğinden, onu
tefsîr ederken lafızdan hareket eder ve ayetlerin bütün zaman ve mekanlarda geçerli olduğunu söyler.
Fakat yazarın önerdiği usûle göre nüzûl döneminde
aranması gereken en temel unsur Kur’an-ı Kerîm’in
kültürel değerlerden nasıl etkilendiğinin tespiti ve bu
etkinin ilkelerle lafızdan ayıklanarak sadece mana itibariyle bugüne taşınmasıdır. Zira yazara göre, içinde
‘etkin tarih’in kodlarını barındıran Kur’an-ı Kerîm bu
hali ile evrensel değildir.
Hakikat şu ki; İslâmîlik iddiasında bulunan her anlayış usûlu, Kur’an-ı Kerîm’i lafız ve mana itibari ile
Allah Teâlâ’ya ait olan ve bütün zamanlara hitab eden
evrensel hakikatler olarak kabul eder ve bu kabul gereği davranırsa meşruiyet kazanır. Çünkü Kur’an-ı
Kerîm sadece nüzûl devrine hitab etmediğini, tarih
üstü duruşuyla kıyâmete kadar gelecek ins ve cinne
105
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
hükmettiğini bildirmektedir: “âlemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkân’ı indiren Allah Teâlâ’nın şanı
yücedir.”141 Bu ayet, Kur’an’ın ve ilk muhatabı Allah
Rasûlünün belli bir zaman, coğrafya ve milletle sınırlı olmadığı bilakis onunla aynı asrı paylaşanlar dahil kıyâmete kadar gelecek bütün insanları kapsadığı
yani tarih üstü olduğu gerçeğini ifade etmektedir.142
“O (Kur’an), bütün alemler için ancak bir uyarıdır.”143 Yani sadece indiği o ilk toplumu değil kıyâmete kadar gelecek bütün milletleri irşat etmek de onun
uhdesindedir.144 Kur’an’ın daveti zaman ve mekanla
sınırlı değildir.
Etkin Tarih Tasavvuru
Fazlurrahman “etkin tarih” teziyle, Kur’an’ın Peygamberimiz’in zihnine indiğini iddia ederek şunu
söylemek istemektedir; bir takım hakikatler sûretinde
inen ayetleri Peygamber Efendimiz , çevre kültürünün etkisiyle lafzi kalıplara sokarak ifade etmiştir.
Yani kırk yaşına kadar Arap kültürü ile yaşayan, düşünen, konuşan Peygamber zihni, kırk yaşından sonFurkân: 1.
Bk. Muhammed b. Ömer Fahruddin Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr,
Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1990, XXIV, s.40; Muhammed
b. Yûsuf Ebû Hayyân, el-Bahru’l-Muhît, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1993, VI, s.440.
143
En’âm: 90.
144
Bk. Râzî, a.g.e., XIII, 59; Reşid Rıza, Tefsîru’l-Kur’anî’l-Kerîm,
Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1999, VII, s.505.
141
142
106
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
ra çevre kültürünün yanı sıra sadece anlam itibari ile
vahye de muhatap olmuştur.
Fazlurrahman, ifade ettiği bu yaklaşımın mucidi
değil, sadece onu Batı kültüründen İslâm’a taşıyan bir
ameledir. Eğer amele değil de münşi/mûcid olsaydı
kendisine telkin edilen oryantalist ezberlere şüpheyle
yaklaşacak, Kur’an-ı Kerîm’in beyânı doğrultusunda
onları öz-posa ayrımına tabi tutacaktı. Fakat bunu
yapmadı, yapamadı.
Fazlurrahman, Batı kültüründen kes-kopyala-yapıştır tarzında iktibas ettiği ‘etkin tarih’ tezini Kur’an’a
tatbik etmek yerine, O’na danışmış olsa idi, ondaki
hakikatlerin bir kısmının önceki Rasûllerin şeriatleri ile ayniyet ya da benzerlik arz etmesinin, ilahi hükümlerin Hz. Adem’den (a.s.) bugüne, öz itibari ile
değişmediğinden, İslâm’ın ise değişmeyen o dinin en
son sunumu olduğundan kaynaklandığını görecekti.
Nitekim Hz. İbrahim’in (a.s.) Müslüman olarak tavsîfi, önceki dinlerin İslâm üst başlığında ifade edilmesi, iman esaslarının insanlık tarihi boyunca aynı kalmaları, hitab-ı ilahi’nin değişmediğini gösterir. Nasıl
değişebilirdi ki? Bütün Rasûller Allah Teâlâ’ya davet
ettiğine göre isim, zaman, mekan ve tarihin dışında
söylenenler özde aynı olmalıydı. Bu yüzden Kur’an-ı
Kerîm “Sana ancak senden önceki peygamberlere
söyleneneler söylenmektedir.”145 buyurmuştur.
Şer’u men kablenâ’nın bir çok konuda Müslümanları
145
Fussilet: 43.
107
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
da bağlaması, Kur’an-ı Kerîm’in ifade ettiği
hükümlerin bir yönü ile Hz. Adem’e (a.s.), diğer bir
yönü ile ise kıyâmete kadar uzanması onların halidî/
ebedî oluşlarının göstergesidir.
Bizzat Kur’an-ı Kerîm’in, İslâm’ın önceki Rasûllerin şeriatları ile bir çok konuda ayniyet ya da benzerlik ifade ettiğini söylemesine ve fukahanın da hükme
medar olan kaynakları sayarken şer’u men kablenâ’yı
dikkate almasına bakmaksızın, “Kur’an’daki hükümlerin önceki şeriatlara benzemesi, Onun etkin tarihin
kodlarını taşıdığına işaret eder” demek, O’nu anlamamak için ısrar edişten başka türlü izah edilemez.
Modern zamanın teknolojik gelişmişliğini gerekçe göstererek, ahkâm ayetlerinin tarihselci bir bakış
açısıyla yeniden okunmasını talep etmek en basitinden aklı vahiyden, 7. asırda yaşayan Allah Rasûlü ve
Ashâbını da fikri anlamda bugünün insanından daha
geri görme zafiyetidir. Modern zamanın şımarttığı
akıl bilmiyor ki Kur’an-ı Kerîm Hz. Adem’den (a.s.)
kıyâmete kadar; düşünmek, konuşmak, evlenmek, sevinmek, üzülmek gibi değişmez fıtri özelliklere sahip
ve bu özellikler itibariyle hep aynı kalan insana hitap
etmektedir.
Fazlurrahman, oryantalist ezberini bütün bu gerçeklere tercih edip, sanki Allah Teâlâ Hazretlerine
“Sen bilirsin fakat ben de bilirim” demektedir. Halbuki Allah Teâlâ “Allah bilir siz bilmezsiniz.”146 buyur146
Bakara: 232.
108
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
maktadır. Böyle bir bakış açısının ciddi bir akidevi
probleme neden olacağı, sıradan bir müslümana bile
aşikardır.
Vahiy-Kalp İlişkisi
Kalbi selim; geleni geldiği gibi nakleder. Zihin ise,
sahip olduğu tarihî ve kültürel özellikler sebebi ile
duyduklarını sosyo-kültürel birikimine göre şekillendirir. Yani zihin, duyduklarını izah ederken onlara kendi rengini verir. Bu yüzden Fazlurrahman,
Kur’an’ın tarihselliği iddiasında bulunurken; vahyi,
“Allah Teâlâ’nın tarih içerisinde cereyan eden durumlara Peygamber’in zihni vasıtasıyla verdiği cevaplar”
şeklinde tarif eder. Ne var ki Kur’an, Fazlurrahman’ın
zıddına vahyin Peygamberimizin zihnine değil, kalbine indiğini söylemektedir.
Vahyin Allah Rasûlüne
gelişini anlatan ayetler (Bakara, 97; Şuara, 193-4) intiha/ulaşma bildiren
‘ila’ harf-i cerri ile ‘ila kalbike’ şeklinde değil de istila/sahip olmak, hakimiyeti altına almak anlamına
gelen ‘alâ’ harf-i cerri ile “alâ kalbike” şeklinde nâzil
olmuştur.147 Çünkü Kur’an-ı Kerîm Allah Rasûlünün
kalbini bütünü ile hakimiyeti altına almış, ne nasıl
vahyedildi ise Hz. Rasûlüllah tarafından hiçbir şey
eksiltilmeden ya da artırılmadan kabul edilmiştir.
“Alâ kalbike” ifadesi, Peygamberimizin kalbine
farklı fonksiyonlar yüklemek isteyen, ‘Kur’an hem
147
Ebû Hayyân, a.g.e., I, s.488.
109
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
tamamıyla Allah kelamıdır, hem de olağan anlamda
tamamıyla Hz. Muhammed’in kelamıdır’ türünden
üstü örtülü ifadelerle vahyi beşerileştirmek isteyen
yazarın aleyhine bedîhi bir delildir.
Kur’an’ın Allah Rasûlü’nün
kalbine indirilmesinin nedeni; kalbin, şuurun, idrakin merkezi olmasından dolayıdır. Kalp, anlamada ne bir noksanlığa,
ne de bir fazlalığa imkan tanır.148 Geleni geldiği gibi
nakleder. Bu yüzden kalb-i selimin üzerinde “etkin tarih”in değil İlahi Hitabın tasarrufu vardır.
Elmalılı Hamdi Yazır’ın (v. 1942), Necmettin-i
Kübra’nın (v. 1221) tefsîrinden naklettiği şu mütaala
kalbin vahyi idrak etmede ne derece önemli olduğunu
açıkça göstermektedir: “Musa’ya (a.s.) verilen levhalar
Onun kalbine indirilseydi, gazap halinde onları yere
atmayacak ve de ilmi ledün tahsili için Hızır’ı aramaya
gitmeyecekti.”149
Vahye Allah Rasûlü’nün Dahli Olamaz
Fazlurrahman’ın iddiasının aksine, Ehli Sünnet
ulemâsı Allah Rasûlü’nün vahiy karşısındaki konumunu küçümseme gibi bir ameliye içinde olmamıştır.
Sadece yaptıkları, Kur’an-ı Kerîm’deki vahiy-peygamber münasebetini anlatan ayetleri istikrâ/tümevarım
yolu ile tesbit ederek olanı olduğu gibi izah etmektir.
Ebu’l-Fidâ İsmâ’îl İbn Kesîr, Muhtasar-u Tefsîr-i İbn Kesîr,
Dâru’l-Kur’anî’l-Kerîm, Beyrût, 1399, III, s.687.
149
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1936,
V, s.3644.
148
110
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’in vahiyle olan
münasebetini anlatırken Onun her gelen vahyi bildirildiği sûrette ezberleyip muhafaza eden pasif bir alıcı
olduğunu anlatmaktadır. Yazarın üstü örtülü bir şekilde ifade etmeye çalıştığı “vahyin oluşumunda Allah
Rasûlü’nün etkin olduğu” iddiası Kur’an’ın anlattığı vahiy-peygamber münasebetine bütünüyle zıttır.
Vahyin oluşumunda Allah Rasûlü öylesine tepkisiz
bir alıcıdır ki vahyin mücmel bırakılan yönlerini izah
bile, yine Allah Teâlâ tarafından kendisine bildirilerek
yapılmıştır: “Sonra şüphen olmasın ki, onu açıklamak
da bize aittir.”150
Şayet yazarın “vahyin oluş sürecinde Allah
Rasûlü’nün etkinliği” iddiası doğru olsa idi Cenab’ı
Hak Rasûlü’ne hitaben şöyle der miydi: ‘(Rasûlüm!)
onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma.
Şüphe etme ki, onu toplamak (Senin kalbine
yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir. O halde biz
onu okuduğumuz zaman, sen onun okuyuşunu takip
et.’151 Yani ayetleri Cebrail’in kıraatine birleşik olarak okuma! O okuyuşunu bitirinceye kadar sessiz bir
şekilde bekle! Ne zaman O, vahyi tamamlayıp sükût
edince sen okumaya başla!152 Zira “Sana Kur’an’ı okuyacağız, Sen onu hiç unutmayacaksın.”153 Kur’an-ı
Kıyâme: 17.
Kıyâme: 16-18, Taha: 16.
152
Râzî, a.g.e., XXX, s.198.
153
A’lâ: 6.
150
151
111
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Kerîm’in vahyedildiği şekilde Allah Rasûlü’nün kalbine eksiksiz bir şekilde yerleştirilmesi bir vaadi ilahidir ve tahakkuk etmiştir.
Bütün deliller Allah Rasûlü’nün vahye karşı hiçbir müdahalesinin olmadığını bilakis vahyi olduğu
gibi alıp muhafaza ettiğini söylerken Fazlurrahman
sadece hevasına dayanarak bunu reddetmektedir.
İlahi Emir ve Tarihselciliğin Değişim Talebi
Çevresel durumun değişmesine paralel olarak
İlahi emrin de değişmesini talep etmenin temelinde
Allah Teâlânın 7. asrın insanına hükmetmeye yetkili
fakat modern çağ insanına ise doğrudan hitap etmeye
-haşâ- yetkisiz görme gibi sekülarist bir anlayış vardır.
Değişim, mevcudun ihtiyacı karşılayamadığı
durumlarda söz konusu olur.
Kur’an-ı Kerîm
insanlığın hangi sorununa çare bulamadı ki yazar onu
değişime tabi tutmak istemektedir? Sonra Kur’an-ı
Kerîm ilahi bir kelamdır. Beşerî olan ifadelerle, ilahî
olan Kur’an-ı değiştirmek –haşâ- Allah Teâlâ’ya
“Biz de Senin kadar biliriz , gerekli gördüğümüz de
Kur’an’ı -haşa- değişime tabi tutarız” demek anlamına
gelmeyecek midir?
Yazarın, değişim projesine meşruiyet kazandırabilmek için Hz. Ömer’in ictihatlarını kendine delil
göstermesi ise iki türlü izah edilebilir; ya Fazlurrahman sadece okuyan fakat okuduklarını idrak edemeyen ‘Fakih bi’l-İbare’ dir, ya da nesebsiz çocukların,
112
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
kendilerine benzettiği herkese aidiyet iddiasında bulunmaları gibi, meşruiyet telaşıyla, Kur’an’ı tatbik eden
Hz.Ömer’e onu tahrif etme iftirasında bulunmaktadır.
Hz. Ömer’in ictihadları Kur’an’ın tahrif edilerek değiştirilmesinin değil, değiştirilmeden zamanın değer
yargılarını değiştirebileceğinin şahitleridir.
Nitekim Hz. Ömer’in ictihadları incelendiğinde
görülecektir ki, onların özünde -hükümlerin illetleri
çerçevesinde- toplumsal faydayı temin ve zararı def
etme vardır. Bu ise fıkhın esasıdır. Bundan dolayıdır
ki Hz. Ömer , uygulamanın şartları tahakkuk etmeyip hükmün illeti ortadan kalktığında ya da hükmün
uygulanmasıyla cemiyet adına bir zarar oluştuğunda o
zararı def etme gayesiyle bazı hükümleri geçici olarak
tatbik etmemiştir. Bu doğrudur. Fakat o bunu yaparken bir başka nassla amel etmiştir. Fazlurrahman’ın
zannettiği gibi ne olursa olsun değişim mantığı ile
ayetlerin açık anlamlarını kendi görüşü ile değiştirmemiştir. Zaten böyle bir ameliye içerisinde olmasına
ne Kur’an-ı Kerîm, ne de Hz. Ömer’in imanı müsaade eder.
Yazarın değişim projesine delil gösterdiği Hz.
Ömer’in
ictihadlarını, bir örnek üzerinde tahlil
ederek gerçekte akla değil fıkhın esas kaynaklarına dayandıklarını ispat etmeye çalışalım: Bilindiği
gibi -kesilmesine dair ayet154 olmasına rağmen- Hz.
Ömer , aşırı kıtlık yılında hırsızın elini kesme hük154
Mâide: 38.
113
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
münü geçiçi olarak durdurmuştur. Nitekim Müzeyne’den bir adamın devesini çalan Hatıb b. Beltea’nın
kölelerine sirkat haddini (el kesme cezasını) tatbik
etmemiştir. Bunun sebebi ise, Hz. Ömer’in hükmün illeti, hikmeti ve uygulama şartlarını etraflı bir
şekilde idrak etmesi vardır. Gerçekte hırsızlık, başkasının malına tecavüz etmek olduğundan aşağılık
bir suçtur. Bu yüzden onu ortadan kaldırabilmek
için el kesmek en uygun cezadır. Fakat hırsızlığın el
kesmeyi gerektirir bir suç olması bir çok şartın gerçekleşmesine bağlıdır. Bunlardan bir tanesi de zaruret halinin olmamasıdır. Çünkü “Zarûretler haramları mübah kılar.”155 Zengin’in fakir’i doyurmadığı,
insanların aç kaldığı, aşırı derecede kıtlığın hakim
olduğu bir zamanda yapılan hırsızlık, el kesmeyi gerektiren bir ceza olmaktan ziyade, haram olmasına
rağmen zarûret halinde mubaha dönüşen ameliyeler
kabilinden olur. Dolayısıyla böyle bir durumda hırsıza el kesme cezası uygulanmaz.
Ayrıca Allah Rasûlü savaşta hırsızın elinin kesilmeyeceğini söylemiştir. Çünkü savaş olağan dışı
bir durumdur. Böyle bir durumda hırsızın elinin kesilmemesi ondan daha meşakkatli olan şiddetli kıtlık
zamanında evleviyetle kesilmemesini gerektirir.
Ebû Abdillah Muhammed b. Ebi Bekr b. Eyyub İbn Kayyim
el-Cevziyye, İ’lâmu’l-Muvakki’în an Rabbi’l-Âlemîn, Dâru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrût, 1996, III, s.13-15; Abdulkerîm Zeydan,
el-Medhal li Diraseti’ş-Şeri’ati’l-İslâmîyye, Müessesetu’r-Risâle,
Beyrût, 1999, s.103.
155
114
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Hz. Ömer’in bu nevi uygulamaları ne hükmün
neshedildiğine ne de kaldırıldığına işaret eder, bilakis
Onun hükmün illetinin ve şartlarının tahakkukunu
derin bir anlayışla kavradığına ve büyük bir müctehid
olduğuna delalet eder.
Küllî ve Cüz’î İlkeler Sistemi
Fazlurrahman’ın Kur’an’ı hükümleri küllî ve cüz’î
olmak üzere iki kategoriye ayırması; küllî diye isimlendirdiği genel hükümleri evrensel, cüz’î/tikel dediklerini ise tarihsel olarak niteleyip onların gayelerinden iyilik, adalet, yardımlaşma gibi genel hükümler
çıkarması bütünüyle kendilerine ve taklit mercilerine dayanmaktadır.156 Çünkü, onun bu uygulamasına
referans olabilecek hiçbir naklî delil yoktur.
Gerçi fakihler genellik ifade eden şer’î nassların
delaletlerinden, fıkıh usûlunün prensiplerinden ve
hükümlerin illetlerinden hareketle genel kaideler
oluşturmuşlardır. Nitekim Karâfî bu noktada şunları
söylemektedir: Şeriat-ı Muhammediyye; usûl ve
furu olmak üzere iki bölümden oluşur. Usûl de
kendi içinde iki kısma ayrılır: Bunlardan ilki olan
‘usûl-u fıkh’ın ağırlıklı konusu emrin vucûba, nehyin
harama delalet etmesi gibi, Arabî lafızlardan mülhem
olan hükümlerin kaideleri hakkındadır. İkincisi ise,
(Mecelle’de olduğu gibi) fıkhi hükümlerle alakalı
156
Fazlurrahman, İslâm ve Çağdaşlık, s.91-95.
115
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
genel kaidelerden bahseder.157 Fakat gerek fıkıh usûlu gerekse fıkıhla alakalı genel kaidelerin hiçbiri had
cezaları, tesettür, faiz, gibi muayyen konulara çözüm
getiren ayetlerin uygulama alanlarını ortadan kaldırma gibi bir gayeye mebni değildir. Bu kaidelerin tespit
edilmesinin gayesi ise, sınırlı sayıdaki ayetleri sınırsız
olaylara tatbik ederek çözüm üretmiştir. Fakat Fazlurrahman’ın uydurduğu küllî ve cüz’î sistemin hedefi
ise modern zamanda kendilerine uygulama alanı bulamadığı(!) ayetleri devre dışı bırakmaktır. Nitekim
Fazlurrahman bunu açıkça ifade etmekten de çekinmemektedir: “Hz. Peygamber
kabilelerle sınırlı
dar bir alanda görev yapmıştır; bundan dolayı geniş
toprakların ve bütün halkların söz konusu edildiği
bir yerde aynı uygulamayı gerçekleştirmek imkansızdır.”158 Bu ifadelerin temelinde “Aydınlama aklı”nın
ilerlemeci tarih anlayışı vardır. Bu yüzden Fazlurrahman, Kur’an’ın hükümlerine modern zamanda uygulama alanı bulamaz.
Yazarın tikel olarak nitelediği Ahkâm ayetlerinin getirdiği çözümlerin belli bir tarihte görevlerini
tamamlayarak hukuki alandan çekildiklerini iddia
etmesi, onların mensuh olduğunu söylemekle eşdeğerdir. Halbuki bir ayet, ancak başka bir ayetle nesh
edilebilir. Allah Rasûlü’nün Ahiret’e irtihalinden
Bk. Ebu’l-Abbas Ahmed b. İdris el-Karâfî, el-Furuk, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1998, I, 6.
158
Fazlurrahaman, Tarih Boyunca İslâmî Metodoloji Sorunu,
s.187.
157
116
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
sonra yeni bir ayet gelmediği ve bundan sonra da
gelmeyeceğine göre, ahkâm ayetlerini neshetme yetkisi, Fazlurrahman’a kim tarafından verilmektedir?!
Fazlurrahman’ın küllî ve cüz’î ilkeler çerçevesinde geliştirdiği usûlde neler bağlayıcıdır? Mesela neye
göre hükümleri cüz’î ve küllî diye ikiye ayırmaktadır.
ve bu ayırımda ona neler referans olmaktadır? Fıkıh’a
referans olan ayetler cüz’î kabul edilirken, fıkhın ibadet bölümünü oluşturan namaz, oruç, hac ve zekatla
alakalı hükümler cüz’î olmalarına rağmen niçin onlardan da birtakım ilkeler çıkarmamıştır? İbadetlerin
Batı emperyalizmine zararı, siyasî muhtevaya sahip
ayetlere nispetle daha az olduğundan dolayı mı (şimdilik) onlara dokunmamıştır?!
Asırların birikimiyle şekillenen “usûl-ü fıkıh”
ilmini geçersiz kabul eden ve bu kabul ediş neticesinde manayı ayetlerin lafızlarından çıkarma yerine
lafzı insanî addedip, ayetlerden bir takım ilkeler çıkaran yazar kendisine daha serbest bir hareket alanı
icat etmiştir. Bağlayıcı hiçbir esasın olmadığı “ilkeler
sisteminin” serbest bölgesinde Kur’an’ı Kerim beşerin muradına göre daha kolay tahrif edilecek, Batılı
değerler hiçbir sorun yaşanmadan meşrulaştırılacaktır. Kur’an-ı Kerîm, tespit edilen ilkelerle doğru
anlaşılabilme kriterlerini yitirecek ve her tarihselci
O’na istediği manayı kolayca söyletebilecektir. Böyle
bir anlayışa teslim edilen Kur’an’ın muteber manası,
Kelam-ı İlahî’nin anlattığı mana değil, Kur’an’ı an117
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
lamak isteyenlerin Kur’an’dan anladıkları mana olacaktır. Böyle bir ortamda banka faizinin meşrulaştırılması, had cezalarının kaldırılması, baş örtüsünün
tarihselleştirilmesi pekala mümkündür.
Hâdise tam da Allah Rasûlü’nün ‘Öyle bir zaman
gelecek ki herkes Kur’an’dan anlamak istediğini çıkaracaktır.’159 ifadesiyle örtüşmektedir. Tarihselcilik, tarih boyu anlaşılmak istenen hevai manaların Kur’an’a
en muhalif duran versiyonudur.
Çift Yönlü Hareket
Fazlurrahman’ın önerdiği tefsîr usûlunün en temel unsuru olan iki yönlü hareket sisteminin ilk aşaması yani Kur’an’ı anlamak için nâzil olduğu zamana gitme ameliyesi klasik tefsîr usûlunun de önemle
üzerinde durduğu bir husustur. Nitekim müfessirler
ayetlerin sebeb-i nüzûller bağlamında anlaşılmasına
önem vermişler ve her hangi bir ayetin anlaşılması noktasında bir müşkilleri olduğunda onu nüzûl
dönemine giderek sebeb-i nüzûlün ışığı altında
çözmüşlerdir. “Ayetlerin -bir kısmının- hususi sebeplere bağlı olması onlardan genel hükümler çıkarmaya mani değildir”, anlayışı çerçevesinde hareket etmişler ve söz konusu ayetleri bu bakış açısıyla
bütün zaman ve mekana müdahil kılmışlardır. Müfessirler, Kur’an’ı açıklama görevi kendisine verilen
Efendimiz’in hadîsi şerifleri yanında, vahyin inişine,
159
Ebû Davûd, Sünen.
118
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Cebrail’in (a.s.) gelişine tanık olan Ashâb’ın mütalaalarını da dikkate almış, onlara rağmen tefsîrde bulunmaktan istinkaf etmişlerdir. Ehli Sünnet alimleri
ile Kur’an’ın nüzûl devrine gitme husunda fikir birliği içinde olan Fazlurrahman, Kur’an’ı bugüne taşıma
noktasında onlara bütünüyle muhalif olan bir yola
sapmaktadır ki o da hevaî usûllerle tesbit ettiği ilkeler zarfında Ahkâm ayetlerini neshetme teşebbüsüdür. Yazar, nüzûl döneminden modern çağa, Allah
Teâlâ’nın vahyettiği Kur’an yerine, tarihselci anlama
usûlunun beşeri formlara hasrettiği bir takım hevaî
ifadeleri taşımaktadır.
Muayyen çözümler içeren ayetlerden ‘genel, sosyal ve ahlaki ilkeler’ çıkarılır, sonra da bunların meşru ve ilahi olduğuna dair başka bir delil getirilmezse,
söz konusu çözümlerin ayetin hem lafzı hem de manası ile hiçbir irtibatı kalmaz. Lafız ve mana ciheti ile
ayetlerle irtibatı olmayan bu nevi ilkelerin de dini bir
geçerliliği kalmaz.
Israrla Kur’an-ı Kerîm’in bir ahlak kitabı olduğuna vurgu yapan, ulemâyı da bu ahlak kitabını, hukukî
hükümlerin esası kabul etmelerinden dolayı tenkit
eden yazarın gelecek vadeden bir İslâm Hukukundan bahsetmesi her şeyden önce kendisiyle çelişki
içinde olduğunu göstermektedir. Fazlurrahman taklitçilerinin çelişkiden kurtulmalarının yolu ise küllî,
cüz’î ya da çift yönlü anlayış usûluyle uğraşarak yeni
usûllerin tespit edilmesine mesai harcama yerine,
119
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
açıkça Ahkâm ayetlerini kabul etmediklerini ilan
etmeleridir. Fakat böyle bir yaklaşım bağlıları nezdindeki sıkı Müslüman imajlarını zedeleyeceğinden
mütalaanın, ileriki adımları yarının tarihselcilerine
havale edilmiştir.
Bütüncül-Tarihî Yaklaşım
Fazlurrahman’ın, klasik tefsîr usûlune alternatif
olarak geliştirdiği tarihselci anlayış usûlunun önemli unsurlarından biri olan “bütüncül-tarihî” yaklaşımının ‘bütüncül’ bölümü, klasik tefsîr anlayışının öteden beri izlediği önemli bir tarzdır. Nitekim
müfessirler, kaleme aldıkları tefsîrlerin tamamında
Kur’an’ın bütünlüğünü dikkate almışlardır. Öyle
ki, bütüncül okumalar tahsîs, delâletü’n-nas, işaretü’n-nas, gibi Kur’anî bütünlüğü gerekli kılan anlayış
usûllerinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Fakat
Fazlurrahman’ın arayıp da(!) ulemâda bulamadığı
bütüncül okuma, Kur’an’ı tarihselleştirip 7. asırda bırakmak, sonrada külleri arasından bugüne emperyalizmin menfaatlerine dokunmayan birkaç ahlakî ilke
taşımaktır.
Gerçekte bütüncül okumayı ihmal edenler Ehl-i
Sünnet ulemâsı değil, tarihçilerdir. Zira fakülteyi bitirdikten sonra akademik çalışmaya yönelen, çalışmasını da bir konu üzerinde yapan, bu yüzden İslâmî
ilimleri etraflı bir şekilde okuma imkanı bulamayan
bir akademisyenin beş altı yaşlarında İslâmî ilimleri
120
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
tahsile başlayan yirmi yaşlarına geldiğinde ise bütün ilimlerden umumi icazet alan bir molla kadar
İslâmî ilimlere vakıf olmadığı aşikardır. Örneğin,
hadîste profesör olan kaç akademisyen bir hocadan
Buhârî’yi okumuştur? Fakat Buhârî’yi baştan sona
bir hocadan okumadan Buhârî üzerine oryantalistlerin neşrettikleri eserleri okuyan ve bu ameliyeden
cesaretle Buhârî hadîslerini tenkit eden bir çok profesör vardır. “Bütüncül anlama için bir müfessirin
Kur’an’ı, Kur’an ilimleri ile birlikte, bir muhaddisin
de Buhârî’yi birkaç şerhi ile birlikte okuması zorunlu
değildir”, derseniz biz de “Bu adamlar kebabı etsiz de
yapabiliyorlar”, demekten başka bir ifade bulamayız.
Şer’î ilimlere kısmi vukufiyet, modernistlerin
Kur’an’ı ve Kur’anî ilimleri bir bütün sûrette okumalarına engel olmuştur.
Yazarın teklif ettiği yaklaşımın ikinci ayağı olan,
“Tarihilik ” ise Batı’ya aittir. Pozitivist akla, insanüstü, tarihüstü İsa’yı anlatamayan Batılı adam, tarihselcilikle İsa’yı (a.s.) anlaşılır kılmayı hedeflemiştir. Bir
anlamda tarihselcilik, doğruyu yanlıştan ayıklama
ameliyesidir. Kilise, tarihselciliği kabul ederek tarihi
bir şahsiyet olan İsa’yı (a.s.) aynıyla yarınlara taşıyamayacağını, çünkü şartların tarihin bir devresinde
vuku bulup, nihayete erdiğini itiraf etmiştir.
Ayrıca tarihselciliğin alenen icra edildiği yıllarda, kilisenin elinde beşeri özellikleri baskın olan bir
İncil vardı. Tarihî bir varlık olan insanı idrak etmek
121
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
nasıl tarihî bir bakış açısını gerekli kılıyorsa, beşerîleşen İncil de ancak beşerî yoldan hareketle anlaşılabilirdi. Fakat Kur’an-ı Kerîm, vahyedildiği şekilde
bugüne ulaşan ve kıyâmete kadar da gelecek insanların kitabı olan ilahî kelamdır. Ondan sonra kitap gelmeyeceği bildirilen ve bundan dolayı evrensel olması zorunlu addedilen bir buyruktur. Tarihselciliğin
benimsenmesi ise, Allah Teâlâ’nın 7. asırdan sonra
gelen insanları ihmal etmesi anlamına gelmektedir.
Bunun için hikmet-i ilahi onun tarihî değil, evrensel
olmasını gerekli kılmıştır. Fakat bunu anlayabilmek
için her şeyden önce O’nun Kelam-ı İlahî olduğunu
kabul etmek gerekir.
Kur’an’ın tarihî bir ortamda inmesi, muhataplarının belli bir sosyo-kültürel konuma sahip olması
evrenselliğini ihlal etmez. Çünkü O, konuşan, susan,
gülen, rızık talep eden, sevinen, üzülen ve bu vasıflarını Hz. Adem’den (a.s.) bu tarafa sürekli fıtratında
saklayan insana konuşmaktadır. İnsan fıtrat olarak
nasıl hep aynı kalıyorsa o fıtrata konuşan Kur’an da
değişmeden aynı kalmalıdır. Fakat Doğunun perişanlığını, Batıya galibiyet getiren akılla aşmaya çalışan Fazlurrahman, sürekli evrenselliğine vurgu
yapan Kur’an’ı Kerîm’in fıtrata konuşan duruşunu
ya kavrayamamıştır ya da sistemin geleceği için görmezden gelmiştir.
Tarihsel olduğuna dair tek kelimelik bir beyânı
olmayan Kur’an-ı Kerîm’i modern zamanın poziti122
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
vist aklına uydurabilmek için tarihselleştirmek ve bu
ameliyeyi “İslâmî” başlıklarla ifade etmek muhatabı
aldatabilmek için zarfı değiştirmek gibidir. Bu yüzden tarihselcilik Kur’an’a dönmek değil, Kur’an zarfı
içinde Kur’an’dan kopmaktır.
Kur’an’ı Kerîm Levh-i Mahfûz’dan, ebede kadar
okunacak ilahî kelâmdır. O beşere ait bir metin değildir. Dolayısıyla tarihselcilik gibi, metin yazarlarının niyetlerini anlamada kullanılan hermenötik yaklaşım da ona tatbik edilemez. Zira, ontolojik olarak
farklı olanlar ancak farklı usûllerle anlaşılabilirler.
Fazlurrahman ve Ulemâ
Fazlurrahman, Batı’dan iktibas edip, Kur’an’a
uyarladığı tarihselciliğin meşruiyet kazanıp yaygınlaşmasının önünde, en büyük engel olarak fakihleri görür. Bu yüzden onları uygulanabilir bir hukuk
sistemini tesis ve hukukla ahlak arasındaki ilişkiyi
tesbit edememekle itham eder.160 Kelam alimlerinin
irfan ve iftiharla dolu ameliyelerini ise bin yıllık kutsal ahmaklık161 olarak niteler.
Fazlurrahman’ın uygulanabilir bir hukuk sistemi
tesis edememekle itham ettiği fakihler Dünya Hukuk Tarihi’nde ilk defa hukuk metodolojisini (fıkıh
usûlu) tesis eden ve bu noktada bütün Dünya hukuk sistemlerine yol gösteren ilim ve fikir tarihinin
160
161
Fazlurrahman, İslâm ve Çağdaşlık, s.285-287.
Fazlurrahman, a.g.e., s.282.
123
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
dehalarıdırlar. Devlet-i Aliye’nin Şeyhu’l-İslâmların’dan Mustafa Sabri Efendi bu noktada şunları
söylemektedir: “Ulemânın tedvin ettiği ve hacimli
ciltler içinde bize ulaşan fıkıh ilmi, Hz. Muhammed’in
Peygamberliğine mucize olarak yeter.”162
Bu ifadeler fıkhi hükümleri uygulamadan sorumlu
en üst merci olan Meşihat-ı İslâmîyye’nin başhocasına aittir. Şayet uygulamada problem olsaydı bundan
ilk önce şikayet edenlerden birisi de Mustafa Sabri
Efendi (v.1954) olmalıydı.
Mecelle tecrübesiyle zahir olmuştur ki, Fıkıh tek
bir mezhebinin muhtevasıyla dahi bütün bir insanlığı idare edecek bir hukuk metni ortaya koyabilir.
Bugün İslâm ülkelerinde fıkhi hükümlerin uygulanmayışı, fakihlerin acziyeti ya da fıkhın yetersizliğinden değil bilakis Batı Uygarlığına pazarlıksız teslim
olan siyasî idarelerin tavrından kaynaklanmaktadır.
Dolayısıyla fıkhın siyasî hayattan tecrit edilmesinin
arka planında Fakihlerin acziyeti değil, Batılılaşma
sevdası aranmalıdır. Bu yüzden Fazlurrahman tenkit
oklarını yanlış hedeflere göndermekte, tıpkı acemi
bir savaşçı gibi kendi mevzilerini vurmaktadır.
İslam Dünyasının sayılı fakihlerinden olan Hocam Mehmet Savaş’ın birinci kuşak öğrencileri, bir
tarih Fazlurrahman’ın konferans vermek hasebiyle
162
Mustafa Sabri, Mevkifu’l-Akl ve’l-İlm ve’l-Alem min Rab-
bi’l-Âlemin ve İbâdihi’l-Murselîn, Dâr-u İhyâi’t Turâsi’l ‘İlmî,
Beyrût, 1992, IV, s.315.
124
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
ders okuttuğu yere geldiğini, konferanstan önce sınıfını ziyaret ederek Hidaye’nin kölelik bahsini ihtiva
eden dersini dinlediğini, dersin sonlarına doğru usûl
gereği dersle alakalı bir takım mütalaalar serdettiğini
ve yazarın Hanefî Fakihlerinin kölelik bahsini işleyişine hayran kaldığını, ABD’ye dönünce bu hususla
alakalı mütalaalarını tekrar gözden geçireceğini söylediğini anlatmışlardı.
Mustafa Sabri Efendi’nin söylediklerini, Hocam’ın
öğrencilerinin anlattıklarını ve fıkhi eserlerin mükemmelliğini yan yana koyduğunuzda Fazlurrahman’ın ifadelerinin oryantalist ezberlere dayanmanın ötesinde bir mesnedinin olmadığı görülecektir.
Fazlurrahman’ın söylediğinin aksine fıkıhla, ahlak iç içe değerlendirilmiştir. Nitekim fıkhî bir meselenin bir kazaî, bir de diyanî yönü vardır. Diyanî
yönde ise iman ve ahlakın tahakkümü mevcuttur.
Örneğin mahkemede hasmına karşı gerçeği ihtiva
etmeyen deliller getiren iddiacı/müddei, hukuken
haklı iken, aleyhinde delil getirilen/müddea aley, ise
diyaneten haklıdır.
Az gelişmiş coğrafyanın kompleksli aydınına göre
gelenek, hurafelerin mahşeridir. Dolayısı ile ulemânın tekrar ne dediğine dönüp bakmak çok da önemli
değildir. Bu yüzden, hâdiselere oryantalist ezberler
doğrultusunda çözüm aramak en İsâbetli(!) yoldur.
Bu yüzden Müctehid imamlar ve onların usûllerine
göre fıkhî ameliyelerini inşa ve idame ettiren fakih125
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
lerle anlaşamayan Fazlurrahman, Batı’dan iktibas
ettiği Aydınlanma artığı tarihselci yaklaşımla anlaşmakta hiç de zorlanmamıştır.
Oryantalizmin kurgulayıp, Müslüman modernistlerin eline tutuşturduğu tarihselcilik, bugün İslâm coğrafyasında “ıslah” maskesiyle dolaşmaktadır.
Müslümanlarsa, maddi perişanlıklarını aşabilmek
için ağzı laf yapan bu ıslah maskeli ifsad amelelerini hiç yüksünmeden dinlemekte ve gerçekten onları
dert ortakları zannetmektedirler. Çünkü dinledikleri insanların tamamı Fazlurrahman gibi müslüman
babaların müslüman çocuklarıdır. Ne var ki aldatılmışlar ve bu yüzden masum insanları aldanmaya
çağırmaktadırlar.
Hüküm
Kur’an-ı Kerîm kendinden doğmayan ve Onunla
uyuşmayan bütün sistemlerle hesaplaştı. İlahi olanı
beşeri olanla, beşerin arzularını dikkate alarak uzlaştırmayı reddetti. Hayata müdahil oldu, hükmetti.
Sorunsuz bir cemiyet vücuda getirdi. Çirkini kaldırıp güzeli, en güzeli, güzeller güzelini yerleştirdi. Bu
yüzden Onun yürürlükte olduğu çağlar insanlık tarihinin en güzel çağlarıydı. Ne kapitalizmde olduğu
gibi zengin adına fakire haksızlık etti, ne de Komünizmde olduğu gibi devlet adına zenginin malına el
koydu. Fert ve cemiyet nizamını adalet üzerine tesis
etti. Çünkü O, her şeyi en doğrusu ile bilen ve buna
126
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
göre vahyeden Allah Teâlâ’nın kelamıdır.
Emperyalizmanın değer yargılarını reddediyor diye
böyle bir kitabı tarihselleştirmeye kalkışmak Kur’an’a
değil emperyalizmaya hizmet etmektir. Kur’an’ın emperyalizma ile olan mücadelesinde tarihselciliği tercih
ederek emperyalizmadan yana tavır alan Fazlurrahman, yanlış bir anlayış usûlunden yana tavır aldığından Kur’an’ı anlama bahtiyarlığına erememiştir. Zira
Kur’an-ı Kerîm, kendisini etkilemeye çalışan bir bakış
açısı yerine kendisinden etkilenenen bir bakış açısıyla
anlaşılabilir. O, kulların istediği manayı değil yalnız
Allah Teâlâ’nın muradını verir.
***
127
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Tahrifin Sidre-i Müntehası:
Nasr Hamid Ebû Zeyd
K
ur’an-ı Kerîm’in nüzûlünden bugüne gelinceye kadar binlerce allâme Allah Azze
ve Celle’nin Kelâmına hizmet etmeye
ömürlerini adadı. Şairler, edebiyatçılar, söz ustaları
onun güzelliğini, icâzını, i’câzını, faziletini anlatabilmek için birbirleriyle yarıştı. Kur’an’ın her bir yönü
için müstakil eserler kaleme alındı. Fakat bütün anlatım ameliyeleri Allah Teala’nın Kur’an-ı Kerîm’i
açıklama görevini kendisine verdiği Allah Rasûlü’nün
anlatımı yanında son derece silik ve sönük kaldı:
“Sizden önceki ve sonraki nesillerin haberi, aranızdaki meselelerin çözümü Ondadır. O, hak ile batılı
ayırt eden kesin bir doğrudur. Komedi değildir.Kim
bir zorbadan korkarak Onu terk ederse Allah ona öl128
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
dürücü darbe indirir. Kim Ondan başka yol gösterici
ararsa Allah Teâlâ onu saptırır. O, Cenab-ı Hakkın
sağlam ipidir. O zikr-i hakim, sırat-ı müstakimdir.
İstekler onunla masrufunda kalır. Diller onunla rekaketten kurtulur. Alimler Ondan usanmaz. Çokça
tekrarı yeniliğine halel getirmez. İnsanı hayrete düşüren yönleri bitip tükenmez. O, öyle bir kitaptır ki
cinler Onu işittiklerinde şöyle demekten kendilerini
alıkoyamadılar: ‘Şüphesiz biz doğruya ileten hayranlık verici bir Kur’an dinledik de Ona inandık.’163 Kim
Onunla bir görüşü desteklerse doğru söyler. Kim
Onunla amel ederse mükafatlandırılır. Kim Onunla
hükmederse adil olur. Kim Ona çağırırsa doğru yola
ulaştırılmış kabul edilir.”164
Bütün şubeleriyle Kur’an’ın ne olduğu ve ne olması
gerektiğini en doğru Allah Rasûlü ifade ettiği gibi
nasıl anlaşılması gerektiğini de şüphesiz O öğretmiştir. Dolayısıyla ancak Onun tayin ettiği usûl çerçevesinde hareket edenler Kur’an’ı doğru anlama bahtiyarlığına erebilirler. Aksi bir ameliye içerisinde olanlar
‘Allah onunla bir çok kimseyi saptırır, bir çoğunu da
doğru yola iletir’165 ayetinde geçen sapık kelimesinin
muhatabı olurlar.
Bir ayetin tefsîri ile alakalı meseleleri terkib ve tahCin: 1-2.
Ebû İsa Muhammed b. İsa Tirmizî, Sünenü’t-Tirmizî, Dâru’l-Fikr, Beyrût, 1994, 46, Kitabu Fedaili’l-Kur’an, 14, IV, 414,
H. No: 2915.
165
Bakara: 26.
163
164
129
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
lil cehdine giden kişi Efendimiz’in konuyla alakalı
hadîsi şeriflerini ya da -Kur’an’ın inişine, Cebrail’in
gelişine, Allah Rasûlü’nün
bağlayıcı beyânlarına,
Arap edebiyatının inceliklerine vakıf olan- Ashâbın
mütalaalarını gözardı eder; buna mukabil mücerred
aklıyla tayin ettiği usûl çerçevesinde açıklamada bulunursa, yaptıkları işin başında İslâmî olma özelliğini kaybeder. Nitekim Allah Rasûlü , Kur’an’ı kendi
gaye, ideoloji, meşreb ya da menfaatleri doğrultusunda açıklayanların ne olduklarını ve olacaklarını
kıymetlendirirken şöyle buyurmaktadır: ‘Kim kendi
görüşü ile Kur’an’ı tefsîr ederse cehennemdeki yerini
hazırlasın.’166
Meselenin ciddiyeti, Ashâbı Kur’an’ı tefsîr etme
noktasında son derece hassas davranmaya sevk etmiştir. Bir çok ayetin inişine, Cebrail’in gelişine tanık
olan Hz. Ebû Bekir hassasiyetini şu ifadelerle dile
getirmektedir: “Bilmediğim konularda Allah’ın kitabı
hakkında tefsîrde bulunursam hangi sema beni gölgesine kabul eder ve hangi arz beni üzerinde barındırır.”167 İslâm’ın devletleşme sürecine ictihadlarıyla
büyük katkıda bulunan Hz. Ömer de bir gün minberde hutbe irâd ederken “Ve fâkiheten ve ebbâ”168
ayetini okur. “Fâkihe” için, “Bu bildiğimiz meyvadır.”,
Tirmizî, a.g.e., 48, Kitab-u Tefsîri’l-Kur’an, 1, IV, 439-440, H.
No: 2959-2960.
167
el-Beyhakî, Ebû Bekr, Şu’abu’l İman, Dâru’l Kütübi’l İlmiyye,
Beyrût, 2008, c.2, s.424.
168
“Meyveler ve çayırlar bitirdik.” Bk. Kur’an, Abese: 31.
166
130
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Ebba için ise, “Bu nedir, onu bilmiyorum.” der. Sonra
kendine dönüp şöyle seslenir: “Ey Ömer! Kur’an hakkında bilmeden konuşmak büyük bir sorumluluktur,
böyle bir sorumluluğun altına girme!”169
Kur’an İlimleri
Kur’an-ı Kerîm’in ilk müfessirleri kabul edilen
sahabenin, tefsîr noktasında şahsi görüş izharından
kaçınmaları onları takip eden kuşaklar üzerinde de
etkili olmuştur. Bu yüzden -Kur’an’la alakalı ilimleri
tedris açısından- nesepleri Ashâbı kiram yoluyla Hz.
Rasûlüllah’a ulaşan müfessirleri, Kur’an’ı anlamanın gelişi güzel olamayacağını, muhakkak bir usûl
dairesinde geçekleşmesi gerektiğini vurguladılar. Bu
vurgu, Allah Rasûlü’nden gelen rivayetlerle pekişti. Bu noktada eserler telif edildi. Zamanla bu telifat
“ulûm-u kur’an” adıyla yeni bir disiplinin doğmasına
neden oldu. Allah Teâlâ’nın muradı istikâmetinde
tefsîr yapmanın “elif-bâ”sını veren “ulûm-u kur’an”
literatürünün medreselerde mufassal bir sûrette
okutulması şahsi çıkarlara dayalı tefsîr anlayışlarının
meşruiyet alanını ortadan kaldırdı.
Ulemâ, Kur’an’ın inişi, toplanışı, tertibi, tedvini,
esbâb-ı nüzûlü, Mekkî-Medenî oluşu, nâsihi-mensûhu, muhkemi-müteşabihi ve bunlar dışında onunla
alakalı her şeyi ‘ulûm-u kur’an’ kapsamında inceleEbu’l-Fidâ İsmâ’îl İbn Kesîr, Muhtasar-u Tefsîr-i İbn Kesîr,
Dâru’l-Kur’anî’l-Kerîm, Beyrût, 1399, I, 13.
169
131
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
di.170 ulûm-u kur’an’ın tedvin ve tedrisindeki asıl gaye
ise, Allah Tela’nın kelâmını Peygamber Efendimiz’in
açıklamaları, sahabi, Tabiîn ve sonraki müfessirlerin üslubları çerçevesinde anlamaktır. Meşhur müfessirleri, benimsedikleri tefsîr tarzları ile tanımak
da bu bağlamda değerlendirilir.
Yeni Arayışlar
İslâm irfan geleneğinde tefsîr, farklı yaklaşımlar
dikkate alındığında rivayet, dirayet ve işari olmak
üzere üç kısma ayrılır. (Bunların nasıl olması gerektiği
ise en küçük ayrıntısına varıncaya kadar “ulûm-u
kur’an” literatürünce tesbit edilmiştir.) Fakat modern
zamana gelindiğinde malum tefsîr tarzları aşılarak,
müsteşriklerin geliştirdiği mantık örgüsünün de
etkisiyle yeni tefsîr yaklaşımları benimsenmiştir.171
Benimsenen yeni tefsîr tarzları İslâm irfan geleneğinin usûl ve tefsîriyle çelişince, meşruiyet telaşına kapılan modernist tefsîrciler ‘ulûm-u kur’an’a dair yazılan eserleri ve bu eserler dikkate alınarak telif edilen
tefsîrleri farklı açılardan eleştiri konusu yaptılar ve İslâm coğrafyasının çeşitli bölgelerinde bu anlayışta bir
çok eleştiri neşrettiler. Ulûm-u Kur’an’ın tenkit edilişi,
kamuoyunda yeni yaklaşımları dikkate alan bir tefsîr usûlünün geliştirilmesinin ihtiyâç olduğu hissini
Muhammed Ali Sâbûnî, et-Tibyân fî Ulûmi’l-Kur’an, Alemu’l-Kutub, Beyrût, ty., s.8.
171
M. Said Şimşek, Günümüz Tefsîr Problemleri, Kitab Dünyası,
Konya, ty., s.52-119, 157.
170
132
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
uyandırdı! Böylece, yeni “ulûm-u kur’an” literatürü
oryantalist telkinleriyle kaleme alınan tefsîrlere meşruiyet kazandırmış olacaktı.!
El-Hulî ve Edebi Tefsîr Anlayışı
Modern zamanda oluşan tefsîr tarzları içerisinde İslâm’ın genel kabullerine en muhalif olan 1830
yılında Mısır’da doğan Emin el-Hulî’nin geliştirdiği “Edebi Tefsîr” anlayışıdır. 1923 yılında resmi bir
görevle İtalya/Roma’ya, ardından Almanya/Berlin’e
gönderilen el-Hulî, Avrupada kaldığı süre zarfında her iki ülkenin dilini öğrendi ve müsteşriklerin
bu iki dilde kaleme aldıkları eserleri okuma imkanı
buldu. Müsteşriklerle tanıştıktan, onların eserlerini
okuduktan sonra İslâmî anlayış usûlu bozulan ve
bu bozukluk neticesinde Kur’an’a bakışı değişen bir
çok Müslüman gibi el-Hulî de değişti. Mısır’a döndükten sonra yazdığı her metinde yeni kimliğinin
getirdiği değişimin etkisi görüldü.172 “Çağımızdaki
tefsîrin asıl hedefi sırf edebi olmaktır” diyen ve tefsîr
anlayışını bu esaslar üzerine inşa eden el-Hulî, Mısır
ulemâsının sert tepkisiyle karşılaştı.
Aişe Abdurrahman (v.1998), eşi el-Hulî’nin geliştirme ve örneklendirme imkanı bulamadığı “Edebi
Tefsîr” anlayışını, telif ettiği eserleriyle pratize etmeye çalıştı. Edebi tefsîr anlayışından hareketle Kur’an’ı
Fehd b. Abdirrahman b. Süleyman er-Rûmî, İtticâhâtu’t-Tefsîr fi’l Karni’r-Rabi’ Aşer, Arabistan, 1986, III, s.876-892.
172
133
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
tanımaya çalışan bir diğer yazar Muhammed Ahmed
Halefullah’ın (v.1997) “el-Kasusu’l-fenniyyu fi’lKur’ani’l-Kerîm”173 adlı teziyle Kur’an-ı Kerîm’deki
kıssaları Edebi Tefsîr usûlu çerçevesinde tenkit ve
tahlil etmesi, onların gerçekte vuku bulmadığını iddia etmesi gerek Halefullah’a gerekse ekolun bağlılarına karşı oluşan tepkinin dozunu artırdı. Neticede
Muhammed Ahmed Halefullah ve tezle dolaylı yoldan alakası bulunan Abdulkadir el-Mağribî (v.1956),
Muhammed el-Mubarek, Şevki Dayf (v.2005), Tâhir
b. Âşûr (v.1973) gibi akademisyenlerin üniversitedeki görevlerine son verildi.174
Aişe Abdurrahman, Ahmed Halefullah ve diğer
“Edebi Tefsîr” ekolu bağlıları el-Hulî’inin sistematize
ettiği tefsîr anlayışını Kur’an’a tatbik etmeye çalıştılar.
Bu noktada eserler neşrettiler. Fakat söz konusu anlayışın temellendirilmesi noktasında en kapsamlı çalışma,1943 Mısır doğumlu175 Nasr Hamid Ebû Zeyd’e
(v.2010) aittir.
Mısır ulemâsı, Kur’an-ı Kerîm hakkındaki görüşlerinden dolayı Ebû Zeyd’in irtidat ettiğine, bu yüzden
hanımıyla akdettiği nikahın da fesh176 olduğuna hükBu eser Türkçeye çevrilmiştir: Kur’an’da Anlatım Sanatı, (ter.
Şaban Karataş), Ankara Okulu, Ankara, 2002.
174
M. Said Şimşek, a.g.e., s.130.
175
Nasr Hamid Ebû Zeyd, İslâm’la Bir Yaşam, (çev. Celadet Moralıgil), İletişim, İstanbul, 2004, s.7.
176
Eşler arasındaki evlilik bağının sona ermesinin çeşitli yolları
vardır. Bu yollardan bir tanesi de fesh’tir. Fesh’i ‘talak’tan ayı173
134
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
metti. Mahkeme de bu hükmü onadı.177 Ebû Zeyd’in
görüşleri basında ve büyük camilerde verilen vaazlarda eleştiri konusu oldu. Neticede 1995 yılında Mısır’dan ayrılmak zorunda kaldı.
Ebû Zeyd, başta el-Hulî’nin sistematize ettiği Edebi tefsîr anlayışı olmak üzere bünyesinde modernizmin kodlarını barındıran bilcümle tefsîr tarzlarına
meşruiyet kazandırabilmek için Sünnet ve Cemaat
mezhebinin ulûm-u kur’an literatürüne mesnetsiz
ve insafsız tenkitlerde bulunmuştur. Bu çerçevede
kaleme aldığı “Mefhumu’n-Nass: Dirâseten fi Ulûmi’l-Kur’an”178 adlı çalışması ilmî ve tarihî hakikatlere muhalif, ümmetin genel kabulleriyle çelişen görüşlerle doludur.
İşte bu makale, söz konusu eserin ihtiva ettiği
görüşlerin bir kısmının tahlil ve tenkidi amacıyla
kaleme alınmıştır.
ran en önemli özellik ise, ya nikah akdi esnasında bir eksiklik/
engel olması ya da sonradan akde etki eden fakat onun devamına engel olan bir arıza olmasıdır. Ulemânın Ebû Zeyd hakkında verdiği eşlerden birinin İslâm’dan irtidat etmesi durumunda
nikahın fesh olması hükmü de akde sonradan birleşen ve akdin
devamına engel olan arızalardandır. Bk. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, el-Ahvalu’ş-Şahsiyye fi’ş Şeriati’l-İslâmîyye,
Dâru’l-Arabi, Beyrût, 1984, s.229-230.
177
Ebû Zeyd, İslâm’la Bir Yaşam, s.157.
178
Yazı’daki tenkidin esasını teşkil eden görüşlerin mecmuası
olan bu kitap türkçeye çevrilmiştir: Nasr Hamid Ebû Zeyd, İlahî
Hitabın Tabiatı, (ter. Ahmet Emin Maşalı), Kitabiyat, Ankara,
2001.
135
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Bilimsel Zihniyet Kırılmaları
Kur’an’ın, dini bir bakış açısıyla değil de, edebi bir
yaklaşımla incelenmesinin zorunlu olduğunu iddia
eden el-Hulî’nin Edebi Tefsîr anlayışını benimseyen
Ebû Zeyd, müminleri dini referansları dikkate alarak Kur’an’ı tefsîr etmeyi terke, buna mukabil ‘bilimsel zihniyet’le onu değerlendirmeye çağırmaktadır.
Kur’an’ın sıradan metinler seviyesine indirgenmesini
ve nasslardan bağımsız bir sûrette aklî ve edebî kriterler muvacehesinde okunmasını talep etmektedir.179
Öncelikli olarak bilinmelidir ki, Kur’an-ı Kerîm,
bütün insanların Dünya ve Ahiret saadetini amaçlayan bir hidayet rehberidir. İnsanın aklı ile ulaşamayacağı, ancak ilahî düstûrlar vasıtasıyla öğrenebileceği
cennet, cehennem, haşr gibi hakikatlerden bahseder.
Akide kitaplarında semi’yyât başlığı altında incelenen
bu nevi hakikatleri dini bir bakış açısı olmaksızın anlamaya çalışmak, matematik ya da fizik metinlerini
sırf edebi ölçülerle anlamaya benzer. Böyle bir yaklaşımın tek bir gayesi olabilir o da matematik ya da fiziğin
varoluş gayesini perdelemektir. Kaldı ki Ehl-i Sünnet
alimleri Kur’an’ı dil/edebiyat açısından incelemekten
de geri durmamışlardır. Gramatik yönünü izah sadedinde telif edilen geniş hacimli ‘İ’rabu’l-Kur’an’ çalışmaları ile Zemahşerî, Beydâvî, Nesefî’nin tefsîrleri
ve bütün medreselerin müfredatında yer alan me’ânî,
beyân ve bedî’i ilimleri, Kur’an’ı edebi açıdan anla179
Ebû Zeyd, a.g.e., s.31.
136
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
maya matuftur. Fakat Ebû Zeyd’in asıl gayesi, Kur’an’ı
beşeri metinler seviyesine indirgeyip Onun değişmez
hakikatlerini, ilahî yönünü ‘bilimsel zihniyet’ hezeyanıyla tartışmaya açmaktır. Bu indirgeme sürecine
engel teşkil eden “ulûm-u kur’an” disiplini ise yazarın
tenkit oklarının öncelikli hedefidir.
Kur’an’ın sahîh tefsîrinin ancak ulûm-u kur’an disiplini içinde tesbit edilen ölçüler dahilinde yapılacak olmasından rahatsızlık duyan Ebû Zeyd, ulemâyı
Kur’an ve Sünnet noktasında sürekli aynı kriterleri
tekrar etmek, yeni açılımlar gerçekleştirememekle itham etmektedir.180
Ne var ki, Ebû Zeyd’in ‘tekrar’ dediği hakikatler ya
bir ayete ya da bir hadîse dayanmaktadır. Nitekim yazarın ulûm-u kur’an’ı tenkit, bizimse istidlal için sıkça
nakilde bulunacağımız Zerkeşî ve Suyûtî’nin bu sahadaki eserleri, içerik itibariyle Kur’an ve Sünnet’ten
mülhemdir. Yeni sözler sarf etme adına ayet ve hadîse
muhalif beyânda bulunmak, Kur’an’ı anlamak değil
bilakis anlaşılmaması için onu tahrif etmektir.
Kur’an İlimlerinin Tedvin ve Nesebi
Yazar, Kur’an ilimlerini eb’âd-ı selâsesiyle tedvin ve
tahlil bahtiyarlığına eren Zerkeşî ve Suyûtî gibi alimlerin telifatının dış etkilere, özellikle de Haçlı saldırılarına karşı ümmetin Medenî birikiminin, düşün-
180
Ebû Zeyd, a.g.e., s.31.
137
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
ce ve kültürünün muhafazasına matuf olduğunu,181
bu yüzden müelliflerin kuru-yaş ayırımı yapmadan
mevcudu ya da Kur’an’la alakalı her şeyi eserlerine
aldıklarını, ne var ki modern zamanın ürettiği yeni
problemlerin selefin sistematize ettiği klasik ulûm-u
kur’an verileriyle çözümlenmesinin mümkün olmayacağını ve bu yüzden yeni yaklaşımların bir zorunluluk olduğunu iddia etmektedir.182 Ebû Zeyd, bu yeni
yaklaşımın nasıl olması gerektiğini soruştururken garip bir şekilde Müslümanların siyasî, ictimâî, iktisadî
ve sair alanda İslâm’ın bütün yönleriyle yaşandığı sorunsuz devir olan Asr-ı Saadete dönülmesi yönündeki
taleplerini yadırgamaktadır. Onları, İslâm’ın geçmişte
elde ettiği başarıları bugüne tanık göstermenin ötesine geçememekle itham etmektedir.183 Ümmetin ilmi
mirasına karşı olan güvensizliğini açıkca izhar eden
yazara göre, Müslümanların tekrar Şer’î hükümleri
hayatlarına tatbik ederek sorunları çözme talepleri,
ütopik bir yaklaşımdır.
İlahi olan Kur’an üzerinde konuşabilmek için,
muhakkak Onun hakkındaki ilahi açıklamaları esas
almak gerekir. Çünkü her ilim gibi O da, kendine
has yasalarla açıklanma hakkına sahiptir. Bu yüzden
Ulemânın Kur’an ilimlerini ayet ve hadîsleri temel
alarak tedvîn ve tahlîl etmeleri tenkit değil, takdir
Ebû Zeyd, a.g.e., s.32.
Ebû Zeyd, a.g.e., s.34.
183
Ebû Zeyd, a.g.e., s.35.
181
182
138
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
edilmelidir. Şayet yazarın iddia ettiği gibi, ulemânın
duruşunu Hicri 7. asrın sosyo-politik şartları
belirleseydi, o takdirde onlar ayet ve hadîsle değil
kendi yorumlarıyla eserlerini telif ederlerdi. Zira
Kur’an ve Sünnet özelde Hicri 7. asrın şartlarını
dikkate alarak nâzil ve varîd olmamıştı. Dolayısıyla
selefin ameliyesi dış etkilere karşı bir içe kapanma
değil, bilakis mevcut veriler doğrultusunda Kur’an’ı
kendilerinden öncekiler gibi anlama gayretidir.
Nitekim Zerkeşî ve Suyûtî’ye kaynaklık yapan eserler
söz konusu tehditlerin mevcut olmadığı asırlarda
yazılmalarına rağmen benzer mütalaalara sahiptirler.
Ulûm-u kur’an’a kaynaklık eden ayet ve hadîsleri
dikkate almadan yeni mülahazalara girişmek Kur’anî
esaslardan yoksun olacağı için İslâmî olma özelliğini
kaybeder. Bu açıdan böyle bir ameliye, tecdit değil
tahriftir. Çünkü, bir şeyin yenileme özelliğine sahip
olabilmesi, bir asılın üzerinde gerçekleşmesine bağlıdır. O asıl da Kur’an ve Sünnettir. Dolayısıyla yadırganması gereken, ümmetin yaşadığımız asrın problemlerini çözme sadedinde asl’a yani Şeriat’a dönme
talebini yadırgayan bakış açısıdır.
Geleneksel İslâm’ın çözümlemelerinin modern
zamanla örtüşmediği, bu yüzden yeni yaklaşımların
çağın ihtiyâçlarını dikkate alarak yapılması gerektiği söylemi, dış etkilerden Kur’an ilimlerini telif eden
alimlerin değil, yazarın etkilendiğini göstermektedir.
İslâmî bir metin telif edilirken şüphesiz dış etkiler
139
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
dikkate alınmalıdır. Fakat bu dikkate alış, modern
zaman kriterlerini Kur’an ve Sünnetin üzerinde gören
bir bakış açısıyla değil, Kur’an ve Sünnet’i her şeyin
üzerinde gören bir diyalektikle yapılmalıdır.
“Dünyanın ihyası maziye dönmeye bağlıdır” tezini
duyunca irtica paranoyasına tutulmuş meczuplar gibi
garipleşen yazar, bilmiyor ki mazinin bütün kudretli kalemleri, milletlerini köklerine dönmeye çağırmışlardır. Batı tefekkürünün en son tırmanış noktası
Dante (ö.1321), İlahi Komedya’sını kaleme alırken ruhuyla kilisenin kaldırımlarına çöker. ‘Men hak-i reh-i
Muhammed-i muhtarem/Ben Muhammed-i Muhtarın ayağının tozuyum’ diyen Mevlânâ (v.1273), bulduğu hakikate Efendimiz’in ifadelerini mutlak doğru
kabul ederek ulaşır. “Bir ülke, dininden kopamaz,
kopmamalıdır. Batıyı ancak din kurtarır.” diyen meşhur hristiyan Dostoyevski (ö.1881), kendine kulak verenleri maziye dönmeye çağırır. Koçi Bey, Sultan IV.
Murad’a sunduğu Islahat Risâlesi’nde çözümün Fatih’in, Yavuz’un devrine dönmekte olduğunu söyler.184
Tecdit ve Teceddüt
Yazara göre bugün, Sünnet ve Cemaat anlayışına
sahip âlimlerin karşısında, eskiyi taklit etmenin imkansızlığını savunan yenilikçiler yer almaktadır. Bu
akıma göre; ulemâ, kendi devrini yaşamış, ictihadİhsan Şenocak, Mevlânâ ve Dante Mürteci ise Yobaz Kim,
Yedibeyza Dergisi, Samsun, 2000, sy.4, s.64-65.
184
140
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
da bulunmuş, düşüncelerini inşa etmiş ve bir kültür
oluşturmuştur. Onların bu kültürel mirasını/geleneğini olduğu gibi bugüne taşımak doğru değildir.185
Ebû Zeyd’in tecdid/yenileme dediği yaklaşım, gerçekte teceddütten/yenilenmeden ibarettir. Zira tecdit,
selefin yaptığı gibi İslâm’ın esasına nüfuz eden gayri
İslâmî bütün unsurları tasfiye edip, dini kendi öz değerleriyle aksiyoner duruma getirmektir. Tecdit, zihni
ve ictimâî anlamda İslâm’ın özüne dönmeyi amaçlayan bir arınma hareketidir. Nitekim İslâm toplumunda müceddit kimliğiyle öne çıkan alimlere bakıldığında, bu adı almalarının sebepleri arasında ya unutulan
bir Sünneti yeniden hayata taşımak, ya dini hurafelerden temizlemek ya da Kur’an’a ve Sünnet’e kayıtsız
itaate çağırmaktan birisinin bulunduğu zahirdir. Nitekim meşhur müceddit İmam Rabbânî Hazretlerinin
Mektûbât’ı incelendiğinde bütün mektuplarının bahsi
geçen hususlardan müteşekkil olduğu görülecektir.
Ne var ki, bugün müceddit/yenilikçi etiketiyle ortalıkta yazıp çizenlerin yaptıkları, İslâm’ın sabit esasları dahil bütün hakikatini, değişen ve gelişen olgunun
değerleri istikâmetinde kapsamlı bir değişime tabi
tutmaktır. Öyle ki, tarihselcilik anlayışıyla Kur’an’ın
hükümlerini tamamen buharlaştırabilmektedirler. Bu
çerçevede yenilenmeyi, bazen bir hakikati değiştirerek bazen de onu bütünüyle ilga ederek yapmaktadırlar. Yenilikçilerin ameliyesi, çağın hakim değerlerini
185
Ebû Zeyd, a.g.e., s.37.
141
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
dikkate alma esasına dayalı olduğundan tecdit değil
teceddüttür/yenilenmedir. Netice itibari ile Ulemânın tecdit kavramına yüklediği anlamla yenilikçilerin
yüklediği anlam bütün eczası ile birbirine muhaliftir.
Farklı içeriklerine rağmen yenilikçilerin Ulemâ ile
aynı kavramı kullanmaları ise, meşruiyet kazanma
gayesine matuftur.
İslâmî Gelenek
Varlığını bir başka hareketin yanlışları üzerine
ikame eden ve bu ikame ediş sürecinde aklı mutlak
oldurucu ve buldurucu güç kabul eden felsefi hareketler açısından bakıldığında, geleneğin reddi mümkün
belki de zorunludur. Mademki hakikat tektir o halde
felsefi hareketler birbirlerini tekzip etmeye mecburdurlar. Fakat ulemânın müktesebatı esasta birbirine
muvafıktır. Çünkü o müktesebatın oluşmasındaki asıl
buldurucu güç akıl değil Kur’an ve Sünnettir. Madem
İslâm’ın buldurucu gücü olan Kur’an ve Sünnet bütün
zamanlarda aynı kalıyor, değişmiyor o halde onların
buldurduğu hakikat da değişmeyecektir. Yani İslâm’ın
söyledikleri esasta Hz. Adem’den beri aynıdır. Ne Allah’a ne de Ahiret’e imanda bir değişiklik vardır. İslâm’ın bu yönünü göz ardı edip Kur’anî hakikatleri
tarihselci yaklaşımla ilga etmeye çağıran Ebû Zeyd’in
gelenek yaftasıyla ulemânın müktesebatını maziye
hapsetmesi kendi mantık örgüsü içerisinde pekala
normaldir. Zira ancak bu tarz bir hareketle yenilikçi
142
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
düşüncenin ictihadlarına fıkhî ve itikâdî anlamda uygulama alanı açılabilecektir.
İslâm’ın bağlayıcı esasları çerçevesinde meseleye
bakıldığında ise doğru olan turâs-ı İslam’ı anlaşılır ve
uygulanır bir muhtevada bugüne taşımaktır. Zamanın
değişmesi ile hükümlerin de değişebileceğini ifade
eden fıkıh kaidesi, tarihselcilerin zannettiği gibi nass
üzerine bina edilen hükümler hakkında değildir.
Merhum Şeyh Ahmet Zerkâ (v.1999), Şerhu’lKavâ’idi’l-Fıkhiyye adlı eserinde söz konusu kaideyi
izah sadedinde şunları söylemektedir: ‘Buradaki
hükümden maksat örf ve adet ile sabit olan hükümdür.
Buna göre, hükmün kaynakları makamında olan örf
veya adet değişirse bu değişime paralel olarak hüküm
de değişir. Mesela İmam-ı Azam (v.150/767) devrinde
siyah renk kusurdu. Bir elbiseyi zorla alan kişi onu
siyaha boyarsa ona eksiklik getirmiş kabul edilirdi.
Fakat zamanla insanların siyaha olan bakışı değişti.
Yani örf yeni bir hal aldı. Siyah, bir noksanlık yerine
artı bir meziyet olarak kabul edildi.’186 Değişen bu örfe
paralel olarak İmam Ebû Yûsuf (v.181/798) ve İmam
Muhammed (v. 188/805) de renkle alakalı hükmü değiştirdiler. Çünkü hükmün kaynağı değişmişti.
Hükümlerin değişebilirliğinden bahseden fıkıh
kaidesi ile istidlalde bulunurken onun tamamlayıcısı
mesabesindeki şu kaide de gözlerden uzak tutulmaAhmed b. Muhammed Zerkâ, Şerhu’l-Kavâ’idi’l-Fıkhiyye,
Dâru’l-Kalem, Dımeşk, 1998, s.227.
186
143
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
malıdır: “Lâ mesağa li’l-ictihâdi fî mevridi’n-nass”.
Mecelle Türkçesi ile ifade edecek olursak “Nass ile sabit olan yerde ictihada mesağ yoktur.” Çünkü ictihad
zannîdir. Onunla elde edilen hüküm de zannî olur.
Fakat nass ise kesindir, onda zan yoktur. Dolayısıyla
ifade ettiği hüküm de kesinlik arz eder.187 İnsan, hayat ve kainat değişir. Fakat Allah Teâlâ ve O’nun Kelamı değişkenler içinde sabit kalır. Bu yüzden Kelam-ı
İlahi’den istinbat edilen hükümleri değişebilir kabul
etmek, müslümanca bir gayretin tezahürü olamaz.
Çağın ihtiyâçlarına göre yeniden yorumlama yaparken İslâm değişen değil, çağı değiştiren olarak kabul
edilmelidir.
Turâs-ı İslâm-Yenilik İlişkisi
Ebû Zeyd, Hasan Hanefî’nin ‘Gelenek, kültürel ve
milli bir yükümlülük olarak meselenin hareket noktasını; yenilik ise bu geleneğin çağın ihtiyâçlarına göre
yeniden yorumlanmasını ifade eder’ şeklindeki bakış
açısını gelenek-yenilik tasavvuruna tanık gösterir.188
Yazarın hareket noktası olarak gördüğü gelenek tekdüze bir veriden ibaret değildir. O muhtelif tutumlar,
sosyal güçler ve doğru yanlış bütün fırkalarda anlamını bulan eğilim ve akımlar mecmuasından ibarettir.189
Geleneğin ne olduğunun herkes tarafından kaZerkâ, a.g.e., s.147.
Ebû Zeyd, a.g.e., s.38.
189
Ebû Zeyd, a.g.e., s.38.
187
188
144
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
bul görür bir tanımını yapmak, sınırlarını çizip, şudur demek fevkalade zordur. Genel bir tanımlamada
bulunmak gerekirse şunları söylemek mümkündür:
Vahye dayansın-dayanmasın meşru olsun-olmasın
belli geçmişi olan bir yolu izlemeye, o çerçevede hareket etmeye veya toplumun, zihniyet ve uygulamasına
yerleşmiş kuramları töre ve adete dönüştürüp sürekli
kılmaya gelenek denir.
Yenilikçilerin özelde ise Ebû Zeyd’in gelenek kavramının İslâmîliğine yüklediği anlamla Sünnet ve
Cemaat anlayışına sahip bir alimin yüklediği anlam
temelde bir birine zıtlık arz eder. Çünkü yenilikçiler
öz-posa ayrımı yapmadan bütün meşrep ve mezheplerin fikir ve aksiyonlarını gelenek bağlamında değerlendirirler. Yenilenmenin hareket noktası olarak
gördükleri gelenek, içerik itibariyle doğru ile yanlışın
iç içe yaşadığı, hurafeyle hakikatin kurduğu bir koalisyondur. Bu yüzden doğru kadar içinde yanlışı da
barındıran bir gelenekten hareketle yenilenme talebinde bulunmak nafile bir ameliyeden öte bir uğraş
değildir. Geleneği doğru ile yanlışın buluşma noktası
görmek işin başında ona karşı olması gereken güveni
yok eder. Geleneğe karşı takınılan böyle bir tavır ondan istifade yerine ondan uzak durmayı telkin eder.
Bunu söylerken “Gelenek masumdur, bütün şubeleriyle ona itimat edilmelidir” gibi bir iddiamız yok tabiki. Asıl söylemek istediğimiz madem gelenek diye
bir tanımlamada bulunuluyor ve buna da Sünnet ve
145
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Cemaat anlayışı muhatab gösteriliyor o takdirde onların kendilerini tanıtmaları esas alınmalıdır. Yenilikçilerin tanımlamalarına göre geleneğin sınırlarını
çizmek, rakip taraftarlarından birisini karşılaşmada
hakem yapmaya benzer.
Kur’an-ı Kerîm, uyulmasını ve devam ettirilmesini talep ettiği peygamberler geleneği İslâm’dan,190 bir
de terk edilmesi ve değiştirilmesini talep ettiği atalar
geleneği küfürden191 bahsetmektedir. Buna göre, geleneğin bir sahîhi bir de sapmışı vardır. Nitekim Allah
Rasûlü’nün yirmi üç yıllık risâlet hayatı sahîh olan
peygamberler geleneğini inşa ve ihya, sapık olan Mekkelilerin putperest geleneğini ise ilga ile özetlenebilir.
Ebû Zeyd’in iddia ettiği gibi şayet yenilik, geçmişin
bütün değerleri gelenek kabul edilip onlar üzerine
tatbik edilecek olsa idi o takdir de Allah Rasûlü’nün
Mekkelilerin putperest gelenekleri ile mücadele etmemesi gerekirdi. Fakat Onun mücadelesi yanlış geleneği ilga, sahîhini ise inşa ve ihya mihveri üzerine
oturmaktadır.
Sünnet ve Cemaat anlayışı zaviyesinden bakıldığında gelenek için daha özel bir çerçevede şunları
söylemek mümkündür: “Gelenek, Kur’an ve Sünnet’i
anlama ameliyesinde olan Sünnet ve Cemaat alimlerinin bu iki kaynaktan ilham alarak sarf ettikleri söz
ve bunlarla alakalı ilmi disiplin, kültürel açılım ve sa190
191
En’âm: 90.
Bakara: 170, Mâide: 104.
146
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
natsal eğilimlerin yekûnundan ibarettir. Ancak böyle
bir gelenek hareket noktası kabul edildiğinde, Allah
Teâlâ’nın muradı olan anlama ulaşılmış olur. Aksi ise
yanlış harita kullananların ‘yaklaştım’ zannederek
menzilden uzaklaşmaları gibidir.”
Yine yazar, Hasan Hanefî’nin, “Geleneğin, canlı ve
sürekli değişen, çağın anlayışını, neslin oluşumunu ve
tarihi gelişim evresini ifade eden olgudan bağımsız bir
yönü yoktur. Yoksa gelenek, sabit nazarî inançlar ve
değişime kapalı evrensel hakikatler bütünü değildir”
görüşünden hareketle şunları söylemektedir: ‘Yenilik
talebi, önemli, yerinde bir talep olmakla birlikte, temelleri üzerine geleneğin inşa edildiği nesnel asıllara
yönelik bilimsel bir zihniyete dayanmadığı takdirde,
mevcut durum içerisindeki baskın güçlere hakimiyet
ve gericilik yönünden -bilinçsizce- destek olmasının
yanında, gelenek içerisindeki en ilkel unsurların kutsanmasına yol açmanın da sorumlusu olur. Nitekim
Afgânî (v.1897)-Abduh-Reşid Rıza çizgisinin yenilik
adına yaptıklarıyla gerici düşünceye sahip güçlerin
kazanımları arasında kayda değer bir fark yoktur.
Çünkü onlar da bilimsel bilinç yerine ideolojik kaygılarla hareket etmişlerdir.’192
Sünnet ve Cemaat anlayışına sahip alimler nezdinde bir konunun ilmî esaslar çerçevesinde değerlendirilmesi şu kaidenin gereğinin yapılmasına bağlıdır:
“İn künte nâkilen fe’s-sıhha ev müdde’iyen fe’d-delîl/
192
Ebû Zeyd, a.g.e., s.38-39.
147
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Bir haberi naklediyorsan onun sıhhatini, yok eğer iddia ediyorsan delilini bilmen gerekir.”193 Buna göre,
kişi bir haberi rivayet ederken ilk kaynağa kadar onun
senedini, bir iddiada bulunurken de iddianın delilini
bilmesi zaruridir.194 Ebû Zeyd, İslâm’ın sübut ve delalet
açısından kat’iyyet ifade eden hükümleri dahil bütün
mesailinin değişebilirliğini iddia ederken ne Kur’an ne
de Sünnet’ten bir delile dayanmaktadır. Ortada sadece kendi hezeyanları ve onlara tanık gösterdiği Hasan
Hanefî’nin görüşleri vardır. Yani şıracının şahidi bozacıdır. Fakat Ebû Zeyd, şıracı-bozacı dayanışmasına
karşı haberin sıhhatini, iddianın ise delilini göstererek
eser telif eden ulemâyı gerici, kendilerini ise bilimsel
bilince sahip insanlar olarak nitelemektedir. Buna da
yağız hırsızın ev sahibini bastırması derler.
Ebû Zeyd Kur’an ve Sünnet’in çağa egemen kılınışına öylesine karşıdır ki; çağı İslâm’a göre okuyup
öz-posa ayırımına tabi tutma yerine, İslâm’ı çağa
göre okuyup egemen akla teslimiyeti tercih eden Afganî-Abduh-Reşid Rıza çizgisine bile tahammülü
yoktur. Onun bu duruşuna karşı nasıl bir tavır alınması gerektiğini şu ayet ne kadar güzel ifade etmektedir: “Allah de, sonra bırak onları, içine daldıkları
el-Meydânî, Habenneke, Davâbitu’l Ma’rife, Dâru’l Kalem,
Beyrût, 1994, s.365.
194
Bu hususta ki değerlendirmeler için bk. Muhammed Said
Ramazan el-Bûtî, Kübra’l-Yakiniyyati’l-Kevniyye, Dâru’l-Fikr,
Beyrût, 1993, s.34 vd.
193
148
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
batakta oynayadursunlar.”195
İnsan aklının idrakini aşan itikadî hakikatleri,
bilimsel bilinci tartışmasız otorite kabul ederek
yorumlamak, onları değişime tabi tutmak delile
dayanan değil, bilakis delillere muhalif olan bir
iddiadır. Çünkü inançla ilgili esaslar Hz. Adem’den
(a.s.) Peygamber Efendimiz’e
gelinceye kadar
değişikliğe uğramadan sabit kalmışlardır. Bütün
Rasûller milletlerini Allah Teâlâ’nın mevcudiyet ve
vahdaniyetine, ahiret gününe, hesaba, cennet ve
cehenneme iman etmeye çağırmışlardır.196 Kur’an bu
hakikatin delilleri ile doludur.197 İşbu “gelenek” kelimesi tarihselci ya da yenilikçi lügatında olumsuz bir
anlama tahsis edildiğinden; turâs-ı İslam’a “gelenek”,
müslümana da “gelenekçi” demekten uzak durmalı, yerine “sadece İslam” ve “Müslüman” kelimelerini
kullanmalı.
Teşekkül ve Teşkil Devri
Geleneğin bilimsel anlayışla ele alınmasının gerekliliğinde ısrar eden Ebû Zeyd, Kur’an’ın her şeyden
önce bir metin olarak telakki edilmesini ve edebî-eleştirel bir bakış açısıyla anlaşılmasını talep etmektedir.
Ona göre, ancak böyle bir anlama ameliyesi Kur’an’ın
En’âm: 91.
Bûtî, a.g.e., s.71.
197
Şu ayetler bütün Rasûllerin milletlerini çağırdığı iman
esaslarının aynı olduğunu göstermektedir: Enbiya: 25, Şura:
13, Âl-i İmrân: 52.
195
196
149
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
nesnel gerçeklerini ortaya çıkarabilir.198 Cüretkâr
Kur’an sorgulamalarını, Müslümanların akidelerini
sarsmaya yönelik teşebbüsler olarak değerlendiren
ulemâyı tenkit eden yazar, onların aynı ayet
üzerindeki farklı mülahazalarının İslâm’ı bilinememe
gibi bir riskle karşı karşıya bıraktığını, gerçekte ise
ancak kendi zihniyetinin ona nesnel bir bakış açısı
kazandırabileceğini iddia etmektedir.199
Ebû Zeyd’e göre, Kur’an-ı Kerîm’in iki devri vardır:
Teşekkül ve Teşkil devri. Birincisinde Kur’an, hakikati
ve özü itibari ile kültürün ürünüdür. Yani vahiy yukarıdan aşağıya doğru değil, aşağıdan yukarıya doğru
gelişmiştir. Bu dönemde Kur’an, kültüre karşı edilgendir. Hayata rengini veren değil onun rengini alan
bir Kur’an vardır. Böyle bir kitabın önceden mevcut
metafizik bir varlığının (Levh-i Mahfûz) olduğuna
inanmak, Kur’an’ın kültür içinde teşekkül ettiği gerçeğinin gücünü azaltmakta ve bilimsel anlayışın imkanını zorlaştırmaktadır.200 Görüldüğü gibi yazar, zihni
kabullerini tasvib edebilmek için, Kur’an’ın Levh-i
Mahfûz gerçeğini reddetmektedir.201 İkinci dönem
ise ‘Teşkil Devri’dir. Bu devir Kur’an’ın, kültürden aldıklarıyla hayata müdahale ettiği bir süreçtir. Yine bu
Ebû Zeyd, a.g.e., s.40-41.
Ebû Zeyd, a.g.e., s.42-47.
200
Ebû Zeyd, a.g.e., s.47.
201
Ebû Zeyd, a.g.e., s.47,48; Nasr Hamid Ebû Zeyd’in Nass-Olgu Bağlamında Ulûmu’l-Kur’an’ı Eleştirisi, İslâmî Araştırmalar,
1994, VII, s.4.
198
199
150
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
süreç, Kur’an metninin egemen ve otoriter bir metne dönüştüğü, diğer metinlerin kendisine kıyaslanıp,
meşruiyetini ondan aldıkları bir süreçtir.202
Kur’an’ın Ne Söylediği Açıktır
Kur’an’ın ne söylediği aşikârdır. İzaha vâbeste olan bölümleri bizzat Allah Rasûlü tarafından
açıklanmıştır. Hakikat bu minval üzere iken, yazarın
çıkıp da nesnellikten dem vurması gerçekte Kur’an’ı
tarihsel bağlamına taşıyıp Nüzûl dönemine hapsetmek ve Ona muhatap olarak yalnızca Allah Rasûlü
ve Ashâbı göstermek amacına matuftur. Böylece,
Kur’an’ın bütün insanlığa hitab eden tarih üstü duruşu yok edilecektir.
Ebû Zeyd’in ‘bilimsel yaklaşımı’ aslında cehaletin
ona verdiği mağruriyetten öte bir şey değildir. Çünkü
bilimsel yaklaşım ve onu benimseyen her akıl, kendi yaşadığı devri bütün zamanlardan üstün görür.203
Onun nezdinde mazinin bütün değerleri çağdışıdır.
Buna göre, 1400 küsür yıl önce gelen Kur’an’ın, bilimsel yaklaşım taraftarı bir modernisti muhatab alıp ona
konuşması, onun aklını buyurması, üstün akıl sahiplerinin özgüvenlerini incitmektedir.
Beşerî metinler üzerinde icra edilen eleştirel yaklaşımın bilimsel yöntem safsatası ile Kur’an’a tatbik
edilmesi, ilahi bilgiyi beşeri bilgi seviyesine indirgeEbû Zeyd, a.g.e., s.47-48.
P. L. Berger, Modernleşme ve Bilinç, (çev. Cevdet Cerit),
İstanbul, 1985, s.13.
202
203
151
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
mekle eş anlamlıdır. Her şeyden önce Kur’an, ihtiva
ettiği fıkhî, itikadî ve ahlakî hükümlerin ötesinde
kendisi ile ibadet edilen ve içinde şüphe uyandıracak
hiçbir unsur barındırmayan bir kitaptır. Onu eleştirel bir yaklaşımla okumak, peşinen onda bir takım
hataların varlığını kabul etmek demektir. Eğer yazar
böyle bir düşünceye sahip değilse o takdirde yaptığı abesle iştigaldir. Yok aksi söylenecekse, o zaman
ortada, Kur’an’da hiçbir eğriliğin ve şüpheye neden
olacak unsurun olmadığı hakikati reddediliyor demektir.
İlahilik yönü en önemli özelliği olan Kur’an’ı
beşeri metinlerde esas olan eleştirel okumanın
argümanları ile yorumlamak, kumaşı litre ile suyu da
metre ile ölçmeye benzer. İnsanların kabulleri Allah
Teâlâ’nın ilmine nisbetle gerçeklik mi ifade eder ki,
yazar onları temel alarak insanları Kur’an’ı eleştirel
bir bakış açısıyla okumaya davet ediyor!?
Kur’an Ezelden Ebede Nizam Verir
Kur’an’ı yirmi üç yıllık nüzûl devrinde kültüre
karşı edilgen kabul edip vahyin semâdan arza doğru
değil de, aşağıdan yukarıya doğru gerçekleştiğini iddia etmek müsamaha gösterilecek ya da farklı bir görüş kabul edilecek bir hezeyan değildir. Bu hezeyan,
Kur’an’ın defaatle ifade ettiği inzal ve tenzîl kavramlarını ya anlayamama ya da anlayıp dikkate almama
anlamına gelmektedir. İlki cehaleti, ikincisi ise küfrü
amirdir. Aslında bu yaklaşımın ileriki yıllarda söylen152
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
mek üzere tehir edilen açık anlamı, Kur’an-ı Kerîm’i
Arap örf ve adetlerini temel alarak Hz. Rasûlüllah’ın
-haşa- uydurduğunu söyleme safsatasıdır. Şimdilik
meselenin bu boyutunu dile getirme görevi hala müsteşriklerin uhdesindedir. Zaten Emin el-Hulî, Ebû
Zeyd gibi yenilikçilerin Kur’an’ı yorumlama usûlleri
ile müsteşrikler arasındaki tek fark şudur müsteşrikler Kur’an-ı Allah Rasûlü’ne isnat ederken yenilikçiler şimdilik Cenab-ı Hakka isnat ediyor.204
Kur’an ilahi emirlerle doludur. Emirse yukarıdan
aşağıya doğru gelir. Aksi zaten emir değildir. Üstün
olan emreder.Vahiy, üstün güç olan Allah Teâlâ’nın
vahyi inzâl devrinden hareketle bütün zamanlara şamil olan emir ve yasaklarını içerir. İlahî emirler hayata şekil verir. Ebû Zeyd’in iddia ettiği gibi hayat ilahî
emirlere şekil veremez. Çünkü böyle bir tasavvur, emrin tabiatına aykırıdır.
Ayrıca konunun şu boyutu da göz ardı edilmemelidir. Vahyin zarfında tek taraflı bir müdahale vardır.
Allah Teâlâ arıya vahyeder, Hz.Musa’nın (a.s.) annesine vahyeder. Bunlar tamamıyla Allah Teâlâ’nın tasarrufuyla gerçekleşir. Arıya vahyedilen program Allah
Teâlâ ile arı arasındaki müşterek bir ameliye sonucu
hazırlandı denebilir mi? Bu soruya hayır diyenler vahyin gerçek muhatabı insan için de aynı cevabı vermek
zorundadır.
Ömer Özsoy, Kur’an ve Tarihsellik Yazıları, Kitabiyat, Ankara,
2004, s.23.
204
153
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Teşekkül
Yazarın iddiasının aksine Kur’an kültür içinde
teşekkül eden edilgen bir kitap değildir. Dolayısıyla bünyesinde “etkin tarih”in değil Allah Teâlâ’nın
hükümlerini barındırır. Fakat oryantalist yönlerdirmelerle aklı karışan ve bu karışmanın neticesinde
doğru ile yanlışı ayırabilme melekesini yitiren modernistler Kur’an’ın müşahhas beyânlarının tarih
üstü duruşlarını idrak edememektedirler.
Modernistlerle Sünnet ve Cemaat anlayışına sahip
âlimlerin vahyin nasıllığı hakkında zıt kanaatlere sahip olmalarının temelinde, Allah Teâlâ’nın varlığının
farklı tasavvur edilişi vardır. Sünnet ve Cemaat alimlerine göre nasıl Onun varlığında hiçbir şeyin zamansal ve mekansal bir boyutu yoksa; vahyinin, hitabının
kuşatıcılığının da zamansal ve mekansal bir boyutu
yoktur. Fakat Ebû Zeyd’in tasavvurunda vahiy, kültürden etkilenerek teşekkül ettiğinden onda insanilik
vardır. İnsan da zaman ve mekanla sınırlı olduğuna
göre, onun kültürünün ürünü olan vahiy de insani
özellikleri taşır ve dolayısıyla o da zaman ve mekanla
sınırlıdır.
Hz. Adem’den (a.s.) Efendimiz’e kadar uzanan
süreçte var olan Rasûllerle alakalı kıssaların Kur’an-ı
Kerîm’de zikredilmesi, ilahi hitabın zamansal ve mekansal bir sınırının olmadığını gösterir. Kıssalardaki
müşahhas olaylar ve onların ilk muhatapları değişse
bile vahiy vasıtasıyla iletilen ilahi hakikat değişme154
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
mektedir. Çünkü tarihî ve ictimaî yönü olan beyânlar
her ne kadar müşahhas görünse bile gerçekte bunlar
geçmişte olmuş ve gelecekte de olacak tekrarlanır hakikatlerdir. Yeme, içme gibi insan varlığının ikame ve
idamesi için gerekli olan, bundan dolayı da sürekli
tekrarlanan öğeler gibidirler. Bu yüzden geçmiş peygamberlerin kıssaları bugünün müminine de hitap
etmektedir.
Kur’an Değişmeden Değiştirir
Allah’ın Teâlâ Cibril (a.s.) vasıtasıyla, Rasûlüllah’a
indirdiği205 Kur’an, hayata müdahildir ve şekillenmek/teşekkül için değil, şekil vermek/teşkil için gelmiştir. “Etkin tarih” içinde teşekkül eden vahiy tasavvurunda, ilm-i ilahînin muattal addedilmesi, insan
bilgisinin ilm-i ilahîden üstün kabul edilmesi vardır.
Halbuki Onun ilmi her şeyi kuşatır. Bugün için ne ifade ediyorsa yarın da onu ifade eder. O daima ve kesintisiz etkindir.206 Her an bir etkinlikte bulunur.207
Bu çerçevede cahiliye devri hukukuyla İslâm hukukunun münasebetini yanlış okuyup çarpık yorumlayanlara ise şunu söylemek gerekir: Allah Teâlâ,
belli aralıklarla fakat sürekli olarak yeryüzüne müdahale etmiştir. Bu müdahalelerde muhataplar farklı
olmakla birlikte, özde insanların ortak buluşma nok205
Şu’ara: 192-194.
206
Hûd: 107, Burûc: 16.
Rahman: 29.
207
155
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
taları ve hayati ihtiyâçları gözetilmiştir. Bundan dolayı bütün dinlerin genel adı İslâm, bağlılarının ise
müslümandır. İlahî, evrensel ve hâlidî olma özelliğine sahip bu müdahalenin son halkasında ise İslâm
vardır.
Tarihî olmayı aşan, muayyen bir coğrafya ve muayyen bir topluma sığmayan evrensel İslâmî kültür,
nebevilik özelliği ile muharref bir sûrette cahiliye devrinde de yaşamakta idi. Bu yüzden, Arapların hayatında önceki peygamberlerin şeriatlarından belirgin izler
vardı. Kur’an-ı Kerîm, ibka, ihya, ilga ve inşa ameliyeleri ile hayatı yeniden düzenledi. Yani bünyesinde
bir çok yanlışla birlikte evrensel ve nebevi kültürün
de kodlarını taşıyan hayatı, öz-posa ayrımına tabi tuttu. Doğruları alıp yanlışları küfür fideliğine iade etti.
Eğer Ebû Zeyd’in Kur’an’ın kültür içinde teşekkül ettiği hezeyanı doğru olsaydı Arap müşrikler Kur’an’dan
hoşnut olurlardı. Halbuki onlar, Kur’an’ı kendi kültürlerinin ortadan kaldırıcısı olarak görüyorlar ve onun
ilerleyişine mani olabilmek için küfür geleneklerine
(atalar dini) bağlı kalmada ısrar ediyorlardı.208
Bütün gerçekler ayın on dördü gibi zahirken, oryantalizmin buyurgan aklıyla Kur’an’a saldırmanın
neresinde iyi niyet olabilir ki, modernizmi bütün
mevcudiyetiyle küfür fideliğine isnat eden ulemâ taassupla itham edilmektedir?
Kur’an’ı murad-ı ilahi çerçevesinde anlayabilmek
208
Bakara: 170, Mâide: 104.
156
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
için,mutaassıb olarak itham edilen ulemânın perspektifine sahip olmak gerekir. Ancak bu perspektife
sahip olanlar, Kur’an-ı Kerîm’deki bazı hükümlerin
niçin 7. asrın hakim kültürüyle kısmen örtüştüğünü
kolayca idrak edebilecek; bu örtüşmenin, Kur’an’ın insanîlîğine değil, ilahî ve hâlidî oluşuna işaret ettiğini
görecektir.Nitekim Kur’an’ın nâzil olduğu dönemde
Hicaz’da hala Hz. İbrahim’ den (a.s.) kalma hatıralar
yaşıyordu. Örneğin -her peygamber gibi- Hz. İbrahim’in (a.s.) kaynağı da vahiydi, Peygamberimizin
kaynağı da vahiy olduğuna göre hac gibi insanın kulluğunu amaçlayan bir ibadette iki peygamberin Şeriatının birbirine benzemeleri, vahyin zarfında olan hâlidîliğin bir gereğidir. Bütün bunlardan sonra İslâm’ın
haccı ya da başka bir ibadeti belli değişikliklerle kabul
etmesini kültürden etkilenme olarak değerlendirmek
mümkün müdür!?
“Şey” olma özelliğine sahip her şey görsel ve
kuramsal yönünü vahye borçludur. Eğer Allah Teâlâ
Peygamberlerini göndermemiş olsaydı, insanlar
değil medeniyetin en büyük icadı olan tekerleği
bulmak, yemek yemek için ağızlarının yolunu bile
bulamazlardı. Bu kıyastan hareketle; medeniyetin
kaynağına inersek orada vahyi görürüz. Cemiyete
hakim olan hurafeler ise vahiy doğrusuna bakılarak
oluşturulan yanlışlardır. Hz. İbrahim’den, Hz.
İsa’dan kalan sünnetlerin sahîhlerinin Kur’an’ın
münderecatında yer almaları Kur’an’ın vahiy olduğunu
157
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
tasdik eder. Çünkü bütün peygamberler Allah’ın
Rasûlleriydi ve evrensel hakikatleri tebliğ ediyorlardı.
Dolayısıyla temelde söylediklerinin aynı olması bir
zorunluluktur. Bütün bunlardan sonra Nasr Hamid
Ebû Zeyd’in edilgen Kur’an tasavvurunun ne kadar
sığ ve basit olduğunu söylemek zannediyorum kelam
israfı olur.
Levh-i Mahfûz Gerçeği
Kur’an’ın, şer’î dilin meşhur ifadesi ile “Levh-i
Mahfûz”dan209 yani her şeyin yazıldığı varlık sahifesinden210 Dünya semasına indirilmesi hususunda alimler
arasında ihtilaf yoktur. (İhtilaf, sadece inişin keyfiyeti
hakkındadır211) Zira Kur’an, bizzat Levh-i Mahfûz”dan indiğini ifade etmektedir: ‘Hayır O şerefli bir
Kur’an’dır. Levh-i Mahfûzdadır.212 ‘O, elbette değerli
bir Kur’an’dır. Korunmuş bir kitaptadır.’213 -Fahreddin
Râzî Levh-i Mahfûz ile “Kitab-i Meknûn”un aynı an-
Levh-i Mahfûzla ilgili mütalaalar için bk. Muhammed Ali b.
Muhammed et-Tahânevî, Keşşaf-u İstılâhâti’l-Funûn, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1998, IV, s.70-73.
210
Yasin: 12.
211
Celâluddin Abdurrahman es-Suyûtî, el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’an, Kahraman Yay., İstanbul, 1978, I, 53; İnişin keyfiyeti
hakkında bk. Bedruddîn Muhammed b. Abdillah ez-Zerkeşî,
el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’an, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût,
2001, I, s.289 vd.
212
Bürûc: 21-22.
213
Vâkıa: 77-78.
209
158
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
lama geldiğini söylemektedir.-214 Melek işte o “Levh-i
Mahfûz’dan” aldığı ayetleri Allah Rasûlü’ne
indir215
miştir. Bütün bu ayetler ortada dururken Kur’an’ın
Levh-i Mahfûz’da önceden var olduğunu inkar etmek
ancak Kur’an-ı Kerîm’in şu ayetiyle ifade edilebilir:
(Ey Muhammed!) “De ki: ‘Siz Allah’a dininizi mi öğretiyorsunuz? Oysa Allah, göklerdeki ve yerdeki her
şeyi bilir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.’216
Ayetlerin İniş Sebepleri
Kur’an’ın olgu ve kültür içinde şekillendiğini217
iddia eden Ebû Zeyd, esbâb-ı nüzûlü (bazı ayetlerin
sebeplere bağlı olarak inişini) tarihsel çıkarımlarına referans yapabilmek için genel kabullerin dışında izafî bir takım mütalaalarda bulunur. Söz konusu
mütalaaları ilmi hakikatlerle çelişince o hakikatlerin
tedvin, terkip ve tahlil ameliyelerinin mimarı olan
alimlere yüklenir.Onları, Kur’an’ı anlayamamakla,
ayetlerin iniş sebebleriyle ilgili rivayetler hakkında
sağlıklı yorum yapamamakla, bu yüzden rivayetler
arasında kurgusal varsayımlarda bulunamamakla itham eder.218 Bu bağlamda tefsîr literatüründe, ayetlerin sebebi nüzûlleriyle alakalı genel kabullerden olan
Fahruddin Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye,
Beyrût, 1990, 31, s.114.
215
Râzî, a.g.e., 29, s.168.
216
Hucurât: 16.
217
Ebû Zeyd, a.g.e., s.102.
218
Ebû Zeyd, a.g.e., s.121.
214
159
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
“ayetin inişinin önce, hükmün sora; hükmün önce,
ayetin inişinin sonra olması”na itiraz eder.219
Ulemânın ayetlerin iniş sebepleriyle (esbâb-ı
nüzûl) alakalı mütalaalarının (ki biz burada sadece
ayetin önce inip hükmün sonra gelmesini inceleyeceğiz) kendi dünyasında yanlışlığına hükmeden yazar,
hükmüne gerekçe olarak şunları göstermektedir:
1. Ayetlerdeki şer’î anlamla lügavî anlam arasında
ayrım yapılamamıştır.
2. Ayetin iniş sebebiyle alakalı reddi mümkün olmayan bir rivayetin mevcut olması doğru hükme
ulaşmaya engel olmuştur.
3. Ayetlerin iniş sebepleri birbirine karıştırılmış220
tır.
Ebû Zeyd’in söz konusu iddialarına cevap vermeden önce merâmının ne olduğunun anlaşılması için
Kur’an-ı Kerîm’le alakalı genel kanaatini tekrar hatırlamak gerekir. O, Kur’an’ı Hicaz kültürünün etkisiyle şekillenen bir kitap olarak gördüğünden Onun
ezelîliğine işaret eden ‘Levh-i Mahfûz’ gerçeğini inkar
etmektedir. Çünkü, ‘Levh-i Mahfûz’da öncesi olan
bir Kur’an’ın Hicaz kültürü içerisinde teşekkül ettiğini söylemek imkansızdır. Bu bağlamda Ebû Zeyd’in
“ayetin Mekke’de inip, hükmünün Medine’de gelmesi
durumu”na itiraz etmesi, söz konusu kanaatini desteklemeye matuftur.
219
220
Ebû Zeyd, a.g.e., s.121.
Ebû Zeyd, a.g.e., s. 121-126.
160
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Yazarın ayetlerin iniş sebeplerini gerçek hikmetinden tecrit ederek ayet-olgu kurgusunda açıklamasına
bizzat Kur’an, kendi varoluş gerçeğiyle karşı koymaktadır. Şayet iddia edildiği gibi olgular ayetlerin oluşumunda amil olsalardı bir ayet indikten yıllar sonra
onun hükmü gelir miydi? Ebû Zeyd bu nevi Nüzûlü
gerçekçi bulmadığından değil, zihinsel çıkarımlarına
mani gördüğünden -bir takım zorlama tevillerle- karşı çıkmaktadır.
Yazar, Kur’an-ı Kerîm’in her insanın idrak seviyesine farklı bir anlam yoğunluğu içerisinde hitap ettiğini
göz ardı ederek, ulemânın ayetlerin tefsîriyle alakalı
farklı mütalalarını, onların cehaletiyle açıklamaktadır. Gerçek olan şudur ki, Efendimiz zamanında
bile ayetler Ashâbın idrak düzeyine göre farklı anlaşılmıştır. Örneğin Hz. Ömer Ashâb’a “Nasr Sûresi” hakkında ne düşündüklerini sorunca; Ashâb, “Bu
sûre yardım ve fetih hakkımızda müyesser olunca Cenab-ı Hakk’a hamd ve istiğfar etmemizi emrediyor!”
şeklinde cevap verir. Abdullah b. Abbas ise bu sûredeki fetihten maksadın Allah Rasûlü’nün eceli olduğunu, Cenab-ı Hakkın Ona bu sûre ile ecelini haber
verdiğini söyler. Hz. Ömer de İbn Abbas’ın tefsîrine
katılır.221 Naklettiğimiz olay bir Kur’an gerçeğidir. Bu
konuda büyük kelam ve tefsîr alimi mutasavvıf Sehl
b. Abdillah et-Tusterî (v.283/896) şunları söylemekteEbu’l-Fidâ İsmâ’îl İbn-u Kesîr, Muhtasar-u Tefsîr-i İbn-i Kesîr,
Dâru’l-Kur’anî’l-Kerîm, Beyrût, 1399, III, s.687.
221
161
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
dir: Kişi Kur’an’ın her bir harfine karşılık bin anlam
verse yine de Allah Teâlâ’nın Kur’an’ın bir ayetine yüklediği manaların sonuna ulaşamaz. Çünkü O, Allah
Teâlâ’nın kelâmıdır. Kelâmı ise O’nun sıfatıdır. Allah
Teâlâ için bir sonluluk söz konusu olmadığı gibi aynı
şekilde O’nun kelamını anlamanın da sonu yoktur.
Herkes Allah’ın -kendi adına- takdir ettiği pay kadar
Kur’an’ı anlar. Allah Teâlâ’nın kelamı mahluk değildir.
Dolayısıyla yaratılmışların idraki O’nu anlamanın nihayetine erişemez.’222
Beşerî metinler bile, insanların anlama seviyelerinin farklılığına nisbetle zengin bir anlam içeriğine sahip olurlar. İnsan farklı kitaplar okuyup irfani açıdan
zenginleştikçe aynı metin üzerindeki yeni okuyuşlarının bahşedeceği anlamlar da zenginleşir. Yani eserler
durdukları yerde muhataplarının idrak seviyelerine
göre zenginleşirler. Tıpkı her çıkılan yeni bir basamağın insana daha geniş bir alanı ihata etme gücünü
vermesi gibi.
Beşerî metinlerin doğasında dahi bulunan bu anlam zenginliğinin Kur’anda var olmasını Ebû Zeyd’in
idrak edememesi ya da bunu Kur’an’a çok görmesi
doğrusu anlaşılabilir değildir.
Bu tesbitten sonra, ayetin önce, hükmün ise sonra
indiği gerçeğini, Ebû Zeyd’in ulemânın şer’î anlamla
lügavî anlamı birbirine karıştırması olarak nitelemesini ve Kur’an’ı anlayamamalarının birinci gerekçesi
222
Zerkeşî, a.g.e., I, s.29-30.
162
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
olarak göstermesini değerlendireceğiz.
Şer’î Anlamla Lügavî Anlamın Birbirine Karıştırılması
Fukaha Kur’an ve Sünnette anlatılanın doğru anlaşılabilmesi, sapık anlama ameliyelerinin ise dışlanabilmesi için çeşitli formüller geliştirmişlerdir. Bu
formülleri tanımadan onları şer’î anlamla lügavî
anlamı birbirine karıştırmakla itham etmek, ortalık malumatının yüksek sesle tekrarından ibarettir.
Fukaha, şer’î bir nassın anlaşılabilmesi için öncelikli
olarak harici bir delile muhtaç olup olmamasını dikkate alıp nassı; delaleti açık olan ve olmayan olmak
üzere ikiye ayırmıştır. Bu bağlamda nasstan kastedilen anlam ancak şer’î bir nakille anlaşılabiliyorsa
böyle bir özelliğe sahib nassı da “delaleti açık olmayan” üst başlığında, ‘mücmel’ adı altında incelemişlerdir. Binaenaleyh lügatte farklı anlamlarda kullanılan ‘salat/namaz’, ‘zekât’, ‘sıyam/oruç’, ‘hac’, ‘riba/faiz’
gibi kavramları Kur’an ve Sünnet’in kastettiği şer’î
anlamlar çerçevesinde mütalaa etmişlerdir.223
Kur’an ve Sünnet’teki mevcut bir kavramın lügavî
bir anlamda anlaşılıp anlaşılmaması ancak mevcut
Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed b. Ebi Sehl, Usûl, (tah.
Ebu’l-Vefa el-Afganî), Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1993,
I, s.168; Sa’düddin Mes’ud b. Ömer b. Abdillah Taftâzânî, Şerhu’t-Telvîh ala’t-Tavzîh, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1996,
s.128-129; Vehbe Zuhaylî, Usûlu’l-Fıkhi’l-İslâmî, Dâru’l-Fikr,
Beyrût, 1998, I, s.240-241.
223
163
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
bir nassla mümkün olur. Ortada nassın lügavi anlamının dışında şer’î bir anlamının olduğuna işaret
eden bir rivayet mevcut ise bu durumda akli bir takım nazariyelerde bulunmak caiz değildir. Rivayet
neyi, nasıl emrediyorsa kelimeyi emredilen anlam
muvacehesinde lügavî anlamından şer’î anlamına
taşımak bir zorunluluktur. Buna göre, Allah Rasûlü
bizzat fiilî ve sözlü Sünnetiyle ‘salât/namaz’ kelimesinin lügavî karşılığı olan dua yerine değil de,
bilinen rükünlerden ibaret olan ibadet sûretinde
anlaşılıp uygulanmasını emredince, salât kelimesinin namazın dışında başka bir anlam muvacehesinde değerlendirme imkan ve meşruiyeti de ortadan
kalkmış oldu.224
Görüldüğü gibi ulemâ meseleyi en ince ayrıntısına
varıncaya kadar tahlil edip belli bir disiplin dahilinde
değerlendirmiştir. Bütün bu gerçekler aşikarken onları şer’î anlamla lügavî anlamı birbirine karıştırmakla itham etmek insaflı bir bakış açısı değildir. Ulemâ,
Ebû Zeyd’in örnek olarak gösterdiği -ve maalesef doğru idrak edemediği- ayetlerin anlaşılması noktasında
bir takım tasarruflarda bulunurken bunu o husustaki
amir rivayetler gereği yapmışlardır.
Ebû Zeyd’in lügavî anlamla şer’î anlamın ayırt
edilememesine örnek gösterdiği “Arınan ve Rabbinin adını anıp, namaz kılan kimse mutlaka kurtuluşa
Abdulvahhâb Hallâf, İlmu Usûli’l-Fıkh, Lübnan, 1940, 140;
Zuhaylî, a.g.e., I, 322, 341.
224
164
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
erer.” ayetindeki ‘tezekkâ’ kelimesinin anlamı, iddia
edildiği gibi karıştırılmamış bilakis yukarıda da ifade edildiği gibi Kur’an’ın zengin anlam potansiyelinde
mevcut rivayetler dikkate alınarak tefsîr edilmiştir.
Ebû Zeyd, Kur’an’ın bu zengin anlam gerçeğini görmezden gelen kafasındaki doğrulara Kur’an gerçeğini
uydurabilmek için diyor ki: “Bu ayet Mekkî olmasına
rağmen ulemâ tarafından zekat hakkında bir nass olarak kabul edilmiştir.”225 Halbuki Mekke’de ne bayram,
ne zekat, ne de oruç vardı.
Zerkeşî226 ve Suyûtî227 ‘tezekkâ’ kelimesinin geçtiği bu ayeti, ayetin önce, hükmün sonra inmesine
örnek olarak gösterirler. Zira Beyhakî (v.458/1066),
İbn Ömer’e
isnaden rivayet ettiği hadîste ayetin ‘fıtr sadakası’ hakkında indiğini söylemektedir.
İmam Beğavî (v.516/1117) de konuya, “Beled süresi”nin ilk iki ayetini örnek gösterip, ‘ayetin önce,
hükmün sonra’ geldiğini söyleyerek katkıda bulunur.228 Çünkü ne Beğavî, ne Zerkeşî ne de Suyûtî’nin
zihninde “Kur’an’ın Hicaz kültürünün etkisi
altında şekillendiği, dolayısıyla Kelâm-i İlahînin
ezeliliğine işaret eden Levh-i Mahfûz gerçeğinin
inkar edilmesinin kültür içinde şekillenen bir Kur’an
için gerekliliği” gibi bir ön yargı vardı. Dolayısıyla
Ebû Zeyd, a.g.e., s.121.
Zerkeşî, a.g.e., I, s.58.
227
Suyûtî, a.g.e., I, s.48.
228
Zerkeşî, a.g.e., I, s.58; Suyûtî, a.g.e., I, s.48.
225
226
165
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
onlar hâdisenin tek doğru değerlendirme yolunu
seçip Allah ve Rasûlü’nden rivayet edilen nakillere
müracaat etmişlerdir.
“Tezekkâ” kelimesi mevcut rivayetler ve o rivayetleri değerlendirme usûlu çerçevesinde zekat veren
olarak anlaşılacağı gibi, Kur’an’ın zengin anlam örgüsü içerisinde arınan olarak da anlaşılabilir. Ayeti iki
yönlü anlamak lügavî anlamla şer’î anlamı birbirine
karıştırmak değil, bilakis anlaşılması gerektiği gibi
anlamaktır.229
Ayette geçen ‘tezekka’ kelimesinin lügavî anlamının yanı sıra şer’î anlamıyla da anlaşılabileceğine dair
İbnu’l-Kassâr şunları söylemektedir: “Allah Teâlâ
namaz, zekat ve diğer şer’î hükümleri farz kılıncaya
kadar Rasûlü’ne olan vaadini gerçekleştireceğini,
dinini ikame edeceğini ve üstün kılacağını ifade etmek için Mekke’ de inen sûrelerde açık ya da üstü
kapalı bir şekilde zekatı -ki tartışmasız olarak Medine’de alınmıştır- çokça zikretmiştir.”230 İbnu’l-Kassâr
Mekke’de inen şu ayetleri, görüşüne şahit olarak göstermektedir: “Hasat edildiği gün hakkını verin.”231
Ayetin lügavi ve şer’î anlamlarının sihhat ve referansları için
bk. Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Câmi’u
li Ahkâmi’l-Kur’an, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 2000, XX,
s.16; Râzî, a.g.e., XXXI, s.133; Şihabuddin Muhammed Alûsî,
Ruhu’l-Me’ânî, Dâr-u İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrût, 1985, XXX,
s.109-110.
230
Suyûtî, a.g.e., I, s.49.
231
En’âm: 141.
229
166
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
“Namazı kılın zekatı verin.”232
Rivayetler Arasındaki Çelişkinin Fark Edilememesi
Tarihselcilik anlayışına meşruiyet kazandırabilmek için Levh-i Mahfûz hakikatini inkar edip, ayetleri Arap örf ve adetlerinin gölgesinde şekillenen bir
metin konumuna indirgeyen Ebû Zeyd’e göre, ulemânın ayetleri yanlış anlamasının ikinci nedeni, “Ashâb
ya da Tabiîne nisbeti sebebiyle ulemânın reddedemediği bir rivayette, ayete dair bir yorumun yer alması
ve yorumun da ayetin Medenî (Medinede inen) olduğunu ifade etmesi”dir. Bu durumda ulemâ çelişkiyi
giderebilmek için, ayetin hükmünün metninden sonraya kaldığını ifade etmekten başka bir çözüm bulamamaktadır.233
Ebû Zeyd, bu husustaki en sahîh rivayetleri kendi
düşüncesine kurban etmektedir. Ona göre, rivayetin
tefsîr disiplini içerisinde meşru olması ya da Kur’an’ın
ruhuna muvafık düşmesi hiçbir önem arz etmez. Kendisini adeta Kur’an ilmlerinin “la yus’el/hesap sorulmaz” musahhihi gören Ebû Zeyd, Kur’an’ın Kelam-ı
İlahî olduğuna işaret eden kanıtları ortadan kaldırma
gayreti içerisindedir. Şimdi onun bu çerçevede değerlendirip ciddi hiçbir gerekçe göstermeden karşı çıktığı
rivayetlere bakalım:
232
233
Müzzemmil: 20.
Ebû Zeyd, a.g.e., s.123.
167
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Hz. Aişe, İkrime, İbn Ömer ve alimlerden bir grup
“Kimin sözü Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve ben
Müslümanlardanım diyenden daha iyi olabilir?”234
ayeti Mekkî olduğu halde, müezzinler hakkında inmiştir noktasında görüş beyân etmektedirler. Halbuki
ezan Medine’de meşru kılınmıştır.235
Ashâb, Kur’an’ın gelişine Cibril’in vahyi takdim
edişine, Allah Rasûlü’nün onu eb’âd-ı selâsesi ile
tefsîr edişine, hayata tatbik edişine şahit oldu. Dolayısıyla onların Kur’an hakkındaki rivayetlerini dikkate
almadan yapılan bir tefsîr sahîh referansları tükettiğinden doğruluk değeri taşımayacaktır. Kaldı ki Ebû
Zeyd’in naklettiği gibi sadece Hz. Aişe değil diğer sahabîlerin de katılımıyla rivayet edilen ayetin iniş sebebi ortada iken bir müfessir bu rivayet yokmuş gibi
davranıp Kur’an’ı tefsîr edemez. Böyle bir hakkı yoktur. Ancak şunu yapabilir, şayet bir ayetin iki tane iniş
sebebi var ya da bir ayet iki farklı zamanda indiyse bu
konudaki mülahazaları dikkate alarak farklı mütalaalarda bulunabilir. Ya da iniş sebebi tek ise “sebebi has/
özel,hükmü amm/genel” kaidesinden hareketle ayete
genel bir çerçeve çizebilir. Yukarıdaki mülahazalar
çerçevesinde ayetin indiği zaman ve mekanla ilgili
rivayetlere baktığımızda karşımıza şunlar çıkmaktadır: Hasan, Mukatil ve bir grub müfessir “ayetin Allah
Teâlâ’yı birlemeye davet eden herkesi kapsadığını yani
234
235
Fussilet: 33.
Suyûtî, a.g.e., I, s.49.
168
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
anlamın umumi bir muhtevaya sahip olduğunu söylemektedir. İbn Abbas’tan, sadece Allah Rasûlü’ne
has olduğuna dair bir rivayet vardır. Aişe, Kays b. Ebi
Hazm, İkrime ve Mücahit ise ayetin müezzinler hakkında indiğini söylemektedir.236 Ayet’e, Kur’an’ın Allah
Teâlâ’nın ezeli kelamı oluşu zaviyesinden bakıldığında, ayet hakkındaki farklı mütalaaların Kelâm-ı İlahînin i’câz ve îcazının bir gereği olduğu görülecektir.
Ayetin Mekkî olduğuna dair mevcut rivayet Allah Teâlâ’nın ezeli ilmine işaret etmektedir. Gelecekte İslâm cemiyetinin bünyesindeki duruşların
ve vazifelerin nasıl olacağı ifade edilerek Mekke’de
henüz kendilerini korumaktan aciz olan mustazaf
ruhlara diriliş aşısı yapılmaktadır. Onlara, gün gelip Medine’de müezzinlerin insanları İslâm’a açıkca
davet edecekleri müjdelenmektedir. Hâdiseye Allah
Teâlâ’nın olmuş ya da olacak her şeyi önceden bilip
takdir etmesi açısından bakıldığında görülecektir ki
ortada hiç bir müşkil yoktur. Fakat yazar Kur’an-ı
Kerîm’i Levh-i Mahfûz gerçeğinden soyutlayıp 7.
yüzyıl Arap yarımadasına hapsetmek istediğinden
Kur’an’ın hakikatini kendine göre yorumluyor. Zira
bazı ayetlerin önce, sebeplerin sonra gelmesi Kur’an-ı
Kerîm’in Arap örf ve adetlerinden etkilenmediği, bilakis onları iptal, ilga, ibka ve ıslah ameliyesine tabi
tuttuğunu gösteriyor. Hakikatte hâdise Kur’an’ın bir
i’cazıdır. Bundan ancak Kur’an’ın muarızları rahatsız
236
Ebû Hayyân, a.g.e., VII, s.475.
169
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
olur. Görüldüğü gibi gerçek, birtakım zorlama tevillere imkan vermeyecek kadar açıktır.
Ayetlerin İniş Sebeplerinin Ayırdedilememesi
Ebû Zeyd’e göre, âlimlerin ayetleri sebeb-i nüzûl
bağlamında yanlış anlamalarının üçüncü nedeni, her hangi bir ayetin iniş sebebi ile, söz konusu
ayetin tanıklığına müracaat edilen bir başka bağlamı birbirine karıştırmaktır. Bu durumda ravî, ayetin sebebinden önce indiği zannına kapılır. Daha
sonraki dönemde de bir başka alim gelir bu önceki
zanna bağlı olarak, ayetin metninin hükmünden ve
sebebinden önce inmiş olabileceğini düşünür. Ebû
Zeyd iddiasına Suyûtî’nin Hz. Ömer’den naklettiği şu haberi örnek gösterir. Hz. Ömer anlatıyor:
“O topluluk yakında yenilecek ve arkalarına dönüp
kaçacaklar.”237 ayeti inince, kendi kendime “Bu hangi
topluluktur?” diye sordum. Ne zaman ki Bedir günü
geldi, Kureyş hezimete uğradı; savaş ortamında Hz.
Rasûlüllah’a baktım düşmanların ardı sıra kılıcını çekmiş olduğu halde şöyle diyordu: ‘O topluluk
yakında yenilecek ve arkalarına dönüp kaçacaklar.’
Anladım ki, ayetin Nüzûl sebebi Bedir günüdür.238
Ebû Zeyd, ayetin bir ihbar değil Mekkelilere yönelik bir tehdit içerdiğini söylemektedir.239 Çünkü Ebû
Kamer: 45.
Suyûtî, a.g.e., I, s.48.
239
Ebû Zeyd, a.g.e., s.124-125.
237
238
170
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Zeyd’in tasavvur ettiği Kur’an’ın Hicaz yarım adasına
hapsedilmesi zorunluluğu vardır. Bu yolla Onun
zaman ve mekan üstü oluşuna işaret eden bütün
deliller ortadan kaldırılacaktır.
Ebû Zeyd’in ayetlerin bağlamlarını birbirine karıştırmakla itham ettiği Hz. Ömer , Mekke dönemi dahil Allah Rasûlü ile birlikte yaşayan, vahyin
gelişine şahit olan, müellefe-i kulûb, sevad-ı Irak,
sirkat haddinin adem-i tatbîki gibi konularda yaptığı ictihatlarla Kur’an’a etraflı bir şekilde vâkıf olan
bir sahabi, ondan öte müctehit bir devlet başkanıdır.
Hal böyle iken Hz. Ömer’in başını çektiği Ashâb,
ayetin iniş sebebini, kastedilen topluluğun kimler olduğunu merak ediyor, öyle ki bu merakları elindeki
kılıcıyla Mekkelilerin üzerine bu ayeti okuyarak yürüyen Cenab-ı Peygamber Efendimiz’i görünceye
kadar devam ediyor. Onlar ayetin Mekkelilere yönelik bir tehdit olduğunu anlayamıyor. Fakat, Kur’an’ı
ancak onların haberlerine göre doğru anlama şansına sahip olabilen Ebû Zeyd buna muvaffak oluyor! Ne var ki o, Ashâbı referans kabul etmek şöyle
dursun mağruriyetinin kanatları altına sığınıp onları cehaletle itham ediyor. Ebû Zeyd’in hakikati karıştırmakla itham ettiği Hz. Ömer’in allâme oğlu
Abdullah, Ebû Zeyd sûretindeki mağrurların çöküşünü anlatan “Ey insan! Cömert Rabbine karşı seni
ne aldattı?”240 ayetindeki kıyâmet sorgusunu tefsîr
240
İnfitâr: 6.
171
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
ederken buyuruyorlar ki: “Vallahi onu mağrur eden
şey cehalettir.”241 Ebû Zeyd’in Kur’an’a karşı olan bu
duruşunu küfrün dışında karşılayabilecek tek kelime
de cehalettir.
Ebû Zeyd’in tanımlamaya çalıştığı kitap, Allah
Rasûlüne inen Kur’an’la örtüşmediğinden haliyle o,
Kur’an üzerine yazılan eserlerde kendi düşüncesinin
kanıtlarını bulamıyor. Bu yüzden ulûm-u kur’an müelliflerini Kur’an’ı anlayamamakla itham ederek hem
kendi düşüncesine meşruiyet kazandırıyor hem de
onları cezalandırıyor!
Kur’an’ın Tedricen İnmesi
Müşrikler, Kur’an’ın tedricen indirilmesini kendi
küfür mantıkları çerçevesinde kavrayamıyor, önceki
kitaplar gibi birden indirilmesini talep ediyorlardı.
Onların bu suallerinin cevabını bizzat Kur’an uhdesine almıştır: “Biz Kur’an’la senin kalbini pekiştirmek
için onu böyle kısım kısım indirdik ve onu ağır ağır
okuduk.”242
Zerkeşî, Suyûtî başta olmak üzere ulûm-u kur’an
üzerine eser telif eden müellifler bu ayeti tefsîr sadedinde şunları söylemektedirler. Kur’an’ın tedricen
indirilişinin asıl hikmeti Allah Rasûlü’nün kalbini
kuvvetlendirmektir. Zira her hâdise karşısında yeni
bir vahyin gelmesi, peygamberin kalbinin güçlenme241
İbn Kesîr, a.g.e., III, s.610.
242
Furkân: 32.
172
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
sine ve kendisine yardım edilmesine işaret eder. Aynı
zamanda bu, vahiy meleğinin ona daha çok gelmesini
hem kendisine hem de Cenab-ı Hakk’tan gelen risâlet görevine dair olan vaadin yenilenmesini gerektirir.
Neticede Peygamberde kelimelerin ifadede yetersiz
kaldığı bir sürur oluşur.243
Ebû Zeyd’e göre, ulemâ Kur’an’ın tedricen inişinin
hikmetini kavrayamamıştır. Çünkü Kur’an’ın tedricen
inişinin sebebi Onu yalnızca Allah Rasûlü’nün kavraması değildir. Diğer muhatapların idrak etmesi de
bunda etkilidir. Mesele bu minval üzere açıklanması
gerekirken ulemâ tedriciliğin hikmetini sadece Allah
Rasûlü’ne tahsis etmiştir.244
Bu ifadelerin sahibini, her şeyden önce okuduklarını kendisine izah edecek birisiyle çalışmaya ikna
etmek gerekmektedir. Zira, kendisinin de naklettiği
ayette Cenab-ı Hakk Kur’an’ı tedricen gönderişini -Allah Rasûlü’ne hitaben- “bununla senin kalbini kuvvetlendirmek” için diye açıklamaktadır. Dolayısıyla
vahyin ilk muhatabı olan Hz.Peygamber’in konumunun dikkate alınması ulemâya değil Allah Teâlâ’ya
ait bir beyândır. Ebû Zeyd’in merak ettiği ayırımın gerekçesi görüldüğü gibi bizzat Kur’an’ın kendisidir.
Diğer insanların doğru anlaması Efendimiz’in
anlamasına bağlı olduğundan vahyin anlaşılması
noktasında önemli olan Peygamberin doğru anlama243
244
ez-Zerkeşî, a.g.e., I, s.292-293; Suyûtî, a.g.e., I, s.56.
Ebû Zeyd, a.g.e., s.127-129.
173
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
sıdır. Çünkü O, hem Kur’an’ın ilk muhatabı hem de
açıklayıcısıdır.245 Bu yüzden Cenab-ı Hak O’nun anlamasını öncelemiştir. Kaldı ki mesele Ebû Zeyd’in
iddia ettiği gibi değildir. Zerkeşî ve Suyûtî dışında
ulûm-u kur’an’la ilgili eser telif edenler ayetlerin tedricen indirilişleri ile alakalı -Ebû Zeyd gibi iki değiltam altı yöne/hikmete dikkat çekmişlerdir. O hikmetlerden biri de Allah Rasûlü dışındaki muhatabların
Kur’an’ı ezberleme ve anlamalarını kolaylaştırmaktır.246 Yani, yazarın iddia ettiği gibi ulemâ meselenin
bu yönünden gafil değildir. Gerçekte gafil olanlar onların eserlerini okuyup yanlış anlayan ya da eserlerini
okumadan hüküm verenlerdir. Zerkeşî ve Suyûtî’nin
Allah Rasûlü’ne vurgu yapmaları ise, Kur’anî yönlendirmeden247 kaynaklanmaktadır.
Nesh Tarihselci Anlayışı Tekzip Eder
Ebû Zeyd, sonradan gelen ayetlerin öncekilerin
hükmünü ortadan kaldırması anlamına gelen neshin
Kur’an’ın Levh-i Mahfûz gerçeğiyle çeliştiğini iddia
etmektedir. Ona göre nesh, Kur’an’ın kültür içinde
teşekkül ettiğine işaret eder. Toplumsal değişmeye
paralel olarak Kur’an’ın değiştiğini gösterir.
Gerçekte ise nesh, Kur’an’ı, İlm-i İlahi’nin ezeli
Nahl: 44.
Kur’an’ın tedricen inişinin diğer hikmetleri için bk. Muhammed Ali Sâbûnî, et-Tibyân fî Ulûmi’l-Kur’an, Alemu’l-Kutub,
Beyrût, ty., s.35-44.
247
Nahl: 44.
245
246
174
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
duruşundan ayırmaz. Zira ayetlerin nesh edilişleriyle değişen İlm-i İlahi değil, Hitab-ı İlahidir.248 İlmi
İlahi, İslâm ümmetinin toplumsal gelişimini dikkate alarak, -önceden takdir edildiği üzere- Hitab-ı
İlahide değişiklikte bulunur. Bu yüzden ümmetin,
çocukluk devresine tekabul eden hükümler, takdir-i
ilahi gereği tekamül devrinde değişmiştir. Tıpkı önceden programlanan müfredat gereği öğrencilere
karşı sunumun değiştirilmesi gibi. Nitekim birinci
sınıfta öğrenciye cümleler hece hece tanıtılırken ileriki sınıflarda bütüncül olarak öğretilir. Aynı şekilde
doktor hastalığın seyir sürecine göre tedavi programında değişikliklerde bulunur. Bazen ilacın dozunu
artırır bazen de tamamen ilacı değiştirir. Muhakkak
ki bunları da hastalığın başındaki takdire göre ayarlar. Eğitim ya da tedavi süreci programsız olmaz da
bütün bir insanlığın eğitimini amaçlayan İlahi Hitap
nasıl programsız olabilir?
İnsan hayatının bütün şubelerinde nesh cârîdir.
İnsan hayatı,ceninle başlayıp sırasıyla çocukluk,
yetişkinlik, gençlik, kühûlet/orta yaş, yaşlılık ve
her(e)im/elden ayaktan düşmek diye isimlendirilen
yedi farklı devreden geçerek ölümle noktalanır. Her
bir devre öncekini nesh eder. Şüphesiz bunlar birer
kanun-u ilahîdir. Varlıkları, İlm-i ezelîde nasıl takdir
edildi ise öyle vuku bulmaktadır.
es-Sâbûnî, Revâiu’l-Beyân Tefsîr-u Âyâti’l-Ahkâm, Dâr-u
İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrût, 1980, II, s.103.
248
175
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Kainatın her zerresinde de nesh vardır. Her ölüm
bir doğumu, her gece bir gündüzü nesh eder. Bunlar
İlmi İlahide ezelde takdir edilmişlerdir. Maslahata
göre Cenab-ı Hak değişiklikte bulunmaktadır. Nesh
edilen şeylerin önceden mevcut oluşlarını inkar etmek, İlmi-i İlahinin şümulunü inkar etmek anlamına
gelir. Nasıl kainat İlmi İlahinin kapsamında önceden
mevcut ise, Kur’an da İlmi İlahide önceden mevcuttur.
Dolayısıyla nesh, Kur’an’ın Levh-i Mahfûz gerçeğini
inkar etmez bilakis her şeyin maslahat çerçevesinde
işlediğini gösterir ki bu da onu teyit eder.
Sonuç
İslâm’ın esası vahiydir. Akıl referans kabul edilerek
onun yenilenmesi yapılamaz. Böyle bir ameliye insan
bilgisine ilahi bilgi üzerinde bir otorite tayin etmek
anlamına gelir. Bu ise, Allah Teâlâ’nın bilgisinin
kuşatıcılığı ve her an faal oluşu ile çelişir.
İslâm’ın tecdidi yalnızca Efendimiz’in yürüdüğü
Sünnet ve Cemaat yolundan sapmalar söz konusu
olduğu durumlarda olabilir. Bu da Kur’an ve Sünnet’in
buyrukları ile onların gösterdiği istikâmette yapılır.
Yani İslâm’ın tecdidi/yenilemesi sahîhin yanlıştan,
Sünnet’in bidatten arındırılması ile yapılan bir öze
dönüş ameliyesi olarak telakki edilmelidir. Ez cümle
tecdit, unutulan İslâmî hakikatlerin yine İslâm’dan
hareketle yeniden ihyasından ibarettir.
Ebû Zeyd’in ulûm-u kur’an’a karşı geliştirdiği yeni176
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
lenme anlayışı ise, bir öze dönüşten öte İslâm’ı aşarak
oluşan bir çağdaşlaşmadır. Çünkü onun yenilenme
anlayışında ne Kur’an, ne Sünnet, ne ulûm-u kur’an,
ne de klasik ictihad anlayışının hakimiyeti vardır. Bilakis onun hedefinde Kur’an’ın bağlayıcılığını, sahîh
sünnetin otoritesini ve ulûm-u kur’an yaklaşımını
kaldırıp onların yokluğu ile oluşacak boşluğa tarihselciliği ikame etmek vardır. Bu yüzden Ebû Zeyd’in
Kur’an’ı yeniden yorumlaması bütünüyle oryantalizme özgüdür.
Ebû Zeyd, oryantalizmin “İslâm, Müslüman toplumların terakkisine mani olmuştur” iddiasına tepki
olarak müslümanların terakkisine mani olan İslâm
değil müslümanların İslâm anlayışıdır diye cevap
veren ve bu cevabın gereği olarak İslâm’ın değişmez
esaslarını dahi değişime tabi tutarak köklü bir yenilenmeden yana tavır koyan Afganî- Abduh- Reşid
Rıza çizgisinin çağdaşlaşma adına yaptığı tahrifatı
yetersiz görerek onları geleneğe hizmet etmekle suçlamaktadır. Çünkü yazar, ilk yenilikçilerden farklı olarak hareketinin esasını oryantalizmle aynileştirmektedir. Tek bir farkla ki oryantalizme aidiyeti olanlar
Müslüman etiketini taşımamaktadırlar. Bu da göstermektedir ki onun yenileşme anlayışı modernizmin en
uç noktasıdır. Uç noktada duruşun bir gereği olarak
hiç yüksünmeden Kur’an’ın kültür içinde teşekkül ettiğini söyleyebilmektedir.
Ebû Zeyd’in kültür içinde teşekkül ettiğini iddia
177
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
ettiği Kur’an’ın evrensel hakikatlerini arşive kaldırabilmek için önerdiği tarihselcilik, Hristiyan merkezli
bir yorum tarzıdır. Uygulanış gayesi ise lafız ve mana
itibarıyla bir çok çelişkileri ihtiva eden İncil’i Aydınlanmacıların saldırılarından kurtarabilmektir. Hristiyanları böyle bir usûlü icat ve icraya İncil’in tabiatı
zorlamıştı. Çünkü muharref haliyle İncil ya Rasyonalizm karşısında bütünüyle çökecek ya da Rasyonelleşecekti. İkinciyi tercih etti ve kendini akla teslim etti.
İslâm’ın böylesi bir sorunu olmadığına göre yapılan
ameliye en basiti ile yanlıştır. Yenilenmesi talep edilen İslâmî gelenek, Batının geleneğinden bütünü ile
farklıdır. Zira Batı geleneğinin esası, tarihî müdahalelerle sürekli form değiştiren ve bu yüzden tarihi bir
vesika hüviyetinde olan İncil’dir. Onun tarihselci bir
anlayışla yorumlanması bir anlamda arındırılması demek olacaktır. İncil tarihsel yoruma tabi tutuldukça
İlahileşecektir. Fakat içinde insan ve kültürün katkısı
olmayan Kur’an ise tarihselci okumaya açıldıkça beşerileştirilecektir.
Vahye dayalı hakikat ve prensiplerin mecmuu olan
İslâmî geleneğin, beşerî karışımlardan arındırılması/
yenilenmesi yine vahiyle mümkündür. İnsan ve kültürel şartlardan kaynaklanan bir yenileme sahîh geleneği sapıklaştırır. Bir başka ifade ile ilahi hakikati
beşerileştirir.
Müctehit İmamlar, İslâm Medeniyetinin esasını
teşkil eden Kur’an ve Sünnet’i, Ashâbın sonraki ku178
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
şaklara aktardığı anlayış usûlu çerçevesinde değerlendirmek sûretiyle tesbit ettikleri tefsîr ve fıkıh usûlleri
vasıtasıyla, İslâm’ın her asırda yenilenmesini yapmışlardır. Meşru bir yenilenme ancak bu usûller çerçevesinde yapılabilir.
***
179
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Yanlış Anlamanın İdeolojik
Arka Planı
İ
nsanlar farklı anlama kabiliyetlerine
sahiptirler. Kimi riyazi meseleleri, kimi
ictimâî hususları, kimi de iktisadî konuları
kolaylıkla idrak edebilir. Herkes farklı bir alanda
mütebahhirdir. Gazzâlî (v.1111) gibi ilgilendiği bütün
ilimleri her yönüyle kavrayan âlimler ilim tarihinin
şâz kahramanlarıdır.
Ademoğlu “anlamaktan aciz olduğunu” anlayınca
büyük oluşlara kapı aralar. Kalbin daralıp zihnin durduğu anlarda bazen bir yerine bin “oluş” zuhûr eder.
Gecenin zifiri karanlığında ayağının üzerini göremeyenler, çakan bir şimşekle kilometrelerce öteye uzanır.
İrfâna ulaşmak bir “mevhibe-i rahmanidir”.
Büyük ruhlu alimlerin dahi bilemeyeceği meseleler
180
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
vardır. Hakikat şu ki,“Her bilenin üzerinde bir bilen”
249
olmuştur. Bütün anlama faaliyetlerinin durduğu bir
nokta var ki orası aklın “Sidre-i Müntehasıdır”. Onu
tanımak anlamanın imkan ve sınırlarını belirler.
Kur’an’ın vahy edilişinin yegâne gayesi anlaşılmaktır. İslâmî ilimler tertip ve tanzim edilirken muhatapların anlaması esas alınmıştır. Bu çerçevede İslâm’ın
erken asırlarından itibaren doğru anlamayı temin
edecek usûller tespit ve telif edilmiştir. Fıkıh, tefsîr
ve hadîs usûlleri bu bağlamda vücut bulmuşlardır.
Bunları tanımadan okuyup-yazanların, meselelerin
mantûk ve mefhûmunu doğru anlamaları en az yanlış
anlamaları kadar muhtemeldir.
Oryantalizmin gücü, tedrisâtın zayıflaması, talebelerin usûl bilgilerini kavramadan icazet almaları
yanlış anlamayı tetiklemiştir. Öyle ki, yanlış anlama,
doğru anlamanın yerini alacak kadar şuyu’ bulmuştur. Fıkıhtan kelama, tefsîrden siyere kadar telif edilen
binlerce eser yanlış anlamanın mağduru olmuştur.
Yanlış anladığını kabul etmeyen ve bu yüzden de
hatayı yegâne doğru olarak addeden zümre, sorun
çözmekten ziyade sorun üretmektedir. Ulemânın yerine ihdas edilen akademisyen-aydın kesim, iki asırdır
etkin olmasına rağmen çözüm bekleyen meselelerde
bir ilerleme kaydedememiştir. Ne İslâm coğrafyasının
madden kalkınması gerçekleşti ne de ilim, fikir ve sanatta kalıcı eserler veren mücit-müellifler yetişti.
249
Yûsuf: 76.
181
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Dünya milletleri yeniden varoluş projelerini hazırlarlarken Medenî birikimlerini temel alıp yenilenmelerini onun üzerine kurdular. Yani geleneklerini doğru
anlamayı, yenilenmenin hareket noktası kabul ettiler.
Batı, rönesansını gerçekleştirmeden önce mevcut birikimini tahlil ve terkip edecek anlayış usûlünü tespit
etti. İslâm’dan aldığı doğrularla kilisenin bakiyesini
birleştirerek Dekart’ı (ö.1650) Kant’ı (ö.1804) yetiştirdi. Batı’nın rönesansı öz itibariyle yanlıştan kurtulma
hareketi olduğundan, aydınlar Medenî birikimlerini
yeni usûle göre okumada şartlı davranmadılar. Ciddi
bir öz-posa ayrımına gittiler.
Kilisenin ürettiği yanlıştan kurtulurken akl-ı selimi kullanan Batı, İslâm’ın hakikatini alırken aynı samimiyeti göstermedi. Ahd-i Cedit yerine Gazzâlî’yi
okuyan kilise talebeleri, İslâm’dan istifadeyi İslâm’ın
doğrularını kiliseye mal etmek ve kilisenin hakimiyeti için kullanmak şeklinde anladı. Bunun için yenileşmeleri nisbî bir arınmayla sınırlı kaldı.
İslâm coğrafyasında zuhûr eden yenileşme
arayışları, Batı’nın İslâm’dan aldığı ve kiliseye
uyarladığı usûlü, kilise formatında kabul edip İslâm’a
tatbik etti. Muharref Kilise kültürünü kısmi manada
tashih eden esaslar sahîh İslâmî birikimi muharref
bir yapı olarak gördü. Hâdise tıpkı“Hasta bir adama
verilen ilaçlar kısmi manada iyileşmeye neden oluyor
diye aynı ilaçları sağlıklı adamlara da uygulayıp
onların sağlıklarını bozmak” gibi.
182
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
İslâm coğrafyasının daimî krizler yaşamasına
sebep olan bu yanlış anlama geleneğinin arka planında
bir çok neden vardır. Her şeyden önce insanlar farklı
“niyet”, “teakkul” ve “tefakkuh’a” sahiptirler. Herkes
kapasitesine göre hakikatten pay alır. Kimi kasıtlı
olarak, kimi de sehven yanlış anlar. Yanlış anlama
nedenleri farklıdır fakat netice aynıdır: “Mülevves
bilgi”. İnsan bu bilgiyi öğrenme ya da taklit yoluyla
sahiplenir.
Allah Teâlâ’nın “mübelliğ” olmanın yanında “mübeyyin” sıfatıyla da gönderdiği Hz. Rasûlüllah
, Kur’an’ı yaşayarak izah etmesine rağmen insanlar
Kur’an-ı Kerîm’in en açık hükümlerinde dahi zaman
zaman niza’ ettiler. Kaderiye’den Cebriye’ye, Şîa’dan
Mu’tezile’ye kadar bir çok mezhep bu nev’i yanlış anlamadan kaynaklanan nizalarla doludur.
İlmin ve gerçeğin kudretine kafa tutan yanlış
anlamayı, hangi nedenler besler ya da insanlar niçin
yanlış anlar, örnekler bağlamında tahlil edelim;
İdeolojik Okuma
İnsanlar küçük yaşlarda taklit yoluyla ya da
farklı telkinlerin etkisinde kalarak benimsedikleri
ideolojileri ilerleyen yaşlarında savunmayı vazife
kabul ederler. Hatta bunun için ayet ya da hadîsleri
en olmaz şekillerde te’vîl etmekten geri durmazlar.
Bu nev’i müevvillerin çoğu yaptıklarının doğru
olmadığına müdriktirler. Fakat ideolojilerini
183
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
yaşatma uğruna Kur’an’ı gözden çıkarırlar.
Mazisinde Cahız gibi Arap Dili’nin inceliklerine vakıf edebiyatçıları barındıran Mu’tezile,
“Esâsu’l-Belâğa” gibi şah eserler kaleme alan Zemahşerî’nin elinde büyük yanlışlara imza atmıştır.
Zemahşerî (v.1143) Kur’an’daki “‫ ”جعل‬fiilinin “yarattı”
anlamına gelmediğini bilmesine rağmen mezhebini
destekleyebilmek için “Biz Onu Arapça Kur’an indirdik” ayetini “Biz onu Arapça Kur’an yarattık.”250 şeklinde açıklamış ve meşhur tefsîrine “Hamd Kur’an’ı
yaratan Allah’a mahsustur” diye başlamıştır.251
Farklı anlayışların etkisinde kalan günümüz müfessirlerinin bir çoğunda aynı yaklaşım maalesef ki
mevcuttur. Yanlış yaptıklarını bildikleri halde tahrife
devam etmektedirler.
Hurafeleri Mutlak Doğru Kabul Etmek
İnsanlar, içinde doğdukları cemiyetin değerlerini
içselleştirir, hurafelere de kutsallık isnat ederler.
Cahiliyye toplumunun İslâm’ın doğrularını idrak
edememesinin arka planında bu yaklaşım vardır.
“Sizin ilahınız bir tek ilahtır. Ondan başka ilah
Zuhruf: 3.
“‫ ”جعل‬fiilini Allah Kur’an’ı “indirdi” yerine “yarattı” anlamında tefsîr eden Zemahşerî, insanların eserine rağbet etmemesi
üzerine “yarattı” kelimesini daha sonra “indirdi” şeklinde
değiştirmiştir. Bk. Ebu’l-Kasım Carullah Muhammed b. Ömer
Zemahşerî, el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Akâvil fî
Vucûhi’t-Te’vîl, Dâru’l-Ma’rife, Beyrût, ty, I, 3.
250
251
184
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
yoktur.”252 ayeti inince Mekkeli müşrikler onu anlamakta güçlük çektiler. Çünkü onlara göre ilah
insanların görüp ulaştığı ve kendi Dünyalarına ait
bir varlık olmalıydı. İlah büyük kalabalıklara sahip
olamazdı. Bu yüzden Kur’an’ın bildirdiği ve bütün
insanları kapsayan Allah Azze ve Celle’yi anlayamıyorlardı. Nitekim; “Tek bir ilah bu kadar insana
nasıl yeter” diye itiraz ediyor253 tevhide akli deliller
istiyorlardı. Onların talebi ardından şu ayet nâzil
oldu: “Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece
ile gündüzün bir biri ardınca gelişinde, insanlara
yarar sağlayacak şeylerle denizde yüzen gemilerde ,
Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda, yeryüzünde her çeşit canlıyı
yaymasında, rüzgarları ve gökle yer arasındaki emre
amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen
bir topluluk için deliller vardır.”254
Günümüz Kur’an muharriflerinin İslâm algısı Mekkelilerle ayniyet arz etmektedir. Zira onlar,
oryantalizmin İslâm aleyhinde telif ettikleri fikirleri önce kabullendiler, sonra da onları baz alarak
İslâm’ın mutlak doğrularını reddettiler. Nüzûl-ü
İsâ’dan Ehl-i Kitab’ın Cennet’e girme meselesine kadar bir çok mevzu bu fasla dahil edilebilir.
Bakara: 163.
Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkâmi’lKur’an, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 2000, II, s.129.
254
Bakara: 164.
252
253
185
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Makam Sevdası
Her din ve ideolojinin kendi çapında kanaat önderleri vardır. Onlar, nüfuzlarını kullanarak insanlar
üzerinde baskı kurarlar. Mevkilerini kaybetmemek
için de yanlış olduğunu bildikleri bir çok meseleyi hakikat zarfı içerisinde sunarlar.
Yahudiler’in âlimleri, Hz. Rasûlüllah’ı “Öz oğullarını tanıdıkları gibi tanımalarına”255 rağmen makamlarını korumak ve tebalarını kaybetmemek için
O’nun Tevrat’taki sıfatlarını zıtlarıyla değiştirdiler.
İnsanlar sorunca da değiştirdikleri sıfatları gösterdiler.256
Tarih, iman zafiyeti yaşayan bir çok müellifin makam sevgisiyle hakikati çarpıttığına tanıklık etmiştir.
Yahudiler Tevrat’ı, Hristiyanlar İncil’i menfaatlerinin
devam ve bekası için değiştirdiler. Abdullah b. Übeyy
b. Selül zihniyetiyle aynı ameliyeyi Kur’an’a da tatbik
etmek istediler. Fakat Kur’an’ın “Mushaf ” haline getirilmesi, fiili tahrife mani oldu. Bundan dolayı onlar
da te’vîl yoluyla tahrifi denediler ve neticede ortaya
yığınla mezhep çıktı. Hepsi bir takım batıl te’vîllerle
meşruiyetini Kur’an’a nisbet etti.
İslâmî İlimleri tedris eden fakat okuduğu Kur’an
boğazından aşağıya geçmeyen bir çok akademisyen
yaptıklarının yanlış olduğunu bilmesine rağmen
yanlışı hakikat niyetine müdâfaa’ya devam ediyor.
Bakara: 146.
Muhammed Ali es-Sâbûnî, Safvetu’t-Tefâsîr, Dâru’lKur’an’i’l-Kerîm, Beyrût, 1981, I, s.73.
255
256
186
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Kur’an’ın Bir Kısmının Yeterli Olacağını Zannetme
Hevalarına esir olan bazı insanlar ayetlerin bir kısmına iman etmenin, mümin kalabilmek için yeterli
olduğunu düşünür. Namaz, oruç, hac ve zekat gibi
emirleri yerine getirir fakat faizin haram olduğunu
kabullenemez. İslâm’ın sosyal hayata müdahil olmasına rıza göstermez.
Tasavvuru bir örnek çerçevesinde müşahhaslaştırmak gerekirse şunlar söylenebilir: Benû Kurayza
ve Benû Nadîr kardeş iki Yahudi cemaatiydi. Aralarında zuhûr eden ihtilaflar neticesinde birbirlerinden
uzaklaşmış her biri diğerinin şerrinden korunmak
için Arap kabileleriyle birliktelik anlaşmaları imzalamışlardı. Bu çerçevede Ben-u Nadîr Hazreç ile Ben-u
Kurayza’da Evs kabilesi ile yakınlaşmıştı. Aralarında
savaş patlak verdiğinde anlaşma gereği Ben-u Nadîr
Hazreç’in, Ben-u Kurayza da Evs’in safında savaşa katılırdı. Muharebe etmemeye, birbirlerini yurtlarından
çıkarmamaya dair Allah’a söz vermelerine rağmen
güçlü olan zayıfı öldürür, yurdundan sürer, mallarını
gasp ederdi. Tevrat’ta haram olmasına rağmen bunu
yapmaktan istinkâf etmezlerdi. Harp bitince de galip
gelen Yahudiler, anlaşmalı Arap kabilesinin elindeki
Yahudi esirleri fidye vererek kurtarırlardı. Kendilerine savaştığınız insanları niçin fidye vererek kurtarıyorsunuz dendiğinde Tevrat’ta kendilerine böyle em-
187
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
redildiğini, ona göre amel ettiklerini söylerlerdi.257
Kur’an-ı Kerîm Allah’ın emirlerinin bir kısmını
ihlal edip bir kısmıyla amel eden Yahudi zihniyetinin iman algısını reddetmektedir: “Yoksa siz Kitab’ın
(Tevrat’ın) bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar mı
ediyorsunuz? Artık sizden bunu yapanın cezası,
Dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyâmet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Çünkü Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir”.258
Kur’an’ı mahza bir ibadet kitabı olarak gören modern anlayış da mezkür Yahudi telakkisinden farksızdır. Nitekim iki kadının bir erkek şahit yerine
geçmesi, mirasta erkek kardeşin kız kardeşlerin iki
katını alması gibi çağdaş telakkilere aykırı hükümlere sıcak bakmamaktadır. Bir tarihselci şöyle serzenişte bulunmaktadır: “Günümüzün aydın, yüksek
tahsilli hanımından, Kur’an’da var diye kendi cahil
biraderinin yarısı şahid sayılmasını bekleyemezsiniz. Mesela, kızlara erkek kardeşlerinin yarısı kadar
hisse tavsiye eden ayete, Müslüman toplumun doktor, mühendis, şirket patronu… olmuş kadınını razı
etmeniz mümkün değildir.”259 Bu nev’i bir yaklaşım
Yahudilerin vahiy telakkisinden farklı olmadığı gibi
Bk. Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Tefsîru’t-Taberî, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 2005, I, s.442-6.
258
Bakara: 85.
259
Mehmed Said Hatipoğlu, Kur’an-ı Kerîm’de Mahalli Hükümler Meselesi, İslâmîyat Dergisi, VII, sy.1, s.12.
257
188
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
aralarında sebep ve netice itibariyle de tam bir benzerlik vardır.
Okuduğunu Anlayamama
Klasik usûlde “Alet ilimleri” başlığı altında okutulan dersler yılları alırdı. Her bir ilim dalında dörtbeş tane kitap okunurdu. Öğrenci, ibare mevzuunda
meleke kesbedince “âlî ilimler” denen gaye derslere
başlardı. Ali Haydar Efendi (v.1960) ve Zahid Kevserî
(v.1371) gibi müstakîm duruş sahibi allamelerin arka
planında bu nev’i tedrisat vardır.
Alet ilimleri noktasında çözülmelerin başlamasıyla
yanlış anlamalar hız kazandı. Zira, doğru okuyamayanların ibareyi yanlış anlamamaları olağanüstü bir
durumdur. Sıradan insanlardan olağanüstülük beklemek de saflık olur.
Bir tarih muhterem bir hoca efendi telefon açtı.
Titrek bir sesle şöyle diyordu: “Ya Hz. Osman İslâm’ın
ruhuna muhalif bir karar aldı ya da İmam Kurtubî
(v.1273) ona iftira ediyor.” Hâdise nedir diye sorduğumda, Hoca Efendi;
- Hz. Osman’ın devr-i hilafetinde bir kadın altı ayda
doğum yapıyor, olay kendisine intikal edince kadının
zina ettiğini, evli olduğundan dolayı da recm edilmesi
gerektiğini söylüyor ve kararını infaz ediyor. Hz. Ali
haberi öğrenince Halife’ye muhalefet ediyor fakat bu
esnada kadın recm edilmiştir.
Hoca efendi; “Nasıl olur da Hz. Osman böyle bir
189
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
yanlışa irtikap eder, masum bir kadını öldürür” diye
feryat ediyor.
Gerçekte hata yapan Hz. Osman değil, Kurtubî’nin ibaresini doğru okuyamayan ve bu yüzden
yanlış anlayan Hoca efendi idi. Hâdisenin aslı şöyledir: “Hz. Osman’a altı ayda doğum yapan bir kadın
getirilir. Halife ona had cezası uygulamak ister. Hz.
Ali ise aşağıdaki ayetleri gerekçe göstererek kadına
had cezası verilemeyeceğini söyler. “Onun (anne
karnında) taşınması ve sütten kesilme süresi (toplam
olarak) otuz aydır.”260 “Anneler çocuklarını iki tam
yıl emzirirler.”261 Bu durumda süt emme süresi “yirmi dört”, hamilelik ise “altı” aydır. Kadın altı ayda
doğum yaptığına göre bu, hamileliğin en alt sınırı
olan zamana tekabül eder. Bundan dolayı da kadın
recm edilmez. Hz. Ali’nin açıklamalarını dinleyen
Halife, ilk beyânından döner ve kadına had cezası
uygulamaktan vaz geçer.”262
Okuduğunu yanlış anlayanlar doğru anladık zannıyla büyük hatalara imza atarlar. Yanlış üzerine faraziyeler bina eder, mutlak hakikati tezyif ederler.
Geçen yıllarda fıkıh kitaplarında evlilik bahsi anlatılan yerlerde zikredilen “pîr-i fani’yi”,“pire-i fani” diye
okuyan bir zat, “İslâm pirelerin kadınlarla evlenebileceğini farz eden bir dindir” diye yüksek sesle cehaletini izhar etmişti.
Ahkâf: 15.
Bakara: 233.
262
Kurtubî, a.g.e., XVI, s.128.
190
260
261
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Okunan bir metni doğru anlamak anlamanın baş
rüknüdür. Öyle ki bir noktanın ihlali “kuz/göz”ü
“kür/kör” eder. Şimdi ortalık körü göz, gözü de kör
edenlerle dolu.
Eksik Bilgi
Peygamberler dahil bütün insanların bilgisi sınırlıdır. Kemâl sadece Allah Teâlâ’ya mahsustur. İnsanın
bilmediğini bilmesi gerçekte en büyük irfandır. Allah
Rasûlü “bilmiyorum” demeyi ilmin bir parçası saymıştır. Sahâbe bilmediği konuda tek kelime etmekten
sarf-ı nazâr etmiştir. Hz. Ömer, minberde acziyetini
itiraf etmekten çekinmemiştir. Ebû Hanife cevabını
veremeyeceği meselede “bilmiyorum” der, çözmek
için uğraştığı konuyu karara bağlayınca sevincinden
“Allah-u Ekber” diye bağırırdı. Fakihler, Allah Rasûlü’nün cehennemle tehdit ettiği iki nev’i kadıdan
biri olmamak için bilmedikleri konularda tek kelime
etmezlerdi. Gazzâlî ahir ömründe bir hocadan Buhârî
okumayı planlamıştı.
İlim, ilâhî bir lütuftur. Büyük alimler bazen
sıradan meseleleri bilemezler. Nitekim Efendimiz
bir defasında müminin halini bir ağaca benzetmiş,
haziruna da özelliklerini ta’dât ettiği bu ağacın ne
olduğunu sormuştu. Hz. Ebû Bekir gibi büyük
sahabilerin bulunduğu cemaatten hiç kimse doğru
cevap veremedi. Ağacın ne olduğu yalnızca Abdullah
b. Ömer’in aklına geldi. Ne var ki o da utancından
191
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
huzurda konuşmadı. Bunun içindir ki Hz. Ömer
müctehid sahabilerin Medine dışına çıkmalarını
yasaklamıştı. Bir mesele olduğunda onları toplar
cemaat halinde ictihad ederlerdi. Ebû Hanife’nin 744
talebesi vardı. İçtihat ederken onların özellikle de
ictihad derecesine ulaşan 44 talebesinin beyânlarını
mutlaka dikkate alırdı.
İlimle iştigal eden kişi yetersiz olduğunu bilmeli ve
sürekli kendisini yenilemelidir. Bilmediği konularda
sükût etmeyi ve başkalarının müktesebatını
değerlendirmeyi fazilet kabul etmelidir. Zira yetersiz
bir malumatla görüş beyân etmek insanların dini
hayatını imar adına tahrip eder.
Hâdiseyi bir örnek çerçevesinde izah edelim; modernist kimlikleriyle öne çıkan bazı İlahiyatçıların
gündemde tuttukları konulardan biri de kadınların
özel hallerinde namaz kılıp, oruç tutmalarıdır.
Halbuki mevzu ile alakalı çok sayıda hadîs-i şerif
vardır. Ayrıca Sahâbeden de farklı yönde bir uygulama rivayet edilmemiştir. Efendimiz “Kadın hayız
olduğunda namaz kılmayacak, oruç tutmayacak değil
mi ya”263 buyurmuştur. Bu hadîs, açık bir şekilde kadının namaz ve oruç ibadetlerini hayız müddetinde
edâ etmediğini bildirmektedir. Nitekim Hz. Muâz Hz.
Aişe’ye hayızlı iken terk ettikleri namaz ve oruçtan saİmam Müslim’in uzun bir hadîs içerisinde rivayet ettiği
ifade “muttefekun aleyh”dir. Bk. İbn Hacer, Bulûğu’l-Merâm,
s.45, h.no: 158; Zafer Ahmed et-Tahânevî, İ’lâu’s-Sünen, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1997, I, s.346.
263
192
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
dece orucu kaza etmelerinin hikmetini sorunca Aişe
validemiz; “Hz. Rasûlüllah zamanında hayız olduklarını fakat kendilerine namazı bırakıp sadece orucu
kaza etmelerinin emredildiğini”264 söyledi. Sahâbe
kadınlarının özel hallerinden sonra namazı bırakıp
sadece orucu kaza etmeleri, söz konusu durumda bu
ibadetleri eda etmediklerini göstermektedir.
Aişe validemiz kadınlara özel hallerde yapılmayan
ibadetler hakkında ne yapılacağını anlatırken “künna
nü’meru” ifadesini kullanmaktadır. “kâne”, “fiili muzari” ile kullanıldığında süreklilik ifade eder Bu durumda anlam şöyle olur; “Biz her özel halimizde namaz ve orucu terk eder daha sonra ise sade orucu kaza
ederdik”.
Fâtıma binti Ebi Hubeyş, Efendimiz’e; “Ben istihaze kanı gören ve temizlenemeyen bir kadınım, namazı
bırakayım mı?” diye sorduğunda Allah Rasûlü ; “Bu
ancak bir damardan hastalık sebebiyle gelen kandır.
Hayız değildir. Hayzın geldiğinde namazı bırak”265
buyurdu.
Allah Rasûlü Abdurrahman b. Avf ’ın nikahı altında bulunan Ummü Habibe’ye ve kendisinden fetva
isteyen Ümmü Seleme’ye hayız müddetleri içerisinde
namaz kılmamalarını emretmiştir.266 İslâm’ın erken
Ahmed, Müsned, VI, 232; Dârimî, I, 233; Buhârî, I, 421;
Müslim, I, 265.
265
Muhammed b. Ali b. Muhammed Şevkânî, Neylü’l-Evtâr,
Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1999, I, s.288.
266
Şevkânî, a.g.e., I, s.290.
264
193
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
asırlarından günümüze kadar Müslüman kadınların
özel günlerinde namaz kılmayıp oruç tutmamaları ve
aksi yönde bir delilin vârid olmaması bütün müctehidleri hayızlı kadının namaz kılmayıp, oruç tutmaması267 yönünde görüş beyân etmeye icbar etmiştir.
Mevcut hadîs-i şerifleri bir takım gayr-i ilmi gerekçelerle hükümsüz addedip aykırı fetva verenler,
Kur’an’da olmamasını gerekçe göstererek kadınların
özel hallerinde namaz kılabileceklerini söylüyorlar.268
Onlar, aynı mantıktan hareketle namazların rekatları,
haccın rükünleri, zekatın miktarı gibi Sünnet’le tayin
edilen meseleleri de mi reddedecekler?!
Eksik bilgi, yanlış anlamanın ana damarıdır. Molla
Kasım tiplerini bu damar beslemektedir. Yunus Emre’ye (v.1321) nisbet edilen hikaye hâdiseyi ne de güzel anlatmaktadır:
“Molla Kasım adındaki Şeriat bilgini bir ırmak kıyısında oturur ve Yunus’un şiirlerini okumaya başlar.
Bin şiir okur ve bunları Şeriat’a aykırı bulur, tamamını yakar, sonra bin şiir daha okur, onları da uygun
bulmaz, uygun bulmadıkça da suya atar. Üçüncü bin
şiirin birinci şiirinde kendisinin bu merhametsiz hükmünü ima eden bir şiirle karşılaşır. Hatasını anlar ve
böylece geriye bin şiir kalmış olur. İşte insanların okuEbu’l-Velîd Muhammed b. Ahmed b. Muhammed İbn Rüşd,
Bidâyetu’l-Müctehid ve Nihâyetu’l-Muktesid, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 2000, I, s.70.
268
Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’daki İslâm, İstanbul, 1994, s.451
vd.
267
194
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
duğu şiirler bu şiirlerdir.269
Eksik bilgiye dayanarak hakikatle savaşan insanların piri olan Molla Kasım, şiirlerin üçte ikiden fazlasını okuyunca onların İslâm’a muvafık olduklarını anlar
fakat iş işten geçer.
Eksik bilgi, kişiyi gülünç hallere sokar. Devlet-i
Aliye’de Kazasker rütbesine kadar yükselmiş birisi
bir gün Şeyhü’l-İslâm’ın yanına girer. Şeyhü’l-İslâm
önündeki mangalda yanan ateşi işaret ederek;
- “en-Nâr-u fâkihetu’ş-şitâ” (Ateş/nâr kışın meyvasıdır.)der.
- Kazasker, “Evet efendim! Narın en iyisi Manisa’da
yetişir” cümlesini ilave eder. Kazasker’in “nar’ın” Arap
Dili’nde “ateş” anlamına geldiğini bilmemesine ve onu
Türkçe’deki meşhur meyva anlamında anlamasına
üzülen Şeyhü’l-İslâm cehaletin bu derece derinleşmesine teessüf eder.
Huzurdaki Kazasker çıkar biraz sonra içeriye başkası gelir. Şeyhü’l-İslâm ona da hâdiseyi olduğu gibi
anlatır. Bu da;
-Aa efendim o herif cahildir; Tâif ’i görmemiş;
Narın en iyisi Tâif ’te çıkar der; Hâdise üzerine Şeyhü’l-İslâm’ın sinirleri büsbütün gerilir. Yüksek sesle
adama bağırmaya başlar. Gürültü üzerine içeriye giren bir üçüncü Kazaskere iki kişinin verdiği cevapları
nakleder. Üçüncü şahıs;
Sezai Karakoç, Yunus Emre, Diriliş Yayınları, İstanbul, 1989,
s.30.
269
195
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
- Bağırın efendim bağırın! Onlar cahil heriflerdir.
“Selletallahu’l-Kelbe ale’l-Hınzır” (Allah köpeği domuza musallat etsin.) diyerek Şeyhü’l-İslâm’ı köpek
yerine koyar. Ve bu yaklaşımı ile diğerlerinden daha
da cahil olduğunu gösterir.270
İnsanlar irfanî derinliğe erdikçe cehaletten
özgürleşip hakikate ulaşırlar. Bunun içindir ki İslâm’ı
gerçek duruşuyla tanıyan farklı din mensupları
Müslüman olmayı tercih etmişlerdir. Tarih bunun
örnekleriyle doludur.
Sorumluluktan Kaçmak
İnsanlar yapmak istemedikleri işleri anlamamaya
vurarak sorumluluktan kurtulmaya çalışırlar. Gerçekte
ise böyle bir ameliye deve kuşunun başını kuma
gömerek gizlendiğini zannetmesinden farksızdır.
Sorumluluktan kurtulmayı gaye edinen yanlış anlamanın en çarpıcı örneği Bakara Sûresi’nde anlatılan
“inek” bahsidir: “Benî İsrail’de malı çok, buna karşın
çocuğu olmayan kısır bir adam vardı. Kardeşinin oğlu
da onun varisi idi. Varis, amcasını öldürdü cesedini
de gece taşıyarak kendilerinden birisinin kapısına bıraktı. Sabah olunca gerçek katil suçu masum olanların üzerine attı. Neticede birbirleriyle savaşmak için
silahlandılar. İçlerinde derin akıl sahibi birisi; “Allah’ın Rasûlü içimizde olduğu halde birbirimizi mi
Bir takım tasarruf ile nakledilmiştir. Bk. Osman Ergin, Türk
Maarif Tarihi, “21 nolu dip not”, Eser Matbaası, İstanbul, 1977,
I, s.238.
270
196
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
boğazlayalım?” dedi. Musa aleyhisselam’a gelip hâdiseyi naklettiler. Şu ayet nâzil oldu: ‘Allah size bir sığır
kesmenizi emrediyor.’ Onlar, ‘Sen bizimle eğleniyor
musun?’ dediler. Musa;”Kendini bilmez cahillerden
olmaktan Allah’a sığınırım” diye karşılık verdi.271
Yahudiler eğer Peygamber’e itiraz etmeselerdi normal bir sığır onlar için yeterli olacaktı. Fakat anlamamaya vurarak işi yokuşa sürdüler. Allah Teâlâ da her
ısrar edişlerinde işlerini zorlaştırdı. Neticede kendilerine kesmeleri emredilen sığırı, ondan başka hayvanı olmayan bir kişinin yanında bulabildiler. İneğin
sahibi “Vallahi onu ancak derisi dolusu altına veririm” dedi. Sığırı deri dolusu altın karşılığında aldılar,
kestiler ve bir kısmı ile adama dokundular. “Seni kim
öldürdü?”dediler. Kardeşinin oğlunu göstererek “bu”
dedi. Ardından tekrar öldü.272
Benî İsrail herhangi bir sığırın kesilmesi ile Allah’ın emrinin yerine getirileceğini biliyordu. Maddi
külfet altına girmemek için sığıra dair ek açıklama istiyorlar, bu sayede ilahi emri yerine getirmekten muaf
tutulacaklarını zannediyorlardı.
Sonuç Niyetine
Muharriflerin belli başlıklar altında toplanan yanlış anlama gayretleri, onları hakikate taşımaktan mahBakara: 67.
Ebu’l-Fidâ İsmâ’îl İbn Kesîr, Muhtasar-u Tefsîr-i İbn Kesîr,
(İht. Muhammed Ali es-Sâbûnî), Dâru’l-Kur’an’i’l-Kerîm, Beyrût, 1399, I, s.76.
271
272
197
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
rumdur. Çünkü ortada bir “usûlsüzlük” vardır. Bu durumda onlarla herhangi bir meseleyi ilmi bir zeminde
konuşma imkanı ortadan kalkmaktadır. Zira “usûlsüzlerle” neyi, nasıl konuşacağınızı tespit edemezsiniz. Bunun içindir ki eslafımız “usûlsüz vusûl olmaz”
demiştir.
Kabil ile başlayan “usûlsüzlük”, peygamberlere “Biz
senin dediklerini anlamıyoruz.” diyerek karşı çıkan
küfür yobazları tarafından temsil imkanı bulmuştur.
Abdullah b. Selül yanlış anlamanın nasıl en sahîh anlama kalıbında takdim edileceğini gösteren en tipik
örnektir. İslâm tarihinde Mu’tezile, Kaderiye, Cebriyye gibi anlayış usûlleri ,yanlış anlamının hareket bazında temsilcileridirler.
İşlerine gelince mevzu’ hadîsle istidlâl eden, işlerine
gelmeyince de “haber-i âhad” zan ifade ediyor deyip
Sünnet’i reddeden modernistlerin “usûlsüzlüğünü”
Merhum Ahmed Davûdoğlu’nun şu teşbihi ne kadar
güzel ifade etmektedir: “Trenin yük taşımasına
içerlenen bir
Trakyalı nakliyeci, boz beygiriyle
makinistle yarışmaya, onu millet nezdinde küçük
düşürmeye karar verir. Yarışa koyulurlar, tren beygiri
geçmeye başlayınca naçar kalan Trakyalı, beygirini
tarladan yukarı sürüp, makiniste ‘gücün yetiyorsa gel
de beni tarla’da geç’ diye bağırır.”
Usûlden yoksun hocaların istidlal ettikleri hükümler bilgi anarşisine yol açtı. İnsanların zihinleri karıştı.
Neyi, nasıl değerlendireceklerini bilmiyorlar. Bir ho198
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
canın “a” dediğine, bir başkası pekala “b” diyebiliyor.
Bu ise farklı delilleri kullandıklarından değil, ya delili
hiç görmediklerinden ya da kullanamadıklarından
kaynaklanıyor. Nitekim süt akrabalığı ile alakalı nassları dolayısı ile de onlar üzerine ibtina eden hükümleri bilmeyen ve bu yüzden yeğen ile dayının evlenebileceğini kâil olan fakihler(!) zuhûr edebiliyor.
***
199
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Kur’an-ı Kerîm ve
Marjinal Gruplar
K
ur’an-ı Kerîm’in Müslümanların sözlerini
birleştiren, gayretlerini dirilten, kurtuluşlarını temin eden ilahi bir kitap olduğunu
fark eden İslâm karşıtları, tarihî tecrübe ve entelektüel
birikimlerini O’nu etkisiz hale getirmeye adadı.
İnen ilk ayetle başlayan “Kur’an karşıtlığı platformu”, tarihi süreç içerisinde farklı isim ve iddialarla
mücadelesini sürdürdü. İddialar saygınlığını yitirdiğinde mucit ve takipçileri tarafından ya revize edildi
ya da yenileriyle değiştirildi.
Şüphesiz ki Kur’an-ı Kerîm’in ilk ve en çetin muarızları Mekkeli müşriklerdi. Mekkeliler, insanları
O’ndan uzaklaştırmak için özel planlar hazırladılar;
İran’dan hikayeler getirtip, Mekke’de masal dinletileri
200
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
düzenlediler. Güçlü şairlerin iştirak ettiği şiir meclisleri oluşturdular. Buna rağmen içlerinde öyleleri de vardı ki, diliyle Kur’an’a karşı olmasına rağmen, yüreğiyle
O’nun izini sürdü. Bunlardan biri olan Hz. Ömer
yaşadığı bir olayı anlatırken şöyle demektedir: “Müslüman olmadan önce Allah Rasûlü’ne karşı koymak için evden ayrılmıştım. O’nu Mescid-i Haram’da
bulup, arkasında durdum. Hakka Sûresi’ni okumaya
başladı. O okurken, ben Kur’an’ın söz dizimine hayran
olmaktaydım. Sonra kendi kendime ‘Vallahi Kureyş’in
iddia ettiği gibi bu bir şairdir.’ dedim. (İçimden geçeni
duymamasına rağmen); ‘O (Kur’an) hiç şüphesiz çok
şerefli bir elçinin (Allah’tan alıp tebliğ ettiği) sözüdür.
O, bir şairin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz!’273
anlamına gelen ayetleri okudu. İçimden geçeni hissettiğine göre bu bir kahindir dedim. Bunun üzerine
de; “Bir kahin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz! O, alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir”274
ayetlerinden itibaren sûreyi sonuna kadar okudu.
Cübeyr b. Mut’im, Kur’an’ın tesiriyle imanın kalbine yerleşmesini anlatırken şöyle demektedir: “Allah
Rasûlü’nü akşam namazında ‘Tûr Sûresi’ni okurken
dinledim. ‘Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Ya da kendileri mi yaratıcıdırlar?
Yoksa, gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar
kesin olarak inanmıyorlar. Yoksa Rabbi’nin hazinele273
274
Hâkka: 40-41.
Hâkka: 42-43
201
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
ri onların yanında mıdır? Ya da herşeye hakim olan
kendileri midir?’ anlamına gelen ayetleri okuyunca az
kaldı kalbim yerinden uçacaktı.”
Müşrikler, “Bunlar asla Kur’an’a inanmaz” diye
baktıkları kişilerden aykırı sesler duymaya başlayınca,
nüfuzlarının geçtiği kişilere ya da şerlerinden sakınan
insanlara, “dinlemeyin bu Kur’an’ı” diye baskı yaptılar. O’nun bir benzerini yazabileceklerini iddia ettiler.
Geniş katılımlı Kur’an karşıtları platformu oluştu. En
muteber şairler, söz ustaları bir araya geldi. Düşündüler, yazdılar, çizdiler fakat “İşte bu Kur’an’a muadildir”
diyebilecekleri tek bir cümle telif edemediler.
Bu yolda şairler gibi peygamberlik iddiasında bulunanlar da çok gayret sarfetti. Ne var ki gayretleri gülünç duruma düşmelerine engel olamadı. Amr
b. As müslüman olmadan önce özel temsilci olarak
Müseylimetu’l-Kezzab’a gönderildiğinde, Müseylime
Amr’a: “Şu an Mekke’de arkadaşınıza ne indirildi?”
diye sordu. Amr, “Öz ve yüksek ifade gücüne sahip bir
sûre indirildi” dedi. Müseylime, O’nun ne olduğunu
sorunca, Amr, Asr Sûresi’ni okudu. Müseylime belli bir müddet düşündükten sonra başını kaldırdı ve,
“Bana da o sûrenin bir benzeri indirildi” dedi. Amr
ne olduğunu sorunca ,“Ya veber ya veber. İnnema
ente üzunâni ve sader…/Ey deve! Ey deve! Şüphesiz
ki sen iki kulak ve bir göğüsten ibaretsin…” şeklinde
bir şeyler söyledi. Ardından da Amr’a sözlerini nasıl
bulduğunu sordu. Amr: “Allah’a yemin olsun ki be202
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
nim bildiğimi sen de biliyorsun; muhakkak ki sen yalan konuşuyorsun” dedi.275
Müşriklerin en fazla güvendikleri isimlerin,
Kur’an’ın nazım ve manasına dayanamayıp iman etmesi, “büyük” dedikleri şairlerin O’nun karşısında
gülünç duruma düşmesi halkı her geçen gün biraz
daha imana yaklaştırdı.
İnen her ayet, müşriklerin söz ve stratejilerini zayıflattı. Buna rağmen hala yeni açılımlarla küfrü sürdürmek isteyenler vardı.
Cevapsız Sorular
Mekke’de müşrikler birbirlerine şu soruyu soruyorlardı: “Ümmî olan Muhammed böyle bir Kitab’ı
yazamaz. O halde bunun sahibi kimdir?!” Toplu bir
ihtida hareketinin önüne geçmek ve insanlara “O
halde O’nu Allah Azze ve Celle indiriyor” dedirtmemek için yeni bir hamle daha yaptılar. Kur’an’ın
Allah Rasûlü’ne bir insan tarafından öğretildiğini
iddia ettiler. Rum asıllı bir Hristiyan köle olan Cebr
en-Nasrânî’nin adı telaffuz edildi. Daha sonra müslüman olan bu köle, efendisi tarafından “Muhammed’e
bunları sen öğretiyorsun” diye dayak yerken, “Hayır!
Allah’a yemin olsun ki O bana öğretiyor ve yol gösteriyor” diyecekti.276
Müşrikler bu hamleleriyle de umduklarını bula275
276
İbn Kesîr, Tefsîr, I, s.62.
Kurtubî, el-Câmi’, x, s.117.
203
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
madılar. Çünkü Kur’an’ı isnat ettikleri kişi hem bir
köle hem de Rum asıllıydı; yani Arapça’ya yabancıydı. Muhal farz, böyle bir durum söz konusu olsaydı,
Cebr isimli köle Mekke aristokrasisinin reddettiği
bir Peygamber’i etkisiz hale getirmek ve karşılığında
hürriyetine kavuşmak için, “Evet bunlar Cebr’e aittir”
demez miydi?! Ya da el altından “Bu Kitap bana aittir”
dolayısıyla O’na değil de bana iman edin çağrısında
bulunmaz mıydı?! Sonra Hristiyanlığın öğretilerine
bağlı olan bu köle dinini terkedip -haşa- uydurma bir
Kitab’a inanır mıydı?! Ayrıca Muallakât-ı Seb’a/yedi
askı şairlerinin dahi bir sûresinin benzerini yazmaktan aciz kaldığı bir Kitab’ı, acem bir köle nasıl telif
edebilirdi? Uzayıp giden ve cevapsız kalan bu sorular
Mekkelilerin yeni iddialarını çürütüp, tarumar etti.
Kur’an karşıtları sözün tükendiği yerde kılıç kuşandı; Bedir’e, Uhud’a, Hendek’e yürüdü. Hendek küfrün
zirve noktası oldu.Zira onu takip eden her yürüyüşte
sayıları azaldı. Kısa zaman sonra Mekke’yi ve bütün
Arap yarımadasını kaybettiler. Kur’an’ın tamamlandığı gün -Mekke’de- davalarını devam ettirecek kimse
kalmamıştı.
Müşriklerin durumu çölde su mücadelesi veren,
fakat suyu bulamadığından ölen adama benzemekte
idi. Suyu arayan kişi gibi onlar da Kur’an-ı Kerîm’i
susturup Mekke’de ki müşrik yapılanmayı ayakta tutacak bir “iksir” arıyorlardı. Su bulamadığından ölen
adam gibi, onlar da bir kurtarıcı bulamadıklarından
204
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
yok oldular.
Bir Kur’an Müdafii:İbn Abbas
Kur’an karşıtları Allah Rasûlü’nden sonra da yeni
stratejilerle hamlelerine devam ettiler. Fakat Sahâbe
karşısında varlık gösteremediler. Çünkü Allah Rasûlü’nün medresesinde yetişen Kur’an talebeleri, iddiaları çürütmede ve problemleri çözmede son derece
mahirdi.
Farklı bölgelerde Kur’an-ı Kerîm’i tefsîr ve müdâfaa eden Sahâbe içerisinde Abdullah b. Abbas’ın
yeri farklıydı. O, Kabe’nin avlusunda oturur, tefsîr dersleri verirdi. Yine bir gün Kabe’nin avlusunda
oturmuş, her iki tarafını kuşatan insanlar Kur’an’a dair
O’na soru yöneltiyor, O da soruları yanıtlıyordu. Nafi’
b. Ezrag, Necde b. Uveymir’le meclisine gelip, Kur’anı
Kerîm’den bazı kelimeler sordu, tefsîrlerini yapmasını
ve Arap dilinden onları doğrulayan beyitler okumasını istedi.
İbn Abbas, “Akıllarına gelen her konuyu sorabileceklerini” söyleyince, Nafi’, 191 ayet okuyup bunlarda geçen garip kelimelerin ne anlama geldiklerini, Arapların bunları bilip bilmediğini ve Arapça’da
kullanımı olup olmadıklarını sordu. İbn Abbas her
kelimeyi önce tefsîr etti, ardından da Arap dilindeki
kullanımlarını okuduğu şiirlerle delillendirdi.277
Ulemâ da Kur’an-ı Kerîm etrafında oluşturulan
277
Suyûtî, İtkân, II, 55, 88.
205
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
şüpheleri izale etmek için yoğun gayret sarf etti. Fitnenin intişar ettiği yerlerde önde gelen inkarcılarla
münazara yaptı. Sözün kalıcı olabilmesi için eserler
kaleme aldı. Müfessirler de tefsîrlerinde inkarcılara
mukni cevaplar verdi.
İslâm coğrafyasının genişlemesi ve müslümanların
siyaseten güçlenmesine paralel olarak Kur’an karşıtlarının da duruşları değişti. Ayetleri inkarcı kimlikleriyle reddetmeye cesaret edemeyenler “Tefsîr” adı
altında O’nun manasını çarpıttılar. Ayetlerin çok anlamlı yapısından istifade ederek uzak te’vîllerle batıl
görüşlerini Kur’an’la irtibatlı gibi gösterdiler.
Sözden Yazıya Kur’an-ı Anlama Usûlü
Ulemâ, Kur’an’ın yanlış anlaşılmasının önüne geçebilmek için usûlle alakalı şifahi malumatı metin
haline getirdi. Müderrisler, anlama usûlü üzerinde
yoğunlaştı. İmam Şafî’nin” er-Risâle adlı kitabıyla
başlayan usûl çalışmaları, kaleme alınan yeni usûl
mecmuaları ve onların hacimli zeyilleri mesabesinde
olan Kur’an ilimleri literatürü ile mülhidlerin hareket
alanını sınırlandırdı.
Hristiyan Misyonerliği, Avrupa Sömürgeciliği
Müslümanların siyaseten zayıflamasına paralel olarak Kur’an düşmanları tekrar faal hale geldi. Doğu’ya
hakim olmak, onu yeniden kurmak ve onun amiri ol-
206
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
mak için Batı’nın bulduğu bir yol olan oryantalizm278,
Hristiyan misyonerliği ve Avrupa sömürgeciliği ile
işbirliği içerisinde Doğu’nun hem ruhu hem de aklı
olan Kur’an-ı Kerîm üzerinde yoğunlaştı. 18. yüzyılın
sonlarından itibaren, Batı’nın kilise ile irtibatı bulunan antropolog, sosyolog, tarihçi, dil bilimci etiketine
sahip bir çok uzmanı, Kur’an-ı Kerîm’le alakalı eserler
neşretmeye başladı. Haçlı savaşlarının yerini “el-ğazvu’l-fikrî/fikri saldırı” aldı.
Oryantalizm ve Şüphecilik
Oryantalistler, tarihî süreç içerisinde Kur’an-ı
Kerîm hakkında ne kadar iddia ortaya atılmışsa, onları bir araya getirip neşrettikleri kitap/dergi, düzenledikleri konferanslar ve kurdukları merkez ve üniversitelerle yaymaya çalıştılar. Bağlıları kalmayan ve
bu yüzden sadece “Milel ve Nihal” kitaplarında adı
geçen fırkalara varıncaya kadar sapık bütün görüşleri gün yüzüne çıkardılar. Müslümanlara örtü, miras,
hadler gibi mevzuların modern dünyada uygulama
alanı bulamayacağını telkin ettiler. İletişim halinde
oldukları okur-yazarları her şeyden şüphe eder bir
konuma getirdiler. Onları, yaptıklarının bilimsel bir
faaliyet olduğuna inandırabilmek için de bir takım
girişimlerde bulundular. Bu bağlamda bir çok el
yazması kitabı bastılar. “Mu’cemu’l-Müfehres li Elfâ-
278
Edward Said, Oryantalizm, s.16.
207
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
zi’l-Hadîs”279 gibi eserler telif ettiler.
Oryantalistler, Allah Rasûlü’nün okuma yazma
bildiğini Kur’an-ı Kerîm’i, Tevrat ve İncil’e bakarak
yazdığını iddia ettiler. Bu anlayışı o derece ileri götürdüler ki, Arapça’yı tahrif etmek için bir Hristiyan
tarafından hazırlanan “el-Müncid” adlı lügatın ilk
baskısının “mim” maddesinde “Muhammed” kelimesi açıklanırken “Efendimiz’in önünde İncil, yanında
da bir kalem olduğu halde ondan nakilde bulunuşunu
gösteren bir çalışma yayınladılar.
Allah Rasûlü ile aynı zaman ve mekanı paylaşan Mekkeli müşrikler, O’nun ümmî olduğunu yani
okuma yazma bilmediğini kabul etmiş, bu yüzden
Kur’an-ı O’na başkalarının yazdırdığını ileri sürmüşlerdi. Oryantalistlerin iddia ettiği gibi eğer Allah
Rasûlü okuma yazma bilseydi O’nu susturmak için
bütün imkanlarını seferber eden müşrikler pekala
bunu delil olarak kullanır, mücadelelerini de bu delil
üzerine bina ederlerdi. Muhal farz, bu iddianın bir
an doğru olduğunu düşünelim… Bu durumda Allah Rasûlü’nün
hangi dillerde okuma yazma bildiği meselesi ortaya çıkmaktadır. Zira Tevrat ve İncil nüshaları en erken Abbasiler devrinde Arapça’ya
çevrilmişti.
Kur’an-ı Kerîm’le, Tevrat ve İncil arasındaki kısmi benzerliği bu iddianın delillerinden göstermek de
es-Sâğarcî, Ma’mûn, el-Mu’cemu’l Mufehresu li Elfâzi’l Hadîs,
Dâru’l Fikr, Beyrût, 1996.
10
208
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
büsbütün çelişkilerle doludur. Zira benzerlik bir kitab’ın diğerinden intihal edildiği anlamına gelecekse
Tevrat’la İncil arasında ki benzerlik Kur’an’a nisbet
edilmeyecek kadar çoktur. Bu durumda Hz. İsa için,
İncil’i Tevrat’tan iktibas etti mi denilecektir?!
Şu bilinmelidir ki; önceki kitapları da, Kur’an-ı
Kerîm’i de Allah Teâlâ vahyetmiştir. Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve Ahirete iman etmek
her kitabın ortak amacıdır. İmanla alakalı konular
esasta Hz. Adem’den kıyâmete kadar değişmeyeceğine
göre, Kur’an’la İncil’in (tahrif edilmeyen bazı noktalarının) birbirine benzemesi tabii bir durumdur.
Kur’an-ı Kerîm ve Diğer Kitaplar
Kur’an’ın geneli, akidevî ve tarihî birçok meselede,
Tevrat ve İncil’in mevcut hallerine karşı bir reddiyedir. Ayrıca O’nda Hz. Hûd, Hz. Salih ve Hz. Şuayb’ın
kıssaları vardır ki, bunlar ne Tevrat ne de İncil’de mevcuttur. Bu durumda Kur’an-ı Kerîm’in kaynakları arasında Tevrat ya da İncil’i göstermek, riyazî bir hakikati
kabul eden bütün insanları birbirlerinden etkilenmiş
farz etmekten farksızdır.
Oryantalistler, Kur’an’ın önceki kitaplardan iktibas edildiği iddiasını ortaya attılar fakat yanıtsız kalan sorular ve ulemâ tarafından kaleme alınan reddiyeler karşısında tutunamayınca zorunlu olarak yeni
bir arayış içerisine girdiler. Bu çerçevede Allah Rasûlü’nün Kur’an’ı, Selmân-ı Farisî gibi bir ara Hristi209
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
yan olarak yaşayan ya da Abdullah b. Selam gibi Yahudi asıllı olan sahabilerden aldığını ileri sürdüler.
Şu bedîhi bir hakikattir ki; Selmân-ı Farisî de Abdullah b. Selam’da hicretten sonra müslüman olmuştur. Her ikisi de Medine’de yaşamıştır. Bu durumda
-haşa- “Allah Rasûlü
Mekkî ayetleri kimden almıştır?!” sorusu ortaya çıkmaktadır. Sonra İslâm’ı
yaşamak için nice zorluklara göğüs geren bu iki
sahabi asıl olan Hırıstiyanlık ve Yahudilik’i bırakıp
-haşa- kendi görüşleri ile oluşturdukları Kur’an’a niçin iman etsinler?! Böylesine garip bir iddia -yayılmadan- asırlarca üstü örtülü kalabilir mi?!
Ümeyye b. Ebi’s-Salt
Bütün deliller Selman’la, Abdullah b. Selam’ın
Kur’an’a ait olduğunu tescil edince, oryantalistler bu
defa O’nun, Ümeyye b. Ebi’s-Salt ya da İmru’ul-Kays
gibi şairlere dayandığını iddia ettiler.
Birbirine zıt iki unsurun birleşmeyeceğini bilenler, şiirinde şarab ve kadın gibi temaları çokça kullanan, Benu Esed tarafından babasının öldürüldüğü
gün dahi “Bugün içme günüdür” deyip şaraba devam
eden İmru’ul Kays ile, içki ve zinayı kesin bir dille
haram kılan Kur’an’ın en küçük bir benzerlik içerisinde olamayacağını bilir. Bu yüzden Imruu’l-Kays
iddası da ölü doğdu.
Ümeyye’ye gelince, O, Mekke’de Allah Rasûlü
ile karşılaşmış O’ndan Kur’an dinlemişti. Kendi210
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
sine Efendimiz’le alakalı görüş sorulduğunda ,“O’na
iman ediniz. Zira O hak üzeredir” demişti. Ümeyye, Allah Rasûlü’ne iman etmek için Medine’ye doğru yola çıkmış, Bedir’de dayısının oğulları Şeybe ve
Utbe’nin öldürüldüğünü öğrenince şehre girmeden
Tâif ’e dönmüş ve orada vefat etmiştir.280 Tarihî hakikatler Kur’an’ın Umeyye’den değil, Ümeyye’nin
Kur’an’dan etkilendiğini göstermektedir.
Ayrıca Kur’an-ı Kerîm, şairlerden iktibas edilen bir
kitap olsaydı müşrikler bunu propaganda malzemesi yapar, O’nun aleyhinde kullanır, Kur’an’ın meydan
okumaları karşısında acze düştüklerinde de gidip o
şairlerden yardım talep ederlerdi. Fakat kitaplarda
böyle bir kayıt yok.
Kur’an-ı Kerîm’in Korunmuşluğu
Oryantalistler, Kur’an’ın aidiyeti ile alakalı ortaya attıkları iddiaları isbat edemeyince yeni bir hamle
daha yaptılar. O’nun tahrif edildiğini ileri sürdüler.
“Nûreyn” ve “Velâye” adında iki sûrenin Kur’an-ı
Kerîm’e alınmadığını iddia ettiler.
Bu iddia da ilim çevrelerince itibar görmedi. Çünkü Kur’an-ı Kerîm’in İslâm’ın ilk yıllarından günümüze kadar tevatüren ulaştığı noktasında icma vardır ve
bu iddia o icmaya aykırıdır.
Ayrıca tabakât kitapları Sahâbenin yanlışın her
çeşidine itiraz ettiğinin belgeleriyle doludur. Zeyd b.
280
İbn Hacer, İsâbe, I, 84, 7.
211
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Sabit “tâbût” kelimesinin sonundaki “açık tâ”yı Ensar’ın lügatına göre “kapalı ta” şeklinde yazmak istediğinde Sahâbe O’na engel olmuş, durumu Hz. Osman’a bildirmişti. Halife de, Hz. Zeyd’e tâ”yı Kureyş
lügatını esas alarak açık yazmasını emretmişti.281
Tek bir harfin farklı bir lehçe ile yazılmasına müsaade etmeyen Sahâbenin iki sûrenin Kur’an’a alınmayışı gibi ciddi bir hâdise karşısında sessiz kalması nasıl
mümkün olabilir?!
İslâm’ın ilk yıllarında bir çok şehirde hadîs mecmuaları tedvin edildi. Kur’an’ın tefsîri, kıraatı, i’rabı,
icazı, tecvidi,…, ile alakalı sayılamayacak kadar çok
eser yazıldı. Birbirini görmeyen alimler tarafından
telif ve tedvin edilen bu eserlerde yer alan ayetler
arasında en küçük bir çelişki yoktur.
Oryantalistler de yaptıkları araştırmalar neticesinde iddialarını destekleyen en küçük bir karineye
ulaşamamışlardır. Bu yüzden Londra Üniversitesi
Doğu dilleri bölümü yakın doğu ve İslâm şubesi
müdürü, Kur’an-ı Kerîm’de tek bir noktanın bile eksik olmadığını itiraf etmek zorunda kalmıştır.
Kur’an-ı Kerîm etrafında oluşturulan şüphelerin
delilden yoksun olması ve onlara karşı ulemânın kaleme aldığı müstakil reddiyeler oryantalizmi yeni şüpheler ihdâs edemeyecek duruma getirmiştir.
Yerli Oryantalizm
281
İbn Hişâm, Şuzûru’z-Zeheb, s.80.
212
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Oryantalizm, Kur’an’la olan mücadelesinde köklü
bir değişikliğe gidip müslüman kimlikli kişiler vasıtasıyla hedefine ulaşmayı denemiş, bu çerçevede bir çok
akademisyen, yazar ve sanatçı yetiştirmiştir. Bunlardan bir kısmı ıslahla inkar arasında medcezir yaşarken, diğerleri müslüman kimliklerine vurguda bulunmayı ihmal etmemiştir.
Sekülarist bir anlayışa sahip olan birinci grup, tıpkı
münafıklar gibi gayelerinin dini ıslah etmek olduğunu savunmuştur: “Onlara yeryüzünde fesat çıkarmayın dendiği zaman ‘biz ancak ıslah edicileriz’ derler.
Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir.”282
Müslüman anne babadan Dünyaya gelen ve onlarla aynı din, tarih, dil birlikteliği olan bu gürûh
oryantalistlerin bile söylemeye cür’et edemediği iddiaları gündeme getirmiştir. Sorbon’da yetişen Taha
Hüseyin (v.1973) “elif, lâm mîm” gibi mukattaa’ harflerinin farklı nüshaları birbirinden ayırt etmek için
Kur’an-ı Kerîm’e sonradan ilave edildiğini iddia etti.
Ona göre; “‫ ”كهيعص‬İbn Mes’ud’a, “‫ ”حم عسق‬İbn Abbas’a,
“‫ ”طس‬İbn Ömer’e ait Mushafların remzi idi. Ahmet
Halefullah, Kur’an’da anlatılan bir çok kıssanın tarihen hiç sabit olmadığını söyledi. Nasr Hamid Ebû
Zeyd de, “Kur’an-ı Kerîm’in; bazı ayetlerin silinmesi,
bazılarının da O’na eklenmesi ameliyesinden beri olmadığını” iddia etti.
Müslüman kimliklerine vurgu yapan ikinci grup
282
Bakara: 11-12.
213
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
ise yaptıkları batıl tevillerle Kur’an’ın anlamını tahrif
etti. Farklı isimler altında kendilerini tanımlayan bu
oluşumlar aklı, naklin önünde değerlendirme noktasında Mutezile’nin birer şubeleri gibi faaliyet gösterdi. Hatta Hz. İsa’nın inmesini, Ye’cüc-Me’cüc, Dâbbetü’l-Arz gibi büyük kıyâmet alametlerini, melek ve
cinler gibi varlıkları ayetle sabit olan gaybi yaratıkları inkar etmeleri, hüküm ayetlerinin tarihin belli bir
dönemi ile alakalı olduklarını söylemeleri cihetiyle
Mutezile’den çok daha ileri bir noktaya gittiler.
Ülkemizde birçok tefsîrci tarafından da benimsenen bu görüşler, Oryantalizmin kendi elemanlarıyla
başaramadığını müslüman kimliklerine vurgu yapan
kişiler vasıtasıyla gerçekleştirdiğini tescil etti.
Müşrikler, Kur’an’ı susturmak için bütün imkanlarını kullanmıştı. İngilizler, Mısır’ı O’nu ortadan kaldırmak için işgal etmişti. Oryantalistler, O’nun doğru
bir şekilde anlaşılmasının önüne geçebilmek için çok
sayıda kitap ve dergi neşretti. Konferans, seminerler
verdi, üniversiteler kurdu. Kur’an muarızı ideolojik
hareketler yeniden canlandırıldı, revize edilip ilim
dünyasına servis edildi. Ölü yüzlere pudralar sürüldü.
Kahire’nin, İslâmabad’ın, İstanbul’un zeki çocukları
oryantalistlerin gözetiminde, ümmetin tarihî birikimi
ve entelektüel tecrübesini tanımadan Kur’an etrafında
oluşturulan şüpheleri dinledi.
Islah, tecdid, yenilik, reform, ihya derken nice fırtınalar koparıldı. Ulemâ gereksiz tartışmalarla meşgul
214
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
edildi. İslâm eğitim kurumları lağv edildi; Ezher’in içi
boşaltıldı. Mucâz ve mucîz hocaların kürsüsü ancak
mübtedi derecesinde İslâmî kültüre sahip olan kişilere
verildi. Kürsüde, mecmuada, kitapta oryantalizme ait
görüşler hararetle savunuldu. Kur’an karşıtları bütün
bunlara rağmen küçücük marjinal/akademik gruplar
oluşturmanın ve birkaç yayım sahibi olmanın dışında hiçbir başarı gösteremediler. Kur’an’ın azametini
gölgeleyemediler. Bunu şimdiye kadar başaramadıkları gibi bundan sonra da başaramayacaklar. Müsteşriklerin gördüğü bu gerçeği yakında mustağripler de
görecekler.
***
215
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
KİM TERS YÖNE GİRDİ;
MEALCİLER Mİ, ULEMÂ MI?
İ
slâm nazarında hocanın hatırı büyüktür.
Bu yüzden “Âdab-ı İslâmîyye” kitaplarında
hoca-öğrenci münasebetinin nasıl olması
gerektiği ile alakalı pek çok tespit ve rivayet vardır. Talebenin Mişkâtu’n- Nübüvve ile irtibatı hoca
vasıtasıyla olur. Hoca, varlık sebebidir. Bu yüzden
Nevevî ulemâyı ebeveyn makamında kabul eder.283
Müslim b. Halid ez-Zencî’nin kafa kağıdından bahsederken, “O, Allah Rasûlüne kadar uzanan fıkıh
Nevevî, Tehzîbu’l-Esmâ ve’l-Luğat, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye,
Beyrût, I, s.11.
283
216
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
silsilesinde yer alan dedelerimizden biridir” der.284
Bütün bunlara rağmen hakikatin hatırı söz konusu
olduğunda talebeler hocalarını tenkit etmeyi vazife addetmiştir. Mutezile kelamcıları haddi aşıp pek
çok esasta filozofların düşünce sistemini benimseyince Ebu’l-Hasan el-Eş’arî (v.324/936), hocası Ali
el-Cübbâî’ye (v.303/916)“ihve-i selâse/üç kardeş”
meselesini sorup Mutezilî sistemi önce sarstı, sonra
da çökertti.285
Fakülte yıllarında aramızda hoca-talebe münasebeti olan meşhur bir tefsîrcinin işkâllerinin izalesi
için uzun zaman bekledim, bu yüzden Ebû Hureyre bahsi dışındaki görüşlerinin tahlil ve tenkidini
yapmayı tehir ettim. İlgilendiği alan dışında ancak
bir ilahiyat öğrencisi seviyesinde müktesebatı olduğuna defalarca şahit olduğum malum tefsîrcinin bir
ilahiyat fakültesinde verdiği konferansta, İbn Haldûn referansıyla, Ebû Hanife’nin on yedi tane hadîsi sahîh kabul ettiğini iddia etmesi, daha sonra da
“Hadi biz daha iyimser davranalım, sahîh hadîsleri
elliye çıkaralım.” şeklinde istihzaî bir üslup kullanması ve bütün bunları hiçbir ilmi esasa dayanmadan
yapması, ayrıca kendisinin pek çok meal müslümanı tarafından taklid mercii olarak görülmesi bizi bu
yazıyı kaleme almaya mecbur etti.
Nevevî, a.g.e., II, s.93.
Taftâzânî, Şerhu’l-Akâid, Mektebetu’l-Medine, Karachi, 2009,
s.79-80.
284
285
217
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
İstikâmet
İnkâra sürükleyen söz ve sebepleri bilmek, akide
ile alakalı mevzulara vakıf olmaktan daha önemlidir.
Çünkü akide alanında “icmalî iman” yeterlidir. Yani
İslâm’a girmek kolay fakat İslâm’da kalmak, tefekkürü murad-ı ilahi çerçevesinde inşa etmek zordur. Bu
yüzden medreselerde her fenden birkaç (bazen on)
kitap okutulması hem öğrencinin meleke kesp etmesini temin eder, hem de fikir ve harekette İslâmî
olmasını sağlardı. Hâdisenin bu boyutunu dikkate
alan ulemâ, müesses nizama göre okumayanı ilimde
nesepsiz kabul eder, sözüne itibar etmez, konuşması
durumunda ise kendisine, “Sen sus, hocan yok!/Uskut, la şeyhe lek!” derdi.286
Kadîm zamanlardan tevarüs eden esasa göre, sıra
kitaplarını okuyup icazet almak, “istikâmet’in” asgari fakat temel şartı olarak kabul edilmiştir. “Mezâlik-i akdam”da ayaklar üzerinde kalmak müstakim
müminlerin en mühim mevzusu olmuştur. Nitekim
Kur’an-ı Kerîm de, gerek ictihad, gerekse de taklid
seviyesinde olan her Müslümana şu duayı yapmayı
telkin etmiştir: “Rabbimiz! Hidayetten sonra kalplerimizi kaydırma.”287 Allah Rasûlü de-ümmetine
talim makamında- şu duayı çok yapmıştır: “Ey kalplerin idaresi elinde olan! Kalbimi dinin üzere sabit
Muhammed Avvâme, Edebü’l-İhtilâf, Dâru’l Beşâiri’l İslâmîyye, Beyrût, 1996, s.164.
287
Muhammed Avvâme, a.g.e., s.164.
286
218
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
kıl/Yâ Mukallibe’l-Kulûb sebbit kalbî âlâ dînike.”288
Sahâbede İstikâmet
Sahâbe
zor zamanlarda da iman-amel bütünlüğüne sadakat gösterdi, ikrâh-ı mülcîde dahî ruhsatla amel edip “inkâr cümleleri” telaffuz etmedi.
Dâru’l-Erkam’da kabul ettiği “amentü”yü Mekke sokaklarında işkence görürken de tekrarladı. Sümeyye
ve eşi Yasir
bu ikrar üzere şehid oldu. Çocukları
Ammâr da aynı işkenceye maruz kaldı. Bir ara dayanamayıp diliyle “inkâr cümlesi” telaffuz etti. Hâdise, Allah Rasûlü’ne , haber verilince Efendimiz:
“Ammâr imanla doludur!” buyurdu. Bu ifadelerden
hemen sonra Hz. Ammâr huzura geldi, hâdise’yi anlattı. Efendimiz,
- Dilinle bunları söylerken kalbini nasıl buluyorsun?
- İmanla dopdolu ya Rasûlallah!
- O halde onlar tekrar aynı şeyleri yaparsa, sen de
aynı ifadeyle mukabelede bulun / İn ‘âdû fe ‘ud.289
Kur’an-ı Kerîm hâdiseye dair nihai hükmü şu
ayetle ifade etti: “İmandan sonra küfre sapana gelince (ki burada muhatap kalbi imanla dolu olduğu
halde baskı altında inkâr etmiş görünen değil, kendi
isteğiyle kalbini inkâra açan kimsedir) işte böyleleri
288
289
Tirmizî, H. No: 2226.
Kurtubî, el-Câmi’u li Ahkâmi’l-Kur’an, X, s.119.
219
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
için Allah’tan büyük bir gazap ve azap vardır.”290
Tefsîrde Gerekçesiz Mülahazalar
Sahâbe istikâmete zarar verir endişesiyle tefsîrde
mesnetsiz mütaalalardan uzak durdu. Hz. Ömer
hutbe irat ederken okuduğu ayette geçen bir kelimeden ne kastedildiği aklına gelmeyince bütün bir
cemaatin huzurunda mevzuya vakıf olmadığını ilan
etti.291
Sahâbe nazarında istikâmet, her mühim meseleden daha mühimdi. Bunun için onu anlamaya dair
özel meclisler yapıldı, sorular hazırlandı, cevaplar
verildi. Hz. Ebû Bekir , istikâmet üzere olanları,
“Sözde olduğu gibi harekette de imanî duruşa devam edenler”, Hz. Ömer , “ ‫ لَم يَ ُروغُوا َر َوغَا َن الثَّ َعالِ َب‬/ Tilkiler gibi konjonktürü esas alıp entrikayla sağa sola
meyletmeyenler , Hz. Osman , “Ameli Allah için
yapanlar”, Hz. Ali de , “Farzları eda edenler” olarak tanımladı.292 Farklı zaman ve mekânlarda yapılan tanımların aynı bakış açısını yansıtması, Sahâbe
nezdinde istikametin, “halis hürriyeti Hakk’a kullukta bulmak” olarak anlaşıldığını göstermektedir.
İstikâmeti muhafaza edebilme sadedinde İslâm’ın erken asırlarından itibaren usûller tespit ve
telif edildi. Fıkıh, tefsîr ve hadîs usûlleri bu bağNahl: 106.
İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’anî’l-Âzîm, I, 5.
292
Nesefî, Medârik, III, s.235.
290
291
220
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
lamda vücut buldu. Bunları tanımadan okuyup-yazanların meselelerin mantûk ve mefhûmunu doğru
anlamaları en az yanlış anlamaları kadar muhtemel
olduğundan sözlerine itibar edilmedi.
Sofistik Düğüm
Oryantalizmin gücü, tedrisatın zayıflaması, ilahiyat fakültelerinin mevcut müfredat ve anlayışı,
istikâmetteki muvazeneyi bozduğu gibi yanlış anlamayı da tetikledi. Öyle ki, yanlış anlama doğru anlamanın yerini alacak kadar şüyu’ buldu. Fıkıhtan kelama, tefsîrden siyere kadar telif edilen yüzlerce eser
yanlış anlama numuneleri olarak okura arz edildi.
Yanlış anlamayla malul bir zümre zuhûr etti ve
bunlar ilim, fikir ve talim cephelerinin bütün kavşak noktalarını tuttu. İnsanların muhalled eserlerin
dünyasına girmelerine mani oldu. Bunların usûl
başta olmak üzere temel İslâmî ilimler noktasında kıt bir müktesebata sahip olmaları, kendileriyle
müşterek esaslar çerçevesinde ilim diliyle konuşmaya mani oldu. Çünkü ilim malumdan meçhule götürür. Hadîs başta olmak üzere ümmetin ilmi ve fikri
birikimini hurafe olarak gören dolayısıyla malumu
reddeden bu zümreyle konuşmak esas itibariyle
vakit israfıdır. Nitekim Taftâzânî (v.792/1390) de
Şerhu’l-Akâid’de herkesin kabul etmesi gerekenleri
reddeden sofistlerle münazara yapmanın akla ziyan
bir ameliye olduğunu söylemektedir.
221
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Ters Yön
“En iyimser ifadeyle elli tane sahîh hadîs var”
diyen meşhur tefsîrci, bu ifadeyle Allah Rasûlü’nün
tefsîr başta olmak üzere bütün disiplinlerdeki
beyânlarının gayrı meşru olduğunu iddia etmekte
ve bu iddia ile adeta Peygamberi beyân makamından tasfiye etmekte, Ondan boşalan alana ise kendini koymaktadır. Nitekim Hoca’nın Nüzûl-u İsa
başta olmak üzere mütevatir hadîslerle sabit olan
mevzuları inkâr ederek Allah Rasûlü’nün beyân
vazifesini gasp ettiği herkese malum bir durumdur.
Hadîs kullîyatını inkârla yola çıkan Hoca, ters
istikâmetten yola giren, sonra da seyir halindeki
bütün vasıtaları hatalı olmakla itham eden sürücü
gibi ulemâyı tenkit ediyor. Bütün bunlardan vahim
olanı ise, Hoca’nın eserlerinin mazrufuna bakıp ilmi
müktesebatını kıymetlendiren pek çok akademisyenin, “Hoca yanlış yapmaz.” diyerek bütün uyarıcı
işaretlere rağmen ters yönde ilerlemesini meşrulaştırma gayreti içerisinde olmasıdır. Maalesef ki hâdise sofistik bir düğüme mahkûm edilmiştir.
Mealci Damar
İdeolojik yorumları ve fasid tevilleri yegâne doğru addeden -Sünneti reddeden- mealci damar, Afganî’den günümüze sorun çözmekten ziyade sorun
üretti. Ulemânın yerine ihdas edilen akademisyen/
aydın güruh da iki asırdır etkin olmasına rağmen,
222
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
ne İslâm coğrafyasının madden kalkınmasına katkıda bulunabildi ne de ilim, fikir ve sanatta kalıcı
eserler veren mucit ve müellifler yetiştirebildi.
Fikir Hürriyeti Nereye Kadar
İstikâmet hassasiyetiyle temayüz eden Sahâbe, insanların, “Biz müfessiriz, dolayısıyla dilediğimiz gibi
Kur’an-ı Kerîm’i anlarız” ifadesine sığınıp, hevalarına göre onu tevil etmelerine müsamaha göstermedi. Nitekim Hz. Ebû Bekir’in hilafet yıllarında bir
topluluk, “Ey Peygamber! Onların mallarından sadaka al, böylece arınmalarını ve günahtan temizlenmelerini temin edersin. Ve onlar için dua et. Çünkü
senin duan onlar için bir huzur vesilesi olacaktır”293
ayetini kendi arzusuna göre tevil edip zekât vermeyi
reddetmişti. Onlara göre ayet, Allah Rasûlü’nün
zamanıyla sınırlıydı. Bu yüzden zekât sadece O’na
verilebilirdi; çünkü O’ndan başkası ne günahlardan
arınmaya vesile olabilir ne de bu manada dua edebilirdi. Ayrıca ayet, “İnne salâteke sekenun lehum/
Senin duan onlar için huzur vesilesidir” demekteydi; nasıl olurdu da Ebû Bekir’in duası böyle bir
mahiyete sahip olabilirdi?
Topluluğun durumu Sahâbe meclisinde görüşülünce, Hz.Ömer muvahhit olmalarını öne çıkararak mal ve canlarının himaye altında olduğunu belirtti. Hz. Ebû Bekir ise hâdiseyi inkar bağlamında
293
Tevbe: 103.
223
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
değerlendirip, namazla zekâtı ayıran bu insanların
Allah Rasûlü’ne verdikleri bir deve bağını İslâm
Devleti’ne vermekten imtina etmeleri durumunda
onlara karşı savaşacağını söyledi.294
Zahirde muvahhit olan, namaz kılan, oruç tutan,
İslâm’ın diğer emir ve yasaklarını kabul eden fakat
zekâtın farziyetini fasid bir teville reddeden malum
topluluk için Hz. Ebû Bekir: “Böyle anladılar, fikir
ve ifade hürriyeti var!” demedi.
Parçacı Okuma Cinayeti
Hz. Ömer zamanında Şam’da bir grup zuhûr
edip, Kur’an-ı Kerîm’i parçacı bir nazarla tahlil etti,
fasid tevillerde bulundu ve içki içti. Kendilerine
neden böyle yaptıkları sorulduğunda, “İman edip
amel-i salih işleyenler, takvayı kuşandıkları, inanıp
salih ameller yaptıkları sürece istediklerini yerler.
Bu noktada onlara bir günah yoktur.”295 ayeti ile
istidlal ettiklerini söylediler. Hz. Ömer hâdiseden
haberdar olunca ilgilileri muhakeme için Medine’ye
getirtip, durumlarını Sahâbe ile müzakere etti. İçtihat kurulunda yer alanlar, “tevilcilerin” inkârına
hükmedip idamlarını talep etti. Hz. Ali ise ayeti arzularına göre anlayıp içkinin helal olduğunu iddia
eden zümrenin Allah’a iftira ettiğini dolayısıyla tövbeye davet edilmelerini, kabul etmeleri durumunda
294
295
Buhârî, Müslim; Tânevî, İ’lau’s-Sunen, XII, s.656-8.
Mâide: 93.
224
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
kendilerine seksen sopadan müteşekkil “içki haddi”
tatbik edilmesini söyledi.296
Hadîsi, Kur’an-ı Kerîm’i anlamayı meal düzeyine
indirgeyerek ya da doğrudan reddeden meal Müslümanlığı, Sahâbe zamanındaki tevilci zihniyetle belli hususlarda mutabakat içerisindedir. Selefi
reddederken istihzaî bir üslup içerisinde olan mealci Müslümanlar, İslâm’ı sığlaştırdığı gibi, ümmet
içerisindeki emperyalist güce karşı mukavemeti de
kırmıştır. Teslimiyetçi bir fikrî/siyasî/ictimâî mülahazayı merkeze alan “mealciler”, batıya uyum sürecinde mütevatir hadîslerle sabit olan Nüzûl-u İsa
gibi pek çok hususu da inkâr etmiştir.
17 Hadîs Meselesi
Ekranlarda ve yayın dünyasında mealcilikle şöhret bulan zevatın taklid merci olan Hoca’nın, Ebû
Hanife’nin 17 hadîsle amel ettiğini ya da o kadara
itimad ettiğini iddia etmesi ve bunu da İbn Haldûn’a
isnadı gerçeğe aykırıdır. Çünkü İbn Haldûn, “Ulûmu’l-hadîs/hadîs ilimleri” başlığı altında müctehid
imamlardan bahsederken bir yerde, “Ebû Hanife’nin rivayet ettiği hadîslerin 17 ya da daha fazla
olduğu söylenmektedir” demektedir. İbn-i Haldûn’a
ait olan, “‫يقال‬/söylenmektedir” ifadesi hükmün ona
göre muteber olmadığını gösterir. Nitekim bir sonraki paragrafta Ebû Hanife’nin kasten hadîs riva296
Tahavî, Meâni’l-Âsâr, II, s.89.
225
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
yetini terk etmesinin söz konusu olamayacağını,
mezhebinin büyük muhaddisler nezdinde muteber
olmasının, onun hadîste de büyük müctehidler arasında yer aldığına delalet ettiğini” söyler.297 Ebû Hanife’nin yaptığı 500.000 ictihada karşılık 4.000 hadîs rivayet etmesinin sebebi ise, hadîsleri tahlil edip
onlardan Şeriat’ın maksatları çerçevesinde hüküm
çıkarmayla meşgul olmasıdır. Nitekim Allah Rasûlü
ile daha uzun süre kalan Hz. Ebû Bekir ve Hz.
Ömer’in müksirûna nispetle az hadîs rivayet etmesi
de aynı sebebe mebnidir.298
Hoca, 15 yıl önce de hadîs mecmualarının uydurma rivayetlerle dolu olduğunu söylerken İbn-i
Haldûn’la istidlal etmişti. Hoca’nın Hicri 808’de vefat eden İbn-i Haldûn’un isnatsız bir şekilde, üstelik
“söylenti” olarak naklettiği ifadeye bu derece itimat
etmesi ilmî müktesebatı ile alakalı şüphelerimizi artırmaktadır. Her ne kadar Hoca, hadîs tahlilindeki
müesses usûlu keyfi kullansa da yine de bu hükme
nasıl vardığını bir metin ve sened tahlili meclisinde
onunla konuşmak isteriz. Bu mesele ihmal edilemeyecek kadar önemlidir. Eğer Allah Rasûlü’nün
yirmi üç yıllık risâlet hayatında 17 tane sahîh hadîs
varsa bu şu anlama gelir: Haşa ya Allah Rasûlü
yatmış, vazife yapmamış; ya da Sahâbe O’na ihanet
etmiş, hadîslerini sonraki kuşaklara rivayet etme297
298
İbn Haldûn, Mukaddime, s.352-3.
İhsan Şenocak, Bütün Zamanların Müctehidi, İnkişaf, s.6, 25.
226
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
miştir. Her iki durumun da ilmi bir kıymet ifade etmediği delile ihtiyaç duymayacak kadar açıktır.
Hoca ve Mukallitlerinin Hedefi
Günümüzde Kur’an-ı Kerîm’i hevasına göre tefsîr
eden pek çok isim Hoca gibi ya doğrudan hadîsleri ya da Sahâbenin udûl olduğunu reddetmektedir.
Nitekim Mutezilî sistemin kurucularından Nazzam
da, “İnne ekzebe’n-Nâsi Ebû Hureyre/İnsanların en
yalancısı Ebû Hureyre’dir.” diyerek Ebû Hureyre
şahsında Allah Rasûlü’nü
devre dışı bırakmak
istemişti. Hoca da fasid tevillerine meşruiyet kazandırabilmek için sahîh hadîsleri on yediye indirmekte böylece Allah Rasûlü ile Kur’an’ın arasını
ayırmaktadır. Bunu başardığı oranda sahîh hadîslere muhalefetle ma’rûf olan hacimli tefsîri meşruiyet
kazanacaktır.
Büyük İnkişaf
Bütün âlem-i İslâm’ı sarıp kuşatacak olan büyük
inkişafın Kur’an, Sünnet ve müctehid imamların
usûl ve furû müktesebatı çerçevesinde olacağını
bilen harici unsurlar, ümmeti parçacı mütalaalara
mahkûm edip onu, medenî birikiminden koparma
gayreti içerisindedir. Emperyalizm, hevasına göre
Kur’an-ı Kerîm’i tevil edenleri belli ilim kavşaklarına yerleştirerek kendi adına önemli mevziler de
kazandı. Nitekim İbn-i Salah’ın (v.643/1245) Mu227
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
kaddime’si hacminde dahi hadîs ıstılahına vakıf olmayan bir tefsîrci onlarca akademisyenin huzurunda hadîs mecmualarını reddetmiştir.
Tarihi süreç içerisinde İslâm irfanı bugüne nispetle çok daha çaplı muhaliflerin tehditlerine maruz
kaldı. Fakat İslâm’ın yekûnunun adı olan Sünnet tasavvuru, istikâmetsiz bütün fırkaları, “hiç yaşamamış” gibi ilim ve fikir alanından silip kaldırdı.
Netice
İnkâr tufanında en büyük zararı, kafası karıştırılan millet çekiyor. Hâdise tam da şu meselede hülâsa edildiği gibi cereyan ediyor: “Bir adamın, büyüğü
sürekli, küçüğü ise ara sıra yalan konuşan iki oğlu
varmış. Adam bir gün küçük oğluna: ‘Seni hiç sevmiyorum’ demiş. Küçük, ‘Neden beni sevmiyorsun
ki, ben ara sıra, ağabeyim ise sürekli yalan konuşuyor?” deyince, adam: “Evladım! Sen beni şaşırtıyorsun, ne zaman doğru ne zaman ise yalan söyleyeceğini tespit edemiyorum. Ağabeyin ise sürekli yalan
konuştuğundan onun her ifadesini ‘bu da yalandır’
diye reddediyorum. Dolayısıyla o beni aldatmıyor.”
şeklinde cevap vermiş. Milletimiz de İslâm’a dair
sürekli yalan üreten oryantalizme karşı kendini onların her beyânını reddederek korudu. Fakat tevilci güruhun ne zaman oryantalistler, ne zaman ise
İslâm adına konuşacağı millete zahir olmadığından
228
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
söylediklerinden hareketle büyük akidevi hatalar,
hakikat niyetine kabul görebiliyor.
***
229
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Sünnet’e “Uydurulan Din“
diyen “Kur’an Müslümanlığı“
kimin Projesi?
K
ur’an-ı Kerîm’i ideolojilerine dayanak
yapmak isteyenler, Onun küresel güçlerin geleceğini tehdit eden,dirilten, değiştiren, hükmeden özelliğini fasid tevillerle yok etmek
için açıklayıcısı/mübeyyini olan Allah Rasûlü’nün
Sünneti etrafında kapsamlı bir algı operasyonu yürütüyor. Ameliyelerine “Kur’an Müslümanlığı” adı vererek, yaptıklarından hareketle isimlendirilmelerine
engel olmayı hedeflemektedirler. Bir İngiliz projesi
olan ve Hindistan’daki Müslümanlar arasında ortaya
çıkan Kur’anîyyûn hareketi de benzer yöntemi takip
etmiş, Allah Rasûlü’nün “Ehlullah” olarak nitelediği “Ehlu’l-Kur’an”ı kendi amaçları doğrultusunda
kullanarak, “içerden bir dil” ya da muteber ıstılahlar
230
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
kullanarak operasyonun bir “çökertme” değil “ihya
ve inşa” faaliyeti olduğu intibaını oluşturmaya çalışmıştır. Oryantalizmin, Müslümanlar tarafından kabul
görmeyen iddiaları içerden bir dille manayı tercüme
metinler halinde yeniden arz edilmiş sadece sözcüler
değişmiştir. Farklı zaviyelerden Sünnet’e yöneltilen
tenkitlerle Kur’an-ı Kerîm’in Sünnet’le irtibatı koparılmakta, böylece de herkesin Kur’an-ı Kerîm’i arzusuna göre anlamasının yolu açılmaktadır. Hâdisenin
bu boyutunu dikkate alan usûlcüler, Allah’ın ayetlerini insan aklının buyurganlığından koruyabilmek için
Kitabullah’ı farklı şekillerde tasnife tabi tutarak riyazî
katiyete yakın anlama kriterleri ortaya koymuşlardır.
Sünnet’i reddeden Kur’an Müslümanlığı, doğrudan Allah Rasûlü’ne tavır almanın “ihyacı” görünmeye zarar vereceğini bildiğinden hadîslerin sahîh
olmadığını ya da birkaç yüz tanesinin ancak sahîh,
geri kalanının ise uydurma olduğunu iddia ederek, bir
anlamda neden hadîsleri reddettiklerini ya da niçin
hadîslere ya da peygambere rağmen konuştuklarının
da cevabını verdikleri izlenimini uyandırmayı hedeflemişlerdir.
Allah Teâlâ’nın, Kur’an’ı Kerîm’i Efendimiz’e Onu
açıklamak üzere indirmiş olması, esasında meselenin hangi mecrada ele alınması gerektiğini de tayin
etmektedir. “Beyân” vazifesinin Allah Rasûlü’ne
verildiğinin ilanı, Kur’an’ı Kerîm’in de açıklanmaya
muhtaç olduğu hakikatini ihtiva eder. Kur’an’la Sün231
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
net’in “Beyân münasebeti” bağlamında zikredilmesi, biri gibi diğerinin de ilahi koruma altında olduğunu gerektirir.299 Ayette geçen “zikir” kelimesi umumi
anlamda ele alındığında Allah’ın korunmasını vaat
ettiği risâlet ya da İslâm Şeriatı olarak anlaşılır. Nitekim Allah Teâlâ’nın kafirler istemese de tamamlayacağını vaad ettiği “nurullah” terkibi300 “İslâm
Şeriatı” anlamındadır. Her nekadar bazı müfessirler
ayette geçen “zikir” kelimesinden Kur’an-ı Kerîm’i
anlasa da bu durum Allah Azze ve Celle’nin Sünnet’i
korumayacağını tekeffül etmediği anlamına gelmez.
Zira Kur’an-ı Kerîm’le amel edilebilmesi anlaşılmasına, anlaşılması da Sünnet’in varlığına bağlı olduğuna göre Kur’an’ın “mübeyyini” olan Sünnet’in de
Kur’an bağlamında korunması gerekir. Çünkü beyân
edilenin korunması beyân edenin doğru bir şekilde
muhafaza edilmesine bağlıdır. Kur’an-ı Kerîm ancak murad-ı ilahi çerçevesinde anlaşılırsa korunmuş
olur.Aksi takdirde tahrif edilmiş olur ki, hiçbir şekilde tahrif korunma kapsamına girmez.
Kur’an-ı Kerîm’in anlaşılabilmesinin Sünnet’e olan
ihtiyacını yakın planda müşahede eden Sahâbe, Kitab’ın Sünnet tarafından açıklanan hiç bir yönünün
kapalı kalmaması için, Allah Rasûlü’nün yemeden
299
Bk. Hicr: 9; Mustafa Sabri, Mevkifu’l ‘Akli ve’l ‘Ilmi ve’l ‘Alem
min Rabbi’l Âlemîn ve Ibâdihil Murselîn, Dâr-u İhyâi’t Turâsi’l
‘İlmî, Beyrût, 1992, IV, s.74.
Tevbe: 32.
300
232
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
içmeye, uyanıklık halinden uykuya, oturmadan kalkmaya kadar hayatın bütün detaylarını rivayet etti. Nitekim hadîs mecmuâları Sahâbenin hiçbir detayı atlamadan Allah Rasûlü’nden sadır olan her şeyi rivayet
ettiği hadîslerle doludur.301
Kur’an’ın ravileri olan Sahâbe aynı zamanda Sünnet’in de ravisi olma vazifesini üstlenmiş, birbirlerini
de sorgulayarak, Sahâbenin adaletiyle alakalı bütün
şüpheleri izale etmişlerdir. Zira başta Hz. Ömer olmak üzere Sahâbenin hadîs sorgulaması hep beraatle
sonuçlanmış, böylece de sonraki dönemlerde yapılacak ithamlar iftira kapsamında değerlendirilmiştir.
Allah Rasûlü’nün
hadîslerine hiç bakmadan
Sünnet’e rağmen hüküm verenler, “Niçin böyle yapıyorsunuz?” sorusuna muhatap olduklarında hevalarına uymayan hadîsler mütevatir derecesinde de olsa
mevzu olduklarını iddia edebiliyorlar. Bu durumda
akla şöyle bir soru gelmektedir: Kur’an Müslümanları “Neden Sahâbenin rivayet ettiği Sünnet’i inkar
ediyor da, onların naklettiği Kur’an’ı alıyor.? Onlar
Kur’an-ı Kerîm’i rivayet ederken güvenilir de, hadîsleri naklederken mi -haşa- ihanet içerisindedirler?!
Onların her bir nassı muhafaza yöntemi aynı değil
mi? Kur’an-ı muhafaza ederken başarılı olanlar niçin
Onun mübeyyini olan ve korunması kendisinin muhafazasına bağlı olan Sünnet’i hıfzetme noktasında
aciz kalsınlar?!
301
İbn Salâh, Ulûmu’l-Hadîs; thk. Nureddin Itr, 1981, s.12.
233
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Sahâbenin Sünnet Hassasiyeti
Allah Rasûlü’nün
hadîslerini himaye edebilmek için ilk rıhleleri Sahâbe başlatmıştı. Cabir b.
Abdullah tek bir hadîsi almak için Medine’ye bir
aylık mesafede olan Şam’a Abdullah b. Üneys’e gitti.
İbn Hacer, Sahâbenin hadîs muhafazasının kanıtlarından olan Cabir’in bu rıhlesini kıymetlendirirken
şöyle der: “Cabir b. Abdillah’ın Abdullah b Üneys’ten
kendisine rivayet edilen hadîsle iktifa etmeyip, onu
bizzat Abdullah b. Üneys’ten dinlemek için kalkıp
Şam’a gitmesi, Sahâbenin âlî isnada verdiği önemi
gösterir.” Bu noktada Ebu’l-Âliye de şöyle der: “Biz
Allah Rasûlü’nün Ashâbından nakledilen hadîsleri
dinler, buna razı olmayıp kalkar onlara gider, bizzat
hadîsi kendilerinden alırdık. Münferit olarak ya da
cemaat halinde hadîsleri müzakere eder bu şekilde
unutmaya engel olurduk.”302 Ebû Hureyre de geceyi üçe böler; üçte birinde namaz kılar, üçte birinde
uyur, üçte birinde de Allah Rasûlü’nün hadîslerini
okurdu.303 Sahâbe, tabiûna da hadîsleri muhafaza
noktasında kendi aralarında “müzakere” yapmayı
önermiştir. Bu noktada Enes b. Malik öğrencilerine şöyle derdi: “Biz Allah Rasûlü’nün huzurunda
hadîsi dinler, kalktığımızda da hıfz edene kadar onu
tekrar ederdik.” Nitekim Atâ b. Ebî Rebah da İbn Abbas’ın konuyla alakalı şöyle dediğini rivayet etmekteİbn Hacer, Fethu’l-Bârî, Daru’s Selâm, Riyad, 2000, I, s.210.
el-Bağdâdî, el-Câmi’ li-Ahlâki’r-Râvî ve Âdâbi’s-Sâmi’, Mektebetu’l Me’ârif, Riyad, 1989, II, s.399.
302
303
234
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
dir: “Benden bir hadîs duyduğunuzda onu aranızda
müzakere ediniz.”304 Sahâbe’nin hadîs müzakeresi
ve bu noktadaki telkinleri, tabiûn döneminde hadîs
halkalarının yaygınlaşmasına zemin hazırladı. Daha
sonra ise, hadîsin sahîhini zayıf ya da mevzusundan
ayıran, sened-metin tahlili yapan muhaddisler geldi. Allah Teâlâ bir sev-ki ilahîyle Kur’an-ı Kerîm gibi
Sünnet’i de muhafaza edecek bir neslin yetişmesi
için sebepler halk etti.
Rivayet Sistemi
İnsan hayatının tecessüsü haram olmasına305 rağmen muhaddisler rivayet sistemi içerisinde yer alan
her bir ravinin hayatını detaylı bir şekilde incelemiş
ve bu bağlamda yaklaşık beş yüz bin insan kayda geçmiştir. Bir halkada hadîs rivayet edilirken, alana vakıf
olanlar rivayet zinciri içerisinde yer alan ravileri tanır,
hemen hepsi hakkında hükmünü verebilirdi. Müctehid imamların ictihat halkalarında da muhaddisler
yer alırdı.
Sahâbenin hadîsler noktasındaki hassasiyeti, bir
rivayeti naklederken “Keennî enzuru ilâ Rasûlillah/
Sanki şimdi Allah Rasûlü’ne bakıyorum.” şeklindeki, hâdiseye ayrıntısıyla vakıf olduğu intibaını veren
sözleri, bu alanda büyük bir seferberlik olduğunun da
kanıtlarındandır.
304
305
Hakîm, Müstedrek, İlim, H. No: 324.
Hucurât: 1
235
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Peki Sahâbe neden Sünnet’i koruma noktasında
olağanüstü bir gayret içerisinde olmuş, her gittiği yerde Allah Rasûlü’nden bahsetmiştir? Çünkü Kur’an-ı
Kerîm pek çok ayet-i kerîmede Allah Rasûlü’ne
ittibâ etmeyi emretmektedir. Allah Teâlâ’nın korunmayacak bir Sünnet’e ittibâ etmeye çağırması, sonra
da hurafelerle amel edenlerden bunun hesabını sorması adalet-i ilahiye sığmaz. Hangi Müslüman Allah
Teâlâ’ya böyle bir isnatta bulunabilir? Bu durumda
Allah Rasûlü’ne itaat etmeyi emreden her ayet Sünnet’in korunmuş olduğunu da ilan eder.
Kur’an-ı Kerîm’de en fazla vurgulanan talimatlardan biri de Allah Rasûlü’ne itaattir. Pek çok sûrede
bu hususu ihtiva eden ayetler vardır. Bir gurup insan,
“Ey Muhammed! Biz rabbimizi seviyoruz” deyince;306
Allah Teâlâ temelinde “peygambere ittibâ” olmayan
mücerred bir sevginin hükümsüz olduğunu beyân
noktasında şöyle buyurmuştur: (Rasûlüm )De ki: “Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki karşılığında Allah da
sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin.”307 Allah Rasûlü’ne ittibâ ilahi sevgiye nailiyete, muhalefet ise azaba
vesile kılınmıştır. İnsanların ilahi merhamete nail olmaları gibi, Cennet’e girmeleri de Allah Azze ve Celle’ye itaatin yanında Allah Rasûlü’ne itaate bağlanmıştır.308 Allah Rasûlü’ne itaati emreden her ayetten
Abdulmehdî, ’Abdulkadir, el-Medhal ila’s-Sünne, Dâru’l
İ’tisâm, Kahire, 1998, s.79.
307
Âl-i İmrân: 31.
308
Âl-i İmrân: 132; Nisâ: 13.
306
236
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
sonra şu hakikati tekrar etmeli: “Madem ki Sünnet’in,
ilahi koruma bağlamında olmadığını savunuyorlar,
bu durumda bugün aramızda Sünnet-i Seniyyesi ile
yaşayan Peygamber’e nasıl itaat edileceği sorusuna da
fasid tevillere gitmeden cevap versinler.”
Kur’an-ı Kerîm’in, Allah Rasûlü’ne itaati, Allah’a
itaatle aynı cümlede ve birini diğerine atfederek vermesinden, ikisinin de farklı şeyler olduğu dolayısıyla Peygamber’in tebliğ ettiği Kur’an gibi, Sünneti’nin
de esas alınması gerektiği anlaşılır. Madem ki Allah
Rasûlü Rabbinden aldıklarını tebliğ ediyor, o halde
getirdiği de, bildirdiği de Rabbi’ni razı edecek hakikatler bağlamında değerlendirilir. Bu durum, Allah
Rasûlü’ne itaat etmeyi, Allah’a itaat etme seviyesine
çıkarır. Zira “Kim Rasûle itaat ederse muhakkak ki
Allah’a itaat etmiş olur”309 buyrulmaktadır.
Şeriat, Allah Rasûlü’nün Sünnetiyle kamil olduğundan, Müslümanlar aralarında hükmetmek için
Allah’a ve Rasûlü’ne çağrıldıklarında “işittik ve itaat
ettik” derler.310 Allah Teâlâ, Sünnet’e ittibânın kaçınılmaz olduğunu Müslümanlara öğretme bağlamında gerçekte hüküm O’na ait olduğu halde “‫”لِيَ ْح ُك َم بَيْ َن ُه ْم‬311
kelimesindeki zamiri “tesniye” yerine “müfred” olarak
zikrederek Allah Rasûlü’nün yalnız başına hükmedeceğine işaret etmiştir. Nitekim ulemâ Sünnet’in
Nisâ: 80.
Nûr: 51.
311
Nûr: 51.
309
310
237
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Kur’an’ın mücmelini açıklayan, mutlakını takyid
eden, umumiyet ifade eden nazmını tahsis eden yönü
yanında, hükmü Kur’an-ı Kerîm’de beyân edilmeyen
mevzularda müstakil olarak hüküm koyan bir kaynak
olduğunu belirtmiştir.
Namazların hangi vakitlerde, kaçar rekat ve nasıl
kılınacağı, hangi rükünlerde nelerin okunacağı (rukü
ve secde hariç), orucun nasıl tutulacağı, zekatın hangi mallardan ve ne kadar verileceği, haccın nasıl yapılacağı gibi hususlar Kur’an’da olmadığından Allah
Rasûlü’nün Sünnetiyle beyân edilmiştir. Fıkıh kitaplarında yer alan hükümlerin önemli bir bölümünün çözümüne hadîsler üzerinden ulaşılmıştır. Sünnet aynı zamanda Kur’an-ı Kerîm’de yer almayan pek
çok meselenin hükmünü de belirtmiştir. Bir kadının
âdet halinde namaz kılamayacağı ve oruç tutamayacağı buna mukabil sadece tutamadığı oruçları kaza
edeceği, Nisâ Sûresi’nin 43. ayet-i kerîmesinde karabet, rada ve sıhriyet yoluyla evlenilmesi haram olan
kadınlar zikredilmiş, bir sonraki ayette ise bu kadınlardan başkaları ile evlenmenin helal olduğu beyân
edilmiş; fakat bir erkeğin hanımı üzerine onun teyzesi
ile evlenmeyeceği, şuf ’a hakkı ile ilgili hükümler, ninenin mirastan alacağı pay gibi hususlar Sünnet tarafından belirtilmiştir. Pek çok hadîsin doğrudan, özürlü 10 kadının da Allah Rasûlü’ne gelip “Bu halde
namaz kılalım mı Ya Rasûlallah” diye sormaları dolaylı olarak göstermektedir ki, bu kadınlar âdet kanı
238
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
gördüklerinde namaz kılmıyorlardı ki, özrü de âdet
bağlamında değerlendirip, Allah Rasûlü’ne sorma
ihtiyacı hissetmişlerdir. Kadınların âdet hallerinde
ibadet etmeleri gerektiğini savunanların neredeyse
tamamının “Kur’an Müslümanı” olması aslında niçin
Sünnet’i inkar ettiklerinin de cevabıdır. Allah Rasûlü’ne rağmen hüküm koyanların, masum bir Peygamber’in Sünneti’nin önemli bir kısmını Kur’an’a aykırı bulup reddetmeleri, kendilerine masumiyet isnat
etmeleri anlamana gelir. Günahkarların hüküm koyduğu bir zamanda masum bir Peygamber’in müstakil
olarak hüküm vermesinden niçin rahatsızlık duyulur?
Allah Rasûlü’ne
muhalefet etmeyi yasaklayan
ayetler de, Peygamber’e rağmen bir İslâm’dan bahsetmenin dünyada sapıklığa, Ahirette ise Cehennem’e
girmeye sebep olduğunu belirtmektedir: “Allah ve
Rasûlü bir meselede hüküm verdiğinde, inanmış bir
erkek ve kadın için o meseleyi kendi isteklerine göre
seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlü’ne karşı
gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”312 Kur’an-ı
Kerîm’i, Allah’ın muradı yerine, insanın hevası çerçevesinde anlamanın yolu Sünnet’in sistem dışına
itilmesiyle açılacağından, Efendimiz’in Sünneti’ne
isyan, “sapıklık” bağlamında zikredildi ve Allah Rasûlü’ne başkaldırı aynısıyla Allah’a başkaldırı olarak
kabul edildi. İhtilaf edilen bir hususta Allah Rasûlü’nü
hakim yapmayanların Müslüman olarak kabul edi312
Ahzâb: 36.
239
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
lemeyeceği belirtildi.313 Allah’a, Rasûlü’ne ve Müslüman idarecilere itaat etmeyi, ihtilaf durumunda ise
mevzuyu Allah’a ve Rasûlü’ne arz ederek ilahi ya da
nebevi talimatlara göre çözmeyi emreden ayeti kerîme de314 geçen ‫’إِ َل اللّ ِه‬den Allah’ın Kitab’ı; ‫’ َوال َّر ُسول‬den de
Allah Rasûlü’nün Sünneti anlaşılmaktadır.315 Ayrıca
َ ‫أَ ِطي ُعوا ْ اللّ َه َوأَ ِطي ُعوا ْ ال َّر ُس‬, ayetinde zikredilen ْ ‫أَ ِطي ُعوا‬
‫ول َوأُ ْو ِل األَ ْم ِر ِمن ُك ْم‬
şeklindeki emir fiilinin “Allah” ve “Rasûl” kelimelerinden önce zikredilmesi, buna mukabil “ulu’l-emr”den evvel iade edilmemesi, Allah Rasûlü’nün Kur’an-ı
Kerîm’i tebliğ bağlamı dışında, beyân ettiği hususlarda da müstakil olarak itaat mercii olduğunu bildirir.
Nitekim “ulu’l-emr”den önce ْ ‫ أَ ِطي ُعوا‬fiilinin hazfedilmesi ve “Rasûl” kelimesi üzerine atfedilmesi, idarecilerin müstakil olarak itaat mercii olmadıklarını ve bu
yüzden de onlara itaatin ancak Paygamber’e ittibâ etmeleri şartıyla doğru olacağı, aksi takdirde ise hiçbir
şekilde idareciler için itaatin söz konusu olmayacağını
isbat eder.316
Allah Rasûlü’nün Sünneti’nin “vahiy”317 olduğunu beyân eden Kur’an-ı Kerîm Ona itaatten yüz çevirmeyi de küfür olarak nitelemektedir. Nitekim Âli İm313
314
Nisâ: 65.
Nisâ: 59.
İbn ’Abdilberr, Câmiu Beyâni’l-İlm, Dar ibnu’l Cevzî, 1994, I,
s.765.
316
el-Cevziyye, İbn Kayyim, İ’lâmu’l-Muvakki’în, Dâru’l Kütübi’l
‘İlmiyye, Beyrût, 1996, I, s.48.
317
Necm: 3-4.
315
240
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
rân Sûresindeki ayet-i kerîmede Allah’a ve Rasûlü’ne
itaat emredildikten sonra ikisinin arası ayrılmadan
yüz çevirenlerin kafir olduğu belirtilmektedir.
Kur’an-ı Kerîm çok sayıda ayette Allah Rasûlü’ne
ittibâyı emretmekte, ona muhalefeti “küfür” olarak
nitelemekte ve kulların ilahi muhabbete muhatap olabilmelerinin yolunun da Efendimiz’e ittibâ olduğunu
beyân etmektedir. Bugün Allah Rasûlü aramızda
olmadığına, Kur’an’ın ayetlerinin de bütün zaman ve
mekanı kuşattığına göre insanlar “Allah Rasûlü’ne
itaat emrini,Onun Sünnetiyle amel ederek yerine getirecektir. Kur’an-ı Kerîm’in, Sünnet-i Seniyye ışığında
anlaşılmasını “uydurulan din” olarak gören, Sünnet’in
Kur’an-ı Kerîm gibi korunduğu hakikatini reddedenler bu halleriyle Allah’ın, Rasûlü’ne itaati emreden
ayetlerinin, Müslümanları sahîhi mevzuundan ayrılamayan hurafeler mecmuası olan Sünnet’e uymayı
emrettiğini” savunmaktadırlar.
Kur’an tarihsel olmadığına ve her bir ayet zaman
ve mekan üstü hakikatleri içerdiğine, Allah Rasûlü
aramızda olmadığı halde şu kadar ayet-i kerîme ümmeti Peygamber’e itaat etmeye çağırdığına aksi bir
halin “küfür” olduğu icmaya medar olduğuna göre
“Rasûle itaat ediniz” şeklindeki ayet-i kerîmelerin tek
bir izahı olur ki o da Sünnet-i Seniyye’nin vahiy kabul
edilmesidir.
Allah Teâlâ, Kitabının murad-ı ilahi çerçevesinde anlaşılmasını temin için Onun mübeyyini olan
241
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Rasûlü’nün Sünneti’ni de muhafaza etti. Aksi bir
durum Kur’an’ın –haşa- uydurulmuş hadîslere ittibâyı emrettiğini idida etmek olur ki bu da söyleyen için
felakettir.
***
242
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
KUR’AN’IN BİR KISMI “MASALDIR”
DİYEN bir mustağrib
İ
srail ordusuna konuşan bir haham, “Kur’an en
büyük düşmanımızdır. O, Müslümanların elinde olduğu müddetçe onlarla anlaşmamız nasıl
mümkün olabilir ki?” demişti. Geçen asrın başlarında Libya’yı işgale hazırlanan İtalyan askerleri de marş
söylerken, “Lanetli bir topluluğu yok etmek, Kur’an’ı
ortadan kaldırmak için gidiyoruz” diyordu. Fransızlar,
Cezayir’de sert bir direnişle karşılaşınca, “Müslümanlar
Kur’an okumaya devam ettikleri müddetçe onlara karşı
nihai bir zafer kazanamayız.” diyerek Kur’an-ı Kerîm’i
hedef göstermişti. İngilizler askerlerine Mısır’ı işgal gerekçesini üç kelimede şöyle özetlemişti: “Kur’an’ı, Kabe’yi ve Ezher’i yok etmek.”318 Yakın tarihte kaç işgal,
326
Bk. Enver el-Cündî, el-Hanceru’l-Mesmûm, Dâru’l I’tisâm,
243
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
kaç katliam haçlı ruhunu tahrik eden bu cümlelerle
başladı.
Küresel güçler, hayatı ne kadar seviyorsa, Kur’an-ı
Kerîm’i okuyanlar da Allah’ın Kelam’ı en yüce olsun
diye şehid olmayı o kadar arzuladı. Onlar, Kur’an,
Müslümanlara diriliş ve direniş ruhunu aşıladığından
Onu yok etmek ya da etkisiz hale getirmek istedi, bunun için ülkeler işgal etti, bunun için öldü, öldürdü.
Aslında Batı, Kur’an’ın tesir gücünde bir Kitab’a
sahip olamamanın ezikliğini yaşadı. Küresel eşkiyalık
sistemini yok edeceğini bildiğinden dolayı hayranlığını izhar edemediği Kurân-ı Kerîm’e, muhteşem bir
coşku ile iman etmeyi çok arzuladı fakat mevcut sisteminin bekası için imandan istinkaf etti. Yüzbinlerce
askerle çıkarma yapıp Müslüman öldürdü, her karış
toprağa onlarca mermi yağdırdı. Yine de Kur’an’ın
bünyesini, Müslümanlarla oluşturduğu tesanüdü sarsamadı.
Batı, ordularla Kur’an-ı Kerîm’e galip gelemeyeceğini anlayınca, yöntem değiştirdi; Kur’an-ı Kerîm
etrafında şüpheler oluşturarak siyaseten mağlup etmesine rağmen, kendilerini “kefere” dedikleri Haçlılardan daha üstün gören Müslümanların akidelerini
sarsmayı, şüphelerle enkaza çevirmeyi planladı. Böylece merkezinde Allah’ın ayetlerinin olmadığı siyasî
bir yapının önünü açacak, daha uzun ömürlü olmasını temin edecekti.
Kahire, s.29.
244
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Bir Tüfeğe Bir Köy Dolusu İnsan
Batı, bazen bir ülkeyi, bazen de bir kıtayı sömürgeleştirdi; ülkeleri operasyon alanına çevirdi, bir tüfek
parasına bir köy dolusu insan satın aldı. Fakat yine de
istediği sonucu elde edemedi.İşgal ettiği bir ülkenin
Müslümanlarının kendisi gibi inanıp, kendisi gibi yaşamasını onlara empoze etmede nakıs kaldı.
Maddî manada refah içinde yaşayan Batı, Müslümanların zihinlerinde, ruhî hastalıklar içerisinde boğuşan ve bu yüzden de kurtarılmayı bekleyen “Dünya
adamları” olarak algılandı. Ahlak seviyesi itibariyle
en menfur şeyden daha nefret edici, en katilden daha
şakî görüldü. Bu yüzden her Müslüman baba oğlunu
okumak ya da çalışmak için bir Batı ülkesine gönderirken, “Kefere ülkesine gidiyorsun dikkat et, kadınlara aldanma, gece hayatına özenme, okul bitince geri
dön.” şeklinde tembihatta bulundu. Çünkü müslüman
zihninde “Batı” kavramının karşılığı insanı, aileden,
çocuktan, vatandan, sıladan bütün bunlardan öte Allah’tan koparan tecavüzkar bir siyasî güçtü, böyle tanınmayı kendisi de arzuluyordu.
Emir ve Komuta Kur’an’da
Afrika’daki yerel dinlere mensup insanların bir
kısmı, tecavüzcüsüne aşık olan kız gibi, kendilerini
sömüren Batı’nın dinine girdi; Müslümanlar ise işgale uğradıkça, askeri darbelerle ülkeleri yarı açık ceza
evine döndükçe ya da bir musibete maruz kaldıkça
245
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
direnme azimleri arttı, hürriyet iradeleri tazelendi.
Batı, Müslümanlar yenilse de İslâm’ın yenilmeyeceğini, yenildiğini zannettiği anlarda Kur’an ve
Sünnet’ten beslenen Salahaddinlerle, Yavuz Sultanlarla, “Artık bundan sonra emir ve komuta Kur’an-ı
Kerîm’de.” diyerek yeniden zuhûr ettiğini defalarca
tecrübe etti.
Topraktan Zihinlerin İşgaline
Batı, geçen asırdaki Afrika istilasıyla Hristiyan
nüfusun oranını % 7’den %27’ye çıkardı, yerel dinleri eritti fakat Müslümanları kiliseye sokamadı. Bu
yüzden kendi sonunu hazırlayacak İslâmî uyanışın
daha sonra olması için Kur’an’la mücadelede sürekli
farklı yollar denedi. Müslümanların zihinlerini şüphe ve inkarla zehirlemeyi en selametli mücadele tarzı
olarak gördü. Bu yüzden oryantalist çalışmalara ağırlık verdi. Sömürü ile kabaran direnci, oryantalizmle
yok etmeye çalıştı. Hedefine ulaşabilmek için kitaplar,
dergiler neşretti, konferanslar verdi. Gizli, açık faaliyetler yürüttü. Mustağribler tarafından idare edilen,
Müslüman öğrencileri maddi imkanlarla tesir altına
almayı amaçlayan cemiyetler kurdu.
Oryantalizm’in Hedefleri
Oryantalizm, her ne kadar doğunun tamamını
kapsama alanına alıyor görünse de mücadele zemini
itibariyle değerlendirildiğinde, Batı’nın kılıçla başa246
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
ramadığını yapmak, İslâm’ı, Kur’an ve Sünnet etrafında oluşturulacak şüphelerle vurmak iddiasıyla ortaya
çıktığı açıktır. Bu yüzden İslâm’ın esas bünyesini teşkil
eden Kur’an-ı Kerîm’e ve Sünnet’e saldırdı. Bağlamından kopardığı, hazifler yaparak saptırdığı mevzular
çerçevesinde eserler telif etti, makaleler yazdı. En insaflı
oryantalist, zehiri en gizli olduğundan daha fazla insanı
cezbetti, daha etkili oldu.
Oryantalist çalışmalar tercüme edildikçe ya da
şarkiyat merkezlerinde onlarla doğrudan ilişki içerisinde olanların sayısı arttıkça Müslümanlar arasında Kur’an’a ve Sünnet’e şüpheyle yaklaşan insanların
sayısı da arttı. Mealci zihniyetin Allah Rasûlü’nün
yaşadığı ve ümmetin de 14 asırdır yaşama mücadelesi verdiği İslâm’ı “uydurulan din”, hevasının arzuladığı İslâm’ı da “indirilen din” olarak anlatması gibi,
mustağribler de dine “hurafe”, hurafeye “din”, dedi. Ne
usûl, ne füru’ , ne tefsîr hiçbir şey istisna edilmeden,
her şeye şüphe ile bakıldı, İslâm’ın sabiteleriyle oynandı. Klasikleriyle iftihar eden Batı’yı taklit edenler
“yeni şeyler söylemek” lazım sloganıyla, kadîm olanı
reddetti, Ehl-i Sünnet ulemâsına ait falan “muhalled
eser” de muteberdir, diyemedi.
Fırka Mezarlığında Hayat Aramak
Batı’dan Doğu’ya intikal eden her şeyin mustağribler tarafından sorgulanmadan alınıp muteber addedildiğini gören Oryantalizm, hedefine ulaşabilmek
247
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
için Mutezile, Kaderiyye gibi fırkaları ihya etti, sonra
da onların görüşlerini Batı’dan Doğu’ya taşıdı. İslâmî
mefhumlar üzerinde ya oynadı ya da içlerini boşalttı.
Onlara Arab’ın hiç kullanmadığı anlamaları vererek
öğrencilerine ayet ve hadîslerin nasıl tahrif edileceğini gösterdi. Küresel sömürüyü tehdit eden “cihad”ı
illegal bir ameliye olarak göstererek, eliyle, olmasa diliyle o da olmasa kalbiyle buğz eden Müslümanı hiçbir
menfi hâdiseye tepki vermeyen varlığa dönüştürmek
istedi. Batıyla hesaplaşacak neslin ufkunu daralttı.
Zina, riddet gibi suçları umûr-u adiyeden göstererek
ahlakî zafiyetin yolunu sonuna kadar açtı. Fıkıh dahil
bütün ilimlerin ıstılahlarıyla oynadı. Hiçbir ayete, hiç
bir hâdise dayanmayan görüşlerle tesettürü tanımladı, hicabı bir bez parçasına çevirdi.
Yerli Oryantalizm
Oryantalizm, kemmiyet itibariyle az fakat keyfiyet
itibariyle çok sayıda Müslümanla doğrudan irtibat
kurduğundan ve bütün Müslümanlar tarafından da
ne için kurulduğu bilindiğinde,n tesiri istenilen neticeleri vermedi. Bu yüzden oryantalizm “yerli oryantalizm” şubesini açtı. Müslüman adı taşıyanların görev
yaptığı bu şubenin personeli, müsteşriklere ait ifadeleri sanki kendi beyânatı gibi nakletti, bu çerçevede
makaleler yazdı. Oryantalistler, “dinin hasımları”
olarak görülürken, yerli şubenin memurları, “büyük
kurtarıcı”, “Hiç kimsenin söyleyemediğini haykıran
248
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
düşünür.”, “özgürlük kürsüsü” gibi abartılı ifadelerle
yüceltildi, ifsad ameliyeleri “büyük ıslah projesi” olarak takdim edildi.
Cemaleddin Afganî’den günümüze kadar “Büyük
muslihler” olarak ortada dolaşanların siyaseten etkin oldukları İslâm coğrafyasında Müslümanların
sahipsiz halleri, yıkılan şehirleri, işgal edilen ülkelerinin düzenledikleri sempozyum ya da tezlerde yer
bulamaması, Kur’an’a masal diyen akademisyenlerin,
ümmet’in dirilişi ile alakalı tek bir makale kaleme almaması yerli oryantalizmin hedef saptırma, oyalama,
uyutma gibi mekrî ameliyelerde ne kadar başarılı olduğunu göstermiyor mu?
En Karmaşık Telbîs-u İblis
Mustağriblerin İslâmî bir ad ile çağrılmaları,
“Müslümanların yenilmişliğine çare arıyoruz” şeklindeki sloganları, İslâm’ın sabitelerini inkar etmeyi,
“çağdaş bir zorunluluk”, “akademik özgürlük” gibi aldatıcı cümlelerle beyân etmeleri, Cennet’i Dünya’da
arayan konfor Müslümanlarını etkiledi. Oryantalistler, İslâm’ı yok etme, Mustağribler/yerli oryantalistler
ise ihya etme iddiasında olduğundan öncekilere nisbetle bin kat daha etkili oldular. Adlarının “Mustafa”, Hasan”, lisânlarının Müslümanların lisânı olması,
ümmetle aynı soydan aynı boydan gelmeleri, büyük
bir yanılgıya yol açtı. Bu yüzden geçen asır tarihin en
karmaşık telbis-u İblisine tanık oldu. Dışarıdan sarsı249
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
lamayan İslâmî bünye, içerden büyük bir darbe yedi.
Yerli oryantalizmin memurları Allah Rasûlü’nün
haber verdiği gibi, “Cehennem’in kapılarına çağıran
adamlar” olarak kendilerine icabet edenleri Cehennem’e atmak için çabaladı. Huzeyfe b. Yeman Allah
Rasulü’ne “Sıfhum lenâ/Bize onları tarif et” dediğinde, Efendimiz, “Bizim derimizden/milletimizden ve
bizimle aynı dili konuşanlardan”319 olacaklar buyurdu.
Kur’an’a Tarihin En Büyük Saldırısı: “Demitolojizasyon”
Tarihî süreç içerisinde Kur’an’a karşı düzenlenen
saldırıların en tehlikelilerinden biri, Kur’an’daki kıssaların bir kısmının uydurma olduğu iddiasıdır. Yerli
oryantalizm bu ameliye ile Kur’an’ın kutsallığını yok
etmek sonra da onu yaşanan değil, müzede ziyaret
edilen bir kitap haline dönüştürmeyi hedefliyor.
“Kur’an’da geçen bir kıssanın, bilfiil bir yerde yaşanması zorunlu değildir” diyen yerli oryantalizm, bu
iddiasıyla dileyenin, dilediği sistem muvacehesinde
bir kıssayı alıp, almamasının, ona hakikat ya da mitoloji demesinin yolunu açtı.
Mustafa Öztürk’ün “Bilimsel Nesebi”
Allah’ın kitabında, “batılın zıddı ya da vakıaya
uygun hüküm” anlamına gelen “hak”320 kelimesi kıs318
Bk. Buhârî, Menâkıb, H. No: 3411; Müslim, H. No: 1847.
320
Bk. Cürcânî, et-Ta’rifât, Dâru’l Fadila, Kahire, s.94.
250
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
salar bağlamında, onların vakıaya uygun, yaşanmış
olaylar olduğunu bildirmek için kullanılır. Ne var ki
Cahiliyye Araplarından sonra Yahudi asıllı Oryantalist Josef Horevitz (v.1931) “Mebâhisu Kur’anîyye”
adlı eserinde Kur’an-ı Kerîm’deki kıssalar için “usture/masal/mitoloji” ifadesini kullanarak cahilî iddiayı
iftira mahşerinden, şarkiyat enstitülerine taşıdı. Ardından da -sistem gereği- yerli oryantalizm “mitoloji”
yakıştırmasına kendi icadıymış gibi akademik çalışmalarda yer verdi. Bu bağlamda Sorbonne’da Emile
Durkheim’in (v.1917) danışmalığında İbn Haldûn
(v.808/1406) üzerinde tez hazırlayan bir ara Mısır’da
Milli Eğitim Bakanlığı da yapan Taha Hüseyin “Fi’şŞi’ri’l-Cahilîî” adlı eserinde Kur’an’ın ve İslâm’ın temel
esasları için tecavüzkar ifadeler kullandı. Kıssalarla
alakalı olarak da, Tevrat ve Kur’an’ın Hz. İbrahim ve
İsmail’den bahsetmesi, bu iki ismin birer tarihi şahsiyet olduklarını isbat için yeterli değildir, dedi.321 Daha
sonra ise Muhammed Ahmed Halefullah, hocası
Emin el-Hulî’nin nezaretinde 1947 yılında hazırladığı, “el-Fennu’l-Kasasî fi’l-Kur’anî’l-Kerîm” başlıklı
tezinde Kur’an’daki kıssaların bir kısmının usture/masal olduğunu, Kur’an’da tarihte hiç yaşanmadık hayalî
olayların geçtiğini iddia etti. Bu iddialar üzerine Mısır
karıştı, ulemâ, bu anlayışa sahip olanları tekfir etti,
tepkiler üzerine şimdiki adı Kahire olan Fuad Üniver321
Taha Hüseyin, Fi’ş-Şi’ri’l-Câhilî, 26; er-Rûmî, Menhe-
cu’l-Medreseti’l-Akliyye, I, s.447.
251
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
sitesi tezin reddine, öğrencinin de okuldan uzaklaştırılmasına karar verdi. O tarihe kadar sesi çıkmayan
Emin el-Hulî Kur’an’daki kıssaların uydurma olduğunu, Halefullah’ın tezindeki her mevzunun gerçeği
yansıttığını, ateşe atılsa da bu hususu savunacağını
söyledi.322
Masalcılarla Tarihselciler Aynı Safta
Mısır’da bu çizgi tarihselci düşünceyle aynı damarda akmıştır. Nitekim, el-Hulî’nin sistematize ettiği, Aişe
Abdurrahman, Ahmed Halefullah ve diğer “Edebi Tefsîr” ekolü bağlıları tarafından Kur’an’a tatbik edilen ve
Kur’an’ın sırf bir edebi ürün olduğunu söyleyerek,-haşa- Allah Rasûlü
tarafından uydurulduğunu îma
eden anlayışın temellendirilmesi noktasında en kapsamlı çalışma, Kur’an hakkındaki görüşleri hezeyanlarla dolu olduğundan dolayı Mısır ulemâsı tarafından
irtidat ettiğine, dolayısıyla hanımıyla akdettiği nikahın
fesh olduğuna hükmedilen Nasr Hamid Ebû Zeyd’e aittir. Nasr Hamid’in irtidadına hükmedilince en önemli
müdafii, Kur’an’a masal diyen Halefullah olmuştur.
Kur’an’ı Kerîm’e Masal diyen Yerli Bir Oryantalist: Halefullah
Tezinde Kur’an’daki pek çok kıssanın tarihi açıdan
bir geçerliliği olmadığını iddia eden Halefullah, İslâm’ın kürsüsü olarak iştihar eden Mısır’da, Kur’an’da
322
Halefullah, a.g.e., 1; er-Rûmî, a.g.e., s.448.
252
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
tarihi gerçeklere aykırı anlatımlar olduğunu ileri sürdü.
Kur’an’ın Nüzûlünden 14 asır sonra Mısır’da Müslüman adını taşıyan biri, Mekke müşriklerinin ağzıyla Kur’an’la mücadeleye girişti: “Onlardan okuduğun
Kur’an’ı dinleyenler de vardır. Fakat onu anlamalarına
engel olmak için kalplerinin üstüne perdeler, kulaklarına da ağırlık verdik. Onlar her türlü mucizeyi görseler bile yine de ona inanmazlar. Hatta o kâfirler sana
geldiklerinde: ‘Bu Kur’an eskilerin masallarından başka bir şey değildir.’ diyerek seninle mücadele ederler.”323
Oryantalizmin yerli şubesi, arkasına küresel eşkiyayı
alarak milyonlarca Müslümanın yüzüne baka baka
Kur’an’a “masal” deme cüretinde bulundu.
Halefullah, imanî olduğu kadar ahlakî bir sorun
da teşkil eden teziyle aklın önünde geniş bir alan açmayı, Kur’an’da geçen tarihî her hâdiseyi incelemeyi, bundan da rahatsız olmanın “bilimsel özgürlüğe”
pranga vurmak anlamına geldiğini söyledi. Ona göre
bu durum, amacı öğüt vermek olan Kur’an’a aykırı
değildir. Halefullah bu yaklaşımıyla Ehl-i Kitab gibi
davranıp, Kur’an’dan hevasına uyan kısmı alıp, diğerini reddetti. Nitekim Allah Teâlâ konu ile alakalı
şöyle buyurmaktadır: “Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini kuvvetlendireceğimiz bilgilerin
her birini sana anlatıyoruz. Bunlarda sana yaşanmış
olayların bilgisi/hak, müminlere de bir öğüt ve hatır-
322
En’âm: 25.
253
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
latma geldi.”324 Ayetin mealinden de anlaşıldığı gibi
Allah Rasûlü’nü teselli eden, müminlere öğüt veren her bir kıssa haktır, yani gerçekte yaşanan olayların vahyedilmesidir. Ne var ki Halefullah kıssaların
“öğüt” içermeleri ile alakalı kısmı alıyor, “hak” olmalarını reddediyor.
Tez Çapında Cür’etkârlık
Halefullah’la bir tez çapında ifade imkanı bulan
Kur’an’a “masal” deme cü’retkârlığı aslında şunu iddia etmektedir: “Tarihi verilerle Kur’an-ı Kerîm çatıştığında, tarih esas alınır, Kur’anî olan bilgi terkedilir”. Beşerî olanı, ilahî olana önceleyen bu anlayış,
adı Müslüman olan kişiler tarafından temsil edilmesi itibariyle materyalist bir inkardan daha tehlikeli
olmuştur.
Tarih Kitapları mı, Kur’an mı?
Hz. Adem’le başlayan insanlığın tarihi on binlerce yıla dayanmakta. M.Ö. 3500 tarihinde bulunması
itibariyle yazının yaşının da 1500 küsür yıl olduğunu
kabul edersek, en iyimser ifadeyle insanlık tarihinin
5500 yılından öncesini inkar etmiş oluruz. Kur’an-ı
Kerîm ise yazının henüz bulunmadığı, dolayısıyla tarih yazıcılığının olmadığı zamanlardan, o zamanlarda yaşayan peygamberlerden de bahsediyor. Ayrıca
tarihî bir olayı nakletmek, tarihçilerin itikadî, siyasî,
324
Hûd: 120.
254
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
ictimâî kabullerine göre de değişir. Her tarihçi naklettiği bir hâdiseyi ona inancının boyasını dökerek
anlatır. İstanbul Fethi’ni Bizans ve Osmanlı tarihçilerinin eserlerinden okuduğunuzda, tek ortak noktanın
İstanbul’un Osmanlı Devleti tarafından fethedildiğidir. Bunun dışında hemen her konu farklı vurgularla
anlatılır. Buna rağmen malum anlayışa göre Kur’an-ı
Kerîm’le tarih çatıştığında yine de tarihi tercih etmek,
“bilimsel olmanın” gereğidir. Bu yüzden Halefullah,
Allah’ın vahyini esas alıp, insanın yeryüzü serüvenine
nisbetle daha dün başlayan tarihi tashih etmek yerine;
tarihi esas alıp Allah’ın ayetlerini tashih etme cür’etinde bulundu. Ne var ki, adı Ahmed olan bir Mısırlı
böyle bir muhtevaya sahip tarihî verileri dikkate alıp,
onlarla yer yer çatışan Kur’an’a usture/masal/mitoloji
demeyi tercih etti.
İncil’i Esas Alıp Kur’an’a “Masal” Demek
Yahudi asıllı Josef ’ten aldığı “Kur’an”a masal isnadında bulunma vazifesini eda ederken, reddiye sağnağına yakalanan Halefullah’ın halefi olmaya soyunan
çağdaş İlahiyatçının neyi, nasıl, kimden arakladığını
anlayabilmek için nesebinin dayanağı olan Halefullah’ın tezini bir örnek bağlamında muşahhaslaştıralım:
Halefullah, Yahudi ve Hristiyanların Hz. İsa’nın
beşikte konuşmasını,325 “Eğer konuşmuş olsaydı olağanüstü bir hâdise olan bu durumun Tevrat’ta nak325
Âl-i İmrân: 46.
255
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
ledilmesi gerektiğini” iddia ederek, reddettiklerini
nakleder.326 Halefullah’ın dikkat çektiği bu ayet, Allah
Rasûlü zamanında Yahudi ve Hristiyanların yaşadığı
toplumda onların yüzüne karşı okundu. Ancak İslâm’ı
reddetme, Kur’an’a itiraz etme noktasında fevkalade bir
iştiyak içerisinde olmalarına rağmen bu hususta hiçbir
muhalefetleri olmadı.
Fahruddîn er-Râzî, kelâmcılardan naklen Hz.
İsa’nın kundakta iken konuşmasını reddeden Hristiyanlara cevap sadedinde şunları söyler: “Hz. İsa’nın
kundakta konuşması Hz. Meryem’in fuhuş iddialarından beraatine delalet etmek içindir. Orada bulunanlar
da, Hz. İsa’yı duyanlar da az bir kalabalıktı. (Bu tür
durumlarda meselenin gizliliği noktasında anlaşmak
normaldir.) Onlar, bunu zikretmeleri durumunda
Yahudiler tarafından tekzip edilip yalancılıkla itham
edileceklerini hissettiklerinden dolayı sustular ve bütün bunlardan dolayı mevzu, Allah Teâlâ’nın, Rasûlü
Hz. Muhammed’e haber vermesine kadar gizli kaldı.”. Ayrıca bütün Hristiyanlar da bu durumu inkar
etmedi. Nitekim Cafer b. Ebî Talib, Meryem Sûresi’ni
Necaşi’ye okuyunca, Necaşî, “İsa (a.s.) olayıyla bu kelamda zikredilenler arasında bir çekirdek kadar fark
yok” dedi.327
Tarih kitaplarının Hz. İsa’nın çocukken konuştuğunu yazmamış olması da hâdisenin yaşanmadığına
326
Halefullah, a.g.e., 25.
327
er-Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, Dâru’l-Fikr, Beyrût, VIII, s.46-7.
256
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
delil olamaz. Çünkü tarih, ferdi planda cereyan eden
binlerce hâdiseyi yazmadı, yazamadı. Hz. İsa’nın -bir
çocuk olması hasebiyle- konuşması da ferdi bir olay
olarak tanıkların zihin dünyasında kaldı, kayda geçilmediğinden dolayı da sonraki kuşaklara intikal
etmedi.
Tarih yazıcılığının subjektifliği, hâdisenin İslâm’da
olduğu gibi rivayet sistemiyle nakledilmiş olmaması
ortada iken, garip hâdiseleri tarihî hakikat olarak kabul edip; Allah’ın ayetlerine tahrif edilen kitaptan ya
da masal mecmualarından delil ya da itibar aramak,
“evham”ı “yakîn” bilgiye tercih etmektir.
İncil üzerinde tarih boyu pek çok insan tasarrufta
bulunmuş, bu yüzden hakla batıl bazen aynı cümlede, bazen de aynı sayfa ya da kıssada yer almıştır. Batılıların tarihlerinin önemli bir bölümünün kuruntu,
efsane, yalan, propaganda ve biraz da hâdiseleri olduğu gibi nakletme ameliyesinden ibaret olduğu zahirken; nasıl oluyor d, tarihin, bir çocuğun kundakta
konuşmasını kayda geçmemesini, onu haber veren
Allah’ın ayetinin tekzip edilmesine delil olarak kabul
edebiliyorlar?
Hz. Meryem’i Niçin Yakmadılar?
İmrân’ın eşi Hanne’nin adanmış çocuğu Hz. Meryem ne nişanlandı, ne evlendi, ne de kendisine bir erkek dokundu. Rahbanî bir hayatı tercih etti ve ömür
boyu bu hayata sadakat gösterdi.
257
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Yahudi Şeriatı’na göre, bir din adamının kızı zina
ederse ateşte yakılırdı.328 Hz. Meryem de, Hz. Harun’un soyundan bir din adamının kızı olarak, evlenmeden bir erkek çocuk dünyaya getirdi fakat ateşte
yakılmadı. Çünkü dünyaya getirdiği oğlu İsa beşikte
konuşarak annesi Meryem’in fuhuştan beri olduğunu
kanıtladı.
Ahmed Halefullah, Kur’an’ı itibarsızlaştırma projesinin yerli oryantalizm şubesinde çalışan bir Mustağrib olarak vazifesini yaptı ve önemli bir bölümünün
uydurma olduğu bizzat müntesipleri tarafından itiraf
edilen İncil’i esas alarak, Kur’an kıssalarına usture/
masal dedi. Bu ameliyesiyle Kur’an-ı Kerîm etrafında
şüpheler oluşturmak için cüretkâr bir adım atmaya
kalkıştı. Fakat ileriye gidemedi. Ulemânın reddiyeleri karşısında sükûta büründü. Elinde kalan vazifesini
ise Kur’an’ın “half ” dediği, selefin mirasını zâyi eden
zümreye bıraktı.
Müseccel Yobazlardan Öztürk’e :
“Masal Saldırıları”
Oryantalizmin masasından Mısır’a taşınan, müellifi Halefullah tarafından da savunulamayınca arşive
kaldırılan “kıssaların uydurma olduğu hezeyanı” eski
bir televizyon programcısı vasıtasıyla ilahiyat kürsülerinde seslendiriliyor.
Küfür cephesinin müseccel yobazlarından şu ka328
Sifru’l-Ahbâr, IX, 21.
258
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
dar yıl sonra bir ilahiyat hocası Allah’ın, Kitabı’nda
defaatle hakikat olduklarını beyân ettiği329, en güzel
dediği,330 müminleri ibret almaya çağırdığı, uydurma
olmadığını tasrih ettiği331 Kur’an kıssalarına “masal”
isnadında bulunuyor. Evet, Öztürk aynen şunları söylüyor: “Bizce bu noktada yapılacak en büyük yanlış,
Kur’an kıssalarının tümünü birer tarihi hakikat olarak
…. mütalaa etmektir.”332 Ne gariptir ki bu hezeyanları Mekke müşrikleri ya da oryantalistler değil bir
ilahiyat hocası söylüyor. Bu ilahiyatçıya göre Kur’an-ı
Kerîm’deki kıssaların gerçekte yaşanmış olaylar olduğuna inanmak, yani Mekke müşriklerinin “öncekilerin masalları” şeklindeki hezeyanını reddetmek,
“Dogmatiklik, eğer değilse safdilliktir.”333
Aldığı maaş gereği Kur’an-ı Kerîm’i anlatmakla
mükellef olan birinin, oryantalistlerin cephesinden
Mekke müşriklerinin ağzıyla Kur’an’a saldırması bu
yönüyle ilktir. Bu ilk olma şerefi de Öztürk’e aittir.
Yerli oryantalistlere göre niçin Allah’ın peygamberlerinden bahseden ayetleri “masal” oluyor da, mesela tarihçilerin kitaplarına aldığı haberler “masal”
sayılmıyor; tarih kitaplarına, masal mecmuası denmi329
Kehf: 13.
330
Yûsuf: 3.
331
Yûsuf: 111.
332
Öztürk, Kıssaların Dili, Kitabiyat, Ankara, 2010, s.99.
333
Öztürk, a.g.e., s.98.
259
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
yor?Eğer bu duruma, insanların bir kısmının bu kıssaları tasdik etmemeleri gerekçe gösterilecekse ya da
bazılarının onları benimsemediği söylenecekse, peki
neden herkesin ittifakla kabul etmediği nazariyelere
masal değil de nazariye deniyor?!
Herhangi bir mesele, ilmi açıdan ne kadar mantığa uymasa da insanlar ona yine de masal demezler. Çünkü bu mesele insanî olduğu kadar ahlakî bir
mevzudur da. Bu noktada Öztürk’ün, Allah Teâlâ’nın
Kur’an’da bildirdiği kıssaları tasdik edip-etmeme muhayyerliği tabiki vardır hatta vahye inanmayabilir de.
Fakat ne onun, ne de onun gibilerin anlayamadıkları
ya da inanmadıkları ayetlere “masal” deme hakkı yoktur.
Öztürk Kur’an’ı Ne Kadar Biliyor?
Sahâbe, Kur’an’ı daha çok Allah Rasûlü mihrapta iken Onun ağzından dinlerdi. Risâletin bereketiyle
erkekler gibi pek çok kadın sahabi de Kur’an’la istidlal
edecek seviyeye yükseldi. Bir gün Hz. Ömer hutbede
hazirûna “mehirde aşırı gitmeyin!” deyince, bir kadın
yerinden kalkıp şöyle seslendi: “Ey Ömer! Allah bize
veriyor, sense bizi mahrum ediyorsun. Allah Kitabında,
‘Onlardan birine yüklerle mehir vermiş olsanız dahi
ondan hiçbir şeyi geri almayınız.’334 buyurmuyor mu?
Bunun üzerine Hz. Ömer, “Kadın İsâbet etti, Ömer
yanıldı” dedi, Başka bir rivayette ise, “Başını öne eğip,
334
Nisâ: 20.
260
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
şöyle dedi: “Bütün insanlar senden daha fakihtir Ey
Ömer!”335
Mustağriblerden proje adamı olmayanlarının savrulmasının temel nedeni, meselelere bütüncül bakamamaları, bir konuda, ilgili diğer ayetlerden habersiz,
siyak-sibaktan mahrum bir halde tek bir ayet üzerinden hüküm vermeleridir. Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin kafir olduğunu söyleyen ayete dayanarak Laik bir devlette görev yapan müslümanların
da “kafir” olduğunu iddia eden “Tekfirci Müslümanlar” meseleyi, Hz. Yûsuf ’un, Allah’ın indirdiklerine
göre yönetilmeyen bir ülkede hazineden sorumlu bakan olmayı talep etmesi ile birlikte değerlendirselerdi,
Müslümanları tekfir etmeyecek, Mâide Sûresindeki
ayeti, “Allah’ın indirdikleriyle (onları inkar ederek
hükmetmeyenler) kafir olur.” diye anlayacaklardı
“Şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez”336 ayetinden hareketle şefaati inkar edenler, Google‘da “şefaat”
yazıp ayet-i kerîme arama yerine siyak-sibak bağlamında tefsîr ilmine vakıf olsaydı, önceki ayetlerde ölmeden
önce ceza gününü yalanlayanlara şefaatçilerin şefaatinin fayda vermediğini337 görecek, Taha Sûresi 109.
ayeti kerîmeye baktığında da Rahman’ın izin verdiği
ve sözünden hoşnut olduğu kimseler arasında şefaatin
el-Kurtubî, el-Câmi’u li Ahkâmi’l-Kur’an, Müessesetu’r Risâle,
Beyrût, V, s.66.
335
336
Müddessir: 48.
337
Müddessir: 46-7.
261
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
olduğunu idrak edecek, Müddessir Sûresindeki ayetin kafirler; Taha Suresi’ndeki ,şefaatin caiz olduğunu
bildiren ayetin ise Müslümanlar hakkında olduğunu
anlayacaktı.
Ebû Zerr Allah Rasûlü’ne önce hangi mescidin yapıldığını sorar, Efendimiz’in “Mescid-i
Haram” şeklindeki cevabı üzerine, “sonra hangi
mescid” der. “Mescid-i Aksa” cevabını alınca da,
üçüncü defa “Kem beynehuma/İkisi arasında ne kadar bir zaman var?” diye sorar; Allah Rasûlü de
“kırk yıl” buyurur.338 “Hz. İbrahim’le Hz. Süleyman
arasında 1000 yıldan daha fazla bir zaman var.” diyerek iki mescidin inşa tarihi arasında 40 yıllık bir
zaman olmasının hakikati yansıtmadığını söyleyen
ve bu söylem etrafında fırtına koparanlar, Kur’an ve
Sünnet arasındaki irtibatı çözebilseydi ya da Kur’an
meali müktesabatını biraz da olsa aşabilseydi, hadîsi
inkar etmeyecek belki de şunları söyleyecekti, “Hz.
İbrahim, oğlu İsmail’i eşi Hacer’le birlikte Mekke’ye
bıraktığında Kabe-i Muazzama vardı339, daha sonra
ise Kabe’yi büyüyen oğlu İsmail’le mevcut temelleri
üzerine yükseltti.340 Yeryüzünde yapılan ilk binanın
Kabe olduğu341, Hz. İbrahim’in İsmail’i Mekke’ye ge338
Müslim, Mesâcid, H no: 1145.
339
İbrahim: 37.
340
Bakara: 127.
341
Âl-i İmrân: 96.
262
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
tirdiğinde Kabe’nin temellerinin orada durduğu342,
Âl-i İmrân Sûresi’nde geçen ayetteki “‫ ”وضع‬fiilinin bir
şeyi bina etmek; Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’le birlikteki ameliyesini konu edinen Bakara Sûresi’ndeki
ayette geçen “‫ ”يرفع‬şeklindeki fiilin yine ayette zikredilen ‫ القواعد‬/temeller üzerine bir yükseltme olduğu
hakikatine vakıf olanlar, Hz. İbrahim’in Kabe’yi yapmadığı, tamir ettiği, Beytullah’ın inşasının da esasta
6 devreye ayrıldığını bilecek böylece iki peygamber
arasında bin yıl olmasına bakarak Ebû Zerr’in rivayetini reddetmeyecek, hadîste geçen “kırk yıl” ifadesiyle Kabe ile Mescid-i Aksa’nın ilk olarak yapıldığı
tarihlerin kastedildiğini anlayacaktı.
Eczacı Gibi
Batı’nın “demitoloji” eskisini pazarlayan Öztürk de,
eğer Kur’an’a vakıf olsaydı, Allah Teâlâ’nın cahillerden
olmaması için Hz. Nuh’a vaaz ettiğini,343 “Allah size
ne güzel vaaz ediyor”344 mealindeki ayeti ve mevzu ile
alakalı diğer Kur’anî beyânları hatırlasaydı Allah’ın en
büyük vaiz olduğunu görecek ve “vaaz” etmekten, istihzaî bir ameliye olarak bahsetmeyecek, bilakis ibret
alamadığından dolayı kahrolacaktı.
Eğer Öztürk, Kur’an-ı Kerîm’i mealler üzerinden
değil de Kur’an’ın kendinden okusaydı (belki okuyor
342
İbrahim: 37.
343
Hûd: 46.
344
Nisâ: 58.
263
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
da belli etmiyor) “vaaz”ın ne demek olduğunu anlamaya biraz daha yaklaşacak, onunla istihza etmeyecek
,bilakis Rudolf Bultmann (v.1976) gibi Protestanları
taklit etmekten, “vaaz etmeyi” daha önemli görecekti.
“Hafız ya da bütüncül okuma” derken, bir hocanın
rahlesinde sıra kitaplarını okumayan ve bu yüzden
sattığı ilacın hangi hastalığa deva olduğunu bilmeyen
eczacı gibi, Kur’an-ı Kerîm’den habersiz hafızları ya da
meal muhafızlarını kasdetmediğimiz açıktır.
Ahlakî Kriz
Öztürk, hafız olmadığından ya da Kur’an’ın bir
ayetine mana verirken konuyla alakalı diğer ayetleri
hatırlayacak bir hafıza ya da okuma disiplinine sahip
olmadığından, Mekke müşrikleri ya da Josef ’in ağzıyla Kur’an’daki kıssaların bir kısmına masal derken Allah’ın Kur’an’da kaç yerde kıssalardan “hak” yani yalan
olmayan, gerçekte yaşanmış hâdiseler diye bahsettiğini hatırlamıyor ya da hatırlıyor fakat ciddiye almıyor.
Kur’an’ın bir kısmına masal diyen kişi için her iki durum da geçerli olabilir. Burada garip olan şu ki Charlie Hebdo, Allah Rasûlü’ne hakaret ederken ayağa
kalkan Müslümanların, bir ilahiyat hocasının Allah’ın
ayetlerine masal demesine “akademik özgürlük” diyerek sessiz kalıp ilmî cevaplar vermemesidir. Aslında bu
durum Müslümanların ne kadar derin bir ahlakî kriz
yaşadıklarını göstermektedir.
264
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
“İndirilen Dinciler” Niçin Sessiz?
Konuşmasına “uydurma” diyen birisine öfkelenmek buna mukabil “hakikat” olduğu bizzat Allah
Teâlâ tarafından beyân edilen Kur’an’daki kıssalara
masal diyen adamlara müsamaha göstermek, beşer
sözünü Allah Kelamından daha âlî görmek anlamına
gelir. Sünnet’e ittibâyı emreden ayet-i kerîmeler fehvasınca “Kur’an-ı Kerîm’i, Sünnet-i Seniyye’yi dikkate
alarak anlamak gerektiği”ni söyleyen Müslümanları,
“uydurulan dine” inanmakla itham edenlerin, ayetlere
mitoloji diyen Öztürk’e sessiz kalmaları, amaçlarının
“sahîh din” terkibiyle İslâmı tahrif etmek olduğunu
göstermesi açısından dikkati câliptir.
Hülâsa
Tahrif edildiği zahir olan bir kitabı esas alarak tek
bir ayeti bile değişmeyen Kur’an’ı tashih etmeye kalkışmak, bir alimi dinleyen cemaatin, “Bizim yanımızda tahrif edilen bir kitap var ya da hurafe anlatan bir
hocamız mevcut, bu söyledikleriniz onların beyânına
aykırı” deyip onu reddetmesine benziyor. Bir âlimi
hurafeyi esas alıp reddetmek nasıl akla ziyan bir ameliye ise, “Muharref kitaptaki bir mesele ,niçin Kur’an’da
yok?” diye sormak ve bu soru üzerinden Hz. İsa’nın
beşikte konuşmasını sorgulamak da o derece yanlıştır.
Tarihçilere ait eksik ve sığ verileri dikkate alıp Allah’ın
ayetlerine “masal” demek de insanın sahip olduğu bütün kıymet vasıtalarına ihanettir.
265
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Felsefi metinlerini tercüme edenler, kullî manada
bir tepkiye muhatap olmamak için kavramlar üzerinde oynama yapıp, kelimeleri muhtevasından daha
ziyade karşı tarafın bakışına göre değerlendirmiş, bu
yüzden “felsefe”yi, “hikmet” olarak tercüme etmişti.
Öztürk de “Masal ve Kur’an” başlığına milletin büyük
bir tepki vereceğini düşündüğünden, protestan teolog
Rudolf Bultmann tarafından Yeni Ahit’i kurtarmak
için kurgulanan mitolojiden arındırma ameliyesi “demitolojizasyon” kelimesini tercih etti ve yazısına “Demitolojizasyon ve Kur’an” başlığını koydu.345
Müslüman bir topluma hitap ettiğinden ya da bir takım şeyleri açıktan söyleyecek zamanın henüz gelmediğini düşündüğünden başlıkta “masal” kelimesini kullanmaya cesaret edemeyen Öztürk, yazının içerisinde
hatta kitabın önemli bir bölümünde “Kur’an’da masal
var” demekten çekinmiyor fakat bunu demitoloji gibi
avamın vehle-i ûlada anlayamayacağı kelimelerle ya da,
“bir gözün görmüyor” demeye cesaret edemediği adama, “bir gözünüz görüyor” diyen kişi gibi, “Kıssaların
tümünü kurgusal-fiktif anlatı kapsamında mütalaa etmek yanlıştır”346 gibi bir ifadeyle bir kısmının uydurma
olduğunu iddia ediyor. Bunu bazen sarahaten bazen
de delaleten yapıyor. Yaşanmasına engel olamadıkları
ayetleri, “Dinlemeyin bu Kur’an’ı”347 diyerek engelle345
Bk. Öztürk, a.g.e., s.77-8.
346
Öztürk, a.g.e., s.99.
347
Fussilet: 26.
266
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
meye çalışanlar nasıl izzet seli önünde çer çöp olduysa,
Ona masal diyenler de aynı akibete uğradılar ve uğrayacaklardır.
Ne gariptir ki fakültedeki birkaç saatlik dersi azalacak diye bildiri yayınlayanlar Allah’ın ayetlerinin bir
kısmına masal diyen Öztürk’e karşı sağır, kör ve dilsiz
kesildiler. Halbuki Öztürk bu haliyle hem ilahiyatları
zan altında bırakmakta, hem de, Kur’an-ı Kerîm’deki kıssalara Mekke müşrikleri gibi “önceki milletlerin
masalları.”348 diyerek dışardan Kur’an’a saldıran Charlie
Hebdo’dan daha tehlikeli adımlar atmakta, daha kalıcı
tahribat yapmaktadır.
Esasında bütün mesele iki noktada temerküz ediyor: Öztürk ya bir proje adamı olup oryantalizmden
alınan memuriyeti gönüllü veya ödüllü olarak îfa ediyor, ya da bir hocanın rahlesinde sıra kitaplarını okumadığından yoldan uçuruma, bekadan fenaya savruluyor. En iyimser nazarla Öztürk’ün ikinci maddeye
ait olduğunu düşünüyor ve zaman zaman sebbiyelerinde, “Ben de Arapça bilirim, nesebim muhterem
bir hocaya dayanır, benden kuşkulanmayın” amacıyla kullandığı, “Ben Emin Saraç Hoca’dan okurken…”
şeklindeki ifadesinin gereğini yapmasını; zaman zaman katıldığı bu yüzden nasipdâr olamadığı o derslere düzenli olarak katılıp, Hocamız’dan icazet almasını
tavsiye ediyoruz. Böylece hem hatalarını düzeltir, hem
Joseflere bağımlılıktan kurtulur, hem de -bize karşı
348
Furkân: 5.
267
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
konuşurken yaptığı gibi- yanına oturttuğu bir kadının
huzurunda“reddiye” diye “sebbiye” de bulunmaz; o
kadının ya birisinin eşi, ya birisinin annesi olduğunu
hatırlar, iffet yarası kapanmaz’’ der, müeddeb olmayı
öğrenir, ahlak fakülteleri olarak da vazife îfa eden ilahiyatlarda gayri ahlaki konuşmalar yapmaz.
Kur’an’a “masal” isnadında bulunarak onu itibarsızlaştırmaya çalışmak, içinde bulunduğunuz zamanın
en büyük münkerlerinden biridir. Allah’ın münkeri
nehyetme görevi verdiği her Müslümanın -eğer imanı
sorunlu değilse- bu zihniyetle mücadele etmesi zorunludur.
Öztürk’e, birinde küresel eşkiyaya, diğerinde ise
içerden İslâm’a yapılan hain saldırılara karşı koymak
şeklinde iki cephemiz olduğunu hatırlatır; Kur’an-ı
Kerîm’e saldırmaya devam ettiği müddetçe de “fikir
menzilimiz”den çıkmayacağını bilmesini isteriz.
***
268
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
KUR’AN MüdâfaaSI
Ü
mmet, Kur’an-ı Kerîm’e hem bugünün
hem de yarının sorunlarını çözen bir
kitap olarak baktı. Her şeyin cevabını
önce Onda aradı. Onu abdestsiz tutmak şöyle dursun
okunduğu mekanlarda da abdestsiz dolaşmadı. Bir
hafız bir meclise girdiğinde yaşına bakmadan Kur’an-ı
Kerîm’e ihtiramdan hazirûn ayağa kalkardı. Dedeler,
hafız torunları önünde yürümekten haya ederdi. Namaz sonlarında, hafızlar müezzinlikte Kur’an-ı Kerîm
okurken, sırtımız Allah’ın ayetlerini okuyana doğru
olmasın diye yaşlılar bir yönlerini kıbleye, diğer yönlerini ise hafıza karşı duracak şekilde otururdu. Onu
okumaya muhatap olanları tebrik, okuyacakları da
teşvik etmek için yapılan “hatim merasimleri”ne köy269
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
den, kasabadan, kentten insanlar akın eder, ihtifâl-i
Kur’an’lar şehrayine dönerdi.
Harf ve Mana
Her âlim Kur’an-ı Kerîm’i ayrı bir cihetten incelerdi. Nahiv Onu anlamak, belağat Onun güzelliklerini
ortaya çıkarmak, usûl “ahkâm-ı fıkhıyye’yi” murad-ı
ilahi çerçevesinde istinbât etmek için telif edilmişti.
Boşanan aynı zamanda da çocuğunu emziren kadınların nafakasının örfe uygun bir şekilde babaya ait olduğunu bildiren Bakara Sûresi 233. ayet-i kerîmesinin
“ibaresinden”, annenin nafakasının babaya ait olduğu,
“‫ ”املولود له‬deki ihtisas ifade eden “‫ ”ل‬harfinden de, çocuğun babaya mülkiyet bakımından değil nesep yoluyla
ait olduğu “nassın işaretinden” anlaşıldı.349 Müfessirler, usûlcüler, fakihler Allah kelamı olan Kur’an’ın
harflerine de, hayatlarına dair hükümler çıkarılacak
esaslar olarak baktı. Kelimât-ı Kur’an gibi, hurûf-u
Kur’an da inşaya, inkişafa vasıta oldu. Bazen bir müctehid tek bir ayete takılıp sabaha kadar ondan pekçok hüküm çıkardı. Tefsîrlerde, kıraat ederken nerede
durmak gerektiğine, vakıfta, vasılda mananın nasıl
olduğuna işaret edildi.350 Muhteva itibariyle, ‫لَ يَأْتِي ِه الْبَ ِاط ُل‬
‫“ ِمن بَ ْ ِي يَ َديْ ِه َو َل ِم ْن َخلْ ِف ِه تَنز ٌِيل ِّم ْن َح ِكيمٍ َح ِم ٍيد‬Ona önünden de ardından da batıl gelemez. O, hikmet sahibi, çok övü349
Bk. İbn Kutluboğa, Şerh-u Muhtasari’l-Menâr, Dâru’l Keli-
mi’t Tayyib, Beyrût, 1993, s.99.
350
Bk. Nesefî, Medârik, II, s.654.
270
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
len Allah’tan indirilmiştir.”351 kıymetinde olması Onu
hem bütün kitaplardan ayırdı, hem de râsih âlimler
gözünde hiçbir kitaba nasip olmayacak derecede büyüttü. Okunmasına ihtifâlle başlandı, ezberlenmesi,
tefsîri, yaşanması şehrâyin tadında oldu.
Ondört Asırdır Kapanmayan Ofis: Kur’an Düşmanları “Ar-ge”si
Kur’an-ı Kerîm’in ümmet için “rükn-u şedîd” olması, onun sarsılmasıyla İslâm binasının çökeceğinin
düşünülmesi, saldırıların öncelikle ona yönelmesine
yol açtı. “Kur’an muarızları” yeryüzünün en uzun
ömürlü “ar-ge’si” olarak çalıştı. Bir proje elinde kalınca, diğerine sarıldı. 14 asırdır aynı kuruntuyla “Bu olmazsa, diğeri olur.” diyerek yeni iftiralar üretti.
Kur’an-ı Kerîm’in talimatları, BM’ye ait bir karar
gibi küresel güçlerin müeyyidesi ile değil, yüreklerin
inkıyâdıyla intişar etti. Sonra da her dönemin hakim
güçleriyle hesaplaştı. Cahiliyye’den hesaplaşarak çıktı
Kur’an. Diliyle “uydurma” diyenler, yürekleriyle Ona
iman etti. Hz. Ömer gibi muhalifleri, gizli gizli Allah
Rasûlü’nün
Kur’an okuyuşunu dinledi. “Madem
insan sözü olduğunu iddia ediyorsunuz benzerini, o
olmazsa on sûresinin, o da olmazsa bir sûresinin mislini getirin!” diye meydan okudu Kur’an. Şairler sustu,
Mekke sustu. Müşrikler her sessizliğin ardında bir fırtına koparmak istedi, yeni bir umutla Allah’tan başka
351
Fussilet: 42.
271
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
nisbeler arandı, bir mekr tutmayınca diğerine tevessül
edildi, kalem ve kelâm kifayet etmeyince kılıçlar kuşanıldı, Kur’an’ı susturmak için savaştı Mekke. Savaştı ve kaybetti. Bütün bunlar olurken diğer cepheden
Kur’an’ın yüreklere başlattığı yürüyüş devam etti. Gün
geldi, kalbiyle teslim olup, diliyle direnenler de onun
karşısında diz çöküp iman etti.
Hiçbir asır ne Ebû Cehilsiz ne de cahiliyyesiz
kaldı. Farklı zamanlarda, farklı içeriklerde Kur’an’a
saldırılar hep devam etti. İbn Kuteybe (v.276/889)
“Te’vîl-u Müşkili’l-Kur’an”ı, Bâkillânî, (v.403/1013)
“I’câzu’l-Kur’an”ı, Kadı Abdulcebbâr (v.415/1025)
“Tenzîhu’l-Kur’an ani’l-Metâin”i Ebû Cehil saldırılarını bertaraf etmek için yazdı. Her biri zındıkların
saldırılarına karşı Kur’an müdâfaası yaptı. Zemahşerî, Râzî, Beydâvî (v.1260), Nesefî’nin (v.710/1310)
nahvî tahlillere sıklıkla yer veren eserleri ‫أَفَالَ يَتَ َدبَّ ُرو َن الْ ُق ْرآ َن‬
ً ‫“ َولَ ْو كَا َن ِم ْن ِع ِند غ ْ َِي اللّ ِه لَ َو َجدُوا ْ ِفي ِه ا ْخ ِتالَفاً كَ ِثريا‬Eğer o Kur’an, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda bir çok
tutarsızlıklar bulurlardı”352 ayetini tasdik sürecinde
kaleme alındı. Ne var ki Kur’an’a saldırılar durmadı; ya yeni yeni şüpheler üretildi ya da eski marazlar
arşivden çıkarıldı. Geçen asırda Batı, Müslümanlar karşısında siyasî, iktisadî bir zafer kazanmasına
rağmen iman cephesinde mücadeleyi kaybetti. On
üç asırlık mücadelede Nasranilik tevhid dini İslâm
karşısında büyük bir hezimet yaşadı. Rahbaniliği
352
Nisâ: 82.
272
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
savunan kilise, Rabbânîlik diyen, “din ve Dünya’yı”
bir bütün gören İslâm’a, Anadolu dahil pek çok dindaşının yaşadığı bölgeleri bırakmak zorunda kaldı.
Batı böyle bir dinle siyaseten istila ettiği bölgelerdeki
insanları İslâm’dan koparıp, Hristiyanlaştıramayacağını bizzat gördü. Oryantalizm Kur’an-ı Kerîm ve
İslâm etrafında şüpheler oluşturarak Müslümanların
tesanüdünü, Kur’an’a ittibâlarını koparmaya çalıştı.
Kur’an Etrafında Oluşturulan Şüpheler
Kilise, defalarca tahrif ettiği İncil’i, insanların
İslâm’a geçişini engelleyebilmek, “Dinse aradığınız,
bizde de var” diyebilmek, onları yanlışla oyalayıp,
doğrudan alıkoymak için kullandı. Hristiyanlığın
İslâm hakkındaki sloganik ifadelerini/iftiralarını
İslâm Dünyasında yaymak için yeniden organize
oldu. Sömürü ve misyonerlikle yapamadığını, oryantalizm üzerinden gerçekleştirmeye çalıştı. Özellikle Batı kentlerinde lisâns, yüksek lisâns eğitimi
gören gençlere, İslâm’ı kendi penceresinden anlatarak yerli oryantalizmin önünü açtı. İslâm Dünyasında Kur’an’ı uydurma, Sahâbeyi barbar, Müslümanları vahşi bir uygarlığın çocukları olarak gören bir
güruh oluşturdu.
Oryantalistler, ibare ve ifadesinde tekrar, geçmiş
zaman fiili yerinde gelecek zaman kipi kullanma,
müfred yerinde cemi; müennes yerinde müzekker
isim zikretme gibi hatalar(!) içeren Kur’an’ın ilahi ol273
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
masının, iddiadan öte bir anlam taşımadığını söyledi. Bu noktada pek çok oryantalist Kur’an’ı Allah’tan
başkasına nisbet eden, “Kur’an’ın kaynakları” üst başlığında toplanabilecek eserler kaleme aldı.353 Tarihi
süreç içerisindeki saldırılardan daha kapsamlı olan
oryantalist tahrif hareketleri muasır alimlerin reddiyeleriyle tesirsiz hale getirildi.
“Ben de Sizdenim” Konuşmaları
Batılılar işgalci kimliklerinden mütevellid nefretten dolayı Müslümanlar üzerinde istenilen anlamda
tesir edemeyince, Müslümanlarla İslâm arasındaki
irtibatsızlığı yerli oryantalizme havale etti. Onlar da
“Siyasî istikrarsızlığa son vermek, ümmeti istiladan
ve geri kalmışlıktan kurtarmak, bilimsel çalışmaların önünü açmak” gibi içerden bir dil kullanarak,
hamasi konuşmalar yaptı. Ne gariptir ki konumları
ve ameliyeleri gereği küresel istilanın devam ve bekasına memur olanlar, millet huzurunda işgal karşıtı
konuşmalar yaptı, makaleler yazdı. Bu durum tahrike yol açınca geri kalmışlığın bütün faturası modernistleri reddeden Müslüman halka kesildi. Millet,
“ifadelerin halavetinden”, kahramanın hakikisiyle
sahtesini birbirinden ayırt edemedi.
Öğrencilerin İmanını Sarsan Bir İlahiyatçı
353
Bk. Muhammed Hüseyin, el-Musteşrikûn ve’d-Dirasa-
tu’l-Kur’anîyye, Dâru’l Muerrihi’l ‘Arabî, Beyrût, 1999, s.118120.
274
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Oryantalizm’in Kur’an’la alakalı iftiralarının bir
kısmını aynısıyla tekrar eden, yer yer de bunu “kutsala zerre kadar saygısı olan söyleyemez” diyeceğiniz bir üslupla yapan maalesef ki Mustafa Öztürk
gibi ilahiyatçılar var. Belki de bunlardan daha vahim olanı ise Öztürk’ün bu yazıları (ya da bir kısmını) hakemli dergilerde yayımlamış olması. Buna
göre Türkiye’de “Kur’an uydurmadır” diyen oryantalist Rudi Paret’i destekleyen başka akademisyenler
de var demektir.
Öztürk’ün Kur’an’la alakalı kitaplarını okuyan birkaç öğrenci, imanlarının büyük bir sarsıntı içerisinde olduğunu, eğer Öztürk’ün iddia ettiği gibi Kur’an,
Ahdi Atik’ten iktibas edildiyse niçin aslıyla değil de
kopyasıyla(!) amel etmeye teşvik edildiklerini sordu.
Öztürk’e karşı “Kur’an Müdafaası” yapılacak olan
bu bölümde, yazarın görüşleri dört başlık altında değerlendirilecektir. Öztürk’ün, biri diğerinden iktibas
olan kitaplarındaki “Kur’an’da lahn/hata” olduğunu
iddia ettiği ifadeleri şu şekildedir:
I. KUR’AN’DA HATA VAR İDDİASI
“Sırası gelmişken şunu da belirtelim ki dil, üslup
ve ifade düzeyindeki mükemmelliğe atfen Kur’an’ın
Arapça değil “Rabça” olduğuna ilişkin popüler
söylem de gerçeğe tekabül etmemektedir. Çünkü
Kur’an’da son derece beliğ ifadeler mevcut olduğu
gibi lahn (hata) tartışmasına konu olan sorunlu iba275
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
reler de mevcuttur. Diğer bir deyişle, Kur’an’da îcâz
olduğu kadar ıtnâb, itâle ve tatvîl de vardır. Azımsanamayacak ölçüde tekrarlar vardır. Keza ayetlerin
hecelerinde ses uyumu (seci/nesir kafiyesi) sağlamak için, geçmiş zaman kalıbı yerine şimdiki zaman
kalıbı kullanmak, tekil yerine çoğul, dişil yerine eril
zamirler kullanmak, bazı özel isimlerin özgün şeklini değiştirmek, kelimelerin sonuna harf eklemek,
harf düşürmek ve hatta “üzerine çıktıkları/çıkacakları merdivenler’ şeklinde tercüme edilen ‫َو َم َعار َِج‬
354
‫ َعلَيْ َها يَظْ َه ُرو َن‬ibaresinde olduğu gibi, manaya katkısı
bulunmadığı halde ayet sonuna “aleyhâ yazherûn /
üzerine çıktıkları/çıkacakları” şeklinde bir ibare eklemek gibi hususiyetler de mevcuttur.”355
Biz bu yazıda Öztürk’ün Kur’an’da -haşâ- lahn/hata
olarak nitelediği yukarıdaki hususlara birer örnek vererek hem Müslümanların zihinlerinde oluşturulmaya çalışılan şüpheleri izâle edecek hem de iddiaların
gerçeğe ne kadar aykırı olduğunu ortaya koyacağız:
Kur’an’da Gereksiz İfade Var mı?
“Kur’an’ın, bir faydadan dolayı anlamı lafız ziyadesiyle ifade etmesi” demek olan itnâb, Öztürk’ün
iddia ettiği gibi bir hata değil, edebi bir özelliktir.
Eğer fazladan bir lafız kullanmak bir amaca mebni
Zuhruf: 33.
Mustafa Öztürk, Kur’an ve Tefsîr Kültürümüz, Ankara Okulu
Yay., Ankara, 2008, s.15-16.
354
355
276
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
değilse buna “tatvil/uzatma” denir.356 Faydanın çeşidine göre ise “ıtnâb” farklı kısımlara ayrılır. Bunlardan bir tanesi, “hâs” olan ifadenin üstünlüğünü
ifade edebilmek için “âmm” olan bir lafızdan sonra
“hâs” ifade tekrar edilir: ‫وح‬
ُ ‫“ ت َ َن َّز ُل الْ َم َلئِ َك ُة َوال ُّر‬Melekler ve
357
Ruh yere iner” ayetinde, tanımları aynı olan fertlerin tamamını içine alan “amm” ifade olan ‫الْ َم َلئِكَة‬
“el-Melâike”’den sonra yine bir melek olan Cebrail’in ‫وح‬
ُ ‫“ ال ُّر‬er-Ruh”u şeklinde ayrı bir kelimeyle gelmesi, ‫ذكر الخاص بعد العام‬/zikru’l-hâssı ba’de’l-âmm” nevinden bir “itnâbtır” ve Cebrail’in diğer meleklere
rüchaniyetini belirtmeye matuftur.358 Ne var ki Öztürk, Kur’an’ın “i’câz’ının” bir hususiyeti olan “itnâb’ı” Kur’an’daki hata ve sorunlu ibarelerden biri
olarak zikretmektedir.
Ashâb-ı Kehf Ayetinde Hata mı Var?!
Öztürk de oryantalistler gibi Kur’an’ı itibarsızlaştırmak için Onda, bir faydaya bağlı olmayan uzatmaların olduğunu iddia etmektedir. Nitekim oryantalistler Ashâb-ı Kehf ’in mağarada kalış süresini
kıymetlendiren ً‫ َولَ ِبثُوا ِف كَ ْه ِف ِه ْم �ث َ َلثَ ِمئَ ٍة ِس ِن َني َوا ْزدَادُوا تِ ْسعا‬/ “Onlar mağaralarında üç yüz yıl kalmışlar ve dokuz yıl
356
Bekri Şeyh Emin, el-Belâğatu’l-Arabiyye fi Sevbihi’l Cedid,
Dâru’l ‘İlm, Beyrût, II, 2004, s.184.
357
358
Kadr: 4.
Itnâb çeşitleri için bk: Ali el-Cârim, Mustafa Emin, el-Be-
lağatu’l-Vâdiha, Mektebetu’l Buşrâ, Karachi, 2010, s.251.
277
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
da buna ilave etmişlerdir”359 mealindeki ayetin َ‫�ثَلَث‬
‫ ِمئَ ٍة ِس ِن َني َوا ْزدَادُوا تِ ْسعا‬yerine ‫ �ث َ َلثَ ِمئَ ٍة وتسع ِس ِن َني‬şeklinde olması
gerektiğini ileri sürdüler.
Güneş takvimine göre bir yıl 365, kamerî takvime göre ise 354 gündür. İkisi arasında 11 günlük bir
zaman farkı vardır. 33 yıllık bir güneş takviminden,
kameri takvime göre 1 tam yıllık fark ortaya çıkmakta, bu durum 300 üzerinden hesap edildiğinde ise
iki takvim arasında 9 yıllık bir farka tekabül etmektedir. Buna göre Kur’an-ı Kerîm “üç yüz” ve “dokuz”
sayılarını ayrı ayrı zikrederek birinci de şemsî takvime göre Ashâb-ı Kehf ’in mağarada 300 kaldığını söyleyen Hristiyan kaynaklarına işaret etmekte,
“dokuz” ilavesi ile de Arab’ın bildiği fakat Kur’an-ı
Kerîm’in Nüzûl zamanında henüz yazılı olarak kullanılmayan kamerî takvimi esas almakta, buna göre
de mağarada kalış 309 yıla denk düşmektedir.360
Oryantalistlerin iftiralarını “hüccet” kabul eden
Öztürk’ün, onların ağzıyla Kur’an’a yakıştırdığı hatalar; gerçekte ise okuma-yazma bilmeyen361, ne Tevrat’ı, ne de İncil’i görmeyen bir Peygamber’e inen kitapta olması hasebiyle mucizedir.
Kehf: 25.
Bk. İbn Âşûr, et-Tahrîr-u ve’t-Tenvîr, Daru’t Tûnisiyye Linneşr, Tunis, 1984, VII, s.301.
361
A’râf: 157-8.
359
360
278
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Kur’an-ı Kerîm’de Tekrar
Öztürk, i’câzı ile Arab’ın en büyük ediplerini ilzam
eden Allah Kelâmı etrafında şüpheler oluşturmak
için, Kur’an’daki tekrarları hata bağlamında zikreder
Oysa Arap edebiyatına vakıf olanlar, hem ayetlerin i’câzına hem de Kur’an’ın tertibine hayran olur.
Bundan mahrum olanlar ise onda sadece kelimeleri
ve onların oluşturdukları sûretleri görür. Edebi ve
dini gayeye mebni olarak zikredilen, bazen cümle tamam olduktan sonra gelen ve verdiği mana itibariyle
de tekrar edilmemesi halinde ya manada ya da ibarede bozukluk olacağını izhar eden tekrarların hikmeti
,ancak Kur’anî bir zevke vakıf olan rabbânî alimlerde
ortaya çıkar. Bir çiçeğin arıda bala, diğer hayvanlarda
ise necasete dönüşmesi gibi, derin bir Arapça’ya vakıf
olanlar nezdinde tekrarlar imanın güçlenmesine cühelâda ise inhitâta sebep olur. Bu yüzden saf bir Arapça’ya vakıf olan Sahâbede tekrar, imana vesile olurken,
Mustafa Öztürk gibi mübtediler nazarında “hata” olarak addedilmektedir.
Kur’an’daki tekrarların işlevini şu iki sûre bağlamında mülahaza edelim: “Allah Teâlâ, Rahman Sûresi’nin ikinci ayetinde Rahman’ın Kur’an’ı öğrettiğini,
(‫) َعلَّ َم الْ ُق ْرآن‬, üçüncü ayette ise insanı yarattığını,(َ‫ِنسان‬
َ ‫) َخل ََق ْال‬
ifade eder. “Kur’an’ı öğretmeyi”, “insanı yaratma”dan
önce zikrederek, “kulun bu Kur’an’ı öğrenmek ve Ona
göre yaşamak için yaratıldığına” işaret eder. Sûre’nin
baş tarafındaki 12 ayetle sûreye bir mukaddime yapar;
279
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
âleme bir mizan koyduğunu bildirir. Farklı vurgularla
“mizan” kelimesini üç defa tekrar ederek inse ve cinne dair pek çok nimetin hatırlatılacağı ve her birinin
müstakil bir mevzu bağlamında ele alınacağı tekrarlara alıştırır. Nasıl ki her ders, her mesai, her ameliye
benzer ifadelerle başlar ve biter. Kur’an da insan için
hayati derecede önem arz eden her bir nimeti müstakil bir mevzu bağlamında değerlendirir ve her birinin
sonunda ins ve cinne, ِ‫ فَ ِبأَ ِّي آلَ ء َربِّك َُم ت ُ َك ِّذبَان‬/ Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz?”362 diye sorar.
Mürselât Sûresi’nde on yerde tekrar edilen ‫َويْ ٌل يَ ْو َم ِئ ٍذ‬
‫ �لِّلْ ُم َك ِّذ ِب َني‬/ Vay haline o gün yalanlayanların” ayetinde
Allah Teâlâ on farklı mevzudan bahseder ve her birini müstakil bir konu olarak arz eder; ‫فَ ِإذَا ال ُّن ُجو ُم طُ ِم َس ْت‬
Yıldızların ışığı söndürüldüğü zaman363 diye başlayan
ve ‫“ َويْ ٌل يَ ْو َم ِئ ٍذ �لِّلْ ُم َك ِّذ ِب َني‬Vay haline o gün yalanlayanların”364
ayetiyle biten birinci bölüm kıyâmetten, 16. ve 19.
ayetlerden oluşan ikinci bölüm ise önceki milletlerin
yok olmaları yanında, Allah’ın hakikati yalanlayanlara
karşı değişmez kanunlarının olduğunu bildirir. 20. ve
24. ayetlerden oluşan üçüncü bölüm ise yaratılıştan ve
bunun ilham ettiği takdir ve tedbirlerden bahsediyor.365
Allah Teâlâ yaratılışın kodlarını unuttuğundan
dolayı kendini kaybeden insanı, sûre içerisinde esasRahman: 13.
Mürselât: 8.
364
Mürselât: 15.
365
Diğer bölümlerin değerlendirmesi için bk. Seyyid Kutup, Fî
Zilâli’l-Kur’an, Dâru’ş Şurûk, Kahire, 1972, VI, s.3789-90.
362
363
280
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
ta birbirine bağlı, detayda farklı konularda ibret yolculuklarına çıkarır ve her yolculuğun nihayetinde ‫َويْ ٌل‬
‫“ يَ ْو َم ِئ ٍذ �لِّلْ ُم َك ِّذ ِب َني‬Vay haline o gün yalanlayanların”366 ayetini zikrederek seyahati sonlandırır. Sûredeki her bir
yolculuğun sonunda, insana Ahiret hatırlatılır, bir
uyarı cümlesiyle ona “eşyayı gerçek şekliyle düşün”,
denir. Tıpkı yolun ortasına yığılan bir sarhoşu polisin kaldırıp, “niçin eşyanın hakikatini yalanlarcasına,
araçlara ait olan bu yolu yatak olarak kullanıyorsun?’’
şeklinde uyarması gibi. Sarhoş başka bir sokağa girip,
öncekinde olduğu gibi yatarsa polis onu kaldırır ve
yine aynı cümleyle ikaz eder. Allah Telala da ‫َويْ ٌل يَ ْو َم ِئ ٍذ‬
‫ �لِّلْ ُم َك ِّذ ِب َني‬ayetini tekrar ederek dünyaya dalan ,bu dalışıyla da yaratılış amacını unutan insana “kendine gel”
der.
Geçmiş zaman/Mazi Fiil Yerinde Muzari
Fiil Kullanmak Kur’anî bir Hata mı?
Oryantalistler, Kur’an’ın mazi fiil yerinde muzariyi
kullandığını, böyle bir kitabın “i’câz”ından söz edilemeyeceğini iddia ederek Müslüman zihinleri iğva
etmektedirler. Oryantalistlerin işaret ettiği ayetlerin
manalarını idrak etmekten mahrum olan Öztürk gibi
müstağribler de oryantalist etkisiyle Kur’an’ın mazi
(geçmiş zaman fiili) yerinde, muzari (şimdiki zaman
fiili) kullanmasının hata olduğunu iddia etmektedir.
Oryantalistlerin iddialarına mesnet teşkil ettikleri bir
366
Mürselât: 15.
281
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
ayeti tahlil ederek mevcut halin “lahn” mi olduğunu
yoksa Kur’an’ın “i’câz’ına” mı delalet ettiğini görelim:
Hz. İbrahim’in oğlu İsmail “Babasıyla birlikte yürüyüp gezecek çağa gelince Ona, َ ‫يَا بُ َن َّي إِ ِّن أَ َرى ِف الْ َمنَامِ أَ ِّن أَ ْذبَ ُح َك‬
‫“ فَانظُ ْر َماذَا تَ َرى‬Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı
görüyorum. Bir düşün, ne dersin”367 dedi. Kur’an’ın
hasımları masum insanların imanlarıyla oynamak
için ayette geçen ‫“ أَ َرى‬era/görüyorum” fiili yerinde ‫رايت‬
“reaytü/gördüm” ; ‫“ أَ ْذبَ ُح‬ezbahu/boğazlıyorum” fiili yerinde de ‫“ ذبحت‬zebahtu/boğazladım” fiillerinin olması
gerektiğini iddia etmektedir.
Bu kıssada teceddüd ifade eden fiili muzarinin kullanılması , bir hâdisenin olup bittiğini izah etmek için
getirilen fiili maziden daha uygundur. Zira Hz. İbrahim bu rüyayı birkaç defa görmüştür. Nitekim konu
ile alakalı Kurtubî şunları nakletmektedir: “Hz. İbrahim, terviye gecesi ‘Allah oğlunu kurban etmeni emrediyor’ diyen birini gördü. Sabah olunca kendi kendine, “Acaba bu rüya Allah’tan mı, yoksa Şeytan’dan
mı?” diye düşündü. İkinci gece aynı şekilde rüyayı
yine gördü. Sabah olduğunda anladı ki bu rüya Allah’tandır. Bu yüzden bugüne, “Yevm-u Arafa” dendi.
Üçüncü gece benzer rüyayı yine gördü, bu defa onu
kurban etmeye karar verdi. Bu yüzden bugüne “yevmu’n-nahr”/ ‘boğazlama günü’ dendi.368 Hz. İbrahim
mazi fiil yerinde “erâ- ezbahuke/görüyorum-kesiyoSâffât: 102.
el-Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkâmi’l-Kur’an, Dâru’l Kütübi’l
‘İlmiyye, Beyrût, 2000, VI, s.68.
367
368
282
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
rum.” şeklindeki muzari fiilleri kullanarak, rüyanın
bir defaya mahsus bir görme olmadığını, geçmişte
gördüğünü, an itibariyle de gördüğünü, yarın da görme ihtimalinin yüksek olduğunu bildirdi. Bunun için
“görüyorum” ifadesini kullandı. Tıpkı sürekli midesi
ağıran kişinin de, “midem ağrıdı” yerine “ağırıyor”
demesi gibi.
Kur’an-ı Kerîm mazi fiil yerinde muzari kullanarak insanları Kur’an’ın içine çeker, nükteleri kavramalarına yardımcı olur. Olayı gözler önünde yaşanıyor
gibi anlatır. Görüldüğü gibi, Öztürk’ün hata olarak
gördüğü mazi fiil yerinde muzari kullanmak oryantalistlerin ve talebelerinin idrakini aşan Kur’an’a mahsus
yüksek bir anlatımdır.
Kur’an Niçin Tekil Yerinde Çoğul Kullanır?
Oryantalistler Kur’an’ın zamirler arasında mutabakata riayet etmediğini, bazen cemi/çoğul zamiri, müfred bir merciye gönderdiğini ya da tersi bir uygulama
yaptığını, bunların da ibare hataları olduğunu iddia
etmektedir
Önce zındıklar tarafından dile getirilen bu iddialar, ulemânın kaleme aldığı reddiyelerde, “Bu tür meseleler Kur’an’da hata olduğuna değil, onun i’câzına
işaret eder’’ denilerek tafsil ve tasfiye edildi. Bu süreçte, Kur’an’ın derin nükteleri de ortaya çıktı. Ne var ki
Öztürk, reddiyeler karşısında çürüyen iddialarda şimdi kendisine mesned arıyor.
283
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
‫َمثَلُ ُه ْم كَ َمثَلِ ال َِّذي ْاستَ ْوقَ َد نَارا ً فَل ََّم أَضَ اءتْ َما َح ْولَ ُه َذ َه َب اللّ ُه ِب ُنو ِر ِه ْم‬
‫صو َن‬
ُ ِ ْ‫“ َوتَ َركَ ُه ْم ِف ظُل َُم ٍت الَّ يُب‬Onların (münafıkların) misali,
karanlık gecede ateş yakan kimsenin durumu gibidir. Ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah,
hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içerisinde bırakır (artık hiçbir şeyi) görmezler”369 ayetinde “ ‫ ِب ُنو ِر ِه ْم‬binûrihim/onların nuru” şeklinde geçen “ ‫ ِه ْم‬/onlar” zamiri lafız itibariyle tekil
olan “‫” ال َِّذي‬ye dönüyor ki; müfred olan “‫ ال َِّذي‬ellezî”den dolayı ayet oryantalistlere göre “‫ َذ َه َب اللّ ُه ِب ُنو ِر ِه‬zehebellahu bi nûrihi” şeklinde olmalı ya da “‫ ”ال َِّذي‬ismi
mevsulü sıla cümlesiyle birlikte “‫َمثَلُ ُه ْم كَ َمثَلِ ال َِّذين ْاستَ ْوقَ ُدوا‬
ً ‫ نَارا‬/meseluhum kemeseli’llezîne’stevkadû nâran”
şeklinde cemi gelmeliydi.
Allah Teâlâ, Bakara Sûresi’nde münafıkların sıfatlarını saydıktan sonra onların imanlarını küfürle
değiştirme hallerini, şiddetli karanlık bir gecede ateş
yakan, çevresi aydınlanıp ateşin ışığından ve sıcaklığından istifade etmeye başlayan, tam bu esnada ışığı
sönen, karanlığa gömülen, çevresindeki bütün herkesin hareketsiz kaldığı bir adama (ya da topluluğa)
benzetiyor.
Zamirin, niteliği itibariyle kendi gibi müzekker ya
da müennes bir isme ya da nicelik olarak müfred, tesniye ya da cemi bir merciye dönmesini dikkate alanlar, bu olmayınca “Kur’an’da hata bulduk” diye yaygara
çıkaranlar Allah’ın Kelamın’daki i’câz”ı idrak etmekten
369
Bakara: 17.
284
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
mahrum mübtedilerdir.
Müfessirler mezkür ayeti aşağıdaki şekilde tahlil
ettiler: “ellezî” lafız itibariyle müfred, ism-i mevsullerin “amm” lafızlardan olması cihetiyle de mana yönünden cem’i kabul edilir. Dolayısıyla zamir müfred
olduğunda “ellezî’nin” lafzına, cem’i olduğunda ise
manasına döner.
Ateşi yakan kişi tek, ısınan ve aydınlananlar ise çok
olduğundan Allah Teâlâ ismi mevsul olan “ellezî’yi”
“müfred” getirerek, “Ateşi yakan’ın” bir kişi olduğunu
beyân etmiştir.
Ayette münafıklar (müşebbeh), karanlıkta ateş yakan adama benzetiliyor, Allah Teâlâ da “binûrihim”
deki zamiri “hüm” şeklinde cemi getirerek doğrudan
imanları sönen münafıklara gönderiyor. Zamir, müfred olan “ellezî’ye” değil de, münafıklara gittiğinden
mutabakat problemi söz konusu olmuyor.
Ayette münafıkların bizzat kendileri ateş yakan
adama değil, onların halleri ateş yakan adamın hikayesine benzetilmektedir. Benzer şekilde Cuma Sûresinde de ‫َمث َُل ال َِّذي َن ُح ِّملُوا التَّ ْو َرا َة ث ُ َّم لَ ْم يَ ْح ِملُو َها كَ َمثَلِ ال ِْح َم ِر يَ ْح ِم ُل‬
ً ‫“أَ ْسفَارا‬Kendilerine Tevrat yükletilen sonra da onu taşımayanların (onunla amel etmeyenlerin) durumu
koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir370 denilerek, Tevrat’la amel etmeyen, cemi sîğasında gelen Yahudiler(in hali) ) kitap taşıyan eşeğe
(tekil) benzetilmiştir.
370
Cuma: 5.
285
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
“‫ ” ال َِّذي‬çoğul anlama delalet eden “cem’” gibi lafzı
müfred, manası cem olan bir “mevsufun” sıfatıdır. Sıfat olan “ellezî” mevsufuna delalet ettiğinden, mevsuf
hazfedilmiş sadece sıfat kalmıştır.
“Hata var” diye iftira edilen ayette münafıkların
imanlarından istifade edememe hallerinin gece karanlığında ateş yakan adama benzetilmesi, “müşebbeh”le, “müşebbehun bih’in” irtibatını o derece tesis
etmiştir ki “müşebbehun bih”deki zamir doğrudan
“müşebbeh” olan münafıklara dönmüştür. Manayı
bozmadan, ifadeye rekaket düşürmeden bunu yapabilmek ise ancak Allah Teâlâ’ya mahsus bir durumdur.
Allah-u Ekber ve lillahi’lhamd.
Kur’an Niçin Müzekker/Eril Yerinde
Müennes/Dişil Kullanır?
Oryantalistler, Kur’an-ı Kerîm’de müzekker/eril
yerinde müennes/dişil kelimeler kullanıldığını iddia
etmekte, Öztürk de Kur’an’daki hatalar(!) bağlamında
bu hususu zikretmektedir. Nitekim Kur’an düşmanları
‫ش ٌة كَا ِملَ ٌة‬
َ َ ‫“ تِل َْك َع‬/Tam on gün”371 ayetinde müzekker-müennes uyumuna riayet edilmediğini iddia etmektedir.
Başlangıç düzeyinde bir Arapça’sı olanlar üçten
ona kadar sayıların, madûdları/temyizleriyle birbirine zıt olduklarını, dolayısıyla müennes bir sayının
madudunun müzekker olduğunu bilir. Bu malumat
çerçevesinde yukarıdaki ayeti okuyanlar “kamile” ke371
Bakara: 196.
286
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
limesiyle “aşere” kelimeleri arasında uyum olmadığını
bunun da hata olduğunu iddia etmektedirler.
Temettu’ haccına niyet eden fakat kurban kesemeyen bir hacı adayı üç günü hac mevsiminde Harem’de,
yedi günü de döndüğünde olmak üzere toplam on
gün oruç tutar. Bu hususu anlatan ayeti kerîmede ‫ف َِصيَا ُم‬
ٍ‫“ �ثَالَث َ ِة أَيَّام‬/Üç gün oruç” önceden geçtiğinden dolayı devamda “eyyâm” kelimesi bir daha zikredilmez ve ayet
‫ش ٌة كَا ِملَ ٌة‬
َ َ ‫ تِل َْك َع‬şeklinde nâzil olur. Yani “madud” olan “eyyâm” kelimesi Kur’an’ın az kelimeyle çok şey anlatmasının bir özelliği olarak tekrar zikredilmez. Ayrıca “sıyam” kelimesini duyan herkes de bunun güne mahsus
bir ibadet olduğunu anlar. Nitekim bahse medar olan
konuda da “kâmiletun” kelimesi “temyiz” değil, “aşere” kelimesinin sıfatıdır. Madud ise yukarıda da ifade
ettiğimiz gibi “eyyâm” kelimesidir.
“Kâmile” kelimesinin temyiz olduğunu iddia edenler ise; ya “madudun” “kamilât” şeklinde cemi ve izafet
halinde gelmesi gerektiğini bilmiyorlar ya da Öztürk
gibi Arapça alt yapısı olmayanları yanlış bilgilendirip
“Kur’an’da hata var” derekesine çekebilmek için bunu
kasıtlı yapıyorlar. Meselenin kurgu safhasının oryantalizme ait olması dikkate alındığında tek bir ihtimal
kalmaktadır ki o da oryantalistlerin bunu bir plan dahilinde kasıtlı olarak yaptıklarıdır.
Öztürk, oryantalizmin kitapları yerine tefsîrlere baksaydı bu ve benzeri yerlerde hata değil, i’câz-ı
Kur’an-ı görecek ve yerinden fırlayıp avazı çıktığı ka287
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
dar “Ne büyüksün Ya Rabbi!” diye bağıracaktı. Oryantalizmin imanlarını sarstığı muzdaripler kudemanın eserlerine dönerlerse, Kur’an muarızlarından hata
olarak duydukları her meselede me’ânî, beyân, bedî’
ilimlerinin alanına giren pekçok incelikler olduğuna
tanık olacaklar.
II. MÜSLÜMAN, ALLAH TEÂLÂ İLE
ALAY EDER Mİ?!
Kur’an-ı Kerîm bütün hamd şekillerini içine alan
bir çapta “elhamdü” ifadesi ile başlar. Müslüman,
“Rabbine hamdederek O’nu tesbih et”372 emrine
muhatap olup; “tesbih” ile Rabbinin şanının yüce
olduğunu ilan eder, O’nu bütün noksanlıklardan
tenzih eder. “Hamd” ile ne kadar kemal varsa Ona
ait olduğunu ilan eder. Allah Rasûlü de her hayırlı ameliyeye “hamd” ile başlayarak Allah’ı tazim
etmeyi telkin etti. Kur’an’ın gölgesinde neşv-ü nema
bulan Müslüman da, yürüyüşte, oturuşta, kalkışta,
ders anlatışta, makale yazışta hep hamd sûretinde
olur, bu haliyle kafirden, müşrikten, münafıktan ayrılır. Ne var ki millet evlatlarına bunları anlatmakla
memur olan Öztürk, Allah Teâlâ ile alakalı sarfettiği
ifadelerle adeta Kur’an’la savaşmakta, Allah ile alay
etmektedir. İşte buyrun noktasına, virgülüne dokunmadan Öztürk’ün Allah tasavvuru:
“Allah’ın Mekke döneminde diğer tanrılarla di372
Nasr: 3.
288
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
dişmeye pek niyeti yoktu ve bu yüzden elçisine “Sizin dininiz/inancınız size, benim dinim/inancım
bana!” demesini tembihliyor, böylece konjoktüre
uygun konuşuyordu.”373
“Ahiret inancına sıkça vurgu yapması, sevgiyi çoğaltmaya çalışması hasebiyle bir ahlak ve adalet tanrısı gibi görünen Allah, müminlerin Medine’ye göç
etmeleri ve orada güçlenmeleri üzerine yine konjonktüre uygun olarak savaştan söz etmeye başladı.
(…) “Medine’ye hicretten sonra Tanrı Hicaz’da yalnız
benim sözüm geçinceye dek ‘kâfirleri nerede bulursanız orada haklayın!’ fermanını saldı ve bu ferman
uyarınca müminler vaktiyle sürgün edildikleri Mekke’yi fethettiler.”
“Hülâsa kendini ‘âlemlerin rabbi’ olarak tanıtan
Allah gerektiğinde sosyal çevreyi dönüştürme aracı
olarak, gerektiğinde de temel sosyal fikirlerin önemini gösterme aracı olarak şiddete başvurmaktan
kaçınmadı.”374
Doğrusu bu Tanrı, Karen Armstrong’un (d.1944)
ifadesiyle, “son derece zalim, tarafgir, ve katil bir tanrıdır. Orduların tanrısı, Yahova Sabaoth olarak bilinecek olan bir savaş tanrısıdır bu. Kendi gözdeleri
dışında hiç kimseye küçücük bir merhamet kırıntısı
taşımayan, basit bir kabile tanrısıdır.”375
Öztürk, Kıssaların Dili, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2010,
s.55.
374
Öztürk, a.g.e., s.56.
375
Öztürk, a.g.e., s.53.
373
289
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Öztürk, sanki Allah Teâlâ’dan değil de insanların
uydurduğu tanrılardan bahsediyormuş gibi bir üslup kullanmakta, Allah Teâlâ’nın, Yunan tanrılarının
kendi aralarında ki mücadelesi gibi Mekke tanrılarıyla
“didişme”sinden söz etmektedir. Öztürk, Allah Teâlâ
için “diğer tanrılarla pek didişmeye niyeti yoktu” derken de cesaret problemi yaşadığına, “konjoktüre” göre
davrandığına, şiddet uyguladığına, Karen Armstrong’tan tenkit etmeden yaptığı nakille Rahman ve
Rahim olan Allah’ın “son derece, zalim, katil olduğuna” vurgu yapmakta, daha başka tahkir edici ifadeler
kullanarak hiçbir müslümanın cesaret edemeyeceği
bir üslupla Kur’an-ı Kerîm gibi, Allah Teâlâ’yı da itibarsızlaştırmaya çalışmaktadır. Kur’an’ın, kullarına
asla zulmetmediğini376 beyân ettiği Allah Teâlâ, Öztürk’ün literatüründe “zalim”dir.
Müslümanların tenzih ve takdise memur ve mecbur olduğu Allah Azze ve Celle ile alay eden, en bayağı
sıfatları ona izafe eden Öztürk’e şu ayet buyuruyor ki;
‫ُوض َونَلْ َع ُب ق ُْل أَبِاللّ ِه َوآيَاتِ ِه َو َر ُسولِ ِه كُنتُ ْم ت َْستَ ْه ِزئُو َن‬
ُ ‫َول َِئ َسأَلْتَ ُه ْم لَيَقُولُ َّن إِنَّ َا كُ َّنا نَخ‬
“Onlara soracak olsan mutlaka, “Biz lafa dalıyor eğleniyorduk, hepsi bu!” derler. De ki: “Siz Allah ile, Onun
ayetleriyle ve peygamberiyle mi alay ediyorsunuz?”377
Kariyer yapmak için yüksek lisâns tezlerini özetleyip makaleye dönüştüren, Allah Teâlâ ile istihza eden
cümleleri sarf ederek Kur’an düşmanlarına adeta şöy376
377
Fussilet: 46.
Tevbe: 65.
290
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
le der: “Eğer Allah’la, Onun Kitabı’yla hesaplaşacak
Müslüman adı taşıyan birini arıyorsanız işte icraatlarım ortada. Yaptıklarım, yapacaklarımın teminatıdır.
Hiçbir oryantalistin söylemeye cesaret edemeyeceği
cümleleri kurar, sonra da akademik çalışma diyerek
onları heyetlerden geçirir, hakemli dergilerde neşrederim. Birkaç gazeteci ile ekranda bunları tevil eder,
hakkımda kadınlara “Kur’an hakkında radikal yorumları olan bir hoca” muhtevalı yazılar yazdırır, bu
uğurda mücadele ederim ama bütün bunlara rağmen
Kur’an’ın yakasını bırakmam” der.
III. KUR’AN’IN KİTAB-I MUKADDES’TEN İKTİBAS
OLDUĞU İDDİASI
Allah Rasûlü , etrafı dağlarla çevrili bir beldede
Mekke’de Dünyaya geldi. O doğduğunda insanlar ne
Roma okullarını, ne Yunan filozoflarını, ne de Hind
felsefesini biliyordu. Kâbe’den dolayı Arap Yarımadası’nın çekim merkezi olan Mekke’de okur-yazar
olanların sayısı on yediydi. Tevrat ve İncil İbranice
olduğundan ümmi olan halk doğal olarak Ehl-i Kitab’ın kültürüne yabancıydı. İnsanlar tarihî ve medenî
birikimlerini şifaâhî olarak paylaşır, nesiller arasında
irtibat şiirle sağlanırdı. Allah Azze ve Celle Peygamberini çevresi engin çöllerle sarılı, ümmiliğin hakim
olduğu378 böyle bir şehirden seçti. Ümmi Peygamber379
378
379
Cuma: 2, Âl-i İmrân: 75.
Araf: 157-8.
291
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
okuduğu ayetlerle Mekkelilere hiç duymadıkları hâdiselerden, gaybî hakikatlerden, iman esaslarından
bahsetti. Onu, hayretler içerisinde dinleyen müşrikler Kur’an-ı Kerîm’in Allah Rasûlü’ne yazdırıldığını iddia ederek vahiy çevresinde şüpheler oluşturup
Kur’an-ı Kerîm’i engelleyebileceklerini düşündüler.
Kur’an’ın Allah Rasûlü’ne Rum asıllı Hristiyan köle
Cebr en-Nasrânî tarafından yazdırıldığını iddia ettiler. Ne var ki daha sonra Müslüman olan bu köle efendisi tarafından, “Muhammed’e bunları sen öğretiyorsun” diye dayak yerken “Hayır! Allah’a yemin olsun
ki o bana öğretiyor ve yol gösteriyor.” diyerek380 hem
iddiaları reddetti, hem de onun etrafında oluşturulmaya çalışılan şüpheleri izale etti.
Müşriklerin Kur’an’ı isnat ettikleri kişi hem bir
köle, hem de Rum asıllıydı; yani Arapça’ya yabancıydı. Farz-ı muhal, böyle bir durum söz konusu olsaydı,
Cebr, Mekke aristokrasisinin reddettiği bir Peygamber’i etkisiz hale getirmek ve karşılığında hürriyetine
kavuşmak için “Evet bunlar bana aittir” demez miydi?! Ya da “Bu Kitap bana aittir” dolayısıyla ona değil
de bana iman edin çağrısında bulunmaz mıydı?! Sonra Hristiyanlığın öğretilerine bağlı olan bu köle, dinini terk edip -haşa- uydurma bir Kitab’a inanır mıydı?!
Ayrıca “muallaka-i seb’a (yedi askı)” şairlerinin dahi
bir sûresinin benzerini yazmaktan aciz kaldığı bir Kitab’ı, acem bir köle nasıl telif edebilirdi? Uzayıp giden
380
Kurtubî, a.g.e., , X, s.117.
292
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
ve cevapsız kalan bu sorular Mekkelilerin iddialarını
çürütüp, yok etti.
Kur’an-ı Kerîm’in “lâ ilâhe” derken Allah’tan başka bütün hâkimleri, İslâm’dan başka bütün sistemleri
reddetmesi; bütün Ebû Cehillerle, bütün Karunlarla, bütün Bel’amlarla hesaplaşması, cihadın “hüküm
yalnız Allah’ın oluncaya kadar” süreceğini ilan etmesi, O’na iman edenlerin emperyalist devletleri yıkıp
parçalamaları küresel güçleri ürkütmüş ve her devirde onları Kur’an merkezli İslâm’ı itibarsızlaştırma
çalışmalarına sevketmiştir. Bunun kurgu aşamasında
bizzat kendileri, dağıtım-pazarlama ayağında ise adı
Hüseyin, adı Mustafa olanlar rol almıştır.
Her asırda İblis’in parlamentosu yıllık planları görüşürken İslâm’ı yegâne tehlike olarak masaya yatırır,
Onun rükn-ü esâsîsi olan Kur’an’a karşı yürütülen
mücadelede inandırıcılığını yitiren iddialar revize
edilir, yalanları Müdâfaa edemeyen ya da onları dağıtımda isteksiz olan personelin tasfiye kararı alınır.
Müşrikler, Kur’an’a karşı “Cahiliyye”yi korumak
için o günün şartlarında bütün yollara başvurmuş fakat Allah Rasûlü’nün ümmi oluşunu inkar edememişlerdi. Bu yüzden Kur’an’a hep hariçten kaynaklar
aramışlardı. Ne var ki bu gayretleri her defasında akamete uğramıştı.
Kur’an okundukça çöl sustu, edebiyat meclisleri
itibarını yitirdi, Arab’ın kültür ve medeniyet hafızası
olan şairler yenildi. 23 yıllık bir mücadelenin sonun293
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
da bütün bir yarımada ümmi peygamberin okuduğu
Kur’an’ın etkisiyle hem sîretini, hem de sûretini değiştirdi.
Müşrikler gibi, oryantalistler de sarsıldı Kur’an-ı
Kerîm karşısında. “Muhammed ümmî olduğu halde
bu kadar geniş bir yelpazede, bu kadar farklı konudan
nasıl bahsedebilir ve insanlar üzerinde nasıl bu derece müessir olabilir, Kur’an’daki bu ilmi nereden aldı?”
diye kendilerine defaatle sorular yönelttiler. Rıhtıma
kadar geldiler, fakat gemiye binip, iman edemediler. Tarih boyu Kur’an düşmanlarının Onunla olan
mücadelesini ve aldıkları mağlubiyetleri incelediler.
Ulaştıkları bütün sonuçlar onlara; “Kur’an’ın rüchaniyeti onun vahiy, tebliğ eden Hz. Muhammed’in de
Allah’ın Rasûlü olduğuna delildir” dedi. Fakat onlar vazifelerine sadakat gösterip delillere rağmen inkarı seçtiler, yeni bir cephe açıp Allah Rasûlü’nün
okur-yazar olduğunu iddia ettiler. Tarihî veriler onun
ümmi olduğunu isbat edince, çaresiz “Biz ne diyorsak odur” dediler. Bu çerçevede “Kur’an’ın kaynakları”
başlığını taşıyan eserler kaleme aldılar. Allah Rasûlü’nün Kur’an-ı Kerîm’i, Tevrat ve İncil’e bakarak
yazdığını iddia ettiler. Ümmiliği inkarla başlayan bu
iftirayı o derece ileri götürdüler ki, Arapça’yı tahrif etmek için bir Hristiyan tarafından hazırlanan “el-Müncid” adlı lügatın ilk baskısının “mim” maddesinde
“Muhammed” kelimesi açıklanırken, “Efendimiz’in
önünde İncil, elinde kalem işlevi gören bir tüy olduğu
294
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
halde ondan nakilde bulunuşunu gösteren bir resim
yayınladılar.381
Kur’an’ın önceki kitaplardan intihal olduğu iddiasına insanları inandırabilmek için, bunu imkansız
hale getiren Allah Rasûlü’nün ümmi olamayacağını
söylediler, bu noktada akademisyenlerden kendilerine şahidler de buldular. Kimi gönüllü, kimi de oynanan oyundan habersiz olan bu tâife, ümminin zıddının okur-yazar, cahilin karşıtının ise alim olduğunu
temyiz edemeden, “Tabii ki Peygamber okur-yazardı.”
diyerek ümmiliği reddetti. Bu reddedişle de oryantalizmin Kur’an’ın vahiy olmadığı yönündeki iddiasına
zemin hazırladı. Oysaki Allah Rasûlü , hayatının
hiçbir devresinde ne bir metin yazdı, ne de yazılı bir
metni ona bakarak okudu.382
Allah Rasûlü’nün ümmî olduğundan bahseden
ayet-i kerîmeler Medeni’dir. Sadece okur-yazar olmadığını bildiren ayet mekkîdir.383 Konu ile alakalı hadîslerin tamamı ise Medeni’dir. Bu durum ümmîliğin
onun hayatının bütün evrelerini kapsadığını ve değişmez bir vasfı olduğunu göstermektedir.
Mektebe gitmeyen, hiçbir hocadan ders almayan
ümmî birinin gelmiş ve gelecek bütün zamanların
bilgisinden bahseden Kur’an’ı tebliğ etmesi ve bu KiBk. Abdulmuhsin el-Matîrî, Da’va’t-Tâ’înîn Fi’l Kur’anî’l
Kerîm, Dâru’l Beşâir, Beyrût, s.217.
382
Ayrıntı için bk. İhsan Şenocak, Risaletin Büyük Şahidi Ümmîlik, İnkişaf, sy.9, s.12-21
383
AnkEbut: 48.
381
295
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
tab’ın Dünyanın en çok okunan kutsalı olması, ilim
tarihinin en büyük hâdisesidir. Bu durumu gölgelemek isteyenler Allah Rasûlü’nün ümmî olduğunu
reddederek, Kur’an’ın ilahi oluşu etrafında şüpheler
oluşturmak istemektedir.
Siyer kitapları, Onun hayatını en küçük ayrıntısına varıncaya kadar nakletmesine rağmen okuduğundan ya da okumayı öğrendiği bir şahsın adından bahsetmemektedir.
Bilgiye ulaşmanın vasıtası olan yazı, Allah
Rasûlü’nün kaynağının vahiy olması bağlamında değerlendirildiğinde görülecektir ki, ümmîlik
Allah Rasûlü için bir nakısa değil bilakis onun
nübüvvetinin en güçlü şahitlerindendir.
Rudi Paret’i Tasdik Eden Tefsîrci
Oryantalist olmanın zorunlu bir sonucu olarak
Kur’an’a saldıran Rudi Paret, Kur’an’ın Allah Rasûlü tarafından Ahd-i Atik’ten alınıp uyarlanan bir
kitap olduğunu iddia etmekte, Öztürk de onun aşağıdaki hezeyanlarına katıldığını belirtmekle yetinmeyip, Paret’in iftiralarını anılmaya değer tesbitler”
olarak görmektedir:
“Vakıa, Muhammed daha çok Eski Ahit kıssalarına, özellikle Nuh ve Tufan kıssasına başvurmuş ve
bunları -Vahiy Tarihi’nin (Heilsgeschichte) erken
döneminden diğer örneklerle insicam içerisindenesilden nesle, kavimden kavime tekerrür eden bir
296
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
‘ilahi azap’ modeli geliştirmek amacıyla kullanmıştır. Bu esnada Eski Ahit kahramanları aslî hüviyetlerinden epey bir bölümünü yitirmişlerdir. Nuh,
Lut ve Musa, Muhammed’in kendi şahsının birer
numunesi haline gelmişlerdir. Onların karşıtları,
yani Nuh ve Lut’un kavimleri, Firavun ve Mısırlılar ise Muhammed’in çağdaşı müşrik Mekkelilerin
rolünü üstlenmişlerdir. Muhammed, Kitâb-ı Mukaddes’teki malzemeyi iktibas ederken, Eski-Ahit
yazarlarının (Chronisten) edebi hikâyeciliğiyle rekabet etmek gibi bir amaç taşımıyordu. Onun için
birinci derecede söz konusu olan ‘içerikti’.” 384
Öztürk, Paret’in “Allah Rasûlü’nün
Kur’an
kıssalarını Eski Ahit’ten aldığı, sonra bunları ‘ilahi
azab’ modeline dönüştürdüğü, ardından da kendi
zamanına uyarladığı” yönündeki iftiraları bağlamında bizzat şunları söylüyor:
“Kur’andaki kıssaların mahiyet ve işlevi bağlamında katıldığımız bu görüşlere itiraz edildiği, dolayısıyla Kur’an kıssalarının tarihî gerçeklikle birebir örtüştüğü fikri benimsendiği takdirde Allah’ın
iradesinin farklı zamanlar açısından “niçin geçmişte öyleydi; şimdi böyle?” şeklinde ifade edilebilecek
tarzda yansıdığına makul bir izah bulmak gerekecektir.”385
384
385
Öztürk, Kıssaların Dili, Ankara, 2010, s.72-3.
Öztürk, a.g.e., Ankara, 2010, s.73.
297
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Cevap Ver!
Evet, Kur’an-ı Kerîm’i anlatmaya memur bir zat,
O’na uydurma diyen bir oryantaliste katıldığını
belirtiyor. Eğer Öztürk’te zerre kadar ilim ve fikir
namusu olsaydı Kur’an’ın uydurma olduğunu iddia eden oryantaliste katılmadan önce şu hususlara
cevap verecek, sonra da bütün bu iddiaların ilmî
ve tarihî hakikatlere ne kadar aykırı olduğunu görecekti. Kur’an’ın -haşa- uydurma olduğunu iddia
eden Öztürk şunlara cevap versin:
Allah Rasûlü ile aynı zaman ve mekanı paylaşan Mekkeli müşrikler, O’nun ümmi olduğunu
yani okuma yazma bilmediğini kabul etmiş, bu
yüzden Kur’an’ı, O’na başkalarının yazdırdığını
ileri sürmüşlerdi. Görüşlerine katıldığını söylediğin Paret’in iddia ettiği gibi eğer Allah Rasûlü
“Kitab-ı Mukaddes’den” iktibas edecek derecede
okuma yazma bilseydi O’nu susturmak için bütün
imkanlarını seferber eden müşrikler pekala bunu
delil olarak kullanır, mücadelelerini de bu delil
üzerine bina etmezler miydi? Muhal farz, bu iddianın bir an için doğru olduğunu düşünelim…
Bu durumda Allah Rasûlü’nün hangi dillerde
okuma yazma bildiği meselesi ortaya çıkmaktadır.
Zira oryantalistlerin de itiraf ettiği gibi Ahd-i Atik
İslâm’dan önce Arapça’ya tercüme edilmemişti.
İngilizler, el-Mevsûatu’l-Birîtaniyye’de ilk Ahd-i
Atik tercümesinin Abbasi Devleti’nin ilk yılların298
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
da olduğunu belirtmektedirler.386 Kendini muteber bir akademisyen olarak gösteren Öztürk’ün bu
durumda Allah Rasûlü’nün kimden ve nerede
İbranice öğrenip de Tevrat’tan iktibasta bulunduğunu ispat etmesi gerekir. Elinde oryantalist yalanlar dışında ne var?!
Paret’in işaret ettiği, Öztürk’ün de katıldığını
belirttiği kıssalar hususunda, iki kitap arasında
kısmi benzerliğin olmasının nedeni her ikisinin
de Allah’ın vahyi olmasıdır. Eğer benzerlik bir Kitab’ın diğerinden intihal edildiği anlamına gelecekse Tevrat’la İncil arasındaki benzerlik Kur’an’a
kıyas edilmeyecek kadar çoktur. Bu durumda Öztürk Hz. İsa için de, İncil’i Tevrat’tan iktibas etti
mi diyecektir?!
Eğer Kur’an, Öztürk’ün de iddia ettiği gibi tahrif
edilen Tevrat’tan iktibas edilseydi, benzerinin yazılamayacağı yönünde müşriklere meydan okurken,387
Mekkeliler, “İşte meydan okumaya vasıta yaptığın
meseleler Tevrat’ta da var” diye onlarla Kur’an’ın
karşısına çıkmaz mıydı? İnsanlar, “Tevrat varken,
Onun bir kopyası olan Kur’an’a gerek var mı?” diye
itiraz etmez miydi? Madem kıssalar önceki kitaplardan iktibas edildi, o halde Tevrat ve İncil de olmayan Hz. Hûd, Salih ve Şuayb kıssalarını Allah
Rasûlü nereden aldı?!
Mahmud Mazî, el-Vahyu’l-Kur’anî fi’l-Manzûri’l-İstişrâkî
ve Nakduhu, İskenderiyye, 1996, s.147-8.
387
Bakara: 23.
386
299
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Rudi Paret’in Kur’an’ın, Ahd-i Atik’ten intihal
olduğu iddiasına katıldığını söyleyen Öztürk; müntesiplerini, insanlığı Yahudi adına sömürmeye, kan
dökmeye davet eden, şirki meşrulaştıran muharref
bir Tevrat’la; Allah’ın hakimiyetine çağıran, göklerin nizamıyla yere müdahale eden, ırka dayalı
sistemlere son veren, üstünlük takvadadır diyen,
şirkin Allah’a karşı işlenen en büyük terör suçu mesabesinde olduğunu dolayısıyla da asla affedilemeyeceğini ilan eden Kur’an-ı Kerîm’i aynı bağlamda
değerlendirip, ikincisinin birinciden alıntı olduğunu söylemesi ilmî olduğu kadar vicdani açıdan da
cinayettir.
IV. MUCİZELERİN İNKARI
Öztürk, risâletin şahidi olan mucizelerle alakalı
da şunları söylemektedir:
“Hissi mucizelerle ilgili rivayetlerin haber-i vahid türünden olması ve kesin bilgi değeri taşımaması gibi teknik konular bir tarafa bu tür rivayetler
bize öyle geliyor ki Müslümanların bilhassa Hristiyanlar ile polemiklerinde Hz. Muhammed’in en
azından mucize konusunda Hz. İsa’dan aşağı kalır
bir yanı olmadığı fikrine mesnet kılınmak için uydurulmuştur.”388
“Evet, Hz. Muhammed’e
nisbet edilen hissi
388
Öztürk, a.g.e., s.65.
300
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
mucizeler büsbütün uydurmadır.”389
Öztürk, Paret’in Kur’an’ın uydurma olduğu yönündeki hezeyanını onayladığından dolayı ya Kelamullah’ı okuma gereği duymuyor ya da “Uydurma olduğundan üzerinde dilediğim gibi tasarruf
yetkisine sahibim” diyor (Allah-u A’lem). Eğer Öztürk bütüncül bir nazarla Kur’an-ı Kerîm’i okusaydı görecekti ki, Allah Rasûlü’ne verilmeyen hissi
mucize değil, “el-mu’cizetu’l-muhlike/inanmayanların helakine sebep olan mucize”dir. Zira Kur’an-ı
Kerîm, Allah Rasûlü’nün irşad amaçlı pek çok
hissi mucizesinden bahsetmektedir. Bedir’de Allah
Rasûlü’nün attığı toprağın müşriklerin gözlerine
isâbet etmesi390,yine Bedir’de önce bin391 ardından
üç ve beş bin meleğin gelmesi392, Allah Rasûlü’nün
bir gece Mekke’den, Kudüs’e gitmesi393, Kur’an’ın
gelecekten haber vermesi394, ayın ikiye yarılması395
hissi mucizeden başka nasıl izah edilebilir?!
Ne gariptir ki ümmetin çocuklarına Kur’an-ı
Kerîm’i öğretmeye memur birisi, Allah’ın ayetlerine Rudi Paret’in yalanları kadar itibar etmiyor. AlÖztürk, a.g.e., s.65.
Enfâl: 17.
391
Enfâl: 9.
392
Âl-i İmrân: 124-5.
393
İsra: 1.
389
390
394
395
Rûm: 1-4.
Kamer: 1-2.
301
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
lah’ın “var” dediğine “yok”, oryantalistin “var” dediğine ise “işittim ve itaat ettim” diyor.
V. HÜLÂSA
Öztürk, hakkımızda dört “sebbiye” kaleme aldı,
aynı içerikte de çekim yaptı. Dil ve diyalektik itibariyle bütün ameliyeleri ancak en çirkine, en kötüye örnek olabilir; ilmî-fikrî muhteva ve edebî
kıymet açısından ise ancak lise talebelerine, “bir
yazının nasıl yazılamayacağı” noktasında numune
teşkil edebilir. Zira Türkçe’de ahlaksız kelimeler
sözlüğü yazılsa kaynak olarak “Mustafa Öztürk’ün
Feryadı” başlıklı ses kaydı ve kaleme aldığı dört
sebbiye kâfi gelir.(Millet irfanına zarar vermemek
için neşrini uygun görmediğimiz yazılar ilk halleriyle elimizde mevcuttur. Talep edilmesi halinde
reşîd olanlara gönderilebilir.)
Bütün bunlardan daha vahimi ise bir ilahiyatçı
olarak vazifesi itibariyle de olsa bir ahlak davası olması gereken Öztürk’ün, ahlaksızlığın manifestosu
olacak yazılar yazması ve bu halde bir yönüyle ahlak kitabı olan Kur’an-ı Kerîm üzerinde konuşmasıdır. Bu izmihlal-i ahlakî yürürken ilmî istiklalden
bahsetmek mümkün değildir.
İftira, bir edebi tür olsaydı şüpesiz ki onun
şaheseri de Öztürk’ün sebbiyelerinden seçilirdi.
Zira İhsansenocak.com’daki “iletişim kısmında”
soyadı “Kadıoğlu” olan bir kardeşimizin mailinin
302
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Osmanlıca’da ifade edildiği şekliyle “Kadızade”
yazılmasından hareketle maili bize isnad eden ve
bu isnat üzerine yalanlar kurgulayan, bizi “Kadızadeliler”le ilişkilendiren Öztürk; ya yaptıklarının
ortaya çıkacağı korkusu ya da birilerinin konuşma ihtimalinden dolayı olsa gerek, “Adana’dan bir
öğrencisini aradığım ve Mustafa Öztürk’ün sınıfta
Kur’an’ı yere vurduğunu söylemesi için ona baskı
yaptığım yönünde” ekranlarda mazlum edebiyatı
yapıyor. Kur’an’ın uydurma olduğunu söyleyerek
Allah’ın Kitabına saldıran Öztürk aynı şekilde bize
de iftira ediyor. Eğer söyledikleri doğruysa, ekranda karşısında ağladığı kadın kendisine, “Öğrencini
getir, ekranda konuşturalım” deyince niçin “olur”
diyemedi? Haydi buyur Öztürk! Kadın emrinde,
kimi aradığımı ve ne söylediğimi, telefon kayıtlarını, yalanlarına âmâde televizyon kanalında ilan
et! “Neden” aylar geçmesine rağmen kiminle konuştuğum noktasında tek cümle etmedin ey müfteri! Öyle görünüyor ki senin başka korkuların
var, “bunlar ortaya çıkarsa, halim nice olur” diye
endişeleniyor, bu yüzden türünün emsali olmayan iftira cümleleri kuruyorsun. Elhamdülillah
biz Allah yolunda mücadele ederken ne birilerinden medet bekler, ne eteklere yapışır, ne de kirli
senaryolara tenezzül ederiz. Bu Kur’an Müdâfaası
da tamamen senin söylediklerin ve yazdıklarından hareketle, yani kaynakları gösterilerek yapıl303
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
maktadır. Biz müslümanca hesaplaşırız. Sen diyalektiği, oryantalistlerden; sadece Arapça kitaplar
okumakla eleştirdiğin bizler de ulemâdan, “Büyük
Doğu’’ dan alırız. Elhamdülillah ilimde de, fikirde
de nesebimiz zahirdir. Allah’tan başka ne sığınağımız, ne de medet beklediğimiz merciler var. Sabah akşam birşeyler okur, boş vakit bulunca da bir
şeyler karalarız. Eğer bunlar birilerinin desteğiyle
olabiliyorsa, “Bu Müslüman Beydâvî, Nesefî, Hidâye, Menâr, Elfiye Şerhi, Belâğat, Muğni’t-Tullâb,
Müslim okutur. İki tane kardeşimiz gelsin sadece
bir gün bu kitapları bir de sen okut. Gör o zaman
ilim, yüksek lisâns tezlerini özetleyip sonrada makale diye neşretmeye mi benziyor.
Öztürk, resmi manada “vaiz” olmadığımı bildiği
halde ısrarla “Vaiz Şenocak” terkibiyle vaizliği tahkir ediyor, kendince şöyle demeye çalışıyor, “Sen
hep Arapça eserler okuyan, bense bir yazıda bir
ayet yazan, onu da yanlış yazan akademisyenim!.”.
Buraya kadar olanı anladık da, asıl anlaşılması gereken mühim mevzu şudur ki, Allah Teâlâ,
Kur’an-ı Kerîm’de kaç ayette “vaaz” ettiğinden396
yani “vaiz” olduğundan ve vahyi tebliğ eden peygamberinin “vaiz”397 kimliğinden bahsediyor. Öztürk ise, “vaiz” kavramıyla bize değil, aslında en
büyük vaiz olan Allah Azze ve Celle’ye, O’nun vaiz
396
397
304
Nisâ: 58, Nahl: 90.
Şuara: 136.
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
peygamberlerine hakaret ediyor. Yoksa bizim için
“vaiz” olmak, “müezzin” olmak bile büyük bir şereftir. Zira Hz. İbrahim ve İsmail’in cami temizleyicisi olduğu İslâm mâbedinde398, süpürgeci olmayı
milyon defa, Rudolf Bultmann’la meslektaş olmaya
tercih ederiz.
Hepsi Yalan
Öztürk sebbiyelerinde “çok şey söyledi” gözükerek, söylemesi gerekeni ifade etmekten imtina etti.
Oysa yapması gereken çok basitti, “Kur’an’da masal
vardır ya da yoktur.” diyecekti veya “Allah kelamında masal olmaz, Allah masal söylemez” diyenlerin
ifadesini “dogmatiklik”399 olarak niteleyen ibarenin
kitabında oluş keyfiyetini izah edecekti. Fakat bunların hiçbirini yapmadı. Yalan, iftira ve hakaretle
başladığı her yazısını yine aynı şekilde bitirdi. Bu
cihetle sebbiyelerine dair verilecek en kuşatıcı cevap “Hepsi yalan” olacaktır.
Oryantalizmin Türkiye Distribütörü
Öztürk’ün, dört sebbiyesinin birinde tek bir
ayet kullanması onu da ‫“ ال ُح ْك َم إِالَّ لِلّ ِه‬lâ hükme illâ
lillâh” diye yanlış yazması hem kendi seviyesini,
hem de yazılarının hakemli dergilerde neşrine
onay verenlerin ilmî ve ahlakî mevkilerini göster398
399
Bakara: 125.
Öztürk, Kıssaların Dili, s.98.
305
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
mesi açısından önemlidir. “Vaiz Şenocak Vakası”
başlıklı sebbiyesinde “Ben de biraz Arapça bilirim”
babında latin harflerle yazdığı ibarede ise (“i”nin
şapkasını koymasından özenle yazdığı zahir) cemi
bir mevsufa “müfred” bir sıfat getirerek “Avâmil”
düzeyinde bir metin okuyan öğrencinin bile yapmayacağı hataya düştü. “Elhamdülillahillezî ehhele abîdehu’l-fakîra…” diyerek “fakir”in “mevsufu”
olan kelimeyi ‫“ عبيد‬ubeyd” yazması gerekirken ‫عبد‬
“abd”ın çoğulu olan ‫“عبيد‬abîd” şeklinde terkibe aldı
fakat manayı doğru verdi, “kulcağız” dedi. (Bu
durum bana tercümelerden okuyup da Arapça aslından dipnot gösteren bazı zevatı hatırlattı. Ayrıca ibare tevazu makamında söylendiğinden ve de
yaptığı tercümeden kelimeyi mübalağalı ism-i fail
olarak okuması da mümkün değil). Diyeceksiniz
ki insan hata yapmaz mı? Elbette yapar. Fakat bir
tefsîr hocasının, bir yazısında tek bir ayet yazıp
onu da yanlış yazması bir seviye meselesi değil midir? Bu kıymette bir Arapça’ya sahip olan birinin
kalkıp da Kur’an’da lahn/hata var demesi,ya yerli
oryantalizmle ya da Molla Kasım’lıkla ifade edilebilir.
Oryantalist Paret’in Kur’an’ın -haşa- uydurma olduğunu belirten görüşlerine katıldığını ikrar eden,
ayrıca oryantalizmin Kur’an’la alakalı iftiralarından
hareketle Allah’ın kitabında hatalar olduğunu iddia
eden Öztürk bu haliyle bir ilahiyat fakültesinde mi
306
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
yoksa bir oryantalist merkezinde mi memur olmaya
daha münasiptir?
Daha Ne Yapacaktı?!
Kur’an’a uydurma diyen Paret’e katılan, Allah
Azze ve Celle ile alay eden, kıssaların hakikat olduğuna inanmaya “dogmatikliktir”400 diyen, Kur’an-ı
Kerîm’deki ayetlere rağmen Allah Rasûlü’ne nisbet
edilen “bütün hissi mucizelerin uydurma olduğunu
savunan” Öztürk, Kur’an’a daha nasıl saldırabilirdi ki?
Kur’an-ı Kerîm’e hakaret eden bir adamı savunacak kadar Müslüman(!) birkaç gazeteciyi yanına
alarak, “Ben Ankara ekolündenim.”; “Arkam sağlam”
gibi tavır ve ifadelerle “Kur’an Müdâfaamızı engelleyebileceğini zanneden Öztürk bilmelidir ki, değil
Ankara ekolünü, bütün gazetecileri, onların etkileşim halinde olduğu üst akılları toplasa, hepsi tek
safta ictima olsa yine de Kur’an’a “hata” isnat etmelerine müsaade etmeyecek, hesaplaşmadan bir adım
bile geri atmayacağız.
Malul Gazeteciler
Öztürk’ün yazı yazdırdığı, konuşturduğu gazeteciler meseleye vâkıf olmamaları cihetiyle “malul” ve
“mazur”durlar! Fakat Kur’an-ı Kerîm’e her nevi hakareti yönelterek Onu itibarsızlaştırmaya çabalayan,
bununla alakalı karaladığı kitapları, “işportacı tezgahına” çevirdiği ekranlarda teşhir eden, bu haliyle de,
400
Öztürk, Kıssaların Dili, s.99.
307
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
“İşte Kur’an’a böyle düşmanlık yapılır” diye meydan
okuyan Öztürk, bütün dünyayı arkasına alsa da Allah’ın Kitabı’na zarar veremeyecektir. Silahı sadece
kalem ve kelâmdan ibaret olacak olan Kur’an Müdâfaası, o tövbe edene, yazılarındaki iftiralardan dolayı,
Kitaplarına hakaret ettiği Müslümanlardan özür dileyene kadar devam edecek...
Bize Kur’an-ı Kerîm gibi tek bir harfinde hata olmayan bir kitab indiren ve onu tahriften koruyan Allah Azze ve Celle’ye secdeler olsun.
***
308
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
YERLİ ORYANTALİZM!
İ
lim ve fikir namusuna sahip olanlar davalarını müdâfaa ederken düşündükleri gibi konuşur, inandıkları gibi yazarlar. Doğu’da ve
Batı’da bu cinsten mührü çözülmemiş nice namsız
nişansız mütefekkirler hazinesi vardır. Ma’şerî vicdan
bunları büyük muzdaribler kadrosu olarak selamlar.
Konjonktüre göre konuşan fikir hokkabazlarına karşı soylu bir mücadele veren muzdaribler, silahı kalem
ve kelam olan büyük zaferler kazanmış, hokkabazların iç bünyeyi sinsi bir virüs gibi kemiren imar görünümlü ifsad faaliyetlerini teşhis ederek fitneyi etkisiz
hale getirmişlerdir. Ulemâ bu mücadeleyi yürütürken
mağdur oldu, zulme maruz kaldı; fakat hiçbir şekilde
güç merkezlerinden, siyasî çevrelerden yardım talep
etmedi. İmam-ı Gazzâlî çağının fitne hareketlerini
309
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
orduyu göreve çağırarak değil, kalemiyle önledi. Gazzâlî’nin çocuklarının fikir casusluğuna karşı yürüttüğü mücadelenin silahı da kalem olacak. İslâm’ı kuşatan ihanet çemberini ilim ve fikirle yaracaklar...
Fikir hokkabazının ne sâbitesi, ne de nikâhı olur.
Kaleminin hava parası ödendiğinde hâkim düzenin
muradına muvafık cümleler terkip etmekten asla
tereddüt etmez. Bu yüzden hakka ta’zim ya da hakkı teslim makamında tahkir cümleleri kurar fikir
hokkabazı. Türk Akademyası’nın cunta adına siyasetle/milletle savaştığı, Üniversiteler Arası Kurul’un
“Cumhuriyet Mitingleri” düzenlediği yıllarda (2007)
yayımladığı “Kur’an’ın Tarihsel Bir Hitap Oluş Keyfiyeti” başlıklı makalesinde Mustafa ÖZTÜRK, darbecilerin bile söylemeye cesaret edemeyeceği bir
hezeyanda bulunur ve “Kur’an’da hata var” diyerek;
Müslüman gençlerin, muhafazası uğruna namlulara
göğüslerini siper ettiği Allah Kelâmı’na içeriden saldırır. İşte buyrun, şu ifadeler , millet evlâdına Kur’an’ı
anlatması için devletten ücret alan ÖZTÜRK’e ait:
“... Kur’an’da son derece beliğ ifadeler mevcut olduğu gibi lahn (hata) tartışmasına konu olan sorunlu
ibareler de mevcuttur.”401 Allah’ın kelamında “hata
var”, “sorunlu ibareler var” demenin hükmü nedir
Öztürk? Bunları inanarak mı söyledin; yoksa “cuntacı akademyanın habis düşüncelerine hizmet etmeye
amade bir kalemim var” ilan ve itirafında bulunmak
Mustafa Öztürk, İslâmî İlimler Dergisi, y. 1, sy. 2, Güz 2006,
s.62.
310
401
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
için mi?! Sıfat ve mevsuf arasındaki münasebeti anlayamayacak kadar Arapça’ya, bir ayet-i kerîmeyi doğru yazamayacak kadar da Kur’an’a yabancı olan bir
echel olarak madem “Kur’an’da hata var” diyorsun;
bunu, seni tezkiye memurluğuna soyunan kadınların
önünde değil, Haydi gel de ilim meydanında Kur’an-ı
Kerîm’in talebesinin karşısında söyle!
“Muhammed Kur’an’ı Tevrat’tan iktibas etti” hezeyanında bulunan oryantalist Rudi Paret’e katıldığını
söylüyorsun.402 Sahip olduğun asgarî ilmihal bilgisi
ile konuş ve şu soruya cevap ver: “Kur’an -haşa- Tevrat’tan uyarlamadır.’ diyen bir zındığa katılmanın
hükmü nedir?” Sebbiye yazma! Soruma cevap ver!
Yoksa bunları sen değil de başka biri mi yazdı?! Hiçbir
yazıda sana, senin yazmadığın ya da söylemediğin bir
ifadeyi isnad ettik mi? Haydi konuş! Kur’an’a uydurma
demenin hükmü nedir Mustafa Bey? Eğer ilim namusuna sahipsen, Allah’ın Kitabı’na attığın iftiraları çık
karşımda savun!
Ey Kur’an’ın hasmı! Bütün gazetecileri yanına alıp
bize saldırsan, ısmarlama yazılar yazdırsan, ekranlarda iftira cümleleri kursan da bu can bu bedende oldukça Allah’ın ayetlerine söven fikir hokkabazlarıyla
mücadelemiz devam edecek! Buna ne iftiraların, ne
medyadaki gücün, ne de kutsal ittifakınızda yer alabilmek için twitter’da avukatlığını yapan “eski molla” engel olabilecek! Herkes sussa da biz susmayacağız. Kur’an-ı Kerîm müdâfaasının nasıl yapıldığını,
402
Öztürk, Kıssaların Dili, Ankara, s.73.
311
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Allah’ın ayetleri etrafında örülmeye çalışılan ihanet
bendlerinin kalemle nasıl parçalandığını herkes görecek.
Ey “Kur’an’da hata var, ayetler Tevrat’tan araklama,
mucizelerin tamamı Ehl-i Kitapla girilen yarışta uyduruldu403 diyen PeReFe! Eğer sende bir parça fikir namusu olsaydı, bunları milletin Kur’an’ı öğrensin diye
çocuklarını gönderdiği İlahiyat fakültesinde değil,
Oryantal merkezlerden alacağın yardımla açacağın
“Yerli Oryantalist Yetiştirme Merkezi”nde söylerdin.
Böylece millet evlatları Kur’an-ı Kerîm’i öğrenmek
için girdiği bir kurumda adına ve memuriyet alanına
itimat edip “hezeyanlarına” mahkum olmayacak, zihinleri habîs fikirlerinle kirlenmeyecekti.
Evet! Türkiye’de bir “Yerli Oryantalist Yetiştirme
Merkezi” açılmalı ve Öztürk gibi Kur’an’la hesaplaşmak isteyenler o çatı altında toplanmalı. Böylece millet çocukları, İslâm’ı öğrenmek için girdiği bir
fakültede “Kur’an’da hata var” diyen ham yobazlarla
karşılaşıp inkisar-ı imana uğramasın..
Ey Kur’an’a hakaret eden ham yobaz! Bundan böyle
sana, mukaddes Kitabımıza masum öğrencilerin gözü
önünde daha fazla hakaret etme zevkini yaşatmayacağız. Yegâne silahı kalem ve kelam olan bu mücadelede
seleflerin gibi sen de zelil olacaksın!
***
Öztürk, Kıssaların Dili, s.65.
312
403
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
BibliYografya
Abduh, Muhammed, Tefsîr’u Cuz’i ‘Amme, Matba’atu‘ş Şa’b, Irbid, ty.
Abdulmehdî, ’Abdulkadir, el-Medhal ila’s-Sünne,
Dâru’l I’tisâm, Kahire, 1998.
Ali, Haydar, Düreru’l Hukkâm Şerh’u Mecelleti’l
Ahkâm, İstanbul, 1330.
Avvâme, Muhammed, Edebu’l İhtilâf, Dâru’l
Beşâiru’l İslâmiyye, Beyrût, 1997.
Bey, Muhammed Seyyid, Medhal, Asitane Kitabevi, İstanbul, ty.
Birand, Kamuran, Manevi İlimler Metodu olarak
Anlama, A.Ü.İ.F.Y., ankara, 1960.
Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Ekin Yay., Ankara, 1997.
Çiftçi, Adil, Fazlurrahman ile İslam‘ı Yeniden Düşünmek, Kitabiyat, Ankara, 2001.
Çiğdem, Ahmet, Aydınlanma Felsefesi, İletişim
Yay., İstanbul, 1993.
Doğan, Özlem, Tarih Felsefesi, Ara Yay., İstanbul,
1992.
E.H., Carr, Tarih Nedir, İletişim Yay., İstanbul,
1998.
313
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Ebu Bekir, Muhammed b. Ahmed b. Ebi Sehl,
Usûl (Tah. Ebu’l Vefa el-Afgânî), Dâru’l Kütübi’l ‘İlmiyye, Beyrût, 1993.
Ebu Hayyân, Muhammed b. Yusuf, el-Bahru’l
Muhît, Dâru’l Kütübi’l ‘İlmiyye, Beyrût, 1993.
Ebu Zehra, Muhammed, Usûlu’l Fıkh, Dâru’l Fikr,
Kahire, ty.
Edward, Said, Oryantalizm (Çev. Selahattin Ayaz),
Pınar Yay., İstanbul, 2003.
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1936.
el-Âlûsî, Şihabuddin Muhammed, Rûhu’l Me’ânî,
Dâr-u İhyâi’t Turâsi’l ‘Arabî, Beyrût, 1985.
el-Bağdâdî, el-Câmi’ li-Ahlâki’r-Râvî ve Âdâbi’s-Sâmi’, Mektebetu’l Me’ârif, Riyad, 1989.
el-Bûtî, Muhammed Said Ramadan, Kubra’l Yakiniyyati’l Kevniyye, Dâru’l Fikr, Beyrût, 1993.
el-Cârim Ali, Mustafa Emîn, el-Belâğatu’l Vâdiha,
Mektebetu’l Buşrâ, Karachi, 2010.
el-Cevziyye, İbn Kayyim, İ’lâmu’l Muvaki’în an
Rabbi’l Alemîn, Dâru’l Kütübi’l ‘İlmiyye, Beyrût,
1996.
el-Cundî, Enver, el-Hanceru’l Mesmûm, Dâru’l
İ’tisâm, kahire, ty.
314
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
el-Curcânî, Seyyid Şerîf, et-Ta’rifât, Dâr el-Fadîla,
Kahire, ty.
el-Ensârî, İbn Hişâm, Şuzûru’z Zeheb, Maktabatu’l Asriyya, Beyrût, 2011.
2008.
el-Karâfî, Ebu’l Abbas Ahmed b. İdrîs, el-Furuk,
Dâru’l Kütübi’l ‘İlmiyye, Beyrût, 1998.
el-Kattân, Mennâ‘, Mebâhis fî Ulûmi’l Kur’an,
Mektebe Vehbe, Kahire, 2000.
el-Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed,
el-Câmi’u li Ahkâmi’l Kur’an, Dâru’l Kütübi’l ‘İlmiyye, Beyrût, 2000.
el-Matîrî, Abdulmuhsin, Da’watu’t Tâ’inîn fi’l
Kur’ani’l kerim, Dâru’l Beşâir, Beyrût, 2007.
el-Meydânî, Ebu Bekr, Şu’abu’l Îmân, Dâru’l Kütübi’l ‘İlmiyye, Beyrût,
el-Nesefî , Ahmed, Tefsîr el-Nesefî, Dâru’n Nefâis,
Beyrût, 2014.
el-Nevevî, Ebu Zekeriyya Muhyiddin Yahya b.Şeref, Tehzîbu’l Esmâ‘i ve’l Luğât, Dâru’l Kütübi’l ‘İlmiyye, Beyrût, ty.
Ergin, Osman, Türk Maarif Tarihi, Eser Matbaası,
İstanbul, 1977.
er-Râzî, Fahruddin, et-Tefsîru’l Kebîr, Dâru’l Kü315
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
tübi’l ‘İlmiyye, Beyrût, 1990.
er-Râzî, Fahruddin, Mefâtîhu’l Ğayb, Dâru’l Fikr,
Beyrût, ty.
er-Rûmî, Fehd, Menhecu’l Medreseti’l ‘Akliyye,
Müessesetu’r Risâle, Beyrût, ty.
es-Sâbûnî, Muhammed Ali, et-Tibyân fî Ulûmi’l
Kur’an, ‘Âlemu’l Kutub, Beyrût, ty.
es-Sâbûnî, Muhammed Ali, Revâ’iu’l Beyân Tefsîr’u Ayâti’l Ahkâm, Dâr-u İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrût, 1980.
es-Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetu’t Tefâsîr, Dâru’l Kur’ani’l Kerîm, Beyrût, 1981.
es-Sâbûnî, Nureddin Ahmed, el-Bidâye fî Usûli’d
Dîn, Elif Ofset, İstanbul, 1995.
es-Sâğarcî, Ma’mun, el-Mu’cemu’l Mufehresu li Elfâzi’l Hadîs, Dâru’l Fikr, Dimeşk, 1996.
es-Suyûtî, Celaluddin, el-İtkân fî Ulûmi’l Kur’an,
Kahraman Yay., İstanbul, 1978.
eş-Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed,
Neylu’l Evtâr, Dâru’l Kütübi’l ‘İlmiyye, Beyrût, 1999.
et-Taberî, Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr, Tefsîru’t Taberî, Dâru’l Kütübi’l ‘İlmiyye, Beyrût, 2005.
et-Taftâzânî, Sa’duddîn Mes’ûd b. Ömer b. Abdillah, Şerhu’l ‘Akâid, Mektebetu’l Buşrâ, Karachi, 2014.
316
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
et-Taftâzânî, Sa’duddîn Mes’ûd b. Ömer b. Abdillah, Şerhu’t Telvîh ‘ala’t Tavzîh, Dâru’l Kütübi’l ‘İlmiyye, Beyrût, 1996.
et-Tahânevî, Ahmed, İ’lâu’s Sunen, Dâru’l Kütübi’l ‘İlmiyye, Beyrût, 1997.
et-Tahânevî, Muhammed Ali b. Muhammed,
Keşşâf-u Istilâhâti’l Funûn, Dâru’l Kütübi’l ‘İlmiyye,
Beyrût, 1998.
et-Tahâvî, Ebu Cafer, Me’âni’l Âsâr, Âlemu’l Kutub, Beyrût, 1994.
et-Tirmizî, Muhammed Ebu ‘Isa, Sünenu’t Tirmizî, Dâru’l Fikr, Beyrût, 1994.
ez-Zemahşerî, Ebu’l Kasim Carullah Muhammed
b. Ömer, el-Keşşâf an Hakikati’t Tenzîl ve Uyûni’l
Akâvîl fîVucûhâti’t Te’vîl, Dâru’l Ma’rife, Beyrût, ty.
ez-Zerkâ, Ahmed b. Muhammed, Şerhu’l Kawâ’idi’l Fikhiyye, Dâru’l Kalem, Dimeşk, 1998.
ez-Zerkeşî, Bedruddîn, el-Burhân fî Ulûmi’l
Kur’an, Dâru’l Kütübi’l ‘İlmiyye, Beyrût, 2001.
ez-Zerkeşî, Bedruddîn, el-Mensûr fi’l Kavâid, Şerikatu Dâri’l Kuweyt littibâ’ât, Şuveyh, 1985.
Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı (çev. adil
Çiftçi), Ankara Okulu Yay., Ankara, 1997.
Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, Ankara
317
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Okulu Yay., Ankara, 2000.
Fazlurrahman, İslam (çev. Mehmet Dağ - Mehmet Aydın), İstanbul, 1992.
Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık (çev. Alparslan
Açıkgenç, M. Hayri Kırbaşoğlu), Fecr Yay., Ankara,
1990.
Fazlurrahman, İslami Çağdaşlaşma: Alanı, Metodu ve Alternatifleri (çev. B. Demirkol), İslami Araştırmalar Dergisi, Ankara, 1990.
Fazlurrahman, Tarih boyunca İslami Metodoloji
Sorunu (çev. Salih Akdemir), Ankara, 1995.
Fîrûzâbâdî, Mecdu’d Dîn Muhammed b. Yakub
b. Muhammed, el-Kâmûs, Dâru’l Kütübi’l ‘İlmiyye,
Beyrût, 1999.
Garoudy, Roger, İslam ve İnsanlığın Geleceği (çev.
Cemal Aydın), Pınar yay., İstanbul, 1990.
Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi,
İstanbul, 2000.
Güler, İlhami, Soruşturma, İslamiyat Dergisi, Ankara, 2004.
Hakimi, M. Rıza, İslam Bilim Tarihi (çev. hüseyin
Arslan), İnsan Yay., İstanbul, 999.
Hallâf, Abdulvahhâb, İlmu Usûli’l Fıkh, lübnan,
1940.
318
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Hatipoğlu, Mehmed Said, Kur’an’ı Kerim’de Mahalli Hükümler Meselesi, İslamiyat Dergisi, Ankara,
2004.
Hudarî, Muhammed, Usûlu’l Fikh, Beyrût, 1998.
İbn ’Abdilberr, Câmi’ Beyâni’l-İlm, Dar İbnu’l
Cevzî, 1994.
İbn ‘Âşûr, Tâhir, el-Tahrîr’u ve’t Tenvîr, Dâru’t Tûnisiyye Linneşr, Tunis, 1984.
İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, Daru’s Selâm, Riyad,
2000.
İbn Haldûn, Abdurrahman, Mukaddime, Dâru’l
Kütübi’l ‘İlmiyye, Beyrût, 1993.
İbn Hanbel, Ahmed, Müsned, Müessesetu’r Risâle, Beyrût, 2008.
İbn Kesîr, Ebu’l Fidâ İsmâ‘îl, el-Bidâye ve’n Nihâye, Dâru’l Hadîs, Kahire, 1992.
İbn Kesîr, Ebu’l Fidâ İsmâ‘îl, Muhtasar’u Tefsîr İbn
Kesîr, Dâru’l Kütübi’l ‘İlmiyye, Beyrût, 1399.
İbn Manzûr, Ebu’l Fadl Cemaluddin Muhammed,
Lisânu’l ‘Arab, Dâru’l Fikr, Beyrût, 1990.
İbn Rüşd, Ebu’l Velîd Muhammed b. Ahmed b.
Muhammed, Bidâyetu’l Müctehid ve Nihâyetu’l Müktesid, Dâru’l Kütübi’l ‘İlmiyye, Beyrût, 2000.
İzzuddîn, Ebu’l Hasen Ali b. Ebi’l Hasen İbn Esîr,
319
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
el-Kâmil fi’t Târîh, Beyrût, 1996.
Johnson, Ignar, Anglosakson Bilim Felsefesi (çev.
Salih Alpay), Felsefe yazıları, İstanbul, 1982.
Karakoç, Sezai, Yunus Emre, Diriliş Yay., İstanbul,
1989.
Kısakürek, Necip Fazıl, Çile, Büyük Doğu Yay., İstanbul, 1967.
Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Akçağ yay., İstanbul, 1998.
Kotan, Şevket, Kur’an ve Tarihselcilik, Beyan Yay.,
İstanbul, 2001.
Laroui, Abdullah, Tarihselcilik ve Gelenek, Vadi
yay., İstanbul, 1998.
Mahmud, Mâzî, el-Vahyu’l Kur’anî fi’l Manzûri’l
İstişrâkî, Daru’d Da’ve, İskenderiyye, 1996.
Marx, Karl, Friedrich, Engels, Manifest Der Kommunistischen Partei, Office der Bildungs-Gesellschaft für Arbeiter, London, 1848.
Montgomery, Watt, Muhammed’in Mekke’si (çev.
M. Akif Ersin), Bilgi Vakfı Yay., Ankara, 1995.
Muhammed Muhyiddin, Abdulhamid, el-Ahvâlu‘ş Şahsiyyetu fi‘ş Şeriâti’l İslâmiyye, Dâru’l ‘Arabî,
Beyrût, 1984.
Muhammed, Hüseyin, el-Musteşrikûn ve’d Dirâ320
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
setu’l Kur’aniyye, Dâru’l Muerrihu’l ‘Arabî, Beyrût,
1999.
Mustafa, Muhammed b. Muslihiddin, Haşiyet-u
Muhyiddîn Şeyh Zâde, Dâru’l Kütübi’l ‘İlmiyye, Beyrût, 1999.
Mustafa Sabrî, Mevkifu’l ‘Akli ve’l ‘İlmi ve’l ‘Alem
min Rabbi’l Alemîn ve İbâdihil Murselîn, Dâr-u İhyâi’t-Türâsi’l-İlmî, Beyrût, 1992.
Nasr Hamid, Ebû Zeyd, İlahi Hitabın Tabiatı (ter.
Ahmet Emin Maşalı), Kitabiyat, Ankara, 2001.
Nasr Hamid, Ebû Zeyd, İslam’la bir yaşam (çev.
Celadet Moralıgil), İletişim Yay., İstanbul, 2004.
Nebhan, Yahya, Mu’cemu Mustalahati‘t-Tarih,
Dâr Yafa Linneşr vel Tevzi‘, Amman, 2008.
Özcan, Zeki, Teolojik Hermenotik, Alfa Yay., İstanbul, 1998.
Özsoy, Ömer, Kur’an ve Tarihselcilik, Kitabiyat,
Ankara, 2004.
Öztürk, Mustafa, Kıssaların Dili, Kitabiyat, Ankara, 2010.
Öztürk, Mustafa, Kur’an ve Tefsîr kültürümüz,
Ankara Okulu yay., Ankara, 2008.
Öztürk, Yaşar Nuri, Kur’andaki İslam, İstanbul,
1994.
321
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
P.l. Berger, Modernleşme ve Bilinç (çev. Cevdet
Cerit), İstanbul, 1985.
Paçacı, Mehmet, Kur’an ve Ben Ne Kadar Tarihseliz, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2000.
Paçacı, Mehmet, Soruşturma, İslamiyat Dergisi,
Ankara, 2004.
Paret, Rudi, Kur’an Üzerine Makaleler (der. ve çev.
Ömer Özsoy), Bilgi Vakfı Yay., Ankara, 1995.
Popper, R. Karl, Tarihselciliğin Sefaleti (çev. Sabri
Orman), İnsan Yay., İstanbul, 1998.
R.G. Colling Wood, Tarih Felsefesi Üzerine Denemeler (çev. Erol Özvar), Ay Işığı Yay., İstanbul, 2000.
Reşid, Rida, Tefsîru’l Kur’ani’l Kerim, Dâru’l Kütübi’l ‘İlmiyye, Beyrût, 1999.
Sâvî, Ahmed, Haşiyetu’s Sâvî, Dâru’l Fikr, Beyrût,
1993.
Şenocak, İhsan, Mevlânâ ve Dante Mürteci ise Yobaz Kim, Yedibeyza Dergisi, Samsun, 2000.
Seyyid, Kutub, Fî Zilâli’l Kur’an, Dâru‘ş Şurûk,
Kahire, 1972.
Şimşek, Said, Günümüz Tefsîr Problemleri, Kitab
Dünyasi, Konya, ty.
Taha, Hüseyin, Fi‘ş Şi’ri’l Câhilî, Dâru’l Fârâbî,
Beyrût, ty.
322
Kur’an-ı Kerîm Müdâfaası
Uyanık, Mevlüt, Kur’an’ın Tarihsel ve Evrensel
Okunuşu, Fecr Yay., Ankara, 1997.
Yıldırım, Suat, Kur’an’da Uluhiyet, Kayıhan Yay.,
İstanbul, 1987.
Yunus Vehbi, Yavuz, Asr-ı Saadet’te ve Günümüzde Kur’an’a Bakış Açısı, İstanbul, 2002.
Zeydan, Abdulkerîm, el-Medhal li Dirâseti’ş
Şerîât’l İslâmiyye, Müessesetu’r Risâle, Beyrût, 1999.
Zeydan, Abdulkerîm, el-Mustefâd min Kisasi’l
Kur’an, Müessesetu’r Risâle, Beyrût, 1998.
Zuhaylî, Vehbe, Usûlu’l Fıkhi’l İslamî, Dâru’l Fikr,
Beyrût, 1998.
323
KUDEMÂ
MECLİSİ

Benzer belgeler