Okul Dergimiz Mürekkep Denizim - Paşabahçe Ahmet Ferit İnal

Transkript

Okul Dergimiz Mürekkep Denizim - Paşabahçe Ahmet Ferit İnal
KÜNYE
içindekiler
Mürekkep Denizi
Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi
Genel Yayın Yönetmeni
Mutlu AYDIN
Okul Müdürü
Editör
ŞAFAK KARABEKMEZ
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Yayın Kurulu
Dilara GÖLLLÜ
Rabia Yağmur TUNÇAY
Feyzan Ezgi AKDEMİR
Cenk DUNAT
Güven DUNAT
Melisa DAĞ
Ayşe ATEŞ
Aslıhan SERTKAYA
Ceren AKSOY
Grafik Tasarım
Emre Ander
Grafik ve Fotoğraf Öğretmeni
Sanat Danışmanı
Ergün YILDIRIM
Görsel Sanatlar Öğretmeni
Reklam ve Halkla İlişkiler
Mustafa İhsan AYAR
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
İletişim
Paşabahçe Ahmet Ferit İnal Anadolu Lisesi
İncirköy Beykoz İstanbul
Tel: 0216 537 03 30
feritinalanadolu.meb.k12.tr
Önsöz
Editörden
Bir Roman Kahramanı “Orhan Veli”
Mahzun Yüzlü Şövalye: Don Kışot
Pijamalı Çocuk
Röportaj: Beykoz İlçe M.E.M Kazım BOZBAY
Aysız Gece
Röportaj: Yazar Sutan Polat
Oscarlı Bir Film: Diriliş
Sinema Eleştirisi: Esaretin Bedeli
Çizgi Mizah
Yitirdiklerimiz: Gülten Akın
Öykü Deniz Kokusu
Şiir Köşesi
Yaşar Kemal
Renklerini Kaybeden Gökkuşağı
Yaşamak Güzel
Umut Çiçekleri
“Edebiyatımızın Güleryüzü”nden Nükteler
Umut
Boğaz’ın Sultanı
Düşünce Olgunluğu
Okulumuzdan Haberler
Donan Ateş
Röportaj: Ezgi Yasinoğlu
Divan Şiirinde Çiçeklerin Dili
Gerçekler Ve Doğrular
Sanat
Zamanın Ötesi
Şair Zelimhan Yakup’un Ardından
1
2
3
4
6
8
15
17
21
22
24
26
28
32
33
40
40
41
42
44
45
46
47
51
52
55
62
62
63
64
ÖNSÖZ
Sevgi; insanı insan yapan bir değer, insan olmanın gerektirdiği bir sorumluluktur. İnsanın
kendini faydalı, mutlu ve huzurlu hissedebilmesinin en temel yolu sevgidir. Çünkü insan ancak
severek yaptığı işlerde başarıyı mutluluğu ve
huzuru bulabilmektedir. Sevginin, emeğin, özverinin yokluğunda bunlardan söz edilemeyeceği aşikar.
Topluma insan kazandırmayı meslek edinen öğretmenlerin yüreğinde, insan sevgisi sonsuz olmalı.
Yaşam bir öğrenme süreci. Bizler öğretirken bir yandan da öğrenmekteyiz. Biliyoruz ki ideal eğitim ortamı
da öğretmenden öğrenciye doğru tek yönlü bir bilgi akışı
değil öğrenci ile öğretmenin birbirini beslediği bir ilişki
ile mümkün. Öncelikle öğrencilerimize fikirlerinin bizler
için değerli olduğunu göstermeliyiz. Onlara düşüncelerini paylaşabilecekleri platformlar yaratmalıyız ki içlerindeki tohum filizlenebilsin. Hayal edebilen, yaratıcı ve
özgün fikirler üretebilen gençler yetişsin.
Okul dergileri bu gaye ile öğrencilere sunulmuş güzel
bir fırsattır. Duyarlılık göstermek, sorumluluk almak,
emek vermek, kendini ifade edebilmek gençler için çok
değerli kazanımlardır.
Bizler Ahmet Ferit İnal Anadolu Lisesi ailesi olarak
attığımız her adımda öğrencilerimizin nitelikli bir eğitim
almalarını, insancıl özelliklerinin gelişmesini hedefledik.
Gelişmeye odaklı, mutlu, huzurlu sevgi dolu okulumuzda tüm çabalarımız öğrencilerimizin başarısı ve mutluluğu içindir.
Dergimizin hazırlanmasında emeği geçen değerli öğretmenlerimize ve öğrencilerimize teşekkür eder, sevgi
ve saygılarımı sunarım.
Mutlu AYDIN
Okul Müdürü
1
EDİTÖRDEN
Merhaba ,
Baharla birlikte doğanın yeniden dirilişine şahit olduğumuz bu günlerde çiçeği
burnunda dergimizin de ilk sayısını çıkarmanın heyecanını yaşıyoruz okulca. Yılların
birikimi, emeği ve umutlarıyla toprağa serpilen tohumlar nihayet boy vermeye, yemyeşil ekinler olarak güneşe dönmeye başladılar.
Dergimiz Mürekkep Denizi…Bu denizin mürekkebiyle yıkanmış aydınlık düşünceler, masmavi düşler bembeyaz sayfalarda dalgalanarak oradan gönüllerinize akmaya hazır bir umman olmuş.
Mürekkep Denizi’nde her yazı, güneşi gözlerinde taşıyan genç kalemlerin mürekkebinden çıkmış, onların gönül bahçelerinden derilmiştir. Sosyal medya ve sanal
alemin gerçek dünyanın önüne geçtiği, insani duyarlılıkların yok olmaya yüz tuttuğu,
kitaplara ayrılan zamanların kırpıldığı bir dönemde aydınlık yarınlarımızın habercisi
olan sevgili gençlerimizin okumaya ve yazmaya kısacası edebiyata olan merakları çok
ümit verici .Zihinlerinin ve gönüllerinin her daim edebiyatla çiçeklenmesi , düşüncelerinin sanatla taçlanmasıdır dileğimiz.Biliyoruz ki bir ülkede bilim ve sanat at başı
yürümedikçe aydınlık yarınlara da ulaşılamaz.
Dergi çalışmamızda gördük ki gençlerimize elimizi uzatıp dokunmamız yetiyormuş.Dokundukça çiçeğe durdu öğrencilerimiz, açılıp serpildiler.Okudukça daha bir
hevesle yazdılar, yazdıkça kendilerini küçümsememeyi öğrendiler.Daha bir umutla
yürüdüler okullarına başardıkça…Gördüler ki adım atmakmış ilerlemenin tek yolu.
Sevgili Okurlarımız,
Dergimizin bu ilk sayısında geçen yıl kaybettiğimiz büyük usta Yaşar Kemal’i dosya konusu olarak seçtik. Türk edebiyatına birçok seçkin eser kazandıran ve dünya
çapında tanınan Yaşar Kemal’e bunu bir vefa borcu olarak gördük.Öğrencilerimiz
Yaşar kemal’in romancılığını çeşitli açılardan incelemeye çalıştılar.Dergimizde sizlere
şiirden hikâyeye, denemeden mülakata resimden fotoğrafa kadar geniş bir yelpaze
sunmak istedik. ”Kitap İklimi”nde ise yine öğrencilerimizin seçtiği birbirinden değerli
kitapları tanıtmaya çalıştık.
Sizleri dergimizin bu ilk sayısında heyecanımızı paylaşmaya, Mürekkep Denizi’nde
yelken açmaya davet ediyoruz.Keyifli yolculuklar dileriz…
Şafak KARABEKMEZ
2
MUREKKEP DENIZI
İR ROMAN
KAHRAMANI:
“ORHAN VELİ”
Daha önce “Bir İmzanın Peşinde” , “Şiir
Hikâyeleri” ile edebiyat dünyasında kıyıda
köşede kalmış belgeleri gün ışığına çıkararak kitaplara dönüştürmüştü Haluk URAL.
İşte bu kitabında da çeşitli mektup, fotoğraf,
hatıra gibi zengin belgelerle Orhan Veli’nin
bilinmeyen , çok az bilinen yönlerini seriyor
gözler önüne. Bu nedenle kitap, sistematik
bir biyografi veya klasik bir anı örneği sayılamaz.
289 sayfadan oluşan kitabın sonunda zengin bir “Kaynaklar” bölümü yer
almaktadır. Haluk Oral bu çalışmasını
hazırlarken çok geniş bir kaynak yelpazesinden yararlanmış. “Kaynaklar” bölümünün ardında ise “Kişi Adları Dizini” yer almaktadır. Bu
sayede eserden yararlanmada okuyucusuna önemli bir kolaylığı da sunmuş oluyor yazar.
İsterseniz kitapla ilgili görüşlerini yazarın kendi kaleminden aktaralım:
“Elinizdeki,klasik bir biyografi kitabı değildir. Çünkü Orhan Veli’nin hayat hikayesini yazmak isteyenler, kardeşi Adnan Veli’nin şairin ölümünden üç yıl sonra yazdığı “Orhan Veli “
adlı kitabından birkaç sayfa; ölüm yıldönümlerinde dergilerde, gazetelerde yayımlanmış porter
yazıları; başta Melih Cevdet Aday’ınki olmak üzere bazı anı kitaplarında geçen muhtelif rivayet
ve anekdotlardan başka bir şey bulamazlar. Bütün bu kaynakları bir araya getirirseniz ancak beş
on sayfa tutar.
İşte o nedenle, bu kitapta belgelerden ve bizzat görüştüğüm kişilerden
hareket ettim. Orhan Vel’nin hayatını araştırdığım on beş yıl boyunca, incelediğim arşiv malzemesinden elime geçen belgelerden ve tanıştığım kişilerden pek çok ipucunu bir araya getirdiğimde bildiğim Orhan Veli’den
çok değişik ve daha derinlikli bir portreyle karşılaştım. “Bir roman kahramanı” olarak nitelediğim bu yeni portrenin ana hatlarını elimden geldiğince ortaya koymaya çalıştım.”
Şiirlerindeki mısralarından tanıdığımız Orhan Veli’yi bu eser ile daha
yakından tanıma imkanı buluyoruz. Üstelik onu tanımakla kalmayıp haytına dokunmuş dönemin birçok önemli simasıyla da tanışıyoruz. Elinizden düşüremeyeceğiniz bu kitapla mısralarının arkasındaki Orhan Veli
ile tanışmaya hazır mısınız? Hadi o zaman ne duruyorsunuz?
3
MAHZUN YÜZLÜ ŞÖVALYE:
DON KIŞOT
La Mancha’da yaşayan Alonso şövalyelik kitapları okuyarak, zamanla dünyayı şövalye hikayelerindeki gibi görmeye başlar. Don Kişot adını
alarak gezgin şövalye olmaya karar verir ve silahtar yaptığı Sanço ile beraber yollara düşer. Yolda
koyun sürülerini ordu zannedip saldırır, konakladıkları hanı şato, yel değirmenlerini dev zanneder, makinelere saldırır ve kitapta bunun gibi
delilik sınırlarını her defasında daha da zorlayan
birçok serüven yaşar. Giriştiği her serüven her defasında yenilgiyle son bulur. En sonunda umudunu kaybetmiş silahtarı Sanço ile beraber yenilgisini
kabullenmiş şekilde köyüne döner ve ölümüne yakın aklı başına gelir.
Don Kişot I. si 1605 ve II. si 1615’ te yazılmıs, modern roman sanatının başlangıcı olarak kabul edilen bir
başyapıttır. Şövalyeliğin yok olmaya başladığı bir dönemde şövalyelikle ilgili kitapları yermek maksadıyla yazılmış,
bir dönemin inançlarını , yaşam tarzını ironik dille anlatan
bir kitaptır. O güne kadar yazılmış şövalyelik kitaplarının hepsinde şövalyelik göklere çıkarılmış, şövalyeler devlere karşı zaferler kazanan yenilmez kahramanlardır. Hemen hemen tüm şövalye
kitaplarını okumuş olan Don Kişot ise kitaplarda anlatılan şövalyelerden
tam tersi özellikler taşıyan sıradan bir köylüdür. Delilik boyutuna varan davranışları her defasında bu son dedirtecek bir sınırdadır.. Lakin sonraki serüvende
bu sınır da aşılır. Ama delilikteki bu aşırılıklar sıkmaz biz okuyucuları . Çünkü dahiyane bir
ironik anlatımla güldürür okurunu Cervantes.. Don Kişot’a güleriz ama onu asla aşağılamayız. İyi
yürekli , dürüst ve ahlaklı olduğuna inandığımız Don Kişot’a verdiği bu özelliklerle dokunulmazlık
kazandırır ona yazar. Ve bu zırh onu 400 yıl öncesinden günümüze taşır..
Kitapta, kitaptan bağımsız hikayeler de anlatılır, içinde öyküler barındıran
bir kitaptır Don Kişot. Hem öykülerin hem kitabın kendisinin anlatımı çok
şiirsel, incelikli bir dille yazılmış. Roman karakterleri duygu ve düşüncelerini
çok berrak bir şekilde açıklarlar. Gün yüzü görmemiş duygu yoktur izlenimine kapılırız okurken. Bazı duygularımızı bir roman karakteri dile getirir ve
biz o satırları okurken o duygumuzla yüzleşiriz, bazen de duygumuza isim
vererek bizi bu zahmetten kurtarır karakter. Bu açıdan evrensel bir kitap sıralamasında en üst sıraları hak ettiğini söyleyebiliriz.
Yaptığı çılgınlıklarla çağının gerçekliğine kafa tutan ve idealini kurduğu
dünyayı yaratmak için korkusuzca kılıcına sarılan elli yaşında cesur bir kah-
4
MUREKKEP DENIZI
ramandır. Yenilse de her yenilgi sonrası yılmadan
ayağa kalkıp tekrar savaşır doğru bildiği yolda.
Toplumun dayattığı bağlılıkları reddederek ‘yüreğinin götürdüğü yere giden’ , ideallerinden başka
engeli olmayan Don Kişot, özgür ruhuyla günümüz toplumunun modern kölelere dönüşmüş bireylerine de bir seçenek sunar.
Acaba Don Kişot sadece bir deli midir? Yoksa ideallerini gerçekleştirmek için gerçeklikten kopan ve gene bu gerçeklik duvarına tosladığı için yenilen bir idealist midir? Buna ünlü şair Nazım
Hikmet’in şiiriyle cevap vermek isterim…
on Kişot Ölümsüz gençliğin şövalyesi,
ellisinde uyup yüreğinde çarpan aklına
bir temmuz sabahı fethine çıktı
güzelin, doğrunun ve haklının:
Önünde mağrur, aptal devleriyle dünya,
altında mahzun ve kahraman Rosinant’ı.
Bilirim, hele bir düşmeye gör hasretin halisine,
hele bir de tam okka dört yüz dirhemse yürek,
yolu yok, Don Kişot’um benim, yolu yok,
yel değirmenleriyle dövüşülecek.
Haklısın, elbette senin Dulsinya’ndır dünyanın en güzel kadını,
elbette sen haykıracaksın bunu
bezirganların suratına,
ve alaşağı edecekler seni
bir temiz pataklayacaklar seni.
Fakat sen, yenilmez şövalyesi susuzluğumuzun,
sen, bir alev gibi yanmakta devam edeceksin
ağır, demir kabuğunun içinde
ve Dulsinya bir kat daha güzelleşecek.
Sırf yel değirmeni serüvenine indirgenmiş bir hikaye olmasını hazmetmediği için bunu gittiğim
bir söyleşisinde dile getiren sevgili Sunay Akın… Keşke bu indirgemeciliğin yazarına ve kahramanına haksızlık olduğunu düşünmemi ve ilk fırsatta okumak için zihnimin göz önünde bir bölgesine
not düşmemi sağladığınız için size teşekkür edebilsem…
Neslihan DÖŞKAYA/ Biyoloji Öğretmeni
5
Sessiz kaldığımda, seslerin beni boğduğu bir anda, karanlığın tek ses
olduğu anda… Annenin, babanın, kardeşlerinin hatta benim bile kendimi dinlemediğim bir anda, üç şey ait olurdu geceme: Karanlığım, gözyaşlarım, pijama kollarım.
Küçüktüm; canım sıkıldığında, annemle babam kavga ettiğinde, istediğim oyuncak alınmadığında, karşı komşunun bahçesinden erik çalamadığımda, sadece dedeme gittiğimde yediğim kavala kurabiyesinin tadını özlediğimde ve sevmenin ne yüce bir duygu olduğunu anladığımda
sessiz sakin giderdim odama, pijama kollarım vardı, mutluydum. Onlarla umutluydum. Sağ kolumla silerken, sol kolumla seviyordum gözyaşlarımı.
Yine o günlerden biriydi benim için. O zamanların ağlamalarını bile
özlüyorum. Ben diye başlıyorum söze, biliyorum ki herkesin pijamasının
cebinde büyüttüğü bir çocukluk var. Bu da benim hikayemdi:
6
MUREKKEP DENIZI
Küçük, kare ve kırmızı bir çantam vardı. Dondurmacı Bekir amca, manavcı Süleyman abi, tuhafiyeci Selma teyze beni kırmızı çantalı çocuk olarak bildiler. Memnundum, ben bile kendime kırmızı çantalı çocuk derdim. İnsan eskilere bakınca
ağladığı şeylere bile ne kadar çok gülebiliyor. Ve insan ağladıklarına ileride güleceğini bildiği halde mütemadiyen neden ağlıyor?
Dar, keskin virajlı bir yoldan gidiyordum okula. Ödevimi yapmamanın pişmanlığı o virajları daha da keskin yapıyordu. Yollar daha dar gelmişti, kendimi
annesini sevmeyi beceremeyen bir çocuk gibi hissetmiştim. Okuldayken yaparım
diye çantama koyduğum toplama işlemlerini yapamadım, öğretmenimiz bağırdı,
ben ağladım. Sayılar yerine, çantamı topladım; hâlâ toplama işlemlerini yaparken
zorlanırım. Eve geldim, dedemin bana aldığı seneye de giyersin diye beş yaşında
üzerime giydirdiği pijamalarımı giydim, herkesin yatmasını bekledim ve ağladım.
Küçük bir çocuğun pijamasına sarılıp ağlamasını bilirler, hâlâ yüreği çocuk
olanlar.
Yaz tatiliydi, dedeme gidecektim. İçimdeki sevincin tarifi yoktu. On beş gün boyunca sabah, öğle, akşam olmak üzere bir sürü kavala kurabiyesini yiyecek; koşacak, zıplayacak ama dedemi hiç kızdırmayacaktım. Giderken içimdeki umut yollar
bittikçe kedere dönüşmüştü. Dedemin evi kalabalıktı, dedemin evi neden bu kadar
kalabalık anne? Diye sordum. Annem sustu. Annem her sustuğunda korkardım
ben. Kapının önünde ağlayışlar, çığlıklar vardı. Babama sordum ‘baba dedemin
evine ne olmuş?’ babam konuştu. Babam her konuştuğunda daha da çok korkardım. Ne dediğini hatırlamıyorum bile, gözüm kapıya ilişmişti dedemin en sevdiği
ayakkabılar kapının önüne koyulmuştu oysa dedem bunları çok sevdiğinden dışarı
bile çıkartmaya kıyamazdı. Dedem onlara kızacaktı, bağıracaktı gittim ayakkabıları
aldım göğsüme bastırdım. Beni görenler daha çok ağlamaya başladı. Anlamadım
ama kavradım dedem gelmedi, bağırmadı. Ve dedem her bağırmadığında daha
çok korktum. Ayakkabılarını benden aldılar, dedemi benden parçaladılar. Ayakkabıları kapının önüne yeniden koydular. ‘Bir daha gelmeyecek’ dediler. Bu evden
bir daha çıkmayacak birinin ayakkabısını kederli bırakmak niyeydi? Anlıyordum,
dedemi kızdırmayacağım sözünü içten, yürekten söyleyememiştim. Dedem bana
küsmüş ve kızmıştı, hayalini kurduğum kuşa binmiş ve uzaklara gitmişti. Bir daha
hiçbir sözümü yerine getirmemezlik yapamadım, hâlâ beni dedemin yanına götürecek kuşu beklerim. Gittim pijamaları giydim, artık ağlayabilirdim. Bu pijamalar
benim kederimi biliyordu, hüznümü tadıyordu ve en güçsüz anımı hatırlıyordu.
Bir çocuğun, dedesini görebilmek için pijamasını giymesini anlarlar, sevdiğini
kaybedenler.
Ezgi AYDIN /9B
7
RÖPORTAJ:
Beykoz İlçe Milli Eğitim Müdürü
Kazım BOZBAY
Kendinizi bize kısaca tanıtır mısınız?
Evet. Okulunuzun eski müdürü Kazım BOZBAY. İki yıldır ilçemizde Milli Eğitim Müdürü olarak
görev yapmaktayım. Aslen Karslıyım. Ailemin Paşabahçe Cam Fabrikası’nda çalışması vesilesiyle
1969’da Beykoza’a yerleştik. Dört yaşımda geldim Beykoz’a. Eğitim hayatım da bu bölgede geçti.
İlkokulu Halide Edip İlkokulu’nda okudum. Hemen okulunuzun karşısındaki okul. Ortaokul-Lise
eskiden bir arada olabiliyordu. İstinye’de olan Sarıyer İmam Hatip Lisesi’nde okudum. Ardından
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni kazandım. 1989 yılında oradan mezun oldum. Din Kültürü Ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni olarak Aksaray Vilayeti’ne atandım 1989 yılında. Orada dört buçuk
yıl kadar çalıştıktan sonra ailemin yaşamış olduğu Beykoz’a döndüm. 1994 yılında. Sırasıyla Anadolu Hisarı Ticaret Lisesi’nde, Akbaba Ticaret Lisesi’nde öğretmenlik ve yöneticilik yaptım. Ardından
2001 yılında okul müdürü olarak Çiğdem İlköğretim Okulu’na atandım. Orada da sekiz sene kadar
çalıştıktan sonra okulunuza Ferit İnal Lisesi’ne okul müdürü olarak atandım. Dört yıl da Ferit İnal
Lisesi’nde çalıştıktan sonra bugünki görevime geldim. Dediğim gibi dört yaşımdan beri Beykozluyum. Beykoz’u eğitim yönüyle olsun başka yönleriyle olsun çok iyi tahlil edebilen bir insan olarak
Beykoz’un eğitimine hizmet etmeye çalışıyorum. Evliyim üç çocuğum var.
Hobileriniz var mı? Boş zamanlarınızı nasıl değerlendirirsiniz?
Açıkçası bizim yöneticilik görevinde insanlar çok yoğun oluyorlar. Mesai malum.
Mesaiye bağlı kalıyoruz. Bununla da yetinmiyoruz,işlerimiz bitmediğinde mesaiden
sonraya da kalabiliyoruz. Diyelim ki dört buçukta mesai bitiyor ama ben ağırlıklı
olarak beş buçuk altıya kadar görevimin başında olmak durumunda kalabiliyorum.
Çünkü gün içinde kaymakam beyle okulları ziyaret edebiliyoruz. Seminerlere katılıyoruz, başka etkinliklerimiz de olabiliyor. Bu arada biriken işlerimiz kalıyor, dönüşte
de o işlerimize bakıyoruz. Dolayısıyla işten biraz da geç
çıkınca akşam programları da olabiliyor. Okul programlarımızın ve diğer sivil toplum örgütlerinin akşam programları olabiliyor, zaman zaman onlara katılmamız icap
ediyor İlçe Milli Eğitim Müdürü olarak. Dolayısıyla eve
biraz da yorgun olarak dönüyoruz. Eve vardıktan sonra
insan biraz yorgunluğunu atıp dinlenmek istiyor, eşiyle
çocuklarıyla ilgilenmek istiyor. Bunun ötesinde işte bize
ne kalıyor? Fırsat bulursak biraz kitap okumak, fırsat bulursak ailemizle beraber dışarı çıkmak gibi şeyler. Hobi
8
MUREKKEP DENIZI
olarak tabii gençlik yıllarımızda spora yer veriyorduk.
Beş altı sene öncesine kadar arkadaş gruplarımızla
haftada en az bir iki kez halısaha futbolu oynuyorduk.
Zaman buldukça yazları yüzeriz. Havuzlara düzenli
gidip yüzme imkanımız olmuyor. Havalar uygun olduğu zaman eşimle birlikte yürüyüş yaparız parkta.
Fırsat buldukça sinema tiyatro gibi etkinliklerimiz
oluyor.
Çocukken hayaliniz neydi? Ne olmak isterdiniz?
Her çocuğun küçükken kafasında bir meslek oluşuyor ama bu kendini tanıyıp da ben bu işi ileride yaparım diye düşünülerek verilmiş bir karar değil. Popüler
meslekler isteniyor. Bizim dönemimiz de öyleydi. Çocuğa ne olmak istiyorsun diye sorulduğunda ya pilot olmak istiyorum ya da doktor olmak istiyorum derdi. Teyzem küçükken sana ne olacaksın diye sorduğumuzda “Doktor” olacağını söylerdin
der. İlkokul çağlarımda da öğretmenlik bana iyi geliyordu. Kafamda canlanan bir meslekti. Öğretmenlerimizi severek onlar gibi öğretmen olmak istiyorduk.Kısmet de oldu. Neredeyse çocukluğumda hedeflediğim mesleğe ulaştım diyebilirim.
“Başarı bence kişilerin potansiyellerini iyi kullanarak varmaları gereken hedefe varmalarıdır… Sevgili Peygamberimiz’in bir sözü var diyor ki
“İki günü birbirine denk olan insan ziyandadır.” Yani ne demek? İnsan
kendini her gün geliştirmeli, yenilemeli üstüne birşeyler koymalı. Dün de
aynı seviyedeydin, bugün de , yarın da öyle olacaksan hayat senin için
durağanlaşmıştır. Duraklamanın hemen gerisinde de gerileme vardır zaten. İlerleyemiyorsanız duracaksınız, durduğunuz zaman da düşeceksiniz
demektir.”
Size göre başarı nedir? Başarılı bir insanın davranışları nasıl olmalıdır? Başarıya ulaşmanızdaki en önemli nokta nedir?
Şimdi başarı tabii ki izafi, değişken bir kavram. Başarı bence kişilerin potansiyellerini iyi kullanarak varmaları gereken hedefe varmalarıdır. Her insan eşit değildir kapasite olarak da, yaratılış olarak da, zeka olarak da aynı seviyede değildir. Onun için de her insandan aynı başarıyı beklemek de
adaletli değildir. İnsanların başarısı bana göre bulundukları konumda, poziyonunda yapabileceklerinin en iyisini yaparak bir noktaya erişmektir. Bunu biz öğretmenlik mesleğindeki başarı, okullardaki başarı için de aynı şekilde düşünebiliriz. Mesela bir okul müdürü A okuluna okul müdürü
olsun. A okulundaki öğrenci potansiyeli çok yüksek. Hep başarılı öğrenciler gelmiş oraya ve bu
başarılı öğrenciler zaten kendilerinden beklenen başarıyı sergiliyorlar. Sonra değerlendirilirken A
okulunun müdürü de başarılı kabul ediliyor. Öte tarafan B okulunun da çeşitli nedenlerden dolayı
daha başarısız öğrencilerin gittikleri bir okul olduğunu düşünelim. O okulun da kendine göre bir
başarısı var ama A okuluna yetişemiyor tabiki. Dolayısıyla okul müdürünü değerlendirirken A okulunun müdürü çok başarılı B okulunun müdürü de başarısız olarak görünmemesi lazım. Aslında
kurumu nereden alıp nereye getirdiği önemli. Ya da kişinin kendini değerlendirirken hangi sevi-
9
yeden nereye geldiğini görmesi önemli. Kendisiyle yarış içinde olmalı yani
insanlar. Öğrenci de kendisiyle yarış
içinde olmalı. Sevgili Peygamberimiz’in
bir sözü var diyor ki “İki günü birbirine denk olan insan ziyandadır.” Yani ne
demek? İnsan kendini her gün geliştirmeli, yenilemeli üstüne birşeyler koymalı. Dün de aynı seviyedeydin, bugün
de, yarın da öyle olacaksan hayat senin
için durağanlaşmıştır. Duraklamanın
hemen gerisinde de gerileme vardır zaten. İlerleyemiyorsanız duracaksınız,
durduğunuz zaman da düşeceksiniz
demektir. Onun için başarı benim için kişinin bulunduğu yerden çalışma azmiyle bir adım ileriye
gidebilmesidir. Bunun için de uyulması gereken birtakım prensipler vardır. Bunların en başında da
disiplin gelir. Prensipli olarak çalışmak gelir. Yani oturarak kimse başarılı olamaz, durup dururken
bir başarı beklenemez hiç kimseden. İnsanda, çok üstün zeka olsa bile gayret edecek zeka yoksa bu
kişi çok fazla ilerleyemez. Bazı insanlar belki zekasının da farkında olmadan kendisinden beklenilen
başarıları sergileyemiyor. Çünkü öyle bir gayreti yok, hedefi yok. Önce kişinin kendine bir hedef
koyması lazım. Ona ulaşmak için de elinden geldiğince prensipli ve disiplinli bir şekilde çalışılması
lazım. Bunlar yapıldığı sürece kimi için ölçülü bir şekilde gelecektir, kimi için de yavaş da olsa ciddi
bir ilerleme ve başarı gelecektir diye düşünüyorum.
Hedefinize ulaşırken bir çok zorluktan ve engebeli yollardan geçmiş olacaksınız. Bunları nasıl aştınız?
Tabii ki sizin de önünüzde çok engebeli yollar var. Şu an lise çağlarındasınız. Liseyi okumak
şöyle böyle mümkün ama karşınıza bir üniversiteye giriş sınavı çıkacak. Sınavı başarıp bir okula
gittiğinizde başarı için disiplinli bir şekilde çalışmanız lazım. Okulunuzu bitirdiğinizi kabul edelim
bir çok meslekte olduğu gibi KPSS sınavları var. Bizler de o yollardan, o sınavlardan geçtik. Benim
mezun olduğum dönemde atanma şansımız %10 gibiydi. Yani 100 kişi mezun oluyorsa 10 kişisi o
sınavlarda başarılı kabul ediliyordu. 10 kişi atanabiliyordu. Ben orda azim gösterdim, gayret gösterdim çalıştım ve o %10’un içine girmeyi başarabildim. İlk atamada öğretmen olarak atanabildim.
Dediğim gibi çok zeki olduğumdan değil. Ama azim ve istikrarlı çalışmaya bağlı bir şey. Bu disiplinden kopmamayı başarabilirseniz engelleri birer birer aşabilirsiniz. Tabii bulunduğumuz ortam
itibarıyla da sosyal ilişkiler çok önemli. İnsanlarla ilişki kurabilmek çok önemli. Dışa dönük bir
insan olarak kendinizi geliştirmeye çalışmalısınız. İnsanlarla iyi münasebetler kurmalısınız. Bazı
meslekler bunu gerektiriyor.
“Öğretmen öğrenciler için bir rol modeldir. Öğretmen iyiliği, dürüstlüğü
ve güzel ahlakı yaşayarak öğrencilerine aktaran güzel kişidir. Onun için
de biz öğretmen olacak kişilerde dürüstlük ve güzel ahlak aramalıyız öncelikle”
10
MUREKKEP DENIZI
Öğretmenliği nasıl tanımlarsınız? Bu mesleği seçecek kişiler hangi özelliklere sahip olmalıdır?
Evet çok güzel bir soru. Öğretmenlik bana göre dünyanın en önemli mesleği. Mesleklerinden
biri demiyorum, en önemli mesleği diyorum. Niye mesleklerinden biri demiyorum? Çünkü birçok
önemli meslek var muhakkak. Biz doktorluğu önemsiz bir meslek olarak göremeyiz. İnsanların sağlığını korumaya çalışan ve hastalıklardan kurtarmaya çalışan, belki insanşların hayatını kurtarmaya
çalışan bir meslek. Ama doktorları da yetiştirenler öğretmenler, mühendisleri de diğer meslek gruplarını yetiştirenler öğretmenler. Öğretmenler sadece insanlara birtakım bilgiler aktaran kişiler değil.
Hele bu çağda hiç değil. Çünkü artık bilgiye ulaşmak o kadar kolay ki size bir tuş kadar yakın. Bir
tıkla karşınıza binlerce döküman çıkar. Ama bizim bakanlığımızın ismine dikkat ederseniz Milli
Eğitim Bakanlığı, öğretim bakanlığı değil. Yani biz çocuklarımıza birtakım kuru bilgileri aktarmayı
değil kazanmaları gereken önemli davranışları da kazandırmayı sayıyoruz öğretmenlikte. Öğretmen
öğrenciler için bir rol modeldir. Öğretmen iyiliği, dürüstlüğü ,güzel ahlakı da yaşayarak öğrencilere
aktaran güzel kişidir. Onun için de biz öğretmen olacak kişilerde dürüstlük ve güzel ahlak aramalıyız. Maalesef bakanlığımızın böyle bir kriteri yok. Öğretmen yetiştirme genel müdürlüğümüz var
ama eğitim fakültelerinde öğrencileri alırken sadece sınav puanını dikkate alıyoruz. Oysa çok zeki
biri olabilir insan, sınavda da başarılı bir insan olabilir ama erdemli bir insan değilse çocuklara ne
aktarabilir? Çocuklara birtakım olumsuz şeyleri aktarmaması için kendi özel yaşantısındaki yanlış
anlaşılmaları çocuklara aktarmaması için erdemli insanlardan ve fedakar insanlardan seçilmesi lazım öğretmenlerin. Öğretmen aynı zamanda mesleğini geçim kaynağı olarak görmemeli. Herhangi
bir yerde mühendis veya bankacı olarak çalışırken işinizi iyi bir şekilde yapabilirsiniz. Görevinizi
tamamlamış olursunuz, maaşınızı alabilirsiniz. Ama öğretmenlikte öyle değil, öğretmenlikte muhattabınız insan. Siz insanlara örnek olmalısınız. Bir Cam Fabrikasında çalışan işçi hatalı bir üretim
yaptığında o hatalı ürünü yeniden madenin içine atıp eritebilirsiniz. Yeniden bardak yaparsınız.
Fazla bir şey kaybetmiş olmazsınız. Ama öğretmenlikte öyle değil. Öğretmen yanlış bir hareketiyle,
tavrıyla öğrencisine yanlış bir örnek olursa o öğrenciyi maden ocağına atıp yeniden bir insan yapma
şansınız yok. Olumsuz davranışı geriye çevirme yeniden ortama kazandırma o kadar kolay değil.
Onun için öğretmenliği seçecek insanların toplumun olumlu yönde gelişmesi için bir hedefi olması
lazım, idealist olması lazım. İdealist değilse, topluma yararlı olmak için bir yararı yoksa topluma verecek pek bir şeyleri olmaz. Bu itibarla öğretmenler bizim yönetmeliklerimizde de vardır, mesleğine
yaraşır davranışlar sergilemeli.
Öğretmenlik yaparken yaşadığınız ve hiç unutamadığınız bir anınız var mı? Bizimle paylaşır
mısınız?
Öğretmenlik sıralarında değil de sonradan çıkıyor anılar. Yani öğretmenliğin en güzel yanlarından bir tanesi yetiştirdiğimiz insanların günün birinde kocaman insanlar olarak karşımıza çıkmaları ve size olan saygılarını her yerde göstermeleri. Gerçekten manevi yönden tatmin edici bir
duygu. Ben en çok bundan hoşlanıyorum. Aksaray Vilayeti’nde öğretmenliğe başladım ben. Orada
oldukça uzun boylu, iri yarı öğrencilerim vardı. Benden dört beş yaş küçüktüler. Yıllar sonra onlarla İstanbul’da karşılaştık. Yanımda dayım vardı. O kocaman adamlar eğilip ellimi öptüklerinde
bakakalmıştı. Öğretmenlik böyle güzel bir şey. Mezun ettiğiniz öğrencilerin insanlara yararlı meslekler edinmeleri, iyi makamlara gelmiş olmaları çok tatmin edici bir durum. Özellikle sizin onların
kişiliklerinde olumlu etkileriniz olduğunu bir yerde aktarıyorlarsa bunun insana vermiş olduğu
manevi tatmin tahmin edilemez bir durumda gerçekten.
11
Beykoz’da eğitimle ilgili en çok hangi sorunlar yaşanıyor?
Beykoz’da en önemli sorunumuz başarılı öğrencilerimizi Beykoz’da tutamıyoruz. Bunun sebebi
şu: Beykoz biraz kırsal kesimde kalan bir ilçe. Okullaşma oranında biraz geri kalmış zamanında.
Özellikle Anadolu liselesi, fen lisesi gibi önemli eğitim kurumları çok geç açılmış. Hal böyle olunca
başarılı öğrenciler diğer ilçelerdeki Anadolu ya da fen liselerine gitmiş. Tabii o okullarda taban puanlar oluşunca sizin ilçenizde yeni okul açılacak olsa bile ilk defa 0 açılacak okulların taban puanı
olmuyor. Dolayısıyla sizin başarılı olan öğrencileriniz puanı belli olmayan okulu en üst sıralara yazmıyorlar. Civar ilçelerdeki tanınmış diğer liseleri yazıyorlar. Dolayısıyla da sizin ortaokuldan mezun
olan başarılı öğrencileriniz ister istemez ilçemizde kalmamış oluyor. Bu da istatistiklerde öğrenci
başarısını düşük gösteriyor. Sonuçta aynı öğrenci ha Üsküdar’da okumuş, ha Kadıköy’de ha burda
diyebilirsiniz ama ilçelerin başarısına okulların başarısı olarak baktığınızda insanlar diyorlar ki bu
okul daha başarılı, bu ilçe daha başarılı. O göreceli olarak bizim ilçemizde eğitim durumunun daha
başarısız olduğu gösterilebiliyor. Halbuki o öğrencileri de oraya gönderen bizleriz. Öğrencileri yetiştirip o okullara gönderen yine bizleriz. Dolayısıyla tam manasıyla başarısızlık saymam ben bunu
ama göreceli olarak bakıldığında insanları yanıltan karşımızda bir engel olarak duruyor. Artı çocuklarımızın uzak ilçelere, uzak okullara giderken yolda kaybettikleri zamanda cabasıdır. Bu başarılı öğrenciler bizim ilçemizde ki bir okulu tercih etmiş olsalar o öğrencilerin başarısında hiçbir kayıp olmaz
aksine zaman kaybını önledikleri için aynı başarının daha fazlasını burada gösterirler. Çünkü bizim
ilçemizde görev yapan öğretmenler diğer ilçelerde öğretmenlik yapan öğretmenlerden daha başarısız ve geri değiller. Aynı öğretmenler, aynı okullardan
mezun olmuşlar başarıyı
muhakkak gösterirler. Ama
tek engel başarılı öğrencilerin bir okulu başarılı kabul
edip oraya yönlenmeleri ve
orada birikmeleri yani başarı bir nebze o okullarda kendiliğinden oluşuyor. Bize de
potansiyeli itibarıyla daha
düşük potansiyelli başarısı
olan çocuklar kalınca da o
okullardaki başarı da kendi
çapında nisbeten oluyor.
Beykoz için yeni projeleriniz var mı ? Biraz anlatır mısınız?
Beykozumuzda sevgili öğrencim bizim engelleri birer birer aşmamız lazım. Öncelikle ikili öğretim garabetinden kurtulmamız lazım. Hala %35 oranında ikili öğretim yapan okullarımız var.
Çocuklar sabahın 7’sinde okula başlıyor, 12.30- 13.00 gibi okuldan gidiyor. Ardından başka bir grup
geliyor okula. Akşam 19.00 ‘a kadar sürüyor. Bu olacak şey değil. Çünkü okullarının yaşanılabilir
alanlara dönüştürülmesi lazım. Çocukların tenefüslerinin kısıtlanmaması lazım. 5-10 dakika yerine
15-20 dakika olması lazım. Öğlen aralarının düzgün olması lazım. Öğrencilerin kendilerini okulda
mutlu hissetmeleri lazım. Okul yöneticileri büyük sıkıntılar çekiyor bu durumlarda. Yeni okullar
12
MUREKKEP DENIZI
yapılması lazım. Yüzme havuzlarının, spor salonlarının olduğu çocukların okul bölgesinde kendini
geliştirebileceği, spor yapabileceği,kültürel aktiviteler yapabileceği, tiyatro salonlarının ve benzeri
çalışmaların yapılabileceği alanların okullarda olması lazım. Bizim eksiğimiz bu. Bizim yeni okul
alanlarında aradığımız şey bu olmalı. Devletimizin imkanları geliştikçe belediye ve benzeri kuruluşlarla çocukların okullara severek isteyerek gittikleri mutlu zamanlar geçirdikleri alanlar haline
getirmemiz lazım. Yoksa doldur boşalt istasyonu gibi bir grubu alıp diğer grubu çıkarttığımızda, 40
dakika ders 5 dakika teneffüs olduğunda çocuklar okullarını sevmiyorlar. Mutlu olmuyorlar. Dolayısıyla bu eğitimden fazla hayır gelmiyor. Onun için okullarımızın tam manasıyla yaşam alanlarına
çevrilmesi lazım. Çocuk sabah 09:30 10:00’ da okula gelmeli diğer ders aktivitelerinden sonra da
17.00’a kadar kendini zevkle geliştirebilmeli. Anne baba çalışıyor. Sabah erken kalkması gerektiği
için çocuk kahvaltı yapmadan okula geliyor. Annesi ondan önce çıkıp işe yetişmesi gerektiği için
çıkıp gidiyor. Çocuk kendi başına gözleri açılmadan derse geliyor. 12:30 olduğunda çocuğu postalıyorsunuz dışarıya. Eve geliyor evde kapı duvar. Anne baba evde yok. Bu çocuk nasıl gelişecek,
kimi örnek olacak? Bu çocuğa kim yardımcı olacak, bu çocuk toplumda nasıl gelişecek? Ya evde
televizyonun bilgisayarın karşısında esir olacak ya da sokağa çıkıyor sokakta olumsuz kişilerle karşılaşıyor. Zararlı alışkanlıklar edinebiliyor. Yani çocuklarımızın günü dolu dolu geçirebilmesi için
öğretmenlerimizin gözetiminde olmaları lazım .
Ülkemizdeki eğitim koşullarını dünya standartlarıyla karşılaştırdığınızda nasıl bir değerlendirme yapıyorsunuz?
Bir önceki sorunuzda aşağı yukarı bunları söylemiş oldum. Bunlar diğer ülkelerde kullanılabiliyor. Kanada gibi, Avustralya gibi ülkelere baktığınızda okulların çok büyük alanlarda inşa edildikleri, öğrencilerin kendilerini geliştirebilecekleri alanların olduğu, bu okulların etrafının yemyeşil
olduğu, spor salonlarının, yüzme salonlarının, kütüphanelerinin, tiyatro salonlarının olduğunu öğrencilerin okullarına güle oynaya gittikleri görülebiliyor. Bizim de o standartları yakalayabilmemiz
için eğitime daha çok pay ayırmalı hem de millet olarak eğitime bu yönüyle de bakıp beklentilerimizi okul standartlarımızı bu sınıra çıkarmak zorundayız.
“Okumayan bir insan kendini geliştiremez geri kalır. Geri kalan insan
da başkasına yararlı olamaz, böyle bir insanın kendisine bile faydası olmaz. Bunun için okumak zorunda olduğumu biliyorum ve çok zamanım
olmasa da zaman oluşturarak kitap okuyorum.”
Şüphesiz çok yoğun çalışıyorsunuz. Bu yoğunlukta kitap okuyabiliyor musunuz? En son okuduğunuz kitabın adını bizimle paylaşabilir misiniz?
Okumak zorunda olduğumu biliyorum. Çünkü okumayan bir insan kendini geliştiremez geri
kalır. Geri kalan insan da başkasına yararlı olamaz, böyle bir insanın kendisine bile faydası olmaz.
Bunun için okumak zorunda olduğumu biliyorum ve çok zamanım olmasa da zaman oluşturarak
kitap okuyorum. Yani şöyle söyleyeyim, hani boş zamanınızda ne yaparsınız diye sorarlar ya boş
zaman diye bir kavram yoktur. Siz planlayacaksınız, siz programlayacaksınız. Okumayı da o programa oturtucaksınız. Zaman zaman güncel konularla ilgili kitaplar okuyorum.Şu sıralar da İstiklal
Marşı’mızın kabulü vesilesiyle gündeme gelen Mehmet Akif Ersoy adlı bir çalışmayı okuyorum.
Size de armağan edebilirim.
13
“Her insan her mesleği yapamaz. İnsanlar, yapmaktan mutlu olacakları, severek icra edecekleri mesleklere yönelmeliler. Benim puanım buraya
yettiği için burdayım deyip de bir ömür sevmeden, mutlu olmadan bir
mesleği yürütmenizi asla istemem. Yani her öğrencinin sevebileceği ve başarılı olabileceği meslekleri önceden tanıması lazım.”
Son olarak Meslek seçimi biz gençler için çok önemli bir dönemeç. Bizlere meslek seçimiyle
ilgili neler önerirsiniz?
Her şeyden önce insanlar severek yapacakları meslekleri seçmeliler. Her insan her mesleği yapamaz. İnsanlar, yapmaktan mutlu olacakları, severek icra edecekleri mesleklere yönelmeliler. Benim
puanım buraya yettiği için burdayım deyip de bir ömür sevmeden, mutlu olmadan bir mesleği yürütmenizi asla istemem. Yani her öğrencinin sevebileceği ve başarılı olabileceği meslekleri önceden
tanıması lazım. Bununla ilgili okullarımızın rehberlik servislerinin çalışmalar yapması lazım. Yapılıyor da zaten. Meslekleri tanıtıcı çalışmaları rehber öğretmenlerimizin yapması lazım. O mesleği
yapan insanları okullara getirip mesleklerini tanıtmalarını sağlamak lazım. Hangi işten daha çok
para kazanırımdan ziyade benim mizacım hangisine daha uygun diye düşünmeli.
Bizi kabul ettiğiniz ve sorularımıza cevap verdiğiniz için size çok teşekkür ederiz.
14
MUREKKEP DENIZI
AYSIZ GECE
Derin bir nefes aldı ve kapıyı çaldı. Açan olmadı. Tekrar çaldı. Kapının ardında yaklaşan ayak
seslerini işitti. Fatma kapıyı açtı tedirgin tedirgin. Sarı saçları tülbentinden fırlamış, uykulu gözleri
elindeki lambanın ışığıyla kısılmıştı. “Hoşgeldin” dedi. Sesi soğuk ve hasta gibiydi. Ahmet’in üstündeki tozlu elbisenin uçları katlanmış ve yırtılmıştı. Bakışları dalgındı. Görmeyen gözlerle baktı
karısın: “Hoşbulduk.” dedi, içeriye girdi.
Ev çok küçüktü. Köşedeki dökme soba evi ısıtmaya yetmiyordu. Çoğu zaman dışarıda giydikleri paltolarını çıkarmadan içeride otururlardı. Kapının tam karşısında mutfak vardı. Ateşten rengi
siyaha dönen tencerenin içinde kuru fasulyenin dumanı tütüyordu. Alt raftaki tabak ve çanaklar
görünmesin diye tezgahın önüne basma bir perde asmışlardı.. En azından dışarıdan gelen tozlardan
koruyordu eşyaları. Evin duvarları kuru bir cilt gibi soyuluyordu. Nemden duvar köşeleri siyahlaşmıştı. Nem kokusu midelerini bulandırıyordu. Evin içindeki tek eşya yere serdikleri büyük bir
minderdi. Geceleri minderleri yatak yapar öyle uyurlardı. Yerine tam oturmayan tahta kapı dışarıdan gelen soğuğu içeri geçirdiği için sürekli hasta olurlardı. İki yorgan örtünmeleri bile işe yaramıyordu. Hırsızın bile girmeyeceği bu tek göz evde iki kişi oturuyordu.
Fatma yemeği bir kez karıştırdıktan sonra sofraya getirdi. Kocası, bu zamanlarda tarlada çok
fazla iş olmadığından çoğunlukla kahvede geçirirdi zamanını. Bu saate kadar da kahvedeydi. Kadının tabağa doldurduğu kuru fasulyenin dumanı adamın hoşuna gitmişti. Ekmekten bir ısırık aldı
ve yemeğini iştahla kaşıkladı. Yemeğini yerken gözleri karısına takıldı. Karısı isteksizce kaşığını
uzatıyordu yemeğe. Onun huzursuzluğu gözünden kaçmadı Ahmet’in. Yemek yemeği bıraktı ve
ona baktı. Üzülmüştü. Konuşması gereken bir konu vardı ama bu halini görünce konuyu açmak
istemedi. “Neyin var?” dedi. Karısı hafifce başını kaldırdı. “Bir şey yok“ anlamında başını salladı.
Yüzünde acı çekiyor gibi bir ifade vardı. Konuşmak istemiyordu. Nem kokusu yine odayı sarmıştı.
Ahmet, burnunu yemeği yedikten sonra konuyu açmaya karar verdi.
Bugün kahvedeyken kulağına bazı dedikodular gelmişti. O ve karısı hakkında… Kahvedekiler
onun karısını dövdüğünü, yüzündeki yara bereleri kimse görmesin diye de dışarı salmadığını konuşuyorlardı. Bu da yetmiyormuş gibi kendisi çalışmayıp karısını çalıştırdığını söylüyorlardı. Söylenenleri işiten Ahmet, kahvede bağırıp çağırdı. Dedikodu eden adamları tartakladı. ”Söylenenlerin
aslı astarı yok!”diye haykırdı. Aklı başında birkaç sözü dinlenir sağduyulu adam araya girerek kavganın büyümesini önledi. Ahmet’i masalarına
alarak ona bir çay söylediler. Hikmet Emmi:
”Oğul, ne zamandır bu söylentileri işitir dururuz. Karını hem dövüyorsun hem de öldüresiye çalıştırıyorsun diyorlar. Nedir bunun aslı
astarı? Sen söyle.”
“Yok öyle bir şey Hikmet Emmi. Karımı hiçbir zaman dövmedim. Tarla komşularıma sorun. Hep ben giderim tarlaya. Karım pek dışarı
çıkmaz, içine kapanıktır. Bu durumu öyle yormuşlar anlaşılan.”
15
Öfkeyle baktı hakkında dedikodu çıkaranlara. Daha fazla kalmamış, kahveyi terk etmişti.
Eve gelirken de bir yandan düşünmüştü. Bu akşama kadar karısının neden içine kapandığına kafa
yormamış, onu görmezden gelmişti. Evdeki bir eşyadan farkı kalmamıştı karısının. O kadar sessiz, o
kadar görünmezdi. Zamanla kendisi de farkına varmadan alışmıştı onun görünmez varlığına. Bu akşam kahvedeki dedikodular başka bir gerçeği de ortaya çıkarmıştı. Aslında o hiçbir zaman Fatma’nın
ne düşündüğünü, ne hissettiğini merak etmemişti. Böyleydi köylük yerler. Kadın ve erkeğe biçilen
roller vardı insanlar bu roller oynardı. Kimse rolünü sorgulamazdı.
Fatma, kafası önünde ağır ağır yemeğini yiyordu. Sanki lokmalar ağzında küçüleceği yerde büyüyordu. Gaz lambasının ışığında duvara yansıyan gölgesi bile kendisi kadar hareketsiz değildi.Ahmet
kaşlarının altından karısına bakıyordu. İçinden ona karşı nedenini bilemediği bir merhamet dalgası
geçti. Konuşmak için boğazını temizledi.
“Fatma, biraz hasbıhal edelim seninle. Nicedir sesin soluğun duyulmaz oldu. İyice içine gömüldün
Fatma. Bir ses ver. Gözlerinin ışığı sönmüş.” Fatma ilk kez irkildi kocasının karşısında. İlk kez sormuştu ona halini çünkü. Onun da bir can taşıdığını ilk kez fark etmişti. Karanlık dünyasına cılız bir ışığın
sızdığını hissetti. Başını kaldırdı. Bu değişimin nedenini merak etmişti. Ne olmuştu da kocası bu akşam bir başkalaşmıştı. Sorusunun cevabını Ahmet’in gözlerinde aradı, bir şey göremedi.Utanmış gibi
bakışlarını yere indirdi, cılız bir sesle “Yok bir şey” dedi. İki elini önünde birleştirmişti.
“On beş yıl önce seninle evlendik. Ve sen o zaman çok gençtin. Benden çok küçüktün.”Ahmet bunu
söylerken acı bir tebessüm etti. Bu tebessümde sanki pişmanlık vardı.
“Görücü usulü almıştım seni. Çok sevdim seni. Çok güzeldin... Şimdi de öyle…” Gözleri doldu
Ahmet’in. Ona mı yoksa kendine mi acıyordu bilmiyordu. “On beş yıl boyunca tek bir kez bile... Bir
kez bile şikayet etmedin. Bana çok iyi baktın. Sanki bana sahip çıktın. Sanki kanatlarının arasına aldın.” Kadın da ağlıyordu. İkiside acı çekiyordu.
“Bize ne oldu. Neden sustuk, ayrı ayrı dünyalara gömüldük. Ne zaman ayrıldık ikiye?” Kadın daha
çok ağlmaya başladı. Kalbi ağrıyordu. Başı dönmeye başlamış, vücudunu acı bir sıcaklık sarmıştı.
“Söyliyeceğim şey şu. Neden sana bu kadar yük oluyorken beni bırakmadın? Neden benden kaçmadın? Neden gidebileceğin halde buradan uzaklara gitmedin? Neden?”
Fatma ağlamaya devam ediyordu. Başını kaldırdı ve burnunu sildi. Gözlerinde yılların acısı vardı sanki.
“Kaçmadım çünkü beni sevdiğini biliyordum. Seni bırakıp nasıl giderim? Hem nereye, niçin? Bu
evde gittikçe görünmez olmak da canımı çok acıtıyor. Gözlerinde beni görmeyen ifadeyi farketmek…”
Adam ayağa kalktı ve ceketinin cebinden küçük bir paket çıkardı.
Fatma’ya uzattı. Şaşkılıkla baktı kocasına Fatma. ”Nedir bu?” Sıcak
bir gülümsemeyle karşılık verdi Ahmet: ”Aç kendin gör” Elleri titreyerek açtı çiçekli paketi. Küçük bir kutunun içinde kırmızı taşlı bir çift
küpe çıktı. Sevinçle aydınlandı Fatma’nın yüzü. Kocasının ilk kendisini mutlu etmek için bir şey yaptığına şahit oluyordu. Gözlerine yine
genç kızlığındaki tazelik gelmiş yanakları pembeleşmişti. Yüreği göğüs kafesine sığmaz olmuştu. Akşamın bu saatinde hiç beklemediği
bir heyecan yaşamıştı.
Minnetle kocasına baktı, içinde düğümlenen acıların bir bir çözülüp sağnak sağnak aktığını hissetti.
Kocasına sarıldı ve sarsılarak ağlamaya başladı. Rahatlayıncaya kadar bekledi Ahmet.
“Ne dersin Fatma, önümüz bahar evimizi şöyle güzelce boyayalım mı? Evdeki küften ve rutubetten bir
iz kalmasın istiyorum.” Evet anlamında başını salladı Fatma. Gözlerinde bahar günlerinin tazeliği vardı.
Güven DOLAŞ / 11-A
16
MUREKKEP DENIZI
RÖPORTAJ:
Yazar
Sutan POLAT
Kendinizi bize kısaca tanıtır mısınız?
Dünyanın en zor sorusunu soruyorsunuz şu an.
‘Kendini bilen alemi bilir’ demişler bundan binlerce
yıl önce. Bu topraklarda biriken kültür ve medeniyete
tutkulu bir kulum. Öğrenmeye, merakımı gidermeye çalışıyorum. Yazmak bana daha çok araştırma, öğrenme fırsatı
veriyor.
Yayın hayatına nasıl atıldınız?
Sizin gibi başladım. Önce lisede duvar gazetesi, üniversitede dergi, mezuniyetten sonra editörlük, yayın yönetmenliği, gezi yazıları ve makaleler, röportajlar derken nihayet roman.
Yıllarca yazar arkadaşlarım başta olmak üzere, yakın çevrem ve dostlarım sürekli ne zaman yazmaya başlayacağımı sordular. Hatta hala yazmadığım için kınanıyordum. Bu kitap biraz da onlar
sayesinde yazıldı.
Hayatta her şeyin bir zamanı olduğuna inanırım. Dünyaya gelmek isteyen roman, bir zihne düşüp orada şekilleniyor. Evliya Çelebi de artık yazılmak istiyordu. Beni seçtiği için minnettarım.
İlk kitabınız neden Evliya Çelebi hakkında oldu?
Evliya Çelebi bir medeniyet gezgini ve bilim adamı. Batı’da rönesans insanı dedikleri türden.
Ne yazık ki doğup büyüdüğü topraklarda, onu yetiştiren kültürde çok az tanınıyor. Hafızalarımızı
tazelemek istedim.
UNESCO 2011’i Evliya Çelebi yılı ilan etti mesela.
Yine bir başka örnek; Avrupa Konseyi 2011 yılında medeniyetler arasında köprü kuran kültür insanlarını sıraladı. Leonardo Da Vinci’den Rahibe Teresa’ya, Albert Schweitzer’den İbn Rüşt’e Marco
Polo’dan Martin Luther King’e Gutenberg’den Büyük İskender’e Gandhi’den Fulbreigt’e insanlık
tarihine katkıda bulunanların yer aldığı listede Konfüçyüs ikinci sırada yer alıyordu. İlk sıra dünyanın en büyük seyyahı EVLİYA ÇELEBİ’ye aitti.
Bir sinema projesi nedeniyle Evliya Çelebi uzmanı Prof. Dr. Hayati Develi ile uzun sohbetlerimiz
oldu ve merak ettim. Dünyayı onun gözünden görmek, omzundaki kameraymış gibi ardına düşmek istedim. Kitap da bana bu fırsatı verdi.
17
Ayasofya’daki tünel ve gizli geçitleri nasıl bu kadar iyi tanımlayabildiniz?
Tünelleri görmedim. Aslına ne kadar uygun anlattığımı bilmiyorum. Okuduklarınız benim hayal
gücümün ürünü.
Tüneller keşfedildiği dönemde müze başkanı olan Sayın Haluk Dursun’a tünellerle ilgili izlenimlerini sormak daha önce hiç aklıma gelmemişti. Şimdi siz zihnime düşürdünüz ve ilk karşılaşmamızda soracağım.
Şehirlerin altındaki tüneller bugün bize çok gizemli geliyor. Ancak surlarla korunmuş hemen
bütün şehirlerde var. Bugün de kanal sistemleri tünellerin yerini aldı. Hiç gün ışığı görmeden kilometrelerce gitmek mümkün olmalı.
Kitabın geçtiği mekanları gezip gördünüz mü?
Bizim kültür coğrafyamızdaki şehirlerin
bir kısmını gezme şansım oldu. Ancak
izlenimlerim doğal olarak 21. yüzyıla ait.
Kitap 17. yüzyılda, yani seyyahımızın
yaşadığı çağda geçiyor. Referansım
Evliya Çelebi. Hikayeyi kurgularken Seyahanatname’sinde anlattığı şehirleri kullanmaya özen
gösterdim.
Örneğin İstanbul dışına ilk seferi,
tam da Bağdat’ın yeniden fethinden hemen sonra Mudanya üzerinden Bursa’ya, gemiyle oluyor.
Yine Kudüs’ü o kadar güzel anlatmış ki, gezmiş gibi hissediyorsunuz. O tüneller de gerçek. Bugün
çok daha fazlasının olduğu sürekli
basında yer alıyor.
Akabe’deki mağara gibi kurgu mekanlar zihnimde canlandırıp içinde
gezindiğim mekanlar.
Mesafe ve yön tayinlerinde ise Google
sağolsun...
Kitap bitiyor ancak hikaye bitmiyor.
Şimdi ne olacak?
İkinci kitap, birincinin kaldığı yerden
başlıyor ve peşinden yüz yıl daha geriye gidiyor. İlk kitapta Evliya Çelebi
ve Aslan Paşa ,Piri Reis’in sandığı nasıl bulduğunu merak etmişlerdi. Söz
verdikleri gibi hikayenin peşine düşü-
18
yorlar ancak bu kez daha da büyük
gizemler ve tehlikeler bekliyor onları. İki hikaye paralel akıyor, biri
Piri Reis’in sandığı ilk kez bulması, diğeri ise Evliya Çelebi’nin
Ahit Sandığı’nın içinden aldığı
o orjinal elyazmasının hikayesi
ve tabii yeni düşmanlar... Yine
Sancar Bey, Berfin ve Hasan bu
kitapta da yer alıyorlar ve hikayelerinin nasıl sonuçlandığını
öğreniyoruz.
İkinci kitap da Evliya Çelebi’nin
ağzından anlatılıyor ve inşallah
2016 yılında yayınlanacak.
Peşinden üçüncü bir kitap gelecek ve sandığın günümüze
nasıl ulaştığını göreceğiz. Hali
hazırda Evangelistler ve Tapınak Şövalyeleri sandığı hala arıyorlar ki bu cümle kurgu değil
gerçek. Mescid-i Aksa’nın altının
köstebek yuvasına çevrilmesi de bu
yüzden.
Yine ABD Bağdat’a girdiğinde ilkin
kütüphaneleri yağmaladı. O zaman
da basında birkaç cümleyle yer aldı.
Gizemlere meraklıysanız, internette
bulabilirsiniz.
Musa’nın Asası bugün Topkapı
Sarayı’nda sergileniyor. Ve aslında en
son Ahit sandığı’nın içinde olduğu
söyleniyor. Osmanlı sarayına
nasıl geldiği ise bir muamma...
MUREKKEP DENIZI
“40 Yıl Sonra” adlı bölümü de Evliya Çelebi mi yazmıştır?
’40 Yıl Sonra’ bölümü, Keşiş Berenger’in yazdığı ve bahçesine gömdüğü bir mektup.
Berenger Fransa’nın güneyinde yaşamış tarihi bir karakter. Hayatına dair biraz araştırma yaparsanız, bazı gizimlere tanıklık etmiş olabileceği ihtimalinin kuvvetli olduğunu siz de görürsünüz.
Özellikle görev yaptığı kilisenin bahçesine gömdüğü elyazmaları Vatikan arşivlerinde saklanıyor
ve bugün hala sırrını koruyor.
Üçüncü kitabın tam da oradan, Berenger’in mektubunun ele geçirilmesiyle başlamasını planlıyorum. Ama tabii yazmaya başlayınca ne olur bilemem. Yayın tarihi 2017 olacak.
Evliya Çelebi seyahatnamesinde Ahit Sandığı’ndan bahsetmiş midir?
Seyahatnamede Ahit Sandığı’ndan bahsettiği bir bölümü ben bilmiyorum. Hayati Hocam da olmadığını söyledi. Ancak Torino Kefeni’nden bahsettiğini biliyoruz.
Vampirlerden, cadılardan ve bugün fantastik edebiyatın bayıldığı pek çok doğaüstü hikayeden
de bahsediyor.
Takip ettiğiniz bir edebiyat dergisi var mı?
Son yıllarda düzenli olarak dergi okumayı bıraktım. Konu ve yazar takip etmeyi tercih ediyorum.
Günümüz medyasının evrimi de bu yönde.
Çok yakın gelecekte basılı gazeteler tümüyle bitecek ve hatta bildik anlamda gazeteler dahi ortadan kalkacaklar. Herkes yazar, muhabir, yorumcu takip edecek ve kendi kişisel medyasını oluşturacak.
“Ömür o kadar kısa, okunacak eserler o kadar çok ki. “İki ömrüm olsun
isterdim, biri yaşamak diğeri okumak için.” diyor Goethe. “
En son okuduğunuz kitap nedir? Türk ve dünya edebiyatından hangi yazarları tercih ediyorsunuz? Niçin?
Ömür o kadar kısa, okunacak eserler o kadar çok ki. “İki ömrüm olsun isterdim, biri yaşamak
diğeri okumak için.” diyor Goethe.
Bu yıl yazmaya yoğunlaştığım için gözümde kalan çok kitap oldu. Yazarken etkileşimi en aza
indirmek, üslubumu bulandırmamak için, araştırmalarım dışında okumamaya çalışıyorum.
Ülkemden, Kemal Tahir favorimdir. Özellikle Esir Şehrin İnsanları okumaya doyamadığım kitaplardandır. İşgal İstanbul’unu hem mekansal hem de duygusal olarak o kadar içten anlatır ki, sokak sokak gezer ve acılara, umutlara, mücadeleye tanık olursunuz. Sabahattin Ali ve Orhan Kemal
bütün eserlerini okuduğum isimler arasında. Yaşar Kemal demeye gerek var mı?
Klasiklerden favorim Tolstoy’dur. Diriliş muazzam bir yol hikayesidir, yazarın kendi iç dünyasına yaptığı yolculuğu anlatır. Aslında tam da sizin yaşlarınızda okunabilecek eserlerden. Zaten klasikler için ne denir bilirsiniz, bir gün mutlaka tekrar okunur... Umberto Eco, Steinback, Hemingway,
Hermann Hesse, Jack London, Cengiz Aytmatov...
Alexandre Dumas, Jules Verne ile birlikte çocukluğumdan buyana hiç vazgeçemediğim yazarlardan.
Günümüzde ise ilk kitabından beri Hakan Günday, yine bu topraklardan beslenen Trevanian.
George R.R. Martin’in her kitabını heyecanla bekliyorum. Keza Diana Gabaldon’un serisi için de
aynı şeyi söyleyebilirim. J.C. Grange nedense uzun bir ara verdi ve kaliteli çağdaş polisiyeye hasret
kaldık.
19
Amin Maalouf, İldefonso Falcones ve Noah Gordon
ne yazsa okurum dediğim isimler...
Son yıllarda beni en çok etkileyen yerli roman Nazan Bekiroğlu’nun Nar Ağacı oldu. Bir toplumun var
kalma mücadelesi bu kadar mı güzel anlatılır. Acıyı
bile bal eylemiş...
“Hikaye fışkırıyor bu topraklardan. Geçmişe, bugüne ve geleceğe
dair anlatılmayı bekleyen o kadar
çok hikayemiz var ki, ne kadar çok
genç insanımız yazmaya heves etse,
o kadar çok hikayeyi geleceğe taşıyabiliriz.“
Yazmaya hevesli gençlere öneriniz nedir?
Henüz tek romanı yayınlanmış bir yazar değil de,
yüze yakın kitaba editörlük yapmış eski bir yayıncı
olarak cevap vereyim bu sorunuza; Yazmak okumakla
başlar. Ne kadar çok okurlarsa, o kadar dolup taşarlar.
Yazmak hakkında pek çok kitap var piyasada. Hikaye
örgüleri, karakter oluşturma, kurgu, çatışma, mekan
diyalog... Şöyle bir tarayıp ilgilerini çekenleri okusun
ve sonra aynı hızla unutsunlar diyorum.
Bir de seyretmek gerek. Sinema günümüzde hikayeler anlatmanın en modern ve etkili yolu. Senarist
neden öyle değil de böyle yazmış, neleri izleyiciden
gizlemiş, neleri kahramandan gizleyip izleyici ile paylaşmış...
Yazmak öğretilmez, öğrenilir. Yalnızca okuyarak,
seyrederek ve yazarak öğrenilir. Çalışabildikleri kadar
çalışsınlar. İlham, çalışırken gelirse işe yarar.
Hikaye fışkırıyor bu topraklardan. Geçmişe, bugüne ve geleceğe dair anlatılmayı bekleyen o kadar çok
hikayemiz var ki, ne kadar çok genç insanımız yazmaya heves etse, o kadar çok hikayeyi geleceğe taşıyabiliriz.
Bizi kırmayıp söyleşiye geldiğiniz ve röportaj vermeyi kabul ettiğiniz için size çok teşekkür ederiz.
Rica ederim ben teşekkür ederim.Gençlerle olmak,
onların edebiyata olan ilgilerini paylaşmak benim için
çok keyifliydi.
20
MUREKKEP DENIZI
OSCARLI BİR FİLM:
DİRİLİŞ
Yazıma başlayacağım nokta, filmin en önemli özelliği olan Leonardo Di Caprio’nun Oscar ödülünü alması. Ödüller verilmeden önce herkes Leonardo Di Caprio’nun film setinde yaşadığı zorlukları, sanatı uğruna göğüslediği çetin şartları konuşıyordu. Artık bu sefer ödülü o almalıydı çoğunluğa
göre. Belki de bu yüzden verdiler ödülü? Ödül alma ihtimali sayesinde izleyiciler bu filmi olumlu
bir önyargıyla izlediler. Ödüle layık bir film olarak izlendi Diriliş. Bu sayede film hakkındaki kötü
eleştirilerin çoğu yok oldu. Üstelik yönetmenin bir önceki filmi de ödül almış bir filmdi.
Yazıya böyle başlamam filmin kötü olduğu anlamına da gelmez tabii. Filmde sergilenen oyunculuk gerçekten çok iyi. Zaten Leonardo Di Caprio’nun oyunculuğuna bir diyecek yok. Ancak filmde
kötü oyunculuğa sahip kimse de yok. Herkes çok iyi oynamış.
Filmdeki çoğu olay sadece filmi daha trajik hale getirmek için ama yine de Glass intikam duygularıyla hareket etmiyor. Film daha çok Glass’ın hayatta kalmasına odaklı olarak çekilmiş .
Çok zor doğa koşullarında oldukça soğuk ve karlı bir ortamda çekilmiş film.. Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim bir vejetaryen olan Leonardo Di Caprio’nun rolü gereği çiğ ciğer yemesi ise
büyük fedakarlık.
Film her şeye rağmen gerek görsel olarak gerek işlenen konu ve oyunculuk olarak tamamen
muhteşem bir film ve izlenmeyi sonuna kadar hak ediyor.
Ahmet Altan HATİPOĞLU 9-C/98
21
SİNEMA ELEŞTİRİSİ:
ESARETİN BEDELİ
Film Adı: Esaretin Bedeli
Orijinal Adı: The Shawshank Redemption
Yönetmen: Frank DARABONT
Öykü: Stephen KİNG
Yıl: 1994
Umut; günümüze kadar birçok filme konu oldu. Ama inanın bana bu yazıda bu filmlerin en iyisini
işleyeceğiz. Bir film düşünün içinde mükemmellik olan işte esaretin bedeli adlı filmimiz tam olarak
böyle. Kadrosuyla mı dersiniz,konuyu işleyişiyle mi dersiniz yoksa jenerik müzikleriyle mi dersiniz
orası size kalmış. Stephen King’in orijinal ismiyle The Shawshank redemption adlı öyküsü 1994 tarihinde Frank Darabont tarafından beyaz perdeye uyarlandı. İlk çıktığı zamanlarda fazla tutmayan
film sonraki yıllarda kendi dalında binlerce filmi geride bıraktı. Hatta o kadar ki Uluslararası Film
veri tabanı sitesinde yıllardır birinciliği kimseye kaptırmıyor. Azim, umut ve mükemmel oyunculuğun ortaya çıkardığı bu başyapıtı insanın defalarca izleyisi geliyor. Filmin başlarında Andy (Tim
Robbins)’e acımadığını kimse söyleyemez. O kadarki şerefli ve her yönüyle düzgün bir adam eşine
sunduğu bu güzel hayatın karşılığınıo aldatılarak alıyor. Olayın verdiği öfkeyle eline bir silah alıp
eşi ve eşinin metresinden hıncını çıkartmaya gidiyor. Mahkemeye her ne kadar kendi yapmadığını
söylesede jüti tarafından suçlu bulunuyor ve Shawshank hapishanesinde iki kez müebbet giyiyor.
Hapishanede pek bir sessiz olan Andy sonunda sessizliğini içeri birşeyler sokmakla ünlü olan rede
karşı bozar. Andy Red’den bir taş çekici ister. Bir taş çekiciyle hapishane duvarlarına bir kaçış tüneli
açmaya kalksanız en az altıyüzyıl süreceği için Red Andy’nin bu isteğini yerine getirir. Bu bahaneyle Red ile Andy iyi arkadaş olurlar. Hapishanede bir çatı tadilatı işi çıkar ve iş için Red ve arkadaşları
seçilir. Andy çatıda baş gardiyana kulak misafiri olur. Gardiyanın başı derttedir ve eski hayatında bankacı olan Andy gardiyana
yardım etmeyi teklif eder. Gardiyanın başını kurtardıktan sonra
Andy ödül için sadece arkadaşları için birer bira ister. Ve dört duvar arasında sıkışmış olan arkadaşlarına bir an bile olsun özgürmüşler gibi hissettirir. Andy bira içmez ve bunu sadece yeniden
normal hissetmek için yapar. Andy iyi bir mahkum olduğu için
kütüphanede görevlendirilir. Aslında sadece bir bankacı olduğu
için bu iş ona verilir. Artık tüm gardiyanların, hapishane müdürüde dahil olmak üzere, mali işlerine bakacak ve kütüphaneyle
ilgilenecektir. Kütüphanenin fakirliği Andy’nin gözüne çarpmıştır ve bu yüzden bakanlığa hapishane kütüphanesine kitap bağışı
yapması için bir mektup gönderir ve tabiiki mektuba cevap gelmez. Bunun üzerine Andy haftada bir mektup yazmaya başlar ve
uzun bir süre sonra bakanlık hapishaneye kitap yardımı yapar.
22
MUREKKEP DENIZI
Film bu parçasında da bize azmin azizliğini yeniden gösterir. Andy artık müdürün iyice gözüne
girmiştir ve bu nedenle Andy artık bankacılık bilgileriyle birlikte müdürün vergi kaçakçılığını yapacaktır. Bunun üzerine Andy gününün çoğunu müdürün odasında geçirir. Odadaki büyük pikap
Andy’nin dikkatini çekmektedir ve sonunda dayanamayıp çalıştırır. Müdürün mikrofonunu pikaba
dayar ve tüm hapishaneye o güzel sesli bayanların şarkısını dinletir. Mahkumların beton duvarlar arasında sertleşmiş kalplerini müziğin yüceliğiyle yumuşatır. Bu kabahatinden aldığı iki hafta
hücre hapsine değdiğini sanıyorum. Sonraki zamanlarda hapisehaneye genç bir çocuk gelir. Andy
bu çocuğa okuma-yazma öğretmek için çok uğraşır ve sonunda öğretir. Çocuk bir gün Andy’e eski
hapishanesindeki iğrenç bir hücre arkadaşını anlatır. Çocuğun anlattığına göre Andy’nin karısını
bu adam öldürmüştür. Andy masumdur. Hemen müdüre gider fakat müdür bunları unutması için
Andy’yi hücre hapsine gönderiri. Çocuğuda Andy’nin kafasını karıştırdığı için öldürür. Andy hücreden çıkınca çok düşünceli davranır. Red’e bir gün Shawshankdan çıkacak olursa ismini söylediği
kasabaya gelmesini söyler. Red Andy’nin bu düşünceli tavırlarından şüphelenir. Andy bir akşam
her zamanki gibi müdürün vergi kaçakçılığı defterini kasaya koymak yerine gizlice beline sıkıştırır
ve müdürün temizlemeye gidecek elbiselerini mahkum elbiselerinin altına giydikten sonra her zamanki gibi hücresine girer. Sabah sayım sırasında Andy yerinde yoktur. Müdür deliye döner fakat
yine de onu bulamazlar. Daha sonra Andy’nin hücresindeki posterin arkasında küçük bit tünel olduğunu görürler. Red’in bir tünel kazması altıyüz yıl süreceğini sandığı çekiçle Andy yirmi yıldan
az sürede özgürlüğe çıkan bir tünel kazmış, pis lağım boruları arasından özgürlüğüne kavuşmuştu.
Ve Red’ şartlı tahliye olunca Andy’nin bahsettiği küçük kasabaya gider ve dostunu kucaklar...
Gördüğünüz gibi bu filmde bir çok konu işlenmiş. Fakat hepsi birbirinden mükemmel. Müziğin
ve özgürlüğün kıymeti, arkadaşlığın ve arkadaşlara olan sadakatin önemi en fazla bu kadar güzel
anlatılabieceğini düşünüyorum. Yani size derim ki; eğer güzel filmler izleyip film kültürü oluşturmak istiyorsanız kesinlikle bu filmden başlamalısınız. Hem belki bu film bize alılşılmış gelen ve
değerini hala anlayamadığımız değerleri hatırlatır. Özgürlük gibi…
Abdüllatif DEMİRHAN 10-E
23
Çizgi Mizah
24
MUREKKEP DENIZI
25
YİTİRDİKLERİMİZ
“ÜMMÜŞŞİİR”İ (GÜLTEN
AKIN’I) SONSUZLUĞA
UĞURLADIK.
Gülten Akın 23 Ocak 1933’de Yozgat’ta doğdu. Liseyi, Ankara Kız Lisesi’nde bitirdi. İlk şiirini ilkokulda yazar. Babası II.
Dünya Savaşı’nda asker olarak gittiği için Gülten Akın annesiyle beraber dedesinin yanına gider. Dedesinin yanında kaldığı
süre boyunca geceleri dedesinin anlattığı uzun hikayelerle geçirir. Dayıları ve amcaları da şiirler yazan ve okumayı seven insanlardı. Onlar sayesinde Tolstoy, Dostoyevski, Nazım Hikmet
ve Sabahattin Ali gibi yazarları erken yaşta tanır. Lise yıllarında
yazdığı şiirleri okul gazeteleri ve dergilerinde yayınlar. İlk şiirini 1951’de Son Haber gazetesinde yayımlandı. Liseyi bitirdikten
sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne yazıldı ve 1955’
de okulunu bitirdi. Üniversiteyi bitirdikten sonra 1956’da üniversitede tanıştığı Yaşar Cankoçak’la evlendi. Eşinin kaymakam olması nedeniyle göçebe bir hayat
sürmeye başladı. Gevaş, Alucra, Gerze, Saray ilçelerinde ve Kahramanmaraş gibi Anadolu’nun çeşitli ilçelerinde yaşadı ve oralarda öğretmenlik ve avukatlık yaptı. 1960’da Alucra’da okuma yazma
bilmeyen kadınlar için kurslar açar ve Türkçe öğretmenliği yapar.Halka ve Anadolu insanına olan
düşkünlüğünü ‘’Bir Güneydoğu Ağıdı’’ adlı şiirinde şöyle göstermiştir:
BİR GÜNEYDOĞU AĞIDI
26
İlk bu sabah
İlk bu sabah göğü görmedim
İlk bu sabah kaysı çiçeklerini
Hüzün ilk kez konuk gibi gelmedi
Efendim, ev sahabım
Enikli kapılar kitlendi
Taş avlular sustu, ben sustum
İlk kez bekledim ölümü
Dostu bekler gibi bekledim
Dağlar
Karacamı suya indiremedim
Şahanım uçurdum döndüremedim
Dağlar
Benim acım acıların beyidir
Canıma bir doru kısrakla gelir
Öfkeyi sabırda eritir
Umut yer
Suyunu gözümden içer bir zaman
Dağlar of dağlar
MUREKKEP DENIZI
Avukatlık ‘’erkek işi’’ olarak görüldüğü için kendisine ‘’Paşa Abıla’’ denmeye başlanır. Para almadan davaları izlemeye başlar bu yüzden barodan kötü örnek olduğu gerekçesiyle uyarı alır.
1972’de tekrar Ankara’ya yerleşir ve Türk Dil Kurumu Tarama ve Derleme Kolu’nda çalışır. 1978’de
emekliye ayrılır. İlk şiirlerinde daha çok doğa, aşk, ayrılık, özlem gibi konuları işleyen Gülten Akın
daha sonra toplumsal konuları işlemeye başladı. Şiirlerinde büyük ölçüde kadınlara ve çocuklara
yer veren Gülten Akın çoğu şiiriyle kadınların ve çocukların sesi olmaya başladı. Kadınlara ve çocuklara karşı olan duyarlılığını birçok şiirinde gösterdiği gibi ‘’Annesi Çalışan Çocuğun Ağıdı’’ ve
‘’Annelerin İlahisi’’ adlı şiirlerinde de göstermiştir.
ANNELER İLAHİSİ
Yitiğin tartıldı orda burda
bozuk mu düzgün mü tartılarda
durdun
söylenmemiş, anlatılmamış, söylenememiş olanı
anlaşılır durdu duruşun
öyle bakıyorsun
içinde dolaştırdıkları o karışık ayna
senin çıplak gözlerine
ne kadar ne kadar yabancı
suya düşmüş arıyı gözleyen
bu dünya düşündürmez mi
kimin hayatı kimin umurunda
oysa sarmalandın, paylaşıldın
ortasında sen gibi bir kalabalığın
Anneler olmasa kim kimi severdi
saklı tuttun o insanı insana bağlayan güvenci
yollar boyu, eskitilmiş alanlarda
solgun bir bedeni gezdirmedin Metin’ in annesi
ANNESİ ÇALIŞAN ÇOCUĞUN AĞIDI
Attım. Boyalar ne işe yarayabilir
Yalnızlık için karadan başka
Hangi rengi kullanabilirim
Kuru masa, donuk tavan, somurtuk halı
Solgun durmalı resimlerim
Pencerem kuşları çekmiyor
Soluğu azaldı nergislerin
Üç tarak olsa taranmaz Yuku-Lilinin saçları
Ben annesi çalışan bir çocuğum
Yollarda damlarda eski yazdan kalma
Mavi çizgileri kar gelir kapatır
Sustum. Sevincin sesleri de
Bir iki deneyip susacak
Duvar diplerinde kedisel çığlıklar
Bahçelerde çirkin kasımpatları açmalıdır
27
Şiirlerinde büyük ölçüde folklor öğelerinden yararlandı ve halkın kaynağına inme isteğini “Halkta var olan öz ve biçimi diyalektik olarak yükseltmek, şiiri yükseltirken halkın yaşamının ve yaşam
biçimlerinin yükselmesine yardımcı olmak” şeklinde açıkladı. Şiirleri birçok dile çevrilen bu şairin
kırktan fazla eseri de bestelendi. Bestelenen şiirlerinde biri ise Sezen Aksu’nun 1933’de bestelediği
‘’Deli Kızın Türküsü’’ adlı şiiridir.
DELİ KIZIN TÜRKÜSÜ
Elimi uzatsam tutsam götürsem
Gözlerine baksam gözlerine konuşmasak
Anlasan
Elimi uzatsam tutamasam
Olanca sevgimi yalnızlığımı
Düşünsem hayır düşünmesem
Senin hiç haberin olmasa
Senin hiç haberin olmaz ki
Başlar biter kendi kendine o türkü
Yağmur yağar akasyalar ıslanır
Bulutlar uçuşur geceleyin
Ben yağmura deli buluta deli
Bir büyük oyun yaşamak dediğin
Beni ya sevmeli ya öldürmeli
Yitirmeli büyük yolların birinde ne varsa
Böcekler gibi başlamalı yeniden
Bu Allahsız bu yağmur işlemez karanlıkta
Yan garipliğine yürek yan
Gitti giden
2008’de Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ölümünün ardından Milliyet Gazetesi’nin düzenlemiş olduğu bir anket
sonucunda ‘’Yaşayan En Büyük’’ şair olarak seçildi. 4 Kasım 2015’de şiirleriyle insanların sesi olan, Cemal
Süreya’nın bile ‘’Ümmüşiir’’(şiirin annesi) dediği sanatçı, hayata veda etti. Ölmeden iki yıl önce yazdığı
‘Beni Sorarsan’ adlı kitabıyla kalplerimize son kez dokunup öyle gitti. Nasıl hatırlanmak istediğini bir şiiriyle
de bize anlatmıştır.
‘’Gülten’i Yozgatlı demesinler bundan böyle
Nerde ölürsem oralı olayım
Doğularda, yolsuz dağların
Soğuk suların başında öleyim.’’
28
MUREKKEP DENIZI
ÖYKÜ
DENİZ KOKUSU
ğaç ev denizi görüyordu. Havada tatlı bir esinti vardı. Rüzgar otları şefkatle okşuyor, ağaçları öpüyor, deniz yakınlarındaki sazlara sarılıyordu. Havadaki koku
iç açıcı bir ferahlıktaydı. Küçük bir çekirge, boyuna uzamış koyu yeşil otların etrafında zıplıyordu. Sessizlk hakimiyetini ortaya koymuştu. Denizin sesini sessizlik
sayacak kadar tatlı bulanlar bile vardı. Aynı sessizlik çekirgenin sesiyle eş değerdi. Denizin kokusunu uzun süre solumak bile burunları yakmıyor, ciğerlerini
ruzgar gibi ferahlatıyordu. Güneş, rüzgara karşı çıkmak istemiyordu. Bu yüzden sıcaklığını ayarlıyor gibiydi. Yüzüne ışığin dokunduğunu hissediyorsun
ama kalbinin atışları kadar ritmik değildi. Ritmik olması için rüzgarın da yüzüne
vurması gerekiyordu.
Çınar ağacı o kadar büyüktü ki, rüzgarı en üstte daha kuvvetli hissetmen kesindi. Güneşle bakışacak
gibi olurdunuz. Parlak olmasını güzelliğinden yayıldığını anlayacaktınız o zaman.
Ağaç evin içinde iki çocuk vardı. İkisi de aynı yaşta. Birisi kız, diğeri erkek. Kızın ismi Pelin, erkeğin
ismi ise Can’dı. Ağaç evde karşılıklı oturuyorlardı. Pelin ağlıyordu. Yanakları güneşin güzelliğinden parlıyordu. Yanaklarında parlak yollar vardı. Islak parlak göz yaşı yolları. Can ise sessizce ona bakıyordu.
Sanki hiç görmediği birisiydi. Şaşırmıştı ve kalbinin ritmi bozulmuştu ama bu sefer rüzgârdan kaynaklanmıyordu. İkisi de korkmuştu. Aşağıda dört ayağıyla çimlere basan ve ağzındaki beyaz katrana benzer
sıvıyı çimenin tatlı rengine akıtan kuduz köpek, sanki denizin sesini bastıracak gibi var gücüyle havlıyordu ağaç eve. Zar zor kaçmışlardı. Korkuları, geçiciydi ağlamaları gibi. Sadece uygun
zaman geldiğinde içeriye girecekti. Çocuk
dalgınlığını attı ve kızın gözlerine baktı.
“Ağlama” dedi. “Biraz sonra gideceğinden eminim.” Kızın korkusu dışarı çıkmış
ve çıkarken de içeriye sakinliği çağırmıştı.
“Hadi kardeş sıra sende” der gibi. Her şeyin sırası vardı. Sayılamıyacak kadar çoğu
şeyin sırası vardı. Zamanı yoktu ama. Zaman acımasızdı. Beklemek kadar acımasız.
Pelin yanağını sildi ve hafiften tebesüm
etti. Can, mutlu olmuştu. Kızın gerginliği
kalmayınca aynının kendinde de olduğunu hissetti. Köpeğin sesi çekirgelerin sesini
bastıramıyordu ama çocuklar yine de duyuyorlardı onu. Olsun. Zaten korkuları da
geçmişti.
29
Pelin, süründü ve kapıdan aşağıya baktı. Yüzgar yüzüne çarptı ve
güneş gülümsedi gözlerine. Burnuna girdi deniz kokusu. Kulaklarına
çarptı köpeğin havlaması. Köpek onu
görünce daha çok havlamaya başladı.
Gideceği yoktu anlaşılan. Gitmeyecekti de.
İçeri girdi. “Galiba burada kaldık”
dedi Pelin. “İnadı tuttu kuduz hayvanın.” Can aşağıya baktı ve sürünerek
tekrar yerine geçti. “Gitmesi gerekiyor. Evime gitmem lazım.” dedi. Pelin
şaşırmıştı. Onun saçma konuştuğunu
düşündü. Köpeğin elbette gitmesi gerekiyordu yoksa onları ısırabilirdi. Kafasını hayır der gibi salladı Pelin. “İnanamıyorum sana” der gibiydi.
“Buraya kaçmasaydık bizi ısıracaktı, bunu biliyorsun değil mi?” dedi Pelin. Cevap beklemiyordu.
“Biliyorum.”
“Ölebilirdik de!”
“Eve gitmezsem de annem beni öldürecek ama” dedi Can. Hafiften gülümsemişti. Pelin, karşılık vermek istememişti ama tutamadı kendini başladı gülmeye. Köpek onların seslerini duyuyor gibi havlamaya devam ediyordu. Güneş kızıl olmaya yakındı. Rüzgarın esintisi kuvvetlenmeye başlamıştı ve denizin
sükuneti yerini hırçın dalgalara bırakmıştı. Hava serinlemeye başlamıştı.Köpek, tehditkar havlamalarına
inatla devam ediyordu. Sanki onları eline geçirmek için ne gerekirse yapmaya hazırdı.
Pelin’le Can bir sure daha korkuyla oldukları yere sinip sessizce beklediler. Bekleyiş onlar için asırlar
kadar uzun bir bekleyişti.Pelin’in aklına Can’ın onu sakinleştirmek için söylediği sözler geldi. Farkında olmadan gülümsedi. Kurtulabileceklerine inanamasa da yine de rahatlatmıştı onu Can.Güven veren
bir tınısı vardı sözlerinin.Can onun kendi kendine gülümsediğini fark etmemişti. İçinde bir his vardı
Pelin’in. Garip bir his, ne olduğunu kestiremediği. Can’ınsa aklında annesi vardı.Şimdiye kadar çoktan
evde olmalıydı.Annesi meraktan deliye dönmüştür şimdi. Can’ı eline bir geçirirse… Endişeyle buruşturdu yüzünü. Belki de onları aramaya çıkarlardı.Ama bu kadar uzaklara gelebileceklerini hesap edebilirler
miydi?İstemsizce gülüyordu Can. Korku ve endişeden sinirleri bozulmuştu. Aklını alıyordu köpeğin sesi
ve sanki çok uzaklara atıyordu.
Bazı anlar vardır birkaç saniyeliğine de olsa insane bir deli cesareti gelir. Pelin de o anın eşiğindeydi
artık.Sinip sessizce beklediği köşesinde o tanımlayamadığı garip hislerini Can’a anlatma isteği duydu
birden. Deli cesaretiyle derin bir nefes aldı. Düşünmedi, planlamadı, ne yapacağını bilmiyordu. Sadece
söylemek istedi ve söyleyiverdi:
“Can?” dedi kendinden emin bir sesle.
“Efendim.”
“Sana bir şey söylemek istiyorum”
Can meraklanmıştı. “Söyle ” dedi.
“Benim içimde bir his var,” dedi Pelin. “Çok değişik , çok garip , çok güzel bir his.”
“Anladım... Sen korkuyorsun. Merak etme köpek gider birazdan.Biz de kurtuluruz.” Onu anlamak
istemiyor gibiydi Can.
30
MUREKKEP DENIZI
“Hayır. Korkum geçti , bu his uzun zamandır içimde.” Pelin cevap bekledi ama Can ona anlamadan
baktı. Gökyüzünün tamamen kızıllaşması uzak değildi. Aşağıda ise köpek pes etmiyordu. Pelin konuşmaya devam etti:
“ Hislerim seninle ilgili Can.” Kalbinin ritmini bozmuştu Pelin’in Artık ok yaydan çıkmıştı.
“Dostluk gibi mi? Arkadaşlık gibi mi?” diye sordu Can.Anlamıyordu gerçekten de.
“Aslında öyle değil. Ben... Ben galiba seni seviyorum.” Sonunda söylemişti. Can üzülmüş gibi baktı
yüzüne.Anlamsızlık, kaybolmuştu gözlerinde . Şimdi ona ne söylemeliydi? Sıkıntıyla eğdi başını Can.
Cevabı bulamıyordu.Sessizlik uzayınca Pelin sürdürdü konuşmasını:
“Aslında eminim. Seni seviyorum.”
“Gerçekten mi?”
“Evet. Gerçekten.”
“Doğrusu bunu hiç beklemiyordum. Hele içinde bulunduğumuz şu durumda…” dedi Can. Şaşırmıştı
gerçekten de. Anlam veremedi. “Ben ikimizi hep arkadaş olarak gördüm.Çok iyi anlaşan iki arkadaş.” dedi.
Pelin’in içi bulandı birden. Kalbine sanki yüzlerce iğne saplanmıştı. Ağlama hissinin hücumuyla gözleri doldu birden.Gözleri deniz olmuştu mavi ve ıslak…Sakin ve hafızasız bir deniz.
“Yani beni sevmiyorsun?” dedi Pelin. Sesi boğumlu çıkmıştı. Boğazına denizci düğümü atılmış gibiydi.Can, başını “hayır” anlamında salladı “Özür dilerim. Ben…” Sözlerinin devamını getiremedi. Ne
söyleyeceğini bilmiyordu çünkü.
Gökyüzü kızıl kesilmiş, çimenler hafif kanlanmış, deniz karamaya başlamıştı. Sazlar rüzgarın etkisiyle
dans ediyordu. Havada müthiş bir gerginlik vardı. Kötü bir his dokundu Can’ın yüreğine. Sessizlik ölüm
gibiydi o an. Ölümün kendisi olacak kadar sessizlik. Kulakları sağır edecek şiddette keder vardı havada.
Deniz kokusu genizleri yakıyordu. Beyni ağırlaşıyor, ölüyordu sanki Pelin. Gözyaşları usul usul yanaklarından süzülüyordu. Elinin tersiyle gözlerini silip aşağıya baktı. Köpek hâlâ oradaydı. Daha kuvvetli
havladı. Güneşin kızıllığıyla daha kanlı görünüyordu. Daha fazla ağaç evde kalamazdı, artık aşağıya inmeliydi Pelin. Ters döndü ve merdivenin ilk basmağına bastı. Can’ın gözleri yuvalarından fırladı: “Ne yapıyorsun! Sakın inme aşağıya! Görmüyor musun köpek aşağıda hâlâ!” Pelin onu duymamazlıktan geldi.
Can çok korkuyordu, ne yapacağını da bilemiyordu. Pelin’in kalbi kırılmıştı. Onu tutmaya bile kalkışamadı. Gitmekte haklı buldu onu ama…
Köpek kızı görmüştü. Pelin’se köpeğe aldırmadan kararlı adımlarla inmeye devam ediyordu. Daha
bir sabırsız havlıyordu köpek. Pelin son bir kez baktı ağağıya. Köpeğin sivri dişlerini görebilecek kadar
yaklaşmıştı. Niyeti ağacın biraz uzağına atlayıp koşarak uzaklaşmaktı. Bütün gücünü toplayıp atladı. Ancak yere düşer düşmez ayağında duyduğu dayanılmaz bir acıyla bayıldı. Köpek yanıbaşında havlıyordu
artık. Etrafında dönüyor dönüyor elbiselerini çekiştirerek onu sürüklemeye çalışıyordu. Yukarda Can ne
yapacağını bilemiyordu. Korkudan aklını kaçırmak üzereydi. Pelin’e yardım etmeliydi ama nasıl? Aşağıya inecek cesareti yoktu. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu artık.
Köpek Pelin’i denize doğru sürüklüyordu. Pelinin vücüdü önce dans eden çimenlerin üzerinden daha
sonra rüzgarın okşadığı sazların arasından geçti. Köpeğin ayakları denize giriyordu. Onu aldı ve denize
bıraktı. Dalga ilk önce Pelin’i ileri itti ama daha sonra kendine çekti.
Deniz artık karanlıktı. Sazlıklar karanlıktı. Otlar daha karanlık. Etraftaki sessizlik ise hepsinden daha
karanlıktı. Denizin kokusu daha bir iç acıtıyordu. Daha bir ciğerleri yakıyordu. Boğazı topaklıyordu. Can
kendinden geçmişti.
Ertesi gün Can ile Pelin hastanede açmışlardı gözlerini. Can, Pelin’in yaşadığını öğrenince çok sevinmişti. İçini bir his kaplamıştı. Deniz kokusu kadar şefkatli ve sevimli bir his…
Pelin’se küskün menekşeler gibiydi kırgın ve boynu bükük.
Güven DONAT 11/A
31
Şiir Köşesi
NEYİM VAR BİLİYOR MUSUNUZ?
Çocuktum pembe şatolu bir evim vardı
Temiz geleceğim vardı
Çocukluğum vardı
Bozuk paralarım, çikolatalarım vardı
Cepleri yırtık pantolonlarım vardı
Kinim yoktu
Öfkem yoktu
Kırgınlığım yoktu
Belki bileğimde güç de yoktu
Ama kalbim çok güçlüydü
Ve şimdi asırlar sonrası
Neyim var biliyor musunuz?
Yorgun bir kalbim
Bulanık bir geleceğim
Ve boşa geçmiş bir ömrüm var
BAŞLIKSIZ
Tek farkımız
Fidanlarımız gençken
Ölüme tutundu
Gerçekler bizi çabuk tüketti
Ve oyunlarımız hep acıyla bitti.
Suç bizde değildi.
Arkadaşımdı yıllarca devşirdiğm yollar
Ve dostumdu köşesine sinerek
Ağladığım kaldırımlar.
Soğuk olmalı benim dostlarım
İçine atladığım yalnızlıklar gibi.
32
HAYALLERİN
Kayboldu yine düşlerim
İsmi belli olmayan bir şehirde
Ve hayallerim yırtıldı
Kanayan gözlerimde
Umut beni çoktan terk etmiş
Tüm tesellisiyle
Hayat işte, böyle davranıyormuş
Misafirlerine
Önce sever bir anne yüreğiyle
Ve en sonunda
Kandırdım seni diyerek
Atar şehrin en soğuk hapsine
Ve ne tesadüf ki yalnız sen varsın
O hapishanede
Cezansa sebepsiz müebbet
Ve seni terk etmeyen tek şey
İmkansız oluğunu düşündüğün
Hayallerin...
SESSİZ
ne
Kuşlar uçuyor yi
yerlerde
Uçsuz bucaksız
orum ama
Ne nerde bilmiy
inle
Kalbim hep sen
arım
Gökte uçurtmal
k
Hepsi rengaren
iz kadar parlak
Umutlarım den
ın
lgalar kadar hırç
Ve hayallerim da
bir ölü beden
Ve kimsesizliğim
Gibi sessiz
KARANLIK
Büyük bir karanlık görüyorum anne
Çok büyük
Çok büyük acılar çekiyorum anne
Yüreğim acıyor
Sanki yırtılıyor
Sanki kanıyor
Yıkılmış hayallerimle
Şimdi sonsuzluğa uçacağım belki
Belki daha şevkatlidir ölüm
Belki daha rahattır musalla taşı
Gence ölüm daha şirindir anne
Sil güzündeki yaşı
Gülüşten çelengini getir anne
İşte geldi o karanlık
Gözümü öyle bir çekiyor ki içine
Kurtaramıyorum
Beni bağışla anne
Ölüyorum
Sedanur Türk 10-A
MUREKKEP DENIZI
YAŞAR KEMAL (1926-2015)
BEKLE
Elbet bir gün, bütün çiçekler beyaz açar
Hür ve mesut bir şarkı halinde
Penceremizden uzanır nur
İstediğimiz şekilde doğar gün.
Dilediğimiz gibi yağar yağmur.
Gökyüzüne hayranlığımız biter;
Kapımıza çırılçıplak gelen bahar,
Bir tohum halinde toprağa düşer.
Bizim için başka türlü eser rüzgâr.
Bahçelerin aşinalığı artar.
Herkes gibi biz de doyasıya yaşarız hayatı.
Yıldızlar dilimizle konuşur.
Elbet bir gün, bizim de sevgilim
Köyümüzde beyaz badanalı bir evimiz olur.
YAŞAR KEMAL VE KÖY ROMANCILIĞI
Türk edebiyatında köyü ve köylüyü anlatma arzusu Türk toplumunun modernleşme çabalarıyla birlikte başlar. Türkiye’nin modernleşme sürecinde “köycülük” Türkiye nüfusunun büyük bir çoğunluğunun köyde yaşaması nedeniyle ön plana çıkmıştır. Türk edebiyatı için de bu konu kaçınılmaz olarak
önemli bir gündem oluşturmuştur. Hem Osmanlının son döneminde hem de Cumhuriyet’in ilk yıllarında “Anadolu’ya açılmak” en önemli arzulardan biri olarak kendini açıkça hissettirir. Refik Halit Karay’ın
Memleket Hikayeleri’ nden Faruk Nafiz Çamlıbel’in Han Duvarları şiirine kadar pek çok eserde bu anlayışı görmek mümkündür. Bütün bu yönelimlere rağmen köyü ve köylüyü içten bir bakışla anlatma
becerisi tam olarak sergilenememiştir. Yani köyü ve köylüyü anlatan yazarlar, köye bir gözlemci olarak
köyün dışından bakmışlardır. Köyün içinde yetişip sonradan şehirlerde eğitim görmüş yazarlar köylülükten kurtuldukları için onların romanları da bu içten bakışı tam olarak gerçekleştirememiştir (Mahmut
Makal, Fakir Baykurt gibi) . Bu noktada Yaşar Kemal,
köyün içerden anlatılması anlamında bir öncü olmayı
başarmıştır.
Yaşar Kemal’in “İnce Memed” ve daha sonra yazdığı “Ortadirek” gibi köyü anlatan kitapları 1960’lı
yılların siyasi ortamı içinde geniş bir yankı bulmuş,
köyden söz eden edebiyatın yükselişe geçmesini sağlamıştır. Yaşar Kemal, Türk köylüsünü anlattığı romanlarında evrenseli yakalamayı başarmış bir sanatçıdır.
Bu yönü onu, uluslararası arenada Nazım Hikmet’ten
sonra tanınan ilk Türk yazar yapmıştır.
33
aşar Kemal’in romanlarının diğer köy romanlarında ayrıştığı en belirgin nokta, ağaköylü, devlet-köylü çatışmasının yanı sıra insan-doğa ilişkisinin üzerinde de durmuş olmasıdır. Onda tabiat dışardan bakılan bir madde değildir, yaşantının bir parçasıdır. Yaşar
Kemal tabiatı sanki iki ayrı insan gibi görür. Tabiata hem köylünün gözüyle bakar hem de
kendi gözüyle:
“Güz yelleri neredeyse esmeye başlayacak. Boz toprağı soğuk, ürpertici bir yel yaladı yalayacak. Kuşlar, boyunlarını kanatlarının arasına çekmiş, kuytuluklarda büzülmüş duruyorlar. Üşümüş kuşlar. Keklik
sesleri gelmez oldu. Kınalı ayaklarının izi yok artık çalı diplerinde.”
“Sıcacıktır Çukur’ un toprağı. Yumuşacık pamuk gibidir. Kim bilir nasıl böyle un gibi yapmışlardır bu
toprağı. Kara, ışıltılıdır. Yürürken ayak bileklerine kadar toprağa gömülürsün. Seher vakti düş gibi buğulanır. Işık günden değil, topraktan çıkar gibidir. Çukur’ un bu hali dağlarda yoktur.”
Özellikle son romanlarında yoğun olarak görülen insan-doğa ilişkisine odaklaşma, onun köy romanının tipik niteliklerinin dışında kalmasına olanak vermiştir. Bu nedenledir ki 1980’den sonra köy romanı
düşüşe geçerken Yaşar Kemal romanlarıyla varlığını korumayı başarmıştır. Gelip geçici akımlar gibi yok
olmamış, kalıcı olmayı başarmıştır. Bu başarı, onun romanlarını sadece köy sorunlarını dile
getirmek için yazmaması, aynı
zamanda kendine has estetik bir
çizgiyi de yakalamış olmasından
kaynaklanmaktadır. Toplumcu
gerçekçilerin içine düştükleri kısır döngüye kapılmamıştır.
Fethi Naci “Yüz Yılın Yüz
Türk Romanı “ isimli eserinde
Yaşar Kemal’in “Ortadirek” romanını değerlendirirken şöyle
demektedir: “ Köyden, köylüden söz açan hiçbir romanımızda, belirli şartlar içinde yaşayan,
belirli bir tarihsel ve sosyal zamanın Türk insanının böylesine zengin, canlı, kıpır kıpır verildiğini hatırlamıyorum. Değişik olaylar ve
kişiler karşısındaki tepkileriyle ve ana-oğul, gelin-kaynana, karı-koca ilişkileri içinde durmadan netleşen,
ayrıntılarla beslenip ete kemiğe bürünerek ortaya çıkan üç insan, bütün sahilikleriyle, ilkel tarımsal üretim
düzeyindeki Türk köylüsünü unutulmayacak bir biçimde somutlaştırmaktadır.
Yaşar Kemal’in büyük başarısı burada bence: Hem roman okurlarını, hem de toplum ve insan gerçekliğimizi araştırmak isteyen toplumbilimcileri doyurabilmesinde...”
Yaşar Kemal’in romanlarındaki köy evlerinde ocaklar hâlâ yanmakta, bacalar hâlâ tütmektedir. Burada yer sofralarında insanlar soğanı ekmeğe katık etmektedir hâlâ. Onun romanlarında güz yelleri eserken
okuyucunun içi titrer aniden. Çıplak ayakları yumuşacık Çukurova toprağına basar serin. Kısacası onun
romanları her daim yaşayan, soluk alıp veren romanlardır.
34
MUREKKEP DENIZI
YAŞAR KEMAL’İN HALKTAN GELEN DİLİ
“Ta çocukluğumdan bu yana, kendimi bildim bileli, okur-yazar değilken bile şiir
söylerdim. Sonra folklor çalışmaları yaptım. Röportajlar yazdım. Hikayeler, romanlar
yazdım. Çalışma tarzım gösteriyor ki, halktan yana, halkla birlikte işini gören bir sanatçıyım. Benim kişiliğimi ve sanatımı halktan ayırmak mümkün değil. Yirmi yedi yaşıma
kadar halk içinde, halkla birlikte çalıştım. …”
Gerçek adı Kemal Sadık Gökçeli olan ve Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen ilk Türk yazarımızdır Yaşar Kemal. Eserlerinde, kendi gözlemlerinden yola çıkarak hazırladığı şiirsel üslubunu oldukça
etkili bir biçimde kullanmayı başarmıştır. Bunun yanı sıra kimi zaman eserlerinde katılıktan ve kalıplaşmışlıktan uzak, kendi hayalleriyle yorumladığı bir dili, kimi zaman da sözlü edebiyatın fikirleriyle yeniden yorumlanmış bir halini kullanmıştır. Halk dilindeki betimlemeleri, yöresel sözcükleri, ağıtları ve benzerlerini çağdaş bir yazar kalemiyle yeniden yorumlayarak dil ve üslup bakımından üst düzeyde eserler
ortaya koymuştur. Pek çok eserinde Anadolu’nun efsane ve masallarından yararlandığı görülmektedir.
Yaşar Kemal, Çukurova bölgesinden ve Toroslardan derlediği birçok ağıtı bir araya getirerek hazırladığı ilk eseri olan “Ağıtlar” isimli kitabıyla ilk tecrübesine rağmen ustalığını bütün okuyucularına göstermiştir. Bunu yapabilmiş olmasındaki en önemli etken ise şüphesiz kullanmış olduğu kusursuz dildir.
Aynı zamanda alanında büyük bir boşluğu dolduran bu eseriyle halk kültürü açısından çok değerli ögeler içeren ağıtları bir araya getirerek kültürümüzün tanınmasını ve tanıtılmasını sağlamıştır. Bu sayede
Anadolu insanının sıcaklığını ve duygusallığını en iyi biçimde bizlere aktarmaya çalışmıştır. Anlaşılır
ifadeleri, eserlerinin kısa sürede pek çok kimseler tarafından sevilmesini sağlayan önemli etkenlerden
biridir.
Döneminin siyasi olaylarıyla yakından ilgilenen Yaşar Kemal, siyasi görüşünün ve sanatının paralel
olduğunu söylemiş, yapıtlarında da halka dönük düşüncelerini kimi zaman politikayla birleştirerek okuyuculara aktarmıştır.
19 Nisan 1971 yılında Yaşar Kemal’in Milliyet gazetesi Genel Yayın Müdürü Abdi İpekçi’nin “Her
Hafta Bir Sohbet” köşesinde yer alan bir konuşmasında
“Ta çocukluğumdan bu yana, kendimi bildim bileli, okur-yazar değilken bile şiir söylerdim. Sonra
folklor çalışmaları yaptım. Röportajlar yazdım. Hikayeler, romanlar yazdım. Çalışma tarzım gösteriyor
ki, halktan yana, halkla birlikte işini gören bir sanatçıyım. Benim kişiliğimi ve sanatımı halktan ayırmak
mümkün değil. Yirmi yedi yaşıma kadar halk içinde, halkla birlikte çalıştım. …” demesinden de uzun
yıllar boyunca halka hitap eden bir üslup kullandığını ve bu sayede anlaşılır eserler ortaya koyduğunu
anlamaktayız. Bunun yanı sıra şiir, röportaj, hikaye ve roman türlerinde eserler sunduğunu
ve folklor ile ilgilenmiş olduğunu da söylediklerinden hareketle anlayabiliyoruz.
Artık, bütün hayatını sanatına ve milletine
adamış olan usta kalemi saygıyla anmak ve
miras bıraktığı birbirinden değerli eserleri okuyup anlamak düşüyor biz gençlere. Okuyup
anlamalı ki bir ömür verilen bu baş yapıtlara
yazık olmasın…
Cenk DUNAT (10/D)
35
YAŞAR KEMAL’İN HAYATI VE ESERLERİ
Asıl adı Kemal Sadık Göğçeli olan Yaşar Kemal 1922 yılında Adana’nın Hemite
köyünde doğmuştur. Beş yaşlarındayken kaza sonucu bir gözünü kaybetmiştir.
İlköğrenimini Kadirli’de tamamlayan yazar, Adana Birinci Ortaokulu’nda son sınıftayken okuldan ayrıldı. Pamuk tarlalarında ırgatlık, kâtiplik ve arzuhalciliğe
kadar her çeşit işte çalıştı. Siyasi düşüncelerinden ötürü bir süre Kozan’da hapishanede yattı. İstanbul’a giderek Cumhuriyet gazetesinde fıkralar, röportajlar ve
denemeler yazdı. Daha sonra serbest yazarlığı seçerek yazın hayatına devam etti.
Yaşar Kemal’in edebiyat dünyasına girişi şiirle olmuştur. İlk şiirleri Görüş dergisinde yayımlanmıştır.
Daha sonra folklor derleme ve araştırmalarına yöneldi. İlk derlemesi Çifte Çapa Maniler adlı çalışmasıdır.
Bu alanda bir de kitap yayımlamıştır: Ağıtlar. Çeşitli dergilerde çıkan koşma biçimindeki şiirlerinde de
hep Kemal Sadık Göğçeli adını kullandı. İstanbul’a yerleştikten sonra öyküye, ardından da romana geçti,
Yaşar Kemal adıyla tanındı.
Yaşar Kemal’in ilk ünlenişi Cumhuriyet gazetesindeki röportajlarıyladır. “Dünyanın En Büyük Çiftliğinde Yedi Gün” başlıklı röportajıyla Gazeteciler Cemiyeti’nin ilk röportaj ödülünü aldı (1955). Aynı yıl
İnce Memed romanı da Varlık Roman Armağanı’nı kazandı.
Ünü yurt dışına taşan ve yapıtları birçok dile çevrilen Türk yazarlarının başında gelmiş, Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilmiştir. Ününü yaygınlaştıran ve dünya dillerinin çoğuna çevrilen ilk romanı
İnce Memed’de eşkıyalık olgusunu işleyen Yaşar Kemal, hemen bütün romanlarında Çukurova’yı konu
edinerek toplumsal çelişkileri ve çatışmaları, bunların insan dünyasına yansıyışlarını anlattı. Feodal ilişkilerin egemen olduğu bir düzeni, bu düzenle birlikte bütün değerlerin yıkılışını, doğa-insan ilişkilerini,
insanı insan yapan tutkuları, korkuları, düşleri şiirsel bir dille anlattı. Toplumsal gerçeklikle insan gerçeği
arasındaki bağlantıyı kurabilmesi başarısını arttırdı. Devingen, değişen, soluk alan bir doğa içinde doğayla var olan insanı vermeyi amaçladı. Doğa tutkusunun yanısıra anlatımındaki destansılık da romanlarının başlıca özelliğidir. Giderek halk dilinden, şiirden, törelerinden ustaca yararlanarak sözlü anlatımdaki
kimi efsaneleri çağdaş gelişime koşut bir anlayışla toplumsal ve insani özü vurgulayarak işledi.
36
MUREKKEP DENIZI
ESERLERİ:
ÖYKÜ: Sarı Sıcak, Bütün Hikayeler, Kalemler, Yolda
Roman: İnce Memed (I,II,III,IV)
Teneke, Ortadirek-Dağın Öte Yüzü
Yer Demir Gök Bakır-Dağın Öte Yüzü
Ölmez Otu-Dağın Öte Yüzü
Ağrı Dağı Efsanesi
Binboğalar Efsanesi
Demirciler Çarşısı Cinayeti –Akçasazın Ağaları
Yusufçuk Yusuf-Akçasazın Ağaları
Yılanı Öldürseler
Al Gözüm Seyreyle Salih
Kuşlar da Gitti (uzun öykü )
Deniz Küstü
Hüyükteki Nar Ağacı
Yağmurcuk Kuşu/ Kimsecik 1
Kale Kapısı/ Kimsecik 2
Kanın Sesi /Kimsecik 3
Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana – Bir Ada Hikayesi 1
Karıncanın Su İçtiği –Bir Ada Hikayesi 2
Tanyeri Horozları- Bir Ada Hikayesi 3
Çıplak Deniz Çıplak Ada- Bir Ada Hikayesi 4
Tek Kanatlı Bir Kuş
ÇOCUK ROMANI:
Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Karınca
DESTANSI ROMAN:
Üç Anadolu Efsanesi
Çakırcalı Efe
ŞİİR:
Bugünlerde Bahar İndi
RÖPORTAJ:
Yanan Ormanlarda 50 Gün
Çukurova Yana Yana
Peribacaları
Nuhun Gemisi
Bir Bulut Kaynıyor
Röportaj Yazarlığında 60 Yıl
Çocuklar İnsandır
Neredesin Arkadaşım
Yağmurla Gelen
DENEME-DERLEME
Ağıtlar
Taş Çatlasa
Baldaki Tuz
Gökyüzü Mavi Kaldı
Ağacın Çürüğü
Yayımlanmamış 10 Ağıt
Sarı Defterdekiler: Folklor Derlemeleri
Ustadır Arı
Zulmün Artsın
Binbir Çiçekli Bahçe
Bu Bir Çağrıdır
Sevmek Sevinmek İyi Şeyler Üstüne
kırmızı deynek
havanın yüzünde bir kırlangıç sürüsü
ve yabanıl ak atlar doludizgin
bu sabah, bu sabah öylesine güzel ki
bu sabah yağmur yağacak
bu sabah gün açacak
bu sabah tekmil tomurcuklar patlayacak
bahar patlayacak
köpükler, bulutlar patlayacak
özlemlerin en güzeli, tozlu bir özlem
topraktan yeni çıkarılmış
üç bin yıllık yunan şarabı
atların kara gözleri
ve ben kederden geberiyorum
tam yalnızlıktan gebermenin de sırası
senin ellerin güzel
bir damla duman ovanın üstünde
bir damla ak bulut, altına batmış,
yeşile batmış
bir damla sıcacık, bir damla ışıltı
sımsacıcık tutuyorum
sımsıcacık tutuyorum bir şeyi
önüme bir adam çıkıyor
amma da kocaman gözleri var
amma da çok ağlamış
amma da çok çiçek açmış
amma da çok yüreği,
amma da çok yüreği sıcak
amma da çok yalnızlıktan geberiyor
amma da çok mavi tutuyor
37
HALKIN İÇİNDEN BİR ROMANCI: YAŞAR KEMAL
“Bizim oralarda Karacaoğlan türküsü bilmeyene kız vermezlerdi. Mimaride, kilimde, edebiyatta, her şeyde halkın kendi yarattığı bir kültür vardı. Kültürler doğal olarak
ölür. Ama ölenin yerine yenisi gelir. Ama yazık ki bizde ölenin yerine yenisi gelmiyor.
Bir yanda körü körüne bir Batı taklitçiliği, öte yanda yalnızlık, içine kapanmışlık. Bugün halk kültürümüzün dalları kesiliyor. Ağaç ölüyor, tohum yere düşmüyor.”
28 Şubat’ta birinci ölüm yıldönümü nedeniyle ülke gündeminde kendisine yer bulan Yaşar Kemal
çeşitli vesilelerle karşıma çıktı ve merakımı daha çok uyandırdı. Yaptığım araştırmalar sonucunda büyük
usta Yaşar Kemal’I ne kadar da az tanımış olduğumu fark ettim. Yaşar Kemal, halkın içinden gelen, yazmış olduğu eserlerdeki kahramanlarını sanki birlikte yaşamışçasına yakından tanıyan, onlarla aynı ortamı paylaşan, aynı mahallenin veya köyün, kasabanın insanı gibi, aynı hayatı paylaşan ve bu paylaşımını
yöresel ağız ile kağıda döken, o coğrafyanın temsilcisi usta bir edebiyatçı. Üstad yaşadığı coğrafyadaki
gelir dengesizliklerini, sınıf farklılıklarını ve bu sınıfların çatışmalarını eserlerinde işlemiştir. Yaşar KEMAL, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında karşılaştığı zorlukları bizzat yaşayarak dünya sıralamasında
yer edinmiş bir edebiyatçıdır.
1954‘te düzenlenip eski adıyla tefrika edilip, 1955’te kitaplaşan İnce Memed adlı eserle edebiyat alanında tanınırlık kazandı. 1960’ ların genel eğilimini yansıtan Ortadirek, Yer Demir Gök Bakır ve Ölmez
Otu gibi Türkiye’ye özgü denebilecek toplumcu gerçekçi edebiyatın bir alt türü olan köy romanlarıyla
üne kavuştu.
1960 ve 1970 ‘lerde edebiyattan öncelikli olarak toplumsal bir fayda sunmasının yanı sıra yazarın kimliği ile ilgili bir beklenti vardır. Politik mücadelenin içinde yer almayan bir yazarın bu dönemde itibar
görmesi pek mümkün değildir. Yaşar Kemal de yazar olarak ününü yalnızca yapıtlarına değil, bir eylem
adamı olarak tanınması ve muhalif kimliğine de borçludur.
38
MUREKKEP DENIZI
Yaşar Kemal’in çok eski bir dostu olan Zülfü Livaneli, “Gözüyle Kartal Avlayan Yazar“ isimli eserinde şunları yazmaktadır:
”Yaşar Kemal bana edebiyatta, müzikte, resimde, hangi dalda
olursa olsun oyun oynamamayı öğretti. Bu ne anlama geliyor?
Her çağın insanı değişik etkilere, deyim yerindeyse modalara
kapılıyor. Özellikle kitabın, sanatın meta haline dönüştüğü bir
dönemde, dünyada akımlar, modalar yaratılıyor. Biri geliyor,
biri gidiyor. Yaşar Kemal ilk gençlik yıllarımdan beri, bana bu
akımlara kapılmamayı, modalara aldırış etmemeyi, köke sadık
kalmanın önemini anlattı, genç yaşımda beni sanat cinlerine karşı koruyacak bir zırh giydirdi. Bu zırh sayesinde müzikte de aynı
şekilde köke gitmeyi, binlerce yıllık gelenekten ayrılmamayı, bu
ulu nehre bir şey katabilirsem bunun ancak bir damla olabileceğini öğrendim.“
Yaşar Kemal’in kendisi de bütün bu moda akımların dışında kalmış, özgün üslubuyla ve dayandığı zengin halk kültürüyle uluslararası bir değer olmayı başarmıştır.
Yaşar Kemal’in dünya edebiyatçısı olmasındaki en önemli unsur
ise tevazu sahibi yani alçakgönüllü ve dürüst insan olmasından kaynaklanan insancıllıkla, ezilen tarafın yanında olması ve bunu büyük
bir cesaretle dile getirmesidir. Amacı bütün güzelliklerin toplumca
paylaşılmasını sağlayacak ortamlar oluşturmaktır.
Yaşar Kemal, kendi öz değerlerimizi seven, onları geniş kitlelere tanıtmaya çalışan çağdaş ve ilerici bir edebiyatçıdır. Onun
romanlarında efsaneler, masallar, yakılan ağıtlar, cenaze törenleri, yenen yemekler gibi folklorik unsurlara geniş yer verilmiştir.Halkın hayalinde ve yaşamında ne varsa onun romanlarında
ete kemiğe bürünmüştür.
Yazımı yazarla yapılan bir söyleşiden yaptığım alıntıyla bitirmek
istiyorum.Halk kültürüne olan bağlılığını ustanın kendisi söylesin
son söz olarak: ‘’Benim içinde büyüdüğüm bir halk vardı. Bizim
oralarda Karacaoğlan türküsü bilmeyene kız vermezlerdi. Mimaride, kilimde, edebiyatta, her şeyde halkın kendi yarattığı bir kültür
vardı. Kültürler doğal olarak ölür. Ama ölenin yerine yenisi gelir.
Ama yazık ki bizde ölenin yerine yenisi gelmiyor. Bir yanda körü
körüne bir Batı taklitçiliği, öte yanda yalnızlık, içine kapanmışlık.
Bugün halk kültürümüzün dalları kesiliyor. Ağaç ölüyor, tohum
yere düşmüyor. Ulus bilinci gerekiyor, tohumlar için. Ama ulus bilinci bizde şimdilik yok. Benim bir ayağım Anadolu’daysa, bir ayağım da dünyada. Kültürler birbirlerini besler. Dünya kültüründen
beslenmek şart ama kendi kaynaklarını da bilmeli. Kendi kaynaklarımızı bilip dünyaya açılmaktan başka çaremiz yok. ‘’
Rabia Yağmur TUNÇAY / 10-A
39
RENKLERİNİ KAYBEDEN
GÖKKUŞAĞI
Bazı gerçekler vardır kabul edilmesi zor olan. Kabul edilmesi zor ama önemli olan bu gerçekle yaşamak…
Bir varmış bir yokmuş. Teke düz hayatların sıradan insanları, her gün yaptıkları rutinlerle yollarda ziyan olurlarken, kendini toplumdan ebediyen soyutlamış bir sanatçı yaşarmış. Gününün bütün
bölümünü ya müziğe verirmiş ya da yazmaya. Ona göre hayatta bir sınır yokmuş. Ona göre hayat
dolu dolu yaşanması gereken sırlara ayak basmış bir depremmiş. Ve ona kalırsa bu insanlar da
robotlaşmış çağın acınası yolcularıymış… Neden diye sorarlarsa o, herkesin yaşadığı aynı hayatı
yaşamak istemiyormuş. Diğer insanlara göre hayat, doğup büyümekten ve yaşlanana kadar bildiği
mesleği yapmaktan ibaretmiş.Yaşlandıktan sonra emeklilik… Oturdukları yerden para kazanma
telaşı başlarmış. Ona göre insan gençliğini çürüttükten sonra neden ilerde sefasını sürermiş ki? Bu
düşünceyle bir hayli gülmeye başlamış. Çünkü kendisi toplumca algılanan farklı bir kişilikmiş ve
dünyaya da biraz fazlaymış sanki. İnsanlar bu gerçeği ne zaman kabul ederler hiçbir fikri yokmuş
genç sanatçının…
Farklı yaşanmayan hayatlar tüm renkleri siyah olan gökkuşağına benzer. Siz hiç gökkuşağı gördünüz mü renkleri aynı olan? Belki de insanlar bu gerçekle yüzleşmeye hazır değillerdir. Hazır
olunmayan gerçekler ise zamanla acı verir. Çünkü kimi insan iş işten geçince zamanının, yaşının ve
kalbinin değerini anlar. Ve değerler ise farklılıktan doğar.
Ezgi AYDIN / 9-B
YAŞAMAK GÜZEL
Ne güzeldir, biz susarken derdimizi söyleyen şarkılar .
Ne güzeldir, kafiyeleriyle ruhumuzu aydınlatan şiirler.
Ne güzeldir, yeryüzünün karanlık perdesini aralayan yıldızlar .
Ne güzeldir , sihirli kanatlarıyla bizi diyar diyar gezdiren rüyalar.
Zaman...Ne gariptir, umulmadık anda yitip giden canları taşır omuzlarında.
En derin yaraları görünmez merhemiyle sarar.
En acınası anları bayram yerinin şenliğine çevirir kimi zaman.
İşte böyledir dünya!
Acıyla keder hep omuz omuza.
Ne güzeldir hayat yaşanmaya değer kader olunca.
Ezgi AYDIN/ 9B
40
MUREKKEP DENIZI
UMUT ÇİÇEKLERİ
“Her sonun yeni bir başlangıcında umut vardır.” derlerdi bazen. Derlerdi demesine ama her sonda
umut olduğu kadar gece bulutları da dans ederdi gökyüzünde. Gece bulutlarının gizlediği karanlığın
arkasında ise hiç fark edemediğimiz yıldızlar parlardı. Bu yıldızlar işte bizim umudumuzdu. Yolumuza ışık tutan kıvılcım güllesiydi onlar.
Bana sorarlarsa her insanın bir yıldızı vardı. Bu yıldızlar insanın umuduna göre kararıp ışıldarlardı. Bazılarının yıldızını ateşe yansıtırlardı. Sonra yıldız olarak kodladığımız umut ise ateşte kül olup
başka kıvılcımlara kucak açardı.
Ateş yıldızı kül etmeye çalışıyordu. Gece bulutları ise seyirci kalmıştı olup bitene. Yıldızın sönüşüne. Ateşin gürleyişine. Yağmurun damlasının toprağa her düştüğünde oluşan toprak kokusuna ses
çıkaramamıştı gece bulutu. Bir yerden de haklıydı aslında. Eğer gece bulutu ses çıkarsaydı olup bitene,
ateş onu da basardı bağrına. Onu da kül ederdi derinliklerinde. Gece bulutu çaresizdi ve korkuyordu
ateşin gazabından.
Ateş acımasızdı. Ateş umursamazdı. Ateş umutları kül eden kör kuyuydu.
Peki ya yağmur? Yağmur sessiz kalacak mıydı yıldızını kül edene? Kalamazdı. Çünkü yağmurun
kendi benliği yıldızlarda misafirdi. Ve bir ateşin yıldızını karatmasına izin veremezdi. Yağmur direndi.
Yağmur ateşe karşı savaş verdi. Yağmur kazandı. Bu sefer yağmur söndürmüştü ateşi. Ateşten geriye
kalan ise sadece dumandı. Her zarar bittiğinde hala hasar oradadır ya o misaldi işte bu dumanda. Peki
duman durur mu hiç? Bu sefer de duman yıldızın çevresini kuşatıyordu. Yıldızın üzerinde dumanlarını bırakmak istiyordu. Tüm tabakasını yıldızın etrafına sardırdı. Ama duman şunu unutuyordu.
Yıldızın kalbi her zaman parlaktı. Ve kalbine inancı tamdı.
Gece bulutlarına baktı ilk önce. Bulut kızardı. Gözlerini kaçırdı yıldızdan. Sonra ise onu var eden yağmuruna baktı uzunca. Karar vermeye çalıştı kendince. Evet, yapabilirdi. Çevresini saran dumanı aşıp
etrafı parlatmasına izin verebilirdi. Duman ona hayretle bakıyor, yıldızın ne yapacağını tam olarak kestiremiyordu. Ama umursamıyordu. Çünkü duman ateşten kalan esrarengiz rekabetçiydi. Sarardı tüm
umutların etrafını acımasızca. Her köşede kötü izler bırakıp umutların fidanlarını kuruturdu.
Yıldız son bir çabayla gözlerini kapattı. Belki de
onunda parıltısını yok edebilirdi duman. Sonra kalbine ulaşmaya çalıştı yıldız. Gözleri kapalı, kalbinin
sesini duymaya çalıştı. O bu sonsuz evrene parıltısını
saçmak için vardı ve başarabilirdi. Kalbi ona bunu söylüyordu ve olması gereken buydu. Çevresindeki dumanı kalbiyle yerle bir eden yıldız, onu var eden yağmura gururla
baktı. Yağmur sevinçten coşarcasına hızla irili ufaklı taneciklerini toprakta yeni fidanlar açsın diye yeryüzüne bıraktı.
Ve yıldız o günden sonra anladı ki kalbimizdeki umut her
şeye bedeldi ve bunu sadece kalbinin en derinliklerine ulaşabilenler anlayabilirdi.
O günden sonra yıldız parlamaya, yağmur ise ahenkli
damlacıklarını yeni açan tomurcuklar için yeryüzüne feda etmeye devam etti.
Ezgi AYDIN / 9-B
41
“EDEBİYATIMIZIN GÜLERYÜZÜ”NDEN
NÜKTELER
HANGİ BÜLBÜL
Âkif, yapmacık hareket ve edalarla şiir okuyanlardan hoşlanmazdı. Bir gün
böyle biri, Tacettin Dergâhında, şairimizin “Bülbül” şiirini suni davranışlarla
ve zevksizce okur. Canı sıkılan Âkif, görüşünü şöyle açıklar: “Bu bülbül bizim Bülbül’e benziyordu ama ne kanadını bıraktı, ne kuyruğunu!”
BAYTAR MI?
Saygısız ve küstah gençlerden biri bir toplantıda Mehmet Âkif’i küçük
düşürmeye çalışıp ”Siz baytar mısınız?” diye sorar. Âkif istifini bozmadan
cevap verir: “Evet, bir yeriniz mi ağrıyor?” karşılığını verir.
VEFA YOK
Mehmet Âkif’in “Köse İmam” şiirini ithaf ettiği Ali Şevki Bey bir gün
şaire İstanbul’daki Vefa yokuşundan bahseder.İç geçiren Safahat şairi sitem dolu bir sesle karşılık verir: “Bırak Ali Şevki Bey, bugünkü nesil o yokuşu çoktan dümdüz etti.”
KARANFİL ŞAİRİ
Bedri Rahmi Eyüboğlu “Hocamız Ahmet Haşim” isimli yazısında Karanfil şairinin bilinmeyen özelliklerini ve hocalık cephesini anlatır. Hâşim,
biraz da bu anekdotlar arasında gizlidir aslında:
“Bilmen gene hangi daldan hangi dala sıçramış, bize berrak cümleleriyle İstanbul’a İtalya’dan tayyare ile çiçek gelmesinde bulduğu gülünç ve
hazin tarafı anlatıyordu:
- Nedim’in, kasidelerin memleketine şiirleri baştan aşağı kadar çiçek
olan, minyatürlerinde çiçekten geçilmeyecek bir memlekete İtalya’dan hem
de tayyare ile çiçek geliyor! Lâleyi tarihe sokan, bir devre çiçek ismi veren
bize, İtalya’dan gül ve karanfil geliyor... Gül ve bilhassa karanfil! Bu iki çiçek şarkın ta kendisidir. Yarabbi, bize nasıl İtalya’dan karanfil gelebilir?
Ben artık dayanamamış, hâlâ tadı damağımda olan “Karanfil” şiirine
atıfta bulunarak:
- Zararı yok hocam! demiştim. Karanfil bize dışardan gelmiş, ne çıkar!
Şairi bizden olduktan sonra!
SOĞAN
Ahmet Mithat bir gün uşağına seslenir: “Boş hokkayı (mürekkep kabı)
al da gel!” Uşak, gidip beş okka soğan alır. Ahmet Mithat, “Evladım, der.
Hadi beşi boştan, okkayı da hokkadan çıkarttın diyelim peki ama soğanı
nereden buldun?” Uşak saf saf cevap verir: “Bakkaldan efendim.”
42
Mehmet Akif ERSOY
Ahmet HAŞİM
Ahmet MİTHAT
MUREKKEP DENIZI
HOŞLANILMAYAN HASTALIK
Romatizmadan çok mustarip olan Şair Fıtnat Hanım
hastaları sömürmekle şöhret bulan Hüsam Efendi adında bir hekime kendini tedavi ettirip bir hayli para harcadığı halde bir türlü şifa bulamaz. Bir gün bu hekim
yine birçok ilaç tavsiye edip yüksek ücret isterken orada
bulunan bir kişi hekime sorar:
- En sevmediğiniz hastalık hangisidir hekim efendi?
- Hiçbir hastalık sevilmez !
- Fakat en hoşlanmadığınız?
- Kalp rahatsızlığı.
- Niçin, sebebi ne?
Hekim tam ilmi ve tıbbi bir açıklamaya hazırlanırken
Fıtnat Hanım onun yerine cevap verir:
- Çabuk götürüp uzun tedaviye meydan vermez de
ondan!
ÖLÜNÜN ÇENESİ
Bayrak şairi Arif Nihat Asya’ya, “Ölülerin çenesini
niçin bağlıyorlar hocam?” diye sorarlar. Cevap verir:
“Burada gördüklerini orada söylemesinler diye!”
SERVER BEDİİ’NİN EVİ
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanının yazarı Peyami Safa, asıl imzasıyla yazdığı yazılara az
para aldığı halde, Server Bedii müstear (takma) adıyla kaleme aldığı romanlara gazeteler çok para
verir. Ünlü romancı, hatırını soranlara şu cevabı verir: “Çok şükür, Server Bedii’nin evinde yiyip
içiyoruz, kendisine dua ediyoruz.”
«Yaşlanarak
değil yaşayarak
tecrübe kazanılır,
zaman insanları
değil armutları
olgunlaştırır.»
Peyami Safa
43
UMUT
Bu günlede popüler sanırım umut vaat eden sözler. Sosyal medyada, insanlar arasında, yeni çıkan
popüler kitaplarda bolca görürüz. Nerde üzgün, kalbi kırılmış ve yorgun bir insan görsek hemen umut
vermeye çalışırız. Umut sonrası başarısızlığın ona ne
getireceğini düşümeden. Boşuna verilecek umut yerine dolu dolu gerçekler vermek daha iyi değil midir?
Kim sevdiği işi yapmak yerine ihtiyacı yokken koşup
yorulmak ister? Tabii koşmak ona ilahi bir davranış
olarak öğretilmemişse. Kendi iradesinden mahrum
bırakmak insanı binevi manipüle etmek değil midir?
Umuda zorlamak. Biz söylediğimiz için yapılması
gerektiğini ona kabullendirmek. Kendi benliğinden
uzaklaştırmak. Peki ya kaybedecekleri? Ona verilen
umudun boşa çıkma ihtimali? Bu örümcek ağındaki
sineğe benzer. Sineğe yardım edip örümceği yemeğinden mi etmeli, yoksa sineği ölüme mi terk etmeli? Bence akışına bırakmalı. Her iki tarafın iradesinin
sonuçlarına bel bağlamak… İşte böyle yapılmalıdır
zannımca. Kaybedene verilen umut belki de sadece
kendi iradesini törpüleyip ona farkettirmeden ve belki de siz bile fark etmeden ipleri ele almaktır. Nedir
insanlardaki bu umudu ilahlaştırma sevdası? Kimseye vaadedilmemeliydi zafer. Hak ettiğini düşünen
gidip almalıydı. Aksi taktirde şahsi iradeye sonradan
manipüle edilen umut bir at gözlüğüne dönüşebilir.
Zaferi önüne almış, sağ ve soldaki kaybedilenleri
görmeyen bir at gözlüğüne. Tabii burada yardıma
ihtiyacı olanı kötümserlikle daha zor bir duruma
sokmak gerektiğini söylemiyorum. Diyorum ki kolaylaşmış yaşamda insanlar kendi derinliklerine inmeye üşeniyorlar. Hal böyle olunca sosyal medya ve
popüler yazarlara bolca boş alan doğuyor. Ve yüzlerini bile göstermeden insanların içine kendi duygularının tohumlarını atabiliyorlar. Oysaki herkes kendi
büyütmeli duygularını ve korkmamalı insan kendinden. Arkadaş edinmeli benliğini. Tek çıkar yol budur
başarıya. Bu olmalıdır!
Abdullatif DEMİRHAN 10/E 506
44
MUREKKEP DENIZI
BOĞAZ’IN SULTANI
Sonbaharda çürüyen yaprakların kokusudur lüfer… Yağmurdan sonraki toprak kokusudur. Sobadaki odunun kokusudur. Kısacası lüferin kokusu sonbaharı haber veren her şeyin kokusudur. Neşter
gibi keskin dişleriyle, avından bir cerrah titizliği ile parçalar koparır. Gözleri başak rengi, derisi gümüş
parlaklığında, karizmatik bir balıktır lüfer.Karizmasından yanına yaklaşılmaz bile. Enginlere sığamayıp
taştığında artık bir kofana olmuştur. Bu döneminde daha da hırçındır ve çelik gibi bir görünüm kazanır.
Aslında bebekliğinden beri deli bir balıktır lüfer.Denizlerin sultanıdır. Adeta İstanbul‘un simgesidir. Bizim sevimli, cana yakın bildiğimiz yunuslar denizlerin en saldırgan balıklarına bile saldırırken deli dolu
lüfer kalabalığını gördüklerinde durum değişiyor. Lüfer sürüsü yunusları bile tehdit edebiliyor.
Lüfer balığı öyle asildir ki yavru balığa asla dokunmaz, onun yerine büyük balıkları bulup ortadan
ikiye ayırır. Aslında lüferi anlatmak pek mümkün değildir. Onu tanımak için yeminizi nakış işlercesine
oltanıza takıp buz gibi Boğaz’ın sularına atmalısız. Unutmadan lüfer her ne kadar her gördüğü ava saldırsa da yem konusunda oldukça seçicidir. Sizin anlayacağınız her oltaya takılmaz öyle. Bizden söylemesi.
Gerçi bugün denizde lüfer aramak samanlıkta iğne aramaya benziyor. Zira biz insanlar doğayı fütursuzca, bilinçsizce tüketmeye devam ediyoruz. Maalesef bilinçsiz avcılık ve çevre kirliliği lüfer balığının da
soyunu tehlikeye atmıştır. Bütün bu olumsuzluklara rağmen cengaver lüfer balığı soyunu devam ettirmek için var oluş mücadelesini devam ettiriyor ve bundan sonra da devam etttireceğini umut ediyorum.
Can Berk GÜRER 9/C 38
45
DÜŞÜNCE
OLGUNLUĞU
rtık herkesin siyasi bir görüşü var. Yedi yaşındaki çocuğun da,yetmiş yaşındaki erginin de. Artık herkes taraf tutuyor, istediğini istediği gibi yargılıyıor. Siyaset milletleri bölüyor, yabancılaştırıyor. ‘’Temiz oyun (fair play)’’a alışık olmayan milletler
bölünüyor. Kendi görüşünden olmayanı kolayca dışlıyor. İnsanların siyasi görüşleri
olmaması gerektiğini de düşünmüyorum. Sadece lise yaşlarındaki bir ergenin aklında yer edinebilecek onca güzel şey varken o yeri siyasi bir görüşe ayırması beni rahatsız ediyor. Bir ergenin elinde bir klasik edebiyat görmek yerine siyasi bir kitap görmek bana acı
veriyor. Ergenlerdeki bu vakitsiz siyeset merakı onları şiddete meylediyor diye düşünüyorum.
O yaşta zaten kontrol edilemeyen duygular zıt görüşlülere karşı daha da kontrol edilemez bir hal
alıyor. Olması ereken dostluk, arkadaşlık düşmanlığa dönüşmemeli oysa.
Ergenlerdeki bu siyasi görüşlerin aslında bir altyapısı da yoktur çoğunlukla. Önce bilimle ve
sanatla bir birikim oluşturmalı, düşünce olgunluğuna ulaşmalıdır genç.Aksi halde birilerinin dikte ettiklerini telaffuz etmekten öteye gidemeyecektir. O yaşlarda böyle ciddi bir işin içine giren birey, bu görüşü büyük ihtimalle içinde bulunduğu çevreye göre edinmiştir. Bilim ve sanat varken
bir bireyin siyasete ihtiyacı olmadığını
öğretmeli nesiller nesillere. Bulunduğu
ülkeyi siyasetin değil de bilim ve sanatın ilerleteceğini görmeli birey! Siyasi
bir görüşe sahip olmayı bir büyüklük,
bir erdem olarak görmemeli ve bununla guru duymamalı! Taraf tutacak olgunluğa geldiğini sadece tüm tarafları
eşit olarak tanıdığında kabul etmeli.
Kendinden olmayanı dışlamamalı. Ve
bu büyük sorumluluğun altına giriyorsa adaletli olma erdemini de yanına
almalı. Ülke bazında siyaset her zaman
arka planda kalmalı. Nietzsche’nin de
dediği gibi ’’Bir ülkede edebiyat ve sanattan fazla siyaset konuşuluyorsa o
ülke üçüncü sınıf bir ülkedir.’’
Abdullatif DEMİRHAN 10/E 506
46
MUREKKEP DENIZI
Okulumuzdan
Haberler
Dilara Göllü 10-A 349
Işıl Köçek 10-A 533
KİTAP
KURTLARI
TÜYAPTA
Beylikdüzü ‘nde kasım ayında
düzenlenen “TÜYAP” kitap fuarına okulumuz da yoğun ilgi
gösterildi. Kitap sergilerini gezerek yeni kitaplar keşfettik. Bu
gezinin okulumuz da her yıl düzenlenmesini istiyoruz.
GELECEĞİMİZİN
SÖNMEYEN YILDIZLARI
Öğretmenlerimizin bu özel gününü okulumuz da yemek vererek kutladık. Neslihan Döşkaya, Alpay Şimşek ve Necip
Aydın öğretmenlerimiz bağlama ve gitar eşliğinde bu günü
şenlendirdiler. Onlar bizim geleceğimizin sönmeyen yıldızlarıdır. Onları ne kadar kızdırsak da kıymetini bilmeliyiz.
OKULUMUZDA DEMOKRASİ
27.11.2015 tarihinde biz öğrencilerin oylamasıyla okul başkanımızı seçtik. Sonuçlara göre 11-C sınıfından “Rasim Gökay
Ulusoy” 279 oyla diğer adayları geride bırakarak okul başkanı seçildi.
47
YAZARLAR OKULLARDA
Edebiyat öğretmenimiz Şafak Karabekmez öncülüğüne “Yazarlar
Okullarda“ projesiyle Necmettin Erbakan Kültür Merkezi’nde “Evliya Çelebi ve Ahit Sandığı“ yazarı Sultan Polat ile söyleyişi yaptık.
Kitap hakkında aklımızda kalan soruların cevaplarını aldık ve kitaplarımızı imzalattık. Arkadaşlarımız Sultan Polat’la özel olarak
röportaj yaptılar. Bütün okul kitabını beğenerek okuduk. İkinci kitabını sabırsızlıkla bekliyoruz.
BEYKOZ DA BİR İLKİ GERÇEKLEŞTİRDİK
Beykoz da bir ilki gerçekleştirerek 2. dönemden itibaren branş derslik uygulamasına geçtik. Bu uygulama ile her öğretmenin kendi sınıfı olduğu için duvarlara işledikleri ders ile ilgili çeşitli materyaller
asarak konuya hâkim olmamızı sağladılar. Okulumuza haber muhabirleri gelerek branş derslik uygulamasının duyulmasını sağladılar ve bazı okul müdürleri katılım gösterdiler.
48
MUREKKEP DENIZI
ABİDE
ŞAHSİYETİ
ZİYARET
Okulumuzun düzenlediği Bağcılarda ki Mehmet Akif
Ersoy müzesine gittik. Müzeyi gezmeden önce Mehmet
Akif Ersoy’un hayatını anlatan bir tiyatro izleyip bilgi
edindik. Müzeyi gezdikten sonra Aziz Erdoğan’ın yazığı “Abide Şahsiyet Mehmet Akif Ersoy” kitabıyla ilgili
söyleşi yaptık ve kitabımızı imzalattık. Bu geziyi düzenleyen ve kitabı bize dağıtıp okumamıza vesile olan Beykoz belediyesine teşekkür ederiz.
49
MEHMET AKİF
ERSOY KÜLTÜR
MERKEZİ VE MÜZESİ
Bağcılar Belediyesi’nin İstiklal Marşı Şairi Mehmed Akif Ersoy anısına inşa ettiği Mehmet Akif Ersoy Kültür Sanat Merkezi ve Müzesi,
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın katılımı ile hizmete açıldı. 2011
Mehmet Akif Ersoy Yılı dolayısıyla, Tacettin Dergahı ve Kültür Merkezi olarak iki bölüm halinde planlanan merkezin inşası kısa sürede
tamamlandı. Geleneksel yapı iki kattan oluşmakta ve bodrum katta
155 m², zemin katta 83 m² toplam 1987 m²dir.
İki bina ile toplam inşaat alanı 2225 m² olmaktadır.Ankara da bulunan Tacettin Dergahı örnek alınarak tasarlanan yapı müze olarak
kullanılacaktır. Kültür merkezi ise bodrum katta sanatçı çalışma salonu, kulis, sahne arkası ve diğer teknik hacimlerden oluşmaktadır.
Zemin katta 221 kişilik çok amaçlı salon, giriş, güvenlik odası, kafeterya, iç avlu ve iç bahçe bulunuyor. 1. Katta reji odası, kütüphane,
VIP çalışma odası, kültür merkezi yönetim ofisi, 2. Katta seminer salonları bulunmaktadır.
Kültür Merkezi güncel malzemeler ve modern tarzıyla günümüz mimarisini yansıtırken, Tacettin Dergahı şeklinde tasarlanan yapı aslına uygun olarak, geleneksel mimarimizi yansıtmaktadır.
50
MUREKKEP DENIZI
“AB”’Yİ ÖĞRENİYORUM
Öğrencilere Avrupa Birliği’ni öğretmek için yapılan proje de coğrafya öğretmenimiz Şennur Kocavira önderliğin de okulumuzu
temsilen Savaş Timur, Gökhan Yasin Sönmez,Ali Furkan Kutluay
ve Ceren Aksoy katılmıştır.Beykoz Konakları Vakfı Ortaokulunda 8
okulun katıldığı bilgi yarışmasında okulumuz 2. olmuştur. Bizden 1
soru fazla bilen Beykoz Anadolu Lisesi ilçemizi ilde temsil edecektir.
Başarılar dileriz.
DONAN ATEŞ
Kibritçi kızınkı gibiydi hayatın
Isınmak için elindekileri teker teker yaktın
Ama bilmiyordun ki
Elindekiler bitecekti
Senin de sonun donarak ölmekti..
Işık Arda YARDIMSEVER / 11-A
51
RÖPORTAJ:
Ezgi YASİNOĞLU
“Judo, hayatımın planlı olmasını sağlıyor. Vaktimi belirli bir zamana bölüyorum.
Bunu belirli bir programa döktüğüm için okulumu olumsuz etkilemiyor, hatta judoya gitmesem derslerime bu kadar odaklanamazdım. Çünkü insanın bazı şeylere kafasını dağıtması gerek
ben de bunu judo ile yapıyorum.”
Bize kısaca kendinizden bahseder misiniz?
Adım Ezgi Yasinoğlu, 1999 tarihinde İstanbul’ da doğdum. Üç çocuklu bir ailenin ortanca
çocuğuyum.11.sınıftayım. 6 yıldır judoyla ilgileniyorum.
Spora İlginiz nasıl başladı?
Yedi yaşında ailemin ısrarı ile spor hayatıma yüzmeyle başladım. Yaklaşık bir yıl yüzmeyle
ilgilendim. On bir yaşımda tekrar spora başlamak İstedim. Babamın bir arkadaşı sayesinde judoya
yöneldim.
Niçin judoyu tercih ettiniz? Başka spor dallarıyla ilgilendiniz mi?
Judoyu tercih etmemde en büyük etken babam. Gittiğim spor salonunda babamın arkadaşı müdürdü. Judoya ilk başlarda ilgi duymadım, fakat antrenörüm ile birlikte başarı elde ettikçe ilgim
arttı. Daha önce de dediğim gibi yaklaşık bir yıl yüzmeyle ilgilendim.
Spor okul hayatınızı nasıl etkiliyor?
Judo, hayatımın planlı olmasını sağlıyor. Vaktimi belirli bir zamana bölüyorum. Bunu belirli bir
programa döktüğüm için okulumu olumsuz etkilemiyor, hatta judoya gitmesem derslerime bu kadar odaklanamazdım. Çünkü insanın bazı şeylere kafasını dağıtması gerek ben de bunu judo ile
yapıyorum.
52
MUREKKEP DENIZI
Aileniz sporla ilgilenmenize nasıl bakıyor? En büyük destekçiniz kim?
Tüm ailem destekçim hepsi yanımdalar, fakat en büyük destekçim babam. 6 yıl boyunca her müsabaka da, kuşak törenimde yanımdaydı.
Yaklaşık 6 yıllık spor hayatınız var Aldığınız en önemli dereceler neler?
Toplam 17 tane madalyam var. Katıldığım müsabakalarda aldığım en önemli derece Türkiye
5.liğim. Aynı zaman da Marmara ve İstanbul da derecelere girdim.
Seneye üniversite sınavına gireceksiniz. Sınava hazırlanırken spor yapmaya devam edecek
misiniz?
Spor her zaman benim hayatıma olacak. Çünkü kafamı dağıtmak için judoyla ihtiyacım var. Üniversiteye hazırlanırken hafta da 6 gün değil de 4 gün yaparım.
Spor akademisi üniversite tercihleri arasında olacak mı?
Şuan için öyle bir planım yok. Psikoloji okumak istiyorum. Belki en son şık judo antrenörlüğü
olabilir.
Judoyla ilgili gelecekte planlarınız neler?
Gelecekte 2020 olimpiyatlarına katılmak istiyorum en büyük hedefim bu.
Okulumuzda yeterince sportif etkinlikler yapılıyor mu?
Okulda eksiklerimiz çok, imkanlarımız sınırlı. Okulun bahçesi çok küçük, spor salonumuz yok
.Bu sınırlı imkanlar dahilinde yine birçok etkinlik yapılıyor. Örneğin dönem sonuna doğru mini futbol, basketbol ve voleybol turnuvaları düzenleniyor.
Judoyla ilgili en büyük hayaliniz nedir?
Yarden Gerbi gibi bir vücuda sahip olmak en
büyük hayalim. Ama onun teknikleri ile değil kendi stilimde onun gibi olmak istiyorum.
Bu sporu yaparken yaşadığınız olayların birinden bahseder misiniz?
Ufak tefek sakatlanmalarım oldu. Ama beni en
çok etkileyen olay Türkiye şampiyonluğuna hiç
durmadan hiçbir antrenmanı kaçırmadan çalıştı-
53
ğım sırada başarılı olmamı sağlayan Selda
Hoca’nın salondan ayrılmasıydı.
Sporla ilgilenmeyi düşünen arkadaşlarımıza önerileriniz neler?
Spora küçük yaştayken başlamalarını
tavsiye ederim ve ne zorluklarla karşılaşırlarsa karşılaşsınlar istikrarlı bir şekilde
devam etmeliler.
Bizimle röportaj yaptığınız ve zaman
ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
54
Dilara Göllü 349 10-A
Mehmet Ali Çetinkaya 370 10-A
MUREKKEP DENIZI
DİVAN ŞİİRİNDE
ÇİÇEKLERİN DİLİ
Osmanlı İmparatorluğunun zengin kültürünün bir yansıması olan divan şiirini vücuda getiren şairlerin en önemli özelliği belki de çevresinde gördüğü ve kullandığı her unsuru şiirine
malzeme yapmış olmasıdır. Seçilen en önemli
malzeme de insanı huzurlu, mutlu ve coşkulu
kılan tabiattır. Divan şirinde tabiat çok geniş
bir yer tutar. Çoğunlukla divan şairi tarafından
hüner göstermek için bir araç olarak kullanılır.
Her şair dış dünyada gördüklerine kendi hayal
dünyasının genişliği ölçüsünde yaklaşarak izlenimlerini gelenekten aldığı ortak söyleyişlerle dile getirmiştir.
Tabiatın çok önemli bir unsuru olan çiçekler divan edebiyatında öncelikle sevgilinin güzellik
unsurlarını betimlemede ve sevgilinin yaşadığı mekânları dile getirmede kullanılmıştır. Sevgilinin
yaşadığı mekânlar sıradan olmayıp cenneti aratmayacak kadar güzel düşünülmüştür; çünkü sevgiliye layık olan da budur.
Divan şiirinde en çok anılan çiçeklerin başında şüphesiz ki çiçeklerin sahı olan gül gelir:
Goncalardan sahn-ı gülşende yine gül şahına
Kırmızı çadır tutuldı sebz atnab üstüne (Tacizade Cafer Çelebi)
“Gül bahçesinde gül padişahı için goncalardan kırmızı çadırlar kuruldu, yeşil ağaç kökleri de bu
çadırın ipleri oldu.”
Gül; güzelliği rengi, tazeliği, güzel kokusu, hassas ve nazlı oluşu bakımından sevgilinin yüzü ve
yanağının mazmunu olarak kullanılmıştır. Gülün açılması ise apayrı bir olaydır. O seher vaktinde
saba yelinin hünerli parmaklarıyla açılır. İşte bu yüzdendir ki aşığı olan bülbül gün ağarıncaya kadar sevgilisi gülün açılması için yalvarır yakarır, en güzel aşk şarkılarını söyler:
Gonca gülsün gül açılsın cuy feryad eylesin
Sen sus ey bülbül biraz gülşende yârim söylesin (Nabi)
“Gonca gülsün, gül açılsın nehir feyad eylesin. Ey bülbül! Sen sus, biraz da bu gül bahçesinde
benim yârim söylesin.”
55
Goncanun ağzına bakarken çemende andelib
Gülşenün ahvalini caiz midür susen dimek
“Bülbül bir işaret için bahçede goncanın ağzına bakarken, çiçek bahçesinin ahvalini susamın demesi caiz midir?”
Ancak bülbülün uykuya daldığı kısacık bir anda gül açılır. Bülbül uyandığında gülün kendisine
değil de başkasına açıldığını görünce aşk acısına daha fazla dayanamaz ve kendisini gülün üzerinde
hançer gibi duran dikenlerin üzerine atar:
Nişter-i naleyle nal etse aceb mi cismini
Düşdigin guş eylemiş bülbül meyan-ı hara gül (Rasim)
“Bülbül, gülün dikenlerin arasına(kucağına)düştüğünü duyduğu için vücudunu feryad neşteriyle ikiye bölse buna şaşılır mı?”
Gülün dikeniyle hançerlenen bülbülün göğsünden toprağa, gülün köklerine, kıpkızıl kanı damlar. İşte güle kırmızı rengini veren de kocaman bir aşkla yanan bülbülün küçücük yüreğidir. Gülün
dikeni aşığın rakibidir. Zira gülün açıldığına ilk o şahit olmuştur. Gül ile diken iyilik ile kötülük,
kolay ile zor, dost ile düşman gibi zıtlıkların sembolü olmuştur:
Gerçi gülzar-ı cihanda gül olur hara yakın
Hak ırağ eylesün andan k’ola ağyara yakın (Necati)
“Gerçi bu cihan gül bahçesinde gül dikene yakın olur, lakin Tanrı o sevgiliyi gayrılara yakın olmaktan korusun.”
Utanan kişinin yüzünün kızarıp gül rengini alması dolayısıyla gül
daima utangaç ve hayâ sahibi olarak ele alınır. Gülün toprağa yakın fidanına damen-i gül denir ve yanında da menekşe, sümbül ve süsen
bulunur. Bunlar sanki gülün eteğine yapışmış ve onun hizmetine
bakan halayıklardır. Gül elden ele dolaşırsa çabuk solar. Bu nedenle her aşığa gülmesi, açılması, istenmeyen bir tutumdur.
Gül aynı zamanda şekil itibariyle kulağa da benzediği için
kulakla yan yana anılır:
Bi-hude sanma çak-i giriban-ı goncayı
Ey gül-izar vasf-ı femün girdi guşuna (Rasim)
“Ey gül yanaklı sevgili! Goncanın yaka yırtmasını boşuna sanma, kulağınasenin dudağının vasfı girdi.”
56
MUREKKEP DENIZI
Gülün yaprağı anılınca defter, divan, tomar, varak yazı ile ilgili eşya akla gelir. Saba rüzgârı, yavaş yavaş bu defterin sayfalarını çevirirken bülbül ondan latifeler öğrenir:
Vasf-ı hüsnün her seher gülşende bülbül bir varak
Okudukça gonca vü güller hicab üstindedür (Necati)
“Bülbül gül bahçesinde her seher senin güzelliğinin vasfında bir sayfa okudukça goncalar ve
güller utanıp saklanmakta veya kızarmaktadır.”
Hep bu fasl içre imiş mes’ele-i ışk u cünun
Guş kıl nüsha-i gülden okusun anı hezar (Nevi)
“Aşk ve delilik meselesi hep bu mevsim(bahar)içindeymiş. Kulak ver! Bülbül onu gül kitabından
okusun.”
Gelince milket-i gülzara padişah-ı bahar
Kasideler okudı vasf-ı gülde bülbül-i zar (Rasim)
“Baharın padişahı gül bahçesi ülkesine gelince ağlayan bülbül, gülün vasfına kasideler okudu.”
Gülden sonra divan şiirinde en çok anılan çiçek
laledir. Lale, divan şirinde sevgilinin yanağı ve aşığın gözyaşlarıdır. Lalenin ortasında bulunan siyahlık ise sevgilinin yanağına kıskanmasından dolayı
bağrında oluşan yaradır. Bu kıskançlığın hikâyesi
de şöyle anlatılır:
Gül, bin bir zahmetle ve özenle yetiştirilen bir
çiçektir. Onun dillere destan güzelliğini, saray
bahçelerinde yetişmesinden kaynaklanan asaletini
bilmeyen kalmamıştır. Öyle ki dağlarda kırlarda
kendiliğinden yetişen gelincik çiçeği (lale-i Numan
veya şakayık-ı numaniye) de bu şöhreti duymuştur.
Etrafındaki diğer kır çiçeklerine aslında kendisinin
gülden daha güzel olduğunu, hele gülle bir yan
yana gelse güzellikte ondan aşağı kalmayacağını
söyler dururmuş. Derken bir gün, saba rüzgârının
marifetiyle gelincik tohumlarından biri gülfidanlarının yetiştiği bir gül bahçesine düşmüş. Gelincik,
baharın gelmesiyle başını topraktan çıkarıp yukarı doğru başını kaldırmış ve işte o an bir gülfidanının dibinde olduğunu anlamış. Gülün güzelliği ve zarafetini görünce onunla boy ölçüştürdüğü
için öylesine utanmış ki kıpkırmızı kesilmiş. Gülün güzelliğini kıskandığı için de kıskançlıktan bağrı
yanıp simsiyah olmuş. O gün bu gündür gelincik utançtan kıpkırmızı kesilmiş rengiyle kırlarda boy
57
gösterir.”Ciğeri kan olmak”, “bağrı yanmak”,”pür-hun olmak” gibi ifadelerle yan yana anılması bu
nedenledir. Lale aynı zamanda ortasındaki siyahlığı nedeniyle de üzerinde ben olan bir yanaktır:
Faş olaldan ol gülün derdiyle dağı lalenün
Bezm-i gülşenden kesilmişdür ayağı lalenün (Rasim)
“O gülün kıskançlık derdiyle yanık yarası açığa çıkan lalenin ayağı gül bahçesi meclisinden kesilmiştir.”
Bahar oldu ne var ey lale-had teşrif-i bağ etsen
Hezar-ı zar ü gül-pür-suz dağ-ı intizarundur (Rasim)
“Ey lale yanaklı sevgili! Bahar geldi, bahçeyi
teşrif etsen ne olur; ağlayan bülbül ile ateş dolu gül
seni beklemekle yanık yarası hâsıl etmişlerdir.”
İran mitolojisine göre yıldırım, yaprağın üstündeki çiğ tanesine düşmüş, çiğ tanesi ve yaprak alev
alarak donmuş, lale de böylece oluşmuştur. Lalenin ortasındaki karalık da yıldırım yanığı imiş:
Anber çıkarup sahil-i derya-yıçemenden
Koydı tabak-ı laleye atar-ı çemenzar (Nevi)
“Çemenzarın atarı yeşillik denizinin sahiline
anber çıkarıp lale tabağına koydu.”
Lale, yabani bir çiçek oluşu, çabuk solması, suya
ihtiyaç duyması yönleriyle şiirlerde sıkça adı geçer.
Şekil yönünden tıpkı bir kadehe benzeyen lale,
şarap kan, la’l, kâse-i mercan, cam, şem, çerağ
vb.olarak da anılır. Lale, rengi ve şekli itibariyle
çok geniş bir kullanıma sahiptir. Savaş meydanı
ile aşığın gözyaşlarını döktüğü yerler birer lalezardır:
Sehab-ı lutfun abın teşne-dillerden diriğ etme
Bu deştin bağrı yanmış lale-i numanıyız cana
“Ey sevgili! Lutuf bulutunun suyunu susamış
gönüllerden esirgeme. Biz bu kırların bağrı yanmış gelincik çiçeğiyiz.”
58
MUREKKEP DENIZI
Divan şiirinde sık sık adı geçen diğer bir çiçek de
sümbüldür. Sümbülün divan şairlerinin dikkatini çeken en belirgin özellikleri şöyledir: güzel kokulu olması, kıvrımlı, dalgalı ve karmaşık görünümü, genellikle
siyaha yakın rengi ve açıldığı dönem itibariyle baharın
habercisi olmasıdır. Sümbülün klasik Türk şiirindeki işlevi; sevgilinin saçı, zülfü, kâkülü vb. için doğal bir benzerlik öğesi olarak değerlendirilmesine dayanır:
Yüzün gülzarına sünbül saçun saç kim nikab olmaz
Çerağ-ı meclis-efruza zalam-ı şeb hicab olmaz (Necati)
“Yüzünün çiçek bahçesine o sünbül saçını saçsan da
peçe gibi kapatır diye korkumuz yok;meclisi aydınlatan
gecenin karanlığı perdeleyemez.”
Muanber sümbülünden almadan bu olmadım rüsva
Bu rüsvalık bana senden degül bad-ı sabadandur (Fuzuli)
“Senin sümbüle benzeyen anber kokulu saçından
koku almadan âleme rezil olmadım; bu rezilliğin sebebi
ise sen değil, saba rüzgârıdır.”
Sümbül ile gül, genellikle yan yana anılan iki çiçektir. Bunun nedeni sümbül saçların, gül yanaklar üzerine
dökülmesidir:
Gül yüzünde sünbül-i anber-feşanı bilmeyen
Oldur ol cennetde ömr-i cavidanı bilmeyen (Necati)
“Senin gül yüzündeki anber kokusu saçan sünbül
saçını bilmeyen, cennette ebedi ömür olduğunu bilmeyendir.”
Gül yüzün lale ruhun sümbül-i terdir zülfün
Na-şukufte dahı gül goncası nazik dehenin (Hisali)
“Ey sevgili! Senin yüzün bir gül, yanağın lale, saçların da taze sümbül çiçeğidir. O nazik dudağın ise henüz
çiçek açmamış bir gül goncasıdır.”
59
Nergis de divan şiirinin vazgeçilmez çiçeklerinden biridir. Şiirde; beyaz ve sarı renkli taç yapraklarının bulunması, çiçek kısmının
yuvarlak olması, suya ihtiyaç duyması, taç
yapraklarının yere yakın ve eğik olması, suya
ihtiyaç duyması, kokusuz olması, ince ve zarif görüntüsü gibi özellikleriyle kullanılmıştır. Divan şiirindeki temel işlevi; sevgilinin
gözü ile benzerlik öğesi olarak değerlendirilmesine dayanır.
Mitolojiye göre Narsis (Narkisos), çok
yakışlı ama aşktan anlamaz bir delikanlıdır.
Onu sevip de aşk derdiyle perişan olan genç
kızlar bu genci tanrılara şikâyet etmişler.
Tanrıların verdiği bir ceza sonucu Narsis bir
gün derede kendi aksini görür ve âşık olur.
Kendini seyrederken kavuşma isteğiyle suya
atlar ve boğulur. Vücudu çürüyüp yerinde
göze benzer bir çiçek biter ve bütün güzellerehayran hayran, baygın bir şekilde bakar. Başka bir efsaneye göre bir ırmak ile bir perinin oğludur.
İnsanlar ile periler buna âşıktır. Hatta Ses adlı peri onun aşkından ölmüş ve bir taşa dönmüş. Şarkta
bir efsaneye göre de Gül ile Nergis arasında bir aşk yaşanmış. Bu iki sevgiliden Nergis göz şeklinde
bir çiçek haline sokulmuş ve kıyamete dek hicran ve intizar çekmeğe mahkûm edilmiştir. Sevgilinin
gözü nergistir. Baygın ve şehla bakar, intizar çeker, mesttir:
Gül hasretinle yollara tutsun kulağını
Nergis gibi kıyamete dek çeksin intizar (Baki)
“Gül, senin hasretinle kulağını yollara tutsun(ses dinlesin)ve nergis gibi gözünü açarak kıyamete
kadar özlemle beklesin.”
Aceb mi tutsa el üstünde nergisi dildar
Ezelden aralarında göz aşinalığı var (Nadiri)
“Sevgili nergis çiçeğini el üstünde tutsa bunda şaşılacak ne var? Zira sevgili ile nergis arasında
ezelden gelen bir göz aşinalığı vardır.”
Aceb nice hareket itdi serv kametüne
Ki nergisün anı gülşende görecek gözi yok (Necati)
“Senin boyuna karşı servi nasıl bir harekette bulundu ki çiçek bahçesinde nergis ona bakamaz.”
60
MUREKKEP DENIZI
Fitne vü aşub-ı çeşmün göreli nergis müdam
Mest-i la-ya’kıl olup her demde hab üstindedür (Necati)
“Senin gözünün fitne ve kargaşalığını göreli beri,nergis durmadan aklını yitirecek kadar sarhoş
olup uyku halindedir.”
Divan şiirinde adı geçen diğer bir çiçek de susen (süsen)dir. Bu çiçek özellikle sivri, uzun ve keskin
görünümlü yeşil çanak yapraklarıyla şiire konu edilmiştir. Bu yönüyle divan şairleri, susenle daha çok
kılıç, tiğ, hançer ve şemşir gibi kesici silahlarla dil gibi unsurlar arasında ilgi kurmuşlardır:
Bu demde eyleyüp efsun şeyh-i bad-ı şimal
Çemende susenün etdi zebanını ta’kid (Rasim)
“Bu mevsimde kuzey rüzgârı şeyhi, büyü yaparak bahçede susamın dilini düğümledi.”
Goncadan vasf-ı dehanun işidüp ey gül-i zar
Hançer-i bürran çeküp susen ıtab üstindedür (Necati)
“Ey gül yanaklı, goncadan senin ağzının vasfını işiten süsen, keskin hançer çekmiş, onu azarlamaktadır.”
Erguvan da divan şiirinde taç yapraklarının kırmızı, özellikle de eflatun ve eflatunun değişik
renklerinde olması yönleriyle şarapla özdeşleştirilmiştir. Ayrıca kadeh, yaş, kan, ateş, dudak, yüz,
yanak, yara, dil gibi unsurları da temsil eder:
Eğer didar ümidi olmayaydı bağ-ı cennetde
Cehennem gibi olaydı gül ile ergavan ateş (Necati)
“Eğer cennet bağında sevgiliyi görmek ümidi olmayaydi, gül ile erguvan ateş kesilip her taraf
cehennem gibi olurdu.”
Divan şiirinde yukarıda adı geçen çiçeklerin dışında daha birçok çiçeğin adına rastlanmaktadır.
Ancak şiirlerde adı en çok geçen çiçekler buraya alındı. Verilen beyit örneklerinde de görüldüğü
üzere bu çiçekler bitkisel özellikleriyle uyumlu olmak kaydıyla daha çok insan uzuvları ile ilişkilendirilmiştir. Divan şiirinde sevgilin bütün güzellik unsurları çiçeklerin en belirgin özellikleriyle
anlatılmıştır. Çiçeklerin şiirde bu denli yer tutması derin bir tabiat sevgisinin ve de ince bir dikkatin
de göstergesi sayılmalıdır.
KAYNAKÇA:
PALA İskender, Divan Şiiri Sözlüğü, Akçağ Yayınları, Ankara, 1989.
ÇAVUŞOĞLU Mehmet, Necati Bey Divanı, Tecüman Yayınları, İstanbul.
BAYRAM Yavuz,Çiçeklerle Diğer Bitkilerin Divan Şiirinde Yansıma Biçimleri ve Anlam Çerçeveleri, OMÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Bitirilmiş
Doktora Tezi, Samsun, 2001.
KARABEKMEZ KUTLU Şafak, Rasim Divanı, MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Bitirilmiş Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 1997.
61
GERÇEKLER VE DOĞRULAR
İnsan ömrü boyunca yaşamdan bir şeyler ister .İnsanoğlunun bu istekleri bitip tükenmez hiç.
İstekleri yerine gelse de tatmin olmaz yine de. Mutluluğun özü belki de bu tatmin olma isteğinin
peşinde koşmaktadır, kim bilir?
Peki insanoğlunun elde ettikleri Dünyaya her zaman için güzellikler mi getirmiştir?
Her gün yüzlerce insan savaşlarda ölüyor .
Bilinçsizce doğa katlediliyor, bazı canlıların soyu yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.
Teknoloji adına dünya felakete sürükleniyor, insanoğlu yakın zamanda nefes almakta zorlanacak.
Peki bütün bu yaşananlar hangi kazanımların bedeli?
Bu yaşananlar doğru mu? Elbette hayır. Peki gerçek mi? Maalesef evet!
İnsanlık ölümsüzlüğü bulsa, açlık ve sefalet yok olsa , bilim ve sanat tüm evreni kuşatsa, savaşlar
unutulsa, cinayetler yaşanmasa.. Bunlar doğru dilekler mi? Evet. Peki bu doğrular gerçek mi? Hayır.
İnsan olarak tek görevimiz tüm doğruları gerçek yapabilmek .
Yoksa doğru olmayan gerçeklerde yok oluruz ve buna da yaşam deriz.
SANAT
Sanat; ne olduğu tam olarak bilinemeyen ve asla
bilinemeyecek olan, aslında herkesin sezip kimsenin ne olduğunu tam anlatamadığıdır...
En geniş şekliyle sanat varlığın hayal gücünün
kuvvetidir .Kimileri için estetik zevkten öteye geçmese de bugün insanlığın dayandığı kaynaktır.
Ateşi bulması gerekmişti insanın , hayal edemeseydi eğer edemezdi soyu da devam.
Sanatçıydı o çünkü kimsenin göremediğini görmüştü. Gördüklerini ruhundaki renklerle yoğurarak yeni bir gerçek yaratmıştı. Başkaları için basit
veya önemsiz varlıklar onda yeni çağrışımların kapılarını aralamıştı.
Diğerleri ona bakakalmışlardı , eserini hangi
dünyadan getirdiğini merak etmişlerdi. Aslında
kendilerinin de baktıkları ama göremedikleri bir
dünyaydı sanatçınınki.
Bütün insanlar her gün ağaç görürler fakat sadece bir Claude Monet var.
Bütün insanlar hamama gider fakat sadece bir Arşimet var.
Bütün insanlar ağacın altında oturur fakat sadece bir Isaac Newton var
Sanat hayatın ta kendisidir aslında. Sanat sadece resim, müzik değildir; hayattaki gizlenmiş formül ve şifreleri görebilmek ve gösterebilmektir .
Daha bulunamamış nice şifreler vardır doğada bu sayede devam ediyor yeni sanatçılar hayata.
62
Ahmet Altan HATİPOĞLU 9-C 98
MUREKKEP DENIZI
ZAMANIN ÖTESİ
Akşam kendiliğinden oluşuyor BENSİZ
Akşamsız kalırım kendi halimde
Takvimim, duvara asılmış SUÇLU
Zamanı yitirmişim takvimde
Geçen zaman hızından KEDERLİ
Zaman sevincini kedere bırakmış
Zaman benden şikayetçi
Onu umursamadığımdan
Boşluklarla doldurulduğumdan
Bense neye tutunacağım bilmiyorum
Amaçsız ve yorgunum
Neye tutunsam bak elimde kalıyor
Tutunacak dalım yok oluyor
Gönlüm aşksız
Susuzluğun ortasında
Nedense güneşe açım
Yaşanması mümkünken
Yaşayamadığım mutluluklarsa
Benden hesap sorup duruyor
Ah ne yapsam
Hayallerimi bir bir feda mı etsem
Düşlerimin üstüne kocaman bir çizgi mi çeksem
Yanılmalarımdan kurtulmak için
Bundan sonra hiç mi karar vermesem
Arzularımın peşinde koşmaktan vaz mı geçsem
Acısam mı halime
Acı veren fısıltıları
Gözyaşımla mı temizlesem
Hayır,hayır!
Hayır ,ben aşkla varım ,aşk benle var olur
Karanlık dünyam hayallerimle renklenir
Yanılmalarım,tecrübelerimi kazandırır
Ben onlarla varım
Onlar benle varlar
Beni ben yaparlar.
Işık Arda YARDIMSEVER / 11-A
63
ŞAİR ZELİMHAN YAKUP’UN ARDINDAN
2016 yılı 9 Ocak günü Borçalı kökenli, günümüzün ünlü, sevilen Azerbaycan Şairi Zelimhan Yakup ömrünün altmış altıncı senesinde Hakkın dergâhına yürüdü. 21 Ocak 1950 günü Gürcistan’ın
Bolnis ilçesi Kepenekçi köyünde, aydın bir ailede dünyaya gelmişti. Neslinde değerli şairler, etken
toplumcular vardı. Büyük dedesi Alhas Ağa Hacallı bölgenin sevilen şairi olmuştu. Emin Ağa
Hacallı 1918’de Kars İslâm Şurası’nın ilk cumhurreisi olmuştu. Zelimhan Yakup, 1968’de Bakü’ye
yerleşti. Azerbaycan Devlet Üniversitesi’nden mezun oldu, Kitapseverler Kurumunda, devlet yayınevlerinde çeşitli görevlerde bulundu.
1995-2000 yıllarında iki dönem Azerbaycan Milli Meclisine milletvekili seçildi. 2005’te “Azerbaycan
Halk Şairi” (devlet sanatçısı) onursal unvanına lâyık görüldü.
2008’de Azerbaycan Âşıklar Birliği Başkanı oldu. Azerbaycan’ın yüksek ödülü olan “Şöhret” devlet nişanını, Gürcistan’ın “Liyakat” devlet nişanını aldı. Ayrıca Uluslararası Nazım Hikmet Şiir Ödülü’nü, “Türk
Dünyasına Hizmet” uluslararası ödülünü da kazanmıştır.
Onun hakkında Azerbaycan’ın bayraktar şairi Bahtiyar Vahabzade şöyle yazmıştı: “Zelimhan hem klasik edebiyatımızı hem de folklorumuzu bilir desem, çok az olur. Her ikisiyle nefes alır, yaşar. Zelimhan’ın
şiiri, halk yaratıcılığının, sazın tellerinden süzülüp durulan âşık şiirine dayandığı için onun dili noksanlardan hâli, akıcı ve şeffaftır.”
Prof. Dr. Yavuz Akpınar’ın değerlendirmesi de şöyledir: “Türkiye’deki manevî havadan, millî kültürden en çok duygulanan, iç dünyasında heyecanlar geçiren ve kendi halkının büyük ölçüde son yetmiş yılda
kaybetmiş olduğu bazı değerlerden derin ıstırap duyan şairlerin başında Zelimhan Yakup gelir.”
Saz şiirinin akıcılığıyla çağdaş şiirin anlam dolgunluğunu bir arada birleştirerek ve ayrıca şiirde hitabet
motifini güçlendirerek, günümüz Azerbaycan edebiyatında yeni bir çığır oluşturmuştu. Ona halkça sevimlilik kazandıran daha çok Türklüğü, Azerbaycan’ın özgürlüğünü, ata yurdu Borçalı’yı, Karabağ, Gökçe
derdini, sazı (bağlamayı), üstat ozanları konu edinen coşkulu şiirleri, manzumeleridir. Şiirlerinin çoğuna
şarkılar bestelenmiş, âşık tarzlı şiirleri ozanların dilinden düşmez.
Türkiye Türkçesinde üç kitabı yayınlanmıştır: “Şiirler” (ön söz ve hazırlayan Nizamettin Onk); “Seni Sevmek İçin Geldim Dünyaya” (ön söz İrfan Ülkü); “Dünya Türk’ün
Dünyası” (Türkiye Türkçesine aktaran Azad Ağaoğlu).
Şairin Anadolu izlenimleri sonucu ortaya çıkmış “Türkiye Defteri” dizisi vardır. Bu
dizide: Kars’ın Düzünde, Gece Geçtim Erzurum’un İçinden, Kocatepe Camisi’nde, Selâm
İstanbul’um, İstanbul Kızı, İstanbul’da Kuşlar Kondu Omzuma, Kişi (Resulzade’nin mezarı başında), Çamlıca, Ziyaretin Kabul Olsun İnsan Oğlu, Mimar Sinan, Mevlâna Türbesinde, Kimdir (Sabri Şimşekoğlu’yu dinlerken), Yunus Emre’ye, Türk Ocağı’nda Görüş,
Kan Damlatsan Can Biter, Sarp Kapısı vb. şiirlerde Türklük ve Turan sevdası ağır basar.
Ayrıca, Türkiye konusunda diğer şiirleri, manzumeleri de vardır: Yunus Emre Destanı,
Dünyanın Yahşi Şiiri (Ulu Ozanımız Yunus Emre’ye), AtaTürk Köşkü’nde Geçen Günlerim, Altay’a Kavuşan Anadolu’yum, Dövüşen Türk, Uyanan Türk, Kalkan Türk, İlk
Andımız Son Andımız Turan’dır vb.
Hastanede ameliyat öncesi yazdığı/söylediği; Bizim AHISKA Açın Yüreğimi, Hekimler, Açın” şiirinin dizeleri ne kadar etkili ve duygu yüklüdür:
Sargını, melhemi bir kenara koy,
Derdimin dermanı Turan’dır, kardeş!
Turan benim için yerden çıkan od,
Gökten nazil olan Kuran’dır, kardeş!
………………
64
MUREKKEP DENIZI
SAVAŞAN TÜRK, UYANAN TÜRK, KALKAN TÜRK
Ayaz nedir, şahta nedir, bürkü ne,
Ne korkutar hak yolunda Türkü, ne?
Pire düşsün düşmanların kürküne,
Deniz gibi dalgalan, Türk, çalkalan, Türk!
Dövüşen Türk, uyanan Türk, kalkan Türk!
Silkeledin göğün yedi katını,
Kucakladın doğu ile batını.
Dur, eyerle erenlerin atını,
Deniz gibi dalgalan, Türk, çalkalan, Türk!
Dövüşen Türk, uyanan Türk, kalkan Türk!
Sabaha bak, asır seni gözleyir,
Kale seni, kesr seni gözleyir.
Mahkûm seni, esir seni gözleyir,
Deniz gibi dalgalan, Türk, çalkalan, Türk!
Dövüşen Türk, uyanan Türk, kalkan Türk!
Kılınmasa başımızın çaresı,
Silinir mi yüzümüzün karası.
Altay ile Anadolu arası
Deniz gibi dalgalan, Türk, çalkalan, Türk!
Dövüşen Türk, uyanan Türk, kalkan Türk!
Dövüşdedir aklın, huşun yolları,
Dövüşdedir uçan kuşun yolları,
Dövüşdedir kurtuluşun yolları
Deniz gibi dalgalan, Türk, çalkalan, Türk!
Dövüşen Türk, uyanan Türk, kalkan Türk!
Eritmisen eriyen tek kar suda
Roma’yı da, Bizans’ı da, Farsı’ da.
Kale gibi yeniden kur Kars’ı da,
Deniz gibi dalgalan, Türk, çalkalan, Türk!
Dövüşen Türk, uyanan Türk, kalkan Türk!
“Gılgamış”dan, “Alpamış” dan “Manas”dan
Geri kalmaz destan olsun bu destan.
Kurtar bizi bu hasretten, bu yastan
Deniz gibi dalgalan, Türk, çalkalan, Türk!
Dövüşen Türk, uyanan Türk, kalkan Türk!
Nereden nere gittiğini bilen yol,
Ufuklara kavuşunca gülen yol,
Atilla’dan Atatürk’e gelen yol,
Kalkan olsun başın üste, kalkan, Türk!
Çanakkale, Malazgirt’in devamı
Türk değil ki, öz kanından korkan Türk!
Temiz sütten mayalansın, doğulsun,
Mete gibi, Oğuz gibi bir han, Türk!
Hatıranda sıralansın, anılsın,
Ertuğrul Bey, Osman Gazi, Orhan, Türk!
Yine Tanrı dağlarını kucakla,
Dağlar olsun sengerin, Türk, arkan, Türk!
Dövüşen Türk, uyanan Türk, kalkan Türk!!!
65

Benzer belgeler