SBArD 2010, 15

Transkript

SBArD 2010, 15
Yıl: VIII
Sayı: 15
Sayfa: 1 – 182 SBArD Mart 2010
ISSN 1304 – 2424
Yılmaz KARADENİZ; İran Kaynaklarına Göre Türkistan ve İran Coğrafyasında
İran-Turan Hâkimiyet Mücadeleleri
1 – 14
Sadettin BAŞTÜRK; Yemen’de Osmanlı İnkırâzının Sebepleri
15 – 21
Necmettin ÖZERKMEN-Haydar GÖLBAŞI; Toplumsal Bir Olgu Olarak Şiddet
23 – 37
Hasan YAVUZER-Ahmet CİHAN Yerel Yönetimlerden Beklentiler
(Avanos ve Gülşehir Örneği)
39 – 55
M. Ruhat YAŞAR; Konut Politikaları ve Yoksulluk
57 – 93
Fahri TÜRK; Kırgızistan’da Değişim Sürecinde Ortaya Çıkan Siyasal Hareketler
1989-2008
95 – 115
Seyit Ahmet ATAK; Ludwig Wittgenstein’nın Felsefe ve Filozof Kavramlarına
Bakışı
117 – 124
Mutluhan TAŞ; 13. Yüzyılda Anadolu’da Etkin Olan Tasavvuf Hareketlerinin
1980 Sonrası Çağdaş Türk Resmine Yansımaları
125 –144
Harun Hilmi POLAT; Temel Tasarım Eğitimi Dersinde Web Destekli Renk
Öğretiminin Öğrenci Başarısına Etkisi
145 –167
Uğur ATAN-Ali Atıf POLAT; Açık Hava Reklam Araçlarından Reklam
Panolarının (Bıllboards) Konya İl Merkezindeki Genel Durum İncelemesi
169 – 182
SBArD 2010, 15
AKADER
Akademik Araştırma
ve
Dayanışma Derneği
SOSYAL BİLİMLER
ARAŞTIRMA DERGİSİ
(SBArD)
DİYARBAKIR 2010
SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMA
DERGİSİ
Yıl: VIII Sayı: 15 Sayfa: 1 – 182 SBArD Mart 2010 ISSN 1304 - 2424
Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, Edebiyat, Hukuk, Psikoloji,
Sanat, Sosyoloji, Tarih ve diğer sosyal bilim dallarındaki bilimsel
çalışmaların yılda iki kez -Mart ve Eylül- aylarında yayımlandığı
hakemli bir dergidir.
Yayıncı
Akademik Araştırma ve Dayanışma Derneği (AKADER)
Turgut Özal Bulvarı Onur Apt. No: 56/5 Bağlar-Diyarbakır / Türkiye
Internet: www.akader.org --- www.akader.info
Sahibi
AKADER adına Seyit Ahmet ATAK
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Prof. Dr. Ahmet CİHAN
Baş Editör
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Salih ERKEK
Editörler Kurulu
Doç. Dr. Ahmet TAŞĞIN (Din Bilimleri)
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Salih ERPOLAT (Tarih)
Yrd. Doç. Dr. Kenan YAKUBOĞLU (Felsefe)
Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Fazlı ERGÜL (Eğitim Bilimleri)
Yrd. Doç. Dr. Mehmet HAZAR (Türk Dili ve Edebiyatı)
Arş. Gör. Ömer ERGÜN (Hukuk)
Yayın Kurulu
Doç. Dr. Ahmet KELEŞ
Yrd. Doç. Dr. Mustafa SARIBIYIK
Yrd. Doç. Dr. Bülent SÖNMEZ
Öğr. Gör. Seyit Ahmet ATAK
SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMA DERGİSİ
Yıl: VIII Sayı: 15 Sayfa: 1 – 182 SBArD Mart 2010 ISSN 1304 - 2424
İletişim Adresleri
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Salih ERKEK
Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi
21280 Diyarbakır / Türkiye
Tel: 0505 637 55 63
[email protected]
Arş. Gör. Ömer Ergün
Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi
21280 Diyarbakır / Türkiye
Tel: 0505 631 77 70
[email protected]
www.akader.org --- www.akder.info
Atıf Önerisi Örneği
SBArD 2005 Sy. 6, sh. 15
SBArD 2005, sh. 15
SBArD 2010, 15
SBArD HAKEM KURULU
Prof. Dr. Mehmet AKGÜN, Pamukkale Üniversitesi
Prof. Dr. Şahin AKINCI, Selçuk Üniversitesi
Prof. Dr. Mehmet AYAN, Selçuk Üniversitesi
Prof. Dr. Gül AKYILMAZ, Selçuk Üniversitesi
Prof. Dr. Zeki ASLANTÜRK, Marmara Üniversitesi
Prof. Dr. Mustafa AVCI, Selçuk Üniversitesi
Prof. Dr. Hasan BAHAR, Selçuk Üniversitesi
Prof. Dr. Salim CÖHCE, İnönü Üniversitesi
Prof. Dr. Fazıl Hüsnü ERDEM, Dicle Üniversitesi
Prof. Dr. İhsan ERDOĞAN, Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Gürer GÜLSEVİN, Ege Üniversitesi
Prof. Dr. Ahmet KALA, İstanbul Üniversitesi
Prof. Dr. Bekir KARLIĞA, Marmara Üniversitesi
Prof. Dr. Hasan KAVRUK, İnönü Üniversitesi
Prof. Dr. Huriye KUBİLAY, Dokuz Eylül Üniversitesi
Prof. Dr. Taketsugu OKAVA, Yamagata Üniversitesi
Prof. Dr. Hayrettin ÖKÇESİZ, Akdeniz Üniversitesi
Prof. Dr. Saadettin ÖZÇELİK, Dicle Üniversitesi
Prof. Dr. Vecihi ÖZKAYA, Dicle Üniversitesi
Prof. Dr. Meral ÖZTOPRAK-SAĞIR, Akdeniz Üniversitesi
Prof. Dr. Ekrem SARIKÇIOĞLU, Süleyman Demirel Üniversitesi
Prof. Dr. Aziz Can TUNCAY, Fırat Üniversitesi
Prof. Dr. İ. Hakkı ÜNAL, Ankara Üniversitesi
Prof. Dr. Samim ÜNAN, İstanbul Üniversitesi
Prof. Dr. Bayram ÜREKLİ, Selçuk Üniversitesi
Prof. Dr. Ramazan YILDIRIM, Selçuk Üniversitesi
Prof.
Ahmet ATAN, Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Adnan TEPECİK, Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. İlyas DOĞAN, Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. Hakan HAKERİ, Selçuk Üniversitesi
Prof. Dr. Remzi KILIÇ, Niğde Üniversitesi
Prof. Dr. Ahmet CİHAN, Nevşehir Üniversitesi
Prof. Dr. Ahmet KANKAL, Dicle Üniversitesi
Prof. Dr. M. Alaaddin YALÇINKAYA, Karadeniz Teknik Üniversitesi
Prof. Dr. Salim KOCA, Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. E. Semih YALÇIN, Gazi Üniversitesi
Prof. Dr. İlhan ERDEM, Ankara Üniversitesi
Prof. Dr. Halil KALABALIK, Sakarya Üniversitesi
Prof. Dr. Ali GÜLER, Abant İzzet Baysal Üniversitesi
Prof. Dr. E. Aydın KOLUKISA, Niğde Üniversitesi
Prof. Dr. İbrahim COŞKUN, Dicle Üniversitesi
Prof. Dr. Muhittin TUŞ, Selçuk Üniversitesi
Doç. Dr. Ejder OKUMUŞ, Dokuz Eylül Üniversitesi
Doç. Dr. Aziz TAŞDELEN, Akdeniz Üniversitesi
Doç. Dr. Ali YILDIRIM, Fırat Üniversitesi
Doç. Dr. Zafer ZEYTIN, Akdeniz Üniversitesi
Doç. Dr. Sabri EYİGÜN, Dicle Üniversitesi
Doç. Dr. Hüseyin ELMAS, Selçuk Üniversitesi
Doç. Dr. Üzeyir OK, Cumhuriyet Üniversitesi
Doç. Dr. Mehmet BEŞİRLİ, Çankırı Karatekin Üniversitesi
Doç. Dr. Sebahattin ÇEVİKBAŞ, Atatürk Üniversitesi
Doç. Dr. Behçet ORAL, Dicle Üniversitesi
Doç. Dr. Ramazan ÇALIK, Selçuk Üniversitesi
Doç. Dr. Muhammet TASA, Selçuk üniversitesi
Doç. Dr. M. Edip ÇAĞMAR, Dicle Üniversitesi
Doç. Dr. İbrahim SOLAK, Selçuk Üniversitesi
SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMA DERGİSİ
YAYIN İLKELERİ
1) SBArD’a yayımlanmak için gönderilecek eserler Word 6 veya daha sonraki sürümlerde
yazılmış olmalıdır.
2) Yazılarda Standard (normal) şablon kullanılmalı ve özel biçimlendirme yapmaktan kaçınılmalıdır.
3) Eser metni Times New Roman yazı tipi (12 punto) ve tek satır aralığı ile yazılmalıdır. Her
paragrafta paragraf boşluğu bırakılmalıdır.
a. Başlıkların aşağıdaki biçimde olmasına dikkat edilmesi gerekir.
I. Başlık 1
1. Başlık 2
a. Başlık 3
i. Başlık 4
b. Çalışmanın sonuna Kaynakça eklenmelidir.
4) Dipnotlar Times New Roman yazı tipi (10 punto) ile yazılmalı ve sayfa sonuna eklenmelidir. Dipnot metinleri nokta ile bitirilmelidir. Referans gösterilen eserler/kaynaklar, sayfa
altında gösterilmesinin yanında metin dâhilinde ve usulüne uygun olarak parantez içerisinde de gösterilebilir, ancak açıklamalar mutlaka dipnotta yer almalıdır.
5) Tablo ve Resimler, çalışmada bulunmak istenen yere, B5 kâğıt formatına uygun olarak
yerleştirilmiş olmalıdır.
6) Eserlerin Türkçe ve İngilizce / Almanca / Fransızca / İtalyanca dillerinden birinde yazılmış özetleri ve anahtar kelimeler ana başlığı takiben metne eklenmelidir.
7) Eserler, A4 kâğıda üç nüsha çıktısıyla birlikte 3½ Disket’e ya da CD’ye kayıtlı olarak
SBArD iletişim adresine gönderilmelidir.
8) SBArD’a gönderilen çalışmalar Yayın Kurulunun değerlendirmesi ve ilgili Hakemin
olumlu görüşü üzerine yayımlanır.
9) SBArD’a gönderilen eserler sahiplerine iade edilmez.
10) Eserlerin yayım hakkı SBArD’ a aittir. SBArD’da yayımlanan eserler yazılı izin alınmadan kısmen ya da tamamen herhangi bir şekilde çoğaltılıp yayımlanamaz; bilimsel çalışmalarda atıf kurallarına uyularak kaynak gösterilebilir.
SBArD’ da yayımlanan yazılardan dolayı sorumluluk makalenin sahibine aittir. Yayımlanan eserlerde ileri sürülen görüşler, eser sahibine ait olup, SBArD’ı bağlamaz.
SBArD 2010, 15
© SBArD
İÇİNDEKİLER / INDEX
SAYFALAR / PAGES
Yılmaz KARADENİZ
İRAN KAYNAKLARINA GÖRE TÜRKİSTAN VE İRAN COĞRAFYASINDA
İRAN-TURAN HÂKİMİYET MÜCADELELERİ
ACCORDING TO IRAN RESOURCES IRAN-TURAN RULE
CHALLENGES IN TURKESTAN AND IRAN GEOGRAPHY
1 – 14
Sadettin BAŞTÜRK
YEMEN’DE OSMANLI İNKIRÂZININ SEBEPLERİ
CAUSES OF OTTOMAN DECLINE IN YEMEN
15 – 21
Necmettin ÖZERKMEN-Haydar GÖLBAŞI
TOPLUMSAL BİR OLGU OLARAK ŞİDDET
VIOLENCE AS A SOCIAL PHEUOMENON
23 – 37
Hasan YAVUZER-Ahmet CİHAN
YEREL YÖNETİMLERDEN BEKLENTİLER
(AVANOS VE GÜLŞEHİR ÖRNEĞİ)
REQUIREMENTS FROM LOCAL GOVERNMENTS
(AN EXAMPLE FROM AVANOS AND GÜLŞEHİR)
39 – 55
M. Ruhat YAŞAR
KONUT POLİTİKALARI VE YOKSULLUK
HOUSING POLICIES AND POVERTY
57 – 93
Fahri TÜRK
KIRGIZİSTAN’DA DEĞİŞİM SÜRECİNDE ORTAYA ÇIKAN
SİYASAL HAREKETLER 1989-2008
THE POLITICAL MOVEMENTS OF KYRGYZSTAN IN
THE PERIOD OF TRANSFORMATION PROCESS (1989-2008)
95 – 115
Seyit Ahmet ATAK
LUDWİG WİTTGENSTEİN’NIN FELSEFE VE FİLOZOF
KAVRAMLARINA BAKIŞI
LUDWIG WITTGENSTEIN’S VIEW ON THE CONCEPTS OF
“PHILOSOPHER” AND “PHILOLOSOPHY"
117 – 124
İÇİNDEKİLER / INDEX
SAYFALAR / PAGES
Mutluhan TAŞ
13.YÜZYILDA ANADOLU’DA ETKİN OLAN TASAVVUF
HAREKETLERİNİN 1980 SONRASI ÇAĞDAŞ TÜRK
RESMİNE YANSIMALARI
THE REFLECTIONS OF THE SUFI MOVEMENTS WHICH
WERE EFFECTIVE IN 13th CENTURY TO THE
CONTEMPORARY TURKISH ART AFTER 1980
125 – 144
Harun Hilmi POLAT
TEMEL TASARIM EĞİTİMİ DERSİNDE WEB DESTEKLİ
RENK ÖĞRETİMİNİN ÖĞRENCİ BAŞARISINA ETKİSİ
AFFECTS OF WEB-SUPPORTED COLOR TEACHING TO THE
STUDENTS SUCCESS IN THE COURSE OF BASIC DESIGN
145 – 167
Uğur ATAN-Ali Atıf POLAT
AÇIK HAVA REKLAM ARAÇLARINDAN REKLAM PANOLARININ
(BILLBOARDS) KONYA İL MERKEZİNDEKİ
GENEL DURUM İNCELEMESİ
A STATUS REPORT OF BILLBOARDS AS OUTDOOR
ADVERTISING MEDIA IN KONYA CITY CENTER
169 – 182
İRAN KAYNAKLARINA GÖRE TÜRKİSTAN VE İRAN
COĞRAFYASINDA İRAN-TURAN HÂKİMİYET MÜCADELELERİ
Yılmaz KARADENİZ
Özet / Abstract
İran’ın milli destan, dinî kitap ve tarihi kaynaklarında anlatılan İran-Turan mücadeleleri, İslâm
öncesi tarihimiz açısından önemli kaynakları oluşturmaktadır. Kaynaklarda Turan olarak tabir edilen Türk
yurdu ve Turanî olarak isimlendirilen Türk kavmi, Çin’in kuzeyinden Hazar Denizi’ne kadar olan
Türkistan coğrafyasında İran ile hâkimiyet mücadelesine girişmiştir. Ceyhun-Seyhun sınır hattı üzerinde
meydana gelen savaşlarda iki taraf birine sağlayamamıştır. Sasani döneminde atlı göçebe tabir edilen
Türklerin İran’ın tarım havzalarına kadar indikleri ve yerleştikleri kaydedilmiştir. İran tarihçileri Hun
Türklerinden itibaren başlayan akınların Kaçar dönemindeki Türkmen akınlarına kadar süregeldiğini
söylemişlerdir.
İran-Turan mücadelelerinde Türklerin gösterdiği cesaret ve savaş kabiliyeti, Cengiz Han
dönemindeki Moğol savaşçılığıyla karşılaştırılmış ve Turanîlerin Moğol veya İranlı oldukları iddia
edilmiştir. Bu çabaların sebepleri arasında Türklerin devlet teşkilatçılığına ve disiplinli savaşçılığına
sahiplenme duygusundan kaynaklanmıştır. İran’daki Kaçar Hanedanlığı büyüklerinden bazılarının dahi
Moğol savaşçılığı ile övünerek kendi menşelerini bunlara dayandırmaya çalıştıkları olmuştur.
Türkistan’daki Türk hükümdarlarına izafeten efsanevi Afrasyab idaresindeki Türk ordularının başarıları
bu şekilde sahiplenmek istenmiştir. Maveraünnehr bölgesinde, Ceyhun-Seyhun hattı üzerinde yapılan
savaşlar, İran milli kaynaklarına olağanüstü bir şekilde geçmiştir. Şahnamede anlatılan mücadeleler,
Keyhüsrev döneminin sonuna kadar devam etmiştir. Binlerce yıl öncesindeki mücadelelerde sınır
değişiklikleri olmuştur.
Anahtar Kelimeler: Türkistan, İran, Turan, Türk, Şahname, Seyhun, Ceyhun, Afrasyab, Rüstem
ACCORDING TO IRAN RESOURCES IRAN-TURAN RULE CHALLENGES IN TURKESTAN AND
IRAN GEOGRAPHY
Iran-Turan Rule Challenges that are described in Iran's national epic, religious books historical
sources have been constituted. important resources for our pre-Islamic history. Turkish homeland where
adopted as Turan and Turkish tribe that has been named Turani. An introduction to the fight was
dominated with Iran in the Turkestan geography where was located between the north of China andThe
Caspian Sea. Two sides against each other could not outflank Occurring wars on the border line CeyhunSeyhun. Turks who nomadic horsemen in Sasanian period were settled until Iran's agricultural basins.
Iranian historians have said that attacks have been started since Turkey began Hun and have
continued during Kaçar Turkmen raids. Turks courage and fighting capability for Iran-Turan struggle
have been compared with Mongol warriors of Cengiz Han period and Claim that they are Mongols or
Persians. The reason of this efforts has caused sense of ownership Turkish state organization performance
and disciplined fighting ability. Some of the Kaçar of leaders have worked to exult Mongol warriors and
try to base Mongol And they have wanted to ownership Turk troops of victorys that was carried by turk
sultans in Turkestan. Wars has been realized. On Ceyhun-Seyhun line at Maveraünnehr zone. Wars were
recorded. Extraordinary in Iranian national resources. Struggles that described on Şahname have
continued until Keyhüsrev Period. boundary changes have caused because of the struggle Thousands of
years ago.
Key Words: Turkestan, Iran, Turan, Turk, Şahname, Seyhun, Ceyhun, Afrasyab, Rustem

Yrd. Doç. Dr., Muş Alparslan Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sosyal Bilgiler Eğitimi ABD.
[email protected]
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 1 – 14
Giriş
“…Erlerin azgın aslanlar gibi coşmalarını ve orta yerde de Kave’nin bayrağının
yıldızını görünce, Guderz ile Tûs’a şöyle seslendi: İran’dan filler ve davullarla çıkıp
gelen siz! Öç almak için ordunuzla Turan ülkesine gelip, ele geçirmek isteyen de
sizsiniz! O halde ne diye av hayvanları gibi, yorgun ve bitkin bir şekilde bu dağa kaçıp
sığınıyorsunuz? Bu yaptığınızdan utanmıyor musunuz? Bu dağda, kayaların üzerinde ne
yiyip içiyorsunuz? Nasıl yatıp kalkıyorsunuz” (Şahname)
Firdevsi’nin Şahname’sinde İran-Turan Savaşları münasebetiyle İranlı komutan
Human’ın ağzından söylenen yukarıdaki sözler, Türk ordularının İran ordusunu
Hemaven Dağı’nda sıkıştırdıkları bir anda İran ordusunun tekrar toparlanması için sarf
edilmiştir. Ceyhun ve Seyhun Nehirlerinin belirlediği sınır hattı boyunca hâkimiyet
mücadelesi yapan iki devlet, birbirilerine üstünlük sağlamaya çalışmıştır. Türklerin ve
Aryanilerin teması M. Ö. 2. bin ortalarından itibaren başlamıştır.1 İki kavim arasında
Sasani Dönemi (224-651)’inde gittikçe artan savaşlar, Zerdüşt kitaplarına ve milli
destanlara konu olmuştur. Zerdüştlüğün dini kitabı Avesta,2 İranlılık ruhunu
yükseltmeye çalışan Şahname,3 İranlı komutanlara atfedilen Rüstem ve Siyavuş
menkıbelerinde İran-Turan savaşlarından bahsedilmiştir. Bu kaynaklarda anlatılan ve
coğrafi terim olarak geçen Turan, Tükler’in yaşadığı Türkistan, kavim adı olarak geçen
Tur ise Türklerin efsanevi hükümdarı Afrasyab’ın ceddi olduğu araştırmalar neticesinde
ortaya çıkmıştır.4
İran kaynaklarında Turan olarak tabir edilen Türk yurdunun Ceyhun ve Seyhun
sınır olmak üzere Çin’e kadar genişlediği bildirilmiştir. Şahname’de Seyhun’un kuzeyi
ve doğusu ile Harezm bölgesinde oturanlara Afrasyab kavmi adı verilmiştir.5
Fidevsi’nin Turanlıları İranlı gösterme temayülü, VI. asırdan sonra değişerek Turan
kavminin Türk olduğu ortaya konulmuştur.6 Bu kaynaklarda açıkça sınırları
çizilemeyen Türklerin Anayurdu, bugün sarih bir şekilde ortaya konulmuştur.
1
2
3
4
5
6
2
İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, İstanbul 1995, s. 47.
Avesta, M. Ö. VI. asırda Zerdüştlüğün kitabı olarak 12.000 sığır derisi üzerine yazılmıştır.
Makedonyalı İskender’in doğu seferi sırasında yakıldığı ve M. S. V. asırda tekrar kaleme alındığı
rivayet edilmiştir. Kitabın birçok yerinde İran-Turan Savaşları’ndan bahsedilmiştir. Bkz. R. N. Frye,
The Heritage of Persia, London 1966, s. 62.
Şahname, Hekim Ebul Kasım Mansur bin Hasan Firdevsi (öl. 1020) tarafından yazılmıştır. Firdevsi,
İran Tarihi ve hükümdarlarının hayatı konusunda çalışmıştır. Gazneli Sultan Mahmud Dönemi (9971030)’nin en önemli şairi olmuştur. Şahname’yi yazarken Kur’an, Tevrat ve Avesta’yı incelemiştir.
Eserini 981’de yazmaya başlamış, 1004’te tamamlamıştır. 1005’te Sultan Mahmud’a takdim etmiştir.
1014’te yeni şiirler eklemiştir. Şahname, kendi ifadesiyle 60.000 beyitten oluşmuştur. Bkz. Firdevsi,
Şahname (terc. Necati Lugal), İstanbul 2009, s. 15-43; Muhammed Debir Siyaki, Zindeganname-i
Firdevsi ve Sergûzeşt-i Şahname, Tehran 1370.
Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul 1999, s. 20.
Muhammed Hasan Han, Tarih-i Eşkaniyan (tash. Nimetullah Ahmedi), Tehran 1371, s. 817; Alfred
von Goldtschimith, Tarih-i İran ve Memalik-i Hemcivar-ı an ez Zaman-ı İskender ta İnkıraz-ı
Eşkaniyan (terc. Keykavus Cihandari), Tehran 1356.
Jean-Paul Roux, Orta Asya Tarih ve Uygarlık (çev. Lale Arslan), İstanbul 2001, s. 44.
Yılmaz KARADENİZ
Anayurdun Balkaş, Aral ve Isık-göl civarında olduğunu söyleyen Osman Turan, destanî
Oğuz Han’a ve Afrasyab’a atfedilen menkıbelerin hep bu bölgede meydana geldiğini
söylemiştir. Yenikent’in Oğuz Han, diğer şehirlerin ise Afrasyab tarafından
kurulduğunu kaydetmiştir.7 İbrahim Kafesoğlu ise Anayurdu Ural-Altay Dağları arası
ve Hazar Denizi’nin kuzeydoğu bozkırları olarak göstermiştir.8 Bahaeddin Ögel konuya
daha değişik açıdan yaklaşarak Hunların M. Ö. 130’dan itibaren Moğolistan’daki ağırlık
merkezini Orhon ve Ötüken bölgesine kaydırdıklarını, M. S. 92’den sonra ise
Orhon’daki başkenti bırakarak Tanrı Dağlarının kuzeyine ve Batı Türkistan’a
gittiklerini kaydetmiştir.9 Çin kaynaklarında Türklerin M. Ö. V-III. yüzyıllar arasında
Çin’in kuzey ve kuzeybatısında atlı kavim olarak yaşadıkları kaydedilmiştir.10
Çalışmamızın amacı Türklerin İslâm öncesi yaşadıkları anayurt ve menşe
meselesini tekrarlamak değildir. Şahname başta olmak üzere İran kaynaklarında sıkça
geçen İran-Turan sınır mücadeleleri ve mücadelelerin meydana geldiği coğrafi
mekânları ortaya koymaktır.
Türkistan ve İran Coğrafyasında İran-Turan Hâkimiyet Mücadeleleri
İran’ın Sasani dönemindeki dini kitabı Avesta ve milli destanı Şahname ve diğer
kaynakların büyük bir kısmı Türklerin İslâm öncesi dönemleriyle ilgili bilgi verirken,
yaşadıkları yerleri Ceyhun (Amuderya) ve Seyhun (Sirderya) arasındaki topraklar
olarak vermektedirler. Bazıları ise bugünkü Türkmenistan ve İran’ın kuzeydoğu
bölgelerine işaret etmekte ve iki nehir arasındaki topraklarda Türk ve Moğolların siyasi
ve askeri teşkilatlar kurduklarını haber vermektedirler. Batılı şarkiyatçılar ise
Horasan’ın kuzeyini Türkistan olarak vermekte ve yazılanları tekrarlamaktadır.11
İslâm coğrafya kaynaklarında, atlaslarda ve haritalarda Türklerin yaşadıkları
yerlerin adı Turanî olarak geçmiştir. Adrianus Relandius, XVII. asır haritalarında
Seyhun Nehri’nin kuzeydoğusunu Türkistan olarak kaydetmiştir.12 Diğer taraftan bazı
coğrafi
kitaplarda
Maveraünnehr
dışındaki
topraklar
Türkistan
olarak
13
isimlendirilmiştir. Said Endülüsi (öl. h. 462) ise Harezm, Buhara, Semerkant, Fergana
ve Çaç topraklarını İran’dan saymış, burada oturanların Farsça konuştuklarını
söylemiştir.14 Çin’in Han Sülalesi yıllıklarında milattan önce Fergana’dan Parth’a kadar
olan bölgede İran dilinin konuşulduğu, Türklerin daha sonra bu bölgeye geldikleri
7
8
9
10
11
12
13
14
O. Turan, a. g. e, s. 19.
İ. Kafesoğlu, a. g. e, s. 47.
Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, İstanbul 1988, s. 37.
William Samolin, “Proto Türkler ve Çin,” Türk Kültürü El Kitabı II, İstanbul 1972, s. 23.
Hüseyin Şehidi Mazenderani, Merzha-yı İran ve Turan be Beniyad-ı Şahname-i Firdevsi, Tehran
1376, s. 19
Atlas-ı Nakşeha-yı Tarihi-i İran, Müessese-i Coğrafyai ve Kartoğrafi-i Suhab, Nakşe-i Şumare: 50,
Tehran 1355.
Şehabeddin Ebu Abdullah Yakut bin Abdullah Hamevi Rumi Bağdadi, Mucemü’l- Buldan V, Beyrut
1979; Mençehr Setude, Hududu’l-Âlem Minel Maşrik İlel Mağrib, Tehran 1362.
Kadı Ebul Kasım Said bin Ahmed bin Said Endülüsi, Tabakatü’l- Ümem (terc. Celaleddin Tehrani),
Tehran 1310, s. 159 .
3
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 1 – 14
kaydedilmiştir. Türklerin Maveraünnehr’de olmadıkları, Moğol, Türk ve İranlı
Aryanilerin birlikte yaşadıkları iddia edilmiştir.15
Şahname ve Avesta’da Turanîlerin tarım ile meşgul olmadıkları, toprak imarına
girişmedikleri ve göçebe yaşadıkları bildirilmiştir. İranlıların ise medeniyet kurdukları,
ziraat ve imar faaliyetleriyle dünyaya yeni şeyler kazandırdıkları ve yaratana dua
ettikleri belirtilmiştir. Şahname’de, İran-Turan savaşları anlatılırken yerleşik ziraatçılar
ile göçebeler arasındaki savaşlar olarak anlatılmıştır. Turanîler talan eden ve mamur
yerlere saldıranlar olarak vasıflandırılmıştır. İslâm sonrası dönemde de Türkmenlerin
aynı şekilde davrandıkları, Türklerin kendilerini kudretli Turanî hanedanlara
bağladıkları ve İranlıların bunlardan asker olarak istifade ederek istihdam ettikleri
vurgulanmıştır. Hafız’ın da Feridun’u Türk olarak bildiği kaydedilmiştir.16 Avesta’da
Turanîler hakkında bilgi verilirken Aryanilerin ırk ve kültür olarak Turanîlerle bir
bağlantılarının olmadığı, Aryanilerden başka göçebe olmadığı söylenmiştir. Ancak
Sasanilerin son dönemi ve İslâmi dönemde Turanî ismi göçebelikle eş anlamda
kullanılmıştır.17
Feridun’un ırkından gösterilen göçebeler ile Aryanilerin benzer özellikler
taşıdıkları, Turanîlerin hepsinin Türk oldukları dile getirilmiştir. Kaşgarlı Mahmud’un
Divan-ı Lügatü’t-Türk isimli eserinde Afrasyab’ın Saka hükümdarı Alp Er Tunga
olduğu bildirilmiştir. O’na göre Afrasyab’ın toprakları Hazar Denizi’nden Çin’e kadar
uzanmıştır.18 Ancak Mesudi, Afrasyab’ın Türk olmadığı yönünde bilgi vermiştir.19
Turanîlerin yaşadıkları coğrafya hakkında verilen bilgiler net olmamıştır. Zira bu
dönemde göçebe olarak yaşayan bazı Turanîlerin meskûn yerlerde toplandıkları ve tahta
kapu ismiyle kanunlar yaptıkları anlatılmıştır. Bir kısmı da Harezm’in doğusu ve kuzey
taraflarından Mazenderan’a gelip yerleşmiştir. Buradan daha batıya gidenler ise Aryani
ve yerli kavimlerin içerisinde erimişlerdir. Göçebe hayatına devam edenler ise kuraklık
gibi tabi afetlerden ve baskılardan dolayı yurtlarını bırakıp başka yerlere göç etmiş, yeni
yurtlarında düşmanın tehlikesinden kurtulmuşlardır. Şahnamede, Turanîlerin bir
kısmının İran’a gelerek yerleştikleri ve mahalli hükümetler ile savaştıkları anlatılmıştır.
Keykavus dönemindeki mücadelelerin çok çetin geçtiği, bazı bölgelerin Türklerin eline
geçtiği ve sınırların değiştiği kaydedilmiştir.20 Keyhüsrev döneminde İran-Turan
sınırlarının tamamıyla birbirinden ayrıldığı ve İranlıların tek parça oldukları
söylenmiştir.21
Makedonyalı İskender, Doğu seferi sırasında İran-Turan ilişkileriyle ilgili bir
kısım eserleri yakmış veya beraberinde götürerek tercüme ettirmiştir.22 Ancak İranlılar
15
16
17
18
19
20
21
22
4
Bedrüzzaman Karib, Ferheng-i Soğdi, Tehran 1374, s. mukaddime; H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 20.
H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 21.
H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 22.
Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügatü’t-Türk I (çev. Besim Atalay), Ankara 1985, s. 343.
Mesudi, Turanîlerden bahsederken Selçuklu, Karahanlı ve Karahıtayları Turanî yani Türk olarak
saydıktan sonra eserinin bir yerinde; “…Turanîlerden diğer bir kısmı yani Selçuklu Türkmenleri
Horasan’a varid oldular” demiştir. Bkz. Ebul Hasan Ali bin Hüseyin Mesudi, Mürucu’z-Zeheb ve
Madenü’l-Cevahir II (terc. Ebul Kasım Payende), Tehran 1356, s. 221.
H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 23.
H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 24.
Ebu Said Abdulhah bin Duhak bin Mahmud Gerdizi, Zeynü’l-Ahbar (tash. Abdulhay Habibi), Tehran
1363, s. 58; Muhammed bin Ceriri Taberi, Tarih-i Taberi II (terc. Ebul Kasım Payende), Tehran
Yılmaz KARADENİZ
eserleri Hehamenşi döneminde tekrar yazarak Sasani dönemine kadar ulaşmasını
sağlamışlardır. Hatta İran-Turan ile ilgili Hehamenşi döneminden önceki bilgiler
Avesta’da verilmiştir. Yazılan eserlerde İranlıların ders almaları öğütlenmiştir.23 Sasani
döneminde Türk, Moğol, Guz ve Tatar akınlarının sona erdiği sırada Hutay-ı Namek
(Hudayname, Hutayname) isimli hikâyelerin yazıldığı, İran tarih ve medeniyetinin
işlendiği kaydedilmiştir.24 Bunlar Sasani ve İslâm döneminden sonra Fars (Pars) diline
çevrilmişlerdir. Firdevsi, bu Hudaynamelerden istifade etmiştir.25 Ancak Firdevsi’nin
döneminden 250 yıl öncesine ait şifahi destan ve haberlerin ne derece sağlıkları
oldukları tartışılmıştır.26
Firdevsi, Şahnamenin başından Feridun dönemine kadar olan kısımda İranlıların
kültür ve medeniyetini övücü sözler yazmıştır. Daha sonra Babillilerin Duhak Marduş
(Ejdehak) ile İran coğrafyasına gelişlerini,27 Feridun’un yeryüzünü üç oğlu arasında
paylaştırmasını anlatmıştır. Feridun, ülkeyi Rum ve batı, Türkistan ve Çin olmak üzere
üçe ayırmıştır. Rum ve batı bölgesi Selm’e, Türklerle meskûn olan Türkistan ve Çin
Tur’a, İran ise İrec’e verilmiştir.28 Doğuda Turan-ı Zemin olarak geçen yerlerin Çin’e
komşu olduğu ve bin yıl önce Türklerin burada yaşadıkları belirtilmiştir.29 Firdevsi’nin
Rum dediği ülke Bizans olup İran’ın batısında gösterilmiştir. Çin’e komşu Turan
veyahut Türkistan olarak söylediği topraklarda Türklerin meskûn olduğunu
23
24
25
26
27
28
29
1354, s. 493; Abdurrahman bin Haldun, Mukaddime-i ibni Haldun II (terc. Muhammed Pervin
Günabadi), Tehran 1352, s. 1002; Muhammed İshak bin Nedim, el-Fihrist-i İbn-i Nedim (terc. M.
Rıza Teceddid), Tehran 1343, s. 434. Makedonyalı İskender, doğu seferine çıktıktan sonra Pers
sınırlarına dayanmış ve yapılan savaşta galip gelmiştir. Bundan sonra Türkistan’a yönelmiş, Ceyhun
Nehri civarında Türk ordusuyla karşılaşmış ve yapılan savaşta güneye çekilmek zorunda kalmıştır. M.
Ö. 329’da Hokend ve Semerkand başta olmak üzere Ceyhun’un kuzeyini fethetmiştir. Kaşgarlı
Mahmud, bu sefer hakkında bilgi verirken Zülkarneyn olarak isimlendirdiği İskender’in Semerkand’ı
geçtikten sonra Seyhun kıyısında Türklerle savaştığını kaydetmiştir. Bkz. Kaşgarlı Mahmud, a. g. e I,
s. 393; J. Marguart, Cûstarhayi der Coğrafya-yı Esatiri ve Tarihi-i İran-ı Şark (terc. Davud
Münşizade), Tehran 1368.
Emir Mehdi Bedii, Yunaniyan ve Berberiha I (terc. Ahmed Aram), Tehran 1364, s. 52; Strabon, beş
yaşından yirmi yaşına kadar olan halkın bir araya getirildiği ve özel tutulan öğretmenler tarafından
öğütler verildiğini kaydetmiştir. Bkz. Theodor Noldke, Hamase-i Milli-i İran (terc. Buzurg Alevi),
Tehran 1327, s. 2.
İran tarihinde ilk Şahname, Pehlevice yazılan ve Abdullah bin Mukaffa tarafından Arapça’ya çevrilen
eserdir. İslâm’ın ilk dönemlerinde kaleme alınmış, daha sonra kaybolmuştur. İran’ın efsanevi
kahramanlarının hayat hikâyeleri gelecek nesillere aktarılmıştır. İran Tarihini bu şekilde ilk defa
yazıya geçiren Sasani hükümdarı Anuşirvan (531-579) olmuştur. Son Sasani hükümdarı III.
Yezdigerd (632-651) aynı şekilde İran Tarihini yazdırtmıştır. Bkz. Abdulhüseyin Zerinkob,
Guzeşteha-yı Edebiyat-ı İran, Tehran 1375, s. 97; Sadık Rızazade Şefak, Tarih-i Edebiyat-ı İran,
Tehran 1352, s. 180.
İran’ın milli ve dini rivayetlerini konu alan Hudaynameler kaynağını Avesta’dan almışlardır. Firdevsi,
Şahname’yi yazarken bunlardan istifade etmiştir. Bkz. Firdevsi, Şahname (terc. Necati Lugal),
İstanbul 2009, s. 23; Mirza Muhammed Han Kazvini, Mukaddime-i Kadim-i Şahname, Hezare-i
Firdevsi, Tehran 1362.
Hamza bin Hasan İsfahani, Tarih-i Peyamberan (Tarih-i Sinni-i Mülûku’l-Arz ve’l-Enbiya (terc. Cafer
Şiar), Tehran 1367, s. 7; H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 27.
Firdevsi, Şahname, s. 88 vd.
Alp Er Tunga’da geçen efsanevi Türk hükümdarı Afrasyab, Tur’un torunudur. Bkz. Osman Turan,
Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul 1980, s. 71-72.
Ebul Kasım Firdevsi, Şahname I (tash. Celal Halki), Tehran 1368, s. 107.
5
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 1 – 14
kaydetmiştir. Türk isminin yerine Tur, Türkler yerine ise Turan tabirlerini kullanmıştır.
Bazen bu iki isim birbirinin yerine kullanılmıştır.30
İran-Turan mücadelelerinde geçen coğrafi isimlerde zamanla değişiklikler
olmuştur. Bir saldırı veyahut tabii bir afet sonucu harap olmuş bir şehir, tamirinden
sonra yeni isimle anılmıştır. Bazen de bir şehir orayı fethedenlerin ismiyle anılmıştır.
Mesela İran’ın Araplar tarafından fethinden sonra bazı yer isimleri Arapça olarak
değiştirilmiştir. Diğer taraftan yeni isimler içtimaî ve siyasî su-i istifadeye sebep
olabilmiştir. Birûni bu hususta; İsimler bazen saldırganların yani orayı fethedenlerin
isimleriyle değişebiliyor demiştir.31 Türk ve Moğolların İran’a gelmelerinden sonra eski
İran isimlerinden değişmeler olmuştur.32
İranlı araştırmacılardan bir kısmı Türk isminin Kubad ve oğlu Hüsrev Anuşirvan
döneminden itibaren kullanıldığını rivayet etmişlerdir. Sasanilerden önce zemin-i Turan
olarak bilinen topraklara Türkistan denilmiştir. III. Yezdigert, bu bölgenin halkını
Turanî olarak bilmiştir. Şahnamede bununla ilgili olarak verilen bilgide, III.
Yezdigert’in Turanîlere yenildiği söylenmiştir. Türk ve Turanî ile ilgili bilgiler sadece
Farsça kaynaklarda olmamış, Pehlevice yazılan kaynaklarda da yer almıştır. Ancak
Sasani dönemindeki kaynaklarda zikredilen Türk ve Turan kelimelerinin Pehlevi
dilindekilerden kopya edilip edilmediğini tespit etmek mümkün olmamıştır.33
İranlı araştırmacılara göre Seyhun ile Ceyhun arasındaki kuzeydoğu ve Gürgenç
(Harezm) Gölü arasındaki bölgede İran-Turan mücadeleleri olmuştur.34 Daha sonra
bölgede beliren göçebe başka kavimlerin Türk, Gazan, Moğol ve Tatarları yerlerinden
attıkları görülmüştür. Yerlerinden oynatılan Türkler de önlerindeki kavimleri
sürükleyince aynı kavim ile anılmaya başlanmışlardır. Tarihçiler konu ile ilgili eserleri
tahlil etmeden istinsah edince Türk ve Turan hakkında görüşlerde yanılgıya düşüp farklı
kavimler olarak vermişlerdir.35 İran Samanoğulları Devleti’nin Karahanlı ve Gazneliler
30
31
32
33
34
35
6
H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 30.
Ebu Reyhan Birûni, Tahkik-i Mallahend I (terc. Menuçehr Saduki Seha), Tehran 1362, s. 246.
E. R. Birûni, a. g. e, s. 246; H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 39.
H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 43.
Ceyhun, Farsça kaynaklarda iki manada kullanılmıştır. Birincisinde Amuderya ve eski ismiyle Vehş
olarak geçmiştir. Yunanlılar ise Oksos tabirini kullanmıştır. Sasaniler Vihreved Nehri ismini vermiş,
kaynağını ise Pamir Dağlarında göstermişlerdir. Bkz. İhsan Yarşater, Danişname-i İran ve İslâm I,
Tehran 1354, s. 187; Ceyhun Nehri, Belh, Tirmiz ve Harezm isimleriyle de anılmıştır. Bkz. Ebul
Hasan Ali bin Hüseyin Mesudi, Mürucu’z-Zeheb ve Ma’denü’l-Cevahir II (terc. Ebul Kasım
Payende), Tehran 1356, s. 222; Ebul Reyhan Biruni, Tahdid-i Niyahatü’l-Amakin Tashih-i Mesafatü’lMesakin (terc. Ahmed Aram), Tehran 1352, s. 21; Ahmed bin Davud Dinuri, Ahbarü’t-teval (terc.
Sadık Neşat), Tehran 1346, s. 15. Ceyhun’un ikinci manasını veren Gerdizi, Ravendi, Reşidüddin ve
Bekran bu büyük nehrin Amuderya olduğunu söylemişlerdir. Bkz. Gerdizi, Zeynü’l-Ahbar (Tarih-i
Gerdizi) (tash. Abdulhay Habibi), Tehran 1363; Muhammed bin Ali bin Süleyman Ravendi, Rahatü’sSudûr ve Ayetü’s-südur der Tarih-i Al-i Selçuk (tash. Muhammed İkbal), Tehran 1368, s. 25;
Reşidüddin Fazlullah, Camiü’t-tevarih der Tarih-i Moğol II (tash. Behmen Kerimi), Tehran 1362, s.
686; Muhammed bin Necib Bekran, Cihanname (tash. Muhammed Emin Riyahi), Tehran 1342, s. 45.
Hafız Ebru, Ceyhun Nehri için “kalpler çok kanlı ve gözler Ceyhun” tabirini kullanmıştır. Bkz. Hafız
Ebru, Zübdetü’t-Tevarih II (tash. Kemal Hacı Seyyid Cevadi), Tehran 1372, s. 904.
İranlı araştırmacılar Türk ve Tatar ıstılahlarını yeni bir ıstılah olarak kullanmışlardır. “Turanî-i
Cedid” veya “Turanî-i Altayi” olarak adlandırılanlar Şahname ve Avesta’da zikredilmişlerdir. Bu
ıstılahların sonradan eklendikleri görülmektedir. Rusların siyasi hedefler ve sömürgecilik için
Yılmaz KARADENİZ
tarafından ortadan kaldırılmasından sonra Türk ve Turanîlerin aynı ırkın mensubu
oldukları kaydedilmiştir. Moğol saldırısından sonra bazı komutanların tarih yazanlara
altın vererek kendilerini savaşçı Moğollara dayandırmaya çalıştıkları görülmüştür.36
İran milli destanlarında Türklerin Moğollar ile karıştırıldıkları da olmuştur.
Birbirine yakın coğrafyada yaşayan iki kavim bazen aynı ırktan sayılmıştır.37 Türk
kelimesi ile ilgili yapılan açıklamalarda, Çin’in kuzeyinde Ashina ismiyle yaklaşık beş
yüz kabilenin karışım halinde yaşadığı söylenmiştir. Bu kabilelerin batı eyaletinin Shansi bölgesinde oldukları bildirilmiş, Hun ismiyle M. Ö. 4. asırda aktif olan kavme
katıldıkları ve Hunların Tobalara yenilmesiyle dağılanların Altayların güneyine kaçıp
yerleştikleri bildirilmiştir. Çinlilerin Ashina (Aşina) hanlarına Çincede (r) harfi
olmadığı için Tu-kiu ve Tuku ismini verdikleri, Turk kelimesini sağlam ve güçlü
manasında kullandıkları belirtilmiştir. Bu ismin bütün Türk boyları için söylendiği ve
Gobi Çölü taraflarına yerleştikleri kaydedilmiştir. Ayrıca batıda yaşayanların atalarının
dişi kurttan türedikleri dile getirilmiş, dağıldıktan sonra yetmiş yedi yıl sonra M. Ö.
545’te tekrar ortaya çıktıkları söylenmiştir.38 Biruni, yukarıdaki görüşlerden ayrı olarak
Turanî ve Türkleri farklı göstererek Turanîlerin İranlı olduklarını iddia etmiştir.39
İran kaynaklarında Hun kabilelerinden bir kısmının Altay Dağlarının güneyine
yerleştikleri, Türk kelimesinin bir kavim adı olarak uzun zaman kullanılmadığı,
Türklerin komşuları olan kavimlerin bu kelimeyi kullandığı kaydı geçmektedir. M. Ö.
V. asırda Altay Dağlarının eteklerinde bulundukları, yüz yıl sonra 564’te Eski Türkler
olarak isimlendirildikleri söylenmiştir. Türklerin daha sonra Altay Dağlarından batıya
Bulgar ve Gazan (Kazan) bölgelerine gittikleri kaydedilmiştir.40
Türklerin batıya doğru göç etmeleri sırasında gittikleri güzergâhlar ve
sürükledikleri kavimler hakkında Şahname ve Avesta’da bilgiler verilmiştir.
Şahname’deki Sellem isminin Avesta’da Sairama olduğu ve bu ismin daha sonra
Sarumatların ismi olarak söylendiği kaydedilmiştir.41 Alanların Harezm’den güney
Rusya’ya göç eden Sarumat kavminden oldukları,42 Karadeniz’in kuzeyinden İspanya
ve Kuzey Afrika’ya kadar gittikleri söylenmiştir. Alanlar için Gürcü tabirinin
kullanıldığını söyleyen Biruni, bunların daha sonra Mazenderan taraflarına göç
ettiklerini iddia etmiştir.43
36
37
38
39
40
41
42
43
kullandıkları “Merkezi Asya” veya “Orta Asya” gibi sonradan yazılmıştır. Bkz. İnayetullah Rıza, İran
ve Türkan der Ruzigâr-ı Sasaniyan, Tehran 1365, s. 58. Ruslar, Orta Asya içerisine Türkmenistan,
Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan’ı katmış, Kazakistan’ı ayrı tutmuşlardır. Bkz. Nadir Devlet,
Doğuştan Günümüze İslâm Tarihi (Ek), İstanbul 1993, s. 412.
Hasan Pirniya, İran-ı Bastan III, Tehran 1341, s. 29 vd.; H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 45.
Müctebi Minevi, Name-i Guşensep, Harezm 1354, s. 205; Por Davud, Yeştha I, Tehran 1347, s. 208.
Bkz. Por Davud, Bijen ve Menije, Bergüzide-i Şahname-i Firdevsi, Tehran 1370; H. Ş. Mazenderani,
a. g. m, s. 46-47.
H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 49. Bkz. Ebu Reyhan Biruni, Asarü’l-Bakiye Ani’l-Kurunu’l-Haliye
(terc. Ekber Danasereşt), Tehran 1352; Ebu Ali Meskeviye Razi, Tecaribü’l-Ümem I (terc. Ebul
Kasım İmami), Tehran 1369.
Firdevsi, Şahname I (terc. Feth bin Ali Bundari-tash. Abdulvehhab Azam), Tehran 1970, s. 126-127;
İnayetullah Rıza, İran ve Türkan der Ruzigar-ı Sasaniyan, Tehran 1365, s. 35.
Por Davud, Yeştha II, Tehran 1347, s. 56.
Herich Samuel Nieberg, Dinha-yı İran-ı Bastan (terc. Seyfeddin Necemabadi), Tehran 1359, s. 253.
Ebu Reyhan Biruni Harezmî, Tahdid-i Nihayatü’l-Amakin Tashih-iMesafatü’l-Mesakin, s. 21.
7
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 1 – 14
Şahname’de, Menuçehr dönemi İran-Turan mücadelelerinde İranlı dört
kahramandan (Arş) bahsedilmiştir. Birincisi Kubad’ın oğlu Keyarş, ikincisi Keyhüsrev
ile Afrasyab arasındaki savaşta yer alan İranlı kahraman, üçüncüsü Eşkani
hükümdarlarından Erşek ve dördüncüsü ise Şivatir (Spak, Sipak) ismiyle
kaydedilmiştir.44 Arş, Avesta’da en iyi ok atan olarak tanıtılmıştır. Buradaki Arş
Destanı ve kahramanlığı, Şahname’de Türklere karşı kahramanlaşmış Rüstem
tarafından öldürülmüştür.45 Arş Destanı’ndaki kahramanlıklar Biruni tarafından farklı
anlatılmıştır.46 Biruni, Nilüfer Şenliği ile ilgili Tirgân Bayrımını anlatırken; “Onüçüncü
gün, o gün ok günüdür ve bayramdır. Tirgan ismiyle anılır. Bu bayram iki sebepledir.
Birincisinde Afrasyab’ın İran’a galebe etmiş olması ve Menuçehr’i Taberistan’da
muhasara etmesi, Menuçehr’in Afrasyab’dan ok istemesi… Avesta’da Arş’ın diyanet
sahibi biri olarak ok ve yayı Menuçehr’e verdiği, okun ulaşabildiği yerlerin kendi (İran)
ülkesi olması” şeklinde anlatmıştır.47 Firdevsi, bu olayda okun yaydan çıkmasıyla
parçalandığını söylemiş, Rüstem’in henüz bu dönemde kahramanlaşmadığını
kaydetmiştir.48
Menuçehr’in ölümünden sonra başa geçen hükümdar Nevzer döneminde
Türklerin İran’a akınları devam etmiştir.49 Şahname’de; “Ovalar yeşilliklerle bir
perniyan kumaşı gibi süslenince Tûran pehlivanları da savaşmaya hazırlandılar. Batı
ülkesinin gürzlü erleriyle birleşmek için Türklerden ve Çinlilerden oluşan bir ordu
geldi. Bu ucu bucağı olmayan bir orduydu. Nevzer’in talihi artık gençliğini kaybetmiş,
düşmeye yüz tutmuştu. Ordu Ceyhun’un kıyısına vardığı vakit Feridun’un oğluna haber
geldi. Ordu ve padişah saraydan ayrılarak ovaya çıkıp Dehistan yolunu tuttu” şeklinde
anlatılmıştır.50 Şahname’de geçen Dehistan, Harezm’in çöl bölgesinde yer almış olup
doğudan Merv sınırından Ceyhun (Amuderya)’a kadar ulaşmıştır. Güneyden Ebyurd
(Baverd)’a, kuzeyde Volga’ya ve batıda ise Mazenderan Denizi’ne kadar olan bölgeler
buradan sayılmıştır.51 Bu coğrafi isim İran kalıntılarından olan Heşyareşa dönemindeki
Taht-ı Cemşid taşının üçüncü bendinde Deha olarak geçmiştir. Pehlevice onyedinci
bendin yazısında Dehistan ismiyle kaydedilmiştir.52 Sebeius, burası için Dilhistan
44
45
46
47
48
49
50
51
52
8
Por Davud, a. g. e I, s. 341-359; Ahmed Tafazzoli, Minevi-i Hared, Tehran 1354, s. 129.
Mihirdad Bahar, Cüstari-i Çend der Ferheng-i İran, Tehran 1373, s. 84.
Abdulmelik bin Muhammed bin İsmail Salibi Nişaburi, Tarih-i Salibi (terc. Muhammed Fezaili),
Tehran 1368, s. 60.
Ebu Reyhan Biruni, Asarü’l-Bakiye, s. 287. Gerdizi, okun düştüğü yeri Fergana ve Toharistan
arasındaki yerler olarak göstermektedir. Bkz. Gerdizi, Zeynü’l-Ahbar (tash. Abdulhay Habibi), Tehran
1363, s. 518. Şahmerdan bin Ebil-Hayr Razi ise okun düştüğü yeri Toharistan olarak bildirmektedir.
Bkz. Şahmerdan bin Ebil-Hayr Razi, Ravzatü’l-Münnecimin, Tehran 1368, s. 36. Menuçehr, okun
ulaşabildiği yerleri Afrasyab’dan istemiş ve isteği kabul edilmiştir. Bu olay bayram olarak
kutlanmıştır. Bkz. E. R. Biruni, a. g. e, s. 287.
Cihangir Kuveci Kuyacı, Pejuheşhayi der Şahname, Tehran 1371, s. 155; Mehdi Karib, Bazhani-i
Şahname, Tus 1369, V. Bölüm; Firdevsi, a. g. e, s. 150; Heredot, Heredot Tarihi, s. 18.
Firdevsi, Şahname, s. 228.
Firdevsi, Şahname, s. 232-233.
Ebul Feda, Takvimü’l-Buldan (terc. Abdulmuhammed Ayeti), Tehran 1349, s. 633; Hududu’l-Âlem
Mine’l-Maşrik ile’l-Mağrib (tash. Menuçehr Setude), Tehran 1365, s. 55; Gerdizi, Zeynü’l-Ahbar, s.
584.
Camasep, Metinha-yı Pehlevi I-II (Mukaddime-i Behram Gor Anksariya), Bombay 1897, s. 20; Sadık
Hidayet, Neveşteha-yı Perakende, Tehran 1344, s. 419.
Yılmaz KARADENİZ
tabirini kullanmıştır.53 Biruni, Dehistan’ın daha önce göl olduğunu ve Gürgan bölgesine
ait olduğunu kaydetmiştir.54 Dehistan’ın kuzeyinde ise Massagetler yaşamışlardır.
Massagetler, Harezm bölgesindeki Sakaların (İskitler) bir kolunu oluşturmuşlardır.55
İskitler Türkistan’daki atlı göçebe Türklerinin batı kolunu temsil etmişlerdir.56
Batlamyos haritasında Ceyhun’un bu göle döküldüğü Gürgan’ın buraya komşu
olduğunu söylenmiştir. Dehistan’a komşu olan Belh ya da Belhan, Türklerin İran’a sefer
düzenlemeleri sırasında güzergâh olarak kullanılmıştır.57
Nevzer döneminde İran’daki iç karışıklıktan istifade eden ve Avesta’da temiz
dinli, methedilmiş Dahiler (Dehistan halkı) olarak anlatılan Türkler, Harezm
çöllerinden Dehistan’a gelerek İranlıları sıkıştırmışlardır.58 Şahname’de bu savaş
anlatılırken; “Davullardan ve borulardan yükselen acı acı seslerle toprak sanki
yerinden oynadı. Bu orduyu gören Efrasiyâb da ordusuyla gelip saf bağladı. Atların
ayaklarıyla çıkan tozdan sanki güneş görünmüyordu. İki taraf çarpışmaya başlayınca
ölülerin yığılmasıyla ova ovalıktan çıkarak adeta bir dağ haline geldi. Birbirleriyle
öylesine boğuştular ki, ırmaklar kan gibi aktı” denilmektedir.59
Şahname’de, Türklerin Nevzer döneminde İran’a saldırısı, İran ordusunun
yenilmesi ve Türk hükümdarının Nevzer’i öldürmesiyle ilgili olarak; “…Bunun
arkasından cellâda seslenip: Onu buraya getir de ben ona nasıl savaşılırmış
göstereyim! Emrini verdi. Padişah Nevzer’e artık günlerinin sona erdiği haberi erişti.
Bir alay er bağıra çağıra padişahın yanına gittiler ve onu kollarından sımsıkı bağlayıp
taş gibi sürüye sürüye bir timsahı andıran Efrasyab’ın önüne getirdiler...” kaydı
geçmiştir.60 Şahname’de bu savaş anlatılırken, Türklerin Haver-i Zemin’e geldikleri
anlatılmış, Haver, kelime olarak güneşin doğduğu yön anlamında kullanılmıştır.
Fahreddin Gürgani, burasının Horasan tarafları olduğunu söylemektedir.61
Şahname’deki; “ben ne İran’ı ne Haver’i ve ne de Çin’ istiyorum” beytinde Haver
doğu, Çin ise batı anlamında kullanılmıştır.62
53
54
55
56
57
58
59
60
61
62
J. Marguart, a. g. e, s. 148.
Ebu Reyhan el-Biruni, El-Kanun-u Mesudi II, Haydarabad 1955, s. 570; Ebulhak İbrahim Estahri,
Mesalik ve Memalik (terc. İrec Afşar), Tehran 1347, s. 177.
H. Pirniya, İran-ı Bastan I, s. 277. Batı Sibirya bölgesinde yaşadıkları bilinen Sakalar (İskitler), Asur
kaynaklarında “Ashkuzal,” İran kaynaklarında “Saka,” Grek kaynaklarında ise “İskit” olarak
geçmektedir. Bkz. Rene Grosset, Bozkır İmparatorluğu, İstanbul 1980, s. 24 vd.; Seyhun deltasındaki
Tegiskan ve Uygarak kazılarında Saka mezarları çıkmıştır. Aynı mezarlar Tanrı Dağları ve Pamir’de
de bulunmuştur. Bkz. A. Belenitsky, Central Asia (İng. terc. J. Hogarth), Genevo 1968, s. 15. Zeki
Velidi Togan’a göre Massagetler de Türk olup Kuman, Peçenek ve Oğuzların atalarıdır. Bunların
içerisinde Alanlar da vardır. Bkz. Zeki Velidi Togan, Bugünkü Türk İli Türkistan ve Yakın Tarihi,
İstanbul 1981, s. 2.
Taner Tarhan, Eskiçağ’da Kimmerler Problemi, İstanbul 1972, s. 7.
V. V. Bartold, Abyari-i der Türkistan (terc. Kerim Kişaverz), Tehran 1350, s. 114; J. Marguart,
İranşehr (terc. Meryem Mir Ahmedi), Tehran 1373, s. 117; E. R. Biruni, Tahdid-i Niyahatü’lAmakinTashih-i Mesafatü’l-Mesakin, s. 21.
Por Davud, Yeşha II, s. 57, 109; Por Davud, Yesna I, Tehran 1340, s. 59.
Firdevsi, Şahname, s. 236-237.
Firdevsi, Şahname, s. 249.
Fahreddin Gürgani, Veys ve Ramin (tash. Müctebi Minevi), Tehran 1338, s. 171.
Hüseyin Şehidi, Çhar Su ve Negreşi-i Kütah ber Tarih ve Coğrafya-yı Tarihi, Tehran 1365, s. I-IV.
9
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 1 – 14
Nevzer’in ölümünden sonra saltanatı beş yıl sürecek olan Zev Tahmasp İran
tahtına oturmuştur.63 Bu sırada Türkistan ve İran’da büyük bir kuraklık ve arkasından
meydana gelen kıtlık baş göstermiştir. Şahname’de, Türk-İran Savaşlarının sürdüğü bu
dönemdeki kuraklık ve kıtlık ile ilgili bilgiler verilmiştir. “Bu sırada yeryüzünde bir
kıtlık baş gösterdi; toprağın ve otların dudağı kurudu. Gökten bir damla yağmur bile
düşmüyor, herkes ekmeği ağırlığınca altına ağlıyordu. Böyle bir ortamda iki ordu tam
beş ay karşı karşıya bekledi. Her gün aralarında pek çok çetin savaş oluyordu. Bu
günler kahramanların ve ünlü pehlivanların güçlerini gösterip sınayacakları günlerdi.
Sonunda kıtlık o kerteye geldi ki, her iki taraf da ne yapacağını şaşırdı. Ordular perişan
bir haldeydi. Erlerin arasında: “Gökyüzünün bereketini kesmesi hep bizim
kötülüğümüzdendir!” şeklinde dedikodular başlayıp her iki ordunun erlerinden de
şikâyet sesleri yükselince, Efrasyab’dan bir elçi gelip Zev’in huzuruna çıktı ve: “Bizim
şu iğreti dünyadan nasibimiz, dertten ve zahmetten başka bir şey olmayacak mı? Gel şu
yeryüzünü aramızda paylaşıp barışalım ve birbirimizi kutlayalım” dedi.” 64
Türkistan ve İran’da meydana gelen kuraklık yedi yıl sürmüştür. Bunun beş yılı
Zev Tahmasp dönemine denk gelmiştir. Muhtemelen Türkistan’dan batıya ve güneye
yapılan Türk göçleri bu tarihlerde olmuştur. Keykavus döneminde göçlerin sayısı
artmıştır. Yaklaşık 4500 yıl önce meydana gelen göçler, 4000 yılında uç noktaya
ulaşmıştır.65 Kuraklık süresince İran-Turan Savaşları durmuştur.66 İranlı komutan
Rüstem’in yedi taburla geldiği Serahs yakınlarındaki “Revedad” bölgesindeki
“Hergah” olarak tabir edilen yerde otağını toplayıp ayrıldığı kaydedilmiştir.67
Keykubad döneminde meydana gelen savaşlarda Rüstem komutasındaki İran
orduları Türkleri yenilgiye uğratmıştır.68 Bu dönemde Türk tarafından barışı havi
mektupların İran’a gönderildiği Şahname’de kaydedilmiştir.69 Türk tarafından İran’a
gönderilen mektuptu; “Biz de Ceyhun’u geçmek size saldırmak şöyle dursun, rüyamızda
bile orayı görmeyeceğimize söz veririz. Belki bu sayede her iki ülke de gönderdiğimiz
bu haberle alınacak karardan memnun kalır!” Padişah bu mektubu bitirip
63
64
65
66
67
68
69
10
Firdevsi, Şahname, s. 255.
Firdevsi, Şahname, s. 255-256.
Muhammed Taki Siyahpuş, Piramun-u Ab ve Hava-yı Bastani-i Fulat-ı İran, Tehran 1352, s. 3.
H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 64.
Firdevsi, Şahname I (terc. Ebul Feth bin Ali Bundari-tash. Abdulvehhab Azam), Tehran 1970, s. 92.
Hergâh, iki manada kullanılmıştır. Birincisinde büyük çadır ve otağ, Beyhaki’ye dayanan bazı
araştırmacılar ise tahtadan yapılmış otağ manasında kullanmışlardır. İkincisinde ise coğrafi mekân
manasında kullanılmıştır. Bkz. Hasan Anuri, Istılahat-ı Divani Devre-i Gaznevi ve Selçuki, Tehran
1355, s. 35. Türk Tarihinde Ordukent (Orducend) olarak bilinen yerin İranlılarca Hergâh olarak
söylendiği iddia edilmiştir. Bkz. Ebu Dulef, Sefername-i Ebu Dulef der İran (tash. W. Minorsky-terc.
Ebulfazl Tabatabayi), Tehran 1354, s. 23. Türk göçlerinin bir kısmı Ordukent’e olmuştur. Bkz.
Muhammed Hüseyin Papoli Yazdi, Ferheng-i Abadiha ve Mekanha-yıMezhebi-i Kişver, Tehran 1367,
s. 428. Bazı araştırmacılar Çin ile Hindistan arasındaki bölgeyi Hergâh olarak bildirmekte, hicri 2.
asrın başlarından itibaren Altaylı Türklerin eline geçen Kaşgar ve Hoten şehirlerinde Türklerin
yaşadığını söylemektedirler. Bu bölgenin daha önce İranlıların elinde olduğunu Pazırık’ta çıkan
kalıntılara dayanarak iddia etmektedirler. Bkz. Rene Grosset-Abdulhüseyin Mikede, İmparatori-i
Sahranurdan, Tehran 1365, s. 16; Abbas İkbal Aştiyani, Tarih-i Moğol, Tehran 1356, s. 5.
Muhammed bin Rıza bin Muhammed Alevi Tusi, Mu’cem-i Şahname (tash. Hiseyin Hedivcem),
Tehran 1353, s. 198.
Firdevsi, Şahname, s. 269-278.
Yılmaz KARADENİZ
mühürledikten sonra İran’a gönderdi. Bir tac, bir altın taht, mücevherler, altın kemerli
ve köleler, altın eyerli Arap atları ve gümüş kınlı Hind kılıçları gibi değerli armağanları
da bu mektupla birlikte yolladı” denilmiştir.70
Keykavus döneminde İran’ın içerisine düşmüş olduğu karışıklıktan istifade eden
Türkler İran’a saldırıp Huzistan’a kadar olan toprakları ele geçirmişlerdir. Keykavus’un
Yemen taraflarında esir düşmesinden sonra Tus, Nişabur ve Serahs tarafları İran’dan
alınmıştır.71 Bu dönemde yazılan Siyavuş Destanı’nda İran tarafından Rüstem ve
Siyavuş’un Türklere karşı savaştıkları ve başarılı oldukları anlatılmıştır. İki komutanın
Herat, Talikan ve Merv’e kadar geldikler, Belh yakınlarında zafer kazandıktan sonra
Ceyhun’u geçtikleri ve Türk tarafından barış istendiği kaydedilmiştir.72 Daha sonra
karşılıklı yapılan yazışmalarda iki taraf anlaşma imzalamıştır.73
Keyhüsrev, tahta oturduktan sonra savaşçılarını etrafında toplayıp Türklere karşı
sefere çıkmıştır.74 Şahname’de ordunun “Cerm” civarında toplandıktan sonra sefere
çıktığı kaydedilmiştir.75 Ancak bir süre sonra İran’ın karışıklık içerisine düştüğü,
bundan istifade eden Türklerin İran’a saldırıp ziraata elverişli topraklara yerleştikleri
görülmüştür. Bu dönemde “Ahura Mazda” ya bundan daha kötü bir yerin olup olmadığı
sorulmuş, verilen cevapta çocuk ve kadınların ağlaştığı, susuz kaldıkları ve yollara
düştükleri cevap olarak söylenmiştir.76
Keyhüsrev döneminde Türklerin İran’a saldırıları yıkıcı olmuştur. Saldırıları
önlemek için İranlı komutan Tus, Türklere karşı savaşa gönderilmiştir.77 Şahname’de,
İranlı komutan ve askerlerin; “İranlı atlılar yerlere serildi. Ovalar ve dereler kar ve kan
ile doldu. Ölülerden savaşacak yer kalmadı. Kardan ve yerlere serilen ölülerden savaş
alanı daraldı. Bu sırada İranlı savaşçılar ve komutanlar başlarını göklere kaldırıp
Tanrı’ya: Ey insanların akıllarından, bilgilerinden ve düşüncelerinden üstün olan
Tanrı! Sen ne yerdesin, ne üstünde, ne de altında! Biz, senin suçlarla dolu olan şu
kulların, olanca aczimizle senden adalet istiyoruz” dedikleri kaydedilmiştir.78
Keyhüsrev dönemindeki İran-Turan Savaşlarında ön saflarda yer alan diğer
İranlı komutan Rüstem’dir. Şahname’de, bir savaş öncesinde Türk hakanın Rüstem ile
karşılaşmak istemediği abartılı bir şekilde anlatılmıştır. “Efrasyab’a Rüstem’in hızla
gelmekte ve kendisiyle savaşmak niyetinde olduğunu haber verdiler. Bunu duyan
Efrasyab çok üzüldü, sırtındaki o perniyan kumaşından elbise diken diken oldu. Kendi
kendine: Şu Rüstem’le şimdi kim savaşacak? Benim erlerim var, ama onlara kim
70
71
72
73
74
75
76
77
78
Firdevsi, Şahname, s. 275.
H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 82. Ayrıca bkz. Feridun Cüneydi, Pay-ı Tahtha-yı Şahname der Devre-i
Keyaniyan ve Pişdadiyan (tash. Muhammed Yusuf Keyani), bica ve bita
Por Davud, Yeştha II, s. 108.
H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 90.
M. Rıza Hüsrevi, Kelat-ı Nadiri, Tehran 1367, s. 90.
Firdevsi, Şahname, s. 577 vd.
Vendidad (terc. Muhammed Ali Hasani Dai), Bab-ı Sevvom, Bend 11, Tehran 1327, s. 24.
Firdevsi, Şahname, s. 592.
Firdevsi, Şahname, s. 659. Türkler arasında Çinlilerden büyücülüğü öğrenen birinin olduğu ve sihir ile
askerlerin bulunduğu yere kar ve fırtınaya sebep olduğu kaydedilmiştir. Bkz. Firdevsi, Şahname, s.
659.
11
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 1 – 14
komuta edecek?...” demiştir. Türk akınlarının talan şeklinde devam ederek Kaçar
dönemine kadar geldiği Giger tarafından iddia edilmiştir.79
Kaynakça
Abdurrahman bin Haldun, Mukaddime-i İbni Haldun II (terc. Muhammed Pervin
Günabadi), Tehran 1352.
Anuri, Hasan, Istılahat-ı Divani Devre-i Gaznevi ve Selçuki, Tehran 1355.
Atlas-ı Nakşeha-yı Tarihi-i İran, Müessese-i Coğrafyai ve Kartoğrafi-i Suhab, Nakşe-i
Şumare: 50, Tehran 1355.
Bağdadi, Şehabeddin Ebu Abdullah Yakut bin Abdullah Hamevi Rumi, Mucemü’lBuldan V, Beyrut 1979.
Bahar, Mihirdad, Cüstari-i Çend der Ferheng-i İran, Tehran 1373.
Bartold, V. V., Abyari der Türkistan (terc. Kerim Kişaverz), Tehran 1350.
Bedi, Emir Mehdi, Yunaniyan ve Berberiha I (terc. Ahmed Aram), Tehran 1364
Bekran, Muhammed bin Necib, Cihanname (tash. Muhammed Emin Riyahi), Tehran
1342.
Belenitsky, A., Central Asia (İng. terc. J. Hogarth), Genevo 1968.
Biruni, Ebu Reyhan, Asarü’l-Bakiye Ani’l-Kurunu’l-Haliye (terc. Ekber Danasereşt),
Tehran 1352.
Biruni, Ebu Reyhan, El-Kanun-u Mesudi II, Haydarabad 1955.
Birûni, Ebu Reyhan, Tahkik-i Mallahend I (terc. Menuçehr Saduki Seha), Tehran 1362.
Biruni, Ebul Reyhan, Tahdid-i Niyahatü’l-Amakin Tashih-i Mesafatü’l-Mesakin (terc.
Ahmed Aram), Tehran 1352.
Camasep, Metinha-yı Pehlevi I-II (Mukaddime-i Behram Gor Anksariya), Bombay
1897.
Cüneydi, Feridun, Pay-ı Tahtha-yı Şahname der Devre-i Keyaniyan ve Pişdadiyan
(tash. Muhammed Yusuf Keyani), bica ve bita
Devlet, Nadir, Doğuştan Günümüze İslâm Tarihi (Ek), İstanbul 1993.
Dinuri, Ahmed bin Davud, Ahbarü’t-teval (terc. Sadık Neşat), Tehran 1346.
Ebu Dulef, Sefername-i Ebu Dulef der İran (tash. W. Minorsky-terc. Ebulfazl
Tabatabai), Tehran 1354.
Ebul Feda, Takvimü’l-Buldan (terc. Abdulmuhammed Ayeti), Tehran 1349.
Ebul Kasım Firdevsi, Şahname I (tash. Celal Halki), Tehran 1368.
Endülüsi, Kadı Ebul Kasım Said bin Ahmed bin Said, Tabakatü’l- Ümem (terc.
Celaleddin Tehrani), Tehran 1310.
Estahri, Ebulhak İbrahim, Mesalik ve Memalik (terc. İrec Afşar), Tehran 1347.
Fazlullah, Reşidüddin, Camiü’t-tevarih der Tarih-i Moğol II (tash. Behmen Kerimi),
Tehran 1362.
Firdevsi, Şahname (terc. Necati Lugal), İstanbul 2009.
Firdevsi, Şahname I (terc. Ebul Feth bin Ali Bundari-tash. Abdulvehhab Azam), Tehran
1970.
Frye, R. N., The Heritage of Persia, London 1966.
79
12
Bkz. Wilhelm Giger, Temeddün-i İraniyan-ı Haveri, Bombay 1921, s. 107.
Yılmaz KARADENİZ
Gerdizi, Ebu Said Abdulhay bin Duhak bin Mahmud, Zeynü’l-Ahbar (tash. Abdulhay
Habibi), Tehran 1363.
Giger, Wilhelm, Temeddün-i İraniyan-ı Haveri, Bombay 1921.
Goldtschimid, Alfred Von, Tarih-i İran ve Memalik-i Hemcivar-ı An ez Zaman-ı
İskender ta İnkıraz-ı Eşkaniyan (terc. Keykavus Cihandari), Tehran 1356.
Grosset, Rene - Mikede, Abdulhüseyin, İmparatori-i Sahranurdan, Tehran 1365.
Grosset, Rene, Bozkır İmparatorluğu, İstanbul 1980.
Gürgani, Fahreddin, Veys ve Ramin (tash. Müctebi Minevi), Tehran 1338.
Hafız Ebru, Zübdetü’t-Tevarih II (tash. Kemal Hacı Seyyid Cevadi), Tehran 1372.
Hidayet, Sadık, Neveşteha-yı Perakende, Tehran 1344.
Hududu’l-Alem Mine’l-Maşrik İle’l-Mağrib (tash. Menuçehr Setude), Tehran 1365.
Hüsrevi, Muhammed Rıza, Kelat-ı Nadiri, Tehran 1367.
İsfahani, Hamza bin Hasan, Tarih-i Peyamberan (Tarih-i Sinni-i Mülûku’l-arz ve’lEnbiya (terc. Cafer Şiar), Tehran 1367.
Kafesoğlu, İbrahim, Türk Milli Kültürü, İstanbul 1995.
Karib, Bedrüzzaman, Ferheng-i Soğdi, Tehran 1374.
Karib, Mehdi, Bazhani-i Şahname, Tus 1369.
Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügatü’t-Türk I (çev. Besim Atalay), Ankara 1985.
Kazvini, Mirza Muhammed Han, Mukaddime-i Kadim-i Şahname, Hezare-i Firdevsi,
Tehran 1362.
Kuyacı, Cihangir Kuveci, Pejuheşhayi der Şahname, Tehran 1371.
Marguart, J., İranşehr (terc. Meryem Mir Ahmedi), Tehran 1373.
Mazenderani, Hüseyin Şehidi, Merzha-yı İran ve Turan be Beniyad-ı Şahname-i
Firdevsi, Tehran 1376.
Mesudi, Ebul Hasan Ali bin Hüseyin, Mürucu’z-zeheb ve Ma’denü’l-Cevahir II (terc.
Ebul Kasım Payende), Tehran 1356.
Minevi, Müctebi, Name-i Guşensep, Harezm 1354.
Muhammed Hasan Han, Tarih-i Eşkaniyan (tash. Nimetullah Ahmedi), Tehran 1371.
Muhammed İshak bin Nedim, el-Fihrist-i İbn-i Nedim (terc. M. Rıza Teceddid), Tehran
1343.
Nieberg, Herich Samuel, Dinha-yı İran-ı Bastan (terc. Seyfeddin Necemabadi), Tehran
1359.
Nişaburi, Abdulmelik bin Muhammed bin İsmail Salibi, Tarih-i Salibi (terc.
Muhammed Fezaili), Tehran 1368.
Noldke, Theodor, Hamase-i Milli-i İran (terc. Buzurg Alevi), Tehran 1327.
Ögel, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, İstanbul 1988.
Pirniya, Hasan, İran-ı Bastan III, Tehran 1341.
Por Davud, Bijen ve Menije, Bergüzide-i Şahname-i Firdevsi, Tehran 1370.
Por Davud, Yesna I, Tehran 1340.
Por Davud, Yeştha I, Tehran 1347.
Ravendi, Muhammed bin Ali bin Süleyman, Rahatü’s-Sudûr ve Ayetü’s-Sürur der
Tarih-i Al-i Selçuk (tash. Muhammed İkbal), Tehran 1368.
Razi, Ebu Ali Meskeviye, Tecaribü’l-ümem I (terc. Ebul Kasım İmami), Tehran 1369.
Razi, Hayr, Ravzatü’l-Münnecimin, Tehran 1368.
Rıza, İnayetullah, İran ve Türkan der Ruzigar-ı Sasaniyan, Tehran 1365.
13
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 1 – 14
Roux, Jean-Paul Orta Asya Tarih ve Uygarlık (çev. Lale Arslan), İstanbul 2001.
Samolin, William, “Proto Türkler ve Çin,” Türk Kültürü El Kitabı II, İstanbul 1972.
Setude, Mençehr, Hududu’l-Alem Minel Maşrik İlel Mağrib, Tehran 1362.
Siyahpuş, Muhammed Taki, Piramun-u Ab ve Hava-yı Bastani-i Fulat-ı İran, Tehran
1352.
Siyaki, Muhammed Debir, Zindeganname-i Firdevsi ve Serguzeşt-i Şahname, Tehran
1370 .
Şefak, Sadık Rızazade, Tarih-i Edebiyat-ı İran, Tehran 1352.
Şehidi, Hüseyin, Çhar Su ve Negreşi-i Kütah ber Tarih ve Coğrafya-yı Tarihi, Tehran
1365.
Taberi, Muhammed bin Ceriri, Tarih-i Taberi II (terc. Ebul Kasım Payende), Tehran
1354.
Tafazzoli, Ahmed, Minevi-i Hared, Tehran 1354.
Tarhan, Taner, Eskiçağ’da Kimmerler Problemi, İstanbul 1972.
Togan, Zeki Velidi, Bugünkü Türk İli Türkistan ve Yakın Tarihi, İstanbul 1981.
Turan, Osman, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul 1999.
Tusi, Muhammed bin Rıza bin Muhammed Alevi, Mu’cem-i Şahname (tash. Hiseyin
Hedivcem), Tehran 1353.
Vendidad (terc. Muhammed Ali Hasani Dai), Bab-ı sevvom, Bend 11, Tehran 1327
Yarşater, İhsan, Danişname-i İran ve İslâm I, Tehran 1354.
Yazdi, Muhammed Hüseyin Papoli, Ferheng-i Abadiha ve Mekanha-yı Mezhebi-i
Kişver, Tehran 1367.
Zerinkob, Abdulhüseyin, Guzeşteha-yı Edebiyat-ı İran, Tehran 1375.
14
YEMEN’DE OSMANLI İNKIRÂZININ SEBEPLERİ
Sadettin BAŞTÜRK
Özet / Abstract
Yemen’de Osmanlı Devleti hâkimiyeti, Vezir-i Azam Koca Sinan Paşa’nın önderliğinde15681571 yılları arasında düzenlenen seferle ikinci defa kurulmuştur. Ancak bu durum uzun sürmemiş,
1635’de Yemen’e Zeydîler yeniden hâkim olmuştur. Bu makalenin konusu tarihçi yazar Hacı ‘Âli
Efendi’nin 1654’te yazmış olduğu Telhîsü’l-Berku’l-Yemânî isimli el yazmasındaki kayıtlara göre
Yemen’de Osmanlı inkırazına nelerin sebep olduğudur.
Anahtar Kelimeler: Osmanlı Devleti, Yemen, Zeydî, Hacı ‘Âli Efendi, Telhîsü’l-Berku’lYemânî.
CAUSES OF OTTOMAN DECLINE IN YEMEN
Ottoman Empire sovereignty in Yemen, Queen Azam Koca Sinan Pasha's command held in
between the years 1568-1571 with a second time once established. However, this situation did not last
long, 1635'de Yemen Zeydîler again dominated. The subject of this article writes historian Pilgrim 'Âli
Effendi has written that 1654 manuscript entries in Telhîsü'l-Berku'l-Yemânî named according to what
caused the decline in Yemen is that the Ottomans.
Key Vords: Ottoman Empire, Yemen, Zeydî, Hacı 'Âli Effendi, Telhîsü’l-Berku’l-Yemânî.
Giriş
Osmanlı Hükümdarı Yavuz Sultan Selim, 1517’de merkezleri Kahire olan Mısır
Memluk Devleti’ne kat‘î surette son verdiği esnada, Yemen’de Memluklar adına
hâkimiyet kurmaya çalışan Çerkez beyleri, burada mütemekkin Zeydîler ve Tahîrîler’le
mücadele hâlinde bulunuyorlardı. Zedîlere karşı San‘a’da başarı sağlamış olan Memluk
emirlerinden Emir İskender Zebid’i de ele geçirme mücadelesi veriyordu. Devletinin
Osmanlılar tarafından ortadan kaldırıldığı haberi Yemen’de Emir İskender’e ulaşınca O
da San‘a’nın büyü camisinde Yemen halkını topladı ve hutbeyi Osmanlı hükümdarı
adına okutarak Osmanlı’ya tâbî olduğunu gösterdi. Böylece Osmanlılar herhangi bir
sefer düzenlemeden Yemen’e 1517’de hâkim olmuşlardır. Ancak Osmanlıların
Yemen’deki hâkimiyeti büyük sıkıntılarla karşı karşıya kaldığı gibi çokta uzun
sürmemiş 1635’de inkıraza uğramıştır. Osmanlılar 1540 tarihinde Yemen’in durumunu
sâliyeneli eyalet olarak belirlemiştir. Bu konumundan dolayı Yemen’in Osmanlı
hâkimiyetinde bulunduğu 1517-1635 yılları arasına dair arşivlerimizdeki vesikalar
sınırlıdır. Ancak Yemen’de Osmanlı hâkimiyet dönemini aydınlatabilmek için
günümüze kadar ulaşabilmiş yazma eserler mevcuttur. Osmanlı Devleti Tarihi’nin
birinci elden kaynaklarından birisinin de el yazması eserler olduğu herkesçe kabul
edilmektedir. Bu yazmalarından bir tanesi de Hacı ‘Âli Efendi’ye ait Telhîsü’l-Berku’lYemânî / Ahbârü’l-Yemânî1 isimli yazmadır.

1
Dr, Balıkesir Üniversitesi.
Sadettin Baştürk, “Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî/Ahbârü’l-Yemânî (Tahlil ve Metin)”, Basılmamış
Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum 2010.
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 15 – 21
Hacı ‘Âli Efendi, Yemen’de2 Osmanlı inkırazının hangi sebeplerden
kaynaklandığını oldukça net bir şekilde eserinde ele almıştır. Bu makaleye konu da Hacı
‘Âli Efendi’nin gözüyle Yemen’de Osmanlı inkırazına sebeplerinin neler olduğudur.
Hacı ‘Âli Efendi, Osmanlı Devleti bürokrasi görevlilerindendir. Dîvân-ı
Hümâyûn Tahvil Kalemi kâtiplerindendir. 1060/1650’de Mısır’a vali olarak tayin edilen
Sarı Tarhuncu Ahmed Paşa’nın Divan Kâtipliği görevine getirilerek Mısır’a gitmiştir.
Burada Yemen tarihini mütalaa etmek isteyince Ahmed Paşa’da onu Kutbu’d-din
Mekkî’ye (1511-1582) ait, dili Arapça olan Berku’l-Yemânî Fi’l-Fethi’l Osmânî3 adlı
eseri tercümeye memur etmiştir. Hacı ‘Âli Efendi bu eseri tercüme ettikten sonra önemli
oranda bilgi eklemeleri de yaparak Telhîsü’l-Berku’l-Yemânî-Ahbârü’l-Yemânî isimli
yeni bir eser vücûda getirmiştir. 1064/1654’de kaleme aldığı Telhîsü’l-Berku’l-YemânîAhbârü’l-Yemânî isimli bu yeni eser sadece tercümeden ibaret değildir. Beş bâb ve
hatîmeden oluşan eserin ilk üç bâbında tercüme tamamlanmış, diğer iki bâb ve hatîmesi
ise Hacı ‘Âli Efendi tarafından kaleme alınmıştır. Hacı ‘Âli Efendi bu eseri nasıl inşa
ettiğini eserinde, “…Ve Terceme-i Berku’l-Yemânî’den gayri ba‘zı mertebe-i
seyyâhînden vicâhen-dîde ve suhen-şinâs mu‘temed kimesnelerden istima‘ olunan
ahbâr-ı lâzımü’l-ahbâr terkîmiyle tehzîb olunub…”4 şeklinde ifade eder. Bu ifadeye
göre müellif Yemen’e giden seyyahlar ve Yemen’i görmüş olan sözüne güvenilir
insanlardan elde ettiği bilgilere doğrulayarak eserinde yer verdiği anlaşılmaktadır.
Hacı ‘Âli Efendi’nin bu eseri, Osmanlının Yemen’de hâkim olduğu 1517-1635
yılları arası hakkında çalışma yapan birçok Türk ve yabancı tarihçinin, 1654’ten bu
güne değin, temel başvuru kaynaklarından biri olmuştur.
Bu eserde Hacı ‘Âli Efendi, Yemen’de Osmanlı hâkimiyetinin inkırazına nelerin
sebep olduğunu tespit etmeye çalışmıştır. Bu bilgileri nasıl tespit ettiğini eserinde,
“Hâliyâ ki târih-i Hicret-i Nebeviyyenin bin altmış dört sâline dâhil olmuşdur. Ticâret
ile Diyâr-ı Yemen benâdirine varub gelen tüccar ve Yemen Vilâyeti’ne seyehat eden ve
geşt ü güzâr eyleyen zevâd ve fukarâ ve dervişândan menkûldür.”5 şeklinde
kaydetmektedir. Bu kayda göre Hacı Hacı ‘Âli Efendi, Yemen’e ticaret amacıyla gidip
2
3
4
5
16
Yemen Tarihi hakkında geniş bilgi için bakılabilecek bazı çalışmalar. Ahmed Raşid Paşa, Târih-i
Yemen ve San’a, 2 Cilt, İstanbul 1291; Atıf Paşa, Tarih-i Yemen, 2 Cilt, Dersa‘âdet İstanbul 13261327; İdris Bostan, “Muhammed Hilâl Efendi’nin Yemen’e Dair İki Lâyihası”, OA/ JOS III, İstanbul
1982, s. 301-326; Zeki Ehiloğlu, Yemen’de Türkler: Tarihimizin İbret Lehası, İstanbul 1952; İbrahim
Abdü’s-selam Paşa, Yemen Seyehatnâmesi ve Coğrafyay-ı Nebâtîsi, Dersa‘âdet 1324; Muhammad
Yakub Moghul, Kanuni Devri Osmanlılar’ın Hint Okyonusu Politikası ve Osmanlı-Hint
Müslümanları Münasebetleri 1517-1538, İstanbul 1974; Cengiz Orhonlu, Osmanlı Târihine Âid
Belgeler Telhisler (1597-1607), İstanbul 1970; Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nun Güney
Siyaseti: Habeş Eyaleti, İstanbul 1974; Osmanlı Arşiv Belgelerinde Yemen, (Haz. Mümin Yıldıztaş,
Sabahattin Bayram, H. Yıldırım Ağanoğlu), İstanbul 2008; Tahsin Öz, “Topkapı Sarayı’nda Yemen
Fatihi Sinan Paşa Arşivi” Belleten, C. X S. 37, Ankara 1946, ss. 171-193; Salih Özbaran, Yemen’den
Basra’ya Sınırdaki Osmanlı, İstanbul 2004; Halil Sahillioğlu, “Yemen’in 1599-1600 Bütçesi”, Yusuf
Hikmet Bayur’a Armağan, Ankara 1985, ss. 287-319; İ. Süreyya Sırma, Osmanlı Devleti’nin
Yıkılışında Yemen İsyanları, İstanbul 2008.
Kutbu’d-din Mekkî; Berku’l-Yemânî Fi’l-Fethi’l Osmânî, Sadrı‘azam Sinan Paşa’ya sunulan
nüshaları, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphânesi (TSMK), nr. A 2879-2880.
S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 2b.
S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 307a.
Sadettin BAŞTÜRK
gelenle tacirler, Yemen’e seyahat etmiş ve burada bulunmuş seyyahlar veya
dervişlerden elde ettiği bilgileri de dikkate almak suretiyledir.
Hacı ‘Âli Efendi’nin eserindeki bilgilere göre Yemen’de Osmanlı inkırazının
sebeplerinden birincisi; Yemen’e gönderilen Osmanlı valilerinin burada uyguladıkları
yanlış yönetim tarzlarıdır. Hacı ‘Âli Efendi bu durumu eserinde şöyle izah eder: “Tarafı Saltanat-ı Osmâniyye’den Vilâyet-i Yemen’e hâkim nasb olunub, irsâl olunan vükelâ
ve vüzerâ hadd-i tahammülden ziyâde zulm ve tecâvüze mübâşeret eyleyüb, hattâ kul
tâ’ifesinin nukebâtı ehl ü ‘ıyâle el uzadub, zulm ve cefâsı nihâyete erişdirdikleri eclden,
‘âmme-i ahâli-i vilâyet ve fukarâ ve ra‘iyyet ‘acz ve muztâr ve fürûmânde oldu. Bu
esnâda İmam Hasan Zeydiler ile hurûc edüb ve ‘adl u ‘adâlet ve salâh ve takvâ ve
diyânet sûretinden görünüb ve E’imme-i Râşidîn tarafından tecâvüz eyleyen vâlî ve
hâkimin icma‘-ı ümmet ile katli mübahdır davâsına yapuşub ve fevkü’l-hadd tarîk-i
hakdan görünüb, ‘umûmen ehl-i Yemen, Hükkâm-ı Osmâniyye ve ‘asâkir-i ervâmdan
begâyet azurde iken, bu makûle ‘adl u insâf ile zuhûr etmiş hâkim ve hâmî, kendülere
devlet ve rahmet zan edüb heman bir uğurdan bi’l-cümle Yemen Vilâyeti’nin ahâlisi
imama tab‘iyyet ve bi‘at eylediler.”6
İkinci sebep ise; Yemen’e tayin edilen Osmanlı valisi Kansuh Paşa’dır. Kansuh
Paşa’nın Yemen’de meskûn ehl-i sünnet Müslüman ahaliye, Osmanlı’ya itaat
etmelerine rağmen, ettiği cevr ve cefadır. Bu duruma da Hacı ‘Âli Efendi eserinde şöyle
yer verir: “Kansuh Paşa gibi ziyâde sefîh ve nâdân ve zâlim ve kaltabân olub, her
gelenleri istikbâl eden Müslümanlar’ı beyhûde katl ve helâk eyleyüb, halka ve ahâli-i
memleket ve reâyâya korku ve dehşet bırağub inkıyâd edenleri kabûl eylemeye. Yohsa
‘arz-ı hicaz-ı mümtâzı geçüb hudûd-ı Yemen’den Sâbiye denmekle ma‘rûf nâhiye ve
mevzi‘e cuyûş-ı Osmânîyân-ı nusret-unvân ile gelüb, nasb-ı hiyâm-ı zafer-encâm
etdigü-birle, evvelen mezkûr Sâbiye Kasabası’nda ve havalisinde mütemekkin olan
sâdât-ı kirâm ve şürefâ-i kirâm mu‘tâdları üzere Cânib-i Saltanat-ı Celîle-i
Osmâniyye’ye itâ‘at ve bi‘at edüb, ‘asker-i zafer-me’âsirin önüne düşüb, kılavuzlık
eylemek ve bi’l-cümle lâzım gelüb iktizâ eden hıdemât-ı meşkûrede sadâkat üzere sarf-ı
kudret eylemek mukarrer ve muhakkak idigü bilâ-şübhedir. Kansuh Paşa dedikleri
gaddar, leşker-i bî-şumâr ile Sâbiye hudûduna geldük de, cümle sâdât ve şürefânın re‘is
ve ihtiyârı Makbûl Esed denmekle mülâkâb ve mu‘teber ve meşhûr ve nâmdârı Seyyid
Şeyh Muhammed hazretleri, bir gece şürefâ ile istikbâle varınca, ol zâlim ve bâtıl bîcürm ve günâh, Yemen imamlarına tab‘iyyet eylemişler deyü, sâhib-i kerâmet ol mâkûle
evlâd-ı kirâmdan ‘azîze kıyub ve şehîd edüb, beyhûde yere böyle fesad eyledi. Ve hemân
ol günden berü üzerine nuhûset ve nikbet müstevlî olub ve Sâbiye ve sâdâtı âbâ ve nefret
edüb yanına uğramayub, bed-du‘â etdüklerinden mâ‘da, ‘umûmen Kabâ’il-i ‘Urbân ve
ehl-i Yemen ürküb ve kendüden bi’l-külliye nefret edüb, ganî ve fakîr Kansuh Paşa’ya
‘adâvet ve imam tarafına varub tab‘iyyet eyleyüb, bu sebeb ile İmam Hasan’ın kâr ve
ahvâli kuvvet buldu…”7
Üçüncü sebep ise; Yemen’e tayin edilen Osmanlı idarecilerinin buraya
geldiklerinde Yemen’in ileri gelenleri ve halk ile müşavere etmeyerek kendi bildikleri
gibi hareket etmeleridir. Bu sebebi de müellif eserinde şöyle kaydeder: “…kimesneden
6
7
S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 307a-b.
S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 30b, 309a.
17
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 15 – 21
suâl ve müşâvere etmeyüb ve hâl ü ahvâle vâkıf olub, kendüye nush u pend edenlerin
sözlerini dinleyüb ve a‘dâ tarafından pürsîş ve tefehhus ve tecessüs etmeyüb, zulm ve
gurur ile gidüb girdi. Ne kesret mühimmât ve mal ve ne hod vefret ve kuvvet-i ‘asâkir ve
ricâl fâ’ide vermeyüb, nice rüsvây ve hâ’ib ve hâsir ve pâmâl çıkdığu görülüb müşâhede
olundu. Ve andan mâ‘dâ eger Yemen’de Aydın Paşa ve Haydar Paşa ve eger şark ve
garb’da olan vüzerâ ve vükelâ, bilâ-re’y ve tedbîr gurûr ve kimesneye sormayub,
müşâvere ve mükâlemede taksîr eylemekle, dâ’imâ iş görmeyüb hâ’ib ve hâsir oldukları
kerraren tecrübe kılındı.”8
Dördüncü sebep ise; Yemen halkının sahip olduğu özelliktir. Yemen halkı baskı
ve zorla ittat etmeyi kabul eden bir karaktere sahip değildir. İstimaletle tabiiyet eden bir
karaktere sahiptir. Osmanlı’nın 1604’ten sonraki Yemen valilerinin istimalet yerine
zorla itaat ettirme yolunu seçmeleridir. Müellif bu durumu örneklendirerek şöyle
zikreder: “Cümleden hod kütb-i tevârihde mastûr ve kadîmden mervî‘ ve menkûldür ki,
cidden Diyâr-ı Yemen ve Aktâr-ı ‘aden darb-ı tiğ-ı cebr ile bir pâdişâh ve devlete ve
hiçbir tâ’ife ve millete itâ‘at etmiş ve zebûn olub, boyun egmiş degildir. Dâ’imâ şürefâ
ve kibârına ve ahâli ve reâyâ ve sıgârına istimâlet ve müdâra olunmağla ve bir gürûh ve
kavmini kendüye tâbi‘ etdirüb mütemerrid ve müte‘annid olanları ve karşu koyub,
‘isyân edenleri üzerine havâle eylemekle ve biribiri ortasında tefrîka düşürmekle, zabt
olunmuş ve kabzâ-i teshîre getürilmişdür. Vezîr-i a‘zâm Sâbık Sinan Paşa merhûm dahî,
serdâr olub Mısır’dan ‘asker ile Yemen’e varub bu tarîk ile girdigü ve re’y ve tedbîr ve
ihsân ve istimâlet ile evlâd-ı Şemseddin üzerine gâlib olub, Vilâyet-i Yemen elden çıkmış
iken tekrâr kabzâ-i tasarruf-ı Osmâniyye’ye idhâl eyledigü mufassal ve meşrûh bâlâda
zikr-i sebk eylemişdir. Kansuh Paşa dedikleri ma‘tûh ve zâlim gibi itâ‘at içün istikbâl
edenleri ve inâyet ümîdi ile doğrulub gelenleri katl ve helâk etmekle, Vilâyet-i Yemen
feth olunmaz.”9
Beşinci sebep ise; Osmanlı Yemen halkından burada mütemekkin bir ordu
oluşturamamıştır. Burada ordu oluşturulamamasından dolayı da Yemen’e asker sürekli
merkezden veya Mısır’dan gönderilmek zorunda kalınmıştır. Bu durum da Yemen’e
gönderilen ordunun ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağı meselesini doğurmuştur. Müellif,
Yemen’e merkezden ordu gönderilmesinin gerekliliğini ifade eder ancak gönderilen
ordunun ihtiyaçlarının Yemen’de yeterince karşılanamadığından bu ihtiyaçların da
beraberlerinde sevk edilmesi gerekliliğini eserinde şöyle ifade eder: “Ve ba‘dehû Vezîr
Sinan Paşa Yemen fethine serdâr gönderilüb gitdigü tarîk ile gitmek ve getürdigü ‘asker
ve mühimmât ve malı ma‘ân getürmek gerekdir. Tâ ki maksûd olan mesâlih ve hizmet
vefk-i murâd üzere itmâm ve fethine mübâşeret olunan mülk ve memleket teshîre
getirülmek ile muhassılü’l-merâm olâ deyü nakl ve rivâyet olunmuşdur.”10
Altıncı sebep ise; Yemen’e serasker olarak genellikle Mısır valileri tayin
edilmiştir. Müellif, uhdelerinde Mısır valiliği veya başka bir görev bulunuyor iken
Yemen’e serdar olarak gönderilenlerin yapması gerekenleri yeterince yapmadıkları, zira
gözlerinin arkada kaldığı, Yemen’e serdar olarak gönderilenlerin müstakil olması
gerektiğini eserinde şöyle kaydetmektedir: “Mâdem ki, Yemen’e giden serdâr ve
8
9
10
18
S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 310b.
S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 311a.
S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 311b.
Sadettin BAŞTÜRK
sipahsaların üzerinde Mısırü’l-Kâhire Eyâleti mevcûd olmaya ve kendisü Yemen’e
‘azîmet eyledik de tarafından Mısır hükümetine vekîl ve kâ’im-i makâmını nasb edüb
yerinde alıkomaya. Mısır’da vezîr ve hâkim olan başka müstakillen taraf-ı pâdişâhîden
gönderilüb nasb olunmuş ola. Min ba‘d Yemen’e giden serdâr bir hizmet görmege kâdir
olmadığı mukarrerdir. Ve bu husûs birkaç def‘a tecrübe olunmuşdur... Vezîr Sinan Paşa
merhûm evvel emrde Eyâlet-i Mısır üzerinde iken Diyâr-ı Yemen seferine ‘azîmet eyledi.
Ba‘dehû kethüdâsına Mısır begligin verüb, üzerinden Eyâlet-i Mısır kaldırılmayub ve
nasb etdigü kâ’im-i makâmı zabt edüb...”11
Yedinci sebep ise; Osmanlı devlet adamları arasındaki çekişmedir. Yemen’de
sıkıntı hâsıl olduğunda her türlü destek genelde Mısır’dan istenmektedir. 1604’ten
sonraki Mısır valileri, Yemen’den destek istendiğinde aralarındaki husûmetden dolayı
buraya yardım göndermemişlerdir. Mısır’dan yardım alamayan Yemen idarecileri de
burada zuhur eden kargaşayı bertaraf edememişleridir. Bu durumu da müellif şöyle
kaydeder: “Vüzerâ-i Osmâniyye ve Vükelâ-i Saltanat-ı Hakâniyye ilâ yevminâ hâzâ
biribirine hased ve husûmet eyledikleri gibi… ol ‘asrda Babü’s-Sâ‘de ağalığından
çıkub, Divân-ı Hümâyûn’da vezîr-i kubbe-nîşin olan Davud Paşa merhûma, Eyâlet-i
Mısır’ı tevcîh ve ihsân olunub, mûmâ-ileyh Davud Paşa Mısır’a gelüb vusûl
bulduğundan sonra kendü kâr ve intifâ‘ına mukayyed olub, Yemen tarafına hiç takayyüd
eylemedi. Ve fermân-ı hazîneyi dahî irsâl etmeyüb, Rikâb-ı Hümâyûn’a Yemen’de feth
olub, bi’l-fi‘il kabzâ-i tasarrufda olan memâlik ve diyârda cem‘ ve tahsîl olunan hezâyin
ve malı, ‘asâkir ve kul mevâcibine ve bi’l-cümle levâzım ve mesârifine ziyâdesiyle
kâfidir. Şimdilik Mısır’dan hazîne irsâl olunmak hemân itlâf ve beytü’l-mâlı isrâfdır
deyü ‘arz ve telhîs edüb, Yemen’e gidecek hazîneyi der-i devlet-medâra gönderdi.”12
“…bu karîb zamânda Haydar Paşa San‘â’da mahsûr olub, Mısır’a Bayram
Paşa merhûma i‘lâm-ı hâl edüb, medded ve imdâd ricâ eyledik de, Bayram Paşa
Mısır’dan ne güne mu‘amele kılub imdâd göndermedigü ma‘lûm-ı ‘âlemiyân
olmuşdur.”13
Sekizinci sebep ise; Yemen’de hâkimiyet tesisinin coğrafi şeklidir. Müellife
göre Yemen coğrafyasında hâkimiyet tesisine Zeydîler’in mütemekkin olduğu iç
kısımlardaki dağlık ve sarp yerlerden değil, daha çok Arap Kabileleri’nin bulunduğu
tihâme olarak adlandırılan sahilden başlamak gerekliliğini şöyle kaydeder: “…ol
havâlide vâki‘ ‘Urbân tâ’ifesin tâbi‘ etdürmek ve bilâ-muhârebe ve kıtâl Bender-i
Mihâ’ya degin ve andan aşağı Bender-i‘Aden’e varıncayadegin leb-i deryâda vâki‘
sevâhili ve sâhili ki, Diyâr-ı Yemen’de tihâme denmekle ma‘rûf yerlerdir. Ve cümle
iskele ve benderler mezkûr Tihâme’dir. Evvel emrde bu tarîk istimâlet ile zabt eylemek
ve her bir benderin üzerine âdem koyub, serdâr tarfından hıfz u hırâset etdürilmek
mümkün ve kâbil ve emr ü sehldir.”14
“…Kabâ’il-i ‘Urbân tab‘iyyet ve itâ‘at eylemedikçe, yüz bin kadar ‘asker ve
ricâl ile varılub ve tehâime girilüb ikâmet ve karâr olunsa müfîd degildir. ‘Urbân ve
re‘âya ve ahâl-i vilâyet ‘umûmen yerlerin ve hâne ve mülklerin bırağub cibâl’e firâr
11
12
13
14
S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 312a.
S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 312b.
S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 313a.
S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 313b.
19
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 15 – 21
etmek ve her biri bir sa‘b ve sarb ve sengistân yere ilticâ eylemek ve ba‘dehû varub
imama tâbi‘ olub ve itdihâd-birle Zeydiyye eşkıyâsıyla ‘askerin üzerine gelmek ve şeb ü
rûz hâllerine komayub mazarrat erişdirmek ve cevânib-i erba‘ayı kapayub, tâvâ’if-i
‘askeri sulanmaga çıkartmayub, bu tarîk ile gitdükçe ‘acz ve zebûn eylemek emr-i
mukarrerdir. Feemmâ istimâlet ve müdârâ ile zikr olunduğu üzere Sâbiye’den dahî
girilüb ve ahâlî ve memâlik ve diyârı tâbi‘ etdürilüb, tehâim kabzâ-i tasarrufa dâhil
olduğundan sonra, cibâlde vâki‘ olan bilâd ve nevâhî ve kurâ ahâlisi iskele ve
benderlere muhtâcdır. Şi‘a ve Zeydîsi dahî nâçâr kemâl-i ihtiyâcından gelüb, durmayub
itâ‘at eder. …Hindistan’dan ve cemi‘ etrâfda olan memâlik ve diyârdan tüccar ve
bâzargân münkat‘ olmayub, ziyâdesiyle sevâhil-i Yemen’e gelüb dökülür ve bâc ve
gümrüklerinden hadden efzûn mal ve hazîneye hâsıl olur. Ve fîmâ ba‘d Mısır ve Şam’a
ve ne hod imdâd-ı ervâma hâcet kalur. Tehâim benadirlerinden tahsîl olunan mâl-ı
‘asâkir ve ricâl ve serdâra kifâyet kılur.”15
Dokuzuncu sebep ise; Yemen’deki Zeydiler’in akd ettikleri sulhe hakikî manada
değil de kerhen uymalarıdır. Mal ve mülke tamahkâr olan Yemen valilerine büyük
miktarlarda rüşvet vermek sûretiyle onları kendilerine inandırmışlardır. Bu durumu
Hacı ‘Âli Efendi şöyle izah eder: “…diyâr-ı mezbûrun sarb ve sengistân yerlerinde
tahassün eden kibâr-ı tâ’ife-i Zeydiyye’yi ihrâc ve ahzâ vakt ve eyyâmın müsa‘adesi
olmamağın, ekseri ile musâleha etmekle, yerlerinde olan memâlik ve diyâr ke’l-evvel
yedlerinde ibkâ olunmağla mazhar-ı itâ‘at sûretin ızhâr ve mâ’el-kerâhe beglerbegilere
inkıyâd gösterirler iken…”16
“Mutahhar Leng oğulları babaları mezbûrun taht-ı yedinde olan kasabât ve
kurâ ve nevâhiyi kendülere ibkâ ve mukarrer etdürince hezâyin ve defâ’in mürd-i
mezbûru feth ve bezl ile anlar ke’l-evvel babaları tasarrufunda olan vilâyet ve diyâra ve
paşa dahî emvâl-i kesîreye mâlik oldular. Rivâyet olunur ki; Murad Paşa merhûmun
Vilâyet-i Yemen’de mâlik olduğu mal ve mülûke gayriden bir ferd mâlik olmamışdır.”17
Sonuç
Sonuç olarak, Osmanlı tarihinde oluşmuş genel ama hatalı bir kanaat olan,
“Osmanlılar hükmettikleri topraklarda ilk kayıpları Avrupa kıtasında yaşamıştır”
anlayışı, Osmanlı hâkimiyetindeki Yemen tarihi dikkate alındığında giderilmiş
olacaktır. 1517’de herhangi bir sefer yapılmadan Osmanlı hâkimiyetine girmiş olan
Yemen’de Osmanlı hâkimiyeti 1560’lı yıllarda Zeydîler’in ayaklanmasıyla sıkıntıya
düşmüşse de, Vezîri‘azam Koca Sinan Paşa (1520-1596)’nın serdarlığında, 1568-1571
arası düzenlenen sefer neticesinde bu ayaklanma bastırılarak Osmanlı hâkimiyeti
Yemen’de ikici defa tesis edilmiştir. Ancak Osmanlıların bu hâkimiyet dönemi de uzun
sürmemiş 1635’de yeniden inkıraza uğramıştır. Bu durum XIX. yüzyılın ortalarına
kadar devam etmiştir. Telhîsü’l-Berku’l-Yemânî/Ahbârü’l-Yemânî isimli eserin müellifi
Hacı ‘Âli Efendi’nin tespit ettiği ve eserinde yer verdiği yukarıda belirtilen hususlar
Yemen’de Osmanlı hâkimiyetinin neden inkırâza uğradığı hususuna önemli katkı
sağlayacaktır.
15
16
17
20
S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 313b.
S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 313b.
S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 264b.
Sadettin BAŞTÜRK
Kaynakça
Ahmed Raşid Paşa, Târih-i Yemen ve San’a, 2 Cilt, İstanbul 1291.
Atıf Paşa, Tarih-i Yemen, 2 Cilt, Dersa‘âdet İstanbul 1326-1327.
Baştürk, Sadettin, “Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî/Ahbârü’l-Yemânî (Tahlil ve Metin)”,
Basılmamış Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilmler Enstitüsü,
Erzurum 2010.
Bostan, İdris,“Muhammed Hilâl Efendi’nin Yemen’e Dair İki Lâyihası”, OA/ JOS III,
İstanbul 1982, s. 301-326.
Ehiloğlu, Zeki, Yemen’de Türkler: Tarihimizin İbret Lehası, İstanbul 1952.
İbrahim Abdü’s-selam Paşa, Yemen Seyehatnâmesi ve Coğrafyay-ı Nebâtîsi, Dersa‘âdet
1324.
Kutbu’d-din Mekkî; Berku’l-Yemânî Fi’l-Fethi’l Osmânî, Sadrı‘azam Sinan Paşa’ya
sunulan nüshaları, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphânesi (TSMK), nr. A 28792880.
Moghul, Muhammad Yakub, Kanuni Devri Osmanlılar’ın Hint Okyonusu Politikası ve
Osmanlı-Hint Müslümanları Münasebetleri 1517-1538, İstanbul 1974.
Orhonlu, Cengiz, Osmanlı Târihine Âid Belgeler Telhisler (1597-1607), İstanbul 1970.
Orhonlu, Cengiz, Osmanlı İmparatorluğu’nun Güney Siyaseti: Habeş Eyaleti, İstanbul
1974.
Osmanlı Arşiv Belgelerinde Yemen, (Haz. Mümin Yıldıztaş, Sabahattin Bayram, H.
Yıldırım Ağanoğlu), İstanbul 2008.
Öz, Tahsin, “Topkapı Sarayı’nda Yemen Fatihi Sinan Paşa Arşivi” Belleten, C. X S. 37,
Ankara 1946, ss. 171-193.
Özbaran, Salih, Yemen’den Basra’ya Sınırdaki Osmanlı, İstanbul 2004.
Sahillioğlu, Halil, “Yemen’in 1599-1600 Bütçesi”, Yusuf Hikmet Bayur’a Armağan,
Ankara 1985, ss. 287-319.
Sırma, İ. Süreyya, Osmanlı Devleti’nin Yıkılışında Yemen İsyanları, İstanbul 2008.
Kutbu’d-din Mekkî; Berku’l-Yemânî Fi’l-Fethi’l Osmânî, Sadrı‘azam Sinan
Paşa’ya sunulan nüshaları, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphânesi (TSMK), nr. A
2879-2880.
21
TOPLUMSAL BİR OLGU OLARAK ŞİDDET
Necmettin ÖZERKMEN
Haydar GÖLBAŞI**
Özet / Abstract
Bu çalışma temel olarak beş bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde, şiddet olgusunun nasıl
bir olgu olduğu; neden evrensel ve toplumsal bir olgu olduğu konusuna açıklık getirilmiştir.
İkinci bölümde, şiddet olgusunun kavramsal çerçevesi bağlamında "şiddet nedir?" sorusuna yanıt
aranmış ve şiddetin türlerine yer verilmiştir. Üçüncü bölümde, toplumsal şiddet ve şiddet öğeleri
gösterilmiştir.
Dördüncü bölümde, farklı yönleriyle şiddet olgusu: psikolojik, sosyolojik ve kültürel açılardan ele
alınıp irdelenmiştir.
Son olarak beşinci bölümde, şiddet olgusunu yaratan nedenler ya da şiddet olgusunun kaynakları
on yedi alt başlık altında incelenmiştir.
Son olarak, çalışma genel olarak değerlendirilmiş ve politika yönelimli eylem planı olarak
nitelenecek çözüm önerilerinde bulunulmuştur.
Anahtar Kavramlar: Şiddet, Toplumsal şiddet.
VİOLENCE AS A SOCIAL PHEUOMENON
This study is mainly consists of five sections. In the introduction, how the phenomenon of
violence as a phenomenon; why the topic is universal and a social phenomenon has been clarified. In the
second part, cases of violence in the context of the conceptual framework "What is violence?" answer to
the question of the types of violence in and dialed spended. Third section, societal violence, and violence
has been displayed items. In the fourth chapter, different aspects of the phenomenon of violence:
psychological, sociological and cultural aspects and discussed. Finally, the fifth chapter, has created the
phenomenon of violence causes or sources of violence on seven cases were examined under subheadings. Finally, the study has been evaluated in general and policy-oriented action plan will be
considered as solutions are found in.
Key Concepts: violence, social violence.
1. Giriş
Şiddet, öncelikle nasıl bir olgudur? Evrensel bir özelliği var mıdır? Hayvanlar
âlemindeki varoluşun bir gereği olarak et yiyen "et obur" hayvanların "ot obur"
hayvanları öldürme, yeme ya da avlama davranışları şiddet olarak yorumlanabilir mi?
Yine hayvan türlerinin kendi içlerinde liderlik kavgaları şiddetin bir biçimi olarak
algılanabilir mi? Bütün bu sorulara insan türü dışında evet demek oldukça güçtür.
Çünkü hayvanlar için besin zincirinin ve ekolojik dengenin bir gereği olarak bu
davranışlar "şiddet" olarak nitelenemez. Ve ayrıca, türün kendi içindeki liderlik yarışı
ise türün devamı için işlevseldir. Güçlü olanın yaşaması ve kendi türünü devam ettirme
amacı için yapılan kavga şiddet olarak yorumlanamaz.

**
Doç. Dr., Cumhuriyet Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü.
Öğr. Gör., Cumhuriyet Üniversitesi Cumhuriyet Meslek Yüksekokulu.
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 23 – 37
Ancak insan ve insan toplumları için aynı şeyleri söyleyebilmek mümkün
değildir. En zayıfından en güçlüsüne kadar insan, haklar bakımından hukuk karşısında
eşittir. Bütün din, ahlak ve hukuk kuralları insanların bir arada ve yan yana yaşamasını
düzenleme üzerine kuruludur. Ama bütün bu kurallara rağmen haksızlık, adam öldürme,
şiddet ve terör geçmişten günümüze farklı düzeylerde devam etmektedir. En önemlisi,
uygarlık geliştikçe "şiddetin azalacağı" yolundaki öngörülerin aksine, şiddet farklı
boyutlarda ve yoğunlukta bütün dünyada yaşanmaktadır. Öyleyse şiddet insan ve insan
toplumları için hem evrensel ve hem de toplumsal bir olgudur ve kaçınılmazdır. Bu
bağlamda birçok bilim dalının da inceleme konusudur. Hukuk, Siyaset, Psikoloji,
Antropoloji ve en çok da Sosyolojinin ilgisini çeken toplumsal bir olgudur.
Şiddetin tanımı konusunda çağdaş Fransızca sözlükleri; a) bir kişiye, güç veya
baskı uygulayarak isteği dışında bir şey yapmak veya yaptırmak, b) şiddet uygulama
eylemi, c) duyguların kabaca ifade edilmesi eğilimi, d) bir şeyin karşı konulmaz gücü,
e) bir eylemin hoyrat yapısı, gibi tanımlar getirmektedir (Michaud, 1991).
Şiddet ile terörizm arasında kavram benzerliği bulunmaktadır; örneğin 1974
tarihli Britanya Terörizmi Önleme Yasası "Bu yasaya göre terörizm, siyasal amaçlı
şiddet kullanımıdır" demektedir (Nicklaus, 1980:295).
Şiddetin çeşitli tanımlarında karşılaşılan ortak öğeler şunlardır: Kişinin canını
acıtmak, yaralamak, öldürmek, mala zarar vermek amacıyla güç kullanmak; yasaya
aykırı fiziki güç kullanmak; yasaya aykırı bir hedefe varmak için şiddet kullanmak ya
da şiddet kullanma tehdidinde bulunmak; genelde kabul gören yasa ve ahlak ilkelerine
aykırı biçimde fiziksel yok etme, gereksiz yere kırma, yok etme eylemleri; toplumsal
ilişkilerde kabul edilebilirlik sınırlarını aşan zorlama eylemidir.
Bu tanımlar arasında, üzerinde durulması yararlı sayılabilecek düşünceleri şöyle
sıralayabiliriz: Toplumbilimci Galtung'a göre, "çeşitli şiddet yöntemleri vardır: fiziksel,
psikolojik ve yapısal şiddetten söz edilebilir. Fiziksel şiddette, kişiyi öldürmeye kadar
uzanabilen şiddet kullanımı öğesi bulunmaktadır; psikolojik şiddet kişinin ruhsal
bütünlüğüne yönelik beyin yıkama, yalan söyleme, endoktrinasyon, tehdit yöntemleriyle
uygulanan şiddettir; yapısal şiddette ise insanların eylemlerinde akli ve psikolojik
yeteneklerinin altında kalmaları olgusuyla karşılaşılmaktadır; bu durumda şiddet,
insanın olası yetenekleriyle, halihazır yetenekleri arasındaki farkın nedeni olmaktadır
(Galtug, 1991:13).
Filozof Hannah Arendt ise "şiddetin bir nedeni olabileceğini; ancak şiddetin
hiçbir zaman yasal sayılamayacağını; meşru savunma durumunda şiddet kullanılmasını
tartışmaya açmadığını; siyasal açıdan bakıldığında, kuvvet kullanımı ve şiddetin aynı
şey olmadığının söylenmesinin yeterli olmayacağının; şiddet istismarı ile kuvvet
kullanımının karşıt kavramlar olduğunu; bunlardan birinin tam anlamıyla egemen
olduğu yerde, diğerinin yok olduğunu; kuvvet zayıfladığı zaman şiddetin meydana
çıktığını, şiddetin kuvveti yok edebildiğini, ama yaratamadığını" belirtiyor (Arendt,
1970:46,52,56). T. R. Gurr, "şiddet sözcüğünden, bilinçli olarak sakatlamak, yaralamak
ve yok etmek amacıyla kuvvet kullanımını" anlamakta; ona göre, "şiddet kullanımında
kızgınlığı teskin etmek, intikam almak, övünmek, başkalarını korkutmak" gibi öğeler
bulunmaktadır (Gurr, 1973:359-392).
Evet, şiddet ile kuvvet kullanımları arasında fark vardır; şiddette bir kimsenin
isteğini bir başka kişiye yasaya aykırı biçimde kabul ettirmek için zor kullanımı söz
24
Necmettin ÖZERKMEN-Haydar GÖLBAŞI
konusudur; kuvvet kullanımında ise zorlama yasaya aykırı sayılmamaktadır
(Macfarlane, 1974:46). Bu ayrıntının araştırmamız açısından önemi bulunmaktadır.
Demokrasilerde yasal olarak şiddet veya kuvvet kullanma yetkisinin devlete ait olduğu
kabul edilmektedir. Buna biraz daha derece ayrımı ile yaklaşırsak şunu söyleyebiliriz:
Demokrasilerde devlet şiddet ya da terör olaylarını bastırmak için kuvvet kullanılabilir;
ancak bu eylemi şiddete dönüştürmemesi gereklidir. Bu kolay değildir; uzun yıllar
sürecek bir toplumsal eğitimi gerektirir. Bir de "kimin, nasıl ve ne cins kuvvet
kullanımını, hangi norma ve yasaya aykırı sayacağı" sorusu vardır yanıt bekleyen.
Şiddette normlara aykırı hareket öğesi bulunuyor. Ancak, "Bu normlar hangi otoritenin
normlarıdır?" sorusu hemen akla geliyor. Ayrıca, kudreti elinde tutan otoritenin mevcut
normları yorum tarzı öylesine önemlidir ki, bugün karşılaşılan sorunların başında bu
yorum tarzının geldiğini söyleyebiliriz.
Dar çerçeveli şiddet teriminin -meşru olduğu varsayılan- bir organ tarafından
kaba kuvvet uygulaması anlamında kullanıldığını; geniş çerçeveli şiddet teriminin ise,
tüm insan hakkı ihlallerini kapsadığını söyleyebiliriz. Devlet otoritesini savunanlar "dar
tanımı", insan haklarını savunan çevreler ise "geniş tanımı" yeğlerler.
Genelde batılı ülkeler insan hakkı ihlallerinin egemen otorite tarafından
yapıldığını ileri sürerler. Birleşmiş Milletler Örgütü çerçevesinde, Türk heyetinin
önderliğini yaptığı mücadele sonunda, terörün insan hakkı ihlali olduğunu, böylece
teröristlerin de insan hakkı ihlalinde bulundukları düşüncesi kabul ettirilebilmiştir.
2. Araştırmanın Kavramsal Temelleri: Şiddet Nedir? Şiddet Türleri
Tarih ve siyaset üzerinde düşünmeyi iş edinen hiç kimse, şiddetin insan işlerinde
daima oynaya geldiği muazzam rolün ayırımına varmaktan kendini alıkoyamaz.
Geçtiğimiz yüzyıl Arendt tarafından, Lenin'den esinlenerek, "şiddet çağı" olarak
nitelendirilirken, 21. yy ise Pentagon tarafından "Ayaklanmalar Yüzyılı" ilan edilmiştir.
Bugüne kadar ihmal edilmiş olan şiddet kavramının artık bir kenara atılamayacağı
açıktır. Öncelikle saldırganlık ve şiddet kavramlarının derinlemesine incelemek yerinde
olacaktır.
2.1. Şiddet nedir?
"Saldırganlık, hâkim olmak, yenmek, yönetmek amacı ile güçlü, şiddetli, etkili
bir hareket, fiil, işlem: bir işi bozma engelleme, boşa çıkarmaya karşı düşmanca,
yaralayıcı, hırpalayıcı veya tahrip edici (yıkıcı, yok edici) amaç taşıyan bir davranıştır
(Erten, Ardalı, 1996:143).
"Şiddet saldırganlığın çeşit ve derecesidir" (Erten, Ardalı, 1996:143).
Etimolojik yönden şiddet sözcüğünün dilimize Arapça'dan geçtiğini herkes bilir.
Şiddet; sertlik, sert ve katı davranış, kaba kuvvet kullanma anlamındadır. "Şedit" ise sert
katı ve şiddetli demektir. "Şeddat" da sertlik ve kızgınlığı ile tanınan ünlü eski Yemen
hükümdarının adıdır. Şiddet sözcüğü günümüzde yeni anlamlar da kazanmıştır: karşıt
durumda, görüşte olanlara kaba kuvvet kullanma, sert davranma, sertlik; "şiddet
olayları" ise insanları sindirmek, korkutmak için yaratılan olay ya da girişimler olarak
tanımlanıyor (Hobart, 1996:53).
İngilizce’de de şiddet sözcüğü çok geniş bir kullanım alanına sahiptir. Bu
kullanımlar arasında bedene zor uygulama, bedensel zedelenmeye neden olma, kişisel
25
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 23 – 37
özgürlüğü zor yoluyla kısıtlama, bozma ya da uymama, rahatça gelişmesini ya da
tamamlanmasını engellemek üzere bazı doğal süreçlere, alışkanlıklara vb. yersiz
kısıtlamalar getirme, anlamın çarpıtılması, büyük güç, sertlik ya da haşinlik, kişisel
duygularda sertlik ve tutkulu davranışlara ya da dile başvurma bulunuyor (Hobart,
1996:52).
Şiddet genel anlamda; başkasını öldürme, sakat bırakma ya da yaralama yoluyla
zarar verilmesini içerdiği için gücü aşıyor. Bu tür eylemlerin başkasına karşı tehdit
oluşturması ve kısacası insana fiziksel ve ruhsal zarar veren her edimi şiddet olarak
değerlendirebiliriz. Bu çerçeveye yerine göre, başkasının mallarına verilen zarar da
dâhil edilebilir.
Bu genel tanımlamaların dışında bir de salt hukuksal tanımlamalar önem
kazanmaktadır. Ağır suç kapsamına giren şiddet (cinayet, yaralama, ırza tecavüz, silahlı
saldırı, gasp) gibi olayların yanı sıra, daha hafif kabul edilen şiddet olayları da (trafik
suçu, tehdit) Türkiye Cumhuriyeti Ceza Yasasının kapsamında cezalandırılır.
Yves Michaud'nun (1986) şiddet tanımı ise şöyledir: "Bir karşılıklı ilişkiler
ortamında taraflardan biri ya da birkaçı doğrudan veya dolaylı, toplu ya da dağınık
olarak diğerlerinin veya birkaçının bedensel bütünlüğüne veya törel,
ahlaki/moral/manevi bütünlüğüne veya mallarına veya simgesel ve sembolik kültürel
değerlerine oram ne olursa olsun zarar verecek şekilde davranırsa orada şiddet vardır."
Dar anlamıyla şiddet tanımında, tartışılmaz ve ölçülebilir nitelikleriyle, fiziksel
şiddet tektir. İnsanların bedensel bütünlüğüne karşın dışarıdan yöneltilen sert ve acı
verici bir edimdir. Hukuk dilinde "eşhasa (şahıslara) karşı cürümler" diye nitelendirilir.
"Adam öldürmek cürümleri" (TCK, m. 448-450: Kasten adam öldürme) ve "şahıslara
karşı müessir fiiller (TCK, m.456: katil kastı olmaksızın bir kişiye cismen eza verilmesi
veya sıhhatinin ihlali, yahut akli melekelerinde teşevvüş husulüne sebep olunması)"
tanımına uyan fiziksel şiddet anlayışı örneğin, yalnız mala verilen zararı şiddet
kavramına sokmuyor. Burada kurbanın canı, sağlığı, bedensel bütünlüğü ya da bireysel
özgürlüğüne karşı bir tehdit söz konusu: ölüm, yaralama, ırza tecavüz, yağma, yol
kesmek, adam kaçırmak ya da rehine alma gibi. "Cebir ve şiddet kullanılması ve
"şahsen ya da malen" tehlike tehdidi ve kurbanı "sükût etmeye" zorlama da bulunuyor
(TCK, m.495).
2.2. Şiddet Türleri
"Historie de la violence" başlıklı çok kapsamlı bir incelemenin yazarı olan
Fransız araştırmacı Jean-Claude Chesnais'in (1981) uluslar arası polis örgütü
Interpol'ün sınıflandırmasını esas aldığı tipolojisinde şiddet türleri şöyle
sınıflandırılıyor. Şiddet genel itibariyle iki başlık altında toplanmıştır: A. Özel şiddet,
B. Kolektif şiddet.
Özel şiddet şu başlıklar altında toplanmıştır:

Cürümsel şiddet: Bu da kendi arasında sınıflandırılabilir;

Ölümle sonuçlanan şiddet: Cinayetler, suikastlar, zehirlemeler, (ebeveyn
ya da çocuk öldürmeleri de dâhil), idamlar vb.

Bedensel şiddet: Bilerek darbe ve yaralamalar.

Cinsel şiddet: Irza geçmeler
26
Necmettin ÖZERKMEN-Haydar GÖLBAŞI

Cürümsel olamayan şiddet: Özel şiddetin bir türü de cürümsel olmayan
şiddettir.
Bu tür şiddeti Jean-Claude Chesnais iki başlık altında toplar:

İntihar (intihar ve intihar teşebbüsleri)

Kaza (trafik kazaları da dâhil)
Jean-Claude Chesnais özellikle kolektif şiddet üzerinde durmaktadır. Ona göre
kolektif şiddetin üç birimi vardır;
İlki, vatandaşların iktidara karşı şiddetidir. Bunlar: terör, grevler ve ihtilallar
İkincisi, iktidarın vatandaşlara karşı şiddetidir. Bu ise; devlet terörü ve
endüstriyel şiddet olarak tanımlanır.
Sonuncusu ise şiddetin en yaygın biçimini ifade eden savaştır.
Chesnais'in bu sıralaması mantıklıdır. Söz konusu somut şiddet edimlerinin
tümünün birer cezai yaptırımı mevcuttur. Ayrıca, yazarın özellikle iş kazalarını
“endüstriyel şiddet” başlığıyla siyasal iktidardan gelen şiddet türlerine dâhil etmesi ve
basit bir işçi - işveren sorumluluğu ilişkisi ile sınırlaması da ilginç olduğu kadar yerinde
bir yönelimdir. Bir toplumdaki iş güvenliği ölçütünü özgürlük düzeyi ile eş tutan
Chesnais'in bu duyarlılığı övgüye değer (Unsal, 1996:32).
Şiddetin dar tanımıyla sınırlı kalınması, fiziksel şiddete ağırlık verilmesi hem
eksiklikler taşımasına hem de bazı toplumsal gelişmelerin ve sistemlerin yol açtığı
zararların göz ardı edilmesine neden olur. Bu nedenle şiddeti geniş anlamıyla ele almak
gerekir.
Bugün insan üzerindeki fiziksel ve ruhsal etkileri dolaylı ve somut bir biçimde
hissedilen çeşitli baskıları şiddet kategorisine dâhil edebiliriz.
Sözgelimi, “ekonomik şiddet” genellikle şiddet tipolojisine dâhil edilmiyor. Her
türlü mala zarar “verilen zarar” olarak, insana yönelik fiziki şiddetten ayırt ediliyor.
Bunun yanında medya terörü, yargısız infaz gibi betimlemeler yeni kullanılmaya
başlanıyor.
Bununla birlikte bir ülkede çok yüksek oranlarda seyreden enflasyon ve işsizlik
düzeyinin, yetersiz sosyal güvenlik olanaklarının da bir çeşit ekonomik şiddet olarak
değerlendirilmesi mümkündür. Çok düşük ücretler, kronik enflasyon insanca yaşamı
tehdit eder, üstelik yarınından korku duyan insanları daha sorunlu ve gerilimli yaptığı
için olağan şiddete de katalizörlük eder. Sonu kötü biten bir aile veya kahve kavgası ya
da bir işçi, öğrenci/polis çatışmasının aktörleri üzerindeki bu tür bir ekonomik baskıyı
ve dolaylı şiddeti yok sayamayız (Unsal, 1996:33).
Ormanlarımızın baltaya tutsak edilmesini, verimli alanların erozyon ya da yanlış
kentleşme ve sanayileşme ile giderek ortadan kalkmasının, nehir ve denizlerimizin
kanalizasyon çukuruna dönüşmesinin, kent havasının sürekli kirlenmesinin, insanların
ruhsal dengesi ve bedensel sağlıkları açısından kesin bir tehdit oluşturulması şiddet
değil mi? (Unsal, 1996:34).
"Örneğin; kuzey ülkelerinin, nüfusu çok, teknolojisi geri, doğal kaynakları sınırlı
güney ülkelerinin aleyhine sürekli genişlemesi ve yeterince önlem alınmaması, iki ayrı
dünya arasındaki ticaret hadlerinin sürekli zengin ülkelerden yana gelişmesi, enerji
kaynaklarının süper güçler tarafından denetlenmesi, bir bakıma "globalleşen" insan
yaşamında, refah bölgelerinin çok sınırlı kalması ve birçok ülke halkları için
27
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 23 – 37
yoksulluğun neredeyse kader olması da bir şiddet türü değil midir? Ya da Irak
yönetimini cezalandırmak için bunca kişinin ölmesinin yanı sıra, Irak halkına ekonomik
ambargonun bu denli uzun süre uygulanması da bir başka uluslar arası şiddet örneği
değil midir? (Unsal, 1996:34).
Bugün bunların hepsi birey ve toplum için tehdit oluşturan fakat henüz şiddet
sayılmayan fiillerdir. Hiçbiri şiddet suçu olarak kabul edilmez.
3. Toplumsal Şiddet ve Öğeleri
Toplumsal düzenin bozulmasına yol açan tüm anti-sosyal davranışlar “sosyal
şiddet” kavramının içerisinde kabul edilir. Türkdoğan'a göre; sosyal şiddet olgusunun
içinde, terör, intihar, adam öldürme, suikastlar, adam kaçırma, fidye isteme, rehine
alıkoyma, yakma -yıkma, tahrip, sözlü ve yazılı protestolar, top yekûn çatışma,
ayaklanmalar, ırk- mezhep kavgaları ve ayrıcalıklı eylem biçimleri sayılabilir
(Türkdoğan, 1996:341).
Türkdoğan'ın aktardığı bir araştırmaya göre dünya çapında 49 toplum üzerinde
yürütülen bir araştırmada sosyal şiddet ve anti-sosyal davranışın ortak bir tablosu
oluşturulmaya çalışılmıştır. Araştırmacılar, sosyal şiddeti yaratan yedi unsur
belirlemişlerdir. Bunlar:
1- Ferdi gelir eşitsizliği
2- Siyasi şiddet
3- Bolluk
4- Sosyal hareketlilik
5- Sosyo-kültürel heterojenlik
6- Sosyal değişme oranı
7- Nüfus büyüklüğü
Yine aynı araştırmada bu yedi unsur ile ilişkili olarak toplumlarda sosyal şiddet
normu için bir standart bakış ortaya koymaya çalışmışlardır. Buna göre toplumlarda
sosyal şiddetin ortaya çıkması belli aşamalardan sonra görülmektedir. Bunlar:
1- Ferdi gelirlerin milli dağılımındaki eşitsizlik ne kadar büyükse, siyasi
şiddetin seviyesi de o kadar büyüktür.
2- Gelir eşitsizliğinin orta noktasından itibaren her iki istikamette milli sapma
ne kadar büyükse, siyasi şiddetin seviyesi de o kadar büyüktür.
3- Buna bağlı olarak siyasi sistemde yeni fırsatlar ve açılmalar, siyasal
hareketlilik ve sosyal katılmayı artırır. Siyasallaşmış, iktisadi çıkarlar ve anlaşmazlıklar;
gerginlik, çatışma ve şiddetle neticelenen gruplar arası anti-sosyal davranışlar, etnikler
arası, diller arası, kastlar arası, cemaatler arası, kültür ve sınıflar arası gerginliklere
biçim verirler.
Sosyal şiddet, tüm toplumlar için, her zaman karşılaşılabilecek türden bir
tehlikedir. Özellikle geçiş dönemlerinde, insanların yaşam standartları arasındaki
uçurum arttığında daha sık görülür. Ülkemizde de genel af sonrası yaşanan kapkaççı
şiddetleri de buna örnek verilebilir.
4. Farklı yönleriyle şiddet: Psikolojik, Sosyolojik ve Kültürel
Şiddetin toplum içinde, toplum tarafından nasıl sunulduğu, nasıl kabul gördüğü
de önemlidir. Çünkü kabul gören şiddet de meşrudur. Hatta şiddet genellikle bir yaşam
28
Necmettin ÖZERKMEN-Haydar GÖLBAŞI
biçimi olarak benimseniyorsa sorun olarak görülmez ve sorun çözmenin bir aracı olarak
onay görür (Ergil 2001:40).
Geleneksel sayılmayacak ancak gelişimini tamamlayamamış ülkelerde dev
boyuttaki iç ve dış güçler, kültür kaymaları, kuralsızlık (anomi) nedeniyle
uyumsuzluklar ve sorunlar yaşanmaktadır. Yabancılaşma, kendini boşlukta hissetme
veya değersizleşme duyguları ile beslenen toplu öfke, toplumun alt kesimlerinde ani
şiddete dönüşebilmektedir (Ergil, 2001:41).
Örnek olarak şiddet eylemleri ile ilgili istatistiklere bakıldığında ülkemizde
Adalet Bakanlığı istatistiklerine göre 1993 yılında 53618 cürüm ve kabahat cereyan
etmiştir. Bunları gerçekleştirenlerin 52474'ü erkek, 1144'ü ise kadındır. Suç türlerine
bakıldığında bunun 6973'ünün öldürme, yaralama, ırza geçme veya zorla adam kaçırma
ile 5592'sinin ise hırsızlık ile ilgili olduğu görülmektedir (Eken, 1996:409).
1999 yılında ise ceza mahkemelerinde açılan dava sayısı 173667'dir. Bunun %
62.1'i şiddet eylemleri ile ilgili olup bunlar müessir fiil (% 22.9), hırsızlık (% 17.8),
adam öldürme (% 5.6), kişi hürriyeti aleyhinde cürümler (% 5.1), ırza geçme (% 3.3),
resmi evrak çalma (% 2.9), hakaret ve sövme (% 2.6), kız, kadın ve erkek kaçırma (%
1.7) olarak gerçekleşmiştir (DİE Adalet İstatistikleri).
Büyük değişimlere uğrayan gelişmekte olan ülkelerde ortaya çıkan, fakat henüz
yapıcı ve yaratıcı hedeflere yöneltilmemiş sosyal enerji, aşağıda belirtilen türde geçici
şiddet türlerine bürünebilir (Ergil, 2001:41);
1- Kendine karşı şiddet: Gittikçe artan miktarda intiharlar, alkol ve uyuşturucu
bağımlılığı sıkça görülmektedir.
2- Aile içi şiddet: çocuk ve eşin dövülmesi eski bir gelenek olabilir. İşsizlik,
oturulan gecekondunun yıkılması gibi kriz anlarında aile içi şiddet de artmaktadır.
Kocası tarafından tecavüze uğrayan eş olaylarında artış vardır. Dayak yiyen
kadınlar için sığınma evleri kurulmaktadır.
Dayak, erkeklerin kadınlar ve gençler üzerindeki baskı aracıdır. Kültürel olarak
en yaygın üstünlük aracı anlamından başka, aile içi şiddet, öğrenilen, diğer sosyal ortam
ve ilişkilerde uygulanan temel bir sosyalleşme aracıdır.
3- Kan davası: Kuşaklardan beri devam eden "belirli diğerlerine", karşı duyulan
nefret ile grup dayanışmasını ayakta tutan kültürel bir şiddet biçimidir.
4- Namus cinayetleri: Kültürel olarak onay gören, geleneği bozan aile bireylerine
ve özellikle kadınlara yönelik bir şiddet eylemidir. Ailede uysal ve namuslu rolünü
zorlayan kızlara ve kadınlara karşı gerçekleştirilen bir şiddet türüdür.
5- Trafik kazaları: Ülkemizde trafik kazaları kitlesel katliam boyutlarına
ulaşmıştır. Trafik kazaları her geçen gün daha da artmakta, bu durum
önlenememektedir. Trafik kazaları, çevre kirliliğine sebep olma gibi, ne kadar ölümcül
olursa olsun hukuken eylemli bir suç olarak sayılmamaktadır. Araba sürmek, bir ulaşım
olgusu olduğu kadar, rakiplerine üstün gelme fırsatı sağlayan bir yarış olarak
algılanmaktadır. Bundan dolayı da trafik kurallarının çiğnenebilir olduğu
düşünülmektedir.
6- Adak ve kurban teşhiri, zorla bekâret kontrolleri, dövüşme, kaba güç gibi bazı
erkeklik özelliklerinin abartılması ile ortaya çıkan şiddet görüntüleri de vardır.
Bu şiddet biçimleri kalıcı bir şiddet kültürünün oluşmasına, şiddetin
yapısallaşmasına neden olmaktadır.
29
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 23 – 37
Şiddet kavramı ana özellikleri ne olursa olsun, zamana ve topluma göre değişir.
Şiddet olgusu birçok toplumsal sorunun da kaynağını teşkil eder.
Şiddetin temelinde yer alan saldırganlık güdüsü de değişik biçimlere
bürünebilecek bir davranıştır. Yukarıdaki sınıflamalar da bu nedenle ortaya
çıkarılmıştır. Saldırganlığın temelinde ve gelişiminde hangi tür kişilik özelliklerinin,
hangi tür toplumsal ve çevresel etmenlerle etkileşime girdiğini incelemek oldukça
güçtür. Ancak bilinen odur ki, diğer tüm insan davranışlarında olduğu gibi, insandaki
saldırganlık ve bunun şiddete dönüşmesi, kişinin psikolojik ve toplumsal gelişiminin,
nörolojik ve hormonsal yapısının etkileşimiyle ortaya çıkmaktadır (Lorenz, 1996:166167).
Bazı sosyal öğrenme kuramlarına ve sosyalleşme sürecinin ilk aşamalarına göre
çocuklar bazı durumlarda nasıl davranacaklarını çevresindekileri gözlemleyerek ve
onları taklit ederek belirlerler (Backman-Secord, 1974:473).
Buna göre saldırganlık kadar saldırgan olmama davranışı da öğrenilebilir bir
davranış örüntüsüdür. İletişim teknolojisindeki hızlı gelişmeler sonucunda kitle iletişim
araçlarının çok yaygın olarak tüketilmesi, kitle iletişim araçlarının toplumları etkisi
altına alması bu konuyu daha fazla ön plana çıkarmaktadır. Örneğin özellikle kadın
bedeninin reklamlar ve diğer pornografik mesajlar yoluyla topluma sunulması, hem
erkeğin kadına bakış açısını, hem de kadının kendine bakış açısını olumsuz olarak
etkileyebilmekte, bu durumun içselleştirilmesine neden olabilmektedir (Aziz,
1994:502).
Toplumsallaşma süreci çerçevesinde gerek çocukluk döneminde, gerekse
yetişkinlik döneminde kitle iletişim araçlarının etkisiyle kolay öğrenilebilen saldırganlık
davranışlarının ortaya çıkması kadar, bunun yol açtığı çatışmaların çözülmesi de
önemlidir (Kocacık, 2000:111).
Toplum halinde yaşayan bireyler arasında şiddet olaylarıyla meydana gelen
çatışmaların, toplumsal yaşamın bir parçası olarak görülmesi gerekir. Çatışmayı
anlamaya çalışmak kadar, çatışmaların çözümlenmesi konusunda da becerilerin
geliştirilmesi gerekmektedir.
Sağlıklı bir ilişki, hiç çatışma yaşanmayan ilişki değildir. O ilişkilerde ortaya
çıkan sorunların ne kadar sağlıklı bir biçimde çözüldüğü önemlidir. Bunun için bireyin
sorunlarını şiddete yönelerek çözmesini giderebilmek için toplumsal yaşam içinde önce
bireyin kendini tanımasını sağlamak ve empatisini geliştirmesi gerekir. Ayrıca kişi,
çatışmayı çözme ve iletişim becerileri konusunda kendisini geliştirmelidir, gerekiyorsa
da uzman kişilere başvurarak yardım almalıdır.
İyi bir toplum olmanın birçok koşulu vardır. Bunların içinde yer alan bireyler
arasında sağlıklı ilişkilerin bulunması da yukarıda belirtildiği biçimde sağlanabilir.
Yapısallaşan şiddetin sona erdirilmesi için otoriter ya da geleneksel yapının
dönüştürülmesi ve sosyal davranışları yönlendiren yerleşik değerlerin, çağın
ihtiyaçlarına uyumunu sağlamak da gerekir. Temel değerlerin uzlaşmacı ve barışçı
olmasına özen gösterilmelidir. Adaletin toplum için önemli olduğu unutulmamalıdır.
Toplumun aileden devlete kadar demokratikleştirilerek ve hukukun üstünlüğüne göre
düzenlenmesi sağlanarak bu sorunlar aşılabilir. Böylece de toplumsal sorunların
çoğunun ortaya çıkmadan çözülebilmesi söz konusu olabilecektir.
30
Necmettin ÖZERKMEN-Haydar GÖLBAŞI
5. Şiddet Olgusunu Yaratan Nedenler Ya da Şiddetin Kaynakları
5.1. Dogmatizm: Ne yazık ki, Türkiye'de herkes kendi düşüncelerini “en
doğru”, “tek ve biricik” çıkış yolu olarak kabul eder. İşte Türkiye'de şiddet olaylarının
altında genel olarak bu “dogmatizm” yatmaktadır. Kendi düşüncelerinin “Tanrısal
Doğrular” kadar kesin olduğuna inanmak, bunları bir “iman gibi” savunmak ve icabında
bunlar için “ölmeye” hazır olmak, bu dogmatizmin sonuçlarıdır (Ertürk, 1978:7-19).
Siyasal İslam'ı da kapsayan "dine dayalı siyasal eylemlerin”, Cezayir, İran ve
Afganistan örneklerinde görüldüğü gibi genellikle şiddete dönük sonuçlar doğurmasının
temel nedeni; inanca dayalı dogmatik davranış biçimidir.
5.2. Farklı ve Karşıt Fikirlere Paranoyakça Yaklaşım: Osmanlı
dönemindeki monarşik baskı ile yeni Türkiye Cumhuriyeti'ndeki tek parti baskısı
birleşince, bizden farklı düşünenlere "hain" damgası vurmak neredeyse gelenek halini
almıştır. Farklı ya da karşıt görüşlere bir kez hain damgası vurduktan sonra artık cinayet
işlemek ya da şiddetin başka öğelerine başvurmak, yalnız uygun bir tartışma yöntemi
değil, aynı zamanda neredeyse bir ulusal görev niteliği kazanmaktadır (Kongar,
1999:201).
5.2.1. Demokrasinin İktidarlarca Yozlaştırılması:
Çok partili düzene geceli beri, her iktidar kendi düşüncelerinin karşısında olan
düşünceleri bastırmak, güçsüzleştirmek ve hatta yok etmek için pek çok yola
başvurmuştur (27 Mayıs darbesi böyle bir iktidara karşı, daha doğrusu iktidar böyle
davrandığı için yapılmıştı).
İktidar böyle haksız ve adaletsiz davranınca, yani demokrasiyi yozlaştırınca,
düzen dışı, demokrasi dışı yollar daha olağan kabul edilmeye başlanır. Nitekim bizzat
iktidar m kendisi böyle yolları kullanmaya başlayınca, şiddet artık toplumsal yaşamın
bir parçası olur (Kongar, 1999:202).
5.3. Demokrasinin Muhalefetçe Yozlaştırılması:
Şiddetin en önemli kaynaklarından biri de, toplumda yönetim dışında kalmış
olan düşünce ve çözüm önerilerinin, demokratik kurallara uygun olmayan yöntemlerle
iktidar savaşı yapmalarıdır. Demokratik kurallara uygun olmayan yöntemler, doğrudan
ya da dolaylı şiddet yöntemleri demektir. İktidar çoğunluğun oyları ile başa geçtiğine
göre dışarıda kalanlar "çoğunluğun tercihlerini dengeleyebilecek" bazı gerekçeler
bulmalıdırlar. İşte tarihsel haklılık, bilimsel doğruluk, milliyetçilik, işçi ve köylülerin
refahı gibi hepsi kendi başlarına doğru, masum ve haklı olan bu yüce kavramlar,
çoğunluğun tercihi olan iktidara karşı kullanılan şiddet eylemlerinin gerekçeleri olarak
ortaya atılırlar (Kongar, 1999:203).
Demokratik yönteme karşı seçenek aranması çabası içinde başvurulan
öteki iktidar kaynaklarını şöyle özetlemek olanaklıdır: a) Tanrı buyruğu, b) Gelenek, c)
Sezgi, d) Akıl, e) Bilim, f) Felsefe, g) Mutlakçılık, h) Otorite (Ertürk, 1978).
31
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 23 – 37
5.5.Güven Bunalımı:
Türk demokrasi tarihi, demokrasinin gerek iktidarlar, gerekse muhalefette
kalanlar tarafından yozlaştırılmasının, pek çok örneği ile doludur. Bugüne dek sayıları
üçe varan askeri müdahalelerin tümünün bu yozlaştırmalar sonucu ortaya çıktığını
hatırlarsak, bir güven bunalımının gerekçeleri de ortaya çıkmış olur. 1961 Anayasası da,
1982 Anayasası da bu güven bunalımlarının ürünleridir. 1961 Anayasası demokrasiyi
“iktidara karşı korumak için”; 1982 Anayasası ise "demokrasiyi muhalefette kalanlara
karşı korumak için yapılmıştır (Kongar, 1999:203).
5.6.Partilere ve Politikacılara Karşı Duyulan Genel Güvensizlik:
Türkiye'de partilere ve politikacılara hemen hiç güven duyulmamaktadır. İnsan
olarak politikacıların bireysel çıkarlarını parti ve ülke çıkarlarının önünde tuttukları çok
söylenir. Aynı biçimde yaygın bir suçlama, partilerin, parti çıkarlarım ülke çıkarlarının
üzerinde tuttukları iddiasıdır.
5.7.Genel Bir Değer ve Kültür Bunalımının Varlığı:
Genel olarak Türk insanı, özel olarak Türk genci, ciddi bir değer ve kültür
bunalımı içindedir. Kır ve kent kültürleri, laik ve İslami değerler, geleneksel ve çağdaş
yaşam biçimleri, hep tam bir karşıtlık içinde, Türk gencini, Türk insanını sürekli
bombardıman etmektedir.
Bu durumda genç, o sırada bağlandığı (belki sonra değiştireceği) değer sistemine
fanatik bir biçimde inanmakta, bu sistemi egemen kılmak için, cinayet işlemeyi de içine
alan çeşitli siyasal eylemlere kalkışmaktadır.
5.8.1. Türkiye'de Sosyal Kontrolün (Toplumsal Denetimin) Gittikçe
Gücünü Yitirmekte Oluşu:
Bireye toplumsal değerleri aktaran ve daha sonra da, insanın bu
değerlere göre bir yaşam sürmesini denetleyen aile, gittikçe çözülmekte, birey
üzerindeki etkisini yitirmektedir. Öte yandan toplumsallaştırma işlevini doğru dürüst
yerine getirebilecek kitle iletişim araçları da yoktur. Birey, bugün Türk toplumunda
ciddi bir değer bunalımı içine düşmektedir.
5.9.Siyasal Olarak Mevcut Yapının Sorun Çözücü ve Adil Olduğuna İlişkin
İnançsızlık:
Siyasal öğelerle, psikolojik ve sosyal-psikolojik öğeler, şiddet ve terörü
etkileyen öğelerdir. Siyasal öğelerin başında, bireylerin içinde yaşadıkları siyasal
sistemin, sorunları çözeceğine ilişkin bir inanca sahip olmamaları yatar. Bireyler,
toplumun siyasal düzeninin “çözüm üreten” bir sistem olduğuna inanmıyorlarsa,
cinayetler için çok uygun bir ortam doğmuş demektir.
Siyasal çatışmalar, demokratik kurallar ve kurumlar içinde ele alınabiliyorsa,
siyasal şiddetin önemli bir kaynağı kurutulmuş demektir. Türkiye'de şiddetin en yaygın
araçlarından biri gençlik kesimidir. Gençler sistem dışında kaldıkları oranda cinayet
şebekelerini aracı olma olasılıkları artacaktır.
Türkiye'de şiddet ve terör eylemlerini özendiren en önemli öğelerden biri,
normal yollara karşı duyulan inançsızlıkta yatar. Normal yolların ya da kurulu düzenin
32
Necmettin ÖZERKMEN-Haydar GÖLBAŞI
sorunlara adil ve hızlı çözümler getireceğine ilişkin inançsızlık, şiddet ve terör gibi
yollara başvurulmasını adeta meşru kılmaktadır.
5.10.Tepeden İnmeci Siyasal Gelenek:
Tepeden inmecilik, Türkiye'de terörü iki ayrı strateji içinde desteklemektedir. İlk
olarak, gerek sağ, gerek sol, Türk Silahlı Kuvvetleri çok büyük bir güç olduğu ve
yönetime el koyma geleneğini de geliştirmiş bulunduğu için, ona kızarak, askeri darbe
yoluyla ülke yönetimini ele geçirmeyi amaçlamaktadır. Bu olasılık hem sağ, hem de sol
terörizme başarı umudu vermekte, asker desteği ile darbe rüyaları, her iki grubun
katillerini de eyleme teşvik etmektedir. İkinci strateji birinciye oranla daha gerçekçidir.
İktidarda olanlar düşman biçiminde görüldükleri ve ordu aracılığı ile düşürülmeleri
amaçlandığı zaman geçerlidir.
5.11.Dış Örneklerin Özendiriciliği:
Gerek sağ, gerekse sol şiddet ve terör için ne yazık ki dünya üzerinde pek çok
başarılı örnek vardır. Filipinler, Endonezya, Şili gibi güncel örnekler ile İspanya,
Portekiz, Yunanistan gibi tarihsel örnekler katilleri büyük ölçüde özendirmekte ve
Türkiye'deki eylemlerin başarılı olabileceği hakkında hayallere sürüklenmektedirler.
5.12.Dış Ülkelerin Desteği:
İnsanoğlunun en az düzenleyebildiği alan ne yazık ki uluslar arası ilişkileridir.
Türkiye üzerindeki oyun ve hesaplar, silah üreticisi firma ve ülkeler ile uyuşturucu
trafiğini yöneten kişi, örgüt ve ülkeleri bir araya getirmiş, bunların hepsini, Türkiye'deki
destabilizasyondan yarar bekleyen büyük ülkelerin piyonları olarak üzerimize salmıştır.
Bu büyük oyunun içine girmeyen ülke yoktur denebilir. Mumcu'nun (1984:311-321)
“yeni enternasyonalizm” dediği bu oyun Türkiye'deki cinayetler açısından büyük bir
sorumluluk payına sahiptir.
5.13. Toplumsal ve Ekonomik Sıkıntılar:
Türkiye'de terör ve şiddet, hiç kuşkusuz başka nedenlerle birlikte toplumsal ve
ekonomik sıkıntılardan da kaynaklanmıştır. Terör ve şiddeti doğrudan doğruya
komünist saldın yahut da sapıkların davranışı olarak tek yönlü ve dolayısıyla yanlış
değerlendirenler, toplumsal ve ekonomik yaklaşımı hainlik çizgisiyle bir tutarlar.
Şiddet ve terörün ardındaki toplumsal ve ekonomik nedenlere baktığımızda,
işsizlik, adaletsiz ulusal gelir dağılımı ve yoksulluk, fiyat artışları, kırdan - kente göç
vardır.
Yapılan araştırmalar, yoksulluk ve fiyat artışı gibi ekonomik öğelerle siyasal
şiddet arasında doğrudan bir neden-sonuç ilişkisi saptayamamış, buna karşılık,
ekonomik kalkınmanın hızlandığı dönemlerde siyasal şiddette de artışlar görülmüştür
(Keleş, Unsal, 1982:23).
5.14.Toplumsal-Psikolojik Öğeler:
İnsanların öteki insanlarla karşılaştırmalı olarak sahip oldukları “yoksulluk”
kavramı, gerçek durumlarından daha etkilidir. Komşularının sahip olduğu mallara sahip
olamayan bir aile, kendi maddi durumu ne denli iyi olursa olsun, komşularıyla
33
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 23 – 37
karşılaştırmalı olarak “yoksul” hissedecektir kendini. Bu durumda şiddet ve terörü
doğrudan olmasa bile, dolaylı olarak etkileyen öğelerden birisidir. Ayrıca bir insanın
kendi durumunun zaman içinde kötüye gittiğini düşünmesi, ilerde daha kötü duruma
düşeceğine inanması da "göreli yoksulluk" kavramının altında yatan öğelerdir. Özellikle
enflasyon dönemlerinde zaman içinde değerlendirme hep olumsuz sonuç verir.
5.15.Psikolojik Öğeler:
Türkiye'deki “ataerkil aile” yapısı, kötü eğitim gibi öğeler, bireylerde önemli
dengesizlikler yaratmaktadır. Bu dengesizlikler, genellikle masum bir çocuktan kanlı bir
katil üretebilmektedir. Aile baskısı ya isyankâr ya da otoriteye bağımlı kişilikler
yaratarak katiller ordusuna malzeme hazırlamaktadır.
5.16.Eğitime İlişkin Öğeler:
Anarşi ve terörün altında yatan eğitime ilişkin öğeler ikiye ayrılabilir. Birinci
olarak, gençlerin kötü eğitilmelerinden kaynaklanan öğeler vardır. İkinci olarak da
bizzat eğitimin kendi sorunlarından, özellikle üniversite öğrencilerini isyana sevk eden
niteliklerden söz edilebilir.
5.17.Basma ve Televizyona İlişkin Öğeler:
Şiddet öğesi televizyonda ve basında “terör” olaylarını özendirici biçimde
kullanılmaktadır. Ne yazık ki, televizyonun özellikle çocuklar üzerindeki yıkıcı etkisi
artık evrensel bir sorun haline gelmiştir (Yörükoğlu, 1983:81-84).
Gerek televizyon dizilerinde, gerek basında yer alan ve kimi zaman da birinci
sayfalarda büyük boy resimlerle verilen “şiddet” olayları toplumda derin yaralar
açmaktadır.
Sonuç ve Öneriler
Sonuç değerlendirmesi yapacak olursak; şiddetin doğal bir olgu olmaktan çok
insanın tarihsel ve toplumsal bir varlık olması gereği ortaya çıkan toplumsal bir olgu
olduğu ve aynı zamanda bütün toplumlarda görülen bir olgu olması bakımından da
evrensel bir olgu olma niteliğini taşımaktadır.
Diğer taraftan şiddet olgusu insanın hem yaratılıştan farklı ve yunik bir psikososyal ve bio-psikolojik varlık olması; hem tarihsel ve toplumsal olarak (din, gelenek,
kültür vs) var olması ve yapılanması nedenleriyle tek bir nedene bağlı olarak
açıklanamayan çok kompleks bir olgudur. Bu yüzden de farklı bilim alanlarının
konusudur ve zaten de Inter-disiplinler olarak ele alınmalıdır. Diğer bir deyişle, hukuk,
siyaset, sosyal antropoloji, psikoloji ve sosyoloji gibi bilim dallarının ortak ve
birikimsel bilgisine, araştırmasına ihtiyacı vardır.
Yine de şiddetin ne olduğu, hangi kaynaklardan temel aldığı ve nasıl tolere
edilebileceği konusunda bazı şeyler söylemek; politik yönelimli eylem planı için
önerilerde bulunmak mümkündür.
Çözüm önerileri;
1- Dogmatik düşüncenin yerine esnek ve hoşgörü yönü ağır basan bir ilk ve
orta öğretim anlayışına yönelmesi ve orta öğretimde felsefe derslerinin artırılarak,
tartışma kültürünün kazandırılması,
34
Necmettin ÖZERKMEN-Haydar GÖLBAŞI
2- Farklı fikirlere ya da karşıt görüşlere düşmanca bakmak yerine, yeni bir
çözüm önerisi olarak görmek,
3- Demokratik anayasal rejimin iktidarlarca yozlaştırılmasının önüne geçilmesi.
Muhalefetin bozucu, saptırıcı eleştirisi yerine; yapıcı, yol gösterici eleştirilerin
geliştirilmesi,
4- Devlet kurumlarının uyumlu çalışmasının sağlanması, güven bunalımlarının
yaratılmaması. Bu konuda siyasal partilerin, anayasal kuruluşların duyarlı olması,
5- Kültür ve değer kaymalarını önleyerek insanlar m; özellikle gençlerin doğru
yönlendirilmesinin sağlanması, sosyal kontrolün cezayla değil, uyarılmalarla
sağlanması,
6- Siyaset kurumunun polemik üretme yeri değil, sorun çözme yeri olduğu ve
siyasilerin herkesten daha çok yasalara uygun davranmaları,
7- Milli eğitim politikalarının tek tip insan yetiştirme yerine dünya ve ülke
sorunlarını sorgulayan; ilgi, beceri ve yeteneklerine göre öğrencilerin donatılması;
gereksiz bilgi yığını içinde bocalamaların engellenmesi,
8- Gençlere sahip çıkarak dış mihrakların güdümüne girmelerinin önlenmesi ve
dış ülkelerin iç sorunlara müdahale etmelerine göz yummadan gereken diplomatik
girişimlerde bulunmak,
9- Devlet, yerel yönetimler ve iş çevreleri elbirliği ile ülkemizdeki istihdam
sorununu çözmek,
10- Öncelikle ana-baba eğitiminin sağlanması ve sonra çocuklara iyi örnek
olunarak yaygın eğitimin verilmesi gerekir. Çünkü çocuk söyleneni değil yapılanı
öğrenir ve taklit eder,
11- Medya basın gibi kamuoyunu oluşturan kurumların etik değerlere göre yayın
yapmaları, kamuoyunu yanıltmamaları gerekir,
12- Din-vicdan ve fikir özgürlüğünün sağlanması; örgütlenme özgürlüğünün
önündeki engellerin kaldırılması gerekir. Çünkü bu iki özgürlük serbest girişimin diğer
ayaklarıdır,
13- Toplumsal dayanışmayı güçlendirmek ama ayrışmayı, ayrılıkçılığı
güçlendirecek politikalardan vazgeçilmesi gerekir,
14- Zamana uygun bir göç-kentleşme politikası ve buna uygun bir nüfus
politikasının hayata geçirilmesi gerekir. Çünkü artık çağımızda çok insan değil, yetişmiş
insan önemlidir,
15- Gelir dağılımının düzeltilmesi, her yurttaşa insanca yaşayacağı bir gelirin
sağlanması,
16- Kız çocuklarının mutlaka okutulması; kendi ayakları üzerinde duracak bir
gelir ve meslek sahibi kılınması,
17- Aile içinde kız-erkek çocuk ayrımının giderilmesi, demokratik bir aile
yapısının geliştirilmesi gerekir. Çünkü aile içinde yaşanmayan demokrasi sokakta,
okulda, partide, sendikada, iş yerinde hiç yaşanamaz,
18- Siyasetçi, bürokrat, iş adamı (şeytan üçgeni) ortaklığı ile devlet - toplum
imkânlarının çarçur edilmesinin önüne geçilmesi; genel bir deyimle yolsuzlukların
önünün kesilmesi, "yapanın yanma kalıyor" anlayışının ortadan kaldırılması,
19- Emniyet güçlerinin yurttaş ayrımı (fakir-zengin, zayıf-güçlü) gözetmeksizin
aynı davranışta bulunması; suçluyu yakalaması ve adalete teslim etmesi gerekir,
35
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 23 – 37
20- Bütün dokunulmazlıkların herhangi bir suç ya da suç isnadı karşısında
kaldırılması; adaletin gerçekleştirilmesi yolsuzluğun önlenmesinde en önemli tutum
olur,
21- Adam kayırma, hemşericilik, bölgecilik; ideolojik ve inanç birliği gibi
gerekçelerle kamuda haksız uygulamaların, yolsuzlukların önünün alınması ve liyakatin
esas alınması gerekir,
22- Kanun devleti değil, hukuk devletinin hayata geçirilmesi; anayasalı devlet
değil, anayasal devlet çağdaş toplumların özelliğidir,
23- Şiddet nerede ve nasıl olursa olsun, kimden gelirse gelsin, kınanmalı ve
caydırıcı yaptırımlarla engellenmelidir,
24- Devletin görevi şiddeti şiddetle önlemek değil, suçluyu yakalamak ve
mahkûm etmektir. Aile içi şiddet şikâyetleri (kadına, çocuğa yönelik şiddet, istismar ve
ensest ilişki) ilgili makamlarca dikkate alınmalıdır ve mutlaka kovuşturulmalıdır.
Kaynakça
Alemdar, Korkmaz; Erdoğan, İrfan (1994) Popüler Kültür ve İletişim, Ankara: İletişim.
Arendt, Hannah (1970) "On Violance", New York, Hartcourt s. 46, 52, 56.
Aziz, Aysel (1994),"Kadın Şiddet ve İletişim", Dünya'da ve Türkiye 'de Güncel
Sosyolojik Gelişmeler, Sosyoloji Derneği Yayınları. Ankara.
Backman, Carl W. ve SECORD, Paul F.(1914), "Social Psychology". 2nd Ed. McgrawHill Tokyo.
Die. Adalet İstatistikleri 1999.
Ekşi, Aysel (1982) Gençlerimiz ve Sorunları, İstanbul: Ün.
Eken, Ahmet (1996), "Bir Olgu Olarak Türkiye'de Şiddet", Cogito. Sayı 6-1. KışBahar. s. 401-410.
Ergil, Doğu (2001),"Şiddetin Kültürel Kökenleri", Bilim ve Teknik. Sayı: 399. Şubat. s.
40-41.
Erten, Y, Ardalı, C. (1996) "Saldırganlık, Şiddet ve Terörün Psikososyal Yapıları",
Cogito, YKY, Sayı: 6-7, s. 51-65. İstanbul. Ertürk, Selahattin (1978) Diktacı
Kocacık Faruk, (2000), "Toplumbilim". 2. Baskı. Cum.Üni. Yayını No:84. Sivas.
Lorenz, Konrad (1996), "Saldırganlığın Spontanlığı", Cogito. Sayı: 6-1. Kış-Bahar. s.
165-168.
Tutum ve Demokrasi, Ankara: Yelkentepe. Galtung, J. (1991) "On Violance in
General and Terrorism in Particular", Geneva, Political "Terrorism" adlı
inceleme, s: 13. Gurr, T.R. (1973) "The Revolution-Social Change Nexus: some
old theories and new hypothesis", Comprative politics, cilt: 5, no: 3, s. 359-392.
Hobart, M., (1996) "Şiddet ve Susku: Bir Eylem Siyasasına Doğru". (Çev. Yurdaer
Salman). Cogito, YKY, Sayı: 6-7, s. 51-65. İstanbul.
Keleş, R., Unsal, A. (1982) Kent ve Siyasal Şiddet, Ankara: SBF.
Kongar, Emre (1999) 21. Yüzyılda Türkiye - 2000'li Yıllarda Türkiye'nin Toplumsal
Yapısı, İstanbul: Remzi. Macfarlane, Leslie, J. (1974) "Violance and the State",
London, Thomas Nelson, s. 46. Michaud, Yves (1991) Şiddet, İstanbul: İletişim.
Mumcu, Uğur (1984) Papa, Mafya, Ağca, İstanbul: Tekin
36
Necmettin ÖZERKMEN-Haydar GÖLBAŞI
Nicklaus, E.F. (1980) The Literature of Terrorism, Westport, Conn, Greenwood Press,
s: 295.
Steinmez, Susan (1986) The Violent Family, Violance in The Home. Interdiciplinary.
Türkdoğan, Orhan (1996) Sosyal Şiddet ve Türkiye Gerçeği, İstanbul: Timaş.
Unsal, A. (1996) "Genişletilmiş Bir Şiddet Tipolojisi", Cogito, YKY, Sayı: 6-7, s. 29 37. İstanbul. Yavuzer, Haluk (1982) Çocuk ve Suç, İstanbul: Altın Kitaplar.
Yıldırım, Aysel (1998) Sıradan Şiddet, Kadına ve Çocuğa Yönelik Şiddetin Toplumsal
Kaynakları, Ankara.
Yörükoğlu, Atalay (1983) Değişen Toplumda Aile ve Çocuk, Ankara: Aydın.
37
YEREL YÖNETİMLERDEN BEKLENTİLER
(AVANOS VE GÜLŞEHİR ÖRNEĞİ)
Hasan Yavuzer
Ahmet Cihan**
Özet / Abstract
Bu çalışma Nevşehir’e bağlı Avanos ve Gülşehir ilçe merkezlerinde yaşayan insanların yerel
yönetimlere bakışı ve yerel yönetimlerden beklentilerini tespit etmek amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Çalışma yapılırken ilçe nüfusları ve bu nüfusların mahallelere dağılımı tespit edilerek
mahallelerdeki seçmen konumunda olan kişilerin %10’u esas alınarak objektif kriterlere dayanan bir
anket uygulaması gerçekleştirilmiştir. Bu bakımdan verilerin sağlıklı sonuçlar içerdiği ve başta
mahallindeki yerel yöneticiler olmak üzere Nevşehir ili ve ülke genelindeki tüm yöneticilere ışık tutacağı
varsayılmaktadır.
Yörede halk, kendilerine değer veren bir yönetim anlayışı beklemekte, temiz siyaset, temiz ve
saydam bir yerel yönetim arzulamaktadır. İşleyişinde açıklığı, şeffaflığı, çoğulcu ve katılımcı demokrasi
ilkelerini hayata geçiren, adil, dürüst ve çalışkan yönetim istemektedir. Bu ilçelerde yaşayan kişiler, kent
rantlarını daha fazla hizmete dönüştüren, altyapı ve potansiyeli daha fazla geliştiren, planlı ve çevre ile
uyumlu kentleşmeyi savunan, kentsel alandaki işsizlik ve yoksullukla daha etkin bir şekilde mücadele
eden, eğitim, çevre, turizm, sosyal ve kültürel alana destek veren, kent sakinlerini kararların oluşumuna
katan bir yöneticiyi karşılarında görmek istemektedir.
Anahtar Kelimeler: Avanos, Gülşehir, Yerel Yönetim, Beklentiler, Yönetime Katılım,
Demokratik, Şeffaf
REQUIREMENTS FROM LOCAL GOVERNMENTS
(AN EXAMPLE FROM AVANOS AND GÜLŞEHİR)
This study aims to determine how townspeople of Avanos and Gülşehir in Nevşehir consider
local governments and what is required of the local governments.
The study has been conducted by way of public surveys based on objective criteria. The
population distribution of the towns being determined, the survey has been applied to the 10 percent of
the population which is of age to vote. The data obtained is, in this respect, supposed to bear healthy
results for executive staff in Nevşehir and nationwide, above all for local executive staff.
The local community expects a management which appreciates them. Moreover, they long for
clean politics and transparent local governments. They demand a fair, industrious management which is
able to put transparency, the principles of pluralistic democracy into practice. Furthermore, the local
community demands an executive leader try harder to render more service using the urban income,
defend an environment-friendly planned urbanization, fight unemployment and poverty more efficiently,
be active on educational, environmental, tourism, social and cultural terms, and include the local residents
to be a part in the decision-making process.
Key Words: Avanos, Gülşehir, Local Government, Requirements, Participation in Government,
Democratic, Transparent

**
Yrd. Doç. Dr., Nevşehir Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü.
Prof. Dr., Nevşehir Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü.
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 39 – 55
Giriş
Amaç, Kapsam, Önem ve Yöntem
Yerel yönetimler, belli bir coğrafi alan üzerinde yaşayan yerel topluluk
üyelerinin kendi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla, ekonomik, sosyal, kültürel
zenginliğe ve refaha ilişkin yerel hizmetleri genel yetkiyle, kendi sorumluluğu
doğrultusunda yerine getiren, işleyişinde açıklığı, şeffaflığı, çoğulcu ve katılımcı
demokrasi ilkelerini hayata geçiren, yetkilerin yerel halka en yakın yönetim birimince
kullanıldığı, kamu tüzel kişiliğine sahip, özerk, demokratik bir kuruluştur. Bir başka
tarife göre, ise, yerel yönetimler, ulusal sınırlar içerisindeki değişik büyüklüklerdeki
topluluklarda yaşayan insanların, ortak ve yerel nitelikteki gereksinimlerini karşılamak
amacıyla kurulan ve hukuk düzeni içerisinde oluşturulmuş olan anayasal kuruluşlardır.1
Türkiye’de özel idareler, belediyeler ve köyler olmak üzere üç türlü yerel
yönetim mevcuttur.2 Yerel yönetimler, ülke genelinde tabana hizmet götürmenin araçsal
sistematiği olan yerlerdir. Bu nedenle, yöre insanının huzur ve mutluluğu ile kendilerine
götürülen hizmetler bakımından yerel yönetimler ayrı bir önem taşımaktadır.
a)
Amaç
Çalışmanın temel amacı, Nevşehir İline bağlı Avanos ve Gülşehir ilçelerinde
yaşayan vatandaşların yerel yönetim ve yerel yöneticilere bakışı ve onlardan
beklentilerini tespit etmektir. Güdülen ikinci amaç ise, ülke genelinde tüm yerel
yönetimler ve yerel yöneticilere bakış ve onlardan beklentiler konusunda sonuçlara
gidebilmektir.
b)
Kapsam
Anket çalışmamız Kapadokya bölgesinin önemli merkezlerinden Nevşehir iline
bağlı Avanos ve Gülşehir ilçelerindeki yerel yönetimlerden belediye hizmetleri ile
sınırlıdır.
c)
Önem
Globalleşen dünyada yerel yönetimler her geçen gün daha önem kazanmaktadır.
Bunda en büyük etken yerel yönetimlerin halka en yakın yönetim birimleri olması,
halkın kendisini yerel yönetimlere daha yakın hissetmesi ve yerel yöneticileri de
kendilerine daha yakın kabul etmesidir.
Yerel yönetim yerinden yönetim demektir. Yerinden yönetimin güçlü olması,
yerel demokrasinin güçlü olması demektir. Bu yüzden yerel demokrasinin geliştirilmesi,
güçlendirilmesi, daha şeffaf ve demokratik bir yapıya dönüştürülmesi çalışmaları devam
etmektedir. Bu konuda yapılan bütün çalışmalar ve atılan tüm adımlar takdirle
karşılanmaktadır. Çünkü Friedrich August Von Hayek’in de işaret ettiği gibi “yerel
yönetimin yaygın ve güçlü olmadığı hiçbir yerde demokrasinin iyi işlediği
1
2
40
Ahmet Fidan, “Yerel Yönetim”, http://tr.wikipedia.org/wiki/Yerel_y%C3%B6netim (24.10.2009).
Şükrü Karatepe, “Yerel Yönetimler ve Eğitim”, Yerel Yönetimler ve Eğitim Paneli- 4 Haziran 1995
Kayseri, Kayseri Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları, 1996 Kayseri, s. 58.
Hasan YAVUZER-Ahmet CİHAN
görülmemiştir.”3 Ayrıca, Alexis de Tocqueville’nin şu sözleri yerel yönetimlerin
durumunu ve taşıdığı anlamı, net bir biçimde, ifade etmektedir: “Yerel yönetim
kuruluşları özgür ulusların gerçek gücünü oluşturur. Bir ulus özgür bir yönetim
kurabilir, ancak yerel yönetim olmadan özgürlüğün ruhuna sahip olamaz.”4
Çalışma bölgesi olarak seçilen Avanos ve Gülşehir ilçelerinin de içerisinde yer
aldığı Kapadokya bölgesi tarihi süreç içerisinde pek çok medeniyete ev sahipliği
yapmıştır. Günümüzde tarihi ve turistik yerleri ile cazibe merkezleri konumunda
bulunan ve dünyanın pek çok yerinden ziyaretçisi olan bu ilçelerdeki yerel hizmetler
büyük önem taşımaktadır. Bu konuda gelinen noktanın bilinmesi, eksiklerin tespiti ve
alınacak tedbirler; hem yöre insanının huzur ve mutluğu açısından hem de bahsedilen
turistik ilçelerin imajı açısından çok büyük bir öneme sahiptir. Bu durum yöre ile ilgili
çalışmanın taşıdığı anlam ve önemi ortaya koymaktadır.
d)
Anket Çalışmasında Kullanılan Yöntem
Toplumsal bilimlerde yöntem seçerken neyi ne kadar ayrıntılı olarak öğrenmek
istediğiniz büyük önem taşır. Mercekler ona göre ayarlanır. Ayrıca sosyal bilimlerde
uygulanan anketler bize genel görünümü gösterecek röntgen filmlerine benzer. Anket
uygulamasına dayalı bu saha araştırması bir anlamda endoskopik bir fotoğraftır. Yapılan
anket çalışması ile ilgili alan görüntülenmiş, ayrıntılı bir resim çekilmiştir. 29 Mart
2009 mahalli idareler seçimleri öncesinde gerçekleştirilen anket uygulaması ile hem
geçmiş hizmetlerin değerlendirilmesi hem de geleceğe yönelik beklentiler tespit
edilmeye çalışılmıştır.
Bu araştırmada, her iki ilçe nüfusları ve bu nüfusların seçmen sayısına göre
mahallelere dağılımı tespit edilerek, seçmen konumunda olan nüfusun %10’una anket
uygulanmıştır. Denekler, her mahalledeki seçmen sayısının yaklaşık % 10’unu teşkil
edecek şekilde rastgele yöntemle belirlenmiştir. 11.700 civarında nüfusu bulunan
Avanos ilçe merkezindeki 9 farklı mahallede nüfus yoğunluğu ve seçmen sayısı göz
önünde bulundurularak toplam 1020 deneğe anket uygulanmıştır. Uygulanan 1020
anket formundan yirmisi farklı nedenlerle değerlendirme dışı bırakılmış olup, toplam
1000 anket değerlendirmeye alınmıştır.
Yapılan en son nüfus sayımına göre Gülşehir ilçe merkezinde yaşayan toplam
nüfus 8600 olup bunlardan 5600’ü seçmen niteliğini kazanmıştır. On sekiz yaşın
üzerindeki söz konusu 5600 seçmenin, otomatik olarak kamu yönetimine katılma,
alınan kararların uygulanmasını isteme ve uygulamaları takip etme hakkına sahip
olduğu belirlenmiştir. Bu araştırmada, Gülşehir ilçe merkezinde bulunan yedi ayrı
mahallede, nüfus yoğunluğu ve seçmen sayısı göz önünde bulundurularak, toplam 535
deneğe anket uygulanmıştır. Uygulanan 535 anketin tamamı değerlendirmeye
alınmıştır.
e)
İlçeler Hakkında Genel Bilgiler
Geçmişinde Hitit, Frig, Pers, Asur, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı izlerini
taşıyan Kapadokya'nın bir parçası olan Avanos, en az 4000 yıl öncesine kadar uzanan
3
4
Selahattin Yıldırım, Yerel Yönetim ve Demokrasi; Toplu Konut İdaresi Başkanlığı, İULA- EMME
Yayın Birimi, İstanbul 1993, s. 87.
Yıldırım, a.g.e., s. 31.
41
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 39 – 55
tarihiyle yörede önemli bir yere sahiptir. Kızılırmak’ın iki yakasına kurulmuş 12 bin
civarında nüfusu olan, tarihi ve turistik bir ilçedir.5
Gülşehir İlçesinin ne zaman ve kimler tarafından kurulduğuna dair elde kesin
belgeler bulunmamaktadır. İlçe merkezinin kuzeyine düşen Civelek Köyü mağarasında
bulunan vazolar ve küpler ilçe tarihinin M.Ö.7500-8000 yıllarına kadar uzandığını
gösterir. M.Ö.3000-2000 yıllarında bu bölgede hüküm süren Hitit uygarlığına ait eserler
ilçedeki büyük kale ve küçük kale mevkileri, ilçeye bağlı Ovaören (Sivasa beldesi) ve
Gökçetoprak köyünde hala gezilebilir durumdadır. Frigyalılar M.Ö.900-800 yıllarında
Kapadokya’ya saldırarak egemenlikleri altına aldıklarında Gülşehir de bu saldırılardan
etkilenmiş ve Frigyalıların yönetimine girmiştir. Frigyalılardan sonra bölgeye
Lidyalılar, Medler, Kimmerler, Helenler, Romalılar, Bizanslılar, Araplar, İranlılar
yüzyıllar boyu hüküm sürmüşlerdir.6 Selçuklu ve Osmanlı döneminde onların
hâkimiyetinde kalmış, tarihi ve turistik pek çok yerleri bulunan şirin bir ilçedir.
Gülşehir Nevşehir’e 19, Avanos’a 24 kilometre mesafede bulunmaktadır. İlçenin
genel nüfusu 31.664’dür.7 Avanos ise Nevşehir il merkezine 17 km mesafededir, ilçenin
genel nüfusu 35.120’dir.8 Her iki ilçede de şehir kültürünün etkisi bulunmaktadır ve
birbirleri ile yakın temas mevcuttur. Ülkemizdeki en uzun akarsu olan Kızılırmak
Avanos’un içinden, Gülşehir’in de kenarından geçmektedir. Pek çok medeniyete ev
sahipliği yapan bu iki ilçe de önemli tarihi ve turistik yerlere sahip bulunmaktadır.
Avanos ve Gülşehir ilçelerinin de içerisinde bulunduğu Kapadokya bölgesi ise,
Türkiye'nin en önemli turizm merkezlerinden birisidir. Özellikle tarih, kültür, doğa ve
inanç turizmi değerleri açısından dünyada tek örnektir. Peribacalarının buna
eklenmesiyle Kapadokya dünya turizminin gözde merkezlerinden biri olmuş ve halen
bu özelliğini devam ettirmektedir. 9
II) GEÇMİŞ BEŞ YILDAKİ HİZMETLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
a) Belediye hizmetlerinden haberdar olma durumu
Avanos’ta ankete katılan deneklerin tamamı, “İlçenizde gerçekleştirilen belediye
hizmetlerinden haberdar mısınız?” sorusuna bir şekilde cevap vermiştir. Buna göre,
toplam denek sayısının % 72’sini oluşturan 721 kişi ilçedeki belediye hizmetlerinden
bilgisi olduğunu ifade ederken, 268 kişi ile % 27’lik geri kalan bir grup “hayır” şıkkını
işaretleyip, belediye hizmetlerinden bilgi sahibi olmadığını ifade etmiştir. Diğer yandan,
toplam denek sayısının sadece % 12’lik bir kesimi “biraz-kısmen” tercihini belirterek,
ilçedeki belediye hizmetlerinden yeterli ölçüde haberdar olmadığını ya da
bilgilendirilmediğini ifade etmiştir.
Gülşehir’de ilçenizdeki belediye hizmetlerinden haberdar mısınız? sorusu bütün
deneklerden karşılık bulmuştur. Buna göre, toplam 535 denekten % 73’üne karşılık
gelen 392 kişi “evet” ilçede gerçekleştirilen belediye hizmetlerinden haberdarız
karşılığını vermiştir. Geride kalan % 27’lik bir dilimi oluşturan 144 kişiden müteşekkil
5
6
7
8
9
42
http://www.avanos.gov.tr/default_B0.aspx?content=199
(24.10.2009).
http://www.gulsehir.gov.tr/modules.php?name=Tarihi (24.10.2009).
http://www.gulsehir.gov.tr/modules.php?name=Cografiyapi (24.10.2009).
http://www.avanos.gov.tr/default_B0.aspx?content=269 (23.10.2009).
http://www.nevsehir.bel.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=141&Itemid=75
(20.10.2009).
Hasan YAVUZER-Ahmet CİHAN
denek grubu ise, hizmetlerden yeterli
bilgilendirilmediklerini ifade etmişlerdir.
ölçüde
haberdar
olmadıklarını
veya
b) Hizmetlerin yeterli olup olmadığı durumu
Günümüzde büyük kentlerimiz sağlıksız yapılaşma, konut sorunu, ulaşım
yetersizliği, içme suyu sorunu, kanalizasyonların bulunmayışı, kentlerde oluşan atık
suların arıtılmadan alıcı ortamlara verilmesi sonucunda ortaya çıkan su kirliliği,
trafikten, sanayiden ve ısınma amaçlı yakmalardan kaynaklanan hava kirliliği, gürültü
kirlenmesi, yeşil alan ve rekreasyon alanlarının eksikliği, okul, eğitim ve kültürel
imkanların yetersizliği gibi pek çok sorunla karşı karşıyadır.10 Büyük kentlerde yaşanan
bu sorunların büyük kısmı diğer yerleşim yerlerinde de yaşanmakta, yerel yönetimler bu
sorunlarla başa çıkabilmek için yoğun çaba sarf etmektedir. Benzer durumlar Avanos ve
Gülşehir için de söz konusudur. Her iki belediye yönetimi de dar bütçeleri ve sınırlı
imkânlarıyla çarpık kentleşmeye bağlı altyapı, su, ulaşım ve çevre başta olmak sosyal ve
kültürel pek çok hizmeti gerçekleştirebilmek için uğraş vermektedirler. Bundan ayrı
olarak 2009-2010 Eğitim-öğretim yılında Nevşehir Üniversitesine bağlı olarak
ilçelerinde açılan Meslek Yüksek Okullarının eğitim-öğretime hazırlanması ve
ihtiyaçların karşılanması bakımından belediyeler ayrı bir yükü daha üstlenmiş
bulunmaktadırlar.
Belediye hizmetlerini yeterli buluyor musunuz? tarzındaki bir soruya Avanos’ta
sadece iki denek yanıt vermemiştir. Soruya cevap veren toplam 998 denekten % 34’ü
(339 kişi) belediye hizmetlerini yeterli bulduğunu ifade ederken, 664 kişi ile % 65’lik
bir grup verilen hizmetlerden daha fazlasını talep etmekte, yani hizmeti yeterli
bulmamaktadır. Diğer yandan toplam denek sayısının % 1’ini oluşturan 13 kişi ise,
hizmetleri “kısmen yeterli” olarak nitelendirmektedir.
Belediye hizmetlerini yeterli buluyor musunuz? tarzındaki bir soruya
Gülşehir’de deneklerin tamamı cevap vermiştir. Toplam 535 denekten % 33’üne
karşılık gelen 175 kişi, Gülşehir’deki belediye hizmetlerinin bütünüyle yeterli olduğunu
ifade ederken, % 66’sını teşkil eden 356 kişi hizmetleri önemsediklerini ancak yeterli
bulmadıklarını belirtmiştir. Sadece %1’lik bir dilimi oluşturan 4 denek, hizmetlerin
“kısmen yeterli” olduğunu açıklamıştır.
Burada ortaya çıkan tablo, Avanos ve Gülşehir’de seçmenlerden önemli bir
kesimin yapılan belediye hizmetlerini onayladığını ortaya koyarken, % 65 ve % 66
büyüklüğünde bir seçmen kitlesinin ise sunulan hizmetleri yeterli bulmadıklarını,
hizmetlerin çeşitlendirilmesi ve daha nitelikli olmasını istediklerine işaret etmektedir.
Her iki ilçede de hizmetleri yeterli bulmayanlardan bir kısmının muhtemelen belediye
hizmetlerinden daha çok başkanın seçilmiş olduğu partisi veya şahsını göz önünde
bulundurarak cevap vermiş olabileceği de varsayılmaktadır.
c) Sizi en fazla memnun eden hizmet/hizmetler
Sizi en fazla memnun eden belediye hizmeti nedir? sorusuna Avanos’ta
deneklerden 49’u hiçbir cevap vermezken, 951 denek konuya ilişkin görüş ve
10
İnan Özer, “Türkiye’de Kent, Kentleşme ve Ketsel Değişme,” Dünden Bugüne Türkiye’nin
Toplumsal Yapısı, Editör: Mehmet Zincirkıran, NOVA Basın Yayın Dağıtım, 1. Baskı, Ankara 2006,
s. 464.
43
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 39 – 55
düşüncelerini ifade etmişlerdir. Denekleri, memnuniyet düzeylerine göre
gruplandırdığımızda şu tablo ortaya çıkmaktadır. Toplam 951 denekten % 35’ini teşkil
eden 331 kişi en fazla memnun olduğu hizmeti “yol çalışmaları” olarak belirtmiştir.
Toplam denek sayısının % 9’una karşılık gelen 88 kişi ise, kendileri açısından en
memnuniyet verici belediye hizmetinin “park, bahçe ve çevre düzenlemesi” olduğuna
işaret etmiştir. Diğer yandan, % 8’lik bir kesimi oluşturan 72 kişi “su ve su arıtması”
çalışmalarının kendilerini memnun eden belediye hizmetleri arasında ilk öncelikli
hizmet olduğunu ifade etmiştir. Ayrıca, 58 kişi ile % 6’lık bir denek grubu ise, bütün
hizmetlerden en üst düzeyde memnun olduklarını vurgularken, genel denek sayısı içinde
52 kişi ile % 5’lik bir paya sahip olan bir başka grup ise, “çarşı ve kent merkezi
düzenlemesi”nden birinci derece memnun olduğunu belirmiştir. Bunların dışında,
toplam denek sayısının % 23’ünü meydana getiren 215 kişi belediye hizmetlerine karşı
fazla negatif olmayan genel bir memnuniyetsizlik duyduğunu ifade ederken, % 7’lik bir
dilimi oluşturan 67 kişi hiçbir hizmetten memnun olmadığını deklare etmiştir.
İlçenizde sizi en fazla memnun eden belediye hizmeti nedir? sorusuna
Gülşehir’de deneklerin 527’si cevap vermiş, sekizi vermemiştir. Cevaplar şu şekilde
gruplandırılabilir. Toplam 527 denekten % 38’zine karşılık gelen 200 kişi en fazla
memnun oldukları belediye hizmetinin çevre düzenlemesi, temizlik ve park olduğunu
belirtmiştir. Gülşehir’de Kızılırmak kenarında bulunan ve Nevşehir ili genelindeki en
iyi parkı olma özelliği bulunan parkın bu memnuniyette önemli katkısı olduğu
düşünülmektedir. Yol, su ve elektrik gibi altyapı hizmetlerinden birinci derecede
memnuniyet duyduğunu ifade edenler 94 kişi ile toplam denek sayısının %18’zini
meydana getirmektedir. Ulaşım hizmetlerinden en fazla memnun oldum diyenler, genel
sayı içinde 69 kişi ile % 13’lük bir yekûn teşkil etmektedir. Bütün hizmetlerden
memnun olduğunu beyan edenler ise, 36 kişi ile toplam denek sayısı içinde % 7’lik bir
oran teşkil etmektedir. Konut hizmetlerine vurgu yapanlar 11 kişi ile sadece % 2’lik bir
gruptur. Bunların dışında, toplam denek sayısının % 21’ine karşılık gelen 113 kişi çok
fazla memnuniyet verici bir belediye hizmeti göremediklerini öne sürerken, % 1’lik bir
başka kesim (4 kişi) fikri olmadığını belirtmiştir.
Her iki ilçede de anketörler tarafından öncelikleri farklı olmakla birlikte belediye
hizmetlerinin % 70-80 oranında tasvip gördüğü açığa çıkmaktadır. Belediye
hizmetlerinden memnuniyetsizliğini ifade edenler ise, istihdam ve yeni iş olanaklarının
geliştirilmesine yönelik daha radikal bir sıçrama görmek istemektedir. Deneklerin belirli
bir kısmı ise, sosyal-kültürel yatırımların daha fazla olmasını, kadın ve gençlerin boş
zamanlarını değerlendirebileceği hobi ve eğlence yerleri oluşturulmasını talep
etmektedir.
d) En fazla şikâyet konusu olan hususlar
Avanos’ta ankete katılan deneklerin 57’si “En fazla şikâyetçi olduğunuz husus
nedir?” sorusuna cevap vermemiştir. Geriye kalan toplam 943 deneğin konuya ilişkin
olarak vermiş olduğu cevaplar belli başlıklar altında gruplandırılmıştır. Buna göre,
toplam 943 denekten % 16’ya denk düşen 155 kişi herhangi bir şikâyeti bulunmadığını
belirtmiştir. Diğer yandan, şikâyet konularını en büyükten küçüğe doğru sıraladığımızda
şu tablo ortaya çıkmaktadır.
44
Hasan YAVUZER-Ahmet CİHAN
Yol, su ve diğer altyapı sorunlarından birinci derecede şikâyetçi olanlar 467 kişi
ile toplam denek sayısının % 51’ini oluşturmaktadır. İletişim ve diyalog eksikliğini en
fazla şikâyet konusu olarak belirtenler, 64 kişi ile toplam denek sayısının % 7’sini
meydana getirmektedirler. Sosyal etkinlik azlığı ve hayvan haklarının
gözetilmemesinden şikâyetçi olanlarla ticaret ve turizm faaliyetlerine yeterli desteğin
verilmediğine işaret edenler, sırasıyla 40 ve 41 kişilik gruplar olarak, toplam denek
sayısı içinde % 4’erlik bir paya sahiptirler.
Diğer yandan, Avanos’ta toplam denek sayısı içinde % 3’erlik bir dilimi meydana
getiren beş ayrı şikâyet konusu saptanmıştır. Bunlar; sırasıyla, çöp ve temizlik (31
denek), işsizlik (30 denek), çarşı ve çevre tanzimi (29 denek), periferi bölgelere yardım
azlığı (28 denek) ve her şeyden şikayetçi olanlar (28 denek). Ulaşım ve otopark
konusunu öncelikli şikâyet konusu olarak belirleyenler, 16 kişi ile % 2’lik bir orana
sahipken, çalışmaların uzamasından ve zamansız gerçekleştirilmesinden şikâyetçi
olanlar ise 14 kişi ile sadece % 1’lik bir yekûn teşkil etmektedir.
En fazla şikâyetçi olduğunuz husus nedir? sorusuna Gülşehir’de ankete katılan
deneklerin 522’si cevap verirken, 13 kişi yanıt vermemiştir. Deneklerin vermiş olduğu
cevaplar belirli başlıklar halinde gruplandırılmıştır. Buna göre, 522 denekten % 27’sine
tekabül eden 142 kişi konut, altyapı, su ve elektrik konusunda şikâyetçi olduğunu ifade
ederken, bunu 114 kişi ile % 22’lik bir oran teşkil eden çevre düzenlemesi, temizlik ve
sinekle mücadelenin yetersizliğini dile getirenler izlemektedir. Son yıllarda belki de
Kızılırmak ve çevresinde oluşan atıklardan kaynaklanan sebeplerden dolayı Gülşehir’de
küçük sinekler sakinleri rahatsız edecek boyuta gelmiş, bu da şikâyetler arasında yerini
almıştır. Hiçbir şikâyeti bulunmayanlar ise, 108 kişi ile toplam denek sayısı içinde %
21’lik bir yekûn teşkil etmektedirler. Yetersiz ulaşım ve biletlerin pahalı olmasından
(bunlar genelde dershane ve üniversite öğrencileri) şikâyetçi olduğunu açıklayanlar ise
41 kişi ile toplam denek sayısının % 8’ini oluşturmaktadır. Belediye başkanının aktif
olmaması ve halkla diyalogun eksikliği, park ve sosyal etkinliklerin yetersizliğinden
şikâyetçi olanlar, sırasıyla, 38 ve 34 kişilik gruplar olarak, genel denek sayısı içinde %
7’lik bir paya sahiptir. Toplam denek sayısının % 3’ünü oluşturan 17 kişilik bir başka
denek grubu ise bütün belediye hizmetinden şikâyetçi olduğunu ifade etmiştir.
İlçelerde şikâyetçi olunan konuların yörenin şartları, ihtiyaçları ve diğer
durumlarına göre değiştiği gözlenmektedir. Bu durum sadece Avanos veya Gülşehir’e
ait bir sorun değil, ülke genelinde de yaygın bir husustur. Yerel yönetimlerdeki sıkıntıyı
bilen, buralardaki çarpık yerleşme ve diğer rahatsızlıkları yerinde tespit eden TMMOB
Harita ve Kadastro Mühendisler Odası Genel Başkanlığının konuyla ilgili
bildirilerindeki şu satırlar oldukça manidar bulunmaktadır.
Kentlerin uygar ve çağdaş bir yapıya kavuşturulmasında, düzgün kentleşme ve
kent kültürünün oluşmasında gündeme gelen ve yaşanılan kentsel sorunlara yönelik
çözümler, kısa vadeli, parçacı, kişisel çıkar ve rant amaçlı bir şekilde
geliştirilmemelidir.
Belediye hizmetleri özelleştirilmekten ve rant aracı olarak görülmekten
kurtarılmalı; belediyenin şirket, bölgenin pazar ve halkın müşteri olmadığı anlaşılmalı;
yapılan ve yapılması gereken hizmetlerde kamu yararı ve sosyal belediyecilik anlayışı
ön planda tutulmalıdır.
45
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 39 – 55
Belediyeler, kentleşmenin gerçek anlamda yaratılması için mühendis, mimar ve
şehir plancıları tarafından hazırlanan plan ve projeleri hayata geçirebilecek, siyasi
kaygıdan uzak durabilen yöneticiler tarafından yönetilmelidir. Belediyeler halka aş
veren değil iş imkânı sağlamak amaçlı projeler geliştiren ve bu projeleri hayata geçiren
kurumlar olmalıdır.11
e) Arzu edildiği halde gerçekleşmeyen hizmet/hizmetler
Avanos’ta arzu ettiğiniz halde gerçekleşmeyen belediye hizmeti var mı? Varsa
hangisidir? şeklindeki bir soruya deneklerin 159’u hiçbir karşılık vermemiştir. Geri
kalan 841 kişinin görüş ve düşüncelerini gruplandırdık. Cevaplarda birbiriyle ilintili
olan fikir ve ifadeler birleştirilerek, belirli konular halinde sıralanmıştır. Buna göre, 841
denekten % 28’ine karşılık gelen 244 kişi arzu ettiği hizmetlerin tamamının
gerçekleştiğini, beklentilerinin karşılanmış olduğunu ifade etmiştir. Bu gruptakiler
soruya yanıt veren toplam denek sayısının yaklaşık 1/3’ünü meydana getirmektedir ki
bu oran oldukça yüksek bir rakam olarak değerlendirilmiştir. Diğer yandan, doğalgaz,
su ve sokak arası yolları ve benzeri altyapıya ilişkin hizmet beklentilerinin
karşılanmadığını beyan edenler 199 kişi ile toplam denek sayısının % 24’ünü teşkil
etmektedir. Çevre, imar, park-yeşil alan ve temizlik konularındaki hizmetlerin yeterli
olmadığını ifade edenler ise 142 kişi ile % 17’lik bir paya sahiptir.
Ayrıca ticaret ve turizm konularında yeterli katkı ve hizmet
gerçekleştirilmediğini belirtenler ile halk ve esnaf gruplarıyla istenilen düzeyde bir
diyalog-ilişki kurulmadığına vurgu yapanlar, 89 kişi ile toplam denek sayısı içinde %
11’lik bir yekûn oluşturmaktadır. Eğitim, sinema-tiyatro-festival vb sosyal-kültürel
alanlardaki hizmet ve etkinlikler ile alt gelir grubundakilere yönelik maddi destek
sağlanması konusunda beklentilerinin karşılanmadığına işaret edenler 67 kişi ile % 8’lik
bir oran teşkil etmektedir. Arzu ettikleri hiçbir hizmeti alamadıklarını, hiçbir şeyin
yerine getirilmediğini düşünenler de bulunmaktadır. Bu gruptakiler, 18 kişi ile toplam
denek sayısı içinde sadece % 2’lik bir paya sahiptirler.
Arzu ettiğiniz halde gerçekleşmeyen belediye hizmeti var mı? Varsa hangisidir?
şeklindeki bir soruyu Gülşehir’de 512 denek yanıtlarken, geride kalan 23 kişi hiçbir
görüş beyan etmemiştir. Görüş açıklayan toplam 512 denekten % 31’ine karşılık gelen
158 kişi eğitim, yeni iş alanı ve istihdama yönelik talep ve beklentilerinin
karşılanmadığını ortaya koymuştur. Genel denek sayısı içinde ikinci en büyük grubu,
101 kişi ile % 20’lik bir yekûn teşkil eden gerçekleşmeyen hizmet olmadığını
açıklayanlar oluşturmaktadır. Yol, su, elektrik ve altyapı hizmetlerine yönelik
beklentilerinin karşılanmadığını ifade edenler ise genel sayı içinde 79 kişi ile % 15’lik
bir paya sahipken, çevre ve temizlik konularındaki hizmet beklentilerinin yerine
gelmediğini ileri sürenler 44 kişi ile % 9’luk bir oran teşkil etmektedir.
Gülşehir’de sağlık ocağı, hastane ve huzur evi gibi beklentisi karşılanmayanlar
ise toplam denek sayısı içinde 35 kişi ile % 7’lik bir yekûn oluştururken, ulaşım
alanındaki talep ve beklentisinin gerçekleşmediğini ileri sürenler 23 kişi ile genel sayı
11
46
http://www.hkmo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=5744&tipi=3 (23.10.2009)
“Yerel Yönetimlerden Beklentiler Beyannamesi,” TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisler Odası.
Hasan YAVUZER-Ahmet CİHAN
içinde sadece % 4’lük bir dilimi oluşturmaktadır. Hiçbir hizmet beklentisinin karşılık
bulmadığını öne sürenler ise toplam denek sayısı içinde sadece 11 kişi ile % 2’lik bir
paya sahiptir.
Verilerden anlaşıldığına göre ilçelerde beklentiler yöreye göre değişmekte,
yörenin şartları ve ihtiyaçları göz önünde bulundurularak talep ve beklentiler farklılık
gösterebilmektedir.
f) Belediye başkanından beklentiler
Yerel Seçimlerde seçilecek belediye başkanından en önemli beklentiniz nedir?
tarzındaki bir soruya Gülşehir’den 524 denek cevap verirken, 11 kişi hiçbir karşılık
vermemiştir. 524 deneğin vermiş olduğu cevapları belirli alanlara göre
gruplandırdığımızda, Gülşehir’de 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde seçilecek olan
belediye başkanından en önemli beklentiler şu şekilde ortaya çıkmaktadır.
Buna göre, toplam denek sayısının % 29’una karşılık gelen 147 kişi, 29 Mart
2009 Yerel Seçimlerinde belirlenecek başkandaki öncelikli beklentisinin ‘Gülşehir için
çok yönlü aktif çalışma’ olduğuna işaret etmiştir. Bu rakam, toplam denek sayının
1/3’üne denk gelmektedir. Deneklerin, dolayısıyla buna Gülşehir’deki seçmen kitlesinin
de diyebiliriz, ikinci en yüksek beklentisi turizmin geliştirilmesi, yeni iş sahası ve
istihdam yaratılmasıdır. Bu görüşü dile getirenler, 75 kişi ile toplam denek sayısı içinde
% 15’lik bir yekûn oluşturmaktadır.
Genel denek sayısı içinde % 12’ye tekabül eden 64 kişi ise, en fazla/yüksek
beklentinin yol, su, doğalgaz, ulaşım ve altyapı hizmetlerine yönelik olduğuna işaret
etmektedir. Genel sayı içinde % 10’luk bir yekûn teşkil eden 51 kişi konut, sinematiyatro ve benzeri eğlence yerleri açılması, sosyal-kültürel etkinlik ve yatırımlara daha
fazla kaynak ayrılmasını istemektedir. Bu grup, belediye hizmetlerinin temizlik, altyapı
ve imar dışında sosyal ve kültürel alanı da kapsayacağına işaret etmekte ve belediye
başkanından bu hizmetleri de beklediklerini dile getirmektedir. Toplam denek sayısının
% 8’ine karşılık gelen 42 kişilik bir diğer grup, tarafsız, dürüst ve kaliteli hizmete dayalı
bir belediyecilik anlayışının gelecek dönemde daha bir ön planda olması gerektiğine
vurgu yapmaktadır. Eğitime destek verilmesini en yüksek beklentisi olarak belirleyenler
38 kişi genel sayı içinde % 7’lik bir oran teşkil ederken, belediye başkanının halkla iç
içe ve daha iyi bir diyalog geliştirmesinin önemine vurgu yapanlar 28 kişi ile genel
sayının % 5’ine karşılık gelmektedir. Hiçbir beklentisi bulunmadığını belirtenler 18 kişi
ile toplam denek sayısının sadece % 3’ünü oluşturmaktadır.
Avanos’ta belediye başkanından en önemli beklentiniz nedir? sorusuna toplam
77 denek herhangi bir yanıt vermemiştir. Geride kalan 923 denek ise, birbiriyle ilintili
veya ilintisiz onlarca farklı görüş, düşünce, beklenti, dilek ve temennisini ifade etmeye
çalışmıştır. Toplam 923 deneğin vermiş olduğu cevapları ilişkilendirip 6 başlık altında
gruplandırdık. Buna göre, deneklerin seçilecek belediye başkanından talep ettikleri en
önemli beklentileri şöyledir: Toplam 923 denek içerisinde “çok yönlü belediyecilik
hizmeti” beklentisi içinde olanlar 257 kişi ile % 28’lik bir yekûn teşkil etmektedir. Bu
grup, genel denek sayısının en büyük grubunu oluşturmaktadır. Toplam denek sayısı
içinde ikinci en büyük grubu, 239 kişi ile % 26’lık bir oranı teşkil edenler, seçilecek
başkandan “Avanos’u çok yönlü geliştirme ve kalkındırma”sını talep etmektedirler.
Diğer yandan, seçilecek belediye başkanının “dürüst, çalışkan ve tarafsız olması”nı,
47
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 39 – 55
“halka yakın duran ve onlarla yakın bir diyalog geliştirmesi”ni talep edenler ise 201
kişi ile toplam denek sayısının % 22’sine karşılık gelmektedir. Ayrıca, su, yol, doğalgaz
vb altyapı hizmetlerine ağırlık verilmesini tercih edenler ise 141 kişi ile %15’lik bir
dilimi oluştururken, herhangi bir beklenti içinde olmadığını ifade edenler, 13 kişi ile
toplam denek sayısının % 1’ini oluşturmaktadır.
Her iki ilçedeki belediye hizmetlerine yönelik algılama, belediye başkanı ve
belediye hizmetlerinden beklentilere bakıldığında, halkın ve sivil toplumun karar alma
sürecine daha fazla katılımının sağlandığı, şeffaf, demokratik, sürekli gelişen ve ileriye
giden bir “yerel yönetim” anlayışı görmek istenmektedir, denilebilir.
Bizim çalışmamızdan ayrı olarak Avanos belediye Başkanlığı halkın
belediyelerden beklentileri ve öncelikli hizmet konularını belirlemek amacıyla bir anket
uygulaması yapmıştır. Avanos belediyesi web sayfasında ve elektronik ortamda yapmış
olduğu ankette yöre halkına: Belediyemizin öncelikli hizmet konuları sizce ne olmalı?
sorusunu yöneltmiştir. 428 kişinin cevap vererek katıldığı anket uygulamasında şu
sonuçlar elde edilmiştir. Alt Yapı 12 %, Çevre Düzenlemeleri (39 %), Turizm ve
Etkinlikler (37 %), Sosyal Hizmetler (7 %), Ziyaretçi defterine görüş bildireceğim (2
%).12 Çevre düzenlemesi ile ilçe için hayati önem arz eden Turizm ve etkinliklerindeki
yüksek değerler yöre halkının çevre bilinci ve turizm verdiği önemi ortaya koyması
açısından önem arz etmektedir.
III) BULGULARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
a) Kentsel alan rantının paylaşımı
Çalışma alanımız olan Avanos ve Gülşehir’de sosyo-kültürel düzeyi düşük olup,
kentin periferi alanlarını oluşturan mahalle veya semtlerde oturanların belirli bir bölümü
gündelik yaşamlarını sürdürebilmek için yerel yönetimlerden doğrudan destek-maddi
katkı sağlanmasını talep etmektedir. Diğer yandan, bilinç düzeyi görece gelişmiş, eğitim
seviyesi gelişkin olanlar ile çok yönlü-çeşitli faaliyet içinde bulunan esnafın sokak ve
cadde gibi kamuya ait ortak kullanım alanlarının ticari faaliyetler için kullanıma izin
verilmesi ve böylece daha fazla gelir elde etme düşüncesi baskın gözükmektedir.
Bu bakımdan, her iki ilçede de eğitim ve sosyo-kültürel düzeyi düşük, alt ve orta
gelir grubundakilerin ikamet ettiği mahalle ve semtlerdeki bireylerin ikna edilmesi ve
yönlendirilmesi daha kolay, özellikle eril egemen kültürde yetişmiş kadınların erkeğe
bağımlı olarak hareket etme ve tercihte bulunma olasılıkları daha yüksektir. Deneklerin
ifadelerinden bu yönde ortak bir anlayışın ipuçları açığa çıkmaktadır. Bu ilçelerde orta
üstü ve üst gelir grubu ile kendisini eğitimli olarak nitelendirip karar alma süreçlerine
katılmak isteyenler, yerel yönetim hizmetlerinden kendilerine sunulandan çok daha
fazlasına layık olduklarına ilişkin bir kanaat taşımaktadırlar. Bu gruptakiler, hem çok
daha nitelikli bir hizmet talep etmekte hem de bununla yetinmeyerek karar alma
süreçlerine doğrudan katılmak istemektedirler. Karar alma süreçlerine dâhil
edilmedikleri için, bireysel ve grup olarak, önemsenmedikleri yönünde bir düşünceye
kapılmaktadırlar.
Özlüce ifade etmek gerekirse şu, rasyonel bir gerçekliktir: Ülke genelinde çoğu
yerde yerel yönetim pek çok kişi tarafından sadece halka hizmet sunulan bir yer olarak
12
48
http://www.avanos.bel.tr/avanos/Download.asp (24.10.2009).
Hasan YAVUZER-Ahmet CİHAN
görülmemektedir. Merkezi yönetimde olduğu gibi, yerel yönetimler de kentsel alandaki
rantları dağıtma ve paylaşma aracı olarak düşünülmektedir. Dolayısıyla herkes, her
kesimden vatandaş, gerekçesi farklı olmakla birlikte, her ne olursa olsun, genelde var
olduğu düşünülen ya da bilinen ranttan kendisinin ve çevresinin de azami ölçüde
istifade etmesini ve pay almasını istemektedir. Bu durum Avanos ve Gülşehir
ilçelerinde yaşayan insanlar için de söz konusudur. Bununla beraber bu araştırmanın
sonuçları, bu ilçelerde yaşayan yurttaşların kayırmacı yerel yönetim anlayışından son
derece rahatsız olduklarını da açığa çıkarmaktadır.
b) Halkla ve sivil toplumla daha fazla diyalog
Gülşehir ve Avanos ilçelerinde yaşayan yurttaşlar, yöneticilerin resmi işler ve
kendi resmi söylemlerinden başka, halktan ve sivil toplumdan gelen fikir ve önerilere
kör ve sağır olmamaları gerektiğini ifade etmektedirler. Bu kendilerine değer verilmesi,
sivil toplum kuruluşları ile daha fazla işbirliği yapılması anlamına gelmektedir. Bundan
da doğal bir şey olmadığı düşünülmektedir. Ortalama ve ortak aklın peşinden gidilmesi
gerektiği açıktır. Yerel yöneticilerin halk ve sivil toplum örgütleri ile daha fazla iç içe
olması, daha fazla diyalog kurması yerelde yapılacak işlere olumlu katkı sağlayacağı
gibi yapılan hizmetlerin anlatılması, anlaşılması ve sahip çıkılmasında da önemli rol
oynayacaktır. Bunun için insana değer verilmesi, parti ayrımı yapılmadan herkese eşit
muamele edilmesi, gerekli hoşgörü ortamı sağlanması, bilgi ve birikim bulunması,
hizmetler ve çalışmalar hakkında halkın bilgilendirilmesi önem arz etmektedir.
Bu diyalog ve ilgi sadece yöneticilerde değil yerel yönetimde çalışan tüm
personel tarafından yerine getirilmesi gereken bir husus olmalıdır. Çoğu kez alt
birimlerde çalışan personelin tavrı daha etkin olmakta, vatandaş onlardan gördüğü
olumlu veya olumsuz ilgiye göre yerel yönetim hakkında bir kanaat oluşturmaktadır. Bu
yüzden yerel yönetimler, sadece başkanın değil tüm çalışanlarının kamu hizmetlerini en
yüksek kalitede yerine getirmeleri ile kimlik ve önem kazanmaktadır.13
Yerel kuruluşlar, bulundukları bölgede yaşayan insanları yakından ilgilendiren
hizmetler yaptıkları için halkla ilişkileri zorunludur. Halktan kopuk, sivil toplum
kuruluşları ile işbirliği yapmayan yerel yöneticilerin başarılı olma şansı
bulunmamaktadır. Yerel kuruluşlar ve yerel yönetimlerde halkla ilişkilerin dört temel
amacı vardır.
1-Vatandaşları yerel kuruluşun politikasından ve günlük faaliyetlerinden
haberdar etmek.
2-Yerel kuruluşlar tarafından kesin kararlar alınmadan önce, önemli yeni
projeler hakkında vatandaşlara görüşlerini belirtmek fırsatı vermek.
3-Yerel kuruluşun işleyiş sistemi ile kendi hak ve sorumlulukları konusunda
vatandaşları aydınlatmak.
4- Yörede yaşayan kişilere vatandaşlık gururunu aşılamak ve onu geliştirmek.14
Bu amaçları gerçekleştirmek isteyen yerel yönetici ile hizmet sunulan kitleler
arasında güven ortamına destek sağlayacak güç ve enerjiye ihtiyaç duyulmaktadır. Bu
13
14
Adalet Bayramoğlu Alada, “Yerel Yönetim ve Ahlak,” Yerel Yönetimin Geliştirilmesi Programı El
Kitapları Dizisi, Toplu Konut İdaresi Başkanlığı IULA EMME Yayın Birimi, Ankara 1993, s. 45.
Nuri Tortop, Halkla İlişkiler, İlk-San Matbaası, Ankara 1982, s.140-141.
49
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 39 – 55
güç ve enerjinin ortaya çıkması için mutlaka rasyonel ve halk tarafından kabul edilebilir
bir diyalog geliştirilmelidir. Yerel yöneticinin kendine özgü bireysel bir dili olmalı, bu
dille kimseyi kırmadan hakiki bir iletişim kurabilmelidir.
Tüm yerel yöneticilerin halk ve sivil toplum kuruluşları ile diyalog ve işbirliğini
geliştirmesinin yanında aykırı duruşlara göğüs gerecek, yaftalama kampının
kullanabileceği yığınla enstrüman karşısında iş yapılacak konuları saptayıp özenle
seçecek kadar iş bilir olması gerektiği de mutlak zorunluluktur denilebilir. Bu nedenle,
yerel yöneticinin oyunbozan ve biraz da ezber bozan, araştıran, merak eden, mevcutla
yetinmeyen bir kimlik ve yönetim anlayışı geliştirmesine de ihtiyaç gözükmektedir.
c) Yönetimde perspektif değişimi:
Avanos ve Gülşehir’de deneklerin önemli bir bölümü şeffaf, adaletli ve daha
modern görünümlü bir yerel yönetimden yanadır. Bu nedenle seçmenler, yerel
yönetimde rant paylaşımına, kayırmacılığa ve çirkin yapılaşmaya karşı çıkmakta,
kentliyi kararların alınmasından uzak tutan belediyecilik anlayışını tasvip etmemektedir.
Bu yüzden katılımcıların önemli bir kesimi rant paylaşımına dayalı ve ‘sorumsuz
belediyecilik’ olarak nitelendirilebilecek bir anlayıştan ciddi anlamda rahatsızlık
duymaktadır.
Ülke genelinde olduğu gibi Avanos ve Gülşehir’de de halk yerel yönetimlerden
sadece yol, su, elektrik ve kanalizasyon gibi alt yapı hizmetleri beklememekte, sosyal ve
kültürel etkinlikler de istemektedir. Gerek siyasi, ekonomik ve mali bakımdan, gerekse
örgütlenme, demokratikleşme ve bilişim teknolojileri açısından ülke genelinde meydana
gelen gelişmelerin olduğu bir dönemde, Avanos ve Gülşehir’de halk yerel
yöneticilerden de değişim beklemektedir. Bu gerçekleştiği takdirde hem belediye
meclisinde hem de dışarıdaki muhalefet ve sivil toplum kuruluşlarıyla daha fazla
işbirliği yapılacağına inanılmaktadır. Bunun sonucu olarak da merkez ve merkez
dışındaki mahallelerde yol, su, kanalizasyon, elektrik gibi altyapı sorunlarının
giderilmesi, çevre, eğitim, sanat, kültür, ilçenin kalkınması ve geliştirilmesi gibi
konularda daha gerçekçi planlama ve çalışma yapılmasının yolları aranmalıdır. Yapılan
makro ve mikro planlar, mutlaka realize edilebilir nitelikte olmalı, ihtiyaç halinde de
gereği yapılmalıdır. Başarılı olmak isteyen yerel yönetici; partici, milliyetçi, dini-etnik
ve ideolojik söylemler çerçevesinde geliştirip etrafına ördüğü kozayı kırma girişimini
mutlaka başlatmalı ve bunu da başarmalıdır. Bunu başardığı takdirde, kent yönetimi,
halk ve sivil toplum kuruluşları ile kuracağı diyalog sayesinde, hem muhalefette yer
alan partiler hem de diğer muhalif kişi ve gruplar karşısında ortaya çıkan betonarme
durumun değiştirilebilir olduğunu, bunun da hizmet götürmeye çalıştığı yöre için yararlı
olacağını unutmamalıdır.
d) Sosyal etkinlik
Bir kentin saygınlığını artıran en iyi yollardan biri film, edebiyat ve çağdaş sanat
sergilemek, sosyal-kültürel etkinlikler ve festivaller düzenlemektir. Bu bakımdan, bazı
yerel yönetimler, ulusal ve uluslar arası kültür endüstrisinin belirlediği oyunun
kurallarını fark etmiş durudadırlar. Benzer bir sürecin Avanos ve Gülşehir Belediyesi
yönetimi tarafından da hayata geçirilmesi deneklerin taleplerinden ortaya çıkmaktadır.
Tiyatro, sinema, çağdaş sanat ve diğer pek çok konuda uzmanların birlikte çalışıp ortak
50
Hasan YAVUZER-Ahmet CİHAN
programları hayata geçirmesi beklenmektedir. Bu bağlamda, tiyatro, dans toplulukları,
sanatçılar, yazarlar ve sinemacılar, bağımsız ya da ortak bir program çerçevesinde
ilçelerine davet edilip etkinlikler gerçekleştirilmesi talep edilmektedir.
Avanos ve Gülşehir’de eksikliği hissedilen sosyal etkinliklerden bir tanesi de
kültürel etkinlikler olduğu dikkat çekmektedir. Yerel yöneticilerin bu konuya önem
vermeleri büyük ihtiyaç olarak gözükmektedir. Zira çağdaş dünyada yerel yönetimlerin
görevi sadece bina, imar vb fiziki yapı etkinliklerinden ibaret değildir. Kültürel ve
sosyal politikaların geliştirilmesi de yerel yönetimlerin görevleri arasındadır. Her iki
ilçede de halk bunun bilinci ve beklentisi içindedir.
e) Turizm, ticaret ve çevre önceliği
Avanos, kendi çapında ve çevresinde bilinen küçük bir turizm kentidir.
Kapadokya bölgesinde yer alması, tarihi, kültürel ve turistik yerlerinin olması yerli ve
yabancı turist açısından ilçeye bir canlılık kazandırmaktadır. Gerek daha iyi tanıtım
gerekse diğer etkenler ile ilçenin turizmden daha fazla pay alması mümkün
görünmektedir. Bu durumun gerçekleşmesinin ilçenin sosyal-kültürel ve ticareti
hayatına da olumlu katkı sağlayacağına inanılmaktadır.
Gülşehir’de tarihi ve turistik pek çok yer bulunmasına rağmen turizm yönünden
Gülşehir Kapadokya bölgesinde çok gerilerde kalmıştır. Bunda gerekli tanıtım ve
reklam eksikliği ve bu konuda yeterli organizasyonun bulunmaması önemli bir faktör
olarak dikkat çekmektedir. Nevşehir’de Ürgüp, Göreme, Derinkuyu ve Avanos doğa
turizminden, Kozaklı sağlık turizminden, Hacıbektaş inanç turizminden gerekli payı
alırken Gülşehir’in turizm gelirleri açısından çok fazla bir geliri bulunmamaktadır.
Doğrusunu söylemek gerekirse sadece Avanos, Gülşehir veya Kapadokya
bölgesinde değil Türkiye genelinde henüz turizmin kendine özgü bir kültürü oluştuğu da
söylenemez. Turizm bölgesi ilan edilen alanlar ve kentler genelde doğal ve tarihikültürel yönden kendine has otantikliğini/otantik görünümünü her geçen gün biraz daha
fazla kaybetmektedir.
Arkasında geniş bir birikim ve uzun bir tarihi bulunmasına rağmen, turizm
konusunda Türkiye’de yerel yönetime ilişkin bir gelenek oluştuğundan söz edilemez.
Avanos ve Gülşehir’de de durum bundan çok farklı görünmemektedir. Çevrenin
korunması ve turizmin geliştirilmesi sosyal hayatı olduğu kadar ticari hayatı da olumlu
etkileyecek, bundan yöre halkı başta olmak üzere tüm ülke karlı çıkacaktır. Mevcut
haliyle yörede bu potansiyelin çok iyi değerlendirildiğini söyleme imkânı
bulunmamaktadır.
Bunun sebepleri arasında ülkemizde iktidara gelen genel ve yerel yöneticilerin
elinin altında hizmete nereden başlayacağına dair somut plan-proje ve veriler
bulunmaması yatmaktadır. Bunun en önemli nedenlerinden birisinin genelde
Türkiye’nin özelde ise yerel yönetimlerin bir gelenekten kopup başka bir geleneğe tabi
olması, ileriye yönelik ciddi planlamaların olmamasıdır denilebilir. Yeni bir geleneğe
tabi olurken belirli kopuşlar olmaktadır. Bu anlamda, büyük geçmişle, gelenekle
yeniden barışmak çok önemlidir. Bu zemin, yerel yöneticinin kendi ayağını basacağı
çok anlamlı bir yerdir.
51
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 39 – 55
f) Şikâyet konuları ve beklentiler
Her iki ilçede de şikâyet konularının altyapı yetersizliği, su, ulaşım, çevre,
turizm, sosyal ve kültürel faaliyet eksikliği, yöneticilerin halk ve sivil toplum
kuruluşları ile diyalog azlığı, faaliyetler hakkında gerekli bilgilendirme yapılmaması
gibi ana başlıklarda toplandığı görülmektedir. Yerel yöneticilerin kentli sakinleri ve
sivil toplumu karar alma süreçlerine katma eğiliminde olmadıkları da bir başka iddia
olarak ifade edilmektedir.
Yörede yerel yönetimlerin kamu hizmetlerini yerine getirirken daha fazla şeffaf,
toplumun her kesiminin ihtiyaç ve taleplerine daha etkin şekilde cevap veren bir
bakış/anlayışa sahip olmaları genel bir beklentidir. Yerel yönetimdeki bazı
uygulamaların bu temenni ve teorinin epey gerisinde olduğu denekler tarafından
savunulan bir başka gerçektir.
Araştırma bulgularından biri, yerel yöneticilerin her ne kadar demokratik
yollarla seçilmiş olsalar bile, uzlaşma olmaksızın, siyasi-iktidar tekellerini savundukları
gerçeğini açığa çıkarmış olmasıdır. Bir başka bulgu ise, yerel yönetimler, iyi yönetim ve
hukukun üstünlüğü için, tek bir demokrasi şablonu sunmak yerine kompleks bir araçlar
takımı geliştirip sunarak daha fazla destek ve yarar sağlanabilecek yer olmasıdır.
Şikayet ve rahatsızlıkların büyük bir kısmının bu beklentilere olumlu yanıt alınmadığı
yolunda olduğu dikkat çekmektedir.
Yerel yönetimlerin hizmetlerini değerlendirme ve onlardan beklentiler
konusunda kişilerin bakış ve ihtiyaç duydukları hususlara göre farklılıklar dikkat
çekmektedir. Ancak bu yaklaşım tarzı sadece Gülşehir veya Avanos’a ve oralarda
yaşayan insanlara mahsus bir durum da değildir. İnsanın olduğu her yerde benzer
durumları görmek mümkündür. Nitekim Ankara ilinin Çankaya, Keçiören ve Mamak
ilçelerinde yapılan bir araştırmada da benzer sonuçlar elde edilmiştir. Çankaya’da
görüşülen denekler, sırasıyla kentin plansızlığını, ulaşımı, altyapıyı önemli sorunlar
olarak öne çıkarırken; Keçiören’de görüşülen denekler % 39.7 ile altyapıyı en temel
sorun, % 15.2 ile ulaşımı ikinci derecede temel sorun, % 9.9 ile de çevre sorunlarını
üçüncü derecede temel sorun olarak kabul ettiklerini bildirmişlerdir. Mamak’da
görüşülen deneklerin % 52.3’ü altyapı sorununu yörenin en temel sorunu olarak
görürken, % 15.4’ü işsizliği, % 9.4’ü çevre sorunlarını temel sorun olarak öne
çıkarmaktadır. Çankaya’da görüşülen deneklerin % 34’ü yörenin çok daha farklı
sorunlarını saymışlar ancak, bunların her birinin oranları % 5’i geçmediği için genel
değerlendirmeye alınmamıştır.15” “Yöremizin sorunlarını kim çözmelidir? Bu iş kimin
görevidir” sorusuna devlet ya da hükümet cevabını verenlerin en yüksek oranda
Keçiören’de, onu takiben Çankaya’da ve en düşük oranda da Mamak’da olması ilgi
çekicidir. Aynı şekilde yörenin sorunlarını çözme görevinin belediyede olduğu
cevabının Mamak’da % 51.7 gibi yüksek oranda denek tarafından dile getirilmesi
ilginçtir.16 Çankaya’da öncelikli sorun sıralamasında % 20.7’lik bir oranla eğitim dile
getirilirken, bu sorun Keçiören ‘de halkın % 7.3’ünce, Mamak’ta ise halkın % 2’since
önemli bir sorun olarak görülmektedir.17
15
16
17
Kemal Görmez, Kent ve Siyaset; Gazi Kitabevi Yayınları, 1.Baskı, Ankara 1997, s. 74-75.
Görmez, a.g.e., s. 92-93.
Görmez, a.g.e., s. 90.
52
Hasan YAVUZER-Ahmet CİHAN
g) Kadınlar
Çalışma alanımız olan Gülşehir ve Avanos ilçelerinde kadın deneklerin bir
bölümü, egemen kültürdeki cinsiyetçi rol paylaşımına onay verirken, diğer bir bölümü
toplumsal pratikler aracılığıyla oluşup gelişen hâkim kültürdeki kadın kurgulanması ve
algısını yıkmaya kararlı bir duruş ve kimlik ortaya koymaya çalışmaktadır. Kadınların
sosyal hayatta daha etkin olması ve siyasi arenada hak ettikleri yeri almak istedikleri
görülmektedir.
Yerinden yönetimin güçlendirilmesi aynı zamanda temsili demokrasinin ve
geniş katılımcılığın artırılması demektir. Bu ise, doğrudan demokrasiye doğru atılmış
ileri bir adımdır. Kadınların siyasi arenada daha aktif olması durumunda ise gelecekte
hem ülke hem de yerel yönetimlerde kadınların daha belirleyici bir rolü olacağı
görülmektedir. Aşağıda vereceğimiz şu örnek verilerimizi desteklemektedir.
Birleşmiş Milletler Ortak Programı (BMOP) kapsamında, 2006 Mart-Mayıs
döneminde birçok şehir ziyaret edilmiştir. O ziyaretlerden bir tanesi de Nevşehir’e
gerçekleştirilmiştir. Nevşehir’de yapılan toplantıda kadınlar yerel yönetimler ve yerel
yöneticilerin çalışmaları konusunda daha fazla bilgilenme ihtiyacı duyduklarını açıkça
dile getirmişlerdir. Öte yandan proje hazırlama konusunda da eksikliklere dikkat
çekilerek ortak program faaliyetlerinin bu alanlarda yoğunlaştırılması öngörülmüştür.18
Bütün bunlar Nevşehir ve yöresinde kadınların sosyal hayatta daha etkin olma
isteklerinin göstergesi olarak değerlendirilmektedir.
h) Birkaç Önemli Tespit
Bu çalışma sadece rakamsal verileri ortaya koymakla kalmamakta, aynı
zamanda olayların analizini de konu edinmektedir. Yapılan analizde: Her iki ilçede de
sorulara verilen cevaplarda deneklerin tepkilerinin bilinçsel, duygusal ve davranışsal
olmak üzere üç farklı görünümde tezahür etmiş olduğu söylenebilir. Özellikle
hizmetlerin yeterli olup, en fazla memnun olunan hizmet ve en fazla şikayet edilen
hususlar ile arzu edildiği halde yerine getirilmeyen veya gerçekleşmediği düşünülen
belediye hizmetlerine ilişkin olarak verilen cevaplarda, eğer hizmetler ve değişiklikler
bireye, aileye ve gruba pozitif katkı sağlamış ise tepkilerin olumlu bir trend çizdiği, aksi
durumda bunun negatif bir ivme kazandığı gözlemlenmektedir. Yerelde gerçekleştirilen
değişikliklerin hayatına olumlu ya da olumsuz etkisi olduğunu düşünen, algılayan veya
görenler, anket formundaki ifadelerinde, olumlu veya negatif yöndeki tepkilerini
davranışsal olarak ortaya koymaktadırlar.
Diğer yandan, bireysel, aile veya grup menfaatlerini birinci derecede ön planda
tutmayıp, geniş kitlelerin ve kentsel alanın genelini göz önünde bulundurarak yerel
yönetimleri/belediye hizmetlerini değerlendirenlerin tepkilerini bilinçsel olarak ortaya
koydukları ifade edilebilir. Bu tepkilerin, duygusal tepkiye nazaran çok daha pozitif
olduğu söylenebilir. Dolayısıyla duygusal ve davranışsal tepkilerin olumlu veya
olumsuz olarak ifade edilme biçim ve şekli, hizmetlerin bireysel, grup veya geniş
kesimlerin beklentilerini karşılamasına göre farklılaşmaktadır. Burada ortaya çıkan
bulgulara göre, yerel yönetimlerde bireysel, aile ve herhangi bir gruba ilişkin
18
http://www.unfpa.org.tr/protectingwomen/yapilanlar.html (22.10.2009).
53
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 39 – 55
beklentinin genele oranla çok daha fazla ve yüksek olduğu iddia edilebilir. Bu nedenle,
bireysel, aile ve baskı-çıkar gruplarına ait her tür hizmet beklentisinin karşılanmış
olması veya karşılık bulmaması ilçe genelindeki hizmetlerden ve sorunlardan daha fazla
ve açık bir şekilde dışa vurulmaktadır.
Hem Avanos hem de Gülşehir’de denekler, bireysel hayatları için önemli yer
tutan konu ve sorunlarla ilgili açık uçlu sorulara verdikleri cevaplarda, yerel yönetimler
ve belediye hizmetlerinin hangi konu-alan ve sektörlerde başarılı ya da başarısız,
hangilerinde yetersiz, eksik veya verimsiz olduğunu saptamak oldukça zordur. Bu
konuda farklı bakış açılarına göre farklı yaklaşımlar, farklı beklenti ve tepkiler dikkat
çekmektedir. Çalışma yaptığımız ilçelerde denekler arasında bireysel olarak yerel
yönetim ve yöneticilerden daha fazla istifade edebilmek eğiliminde olanlar olduğu gibi
hizmetlerin hiçbir ayrım yapmadan herkese eşit bir şekilde sunulması ve imkânların
herkesin refah ve mutluluğu için değerlendirilmesini isteyenlerin varlığı da dikkat
çekmektedir. İkinci grupta yer alan kişilerin tavır ve beklentileri yerel yöneticilerin yerel
yönetim ve ahlak ilkelerine gereken hassasiyeti göstermelerini ortaya koymaktadır.
Sonuç ve Öneriler
Avanos ve Gülşehir ilçelerinde uygulanan anket sonuçları, giderek ağırlaşan
kent sorunlarının, ‘katılımcı, etkin, dürüst yönetim’ anlayışı ve yerelleşmeye öncelik
veren bir yaklaşımla aşılabileceğine işaret etmektedir. Bu çerçeveden bakıldığında,
vatandaşlar/insanlar daha fazla ‘demokratikleşmeyi, çağı paylaşmayı, insan onuruna
saygıyı ve eşitliği temel alan çağdaş bir yerel yönetim anlayışı’ uygulanmasını görmek
istemektedir.
Daha özlü ifade etmek gerekirse, yurttaşlar temiz siyaset, temiz ve saydam bir
yerel yönetim arzulamaktadır. Geniş kesimler, kent rantlarını daha fazla hizmete
dönüştüren, altyapı ve potansiyeli daha fazla geliştiren, planlı ve çevre ile uyumlu
kentleşmeyi savunan, kentsel alandaki işsizlik ve yoksullukla daha etkin bir şekilde
mücadele eden, eğitim, çevre, turizm, sosyal ve kültürel alana destek veren, kent
sakinlerini kararların oluşumuna katan bir yöneticiyi karşılarında görmek istemektedir.
Kendilerine değer veren bir yönetim anlayışı beklemektedirler. Böyle olması halinde,
yöre halkı ilçelerinin yakın gelecekte Kapadokya bölgesinin refah adası konumuna
yükseleceği düşünü görmektedir.
Yörede bu gün olduğu gibi gelecek dönemde de ihtiyaç duyulan en önemli
şeylerden birinin hukukun üstünlüğünden başlayarak “tamamlayıcı belediye hizmetleri”
olduğu öne sürülmektedir. Bu bağlamda belediye yönetiminden beklenilen en önemli
hususlardan biri de, “tamamlayıcı belediye hizmetleri” kategorisindeki sosyal-kültürel
etkinlikler ile merkezden çevreye doğru giderek yoğunlaşan bir şekilde hizmette
kalitenin artırılmasıdır. Bunu gerçekleştirebilmek için merkezi yönetim anlayışından
uzaklaşarak yerinden yönetimlere önem verilmesi ve yerel yönetimlerin imkân ve
yetkilerinin artırılması istenmektedir.
Bu gerçekleştiği takdirde demokrat, şeffaf, katılımcı, hukukun üstünlüğü ve
temiz siyaset anlayışı ile Kapadokya bölgesinin tarihi, sosyal, kültürel ve doğal
güzelliklerine sahip kentlerinin, Türkiye’nin kırsal geri kalmışlık düzeyinde birer kentlirefah adaları gibi olacağına inanılmaktadır. Bunun için yerel ve genel yönetimlere, sivil
toplum kuruluşları ve her bir bireye önemli görevler düştüğü kabul edilmektedir. Sadece
54
Hasan YAVUZER-Ahmet CİHAN
yönetimden hizmet beklemekten ziyade yerel yönetim ve hizmete katkı sağlama
konusunda sorumlu davranmanın herkes için büyük önem taşıdığına vurgu
yapılmaktadır.
Takdir edileceği üzere yerel yönetimlerin güçlenmesi, yönetimin şeffaflaşması
ve bireylerin karar alma sürecine katılımı kişisel yarardan daha çok toplumsal faydaya
dönüşebilecektir. Toplumsal yarar temelli oluşturulacak bir model ise, halkalar şeklinde
çevreye ve topluma yayılacaktır. Bu durum hem yerel hem de merkezi yönetimin işini
kolaylaştıracaktır. Daha açık söylemek gerekirse, yerel yönetimlerde toplumsal
kesimlerin karar alma sürecine elverdiğince katılması ve belirleyici olması, ‘Siyaset
yerelde başlar’ sözünü doğrulamak adına olduğu kadar, Türkiye’de sivil toplumun
gelişmesi için de oldukça anlamlı bir dönem olacaktır.
Kaynakça
Adalet Bayramoğlu Alada; “Yerel Yönetim ve Ahlak,” Yerel Yönetimin Geliştirilmesi
Programı El Kitapları Dizisi, Toplu Konut İdaresi Başkanlığı IULA EMME
Yayın Birimi, Ankara 1993.
İnan Özer: “Türkiye’de Kent, Kentleşme ve Ketsel Değişme,” Dünden Bugüne
Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, Editör: Mehmet Zincirkıran, NOVA Basın Yayın
Dağıtım, 1. Baskı, Ankara 2006.
Kemal Görmez; Kent ve Siyaset; Gazi Kitabevi Yayınları, 1.Baskı, Ankara 1997, s. 7475.
Nuri Tortop; Halkla İlişkiler, İlk-San Matbaası, Ankara 1982.
Selahattin Yıldırım; Yerel Yönetim ve Demokrasi; Toplu Konut İdaresi Başkanlığı,
İULA EMME Yayın Birimi, İstanbul 1993.
Şükrü Karatepe; “Yerel Yönetimler ve Eğitim,” Yerel Yönetimler ve Eğitim Paneli-4
Haziran 1995 Kayseri, Kayseri Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları, 1996
Kayseri.
Elektronik Kaynaklar
http://www.avanos.gov.tr/default_B0.aspx?content=269 (23.10.2009).
http://www.avanos.bel.tr/avanos/Download.asp (24.10.2009).
http://www.avanos.gov.tr/default_B0.aspx?content=199
(24.10.2009).
http://www.gulsehir.gov.tr/modules.php?name=Tarihi (24.10.2009).
http://www.gulsehir.gov.tr/modules.php?name=Cografiyapi (24.10.2009).
http://www.hkmo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=5744&tipi=3 (23.10.2009)
http://www.nevsehir.bel.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=141&Itemid
=75 (20.10.2009).
http://www.unfpa.org.tr/protectingwomen/yapilanlar.html (22.10.2009).
http://tr.wikipedia.org/wiki/Yerel_y%C3%B6netim (24.10.2009).
55
KONUT POLİTİKALARI VE YOKSULLUK
M. Ruhat YAŞAR
Özet / Abstract
Bu çalışmanın amacı, yoksullar için geliştirilen konut politikalarının daha faydalı olmasına
katkıda bulunmaktır. Bilindiği üzere konut sorunu yoksulluk sorunuyla yakından alakalıdır. Ülkemizde
yoksullar ve dar gelirliler için bütüncül bir konut ve kira politikası geliştirilememiştir. Bu yazıda
geçmişten bugüne ülkemizde uygulanan konut politikaları ile diğer gelişmekte olan bazı ülkelerde dar
gelirli ve yoksullar için yapılan konut uygularlarında yaşanan sorunlara değinilmiştir. Yoksulluğun yerel
göstergelerini bilmemiz hem bu sorunların azaltılmasına hem de konut uygulamalarında daha verimli ve
etkin çözümler üretmemize yardımcı olabilir. Bu amaçla Elâzığ’daki yoksulların barınma sorunları ele
alınarak ilimizde ve diğer yerlerde yapılabilecek konut uygulamalarının olası sorunları öngörülmeye
çalışılmaktadır. Ayrıca bu yazının, yoksullar için yapılan toplu konut uygulamalarının dışında alternatif
konut politikalarının üretilmesine de katkı sağlayacağına inanıyoruz.
Anahtar Kavramlar: Konut, Konut Politikaları ve Yoksulluk
HOUSING POLICIES AND POVERTY
The aim of this study is to provide some contribution so as for housing policies developed for the
poor to be more profitable. As is known, housing problem is related to poverty problem. In Turkey, no
comprehensive housing and renting policy has been developed for the poor and the families with low
income. This study analyzes the problems concerning the housing policies in Turkey and housing
applications in other developing countries. Defining the local indications of poverty may be beneficial in
both reducing such problems and producing more effective solutions to housing applications. With this
aim in mind, we emphasize housing problems of the poor and try to predict probable problems in housing
applications that are due to be undertaken in Elazığ and other cities. We also believe that this study will
contribute in introducing alternative housing policies besides public housing applications that are
underway for the poor.
Key Words: Housing, Housing Policies and Poverty
Giriş
Bugün hangi gazeteyi veya dergiyi açarsanız açın mutlaka eşya ve giysilerle
süslenmiş moda haberlerini ve sporla ilgili detayları görürsünüz ama reklâmlar dışında
konutlara ayrılan özel bir sayfa ya da köşe göremezsiniz. Sorun, birilerinin sandığı gibi
sadece toplumun, “dünyanın geçici” bir yer olduğuna ilişkin toplumsal hafızasından1


1
Bu çalışma Elazığ’da yoksullar yararına çalışan Mamuret’ül Aziz Yardımlaşma ve Dayanışma
Vakfı’nca yapılan ve AB tarafından desteklenen “Yoksulluk Haritası Projesi” veri tabanından
faydalanılarak hazırlanmıştır.
Kilis 7 Aralık Üniversitesi Öğretim Üyesi. E-mail: [email protected]
Genellikle bir veya iki katlı olan Türk evlerinin en önemli özelliği gösterişten şaşaadan uzak, sade,
insani boyutlarda ve işlevsel olmasıdır. Bazı düşünürler dayanıklı ve güzel yapılan hayır kurumlarının
aksine konutla ilgili düzensiz inşaların sebebi olarak kültür dünyamızda yer alan “dünyanın geçici bir
yer” olduğuna ilişkin değerin önemli olduğunu vurgularlar. Bilindiği üzere, Türk mimarisinde en
önemli etkenler Türk töreleri, İslam dininin esasları ve coğrafi şartlardır. Bu açıdan evler hem
fizyolojik hem de sosyal ve pedagojik fonksiyonları gereği mahremiyeti esas alan içe dönük bir
planlama özelliği gösterirler. Bu açıdan mekân ve konut düzenlemelerini sadece maddi şartlardan
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93
kaynaklanmıyor. Aslında bu, gereksiz konuları ciddiye almaktan ve asıl ciddiye
alınması gerekenlerin farkında olmamaktan kaynaklanmaktadır. Bozuk eşya satan
üreticiler, miadı dolmuş gıda satıcıları, defolu mal veren perakendeciler
cezalandırılabilir olduğu halde neden kullanım değeri olmayan konutların varlığı hala
devam etmektedir? Kaza riski nedeniyle her yıl arabaların muayenesi yapılırken
sağlıksız konutların neden herhangi bir kontrolü yok? Çünkü maalesef toplumumuzda
insanın ve yaşamının değeri yeterince önemsenmemektedir. Özellikle de yoksulların bir
değeri yok. Çünkü bazı insanlar daha eşit. Oysa bir toplumda herkesin normal
standartlarda bir konutta oturabilmesi ya da o konuta sahip olabilme şansı sosyal
eşitliğin önemli bir boyutudur. Konut, temelde bir yaşam tarzı ve ahlak sorunudur,
dolayısıyla ciddiye alınmalıdır.
Fiziksel ve toplumsal çevre algısında önemli kavramlardan birisi de yaşam kalitesidir.
Bazı düşünürlere göre yaşam kalitesi, sermaye ve emek arasındaki karşıtlıkların yerine
geçmektedir (Castells, 1997:55). Yaşam kalitesi, gelir düzeyleri, kültürleri, ahlakları veya
iradeleri göz önünde bulundurulmaksızın insanların fiziksel ve sosyal çevrelerinde sağlık ve
refah içinde öncelikle yaşamaları için gerekli olan temel gereksinimlerinin karşılanması ve daha
sonra da ruhsal ve sosyal gelişimlerinin sağlanmasını içerir (Avcıoğlu, 2002:30-36). Bu
açıdan yaşam kalitesinin önemli bir parçasını konut ve çevresi oluşturur.
Sağlıklı bir fiziksel çevre ve konut yapısı sosyal çevrenin oluşumuna ve sosyalleşmeye
önemli katkılarda bulunur. Dolayısıyla konut, ekonomik bir sorun olmanın ötesinde
anlamlar taşımaktadır. Çünkü yetersiz barınma koşulları toplumsal barışı bozabilecek
öğeler taşımaktadır. Konutun sayısal yeterliliği kadar onun niteliği ve toplumsal
dağılımı da önemlidir. Bu açıdan konut meselesi yoksulluk sorununun anlaşılmasında
ve çözümünde hayati bir öneme sahip olduğundan konutu fiziksel sağlık üzerindeki
etkilerinin ötesinde ruhsal ve sosyal denge açısından da yeniden düşünmenin zamanıdır.
Konut Hakkı ve Barınma Yoksulluğu
Konut; teoride etrafı kapalı, tavanı örtülmüş bir veya bir grup insanın diğer
fertlerden ayrı olarak yaşamasına imkân sağlayan, doğrudan doğruya sokağa, koridora
veya genel bir yere açılan, müstakil kapısı olan bina veya binanın bir bölümüdür. Ancak
çoğu kimse için konut çoğunlukla duvarları çatlamış ve tavanı delik deşik, bir grup
insanın ne diğerlerinden bağımsız yaşamasına ne de onları balık istifi olmaktan kurtaran
bir bina, belki bir bina bile değildir. Micheal Stone, barınma yoksulluğunu, insanların
diğer temel ihtiyaçları için gerekli kaynağı tüketen yüksek kira bedelinin sonucu olarak
değerlendirir (Stone, 1993:12-15). Konut sorunu aslında 19.yy başlarında sanayileşme
sonrasında ortaya çıkmış ve bu tarihten itibaren konutlar hızlı “makineleşme”, yoğun
“kentleşme” ve devasa sosyal değişmeler karşısında kişiliğini korumak isteyen insanın
sığınmak istediği son nokta olarak görülmüştür. Ancak bugün dünyada 100 milyon
insanın hiçbir barınağı bulunmamaktadır. Sağlıksız konut rakamlarıyla birlikte bu
rakamın 1 milyarın üzerinde olduğu ifade edilmektedir. Hâlbuki 1948 tarihinde, İnsan
Hakları Evrensel Beyannamesi “konutun bir insan hakkı” olduğunu bütün Dünyaya
açıkça deklare etmiştir. 1987 yılını “Evsizler İçin Konut Yılı” olarak ilan eden
okumamak gerekir. Örneğin, sadece yer sorunu nedeniyle değil dünyevileşmenin yan ısıra
mahremiyet duygusu değiştiği için apartman tipi evler yaygınlaşmıştır.
58
M. Ruhat YAŞAR
Birleşmiş Milletler bugün Habitat Gündemi ile “herkese yeterli konut” ilkelerini ana
hedefleri içerisinde göstermiş ve bu doğrultuda 189 ulusun hükümet başkanları, 2000
yılında Milenyum Deklarasyonu’nu imzalayarak 2015 yılına kadar Milenyum Kalkınma
Hedefleri’nin gerçekleştirilmesini taahhüt altına almışlardır (Keleş, 2006:428-430). Bu
taahhüdün 11. hedefi 2020 yılına kadar en az 100 milyon gecekondu sakininin
hayatında iyileştirme sağlanması olarak açıklanmıştır. Bu iyileştirmenin odağında
bulunan konutlar ise yine Habitat İstanbul Deklarasyonu’nda belirtilen özellikler
çerçevesinde ele alınmaktadır. Bu anlamda bir konutun sahip olması gereken özellikler,
“yeterli mahremiyet, yeterli mekân, fiziksel erişebilirlilik, yeterli güvenlik, yeterli
yararlanma güvencesi, yapısal sağlamlık ve dayanıklılık, yeterli aydınlatma, ısıtma ve
havalandırma, su, atık su ve katı atık yönetimi gibi yeterli ve erişilebilir konut ve bütün
bunların uygun fiyatla edinilmesi” faktörlerini kapsamaktadır (www.canaktan.org).
Konutla ilgili olarak birçok özelliğin ve işlevin gerekliliğinden bahsedilir. Konutla ilgili
olarak verilen bu fiziki tarifler bile birçok yoksulun bir konutta oturmadığına delil
olabilir.
Türkiye’de konut hakkı ile ilgili olarak 1961 Anayasasında 49. maddede; “Devlet,
yoksul veya dar gelirli ailelerin sağlık şartlarına uygun konut ihtiyaçlarını karşılayıcı
tedbirleri alır.” denilmektedir. 1982 Anayasasında 57. maddenin konu başlığı ‘konut
hakkı’ olup içeriğinde “devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir
planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır” ifadesi
bulunmaktadır. Ancak, Anayasalarda temel hakların belirtilmiş olması, bu haklardan
herkesin yararlandığı anlamına gelmemektedir. Çünkü, sağlık hakkından yaşama
hakkına, eğitim-öğretim hakkından sosyal güvenlik hakkına, çevre hakkından mülkiyet
hakkına kadar uzanan birçok hak, ancak belirli bir yaşam standardına ulaşılarak elde
edilebilir. Bu yaşam standardının her bir parçası aslında diğer öğeler ve haklar üzerinde
etki yapar. Örneğin, devletin herkesin ruhsal ve bedensel sağlığını korumasına ilişkin
anayasal ödevi konut sorununu temelde sağlık sorununun bir parçası kılmaktadır. Bu
anlamda insan hakları da birbiriyle çok yakından alakalı olduğundan insan haklarının
asgari düzeyde sağlanmasında sağlıklı bir konutta oturmanın önemli bir yeri vardır.
Öyleyse sağlık, özel hayat, güvenlik, iletişim, korunma gibi ihtiyaçların karşılanmasında
konutun gerçekten belirleyici bir yeri olduğu unutulmamalıdır. En azından yaşam
hakkının bir depremle daha doğrusu sağlıksız konutlar nedeniyle insanlarının elinden
nasıl alındığını çok yaralayıcı bir şekilde öğrendik.
Konut ihlali geniş bir hak zeminiyle ilgilidir. Genel olarak kişilerin evlerinden
çıkarılmaları veya evlerine dönmelerinin engellenmesi şeklindeki davranışlar konut
dokunulmazlığı ihlali içerisinde değerlendirilmektedir (Erdoğan, 2007:157). Halbuki,
ödeyemedikleri faturalarla geciktirdikleri kiralar nedeniyle sürekli ev sahibiyle bu tür
sorunlar yaşayan yoksulların konut dokunulmazlığı lükstür. Bu haktan mahrumiyeti
yaşayan yoksullar her zil çaldığında kapılarını gönül rahatlığıyla açamazlar. Yoksulların
önemli bir kısmı önce pusuda yatar gibi dışarıyı gören bir yerden kapı önünü gözlerler
ve gelenin kim olduğuna baktıktan sonra kapıyı açmaya karar verirler. Çalışmamızda
dikkatimizi çektiği üzere, bazı yoksulların elektrik, su faturaları veya kirâ borçları
nedeniyle kapıyı açarken, tedirgin bir sincap edasıyla, yarım açtıkları kapıda kaygıyla
tetikte bekledikleri görülmüştür. Bu açıdan sözkonusu şartlar içinde yoksullar için konut
hakkına sahip olmak ve onu kullanmak gerçekten zordur.
59
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93
Konuta Kimler Nasıl Konar?
Sadece mimarların değil aynı zamanda çeşitli düşünür ve aktivistlerin de istenen
tipte insanlar inşa etmek, eşit ve adil bir toplum oluşturmada işlevsel bölgeler ve mimari
tasarımlar inşa etme merakları öteden beri bilinmektedir. Bu yüzden arsa, mülkiyet ve
konut politikası neredeyse bir ideoloji sorunudur. Nitekim “olmayan yer” anlamına
gelen ütopyalarda, mekânın sosyal politika aracı olarak ilk kez düşünüldüğünü
görmekteyiz. Sosyalizmin etkisiyle ortak mülkiyet ve kullanımı öneren bu projelerin
belirgin özelliği işlevsel ve tek biçimli birimler olarak göze çarpmalarıdır2. Ütopyalarda
düşünülen şehir, sokak ve konutlar istenen tipte toplumu inşa etmenin yanı sıra o
dönemde yaşanan sorunları aşmanın bir yolu olarak hayal edilmiştir (More, 1999:60).
Toplu konutların revaçta olduğu bu günlerde toplumu inşa etmenin bir tarzı olarak toplu
konut inşaatlarını düşünmek, kapitalizme yeni yeni ayak uydurmaya çalışan siyaset
tarzımızın iktidar olma ve kontrol pratiğindeki değişmeleri anlamak açısından
anlamlıdır. Bu anlamda merkezi otoritenin kamusal kira politikalarından ziyade konut
sahibi olmaya verdiği önemin toplumu muhafazakârlaştıran yanı bir yana konutla ilgili
bu son uygulamaların ne ölçüde alt sınıflara yarayacağı temel tartışma sorunudur.
Bilindiği üzere, sosyal devlet kentin metalaşmış alanlarını, karşı müdahaleleriyle
dengelemeye çalışır. Kamu konut poltikaları, kira-yatırım denetimleri ve genel olarak
kentsel planlama bunlardan bazılarıdır. Ülkemizdeki konut piyasası canlı olmasına
rağmen sermaye azlığı nedeniyle yeterli derinlikte olmamıştır. Batı'da arazi ve konut
sunumuyla ilgili olarak ücretlerin ve ödeme gücünün yönlendirdiği kararlar, bizde
merkezi hükümetin, kent yönetiminin ve gayri meşru arazi mücadelesinin (gecekondu)
denetimindedir. Özellikle, kentsel arazilerin çoğunlukla devlet tarafından kontrol
edilmesinin önemli sosyal ve politik etkileri olduğu bilinmektedir. Gelişmiş kapitalist
toplumlarda yerleşim bölgeleri, temelde konut borsası ve arazilerin piyasa değeriyle
belirlenirken bizde kentlerin bölgelere ayrılması bile idarî kararlarla olmuştur.
Dolayısıyla kent alanlarının ve gecekondular da dâhil konut alanlarının gelişmesi
temelde doğal bir süreç değil, toplumsal ve siyasi örgütlenmenin bir uzantısı olarak
görülebilir. Bu anlamda, Osmanlı’daki vakıf sisteminin de etkisiyle geniş bir arazi
stoğunu elinde bulunduran devlet erki aslında konut açısından sosyal dengeyi gözetici
politikalar geliştirmede önemli bir manevra imkânına sahiptir. Devletin kentsel araziler
üzerindeki bu geniş tasarruf imkânı, uygulayacağı arsa ve konut politikalarıyla
toplumsal sınıflar ve tabakaşma sistemi üzerinde de oldukça olumlu etkiler yapabilir.
Bugün tüketim kalıplarının tabakalaşma desenindeki belirleyici etkisi güncel bir
tartışma konusudur. Baudrillard, kitlesel hale gelen dayanıksız tüketim nesnelerinin
sınıfsal belirleyiciliğinin azaldığını ileri sürer. Bu nedenle düşünür, gündelik tüketim
nesnelerini elde etmeye yarayan belirli marjlar arasındaki gelirin sınıfsal ayrımlardaki
öneminin mekân ve konut üzerinden arttığına dikkat çeker (Baudrillard, 1997:61).
Bilindiği üzere marxsizm konut sorununun kapitalizmin çöküşüyle ortadan kalkacağını
2
60
Sosyalizmin öncülerinden Engels, kentlerde, herhangi bir gerçek "konut darlığını" anında giderecek
mesken için yeterli bina olduğunu ve fazla konut sahiplerinin evlerine el koyarak evsiz işçileri bu
evlere yerleştirmeyi önerir.
M. Ruhat YAŞAR
savunduğundan bu konuya ilgisiz durmuştur. Hâlbuki Max Weber, Marx’ın sınıfsal
yaklaşımına alternatif olarak sosyal tabaklaşmada farklı toplumsal grupların statü,
tüketim potansiyellerine vurgu yaparak konut sorunu açısından farklı bir tez ileri sürer.
Bu anlamda yaşam şansları mekânla şekillenir ve yoksulluk marksizmin ileri sürdüğü
gibi sadece üretim ilişkilerindeki konumla değil aynı zamanda eşitsiz konut dağılımıyla
da belirlenir. Bu izden giden Pahl, konut sorununun kent yöneticilerinin, çeşitli sosyal
hareketlerin, dernek ve vakıfların, bankaların, poltika geliştiricilerin kararlarıyla alakalı
olduğunu söyleyerek analizini Weberian bir temel üzerinde sürdürür (İngram, 2008:13). Pahl, kaynaklara ulaşmanın sistematik olarak mekân bağlamında yapılaştığını ileri
sürer. Ona göre kent konut sistemini belirleyen asıl aktörler üzerinde durulmalıdır. Bu
anlamda dağılımda belirleyici olan değerler, düşünceler, ideolojiler ve etkileşim
kalıpları oldukça önem taşır.
Bilindiği üzere Weber, sosyal grupların tüketim ve statülerine göre
farklılaştıklarını ve bu unsurların onların yaşam şanslarına olan etkisine değinmiştir. Bir
tüketim nesnesi olarak muhitin ve konutun yaşam şanslarını belirlemedeki etkisi fiziksel
donanımının ötesinde sosyal sermaye içeren yapısında aranmalıdır. Neyi bildiğimizden
çok kimleri tanıdığımıza vurgu yapan İngiliz atasözü (bütün kitle iletişim olanaklarına
rağmen) aslında üstü kapalı olarak zaman geçirilen muhitin önemini ima eder. Çünkü,
elde edilen imkânlara bağlı olarak farklı mahalle örgütlenmeleri ve yaşam biçimleri
sınıf bölünmelerini derinleştirmektedir. Bunun yanı sıra konut kredilerinin
kullandırılmasında sınıflara göre oluşan farklı sunumlar, görece üst sınıfta bulunanların,
konut kredisi finansmanında avantajlı imkânlara sahip olduğu ölçüde, diğerleri
karşısındaki üstün konumunu pekiştirebilir. A.B.D. ve Britanya’da zengin alanlarda çok
daha düşük konut yoğunluğu yoluyla mekânsal eşitsizliğin yaratıldığı ve bununla da
sınıfsal eşitsizliğin pekiştirildiği bilinmektedir (Urry, 1999:25-28). Jhon Rex ile R.
Moore Birmingham’da yaptıkları bir araştırma sonucunda toplumsal grupların arzu
edilen şehir alanlarında konut sahibi olma mücadelelerini sınıfsal kavramlaştırmada
temel bir belirleyici olarak yorumlamışlardır. Onlara göre kentlerdeki toplumsal
etkileşimin temelinde yatan temel süreç az bulunan ve istenilen konut tipleri için
yürütülen rekabettir (Marshall, 1999:428). Her ne kadar bazı eleştirmenler Rex'in
"konut sınıfları"nı sınıfsal çatışmaların bir parçası olduğunu söyleyerek konut
imkânlarını bir toplumun sınıf yapısının genel karakterine katkıda bulunan ikincil bir
olgu olarak değerlendirseler de Rex ve Moore kentsel çatışmaların, sanayi alanındaki
çatışmalar kadar kronik ve yoğun olduğunu ve konut piyasasının sanayi piyasasına
doğrudan indirgenemeyen kendine has özellikleri olduğunu vurgularlar. Kamu
konutlarının ve ev kredileri için istenen vasıflar konut üzerindeki sınıf mücadelesinin iki
ana öğesidir. Çünkü kamu konutları gerekli talebi karşılayamayamadığından kredi
başvuru şartları elenecek gruplar için belirlenir. Ev sahibi olmak isteyen ve bu amaçla
konut kredisi almaya çalışan insanlar eşit imkânlara sahip olmadıklarından farklı sınıflar
konut niteliği ve kredi kullanımı konusunda kendilerine uygun bir tahsis sistemini
savunacaklardır.
Rex'e göre konut sınıfları, en değerli yerlerde kendi mülküyetinde yaşayan
insanları; bu evlere konut kredisi yoluyla "sahip olanları"; daha az talep gören yerlerde,
konut kredisiyle aldıkları konutlarda yaşayanları; şahsa ait evlerde kirada oturanları ve
devlete ait konutlarda kirada oturanları kapsar. Ülkemiz bazında düşünülecek olunursa
61
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93
yukarıdaki konut sınıflarının kısmen bizde de benzer şekilde farklılaştığını kabul
etmekle birlikte kiralık devlet konutları ve lojman konusunda aynı şeyi söyleyemeyiz.
Genelde üst düzey bürokratlar başta olmak üzere devlet çalışanlarına lojman tahsisinin
sınıfsal pozisyonu tahkimi üzerinde durulması gereken bir konudur. Devletin
masraflarını karşıladığı bu lojmanlarda halen bazı devlet memurlarının piyasaya göre
daha az para ödeyerek oturdukları bilinmektedir. Hem statü hem de ekonomik anlamda
katma değer yaratan lojman imkânları ülkemizde epeydir, etrafı telli duvarlı ortamlarda
sırtını devlete dayamanın, farklı sınıf algısının ve ötekileştirmenin önemi bir aracı
olmuştur.3
Görselliğin giderek daha fazla önem kazandığını ve aynı nedenle farklılığa
yapılan vurgunun mekânın değişim değerini arttırdığını biliyoruz. Görselliğin bu artan
önemi konutların benliğin sunumundaki önemini de arttırmaktadır. Bu anlamda üst gelir
grupları değişim değerini alt gelir grupları ise kullanım değerini baz alarak konut
arayışında bulunurlar ve topluluklar da aynı kaygılarla mekânsal izdüşümlerde oluşur ve
bu yüzden üst gelirliler geniş bir hareket alanına sahipken yoksullar kıstırılmışlıkla
zorunlu hareket arasında sıkışırlar. Hâlbuki mekânını ve konutunu seçme eğilimi bugün
statü arayışının gittikça artan bir eğilimi olarak göze çarpmaktadır. Pek çok kentte en
varlıklı konut sınıflarında yaşayanlar, kent merkezinden iç kentin kırsal alanlarına veya
bazen tamamen kent dışına taşınmaktadırlar. Konut kredisiyle alınmış evlerin daha az
ayrıcalıklı sahipleri de, dış kırsal alanların sürekli yayılmasına yönelik bir eğilim
yaratmaya yardımcı olarak, iç kentten uzaklara taşınmaya çalışmaktadırlar (Harvey,
1993).
Devletin hem konut kredisi, hem de kamu konutu vermediği, bu nedenle çoğu
kez ev kiralamaya zorlanan gruplar genellikle, kamu konutlarındakilerin sahip oldukları
kira denetimi ve korumasından yoksun oldukları için vicdansız ev sahipleri tarafından
kullanılmaya karşı savunmasız durumlarda yaşarlar. Bu gruplar genellikle kent içindeki
en kötü evlerde veya kentin çeperinde yer alan bakımsız ve eski evlerin bulunduğu
mahallelerde yaşarlar (Rex ve Moore, 1967). Konut piyasasındaki konumun emek
piyasasının ötesinde etnisite, yerlilik ve veraset gibi birçok avantajla alakalı olduğunu
ifade eden Rex merkezi otoritenin kamusal konut sektöründeki bürokratik
düzenlemeleri ve yerel otoritenin de öncelikli iskân düzenlemeleri aracılığıyla düzensiz
geliri olan birçok aileyi aşağı konuma mahkûm ettiklerini belirtirler.
Aslında bütün bu planlamaların olduğu gibi, ideoloji ve ütopyaların da gelip
durduğu nokta mülkiyet paylaşımının sınırlarıdır. Nasıl ki mülkiyet hakkı uygun ve
yeterli toprağın herkes için kalmaması sonucunda doğmuşsa konut hakkı da herkes için
yeterli miktarda konut ve arsa olmadığı fikriyle ortaya çıkmıştır. Bizce sorun yeterli
miktarda konut ve arazinin olmaması değil, bu mevcuttaki dağılımın düzensizliği ve
adaletsizliğidir. Mülk ve arsa sahipliği sosyal tabakalaşmada bireylerin bulunduğu yeri
anlamamız açısından önemli bir veri sunar. Bugün, zenginler kent arazisinin %90’nına
3
62
Ülkemizde kiralık devlet konutlarının olmamasını ideolojik nedenlere yani kapitalizmin etkisine
bağlayanlar olduğu kadar bunu sermaye ve örgütlenme sorununa bağlayanlar da olmuştur. Ancak
şimdiye kadar gecekondularla geçiştirilen konut sorununun azalan kent arazileri nedeniyle kronik hale
geldiği düşünülürse kiralık belediye ve devlet konutlarının olması kaçınılmaz gibi görülmektedir.
M. Ruhat YAŞAR
sahipken ve dünya kadar açık alan varken yoksullar arazinin %15’lik kısmında balık
istifi yaşamaktadırlar. Çalışan kesimlerinin sahip oldukları konumu sahip oldukları
mülkle ilişkilendiren bir çalışmada işsizlerin (%7.4) hiçbir mülk gelirine sahip
olmadıkları tespit edilmiştir (Köse ve Karahanoğulları, 2002:32). Birçok gelişmekte
olan ülkelerde özellikle de Asya ve Afrika şehirlerinde arsaların büyük bir kısmının
azınlık sayılabilecek bir nüfusun elinde bulunduğu tespit edilmiştir. Keyder ve Dündar,
ayrı ayrı yaptıkları çalışmalarında Ankara ve İstanbul’daki spekülatörlerin paralarını
gecekondu bölgelerinin lüks semtlere dönüştürüldüğü arazilere yatırarak siyasi nüfuzla
elde ettikleri inanılmaz kârlara değinirler. Daha korkunç bir örneği Mısır ve Suudi konut
sektörü üzerine veren Jeffery Nedoroscik ise bir milyondan fazla apartmanın boş olduğu
Kahire’nin yarısının boş binalarla dolu olduğunu ve şehir beş yıl içinde ikiye
katlanmasına rağmen konut krizinin hala devam ettiğini belirtir. Aslında konut sahipliği
dağılımında Türkiye ‘de de benzeri bir durum söz konusudur. Hali vakti yerinde olanlar
gerek kültürel bilinçaltı gerekse kâr amaçlı olarak fazla sayıda konut alımına
yönelmekte, bu ise mevcut piyasada hem konut hem de arsa fiyatlarını yukarı çekerek
asıl konut ihtiyacı olanların mağdur olmalarına yol açmaktadır.
Sorunu mevcut sistemlerin kötü vergilendirmeye ve vergi toplamadaki
yetersizliğe bağlayan Nick Devas üçüncü dünyadaki on kent arasında yaptığı
karşılaştırmalı analizinde durumu iyi olanların vergilendirilmesi yönünde ciddi bir çaba
olmamasına vurgu yapar (Devas, 2003:6-7). Nijerya, Jamaika, Kano ve Meksika’da da
genelde durum bundan farklı değildir. Meksika’da hali vakti yerinde olanlara ayrılan
devlet fonları konut fonlarının %50’sini kullanırken en yoksul kesime hizmet eden
fonların toplam fonlara oranı %4 civarında kalmaktadır. Bu anlamda bir yanda, az vergi
verip devlet hizmetinden daha fazla yararlanan zenginler diğer yanda ise kendilerine
verilen konut sözlerinin tutulmadığı yoksullar bulunmaktadır. Yine Castells Fransa’daki
yoksullarla ilgili düzenlemeleri kastederek, sağlıksız bölgelerde daha dar uygulamaların
yapıldığını belirtir. Sermayenin bu alanlara kayda değer katkı yapmadığını iddia eden
yazar buralardaki konut alanlarına açık alanların ve okulların yapılmadığından şikâyet
etmektedir (Devas, 2003:6-7). Sonuçta bu program aracılığıyla kent merkezinin yüksek
tabakadakilere banliyölerin ise aşağı tabakadakilere hasredildiği ifade edilmektedir.
Böylece bu program aracılığıyla devletin üretim ve idari açıdan merkezileşmesine
müdahil olarak sınıfsal konumları sağlamlaştıracak kent sistemini yeniden ürettiği ifade
edilmektedir.
Geçmişten Günümüze Konut Politikaları
Konut politikaları konusundaki aktörler konut alanlarının planlanması, yaşama
geçirilmesi ve kamusal hizmetlerin sunulmasında belirleyici olduklarından bu aktörleri ve
onların geçmişten günümüze kadar gerçekleştirdikleri rolleri irdelemek önem taşımaktadır.
Türkiye’de uygulanan konut politikaları genel olarak 1923-1950 dönemi, 1950-1980
dönemi ve 1980 sonrası olmak üzere üç ayrı dönemde incelenmektedir. Bu dönemlerin
hemen hepsinin ortak yanı yoksulları hesaba katmayan bir uygulama mantığına sahip
olmalarıdır. Bu politikalarda gerek finansman, gerek planlama gerekse uygulama
noktasında ciddi eksiklikler göze çarpmaktadır. Neredeyse önce şehirler ve konutlar
mantar gibi çıkmış sonra da, artık nasıl bir planlama anlayışıysa, bu sonuçlara göre
planlama arayışı ortaya çıkmıştır. “Kervan yolda düzelir mantığıyla” yapılan bu
63
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93
uygulamalar konut sorununun ve beraberinde de sosyal sorunların artmasına neden
olmuştur. Halbuki, planlamanın mantığı olası sorunları da göz önünde tutarak süreci
başından itibaren kontrol etmeye dayanır. Bizde maalesef yönetim erki hayatın
gerisinde kalarak cari olana, yani sonuca göre plan yapmaya kalkmıştır. Ülkemizde
genel anlamda konut politikalarında yaşanan bu plansızlıklar ve konut üretmedeki
yetersizlikler yoksulluğun derinleşmesinde önemli bir etkiye sahiptir.
Konutla ilgili birinci dönemde (1923-1950), savaşla tahrip edilen kentlerin imarı,
göçle gelen soydaşların yerleştirilmesi ve memurların konut sorunlarının giderilmesi ve
konut kiralarının sınırlandırılması gibi dolaylı çareler üzerinde yoğunlaşılmıştır (Keleş,
2006:523). Daha öncelikli sorunların ele alındığı bu süreçte kıt kaynaklar nedeniyle
imar problemlerinin çözümü özel teşebbüslere bırakılmış, bu nedenle konut yapımında
emlak vergisi ve ithal yapı malzemeleri için gümrük muafiyeti uygulaması yapılmıştır.
Bu dönemde konut sorunlarını çözebilmek amacıyla 1926 yılında Emlak Kredi Bankası
kurulmuşsa da bu kurumun 1946 yılına kadar etkisiz kaldığı bilinmektedir (Tosun,
2005:7). Sonuç olarak bütün halkın yoksul olduğu, ekonominin olduğu kadar sosyal
yaşamın da sorunlarla dolu olduğu bu ilk yıllar konut açısından da durgun geçmiştir.
Oysa aynı yıllarda birçok Avrupa ülkesinde kamu kuruluşlarının konut edindirmede
başat rol oynadıkları bilinmektedir. Örneğin İngiltere’de devlet kuruluşları iki dünya
savaşı arasındaki yıllarda konut üretiminin dörtte üçünü karşılamışlardır (Keleş,
2006:428).
1950-1980 döneminde, konut politikası gecekonduların önlenmesine yönelmiş4,
ancak büyük sorunlar yaratan gecekonduları engellemek amacıyla 1948 yılında kurulan
İmar ve İskân Bakanlığı da bu ciddi soruna çare olamamıştır. 1948-1953 yıllarında
çıkarılan yasalara rağmen ne konut sorunu çözülmüş ne de gecekondular
engellenebilmiştir (Sey, 1998:285). İsmi “gecekondu” olarak ilk kez 1966’da kayıtlara
düşen bu yeni yerleşim tarzını engellemek için bina teşvik yasaları birbiri ardına
çıkarılmış olsa da istenen sonuçlar alınamamıştır (Keleş, 2006:524). 1950 sonrasında
dar gelirlileri konut edindirmek için Emlak ve Kredi Bankası kurulmuş ve bu kurum
1946 ile 1980 yılları arasında 400.000 konut üretmiştir. Ancak, bu süreçte devletin
yaptığı konut projelerinin daha çok üst gelir gruplarına yöneldiği ifade edilmektedir
(Görgülü, 2003:51). Yine bu dönemde (1951) Belediye yasasında konut yetkisinin
Belediyelere verilmesi (Keleş, 2006:524) ve dar gelirli gruplara konut kredileri
sağlamak için Sosyal Sigortalar Kurumu oluşturulması gibi gelişmeler yaşanmışsa da bu
dönemde desteklenen konut kooperatifleri konut piyasasının sadece % 10’unu
oluşturmuştur (Balamir, 1996:335-336)
Konut yapımında 1950’li yılların başlarında başlayan apartmanlaşma 1965’te
kabul edilen Kat Mülkiyeti Kanunu’yla hız kazanmış (Balamir, 1996:335-336), ancak
bu gelişmeler çarpık kentleşmenin ve gecekonduların artmasına paralel bir seyir
izlemiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren toplu konut yapmayan ama devlet
arazisini de kullandırmayan politik anlayış sonraki dönemlerde popülizmi ve
himayeciliği benimsemiştir. 1966’da 775 sayılı yasa ile gecekondunun varlığı resmen
4
64
1948 yılında 25-30 bin olarak tahmin edilen gecekondu sayısı, yoğun kentleşme nedeniyle 1953’te 80
bin, 1960’ta ise 240 bin olmuştur. Yine, 1940-1950 yılları arasında %20.1 olan kentsel nüfus artışının
1950-1960 arasında %80.2 olduğu görülmektedir. (Keleş, 1978: 26).
M. Ruhat YAŞAR
kabul edilmiş ve kentte yerleşebilmeye yönelik resmi olanaklar ve kurallar getirilmiştir.
Nihayetinde gecekondu, kente ‘eklenen’ bir öğe olmaktan çıkıp, kentin temel rantlarını
paylaşma hakkı isteyen bir güce erişmiştir (Şenyapılı, 1998:311). Ancak gecekondularla
ilgili bu gelişmeleri sadece göçenlerin sorunu olarak kabul edip tek taraflı bir yanlış
olarak değerlendirmemek gerekir. Çünkü 1950’li yıllardan itibaren başlayan sanayideki
gelişmelerle kentlerde ortaya çıkan ucuz işgücü açığının, bir nevi sosyal uzlaşma
sonucunda gecekonduları kente monte ettiğini söyleyebiliriz. Bu süreçte gecekondu
çalışanları kendi barınma sorunlarını kendileri çözdüklerinden hem emek maliyeti hem
de göçün devlete yükleyeceği sosyal harcama maliyeti azalmıştır. Ancak, 1980’den
sonra, gecekonduların da kâr döngüsüne dâhil edilmeleri özellikle içinde siyasilerin de
olduğu yeni bir arsa-konut sorununu tetiklemiştir. Bir taraftan ticari rantı bir taraftan da
siyasi rantı arttırmak için devlet arazilerini yağmalatan himayeci anlayış gecekondu
nüfusuyla birlikte büyüyen genel bir konut sorununa yol açmıştır. Öyle ki, DPT’nin
verilerine dayanılarak hazırlanan bir raporda evlerini kendi elleriyle yapanların oranının
ticari amaçlı gecekondu yapanların yanında çok önemsiz kaldığı belirtilmiştir. Bu
ayrıntı ise gecekonduyu kendi elleriyle yapan yoksullarla ticari gecekonducular
arasındaki turnusol olarak yorumlanmaktadır (Ocak, 2002:101).
1960’tan başlayan planlı dönemde, konut sorunu ve kent planlaması her zaman
üzerinde önemle durulmuş konular olmasına karşın uygulamada fazla bir mesafe
alınamamıştır. Bu dönemde 1961 Anayasasıyla birlikte, dar gelirli ve yoksul ailelerin
barınma gereksinmelerinin giderilmesi görevinin devlete verilmesi önemli bir gelişme
olmakla birlikte uygulamada istenen gelişmeler sağlanamamıştır Konut sorunlarının ilk
kez kalkınmayla ilişkilendirildiği ve bir bütün olarak ele alındığı bu dönemde halk
konutu adı verilen ucuz, küçük konutlar için teşvikler yapılmış ancak bu konut
yatırımları gereksinimleri karşılamamıştır (Keleş, 2006:525-526). Bu süreçte gecekondu
alanlarına alt yapı götürülmesi, gecekonduların iyileştirilmesi, iyelik durumunun
normalleştirilmesi gibi politikaların yanı sıra kent imarı ve konut yapımı için Toplu
Konut Fonu oluşturulması ve konut kesiminde özelleştirme politikaları da güdülmüştür.
Ne var ki, düşük düzeylerdeki sermaye birikimi, özel ve kamu kaynaklarının yetersizliği
nedeniyle nüfusa oranla gerekli yapı üretimi olmadığından yeterli gelişme yine
sağlanamamıştır5. Nitekim, 1975-80 yılları arasında kooperatif oranının % 10’un altında
kaldığı görülmektedir (Keleş, 2006:439).
Konut piyasasında etkili olan bir diğer gelişme ise kooperatifçiliğin sunduğu
devasa konut imkânları olmuştur. 1980 sonrasında, ülkedeki sosyal konut gereksinimini
karşılamak üzere 1981 tarihli 2487 sayılı ‘Toplu Konut Kanunu’ çıkarılmış (Tapan,
1998:376) ve kaynak kullanımında önceliğin kooperatiflere verilmesiyle birlikte kısa
sürede çok sayıda kooperatif birlikleri kurulmuştur. Türkiye’de konut alanındaki en
5
Emre Kongar gibi bazı sosyologlara göre konut sorunundaki temel neden devlet yetkililerinin
planlama olgusuna sıcak bakmamalarından kaynaklanmaktaydı. Bu açıdan konut sektörüyle ilgili
merkezi yönetimin yeterli desteğinin olmayışı ve liberal politakalar kayıt dışı konut sektörünün ve
gecekondu yapılaşmasının temel nedeni olarak görülmektedir. Halbuki, konut sorunu sadece kapitalist
ülkelerde değil az gelişmiş bütün toplumlarda örneğin, sosyalist ülkelerde de çok kötü örneklerle
görülmüştür. Özellikle sanayileşme döneminde SCBB’deki işçilerin dağın eteklerine kazılmış
mağaralarda kaldıkları bilinmektedir (Karpat, 2003:34).
65
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93
büyük kamu atılımı 1981 yılında çıkarılan bu toplu konut yasası ile gerçekleştirmiştir.
Bu süreçte, Toplu konut İdaresi, 1984-1994 arasında 949.696 konuta kredi sağlamış ve
desteklenen konutların % 85,7’sini kooperatif konutları oluşturmuştur (Özüerken,
1996:363). Böylece, konut kooperatiflerinin konut üretimindeki payı 1980’de % 9
düzeyinde iken, 1990’da % 25’e yükselmiştir. Toplu Konut İdaresinin kurulmasıyla,
1984’ten itibaren 5 yıllık süre içinde yapılan kooperatifler, geçmiş 50 yılda yapılan
konut sayısının dört katına çıkmıştır. Günümüzde bu oranın % 30’un üzerine çıkmış
olduğu söylenebilir. (Keleş, 2002:451). Ancak bütün süreç içerisinde Berkman ve
Osmay’ın haklı olarak belirttikleri üzere bu yapılar, orta sınıfların arkasına devlet
desteğini de alarak rant paylaşımında kaybettiklerini geri alma amacına hizmet
ettiğinden alt sınıflara herhangi bir fayda sağlamamıştır. Bu süreçte üyelerini ağırlıklı
olarak aynı sosyal ve ekonomik kesimden toplayan kooperatif oluşumları yerlerini,
üyelerinin gerek ekonomik gerekse sosyal açıdan farklılaştığı rant amaçlı kooperatif
sistemine bıraktıkça dar gelirlilerin kooperatif aracılığıyla konut sahibi olmaları
zorlaşmıştır.
1970-80 yılları bir yandan ülkeyi kasıp kavuran terörün, siyasi istikrarsızlıkların
olduğu diğer yandan dünyaya entegre olma çabaları ile küresel aktörlerin ekonomide
söz sahibi olmaya başladıkları yeni bir dönemi başlatmıştır. Bu süreçte hükümetlerin
konut edindirmeden çekilmesi gerektiği, IMF ve Dünya Bankası destekli liberal
ekonomi tarafından sürekli dile getirilmiştir. Bu konuda devletin konut gibi ortak
tüketim alanlarına müdahalesinin kentle ilgili her tür girişimi siyasileştirdiği ve bunun
kentsel krizin derinleşmesine yol açtığı ileri sürülmüştür. Bu anlamda devletin konuta
yönelik çıkartması, ister kiraların sabitlenmesi ister kendi eliyle konut yapılması
şeklinde olsun bu sektörde özel girişimin yeni konut yapımlarını olumsuz etkileyerek
uzun vadede konut açığını arttıracağı ifade edilmektedir.
1970’lerin sonu ve 80’lerden itibaren Yapısal Uyum Programlarında, devletin
konut edindirme politikalarından vazgeçmesi gerektiği önerilmiş ve bunun gelişmekte
olan ülkelerin konut sorunlar üzerinde önemli etkileri olmuştur (Davis, 2007:85). Öyle
ki üçüncü dünya ülkelerinde var olan konut ihtiyacına karşın konut arzının yeterli
olmadığını özellikle de bu arzın yoksulların ilgisi dışında kaldığını ifade eden Berner’e
göre devlet, toplu konuttan ziyade toplu konut yıkımından sorumludur. Nitekim
Uluslarası Çalışma Örgütü (ILO) de, üçüncü dünyada resmi konut arzının yeni konut
stokunun ancak % 20’sini karşıladığını belirtmektedir (BM-HABİTAT, 1996:239).
Ülkemizde de kalkınma planlarında konut yatırımlarına ayrılan paya bakıldığında bunun
% 17’yi geçmeyeceği öngörülse de piyasadaki talebin fazlalığı bu oranı sürekli %
20’lere kadar taşımıştır. 1979 yılından itibaren de politikacılarca desteklenen bireysel
kredi yolu 1981 yılından itibaren toplu kredilerin yerine geçmeye başlamış (Keleş,
2006:526). Yine bu bu dönemde (1979-81) yüksek faiz nedeniyle insanların konut
yapmaktan, evini kiraya vermekten vazgeçip paralarını, mülklerini bankerlere kaptırdığı
ve konut piyasasının da buna paralel olarak sıkıntıya girdiği görülmüştür (Keleş,
2006:531).
1990’ların sonuna doğru hız kesen kooperatif sevdası devletin de piyasadan
çekilmesi üzerine arsa rantlarıyla gelişen yapsatçılığı doğurmuştur. Yapsatçılık olarak
bilinen Türkiye örneğinde konutlar üretilirken (Pınarcıoğlu ve Işık, 2006:105-107)
sadece arsa sahibi ve müteahhit değil aynı zamanda emeğinin karşılığında ücret alan
66
M. Ruhat YAŞAR
veya ev sahibi olan işçi aileler de bu ittifaktan payını almışlardır. Türkiyeye özgü
apartmanlaşma ve gecekondu yapılaşması başlangıçta emek yoğun işlerde çalışan
yoksullar için de önemli bir gelir kaynağı olmuştur. Ancak daha sonraları durum
değişmiştir. Nakit sıkıntısının yaşanmadığı bu ittifaktan elbette en önemli kârı arsa
sahipleri almış ve süreç içerisinde arsa bedellerindeki yükselme nedeniyle çalışanlar
aleyhine bir mekanizma gelişmiştir. Durum böyle olunca hem kat fiyatları hem de arsa
fiyatları el yakmaya başlamış ve böylece dar gelirlilerin konut sahibi olmaları tamamen
hayal olmaya başlamıştır. Kat mülkiyeti kanunuyla desteklenen yapsatçılık uzunca bir
dönem orta sınıfların konut edinmelerini sağladıysa da arsa sahibiyle yapsatçı ve emekçi
arasındaki gerilimin yanısıra yaşanan ekonomik sorunlar ruhsatlı konut yapımında
önemli bir düşmeye yol açmış, bu ise başta dar gelirliler olmak üzere bütün çalışanlar ve
yoksullar üzerinde ciddi bir konut baskısına yol açmıştır. Nitekim 70’li yıllarda % 30
bedel karşılığında verilen arsaların 80 sonrasında % 50-60 bedelini aştığı bir gerçektir.
Yapsatçıların yaşadıkları kâr marjı darlığı onları yeni arsa sahipliği yoluyla konutlar
yapmaya yöneltmiş ama onların bu girişimleri devletin konut kooperatiflerine verdiği
destekle gittikçe azalmıştır. Ancak bu süreç de fazla sürmemiştir. Emlak ve Kredi
Bankası’nın 2000’li yılların başında kapatılması konut sektöründe bir dönemin sonu
olarak değerlendirilebilir. IMF ve Dünya Bankasının batık kredileri gerekçe göstererek
bankayı kapattırması ülkenin yerel kaynaklara dayalı konut finansmanı konusundaki
tüm deneyimini ve bu konudaki toplumsal güveni olumsuz etkilemiştir.
Son yıllarda arsa rantçılığıyla yapsatçılığı birleştiren sermaye artık yeni
zenginler için olmadık lüks siteler yapmaya başlamıştır. Bireyselleşmenin arttırdığı
müstakil ev arayışları yerini, bir yandan “mahalle özlemi” bir taraftan da statü tahrikiyle
gelişen güvenlikli sitelere devretmektedir (Perouse ve Danış, 2005:93-113). 2004
yılından itibaren lüks konut ve villalarda yüksek satış oranları dikkat çekmektedir.
İnşaatların büyük bir kısmının daha başlamadan satıldığı söylenen bu projelerde birim
fiyatların 200 bin ABD doları ile 2 milyon ABD doları arasında değiştiği ifade
edilmektedir (TOKİ, 2006a:72). Sadece deprem, trafik, gürültü ve güvenlik sorununu
değil yoksullara etiketlenmiş her tür riski arkasına bırakarak gelişen bu yeni konut
alanlarının gelişmiş alt yapı, konfor ve estetiği birleştiren bir kurguya sahip oldukları
gözlenmektedir. Son yıllarda gelişen bu güvenlikli site ve rezidanslar, dışa açılımcı
ekonomik politikalarla zenginleşenlerin vazgeçilmez mekânları haline gelmektedir.
Aylığı 3-4 milyara varan bu saraycıklar bir yandan üst sınıfların tüketim kültürünü
yansıtırken bir yandan da, şehir merkezinden, “içerdekilerden” kaçmayı ifade
etmektedir. Kamu hizmetleri yerine kameralı, özel güvenlik şirketlerinin tercih edildiği
bu yeni konutlar elbette steril ve yeni bir yaşam tarzını simgelemektedir. Seçkinliğin,
yeni kimlik arayışlarının ve ayrıcalığın adresi bir anlamda konut ve yerleşim alanlarında
simgeleşmektedir. Mekândaki bu yarılma bir yandan sosyal yarılmayı bir yandan da
merkezdeki bazı mahallelerin çöküntü mahalleleri haline gelmesine yol açmaktadır.
Sosyal yaşamı daraltan bu süreç zenginlerin steril mekânlarda yoksulların ise daha fazla
oranda çöküntü mahallelerde, kötü ve eski konutlarda yaşamaları anlamına gelmektedir.
Konutta Mevcut Durum
Konut sorunu nüfus artışı, göç ve şehirleşme hızına bağlı olarak ortaya çıkan
çarpık şehirleşmenin en büyük göstergelerinden biridir. Ekonomik ve sosyal politikalar
açısından bakılacak olunursa bu sorun temelde yoksullukla alakalıdır. Çünkü aşırı
67
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93
kentleşmeyi iş arzı değil yoksulluk üretmektedir. Bunun en önemli sebeplerinden birisi
ise kırsal alandaki ve taşradaki yoksulluk ve altüst oluştur. Kent hayatındaki yetersizlik
kırsal alandaki yetersizliğe tercih edilmekte ve bu akış kötü yönetimlerle birleşince
gecekondulaşma ve yetersiz konut problemini doğurmaktadır. İster sosyalist ister
kapitalist olsun çoğu ülkede ama özellikle de az gelişmiş ülkelerde gecekondu sorunu
konut sorunuyla birlikte gittikçe büyümektedir. Konut sorununa ciddi ve kalıcı
çözümlerin olmaması durumunda gecekonduların geleceğimize ipotek koyması
kaçınılmaz gibi gözükmektedir.
Davis Dünya’nın büyük kentleri başta olmak üzere çeşitli ülkelerdeki gecekondu
olgusunun devasa hacmi karşısında şunları söyler: “Velhasıl geleceğin kentleri ilk
dönem şehir planlamacılarının tasavvur ettiği gibi cam ve çelikten değil büyük oranda
kaba tuğla, saman, geri dönüştürülmüş plastik, briket ve hurda tahtalardan inşa
edilecektir. 21. yüzyılın kent dünyası gökyüzüne yükselen ışıklı kentler yerine büyük
oranda çerçöp, dışkı ve pislik içine gömülmüş kentlerden oluşmaktadır.” Davis’e göre
çağımız kent sakini kent hayatının ilk dönemlerinde 9 bin yıl önce Anadolu’nun
Çatalhöyük’ yerleşim birimindeki dayanıklı kerpiç evlerine imrenmesi işten bile
değildir. Planlama uzmanı Guatam Chatterjee, “bu eğilim devam ederse gecekondu
mahalleleri dışında hiçbir kentimizin olmayacağını” vurgular (Davis, 2997:34). Çoğu
gelişmekte olan bu kentlerin %29’una polislerin giremediği ve tehlikeli bölgeler olarak
adlandırılan bu tip yerlerin Latin Amerika’daki oranının % 48’e vardığı bilinmektedir
(TOKİ, 2006a:9).
Ülkemizde, başlangıçta, Marshall yardımları, tarımda modernleşme ve ithal
ikameci sanayi, daha sonra da tarımdaki sübvansiyonun geri çekilmesi, ürün fiyatlarının
çöküşü, kuraklık, toprağın parçalanması kırsal alanlardan kentlere yönelik göçü
hızlandırmıştır. Bunun yanı sıra yerel güvenlik ağlarının çöküşü, sağlık, eğitim ve diğer
kamu hizmetlerinden uzaklık ve uzakları yakın kılan ulaşım, köyden kente ve kentten de
büyük kentlere olan göçü hızlandırmıştır. Ancak, bütün bu faktörler içerisinde
sayılmayan bir etken daha var, o da evsizlik ve mülksüzlük. Özellikle de evsizlik, göç
ve hareketlilikte çok önemsenmelidir. Çünkü evi olanların ve özellikle de vadeyle ev
sahibi olanların yer değiştirme olasılıkları düşer, olmayanların artar. Bu durumun her ne
kadar iş amaçlı ve olumlu sayılabilecek hareketlilikleri engelleyeceği söz konusu olsa
da bunu yoksullar için söylemek pek doğru değildir.
Göç günümüzdeki yoksulluk probleminin temel özelliklerinden biridir. Özellikle
son zamanlarda göçün niteliğindeki önemli değişmeler yoksulluk üzerinde belirleyici
bir etkiye sahiptir. Bugün terör nedeniyle yaşananan zorunlu göç olgusu, bu sele
hazırlıksız yakalanan kentlerde taşları yerinden oynatmıştır6. Yaklaşık 15 yıldır devam
eden Doğu-Batı, Kuzey-Güney eksenli bu göç sürei ciddi alt yapı sorunlarına neden
6
68
1983 yılında terör nedeniyle yaşanan göç, toplam göç nedenleri içinde % 7 iken 1983-1990 arasında
bu oran % 64.5’e 1993 yılında ise % 83.4’e yükselmiştir (Türkdoğan, 2006:84). 1987-1995 yılları
arasında sadece Diyarbakır yöresinde 311.000 kişinin göç ettiği ve bugün bu oranın 431200 civarında
olduğu ifade edilmektedir. Sekiz yıl içinde bölgemizde köy ve köy altı yerleşimlerden göç eden hane
sayısı 49068’dir. Her ailenin yaklaışık 5 kişiden oluştuğu düşünülürse yaklaşık 250 bin kişinin kırsal
alandan göç ettiğni söyleyebiliriz. Artık sülale ve köy göçlerinin belirleyici olduğu bu sürecin 1997
yılından itibaren yavaşladığı (% 28) ve az da olsa geri dönüşlerden bahsedilmektedir (Türkdoğan,
2006:43-84).
M. Ruhat YAŞAR
olmuş, insanların barınma ihtimallerini çok olumsuz etkilemiştir. Doğu’dan yapılan
göçün yönü konusunda net bilgiler olmamakla birlikte, söz konusu göçlerde yakınlığına
göre bazı illerin ve kırsal nüfusun yine bu bölgedeki şehir merkezlerine gittiğini tahmin
edebiliriz. Çünkü, 1960 ile 70’li yıllar arasındaki göçte mesafe ne olursa olsun göçen
insanların çoğu büyük şehirlere doğru ve tek hamleli bir hareketlilik gösteriyorlardı..
Ancak şimdi, göçlerin genelde yakındaki şehirlere ve aşamalı tarzda yapıldığı
görülmektedir (Karpat, 2003:141). Bu durum D. Anadolu ve Güney Doğu bölgesindeki
illerde konut sunumu açısından ciddi önlemler alınmasını gerektirmektedir.
Konut seçimi üçüncü dünyadaki yoksullar için ince bir denklemin üstesinden
gelmek anlamına gelir. Turner’e göre “konut bir fiildir”. Ona göre kente yeni gelenler
önce iş bulabilmek için kent merkezine yakın ya da güzergâhtaki bir yere yerleşirler ve
iş bulduktan sonra da mal mülk edinecekleri dış mahallelere taşınırlar. Yoksul kentliler
konut maliyeti, zilyetlik güvencesi, barınma kalitesi, iş güzergâhı ve kişisel güvenlik
arasında bir denge kurmaya çalışırlar. Bazıları konut güvenliğini, bazıları işe yakınlığı,
bazıları da bedava arsayı yerleşim önceliği olarak düşünürler (Davis, 2007:45). Yoksul
kentlilerin beşte biri ya da üçte biri kent çekirdeğinde veya merkeze yakın eski kiralık
evlerde yaşamaktadır. Bazı ülkelerde yoksullar eski burjuva evlerinde, bazıları yoksullar
için yapılmış ucuz ve bakımsız konutlarda bazıları ise köhne yapılarda kalmaktadırlar.
Bazı ülkelerde yoksul evleri tek odalı kafesler, kaldırımlar üzerine tenekelerden
yapılmış derme çatma barınaklar ve çok kötü gecekondular şeklinde bir görünüm
sunarken ülkemizdeki yoksul mekânları görece daha iyidir. Bununla birlikte genelde
kayıt dışı anlaşmalarla kirada oturan ve oldukça dağınık, süreksiz yerleşimleri bulunan
yoksul kiracıların durumu her zaman kötü ve belirsizdir.
Kentlerdeki ve özellikle büyük kentlerdeki konut mülkiyeti oranları, göçlerle
kıyaslandığında Türkiye ortalamasına göre oldukça düşük kalmaktadır. Nitekim,
Türkiye’de ortalama % 70 dolayında olan konut mülkiyeti kentlerde % 50’ye, büyük
kentlerde ise % 40’a düşmüştür. Bu süreçte, sağlıksız ve izinsiz konut yapımı ülkenin
temel sorunlarından biri haline gelmiştir (TOKİ, 2006a:65). Kentleşme hızına bağlı
olarak konut talebi arttıkça devletin geri çekildiği bu alan, enformel sektörün belirleyici
olduğu çarpık yapılaşmaya sahne olmaktadır. Üstelik bu nüfus baskısı sadece
gecekondular şeklinde kendini göstermemektedir. Özellikle taşradaki Belediyelerin imar
izni verdiği yapılaşmalar bile oldukça plansız ve sorunlu doğmaktadır. Yani yapılan
planlar bile bırakın uzun vadeyi kısa vadede bile başta trafik olmak üzere birçok konuda
yetersiz kalmaktadır. Elbette kentleşme sorunlarında en ciddi sıkıntı kentin fiziki
görünümü değil, onunla birlikte gelişen yoksulluk ve buna bağlı sorunlar
oluşturmaktadır. Konut yetersizliği bir yandan toprak rantını büyütürken, öte yandan da
kira miktarını arttırarak alt gelirlilerin ciddi sorunlarla karşılaşmalarına yol açmıştır.
Sayılarla Konut İhtiyacı
Ülkemizde, konut meselesine makro açıdan bakan inceleme sonuçlarına göre,
konut ihtiyacı, nüfus artışından kaynaklanan “demografik” faktörlerle elverişsiz
meskenlerin yaşanabilir hale getirilmesinden kaynaklanan “yenileme” faktörlerinin
toplamından oluşmaktadır. Ancak ülkemizde konut talebinden çok konut ihtiyacı
69
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93
bulunmaktadır7. 1995-2000 yılları arasında, 2.540.000 olarak belirlenen konut ihtiyacı,
yapılan inşaat sayısı (1,3 milyon) ile kıyaslandığında aradaki farkın büyük olduğu ve
bunun kaçak yapılaşma ve gecekondu ile kapandığı tahmin edilmektedir (Keleş,
2006:450-458). Yapılan hesaplamalara göre Türkiye’de büyük çoğunluğu kayıtsız olan
12 milyona yakın düşük kaliteli konut olduğu ortaya çıkıyor. Konutların ancak 1
milyona yakını orta üstü ve lüks konutlardan oluşuyor. Konut stokunun % 55’i iskânsız
olup kentsel yerleşimlerde ruhsatlı konut oranı % 62 olarak tahmin edilmektedir. Yine
bu konutların yüzde 40’ının tadilata ihtiyacı olduğu ve sadece % 10’unun zorunlu
deprem sigortası bulunmaktadır. Dolayısıyla büyük bölümü kayıtsız ve düşük kaliteli
yapılardan oluşan bu konutlar sel, deprem, yangın gibi felaketler karşısında tamamen
savunmasızdır.
DİE tarafından 2000 yılı içerisinde gerçekleştirilen nüfus ve bina sayımı
verilerine göre 2000 yılı itibariyle Türkiye genelinde kentsel kesimde 2 milyon 691 bin
309 adet konut fazlası görünmektedir. Ancak inşaat ruhsatları ve yapı kullanım izinleri
dikkate alındığında bu rakam 6 milyon 382 bin 197 adetlik açığa dönüşüyor
(www.ntvmsnbc.com/news). Yani anayasal anlamda, devletin, barınma ihtiyacını
gidermeye yönelik yapması gereken herhangi bir çalışmaya gerek yok gibi
düşünülebilir. Fakat söz konusu veriler daha ayrıntılı analiz edildiğinde; Türkiye’de
niteliksiz olarak tarif edilebilen yani yasal kuralların ihlal edilmesiyle inşa edilmiş
konutlar inceleme dışında bırakıldığı zaman 6 milyon 382 bin 197 adet konut açığı
olduğu ortaya çıkmaktadır.
Türkiye Konut Müsteşarlığının ‘2000-2010 Yılı Konut Araştırması’na göre
ülkemizde (ruhsatsız-ruhsatlı ayrımı yapılmadan) önümüzdeki 5 yılda 1.5 milyon konut
ihtiyacı bulunmaktadır. Bu durum yılda 400 bine yakın konut yapılması anlamına
gelmektedir. Söz konusu ihtiyacın tamamının devlet eliyle yapılması mümkün değildir.
Bu nedenle özellikle alt ve orta gelir gruplarının konut sorunun çözülebilmesi için;
belediye, kooperatif ve özel sektör aracılığıyla altyapısı hazır arsalarda konut üretilmesi
gerekmektedir. Konut sorununda asıl yaşanan sorun, yoksulların sayısı ile bunlara hitap
edebilecek konut sayısı arasındaki çelişkidir. Hatta ülkemizde orta gelirlilerin yaklaşık
% 40’ının gelirlerinin yetersizliği nedeniyle konut pazarının dışında kaldıkları tahmin
edilmektedir (Keleş, 2006:533). Türkiye’de çoğu ilde konut fazlası görülürken sayıların
söylemediği gerçek, konut sahipliğinin gelir dilimlerindeki adaletsiz dağılımıdır.
Örneğin Doğu Anadolu Bölgesindeki konut ihtiyacı, konut stoku ve oluşan
konut fazlası oranlarına bakılırsa konut yapmaya bile gerek olmadığı kanaati oluşabilir.
Bu yanlış kanaatin altında yatan sebep yukarıda söylediğimiz gibi soruna sayıların
diliyle soruna bakmaktır. Hâlbuki mesele hangi kesimlerin kaç konut sahibi olduğu ve
7
70
Bilindiği üzere konut ihtiyacı “konut açığı” ve “konut sorunu”’nundan oluşmaktadır. “Konut sorunu;
nitelikli konut sayısındaki yetersizlikler nedeniyle, bazı ailelerin çağdaş yaşam düzeyine uygun
olmayan ve sağlık koşullarından uzak, niteliksiz konutlarda yaşamaları ve nitelikli konutlarda
yaşamak isteyenlerin de yüksek bedel ödemeleri anlamına gelmektedir. Konut sorununun ortaya
çıkardığı bir diğer problem de “konut açığı”dır. Konut açığı, bir ülkedeki konut stokunun gerekli olan
miktardan az olması anlamına gelmektedir ve kavramsal olarak niceliksel bir içerikten daha çok
niteliksel bir içerik taşımaktadır. Bu bağlamda da konut açığı, bazı ailelerin niteliksiz konutlarda
barınmaları gibi arzulanmayan bir olguyu tanımlamaktadır.” (Ertürk, 1996:191-192).
M. Ruhat YAŞAR
hangi kesimlerin gerçekten konuttan yoksun olduklarını tespit edebilmek ve buna göre
çözüm üretebilmektir. Buradaki sorun konut sayılarına, toplumsal sınıfları dikkate
almaksızın bakılmasından kaynaklanmaktadır. Örneğin, Elâzığ genelinde ev sahipliği
oranı % 70 civarındadır (ETSO, 2007:9). Yine, Elazığ’da 2010’da hiç konut yapılmasa
bile 30 bin civarında konut fazlası olacağı tahmin edilmektedir (Bkz. Ek Tablo 1).
Elazığ örneğinde, kent ortalamasında %70 olan konut sahipliği oranı yoksullar söz
konusu olduğunda sadece % 29’dur. Bu durum yüksek gelirliler için konut arzının bol
ama düşük gelirliler için çok yetersiz olduğu, dolayısıyla da yoksulların yükselen
kiraların altında ezilmeleri anlamına gelmektedir.
Sonuç olarak, konut sahipliği oranı hesaplanırken ortalama yüzdeye bakarak
genelleme yapmak doğru değildir. Bu anlamda bırakın dar gelirlilerle yoksulları, kent
içi yoksullarla gecekondu sakinleri ve yoksullarla da dip yoksullar bir tutulmamalıdır.
Yine konut açığı sadece hane halkı sayısıyla mevcut konut sayısı arasındaki
dengesizlikle de ölçülmemelidir. Bu anlamda kötü barınma koşulları ve birden fazla
ailenin birlikte yaşadığı hanelerle kalabalık haneler hesaba katılarak gizli konut açığı
dikkate alınmalıdır. Elâzığ’da yapılan çalışmada, yoksul hanelerin % 15’inin çok kötü,
% 20’sinin ise kötü evlerde kaldığı ve 1071 ailenin iki 121 ailenin de tek odalı evlerde
yaşadığı gözlenmiştir. Bunun dışında yoksul ailelerin demografik özellikleri dikkate
alındığında devingen konut ihtiyacı konusunda tahmini bir fikir edinebiliriz. Ailelerin
üye sayısına bakıldığında yoksulların % 14 (1159 aile)’ünün 7 ve üzeri sayıda üyeden
oluştuğu ve 625 hanede (% 6,8) ise iki ailenin birlikte oturduğu gözlenmiştir. Bunun da
ötesinde yoksul ailelerin 17 yaş ve üzeri yaştaki evlenmemiş kız sayısı 2927 ve erkek
sayısı ise 3718 olduğuna göre 10 yıl içinde yoksul kesimdeki bu genç grupların
gelecekteki konut ihtiyaçları tahmin edilebilir.
Gelişmiş ve Gelişmekte Olan Ülkelerde Konut Finansmanı
Konut yapımının faydası konusunda ekonomi planlamacıları ile sosyal
planlamacılar arasında görüş ayrılığı bulunmaktadır. Bu durum, konutun üretim malı ya
da tüketim malı olarak değerlendirilmesine göre değişmektedir.
Ekonomi
planlamacıları konut yatırımlarını enflasyonu yükselten, kalkınmayı azaltan bir tüketim
faktörü olarak görürlerken sosyal planlama açısından bakan bir dizi düşünür ise konut
yatırımlarının sadece bir yatırım aracı olmadığını sosyal açıdan da faydalı bir politika
aracı olduğunu düşünürler (Keleş, 2006:436). Gerçekten de konut yatırımı toplumsal
açıdan huzur ve barışa katkısı olan, insanların ekonomik verimliliğine ve kültürel
gelişimlerine katkısı olan önemli bir unsurdur (Toprak, 1988:58).
Bugün dengeli bir gelişme için bölgesel kalkınma ve kentleşme programlarında
rasyonel konut sunumunun önemli bir yer tuttuğu bilinmektedir.8 Konut harcamalarının
8
Ekonomimizin lokomotif sektörleri arasında olan konut sektörünün alt sektörlerle beraber Türkiye
ekonomisine katkısı %30 oranındadır. Konut sektöründeki bu yeni düzenlemeler kayıt dışılığı ve
niteliksiz konut inşasını engelleyebilir. İnşaat sektöründeki hareketlilik ekonomik büyümeye önemli
ölçüde katkıda bulunduğundan konut edindirme programları bir kenti yenileyip mahrumiyet halinden
kurtarabilir. Ayrıca, inşaat sektörü çimento, kum, tuğla, cam sanayi ve hazır beton gibi yaklaşık 254
alt sektörü bünyesinde barındırdığından sektörün büyümesi, özellikle dar gelirli insanların istihdamını
arttıracaktır. Konut finansmanı sorununun çağdaş finansal yöntemlerle çözümü, konut sahipliğinin
arttırılmasının getirdiği olumlu sosyal etkilerin yanı sıra, ekonomik kalkınma ve planlı kentleşmeye de
71
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93
bütçedeki payı en düşük ülkelerde % 5-10, orta gelirli ülkelerde % 10-20 ve yüksek
gelire yaklaşanlarda % 20-25 aralığında olduğu ve gelir açısından daha yukarılara
çıkıldığında, bütçenin sağlık, eğitim, taşıt gibi diğer kalemlere harcanması nedeniyle
konuta ayrılan payın azalma eğilimi gösterdiği ifade edilmektedir (TOKİ, 2006a:12).
Bireysel tasarruflardaki yetersizlik nedeniyle çoğu gelişmekte olan ülkelerde merkezi
yönetim, hem doğrudan konut üretimine girişmiş, hem de dar gelirli ailelere
sübvansiyon sağlamaya çalışmıştır. Ancak, genel olarak ülkemizdeki kamu konut
projeleri, dar gelirli kesimlere konut sağlanmasında başarılı olamamışlardır. Bu süreçte
enflasyon başta olmak üzere dar gelirliyi vuran ekonomik sorunların ve özellikle
krizlerin payını unutmamak gerekir. Ancak sadece gelişmekte olan ülkelerde değil
bugün Batıda da yoksul insanların konut sahibi olmalarını etkileyen en ciddi engel kredi
olanaklarının darlığı ve geri ödemelerin yüksekliğidir (İngram, 2008:15-16).
Bugün 2008 TUİK verilerine göre artan konut maliyetleri ve kiraların artması
nedeniyle ailelerin konut ihtiyaçlarını giderme şansları daha önceki dönemlere göre % 8
ile % 11 civarında azalmıştır. Gelişmekte olan ülkelerde konut projeleri dar gelirli
kesimlerin konut tercihlerini karşılamaktan uzak olduğundan üretilen bu konutlar
genellikle sübvansiyonlardan yararlanan orta ve üst gelir gruplarınca satın alınmaktadır
(Tosun, 2005:10). Gelişmekte olan ülkelerde konut talebinin şu ya bu biçimde
örgütlenememesinde ekonomik koşullar kadar eğitim düzeyinin, değer yargılarının ve
kurumsal yetersizliğin payı büyüktür. Bu ülkelerde özellikle dar gelirli gruplar için
konut finansmanı, örgütlenme modelleri ve konut sunma planları çok yetersizdir
(Tosun, 2005:7-12). 1988 yılındaki bir araştırmaya göre aile başına verilen kredi miktarı
80 metrekarelik bir sosyal konutun piyasa fiyatının dörtte birini bile karşılamıyordu
(Keleş, 2006:558). Bu yüzden Türkiye’de insanlar satın alacakları konutları kendi
kaynaklarıyla veya kişisel ilişkilerini kullanarak finanse etmektedir. Halen kişilerin
kendi kaynakları ile veya yakınlarından ödünç almak suretiyle ev sahibi olma oranı %
89’dur. Türkiye’de kredi kullanmayanların % 61,9’u birikimle, % 7,2’si önceki evini
satarak, % 5,7’si sattığı diğer taşınmazlarla, % 1,2’si ise yurt dışında yaptığı
birikimlerle konut sahibi olmuştur (TOKİ, 2006a:62). TOKİ’den konut alanların
finansman temin şekillerine bakıldığında ise, onların sadece % 64,8’inin bu alım
sürecinde TOKİ dışında bir yere borçlu olmadıkları ancak % 19,3’ünün akrabalarından
%10,3’ünün bankalardan geriye kalanların ise başka yerlerden borç aldıkları
görülmüştür (TOKİ, 2006:34). Borca ve veresiyeye dayalı ihtiyaç giderme stratejisi
güvene dayalı ilişkilerin sarsılması ve sosyal yardımlaşma ağlarının çözülmesiyle
birlikte bu yollarla ev sahibi olabilme imkânı gittikçe çıkmaza girmektedir. Bugün, hane
halkının konut edinebilmek için kurumsal bir şekilde finansman sağladığı tek alan,
banka konut kredileridir. Konut kredilerinin konut alımında kullanılma oranı ise
yalnızca % 3’tür (www.spk.gov.tr)9. Verilere göre 2004 yılında 45 bin kişi konut kredisi
9
72
olumlu etkilerde bulunur. Bunun yanı sıra, konut ve çevre politikalarının ciddiye alınmaması, ileride
yeniden imar, temizleme ve yenileme gibi ciddi harcamaların göze alınması sonucunu doğurabilir.
Sadece TOKİ doğrudan ve dolaylı projelerle 600 bin kişiye istihdam sağlamış ve bu sayı toplam
istihdamın 2,7’sine karşılık gelmektedir (TOKİ, 2006a:110).
1980 yılında konut yatırımlarının GSMH içindeki payı % 7.5, 1990’da 5.4, 2000 yılında ise 2.8’dir
(Keleş, 2006:492). Hâlbuki Avrupa'da konut kredilerinin GSMH’ye oranı ortalama % 39, Amerika'da
% 53’tür. Avrupa’da kredilerin 2005 yılı dağılımında konut kredilerinin payı % 68’dir. 2005 yılında
M. Ruhat YAŞAR
kullanmış ve bu miktar GSMH’nın binde 5’ine denk gelmektedir. Ülkemizde uygulanan
sistemin işlemesi halinde başvuru sayısına paralel olarak(1-1,5 milyon başvuru) uzun
vadede bu kredi oranının, GSMH’nın % 10’nuna ulaşması beklenmektedir. Bu oran
Latin Amerika ülkelerinde % 4-12, Ortadoğu ülkelerinde % 1-22, Doğu ve G. Doğu
Asya ülkelerinde %%2-59, ABD’de % 53, AB ülkelerinde ortalama % 39 civarındadır
(TOKİ, 2006a:63). Ülkemizde bankalara olan bu güvensizlik ve zorunlu mesafe
önümüzde dururken yoksul insanların banka kredisi kullanarak konut almalarını
beklemek pek anlamlı değildir. Gelişmiş ülkelerde merkezi yönetim konut sorununa
müdahil olmakla birlikte asıl belirleyici olan kâr güdüsü ve pazar mekanizmalarıdır10.
Dolayısıyla konut sunumundan finansmanına ve bankayla olan ilişkilerine kadar
halkımızın değer ve tutumlarını gelişmiş ülkelerinkiyle karıştırmamak önem
taşımaktadır.
Ülkemizde Toplu Konut Uygulamaları
Ülkemizde birçok sebepten dolayı büyük bir konut ihtiyacı bulunmaktadır.
Bunları nüfus artışı, kırsal alandan kente göç, gelir seviyesine paralel olarak konut
niteliklerindeki beklentilerin artması olarak sayabiliriz. Ayrıca, çekirdek aileye verilen
değer, bireysel ideolojinin artan önemi, farklılaşan çıkarlar ve kitle iletişimin ve
ulaşımın artması bireysel konutların yayılmasını ve önemini arttırmaktadır. Bunun yanı
sıra sahip olmanın artan önemi de ev sahibi olma arayışını arttırmıştır. Amerika’da
yapılan bir çalışmada insanların güzel bir evde oturmaktansa iyi komşularla birlikte
olmayı istedikleri ve bu nedenle komşuluk ilişkilerindeki azalmanın insanların ev sahibi
olma arayışlarını arttırdığı ifade edilmktedir (İngram, 2008:14).
2000 yılı TÜİK verilerine göre yıllık nüfus artış oranı % 1,8 olan ülkemizde
nüfus artış hızında (200-2004 Kentsel nüfus artış oranı: % 11,3) son yıllarda azalma
olsa da artan şehirleşme (2007’de % 2,7) ve mevcut genç nüfus nedeniyle nitelikli konut
10
ülkemizin konut için ayırdığı kredinin diğer kredileri içindeki payının % 20 olduğu ifade edilmektedir.
Ülkemizde konut sorununu sadece kaynak sıkıntısı bağlamında değerlendirmek de yanlıştır. Nitekim
konut yatırımlarının toplam yatırımlar içindeki payının % 25-35 oranında olduğu dönemlerde de
barınma sorunu giderilememiştir. Bu sorunun sürekli büyümesinde arsa payının çok yüksek olması,
enflasyon, gösterişçi tüketim alışkanlığı, yapı malzemelerinin sürekli pahalı oluşunun belirleyici bir
etkisi vardır (Keleş, 2006:492-494). Örneğin, 2005 yılında konut inşaat maliyeti TL bazında % 12,5,
ABD doları bazında ise % 18 oranında artmıştır (TOKİ, 2006a:61).
Örneğin Kuzey Avrupa’nın ve İskandinavya’da merkezi yönetim dar gelirlilere yönelik özel konut
edindirme politikaları uygularken ABD, Kanada, Avustralya, Japonya gibi ülkelerde merkezi
yönetimin rolü daha sınırlı olup piyasa mekanizmasına öncelik tanınmıştır. Örneğin, Hollanda’da
merkezi yönetim, 1988’e kadar konut yapımının yaklaşık üçte birine kredi sağlamış ve konut
politikalarında dar gelirli ailelerle yaşlı, özürlü ve etnik azınlıklar gibi özel gereksinimleri olan
kesimlere ağırlık vermektedir. Bu örnekte merkezi yönetim kira sübvansiyonu verirken, konut yapım
sübvansiyonlarını ise yerel yönetimler yapmaktadır. 1985’te GSMH’nin yüzde %3,9’unu bulan
sübvasyonlar 1990’larda %2,6 olarak açıklanmıştır. Bugün halen Hollanda’da kamu fonlarının önemli
bir bölümü konut sübvansiyonlarına ayrılmaktadır. Bir diğer örnek A.B.D.’de ise İkinci Dünya
Savaşı’nı izleyen yirmi yılda, konut sektörü banliyö alanlarına yönelmiş, banliyölerde konut yapımı
federal olanaklardan önemli ölçüde yararlanmıştır. Bunlar ev sahipliğini kolaylaştırıcı ipotek
programları ve ev sahiplerinin ipoteğe ödediği faizi vergiden düşme gibi uygulamalardır (Tosun,
2005:9).
73
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93
talebinin artması bekleniyor11. Yine ülkemizdeki mevcut konutların ortalama yaşı 20-30
arasında olup konutların % 60'ının nitelik açısından günün şartlarına uygun olmadığı ve
% 40’nın onarıma ihtiyacı olduğu ifade edilmektedir. Kabul edilebilir konutlarda oturan
kentlilerin oranının % 42 olduğu ve bunun çoğunluğunun da (% 70) ev sahibi oldukları
ifade edilmektedir (TOKİ, 2006a:64-66). Bunun yanı sıra şehirlerimizin etrafını tıkayan
ve ekonomik, sosyal, psikolojik, fiziksel pek çok sorunu beraberinde getiren
gecekondulaşma ve kaçak yapılaşmanın dönüşümü ihtiyacı nedeniyle de ciddi bir konut
üretimine gerek vardır. En acil konut gereksinimlerinden birini de gecekondu sorunun
gölgesinde kaybolan dar gelirli ve taşradaki yoksul vatandaşların konut ihtiyacı
oluşturmaktadır.
Yukarıda sayılan ihtiyaçlar çerçevesinde TOKİ (Toplu Konut İdaresi), 19951999 döneminde kredilendirilen konutlardan 185.379'unu tamamlamıştır. Bu, inşa
edilen konut sayısının % 14'üne karşılık gelmektedir. 1993-1999 yılında konut
üretimindeki payı % 8 düzeyinde olan TOKİ 2004 yılında yasal konut üretiminin %
25’ini (krediler hariç) karşılamıştır (TOKİ, 2006a:104-105). 58. Hükümetin faizleri
düşürmek suretiyle gerek TOKİ gerekse özel sektör aracılığıyla tetiklediği konut yapımı
bütün ülkeyi adeta inşaat alanına çevirdiği herkesin malumudur. Özellikle 2004
yılındaki kanuni değişikliklerle Arsa Ofisi’nin yetkilerini bünyesine katarak manevra
alanını genişleten TOKİ’nin, düşük maliyetlerle arsa üretimi ve konut üretmesi mümkün
hale gelmiştir12. Özellikle arsa maliyetinin toplam konut maliyeti içindeki payının %
40-60’nı oluşturduğu düşünülecek olursa bunun önemi daha da anlaşılır sanırım.
TOKİ’nin “planlı kentleşme ve konut üretimi” programı kapsamında başlatılan konut
seferberliği çerçevesinde, DPT ve TÜİK tarafından 2,5 milyon olduğu tahmin edilen
konut ihtiyacının % 5-10 kadarını karşılayacağı ifade edilmektedir (Bayraktar, 2007:2325) Ancak TOKİ’nin 2003 yılında uyguladığı ilk konut politikasında alt sınıflar ya da
dar gelirliler yerine orta sınıflar faydalanmıştır. Toplu konut Yönetiminin bugüne değin
yapmış olduğu uygulamalarda konut edinenlerin toplumsal profiline bakıldığında %
31’inin işçi, % 30’unun devlet memuru, %13’ünün orta büyüklükteki esnaf, % 7’sinin
emekliler ve % 19’unun da değişik uğraş kesimlerinden geldikleri tespit edilmiştir
(Keleş, 2006:463).
Zaten ayda en iyi ihtimalle 600-700 YTL civarında geliri olan üst yoksulların
belirli bir peşinat vererek bu evlere girmeleri mümkün değildi. Hatta bu ilk konutlara
başvuranların asgari gelir düzeyi 1.350 YTL’den aşağı olamazdı. Gerçekten de ilk konut
dizisindeki bu tür evlere yazılanların daha çok hali vakti yerinde, çoğu çift maaşlı veya
orta düzeyde ama düzenli geliri olan insanlar olduğunu görmek gerekir. Bu konuyla
ilgili olarak TOKİ konutlarını alan kişilerin profilleri hakkındaki çalışmalar
gözlemlerimizi doğrular niteliktedir. Tesadüfî örnekleme ile yapılan (örneklemin %
34’nü Diyarbakır örneği oluşturmaktadır) ve altı ilden 1029 konut sahibinin sosyoekonomik durumlarını gösteren verilerde, görüşülen kişilerin eğitim düzeyleri
11
12
74
DİE tarafından yapılan bir araştırmada 2000-2010 yılları arasında kentsel nüfus artışının 11 milyon
olması beklenmektedir.
2004 yılında çıkarılan 25671 sayılı yasa ile TOKİ, Hazineye ait atıl halde bulunan arazileri bedelsiz
olarak alıp kullanma hakkına kavuşmuştur. Böylece TOKİ, arsa üretimi ile planlı konut üretimini tek
elde toplama yetkisine kavuştuğundan toplu konut uygulamalarında maliyetin ciddi ölçüde düşeceğini
söyleyebiliriz.
M. Ruhat YAŞAR
(Üniversite mezunu: % 34) Türkiye ortalamasının üzerinde olup hane gelirlerinin aylık
ortalaması 1210 YTL’dir. Bununla ilgili olarak hanelerin % 46’sının geliri 1250-1750
YTL (% 29) ve % 25,9’unun ise 1750 YTL ve üzerinde bir gelire sahiplerdir. Bu değer
3,8 olan hane büyüklüğüne bölündüğünde ailedeki fert başına düşen gelir seviyesinin
320 YTL ve üzerinde bir miktara karşılık olduğu görülür (TOKİ, 2006:9-13). Yine bu
çalışmada hanelerin % 90,9’unun düzenli geliri olan en az bir fert olduğu tespit
edilmiştir. TOKİ’nin konut sahibi yaptığı kişilerin mesleklerine bakıldığında
çoğunluğunu memur (% 31,6), işçi (% 14.3), serbest çalışan (% 12,6) ve emeklilerin (%
9,5) oluşturduğu gözlenmektedir. Hatta, bu ilk uygulamalarda bazı kişilerin, şartları
uygun yakınlarının ismine başvurarak ikinci hatta üçüncü evlerine yazıldığı
bilinmektedir. Örneğin aynı araştırmada bu konut sahiplerinin % 23,2’sinin mesleğinin
ev hanımı olması düşündürücüdür (TOKİ, 2006:13-22). Hali vakti yerinde olanların
TOKİ’den ev almasının önemli bir sebebi elbette ikamet yerine yatırımdır. Nitekim
yukarıda bahsi geçen aynı araştırmada TOKİ’den konut edinen ailelerin % 6,5’inin en
az bir tane daha konutu olduğu tespit edilmiştir. Üstelik fazla konutu olan bu ailelerin
diğer konutlarının % 20,9’unun boş olduğunu söylemeleri dikkate değerdir (TOKİ,
2006:30-32). Bu açıdan aslında daha çok dar gelirli ve yoksullar için konut üretmesi
gereken TOKİ’nin şimdiye kadar genelde “orta düzey” gelirlilerin yanında zengin
gruplara da hitap ettiği söylenebilir. Gerek konutların metrekaresi gerekse ödeme
şartları da aslında bunun göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Kentsel Dönüşüm ve Konut Sorunu
İlk “Kentsel Yenileme” hareketleri 2. Dünya Savaş sonrası yıllarda Avrupa’da
ihtiyaç duyulan konut ihtiyacını çözmek amacıyla ortaya atılmış ve 60’lı yıllarda çok
nüfusu barındırmayı hedefleyen düşük nitelikli ve çok katlı sosyal konutlar yapılmıştır.
Avrupa’da 70’li yılllarda bizde ise 80’li yıllardan itibaren tedrici olarak refah devleti
anlayışından vazgeçilmesine karşın konut sektörünün bugün ülkemizde devlet
tarafından ele alınması ilginçtir. Nitelikli konut ihtiyacını dar gelirlileri de hesaba
katarak çözmeye çalışan siyasi irade bu şekilde ekonomik canlılığı ve kentsel dönüşümü
sağlamaya çalışmaktadır. Bilindiği üzere 58. ve 59. Hükümetler dar gelirli
vatandaşlarımızın konut sorununu çözmek ve gecekondulaşma eğilimini azaltmak için
“Acil Eylem Planı” çerçevesinde konut ve kentleşme meselesini birlikte ele alarak
ulusal düzeyde “planlı kentleşme ve konut üretimi” programı hazırlamıştır. Kentsel
Dönüşüm Programı uyarınca, 66 Belediyeyle Gecekondu Dönüşüm protokolü, 36
Belediyeyle 35 bin konut anlaşmasını imzaladığı bilinmektedir13. Yine benzer bir
amaçla dar gelirli aileler için çok önemli bir başlangıç sayılabilecek Tarımköy projesini
uygulamaya koyduğu bilinmekte ve bu kapsamda 6 bin 500 konut yapım projesinin
yapılması beklenmektedir. Cumhuriyet tarihinde ilk kez bu kadar kapsamlı olarak
13
TOKİ ile Belediye arasında bir protokol imzalanacak, arsayı belediye bulacak, inşaatı TOKİ yapacak,
belediyeye arsa karşılığı kat verilecek, katlar peşin paraya satılacak, belediye kasasına girecek bu gelir
yeni konut ya da kentsel dönüşüm projelerine ayrılabilecekti. Yıldırım Belediye Başkanı Özgen
Keskin, toplu konut projelerini anlatırken, “A, B ve V tipi konutlar yapacağız” diyordu. “V tipi ile
yani villa tipi”ni kasteden Keskin: “Yapacağımız villa tipi lüks konutları satarak dar gelirliler için
toplu konutlar yapacağız. Zenginden alıp fakire vereceğiz. Yani modern Robin Hood’luk yapacağız”
ifadeleri basında yer almıştır.
75
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93
yapılan toplu konut ve gecekondu dönüşüm çalışmaları hem dar gelirli kişilerin
istihdamını hem de genel yaşam kalitesini arttırmayı hedeflemektedir. Bu öngörüler ve
hedefler güzel olmakla birlikte toplu konut uygulamalarıyla ilgili olarak diğer ülkelerde
yaşanan benzeri eleştiriler TOKİ için de geçerlidir14.
TOKİ’den yapılan açıklamalar, gecekondu dönüşüm projesi ile üretilen
konutların alt sınıflara yarayacağı fikrini oluşturabilir. Bu uygulamalarda Belediye ve
TOKİ, oluşturulan komisyonlar aracılığıyla dönüşümü planlanan mahallede evin
durumuna göre konutlara belirli bir bedel biçmekte daha sonra da bunu kendi yaptıkları
dairelere peşinata sayıp uzun vadeli kredilerle (10-15 yıl) bankalara ipotekleyip
gecekondu sakinini konut sahibi yapmaya çalıştığı ifade edilmektedir. Hâlbuki “Kentsel
Dönüşüm” projelerini suçlayan bazı eleştiriler, bu uygulamalarda orada yaşayanlara söz
hakkı verilmemesini ve onların sosyal ekonomik koşulları göz önünde tutulmadan
yerlerinden edilmelerini gerekçe göstererek bu çalışmaları sosyal ve fiziki yıkım
projeleri olarak tanımlamaktadır. Kişilerin eski yerlerinden uzak yerlerde iskân
edilmeleri, kiracıların barınma haklarının güvence altında olmaması gibi sorunlardan
bahseden bu eleştirilerde ipotekle uzun dönemli borçlandırmanın dar gelirlilerin
geleceğini ipotek altına alan kötü bir macera olacağı ifade edilmektedir.
Gecekonduları bir yaşam alanı olarak yeterli bulmayan ancak bugün gecekondu
alanlarına yapılan kentsel dönüşüm müdahalelerini de yetersiz bulan bu eleştirilere göre
mevcut uygulamalar yaşam sorunlarını çözmeyi değil, gayrimenkul sektörünün kârını
arttırmayı amaçlamaktadır. Türkiye’nin farklı illerinde yapılan “Kentsel Dönüşüm”
çalışmalarının tümü hakkında bilgi sahibi olmamakla birlikte Gaziantep’te yapılan
konutların alt sınıflara gitmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Gaziantep Şahinbey
Belediyesiyle yaptığımız görüşmeler sonucunda yapılan bu konutlara başvuru
yapanların çoğunluğunu (% 75) yoksul olmayan sınıfların oluşturduğunu öğrendik.
Daha çok kent girişinin güzelleşmesi ve kent imajının düzeltilmesi fikriyle yapılan bu
projede Belediyenin kendine düşen konutları açık arttırmayla satacağı gerçeği de aslında
yapılan bu uygulamanın temel amacının da alt sınıflara hitap etmek yerine orta sınıfları
gözeten bir anlayışa dayandığını ve daha çok kenti yenilemek amacını taşıdığını
söyleyebiliriz. Bu konutların bazılarında spekülatif kâr peşinde koşan emlakçıların ve
zenginlerin girişimlerinin de amaçlanan hedefleri sulandıracağı unutulmamalıdır. Bu
durumda kentsel dönüşüm adına gecekondudan çıkarılan insanlar muhtemelen
ellerindeki paralarla ya başka yerlerde gecekondu yapmanın hesabını yapacaklar ya da
bir süreliğine başka yerlerde kirada oturarak mevcut kira ve konut fiyatlarının
hareketlenmesine yol açacaklardır.
Gerçi ilk bakışta, alt yapılı arsa arzının artması konut fiyatlarını ve kiralarını
düşürür gibi görünse de bunun sınıfsal konuma göre farklı yansımaları olduğunu
anlamamız gerekir. Toplu konut uygulamalarında hedef kitleye ulaşmak sorun oldukça
bu durum özellikle yoksul grupların zararına işleyen bir mekanizmaya dönmektedir.
14
76
İstanbul’dan Ankara’ya, Malatya’dan Samsun’a birçok ilde oluşturulan çeşitli platformlarda insanların
barınma hakkı ihlal edildiği gerekçesiyle TOKİ uygulamalarına karşı protesto ve eylemler
yapılmaktadır. Diğer liberal politikaların aksine konut yapımında devletçi bir uygulama sergileyen
TOKİ, ilginçtir ki genelde sol kanat tarafından eleştiri yağmuruna tutulmaktadır. Bu bakış açısına göre
“Kentsel Dönüşüm ve Yenileme” faaliyetleri tıkanan kentsel arsa ve konut üretimini sermayenin ve
üst sınıfların çıkarını dönüştürme biçiminden başka bir şey değil.
M. Ruhat YAŞAR
Aslında daha önce başka ülkelerde de benzeri sorunlar yaşanmış ve maalesef
başlangıçtaki hedeflere ulaşılamadığı gibi beklenmeyen kötü sonuçlar da ortaya
çıkmıştır. Gooptu, idealist projeler olarak ortaya atılan kent planlamalarının mal-mülk
sahibi kişilerin çıkarlarına göre yontulduğundan bahseder (Gooptu, 2001:84). Birçok
ülkede devlet yardımlarıyla yapılan konut alanlarının genelde bir şekilde devlet
memurlarının sahip çıktıkları müstakil evlerle apartmanlar haline geldiği ve yoksulların
da eski yerlerinde kalmaya devam ettikleri gözlenmiştir (Risbud, 2002:61).
Filipinlerde Dünya Bankasının yerel yetkililerle işbirliği yaparak gerçekleştirdiği
bir çalışmada gecekonduların da içinde bulunduğu Tondo sahil boyunca uzanan 253
harap alanın düzenlenmesi için proje geliştirilmiş ancak yapılan yatırımlar inşaat şanayii
ile emlakçılara sızdırılarak istenmeyen sonuçlar ortaya çıkmıştır. E. Berner’in dediğine
göre burada oturanların hepsi 5 yıl içinde evlerini terk ettiler, çünkü arsaları zenginlere
satılmıştı (Erhard, 2000:558-9). Çoğu gecekondu kurtarma operasyonunun kâğıt
üzerinde kaldığını belirten Verma ise İstanbul Habitat II konferansı ödülü ile 1998 Ağa
Han ödülünü alan Indore projesinin söylendiği gibi başarı hikâyesi olmadığını tersine alt
yapıdan yoksun bir felaket olduğunu vurgular (Verma, 2002:150-2). Yine, Tunus’ta
devlet destekli konutların sadece % 25’inden yoksulların faydalandığı tespit edilmiştir.
Delhi’de 450.000 gecekondu sakininin tahliye edildiği bir kentte yoksullar için sadece
110.000 bin evin inşa edildiği tespit edilmiştir. Hatta Hindistan Komünist Partisinin
gecekondu sakinlerinin kurtuluşu adına yürüttüğü başka bir konut projesinin ve
Vietnem’da aynı amaçlı bir konut planlamasının yine seçkinlerin av partisine dönüştüğü
ifade edilmektedir. Hindistan’da planlanan bu konutların da önemli birkısmı da sonuçta
orta ve üst sınıfların hanesine yazılmış ve üstelik bu nedenle yerlerinden edilen
yoksullar daha da zor durumlara düşmüşlerdir (Risbud:61). Bu açıdan ülkemizde
yapılan kentsel dönüşüm ve toplu konut uygulamalarında çok dikkatli olunarak başarılı
örnekler örnek alınmalıdır. Bu konuda Brezilya’nın Toplu Konut Kurumunun yaptığı
uygulama dünyadaki en iyi uygulamalardan biri olarak değerlendirilmektedir (Karpat,
2003:33). Yine Hong Kong yönetiminin, milyonlarca gecekonducuyu ve köhne evlerde
yaşayan yoksulları yeni apartmanlara yerleştirmede üstün bir başarı gösterdiği ifade
edilmektedir. Sürekli ucuz işgücüyle artan arazi değerlerini dengeleyen Japon yönetimi,
yerleşimi kent etrafına yayarak yoksulları merkezdeki kira denetimli evlerden buralara
yerleştirmeyi başarmıştır. 1960’larda kişi başına düşen oda sayısının 2.17 metrekare
olduğu Hong Kong’ta formel konutlar açısından bugün hala dünyanın en yoğun nüfuslu
yerleşimi bulunmaktadır (Davis, 2007:85). Ancak bu iyi örneklerin de olumsuz
eleştirilere maruz kalmadığını söyleyemeyiz.
Alt Gelirliler ve Yoksullar İçin Toplu Konut Uygulamaları
Sembolik sermayenin bu “yaratıcı yıkım” özelliği parasal değerlerle alakalı
olduğu ölçüde geçicidir. Bu anlamda D. Harvey, mekânsal süreçlerin sermaye birikimi
ve sınıf ilişkilerinin niteliği ile ilgili olduğunu belirterek toplumsal dönüşümle mekânsal
dönüşüm arasında bir ilişki olduğunu vurgular. Ona göre, mekân ve mekânsal
değişmeler mevcut düzeni yansıtır ve bu ölçüde toplumsal sınıfların alışkanlıklarını
yansıtır (Harvey, D. (1990). “Flexible Accumalation Through Urbanization, Reflections
on Post-Modernism in the American City”, Spectra: The Yale Architectural Journal,
No: 26).
77
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93
Öncelikle “Kentsel Dönüşüm Programı” uyarınca alt sınıflar için yapıldığı ifade
edilen konutların sadece gecekonduları kapsadığını ve bu yenileme programının konuta
ciddi anlamda ihtiyacı olan kent içi yoksulları kapsamadığını ifade etmeliyiz. Bununla
birlikte alt gelir grubu ve yoksul gruplar olmak üzere TOKİ’nin iki farklı grup için
planladığı iki ayrı toplu konut uygulamasının, bazı eksiklikler giderildiği takdirde,
yoksulluğun önlenmesinde ve yaşam kalitesinin arttırılmasında önemli bir politika aracı
olabileceğini düşünüyoruz. Bununla birlikte VII. Beş Yıllık Kalkınma Planında yer alan
“konut sayımının periyodik olarak yapılması ve mevcut verilerin güncelliğinin
sağlanmasında kullanılabilecek “Konut Bilgi Bankası” kurulamadığından15 bu konudaki
sıkıntıların ciddi sorunlar yaşatacağını düşünüyoruz. Söz konusu sıkıntıların aşılması ve
yoksullara yönelik toplu konut yapımlarında aşağıdaki soruları dikkate almak
zorundayız;
1-Konutlar kim/kimler için yapılacak ve bu toplum kesiminin özellikleri nedir?
2-Yapılan konutlar hangi bölge-memleket-mevsim ve hangi kültür için
yapılacak?
3-Yapılacak konutun asgari fiyatı neye göre belirlenmektedir?
4-Ödemelerini zaman zaman aksatan yoksullar için ne tür esneklikler
yapılabilir?16
5-Yapılacak konutları hiçbir şekilde alamayacak yoksulların oranı bu grup
içindeki oranı nedir ve onlar için neler yapılabilir?
6-Ev sahibi olamayacak yoksullar için kira amaçlı evler nasıl organize edilebilir?
7-Yoksullar için yapılan konutların başkalarınca satın alınmaması için sadece
kâğıt üzerinde odaklanmak ne derece doğrudur ve bu konuda neler yapılabilir?
8- Yoksulların konutları yapılırken yoksullarla ilgilenen STK’larla işbirliği ne
tür faydalar yaratabilir ve bu konuda kurumsal işbirliği nasıl geliştirilebilir?
Bugün konut üretiminde devletin ana kurumuı olan TOKİ, serbest piyasa
koşullarında konut sahibi olamayanların desteklenmesi amacıyla planlar yapmaktadır.
TOKİ tarafından üretilmekte olan 281.084 konutun 237.791’inin yani % 83’ünün sosyal
konut niteliğinde olması ve bunların yaklaşık % 60’nın (139.123) dar gelirli ve orta
sınıflara, % 20’inin (59.934) yoksullara ve alt gelir grubuna, % 11’nin de (28.704)
gecekondu dönüşüm uygulamasına göre planlandığı ifade edilmektedir (Bayraktar,
2007:33-35). Öncelikle, yoksullar için düşünülen konutların % 20 ile sınırlı tutulması
oldukça yetersizdir. Çünkü zaten orta sınıfa hitap eden evler bulunmaktadır. Burada
belki yapılması gereken orta sınıflar için yapılan evlerden elde edilen kaynakla yoksul
evlerinin finanse edilmesi ve yoksul evlerinin nitelik ve oranlarının yükseltilmesi
olmalıdır. Bunun yanı sıra, yoksullar için düşünülen konut yapımında hedef kitlenin
tespiti ve dahası onun özelliklerinin açığa çıkarılması bakımında ciddi sorunlar
bulunmaktadır.
15
16
78
VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı Konut Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ankara 2002, s. 153
Borcun bir ay ödenememesi, senelerce taksitleri ödenen evin elden gitmesi anlamına gelebilir.
ABD‘de yapılan araştırmalar, çalışan aile reislerinin en büyük kaygısının işini ve buna bağlı olarak
evini-ailesini kaybetmek olduğunu göstermektedir. Herhangi bir kriz döneminde konut fiyatlarının
düşmesi ve ipotek edilen konutun o anki satış değerinin borcun tamamını karşılamaması durumunda,
evini kaybeden kişi aynı zamanda tüm varlıklarını da hacizle birlikte kaybedebilir.
M. Ruhat YAŞAR
Bu nedenle ülkemizde kurulacak konut finansmanında öne sürülen, sistemin
halkın asgari % 60’nı kapsaması ve aylık ödemelerde gelirin % 25-30’unu geçmemesi,
kredi tutarının evin değerine göre % 70’e kadar ulaşması şeklindeki planı kulağa hoş
gelmekle birlikte yine de sorunludur (TOKİ, 2006a:63). Burada öncelikle hangi gelir
düzeyindeki hangi kesimin baz alındığı ve başvuranların da kimler olduğu net olarak
bilinmesi lazım. Mesela toplumun % 60’ı demek yerine toplumun % 15’ini oluşturan,
geliri 300 YTL ve altı düzeyde olan nüfus grubu, yine toplumun % 20’sini oluşturan ve
geliri 500-700 YTL civarında olan gruplar gibi daha spesifik nüfus kesimleri hedef
olarak belirlenmeli ve bunların sosyo-demografik özelliklerine, eğilim ve beklenti
düzeylerine göre yerelliği baz alan konut türleri üretilmelidir. Ama bu gruplara ulaşmak
için de ilgili gruplarla (özellikle yoksullar için) temas halinde olan kurumlar, STK’lar
bir komisyon oluşturarak yoksulları bilgilendirmede, isim belirlemede ve var olan
başvuruları teyit etmede yardımcı olabilirler. Yoksa, konut sorunu olmayanların ticari
amaçlı olarak ikinci üçüncü konutlarını almaları gibi sonuçlar ortaya çıkabilir ve
yoksullar için üretilen konutlar birileri tarafından, üstelik yoksullar adına alınarak fahiş
fiyatlarla yoksullara kiraya verilebilir ve böylece sorunun çözümsüz kalmasına yol
açabilirler. Nitekim benzer sorunlar birçok gelişmiş ülkede benzer şekilde görülmüştür.
Öyle ki, en büyük ve risksiz kârları yoksullara verilen köhne evlerden elde
edildiğini belirten Lagos, özellikle, Latin Amerika, Afrika, üst ve orta sınıf üyesi
kişilerin bu kiralarla büyük gelirler elde ettiğini örneklerle belirtir (Dündar, 2001:393).
Nitekim Suzana Taschner, gecekonduların başarıyla iyileştirildiği bir çalışmada arazi ve
evlerin tüketim malı haline gelerek değerlenmesi neticesinde gecekondu yerine tek odalı
“cortiço” denilen “gecekondu içinde gecekondu evleri”nin ortaya çıkışından bahseder
(Taschner:216-219). Kısaca, kent çevresindeki arazilerin ticarileşmesi sonucunda
buralara bedelsiz biçimde sahip olma imkânı kalmadığından ve bu arsalar üzerinden
rant sağlayan devlet memurları, parti teşkilatlarıyla emlakçı ve müteahhitlerin en fazla
kâr elde ettiklerinden bahsedilmektedir.
Elazığ’da, iyi niyetlerle düşünülmüş olsa da, TOKİ’nin Abdullahpaşa semtinde
dar gelirli gruplar için düşündüğü ve birkaç yıl içinde konut yapılması koşuluyla satışa
çıkardığı alt yapılı arsalardan en fazla zengin grupların yararlandığı ve bu kesimin
başvuru için genelde cüz’i para karşılığında akrabalarının evrakını kullanarak bu ucuz
arsaların sahibi oldukları ifade edilmektedir. Şu anda 140 milyardan alıcı bulan bu
konutların üzerinde yükseldiği arsaların hangi dar gelirliler için üretildiği merak
konusudur. Benzeri bir sürecin yine Elazığ’da Çatalçeşme mahallesinde yaşandığı ve
muhtarın topladığı dilekçelere rağmen buraya TOKİ konutlarının yapılmadığı daha
sonra da aynı imarlı ucuz arazilerin arsa kurtlarının sofrasına kaldığı söylenmektedir.
Belki de bir gün aynı yerde yoksullara yapılacak konutlar için ihtiyaç duyulacak bu
arsaların spekülatif maliyeti yine yoksulların sırtına vurulacaktır.
Bu konuda yaşanabilecek diğer önemli bir sorun da yoksulların gelir
durumlarının söz konusu konut uygulamasına ne ölçüde yeteceğidir. Nitekim
uygulamaya bakıldığında TOKİ’nin istenen satış performansını gösteremediği illerde bu
sorunda belirleyici olan faktör ekonomik yetersizlik olarak görülmektedir. Beraberinde
ulaşım ihtiyacını da getiren bu konutlar aslında belirli bir gelir seviyesini gerektiren bir
hayat tarzına dayanmaktadır. TOKİ konutlarına olan talebin yeterli olmadığı illerde
yapılan çalışmada soru sorulan insanların çoğunun (% 82) konut edinebilmek için
79
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93
yeterli tasarruflarının olmadığı görülmektedir. Ayrıca onlara göre (% 42,2) evlerin fiyat
ve ödemeleri çok yüksektir (TOKİ, 2006:102-116).
Bilindiği üzere, TOKİ’nin alt gelir grubuna yönelik olarak yapacağı evleri 4000
YTL peşinatla aylık 250 YTL ve üzeri taksitlerle satmayı planladığı ifade
edilmektedir17. Bu planlamada, peşinat bir yan alt gelir grubu için düşünülen konutlara
başvuru şartları içerisindeki, başvuru sahibinin en fazla 1600 YTL gelire sahip
olabileceği ifadesi kullanılmaktadır (TOKİ, 2007:12-18). Bize göre bu rakam çok
yüksek bir gelir düzeyini ifade etmektedir. Büyük şehirler için bu rakam doğru bir tespit
olabilir ama taşrada bu rakam orta sınıfların gelir düzeyine çok yakın bir rakamdır.
Çünkü, bu durum aynı konutlara geliri 1600 YTL olan ya da geliri böyle olmasa da bu
şekilde belgeleyen birinin yapacağı başvuruyla, aylık geliri 750 YTL civarında olan
birinin yapacağı başvuruyu aynı kefede değerlendirmek anlamına gelmektedir. Yani bu
uygulama bir öğretmen ya da memurla asgari ücret alan birisinin aynı kuraya tabi
tutulması anlamına gelmektedir. Kuranın belirleyici olacağı bu sistemde, orta sınıfın alt
gruplarını da içeren bu rakam (1600 YTL) nedeniyle bizim 3. derece yoksul dediğimiz
en iyi durumdaki yoksul grupların bile, zaten çok düşük olan ev sahibi olabilme şansları
daha da sınırlanmış olacaktır. Üstelik 4000 YTL peşinatın ve aylık 250 YTL ve üzeri
taksitin olması da sorunu tamamen yoksullar aleyhine çevirmektedir. Burada taşra
bağlamında söylemek gerekirse alt gelirli gruplarla alt-orta sınıflar birbirine
karıştırılmaktadır. Bunun yanı sıra, alt gelirlilerle yoksul insanların da birbirlerine
karıştırılmaması çok önem taşımaktadır. Dar gelirli insan az da olsa düzenli bir gelirin
sahibi olan insandır. Ama yoksul, bu durumda olamadığı için yoksuldur zaten.
Dolayısıyla zaten kıt olan konut sunumunun adı alt gelirliler de olsa bu kadar geniş bir
kesime sunulması yoksullar aleyhine sonuçlar yaratacaktır.
TOKİ’nin diğer bir uygulaması ise yoksul grupların peşinat ödemeksizin aylık
100-150 YTL taksitlerle başlayan ve 20 yıl vadeli 55-65 metrekare büyüklüğündeki
evlere sahip olmalarıyla ilgili projesidir (TOKİ, 2007:9-13); (Bayraktar, 2007:34).
Türkiye’de ailelerin ortalama tasarruf oranı % 16 olduğu ve düşük gelir gruplarında
konut harcamaları dışında tasarruf olanaklarının bulunmadığı bilinmektedir. Bu nedenle
düşük gelirlilerin bütçelerinin %25’ini geçmeyecek bir ödeme ile kira öder gibi taksit
vererek konut sahibi olması önemlidir (TOKİ, 2006a:68). 1996 BM Habitat II
göstergelerinde konut fiyatının hanehalkının yıllık gelirinin 5 katını aşmaması gerektiği
17
80
TOKİ, alt gelir grubu için konut ödemelerini, verilen peşinata göre ödeme miktarı ve vadeleri değişen
sabit taksit şeklinde yapacağını duyurmuştur. TOKİ alt gelir grubu için yapmayı düşündüğü konutlara
başvurularda; başvuru sahibinin, eşinin ve velayeti altındaki çocuklarının gıda, yol, vs. her türlü
aldıkları yardımlar dahil olmak üzere toplam hane halkı aylık net gelirinin en fazla 1.600 YTL. olması
istenmektedir. Hâlbuki daha önce TOKİ’nin 2007 yılına ait Konut Edindirme rehberinde aynı gruplar
için bu miktar 840 YTL olarak ifade edilmiştir. İstenen azami gelir miktarı 1600 YTL’ye
yükseltildiğine göre geliri az olanların başvuruları konusunda tereddüt ya da sıkıntılar yaşanmış
olabilir. Başvuru sahibi evli ise kendisi, eşi, velayeti altındaki çocuklarından çalışan varsa kendisinin
eşinin ve velayeti altındaki çocuklarının ayrı ayrı gelirini kanıtlayan belgelerin (tabi olarak çalıştıkları
sosyal güvenlik kurumlarından çalıştığına dair alınan belgeler ile maaş bordroları, maaş belgeleri,
vb.). ibraz edilmesi ve başvuru sahibi, eşi veya velayeti altındaki çocuklardan herhangi biri
çalışmıyorsa Emekli Sandığı, SSK ve Bağkur’dan çalışmadığına dair belgelerin tescil edilmesi
gerekmektedir (www.toki.gov.tr), (18.11.2008).
M. Ruhat YAŞAR
belirtilmektedir. Millenial Housing Komisyonuna (2002) göre Amerika’da yapılan
çalışmalardan hareketle bu Komisyon bireylerin gelirlerinin % 30’undan fazlasını
kiraya harcayan ailelerin orta düzeyde konut sorunu olduğunu ve % 50’den fazlasını
harcayanların ise ciddi konut sorunu yaşadıklarını ve bunların diğer ihtiyaçları için
gerekli olan parayı gittikçe kısmak zorunda kalarak evsizliğe gidebileceğini ifade
etmektedir (Stone, 1993:8-14). Yoksullar için düşünülen TOKİ konut satış bedelinin
yoksulların ortalama yıllık hane gelirinin kaç katı olduğu hususuna dikkat edildiğinde,
araştırma verilerimize göre, aradaki farkın yoksulların kendi içindeki farklılıklarına
paralel olarak yaklaşık 10 ile 20 kat arasında değiştiği saptanmıştır. Bu değerler olması
gereken yıllık gelirin 5 kat değerine kıyasla oldukça yüksek bir miktardır. Çünkü
yoksulların yaklaşık yarısının aylık geliri 300 YTL ve altında olmasına karşın yoksul
konutlarının bedeli 45.000 YTL civarındadır.
Yoksulların kendi evinde oturarak ev sahibi olmalarını içeren bu stratejinin
konutlara başvuru safhasından ödemelerin devamına kadar ciddi sıkıntılar doğuracağı
söylenebilir. Öncelikle, yoksullar için düşünülen ve 100-150 YTL ve üzeri taksiti olan
konutlar bile çoğu aile için hayaldir. Üstelik burada 15-20 yıl gibi ödeme süresinin
uzunluğunun kendisi bile caydırıcı bir faktör olarak düşünülebilir. Çünkü yılda iki kez
TÜFE ve ÜFE oranlarındaki (en düşük olsa bile) artış oranında taksite zam yapılması ve
ödemelerin gecikmesi halinde faiz uygulaması sorun yaratabilir. Bunun yanı sıra,
yüklenici firmanın teslim süresi içinde konut piyasa koşulları ve konut faizi durumuna
göre (TOKİ’den onay alarak olsa bile) fiyat ayarlamasını elinde bulundurması sıkıntı
yaratabilir. Ayrıca, yoksullar düzenli bir işleri olmadığı için iş olanağının bulunduğu
yere doğru hareketlilik yaşadıklarından başvuru yaptıkları konutlarda bulunma
zorunlulukları onlar için zamanla sorun haline gelebilir. Bu nedenle yoksulların sosyal
ve yerel mobilitelerini aksatmayacak ve belediyenin, yerel STK’ların destekleyeceği bir
kiralık konut politikası onlar için daha makul olabilir.
Her ne kadar TOKİ’nin yoksullar için planladığı konutlarda başvuru sahiplerinin
düzenli geliri olmayan, asgari ücret ya da onun altında kalan ve kayıt dışı gruplar
olacağı ifade edilse de söz konusu başvurularda ayrıştırıcı unsurların yetersiz kalacağını
şimdiden söyleyebiliriz18. Burada yoksullarla diğer grupları ayrıştırıcı unsurlar olarak,
ikametgah süresi, sosyal güvence durumu, nüfusa kayıt yeri ve gelir miktarının baz
alınması gayet doğal ama yetersizdir. Hatta alınan bu ölçütler bazı durumlarda ciddi
sıkıntılar da yaratabilir. Örneğin, ikamet şartı (tam olarak belirtilmemiş olmakla
birlikte) eğer 5 yıl gibi bir süre olursa ilimizde 4 yıldan daha az bir zamandır ikamet
eden yaklaşık 400 aile doğrudan kapsam dışında kalmış olacaktır. Çoğu göçle gelen bu
18
TOKİ’nin yoksul grubu için düşündüğü konut başvuruları için Yeşil Kart sahibi olmak veya 2022
Sayılı Kanun kapsamında maaş almak veya 3294 Sayılı Kanun kapsamında Sosyal Yardımlaşma ve
Dayanışma ve Teşvik Fonu'ndan yararlanıyor olmak ya da sosyal güvenlik kurumlarına tabi olmamak.
Bu nedenle Yeşil Kartı olmayan, Sosyal Yardımlaşma Fonu’ndan Yararlanmayan ve 2022 sayılı
Kanun kapsamında maaş almayanlarla; Emekli Sandığı, Bağ-kur ve SSK’da kayıtları olmayanlar da
bu uygulama için uygun gruplar olarak tanımlanmaktadır. Yine, bu program gereğince, sözleşme
imzalayanlar konutlarını borçları bitene kadar devredemeyeceklerdir. Ayrıca, sözleşme imzalanan
konut için borç bitene kadar, alıcının veya ailesi için ikamet koşulu aranacak olup, alıcının,
kendisinin, eşinin veya çocuklarının söz konusu konutta ikamet etmediklerinin tespit edilmesi halinde
sözleşmeleri fesih edileceği ifade edilmektedir (www.toki.gov.tr) 18.11.2008.
81
Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93
SBArD
insanların ayrıca nüfus kayıtları da konutların yapıldığı yerde olmadığı için yine proje
şartları gereğince başvurudan dışlanmış olacaklardır. Örneğin Elâzığ’da elde ettiğimiz
verilerden hareketle 3830 yoksul ailenin göçle geldiğini ve bunların yaklaşık 2000’nin
kirada oturduğunu biliyoruz. Bu durumda ikamet şartının ve yerel nüfus kayıt şartının
katı uygulanması halinde birçok yoksulun başvuruyu yapamayacaklarını ifade
edebiliriz. Ayrıca, konut uygulamasında 30 yaş sınırlaması da düşünülecek olursa (dul
ve yetimler için 25 yaş) nüfus kayıt açısından sayısını bilemediğimiz bir grup yoksulun
ve 30 yaşın altında olması itibariyle de yaklaşık 500 yoksul ailenin bu uygulamaya
başvuramayacaklarını verilerimize dayanarak söyleyebiliriz.
Eğer bu uygulamadan maksat başvuramayacak yoksulların sayısını arttırmak ise
doğrusu ciddi bir eleme yapıldığı söylenebilir. Çünkü sadece başvuru noktasında bile
yoksulların çoğu hayal kırıklığı yaşayacaklardır. Bunun yanı sıra çalışmayla ilgili olarak
kayıt dışılık oldukça fazla ve olanlar da kısmen doğrudur. Bu açıdan dar gelirlilerle
yoksul insanlara uygulanacak konut politikası özellikle bölgesel koşullar dikkate
alınarak daha kesin çizgilerle birbirlerinden ayrılmalıdır19. Üstelik konutla ilgili
politikalar sadece dar gelirli yoksul ayrımını değil aynı zamanda yoksulların kendi
içindeki çeşitliliği de dikkate almalıdır. Örneğin bu gruplar içinde sadece dullukyetimlik ve özürlülük değil aile büyüklüğü, ailenin demografik dağılımı (kız/erkek
sayısı) da dikkate alınmalıdır. Bu anlamda, kalabalık ailelerin konut ihtiyaçları, kişi
başına ödeyebilecekleri para miktarı daha az olduğundan ve kullandıkları konut
kaliteleri daha kötü olduğundan, aynı gelir dilimindeki küçük ailelerin konut
isteklerinden daha fazladır. Bunun yanı sıra, özellikle de kayıt dışı çalışanlar, bayan
hane reisleri ve hasta aile reisleri dikkate alınmalı ve özellikle bu son gruplara konut
tahsisinde öncelik tanınmalıdır20.
Tablo 1: Elâzığ’daki Yoksulların Gelir Durumu21
701 YTL ve üzeri
0,87%
601 - 700 mi l yon
5,39%
501 - 600 mi l yon
8,82%
401 - 500 mi l yon
9,29%
301 - 400 mi l yon
30,43%
201 - 300 mi l yon
27,62%
200 YTL ve a şa ğıs ı
12,60%
Hi çbi r gel i ri yok
4,97%
0
19
20
21
82
61
376
615
648
2123
1927
879
347
500
1000
1500
2000
2500
Başvuru sahiplerinin yoksullukla ilgili değerlendirme ve ayrımı yapılırken yoksullarla ilgilenen
STK’ların fikirlerinin alınması doğru olacaktır.
TOKİ’nin uygulamasında şehit, gazi ailelerinin yanı sıra ve özürlü üyeleri bulunan başvuru sahipleri
için ayrı değerlendirme kategorileri oluşturulması önemli olmakla birlikte hane reisi bayan olan veya
hasta olan yoksul ve dar gelirliler için herhangi bir kayda rastlamadığımızı belirtmeliyiz. Halbuki bu
grupların ihtiyaçları daha önceliklidir. Üstelik dul ve yetimleri olan bayan hane reisleri için de 5 yıllık
bir ikamet zorunluluğu da, eleme mantığı olsa bile, doğrusu pek anlaşılır değildir. Bunun yanı sıra
şehit, gazi, dul ve yetimler hariç diğer gruplar için 30 yaş ve üzeri bir sınırlamanın getirilmesi de
şartları uygun daha genç yoksullar için gereksiz bir engel olarak yorumlanabilir.
Kayıt dışı olduklarından ve çalışma koşulları belirsiz olduğundan yoksulların gelir durumunu
belirlemek her zaman sıkıntılı olmuştur. Çalışmamızda yoksulların kendi ifadeleri ile mahalle
sorumlularının, anketörlerin gözlemi onların gelir durumlarının tahmininde belirleyici olmuştur.
M. Ruhat YAŞAR
Elazığ’da 2007 yılında yaklaşık 7000 aile üzerinde yaptığımız “Elazığ
Yoksulluk Haritası” adlı çalışmada yoksulların sahip oldukları gelirlere bakılacak olursa
yoksullar içinde en iyi durumdaki yoksulların, ancak alt gelir dilimi ve yoksullar için
planlanan konutlara başvurabileceklerini söyleyebiliriz (Bkz. www.maziz.net). Tabloya
dikkat edilirse 500 YTL ve üzerinde geliri olan yoksulların oranı % 15 civarında olup
bunların toplamı yaklaşık 1000 ailedir. Hâlbuki düzensiz gelirleriyle bu düzeyin altında
olan ve kirada oturan çoğu yoksul ailenin önemli bir kısmı yoksul gruplar için
düşünülen evlere başvuruda zorlanacaklardır22. Bu olasılık, yaklaşık 15 bin kişinin
hayatını ve geleceğini doğrudan ilgilendirmektedir. Kurumsal maaş açısından
baktığımızda ise hangi ailelerin bu tür konutlara talip olabilecekleri konusunda şunları
söyleyebiliriz; dul-yetim aylığı alan 450 ailenin 180’i, gazi-malûl aylığı alan 45 ailenin
23’ü, sakat-özürlülük yardımı alan 363 ailenin 215’i, sosyal hizmetler aylığı alan 63
ailenin 35’i ve emekli maaşı alan 588 ailenin 215’i ve yaşlılık-hastalık aylığı alan 890
ailenin 291’i kirada oturmaktadır.
Üstelik konut pazarına ulaşabilme, krediye ulaşabilme kapasitesiyle alakalıdır.
Bu sadece bir gelirin olmasını değil aynı zamanda neredeyse bir kariyeri ve düzenli, bir
geliri gerektirir. Bunun yanı sıra finansman sisteminin işleyişinde leasing şirketleri,
bankalar ve finans kurumları köprü olarak düşünülmektedir. Ama bu ülkede, resmi
kayıtlarda olmayan, bankanın yolunu tanımayan, bankadan korkan, bankayla hayatı
boyunca işi olmamış ve olmayacak kayıt dışı yoksullar var. Dolayısıyla bir yoksulun tek
başına bütün bu bürokratik ve formalite dolu işlemleri yapması ve takip etmesi
beklenemez. Bu anlamda konutla ilgili olarak yoksullara kimlerin, nasıl rehberlik
edeceği konusunda giderilmesi gereken birçok sorun ve eksiklik bulunmaktadır. Burada,
yukarıda istatistik verileri belirtilen gruplara ulaşarak yapılması düşünülen yoksul
konutları hakkında bilgilendirici çalışmaların faydalı olacağını söyleyebiliriz. Aksi
takdirde masa başı üretilen projelerin gerçek yaşamda karşılığı olmayacaktır.
Nitekim TOKİ’nin yaptırdığı konutları satın alanlar üzerinde yapılan bir
çalışmada başvuru yapanların eğitim seviyesi Türkiye ortalamasının üzerinde olmasına
rağmen konutlarla ilgili olarak deneklerin sadece % 67,2’si başvuru öncesi
bilgilendirmenin yeterli olduğunu söylemişlerdir. Aynı araştırmada TOKİ konutlarından
haberdar olmada ulusal gazete (% 12,4), yerel gazete (% 14,3) başta olmak üzere
Belediye ilanları, yerel tv ve ulusal tv kanallarının etkili olduğu ifade edilmiştir (TOKİ,
2006:69-74). Bu araştırmada komşu, akraba v.s haber alma kaynaklarının toplamının bu
satış koşullarından haberdar etme rolü %20 ile sınırlı kalmıştır. TOKİ’nin satış
performansının düşük olduğu illerde eğitim seviyesinin düşüklüğüne paralel olarak
insanların kitle iletişim araçlarından yeterince faydalanamadıkları görülmektedir.
Örneğin TOKİ’nin konut satış performansının az olduğu illerde müşteri danışma
sürecini analiz etmek için uyguladığı bir anket çalışmasında ulusal tv (% 6,6) ve yerel tv
22
TOKİ, pörtföyünde bulunan özellikle büyük şehirlerdeki değerli arsalar üzerinde prestij projeleri ile
kaynak yaratıp bunu dar gelirli kesimlere ve yoksullara konut üretmede kullanmayı hedeflediğini ifade
etmektedir. Özel şirketlerle birlikte gerçekleştirilecek bu projelerden yüksek hasıla elde etmeyi
düşünen TOKİ özellikle Doğu ve Güneydoğu Bölgesinde yaşayan alt gelirliler için konut projeleri
yaparak sosyal fayda oluşturmayı amaçladığını ileri sürmektedir (TOKİ, 2006a:96).
83
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93
(% 4,9) ve tüm gazetelerin (% 7,3) TOKİ konut şartları konusunda yeterince
kullanılamadığını göstermektedir. Bu illerde insanların % 52,7’si TOKİ’nin
konutlarından haberdar olmadıklarını ifade etmişlerdir (TOKİ, 2006:114-115).
Dolayısıyla eğitim seviyesi daha düşük olan yoksullar, kitle iletişim kanallarından
habersiz oldukları için onlara konut edindirmede ciddi bir iletişim, etkileşim ve
haberleşme ağının oluşturulması gerekmektedir.
Ayrıca, bu konuda diğer bir sorun da bu sistemin uygulandığı gelişmiş ülkelerle
ülkemizin ekonomik yapısı arasındaki derin farklılıklardır. Bugün bu sistemin
uygulandığı Almanya ve A.B.D.’de konut sahibi olmanın yegâne yolu ömür boyu
borçlanmadır (Castells, 1997:36). Hâlbuki bu ülkelerde işsizlik oranı % 3-5 arasında
değişirken ülkemizde işsizlik oranı % 10 ve üzerinde seyretmektedir. Bölgesel ve yerel
farklılıklar dikkate alındığında sorun daha da önemli hale gelmektedir. Örneğin, çalışma
alanımızdaki çoğu yoksulun yaşamını bile doğru dürüst sürdüremediği bir gelirle konut
ödemesini sürekli devam ettirmesi mümkün değildir. Çünkü bazı grupların yılın önemli
bir dönemi boyunca sürekli bir işleri ve gelirleri yoktur. Nitekim, görüştüğümüz hane
reislerinin % 28’inin anket uygulanan ay içinde çalışmadıkları görülmüştür. Yine son
altı ay içerisinde toplam 1-2 ay çalışanların oranı % 14, 3-4 ay çalışanların % 37, altı ay
içinde sürekli çalışanların oranının ise sadece % 16 olduğu tespit edilmiştir23.
Tablo 2: Elazığ’da Yoksulların Çalışma Durumları
Çalışma Durumu
Çalışmıyor
Kendi Hesabına Çalışan (Seyyar satıcı v.s.)
Yevmiyeli/Düzensiz Çalışan(İnş. işçisi, hamal)
Mevsimlik Kadrolu Çalışan
Mevsimlik/ Yevmiyeli Çalışan (Tarım işçisi v.s.)
Sayı
2103
533
2994
34
462
%
30,15%
7,64%
42,92%
0,49%
6,62%
Düzenli/Sürekli Çalışan
850
12,18%
Örneğin, Elazığ’daki yoksulluk çalışmamamızda, çalışmayanların oranı (%
30,15) bir yana çalışanların bile önemli bir kısmı (% 42,92) düzensiz ve geliri çok
düşük işlerde çalışmaktadırlar. Son 6 aydaki çalışma verileri (% 16) ile çalışma
sürelerine ait tablodaki verilere dikkat edilirse sürekli çalışan yaklaşık 850 ailenin (%
12,18) TOKİ’nin alt gelir grubu ve yoksullar için vermeyi düşündüğü konutlar için
hedef kitle olacağı tahmin edilebilir. Ama, elbette diğer şartların da uygun olması
durumunda (örneğin bazılarının evi vardır) bu tahmin gerçeklik kazanabilir24. Yapılacak
konutun merkeze uzaklığı, ailenin taşınma rızası, ev alabilir düzeydeki grubun ev sahibi
olup olmadığı, hedef kitlenin ortalama aile büyüklüğü ve gıda dışı gelir miktarı dikkate
alındığında yapılacak konutların, ilimizdeki yoksul kesimlerin çok azına hitap
edebileceğini tahmin edebiliriz. Bu anlamda ev sahibi olmak için TOKİ’nin planladığı
yoksul evlerine başvurabilecek potansiyeldekilerin bile ancak yarısı bu tür evleri
23
24
84
Elâzığ’da sürekli çalışanların % 62’sinin (685 aile) kirada oturdukları diğerlerinin ise ücretsiz veya
kendi evlerinde kaldıkları tespit edilmiştir.
TOKİ’nin alt gelir uygulamasında başvuru sahibinin Projenin bulunduğu il /ilçe sınırları içerisinde en
az.....yıldır ikamet ediyor olması, veya projenin bulunduğu il veya ilçe nüfusuna kayıtlı olması şartı,
göç faktörü nedeniyle ilimizdeki birçok yoksul için sınırlayıcı olabilir.
M. Ruhat YAŞAR
düşünebilir. Bundan dolayı özellikle yoksulların çoğunun sıkı takvime dayalı
ödemelerle birtakım bağlayıcı girişimlerde bulunmaları çeşitli zorlukları içermektedir.
Bu nedenle söz konusu evlere girenlerden alınan paranın bir kısmı sigortalandırılarak
ödemelerini zaman zaman aksatan bazı yoksulların belirli bir takvim içinde geri ödemek
koşuluyla iki ya da üç aya kadar olan taksit gecikmeleri esnetilebilir.
Aslında burada belirleyici olan salt gelir düzeyi de olmamalıdır. Gelir durumu
eşit olan ama iki çocuğu olan bir aileyle sözgelimi 6 çocuğu olan ve bir öğrencisi
dışarıda okuyan ailenin konut sahibi olabilme şansı da aynı değildir. Dolayısıyla
yoksullar için geliştirilecek bir konut uygulaması onları kendi içerisinde
sınıflandırırken, hedef kitleyi tahmini olarak hesaplamak yerine çeşitli faktörleri de
içeren daha geniş bir perspektifle yoksulluk çerçevesinin net olarak belirlenmesi ve
önceliklerin de kuraya göre değil buna göre yapılması gerekmektedir. Bu amaçla
konutların hitap edeceği hedef kitlenin tespitinde önce yoksulluk haritasının çıkarılması
gerekmektedir. Bu harita elde edildikten sonra ise bu konuda potansiyel olabilecek
ailelerin bilgilendirilmesi gerekmektedir. Örneğin, Elazığ’daki bir çalışmada, yukarıdaki
tabloda görüldüğü gibi yoksulluk sıralaması iyiden kötüye doğru % 33 (3.derece yoksul
2334 aile), % 42 (2. derece yoksul 2913 aile) ve % 25 (1. derece yoksul 1728 aile)
olarak bulgulanmıştır25. Eğer aynı yoksulluk sıralaması geliri baz alarak oluşturulsaydı
tablo çok farklı olurdu. Dolayısıyla birçok değişkeni içeren ve bizim “yaşam kalitesi”
dediğimiz durum dikkate alınmadan sadece kâğıt üzerindeki eksik verilere dayalı salt
gelir durumuna göre hesaplama yapılması konut çalışmalarında ciddi yanılmalara yol
açabilir. Örneğin, bu durumda kayıt dışında olan ama fazla geliri olanlar yoksul
konutlarına başvurabilirler. O halde gelir durumları tescillenen ve ilgili belgeleri
tamamlanan ailelerin aynı zamanda yoksulluk düzeyleri dikkate alınarak başvurularının
değerlendirilmesi faydalı olacaktır.
Nitekim TOKİ’nin ilk etapta yaptığı konutları satın alan ama şu anda orada
oturmayanlar üzerinde yapılan bir çalışmada, söz konusu konut sahiplerinin TOKİ
evlerini yatırım amaçlı aldıkları, başka konutlara sahip oldukları ve TOKİ evlerini de
kiraya verdikleri tespit edilmiştir. Sadece borç için kiraya verdiklerini söyleyen oranı %
14, yatırım amacıyla bu konutları aldıklarını söyleyenlerin oranı ise % 19,3’tür. Toki
konutlarını kiraya verenler içinde 151-250 YTL arasında kira geliri elde edenlerin oranı
% 30.7’dir. TOKİ konutlarına sahip olan ama içinde ikamet etmeyen bu gruplarda 2050
YTL ve üzerinde geliri olanların oranındaki yükseklik (% 26,4) ve konut sahibi
olanların % 31,6’sının bekâr olması, yapılan bu konutların ne ölçüde hedef kitleye
gittiğinin anlaşılması açısından yoruma açıktır. Öyle ki aylık geliri 750 YTL civarında
olduğunu söyleyenlerin oranı sadece % 10,5’tir. Nitekim bu gruptaki deneklerin %
43’ünün genelde aynı şehirde veya semtte başka bir konutu bulunduğu tespit edilmiştir
(TOKİ, 2006:150-168). Dolayısıyla düşük gelir gruplarını hedef alan konutların üst
gelir gruplarınca alınması riski sorun yaratmaya devam edecektir.
25
Örneğin, Elazığ’da Mamurat’ül Aziz Vakfı’nın gerçekleştirdiği “Yoksulluk Haritası” adlı çalışmada
belirlenmiş olan 1.,2. ve 3. derece yoksul ayrım ve oranlarının Elazığ yoksulları için yapılacak olası
konutlarda dikkatle göz önünde tutulması gerekmektedir.
85
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93
Kiralık Hayatlar
Eğer insanlar kendi konumlarına görece yüksek miktarda kira ödemelerine
karşın o ölçüde iyi bir yaşam şansına sahip değillerse o kent organizasyonu genel
anlamda başarısızdır. Bu anlamda kiraların görece yüksekliği o kentin ülkenin başarısız
yönetiminin bir şekli olarak düşünülebilir. Kentlerde kiralık konutlarda oturanların oranı
sürekli yükselmektedir. Büyük kentlerde bu oranın taşra kentlerine göre daha yüksek
olduğu tahmin edilmekle birlikte ülke genelinde bir artışın olduğu da bir gerçektir.
Millenial Housing Komisyonuna (2002) göre kiralık ev sorunu konut sorununun en
önemli parçasını oluşturmaktadır. Komisyonun raporuna göre Batı’daki düşük gelirli
hanelerde aile reislerinin genç olmalarına paralel olarak düşük kiralı evlere olan ihtiyaç
artacaktır (İngram, 2008:14-15). Ülkemizde, 1955’de büyük kentlerde, kirada
oturanların oranı % 36,6 iken 1990’da bu oranın % 60’ı geçtiği söylenmektedir.
Türkiye ortalaması ise % 29,7 olarak ifade edilmektedir (Keleş, 2006:457). Kentleşme
artıp kirada oturanların sayısı arttıkça, fiyatların yükselmesine bağlı olarak, bundan en
fazla zarar görenler yoksullar olacaktır. 1996 Yoksulların ödedikleri kira miktarından
onların ekonomik durumunu ve buradan da onların TOKİ aracılığıyla ev sahibi olabilme
ihtimallerinin ne kadar düşük olduğunu yorumlayabiliriz. Ancak bundan önce,
TOKİ’den ev sahibi olanların kiraya ayırdıkları masraflara bakarak orta gelir
dilimindeki insanlarla yoksulların kira giderlerini kıyaslamamız daha anlamlı olabilir.
TOKİ konutları içerisinde evi olan ama başka yerde kirada oturanların (% 13,2) kira
masrafları gelirlerinin % 31’ini oluşturmaktadır. Aynı grupta beslenme masraflarının
payı toplam giderlerinin % 40’ını geçmektedir (TOKİ, 2006:160-162). Normal
durumdaki insanların aksine yoksulların bütçelerindeki konut harcamaları payı çok
yüksektir. Onların konut harcamaları, neredeyse besin harcamaları kadar önemli bir
yekûn tutmaktadır. Bizim araştırmamızda, kirâ miktarı ile gelir arasındaki oranlara
dikkat edilirse hemen her gelir grubundaki yoksullar, gelirlerinin 2/3’den daha fazlasına
kadar olan miktarı kira olarak ödemektedirler. Oysa, BM Habitat II göstergelerinde kira
değerlerinin hanehalkının aylık gelirinin % 25’ini aşmaması gerektiği düşünüldüğünde
bu kira oranın yüksekliği dikkat çekicidir.
Çeşitli araştırmalar, hane harcamaları bakımından ülkeler arasında benzer
davranışlar olduğunu ve ailelerin ekonomik durumu geliştikçe konut harcamalarının
bütçenin % 5’inden % 30’una yükseldiğini ve sonra tekrar azalma eğilimi gösterdiğini
ifade etmektedir. Buradan hareketle geliri artan insanın konuta daha fazla para ayırdığı
ifade edilmektedir (TOKİ, 2006a:10). Bu yaklaşım ülkenin genel ortalaması baz
alındığında doğru olabilir, ancak sınıfsal konuma göre yapılacak bir analiz konut
açısından insanların farklı harcama davranışlarının olduğunu gösterecektir. Nitekim,
Diyarbakır’da yoksullar üzerinde yapılan bir çalışmada, kira tüm gelirin % 26’sını
oluştururken, aynı örneklem grubunda kira oranı, alt gelir dilimindekilerin gelirlerinin
çok büyük bir bölümünü (% 75), üst gelir gruplarındakilerin gelirlerinin ise % 10’luk
bir payını oluşturduğu ifade edilmektedir (Ersoy ve ark., 2002:187).
Araştırmamızda kirada oturduklarını belirten yoksulların oranı % 52’dir. Yine,
bulgularımızda yoksulların % 19 gibi yüksek bir oranının başka birinin evinde ücretsiz
86
M. Ruhat YAŞAR
oturdukları tespit edilmiştir26. Bu kesimin de ev sahibi olmadığını ve günün birinde
bulundukları yerden çıkabileceklerini düşünürsek konut riski altında yaşayanların
oranının % 70 civarında olduğunu söyleyebiliriz. Araştırmamızda, yoksullar arasındaki
bu ev sahipliği oranı diğer benzer araştırma oranlarının çok altında çıkmıştır. Örneğin,
Bayav ve Akacan’ın 2000 yıllında İstanbul gecekondularında benzer bir grup üzerinde
yaptığı çalışmada, deneklerin % 70’inin ev sahibi oldukları tespit edilmiştir (Türkdoğan,
2006:144). Yine yapılan bir incelemede üç gecekondu bölgesinde erkeklerin % 84’ünün
kendi evi varken sadece % 9’unun kiralık evde, % 7’sinin ise akrabalarının yanında
ücretsiz kaldıkları gözlenmiştir (Karpat, 2003:150).
Ailelerin yoksulluk düzeyleri kiraya ödedikleri miktarla yakından alakalıdır.
Onların en yoksul olanları genelde kullandıkları eve daha az kira ödeyenleridir.
Araştırmamızda ailelerin en az % 35’i çok kötü evlerde kaldığına göre bu grubun
çoğunluğunun taksitle ev sahibi olamayacağı söylenebilir. Aşağıdaki tabloda da
görüleceği üzere yaklaşık 1250 ailenin 100 YTL ve daha aşağısı bir miktarda kira
ödedikleri görülmektedir. Bu anlamda söz konusu 1250 ailenin hemen hemen hepsi
TOKİ’nin yoksullar için planladığı evleri düşünemezler. Örneğin, Elazığ’daki
yoksullukla ilgili çalışmada yapılan puanlamaya gören 1. derece yoksul denilen bir aile
bir ömür çalışsa bile bu tür bir konuta sahip olamaz. Çünkü bu ailelerin öncelikle
düzenli bir gelirleri yoktur ve ailelerin kötü evleri tercih etmelerinin nedeni de budur
zaten.
Tablo 3: Verilen Kira Miktarlarına Göre Yoksul Oranları
KİRA
75 YTL ve aşağısı
76 - 100 YTL arası
101 - 150 YTL arası
151 - 175 YTL arası
176 - 200 YTL arası
201 YTL ve üzeri
TOPLAM
AİLE SAYISI
406
860
1270
447
522
181
3686
%
11,01%
23,33%
34,45%
12,13%
14,16%
4,91%
100%
TOKİ’nin alt gelir grubu ve yoksullar için düşündüğü evleri göz önüne alarak
düşündüğümüzde çalışma alanımızdaki yoksulların yaklaşık % 30’unun bu tür evlere
talip olabileceği düşünülebilir. Ancak bunların yüzde kaçının ev sahibi olduğunu ya da
kirada olduğunu bilmeden bunu söylemek de zordur. Elazığ’da yaptığımız çalışma
sonucunda yoksulların ödedikleri kira miktarıyla sahip oldukları geliri çapraz tabloda
değerlendirerek kendi evlerinde oturarak konut sahibi olabilecek grupların durumu
hakkında fikir edinebiliriz. Yoksullar içinde 200 YTL ve aşağısı gelire sahip olanların
% 34,47’si 75 YTL ve aşağısı miktarda, % 31,55’i de 76-100 YTL arasında kira
ödemektedir. Yine, 201-300 YTL arası geliri olan yoksulların % 32,80’i 76-100 YTL,
benzer şekilde % 32,80’i 101-150 YTL kira verirken, 301-400 YTL geliri olan
26
Araştırmamızda ev kirası ödemeyen yoksulların genelde ya akrabalarının evinde oturdukları ya
oturdukları evde hisseleri olduğu için için ya da ev sahibinin bir işini yaptıklarından dolayı kira
vermedikleri tespit edilmiştir.
87
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93
yoksulların % 31,06’sı 76-100 YTL ve % 35,49’u da 101-150 YTL arası kira
vermektedir. Diğerlerine göre daha iyi geliri olan yoksullara bakıldığında ise aylık geliri
401-500 YTL olanların yarısından daha azı (% 38,63) 101-150 YTL, % 14,07’si ise
151-200 YTL arası kira vermektedirler (Yaşar, 2009:16). Genel olarak güncellenmiş
verilerden hareketle bakıldığında Elâzığ’da yoksullar içinde 1720 ailenin 150-200 YTL
kira ücreti ödedikleri tespit edilmiştir. Yoksulların gelirleri değişken ve düzensiz
olduğundan onların başka özellikleri de dikkate alınarak konut sahibi olma ihtimalleri
değerlendirilebilir. Örneğin, sosyal güvence sahipliğine göre yoksulların ikamet
şekillerine baktığımızda ise sağlık sorunlarını yeşil kartla sağlayan 6219 ailenin 3298’i,
SSK ile karşılayan 1780 ailenin 878’i ve Bağ-kur’la karşılayan 241 ailenin 93’ü kirada
oturmaktadır. Yine hiçbir sosyal güvencesi olmayan 438 ailenin 225’inin kirada
oturduklarını ifade etmeliyiz.
Türkiye’de sermaye piyasasının darlığı ve ekonomik davranışlarda geleneksel
alışkanlıkların belirleyici olması nedeniyle insanlar ellerindeki tasarrufları genellikle
eve yatırmaktadırlar. Ancak, insanların konut alma davranışları bulundukları sosyoekonomik seviyeye göre farklılaşmaktadır. Gelir ve sürekliliği düştükçe insanların
konut sahibi olmaya verdikleri önem artmaktadır. Yapılan bir çalışmada alt gelir
dilimindeki insanların % 60’dan fazlası konut sahibi olmayı uzun dönemde en önemli
hedefleri olarak görmüşlerken üst sınıftaki insanların % 30’u bu fikre katılmışlardır
(İngram, 2008:15). TOKİ’nin yaptığı çalışma bazında düşünürsek hali vakti yerinde
olanlar için konut, yatırım ve gelir aracı iken orta halli aileler için ev almak, kiradan
kurtulmak (% 34,1) ve çocuklarına asgari bir güvence sağlamak (% 21,1) anlamına
gelmektedir (2006:111). TOKİ’nin dar gelirliler üzerinde yaptığı bir çalışmada
deneklerin önemli bir kısmının çocuklarına bırakabilmek amacıyla ev sahibi olmayı
istedikleri ve bu insanların kendileri için hayallerini gerçekleştiremeyecek kadar yorgun
oldukları ifade edilmektedir (TOKİ, 2006:88). Halbuki yoksullar üzerindeki
çalışmamızdan hareketle konutun onlar için ne bir yatırım ya da çocukları için bir miras
ne de gelir aracı ya da prestij sembolü olduğunu bunların ötesinde evin onlar için
yaşamak ve hayatta kalmak anlamına geldiğini rahatlıkla ifade edebiliriz.
Eve yapılan bu yatırımlar işsizlik sigortası gibi sosyal güvenlik sistemlerinin
gelişmediği, ekonomik sarsıntıların bol olduğu, bankaların içlerinin boşlatıldığı
ülkemizde yaşayanlar için son liman olarak düşünülmektedir. Bu liman, yeri geldiğinde
sığınılan yeri geldiğinde satılarak çocuğunun eğitimine, düğününe yeri geldiğinde ise
ekmek teknesine dönüştürülen ve kişinin aslan olup olmadığının kriteri yani yattığı
yerdir. Yatırım amaçlı alınan evler, ona yatırılan para miktarı ile orantılı olmasa da
belirli bir kazanç getirmektedir. Üstelik ev alım-satımı yapmayı bırakın sadece
aracılığını yapan emlakçılar bile bundan iyi kazanmaktadırlar. Arsa arzının yetersizliği
arsa değerlerini, bu ise konut fiyatlarını yükseltmektedir. Yükselen konut fiyatları eve
para yatıranların daha fazla gelir beklentisine girmelerini, bu durum kira miktarını,
kiranın artması ise ev sahibi olma tutkusundan başlayan bu kısır döngünün yeniden
işlemesini getirmektedir. Sonuçta, gerek gösterişçi tüketim gerek planlamanın olmayışı
gerekse yapılan evlerin hitap ettiği kitle nedeniyle dar gelirli ve yoksullar ev sahibi
olamamakta ve yüksek kiralar onların bütçelerini emerek ev tasarruflarını imkânsız hale
getirmektedir. Bu durumda kentsel arsa planlaması toplumun alt sınıfları da gözetecek
şekilde yeniden ele alınabilirse konut sorunu azalacaktır.
88
M. Ruhat YAŞAR
Sonuç ve Değerlendirme
Dünyada en bol bulunan şey yani toprak, meta fetişizmi nedeniyle bugün en
spekülatif ve en pahalı nesnelerden biri haline gelmiştir. Bir dostumla uçakta seyehat
ederken, onun aşağıdaki devasa arazileri gösterip, bu uçsuz bucaksız arazilerle bunların
içine nokta gibi serpilmiş yerleşim alanlarını kıyaslayarak “şimdi birkaç metrekarelik
alan için yaşamı birbirlerine zehir eden insanları düşün” ifadesi bu durumu ne kadar da
güzel izah ediyor. Kapitalizmin bir sonucu olarak toprağın bu tarzda metalaştırılması
konut sorununu ciddi bir sıkıntı haline getirmiştir. Konut meselesi uluslar arası düzeyde
de birçok güç tarafından çözülmesi gereken bir sorun olarak algılanmaktadır. Son
dönemlerde bütünlükçü konut inşaatı adıyla tedrici ve etkileşime dayalı inşaat
projelerine kaynak ayıran Dünya Bankası alt düzey gelir grubundaki insanlara yönelik
konut ihtiyacına gittikçe daha fazla önem vermektedir (Oberoi, 1993:122).
Ev, en küçük toplum ve ailenin zeminidir. Bugün ülkemizde, dar gelirli aileler
ve yoksullar için kiracı olmak gün be gün kronik bir hal almaktadır. Özellikle yoksul
kesimin konut edinme ihtiyacı artık acil bir gereksinim haline gelmiştir. 30 yıla yakın
bir süredir aralıksız ve yüksek oranlarda seyreden enflasyon, ekonomik, sosyal ve
psikolojik olarak en çok bu kesimi tahrip etmektedir. Neredeyse hayat meselesi haline
gelen ve kutsal bir değer kazanmış olan konut sorunu, yoksulların geleceği kadar
toplumun genel huzuru açısından da çok önemlidir. Çünkü evsiz ailelerin sürekli
hareketlilikleri sosya aidiyeti ve kontrolü güçleştirerek çeşitli suçlara yol
açabilmektedir. Ayrıca, alt yapıdan yoksun alanlarda ve kötü konutlarda sürekli
yaşamak zorunda kalan yoksul aileler hayatla ilgili beklentilerini, ruhsal ve fiziksel
sağlıklarını kaybettiklerinden zamanla hayata tutunma ümitlerinden ve toplumun bir
parçası olmaktan da uzaklaşmaktadırlar.
Konut sorununun çözümünde TOKİ’nin çabaları önemli olmakla birlikte
uyguladığı politikalar yeterli değildir. Öncelikle konut meselesinde, finansal destek ve
teşvik sağlamak tek başına yeterli değildir. Konutların yapıldığı yerdeki yoksul oranı,
gelir seviyeleri ve yoksul kategorilerinin özellikleri, yerel farklılıkları hesaba
katılmadan istenen sonuçların alınması mümkün olamaz. Dolayısıyla yoksullar için
yapılacak evlerin nitelik, hedef kitle çeşitliliği ve sayısal yeterliliği konusunda ön
çalışmaların yapılması çok önemlidir. Öncelikle konuta uygulanan teşvikler, ister kredi
desteği, ister vergi istisnası şeklinde olsun, genel olmaktan çıkarılıp, gerçek ihtiyaçları
karşılamaya yönelik olmalı ve hedef kitlesi tam olarak belirlenmelidir. Bu süreçte,
konut yapımı işinin her safhasında söz konusu olan, anlamsız formalite ve engellerin
temizlenmeli, ayrıca yoksullara rehberlik eden STK’larla birlikte konut sorununa
eğilmek gerekmektedir.
Nitekim, yoksullar ve gecekondular üzerinde planlar hazırlayan Dünya Bankası
da son zamanlarda merkezi bürokrasinin olumsuz etkilerini kırmak ve yardımların,
projelerin hedef kitleye ulaştığından emin olabilmek için yerel STK’larla daha fazla
işbirliğine girmektedir. Çünkü, yoksulun belirlenmesinde devletin sadece kağıt üzerinde
hesaplar yapması ve bu alanda yoksullarla ilgilene STK’larla işbirliği yapmaması
sorunlara neden olmaktadır. Ancak, “Yoksulluğu Azaltma Stratejisi Belgelerinin”
(PRSP) hazırlanmasında daha fazla STK katılımının öngörülmesine rağmen Panos
Institute’i gibi raporları inceleyen bazı eleştirmenler PRSP sürecinin STK’ları
89
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93
güçlendireceği yerde merkezi bürokrasiyi ve profesyonel grupları güçlendirdiğini
belirtirler (Abrahamsen, 2004:185). Ancak yoksul grupları toplulukları yakından
tanıyan bu sivil örgütlenmelerin konutla ilgili yapılacak çalışmalarda ağırlıklarının,
katılımlarının arttırılması suretiyle bu sorunlar aşılabilir.
Bununla birlikte Dünya Bankası’nın bu uygulamasını eleştirenler de
bulunmaktadır. Dünya Bankasının bu tavrını kötüye yorumlayan bazıları uluslar arası
bağışçıların STK’lar aracılığıyla yoksullar üzerinde kontrol gücü bulduğunu ve bu
uygulamaların yumuşak emperyalizmin bir tarzı olduğunu ifade etmektedirler (Davis,
2007:99). Bu görüşü savunanlar ayrıca, STK’ların sosyal hareketleri
bürokratikleştirdiğini ve radikalleşmeden uzaklaştırarak sistem içinde süpab işlevi
gördüğünü ifade etmektedirler. Bunun yanı sıra Dünyanın farklı bölgelerinde yer,
hizmet ve konut kredileri veren Dünya Bankası’nın, gecekonduları iyileştirme projeleri
genelde yoksul kesimi dışlayacak şartlar taşıdığı, inşa sürecinde yoksullara istihdam
yaratma sürecini dikkate almadığı ve istenen konut ihtiyacını karşılamaktan uzak
olduğu gerekçesiyle eleştirilmiştir.
Kira denetiminin tam yapılamadığı ülkemizde ve taşra kesimlerde yoksulların
kiradan fazlasıyla olumsuz etkilenmesi söz konusudur. Özellikle kentin büyümesine
paralel olarak yoksulların oturdukları eski evlerin yıkılarak yerlerine apartmanların
yapıldığı ve gecekondu alanlarının da kentsel arazi stoğunun azalmasıyla birlikte eskisi
gibi kolay olmadığı bilinmektedir. Bu gelişmelere bağlı olarak yoksullara uygun
fiyattaki konut sunumunun azalması nedeniyle onların daha fazla kira ödemek
durumunda kaldıkları ve bunun her geçen gün daha da kronik bir sorun haline geldiği
görülmektedir. Alan çalışmamızdaki istatistikî verilere ve gözlemlerimize göre
yoksulların önemli bir kısmı, TOKİ’nin yoksullar için sunduğu konutları satın
alamayacaklardır. Bu durumda ucuz kiralı konutlar özellikle nüfus hareketliliğinin
yükseldiği kentsel arsa ve konut bunalımının arttığı günümüzde ciddi bir ihtiyaç olarak
ele alınmalı ve merkezi hükümetle belediyelerin işbirliği sağlanarak bir an önce
yoksullar için kira konutları yapılmalıdır.
Antik çağdan günümüze uzanan “insanın her şeyin ölçüsü” olduğu fikri temelde
yaşam kalitesine vurgu yapar. İnsan yaşamının kalitesi sağlık ve barınma koşullarıyla
yakından alakalı olduğundan konut politikaları yaşam kalitesini doğrudan
etkilemektedir. Dolayısıyla yaşanabilir bir çevre ve konut politikası insanımıza ve
geleceğimize sahip çıkmanın bir göstergesi olarak ciddiye alınmalıdır. Ancak bu
noktada sadece bir grubun değil herkesin özellikle de yoksulların yaşam şartlarını
iyileştirmenin kaderimize sahip çıkmak anlamına geldiğini unutmamalıyız. Bu açıdan,
konut sorununu ele alırken alt sınıflar lehine daha kolay şartlar ve geniş imkânlar
oluşturmanın yoksullukla mücadelede ve sosyal dengeyi sağlamada çok önemli bir
fırsat olduğunu ifade etmeliyiz.
Kaynakça
Abrahamsen, Rita (2004). “Review Essay: Poverty Reduction or Adjustment by
Another Name?, Review of African Political Economy 99.
Avcıoğlu B. (2002). Türkiye’de Yaşam Kalitesi, Planlama Dergisi, Sayı: 2002/1, ss.
30-36.
90
M. Ruhat YAŞAR
Balamir M. (1996). “Türkiye’de ‘ApartKent’lerin Oluşumu”, Tarihten Günümüze
Anadolu’da Konut Ve Yerleşme, Tarih Vakfı Yayını, İstanbul, ss:335-343.
Bayraktar, Erdoğan (2007). Bir İnsanlık Hakkı Konut, İstanbul: Boyut Yayınları.
Baudrillard, Jean. (1997). Tüketim Toplumu, Çev.: Hazal Deliçaylı- Ferda Keskin,
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
BM-HABİTAT (1996). An Urbanising World: Global Report on Human
Settlements, Oxford.
Castells, Manuel (1997). Kent, Sınıf, İktidar, Ankara: Bilim ve Sanat Yay.
Davis, Mike (2007). Gecekondu Gezegeni, Metis Yay: İstanbul.
Devas, Nick (2003). “Can city Goverments in the South Deliver for the Poor?”,
International Development and Planning Reiwev, 25: 1.
Engels, F. (1977). “Konut Sorunu”, Marks-Engels: Seçme Yapıtlar, Cilt: II, s: 364447, Birinci Baskı, Ankara: Sol Yayınları.
Erdoğan, Mustafa (2007). İnsan Hakları Teorisi ve Hukuku, Ankara: Orion Kitabevi.
Erhard, Berner (2002). “Povety Alleviation and the Eviction of the Poorest”,
International Journal of Urban and Regional Research 24: 3, P. 536-553.
Ertürk H. (1996). Kent Ekonomisi, 2. Baskı, Ekin Kitabevi, Bursa.
Elâzığ Ticaret ve Sanayi Odası (2007). 2007 Yılı Raporu.
Gita, Verma (2002). Slumming İndia: A Chronicle of Slums and Their Saviours,
New Delhi.
Gooptu, Nandini (2001). The Politics of the Urban Poor in Early Twentieth-Century
İndia. Cambridge Üniversity Pres.
Harvey, D. (1993). “Form Space to Place and Back Again: Reflections on the Condition
of Postmodernity”, Mapping the Futures, J. Bird (Ed.), Routledge, London,
1993.
İngram, John Gılderbloom (2008). with Richard P. Appelbaum and Michael Anthony
Campbell, Invisible City: Poverty, Housing and new Urbanism, University of
Texas Press.
Karpat, Kemal H. (2003). Türkiye’de Toplumsal Dönüşüm, Çev.: Abdulkerim
Sönmez, Ankara: İmge Yayınları.
Keleş, R. (1978). Konut Sorunları ve Politikası, Şehircilik, Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara.
Keleş, Ruşen. “Dar Gelirli Kentliler İçin Bir Konut Edindirme Yöntemi: Evini Yapana
Yardım”, SBF Dergisi, c:43, No: 1-2, Ocak-Haziran 1998, ss. 81-82.
Keleş, R. (2002). Kentleşme Politikası,7.Baskı, İmge Kitabevi, Ankara.
Keleş, Ruşen (2006). Kentleşme Politikası, Güncelleştirilmiş 10.Baskı, Ankara.
Konut Politikaları ve Finansmanı (1993). T.C. Başbakanlık Toplu Konut İdaresi
Başkanlığı- IULA EMME Uluslararası Yerel Yönetimler Birliği, İstanbul.
Köse, A..Haşim; Y. Karahanoğulları (2002). Türkiye’de Faktör ve Varlık Gelirlerinin
Sınıfsal Temellerine İlişkin Gölemler, Toplum ve Bilim Dergisi, Sayı: 104.
Marshall, Gordon (1999). Sosyoloji Sözlüğü (Çev.: Osman Akınhay, Derya Kömürcü),
Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
More, Thomas (1999). Ütopya, Çev.: T.Gökçen Sağnak, İstanbul: Gün Yayınları.
Oberoi, As. (1993). Population Growth, Employment and Poverty in Third-World
Mega-Cities. New York: St. Martin's Press,. xv, 224 p.
91
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93
Ocak, Ersan (2002). Yoksulun Evi, Yoksulluk Halleri içinde (Der: Necmi Erdoğan),
İstanbul: De:ki Yayınları.
Özlem Dündar (2001). “Informal Housing in Ankara”, Cities, 18: 6.
Özüerken, Ş. (1996). “Kooperatifler ve Konut Üretimi”, Tarihten Günümüze
Anadolu’da Konut Ve Yerleşme, Tarih Vakfı Yayını, İstanbul, ss:355-365.
Pasternak Taschner, Suzana (1995). “Squatter Settlements and Slums in Brazil:
twenty years of Research and Policy”. En Brian C. Aldrich and Ranvinders
Sandhu. Housing the Urban Poor. Policy and Practice in Developing Countries.
London and New Jersey: Zed Boks.
Pınarcıoğlu, Melih ve Oğuz Işık (2006). Nöbetleşe Yoksulluk: Sultanbeyli Örneği,
İstanbul: İletişim Yayınları.
Rex, John and Robert Moore (1967). Race, Com-munity and Conflict, Oxford:
Oxford University Press.
Risbud, Neelima (2002). “Poicies for Tenure Security in Delhi”, Durand-Lasserve
Alaine, and Royston Lauren, In Houlding Their Ground, Stylus Publishing
Sey, Y. (1998). “Cumhuriyet Döneminde Kent”, 75 Yılda Değişen Kent ve Mimarlık,
Y.SEY (ed.), Türkiye İş Bankası-Tarih Vakfı Yayını, İstanbul, ss:273-299.
Stone, Michael E. (1993), Shelter Poverty, Philadelphia: Temple Univ. Press.
Şenyapılı, T., (1998). “Cumhuriyet’in 75. Yılı, Gecekondunun 50. Yılı”, 75 Yılda
Değişen Kent ve Mimarlık, Y.SEY (ed.), Türkiye İş Bankası-Tarih Vakfı
Yayını, İstanbul, ss:301- 315.
Tapan, M. (1996). “Toplu Konut ve Türkiye’deki Gelişimi”, Tarihten Günümüze
Anadolu’da Konut Ve Yerleşme, Tarih Vakfı Yayını, İstanbul, ss: 366-378.
TOKİ (2006). Müşteriye Danışma Süreci Araştırma Çalışması, TOKİ Araştırma
Dizisi 3, Ankara.
TOKİ (2006a). Türkiye’de Konut Sektörü ve T.C. Başbakanlık Toplu Konut
İdaresinin Konut Üretimindeki Yeri, TOKİ Araştırma Dizisi 2, Ankara.
TOKİ (2007). Konut Edindirme Rehberi, Ankara.
Toprak, Z. (1988). Kent Yönetimi ve Politikası, Yönetim ve Ekonomi. S: 11/2, ss. 165185.
Tosun, K. Elif (2005). “Türkiye’de Konut İhtiyacı ve Konut Finansmanı”,
PARADOKS Ekonomi, Sosyoloji ve Politika Dergisi (e-dergi),
http://www.paradoks.org Yıl:2 Sayı:2, ISSN 1305-7979.
Türkdoğan, Orhan (2006). İstanbul Gecekondu Kimliği, İstanbul: IQ Bilim Sanat
Yayınları.
Urry, Jhon (1999). Mekânları Tüketmek, Çev.: Rahmi G. Öğdül, İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
T.C. Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Konut Müsteşarlığı
www.konut.gov.tr./html/a_evsahipliği.html (21.12.2004)
T.C. Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Konut Müsteşarlığı
www.konut.gov.tr./html/a_ödenebilirlilik.html (21.12.2004)
www.ntvmsnbc.com/news/192039.asp?0m=H13L&cp1=1
www.spk.gov.tr/HaberDuyuru/konferans/konusmametni_ 08112004.html
www.konut.gov.tr/html/raporveekleri/Tablolar11-24.doc.
www.canaktan.org/ekonomi/yoksulluk/besinci-bol/m-insan-yerlesimleri. html.
92
M. Ruhat YAŞAR
Tablo: Bölgemizde İllere Göre Konut İhtiyacı, Konut Stoku ve Tahmini Konut Fazlası
İLLER
2000
2000 YILI
YILI
KONUT
KONUT
STOKU
İHTİYACI RUHSATLI/
RUHSATSIZ
GAZİANTEP 204.922
110.382
K.MARAŞ
ŞANLIURFA 134.682
DİYARBAKIR 133.406
63.281
MARDİN
40.471
BATMAN*
21.470
SİİRT
14.618
KİLİS*
106.258
ERZURUM
101.902
MALATYA
65.892
ELAZIĞ
31.095
ERZİNCAN
85.125
SİVAS
68.161
VAN
38.363
AĞRI
20.408
BİNGÖL
22.944
MUŞ
27.768
ŞIRNAK*
15.741
IĞDIR*
12.350
TUNCELİ
269.188
127.264
147.142
184.856
70.011
52.583
26.433
19.997
106.794
120.069
98.067
37.460
100.975
73.687
39.833
25.529
23.665
30.506
17.871
12.519
2000
YILI
FAZLA
KONUT
SAYISI
64.266
16.882
12.460
51.450
6.730
12.112
4.963
5.379
536
18.167
32.175
6.365
15.850
5.526
1.470
5.121
721
2.738
2.130
169
İLLER
2010
2010 YILI
2010
YILI
KONUT
YILI
KONUT
STOKU
FAZLA
İHTİYACI RUHSATLI/ KONUT
RUHSATSIZ SAYISI
GAZİANTEP 270.203
ŞANLIURFA 189.016
DİYARBAKIR 174.517
142.384
K.MARAŞ
90.705
MARDİN
57.660
BATMAN*
28.384
SİİRT
9.954
KİLİS*
132.531
MALATYA
102.912
VAN
89.015
SİVAS
83.689
ELAZIĞ
55.359
AĞRI
34.752
KARS
32.426
MUŞ
27.642
BİNGÖL
25.759
ARTVİN
21.898
IĞDIR*
ARDAHAN* 9.465
11.893
TUNCELİ
375.683
208.948
264.091
191.644
99.142
104.253
34.510
59.034
158.462
114.063
133.007
141.280
57.636
36.472
38.201
36.326
39.673
43.031
16.098
16.471
105.480
19.932
89.575
49.260
8.437
46.594
6.126
49.080
25.931
11.151
43.992
57.590
2.277
1.720
5.775
8.684
13.915
21.133
6.633
4.578
Varsayım: 2000 Yılı Konut Stokunun 2000-2010 döneminde ruhsat artış oranında
artması (www.konut.gov.tr.).
93
KIRGIZİSTAN’DA DEĞİŞİM SÜRECİNDE ORTAYA ÇIKAN
SİYASAL HAREKETLER 1989-2008
Fahri TÜRK
Özet / Abstract
Değişim sürecinde Kırgızistan’da birçok siyasal parti ve Sivil Toplum Kuruluşu (STK) ortaya
çıkmıştır. Ancak zamanla anayasal ve siyasal sitemde yapılan değişiklikler partilerin siyasal yaşama
katılımını olumsuz yönde etkilemiştir. Kırgızistan’da kurulan siyasal partiler esas itibarıyla iki kategori
halinde ele alınabilir: Birinci kategoride, Asaba, Ata-Meken (Anavatan), Erkin Kırgızistan, Sosyal
Demokratlar ve Komünistler yer almaktadır. Bunlardan başka bu grup içinde bir de çeşitli meslek
gruplarının çıkarlarını gözetmek amacıyla kurulmuş Kırgızistan Tarım İşçileri Partisi ve Kırgızistan Çiftçi
Partisi gibi siyasal partiler mevcuttur. İkinci kategoride ise Aşar Derneği gibi partiler üstü kurum ve
kuruluşlar bulunmaktadır. Bunların dışında bir de Kırgızistan’da yaşayan azınlıklar tarafından kurulan
kültür ve yardımlaşma dernekleri mevcuttur. Ahıska Türkleri tarafından kurulan Türk Ata Kültür Merkezi
ve Slavlar tarafından kurulan Slav Diaspora Birliği bunlardan sadece ikisidir. Kırgızistan’da siyasal parti
yelpazesinde bunlardan başka bir de Alaş, Türkistan Partisi ve Hib-ut Tahrir gibi sınır aşan radikal
İslamcı-Türkçü partiler faaliyette bulunmuşlardır.
Anahtar Kelimeler: Kırgızistan’da Siyasal Sistem, Milli Partiler (Asaba, Ata-Meken ), Partiler
üstü Siyasal Hareketler (Aşar Derneği), Azınlık Kültür Merkezleri (Türk Ata Kültür Merkezi), Sınır aşan
Radikal İslamcı-Türkçü Partiler (Alaş, Türkistan Partisi)
THE POLITICAL MOVEMENTS OF KYRGYZSTAN IN THE PERIOD OF TRANSFORMATION
PROCESS (1989-2008)
In Kyrgyzstan it has emerged many political parties and Non-Governmental Organizations
(NGO’s) in the period of transformation process. The changes in the constitution had a negative impact
on participating of political parties in the political decision-making mechanism. In the transformation
process in Kyrgyzstan founded parties can be divided into two main categories. In the first category there
are parties such as Asaba, Ata-Meken, Erkin Kyrgyzstan, the Social Democrats and the Communists.
Kyrgyzstan Peasant Party, which belongs to the first category, represents the interest of Kyrgyz peasants.
In the second category there are meta-party organizations such as Ashar. Türk Ata (Turks) and Slavic
Diaspora (Russians) are the two cultural societies founded by the minorities, who live in Kyrgyzstan. In
the spectrum of political parties there are another type of parties like Alash, Turkestan Party and Hizb-ut
Tahrir that operated in the transnational level.
Key Words: Political System of Kyrgyzstan, National Parties (Asaba, Ata-Meken), Meta-party
Organizations (Ashar), Cultural Centrums of Minorities (Türk Ata and Slavic Diaspora), Transnational
Radical İslamic Turkic Parties (Alash, Turkestan Party and Hizb-ut Tahrir)
Giriş
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde (SSCB) 1985’lerden sonra
uygulanmaya başlanan Glasnost ve Perestroyka politikalarının etkisiyle tıpkı diğer Orta
Asya ülkelerinde olduğu gibi Kırgızistan’da da birçok siyasal parti ve sivil toplum
kuruluşu (STK) ortaya çıkmaya başlamıştır. Kırgızistan’da 1991 ila 1996 arasında
800’den fazla STK ortaya çıkmıştır. Ancak bu STK’lar hükümetle işbirliğine
gidemedikleri için toplumsal hayattaki etkileri sınırlı kalmıştır (Bk. Kasybekov,
1999:71) Bu örgütler bir bakıma söz konusu ülke entelektüelleri tarafından kurulmuş

Yrd. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü.
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 95 – 115
siyasal tartışma kulüpleri şeklinde işlev görmeye başlamıştır. Örneğin 17 Ağustos 1988
tarihinde çevreci gençler ve emekliler tarafından kurulan Ekoloji adlı STK bunlardan
sadece bir tanesidir. Bu süreçte Kırgızistan’da birçok siyasal parti kurulmuştur. Bu
partiler esas itibarıyla iki kategori halinde ele alınabilir: Birinci kategoride, Asaba, AtaMeken (Anavatan), Erkin Kırgızistan, Sosyal Demokratlar ve Komünistler yer
almaktadır. Bunlardan başka bu grup içinde bir de çeşitli meslek gruplarının çıkarlarını
gözetmek amacıyla kurulmuş Kırgızistan Tarım İşçileri Partisi ve Kırgızistan Çiftçi
Partisi gibi siyasal partiler mevcuttur. İkinci kategoride ise partiler üstü kurum ve
kuruluşlar bulunmaktadır. Buna bir örnek verilecek olursa Aşar Derneği 1980’lerin
sonunda Bişkek ve çevresindeki konut sorunu ile mücadele için kurulmuştur. Bu
derneğin karşılığı olarak Oş şehrinde ise Oş Oymağı adı verilen başka bir dernek
kurulmuştur. Bu iki kategori dışında bir de Kırgızistan’da yaşayan azınlıklar tarafından
kurulan kültür ve yardımlaşma dernekleri mevcuttur. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri
Kırgızistan’da yaşayan Ahıska Türkleri1 tarafından kurulan Türk Ata Kültür Merkezi ve
Slavlar tarafından kurulan Slav Diaspora Birliği bu tarz derneklerden sadece ikisidir.
Bu çalışmada ilkin Kırgızistan’ın anayasal sistemi incelenecektir. Daha sonra bu
ülkede muhalefet hareketlerinin gelişimi ve Kasım 2008’de mevcut muhalefet
partilerinin durum tespiti yapıldıktan sonra mevcut seçim kanunu çerçevesinde 16
Aralık 2007 seçimleri analiz edilecektir. Bir sonraki adımda ise kısaca Kırgızistan’da
siyasal partiler yelpazesi kısaca tanıtıldıktan sonra ayrıntılı olarak değişim sürecinde
ortaya çıkan siyasal partiler analiz edilecektir. Son olarak Kırgızistan’da siyasal parti
yelpazesinde yer alan Alaş, Türkistan2 Partisi ve Hizb-ut Tahrir gibi sınır aşan partiler
analiz edilecektir.
1
2
96
Stalin tarafından İkinci Dünya Savaşı sürerken (1944) Batı literatüründe Mesket Türkleri olarak
tanınan 130.000 Ahıska Türk’ü Gürcistan’ın güneyindeki anayurtlarından Orta Asya ve Sibirya’nın
çeşitli yerlerine sürülmüşlerdir. Bu sürgün esnasında 30.000 civarında Ahıska Türk’ü yollarda açlık ve
çeşitli hastalıklardan ölmüştür. Gürcistan 1999 yılında Avrupa Konseyi’ne üye olduktan sonra
Ahıskalıların evlerine dönmelerinin yolu açılmıştır. Türkiye, 1 Mart 2009 tarihinde yürürlüğe giren bir
kanunla dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan 60.000 Ahıska Türk’üne Türk vatandaşlığına geçme
hakkı tanımıştır. Türk vatandaşlığına geçmek isteyen Ahıskalılar bu yasa uyarınca 1 Haziran 2009
tarihine kadar müracaat etmeleri halinde Türk vatandaşlığına kabul edilebileceklerdir. (Bkz.,
Yazar,İsa, Ahıskalılar vatandaş oldu; nüfusumuz 60 bin arttı, Zaman 11.03.2009, s. 3.)
Türkistan kelimesi Güney Kazakistan’da bulunan Türkistan (Yesi) şehrinin adından gelmektedir.
Türkistan kavramı 1867’den itibaren Rusya’nın Orta Asya’da ele geçirdiği toprakları ifade etmek için
kullanılmaya başlamıştır. Aynı kavrama 1885 yılından sonra da Hazar Denizi ile Tanrı Dağları
arasındaki bölgeyi tanımlayıcı bir anlam yüklenmiştir. Doğu ve Batı Türkistan ayrımını ilk kez ünlü
Çek coğrafyacı Fritz Machatschek yapmıştır. Bu kavramlardan ilki Sincan Uygur Bölgesi’ni ikincisi
ise Rusya Türkistan’ını belirtmek için kullanılmıştır. Bu ayrım 19. yüzyılda İngiliz araştırmacılarına
kadar geri gitmektedir. 19. yüzyıldan önceleri ise Türkistan, merkezi Buhara olan “Büyük Buhara” ve
merkezi Kaşgar olan “Küçük Buhara” olarak adlandırılmaktaydı. Doğal olarak bu ayrım o zamanın
güç dengesini yansıtmaktaydı. Rus Harbiye Nazırı Suchosanet 1857’de yaptığı yazışmalarda dahi
Kaşgar’ı Türkistan ve buranın Müslüman ahalisini de Türkistanlılar olarak nitelendirmiştir. Fakat
Machatschek Afganistan ve İran Türkistan’ından bahsetmemektedir. Esasında Afganistan ve İran
Türkistan’ı Rusya ve Çin Türkistan’ı ile birlikte jeopolitik anlamda Türkistan’ı oluşturmaktadır.
Buhara ve Hive hanlıklarının kuruluşundan sonra yani 1500’lü yıllardan itibaren Türkistan kavramı
Afganistan’ın Herat Bölgesi’ni belirtmek için kullanılmaya başlamıştır. Musketov’un Türkistan
kelimesini etnografik düşüncelerle salt coğrafyayı esas alarak Tanrı Dağları, Hazar Havzası, İran
Platosu ve Buz Denizi arasındaki bölgeyi kapsayacak şekilde kullanması literatürde pek taraftar
Fahri TÜRK
Siyasal Sistem
5 Mayıs 1993’te kabul edilen Kırgızistan Anayasası son olarak 21 Ekim 2007
tarihinde değiştirilmiştir. Kırgızistan Anayasası’na göre, bu ülke devlet başkanına geniş
yetkiler tanıyan başkanlık sistemi ile yönetilmektedir. Kırgızistan’da Şubat 1996, Ekim
1998 ve Şubat 2003’te yapılan anayasa değişiklikleri ile devlet başkanının yetkileri
parlamento aleyhine bozulmuştur. Batı Avrupa anayasalarından esinlenerek hazırlanan
söz konusu Kırgızistan Anayasası güçler ayrılığı ilkesini öngörmektedir. Bu
anayasasının birinci maddesinin birinci fıkrasına göre Kırgızistan bağımsız, üniter,
demokratik ve laik bir devlet olarak tarif edilmektedir. (Constitution of The Kyrgyz
Republic, 21 Ekim 2007:2) Kırgızistan’da devlet başkanı 5 yıl süreyle art arda iki kez
seçilebilir. Kırgızistan Anayasası’nın 44. maddesi birinci fıkrası gereğince devlet
başkanlığı seçimlerine katılacak kişinin yaşının 35 ila 65 arasında olması, devletin resmi
diline hâkim olması ve başvuru tarihinde en az 15 yıldan beri Kırgızistan’da ikamet
ediyor olması gerekmektedir. Devlet başkanlığına en az 50.000 seçmenin imzasını
toplayan herkes aday olabilmektedir. Kırgızistan’da devlet başkanının yetkileri oldukça
geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır.3
Tek kanatlı olan Kırgızistan Cumhuriyeti Parlamentosu’na Yorgu Kengeş4 adı
verilmektedir. Kırgızistan Parlamentosu’nda 5 yıllığına seçilen 90 milletvekili görev
yapmaktadır. Milletvekilliği seçimleri parti listelerine göre nispi temsil sistemi esas
alınarak yapılmaktadır. Milletvekili seçilebilmek için 25 yaşını doldurmuş olmak
gerekmektedir. Milletvekilliği seçimlerinde oy kullanabilmek için ise 18 yaşını
doldurmuş olmak şartı aranmaktadır. Kırgızistan’da Seçim Kanunu’nda 2007 yılında
3
4
bulamamıştır. Bolşevikler “Türklerin Ülkesi” anlamına gelen Türkistan tabirinin yerli halk arasında
1919’da olduğu gibi bölgede muhtariyet düşüncesini canlandırma ihtimalinden korktuklarından
Türkistan kelimesini kullanmaktan özellikle kaçınmışlardır. Yani Orta Asya kavramı Türkistan
kavramına göre SB’nin politik amaçlarına daha uygun düşmüştür. Bartold’a göre, Rusya’nın
Türkistan kelimesini resmi yazışmalarda kullanmaktan özenle kaçınmasının nedeni etnografiktir.
Jeopolitik Türkistan kavramı, Afganistan’da Hindukuş Dağları’nın kuzeyinden Tanrı Dağları’na kadar
olan bölge ve İskender Dağları’ndan Balkaş Gölü’ne ve Hazar Denizi’nin güneyinden geçerek Gobi
Çölü’ne kadar olan alanı içine almaktadır. Jeopolitik Türkistan günümüzde aşağıdaki bölgeleri
kapsamaktadır: İran Türkistan’ı (Gorgan ve Horasan) Afganistan Türkistan’ı (Hindukuş Dağları’nın
kuzeyindeki iller ve Herat Bölgesi), Çin Türkistan’ı (Sincan Otonom Bölgesi), Batı Türkistan
(Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Türkmenistan) (Bkz. Olzscha, Reiner vd. 1942:811).
Devlet başkanının yetkileri için bkz. Constitution of The Kyrgyz Republic, 21.10.2007 Madde 46-53,
s. 12-15.
2007 yılında yapılan anayasa değişikliğine kadar Yorgu Kengeş yasama meclisi ve temsilciler meclisi
olarak iki kanattan meydana gelmekteydi. Toplam 35 sandalyeye sahip yasama meclisi bütün halk
tarafından seçilmekteydi. Buna karşılık 70 milletvekilinden meydana gelen temsilciler meclisi ise
yerel çıkarları temsil etmekteydi. Askar Akayev döneminde yapılan Anayasa değişikliğinde rejim,
muhalefetin isteklerini dikkate almadığı gibi, daha önce verilmiş demokratik hakların bazılarını da
ellerinden almıştır. Seçim yasasında 2003 yılında yapılan değişiklik taslağı Yorgu Kengeş’teki
milletvekili sayısını 75 ile sınırlandırmaktaydı. Bu yasa değişikliği, milletvekillerinin seçim
bölgelerinde doğrudan seçilmelerini ön görüyordu. Bu değişikliğe göre, parti listelerinden seçilen 15
milletvekilliğinin çıkarılması gerekmekteydi. Bu seçim sistemi değişikliği, Kırgızistan’ı klan yapıları
temelinde 75 seçim bölgesine ayırıyordu. Lale Devrim’in ateşinin tetiklenmesinde seçim sistemindeki
bu değişikliğin de etkisi olmuştur (Kunze 2003:55-56).
97
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 95 – 115
yapılan değişiklikle birlikte yüzde 5’lik ülke ve yüzde 0,5’lik bölge barajı uygulamasına
geçilmiştir. Kırgızistan 2001 yılında yerel seçimlerin yapıldığı ilk Orta Asya ülkesi
olmuştur. Kırgızistan Anayasası’nda seçimlerin hür, eşit ve gizli oy, açık tasnif esasına
göre yapılacağı garanti altına alınmış olsa da seçimlere sürekli olarak şaibe karıştırılmış
ve karıştırılmaktadır. Aksar Akayev’in ülkenin kaynaklarını yakın akrabalarına ve
onların yakınlarına peşkeş çekmesi ve 27 Şubat 2005’te yapılan seçimlere şaibe
karıştırması Lale Devrime giden yolu açmıştır.
Rejim ve Muhalefet Partileri
Kırgızistan 31 Ağustos 1991 tarihinde bağımsızlığını kazandıktan sonra A.
Akayev devlet başkanlığı koltuğuna inanmış bir demokrat olarak oturmuştur. Bundan
dolayı 1990’ların ortasına kadar Kırgızistan Orta Asya’nın İsviçre’si ve bölgenin
demokrasi adası olarak anılmaya başlanmıştır. Ancak Akayev rejimi gittikçe daha
otoriter ve baskıcı bir karakter almıştır. Akayev yaptığı reformlarda muhalefetin
isteklerine kulak tıkadığı ve kimi zaman muhalefet liderlerini çeşitli yöntemlerle ikna
ettiği için ülkesinde sağlam bir siyasal sistemin yerleşmesini engellemiştir. Çünkü bu
şekilde Kırgızistan’da Batılı anlamda siyasal partilerin kurulması ve gelişmesi mümkün
olamamıştır. Kırgızistan’da siyasal partiler daha çok bir liderin etrafında toplanmış
birkaç yüz taraftardan meydana gelen ve hiçbir siyasal nüfuzu olmayan dernekler
niteliğindedir. Bundan dolayı Kırgızistan’da 2000 yılında yapılan parlamento
seçimlerine katılan 420 adaydan 407’si seçimlere bağımsız olarak girmiştir.
Kırgızistan’da 2003 yılında hiçbir siyasal partinin görüşü alınmadan yapılan anayasa
değişikliğiyle çoğunluk seçim sistemi uygulanmaya başlanmıştır. Parti liderleri
seçimlerde adaylarını seçtirebilmek için seçim bölgelerindeki klanlara bağımlı durumda
olduklarından siyasal partiler kendilerini programlarından çok söz konusu yörenin çıkar
grubu veya klanı ile özdeşleştirmektedir (http://www.igfm.de/Kirgisien-vor-und-nachden-Praesidentenwahlen.537.0.html, 11.02.2009).
Kırgızistan’da Ekim 2008’de yapılan yerel seçimler muhalefet partilerinin bu
ülkede ne kadar zayıf ve halk nezdinde imajlarının ne kadar kötü olduğunu bütün
açıklığı ile ortaya koymuştur. Bakiyev rejimi muhalefetin desteği ile iktidara geldikten
sonra muhalefet partilerine baskı yaparak reform sürecini sekteye uğratmıştır.
Kırgızistan’da 2007 yılının Aralık ayında yapılan parlamento seçimlerinde radikal
muhalefet kanatta yer alan Ata-Meken Partisi Yorku Kengeş’e giremezken, ılımlı
muhalefette yer alan Sosyal Demokratlar 11, Komünistler ise 8 sandalye ile mecliste
temsil hakkına sahip olmuşlardır. Akyol Partisi’nin parlamentoda sahip olduğu
çoğunluk ve Omurbek Tekebayev ve Temir Sarıyev gibi ileri gelen muhalefet
liderlerinin elinin kolunun bağlanması hükümete ülkeyi muhalefetsiz yönetme imkânı
vermiştir (Wolters 2008:2).
Lale Devrim’in üzerinden dört yıl geçmiş olmasına rağmen Kırgızistan’da
muhalefet halkın gözünde kaybolan kredisini ve güvenilirliğini henüz geri
kazanamamıştır. Özellikle yeni anayasanın kabul edilme sürecinde (2006 Aralık)
muhalefetin rejime yaranmaya çalışması siyasal partilerin kan kaybetmelerine neden
olmuştur. Ishak Masaliyev liderliğindeki Komünistler parlamentoda bir ağırlığa sahip
değildir. Bakut Beşimov liderliğindeki Sosyal Demokratlar ise hükümetin enerji
sektörünü özelleştirme planları gibi bazı politikalarını eleştirdikleri için şartlı muhalefet
98
Fahri TÜRK
olarak kabul edilebilirler. Diğer yandan Sosyal Demokratlar da sistemi tam manasıyla
eleştirememektedirler. Bunun nedeni Osmanbek Artukbayev ve Murat Çurayev gibi
işadamlarının parlamentoda bulunmasıdır. Yani fraksiyonda hükümete karşı yapılacak
esaslı bir eleştirinin söz konusu işadamlarının işlerine zarar vereceği endişesi hâkimdir.
Buna karşılık parlamento dışında yer alan muhalefet partileri hükümete karşı
eleştirilerini daha yoğun bir şekilde yapmaktadır. Örneğin bazı uzmanlar tarafından
gerçek bir muhalefet partisinin son kalıntıları olarak görülen Ata-Meken’in lideri
Omurbek Tekebayev Bakiyev’in önemli bir rakibidir. Ata-Meken son zamanlarda yeni
bir anayasa taslağı üzerinde çalışmaktadır. Ata-Meken’in en önemli sorunu finansal
kaynak sıkıntısı çekmesidir. Parti Aralık 2008’de yapılan seçimler öncesinde Bişkek’te
bütün adaylarının katıldığı ortak bir miting düzenlemesine rağmen, kırsal bölgelerde
etkili bir propaganda yaparak adını yeterince duyuramamıştır. Ata-Meken
müzminleşmiş finansman sorunu aşabilmek için Almasbek Atambayev’in
öncülüğündeki Sosyal Demokratlar ile işbirliği yapmaya başlamıştır. Kırgızistan’da
siyasal partiler ile STK’lar arasındaki işbirliği de eskisi gibi değildir. Muhalefet
partilerinin ve STK’ların siyasal faaliyetlerini kısıtlayan bir diğer faktör ise yürüyüş ve
toplantı kanunun daha da kötüleşmesidir (Wolters 2008: 3-4). Ancak Erkin
Bulakbayev’in Yeşiller Partisi ve Temir Sarıyev’in Beyaz Şahin adlı liberal partisi
Sosyalistlerin sahip olduğu prestije sahip değildir.
Tablo 1: Kırgızistan’da Önde Gelen Siyasal Partiler (Kasım 2008), Kaynak: Wolters,
Alexander, Auf der Suche nach der Tulpenrevolution. Kirgistan im Herbst 2008, in:
Zentralasien-analysen, Nr. 11, s. 8, 2008, http://www. laender-analysen.de/zentralasien,
11.02.2009.
Kırgızistan’da Önde Gelen Siyasal Partiler (Kasım 2008)
Parti İsmi
Kuruluş Birleşmeler/İsim
Yılı
Değişiklikleri
Önemli
Liderler
Yelpaze
Kurmanbek
Bakiyev,
Aytıbay
Tagayev,
Çolpan
Bayekova,
Elmira
İbrahimova
Bakıtbek
Beşimov,
Osmanbek
Artukbayev
Absamat
Masaliyev
Populist
Omurbek
Liberal Sol, Sosyalist
Parlamentoda Temsil Edilen Partiler
Halkpartisi 15 Ekim
(Akyol)
2007
Atayurt, Liberal İlerici Parti
“Birleşik Kırgızistan,
Cumhuriyetçi İş ve Birlik
Partisi “Ülkem”, El
Geleceği, Yurtsever Parti
“Kırgızistan Birliği
Kırgızistan 25 Eylül
Sosyal
1993
----------------------------------Demokrat
Partisi
Kırgızistan Ağustos Kırgızistan Komünist Partisi
Komünist 1992
(SSCB)
Partisi
Parlamento Dışındaki Siyasal Partiler
Ata9 Ekim
Erkin Kırgızistan (Hür
Sosyal Politika
---------------------------
99
Mart 2010, Sayı 15, sh. 95 – 115
SBArD
Kırgızistan (sol kanadı),
daha sonra diğer partilerle
birleşme, son parlamento
seçimlerinde liberal parti ile
seçim ittifakı
SSCB döneminde
kurulmuştur. O günden
bugüne muhalefet partisidir.
Demokratik Güçler Birliği
adlı liberal blokun devamı
Meken
Sosyalist
Parti
1992
Asaba
(Bayrak)
26
Nisan
1990
10
Nisan
2007
9
Temmuz
----------------------------------1999
Beyaz
Şahin
ArNamus
Kırgızistan
Yeşiller
Partisi
Yeni
Kırgızistan
18
Haziran
2004
14 Ekim
1994
Tekebayev,
Duyşon
Çotonov
Asımbek
Milliyetçi-Populist
Beknazarov
Temir
Sarıyev
Liberal İktisat
Felix
Sosyal Politika
Kulov
Emil
Aliyev
Erkin
Liberal Sol, Çevreci
----------------------------------- Bulekbayev
Tarım İşçileri Partisi
Usen
Sudukov,
İsmail
İshakov
---------------------------
 Kırgızistan’da iki tane komünist parti vardır. Bunlardan ilki Kırgızistan Komünist
Partisi, ikincisi ise 1999’da kurulan ve liderliğini Klara Hacıbekova’nın yaptığı Kırgız
Komünist Partisi’dir. Bu parti parlamento dışında muhalefet yapmaktadır. Kırgızistan Komünist
Partisi 16 Aralık 2007 seçimlerinde 8 milletvekilliği kazanmıştır.
Kırgızistan’da siyasal parti yelpazesi çok parçalı bir yapıdadır. 1993’te
yayınlanan Kırgızistan kroniklerinde yer alan bilgiye göre, ülkede resmen kayıtlı 7 parti
ve 258 adet dernek ve STK bulunmaktadır (İncioğlu 1994:128). Nisan 2008 itibarıyla
106 tane siyasal parti bulunan Kırgızistan’da (http://www.kas.de/wf/doc/kas_13584544-1-30 pdf, 11.02.2009) aynı yılın kasım ayında yapılan Yorku Kengeş seçimlerinde
parlamentoya sadece üç parti girmiştir. (Bk. Tablo 1) Parlamento dışındaki siyasal
partiler arasında en etkilisi 9 Ekim 1992 tarihinde kurulmuş olan Ata-Meken Partisi’dir.
Bu parti haricinde seçime katılan Asaba, Beyaz Şahin, Ar-Namus, Kırgızistan Yeşiller
Partisi ve Yeni Kırgızistan gibi partiler bulunmaktadır (Bk. Tablo 1). Siyasal partiler
yelpazesinin çeşitliliğinden dolayı partilerin hedefleri ve istekleri arasında da önemli
farklılıklar mevcuttur. Özellikle Ata-Meken ve Ar-Namus partileri siyasal sistemin daha
şeffaf ve açık bir hale getirilmesinden yana tavır almışlardır. Ata-Meken hükümet ile
diyalogu savunurken, Ar-Namus Partisi’nin başkanı Emil Aliyev hükümete karşı radikal
muhalefetin yapılması gerektiğine inanmaktadır. Yukarıda sözü edilen bu iki partinin
Kırgızistan genelinde teşkilatlanma oranları istenen düzeyde değildir. Muhalefet
partileri içinde en iyi teşkilata sahip olan parti Kırgızistan Komünist Partisi’dir. Bu parti
ülkenin içinde bulunduğu bozuk ekonomik durumdan yararlanarak ve eskiye özlemi
körükleyerek kendisine taraftar bulabilmektedir (İncioğlu 1994:128).
100
Fahri TÜRK
Tablo 2: Kırgızistan’da 16 Aralık 2007’de Yapılan Seçim Sonuçları (Kaynak: ZentralasienAnalysen, Nr. 1 2008, s. 15).
Kırgızistan’da 16 Aralık 2007 Seçim Sonuçları
Partiler
Akyol
Ata-Meken
Kırgızistan Komünist
Partisi
Kırgızistan Sosyal
Demokratik Partisi
Oy Oranları (%)
Milletvekili Sayısı
46,99
8,29
5,12
71
--8
5,05
11
16 Aralık 2007 tarihinde yapılan parlamento seçimlerinde oyların yüzde
46’99’unu alan Akyol Partisi 71, yüzde 5,05’ini alan Kırgızistan Sosyal Demokrat
Partisi 11 ve yüzde 5,12’sini alan Kırgızistan Komünist Partisi 8 milletvekili çıkarmıştır
(Bk. Tablo 2). Kırgızistan’da milletvekilleri ilk kez bu seçimlerde parti listelerinden ve
nispi temsil sistemine göre seçilmişlerdir. Ekim 2007’de kabul edilen yeni seçim
kanununa göre, yüzde 5’lik bir ülke barajı getirilmiştir. Yani bir partinin Kırgızistan’da
parlamentoya girebilmesi için yaklaşık 2,7 milyon seçmenin oylarının yüzde 5’ini
alması gerekmektedir. Bunun haricinde birde yüzde 0,5’lik bölge seçim barajı
uygulaması vardır. Bölge seçim barajına göre bir parti milletvekili çıkarabilmek için
Kırgızistan’ın 7 bölgesinin her birinde ve Bişkek ve Oş gibi büyük şehirlerde toplam
geçerli oyların en az yüzde 0,5’ini alması gerekmektedir. 16 Aralık 2007 seçimlerinde
geçerli oyların yüzde 8,29’unu alan Ata-Meken, Oş’ta 0,5’lik bölge barajını geçemediği
için parlamentoya hiç bir milletvekili sokamamıştır (Eschment, 2008: s.15-16).
Kırgızistan’da yürürlükte olan yeni seçim kanununa göre her siyasal parti ülkedeki etnik
azınlıkların temsilcilerine seçim listelerinde yüzde 15 oranında yer vermek zorundadır
(FAZ, 15.12.2007, s. 6).
Siyasal Partiler
Kırgızistan’da demokratik halk hareketi 1987 yılında Bişkek’te 50 Slav
entelektüeli tarafından Demos adı verilen siyasal bir tartışma derneğinin kurulmasıyla
başlamıştır. Bu gençler hafta bir kez gençlik gazetesi Kırgız Komsomolu’nda5 buluşarak
geçmiş ve geleceğin problemlerini tartışmışlardır. Bişkek’te 17 Ağustos 1988 tarihinde
5
Komsomol, SSCB Komünist Partisi Gençlik Örgütü’nün kısaltmasıdır. Rusça açılımı Kommunitiçeski
Soyuz Molodoji (Komünist Gençler Birliği) dir. 29 Ekim 1918’de kurulan Komsomol’un o zamanki
üye sayısı 22 bin civarındaydı. 1970 ve 1980’li yıllara gelindiğinde Komsomol’un üye sayısı yaşları
14 ila 28 arasında olan 40 milyon kişiye çıkmıştı. Komsomol’un amacı SSCB gençliğini komünizm
idealine bağlı bir şekilde yetiştirmekti. 1920’li yıllarda SSCB’de ağır sanayinin kurulmasına önemli
bir katkı yapmış olan Komsomol 1937’de de Rus Uzak Doğusu’nda Komsomolsk adlı bir şehir
kurmuştur. Komsomol 19 Ağustos 1991 tarihinde yasaklanmıştır.
101
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 95 – 115
daha çok bünyesinde çevreci genç ve emeklileri barındıran Ekoloji6 adlı bağımsız bir
STK ortaya çıkmıştır. Kendilerini rejimin koruyucusu addeden Komünistler hemen bu
iki örgüte karşı harekete geçerek bu kuruluşların dağılmasına neden olmuşlardır. 11
Temmuz 1989 tarihinde ise Bişkek’te Memorial adlı STK’nın kuruluşu
gerçekleştirilmiştir. Bu derneğin kuruluşu her şeye rağmen engellenememiştir. Çünkü
aynı adlı örgüt Gorbaçov döneminde Rusya’da da kurulmuş bulunuyordu. Memorial’in
amacı; Stalin terörüne kurban gitmiş olan kişilerin adlarını listelemek ve bu kişilerin
anısına Bişkek’in belli bölgelerinde anıtlar dikerek bu kişilerin adlarını
ölümsüzleştirmekten ibaretti. Memorial’in Kırgızistan sorumluları gazeteci Aleksander
Kınyasev ve öğretmen Omurbek Abdurrahmanov idi (Trutanow, 1994:209-10). Kısaca
söylemek gerekirse, Kırgızistan’da 1980’li yılların sonunda çeşitli toplumsal
kuruluşlarla ilişki içinde olan ve daha çok klübe benzeyen birçok yerel örgüt ve grup
ortaya çıkmıştır. Bu örgütlerden bazıları; Ekolog, Isık Gölü Kurtarma Komitesi,
Gelecek (Arazi İşgalcileri Birliği), Kökcar (Arazi İşgalcileri Birliği), Kırgızeli
(Yurtdışındaki Kırgızlarla İşbirliği) ve Memorial adlı STK’nın Kırgızistan şubesi olan
Hakikat adlı oluşumlardır (Götz, Halbach 1993:147).
Kırgızistan’da kurulan partileri esas itibarıyla iki gruba ayırabiliriz. Birinci
gruba dâhil olan partiler arasında; Ata-Meken (Anavatan) Sosyalist Parti, Asaba
(Bayrak), Kırgızistan Demokratik Hareket Partisi (KDHP), Erkin (Hür) Kırgızistan
Demokratik Partisi, Kırgızistan Cumhuriyet Halk Partisi (KCHP), Kırgızistan Sosyal
Demokratik Parti (KSDP), Kırgızistan Komünist Partisi (KKP) ve Kırgızistan Birlik
Partisi (KBP) gibi partiler yer almaktaydı. İkinci gruba dâhil olan partiler daha çok
toplumun belli kesimlerinin haklarını korumak amacıyla kurulmuşlardır. Örneğin
Kırgızistan Tarım İşçileri Partisi (KTİP) ve Kırgızistan Çiftçi Partisi (KÇP) gibi partiler
ülkedeki çiftçilerin sorunlarının çözülmesine odaklanmıştır.
Bir de bu partilerden başka STK diye adlandırabilecek partiler üstü örgütler
vardır. Bu örgütler değişim sürecinde kurulmuş olup birçok partiyi içinde barındıran bir
bakıma daha kapsayıcı derneklerdir. Bir de Kırgızistan’da yaşayan diğer etnik grupların
kurmuş olduğu kültür dernekleri vardır. Bunlar arasında Kırgızistan’da yaşayan
Ahıskalıların kurduğu Türk-Ata Kültür Merkezi ve Rusların kurmuş olduğu Slav
Diaspora Birliği bulunmaktadır. Bundan başka birde sınır aşan yani birkaç Orta Asya
ülkesinde şubeleri olan Hizb-ut Tahrir ve Türkistan Partisi gibi radikal İslamcı
partilerle, Kazakistan’da kurulmuş olan ancak Kırgızistan’da da şubesi bulunan Milli
Hüriyet Alaş Partisi gibi radikal milliyetçi ve Turancı partiler bulunmaktadır.
Kırgızistan Tarım İşçileri Partisi
Kırgızistan Tarım İşçileri Partisi (KTİP) 14 Ekim 1994 tarihinde Bişkek’te
kurulmuştur. KTİP’in başkanlığına daha önceleri Oş valisi olarak görev yapmış olan
Usen Sıdıkov getirilmiştir. Önemli bir taraftar kitlesi toplayamayan KTİP’in 1997 yılına
6
Temmuz 1990’da bu örgütten ayrılan bir takım kişiler tarafından Kırgızistan Sosyal Demokrasi Birliği
(KSDB) adlı yeni bir örgüt kurulmuştur. Partinin koordinasyon kuruluna beş kişi seçilirken, Anatoli
Kuroşkin ve Vladimir Kopulenko’da başkanlığa getirilmişlerdir. Üye sayısı 20 ila 25 arasında değişen
KSDP KDH ile birlikte Sosyal Demokrasi Birliği’ne üye olmuştur (Babak ve Vaisman, 2004: 242).
102
Fahri TÜRK
gelindiğinde 1.200 civarında üyesi bulunmaktaydı. Partinin üyeleri arasında hükümetin
uyguladığı tarım reformlarından memnun olmayan çiftçiler ve tarım işçileri yer almıştır.
KTİP Kırgızistan’ın üçüncü çiftçi partisi olma özelliğine de sahiptir. Daha önceleri
Kırgızistan Köylü Partisi ve Kırgızistan Çiftçi Partisi (KÇP) adında iki parti daha
kurulmuştu. KTİP işçiler ve çiftçiler tarafından tarım işçilerinin sosyal haklarını ve
hayati çıkarlarını korumak üzere kurulmuş bir siyasal organizasyondur. Partinin asıl
amacı, köy sorunlarına ve tarımsal üretimin geri gidişine çözüm bularak çiftçilerin
serbest piyasa ekonomisine geçişte karşılaştıkları sorunlarda onlara yardımcı olmaktır
(Babak ve Vaisman 2004:192-93).
Kırgızistan Çiftçi Partisi
Kırgızistan Çiftçi Partisi (KÇP) resmen 8 Aralık 1991 tarihinde kurulmuştur.
KÇP, Akayev’in tarımda pazar ekonomisini yerleştirmeye yönelik uygulamalarını
desteklemiştir. Partinin kurucuları arasında Devlet Tarım Reformu Komisyon’unun
üyeleri ve bir grup yeni zenginleşen çiftçi bulunuyordu. Söz konusu dönemde Kırgız
halkının % 60’ı kırsal bölgelerde yaşadığından KÇP kurucularının esas amacı kırsal
kesimi kapsayan bir kitle partisi oluşturmaktı. Parti yöneticileri tarım reformlarına ve
Akayev’in politikalarına kırsal kesimden destek arıyorlardı. 1993’te yapılan bir
kamuoyu araştırmasına göre Kırgız seçmeninin sadece % 3,8’i KÇP’yi desteklediği
yönünde görüş bildirmiştir. KÇP’nin arkasındaki yetersiz halk desteği kısmen Kırgız
Hükümeti’nin söz konusu dönemde yürüttüğü tarım reformlarının başarısızlığı ile
açıklanabilir (Babak ve Vaisman 2004:233-34).
Asaba (Bayrak) Hareketi
Asaba Hareketi Kırgızistan’da perestroyka sürecinde ortaya çıkan ilk milli
demokratik organizasyon olma özelliğine sahiptir. 26 Nisan 1990 tarihinde
gerçekleştirilen kuruluş kongresine takriben 70 kişi katılmıştır. Bu kongrede bir de 25
kişilik yürütme komitesi seçilmiştir. Asaba Hareketi Kırgızistan’da komünist rejimin
devrilip yerine Akayev yönetiminin gelmesinde önemli bir rol oynamıştır. Söz konusu
bu hareket 1991’de düzenlenen ve 13 gün süren Bişkek-Karakol Yürüyüşü’nü7
gerçekleştiren düzenleme komitesi içinde yer almıştır. Kırgızca’nın toplum hayatında
öncelikli bir konuma sahip olması ve Kırgız kültürünün geliştirilmesi Asaba
Hareketi’nin önemli öncelikleri arasında yer almıştır (Babak ve Vaisman 2004:195).
Daha sonra 2 Kasım 1991 tarihinde aynı ad altında bir de Asaba Partisi (Asaba)
kurulmuştur. Bu partinin çoğu mavi yakalılardan oluşan 700 kişilik bir taraftar kitlesi
bulunmaktaydı. Akayev’in reformlarından yana tavır alan Asaba Kırgızistan’da serbest
pazar ekonomisinin kurulmasını desteklemiştir. Asaba’nın programında Kırgızlara
önemli bir yer verilmektedir. Partinin programında Manas Destanı’nın Kırgızların
ideolojisinin çekirdeğini oluşturduğundan bahsedilmektedir. Kırgızistan’ın çok etnikli
bir devlet olduğuna gönderme yapılan programda Kırgızların da kendi kültür ve dillerini
inkişaf ettirecekleri yerin Kırgızistan olduğu vurgulanmaktadır. Asaba, Kırgızistan’ın
dış politikasını yaparken bu ülkenin küçük, gelişmekte olan ve çok etnikli bir yapıda
7
Bu yürüyüş 1916 Kırgız Ayaklanması’nın 75. yılı anısına düzenlenmiştir. Asaba bu başkaldırıyı
Kırgız bağımsızlığının önemli bir kilometre taşı olarak görmektedir.
103
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 95 – 115
olduğunun unutulmaması gerektiğini savunmaktadır. Asaba’nın programında Türk
devletleriyle iyi ilişkiler içinde olunması gerektiği belirtilmekte ve bu konuda şunlar
ifade edilmektedir: “Kardeş Türk devletleriyle dostluk ve işbirliğinin geliştirilmesi ve
her şeyden önce komşularımızla hassas bir birliğin belki de bir konfederasyonun
kurulmaya çalışılması dış politikamızın önemli önceliklerindendir.” (Babak ve Vaisman
2004:197). Bundan dolayı Asaba, ortak bir Türk Dili’nin geliştirilmesini ve Latin
Alfabesi’ne geçişi gerekli görmektedir. Fakat parti yönetimine göre, Turancılığa
(Pantürkizm) giden yolun ilk basamağı olarak Kırgız milli bilincinin yükseltilmesi
gerekmektedir (İncioğlu 1994: 133). 5 Şubat 1995 tarihinde yapılan parlamento
seçimlerinde Asaba’nın 32 adayından sadece üçü milletvekili seçilebilmiştir
(Cusupbekov ve Niyazov 2001:176).
Kırgız Bozkurtları olarak adlandırılan Asaba Kırgızlaştırma ve diğer milletlere
karşı asimilasyon politikası uygulanması gerektiğini de savunmaktadır. Resmi
dairelerde sadece Kırgızca’nın kullanılması, bu dilin tek eğitim dili olması ve Rus
okullarının kapatılması Asaba’nın savunduğu diğer görüşlerdir.
Ata-Meken (Anavatan) Sosyalist Parti
Kuruluş kongresi 2 Aralık 1992 tarihinde Bişkek’te gerçekleştirilen Ata-Meken,
bu tarihten iki hafta sonra Adalet Bakanlığı’na kuruluş dilekçesini vermiştir. Partiyi
kuran çekirdek kadro Erkin Kırgızistan Partisi’nin eski üyelerinden oluşmaktaydı. Parti
yöneticileri enternasyonalizme atıfta bulunarak bütün etnik gruplar arasında kardeşliğe
vurgu yapmıştır. Ata-Meken çok partili sisteme dayanan demokratik bir yönetim şeklini
savunmaktadır. Parti daha çok entelektüeller ve iş adamları tarafından
desteklenmektedir. Ata-Meken’in üye sayısı 1993’te 600 kişi civarındaydı. Partinin
liderleri arasında Kamilya Kenenbayeva ve Ömürbek Tekebayev bulunmaktaydı.
1994’te Kenenbayeva’nın yerine Tekebayev getirilmiştir. Ata-Meken programında;
reformları destekleme, pazar ekonomisinin yerleşmesine katkıda bulunma, demokrasi,
hukukun üstünlüğü, kişisel hak ve özgürlüklerin korunması, Kırgızistan’da yaşayan
diğer etnik gruplara ve onların temel hak ve özgürlüklerine saygılı olma gibi birçok
demokratik değeri savunmaktadır (Babak ve Vaisman 2004:203-04). 3 Nisan 1993
tarihinde Ata-Meken önderliğinde içinde KCHP, 21. Asır Reform Fonu ve Milli Kültür
Birliği adlı kuruluşların yer aldığı siyasi bir blok meydana getirilmiştir. Bunun üzerine
mecliste bulunan 65 milletvekili 14 Nisan 1993’te Ata-Meken etrafında toplanmıştır.
(Cusupbekov ve Niyazov 2001:177)
Ata-Meken’i diğer partilerden ayıran en önemli husus, partinin Orta Asya
ülkeleri arasında bir birlik kurulması düşüncesini savunmasıdır. Bu bağlamda bariz bir
örnek verilecek olursa Ata-Meken Yürütme Komitesi Avrasya Topluluğu adı verilen bir
birliğin kurulmasına ilişkin bir bildiri yayınlamıştır. Ata-Meken’e göre, Orta Asya’da
devletler üstü bir niteliğe sahip olması gereken Avrasya Topluluğu tek yasama, yürütme
ve yargı komitesinden oluşmalı ve bu toplulukta tek para birimi olmalıdır (Cusupbekov
ve Niyazov 2001:176-77).
Kırgızistan Demokratik Hareket Partisi
Yukarıda vurgulandığı gibi, Kırgızistan Demokratik Hareket Partisi (KDHP)
KDH’nin Mayıs 1993’te yapılan üçüncü kongresinde kurulmuştur. Bu tarihte Erkin
104
Fahri TÜRK
Kırgızistan ve Aşar’ın hareketten ayrılmasıyla KDH’nın varlık nedeni ortadan
kalkmıştır. KDHP siyasal konularda Ata-Meken ile birlikte hareket etmiştir. KDHP
özellikle Narin ve Oş vilayetlerinde Kırgızlar ve Özbekler nezdinde büyük bir prestije
sahip olmuştur. Genel Başkanlığı’na Zıpar Zekşeev’in getirildiği KHDP’nin 3.000
civarında üyesi vardı. Bütün siyasal partilerle işbirliğine hazır olduğunu belirten KHDP
Komünistlerle dahi çalışabileceğini ilan etmiştir. KDHP Aralık 1995’te yapılan devlet
başkanlığı seçimlerine söz konusu seçimlerin demokratik olmadığı gerekçesiyle
katılmamıştır (Babak ve Vaisman 2004:211).
İncioğlu KDHP’yi Kırgızistan’da kurulan her türlü milliyetçi partinin kaynağı
olarak göstermektedir. Bu hareketin iki temel dayanak noktası bulunmaktaydı.
Bunlardan biri bağımsızlık diğeri ise demokrasinin yaygınlaştırılmasıdır. Bu bağlamda
daha sonra kurulan partiler, ılımlı ve radikal milliyetçi partiler olarak iki temel kategori
oluşturmuşlardır. KCMP, Ata-Meken ve Erkin Kırgızistan ılımlı milliyetçi partiler
kategorisine girerken, radikal milliyetçi partileri ise Asaba ve Erkin Kırgızistan’ın sol
kanadı temsil etmektedir (İncioğlu 1994:131-32).
Erkin Kırgızistan Demokratik Partisi
9 Şubat 1991 tarihinde kurulan Erkin (Hür) Kırgızistan Demokratik Partisi
(Erkin Kırgızistan) aynı yılın 4 Aralık günü Adalet Bakanlığı’nda kayda geçirilmiştir.
Bu partinin ideolojik ve organizasyonel temelleri Sivil İnisiyatif (Atuulduk Demilge)
Hareketi’ne dayanmaktadır. Erkin Kırgızistan KDH’ye katılmıştır. Topçubek
Turgunaliyev hem KDH’nin hem de Erkin Kırgızistan’ın başkan yardımcılığını
yapmıştır. KDH’nin 29 ila 30 Kasım 1991 tarihleri arasında yapılan ikinci kongresinde
Erkin Kırgızistan hareketten ayrılarak bağımsız bir parti olmuştur. Erkin Kırgızistan’ın
başkanlığına Tursunbay Bakir Uulu getirilmiştir. Ancak partinin üçüncü kongresinde
parti ılımlı ve radikaller olmak üzere ortaya iki hizbe ayrılmıştır. Başkanlığını Omurbek
Tekebayev ve Kamilya Kenenbayeva’nın yaptığı ılımlılar hükümetin reformlarını
destekleyerek parlamenter yöntemlerin benimsenmesi gerektiğini savunmuşlardır.
Başkanlığını Turgunaliyev’in yaptığı radikaller ise Akayev’in sosyal ve siyasi
politikalarına karşı aktif muhalefeti savunmuşlardır. Bu tartışmalar sonunda partinin
ılımlılar kanadı 7 Kasım 1992 tarihinde partiden ayrılarak Ata-Meken’i kurmuşlardır.
Erkin Kırgızistan’ın destekçileri genellikle ülkenin güneyindeki Oş ve Celalabat gibi
şehirlerden gelen gençlerdi. Parti ekonomik ve siyasal alanlarda Kırgızlara öncelik
verilmesi gerektiğini savunmuştur. 1994’te partinin üye sayısı 7.000 ila 8.000 arasında
tahmin edilmekteydi. Eylül 1994’te yapılan bir kamuoyu yoklamasında Erkin
Kırgızistan, Ata-Meken ve Komünist Parti’den sonra üçüncü sırada yer almıştır. Erkin
Kırgızistan 1993 ila 94 arasında Yorgu Kengeş’te Turgunaliyev başkanlığında 20
milletvekili tarafından temsil edilmiştir (Trutanow, 1994:215). 1996’ya kadar Erkin
Kırgızistan’ın başkanlığını yürüten Turgunaliyev Akayev’e karşı muhalefet yaptığı için
bu tarihte tutuklattırılmıştır (Babak ve Vaisman 2004:216).
Kırgızistan vatandaşlarının tüm vatandaşlık haklarının korunması, gerçek
demokratik hukuk devletinin kurulması, sosyal pazar ekonomisinin mülkiyet hakkını
temel alarak kurulması, güçlü bir yürütme gücünün tesisi, iller tarafından seçilecek tek
kanatlı profesyonel bir parlamento, tüm seviyelerde gerçek bir yargı gücünün kurulması,
bütün Kırgız vatandaşlarının etnik ve dini kökenine bakılmaksızın kültürel ve dini
105
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 95 – 115
bakımdan gelişimin sağlanması, barışın ve etnik uyumun korunması, bölgeciliğe ve
ayrımcılığa karşı mücadele gibi hususlar Erkin Kırgızistan’ın hedefleri arasında yer
almaktadır (Babak ve Vaisman 2004:218).
Erkin Kırgızistan, Latin Alfabesi’ne geçmek için Jorgu Kengeş’e bu doğrultuda
bir yasa değişikliği önerisi vermiştir. Erkin Kırgızistan ayrıca tarım reformunun
gerçekleşmesine katkıda bulunmak amacıyla bağımsız işletmeler kurmak isteyen
köylülerle birlikte hareket ederek 23 Temmuz 1992’de Kut Birliği adı verilen bir birlik
kurmuştur. Erkin Kırgızistan diğer ülkelerden Kırgızistan’a gelen göçmenlere yardım
amacıyla 1991’de Atayurt adı verilen sosyal ve siyasi bir teşkilat kurmuştur. Erkin
Kırgızistan; Kazakistan, Tacikistan, Özbekistan, Türkmenistan, Rusya, Almanya, Tuva,
Tataristan vb. ülkelerde bulunan demokratik güçlerle işbirliğini geliştirmeye
çalışmaktadır (Cusupbekov ve Niyazov 2001:174-75).
Kırgızistan Milli Cumhuriyetçi Parti
Kırgızistan Milli Cumhuriyetçi Parti (KMCP) Kırgız Bilimler Akademisi üyesi
olan Prof. Canıbek Şarşenaliyev tarafından 5 Eylül 1992 tarihinde bilim adamlarının,
sanatçıların ve yazarların desteğiyle Bişkek’te kurulmuştur. Partinin kuruluş dilekçesi
ise16 Aralık 1992’de resmen kabul edilmiştir. KMCP’nin asıl hedefi ülkede yapılan
ekonomik, sosyal ve siyasal reformları destekleyerek istikrara katkıda bulunmaktır.
Parti entelektüelinden işçisine kadar birçok kesimin desteğini almıştır. Kasım 1993’te
partinin üye sayısı 600 olarak tespit edilmiştir. Şerşenaliyev daha sonra görevini Kırgız
Parlamentosu üyesi olan Zenişbek Tentiyev’e devretmiştir. KMCP Haziran 1993’te
yapılan birinci kongresinde temel bazı ürünlerin fiyatların sabitlenmesini ve esnek
vergilendirmenin yürürlüğe sokulmasını talep etmiştir. KMCP Kırgızistan’ın
komşularıyla ikili ilişkilerin geliştirilmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu noktaya
programında özel bir yer veren KMCP özellikle komşu ülkelerle kültürel ilişkilerin ileri
götürülmesini istemiştir (Babak ve Vaisman 2004:237-38). KMCP ılımlı bir Kırgız
milliyetçiliği politikası izlemiştir.
Kırgızistan Sosyal Demokrasi Partisi
25 Eylül 1993 tarihinde kurulan Kırgızistan Sosyal Demokrasi Partisi (KSDP)
kısa bir süre sonra Kırgızistan Adalet Bakanlığı tarafından tescil edilmiştir. Merkezde
yer alan bu partinin söz konusu dönemde üye sayısı 800 ila 2.000 arasında verilmiştir.
Temelde eğitimli bir üye tabanına dayanan KSDP üyeleri arasında işçilerde de yer
almıştır. Partinin asıl hedefi Kırgızistan’da demokratik bir hukuk devleti kurmaktı.
KSDP’nin bazı üyeleri parlamento, hükümet ve yerel idarelerde önemli görevler
üslenmişlerdir. Bu yüzden de parti valiler ve yöneticiler partisi olarak ta ünlenmiştir.
KSDP özellikle Bişkek ve Oş şehirlerinde etkili olmuştur (Babak ve Vaisman,
2004:245). KSDP Kırgızistan için Çin modeli kalkınmayı öngörmektedir. Bu modele
göre ilkin otoriter bir yönetim altında pazar ekonomisine geçilmeli, daha sonra da
demokrasiye odaklanılmalıdır (İncioğlu 1994:129). Sosyal Demokratlar genelde
Akayev’in politikalarına muhalefet etmemişlerdir.
Kırgızistan Sosyal Demokratları Rusya, Almanya, İsveç Avusturya, Moldova,
Türkiye vs. gibi ülkelerdeki partnerleriyle ilişki içindedirler (Cusupbekov ve Niyazov
2001:184-85). KSDP’nin aynı zamanda işadamı olan eski Genel Başkanı Almaz
106
Fahri TÜRK
Atambayev Türkiye ile Kırgızistan arasındaki ilişkilerin gelişmesinden duyduğu
memnuniyeti bu satırların yazarına karşı 2 Ekim 1995 tarihinde Bişkek’te dile
getirmiştir. Türkiye’nin öncelikle kendi problemlerini hallederek zenginleşmesi
gerektiğini dile getiren Atambayev, ancak ekonomik ve siyasal bakımlardan güçlü bir
Türkiye’nin Kırgızistan’a daha iyi yardım edebileceğinin altını çizmiştir. Atambayev,
Türkiye’nin Kırgızistan’a yaptığı yardımları babacan bir tavırla, Batı ülkelerinin ise
kendi çıkarlarını ön planda tutarak yaptığını söylemiştir. 1995 yılında KSDP’nin
parlamentoda 20 civarında milletvekili bulunmaktaydı. Atambayev söz konusu
dönemde Türk Sosyal Demokratları ile ilişkilerinin iyi olmadığını buna karşılık
Anavatan Partisi ile ilişkilerinin iyi olduğunu ifade etmiştir. Latin Alfabesi’ne
geçilmesine sıcak bakmayan Atambayev Türkiye’nin Kril alfabesine geçmesi
gerektiğini düşünmektedir (Yazarın Almaz Atambayev ile 2 Ekim 1995 tarihinde
yaptığı söyleşi).
Kırgızistan Birlik Partisi
9 Nisan 1994’te kurulan Kırgızistan Birlik Partisi (KBP) merkezde yer alan bir
partidir. Bu parti de sosyal, ekonomik ve siyasal konularda tıpkı KSDP gibi hareket
etmiştir. KBP, etnik gruplar ve milliyetler arası hoşgörünün ve anlayışın ekonomik ve
siyasal ilerlemenin tek dayanağı olduğunu savunmuştur. KBP dış politikada BDT
ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmesinden yana bir tutum sergilemiştir. KBP 1999’da
kurulan ve hükümet yanlısı olan Demokratik Güçler Birliği’ne de katılmıştır. KBP’nin
Genel Başkanı Amangeldi Muraliyev 1991 ila 2001 arasında tam on yıl başbakanlık
yapmıştır (Babak ve Vaisman 2004:253-54).
Kırgızistan Komünist Partisi
Kırgızistan Komünist Partisi8 (KKP) SSCB döneminde aynı adı taşıyan
Kırgızistan Komünist Partisi’nin devamından başka bir şey değildir. Haziran 1992’de
kuruluş kongresini gerçekleştiren KKP siyasi konsey başkanlığına Barpı Rıspaev
getirilmiştir. Daha sonra Şubat 1993’te partinin birinci kongresi yapılmış ve Cumalibek
Amanbayev parti başkanlğına seçilmiştir. Kırgızistan’da geniş bir halk tabanına sahip
olan KKP’nin 1993’te 20.000 ila 25.000 arasında üyesi olduğu iddia edilmiştir. Bu
tarihten sonra yapılan anketler KKP’nin hem nicelik olarak hem de tüm ülke çapında
diğer partilerden önde olduğunu ortaya koymuştur. Parti Şubat 1994’ten itibaren
Kırgızca ve Rusça olarak Pravda Kırgızistan adlı bir gazete çıkarmaya başlamıştır. KKP
başkanlığına 1994 yılında SSCB döneminde de bu görevi yapmış olan Absamat
Masaliyev getirilmiştir. Aralık 1994’te yapılan devlet başkanlığı seçimlerinde Masaiyev
oyların % 24,4’ünü almıştır. KKP daha sonraları 20 Şubat 2000 tarihinde yapılan
parlamento seçimlerinde de oyların % 27,7’sini almıştır. KKP bu büyümesini özellikle
Kırgızistan’ın içinde bulunduğu ekonomik buhrana borçludur (Babak ve Vaisman 2004:
226).
KKP’yi SSCB dönemi Komünist Partisi’nden ayıran en önemli fark rekabetçi bir
sistem içinde yer almasıdır. Kırgızistan’ın demokratikleşmesi ve bağımsızlığının
korunmasından yana olan KKP, sosyal güvenlik, eğitim, sosyal adalet, sağlık gibi
8
Bu parti Nihal İncioğlu tarafından Kırgızistan Komünistlerinin Partisi olarak adlandırılmıştır.
107
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 95 – 115
alanlarda eski sistemin kazanımlarının devam ettirilmesi gerektiğini düşünmektedir.
KKP pazar ekonomisiyle sosyal adaleti gerçekleştirecek bir yol benimsenmesinden
yanadır. Dış politika konusunda Kırgız Hükümeti’nin politikalarını destekleyen KKP,
ülkenin bağımsızlığını koruyarak BDT, Türkiye ve bölge ülkeleriyle ilişkilerin
geliştirilmesinden yanadır. Bu parti aynı zamanda Hükümetin dil konusundaki
politikasını da desteklemiştir. KKP’ye göre, Kırgızca resmi dil, Rusça kültürler arası
iletişim dili (Franco Lingua), Türkçe ve İngilizce de öğretilmesi gereken diğer dillerdir
(İncioğlu 1994:130-31).
SOSYAL SİYASAL DERNEK VE PARTİLERÜSTÜ KURULUŞLAR
Aşar Derneği
Aşar Derneği (Aşar) 1980’li yılların başında şehirlerde ortaya çıkan ev kıtlığı
sonucu ortaya çıkmıştır. Haziran 1989’da kırsal kesimden gelen gençler Bişkek
yakınlarında toprak işgal etmişlerdir. Aynı yıl Bişkek’in 20 farklı semtinde her biri 200
hektar genişliğinde olan 3.000 adet kaçak inşaat alanı meydana çıkmıştır. Bu olaylar
sonunda devlet bu kaçak yapılara ruhsat vermek zorunda kalmıştır (Trutanow
1994:210). Kısaca Aşar 15 Temmuz 1989 tarihinde kaçak ev yapanları desteklemek için
kurulmuş ve başkanlığına Cumagazi Yusupov seçilmiştir. Mayıs 1990’da Kırgızistan
Demokratik Hareketi’nin (KDH) kurucuları arasına katılan Aşar bundan bir yıl sonra
KDH içinde en büyük siyasal güç konumuna yükselmiştir. Aşar’ın lider kadrosu KDH
ile tam bir bütünleşmeye karşı çıktığından, bu kişiler dernek bünyesinden
uzaklaştırılmışlardır. Aşar ve KDH’nın lider kadroları arasındaki görüş ayrılıklarının
iyice su yüzüne çıkması Aşar’ın 12 Ekim 1991 seçimlerini boykot etmesine neden
olmuştur. Kırgızistan topraklarının tamamen Kırgızlara ait olduğunu ileri süren Aşar
diğer etnik gruplara toprak verilmesini istemiyordu. 4 Şubat 1990’da Bişkek’te bir
miting düzenleyen Aşar; ev kıtlığı ve çevre problemlerinin çözümü, ülkeye gelen göçün
düzenlenmesi, dil kanunu için süre verilmesi ve bir halk cephesi hareketinin kurulması
gibi isteklerde bulunmuştur. 4 Aralık 1990 tarihinde Kırgızistan Adelet Bakanlığı’na
kuruluş dilekçesini veren Aşar’ın ne bir yayın organı ne de parlamentoda milletvekili
bulunmuştur (Babak ve Vaisman 2004:198-99).
1993’e gelindiğinde Zekşeev önderliğinde bir grup Aşar’dan ayrılarak KDHP’yi
kurmuştur. Bu grubun hareketten ayrılmasıyla Aşar genç Kırgız aillerine konut
yapımında destek verilmesi amacına geri dönmüş oldu. Aşar beş yıl içinde Bişkek
çevresinde 60.000 insanın barındığı 22 bloktan oluşan konut yapımını sağlamıştır
(Babak ve Vaisman 2004:199).
Oş Oymağı
Oş Oymağı 1989 yılında Oş şehrinde Aşarın karşılığı olarak Kırgız gençleri
tarafından kurulmuş siyasal bir dernektir. Bu hareket illegal toprak işgalini
destekleyerek müzminleşmiş konut sorununu çözmek için şehirlerin kenar
mahallelerinde devlet arazilerinin üzerine konut yapımından yana tavır takınmıştır.
Hareket sosyo-ekonomik problemlerin çözümünde özellikle de toprak sahibi olunması
hususunda Kırgızlara öncelik verilmesi gerektiğini savunmuştur. Kırgız Hükümeti bu
hususta Kırgızlarla diğer etnik gruplara eşit haklar tanıma taraftarı olduğu için Oş
108
Fahri TÜRK
Oymağı Akayev karşıtı bir tutum sergilemiştir. Bu derneğin üyeleri 1990 yılında
Kırgızlar ve Özbekler arasında meydana gelen Oş Olayları’nın çıkmasında baş rolde
oynamışlardır. Oş Oymağı KDH’ya üye olmuştur (Babak ve Vaisman 2004: 223).
Kırgızistan Demokratik Hareketi
Kırgızistan Demokratik Hareketi (KDH) esasında perestroyka ve glasnost
döneminde ortaya çıkan siyasal ve sosyal dernek ve partilerin aktivitelerini tek çatı
altında koordine etmek amacıyla kurulmuş bir örgüttür. Ilımlı milliyetçi bir çizgi takip
eden KDH’nın kuruluş kongresi 26 ila 27 Mayıs tarihleri arasında Bişkek’te
gerçekleştirilmiştir. Bu hareketin kurucuları arasında; Aşar, Asaba, Sivil İnisiyatif
(Atuulduk Demilge) ve Anıt (Memorial) adlı derneğin cumhuriyetçi kanadı yer almıştır.
Bu gruplar birçok konuda görüş birliği içinde hareket etmişlerdir. Ancak Kırgızistan’ da
resmi dilin belirlenmesi ve toprakların halka dağıtılmasında hangi kriterlerin esas
alınacağı gibi hususlarda yapılan ateşli tartışmalar KDH içindeki Rusça konuşan
üyelerin 1991 sonunda hareketten ayrılmalarına neden olmuştur. Söz konusu yılda
hareketin üye sayısı 300.000 kişi olarak tahmin edilmekteydi. KDH içinde 1991’de
ortaya çıkan radikal kanat daha sonra kurulan Erkin Kırgızistan Partisi’nin çekirdeğini
oluşturmuştur. KDH’nın 30 Kasım 1991 tarihinde yapılan ikinci kongresi radikal
grupların hareketten ayrılmasıyla sonuçlanmıştır. KDH Meydan adlı haftalık bir gazete
yayınlamıştır. KDH Mayıs 1993’te yapılan üçüncü kongresinde varlığına son vermiştir
(Babak ve Vaisman 2004: 206-07).
Milli Birlik Demokrasi Hareketi
Milli Birlik Demokrasi Hareketi (MBDH) Akayev’in reformlarını destekleyen
eski Komünist Parti mensupları tarafından 31 Ekim 1991 tarihinde Bişkek’te
kurulmuştur (Babak ve Vaisman 2004: 219-20). MBDH programında Kırgızistan’da
etnik gruplar arasındaki ilişkiye özel bir önem vermiştir. Bütün Kırgızistan
vatandaşlarına kökenlerine ve geldikleri bölgelere bakılmaksızın eşit haklar
verilmesinden yana olan MBDH etnik gruplar arası ilişkiler konusunda aşağıdaki
görüşleri savunmaktadır: “Bütün etnik grupların gelişmesi için eşit haklar sağlanmalı
yani kendi geleceklerini tayin etme, milli dillerini, kültürlerini ve geleneklerini
geliştirilme hakkı tanınmalı, cumhuriyetin otonom bölgeleri gerçek egemenliğe
kavuşmalı, ülkedeki azınlık hakları ve çıkarları korunarak, etnik çatışmaların diyalog
yoluyla çözülmesi sağlanmalı ve Stalin döneminde özellikle Kafkasya’dan Kırgızistan’a
sürülen etnik gruplara kaybettikleri sosyal hakların tamamı geri verilmelidir.” (Babak ve
Vaisman 2004:222).
Türk Ata Kültür Merkezi
Türk Ata Kültür Merkezi Abduvali Mamataliyev başkanlığında Kırgızistan’da
yaşayan Ahıska Türkleri’nin çıkarlarını savunmak için Kasım 1993’te kurulmuştur. Bu
merkez; kimlik belgelerinde bulunan milliyet hanesine “Türk” adının yazdırılması,
Ahıska Türkleri’nin çoğunlukta olduğu bölgelerde Türkçe eğitim veren okulların
açılması, Türk tarihi ve kültürünün anlatıldığı okul kitaplarının temin edilmesi ve
Türkiye’de okumak isteyen Ahıska Türkleri’nin çocuklarının düzenli olarak bu ülkeye
gönderilmesinin sağlanması gibi hususları programına almıştır (Babak ve Vaisman
109
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 95 – 115
2004:252-53). Genellikle tarım ve bağcılıkla uğraşan Ahıska Türkleri Fergana Vadisi,
Kırgızistan, Doğu Özbekistan ve Kazakistan gibi bölgelerde yaşamaktadırlar. Ahıska
Türkleri 1944 yılında Türkiye ile işbirliği ve casusluk yaptıkları suçlamasıyla
memleketleri olan Güney-Batı Gürcistan’dan Orta Asya’ya sürülmüşlerdir. SSCB
kaynaklarına göre toplam olarak 150.000 ila 200.000 civarında Ahıska Türkü göçe
maruz bırakılmıştır. SSCB’de 1989’da yapılan nüfus sayımına göre bu ülkede yaşayan
Ahıskalıların toplam sayısı 207.500’dür. Bu nüfusun ülkelere göre dağılımı; Özbekistan
(% 51,2), Kazakistan (% 23,8), Kırgızistan (% 10,2) ve diğer ülkeler (% 14,8)
şeklindedir.
Slav Diaspora Birliği
Slav Diaspora Birliği (SDB) SSCB’nin dağılma sürecinde 1990’ların başında
etnik huzursuzlukların arttığı bir dönemde Kırgızistan’da yaşayan Slavlar tarafından
Valeri Uleyev başkanlığında kurulmuştur. Eylül 1989’da kabul edilen resmi dil kanunu
bu birliğin kurulmasında oldukça etkili olmuştur. SDB önemli bir Slav, Alman, Koreli
ve Yunan göçüne tanıklık eden Celalabat vilayetinde faaliyette bulunmuştur. SDP
özellikle Kırgızistan’dan Rusya ve diğer ülkelere göçen Slavları caydırmak için çaba
harcamıştır (Babak ve Vaisman 2004:238).
SINIR AŞAN SİYASAL PARTİLER
Radikal İslamcı Partiler
Hizb-ut Tahrir9 ve Özbekistan İslam Hareketi (ÖİH) gibi partiler özellikle
Kırgızistan’ın Fergana bölgesinde faaliyette bulunmaktadır. Bunlardan Hizb-ut Tahrir
Oş ve Celalabat vilayetlerinde örgütlenmiştir. Ancak partinin bölgedeki taraftarları
Kırgızlar değil Kırgızistan’da yaşayan Özbeklerdir. Hizb- ut Tahrir siyasal hayata
katılımı boykot etmektedir. Ancak bu durum ülke geneli için geçerli değildir. Hizb-ut
Tahrir hükümeti eleştirme cesareti gösterdiğinden halk nezdinde sempati kazanmıştır
(Tabyschaliyeva 2002:91-92).
Hizb-ut Tahrir, ÖİH ile karşılaştırıldığında daha ılımlı bir örgüttür. Hizb-ut
Tahrir’in İslam devleti oluşturmak gibi net bir planı bulunmamaktadır. Söz konusu iki
partiyi birleştiren şey Özbekistan’da Kerimov rejimine karşı takınılan ortak tavırdır.
İslam Leşkeri (Askeri) ve Tövbe gibi dini ve siyasal kuruluşlar ilkin Namangan
bölgesinde ortaya çıkmışlardır. Sayılan bu gruplar birleşik Tacik muhalefetiyle bir araya
gelerek ÖİH’yi oluşturmuşlardır.
9
İslami Kurtuluş Partisi (Hib-üt Tahrir el İslami) Müslüman Kardeşler Örgütü’nün 1953 yılında
bölünmesinden sonra Kudüs’te kurulmuştur. Bu partinin amacı halifelik adı altında tek bir İslam
devleti meydana getirmek için ideolojik olarak bilinçlenmeyi gerçekleştirmektir. Parti mensupları için
cihat ve şiddet kullanımı her şeyden önce gelmektedir. Hizb-ut Tahrir 3 ila 10 kişi arasında değişen
küçük hücre yapılanmasına gitmektedir.
110
Fahri TÜRK
Milli Hürriyet Alaş Partisi
Radikal milliyetçi bir parti olan Milli Hürriyet Alaş10 Partisi (Alaş) 1990 ila
1994 yılları arasında Kazakistan ve Kırgızistan’da faaliyet göstermiştir. Partinin kuruluş
kongresinde beş kişiden oluşan bir merkez komite seçilmiş ve başkanlığına da Kazak
Şora Sarkıtbek getirilmiştir. Alaş’ın amaçları arasında; İslam’ın Orta Asya’da yeniden
canlandırılması ve buna bağlı olarak Kiril Alfabesi’nin kaldırılarak yerine Arap
Alfabesi’nin ikame edilmesi, Alaş-Orda Devleti’nin yeniden canlandırılması, Ruslar ve
Ukraynalılar gibi Turani halklardan olmayan etnik grupların Orta Asya’dan kovulması
veya zamanla asimile edilmesi ve bütün Türk bölgelerini ve Tacikistan’ı kapsayan
Birleşik
Türkistan’ın
kurulması
gibi
hedefler
bulunmaktadır.
(http://wapedia.mobi/de/Alash-Partei, 10.11.2008) Alaş kendisini 20. yüzyılın
başlarında aynı adla kurulmuş olan partinin devamı olarak görmektedir. Alaş’ın amacı
öncelikle eski SSCB topraklarında yaşayan bütün Türkleri Türkistan adı verilen tek bir
devletin bayrağı altında toplamak ve daha sonra bütün Türkçe konuşan halkları Büyük
Türkistan Birliği’ne götürmektir. Alaş’ın programında partinin amacı
“İslamTürkçülük-Demokrasi” sentezi şeklinde tarif edilmiş olup, Avrupa merkezlilik yerine
Türk Birliği ve Müslüman dayanışması oluşturmak ön plandadır (Babak 2004:107-108).
Parti programına göre, Kazakistan gelecekte kurulacak olan Birleşik Türk-İslam
Devleti’nin merkezi olacaktır. Alaş’ın asıl amacı eski SSCB topraklarında varlıklarını
sürdüren bütün Türk devletlerini Kazakistan’ın öncülüğünde konfederatif bir devlet
yapısı içinde bir araya getirmektir. Partinin bir diğer hedefi ise Kazakların ve Türkİslam bölgelerinde yaşayan diğer halkların refahını yükseltmektir. Rusya’nın ve diğer
küresel güçlerin yayılmacı politikalarının önüne set çekmekte partinin öncelikleri
arasında bulunmaktadır (Babak 2004:109). Kimliği gizli tutulan bir Alaş liderinin
verdiği bilgiye göre, partinin savunduğu Turancı ideoloji Türkçü şövenizm ile
karıştırılmamalıdır (Nezavisimaya Gazeta, 2 Haziran 1992, s. 6). Türkçülüğü İslam ile
birleştirerek programlarına alan Alaş yönetimi İslami elementlerin ağır bastığı bir
Pantürkizm meydana getirmeye çalışmış ve Türkiye’den Çin sınırına kadar uzanan
Turan’ın kurulmasının ilk adımı olarak tarihi Türkistan’ın yeniden canlandırılması
gerektiğini savunmuştur. Ancak bu hedefe ulaşmak için demokrasinin feda edilmemesi
gerektiği düşünülmektedir (Hiro 1994:122-23).
Alaş kuruluşundan sonra bazı konularda politika değişikliğine gitmiş olsa da
Büyük Türkistan düşüncesi parti felsefesinde değişmeyen tek unsur olarak kalmıştır.
Bu ifadeyi desteklemek için burada bir alıntı yapmak gerekirse: “Alaş, başlangıçtaki
İslami bir cumhuriyet kurulması ve Kazakistan’daki Rusların sınır dışı edilmesi gibi
taleplerinden vazgeçti. Fakat Alaş, eski Sovyetler Birliği’ndeki Türk halklarını o arada
10
Partiye bu adın verilmesinin nedeni partinin itici gücü olan milliyetçiliğin vurgulanmak istenmesidir.
Bu ad 1917 ila 1920 yılları arasında varlığını sürdürmüş olan Alaş-Orda Otonom Hükümeti ve
Kazakların efsanevi atası Alaş’tan gelmektedir. Esasen Temmuz 1917’de Kazak ileri gelenleri Alihan
Bukehanov, Ahmet Baydursunov, Mirşakip Dulatov Orenburg’ta aynı adla liberal-demokratik bir
parti kurmuşlardır. Alaş’ın kurucuları Rusya’nın demokratik ve federal bir şekilde tekrar
yapılandırılması gerektiğini savunmuştur. Çünkü Kazaklar ancak böyle bir yapıda ulusal
otonomilerini elde edebileceklerdi (Trutanow 1994:54; Alaş-Orda Otonomisi için ayrıntılı olarak bkz.
Andican 2003:53-56).
111
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 95 – 115
Doğu Türkistan Türklerini de barışsever “Büyük Türkistan Cumhuriyeti”nde birleşmeye
çağıran sloganında ısrar etmiştir. Bu slogan Kazakistan dışında, Taşkent, Bakü ve
Yakutistan gibi bölgelerde yankı bulmuş ve bazı küçük fakat kararlı grupları kendine
çekebilmiştir.” (Kesici 2003:250).
Alaş faşist bir parti olduğu gerekçesiyle Kazak Hükümeti tarafından 1994’te
yasaklanmıştır. Alaş kapatıldıktan sonra partinin Kazakistan’daki üyeleri mevcut olan
diğer partilere girerek bu partilerin aşırı kanadını oluşturmuşlardır. Kırgızistan da ise
Alaş siyasal olarak önemli sayılabilecek hiç bir rol oynayamamıştır. Alaş aynı zamanda
1991’de kurulan aşırı İslamcı ve sağcı Türkistan Partisi ile birlikte çalışmıştır. Bu parti
de tıpkı Alaş gibi Orta Asya’nın Türk ve Müslüman kimliğine gönderme yapmaktadır.
Türkistan İslam Partisi
Türkistan İslam Partisi (TİP) Haziran 2001’de Orta Asya’da kurulan İslamcı bir
siyasal partidir. TİP Türkistan Partisi olarak ta bilinmektedir. Türkistan Partisi Alaş ile
birlikte çalışmak suretiyle etkisini Kazakistan ve Kırgızistan’da artırmıştır.
Tacikistan’da da Türkistan Partisi’nin şubeleri açılmıştır. Türkistan Partisi Türkistan
Müslümanları ve El-Kaide arasında bir köprü vazifesi görmüştür. Bu partinin Çin
Türkistan’ında Doğu Türkistan Partisi adıyla faaliyet gösteren bir kolu bulunmaktadır.
TİP’nin amaçları; Arap Alfabesi’nin kabul edilerek Orta Asya’nın yeniden Arap-Acem
kültür dairesine sokulması, Çağatay Türkçesinin Orta Asya’da tek bir edebiyat ve bilim
dili haline getirilmesi, Orta Asya’da İslam’ın yeniden canlandırılması ve şeriat
kurallarının uygulamaya sokulması, Müslüman olmayanların Orta Asya dışına
sürülmesi, Doğu Türkistan’ın Çin esaretinden kurtarılarak bu bölgede bir Doğu
Türkistan İslam Cumhuriyeti’nin kurulması ve başlangıçta Özbekistan, Tacikistan,
Kırgızistan ve Doğu Türkistan’ı kapsayacak şekilde bir Orta Asya halifeliğinin
kurulması şeklinde özetlenebilir (http://de.wikipedia.org/wiki/Islamische_TurkestanPartei, 15.03.2009).
TİP 2006’da Rusya ve diğer Orta Asya ülkelerinde yasaklanmıştır. TİP’nin
liderlerinden Rusul Akhunov Kırgız güvenlik güçleri tarafından öldürülmüştür.
Günümüzde TİP esas itibarıyla Özbekistan, Tacikistan ve Doğu Türkistan bölgesinde
faaliyet göstermektedir. TİP Doğu Türkistan dışındaki Uygurlarla da ilişki içindedir.
TİP’nin ilişkide bulunduğu ülkeler bununla kalmayıp Türkiye, Almanya, Avusturalya
ve ABD gibi ülkeleri de kapsamaktadır. TİP’nin finansal olarak El-Kaide tarafından
desteklendiği iddia edilmektedir (Thamm, 2008:201). TİP Pakistan’ın Veziristan
bölgesinde 2005 yılında İslami Yeniden Doğuş Partisi’nin (İYDP) yenine kurulan diğer
İslamcı organizasyonlarla birlikte Taliban ve El- Kaide’yi destekleyen İslami Cihat
Birliği’nin (İCB) oluşturulmasına büyük katkıda bulunmuştur. İCB’nin Almanya’da
2007 yılından bu yana bir hücresi bulunmaktadır. TİP 2008 Yaz Olimpiyatları’ndan
önce Çin yönetimine Doğu Türkistan’a bağımsızlık vermesi yolunda çağrıda
bulunmuştur.
Orta Asya’da 1990’ların başında İslam birliği politikalarını savunan İYDP
adında bir siyasal parti kurulmuştur. Bu partinin tüm Orta Asya’da 1992’de 20.000
civarında üyesi bulunmaktaydı. İYDP’nin Özbekistan lideri Tahir Yoldaşev Usame- bin
Ladin ile de tanışmıştır. Yoldaşev 1998’de Afganistan’dan döndükten sonra Özbekistan
İslam Hareketi’ni (ÖİH) kurmuştur. ÖİH hükümet yetkilileri tarafından El-Kaide’nin
112
Fahri TÜRK
Özbekistan’daki resmi uzantısı olarak algılanmıştır. ÖİH Türkistan Partisi ile birlikte
çalışmaya başlamıştır. ÖİH’nin üyeleriyle TİP’nin üyeleri aynı kişilerden oluşuyordu.
Kısa zamanda üye sayısını 10.000’e çıkaran ÖİH 1999’da yasaklanmıştır.
(http://de.wikipedia.org/wiki/Islamische_Turkestan-Partei, 15.03.2009)
Sonuç
Görüldüğü gibi değişim sürecinde Kırgızistan’da birçok siyasal parti ve STK
ortaya çıkmıştır. Kırgızistan’daki mevcut siyasal parti enflasyonu partilerin halk
tabanında yeterince taraftar bulamadığını dolayısı ile de siyasal sistem içinde güçsüz
kaldığını göstermektedir. Seçim sistemine konulan baraj uygulaması temsilde adaleti
sağlayamamakta ve halkın büyük bir kesiminin oylarının boşa gitmesine neden
olmaktadır. Yeni seçim kanununa göre yapılan 16 Aralık 2007 seçimlerinde Ata-Meken
Kırgızistan genelinde % 5’ten fazla oy almış olmasına rağmen Oş’ta gerekli olan %
0,5’lik bölge barajını aşamadığı için parlamentoya girememiştir (Bk. Tablo 2).
Seçimlerde yapılan adaletsizlik ve yolsuzluklardan çok çekmiş bir ülke olan
Kırgızistan’da temsilde adaletin sağlanabilmesi için yürürlükte bulunan seçim
kanunundaki % 5’lik ülke barajın düşürülmesi ve bölge barajının da tamamen
kaldırılması gereklidir. Bölge barajının kaldırılması Kırgızistan gibi klan
yapılanmasının güçlü olduğu bir ülkede önemlidir. Değişim sürecinde Kırgızistan’da
parti enflasyonu yaşanmış olsa da 2008 sonu itibarıyla bu ülkede üçü parlamentoda
olmak üzere toplam dokuz parti bulunmaktadır (Bk. Tablo 1). Bu partilerden sadece
Asaba isim değiştirmeden aynı adla ve herhangi bir partiyle birleşmeden SSCB
döneminden günümüze kadar gelebilmiştir.
Kırgızistan’da muhalefetin gelişememesinin bir diğer önemli nedeni de Akayev
döneminde yapılan anayasa değişiklikleriyle parlamentonun ve siyasal partilerin
yetkilerinin sürekli olarak daraltılmasıdır. Ata-Meken Orta Asya ülkeleri arasında bir
birliğin oluşturulmasını savunurken, Asaba kendisine uzun vadede diğer Türk halkları
ile birleşmeyi hedef olarak seçmiştir. Bu parti ayrıca ortak bir Türk dili oluşturulması
amacıyla Latin Alfabesi’ne geçilmesi de savunulmuştur. Kırgızistan’daki siyasal partiler
içerisinde Türkiye ile ilişkileri en iyi olan parti KSDP’dir. Parti’nin liderlerinden A.
Atambayev Türkiye’de Sosyal Demokratlardan ziyade Anavatan Partisi ile ilişkilerinin
iyi olduğunu belirtmiştir.
Kırgızistan’daki İslamcı partiler özellikle Fergana Vadisi’nde örgütlenmeye
çalışmaktadır. Bunlardan Hizb-ut Tahrir sadece Kırgızistan’da değil diğer Orta Asya
ülkelerinde de örgütlenmiştir. Orta Asya’da İslam temelinde ve halifeliği yeniden ihya
ederek bir devlet kurmaya çalışan Türkistan Partisi de sınır aşan partiler arasındadır.
Esasen geleneksel nedenlerden dolayı Kırgızistan’da İslamcı partilerin halk tabanı
bulunmamaktadır. İslamcı partiler özellikle Kırgızistan’ın güneyinde yaşayan Özbekler
arasında taraftar bulmaktadırlar.
Kaynakça
Andican, Ahat, (2003). Cedidizm’den Bağımsızlığa Hariçte Türkistan Mücadelesi,
İstanbul, Emre Yay.
113
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 95 – 115
Babak, V., Vaısman, D. vd., (2004). Political organization in Central Asia and
Azerbaıjan. Sources and Documents, Frank Cass Publishers, London, Portland.
Constitution
of
The
Kyrgyz
Republic,
21
Ekim
2007,
http://eng.gov.kg/index2.php?option=com_content&task=view&id=20&pop=1&
page, 13.03.2009.
Cusupbekov, Azizbek, Niyazov, Emil, (2001). Siyasi Partiler, Bağımsız Kırgızistan
Düğümler ve Çözümler (Der.) Gürsoy-Naskali, Emine, Ankara, Kültür
Bakanlığı Yayınları, s. 167-185.
Eschment, Beate, Zentralasien-analysen, Nr. 11, 2008, http://www. laenderanalysen.de/zentralasien, 13.03.2009.
Götz, Roland, Halbach, Uwe, (1993). Politisches Lexikon GUS, München, Beck’sche
Reihe.
Hiro, Dilip, (1994). Between Marx and Muhammad, The Changing Face of Central
Asia, London, Harper Collins Publishers.
İncioğlu, Nihal, (1994). Yeni Türk Cumhuriyetlerinde Toplumsal Bölünmeler, Siyasi
Güçler ve Yeni Siyasal Yapılanma, (Der.) Ersanlı, Büşra, Bağımsızlığın İlk
Yılları (Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan),
Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, s.105-142.
Kasybekov, Erkinbek, (1999). Government and Nonprofit Sector Relations in the
Kyrgyz Republic, Ruffin, Holt; Waugh Daniel (Ed.) Civil Society in Central
Asia, Seattle and London, University of Washington Press.
Kesici, Kayyum, (2003). Dün Bugün ve Hedefteki Kazakistan, İstanbul, IQ Kültür
Sanat Yay.
Khalid, Adeeb, (2007). Islam after Communism, Berkeley, Los Angeles, London,
University of California Press.
Kunze, Thomas, (2003).Die Geschichte einer Verfassung. Machtsicherung für
Praesident Akajew oder Stunde Null der Opposition in Kirgistan, KASAuslandinformationen, cilt 5, s. 46-57.
Olzscha, Reiner vd., (1942). Turkestan. Die politisch-historischen und wirtschaftlichen
Probleme Zentralasiens, Leipzig, Köhler&Amelang Verlag.
Rashid, Ahmed, (2002). Jihad The Rise of Militant İslam in Central Asia, New York,
Penguin Group.
Roy, Oliver, (2000). The New Central Asia. Geopolitics and the Birth of Nations, New
York, London, New York University Press.
Tabyschalijewa, Anna, (2002). Der politische İslam in Kirgisistan, OSZE-Jahrbuch, c.
8, s. 89-99, http://www.corehamburg.de/documents/jahrbuch/02/Tabyschaliewa.pdf,
13.03.2009.
Thamm, Berndt Georg, (2008). Der Dschihad in Asien. Die islamistische Gefahr in
Russland und China, München, Deutscher Taschenbuch Verlag.
Trutanow, Igor, (1994). Zwischen Koran und Coca Cola, Berlin, Aufbau Taschenbuch
Verlag.
Wolters, Alexander, (2008). Auf der Suche nach der Tulpenrevolution. Kirgistan im
Herbst Zentralasien-analysen, Nr. 11, s. 1-10, http://www. laenderanalysen.de/zentralasien, 13.03.2009.
114
Fahri TÜRK
Internet
http://de.wikipedia.org/wiki/Islamische_Turkestan-Partei, 15.03.2009.
http://www.igfm.de/Kirgisien-vor-und-nach-den-raesidentenwahlen.537.0.html,
15.03.2009.
http://www. laender-analysen.de/zentralasien, 13.03.2009
http://www.kas.de/wf/doc/kas_13584-544-1-30 pdf, 15.03.2009.
http://wapedia.mobi/de/Alash-Partei, 10.11.2008
Gazeteler
Frankfurter Allgemeine Zeitung (FAZ), 15 Aralık 2007, s. 6.
Nezavisimaya Gazeta, 2 Haziran 1992, s. 6.
Zaman, 11 Mart 2009, s. 3.
Söyleşi
Almaz Atambayev ile yazarın yaptığı söyleşi, 2 Ekim 1995 Bişkek.
115
LUDWİG WİTTGENSTEİN’NIN FELSEFE VE FİLOZOF
KAVRAMLARINA BAKIŞI
Seyit Ahmet ATAK
Özet / Abstract
Wittgenstein bütün felsefe problemlerini bir dil problemine indirgemeye çalışmıştır. Bu
çerçevede dil-düşünce, dil-mantık, dil-felsefe gibi kavramlar arasındaki nasıl bir ilişkinin olması
gerektiğini göstermeye gayret etmiştir.
Bu ilişkileri ortaya koyabilmesi içinde felsefenin ve filozofun çalışma alanlarını, metotlarını ve
temel kaygılarını en iyi şekilde belirlenmesi önemli bir zaruret olarak karşımıza çıkmaktadır.
Felsefe ve filozof kavramlarının yüklediği birçok değişik anlamlar içersinde tanımlamak,
çözümlemek, açıklamak ve özelliklerini ortaya koymak bize felsefenin ve filozofun neleri yapıp
yapamayacağı konusunda önemli bilgiler verecektir.
Anahtar Kelimeler: Wittgenstein, Felsefe, Filozof, Dil, Dil Felsefesi
LUDWIG WITTGENSTEIN’S VIEW ON THE CONCEPTS OF “PHILOSOPHER” AND
“PHILOLOSOPHY"
Wittgenstein tries to reduce all of the philosophical problems to only linguistic ones he aimes to
show that what kinds relations must be between the language-thought, language-logic and languagephilosophy as well.
To bring into light these relations, the duties, methods and main concerns of philosopher and
philosophy must be determined appropriately, which is an important obligation.
It will give us considerable knowledge about what can be done by philosophy and philosopher to
define, analyse and explain the concepts in the many senses which are carried by the concepts.
Key Words: Wittgenstein, Philosophy, Philosopher, Language, Language Philosophy
Giriş
Felsefe tarihine bir göz attığımızda, sayısız filozof, pek çok felsefi akım ve
birbirinden ayrılmış felsefi dönemler görülür. Bu filozoflar, akımlar ve felsefi dönemler
arasında bazı benzerlikler görülse bile birbirlerinden pek çok konularda farklı bakışlara
sahip olduklarını görürüz. Hatta aralarında hoca-talebe ilişkisi bulunan filozoflar
arasında bile –sözgelişi Platon ve Aristo- arasında felsefelerinde ve görüşlerinde önemli
farklılıkların olması kaçınılmazdır. Bütün bu farklı anlayışlara, aynı noktadan hareketle
farklı sonuçlara ulaşmalarına rağmen bu kişilere filozof, faaliyetlerine de felsefe adını
veriyoruz.
Felsefeyi hemen herkes tarafından anlaşılacak ve kabul görecek şekilde
tanımlamanın, felsefenin ne olduğunu tam olarak gözler önüne sermenin hiç de kolay
bir şey olmadığı pek çok kişinin birleşebileceği bir durumdur. Felsefenin ilk önce bir
insan etkinliği olması, insanın düşünme, akıl, konuşma, sorgulama, merak etme ve dil
gibi özel yeteneklerini ortaya koyma fırsatını vermiştir.
Özellikle dil, insanla insan, insanla diğer var olan şeyler arasında birleştirici bir
bağ kurmuştur. Dil, insan olmanın en iyi ifade şekli olarak görebiliriz. Çünkü dil

Öğr. Gör., Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü.
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 117 – 124
olmadan insanla hayvan arasındaki olan düşünme, akıl ve konuşma gibi temel farklar
ortadan kalkardı. Ayrıca dil olmadan insan, sanat, bilim, teknik ve felsefe gibi üstün
başarılara ulaşabilirdi, ne de toplum içerisindeki fikir ve duygularını ifade edebilirdi.
Özelikle felsefe açısından baktığımızda güvenilir ve doğru bilgiye ulaşmada,
zihnimizdeki kavramları doğru kullanabilmede düşünme-dil ve dil-felsefe arasındaki
kuvvetli bir ilişki olduğu bir gerçektir. Felsefe tarihine baktığımızda Protogoras’ın,
“İnsan her şeyin ölçüsüdür”, Aristo’nun, “İnsan düşünen ve konuşan bir varlıktır”,
Plato’nun, “Felsefesiz kalmak dilsiz kalmaktır” gibi bu önemli filozofların sözleri
söylediklerimizi doğrular mahiyettedir.
Yirminci yüzyılın önemli filozof ve felsefecilerinden biri olan Ludwig
Wittgenstein’i (1889-1951) analitik ve lengüistik felsefenin kurucusu ve en büyük
temsilcisi olarak görebiliriz. Bu anlayışa uygun olarak doğa bilimlerinin karşısına
felsefeyi koymuş, dil üzerine yapmış olduğu araştırmalar felsefenin amacını düşünceyi
açık hale getirmek ve insanların ufuklarını aydınlatması gerektiğini ifade etmiştir1.
Wittgenstein’a göre, her felsefe bir dil eleştirisidir.2 Felsefenin sonuçları, bayağı
saçmalığın bir ya da diğer kısmının ve anlama yetisinin, başını dilin sınırlarına vurarak
edindiği yumruların açığa çıkmasıdır.3 Felsefe konularında yazılmış çoğunlukla
tümcelerin ve soruların yanlış olmadıklarını, ama bazen de kendi içlerinde saçma
olduğunu görürüz. Bu yüzden de bu türden soruları hiçbir şekilde yanıtlayamayız, ancak
saçmalıklarını saptayabiliriz. Filozofların çoğunlukla soruları ve tümceleri, dil
mantığımızı anlamamamıza dayanır.4 Dilin amacı düşünceleri ifade etmektir. Bunun
içinde felsefeden faydalanmak zorundayız.5 Felsefenin amacı, düşüncelerin, bilgilerin
mantıksal aydınlanmasıdır. Felsefe ne bir doğa bilimi ne bir psikoloji ne de bir bilimdir.
Felsefenin bilimler karşısındaki ortak varlık alanı hepsinin birer açıklama etkinliği
olarak kendilerini ifade etmeleridir. Felsefe bir ölçüde varlık nedenini ortaya koymak ve
kendisinin anlaşılır bir hale gelebilmesi için bilimden yararlanması da gerekir.
Felsefenin işinin bilgi vermek, düşünce üretmekle kendini sınırlamaz, aynı zamanda
verilmiş düşünceleri çözümleyerek farklı bakış açılarına da zemin hazırladığını görmek
doğru olur.6
Felsefe metafizik cümleler ortaya koymamalıdır. Metafizik cümleler, doğru
olmadıkları gibi yanlış da değildirler. Aynı zamanda anlamsız ve saçmadırlar. En doğru
tavır metafizik için konuşmamak ve suskun kalmak doğru bir durum olarak görmek
gerekir.7 Wittgenstein bir filozofun karşılaştığı bir felsefi problemi hastalık durumu
benzetmesi yaparak, ilk önce hastalığın bir şekilde tehşiş edilerek içinin düğümlerden
açılmasının ön şart olduğunu, bunun yapılmaması durumunda felsefe bir tür
1
2
3
4
5
6
7
Nejat Bozkurt, 20. Yüzyıl Düşünce Akımları, Morpa Kültür Yayınları, İstanbul 2003, s. 253.
Nejat Bozkurt, a.g.e., s.254.
L. Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar, (çev. Deniz Kanıt), Totem Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 68.
L. Wittgenstein, Almanca Aslıyla Tractatus Logice Philosophicus, (çev. Oruç Aruoba), Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul 2002, s. 45.
Felsefi Soruşturmalar, a.g.e., s.178.
Ömer Naci Soykan, “Wittgenstein Felsefesi Temel Kavram ve Sorunlar”, Cogito Dergisi, Sayı 33,
İstanbul 2002, s. 50.
Soykan, a.g.m., s. 53, ayrıca, Ahmet Cevizci, Felsefe, Sentez Yayıncılık, Bursa 2007, s. 121-122’ye
bakılabilir.
118
Seyit Ahmet ATAK
büyücülükten ve mitolojik unsurları kendi içinde barındıran anlamsız, bulanık ve
karmaşık bir yapıya bürüneceğini belirtir.8 Filozofa sokaktaki adamda olduğu gibi her
şey hazır olarak önüne verilmez. Kendi çözümlerini bulmak ve ortaya koymak
zorundadır. Filozof deyim yerindeyse, cerrah değil, ama belki tedavi edici başka bir
uzman hekim, ama en doğrusu bir pratisyen, bir “aile doktoru” olarak görülmelidir.
Eğer hastalık ileri noktaya varmışsa hekimin (filozofun) yapacağı şey, hastalığı ortaya
çıkaran yaşam tarzının değiştirilmesidir. Bunun da kolay bir şey olmadığını da görmek
gerekir. Felsefe hastalıklarının bir temel nedeni olarak “tek yanlı perhiz”i gösterir. Bu,
düşünmenin yalnızca tek tarz örneklerle beslenmesidir. Bu tarz bir düşünme, bir bakış
açısı körlüğü demektir.9 Felsefe, hemen her soru ve kavram üzerinde ya da insanın
varoluş halleri üzerinde hep yeniden düşünmeyi gerektiren bir bakış açısı sağlamaktadır.
Çünkü felsefe sorularının nihai, kesin ve tamamlanmış bir yanıtı olmadığından, bu
sorular, sürekli bir biçimde ve yeniden ele almayı gerektirir.10
Filozofun daha ileriye gidebilmesi için, matematiğin kavramlarını ve dilini
kullanabilmelidir. Bir başka deyişle, felsefe matematiğe laf atmalı (onunla ilişki
kurmalı), onu anmadan felsefe yapmamalıdır. Felsefenin gelişmesinde matematiğin
etkisi güneş ışığının ve patates filizlerine bıraktığı etkinin aynısıdır. Çünkü nasıl güneş
ışınları bitkinin büyümesini, sağlıklı olmasını ve meyve vermesini sağlıyorsa, felsefenin
aydınlatıcı ışığı da matematiğin kontrollü ve düzenli hale gelmesine yardımcı
olmaktadır.11 İnsan yalnız kendisine verilen olguları bilebilir; bu nedenle bilimin konusu
yalnızca olgu ve olaylardır. Olgular ise ancak doğal ortamda belli yasalara uygun olarak
gerçekleşirler. Bu yasaları kavramanın da şartları vardır; söz konusu yasaları kavramak
için bilimsel bir yöntem ve ölçüt gerekir. Bu da ancak dil ve matematiksel mantıkla
sağlanabilir. Bu durumda felsefenin yapacağı iş, bilimsel düşüncenin öğelerini oluşturan
dil ve mantık kavramlarını incelemek, bu incelemeden edinilen verilerle olay ve olguları
açıklığa kavuşturmaktır. Çünkü bilim de felsefe gibi bir mantık işidir.12
Felsefe sorunlarını ele alırken izlenecek yollardan biri de, bu sorunlara neden
olan sözcüklerin anlamına ilişkin yanlışları aydınlatmaktır. Çünkü sözcük, bir dil varlığı
olarak nesneyle bağlantılıdır. Bu bağlantı da nesnenin özüyle değil, insana verilen
yanıyla ilgilidir. Felsefenin görevi, nesneyle kavramı arasındaki varlık bağlantısından
yararlanıp, sorunu çözümleyerek açıklığa kavuşturmaktır. Sorunun çözümü de kavramın
içeriğiyle ilgilidir. Kavramın içeriğiyle nesne arasındaki bağlantıda, uyum ve özdeşlik
varsa varılan sonuç doğrudur ve gerçektir. Bunun karşıtı yanlıştır. Çünkü bir olayın
gerçekliği, onu yansıtan kavramla ortaya konabilir. Wittgenstein bu görüşünü,
matematiksel-mantıksal bir çözüm yöntemi uygulayarak açıklamaya çalışmıştır. Bu
yöntemin temelini de, kavramlara karşılık olarak kullanılan birtakım simgeler
oluşturur.13 Felsefenin amacı düşüncenin aydınlatılması, düşüncenin açık seçik bir
8
9
10
11
12
13
Soykan, a.g.m., s. 69
Soykan, a.g.m., s. 70
Mustafa Günay, Metinlerle Felsefeye Giriş, Karahan Kitabevi, Adana 2004, s. 9.
Ömer Naci Soykan, Wittgenstein’ın Yaşamı Felsefesi Yapıtları, MVT Yayıncılık, İstanbul 2006, s.
41.
Nejat Bozkurt, 20. Yüzyıl Düşünce Akımları: Yorumlar ve Eleştiriler, Sarmal Yayınları, İstanbul
1995, s. 191.
Nejat Bozkurt, 20. Yüzyıl Düşünce Akımları, s. 256.
119
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 117 – 124
biçime getirilmesi ise, bunun için felsefe dili ve simgelerini doğru dürüst kullanabilirse
ancak o zaman bütün bilimler (matematik, mantık, metafizik, ahlak) doğrulanabilir ve
denetlenebilir.14 Bir başka ifadeyle, felsefeyi; sözleri, cümleleri ve dili açık kılma
etkinliği olarak tanımlayabiliriz. Ayrıca felsefe, dilin mantıki sorgulanması, bir dil
eleştirisi olarak anlaşılır ve felsefenin rolü, evren hakkında bilinmez hakikatleri
keşfetmek değil, anlamlı olan önermelerin mantıki sorgulanmasını yapmak olur.
Wittgenstein’ın deyişiyle analitik düşüncede felsefenin amacı; düşüncelerin mantıksal
açıklanmasıdır.15 Artık felsefe bir öğreti değil, etkinliktir. Felsefenin sonucu, felsefi
önermeler değil, fakat önermelerin açık kılınmasıdır.16
Felsefenin görevi yeni, ideal bir dil yapmak değildir; varolan dilimizin
kullanılışını daha bir açıklığa kavuşturmaktır.17 Dilin sınırları, düşüncenin de sınırlarını
gösterirken, söyleyemediğimiz ve konuşamadığımız şeylerin üstünde durmanın dil
açısından bir getirisi olmayacaktır. Dil, her türden ideolojilerin, dinlerin, bilimlerin ve
metafiziklerin boy gösterdiği bir alandır; bu yüzden de önermeler arası çatışmaları ve
yanlış anlamaları ortadan kaldırmak, tüm semantik kirlenme ve yanlışlardan arınmış
kusursuz bir dil kurmak ve son olarak da dünyanın bire bir betimlemesini oluşturan bir
resim ya da modeli oluşturmak gerekmektedir. Bu da bize, dünyanın olguların
toplamından oluştuğunu hatırlatır.18 Wittgenstein için felsefe bilime benzer bir şey de
değildir. Bilim deneysel anlamda genellemeler oluşturmaya çalışırken, felsefe yüzeysel
dilbilgisel alanıyla genellemeleri kırmaya çalışır. Bilim hipotezler ve tümdengelimsel
açıklamalarla ilerlerken, felsefe hayali örnekler ve ara durumların açık temsilleriyle
çalışır. Felsefeyi dilbilgisi olarak düşünmek kimi zaman pedagoji kimi zaman da
terapiye benzetilebilir.19 Bilim ile felsefenin alanlarının farklı olduğunu görmek gerekir.
Felsefi problemleri çözmenin anahtarı doğa bilimi ya da doğa tarihinden çok
dilbilgisidir. Bilimin doğa yasalarını keşfeden, kesin doğru bilgiler veren bir anlayışla
bakmak yanlıştır. Bilim olsa olsa yalnızca dünyayı betimleme işini üstlenir.20 Felsefe ve
bilim arasındaki ortak noktası her ikisinin de bir açıklama etkinliği olmasıdır.21
Felsefeciler (filozoflar) bilim adamları gibi bir ev inşa etmedikleri gibi, bir evin
temellerini bile atmazlar. Yalnızca bir odayı toplamaya çalışırlar.22
Wittgenstein felsefenin amacı nedir? Sorusuna mecazlı bir deyişle, “sineğe,
içinde bulunduğu şişeden çıkış yerini göstermektir” diyerek, şişenin içindeki sineği,
yolunu şaşırmış filozofa benzetir. Sinek camı görmediği ve ayrımlamadığı için her
uçma girişiminde cama toslayacaktır. Filozof da, dilin sınırlarını göremediği için, dilin
14
15
16
17
18
19
20
21
22
Nejat Bozkurt, 20. Yüzyıl Düşünce Akımları, s. 259.
Nadim Macit, “Teolojik Dilin İmkânı Üzerine”, Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi,
Ankara 2002, s. 5.
L. Wittgenstein, Almanca Aslıyla Tractatus, s. 59.
Nejat Bozkurt, 20. Yüzyıl Düşünce Akımları, s. 261.
Nejat Bozkurt, 20. Yüzyıl Düşünce Akımları, s. 258-259.
Newton Garver, “Gramer Olarak Felsefe” (çev. Fatma Canpolat), Cogito Dergisi, Sayı 33, İstanbul
2002, s. 118.
Ömer Naci Soykan, Felsefe ve Dil, Wittgenstein Üstüne Bir Araştıma, MVT Yayıncılık, İstanbul,
2006, s. 85.
Ömer Naci Soykan, a.g.e., s. 22.
Ray Monk, Wittgenstein Dahinin Görevi, (çev. Berna Kılınçer-Tülin Er), Kabalcı Yayınevi, İstanbul
2005, s. 430.
120
Seyit Ahmet ATAK
ve dünyanın sınırının üstüne üstüne gider ve ona çarpar. Ama sinek de filozof da bu
hareketlerini usanmadan hareketlerini sürdürürler. Filozof ve sinek kendilerini
çevreleyen sınırların ayırımını yapacak durumda değildirler.23 Bir filozof için felsefe
yapmanın kolay bir iş olmadığının farkındadır. Bunun bilicinde olarak felsefenin bir
meydan okuma veya bir karşı çıkış olarak da görebiliriz. Her ne kadar felsefi davranış
bir tür sakinlik ya da duygusuzluk gibi tanımlanırsa da, felsefi etkinlik heyecanlı ve
duygulu bir ortamın sonucunda oluşur. Bazı karışık, bulanık, kavranılamayan durumlar
karşısında duyulan heyecan, korku, arzu, umut ve merak ile de felsefi etkinlik başlar.24
Filozofu filozof yapan, “bir düşünce topluluğunun yurttaşı olmamasıdır. Onu
filozof yapan da budur.” Çünkü filozof yalnızdır ve her felsefe sorununa tek başına
çözüm bulmaya çalışır.25 Filozof felsefesinde çoğu kez aradığı sorulara cevap
bulamadığı için, soruları sorularla geçiştirmeye çalışır.26
Wittgenstein için bir filozofun felsefesinde ilk yapması gereken, dürüst ve içten
davranarak düşüncelerini itiraf etmesidir. Bunun arkasından da iyice düşünebilmenin bir
akıl sorunu olmaktan çok bir irade sorunu olarak görmek gerekir. Bununla birlikte
aklımızı ve irademizi de sağlıklı hareket etmesi durumunda, hem filozof kendini kibir
dünyasından kurtarır ve düzgün bir felsefe ortaya koymasına yardımcı olur.27 Filozof
her şeyi olduğu gibi ortaya koyabiliyorsa en aslı işi olan doğruyu arama işlevini
gerçekleştirmiş olur.28 Filozoflar çeşitli konularda ileri sürmüş oldukları görüşleri ve
bakış açılarıyla diğer filozoflarla çoğu kez birbirlerine ters düşmeleriyle karşımıza
çıkarlar. Oysaki bir bilim adamının başka bir bilim adamının bilimsel görüşünü
paylaşmak zorunluluğunu hissederken, buna karşılık bir filozofun diğer filozofun felsefi
görüşünü paylaşması beklenmez, hatta arzu da edilmez. Filozof, nasıl matematikçilerin
yanlışlarını göstermek, matematiğin bir dalı üstüne ders vermek, matematikte buluş ya
da icatlar yapmak amacını gütmez. Filozofun yaptığı temel işe bir yorumlama veya
açıklama yapma etkinliği olarak bakmak doğru olur.29
Wittgenstein felsefe içinde şüphenin yerinin ne olması gerektiği konusunda ilk
önce, felsefenin ilk şüphe anlayışı olan; kesin bir doğrunun varlığından şüphe eden,
doğru bilgiyi tamamen inkâr eden, her şeyden şüphe eden ve şüpheyi bir amaç olarak
gören anlayışa karşı olduğunu belirtir.30 İkinci şüpheci yaklaşım olan; şüpheyi bir araç
olarak ele alan, şüphenin bir temeli olması gerektiğini belirten ve doğru bilgiye varmak
için kullanılan Descartes’in yöntemsel şüphesidir. Wittgenstein için şüphenin bir temeli
olmalı, şüphe bir dil oyununa dayanmalı, sırf inat olsun diye şüphe etmek akıllıca
değildir. Ancak belirli nedenlerden dolayı şüphe edilmelidir. Bazen de şüphenin akıllıca
olmadığı durumlar olduğu gibi, mantıkça imkânsız göründüğü durumları da göz ardı
23
24
25
26
27
28
29
30
Ömer Naci Soykan, Wittgenstein Yaşamı ve Felsefesi Yapıtarı, s. 50.
L. Wittgenstein, Almanca Aslıyla Tractatus Logice-Philosophicus, s. 59.
Ömer Naci Soykan, Wittgenstein Yaşamı ve Felsefesi Yapıtları, s. 46.
Ömer Naci Soykan, Wittgenstein Felsefesi Temel Kavram ve Sorunlar, a.g.m., s. 73.
Wittgenstein, Dahinin Görevi, s. 523.
Wittgenstein, a.g.e., s. 24.
Ömer Naci Soykan, Felsefe Konuşmaları 1-Arayışlar, Küyerel Yayınları, İstanbul 1998, s. 314.
Ömer Naci Soykan, Felsefe ve Dil, Wittgenstein Üstüne Bir Araştıma, MVT Yayıncılık, İstanbul,
2006, s. 214, ayrıca, Saul A. Kripke, Wittgenstein Kurallar ve Özel Dil, Litera Yayıncılık, İstanbul
2007, s. 90-91-92 bakılabilir.
121
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 117 – 124
edilmemelidir.31 Şüphe etmekten şüphe etmek, her şeyden şüphe etmek değildir, tersine
hiçbir şeyden şüphe etmemektir. Yani, her şeyden şüphe edecek olan bir şüphenin
kendisini ortadan kaldırır. Eğer insan bir şeyden şüphe ediyorsa, şüphe etmekten de
şüphe edeceğimize göre, şüphe etmemiş oluruz.32 Hayatın anlamı sorununu ilgilendiren
ahlaki ve dini sorunlar karşısında şüpheci bir tutumun ardına saklanmak imkânsızdır.
Şüphecilik hem ahlaka uygun değildir, hem de mantıksal açıdan kabul edilemez. Şüphe
yalnız bir soru olan yerde; bir soru yalnız bir cevabın bulunduğu yerde bulunabilir ve
cevap ancak bir şeyin söylenebildiği yerde var olabilir.33
Felsefeci ve filozofa düşen görev, felsefeyi teorilerin maskesinden kurtarmak
gerekir. Çünkü felsefe özünde bir teori değil, fakat faaliyettir. Felsefe yapılan bir şeydir,
ama sayıp dökülecek bir öğretiler bütünü değildir.34
Wittgenstein’ın felsefi tavrının birçok yönüyle Socrates’i anımsattığını
söyleyebiliriz. Çünkü O, Socrates gibi soruların cevabını ararken acele etmeden, sabırlı
davranırken, kendilerini ilgilendiren sorunlara karşı savaşır, mücadelesini sonuna kadar
sürdürür, her malzemeyi en iyi şekilde kullanır. O’nun için geleneksel felsefeye ve
belirlenmiş bir kuramın üzerine hareket etmeyi doğru bir durum olarak görmez.35
Toplumun bize verdiği değerleri bir an bile düşünmeden peşinen kabul eden, sosyal
baskıyla kararlarını veren, bedenimizin basit arzusuyla sürüklenen ve yaşamı
sorgulamayan, hayatlarını başkalarının ellerine bırakmış insanlar ne felsefe yapabilirler
nede yaşamın temel amacı olan araştırma ve bulma isteğini ortaya koyabilirler. Felsefe,
insana birey olmanın yolunu açar. İnsanın bireyselleşmesini sağlar. Bu
bireyselleşmeden kasıt; ilk önce kendi varlığına ve bilincine varması, bunun sonucu
olarak düşüncelerini ve eylemlerini ortaya koymaya gayret etmesidir. Bu çerçevede
felsefi düşünce, mevcut dar görüşlülükleri, dogmatizmleri, kısıtlamaları ve
engellemeleri aşma konusunda uyarıcı ve değiştirici bir etkiye sahiptir.
Sonuç
Wittgenstein için, felsefenin ve filozofların en temel problemlerinin dil üzerine
çalışmak ve bir dil felsefesi yapmaktır. Dil felsefesi içersinde; dilin kapsamını,
sınırlarını, dili kullanma, dili anlama ve dilin çözümlenmesinin yapılmasıdır. Felsefe,
düşünme ve dil arasındaki kuvvetli bir ilişkiyi barındırır. Dil olmadan düşüncenin
kendisini ifade edebilmesi mümkün değildir. Eğer felsefe temelde bir düşünme etkinliği
ise, dil olmadan ne düşünme süreci gerçekleşebilir ne de felsefenin etkin olarak
kendisini gösterebilir. Basit bir ifadeyle söylemek gerekirse, felsefe kendini dille anlatır
ve ortaya koyar. Felsefeci bu dile kendi bakış açısını ve bireyselliğini katarak bir felsefi
yaklaşıma veya felsefi düşünceye zemin hazırlar.
Dilin felsefede etkin ve belirleyici rolü sadece felsefede değil, bilim kuramından
dilbilime, toplumbilime, etnolojiye, antropolojiye, psikolojiye, pedagojiye, edebiyata
31
32
33
34
35
Soykan, a.g.e., s. 215.
Soykan, a.g.e., s. 216.
Jean Greisch, Wittgenstein’da Din Felsefesi, (çev. Zeki Özcan), Asa Kitabevi, Bursa 1999, s. 38.
P. Feyerabend, “Wittgenstein Felsefi Araştırmaları”, (çev.Doğan Şahiner), Cogito Dergisi, Sayı 33,
İstanbul 2002, s. 183.
Hans Slugan, “Wittgenstein Yaşamı ve Yapıtları”, (çev. Sevinç Altınçekiç), Cogito Dergisi , Sayı 33,
İstanbul 2002, s. 35-36.
122
Seyit Ahmet ATAK
hemen hemen tüm dil-kültür alanına yayılmış olması ne kadar etkin ve belirleyici
olduğunu bize gösterir.
Wittgenstein’a göre, kişi felsefe yapmaya başlamadan önce, dilin, kendisini
saptırabilme yollarını ve saptırdığı yolları araştırmak zorundadır. O’nun felsefe yapma
biçimi işte bu anlayıştan çıkar: Felsefe, dil konusundaki yanlış ve sahte kabullerimizin,
dünya üzerine olan düşüncelerimizi nasıl saptırdığının çok yönlü bir biçimde
araştırılmasıdır.
Felsefenin amacı düşüncelerimizin mantıksal olarak açıklanması ise, başta dilmantık, dil-matematik, dil-düşünce arasında birbirlerini tamamlayan kuvvetli bir
ilişkinin sağlanması gerekir. Felsefe, donuk, bulanık, karmaşık düşüncelerimizin bir tür
aydınlatılması etkinliği iken, felsefeyi bir öğretiler yığını olarak görmekte yanlıştır. O
zaman felsefe, geçmiş teorilerin bir devam olması kadar, belirli bir felsefi geleneğinde
devam ettirilmesi anlamına gelecektir, buda beraberinde felsefe ve filozofun yeniyi
arayan, araştıran, sorgulayan, yorumlayan ve çözümleyen yönlerini göz ardı etmiş
oluruz. Filozofların hareket noktaları ve tutumları birbirinin devamı veya aynısı olsaydı,
farklı felsefeler ve yaklaşımlar olmayacak, buda beraberinde felsefenin genel-geçer,
objektif ve kesin bilgiye dayanacaktı. Oysaki, felsefi bilgi bu tür bir bilgi değildir.
Böyle bir bilgi ancak bilimsel bilgi için söz konusudur.
Felsefenin görevi, bir tür terapidir, tedavidir. Felsefi problemlerle kafası
karışmış ya da çıkmaza girmiş kişiye, insanların kullandıkları dil oyununun kuralları
anlatılarak yardımcı olunabilir. Wittgenstein’a göre, insanı yanlışa sürükleyen şey, onun
sözcüklerin bir oyunda nasıl kullanıldıklarına bakarak, aynı sözcüklerin başka bir
oyunda da aynı şekilde kullanılabileceklerini düşünmesidir. Bunun için her dili doğal
çerçevesi içinde ele almalı ve insanların bir şeyler söyledikleri zaman, içinde
bulundukları durumları, bunların söylenmesine eşlik eden davranışları hesaba
katmalıyız.
Kaynakça
Bozkurt Nejat, 20. Yüzyıl Düşünce Akımları, Morpa KültürYayınları, İstanbul 2003.
Bingöl Abdulkudüs, “Dil-Anlam ve Felsefe”, Felsefe Dünyası Dergisi, Sayı 1, Ankara
1991, ss. 22-26.
Bozkurt Nejat, 20. Yüzyıl Düşünce Akımları: Yorumlar ve Eleştiriler, Sarmal Yayınları,
İstanbul 1995.
Cevizci Ahmet, Felsefe, Sentez Yayıncılık, İstanbul 2007.
Cevizci Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul 2000.
Demir Ömer, Bilim Felsefesi, Vadi Yayınları, Ankara 2000.
Fleischer Margot, 20. Yüzyıl Filozofları, İlya Yayıncılık, (çev. Akın Kanat), İzmir
2003.
Feyerabend P., “Wittgenstein Felsefi Araştırmaları”, (çev.Doğan Şahiner), Cogito
Dergisi, Sayı 33, İstanbul 2002, ss. 155-190.
Garver Newton, “Gramer Olarak Felsefe”, (çev. Fatma Canpolat), Cogito Dergisi, Sayı
33, İstanbul 2002, ss.106-132.
Günay Mustafa, Metinlerle Felsefeye Giriş, Karahan Kitabevi, Adana 2004.
Greisch Jean, Wittgenstein’da Din Felsefesi, Asa Kitabevi, Bursa 1999.
123
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 117 – 124
Gündoğan Ali Osman, “Filozof ve Felsefe Hakkında”, Felsefe Dünyası Dergisi, Sayı
10, Ankara 1993, ss. 40-46.
Krıpke A. Saul, Wittengenstein Kurallar ve Özel Dil, (çev. Berat Macit), Litera
Yayıncılık, İstanbul 2007.
Macit Nadim, “Teolojik Dilin İmkânı Üzerine”, Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat
Fakültesi Dergisi, Ankara 2002, ss.1-36
Monk Ray, Wittengenstein Dâhinin Görevi, (çev. Berna Kılıçer-Tülin Er), Kabalcı
Yayınları, İstanbul 2005.
Porzıg Walter, Dil Denen Mucize, (çev. Vural Ülkü), Türk Dil Kurumu Yayınları,
Ankara 1995.
Poyraz Hakan, Dil ve Ahlak, Vadi Yayınları, Ankara 1996.
Soykan Ömer Naci, Arayışlar Felsefe Konuşmaları, Küyerel Yayınları, İstanbul 1998.
Soykan Ömer Naci, Wittgenstein Yaşamı Felsefesi Yapıtları, MVT Yayıncılık, İstanbul
2006.
Soykan Ömer Naci, Wittgenstein Üzerine Bir Araştırma-Felsefe ve Dil, MVT
Yayıncılık, İstanbul 2006.
Soykan Ömer Naci, “Wittgenstein Felsefesi Temel Kavramlar ve Sorunlar”, Cogito
Dergisi, Sayı 33, İstanbul 2002, ss. 40-80.
Soykan Ömer Naci, Felsefe Konuşmaları 1- Arayışlar, Küyerel Yayınları, İstanbul
1998.
Slugan Hans, “Wittgenstein Yaşamı ve Yapıtları”, (çev. Sevinç Ayçekiç), Cogito
Dergisi, Sayı 33, İstanbul 2002, ss. 11-40.
Wittgenstein Ludwig, Almanca Aslıyla Tractatus Logice Philosophicus, (çev. Oruç
Aruoba), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2002.
Wittgenstein Ludwig, Felsefi Soruşturmalar, (çev. Deniz Kanıt), Totem Yayıncılık,
İstanbul 2006.
124
13.YÜZYILDA ANADOLU’DA ETKİN OLAN TASAVVUF
HAREKETLERİNİN 1980 SONRASI ÇAĞDAŞ TÜRK RESMİNE
YANSIMALARI
Mutluhan TAŞ
Özet / Abstract
Bu araştırmanın amacı, 13. yüzyılda Anadolu’da etkin olan Tasavvuf düşüncelerinin, ressam
Erol Akyavaş, Ahmet Atan ve Gülsün Erbil’in, 1980–2005 yılları arasında yapmış oldukları resimlere
etkisinin olup olmadığını incelemektir. Yöntem olarak, konuyla ilgili kaynak araştırmalarının yanı sıra ele
alınan sanatçılarla görüşme yapılması, kendi koleksiyonlarında ya da diğer koleksiyonlarda bulunan
yapıtlarının incelenmesi bağlamında nitel araştırma yöntemlerinden faydalanılmıştır. Bu araştırma,
tasavvuf ile ilgili literatür taraması ve araştırma kapsamında olan ressam Süleyman Saim Tekcan, Rauf
Tuncer, Murat Morova, İsmet Doğan, Serap Demirağ, Fikret Otyam, Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli,
Erol Akyavaş, Ahmet Atan ve Gülsün Erbil’in, araştırma konusu ile ilgili, 1980-2005 yıllarında yapmış
oldukları resimleri kapsamaktadır. Bu araştırmada veri toplama araçları olarak; adı geçen sanatçıların
çeşitli koleksiyonlarda ve kataloglarda bulunan resimlerine ulaşılmış, çeşitli yayın organlarında
yayınlanmış makaleleri, kitapları ve tezleri elde edilerek incelenmiş, yapmış oldukları resimleri konu
çerçevesinde analiz etmek için dijital kayıt cihazları ile birlikte mülakat yapılmış ve “Sanatçı Görüşme
Formu” hazırlanmıştır.
Bu çalışmanın sonucunda, Çağdaş Türk resminin, gelişim süreci içerisinde 13. Yüzyıldaki
tasavvuf düşünceleriyle olan etkileşimlerine yönelik tespitlerde bulunulmuş, Çağdaş Türk resminin erken
dönemiyle 1980-2005’li yıllar arasında geçirdiği evreler, sanat-tasavvuf etkileşimleri açısından ele
alınarak değerlendirilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Sanat, Tasavvuf, Türk Resmi
THE REFLECTIONS OF THE SUFI MOVEMENTS WHICH WERE EFFECTIVE IN 13th CENTURY
TO THE CONTEMPORARY TURKISH ART AFTER 1980
The aim of this study is to discover whether the sufi thougts which were effective in 13. Century
affected the paintings that are made between 1980-2005 by artists Erol Akyavas, Ahmet Atan and
Gulsum Erbil. The methodolgy of this study benefit from qualitative research techniques like interview
with artists concerned and examine the work of arts whether in their or other collections alongside with
source research about subject. This research includes literature scannig about sufism and paintings of the
artists Süleyman Saim Tekcan, Rauf Tuncer, Murat Morova, İsmet Doğan, Serap Demirağ, Fikret Otyam,
Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli, Erol Akyavaş, Ahmet Atan ve Gülsün Erbil in the scope of study
which were made between 1980 and 2005. In this research, the above-mentioned artists paintings are
attained from different catalogs and collections, their books, thesis and articles are inspected, interviews
are made about their paintings and recorded by digital recorders and Artist Interview Form is prepared as
means of data gathering.
At the conclusion of this study, the interaction between 13. Century sufi thought with
Contemporary Turkish painting’s development is determined and the early term of Contemporary Turkish
painting and the 1980-2005 period is evaluated by means of art-sufism interactions.
Key Words: Art, Sufism, Turkish Painting

Öğr.Gör. Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü.
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 125 – 144
1. 2. Problem Cümlesi
13. yüzyılda Anadolu’da etkin olan Tasavvuf düşünceleri, ressam Erol Akyavaş,
Ahmet Atan ve Gülsün Erbil’in, 1980 sonrasındaki sanatsal yaratma süreçlerine ne gibi
etki ve katkı sağlamıştır?
1. 2. 1. Alt Problemler
1. 13. yüzyılda Anadolu’da etkin olan Tasavvuf düşünceleri, Süleyman Saim
Tekcan, Rauf Tuncer, Murat Morova, İsmet Doğan, Serap Demirağ, Fikret Otyam,
Ergin İnan ve Balkan Naci İslimyeli’nin 1980 sonrasındaki sanatsal yaratma süreçlerine
ne gibi etki ve katkı sağlamıştır?
2. Resimlerde Dini ve tasavvufi imgeler kullanmak o düşünceden etkilenildiği
anlamına gelir mi?
1. 3. Araştırmanın Amacı
13. yüzyılda Anadolu’da etkin olan Tasavvuf düşüncelerinin, ressam Erol
Akyavaş, Ahmet Atan ve Gülsün Erbil’in, 1980–2005 yılları arasında yapmış oldukları
resimlere etkisinin olup olmadığını incelemektir.
1. 4. Araştırmanın Önemi
1. Bu araştırma, Anadolu insanının inanç temellerini oluşturan faktörlerden birisi
olan tasavvuf düşüncesinin günümüz Türk resim sanatına ve estetiğine yansımalarının
olup olmadığını, olmuş ise ne şekilde olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
2. Bu araştırma çerçevesinde, Tasavvuf düşüncesinin Türk resminin gelişim
sürecini nasıl etkilediği ve sanatçılarının eserlerine ne şekilde yansıdığını tespit etmek
açısından önemlidir.
1. 5. Varsayımlar
1. 13. yüzyıldaki Tasavvuf düşünceleri, çağdaş Türk resminin gelişim sürecinde
ulusal ve yerel motiflere yönelen Türk ressamları için çıkış noktalarından birisi
olmuştur.
2. 1940’lı yıllardan sonra Anadolu’yu gezen Türk ressamları, halı, kilim ve
folklorik öğeler gibi konuların yanı sıra Tasavvufi imge ve sembolleri de eserlerinde
kullanmışlardır.
3. 1980’li yıllarla beraber, Süleyman Saim Tekcan, Rauf Tuncer, Murat Morova,
İsmet Doğan, Serap Demirağ, Fikret Otyam, Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli gibi bazı
Türk ressamlarının Tasavvufi imge ve sembolleri, salt plastik bir ifade unsuru olarak
eserlerinde kullanmalarında 13. yüzyıl Tasavvuf düşüncelerinin etkisi vardır.
4. Ressam Erol Akyavaş, Ahmet Atan ve Gülsün Erbil’in, yapmış oldukları
resimlerde 13. yüzyıl tasavvuf düşüncesinin etkisi vardır.
1. 6. Sınırlılıklar
1. Ressam, Süleyman Saim Tekcan, Rauf Tuncer, Murat Morova, İsmet Doğan,
Serap Demirağ, Fikret Otyam, Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli, Erol Akyavaş, Ahmet
Atan ve Gülsün Erbil’in 1980-2005 yılları arasındaki Tasavvufi imge ve semboller
içeren çalışmalarına yönelik incelemeyle sınırlıdır.
126
Mutluhan TAŞ
YÖNTEM
Bu bölümde, araştırmanın modeline, evren ve örneklemine, veri toplama
araçlarına ve verilerin analizine ilişkin bilgiler yer almaktadır.
3. 1. Araştırma Modeli
Sosyal bilimlerde farklı araştırma teknikleri kullanılabileceğinden, araştırma
soruları ancak ilgili tekniklerle yanıtlanabilir. Bu bağlamda yeni araştırmacılar, hangi
araştırma tekniğinin hangi problem için uygun olduğunu sıkça sorarlar. Bu soruyu
yanıtlamak zordur, çünkü problemler ve teknikler arasında farklılıklar vardır (Neuman,
2000:223). Bu nedenle araştırmada nitel araştırma tekniğinden faydalanılmıştır.
Nitel araştırmanın genel kabul görmüş bir tanımını yapmak güç olabilir. Nitel
araştırma üzerine yayınlanmış eserler incelendiğinde böyle bir tanımın yapıldığına
rastlanmamaktadır. Bunun nedeni “nitel araştırma” kavramının alanla ilgili çatı altında
bulunan terminolojinin farklı disiplinlerle ilişkili olmasından kaynaklanabilir. Etnoğrafi,
Antropoloji, durumsal araştırma, yorumlayıcı araştırma, eylem araştırması, doğal
araştırma, betimsel araştırma, kuram geliştirme, içerik analizi terminolojinin birkaç
tanesidir. Yıldırım ve Şimşek’e (2000: 18) göre, tüm bu kavramlar araştırma deseni ve
analiz teknikleri açılarından birbirlerine benzer yapılara sahip olduğu için, “nitel
araştırma”, bu kavramları içine alan genel bir kavram olarak kabul edilebilir.
Yıldırım ve Şimşek’e (2000: 19) göre, her ne kadar bu yönelimleri, yöntemleri,
süreçleri ve özellikleri kapsayan bir tanım yapmak güç ise de, nitel araştırmayı, gözlem,
görüşme ve doküman analizi gibi nitel veri toplama yöntemlerinin kullanıldığı, algıların
ve olayların doğal ortamda gerçekçi ve bütüncül bir biçimde ortaya konulmasına
yönelik nitel bir sürecin izlendiği araştırma olarak tanımlamak mümkündür. Bu nedenle
nitel araştırmacılar gerçekliğin inşa edilen doğasını, araştırmacı ve incelenen şey
arasındaki ilişkinin bildirimini ve araştırmayı şekillendiren durumsal baskıları
vurgular/önemser (Kuş, 2003:106).
13. yüzyılda Anadolu’da etkin olan tasavvuf düşüncelerinin, Süleyman Saim
Tekcan, Rauf Tuncer, Murat Morova, İsmet Doğan, Serap Demirağ, Fikret Otyam,
Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli, Erol Akyavaş, Ahmet Atan ve Gülsün Erbil’in 19802005 yılları arasındaki Tasavvufi İmge ve semboller içeren çalışmalarına yönelik
yapmış oldukları resimlere etkisini araştıran bu çalışmada, nitel yöntemler
kullanılmıştır. Bu kapsamda nitel verileri elde edebilmek için araştırma sürecinde
“doküman inceleme ve görüşme” yöntemi uygulanmıştır.
3. 2. Evren ve Örneklem
Bu araştırma, tasavvuf ile ilgili literatür taraması ve araştırma kapsamında olan
ressam Süleyman Saim Tekcan, Rauf Tuncer, Murat Morova, İsmet Doğan, Serap
Demirağ, Fikret Otyam, Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli, Erol Akyavaş, Ahmet Atan
ve Gülsün Erbil’in, araştırma konusu ile ilgili, 1980-2005 yıllarında yapmış oldukları
resimleri kapsamaktadır.
3. 3. Veri Toplama Araçları
Bu araştırmada veri toplama araçları olarak;
127
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 125 – 144
(1) Ressam, Süleyman Saim Tekcan, Rauf Tuncer, Murat Morova, İsmet Doğan,
Serap Demirağ, Fikret Otyam, Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli, Erol Akyavaş, Ahmet
Atan ve Gülsün Erbil’in, çeşitli koleksiyonlarda ve kataloglarda bulunan resimlerine
ulaşılmıştır,
(2) Ressam, Süleyman Saim Tekcan, Rauf Tuncer, Murat Morova, İsmet Doğan,
Serap Demirağ, Fikret Otyam, Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli, Erol Akyavaş, Ahmet
Atan ve Gülsün Erbil hakkında, çeşitli yayın organlarında yayınlanmış makaleler,
kitaplar ve tezler elde edilerek incelenmiştir,
(3) Film, video, fotoğraf ve resim gibi görsel malzemeler de nitel araştırmalarda
kullanılabilir. Bu tür materyaller tek başlarına bir araştırmanın temel veri toplama
araçları olabileceği gibi, çoğu durumda gözlem, görüşme veya doküman incelemesi gibi
veri toplama yöntemleri ile birlikte ek veri kaynakları olarak kullanılabilir (Balcı,
2001:208; Yıldırım ve Şimşek, 2000:141).
Bu bağlamda, ressam Süleyman Saim Tekcan, Rauf Tuncer, Murat Morova,
İsmet Doğan, Serap Demirağ, Fikret Otyam, Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli, Erol
Akyavaş, Ahmet Atan ve Gülsün Erbil’in yapmış oldukları resimleri konu çerçevesinde
analiz etmek için dijital kayıt cihazları ile birlikte mülakat yapılmıştır.
(4) Ressam Ahmet Atan, Fikret Otyam, Gülsün Erbil ve Serap Demirağ’ın
yapmış oldukları resimlere ilişkin görüşlerini belirlemek üzere “Yapılandırılmış Odaklı
(spesific) Görüşme Formu” (Yıldırım ve Şimşek, 2000:95-102; Kuş, 2003:87) esas
alınarak “Sanatçı Görüşme Formu” hazırlanmıştır (Ek). (Görüşme esnasında çekilen
fotoğraflar konulacak)
(5) Tasavvuf düşüncesi ile ilgili literatür taraması yapılmıştır.
Veri toplama araçlarının oluşturulmasında aşağıdaki süreç izlenmiştir.
3. 4. Verilerin Toplanması
Araştırmada nitel veri toplama teknikleri kullanılmıştır. Nitel veriler elde
edilirken, doküman incelemesi ve sanatçı görüşme formu kullanılmıştır.
Bu araştırma sürecinde ilgili literatür taranmış, Türkçe, İngilizce yayınlar
incelenmiş, internet kaynaklarına ulaşılmıştır. Ayrıca; araştırma kapsamında bulunan
ressamlar ile ilgili eser katalogları da incelenmiştir.
3. 5. Nitel Veri Toplama Araçları ve Verilerin Analizi
İnsan ve grup davranışlarının “niçin” ini anlamaya yönelik niteliksel araştırmalar
olarak tanımlanabilecek olan nitel araştırmanın, sosyal bilimler alanında, giderek artan
sayıda araştırmanın ya bütünü ile nitel bir yöntembilimi takip ettiği ya da nicel araştırma
metodolojisinin bir tamamlayıcısı ve yardımcısı olarak kullanıldığı görülmektedir
(Yıldırım ve Şimşek, 2000:92).
Denzin ve Lincoln’a (1994:2) göre, nitel araştırma, bireylerin yaşamlarındaki
rutin ve problemli anları ve anlamları tanımlayan çalışmaları içerdiği gibi, nitel
araştırma (belli bir nokta üzerinde) odaklanmada çok metotlu araştırma problemine
yorumlamacı yaklaşımı benimseyen bir yöntemdir. Bunun anlamı nitel araştırmacıların
araştırma konusu olan görüngüleri (fenomenleri) kendi ortamlarında ele almalarıdır.
Bu araştırmada da nitel bulgular, sanatçı görüşme formu ve doküman incelemesi
ile elde edilmiştir. Bu kapsamda 13. yüzyılda Anadolu’da etkin olan tasavvuf
128
Mutluhan TAŞ
düşüncelerinin Süleyman Saim Tekcan, Rauf Tuncer, Murat Morova, İsmet Doğan,
Serap Demirağ, Fikret Otyam, Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli, Erol Akyavaş, Ahmet
Atan ve Gülsün Erbil’in 1980-2005 yılları arasında yapmış oldukları resimlere etkisi
doküman incelemesi yöntemi ile analiz edilmiştir. Ayrıca; Bu düşüncelerin, ressam
Ahmet Atan, Fikret Otyam, Gülsün Erbil ve Serap Demirağ’ın resimlerine etkisi,
hazırlanan “Sanatçı Görüşme Formu” ile incelenmeye çalışılmış, sanatçı görüşme formu
hazırlanırken sanatçı görüşleri, kapalı ve açık uçlu sorular sorularak elde edilmiştir.
Buna göre doküman incelemesi, kamera kayıtlı mülakat ve sanatçı görüşme formunda
elde edilen bulguların analizi; Dokümanlara ulaşılması, Orijinalliğin kontrol edilmesi,
Dokümanların anlaşılması, Verilerin analiz edilmesi ve Verilerin kullanılması şeklinde
olmuştur. (Akt: Yıldırım ve Şimşek, 2000:146). Bu kapsamda mülakat esnasında
çekilen kamera kayıtları, ressamların görüşme formundaki sorulara yönelik verdikleri
cevaplar, araştırma sorularının ortaya koyduğu konulara göre düzenlenmiş ve alıntılar
yapılarak yorumlanmıştır.
BULGULAR VE YORUM
4. 2. 1 Plastik Bir İfade Biçimi Olarak Dinsel İmge Kullanımı
4. 2. 1. 1 Süleyman Saim Tekcan’ın Atlar ve Hatları:
Tekcan, yapmış olduğu gravür baskı ve yağlı boya tablolarında, Türkler’in İslam
öncesi inanç sistemlerinde ve yaşayışında ayrılmaz bir öğe olan Atları eserlerinin ana
teması olarak kurgularken, İslamiyet sonrasında günlük yaşamında bir parçası olan Hat
yazılarını da Atın üzerine tamamlayıcı bir unsur olarak uygulamıştır.
Tekcan bu eserleri, her ne kadar felsefi bir düşüncenin etkisi altında yapılmış
olan çalışmalar olarak betimlemese de, içinde yaşadığı toplumun inançlarına dair
öğeleri, bilinçaltının plastik bir dışa vurumu olarak yansıtır.
Eliade’ye göre (1968b:364) atların, Şamanizm de ki mistik rolü şu şekilde
açıklanmaktadır.
“Ölü ruhların eşlikçisi ve cenaze törenlerinin ayrılmaz parçası ‘at’,
şaman tarafından çok farklı bağlamlarda, vecde, yani mistik yolculuğu
mümkün kılan ‘kendinden çıkış’a ulaşmak için kullanılır. Mistik yolculuk
zorunlu olarak cehenneme doğru yapılmaz, ‘at’ şamanın uçmasını, göğe
erişmesini sağlar. Atın mitolojisine egemen olan karakter, cehennemle değil,
onun cenaze törenleriyle olan bağıyla ilgilidir; o ölümün mitik imgesidir ve
bundan dolayı vecd ideolojilerinde ve tekniklerinde bir yere sahiptir. At,
göçen ruhu öteye taşır, bir ‘düzey kopuşu’nu, bu dünyadan öte dünyalara
geçişi gerçekleştirir.”
Tekcan’ın atlar dizisinin gelişiminde “minyatürün anatomisi” ne nüfuz etmek
için giriştiği deneylerinin ve yoğun araştırmalarının etkisi olduğunu söylemek mümkün
olabilir. Selçuklu ve Osmanlı minyatürlerinde rastlanan çok sayıda canlı rengin
kullanıldığı yüzey bezemelerinin, iç desenlerde karmaşık dokular oluşturan motiflerin,
hatta kaligrafinin resmin içine sızmasının etkisi bu işlerde zaman zaman hissedilir. Ama
onun resimlerinde en önemlisi, bizzat at figürünün, minyatürün evrenini kuran temel
öğelerden biri olarak ortaya çıkmasıdır (Uçkan, 1996:102). Minyatürlerin evrenine
yoğun bir dinamizm getiren atlar, tarihsel sürecimiz içinde de, at ile insan arasındaki
var olmuş efsanevi ilişkiyi yoğun bir biçimde duyumlaştırmaktadır. Tekcan’ın,
129
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 125 – 144
1991’de, İstanbul’da, farklı tekniklerle ürettiği eserlerini bir araya getirdiği sergisiyle
ilgili olarak söylediklerinden yola çıkarak; gerek “atlar ve atlılar” serisi gerekse daha
sonra at figürü ekseninde gelişen farklı tekniklerle yapılmış işlerini bu geçmişe dayalı
referanslarla bağdaştırmak mümkündür. Tekcan, Ergin Koparan ile yaptığı söyleşide;
“Benim yağlıboya resmim, desenim veya özgün baskı çalışmalarım
birbirine hizmet eden, biri öbürü üzerine inşa edilen çalışmalardır. Genelde
yağlıboya ile karton üzerine yaptığım at ve atlılar çalışmaları, dış desen ve iç
desen kaygılarıyla bir doku oluşturur. Yağlıboyam da tıpkı baskı resmimdeki
gibi üst üste katmanlar, transparan renk yüzeyleri ile oluşturulur. Özgün
baskı resimlerimde bıkmadan ve usanmadan transparan renklerle
resimlerimi oluşturmaktayım. Böylece hem derinlik hem de renk zenginliği
benim resimlerimde öne çıkmaktadır”(Koparan,1991:12-13).
diyerek, resimlerinde kullandığı at ve kaligrafi gibi öğelerin, öncelikle plastik bir ifade
biçimi olarak vurgulandığını işaret etmektedir.
4. 2. 1. 2. Rauf Tuncer’in Gönüldeki Sözleri:
1950’li yıllarda gerek Avrupa’ya sanat eğitimi amacıyla giden sanatçılar,
gerekse oradan gelen sanat kitapları vasıtasıyla yeni bir sanat anlayışıyla karşılaşan ve
Doğu-Batı sentezi fikrini savunan ressamlar soyut bir anlayış sergileyen geleneksel
Türk sanatlarına daha fazla ilgi duymaya başlamışlardır. Böylece, ulusal kökenli çağdaş
Türk resmi ortaya koymayı amaçlayan sanatçılar arasına 1940’lardan bu yana birçok
sanatçı katılmıştır (Taş, 2001:31). Bu sanatçılar arasında yer alarak 1980 ve sonrası
dönemlerde eserler üreten sanatçılardan biriside Rauf Tuncer’dir.
Tuncer’in eserlerinde, Orta Asya’dan günümüze kadar gelen, İslam öncesi ve
İslam sonrası kültürel mirasımız, günümüz sanat anlayışı doğrultusunda birleşerek
kendine özgü yorumlarıyla dikkat çeker. Tuncer’ de, Tekcan gibi İslam öncesi dini ve
kültürel motifleri, İslam sonrası tasavvufi imge ve sembollerle birleştirerek, bu kültür
katmanlarımızı tuvaline taşıyıp, günümüze ve hatta gelecek nesillere geçmişin de
gelecek kadar önemli olduğu vurgusunu yapar (Elmas, 2007:3). Bu bağlamda,
Tuncer’in eserlerini üç grupta değerlendirmek mümkündür. Tuncer eserlerini, İslamiyet
öncesi Türk sanatından günümüze kalan kimi motifleri, İslam sanatlarının en
önemlilerinden ikisi olarak kabul edilen hat ve minyatür sanatını, halı, kilim, yazma vb.
gibi folklorik değerlerimizi sorgulayıp bunlardan aldığı esinlerle yorumlar.
Tuncer’in ikinci grup çalışmalarında, arabesk süsleme motifleri, tezhip
örnekleri, nazar boncukları, halı, kilim motifleri, vitray görünümleri, minyatür ve
kaligrafik öğeler bir anlamda tepkisel olarak yerini almıştır.
Tuncer’in yorumladığı bir diğer konu ise; halk sanatlarının anonim değerleri,
halılar, kilimler, yazmalar, çoraplar kadar, hat sanatı olarak ta karşımıza çıkar. Çağdaş
Türk Resminin gelişim sürecinde, farklı yaklaşım biçimleri ile değer bulan hat sanatı,
batı tekniğindeki yorumunda iki farklı biçimde ifade edilmiştir. Birincisi, yazı niteliği
korunarak, ikincisi ise, yazı niteliği deforme edilip soyutlanarak (Önel Kurt, 2002:30).
Yazı niteliği korunarak kullanıldığında kaligrafi, resmin konusuna bağımlıdır. Tuncer,
bu yaklaşım biçimleri içerisinde daha çok harflerin formunu bozmadan halk sanatı
örneklerinde olduğu gibi, eski resim-yazı istiflerini (Osmanlı tuğralarını, padişah
emirnamelerini, besmeleleri) ve onlardan aldığı kimi plastik öğeleri bilinçli bir şekilde
tuvale taşıyarak akılcı ve dengeli kompozisyonlar kurar. Ülkemizde, yazı devriminden
130
Mutluhan TAŞ
sonra bütünüyle unutulmuş ya da gözden düşmüş olan yazı resimler üzerine
yoğunlaşarak, başka İslam ülkelerinde rastlanmayan yazı resim sanatının tekrar gün
ışığına çıkarılmasına ve gündemde kalmasına katkı sağlamak ister (Elmas, 2007:17).
Sanatçı, kaligrafik öğeleri tuval yüzeyine uygularken, Tekcan, Morova, İslimyeli
ve Doğan’ın aksine, harflerin okunurluluğunu bozmamaya özen gösterir. Bununla bir
anlamda, hattın plastiğinden istifade ederken, diğer yandan okunurluğu bozulmamış
yazılarla da izleyicisine yazıların anlamları üzerine mesaj gönderir.
4. 2. 1. 3. Murat Morova
Morova, araştırmanın konusuyla ilgili olarak yapmış olduğu çalışmalarda
kullandığı tasavvufi imge ve sembollere, bu çalışma içerisinde adı geçen diğer
sanatçıların aksine, siyasal imgeler yüklemiş ve kullandığı bazı imgelerin batın
anlamlarını göz ardı etmiştir.
Genelde tüm inanç sistemlerinin özelde ise, İslam’ın heteredoks yanıyla ilgili
olan sanatçı Murat Morova, dinsel imge taşıyan çalışmalarında, imgelerin batıni yönüne
değil, onların inanç sistemlerinin içindeki sosyolojik yanına değindiği ve bunun toplum
hayatına geçişini sanatıyla sorgulama yolunu seçtiğini ifade eder (Önel Kurt, M.
Morova ile kişisel iletişim, Kasım 2000). Morova, eserlerinde dinsel imgeleri kullanma
sebeplerinden biri olarak ta başkaldırıyı en iyi ifade etme şekli olarak görür. Sanatçının
yapmış olduğu çalışmalar her ne kadar Tasavvufa ve inanç sistemine dayalı imgeler
içerse de; O, bunu bir inanç sisteminin etkisi altında olmaktan çok, bu imgeler
aracılığıyla kendisi için problem teşkil eden sosyolojik olayların siyasal bir zeminde
plastik ifade olarak başkaldırısı şeklinde yorumlar.
4.2.1.4. İsmet Doğan:
Doğan’ın sanat yaşamında, yapmış olduğu birçok denemeler, enstalâsyonlar,
sinema afişleri vb. çalışmalar, onun sosyolojik olaylar ile inanç ve düşünce sistemlerine
bakış açısını değerlendirebilmek için birinci elden referans kaynağı oluşturmaktadır.
Onun yaptığı eserlerin genelinde varoluş ve varoluşçuluğa dair izler bulunabilir. İsmet
Doğan, kendi sanat üretimini, “benim yaptığım ‘modernite’ eleştirisidir; ya da
hermeneutik bir okumadır.” (Doğan, 2001:13) olarak yorumlar.
İsmet Doğan’ın, tasavvufi imgeleri kullanmaya karar süreci, onun Adıyaman’da
ki çocukluk döneminden kalan hatıraları ve üniversitedeki öğrencilik yıllarında,
dayısının yanında çalıştığı matbaa da ki tesadüflerle başlamıştır. Daha sonraki zaman
içerisinde dini-tasavvufi öğeler, onun fırçasından yazı ve harf olarak çıkar. Ancak; onun
resimlerinde yazı, dini bir öğe taşıyabileceği gibi tamamen din dışı bir öğe olarak da yer
alabilir. Önel Kurt ile yapmış olduğu bir görüşmede (Önel Kurt, 2002:40), dinin kendisi
için olan öneminden bahsederek, öğrencilik yıllarında resimlerine yazıyı sokmasını ve
resimler üzerine yaptığı okumaları, resmin dinle birlikte oluşumu olarak tanımlar.
Akyavaş’ın “Kerbelâ” serisi ya da İnan’ın “Mesnevi” kökenli resimleri gibi, bir kaynağı
okuyup onu yorumlamaya dayalı olmayan eserleriyle, bireysel olarak her ne kadar
dinden uzaklaşmış olduğunu belirtse de, kendi belleğinde kalanları resmine yansıttığını
ifade etmiştir.
1987 tarihli “Adsız” adlı eserinde, kaligrafiyle oluşturulmuş İnsan-ı Kâmil
motifini doğrudan kullanmıştır. 1995 tarihli “Yazı-Beden” adlı eserinde ise çeşitli
131
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 125 – 144
kaligrafik parçalardan yeni bir düzenleme yapmıştır. Ancak her iki eser arasında
uygulama ve prensip açısından bir farklılık yoktur. Doğrudan alınan İnsan-ı Kâmil
figürü ile birbiriyle bağlantısız kaligrafik yazılardan oluşturulan figür, plastik bir yapı
elemanı olarak yerlerini almışlardır.
Sanatçının, 1994 tarihli “Yazı- Labirent-Beden” isimli eserinde, Kûfi yazılarla
oluşturulmuş düzenlemenin labirenti hatırlatmasından dolayı eserde labirent ismini
kullandığı varsayılarak, 1995 tarihli “Yazı- Beden” isimli eserde de olduğu gibi, kendi
belleğinde kalan bir simgeyi resimleştirdiği söylenebilir. Ancak, 1998 tarihli aynı adlı
serinin birkaç resminde Mevlâna’nın, “Ezeli hükme göre kâinatın bütün zerreleri çift
çifttir ve her cüz’ü kendi çiftine âşıktır” sözüyle ilişkilendirilebilecek çiftli çalışmaları
bulunmaktadır (Sökmen, 1998:8). Sanatçı, adı geçen eserde, çerçeve olarak da birbiriyle
tekrar oluşturan, yazıyla meydana getirilmiş gemi motifleri ve resimlerini kullanmıştır.
Yine 1998 tarihli başka bir “Yazı- Beden” isimli eserde de, Hz. Ali’nin sembolü olan
gövdesi tamamen yazılarla kaplı bir aslan figürü kullanmıştır.
Doğan, yukarıda da belirtildiği gibi tasavvuf düşüncesiyle ilgili olarak eserleri
okuyup, okuduğundan etkilenerek eserler yapmamakla beraber, yaşam süreci içerisinde
karşılaştığı olaylar ve anıların onun belleğinde bıraktığı imgelerle resimler yapmıştır.
İsmet Doğan’ın eserlerinde kullandığı yazılar ise tamamı bilinçli olarak seçilmiş
metinler değil, bir kısmı tesadüfîdir. Vasıf Kortun’un belirttiği gibi, (Kortun, 1990:s.y)
“İttihat ve Terakki yazıları ya da Atatürk’ün nutkundan alınanlar olduğu gibi sanatçı
okunmaz kıldığı yazılar da kullanmıştır. Aslında bunlar birçok izleyicinin olduğu gibi,
genel olarak içeriğini bilse de Doğan’ın da ne olduğunu okuyamadığı yazılardır.”
Sanatçı, kendi belleği gibi izleyicinin belleğinde ki imgelere de içerik olarak katılımcı
bir ivme kazandırır.
4. 2. 1. 5. Serap Demirağ:
1980-1990 yılları arasında ki üretim sürecinde, Sezer Tansuğ’un deyişiyle
(Tansuğ, 1995:196) insan figürsüz pitoresk doğa görünümleri çalışan Demirağ,
görünenin ötesinde bir yaşamın varlığını, bilinen motiflerle duyumsatma çabasındadır.
“Birçok sanatçı aynı nesneleri kullanarak, hatta birbirinden ayrımlı
sayılmayacak nesne-mekân/ nesne- nesne ilişkilerinin kurgulandığı, gene de
birbirinden
tamamıyla
ayrımlı
resimler
yapmışlardır.
Bu
ayrımlaşmayı(farklılaşmayı) ortaya çıkaran, seçilen nesnelere yüklenen
anlamlar ve nesne-nesne/nesne- mekan ilişkilerinin kurgulanmasında temel
alınan düşünce ve/ ya da sanatçıların görme biçimleridir.” (Şenyapılı,
1995:48)
Onun seçtiği tanıdık nesneler ise, ruhun varlığını ve ölümden sonra da yaşamın
devam ettiğini vurgulamak ister. Tanıdık nesneler, onun üretim sürecinin farklı
evrelerinde yeni anlamlar yüklenerek izleyiciye ulaşmıştır. Demirağ’ın, 1995’te
Halkbank Sanat Galerisinde açtığı sergide gelen izleyicilere dağıttığı metinlerde,
resimlerinde kullandığı nesnelere hangi anlamları yüklediği anlatılır. Zaman içerisinde
yüklenen bu anlamları geliştirerek tasavvufi anlamları da bir ifade biçimi olarak
kullandığı gözlemlenmektedir.
Sanatçının 1995’te izleyicisine dağıttığı metinde, cam ile ilgili olarak
keşfedilmesi gereken insan benliği tanımını yaparken, 2008 deki görüşmede:
132
Mutluhan TAŞ
“Tasavvuf terminolojisinde cam, Allah dostunun kalbi için
kullanılır. Tanrı aşığının kalbidir, şeffaflıktır. “Olduğun gibi görün,
göründüğün gibi ol” beyitinin görsel sunumu gibi gelir bana, bu nedenle
cam resimlerimde yer alır.
Görünmezlikten, bilinmezlikten yeryüzüne düşen camlar, ne kadar
bocalarlarsa bocalasınlar, o ilk ve saf hallerine kavuşabilirler. Yeter ki
istesinler”.
diyerek, kullandığı imgelerin de tıpkı eserleri gibi zamanla gelişime ve değişime olan
açıklığını vurgular.
Demirağ, eserlerinde genellikle nar, elma, kiraz, su damlası, cam, renk
çubukları, cetvel, kabak, bezelye, kadeh gibi nesneler kullanmıştır. Sanatçı, 1995’ten
önce yapmış olduğu resimlerde Nar’ı, bir sistem olarak kullanmış, onu atomların bir
araya gelerek oluşturduğu moleküler yapının örnekleri olarak algılamış, bir tek kök
hücreden sayısız moleküler yapının oluşmasının da görsel örneği olarak betimlemiştir.
1995’ten sonraki yapmış olduğu resimlerdeki Nar’a ise, Vahdet-i Vücud felsefesindeki
‘Kesrette Vahdet’ (çoklukta birlik) anlamını yüklemiştir. Buna ilaveten, bazı
çalışmalarında ise ney ve semazenler ve Mevlevilik gibi konuları da işlemiştir.
Demirağ’a göre, Hz. Mevlana’nın felsefesinde ki ney, onun tablolarında “insan-ı
kâmil”in sembolüne dönüşmüştür ve aşk derdini anlatmaktadır. ‘Ney’ benzi sararmış,
içi boşalmış, bağrı dağlanarak delikler açılmış, ancak Yüce Yaratıcının üflediği nefesle
hayat bulan, tıpkı insan gibi geldiği yere özlem duyan bir imgeye dönüşmüştür. Onun
resimlerinde ‘Ney’ delik deşik olmuş sinesinden çıkan feryat ve iniltileri ile insanlara
sırlar fısıldayan bir dosttur. Resimde bütüne ulaşmaya çalışan “birlik”ten koparılmışlık
anlatılmaktadır. İki ney “ikili sistemi”, zümrüt küre, ulaşılası zor olanı, suya gidenin
ateşi bulduğunu, ateşe gidenin de suya kavuştuğunu betimler (S. Demirağ ile kişisel
iletişim, 2008).
4.2.1.6. Balkan Naci İslimyeli:
İslimyeli’nin sanatsal üretim süreci ve buna bağlı olarak oluşturduğu sanatsal
kimliği, Batı’ya daha yakın bir bakış açısından kaynaklanmaktadır. “Balkan Naci’nin
resimlerinde değişmeyen tek özellik onun batının akılcı tasarımcılığı ile kendi öz
kültürümüzün derin duyarlığını birleştirebilmekteki başarısıdır.” diyen yönetmen Halit
Refiğ (http://www.balkannaciislimyeli.com), bir bakıma bu iddiayı doğrulamaktadır.
Doğu ve batı medeniyetine, kültür ve sanatına olan bu aşinalık, sanatçının iç dünyasında
vicdani bir çekişme, hesaplaşma yaratmıştır (Önel Kurt, 2002:48). Bu devamlı
hesaplaşma hali, onun sanatının kimliğini oluşturmasında önemli bir referans
kaynağıdır. Dinsel imgeler İslimyeli’ye, yaşadığı ve köklerinin geldiği toplumun
bilinçaltını tanımasına dair rehberlik etmiştir (Öztokat, 1998:13).
İslimyeli’nin, konudan direkt ilham almadığı, amacının dinsel bir olayı ya da
zaten çözümlenmiş bir simgeyi olduğu gibi kullanarak, çağdaş bir üretimin var
olamayacağı düşüncesi, onu farklı bir noktaya çekmiştir. Onun, İmgelerin yüklendiği
anlamlar ancak çağdaş bir biçimde yeniden yorumlandığında güncel ifadesine kavuşur
düşüncesinden yola çıkarak; (http://www.balkannaciislimyeli.com) “Suret” sergisinde
konu olarak aldığı dinsel imge ve sembollerin içine kendini koymasının ve hikâyelerin
kahramanının kendisi olmasının nedenleri de açıklanabilir.
133
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 125 – 144
İslâm felsefesinde varlığın görünen yanı, beş duyu ile algılanan yönü; tasavvufta
ise tanrısal varlığın dış dünyada ya da insan gönlünde tecellisi anlamına gelen suret,
İslimyeli’nin resimlerinde kavramların özle yeniden açıklanması olarak yorumlanabilir.
Burada ki öz, insanın kendi özü olarak kabul edilebilir. Ancak; suretin anlam
karşılığından biri de Tanrısal varlığın tecellisi olarak algılandığında, yorumlanan
konuların kendi başlarına birer suret olma hali ile özün de kendi başına bir suret olması,
İslimyeli’nin konuyu aslında ontolojik olarak çözümleme çabasının bir sonucu olduğu
kanısını uyandırır. Yani buna suretlerin suretle açıklanması da denebilir. “İnsanın Kendi
Kendini Kurban Etmesinin Resmidir” isimli çalışmasında İslimyeli, kendini Hz.
İbrahim’in yerine koyarken, “Sanatçının Kendini Elinin Aynasında Gördüğünün
Resmidir” isimli çalışmasında ise, Hz. Ali’ye ait bir sureti yine kendi suretiyle (öz)
yeniden yorumlaması örnek olarak verilebilir.
Tasavvuf’a dair imgeler kullanmasına rağmen, böyle bir sorun ve yaklaşımı
olmadığını belirten İslimyeli, Dinin kendisi ve eserleri için ayrı bir kategori olmadığını
ve dinin simgelere ve formlara dönüşmesi halini o alanın satışı olarak değerlendirir. Bu
sebepledir ki, dine ve tasavvufa ait hiçbir imgeyi doğrudan kullanmadığını vurgular
(Önel Kurt, 2002:47).
4.2.1.7. Fikret Otyam:
Buraya kadar incelenmiş olan sanatçılar ile Otyam, gerek resimlerindeki konular
ve gerekse duyumsama bakımından birbirlerinden ayrışmaktadır. Bu bağlamda,
Otyam’ın sanat yaşamı ve eserleri ile ilgili genel bir yargıya varmak elbette onun
eserleri ve biyografisiyle mümkündür. Ancak, onun 1994-95 ve 1996 tarihli Semah, Hz.
Ali, Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli ve Mevleviler isimli tabloları, sanatçının Alevi- Bektâşi
kültürüne olan derin sevgisi ve ruhsal aidiyet duygusu ile açıklanabilir.
Onun, gazeteci yönü, Anadolu’yu ve zengin kültürünü keşfederken, fotoğraf
sanatçısı Otyam, Anadolu’nun kültürel yaşamını ve insanlarını belgelemiş, ressam yönü
ise bu engin kültürü tuvallerine aktarmıştır. Ulaş Özdemir’le yaptığı bir söyleşide,
“ Geçen gün Arif Sağ ile oturuyorduk. Nedim ağabeyim de var. Arif
Sağ beni gösterip; ‘ Nedim Ağabey biz bu adamı çok seviyoruz. Biz daha A
diyemezken, bu adam Türkiye’yi sarsan Alevi röportajları yaptı’. Dedi. ‘ ben
Yezidim be Arif’ dedim. ‘ Seni on bin Alevi ye değişmem’ dedi.” (Demirel,
1997:296).
yukarıdaki anısını anlatırken, aslında kendisinin bir Alevi olmadığına da dikkat çeker.
Ancak, resimlerine konu ettiği Alevilik ve Bektaşilik ile ilgili imgeleri unutturmamak
ve yaşatmak adına kullandığını ifade ederek, bir aidiyeti vurgulamak ister.
Otyam’ın sanatsal üretim sürecinde, tasavvufun ve buna bağlı imgelerin
belirleyiciliği, yukarıda ismi geçen ressamlar kadar doğrudan ya da dolaylı olmaktan
çok, onun Anadolu kültürlerine olan aidiyeti ile ilgili bir durumun sonucudur denilebilir.
Onun, gazeteci, fotoğrafçı, ressam ve derlemeci kimliği, birbirinden ayrışmadan, her
alan birbirine ve sanatçının Anadolu insanına bakış ve yorumlayış biçimine hizmet
etmiştir.
134
Mutluhan TAŞ
4.2.1.8. Ergin İnan:
İnan, “Mesnevi”, “İlyas Mektubu” ya da “Amos Mektubu” gibi çalışmalarında,
kendisi için önem taşıyan bir dinsel simge ya da öykünün, belleğinde bıraktıkları olarak
dinselliği resimlerine taşır. Burada İnan için belirleyici olanın, o imgenin resmini
yapmak değil, konuyu kendiyle özdeşleştirdiği yanlarıyla resmetmek olduğu gözlenir.
Ergin İnan için yapıtlarında kullandığı eski kitap sayfaları ve yazı, yarattıkları dinsel
çağrışımın ötesinde estetik birer öğe olarak önem kazanmıştır. İnan’ın yapıtına konu
ettiği tasavvuf ise inanç boyutunda değil, Mevlana ve Mesnevi’si ile ilgili örneklerde
olduğu gibi düşünce boyutunda ilgi alanlarıdır denilebilir.
İnan’ın Mesnevi serisi, desen ağırlıklı çalışmalardan oluşmaktadır. Bu desenler,
birçok böceğin yüzey üzerindeki girift dağılımından oluşmaktadır. Arka planda ise
Mevlana’nın Mesnevi’sinde yansıttığı temel görüşlerin özünü sunan simgesel anlatımlar
yer almaktadır. Derviş Baba resimleriyle başlayan bu seri, Mesneviden alınan kesitlerle
sürer. Mevlevi sarığı, çarkıfelek, yaratılış ve dinlerin simgeleri, yapıtların merkezinde
anıtsal formlarda betimlenirler (Giray, 2001:198).
Ergin İnan’ın, araştırmanın konusunu ilgilendiren eserlerinden biri de ‘Amos
Mektubu’dur. Amos, İ.Ö.8 yüzyılda onun deyişlerinden ve gördüğü düşlerden yazdığı
veya yazdırıldığı kıyamet bildirgesinden oluşan bir kutsal kitaptır. Peygamber Amos, bu
kitapta, putperestlik yapıp Baal ve Astarta tanrıları için tapınaklar yaptıran İsrail
krallığının ve ona destek olan halkın Yehova’nın dininden uzaklaştığını, içine düştükleri
zorbalık, rüşvet ve yoksul hakkı yeme gibi ahlâksızlıkların, İsrail oğullarının başına
büyük bir felâket getireceğini sezmiş ve bu durumu İsrail oğullarına açıklamıştır.
Ancak Peygamber sözüne kulak asan olmamıştır (Montet vd., 2006:174).
Ergin İnan’ın, İlyas Mektubu isimli çalışması ise, onun 1993 tarihli sanat
üretimlerine örnek açısından önem arz etmektedir. İ.Ö. 9. yüzyılda, halkını puta
tapmaktan alıkoymaya çalışan, kendilerinin ve atalarının Rabbi olan Tanrıya inanmaya
çağıran (Saffat, 123-126) İlyas, aynı zamanda Hz. Nuh’tan önce peygamber olan Hz.
İdris’dir (Aktaran, Demirli. 2006:200).
‘İlyas Mektubu’, el yapımı kâğıt üzerine, yer yer silinmiş ve okunamayan eski
yazıların üzerine İnan’ın böcek yorumlarının dağıldığı bir kompozisyondan
oluşmaktadır. Eserin merkezine yerleştirilmiş olan pervane böceği, Maşuka âşık olmuş
aşığın kendini kurban etmesinin sembolik bir anlatımı olarak duyumsanabilir.
İnan’ın yapıtlarında, insanın dünyada varoluşuna dair ipuçları ve onların
yaşamlarını düzene sokan inanç sistemleri, isim olarak yerlerini almaktadır. Sanatçı
varlığın anlamını, yaşam ve sonrasını çözümlemeye çalışırken, ayrıntılarda farklılık
gösteren ancak, tek Tanrı inancı çerçevesinde birleşen inanç sistemlerine vurgu
yapmaktadır (Giray, 2001:216).
4.2.2. XIII. Yüzyılda Anadolu’da Etkin Olan Tasavvufi düşüncelerin Erol
Akyavaş, Gülsün Erbil ve Ahmet Atan’ın Eserlerine etkileri.
4.2.2.1. Ahmet ATAN
Ahmet Atan, buraya kadar incelenmiş olan sanatçılar arasında hem konu, hem de
biçim farklılığı açısından, en çok üzerinde durulması gereken sanatçılardan birisi olarak
değerlendirilebilir.
135
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 125 – 144
Bu araştırmanın amacı, 13. Yüzyılda etkin olan tasavvuf hareketlerinden ve
düşünce sistematiğinden etkilenerek eserlerine bu düşünceyi yansıtan sanatçıları
incelemek olduğuna göre, evren ve sınırlılıklarda belirtildiği üzere seçilmiş olan
sanatçıların, bu düşüncelerini nasıl, neden ve ne şekilde eserlerine aktardıkları
sorusunun cevabı temel amaç olarak ele alınmıştır. Eserlerinde, tasavvufa dair imge ve
semboller kullanan sanatçılar, bu imgeleri kullanım amaçlarına göre gruplandırılmıştır.
Ahmet Atan, bu gruplama içerisinde, tasavvufun düşünce ve içsel kabulü ile bu
yaşayışın dışavurumlarını, plastik bir ifade unsuru olarak eserlerine yansıtmaktadır.
Ancak buradaki plastik ifade, salt bir ifadeden çok etkileşimin beraberinde getirdiği içe
dönük bir anlatımdır.
Sanatçı ile 03.02.2010 tarihinde yapılan görüşmede, kendisinin yapmış olduğu
bu çalışmaları, tasavvuf düşüncesinde değil, tasavvufi düşünceye sahip olmasından
dolayı, günü birlik değişebilen beğeni ölçütlerinin baskısı altında olmaksızın, kimi
zaman figüratif, kimi zaman non-figüratif, bazı serilerinde fovist, yeni dönem
çalışmalarında ise empresyonist ve ekspresyonist bir anlayışın karışımında, içine sosyal
realizmi de katarak eserler ürettiğini dile getirmiştir. Bu eserlerin ortak özelliğinin ise,
aynı espri, aynı öz, aynı biçim ve aynı anlayışla renkleri ve çizgileri uyguladığının
savunusunu yapar. Sanatçı, resimleriyle ilgili olarak yapılan çocuksu, spontane ve
heyecanlı eleştirilerini ise, kendisinin, tasavvufi bir düşünüşün beraberinde getirdiği iç
huzur, dinginlik, hırstan uzak tevazu, berraklık, kadercilik, vs. gibi sebeplerin bir
sonucu olarak görür. (A. Atan ile kişisel iletişim, 3 Şubat 2010)
Atan’ın eserlerinde, bahsi geçen diğer ressamlar gibi tasavvufa dair imgeler
bulmak zordur. Hatta dönemsel özellikleri göz önünde bulundurulduğunda onu bazen
peyzaj ressamı, bazen fovist, bazen empresyonist, bazen toplumcu realist, bazen de
kavramsalcı bir sanatçı olarak görmek mümkündür. Ancak O, sanatın hangi boyutundan
bakılırsa bakılsın, ya da sanata hangi boyuttan bakılırsa bakılsın, sanat kavramının
ekseninde ruh ve madde ilişkisinin varlığına vurgu yapar. Yani, görünmeyen unsurların
sanat yoluyla görünür hale getirilmesine. Bu bağlamda, Paul Klee’nin, mistisizmin
ekseninde eser ortaya koymuş bir sanatçı olduğunu söyleyen Atan, Klee’nin “Önemli
olan görüntü değil, görünen görüntünün arkasındaki görünmeyen gerçeği
görebilmektir”. Sözüne de göndermelerde bulunarak, bu görüşün tasavvufi anlamda
kendisiyle örtüşen bir kavram olduğunu dile getirir.
Toplumları ayakta tutan en önemli sütunlardan biri olarak dini gören Atan,
dinleri geniş bir otobana benzetir, tasavvufu ise o yolun içindeki beyaz şeritlere. Ve
“tasavvufu anlamak dini anlamak demektir” der. Klee’nin düşüncesini, görüntüye
bağlanmak belli bir insan zümresinin işiyken, görünenin arkasındaki gerçekliği görmek
ise talip olanların işidir. Dolayısıyla tasavvuf, insan yaşantısını dolaylı değil direkt
etkilemektedir diye yorumlar. Atan, bunu söylerken şunu da ilave etmektedir: “ biz
bunun adına tasavvuf diyoruz ama beklide sanatçıların, terminolojiyi bilerek ya da
bilmeyerek hayatlarına uyguladıkları bu yaşantı tarzı, tasavvufun ta kendisi de olabilir.
Ressam ister soyut temalar üzerinde isterse somut temalar üzerinde çalışsın bu özel
durum değişmez”.
İbn-i Arabî Füsusul hikem adlı eserinde doğayı Allah’ın Rahman sıfatının bir
yansıması olarak görür (Aktaran: Demirel, 2006:254). Atan’ın, “her şeyden bir şey
almak, bir şeyden her şey vermek” sözünden yola çıkarak, onun son dönem de yapmış
136
Mutluhan TAŞ
olduğu peyzaj resimlerinin, İbn-i Arabî’nin düşüncesiyle paralellik taşıdığı söylenebilir.
Sanatçının, kendini ifade biçimiyle, bu ister soyut biçimde isterse somut biçimde olsun
bir dışavurum olarak yansıma olayıdır.
Atan’ın, peyzajlarında zaman zaman kullandığı mezarlıklar ya da mezar
taşlarının üzerinde hüve-l baki sözü yazar. Sanatçıya göre bu, Allah tan başka her şey
ölümlüdür demenin bir karşılığıdır. Ancak, bu görünenin arkasına bakıldığında insanın
da Hayy sıfatının varlığına işaret etmektedir. Bu nasıl gerçekleşir? İster cennette isterse
cehennemde olsun sonsuza kadar Allah’la beraber olma durumu vardır. Burada
sanatçıyı ilgilendiren kısım, cennet veya cehennem de kalma ve ya bu kavramı açıklama
değil, sonsuzluk kavramıdır. Yani bir şekilde Yaratıcıyla beraber sonsuza kadar kalma
durumudur. Dolayısıyla hüve-l baki sözünün yazılı olduğu mezar taşı, bir kapıdır ve o
kapı sonsuzluğa açılan kapıdır. Atan, bütün bu olayları kendi akıl süzgecinden
geçirdiğinde, aslında asimetrik bir zamanın yolcuları olduğumuz fikrini ortaya atar.
4.2.2.2.Erol Akyavaş
13. yüzyıldaki tasavvuf düşüncelerinin etkisiyle eser üretimi, özellikle 1980’ler
ve sonrası için yaygın bir konu olmaklar beraber, Vahdet-i Vücut, Yunus Emre, Kâbe,
Hz. Ali, Miraç, Hallac-ı Mansur, Kerbelâ, Gazali, vb. konularda ilk eser üretimi aslında
Akyavaş’la başlamıştır denilebilir. Onun, 1951 yılında Yunus Emre şiirleriyle ilgili
olarak yapmış olduğu taş baskılar, ileriki yıllarda yapacağı tasavvufi temalar konulu
çalışmalarının da ilk örneklerindendir.
Akyavaş’ın en önemli özelliklerinden birisi, onun Türk-İslam kültür mirasını,
çağdaş sanat ile arasında oluşturduğu bilinçli sentezi eserlerinde yansıtabilme
başarısıdır. Sanatçının, 1980 sonrasında tasavvufa dair imge ve sembolleri çağdaş
sanata uyarlayarak, İslam tarihine ait olayları ve İslami kavramlarını resimlerinde soyut
bir ifadeyle uygulaması, sanatçı tarafından şöyle açıklanmaktadır;
“Yaratma diye bir derdim yok. Estağfurullah. O Allah’a aittir.
Sadece belki bir şeyi yakalayabilme heyecanı o kadar. Sanatçı sadece
güzelliği keşfeder. Güzellik de devamlı değişme halindedir. Dolayısıyla
hakiki güzellik, güzelliğin değişmeyen özündedir. Buna erişmek ancak
soyutlama ile mümkündür. Güzelliğe gelince tek tek nesnelerde ne güzellik ne
çirkinlik objektif bir değerdir.” (Sönmez, 2000:62).
Akyavaş’ın eserlerinde görülen tasavvuf felsefesinin etkisi, sanatçının çocukluk
yıllarından beri tasavvuf ile olan aşinalığından gelmektedir. Akyavaş’ın, 1971 yılında
İranlı mutasavvıf, Şebüsteri’nin Gülşen-i Râz adlı kitabını okuması onun için dönüm
noktasıdır. Sanatçı bir söyleşide mistisizme duydu ilginin başlangıç noktası nedir
sorusuna Gülşen-i Râz’dan “Başladığı noktadan itibaren dönüp duran bu devran
binlerce şekle bürünüp, görünmekte. Her noktadan bir dönüş başlamakta yine o
noktada bitmekte. Merkez de o, dönen de” alıntısını yaparak cevap vermiştir.
Akyavaş’ın resmin batini yönüne ağırlık verdiği eserlerinden ilki Kerbelâ
serisidir. Kerbela olayı ilk önce Araplar tarafından ele alınmış sonra İran edebiyatı
içinde çok sayıda eserle işlenmiş; Osmanlı’da da 1300’lerden başlayarak Tanzimat
sonrasına kadar pek çok şair ve yazar tarafından anlatılmış Ancak bu konudaki en
önemli eseri, divan edebiyatı şairlerinden Muhammed Fuzuli, Hadikatüssuada adlı
eserinde kaleme almıştır (Aktaran: Güngör.1955).
137
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 125 – 144
Sanatçının Kerbela’yı konu alan 1983 tarihli Kerbela IV isimli eseri, siyah bir
zemin üzerinde üst yarıda iki, alt yarıda bir adet olmak üzere üç adet kırmızı çadırın yer
aldığı kompozisyondur. Eserin sol üst köşesinde yer alan kırmızı çadıra altın bir kılıç
uzanmaktadır. İslâm tarihinde, Hz. Ali’yle beraber anılan iki dilli bu kılıç, onunla
savaşlarda büyük kahramanlıklar gösterdiği “Zülfikar” olarak bilinmektedir. Kılıcın
altında bulunan on bir adet yeşil dörtgen, Kılıcın imamların birincisi olan Hz. Ali’yi
temsil ettiği düşünülürse, Hz. Ali’den sonra gelen on bir imam’ı yani, Hasan, Hüseyin,
Zeynelabidin, Muhammed Bakır, Cafer-i Sadık, Musa Kazım, Ali Rıza, Muhammed
Taki, Ali Naki, Hasan Askeri, Muhammed Mehdi’yi temsil ettiği düşünülebilir. Çadırın
üzerinde yer alan güller, hem Hz. Muhammed, hem de Hz. Ali’ye ilişkin sembollerdir.
Tasavvufi bir imge olarak gül, Mevlanâ’nın Mesnevisinde de sıklıkla belirttiği gibi Hz.
Muhammed’i temsil etmektedir. Bektaşilikteki anlam karşılığı konusunda ise Beşir
Ayvazoğlu (1993:95);
“Gül Bektaşilikte de önemli bir semboldür. Hz. Ali rivayete göre son
nefesini vermeden önce Selman’dan bir deste gül istemiş ve getirilen gülleri
kokladıktan sonra vefat etmiştir. Bu bakımdan gül destesi tabiri, Bektaşilerde
nefeslerde sık sık ortaya çıkar”
yorumunu yapmaktadır. Kompozisyon’un alt yarısında ortada, ortadan iki yarıya
bölünmüş bir kırmızı çadır yer alır. Bu üstü altından ayrılmış çadır, başı gövdesinden
ayrılan Hz. Hüseyin’i hatırlatır. Şenyay’ın, bu eser üzerinde yaptığı yorumda;
“ Çadırın iki tarafında yer alan eller de yine İslam dünyasında sıkça
karşılaşılan sembollerdir. Halk arasında kem gözlere karşı insanı
koruduğuna da inanılan bu el Hz. Fatma’nın elidir ve bu elin beş parmağı
beş önemli kişiyi simgeler: Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve
Hz. Hüseyin. Ellerin ortasına da Kerbela Vakasıyla ilişkili iki kişinin adları
yer alır: Ya Hasan (Hüseyin’in ağabeyi) ve Ya Hüseyin” (Şenyay, 1997:19).
Çadırın iki yanındaki kesik elleri Hz. Fatma’ya atfedilen “Penc-i Ali Âba”
olarak değerlendirmektedir. Oysa Kerbelâ olayında elleri kesilen kişi Hz. Hüseyin’in
kardeşi Hz. Abbas’tır (Aktaran: Güngör, 1955:473). Ayrıca, Hz. Fatma’ya atfedilen
elinde aslında Hz. Hatice’ye ait olması düşüncesi muhtemeldir. Çünkü Hz.
Muhammed’in Ehl-i Beyt’inin varoluş sebebi Hz. Hatice’dir. “Penc-i Ali Âba”daki
parmakların birinde Hz. Fatma’nın isminin olması ile elin sahibinin de aynı kişi olması
bir çelişkiyi doğurur. Hz. Hatice’nin, cennetle müjdelenenlerden olması, Hz.
Muhammed’e ilk iman eden kadın olması, Hz. Fatıma’nın annesi olması vb. birçok
sebepten dolayı onun Ehl-i Beyt’ten olması kaçınılmazdır. Elin parmakları üzerinde ise
sırasıyla Ya Muhammed, Ya Ali, Ya Fatıma, Ya Hasan, Ya Hüseyn yazması, o elinde
Hz. Hatice ile anılması gerekliliğini doğurabilir.
Şenyay, aynı yazı içerisinde bir başka tarihsel yanılgıya daha düşmüştür. Bu da,
Hz. Hasan’ın Kerbelâ olayı ile ilişkilendirilmesidir. Çünkü Hz. Hasan Kerbelâ
olayından çok daha önce zehirlenerek şehit edilmiştir. Çadırın her iki yanında bulunan
kesik ellerin üzerindeki Ya Hasan ve Ya Hüseyin yazısı, onların Hz. Abbas’ın
ağabeyleri olmasından dolayı konulduğu fikrini doğurabilir. Resmin sağ altında yer alan
ve Kâbe’yi hatırlatan altın varak karenin üstündeki yarım daire içine de “Ya Rab” yazısı
yazılmıştır. Resmin sol üst köşesinde başka bir çadır yer alır. Resimdeki diğer iki
çadırın Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’le olan simgesel bağlantısı bu üçüncü çadırın da Kerbelâ
138
Mutluhan TAŞ
vakasından on bir yıl önce zehirlenerek öldürüldüğü sanılan Hz. Hasan’ı simgelediği
düşüncesini uyandırır (Şenyay, 1997:19).
Akyavaş, 1986 yılında, İstanbul’da düzenlenen 2. Uluslar arası İstanbul
Bienaline “Fihi Mah Fih” adlı yerleştirmeyle katıldı (Madra ve Dostoğlu, 2000:158). Bu
eser, üç tek tanrılı dinden alınan sembollerin, labirent kavramı ile yorumlaması
nedeniyle çeşitli kavramları birleştiren anlamlı bir örnektir. Sanatçı, üç panodan oluşan
eseri, malzeme olarak pleksiglas temelli kurgulamıştır. Ayrıca malzeme üzerine
uyguladığı altın varağı kazıyarak hem desenler oluşturmuş, hem de pleksiglasın içine
ışık kaynağı yerleştirerek altının arasından ışığın geçmesini mümkün kılmıştır.
Akyavaş’ın “nur” olarak tanımladığı bu ışık, sanatçının İşrâki felsefeye de eş zamanlı
yapmış olduğu bir gönderme olarak düşünülebilir.
Sanatçının 1987 yılında gerçekleştirmiş olduğu Miraçname isimli litografi serisi,
araştırmanın konusu açısından Kerbelâ serisinden sonraki en anlamlı çalışmadır.
Akyavaş’ın Miraçname serisinde toplam sekiz adet eser yer alır. Bunlardan altı tanesi
figüratif imgeler içerirken, diğer ikisi figürden arınmış, izleyende boşluk hissi uyandıran
geometrik şekiller, rakamlar ve remzler içerir. Koyu bir renkle belirlediği yüzeyi
üçgenler ve Allah’ın sıfatları ile bezer. Allah’ı sembolize eden dokuz bölmeli kare,
merkezde ki bir boşlukla belirlenen daire içinde, yer alır. Bu sembol, Bu daha önce de
sanatçının Fihi Mah Fih adlı eserinde yer alan İslam dinine ait panodaki sembolün
aynısıdır. Ancak bu kez kareyi bölen çizgilerle Allah yazılmamıştır. Bölmelerin içinde
yer alan sayıların sağdan sola, üstten alta, ya da çaprazlama toplamı altmış altı sayısını
verir (Şenyay, 1997:25). Altmış altı rakamı, yukarıda da belirtildiği gibi, Allah
kelimesinde yer alan harflerin ebced hesabına göre sayısal değerinin toplamıdır. Bu
kareyi üç adet vav harfiyle damgalayan Akyavaş, merkezdeki dairenin tamlığı ve
mükemmeliyetiyle Allah’ı vurgularken, dairenin üst kısmına ayrıca beyaz renkle Allah
yazmıştır. Bir diğer resminde ise, görsel merkezinde bir vav harfi ve bu harfin üst
kısmında beyazla yazılmış Allah kelimesi vardır. Bu serideki eserler, Hz.
Muhammed’in miracında geçekleşen hadiselerle uyumlu olarak pek çok sembolü ve
minyatür sanatından aktarılan kolajları bir araya getiren eklektik bir yapı taşırlar.
Erol Akyavaş’ın bu araştırmanın konusuyla ilintili diğer bir serisi de Hallac-ı
Mansur’dur. Akayavaş, 1987-1988 yıllarında, gerek fikirlerinin etkisi gerekse Hallac’ın
912 yılında hazin idamının etkisiyle onu eserlerine konu yapmıştır.
Sanatçının tuvallerinde eksik olmayan geometrik formlar, bu seriyle 1980
öncesinin prizmaları gibi üç boyutlu algılanan yüzeyler olmaktan çıkıp, iki boyutlu sade
yüzeylere dönüşmüştür. Bununla beraber daha önceki eserlerinde de rastlanılan daireler
daha çok kullanılmaya başlanmıştır. Geometrik açıdan en mükemmel şekil olarak
bilinen daire, ruhun hafifliğini ve tam hareketliliğini sembolize eder. Göğün katlarının
dairesel hareketlerle döndüğü varsayımıyla, daire ile gök arasında bir paralellik kurulur.
Dairenin başlangıç noktası, merkezdeki noktadır. Hallac-ı Mansur serisinde sanatçının
kullandığı nokta ve daireler. Yine Hallac’ın nokta ve daire üzerine yapmış olduğu
açıklamaların referanslarıyla plastik ifadesini bulmuştur denilebilir. Hallac’a göre nokta;
“Bil ki kelamın bütün harfleri kelimede; kelime de harflerdedir. Harfler de Elif’te yer
alır ve elif noktadadır. Nokta, bütün bunların üstündedir. Nokta bizzat kendisiyle var
olup, bütün ilimlerin harfleri odur ve hepsi ona dayanır.” (Öztürk, 2007:323) olarak
tanımlanır. Onun noktaya dair bu tanımı, bize Noktanın Tanrı’nın tekliği ve kudreti
139
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 125 – 144
hakkındaki bilgiyi vermektedir. Daire konusuna gelince Hallac daireyi saf bilginin
kaynağı olarak görür (Öztürk, 2007:317). Hallac-ı Mansur Kitabu-t Tavasin adlı
eserinde, ele aldığı tâsinleri açıklarken, çeşitli suretler çizmiştir. Bu suretler içinde
dairenin önemli bir yeri vardır. İç içe dairelerin yer aldığı suretler, Tenzih (Allah’ı
arındırma) Tâsini içinde görülür (Öztürk, 2007:363).
Sanatçının resimlerinde Vav harfinin de büyük önemi ve yeri vardır. ‘Ve’
anlamına da gelen bu harf, Allah ile yaradılış arasındaki bağın sembolleşmiş biçimidir
(Schimmel, 1975:420). Hallac’ın idamındaki trajedi, sanatçının üretim sürecinde çok
daha kompleks ve kavramsal biçimde plastik bir ifadeye dönüşmüştür. Ona yapılan
katliamı yoğun kırmızılar kullanarak ifade eden Akyavaş, Vav harfi ile de onun,
Tanrı’yla arasındaki Âşık- Mâşuk ilişkisine dikkat çekmiştir. Hallac’ın “Yaşamım
ölümümde, ölümüm yaşamımdadır.” Sözü; Sanatçının fırçasında ölüm anının kırmızı
lekeyle, Allah’a kavuşmasının yeşil spiralin merkeziyle, Tanrı’da yeniden doğmasının
ise, spiralin çizgisinin devam edip gitmesiyle plastik bir ifadeye dönüştüğünü söylemek
mümkün olabilir.
4.2.2.3. Gülsün Erbil
Kendisinin de bir Mevlevi ve aynı zamanda Semazen olduğunu dile getiren,
Gülsün Erbil, 1980 sonrası çağdaş Türk Resim Sanatı’nda, 13. yüzyıl tasavvuf
düşüncelerinden birisi olan Mevleviliğin fikir penceresinden bakan sanatçılardandır. (G.
Erbil ile kişisel iletişim, 25 Ekim 2007)
Gülsün Erbil hakkında, Mevlana Araştırmaları dergisinin 2007/1 tarihli
sayısında bildiri sunan Ali Asker Bal, sanatçının tezini yorumlarken;
“İslam tasavvufunun kaynakları bakımından çok daha zengin
olduğu’ tespitini yapan Gülsün Erbil, Mevlâna ve Hallâc-ı Mansur
örneklerinden yola çıkarak Türklerin, İslam’dan önceki dinleri olan
Şamanizm ve sûfî dervişler aracılığıyla Anadolu tasavvufunun geliştiğini
ifade eder.” (Bal, 2007:160)
tanımlamasını yapmıştır. Ancak Bal, bu yorumda Mevlâna ve Hallac-ı Mansur’un hangi
fikriyle Şamanizme gönderme yaptığını belirtmemektedir. Hallac’ın, idam sebepleri
arasında ‘En-el Hakk’ tabirini kullandığı bilinse de, milâdi 922 yılında Bağdat’ta, siyasi
bir yargılama sonunda ölüme mahkûm edilmiştir (Massignon, 2006:13). Mevlâna’nın,
Hallac hakkındaki görüşleri ise Massignon’nu destekler mahiyettedir.
“ Enel Hakk demeyi büyük bir iddia sanıyorlar, oysa bu, büyük bir
alçak gönüllülüktür. Bunun yerine, ‘ ben Haakk’ın kuluyum, kölesiyim’ diyen,
biri kendi varlığı, diğeri Tanrı’nın varlığı olmak üzere iki varlık ortaya
sürmüş olur. Hâlbuki ‘ben Hakk’ım’ diyen, kendi varlığını yok etiği için, enel
Hak diyor. Yani ‘ben yokum, hepsi O’dur; Tanrı’dan başka varlık yoktur.
Ben, sadece yokluğum ve hiçim.’ Bu sözde alçak gönüllülük daha fazla
mevcut değimlidir? Halk bunun mânasını anlamıyor.”(Mevlâna, Fih-i
Mafih.68)
Mevlâna Celâleddin Rûmi (ölm.1273) ile Hallac (ölm. 922) arasında zaman
açısından 351 yıllık bir zaman dilimi olmakla beraber, her iki mutasavvıfın cezbeye ve
aşka dayalı bir inanç ve yaşam sürmeleri, 13. yüzyıl sûfilerinin ilham kaynağı olmuş
olabilir. Ancak, aynı durumun Şamanizm’le ilişkilendirilmesi, tarihsel ve inanç
sistematiği açısından uygun düşmemektedir. Bu görüş olsa olsa sanatçının tezini, “
başlarda akademik bir tartışma şeklinde geliştirmesiyle” (Bal. 2007: 2) açıklanabilir.
140
Mutluhan TAŞ
Yiğitözlü ile yapmış olduğu söyleşide,‘resmin sadece bir tarz değil, aynı
zamanda bir düşünce ve felsefeden çıkması gerektiği’ düşüncesini savunan Erbil,
‘1973’te yoğunlaşan Mevlâna araştırmalarımı 1977’de eserlerime yansıtmaya başladım’
demektedir (Yiğitözlü, 2006:9). Sanatçıya göre, barış ve sevgi, dünya üzerinde yaşayan
tüm varlıkların duyumsadığı ve bütün canlıların bu dünya da yaşadığı sürece gereksinim
duyacağı bir kavram olma özelliğini koruyacaktır.
Erbil’in, her biri “mistik döngü”nün birer çeşitlemesi olan yapıtlarındaki temel
motif yaşamın yüce bir simgesi olan sarmaldır. Talat S. Halman, Gülsün Erbil’in sanatı
üzerinde yaptığı değerlendirme yazısında, onun, tam anlamıyla çağdaş sanat olarak
adlandırılabilecek yapıtlarında, coşkusal mistisizmin imgelerini olduğu kadar özünü de
vurguladığı üzerinde durur (Halman, 1996:2).
Gülsün Erbil, çağdaş Türk Resim sanatında kendi köken ve geleneklerinden
beslenen sanatçılardan biridir. “mistik sarmal” olarak tanımladığı, çeşitli teknik ve
malzemeleri kullanarak uyguladığı kompozisyonlarının referanslarını tasavvuftan ve
kendine izlek yaptığı sufi ideallerinden almıştır denilebilir.
Değerlendirme ve Sonuç
Bu çalışmanın başlığı olan “13.yüzyıl Anadolu tasavvuf hareketlerinin 1980
sonrası çağdaş Türk resim sanatına yansımaları” nın ele alınmasında, Anadolu’da etkin
olan tasavvufi hareketlerin oluşum nedenleri ve bu düşüncelerin beslendiği ekol ve
okullar araştırılmıştır. Araştırmanın bulgular ve yorum bölümünde ise, tasavvufi
düşüncenin Türk resim sanatının içine girerken, hangi sebeplerle girdiği ve sanatçıda
nasıl yansıdığı sorularına cevap aranmıştır.
13. yüzyılda ki tasavvuf hareketleri incelenirken, 1980 sonrasında ki etkilenme
sürecinin konularına göre değişkenlik gösterdiği gözlemlenmiştir. Çağdaş Türk resim
sanatının gerek 1980 öncesi ve gerekse 1980 sonrası etkilenme sürecinde en çok işlenen
konu, hiç şüphesiz Mevleviliktir. 1980 sonrasında ise, bu sıralamaya Bektaşilik ve
semahlar, Hz. Ali, 12 İmamlar, Kerbelâ vakası, Hallac-ı Mansur ve felsefesi, İbn-i Arabî
ve Vahdet-i Vücud felsefesi ile Erol Akyavaş’ta yeterince örnekleri görülebilen, Gazali
ve Felsefesi, Hz. Muhammed(s.a.v)’in Miracı gibi konular girmiştir.
13 yüzyıldaki Tasavvuf hareketlerinin Türk Resmine etkileri incelenirken
kavramsal çerçevede incelenen felsefe ve düşünce hareketlerinin imge ve sembolleri
göz önünde bulundurulmuştur. Bu bağlamda, salt plastik kaygılarla dinsel imge
kullanan Türk sanatçısıyla, aidiyet duygusuyla içinde bulunduğu Türk kültür ve
yaşantısını, plastik bir ifade olarak anlatan Türk sanatçısı ve tasavvufun felsefesinden
etkilenerek bunu eserlerine yansıtan Türk sanatçısının ayrımı yapılmıştır.
Bu bağlamda, eserlerinde tasavvufi imge ve sembolleri salt plastik bir ifade
unsuru olarak kullanan sanatçılar, Süleyman Saim Tekcan, Rauf Tuncer, Balkan Naci
İslimyeli ve Ergin İnan olarak tespit edilirken, Murat Morova’ da bu semboller, siyasal
ve sosyolojik olayların sorgulanması ve yargılanmasına birer araç olarak kalmıştır.
En sonda incelenen sanatçılar, Ahmet Atan, Erol Akyavaş ve Gülsün Erbil’in
çalışmalarında bulunan tasavvufi imge ve semboller, bu sanatçıların tasavvufun felsefe
ve düşüncesinin etkisiyle değerlendirilmiştir.
Yukarıda da belirtildiği üzere, Tasavvufi imge ve semboller gerek biçim olarak
gerek plastik bir ifade unsuru olarak gerekse de içerik olarak, çağdaş olarak
141
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 125 – 144
nitelendireceğimiz 19. Yüzyıldan sonraki Türk resim sanatı içerisinde önemli bir yer
tutmuştur. 1914 kuşağıyla beraber biçim olarak ele alınan dini ve tasavvufi konular,
1938 de başlayan “Yurt Gezileri” ile Anadolu’yu karış karış gezen ressamlarımız
tarafından yeniden ele alınmıştır. 1950’li yıllarda Anadolu’nun halıları, kilimleri, halk
inançları ve minyatür, hat, vs. gibi geleneksel sanatları, Türk sanatçısının tuvallerinde
farklı ifade ve tarzlarla yorumlanmış, bu gelişmeler 1980 ve sonrasında üretim yapan
ressamlara da bir referans oluşturmuştur. Bu konular içerisinde ise dini ve tasavvufi
konular, Türk resminin kuramsal altyapısının oluşumunda farklı bir çıkış noktası olarak
yerini almıştır.
Ahmet Atan, bu gruplama içerisinde, tasavvufun düşünce ve içsel kabulü ile bu
yaşayışın dışavurumlarını, plastik bir ifade unsuru olarak eserlerine yansıtmaktadır.
Ancak buradaki plastik ifade, salt bir ifadeden çok etkileşimin beraberinde getirdiği içe
dönük bir anlatımdır. Atan’ın eserlerinde, bahsi geçen diğer ressamlar gibi tasavvufa
dair imgeler bulmak zordur. Hatta dönemsel özellikleri göz önünde bulundurulduğunda
onu bazen peyzaj ressamı, bazen fovist, bazen empresyonist, bazen toplumcu realist,
bazen de kavramsalcı bir sanatçı olarak görmek mümkündür. Ancak O, sanatın hangi
boyutundan bakılırsa bakılsın, ya da sanata hangi boyuttan bakılırsa bakılsın, sanat
kavramının ekseninde ruh ve madde ilişkisinin varlığına vurgu yapar. Yani,
görünmeyen unsurların sanat yoluyla görünür hale getirilmesine. Bu bağlamda, Paul
Klee’nin, mistisizmin ekseninde eser ortaya koymuş bir sanatçı olduğunu söyleyen
Atan, Klee’nin “Önemli olan görüntü değil, görünen görüntünün arkasındaki
görünmeyen gerçeği görebilmektir” sözüne de göndermelerde bulunarak, bu görüşün
tasavvufi anlamda kendisiyle örtüşen bir kavram olduğunu dile getirmiştir.
Akyavaş’ın eserlerinde görülen tasavvuf felsefesinin etkisi, sanatçının çocukluk
yıllarından beri tasavvuf ile olan aşinalığından gelmektedir. Akyavaş’ın, 1971 yılında
İranlı mutasavvıf, Şebüsteri’nin Gülşen-i Râz adlı kitabını okuması onun için dönüm
noktasıdır. Sanatçı bir söyleşide mistisizme duydu ilginin başlangıç noktası nedir
sorusuna Gülşen-i Râz’dan “Başladığı noktadan itibaren dönüp duran bu devran
binlerce şekle bürünüp, görünmekte. Her noktadan bir dönüş başlamakta yine o noktada
bitmekte. Merkez de o, dönen de” alıntısını yaparak cevap vermiştir (Sönmez, 2000:61).
Sanatçı yaptığı resimlerde, tasavvufa dair sembollerle, gözle görünenin
ardındaki görünmeyene vurgu yaparak, “Yaptığım resimlerin hep bir Bâtıni yönü vardır
ve ben aslında işin bu yönü ile ilgiliyim” sözüyle de bunu anlatıma dökmüştür.
Akyavaş’ın resimlerinde tasavvufa dair birçok sembol yer alır. Bu imge ve semboller
sanatçının, okuduğu, yaşadığı ve etkilendiği dini olaylar ve fikir hareketlerinin plastik
açıdan tercümesi ve tasdiki olarak eserlerine yansımıştır.
Kendisinin de bir Mevlevi ve aynı zamanda Semazen olduğunu dile getiren,
Gülsün Erbil, 1980 sonrası çağdaş Türk Resim Sanatı’nda, 13. yüzyıl tasavvuf
düşüncelerinden birisi olan Mevleviliğin fikir penceresinden bakan sanatçılardandır.
Yapmış olduğu eserlerde ele aldığı konular, Mevlâna’nın Mesnevi’sinde belirttiği
sonsuzluk, kâinatın Allah’ın huzurunda seması, hoşgörü, vs. konulardır.
142
Mutluhan TAŞ
Kaynakça
ARABÎ, İBNÜ’L (2006). Fusûsu’l Hikem.(Çev; Ekrem Demirli) İstanbul: Kabalcı
Yayınları.
AYVAZOĞLU, Beşir (1992). Güller Kitabı. İstanbul: Ötüken Yayınları.
BAL, Ali Asker (2007). Gülsün Erbil’in Sanatı: Mevlâna İzleğinde Bir Sûfi Yolculuk.
Mevlâna Araştırmaları Dergisi,1,159-167
DEMİREL, İbrahim (1997). Fikret Otyam. İstanbul: Türkiye Halk Bankası Kültür Sanat
Yayınları.
DENZİN, Norman. K. ve Yvonna S. Lincoln (1994). Handbook of qualitative research.
Tausand Oaks: Sage Publications.
DOĞAN, İsmet (2001). İsmet Doğan: Lapsus. İstanbul: Urart Sanat Galerisi Yayını.
ELIADE, Mircea (1968). Le Chamanisme Et Les Techniques Archaiques De L’extase.
Payot.
ELMAS, Hüseyin (2000). Çağdaş Türk Resminde Minyatür Etkileri. Konya: Konya
Valiliği İl Kültür Müdürlüğü Yayınları.
FUZULİ (1955). Hadikatüssuada. (Çev; Salâhaddin Güngör) İstanbul; İstanbul Maarif
Matbaası.
GİRAY, Kıymet (2001). Ergin İnan. İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları.
HALMAN, Talat S. (1996). Gülsün Erbil: Sûfi’nin Mistik Yolculuğu. İstanbul: Altıner
ltd.
KOPARAN, Ergin (1991). “Anadolu Uygarlıklarının Çağdaş Yorumu: Süleyman Saim
Tekcan”, Anons, S. 9.
KORTUN, Vasıf (1990). “İsmet Doğan’la Konuşma”, İsmet Doğan, İstanbul, Vakko
Sanat Galerileri Yayını, (Sergi Kataloğu).
KUŞ, Elif (2003). Nicel-Nitel Araştırma Teknikleri. Ankara: Anı Yayıncılık.
MADRA, Beral ve Haldun DOSTOĞLU (2000). Erol Akyavaş. İstanbul: İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları.
MASSIGNON, M. Louis (2006). Hallâc-ı Mansûr’un Çilesi. (Çev. Dr. İsmet Birkan)
İstanbul: Ardıç Yayınları.
MONTET, E. LODS, A. RAPPOPORT, A, S. GARAUDY, R. (2006). Tarihte ve
Günümüzde Siyonizm ve Yahudilik. İstanbul: Örgün Yayınevi.
NEUMAN, W. L. (2000). Social Research Methods: Qualitative and Quantitative
Approaches. Boston: Ally and Bacon.
ÖNEL KURT, Emine (2002). 1980 Sonrası Türk Sanatında Dinsel İmge Kullanımı.
Yayınlanmamış Doktora Tezi. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Sanat Tarihi Anabilim Dalı. İstanbul.
ÖZTÜRK, Yaşar Nuri (2007). Hallâc-ı Mansûr ve Eseri. İstanbul: Yeni Boyut.
RÛMİ, Mevlâna Celâleddin (2007). Fîhi Mâ-Fîh.(Haz: Abdülbâki Gölpınarlı). Konya:
Konya Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü.
SCHIMMEL,A.M(1975). Mystical Dimenions of Islam, Chapel Hill. University of
North Carolina Press.
SÖKMEN, Semih (1998). Defter’den. Defter. İstanbul: Metis Yayınları. 33, 8.
143
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 125 – 144
SÖNMEZ, Demet (2000). Evrenin Anlamına Açılan Kapılar, (Haz: Beral MADRA ve
Haldun DOSTOĞLU). Erol Akyavaş: Yaşamı Ve Yapıtları. İstanbul: İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları, 61..
ŞENYAPILI, Önder (1995). Serap Demirağ Ve Işık… Ve Ateş... İstanbul: Pınar Ofset.
ŞENYAY, DEMET (1997). Erol Akyavaş’ın Yapıtlarında İslam Düşüncesi ve Sanatının
Etkileri. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü. Arkeoloji ve Sanat Tarihi Anabilim Dalı. İstanbul.
TANSUĞ, Sezer (1995). “Yeni Yorumlar Yeni İvmeler”, Sanat Çevresi,196.
TANYOLAÇ ÖZTOKAT, Nedret (1998). “Dün ve Bugün Suret”, Cumhuriyet Dergi, S:
627
TAŞ, Mutluhan (2001). Türkiye Cumhuriyetinin Kuruluşundan Günümüze Çağdaş Türk
Resminde Sanat-Siyaset İlişkileri. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi).
UÇKAN, Özgür (1996). Süleyman Saim Tekcan. İstanbul: Bilim Sanat Galerisi
YILDIRIM, Ali ve Hasan ŞİMŞEK (2000). Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma
Yöntemleri. Ankara: Seçkin.
YİĞİTSÖZLÜ, Esra Melek (2006). Tasavvuftan Tuvale. Dyorum Dergisi, 10, 9.
144
TEMEL TASARIM EĞİTİMİ DERSİNDE WEB DESTEKLİ RENK
ÖĞRETİMİNİN ÖĞRENCİ BAŞARISINA ETKİSİ
Harun Hilmi POLAT 
Özet / Abstract
Web destekli öğretim yönteminin Temel Tasarım Eğitimi dersini alan öğrenciler üzerindeki
etkisini araştıran bu çalışmanın uygulama kısmında "deneysel araştırma" yöntemi uygulanmıştır.
Araştırmaya 12 öğrenci deney, 11 öğrenci ise kontrol gurubu, olmak üzere toplam 23 öğrenci
katılmıştır.
Bu araştırmada veri toplama araçları olarak “Erişi Testi”, “Tutum Ölçeği”, “Görüşme Formu” ve
“Renk Bilgisi Uygulama Boyutu Değerlendirme Formu” kullanılmıştır.
Araştırma sonucunda Temel Tasarım Eğitimi dersinde, web destekli öğretim yönteminin
öğrencilerin bilgi, beceri ve uygulama başarılarını arttırdığı, öğrenilenlerin kalıcılığına olumlu katkıda
bulunduğu, uygulanan yöntem ve ders hakkındaki görüşlerinin ise olumlu olduğu görülmüştür. Ancak,
çalışmada web destekli öğretim yönteminin öğrencilerin derse yönelik tutumlarına anlamlı bir etkisinin
olmadığı anlaşılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Temel Tasarım, Web Destekli Öğretim.
AFFECTS OF WEB-SUPPORTED COLOR TEACHİNG TO THE STUDENTS SUCCESS İN THE
COURSE OF BASİC DESİGN
In the research of affects of web-supported teaching method to the students success in the basic
design course, ''experimental research'' method was applied.
There were 23 students in the research. 12 were participated as experiment group while 11
student was control group.
In the research, ''Access Test'', ''Approach Scale'', ''Interview Form'' and ''Color Information
Application Size Evaluation Form'' was used as data collection tools.
As a result of research; in the Course of Basic Design, the metod of web-supported teachning
improved the knowledge, skills and application success of students, had positive affects on permanence of
knowledge. The opinions of the students about the method and the course were positive. However, in the
research the web-supported teaching metod has no significant affects on thhe attitude of students to the
course was understood.
Key words: Basic Design, Web-Supported Teaching.
I. BÖLÜM
Giriş
1.1. Problem Durumu
İçinde bulunduğumuz yüzyılda birçok alanda olduğu gibi bilgi ve iletişim
teknolojilerindeki gelişmelere bağlı olarak eğitim teknolojileri ve yöntemlerinde de
değişiklikler olmuş ve bu durum çağdaş sanat eğitimi anlayışlarına yansımıştır.
Sanat eğitimcilerinin öğrencilerine sanatsal çalışmalarında bilgisayardan
faydalanmayı öğretmeleri için birçok geçerli sebep vardır. Bilgisayar kullanılarak
yapılan sanat çalışmaları, sanatçılar için yeni bir ifade biçimi olmaktadır. Bu yeni
sanatsal araç bir iletişim biçimi olarak, internet kullanma imkânını da sanatçılara
sunmaktadır. Fakat bilgisayarın Temel Sanat Eğitimi programları doğrultusunda nasıl
kullanılabileceğinin ve sanatsal bir araç olarak ne yapabileceğinin açıklık kazanması
gerekmektedir (İşler, 2001:1-20).

Öğr. Gör., Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü.
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 145 – 167
Yapılan araştırmalar neticesinde sanat ve tasarım eğitimi süreçlerinde, rengin
nasıl öğretileceği konusunda objektif olmayan yaklaşımlara rastlanmaktadır. Renk
öğretimi konusunda, sanatçıların bile somut bir anlayışta birleştiklerini söylemek
mümkün gözükmemektedir. Güzel sanatlar eğitimindeki öğrencilerin, renkli çalışma
konusundaki anlayış ve görüşlerini ortaya koyarak, yeni yöntemler bulmak mümkün
olabilir (Erbaş, 1996:1).
1.2.Problem Cümlesi
Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim-İş Eğitimi Anabilim
Dallarındaki “Temel Tasarım Eğitimi” kur tanımında yer alan “Renk” konusunun, web
destekli öğretimle verildiği öğrencilerin erişi, kalıcılık, derse yönelik tutumları ve
uygulama puanları arasında anlamlı fark var mıdır?
1.3. Amaç
Güzel Sanatlar Eğitimi Resim-İş Eğitimi A.B.D programlarında bulunan Temel
Tasarım Eğitimi dersi içinde yer alan renk konularının öğretiminin web destekli öğretim
programı ile verildiği zaman öğrenci erişi, kalıcılık, derse yönelik tutum ve uygulama
puanları sonuçlarına olan etkisini ve uygulanan öğretim yöntemine yönelik öğrenci
görüşlerini ortaya koymaktır.
1.4. Önem
Bu araştırma;
 Temel Tasarım Eğitimi dersinde web destekli öğretim yönteminden nasıl
yararlanılabileceğine dair etkinlikleri ortaya koyması,
 Temel Tasarım Eğitimi dersinin uygulanmasına farklı bir bakış açısı getirmesi,
 Temel Tasarım Eğitimi dersinde web destekli öğretim yöntemine uygun olarak
hazırlanmış örnek ders uygulamasını ve sonuçlarını ortaya koyması açısından
önemli olduğu kabul edilebilir.
Bu nedenle araştırma sonucunda elde edilecek sonuçların bulguları yardımı ile
diğer araştırmacılara, öğretim programı tasarımcılarına, web destekli öğretim programı
tasarlayıcılarına, öğretim elemanlarına katkı sağlaması ve web destekli öğretim
yöntemiyle Temel Tasarım Eğitimi dersinin öğretilmesine yönelik yapılacak
araştırmalara ışık tutması açısından da önemlidir.




146
1.5. Varsayımlar (Sayıtlılar)
Deney ve kontrol grubu öğrencileri ölçme araçlarını bilgi, görüş ve eğilimleri
doğrultusunda cevaplamışlardır.
Deney ve kontrol gruplarında dersin öğretim elemanları, alan bilgisi ve
öğretmenlik formasyonu konularında yeterlidir.
Uygulanan öntest ile kalıcılık testi arasında geçen süreçte kontrol altına
alınamayan değişkenler, kontrol ve deney guruplarını aynı şekilde etkilemiştir.
Araştırmada yararlanılan kaynaklar konuyla ilgili yeterli, güvenilir ve geçerli
bilgiler sağlamaktadır.
Harun Hilmi POLAT
 Belirtilen koşul ve sınırlar içerisinde seçilen örneklem, evreni temsil yeterliliğine
sahiptir.
 Araştırmada kullanılan ölçme araçları geçerli ve güvenilir araçlardır.
1.6. Sınırlılıklar
Araştırma;
 2006 / 2007 öğretim yılı bahar dönemi ile,
 Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim İş
Öğretmenliği Programı’nda öğrenim gören birinci sınıf 1. öğretim öğrencileri
ile,
 Web ortamında yer alan öğretim programının öğrenme amaçlı kullanımı ile,
 İçerik olarak ise renk bilgisi, renk zıtlıkları, nitelikli bir kompozisyonun
kurulması için gereken renk uyumu, renk tonu, değer, kroma, renk form ilişkisi,
renk işlev ilişkisi ve renk malzeme ilişkisi bilgileri ile sınırlıdır.
II. BÖLÜM
YÖNTEM
2.1. Araştırma Modeli
Web destekli öğretim tekniğinin temel tasarım eğitimi dersini alan öğrenciler
üzerindeki etkisini araştıran bu çalışmanın uygulama kısmında "deneysel araştırma"
yöntemi uygulanmıştır. Bu yöntemde etkisi ölçülen bağımsız değişken (bu çalışmada
bağımsız değişken web destekli öğretim yöntemidir) araştırmacı tarafından oluşturulur,
denekler rastlantısal olarak gruplara dağıtılır ve bağımlı değişken (temel tasarım eğitimi
dersinden alınan notlar) üzerindeki değişiklikler ölçülür (Freedman, Sears ve Carlsmith,
2003:28-29).
Deneysel tasarımda denekler çoğunlukla doğal olmayan koşullarda belli bir
etkiye maruz bırakılırlar ve bunun sonucunda ortaya çıkan durum açıklanmaya çalışılır.
Eğer çalışmada nedensellik ilişkisi aranıyorsa deneysel tasarım en güçlü ve içsel
güvenirlik bakımından en etkili çalışma biçimidir (Erdoğan, 2003:130-131).
Bu çalışmada "iki grup, sonrası testi, rastlantılı tasarım" türü kullanılmıştır. Bu
tür tasarımda deney için grup seçilir ve rastlantısal olarak kontrol ve deney grupları
olmak üzere ikiye ayrılır. Deney grubuna deney uygulanır ve daha sonra kontrol ve
deney gruplarına uygulanan ölçüm sonuçları karşılaştırılır. Buradaki amaç iki grup
arasında deney sonucunda bağımsız değişkenin bir farklılığa neden olup olmadığını
ortaya koymaktır. Rastlantılı grup tasarımı nedensellik ilişki tasarımları arasında en iyi
tasarımlardan biridir (Erdoğan, 2003:133-134).
Farklı deneklerden oluşan deney ve kontrol gruplarının ölçümlerinin
karşılaştırılması nedeniyle bu desen, ilişkisizdir (Büyüköztürk, 2001:21; Walker,
1987:221). Buradaki amaç iki grup arasında deney sonucunda bağımsız değişkenin bir
farklılığa neden olup olmadığını ortaya koymaktır. Bunun yanında katılımcılar,
deneysel işlemden önce ve sonra bağımlı değişkenle ilgili olarak ölçüldükleri için
kontrol gruplu öntest-sontest desen, ilişkili bir desendir (Büyüköztürk, 2001:21; Walker,
1987:221).
Denekler deneysel işlemden önce ve sonra bağımlı değişkenlerle ilgili olarak
ölçüme tabi tutulmuşlardır. Deney grubunda Temel Tasarım Eğitimi dersinin
147
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 145 – 167
işlenmesinde web destekli öğretim yöntemi uygulanmış, kontrol grubunda ise
geleneksel öğretim yöntemleri uygulanmıştır.
2. 2. Örneklem (Çalışma Gurubu)
Denekler 2006-2007 öğretim bahar yarıyılında, Selçuk Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim-İş Eğitimi A.B.D. 1. sınıf birinci
öğretim grupları arasından 2 grup olarak seçilmiştir. Araştırmaya 12’si deney 11’i
kontrol gurubu, olmak üzere toplam 23 öğrenci katılmıştır. Gruplar yansız atama
yoluyla birisi deney, diğeri kontrol grubu olarak atanmıştır.
2.3. Verilerin Toplanması ve Kullanılan Ölçme Araçları
2.3.1.Verilerin Toplanması
Araştırmada nicel ve nitel veri toplama teknikleri kullanılmıştır. Nicel veriler
erişi testi ve tutum ölçeği kullanılarak elde edilirken, doküman incelemesi ve öğrenci
görüşme formu ile de nitel veriler toplanmıştır.
Bu araştırmada veri toplama araçları olarak öğrencilerdeki davranış
değişikliklerini ölçmek amacıyla “Erişi Testi”, “Tutum Ölçeği”, öğrencilerin Temel
Tasarım Eğitimi dersine ve web destekli öğretim yöntemine yönelik görüşlerini
belirlemek amacıyla da “Görüşme Formu” kullanılmıştır. Araştırmada ayrıca denel
işlemlerden sonra, denel işlemlerin uygulama boyutuna etkisini belirlemek üzere “Renk
Bilgisi Uygulama Boyutu Değerlendirme Formu” da kullanılmıştır.
Deneysel çalışma Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi
Bölümü Resim-İş Eğitimi A.B.D. Başkanı bilgisi dâhilinde 08.03.2007 tarihinde
başlamış 15.05.2007 tarihinde tamamlanmıştır.
2.3.2. Erişi testi
Araştırmada kullanılan erişi testi, Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim-İş
Eğitimi A.B.D. Lisans Programı Ders Tanımları’nda yer alan “Temel Tasarım Eğitimi
Ders Tanımı” içerisindeki renk konularını içermektedir.
Erişi testi bu kapsam çerçevesinde, uygulamak üzere hazırlanan ders planındaki
kazanımlara göre, 63 çoktan seçmeli (5 seçenekli) sorudan oluşmuştur. Hazırlanan
testin, eğitim bilimleri ve alan öğretim elemanları tarafından incelenmesi sağlanmıştır.
Ayrıca ders planında belirlenen hedef ve davranışların, dersin tanım ve kapsamı ile
ilişkileri “Temel Tasarım Eğitimi Dersi Öğretim Programı Kazanımlar” tablosunda
gösterilerek erişi testindeki soruların kapsam geçerliliği sağlanmaya çalışılmıştır. Test
bu doğrultuda yeniden düzenlenmiştir. Hazırlanan veri toplama aracının ön denemesi
Mart 2007 tarihinde, ön test olarak uygulanmadan önce Selçuk Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim-İş Eğitimi A.B.D. Selçuk Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi İç Mimari ve Çevre Tasarımı Bölümü, Selçuk Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik Bölümüne devam eden 70 öğrenci üzerinde, geçerlik
ve güvenirlik açısından uygulanmıştır.
Deneysel sürecin ilk haftasında (2007 Mart) öğrenciler bilgilendirilerek öntest
uygulamaları, 2007 Haziran ayının ilk haftasında ise sontest uygulamaları, 2007 Ekim
ayının ikinci haftasında da kalıcılık testi uygulamaları yapılmıştır.
148
Harun Hilmi POLAT
2.3.3.Tutum Ölçeği
Öğrencilerin Temel Tasarım dersine yönelik tutumlarını belirlemek amacıyla
kullanılan tutum ölçeği; Atan (2007) tarafından geliştirilen tutum ölçeğinden,
araştırmacının da görüşleri doğrultusunda Temel Tasarım Eğitimi dersine göre
uyarlamalar yapılarak hazırlanmıştır. Likert tipi 5’li dereceleme ölçeği şeklinde, yarısı
olumlu yarısı da olumsuz olmak üzere toplam 38 madde olarak hazırlanmıştır.
Hazırlanan bu ölçekte tutum puanlarının standartlaştırılmasında olumlu cümleler
için; Tamamen Katılıyorum, Katılıyorum, Kararsızım, Katılmıyorum, Hiç
Katılmıyorum ile belirtilen tutumlar 5,4,3,2 ve 1 ağırlıklarıyla, Olumsuz cümleler için;
Tamamen Katılıyorum, Katılıyorum, Kararsızım, Katılmıyorum, Hiç Katılmıyorum ile
belirtilen tutumlar 1,2,3,4 ve 5 ağırlıklarıyla puanlanarak toplam puanlar elde edilmiştir
(Turgut ve Baykul, 1992:165-166). Öğrencilerden verilmiş olan seçeneklerin sadece bir
tanesini işaretlemeleri istenmiştir.
Tutum ölçeği ön uygulamaları 2007 Mart ayı ilk haftasında, tutum ölçeği son
uygulamaları ise 2007 Haziran ayının ilk haftasında yapılmıştır.
2.3.4.Görüşme Formu
Deney ve kontrol grubu öğrencilerinin dersin işlenmesine yönelik görüşlerini
belirlemek için araştırmacı tarafından görüşme formu hazırlanmıştır. Bu görüşme formu
“konu merkezli yapılandırılmış görüşme formu” olup açık uçlu sekiz sorudan oluşan
standartlaştırılmış açık uçlu anket görüşmesi türündedir. Bu görüşme türünde bir dizi
soru seti vardır ve görüşülen birey bu sorulara istediği tarzda ve öznel olarak yanıt
vermekte serbesttir. Görüşme formu deneysel sürecin bitiminde uygulanmıştır.
2.3.5. Renk Bilgisi Uygulama Boyutu Değerlendirme Formu
Uygulama sürecinde Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim-İş Eğitimi A.B.D.
Lisans Programı Ders Tanımları’nda ve kapsamında yer alan konular teorik ve
uygulamalı olarak öğretilmeye çalışılmıştır. Deneysel sürecin sonunda deney ve kontrol
grubunda uygulanan öğretim yöntemlerinin, öğrencilerin uygulama, bilgi ve becerilerine
etki derecesini ölçmek üzere araştırmacı tarafından alan öğretim elemanlarının da
görüşleri alınarak on uygulama sorusundan oluşan “Renk Bilgisi Uygulama Boyutu
Değerlendirme Formu” geliştirilmiştir.
Hazırlanan form her bir sayfaya üçer soru gelecek şekilde A4 ölçülerinde 200 g.
parlak kuşe kâğıda 4’er adet basılmış ve uygulama esnasında deneklere farklı soru
kâğıtları dağıtılarak birbirlerinden etkilenmemeleri sağlanmaya çalışılmıştır. Deneklerin
değerlendirme aşamasında hangi grupta olduklarının anlaşılmaması için form üzerine
sadece numaralarını yazmaları sağlanmıştır.
Uygulama sürecinde öğrencilerin kullanacağı aynı marka boyalar araştırmacı
tarafında paletlere aynı renk dizilişi olacak şekilde hazırlanmış ve boya karıştırma
işleminde kullanmak üzerede boş bir palet ile birlikte verilmiştir. Ayrıca su kapları ile
birlikte boya karıştırma sonuçlarını deneyebilecekleri A5 ölçülerinde 200 g. parlak kuşe
kâğıtlar verilmiştir.
Uygulama sonunda deneklerin ortaya koyduğu çalışmalar araştırmacı tarafından
çeşitli kriterler doğrultusunda notla değerlendirmesi yapılmak üzere toplanmıştır.
149
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 145 – 167
Formdaki, her bir soru 0-10 puan arası olup toplamda 100 puan üzerinden
değerlendirmeleri yapılmıştır.
Deney ve kontrol grubu öğrencilerine uygulanan öğretim süreci sonunda yapmış
oldukları “Renk Bilgisi Uygulama Boyutu Değerlendirme Formu” puanları, ilişkisiz iki
grubun mesafeli (aralıklı) ölçüm düzeylerindeki değerlerini karşılaştırmak için
parametrik olmayan analiz türlerinden Mann Whitney U Test kullanılmıştır.
2.3.6. Deney Grubu Denel İşlem Materyalleri
Uygulama sürecine başlamadan önce deney grubu öğrencilerine Güzel Sanatlar
Eğitimi Bölümü Resim-İş Eğitimi A.B.D. 1. Sınıflar için uygulanan Temel Tasarım
Eğitimi dersi programı (YÖK’ün belirlediği ders tanımı) içerisinde yer alan renk
konusunun öğretimine yönelik araştırmacı tarafından öğretme durumları geliştirilmiştir.
Öğretme durumlarının, her bir ders için plan işlevselliğinde olmasına dikkat edilmiş ve
her uygulama haftası için birer adet olmak üzere 8 adet ders planı hazırlanmıştır.
Ayrıca yine araştırmacı tarafından özel olarak tasarlanmış her türlü işletim
sisteminden ulaşılabilen web sitesi hazırlanmıştır.
Temel Tasarım Eğitimi dersinde sanatın elemanlarından renk konusunun kavram
ve kurallarının, web destekli öğretimi için tasarlanan web sitesi, ön hazırlık, tasarım,
uyarlama (programlama) ve deneme aşamalarından geçmiştir.
Web sitesi hazırlanırken eğitim bilimi uzmanları, iletişim bilimi uzmanları ve
program yazılım uzmanlarından yardım alınmıştır. Uzmanlardan gelen görüş ve öneriler
doğrultusunda web sitesine ekleme ve düzeltmeler yapılmıştır.
Hazırlanan web sitesi; Site haritası, Konular, Duyurular, Sohbet Odası, Görüş
Defteri, E-posta, Sözlük, Linkler (ilgili siteler) bölümlerden oluşmaktadır. Web sitesi
38.8 MB büyüklüğünde olup, 834 dosya ve 102 klasörden oluşmaktadır.
Deneme süresince araştırmacı tarafından ders başlangıcında datashow aracılığı
ile teorik bilgi aktarımı ve uygulama süreçleri hakkında anlatımlar yapılmıştır. Daha
sonra öğretim ortamı (atölye) ile aynı bina içerisinde bulunan internet servisinde
öğrencilere ayrılan bilgisayarlar aracılığı ile http://www.renkbilgisi.info/ sitesinde
öğrenim yapmaları sağlanmıştır.
2.4. Denel İşlemler (Araştırmanın Uygulanması)
Uygulama başlamadan önce Eğitim Fakültesi Dekanı ile Güzel Sanatlar Eğitimi
Bölümü Bölüm Başkanına ve Resim-İş Eğitimi A.B.D. başkanına, uygulamanın
yapılacağı sınıfların Temel Tasarım Eğitimi dersini veren öğretim elemanlarına bilgi
verilmiş ve web destekli öğretim yöntemine göre hazırlanmış etkinlikler hakkında
görüşmeler yapılmıştır. Öğretim planları bu görüşler doğrultusunda yeniden gözden
geçirilerek hazırlanmıştır.
Öğrenciler, araştırma uygulamaları başlamadan önce Güzel Sanatlar Eğitimi
Bölümü Resim-İş Eğitimi A.B.D.’deki diğer gruplar ile görüşmeleri olağan olduğundan,
bilimsel bir araştırma kapsamında denek olarak seçildikleri konusunda
bilgilendirilmişlerdir. Yine araştırmacı tarafından geliştirilen erişi ve tutum ölçeği,
uygulamanın başında öğrencilere uygulanmıştır.
Deney grubunda, temel tasarım eğitimi içerisinde yer alan renk konularının web
destekli öğretim yöntemi ile öğretilmesine yönelik araştırmacının geliştirdiği ders
150
Harun Hilmi POLAT
planları yine araştırmacı tarafından uygulanırken, kontrol grubunda ise diğer bir öğretim
elemanı tarafından geleneksel yöntemle öğretim yapılmasına devam edilmiştir.
Temel tasarım eğitimi dersi renk konularının işlenmesinde web destekli öğretim
yöntemi için geliştirilen ders planının haftalara göre uygulanma biçimi hakkındakiler
aşağıda verilmiştir.
2.5. Araştırmada Uygulanan İstatistiksel Analizler
Bu çalışmada parametrik olmayan (nonparametric) testler kullanılmıştır. Bu
testlerin özelliği dağılımın normalliği ilkesini şart koşmaz ve küçük örneklemlerde
kullanılır. Ayrıca bu testler örneklemden çıkan sonucu nüfusa genellemez. Bu testlere
"dağılım serbest" (distribution free) testler de denir (Norusis, 2002:377-378; Bryman ve
Cramer, 2001:115; Büyüköztürk, 2002:139). Bu çalışmada da örneklem küçük olduğu
için ve de çıkan sonuç evrene genellenmeyeceği için parametrik olmayan testler
uygulanmıştır.
Kontrol ve deney gruplarının (kendi grupları içerisinde) renk bilgisi testi ve
derse yönelik tutum testi puanlarının ön test - son test puanları arasında anlamlı
farklılığın olup olmadığını belirlemek amacıyla iki ilişkili örneklemler için kullanılan
Wilcoxon İşaretli-Sıralar Testi uygulanmıştır.
Çalışmada ilişkisiz iki grubun mesafeli (aralıklı) ölçüm düzeylerindeki
değerlerini karşılaştırmak için ise yine parametrik olmayan analiz türlerinden Mann
Whitney U Test kullanılmıştır. Deney grubundaki öğrencilerin son test puanlarının
kontrol grubundaki öğrencilerin son test puanlarından anlamlı düzeyde yüksek olup
olmadığını ortaya koyabilmek amacıyla Mann Whitney U Test analizi uygulanmıştır.
Aynı analizle kalıcılık testi puan boyutlarının deney ve kontrol gruplarına göre anlamlı
şekilde farklılaşıp farklılaşmadığı da sınanmıştır.
III. BÖLÜM
BULGULAR VE YORUM
Araştırma bulguları dört ayrı bölümden oluşmaktadır: Birinci bölümde deney ve
kontrol grubundaki öğrencilerin renk bilgisi ve tutum ön test puan farklarının
karşılaştırılmasına ilişkin bulgulara, ikinci bölümde deney ve kontrol grubu
öğrencilerinin renk bilgisi, tutum testi ve kalıcılık testi ön test-son test puan farklarının
anlamlı olup olmadığına ilişkin bulgulara, üçüncü bölümde deney ve kontrol grubu
öğrencilerinin renk bilgisi ve tutum son test ile kalıcılık ve uygulama puanları arasında
anlamlı farklılık olup olmadığına ilişkin bulgulara dördüncü bölümde ise öğrenci
görüşleri ile ilgili bulgulara yer verilmiştir.
3.1. Deney ve Kontrol Grubu Renk Bilgisi ve Tutum Testi Ön Test Puan
Farklarının Karşılaştırılmasına İlişkin Bulgular
Bu başlık altında deney ve kontrol gruplarındaki öğrencilerin birbirlerine temel
tasarım dersi bakımından yakın düzeyde olduklarını ortaya koymak ve birinci araştırma
sorusunu da yanıtlamak amacıyla renk bilgisi testinin genel puanına yönelik olarak
analizler yapılmıştır. Renk bilgisinin yanı sıra ayrıca deney ve kontrol gruplarındaki
öğrencilerin tutum testinin genel tutum testi ön test puanları arasında karşılaştırmalar da
yapılmıştır.
151
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 145 – 167
3.1.1. Birinci Alt Probleme İlişkin Bulgular (Deney ve Kontrol Grubu Renk
Bilgisi Ön Test Puanlarının Karşılaştırılması )
Araştırmanın birinci alt problem cümlesi “web destekli öğretimin uygulandığı
deney grubu ile geleneksel öğretim yöntemlerinin uygulandığı kontrol grubu
öğrencilerinin renk bilgisi testi ön test puanları arasında anlamlı farklılık var mıdır?”
şeklinde ifade edilmiştir. Bu alt problemle ilgili olarak deney ve kontrol grubundaki
öğrencilerin çalışmaya başlangıçta renk bilgisi bakımından birbirlerine yakın düzeyde
olduklarını ortaya koymak amacıyla renk bilgisi testinin genel renk bilgisi ön test
puanlarının karşılaştırılmasına yönelik analizler gerçekleştirilmiştir.
3.1.1.1. Deney ve Kontrol Grubu Renk Bilgisi Testi Genel (Toplam) Ön Test
Puanlarının Karşılaştırılmasına İlişkin Bulgular
Deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin renk bilgisi testi genel (toplam) ön
test puanlarının bu gruplara göre anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı uygulanan
Mann Whitney U testi ile ortaya konmuştur.
Tablo 1’de sıra ortalamaları yer alan analiz sonucuna göre deney grubu ve
kontrol grubu renk bilgisi testi ön test genel (toplam) puanları yapılan karşılaştırmaya
göre anlamlı biçimde farklılaşmamaktadır (U=61,0, p>.05). Aslında kontrol grubundaki
öğrencilerin sıra ortalaması deney grubundaki öğrencilerden daha yüksektir fakat bu
fark; istatistiksel olarak anlamlı değildir (bkz. Tablo 1). Deney ve kontrol gruplarındaki
deneklerin renk bilgisi testi bilgi ve kavrama düzeyi puanlarının anlamlı biçimde
farklılaşmadığına ilişkin elde edilen bulguların ardından gruplar arasında renk bilgisi
genel (toplam) puanı bakımından da farklılaşmanın olmaması aslında sürpriz bir bulgu
değildir. Son olarak renk bilgisi genel puanında da gruplar arası anlamlı farklılığın
olmamasına ilişkin elde edilen bulgunun ardından rahatlıkla deney ve kontrol
gruplarındaki denekleri renk bilgisi bakımından birbirlerinden farklı düzeyde
olmadıkları söylenebilir. Dolayısıyla deney grubundaki öğrencilerin renk bilgisi son test
puanı ile kalıcılık testi ve uygulama puanlarının kontrol grubundaki öğrencilere göre
anlamlı biçimde yüksek çıkması, sadece bağımsız değişken olan web destekli öğretim
tekniğinin kullanılmasıyla açıklanabilecektir.
Tablo 1a: Deney ve Kontrol Grubu Renk Bilgisi Testi Genel (Toplam) Ön Test Puanlarının
Gruplara Göre Sıra Ortalamaları Karşılaştırması.
Sıra Ortalaması
Sıralar Toplamı
Grubu
N
Sözel Ön Test Genel Renk Kontrol
12
11,08
133,00
Bilgisi Puanı
Deney
11
13,00
143,00
Total
23
Tablo 1b: Mann Whitney U Test Sonuçları.
Ön Test Genel Renk Bilgisi Puanı
Mann-Whitney U
55,000
Wilcoxon W
133,000
Z
-,680
Asymp. Sig. (2-tailed)
,497
Exact Sig. [2*(1-tailed Sig.)]
,525(a)
a Not corrected for ties.
b Grouping Variable: Grubu
152
Harun Hilmi POLAT
3.1.2. İkinci Alt Probleme İlişkin Bulgular (Deney ve Kontrol Grubu Tutum
Testi Ön Test Puan Farklarının Karşılaştırılması)
Araştırmanın ikinci alt problem cümlesi “Deney ve kontrol grubu öğrencilerinin
derse yönelik tutum ön test puanları arasında anlamlı farklılık var mıdır?” şeklinde ifade
edilmiştir. Bu alt problemle ilgili olarak deney ve kontrol gruplarındaki öğrencilerin
birbirlerine temel tasarım dersine yönelik tutum bakımından yakın düzeyde olduklarını
ortaya koymak ve ikinci araştırma sorusunu da yanıtlamak amacına yönelik analizler
yapılmıştır.
3.1.2.1. Deney ve Kontrol Grubu Tutum Testi Ön Test Genel (Toplam)
Puan Farklarının Karşılaştırılmasına İlişkin Bulgular
Deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin tutum testi ön test genel puanlarının
bu gruplara göre anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı uygulanan Mann Whitney
U testi ile ortaya konmuştur.
Tablo 2’de sıra ortalamaları yer alan analiz sonucuna göre deney grubu ve
kontrol grubu tutum testi ön test genel puanları yapılan karşılaştırmaya göre anlamlı
biçimde farklılaşmamaktadır (U= 63,0, p>.05) (bkz. Tablo 2). Bu sonuçlara göre deney
ve kontrol grubundaki öğrencilerin tıpkı renk bilgisi düzeyinde olduğu gibi derse
yönelik tutum bakımından da birbirine yakın tutum düzeylerinde olduğu sonucuna
ulaşılabilir.
Tablo 2a: Deney ve Kontrol Grubu Tutum Testi Ön Test Genel Puanlarının Gruplara
Göre Sıra Ortalamaları Karşılaştırması.
Grubu
N
Sıra Ortalaması
Sıralar Toplamı
Kontrol Grubu
Tutum Testi Ön Test
Deney Grubu
Puanı
Toplam
12
12,25
147,00
11
11,73
129,00
23
Tablo 2b: Mann Whitney U Test Sonuçları.
Mann-Whitney U
Wilcoxon W
Z
Asymp. Sig. (2-tailed)
Exact Sig. [2*(1-tailed Sig.)]
a Not corrected for ties.
b Grouping Variable: Grubu
Tutum Testi Ön Test Puanı
63,000
129,000
-,185
,853
,880(a)
3.2. Deney ve Kontrol Grubu (Grup İçi) Renk Bilgisi ve Tutum Testi Ön
Test-Son Test Puan Farklarına İlişkin Bulgular
Bu başlık altında 3. 4. 5. ve 6. alt problemler gerekli analizler yapılarak
sınanacaktır. Öncelikle grupların kendi içinde renk bilgisi testi ön test-son test puan
farkları incelenecektir. Kontrol ve deney grubu öğrencilerinin (kendi grupları içinde) ön
test-son test renk bilgisi puan farklarından elde edilen puanlar arasındaki olası anlamlı
farklılığın renk bilgisi testine ait genel boyutların tümünde olup olmadığı ortaya
konacaktır.
153
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 145 – 167
3.2.1. Üçüncü Alt Probleme İlişkin Bulgular (Kontrol Grubu Renk Bilgisi
Ön Test-Son Test Puanlarının Karşılaştırılması)
Araştırmanın üçüncü alt problem cümlesi “kontrol grubunda yer alan
öğrencilerin renk bilgisi testi ön test puanlarıyla, renk bilgisi testi son test puanları
arasında anlamlı farklılık var mıdır?” şeklinde ifade edilmiştir. Bu alt problemle ilgili
olarak, kontrol grubu öğrencilerinin renk bilgisi ön test–son test puanları arasındaki
olası farklılığın, renk bilgisi puanının genel puana göre farklılaşacağı düşünülerek
kontrol grubunda yer alan öğrencilerin renk bilgisinin genel renk bilgisi ön test-son test
puanları arasında fark olup olmadığı ortaya konmaya çalışılmıştır.
3.2.1.1. Kontrol Grubu Genel Renk Bilgisi Testi Ön Test ve Son Test
Puanlarına İlişkin Bulgular
Kontrol grubundaki öğrencilerin genel renk bilgisi testi ön test-son test
puanlarının anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı yine Wilcoxon Signed-Rank
Test aracılığıyla ortaya konmaya çalışılmıştır.
Tablo 3’de pozitif ve negatif sıra sayıları ve sıra ortalamaları yer alan analiz
sonucuna göre kontrol grubunda yer alan öğrencilerin renk bilgisi testi genel ön test-son
test puan sıra karşılaştırmalarında 7 pozitif sıraya karşın 5 negatif sıra elde edilmiştir.
Beklendiği gibi bu farklılık da istatistiksel olarak anlamlı değildir (z = -1.571, p>.05,
bkz. Tablo 3).
Tablo 3a: Kontrol Grubu Genel Renk Bilgisi Testi Genel (Toplam) Ön Test ve Son Test
Puanlarının Sıra Ortalamaları Karşılaştırması.
N
Sıra Ortalaması Sıralar Toplamı
5(a)
3,80
19,00
Son Test Genel Renk Negatif Sıralar
7(b)
8,43
59,00
Bilgisi Puanı-Ön Test Pozitif Sıralar
Genel Renk Bilgisi Eşitlikler
0(c)
Puanı
12
Toplam
a Sözel Son Test Genel Renk Bilgisi Puanı < Sözel Ön Test Genel Renk Bilgisi Puanı
b Sözel Son Test Genel Renk Bilgisi Puanı > Sözel Ön Test Genel Renk Bilgisi Puanı
c Sözel Son Test Genel Renk Bilgisi Puanı = Sözel Ön Test Genel Renk Bilgisi Puanı
Tablo 3b: Wilcoxon Signed-Rank Test Sonuçları.
Son Test Genel Renk Bilgisi Puanı - Ön Test Genel Renk Bilgisi Puanı
Z
-1,571(a)
Asymp. Sig. (2-tailed)
,116
a Based on negative ranks.
b Wilcoxon Signed Ranks Test
3.2.2. Dördüncü Alt Probleme İlişkin Bulgular (Kontrol Grubu Tutum Testi
Ön Test-Son Test Puanlarının Karşılaştırılması)
Araştırmanın dördüncü alt problem cümlesi “kontrol grubunda yer alan
öğrencilerin ön test tutum puanlarıyla, son test tutum puanları arasında anlamlı farklılık
var mıdır?” şeklinde ifade edilmiştir. Bu alt problemle bağlı olarak, kontrol grubu
öğrencilerinin tutum testi ön test–son test puanları arasındaki olası farklılığın, tutum
testinin genel tutum puanına göre farklılaşacağı düşünülerek “kontrol grubu tutum testi
154
Harun Hilmi POLAT
ön test-son test puanlarının karşılaştırılması” başlığı altında kontrol grubundaki
öğrencilerin tutum testi ön test-son test puanlarının anlamlı biçimde farklılaşıp
farklılaşmadığı, tutum testinin genel tutum testi puanları için parametrik olmayan
testlerde ilişkili örneklemlerin karşılaştırılmasında kullanılan wilcoxon işaretli sıralar
testi aracılığıyla sınanmıştır.
Tablo 4a: Kontrol Grubu Tutum Testi Ön Test ve Son Test Genel Puanlarının Sıra
Ortalamaları Karşılaştırması.
N
Sıra Ortalaması
Sıraların Toplamı
8(a)
6,06
48,50
Tutum Testi Son Negatif Sıralar
4(b)
7,38
29,50
Test-Tutum Testi Ön Pozitif Sıralar
Test
Eşitlikler
0(c)
Toplam
12
a Tutum Testi Son Test < Tutum Testi Ön Test
b Tutum Testi Son Test > Tutum Testi Ön Test
c Tutum Testi Son Test = Tutum Testi Ön Test
Tablo 4b: Wilcoxon Signed-Rank Test Sonuçları.
Tutum Testi Son Test-Tutum Testi Ön Test
Z
Asymp. Sig. (2-tailed)
a Based on positive ranks.
b Wilcoxon Signed Ranks Test
-,746(a)
,456
3.2.2.1. Kontrol Grubu Tutum Testi Ön Test ve Son Test Genel Puana
İlişkin Bulgular
Kontrol grubundaki öğrencilerin tutum testi duygu boyutu ön test-son test
puanlarının anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı parametrik olmayan testlerde
ilişkili örneklemlerin karşılaştırılmasında kullanılan wilcoxon işaretli sıralar testi
aracılığıyla sınanmıştır.
Tablo 4’de pozitif ve negatif sıra sayıları ve sıra ortalamaları yer alan analiz
sonucuna göre kontrol grubunda yer alan öğrencilerin tutum testi ön test-son test
puanları sıra karşılaştırmalarında (son testin ön testten büyüklüğünü ifade eden) 4
pozitif sıraya karşın 8 negatif sıra elde edilmiştir. Ancak bu farklılık istatistiksel olarak
anlamlı değildir (z = - 0.746, p>.05, bkz. Tablo 4).
3.2.3. Beşinci Alt Probleme İlişkin Bulgular (Deney Grubu Renk Bilgisi Ön
Test-Son Test Puanlarının Karşılaştırılması)
Araştırmanın beşinci alt problem cümlesi “deney grubunda yer alan öğrencilerin
renk bilgisi testi ön test puanlarıyla, renk bilgisi testi son test puanları arasında anlamlı
farklılık var mıdır?” şeklinde ifade edilmiştir. Bu alt problemle ilgili olarak, deney
grubu öğrencilerinin renk bilgisi ön test – son test puanları arasındaki olası farklılığın,
renk bilgisi puanının genel puanına göre farklılaşacağı düşünülerek deney grubunda yer
alan öğrencilerin renk bilgisinin genel renk bilgisi ön test-son test puanları arasında fark
olup olmadığı ortaya konmaya çalışılmıştır.
155
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 145 – 167
Tablo 5a: Deney Grubu Renk Bilgisi Testi Genel (Toplam) Ön Test ve Son Test
Puanlarının Sıra Ortalamaları Karşılaştırması.
N
Sıra Ortalaması
Sıralar Toplamı
Negatif Sıralar 0(a)
,00
,00
Son Test Genel Renk Pozitif Sıralar
11(b)
6,00
66,00
Bilgisi Puanı - Ön Test
Eşitlikler
0(c)
Genel Renk Bilgisi Puanı
Toplam
11
a Son Test Genel Renk Bilgisi Puan < Ön Test Genel Renk Bilgisi Puanı
b Son Test Genel Renk Bilgisi Puanı > Ön Test Genel Renk Bilgisi Puanı
c Son Test Genel Renk Bilgisi Puanı = Ön Test Genel Renk Bilgisi Puanı
Tablo 5b: Wilcoxon Signed-Rank Test Sonuçları.
Son Test Genel Renk Bilgisi Puanı - Ön Test Genel Renk Bilgisi Puanı
Z
-2,936(a)
Asymp. Sig. (2-tailed)
,003
a Based on negative ranks.
b Wilcoxon Signed Ranks Test
3.2.3.1. Deney Grubu Genel Renk Bilgisi Testi Ön Test ve Son Test
Puanlarına İlişkin Bulgular
Deney grubundaki öğrencilerin genel renk bilgisi testi ön test-son test
puanlarının anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı yine Wilcoxon Signed-Rank
Test aracılığıyla ortaya konmaya çalışılmıştır.
Tablo 5’de pozitif ve negatif sıra sayıları ve sıra ortalamaları yer alan analiz
sonucuna göre deney grubunda yer alan öğrencilerin renk bilgisi testi genel ön test-son
test puan sıra karşılaştırmalarında 11 pozitif sıraya karşın hiç bir negatif sıra elde
edilmemiştir. Beklendiği gibi bu farklılık da istatistiksel olarak anlamlıdır (z = -2.936,
p>.01, bkz. Tablo 5).
Bu analizlerde, 5. alt probleme bağlı olarak, deney grubunda yer alan
öğrencilerin genel renk bilgisi son test puanlarıyla, ön test puanları arasında anlamlı
farklılığın olup olmadığı, belirlenmeye çalışılmıştır. Sonuçlara göre anlamlı bir farklılık
elde edilmiştir. Kontrol grubunda genel renk bilgisi ön test-son test puanları arasında
anlamlı farklılığın olmayıp, deney grubunda ise son test puanları lehine açık bir farkın
ortaya konmuş olması web destekli öğretimin etkililiği bakımından manidardır.
3.2.4. Altıncı Alt Probleme İlişkin Bulgular (Deney Grubu Tutum Testi Ön
Test-Son Test Puanlarının Karşılaştırılması)
Araştırmanın altıncı alt problem cümlesi “deney grubunda yer alan öğrencilerin
ön test tutum puanlarıyla, son test tutum puanları arasında anlamlı farklılık var mıdır?”
şeklinde ifade edilmiştir. Bu alt problemle ilgili olarak, deney grubu öğrencilerinin
tutum testi ön test-son test puanları arasındaki olası farklılığın, tutum testinin genel
tutum puanına göre farklılaşacağı düşünülerek deney grubundaki öğrencilerin tutum
testi ön test-son test puanlarının anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı, tutum
testinin genel tutum testi puanları için parametrik olmayan testlerde ilişkili
örneklemlerin karşılaştırılmasında kullanılan wilcoxon işaretli sıralar testi aracılığıyla
sınanmıştır.
156
Harun Hilmi POLAT
Tablo 6a: Deney Grubu Tutum Testi Ön Test ve Son Test Puanlarının Sıra Ortalamaları
Karşılaştırması.
N
Sıra Ortalaması
Negatif Sıralar 6(a)
5(b)
Tutum Testi Son Test - Pozitif Sıralar
Tutum Testi Ön Test
Eşitlikler
0(c)
Toplam
11
a Tutum Testi Son Test < Tutum Testi Ön Test
b Tutum Testi Son Test > Tutum Testi Ön Test
c Tutum Testi Son Test = Tutum Testi Ön Test
Tablo 6b: Wilcoxon Signed-Rank Test Sonuçları.
5,50
6,60
Sıraların Toplamı
33,00
33,00
Tutum Son Test- Tutum Ön Test
Z
Asymp. Sig. (2-tailed)
,000(a)
1,000
a The sum of negative ranks equals the sum of positive ranks.
b Wilcoxon Signed Ranks Test
3.2.4.1. Deney Grubu Tutum Testi Ön Test ve Son Test Genel Puanlarına
İlişkin Bulgular
Deney grubundaki öğrencilerin tutum testi ön test-son test genel puanlarının
anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı parametrik olmayan testlerde ilişkili
örneklemlerin karşılaştırılmasında kullanılan wilcoxon işaretli sıralar testi aracılığıyla
sınanmıştır.
Tablo 6’de pozitif ve negatif sıra sayıları ve sıra ortalamaları yer alan analiz
sonucuna göre deney grubunda yer alan öğrencilerin tutum testi ön test-son test genel
puanları sıra karşılaştırmalarında (son testin ön testten büyüklüğünü ifade eden) 5
pozitif sıraya karşın 6 negatif sıra elde edilmiştir. Ancak bu farklılık istatistiksel olarak
anlamlı değildir (z = 0.000, p>.05, bkz. Tablo 6).
Bu analizlerde, 6. alt probleme bağlı olarak, deney grubunda yer alan
öğrencilerin son test genel tutum puanlarıyla, ön test genel tutum puanları arasında
anlamlı farklılığın olup olmadığı belirlenmeye çalışılmıştır. Sonuçlara göre anlamlı bir
farklılık elde edilememiştir.
3.3. Deney ve Kontrol Grubu Renk Bilgisi Testi, Tutum Testi Puan
Farklarının Karşılaştırılması İle Kalıcılık Testi ve Uygulama Puanlarının
Karşılaştırılmasına İlişkin Bulgular
Bu aşamada çalışmanın ana amacını ortaya koymaya yönelik olarak deney ve
kontrol gruplarının renk bilgisi ile derse yönelik tutum son test puanları ve kalıcılık testi
ile uygulama boyutu puanları arasında anlamlı bir farklılığın olduğuna ilişkin hipotezler
ilişkisiz iki örnekleme ait ortalamaların karşılaştırılmasında kullanılan Mann Whitney U
test ile sınanmıştır.
157
Mart 2010, Sayı 15, sh. 145 – 167
SBArD
3.3.1. Yedinci Alt Probleme İlişkin Bulgular (Deney ve Kontrol Grubu Renk
Bilgisi Testi Son Test Puanlarının Karşılaştırılması)
Araştırmanın yedinci alt problem cümlesi “deney ve kontrol grubu
öğrencilerinin renk bilgisi son test puanları arasında anlamlı farklılık var mıdır? ”
şeklinde ifade edilmiştir. Bu alt problemle ilgili olarak, deney ve kontrol grubundaki
öğrencilerin renk bilgisi son test puanları arasındaki olası farklılığın, bu teste ait genel
renk bilgisi puanında gerçekleşeceği düşüncesi ile deney ve kontrol grubundaki
öğrencilerin renk bilgisi son test puanlarının bu testin genel puanlarının bu gruplara
göre anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı incelenmiştir.
Tablo 7a: Deney ve Kontrol Grubu Renk Bilgisi Testi Genel (Toplam) Son Test
Puanlarının Gruplara Göre Sıra Ortalamaları Karşılaştırması.
Grubu
N
Sıra Ortalaması
Sıralar Toplamı
Kontrol Grubu 12
6,83
Genel Renk Bilgisi
Deney Grubu
11
17,64
Puanı Son Test
Toplam
23
Tablo 7b: Mann Whitney U Test Sonuçları.
Genel Renk Bilgisi Puanı Son Test
Mann-Whitney U
Wilcoxon W
Z
Asymp. Sig. (2-tailed)
Exact Sig. [2*(1-tailed Sig.)]
a Not corrected for ties.
b Grouping Variable: Grubu
82,00
194,00
4,000
82,000
-3,821
,000
,000(a)
3.3.1.1. Deney ve Kontrol Grubu Renk Bilgisi Testi Genel (Toplam) Son
Test Puanlarının Karşılaştırılmasına İlişkin Bulgular
Deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin renk bilgisi testi genel (toplam) son
test puanlarının bu gruplara göre anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı uygulanan
Mann Whitney U testi ile ortaya konmuştur.
Tablo 7’de sıra ortalamaları yer alan analiz sonucuna göre deney grubu ve
kontrol grubu renk bilgisi testi son test genel (toplam) puan farkları yapılan
karşılaştırmaya göre anlamlı biçimde farklılaşmaktadır (U = 4,0, p<.001, bkz. Tablo 7).
Deney grubunda yer alan öğrencilerin renk bilgisi testi genel (toplam) son test puanları
kontrol grubundaki öğrencilerin renk bilgisi testi son test genel (toplam) puanından
anlamlı şekilde daha yüksektir.
Bu analizlerde, 7. alt probleme bağlı olarak, deney grubunda yer alan
öğrencilerin renk bilgisi genel puanlarıyla, kontrol grubu öğrencilerinin renk bilgisi
genel puanları arasında anlamlı farklılığın olup olmadığı belirlenmeye çalışılmıştır.
Sonuçlara göre anlamlı bir farklılık elde edilmiştir.
3.3.2. Sekizinci Alt Probleme İlişkin Bulgular (Deney ve Kontrol Grubu
Tutum Testi Son Test Puanlarının Karşılaştırılması)
Araştırmanın sekizinci alt problem cümlesi “deney ve kontrol grubu
öğrencilerinin tutum son test puanları arasında anlamı farklılık var mıdır?” şeklinde
158
Harun Hilmi POLAT
ifade edilmiştir. Bu alt problemle ilgili olarak, deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin
tutum son test puanları arasındaki olası farklılığın, bu teste ait genel tutum testi
puanında gerçekleşeceği düşüncesi deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin tutum testi
son test puanlarının bu testin genel puanlarının bu gruplara göre anlamlı biçimde
farklılaşıp farklılaşmadığı incelenmiştir.
Tablo 8a: Deney ve Kontrol Grubu Tutum Testi Son Test Puanlarının Gruplara Göre Sıra
Ortalamaları Karşılaştırması.
Grubu
Sıra
N Ortalaması
Sıraların Toplamı
1
Kontrol Grubu
11,29
135,50
2
1
Tutum Testi Son Test
Deney Grubu
12,77
140,50
1
2
Toplam
3
Tablo 8b: Mann Whitney U Test Sonuçları.
Tutum Testi Son Test
Mann-Whitney U
57,500
Wilcoxon W
135,500
Z
-,523
Asymp. Sig. (2-tailed)
,601
Exact Sig. [2*(1-tailed Sig.)]
,608(a)
a Not corrected for ties.
b Grouping Variable: Grubu
3.3.2.1. Deney ve Kontrol Grubu Tutum Testi Son Test Genel Puanlarının
Karşılaştırılmasına İlişkin Bulgular
Deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin tutum testi son test puanlarının bu
gruplara göre anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı Mann Whitney U testi ile
sınanmıştır.
Tablo 8’da sıra ortalamaları yer alan analiz sonucuna göre deneklerin tutum testi
son test puanları onların gruplarına göre (kontrol-deney) anlamlı biçimde
farklılaşmamaktadır (U = 57,50 p> .05) (bkz. Tablo 8).
Bu analizlerde, 8. alt probleme bağlı olarak, deney grubunda yer alan
öğrencilerin son test genel tutum puanlarıyla, kontrol grubu öğrencilerinin son test genel
tutum puanları arasında anlamlı farklılığın olup olmadığı çalışılmıştır. Sonuçlara göre
anlamlı bir farklılık elde edilememiştir.
3.3.3. Dokuzuncu Alt Probleme İlişkin Bulgular (Deney ve Kontrol Grubu
Kalıcılık Testi Puanlarının Karşılaştırılması)
Araştırmanın dokuzuncu alt problem cümlesi “deney ve kontrol grubu
öğrencilerinin kalıcılık puanları arasında anlamlı farklılık var mıdır?” şeklinde ifade
edilmiştir. Bu alt problemle ilgili olarak, deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin
kalıcılık puanları arasındaki olası farklılığın bu teste ait genel kalıcılık testi puanında
gerçekleşeceği düşüncesi ile deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin kalıcılık testi
puanlarının bu testin genel puanlarının bu gruplara göre anlamlı biçimde farklılaşıp
159
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 145 – 167
farklılaşmadığı incelenmiştir.
Tablo 9a: Deney ve Kontrol Grubu Kalıcılık Testi Genel Puanlarının Gruplara Göre Sıra
Ortalamaları Karşılaştırması.
Grubu
Sıra
N Ortalaması
Sıralar Toplamı
1
Kontrol Grubu
7,88
94,50
2
Kalıcılık Testi Genel Renk
1
Deney Grubu
16,50
181,50
Bilgisi Puanı
1
2
Toplam
3
Tablo 9b: Mann Whitney U Test Sonuçları.
Kalıcılık Testi Genel Renk Bilgisi Puanı
Mann-Whitney U
16,500
Wilcoxon W
94,500
Z
-3,057
Asymp. Sig. (2-tailed)
,002
Exact Sig. [2*(1-tailed Sig.)]
,001(a)
a Not corrected for ties.
b Grouping Variable: Grubu
3.3.3.1. Deney ve Kontrol Grubu Kalıcılık Testi Genel (Toplam)
Puanlarının Karşılaştırılmasına İlişkin Bulgular
Deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin kalıcılık testi genel (toplam)
puanlarının gruplara göre anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı Mann Whitney U
testi uygulanarak belirlenmeye çalışılmıştır.
Tablo 9’da sıra ortalamaları yer alan analiz sonucuna göre deney grubunda yer
alan öğrencilerin kalıcılık testi genel (toplam) puanları kontrol grubundaki öğrencilerin
kalıcılık testi genel (toplam) puanlarından anlamlı şekilde daha yüksektir (U = 16,5,
p<.01, bkz. Tablo 9).
Bu analizlerde, 9. alt probleme bağlı olarak, deney grubunda yer alan
öğrencilerin kalıcılık testi genel puanlarıyla, kontrol grubu öğrencilerinin kalıcılık testi
genel puanları arasında anlamlı farklılığın olup olmadığı belirlenmeye çalışılmıştır.
Sonuçlara göre anlamlı bir farklılık elde edilmiştir.
3.3.4. Onuncu Alt Probleme İlişkin Bulgular (Kontrol Grubu ve Deney
Grubu Öğrencilerinin Uygulama Boyutu Puanlarının karşılaştırılması)
Araştırmanın yedinci alt problem cümlesi “deney ve kontrol grubu
öğrencilerinin uygulama boyutu puanları arasında anlamlı farklılık var mıdır?” şeklinde
ifade edilmiştir. Bu alt problemle ilgili olarak, deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin
uygulama boyutu puanlarının bu gruplara göre anlamlı biçimde farklılaşıp
farklılaşmadığı uygulanan Mann Whitney U testi ile ortaya konmuştur.
160
Harun Hilmi POLAT
Tablo 10a: Deney ve Kontrol Grubu Uygulama Boyutu Puanlarının Gruplara Göre Sıra
Ortalamaları Karşılaştırması.
Grubu
N
Sıra Ortalaması
Sıralar Toplamı
1
Kontrol Grubu
6,50
78,00
2
1
Uygulama Puanı
Deney Grubu
18,00
198,00
1
2
Toplam
3
Tablo 10b: Mann Whitney U Test Sonuçları.
Uygulama Puanı
Mann-Whitney U
Wilcoxon W
Z
Asymp. Sig. (2-tailed)
Exact Sig. [2*(1-tailed Sig.)]
a Not corrected for ties.
b Grouping Variable: Grubu
,000
78,000
-4,067
,000
,000(a)
Tablo 10’da sıra ortalamaları yer alan analiz sonucuna göre deney grubu ve
kontrol grubu uygulama boyutu puanları yapılan karşılaştırmaya göre anlamlı biçimde
farklılaşmaktadır (U=0,000, p<.01, bkz. Tablo 10). Deney grubunda yer alan
öğrencilerin uygulama boyutu puanları kontrol grubundaki öğrencilerin uygulama
boyutu puanlarından anlamlı şekilde daha yüksektir.
Bu analizlerde, 10. alt probleme bağlı olarak, deney grubu öğrencilerinin
uygulama boyutu puanlarıyla, kontrol grubu öğrencilerinin uygulama boyutu puanları
arasında anlamlı farklılığın olup olmadığı belirlenmeye çalışılmıştır. Sonuçlara göre
anlamlı bir farklılık elde edilmiştir.
3.4. On birinci Alt Probleme İlişkin Bulgular
Araştırmanın bu bölümünde nitel bulgu ve yorumlara yer verilmiştir. Güzel
Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim-İş Eğitimi A.B.D. Temel Tasarım Dersinde Web
Destekli öğretimin uygulandığı deney grubu öğrencilerinin, uygulanan öğretim yöntemi
ve derse ilişkin görüşlerine yönelik bulgu ve yorumlar yer almaktadır.
Görüşme formu, yedi sorudan oluşup, bu sorulardan altısı derste kullanılan
öğretime, biri ise öğrencilerin derse yönelik tutumlarına ilişkin sorulardır. Aşağıda
görüşme formunda yer alan soru maddeleri, bulgular ve yorumları verilmiştir.
1. Araştırmada öğrencilere uygulanan görüşme formundaki ilk soru “Temel
Tasarım dersinde yapılan Web Destekli etkinliklerin, çalışmalarınızda kolaylıklar
sağladığını düşünüyor musunuz, anlatır mısınız?” şeklindedir.
Görüşme formundaki birinci soruya ilişkin görüşler incelendiğinde, Temel
Tasarımı dersinde yapılan web destekli öğretim etkinliklerinin, uygulama
çalışmalarında, öğrencilerin konu ile ilgili bilgilerin elde edilmesinde, kavranmasında,
uygulama yaparken öz güvenlerinin artmasında, bilgiye ulaşmada etkileşimli ortamın
oluşmasında öğrencilere olumlu katkı ve kolaylıklar sağladığı anlaşılmaktadır.
161
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 145 – 167
Edinilen bulgulara göre, Web destekli öğretim etkinliklerinin, Temel Tasarımı
dersine yönelik yaklaşımlarını değiştirdiği anlaşılmaktadır.
İfade edilen görüşlere göre; Temel Tasarım dersinde yapılan web destekli
öğretim etkinliklerinin, öğrencilerin uygulama yaparken bilgiye erişmelerinde kolaylık
sağlama, konu tekrarı yapabilme fırsatı sunmada, etkileşimli bir ortamda eğlenerek
öğrenebilme durumu oluşturma ve öğrenme esnasında demokratik bir ortamın
oluşmasında etkili olduğunu göstermesi bakımından önemli olduğu anlaşılmaktadır.
2. Araştırmada öğrencilere uygulanan görüşme formundaki ikinci soru “Temel
Tasarım dersinde uygulanan Web Destekli etkinliklerin, başarınızda etkili olduğunu
düşünüyor musunuz, niçin?” şeklindedir
Öğrencilerin görüşme formundaki ikinci soruya verdikleri ifadelere göre,
derslerde yapılan web destekli öğretim etkinliklerinin, başarılarının artmasında etkili
olduğu anlaşılmaktadır. Görüşler incelendiğinde öğrencilerin tamamı Temel Tasarımı
dersinde yapılan web destekli öğretim etkinliklerinin, başarılarına katkıda bulunduğunu
ve etkili olduğunu söylemektedirler.
Öğrencilerin, Web destekli öğretim sonrasında; başarılarında olumlu etkilerin
olduğu, özgüvenlerini arttırdığı, öğrenmekten zevk aldıkları, etkinliklerin uygulama
yapma konusunda cesaretlendirici olduğu anlaşılmaktadır. Bu görüşler, Temel Tasarımı
dersinde yapılan web destekli öğretim etkinliklerinin, öğrencilerin başarılarına ilişkin
olumlu yönde gelişmeler göstermesi açısından önemlidir.
3. Araştırmada öğrencilere uygulanan görüşme formundaki üçüncü soru “Temel
Tasarım dersinde uygulanan Web Destekli etkinlikleri, diğer derslerinizde de
uygulanarak öğretim yapılmasını ister miydiniz, neden?” şeklindedir.
Görüşme formunda yer alan, üçüncü soruya verilen yanıtlara göre öğrenciler,
Temel Tasarımı dersinde yapılan web destekli öğretim etkinliklerinin, diğer derslerde de
yapılmasına ilişkin olumlu görüş belirtmişlerdir. Öğrencilerin ifadelerinden de
anlaşıldığı üzere, Temel Tasarımı dersinde web destekli öğretim, ile yapılan derslere
yönelik olarak tamamının olumlu görüş belirttikleri ve diğer bölüm dersleri ile eğitim
derslerinde de kullanılmasını istedikleri anlaşılmaktadır.
Bu görüşler, öğrencilerin, denel işlemler esnasında yapılan etkinliklerden derse
yönelik tutumlarının olumlu yönde değişimler göstermesi bakımından önemlidir.
4. Araştırmada öğrencilere uygulanan görüşme formundaki dördüncü soru
“Temel Tasarım dersinde elde ettiğiniz bilgi ve becerileri kazanmanızda etkili olduğunu
düşündüğünüz etkinlikleri anlatır mısınız?” şeklindedir.
Görüşme formunda yer alan dördüncü soruya ilişkin görüşler dikkate alındığında
öğrencilerin tamamı Temel Tasarım dersinde yapılan web destekli öğretim ile, önemli
bilgi ve beceri elde ettiklerini bildirmişlerdir. Elde edilen bilgi ve becerileri hangi
etkinlikler çerçevesinde elde ettiklerine öğrencilerin çoğunluğu, Web aracılığı ile
yapılan etkinlikleri ve bunun devamında atölyede yapılan uygulamaları olarak
belirtmişlerdir.
Görüşme formundaki dördüncü soruya ilişkin görüşler, öğrencilerin, Temel
Tasarım dersinde yapılan web destekli öğretim etkinliklerinin, bilgi ve becerilerini
arttırmada etkili olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.
162
Harun Hilmi POLAT
5. Araştırmada öğrencilerle uygulanan görüşme formundaki beşinci soru
“Eğitim süreci içerisinde Temel Tasarım dersinden çok hoşlandığınızı düşündüğünüz
anlar oldu mu?” şeklindedir.
Görüşme formunda yer alan beşinci soruya ilişkin görüşleri dikkate alındığında
öğrenciler, Temel Tasarım dersinde yapılan web destekli öğretim etkinlikleri
neticesinde başarılı işlerin ve uygulamaların ortaya çıkmasından, dersin işleniş
biçiminden, zevk aldıklarını ve hoşlandıklarını belirtmişlerdir. Bu doğrultuda bazı
öğrencilerin görüşleri anlamlı kabul edilebilir.
Görüşme formundaki beşinci soruya ilişkin ifadelerden de anlaşıldığı üzere
öğrenciler, Temel Tasarım dersinde yapılan web destekli öğretim etkinlikleri
çerçevesinde başarılı sonuçlar elde ettiklerinde dersten çok hoşlandıklarını
belirtmişlerdir.
6. Araştırmada öğrencilerle uygulanan görüşme formundaki altıncı soru “Temel
Tasarım dersine yönelik duygu ve düşüncelerinizin oluşmasında sizi en çok etkileyen
unsurun ne olduğunu düşünüyorsunuz?” şeklindedir.
Görüşme formunda yer alan altıncı soruya ilişkin görüşleri dikkate alındığında
öğrenciler, Temel Tasarım dersinde yapılan web destekli öğretim etkinliklerinin,
sonrasında derse yönelik duygu ve düşüncelerini oluşturan ve onları en çok etkileyen
unsurların genel olarak derste uygulanan öğretim yöntemi ve öğreticinin değişen rolü
olduğunu ifade etmişlerdir. Bu doğrultuda bazı öğrencilerin görüşleri anlamlı kabul
edilebilir.
Görüşme formundaki ifadelerden de anlaşıldığı üzere öğrenciler, Temel Tasarım
dersinde yapılan web destekli öğretim yöntemi kapsamında uygulanan etkinliklere ve
derse yönelik duygu ve düşüncelerini olumlu olarak belirtmişlerdir. Bu görüşler,
özgüven sağlaması, öğrenci merkezli oluşu ve özgürlükçü oluşu olarak özetlenebilir.
7. Araştırmada öğrencilerle uygulanan görüşme formunda yer alan yedinci soru
“Temel Tasarım dersi ile bölümün diğer dersleri arasında bir kıyaslama yaptığınızda,
ilginizi çeken özellikler ne idi, anlatır mısınız?” şeklindedir.
Görüşme formunda yer alan yedinci soruya ilişkin görüşleri dikkate alındığında
öğrenciler, Temel Tasarım dersini, diğer derslerden farklı bulduklarını ifade
etmektedirler. Temel Tasarım dersinde yapılan web destekli öğretim etkinliklerinin,
etkili olduğunu; rahat bir ortam oluştuğunu, isteklerinin arttığını ve bütün bunları zevkle
sıkılmadan ve özgürce gerçekleştirdikleri söylenebilir.
Görüşler dikkate alındığında, öğrenciler, denel işlemler sonrasında Temel
Tasarım dersinin diğer derslerden çok farklı olduğunu, bu bakımdan daha zevkli ve
bilgilendirici geçtiğini ifade etmişlerdir. Bu görüşler web destekli öğretimin etkililiğini
göstermesi bakımından önemlidir.
IV. BÖLÜM
SONUÇ VE ÖNERİLER
4.1. Sonuçlar
Yapılan analizler ile elde edilen bulgulara göre web destekli öğretim yönteminin
erişi, kalıcılık, ve uygulama puanları sonuçlarına anlamlı bir etkisinin olduğu sonucuna
ulaşılmıştır. Öğrencilerin web destekli öğretim yöntemine karşı görüşleri de olumludur.
163
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 145 – 167
Ancak, çalışmada web destekli öğretim yönteminin öğrencilerin derse yönelik
tutumlarına anlamlı bir etkisinin olmadığı görülmüştür.
Web destekli etkin öğrenme uygulamalarının öğretmen adaylarının derse yönelik
tutumları üzerindeki etkilerine ilişkin araştırma bulguları; genel olarak araştırmacıların
araştırma sonuçları ile örtüşür iken birkaç araştırmacı tarafından elde edilen bulgular ile
örtüşmemektedir. Araştırma bulgularına ilişkin farklılığın; öğrenme sürecinin
tasarımlanmasındaki farklılıklardan, etkinlik türlerinden, öğrenenlere sunulan
kaynaklardan,
öğrenenlerin
materyallerden
yararlanma
durumlarından
kaynaklanabileceği düşünülmektedir. Bununla birlikte tutumlar üzerinde web destekli
öğrenmenin olumlu etkisinin gözlenmemesinde, uygulamaların öğrenciye getirdiği iş
yükünün artması ve karşılaşılan güçlüklerden kaynaklanabileceği düşünülmektedir.
Araştırma sonuçlarına göre deney grubunda uygulanan web destekli öğretim
etkinlikleri, geleneksel uygulamalara göre, öğrencilerin başarılarını arttırmıştır. Web
destekli öğretim uygulamalarının öğrencilerin ders başarıları üzerindeki etkisine ilişkin
araştırma bulguları, genel olarak araştırmacıların araştırma sonuçları ile örtüşür iken
birkaç araştırmacı tarafından elde edilen bulgular ile örtüşmemektedir. Araştırma
bulgularının diğer bulgularla benzerlik ya da farklılığının; Web destekli öğretim
sürecinin tasarımlanmasından kaynaklanabileceği, öğretim materyalinde öğrenenlere
sunulan kaynaklardan ya da web etkinliklerinin türlerinden etkilenebileceği
düşünülmektedir.
Araştırmada web destekli öğrenme yönteminin uygulandığı grubunun başarı
düzeyinin kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde yüksek bulunmasının nedeni
uygulanan öğretim yöntemidir. Bu veriler bize uygun materyal kullanımın başarıyı
artırdığının kanıtıdır. Literatürde yer alan bilgiler dikkate alındığında tutum ve basarı
arasında güçlü bir ilişki olduğu bilinmektedir. Başarıyı artırıcı ortamların uzun süre
korunması sonucunda tutumların da beklenen seviyelere gelmesi beklenmektedir.
Araştırmanın problemi doğrultusunda hazırlanan alt problemlere bağlı araştırma
sorularına ilişkin olarak elde edilen sonuçlara aşağıda yer verilmiştir.
4.1.1. Birinci Alt Probleme İlişkin Sonuçlar
Deney ve kontrol grubu renk bilgisi testi genel (toplam) ön test puanlarının
karşılaştırılmasına ilişkin bulgular göre puanlar anlamlı biçimde farklılaşmamaktadır.
Ortaya konan bu sonuç, renk bilgisi testi bilgi boyutu düzeyi bakımından deney ve
kontrol grubundaki öğrencilerin birbirlerine yakın düzeyde olduklarını göstermektedir.
Sonucun bu şekilde çıkması, öğrencilerin 1. sınıfta aldığı Temel Tasarım Eğitimi
dersine bağlı hazır bulunuşluk düzeylerinden kaynaklandığı söylenebilir.
4.1.2. İkinci Alt Probleme İlişkin Sonuçlar
Deney ve kontrol grubu tutum testi ön test genel (toplam) puan farklarının
karşılaştırılmasına ilişkin bulgular göre deney grubu ve kontrol grubu tutum testi ön test
genel puanları yapılan karşılaştırmaya göre anlamlı biçimde farklılaşmamaktadır. Bu
sonuçlara göre deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin tıpkı renk bilgisi düzeyinde
olduğu gibi derse yönelik tutum bakımından da birbirine yakın tutum düzeylerinde
olduğu sonucuna ulaşılabilir.
164
Harun Hilmi POLAT
4.1.3. Üçüncü Alt Probleme İlişkin Sonuçlar
Kontrol grubu genel renk bilgisi testi ön test ve son test puanlarına ilişkin
bulgulara göre kontrol grubunda yer alan öğrencilerin renk bilgisi testi genel ön test-son
test puan sıra karşılaştırmalarında 7 pozitif sıraya karşın 5 negatif sıra elde edilmiştir.
Beklendiği gibi bu farklılık da istatistiksel olarak anlamlı değildir.
4.1.4. Dördüncü Alt Probleme İlişkin Sonuçlar
Kontrol Grubu Tutum Testi Ön Test ve Son Test Genel Puana İlişkin Bulgular a
göre kontrol grubunda yer alan öğrencilerin tutum testi ön test-son test puanları sıra
karşılaştırmalarında (son testin ön testten büyüklüğünü ifade eden) 4 pozitif sıraya
karşın 8 negatif sıra elde edilmiştir. Ancak bu farklılık istatistiksel olarak anlamlı
değildir.
4.1.5. Beşinci Alt Probleme İlişkin Sonuçlar
Deney grubu genel renk bilgisi testi ön test ve son test puanlarına ilişkin bulgular
göre deney grubunda yer alan öğrencilerin renk bilgisi testi genel ön test-son test puan
sıra karşılaştırmalarında 11 pozitif sıraya karşın hiç bir negatif sıra elde edilmemiştir.
Beklendiği gibi bu farklılık da istatistiksel olarak anlamlıdır. Kontrol grubunda genel
renk bilgisi ön test-son test puanları arasında anlamlı farklılığın olmayıp, deney
grubunda ise son test puanları lehine açık bir farkın ortaya konmuş olması web destekli
öğretimin etkililiği bakımından anlamlıdır.
4.1.6. Altıncı Alt Probleme İlişkin Sonuçlar
Deney grubu tutum testi ön test ve son test genel puanlarına ilişkin bulgular göre
deney grubunda yer alan öğrencilerin tutum testi ön test-son test genel puanları sıra
karşılaştırmalarında (son testin ön testten büyüklüğünü ifade eden) 5 pozitif sıraya
karşın 6 negatif sıra elde edilmiştir. Ancak bu farklılık istatistiksel olarak anlamlı
değildir.
4.1.7. Yedinci Alt Probleme İlişkin Sonuçlar
Deney ve kontrol grubu renk bilgisi testi genel (toplam) son test puanlarının
karşılaştırılmasına ilişkin bulgular göre deney grubu ve kontrol grubu renk bilgisi testi
son test genel (toplam) puan farkları yapılan karşılaştırmaya göre anlamlı biçimde
farklılaşmaktadır. Deney grubunda yer alan öğrencilerin renk bilgisi testi genel (toplam)
son test puanları kontrol grubundaki öğrencilerin renk bilgisi testi son test genel
(toplam) puanından anlamlı şekilde daha yüksektir.
4.1.8. Sekizinci Alt Probleme İlişkin Sonuçlar
Deney ve Kontrol Grubu Tutum Testi Son Test Genel Puanlarının
Karşılaştırılmasına İlişkin Bulgular göre deneklerin tutum testi son test puanları onların
gruplarına göre (kontrol-deney) anlamlı biçimde farklılaşmamaktadır.
4.1.9. Dokuzuncu Alt Probleme İlişkin Sonuçlar
Deney ve kontrol grubu kalıcılık testi genel (toplam) puanlarının
karşılaştırılmasına ilişkin bulgular göre deney grubunda yer alan öğrencilerin kalıcılık
165
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 145 – 167
testi genel (toplam) puanları kontrol grubundaki öğrencilerin kalıcılık testi genel
(toplam) puanlarından anlamlı şekilde daha yüksektir.
4.1.10. Onuncu Alt Probleme İlişkin Sonuçlar
Kontrol grubu ve deney grubu öğrencilerinin uygulama boyutu puanlarına
ilişkin bulgular göre deney grubu ve kontrol grubu uygulama boyutu puanları yapılan
karşılaştırmaya göre anlamlı biçimde farklılaşmaktadır. Deney grubunda yer alan
öğrencilerin uygulama boyutu puanları kontrol grubundaki öğrencilerin uygulama
boyutu puanlarından anlamlı şekilde daha yüksektir.
4.1.11. On birinci Alt Probleme İlişkin Sonuçlar
Web destekli öğretim yöntemine göre hazırlanmış etkinliklere katılan deney
grubu öğrencilerinin, uygulanan öğretim yöntemine ve derse yönelik görüşleri
olumludur denilebilir.
4.2. Öneriler
Araştırmada elde edilen bulgulara dayalı olarak alana yönelik önerilerden
bazıları şunlardır.
1. Araştırma sonucunda Temel Tasarım Eğitimi dersinde, konuların
işlenmesinde web destekli öğretim yönteminin uygulanması için hazırlanmış
etkinliklerin, öğrencilerin başarılarını arttırdığı, öğrenilenlerin kalıcılığına olumlu
katkıda bulunduğu, derse yönelik görüşlerinin olumlu yönde değiştirdiği görülmüştür.
Bu nedenle, web destekli öğretim yöntemi Temel Tasarım Eğitimi dersinde
uygulanmalıdır ve uygulanması desteklenmelidir.
2. Temel Tasarım Eğitimi dersinde, konuların işlenmesinde web destekli öğretim
yönteminin uygulanması için hazırlanmış etkinlikler, öğrencilerin Temel Tasarım
Eğitimi dersindeki başarılarına, öğrenilenlerin kalıcılığına, katkıda bulunmuştur. Bu
nedenle, Temel Tasarım Eğitimi dersi renk konularının öğretim ve uygulama
aşamasında yaratıcılığı geliştirdiği için diğer konularında web destekli öğretim
yönteminin uygulanmasına yönelik düzenlemeleri yapılmalıdır.
3. Araştırma sonucunda elde edilen bulgulara ve öğrenci görüşlerine göre,
öğrencilerin Temel Tasarım Eğitimi dersinde, konuların işlenmesinde web destekli
öğretim yönteminin uygulanması için hazırlanmış etkinliklerden zevk aldıkları, teorik
ve uygulama açısından başarılı oldukları, dolayısıyla derse ilişkin görüşlerinin olumlu
yönde geliştiği anlaşılmıştır. Bu nedenle Temel Tasarım Eğitimi dersinde tasarım
konuları ile ilgili teorik bilgilerin verilmesi ve kavratılması aşamasında web destekli
öğretim etkinliği çalışmalarına yer verilmelidir.
4. Temel Tasarım Eğitimi dersinde, konuların tasarımını, günümüzün şartlarına
göre gerçekleştirebilmeleri için gerekli olan teknolojik araç ve gereçlerin bulunduğu
Temel Tasarım Eğitimi atölyeleri oluşturulmalıdır.
5. Öğretim programında yer alan diğer derslerinde web destekli öğretiminin
verile bilmesi için; resim-iş öğretmenlerine de hizmet içi eğitim kapsamında web
destekli öğretim dersleri verilmeli ve uygulamaları için teşvik edilmelidir.
6. Eğitim fakülteleri güzel sanatlar eğitimi bölümlerinde web destekli öğretim ile
ilgili dersler konulmak üzere düzenlemeler yapılmalıdır.
166
Harun Hilmi POLAT
Kaynakça
Atan, Uğur (2007). Resim-İş Öğretmeni Yetiştirmede Yaratıcı Drama
Yönteminin Grafik Tasarım Derslerinde Kullanılmasının Erişi, Tutum ve
Kalıcılığa Etkisi, Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü,
Ankara.
Bryman, Alan ve Cramer, Duncan (2001). Quantitative Data Analysis with SPSS
Release İstanbul (Avrupa) for Windows, London: Routledege.
Büyüköztürk, Şener (2002). Deneysel Desen (2.Baskı). Ankara: Pegem A
Yayıncılık.
Erdoğan, İrfan (2003). Pozitivist Metodoloji: Bilimsel Araştırma Tasarımı,
İstatistiksel Yöntemler, Analiz ve Yorum. Ankara: Erkam Yayıncılık.
Erbaş, Özlem (1996). Sanat Eğitiminde Renk ve Renk Öğretim Yöntemleri. Sanatta
Yeterlilik Tezi, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eskişehir.
Freedman, J.L, Sears D.O ve Carlsmith J. M (2003). Sosyal Psikoloji. (Çeviren:
Ali Dönmez), Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.
İşler, Ahmet Şinasi (2001). Temel Sanat Eğitiminde Bilgisayarın Yeri ve İşlevi, Sanatta
Yeterlilik Tezi, Marmara Üniversitesi Güzel sanatlar Enstitüsü, İstanbul.
Norusis, M.J (2002). SPSS 11.0 Guıde To Data Analysıs. Prentice Hall, New Jersey.
Turgut, M. Fuat ve Baykul, Yaşar(1992). Ölçekleme Teknikleri. Ankara: ÖSYM
Yayınları 1.
Walker, R. Brog (1987). Education Research. A Practical Guide For Teaching. New
York/London:Logman.
167
AÇIK HAVA REKLAM ARAÇLARINDAN REKLAM PANOLARININ
(BILLBOARDS) KONYA İL MERKEZİNDEKİ GENEL DURUM
İNCELEMESİ
Uğur ATAN
Ali Atıf POLAT
Özet / Abstract
Bu araştırmanın amacı, grafik tasarım ürünlerinden olan dış mekan afişlerinin Konya İl
merkezindeki genel durumunu incelemektir. Araştırmada nitel yöntemlerden yararlanılmıştır. Bu
kapsamda Konya İl merkezindeki açık hava reklam araçları gözlenmiş, fotoğrafları çekilmiş ve doküman
incelemesi yapılmıştır. Araştırmanın evrenini Konya il merkezindeki dış mekân afişleri, örneklemini ise
Konya İl merkezindeki açık hava reklam panoları (billboards) oluşturmuştur.
Araştırmanın sonucunda, Konya İl merkezindeki açık hava reklam araçlarından, reklam
panolarının yasal işletmecisinin kontrolü dışındaki uygulamaların görsel kirlilik oluşturduğu, afiş
etkisinin azaldığı görülmüştür. Bununla birlikte, reklam panolarının estetik ve dıştan aydınlatmalı reklam
araçlarıyla yenilenmesi, uygulanan afişlerin görünebilirlik etkinliğini tam güne çıkarttığı gözlenmiştir.
Sonuç olarak, bilgiye ve hizmete ulaşmada en etkili mecra olan açık hava reklam araçlarının
bilinçli kullanılması gerekmektedir. Bu doğrultuda yapılacak olan yatırımlar, işletme ve eğitim
stratejilerinin planlı ve istikrarlı bir şekilde yürütülmesine katkı sağlayabilir.
Anahtar Sözcükler: Açık hava Reklam Panoları, Reklam, Afiş.
A STATUS REPORT OF BILLBOARDS AS OUTDOOR ADVERTISING MEDIA IN KONYA CITY
CENTER
The aim of this paper is to study the general situation of outdoor posters as graphic design work
in Konya city center. For this, qualitative methods such as location analysis, photographing and
documentation analysis have been used in the study. The sample for the study consisted of outdoor
posters from billboards in the Konya city center.
As a result of the study, it has been found that billboard implementations beyond the control of
the legal administrator caused visual pollution and noise, thus decreasing the advertising effect of
billboards. However, it has also been found that the renewal of the billboards by esthetical advertising
media and external illumination increased advertising effectiveness to full-time visibility.
In conclusion, as a most effective medium for information and service, outdoor advertising
media should be used consciously. Fort achieving this goal, comprehensively and coherent planned
investment, administration and training strategies could be helpful.
Keywords: Billboards, advertising, posters.
Giriş
Bilgi çağının sürekli değişen ve gelişen teknolojileriyle mesaj bombardımanı
altındaki her insan olumlu ve/veya olumsuz etkileşim içerisindedir. Temel olarak
bilinen tüm kavramlar ve uygulamalar ticari yaklaşımlar olarak değerlendirilebilir.
Ancak akademisyenlerde bu alanda aktif yer alarak uygulamalara katılmaktadırlar. Bu
aktif katılım ve etkileşimin ilgili alanda gelişmelere neden olduğu söylenebilir.


Öğr. Gör. Dr., Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü.
Öğr. Gör., Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü.
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 169 – 182
Bu bağlamda öncelikle reklam nedir? Açık hava reklam araçları nelerdir?
Öncelikle bu soruları cevaplandırmak gerekmektedir. Genel anlamda reklam, “mal ve
hizmetleri tanıtmak ve satışlarını artırmak amacıyla, üretici ve satıcı tarafından bir bedel
ödenerek, herhangi bir vasıta ile yayınlanan her tür mesajdır” (Çakır, 2006:32). Peki,
reklam ne işe yarar? Bu soruya Mattelart (1991:123) şöyle cevap verir:
“Reklam halkın hizmetindeki kitlesel üretim ve dağıtım sisteminin vazgeçilmez
bir parçasıdır. Malların üreticilerinin ve hizmetleri sunanların halka sundukları şey
hakkında bilgi vermek ve onların sunduklarına yöneltmek için reklam ihtiyaçları vardır.
Bu tür bilgi sistemi üretim ekonomisi için yararlıdır ve çeşitli seçenekler arasında tercih
yapabilmeleri tüketiciler için gereklidir. Ayrıca, üretimin piyasaya sürülmesini garanti
ederek istihdamın stabilize olmasında da bir etkendir; Reklam pazardaki rekabetin
temelidir; gelişmeleri ve yaratıcılığı harekete geçirir; piyasa için aksi takdirde çok
pahalıya mal olacak mal ve hizmetlerin düşük maliyetle sağlanmasını mümkün kılar.
Son olarak da, reklam medyaların finansmanına temel bir katkıda bulunur.”
Reklamcılık faaliyetleri çeşitli kategorilere ayrılıp incelenmektedir. Hangi
kategoride olursa olsun reklam faaliyetinin gerçekleşebilmesi için çeşitli iletişim
araçları kullanılmaktadır.
Genel anlamda, bir ürün ya da hizmetin tanıtımında kullanılan görsel-işitsel
iletişim araçlarının tümüne medya (mecra) adı verilir ve reklam veren, hedef kitleye
ulaşmak için; gazete, radyo, televizyon, dergi, afiş, reklam panoları (billboard), satış
yeri reklamı (P.O.P.), postalama (broşür, katalog vd.) ve internet gibi iletişim
araçlarından yararlanılır (Becer, 1997:223). Bu iletişim araçlarında kullanılan grafik
tasarım ürünlerinin kendi aralarında teknik farklılıklar olmasına rağmen, reklam tasarım
aşamasında aynı kriterler geçerlidir. Tüm bu grafik tasarım ürünlerinin yayınlandığı
uygulama alanlarının farklılığına rağmen, bu tasarımların görsel organizasyonunda
dikkat edilmesi gereken temel unsur, reklam mesajlarının hedef kitle tarafından
algılanabilirliliğini en kısa sürede sağlamaktır. Özellikle reklam iletişim araçlarından
afiş tasarımlarının başarılı olabilmesi, uygulama alanlarının teknik yapısı ve hedef
kitleye ulaşabilirliğine bağlıdır. Bu bağlamda inceleme yapacağımız reklam
araçlarından açık hava reklamcılığı içerisinde değerlendirilen tüm araçlarda yayınlanan
tasarımlar, grafik tasarım ürünlerinden afiş tasarımı kapsamına girmektedir.
Bektaş’a (Akt. Tepecik, 2002:72) göre afiş, bir haberi, bir olayı, siyasal, sosyal,
ekonomik, sanatsal ve kültürel açıdan, topluma duyurmak amacıyla, değişik yüzeyler
üzerine yapılan ve belirli boyutlarda köy, kasaba ve şehirlerin çeşitli yerlerine asılan
duyurulardır. Afişler, tasarım ve sanat kaygısının eşit ağırlıkta olduğu grafik ürünlerdir
(Becer, 1997:201). Aynı zamanda afiş, bir ürün ya da hizmetin tanıtımı için caddelerde,
açık mekânlarda yer alan en önemli dış mekân reklam araçlarından biridir (Teker,
2009:139).
Genel olarak afişler, teknik özellikleri ve sergilendiği alan açısından iki gruba
ayrılabilir. Birincisi olan iç mekân afişleri, tüm yaşam alanlarında, iç mekân ilan
panolarında ve koridorlarda kullanılmak üzere tasarlanan daha küçük boyutlu afişlerdir.
İkincisi ise, şehir mobilyaları kapsamında değerlendirilen büyük reklam panolarında ve
duvar yüzeylerinde kullanılmak üzere tasarlanmaktadır. İç mekan afişleri ile dış mekan
afişlerinin tasarım aşamasında dikkat edilmesi gereken temel kriter, hedef kitlece
algılanabilirlik süresidir. Dış mekân afişleri boyut olarak büyük olmasına rağmen,
170
Uğur ATAN-Ali Atıf POLAT
kullanıldığı yer ve hedef kitlenin hareket durumu, diğer olumsuz etkileyici faktörlerde
göz önüne alındığında algılama süresi daha azdır. Bu nedenle tasarım aşamasında hedef
kitlenin algılama süresinin dikkate alınması gerekmektedir. İç mekan afişleri ise, boyut
olarak dış mekan afişlerine göre daha küçük olmasına rağmen, kullanıldığı iç mekan ve
hedef kitleye olan mesafesi, afişin izleme süresini uzatmaktadır.
Araştırmanın konusu dış mekân afişlerinden reklam panoları olduğundan açık
hava reklam araçları üzerinde açıklama yapmak gerekirse “açık hava reklam araçları,
trafiğin ve insan topluluklarının yoğun olduğu alanlarda kapalı mekânlar dışında yer
alan çeşitli reklam vasıtalarıdır (Teker, 2009:138)”. Profesyonel anlamda hazırlanmış
reklam araçlarının bulunduğu ve işletildiği ortamlarda yerel ana mecra, açık hava olarak
karşımıza çıkar. Görsel iletişim şeklinde oluşturulmuş mesajların işitsel iletişimden
belirgin bir farkı ise, kalıcılığı ve dolaylı olarak farklı zamanlarda etkinliğini
sürdürebilmesidir (Uçar, 2004:19). Açık hava reklam araçlarının kiralama bedellerinin
hesaplı olması, TV reklamlarını desteklemesi, tamamlaması ve geniş hedef kitleyi
günün her saatinde yakalaması açısından reklam kampanyasının en önemli
parçalarındandır (Teker, 2009:138). Yeni teknolojilerin ve ışık sistemlerinin sektörde
kullanımıyla, standart olarak kullanılan birçok açık hava reklam araçlarındaki
yenilenmeyle (revizion), birlikte, yeni alternatif yayın alanları da reklam sektörüne
kazandırılmaktadır. Klasik reklam panosu (billboard) olarak tanımlanan ve tamamen
ışıksız olarak hizmete sunulan reklam panoları, birçok yerde dıştan aydınlatmalı (ışıklı)
olarak yenilenmesiyle (revizion), hedef kitleye etki süresini tam güne çıkartmıştır.
Açık hava reklam araçları kullanıldığı yer, malzeme ve tekniğine göre sabit
reklam araçları, değişken reklam araçları ve taşınabilir reklam araçları olmak üzere üç
başlık altında incelenebilir:
1- Sabit Reklam Araçları: Bunlar afişler, küçük reklam panoları (miniboardlar),
reklam panoları (billboardlar), büyük reklam panoları (city light board-megalightmagaboardlar), pankartlar, bez afişler, reklam kuleleri, bina cepheleri, bina üstü
tabelalar, otobüs durakları, cadde ışıklandırma direği tabelaları, bina içi panolar
(homeboardlar), ışıklı panolar (CLP, raket), sayısal (digital) ekranlar, iç ve dış
mekanlarda kullanılan yer grafikleri, dev tv.ler olarak sıralanabilir.
2- Değişken Açık hava Reklam Araçları: Bunlar yer altı (metro) ve yer üstü
(tramvay), kara, hava ve deniz ulaşım araçları dış yüzey giydirilmesi şeklinde
açıklanabilir.
3- Taşınabilir Reklam Araçları: Ambalaj ve tanıtım ürünleri (promotion) gibi
materyaller bu başlık altında sayılabilir.
Amaç
Bu araştırmanın amacı, grafik tasarım ürünlerinden olan dış mekan afişlerinin
Konya İl merkezindeki genel durumunu incelemektir.
Yöntem
Araştırmada nitel yöntemlerden yararlanılmıştır. Bu kapsamda Konya İl
merkezindeki açık hava reklam araçları gözlenmiş, fotoğrafları çekilmiş ve doküman
incelemesi yapılmıştır.
171
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 169 – 182
Evren ve Örneklem
Araştırmanın evrenini Konya İl merkezindeki dış mekân afişleri, örneklemini ise
Konya İl merkezindeki açık hava reklam panoları (billboards) oluşturmuştur.
Veri Toplama Araçları
Veri toplama araçları Konya İl merkezindeki dış mekân afişlerinin yayınlandığı
reklam panolarının fotoğrafları çekilerek, uluslararası şehir mobilyası üreticisi ve açık
hava reklamcısı olan Wall firmasının web sitesinde yayınladığı standartlar göz önünde
bulundurularak oluşturulmuştur.
Sınırlılıklar
Araştırma 2009 yılında yapılmıştır. Konya İl merkezindeki dış mekân afişlerinin
yayınlandığı reklam panoları ile sınırlıdır.
Bulgular ve Yorumlar
Konya’daki Açık hava Reklam Araçları ve Ölçüleri
Konya’da kullanılan açık hava reklam araçları yerel yönetimlerden izin alınarak
reklamverenler tarafından sadece kendi kullanımlarına yönelik yaptırılan (totem, tabela)
reklam araçları ile ticari kuruluşlar tarafından işletilen reklam araçları olarak iki grupta
incelenebilir.
Yerel yönetimlerden izin alınarak sadece kendi kullanımlarına yönelik yaptırılan
reklam araçlarını ticari işletmeler veya şahıslar istedikleri alanlarda kullanabilirler. Bu
alanların başka firmalara ihale edilmemiş mekânlar olması gerekmektedir. Ayrıca bu
reklam alanlarının reklam vergisine tabi olduğu unutulmamalıdır. Duvar ve çatı
reklamları, tabela ve totemler bu sınıfa girmektedir
(Görsel 1).
Ticari kuruluşlar tarafından işletilen açık hava
reklam araçları ise; reklam panoları (billboardlar),
büyük reklam panoları (city light board-megalight),
reklam kuleleri, otobüs durakları, ışıklı panolar
(CLP, raket), sayısal (digital) ekranlar, Tramvay,
Dolmuş ve Taksi’leri kapsamaktadır. Bunlardan
dolmuş ve taksilerde uygulanan reklamların
işletmeciliği, ilgili sivil toplum örgütleri tarafından
ihaleye açılır. Bu reklam uygulamaları belirli bir
zaman diliminde olurken dolmuş ve taksicilerin
gönüllülük esasına dayanır. Tramvay üzeri %100
giydirme ve iç reklam alanları kiralaması ise Konya
Görsel
1:
Duvar
reklam Büyükşehir Belediyesinin ilgili birimleri tarafından
yürütülmektedir (Görsel 2).
uygulaması
172
Uğur ATAN-Ali Atıf POLAT
Görsel 2: Tramvay üzeri reklam uygulaması
Diğer kent mobilyası grubuna giren reklam panoları (billboardlar), büyük reklam
panoları (city light board-megalight), reklam kuleleri, otobüs durakları, ışıklı panolar
(CLP, raket), sayısal (digital) ekranlar ise Konya Büyükşehir Belediyesi’nin 2008
yılında açmış olduğu 10 yıllık yatırım ve işletme hizmetlerini kapsayan bir ihale ile
Uluslararası şehir mobilyası üreticisi ve açık hava reklamcısı olan bir işletmeye
verilmiştir. İşletmeler bir bütün olarak verilen açık hava reklam araçlarının teknik
özellikleri ve boyutları şunlardır:
Işıklı Şehir Reklam Panoları (CLP-City Light Poster): Işıklı şehir reklam
panoları açık hava reklam kampanyalarında en çok kullanılanlardandır. Bunlar arka plan
aydınlatmalı ve çift yönlü reklam panosu olarak hizmet üretmektedirler.
Teknik Özellikler
Kağıt formatı: Afiş boyutu 118,5 (En) x 175,0 (Boy) cm, tek parça,
görünen alan 115,0 (En) x 171,0 (Boy) cm.
Baskı işlemi: Ofset veya dijital baskı.
Teslim şekli: Tek parça, düz, standart afiş formatında teslim
edilmektedir (www.wall.com.tr).
Işıklı Şehir Reklam Panoları (CLP-City Light Poster), Otobüs Durağı: Otobüs
durağı açık hava reklam kampanyalarında en çok kullanılanlardandır. Bunlar arka plan
aydınlatmalı ve çift yönlü reklam panosu olarak hizmet vermektedirler. Bu reklam
panolarının bulunduğu mekanın durak olmasının avantajı, yolcuların bekleme süresince
sergilenen reklam afişine olan mesafenin olumlu etkisi de göz ardı edilmemelidir.
Teknik Özellikler
Kağıt formatı: Afiş boyutu 118,5 (En) x 175,0 (Boy) cm, tek parça,
görünen alan 115,0 (En) x 171,0 (Boy) cm.
Baskı işlemi: Ofset veya dijital baskı.
Teslim şekli: Tek parça, düz, standart afiş formatında teslim
edilmektedir (www.wall.com.tr).
Işıklı Şehir Reklam Panoları (CLP - City Light Poster),
Reklam Kulesi: Reklam kulesi açık hava reklam kampanyalarında en
çok kullanılan, arka plan aydınlatmalı ve çift yönlü reklam panosu
olarak hizmet vermektedirler. Ayrıca bu reklam araçları ilginç,
orijinal ve yaratıcı kampanyalar için alternatif ürünlerdendir.
173
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 169 – 182
Teknik Özellikler
Kağıt formatı: Afiş boyutu 118,5 (En) x 175,0 (Boy) cm, tek parça,
görünen alan 115,0 (En) x 171,0 (Boy) cm.
Baskı işlemi: Ofset veya dijital baskı.
Teslim şekli: Tek parça, düz, standart afiş formatında teslim edilmektedir
(www.wall.com.tr).
Işıklı Büyük Reklam Panoları (City Light Board): Işıklı büyük reklam panoları
arka plan aydınlatmalı, hareke ve çift yönlü reklam panosu olarak hizmet
vermektedirler.
Teknik Özellikler
Kağıt formatı: Afiş boyutu 356 (En) x 252 (Boy) cm,
görünen alan 356 (En) x 252 (Boy) cm
Baskı işlemi: Ofset veya dijital baskı.
Teslim şekli: Tek parça olarak teslim edilmektedir
(www.wall.com.tr).
Işıklı Büyük Reklam Panoları (Megalight): Işıklı büyük reklam panoları arka
plan aydınlatmalı ve çift yönlü reklam panosu olarak hizmet vermektedirler.
Teknik Özellikler
Kağıt formatı: Afiş boyutu 356 (En) x 252 (Boy) cm,
görünen alan 356 (En) x 252 (Boy) cm
Baskı işlemi: Ofset veya dijital baskı.
Teslim şekli: Tek parça olarak teslim edilmektedir
(www.wall.com.tr).
Reklam Panoları (Billboard): Büyük reklam panoları dışarıdan aydınlatmalı ve
aydınlatmasız tek yönlü reklam panosu olarak hizmet vermektedirler.
Teknik Özellikler
Kağıt formatı: Afiş boyutu 200 (En) x 350 (Boy) cm,
görünen alan 200 (En) x 350 (Boy) cm
Baskı işlemi: Ofset veya dijital baskı.
Teslim şekli: 4 parça olarak teslim edilmektedir (www.wall.com.tr).
Reklam Panolarının (Billboardların) Konya’da ki Genel Durumu
Reklam panoları (billboardlar) standart 200x350 cm yatay afiş formatının asılabildiği,
metal ayaklar üzerine, yapıştırılabilirliği sağlamak üzere zemine kontrplak kaplanmış,
dıştan aydınlatmalı afiş panolarıdır (Görsel 3). Ülkemizde ilk kez 1985 yılında
Ankara’da uygulanmış, daha sonraları da diğer büyük illere yayılmıştır
(Topsümer,1988. Akt. Teker, 2009:142).
174
Uğur ATAN-Ali Atıf POLAT
Görsel 3: Yeni montaj edile ışıklı reklam panoları (billboardlar)
Konya’da açık hava reklam araçlarının
işletmesi bir önceki firmanın 10 yıllık
süresinin dolması üzerine 2008 yılında
yapılan yeni bir ihale ile gelecek 10 yıl
Uluslararası şehir mobilyası üreticisi ve
açık hava reklamcısı olan bir işletmeye
verilmişti. Bir önceki firmanın gerek
yönetim zafiyeti, gerekse yatırım ve
finanssal planlamaya uymamasından, açık
hava reklam araçlarında estetik açıdan
problemler ürettiği söylenebilir (Görsel 4).
Bununla birlikte özellikle son yıllarda ilgili
işletme reklam sektörüne hizmet veren
reklam ajansları ile nihai tüketici olarak
gördükleri reklamverenler arasındaki ilişkiyi iyi yönetememeleri, reklam alanlarının
verimsiz kullanımına sebep olmuştur. Aynı zamanda profesyonel tasarımcılar tarafından
hazırlanmayan afişler ile sadece marketler fiyat listesine dönüşen reklam panolarının
(billboardların), şehrin estetik görünüşüne de olumsuz etkiler oluşturduğu gözlenmiştir.
Görsel 4: Eski ürünlerden klasik reklam panoları (billboardlar)
Açık hava reklam araçlarının işletmesini alan yeni firma, ilgili ihale hükümleri
gereği şehir mobilyaları ve reklam panolarının tamamında yenileme sürecine başlamak
zorunda kalmıştır. Bu süreçteki değişimle birlikte yenilenmesi planlanan mobilyaların
çoğu yenilenmiş, eskiden ışıksız olan reklam panolarının (billboardların) tamamı dıştan
aydınlatmalı yeni biçimiyle şehrin görünümüne olumlu katkıda bulunmuştur. Aynı
zamanda bu yeni biçim, reklam afişinin görünürlük süresine geceyi de ekleyerek daha
etkili bir ortam oluşturmaktadır (Görsel 5). Bu değişikliklerle birlikte mevcut işletmenin
reklamverenler ve reklam ajansları ile karşılıklı güven içerisinde doğru iletişim kurarak,
uygun fiyat politikası ve istikrarlı hizmet anlayışı geliştirdiği söylenebilir.
175
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 169 – 182
Görsel 5: Gündüz ve gece uygulaması ile yeni ürün ışıklı reklam panoları (billboardlar)
Olumsuz açıdan değerlendirilecek yönler ise; bazı mobilyaların henüz
yenilenmemiş olması, eski mobilyaların kilit ve fitil sitemlerindeki bozukluklar afişlerin
sergilenmesinde problem yaratmaktadır (Görsel 6-7-8). Bunun ise şehrin genel
görünümüne olumsuz etki yaptığı söylenebilir.
Görsel 6: Işıklı şehir reklam panolarından
(CLP) yenilenmemiş, problemli bir kent
mobilyası
Görsel 7: Işıklı şehir reklam panolarından
(CLP) yenilenmemiş bir kent mobilyası
176
Uğur ATAN-Ali Atıf POLAT
Görsel 8: Reklam panoları (billboardlar) – Işıksız eski uygulama
Ayrıca Konya Büyükşehir Belediyesi’nin yetki verdiği medya ajansının açık
hava reklam panoları dışında, kontrolsüz ve yasal olmayan bir şekilde hizmet veren
reklam panolarına da rastlanmaktadır (Görsel 9-10-11-12).
Görsel 9: Yasal işletmeciye ait eski reklam panosu (billboard) ve yerel yönetimlerin
kullanmakta olduğu özel, reklam panosu (billboard) yan yana kullanımda
Görsel 10: Yerel yönetimlerin kullanmakta olduğu özel, reklam panosu (billboard)
177
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 169 – 182
Görsel 11: Yerel yönetimlerin kullanmakta olduğu özel, reklam panosu (billboard)
Görsel 12: Resmi kurumların kullanmakta olduğu özel, reklam panoları (billboardlar)
Bu yasal olmayan uygulamaların ilçe belediyeleri, resmi kurumlar ve özel
sektörler tarafından yapıldığı görülmektedir. Bu tür davranışlar yasal olan reklam
panolarının etkinliğinin azalmasına ve görüntü kirliliğine neden olduğu görülmektedir
(Görsel 13-14-15).
178
Uğur ATAN-Ali Atıf POLAT
Görsel 13: Resmi kurumların kullanmakta olduğu özel, ışıklı şehir reklam panosu (CLP)
Görsel 14: Açık hava reklam araçları yasal işletmecisinin kontrolü dışında, özel
firmalarca kullanılan duvar reklam uygulamaları ve yasal işletmeci tarafından hizmete
sunulan ışıklı reklam panosu (yeni uygulama billboardlar) bir arada kullanımı
Bununla birlikte Konya’da ki açık hava reklam araçlarına yeni bir mecra olarak
eklenen büyük boyutlu sayısal (digital) ekranlar, hareketli görsel reklam tasarımlarının
da uygulanabilirliğine imkan sağlamaktadır (Görsel 15-16-17-18).
179
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 169 – 182
Görsel 15: Reklam panoları (billboard, megaligt)
Görsel 16: Sayısal (dijital) ekran
180
Uğur ATAN-Ali Atıf POLAT
Görsel 17: Reklam panoları (billboardlar) ışıklı yeni ürünler ve yeni alternatif mecra
sayısal (dijital) ekran
Görsel 18: Hareketli afiş uygulamalı yeni ürün reklam panoları (megaligt)
Sonuç ve Öneriler
Modern dünyada gelişmişlik göstergesi olarak gösterilen şehrin estetik
görünümü her yönüyle planlanmalıdır. Bu bağlamda Konya açık hava reklam
181
SBArD
Mart 2010, Sayı 15, sh. 169 – 182
araçlarından, reklam panolarının görsel ve işlevsel yönden değerlendirilmesi durumunda
şunlar söylenebilir.
1- Reklam panolarının yasal işletmecisinin kontrolü dışındaki uygulamaların
görsel kirlilik oluşturması üzerine, afiş etkisinin azalmış olduğu
görülmektedir.
2- Reklam panolarının diğer açık hava reklam araçlarıyla olan mesafesi ve
yerleşim sıklığı afiş etkinliklerini zayıflatmaktadır.
3- Açık hava reklam araçları kapsamındaki kent mobilyalarının tamamının
yenilenmemiş olması şehrin estetik görünümünü olumsuz etkilemektedir.
4- Reklam panolarının (billbordların) estetik ve dıştan aydınlatmalı reklam
araçlarıyla yenilenmesi, uygulanan afişlerin görünebilirlik etkinliğini tam
güne çıkartmaktadır.
5- Konya’da ki açık hava reklam araçlarına yeni bir mecra olarak eklenen
büyük boyutlu sayısal (digital) ekranlar, hareketli görsel reklam
tasarımlarının da uygulanabilirliğine imkan sağlamaktadır.
Bilgiye ve hizmete ulaşmada en etkili mecra olan açık hava reklam araçlarının
bilinçli kullanılması gerekmektedir. Bu doğrultuda yapılacak olan yatırımlar ile işletme
ve eğitim stratejilerinin planlı ve istikrarlı bir şekilde yürütülmesine katkı sağlayabilir.
Bunun için tarafların üzerine düşen görevleri yapmalıdırlar.
Kaynakça
ÇAKIR, Vesile, (2006). Reklam ve Marka Tutumu. Konya: Tablet Yayınları.
MATTELART, Armand, (1991). Reklamcılık. Çeviren: Fatoş Ersoy. İstanbul: İletişim
Yayınları.
TEKER, Ulufer, (2009). Grafik Tasarım ve Reklam. İstanbul: Yorum Sanat Yayınevi.
UÇAR, Tevfik Fikret, (2004). Görsel İletişim ve Grafik Tasarım. İstanbul: İnkılap
Kitabevi Yayın Sanayi ve Tic. A.Ş.
TEPECİK, Adnan, (2002). Grafik Sanatlar. Ankara: Detay Yayınları.
BECER, Emre, (1997). İletişim ve Grafik Tasarım. Ankara: Dost Yayınevi
<http://www.wall.com.tr/tr/outdoor_advertising/advertising.asp?aid=4>
(2009:Haziran 3).
182

Benzer belgeler