SBArD 2010, 15
Transkript
SBArD 2010, 15
Yıl: VIII Sayı: 15 Sayfa: 1 – 182 SBArD Mart 2010 ISSN 1304 – 2424 Yılmaz KARADENİZ; İran Kaynaklarına Göre Türkistan ve İran Coğrafyasında İran-Turan Hâkimiyet Mücadeleleri 1 – 14 Sadettin BAŞTÜRK; Yemen’de Osmanlı İnkırâzının Sebepleri 15 – 21 Necmettin ÖZERKMEN-Haydar GÖLBAŞI; Toplumsal Bir Olgu Olarak Şiddet 23 – 37 Hasan YAVUZER-Ahmet CİHAN Yerel Yönetimlerden Beklentiler (Avanos ve Gülşehir Örneği) 39 – 55 M. Ruhat YAŞAR; Konut Politikaları ve Yoksulluk 57 – 93 Fahri TÜRK; Kırgızistan’da Değişim Sürecinde Ortaya Çıkan Siyasal Hareketler 1989-2008 95 – 115 Seyit Ahmet ATAK; Ludwig Wittgenstein’nın Felsefe ve Filozof Kavramlarına Bakışı 117 – 124 Mutluhan TAŞ; 13. Yüzyılda Anadolu’da Etkin Olan Tasavvuf Hareketlerinin 1980 Sonrası Çağdaş Türk Resmine Yansımaları 125 –144 Harun Hilmi POLAT; Temel Tasarım Eğitimi Dersinde Web Destekli Renk Öğretiminin Öğrenci Başarısına Etkisi 145 –167 Uğur ATAN-Ali Atıf POLAT; Açık Hava Reklam Araçlarından Reklam Panolarının (Bıllboards) Konya İl Merkezindeki Genel Durum İncelemesi 169 – 182 SBArD 2010, 15 AKADER Akademik Araştırma ve Dayanışma Derneği SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMA DERGİSİ (SBArD) DİYARBAKIR 2010 SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMA DERGİSİ Yıl: VIII Sayı: 15 Sayfa: 1 – 182 SBArD Mart 2010 ISSN 1304 - 2424 Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, Edebiyat, Hukuk, Psikoloji, Sanat, Sosyoloji, Tarih ve diğer sosyal bilim dallarındaki bilimsel çalışmaların yılda iki kez -Mart ve Eylül- aylarında yayımlandığı hakemli bir dergidir. Yayıncı Akademik Araştırma ve Dayanışma Derneği (AKADER) Turgut Özal Bulvarı Onur Apt. No: 56/5 Bağlar-Diyarbakır / Türkiye Internet: www.akader.org --- www.akader.info Sahibi AKADER adına Seyit Ahmet ATAK Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Prof. Dr. Ahmet CİHAN Baş Editör Yrd. Doç. Dr. Mehmet Salih ERKEK Editörler Kurulu Doç. Dr. Ahmet TAŞĞIN (Din Bilimleri) Yrd. Doç. Dr. Mehmet Salih ERPOLAT (Tarih) Yrd. Doç. Dr. Kenan YAKUBOĞLU (Felsefe) Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Fazlı ERGÜL (Eğitim Bilimleri) Yrd. Doç. Dr. Mehmet HAZAR (Türk Dili ve Edebiyatı) Arş. Gör. Ömer ERGÜN (Hukuk) Yayın Kurulu Doç. Dr. Ahmet KELEŞ Yrd. Doç. Dr. Mustafa SARIBIYIK Yrd. Doç. Dr. Bülent SÖNMEZ Öğr. Gör. Seyit Ahmet ATAK SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMA DERGİSİ Yıl: VIII Sayı: 15 Sayfa: 1 – 182 SBArD Mart 2010 ISSN 1304 - 2424 İletişim Adresleri Yrd. Doç. Dr. Mehmet Salih ERKEK Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi 21280 Diyarbakır / Türkiye Tel: 0505 637 55 63 [email protected] Arş. Gör. Ömer Ergün Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi 21280 Diyarbakır / Türkiye Tel: 0505 631 77 70 [email protected] www.akader.org --- www.akder.info Atıf Önerisi Örneği SBArD 2005 Sy. 6, sh. 15 SBArD 2005, sh. 15 SBArD 2010, 15 SBArD HAKEM KURULU Prof. Dr. Mehmet AKGÜN, Pamukkale Üniversitesi Prof. Dr. Şahin AKINCI, Selçuk Üniversitesi Prof. Dr. Mehmet AYAN, Selçuk Üniversitesi Prof. Dr. Gül AKYILMAZ, Selçuk Üniversitesi Prof. Dr. Zeki ASLANTÜRK, Marmara Üniversitesi Prof. Dr. Mustafa AVCI, Selçuk Üniversitesi Prof. Dr. Hasan BAHAR, Selçuk Üniversitesi Prof. Dr. Salim CÖHCE, İnönü Üniversitesi Prof. Dr. Fazıl Hüsnü ERDEM, Dicle Üniversitesi Prof. Dr. İhsan ERDOĞAN, Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Gürer GÜLSEVİN, Ege Üniversitesi Prof. Dr. Ahmet KALA, İstanbul Üniversitesi Prof. Dr. Bekir KARLIĞA, Marmara Üniversitesi Prof. Dr. Hasan KAVRUK, İnönü Üniversitesi Prof. Dr. Huriye KUBİLAY, Dokuz Eylül Üniversitesi Prof. Dr. Taketsugu OKAVA, Yamagata Üniversitesi Prof. Dr. Hayrettin ÖKÇESİZ, Akdeniz Üniversitesi Prof. Dr. Saadettin ÖZÇELİK, Dicle Üniversitesi Prof. Dr. Vecihi ÖZKAYA, Dicle Üniversitesi Prof. Dr. Meral ÖZTOPRAK-SAĞIR, Akdeniz Üniversitesi Prof. Dr. Ekrem SARIKÇIOĞLU, Süleyman Demirel Üniversitesi Prof. Dr. Aziz Can TUNCAY, Fırat Üniversitesi Prof. Dr. İ. Hakkı ÜNAL, Ankara Üniversitesi Prof. Dr. Samim ÜNAN, İstanbul Üniversitesi Prof. Dr. Bayram ÜREKLİ, Selçuk Üniversitesi Prof. Dr. Ramazan YILDIRIM, Selçuk Üniversitesi Prof. Ahmet ATAN, Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Adnan TEPECİK, Gazi Üniversitesi Prof. Dr. İlyas DOĞAN, Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Hakan HAKERİ, Selçuk Üniversitesi Prof. Dr. Remzi KILIÇ, Niğde Üniversitesi Prof. Dr. Ahmet CİHAN, Nevşehir Üniversitesi Prof. Dr. Ahmet KANKAL, Dicle Üniversitesi Prof. Dr. M. Alaaddin YALÇINKAYA, Karadeniz Teknik Üniversitesi Prof. Dr. Salim KOCA, Gazi Üniversitesi Prof. Dr. E. Semih YALÇIN, Gazi Üniversitesi Prof. Dr. İlhan ERDEM, Ankara Üniversitesi Prof. Dr. Halil KALABALIK, Sakarya Üniversitesi Prof. Dr. Ali GÜLER, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Prof. Dr. E. Aydın KOLUKISA, Niğde Üniversitesi Prof. Dr. İbrahim COŞKUN, Dicle Üniversitesi Prof. Dr. Muhittin TUŞ, Selçuk Üniversitesi Doç. Dr. Ejder OKUMUŞ, Dokuz Eylül Üniversitesi Doç. Dr. Aziz TAŞDELEN, Akdeniz Üniversitesi Doç. Dr. Ali YILDIRIM, Fırat Üniversitesi Doç. Dr. Zafer ZEYTIN, Akdeniz Üniversitesi Doç. Dr. Sabri EYİGÜN, Dicle Üniversitesi Doç. Dr. Hüseyin ELMAS, Selçuk Üniversitesi Doç. Dr. Üzeyir OK, Cumhuriyet Üniversitesi Doç. Dr. Mehmet BEŞİRLİ, Çankırı Karatekin Üniversitesi Doç. Dr. Sebahattin ÇEVİKBAŞ, Atatürk Üniversitesi Doç. Dr. Behçet ORAL, Dicle Üniversitesi Doç. Dr. Ramazan ÇALIK, Selçuk Üniversitesi Doç. Dr. Muhammet TASA, Selçuk üniversitesi Doç. Dr. M. Edip ÇAĞMAR, Dicle Üniversitesi Doç. Dr. İbrahim SOLAK, Selçuk Üniversitesi SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMA DERGİSİ YAYIN İLKELERİ 1) SBArD’a yayımlanmak için gönderilecek eserler Word 6 veya daha sonraki sürümlerde yazılmış olmalıdır. 2) Yazılarda Standard (normal) şablon kullanılmalı ve özel biçimlendirme yapmaktan kaçınılmalıdır. 3) Eser metni Times New Roman yazı tipi (12 punto) ve tek satır aralığı ile yazılmalıdır. Her paragrafta paragraf boşluğu bırakılmalıdır. a. Başlıkların aşağıdaki biçimde olmasına dikkat edilmesi gerekir. I. Başlık 1 1. Başlık 2 a. Başlık 3 i. Başlık 4 b. Çalışmanın sonuna Kaynakça eklenmelidir. 4) Dipnotlar Times New Roman yazı tipi (10 punto) ile yazılmalı ve sayfa sonuna eklenmelidir. Dipnot metinleri nokta ile bitirilmelidir. Referans gösterilen eserler/kaynaklar, sayfa altında gösterilmesinin yanında metin dâhilinde ve usulüne uygun olarak parantez içerisinde de gösterilebilir, ancak açıklamalar mutlaka dipnotta yer almalıdır. 5) Tablo ve Resimler, çalışmada bulunmak istenen yere, B5 kâğıt formatına uygun olarak yerleştirilmiş olmalıdır. 6) Eserlerin Türkçe ve İngilizce / Almanca / Fransızca / İtalyanca dillerinden birinde yazılmış özetleri ve anahtar kelimeler ana başlığı takiben metne eklenmelidir. 7) Eserler, A4 kâğıda üç nüsha çıktısıyla birlikte 3½ Disket’e ya da CD’ye kayıtlı olarak SBArD iletişim adresine gönderilmelidir. 8) SBArD’a gönderilen çalışmalar Yayın Kurulunun değerlendirmesi ve ilgili Hakemin olumlu görüşü üzerine yayımlanır. 9) SBArD’a gönderilen eserler sahiplerine iade edilmez. 10) Eserlerin yayım hakkı SBArD’ a aittir. SBArD’da yayımlanan eserler yazılı izin alınmadan kısmen ya da tamamen herhangi bir şekilde çoğaltılıp yayımlanamaz; bilimsel çalışmalarda atıf kurallarına uyularak kaynak gösterilebilir. SBArD’ da yayımlanan yazılardan dolayı sorumluluk makalenin sahibine aittir. Yayımlanan eserlerde ileri sürülen görüşler, eser sahibine ait olup, SBArD’ı bağlamaz. SBArD 2010, 15 © SBArD İÇİNDEKİLER / INDEX SAYFALAR / PAGES Yılmaz KARADENİZ İRAN KAYNAKLARINA GÖRE TÜRKİSTAN VE İRAN COĞRAFYASINDA İRAN-TURAN HÂKİMİYET MÜCADELELERİ ACCORDING TO IRAN RESOURCES IRAN-TURAN RULE CHALLENGES IN TURKESTAN AND IRAN GEOGRAPHY 1 – 14 Sadettin BAŞTÜRK YEMEN’DE OSMANLI İNKIRÂZININ SEBEPLERİ CAUSES OF OTTOMAN DECLINE IN YEMEN 15 – 21 Necmettin ÖZERKMEN-Haydar GÖLBAŞI TOPLUMSAL BİR OLGU OLARAK ŞİDDET VIOLENCE AS A SOCIAL PHEUOMENON 23 – 37 Hasan YAVUZER-Ahmet CİHAN YEREL YÖNETİMLERDEN BEKLENTİLER (AVANOS VE GÜLŞEHİR ÖRNEĞİ) REQUIREMENTS FROM LOCAL GOVERNMENTS (AN EXAMPLE FROM AVANOS AND GÜLŞEHİR) 39 – 55 M. Ruhat YAŞAR KONUT POLİTİKALARI VE YOKSULLUK HOUSING POLICIES AND POVERTY 57 – 93 Fahri TÜRK KIRGIZİSTAN’DA DEĞİŞİM SÜRECİNDE ORTAYA ÇIKAN SİYASAL HAREKETLER 1989-2008 THE POLITICAL MOVEMENTS OF KYRGYZSTAN IN THE PERIOD OF TRANSFORMATION PROCESS (1989-2008) 95 – 115 Seyit Ahmet ATAK LUDWİG WİTTGENSTEİN’NIN FELSEFE VE FİLOZOF KAVRAMLARINA BAKIŞI LUDWIG WITTGENSTEIN’S VIEW ON THE CONCEPTS OF “PHILOSOPHER” AND “PHILOLOSOPHY" 117 – 124 İÇİNDEKİLER / INDEX SAYFALAR / PAGES Mutluhan TAŞ 13.YÜZYILDA ANADOLU’DA ETKİN OLAN TASAVVUF HAREKETLERİNİN 1980 SONRASI ÇAĞDAŞ TÜRK RESMİNE YANSIMALARI THE REFLECTIONS OF THE SUFI MOVEMENTS WHICH WERE EFFECTIVE IN 13th CENTURY TO THE CONTEMPORARY TURKISH ART AFTER 1980 125 – 144 Harun Hilmi POLAT TEMEL TASARIM EĞİTİMİ DERSİNDE WEB DESTEKLİ RENK ÖĞRETİMİNİN ÖĞRENCİ BAŞARISINA ETKİSİ AFFECTS OF WEB-SUPPORTED COLOR TEACHING TO THE STUDENTS SUCCESS IN THE COURSE OF BASIC DESIGN 145 – 167 Uğur ATAN-Ali Atıf POLAT AÇIK HAVA REKLAM ARAÇLARINDAN REKLAM PANOLARININ (BILLBOARDS) KONYA İL MERKEZİNDEKİ GENEL DURUM İNCELEMESİ A STATUS REPORT OF BILLBOARDS AS OUTDOOR ADVERTISING MEDIA IN KONYA CITY CENTER 169 – 182 İRAN KAYNAKLARINA GÖRE TÜRKİSTAN VE İRAN COĞRAFYASINDA İRAN-TURAN HÂKİMİYET MÜCADELELERİ Yılmaz KARADENİZ Özet / Abstract İran’ın milli destan, dinî kitap ve tarihi kaynaklarında anlatılan İran-Turan mücadeleleri, İslâm öncesi tarihimiz açısından önemli kaynakları oluşturmaktadır. Kaynaklarda Turan olarak tabir edilen Türk yurdu ve Turanî olarak isimlendirilen Türk kavmi, Çin’in kuzeyinden Hazar Denizi’ne kadar olan Türkistan coğrafyasında İran ile hâkimiyet mücadelesine girişmiştir. Ceyhun-Seyhun sınır hattı üzerinde meydana gelen savaşlarda iki taraf birine sağlayamamıştır. Sasani döneminde atlı göçebe tabir edilen Türklerin İran’ın tarım havzalarına kadar indikleri ve yerleştikleri kaydedilmiştir. İran tarihçileri Hun Türklerinden itibaren başlayan akınların Kaçar dönemindeki Türkmen akınlarına kadar süregeldiğini söylemişlerdir. İran-Turan mücadelelerinde Türklerin gösterdiği cesaret ve savaş kabiliyeti, Cengiz Han dönemindeki Moğol savaşçılığıyla karşılaştırılmış ve Turanîlerin Moğol veya İranlı oldukları iddia edilmiştir. Bu çabaların sebepleri arasında Türklerin devlet teşkilatçılığına ve disiplinli savaşçılığına sahiplenme duygusundan kaynaklanmıştır. İran’daki Kaçar Hanedanlığı büyüklerinden bazılarının dahi Moğol savaşçılığı ile övünerek kendi menşelerini bunlara dayandırmaya çalıştıkları olmuştur. Türkistan’daki Türk hükümdarlarına izafeten efsanevi Afrasyab idaresindeki Türk ordularının başarıları bu şekilde sahiplenmek istenmiştir. Maveraünnehr bölgesinde, Ceyhun-Seyhun hattı üzerinde yapılan savaşlar, İran milli kaynaklarına olağanüstü bir şekilde geçmiştir. Şahnamede anlatılan mücadeleler, Keyhüsrev döneminin sonuna kadar devam etmiştir. Binlerce yıl öncesindeki mücadelelerde sınır değişiklikleri olmuştur. Anahtar Kelimeler: Türkistan, İran, Turan, Türk, Şahname, Seyhun, Ceyhun, Afrasyab, Rüstem ACCORDING TO IRAN RESOURCES IRAN-TURAN RULE CHALLENGES IN TURKESTAN AND IRAN GEOGRAPHY Iran-Turan Rule Challenges that are described in Iran's national epic, religious books historical sources have been constituted. important resources for our pre-Islamic history. Turkish homeland where adopted as Turan and Turkish tribe that has been named Turani. An introduction to the fight was dominated with Iran in the Turkestan geography where was located between the north of China andThe Caspian Sea. Two sides against each other could not outflank Occurring wars on the border line CeyhunSeyhun. Turks who nomadic horsemen in Sasanian period were settled until Iran's agricultural basins. Iranian historians have said that attacks have been started since Turkey began Hun and have continued during Kaçar Turkmen raids. Turks courage and fighting capability for Iran-Turan struggle have been compared with Mongol warriors of Cengiz Han period and Claim that they are Mongols or Persians. The reason of this efforts has caused sense of ownership Turkish state organization performance and disciplined fighting ability. Some of the Kaçar of leaders have worked to exult Mongol warriors and try to base Mongol And they have wanted to ownership Turk troops of victorys that was carried by turk sultans in Turkestan. Wars has been realized. On Ceyhun-Seyhun line at Maveraünnehr zone. Wars were recorded. Extraordinary in Iranian national resources. Struggles that described on Şahname have continued until Keyhüsrev Period. boundary changes have caused because of the struggle Thousands of years ago. Key Words: Turkestan, Iran, Turan, Turk, Şahname, Seyhun, Ceyhun, Afrasyab, Rustem Yrd. Doç. Dr., Muş Alparslan Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sosyal Bilgiler Eğitimi ABD. [email protected] SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 1 – 14 Giriş “…Erlerin azgın aslanlar gibi coşmalarını ve orta yerde de Kave’nin bayrağının yıldızını görünce, Guderz ile Tûs’a şöyle seslendi: İran’dan filler ve davullarla çıkıp gelen siz! Öç almak için ordunuzla Turan ülkesine gelip, ele geçirmek isteyen de sizsiniz! O halde ne diye av hayvanları gibi, yorgun ve bitkin bir şekilde bu dağa kaçıp sığınıyorsunuz? Bu yaptığınızdan utanmıyor musunuz? Bu dağda, kayaların üzerinde ne yiyip içiyorsunuz? Nasıl yatıp kalkıyorsunuz” (Şahname) Firdevsi’nin Şahname’sinde İran-Turan Savaşları münasebetiyle İranlı komutan Human’ın ağzından söylenen yukarıdaki sözler, Türk ordularının İran ordusunu Hemaven Dağı’nda sıkıştırdıkları bir anda İran ordusunun tekrar toparlanması için sarf edilmiştir. Ceyhun ve Seyhun Nehirlerinin belirlediği sınır hattı boyunca hâkimiyet mücadelesi yapan iki devlet, birbirilerine üstünlük sağlamaya çalışmıştır. Türklerin ve Aryanilerin teması M. Ö. 2. bin ortalarından itibaren başlamıştır.1 İki kavim arasında Sasani Dönemi (224-651)’inde gittikçe artan savaşlar, Zerdüşt kitaplarına ve milli destanlara konu olmuştur. Zerdüştlüğün dini kitabı Avesta,2 İranlılık ruhunu yükseltmeye çalışan Şahname,3 İranlı komutanlara atfedilen Rüstem ve Siyavuş menkıbelerinde İran-Turan savaşlarından bahsedilmiştir. Bu kaynaklarda anlatılan ve coğrafi terim olarak geçen Turan, Tükler’in yaşadığı Türkistan, kavim adı olarak geçen Tur ise Türklerin efsanevi hükümdarı Afrasyab’ın ceddi olduğu araştırmalar neticesinde ortaya çıkmıştır.4 İran kaynaklarında Turan olarak tabir edilen Türk yurdunun Ceyhun ve Seyhun sınır olmak üzere Çin’e kadar genişlediği bildirilmiştir. Şahname’de Seyhun’un kuzeyi ve doğusu ile Harezm bölgesinde oturanlara Afrasyab kavmi adı verilmiştir.5 Fidevsi’nin Turanlıları İranlı gösterme temayülü, VI. asırdan sonra değişerek Turan kavminin Türk olduğu ortaya konulmuştur.6 Bu kaynaklarda açıkça sınırları çizilemeyen Türklerin Anayurdu, bugün sarih bir şekilde ortaya konulmuştur. 1 2 3 4 5 6 2 İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, İstanbul 1995, s. 47. Avesta, M. Ö. VI. asırda Zerdüştlüğün kitabı olarak 12.000 sığır derisi üzerine yazılmıştır. Makedonyalı İskender’in doğu seferi sırasında yakıldığı ve M. S. V. asırda tekrar kaleme alındığı rivayet edilmiştir. Kitabın birçok yerinde İran-Turan Savaşları’ndan bahsedilmiştir. Bkz. R. N. Frye, The Heritage of Persia, London 1966, s. 62. Şahname, Hekim Ebul Kasım Mansur bin Hasan Firdevsi (öl. 1020) tarafından yazılmıştır. Firdevsi, İran Tarihi ve hükümdarlarının hayatı konusunda çalışmıştır. Gazneli Sultan Mahmud Dönemi (9971030)’nin en önemli şairi olmuştur. Şahname’yi yazarken Kur’an, Tevrat ve Avesta’yı incelemiştir. Eserini 981’de yazmaya başlamış, 1004’te tamamlamıştır. 1005’te Sultan Mahmud’a takdim etmiştir. 1014’te yeni şiirler eklemiştir. Şahname, kendi ifadesiyle 60.000 beyitten oluşmuştur. Bkz. Firdevsi, Şahname (terc. Necati Lugal), İstanbul 2009, s. 15-43; Muhammed Debir Siyaki, Zindeganname-i Firdevsi ve Sergûzeşt-i Şahname, Tehran 1370. Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul 1999, s. 20. Muhammed Hasan Han, Tarih-i Eşkaniyan (tash. Nimetullah Ahmedi), Tehran 1371, s. 817; Alfred von Goldtschimith, Tarih-i İran ve Memalik-i Hemcivar-ı an ez Zaman-ı İskender ta İnkıraz-ı Eşkaniyan (terc. Keykavus Cihandari), Tehran 1356. Jean-Paul Roux, Orta Asya Tarih ve Uygarlık (çev. Lale Arslan), İstanbul 2001, s. 44. Yılmaz KARADENİZ Anayurdun Balkaş, Aral ve Isık-göl civarında olduğunu söyleyen Osman Turan, destanî Oğuz Han’a ve Afrasyab’a atfedilen menkıbelerin hep bu bölgede meydana geldiğini söylemiştir. Yenikent’in Oğuz Han, diğer şehirlerin ise Afrasyab tarafından kurulduğunu kaydetmiştir.7 İbrahim Kafesoğlu ise Anayurdu Ural-Altay Dağları arası ve Hazar Denizi’nin kuzeydoğu bozkırları olarak göstermiştir.8 Bahaeddin Ögel konuya daha değişik açıdan yaklaşarak Hunların M. Ö. 130’dan itibaren Moğolistan’daki ağırlık merkezini Orhon ve Ötüken bölgesine kaydırdıklarını, M. S. 92’den sonra ise Orhon’daki başkenti bırakarak Tanrı Dağlarının kuzeyine ve Batı Türkistan’a gittiklerini kaydetmiştir.9 Çin kaynaklarında Türklerin M. Ö. V-III. yüzyıllar arasında Çin’in kuzey ve kuzeybatısında atlı kavim olarak yaşadıkları kaydedilmiştir.10 Çalışmamızın amacı Türklerin İslâm öncesi yaşadıkları anayurt ve menşe meselesini tekrarlamak değildir. Şahname başta olmak üzere İran kaynaklarında sıkça geçen İran-Turan sınır mücadeleleri ve mücadelelerin meydana geldiği coğrafi mekânları ortaya koymaktır. Türkistan ve İran Coğrafyasında İran-Turan Hâkimiyet Mücadeleleri İran’ın Sasani dönemindeki dini kitabı Avesta ve milli destanı Şahname ve diğer kaynakların büyük bir kısmı Türklerin İslâm öncesi dönemleriyle ilgili bilgi verirken, yaşadıkları yerleri Ceyhun (Amuderya) ve Seyhun (Sirderya) arasındaki topraklar olarak vermektedirler. Bazıları ise bugünkü Türkmenistan ve İran’ın kuzeydoğu bölgelerine işaret etmekte ve iki nehir arasındaki topraklarda Türk ve Moğolların siyasi ve askeri teşkilatlar kurduklarını haber vermektedirler. Batılı şarkiyatçılar ise Horasan’ın kuzeyini Türkistan olarak vermekte ve yazılanları tekrarlamaktadır.11 İslâm coğrafya kaynaklarında, atlaslarda ve haritalarda Türklerin yaşadıkları yerlerin adı Turanî olarak geçmiştir. Adrianus Relandius, XVII. asır haritalarında Seyhun Nehri’nin kuzeydoğusunu Türkistan olarak kaydetmiştir.12 Diğer taraftan bazı coğrafi kitaplarda Maveraünnehr dışındaki topraklar Türkistan olarak 13 isimlendirilmiştir. Said Endülüsi (öl. h. 462) ise Harezm, Buhara, Semerkant, Fergana ve Çaç topraklarını İran’dan saymış, burada oturanların Farsça konuştuklarını söylemiştir.14 Çin’in Han Sülalesi yıllıklarında milattan önce Fergana’dan Parth’a kadar olan bölgede İran dilinin konuşulduğu, Türklerin daha sonra bu bölgeye geldikleri 7 8 9 10 11 12 13 14 O. Turan, a. g. e, s. 19. İ. Kafesoğlu, a. g. e, s. 47. Bahaeddin Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, İstanbul 1988, s. 37. William Samolin, “Proto Türkler ve Çin,” Türk Kültürü El Kitabı II, İstanbul 1972, s. 23. Hüseyin Şehidi Mazenderani, Merzha-yı İran ve Turan be Beniyad-ı Şahname-i Firdevsi, Tehran 1376, s. 19 Atlas-ı Nakşeha-yı Tarihi-i İran, Müessese-i Coğrafyai ve Kartoğrafi-i Suhab, Nakşe-i Şumare: 50, Tehran 1355. Şehabeddin Ebu Abdullah Yakut bin Abdullah Hamevi Rumi Bağdadi, Mucemü’l- Buldan V, Beyrut 1979; Mençehr Setude, Hududu’l-Âlem Minel Maşrik İlel Mağrib, Tehran 1362. Kadı Ebul Kasım Said bin Ahmed bin Said Endülüsi, Tabakatü’l- Ümem (terc. Celaleddin Tehrani), Tehran 1310, s. 159 . 3 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 1 – 14 kaydedilmiştir. Türklerin Maveraünnehr’de olmadıkları, Moğol, Türk ve İranlı Aryanilerin birlikte yaşadıkları iddia edilmiştir.15 Şahname ve Avesta’da Turanîlerin tarım ile meşgul olmadıkları, toprak imarına girişmedikleri ve göçebe yaşadıkları bildirilmiştir. İranlıların ise medeniyet kurdukları, ziraat ve imar faaliyetleriyle dünyaya yeni şeyler kazandırdıkları ve yaratana dua ettikleri belirtilmiştir. Şahname’de, İran-Turan savaşları anlatılırken yerleşik ziraatçılar ile göçebeler arasındaki savaşlar olarak anlatılmıştır. Turanîler talan eden ve mamur yerlere saldıranlar olarak vasıflandırılmıştır. İslâm sonrası dönemde de Türkmenlerin aynı şekilde davrandıkları, Türklerin kendilerini kudretli Turanî hanedanlara bağladıkları ve İranlıların bunlardan asker olarak istifade ederek istihdam ettikleri vurgulanmıştır. Hafız’ın da Feridun’u Türk olarak bildiği kaydedilmiştir.16 Avesta’da Turanîler hakkında bilgi verilirken Aryanilerin ırk ve kültür olarak Turanîlerle bir bağlantılarının olmadığı, Aryanilerden başka göçebe olmadığı söylenmiştir. Ancak Sasanilerin son dönemi ve İslâmi dönemde Turanî ismi göçebelikle eş anlamda kullanılmıştır.17 Feridun’un ırkından gösterilen göçebeler ile Aryanilerin benzer özellikler taşıdıkları, Turanîlerin hepsinin Türk oldukları dile getirilmiştir. Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lügatü’t-Türk isimli eserinde Afrasyab’ın Saka hükümdarı Alp Er Tunga olduğu bildirilmiştir. O’na göre Afrasyab’ın toprakları Hazar Denizi’nden Çin’e kadar uzanmıştır.18 Ancak Mesudi, Afrasyab’ın Türk olmadığı yönünde bilgi vermiştir.19 Turanîlerin yaşadıkları coğrafya hakkında verilen bilgiler net olmamıştır. Zira bu dönemde göçebe olarak yaşayan bazı Turanîlerin meskûn yerlerde toplandıkları ve tahta kapu ismiyle kanunlar yaptıkları anlatılmıştır. Bir kısmı da Harezm’in doğusu ve kuzey taraflarından Mazenderan’a gelip yerleşmiştir. Buradan daha batıya gidenler ise Aryani ve yerli kavimlerin içerisinde erimişlerdir. Göçebe hayatına devam edenler ise kuraklık gibi tabi afetlerden ve baskılardan dolayı yurtlarını bırakıp başka yerlere göç etmiş, yeni yurtlarında düşmanın tehlikesinden kurtulmuşlardır. Şahnamede, Turanîlerin bir kısmının İran’a gelerek yerleştikleri ve mahalli hükümetler ile savaştıkları anlatılmıştır. Keykavus dönemindeki mücadelelerin çok çetin geçtiği, bazı bölgelerin Türklerin eline geçtiği ve sınırların değiştiği kaydedilmiştir.20 Keyhüsrev döneminde İran-Turan sınırlarının tamamıyla birbirinden ayrıldığı ve İranlıların tek parça oldukları söylenmiştir.21 Makedonyalı İskender, Doğu seferi sırasında İran-Turan ilişkileriyle ilgili bir kısım eserleri yakmış veya beraberinde götürerek tercüme ettirmiştir.22 Ancak İranlılar 15 16 17 18 19 20 21 22 4 Bedrüzzaman Karib, Ferheng-i Soğdi, Tehran 1374, s. mukaddime; H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 20. H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 21. H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 22. Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügatü’t-Türk I (çev. Besim Atalay), Ankara 1985, s. 343. Mesudi, Turanîlerden bahsederken Selçuklu, Karahanlı ve Karahıtayları Turanî yani Türk olarak saydıktan sonra eserinin bir yerinde; “…Turanîlerden diğer bir kısmı yani Selçuklu Türkmenleri Horasan’a varid oldular” demiştir. Bkz. Ebul Hasan Ali bin Hüseyin Mesudi, Mürucu’z-Zeheb ve Madenü’l-Cevahir II (terc. Ebul Kasım Payende), Tehran 1356, s. 221. H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 23. H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 24. Ebu Said Abdulhah bin Duhak bin Mahmud Gerdizi, Zeynü’l-Ahbar (tash. Abdulhay Habibi), Tehran 1363, s. 58; Muhammed bin Ceriri Taberi, Tarih-i Taberi II (terc. Ebul Kasım Payende), Tehran Yılmaz KARADENİZ eserleri Hehamenşi döneminde tekrar yazarak Sasani dönemine kadar ulaşmasını sağlamışlardır. Hatta İran-Turan ile ilgili Hehamenşi döneminden önceki bilgiler Avesta’da verilmiştir. Yazılan eserlerde İranlıların ders almaları öğütlenmiştir.23 Sasani döneminde Türk, Moğol, Guz ve Tatar akınlarının sona erdiği sırada Hutay-ı Namek (Hudayname, Hutayname) isimli hikâyelerin yazıldığı, İran tarih ve medeniyetinin işlendiği kaydedilmiştir.24 Bunlar Sasani ve İslâm döneminden sonra Fars (Pars) diline çevrilmişlerdir. Firdevsi, bu Hudaynamelerden istifade etmiştir.25 Ancak Firdevsi’nin döneminden 250 yıl öncesine ait şifahi destan ve haberlerin ne derece sağlıkları oldukları tartışılmıştır.26 Firdevsi, Şahnamenin başından Feridun dönemine kadar olan kısımda İranlıların kültür ve medeniyetini övücü sözler yazmıştır. Daha sonra Babillilerin Duhak Marduş (Ejdehak) ile İran coğrafyasına gelişlerini,27 Feridun’un yeryüzünü üç oğlu arasında paylaştırmasını anlatmıştır. Feridun, ülkeyi Rum ve batı, Türkistan ve Çin olmak üzere üçe ayırmıştır. Rum ve batı bölgesi Selm’e, Türklerle meskûn olan Türkistan ve Çin Tur’a, İran ise İrec’e verilmiştir.28 Doğuda Turan-ı Zemin olarak geçen yerlerin Çin’e komşu olduğu ve bin yıl önce Türklerin burada yaşadıkları belirtilmiştir.29 Firdevsi’nin Rum dediği ülke Bizans olup İran’ın batısında gösterilmiştir. Çin’e komşu Turan veyahut Türkistan olarak söylediği topraklarda Türklerin meskûn olduğunu 23 24 25 26 27 28 29 1354, s. 493; Abdurrahman bin Haldun, Mukaddime-i ibni Haldun II (terc. Muhammed Pervin Günabadi), Tehran 1352, s. 1002; Muhammed İshak bin Nedim, el-Fihrist-i İbn-i Nedim (terc. M. Rıza Teceddid), Tehran 1343, s. 434. Makedonyalı İskender, doğu seferine çıktıktan sonra Pers sınırlarına dayanmış ve yapılan savaşta galip gelmiştir. Bundan sonra Türkistan’a yönelmiş, Ceyhun Nehri civarında Türk ordusuyla karşılaşmış ve yapılan savaşta güneye çekilmek zorunda kalmıştır. M. Ö. 329’da Hokend ve Semerkand başta olmak üzere Ceyhun’un kuzeyini fethetmiştir. Kaşgarlı Mahmud, bu sefer hakkında bilgi verirken Zülkarneyn olarak isimlendirdiği İskender’in Semerkand’ı geçtikten sonra Seyhun kıyısında Türklerle savaştığını kaydetmiştir. Bkz. Kaşgarlı Mahmud, a. g. e I, s. 393; J. Marguart, Cûstarhayi der Coğrafya-yı Esatiri ve Tarihi-i İran-ı Şark (terc. Davud Münşizade), Tehran 1368. Emir Mehdi Bedii, Yunaniyan ve Berberiha I (terc. Ahmed Aram), Tehran 1364, s. 52; Strabon, beş yaşından yirmi yaşına kadar olan halkın bir araya getirildiği ve özel tutulan öğretmenler tarafından öğütler verildiğini kaydetmiştir. Bkz. Theodor Noldke, Hamase-i Milli-i İran (terc. Buzurg Alevi), Tehran 1327, s. 2. İran tarihinde ilk Şahname, Pehlevice yazılan ve Abdullah bin Mukaffa tarafından Arapça’ya çevrilen eserdir. İslâm’ın ilk dönemlerinde kaleme alınmış, daha sonra kaybolmuştur. İran’ın efsanevi kahramanlarının hayat hikâyeleri gelecek nesillere aktarılmıştır. İran Tarihini bu şekilde ilk defa yazıya geçiren Sasani hükümdarı Anuşirvan (531-579) olmuştur. Son Sasani hükümdarı III. Yezdigerd (632-651) aynı şekilde İran Tarihini yazdırtmıştır. Bkz. Abdulhüseyin Zerinkob, Guzeşteha-yı Edebiyat-ı İran, Tehran 1375, s. 97; Sadık Rızazade Şefak, Tarih-i Edebiyat-ı İran, Tehran 1352, s. 180. İran’ın milli ve dini rivayetlerini konu alan Hudaynameler kaynağını Avesta’dan almışlardır. Firdevsi, Şahname’yi yazarken bunlardan istifade etmiştir. Bkz. Firdevsi, Şahname (terc. Necati Lugal), İstanbul 2009, s. 23; Mirza Muhammed Han Kazvini, Mukaddime-i Kadim-i Şahname, Hezare-i Firdevsi, Tehran 1362. Hamza bin Hasan İsfahani, Tarih-i Peyamberan (Tarih-i Sinni-i Mülûku’l-Arz ve’l-Enbiya (terc. Cafer Şiar), Tehran 1367, s. 7; H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 27. Firdevsi, Şahname, s. 88 vd. Alp Er Tunga’da geçen efsanevi Türk hükümdarı Afrasyab, Tur’un torunudur. Bkz. Osman Turan, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul 1980, s. 71-72. Ebul Kasım Firdevsi, Şahname I (tash. Celal Halki), Tehran 1368, s. 107. 5 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 1 – 14 kaydetmiştir. Türk isminin yerine Tur, Türkler yerine ise Turan tabirlerini kullanmıştır. Bazen bu iki isim birbirinin yerine kullanılmıştır.30 İran-Turan mücadelelerinde geçen coğrafi isimlerde zamanla değişiklikler olmuştur. Bir saldırı veyahut tabii bir afet sonucu harap olmuş bir şehir, tamirinden sonra yeni isimle anılmıştır. Bazen de bir şehir orayı fethedenlerin ismiyle anılmıştır. Mesela İran’ın Araplar tarafından fethinden sonra bazı yer isimleri Arapça olarak değiştirilmiştir. Diğer taraftan yeni isimler içtimaî ve siyasî su-i istifadeye sebep olabilmiştir. Birûni bu hususta; İsimler bazen saldırganların yani orayı fethedenlerin isimleriyle değişebiliyor demiştir.31 Türk ve Moğolların İran’a gelmelerinden sonra eski İran isimlerinden değişmeler olmuştur.32 İranlı araştırmacılardan bir kısmı Türk isminin Kubad ve oğlu Hüsrev Anuşirvan döneminden itibaren kullanıldığını rivayet etmişlerdir. Sasanilerden önce zemin-i Turan olarak bilinen topraklara Türkistan denilmiştir. III. Yezdigert, bu bölgenin halkını Turanî olarak bilmiştir. Şahnamede bununla ilgili olarak verilen bilgide, III. Yezdigert’in Turanîlere yenildiği söylenmiştir. Türk ve Turanî ile ilgili bilgiler sadece Farsça kaynaklarda olmamış, Pehlevice yazılan kaynaklarda da yer almıştır. Ancak Sasani dönemindeki kaynaklarda zikredilen Türk ve Turan kelimelerinin Pehlevi dilindekilerden kopya edilip edilmediğini tespit etmek mümkün olmamıştır.33 İranlı araştırmacılara göre Seyhun ile Ceyhun arasındaki kuzeydoğu ve Gürgenç (Harezm) Gölü arasındaki bölgede İran-Turan mücadeleleri olmuştur.34 Daha sonra bölgede beliren göçebe başka kavimlerin Türk, Gazan, Moğol ve Tatarları yerlerinden attıkları görülmüştür. Yerlerinden oynatılan Türkler de önlerindeki kavimleri sürükleyince aynı kavim ile anılmaya başlanmışlardır. Tarihçiler konu ile ilgili eserleri tahlil etmeden istinsah edince Türk ve Turan hakkında görüşlerde yanılgıya düşüp farklı kavimler olarak vermişlerdir.35 İran Samanoğulları Devleti’nin Karahanlı ve Gazneliler 30 31 32 33 34 35 6 H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 30. Ebu Reyhan Birûni, Tahkik-i Mallahend I (terc. Menuçehr Saduki Seha), Tehran 1362, s. 246. E. R. Birûni, a. g. e, s. 246; H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 39. H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 43. Ceyhun, Farsça kaynaklarda iki manada kullanılmıştır. Birincisinde Amuderya ve eski ismiyle Vehş olarak geçmiştir. Yunanlılar ise Oksos tabirini kullanmıştır. Sasaniler Vihreved Nehri ismini vermiş, kaynağını ise Pamir Dağlarında göstermişlerdir. Bkz. İhsan Yarşater, Danişname-i İran ve İslâm I, Tehran 1354, s. 187; Ceyhun Nehri, Belh, Tirmiz ve Harezm isimleriyle de anılmıştır. Bkz. Ebul Hasan Ali bin Hüseyin Mesudi, Mürucu’z-Zeheb ve Ma’denü’l-Cevahir II (terc. Ebul Kasım Payende), Tehran 1356, s. 222; Ebul Reyhan Biruni, Tahdid-i Niyahatü’l-Amakin Tashih-i Mesafatü’lMesakin (terc. Ahmed Aram), Tehran 1352, s. 21; Ahmed bin Davud Dinuri, Ahbarü’t-teval (terc. Sadık Neşat), Tehran 1346, s. 15. Ceyhun’un ikinci manasını veren Gerdizi, Ravendi, Reşidüddin ve Bekran bu büyük nehrin Amuderya olduğunu söylemişlerdir. Bkz. Gerdizi, Zeynü’l-Ahbar (Tarih-i Gerdizi) (tash. Abdulhay Habibi), Tehran 1363; Muhammed bin Ali bin Süleyman Ravendi, Rahatü’sSudûr ve Ayetü’s-südur der Tarih-i Al-i Selçuk (tash. Muhammed İkbal), Tehran 1368, s. 25; Reşidüddin Fazlullah, Camiü’t-tevarih der Tarih-i Moğol II (tash. Behmen Kerimi), Tehran 1362, s. 686; Muhammed bin Necib Bekran, Cihanname (tash. Muhammed Emin Riyahi), Tehran 1342, s. 45. Hafız Ebru, Ceyhun Nehri için “kalpler çok kanlı ve gözler Ceyhun” tabirini kullanmıştır. Bkz. Hafız Ebru, Zübdetü’t-Tevarih II (tash. Kemal Hacı Seyyid Cevadi), Tehran 1372, s. 904. İranlı araştırmacılar Türk ve Tatar ıstılahlarını yeni bir ıstılah olarak kullanmışlardır. “Turanî-i Cedid” veya “Turanî-i Altayi” olarak adlandırılanlar Şahname ve Avesta’da zikredilmişlerdir. Bu ıstılahların sonradan eklendikleri görülmektedir. Rusların siyasi hedefler ve sömürgecilik için Yılmaz KARADENİZ tarafından ortadan kaldırılmasından sonra Türk ve Turanîlerin aynı ırkın mensubu oldukları kaydedilmiştir. Moğol saldırısından sonra bazı komutanların tarih yazanlara altın vererek kendilerini savaşçı Moğollara dayandırmaya çalıştıkları görülmüştür.36 İran milli destanlarında Türklerin Moğollar ile karıştırıldıkları da olmuştur. Birbirine yakın coğrafyada yaşayan iki kavim bazen aynı ırktan sayılmıştır.37 Türk kelimesi ile ilgili yapılan açıklamalarda, Çin’in kuzeyinde Ashina ismiyle yaklaşık beş yüz kabilenin karışım halinde yaşadığı söylenmiştir. Bu kabilelerin batı eyaletinin Shansi bölgesinde oldukları bildirilmiş, Hun ismiyle M. Ö. 4. asırda aktif olan kavme katıldıkları ve Hunların Tobalara yenilmesiyle dağılanların Altayların güneyine kaçıp yerleştikleri bildirilmiştir. Çinlilerin Ashina (Aşina) hanlarına Çincede (r) harfi olmadığı için Tu-kiu ve Tuku ismini verdikleri, Turk kelimesini sağlam ve güçlü manasında kullandıkları belirtilmiştir. Bu ismin bütün Türk boyları için söylendiği ve Gobi Çölü taraflarına yerleştikleri kaydedilmiştir. Ayrıca batıda yaşayanların atalarının dişi kurttan türedikleri dile getirilmiş, dağıldıktan sonra yetmiş yedi yıl sonra M. Ö. 545’te tekrar ortaya çıktıkları söylenmiştir.38 Biruni, yukarıdaki görüşlerden ayrı olarak Turanî ve Türkleri farklı göstererek Turanîlerin İranlı olduklarını iddia etmiştir.39 İran kaynaklarında Hun kabilelerinden bir kısmının Altay Dağlarının güneyine yerleştikleri, Türk kelimesinin bir kavim adı olarak uzun zaman kullanılmadığı, Türklerin komşuları olan kavimlerin bu kelimeyi kullandığı kaydı geçmektedir. M. Ö. V. asırda Altay Dağlarının eteklerinde bulundukları, yüz yıl sonra 564’te Eski Türkler olarak isimlendirildikleri söylenmiştir. Türklerin daha sonra Altay Dağlarından batıya Bulgar ve Gazan (Kazan) bölgelerine gittikleri kaydedilmiştir.40 Türklerin batıya doğru göç etmeleri sırasında gittikleri güzergâhlar ve sürükledikleri kavimler hakkında Şahname ve Avesta’da bilgiler verilmiştir. Şahname’deki Sellem isminin Avesta’da Sairama olduğu ve bu ismin daha sonra Sarumatların ismi olarak söylendiği kaydedilmiştir.41 Alanların Harezm’den güney Rusya’ya göç eden Sarumat kavminden oldukları,42 Karadeniz’in kuzeyinden İspanya ve Kuzey Afrika’ya kadar gittikleri söylenmiştir. Alanlar için Gürcü tabirinin kullanıldığını söyleyen Biruni, bunların daha sonra Mazenderan taraflarına göç ettiklerini iddia etmiştir.43 36 37 38 39 40 41 42 43 kullandıkları “Merkezi Asya” veya “Orta Asya” gibi sonradan yazılmıştır. Bkz. İnayetullah Rıza, İran ve Türkan der Ruzigâr-ı Sasaniyan, Tehran 1365, s. 58. Ruslar, Orta Asya içerisine Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan’ı katmış, Kazakistan’ı ayrı tutmuşlardır. Bkz. Nadir Devlet, Doğuştan Günümüze İslâm Tarihi (Ek), İstanbul 1993, s. 412. Hasan Pirniya, İran-ı Bastan III, Tehran 1341, s. 29 vd.; H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 45. Müctebi Minevi, Name-i Guşensep, Harezm 1354, s. 205; Por Davud, Yeştha I, Tehran 1347, s. 208. Bkz. Por Davud, Bijen ve Menije, Bergüzide-i Şahname-i Firdevsi, Tehran 1370; H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 46-47. H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 49. Bkz. Ebu Reyhan Biruni, Asarü’l-Bakiye Ani’l-Kurunu’l-Haliye (terc. Ekber Danasereşt), Tehran 1352; Ebu Ali Meskeviye Razi, Tecaribü’l-Ümem I (terc. Ebul Kasım İmami), Tehran 1369. Firdevsi, Şahname I (terc. Feth bin Ali Bundari-tash. Abdulvehhab Azam), Tehran 1970, s. 126-127; İnayetullah Rıza, İran ve Türkan der Ruzigar-ı Sasaniyan, Tehran 1365, s. 35. Por Davud, Yeştha II, Tehran 1347, s. 56. Herich Samuel Nieberg, Dinha-yı İran-ı Bastan (terc. Seyfeddin Necemabadi), Tehran 1359, s. 253. Ebu Reyhan Biruni Harezmî, Tahdid-i Nihayatü’l-Amakin Tashih-iMesafatü’l-Mesakin, s. 21. 7 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 1 – 14 Şahname’de, Menuçehr dönemi İran-Turan mücadelelerinde İranlı dört kahramandan (Arş) bahsedilmiştir. Birincisi Kubad’ın oğlu Keyarş, ikincisi Keyhüsrev ile Afrasyab arasındaki savaşta yer alan İranlı kahraman, üçüncüsü Eşkani hükümdarlarından Erşek ve dördüncüsü ise Şivatir (Spak, Sipak) ismiyle kaydedilmiştir.44 Arş, Avesta’da en iyi ok atan olarak tanıtılmıştır. Buradaki Arş Destanı ve kahramanlığı, Şahname’de Türklere karşı kahramanlaşmış Rüstem tarafından öldürülmüştür.45 Arş Destanı’ndaki kahramanlıklar Biruni tarafından farklı anlatılmıştır.46 Biruni, Nilüfer Şenliği ile ilgili Tirgân Bayrımını anlatırken; “Onüçüncü gün, o gün ok günüdür ve bayramdır. Tirgan ismiyle anılır. Bu bayram iki sebepledir. Birincisinde Afrasyab’ın İran’a galebe etmiş olması ve Menuçehr’i Taberistan’da muhasara etmesi, Menuçehr’in Afrasyab’dan ok istemesi… Avesta’da Arş’ın diyanet sahibi biri olarak ok ve yayı Menuçehr’e verdiği, okun ulaşabildiği yerlerin kendi (İran) ülkesi olması” şeklinde anlatmıştır.47 Firdevsi, bu olayda okun yaydan çıkmasıyla parçalandığını söylemiş, Rüstem’in henüz bu dönemde kahramanlaşmadığını kaydetmiştir.48 Menuçehr’in ölümünden sonra başa geçen hükümdar Nevzer döneminde Türklerin İran’a akınları devam etmiştir.49 Şahname’de; “Ovalar yeşilliklerle bir perniyan kumaşı gibi süslenince Tûran pehlivanları da savaşmaya hazırlandılar. Batı ülkesinin gürzlü erleriyle birleşmek için Türklerden ve Çinlilerden oluşan bir ordu geldi. Bu ucu bucağı olmayan bir orduydu. Nevzer’in talihi artık gençliğini kaybetmiş, düşmeye yüz tutmuştu. Ordu Ceyhun’un kıyısına vardığı vakit Feridun’un oğluna haber geldi. Ordu ve padişah saraydan ayrılarak ovaya çıkıp Dehistan yolunu tuttu” şeklinde anlatılmıştır.50 Şahname’de geçen Dehistan, Harezm’in çöl bölgesinde yer almış olup doğudan Merv sınırından Ceyhun (Amuderya)’a kadar ulaşmıştır. Güneyden Ebyurd (Baverd)’a, kuzeyde Volga’ya ve batıda ise Mazenderan Denizi’ne kadar olan bölgeler buradan sayılmıştır.51 Bu coğrafi isim İran kalıntılarından olan Heşyareşa dönemindeki Taht-ı Cemşid taşının üçüncü bendinde Deha olarak geçmiştir. Pehlevice onyedinci bendin yazısında Dehistan ismiyle kaydedilmiştir.52 Sebeius, burası için Dilhistan 44 45 46 47 48 49 50 51 52 8 Por Davud, a. g. e I, s. 341-359; Ahmed Tafazzoli, Minevi-i Hared, Tehran 1354, s. 129. Mihirdad Bahar, Cüstari-i Çend der Ferheng-i İran, Tehran 1373, s. 84. Abdulmelik bin Muhammed bin İsmail Salibi Nişaburi, Tarih-i Salibi (terc. Muhammed Fezaili), Tehran 1368, s. 60. Ebu Reyhan Biruni, Asarü’l-Bakiye, s. 287. Gerdizi, okun düştüğü yeri Fergana ve Toharistan arasındaki yerler olarak göstermektedir. Bkz. Gerdizi, Zeynü’l-Ahbar (tash. Abdulhay Habibi), Tehran 1363, s. 518. Şahmerdan bin Ebil-Hayr Razi ise okun düştüğü yeri Toharistan olarak bildirmektedir. Bkz. Şahmerdan bin Ebil-Hayr Razi, Ravzatü’l-Münnecimin, Tehran 1368, s. 36. Menuçehr, okun ulaşabildiği yerleri Afrasyab’dan istemiş ve isteği kabul edilmiştir. Bu olay bayram olarak kutlanmıştır. Bkz. E. R. Biruni, a. g. e, s. 287. Cihangir Kuveci Kuyacı, Pejuheşhayi der Şahname, Tehran 1371, s. 155; Mehdi Karib, Bazhani-i Şahname, Tus 1369, V. Bölüm; Firdevsi, a. g. e, s. 150; Heredot, Heredot Tarihi, s. 18. Firdevsi, Şahname, s. 228. Firdevsi, Şahname, s. 232-233. Ebul Feda, Takvimü’l-Buldan (terc. Abdulmuhammed Ayeti), Tehran 1349, s. 633; Hududu’l-Âlem Mine’l-Maşrik ile’l-Mağrib (tash. Menuçehr Setude), Tehran 1365, s. 55; Gerdizi, Zeynü’l-Ahbar, s. 584. Camasep, Metinha-yı Pehlevi I-II (Mukaddime-i Behram Gor Anksariya), Bombay 1897, s. 20; Sadık Hidayet, Neveşteha-yı Perakende, Tehran 1344, s. 419. Yılmaz KARADENİZ tabirini kullanmıştır.53 Biruni, Dehistan’ın daha önce göl olduğunu ve Gürgan bölgesine ait olduğunu kaydetmiştir.54 Dehistan’ın kuzeyinde ise Massagetler yaşamışlardır. Massagetler, Harezm bölgesindeki Sakaların (İskitler) bir kolunu oluşturmuşlardır.55 İskitler Türkistan’daki atlı göçebe Türklerinin batı kolunu temsil etmişlerdir.56 Batlamyos haritasında Ceyhun’un bu göle döküldüğü Gürgan’ın buraya komşu olduğunu söylenmiştir. Dehistan’a komşu olan Belh ya da Belhan, Türklerin İran’a sefer düzenlemeleri sırasında güzergâh olarak kullanılmıştır.57 Nevzer döneminde İran’daki iç karışıklıktan istifade eden ve Avesta’da temiz dinli, methedilmiş Dahiler (Dehistan halkı) olarak anlatılan Türkler, Harezm çöllerinden Dehistan’a gelerek İranlıları sıkıştırmışlardır.58 Şahname’de bu savaş anlatılırken; “Davullardan ve borulardan yükselen acı acı seslerle toprak sanki yerinden oynadı. Bu orduyu gören Efrasiyâb da ordusuyla gelip saf bağladı. Atların ayaklarıyla çıkan tozdan sanki güneş görünmüyordu. İki taraf çarpışmaya başlayınca ölülerin yığılmasıyla ova ovalıktan çıkarak adeta bir dağ haline geldi. Birbirleriyle öylesine boğuştular ki, ırmaklar kan gibi aktı” denilmektedir.59 Şahname’de, Türklerin Nevzer döneminde İran’a saldırısı, İran ordusunun yenilmesi ve Türk hükümdarının Nevzer’i öldürmesiyle ilgili olarak; “…Bunun arkasından cellâda seslenip: Onu buraya getir de ben ona nasıl savaşılırmış göstereyim! Emrini verdi. Padişah Nevzer’e artık günlerinin sona erdiği haberi erişti. Bir alay er bağıra çağıra padişahın yanına gittiler ve onu kollarından sımsıkı bağlayıp taş gibi sürüye sürüye bir timsahı andıran Efrasyab’ın önüne getirdiler...” kaydı geçmiştir.60 Şahname’de bu savaş anlatılırken, Türklerin Haver-i Zemin’e geldikleri anlatılmış, Haver, kelime olarak güneşin doğduğu yön anlamında kullanılmıştır. Fahreddin Gürgani, burasının Horasan tarafları olduğunu söylemektedir.61 Şahname’deki; “ben ne İran’ı ne Haver’i ve ne de Çin’ istiyorum” beytinde Haver doğu, Çin ise batı anlamında kullanılmıştır.62 53 54 55 56 57 58 59 60 61 62 J. Marguart, a. g. e, s. 148. Ebu Reyhan el-Biruni, El-Kanun-u Mesudi II, Haydarabad 1955, s. 570; Ebulhak İbrahim Estahri, Mesalik ve Memalik (terc. İrec Afşar), Tehran 1347, s. 177. H. Pirniya, İran-ı Bastan I, s. 277. Batı Sibirya bölgesinde yaşadıkları bilinen Sakalar (İskitler), Asur kaynaklarında “Ashkuzal,” İran kaynaklarında “Saka,” Grek kaynaklarında ise “İskit” olarak geçmektedir. Bkz. Rene Grosset, Bozkır İmparatorluğu, İstanbul 1980, s. 24 vd.; Seyhun deltasındaki Tegiskan ve Uygarak kazılarında Saka mezarları çıkmıştır. Aynı mezarlar Tanrı Dağları ve Pamir’de de bulunmuştur. Bkz. A. Belenitsky, Central Asia (İng. terc. J. Hogarth), Genevo 1968, s. 15. Zeki Velidi Togan’a göre Massagetler de Türk olup Kuman, Peçenek ve Oğuzların atalarıdır. Bunların içerisinde Alanlar da vardır. Bkz. Zeki Velidi Togan, Bugünkü Türk İli Türkistan ve Yakın Tarihi, İstanbul 1981, s. 2. Taner Tarhan, Eskiçağ’da Kimmerler Problemi, İstanbul 1972, s. 7. V. V. Bartold, Abyari-i der Türkistan (terc. Kerim Kişaverz), Tehran 1350, s. 114; J. Marguart, İranşehr (terc. Meryem Mir Ahmedi), Tehran 1373, s. 117; E. R. Biruni, Tahdid-i Niyahatü’lAmakinTashih-i Mesafatü’l-Mesakin, s. 21. Por Davud, Yeşha II, s. 57, 109; Por Davud, Yesna I, Tehran 1340, s. 59. Firdevsi, Şahname, s. 236-237. Firdevsi, Şahname, s. 249. Fahreddin Gürgani, Veys ve Ramin (tash. Müctebi Minevi), Tehran 1338, s. 171. Hüseyin Şehidi, Çhar Su ve Negreşi-i Kütah ber Tarih ve Coğrafya-yı Tarihi, Tehran 1365, s. I-IV. 9 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 1 – 14 Nevzer’in ölümünden sonra saltanatı beş yıl sürecek olan Zev Tahmasp İran tahtına oturmuştur.63 Bu sırada Türkistan ve İran’da büyük bir kuraklık ve arkasından meydana gelen kıtlık baş göstermiştir. Şahname’de, Türk-İran Savaşlarının sürdüğü bu dönemdeki kuraklık ve kıtlık ile ilgili bilgiler verilmiştir. “Bu sırada yeryüzünde bir kıtlık baş gösterdi; toprağın ve otların dudağı kurudu. Gökten bir damla yağmur bile düşmüyor, herkes ekmeği ağırlığınca altına ağlıyordu. Böyle bir ortamda iki ordu tam beş ay karşı karşıya bekledi. Her gün aralarında pek çok çetin savaş oluyordu. Bu günler kahramanların ve ünlü pehlivanların güçlerini gösterip sınayacakları günlerdi. Sonunda kıtlık o kerteye geldi ki, her iki taraf da ne yapacağını şaşırdı. Ordular perişan bir haldeydi. Erlerin arasında: “Gökyüzünün bereketini kesmesi hep bizim kötülüğümüzdendir!” şeklinde dedikodular başlayıp her iki ordunun erlerinden de şikâyet sesleri yükselince, Efrasyab’dan bir elçi gelip Zev’in huzuruna çıktı ve: “Bizim şu iğreti dünyadan nasibimiz, dertten ve zahmetten başka bir şey olmayacak mı? Gel şu yeryüzünü aramızda paylaşıp barışalım ve birbirimizi kutlayalım” dedi.” 64 Türkistan ve İran’da meydana gelen kuraklık yedi yıl sürmüştür. Bunun beş yılı Zev Tahmasp dönemine denk gelmiştir. Muhtemelen Türkistan’dan batıya ve güneye yapılan Türk göçleri bu tarihlerde olmuştur. Keykavus döneminde göçlerin sayısı artmıştır. Yaklaşık 4500 yıl önce meydana gelen göçler, 4000 yılında uç noktaya ulaşmıştır.65 Kuraklık süresince İran-Turan Savaşları durmuştur.66 İranlı komutan Rüstem’in yedi taburla geldiği Serahs yakınlarındaki “Revedad” bölgesindeki “Hergah” olarak tabir edilen yerde otağını toplayıp ayrıldığı kaydedilmiştir.67 Keykubad döneminde meydana gelen savaşlarda Rüstem komutasındaki İran orduları Türkleri yenilgiye uğratmıştır.68 Bu dönemde Türk tarafından barışı havi mektupların İran’a gönderildiği Şahname’de kaydedilmiştir.69 Türk tarafından İran’a gönderilen mektuptu; “Biz de Ceyhun’u geçmek size saldırmak şöyle dursun, rüyamızda bile orayı görmeyeceğimize söz veririz. Belki bu sayede her iki ülke de gönderdiğimiz bu haberle alınacak karardan memnun kalır!” Padişah bu mektubu bitirip 63 64 65 66 67 68 69 10 Firdevsi, Şahname, s. 255. Firdevsi, Şahname, s. 255-256. Muhammed Taki Siyahpuş, Piramun-u Ab ve Hava-yı Bastani-i Fulat-ı İran, Tehran 1352, s. 3. H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 64. Firdevsi, Şahname I (terc. Ebul Feth bin Ali Bundari-tash. Abdulvehhab Azam), Tehran 1970, s. 92. Hergâh, iki manada kullanılmıştır. Birincisinde büyük çadır ve otağ, Beyhaki’ye dayanan bazı araştırmacılar ise tahtadan yapılmış otağ manasında kullanmışlardır. İkincisinde ise coğrafi mekân manasında kullanılmıştır. Bkz. Hasan Anuri, Istılahat-ı Divani Devre-i Gaznevi ve Selçuki, Tehran 1355, s. 35. Türk Tarihinde Ordukent (Orducend) olarak bilinen yerin İranlılarca Hergâh olarak söylendiği iddia edilmiştir. Bkz. Ebu Dulef, Sefername-i Ebu Dulef der İran (tash. W. Minorsky-terc. Ebulfazl Tabatabayi), Tehran 1354, s. 23. Türk göçlerinin bir kısmı Ordukent’e olmuştur. Bkz. Muhammed Hüseyin Papoli Yazdi, Ferheng-i Abadiha ve Mekanha-yıMezhebi-i Kişver, Tehran 1367, s. 428. Bazı araştırmacılar Çin ile Hindistan arasındaki bölgeyi Hergâh olarak bildirmekte, hicri 2. asrın başlarından itibaren Altaylı Türklerin eline geçen Kaşgar ve Hoten şehirlerinde Türklerin yaşadığını söylemektedirler. Bu bölgenin daha önce İranlıların elinde olduğunu Pazırık’ta çıkan kalıntılara dayanarak iddia etmektedirler. Bkz. Rene Grosset-Abdulhüseyin Mikede, İmparatori-i Sahranurdan, Tehran 1365, s. 16; Abbas İkbal Aştiyani, Tarih-i Moğol, Tehran 1356, s. 5. Muhammed bin Rıza bin Muhammed Alevi Tusi, Mu’cem-i Şahname (tash. Hiseyin Hedivcem), Tehran 1353, s. 198. Firdevsi, Şahname, s. 269-278. Yılmaz KARADENİZ mühürledikten sonra İran’a gönderdi. Bir tac, bir altın taht, mücevherler, altın kemerli ve köleler, altın eyerli Arap atları ve gümüş kınlı Hind kılıçları gibi değerli armağanları da bu mektupla birlikte yolladı” denilmiştir.70 Keykavus döneminde İran’ın içerisine düşmüş olduğu karışıklıktan istifade eden Türkler İran’a saldırıp Huzistan’a kadar olan toprakları ele geçirmişlerdir. Keykavus’un Yemen taraflarında esir düşmesinden sonra Tus, Nişabur ve Serahs tarafları İran’dan alınmıştır.71 Bu dönemde yazılan Siyavuş Destanı’nda İran tarafından Rüstem ve Siyavuş’un Türklere karşı savaştıkları ve başarılı oldukları anlatılmıştır. İki komutanın Herat, Talikan ve Merv’e kadar geldikler, Belh yakınlarında zafer kazandıktan sonra Ceyhun’u geçtikleri ve Türk tarafından barış istendiği kaydedilmiştir.72 Daha sonra karşılıklı yapılan yazışmalarda iki taraf anlaşma imzalamıştır.73 Keyhüsrev, tahta oturduktan sonra savaşçılarını etrafında toplayıp Türklere karşı sefere çıkmıştır.74 Şahname’de ordunun “Cerm” civarında toplandıktan sonra sefere çıktığı kaydedilmiştir.75 Ancak bir süre sonra İran’ın karışıklık içerisine düştüğü, bundan istifade eden Türklerin İran’a saldırıp ziraata elverişli topraklara yerleştikleri görülmüştür. Bu dönemde “Ahura Mazda” ya bundan daha kötü bir yerin olup olmadığı sorulmuş, verilen cevapta çocuk ve kadınların ağlaştığı, susuz kaldıkları ve yollara düştükleri cevap olarak söylenmiştir.76 Keyhüsrev döneminde Türklerin İran’a saldırıları yıkıcı olmuştur. Saldırıları önlemek için İranlı komutan Tus, Türklere karşı savaşa gönderilmiştir.77 Şahname’de, İranlı komutan ve askerlerin; “İranlı atlılar yerlere serildi. Ovalar ve dereler kar ve kan ile doldu. Ölülerden savaşacak yer kalmadı. Kardan ve yerlere serilen ölülerden savaş alanı daraldı. Bu sırada İranlı savaşçılar ve komutanlar başlarını göklere kaldırıp Tanrı’ya: Ey insanların akıllarından, bilgilerinden ve düşüncelerinden üstün olan Tanrı! Sen ne yerdesin, ne üstünde, ne de altında! Biz, senin suçlarla dolu olan şu kulların, olanca aczimizle senden adalet istiyoruz” dedikleri kaydedilmiştir.78 Keyhüsrev dönemindeki İran-Turan Savaşlarında ön saflarda yer alan diğer İranlı komutan Rüstem’dir. Şahname’de, bir savaş öncesinde Türk hakanın Rüstem ile karşılaşmak istemediği abartılı bir şekilde anlatılmıştır. “Efrasyab’a Rüstem’in hızla gelmekte ve kendisiyle savaşmak niyetinde olduğunu haber verdiler. Bunu duyan Efrasyab çok üzüldü, sırtındaki o perniyan kumaşından elbise diken diken oldu. Kendi kendine: Şu Rüstem’le şimdi kim savaşacak? Benim erlerim var, ama onlara kim 70 71 72 73 74 75 76 77 78 Firdevsi, Şahname, s. 275. H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 82. Ayrıca bkz. Feridun Cüneydi, Pay-ı Tahtha-yı Şahname der Devre-i Keyaniyan ve Pişdadiyan (tash. Muhammed Yusuf Keyani), bica ve bita Por Davud, Yeştha II, s. 108. H. Ş. Mazenderani, a. g. m, s. 90. M. Rıza Hüsrevi, Kelat-ı Nadiri, Tehran 1367, s. 90. Firdevsi, Şahname, s. 577 vd. Vendidad (terc. Muhammed Ali Hasani Dai), Bab-ı Sevvom, Bend 11, Tehran 1327, s. 24. Firdevsi, Şahname, s. 592. Firdevsi, Şahname, s. 659. Türkler arasında Çinlilerden büyücülüğü öğrenen birinin olduğu ve sihir ile askerlerin bulunduğu yere kar ve fırtınaya sebep olduğu kaydedilmiştir. Bkz. Firdevsi, Şahname, s. 659. 11 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 1 – 14 komuta edecek?...” demiştir. Türk akınlarının talan şeklinde devam ederek Kaçar dönemine kadar geldiği Giger tarafından iddia edilmiştir.79 Kaynakça Abdurrahman bin Haldun, Mukaddime-i İbni Haldun II (terc. Muhammed Pervin Günabadi), Tehran 1352. Anuri, Hasan, Istılahat-ı Divani Devre-i Gaznevi ve Selçuki, Tehran 1355. Atlas-ı Nakşeha-yı Tarihi-i İran, Müessese-i Coğrafyai ve Kartoğrafi-i Suhab, Nakşe-i Şumare: 50, Tehran 1355. Bağdadi, Şehabeddin Ebu Abdullah Yakut bin Abdullah Hamevi Rumi, Mucemü’lBuldan V, Beyrut 1979. Bahar, Mihirdad, Cüstari-i Çend der Ferheng-i İran, Tehran 1373. Bartold, V. V., Abyari der Türkistan (terc. Kerim Kişaverz), Tehran 1350. Bedi, Emir Mehdi, Yunaniyan ve Berberiha I (terc. Ahmed Aram), Tehran 1364 Bekran, Muhammed bin Necib, Cihanname (tash. Muhammed Emin Riyahi), Tehran 1342. Belenitsky, A., Central Asia (İng. terc. J. Hogarth), Genevo 1968. Biruni, Ebu Reyhan, Asarü’l-Bakiye Ani’l-Kurunu’l-Haliye (terc. Ekber Danasereşt), Tehran 1352. Biruni, Ebu Reyhan, El-Kanun-u Mesudi II, Haydarabad 1955. Birûni, Ebu Reyhan, Tahkik-i Mallahend I (terc. Menuçehr Saduki Seha), Tehran 1362. Biruni, Ebul Reyhan, Tahdid-i Niyahatü’l-Amakin Tashih-i Mesafatü’l-Mesakin (terc. Ahmed Aram), Tehran 1352. Camasep, Metinha-yı Pehlevi I-II (Mukaddime-i Behram Gor Anksariya), Bombay 1897. Cüneydi, Feridun, Pay-ı Tahtha-yı Şahname der Devre-i Keyaniyan ve Pişdadiyan (tash. Muhammed Yusuf Keyani), bica ve bita Devlet, Nadir, Doğuştan Günümüze İslâm Tarihi (Ek), İstanbul 1993. Dinuri, Ahmed bin Davud, Ahbarü’t-teval (terc. Sadık Neşat), Tehran 1346. Ebu Dulef, Sefername-i Ebu Dulef der İran (tash. W. Minorsky-terc. Ebulfazl Tabatabai), Tehran 1354. Ebul Feda, Takvimü’l-Buldan (terc. Abdulmuhammed Ayeti), Tehran 1349. Ebul Kasım Firdevsi, Şahname I (tash. Celal Halki), Tehran 1368. Endülüsi, Kadı Ebul Kasım Said bin Ahmed bin Said, Tabakatü’l- Ümem (terc. Celaleddin Tehrani), Tehran 1310. Estahri, Ebulhak İbrahim, Mesalik ve Memalik (terc. İrec Afşar), Tehran 1347. Fazlullah, Reşidüddin, Camiü’t-tevarih der Tarih-i Moğol II (tash. Behmen Kerimi), Tehran 1362. Firdevsi, Şahname (terc. Necati Lugal), İstanbul 2009. Firdevsi, Şahname I (terc. Ebul Feth bin Ali Bundari-tash. Abdulvehhab Azam), Tehran 1970. Frye, R. N., The Heritage of Persia, London 1966. 79 12 Bkz. Wilhelm Giger, Temeddün-i İraniyan-ı Haveri, Bombay 1921, s. 107. Yılmaz KARADENİZ Gerdizi, Ebu Said Abdulhay bin Duhak bin Mahmud, Zeynü’l-Ahbar (tash. Abdulhay Habibi), Tehran 1363. Giger, Wilhelm, Temeddün-i İraniyan-ı Haveri, Bombay 1921. Goldtschimid, Alfred Von, Tarih-i İran ve Memalik-i Hemcivar-ı An ez Zaman-ı İskender ta İnkıraz-ı Eşkaniyan (terc. Keykavus Cihandari), Tehran 1356. Grosset, Rene - Mikede, Abdulhüseyin, İmparatori-i Sahranurdan, Tehran 1365. Grosset, Rene, Bozkır İmparatorluğu, İstanbul 1980. Gürgani, Fahreddin, Veys ve Ramin (tash. Müctebi Minevi), Tehran 1338. Hafız Ebru, Zübdetü’t-Tevarih II (tash. Kemal Hacı Seyyid Cevadi), Tehran 1372. Hidayet, Sadık, Neveşteha-yı Perakende, Tehran 1344. Hududu’l-Alem Mine’l-Maşrik İle’l-Mağrib (tash. Menuçehr Setude), Tehran 1365. Hüsrevi, Muhammed Rıza, Kelat-ı Nadiri, Tehran 1367. İsfahani, Hamza bin Hasan, Tarih-i Peyamberan (Tarih-i Sinni-i Mülûku’l-arz ve’lEnbiya (terc. Cafer Şiar), Tehran 1367. Kafesoğlu, İbrahim, Türk Milli Kültürü, İstanbul 1995. Karib, Bedrüzzaman, Ferheng-i Soğdi, Tehran 1374. Karib, Mehdi, Bazhani-i Şahname, Tus 1369. Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügatü’t-Türk I (çev. Besim Atalay), Ankara 1985. Kazvini, Mirza Muhammed Han, Mukaddime-i Kadim-i Şahname, Hezare-i Firdevsi, Tehran 1362. Kuyacı, Cihangir Kuveci, Pejuheşhayi der Şahname, Tehran 1371. Marguart, J., İranşehr (terc. Meryem Mir Ahmedi), Tehran 1373. Mazenderani, Hüseyin Şehidi, Merzha-yı İran ve Turan be Beniyad-ı Şahname-i Firdevsi, Tehran 1376. Mesudi, Ebul Hasan Ali bin Hüseyin, Mürucu’z-zeheb ve Ma’denü’l-Cevahir II (terc. Ebul Kasım Payende), Tehran 1356. Minevi, Müctebi, Name-i Guşensep, Harezm 1354. Muhammed Hasan Han, Tarih-i Eşkaniyan (tash. Nimetullah Ahmedi), Tehran 1371. Muhammed İshak bin Nedim, el-Fihrist-i İbn-i Nedim (terc. M. Rıza Teceddid), Tehran 1343. Nieberg, Herich Samuel, Dinha-yı İran-ı Bastan (terc. Seyfeddin Necemabadi), Tehran 1359. Nişaburi, Abdulmelik bin Muhammed bin İsmail Salibi, Tarih-i Salibi (terc. Muhammed Fezaili), Tehran 1368. Noldke, Theodor, Hamase-i Milli-i İran (terc. Buzurg Alevi), Tehran 1327. Ögel, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, İstanbul 1988. Pirniya, Hasan, İran-ı Bastan III, Tehran 1341. Por Davud, Bijen ve Menije, Bergüzide-i Şahname-i Firdevsi, Tehran 1370. Por Davud, Yesna I, Tehran 1340. Por Davud, Yeştha I, Tehran 1347. Ravendi, Muhammed bin Ali bin Süleyman, Rahatü’s-Sudûr ve Ayetü’s-Sürur der Tarih-i Al-i Selçuk (tash. Muhammed İkbal), Tehran 1368. Razi, Ebu Ali Meskeviye, Tecaribü’l-ümem I (terc. Ebul Kasım İmami), Tehran 1369. Razi, Hayr, Ravzatü’l-Münnecimin, Tehran 1368. Rıza, İnayetullah, İran ve Türkan der Ruzigar-ı Sasaniyan, Tehran 1365. 13 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 1 – 14 Roux, Jean-Paul Orta Asya Tarih ve Uygarlık (çev. Lale Arslan), İstanbul 2001. Samolin, William, “Proto Türkler ve Çin,” Türk Kültürü El Kitabı II, İstanbul 1972. Setude, Mençehr, Hududu’l-Alem Minel Maşrik İlel Mağrib, Tehran 1362. Siyahpuş, Muhammed Taki, Piramun-u Ab ve Hava-yı Bastani-i Fulat-ı İran, Tehran 1352. Siyaki, Muhammed Debir, Zindeganname-i Firdevsi ve Serguzeşt-i Şahname, Tehran 1370 . Şefak, Sadık Rızazade, Tarih-i Edebiyat-ı İran, Tehran 1352. Şehidi, Hüseyin, Çhar Su ve Negreşi-i Kütah ber Tarih ve Coğrafya-yı Tarihi, Tehran 1365. Taberi, Muhammed bin Ceriri, Tarih-i Taberi II (terc. Ebul Kasım Payende), Tehran 1354. Tafazzoli, Ahmed, Minevi-i Hared, Tehran 1354. Tarhan, Taner, Eskiçağ’da Kimmerler Problemi, İstanbul 1972. Togan, Zeki Velidi, Bugünkü Türk İli Türkistan ve Yakın Tarihi, İstanbul 1981. Turan, Osman, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, İstanbul 1999. Tusi, Muhammed bin Rıza bin Muhammed Alevi, Mu’cem-i Şahname (tash. Hiseyin Hedivcem), Tehran 1353. Vendidad (terc. Muhammed Ali Hasani Dai), Bab-ı sevvom, Bend 11, Tehran 1327 Yarşater, İhsan, Danişname-i İran ve İslâm I, Tehran 1354. Yazdi, Muhammed Hüseyin Papoli, Ferheng-i Abadiha ve Mekanha-yı Mezhebi-i Kişver, Tehran 1367. Zerinkob, Abdulhüseyin, Guzeşteha-yı Edebiyat-ı İran, Tehran 1375. 14 YEMEN’DE OSMANLI İNKIRÂZININ SEBEPLERİ Sadettin BAŞTÜRK Özet / Abstract Yemen’de Osmanlı Devleti hâkimiyeti, Vezir-i Azam Koca Sinan Paşa’nın önderliğinde15681571 yılları arasında düzenlenen seferle ikinci defa kurulmuştur. Ancak bu durum uzun sürmemiş, 1635’de Yemen’e Zeydîler yeniden hâkim olmuştur. Bu makalenin konusu tarihçi yazar Hacı ‘Âli Efendi’nin 1654’te yazmış olduğu Telhîsü’l-Berku’l-Yemânî isimli el yazmasındaki kayıtlara göre Yemen’de Osmanlı inkırazına nelerin sebep olduğudur. Anahtar Kelimeler: Osmanlı Devleti, Yemen, Zeydî, Hacı ‘Âli Efendi, Telhîsü’l-Berku’lYemânî. CAUSES OF OTTOMAN DECLINE IN YEMEN Ottoman Empire sovereignty in Yemen, Queen Azam Koca Sinan Pasha's command held in between the years 1568-1571 with a second time once established. However, this situation did not last long, 1635'de Yemen Zeydîler again dominated. The subject of this article writes historian Pilgrim 'Âli Effendi has written that 1654 manuscript entries in Telhîsü'l-Berku'l-Yemânî named according to what caused the decline in Yemen is that the Ottomans. Key Vords: Ottoman Empire, Yemen, Zeydî, Hacı 'Âli Effendi, Telhîsü’l-Berku’l-Yemânî. Giriş Osmanlı Hükümdarı Yavuz Sultan Selim, 1517’de merkezleri Kahire olan Mısır Memluk Devleti’ne kat‘î surette son verdiği esnada, Yemen’de Memluklar adına hâkimiyet kurmaya çalışan Çerkez beyleri, burada mütemekkin Zeydîler ve Tahîrîler’le mücadele hâlinde bulunuyorlardı. Zedîlere karşı San‘a’da başarı sağlamış olan Memluk emirlerinden Emir İskender Zebid’i de ele geçirme mücadelesi veriyordu. Devletinin Osmanlılar tarafından ortadan kaldırıldığı haberi Yemen’de Emir İskender’e ulaşınca O da San‘a’nın büyü camisinde Yemen halkını topladı ve hutbeyi Osmanlı hükümdarı adına okutarak Osmanlı’ya tâbî olduğunu gösterdi. Böylece Osmanlılar herhangi bir sefer düzenlemeden Yemen’e 1517’de hâkim olmuşlardır. Ancak Osmanlıların Yemen’deki hâkimiyeti büyük sıkıntılarla karşı karşıya kaldığı gibi çokta uzun sürmemiş 1635’de inkıraza uğramıştır. Osmanlılar 1540 tarihinde Yemen’in durumunu sâliyeneli eyalet olarak belirlemiştir. Bu konumundan dolayı Yemen’in Osmanlı hâkimiyetinde bulunduğu 1517-1635 yılları arasına dair arşivlerimizdeki vesikalar sınırlıdır. Ancak Yemen’de Osmanlı hâkimiyet dönemini aydınlatabilmek için günümüze kadar ulaşabilmiş yazma eserler mevcuttur. Osmanlı Devleti Tarihi’nin birinci elden kaynaklarından birisinin de el yazması eserler olduğu herkesçe kabul edilmektedir. Bu yazmalarından bir tanesi de Hacı ‘Âli Efendi’ye ait Telhîsü’l-Berku’lYemânî / Ahbârü’l-Yemânî1 isimli yazmadır. 1 Dr, Balıkesir Üniversitesi. Sadettin Baştürk, “Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî/Ahbârü’l-Yemânî (Tahlil ve Metin)”, Basılmamış Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum 2010. SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 15 – 21 Hacı ‘Âli Efendi, Yemen’de2 Osmanlı inkırazının hangi sebeplerden kaynaklandığını oldukça net bir şekilde eserinde ele almıştır. Bu makaleye konu da Hacı ‘Âli Efendi’nin gözüyle Yemen’de Osmanlı inkırazına sebeplerinin neler olduğudur. Hacı ‘Âli Efendi, Osmanlı Devleti bürokrasi görevlilerindendir. Dîvân-ı Hümâyûn Tahvil Kalemi kâtiplerindendir. 1060/1650’de Mısır’a vali olarak tayin edilen Sarı Tarhuncu Ahmed Paşa’nın Divan Kâtipliği görevine getirilerek Mısır’a gitmiştir. Burada Yemen tarihini mütalaa etmek isteyince Ahmed Paşa’da onu Kutbu’d-din Mekkî’ye (1511-1582) ait, dili Arapça olan Berku’l-Yemânî Fi’l-Fethi’l Osmânî3 adlı eseri tercümeye memur etmiştir. Hacı ‘Âli Efendi bu eseri tercüme ettikten sonra önemli oranda bilgi eklemeleri de yaparak Telhîsü’l-Berku’l-Yemânî-Ahbârü’l-Yemânî isimli yeni bir eser vücûda getirmiştir. 1064/1654’de kaleme aldığı Telhîsü’l-Berku’l-YemânîAhbârü’l-Yemânî isimli bu yeni eser sadece tercümeden ibaret değildir. Beş bâb ve hatîmeden oluşan eserin ilk üç bâbında tercüme tamamlanmış, diğer iki bâb ve hatîmesi ise Hacı ‘Âli Efendi tarafından kaleme alınmıştır. Hacı ‘Âli Efendi bu eseri nasıl inşa ettiğini eserinde, “…Ve Terceme-i Berku’l-Yemânî’den gayri ba‘zı mertebe-i seyyâhînden vicâhen-dîde ve suhen-şinâs mu‘temed kimesnelerden istima‘ olunan ahbâr-ı lâzımü’l-ahbâr terkîmiyle tehzîb olunub…”4 şeklinde ifade eder. Bu ifadeye göre müellif Yemen’e giden seyyahlar ve Yemen’i görmüş olan sözüne güvenilir insanlardan elde ettiği bilgilere doğrulayarak eserinde yer verdiği anlaşılmaktadır. Hacı ‘Âli Efendi’nin bu eseri, Osmanlının Yemen’de hâkim olduğu 1517-1635 yılları arası hakkında çalışma yapan birçok Türk ve yabancı tarihçinin, 1654’ten bu güne değin, temel başvuru kaynaklarından biri olmuştur. Bu eserde Hacı ‘Âli Efendi, Yemen’de Osmanlı hâkimiyetinin inkırazına nelerin sebep olduğunu tespit etmeye çalışmıştır. Bu bilgileri nasıl tespit ettiğini eserinde, “Hâliyâ ki târih-i Hicret-i Nebeviyyenin bin altmış dört sâline dâhil olmuşdur. Ticâret ile Diyâr-ı Yemen benâdirine varub gelen tüccar ve Yemen Vilâyeti’ne seyehat eden ve geşt ü güzâr eyleyen zevâd ve fukarâ ve dervişândan menkûldür.”5 şeklinde kaydetmektedir. Bu kayda göre Hacı Hacı ‘Âli Efendi, Yemen’e ticaret amacıyla gidip 2 3 4 5 16 Yemen Tarihi hakkında geniş bilgi için bakılabilecek bazı çalışmalar. Ahmed Raşid Paşa, Târih-i Yemen ve San’a, 2 Cilt, İstanbul 1291; Atıf Paşa, Tarih-i Yemen, 2 Cilt, Dersa‘âdet İstanbul 13261327; İdris Bostan, “Muhammed Hilâl Efendi’nin Yemen’e Dair İki Lâyihası”, OA/ JOS III, İstanbul 1982, s. 301-326; Zeki Ehiloğlu, Yemen’de Türkler: Tarihimizin İbret Lehası, İstanbul 1952; İbrahim Abdü’s-selam Paşa, Yemen Seyehatnâmesi ve Coğrafyay-ı Nebâtîsi, Dersa‘âdet 1324; Muhammad Yakub Moghul, Kanuni Devri Osmanlılar’ın Hint Okyonusu Politikası ve Osmanlı-Hint Müslümanları Münasebetleri 1517-1538, İstanbul 1974; Cengiz Orhonlu, Osmanlı Târihine Âid Belgeler Telhisler (1597-1607), İstanbul 1970; Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nun Güney Siyaseti: Habeş Eyaleti, İstanbul 1974; Osmanlı Arşiv Belgelerinde Yemen, (Haz. Mümin Yıldıztaş, Sabahattin Bayram, H. Yıldırım Ağanoğlu), İstanbul 2008; Tahsin Öz, “Topkapı Sarayı’nda Yemen Fatihi Sinan Paşa Arşivi” Belleten, C. X S. 37, Ankara 1946, ss. 171-193; Salih Özbaran, Yemen’den Basra’ya Sınırdaki Osmanlı, İstanbul 2004; Halil Sahillioğlu, “Yemen’in 1599-1600 Bütçesi”, Yusuf Hikmet Bayur’a Armağan, Ankara 1985, ss. 287-319; İ. Süreyya Sırma, Osmanlı Devleti’nin Yıkılışında Yemen İsyanları, İstanbul 2008. Kutbu’d-din Mekkî; Berku’l-Yemânî Fi’l-Fethi’l Osmânî, Sadrı‘azam Sinan Paşa’ya sunulan nüshaları, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphânesi (TSMK), nr. A 2879-2880. S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 2b. S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 307a. Sadettin BAŞTÜRK gelenle tacirler, Yemen’e seyahat etmiş ve burada bulunmuş seyyahlar veya dervişlerden elde ettiği bilgileri de dikkate almak suretiyledir. Hacı ‘Âli Efendi’nin eserindeki bilgilere göre Yemen’de Osmanlı inkırazının sebeplerinden birincisi; Yemen’e gönderilen Osmanlı valilerinin burada uyguladıkları yanlış yönetim tarzlarıdır. Hacı ‘Âli Efendi bu durumu eserinde şöyle izah eder: “Tarafı Saltanat-ı Osmâniyye’den Vilâyet-i Yemen’e hâkim nasb olunub, irsâl olunan vükelâ ve vüzerâ hadd-i tahammülden ziyâde zulm ve tecâvüze mübâşeret eyleyüb, hattâ kul tâ’ifesinin nukebâtı ehl ü ‘ıyâle el uzadub, zulm ve cefâsı nihâyete erişdirdikleri eclden, ‘âmme-i ahâli-i vilâyet ve fukarâ ve ra‘iyyet ‘acz ve muztâr ve fürûmânde oldu. Bu esnâda İmam Hasan Zeydiler ile hurûc edüb ve ‘adl u ‘adâlet ve salâh ve takvâ ve diyânet sûretinden görünüb ve E’imme-i Râşidîn tarafından tecâvüz eyleyen vâlî ve hâkimin icma‘-ı ümmet ile katli mübahdır davâsına yapuşub ve fevkü’l-hadd tarîk-i hakdan görünüb, ‘umûmen ehl-i Yemen, Hükkâm-ı Osmâniyye ve ‘asâkir-i ervâmdan begâyet azurde iken, bu makûle ‘adl u insâf ile zuhûr etmiş hâkim ve hâmî, kendülere devlet ve rahmet zan edüb heman bir uğurdan bi’l-cümle Yemen Vilâyeti’nin ahâlisi imama tab‘iyyet ve bi‘at eylediler.”6 İkinci sebep ise; Yemen’e tayin edilen Osmanlı valisi Kansuh Paşa’dır. Kansuh Paşa’nın Yemen’de meskûn ehl-i sünnet Müslüman ahaliye, Osmanlı’ya itaat etmelerine rağmen, ettiği cevr ve cefadır. Bu duruma da Hacı ‘Âli Efendi eserinde şöyle yer verir: “Kansuh Paşa gibi ziyâde sefîh ve nâdân ve zâlim ve kaltabân olub, her gelenleri istikbâl eden Müslümanlar’ı beyhûde katl ve helâk eyleyüb, halka ve ahâli-i memleket ve reâyâya korku ve dehşet bırağub inkıyâd edenleri kabûl eylemeye. Yohsa ‘arz-ı hicaz-ı mümtâzı geçüb hudûd-ı Yemen’den Sâbiye denmekle ma‘rûf nâhiye ve mevzi‘e cuyûş-ı Osmânîyân-ı nusret-unvân ile gelüb, nasb-ı hiyâm-ı zafer-encâm etdigü-birle, evvelen mezkûr Sâbiye Kasabası’nda ve havalisinde mütemekkin olan sâdât-ı kirâm ve şürefâ-i kirâm mu‘tâdları üzere Cânib-i Saltanat-ı Celîle-i Osmâniyye’ye itâ‘at ve bi‘at edüb, ‘asker-i zafer-me’âsirin önüne düşüb, kılavuzlık eylemek ve bi’l-cümle lâzım gelüb iktizâ eden hıdemât-ı meşkûrede sadâkat üzere sarf-ı kudret eylemek mukarrer ve muhakkak idigü bilâ-şübhedir. Kansuh Paşa dedikleri gaddar, leşker-i bî-şumâr ile Sâbiye hudûduna geldük de, cümle sâdât ve şürefânın re‘is ve ihtiyârı Makbûl Esed denmekle mülâkâb ve mu‘teber ve meşhûr ve nâmdârı Seyyid Şeyh Muhammed hazretleri, bir gece şürefâ ile istikbâle varınca, ol zâlim ve bâtıl bîcürm ve günâh, Yemen imamlarına tab‘iyyet eylemişler deyü, sâhib-i kerâmet ol mâkûle evlâd-ı kirâmdan ‘azîze kıyub ve şehîd edüb, beyhûde yere böyle fesad eyledi. Ve hemân ol günden berü üzerine nuhûset ve nikbet müstevlî olub ve Sâbiye ve sâdâtı âbâ ve nefret edüb yanına uğramayub, bed-du‘â etdüklerinden mâ‘da, ‘umûmen Kabâ’il-i ‘Urbân ve ehl-i Yemen ürküb ve kendüden bi’l-külliye nefret edüb, ganî ve fakîr Kansuh Paşa’ya ‘adâvet ve imam tarafına varub tab‘iyyet eyleyüb, bu sebeb ile İmam Hasan’ın kâr ve ahvâli kuvvet buldu…”7 Üçüncü sebep ise; Yemen’e tayin edilen Osmanlı idarecilerinin buraya geldiklerinde Yemen’in ileri gelenleri ve halk ile müşavere etmeyerek kendi bildikleri gibi hareket etmeleridir. Bu sebebi de müellif eserinde şöyle kaydeder: “…kimesneden 6 7 S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 307a-b. S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 30b, 309a. 17 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 15 – 21 suâl ve müşâvere etmeyüb ve hâl ü ahvâle vâkıf olub, kendüye nush u pend edenlerin sözlerini dinleyüb ve a‘dâ tarafından pürsîş ve tefehhus ve tecessüs etmeyüb, zulm ve gurur ile gidüb girdi. Ne kesret mühimmât ve mal ve ne hod vefret ve kuvvet-i ‘asâkir ve ricâl fâ’ide vermeyüb, nice rüsvây ve hâ’ib ve hâsir ve pâmâl çıkdığu görülüb müşâhede olundu. Ve andan mâ‘dâ eger Yemen’de Aydın Paşa ve Haydar Paşa ve eger şark ve garb’da olan vüzerâ ve vükelâ, bilâ-re’y ve tedbîr gurûr ve kimesneye sormayub, müşâvere ve mükâlemede taksîr eylemekle, dâ’imâ iş görmeyüb hâ’ib ve hâsir oldukları kerraren tecrübe kılındı.”8 Dördüncü sebep ise; Yemen halkının sahip olduğu özelliktir. Yemen halkı baskı ve zorla ittat etmeyi kabul eden bir karaktere sahip değildir. İstimaletle tabiiyet eden bir karaktere sahiptir. Osmanlı’nın 1604’ten sonraki Yemen valilerinin istimalet yerine zorla itaat ettirme yolunu seçmeleridir. Müellif bu durumu örneklendirerek şöyle zikreder: “Cümleden hod kütb-i tevârihde mastûr ve kadîmden mervî‘ ve menkûldür ki, cidden Diyâr-ı Yemen ve Aktâr-ı ‘aden darb-ı tiğ-ı cebr ile bir pâdişâh ve devlete ve hiçbir tâ’ife ve millete itâ‘at etmiş ve zebûn olub, boyun egmiş degildir. Dâ’imâ şürefâ ve kibârına ve ahâli ve reâyâ ve sıgârına istimâlet ve müdâra olunmağla ve bir gürûh ve kavmini kendüye tâbi‘ etdirüb mütemerrid ve müte‘annid olanları ve karşu koyub, ‘isyân edenleri üzerine havâle eylemekle ve biribiri ortasında tefrîka düşürmekle, zabt olunmuş ve kabzâ-i teshîre getürilmişdür. Vezîr-i a‘zâm Sâbık Sinan Paşa merhûm dahî, serdâr olub Mısır’dan ‘asker ile Yemen’e varub bu tarîk ile girdigü ve re’y ve tedbîr ve ihsân ve istimâlet ile evlâd-ı Şemseddin üzerine gâlib olub, Vilâyet-i Yemen elden çıkmış iken tekrâr kabzâ-i tasarruf-ı Osmâniyye’ye idhâl eyledigü mufassal ve meşrûh bâlâda zikr-i sebk eylemişdir. Kansuh Paşa dedikleri ma‘tûh ve zâlim gibi itâ‘at içün istikbâl edenleri ve inâyet ümîdi ile doğrulub gelenleri katl ve helâk etmekle, Vilâyet-i Yemen feth olunmaz.”9 Beşinci sebep ise; Osmanlı Yemen halkından burada mütemekkin bir ordu oluşturamamıştır. Burada ordu oluşturulamamasından dolayı da Yemen’e asker sürekli merkezden veya Mısır’dan gönderilmek zorunda kalınmıştır. Bu durum da Yemen’e gönderilen ordunun ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağı meselesini doğurmuştur. Müellif, Yemen’e merkezden ordu gönderilmesinin gerekliliğini ifade eder ancak gönderilen ordunun ihtiyaçlarının Yemen’de yeterince karşılanamadığından bu ihtiyaçların da beraberlerinde sevk edilmesi gerekliliğini eserinde şöyle ifade eder: “Ve ba‘dehû Vezîr Sinan Paşa Yemen fethine serdâr gönderilüb gitdigü tarîk ile gitmek ve getürdigü ‘asker ve mühimmât ve malı ma‘ân getürmek gerekdir. Tâ ki maksûd olan mesâlih ve hizmet vefk-i murâd üzere itmâm ve fethine mübâşeret olunan mülk ve memleket teshîre getirülmek ile muhassılü’l-merâm olâ deyü nakl ve rivâyet olunmuşdur.”10 Altıncı sebep ise; Yemen’e serasker olarak genellikle Mısır valileri tayin edilmiştir. Müellif, uhdelerinde Mısır valiliği veya başka bir görev bulunuyor iken Yemen’e serdar olarak gönderilenlerin yapması gerekenleri yeterince yapmadıkları, zira gözlerinin arkada kaldığı, Yemen’e serdar olarak gönderilenlerin müstakil olması gerektiğini eserinde şöyle kaydetmektedir: “Mâdem ki, Yemen’e giden serdâr ve 8 9 10 18 S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 310b. S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 311a. S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 311b. Sadettin BAŞTÜRK sipahsaların üzerinde Mısırü’l-Kâhire Eyâleti mevcûd olmaya ve kendisü Yemen’e ‘azîmet eyledik de tarafından Mısır hükümetine vekîl ve kâ’im-i makâmını nasb edüb yerinde alıkomaya. Mısır’da vezîr ve hâkim olan başka müstakillen taraf-ı pâdişâhîden gönderilüb nasb olunmuş ola. Min ba‘d Yemen’e giden serdâr bir hizmet görmege kâdir olmadığı mukarrerdir. Ve bu husûs birkaç def‘a tecrübe olunmuşdur... Vezîr Sinan Paşa merhûm evvel emrde Eyâlet-i Mısır üzerinde iken Diyâr-ı Yemen seferine ‘azîmet eyledi. Ba‘dehû kethüdâsına Mısır begligin verüb, üzerinden Eyâlet-i Mısır kaldırılmayub ve nasb etdigü kâ’im-i makâmı zabt edüb...”11 Yedinci sebep ise; Osmanlı devlet adamları arasındaki çekişmedir. Yemen’de sıkıntı hâsıl olduğunda her türlü destek genelde Mısır’dan istenmektedir. 1604’ten sonraki Mısır valileri, Yemen’den destek istendiğinde aralarındaki husûmetden dolayı buraya yardım göndermemişlerdir. Mısır’dan yardım alamayan Yemen idarecileri de burada zuhur eden kargaşayı bertaraf edememişleridir. Bu durumu da müellif şöyle kaydeder: “Vüzerâ-i Osmâniyye ve Vükelâ-i Saltanat-ı Hakâniyye ilâ yevminâ hâzâ biribirine hased ve husûmet eyledikleri gibi… ol ‘asrda Babü’s-Sâ‘de ağalığından çıkub, Divân-ı Hümâyûn’da vezîr-i kubbe-nîşin olan Davud Paşa merhûma, Eyâlet-i Mısır’ı tevcîh ve ihsân olunub, mûmâ-ileyh Davud Paşa Mısır’a gelüb vusûl bulduğundan sonra kendü kâr ve intifâ‘ına mukayyed olub, Yemen tarafına hiç takayyüd eylemedi. Ve fermân-ı hazîneyi dahî irsâl etmeyüb, Rikâb-ı Hümâyûn’a Yemen’de feth olub, bi’l-fi‘il kabzâ-i tasarrufda olan memâlik ve diyârda cem‘ ve tahsîl olunan hezâyin ve malı, ‘asâkir ve kul mevâcibine ve bi’l-cümle levâzım ve mesârifine ziyâdesiyle kâfidir. Şimdilik Mısır’dan hazîne irsâl olunmak hemân itlâf ve beytü’l-mâlı isrâfdır deyü ‘arz ve telhîs edüb, Yemen’e gidecek hazîneyi der-i devlet-medâra gönderdi.”12 “…bu karîb zamânda Haydar Paşa San‘â’da mahsûr olub, Mısır’a Bayram Paşa merhûma i‘lâm-ı hâl edüb, medded ve imdâd ricâ eyledik de, Bayram Paşa Mısır’dan ne güne mu‘amele kılub imdâd göndermedigü ma‘lûm-ı ‘âlemiyân olmuşdur.”13 Sekizinci sebep ise; Yemen’de hâkimiyet tesisinin coğrafi şeklidir. Müellife göre Yemen coğrafyasında hâkimiyet tesisine Zeydîler’in mütemekkin olduğu iç kısımlardaki dağlık ve sarp yerlerden değil, daha çok Arap Kabileleri’nin bulunduğu tihâme olarak adlandırılan sahilden başlamak gerekliliğini şöyle kaydeder: “…ol havâlide vâki‘ ‘Urbân tâ’ifesin tâbi‘ etdürmek ve bilâ-muhârebe ve kıtâl Bender-i Mihâ’ya degin ve andan aşağı Bender-i‘Aden’e varıncayadegin leb-i deryâda vâki‘ sevâhili ve sâhili ki, Diyâr-ı Yemen’de tihâme denmekle ma‘rûf yerlerdir. Ve cümle iskele ve benderler mezkûr Tihâme’dir. Evvel emrde bu tarîk istimâlet ile zabt eylemek ve her bir benderin üzerine âdem koyub, serdâr tarfından hıfz u hırâset etdürilmek mümkün ve kâbil ve emr ü sehldir.”14 “…Kabâ’il-i ‘Urbân tab‘iyyet ve itâ‘at eylemedikçe, yüz bin kadar ‘asker ve ricâl ile varılub ve tehâime girilüb ikâmet ve karâr olunsa müfîd degildir. ‘Urbân ve re‘âya ve ahâl-i vilâyet ‘umûmen yerlerin ve hâne ve mülklerin bırağub cibâl’e firâr 11 12 13 14 S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 312a. S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 312b. S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 313a. S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 313b. 19 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 15 – 21 etmek ve her biri bir sa‘b ve sarb ve sengistân yere ilticâ eylemek ve ba‘dehû varub imama tâbi‘ olub ve itdihâd-birle Zeydiyye eşkıyâsıyla ‘askerin üzerine gelmek ve şeb ü rûz hâllerine komayub mazarrat erişdirmek ve cevânib-i erba‘ayı kapayub, tâvâ’if-i ‘askeri sulanmaga çıkartmayub, bu tarîk ile gitdükçe ‘acz ve zebûn eylemek emr-i mukarrerdir. Feemmâ istimâlet ve müdârâ ile zikr olunduğu üzere Sâbiye’den dahî girilüb ve ahâlî ve memâlik ve diyârı tâbi‘ etdürilüb, tehâim kabzâ-i tasarrufa dâhil olduğundan sonra, cibâlde vâki‘ olan bilâd ve nevâhî ve kurâ ahâlisi iskele ve benderlere muhtâcdır. Şi‘a ve Zeydîsi dahî nâçâr kemâl-i ihtiyâcından gelüb, durmayub itâ‘at eder. …Hindistan’dan ve cemi‘ etrâfda olan memâlik ve diyârdan tüccar ve bâzargân münkat‘ olmayub, ziyâdesiyle sevâhil-i Yemen’e gelüb dökülür ve bâc ve gümrüklerinden hadden efzûn mal ve hazîneye hâsıl olur. Ve fîmâ ba‘d Mısır ve Şam’a ve ne hod imdâd-ı ervâma hâcet kalur. Tehâim benadirlerinden tahsîl olunan mâl-ı ‘asâkir ve ricâl ve serdâra kifâyet kılur.”15 Dokuzuncu sebep ise; Yemen’deki Zeydiler’in akd ettikleri sulhe hakikî manada değil de kerhen uymalarıdır. Mal ve mülke tamahkâr olan Yemen valilerine büyük miktarlarda rüşvet vermek sûretiyle onları kendilerine inandırmışlardır. Bu durumu Hacı ‘Âli Efendi şöyle izah eder: “…diyâr-ı mezbûrun sarb ve sengistân yerlerinde tahassün eden kibâr-ı tâ’ife-i Zeydiyye’yi ihrâc ve ahzâ vakt ve eyyâmın müsa‘adesi olmamağın, ekseri ile musâleha etmekle, yerlerinde olan memâlik ve diyâr ke’l-evvel yedlerinde ibkâ olunmağla mazhar-ı itâ‘at sûretin ızhâr ve mâ’el-kerâhe beglerbegilere inkıyâd gösterirler iken…”16 “Mutahhar Leng oğulları babaları mezbûrun taht-ı yedinde olan kasabât ve kurâ ve nevâhiyi kendülere ibkâ ve mukarrer etdürince hezâyin ve defâ’in mürd-i mezbûru feth ve bezl ile anlar ke’l-evvel babaları tasarrufunda olan vilâyet ve diyâra ve paşa dahî emvâl-i kesîreye mâlik oldular. Rivâyet olunur ki; Murad Paşa merhûmun Vilâyet-i Yemen’de mâlik olduğu mal ve mülûke gayriden bir ferd mâlik olmamışdır.”17 Sonuç Sonuç olarak, Osmanlı tarihinde oluşmuş genel ama hatalı bir kanaat olan, “Osmanlılar hükmettikleri topraklarda ilk kayıpları Avrupa kıtasında yaşamıştır” anlayışı, Osmanlı hâkimiyetindeki Yemen tarihi dikkate alındığında giderilmiş olacaktır. 1517’de herhangi bir sefer yapılmadan Osmanlı hâkimiyetine girmiş olan Yemen’de Osmanlı hâkimiyeti 1560’lı yıllarda Zeydîler’in ayaklanmasıyla sıkıntıya düşmüşse de, Vezîri‘azam Koca Sinan Paşa (1520-1596)’nın serdarlığında, 1568-1571 arası düzenlenen sefer neticesinde bu ayaklanma bastırılarak Osmanlı hâkimiyeti Yemen’de ikici defa tesis edilmiştir. Ancak Osmanlıların bu hâkimiyet dönemi de uzun sürmemiş 1635’de yeniden inkıraza uğramıştır. Bu durum XIX. yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir. Telhîsü’l-Berku’l-Yemânî/Ahbârü’l-Yemânî isimli eserin müellifi Hacı ‘Âli Efendi’nin tespit ettiği ve eserinde yer verdiği yukarıda belirtilen hususlar Yemen’de Osmanlı hâkimiyetinin neden inkırâza uğradığı hususuna önemli katkı sağlayacaktır. 15 16 17 20 S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 313b. S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 313b. S. Baştürk, Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî, vr. 264b. Sadettin BAŞTÜRK Kaynakça Ahmed Raşid Paşa, Târih-i Yemen ve San’a, 2 Cilt, İstanbul 1291. Atıf Paşa, Tarih-i Yemen, 2 Cilt, Dersa‘âdet İstanbul 1326-1327. Baştürk, Sadettin, “Telhîsü’l-Berkû’l-Yemânî/Ahbârü’l-Yemânî (Tahlil ve Metin)”, Basılmamış Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilmler Enstitüsü, Erzurum 2010. Bostan, İdris,“Muhammed Hilâl Efendi’nin Yemen’e Dair İki Lâyihası”, OA/ JOS III, İstanbul 1982, s. 301-326. Ehiloğlu, Zeki, Yemen’de Türkler: Tarihimizin İbret Lehası, İstanbul 1952. İbrahim Abdü’s-selam Paşa, Yemen Seyehatnâmesi ve Coğrafyay-ı Nebâtîsi, Dersa‘âdet 1324. Kutbu’d-din Mekkî; Berku’l-Yemânî Fi’l-Fethi’l Osmânî, Sadrı‘azam Sinan Paşa’ya sunulan nüshaları, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphânesi (TSMK), nr. A 28792880. Moghul, Muhammad Yakub, Kanuni Devri Osmanlılar’ın Hint Okyonusu Politikası ve Osmanlı-Hint Müslümanları Münasebetleri 1517-1538, İstanbul 1974. Orhonlu, Cengiz, Osmanlı Târihine Âid Belgeler Telhisler (1597-1607), İstanbul 1970. Orhonlu, Cengiz, Osmanlı İmparatorluğu’nun Güney Siyaseti: Habeş Eyaleti, İstanbul 1974. Osmanlı Arşiv Belgelerinde Yemen, (Haz. Mümin Yıldıztaş, Sabahattin Bayram, H. Yıldırım Ağanoğlu), İstanbul 2008. Öz, Tahsin, “Topkapı Sarayı’nda Yemen Fatihi Sinan Paşa Arşivi” Belleten, C. X S. 37, Ankara 1946, ss. 171-193. Özbaran, Salih, Yemen’den Basra’ya Sınırdaki Osmanlı, İstanbul 2004. Sahillioğlu, Halil, “Yemen’in 1599-1600 Bütçesi”, Yusuf Hikmet Bayur’a Armağan, Ankara 1985, ss. 287-319. Sırma, İ. Süreyya, Osmanlı Devleti’nin Yıkılışında Yemen İsyanları, İstanbul 2008. Kutbu’d-din Mekkî; Berku’l-Yemânî Fi’l-Fethi’l Osmânî, Sadrı‘azam Sinan Paşa’ya sunulan nüshaları, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphânesi (TSMK), nr. A 2879-2880. 21 TOPLUMSAL BİR OLGU OLARAK ŞİDDET Necmettin ÖZERKMEN Haydar GÖLBAŞI** Özet / Abstract Bu çalışma temel olarak beş bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde, şiddet olgusunun nasıl bir olgu olduğu; neden evrensel ve toplumsal bir olgu olduğu konusuna açıklık getirilmiştir. İkinci bölümde, şiddet olgusunun kavramsal çerçevesi bağlamında "şiddet nedir?" sorusuna yanıt aranmış ve şiddetin türlerine yer verilmiştir. Üçüncü bölümde, toplumsal şiddet ve şiddet öğeleri gösterilmiştir. Dördüncü bölümde, farklı yönleriyle şiddet olgusu: psikolojik, sosyolojik ve kültürel açılardan ele alınıp irdelenmiştir. Son olarak beşinci bölümde, şiddet olgusunu yaratan nedenler ya da şiddet olgusunun kaynakları on yedi alt başlık altında incelenmiştir. Son olarak, çalışma genel olarak değerlendirilmiş ve politika yönelimli eylem planı olarak nitelenecek çözüm önerilerinde bulunulmuştur. Anahtar Kavramlar: Şiddet, Toplumsal şiddet. VİOLENCE AS A SOCIAL PHEUOMENON This study is mainly consists of five sections. In the introduction, how the phenomenon of violence as a phenomenon; why the topic is universal and a social phenomenon has been clarified. In the second part, cases of violence in the context of the conceptual framework "What is violence?" answer to the question of the types of violence in and dialed spended. Third section, societal violence, and violence has been displayed items. In the fourth chapter, different aspects of the phenomenon of violence: psychological, sociological and cultural aspects and discussed. Finally, the fifth chapter, has created the phenomenon of violence causes or sources of violence on seven cases were examined under subheadings. Finally, the study has been evaluated in general and policy-oriented action plan will be considered as solutions are found in. Key Concepts: violence, social violence. 1. Giriş Şiddet, öncelikle nasıl bir olgudur? Evrensel bir özelliği var mıdır? Hayvanlar âlemindeki varoluşun bir gereği olarak et yiyen "et obur" hayvanların "ot obur" hayvanları öldürme, yeme ya da avlama davranışları şiddet olarak yorumlanabilir mi? Yine hayvan türlerinin kendi içlerinde liderlik kavgaları şiddetin bir biçimi olarak algılanabilir mi? Bütün bu sorulara insan türü dışında evet demek oldukça güçtür. Çünkü hayvanlar için besin zincirinin ve ekolojik dengenin bir gereği olarak bu davranışlar "şiddet" olarak nitelenemez. Ve ayrıca, türün kendi içindeki liderlik yarışı ise türün devamı için işlevseldir. Güçlü olanın yaşaması ve kendi türünü devam ettirme amacı için yapılan kavga şiddet olarak yorumlanamaz. ** Doç. Dr., Cumhuriyet Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü. Öğr. Gör., Cumhuriyet Üniversitesi Cumhuriyet Meslek Yüksekokulu. SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 23 – 37 Ancak insan ve insan toplumları için aynı şeyleri söyleyebilmek mümkün değildir. En zayıfından en güçlüsüne kadar insan, haklar bakımından hukuk karşısında eşittir. Bütün din, ahlak ve hukuk kuralları insanların bir arada ve yan yana yaşamasını düzenleme üzerine kuruludur. Ama bütün bu kurallara rağmen haksızlık, adam öldürme, şiddet ve terör geçmişten günümüze farklı düzeylerde devam etmektedir. En önemlisi, uygarlık geliştikçe "şiddetin azalacağı" yolundaki öngörülerin aksine, şiddet farklı boyutlarda ve yoğunlukta bütün dünyada yaşanmaktadır. Öyleyse şiddet insan ve insan toplumları için hem evrensel ve hem de toplumsal bir olgudur ve kaçınılmazdır. Bu bağlamda birçok bilim dalının da inceleme konusudur. Hukuk, Siyaset, Psikoloji, Antropoloji ve en çok da Sosyolojinin ilgisini çeken toplumsal bir olgudur. Şiddetin tanımı konusunda çağdaş Fransızca sözlükleri; a) bir kişiye, güç veya baskı uygulayarak isteği dışında bir şey yapmak veya yaptırmak, b) şiddet uygulama eylemi, c) duyguların kabaca ifade edilmesi eğilimi, d) bir şeyin karşı konulmaz gücü, e) bir eylemin hoyrat yapısı, gibi tanımlar getirmektedir (Michaud, 1991). Şiddet ile terörizm arasında kavram benzerliği bulunmaktadır; örneğin 1974 tarihli Britanya Terörizmi Önleme Yasası "Bu yasaya göre terörizm, siyasal amaçlı şiddet kullanımıdır" demektedir (Nicklaus, 1980:295). Şiddetin çeşitli tanımlarında karşılaşılan ortak öğeler şunlardır: Kişinin canını acıtmak, yaralamak, öldürmek, mala zarar vermek amacıyla güç kullanmak; yasaya aykırı fiziki güç kullanmak; yasaya aykırı bir hedefe varmak için şiddet kullanmak ya da şiddet kullanma tehdidinde bulunmak; genelde kabul gören yasa ve ahlak ilkelerine aykırı biçimde fiziksel yok etme, gereksiz yere kırma, yok etme eylemleri; toplumsal ilişkilerde kabul edilebilirlik sınırlarını aşan zorlama eylemidir. Bu tanımlar arasında, üzerinde durulması yararlı sayılabilecek düşünceleri şöyle sıralayabiliriz: Toplumbilimci Galtung'a göre, "çeşitli şiddet yöntemleri vardır: fiziksel, psikolojik ve yapısal şiddetten söz edilebilir. Fiziksel şiddette, kişiyi öldürmeye kadar uzanabilen şiddet kullanımı öğesi bulunmaktadır; psikolojik şiddet kişinin ruhsal bütünlüğüne yönelik beyin yıkama, yalan söyleme, endoktrinasyon, tehdit yöntemleriyle uygulanan şiddettir; yapısal şiddette ise insanların eylemlerinde akli ve psikolojik yeteneklerinin altında kalmaları olgusuyla karşılaşılmaktadır; bu durumda şiddet, insanın olası yetenekleriyle, halihazır yetenekleri arasındaki farkın nedeni olmaktadır (Galtug, 1991:13). Filozof Hannah Arendt ise "şiddetin bir nedeni olabileceğini; ancak şiddetin hiçbir zaman yasal sayılamayacağını; meşru savunma durumunda şiddet kullanılmasını tartışmaya açmadığını; siyasal açıdan bakıldığında, kuvvet kullanımı ve şiddetin aynı şey olmadığının söylenmesinin yeterli olmayacağının; şiddet istismarı ile kuvvet kullanımının karşıt kavramlar olduğunu; bunlardan birinin tam anlamıyla egemen olduğu yerde, diğerinin yok olduğunu; kuvvet zayıfladığı zaman şiddetin meydana çıktığını, şiddetin kuvveti yok edebildiğini, ama yaratamadığını" belirtiyor (Arendt, 1970:46,52,56). T. R. Gurr, "şiddet sözcüğünden, bilinçli olarak sakatlamak, yaralamak ve yok etmek amacıyla kuvvet kullanımını" anlamakta; ona göre, "şiddet kullanımında kızgınlığı teskin etmek, intikam almak, övünmek, başkalarını korkutmak" gibi öğeler bulunmaktadır (Gurr, 1973:359-392). Evet, şiddet ile kuvvet kullanımları arasında fark vardır; şiddette bir kimsenin isteğini bir başka kişiye yasaya aykırı biçimde kabul ettirmek için zor kullanımı söz 24 Necmettin ÖZERKMEN-Haydar GÖLBAŞI konusudur; kuvvet kullanımında ise zorlama yasaya aykırı sayılmamaktadır (Macfarlane, 1974:46). Bu ayrıntının araştırmamız açısından önemi bulunmaktadır. Demokrasilerde yasal olarak şiddet veya kuvvet kullanma yetkisinin devlete ait olduğu kabul edilmektedir. Buna biraz daha derece ayrımı ile yaklaşırsak şunu söyleyebiliriz: Demokrasilerde devlet şiddet ya da terör olaylarını bastırmak için kuvvet kullanılabilir; ancak bu eylemi şiddete dönüştürmemesi gereklidir. Bu kolay değildir; uzun yıllar sürecek bir toplumsal eğitimi gerektirir. Bir de "kimin, nasıl ve ne cins kuvvet kullanımını, hangi norma ve yasaya aykırı sayacağı" sorusu vardır yanıt bekleyen. Şiddette normlara aykırı hareket öğesi bulunuyor. Ancak, "Bu normlar hangi otoritenin normlarıdır?" sorusu hemen akla geliyor. Ayrıca, kudreti elinde tutan otoritenin mevcut normları yorum tarzı öylesine önemlidir ki, bugün karşılaşılan sorunların başında bu yorum tarzının geldiğini söyleyebiliriz. Dar çerçeveli şiddet teriminin -meşru olduğu varsayılan- bir organ tarafından kaba kuvvet uygulaması anlamında kullanıldığını; geniş çerçeveli şiddet teriminin ise, tüm insan hakkı ihlallerini kapsadığını söyleyebiliriz. Devlet otoritesini savunanlar "dar tanımı", insan haklarını savunan çevreler ise "geniş tanımı" yeğlerler. Genelde batılı ülkeler insan hakkı ihlallerinin egemen otorite tarafından yapıldığını ileri sürerler. Birleşmiş Milletler Örgütü çerçevesinde, Türk heyetinin önderliğini yaptığı mücadele sonunda, terörün insan hakkı ihlali olduğunu, böylece teröristlerin de insan hakkı ihlalinde bulundukları düşüncesi kabul ettirilebilmiştir. 2. Araştırmanın Kavramsal Temelleri: Şiddet Nedir? Şiddet Türleri Tarih ve siyaset üzerinde düşünmeyi iş edinen hiç kimse, şiddetin insan işlerinde daima oynaya geldiği muazzam rolün ayırımına varmaktan kendini alıkoyamaz. Geçtiğimiz yüzyıl Arendt tarafından, Lenin'den esinlenerek, "şiddet çağı" olarak nitelendirilirken, 21. yy ise Pentagon tarafından "Ayaklanmalar Yüzyılı" ilan edilmiştir. Bugüne kadar ihmal edilmiş olan şiddet kavramının artık bir kenara atılamayacağı açıktır. Öncelikle saldırganlık ve şiddet kavramlarının derinlemesine incelemek yerinde olacaktır. 2.1. Şiddet nedir? "Saldırganlık, hâkim olmak, yenmek, yönetmek amacı ile güçlü, şiddetli, etkili bir hareket, fiil, işlem: bir işi bozma engelleme, boşa çıkarmaya karşı düşmanca, yaralayıcı, hırpalayıcı veya tahrip edici (yıkıcı, yok edici) amaç taşıyan bir davranıştır (Erten, Ardalı, 1996:143). "Şiddet saldırganlığın çeşit ve derecesidir" (Erten, Ardalı, 1996:143). Etimolojik yönden şiddet sözcüğünün dilimize Arapça'dan geçtiğini herkes bilir. Şiddet; sertlik, sert ve katı davranış, kaba kuvvet kullanma anlamındadır. "Şedit" ise sert katı ve şiddetli demektir. "Şeddat" da sertlik ve kızgınlığı ile tanınan ünlü eski Yemen hükümdarının adıdır. Şiddet sözcüğü günümüzde yeni anlamlar da kazanmıştır: karşıt durumda, görüşte olanlara kaba kuvvet kullanma, sert davranma, sertlik; "şiddet olayları" ise insanları sindirmek, korkutmak için yaratılan olay ya da girişimler olarak tanımlanıyor (Hobart, 1996:53). İngilizce’de de şiddet sözcüğü çok geniş bir kullanım alanına sahiptir. Bu kullanımlar arasında bedene zor uygulama, bedensel zedelenmeye neden olma, kişisel 25 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 23 – 37 özgürlüğü zor yoluyla kısıtlama, bozma ya da uymama, rahatça gelişmesini ya da tamamlanmasını engellemek üzere bazı doğal süreçlere, alışkanlıklara vb. yersiz kısıtlamalar getirme, anlamın çarpıtılması, büyük güç, sertlik ya da haşinlik, kişisel duygularda sertlik ve tutkulu davranışlara ya da dile başvurma bulunuyor (Hobart, 1996:52). Şiddet genel anlamda; başkasını öldürme, sakat bırakma ya da yaralama yoluyla zarar verilmesini içerdiği için gücü aşıyor. Bu tür eylemlerin başkasına karşı tehdit oluşturması ve kısacası insana fiziksel ve ruhsal zarar veren her edimi şiddet olarak değerlendirebiliriz. Bu çerçeveye yerine göre, başkasının mallarına verilen zarar da dâhil edilebilir. Bu genel tanımlamaların dışında bir de salt hukuksal tanımlamalar önem kazanmaktadır. Ağır suç kapsamına giren şiddet (cinayet, yaralama, ırza tecavüz, silahlı saldırı, gasp) gibi olayların yanı sıra, daha hafif kabul edilen şiddet olayları da (trafik suçu, tehdit) Türkiye Cumhuriyeti Ceza Yasasının kapsamında cezalandırılır. Yves Michaud'nun (1986) şiddet tanımı ise şöyledir: "Bir karşılıklı ilişkiler ortamında taraflardan biri ya da birkaçı doğrudan veya dolaylı, toplu ya da dağınık olarak diğerlerinin veya birkaçının bedensel bütünlüğüne veya törel, ahlaki/moral/manevi bütünlüğüne veya mallarına veya simgesel ve sembolik kültürel değerlerine oram ne olursa olsun zarar verecek şekilde davranırsa orada şiddet vardır." Dar anlamıyla şiddet tanımında, tartışılmaz ve ölçülebilir nitelikleriyle, fiziksel şiddet tektir. İnsanların bedensel bütünlüğüne karşın dışarıdan yöneltilen sert ve acı verici bir edimdir. Hukuk dilinde "eşhasa (şahıslara) karşı cürümler" diye nitelendirilir. "Adam öldürmek cürümleri" (TCK, m. 448-450: Kasten adam öldürme) ve "şahıslara karşı müessir fiiller (TCK, m.456: katil kastı olmaksızın bir kişiye cismen eza verilmesi veya sıhhatinin ihlali, yahut akli melekelerinde teşevvüş husulüne sebep olunması)" tanımına uyan fiziksel şiddet anlayışı örneğin, yalnız mala verilen zararı şiddet kavramına sokmuyor. Burada kurbanın canı, sağlığı, bedensel bütünlüğü ya da bireysel özgürlüğüne karşı bir tehdit söz konusu: ölüm, yaralama, ırza tecavüz, yağma, yol kesmek, adam kaçırmak ya da rehine alma gibi. "Cebir ve şiddet kullanılması ve "şahsen ya da malen" tehlike tehdidi ve kurbanı "sükût etmeye" zorlama da bulunuyor (TCK, m.495). 2.2. Şiddet Türleri "Historie de la violence" başlıklı çok kapsamlı bir incelemenin yazarı olan Fransız araştırmacı Jean-Claude Chesnais'in (1981) uluslar arası polis örgütü Interpol'ün sınıflandırmasını esas aldığı tipolojisinde şiddet türleri şöyle sınıflandırılıyor. Şiddet genel itibariyle iki başlık altında toplanmıştır: A. Özel şiddet, B. Kolektif şiddet. Özel şiddet şu başlıklar altında toplanmıştır: Cürümsel şiddet: Bu da kendi arasında sınıflandırılabilir; Ölümle sonuçlanan şiddet: Cinayetler, suikastlar, zehirlemeler, (ebeveyn ya da çocuk öldürmeleri de dâhil), idamlar vb. Bedensel şiddet: Bilerek darbe ve yaralamalar. Cinsel şiddet: Irza geçmeler 26 Necmettin ÖZERKMEN-Haydar GÖLBAŞI Cürümsel olamayan şiddet: Özel şiddetin bir türü de cürümsel olmayan şiddettir. Bu tür şiddeti Jean-Claude Chesnais iki başlık altında toplar: İntihar (intihar ve intihar teşebbüsleri) Kaza (trafik kazaları da dâhil) Jean-Claude Chesnais özellikle kolektif şiddet üzerinde durmaktadır. Ona göre kolektif şiddetin üç birimi vardır; İlki, vatandaşların iktidara karşı şiddetidir. Bunlar: terör, grevler ve ihtilallar İkincisi, iktidarın vatandaşlara karşı şiddetidir. Bu ise; devlet terörü ve endüstriyel şiddet olarak tanımlanır. Sonuncusu ise şiddetin en yaygın biçimini ifade eden savaştır. Chesnais'in bu sıralaması mantıklıdır. Söz konusu somut şiddet edimlerinin tümünün birer cezai yaptırımı mevcuttur. Ayrıca, yazarın özellikle iş kazalarını “endüstriyel şiddet” başlığıyla siyasal iktidardan gelen şiddet türlerine dâhil etmesi ve basit bir işçi - işveren sorumluluğu ilişkisi ile sınırlaması da ilginç olduğu kadar yerinde bir yönelimdir. Bir toplumdaki iş güvenliği ölçütünü özgürlük düzeyi ile eş tutan Chesnais'in bu duyarlılığı övgüye değer (Unsal, 1996:32). Şiddetin dar tanımıyla sınırlı kalınması, fiziksel şiddete ağırlık verilmesi hem eksiklikler taşımasına hem de bazı toplumsal gelişmelerin ve sistemlerin yol açtığı zararların göz ardı edilmesine neden olur. Bu nedenle şiddeti geniş anlamıyla ele almak gerekir. Bugün insan üzerindeki fiziksel ve ruhsal etkileri dolaylı ve somut bir biçimde hissedilen çeşitli baskıları şiddet kategorisine dâhil edebiliriz. Sözgelimi, “ekonomik şiddet” genellikle şiddet tipolojisine dâhil edilmiyor. Her türlü mala zarar “verilen zarar” olarak, insana yönelik fiziki şiddetten ayırt ediliyor. Bunun yanında medya terörü, yargısız infaz gibi betimlemeler yeni kullanılmaya başlanıyor. Bununla birlikte bir ülkede çok yüksek oranlarda seyreden enflasyon ve işsizlik düzeyinin, yetersiz sosyal güvenlik olanaklarının da bir çeşit ekonomik şiddet olarak değerlendirilmesi mümkündür. Çok düşük ücretler, kronik enflasyon insanca yaşamı tehdit eder, üstelik yarınından korku duyan insanları daha sorunlu ve gerilimli yaptığı için olağan şiddete de katalizörlük eder. Sonu kötü biten bir aile veya kahve kavgası ya da bir işçi, öğrenci/polis çatışmasının aktörleri üzerindeki bu tür bir ekonomik baskıyı ve dolaylı şiddeti yok sayamayız (Unsal, 1996:33). Ormanlarımızın baltaya tutsak edilmesini, verimli alanların erozyon ya da yanlış kentleşme ve sanayileşme ile giderek ortadan kalkmasının, nehir ve denizlerimizin kanalizasyon çukuruna dönüşmesinin, kent havasının sürekli kirlenmesinin, insanların ruhsal dengesi ve bedensel sağlıkları açısından kesin bir tehdit oluşturulması şiddet değil mi? (Unsal, 1996:34). "Örneğin; kuzey ülkelerinin, nüfusu çok, teknolojisi geri, doğal kaynakları sınırlı güney ülkelerinin aleyhine sürekli genişlemesi ve yeterince önlem alınmaması, iki ayrı dünya arasındaki ticaret hadlerinin sürekli zengin ülkelerden yana gelişmesi, enerji kaynaklarının süper güçler tarafından denetlenmesi, bir bakıma "globalleşen" insan yaşamında, refah bölgelerinin çok sınırlı kalması ve birçok ülke halkları için 27 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 23 – 37 yoksulluğun neredeyse kader olması da bir şiddet türü değil midir? Ya da Irak yönetimini cezalandırmak için bunca kişinin ölmesinin yanı sıra, Irak halkına ekonomik ambargonun bu denli uzun süre uygulanması da bir başka uluslar arası şiddet örneği değil midir? (Unsal, 1996:34). Bugün bunların hepsi birey ve toplum için tehdit oluşturan fakat henüz şiddet sayılmayan fiillerdir. Hiçbiri şiddet suçu olarak kabul edilmez. 3. Toplumsal Şiddet ve Öğeleri Toplumsal düzenin bozulmasına yol açan tüm anti-sosyal davranışlar “sosyal şiddet” kavramının içerisinde kabul edilir. Türkdoğan'a göre; sosyal şiddet olgusunun içinde, terör, intihar, adam öldürme, suikastlar, adam kaçırma, fidye isteme, rehine alıkoyma, yakma -yıkma, tahrip, sözlü ve yazılı protestolar, top yekûn çatışma, ayaklanmalar, ırk- mezhep kavgaları ve ayrıcalıklı eylem biçimleri sayılabilir (Türkdoğan, 1996:341). Türkdoğan'ın aktardığı bir araştırmaya göre dünya çapında 49 toplum üzerinde yürütülen bir araştırmada sosyal şiddet ve anti-sosyal davranışın ortak bir tablosu oluşturulmaya çalışılmıştır. Araştırmacılar, sosyal şiddeti yaratan yedi unsur belirlemişlerdir. Bunlar: 1- Ferdi gelir eşitsizliği 2- Siyasi şiddet 3- Bolluk 4- Sosyal hareketlilik 5- Sosyo-kültürel heterojenlik 6- Sosyal değişme oranı 7- Nüfus büyüklüğü Yine aynı araştırmada bu yedi unsur ile ilişkili olarak toplumlarda sosyal şiddet normu için bir standart bakış ortaya koymaya çalışmışlardır. Buna göre toplumlarda sosyal şiddetin ortaya çıkması belli aşamalardan sonra görülmektedir. Bunlar: 1- Ferdi gelirlerin milli dağılımındaki eşitsizlik ne kadar büyükse, siyasi şiddetin seviyesi de o kadar büyüktür. 2- Gelir eşitsizliğinin orta noktasından itibaren her iki istikamette milli sapma ne kadar büyükse, siyasi şiddetin seviyesi de o kadar büyüktür. 3- Buna bağlı olarak siyasi sistemde yeni fırsatlar ve açılmalar, siyasal hareketlilik ve sosyal katılmayı artırır. Siyasallaşmış, iktisadi çıkarlar ve anlaşmazlıklar; gerginlik, çatışma ve şiddetle neticelenen gruplar arası anti-sosyal davranışlar, etnikler arası, diller arası, kastlar arası, cemaatler arası, kültür ve sınıflar arası gerginliklere biçim verirler. Sosyal şiddet, tüm toplumlar için, her zaman karşılaşılabilecek türden bir tehlikedir. Özellikle geçiş dönemlerinde, insanların yaşam standartları arasındaki uçurum arttığında daha sık görülür. Ülkemizde de genel af sonrası yaşanan kapkaççı şiddetleri de buna örnek verilebilir. 4. Farklı yönleriyle şiddet: Psikolojik, Sosyolojik ve Kültürel Şiddetin toplum içinde, toplum tarafından nasıl sunulduğu, nasıl kabul gördüğü de önemlidir. Çünkü kabul gören şiddet de meşrudur. Hatta şiddet genellikle bir yaşam 28 Necmettin ÖZERKMEN-Haydar GÖLBAŞI biçimi olarak benimseniyorsa sorun olarak görülmez ve sorun çözmenin bir aracı olarak onay görür (Ergil 2001:40). Geleneksel sayılmayacak ancak gelişimini tamamlayamamış ülkelerde dev boyuttaki iç ve dış güçler, kültür kaymaları, kuralsızlık (anomi) nedeniyle uyumsuzluklar ve sorunlar yaşanmaktadır. Yabancılaşma, kendini boşlukta hissetme veya değersizleşme duyguları ile beslenen toplu öfke, toplumun alt kesimlerinde ani şiddete dönüşebilmektedir (Ergil, 2001:41). Örnek olarak şiddet eylemleri ile ilgili istatistiklere bakıldığında ülkemizde Adalet Bakanlığı istatistiklerine göre 1993 yılında 53618 cürüm ve kabahat cereyan etmiştir. Bunları gerçekleştirenlerin 52474'ü erkek, 1144'ü ise kadındır. Suç türlerine bakıldığında bunun 6973'ünün öldürme, yaralama, ırza geçme veya zorla adam kaçırma ile 5592'sinin ise hırsızlık ile ilgili olduğu görülmektedir (Eken, 1996:409). 1999 yılında ise ceza mahkemelerinde açılan dava sayısı 173667'dir. Bunun % 62.1'i şiddet eylemleri ile ilgili olup bunlar müessir fiil (% 22.9), hırsızlık (% 17.8), adam öldürme (% 5.6), kişi hürriyeti aleyhinde cürümler (% 5.1), ırza geçme (% 3.3), resmi evrak çalma (% 2.9), hakaret ve sövme (% 2.6), kız, kadın ve erkek kaçırma (% 1.7) olarak gerçekleşmiştir (DİE Adalet İstatistikleri). Büyük değişimlere uğrayan gelişmekte olan ülkelerde ortaya çıkan, fakat henüz yapıcı ve yaratıcı hedeflere yöneltilmemiş sosyal enerji, aşağıda belirtilen türde geçici şiddet türlerine bürünebilir (Ergil, 2001:41); 1- Kendine karşı şiddet: Gittikçe artan miktarda intiharlar, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı sıkça görülmektedir. 2- Aile içi şiddet: çocuk ve eşin dövülmesi eski bir gelenek olabilir. İşsizlik, oturulan gecekondunun yıkılması gibi kriz anlarında aile içi şiddet de artmaktadır. Kocası tarafından tecavüze uğrayan eş olaylarında artış vardır. Dayak yiyen kadınlar için sığınma evleri kurulmaktadır. Dayak, erkeklerin kadınlar ve gençler üzerindeki baskı aracıdır. Kültürel olarak en yaygın üstünlük aracı anlamından başka, aile içi şiddet, öğrenilen, diğer sosyal ortam ve ilişkilerde uygulanan temel bir sosyalleşme aracıdır. 3- Kan davası: Kuşaklardan beri devam eden "belirli diğerlerine", karşı duyulan nefret ile grup dayanışmasını ayakta tutan kültürel bir şiddet biçimidir. 4- Namus cinayetleri: Kültürel olarak onay gören, geleneği bozan aile bireylerine ve özellikle kadınlara yönelik bir şiddet eylemidir. Ailede uysal ve namuslu rolünü zorlayan kızlara ve kadınlara karşı gerçekleştirilen bir şiddet türüdür. 5- Trafik kazaları: Ülkemizde trafik kazaları kitlesel katliam boyutlarına ulaşmıştır. Trafik kazaları her geçen gün daha da artmakta, bu durum önlenememektedir. Trafik kazaları, çevre kirliliğine sebep olma gibi, ne kadar ölümcül olursa olsun hukuken eylemli bir suç olarak sayılmamaktadır. Araba sürmek, bir ulaşım olgusu olduğu kadar, rakiplerine üstün gelme fırsatı sağlayan bir yarış olarak algılanmaktadır. Bundan dolayı da trafik kurallarının çiğnenebilir olduğu düşünülmektedir. 6- Adak ve kurban teşhiri, zorla bekâret kontrolleri, dövüşme, kaba güç gibi bazı erkeklik özelliklerinin abartılması ile ortaya çıkan şiddet görüntüleri de vardır. Bu şiddet biçimleri kalıcı bir şiddet kültürünün oluşmasına, şiddetin yapısallaşmasına neden olmaktadır. 29 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 23 – 37 Şiddet kavramı ana özellikleri ne olursa olsun, zamana ve topluma göre değişir. Şiddet olgusu birçok toplumsal sorunun da kaynağını teşkil eder. Şiddetin temelinde yer alan saldırganlık güdüsü de değişik biçimlere bürünebilecek bir davranıştır. Yukarıdaki sınıflamalar da bu nedenle ortaya çıkarılmıştır. Saldırganlığın temelinde ve gelişiminde hangi tür kişilik özelliklerinin, hangi tür toplumsal ve çevresel etmenlerle etkileşime girdiğini incelemek oldukça güçtür. Ancak bilinen odur ki, diğer tüm insan davranışlarında olduğu gibi, insandaki saldırganlık ve bunun şiddete dönüşmesi, kişinin psikolojik ve toplumsal gelişiminin, nörolojik ve hormonsal yapısının etkileşimiyle ortaya çıkmaktadır (Lorenz, 1996:166167). Bazı sosyal öğrenme kuramlarına ve sosyalleşme sürecinin ilk aşamalarına göre çocuklar bazı durumlarda nasıl davranacaklarını çevresindekileri gözlemleyerek ve onları taklit ederek belirlerler (Backman-Secord, 1974:473). Buna göre saldırganlık kadar saldırgan olmama davranışı da öğrenilebilir bir davranış örüntüsüdür. İletişim teknolojisindeki hızlı gelişmeler sonucunda kitle iletişim araçlarının çok yaygın olarak tüketilmesi, kitle iletişim araçlarının toplumları etkisi altına alması bu konuyu daha fazla ön plana çıkarmaktadır. Örneğin özellikle kadın bedeninin reklamlar ve diğer pornografik mesajlar yoluyla topluma sunulması, hem erkeğin kadına bakış açısını, hem de kadının kendine bakış açısını olumsuz olarak etkileyebilmekte, bu durumun içselleştirilmesine neden olabilmektedir (Aziz, 1994:502). Toplumsallaşma süreci çerçevesinde gerek çocukluk döneminde, gerekse yetişkinlik döneminde kitle iletişim araçlarının etkisiyle kolay öğrenilebilen saldırganlık davranışlarının ortaya çıkması kadar, bunun yol açtığı çatışmaların çözülmesi de önemlidir (Kocacık, 2000:111). Toplum halinde yaşayan bireyler arasında şiddet olaylarıyla meydana gelen çatışmaların, toplumsal yaşamın bir parçası olarak görülmesi gerekir. Çatışmayı anlamaya çalışmak kadar, çatışmaların çözümlenmesi konusunda da becerilerin geliştirilmesi gerekmektedir. Sağlıklı bir ilişki, hiç çatışma yaşanmayan ilişki değildir. O ilişkilerde ortaya çıkan sorunların ne kadar sağlıklı bir biçimde çözüldüğü önemlidir. Bunun için bireyin sorunlarını şiddete yönelerek çözmesini giderebilmek için toplumsal yaşam içinde önce bireyin kendini tanımasını sağlamak ve empatisini geliştirmesi gerekir. Ayrıca kişi, çatışmayı çözme ve iletişim becerileri konusunda kendisini geliştirmelidir, gerekiyorsa da uzman kişilere başvurarak yardım almalıdır. İyi bir toplum olmanın birçok koşulu vardır. Bunların içinde yer alan bireyler arasında sağlıklı ilişkilerin bulunması da yukarıda belirtildiği biçimde sağlanabilir. Yapısallaşan şiddetin sona erdirilmesi için otoriter ya da geleneksel yapının dönüştürülmesi ve sosyal davranışları yönlendiren yerleşik değerlerin, çağın ihtiyaçlarına uyumunu sağlamak da gerekir. Temel değerlerin uzlaşmacı ve barışçı olmasına özen gösterilmelidir. Adaletin toplum için önemli olduğu unutulmamalıdır. Toplumun aileden devlete kadar demokratikleştirilerek ve hukukun üstünlüğüne göre düzenlenmesi sağlanarak bu sorunlar aşılabilir. Böylece de toplumsal sorunların çoğunun ortaya çıkmadan çözülebilmesi söz konusu olabilecektir. 30 Necmettin ÖZERKMEN-Haydar GÖLBAŞI 5. Şiddet Olgusunu Yaratan Nedenler Ya da Şiddetin Kaynakları 5.1. Dogmatizm: Ne yazık ki, Türkiye'de herkes kendi düşüncelerini “en doğru”, “tek ve biricik” çıkış yolu olarak kabul eder. İşte Türkiye'de şiddet olaylarının altında genel olarak bu “dogmatizm” yatmaktadır. Kendi düşüncelerinin “Tanrısal Doğrular” kadar kesin olduğuna inanmak, bunları bir “iman gibi” savunmak ve icabında bunlar için “ölmeye” hazır olmak, bu dogmatizmin sonuçlarıdır (Ertürk, 1978:7-19). Siyasal İslam'ı da kapsayan "dine dayalı siyasal eylemlerin”, Cezayir, İran ve Afganistan örneklerinde görüldüğü gibi genellikle şiddete dönük sonuçlar doğurmasının temel nedeni; inanca dayalı dogmatik davranış biçimidir. 5.2. Farklı ve Karşıt Fikirlere Paranoyakça Yaklaşım: Osmanlı dönemindeki monarşik baskı ile yeni Türkiye Cumhuriyeti'ndeki tek parti baskısı birleşince, bizden farklı düşünenlere "hain" damgası vurmak neredeyse gelenek halini almıştır. Farklı ya da karşıt görüşlere bir kez hain damgası vurduktan sonra artık cinayet işlemek ya da şiddetin başka öğelerine başvurmak, yalnız uygun bir tartışma yöntemi değil, aynı zamanda neredeyse bir ulusal görev niteliği kazanmaktadır (Kongar, 1999:201). 5.2.1. Demokrasinin İktidarlarca Yozlaştırılması: Çok partili düzene geceli beri, her iktidar kendi düşüncelerinin karşısında olan düşünceleri bastırmak, güçsüzleştirmek ve hatta yok etmek için pek çok yola başvurmuştur (27 Mayıs darbesi böyle bir iktidara karşı, daha doğrusu iktidar böyle davrandığı için yapılmıştı). İktidar böyle haksız ve adaletsiz davranınca, yani demokrasiyi yozlaştırınca, düzen dışı, demokrasi dışı yollar daha olağan kabul edilmeye başlanır. Nitekim bizzat iktidar m kendisi böyle yolları kullanmaya başlayınca, şiddet artık toplumsal yaşamın bir parçası olur (Kongar, 1999:202). 5.3. Demokrasinin Muhalefetçe Yozlaştırılması: Şiddetin en önemli kaynaklarından biri de, toplumda yönetim dışında kalmış olan düşünce ve çözüm önerilerinin, demokratik kurallara uygun olmayan yöntemlerle iktidar savaşı yapmalarıdır. Demokratik kurallara uygun olmayan yöntemler, doğrudan ya da dolaylı şiddet yöntemleri demektir. İktidar çoğunluğun oyları ile başa geçtiğine göre dışarıda kalanlar "çoğunluğun tercihlerini dengeleyebilecek" bazı gerekçeler bulmalıdırlar. İşte tarihsel haklılık, bilimsel doğruluk, milliyetçilik, işçi ve köylülerin refahı gibi hepsi kendi başlarına doğru, masum ve haklı olan bu yüce kavramlar, çoğunluğun tercihi olan iktidara karşı kullanılan şiddet eylemlerinin gerekçeleri olarak ortaya atılırlar (Kongar, 1999:203). Demokratik yönteme karşı seçenek aranması çabası içinde başvurulan öteki iktidar kaynaklarını şöyle özetlemek olanaklıdır: a) Tanrı buyruğu, b) Gelenek, c) Sezgi, d) Akıl, e) Bilim, f) Felsefe, g) Mutlakçılık, h) Otorite (Ertürk, 1978). 31 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 23 – 37 5.5.Güven Bunalımı: Türk demokrasi tarihi, demokrasinin gerek iktidarlar, gerekse muhalefette kalanlar tarafından yozlaştırılmasının, pek çok örneği ile doludur. Bugüne dek sayıları üçe varan askeri müdahalelerin tümünün bu yozlaştırmalar sonucu ortaya çıktığını hatırlarsak, bir güven bunalımının gerekçeleri de ortaya çıkmış olur. 1961 Anayasası da, 1982 Anayasası da bu güven bunalımlarının ürünleridir. 1961 Anayasası demokrasiyi “iktidara karşı korumak için”; 1982 Anayasası ise "demokrasiyi muhalefette kalanlara karşı korumak için yapılmıştır (Kongar, 1999:203). 5.6.Partilere ve Politikacılara Karşı Duyulan Genel Güvensizlik: Türkiye'de partilere ve politikacılara hemen hiç güven duyulmamaktadır. İnsan olarak politikacıların bireysel çıkarlarını parti ve ülke çıkarlarının önünde tuttukları çok söylenir. Aynı biçimde yaygın bir suçlama, partilerin, parti çıkarlarım ülke çıkarlarının üzerinde tuttukları iddiasıdır. 5.7.Genel Bir Değer ve Kültür Bunalımının Varlığı: Genel olarak Türk insanı, özel olarak Türk genci, ciddi bir değer ve kültür bunalımı içindedir. Kır ve kent kültürleri, laik ve İslami değerler, geleneksel ve çağdaş yaşam biçimleri, hep tam bir karşıtlık içinde, Türk gencini, Türk insanını sürekli bombardıman etmektedir. Bu durumda genç, o sırada bağlandığı (belki sonra değiştireceği) değer sistemine fanatik bir biçimde inanmakta, bu sistemi egemen kılmak için, cinayet işlemeyi de içine alan çeşitli siyasal eylemlere kalkışmaktadır. 5.8.1. Türkiye'de Sosyal Kontrolün (Toplumsal Denetimin) Gittikçe Gücünü Yitirmekte Oluşu: Bireye toplumsal değerleri aktaran ve daha sonra da, insanın bu değerlere göre bir yaşam sürmesini denetleyen aile, gittikçe çözülmekte, birey üzerindeki etkisini yitirmektedir. Öte yandan toplumsallaştırma işlevini doğru dürüst yerine getirebilecek kitle iletişim araçları da yoktur. Birey, bugün Türk toplumunda ciddi bir değer bunalımı içine düşmektedir. 5.9.Siyasal Olarak Mevcut Yapının Sorun Çözücü ve Adil Olduğuna İlişkin İnançsızlık: Siyasal öğelerle, psikolojik ve sosyal-psikolojik öğeler, şiddet ve terörü etkileyen öğelerdir. Siyasal öğelerin başında, bireylerin içinde yaşadıkları siyasal sistemin, sorunları çözeceğine ilişkin bir inanca sahip olmamaları yatar. Bireyler, toplumun siyasal düzeninin “çözüm üreten” bir sistem olduğuna inanmıyorlarsa, cinayetler için çok uygun bir ortam doğmuş demektir. Siyasal çatışmalar, demokratik kurallar ve kurumlar içinde ele alınabiliyorsa, siyasal şiddetin önemli bir kaynağı kurutulmuş demektir. Türkiye'de şiddetin en yaygın araçlarından biri gençlik kesimidir. Gençler sistem dışında kaldıkları oranda cinayet şebekelerini aracı olma olasılıkları artacaktır. Türkiye'de şiddet ve terör eylemlerini özendiren en önemli öğelerden biri, normal yollara karşı duyulan inançsızlıkta yatar. Normal yolların ya da kurulu düzenin 32 Necmettin ÖZERKMEN-Haydar GÖLBAŞI sorunlara adil ve hızlı çözümler getireceğine ilişkin inançsızlık, şiddet ve terör gibi yollara başvurulmasını adeta meşru kılmaktadır. 5.10.Tepeden İnmeci Siyasal Gelenek: Tepeden inmecilik, Türkiye'de terörü iki ayrı strateji içinde desteklemektedir. İlk olarak, gerek sağ, gerek sol, Türk Silahlı Kuvvetleri çok büyük bir güç olduğu ve yönetime el koyma geleneğini de geliştirmiş bulunduğu için, ona kızarak, askeri darbe yoluyla ülke yönetimini ele geçirmeyi amaçlamaktadır. Bu olasılık hem sağ, hem de sol terörizme başarı umudu vermekte, asker desteği ile darbe rüyaları, her iki grubun katillerini de eyleme teşvik etmektedir. İkinci strateji birinciye oranla daha gerçekçidir. İktidarda olanlar düşman biçiminde görüldükleri ve ordu aracılığı ile düşürülmeleri amaçlandığı zaman geçerlidir. 5.11.Dış Örneklerin Özendiriciliği: Gerek sağ, gerekse sol şiddet ve terör için ne yazık ki dünya üzerinde pek çok başarılı örnek vardır. Filipinler, Endonezya, Şili gibi güncel örnekler ile İspanya, Portekiz, Yunanistan gibi tarihsel örnekler katilleri büyük ölçüde özendirmekte ve Türkiye'deki eylemlerin başarılı olabileceği hakkında hayallere sürüklenmektedirler. 5.12.Dış Ülkelerin Desteği: İnsanoğlunun en az düzenleyebildiği alan ne yazık ki uluslar arası ilişkileridir. Türkiye üzerindeki oyun ve hesaplar, silah üreticisi firma ve ülkeler ile uyuşturucu trafiğini yöneten kişi, örgüt ve ülkeleri bir araya getirmiş, bunların hepsini, Türkiye'deki destabilizasyondan yarar bekleyen büyük ülkelerin piyonları olarak üzerimize salmıştır. Bu büyük oyunun içine girmeyen ülke yoktur denebilir. Mumcu'nun (1984:311-321) “yeni enternasyonalizm” dediği bu oyun Türkiye'deki cinayetler açısından büyük bir sorumluluk payına sahiptir. 5.13. Toplumsal ve Ekonomik Sıkıntılar: Türkiye'de terör ve şiddet, hiç kuşkusuz başka nedenlerle birlikte toplumsal ve ekonomik sıkıntılardan da kaynaklanmıştır. Terör ve şiddeti doğrudan doğruya komünist saldın yahut da sapıkların davranışı olarak tek yönlü ve dolayısıyla yanlış değerlendirenler, toplumsal ve ekonomik yaklaşımı hainlik çizgisiyle bir tutarlar. Şiddet ve terörün ardındaki toplumsal ve ekonomik nedenlere baktığımızda, işsizlik, adaletsiz ulusal gelir dağılımı ve yoksulluk, fiyat artışları, kırdan - kente göç vardır. Yapılan araştırmalar, yoksulluk ve fiyat artışı gibi ekonomik öğelerle siyasal şiddet arasında doğrudan bir neden-sonuç ilişkisi saptayamamış, buna karşılık, ekonomik kalkınmanın hızlandığı dönemlerde siyasal şiddette de artışlar görülmüştür (Keleş, Unsal, 1982:23). 5.14.Toplumsal-Psikolojik Öğeler: İnsanların öteki insanlarla karşılaştırmalı olarak sahip oldukları “yoksulluk” kavramı, gerçek durumlarından daha etkilidir. Komşularının sahip olduğu mallara sahip olamayan bir aile, kendi maddi durumu ne denli iyi olursa olsun, komşularıyla 33 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 23 – 37 karşılaştırmalı olarak “yoksul” hissedecektir kendini. Bu durumda şiddet ve terörü doğrudan olmasa bile, dolaylı olarak etkileyen öğelerden birisidir. Ayrıca bir insanın kendi durumunun zaman içinde kötüye gittiğini düşünmesi, ilerde daha kötü duruma düşeceğine inanması da "göreli yoksulluk" kavramının altında yatan öğelerdir. Özellikle enflasyon dönemlerinde zaman içinde değerlendirme hep olumsuz sonuç verir. 5.15.Psikolojik Öğeler: Türkiye'deki “ataerkil aile” yapısı, kötü eğitim gibi öğeler, bireylerde önemli dengesizlikler yaratmaktadır. Bu dengesizlikler, genellikle masum bir çocuktan kanlı bir katil üretebilmektedir. Aile baskısı ya isyankâr ya da otoriteye bağımlı kişilikler yaratarak katiller ordusuna malzeme hazırlamaktadır. 5.16.Eğitime İlişkin Öğeler: Anarşi ve terörün altında yatan eğitime ilişkin öğeler ikiye ayrılabilir. Birinci olarak, gençlerin kötü eğitilmelerinden kaynaklanan öğeler vardır. İkinci olarak da bizzat eğitimin kendi sorunlarından, özellikle üniversite öğrencilerini isyana sevk eden niteliklerden söz edilebilir. 5.17.Basma ve Televizyona İlişkin Öğeler: Şiddet öğesi televizyonda ve basında “terör” olaylarını özendirici biçimde kullanılmaktadır. Ne yazık ki, televizyonun özellikle çocuklar üzerindeki yıkıcı etkisi artık evrensel bir sorun haline gelmiştir (Yörükoğlu, 1983:81-84). Gerek televizyon dizilerinde, gerek basında yer alan ve kimi zaman da birinci sayfalarda büyük boy resimlerle verilen “şiddet” olayları toplumda derin yaralar açmaktadır. Sonuç ve Öneriler Sonuç değerlendirmesi yapacak olursak; şiddetin doğal bir olgu olmaktan çok insanın tarihsel ve toplumsal bir varlık olması gereği ortaya çıkan toplumsal bir olgu olduğu ve aynı zamanda bütün toplumlarda görülen bir olgu olması bakımından da evrensel bir olgu olma niteliğini taşımaktadır. Diğer taraftan şiddet olgusu insanın hem yaratılıştan farklı ve yunik bir psikososyal ve bio-psikolojik varlık olması; hem tarihsel ve toplumsal olarak (din, gelenek, kültür vs) var olması ve yapılanması nedenleriyle tek bir nedene bağlı olarak açıklanamayan çok kompleks bir olgudur. Bu yüzden de farklı bilim alanlarının konusudur ve zaten de Inter-disiplinler olarak ele alınmalıdır. Diğer bir deyişle, hukuk, siyaset, sosyal antropoloji, psikoloji ve sosyoloji gibi bilim dallarının ortak ve birikimsel bilgisine, araştırmasına ihtiyacı vardır. Yine de şiddetin ne olduğu, hangi kaynaklardan temel aldığı ve nasıl tolere edilebileceği konusunda bazı şeyler söylemek; politik yönelimli eylem planı için önerilerde bulunmak mümkündür. Çözüm önerileri; 1- Dogmatik düşüncenin yerine esnek ve hoşgörü yönü ağır basan bir ilk ve orta öğretim anlayışına yönelmesi ve orta öğretimde felsefe derslerinin artırılarak, tartışma kültürünün kazandırılması, 34 Necmettin ÖZERKMEN-Haydar GÖLBAŞI 2- Farklı fikirlere ya da karşıt görüşlere düşmanca bakmak yerine, yeni bir çözüm önerisi olarak görmek, 3- Demokratik anayasal rejimin iktidarlarca yozlaştırılmasının önüne geçilmesi. Muhalefetin bozucu, saptırıcı eleştirisi yerine; yapıcı, yol gösterici eleştirilerin geliştirilmesi, 4- Devlet kurumlarının uyumlu çalışmasının sağlanması, güven bunalımlarının yaratılmaması. Bu konuda siyasal partilerin, anayasal kuruluşların duyarlı olması, 5- Kültür ve değer kaymalarını önleyerek insanlar m; özellikle gençlerin doğru yönlendirilmesinin sağlanması, sosyal kontrolün cezayla değil, uyarılmalarla sağlanması, 6- Siyaset kurumunun polemik üretme yeri değil, sorun çözme yeri olduğu ve siyasilerin herkesten daha çok yasalara uygun davranmaları, 7- Milli eğitim politikalarının tek tip insan yetiştirme yerine dünya ve ülke sorunlarını sorgulayan; ilgi, beceri ve yeteneklerine göre öğrencilerin donatılması; gereksiz bilgi yığını içinde bocalamaların engellenmesi, 8- Gençlere sahip çıkarak dış mihrakların güdümüne girmelerinin önlenmesi ve dış ülkelerin iç sorunlara müdahale etmelerine göz yummadan gereken diplomatik girişimlerde bulunmak, 9- Devlet, yerel yönetimler ve iş çevreleri elbirliği ile ülkemizdeki istihdam sorununu çözmek, 10- Öncelikle ana-baba eğitiminin sağlanması ve sonra çocuklara iyi örnek olunarak yaygın eğitimin verilmesi gerekir. Çünkü çocuk söyleneni değil yapılanı öğrenir ve taklit eder, 11- Medya basın gibi kamuoyunu oluşturan kurumların etik değerlere göre yayın yapmaları, kamuoyunu yanıltmamaları gerekir, 12- Din-vicdan ve fikir özgürlüğünün sağlanması; örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması gerekir. Çünkü bu iki özgürlük serbest girişimin diğer ayaklarıdır, 13- Toplumsal dayanışmayı güçlendirmek ama ayrışmayı, ayrılıkçılığı güçlendirecek politikalardan vazgeçilmesi gerekir, 14- Zamana uygun bir göç-kentleşme politikası ve buna uygun bir nüfus politikasının hayata geçirilmesi gerekir. Çünkü artık çağımızda çok insan değil, yetişmiş insan önemlidir, 15- Gelir dağılımının düzeltilmesi, her yurttaşa insanca yaşayacağı bir gelirin sağlanması, 16- Kız çocuklarının mutlaka okutulması; kendi ayakları üzerinde duracak bir gelir ve meslek sahibi kılınması, 17- Aile içinde kız-erkek çocuk ayrımının giderilmesi, demokratik bir aile yapısının geliştirilmesi gerekir. Çünkü aile içinde yaşanmayan demokrasi sokakta, okulda, partide, sendikada, iş yerinde hiç yaşanamaz, 18- Siyasetçi, bürokrat, iş adamı (şeytan üçgeni) ortaklığı ile devlet - toplum imkânlarının çarçur edilmesinin önüne geçilmesi; genel bir deyimle yolsuzlukların önünün kesilmesi, "yapanın yanma kalıyor" anlayışının ortadan kaldırılması, 19- Emniyet güçlerinin yurttaş ayrımı (fakir-zengin, zayıf-güçlü) gözetmeksizin aynı davranışta bulunması; suçluyu yakalaması ve adalete teslim etmesi gerekir, 35 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 23 – 37 20- Bütün dokunulmazlıkların herhangi bir suç ya da suç isnadı karşısında kaldırılması; adaletin gerçekleştirilmesi yolsuzluğun önlenmesinde en önemli tutum olur, 21- Adam kayırma, hemşericilik, bölgecilik; ideolojik ve inanç birliği gibi gerekçelerle kamuda haksız uygulamaların, yolsuzlukların önünün alınması ve liyakatin esas alınması gerekir, 22- Kanun devleti değil, hukuk devletinin hayata geçirilmesi; anayasalı devlet değil, anayasal devlet çağdaş toplumların özelliğidir, 23- Şiddet nerede ve nasıl olursa olsun, kimden gelirse gelsin, kınanmalı ve caydırıcı yaptırımlarla engellenmelidir, 24- Devletin görevi şiddeti şiddetle önlemek değil, suçluyu yakalamak ve mahkûm etmektir. Aile içi şiddet şikâyetleri (kadına, çocuğa yönelik şiddet, istismar ve ensest ilişki) ilgili makamlarca dikkate alınmalıdır ve mutlaka kovuşturulmalıdır. Kaynakça Alemdar, Korkmaz; Erdoğan, İrfan (1994) Popüler Kültür ve İletişim, Ankara: İletişim. Arendt, Hannah (1970) "On Violance", New York, Hartcourt s. 46, 52, 56. Aziz, Aysel (1994),"Kadın Şiddet ve İletişim", Dünya'da ve Türkiye 'de Güncel Sosyolojik Gelişmeler, Sosyoloji Derneği Yayınları. Ankara. Backman, Carl W. ve SECORD, Paul F.(1914), "Social Psychology". 2nd Ed. McgrawHill Tokyo. Die. Adalet İstatistikleri 1999. Ekşi, Aysel (1982) Gençlerimiz ve Sorunları, İstanbul: Ün. Eken, Ahmet (1996), "Bir Olgu Olarak Türkiye'de Şiddet", Cogito. Sayı 6-1. KışBahar. s. 401-410. Ergil, Doğu (2001),"Şiddetin Kültürel Kökenleri", Bilim ve Teknik. Sayı: 399. Şubat. s. 40-41. Erten, Y, Ardalı, C. (1996) "Saldırganlık, Şiddet ve Terörün Psikososyal Yapıları", Cogito, YKY, Sayı: 6-7, s. 51-65. İstanbul. Ertürk, Selahattin (1978) Diktacı Kocacık Faruk, (2000), "Toplumbilim". 2. Baskı. Cum.Üni. Yayını No:84. Sivas. Lorenz, Konrad (1996), "Saldırganlığın Spontanlığı", Cogito. Sayı: 6-1. Kış-Bahar. s. 165-168. Tutum ve Demokrasi, Ankara: Yelkentepe. Galtung, J. (1991) "On Violance in General and Terrorism in Particular", Geneva, Political "Terrorism" adlı inceleme, s: 13. Gurr, T.R. (1973) "The Revolution-Social Change Nexus: some old theories and new hypothesis", Comprative politics, cilt: 5, no: 3, s. 359-392. Hobart, M., (1996) "Şiddet ve Susku: Bir Eylem Siyasasına Doğru". (Çev. Yurdaer Salman). Cogito, YKY, Sayı: 6-7, s. 51-65. İstanbul. Keleş, R., Unsal, A. (1982) Kent ve Siyasal Şiddet, Ankara: SBF. Kongar, Emre (1999) 21. Yüzyılda Türkiye - 2000'li Yıllarda Türkiye'nin Toplumsal Yapısı, İstanbul: Remzi. Macfarlane, Leslie, J. (1974) "Violance and the State", London, Thomas Nelson, s. 46. Michaud, Yves (1991) Şiddet, İstanbul: İletişim. Mumcu, Uğur (1984) Papa, Mafya, Ağca, İstanbul: Tekin 36 Necmettin ÖZERKMEN-Haydar GÖLBAŞI Nicklaus, E.F. (1980) The Literature of Terrorism, Westport, Conn, Greenwood Press, s: 295. Steinmez, Susan (1986) The Violent Family, Violance in The Home. Interdiciplinary. Türkdoğan, Orhan (1996) Sosyal Şiddet ve Türkiye Gerçeği, İstanbul: Timaş. Unsal, A. (1996) "Genişletilmiş Bir Şiddet Tipolojisi", Cogito, YKY, Sayı: 6-7, s. 29 37. İstanbul. Yavuzer, Haluk (1982) Çocuk ve Suç, İstanbul: Altın Kitaplar. Yıldırım, Aysel (1998) Sıradan Şiddet, Kadına ve Çocuğa Yönelik Şiddetin Toplumsal Kaynakları, Ankara. Yörükoğlu, Atalay (1983) Değişen Toplumda Aile ve Çocuk, Ankara: Aydın. 37 YEREL YÖNETİMLERDEN BEKLENTİLER (AVANOS VE GÜLŞEHİR ÖRNEĞİ) Hasan Yavuzer Ahmet Cihan** Özet / Abstract Bu çalışma Nevşehir’e bağlı Avanos ve Gülşehir ilçe merkezlerinde yaşayan insanların yerel yönetimlere bakışı ve yerel yönetimlerden beklentilerini tespit etmek amacıyla gerçekleştirilmiştir. Çalışma yapılırken ilçe nüfusları ve bu nüfusların mahallelere dağılımı tespit edilerek mahallelerdeki seçmen konumunda olan kişilerin %10’u esas alınarak objektif kriterlere dayanan bir anket uygulaması gerçekleştirilmiştir. Bu bakımdan verilerin sağlıklı sonuçlar içerdiği ve başta mahallindeki yerel yöneticiler olmak üzere Nevşehir ili ve ülke genelindeki tüm yöneticilere ışık tutacağı varsayılmaktadır. Yörede halk, kendilerine değer veren bir yönetim anlayışı beklemekte, temiz siyaset, temiz ve saydam bir yerel yönetim arzulamaktadır. İşleyişinde açıklığı, şeffaflığı, çoğulcu ve katılımcı demokrasi ilkelerini hayata geçiren, adil, dürüst ve çalışkan yönetim istemektedir. Bu ilçelerde yaşayan kişiler, kent rantlarını daha fazla hizmete dönüştüren, altyapı ve potansiyeli daha fazla geliştiren, planlı ve çevre ile uyumlu kentleşmeyi savunan, kentsel alandaki işsizlik ve yoksullukla daha etkin bir şekilde mücadele eden, eğitim, çevre, turizm, sosyal ve kültürel alana destek veren, kent sakinlerini kararların oluşumuna katan bir yöneticiyi karşılarında görmek istemektedir. Anahtar Kelimeler: Avanos, Gülşehir, Yerel Yönetim, Beklentiler, Yönetime Katılım, Demokratik, Şeffaf REQUIREMENTS FROM LOCAL GOVERNMENTS (AN EXAMPLE FROM AVANOS AND GÜLŞEHİR) This study aims to determine how townspeople of Avanos and Gülşehir in Nevşehir consider local governments and what is required of the local governments. The study has been conducted by way of public surveys based on objective criteria. The population distribution of the towns being determined, the survey has been applied to the 10 percent of the population which is of age to vote. The data obtained is, in this respect, supposed to bear healthy results for executive staff in Nevşehir and nationwide, above all for local executive staff. The local community expects a management which appreciates them. Moreover, they long for clean politics and transparent local governments. They demand a fair, industrious management which is able to put transparency, the principles of pluralistic democracy into practice. Furthermore, the local community demands an executive leader try harder to render more service using the urban income, defend an environment-friendly planned urbanization, fight unemployment and poverty more efficiently, be active on educational, environmental, tourism, social and cultural terms, and include the local residents to be a part in the decision-making process. Key Words: Avanos, Gülşehir, Local Government, Requirements, Participation in Government, Democratic, Transparent ** Yrd. Doç. Dr., Nevşehir Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü. Prof. Dr., Nevşehir Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü. SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 39 – 55 Giriş Amaç, Kapsam, Önem ve Yöntem Yerel yönetimler, belli bir coğrafi alan üzerinde yaşayan yerel topluluk üyelerinin kendi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla, ekonomik, sosyal, kültürel zenginliğe ve refaha ilişkin yerel hizmetleri genel yetkiyle, kendi sorumluluğu doğrultusunda yerine getiren, işleyişinde açıklığı, şeffaflığı, çoğulcu ve katılımcı demokrasi ilkelerini hayata geçiren, yetkilerin yerel halka en yakın yönetim birimince kullanıldığı, kamu tüzel kişiliğine sahip, özerk, demokratik bir kuruluştur. Bir başka tarife göre, ise, yerel yönetimler, ulusal sınırlar içerisindeki değişik büyüklüklerdeki topluluklarda yaşayan insanların, ortak ve yerel nitelikteki gereksinimlerini karşılamak amacıyla kurulan ve hukuk düzeni içerisinde oluşturulmuş olan anayasal kuruluşlardır.1 Türkiye’de özel idareler, belediyeler ve köyler olmak üzere üç türlü yerel yönetim mevcuttur.2 Yerel yönetimler, ülke genelinde tabana hizmet götürmenin araçsal sistematiği olan yerlerdir. Bu nedenle, yöre insanının huzur ve mutluluğu ile kendilerine götürülen hizmetler bakımından yerel yönetimler ayrı bir önem taşımaktadır. a) Amaç Çalışmanın temel amacı, Nevşehir İline bağlı Avanos ve Gülşehir ilçelerinde yaşayan vatandaşların yerel yönetim ve yerel yöneticilere bakışı ve onlardan beklentilerini tespit etmektir. Güdülen ikinci amaç ise, ülke genelinde tüm yerel yönetimler ve yerel yöneticilere bakış ve onlardan beklentiler konusunda sonuçlara gidebilmektir. b) Kapsam Anket çalışmamız Kapadokya bölgesinin önemli merkezlerinden Nevşehir iline bağlı Avanos ve Gülşehir ilçelerindeki yerel yönetimlerden belediye hizmetleri ile sınırlıdır. c) Önem Globalleşen dünyada yerel yönetimler her geçen gün daha önem kazanmaktadır. Bunda en büyük etken yerel yönetimlerin halka en yakın yönetim birimleri olması, halkın kendisini yerel yönetimlere daha yakın hissetmesi ve yerel yöneticileri de kendilerine daha yakın kabul etmesidir. Yerel yönetim yerinden yönetim demektir. Yerinden yönetimin güçlü olması, yerel demokrasinin güçlü olması demektir. Bu yüzden yerel demokrasinin geliştirilmesi, güçlendirilmesi, daha şeffaf ve demokratik bir yapıya dönüştürülmesi çalışmaları devam etmektedir. Bu konuda yapılan bütün çalışmalar ve atılan tüm adımlar takdirle karşılanmaktadır. Çünkü Friedrich August Von Hayek’in de işaret ettiği gibi “yerel yönetimin yaygın ve güçlü olmadığı hiçbir yerde demokrasinin iyi işlediği 1 2 40 Ahmet Fidan, “Yerel Yönetim”, http://tr.wikipedia.org/wiki/Yerel_y%C3%B6netim (24.10.2009). Şükrü Karatepe, “Yerel Yönetimler ve Eğitim”, Yerel Yönetimler ve Eğitim Paneli- 4 Haziran 1995 Kayseri, Kayseri Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları, 1996 Kayseri, s. 58. Hasan YAVUZER-Ahmet CİHAN görülmemiştir.”3 Ayrıca, Alexis de Tocqueville’nin şu sözleri yerel yönetimlerin durumunu ve taşıdığı anlamı, net bir biçimde, ifade etmektedir: “Yerel yönetim kuruluşları özgür ulusların gerçek gücünü oluşturur. Bir ulus özgür bir yönetim kurabilir, ancak yerel yönetim olmadan özgürlüğün ruhuna sahip olamaz.”4 Çalışma bölgesi olarak seçilen Avanos ve Gülşehir ilçelerinin de içerisinde yer aldığı Kapadokya bölgesi tarihi süreç içerisinde pek çok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Günümüzde tarihi ve turistik yerleri ile cazibe merkezleri konumunda bulunan ve dünyanın pek çok yerinden ziyaretçisi olan bu ilçelerdeki yerel hizmetler büyük önem taşımaktadır. Bu konuda gelinen noktanın bilinmesi, eksiklerin tespiti ve alınacak tedbirler; hem yöre insanının huzur ve mutluğu açısından hem de bahsedilen turistik ilçelerin imajı açısından çok büyük bir öneme sahiptir. Bu durum yöre ile ilgili çalışmanın taşıdığı anlam ve önemi ortaya koymaktadır. d) Anket Çalışmasında Kullanılan Yöntem Toplumsal bilimlerde yöntem seçerken neyi ne kadar ayrıntılı olarak öğrenmek istediğiniz büyük önem taşır. Mercekler ona göre ayarlanır. Ayrıca sosyal bilimlerde uygulanan anketler bize genel görünümü gösterecek röntgen filmlerine benzer. Anket uygulamasına dayalı bu saha araştırması bir anlamda endoskopik bir fotoğraftır. Yapılan anket çalışması ile ilgili alan görüntülenmiş, ayrıntılı bir resim çekilmiştir. 29 Mart 2009 mahalli idareler seçimleri öncesinde gerçekleştirilen anket uygulaması ile hem geçmiş hizmetlerin değerlendirilmesi hem de geleceğe yönelik beklentiler tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu araştırmada, her iki ilçe nüfusları ve bu nüfusların seçmen sayısına göre mahallelere dağılımı tespit edilerek, seçmen konumunda olan nüfusun %10’una anket uygulanmıştır. Denekler, her mahalledeki seçmen sayısının yaklaşık % 10’unu teşkil edecek şekilde rastgele yöntemle belirlenmiştir. 11.700 civarında nüfusu bulunan Avanos ilçe merkezindeki 9 farklı mahallede nüfus yoğunluğu ve seçmen sayısı göz önünde bulundurularak toplam 1020 deneğe anket uygulanmıştır. Uygulanan 1020 anket formundan yirmisi farklı nedenlerle değerlendirme dışı bırakılmış olup, toplam 1000 anket değerlendirmeye alınmıştır. Yapılan en son nüfus sayımına göre Gülşehir ilçe merkezinde yaşayan toplam nüfus 8600 olup bunlardan 5600’ü seçmen niteliğini kazanmıştır. On sekiz yaşın üzerindeki söz konusu 5600 seçmenin, otomatik olarak kamu yönetimine katılma, alınan kararların uygulanmasını isteme ve uygulamaları takip etme hakkına sahip olduğu belirlenmiştir. Bu araştırmada, Gülşehir ilçe merkezinde bulunan yedi ayrı mahallede, nüfus yoğunluğu ve seçmen sayısı göz önünde bulundurularak, toplam 535 deneğe anket uygulanmıştır. Uygulanan 535 anketin tamamı değerlendirmeye alınmıştır. e) İlçeler Hakkında Genel Bilgiler Geçmişinde Hitit, Frig, Pers, Asur, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı izlerini taşıyan Kapadokya'nın bir parçası olan Avanos, en az 4000 yıl öncesine kadar uzanan 3 4 Selahattin Yıldırım, Yerel Yönetim ve Demokrasi; Toplu Konut İdaresi Başkanlığı, İULA- EMME Yayın Birimi, İstanbul 1993, s. 87. Yıldırım, a.g.e., s. 31. 41 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 39 – 55 tarihiyle yörede önemli bir yere sahiptir. Kızılırmak’ın iki yakasına kurulmuş 12 bin civarında nüfusu olan, tarihi ve turistik bir ilçedir.5 Gülşehir İlçesinin ne zaman ve kimler tarafından kurulduğuna dair elde kesin belgeler bulunmamaktadır. İlçe merkezinin kuzeyine düşen Civelek Köyü mağarasında bulunan vazolar ve küpler ilçe tarihinin M.Ö.7500-8000 yıllarına kadar uzandığını gösterir. M.Ö.3000-2000 yıllarında bu bölgede hüküm süren Hitit uygarlığına ait eserler ilçedeki büyük kale ve küçük kale mevkileri, ilçeye bağlı Ovaören (Sivasa beldesi) ve Gökçetoprak köyünde hala gezilebilir durumdadır. Frigyalılar M.Ö.900-800 yıllarında Kapadokya’ya saldırarak egemenlikleri altına aldıklarında Gülşehir de bu saldırılardan etkilenmiş ve Frigyalıların yönetimine girmiştir. Frigyalılardan sonra bölgeye Lidyalılar, Medler, Kimmerler, Helenler, Romalılar, Bizanslılar, Araplar, İranlılar yüzyıllar boyu hüküm sürmüşlerdir.6 Selçuklu ve Osmanlı döneminde onların hâkimiyetinde kalmış, tarihi ve turistik pek çok yerleri bulunan şirin bir ilçedir. Gülşehir Nevşehir’e 19, Avanos’a 24 kilometre mesafede bulunmaktadır. İlçenin genel nüfusu 31.664’dür.7 Avanos ise Nevşehir il merkezine 17 km mesafededir, ilçenin genel nüfusu 35.120’dir.8 Her iki ilçede de şehir kültürünün etkisi bulunmaktadır ve birbirleri ile yakın temas mevcuttur. Ülkemizdeki en uzun akarsu olan Kızılırmak Avanos’un içinden, Gülşehir’in de kenarından geçmektedir. Pek çok medeniyete ev sahipliği yapan bu iki ilçe de önemli tarihi ve turistik yerlere sahip bulunmaktadır. Avanos ve Gülşehir ilçelerinin de içerisinde bulunduğu Kapadokya bölgesi ise, Türkiye'nin en önemli turizm merkezlerinden birisidir. Özellikle tarih, kültür, doğa ve inanç turizmi değerleri açısından dünyada tek örnektir. Peribacalarının buna eklenmesiyle Kapadokya dünya turizminin gözde merkezlerinden biri olmuş ve halen bu özelliğini devam ettirmektedir. 9 II) GEÇMİŞ BEŞ YILDAKİ HİZMETLERİN DEĞERLENDİRİLMESİ a) Belediye hizmetlerinden haberdar olma durumu Avanos’ta ankete katılan deneklerin tamamı, “İlçenizde gerçekleştirilen belediye hizmetlerinden haberdar mısınız?” sorusuna bir şekilde cevap vermiştir. Buna göre, toplam denek sayısının % 72’sini oluşturan 721 kişi ilçedeki belediye hizmetlerinden bilgisi olduğunu ifade ederken, 268 kişi ile % 27’lik geri kalan bir grup “hayır” şıkkını işaretleyip, belediye hizmetlerinden bilgi sahibi olmadığını ifade etmiştir. Diğer yandan, toplam denek sayısının sadece % 12’lik bir kesimi “biraz-kısmen” tercihini belirterek, ilçedeki belediye hizmetlerinden yeterli ölçüde haberdar olmadığını ya da bilgilendirilmediğini ifade etmiştir. Gülşehir’de ilçenizdeki belediye hizmetlerinden haberdar mısınız? sorusu bütün deneklerden karşılık bulmuştur. Buna göre, toplam 535 denekten % 73’üne karşılık gelen 392 kişi “evet” ilçede gerçekleştirilen belediye hizmetlerinden haberdarız karşılığını vermiştir. Geride kalan % 27’lik bir dilimi oluşturan 144 kişiden müteşekkil 5 6 7 8 9 42 http://www.avanos.gov.tr/default_B0.aspx?content=199 (24.10.2009). http://www.gulsehir.gov.tr/modules.php?name=Tarihi (24.10.2009). http://www.gulsehir.gov.tr/modules.php?name=Cografiyapi (24.10.2009). http://www.avanos.gov.tr/default_B0.aspx?content=269 (23.10.2009). http://www.nevsehir.bel.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=141&Itemid=75 (20.10.2009). Hasan YAVUZER-Ahmet CİHAN denek grubu ise, hizmetlerden yeterli bilgilendirilmediklerini ifade etmişlerdir. ölçüde haberdar olmadıklarını veya b) Hizmetlerin yeterli olup olmadığı durumu Günümüzde büyük kentlerimiz sağlıksız yapılaşma, konut sorunu, ulaşım yetersizliği, içme suyu sorunu, kanalizasyonların bulunmayışı, kentlerde oluşan atık suların arıtılmadan alıcı ortamlara verilmesi sonucunda ortaya çıkan su kirliliği, trafikten, sanayiden ve ısınma amaçlı yakmalardan kaynaklanan hava kirliliği, gürültü kirlenmesi, yeşil alan ve rekreasyon alanlarının eksikliği, okul, eğitim ve kültürel imkanların yetersizliği gibi pek çok sorunla karşı karşıyadır.10 Büyük kentlerde yaşanan bu sorunların büyük kısmı diğer yerleşim yerlerinde de yaşanmakta, yerel yönetimler bu sorunlarla başa çıkabilmek için yoğun çaba sarf etmektedir. Benzer durumlar Avanos ve Gülşehir için de söz konusudur. Her iki belediye yönetimi de dar bütçeleri ve sınırlı imkânlarıyla çarpık kentleşmeye bağlı altyapı, su, ulaşım ve çevre başta olmak sosyal ve kültürel pek çok hizmeti gerçekleştirebilmek için uğraş vermektedirler. Bundan ayrı olarak 2009-2010 Eğitim-öğretim yılında Nevşehir Üniversitesine bağlı olarak ilçelerinde açılan Meslek Yüksek Okullarının eğitim-öğretime hazırlanması ve ihtiyaçların karşılanması bakımından belediyeler ayrı bir yükü daha üstlenmiş bulunmaktadırlar. Belediye hizmetlerini yeterli buluyor musunuz? tarzındaki bir soruya Avanos’ta sadece iki denek yanıt vermemiştir. Soruya cevap veren toplam 998 denekten % 34’ü (339 kişi) belediye hizmetlerini yeterli bulduğunu ifade ederken, 664 kişi ile % 65’lik bir grup verilen hizmetlerden daha fazlasını talep etmekte, yani hizmeti yeterli bulmamaktadır. Diğer yandan toplam denek sayısının % 1’ini oluşturan 13 kişi ise, hizmetleri “kısmen yeterli” olarak nitelendirmektedir. Belediye hizmetlerini yeterli buluyor musunuz? tarzındaki bir soruya Gülşehir’de deneklerin tamamı cevap vermiştir. Toplam 535 denekten % 33’üne karşılık gelen 175 kişi, Gülşehir’deki belediye hizmetlerinin bütünüyle yeterli olduğunu ifade ederken, % 66’sını teşkil eden 356 kişi hizmetleri önemsediklerini ancak yeterli bulmadıklarını belirtmiştir. Sadece %1’lik bir dilimi oluşturan 4 denek, hizmetlerin “kısmen yeterli” olduğunu açıklamıştır. Burada ortaya çıkan tablo, Avanos ve Gülşehir’de seçmenlerden önemli bir kesimin yapılan belediye hizmetlerini onayladığını ortaya koyarken, % 65 ve % 66 büyüklüğünde bir seçmen kitlesinin ise sunulan hizmetleri yeterli bulmadıklarını, hizmetlerin çeşitlendirilmesi ve daha nitelikli olmasını istediklerine işaret etmektedir. Her iki ilçede de hizmetleri yeterli bulmayanlardan bir kısmının muhtemelen belediye hizmetlerinden daha çok başkanın seçilmiş olduğu partisi veya şahsını göz önünde bulundurarak cevap vermiş olabileceği de varsayılmaktadır. c) Sizi en fazla memnun eden hizmet/hizmetler Sizi en fazla memnun eden belediye hizmeti nedir? sorusuna Avanos’ta deneklerden 49’u hiçbir cevap vermezken, 951 denek konuya ilişkin görüş ve 10 İnan Özer, “Türkiye’de Kent, Kentleşme ve Ketsel Değişme,” Dünden Bugüne Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, Editör: Mehmet Zincirkıran, NOVA Basın Yayın Dağıtım, 1. Baskı, Ankara 2006, s. 464. 43 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 39 – 55 düşüncelerini ifade etmişlerdir. Denekleri, memnuniyet düzeylerine göre gruplandırdığımızda şu tablo ortaya çıkmaktadır. Toplam 951 denekten % 35’ini teşkil eden 331 kişi en fazla memnun olduğu hizmeti “yol çalışmaları” olarak belirtmiştir. Toplam denek sayısının % 9’una karşılık gelen 88 kişi ise, kendileri açısından en memnuniyet verici belediye hizmetinin “park, bahçe ve çevre düzenlemesi” olduğuna işaret etmiştir. Diğer yandan, % 8’lik bir kesimi oluşturan 72 kişi “su ve su arıtması” çalışmalarının kendilerini memnun eden belediye hizmetleri arasında ilk öncelikli hizmet olduğunu ifade etmiştir. Ayrıca, 58 kişi ile % 6’lık bir denek grubu ise, bütün hizmetlerden en üst düzeyde memnun olduklarını vurgularken, genel denek sayısı içinde 52 kişi ile % 5’lik bir paya sahip olan bir başka grup ise, “çarşı ve kent merkezi düzenlemesi”nden birinci derece memnun olduğunu belirmiştir. Bunların dışında, toplam denek sayısının % 23’ünü meydana getiren 215 kişi belediye hizmetlerine karşı fazla negatif olmayan genel bir memnuniyetsizlik duyduğunu ifade ederken, % 7’lik bir dilimi oluşturan 67 kişi hiçbir hizmetten memnun olmadığını deklare etmiştir. İlçenizde sizi en fazla memnun eden belediye hizmeti nedir? sorusuna Gülşehir’de deneklerin 527’si cevap vermiş, sekizi vermemiştir. Cevaplar şu şekilde gruplandırılabilir. Toplam 527 denekten % 38’zine karşılık gelen 200 kişi en fazla memnun oldukları belediye hizmetinin çevre düzenlemesi, temizlik ve park olduğunu belirtmiştir. Gülşehir’de Kızılırmak kenarında bulunan ve Nevşehir ili genelindeki en iyi parkı olma özelliği bulunan parkın bu memnuniyette önemli katkısı olduğu düşünülmektedir. Yol, su ve elektrik gibi altyapı hizmetlerinden birinci derecede memnuniyet duyduğunu ifade edenler 94 kişi ile toplam denek sayısının %18’zini meydana getirmektedir. Ulaşım hizmetlerinden en fazla memnun oldum diyenler, genel sayı içinde 69 kişi ile % 13’lük bir yekûn teşkil etmektedir. Bütün hizmetlerden memnun olduğunu beyan edenler ise, 36 kişi ile toplam denek sayısı içinde % 7’lik bir oran teşkil etmektedir. Konut hizmetlerine vurgu yapanlar 11 kişi ile sadece % 2’lik bir gruptur. Bunların dışında, toplam denek sayısının % 21’ine karşılık gelen 113 kişi çok fazla memnuniyet verici bir belediye hizmeti göremediklerini öne sürerken, % 1’lik bir başka kesim (4 kişi) fikri olmadığını belirtmiştir. Her iki ilçede de anketörler tarafından öncelikleri farklı olmakla birlikte belediye hizmetlerinin % 70-80 oranında tasvip gördüğü açığa çıkmaktadır. Belediye hizmetlerinden memnuniyetsizliğini ifade edenler ise, istihdam ve yeni iş olanaklarının geliştirilmesine yönelik daha radikal bir sıçrama görmek istemektedir. Deneklerin belirli bir kısmı ise, sosyal-kültürel yatırımların daha fazla olmasını, kadın ve gençlerin boş zamanlarını değerlendirebileceği hobi ve eğlence yerleri oluşturulmasını talep etmektedir. d) En fazla şikâyet konusu olan hususlar Avanos’ta ankete katılan deneklerin 57’si “En fazla şikâyetçi olduğunuz husus nedir?” sorusuna cevap vermemiştir. Geriye kalan toplam 943 deneğin konuya ilişkin olarak vermiş olduğu cevaplar belli başlıklar altında gruplandırılmıştır. Buna göre, toplam 943 denekten % 16’ya denk düşen 155 kişi herhangi bir şikâyeti bulunmadığını belirtmiştir. Diğer yandan, şikâyet konularını en büyükten küçüğe doğru sıraladığımızda şu tablo ortaya çıkmaktadır. 44 Hasan YAVUZER-Ahmet CİHAN Yol, su ve diğer altyapı sorunlarından birinci derecede şikâyetçi olanlar 467 kişi ile toplam denek sayısının % 51’ini oluşturmaktadır. İletişim ve diyalog eksikliğini en fazla şikâyet konusu olarak belirtenler, 64 kişi ile toplam denek sayısının % 7’sini meydana getirmektedirler. Sosyal etkinlik azlığı ve hayvan haklarının gözetilmemesinden şikâyetçi olanlarla ticaret ve turizm faaliyetlerine yeterli desteğin verilmediğine işaret edenler, sırasıyla 40 ve 41 kişilik gruplar olarak, toplam denek sayısı içinde % 4’erlik bir paya sahiptirler. Diğer yandan, Avanos’ta toplam denek sayısı içinde % 3’erlik bir dilimi meydana getiren beş ayrı şikâyet konusu saptanmıştır. Bunlar; sırasıyla, çöp ve temizlik (31 denek), işsizlik (30 denek), çarşı ve çevre tanzimi (29 denek), periferi bölgelere yardım azlığı (28 denek) ve her şeyden şikayetçi olanlar (28 denek). Ulaşım ve otopark konusunu öncelikli şikâyet konusu olarak belirleyenler, 16 kişi ile % 2’lik bir orana sahipken, çalışmaların uzamasından ve zamansız gerçekleştirilmesinden şikâyetçi olanlar ise 14 kişi ile sadece % 1’lik bir yekûn teşkil etmektedir. En fazla şikâyetçi olduğunuz husus nedir? sorusuna Gülşehir’de ankete katılan deneklerin 522’si cevap verirken, 13 kişi yanıt vermemiştir. Deneklerin vermiş olduğu cevaplar belirli başlıklar halinde gruplandırılmıştır. Buna göre, 522 denekten % 27’sine tekabül eden 142 kişi konut, altyapı, su ve elektrik konusunda şikâyetçi olduğunu ifade ederken, bunu 114 kişi ile % 22’lik bir oran teşkil eden çevre düzenlemesi, temizlik ve sinekle mücadelenin yetersizliğini dile getirenler izlemektedir. Son yıllarda belki de Kızılırmak ve çevresinde oluşan atıklardan kaynaklanan sebeplerden dolayı Gülşehir’de küçük sinekler sakinleri rahatsız edecek boyuta gelmiş, bu da şikâyetler arasında yerini almıştır. Hiçbir şikâyeti bulunmayanlar ise, 108 kişi ile toplam denek sayısı içinde % 21’lik bir yekûn teşkil etmektedirler. Yetersiz ulaşım ve biletlerin pahalı olmasından (bunlar genelde dershane ve üniversite öğrencileri) şikâyetçi olduğunu açıklayanlar ise 41 kişi ile toplam denek sayısının % 8’ini oluşturmaktadır. Belediye başkanının aktif olmaması ve halkla diyalogun eksikliği, park ve sosyal etkinliklerin yetersizliğinden şikâyetçi olanlar, sırasıyla, 38 ve 34 kişilik gruplar olarak, genel denek sayısı içinde % 7’lik bir paya sahiptir. Toplam denek sayısının % 3’ünü oluşturan 17 kişilik bir başka denek grubu ise bütün belediye hizmetinden şikâyetçi olduğunu ifade etmiştir. İlçelerde şikâyetçi olunan konuların yörenin şartları, ihtiyaçları ve diğer durumlarına göre değiştiği gözlenmektedir. Bu durum sadece Avanos veya Gülşehir’e ait bir sorun değil, ülke genelinde de yaygın bir husustur. Yerel yönetimlerdeki sıkıntıyı bilen, buralardaki çarpık yerleşme ve diğer rahatsızlıkları yerinde tespit eden TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisler Odası Genel Başkanlığının konuyla ilgili bildirilerindeki şu satırlar oldukça manidar bulunmaktadır. Kentlerin uygar ve çağdaş bir yapıya kavuşturulmasında, düzgün kentleşme ve kent kültürünün oluşmasında gündeme gelen ve yaşanılan kentsel sorunlara yönelik çözümler, kısa vadeli, parçacı, kişisel çıkar ve rant amaçlı bir şekilde geliştirilmemelidir. Belediye hizmetleri özelleştirilmekten ve rant aracı olarak görülmekten kurtarılmalı; belediyenin şirket, bölgenin pazar ve halkın müşteri olmadığı anlaşılmalı; yapılan ve yapılması gereken hizmetlerde kamu yararı ve sosyal belediyecilik anlayışı ön planda tutulmalıdır. 45 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 39 – 55 Belediyeler, kentleşmenin gerçek anlamda yaratılması için mühendis, mimar ve şehir plancıları tarafından hazırlanan plan ve projeleri hayata geçirebilecek, siyasi kaygıdan uzak durabilen yöneticiler tarafından yönetilmelidir. Belediyeler halka aş veren değil iş imkânı sağlamak amaçlı projeler geliştiren ve bu projeleri hayata geçiren kurumlar olmalıdır.11 e) Arzu edildiği halde gerçekleşmeyen hizmet/hizmetler Avanos’ta arzu ettiğiniz halde gerçekleşmeyen belediye hizmeti var mı? Varsa hangisidir? şeklindeki bir soruya deneklerin 159’u hiçbir karşılık vermemiştir. Geri kalan 841 kişinin görüş ve düşüncelerini gruplandırdık. Cevaplarda birbiriyle ilintili olan fikir ve ifadeler birleştirilerek, belirli konular halinde sıralanmıştır. Buna göre, 841 denekten % 28’ine karşılık gelen 244 kişi arzu ettiği hizmetlerin tamamının gerçekleştiğini, beklentilerinin karşılanmış olduğunu ifade etmiştir. Bu gruptakiler soruya yanıt veren toplam denek sayısının yaklaşık 1/3’ünü meydana getirmektedir ki bu oran oldukça yüksek bir rakam olarak değerlendirilmiştir. Diğer yandan, doğalgaz, su ve sokak arası yolları ve benzeri altyapıya ilişkin hizmet beklentilerinin karşılanmadığını beyan edenler 199 kişi ile toplam denek sayısının % 24’ünü teşkil etmektedir. Çevre, imar, park-yeşil alan ve temizlik konularındaki hizmetlerin yeterli olmadığını ifade edenler ise 142 kişi ile % 17’lik bir paya sahiptir. Ayrıca ticaret ve turizm konularında yeterli katkı ve hizmet gerçekleştirilmediğini belirtenler ile halk ve esnaf gruplarıyla istenilen düzeyde bir diyalog-ilişki kurulmadığına vurgu yapanlar, 89 kişi ile toplam denek sayısı içinde % 11’lik bir yekûn oluşturmaktadır. Eğitim, sinema-tiyatro-festival vb sosyal-kültürel alanlardaki hizmet ve etkinlikler ile alt gelir grubundakilere yönelik maddi destek sağlanması konusunda beklentilerinin karşılanmadığına işaret edenler 67 kişi ile % 8’lik bir oran teşkil etmektedir. Arzu ettikleri hiçbir hizmeti alamadıklarını, hiçbir şeyin yerine getirilmediğini düşünenler de bulunmaktadır. Bu gruptakiler, 18 kişi ile toplam denek sayısı içinde sadece % 2’lik bir paya sahiptirler. Arzu ettiğiniz halde gerçekleşmeyen belediye hizmeti var mı? Varsa hangisidir? şeklindeki bir soruyu Gülşehir’de 512 denek yanıtlarken, geride kalan 23 kişi hiçbir görüş beyan etmemiştir. Görüş açıklayan toplam 512 denekten % 31’ine karşılık gelen 158 kişi eğitim, yeni iş alanı ve istihdama yönelik talep ve beklentilerinin karşılanmadığını ortaya koymuştur. Genel denek sayısı içinde ikinci en büyük grubu, 101 kişi ile % 20’lik bir yekûn teşkil eden gerçekleşmeyen hizmet olmadığını açıklayanlar oluşturmaktadır. Yol, su, elektrik ve altyapı hizmetlerine yönelik beklentilerinin karşılanmadığını ifade edenler ise genel sayı içinde 79 kişi ile % 15’lik bir paya sahipken, çevre ve temizlik konularındaki hizmet beklentilerinin yerine gelmediğini ileri sürenler 44 kişi ile % 9’luk bir oran teşkil etmektedir. Gülşehir’de sağlık ocağı, hastane ve huzur evi gibi beklentisi karşılanmayanlar ise toplam denek sayısı içinde 35 kişi ile % 7’lik bir yekûn oluştururken, ulaşım alanındaki talep ve beklentisinin gerçekleşmediğini ileri sürenler 23 kişi ile genel sayı 11 46 http://www.hkmo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=5744&tipi=3 (23.10.2009) “Yerel Yönetimlerden Beklentiler Beyannamesi,” TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisler Odası. Hasan YAVUZER-Ahmet CİHAN içinde sadece % 4’lük bir dilimi oluşturmaktadır. Hiçbir hizmet beklentisinin karşılık bulmadığını öne sürenler ise toplam denek sayısı içinde sadece 11 kişi ile % 2’lik bir paya sahiptir. Verilerden anlaşıldığına göre ilçelerde beklentiler yöreye göre değişmekte, yörenin şartları ve ihtiyaçları göz önünde bulundurularak talep ve beklentiler farklılık gösterebilmektedir. f) Belediye başkanından beklentiler Yerel Seçimlerde seçilecek belediye başkanından en önemli beklentiniz nedir? tarzındaki bir soruya Gülşehir’den 524 denek cevap verirken, 11 kişi hiçbir karşılık vermemiştir. 524 deneğin vermiş olduğu cevapları belirli alanlara göre gruplandırdığımızda, Gülşehir’de 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde seçilecek olan belediye başkanından en önemli beklentiler şu şekilde ortaya çıkmaktadır. Buna göre, toplam denek sayısının % 29’una karşılık gelen 147 kişi, 29 Mart 2009 Yerel Seçimlerinde belirlenecek başkandaki öncelikli beklentisinin ‘Gülşehir için çok yönlü aktif çalışma’ olduğuna işaret etmiştir. Bu rakam, toplam denek sayının 1/3’üne denk gelmektedir. Deneklerin, dolayısıyla buna Gülşehir’deki seçmen kitlesinin de diyebiliriz, ikinci en yüksek beklentisi turizmin geliştirilmesi, yeni iş sahası ve istihdam yaratılmasıdır. Bu görüşü dile getirenler, 75 kişi ile toplam denek sayısı içinde % 15’lik bir yekûn oluşturmaktadır. Genel denek sayısı içinde % 12’ye tekabül eden 64 kişi ise, en fazla/yüksek beklentinin yol, su, doğalgaz, ulaşım ve altyapı hizmetlerine yönelik olduğuna işaret etmektedir. Genel sayı içinde % 10’luk bir yekûn teşkil eden 51 kişi konut, sinematiyatro ve benzeri eğlence yerleri açılması, sosyal-kültürel etkinlik ve yatırımlara daha fazla kaynak ayrılmasını istemektedir. Bu grup, belediye hizmetlerinin temizlik, altyapı ve imar dışında sosyal ve kültürel alanı da kapsayacağına işaret etmekte ve belediye başkanından bu hizmetleri de beklediklerini dile getirmektedir. Toplam denek sayısının % 8’ine karşılık gelen 42 kişilik bir diğer grup, tarafsız, dürüst ve kaliteli hizmete dayalı bir belediyecilik anlayışının gelecek dönemde daha bir ön planda olması gerektiğine vurgu yapmaktadır. Eğitime destek verilmesini en yüksek beklentisi olarak belirleyenler 38 kişi genel sayı içinde % 7’lik bir oran teşkil ederken, belediye başkanının halkla iç içe ve daha iyi bir diyalog geliştirmesinin önemine vurgu yapanlar 28 kişi ile genel sayının % 5’ine karşılık gelmektedir. Hiçbir beklentisi bulunmadığını belirtenler 18 kişi ile toplam denek sayısının sadece % 3’ünü oluşturmaktadır. Avanos’ta belediye başkanından en önemli beklentiniz nedir? sorusuna toplam 77 denek herhangi bir yanıt vermemiştir. Geride kalan 923 denek ise, birbiriyle ilintili veya ilintisiz onlarca farklı görüş, düşünce, beklenti, dilek ve temennisini ifade etmeye çalışmıştır. Toplam 923 deneğin vermiş olduğu cevapları ilişkilendirip 6 başlık altında gruplandırdık. Buna göre, deneklerin seçilecek belediye başkanından talep ettikleri en önemli beklentileri şöyledir: Toplam 923 denek içerisinde “çok yönlü belediyecilik hizmeti” beklentisi içinde olanlar 257 kişi ile % 28’lik bir yekûn teşkil etmektedir. Bu grup, genel denek sayısının en büyük grubunu oluşturmaktadır. Toplam denek sayısı içinde ikinci en büyük grubu, 239 kişi ile % 26’lık bir oranı teşkil edenler, seçilecek başkandan “Avanos’u çok yönlü geliştirme ve kalkındırma”sını talep etmektedirler. Diğer yandan, seçilecek belediye başkanının “dürüst, çalışkan ve tarafsız olması”nı, 47 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 39 – 55 “halka yakın duran ve onlarla yakın bir diyalog geliştirmesi”ni talep edenler ise 201 kişi ile toplam denek sayısının % 22’sine karşılık gelmektedir. Ayrıca, su, yol, doğalgaz vb altyapı hizmetlerine ağırlık verilmesini tercih edenler ise 141 kişi ile %15’lik bir dilimi oluştururken, herhangi bir beklenti içinde olmadığını ifade edenler, 13 kişi ile toplam denek sayısının % 1’ini oluşturmaktadır. Her iki ilçedeki belediye hizmetlerine yönelik algılama, belediye başkanı ve belediye hizmetlerinden beklentilere bakıldığında, halkın ve sivil toplumun karar alma sürecine daha fazla katılımının sağlandığı, şeffaf, demokratik, sürekli gelişen ve ileriye giden bir “yerel yönetim” anlayışı görmek istenmektedir, denilebilir. Bizim çalışmamızdan ayrı olarak Avanos belediye Başkanlığı halkın belediyelerden beklentileri ve öncelikli hizmet konularını belirlemek amacıyla bir anket uygulaması yapmıştır. Avanos belediyesi web sayfasında ve elektronik ortamda yapmış olduğu ankette yöre halkına: Belediyemizin öncelikli hizmet konuları sizce ne olmalı? sorusunu yöneltmiştir. 428 kişinin cevap vererek katıldığı anket uygulamasında şu sonuçlar elde edilmiştir. Alt Yapı 12 %, Çevre Düzenlemeleri (39 %), Turizm ve Etkinlikler (37 %), Sosyal Hizmetler (7 %), Ziyaretçi defterine görüş bildireceğim (2 %).12 Çevre düzenlemesi ile ilçe için hayati önem arz eden Turizm ve etkinliklerindeki yüksek değerler yöre halkının çevre bilinci ve turizm verdiği önemi ortaya koyması açısından önem arz etmektedir. III) BULGULARIN DEĞERLENDİRİLMESİ a) Kentsel alan rantının paylaşımı Çalışma alanımız olan Avanos ve Gülşehir’de sosyo-kültürel düzeyi düşük olup, kentin periferi alanlarını oluşturan mahalle veya semtlerde oturanların belirli bir bölümü gündelik yaşamlarını sürdürebilmek için yerel yönetimlerden doğrudan destek-maddi katkı sağlanmasını talep etmektedir. Diğer yandan, bilinç düzeyi görece gelişmiş, eğitim seviyesi gelişkin olanlar ile çok yönlü-çeşitli faaliyet içinde bulunan esnafın sokak ve cadde gibi kamuya ait ortak kullanım alanlarının ticari faaliyetler için kullanıma izin verilmesi ve böylece daha fazla gelir elde etme düşüncesi baskın gözükmektedir. Bu bakımdan, her iki ilçede de eğitim ve sosyo-kültürel düzeyi düşük, alt ve orta gelir grubundakilerin ikamet ettiği mahalle ve semtlerdeki bireylerin ikna edilmesi ve yönlendirilmesi daha kolay, özellikle eril egemen kültürde yetişmiş kadınların erkeğe bağımlı olarak hareket etme ve tercihte bulunma olasılıkları daha yüksektir. Deneklerin ifadelerinden bu yönde ortak bir anlayışın ipuçları açığa çıkmaktadır. Bu ilçelerde orta üstü ve üst gelir grubu ile kendisini eğitimli olarak nitelendirip karar alma süreçlerine katılmak isteyenler, yerel yönetim hizmetlerinden kendilerine sunulandan çok daha fazlasına layık olduklarına ilişkin bir kanaat taşımaktadırlar. Bu gruptakiler, hem çok daha nitelikli bir hizmet talep etmekte hem de bununla yetinmeyerek karar alma süreçlerine doğrudan katılmak istemektedirler. Karar alma süreçlerine dâhil edilmedikleri için, bireysel ve grup olarak, önemsenmedikleri yönünde bir düşünceye kapılmaktadırlar. Özlüce ifade etmek gerekirse şu, rasyonel bir gerçekliktir: Ülke genelinde çoğu yerde yerel yönetim pek çok kişi tarafından sadece halka hizmet sunulan bir yer olarak 12 48 http://www.avanos.bel.tr/avanos/Download.asp (24.10.2009). Hasan YAVUZER-Ahmet CİHAN görülmemektedir. Merkezi yönetimde olduğu gibi, yerel yönetimler de kentsel alandaki rantları dağıtma ve paylaşma aracı olarak düşünülmektedir. Dolayısıyla herkes, her kesimden vatandaş, gerekçesi farklı olmakla birlikte, her ne olursa olsun, genelde var olduğu düşünülen ya da bilinen ranttan kendisinin ve çevresinin de azami ölçüde istifade etmesini ve pay almasını istemektedir. Bu durum Avanos ve Gülşehir ilçelerinde yaşayan insanlar için de söz konusudur. Bununla beraber bu araştırmanın sonuçları, bu ilçelerde yaşayan yurttaşların kayırmacı yerel yönetim anlayışından son derece rahatsız olduklarını da açığa çıkarmaktadır. b) Halkla ve sivil toplumla daha fazla diyalog Gülşehir ve Avanos ilçelerinde yaşayan yurttaşlar, yöneticilerin resmi işler ve kendi resmi söylemlerinden başka, halktan ve sivil toplumdan gelen fikir ve önerilere kör ve sağır olmamaları gerektiğini ifade etmektedirler. Bu kendilerine değer verilmesi, sivil toplum kuruluşları ile daha fazla işbirliği yapılması anlamına gelmektedir. Bundan da doğal bir şey olmadığı düşünülmektedir. Ortalama ve ortak aklın peşinden gidilmesi gerektiği açıktır. Yerel yöneticilerin halk ve sivil toplum örgütleri ile daha fazla iç içe olması, daha fazla diyalog kurması yerelde yapılacak işlere olumlu katkı sağlayacağı gibi yapılan hizmetlerin anlatılması, anlaşılması ve sahip çıkılmasında da önemli rol oynayacaktır. Bunun için insana değer verilmesi, parti ayrımı yapılmadan herkese eşit muamele edilmesi, gerekli hoşgörü ortamı sağlanması, bilgi ve birikim bulunması, hizmetler ve çalışmalar hakkında halkın bilgilendirilmesi önem arz etmektedir. Bu diyalog ve ilgi sadece yöneticilerde değil yerel yönetimde çalışan tüm personel tarafından yerine getirilmesi gereken bir husus olmalıdır. Çoğu kez alt birimlerde çalışan personelin tavrı daha etkin olmakta, vatandaş onlardan gördüğü olumlu veya olumsuz ilgiye göre yerel yönetim hakkında bir kanaat oluşturmaktadır. Bu yüzden yerel yönetimler, sadece başkanın değil tüm çalışanlarının kamu hizmetlerini en yüksek kalitede yerine getirmeleri ile kimlik ve önem kazanmaktadır.13 Yerel kuruluşlar, bulundukları bölgede yaşayan insanları yakından ilgilendiren hizmetler yaptıkları için halkla ilişkileri zorunludur. Halktan kopuk, sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yapmayan yerel yöneticilerin başarılı olma şansı bulunmamaktadır. Yerel kuruluşlar ve yerel yönetimlerde halkla ilişkilerin dört temel amacı vardır. 1-Vatandaşları yerel kuruluşun politikasından ve günlük faaliyetlerinden haberdar etmek. 2-Yerel kuruluşlar tarafından kesin kararlar alınmadan önce, önemli yeni projeler hakkında vatandaşlara görüşlerini belirtmek fırsatı vermek. 3-Yerel kuruluşun işleyiş sistemi ile kendi hak ve sorumlulukları konusunda vatandaşları aydınlatmak. 4- Yörede yaşayan kişilere vatandaşlık gururunu aşılamak ve onu geliştirmek.14 Bu amaçları gerçekleştirmek isteyen yerel yönetici ile hizmet sunulan kitleler arasında güven ortamına destek sağlayacak güç ve enerjiye ihtiyaç duyulmaktadır. Bu 13 14 Adalet Bayramoğlu Alada, “Yerel Yönetim ve Ahlak,” Yerel Yönetimin Geliştirilmesi Programı El Kitapları Dizisi, Toplu Konut İdaresi Başkanlığı IULA EMME Yayın Birimi, Ankara 1993, s. 45. Nuri Tortop, Halkla İlişkiler, İlk-San Matbaası, Ankara 1982, s.140-141. 49 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 39 – 55 güç ve enerjinin ortaya çıkması için mutlaka rasyonel ve halk tarafından kabul edilebilir bir diyalog geliştirilmelidir. Yerel yöneticinin kendine özgü bireysel bir dili olmalı, bu dille kimseyi kırmadan hakiki bir iletişim kurabilmelidir. Tüm yerel yöneticilerin halk ve sivil toplum kuruluşları ile diyalog ve işbirliğini geliştirmesinin yanında aykırı duruşlara göğüs gerecek, yaftalama kampının kullanabileceği yığınla enstrüman karşısında iş yapılacak konuları saptayıp özenle seçecek kadar iş bilir olması gerektiği de mutlak zorunluluktur denilebilir. Bu nedenle, yerel yöneticinin oyunbozan ve biraz da ezber bozan, araştıran, merak eden, mevcutla yetinmeyen bir kimlik ve yönetim anlayışı geliştirmesine de ihtiyaç gözükmektedir. c) Yönetimde perspektif değişimi: Avanos ve Gülşehir’de deneklerin önemli bir bölümü şeffaf, adaletli ve daha modern görünümlü bir yerel yönetimden yanadır. Bu nedenle seçmenler, yerel yönetimde rant paylaşımına, kayırmacılığa ve çirkin yapılaşmaya karşı çıkmakta, kentliyi kararların alınmasından uzak tutan belediyecilik anlayışını tasvip etmemektedir. Bu yüzden katılımcıların önemli bir kesimi rant paylaşımına dayalı ve ‘sorumsuz belediyecilik’ olarak nitelendirilebilecek bir anlayıştan ciddi anlamda rahatsızlık duymaktadır. Ülke genelinde olduğu gibi Avanos ve Gülşehir’de de halk yerel yönetimlerden sadece yol, su, elektrik ve kanalizasyon gibi alt yapı hizmetleri beklememekte, sosyal ve kültürel etkinlikler de istemektedir. Gerek siyasi, ekonomik ve mali bakımdan, gerekse örgütlenme, demokratikleşme ve bilişim teknolojileri açısından ülke genelinde meydana gelen gelişmelerin olduğu bir dönemde, Avanos ve Gülşehir’de halk yerel yöneticilerden de değişim beklemektedir. Bu gerçekleştiği takdirde hem belediye meclisinde hem de dışarıdaki muhalefet ve sivil toplum kuruluşlarıyla daha fazla işbirliği yapılacağına inanılmaktadır. Bunun sonucu olarak da merkez ve merkez dışındaki mahallelerde yol, su, kanalizasyon, elektrik gibi altyapı sorunlarının giderilmesi, çevre, eğitim, sanat, kültür, ilçenin kalkınması ve geliştirilmesi gibi konularda daha gerçekçi planlama ve çalışma yapılmasının yolları aranmalıdır. Yapılan makro ve mikro planlar, mutlaka realize edilebilir nitelikte olmalı, ihtiyaç halinde de gereği yapılmalıdır. Başarılı olmak isteyen yerel yönetici; partici, milliyetçi, dini-etnik ve ideolojik söylemler çerçevesinde geliştirip etrafına ördüğü kozayı kırma girişimini mutlaka başlatmalı ve bunu da başarmalıdır. Bunu başardığı takdirde, kent yönetimi, halk ve sivil toplum kuruluşları ile kuracağı diyalog sayesinde, hem muhalefette yer alan partiler hem de diğer muhalif kişi ve gruplar karşısında ortaya çıkan betonarme durumun değiştirilebilir olduğunu, bunun da hizmet götürmeye çalıştığı yöre için yararlı olacağını unutmamalıdır. d) Sosyal etkinlik Bir kentin saygınlığını artıran en iyi yollardan biri film, edebiyat ve çağdaş sanat sergilemek, sosyal-kültürel etkinlikler ve festivaller düzenlemektir. Bu bakımdan, bazı yerel yönetimler, ulusal ve uluslar arası kültür endüstrisinin belirlediği oyunun kurallarını fark etmiş durudadırlar. Benzer bir sürecin Avanos ve Gülşehir Belediyesi yönetimi tarafından da hayata geçirilmesi deneklerin taleplerinden ortaya çıkmaktadır. Tiyatro, sinema, çağdaş sanat ve diğer pek çok konuda uzmanların birlikte çalışıp ortak 50 Hasan YAVUZER-Ahmet CİHAN programları hayata geçirmesi beklenmektedir. Bu bağlamda, tiyatro, dans toplulukları, sanatçılar, yazarlar ve sinemacılar, bağımsız ya da ortak bir program çerçevesinde ilçelerine davet edilip etkinlikler gerçekleştirilmesi talep edilmektedir. Avanos ve Gülşehir’de eksikliği hissedilen sosyal etkinliklerden bir tanesi de kültürel etkinlikler olduğu dikkat çekmektedir. Yerel yöneticilerin bu konuya önem vermeleri büyük ihtiyaç olarak gözükmektedir. Zira çağdaş dünyada yerel yönetimlerin görevi sadece bina, imar vb fiziki yapı etkinliklerinden ibaret değildir. Kültürel ve sosyal politikaların geliştirilmesi de yerel yönetimlerin görevleri arasındadır. Her iki ilçede de halk bunun bilinci ve beklentisi içindedir. e) Turizm, ticaret ve çevre önceliği Avanos, kendi çapında ve çevresinde bilinen küçük bir turizm kentidir. Kapadokya bölgesinde yer alması, tarihi, kültürel ve turistik yerlerinin olması yerli ve yabancı turist açısından ilçeye bir canlılık kazandırmaktadır. Gerek daha iyi tanıtım gerekse diğer etkenler ile ilçenin turizmden daha fazla pay alması mümkün görünmektedir. Bu durumun gerçekleşmesinin ilçenin sosyal-kültürel ve ticareti hayatına da olumlu katkı sağlayacağına inanılmaktadır. Gülşehir’de tarihi ve turistik pek çok yer bulunmasına rağmen turizm yönünden Gülşehir Kapadokya bölgesinde çok gerilerde kalmıştır. Bunda gerekli tanıtım ve reklam eksikliği ve bu konuda yeterli organizasyonun bulunmaması önemli bir faktör olarak dikkat çekmektedir. Nevşehir’de Ürgüp, Göreme, Derinkuyu ve Avanos doğa turizminden, Kozaklı sağlık turizminden, Hacıbektaş inanç turizminden gerekli payı alırken Gülşehir’in turizm gelirleri açısından çok fazla bir geliri bulunmamaktadır. Doğrusunu söylemek gerekirse sadece Avanos, Gülşehir veya Kapadokya bölgesinde değil Türkiye genelinde henüz turizmin kendine özgü bir kültürü oluştuğu da söylenemez. Turizm bölgesi ilan edilen alanlar ve kentler genelde doğal ve tarihikültürel yönden kendine has otantikliğini/otantik görünümünü her geçen gün biraz daha fazla kaybetmektedir. Arkasında geniş bir birikim ve uzun bir tarihi bulunmasına rağmen, turizm konusunda Türkiye’de yerel yönetime ilişkin bir gelenek oluştuğundan söz edilemez. Avanos ve Gülşehir’de de durum bundan çok farklı görünmemektedir. Çevrenin korunması ve turizmin geliştirilmesi sosyal hayatı olduğu kadar ticari hayatı da olumlu etkileyecek, bundan yöre halkı başta olmak üzere tüm ülke karlı çıkacaktır. Mevcut haliyle yörede bu potansiyelin çok iyi değerlendirildiğini söyleme imkânı bulunmamaktadır. Bunun sebepleri arasında ülkemizde iktidara gelen genel ve yerel yöneticilerin elinin altında hizmete nereden başlayacağına dair somut plan-proje ve veriler bulunmaması yatmaktadır. Bunun en önemli nedenlerinden birisinin genelde Türkiye’nin özelde ise yerel yönetimlerin bir gelenekten kopup başka bir geleneğe tabi olması, ileriye yönelik ciddi planlamaların olmamasıdır denilebilir. Yeni bir geleneğe tabi olurken belirli kopuşlar olmaktadır. Bu anlamda, büyük geçmişle, gelenekle yeniden barışmak çok önemlidir. Bu zemin, yerel yöneticinin kendi ayağını basacağı çok anlamlı bir yerdir. 51 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 39 – 55 f) Şikâyet konuları ve beklentiler Her iki ilçede de şikâyet konularının altyapı yetersizliği, su, ulaşım, çevre, turizm, sosyal ve kültürel faaliyet eksikliği, yöneticilerin halk ve sivil toplum kuruluşları ile diyalog azlığı, faaliyetler hakkında gerekli bilgilendirme yapılmaması gibi ana başlıklarda toplandığı görülmektedir. Yerel yöneticilerin kentli sakinleri ve sivil toplumu karar alma süreçlerine katma eğiliminde olmadıkları da bir başka iddia olarak ifade edilmektedir. Yörede yerel yönetimlerin kamu hizmetlerini yerine getirirken daha fazla şeffaf, toplumun her kesiminin ihtiyaç ve taleplerine daha etkin şekilde cevap veren bir bakış/anlayışa sahip olmaları genel bir beklentidir. Yerel yönetimdeki bazı uygulamaların bu temenni ve teorinin epey gerisinde olduğu denekler tarafından savunulan bir başka gerçektir. Araştırma bulgularından biri, yerel yöneticilerin her ne kadar demokratik yollarla seçilmiş olsalar bile, uzlaşma olmaksızın, siyasi-iktidar tekellerini savundukları gerçeğini açığa çıkarmış olmasıdır. Bir başka bulgu ise, yerel yönetimler, iyi yönetim ve hukukun üstünlüğü için, tek bir demokrasi şablonu sunmak yerine kompleks bir araçlar takımı geliştirip sunarak daha fazla destek ve yarar sağlanabilecek yer olmasıdır. Şikayet ve rahatsızlıkların büyük bir kısmının bu beklentilere olumlu yanıt alınmadığı yolunda olduğu dikkat çekmektedir. Yerel yönetimlerin hizmetlerini değerlendirme ve onlardan beklentiler konusunda kişilerin bakış ve ihtiyaç duydukları hususlara göre farklılıklar dikkat çekmektedir. Ancak bu yaklaşım tarzı sadece Gülşehir veya Avanos’a ve oralarda yaşayan insanlara mahsus bir durum da değildir. İnsanın olduğu her yerde benzer durumları görmek mümkündür. Nitekim Ankara ilinin Çankaya, Keçiören ve Mamak ilçelerinde yapılan bir araştırmada da benzer sonuçlar elde edilmiştir. Çankaya’da görüşülen denekler, sırasıyla kentin plansızlığını, ulaşımı, altyapıyı önemli sorunlar olarak öne çıkarırken; Keçiören’de görüşülen denekler % 39.7 ile altyapıyı en temel sorun, % 15.2 ile ulaşımı ikinci derecede temel sorun, % 9.9 ile de çevre sorunlarını üçüncü derecede temel sorun olarak kabul ettiklerini bildirmişlerdir. Mamak’da görüşülen deneklerin % 52.3’ü altyapı sorununu yörenin en temel sorunu olarak görürken, % 15.4’ü işsizliği, % 9.4’ü çevre sorunlarını temel sorun olarak öne çıkarmaktadır. Çankaya’da görüşülen deneklerin % 34’ü yörenin çok daha farklı sorunlarını saymışlar ancak, bunların her birinin oranları % 5’i geçmediği için genel değerlendirmeye alınmamıştır.15” “Yöremizin sorunlarını kim çözmelidir? Bu iş kimin görevidir” sorusuna devlet ya da hükümet cevabını verenlerin en yüksek oranda Keçiören’de, onu takiben Çankaya’da ve en düşük oranda da Mamak’da olması ilgi çekicidir. Aynı şekilde yörenin sorunlarını çözme görevinin belediyede olduğu cevabının Mamak’da % 51.7 gibi yüksek oranda denek tarafından dile getirilmesi ilginçtir.16 Çankaya’da öncelikli sorun sıralamasında % 20.7’lik bir oranla eğitim dile getirilirken, bu sorun Keçiören ‘de halkın % 7.3’ünce, Mamak’ta ise halkın % 2’since önemli bir sorun olarak görülmektedir.17 15 16 17 Kemal Görmez, Kent ve Siyaset; Gazi Kitabevi Yayınları, 1.Baskı, Ankara 1997, s. 74-75. Görmez, a.g.e., s. 92-93. Görmez, a.g.e., s. 90. 52 Hasan YAVUZER-Ahmet CİHAN g) Kadınlar Çalışma alanımız olan Gülşehir ve Avanos ilçelerinde kadın deneklerin bir bölümü, egemen kültürdeki cinsiyetçi rol paylaşımına onay verirken, diğer bir bölümü toplumsal pratikler aracılığıyla oluşup gelişen hâkim kültürdeki kadın kurgulanması ve algısını yıkmaya kararlı bir duruş ve kimlik ortaya koymaya çalışmaktadır. Kadınların sosyal hayatta daha etkin olması ve siyasi arenada hak ettikleri yeri almak istedikleri görülmektedir. Yerinden yönetimin güçlendirilmesi aynı zamanda temsili demokrasinin ve geniş katılımcılığın artırılması demektir. Bu ise, doğrudan demokrasiye doğru atılmış ileri bir adımdır. Kadınların siyasi arenada daha aktif olması durumunda ise gelecekte hem ülke hem de yerel yönetimlerde kadınların daha belirleyici bir rolü olacağı görülmektedir. Aşağıda vereceğimiz şu örnek verilerimizi desteklemektedir. Birleşmiş Milletler Ortak Programı (BMOP) kapsamında, 2006 Mart-Mayıs döneminde birçok şehir ziyaret edilmiştir. O ziyaretlerden bir tanesi de Nevşehir’e gerçekleştirilmiştir. Nevşehir’de yapılan toplantıda kadınlar yerel yönetimler ve yerel yöneticilerin çalışmaları konusunda daha fazla bilgilenme ihtiyacı duyduklarını açıkça dile getirmişlerdir. Öte yandan proje hazırlama konusunda da eksikliklere dikkat çekilerek ortak program faaliyetlerinin bu alanlarda yoğunlaştırılması öngörülmüştür.18 Bütün bunlar Nevşehir ve yöresinde kadınların sosyal hayatta daha etkin olma isteklerinin göstergesi olarak değerlendirilmektedir. h) Birkaç Önemli Tespit Bu çalışma sadece rakamsal verileri ortaya koymakla kalmamakta, aynı zamanda olayların analizini de konu edinmektedir. Yapılan analizde: Her iki ilçede de sorulara verilen cevaplarda deneklerin tepkilerinin bilinçsel, duygusal ve davranışsal olmak üzere üç farklı görünümde tezahür etmiş olduğu söylenebilir. Özellikle hizmetlerin yeterli olup, en fazla memnun olunan hizmet ve en fazla şikayet edilen hususlar ile arzu edildiği halde yerine getirilmeyen veya gerçekleşmediği düşünülen belediye hizmetlerine ilişkin olarak verilen cevaplarda, eğer hizmetler ve değişiklikler bireye, aileye ve gruba pozitif katkı sağlamış ise tepkilerin olumlu bir trend çizdiği, aksi durumda bunun negatif bir ivme kazandığı gözlemlenmektedir. Yerelde gerçekleştirilen değişikliklerin hayatına olumlu ya da olumsuz etkisi olduğunu düşünen, algılayan veya görenler, anket formundaki ifadelerinde, olumlu veya negatif yöndeki tepkilerini davranışsal olarak ortaya koymaktadırlar. Diğer yandan, bireysel, aile veya grup menfaatlerini birinci derecede ön planda tutmayıp, geniş kitlelerin ve kentsel alanın genelini göz önünde bulundurarak yerel yönetimleri/belediye hizmetlerini değerlendirenlerin tepkilerini bilinçsel olarak ortaya koydukları ifade edilebilir. Bu tepkilerin, duygusal tepkiye nazaran çok daha pozitif olduğu söylenebilir. Dolayısıyla duygusal ve davranışsal tepkilerin olumlu veya olumsuz olarak ifade edilme biçim ve şekli, hizmetlerin bireysel, grup veya geniş kesimlerin beklentilerini karşılamasına göre farklılaşmaktadır. Burada ortaya çıkan bulgulara göre, yerel yönetimlerde bireysel, aile ve herhangi bir gruba ilişkin 18 http://www.unfpa.org.tr/protectingwomen/yapilanlar.html (22.10.2009). 53 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 39 – 55 beklentinin genele oranla çok daha fazla ve yüksek olduğu iddia edilebilir. Bu nedenle, bireysel, aile ve baskı-çıkar gruplarına ait her tür hizmet beklentisinin karşılanmış olması veya karşılık bulmaması ilçe genelindeki hizmetlerden ve sorunlardan daha fazla ve açık bir şekilde dışa vurulmaktadır. Hem Avanos hem de Gülşehir’de denekler, bireysel hayatları için önemli yer tutan konu ve sorunlarla ilgili açık uçlu sorulara verdikleri cevaplarda, yerel yönetimler ve belediye hizmetlerinin hangi konu-alan ve sektörlerde başarılı ya da başarısız, hangilerinde yetersiz, eksik veya verimsiz olduğunu saptamak oldukça zordur. Bu konuda farklı bakış açılarına göre farklı yaklaşımlar, farklı beklenti ve tepkiler dikkat çekmektedir. Çalışma yaptığımız ilçelerde denekler arasında bireysel olarak yerel yönetim ve yöneticilerden daha fazla istifade edebilmek eğiliminde olanlar olduğu gibi hizmetlerin hiçbir ayrım yapmadan herkese eşit bir şekilde sunulması ve imkânların herkesin refah ve mutluluğu için değerlendirilmesini isteyenlerin varlığı da dikkat çekmektedir. İkinci grupta yer alan kişilerin tavır ve beklentileri yerel yöneticilerin yerel yönetim ve ahlak ilkelerine gereken hassasiyeti göstermelerini ortaya koymaktadır. Sonuç ve Öneriler Avanos ve Gülşehir ilçelerinde uygulanan anket sonuçları, giderek ağırlaşan kent sorunlarının, ‘katılımcı, etkin, dürüst yönetim’ anlayışı ve yerelleşmeye öncelik veren bir yaklaşımla aşılabileceğine işaret etmektedir. Bu çerçeveden bakıldığında, vatandaşlar/insanlar daha fazla ‘demokratikleşmeyi, çağı paylaşmayı, insan onuruna saygıyı ve eşitliği temel alan çağdaş bir yerel yönetim anlayışı’ uygulanmasını görmek istemektedir. Daha özlü ifade etmek gerekirse, yurttaşlar temiz siyaset, temiz ve saydam bir yerel yönetim arzulamaktadır. Geniş kesimler, kent rantlarını daha fazla hizmete dönüştüren, altyapı ve potansiyeli daha fazla geliştiren, planlı ve çevre ile uyumlu kentleşmeyi savunan, kentsel alandaki işsizlik ve yoksullukla daha etkin bir şekilde mücadele eden, eğitim, çevre, turizm, sosyal ve kültürel alana destek veren, kent sakinlerini kararların oluşumuna katan bir yöneticiyi karşılarında görmek istemektedir. Kendilerine değer veren bir yönetim anlayışı beklemektedirler. Böyle olması halinde, yöre halkı ilçelerinin yakın gelecekte Kapadokya bölgesinin refah adası konumuna yükseleceği düşünü görmektedir. Yörede bu gün olduğu gibi gelecek dönemde de ihtiyaç duyulan en önemli şeylerden birinin hukukun üstünlüğünden başlayarak “tamamlayıcı belediye hizmetleri” olduğu öne sürülmektedir. Bu bağlamda belediye yönetiminden beklenilen en önemli hususlardan biri de, “tamamlayıcı belediye hizmetleri” kategorisindeki sosyal-kültürel etkinlikler ile merkezden çevreye doğru giderek yoğunlaşan bir şekilde hizmette kalitenin artırılmasıdır. Bunu gerçekleştirebilmek için merkezi yönetim anlayışından uzaklaşarak yerinden yönetimlere önem verilmesi ve yerel yönetimlerin imkân ve yetkilerinin artırılması istenmektedir. Bu gerçekleştiği takdirde demokrat, şeffaf, katılımcı, hukukun üstünlüğü ve temiz siyaset anlayışı ile Kapadokya bölgesinin tarihi, sosyal, kültürel ve doğal güzelliklerine sahip kentlerinin, Türkiye’nin kırsal geri kalmışlık düzeyinde birer kentlirefah adaları gibi olacağına inanılmaktadır. Bunun için yerel ve genel yönetimlere, sivil toplum kuruluşları ve her bir bireye önemli görevler düştüğü kabul edilmektedir. Sadece 54 Hasan YAVUZER-Ahmet CİHAN yönetimden hizmet beklemekten ziyade yerel yönetim ve hizmete katkı sağlama konusunda sorumlu davranmanın herkes için büyük önem taşıdığına vurgu yapılmaktadır. Takdir edileceği üzere yerel yönetimlerin güçlenmesi, yönetimin şeffaflaşması ve bireylerin karar alma sürecine katılımı kişisel yarardan daha çok toplumsal faydaya dönüşebilecektir. Toplumsal yarar temelli oluşturulacak bir model ise, halkalar şeklinde çevreye ve topluma yayılacaktır. Bu durum hem yerel hem de merkezi yönetimin işini kolaylaştıracaktır. Daha açık söylemek gerekirse, yerel yönetimlerde toplumsal kesimlerin karar alma sürecine elverdiğince katılması ve belirleyici olması, ‘Siyaset yerelde başlar’ sözünü doğrulamak adına olduğu kadar, Türkiye’de sivil toplumun gelişmesi için de oldukça anlamlı bir dönem olacaktır. Kaynakça Adalet Bayramoğlu Alada; “Yerel Yönetim ve Ahlak,” Yerel Yönetimin Geliştirilmesi Programı El Kitapları Dizisi, Toplu Konut İdaresi Başkanlığı IULA EMME Yayın Birimi, Ankara 1993. İnan Özer: “Türkiye’de Kent, Kentleşme ve Ketsel Değişme,” Dünden Bugüne Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, Editör: Mehmet Zincirkıran, NOVA Basın Yayın Dağıtım, 1. Baskı, Ankara 2006. Kemal Görmez; Kent ve Siyaset; Gazi Kitabevi Yayınları, 1.Baskı, Ankara 1997, s. 7475. Nuri Tortop; Halkla İlişkiler, İlk-San Matbaası, Ankara 1982. Selahattin Yıldırım; Yerel Yönetim ve Demokrasi; Toplu Konut İdaresi Başkanlığı, İULA EMME Yayın Birimi, İstanbul 1993. Şükrü Karatepe; “Yerel Yönetimler ve Eğitim,” Yerel Yönetimler ve Eğitim Paneli-4 Haziran 1995 Kayseri, Kayseri Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları, 1996 Kayseri. Elektronik Kaynaklar http://www.avanos.gov.tr/default_B0.aspx?content=269 (23.10.2009). http://www.avanos.bel.tr/avanos/Download.asp (24.10.2009). http://www.avanos.gov.tr/default_B0.aspx?content=199 (24.10.2009). http://www.gulsehir.gov.tr/modules.php?name=Tarihi (24.10.2009). http://www.gulsehir.gov.tr/modules.php?name=Cografiyapi (24.10.2009). http://www.hkmo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=5744&tipi=3 (23.10.2009) http://www.nevsehir.bel.tr/index.php?option=com_content&task=view&id=141&Itemid =75 (20.10.2009). http://www.unfpa.org.tr/protectingwomen/yapilanlar.html (22.10.2009). http://tr.wikipedia.org/wiki/Yerel_y%C3%B6netim (24.10.2009). 55 KONUT POLİTİKALARI VE YOKSULLUK M. Ruhat YAŞAR Özet / Abstract Bu çalışmanın amacı, yoksullar için geliştirilen konut politikalarının daha faydalı olmasına katkıda bulunmaktır. Bilindiği üzere konut sorunu yoksulluk sorunuyla yakından alakalıdır. Ülkemizde yoksullar ve dar gelirliler için bütüncül bir konut ve kira politikası geliştirilememiştir. Bu yazıda geçmişten bugüne ülkemizde uygulanan konut politikaları ile diğer gelişmekte olan bazı ülkelerde dar gelirli ve yoksullar için yapılan konut uygularlarında yaşanan sorunlara değinilmiştir. Yoksulluğun yerel göstergelerini bilmemiz hem bu sorunların azaltılmasına hem de konut uygulamalarında daha verimli ve etkin çözümler üretmemize yardımcı olabilir. Bu amaçla Elâzığ’daki yoksulların barınma sorunları ele alınarak ilimizde ve diğer yerlerde yapılabilecek konut uygulamalarının olası sorunları öngörülmeye çalışılmaktadır. Ayrıca bu yazının, yoksullar için yapılan toplu konut uygulamalarının dışında alternatif konut politikalarının üretilmesine de katkı sağlayacağına inanıyoruz. Anahtar Kavramlar: Konut, Konut Politikaları ve Yoksulluk HOUSING POLICIES AND POVERTY The aim of this study is to provide some contribution so as for housing policies developed for the poor to be more profitable. As is known, housing problem is related to poverty problem. In Turkey, no comprehensive housing and renting policy has been developed for the poor and the families with low income. This study analyzes the problems concerning the housing policies in Turkey and housing applications in other developing countries. Defining the local indications of poverty may be beneficial in both reducing such problems and producing more effective solutions to housing applications. With this aim in mind, we emphasize housing problems of the poor and try to predict probable problems in housing applications that are due to be undertaken in Elazığ and other cities. We also believe that this study will contribute in introducing alternative housing policies besides public housing applications that are underway for the poor. Key Words: Housing, Housing Policies and Poverty Giriş Bugün hangi gazeteyi veya dergiyi açarsanız açın mutlaka eşya ve giysilerle süslenmiş moda haberlerini ve sporla ilgili detayları görürsünüz ama reklâmlar dışında konutlara ayrılan özel bir sayfa ya da köşe göremezsiniz. Sorun, birilerinin sandığı gibi sadece toplumun, “dünyanın geçici” bir yer olduğuna ilişkin toplumsal hafızasından1 1 Bu çalışma Elazığ’da yoksullar yararına çalışan Mamuret’ül Aziz Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı’nca yapılan ve AB tarafından desteklenen “Yoksulluk Haritası Projesi” veri tabanından faydalanılarak hazırlanmıştır. Kilis 7 Aralık Üniversitesi Öğretim Üyesi. E-mail: [email protected] Genellikle bir veya iki katlı olan Türk evlerinin en önemli özelliği gösterişten şaşaadan uzak, sade, insani boyutlarda ve işlevsel olmasıdır. Bazı düşünürler dayanıklı ve güzel yapılan hayır kurumlarının aksine konutla ilgili düzensiz inşaların sebebi olarak kültür dünyamızda yer alan “dünyanın geçici bir yer” olduğuna ilişkin değerin önemli olduğunu vurgularlar. Bilindiği üzere, Türk mimarisinde en önemli etkenler Türk töreleri, İslam dininin esasları ve coğrafi şartlardır. Bu açıdan evler hem fizyolojik hem de sosyal ve pedagojik fonksiyonları gereği mahremiyeti esas alan içe dönük bir planlama özelliği gösterirler. Bu açıdan mekân ve konut düzenlemelerini sadece maddi şartlardan SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93 kaynaklanmıyor. Aslında bu, gereksiz konuları ciddiye almaktan ve asıl ciddiye alınması gerekenlerin farkında olmamaktan kaynaklanmaktadır. Bozuk eşya satan üreticiler, miadı dolmuş gıda satıcıları, defolu mal veren perakendeciler cezalandırılabilir olduğu halde neden kullanım değeri olmayan konutların varlığı hala devam etmektedir? Kaza riski nedeniyle her yıl arabaların muayenesi yapılırken sağlıksız konutların neden herhangi bir kontrolü yok? Çünkü maalesef toplumumuzda insanın ve yaşamının değeri yeterince önemsenmemektedir. Özellikle de yoksulların bir değeri yok. Çünkü bazı insanlar daha eşit. Oysa bir toplumda herkesin normal standartlarda bir konutta oturabilmesi ya da o konuta sahip olabilme şansı sosyal eşitliğin önemli bir boyutudur. Konut, temelde bir yaşam tarzı ve ahlak sorunudur, dolayısıyla ciddiye alınmalıdır. Fiziksel ve toplumsal çevre algısında önemli kavramlardan birisi de yaşam kalitesidir. Bazı düşünürlere göre yaşam kalitesi, sermaye ve emek arasındaki karşıtlıkların yerine geçmektedir (Castells, 1997:55). Yaşam kalitesi, gelir düzeyleri, kültürleri, ahlakları veya iradeleri göz önünde bulundurulmaksızın insanların fiziksel ve sosyal çevrelerinde sağlık ve refah içinde öncelikle yaşamaları için gerekli olan temel gereksinimlerinin karşılanması ve daha sonra da ruhsal ve sosyal gelişimlerinin sağlanmasını içerir (Avcıoğlu, 2002:30-36). Bu açıdan yaşam kalitesinin önemli bir parçasını konut ve çevresi oluşturur. Sağlıklı bir fiziksel çevre ve konut yapısı sosyal çevrenin oluşumuna ve sosyalleşmeye önemli katkılarda bulunur. Dolayısıyla konut, ekonomik bir sorun olmanın ötesinde anlamlar taşımaktadır. Çünkü yetersiz barınma koşulları toplumsal barışı bozabilecek öğeler taşımaktadır. Konutun sayısal yeterliliği kadar onun niteliği ve toplumsal dağılımı da önemlidir. Bu açıdan konut meselesi yoksulluk sorununun anlaşılmasında ve çözümünde hayati bir öneme sahip olduğundan konutu fiziksel sağlık üzerindeki etkilerinin ötesinde ruhsal ve sosyal denge açısından da yeniden düşünmenin zamanıdır. Konut Hakkı ve Barınma Yoksulluğu Konut; teoride etrafı kapalı, tavanı örtülmüş bir veya bir grup insanın diğer fertlerden ayrı olarak yaşamasına imkân sağlayan, doğrudan doğruya sokağa, koridora veya genel bir yere açılan, müstakil kapısı olan bina veya binanın bir bölümüdür. Ancak çoğu kimse için konut çoğunlukla duvarları çatlamış ve tavanı delik deşik, bir grup insanın ne diğerlerinden bağımsız yaşamasına ne de onları balık istifi olmaktan kurtaran bir bina, belki bir bina bile değildir. Micheal Stone, barınma yoksulluğunu, insanların diğer temel ihtiyaçları için gerekli kaynağı tüketen yüksek kira bedelinin sonucu olarak değerlendirir (Stone, 1993:12-15). Konut sorunu aslında 19.yy başlarında sanayileşme sonrasında ortaya çıkmış ve bu tarihten itibaren konutlar hızlı “makineleşme”, yoğun “kentleşme” ve devasa sosyal değişmeler karşısında kişiliğini korumak isteyen insanın sığınmak istediği son nokta olarak görülmüştür. Ancak bugün dünyada 100 milyon insanın hiçbir barınağı bulunmamaktadır. Sağlıksız konut rakamlarıyla birlikte bu rakamın 1 milyarın üzerinde olduğu ifade edilmektedir. Hâlbuki 1948 tarihinde, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi “konutun bir insan hakkı” olduğunu bütün Dünyaya açıkça deklare etmiştir. 1987 yılını “Evsizler İçin Konut Yılı” olarak ilan eden okumamak gerekir. Örneğin, sadece yer sorunu nedeniyle değil dünyevileşmenin yan ısıra mahremiyet duygusu değiştiği için apartman tipi evler yaygınlaşmıştır. 58 M. Ruhat YAŞAR Birleşmiş Milletler bugün Habitat Gündemi ile “herkese yeterli konut” ilkelerini ana hedefleri içerisinde göstermiş ve bu doğrultuda 189 ulusun hükümet başkanları, 2000 yılında Milenyum Deklarasyonu’nu imzalayarak 2015 yılına kadar Milenyum Kalkınma Hedefleri’nin gerçekleştirilmesini taahhüt altına almışlardır (Keleş, 2006:428-430). Bu taahhüdün 11. hedefi 2020 yılına kadar en az 100 milyon gecekondu sakininin hayatında iyileştirme sağlanması olarak açıklanmıştır. Bu iyileştirmenin odağında bulunan konutlar ise yine Habitat İstanbul Deklarasyonu’nda belirtilen özellikler çerçevesinde ele alınmaktadır. Bu anlamda bir konutun sahip olması gereken özellikler, “yeterli mahremiyet, yeterli mekân, fiziksel erişebilirlilik, yeterli güvenlik, yeterli yararlanma güvencesi, yapısal sağlamlık ve dayanıklılık, yeterli aydınlatma, ısıtma ve havalandırma, su, atık su ve katı atık yönetimi gibi yeterli ve erişilebilir konut ve bütün bunların uygun fiyatla edinilmesi” faktörlerini kapsamaktadır (www.canaktan.org). Konutla ilgili olarak birçok özelliğin ve işlevin gerekliliğinden bahsedilir. Konutla ilgili olarak verilen bu fiziki tarifler bile birçok yoksulun bir konutta oturmadığına delil olabilir. Türkiye’de konut hakkı ile ilgili olarak 1961 Anayasasında 49. maddede; “Devlet, yoksul veya dar gelirli ailelerin sağlık şartlarına uygun konut ihtiyaçlarını karşılayıcı tedbirleri alır.” denilmektedir. 1982 Anayasasında 57. maddenin konu başlığı ‘konut hakkı’ olup içeriğinde “devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır” ifadesi bulunmaktadır. Ancak, Anayasalarda temel hakların belirtilmiş olması, bu haklardan herkesin yararlandığı anlamına gelmemektedir. Çünkü, sağlık hakkından yaşama hakkına, eğitim-öğretim hakkından sosyal güvenlik hakkına, çevre hakkından mülkiyet hakkına kadar uzanan birçok hak, ancak belirli bir yaşam standardına ulaşılarak elde edilebilir. Bu yaşam standardının her bir parçası aslında diğer öğeler ve haklar üzerinde etki yapar. Örneğin, devletin herkesin ruhsal ve bedensel sağlığını korumasına ilişkin anayasal ödevi konut sorununu temelde sağlık sorununun bir parçası kılmaktadır. Bu anlamda insan hakları da birbiriyle çok yakından alakalı olduğundan insan haklarının asgari düzeyde sağlanmasında sağlıklı bir konutta oturmanın önemli bir yeri vardır. Öyleyse sağlık, özel hayat, güvenlik, iletişim, korunma gibi ihtiyaçların karşılanmasında konutun gerçekten belirleyici bir yeri olduğu unutulmamalıdır. En azından yaşam hakkının bir depremle daha doğrusu sağlıksız konutlar nedeniyle insanlarının elinden nasıl alındığını çok yaralayıcı bir şekilde öğrendik. Konut ihlali geniş bir hak zeminiyle ilgilidir. Genel olarak kişilerin evlerinden çıkarılmaları veya evlerine dönmelerinin engellenmesi şeklindeki davranışlar konut dokunulmazlığı ihlali içerisinde değerlendirilmektedir (Erdoğan, 2007:157). Halbuki, ödeyemedikleri faturalarla geciktirdikleri kiralar nedeniyle sürekli ev sahibiyle bu tür sorunlar yaşayan yoksulların konut dokunulmazlığı lükstür. Bu haktan mahrumiyeti yaşayan yoksullar her zil çaldığında kapılarını gönül rahatlığıyla açamazlar. Yoksulların önemli bir kısmı önce pusuda yatar gibi dışarıyı gören bir yerden kapı önünü gözlerler ve gelenin kim olduğuna baktıktan sonra kapıyı açmaya karar verirler. Çalışmamızda dikkatimizi çektiği üzere, bazı yoksulların elektrik, su faturaları veya kirâ borçları nedeniyle kapıyı açarken, tedirgin bir sincap edasıyla, yarım açtıkları kapıda kaygıyla tetikte bekledikleri görülmüştür. Bu açıdan sözkonusu şartlar içinde yoksullar için konut hakkına sahip olmak ve onu kullanmak gerçekten zordur. 59 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93 Konuta Kimler Nasıl Konar? Sadece mimarların değil aynı zamanda çeşitli düşünür ve aktivistlerin de istenen tipte insanlar inşa etmek, eşit ve adil bir toplum oluşturmada işlevsel bölgeler ve mimari tasarımlar inşa etme merakları öteden beri bilinmektedir. Bu yüzden arsa, mülkiyet ve konut politikası neredeyse bir ideoloji sorunudur. Nitekim “olmayan yer” anlamına gelen ütopyalarda, mekânın sosyal politika aracı olarak ilk kez düşünüldüğünü görmekteyiz. Sosyalizmin etkisiyle ortak mülkiyet ve kullanımı öneren bu projelerin belirgin özelliği işlevsel ve tek biçimli birimler olarak göze çarpmalarıdır2. Ütopyalarda düşünülen şehir, sokak ve konutlar istenen tipte toplumu inşa etmenin yanı sıra o dönemde yaşanan sorunları aşmanın bir yolu olarak hayal edilmiştir (More, 1999:60). Toplu konutların revaçta olduğu bu günlerde toplumu inşa etmenin bir tarzı olarak toplu konut inşaatlarını düşünmek, kapitalizme yeni yeni ayak uydurmaya çalışan siyaset tarzımızın iktidar olma ve kontrol pratiğindeki değişmeleri anlamak açısından anlamlıdır. Bu anlamda merkezi otoritenin kamusal kira politikalarından ziyade konut sahibi olmaya verdiği önemin toplumu muhafazakârlaştıran yanı bir yana konutla ilgili bu son uygulamaların ne ölçüde alt sınıflara yarayacağı temel tartışma sorunudur. Bilindiği üzere, sosyal devlet kentin metalaşmış alanlarını, karşı müdahaleleriyle dengelemeye çalışır. Kamu konut poltikaları, kira-yatırım denetimleri ve genel olarak kentsel planlama bunlardan bazılarıdır. Ülkemizdeki konut piyasası canlı olmasına rağmen sermaye azlığı nedeniyle yeterli derinlikte olmamıştır. Batı'da arazi ve konut sunumuyla ilgili olarak ücretlerin ve ödeme gücünün yönlendirdiği kararlar, bizde merkezi hükümetin, kent yönetiminin ve gayri meşru arazi mücadelesinin (gecekondu) denetimindedir. Özellikle, kentsel arazilerin çoğunlukla devlet tarafından kontrol edilmesinin önemli sosyal ve politik etkileri olduğu bilinmektedir. Gelişmiş kapitalist toplumlarda yerleşim bölgeleri, temelde konut borsası ve arazilerin piyasa değeriyle belirlenirken bizde kentlerin bölgelere ayrılması bile idarî kararlarla olmuştur. Dolayısıyla kent alanlarının ve gecekondular da dâhil konut alanlarının gelişmesi temelde doğal bir süreç değil, toplumsal ve siyasi örgütlenmenin bir uzantısı olarak görülebilir. Bu anlamda, Osmanlı’daki vakıf sisteminin de etkisiyle geniş bir arazi stoğunu elinde bulunduran devlet erki aslında konut açısından sosyal dengeyi gözetici politikalar geliştirmede önemli bir manevra imkânına sahiptir. Devletin kentsel araziler üzerindeki bu geniş tasarruf imkânı, uygulayacağı arsa ve konut politikalarıyla toplumsal sınıflar ve tabakaşma sistemi üzerinde de oldukça olumlu etkiler yapabilir. Bugün tüketim kalıplarının tabakalaşma desenindeki belirleyici etkisi güncel bir tartışma konusudur. Baudrillard, kitlesel hale gelen dayanıksız tüketim nesnelerinin sınıfsal belirleyiciliğinin azaldığını ileri sürer. Bu nedenle düşünür, gündelik tüketim nesnelerini elde etmeye yarayan belirli marjlar arasındaki gelirin sınıfsal ayrımlardaki öneminin mekân ve konut üzerinden arttığına dikkat çeker (Baudrillard, 1997:61). Bilindiği üzere marxsizm konut sorununun kapitalizmin çöküşüyle ortadan kalkacağını 2 60 Sosyalizmin öncülerinden Engels, kentlerde, herhangi bir gerçek "konut darlığını" anında giderecek mesken için yeterli bina olduğunu ve fazla konut sahiplerinin evlerine el koyarak evsiz işçileri bu evlere yerleştirmeyi önerir. M. Ruhat YAŞAR savunduğundan bu konuya ilgisiz durmuştur. Hâlbuki Max Weber, Marx’ın sınıfsal yaklaşımına alternatif olarak sosyal tabaklaşmada farklı toplumsal grupların statü, tüketim potansiyellerine vurgu yaparak konut sorunu açısından farklı bir tez ileri sürer. Bu anlamda yaşam şansları mekânla şekillenir ve yoksulluk marksizmin ileri sürdüğü gibi sadece üretim ilişkilerindeki konumla değil aynı zamanda eşitsiz konut dağılımıyla da belirlenir. Bu izden giden Pahl, konut sorununun kent yöneticilerinin, çeşitli sosyal hareketlerin, dernek ve vakıfların, bankaların, poltika geliştiricilerin kararlarıyla alakalı olduğunu söyleyerek analizini Weberian bir temel üzerinde sürdürür (İngram, 2008:13). Pahl, kaynaklara ulaşmanın sistematik olarak mekân bağlamında yapılaştığını ileri sürer. Ona göre kent konut sistemini belirleyen asıl aktörler üzerinde durulmalıdır. Bu anlamda dağılımda belirleyici olan değerler, düşünceler, ideolojiler ve etkileşim kalıpları oldukça önem taşır. Bilindiği üzere Weber, sosyal grupların tüketim ve statülerine göre farklılaştıklarını ve bu unsurların onların yaşam şanslarına olan etkisine değinmiştir. Bir tüketim nesnesi olarak muhitin ve konutun yaşam şanslarını belirlemedeki etkisi fiziksel donanımının ötesinde sosyal sermaye içeren yapısında aranmalıdır. Neyi bildiğimizden çok kimleri tanıdığımıza vurgu yapan İngiliz atasözü (bütün kitle iletişim olanaklarına rağmen) aslında üstü kapalı olarak zaman geçirilen muhitin önemini ima eder. Çünkü, elde edilen imkânlara bağlı olarak farklı mahalle örgütlenmeleri ve yaşam biçimleri sınıf bölünmelerini derinleştirmektedir. Bunun yanı sıra konut kredilerinin kullandırılmasında sınıflara göre oluşan farklı sunumlar, görece üst sınıfta bulunanların, konut kredisi finansmanında avantajlı imkânlara sahip olduğu ölçüde, diğerleri karşısındaki üstün konumunu pekiştirebilir. A.B.D. ve Britanya’da zengin alanlarda çok daha düşük konut yoğunluğu yoluyla mekânsal eşitsizliğin yaratıldığı ve bununla da sınıfsal eşitsizliğin pekiştirildiği bilinmektedir (Urry, 1999:25-28). Jhon Rex ile R. Moore Birmingham’da yaptıkları bir araştırma sonucunda toplumsal grupların arzu edilen şehir alanlarında konut sahibi olma mücadelelerini sınıfsal kavramlaştırmada temel bir belirleyici olarak yorumlamışlardır. Onlara göre kentlerdeki toplumsal etkileşimin temelinde yatan temel süreç az bulunan ve istenilen konut tipleri için yürütülen rekabettir (Marshall, 1999:428). Her ne kadar bazı eleştirmenler Rex'in "konut sınıfları"nı sınıfsal çatışmaların bir parçası olduğunu söyleyerek konut imkânlarını bir toplumun sınıf yapısının genel karakterine katkıda bulunan ikincil bir olgu olarak değerlendirseler de Rex ve Moore kentsel çatışmaların, sanayi alanındaki çatışmalar kadar kronik ve yoğun olduğunu ve konut piyasasının sanayi piyasasına doğrudan indirgenemeyen kendine has özellikleri olduğunu vurgularlar. Kamu konutlarının ve ev kredileri için istenen vasıflar konut üzerindeki sınıf mücadelesinin iki ana öğesidir. Çünkü kamu konutları gerekli talebi karşılayamayamadığından kredi başvuru şartları elenecek gruplar için belirlenir. Ev sahibi olmak isteyen ve bu amaçla konut kredisi almaya çalışan insanlar eşit imkânlara sahip olmadıklarından farklı sınıflar konut niteliği ve kredi kullanımı konusunda kendilerine uygun bir tahsis sistemini savunacaklardır. Rex'e göre konut sınıfları, en değerli yerlerde kendi mülküyetinde yaşayan insanları; bu evlere konut kredisi yoluyla "sahip olanları"; daha az talep gören yerlerde, konut kredisiyle aldıkları konutlarda yaşayanları; şahsa ait evlerde kirada oturanları ve devlete ait konutlarda kirada oturanları kapsar. Ülkemiz bazında düşünülecek olunursa 61 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93 yukarıdaki konut sınıflarının kısmen bizde de benzer şekilde farklılaştığını kabul etmekle birlikte kiralık devlet konutları ve lojman konusunda aynı şeyi söyleyemeyiz. Genelde üst düzey bürokratlar başta olmak üzere devlet çalışanlarına lojman tahsisinin sınıfsal pozisyonu tahkimi üzerinde durulması gereken bir konudur. Devletin masraflarını karşıladığı bu lojmanlarda halen bazı devlet memurlarının piyasaya göre daha az para ödeyerek oturdukları bilinmektedir. Hem statü hem de ekonomik anlamda katma değer yaratan lojman imkânları ülkemizde epeydir, etrafı telli duvarlı ortamlarda sırtını devlete dayamanın, farklı sınıf algısının ve ötekileştirmenin önemi bir aracı olmuştur.3 Görselliğin giderek daha fazla önem kazandığını ve aynı nedenle farklılığa yapılan vurgunun mekânın değişim değerini arttırdığını biliyoruz. Görselliğin bu artan önemi konutların benliğin sunumundaki önemini de arttırmaktadır. Bu anlamda üst gelir grupları değişim değerini alt gelir grupları ise kullanım değerini baz alarak konut arayışında bulunurlar ve topluluklar da aynı kaygılarla mekânsal izdüşümlerde oluşur ve bu yüzden üst gelirliler geniş bir hareket alanına sahipken yoksullar kıstırılmışlıkla zorunlu hareket arasında sıkışırlar. Hâlbuki mekânını ve konutunu seçme eğilimi bugün statü arayışının gittikça artan bir eğilimi olarak göze çarpmaktadır. Pek çok kentte en varlıklı konut sınıflarında yaşayanlar, kent merkezinden iç kentin kırsal alanlarına veya bazen tamamen kent dışına taşınmaktadırlar. Konut kredisiyle alınmış evlerin daha az ayrıcalıklı sahipleri de, dış kırsal alanların sürekli yayılmasına yönelik bir eğilim yaratmaya yardımcı olarak, iç kentten uzaklara taşınmaya çalışmaktadırlar (Harvey, 1993). Devletin hem konut kredisi, hem de kamu konutu vermediği, bu nedenle çoğu kez ev kiralamaya zorlanan gruplar genellikle, kamu konutlarındakilerin sahip oldukları kira denetimi ve korumasından yoksun oldukları için vicdansız ev sahipleri tarafından kullanılmaya karşı savunmasız durumlarda yaşarlar. Bu gruplar genellikle kent içindeki en kötü evlerde veya kentin çeperinde yer alan bakımsız ve eski evlerin bulunduğu mahallelerde yaşarlar (Rex ve Moore, 1967). Konut piyasasındaki konumun emek piyasasının ötesinde etnisite, yerlilik ve veraset gibi birçok avantajla alakalı olduğunu ifade eden Rex merkezi otoritenin kamusal konut sektöründeki bürokratik düzenlemeleri ve yerel otoritenin de öncelikli iskân düzenlemeleri aracılığıyla düzensiz geliri olan birçok aileyi aşağı konuma mahkûm ettiklerini belirtirler. Aslında bütün bu planlamaların olduğu gibi, ideoloji ve ütopyaların da gelip durduğu nokta mülkiyet paylaşımının sınırlarıdır. Nasıl ki mülkiyet hakkı uygun ve yeterli toprağın herkes için kalmaması sonucunda doğmuşsa konut hakkı da herkes için yeterli miktarda konut ve arsa olmadığı fikriyle ortaya çıkmıştır. Bizce sorun yeterli miktarda konut ve arazinin olmaması değil, bu mevcuttaki dağılımın düzensizliği ve adaletsizliğidir. Mülk ve arsa sahipliği sosyal tabakalaşmada bireylerin bulunduğu yeri anlamamız açısından önemli bir veri sunar. Bugün, zenginler kent arazisinin %90’nına 3 62 Ülkemizde kiralık devlet konutlarının olmamasını ideolojik nedenlere yani kapitalizmin etkisine bağlayanlar olduğu kadar bunu sermaye ve örgütlenme sorununa bağlayanlar da olmuştur. Ancak şimdiye kadar gecekondularla geçiştirilen konut sorununun azalan kent arazileri nedeniyle kronik hale geldiği düşünülürse kiralık belediye ve devlet konutlarının olması kaçınılmaz gibi görülmektedir. M. Ruhat YAŞAR sahipken ve dünya kadar açık alan varken yoksullar arazinin %15’lik kısmında balık istifi yaşamaktadırlar. Çalışan kesimlerinin sahip oldukları konumu sahip oldukları mülkle ilişkilendiren bir çalışmada işsizlerin (%7.4) hiçbir mülk gelirine sahip olmadıkları tespit edilmiştir (Köse ve Karahanoğulları, 2002:32). Birçok gelişmekte olan ülkelerde özellikle de Asya ve Afrika şehirlerinde arsaların büyük bir kısmının azınlık sayılabilecek bir nüfusun elinde bulunduğu tespit edilmiştir. Keyder ve Dündar, ayrı ayrı yaptıkları çalışmalarında Ankara ve İstanbul’daki spekülatörlerin paralarını gecekondu bölgelerinin lüks semtlere dönüştürüldüğü arazilere yatırarak siyasi nüfuzla elde ettikleri inanılmaz kârlara değinirler. Daha korkunç bir örneği Mısır ve Suudi konut sektörü üzerine veren Jeffery Nedoroscik ise bir milyondan fazla apartmanın boş olduğu Kahire’nin yarısının boş binalarla dolu olduğunu ve şehir beş yıl içinde ikiye katlanmasına rağmen konut krizinin hala devam ettiğini belirtir. Aslında konut sahipliği dağılımında Türkiye ‘de de benzeri bir durum söz konusudur. Hali vakti yerinde olanlar gerek kültürel bilinçaltı gerekse kâr amaçlı olarak fazla sayıda konut alımına yönelmekte, bu ise mevcut piyasada hem konut hem de arsa fiyatlarını yukarı çekerek asıl konut ihtiyacı olanların mağdur olmalarına yol açmaktadır. Sorunu mevcut sistemlerin kötü vergilendirmeye ve vergi toplamadaki yetersizliğe bağlayan Nick Devas üçüncü dünyadaki on kent arasında yaptığı karşılaştırmalı analizinde durumu iyi olanların vergilendirilmesi yönünde ciddi bir çaba olmamasına vurgu yapar (Devas, 2003:6-7). Nijerya, Jamaika, Kano ve Meksika’da da genelde durum bundan farklı değildir. Meksika’da hali vakti yerinde olanlara ayrılan devlet fonları konut fonlarının %50’sini kullanırken en yoksul kesime hizmet eden fonların toplam fonlara oranı %4 civarında kalmaktadır. Bu anlamda bir yanda, az vergi verip devlet hizmetinden daha fazla yararlanan zenginler diğer yanda ise kendilerine verilen konut sözlerinin tutulmadığı yoksullar bulunmaktadır. Yine Castells Fransa’daki yoksullarla ilgili düzenlemeleri kastederek, sağlıksız bölgelerde daha dar uygulamaların yapıldığını belirtir. Sermayenin bu alanlara kayda değer katkı yapmadığını iddia eden yazar buralardaki konut alanlarına açık alanların ve okulların yapılmadığından şikâyet etmektedir (Devas, 2003:6-7). Sonuçta bu program aracılığıyla kent merkezinin yüksek tabakadakilere banliyölerin ise aşağı tabakadakilere hasredildiği ifade edilmektedir. Böylece bu program aracılığıyla devletin üretim ve idari açıdan merkezileşmesine müdahil olarak sınıfsal konumları sağlamlaştıracak kent sistemini yeniden ürettiği ifade edilmektedir. Geçmişten Günümüze Konut Politikaları Konut politikaları konusundaki aktörler konut alanlarının planlanması, yaşama geçirilmesi ve kamusal hizmetlerin sunulmasında belirleyici olduklarından bu aktörleri ve onların geçmişten günümüze kadar gerçekleştirdikleri rolleri irdelemek önem taşımaktadır. Türkiye’de uygulanan konut politikaları genel olarak 1923-1950 dönemi, 1950-1980 dönemi ve 1980 sonrası olmak üzere üç ayrı dönemde incelenmektedir. Bu dönemlerin hemen hepsinin ortak yanı yoksulları hesaba katmayan bir uygulama mantığına sahip olmalarıdır. Bu politikalarda gerek finansman, gerek planlama gerekse uygulama noktasında ciddi eksiklikler göze çarpmaktadır. Neredeyse önce şehirler ve konutlar mantar gibi çıkmış sonra da, artık nasıl bir planlama anlayışıysa, bu sonuçlara göre planlama arayışı ortaya çıkmıştır. “Kervan yolda düzelir mantığıyla” yapılan bu 63 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93 uygulamalar konut sorununun ve beraberinde de sosyal sorunların artmasına neden olmuştur. Halbuki, planlamanın mantığı olası sorunları da göz önünde tutarak süreci başından itibaren kontrol etmeye dayanır. Bizde maalesef yönetim erki hayatın gerisinde kalarak cari olana, yani sonuca göre plan yapmaya kalkmıştır. Ülkemizde genel anlamda konut politikalarında yaşanan bu plansızlıklar ve konut üretmedeki yetersizlikler yoksulluğun derinleşmesinde önemli bir etkiye sahiptir. Konutla ilgili birinci dönemde (1923-1950), savaşla tahrip edilen kentlerin imarı, göçle gelen soydaşların yerleştirilmesi ve memurların konut sorunlarının giderilmesi ve konut kiralarının sınırlandırılması gibi dolaylı çareler üzerinde yoğunlaşılmıştır (Keleş, 2006:523). Daha öncelikli sorunların ele alındığı bu süreçte kıt kaynaklar nedeniyle imar problemlerinin çözümü özel teşebbüslere bırakılmış, bu nedenle konut yapımında emlak vergisi ve ithal yapı malzemeleri için gümrük muafiyeti uygulaması yapılmıştır. Bu dönemde konut sorunlarını çözebilmek amacıyla 1926 yılında Emlak Kredi Bankası kurulmuşsa da bu kurumun 1946 yılına kadar etkisiz kaldığı bilinmektedir (Tosun, 2005:7). Sonuç olarak bütün halkın yoksul olduğu, ekonominin olduğu kadar sosyal yaşamın da sorunlarla dolu olduğu bu ilk yıllar konut açısından da durgun geçmiştir. Oysa aynı yıllarda birçok Avrupa ülkesinde kamu kuruluşlarının konut edindirmede başat rol oynadıkları bilinmektedir. Örneğin İngiltere’de devlet kuruluşları iki dünya savaşı arasındaki yıllarda konut üretiminin dörtte üçünü karşılamışlardır (Keleş, 2006:428). 1950-1980 döneminde, konut politikası gecekonduların önlenmesine yönelmiş4, ancak büyük sorunlar yaratan gecekonduları engellemek amacıyla 1948 yılında kurulan İmar ve İskân Bakanlığı da bu ciddi soruna çare olamamıştır. 1948-1953 yıllarında çıkarılan yasalara rağmen ne konut sorunu çözülmüş ne de gecekondular engellenebilmiştir (Sey, 1998:285). İsmi “gecekondu” olarak ilk kez 1966’da kayıtlara düşen bu yeni yerleşim tarzını engellemek için bina teşvik yasaları birbiri ardına çıkarılmış olsa da istenen sonuçlar alınamamıştır (Keleş, 2006:524). 1950 sonrasında dar gelirlileri konut edindirmek için Emlak ve Kredi Bankası kurulmuş ve bu kurum 1946 ile 1980 yılları arasında 400.000 konut üretmiştir. Ancak, bu süreçte devletin yaptığı konut projelerinin daha çok üst gelir gruplarına yöneldiği ifade edilmektedir (Görgülü, 2003:51). Yine bu dönemde (1951) Belediye yasasında konut yetkisinin Belediyelere verilmesi (Keleş, 2006:524) ve dar gelirli gruplara konut kredileri sağlamak için Sosyal Sigortalar Kurumu oluşturulması gibi gelişmeler yaşanmışsa da bu dönemde desteklenen konut kooperatifleri konut piyasasının sadece % 10’unu oluşturmuştur (Balamir, 1996:335-336) Konut yapımında 1950’li yılların başlarında başlayan apartmanlaşma 1965’te kabul edilen Kat Mülkiyeti Kanunu’yla hız kazanmış (Balamir, 1996:335-336), ancak bu gelişmeler çarpık kentleşmenin ve gecekonduların artmasına paralel bir seyir izlemiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren toplu konut yapmayan ama devlet arazisini de kullandırmayan politik anlayış sonraki dönemlerde popülizmi ve himayeciliği benimsemiştir. 1966’da 775 sayılı yasa ile gecekondunun varlığı resmen 4 64 1948 yılında 25-30 bin olarak tahmin edilen gecekondu sayısı, yoğun kentleşme nedeniyle 1953’te 80 bin, 1960’ta ise 240 bin olmuştur. Yine, 1940-1950 yılları arasında %20.1 olan kentsel nüfus artışının 1950-1960 arasında %80.2 olduğu görülmektedir. (Keleş, 1978: 26). M. Ruhat YAŞAR kabul edilmiş ve kentte yerleşebilmeye yönelik resmi olanaklar ve kurallar getirilmiştir. Nihayetinde gecekondu, kente ‘eklenen’ bir öğe olmaktan çıkıp, kentin temel rantlarını paylaşma hakkı isteyen bir güce erişmiştir (Şenyapılı, 1998:311). Ancak gecekondularla ilgili bu gelişmeleri sadece göçenlerin sorunu olarak kabul edip tek taraflı bir yanlış olarak değerlendirmemek gerekir. Çünkü 1950’li yıllardan itibaren başlayan sanayideki gelişmelerle kentlerde ortaya çıkan ucuz işgücü açığının, bir nevi sosyal uzlaşma sonucunda gecekonduları kente monte ettiğini söyleyebiliriz. Bu süreçte gecekondu çalışanları kendi barınma sorunlarını kendileri çözdüklerinden hem emek maliyeti hem de göçün devlete yükleyeceği sosyal harcama maliyeti azalmıştır. Ancak, 1980’den sonra, gecekonduların da kâr döngüsüne dâhil edilmeleri özellikle içinde siyasilerin de olduğu yeni bir arsa-konut sorununu tetiklemiştir. Bir taraftan ticari rantı bir taraftan da siyasi rantı arttırmak için devlet arazilerini yağmalatan himayeci anlayış gecekondu nüfusuyla birlikte büyüyen genel bir konut sorununa yol açmıştır. Öyle ki, DPT’nin verilerine dayanılarak hazırlanan bir raporda evlerini kendi elleriyle yapanların oranının ticari amaçlı gecekondu yapanların yanında çok önemsiz kaldığı belirtilmiştir. Bu ayrıntı ise gecekonduyu kendi elleriyle yapan yoksullarla ticari gecekonducular arasındaki turnusol olarak yorumlanmaktadır (Ocak, 2002:101). 1960’tan başlayan planlı dönemde, konut sorunu ve kent planlaması her zaman üzerinde önemle durulmuş konular olmasına karşın uygulamada fazla bir mesafe alınamamıştır. Bu dönemde 1961 Anayasasıyla birlikte, dar gelirli ve yoksul ailelerin barınma gereksinmelerinin giderilmesi görevinin devlete verilmesi önemli bir gelişme olmakla birlikte uygulamada istenen gelişmeler sağlanamamıştır Konut sorunlarının ilk kez kalkınmayla ilişkilendirildiği ve bir bütün olarak ele alındığı bu dönemde halk konutu adı verilen ucuz, küçük konutlar için teşvikler yapılmış ancak bu konut yatırımları gereksinimleri karşılamamıştır (Keleş, 2006:525-526). Bu süreçte gecekondu alanlarına alt yapı götürülmesi, gecekonduların iyileştirilmesi, iyelik durumunun normalleştirilmesi gibi politikaların yanı sıra kent imarı ve konut yapımı için Toplu Konut Fonu oluşturulması ve konut kesiminde özelleştirme politikaları da güdülmüştür. Ne var ki, düşük düzeylerdeki sermaye birikimi, özel ve kamu kaynaklarının yetersizliği nedeniyle nüfusa oranla gerekli yapı üretimi olmadığından yeterli gelişme yine sağlanamamıştır5. Nitekim, 1975-80 yılları arasında kooperatif oranının % 10’un altında kaldığı görülmektedir (Keleş, 2006:439). Konut piyasasında etkili olan bir diğer gelişme ise kooperatifçiliğin sunduğu devasa konut imkânları olmuştur. 1980 sonrasında, ülkedeki sosyal konut gereksinimini karşılamak üzere 1981 tarihli 2487 sayılı ‘Toplu Konut Kanunu’ çıkarılmış (Tapan, 1998:376) ve kaynak kullanımında önceliğin kooperatiflere verilmesiyle birlikte kısa sürede çok sayıda kooperatif birlikleri kurulmuştur. Türkiye’de konut alanındaki en 5 Emre Kongar gibi bazı sosyologlara göre konut sorunundaki temel neden devlet yetkililerinin planlama olgusuna sıcak bakmamalarından kaynaklanmaktaydı. Bu açıdan konut sektörüyle ilgili merkezi yönetimin yeterli desteğinin olmayışı ve liberal politakalar kayıt dışı konut sektörünün ve gecekondu yapılaşmasının temel nedeni olarak görülmektedir. Halbuki, konut sorunu sadece kapitalist ülkelerde değil az gelişmiş bütün toplumlarda örneğin, sosyalist ülkelerde de çok kötü örneklerle görülmüştür. Özellikle sanayileşme döneminde SCBB’deki işçilerin dağın eteklerine kazılmış mağaralarda kaldıkları bilinmektedir (Karpat, 2003:34). 65 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93 büyük kamu atılımı 1981 yılında çıkarılan bu toplu konut yasası ile gerçekleştirmiştir. Bu süreçte, Toplu konut İdaresi, 1984-1994 arasında 949.696 konuta kredi sağlamış ve desteklenen konutların % 85,7’sini kooperatif konutları oluşturmuştur (Özüerken, 1996:363). Böylece, konut kooperatiflerinin konut üretimindeki payı 1980’de % 9 düzeyinde iken, 1990’da % 25’e yükselmiştir. Toplu Konut İdaresinin kurulmasıyla, 1984’ten itibaren 5 yıllık süre içinde yapılan kooperatifler, geçmiş 50 yılda yapılan konut sayısının dört katına çıkmıştır. Günümüzde bu oranın % 30’un üzerine çıkmış olduğu söylenebilir. (Keleş, 2002:451). Ancak bütün süreç içerisinde Berkman ve Osmay’ın haklı olarak belirttikleri üzere bu yapılar, orta sınıfların arkasına devlet desteğini de alarak rant paylaşımında kaybettiklerini geri alma amacına hizmet ettiğinden alt sınıflara herhangi bir fayda sağlamamıştır. Bu süreçte üyelerini ağırlıklı olarak aynı sosyal ve ekonomik kesimden toplayan kooperatif oluşumları yerlerini, üyelerinin gerek ekonomik gerekse sosyal açıdan farklılaştığı rant amaçlı kooperatif sistemine bıraktıkça dar gelirlilerin kooperatif aracılığıyla konut sahibi olmaları zorlaşmıştır. 1970-80 yılları bir yandan ülkeyi kasıp kavuran terörün, siyasi istikrarsızlıkların olduğu diğer yandan dünyaya entegre olma çabaları ile küresel aktörlerin ekonomide söz sahibi olmaya başladıkları yeni bir dönemi başlatmıştır. Bu süreçte hükümetlerin konut edindirmeden çekilmesi gerektiği, IMF ve Dünya Bankası destekli liberal ekonomi tarafından sürekli dile getirilmiştir. Bu konuda devletin konut gibi ortak tüketim alanlarına müdahalesinin kentle ilgili her tür girişimi siyasileştirdiği ve bunun kentsel krizin derinleşmesine yol açtığı ileri sürülmüştür. Bu anlamda devletin konuta yönelik çıkartması, ister kiraların sabitlenmesi ister kendi eliyle konut yapılması şeklinde olsun bu sektörde özel girişimin yeni konut yapımlarını olumsuz etkileyerek uzun vadede konut açığını arttıracağı ifade edilmektedir. 1970’lerin sonu ve 80’lerden itibaren Yapısal Uyum Programlarında, devletin konut edindirme politikalarından vazgeçmesi gerektiği önerilmiş ve bunun gelişmekte olan ülkelerin konut sorunlar üzerinde önemli etkileri olmuştur (Davis, 2007:85). Öyle ki üçüncü dünya ülkelerinde var olan konut ihtiyacına karşın konut arzının yeterli olmadığını özellikle de bu arzın yoksulların ilgisi dışında kaldığını ifade eden Berner’e göre devlet, toplu konuttan ziyade toplu konut yıkımından sorumludur. Nitekim Uluslarası Çalışma Örgütü (ILO) de, üçüncü dünyada resmi konut arzının yeni konut stokunun ancak % 20’sini karşıladığını belirtmektedir (BM-HABİTAT, 1996:239). Ülkemizde de kalkınma planlarında konut yatırımlarına ayrılan paya bakıldığında bunun % 17’yi geçmeyeceği öngörülse de piyasadaki talebin fazlalığı bu oranı sürekli % 20’lere kadar taşımıştır. 1979 yılından itibaren de politikacılarca desteklenen bireysel kredi yolu 1981 yılından itibaren toplu kredilerin yerine geçmeye başlamış (Keleş, 2006:526). Yine bu bu dönemde (1979-81) yüksek faiz nedeniyle insanların konut yapmaktan, evini kiraya vermekten vazgeçip paralarını, mülklerini bankerlere kaptırdığı ve konut piyasasının da buna paralel olarak sıkıntıya girdiği görülmüştür (Keleş, 2006:531). 1990’ların sonuna doğru hız kesen kooperatif sevdası devletin de piyasadan çekilmesi üzerine arsa rantlarıyla gelişen yapsatçılığı doğurmuştur. Yapsatçılık olarak bilinen Türkiye örneğinde konutlar üretilirken (Pınarcıoğlu ve Işık, 2006:105-107) sadece arsa sahibi ve müteahhit değil aynı zamanda emeğinin karşılığında ücret alan 66 M. Ruhat YAŞAR veya ev sahibi olan işçi aileler de bu ittifaktan payını almışlardır. Türkiyeye özgü apartmanlaşma ve gecekondu yapılaşması başlangıçta emek yoğun işlerde çalışan yoksullar için de önemli bir gelir kaynağı olmuştur. Ancak daha sonraları durum değişmiştir. Nakit sıkıntısının yaşanmadığı bu ittifaktan elbette en önemli kârı arsa sahipleri almış ve süreç içerisinde arsa bedellerindeki yükselme nedeniyle çalışanlar aleyhine bir mekanizma gelişmiştir. Durum böyle olunca hem kat fiyatları hem de arsa fiyatları el yakmaya başlamış ve böylece dar gelirlilerin konut sahibi olmaları tamamen hayal olmaya başlamıştır. Kat mülkiyeti kanunuyla desteklenen yapsatçılık uzunca bir dönem orta sınıfların konut edinmelerini sağladıysa da arsa sahibiyle yapsatçı ve emekçi arasındaki gerilimin yanısıra yaşanan ekonomik sorunlar ruhsatlı konut yapımında önemli bir düşmeye yol açmış, bu ise başta dar gelirliler olmak üzere bütün çalışanlar ve yoksullar üzerinde ciddi bir konut baskısına yol açmıştır. Nitekim 70’li yıllarda % 30 bedel karşılığında verilen arsaların 80 sonrasında % 50-60 bedelini aştığı bir gerçektir. Yapsatçıların yaşadıkları kâr marjı darlığı onları yeni arsa sahipliği yoluyla konutlar yapmaya yöneltmiş ama onların bu girişimleri devletin konut kooperatiflerine verdiği destekle gittikçe azalmıştır. Ancak bu süreç de fazla sürmemiştir. Emlak ve Kredi Bankası’nın 2000’li yılların başında kapatılması konut sektöründe bir dönemin sonu olarak değerlendirilebilir. IMF ve Dünya Bankasının batık kredileri gerekçe göstererek bankayı kapattırması ülkenin yerel kaynaklara dayalı konut finansmanı konusundaki tüm deneyimini ve bu konudaki toplumsal güveni olumsuz etkilemiştir. Son yıllarda arsa rantçılığıyla yapsatçılığı birleştiren sermaye artık yeni zenginler için olmadık lüks siteler yapmaya başlamıştır. Bireyselleşmenin arttırdığı müstakil ev arayışları yerini, bir yandan “mahalle özlemi” bir taraftan da statü tahrikiyle gelişen güvenlikli sitelere devretmektedir (Perouse ve Danış, 2005:93-113). 2004 yılından itibaren lüks konut ve villalarda yüksek satış oranları dikkat çekmektedir. İnşaatların büyük bir kısmının daha başlamadan satıldığı söylenen bu projelerde birim fiyatların 200 bin ABD doları ile 2 milyon ABD doları arasında değiştiği ifade edilmektedir (TOKİ, 2006a:72). Sadece deprem, trafik, gürültü ve güvenlik sorununu değil yoksullara etiketlenmiş her tür riski arkasına bırakarak gelişen bu yeni konut alanlarının gelişmiş alt yapı, konfor ve estetiği birleştiren bir kurguya sahip oldukları gözlenmektedir. Son yıllarda gelişen bu güvenlikli site ve rezidanslar, dışa açılımcı ekonomik politikalarla zenginleşenlerin vazgeçilmez mekânları haline gelmektedir. Aylığı 3-4 milyara varan bu saraycıklar bir yandan üst sınıfların tüketim kültürünü yansıtırken bir yandan da, şehir merkezinden, “içerdekilerden” kaçmayı ifade etmektedir. Kamu hizmetleri yerine kameralı, özel güvenlik şirketlerinin tercih edildiği bu yeni konutlar elbette steril ve yeni bir yaşam tarzını simgelemektedir. Seçkinliğin, yeni kimlik arayışlarının ve ayrıcalığın adresi bir anlamda konut ve yerleşim alanlarında simgeleşmektedir. Mekândaki bu yarılma bir yandan sosyal yarılmayı bir yandan da merkezdeki bazı mahallelerin çöküntü mahalleleri haline gelmesine yol açmaktadır. Sosyal yaşamı daraltan bu süreç zenginlerin steril mekânlarda yoksulların ise daha fazla oranda çöküntü mahallelerde, kötü ve eski konutlarda yaşamaları anlamına gelmektedir. Konutta Mevcut Durum Konut sorunu nüfus artışı, göç ve şehirleşme hızına bağlı olarak ortaya çıkan çarpık şehirleşmenin en büyük göstergelerinden biridir. Ekonomik ve sosyal politikalar açısından bakılacak olunursa bu sorun temelde yoksullukla alakalıdır. Çünkü aşırı 67 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93 kentleşmeyi iş arzı değil yoksulluk üretmektedir. Bunun en önemli sebeplerinden birisi ise kırsal alandaki ve taşradaki yoksulluk ve altüst oluştur. Kent hayatındaki yetersizlik kırsal alandaki yetersizliğe tercih edilmekte ve bu akış kötü yönetimlerle birleşince gecekondulaşma ve yetersiz konut problemini doğurmaktadır. İster sosyalist ister kapitalist olsun çoğu ülkede ama özellikle de az gelişmiş ülkelerde gecekondu sorunu konut sorunuyla birlikte gittikçe büyümektedir. Konut sorununa ciddi ve kalıcı çözümlerin olmaması durumunda gecekonduların geleceğimize ipotek koyması kaçınılmaz gibi gözükmektedir. Davis Dünya’nın büyük kentleri başta olmak üzere çeşitli ülkelerdeki gecekondu olgusunun devasa hacmi karşısında şunları söyler: “Velhasıl geleceğin kentleri ilk dönem şehir planlamacılarının tasavvur ettiği gibi cam ve çelikten değil büyük oranda kaba tuğla, saman, geri dönüştürülmüş plastik, briket ve hurda tahtalardan inşa edilecektir. 21. yüzyılın kent dünyası gökyüzüne yükselen ışıklı kentler yerine büyük oranda çerçöp, dışkı ve pislik içine gömülmüş kentlerden oluşmaktadır.” Davis’e göre çağımız kent sakini kent hayatının ilk dönemlerinde 9 bin yıl önce Anadolu’nun Çatalhöyük’ yerleşim birimindeki dayanıklı kerpiç evlerine imrenmesi işten bile değildir. Planlama uzmanı Guatam Chatterjee, “bu eğilim devam ederse gecekondu mahalleleri dışında hiçbir kentimizin olmayacağını” vurgular (Davis, 2997:34). Çoğu gelişmekte olan bu kentlerin %29’una polislerin giremediği ve tehlikeli bölgeler olarak adlandırılan bu tip yerlerin Latin Amerika’daki oranının % 48’e vardığı bilinmektedir (TOKİ, 2006a:9). Ülkemizde, başlangıçta, Marshall yardımları, tarımda modernleşme ve ithal ikameci sanayi, daha sonra da tarımdaki sübvansiyonun geri çekilmesi, ürün fiyatlarının çöküşü, kuraklık, toprağın parçalanması kırsal alanlardan kentlere yönelik göçü hızlandırmıştır. Bunun yanı sıra yerel güvenlik ağlarının çöküşü, sağlık, eğitim ve diğer kamu hizmetlerinden uzaklık ve uzakları yakın kılan ulaşım, köyden kente ve kentten de büyük kentlere olan göçü hızlandırmıştır. Ancak, bütün bu faktörler içerisinde sayılmayan bir etken daha var, o da evsizlik ve mülksüzlük. Özellikle de evsizlik, göç ve hareketlilikte çok önemsenmelidir. Çünkü evi olanların ve özellikle de vadeyle ev sahibi olanların yer değiştirme olasılıkları düşer, olmayanların artar. Bu durumun her ne kadar iş amaçlı ve olumlu sayılabilecek hareketlilikleri engelleyeceği söz konusu olsa da bunu yoksullar için söylemek pek doğru değildir. Göç günümüzdeki yoksulluk probleminin temel özelliklerinden biridir. Özellikle son zamanlarda göçün niteliğindeki önemli değişmeler yoksulluk üzerinde belirleyici bir etkiye sahiptir. Bugün terör nedeniyle yaşananan zorunlu göç olgusu, bu sele hazırlıksız yakalanan kentlerde taşları yerinden oynatmıştır6. Yaklaşık 15 yıldır devam eden Doğu-Batı, Kuzey-Güney eksenli bu göç sürei ciddi alt yapı sorunlarına neden 6 68 1983 yılında terör nedeniyle yaşanan göç, toplam göç nedenleri içinde % 7 iken 1983-1990 arasında bu oran % 64.5’e 1993 yılında ise % 83.4’e yükselmiştir (Türkdoğan, 2006:84). 1987-1995 yılları arasında sadece Diyarbakır yöresinde 311.000 kişinin göç ettiği ve bugün bu oranın 431200 civarında olduğu ifade edilmektedir. Sekiz yıl içinde bölgemizde köy ve köy altı yerleşimlerden göç eden hane sayısı 49068’dir. Her ailenin yaklaışık 5 kişiden oluştuğu düşünülürse yaklaşık 250 bin kişinin kırsal alandan göç ettiğni söyleyebiliriz. Artık sülale ve köy göçlerinin belirleyici olduğu bu sürecin 1997 yılından itibaren yavaşladığı (% 28) ve az da olsa geri dönüşlerden bahsedilmektedir (Türkdoğan, 2006:43-84). M. Ruhat YAŞAR olmuş, insanların barınma ihtimallerini çok olumsuz etkilemiştir. Doğu’dan yapılan göçün yönü konusunda net bilgiler olmamakla birlikte, söz konusu göçlerde yakınlığına göre bazı illerin ve kırsal nüfusun yine bu bölgedeki şehir merkezlerine gittiğini tahmin edebiliriz. Çünkü, 1960 ile 70’li yıllar arasındaki göçte mesafe ne olursa olsun göçen insanların çoğu büyük şehirlere doğru ve tek hamleli bir hareketlilik gösteriyorlardı.. Ancak şimdi, göçlerin genelde yakındaki şehirlere ve aşamalı tarzda yapıldığı görülmektedir (Karpat, 2003:141). Bu durum D. Anadolu ve Güney Doğu bölgesindeki illerde konut sunumu açısından ciddi önlemler alınmasını gerektirmektedir. Konut seçimi üçüncü dünyadaki yoksullar için ince bir denklemin üstesinden gelmek anlamına gelir. Turner’e göre “konut bir fiildir”. Ona göre kente yeni gelenler önce iş bulabilmek için kent merkezine yakın ya da güzergâhtaki bir yere yerleşirler ve iş bulduktan sonra da mal mülk edinecekleri dış mahallelere taşınırlar. Yoksul kentliler konut maliyeti, zilyetlik güvencesi, barınma kalitesi, iş güzergâhı ve kişisel güvenlik arasında bir denge kurmaya çalışırlar. Bazıları konut güvenliğini, bazıları işe yakınlığı, bazıları da bedava arsayı yerleşim önceliği olarak düşünürler (Davis, 2007:45). Yoksul kentlilerin beşte biri ya da üçte biri kent çekirdeğinde veya merkeze yakın eski kiralık evlerde yaşamaktadır. Bazı ülkelerde yoksullar eski burjuva evlerinde, bazıları yoksullar için yapılmış ucuz ve bakımsız konutlarda bazıları ise köhne yapılarda kalmaktadırlar. Bazı ülkelerde yoksul evleri tek odalı kafesler, kaldırımlar üzerine tenekelerden yapılmış derme çatma barınaklar ve çok kötü gecekondular şeklinde bir görünüm sunarken ülkemizdeki yoksul mekânları görece daha iyidir. Bununla birlikte genelde kayıt dışı anlaşmalarla kirada oturan ve oldukça dağınık, süreksiz yerleşimleri bulunan yoksul kiracıların durumu her zaman kötü ve belirsizdir. Kentlerdeki ve özellikle büyük kentlerdeki konut mülkiyeti oranları, göçlerle kıyaslandığında Türkiye ortalamasına göre oldukça düşük kalmaktadır. Nitekim, Türkiye’de ortalama % 70 dolayında olan konut mülkiyeti kentlerde % 50’ye, büyük kentlerde ise % 40’a düşmüştür. Bu süreçte, sağlıksız ve izinsiz konut yapımı ülkenin temel sorunlarından biri haline gelmiştir (TOKİ, 2006a:65). Kentleşme hızına bağlı olarak konut talebi arttıkça devletin geri çekildiği bu alan, enformel sektörün belirleyici olduğu çarpık yapılaşmaya sahne olmaktadır. Üstelik bu nüfus baskısı sadece gecekondular şeklinde kendini göstermemektedir. Özellikle taşradaki Belediyelerin imar izni verdiği yapılaşmalar bile oldukça plansız ve sorunlu doğmaktadır. Yani yapılan planlar bile bırakın uzun vadeyi kısa vadede bile başta trafik olmak üzere birçok konuda yetersiz kalmaktadır. Elbette kentleşme sorunlarında en ciddi sıkıntı kentin fiziki görünümü değil, onunla birlikte gelişen yoksulluk ve buna bağlı sorunlar oluşturmaktadır. Konut yetersizliği bir yandan toprak rantını büyütürken, öte yandan da kira miktarını arttırarak alt gelirlilerin ciddi sorunlarla karşılaşmalarına yol açmıştır. Sayılarla Konut İhtiyacı Ülkemizde, konut meselesine makro açıdan bakan inceleme sonuçlarına göre, konut ihtiyacı, nüfus artışından kaynaklanan “demografik” faktörlerle elverişsiz meskenlerin yaşanabilir hale getirilmesinden kaynaklanan “yenileme” faktörlerinin toplamından oluşmaktadır. Ancak ülkemizde konut talebinden çok konut ihtiyacı 69 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93 bulunmaktadır7. 1995-2000 yılları arasında, 2.540.000 olarak belirlenen konut ihtiyacı, yapılan inşaat sayısı (1,3 milyon) ile kıyaslandığında aradaki farkın büyük olduğu ve bunun kaçak yapılaşma ve gecekondu ile kapandığı tahmin edilmektedir (Keleş, 2006:450-458). Yapılan hesaplamalara göre Türkiye’de büyük çoğunluğu kayıtsız olan 12 milyona yakın düşük kaliteli konut olduğu ortaya çıkıyor. Konutların ancak 1 milyona yakını orta üstü ve lüks konutlardan oluşuyor. Konut stokunun % 55’i iskânsız olup kentsel yerleşimlerde ruhsatlı konut oranı % 62 olarak tahmin edilmektedir. Yine bu konutların yüzde 40’ının tadilata ihtiyacı olduğu ve sadece % 10’unun zorunlu deprem sigortası bulunmaktadır. Dolayısıyla büyük bölümü kayıtsız ve düşük kaliteli yapılardan oluşan bu konutlar sel, deprem, yangın gibi felaketler karşısında tamamen savunmasızdır. DİE tarafından 2000 yılı içerisinde gerçekleştirilen nüfus ve bina sayımı verilerine göre 2000 yılı itibariyle Türkiye genelinde kentsel kesimde 2 milyon 691 bin 309 adet konut fazlası görünmektedir. Ancak inşaat ruhsatları ve yapı kullanım izinleri dikkate alındığında bu rakam 6 milyon 382 bin 197 adetlik açığa dönüşüyor (www.ntvmsnbc.com/news). Yani anayasal anlamda, devletin, barınma ihtiyacını gidermeye yönelik yapması gereken herhangi bir çalışmaya gerek yok gibi düşünülebilir. Fakat söz konusu veriler daha ayrıntılı analiz edildiğinde; Türkiye’de niteliksiz olarak tarif edilebilen yani yasal kuralların ihlal edilmesiyle inşa edilmiş konutlar inceleme dışında bırakıldığı zaman 6 milyon 382 bin 197 adet konut açığı olduğu ortaya çıkmaktadır. Türkiye Konut Müsteşarlığının ‘2000-2010 Yılı Konut Araştırması’na göre ülkemizde (ruhsatsız-ruhsatlı ayrımı yapılmadan) önümüzdeki 5 yılda 1.5 milyon konut ihtiyacı bulunmaktadır. Bu durum yılda 400 bine yakın konut yapılması anlamına gelmektedir. Söz konusu ihtiyacın tamamının devlet eliyle yapılması mümkün değildir. Bu nedenle özellikle alt ve orta gelir gruplarının konut sorunun çözülebilmesi için; belediye, kooperatif ve özel sektör aracılığıyla altyapısı hazır arsalarda konut üretilmesi gerekmektedir. Konut sorununda asıl yaşanan sorun, yoksulların sayısı ile bunlara hitap edebilecek konut sayısı arasındaki çelişkidir. Hatta ülkemizde orta gelirlilerin yaklaşık % 40’ının gelirlerinin yetersizliği nedeniyle konut pazarının dışında kaldıkları tahmin edilmektedir (Keleş, 2006:533). Türkiye’de çoğu ilde konut fazlası görülürken sayıların söylemediği gerçek, konut sahipliğinin gelir dilimlerindeki adaletsiz dağılımıdır. Örneğin Doğu Anadolu Bölgesindeki konut ihtiyacı, konut stoku ve oluşan konut fazlası oranlarına bakılırsa konut yapmaya bile gerek olmadığı kanaati oluşabilir. Bu yanlış kanaatin altında yatan sebep yukarıda söylediğimiz gibi soruna sayıların diliyle soruna bakmaktır. Hâlbuki mesele hangi kesimlerin kaç konut sahibi olduğu ve 7 70 Bilindiği üzere konut ihtiyacı “konut açığı” ve “konut sorunu”’nundan oluşmaktadır. “Konut sorunu; nitelikli konut sayısındaki yetersizlikler nedeniyle, bazı ailelerin çağdaş yaşam düzeyine uygun olmayan ve sağlık koşullarından uzak, niteliksiz konutlarda yaşamaları ve nitelikli konutlarda yaşamak isteyenlerin de yüksek bedel ödemeleri anlamına gelmektedir. Konut sorununun ortaya çıkardığı bir diğer problem de “konut açığı”dır. Konut açığı, bir ülkedeki konut stokunun gerekli olan miktardan az olması anlamına gelmektedir ve kavramsal olarak niceliksel bir içerikten daha çok niteliksel bir içerik taşımaktadır. Bu bağlamda da konut açığı, bazı ailelerin niteliksiz konutlarda barınmaları gibi arzulanmayan bir olguyu tanımlamaktadır.” (Ertürk, 1996:191-192). M. Ruhat YAŞAR hangi kesimlerin gerçekten konuttan yoksun olduklarını tespit edebilmek ve buna göre çözüm üretebilmektir. Buradaki sorun konut sayılarına, toplumsal sınıfları dikkate almaksızın bakılmasından kaynaklanmaktadır. Örneğin, Elâzığ genelinde ev sahipliği oranı % 70 civarındadır (ETSO, 2007:9). Yine, Elazığ’da 2010’da hiç konut yapılmasa bile 30 bin civarında konut fazlası olacağı tahmin edilmektedir (Bkz. Ek Tablo 1). Elazığ örneğinde, kent ortalamasında %70 olan konut sahipliği oranı yoksullar söz konusu olduğunda sadece % 29’dur. Bu durum yüksek gelirliler için konut arzının bol ama düşük gelirliler için çok yetersiz olduğu, dolayısıyla da yoksulların yükselen kiraların altında ezilmeleri anlamına gelmektedir. Sonuç olarak, konut sahipliği oranı hesaplanırken ortalama yüzdeye bakarak genelleme yapmak doğru değildir. Bu anlamda bırakın dar gelirlilerle yoksulları, kent içi yoksullarla gecekondu sakinleri ve yoksullarla da dip yoksullar bir tutulmamalıdır. Yine konut açığı sadece hane halkı sayısıyla mevcut konut sayısı arasındaki dengesizlikle de ölçülmemelidir. Bu anlamda kötü barınma koşulları ve birden fazla ailenin birlikte yaşadığı hanelerle kalabalık haneler hesaba katılarak gizli konut açığı dikkate alınmalıdır. Elâzığ’da yapılan çalışmada, yoksul hanelerin % 15’inin çok kötü, % 20’sinin ise kötü evlerde kaldığı ve 1071 ailenin iki 121 ailenin de tek odalı evlerde yaşadığı gözlenmiştir. Bunun dışında yoksul ailelerin demografik özellikleri dikkate alındığında devingen konut ihtiyacı konusunda tahmini bir fikir edinebiliriz. Ailelerin üye sayısına bakıldığında yoksulların % 14 (1159 aile)’ünün 7 ve üzeri sayıda üyeden oluştuğu ve 625 hanede (% 6,8) ise iki ailenin birlikte oturduğu gözlenmiştir. Bunun da ötesinde yoksul ailelerin 17 yaş ve üzeri yaştaki evlenmemiş kız sayısı 2927 ve erkek sayısı ise 3718 olduğuna göre 10 yıl içinde yoksul kesimdeki bu genç grupların gelecekteki konut ihtiyaçları tahmin edilebilir. Gelişmiş ve Gelişmekte Olan Ülkelerde Konut Finansmanı Konut yapımının faydası konusunda ekonomi planlamacıları ile sosyal planlamacılar arasında görüş ayrılığı bulunmaktadır. Bu durum, konutun üretim malı ya da tüketim malı olarak değerlendirilmesine göre değişmektedir. Ekonomi planlamacıları konut yatırımlarını enflasyonu yükselten, kalkınmayı azaltan bir tüketim faktörü olarak görürlerken sosyal planlama açısından bakan bir dizi düşünür ise konut yatırımlarının sadece bir yatırım aracı olmadığını sosyal açıdan da faydalı bir politika aracı olduğunu düşünürler (Keleş, 2006:436). Gerçekten de konut yatırımı toplumsal açıdan huzur ve barışa katkısı olan, insanların ekonomik verimliliğine ve kültürel gelişimlerine katkısı olan önemli bir unsurdur (Toprak, 1988:58). Bugün dengeli bir gelişme için bölgesel kalkınma ve kentleşme programlarında rasyonel konut sunumunun önemli bir yer tuttuğu bilinmektedir.8 Konut harcamalarının 8 Ekonomimizin lokomotif sektörleri arasında olan konut sektörünün alt sektörlerle beraber Türkiye ekonomisine katkısı %30 oranındadır. Konut sektöründeki bu yeni düzenlemeler kayıt dışılığı ve niteliksiz konut inşasını engelleyebilir. İnşaat sektöründeki hareketlilik ekonomik büyümeye önemli ölçüde katkıda bulunduğundan konut edindirme programları bir kenti yenileyip mahrumiyet halinden kurtarabilir. Ayrıca, inşaat sektörü çimento, kum, tuğla, cam sanayi ve hazır beton gibi yaklaşık 254 alt sektörü bünyesinde barındırdığından sektörün büyümesi, özellikle dar gelirli insanların istihdamını arttıracaktır. Konut finansmanı sorununun çağdaş finansal yöntemlerle çözümü, konut sahipliğinin arttırılmasının getirdiği olumlu sosyal etkilerin yanı sıra, ekonomik kalkınma ve planlı kentleşmeye de 71 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93 bütçedeki payı en düşük ülkelerde % 5-10, orta gelirli ülkelerde % 10-20 ve yüksek gelire yaklaşanlarda % 20-25 aralığında olduğu ve gelir açısından daha yukarılara çıkıldığında, bütçenin sağlık, eğitim, taşıt gibi diğer kalemlere harcanması nedeniyle konuta ayrılan payın azalma eğilimi gösterdiği ifade edilmektedir (TOKİ, 2006a:12). Bireysel tasarruflardaki yetersizlik nedeniyle çoğu gelişmekte olan ülkelerde merkezi yönetim, hem doğrudan konut üretimine girişmiş, hem de dar gelirli ailelere sübvansiyon sağlamaya çalışmıştır. Ancak, genel olarak ülkemizdeki kamu konut projeleri, dar gelirli kesimlere konut sağlanmasında başarılı olamamışlardır. Bu süreçte enflasyon başta olmak üzere dar gelirliyi vuran ekonomik sorunların ve özellikle krizlerin payını unutmamak gerekir. Ancak sadece gelişmekte olan ülkelerde değil bugün Batıda da yoksul insanların konut sahibi olmalarını etkileyen en ciddi engel kredi olanaklarının darlığı ve geri ödemelerin yüksekliğidir (İngram, 2008:15-16). Bugün 2008 TUİK verilerine göre artan konut maliyetleri ve kiraların artması nedeniyle ailelerin konut ihtiyaçlarını giderme şansları daha önceki dönemlere göre % 8 ile % 11 civarında azalmıştır. Gelişmekte olan ülkelerde konut projeleri dar gelirli kesimlerin konut tercihlerini karşılamaktan uzak olduğundan üretilen bu konutlar genellikle sübvansiyonlardan yararlanan orta ve üst gelir gruplarınca satın alınmaktadır (Tosun, 2005:10). Gelişmekte olan ülkelerde konut talebinin şu ya bu biçimde örgütlenememesinde ekonomik koşullar kadar eğitim düzeyinin, değer yargılarının ve kurumsal yetersizliğin payı büyüktür. Bu ülkelerde özellikle dar gelirli gruplar için konut finansmanı, örgütlenme modelleri ve konut sunma planları çok yetersizdir (Tosun, 2005:7-12). 1988 yılındaki bir araştırmaya göre aile başına verilen kredi miktarı 80 metrekarelik bir sosyal konutun piyasa fiyatının dörtte birini bile karşılamıyordu (Keleş, 2006:558). Bu yüzden Türkiye’de insanlar satın alacakları konutları kendi kaynaklarıyla veya kişisel ilişkilerini kullanarak finanse etmektedir. Halen kişilerin kendi kaynakları ile veya yakınlarından ödünç almak suretiyle ev sahibi olma oranı % 89’dur. Türkiye’de kredi kullanmayanların % 61,9’u birikimle, % 7,2’si önceki evini satarak, % 5,7’si sattığı diğer taşınmazlarla, % 1,2’si ise yurt dışında yaptığı birikimlerle konut sahibi olmuştur (TOKİ, 2006a:62). TOKİ’den konut alanların finansman temin şekillerine bakıldığında ise, onların sadece % 64,8’inin bu alım sürecinde TOKİ dışında bir yere borçlu olmadıkları ancak % 19,3’ünün akrabalarından %10,3’ünün bankalardan geriye kalanların ise başka yerlerden borç aldıkları görülmüştür (TOKİ, 2006:34). Borca ve veresiyeye dayalı ihtiyaç giderme stratejisi güvene dayalı ilişkilerin sarsılması ve sosyal yardımlaşma ağlarının çözülmesiyle birlikte bu yollarla ev sahibi olabilme imkânı gittikçe çıkmaza girmektedir. Bugün, hane halkının konut edinebilmek için kurumsal bir şekilde finansman sağladığı tek alan, banka konut kredileridir. Konut kredilerinin konut alımında kullanılma oranı ise yalnızca % 3’tür (www.spk.gov.tr)9. Verilere göre 2004 yılında 45 bin kişi konut kredisi 9 72 olumlu etkilerde bulunur. Bunun yanı sıra, konut ve çevre politikalarının ciddiye alınmaması, ileride yeniden imar, temizleme ve yenileme gibi ciddi harcamaların göze alınması sonucunu doğurabilir. Sadece TOKİ doğrudan ve dolaylı projelerle 600 bin kişiye istihdam sağlamış ve bu sayı toplam istihdamın 2,7’sine karşılık gelmektedir (TOKİ, 2006a:110). 1980 yılında konut yatırımlarının GSMH içindeki payı % 7.5, 1990’da 5.4, 2000 yılında ise 2.8’dir (Keleş, 2006:492). Hâlbuki Avrupa'da konut kredilerinin GSMH’ye oranı ortalama % 39, Amerika'da % 53’tür. Avrupa’da kredilerin 2005 yılı dağılımında konut kredilerinin payı % 68’dir. 2005 yılında M. Ruhat YAŞAR kullanmış ve bu miktar GSMH’nın binde 5’ine denk gelmektedir. Ülkemizde uygulanan sistemin işlemesi halinde başvuru sayısına paralel olarak(1-1,5 milyon başvuru) uzun vadede bu kredi oranının, GSMH’nın % 10’nuna ulaşması beklenmektedir. Bu oran Latin Amerika ülkelerinde % 4-12, Ortadoğu ülkelerinde % 1-22, Doğu ve G. Doğu Asya ülkelerinde %%2-59, ABD’de % 53, AB ülkelerinde ortalama % 39 civarındadır (TOKİ, 2006a:63). Ülkemizde bankalara olan bu güvensizlik ve zorunlu mesafe önümüzde dururken yoksul insanların banka kredisi kullanarak konut almalarını beklemek pek anlamlı değildir. Gelişmiş ülkelerde merkezi yönetim konut sorununa müdahil olmakla birlikte asıl belirleyici olan kâr güdüsü ve pazar mekanizmalarıdır10. Dolayısıyla konut sunumundan finansmanına ve bankayla olan ilişkilerine kadar halkımızın değer ve tutumlarını gelişmiş ülkelerinkiyle karıştırmamak önem taşımaktadır. Ülkemizde Toplu Konut Uygulamaları Ülkemizde birçok sebepten dolayı büyük bir konut ihtiyacı bulunmaktadır. Bunları nüfus artışı, kırsal alandan kente göç, gelir seviyesine paralel olarak konut niteliklerindeki beklentilerin artması olarak sayabiliriz. Ayrıca, çekirdek aileye verilen değer, bireysel ideolojinin artan önemi, farklılaşan çıkarlar ve kitle iletişimin ve ulaşımın artması bireysel konutların yayılmasını ve önemini arttırmaktadır. Bunun yanı sıra sahip olmanın artan önemi de ev sahibi olma arayışını arttırmıştır. Amerika’da yapılan bir çalışmada insanların güzel bir evde oturmaktansa iyi komşularla birlikte olmayı istedikleri ve bu nedenle komşuluk ilişkilerindeki azalmanın insanların ev sahibi olma arayışlarını arttırdığı ifade edilmktedir (İngram, 2008:14). 2000 yılı TÜİK verilerine göre yıllık nüfus artış oranı % 1,8 olan ülkemizde nüfus artış hızında (200-2004 Kentsel nüfus artış oranı: % 11,3) son yıllarda azalma olsa da artan şehirleşme (2007’de % 2,7) ve mevcut genç nüfus nedeniyle nitelikli konut 10 ülkemizin konut için ayırdığı kredinin diğer kredileri içindeki payının % 20 olduğu ifade edilmektedir. Ülkemizde konut sorununu sadece kaynak sıkıntısı bağlamında değerlendirmek de yanlıştır. Nitekim konut yatırımlarının toplam yatırımlar içindeki payının % 25-35 oranında olduğu dönemlerde de barınma sorunu giderilememiştir. Bu sorunun sürekli büyümesinde arsa payının çok yüksek olması, enflasyon, gösterişçi tüketim alışkanlığı, yapı malzemelerinin sürekli pahalı oluşunun belirleyici bir etkisi vardır (Keleş, 2006:492-494). Örneğin, 2005 yılında konut inşaat maliyeti TL bazında % 12,5, ABD doları bazında ise % 18 oranında artmıştır (TOKİ, 2006a:61). Örneğin Kuzey Avrupa’nın ve İskandinavya’da merkezi yönetim dar gelirlilere yönelik özel konut edindirme politikaları uygularken ABD, Kanada, Avustralya, Japonya gibi ülkelerde merkezi yönetimin rolü daha sınırlı olup piyasa mekanizmasına öncelik tanınmıştır. Örneğin, Hollanda’da merkezi yönetim, 1988’e kadar konut yapımının yaklaşık üçte birine kredi sağlamış ve konut politikalarında dar gelirli ailelerle yaşlı, özürlü ve etnik azınlıklar gibi özel gereksinimleri olan kesimlere ağırlık vermektedir. Bu örnekte merkezi yönetim kira sübvansiyonu verirken, konut yapım sübvansiyonlarını ise yerel yönetimler yapmaktadır. 1985’te GSMH’nin yüzde %3,9’unu bulan sübvasyonlar 1990’larda %2,6 olarak açıklanmıştır. Bugün halen Hollanda’da kamu fonlarının önemli bir bölümü konut sübvansiyonlarına ayrılmaktadır. Bir diğer örnek A.B.D.’de ise İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yirmi yılda, konut sektörü banliyö alanlarına yönelmiş, banliyölerde konut yapımı federal olanaklardan önemli ölçüde yararlanmıştır. Bunlar ev sahipliğini kolaylaştırıcı ipotek programları ve ev sahiplerinin ipoteğe ödediği faizi vergiden düşme gibi uygulamalardır (Tosun, 2005:9). 73 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93 talebinin artması bekleniyor11. Yine ülkemizdeki mevcut konutların ortalama yaşı 20-30 arasında olup konutların % 60'ının nitelik açısından günün şartlarına uygun olmadığı ve % 40’nın onarıma ihtiyacı olduğu ifade edilmektedir. Kabul edilebilir konutlarda oturan kentlilerin oranının % 42 olduğu ve bunun çoğunluğunun da (% 70) ev sahibi oldukları ifade edilmektedir (TOKİ, 2006a:64-66). Bunun yanı sıra şehirlerimizin etrafını tıkayan ve ekonomik, sosyal, psikolojik, fiziksel pek çok sorunu beraberinde getiren gecekondulaşma ve kaçak yapılaşmanın dönüşümü ihtiyacı nedeniyle de ciddi bir konut üretimine gerek vardır. En acil konut gereksinimlerinden birini de gecekondu sorunun gölgesinde kaybolan dar gelirli ve taşradaki yoksul vatandaşların konut ihtiyacı oluşturmaktadır. Yukarıda sayılan ihtiyaçlar çerçevesinde TOKİ (Toplu Konut İdaresi), 19951999 döneminde kredilendirilen konutlardan 185.379'unu tamamlamıştır. Bu, inşa edilen konut sayısının % 14'üne karşılık gelmektedir. 1993-1999 yılında konut üretimindeki payı % 8 düzeyinde olan TOKİ 2004 yılında yasal konut üretiminin % 25’ini (krediler hariç) karşılamıştır (TOKİ, 2006a:104-105). 58. Hükümetin faizleri düşürmek suretiyle gerek TOKİ gerekse özel sektör aracılığıyla tetiklediği konut yapımı bütün ülkeyi adeta inşaat alanına çevirdiği herkesin malumudur. Özellikle 2004 yılındaki kanuni değişikliklerle Arsa Ofisi’nin yetkilerini bünyesine katarak manevra alanını genişleten TOKİ’nin, düşük maliyetlerle arsa üretimi ve konut üretmesi mümkün hale gelmiştir12. Özellikle arsa maliyetinin toplam konut maliyeti içindeki payının % 40-60’nı oluşturduğu düşünülecek olursa bunun önemi daha da anlaşılır sanırım. TOKİ’nin “planlı kentleşme ve konut üretimi” programı kapsamında başlatılan konut seferberliği çerçevesinde, DPT ve TÜİK tarafından 2,5 milyon olduğu tahmin edilen konut ihtiyacının % 5-10 kadarını karşılayacağı ifade edilmektedir (Bayraktar, 2007:2325) Ancak TOKİ’nin 2003 yılında uyguladığı ilk konut politikasında alt sınıflar ya da dar gelirliler yerine orta sınıflar faydalanmıştır. Toplu konut Yönetiminin bugüne değin yapmış olduğu uygulamalarda konut edinenlerin toplumsal profiline bakıldığında % 31’inin işçi, % 30’unun devlet memuru, %13’ünün orta büyüklükteki esnaf, % 7’sinin emekliler ve % 19’unun da değişik uğraş kesimlerinden geldikleri tespit edilmiştir (Keleş, 2006:463). Zaten ayda en iyi ihtimalle 600-700 YTL civarında geliri olan üst yoksulların belirli bir peşinat vererek bu evlere girmeleri mümkün değildi. Hatta bu ilk konutlara başvuranların asgari gelir düzeyi 1.350 YTL’den aşağı olamazdı. Gerçekten de ilk konut dizisindeki bu tür evlere yazılanların daha çok hali vakti yerinde, çoğu çift maaşlı veya orta düzeyde ama düzenli geliri olan insanlar olduğunu görmek gerekir. Bu konuyla ilgili olarak TOKİ konutlarını alan kişilerin profilleri hakkındaki çalışmalar gözlemlerimizi doğrular niteliktedir. Tesadüfî örnekleme ile yapılan (örneklemin % 34’nü Diyarbakır örneği oluşturmaktadır) ve altı ilden 1029 konut sahibinin sosyoekonomik durumlarını gösteren verilerde, görüşülen kişilerin eğitim düzeyleri 11 12 74 DİE tarafından yapılan bir araştırmada 2000-2010 yılları arasında kentsel nüfus artışının 11 milyon olması beklenmektedir. 2004 yılında çıkarılan 25671 sayılı yasa ile TOKİ, Hazineye ait atıl halde bulunan arazileri bedelsiz olarak alıp kullanma hakkına kavuşmuştur. Böylece TOKİ, arsa üretimi ile planlı konut üretimini tek elde toplama yetkisine kavuştuğundan toplu konut uygulamalarında maliyetin ciddi ölçüde düşeceğini söyleyebiliriz. M. Ruhat YAŞAR (Üniversite mezunu: % 34) Türkiye ortalamasının üzerinde olup hane gelirlerinin aylık ortalaması 1210 YTL’dir. Bununla ilgili olarak hanelerin % 46’sının geliri 1250-1750 YTL (% 29) ve % 25,9’unun ise 1750 YTL ve üzerinde bir gelire sahiplerdir. Bu değer 3,8 olan hane büyüklüğüne bölündüğünde ailedeki fert başına düşen gelir seviyesinin 320 YTL ve üzerinde bir miktara karşılık olduğu görülür (TOKİ, 2006:9-13). Yine bu çalışmada hanelerin % 90,9’unun düzenli geliri olan en az bir fert olduğu tespit edilmiştir. TOKİ’nin konut sahibi yaptığı kişilerin mesleklerine bakıldığında çoğunluğunu memur (% 31,6), işçi (% 14.3), serbest çalışan (% 12,6) ve emeklilerin (% 9,5) oluşturduğu gözlenmektedir. Hatta, bu ilk uygulamalarda bazı kişilerin, şartları uygun yakınlarının ismine başvurarak ikinci hatta üçüncü evlerine yazıldığı bilinmektedir. Örneğin aynı araştırmada bu konut sahiplerinin % 23,2’sinin mesleğinin ev hanımı olması düşündürücüdür (TOKİ, 2006:13-22). Hali vakti yerinde olanların TOKİ’den ev almasının önemli bir sebebi elbette ikamet yerine yatırımdır. Nitekim yukarıda bahsi geçen aynı araştırmada TOKİ’den konut edinen ailelerin % 6,5’inin en az bir tane daha konutu olduğu tespit edilmiştir. Üstelik fazla konutu olan bu ailelerin diğer konutlarının % 20,9’unun boş olduğunu söylemeleri dikkate değerdir (TOKİ, 2006:30-32). Bu açıdan aslında daha çok dar gelirli ve yoksullar için konut üretmesi gereken TOKİ’nin şimdiye kadar genelde “orta düzey” gelirlilerin yanında zengin gruplara da hitap ettiği söylenebilir. Gerek konutların metrekaresi gerekse ödeme şartları da aslında bunun göstergesi olarak değerlendirilebilir. Kentsel Dönüşüm ve Konut Sorunu İlk “Kentsel Yenileme” hareketleri 2. Dünya Savaş sonrası yıllarda Avrupa’da ihtiyaç duyulan konut ihtiyacını çözmek amacıyla ortaya atılmış ve 60’lı yıllarda çok nüfusu barındırmayı hedefleyen düşük nitelikli ve çok katlı sosyal konutlar yapılmıştır. Avrupa’da 70’li yılllarda bizde ise 80’li yıllardan itibaren tedrici olarak refah devleti anlayışından vazgeçilmesine karşın konut sektörünün bugün ülkemizde devlet tarafından ele alınması ilginçtir. Nitelikli konut ihtiyacını dar gelirlileri de hesaba katarak çözmeye çalışan siyasi irade bu şekilde ekonomik canlılığı ve kentsel dönüşümü sağlamaya çalışmaktadır. Bilindiği üzere 58. ve 59. Hükümetler dar gelirli vatandaşlarımızın konut sorununu çözmek ve gecekondulaşma eğilimini azaltmak için “Acil Eylem Planı” çerçevesinde konut ve kentleşme meselesini birlikte ele alarak ulusal düzeyde “planlı kentleşme ve konut üretimi” programı hazırlamıştır. Kentsel Dönüşüm Programı uyarınca, 66 Belediyeyle Gecekondu Dönüşüm protokolü, 36 Belediyeyle 35 bin konut anlaşmasını imzaladığı bilinmektedir13. Yine benzer bir amaçla dar gelirli aileler için çok önemli bir başlangıç sayılabilecek Tarımköy projesini uygulamaya koyduğu bilinmekte ve bu kapsamda 6 bin 500 konut yapım projesinin yapılması beklenmektedir. Cumhuriyet tarihinde ilk kez bu kadar kapsamlı olarak 13 TOKİ ile Belediye arasında bir protokol imzalanacak, arsayı belediye bulacak, inşaatı TOKİ yapacak, belediyeye arsa karşılığı kat verilecek, katlar peşin paraya satılacak, belediye kasasına girecek bu gelir yeni konut ya da kentsel dönüşüm projelerine ayrılabilecekti. Yıldırım Belediye Başkanı Özgen Keskin, toplu konut projelerini anlatırken, “A, B ve V tipi konutlar yapacağız” diyordu. “V tipi ile yani villa tipi”ni kasteden Keskin: “Yapacağımız villa tipi lüks konutları satarak dar gelirliler için toplu konutlar yapacağız. Zenginden alıp fakire vereceğiz. Yani modern Robin Hood’luk yapacağız” ifadeleri basında yer almıştır. 75 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93 yapılan toplu konut ve gecekondu dönüşüm çalışmaları hem dar gelirli kişilerin istihdamını hem de genel yaşam kalitesini arttırmayı hedeflemektedir. Bu öngörüler ve hedefler güzel olmakla birlikte toplu konut uygulamalarıyla ilgili olarak diğer ülkelerde yaşanan benzeri eleştiriler TOKİ için de geçerlidir14. TOKİ’den yapılan açıklamalar, gecekondu dönüşüm projesi ile üretilen konutların alt sınıflara yarayacağı fikrini oluşturabilir. Bu uygulamalarda Belediye ve TOKİ, oluşturulan komisyonlar aracılığıyla dönüşümü planlanan mahallede evin durumuna göre konutlara belirli bir bedel biçmekte daha sonra da bunu kendi yaptıkları dairelere peşinata sayıp uzun vadeli kredilerle (10-15 yıl) bankalara ipotekleyip gecekondu sakinini konut sahibi yapmaya çalıştığı ifade edilmektedir. Hâlbuki “Kentsel Dönüşüm” projelerini suçlayan bazı eleştiriler, bu uygulamalarda orada yaşayanlara söz hakkı verilmemesini ve onların sosyal ekonomik koşulları göz önünde tutulmadan yerlerinden edilmelerini gerekçe göstererek bu çalışmaları sosyal ve fiziki yıkım projeleri olarak tanımlamaktadır. Kişilerin eski yerlerinden uzak yerlerde iskân edilmeleri, kiracıların barınma haklarının güvence altında olmaması gibi sorunlardan bahseden bu eleştirilerde ipotekle uzun dönemli borçlandırmanın dar gelirlilerin geleceğini ipotek altına alan kötü bir macera olacağı ifade edilmektedir. Gecekonduları bir yaşam alanı olarak yeterli bulmayan ancak bugün gecekondu alanlarına yapılan kentsel dönüşüm müdahalelerini de yetersiz bulan bu eleştirilere göre mevcut uygulamalar yaşam sorunlarını çözmeyi değil, gayrimenkul sektörünün kârını arttırmayı amaçlamaktadır. Türkiye’nin farklı illerinde yapılan “Kentsel Dönüşüm” çalışmalarının tümü hakkında bilgi sahibi olmamakla birlikte Gaziantep’te yapılan konutların alt sınıflara gitmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Gaziantep Şahinbey Belediyesiyle yaptığımız görüşmeler sonucunda yapılan bu konutlara başvuru yapanların çoğunluğunu (% 75) yoksul olmayan sınıfların oluşturduğunu öğrendik. Daha çok kent girişinin güzelleşmesi ve kent imajının düzeltilmesi fikriyle yapılan bu projede Belediyenin kendine düşen konutları açık arttırmayla satacağı gerçeği de aslında yapılan bu uygulamanın temel amacının da alt sınıflara hitap etmek yerine orta sınıfları gözeten bir anlayışa dayandığını ve daha çok kenti yenilemek amacını taşıdığını söyleyebiliriz. Bu konutların bazılarında spekülatif kâr peşinde koşan emlakçıların ve zenginlerin girişimlerinin de amaçlanan hedefleri sulandıracağı unutulmamalıdır. Bu durumda kentsel dönüşüm adına gecekondudan çıkarılan insanlar muhtemelen ellerindeki paralarla ya başka yerlerde gecekondu yapmanın hesabını yapacaklar ya da bir süreliğine başka yerlerde kirada oturarak mevcut kira ve konut fiyatlarının hareketlenmesine yol açacaklardır. Gerçi ilk bakışta, alt yapılı arsa arzının artması konut fiyatlarını ve kiralarını düşürür gibi görünse de bunun sınıfsal konuma göre farklı yansımaları olduğunu anlamamız gerekir. Toplu konut uygulamalarında hedef kitleye ulaşmak sorun oldukça bu durum özellikle yoksul grupların zararına işleyen bir mekanizmaya dönmektedir. 14 76 İstanbul’dan Ankara’ya, Malatya’dan Samsun’a birçok ilde oluşturulan çeşitli platformlarda insanların barınma hakkı ihlal edildiği gerekçesiyle TOKİ uygulamalarına karşı protesto ve eylemler yapılmaktadır. Diğer liberal politikaların aksine konut yapımında devletçi bir uygulama sergileyen TOKİ, ilginçtir ki genelde sol kanat tarafından eleştiri yağmuruna tutulmaktadır. Bu bakış açısına göre “Kentsel Dönüşüm ve Yenileme” faaliyetleri tıkanan kentsel arsa ve konut üretimini sermayenin ve üst sınıfların çıkarını dönüştürme biçiminden başka bir şey değil. M. Ruhat YAŞAR Aslında daha önce başka ülkelerde de benzeri sorunlar yaşanmış ve maalesef başlangıçtaki hedeflere ulaşılamadığı gibi beklenmeyen kötü sonuçlar da ortaya çıkmıştır. Gooptu, idealist projeler olarak ortaya atılan kent planlamalarının mal-mülk sahibi kişilerin çıkarlarına göre yontulduğundan bahseder (Gooptu, 2001:84). Birçok ülkede devlet yardımlarıyla yapılan konut alanlarının genelde bir şekilde devlet memurlarının sahip çıktıkları müstakil evlerle apartmanlar haline geldiği ve yoksulların da eski yerlerinde kalmaya devam ettikleri gözlenmiştir (Risbud, 2002:61). Filipinlerde Dünya Bankasının yerel yetkililerle işbirliği yaparak gerçekleştirdiği bir çalışmada gecekonduların da içinde bulunduğu Tondo sahil boyunca uzanan 253 harap alanın düzenlenmesi için proje geliştirilmiş ancak yapılan yatırımlar inşaat şanayii ile emlakçılara sızdırılarak istenmeyen sonuçlar ortaya çıkmıştır. E. Berner’in dediğine göre burada oturanların hepsi 5 yıl içinde evlerini terk ettiler, çünkü arsaları zenginlere satılmıştı (Erhard, 2000:558-9). Çoğu gecekondu kurtarma operasyonunun kâğıt üzerinde kaldığını belirten Verma ise İstanbul Habitat II konferansı ödülü ile 1998 Ağa Han ödülünü alan Indore projesinin söylendiği gibi başarı hikâyesi olmadığını tersine alt yapıdan yoksun bir felaket olduğunu vurgular (Verma, 2002:150-2). Yine, Tunus’ta devlet destekli konutların sadece % 25’inden yoksulların faydalandığı tespit edilmiştir. Delhi’de 450.000 gecekondu sakininin tahliye edildiği bir kentte yoksullar için sadece 110.000 bin evin inşa edildiği tespit edilmiştir. Hatta Hindistan Komünist Partisinin gecekondu sakinlerinin kurtuluşu adına yürüttüğü başka bir konut projesinin ve Vietnem’da aynı amaçlı bir konut planlamasının yine seçkinlerin av partisine dönüştüğü ifade edilmektedir. Hindistan’da planlanan bu konutların da önemli birkısmı da sonuçta orta ve üst sınıfların hanesine yazılmış ve üstelik bu nedenle yerlerinden edilen yoksullar daha da zor durumlara düşmüşlerdir (Risbud:61). Bu açıdan ülkemizde yapılan kentsel dönüşüm ve toplu konut uygulamalarında çok dikkatli olunarak başarılı örnekler örnek alınmalıdır. Bu konuda Brezilya’nın Toplu Konut Kurumunun yaptığı uygulama dünyadaki en iyi uygulamalardan biri olarak değerlendirilmektedir (Karpat, 2003:33). Yine Hong Kong yönetiminin, milyonlarca gecekonducuyu ve köhne evlerde yaşayan yoksulları yeni apartmanlara yerleştirmede üstün bir başarı gösterdiği ifade edilmektedir. Sürekli ucuz işgücüyle artan arazi değerlerini dengeleyen Japon yönetimi, yerleşimi kent etrafına yayarak yoksulları merkezdeki kira denetimli evlerden buralara yerleştirmeyi başarmıştır. 1960’larda kişi başına düşen oda sayısının 2.17 metrekare olduğu Hong Kong’ta formel konutlar açısından bugün hala dünyanın en yoğun nüfuslu yerleşimi bulunmaktadır (Davis, 2007:85). Ancak bu iyi örneklerin de olumsuz eleştirilere maruz kalmadığını söyleyemeyiz. Alt Gelirliler ve Yoksullar İçin Toplu Konut Uygulamaları Sembolik sermayenin bu “yaratıcı yıkım” özelliği parasal değerlerle alakalı olduğu ölçüde geçicidir. Bu anlamda D. Harvey, mekânsal süreçlerin sermaye birikimi ve sınıf ilişkilerinin niteliği ile ilgili olduğunu belirterek toplumsal dönüşümle mekânsal dönüşüm arasında bir ilişki olduğunu vurgular. Ona göre, mekân ve mekânsal değişmeler mevcut düzeni yansıtır ve bu ölçüde toplumsal sınıfların alışkanlıklarını yansıtır (Harvey, D. (1990). “Flexible Accumalation Through Urbanization, Reflections on Post-Modernism in the American City”, Spectra: The Yale Architectural Journal, No: 26). 77 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93 Öncelikle “Kentsel Dönüşüm Programı” uyarınca alt sınıflar için yapıldığı ifade edilen konutların sadece gecekonduları kapsadığını ve bu yenileme programının konuta ciddi anlamda ihtiyacı olan kent içi yoksulları kapsamadığını ifade etmeliyiz. Bununla birlikte alt gelir grubu ve yoksul gruplar olmak üzere TOKİ’nin iki farklı grup için planladığı iki ayrı toplu konut uygulamasının, bazı eksiklikler giderildiği takdirde, yoksulluğun önlenmesinde ve yaşam kalitesinin arttırılmasında önemli bir politika aracı olabileceğini düşünüyoruz. Bununla birlikte VII. Beş Yıllık Kalkınma Planında yer alan “konut sayımının periyodik olarak yapılması ve mevcut verilerin güncelliğinin sağlanmasında kullanılabilecek “Konut Bilgi Bankası” kurulamadığından15 bu konudaki sıkıntıların ciddi sorunlar yaşatacağını düşünüyoruz. Söz konusu sıkıntıların aşılması ve yoksullara yönelik toplu konut yapımlarında aşağıdaki soruları dikkate almak zorundayız; 1-Konutlar kim/kimler için yapılacak ve bu toplum kesiminin özellikleri nedir? 2-Yapılan konutlar hangi bölge-memleket-mevsim ve hangi kültür için yapılacak? 3-Yapılacak konutun asgari fiyatı neye göre belirlenmektedir? 4-Ödemelerini zaman zaman aksatan yoksullar için ne tür esneklikler yapılabilir?16 5-Yapılacak konutları hiçbir şekilde alamayacak yoksulların oranı bu grup içindeki oranı nedir ve onlar için neler yapılabilir? 6-Ev sahibi olamayacak yoksullar için kira amaçlı evler nasıl organize edilebilir? 7-Yoksullar için yapılan konutların başkalarınca satın alınmaması için sadece kâğıt üzerinde odaklanmak ne derece doğrudur ve bu konuda neler yapılabilir? 8- Yoksulların konutları yapılırken yoksullarla ilgilenen STK’larla işbirliği ne tür faydalar yaratabilir ve bu konuda kurumsal işbirliği nasıl geliştirilebilir? Bugün konut üretiminde devletin ana kurumuı olan TOKİ, serbest piyasa koşullarında konut sahibi olamayanların desteklenmesi amacıyla planlar yapmaktadır. TOKİ tarafından üretilmekte olan 281.084 konutun 237.791’inin yani % 83’ünün sosyal konut niteliğinde olması ve bunların yaklaşık % 60’nın (139.123) dar gelirli ve orta sınıflara, % 20’inin (59.934) yoksullara ve alt gelir grubuna, % 11’nin de (28.704) gecekondu dönüşüm uygulamasına göre planlandığı ifade edilmektedir (Bayraktar, 2007:33-35). Öncelikle, yoksullar için düşünülen konutların % 20 ile sınırlı tutulması oldukça yetersizdir. Çünkü zaten orta sınıfa hitap eden evler bulunmaktadır. Burada belki yapılması gereken orta sınıflar için yapılan evlerden elde edilen kaynakla yoksul evlerinin finanse edilmesi ve yoksul evlerinin nitelik ve oranlarının yükseltilmesi olmalıdır. Bunun yanı sıra, yoksullar için düşünülen konut yapımında hedef kitlenin tespiti ve dahası onun özelliklerinin açığa çıkarılması bakımında ciddi sorunlar bulunmaktadır. 15 16 78 VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı Konut Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ankara 2002, s. 153 Borcun bir ay ödenememesi, senelerce taksitleri ödenen evin elden gitmesi anlamına gelebilir. ABD‘de yapılan araştırmalar, çalışan aile reislerinin en büyük kaygısının işini ve buna bağlı olarak evini-ailesini kaybetmek olduğunu göstermektedir. Herhangi bir kriz döneminde konut fiyatlarının düşmesi ve ipotek edilen konutun o anki satış değerinin borcun tamamını karşılamaması durumunda, evini kaybeden kişi aynı zamanda tüm varlıklarını da hacizle birlikte kaybedebilir. M. Ruhat YAŞAR Bu nedenle ülkemizde kurulacak konut finansmanında öne sürülen, sistemin halkın asgari % 60’nı kapsaması ve aylık ödemelerde gelirin % 25-30’unu geçmemesi, kredi tutarının evin değerine göre % 70’e kadar ulaşması şeklindeki planı kulağa hoş gelmekle birlikte yine de sorunludur (TOKİ, 2006a:63). Burada öncelikle hangi gelir düzeyindeki hangi kesimin baz alındığı ve başvuranların da kimler olduğu net olarak bilinmesi lazım. Mesela toplumun % 60’ı demek yerine toplumun % 15’ini oluşturan, geliri 300 YTL ve altı düzeyde olan nüfus grubu, yine toplumun % 20’sini oluşturan ve geliri 500-700 YTL civarında olan gruplar gibi daha spesifik nüfus kesimleri hedef olarak belirlenmeli ve bunların sosyo-demografik özelliklerine, eğilim ve beklenti düzeylerine göre yerelliği baz alan konut türleri üretilmelidir. Ama bu gruplara ulaşmak için de ilgili gruplarla (özellikle yoksullar için) temas halinde olan kurumlar, STK’lar bir komisyon oluşturarak yoksulları bilgilendirmede, isim belirlemede ve var olan başvuruları teyit etmede yardımcı olabilirler. Yoksa, konut sorunu olmayanların ticari amaçlı olarak ikinci üçüncü konutlarını almaları gibi sonuçlar ortaya çıkabilir ve yoksullar için üretilen konutlar birileri tarafından, üstelik yoksullar adına alınarak fahiş fiyatlarla yoksullara kiraya verilebilir ve böylece sorunun çözümsüz kalmasına yol açabilirler. Nitekim benzer sorunlar birçok gelişmiş ülkede benzer şekilde görülmüştür. Öyle ki, en büyük ve risksiz kârları yoksullara verilen köhne evlerden elde edildiğini belirten Lagos, özellikle, Latin Amerika, Afrika, üst ve orta sınıf üyesi kişilerin bu kiralarla büyük gelirler elde ettiğini örneklerle belirtir (Dündar, 2001:393). Nitekim Suzana Taschner, gecekonduların başarıyla iyileştirildiği bir çalışmada arazi ve evlerin tüketim malı haline gelerek değerlenmesi neticesinde gecekondu yerine tek odalı “cortiço” denilen “gecekondu içinde gecekondu evleri”nin ortaya çıkışından bahseder (Taschner:216-219). Kısaca, kent çevresindeki arazilerin ticarileşmesi sonucunda buralara bedelsiz biçimde sahip olma imkânı kalmadığından ve bu arsalar üzerinden rant sağlayan devlet memurları, parti teşkilatlarıyla emlakçı ve müteahhitlerin en fazla kâr elde ettiklerinden bahsedilmektedir. Elazığ’da, iyi niyetlerle düşünülmüş olsa da, TOKİ’nin Abdullahpaşa semtinde dar gelirli gruplar için düşündüğü ve birkaç yıl içinde konut yapılması koşuluyla satışa çıkardığı alt yapılı arsalardan en fazla zengin grupların yararlandığı ve bu kesimin başvuru için genelde cüz’i para karşılığında akrabalarının evrakını kullanarak bu ucuz arsaların sahibi oldukları ifade edilmektedir. Şu anda 140 milyardan alıcı bulan bu konutların üzerinde yükseldiği arsaların hangi dar gelirliler için üretildiği merak konusudur. Benzeri bir sürecin yine Elazığ’da Çatalçeşme mahallesinde yaşandığı ve muhtarın topladığı dilekçelere rağmen buraya TOKİ konutlarının yapılmadığı daha sonra da aynı imarlı ucuz arazilerin arsa kurtlarının sofrasına kaldığı söylenmektedir. Belki de bir gün aynı yerde yoksullara yapılacak konutlar için ihtiyaç duyulacak bu arsaların spekülatif maliyeti yine yoksulların sırtına vurulacaktır. Bu konuda yaşanabilecek diğer önemli bir sorun da yoksulların gelir durumlarının söz konusu konut uygulamasına ne ölçüde yeteceğidir. Nitekim uygulamaya bakıldığında TOKİ’nin istenen satış performansını gösteremediği illerde bu sorunda belirleyici olan faktör ekonomik yetersizlik olarak görülmektedir. Beraberinde ulaşım ihtiyacını da getiren bu konutlar aslında belirli bir gelir seviyesini gerektiren bir hayat tarzına dayanmaktadır. TOKİ konutlarına olan talebin yeterli olmadığı illerde yapılan çalışmada soru sorulan insanların çoğunun (% 82) konut edinebilmek için 79 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93 yeterli tasarruflarının olmadığı görülmektedir. Ayrıca onlara göre (% 42,2) evlerin fiyat ve ödemeleri çok yüksektir (TOKİ, 2006:102-116). Bilindiği üzere, TOKİ’nin alt gelir grubuna yönelik olarak yapacağı evleri 4000 YTL peşinatla aylık 250 YTL ve üzeri taksitlerle satmayı planladığı ifade edilmektedir17. Bu planlamada, peşinat bir yan alt gelir grubu için düşünülen konutlara başvuru şartları içerisindeki, başvuru sahibinin en fazla 1600 YTL gelire sahip olabileceği ifadesi kullanılmaktadır (TOKİ, 2007:12-18). Bize göre bu rakam çok yüksek bir gelir düzeyini ifade etmektedir. Büyük şehirler için bu rakam doğru bir tespit olabilir ama taşrada bu rakam orta sınıfların gelir düzeyine çok yakın bir rakamdır. Çünkü, bu durum aynı konutlara geliri 1600 YTL olan ya da geliri böyle olmasa da bu şekilde belgeleyen birinin yapacağı başvuruyla, aylık geliri 750 YTL civarında olan birinin yapacağı başvuruyu aynı kefede değerlendirmek anlamına gelmektedir. Yani bu uygulama bir öğretmen ya da memurla asgari ücret alan birisinin aynı kuraya tabi tutulması anlamına gelmektedir. Kuranın belirleyici olacağı bu sistemde, orta sınıfın alt gruplarını da içeren bu rakam (1600 YTL) nedeniyle bizim 3. derece yoksul dediğimiz en iyi durumdaki yoksul grupların bile, zaten çok düşük olan ev sahibi olabilme şansları daha da sınırlanmış olacaktır. Üstelik 4000 YTL peşinatın ve aylık 250 YTL ve üzeri taksitin olması da sorunu tamamen yoksullar aleyhine çevirmektedir. Burada taşra bağlamında söylemek gerekirse alt gelirli gruplarla alt-orta sınıflar birbirine karıştırılmaktadır. Bunun yanı sıra, alt gelirlilerle yoksul insanların da birbirlerine karıştırılmaması çok önem taşımaktadır. Dar gelirli insan az da olsa düzenli bir gelirin sahibi olan insandır. Ama yoksul, bu durumda olamadığı için yoksuldur zaten. Dolayısıyla zaten kıt olan konut sunumunun adı alt gelirliler de olsa bu kadar geniş bir kesime sunulması yoksullar aleyhine sonuçlar yaratacaktır. TOKİ’nin diğer bir uygulaması ise yoksul grupların peşinat ödemeksizin aylık 100-150 YTL taksitlerle başlayan ve 20 yıl vadeli 55-65 metrekare büyüklüğündeki evlere sahip olmalarıyla ilgili projesidir (TOKİ, 2007:9-13); (Bayraktar, 2007:34). Türkiye’de ailelerin ortalama tasarruf oranı % 16 olduğu ve düşük gelir gruplarında konut harcamaları dışında tasarruf olanaklarının bulunmadığı bilinmektedir. Bu nedenle düşük gelirlilerin bütçelerinin %25’ini geçmeyecek bir ödeme ile kira öder gibi taksit vererek konut sahibi olması önemlidir (TOKİ, 2006a:68). 1996 BM Habitat II göstergelerinde konut fiyatının hanehalkının yıllık gelirinin 5 katını aşmaması gerektiği 17 80 TOKİ, alt gelir grubu için konut ödemelerini, verilen peşinata göre ödeme miktarı ve vadeleri değişen sabit taksit şeklinde yapacağını duyurmuştur. TOKİ alt gelir grubu için yapmayı düşündüğü konutlara başvurularda; başvuru sahibinin, eşinin ve velayeti altındaki çocuklarının gıda, yol, vs. her türlü aldıkları yardımlar dahil olmak üzere toplam hane halkı aylık net gelirinin en fazla 1.600 YTL. olması istenmektedir. Hâlbuki daha önce TOKİ’nin 2007 yılına ait Konut Edindirme rehberinde aynı gruplar için bu miktar 840 YTL olarak ifade edilmiştir. İstenen azami gelir miktarı 1600 YTL’ye yükseltildiğine göre geliri az olanların başvuruları konusunda tereddüt ya da sıkıntılar yaşanmış olabilir. Başvuru sahibi evli ise kendisi, eşi, velayeti altındaki çocuklarından çalışan varsa kendisinin eşinin ve velayeti altındaki çocuklarının ayrı ayrı gelirini kanıtlayan belgelerin (tabi olarak çalıştıkları sosyal güvenlik kurumlarından çalıştığına dair alınan belgeler ile maaş bordroları, maaş belgeleri, vb.). ibraz edilmesi ve başvuru sahibi, eşi veya velayeti altındaki çocuklardan herhangi biri çalışmıyorsa Emekli Sandığı, SSK ve Bağkur’dan çalışmadığına dair belgelerin tescil edilmesi gerekmektedir (www.toki.gov.tr), (18.11.2008). M. Ruhat YAŞAR belirtilmektedir. Millenial Housing Komisyonuna (2002) göre Amerika’da yapılan çalışmalardan hareketle bu Komisyon bireylerin gelirlerinin % 30’undan fazlasını kiraya harcayan ailelerin orta düzeyde konut sorunu olduğunu ve % 50’den fazlasını harcayanların ise ciddi konut sorunu yaşadıklarını ve bunların diğer ihtiyaçları için gerekli olan parayı gittikçe kısmak zorunda kalarak evsizliğe gidebileceğini ifade etmektedir (Stone, 1993:8-14). Yoksullar için düşünülen TOKİ konut satış bedelinin yoksulların ortalama yıllık hane gelirinin kaç katı olduğu hususuna dikkat edildiğinde, araştırma verilerimize göre, aradaki farkın yoksulların kendi içindeki farklılıklarına paralel olarak yaklaşık 10 ile 20 kat arasında değiştiği saptanmıştır. Bu değerler olması gereken yıllık gelirin 5 kat değerine kıyasla oldukça yüksek bir miktardır. Çünkü yoksulların yaklaşık yarısının aylık geliri 300 YTL ve altında olmasına karşın yoksul konutlarının bedeli 45.000 YTL civarındadır. Yoksulların kendi evinde oturarak ev sahibi olmalarını içeren bu stratejinin konutlara başvuru safhasından ödemelerin devamına kadar ciddi sıkıntılar doğuracağı söylenebilir. Öncelikle, yoksullar için düşünülen ve 100-150 YTL ve üzeri taksiti olan konutlar bile çoğu aile için hayaldir. Üstelik burada 15-20 yıl gibi ödeme süresinin uzunluğunun kendisi bile caydırıcı bir faktör olarak düşünülebilir. Çünkü yılda iki kez TÜFE ve ÜFE oranlarındaki (en düşük olsa bile) artış oranında taksite zam yapılması ve ödemelerin gecikmesi halinde faiz uygulaması sorun yaratabilir. Bunun yanı sıra, yüklenici firmanın teslim süresi içinde konut piyasa koşulları ve konut faizi durumuna göre (TOKİ’den onay alarak olsa bile) fiyat ayarlamasını elinde bulundurması sıkıntı yaratabilir. Ayrıca, yoksullar düzenli bir işleri olmadığı için iş olanağının bulunduğu yere doğru hareketlilik yaşadıklarından başvuru yaptıkları konutlarda bulunma zorunlulukları onlar için zamanla sorun haline gelebilir. Bu nedenle yoksulların sosyal ve yerel mobilitelerini aksatmayacak ve belediyenin, yerel STK’ların destekleyeceği bir kiralık konut politikası onlar için daha makul olabilir. Her ne kadar TOKİ’nin yoksullar için planladığı konutlarda başvuru sahiplerinin düzenli geliri olmayan, asgari ücret ya da onun altında kalan ve kayıt dışı gruplar olacağı ifade edilse de söz konusu başvurularda ayrıştırıcı unsurların yetersiz kalacağını şimdiden söyleyebiliriz18. Burada yoksullarla diğer grupları ayrıştırıcı unsurlar olarak, ikametgah süresi, sosyal güvence durumu, nüfusa kayıt yeri ve gelir miktarının baz alınması gayet doğal ama yetersizdir. Hatta alınan bu ölçütler bazı durumlarda ciddi sıkıntılar da yaratabilir. Örneğin, ikamet şartı (tam olarak belirtilmemiş olmakla birlikte) eğer 5 yıl gibi bir süre olursa ilimizde 4 yıldan daha az bir zamandır ikamet eden yaklaşık 400 aile doğrudan kapsam dışında kalmış olacaktır. Çoğu göçle gelen bu 18 TOKİ’nin yoksul grubu için düşündüğü konut başvuruları için Yeşil Kart sahibi olmak veya 2022 Sayılı Kanun kapsamında maaş almak veya 3294 Sayılı Kanun kapsamında Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma ve Teşvik Fonu'ndan yararlanıyor olmak ya da sosyal güvenlik kurumlarına tabi olmamak. Bu nedenle Yeşil Kartı olmayan, Sosyal Yardımlaşma Fonu’ndan Yararlanmayan ve 2022 sayılı Kanun kapsamında maaş almayanlarla; Emekli Sandığı, Bağ-kur ve SSK’da kayıtları olmayanlar da bu uygulama için uygun gruplar olarak tanımlanmaktadır. Yine, bu program gereğince, sözleşme imzalayanlar konutlarını borçları bitene kadar devredemeyeceklerdir. Ayrıca, sözleşme imzalanan konut için borç bitene kadar, alıcının veya ailesi için ikamet koşulu aranacak olup, alıcının, kendisinin, eşinin veya çocuklarının söz konusu konutta ikamet etmediklerinin tespit edilmesi halinde sözleşmeleri fesih edileceği ifade edilmektedir (www.toki.gov.tr) 18.11.2008. 81 Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93 SBArD insanların ayrıca nüfus kayıtları da konutların yapıldığı yerde olmadığı için yine proje şartları gereğince başvurudan dışlanmış olacaklardır. Örneğin Elâzığ’da elde ettiğimiz verilerden hareketle 3830 yoksul ailenin göçle geldiğini ve bunların yaklaşık 2000’nin kirada oturduğunu biliyoruz. Bu durumda ikamet şartının ve yerel nüfus kayıt şartının katı uygulanması halinde birçok yoksulun başvuruyu yapamayacaklarını ifade edebiliriz. Ayrıca, konut uygulamasında 30 yaş sınırlaması da düşünülecek olursa (dul ve yetimler için 25 yaş) nüfus kayıt açısından sayısını bilemediğimiz bir grup yoksulun ve 30 yaşın altında olması itibariyle de yaklaşık 500 yoksul ailenin bu uygulamaya başvuramayacaklarını verilerimize dayanarak söyleyebiliriz. Eğer bu uygulamadan maksat başvuramayacak yoksulların sayısını arttırmak ise doğrusu ciddi bir eleme yapıldığı söylenebilir. Çünkü sadece başvuru noktasında bile yoksulların çoğu hayal kırıklığı yaşayacaklardır. Bunun yanı sıra çalışmayla ilgili olarak kayıt dışılık oldukça fazla ve olanlar da kısmen doğrudur. Bu açıdan dar gelirlilerle yoksul insanlara uygulanacak konut politikası özellikle bölgesel koşullar dikkate alınarak daha kesin çizgilerle birbirlerinden ayrılmalıdır19. Üstelik konutla ilgili politikalar sadece dar gelirli yoksul ayrımını değil aynı zamanda yoksulların kendi içindeki çeşitliliği de dikkate almalıdır. Örneğin bu gruplar içinde sadece dullukyetimlik ve özürlülük değil aile büyüklüğü, ailenin demografik dağılımı (kız/erkek sayısı) da dikkate alınmalıdır. Bu anlamda, kalabalık ailelerin konut ihtiyaçları, kişi başına ödeyebilecekleri para miktarı daha az olduğundan ve kullandıkları konut kaliteleri daha kötü olduğundan, aynı gelir dilimindeki küçük ailelerin konut isteklerinden daha fazladır. Bunun yanı sıra, özellikle de kayıt dışı çalışanlar, bayan hane reisleri ve hasta aile reisleri dikkate alınmalı ve özellikle bu son gruplara konut tahsisinde öncelik tanınmalıdır20. Tablo 1: Elâzığ’daki Yoksulların Gelir Durumu21 701 YTL ve üzeri 0,87% 601 - 700 mi l yon 5,39% 501 - 600 mi l yon 8,82% 401 - 500 mi l yon 9,29% 301 - 400 mi l yon 30,43% 201 - 300 mi l yon 27,62% 200 YTL ve a şa ğıs ı 12,60% Hi çbi r gel i ri yok 4,97% 0 19 20 21 82 61 376 615 648 2123 1927 879 347 500 1000 1500 2000 2500 Başvuru sahiplerinin yoksullukla ilgili değerlendirme ve ayrımı yapılırken yoksullarla ilgilenen STK’ların fikirlerinin alınması doğru olacaktır. TOKİ’nin uygulamasında şehit, gazi ailelerinin yanı sıra ve özürlü üyeleri bulunan başvuru sahipleri için ayrı değerlendirme kategorileri oluşturulması önemli olmakla birlikte hane reisi bayan olan veya hasta olan yoksul ve dar gelirliler için herhangi bir kayda rastlamadığımızı belirtmeliyiz. Halbuki bu grupların ihtiyaçları daha önceliklidir. Üstelik dul ve yetimleri olan bayan hane reisleri için de 5 yıllık bir ikamet zorunluluğu da, eleme mantığı olsa bile, doğrusu pek anlaşılır değildir. Bunun yanı sıra şehit, gazi, dul ve yetimler hariç diğer gruplar için 30 yaş ve üzeri bir sınırlamanın getirilmesi de şartları uygun daha genç yoksullar için gereksiz bir engel olarak yorumlanabilir. Kayıt dışı olduklarından ve çalışma koşulları belirsiz olduğundan yoksulların gelir durumunu belirlemek her zaman sıkıntılı olmuştur. Çalışmamızda yoksulların kendi ifadeleri ile mahalle sorumlularının, anketörlerin gözlemi onların gelir durumlarının tahmininde belirleyici olmuştur. M. Ruhat YAŞAR Elazığ’da 2007 yılında yaklaşık 7000 aile üzerinde yaptığımız “Elazığ Yoksulluk Haritası” adlı çalışmada yoksulların sahip oldukları gelirlere bakılacak olursa yoksullar içinde en iyi durumdaki yoksulların, ancak alt gelir dilimi ve yoksullar için planlanan konutlara başvurabileceklerini söyleyebiliriz (Bkz. www.maziz.net). Tabloya dikkat edilirse 500 YTL ve üzerinde geliri olan yoksulların oranı % 15 civarında olup bunların toplamı yaklaşık 1000 ailedir. Hâlbuki düzensiz gelirleriyle bu düzeyin altında olan ve kirada oturan çoğu yoksul ailenin önemli bir kısmı yoksul gruplar için düşünülen evlere başvuruda zorlanacaklardır22. Bu olasılık, yaklaşık 15 bin kişinin hayatını ve geleceğini doğrudan ilgilendirmektedir. Kurumsal maaş açısından baktığımızda ise hangi ailelerin bu tür konutlara talip olabilecekleri konusunda şunları söyleyebiliriz; dul-yetim aylığı alan 450 ailenin 180’i, gazi-malûl aylığı alan 45 ailenin 23’ü, sakat-özürlülük yardımı alan 363 ailenin 215’i, sosyal hizmetler aylığı alan 63 ailenin 35’i ve emekli maaşı alan 588 ailenin 215’i ve yaşlılık-hastalık aylığı alan 890 ailenin 291’i kirada oturmaktadır. Üstelik konut pazarına ulaşabilme, krediye ulaşabilme kapasitesiyle alakalıdır. Bu sadece bir gelirin olmasını değil aynı zamanda neredeyse bir kariyeri ve düzenli, bir geliri gerektirir. Bunun yanı sıra finansman sisteminin işleyişinde leasing şirketleri, bankalar ve finans kurumları köprü olarak düşünülmektedir. Ama bu ülkede, resmi kayıtlarda olmayan, bankanın yolunu tanımayan, bankadan korkan, bankayla hayatı boyunca işi olmamış ve olmayacak kayıt dışı yoksullar var. Dolayısıyla bir yoksulun tek başına bütün bu bürokratik ve formalite dolu işlemleri yapması ve takip etmesi beklenemez. Bu anlamda konutla ilgili olarak yoksullara kimlerin, nasıl rehberlik edeceği konusunda giderilmesi gereken birçok sorun ve eksiklik bulunmaktadır. Burada, yukarıda istatistik verileri belirtilen gruplara ulaşarak yapılması düşünülen yoksul konutları hakkında bilgilendirici çalışmaların faydalı olacağını söyleyebiliriz. Aksi takdirde masa başı üretilen projelerin gerçek yaşamda karşılığı olmayacaktır. Nitekim TOKİ’nin yaptırdığı konutları satın alanlar üzerinde yapılan bir çalışmada başvuru yapanların eğitim seviyesi Türkiye ortalamasının üzerinde olmasına rağmen konutlarla ilgili olarak deneklerin sadece % 67,2’si başvuru öncesi bilgilendirmenin yeterli olduğunu söylemişlerdir. Aynı araştırmada TOKİ konutlarından haberdar olmada ulusal gazete (% 12,4), yerel gazete (% 14,3) başta olmak üzere Belediye ilanları, yerel tv ve ulusal tv kanallarının etkili olduğu ifade edilmiştir (TOKİ, 2006:69-74). Bu araştırmada komşu, akraba v.s haber alma kaynaklarının toplamının bu satış koşullarından haberdar etme rolü %20 ile sınırlı kalmıştır. TOKİ’nin satış performansının düşük olduğu illerde eğitim seviyesinin düşüklüğüne paralel olarak insanların kitle iletişim araçlarından yeterince faydalanamadıkları görülmektedir. Örneğin TOKİ’nin konut satış performansının az olduğu illerde müşteri danışma sürecini analiz etmek için uyguladığı bir anket çalışmasında ulusal tv (% 6,6) ve yerel tv 22 TOKİ, pörtföyünde bulunan özellikle büyük şehirlerdeki değerli arsalar üzerinde prestij projeleri ile kaynak yaratıp bunu dar gelirli kesimlere ve yoksullara konut üretmede kullanmayı hedeflediğini ifade etmektedir. Özel şirketlerle birlikte gerçekleştirilecek bu projelerden yüksek hasıla elde etmeyi düşünen TOKİ özellikle Doğu ve Güneydoğu Bölgesinde yaşayan alt gelirliler için konut projeleri yaparak sosyal fayda oluşturmayı amaçladığını ileri sürmektedir (TOKİ, 2006a:96). 83 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93 (% 4,9) ve tüm gazetelerin (% 7,3) TOKİ konut şartları konusunda yeterince kullanılamadığını göstermektedir. Bu illerde insanların % 52,7’si TOKİ’nin konutlarından haberdar olmadıklarını ifade etmişlerdir (TOKİ, 2006:114-115). Dolayısıyla eğitim seviyesi daha düşük olan yoksullar, kitle iletişim kanallarından habersiz oldukları için onlara konut edindirmede ciddi bir iletişim, etkileşim ve haberleşme ağının oluşturulması gerekmektedir. Ayrıca, bu konuda diğer bir sorun da bu sistemin uygulandığı gelişmiş ülkelerle ülkemizin ekonomik yapısı arasındaki derin farklılıklardır. Bugün bu sistemin uygulandığı Almanya ve A.B.D.’de konut sahibi olmanın yegâne yolu ömür boyu borçlanmadır (Castells, 1997:36). Hâlbuki bu ülkelerde işsizlik oranı % 3-5 arasında değişirken ülkemizde işsizlik oranı % 10 ve üzerinde seyretmektedir. Bölgesel ve yerel farklılıklar dikkate alındığında sorun daha da önemli hale gelmektedir. Örneğin, çalışma alanımızdaki çoğu yoksulun yaşamını bile doğru dürüst sürdüremediği bir gelirle konut ödemesini sürekli devam ettirmesi mümkün değildir. Çünkü bazı grupların yılın önemli bir dönemi boyunca sürekli bir işleri ve gelirleri yoktur. Nitekim, görüştüğümüz hane reislerinin % 28’inin anket uygulanan ay içinde çalışmadıkları görülmüştür. Yine son altı ay içerisinde toplam 1-2 ay çalışanların oranı % 14, 3-4 ay çalışanların % 37, altı ay içinde sürekli çalışanların oranının ise sadece % 16 olduğu tespit edilmiştir23. Tablo 2: Elazığ’da Yoksulların Çalışma Durumları Çalışma Durumu Çalışmıyor Kendi Hesabına Çalışan (Seyyar satıcı v.s.) Yevmiyeli/Düzensiz Çalışan(İnş. işçisi, hamal) Mevsimlik Kadrolu Çalışan Mevsimlik/ Yevmiyeli Çalışan (Tarım işçisi v.s.) Sayı 2103 533 2994 34 462 % 30,15% 7,64% 42,92% 0,49% 6,62% Düzenli/Sürekli Çalışan 850 12,18% Örneğin, Elazığ’daki yoksulluk çalışmamamızda, çalışmayanların oranı (% 30,15) bir yana çalışanların bile önemli bir kısmı (% 42,92) düzensiz ve geliri çok düşük işlerde çalışmaktadırlar. Son 6 aydaki çalışma verileri (% 16) ile çalışma sürelerine ait tablodaki verilere dikkat edilirse sürekli çalışan yaklaşık 850 ailenin (% 12,18) TOKİ’nin alt gelir grubu ve yoksullar için vermeyi düşündüğü konutlar için hedef kitle olacağı tahmin edilebilir. Ama, elbette diğer şartların da uygun olması durumunda (örneğin bazılarının evi vardır) bu tahmin gerçeklik kazanabilir24. Yapılacak konutun merkeze uzaklığı, ailenin taşınma rızası, ev alabilir düzeydeki grubun ev sahibi olup olmadığı, hedef kitlenin ortalama aile büyüklüğü ve gıda dışı gelir miktarı dikkate alındığında yapılacak konutların, ilimizdeki yoksul kesimlerin çok azına hitap edebileceğini tahmin edebiliriz. Bu anlamda ev sahibi olmak için TOKİ’nin planladığı yoksul evlerine başvurabilecek potansiyeldekilerin bile ancak yarısı bu tür evleri 23 24 84 Elâzığ’da sürekli çalışanların % 62’sinin (685 aile) kirada oturdukları diğerlerinin ise ücretsiz veya kendi evlerinde kaldıkları tespit edilmiştir. TOKİ’nin alt gelir uygulamasında başvuru sahibinin Projenin bulunduğu il /ilçe sınırları içerisinde en az.....yıldır ikamet ediyor olması, veya projenin bulunduğu il veya ilçe nüfusuna kayıtlı olması şartı, göç faktörü nedeniyle ilimizdeki birçok yoksul için sınırlayıcı olabilir. M. Ruhat YAŞAR düşünebilir. Bundan dolayı özellikle yoksulların çoğunun sıkı takvime dayalı ödemelerle birtakım bağlayıcı girişimlerde bulunmaları çeşitli zorlukları içermektedir. Bu nedenle söz konusu evlere girenlerden alınan paranın bir kısmı sigortalandırılarak ödemelerini zaman zaman aksatan bazı yoksulların belirli bir takvim içinde geri ödemek koşuluyla iki ya da üç aya kadar olan taksit gecikmeleri esnetilebilir. Aslında burada belirleyici olan salt gelir düzeyi de olmamalıdır. Gelir durumu eşit olan ama iki çocuğu olan bir aileyle sözgelimi 6 çocuğu olan ve bir öğrencisi dışarıda okuyan ailenin konut sahibi olabilme şansı da aynı değildir. Dolayısıyla yoksullar için geliştirilecek bir konut uygulaması onları kendi içerisinde sınıflandırırken, hedef kitleyi tahmini olarak hesaplamak yerine çeşitli faktörleri de içeren daha geniş bir perspektifle yoksulluk çerçevesinin net olarak belirlenmesi ve önceliklerin de kuraya göre değil buna göre yapılması gerekmektedir. Bu amaçla konutların hitap edeceği hedef kitlenin tespitinde önce yoksulluk haritasının çıkarılması gerekmektedir. Bu harita elde edildikten sonra ise bu konuda potansiyel olabilecek ailelerin bilgilendirilmesi gerekmektedir. Örneğin, Elazığ’daki bir çalışmada, yukarıdaki tabloda görüldüğü gibi yoksulluk sıralaması iyiden kötüye doğru % 33 (3.derece yoksul 2334 aile), % 42 (2. derece yoksul 2913 aile) ve % 25 (1. derece yoksul 1728 aile) olarak bulgulanmıştır25. Eğer aynı yoksulluk sıralaması geliri baz alarak oluşturulsaydı tablo çok farklı olurdu. Dolayısıyla birçok değişkeni içeren ve bizim “yaşam kalitesi” dediğimiz durum dikkate alınmadan sadece kâğıt üzerindeki eksik verilere dayalı salt gelir durumuna göre hesaplama yapılması konut çalışmalarında ciddi yanılmalara yol açabilir. Örneğin, bu durumda kayıt dışında olan ama fazla geliri olanlar yoksul konutlarına başvurabilirler. O halde gelir durumları tescillenen ve ilgili belgeleri tamamlanan ailelerin aynı zamanda yoksulluk düzeyleri dikkate alınarak başvurularının değerlendirilmesi faydalı olacaktır. Nitekim TOKİ’nin ilk etapta yaptığı konutları satın alan ama şu anda orada oturmayanlar üzerinde yapılan bir çalışmada, söz konusu konut sahiplerinin TOKİ evlerini yatırım amaçlı aldıkları, başka konutlara sahip oldukları ve TOKİ evlerini de kiraya verdikleri tespit edilmiştir. Sadece borç için kiraya verdiklerini söyleyen oranı % 14, yatırım amacıyla bu konutları aldıklarını söyleyenlerin oranı ise % 19,3’tür. Toki konutlarını kiraya verenler içinde 151-250 YTL arasında kira geliri elde edenlerin oranı % 30.7’dir. TOKİ konutlarına sahip olan ama içinde ikamet etmeyen bu gruplarda 2050 YTL ve üzerinde geliri olanların oranındaki yükseklik (% 26,4) ve konut sahibi olanların % 31,6’sının bekâr olması, yapılan bu konutların ne ölçüde hedef kitleye gittiğinin anlaşılması açısından yoruma açıktır. Öyle ki aylık geliri 750 YTL civarında olduğunu söyleyenlerin oranı sadece % 10,5’tir. Nitekim bu gruptaki deneklerin % 43’ünün genelde aynı şehirde veya semtte başka bir konutu bulunduğu tespit edilmiştir (TOKİ, 2006:150-168). Dolayısıyla düşük gelir gruplarını hedef alan konutların üst gelir gruplarınca alınması riski sorun yaratmaya devam edecektir. 25 Örneğin, Elazığ’da Mamurat’ül Aziz Vakfı’nın gerçekleştirdiği “Yoksulluk Haritası” adlı çalışmada belirlenmiş olan 1.,2. ve 3. derece yoksul ayrım ve oranlarının Elazığ yoksulları için yapılacak olası konutlarda dikkatle göz önünde tutulması gerekmektedir. 85 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93 Kiralık Hayatlar Eğer insanlar kendi konumlarına görece yüksek miktarda kira ödemelerine karşın o ölçüde iyi bir yaşam şansına sahip değillerse o kent organizasyonu genel anlamda başarısızdır. Bu anlamda kiraların görece yüksekliği o kentin ülkenin başarısız yönetiminin bir şekli olarak düşünülebilir. Kentlerde kiralık konutlarda oturanların oranı sürekli yükselmektedir. Büyük kentlerde bu oranın taşra kentlerine göre daha yüksek olduğu tahmin edilmekle birlikte ülke genelinde bir artışın olduğu da bir gerçektir. Millenial Housing Komisyonuna (2002) göre kiralık ev sorunu konut sorununun en önemli parçasını oluşturmaktadır. Komisyonun raporuna göre Batı’daki düşük gelirli hanelerde aile reislerinin genç olmalarına paralel olarak düşük kiralı evlere olan ihtiyaç artacaktır (İngram, 2008:14-15). Ülkemizde, 1955’de büyük kentlerde, kirada oturanların oranı % 36,6 iken 1990’da bu oranın % 60’ı geçtiği söylenmektedir. Türkiye ortalaması ise % 29,7 olarak ifade edilmektedir (Keleş, 2006:457). Kentleşme artıp kirada oturanların sayısı arttıkça, fiyatların yükselmesine bağlı olarak, bundan en fazla zarar görenler yoksullar olacaktır. 1996 Yoksulların ödedikleri kira miktarından onların ekonomik durumunu ve buradan da onların TOKİ aracılığıyla ev sahibi olabilme ihtimallerinin ne kadar düşük olduğunu yorumlayabiliriz. Ancak bundan önce, TOKİ’den ev sahibi olanların kiraya ayırdıkları masraflara bakarak orta gelir dilimindeki insanlarla yoksulların kira giderlerini kıyaslamamız daha anlamlı olabilir. TOKİ konutları içerisinde evi olan ama başka yerde kirada oturanların (% 13,2) kira masrafları gelirlerinin % 31’ini oluşturmaktadır. Aynı grupta beslenme masraflarının payı toplam giderlerinin % 40’ını geçmektedir (TOKİ, 2006:160-162). Normal durumdaki insanların aksine yoksulların bütçelerindeki konut harcamaları payı çok yüksektir. Onların konut harcamaları, neredeyse besin harcamaları kadar önemli bir yekûn tutmaktadır. Bizim araştırmamızda, kirâ miktarı ile gelir arasındaki oranlara dikkat edilirse hemen her gelir grubundaki yoksullar, gelirlerinin 2/3’den daha fazlasına kadar olan miktarı kira olarak ödemektedirler. Oysa, BM Habitat II göstergelerinde kira değerlerinin hanehalkının aylık gelirinin % 25’ini aşmaması gerektiği düşünüldüğünde bu kira oranın yüksekliği dikkat çekicidir. Çeşitli araştırmalar, hane harcamaları bakımından ülkeler arasında benzer davranışlar olduğunu ve ailelerin ekonomik durumu geliştikçe konut harcamalarının bütçenin % 5’inden % 30’una yükseldiğini ve sonra tekrar azalma eğilimi gösterdiğini ifade etmektedir. Buradan hareketle geliri artan insanın konuta daha fazla para ayırdığı ifade edilmektedir (TOKİ, 2006a:10). Bu yaklaşım ülkenin genel ortalaması baz alındığında doğru olabilir, ancak sınıfsal konuma göre yapılacak bir analiz konut açısından insanların farklı harcama davranışlarının olduğunu gösterecektir. Nitekim, Diyarbakır’da yoksullar üzerinde yapılan bir çalışmada, kira tüm gelirin % 26’sını oluştururken, aynı örneklem grubunda kira oranı, alt gelir dilimindekilerin gelirlerinin çok büyük bir bölümünü (% 75), üst gelir gruplarındakilerin gelirlerinin ise % 10’luk bir payını oluşturduğu ifade edilmektedir (Ersoy ve ark., 2002:187). Araştırmamızda kirada oturduklarını belirten yoksulların oranı % 52’dir. Yine, bulgularımızda yoksulların % 19 gibi yüksek bir oranının başka birinin evinde ücretsiz 86 M. Ruhat YAŞAR oturdukları tespit edilmiştir26. Bu kesimin de ev sahibi olmadığını ve günün birinde bulundukları yerden çıkabileceklerini düşünürsek konut riski altında yaşayanların oranının % 70 civarında olduğunu söyleyebiliriz. Araştırmamızda, yoksullar arasındaki bu ev sahipliği oranı diğer benzer araştırma oranlarının çok altında çıkmıştır. Örneğin, Bayav ve Akacan’ın 2000 yıllında İstanbul gecekondularında benzer bir grup üzerinde yaptığı çalışmada, deneklerin % 70’inin ev sahibi oldukları tespit edilmiştir (Türkdoğan, 2006:144). Yine yapılan bir incelemede üç gecekondu bölgesinde erkeklerin % 84’ünün kendi evi varken sadece % 9’unun kiralık evde, % 7’sinin ise akrabalarının yanında ücretsiz kaldıkları gözlenmiştir (Karpat, 2003:150). Ailelerin yoksulluk düzeyleri kiraya ödedikleri miktarla yakından alakalıdır. Onların en yoksul olanları genelde kullandıkları eve daha az kira ödeyenleridir. Araştırmamızda ailelerin en az % 35’i çok kötü evlerde kaldığına göre bu grubun çoğunluğunun taksitle ev sahibi olamayacağı söylenebilir. Aşağıdaki tabloda da görüleceği üzere yaklaşık 1250 ailenin 100 YTL ve daha aşağısı bir miktarda kira ödedikleri görülmektedir. Bu anlamda söz konusu 1250 ailenin hemen hemen hepsi TOKİ’nin yoksullar için planladığı evleri düşünemezler. Örneğin, Elazığ’daki yoksullukla ilgili çalışmada yapılan puanlamaya gören 1. derece yoksul denilen bir aile bir ömür çalışsa bile bu tür bir konuta sahip olamaz. Çünkü bu ailelerin öncelikle düzenli bir gelirleri yoktur ve ailelerin kötü evleri tercih etmelerinin nedeni de budur zaten. Tablo 3: Verilen Kira Miktarlarına Göre Yoksul Oranları KİRA 75 YTL ve aşağısı 76 - 100 YTL arası 101 - 150 YTL arası 151 - 175 YTL arası 176 - 200 YTL arası 201 YTL ve üzeri TOPLAM AİLE SAYISI 406 860 1270 447 522 181 3686 % 11,01% 23,33% 34,45% 12,13% 14,16% 4,91% 100% TOKİ’nin alt gelir grubu ve yoksullar için düşündüğü evleri göz önüne alarak düşündüğümüzde çalışma alanımızdaki yoksulların yaklaşık % 30’unun bu tür evlere talip olabileceği düşünülebilir. Ancak bunların yüzde kaçının ev sahibi olduğunu ya da kirada olduğunu bilmeden bunu söylemek de zordur. Elazığ’da yaptığımız çalışma sonucunda yoksulların ödedikleri kira miktarıyla sahip oldukları geliri çapraz tabloda değerlendirerek kendi evlerinde oturarak konut sahibi olabilecek grupların durumu hakkında fikir edinebiliriz. Yoksullar içinde 200 YTL ve aşağısı gelire sahip olanların % 34,47’si 75 YTL ve aşağısı miktarda, % 31,55’i de 76-100 YTL arasında kira ödemektedir. Yine, 201-300 YTL arası geliri olan yoksulların % 32,80’i 76-100 YTL, benzer şekilde % 32,80’i 101-150 YTL kira verirken, 301-400 YTL geliri olan 26 Araştırmamızda ev kirası ödemeyen yoksulların genelde ya akrabalarının evinde oturdukları ya oturdukları evde hisseleri olduğu için için ya da ev sahibinin bir işini yaptıklarından dolayı kira vermedikleri tespit edilmiştir. 87 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93 yoksulların % 31,06’sı 76-100 YTL ve % 35,49’u da 101-150 YTL arası kira vermektedir. Diğerlerine göre daha iyi geliri olan yoksullara bakıldığında ise aylık geliri 401-500 YTL olanların yarısından daha azı (% 38,63) 101-150 YTL, % 14,07’si ise 151-200 YTL arası kira vermektedirler (Yaşar, 2009:16). Genel olarak güncellenmiş verilerden hareketle bakıldığında Elâzığ’da yoksullar içinde 1720 ailenin 150-200 YTL kira ücreti ödedikleri tespit edilmiştir. Yoksulların gelirleri değişken ve düzensiz olduğundan onların başka özellikleri de dikkate alınarak konut sahibi olma ihtimalleri değerlendirilebilir. Örneğin, sosyal güvence sahipliğine göre yoksulların ikamet şekillerine baktığımızda ise sağlık sorunlarını yeşil kartla sağlayan 6219 ailenin 3298’i, SSK ile karşılayan 1780 ailenin 878’i ve Bağ-kur’la karşılayan 241 ailenin 93’ü kirada oturmaktadır. Yine hiçbir sosyal güvencesi olmayan 438 ailenin 225’inin kirada oturduklarını ifade etmeliyiz. Türkiye’de sermaye piyasasının darlığı ve ekonomik davranışlarda geleneksel alışkanlıkların belirleyici olması nedeniyle insanlar ellerindeki tasarrufları genellikle eve yatırmaktadırlar. Ancak, insanların konut alma davranışları bulundukları sosyoekonomik seviyeye göre farklılaşmaktadır. Gelir ve sürekliliği düştükçe insanların konut sahibi olmaya verdikleri önem artmaktadır. Yapılan bir çalışmada alt gelir dilimindeki insanların % 60’dan fazlası konut sahibi olmayı uzun dönemde en önemli hedefleri olarak görmüşlerken üst sınıftaki insanların % 30’u bu fikre katılmışlardır (İngram, 2008:15). TOKİ’nin yaptığı çalışma bazında düşünürsek hali vakti yerinde olanlar için konut, yatırım ve gelir aracı iken orta halli aileler için ev almak, kiradan kurtulmak (% 34,1) ve çocuklarına asgari bir güvence sağlamak (% 21,1) anlamına gelmektedir (2006:111). TOKİ’nin dar gelirliler üzerinde yaptığı bir çalışmada deneklerin önemli bir kısmının çocuklarına bırakabilmek amacıyla ev sahibi olmayı istedikleri ve bu insanların kendileri için hayallerini gerçekleştiremeyecek kadar yorgun oldukları ifade edilmektedir (TOKİ, 2006:88). Halbuki yoksullar üzerindeki çalışmamızdan hareketle konutun onlar için ne bir yatırım ya da çocukları için bir miras ne de gelir aracı ya da prestij sembolü olduğunu bunların ötesinde evin onlar için yaşamak ve hayatta kalmak anlamına geldiğini rahatlıkla ifade edebiliriz. Eve yapılan bu yatırımlar işsizlik sigortası gibi sosyal güvenlik sistemlerinin gelişmediği, ekonomik sarsıntıların bol olduğu, bankaların içlerinin boşlatıldığı ülkemizde yaşayanlar için son liman olarak düşünülmektedir. Bu liman, yeri geldiğinde sığınılan yeri geldiğinde satılarak çocuğunun eğitimine, düğününe yeri geldiğinde ise ekmek teknesine dönüştürülen ve kişinin aslan olup olmadığının kriteri yani yattığı yerdir. Yatırım amaçlı alınan evler, ona yatırılan para miktarı ile orantılı olmasa da belirli bir kazanç getirmektedir. Üstelik ev alım-satımı yapmayı bırakın sadece aracılığını yapan emlakçılar bile bundan iyi kazanmaktadırlar. Arsa arzının yetersizliği arsa değerlerini, bu ise konut fiyatlarını yükseltmektedir. Yükselen konut fiyatları eve para yatıranların daha fazla gelir beklentisine girmelerini, bu durum kira miktarını, kiranın artması ise ev sahibi olma tutkusundan başlayan bu kısır döngünün yeniden işlemesini getirmektedir. Sonuçta, gerek gösterişçi tüketim gerek planlamanın olmayışı gerekse yapılan evlerin hitap ettiği kitle nedeniyle dar gelirli ve yoksullar ev sahibi olamamakta ve yüksek kiralar onların bütçelerini emerek ev tasarruflarını imkânsız hale getirmektedir. Bu durumda kentsel arsa planlaması toplumun alt sınıfları da gözetecek şekilde yeniden ele alınabilirse konut sorunu azalacaktır. 88 M. Ruhat YAŞAR Sonuç ve Değerlendirme Dünyada en bol bulunan şey yani toprak, meta fetişizmi nedeniyle bugün en spekülatif ve en pahalı nesnelerden biri haline gelmiştir. Bir dostumla uçakta seyehat ederken, onun aşağıdaki devasa arazileri gösterip, bu uçsuz bucaksız arazilerle bunların içine nokta gibi serpilmiş yerleşim alanlarını kıyaslayarak “şimdi birkaç metrekarelik alan için yaşamı birbirlerine zehir eden insanları düşün” ifadesi bu durumu ne kadar da güzel izah ediyor. Kapitalizmin bir sonucu olarak toprağın bu tarzda metalaştırılması konut sorununu ciddi bir sıkıntı haline getirmiştir. Konut meselesi uluslar arası düzeyde de birçok güç tarafından çözülmesi gereken bir sorun olarak algılanmaktadır. Son dönemlerde bütünlükçü konut inşaatı adıyla tedrici ve etkileşime dayalı inşaat projelerine kaynak ayıran Dünya Bankası alt düzey gelir grubundaki insanlara yönelik konut ihtiyacına gittikçe daha fazla önem vermektedir (Oberoi, 1993:122). Ev, en küçük toplum ve ailenin zeminidir. Bugün ülkemizde, dar gelirli aileler ve yoksullar için kiracı olmak gün be gün kronik bir hal almaktadır. Özellikle yoksul kesimin konut edinme ihtiyacı artık acil bir gereksinim haline gelmiştir. 30 yıla yakın bir süredir aralıksız ve yüksek oranlarda seyreden enflasyon, ekonomik, sosyal ve psikolojik olarak en çok bu kesimi tahrip etmektedir. Neredeyse hayat meselesi haline gelen ve kutsal bir değer kazanmış olan konut sorunu, yoksulların geleceği kadar toplumun genel huzuru açısından da çok önemlidir. Çünkü evsiz ailelerin sürekli hareketlilikleri sosya aidiyeti ve kontrolü güçleştirerek çeşitli suçlara yol açabilmektedir. Ayrıca, alt yapıdan yoksun alanlarda ve kötü konutlarda sürekli yaşamak zorunda kalan yoksul aileler hayatla ilgili beklentilerini, ruhsal ve fiziksel sağlıklarını kaybettiklerinden zamanla hayata tutunma ümitlerinden ve toplumun bir parçası olmaktan da uzaklaşmaktadırlar. Konut sorununun çözümünde TOKİ’nin çabaları önemli olmakla birlikte uyguladığı politikalar yeterli değildir. Öncelikle konut meselesinde, finansal destek ve teşvik sağlamak tek başına yeterli değildir. Konutların yapıldığı yerdeki yoksul oranı, gelir seviyeleri ve yoksul kategorilerinin özellikleri, yerel farklılıkları hesaba katılmadan istenen sonuçların alınması mümkün olamaz. Dolayısıyla yoksullar için yapılacak evlerin nitelik, hedef kitle çeşitliliği ve sayısal yeterliliği konusunda ön çalışmaların yapılması çok önemlidir. Öncelikle konuta uygulanan teşvikler, ister kredi desteği, ister vergi istisnası şeklinde olsun, genel olmaktan çıkarılıp, gerçek ihtiyaçları karşılamaya yönelik olmalı ve hedef kitlesi tam olarak belirlenmelidir. Bu süreçte, konut yapımı işinin her safhasında söz konusu olan, anlamsız formalite ve engellerin temizlenmeli, ayrıca yoksullara rehberlik eden STK’larla birlikte konut sorununa eğilmek gerekmektedir. Nitekim, yoksullar ve gecekondular üzerinde planlar hazırlayan Dünya Bankası da son zamanlarda merkezi bürokrasinin olumsuz etkilerini kırmak ve yardımların, projelerin hedef kitleye ulaştığından emin olabilmek için yerel STK’larla daha fazla işbirliğine girmektedir. Çünkü, yoksulun belirlenmesinde devletin sadece kağıt üzerinde hesaplar yapması ve bu alanda yoksullarla ilgilene STK’larla işbirliği yapmaması sorunlara neden olmaktadır. Ancak, “Yoksulluğu Azaltma Stratejisi Belgelerinin” (PRSP) hazırlanmasında daha fazla STK katılımının öngörülmesine rağmen Panos Institute’i gibi raporları inceleyen bazı eleştirmenler PRSP sürecinin STK’ları 89 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93 güçlendireceği yerde merkezi bürokrasiyi ve profesyonel grupları güçlendirdiğini belirtirler (Abrahamsen, 2004:185). Ancak yoksul grupları toplulukları yakından tanıyan bu sivil örgütlenmelerin konutla ilgili yapılacak çalışmalarda ağırlıklarının, katılımlarının arttırılması suretiyle bu sorunlar aşılabilir. Bununla birlikte Dünya Bankası’nın bu uygulamasını eleştirenler de bulunmaktadır. Dünya Bankasının bu tavrını kötüye yorumlayan bazıları uluslar arası bağışçıların STK’lar aracılığıyla yoksullar üzerinde kontrol gücü bulduğunu ve bu uygulamaların yumuşak emperyalizmin bir tarzı olduğunu ifade etmektedirler (Davis, 2007:99). Bu görüşü savunanlar ayrıca, STK’ların sosyal hareketleri bürokratikleştirdiğini ve radikalleşmeden uzaklaştırarak sistem içinde süpab işlevi gördüğünü ifade etmektedirler. Bunun yanı sıra Dünyanın farklı bölgelerinde yer, hizmet ve konut kredileri veren Dünya Bankası’nın, gecekonduları iyileştirme projeleri genelde yoksul kesimi dışlayacak şartlar taşıdığı, inşa sürecinde yoksullara istihdam yaratma sürecini dikkate almadığı ve istenen konut ihtiyacını karşılamaktan uzak olduğu gerekçesiyle eleştirilmiştir. Kira denetiminin tam yapılamadığı ülkemizde ve taşra kesimlerde yoksulların kiradan fazlasıyla olumsuz etkilenmesi söz konusudur. Özellikle kentin büyümesine paralel olarak yoksulların oturdukları eski evlerin yıkılarak yerlerine apartmanların yapıldığı ve gecekondu alanlarının da kentsel arazi stoğunun azalmasıyla birlikte eskisi gibi kolay olmadığı bilinmektedir. Bu gelişmelere bağlı olarak yoksullara uygun fiyattaki konut sunumunun azalması nedeniyle onların daha fazla kira ödemek durumunda kaldıkları ve bunun her geçen gün daha da kronik bir sorun haline geldiği görülmektedir. Alan çalışmamızdaki istatistikî verilere ve gözlemlerimize göre yoksulların önemli bir kısmı, TOKİ’nin yoksullar için sunduğu konutları satın alamayacaklardır. Bu durumda ucuz kiralı konutlar özellikle nüfus hareketliliğinin yükseldiği kentsel arsa ve konut bunalımının arttığı günümüzde ciddi bir ihtiyaç olarak ele alınmalı ve merkezi hükümetle belediyelerin işbirliği sağlanarak bir an önce yoksullar için kira konutları yapılmalıdır. Antik çağdan günümüze uzanan “insanın her şeyin ölçüsü” olduğu fikri temelde yaşam kalitesine vurgu yapar. İnsan yaşamının kalitesi sağlık ve barınma koşullarıyla yakından alakalı olduğundan konut politikaları yaşam kalitesini doğrudan etkilemektedir. Dolayısıyla yaşanabilir bir çevre ve konut politikası insanımıza ve geleceğimize sahip çıkmanın bir göstergesi olarak ciddiye alınmalıdır. Ancak bu noktada sadece bir grubun değil herkesin özellikle de yoksulların yaşam şartlarını iyileştirmenin kaderimize sahip çıkmak anlamına geldiğini unutmamalıyız. Bu açıdan, konut sorununu ele alırken alt sınıflar lehine daha kolay şartlar ve geniş imkânlar oluşturmanın yoksullukla mücadelede ve sosyal dengeyi sağlamada çok önemli bir fırsat olduğunu ifade etmeliyiz. Kaynakça Abrahamsen, Rita (2004). “Review Essay: Poverty Reduction or Adjustment by Another Name?, Review of African Political Economy 99. Avcıoğlu B. (2002). Türkiye’de Yaşam Kalitesi, Planlama Dergisi, Sayı: 2002/1, ss. 30-36. 90 M. Ruhat YAŞAR Balamir M. (1996). “Türkiye’de ‘ApartKent’lerin Oluşumu”, Tarihten Günümüze Anadolu’da Konut Ve Yerleşme, Tarih Vakfı Yayını, İstanbul, ss:335-343. Bayraktar, Erdoğan (2007). Bir İnsanlık Hakkı Konut, İstanbul: Boyut Yayınları. Baudrillard, Jean. (1997). Tüketim Toplumu, Çev.: Hazal Deliçaylı- Ferda Keskin, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. BM-HABİTAT (1996). An Urbanising World: Global Report on Human Settlements, Oxford. Castells, Manuel (1997). Kent, Sınıf, İktidar, Ankara: Bilim ve Sanat Yay. Davis, Mike (2007). Gecekondu Gezegeni, Metis Yay: İstanbul. Devas, Nick (2003). “Can city Goverments in the South Deliver for the Poor?”, International Development and Planning Reiwev, 25: 1. Engels, F. (1977). “Konut Sorunu”, Marks-Engels: Seçme Yapıtlar, Cilt: II, s: 364447, Birinci Baskı, Ankara: Sol Yayınları. Erdoğan, Mustafa (2007). İnsan Hakları Teorisi ve Hukuku, Ankara: Orion Kitabevi. Erhard, Berner (2002). “Povety Alleviation and the Eviction of the Poorest”, International Journal of Urban and Regional Research 24: 3, P. 536-553. Ertürk H. (1996). Kent Ekonomisi, 2. Baskı, Ekin Kitabevi, Bursa. Elâzığ Ticaret ve Sanayi Odası (2007). 2007 Yılı Raporu. Gita, Verma (2002). Slumming İndia: A Chronicle of Slums and Their Saviours, New Delhi. Gooptu, Nandini (2001). The Politics of the Urban Poor in Early Twentieth-Century İndia. Cambridge Üniversity Pres. Harvey, D. (1993). “Form Space to Place and Back Again: Reflections on the Condition of Postmodernity”, Mapping the Futures, J. Bird (Ed.), Routledge, London, 1993. İngram, John Gılderbloom (2008). with Richard P. Appelbaum and Michael Anthony Campbell, Invisible City: Poverty, Housing and new Urbanism, University of Texas Press. Karpat, Kemal H. (2003). Türkiye’de Toplumsal Dönüşüm, Çev.: Abdulkerim Sönmez, Ankara: İmge Yayınları. Keleş, R. (1978). Konut Sorunları ve Politikası, Şehircilik, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara. Keleş, Ruşen. “Dar Gelirli Kentliler İçin Bir Konut Edindirme Yöntemi: Evini Yapana Yardım”, SBF Dergisi, c:43, No: 1-2, Ocak-Haziran 1998, ss. 81-82. Keleş, R. (2002). Kentleşme Politikası,7.Baskı, İmge Kitabevi, Ankara. Keleş, Ruşen (2006). Kentleşme Politikası, Güncelleştirilmiş 10.Baskı, Ankara. Konut Politikaları ve Finansmanı (1993). T.C. Başbakanlık Toplu Konut İdaresi Başkanlığı- IULA EMME Uluslararası Yerel Yönetimler Birliği, İstanbul. Köse, A..Haşim; Y. Karahanoğulları (2002). Türkiye’de Faktör ve Varlık Gelirlerinin Sınıfsal Temellerine İlişkin Gölemler, Toplum ve Bilim Dergisi, Sayı: 104. Marshall, Gordon (1999). Sosyoloji Sözlüğü (Çev.: Osman Akınhay, Derya Kömürcü), Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. More, Thomas (1999). Ütopya, Çev.: T.Gökçen Sağnak, İstanbul: Gün Yayınları. Oberoi, As. (1993). Population Growth, Employment and Poverty in Third-World Mega-Cities. New York: St. Martin's Press,. xv, 224 p. 91 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 57 – 93 Ocak, Ersan (2002). Yoksulun Evi, Yoksulluk Halleri içinde (Der: Necmi Erdoğan), İstanbul: De:ki Yayınları. Özlem Dündar (2001). “Informal Housing in Ankara”, Cities, 18: 6. Özüerken, Ş. (1996). “Kooperatifler ve Konut Üretimi”, Tarihten Günümüze Anadolu’da Konut Ve Yerleşme, Tarih Vakfı Yayını, İstanbul, ss:355-365. Pasternak Taschner, Suzana (1995). “Squatter Settlements and Slums in Brazil: twenty years of Research and Policy”. En Brian C. Aldrich and Ranvinders Sandhu. Housing the Urban Poor. Policy and Practice in Developing Countries. London and New Jersey: Zed Boks. Pınarcıoğlu, Melih ve Oğuz Işık (2006). Nöbetleşe Yoksulluk: Sultanbeyli Örneği, İstanbul: İletişim Yayınları. Rex, John and Robert Moore (1967). Race, Com-munity and Conflict, Oxford: Oxford University Press. Risbud, Neelima (2002). “Poicies for Tenure Security in Delhi”, Durand-Lasserve Alaine, and Royston Lauren, In Houlding Their Ground, Stylus Publishing Sey, Y. (1998). “Cumhuriyet Döneminde Kent”, 75 Yılda Değişen Kent ve Mimarlık, Y.SEY (ed.), Türkiye İş Bankası-Tarih Vakfı Yayını, İstanbul, ss:273-299. Stone, Michael E. (1993), Shelter Poverty, Philadelphia: Temple Univ. Press. Şenyapılı, T., (1998). “Cumhuriyet’in 75. Yılı, Gecekondunun 50. Yılı”, 75 Yılda Değişen Kent ve Mimarlık, Y.SEY (ed.), Türkiye İş Bankası-Tarih Vakfı Yayını, İstanbul, ss:301- 315. Tapan, M. (1996). “Toplu Konut ve Türkiye’deki Gelişimi”, Tarihten Günümüze Anadolu’da Konut Ve Yerleşme, Tarih Vakfı Yayını, İstanbul, ss: 366-378. TOKİ (2006). Müşteriye Danışma Süreci Araştırma Çalışması, TOKİ Araştırma Dizisi 3, Ankara. TOKİ (2006a). Türkiye’de Konut Sektörü ve T.C. Başbakanlık Toplu Konut İdaresinin Konut Üretimindeki Yeri, TOKİ Araştırma Dizisi 2, Ankara. TOKİ (2007). Konut Edindirme Rehberi, Ankara. Toprak, Z. (1988). Kent Yönetimi ve Politikası, Yönetim ve Ekonomi. S: 11/2, ss. 165185. Tosun, K. Elif (2005). “Türkiye’de Konut İhtiyacı ve Konut Finansmanı”, PARADOKS Ekonomi, Sosyoloji ve Politika Dergisi (e-dergi), http://www.paradoks.org Yıl:2 Sayı:2, ISSN 1305-7979. Türkdoğan, Orhan (2006). İstanbul Gecekondu Kimliği, İstanbul: IQ Bilim Sanat Yayınları. Urry, Jhon (1999). Mekânları Tüketmek, Çev.: Rahmi G. Öğdül, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. T.C. Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Konut Müsteşarlığı www.konut.gov.tr./html/a_evsahipliği.html (21.12.2004) T.C. Bayındırlık ve İskan Bakanlığı Konut Müsteşarlığı www.konut.gov.tr./html/a_ödenebilirlilik.html (21.12.2004) www.ntvmsnbc.com/news/192039.asp?0m=H13L&cp1=1 www.spk.gov.tr/HaberDuyuru/konferans/konusmametni_ 08112004.html www.konut.gov.tr/html/raporveekleri/Tablolar11-24.doc. www.canaktan.org/ekonomi/yoksulluk/besinci-bol/m-insan-yerlesimleri. html. 92 M. Ruhat YAŞAR Tablo: Bölgemizde İllere Göre Konut İhtiyacı, Konut Stoku ve Tahmini Konut Fazlası İLLER 2000 2000 YILI YILI KONUT KONUT STOKU İHTİYACI RUHSATLI/ RUHSATSIZ GAZİANTEP 204.922 110.382 K.MARAŞ ŞANLIURFA 134.682 DİYARBAKIR 133.406 63.281 MARDİN 40.471 BATMAN* 21.470 SİİRT 14.618 KİLİS* 106.258 ERZURUM 101.902 MALATYA 65.892 ELAZIĞ 31.095 ERZİNCAN 85.125 SİVAS 68.161 VAN 38.363 AĞRI 20.408 BİNGÖL 22.944 MUŞ 27.768 ŞIRNAK* 15.741 IĞDIR* 12.350 TUNCELİ 269.188 127.264 147.142 184.856 70.011 52.583 26.433 19.997 106.794 120.069 98.067 37.460 100.975 73.687 39.833 25.529 23.665 30.506 17.871 12.519 2000 YILI FAZLA KONUT SAYISI 64.266 16.882 12.460 51.450 6.730 12.112 4.963 5.379 536 18.167 32.175 6.365 15.850 5.526 1.470 5.121 721 2.738 2.130 169 İLLER 2010 2010 YILI 2010 YILI KONUT YILI KONUT STOKU FAZLA İHTİYACI RUHSATLI/ KONUT RUHSATSIZ SAYISI GAZİANTEP 270.203 ŞANLIURFA 189.016 DİYARBAKIR 174.517 142.384 K.MARAŞ 90.705 MARDİN 57.660 BATMAN* 28.384 SİİRT 9.954 KİLİS* 132.531 MALATYA 102.912 VAN 89.015 SİVAS 83.689 ELAZIĞ 55.359 AĞRI 34.752 KARS 32.426 MUŞ 27.642 BİNGÖL 25.759 ARTVİN 21.898 IĞDIR* ARDAHAN* 9.465 11.893 TUNCELİ 375.683 208.948 264.091 191.644 99.142 104.253 34.510 59.034 158.462 114.063 133.007 141.280 57.636 36.472 38.201 36.326 39.673 43.031 16.098 16.471 105.480 19.932 89.575 49.260 8.437 46.594 6.126 49.080 25.931 11.151 43.992 57.590 2.277 1.720 5.775 8.684 13.915 21.133 6.633 4.578 Varsayım: 2000 Yılı Konut Stokunun 2000-2010 döneminde ruhsat artış oranında artması (www.konut.gov.tr.). 93 KIRGIZİSTAN’DA DEĞİŞİM SÜRECİNDE ORTAYA ÇIKAN SİYASAL HAREKETLER 1989-2008 Fahri TÜRK Özet / Abstract Değişim sürecinde Kırgızistan’da birçok siyasal parti ve Sivil Toplum Kuruluşu (STK) ortaya çıkmıştır. Ancak zamanla anayasal ve siyasal sitemde yapılan değişiklikler partilerin siyasal yaşama katılımını olumsuz yönde etkilemiştir. Kırgızistan’da kurulan siyasal partiler esas itibarıyla iki kategori halinde ele alınabilir: Birinci kategoride, Asaba, Ata-Meken (Anavatan), Erkin Kırgızistan, Sosyal Demokratlar ve Komünistler yer almaktadır. Bunlardan başka bu grup içinde bir de çeşitli meslek gruplarının çıkarlarını gözetmek amacıyla kurulmuş Kırgızistan Tarım İşçileri Partisi ve Kırgızistan Çiftçi Partisi gibi siyasal partiler mevcuttur. İkinci kategoride ise Aşar Derneği gibi partiler üstü kurum ve kuruluşlar bulunmaktadır. Bunların dışında bir de Kırgızistan’da yaşayan azınlıklar tarafından kurulan kültür ve yardımlaşma dernekleri mevcuttur. Ahıska Türkleri tarafından kurulan Türk Ata Kültür Merkezi ve Slavlar tarafından kurulan Slav Diaspora Birliği bunlardan sadece ikisidir. Kırgızistan’da siyasal parti yelpazesinde bunlardan başka bir de Alaş, Türkistan Partisi ve Hib-ut Tahrir gibi sınır aşan radikal İslamcı-Türkçü partiler faaliyette bulunmuşlardır. Anahtar Kelimeler: Kırgızistan’da Siyasal Sistem, Milli Partiler (Asaba, Ata-Meken ), Partiler üstü Siyasal Hareketler (Aşar Derneği), Azınlık Kültür Merkezleri (Türk Ata Kültür Merkezi), Sınır aşan Radikal İslamcı-Türkçü Partiler (Alaş, Türkistan Partisi) THE POLITICAL MOVEMENTS OF KYRGYZSTAN IN THE PERIOD OF TRANSFORMATION PROCESS (1989-2008) In Kyrgyzstan it has emerged many political parties and Non-Governmental Organizations (NGO’s) in the period of transformation process. The changes in the constitution had a negative impact on participating of political parties in the political decision-making mechanism. In the transformation process in Kyrgyzstan founded parties can be divided into two main categories. In the first category there are parties such as Asaba, Ata-Meken, Erkin Kyrgyzstan, the Social Democrats and the Communists. Kyrgyzstan Peasant Party, which belongs to the first category, represents the interest of Kyrgyz peasants. In the second category there are meta-party organizations such as Ashar. Türk Ata (Turks) and Slavic Diaspora (Russians) are the two cultural societies founded by the minorities, who live in Kyrgyzstan. In the spectrum of political parties there are another type of parties like Alash, Turkestan Party and Hizb-ut Tahrir that operated in the transnational level. Key Words: Political System of Kyrgyzstan, National Parties (Asaba, Ata-Meken), Meta-party Organizations (Ashar), Cultural Centrums of Minorities (Türk Ata and Slavic Diaspora), Transnational Radical İslamic Turkic Parties (Alash, Turkestan Party and Hizb-ut Tahrir) Giriş Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde (SSCB) 1985’lerden sonra uygulanmaya başlanan Glasnost ve Perestroyka politikalarının etkisiyle tıpkı diğer Orta Asya ülkelerinde olduğu gibi Kırgızistan’da da birçok siyasal parti ve sivil toplum kuruluşu (STK) ortaya çıkmaya başlamıştır. Kırgızistan’da 1991 ila 1996 arasında 800’den fazla STK ortaya çıkmıştır. Ancak bu STK’lar hükümetle işbirliğine gidemedikleri için toplumsal hayattaki etkileri sınırlı kalmıştır (Bk. Kasybekov, 1999:71) Bu örgütler bir bakıma söz konusu ülke entelektüelleri tarafından kurulmuş Yrd. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü. SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 95 – 115 siyasal tartışma kulüpleri şeklinde işlev görmeye başlamıştır. Örneğin 17 Ağustos 1988 tarihinde çevreci gençler ve emekliler tarafından kurulan Ekoloji adlı STK bunlardan sadece bir tanesidir. Bu süreçte Kırgızistan’da birçok siyasal parti kurulmuştur. Bu partiler esas itibarıyla iki kategori halinde ele alınabilir: Birinci kategoride, Asaba, AtaMeken (Anavatan), Erkin Kırgızistan, Sosyal Demokratlar ve Komünistler yer almaktadır. Bunlardan başka bu grup içinde bir de çeşitli meslek gruplarının çıkarlarını gözetmek amacıyla kurulmuş Kırgızistan Tarım İşçileri Partisi ve Kırgızistan Çiftçi Partisi gibi siyasal partiler mevcuttur. İkinci kategoride ise partiler üstü kurum ve kuruluşlar bulunmaktadır. Buna bir örnek verilecek olursa Aşar Derneği 1980’lerin sonunda Bişkek ve çevresindeki konut sorunu ile mücadele için kurulmuştur. Bu derneğin karşılığı olarak Oş şehrinde ise Oş Oymağı adı verilen başka bir dernek kurulmuştur. Bu iki kategori dışında bir de Kırgızistan’da yaşayan azınlıklar tarafından kurulan kültür ve yardımlaşma dernekleri mevcuttur. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri Kırgızistan’da yaşayan Ahıska Türkleri1 tarafından kurulan Türk Ata Kültür Merkezi ve Slavlar tarafından kurulan Slav Diaspora Birliği bu tarz derneklerden sadece ikisidir. Bu çalışmada ilkin Kırgızistan’ın anayasal sistemi incelenecektir. Daha sonra bu ülkede muhalefet hareketlerinin gelişimi ve Kasım 2008’de mevcut muhalefet partilerinin durum tespiti yapıldıktan sonra mevcut seçim kanunu çerçevesinde 16 Aralık 2007 seçimleri analiz edilecektir. Bir sonraki adımda ise kısaca Kırgızistan’da siyasal partiler yelpazesi kısaca tanıtıldıktan sonra ayrıntılı olarak değişim sürecinde ortaya çıkan siyasal partiler analiz edilecektir. Son olarak Kırgızistan’da siyasal parti yelpazesinde yer alan Alaş, Türkistan2 Partisi ve Hizb-ut Tahrir gibi sınır aşan partiler analiz edilecektir. 1 2 96 Stalin tarafından İkinci Dünya Savaşı sürerken (1944) Batı literatüründe Mesket Türkleri olarak tanınan 130.000 Ahıska Türk’ü Gürcistan’ın güneyindeki anayurtlarından Orta Asya ve Sibirya’nın çeşitli yerlerine sürülmüşlerdir. Bu sürgün esnasında 30.000 civarında Ahıska Türk’ü yollarda açlık ve çeşitli hastalıklardan ölmüştür. Gürcistan 1999 yılında Avrupa Konseyi’ne üye olduktan sonra Ahıskalıların evlerine dönmelerinin yolu açılmıştır. Türkiye, 1 Mart 2009 tarihinde yürürlüğe giren bir kanunla dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan 60.000 Ahıska Türk’üne Türk vatandaşlığına geçme hakkı tanımıştır. Türk vatandaşlığına geçmek isteyen Ahıskalılar bu yasa uyarınca 1 Haziran 2009 tarihine kadar müracaat etmeleri halinde Türk vatandaşlığına kabul edilebileceklerdir. (Bkz., Yazar,İsa, Ahıskalılar vatandaş oldu; nüfusumuz 60 bin arttı, Zaman 11.03.2009, s. 3.) Türkistan kelimesi Güney Kazakistan’da bulunan Türkistan (Yesi) şehrinin adından gelmektedir. Türkistan kavramı 1867’den itibaren Rusya’nın Orta Asya’da ele geçirdiği toprakları ifade etmek için kullanılmaya başlamıştır. Aynı kavrama 1885 yılından sonra da Hazar Denizi ile Tanrı Dağları arasındaki bölgeyi tanımlayıcı bir anlam yüklenmiştir. Doğu ve Batı Türkistan ayrımını ilk kez ünlü Çek coğrafyacı Fritz Machatschek yapmıştır. Bu kavramlardan ilki Sincan Uygur Bölgesi’ni ikincisi ise Rusya Türkistan’ını belirtmek için kullanılmıştır. Bu ayrım 19. yüzyılda İngiliz araştırmacılarına kadar geri gitmektedir. 19. yüzyıldan önceleri ise Türkistan, merkezi Buhara olan “Büyük Buhara” ve merkezi Kaşgar olan “Küçük Buhara” olarak adlandırılmaktaydı. Doğal olarak bu ayrım o zamanın güç dengesini yansıtmaktaydı. Rus Harbiye Nazırı Suchosanet 1857’de yaptığı yazışmalarda dahi Kaşgar’ı Türkistan ve buranın Müslüman ahalisini de Türkistanlılar olarak nitelendirmiştir. Fakat Machatschek Afganistan ve İran Türkistan’ından bahsetmemektedir. Esasında Afganistan ve İran Türkistan’ı Rusya ve Çin Türkistan’ı ile birlikte jeopolitik anlamda Türkistan’ı oluşturmaktadır. Buhara ve Hive hanlıklarının kuruluşundan sonra yani 1500’lü yıllardan itibaren Türkistan kavramı Afganistan’ın Herat Bölgesi’ni belirtmek için kullanılmaya başlamıştır. Musketov’un Türkistan kelimesini etnografik düşüncelerle salt coğrafyayı esas alarak Tanrı Dağları, Hazar Havzası, İran Platosu ve Buz Denizi arasındaki bölgeyi kapsayacak şekilde kullanması literatürde pek taraftar Fahri TÜRK Siyasal Sistem 5 Mayıs 1993’te kabul edilen Kırgızistan Anayasası son olarak 21 Ekim 2007 tarihinde değiştirilmiştir. Kırgızistan Anayasası’na göre, bu ülke devlet başkanına geniş yetkiler tanıyan başkanlık sistemi ile yönetilmektedir. Kırgızistan’da Şubat 1996, Ekim 1998 ve Şubat 2003’te yapılan anayasa değişiklikleri ile devlet başkanının yetkileri parlamento aleyhine bozulmuştur. Batı Avrupa anayasalarından esinlenerek hazırlanan söz konusu Kırgızistan Anayasası güçler ayrılığı ilkesini öngörmektedir. Bu anayasasının birinci maddesinin birinci fıkrasına göre Kırgızistan bağımsız, üniter, demokratik ve laik bir devlet olarak tarif edilmektedir. (Constitution of The Kyrgyz Republic, 21 Ekim 2007:2) Kırgızistan’da devlet başkanı 5 yıl süreyle art arda iki kez seçilebilir. Kırgızistan Anayasası’nın 44. maddesi birinci fıkrası gereğince devlet başkanlığı seçimlerine katılacak kişinin yaşının 35 ila 65 arasında olması, devletin resmi diline hâkim olması ve başvuru tarihinde en az 15 yıldan beri Kırgızistan’da ikamet ediyor olması gerekmektedir. Devlet başkanlığına en az 50.000 seçmenin imzasını toplayan herkes aday olabilmektedir. Kırgızistan’da devlet başkanının yetkileri oldukça geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır.3 Tek kanatlı olan Kırgızistan Cumhuriyeti Parlamentosu’na Yorgu Kengeş4 adı verilmektedir. Kırgızistan Parlamentosu’nda 5 yıllığına seçilen 90 milletvekili görev yapmaktadır. Milletvekilliği seçimleri parti listelerine göre nispi temsil sistemi esas alınarak yapılmaktadır. Milletvekili seçilebilmek için 25 yaşını doldurmuş olmak gerekmektedir. Milletvekilliği seçimlerinde oy kullanabilmek için ise 18 yaşını doldurmuş olmak şartı aranmaktadır. Kırgızistan’da Seçim Kanunu’nda 2007 yılında 3 4 bulamamıştır. Bolşevikler “Türklerin Ülkesi” anlamına gelen Türkistan tabirinin yerli halk arasında 1919’da olduğu gibi bölgede muhtariyet düşüncesini canlandırma ihtimalinden korktuklarından Türkistan kelimesini kullanmaktan özellikle kaçınmışlardır. Yani Orta Asya kavramı Türkistan kavramına göre SB’nin politik amaçlarına daha uygun düşmüştür. Bartold’a göre, Rusya’nın Türkistan kelimesini resmi yazışmalarda kullanmaktan özenle kaçınmasının nedeni etnografiktir. Jeopolitik Türkistan kavramı, Afganistan’da Hindukuş Dağları’nın kuzeyinden Tanrı Dağları’na kadar olan bölge ve İskender Dağları’ndan Balkaş Gölü’ne ve Hazar Denizi’nin güneyinden geçerek Gobi Çölü’ne kadar olan alanı içine almaktadır. Jeopolitik Türkistan günümüzde aşağıdaki bölgeleri kapsamaktadır: İran Türkistan’ı (Gorgan ve Horasan) Afganistan Türkistan’ı (Hindukuş Dağları’nın kuzeyindeki iller ve Herat Bölgesi), Çin Türkistan’ı (Sincan Otonom Bölgesi), Batı Türkistan (Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Türkmenistan) (Bkz. Olzscha, Reiner vd. 1942:811). Devlet başkanının yetkileri için bkz. Constitution of The Kyrgyz Republic, 21.10.2007 Madde 46-53, s. 12-15. 2007 yılında yapılan anayasa değişikliğine kadar Yorgu Kengeş yasama meclisi ve temsilciler meclisi olarak iki kanattan meydana gelmekteydi. Toplam 35 sandalyeye sahip yasama meclisi bütün halk tarafından seçilmekteydi. Buna karşılık 70 milletvekilinden meydana gelen temsilciler meclisi ise yerel çıkarları temsil etmekteydi. Askar Akayev döneminde yapılan Anayasa değişikliğinde rejim, muhalefetin isteklerini dikkate almadığı gibi, daha önce verilmiş demokratik hakların bazılarını da ellerinden almıştır. Seçim yasasında 2003 yılında yapılan değişiklik taslağı Yorgu Kengeş’teki milletvekili sayısını 75 ile sınırlandırmaktaydı. Bu yasa değişikliği, milletvekillerinin seçim bölgelerinde doğrudan seçilmelerini ön görüyordu. Bu değişikliğe göre, parti listelerinden seçilen 15 milletvekilliğinin çıkarılması gerekmekteydi. Bu seçim sistemi değişikliği, Kırgızistan’ı klan yapıları temelinde 75 seçim bölgesine ayırıyordu. Lale Devrim’in ateşinin tetiklenmesinde seçim sistemindeki bu değişikliğin de etkisi olmuştur (Kunze 2003:55-56). 97 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 95 – 115 yapılan değişiklikle birlikte yüzde 5’lik ülke ve yüzde 0,5’lik bölge barajı uygulamasına geçilmiştir. Kırgızistan 2001 yılında yerel seçimlerin yapıldığı ilk Orta Asya ülkesi olmuştur. Kırgızistan Anayasası’nda seçimlerin hür, eşit ve gizli oy, açık tasnif esasına göre yapılacağı garanti altına alınmış olsa da seçimlere sürekli olarak şaibe karıştırılmış ve karıştırılmaktadır. Aksar Akayev’in ülkenin kaynaklarını yakın akrabalarına ve onların yakınlarına peşkeş çekmesi ve 27 Şubat 2005’te yapılan seçimlere şaibe karıştırması Lale Devrime giden yolu açmıştır. Rejim ve Muhalefet Partileri Kırgızistan 31 Ağustos 1991 tarihinde bağımsızlığını kazandıktan sonra A. Akayev devlet başkanlığı koltuğuna inanmış bir demokrat olarak oturmuştur. Bundan dolayı 1990’ların ortasına kadar Kırgızistan Orta Asya’nın İsviçre’si ve bölgenin demokrasi adası olarak anılmaya başlanmıştır. Ancak Akayev rejimi gittikçe daha otoriter ve baskıcı bir karakter almıştır. Akayev yaptığı reformlarda muhalefetin isteklerine kulak tıkadığı ve kimi zaman muhalefet liderlerini çeşitli yöntemlerle ikna ettiği için ülkesinde sağlam bir siyasal sistemin yerleşmesini engellemiştir. Çünkü bu şekilde Kırgızistan’da Batılı anlamda siyasal partilerin kurulması ve gelişmesi mümkün olamamıştır. Kırgızistan’da siyasal partiler daha çok bir liderin etrafında toplanmış birkaç yüz taraftardan meydana gelen ve hiçbir siyasal nüfuzu olmayan dernekler niteliğindedir. Bundan dolayı Kırgızistan’da 2000 yılında yapılan parlamento seçimlerine katılan 420 adaydan 407’si seçimlere bağımsız olarak girmiştir. Kırgızistan’da 2003 yılında hiçbir siyasal partinin görüşü alınmadan yapılan anayasa değişikliğiyle çoğunluk seçim sistemi uygulanmaya başlanmıştır. Parti liderleri seçimlerde adaylarını seçtirebilmek için seçim bölgelerindeki klanlara bağımlı durumda olduklarından siyasal partiler kendilerini programlarından çok söz konusu yörenin çıkar grubu veya klanı ile özdeşleştirmektedir (http://www.igfm.de/Kirgisien-vor-und-nachden-Praesidentenwahlen.537.0.html, 11.02.2009). Kırgızistan’da Ekim 2008’de yapılan yerel seçimler muhalefet partilerinin bu ülkede ne kadar zayıf ve halk nezdinde imajlarının ne kadar kötü olduğunu bütün açıklığı ile ortaya koymuştur. Bakiyev rejimi muhalefetin desteği ile iktidara geldikten sonra muhalefet partilerine baskı yaparak reform sürecini sekteye uğratmıştır. Kırgızistan’da 2007 yılının Aralık ayında yapılan parlamento seçimlerinde radikal muhalefet kanatta yer alan Ata-Meken Partisi Yorku Kengeş’e giremezken, ılımlı muhalefette yer alan Sosyal Demokratlar 11, Komünistler ise 8 sandalye ile mecliste temsil hakkına sahip olmuşlardır. Akyol Partisi’nin parlamentoda sahip olduğu çoğunluk ve Omurbek Tekebayev ve Temir Sarıyev gibi ileri gelen muhalefet liderlerinin elinin kolunun bağlanması hükümete ülkeyi muhalefetsiz yönetme imkânı vermiştir (Wolters 2008:2). Lale Devrim’in üzerinden dört yıl geçmiş olmasına rağmen Kırgızistan’da muhalefet halkın gözünde kaybolan kredisini ve güvenilirliğini henüz geri kazanamamıştır. Özellikle yeni anayasanın kabul edilme sürecinde (2006 Aralık) muhalefetin rejime yaranmaya çalışması siyasal partilerin kan kaybetmelerine neden olmuştur. Ishak Masaliyev liderliğindeki Komünistler parlamentoda bir ağırlığa sahip değildir. Bakut Beşimov liderliğindeki Sosyal Demokratlar ise hükümetin enerji sektörünü özelleştirme planları gibi bazı politikalarını eleştirdikleri için şartlı muhalefet 98 Fahri TÜRK olarak kabul edilebilirler. Diğer yandan Sosyal Demokratlar da sistemi tam manasıyla eleştirememektedirler. Bunun nedeni Osmanbek Artukbayev ve Murat Çurayev gibi işadamlarının parlamentoda bulunmasıdır. Yani fraksiyonda hükümete karşı yapılacak esaslı bir eleştirinin söz konusu işadamlarının işlerine zarar vereceği endişesi hâkimdir. Buna karşılık parlamento dışında yer alan muhalefet partileri hükümete karşı eleştirilerini daha yoğun bir şekilde yapmaktadır. Örneğin bazı uzmanlar tarafından gerçek bir muhalefet partisinin son kalıntıları olarak görülen Ata-Meken’in lideri Omurbek Tekebayev Bakiyev’in önemli bir rakibidir. Ata-Meken son zamanlarda yeni bir anayasa taslağı üzerinde çalışmaktadır. Ata-Meken’in en önemli sorunu finansal kaynak sıkıntısı çekmesidir. Parti Aralık 2008’de yapılan seçimler öncesinde Bişkek’te bütün adaylarının katıldığı ortak bir miting düzenlemesine rağmen, kırsal bölgelerde etkili bir propaganda yaparak adını yeterince duyuramamıştır. Ata-Meken müzminleşmiş finansman sorunu aşabilmek için Almasbek Atambayev’in öncülüğündeki Sosyal Demokratlar ile işbirliği yapmaya başlamıştır. Kırgızistan’da siyasal partiler ile STK’lar arasındaki işbirliği de eskisi gibi değildir. Muhalefet partilerinin ve STK’ların siyasal faaliyetlerini kısıtlayan bir diğer faktör ise yürüyüş ve toplantı kanunun daha da kötüleşmesidir (Wolters 2008: 3-4). Ancak Erkin Bulakbayev’in Yeşiller Partisi ve Temir Sarıyev’in Beyaz Şahin adlı liberal partisi Sosyalistlerin sahip olduğu prestije sahip değildir. Tablo 1: Kırgızistan’da Önde Gelen Siyasal Partiler (Kasım 2008), Kaynak: Wolters, Alexander, Auf der Suche nach der Tulpenrevolution. Kirgistan im Herbst 2008, in: Zentralasien-analysen, Nr. 11, s. 8, 2008, http://www. laender-analysen.de/zentralasien, 11.02.2009. Kırgızistan’da Önde Gelen Siyasal Partiler (Kasım 2008) Parti İsmi Kuruluş Birleşmeler/İsim Yılı Değişiklikleri Önemli Liderler Yelpaze Kurmanbek Bakiyev, Aytıbay Tagayev, Çolpan Bayekova, Elmira İbrahimova Bakıtbek Beşimov, Osmanbek Artukbayev Absamat Masaliyev Populist Omurbek Liberal Sol, Sosyalist Parlamentoda Temsil Edilen Partiler Halkpartisi 15 Ekim (Akyol) 2007 Atayurt, Liberal İlerici Parti “Birleşik Kırgızistan, Cumhuriyetçi İş ve Birlik Partisi “Ülkem”, El Geleceği, Yurtsever Parti “Kırgızistan Birliği Kırgızistan 25 Eylül Sosyal 1993 ----------------------------------Demokrat Partisi Kırgızistan Ağustos Kırgızistan Komünist Partisi Komünist 1992 (SSCB) Partisi Parlamento Dışındaki Siyasal Partiler Ata9 Ekim Erkin Kırgızistan (Hür Sosyal Politika --------------------------- 99 Mart 2010, Sayı 15, sh. 95 – 115 SBArD Kırgızistan (sol kanadı), daha sonra diğer partilerle birleşme, son parlamento seçimlerinde liberal parti ile seçim ittifakı SSCB döneminde kurulmuştur. O günden bugüne muhalefet partisidir. Demokratik Güçler Birliği adlı liberal blokun devamı Meken Sosyalist Parti 1992 Asaba (Bayrak) 26 Nisan 1990 10 Nisan 2007 9 Temmuz ----------------------------------1999 Beyaz Şahin ArNamus Kırgızistan Yeşiller Partisi Yeni Kırgızistan 18 Haziran 2004 14 Ekim 1994 Tekebayev, Duyşon Çotonov Asımbek Milliyetçi-Populist Beknazarov Temir Sarıyev Liberal İktisat Felix Sosyal Politika Kulov Emil Aliyev Erkin Liberal Sol, Çevreci ----------------------------------- Bulekbayev Tarım İşçileri Partisi Usen Sudukov, İsmail İshakov --------------------------- Kırgızistan’da iki tane komünist parti vardır. Bunlardan ilki Kırgızistan Komünist Partisi, ikincisi ise 1999’da kurulan ve liderliğini Klara Hacıbekova’nın yaptığı Kırgız Komünist Partisi’dir. Bu parti parlamento dışında muhalefet yapmaktadır. Kırgızistan Komünist Partisi 16 Aralık 2007 seçimlerinde 8 milletvekilliği kazanmıştır. Kırgızistan’da siyasal parti yelpazesi çok parçalı bir yapıdadır. 1993’te yayınlanan Kırgızistan kroniklerinde yer alan bilgiye göre, ülkede resmen kayıtlı 7 parti ve 258 adet dernek ve STK bulunmaktadır (İncioğlu 1994:128). Nisan 2008 itibarıyla 106 tane siyasal parti bulunan Kırgızistan’da (http://www.kas.de/wf/doc/kas_13584544-1-30 pdf, 11.02.2009) aynı yılın kasım ayında yapılan Yorku Kengeş seçimlerinde parlamentoya sadece üç parti girmiştir. (Bk. Tablo 1) Parlamento dışındaki siyasal partiler arasında en etkilisi 9 Ekim 1992 tarihinde kurulmuş olan Ata-Meken Partisi’dir. Bu parti haricinde seçime katılan Asaba, Beyaz Şahin, Ar-Namus, Kırgızistan Yeşiller Partisi ve Yeni Kırgızistan gibi partiler bulunmaktadır (Bk. Tablo 1). Siyasal partiler yelpazesinin çeşitliliğinden dolayı partilerin hedefleri ve istekleri arasında da önemli farklılıklar mevcuttur. Özellikle Ata-Meken ve Ar-Namus partileri siyasal sistemin daha şeffaf ve açık bir hale getirilmesinden yana tavır almışlardır. Ata-Meken hükümet ile diyalogu savunurken, Ar-Namus Partisi’nin başkanı Emil Aliyev hükümete karşı radikal muhalefetin yapılması gerektiğine inanmaktadır. Yukarıda sözü edilen bu iki partinin Kırgızistan genelinde teşkilatlanma oranları istenen düzeyde değildir. Muhalefet partileri içinde en iyi teşkilata sahip olan parti Kırgızistan Komünist Partisi’dir. Bu parti ülkenin içinde bulunduğu bozuk ekonomik durumdan yararlanarak ve eskiye özlemi körükleyerek kendisine taraftar bulabilmektedir (İncioğlu 1994:128). 100 Fahri TÜRK Tablo 2: Kırgızistan’da 16 Aralık 2007’de Yapılan Seçim Sonuçları (Kaynak: ZentralasienAnalysen, Nr. 1 2008, s. 15). Kırgızistan’da 16 Aralık 2007 Seçim Sonuçları Partiler Akyol Ata-Meken Kırgızistan Komünist Partisi Kırgızistan Sosyal Demokratik Partisi Oy Oranları (%) Milletvekili Sayısı 46,99 8,29 5,12 71 --8 5,05 11 16 Aralık 2007 tarihinde yapılan parlamento seçimlerinde oyların yüzde 46’99’unu alan Akyol Partisi 71, yüzde 5,05’ini alan Kırgızistan Sosyal Demokrat Partisi 11 ve yüzde 5,12’sini alan Kırgızistan Komünist Partisi 8 milletvekili çıkarmıştır (Bk. Tablo 2). Kırgızistan’da milletvekilleri ilk kez bu seçimlerde parti listelerinden ve nispi temsil sistemine göre seçilmişlerdir. Ekim 2007’de kabul edilen yeni seçim kanununa göre, yüzde 5’lik bir ülke barajı getirilmiştir. Yani bir partinin Kırgızistan’da parlamentoya girebilmesi için yaklaşık 2,7 milyon seçmenin oylarının yüzde 5’ini alması gerekmektedir. Bunun haricinde birde yüzde 0,5’lik bölge seçim barajı uygulaması vardır. Bölge seçim barajına göre bir parti milletvekili çıkarabilmek için Kırgızistan’ın 7 bölgesinin her birinde ve Bişkek ve Oş gibi büyük şehirlerde toplam geçerli oyların en az yüzde 0,5’ini alması gerekmektedir. 16 Aralık 2007 seçimlerinde geçerli oyların yüzde 8,29’unu alan Ata-Meken, Oş’ta 0,5’lik bölge barajını geçemediği için parlamentoya hiç bir milletvekili sokamamıştır (Eschment, 2008: s.15-16). Kırgızistan’da yürürlükte olan yeni seçim kanununa göre her siyasal parti ülkedeki etnik azınlıkların temsilcilerine seçim listelerinde yüzde 15 oranında yer vermek zorundadır (FAZ, 15.12.2007, s. 6). Siyasal Partiler Kırgızistan’da demokratik halk hareketi 1987 yılında Bişkek’te 50 Slav entelektüeli tarafından Demos adı verilen siyasal bir tartışma derneğinin kurulmasıyla başlamıştır. Bu gençler hafta bir kez gençlik gazetesi Kırgız Komsomolu’nda5 buluşarak geçmiş ve geleceğin problemlerini tartışmışlardır. Bişkek’te 17 Ağustos 1988 tarihinde 5 Komsomol, SSCB Komünist Partisi Gençlik Örgütü’nün kısaltmasıdır. Rusça açılımı Kommunitiçeski Soyuz Molodoji (Komünist Gençler Birliği) dir. 29 Ekim 1918’de kurulan Komsomol’un o zamanki üye sayısı 22 bin civarındaydı. 1970 ve 1980’li yıllara gelindiğinde Komsomol’un üye sayısı yaşları 14 ila 28 arasında olan 40 milyon kişiye çıkmıştı. Komsomol’un amacı SSCB gençliğini komünizm idealine bağlı bir şekilde yetiştirmekti. 1920’li yıllarda SSCB’de ağır sanayinin kurulmasına önemli bir katkı yapmış olan Komsomol 1937’de de Rus Uzak Doğusu’nda Komsomolsk adlı bir şehir kurmuştur. Komsomol 19 Ağustos 1991 tarihinde yasaklanmıştır. 101 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 95 – 115 daha çok bünyesinde çevreci genç ve emeklileri barındıran Ekoloji6 adlı bağımsız bir STK ortaya çıkmıştır. Kendilerini rejimin koruyucusu addeden Komünistler hemen bu iki örgüte karşı harekete geçerek bu kuruluşların dağılmasına neden olmuşlardır. 11 Temmuz 1989 tarihinde ise Bişkek’te Memorial adlı STK’nın kuruluşu gerçekleştirilmiştir. Bu derneğin kuruluşu her şeye rağmen engellenememiştir. Çünkü aynı adlı örgüt Gorbaçov döneminde Rusya’da da kurulmuş bulunuyordu. Memorial’in amacı; Stalin terörüne kurban gitmiş olan kişilerin adlarını listelemek ve bu kişilerin anısına Bişkek’in belli bölgelerinde anıtlar dikerek bu kişilerin adlarını ölümsüzleştirmekten ibaretti. Memorial’in Kırgızistan sorumluları gazeteci Aleksander Kınyasev ve öğretmen Omurbek Abdurrahmanov idi (Trutanow, 1994:209-10). Kısaca söylemek gerekirse, Kırgızistan’da 1980’li yılların sonunda çeşitli toplumsal kuruluşlarla ilişki içinde olan ve daha çok klübe benzeyen birçok yerel örgüt ve grup ortaya çıkmıştır. Bu örgütlerden bazıları; Ekolog, Isık Gölü Kurtarma Komitesi, Gelecek (Arazi İşgalcileri Birliği), Kökcar (Arazi İşgalcileri Birliği), Kırgızeli (Yurtdışındaki Kırgızlarla İşbirliği) ve Memorial adlı STK’nın Kırgızistan şubesi olan Hakikat adlı oluşumlardır (Götz, Halbach 1993:147). Kırgızistan’da kurulan partileri esas itibarıyla iki gruba ayırabiliriz. Birinci gruba dâhil olan partiler arasında; Ata-Meken (Anavatan) Sosyalist Parti, Asaba (Bayrak), Kırgızistan Demokratik Hareket Partisi (KDHP), Erkin (Hür) Kırgızistan Demokratik Partisi, Kırgızistan Cumhuriyet Halk Partisi (KCHP), Kırgızistan Sosyal Demokratik Parti (KSDP), Kırgızistan Komünist Partisi (KKP) ve Kırgızistan Birlik Partisi (KBP) gibi partiler yer almaktaydı. İkinci gruba dâhil olan partiler daha çok toplumun belli kesimlerinin haklarını korumak amacıyla kurulmuşlardır. Örneğin Kırgızistan Tarım İşçileri Partisi (KTİP) ve Kırgızistan Çiftçi Partisi (KÇP) gibi partiler ülkedeki çiftçilerin sorunlarının çözülmesine odaklanmıştır. Bir de bu partilerden başka STK diye adlandırabilecek partiler üstü örgütler vardır. Bu örgütler değişim sürecinde kurulmuş olup birçok partiyi içinde barındıran bir bakıma daha kapsayıcı derneklerdir. Bir de Kırgızistan’da yaşayan diğer etnik grupların kurmuş olduğu kültür dernekleri vardır. Bunlar arasında Kırgızistan’da yaşayan Ahıskalıların kurduğu Türk-Ata Kültür Merkezi ve Rusların kurmuş olduğu Slav Diaspora Birliği bulunmaktadır. Bundan başka birde sınır aşan yani birkaç Orta Asya ülkesinde şubeleri olan Hizb-ut Tahrir ve Türkistan Partisi gibi radikal İslamcı partilerle, Kazakistan’da kurulmuş olan ancak Kırgızistan’da da şubesi bulunan Milli Hüriyet Alaş Partisi gibi radikal milliyetçi ve Turancı partiler bulunmaktadır. Kırgızistan Tarım İşçileri Partisi Kırgızistan Tarım İşçileri Partisi (KTİP) 14 Ekim 1994 tarihinde Bişkek’te kurulmuştur. KTİP’in başkanlığına daha önceleri Oş valisi olarak görev yapmış olan Usen Sıdıkov getirilmiştir. Önemli bir taraftar kitlesi toplayamayan KTİP’in 1997 yılına 6 Temmuz 1990’da bu örgütten ayrılan bir takım kişiler tarafından Kırgızistan Sosyal Demokrasi Birliği (KSDB) adlı yeni bir örgüt kurulmuştur. Partinin koordinasyon kuruluna beş kişi seçilirken, Anatoli Kuroşkin ve Vladimir Kopulenko’da başkanlığa getirilmişlerdir. Üye sayısı 20 ila 25 arasında değişen KSDP KDH ile birlikte Sosyal Demokrasi Birliği’ne üye olmuştur (Babak ve Vaisman, 2004: 242). 102 Fahri TÜRK gelindiğinde 1.200 civarında üyesi bulunmaktaydı. Partinin üyeleri arasında hükümetin uyguladığı tarım reformlarından memnun olmayan çiftçiler ve tarım işçileri yer almıştır. KTİP Kırgızistan’ın üçüncü çiftçi partisi olma özelliğine de sahiptir. Daha önceleri Kırgızistan Köylü Partisi ve Kırgızistan Çiftçi Partisi (KÇP) adında iki parti daha kurulmuştu. KTİP işçiler ve çiftçiler tarafından tarım işçilerinin sosyal haklarını ve hayati çıkarlarını korumak üzere kurulmuş bir siyasal organizasyondur. Partinin asıl amacı, köy sorunlarına ve tarımsal üretimin geri gidişine çözüm bularak çiftçilerin serbest piyasa ekonomisine geçişte karşılaştıkları sorunlarda onlara yardımcı olmaktır (Babak ve Vaisman 2004:192-93). Kırgızistan Çiftçi Partisi Kırgızistan Çiftçi Partisi (KÇP) resmen 8 Aralık 1991 tarihinde kurulmuştur. KÇP, Akayev’in tarımda pazar ekonomisini yerleştirmeye yönelik uygulamalarını desteklemiştir. Partinin kurucuları arasında Devlet Tarım Reformu Komisyon’unun üyeleri ve bir grup yeni zenginleşen çiftçi bulunuyordu. Söz konusu dönemde Kırgız halkının % 60’ı kırsal bölgelerde yaşadığından KÇP kurucularının esas amacı kırsal kesimi kapsayan bir kitle partisi oluşturmaktı. Parti yöneticileri tarım reformlarına ve Akayev’in politikalarına kırsal kesimden destek arıyorlardı. 1993’te yapılan bir kamuoyu araştırmasına göre Kırgız seçmeninin sadece % 3,8’i KÇP’yi desteklediği yönünde görüş bildirmiştir. KÇP’nin arkasındaki yetersiz halk desteği kısmen Kırgız Hükümeti’nin söz konusu dönemde yürüttüğü tarım reformlarının başarısızlığı ile açıklanabilir (Babak ve Vaisman 2004:233-34). Asaba (Bayrak) Hareketi Asaba Hareketi Kırgızistan’da perestroyka sürecinde ortaya çıkan ilk milli demokratik organizasyon olma özelliğine sahiptir. 26 Nisan 1990 tarihinde gerçekleştirilen kuruluş kongresine takriben 70 kişi katılmıştır. Bu kongrede bir de 25 kişilik yürütme komitesi seçilmiştir. Asaba Hareketi Kırgızistan’da komünist rejimin devrilip yerine Akayev yönetiminin gelmesinde önemli bir rol oynamıştır. Söz konusu bu hareket 1991’de düzenlenen ve 13 gün süren Bişkek-Karakol Yürüyüşü’nü7 gerçekleştiren düzenleme komitesi içinde yer almıştır. Kırgızca’nın toplum hayatında öncelikli bir konuma sahip olması ve Kırgız kültürünün geliştirilmesi Asaba Hareketi’nin önemli öncelikleri arasında yer almıştır (Babak ve Vaisman 2004:195). Daha sonra 2 Kasım 1991 tarihinde aynı ad altında bir de Asaba Partisi (Asaba) kurulmuştur. Bu partinin çoğu mavi yakalılardan oluşan 700 kişilik bir taraftar kitlesi bulunmaktaydı. Akayev’in reformlarından yana tavır alan Asaba Kırgızistan’da serbest pazar ekonomisinin kurulmasını desteklemiştir. Asaba’nın programında Kırgızlara önemli bir yer verilmektedir. Partinin programında Manas Destanı’nın Kırgızların ideolojisinin çekirdeğini oluşturduğundan bahsedilmektedir. Kırgızistan’ın çok etnikli bir devlet olduğuna gönderme yapılan programda Kırgızların da kendi kültür ve dillerini inkişaf ettirecekleri yerin Kırgızistan olduğu vurgulanmaktadır. Asaba, Kırgızistan’ın dış politikasını yaparken bu ülkenin küçük, gelişmekte olan ve çok etnikli bir yapıda 7 Bu yürüyüş 1916 Kırgız Ayaklanması’nın 75. yılı anısına düzenlenmiştir. Asaba bu başkaldırıyı Kırgız bağımsızlığının önemli bir kilometre taşı olarak görmektedir. 103 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 95 – 115 olduğunun unutulmaması gerektiğini savunmaktadır. Asaba’nın programında Türk devletleriyle iyi ilişkiler içinde olunması gerektiği belirtilmekte ve bu konuda şunlar ifade edilmektedir: “Kardeş Türk devletleriyle dostluk ve işbirliğinin geliştirilmesi ve her şeyden önce komşularımızla hassas bir birliğin belki de bir konfederasyonun kurulmaya çalışılması dış politikamızın önemli önceliklerindendir.” (Babak ve Vaisman 2004:197). Bundan dolayı Asaba, ortak bir Türk Dili’nin geliştirilmesini ve Latin Alfabesi’ne geçişi gerekli görmektedir. Fakat parti yönetimine göre, Turancılığa (Pantürkizm) giden yolun ilk basamağı olarak Kırgız milli bilincinin yükseltilmesi gerekmektedir (İncioğlu 1994: 133). 5 Şubat 1995 tarihinde yapılan parlamento seçimlerinde Asaba’nın 32 adayından sadece üçü milletvekili seçilebilmiştir (Cusupbekov ve Niyazov 2001:176). Kırgız Bozkurtları olarak adlandırılan Asaba Kırgızlaştırma ve diğer milletlere karşı asimilasyon politikası uygulanması gerektiğini de savunmaktadır. Resmi dairelerde sadece Kırgızca’nın kullanılması, bu dilin tek eğitim dili olması ve Rus okullarının kapatılması Asaba’nın savunduğu diğer görüşlerdir. Ata-Meken (Anavatan) Sosyalist Parti Kuruluş kongresi 2 Aralık 1992 tarihinde Bişkek’te gerçekleştirilen Ata-Meken, bu tarihten iki hafta sonra Adalet Bakanlığı’na kuruluş dilekçesini vermiştir. Partiyi kuran çekirdek kadro Erkin Kırgızistan Partisi’nin eski üyelerinden oluşmaktaydı. Parti yöneticileri enternasyonalizme atıfta bulunarak bütün etnik gruplar arasında kardeşliğe vurgu yapmıştır. Ata-Meken çok partili sisteme dayanan demokratik bir yönetim şeklini savunmaktadır. Parti daha çok entelektüeller ve iş adamları tarafından desteklenmektedir. Ata-Meken’in üye sayısı 1993’te 600 kişi civarındaydı. Partinin liderleri arasında Kamilya Kenenbayeva ve Ömürbek Tekebayev bulunmaktaydı. 1994’te Kenenbayeva’nın yerine Tekebayev getirilmiştir. Ata-Meken programında; reformları destekleme, pazar ekonomisinin yerleşmesine katkıda bulunma, demokrasi, hukukun üstünlüğü, kişisel hak ve özgürlüklerin korunması, Kırgızistan’da yaşayan diğer etnik gruplara ve onların temel hak ve özgürlüklerine saygılı olma gibi birçok demokratik değeri savunmaktadır (Babak ve Vaisman 2004:203-04). 3 Nisan 1993 tarihinde Ata-Meken önderliğinde içinde KCHP, 21. Asır Reform Fonu ve Milli Kültür Birliği adlı kuruluşların yer aldığı siyasi bir blok meydana getirilmiştir. Bunun üzerine mecliste bulunan 65 milletvekili 14 Nisan 1993’te Ata-Meken etrafında toplanmıştır. (Cusupbekov ve Niyazov 2001:177) Ata-Meken’i diğer partilerden ayıran en önemli husus, partinin Orta Asya ülkeleri arasında bir birlik kurulması düşüncesini savunmasıdır. Bu bağlamda bariz bir örnek verilecek olursa Ata-Meken Yürütme Komitesi Avrasya Topluluğu adı verilen bir birliğin kurulmasına ilişkin bir bildiri yayınlamıştır. Ata-Meken’e göre, Orta Asya’da devletler üstü bir niteliğe sahip olması gereken Avrasya Topluluğu tek yasama, yürütme ve yargı komitesinden oluşmalı ve bu toplulukta tek para birimi olmalıdır (Cusupbekov ve Niyazov 2001:176-77). Kırgızistan Demokratik Hareket Partisi Yukarıda vurgulandığı gibi, Kırgızistan Demokratik Hareket Partisi (KDHP) KDH’nin Mayıs 1993’te yapılan üçüncü kongresinde kurulmuştur. Bu tarihte Erkin 104 Fahri TÜRK Kırgızistan ve Aşar’ın hareketten ayrılmasıyla KDH’nın varlık nedeni ortadan kalkmıştır. KDHP siyasal konularda Ata-Meken ile birlikte hareket etmiştir. KDHP özellikle Narin ve Oş vilayetlerinde Kırgızlar ve Özbekler nezdinde büyük bir prestije sahip olmuştur. Genel Başkanlığı’na Zıpar Zekşeev’in getirildiği KHDP’nin 3.000 civarında üyesi vardı. Bütün siyasal partilerle işbirliğine hazır olduğunu belirten KHDP Komünistlerle dahi çalışabileceğini ilan etmiştir. KDHP Aralık 1995’te yapılan devlet başkanlığı seçimlerine söz konusu seçimlerin demokratik olmadığı gerekçesiyle katılmamıştır (Babak ve Vaisman 2004:211). İncioğlu KDHP’yi Kırgızistan’da kurulan her türlü milliyetçi partinin kaynağı olarak göstermektedir. Bu hareketin iki temel dayanak noktası bulunmaktaydı. Bunlardan biri bağımsızlık diğeri ise demokrasinin yaygınlaştırılmasıdır. Bu bağlamda daha sonra kurulan partiler, ılımlı ve radikal milliyetçi partiler olarak iki temel kategori oluşturmuşlardır. KCMP, Ata-Meken ve Erkin Kırgızistan ılımlı milliyetçi partiler kategorisine girerken, radikal milliyetçi partileri ise Asaba ve Erkin Kırgızistan’ın sol kanadı temsil etmektedir (İncioğlu 1994:131-32). Erkin Kırgızistan Demokratik Partisi 9 Şubat 1991 tarihinde kurulan Erkin (Hür) Kırgızistan Demokratik Partisi (Erkin Kırgızistan) aynı yılın 4 Aralık günü Adalet Bakanlığı’nda kayda geçirilmiştir. Bu partinin ideolojik ve organizasyonel temelleri Sivil İnisiyatif (Atuulduk Demilge) Hareketi’ne dayanmaktadır. Erkin Kırgızistan KDH’ye katılmıştır. Topçubek Turgunaliyev hem KDH’nin hem de Erkin Kırgızistan’ın başkan yardımcılığını yapmıştır. KDH’nin 29 ila 30 Kasım 1991 tarihleri arasında yapılan ikinci kongresinde Erkin Kırgızistan hareketten ayrılarak bağımsız bir parti olmuştur. Erkin Kırgızistan’ın başkanlığına Tursunbay Bakir Uulu getirilmiştir. Ancak partinin üçüncü kongresinde parti ılımlı ve radikaller olmak üzere ortaya iki hizbe ayrılmıştır. Başkanlığını Omurbek Tekebayev ve Kamilya Kenenbayeva’nın yaptığı ılımlılar hükümetin reformlarını destekleyerek parlamenter yöntemlerin benimsenmesi gerektiğini savunmuşlardır. Başkanlığını Turgunaliyev’in yaptığı radikaller ise Akayev’in sosyal ve siyasi politikalarına karşı aktif muhalefeti savunmuşlardır. Bu tartışmalar sonunda partinin ılımlılar kanadı 7 Kasım 1992 tarihinde partiden ayrılarak Ata-Meken’i kurmuşlardır. Erkin Kırgızistan’ın destekçileri genellikle ülkenin güneyindeki Oş ve Celalabat gibi şehirlerden gelen gençlerdi. Parti ekonomik ve siyasal alanlarda Kırgızlara öncelik verilmesi gerektiğini savunmuştur. 1994’te partinin üye sayısı 7.000 ila 8.000 arasında tahmin edilmekteydi. Eylül 1994’te yapılan bir kamuoyu yoklamasında Erkin Kırgızistan, Ata-Meken ve Komünist Parti’den sonra üçüncü sırada yer almıştır. Erkin Kırgızistan 1993 ila 94 arasında Yorgu Kengeş’te Turgunaliyev başkanlığında 20 milletvekili tarafından temsil edilmiştir (Trutanow, 1994:215). 1996’ya kadar Erkin Kırgızistan’ın başkanlığını yürüten Turgunaliyev Akayev’e karşı muhalefet yaptığı için bu tarihte tutuklattırılmıştır (Babak ve Vaisman 2004:216). Kırgızistan vatandaşlarının tüm vatandaşlık haklarının korunması, gerçek demokratik hukuk devletinin kurulması, sosyal pazar ekonomisinin mülkiyet hakkını temel alarak kurulması, güçlü bir yürütme gücünün tesisi, iller tarafından seçilecek tek kanatlı profesyonel bir parlamento, tüm seviyelerde gerçek bir yargı gücünün kurulması, bütün Kırgız vatandaşlarının etnik ve dini kökenine bakılmaksızın kültürel ve dini 105 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 95 – 115 bakımdan gelişimin sağlanması, barışın ve etnik uyumun korunması, bölgeciliğe ve ayrımcılığa karşı mücadele gibi hususlar Erkin Kırgızistan’ın hedefleri arasında yer almaktadır (Babak ve Vaisman 2004:218). Erkin Kırgızistan, Latin Alfabesi’ne geçmek için Jorgu Kengeş’e bu doğrultuda bir yasa değişikliği önerisi vermiştir. Erkin Kırgızistan ayrıca tarım reformunun gerçekleşmesine katkıda bulunmak amacıyla bağımsız işletmeler kurmak isteyen köylülerle birlikte hareket ederek 23 Temmuz 1992’de Kut Birliği adı verilen bir birlik kurmuştur. Erkin Kırgızistan diğer ülkelerden Kırgızistan’a gelen göçmenlere yardım amacıyla 1991’de Atayurt adı verilen sosyal ve siyasi bir teşkilat kurmuştur. Erkin Kırgızistan; Kazakistan, Tacikistan, Özbekistan, Türkmenistan, Rusya, Almanya, Tuva, Tataristan vb. ülkelerde bulunan demokratik güçlerle işbirliğini geliştirmeye çalışmaktadır (Cusupbekov ve Niyazov 2001:174-75). Kırgızistan Milli Cumhuriyetçi Parti Kırgızistan Milli Cumhuriyetçi Parti (KMCP) Kırgız Bilimler Akademisi üyesi olan Prof. Canıbek Şarşenaliyev tarafından 5 Eylül 1992 tarihinde bilim adamlarının, sanatçıların ve yazarların desteğiyle Bişkek’te kurulmuştur. Partinin kuruluş dilekçesi ise16 Aralık 1992’de resmen kabul edilmiştir. KMCP’nin asıl hedefi ülkede yapılan ekonomik, sosyal ve siyasal reformları destekleyerek istikrara katkıda bulunmaktır. Parti entelektüelinden işçisine kadar birçok kesimin desteğini almıştır. Kasım 1993’te partinin üye sayısı 600 olarak tespit edilmiştir. Şerşenaliyev daha sonra görevini Kırgız Parlamentosu üyesi olan Zenişbek Tentiyev’e devretmiştir. KMCP Haziran 1993’te yapılan birinci kongresinde temel bazı ürünlerin fiyatların sabitlenmesini ve esnek vergilendirmenin yürürlüğe sokulmasını talep etmiştir. KMCP Kırgızistan’ın komşularıyla ikili ilişkilerin geliştirilmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu noktaya programında özel bir yer veren KMCP özellikle komşu ülkelerle kültürel ilişkilerin ileri götürülmesini istemiştir (Babak ve Vaisman 2004:237-38). KMCP ılımlı bir Kırgız milliyetçiliği politikası izlemiştir. Kırgızistan Sosyal Demokrasi Partisi 25 Eylül 1993 tarihinde kurulan Kırgızistan Sosyal Demokrasi Partisi (KSDP) kısa bir süre sonra Kırgızistan Adalet Bakanlığı tarafından tescil edilmiştir. Merkezde yer alan bu partinin söz konusu dönemde üye sayısı 800 ila 2.000 arasında verilmiştir. Temelde eğitimli bir üye tabanına dayanan KSDP üyeleri arasında işçilerde de yer almıştır. Partinin asıl hedefi Kırgızistan’da demokratik bir hukuk devleti kurmaktı. KSDP’nin bazı üyeleri parlamento, hükümet ve yerel idarelerde önemli görevler üslenmişlerdir. Bu yüzden de parti valiler ve yöneticiler partisi olarak ta ünlenmiştir. KSDP özellikle Bişkek ve Oş şehirlerinde etkili olmuştur (Babak ve Vaisman, 2004:245). KSDP Kırgızistan için Çin modeli kalkınmayı öngörmektedir. Bu modele göre ilkin otoriter bir yönetim altında pazar ekonomisine geçilmeli, daha sonra da demokrasiye odaklanılmalıdır (İncioğlu 1994:129). Sosyal Demokratlar genelde Akayev’in politikalarına muhalefet etmemişlerdir. Kırgızistan Sosyal Demokratları Rusya, Almanya, İsveç Avusturya, Moldova, Türkiye vs. gibi ülkelerdeki partnerleriyle ilişki içindedirler (Cusupbekov ve Niyazov 2001:184-85). KSDP’nin aynı zamanda işadamı olan eski Genel Başkanı Almaz 106 Fahri TÜRK Atambayev Türkiye ile Kırgızistan arasındaki ilişkilerin gelişmesinden duyduğu memnuniyeti bu satırların yazarına karşı 2 Ekim 1995 tarihinde Bişkek’te dile getirmiştir. Türkiye’nin öncelikle kendi problemlerini hallederek zenginleşmesi gerektiğini dile getiren Atambayev, ancak ekonomik ve siyasal bakımlardan güçlü bir Türkiye’nin Kırgızistan’a daha iyi yardım edebileceğinin altını çizmiştir. Atambayev, Türkiye’nin Kırgızistan’a yaptığı yardımları babacan bir tavırla, Batı ülkelerinin ise kendi çıkarlarını ön planda tutarak yaptığını söylemiştir. 1995 yılında KSDP’nin parlamentoda 20 civarında milletvekili bulunmaktaydı. Atambayev söz konusu dönemde Türk Sosyal Demokratları ile ilişkilerinin iyi olmadığını buna karşılık Anavatan Partisi ile ilişkilerinin iyi olduğunu ifade etmiştir. Latin Alfabesi’ne geçilmesine sıcak bakmayan Atambayev Türkiye’nin Kril alfabesine geçmesi gerektiğini düşünmektedir (Yazarın Almaz Atambayev ile 2 Ekim 1995 tarihinde yaptığı söyleşi). Kırgızistan Birlik Partisi 9 Nisan 1994’te kurulan Kırgızistan Birlik Partisi (KBP) merkezde yer alan bir partidir. Bu parti de sosyal, ekonomik ve siyasal konularda tıpkı KSDP gibi hareket etmiştir. KBP, etnik gruplar ve milliyetler arası hoşgörünün ve anlayışın ekonomik ve siyasal ilerlemenin tek dayanağı olduğunu savunmuştur. KBP dış politikada BDT ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmesinden yana bir tutum sergilemiştir. KBP 1999’da kurulan ve hükümet yanlısı olan Demokratik Güçler Birliği’ne de katılmıştır. KBP’nin Genel Başkanı Amangeldi Muraliyev 1991 ila 2001 arasında tam on yıl başbakanlık yapmıştır (Babak ve Vaisman 2004:253-54). Kırgızistan Komünist Partisi Kırgızistan Komünist Partisi8 (KKP) SSCB döneminde aynı adı taşıyan Kırgızistan Komünist Partisi’nin devamından başka bir şey değildir. Haziran 1992’de kuruluş kongresini gerçekleştiren KKP siyasi konsey başkanlığına Barpı Rıspaev getirilmiştir. Daha sonra Şubat 1993’te partinin birinci kongresi yapılmış ve Cumalibek Amanbayev parti başkanlğına seçilmiştir. Kırgızistan’da geniş bir halk tabanına sahip olan KKP’nin 1993’te 20.000 ila 25.000 arasında üyesi olduğu iddia edilmiştir. Bu tarihten sonra yapılan anketler KKP’nin hem nicelik olarak hem de tüm ülke çapında diğer partilerden önde olduğunu ortaya koymuştur. Parti Şubat 1994’ten itibaren Kırgızca ve Rusça olarak Pravda Kırgızistan adlı bir gazete çıkarmaya başlamıştır. KKP başkanlığına 1994 yılında SSCB döneminde de bu görevi yapmış olan Absamat Masaliyev getirilmiştir. Aralık 1994’te yapılan devlet başkanlığı seçimlerinde Masaiyev oyların % 24,4’ünü almıştır. KKP daha sonraları 20 Şubat 2000 tarihinde yapılan parlamento seçimlerinde de oyların % 27,7’sini almıştır. KKP bu büyümesini özellikle Kırgızistan’ın içinde bulunduğu ekonomik buhrana borçludur (Babak ve Vaisman 2004: 226). KKP’yi SSCB dönemi Komünist Partisi’nden ayıran en önemli fark rekabetçi bir sistem içinde yer almasıdır. Kırgızistan’ın demokratikleşmesi ve bağımsızlığının korunmasından yana olan KKP, sosyal güvenlik, eğitim, sosyal adalet, sağlık gibi 8 Bu parti Nihal İncioğlu tarafından Kırgızistan Komünistlerinin Partisi olarak adlandırılmıştır. 107 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 95 – 115 alanlarda eski sistemin kazanımlarının devam ettirilmesi gerektiğini düşünmektedir. KKP pazar ekonomisiyle sosyal adaleti gerçekleştirecek bir yol benimsenmesinden yanadır. Dış politika konusunda Kırgız Hükümeti’nin politikalarını destekleyen KKP, ülkenin bağımsızlığını koruyarak BDT, Türkiye ve bölge ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmesinden yanadır. Bu parti aynı zamanda Hükümetin dil konusundaki politikasını da desteklemiştir. KKP’ye göre, Kırgızca resmi dil, Rusça kültürler arası iletişim dili (Franco Lingua), Türkçe ve İngilizce de öğretilmesi gereken diğer dillerdir (İncioğlu 1994:130-31). SOSYAL SİYASAL DERNEK VE PARTİLERÜSTÜ KURULUŞLAR Aşar Derneği Aşar Derneği (Aşar) 1980’li yılların başında şehirlerde ortaya çıkan ev kıtlığı sonucu ortaya çıkmıştır. Haziran 1989’da kırsal kesimden gelen gençler Bişkek yakınlarında toprak işgal etmişlerdir. Aynı yıl Bişkek’in 20 farklı semtinde her biri 200 hektar genişliğinde olan 3.000 adet kaçak inşaat alanı meydana çıkmıştır. Bu olaylar sonunda devlet bu kaçak yapılara ruhsat vermek zorunda kalmıştır (Trutanow 1994:210). Kısaca Aşar 15 Temmuz 1989 tarihinde kaçak ev yapanları desteklemek için kurulmuş ve başkanlığına Cumagazi Yusupov seçilmiştir. Mayıs 1990’da Kırgızistan Demokratik Hareketi’nin (KDH) kurucuları arasına katılan Aşar bundan bir yıl sonra KDH içinde en büyük siyasal güç konumuna yükselmiştir. Aşar’ın lider kadrosu KDH ile tam bir bütünleşmeye karşı çıktığından, bu kişiler dernek bünyesinden uzaklaştırılmışlardır. Aşar ve KDH’nın lider kadroları arasındaki görüş ayrılıklarının iyice su yüzüne çıkması Aşar’ın 12 Ekim 1991 seçimlerini boykot etmesine neden olmuştur. Kırgızistan topraklarının tamamen Kırgızlara ait olduğunu ileri süren Aşar diğer etnik gruplara toprak verilmesini istemiyordu. 4 Şubat 1990’da Bişkek’te bir miting düzenleyen Aşar; ev kıtlığı ve çevre problemlerinin çözümü, ülkeye gelen göçün düzenlenmesi, dil kanunu için süre verilmesi ve bir halk cephesi hareketinin kurulması gibi isteklerde bulunmuştur. 4 Aralık 1990 tarihinde Kırgızistan Adelet Bakanlığı’na kuruluş dilekçesini veren Aşar’ın ne bir yayın organı ne de parlamentoda milletvekili bulunmuştur (Babak ve Vaisman 2004:198-99). 1993’e gelindiğinde Zekşeev önderliğinde bir grup Aşar’dan ayrılarak KDHP’yi kurmuştur. Bu grubun hareketten ayrılmasıyla Aşar genç Kırgız aillerine konut yapımında destek verilmesi amacına geri dönmüş oldu. Aşar beş yıl içinde Bişkek çevresinde 60.000 insanın barındığı 22 bloktan oluşan konut yapımını sağlamıştır (Babak ve Vaisman 2004:199). Oş Oymağı Oş Oymağı 1989 yılında Oş şehrinde Aşarın karşılığı olarak Kırgız gençleri tarafından kurulmuş siyasal bir dernektir. Bu hareket illegal toprak işgalini destekleyerek müzminleşmiş konut sorununu çözmek için şehirlerin kenar mahallelerinde devlet arazilerinin üzerine konut yapımından yana tavır takınmıştır. Hareket sosyo-ekonomik problemlerin çözümünde özellikle de toprak sahibi olunması hususunda Kırgızlara öncelik verilmesi gerektiğini savunmuştur. Kırgız Hükümeti bu hususta Kırgızlarla diğer etnik gruplara eşit haklar tanıma taraftarı olduğu için Oş 108 Fahri TÜRK Oymağı Akayev karşıtı bir tutum sergilemiştir. Bu derneğin üyeleri 1990 yılında Kırgızlar ve Özbekler arasında meydana gelen Oş Olayları’nın çıkmasında baş rolde oynamışlardır. Oş Oymağı KDH’ya üye olmuştur (Babak ve Vaisman 2004: 223). Kırgızistan Demokratik Hareketi Kırgızistan Demokratik Hareketi (KDH) esasında perestroyka ve glasnost döneminde ortaya çıkan siyasal ve sosyal dernek ve partilerin aktivitelerini tek çatı altında koordine etmek amacıyla kurulmuş bir örgüttür. Ilımlı milliyetçi bir çizgi takip eden KDH’nın kuruluş kongresi 26 ila 27 Mayıs tarihleri arasında Bişkek’te gerçekleştirilmiştir. Bu hareketin kurucuları arasında; Aşar, Asaba, Sivil İnisiyatif (Atuulduk Demilge) ve Anıt (Memorial) adlı derneğin cumhuriyetçi kanadı yer almıştır. Bu gruplar birçok konuda görüş birliği içinde hareket etmişlerdir. Ancak Kırgızistan’ da resmi dilin belirlenmesi ve toprakların halka dağıtılmasında hangi kriterlerin esas alınacağı gibi hususlarda yapılan ateşli tartışmalar KDH içindeki Rusça konuşan üyelerin 1991 sonunda hareketten ayrılmalarına neden olmuştur. Söz konusu yılda hareketin üye sayısı 300.000 kişi olarak tahmin edilmekteydi. KDH içinde 1991’de ortaya çıkan radikal kanat daha sonra kurulan Erkin Kırgızistan Partisi’nin çekirdeğini oluşturmuştur. KDH’nın 30 Kasım 1991 tarihinde yapılan ikinci kongresi radikal grupların hareketten ayrılmasıyla sonuçlanmıştır. KDH Meydan adlı haftalık bir gazete yayınlamıştır. KDH Mayıs 1993’te yapılan üçüncü kongresinde varlığına son vermiştir (Babak ve Vaisman 2004: 206-07). Milli Birlik Demokrasi Hareketi Milli Birlik Demokrasi Hareketi (MBDH) Akayev’in reformlarını destekleyen eski Komünist Parti mensupları tarafından 31 Ekim 1991 tarihinde Bişkek’te kurulmuştur (Babak ve Vaisman 2004: 219-20). MBDH programında Kırgızistan’da etnik gruplar arasındaki ilişkiye özel bir önem vermiştir. Bütün Kırgızistan vatandaşlarına kökenlerine ve geldikleri bölgelere bakılmaksızın eşit haklar verilmesinden yana olan MBDH etnik gruplar arası ilişkiler konusunda aşağıdaki görüşleri savunmaktadır: “Bütün etnik grupların gelişmesi için eşit haklar sağlanmalı yani kendi geleceklerini tayin etme, milli dillerini, kültürlerini ve geleneklerini geliştirilme hakkı tanınmalı, cumhuriyetin otonom bölgeleri gerçek egemenliğe kavuşmalı, ülkedeki azınlık hakları ve çıkarları korunarak, etnik çatışmaların diyalog yoluyla çözülmesi sağlanmalı ve Stalin döneminde özellikle Kafkasya’dan Kırgızistan’a sürülen etnik gruplara kaybettikleri sosyal hakların tamamı geri verilmelidir.” (Babak ve Vaisman 2004:222). Türk Ata Kültür Merkezi Türk Ata Kültür Merkezi Abduvali Mamataliyev başkanlığında Kırgızistan’da yaşayan Ahıska Türkleri’nin çıkarlarını savunmak için Kasım 1993’te kurulmuştur. Bu merkez; kimlik belgelerinde bulunan milliyet hanesine “Türk” adının yazdırılması, Ahıska Türkleri’nin çoğunlukta olduğu bölgelerde Türkçe eğitim veren okulların açılması, Türk tarihi ve kültürünün anlatıldığı okul kitaplarının temin edilmesi ve Türkiye’de okumak isteyen Ahıska Türkleri’nin çocuklarının düzenli olarak bu ülkeye gönderilmesinin sağlanması gibi hususları programına almıştır (Babak ve Vaisman 109 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 95 – 115 2004:252-53). Genellikle tarım ve bağcılıkla uğraşan Ahıska Türkleri Fergana Vadisi, Kırgızistan, Doğu Özbekistan ve Kazakistan gibi bölgelerde yaşamaktadırlar. Ahıska Türkleri 1944 yılında Türkiye ile işbirliği ve casusluk yaptıkları suçlamasıyla memleketleri olan Güney-Batı Gürcistan’dan Orta Asya’ya sürülmüşlerdir. SSCB kaynaklarına göre toplam olarak 150.000 ila 200.000 civarında Ahıska Türkü göçe maruz bırakılmıştır. SSCB’de 1989’da yapılan nüfus sayımına göre bu ülkede yaşayan Ahıskalıların toplam sayısı 207.500’dür. Bu nüfusun ülkelere göre dağılımı; Özbekistan (% 51,2), Kazakistan (% 23,8), Kırgızistan (% 10,2) ve diğer ülkeler (% 14,8) şeklindedir. Slav Diaspora Birliği Slav Diaspora Birliği (SDB) SSCB’nin dağılma sürecinde 1990’ların başında etnik huzursuzlukların arttığı bir dönemde Kırgızistan’da yaşayan Slavlar tarafından Valeri Uleyev başkanlığında kurulmuştur. Eylül 1989’da kabul edilen resmi dil kanunu bu birliğin kurulmasında oldukça etkili olmuştur. SDB önemli bir Slav, Alman, Koreli ve Yunan göçüne tanıklık eden Celalabat vilayetinde faaliyette bulunmuştur. SDP özellikle Kırgızistan’dan Rusya ve diğer ülkelere göçen Slavları caydırmak için çaba harcamıştır (Babak ve Vaisman 2004:238). SINIR AŞAN SİYASAL PARTİLER Radikal İslamcı Partiler Hizb-ut Tahrir9 ve Özbekistan İslam Hareketi (ÖİH) gibi partiler özellikle Kırgızistan’ın Fergana bölgesinde faaliyette bulunmaktadır. Bunlardan Hizb-ut Tahrir Oş ve Celalabat vilayetlerinde örgütlenmiştir. Ancak partinin bölgedeki taraftarları Kırgızlar değil Kırgızistan’da yaşayan Özbeklerdir. Hizb- ut Tahrir siyasal hayata katılımı boykot etmektedir. Ancak bu durum ülke geneli için geçerli değildir. Hizb-ut Tahrir hükümeti eleştirme cesareti gösterdiğinden halk nezdinde sempati kazanmıştır (Tabyschaliyeva 2002:91-92). Hizb-ut Tahrir, ÖİH ile karşılaştırıldığında daha ılımlı bir örgüttür. Hizb-ut Tahrir’in İslam devleti oluşturmak gibi net bir planı bulunmamaktadır. Söz konusu iki partiyi birleştiren şey Özbekistan’da Kerimov rejimine karşı takınılan ortak tavırdır. İslam Leşkeri (Askeri) ve Tövbe gibi dini ve siyasal kuruluşlar ilkin Namangan bölgesinde ortaya çıkmışlardır. Sayılan bu gruplar birleşik Tacik muhalefetiyle bir araya gelerek ÖİH’yi oluşturmuşlardır. 9 İslami Kurtuluş Partisi (Hib-üt Tahrir el İslami) Müslüman Kardeşler Örgütü’nün 1953 yılında bölünmesinden sonra Kudüs’te kurulmuştur. Bu partinin amacı halifelik adı altında tek bir İslam devleti meydana getirmek için ideolojik olarak bilinçlenmeyi gerçekleştirmektir. Parti mensupları için cihat ve şiddet kullanımı her şeyden önce gelmektedir. Hizb-ut Tahrir 3 ila 10 kişi arasında değişen küçük hücre yapılanmasına gitmektedir. 110 Fahri TÜRK Milli Hürriyet Alaş Partisi Radikal milliyetçi bir parti olan Milli Hürriyet Alaş10 Partisi (Alaş) 1990 ila 1994 yılları arasında Kazakistan ve Kırgızistan’da faaliyet göstermiştir. Partinin kuruluş kongresinde beş kişiden oluşan bir merkez komite seçilmiş ve başkanlığına da Kazak Şora Sarkıtbek getirilmiştir. Alaş’ın amaçları arasında; İslam’ın Orta Asya’da yeniden canlandırılması ve buna bağlı olarak Kiril Alfabesi’nin kaldırılarak yerine Arap Alfabesi’nin ikame edilmesi, Alaş-Orda Devleti’nin yeniden canlandırılması, Ruslar ve Ukraynalılar gibi Turani halklardan olmayan etnik grupların Orta Asya’dan kovulması veya zamanla asimile edilmesi ve bütün Türk bölgelerini ve Tacikistan’ı kapsayan Birleşik Türkistan’ın kurulması gibi hedefler bulunmaktadır. (http://wapedia.mobi/de/Alash-Partei, 10.11.2008) Alaş kendisini 20. yüzyılın başlarında aynı adla kurulmuş olan partinin devamı olarak görmektedir. Alaş’ın amacı öncelikle eski SSCB topraklarında yaşayan bütün Türkleri Türkistan adı verilen tek bir devletin bayrağı altında toplamak ve daha sonra bütün Türkçe konuşan halkları Büyük Türkistan Birliği’ne götürmektir. Alaş’ın programında partinin amacı “İslamTürkçülük-Demokrasi” sentezi şeklinde tarif edilmiş olup, Avrupa merkezlilik yerine Türk Birliği ve Müslüman dayanışması oluşturmak ön plandadır (Babak 2004:107-108). Parti programına göre, Kazakistan gelecekte kurulacak olan Birleşik Türk-İslam Devleti’nin merkezi olacaktır. Alaş’ın asıl amacı eski SSCB topraklarında varlıklarını sürdüren bütün Türk devletlerini Kazakistan’ın öncülüğünde konfederatif bir devlet yapısı içinde bir araya getirmektir. Partinin bir diğer hedefi ise Kazakların ve Türkİslam bölgelerinde yaşayan diğer halkların refahını yükseltmektir. Rusya’nın ve diğer küresel güçlerin yayılmacı politikalarının önüne set çekmekte partinin öncelikleri arasında bulunmaktadır (Babak 2004:109). Kimliği gizli tutulan bir Alaş liderinin verdiği bilgiye göre, partinin savunduğu Turancı ideoloji Türkçü şövenizm ile karıştırılmamalıdır (Nezavisimaya Gazeta, 2 Haziran 1992, s. 6). Türkçülüğü İslam ile birleştirerek programlarına alan Alaş yönetimi İslami elementlerin ağır bastığı bir Pantürkizm meydana getirmeye çalışmış ve Türkiye’den Çin sınırına kadar uzanan Turan’ın kurulmasının ilk adımı olarak tarihi Türkistan’ın yeniden canlandırılması gerektiğini savunmuştur. Ancak bu hedefe ulaşmak için demokrasinin feda edilmemesi gerektiği düşünülmektedir (Hiro 1994:122-23). Alaş kuruluşundan sonra bazı konularda politika değişikliğine gitmiş olsa da Büyük Türkistan düşüncesi parti felsefesinde değişmeyen tek unsur olarak kalmıştır. Bu ifadeyi desteklemek için burada bir alıntı yapmak gerekirse: “Alaş, başlangıçtaki İslami bir cumhuriyet kurulması ve Kazakistan’daki Rusların sınır dışı edilmesi gibi taleplerinden vazgeçti. Fakat Alaş, eski Sovyetler Birliği’ndeki Türk halklarını o arada 10 Partiye bu adın verilmesinin nedeni partinin itici gücü olan milliyetçiliğin vurgulanmak istenmesidir. Bu ad 1917 ila 1920 yılları arasında varlığını sürdürmüş olan Alaş-Orda Otonom Hükümeti ve Kazakların efsanevi atası Alaş’tan gelmektedir. Esasen Temmuz 1917’de Kazak ileri gelenleri Alihan Bukehanov, Ahmet Baydursunov, Mirşakip Dulatov Orenburg’ta aynı adla liberal-demokratik bir parti kurmuşlardır. Alaş’ın kurucuları Rusya’nın demokratik ve federal bir şekilde tekrar yapılandırılması gerektiğini savunmuştur. Çünkü Kazaklar ancak böyle bir yapıda ulusal otonomilerini elde edebileceklerdi (Trutanow 1994:54; Alaş-Orda Otonomisi için ayrıntılı olarak bkz. Andican 2003:53-56). 111 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 95 – 115 Doğu Türkistan Türklerini de barışsever “Büyük Türkistan Cumhuriyeti”nde birleşmeye çağıran sloganında ısrar etmiştir. Bu slogan Kazakistan dışında, Taşkent, Bakü ve Yakutistan gibi bölgelerde yankı bulmuş ve bazı küçük fakat kararlı grupları kendine çekebilmiştir.” (Kesici 2003:250). Alaş faşist bir parti olduğu gerekçesiyle Kazak Hükümeti tarafından 1994’te yasaklanmıştır. Alaş kapatıldıktan sonra partinin Kazakistan’daki üyeleri mevcut olan diğer partilere girerek bu partilerin aşırı kanadını oluşturmuşlardır. Kırgızistan da ise Alaş siyasal olarak önemli sayılabilecek hiç bir rol oynayamamıştır. Alaş aynı zamanda 1991’de kurulan aşırı İslamcı ve sağcı Türkistan Partisi ile birlikte çalışmıştır. Bu parti de tıpkı Alaş gibi Orta Asya’nın Türk ve Müslüman kimliğine gönderme yapmaktadır. Türkistan İslam Partisi Türkistan İslam Partisi (TİP) Haziran 2001’de Orta Asya’da kurulan İslamcı bir siyasal partidir. TİP Türkistan Partisi olarak ta bilinmektedir. Türkistan Partisi Alaş ile birlikte çalışmak suretiyle etkisini Kazakistan ve Kırgızistan’da artırmıştır. Tacikistan’da da Türkistan Partisi’nin şubeleri açılmıştır. Türkistan Partisi Türkistan Müslümanları ve El-Kaide arasında bir köprü vazifesi görmüştür. Bu partinin Çin Türkistan’ında Doğu Türkistan Partisi adıyla faaliyet gösteren bir kolu bulunmaktadır. TİP’nin amaçları; Arap Alfabesi’nin kabul edilerek Orta Asya’nın yeniden Arap-Acem kültür dairesine sokulması, Çağatay Türkçesinin Orta Asya’da tek bir edebiyat ve bilim dili haline getirilmesi, Orta Asya’da İslam’ın yeniden canlandırılması ve şeriat kurallarının uygulamaya sokulması, Müslüman olmayanların Orta Asya dışına sürülmesi, Doğu Türkistan’ın Çin esaretinden kurtarılarak bu bölgede bir Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti’nin kurulması ve başlangıçta Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan ve Doğu Türkistan’ı kapsayacak şekilde bir Orta Asya halifeliğinin kurulması şeklinde özetlenebilir (http://de.wikipedia.org/wiki/Islamische_TurkestanPartei, 15.03.2009). TİP 2006’da Rusya ve diğer Orta Asya ülkelerinde yasaklanmıştır. TİP’nin liderlerinden Rusul Akhunov Kırgız güvenlik güçleri tarafından öldürülmüştür. Günümüzde TİP esas itibarıyla Özbekistan, Tacikistan ve Doğu Türkistan bölgesinde faaliyet göstermektedir. TİP Doğu Türkistan dışındaki Uygurlarla da ilişki içindedir. TİP’nin ilişkide bulunduğu ülkeler bununla kalmayıp Türkiye, Almanya, Avusturalya ve ABD gibi ülkeleri de kapsamaktadır. TİP’nin finansal olarak El-Kaide tarafından desteklendiği iddia edilmektedir (Thamm, 2008:201). TİP Pakistan’ın Veziristan bölgesinde 2005 yılında İslami Yeniden Doğuş Partisi’nin (İYDP) yenine kurulan diğer İslamcı organizasyonlarla birlikte Taliban ve El- Kaide’yi destekleyen İslami Cihat Birliği’nin (İCB) oluşturulmasına büyük katkıda bulunmuştur. İCB’nin Almanya’da 2007 yılından bu yana bir hücresi bulunmaktadır. TİP 2008 Yaz Olimpiyatları’ndan önce Çin yönetimine Doğu Türkistan’a bağımsızlık vermesi yolunda çağrıda bulunmuştur. Orta Asya’da 1990’ların başında İslam birliği politikalarını savunan İYDP adında bir siyasal parti kurulmuştur. Bu partinin tüm Orta Asya’da 1992’de 20.000 civarında üyesi bulunmaktaydı. İYDP’nin Özbekistan lideri Tahir Yoldaşev Usame- bin Ladin ile de tanışmıştır. Yoldaşev 1998’de Afganistan’dan döndükten sonra Özbekistan İslam Hareketi’ni (ÖİH) kurmuştur. ÖİH hükümet yetkilileri tarafından El-Kaide’nin 112 Fahri TÜRK Özbekistan’daki resmi uzantısı olarak algılanmıştır. ÖİH Türkistan Partisi ile birlikte çalışmaya başlamıştır. ÖİH’nin üyeleriyle TİP’nin üyeleri aynı kişilerden oluşuyordu. Kısa zamanda üye sayısını 10.000’e çıkaran ÖİH 1999’da yasaklanmıştır. (http://de.wikipedia.org/wiki/Islamische_Turkestan-Partei, 15.03.2009) Sonuç Görüldüğü gibi değişim sürecinde Kırgızistan’da birçok siyasal parti ve STK ortaya çıkmıştır. Kırgızistan’daki mevcut siyasal parti enflasyonu partilerin halk tabanında yeterince taraftar bulamadığını dolayısı ile de siyasal sistem içinde güçsüz kaldığını göstermektedir. Seçim sistemine konulan baraj uygulaması temsilde adaleti sağlayamamakta ve halkın büyük bir kesiminin oylarının boşa gitmesine neden olmaktadır. Yeni seçim kanununa göre yapılan 16 Aralık 2007 seçimlerinde Ata-Meken Kırgızistan genelinde % 5’ten fazla oy almış olmasına rağmen Oş’ta gerekli olan % 0,5’lik bölge barajını aşamadığı için parlamentoya girememiştir (Bk. Tablo 2). Seçimlerde yapılan adaletsizlik ve yolsuzluklardan çok çekmiş bir ülke olan Kırgızistan’da temsilde adaletin sağlanabilmesi için yürürlükte bulunan seçim kanunundaki % 5’lik ülke barajın düşürülmesi ve bölge barajının da tamamen kaldırılması gereklidir. Bölge barajının kaldırılması Kırgızistan gibi klan yapılanmasının güçlü olduğu bir ülkede önemlidir. Değişim sürecinde Kırgızistan’da parti enflasyonu yaşanmış olsa da 2008 sonu itibarıyla bu ülkede üçü parlamentoda olmak üzere toplam dokuz parti bulunmaktadır (Bk. Tablo 1). Bu partilerden sadece Asaba isim değiştirmeden aynı adla ve herhangi bir partiyle birleşmeden SSCB döneminden günümüze kadar gelebilmiştir. Kırgızistan’da muhalefetin gelişememesinin bir diğer önemli nedeni de Akayev döneminde yapılan anayasa değişiklikleriyle parlamentonun ve siyasal partilerin yetkilerinin sürekli olarak daraltılmasıdır. Ata-Meken Orta Asya ülkeleri arasında bir birliğin oluşturulmasını savunurken, Asaba kendisine uzun vadede diğer Türk halkları ile birleşmeyi hedef olarak seçmiştir. Bu parti ayrıca ortak bir Türk dili oluşturulması amacıyla Latin Alfabesi’ne geçilmesi de savunulmuştur. Kırgızistan’daki siyasal partiler içerisinde Türkiye ile ilişkileri en iyi olan parti KSDP’dir. Parti’nin liderlerinden A. Atambayev Türkiye’de Sosyal Demokratlardan ziyade Anavatan Partisi ile ilişkilerinin iyi olduğunu belirtmiştir. Kırgızistan’daki İslamcı partiler özellikle Fergana Vadisi’nde örgütlenmeye çalışmaktadır. Bunlardan Hizb-ut Tahrir sadece Kırgızistan’da değil diğer Orta Asya ülkelerinde de örgütlenmiştir. Orta Asya’da İslam temelinde ve halifeliği yeniden ihya ederek bir devlet kurmaya çalışan Türkistan Partisi de sınır aşan partiler arasındadır. Esasen geleneksel nedenlerden dolayı Kırgızistan’da İslamcı partilerin halk tabanı bulunmamaktadır. İslamcı partiler özellikle Kırgızistan’ın güneyinde yaşayan Özbekler arasında taraftar bulmaktadırlar. Kaynakça Andican, Ahat, (2003). Cedidizm’den Bağımsızlığa Hariçte Türkistan Mücadelesi, İstanbul, Emre Yay. 113 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 95 – 115 Babak, V., Vaısman, D. vd., (2004). Political organization in Central Asia and Azerbaıjan. Sources and Documents, Frank Cass Publishers, London, Portland. Constitution of The Kyrgyz Republic, 21 Ekim 2007, http://eng.gov.kg/index2.php?option=com_content&task=view&id=20&pop=1& page, 13.03.2009. Cusupbekov, Azizbek, Niyazov, Emil, (2001). Siyasi Partiler, Bağımsız Kırgızistan Düğümler ve Çözümler (Der.) Gürsoy-Naskali, Emine, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, s. 167-185. Eschment, Beate, Zentralasien-analysen, Nr. 11, 2008, http://www. laenderanalysen.de/zentralasien, 13.03.2009. Götz, Roland, Halbach, Uwe, (1993). Politisches Lexikon GUS, München, Beck’sche Reihe. Hiro, Dilip, (1994). Between Marx and Muhammad, The Changing Face of Central Asia, London, Harper Collins Publishers. İncioğlu, Nihal, (1994). Yeni Türk Cumhuriyetlerinde Toplumsal Bölünmeler, Siyasi Güçler ve Yeni Siyasal Yapılanma, (Der.) Ersanlı, Büşra, Bağımsızlığın İlk Yılları (Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan), Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, s.105-142. Kasybekov, Erkinbek, (1999). Government and Nonprofit Sector Relations in the Kyrgyz Republic, Ruffin, Holt; Waugh Daniel (Ed.) Civil Society in Central Asia, Seattle and London, University of Washington Press. Kesici, Kayyum, (2003). Dün Bugün ve Hedefteki Kazakistan, İstanbul, IQ Kültür Sanat Yay. Khalid, Adeeb, (2007). Islam after Communism, Berkeley, Los Angeles, London, University of California Press. Kunze, Thomas, (2003).Die Geschichte einer Verfassung. Machtsicherung für Praesident Akajew oder Stunde Null der Opposition in Kirgistan, KASAuslandinformationen, cilt 5, s. 46-57. Olzscha, Reiner vd., (1942). Turkestan. Die politisch-historischen und wirtschaftlichen Probleme Zentralasiens, Leipzig, Köhler&Amelang Verlag. Rashid, Ahmed, (2002). Jihad The Rise of Militant İslam in Central Asia, New York, Penguin Group. Roy, Oliver, (2000). The New Central Asia. Geopolitics and the Birth of Nations, New York, London, New York University Press. Tabyschalijewa, Anna, (2002). Der politische İslam in Kirgisistan, OSZE-Jahrbuch, c. 8, s. 89-99, http://www.corehamburg.de/documents/jahrbuch/02/Tabyschaliewa.pdf, 13.03.2009. Thamm, Berndt Georg, (2008). Der Dschihad in Asien. Die islamistische Gefahr in Russland und China, München, Deutscher Taschenbuch Verlag. Trutanow, Igor, (1994). Zwischen Koran und Coca Cola, Berlin, Aufbau Taschenbuch Verlag. Wolters, Alexander, (2008). Auf der Suche nach der Tulpenrevolution. Kirgistan im Herbst Zentralasien-analysen, Nr. 11, s. 1-10, http://www. laenderanalysen.de/zentralasien, 13.03.2009. 114 Fahri TÜRK Internet http://de.wikipedia.org/wiki/Islamische_Turkestan-Partei, 15.03.2009. http://www.igfm.de/Kirgisien-vor-und-nach-den-raesidentenwahlen.537.0.html, 15.03.2009. http://www. laender-analysen.de/zentralasien, 13.03.2009 http://www.kas.de/wf/doc/kas_13584-544-1-30 pdf, 15.03.2009. http://wapedia.mobi/de/Alash-Partei, 10.11.2008 Gazeteler Frankfurter Allgemeine Zeitung (FAZ), 15 Aralık 2007, s. 6. Nezavisimaya Gazeta, 2 Haziran 1992, s. 6. Zaman, 11 Mart 2009, s. 3. Söyleşi Almaz Atambayev ile yazarın yaptığı söyleşi, 2 Ekim 1995 Bişkek. 115 LUDWİG WİTTGENSTEİN’NIN FELSEFE VE FİLOZOF KAVRAMLARINA BAKIŞI Seyit Ahmet ATAK Özet / Abstract Wittgenstein bütün felsefe problemlerini bir dil problemine indirgemeye çalışmıştır. Bu çerçevede dil-düşünce, dil-mantık, dil-felsefe gibi kavramlar arasındaki nasıl bir ilişkinin olması gerektiğini göstermeye gayret etmiştir. Bu ilişkileri ortaya koyabilmesi içinde felsefenin ve filozofun çalışma alanlarını, metotlarını ve temel kaygılarını en iyi şekilde belirlenmesi önemli bir zaruret olarak karşımıza çıkmaktadır. Felsefe ve filozof kavramlarının yüklediği birçok değişik anlamlar içersinde tanımlamak, çözümlemek, açıklamak ve özelliklerini ortaya koymak bize felsefenin ve filozofun neleri yapıp yapamayacağı konusunda önemli bilgiler verecektir. Anahtar Kelimeler: Wittgenstein, Felsefe, Filozof, Dil, Dil Felsefesi LUDWIG WITTGENSTEIN’S VIEW ON THE CONCEPTS OF “PHILOSOPHER” AND “PHILOLOSOPHY" Wittgenstein tries to reduce all of the philosophical problems to only linguistic ones he aimes to show that what kinds relations must be between the language-thought, language-logic and languagephilosophy as well. To bring into light these relations, the duties, methods and main concerns of philosopher and philosophy must be determined appropriately, which is an important obligation. It will give us considerable knowledge about what can be done by philosophy and philosopher to define, analyse and explain the concepts in the many senses which are carried by the concepts. Key Words: Wittgenstein, Philosophy, Philosopher, Language, Language Philosophy Giriş Felsefe tarihine bir göz attığımızda, sayısız filozof, pek çok felsefi akım ve birbirinden ayrılmış felsefi dönemler görülür. Bu filozoflar, akımlar ve felsefi dönemler arasında bazı benzerlikler görülse bile birbirlerinden pek çok konularda farklı bakışlara sahip olduklarını görürüz. Hatta aralarında hoca-talebe ilişkisi bulunan filozoflar arasında bile –sözgelişi Platon ve Aristo- arasında felsefelerinde ve görüşlerinde önemli farklılıkların olması kaçınılmazdır. Bütün bu farklı anlayışlara, aynı noktadan hareketle farklı sonuçlara ulaşmalarına rağmen bu kişilere filozof, faaliyetlerine de felsefe adını veriyoruz. Felsefeyi hemen herkes tarafından anlaşılacak ve kabul görecek şekilde tanımlamanın, felsefenin ne olduğunu tam olarak gözler önüne sermenin hiç de kolay bir şey olmadığı pek çok kişinin birleşebileceği bir durumdur. Felsefenin ilk önce bir insan etkinliği olması, insanın düşünme, akıl, konuşma, sorgulama, merak etme ve dil gibi özel yeteneklerini ortaya koyma fırsatını vermiştir. Özellikle dil, insanla insan, insanla diğer var olan şeyler arasında birleştirici bir bağ kurmuştur. Dil, insan olmanın en iyi ifade şekli olarak görebiliriz. Çünkü dil Öğr. Gör., Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü. SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 117 – 124 olmadan insanla hayvan arasındaki olan düşünme, akıl ve konuşma gibi temel farklar ortadan kalkardı. Ayrıca dil olmadan insan, sanat, bilim, teknik ve felsefe gibi üstün başarılara ulaşabilirdi, ne de toplum içerisindeki fikir ve duygularını ifade edebilirdi. Özelikle felsefe açısından baktığımızda güvenilir ve doğru bilgiye ulaşmada, zihnimizdeki kavramları doğru kullanabilmede düşünme-dil ve dil-felsefe arasındaki kuvvetli bir ilişki olduğu bir gerçektir. Felsefe tarihine baktığımızda Protogoras’ın, “İnsan her şeyin ölçüsüdür”, Aristo’nun, “İnsan düşünen ve konuşan bir varlıktır”, Plato’nun, “Felsefesiz kalmak dilsiz kalmaktır” gibi bu önemli filozofların sözleri söylediklerimizi doğrular mahiyettedir. Yirminci yüzyılın önemli filozof ve felsefecilerinden biri olan Ludwig Wittgenstein’i (1889-1951) analitik ve lengüistik felsefenin kurucusu ve en büyük temsilcisi olarak görebiliriz. Bu anlayışa uygun olarak doğa bilimlerinin karşısına felsefeyi koymuş, dil üzerine yapmış olduğu araştırmalar felsefenin amacını düşünceyi açık hale getirmek ve insanların ufuklarını aydınlatması gerektiğini ifade etmiştir1. Wittgenstein’a göre, her felsefe bir dil eleştirisidir.2 Felsefenin sonuçları, bayağı saçmalığın bir ya da diğer kısmının ve anlama yetisinin, başını dilin sınırlarına vurarak edindiği yumruların açığa çıkmasıdır.3 Felsefe konularında yazılmış çoğunlukla tümcelerin ve soruların yanlış olmadıklarını, ama bazen de kendi içlerinde saçma olduğunu görürüz. Bu yüzden de bu türden soruları hiçbir şekilde yanıtlayamayız, ancak saçmalıklarını saptayabiliriz. Filozofların çoğunlukla soruları ve tümceleri, dil mantığımızı anlamamamıza dayanır.4 Dilin amacı düşünceleri ifade etmektir. Bunun içinde felsefeden faydalanmak zorundayız.5 Felsefenin amacı, düşüncelerin, bilgilerin mantıksal aydınlanmasıdır. Felsefe ne bir doğa bilimi ne bir psikoloji ne de bir bilimdir. Felsefenin bilimler karşısındaki ortak varlık alanı hepsinin birer açıklama etkinliği olarak kendilerini ifade etmeleridir. Felsefe bir ölçüde varlık nedenini ortaya koymak ve kendisinin anlaşılır bir hale gelebilmesi için bilimden yararlanması da gerekir. Felsefenin işinin bilgi vermek, düşünce üretmekle kendini sınırlamaz, aynı zamanda verilmiş düşünceleri çözümleyerek farklı bakış açılarına da zemin hazırladığını görmek doğru olur.6 Felsefe metafizik cümleler ortaya koymamalıdır. Metafizik cümleler, doğru olmadıkları gibi yanlış da değildirler. Aynı zamanda anlamsız ve saçmadırlar. En doğru tavır metafizik için konuşmamak ve suskun kalmak doğru bir durum olarak görmek gerekir.7 Wittgenstein bir filozofun karşılaştığı bir felsefi problemi hastalık durumu benzetmesi yaparak, ilk önce hastalığın bir şekilde tehşiş edilerek içinin düğümlerden açılmasının ön şart olduğunu, bunun yapılmaması durumunda felsefe bir tür 1 2 3 4 5 6 7 Nejat Bozkurt, 20. Yüzyıl Düşünce Akımları, Morpa Kültür Yayınları, İstanbul 2003, s. 253. Nejat Bozkurt, a.g.e., s.254. L. Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar, (çev. Deniz Kanıt), Totem Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 68. L. Wittgenstein, Almanca Aslıyla Tractatus Logice Philosophicus, (çev. Oruç Aruoba), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2002, s. 45. Felsefi Soruşturmalar, a.g.e., s.178. Ömer Naci Soykan, “Wittgenstein Felsefesi Temel Kavram ve Sorunlar”, Cogito Dergisi, Sayı 33, İstanbul 2002, s. 50. Soykan, a.g.m., s. 53, ayrıca, Ahmet Cevizci, Felsefe, Sentez Yayıncılık, Bursa 2007, s. 121-122’ye bakılabilir. 118 Seyit Ahmet ATAK büyücülükten ve mitolojik unsurları kendi içinde barındıran anlamsız, bulanık ve karmaşık bir yapıya bürüneceğini belirtir.8 Filozofa sokaktaki adamda olduğu gibi her şey hazır olarak önüne verilmez. Kendi çözümlerini bulmak ve ortaya koymak zorundadır. Filozof deyim yerindeyse, cerrah değil, ama belki tedavi edici başka bir uzman hekim, ama en doğrusu bir pratisyen, bir “aile doktoru” olarak görülmelidir. Eğer hastalık ileri noktaya varmışsa hekimin (filozofun) yapacağı şey, hastalığı ortaya çıkaran yaşam tarzının değiştirilmesidir. Bunun da kolay bir şey olmadığını da görmek gerekir. Felsefe hastalıklarının bir temel nedeni olarak “tek yanlı perhiz”i gösterir. Bu, düşünmenin yalnızca tek tarz örneklerle beslenmesidir. Bu tarz bir düşünme, bir bakış açısı körlüğü demektir.9 Felsefe, hemen her soru ve kavram üzerinde ya da insanın varoluş halleri üzerinde hep yeniden düşünmeyi gerektiren bir bakış açısı sağlamaktadır. Çünkü felsefe sorularının nihai, kesin ve tamamlanmış bir yanıtı olmadığından, bu sorular, sürekli bir biçimde ve yeniden ele almayı gerektirir.10 Filozofun daha ileriye gidebilmesi için, matematiğin kavramlarını ve dilini kullanabilmelidir. Bir başka deyişle, felsefe matematiğe laf atmalı (onunla ilişki kurmalı), onu anmadan felsefe yapmamalıdır. Felsefenin gelişmesinde matematiğin etkisi güneş ışığının ve patates filizlerine bıraktığı etkinin aynısıdır. Çünkü nasıl güneş ışınları bitkinin büyümesini, sağlıklı olmasını ve meyve vermesini sağlıyorsa, felsefenin aydınlatıcı ışığı da matematiğin kontrollü ve düzenli hale gelmesine yardımcı olmaktadır.11 İnsan yalnız kendisine verilen olguları bilebilir; bu nedenle bilimin konusu yalnızca olgu ve olaylardır. Olgular ise ancak doğal ortamda belli yasalara uygun olarak gerçekleşirler. Bu yasaları kavramanın da şartları vardır; söz konusu yasaları kavramak için bilimsel bir yöntem ve ölçüt gerekir. Bu da ancak dil ve matematiksel mantıkla sağlanabilir. Bu durumda felsefenin yapacağı iş, bilimsel düşüncenin öğelerini oluşturan dil ve mantık kavramlarını incelemek, bu incelemeden edinilen verilerle olay ve olguları açıklığa kavuşturmaktır. Çünkü bilim de felsefe gibi bir mantık işidir.12 Felsefe sorunlarını ele alırken izlenecek yollardan biri de, bu sorunlara neden olan sözcüklerin anlamına ilişkin yanlışları aydınlatmaktır. Çünkü sözcük, bir dil varlığı olarak nesneyle bağlantılıdır. Bu bağlantı da nesnenin özüyle değil, insana verilen yanıyla ilgilidir. Felsefenin görevi, nesneyle kavramı arasındaki varlık bağlantısından yararlanıp, sorunu çözümleyerek açıklığa kavuşturmaktır. Sorunun çözümü de kavramın içeriğiyle ilgilidir. Kavramın içeriğiyle nesne arasındaki bağlantıda, uyum ve özdeşlik varsa varılan sonuç doğrudur ve gerçektir. Bunun karşıtı yanlıştır. Çünkü bir olayın gerçekliği, onu yansıtan kavramla ortaya konabilir. Wittgenstein bu görüşünü, matematiksel-mantıksal bir çözüm yöntemi uygulayarak açıklamaya çalışmıştır. Bu yöntemin temelini de, kavramlara karşılık olarak kullanılan birtakım simgeler oluşturur.13 Felsefenin amacı düşüncenin aydınlatılması, düşüncenin açık seçik bir 8 9 10 11 12 13 Soykan, a.g.m., s. 69 Soykan, a.g.m., s. 70 Mustafa Günay, Metinlerle Felsefeye Giriş, Karahan Kitabevi, Adana 2004, s. 9. Ömer Naci Soykan, Wittgenstein’ın Yaşamı Felsefesi Yapıtları, MVT Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 41. Nejat Bozkurt, 20. Yüzyıl Düşünce Akımları: Yorumlar ve Eleştiriler, Sarmal Yayınları, İstanbul 1995, s. 191. Nejat Bozkurt, 20. Yüzyıl Düşünce Akımları, s. 256. 119 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 117 – 124 biçime getirilmesi ise, bunun için felsefe dili ve simgelerini doğru dürüst kullanabilirse ancak o zaman bütün bilimler (matematik, mantık, metafizik, ahlak) doğrulanabilir ve denetlenebilir.14 Bir başka ifadeyle, felsefeyi; sözleri, cümleleri ve dili açık kılma etkinliği olarak tanımlayabiliriz. Ayrıca felsefe, dilin mantıki sorgulanması, bir dil eleştirisi olarak anlaşılır ve felsefenin rolü, evren hakkında bilinmez hakikatleri keşfetmek değil, anlamlı olan önermelerin mantıki sorgulanmasını yapmak olur. Wittgenstein’ın deyişiyle analitik düşüncede felsefenin amacı; düşüncelerin mantıksal açıklanmasıdır.15 Artık felsefe bir öğreti değil, etkinliktir. Felsefenin sonucu, felsefi önermeler değil, fakat önermelerin açık kılınmasıdır.16 Felsefenin görevi yeni, ideal bir dil yapmak değildir; varolan dilimizin kullanılışını daha bir açıklığa kavuşturmaktır.17 Dilin sınırları, düşüncenin de sınırlarını gösterirken, söyleyemediğimiz ve konuşamadığımız şeylerin üstünde durmanın dil açısından bir getirisi olmayacaktır. Dil, her türden ideolojilerin, dinlerin, bilimlerin ve metafiziklerin boy gösterdiği bir alandır; bu yüzden de önermeler arası çatışmaları ve yanlış anlamaları ortadan kaldırmak, tüm semantik kirlenme ve yanlışlardan arınmış kusursuz bir dil kurmak ve son olarak da dünyanın bire bir betimlemesini oluşturan bir resim ya da modeli oluşturmak gerekmektedir. Bu da bize, dünyanın olguların toplamından oluştuğunu hatırlatır.18 Wittgenstein için felsefe bilime benzer bir şey de değildir. Bilim deneysel anlamda genellemeler oluşturmaya çalışırken, felsefe yüzeysel dilbilgisel alanıyla genellemeleri kırmaya çalışır. Bilim hipotezler ve tümdengelimsel açıklamalarla ilerlerken, felsefe hayali örnekler ve ara durumların açık temsilleriyle çalışır. Felsefeyi dilbilgisi olarak düşünmek kimi zaman pedagoji kimi zaman da terapiye benzetilebilir.19 Bilim ile felsefenin alanlarının farklı olduğunu görmek gerekir. Felsefi problemleri çözmenin anahtarı doğa bilimi ya da doğa tarihinden çok dilbilgisidir. Bilimin doğa yasalarını keşfeden, kesin doğru bilgiler veren bir anlayışla bakmak yanlıştır. Bilim olsa olsa yalnızca dünyayı betimleme işini üstlenir.20 Felsefe ve bilim arasındaki ortak noktası her ikisinin de bir açıklama etkinliği olmasıdır.21 Felsefeciler (filozoflar) bilim adamları gibi bir ev inşa etmedikleri gibi, bir evin temellerini bile atmazlar. Yalnızca bir odayı toplamaya çalışırlar.22 Wittgenstein felsefenin amacı nedir? Sorusuna mecazlı bir deyişle, “sineğe, içinde bulunduğu şişeden çıkış yerini göstermektir” diyerek, şişenin içindeki sineği, yolunu şaşırmış filozofa benzetir. Sinek camı görmediği ve ayrımlamadığı için her uçma girişiminde cama toslayacaktır. Filozof da, dilin sınırlarını göremediği için, dilin 14 15 16 17 18 19 20 21 22 Nejat Bozkurt, 20. Yüzyıl Düşünce Akımları, s. 259. Nadim Macit, “Teolojik Dilin İmkânı Üzerine”, Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 2002, s. 5. L. Wittgenstein, Almanca Aslıyla Tractatus, s. 59. Nejat Bozkurt, 20. Yüzyıl Düşünce Akımları, s. 261. Nejat Bozkurt, 20. Yüzyıl Düşünce Akımları, s. 258-259. Newton Garver, “Gramer Olarak Felsefe” (çev. Fatma Canpolat), Cogito Dergisi, Sayı 33, İstanbul 2002, s. 118. Ömer Naci Soykan, Felsefe ve Dil, Wittgenstein Üstüne Bir Araştıma, MVT Yayıncılık, İstanbul, 2006, s. 85. Ömer Naci Soykan, a.g.e., s. 22. Ray Monk, Wittgenstein Dahinin Görevi, (çev. Berna Kılınçer-Tülin Er), Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2005, s. 430. 120 Seyit Ahmet ATAK ve dünyanın sınırının üstüne üstüne gider ve ona çarpar. Ama sinek de filozof da bu hareketlerini usanmadan hareketlerini sürdürürler. Filozof ve sinek kendilerini çevreleyen sınırların ayırımını yapacak durumda değildirler.23 Bir filozof için felsefe yapmanın kolay bir iş olmadığının farkındadır. Bunun bilicinde olarak felsefenin bir meydan okuma veya bir karşı çıkış olarak da görebiliriz. Her ne kadar felsefi davranış bir tür sakinlik ya da duygusuzluk gibi tanımlanırsa da, felsefi etkinlik heyecanlı ve duygulu bir ortamın sonucunda oluşur. Bazı karışık, bulanık, kavranılamayan durumlar karşısında duyulan heyecan, korku, arzu, umut ve merak ile de felsefi etkinlik başlar.24 Filozofu filozof yapan, “bir düşünce topluluğunun yurttaşı olmamasıdır. Onu filozof yapan da budur.” Çünkü filozof yalnızdır ve her felsefe sorununa tek başına çözüm bulmaya çalışır.25 Filozof felsefesinde çoğu kez aradığı sorulara cevap bulamadığı için, soruları sorularla geçiştirmeye çalışır.26 Wittgenstein için bir filozofun felsefesinde ilk yapması gereken, dürüst ve içten davranarak düşüncelerini itiraf etmesidir. Bunun arkasından da iyice düşünebilmenin bir akıl sorunu olmaktan çok bir irade sorunu olarak görmek gerekir. Bununla birlikte aklımızı ve irademizi de sağlıklı hareket etmesi durumunda, hem filozof kendini kibir dünyasından kurtarır ve düzgün bir felsefe ortaya koymasına yardımcı olur.27 Filozof her şeyi olduğu gibi ortaya koyabiliyorsa en aslı işi olan doğruyu arama işlevini gerçekleştirmiş olur.28 Filozoflar çeşitli konularda ileri sürmüş oldukları görüşleri ve bakış açılarıyla diğer filozoflarla çoğu kez birbirlerine ters düşmeleriyle karşımıza çıkarlar. Oysaki bir bilim adamının başka bir bilim adamının bilimsel görüşünü paylaşmak zorunluluğunu hissederken, buna karşılık bir filozofun diğer filozofun felsefi görüşünü paylaşması beklenmez, hatta arzu da edilmez. Filozof, nasıl matematikçilerin yanlışlarını göstermek, matematiğin bir dalı üstüne ders vermek, matematikte buluş ya da icatlar yapmak amacını gütmez. Filozofun yaptığı temel işe bir yorumlama veya açıklama yapma etkinliği olarak bakmak doğru olur.29 Wittgenstein felsefe içinde şüphenin yerinin ne olması gerektiği konusunda ilk önce, felsefenin ilk şüphe anlayışı olan; kesin bir doğrunun varlığından şüphe eden, doğru bilgiyi tamamen inkâr eden, her şeyden şüphe eden ve şüpheyi bir amaç olarak gören anlayışa karşı olduğunu belirtir.30 İkinci şüpheci yaklaşım olan; şüpheyi bir araç olarak ele alan, şüphenin bir temeli olması gerektiğini belirten ve doğru bilgiye varmak için kullanılan Descartes’in yöntemsel şüphesidir. Wittgenstein için şüphenin bir temeli olmalı, şüphe bir dil oyununa dayanmalı, sırf inat olsun diye şüphe etmek akıllıca değildir. Ancak belirli nedenlerden dolayı şüphe edilmelidir. Bazen de şüphenin akıllıca olmadığı durumlar olduğu gibi, mantıkça imkânsız göründüğü durumları da göz ardı 23 24 25 26 27 28 29 30 Ömer Naci Soykan, Wittgenstein Yaşamı ve Felsefesi Yapıtarı, s. 50. L. Wittgenstein, Almanca Aslıyla Tractatus Logice-Philosophicus, s. 59. Ömer Naci Soykan, Wittgenstein Yaşamı ve Felsefesi Yapıtları, s. 46. Ömer Naci Soykan, Wittgenstein Felsefesi Temel Kavram ve Sorunlar, a.g.m., s. 73. Wittgenstein, Dahinin Görevi, s. 523. Wittgenstein, a.g.e., s. 24. Ömer Naci Soykan, Felsefe Konuşmaları 1-Arayışlar, Küyerel Yayınları, İstanbul 1998, s. 314. Ömer Naci Soykan, Felsefe ve Dil, Wittgenstein Üstüne Bir Araştıma, MVT Yayıncılık, İstanbul, 2006, s. 214, ayrıca, Saul A. Kripke, Wittgenstein Kurallar ve Özel Dil, Litera Yayıncılık, İstanbul 2007, s. 90-91-92 bakılabilir. 121 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 117 – 124 edilmemelidir.31 Şüphe etmekten şüphe etmek, her şeyden şüphe etmek değildir, tersine hiçbir şeyden şüphe etmemektir. Yani, her şeyden şüphe edecek olan bir şüphenin kendisini ortadan kaldırır. Eğer insan bir şeyden şüphe ediyorsa, şüphe etmekten de şüphe edeceğimize göre, şüphe etmemiş oluruz.32 Hayatın anlamı sorununu ilgilendiren ahlaki ve dini sorunlar karşısında şüpheci bir tutumun ardına saklanmak imkânsızdır. Şüphecilik hem ahlaka uygun değildir, hem de mantıksal açıdan kabul edilemez. Şüphe yalnız bir soru olan yerde; bir soru yalnız bir cevabın bulunduğu yerde bulunabilir ve cevap ancak bir şeyin söylenebildiği yerde var olabilir.33 Felsefeci ve filozofa düşen görev, felsefeyi teorilerin maskesinden kurtarmak gerekir. Çünkü felsefe özünde bir teori değil, fakat faaliyettir. Felsefe yapılan bir şeydir, ama sayıp dökülecek bir öğretiler bütünü değildir.34 Wittgenstein’ın felsefi tavrının birçok yönüyle Socrates’i anımsattığını söyleyebiliriz. Çünkü O, Socrates gibi soruların cevabını ararken acele etmeden, sabırlı davranırken, kendilerini ilgilendiren sorunlara karşı savaşır, mücadelesini sonuna kadar sürdürür, her malzemeyi en iyi şekilde kullanır. O’nun için geleneksel felsefeye ve belirlenmiş bir kuramın üzerine hareket etmeyi doğru bir durum olarak görmez.35 Toplumun bize verdiği değerleri bir an bile düşünmeden peşinen kabul eden, sosyal baskıyla kararlarını veren, bedenimizin basit arzusuyla sürüklenen ve yaşamı sorgulamayan, hayatlarını başkalarının ellerine bırakmış insanlar ne felsefe yapabilirler nede yaşamın temel amacı olan araştırma ve bulma isteğini ortaya koyabilirler. Felsefe, insana birey olmanın yolunu açar. İnsanın bireyselleşmesini sağlar. Bu bireyselleşmeden kasıt; ilk önce kendi varlığına ve bilincine varması, bunun sonucu olarak düşüncelerini ve eylemlerini ortaya koymaya gayret etmesidir. Bu çerçevede felsefi düşünce, mevcut dar görüşlülükleri, dogmatizmleri, kısıtlamaları ve engellemeleri aşma konusunda uyarıcı ve değiştirici bir etkiye sahiptir. Sonuç Wittgenstein için, felsefenin ve filozofların en temel problemlerinin dil üzerine çalışmak ve bir dil felsefesi yapmaktır. Dil felsefesi içersinde; dilin kapsamını, sınırlarını, dili kullanma, dili anlama ve dilin çözümlenmesinin yapılmasıdır. Felsefe, düşünme ve dil arasındaki kuvvetli bir ilişkiyi barındırır. Dil olmadan düşüncenin kendisini ifade edebilmesi mümkün değildir. Eğer felsefe temelde bir düşünme etkinliği ise, dil olmadan ne düşünme süreci gerçekleşebilir ne de felsefenin etkin olarak kendisini gösterebilir. Basit bir ifadeyle söylemek gerekirse, felsefe kendini dille anlatır ve ortaya koyar. Felsefeci bu dile kendi bakış açısını ve bireyselliğini katarak bir felsefi yaklaşıma veya felsefi düşünceye zemin hazırlar. Dilin felsefede etkin ve belirleyici rolü sadece felsefede değil, bilim kuramından dilbilime, toplumbilime, etnolojiye, antropolojiye, psikolojiye, pedagojiye, edebiyata 31 32 33 34 35 Soykan, a.g.e., s. 215. Soykan, a.g.e., s. 216. Jean Greisch, Wittgenstein’da Din Felsefesi, (çev. Zeki Özcan), Asa Kitabevi, Bursa 1999, s. 38. P. Feyerabend, “Wittgenstein Felsefi Araştırmaları”, (çev.Doğan Şahiner), Cogito Dergisi, Sayı 33, İstanbul 2002, s. 183. Hans Slugan, “Wittgenstein Yaşamı ve Yapıtları”, (çev. Sevinç Altınçekiç), Cogito Dergisi , Sayı 33, İstanbul 2002, s. 35-36. 122 Seyit Ahmet ATAK hemen hemen tüm dil-kültür alanına yayılmış olması ne kadar etkin ve belirleyici olduğunu bize gösterir. Wittgenstein’a göre, kişi felsefe yapmaya başlamadan önce, dilin, kendisini saptırabilme yollarını ve saptırdığı yolları araştırmak zorundadır. O’nun felsefe yapma biçimi işte bu anlayıştan çıkar: Felsefe, dil konusundaki yanlış ve sahte kabullerimizin, dünya üzerine olan düşüncelerimizi nasıl saptırdığının çok yönlü bir biçimde araştırılmasıdır. Felsefenin amacı düşüncelerimizin mantıksal olarak açıklanması ise, başta dilmantık, dil-matematik, dil-düşünce arasında birbirlerini tamamlayan kuvvetli bir ilişkinin sağlanması gerekir. Felsefe, donuk, bulanık, karmaşık düşüncelerimizin bir tür aydınlatılması etkinliği iken, felsefeyi bir öğretiler yığını olarak görmekte yanlıştır. O zaman felsefe, geçmiş teorilerin bir devam olması kadar, belirli bir felsefi geleneğinde devam ettirilmesi anlamına gelecektir, buda beraberinde felsefe ve filozofun yeniyi arayan, araştıran, sorgulayan, yorumlayan ve çözümleyen yönlerini göz ardı etmiş oluruz. Filozofların hareket noktaları ve tutumları birbirinin devamı veya aynısı olsaydı, farklı felsefeler ve yaklaşımlar olmayacak, buda beraberinde felsefenin genel-geçer, objektif ve kesin bilgiye dayanacaktı. Oysaki, felsefi bilgi bu tür bir bilgi değildir. Böyle bir bilgi ancak bilimsel bilgi için söz konusudur. Felsefenin görevi, bir tür terapidir, tedavidir. Felsefi problemlerle kafası karışmış ya da çıkmaza girmiş kişiye, insanların kullandıkları dil oyununun kuralları anlatılarak yardımcı olunabilir. Wittgenstein’a göre, insanı yanlışa sürükleyen şey, onun sözcüklerin bir oyunda nasıl kullanıldıklarına bakarak, aynı sözcüklerin başka bir oyunda da aynı şekilde kullanılabileceklerini düşünmesidir. Bunun için her dili doğal çerçevesi içinde ele almalı ve insanların bir şeyler söyledikleri zaman, içinde bulundukları durumları, bunların söylenmesine eşlik eden davranışları hesaba katmalıyız. Kaynakça Bozkurt Nejat, 20. Yüzyıl Düşünce Akımları, Morpa KültürYayınları, İstanbul 2003. Bingöl Abdulkudüs, “Dil-Anlam ve Felsefe”, Felsefe Dünyası Dergisi, Sayı 1, Ankara 1991, ss. 22-26. Bozkurt Nejat, 20. Yüzyıl Düşünce Akımları: Yorumlar ve Eleştiriler, Sarmal Yayınları, İstanbul 1995. Cevizci Ahmet, Felsefe, Sentez Yayıncılık, İstanbul 2007. Cevizci Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul 2000. Demir Ömer, Bilim Felsefesi, Vadi Yayınları, Ankara 2000. Fleischer Margot, 20. Yüzyıl Filozofları, İlya Yayıncılık, (çev. Akın Kanat), İzmir 2003. Feyerabend P., “Wittgenstein Felsefi Araştırmaları”, (çev.Doğan Şahiner), Cogito Dergisi, Sayı 33, İstanbul 2002, ss. 155-190. Garver Newton, “Gramer Olarak Felsefe”, (çev. Fatma Canpolat), Cogito Dergisi, Sayı 33, İstanbul 2002, ss.106-132. Günay Mustafa, Metinlerle Felsefeye Giriş, Karahan Kitabevi, Adana 2004. Greisch Jean, Wittgenstein’da Din Felsefesi, Asa Kitabevi, Bursa 1999. 123 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 117 – 124 Gündoğan Ali Osman, “Filozof ve Felsefe Hakkında”, Felsefe Dünyası Dergisi, Sayı 10, Ankara 1993, ss. 40-46. Krıpke A. Saul, Wittengenstein Kurallar ve Özel Dil, (çev. Berat Macit), Litera Yayıncılık, İstanbul 2007. Macit Nadim, “Teolojik Dilin İmkânı Üzerine”, Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 2002, ss.1-36 Monk Ray, Wittengenstein Dâhinin Görevi, (çev. Berna Kılıçer-Tülin Er), Kabalcı Yayınları, İstanbul 2005. Porzıg Walter, Dil Denen Mucize, (çev. Vural Ülkü), Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1995. Poyraz Hakan, Dil ve Ahlak, Vadi Yayınları, Ankara 1996. Soykan Ömer Naci, Arayışlar Felsefe Konuşmaları, Küyerel Yayınları, İstanbul 1998. Soykan Ömer Naci, Wittgenstein Yaşamı Felsefesi Yapıtları, MVT Yayıncılık, İstanbul 2006. Soykan Ömer Naci, Wittgenstein Üzerine Bir Araştırma-Felsefe ve Dil, MVT Yayıncılık, İstanbul 2006. Soykan Ömer Naci, “Wittgenstein Felsefesi Temel Kavramlar ve Sorunlar”, Cogito Dergisi, Sayı 33, İstanbul 2002, ss. 40-80. Soykan Ömer Naci, Felsefe Konuşmaları 1- Arayışlar, Küyerel Yayınları, İstanbul 1998. Slugan Hans, “Wittgenstein Yaşamı ve Yapıtları”, (çev. Sevinç Ayçekiç), Cogito Dergisi, Sayı 33, İstanbul 2002, ss. 11-40. Wittgenstein Ludwig, Almanca Aslıyla Tractatus Logice Philosophicus, (çev. Oruç Aruoba), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2002. Wittgenstein Ludwig, Felsefi Soruşturmalar, (çev. Deniz Kanıt), Totem Yayıncılık, İstanbul 2006. 124 13.YÜZYILDA ANADOLU’DA ETKİN OLAN TASAVVUF HAREKETLERİNİN 1980 SONRASI ÇAĞDAŞ TÜRK RESMİNE YANSIMALARI Mutluhan TAŞ Özet / Abstract Bu araştırmanın amacı, 13. yüzyılda Anadolu’da etkin olan Tasavvuf düşüncelerinin, ressam Erol Akyavaş, Ahmet Atan ve Gülsün Erbil’in, 1980–2005 yılları arasında yapmış oldukları resimlere etkisinin olup olmadığını incelemektir. Yöntem olarak, konuyla ilgili kaynak araştırmalarının yanı sıra ele alınan sanatçılarla görüşme yapılması, kendi koleksiyonlarında ya da diğer koleksiyonlarda bulunan yapıtlarının incelenmesi bağlamında nitel araştırma yöntemlerinden faydalanılmıştır. Bu araştırma, tasavvuf ile ilgili literatür taraması ve araştırma kapsamında olan ressam Süleyman Saim Tekcan, Rauf Tuncer, Murat Morova, İsmet Doğan, Serap Demirağ, Fikret Otyam, Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli, Erol Akyavaş, Ahmet Atan ve Gülsün Erbil’in, araştırma konusu ile ilgili, 1980-2005 yıllarında yapmış oldukları resimleri kapsamaktadır. Bu araştırmada veri toplama araçları olarak; adı geçen sanatçıların çeşitli koleksiyonlarda ve kataloglarda bulunan resimlerine ulaşılmış, çeşitli yayın organlarında yayınlanmış makaleleri, kitapları ve tezleri elde edilerek incelenmiş, yapmış oldukları resimleri konu çerçevesinde analiz etmek için dijital kayıt cihazları ile birlikte mülakat yapılmış ve “Sanatçı Görüşme Formu” hazırlanmıştır. Bu çalışmanın sonucunda, Çağdaş Türk resminin, gelişim süreci içerisinde 13. Yüzyıldaki tasavvuf düşünceleriyle olan etkileşimlerine yönelik tespitlerde bulunulmuş, Çağdaş Türk resminin erken dönemiyle 1980-2005’li yıllar arasında geçirdiği evreler, sanat-tasavvuf etkileşimleri açısından ele alınarak değerlendirilmiştir. Anahtar Kelimeler: Sanat, Tasavvuf, Türk Resmi THE REFLECTIONS OF THE SUFI MOVEMENTS WHICH WERE EFFECTIVE IN 13th CENTURY TO THE CONTEMPORARY TURKISH ART AFTER 1980 The aim of this study is to discover whether the sufi thougts which were effective in 13. Century affected the paintings that are made between 1980-2005 by artists Erol Akyavas, Ahmet Atan and Gulsum Erbil. The methodolgy of this study benefit from qualitative research techniques like interview with artists concerned and examine the work of arts whether in their or other collections alongside with source research about subject. This research includes literature scannig about sufism and paintings of the artists Süleyman Saim Tekcan, Rauf Tuncer, Murat Morova, İsmet Doğan, Serap Demirağ, Fikret Otyam, Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli, Erol Akyavaş, Ahmet Atan ve Gülsün Erbil in the scope of study which were made between 1980 and 2005. In this research, the above-mentioned artists paintings are attained from different catalogs and collections, their books, thesis and articles are inspected, interviews are made about their paintings and recorded by digital recorders and Artist Interview Form is prepared as means of data gathering. At the conclusion of this study, the interaction between 13. Century sufi thought with Contemporary Turkish painting’s development is determined and the early term of Contemporary Turkish painting and the 1980-2005 period is evaluated by means of art-sufism interactions. Key Words: Art, Sufism, Turkish Painting Öğr.Gör. Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü. SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 125 – 144 1. 2. Problem Cümlesi 13. yüzyılda Anadolu’da etkin olan Tasavvuf düşünceleri, ressam Erol Akyavaş, Ahmet Atan ve Gülsün Erbil’in, 1980 sonrasındaki sanatsal yaratma süreçlerine ne gibi etki ve katkı sağlamıştır? 1. 2. 1. Alt Problemler 1. 13. yüzyılda Anadolu’da etkin olan Tasavvuf düşünceleri, Süleyman Saim Tekcan, Rauf Tuncer, Murat Morova, İsmet Doğan, Serap Demirağ, Fikret Otyam, Ergin İnan ve Balkan Naci İslimyeli’nin 1980 sonrasındaki sanatsal yaratma süreçlerine ne gibi etki ve katkı sağlamıştır? 2. Resimlerde Dini ve tasavvufi imgeler kullanmak o düşünceden etkilenildiği anlamına gelir mi? 1. 3. Araştırmanın Amacı 13. yüzyılda Anadolu’da etkin olan Tasavvuf düşüncelerinin, ressam Erol Akyavaş, Ahmet Atan ve Gülsün Erbil’in, 1980–2005 yılları arasında yapmış oldukları resimlere etkisinin olup olmadığını incelemektir. 1. 4. Araştırmanın Önemi 1. Bu araştırma, Anadolu insanının inanç temellerini oluşturan faktörlerden birisi olan tasavvuf düşüncesinin günümüz Türk resim sanatına ve estetiğine yansımalarının olup olmadığını, olmuş ise ne şekilde olduğunu göstermesi açısından önemlidir. 2. Bu araştırma çerçevesinde, Tasavvuf düşüncesinin Türk resminin gelişim sürecini nasıl etkilediği ve sanatçılarının eserlerine ne şekilde yansıdığını tespit etmek açısından önemlidir. 1. 5. Varsayımlar 1. 13. yüzyıldaki Tasavvuf düşünceleri, çağdaş Türk resminin gelişim sürecinde ulusal ve yerel motiflere yönelen Türk ressamları için çıkış noktalarından birisi olmuştur. 2. 1940’lı yıllardan sonra Anadolu’yu gezen Türk ressamları, halı, kilim ve folklorik öğeler gibi konuların yanı sıra Tasavvufi imge ve sembolleri de eserlerinde kullanmışlardır. 3. 1980’li yıllarla beraber, Süleyman Saim Tekcan, Rauf Tuncer, Murat Morova, İsmet Doğan, Serap Demirağ, Fikret Otyam, Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli gibi bazı Türk ressamlarının Tasavvufi imge ve sembolleri, salt plastik bir ifade unsuru olarak eserlerinde kullanmalarında 13. yüzyıl Tasavvuf düşüncelerinin etkisi vardır. 4. Ressam Erol Akyavaş, Ahmet Atan ve Gülsün Erbil’in, yapmış oldukları resimlerde 13. yüzyıl tasavvuf düşüncesinin etkisi vardır. 1. 6. Sınırlılıklar 1. Ressam, Süleyman Saim Tekcan, Rauf Tuncer, Murat Morova, İsmet Doğan, Serap Demirağ, Fikret Otyam, Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli, Erol Akyavaş, Ahmet Atan ve Gülsün Erbil’in 1980-2005 yılları arasındaki Tasavvufi imge ve semboller içeren çalışmalarına yönelik incelemeyle sınırlıdır. 126 Mutluhan TAŞ YÖNTEM Bu bölümde, araştırmanın modeline, evren ve örneklemine, veri toplama araçlarına ve verilerin analizine ilişkin bilgiler yer almaktadır. 3. 1. Araştırma Modeli Sosyal bilimlerde farklı araştırma teknikleri kullanılabileceğinden, araştırma soruları ancak ilgili tekniklerle yanıtlanabilir. Bu bağlamda yeni araştırmacılar, hangi araştırma tekniğinin hangi problem için uygun olduğunu sıkça sorarlar. Bu soruyu yanıtlamak zordur, çünkü problemler ve teknikler arasında farklılıklar vardır (Neuman, 2000:223). Bu nedenle araştırmada nitel araştırma tekniğinden faydalanılmıştır. Nitel araştırmanın genel kabul görmüş bir tanımını yapmak güç olabilir. Nitel araştırma üzerine yayınlanmış eserler incelendiğinde böyle bir tanımın yapıldığına rastlanmamaktadır. Bunun nedeni “nitel araştırma” kavramının alanla ilgili çatı altında bulunan terminolojinin farklı disiplinlerle ilişkili olmasından kaynaklanabilir. Etnoğrafi, Antropoloji, durumsal araştırma, yorumlayıcı araştırma, eylem araştırması, doğal araştırma, betimsel araştırma, kuram geliştirme, içerik analizi terminolojinin birkaç tanesidir. Yıldırım ve Şimşek’e (2000: 18) göre, tüm bu kavramlar araştırma deseni ve analiz teknikleri açılarından birbirlerine benzer yapılara sahip olduğu için, “nitel araştırma”, bu kavramları içine alan genel bir kavram olarak kabul edilebilir. Yıldırım ve Şimşek’e (2000: 19) göre, her ne kadar bu yönelimleri, yöntemleri, süreçleri ve özellikleri kapsayan bir tanım yapmak güç ise de, nitel araştırmayı, gözlem, görüşme ve doküman analizi gibi nitel veri toplama yöntemlerinin kullanıldığı, algıların ve olayların doğal ortamda gerçekçi ve bütüncül bir biçimde ortaya konulmasına yönelik nitel bir sürecin izlendiği araştırma olarak tanımlamak mümkündür. Bu nedenle nitel araştırmacılar gerçekliğin inşa edilen doğasını, araştırmacı ve incelenen şey arasındaki ilişkinin bildirimini ve araştırmayı şekillendiren durumsal baskıları vurgular/önemser (Kuş, 2003:106). 13. yüzyılda Anadolu’da etkin olan tasavvuf düşüncelerinin, Süleyman Saim Tekcan, Rauf Tuncer, Murat Morova, İsmet Doğan, Serap Demirağ, Fikret Otyam, Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli, Erol Akyavaş, Ahmet Atan ve Gülsün Erbil’in 19802005 yılları arasındaki Tasavvufi İmge ve semboller içeren çalışmalarına yönelik yapmış oldukları resimlere etkisini araştıran bu çalışmada, nitel yöntemler kullanılmıştır. Bu kapsamda nitel verileri elde edebilmek için araştırma sürecinde “doküman inceleme ve görüşme” yöntemi uygulanmıştır. 3. 2. Evren ve Örneklem Bu araştırma, tasavvuf ile ilgili literatür taraması ve araştırma kapsamında olan ressam Süleyman Saim Tekcan, Rauf Tuncer, Murat Morova, İsmet Doğan, Serap Demirağ, Fikret Otyam, Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli, Erol Akyavaş, Ahmet Atan ve Gülsün Erbil’in, araştırma konusu ile ilgili, 1980-2005 yıllarında yapmış oldukları resimleri kapsamaktadır. 3. 3. Veri Toplama Araçları Bu araştırmada veri toplama araçları olarak; 127 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 125 – 144 (1) Ressam, Süleyman Saim Tekcan, Rauf Tuncer, Murat Morova, İsmet Doğan, Serap Demirağ, Fikret Otyam, Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli, Erol Akyavaş, Ahmet Atan ve Gülsün Erbil’in, çeşitli koleksiyonlarda ve kataloglarda bulunan resimlerine ulaşılmıştır, (2) Ressam, Süleyman Saim Tekcan, Rauf Tuncer, Murat Morova, İsmet Doğan, Serap Demirağ, Fikret Otyam, Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli, Erol Akyavaş, Ahmet Atan ve Gülsün Erbil hakkında, çeşitli yayın organlarında yayınlanmış makaleler, kitaplar ve tezler elde edilerek incelenmiştir, (3) Film, video, fotoğraf ve resim gibi görsel malzemeler de nitel araştırmalarda kullanılabilir. Bu tür materyaller tek başlarına bir araştırmanın temel veri toplama araçları olabileceği gibi, çoğu durumda gözlem, görüşme veya doküman incelemesi gibi veri toplama yöntemleri ile birlikte ek veri kaynakları olarak kullanılabilir (Balcı, 2001:208; Yıldırım ve Şimşek, 2000:141). Bu bağlamda, ressam Süleyman Saim Tekcan, Rauf Tuncer, Murat Morova, İsmet Doğan, Serap Demirağ, Fikret Otyam, Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli, Erol Akyavaş, Ahmet Atan ve Gülsün Erbil’in yapmış oldukları resimleri konu çerçevesinde analiz etmek için dijital kayıt cihazları ile birlikte mülakat yapılmıştır. (4) Ressam Ahmet Atan, Fikret Otyam, Gülsün Erbil ve Serap Demirağ’ın yapmış oldukları resimlere ilişkin görüşlerini belirlemek üzere “Yapılandırılmış Odaklı (spesific) Görüşme Formu” (Yıldırım ve Şimşek, 2000:95-102; Kuş, 2003:87) esas alınarak “Sanatçı Görüşme Formu” hazırlanmıştır (Ek). (Görüşme esnasında çekilen fotoğraflar konulacak) (5) Tasavvuf düşüncesi ile ilgili literatür taraması yapılmıştır. Veri toplama araçlarının oluşturulmasında aşağıdaki süreç izlenmiştir. 3. 4. Verilerin Toplanması Araştırmada nitel veri toplama teknikleri kullanılmıştır. Nitel veriler elde edilirken, doküman incelemesi ve sanatçı görüşme formu kullanılmıştır. Bu araştırma sürecinde ilgili literatür taranmış, Türkçe, İngilizce yayınlar incelenmiş, internet kaynaklarına ulaşılmıştır. Ayrıca; araştırma kapsamında bulunan ressamlar ile ilgili eser katalogları da incelenmiştir. 3. 5. Nitel Veri Toplama Araçları ve Verilerin Analizi İnsan ve grup davranışlarının “niçin” ini anlamaya yönelik niteliksel araştırmalar olarak tanımlanabilecek olan nitel araştırmanın, sosyal bilimler alanında, giderek artan sayıda araştırmanın ya bütünü ile nitel bir yöntembilimi takip ettiği ya da nicel araştırma metodolojisinin bir tamamlayıcısı ve yardımcısı olarak kullanıldığı görülmektedir (Yıldırım ve Şimşek, 2000:92). Denzin ve Lincoln’a (1994:2) göre, nitel araştırma, bireylerin yaşamlarındaki rutin ve problemli anları ve anlamları tanımlayan çalışmaları içerdiği gibi, nitel araştırma (belli bir nokta üzerinde) odaklanmada çok metotlu araştırma problemine yorumlamacı yaklaşımı benimseyen bir yöntemdir. Bunun anlamı nitel araştırmacıların araştırma konusu olan görüngüleri (fenomenleri) kendi ortamlarında ele almalarıdır. Bu araştırmada da nitel bulgular, sanatçı görüşme formu ve doküman incelemesi ile elde edilmiştir. Bu kapsamda 13. yüzyılda Anadolu’da etkin olan tasavvuf 128 Mutluhan TAŞ düşüncelerinin Süleyman Saim Tekcan, Rauf Tuncer, Murat Morova, İsmet Doğan, Serap Demirağ, Fikret Otyam, Ergin İnan, Balkan Naci İslimyeli, Erol Akyavaş, Ahmet Atan ve Gülsün Erbil’in 1980-2005 yılları arasında yapmış oldukları resimlere etkisi doküman incelemesi yöntemi ile analiz edilmiştir. Ayrıca; Bu düşüncelerin, ressam Ahmet Atan, Fikret Otyam, Gülsün Erbil ve Serap Demirağ’ın resimlerine etkisi, hazırlanan “Sanatçı Görüşme Formu” ile incelenmeye çalışılmış, sanatçı görüşme formu hazırlanırken sanatçı görüşleri, kapalı ve açık uçlu sorular sorularak elde edilmiştir. Buna göre doküman incelemesi, kamera kayıtlı mülakat ve sanatçı görüşme formunda elde edilen bulguların analizi; Dokümanlara ulaşılması, Orijinalliğin kontrol edilmesi, Dokümanların anlaşılması, Verilerin analiz edilmesi ve Verilerin kullanılması şeklinde olmuştur. (Akt: Yıldırım ve Şimşek, 2000:146). Bu kapsamda mülakat esnasında çekilen kamera kayıtları, ressamların görüşme formundaki sorulara yönelik verdikleri cevaplar, araştırma sorularının ortaya koyduğu konulara göre düzenlenmiş ve alıntılar yapılarak yorumlanmıştır. BULGULAR VE YORUM 4. 2. 1 Plastik Bir İfade Biçimi Olarak Dinsel İmge Kullanımı 4. 2. 1. 1 Süleyman Saim Tekcan’ın Atlar ve Hatları: Tekcan, yapmış olduğu gravür baskı ve yağlı boya tablolarında, Türkler’in İslam öncesi inanç sistemlerinde ve yaşayışında ayrılmaz bir öğe olan Atları eserlerinin ana teması olarak kurgularken, İslamiyet sonrasında günlük yaşamında bir parçası olan Hat yazılarını da Atın üzerine tamamlayıcı bir unsur olarak uygulamıştır. Tekcan bu eserleri, her ne kadar felsefi bir düşüncenin etkisi altında yapılmış olan çalışmalar olarak betimlemese de, içinde yaşadığı toplumun inançlarına dair öğeleri, bilinçaltının plastik bir dışa vurumu olarak yansıtır. Eliade’ye göre (1968b:364) atların, Şamanizm de ki mistik rolü şu şekilde açıklanmaktadır. “Ölü ruhların eşlikçisi ve cenaze törenlerinin ayrılmaz parçası ‘at’, şaman tarafından çok farklı bağlamlarda, vecde, yani mistik yolculuğu mümkün kılan ‘kendinden çıkış’a ulaşmak için kullanılır. Mistik yolculuk zorunlu olarak cehenneme doğru yapılmaz, ‘at’ şamanın uçmasını, göğe erişmesini sağlar. Atın mitolojisine egemen olan karakter, cehennemle değil, onun cenaze törenleriyle olan bağıyla ilgilidir; o ölümün mitik imgesidir ve bundan dolayı vecd ideolojilerinde ve tekniklerinde bir yere sahiptir. At, göçen ruhu öteye taşır, bir ‘düzey kopuşu’nu, bu dünyadan öte dünyalara geçişi gerçekleştirir.” Tekcan’ın atlar dizisinin gelişiminde “minyatürün anatomisi” ne nüfuz etmek için giriştiği deneylerinin ve yoğun araştırmalarının etkisi olduğunu söylemek mümkün olabilir. Selçuklu ve Osmanlı minyatürlerinde rastlanan çok sayıda canlı rengin kullanıldığı yüzey bezemelerinin, iç desenlerde karmaşık dokular oluşturan motiflerin, hatta kaligrafinin resmin içine sızmasının etkisi bu işlerde zaman zaman hissedilir. Ama onun resimlerinde en önemlisi, bizzat at figürünün, minyatürün evrenini kuran temel öğelerden biri olarak ortaya çıkmasıdır (Uçkan, 1996:102). Minyatürlerin evrenine yoğun bir dinamizm getiren atlar, tarihsel sürecimiz içinde de, at ile insan arasındaki var olmuş efsanevi ilişkiyi yoğun bir biçimde duyumlaştırmaktadır. Tekcan’ın, 129 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 125 – 144 1991’de, İstanbul’da, farklı tekniklerle ürettiği eserlerini bir araya getirdiği sergisiyle ilgili olarak söylediklerinden yola çıkarak; gerek “atlar ve atlılar” serisi gerekse daha sonra at figürü ekseninde gelişen farklı tekniklerle yapılmış işlerini bu geçmişe dayalı referanslarla bağdaştırmak mümkündür. Tekcan, Ergin Koparan ile yaptığı söyleşide; “Benim yağlıboya resmim, desenim veya özgün baskı çalışmalarım birbirine hizmet eden, biri öbürü üzerine inşa edilen çalışmalardır. Genelde yağlıboya ile karton üzerine yaptığım at ve atlılar çalışmaları, dış desen ve iç desen kaygılarıyla bir doku oluşturur. Yağlıboyam da tıpkı baskı resmimdeki gibi üst üste katmanlar, transparan renk yüzeyleri ile oluşturulur. Özgün baskı resimlerimde bıkmadan ve usanmadan transparan renklerle resimlerimi oluşturmaktayım. Böylece hem derinlik hem de renk zenginliği benim resimlerimde öne çıkmaktadır”(Koparan,1991:12-13). diyerek, resimlerinde kullandığı at ve kaligrafi gibi öğelerin, öncelikle plastik bir ifade biçimi olarak vurgulandığını işaret etmektedir. 4. 2. 1. 2. Rauf Tuncer’in Gönüldeki Sözleri: 1950’li yıllarda gerek Avrupa’ya sanat eğitimi amacıyla giden sanatçılar, gerekse oradan gelen sanat kitapları vasıtasıyla yeni bir sanat anlayışıyla karşılaşan ve Doğu-Batı sentezi fikrini savunan ressamlar soyut bir anlayış sergileyen geleneksel Türk sanatlarına daha fazla ilgi duymaya başlamışlardır. Böylece, ulusal kökenli çağdaş Türk resmi ortaya koymayı amaçlayan sanatçılar arasına 1940’lardan bu yana birçok sanatçı katılmıştır (Taş, 2001:31). Bu sanatçılar arasında yer alarak 1980 ve sonrası dönemlerde eserler üreten sanatçılardan biriside Rauf Tuncer’dir. Tuncer’in eserlerinde, Orta Asya’dan günümüze kadar gelen, İslam öncesi ve İslam sonrası kültürel mirasımız, günümüz sanat anlayışı doğrultusunda birleşerek kendine özgü yorumlarıyla dikkat çeker. Tuncer’ de, Tekcan gibi İslam öncesi dini ve kültürel motifleri, İslam sonrası tasavvufi imge ve sembollerle birleştirerek, bu kültür katmanlarımızı tuvaline taşıyıp, günümüze ve hatta gelecek nesillere geçmişin de gelecek kadar önemli olduğu vurgusunu yapar (Elmas, 2007:3). Bu bağlamda, Tuncer’in eserlerini üç grupta değerlendirmek mümkündür. Tuncer eserlerini, İslamiyet öncesi Türk sanatından günümüze kalan kimi motifleri, İslam sanatlarının en önemlilerinden ikisi olarak kabul edilen hat ve minyatür sanatını, halı, kilim, yazma vb. gibi folklorik değerlerimizi sorgulayıp bunlardan aldığı esinlerle yorumlar. Tuncer’in ikinci grup çalışmalarında, arabesk süsleme motifleri, tezhip örnekleri, nazar boncukları, halı, kilim motifleri, vitray görünümleri, minyatür ve kaligrafik öğeler bir anlamda tepkisel olarak yerini almıştır. Tuncer’in yorumladığı bir diğer konu ise; halk sanatlarının anonim değerleri, halılar, kilimler, yazmalar, çoraplar kadar, hat sanatı olarak ta karşımıza çıkar. Çağdaş Türk Resminin gelişim sürecinde, farklı yaklaşım biçimleri ile değer bulan hat sanatı, batı tekniğindeki yorumunda iki farklı biçimde ifade edilmiştir. Birincisi, yazı niteliği korunarak, ikincisi ise, yazı niteliği deforme edilip soyutlanarak (Önel Kurt, 2002:30). Yazı niteliği korunarak kullanıldığında kaligrafi, resmin konusuna bağımlıdır. Tuncer, bu yaklaşım biçimleri içerisinde daha çok harflerin formunu bozmadan halk sanatı örneklerinde olduğu gibi, eski resim-yazı istiflerini (Osmanlı tuğralarını, padişah emirnamelerini, besmeleleri) ve onlardan aldığı kimi plastik öğeleri bilinçli bir şekilde tuvale taşıyarak akılcı ve dengeli kompozisyonlar kurar. Ülkemizde, yazı devriminden 130 Mutluhan TAŞ sonra bütünüyle unutulmuş ya da gözden düşmüş olan yazı resimler üzerine yoğunlaşarak, başka İslam ülkelerinde rastlanmayan yazı resim sanatının tekrar gün ışığına çıkarılmasına ve gündemde kalmasına katkı sağlamak ister (Elmas, 2007:17). Sanatçı, kaligrafik öğeleri tuval yüzeyine uygularken, Tekcan, Morova, İslimyeli ve Doğan’ın aksine, harflerin okunurluluğunu bozmamaya özen gösterir. Bununla bir anlamda, hattın plastiğinden istifade ederken, diğer yandan okunurluğu bozulmamış yazılarla da izleyicisine yazıların anlamları üzerine mesaj gönderir. 4. 2. 1. 3. Murat Morova Morova, araştırmanın konusuyla ilgili olarak yapmış olduğu çalışmalarda kullandığı tasavvufi imge ve sembollere, bu çalışma içerisinde adı geçen diğer sanatçıların aksine, siyasal imgeler yüklemiş ve kullandığı bazı imgelerin batın anlamlarını göz ardı etmiştir. Genelde tüm inanç sistemlerinin özelde ise, İslam’ın heteredoks yanıyla ilgili olan sanatçı Murat Morova, dinsel imge taşıyan çalışmalarında, imgelerin batıni yönüne değil, onların inanç sistemlerinin içindeki sosyolojik yanına değindiği ve bunun toplum hayatına geçişini sanatıyla sorgulama yolunu seçtiğini ifade eder (Önel Kurt, M. Morova ile kişisel iletişim, Kasım 2000). Morova, eserlerinde dinsel imgeleri kullanma sebeplerinden biri olarak ta başkaldırıyı en iyi ifade etme şekli olarak görür. Sanatçının yapmış olduğu çalışmalar her ne kadar Tasavvufa ve inanç sistemine dayalı imgeler içerse de; O, bunu bir inanç sisteminin etkisi altında olmaktan çok, bu imgeler aracılığıyla kendisi için problem teşkil eden sosyolojik olayların siyasal bir zeminde plastik ifade olarak başkaldırısı şeklinde yorumlar. 4.2.1.4. İsmet Doğan: Doğan’ın sanat yaşamında, yapmış olduğu birçok denemeler, enstalâsyonlar, sinema afişleri vb. çalışmalar, onun sosyolojik olaylar ile inanç ve düşünce sistemlerine bakış açısını değerlendirebilmek için birinci elden referans kaynağı oluşturmaktadır. Onun yaptığı eserlerin genelinde varoluş ve varoluşçuluğa dair izler bulunabilir. İsmet Doğan, kendi sanat üretimini, “benim yaptığım ‘modernite’ eleştirisidir; ya da hermeneutik bir okumadır.” (Doğan, 2001:13) olarak yorumlar. İsmet Doğan’ın, tasavvufi imgeleri kullanmaya karar süreci, onun Adıyaman’da ki çocukluk döneminden kalan hatıraları ve üniversitedeki öğrencilik yıllarında, dayısının yanında çalıştığı matbaa da ki tesadüflerle başlamıştır. Daha sonraki zaman içerisinde dini-tasavvufi öğeler, onun fırçasından yazı ve harf olarak çıkar. Ancak; onun resimlerinde yazı, dini bir öğe taşıyabileceği gibi tamamen din dışı bir öğe olarak da yer alabilir. Önel Kurt ile yapmış olduğu bir görüşmede (Önel Kurt, 2002:40), dinin kendisi için olan öneminden bahsederek, öğrencilik yıllarında resimlerine yazıyı sokmasını ve resimler üzerine yaptığı okumaları, resmin dinle birlikte oluşumu olarak tanımlar. Akyavaş’ın “Kerbelâ” serisi ya da İnan’ın “Mesnevi” kökenli resimleri gibi, bir kaynağı okuyup onu yorumlamaya dayalı olmayan eserleriyle, bireysel olarak her ne kadar dinden uzaklaşmış olduğunu belirtse de, kendi belleğinde kalanları resmine yansıttığını ifade etmiştir. 1987 tarihli “Adsız” adlı eserinde, kaligrafiyle oluşturulmuş İnsan-ı Kâmil motifini doğrudan kullanmıştır. 1995 tarihli “Yazı-Beden” adlı eserinde ise çeşitli 131 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 125 – 144 kaligrafik parçalardan yeni bir düzenleme yapmıştır. Ancak her iki eser arasında uygulama ve prensip açısından bir farklılık yoktur. Doğrudan alınan İnsan-ı Kâmil figürü ile birbiriyle bağlantısız kaligrafik yazılardan oluşturulan figür, plastik bir yapı elemanı olarak yerlerini almışlardır. Sanatçının, 1994 tarihli “Yazı- Labirent-Beden” isimli eserinde, Kûfi yazılarla oluşturulmuş düzenlemenin labirenti hatırlatmasından dolayı eserde labirent ismini kullandığı varsayılarak, 1995 tarihli “Yazı- Beden” isimli eserde de olduğu gibi, kendi belleğinde kalan bir simgeyi resimleştirdiği söylenebilir. Ancak, 1998 tarihli aynı adlı serinin birkaç resminde Mevlâna’nın, “Ezeli hükme göre kâinatın bütün zerreleri çift çifttir ve her cüz’ü kendi çiftine âşıktır” sözüyle ilişkilendirilebilecek çiftli çalışmaları bulunmaktadır (Sökmen, 1998:8). Sanatçı, adı geçen eserde, çerçeve olarak da birbiriyle tekrar oluşturan, yazıyla meydana getirilmiş gemi motifleri ve resimlerini kullanmıştır. Yine 1998 tarihli başka bir “Yazı- Beden” isimli eserde de, Hz. Ali’nin sembolü olan gövdesi tamamen yazılarla kaplı bir aslan figürü kullanmıştır. Doğan, yukarıda da belirtildiği gibi tasavvuf düşüncesiyle ilgili olarak eserleri okuyup, okuduğundan etkilenerek eserler yapmamakla beraber, yaşam süreci içerisinde karşılaştığı olaylar ve anıların onun belleğinde bıraktığı imgelerle resimler yapmıştır. İsmet Doğan’ın eserlerinde kullandığı yazılar ise tamamı bilinçli olarak seçilmiş metinler değil, bir kısmı tesadüfîdir. Vasıf Kortun’un belirttiği gibi, (Kortun, 1990:s.y) “İttihat ve Terakki yazıları ya da Atatürk’ün nutkundan alınanlar olduğu gibi sanatçı okunmaz kıldığı yazılar da kullanmıştır. Aslında bunlar birçok izleyicinin olduğu gibi, genel olarak içeriğini bilse de Doğan’ın da ne olduğunu okuyamadığı yazılardır.” Sanatçı, kendi belleği gibi izleyicinin belleğinde ki imgelere de içerik olarak katılımcı bir ivme kazandırır. 4. 2. 1. 5. Serap Demirağ: 1980-1990 yılları arasında ki üretim sürecinde, Sezer Tansuğ’un deyişiyle (Tansuğ, 1995:196) insan figürsüz pitoresk doğa görünümleri çalışan Demirağ, görünenin ötesinde bir yaşamın varlığını, bilinen motiflerle duyumsatma çabasındadır. “Birçok sanatçı aynı nesneleri kullanarak, hatta birbirinden ayrımlı sayılmayacak nesne-mekân/ nesne- nesne ilişkilerinin kurgulandığı, gene de birbirinden tamamıyla ayrımlı resimler yapmışlardır. Bu ayrımlaşmayı(farklılaşmayı) ortaya çıkaran, seçilen nesnelere yüklenen anlamlar ve nesne-nesne/nesne- mekan ilişkilerinin kurgulanmasında temel alınan düşünce ve/ ya da sanatçıların görme biçimleridir.” (Şenyapılı, 1995:48) Onun seçtiği tanıdık nesneler ise, ruhun varlığını ve ölümden sonra da yaşamın devam ettiğini vurgulamak ister. Tanıdık nesneler, onun üretim sürecinin farklı evrelerinde yeni anlamlar yüklenerek izleyiciye ulaşmıştır. Demirağ’ın, 1995’te Halkbank Sanat Galerisinde açtığı sergide gelen izleyicilere dağıttığı metinlerde, resimlerinde kullandığı nesnelere hangi anlamları yüklediği anlatılır. Zaman içerisinde yüklenen bu anlamları geliştirerek tasavvufi anlamları da bir ifade biçimi olarak kullandığı gözlemlenmektedir. Sanatçının 1995’te izleyicisine dağıttığı metinde, cam ile ilgili olarak keşfedilmesi gereken insan benliği tanımını yaparken, 2008 deki görüşmede: 132 Mutluhan TAŞ “Tasavvuf terminolojisinde cam, Allah dostunun kalbi için kullanılır. Tanrı aşığının kalbidir, şeffaflıktır. “Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol” beyitinin görsel sunumu gibi gelir bana, bu nedenle cam resimlerimde yer alır. Görünmezlikten, bilinmezlikten yeryüzüne düşen camlar, ne kadar bocalarlarsa bocalasınlar, o ilk ve saf hallerine kavuşabilirler. Yeter ki istesinler”. diyerek, kullandığı imgelerin de tıpkı eserleri gibi zamanla gelişime ve değişime olan açıklığını vurgular. Demirağ, eserlerinde genellikle nar, elma, kiraz, su damlası, cam, renk çubukları, cetvel, kabak, bezelye, kadeh gibi nesneler kullanmıştır. Sanatçı, 1995’ten önce yapmış olduğu resimlerde Nar’ı, bir sistem olarak kullanmış, onu atomların bir araya gelerek oluşturduğu moleküler yapının örnekleri olarak algılamış, bir tek kök hücreden sayısız moleküler yapının oluşmasının da görsel örneği olarak betimlemiştir. 1995’ten sonraki yapmış olduğu resimlerdeki Nar’a ise, Vahdet-i Vücud felsefesindeki ‘Kesrette Vahdet’ (çoklukta birlik) anlamını yüklemiştir. Buna ilaveten, bazı çalışmalarında ise ney ve semazenler ve Mevlevilik gibi konuları da işlemiştir. Demirağ’a göre, Hz. Mevlana’nın felsefesinde ki ney, onun tablolarında “insan-ı kâmil”in sembolüne dönüşmüştür ve aşk derdini anlatmaktadır. ‘Ney’ benzi sararmış, içi boşalmış, bağrı dağlanarak delikler açılmış, ancak Yüce Yaratıcının üflediği nefesle hayat bulan, tıpkı insan gibi geldiği yere özlem duyan bir imgeye dönüşmüştür. Onun resimlerinde ‘Ney’ delik deşik olmuş sinesinden çıkan feryat ve iniltileri ile insanlara sırlar fısıldayan bir dosttur. Resimde bütüne ulaşmaya çalışan “birlik”ten koparılmışlık anlatılmaktadır. İki ney “ikili sistemi”, zümrüt küre, ulaşılası zor olanı, suya gidenin ateşi bulduğunu, ateşe gidenin de suya kavuştuğunu betimler (S. Demirağ ile kişisel iletişim, 2008). 4.2.1.6. Balkan Naci İslimyeli: İslimyeli’nin sanatsal üretim süreci ve buna bağlı olarak oluşturduğu sanatsal kimliği, Batı’ya daha yakın bir bakış açısından kaynaklanmaktadır. “Balkan Naci’nin resimlerinde değişmeyen tek özellik onun batının akılcı tasarımcılığı ile kendi öz kültürümüzün derin duyarlığını birleştirebilmekteki başarısıdır.” diyen yönetmen Halit Refiğ (http://www.balkannaciislimyeli.com), bir bakıma bu iddiayı doğrulamaktadır. Doğu ve batı medeniyetine, kültür ve sanatına olan bu aşinalık, sanatçının iç dünyasında vicdani bir çekişme, hesaplaşma yaratmıştır (Önel Kurt, 2002:48). Bu devamlı hesaplaşma hali, onun sanatının kimliğini oluşturmasında önemli bir referans kaynağıdır. Dinsel imgeler İslimyeli’ye, yaşadığı ve köklerinin geldiği toplumun bilinçaltını tanımasına dair rehberlik etmiştir (Öztokat, 1998:13). İslimyeli’nin, konudan direkt ilham almadığı, amacının dinsel bir olayı ya da zaten çözümlenmiş bir simgeyi olduğu gibi kullanarak, çağdaş bir üretimin var olamayacağı düşüncesi, onu farklı bir noktaya çekmiştir. Onun, İmgelerin yüklendiği anlamlar ancak çağdaş bir biçimde yeniden yorumlandığında güncel ifadesine kavuşur düşüncesinden yola çıkarak; (http://www.balkannaciislimyeli.com) “Suret” sergisinde konu olarak aldığı dinsel imge ve sembollerin içine kendini koymasının ve hikâyelerin kahramanının kendisi olmasının nedenleri de açıklanabilir. 133 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 125 – 144 İslâm felsefesinde varlığın görünen yanı, beş duyu ile algılanan yönü; tasavvufta ise tanrısal varlığın dış dünyada ya da insan gönlünde tecellisi anlamına gelen suret, İslimyeli’nin resimlerinde kavramların özle yeniden açıklanması olarak yorumlanabilir. Burada ki öz, insanın kendi özü olarak kabul edilebilir. Ancak; suretin anlam karşılığından biri de Tanrısal varlığın tecellisi olarak algılandığında, yorumlanan konuların kendi başlarına birer suret olma hali ile özün de kendi başına bir suret olması, İslimyeli’nin konuyu aslında ontolojik olarak çözümleme çabasının bir sonucu olduğu kanısını uyandırır. Yani buna suretlerin suretle açıklanması da denebilir. “İnsanın Kendi Kendini Kurban Etmesinin Resmidir” isimli çalışmasında İslimyeli, kendini Hz. İbrahim’in yerine koyarken, “Sanatçının Kendini Elinin Aynasında Gördüğünün Resmidir” isimli çalışmasında ise, Hz. Ali’ye ait bir sureti yine kendi suretiyle (öz) yeniden yorumlaması örnek olarak verilebilir. Tasavvuf’a dair imgeler kullanmasına rağmen, böyle bir sorun ve yaklaşımı olmadığını belirten İslimyeli, Dinin kendisi ve eserleri için ayrı bir kategori olmadığını ve dinin simgelere ve formlara dönüşmesi halini o alanın satışı olarak değerlendirir. Bu sebepledir ki, dine ve tasavvufa ait hiçbir imgeyi doğrudan kullanmadığını vurgular (Önel Kurt, 2002:47). 4.2.1.7. Fikret Otyam: Buraya kadar incelenmiş olan sanatçılar ile Otyam, gerek resimlerindeki konular ve gerekse duyumsama bakımından birbirlerinden ayrışmaktadır. Bu bağlamda, Otyam’ın sanat yaşamı ve eserleri ile ilgili genel bir yargıya varmak elbette onun eserleri ve biyografisiyle mümkündür. Ancak, onun 1994-95 ve 1996 tarihli Semah, Hz. Ali, Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli ve Mevleviler isimli tabloları, sanatçının Alevi- Bektâşi kültürüne olan derin sevgisi ve ruhsal aidiyet duygusu ile açıklanabilir. Onun, gazeteci yönü, Anadolu’yu ve zengin kültürünü keşfederken, fotoğraf sanatçısı Otyam, Anadolu’nun kültürel yaşamını ve insanlarını belgelemiş, ressam yönü ise bu engin kültürü tuvallerine aktarmıştır. Ulaş Özdemir’le yaptığı bir söyleşide, “ Geçen gün Arif Sağ ile oturuyorduk. Nedim ağabeyim de var. Arif Sağ beni gösterip; ‘ Nedim Ağabey biz bu adamı çok seviyoruz. Biz daha A diyemezken, bu adam Türkiye’yi sarsan Alevi röportajları yaptı’. Dedi. ‘ ben Yezidim be Arif’ dedim. ‘ Seni on bin Alevi ye değişmem’ dedi.” (Demirel, 1997:296). yukarıdaki anısını anlatırken, aslında kendisinin bir Alevi olmadığına da dikkat çeker. Ancak, resimlerine konu ettiği Alevilik ve Bektaşilik ile ilgili imgeleri unutturmamak ve yaşatmak adına kullandığını ifade ederek, bir aidiyeti vurgulamak ister. Otyam’ın sanatsal üretim sürecinde, tasavvufun ve buna bağlı imgelerin belirleyiciliği, yukarıda ismi geçen ressamlar kadar doğrudan ya da dolaylı olmaktan çok, onun Anadolu kültürlerine olan aidiyeti ile ilgili bir durumun sonucudur denilebilir. Onun, gazeteci, fotoğrafçı, ressam ve derlemeci kimliği, birbirinden ayrışmadan, her alan birbirine ve sanatçının Anadolu insanına bakış ve yorumlayış biçimine hizmet etmiştir. 134 Mutluhan TAŞ 4.2.1.8. Ergin İnan: İnan, “Mesnevi”, “İlyas Mektubu” ya da “Amos Mektubu” gibi çalışmalarında, kendisi için önem taşıyan bir dinsel simge ya da öykünün, belleğinde bıraktıkları olarak dinselliği resimlerine taşır. Burada İnan için belirleyici olanın, o imgenin resmini yapmak değil, konuyu kendiyle özdeşleştirdiği yanlarıyla resmetmek olduğu gözlenir. Ergin İnan için yapıtlarında kullandığı eski kitap sayfaları ve yazı, yarattıkları dinsel çağrışımın ötesinde estetik birer öğe olarak önem kazanmıştır. İnan’ın yapıtına konu ettiği tasavvuf ise inanç boyutunda değil, Mevlana ve Mesnevi’si ile ilgili örneklerde olduğu gibi düşünce boyutunda ilgi alanlarıdır denilebilir. İnan’ın Mesnevi serisi, desen ağırlıklı çalışmalardan oluşmaktadır. Bu desenler, birçok böceğin yüzey üzerindeki girift dağılımından oluşmaktadır. Arka planda ise Mevlana’nın Mesnevi’sinde yansıttığı temel görüşlerin özünü sunan simgesel anlatımlar yer almaktadır. Derviş Baba resimleriyle başlayan bu seri, Mesneviden alınan kesitlerle sürer. Mevlevi sarığı, çarkıfelek, yaratılış ve dinlerin simgeleri, yapıtların merkezinde anıtsal formlarda betimlenirler (Giray, 2001:198). Ergin İnan’ın, araştırmanın konusunu ilgilendiren eserlerinden biri de ‘Amos Mektubu’dur. Amos, İ.Ö.8 yüzyılda onun deyişlerinden ve gördüğü düşlerden yazdığı veya yazdırıldığı kıyamet bildirgesinden oluşan bir kutsal kitaptır. Peygamber Amos, bu kitapta, putperestlik yapıp Baal ve Astarta tanrıları için tapınaklar yaptıran İsrail krallığının ve ona destek olan halkın Yehova’nın dininden uzaklaştığını, içine düştükleri zorbalık, rüşvet ve yoksul hakkı yeme gibi ahlâksızlıkların, İsrail oğullarının başına büyük bir felâket getireceğini sezmiş ve bu durumu İsrail oğullarına açıklamıştır. Ancak Peygamber sözüne kulak asan olmamıştır (Montet vd., 2006:174). Ergin İnan’ın, İlyas Mektubu isimli çalışması ise, onun 1993 tarihli sanat üretimlerine örnek açısından önem arz etmektedir. İ.Ö. 9. yüzyılda, halkını puta tapmaktan alıkoymaya çalışan, kendilerinin ve atalarının Rabbi olan Tanrıya inanmaya çağıran (Saffat, 123-126) İlyas, aynı zamanda Hz. Nuh’tan önce peygamber olan Hz. İdris’dir (Aktaran, Demirli. 2006:200). ‘İlyas Mektubu’, el yapımı kâğıt üzerine, yer yer silinmiş ve okunamayan eski yazıların üzerine İnan’ın böcek yorumlarının dağıldığı bir kompozisyondan oluşmaktadır. Eserin merkezine yerleştirilmiş olan pervane böceği, Maşuka âşık olmuş aşığın kendini kurban etmesinin sembolik bir anlatımı olarak duyumsanabilir. İnan’ın yapıtlarında, insanın dünyada varoluşuna dair ipuçları ve onların yaşamlarını düzene sokan inanç sistemleri, isim olarak yerlerini almaktadır. Sanatçı varlığın anlamını, yaşam ve sonrasını çözümlemeye çalışırken, ayrıntılarda farklılık gösteren ancak, tek Tanrı inancı çerçevesinde birleşen inanç sistemlerine vurgu yapmaktadır (Giray, 2001:216). 4.2.2. XIII. Yüzyılda Anadolu’da Etkin Olan Tasavvufi düşüncelerin Erol Akyavaş, Gülsün Erbil ve Ahmet Atan’ın Eserlerine etkileri. 4.2.2.1. Ahmet ATAN Ahmet Atan, buraya kadar incelenmiş olan sanatçılar arasında hem konu, hem de biçim farklılığı açısından, en çok üzerinde durulması gereken sanatçılardan birisi olarak değerlendirilebilir. 135 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 125 – 144 Bu araştırmanın amacı, 13. Yüzyılda etkin olan tasavvuf hareketlerinden ve düşünce sistematiğinden etkilenerek eserlerine bu düşünceyi yansıtan sanatçıları incelemek olduğuna göre, evren ve sınırlılıklarda belirtildiği üzere seçilmiş olan sanatçıların, bu düşüncelerini nasıl, neden ve ne şekilde eserlerine aktardıkları sorusunun cevabı temel amaç olarak ele alınmıştır. Eserlerinde, tasavvufa dair imge ve semboller kullanan sanatçılar, bu imgeleri kullanım amaçlarına göre gruplandırılmıştır. Ahmet Atan, bu gruplama içerisinde, tasavvufun düşünce ve içsel kabulü ile bu yaşayışın dışavurumlarını, plastik bir ifade unsuru olarak eserlerine yansıtmaktadır. Ancak buradaki plastik ifade, salt bir ifadeden çok etkileşimin beraberinde getirdiği içe dönük bir anlatımdır. Sanatçı ile 03.02.2010 tarihinde yapılan görüşmede, kendisinin yapmış olduğu bu çalışmaları, tasavvuf düşüncesinde değil, tasavvufi düşünceye sahip olmasından dolayı, günü birlik değişebilen beğeni ölçütlerinin baskısı altında olmaksızın, kimi zaman figüratif, kimi zaman non-figüratif, bazı serilerinde fovist, yeni dönem çalışmalarında ise empresyonist ve ekspresyonist bir anlayışın karışımında, içine sosyal realizmi de katarak eserler ürettiğini dile getirmiştir. Bu eserlerin ortak özelliğinin ise, aynı espri, aynı öz, aynı biçim ve aynı anlayışla renkleri ve çizgileri uyguladığının savunusunu yapar. Sanatçı, resimleriyle ilgili olarak yapılan çocuksu, spontane ve heyecanlı eleştirilerini ise, kendisinin, tasavvufi bir düşünüşün beraberinde getirdiği iç huzur, dinginlik, hırstan uzak tevazu, berraklık, kadercilik, vs. gibi sebeplerin bir sonucu olarak görür. (A. Atan ile kişisel iletişim, 3 Şubat 2010) Atan’ın eserlerinde, bahsi geçen diğer ressamlar gibi tasavvufa dair imgeler bulmak zordur. Hatta dönemsel özellikleri göz önünde bulundurulduğunda onu bazen peyzaj ressamı, bazen fovist, bazen empresyonist, bazen toplumcu realist, bazen de kavramsalcı bir sanatçı olarak görmek mümkündür. Ancak O, sanatın hangi boyutundan bakılırsa bakılsın, ya da sanata hangi boyuttan bakılırsa bakılsın, sanat kavramının ekseninde ruh ve madde ilişkisinin varlığına vurgu yapar. Yani, görünmeyen unsurların sanat yoluyla görünür hale getirilmesine. Bu bağlamda, Paul Klee’nin, mistisizmin ekseninde eser ortaya koymuş bir sanatçı olduğunu söyleyen Atan, Klee’nin “Önemli olan görüntü değil, görünen görüntünün arkasındaki görünmeyen gerçeği görebilmektir”. Sözüne de göndermelerde bulunarak, bu görüşün tasavvufi anlamda kendisiyle örtüşen bir kavram olduğunu dile getirir. Toplumları ayakta tutan en önemli sütunlardan biri olarak dini gören Atan, dinleri geniş bir otobana benzetir, tasavvufu ise o yolun içindeki beyaz şeritlere. Ve “tasavvufu anlamak dini anlamak demektir” der. Klee’nin düşüncesini, görüntüye bağlanmak belli bir insan zümresinin işiyken, görünenin arkasındaki gerçekliği görmek ise talip olanların işidir. Dolayısıyla tasavvuf, insan yaşantısını dolaylı değil direkt etkilemektedir diye yorumlar. Atan, bunu söylerken şunu da ilave etmektedir: “ biz bunun adına tasavvuf diyoruz ama beklide sanatçıların, terminolojiyi bilerek ya da bilmeyerek hayatlarına uyguladıkları bu yaşantı tarzı, tasavvufun ta kendisi de olabilir. Ressam ister soyut temalar üzerinde isterse somut temalar üzerinde çalışsın bu özel durum değişmez”. İbn-i Arabî Füsusul hikem adlı eserinde doğayı Allah’ın Rahman sıfatının bir yansıması olarak görür (Aktaran: Demirel, 2006:254). Atan’ın, “her şeyden bir şey almak, bir şeyden her şey vermek” sözünden yola çıkarak, onun son dönem de yapmış 136 Mutluhan TAŞ olduğu peyzaj resimlerinin, İbn-i Arabî’nin düşüncesiyle paralellik taşıdığı söylenebilir. Sanatçının, kendini ifade biçimiyle, bu ister soyut biçimde isterse somut biçimde olsun bir dışavurum olarak yansıma olayıdır. Atan’ın, peyzajlarında zaman zaman kullandığı mezarlıklar ya da mezar taşlarının üzerinde hüve-l baki sözü yazar. Sanatçıya göre bu, Allah tan başka her şey ölümlüdür demenin bir karşılığıdır. Ancak, bu görünenin arkasına bakıldığında insanın da Hayy sıfatının varlığına işaret etmektedir. Bu nasıl gerçekleşir? İster cennette isterse cehennemde olsun sonsuza kadar Allah’la beraber olma durumu vardır. Burada sanatçıyı ilgilendiren kısım, cennet veya cehennem de kalma ve ya bu kavramı açıklama değil, sonsuzluk kavramıdır. Yani bir şekilde Yaratıcıyla beraber sonsuza kadar kalma durumudur. Dolayısıyla hüve-l baki sözünün yazılı olduğu mezar taşı, bir kapıdır ve o kapı sonsuzluğa açılan kapıdır. Atan, bütün bu olayları kendi akıl süzgecinden geçirdiğinde, aslında asimetrik bir zamanın yolcuları olduğumuz fikrini ortaya atar. 4.2.2.2.Erol Akyavaş 13. yüzyıldaki tasavvuf düşüncelerinin etkisiyle eser üretimi, özellikle 1980’ler ve sonrası için yaygın bir konu olmaklar beraber, Vahdet-i Vücut, Yunus Emre, Kâbe, Hz. Ali, Miraç, Hallac-ı Mansur, Kerbelâ, Gazali, vb. konularda ilk eser üretimi aslında Akyavaş’la başlamıştır denilebilir. Onun, 1951 yılında Yunus Emre şiirleriyle ilgili olarak yapmış olduğu taş baskılar, ileriki yıllarda yapacağı tasavvufi temalar konulu çalışmalarının da ilk örneklerindendir. Akyavaş’ın en önemli özelliklerinden birisi, onun Türk-İslam kültür mirasını, çağdaş sanat ile arasında oluşturduğu bilinçli sentezi eserlerinde yansıtabilme başarısıdır. Sanatçının, 1980 sonrasında tasavvufa dair imge ve sembolleri çağdaş sanata uyarlayarak, İslam tarihine ait olayları ve İslami kavramlarını resimlerinde soyut bir ifadeyle uygulaması, sanatçı tarafından şöyle açıklanmaktadır; “Yaratma diye bir derdim yok. Estağfurullah. O Allah’a aittir. Sadece belki bir şeyi yakalayabilme heyecanı o kadar. Sanatçı sadece güzelliği keşfeder. Güzellik de devamlı değişme halindedir. Dolayısıyla hakiki güzellik, güzelliğin değişmeyen özündedir. Buna erişmek ancak soyutlama ile mümkündür. Güzelliğe gelince tek tek nesnelerde ne güzellik ne çirkinlik objektif bir değerdir.” (Sönmez, 2000:62). Akyavaş’ın eserlerinde görülen tasavvuf felsefesinin etkisi, sanatçının çocukluk yıllarından beri tasavvuf ile olan aşinalığından gelmektedir. Akyavaş’ın, 1971 yılında İranlı mutasavvıf, Şebüsteri’nin Gülşen-i Râz adlı kitabını okuması onun için dönüm noktasıdır. Sanatçı bir söyleşide mistisizme duydu ilginin başlangıç noktası nedir sorusuna Gülşen-i Râz’dan “Başladığı noktadan itibaren dönüp duran bu devran binlerce şekle bürünüp, görünmekte. Her noktadan bir dönüş başlamakta yine o noktada bitmekte. Merkez de o, dönen de” alıntısını yaparak cevap vermiştir. Akyavaş’ın resmin batini yönüne ağırlık verdiği eserlerinden ilki Kerbelâ serisidir. Kerbela olayı ilk önce Araplar tarafından ele alınmış sonra İran edebiyatı içinde çok sayıda eserle işlenmiş; Osmanlı’da da 1300’lerden başlayarak Tanzimat sonrasına kadar pek çok şair ve yazar tarafından anlatılmış Ancak bu konudaki en önemli eseri, divan edebiyatı şairlerinden Muhammed Fuzuli, Hadikatüssuada adlı eserinde kaleme almıştır (Aktaran: Güngör.1955). 137 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 125 – 144 Sanatçının Kerbela’yı konu alan 1983 tarihli Kerbela IV isimli eseri, siyah bir zemin üzerinde üst yarıda iki, alt yarıda bir adet olmak üzere üç adet kırmızı çadırın yer aldığı kompozisyondur. Eserin sol üst köşesinde yer alan kırmızı çadıra altın bir kılıç uzanmaktadır. İslâm tarihinde, Hz. Ali’yle beraber anılan iki dilli bu kılıç, onunla savaşlarda büyük kahramanlıklar gösterdiği “Zülfikar” olarak bilinmektedir. Kılıcın altında bulunan on bir adet yeşil dörtgen, Kılıcın imamların birincisi olan Hz. Ali’yi temsil ettiği düşünülürse, Hz. Ali’den sonra gelen on bir imam’ı yani, Hasan, Hüseyin, Zeynelabidin, Muhammed Bakır, Cafer-i Sadık, Musa Kazım, Ali Rıza, Muhammed Taki, Ali Naki, Hasan Askeri, Muhammed Mehdi’yi temsil ettiği düşünülebilir. Çadırın üzerinde yer alan güller, hem Hz. Muhammed, hem de Hz. Ali’ye ilişkin sembollerdir. Tasavvufi bir imge olarak gül, Mevlanâ’nın Mesnevisinde de sıklıkla belirttiği gibi Hz. Muhammed’i temsil etmektedir. Bektaşilikteki anlam karşılığı konusunda ise Beşir Ayvazoğlu (1993:95); “Gül Bektaşilikte de önemli bir semboldür. Hz. Ali rivayete göre son nefesini vermeden önce Selman’dan bir deste gül istemiş ve getirilen gülleri kokladıktan sonra vefat etmiştir. Bu bakımdan gül destesi tabiri, Bektaşilerde nefeslerde sık sık ortaya çıkar” yorumunu yapmaktadır. Kompozisyon’un alt yarısında ortada, ortadan iki yarıya bölünmüş bir kırmızı çadır yer alır. Bu üstü altından ayrılmış çadır, başı gövdesinden ayrılan Hz. Hüseyin’i hatırlatır. Şenyay’ın, bu eser üzerinde yaptığı yorumda; “ Çadırın iki tarafında yer alan eller de yine İslam dünyasında sıkça karşılaşılan sembollerdir. Halk arasında kem gözlere karşı insanı koruduğuna da inanılan bu el Hz. Fatma’nın elidir ve bu elin beş parmağı beş önemli kişiyi simgeler: Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin. Ellerin ortasına da Kerbela Vakasıyla ilişkili iki kişinin adları yer alır: Ya Hasan (Hüseyin’in ağabeyi) ve Ya Hüseyin” (Şenyay, 1997:19). Çadırın iki yanındaki kesik elleri Hz. Fatma’ya atfedilen “Penc-i Ali Âba” olarak değerlendirmektedir. Oysa Kerbelâ olayında elleri kesilen kişi Hz. Hüseyin’in kardeşi Hz. Abbas’tır (Aktaran: Güngör, 1955:473). Ayrıca, Hz. Fatma’ya atfedilen elinde aslında Hz. Hatice’ye ait olması düşüncesi muhtemeldir. Çünkü Hz. Muhammed’in Ehl-i Beyt’inin varoluş sebebi Hz. Hatice’dir. “Penc-i Ali Âba”daki parmakların birinde Hz. Fatma’nın isminin olması ile elin sahibinin de aynı kişi olması bir çelişkiyi doğurur. Hz. Hatice’nin, cennetle müjdelenenlerden olması, Hz. Muhammed’e ilk iman eden kadın olması, Hz. Fatıma’nın annesi olması vb. birçok sebepten dolayı onun Ehl-i Beyt’ten olması kaçınılmazdır. Elin parmakları üzerinde ise sırasıyla Ya Muhammed, Ya Ali, Ya Fatıma, Ya Hasan, Ya Hüseyn yazması, o elinde Hz. Hatice ile anılması gerekliliğini doğurabilir. Şenyay, aynı yazı içerisinde bir başka tarihsel yanılgıya daha düşmüştür. Bu da, Hz. Hasan’ın Kerbelâ olayı ile ilişkilendirilmesidir. Çünkü Hz. Hasan Kerbelâ olayından çok daha önce zehirlenerek şehit edilmiştir. Çadırın her iki yanında bulunan kesik ellerin üzerindeki Ya Hasan ve Ya Hüseyin yazısı, onların Hz. Abbas’ın ağabeyleri olmasından dolayı konulduğu fikrini doğurabilir. Resmin sağ altında yer alan ve Kâbe’yi hatırlatan altın varak karenin üstündeki yarım daire içine de “Ya Rab” yazısı yazılmıştır. Resmin sol üst köşesinde başka bir çadır yer alır. Resimdeki diğer iki çadırın Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’le olan simgesel bağlantısı bu üçüncü çadırın da Kerbelâ 138 Mutluhan TAŞ vakasından on bir yıl önce zehirlenerek öldürüldüğü sanılan Hz. Hasan’ı simgelediği düşüncesini uyandırır (Şenyay, 1997:19). Akyavaş, 1986 yılında, İstanbul’da düzenlenen 2. Uluslar arası İstanbul Bienaline “Fihi Mah Fih” adlı yerleştirmeyle katıldı (Madra ve Dostoğlu, 2000:158). Bu eser, üç tek tanrılı dinden alınan sembollerin, labirent kavramı ile yorumlaması nedeniyle çeşitli kavramları birleştiren anlamlı bir örnektir. Sanatçı, üç panodan oluşan eseri, malzeme olarak pleksiglas temelli kurgulamıştır. Ayrıca malzeme üzerine uyguladığı altın varağı kazıyarak hem desenler oluşturmuş, hem de pleksiglasın içine ışık kaynağı yerleştirerek altının arasından ışığın geçmesini mümkün kılmıştır. Akyavaş’ın “nur” olarak tanımladığı bu ışık, sanatçının İşrâki felsefeye de eş zamanlı yapmış olduğu bir gönderme olarak düşünülebilir. Sanatçının 1987 yılında gerçekleştirmiş olduğu Miraçname isimli litografi serisi, araştırmanın konusu açısından Kerbelâ serisinden sonraki en anlamlı çalışmadır. Akyavaş’ın Miraçname serisinde toplam sekiz adet eser yer alır. Bunlardan altı tanesi figüratif imgeler içerirken, diğer ikisi figürden arınmış, izleyende boşluk hissi uyandıran geometrik şekiller, rakamlar ve remzler içerir. Koyu bir renkle belirlediği yüzeyi üçgenler ve Allah’ın sıfatları ile bezer. Allah’ı sembolize eden dokuz bölmeli kare, merkezde ki bir boşlukla belirlenen daire içinde, yer alır. Bu sembol, Bu daha önce de sanatçının Fihi Mah Fih adlı eserinde yer alan İslam dinine ait panodaki sembolün aynısıdır. Ancak bu kez kareyi bölen çizgilerle Allah yazılmamıştır. Bölmelerin içinde yer alan sayıların sağdan sola, üstten alta, ya da çaprazlama toplamı altmış altı sayısını verir (Şenyay, 1997:25). Altmış altı rakamı, yukarıda da belirtildiği gibi, Allah kelimesinde yer alan harflerin ebced hesabına göre sayısal değerinin toplamıdır. Bu kareyi üç adet vav harfiyle damgalayan Akyavaş, merkezdeki dairenin tamlığı ve mükemmeliyetiyle Allah’ı vurgularken, dairenin üst kısmına ayrıca beyaz renkle Allah yazmıştır. Bir diğer resminde ise, görsel merkezinde bir vav harfi ve bu harfin üst kısmında beyazla yazılmış Allah kelimesi vardır. Bu serideki eserler, Hz. Muhammed’in miracında geçekleşen hadiselerle uyumlu olarak pek çok sembolü ve minyatür sanatından aktarılan kolajları bir araya getiren eklektik bir yapı taşırlar. Erol Akyavaş’ın bu araştırmanın konusuyla ilintili diğer bir serisi de Hallac-ı Mansur’dur. Akayavaş, 1987-1988 yıllarında, gerek fikirlerinin etkisi gerekse Hallac’ın 912 yılında hazin idamının etkisiyle onu eserlerine konu yapmıştır. Sanatçının tuvallerinde eksik olmayan geometrik formlar, bu seriyle 1980 öncesinin prizmaları gibi üç boyutlu algılanan yüzeyler olmaktan çıkıp, iki boyutlu sade yüzeylere dönüşmüştür. Bununla beraber daha önceki eserlerinde de rastlanılan daireler daha çok kullanılmaya başlanmıştır. Geometrik açıdan en mükemmel şekil olarak bilinen daire, ruhun hafifliğini ve tam hareketliliğini sembolize eder. Göğün katlarının dairesel hareketlerle döndüğü varsayımıyla, daire ile gök arasında bir paralellik kurulur. Dairenin başlangıç noktası, merkezdeki noktadır. Hallac-ı Mansur serisinde sanatçının kullandığı nokta ve daireler. Yine Hallac’ın nokta ve daire üzerine yapmış olduğu açıklamaların referanslarıyla plastik ifadesini bulmuştur denilebilir. Hallac’a göre nokta; “Bil ki kelamın bütün harfleri kelimede; kelime de harflerdedir. Harfler de Elif’te yer alır ve elif noktadadır. Nokta, bütün bunların üstündedir. Nokta bizzat kendisiyle var olup, bütün ilimlerin harfleri odur ve hepsi ona dayanır.” (Öztürk, 2007:323) olarak tanımlanır. Onun noktaya dair bu tanımı, bize Noktanın Tanrı’nın tekliği ve kudreti 139 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 125 – 144 hakkındaki bilgiyi vermektedir. Daire konusuna gelince Hallac daireyi saf bilginin kaynağı olarak görür (Öztürk, 2007:317). Hallac-ı Mansur Kitabu-t Tavasin adlı eserinde, ele aldığı tâsinleri açıklarken, çeşitli suretler çizmiştir. Bu suretler içinde dairenin önemli bir yeri vardır. İç içe dairelerin yer aldığı suretler, Tenzih (Allah’ı arındırma) Tâsini içinde görülür (Öztürk, 2007:363). Sanatçının resimlerinde Vav harfinin de büyük önemi ve yeri vardır. ‘Ve’ anlamına da gelen bu harf, Allah ile yaradılış arasındaki bağın sembolleşmiş biçimidir (Schimmel, 1975:420). Hallac’ın idamındaki trajedi, sanatçının üretim sürecinde çok daha kompleks ve kavramsal biçimde plastik bir ifadeye dönüşmüştür. Ona yapılan katliamı yoğun kırmızılar kullanarak ifade eden Akyavaş, Vav harfi ile de onun, Tanrı’yla arasındaki Âşık- Mâşuk ilişkisine dikkat çekmiştir. Hallac’ın “Yaşamım ölümümde, ölümüm yaşamımdadır.” Sözü; Sanatçının fırçasında ölüm anının kırmızı lekeyle, Allah’a kavuşmasının yeşil spiralin merkeziyle, Tanrı’da yeniden doğmasının ise, spiralin çizgisinin devam edip gitmesiyle plastik bir ifadeye dönüştüğünü söylemek mümkün olabilir. 4.2.2.3. Gülsün Erbil Kendisinin de bir Mevlevi ve aynı zamanda Semazen olduğunu dile getiren, Gülsün Erbil, 1980 sonrası çağdaş Türk Resim Sanatı’nda, 13. yüzyıl tasavvuf düşüncelerinden birisi olan Mevleviliğin fikir penceresinden bakan sanatçılardandır. (G. Erbil ile kişisel iletişim, 25 Ekim 2007) Gülsün Erbil hakkında, Mevlana Araştırmaları dergisinin 2007/1 tarihli sayısında bildiri sunan Ali Asker Bal, sanatçının tezini yorumlarken; “İslam tasavvufunun kaynakları bakımından çok daha zengin olduğu’ tespitini yapan Gülsün Erbil, Mevlâna ve Hallâc-ı Mansur örneklerinden yola çıkarak Türklerin, İslam’dan önceki dinleri olan Şamanizm ve sûfî dervişler aracılığıyla Anadolu tasavvufunun geliştiğini ifade eder.” (Bal, 2007:160) tanımlamasını yapmıştır. Ancak Bal, bu yorumda Mevlâna ve Hallac-ı Mansur’un hangi fikriyle Şamanizme gönderme yaptığını belirtmemektedir. Hallac’ın, idam sebepleri arasında ‘En-el Hakk’ tabirini kullandığı bilinse de, milâdi 922 yılında Bağdat’ta, siyasi bir yargılama sonunda ölüme mahkûm edilmiştir (Massignon, 2006:13). Mevlâna’nın, Hallac hakkındaki görüşleri ise Massignon’nu destekler mahiyettedir. “ Enel Hakk demeyi büyük bir iddia sanıyorlar, oysa bu, büyük bir alçak gönüllülüktür. Bunun yerine, ‘ ben Haakk’ın kuluyum, kölesiyim’ diyen, biri kendi varlığı, diğeri Tanrı’nın varlığı olmak üzere iki varlık ortaya sürmüş olur. Hâlbuki ‘ben Hakk’ım’ diyen, kendi varlığını yok etiği için, enel Hak diyor. Yani ‘ben yokum, hepsi O’dur; Tanrı’dan başka varlık yoktur. Ben, sadece yokluğum ve hiçim.’ Bu sözde alçak gönüllülük daha fazla mevcut değimlidir? Halk bunun mânasını anlamıyor.”(Mevlâna, Fih-i Mafih.68) Mevlâna Celâleddin Rûmi (ölm.1273) ile Hallac (ölm. 922) arasında zaman açısından 351 yıllık bir zaman dilimi olmakla beraber, her iki mutasavvıfın cezbeye ve aşka dayalı bir inanç ve yaşam sürmeleri, 13. yüzyıl sûfilerinin ilham kaynağı olmuş olabilir. Ancak, aynı durumun Şamanizm’le ilişkilendirilmesi, tarihsel ve inanç sistematiği açısından uygun düşmemektedir. Bu görüş olsa olsa sanatçının tezini, “ başlarda akademik bir tartışma şeklinde geliştirmesiyle” (Bal. 2007: 2) açıklanabilir. 140 Mutluhan TAŞ Yiğitözlü ile yapmış olduğu söyleşide,‘resmin sadece bir tarz değil, aynı zamanda bir düşünce ve felsefeden çıkması gerektiği’ düşüncesini savunan Erbil, ‘1973’te yoğunlaşan Mevlâna araştırmalarımı 1977’de eserlerime yansıtmaya başladım’ demektedir (Yiğitözlü, 2006:9). Sanatçıya göre, barış ve sevgi, dünya üzerinde yaşayan tüm varlıkların duyumsadığı ve bütün canlıların bu dünya da yaşadığı sürece gereksinim duyacağı bir kavram olma özelliğini koruyacaktır. Erbil’in, her biri “mistik döngü”nün birer çeşitlemesi olan yapıtlarındaki temel motif yaşamın yüce bir simgesi olan sarmaldır. Talat S. Halman, Gülsün Erbil’in sanatı üzerinde yaptığı değerlendirme yazısında, onun, tam anlamıyla çağdaş sanat olarak adlandırılabilecek yapıtlarında, coşkusal mistisizmin imgelerini olduğu kadar özünü de vurguladığı üzerinde durur (Halman, 1996:2). Gülsün Erbil, çağdaş Türk Resim sanatında kendi köken ve geleneklerinden beslenen sanatçılardan biridir. “mistik sarmal” olarak tanımladığı, çeşitli teknik ve malzemeleri kullanarak uyguladığı kompozisyonlarının referanslarını tasavvuftan ve kendine izlek yaptığı sufi ideallerinden almıştır denilebilir. Değerlendirme ve Sonuç Bu çalışmanın başlığı olan “13.yüzyıl Anadolu tasavvuf hareketlerinin 1980 sonrası çağdaş Türk resim sanatına yansımaları” nın ele alınmasında, Anadolu’da etkin olan tasavvufi hareketlerin oluşum nedenleri ve bu düşüncelerin beslendiği ekol ve okullar araştırılmıştır. Araştırmanın bulgular ve yorum bölümünde ise, tasavvufi düşüncenin Türk resim sanatının içine girerken, hangi sebeplerle girdiği ve sanatçıda nasıl yansıdığı sorularına cevap aranmıştır. 13. yüzyılda ki tasavvuf hareketleri incelenirken, 1980 sonrasında ki etkilenme sürecinin konularına göre değişkenlik gösterdiği gözlemlenmiştir. Çağdaş Türk resim sanatının gerek 1980 öncesi ve gerekse 1980 sonrası etkilenme sürecinde en çok işlenen konu, hiç şüphesiz Mevleviliktir. 1980 sonrasında ise, bu sıralamaya Bektaşilik ve semahlar, Hz. Ali, 12 İmamlar, Kerbelâ vakası, Hallac-ı Mansur ve felsefesi, İbn-i Arabî ve Vahdet-i Vücud felsefesi ile Erol Akyavaş’ta yeterince örnekleri görülebilen, Gazali ve Felsefesi, Hz. Muhammed(s.a.v)’in Miracı gibi konular girmiştir. 13 yüzyıldaki Tasavvuf hareketlerinin Türk Resmine etkileri incelenirken kavramsal çerçevede incelenen felsefe ve düşünce hareketlerinin imge ve sembolleri göz önünde bulundurulmuştur. Bu bağlamda, salt plastik kaygılarla dinsel imge kullanan Türk sanatçısıyla, aidiyet duygusuyla içinde bulunduğu Türk kültür ve yaşantısını, plastik bir ifade olarak anlatan Türk sanatçısı ve tasavvufun felsefesinden etkilenerek bunu eserlerine yansıtan Türk sanatçısının ayrımı yapılmıştır. Bu bağlamda, eserlerinde tasavvufi imge ve sembolleri salt plastik bir ifade unsuru olarak kullanan sanatçılar, Süleyman Saim Tekcan, Rauf Tuncer, Balkan Naci İslimyeli ve Ergin İnan olarak tespit edilirken, Murat Morova’ da bu semboller, siyasal ve sosyolojik olayların sorgulanması ve yargılanmasına birer araç olarak kalmıştır. En sonda incelenen sanatçılar, Ahmet Atan, Erol Akyavaş ve Gülsün Erbil’in çalışmalarında bulunan tasavvufi imge ve semboller, bu sanatçıların tasavvufun felsefe ve düşüncesinin etkisiyle değerlendirilmiştir. Yukarıda da belirtildiği üzere, Tasavvufi imge ve semboller gerek biçim olarak gerek plastik bir ifade unsuru olarak gerekse de içerik olarak, çağdaş olarak 141 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 125 – 144 nitelendireceğimiz 19. Yüzyıldan sonraki Türk resim sanatı içerisinde önemli bir yer tutmuştur. 1914 kuşağıyla beraber biçim olarak ele alınan dini ve tasavvufi konular, 1938 de başlayan “Yurt Gezileri” ile Anadolu’yu karış karış gezen ressamlarımız tarafından yeniden ele alınmıştır. 1950’li yıllarda Anadolu’nun halıları, kilimleri, halk inançları ve minyatür, hat, vs. gibi geleneksel sanatları, Türk sanatçısının tuvallerinde farklı ifade ve tarzlarla yorumlanmış, bu gelişmeler 1980 ve sonrasında üretim yapan ressamlara da bir referans oluşturmuştur. Bu konular içerisinde ise dini ve tasavvufi konular, Türk resminin kuramsal altyapısının oluşumunda farklı bir çıkış noktası olarak yerini almıştır. Ahmet Atan, bu gruplama içerisinde, tasavvufun düşünce ve içsel kabulü ile bu yaşayışın dışavurumlarını, plastik bir ifade unsuru olarak eserlerine yansıtmaktadır. Ancak buradaki plastik ifade, salt bir ifadeden çok etkileşimin beraberinde getirdiği içe dönük bir anlatımdır. Atan’ın eserlerinde, bahsi geçen diğer ressamlar gibi tasavvufa dair imgeler bulmak zordur. Hatta dönemsel özellikleri göz önünde bulundurulduğunda onu bazen peyzaj ressamı, bazen fovist, bazen empresyonist, bazen toplumcu realist, bazen de kavramsalcı bir sanatçı olarak görmek mümkündür. Ancak O, sanatın hangi boyutundan bakılırsa bakılsın, ya da sanata hangi boyuttan bakılırsa bakılsın, sanat kavramının ekseninde ruh ve madde ilişkisinin varlığına vurgu yapar. Yani, görünmeyen unsurların sanat yoluyla görünür hale getirilmesine. Bu bağlamda, Paul Klee’nin, mistisizmin ekseninde eser ortaya koymuş bir sanatçı olduğunu söyleyen Atan, Klee’nin “Önemli olan görüntü değil, görünen görüntünün arkasındaki görünmeyen gerçeği görebilmektir” sözüne de göndermelerde bulunarak, bu görüşün tasavvufi anlamda kendisiyle örtüşen bir kavram olduğunu dile getirmiştir. Akyavaş’ın eserlerinde görülen tasavvuf felsefesinin etkisi, sanatçının çocukluk yıllarından beri tasavvuf ile olan aşinalığından gelmektedir. Akyavaş’ın, 1971 yılında İranlı mutasavvıf, Şebüsteri’nin Gülşen-i Râz adlı kitabını okuması onun için dönüm noktasıdır. Sanatçı bir söyleşide mistisizme duydu ilginin başlangıç noktası nedir sorusuna Gülşen-i Râz’dan “Başladığı noktadan itibaren dönüp duran bu devran binlerce şekle bürünüp, görünmekte. Her noktadan bir dönüş başlamakta yine o noktada bitmekte. Merkez de o, dönen de” alıntısını yaparak cevap vermiştir (Sönmez, 2000:61). Sanatçı yaptığı resimlerde, tasavvufa dair sembollerle, gözle görünenin ardındaki görünmeyene vurgu yaparak, “Yaptığım resimlerin hep bir Bâtıni yönü vardır ve ben aslında işin bu yönü ile ilgiliyim” sözüyle de bunu anlatıma dökmüştür. Akyavaş’ın resimlerinde tasavvufa dair birçok sembol yer alır. Bu imge ve semboller sanatçının, okuduğu, yaşadığı ve etkilendiği dini olaylar ve fikir hareketlerinin plastik açıdan tercümesi ve tasdiki olarak eserlerine yansımıştır. Kendisinin de bir Mevlevi ve aynı zamanda Semazen olduğunu dile getiren, Gülsün Erbil, 1980 sonrası çağdaş Türk Resim Sanatı’nda, 13. yüzyıl tasavvuf düşüncelerinden birisi olan Mevleviliğin fikir penceresinden bakan sanatçılardandır. Yapmış olduğu eserlerde ele aldığı konular, Mevlâna’nın Mesnevi’sinde belirttiği sonsuzluk, kâinatın Allah’ın huzurunda seması, hoşgörü, vs. konulardır. 142 Mutluhan TAŞ Kaynakça ARABÎ, İBNÜ’L (2006). Fusûsu’l Hikem.(Çev; Ekrem Demirli) İstanbul: Kabalcı Yayınları. AYVAZOĞLU, Beşir (1992). Güller Kitabı. İstanbul: Ötüken Yayınları. BAL, Ali Asker (2007). Gülsün Erbil’in Sanatı: Mevlâna İzleğinde Bir Sûfi Yolculuk. Mevlâna Araştırmaları Dergisi,1,159-167 DEMİREL, İbrahim (1997). Fikret Otyam. İstanbul: Türkiye Halk Bankası Kültür Sanat Yayınları. DENZİN, Norman. K. ve Yvonna S. Lincoln (1994). Handbook of qualitative research. Tausand Oaks: Sage Publications. DOĞAN, İsmet (2001). İsmet Doğan: Lapsus. İstanbul: Urart Sanat Galerisi Yayını. ELIADE, Mircea (1968). Le Chamanisme Et Les Techniques Archaiques De L’extase. Payot. ELMAS, Hüseyin (2000). Çağdaş Türk Resminde Minyatür Etkileri. Konya: Konya Valiliği İl Kültür Müdürlüğü Yayınları. FUZULİ (1955). Hadikatüssuada. (Çev; Salâhaddin Güngör) İstanbul; İstanbul Maarif Matbaası. GİRAY, Kıymet (2001). Ergin İnan. İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları. HALMAN, Talat S. (1996). Gülsün Erbil: Sûfi’nin Mistik Yolculuğu. İstanbul: Altıner ltd. KOPARAN, Ergin (1991). “Anadolu Uygarlıklarının Çağdaş Yorumu: Süleyman Saim Tekcan”, Anons, S. 9. KORTUN, Vasıf (1990). “İsmet Doğan’la Konuşma”, İsmet Doğan, İstanbul, Vakko Sanat Galerileri Yayını, (Sergi Kataloğu). KUŞ, Elif (2003). Nicel-Nitel Araştırma Teknikleri. Ankara: Anı Yayıncılık. MADRA, Beral ve Haldun DOSTOĞLU (2000). Erol Akyavaş. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. MASSIGNON, M. Louis (2006). Hallâc-ı Mansûr’un Çilesi. (Çev. Dr. İsmet Birkan) İstanbul: Ardıç Yayınları. MONTET, E. LODS, A. RAPPOPORT, A, S. GARAUDY, R. (2006). Tarihte ve Günümüzde Siyonizm ve Yahudilik. İstanbul: Örgün Yayınevi. NEUMAN, W. L. (2000). Social Research Methods: Qualitative and Quantitative Approaches. Boston: Ally and Bacon. ÖNEL KURT, Emine (2002). 1980 Sonrası Türk Sanatında Dinsel İmge Kullanımı. Yayınlanmamış Doktora Tezi. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Sanat Tarihi Anabilim Dalı. İstanbul. ÖZTÜRK, Yaşar Nuri (2007). Hallâc-ı Mansûr ve Eseri. İstanbul: Yeni Boyut. RÛMİ, Mevlâna Celâleddin (2007). Fîhi Mâ-Fîh.(Haz: Abdülbâki Gölpınarlı). Konya: Konya Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü. SCHIMMEL,A.M(1975). Mystical Dimenions of Islam, Chapel Hill. University of North Carolina Press. SÖKMEN, Semih (1998). Defter’den. Defter. İstanbul: Metis Yayınları. 33, 8. 143 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 125 – 144 SÖNMEZ, Demet (2000). Evrenin Anlamına Açılan Kapılar, (Haz: Beral MADRA ve Haldun DOSTOĞLU). Erol Akyavaş: Yaşamı Ve Yapıtları. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 61.. ŞENYAPILI, Önder (1995). Serap Demirağ Ve Işık… Ve Ateş... İstanbul: Pınar Ofset. ŞENYAY, DEMET (1997). Erol Akyavaş’ın Yapıtlarında İslam Düşüncesi ve Sanatının Etkileri. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Mimar Sinan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Arkeoloji ve Sanat Tarihi Anabilim Dalı. İstanbul. TANSUĞ, Sezer (1995). “Yeni Yorumlar Yeni İvmeler”, Sanat Çevresi,196. TANYOLAÇ ÖZTOKAT, Nedret (1998). “Dün ve Bugün Suret”, Cumhuriyet Dergi, S: 627 TAŞ, Mutluhan (2001). Türkiye Cumhuriyetinin Kuruluşundan Günümüze Çağdaş Türk Resminde Sanat-Siyaset İlişkileri. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). UÇKAN, Özgür (1996). Süleyman Saim Tekcan. İstanbul: Bilim Sanat Galerisi YILDIRIM, Ali ve Hasan ŞİMŞEK (2000). Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma Yöntemleri. Ankara: Seçkin. YİĞİTSÖZLÜ, Esra Melek (2006). Tasavvuftan Tuvale. Dyorum Dergisi, 10, 9. 144 TEMEL TASARIM EĞİTİMİ DERSİNDE WEB DESTEKLİ RENK ÖĞRETİMİNİN ÖĞRENCİ BAŞARISINA ETKİSİ Harun Hilmi POLAT Özet / Abstract Web destekli öğretim yönteminin Temel Tasarım Eğitimi dersini alan öğrenciler üzerindeki etkisini araştıran bu çalışmanın uygulama kısmında "deneysel araştırma" yöntemi uygulanmıştır. Araştırmaya 12 öğrenci deney, 11 öğrenci ise kontrol gurubu, olmak üzere toplam 23 öğrenci katılmıştır. Bu araştırmada veri toplama araçları olarak “Erişi Testi”, “Tutum Ölçeği”, “Görüşme Formu” ve “Renk Bilgisi Uygulama Boyutu Değerlendirme Formu” kullanılmıştır. Araştırma sonucunda Temel Tasarım Eğitimi dersinde, web destekli öğretim yönteminin öğrencilerin bilgi, beceri ve uygulama başarılarını arttırdığı, öğrenilenlerin kalıcılığına olumlu katkıda bulunduğu, uygulanan yöntem ve ders hakkındaki görüşlerinin ise olumlu olduğu görülmüştür. Ancak, çalışmada web destekli öğretim yönteminin öğrencilerin derse yönelik tutumlarına anlamlı bir etkisinin olmadığı anlaşılmıştır. Anahtar Kelimeler: Temel Tasarım, Web Destekli Öğretim. AFFECTS OF WEB-SUPPORTED COLOR TEACHİNG TO THE STUDENTS SUCCESS İN THE COURSE OF BASİC DESİGN In the research of affects of web-supported teaching method to the students success in the basic design course, ''experimental research'' method was applied. There were 23 students in the research. 12 were participated as experiment group while 11 student was control group. In the research, ''Access Test'', ''Approach Scale'', ''Interview Form'' and ''Color Information Application Size Evaluation Form'' was used as data collection tools. As a result of research; in the Course of Basic Design, the metod of web-supported teachning improved the knowledge, skills and application success of students, had positive affects on permanence of knowledge. The opinions of the students about the method and the course were positive. However, in the research the web-supported teaching metod has no significant affects on thhe attitude of students to the course was understood. Key words: Basic Design, Web-Supported Teaching. I. BÖLÜM Giriş 1.1. Problem Durumu İçinde bulunduğumuz yüzyılda birçok alanda olduğu gibi bilgi ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelere bağlı olarak eğitim teknolojileri ve yöntemlerinde de değişiklikler olmuş ve bu durum çağdaş sanat eğitimi anlayışlarına yansımıştır. Sanat eğitimcilerinin öğrencilerine sanatsal çalışmalarında bilgisayardan faydalanmayı öğretmeleri için birçok geçerli sebep vardır. Bilgisayar kullanılarak yapılan sanat çalışmaları, sanatçılar için yeni bir ifade biçimi olmaktadır. Bu yeni sanatsal araç bir iletişim biçimi olarak, internet kullanma imkânını da sanatçılara sunmaktadır. Fakat bilgisayarın Temel Sanat Eğitimi programları doğrultusunda nasıl kullanılabileceğinin ve sanatsal bir araç olarak ne yapabileceğinin açıklık kazanması gerekmektedir (İşler, 2001:1-20). Öğr. Gör., Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü. SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 145 – 167 Yapılan araştırmalar neticesinde sanat ve tasarım eğitimi süreçlerinde, rengin nasıl öğretileceği konusunda objektif olmayan yaklaşımlara rastlanmaktadır. Renk öğretimi konusunda, sanatçıların bile somut bir anlayışta birleştiklerini söylemek mümkün gözükmemektedir. Güzel sanatlar eğitimindeki öğrencilerin, renkli çalışma konusundaki anlayış ve görüşlerini ortaya koyarak, yeni yöntemler bulmak mümkün olabilir (Erbaş, 1996:1). 1.2.Problem Cümlesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim-İş Eğitimi Anabilim Dallarındaki “Temel Tasarım Eğitimi” kur tanımında yer alan “Renk” konusunun, web destekli öğretimle verildiği öğrencilerin erişi, kalıcılık, derse yönelik tutumları ve uygulama puanları arasında anlamlı fark var mıdır? 1.3. Amaç Güzel Sanatlar Eğitimi Resim-İş Eğitimi A.B.D programlarında bulunan Temel Tasarım Eğitimi dersi içinde yer alan renk konularının öğretiminin web destekli öğretim programı ile verildiği zaman öğrenci erişi, kalıcılık, derse yönelik tutum ve uygulama puanları sonuçlarına olan etkisini ve uygulanan öğretim yöntemine yönelik öğrenci görüşlerini ortaya koymaktır. 1.4. Önem Bu araştırma; Temel Tasarım Eğitimi dersinde web destekli öğretim yönteminden nasıl yararlanılabileceğine dair etkinlikleri ortaya koyması, Temel Tasarım Eğitimi dersinin uygulanmasına farklı bir bakış açısı getirmesi, Temel Tasarım Eğitimi dersinde web destekli öğretim yöntemine uygun olarak hazırlanmış örnek ders uygulamasını ve sonuçlarını ortaya koyması açısından önemli olduğu kabul edilebilir. Bu nedenle araştırma sonucunda elde edilecek sonuçların bulguları yardımı ile diğer araştırmacılara, öğretim programı tasarımcılarına, web destekli öğretim programı tasarlayıcılarına, öğretim elemanlarına katkı sağlaması ve web destekli öğretim yöntemiyle Temel Tasarım Eğitimi dersinin öğretilmesine yönelik yapılacak araştırmalara ışık tutması açısından da önemlidir. 146 1.5. Varsayımlar (Sayıtlılar) Deney ve kontrol grubu öğrencileri ölçme araçlarını bilgi, görüş ve eğilimleri doğrultusunda cevaplamışlardır. Deney ve kontrol gruplarında dersin öğretim elemanları, alan bilgisi ve öğretmenlik formasyonu konularında yeterlidir. Uygulanan öntest ile kalıcılık testi arasında geçen süreçte kontrol altına alınamayan değişkenler, kontrol ve deney guruplarını aynı şekilde etkilemiştir. Araştırmada yararlanılan kaynaklar konuyla ilgili yeterli, güvenilir ve geçerli bilgiler sağlamaktadır. Harun Hilmi POLAT Belirtilen koşul ve sınırlar içerisinde seçilen örneklem, evreni temsil yeterliliğine sahiptir. Araştırmada kullanılan ölçme araçları geçerli ve güvenilir araçlardır. 1.6. Sınırlılıklar Araştırma; 2006 / 2007 öğretim yılı bahar dönemi ile, Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim İş Öğretmenliği Programı’nda öğrenim gören birinci sınıf 1. öğretim öğrencileri ile, Web ortamında yer alan öğretim programının öğrenme amaçlı kullanımı ile, İçerik olarak ise renk bilgisi, renk zıtlıkları, nitelikli bir kompozisyonun kurulması için gereken renk uyumu, renk tonu, değer, kroma, renk form ilişkisi, renk işlev ilişkisi ve renk malzeme ilişkisi bilgileri ile sınırlıdır. II. BÖLÜM YÖNTEM 2.1. Araştırma Modeli Web destekli öğretim tekniğinin temel tasarım eğitimi dersini alan öğrenciler üzerindeki etkisini araştıran bu çalışmanın uygulama kısmında "deneysel araştırma" yöntemi uygulanmıştır. Bu yöntemde etkisi ölçülen bağımsız değişken (bu çalışmada bağımsız değişken web destekli öğretim yöntemidir) araştırmacı tarafından oluşturulur, denekler rastlantısal olarak gruplara dağıtılır ve bağımlı değişken (temel tasarım eğitimi dersinden alınan notlar) üzerindeki değişiklikler ölçülür (Freedman, Sears ve Carlsmith, 2003:28-29). Deneysel tasarımda denekler çoğunlukla doğal olmayan koşullarda belli bir etkiye maruz bırakılırlar ve bunun sonucunda ortaya çıkan durum açıklanmaya çalışılır. Eğer çalışmada nedensellik ilişkisi aranıyorsa deneysel tasarım en güçlü ve içsel güvenirlik bakımından en etkili çalışma biçimidir (Erdoğan, 2003:130-131). Bu çalışmada "iki grup, sonrası testi, rastlantılı tasarım" türü kullanılmıştır. Bu tür tasarımda deney için grup seçilir ve rastlantısal olarak kontrol ve deney grupları olmak üzere ikiye ayrılır. Deney grubuna deney uygulanır ve daha sonra kontrol ve deney gruplarına uygulanan ölçüm sonuçları karşılaştırılır. Buradaki amaç iki grup arasında deney sonucunda bağımsız değişkenin bir farklılığa neden olup olmadığını ortaya koymaktır. Rastlantılı grup tasarımı nedensellik ilişki tasarımları arasında en iyi tasarımlardan biridir (Erdoğan, 2003:133-134). Farklı deneklerden oluşan deney ve kontrol gruplarının ölçümlerinin karşılaştırılması nedeniyle bu desen, ilişkisizdir (Büyüköztürk, 2001:21; Walker, 1987:221). Buradaki amaç iki grup arasında deney sonucunda bağımsız değişkenin bir farklılığa neden olup olmadığını ortaya koymaktır. Bunun yanında katılımcılar, deneysel işlemden önce ve sonra bağımlı değişkenle ilgili olarak ölçüldükleri için kontrol gruplu öntest-sontest desen, ilişkili bir desendir (Büyüköztürk, 2001:21; Walker, 1987:221). Denekler deneysel işlemden önce ve sonra bağımlı değişkenlerle ilgili olarak ölçüme tabi tutulmuşlardır. Deney grubunda Temel Tasarım Eğitimi dersinin 147 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 145 – 167 işlenmesinde web destekli öğretim yöntemi uygulanmış, kontrol grubunda ise geleneksel öğretim yöntemleri uygulanmıştır. 2. 2. Örneklem (Çalışma Gurubu) Denekler 2006-2007 öğretim bahar yarıyılında, Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim-İş Eğitimi A.B.D. 1. sınıf birinci öğretim grupları arasından 2 grup olarak seçilmiştir. Araştırmaya 12’si deney 11’i kontrol gurubu, olmak üzere toplam 23 öğrenci katılmıştır. Gruplar yansız atama yoluyla birisi deney, diğeri kontrol grubu olarak atanmıştır. 2.3. Verilerin Toplanması ve Kullanılan Ölçme Araçları 2.3.1.Verilerin Toplanması Araştırmada nicel ve nitel veri toplama teknikleri kullanılmıştır. Nicel veriler erişi testi ve tutum ölçeği kullanılarak elde edilirken, doküman incelemesi ve öğrenci görüşme formu ile de nitel veriler toplanmıştır. Bu araştırmada veri toplama araçları olarak öğrencilerdeki davranış değişikliklerini ölçmek amacıyla “Erişi Testi”, “Tutum Ölçeği”, öğrencilerin Temel Tasarım Eğitimi dersine ve web destekli öğretim yöntemine yönelik görüşlerini belirlemek amacıyla da “Görüşme Formu” kullanılmıştır. Araştırmada ayrıca denel işlemlerden sonra, denel işlemlerin uygulama boyutuna etkisini belirlemek üzere “Renk Bilgisi Uygulama Boyutu Değerlendirme Formu” da kullanılmıştır. Deneysel çalışma Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim-İş Eğitimi A.B.D. Başkanı bilgisi dâhilinde 08.03.2007 tarihinde başlamış 15.05.2007 tarihinde tamamlanmıştır. 2.3.2. Erişi testi Araştırmada kullanılan erişi testi, Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim-İş Eğitimi A.B.D. Lisans Programı Ders Tanımları’nda yer alan “Temel Tasarım Eğitimi Ders Tanımı” içerisindeki renk konularını içermektedir. Erişi testi bu kapsam çerçevesinde, uygulamak üzere hazırlanan ders planındaki kazanımlara göre, 63 çoktan seçmeli (5 seçenekli) sorudan oluşmuştur. Hazırlanan testin, eğitim bilimleri ve alan öğretim elemanları tarafından incelenmesi sağlanmıştır. Ayrıca ders planında belirlenen hedef ve davranışların, dersin tanım ve kapsamı ile ilişkileri “Temel Tasarım Eğitimi Dersi Öğretim Programı Kazanımlar” tablosunda gösterilerek erişi testindeki soruların kapsam geçerliliği sağlanmaya çalışılmıştır. Test bu doğrultuda yeniden düzenlenmiştir. Hazırlanan veri toplama aracının ön denemesi Mart 2007 tarihinde, ön test olarak uygulanmadan önce Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim-İş Eğitimi A.B.D. Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi İç Mimari ve Çevre Tasarımı Bölümü, Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik Bölümüne devam eden 70 öğrenci üzerinde, geçerlik ve güvenirlik açısından uygulanmıştır. Deneysel sürecin ilk haftasında (2007 Mart) öğrenciler bilgilendirilerek öntest uygulamaları, 2007 Haziran ayının ilk haftasında ise sontest uygulamaları, 2007 Ekim ayının ikinci haftasında da kalıcılık testi uygulamaları yapılmıştır. 148 Harun Hilmi POLAT 2.3.3.Tutum Ölçeği Öğrencilerin Temel Tasarım dersine yönelik tutumlarını belirlemek amacıyla kullanılan tutum ölçeği; Atan (2007) tarafından geliştirilen tutum ölçeğinden, araştırmacının da görüşleri doğrultusunda Temel Tasarım Eğitimi dersine göre uyarlamalar yapılarak hazırlanmıştır. Likert tipi 5’li dereceleme ölçeği şeklinde, yarısı olumlu yarısı da olumsuz olmak üzere toplam 38 madde olarak hazırlanmıştır. Hazırlanan bu ölçekte tutum puanlarının standartlaştırılmasında olumlu cümleler için; Tamamen Katılıyorum, Katılıyorum, Kararsızım, Katılmıyorum, Hiç Katılmıyorum ile belirtilen tutumlar 5,4,3,2 ve 1 ağırlıklarıyla, Olumsuz cümleler için; Tamamen Katılıyorum, Katılıyorum, Kararsızım, Katılmıyorum, Hiç Katılmıyorum ile belirtilen tutumlar 1,2,3,4 ve 5 ağırlıklarıyla puanlanarak toplam puanlar elde edilmiştir (Turgut ve Baykul, 1992:165-166). Öğrencilerden verilmiş olan seçeneklerin sadece bir tanesini işaretlemeleri istenmiştir. Tutum ölçeği ön uygulamaları 2007 Mart ayı ilk haftasında, tutum ölçeği son uygulamaları ise 2007 Haziran ayının ilk haftasında yapılmıştır. 2.3.4.Görüşme Formu Deney ve kontrol grubu öğrencilerinin dersin işlenmesine yönelik görüşlerini belirlemek için araştırmacı tarafından görüşme formu hazırlanmıştır. Bu görüşme formu “konu merkezli yapılandırılmış görüşme formu” olup açık uçlu sekiz sorudan oluşan standartlaştırılmış açık uçlu anket görüşmesi türündedir. Bu görüşme türünde bir dizi soru seti vardır ve görüşülen birey bu sorulara istediği tarzda ve öznel olarak yanıt vermekte serbesttir. Görüşme formu deneysel sürecin bitiminde uygulanmıştır. 2.3.5. Renk Bilgisi Uygulama Boyutu Değerlendirme Formu Uygulama sürecinde Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim-İş Eğitimi A.B.D. Lisans Programı Ders Tanımları’nda ve kapsamında yer alan konular teorik ve uygulamalı olarak öğretilmeye çalışılmıştır. Deneysel sürecin sonunda deney ve kontrol grubunda uygulanan öğretim yöntemlerinin, öğrencilerin uygulama, bilgi ve becerilerine etki derecesini ölçmek üzere araştırmacı tarafından alan öğretim elemanlarının da görüşleri alınarak on uygulama sorusundan oluşan “Renk Bilgisi Uygulama Boyutu Değerlendirme Formu” geliştirilmiştir. Hazırlanan form her bir sayfaya üçer soru gelecek şekilde A4 ölçülerinde 200 g. parlak kuşe kâğıda 4’er adet basılmış ve uygulama esnasında deneklere farklı soru kâğıtları dağıtılarak birbirlerinden etkilenmemeleri sağlanmaya çalışılmıştır. Deneklerin değerlendirme aşamasında hangi grupta olduklarının anlaşılmaması için form üzerine sadece numaralarını yazmaları sağlanmıştır. Uygulama sürecinde öğrencilerin kullanacağı aynı marka boyalar araştırmacı tarafında paletlere aynı renk dizilişi olacak şekilde hazırlanmış ve boya karıştırma işleminde kullanmak üzerede boş bir palet ile birlikte verilmiştir. Ayrıca su kapları ile birlikte boya karıştırma sonuçlarını deneyebilecekleri A5 ölçülerinde 200 g. parlak kuşe kâğıtlar verilmiştir. Uygulama sonunda deneklerin ortaya koyduğu çalışmalar araştırmacı tarafından çeşitli kriterler doğrultusunda notla değerlendirmesi yapılmak üzere toplanmıştır. 149 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 145 – 167 Formdaki, her bir soru 0-10 puan arası olup toplamda 100 puan üzerinden değerlendirmeleri yapılmıştır. Deney ve kontrol grubu öğrencilerine uygulanan öğretim süreci sonunda yapmış oldukları “Renk Bilgisi Uygulama Boyutu Değerlendirme Formu” puanları, ilişkisiz iki grubun mesafeli (aralıklı) ölçüm düzeylerindeki değerlerini karşılaştırmak için parametrik olmayan analiz türlerinden Mann Whitney U Test kullanılmıştır. 2.3.6. Deney Grubu Denel İşlem Materyalleri Uygulama sürecine başlamadan önce deney grubu öğrencilerine Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim-İş Eğitimi A.B.D. 1. Sınıflar için uygulanan Temel Tasarım Eğitimi dersi programı (YÖK’ün belirlediği ders tanımı) içerisinde yer alan renk konusunun öğretimine yönelik araştırmacı tarafından öğretme durumları geliştirilmiştir. Öğretme durumlarının, her bir ders için plan işlevselliğinde olmasına dikkat edilmiş ve her uygulama haftası için birer adet olmak üzere 8 adet ders planı hazırlanmıştır. Ayrıca yine araştırmacı tarafından özel olarak tasarlanmış her türlü işletim sisteminden ulaşılabilen web sitesi hazırlanmıştır. Temel Tasarım Eğitimi dersinde sanatın elemanlarından renk konusunun kavram ve kurallarının, web destekli öğretimi için tasarlanan web sitesi, ön hazırlık, tasarım, uyarlama (programlama) ve deneme aşamalarından geçmiştir. Web sitesi hazırlanırken eğitim bilimi uzmanları, iletişim bilimi uzmanları ve program yazılım uzmanlarından yardım alınmıştır. Uzmanlardan gelen görüş ve öneriler doğrultusunda web sitesine ekleme ve düzeltmeler yapılmıştır. Hazırlanan web sitesi; Site haritası, Konular, Duyurular, Sohbet Odası, Görüş Defteri, E-posta, Sözlük, Linkler (ilgili siteler) bölümlerden oluşmaktadır. Web sitesi 38.8 MB büyüklüğünde olup, 834 dosya ve 102 klasörden oluşmaktadır. Deneme süresince araştırmacı tarafından ders başlangıcında datashow aracılığı ile teorik bilgi aktarımı ve uygulama süreçleri hakkında anlatımlar yapılmıştır. Daha sonra öğretim ortamı (atölye) ile aynı bina içerisinde bulunan internet servisinde öğrencilere ayrılan bilgisayarlar aracılığı ile http://www.renkbilgisi.info/ sitesinde öğrenim yapmaları sağlanmıştır. 2.4. Denel İşlemler (Araştırmanın Uygulanması) Uygulama başlamadan önce Eğitim Fakültesi Dekanı ile Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Bölüm Başkanına ve Resim-İş Eğitimi A.B.D. başkanına, uygulamanın yapılacağı sınıfların Temel Tasarım Eğitimi dersini veren öğretim elemanlarına bilgi verilmiş ve web destekli öğretim yöntemine göre hazırlanmış etkinlikler hakkında görüşmeler yapılmıştır. Öğretim planları bu görüşler doğrultusunda yeniden gözden geçirilerek hazırlanmıştır. Öğrenciler, araştırma uygulamaları başlamadan önce Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim-İş Eğitimi A.B.D.’deki diğer gruplar ile görüşmeleri olağan olduğundan, bilimsel bir araştırma kapsamında denek olarak seçildikleri konusunda bilgilendirilmişlerdir. Yine araştırmacı tarafından geliştirilen erişi ve tutum ölçeği, uygulamanın başında öğrencilere uygulanmıştır. Deney grubunda, temel tasarım eğitimi içerisinde yer alan renk konularının web destekli öğretim yöntemi ile öğretilmesine yönelik araştırmacının geliştirdiği ders 150 Harun Hilmi POLAT planları yine araştırmacı tarafından uygulanırken, kontrol grubunda ise diğer bir öğretim elemanı tarafından geleneksel yöntemle öğretim yapılmasına devam edilmiştir. Temel tasarım eğitimi dersi renk konularının işlenmesinde web destekli öğretim yöntemi için geliştirilen ders planının haftalara göre uygulanma biçimi hakkındakiler aşağıda verilmiştir. 2.5. Araştırmada Uygulanan İstatistiksel Analizler Bu çalışmada parametrik olmayan (nonparametric) testler kullanılmıştır. Bu testlerin özelliği dağılımın normalliği ilkesini şart koşmaz ve küçük örneklemlerde kullanılır. Ayrıca bu testler örneklemden çıkan sonucu nüfusa genellemez. Bu testlere "dağılım serbest" (distribution free) testler de denir (Norusis, 2002:377-378; Bryman ve Cramer, 2001:115; Büyüköztürk, 2002:139). Bu çalışmada da örneklem küçük olduğu için ve de çıkan sonuç evrene genellenmeyeceği için parametrik olmayan testler uygulanmıştır. Kontrol ve deney gruplarının (kendi grupları içerisinde) renk bilgisi testi ve derse yönelik tutum testi puanlarının ön test - son test puanları arasında anlamlı farklılığın olup olmadığını belirlemek amacıyla iki ilişkili örneklemler için kullanılan Wilcoxon İşaretli-Sıralar Testi uygulanmıştır. Çalışmada ilişkisiz iki grubun mesafeli (aralıklı) ölçüm düzeylerindeki değerlerini karşılaştırmak için ise yine parametrik olmayan analiz türlerinden Mann Whitney U Test kullanılmıştır. Deney grubundaki öğrencilerin son test puanlarının kontrol grubundaki öğrencilerin son test puanlarından anlamlı düzeyde yüksek olup olmadığını ortaya koyabilmek amacıyla Mann Whitney U Test analizi uygulanmıştır. Aynı analizle kalıcılık testi puan boyutlarının deney ve kontrol gruplarına göre anlamlı şekilde farklılaşıp farklılaşmadığı da sınanmıştır. III. BÖLÜM BULGULAR VE YORUM Araştırma bulguları dört ayrı bölümden oluşmaktadır: Birinci bölümde deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin renk bilgisi ve tutum ön test puan farklarının karşılaştırılmasına ilişkin bulgulara, ikinci bölümde deney ve kontrol grubu öğrencilerinin renk bilgisi, tutum testi ve kalıcılık testi ön test-son test puan farklarının anlamlı olup olmadığına ilişkin bulgulara, üçüncü bölümde deney ve kontrol grubu öğrencilerinin renk bilgisi ve tutum son test ile kalıcılık ve uygulama puanları arasında anlamlı farklılık olup olmadığına ilişkin bulgulara dördüncü bölümde ise öğrenci görüşleri ile ilgili bulgulara yer verilmiştir. 3.1. Deney ve Kontrol Grubu Renk Bilgisi ve Tutum Testi Ön Test Puan Farklarının Karşılaştırılmasına İlişkin Bulgular Bu başlık altında deney ve kontrol gruplarındaki öğrencilerin birbirlerine temel tasarım dersi bakımından yakın düzeyde olduklarını ortaya koymak ve birinci araştırma sorusunu da yanıtlamak amacıyla renk bilgisi testinin genel puanına yönelik olarak analizler yapılmıştır. Renk bilgisinin yanı sıra ayrıca deney ve kontrol gruplarındaki öğrencilerin tutum testinin genel tutum testi ön test puanları arasında karşılaştırmalar da yapılmıştır. 151 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 145 – 167 3.1.1. Birinci Alt Probleme İlişkin Bulgular (Deney ve Kontrol Grubu Renk Bilgisi Ön Test Puanlarının Karşılaştırılması ) Araştırmanın birinci alt problem cümlesi “web destekli öğretimin uygulandığı deney grubu ile geleneksel öğretim yöntemlerinin uygulandığı kontrol grubu öğrencilerinin renk bilgisi testi ön test puanları arasında anlamlı farklılık var mıdır?” şeklinde ifade edilmiştir. Bu alt problemle ilgili olarak deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin çalışmaya başlangıçta renk bilgisi bakımından birbirlerine yakın düzeyde olduklarını ortaya koymak amacıyla renk bilgisi testinin genel renk bilgisi ön test puanlarının karşılaştırılmasına yönelik analizler gerçekleştirilmiştir. 3.1.1.1. Deney ve Kontrol Grubu Renk Bilgisi Testi Genel (Toplam) Ön Test Puanlarının Karşılaştırılmasına İlişkin Bulgular Deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin renk bilgisi testi genel (toplam) ön test puanlarının bu gruplara göre anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı uygulanan Mann Whitney U testi ile ortaya konmuştur. Tablo 1’de sıra ortalamaları yer alan analiz sonucuna göre deney grubu ve kontrol grubu renk bilgisi testi ön test genel (toplam) puanları yapılan karşılaştırmaya göre anlamlı biçimde farklılaşmamaktadır (U=61,0, p>.05). Aslında kontrol grubundaki öğrencilerin sıra ortalaması deney grubundaki öğrencilerden daha yüksektir fakat bu fark; istatistiksel olarak anlamlı değildir (bkz. Tablo 1). Deney ve kontrol gruplarındaki deneklerin renk bilgisi testi bilgi ve kavrama düzeyi puanlarının anlamlı biçimde farklılaşmadığına ilişkin elde edilen bulguların ardından gruplar arasında renk bilgisi genel (toplam) puanı bakımından da farklılaşmanın olmaması aslında sürpriz bir bulgu değildir. Son olarak renk bilgisi genel puanında da gruplar arası anlamlı farklılığın olmamasına ilişkin elde edilen bulgunun ardından rahatlıkla deney ve kontrol gruplarındaki denekleri renk bilgisi bakımından birbirlerinden farklı düzeyde olmadıkları söylenebilir. Dolayısıyla deney grubundaki öğrencilerin renk bilgisi son test puanı ile kalıcılık testi ve uygulama puanlarının kontrol grubundaki öğrencilere göre anlamlı biçimde yüksek çıkması, sadece bağımsız değişken olan web destekli öğretim tekniğinin kullanılmasıyla açıklanabilecektir. Tablo 1a: Deney ve Kontrol Grubu Renk Bilgisi Testi Genel (Toplam) Ön Test Puanlarının Gruplara Göre Sıra Ortalamaları Karşılaştırması. Sıra Ortalaması Sıralar Toplamı Grubu N Sözel Ön Test Genel Renk Kontrol 12 11,08 133,00 Bilgisi Puanı Deney 11 13,00 143,00 Total 23 Tablo 1b: Mann Whitney U Test Sonuçları. Ön Test Genel Renk Bilgisi Puanı Mann-Whitney U 55,000 Wilcoxon W 133,000 Z -,680 Asymp. Sig. (2-tailed) ,497 Exact Sig. [2*(1-tailed Sig.)] ,525(a) a Not corrected for ties. b Grouping Variable: Grubu 152 Harun Hilmi POLAT 3.1.2. İkinci Alt Probleme İlişkin Bulgular (Deney ve Kontrol Grubu Tutum Testi Ön Test Puan Farklarının Karşılaştırılması) Araştırmanın ikinci alt problem cümlesi “Deney ve kontrol grubu öğrencilerinin derse yönelik tutum ön test puanları arasında anlamlı farklılık var mıdır?” şeklinde ifade edilmiştir. Bu alt problemle ilgili olarak deney ve kontrol gruplarındaki öğrencilerin birbirlerine temel tasarım dersine yönelik tutum bakımından yakın düzeyde olduklarını ortaya koymak ve ikinci araştırma sorusunu da yanıtlamak amacına yönelik analizler yapılmıştır. 3.1.2.1. Deney ve Kontrol Grubu Tutum Testi Ön Test Genel (Toplam) Puan Farklarının Karşılaştırılmasına İlişkin Bulgular Deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin tutum testi ön test genel puanlarının bu gruplara göre anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı uygulanan Mann Whitney U testi ile ortaya konmuştur. Tablo 2’de sıra ortalamaları yer alan analiz sonucuna göre deney grubu ve kontrol grubu tutum testi ön test genel puanları yapılan karşılaştırmaya göre anlamlı biçimde farklılaşmamaktadır (U= 63,0, p>.05) (bkz. Tablo 2). Bu sonuçlara göre deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin tıpkı renk bilgisi düzeyinde olduğu gibi derse yönelik tutum bakımından da birbirine yakın tutum düzeylerinde olduğu sonucuna ulaşılabilir. Tablo 2a: Deney ve Kontrol Grubu Tutum Testi Ön Test Genel Puanlarının Gruplara Göre Sıra Ortalamaları Karşılaştırması. Grubu N Sıra Ortalaması Sıralar Toplamı Kontrol Grubu Tutum Testi Ön Test Deney Grubu Puanı Toplam 12 12,25 147,00 11 11,73 129,00 23 Tablo 2b: Mann Whitney U Test Sonuçları. Mann-Whitney U Wilcoxon W Z Asymp. Sig. (2-tailed) Exact Sig. [2*(1-tailed Sig.)] a Not corrected for ties. b Grouping Variable: Grubu Tutum Testi Ön Test Puanı 63,000 129,000 -,185 ,853 ,880(a) 3.2. Deney ve Kontrol Grubu (Grup İçi) Renk Bilgisi ve Tutum Testi Ön Test-Son Test Puan Farklarına İlişkin Bulgular Bu başlık altında 3. 4. 5. ve 6. alt problemler gerekli analizler yapılarak sınanacaktır. Öncelikle grupların kendi içinde renk bilgisi testi ön test-son test puan farkları incelenecektir. Kontrol ve deney grubu öğrencilerinin (kendi grupları içinde) ön test-son test renk bilgisi puan farklarından elde edilen puanlar arasındaki olası anlamlı farklılığın renk bilgisi testine ait genel boyutların tümünde olup olmadığı ortaya konacaktır. 153 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 145 – 167 3.2.1. Üçüncü Alt Probleme İlişkin Bulgular (Kontrol Grubu Renk Bilgisi Ön Test-Son Test Puanlarının Karşılaştırılması) Araştırmanın üçüncü alt problem cümlesi “kontrol grubunda yer alan öğrencilerin renk bilgisi testi ön test puanlarıyla, renk bilgisi testi son test puanları arasında anlamlı farklılık var mıdır?” şeklinde ifade edilmiştir. Bu alt problemle ilgili olarak, kontrol grubu öğrencilerinin renk bilgisi ön test–son test puanları arasındaki olası farklılığın, renk bilgisi puanının genel puana göre farklılaşacağı düşünülerek kontrol grubunda yer alan öğrencilerin renk bilgisinin genel renk bilgisi ön test-son test puanları arasında fark olup olmadığı ortaya konmaya çalışılmıştır. 3.2.1.1. Kontrol Grubu Genel Renk Bilgisi Testi Ön Test ve Son Test Puanlarına İlişkin Bulgular Kontrol grubundaki öğrencilerin genel renk bilgisi testi ön test-son test puanlarının anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı yine Wilcoxon Signed-Rank Test aracılığıyla ortaya konmaya çalışılmıştır. Tablo 3’de pozitif ve negatif sıra sayıları ve sıra ortalamaları yer alan analiz sonucuna göre kontrol grubunda yer alan öğrencilerin renk bilgisi testi genel ön test-son test puan sıra karşılaştırmalarında 7 pozitif sıraya karşın 5 negatif sıra elde edilmiştir. Beklendiği gibi bu farklılık da istatistiksel olarak anlamlı değildir (z = -1.571, p>.05, bkz. Tablo 3). Tablo 3a: Kontrol Grubu Genel Renk Bilgisi Testi Genel (Toplam) Ön Test ve Son Test Puanlarının Sıra Ortalamaları Karşılaştırması. N Sıra Ortalaması Sıralar Toplamı 5(a) 3,80 19,00 Son Test Genel Renk Negatif Sıralar 7(b) 8,43 59,00 Bilgisi Puanı-Ön Test Pozitif Sıralar Genel Renk Bilgisi Eşitlikler 0(c) Puanı 12 Toplam a Sözel Son Test Genel Renk Bilgisi Puanı < Sözel Ön Test Genel Renk Bilgisi Puanı b Sözel Son Test Genel Renk Bilgisi Puanı > Sözel Ön Test Genel Renk Bilgisi Puanı c Sözel Son Test Genel Renk Bilgisi Puanı = Sözel Ön Test Genel Renk Bilgisi Puanı Tablo 3b: Wilcoxon Signed-Rank Test Sonuçları. Son Test Genel Renk Bilgisi Puanı - Ön Test Genel Renk Bilgisi Puanı Z -1,571(a) Asymp. Sig. (2-tailed) ,116 a Based on negative ranks. b Wilcoxon Signed Ranks Test 3.2.2. Dördüncü Alt Probleme İlişkin Bulgular (Kontrol Grubu Tutum Testi Ön Test-Son Test Puanlarının Karşılaştırılması) Araştırmanın dördüncü alt problem cümlesi “kontrol grubunda yer alan öğrencilerin ön test tutum puanlarıyla, son test tutum puanları arasında anlamlı farklılık var mıdır?” şeklinde ifade edilmiştir. Bu alt problemle bağlı olarak, kontrol grubu öğrencilerinin tutum testi ön test–son test puanları arasındaki olası farklılığın, tutum testinin genel tutum puanına göre farklılaşacağı düşünülerek “kontrol grubu tutum testi 154 Harun Hilmi POLAT ön test-son test puanlarının karşılaştırılması” başlığı altında kontrol grubundaki öğrencilerin tutum testi ön test-son test puanlarının anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı, tutum testinin genel tutum testi puanları için parametrik olmayan testlerde ilişkili örneklemlerin karşılaştırılmasında kullanılan wilcoxon işaretli sıralar testi aracılığıyla sınanmıştır. Tablo 4a: Kontrol Grubu Tutum Testi Ön Test ve Son Test Genel Puanlarının Sıra Ortalamaları Karşılaştırması. N Sıra Ortalaması Sıraların Toplamı 8(a) 6,06 48,50 Tutum Testi Son Negatif Sıralar 4(b) 7,38 29,50 Test-Tutum Testi Ön Pozitif Sıralar Test Eşitlikler 0(c) Toplam 12 a Tutum Testi Son Test < Tutum Testi Ön Test b Tutum Testi Son Test > Tutum Testi Ön Test c Tutum Testi Son Test = Tutum Testi Ön Test Tablo 4b: Wilcoxon Signed-Rank Test Sonuçları. Tutum Testi Son Test-Tutum Testi Ön Test Z Asymp. Sig. (2-tailed) a Based on positive ranks. b Wilcoxon Signed Ranks Test -,746(a) ,456 3.2.2.1. Kontrol Grubu Tutum Testi Ön Test ve Son Test Genel Puana İlişkin Bulgular Kontrol grubundaki öğrencilerin tutum testi duygu boyutu ön test-son test puanlarının anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı parametrik olmayan testlerde ilişkili örneklemlerin karşılaştırılmasında kullanılan wilcoxon işaretli sıralar testi aracılığıyla sınanmıştır. Tablo 4’de pozitif ve negatif sıra sayıları ve sıra ortalamaları yer alan analiz sonucuna göre kontrol grubunda yer alan öğrencilerin tutum testi ön test-son test puanları sıra karşılaştırmalarında (son testin ön testten büyüklüğünü ifade eden) 4 pozitif sıraya karşın 8 negatif sıra elde edilmiştir. Ancak bu farklılık istatistiksel olarak anlamlı değildir (z = - 0.746, p>.05, bkz. Tablo 4). 3.2.3. Beşinci Alt Probleme İlişkin Bulgular (Deney Grubu Renk Bilgisi Ön Test-Son Test Puanlarının Karşılaştırılması) Araştırmanın beşinci alt problem cümlesi “deney grubunda yer alan öğrencilerin renk bilgisi testi ön test puanlarıyla, renk bilgisi testi son test puanları arasında anlamlı farklılık var mıdır?” şeklinde ifade edilmiştir. Bu alt problemle ilgili olarak, deney grubu öğrencilerinin renk bilgisi ön test – son test puanları arasındaki olası farklılığın, renk bilgisi puanının genel puanına göre farklılaşacağı düşünülerek deney grubunda yer alan öğrencilerin renk bilgisinin genel renk bilgisi ön test-son test puanları arasında fark olup olmadığı ortaya konmaya çalışılmıştır. 155 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 145 – 167 Tablo 5a: Deney Grubu Renk Bilgisi Testi Genel (Toplam) Ön Test ve Son Test Puanlarının Sıra Ortalamaları Karşılaştırması. N Sıra Ortalaması Sıralar Toplamı Negatif Sıralar 0(a) ,00 ,00 Son Test Genel Renk Pozitif Sıralar 11(b) 6,00 66,00 Bilgisi Puanı - Ön Test Eşitlikler 0(c) Genel Renk Bilgisi Puanı Toplam 11 a Son Test Genel Renk Bilgisi Puan < Ön Test Genel Renk Bilgisi Puanı b Son Test Genel Renk Bilgisi Puanı > Ön Test Genel Renk Bilgisi Puanı c Son Test Genel Renk Bilgisi Puanı = Ön Test Genel Renk Bilgisi Puanı Tablo 5b: Wilcoxon Signed-Rank Test Sonuçları. Son Test Genel Renk Bilgisi Puanı - Ön Test Genel Renk Bilgisi Puanı Z -2,936(a) Asymp. Sig. (2-tailed) ,003 a Based on negative ranks. b Wilcoxon Signed Ranks Test 3.2.3.1. Deney Grubu Genel Renk Bilgisi Testi Ön Test ve Son Test Puanlarına İlişkin Bulgular Deney grubundaki öğrencilerin genel renk bilgisi testi ön test-son test puanlarının anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı yine Wilcoxon Signed-Rank Test aracılığıyla ortaya konmaya çalışılmıştır. Tablo 5’de pozitif ve negatif sıra sayıları ve sıra ortalamaları yer alan analiz sonucuna göre deney grubunda yer alan öğrencilerin renk bilgisi testi genel ön test-son test puan sıra karşılaştırmalarında 11 pozitif sıraya karşın hiç bir negatif sıra elde edilmemiştir. Beklendiği gibi bu farklılık da istatistiksel olarak anlamlıdır (z = -2.936, p>.01, bkz. Tablo 5). Bu analizlerde, 5. alt probleme bağlı olarak, deney grubunda yer alan öğrencilerin genel renk bilgisi son test puanlarıyla, ön test puanları arasında anlamlı farklılığın olup olmadığı, belirlenmeye çalışılmıştır. Sonuçlara göre anlamlı bir farklılık elde edilmiştir. Kontrol grubunda genel renk bilgisi ön test-son test puanları arasında anlamlı farklılığın olmayıp, deney grubunda ise son test puanları lehine açık bir farkın ortaya konmuş olması web destekli öğretimin etkililiği bakımından manidardır. 3.2.4. Altıncı Alt Probleme İlişkin Bulgular (Deney Grubu Tutum Testi Ön Test-Son Test Puanlarının Karşılaştırılması) Araştırmanın altıncı alt problem cümlesi “deney grubunda yer alan öğrencilerin ön test tutum puanlarıyla, son test tutum puanları arasında anlamlı farklılık var mıdır?” şeklinde ifade edilmiştir. Bu alt problemle ilgili olarak, deney grubu öğrencilerinin tutum testi ön test-son test puanları arasındaki olası farklılığın, tutum testinin genel tutum puanına göre farklılaşacağı düşünülerek deney grubundaki öğrencilerin tutum testi ön test-son test puanlarının anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı, tutum testinin genel tutum testi puanları için parametrik olmayan testlerde ilişkili örneklemlerin karşılaştırılmasında kullanılan wilcoxon işaretli sıralar testi aracılığıyla sınanmıştır. 156 Harun Hilmi POLAT Tablo 6a: Deney Grubu Tutum Testi Ön Test ve Son Test Puanlarının Sıra Ortalamaları Karşılaştırması. N Sıra Ortalaması Negatif Sıralar 6(a) 5(b) Tutum Testi Son Test - Pozitif Sıralar Tutum Testi Ön Test Eşitlikler 0(c) Toplam 11 a Tutum Testi Son Test < Tutum Testi Ön Test b Tutum Testi Son Test > Tutum Testi Ön Test c Tutum Testi Son Test = Tutum Testi Ön Test Tablo 6b: Wilcoxon Signed-Rank Test Sonuçları. 5,50 6,60 Sıraların Toplamı 33,00 33,00 Tutum Son Test- Tutum Ön Test Z Asymp. Sig. (2-tailed) ,000(a) 1,000 a The sum of negative ranks equals the sum of positive ranks. b Wilcoxon Signed Ranks Test 3.2.4.1. Deney Grubu Tutum Testi Ön Test ve Son Test Genel Puanlarına İlişkin Bulgular Deney grubundaki öğrencilerin tutum testi ön test-son test genel puanlarının anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı parametrik olmayan testlerde ilişkili örneklemlerin karşılaştırılmasında kullanılan wilcoxon işaretli sıralar testi aracılığıyla sınanmıştır. Tablo 6’de pozitif ve negatif sıra sayıları ve sıra ortalamaları yer alan analiz sonucuna göre deney grubunda yer alan öğrencilerin tutum testi ön test-son test genel puanları sıra karşılaştırmalarında (son testin ön testten büyüklüğünü ifade eden) 5 pozitif sıraya karşın 6 negatif sıra elde edilmiştir. Ancak bu farklılık istatistiksel olarak anlamlı değildir (z = 0.000, p>.05, bkz. Tablo 6). Bu analizlerde, 6. alt probleme bağlı olarak, deney grubunda yer alan öğrencilerin son test genel tutum puanlarıyla, ön test genel tutum puanları arasında anlamlı farklılığın olup olmadığı belirlenmeye çalışılmıştır. Sonuçlara göre anlamlı bir farklılık elde edilememiştir. 3.3. Deney ve Kontrol Grubu Renk Bilgisi Testi, Tutum Testi Puan Farklarının Karşılaştırılması İle Kalıcılık Testi ve Uygulama Puanlarının Karşılaştırılmasına İlişkin Bulgular Bu aşamada çalışmanın ana amacını ortaya koymaya yönelik olarak deney ve kontrol gruplarının renk bilgisi ile derse yönelik tutum son test puanları ve kalıcılık testi ile uygulama boyutu puanları arasında anlamlı bir farklılığın olduğuna ilişkin hipotezler ilişkisiz iki örnekleme ait ortalamaların karşılaştırılmasında kullanılan Mann Whitney U test ile sınanmıştır. 157 Mart 2010, Sayı 15, sh. 145 – 167 SBArD 3.3.1. Yedinci Alt Probleme İlişkin Bulgular (Deney ve Kontrol Grubu Renk Bilgisi Testi Son Test Puanlarının Karşılaştırılması) Araştırmanın yedinci alt problem cümlesi “deney ve kontrol grubu öğrencilerinin renk bilgisi son test puanları arasında anlamlı farklılık var mıdır? ” şeklinde ifade edilmiştir. Bu alt problemle ilgili olarak, deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin renk bilgisi son test puanları arasındaki olası farklılığın, bu teste ait genel renk bilgisi puanında gerçekleşeceği düşüncesi ile deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin renk bilgisi son test puanlarının bu testin genel puanlarının bu gruplara göre anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı incelenmiştir. Tablo 7a: Deney ve Kontrol Grubu Renk Bilgisi Testi Genel (Toplam) Son Test Puanlarının Gruplara Göre Sıra Ortalamaları Karşılaştırması. Grubu N Sıra Ortalaması Sıralar Toplamı Kontrol Grubu 12 6,83 Genel Renk Bilgisi Deney Grubu 11 17,64 Puanı Son Test Toplam 23 Tablo 7b: Mann Whitney U Test Sonuçları. Genel Renk Bilgisi Puanı Son Test Mann-Whitney U Wilcoxon W Z Asymp. Sig. (2-tailed) Exact Sig. [2*(1-tailed Sig.)] a Not corrected for ties. b Grouping Variable: Grubu 82,00 194,00 4,000 82,000 -3,821 ,000 ,000(a) 3.3.1.1. Deney ve Kontrol Grubu Renk Bilgisi Testi Genel (Toplam) Son Test Puanlarının Karşılaştırılmasına İlişkin Bulgular Deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin renk bilgisi testi genel (toplam) son test puanlarının bu gruplara göre anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı uygulanan Mann Whitney U testi ile ortaya konmuştur. Tablo 7’de sıra ortalamaları yer alan analiz sonucuna göre deney grubu ve kontrol grubu renk bilgisi testi son test genel (toplam) puan farkları yapılan karşılaştırmaya göre anlamlı biçimde farklılaşmaktadır (U = 4,0, p<.001, bkz. Tablo 7). Deney grubunda yer alan öğrencilerin renk bilgisi testi genel (toplam) son test puanları kontrol grubundaki öğrencilerin renk bilgisi testi son test genel (toplam) puanından anlamlı şekilde daha yüksektir. Bu analizlerde, 7. alt probleme bağlı olarak, deney grubunda yer alan öğrencilerin renk bilgisi genel puanlarıyla, kontrol grubu öğrencilerinin renk bilgisi genel puanları arasında anlamlı farklılığın olup olmadığı belirlenmeye çalışılmıştır. Sonuçlara göre anlamlı bir farklılık elde edilmiştir. 3.3.2. Sekizinci Alt Probleme İlişkin Bulgular (Deney ve Kontrol Grubu Tutum Testi Son Test Puanlarının Karşılaştırılması) Araştırmanın sekizinci alt problem cümlesi “deney ve kontrol grubu öğrencilerinin tutum son test puanları arasında anlamı farklılık var mıdır?” şeklinde 158 Harun Hilmi POLAT ifade edilmiştir. Bu alt problemle ilgili olarak, deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin tutum son test puanları arasındaki olası farklılığın, bu teste ait genel tutum testi puanında gerçekleşeceği düşüncesi deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin tutum testi son test puanlarının bu testin genel puanlarının bu gruplara göre anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı incelenmiştir. Tablo 8a: Deney ve Kontrol Grubu Tutum Testi Son Test Puanlarının Gruplara Göre Sıra Ortalamaları Karşılaştırması. Grubu Sıra N Ortalaması Sıraların Toplamı 1 Kontrol Grubu 11,29 135,50 2 1 Tutum Testi Son Test Deney Grubu 12,77 140,50 1 2 Toplam 3 Tablo 8b: Mann Whitney U Test Sonuçları. Tutum Testi Son Test Mann-Whitney U 57,500 Wilcoxon W 135,500 Z -,523 Asymp. Sig. (2-tailed) ,601 Exact Sig. [2*(1-tailed Sig.)] ,608(a) a Not corrected for ties. b Grouping Variable: Grubu 3.3.2.1. Deney ve Kontrol Grubu Tutum Testi Son Test Genel Puanlarının Karşılaştırılmasına İlişkin Bulgular Deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin tutum testi son test puanlarının bu gruplara göre anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı Mann Whitney U testi ile sınanmıştır. Tablo 8’da sıra ortalamaları yer alan analiz sonucuna göre deneklerin tutum testi son test puanları onların gruplarına göre (kontrol-deney) anlamlı biçimde farklılaşmamaktadır (U = 57,50 p> .05) (bkz. Tablo 8). Bu analizlerde, 8. alt probleme bağlı olarak, deney grubunda yer alan öğrencilerin son test genel tutum puanlarıyla, kontrol grubu öğrencilerinin son test genel tutum puanları arasında anlamlı farklılığın olup olmadığı çalışılmıştır. Sonuçlara göre anlamlı bir farklılık elde edilememiştir. 3.3.3. Dokuzuncu Alt Probleme İlişkin Bulgular (Deney ve Kontrol Grubu Kalıcılık Testi Puanlarının Karşılaştırılması) Araştırmanın dokuzuncu alt problem cümlesi “deney ve kontrol grubu öğrencilerinin kalıcılık puanları arasında anlamlı farklılık var mıdır?” şeklinde ifade edilmiştir. Bu alt problemle ilgili olarak, deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin kalıcılık puanları arasındaki olası farklılığın bu teste ait genel kalıcılık testi puanında gerçekleşeceği düşüncesi ile deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin kalıcılık testi puanlarının bu testin genel puanlarının bu gruplara göre anlamlı biçimde farklılaşıp 159 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 145 – 167 farklılaşmadığı incelenmiştir. Tablo 9a: Deney ve Kontrol Grubu Kalıcılık Testi Genel Puanlarının Gruplara Göre Sıra Ortalamaları Karşılaştırması. Grubu Sıra N Ortalaması Sıralar Toplamı 1 Kontrol Grubu 7,88 94,50 2 Kalıcılık Testi Genel Renk 1 Deney Grubu 16,50 181,50 Bilgisi Puanı 1 2 Toplam 3 Tablo 9b: Mann Whitney U Test Sonuçları. Kalıcılık Testi Genel Renk Bilgisi Puanı Mann-Whitney U 16,500 Wilcoxon W 94,500 Z -3,057 Asymp. Sig. (2-tailed) ,002 Exact Sig. [2*(1-tailed Sig.)] ,001(a) a Not corrected for ties. b Grouping Variable: Grubu 3.3.3.1. Deney ve Kontrol Grubu Kalıcılık Testi Genel (Toplam) Puanlarının Karşılaştırılmasına İlişkin Bulgular Deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin kalıcılık testi genel (toplam) puanlarının gruplara göre anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı Mann Whitney U testi uygulanarak belirlenmeye çalışılmıştır. Tablo 9’da sıra ortalamaları yer alan analiz sonucuna göre deney grubunda yer alan öğrencilerin kalıcılık testi genel (toplam) puanları kontrol grubundaki öğrencilerin kalıcılık testi genel (toplam) puanlarından anlamlı şekilde daha yüksektir (U = 16,5, p<.01, bkz. Tablo 9). Bu analizlerde, 9. alt probleme bağlı olarak, deney grubunda yer alan öğrencilerin kalıcılık testi genel puanlarıyla, kontrol grubu öğrencilerinin kalıcılık testi genel puanları arasında anlamlı farklılığın olup olmadığı belirlenmeye çalışılmıştır. Sonuçlara göre anlamlı bir farklılık elde edilmiştir. 3.3.4. Onuncu Alt Probleme İlişkin Bulgular (Kontrol Grubu ve Deney Grubu Öğrencilerinin Uygulama Boyutu Puanlarının karşılaştırılması) Araştırmanın yedinci alt problem cümlesi “deney ve kontrol grubu öğrencilerinin uygulama boyutu puanları arasında anlamlı farklılık var mıdır?” şeklinde ifade edilmiştir. Bu alt problemle ilgili olarak, deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin uygulama boyutu puanlarının bu gruplara göre anlamlı biçimde farklılaşıp farklılaşmadığı uygulanan Mann Whitney U testi ile ortaya konmuştur. 160 Harun Hilmi POLAT Tablo 10a: Deney ve Kontrol Grubu Uygulama Boyutu Puanlarının Gruplara Göre Sıra Ortalamaları Karşılaştırması. Grubu N Sıra Ortalaması Sıralar Toplamı 1 Kontrol Grubu 6,50 78,00 2 1 Uygulama Puanı Deney Grubu 18,00 198,00 1 2 Toplam 3 Tablo 10b: Mann Whitney U Test Sonuçları. Uygulama Puanı Mann-Whitney U Wilcoxon W Z Asymp. Sig. (2-tailed) Exact Sig. [2*(1-tailed Sig.)] a Not corrected for ties. b Grouping Variable: Grubu ,000 78,000 -4,067 ,000 ,000(a) Tablo 10’da sıra ortalamaları yer alan analiz sonucuna göre deney grubu ve kontrol grubu uygulama boyutu puanları yapılan karşılaştırmaya göre anlamlı biçimde farklılaşmaktadır (U=0,000, p<.01, bkz. Tablo 10). Deney grubunda yer alan öğrencilerin uygulama boyutu puanları kontrol grubundaki öğrencilerin uygulama boyutu puanlarından anlamlı şekilde daha yüksektir. Bu analizlerde, 10. alt probleme bağlı olarak, deney grubu öğrencilerinin uygulama boyutu puanlarıyla, kontrol grubu öğrencilerinin uygulama boyutu puanları arasında anlamlı farklılığın olup olmadığı belirlenmeye çalışılmıştır. Sonuçlara göre anlamlı bir farklılık elde edilmiştir. 3.4. On birinci Alt Probleme İlişkin Bulgular Araştırmanın bu bölümünde nitel bulgu ve yorumlara yer verilmiştir. Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim-İş Eğitimi A.B.D. Temel Tasarım Dersinde Web Destekli öğretimin uygulandığı deney grubu öğrencilerinin, uygulanan öğretim yöntemi ve derse ilişkin görüşlerine yönelik bulgu ve yorumlar yer almaktadır. Görüşme formu, yedi sorudan oluşup, bu sorulardan altısı derste kullanılan öğretime, biri ise öğrencilerin derse yönelik tutumlarına ilişkin sorulardır. Aşağıda görüşme formunda yer alan soru maddeleri, bulgular ve yorumları verilmiştir. 1. Araştırmada öğrencilere uygulanan görüşme formundaki ilk soru “Temel Tasarım dersinde yapılan Web Destekli etkinliklerin, çalışmalarınızda kolaylıklar sağladığını düşünüyor musunuz, anlatır mısınız?” şeklindedir. Görüşme formundaki birinci soruya ilişkin görüşler incelendiğinde, Temel Tasarımı dersinde yapılan web destekli öğretim etkinliklerinin, uygulama çalışmalarında, öğrencilerin konu ile ilgili bilgilerin elde edilmesinde, kavranmasında, uygulama yaparken öz güvenlerinin artmasında, bilgiye ulaşmada etkileşimli ortamın oluşmasında öğrencilere olumlu katkı ve kolaylıklar sağladığı anlaşılmaktadır. 161 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 145 – 167 Edinilen bulgulara göre, Web destekli öğretim etkinliklerinin, Temel Tasarımı dersine yönelik yaklaşımlarını değiştirdiği anlaşılmaktadır. İfade edilen görüşlere göre; Temel Tasarım dersinde yapılan web destekli öğretim etkinliklerinin, öğrencilerin uygulama yaparken bilgiye erişmelerinde kolaylık sağlama, konu tekrarı yapabilme fırsatı sunmada, etkileşimli bir ortamda eğlenerek öğrenebilme durumu oluşturma ve öğrenme esnasında demokratik bir ortamın oluşmasında etkili olduğunu göstermesi bakımından önemli olduğu anlaşılmaktadır. 2. Araştırmada öğrencilere uygulanan görüşme formundaki ikinci soru “Temel Tasarım dersinde uygulanan Web Destekli etkinliklerin, başarınızda etkili olduğunu düşünüyor musunuz, niçin?” şeklindedir Öğrencilerin görüşme formundaki ikinci soruya verdikleri ifadelere göre, derslerde yapılan web destekli öğretim etkinliklerinin, başarılarının artmasında etkili olduğu anlaşılmaktadır. Görüşler incelendiğinde öğrencilerin tamamı Temel Tasarımı dersinde yapılan web destekli öğretim etkinliklerinin, başarılarına katkıda bulunduğunu ve etkili olduğunu söylemektedirler. Öğrencilerin, Web destekli öğretim sonrasında; başarılarında olumlu etkilerin olduğu, özgüvenlerini arttırdığı, öğrenmekten zevk aldıkları, etkinliklerin uygulama yapma konusunda cesaretlendirici olduğu anlaşılmaktadır. Bu görüşler, Temel Tasarımı dersinde yapılan web destekli öğretim etkinliklerinin, öğrencilerin başarılarına ilişkin olumlu yönde gelişmeler göstermesi açısından önemlidir. 3. Araştırmada öğrencilere uygulanan görüşme formundaki üçüncü soru “Temel Tasarım dersinde uygulanan Web Destekli etkinlikleri, diğer derslerinizde de uygulanarak öğretim yapılmasını ister miydiniz, neden?” şeklindedir. Görüşme formunda yer alan, üçüncü soruya verilen yanıtlara göre öğrenciler, Temel Tasarımı dersinde yapılan web destekli öğretim etkinliklerinin, diğer derslerde de yapılmasına ilişkin olumlu görüş belirtmişlerdir. Öğrencilerin ifadelerinden de anlaşıldığı üzere, Temel Tasarımı dersinde web destekli öğretim, ile yapılan derslere yönelik olarak tamamının olumlu görüş belirttikleri ve diğer bölüm dersleri ile eğitim derslerinde de kullanılmasını istedikleri anlaşılmaktadır. Bu görüşler, öğrencilerin, denel işlemler esnasında yapılan etkinliklerden derse yönelik tutumlarının olumlu yönde değişimler göstermesi bakımından önemlidir. 4. Araştırmada öğrencilere uygulanan görüşme formundaki dördüncü soru “Temel Tasarım dersinde elde ettiğiniz bilgi ve becerileri kazanmanızda etkili olduğunu düşündüğünüz etkinlikleri anlatır mısınız?” şeklindedir. Görüşme formunda yer alan dördüncü soruya ilişkin görüşler dikkate alındığında öğrencilerin tamamı Temel Tasarım dersinde yapılan web destekli öğretim ile, önemli bilgi ve beceri elde ettiklerini bildirmişlerdir. Elde edilen bilgi ve becerileri hangi etkinlikler çerçevesinde elde ettiklerine öğrencilerin çoğunluğu, Web aracılığı ile yapılan etkinlikleri ve bunun devamında atölyede yapılan uygulamaları olarak belirtmişlerdir. Görüşme formundaki dördüncü soruya ilişkin görüşler, öğrencilerin, Temel Tasarım dersinde yapılan web destekli öğretim etkinliklerinin, bilgi ve becerilerini arttırmada etkili olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. 162 Harun Hilmi POLAT 5. Araştırmada öğrencilerle uygulanan görüşme formundaki beşinci soru “Eğitim süreci içerisinde Temel Tasarım dersinden çok hoşlandığınızı düşündüğünüz anlar oldu mu?” şeklindedir. Görüşme formunda yer alan beşinci soruya ilişkin görüşleri dikkate alındığında öğrenciler, Temel Tasarım dersinde yapılan web destekli öğretim etkinlikleri neticesinde başarılı işlerin ve uygulamaların ortaya çıkmasından, dersin işleniş biçiminden, zevk aldıklarını ve hoşlandıklarını belirtmişlerdir. Bu doğrultuda bazı öğrencilerin görüşleri anlamlı kabul edilebilir. Görüşme formundaki beşinci soruya ilişkin ifadelerden de anlaşıldığı üzere öğrenciler, Temel Tasarım dersinde yapılan web destekli öğretim etkinlikleri çerçevesinde başarılı sonuçlar elde ettiklerinde dersten çok hoşlandıklarını belirtmişlerdir. 6. Araştırmada öğrencilerle uygulanan görüşme formundaki altıncı soru “Temel Tasarım dersine yönelik duygu ve düşüncelerinizin oluşmasında sizi en çok etkileyen unsurun ne olduğunu düşünüyorsunuz?” şeklindedir. Görüşme formunda yer alan altıncı soruya ilişkin görüşleri dikkate alındığında öğrenciler, Temel Tasarım dersinde yapılan web destekli öğretim etkinliklerinin, sonrasında derse yönelik duygu ve düşüncelerini oluşturan ve onları en çok etkileyen unsurların genel olarak derste uygulanan öğretim yöntemi ve öğreticinin değişen rolü olduğunu ifade etmişlerdir. Bu doğrultuda bazı öğrencilerin görüşleri anlamlı kabul edilebilir. Görüşme formundaki ifadelerden de anlaşıldığı üzere öğrenciler, Temel Tasarım dersinde yapılan web destekli öğretim yöntemi kapsamında uygulanan etkinliklere ve derse yönelik duygu ve düşüncelerini olumlu olarak belirtmişlerdir. Bu görüşler, özgüven sağlaması, öğrenci merkezli oluşu ve özgürlükçü oluşu olarak özetlenebilir. 7. Araştırmada öğrencilerle uygulanan görüşme formunda yer alan yedinci soru “Temel Tasarım dersi ile bölümün diğer dersleri arasında bir kıyaslama yaptığınızda, ilginizi çeken özellikler ne idi, anlatır mısınız?” şeklindedir. Görüşme formunda yer alan yedinci soruya ilişkin görüşleri dikkate alındığında öğrenciler, Temel Tasarım dersini, diğer derslerden farklı bulduklarını ifade etmektedirler. Temel Tasarım dersinde yapılan web destekli öğretim etkinliklerinin, etkili olduğunu; rahat bir ortam oluştuğunu, isteklerinin arttığını ve bütün bunları zevkle sıkılmadan ve özgürce gerçekleştirdikleri söylenebilir. Görüşler dikkate alındığında, öğrenciler, denel işlemler sonrasında Temel Tasarım dersinin diğer derslerden çok farklı olduğunu, bu bakımdan daha zevkli ve bilgilendirici geçtiğini ifade etmişlerdir. Bu görüşler web destekli öğretimin etkililiğini göstermesi bakımından önemlidir. IV. BÖLÜM SONUÇ VE ÖNERİLER 4.1. Sonuçlar Yapılan analizler ile elde edilen bulgulara göre web destekli öğretim yönteminin erişi, kalıcılık, ve uygulama puanları sonuçlarına anlamlı bir etkisinin olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Öğrencilerin web destekli öğretim yöntemine karşı görüşleri de olumludur. 163 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 145 – 167 Ancak, çalışmada web destekli öğretim yönteminin öğrencilerin derse yönelik tutumlarına anlamlı bir etkisinin olmadığı görülmüştür. Web destekli etkin öğrenme uygulamalarının öğretmen adaylarının derse yönelik tutumları üzerindeki etkilerine ilişkin araştırma bulguları; genel olarak araştırmacıların araştırma sonuçları ile örtüşür iken birkaç araştırmacı tarafından elde edilen bulgular ile örtüşmemektedir. Araştırma bulgularına ilişkin farklılığın; öğrenme sürecinin tasarımlanmasındaki farklılıklardan, etkinlik türlerinden, öğrenenlere sunulan kaynaklardan, öğrenenlerin materyallerden yararlanma durumlarından kaynaklanabileceği düşünülmektedir. Bununla birlikte tutumlar üzerinde web destekli öğrenmenin olumlu etkisinin gözlenmemesinde, uygulamaların öğrenciye getirdiği iş yükünün artması ve karşılaşılan güçlüklerden kaynaklanabileceği düşünülmektedir. Araştırma sonuçlarına göre deney grubunda uygulanan web destekli öğretim etkinlikleri, geleneksel uygulamalara göre, öğrencilerin başarılarını arttırmıştır. Web destekli öğretim uygulamalarının öğrencilerin ders başarıları üzerindeki etkisine ilişkin araştırma bulguları, genel olarak araştırmacıların araştırma sonuçları ile örtüşür iken birkaç araştırmacı tarafından elde edilen bulgular ile örtüşmemektedir. Araştırma bulgularının diğer bulgularla benzerlik ya da farklılığının; Web destekli öğretim sürecinin tasarımlanmasından kaynaklanabileceği, öğretim materyalinde öğrenenlere sunulan kaynaklardan ya da web etkinliklerinin türlerinden etkilenebileceği düşünülmektedir. Araştırmada web destekli öğrenme yönteminin uygulandığı grubunun başarı düzeyinin kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde yüksek bulunmasının nedeni uygulanan öğretim yöntemidir. Bu veriler bize uygun materyal kullanımın başarıyı artırdığının kanıtıdır. Literatürde yer alan bilgiler dikkate alındığında tutum ve basarı arasında güçlü bir ilişki olduğu bilinmektedir. Başarıyı artırıcı ortamların uzun süre korunması sonucunda tutumların da beklenen seviyelere gelmesi beklenmektedir. Araştırmanın problemi doğrultusunda hazırlanan alt problemlere bağlı araştırma sorularına ilişkin olarak elde edilen sonuçlara aşağıda yer verilmiştir. 4.1.1. Birinci Alt Probleme İlişkin Sonuçlar Deney ve kontrol grubu renk bilgisi testi genel (toplam) ön test puanlarının karşılaştırılmasına ilişkin bulgular göre puanlar anlamlı biçimde farklılaşmamaktadır. Ortaya konan bu sonuç, renk bilgisi testi bilgi boyutu düzeyi bakımından deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin birbirlerine yakın düzeyde olduklarını göstermektedir. Sonucun bu şekilde çıkması, öğrencilerin 1. sınıfta aldığı Temel Tasarım Eğitimi dersine bağlı hazır bulunuşluk düzeylerinden kaynaklandığı söylenebilir. 4.1.2. İkinci Alt Probleme İlişkin Sonuçlar Deney ve kontrol grubu tutum testi ön test genel (toplam) puan farklarının karşılaştırılmasına ilişkin bulgular göre deney grubu ve kontrol grubu tutum testi ön test genel puanları yapılan karşılaştırmaya göre anlamlı biçimde farklılaşmamaktadır. Bu sonuçlara göre deney ve kontrol grubundaki öğrencilerin tıpkı renk bilgisi düzeyinde olduğu gibi derse yönelik tutum bakımından da birbirine yakın tutum düzeylerinde olduğu sonucuna ulaşılabilir. 164 Harun Hilmi POLAT 4.1.3. Üçüncü Alt Probleme İlişkin Sonuçlar Kontrol grubu genel renk bilgisi testi ön test ve son test puanlarına ilişkin bulgulara göre kontrol grubunda yer alan öğrencilerin renk bilgisi testi genel ön test-son test puan sıra karşılaştırmalarında 7 pozitif sıraya karşın 5 negatif sıra elde edilmiştir. Beklendiği gibi bu farklılık da istatistiksel olarak anlamlı değildir. 4.1.4. Dördüncü Alt Probleme İlişkin Sonuçlar Kontrol Grubu Tutum Testi Ön Test ve Son Test Genel Puana İlişkin Bulgular a göre kontrol grubunda yer alan öğrencilerin tutum testi ön test-son test puanları sıra karşılaştırmalarında (son testin ön testten büyüklüğünü ifade eden) 4 pozitif sıraya karşın 8 negatif sıra elde edilmiştir. Ancak bu farklılık istatistiksel olarak anlamlı değildir. 4.1.5. Beşinci Alt Probleme İlişkin Sonuçlar Deney grubu genel renk bilgisi testi ön test ve son test puanlarına ilişkin bulgular göre deney grubunda yer alan öğrencilerin renk bilgisi testi genel ön test-son test puan sıra karşılaştırmalarında 11 pozitif sıraya karşın hiç bir negatif sıra elde edilmemiştir. Beklendiği gibi bu farklılık da istatistiksel olarak anlamlıdır. Kontrol grubunda genel renk bilgisi ön test-son test puanları arasında anlamlı farklılığın olmayıp, deney grubunda ise son test puanları lehine açık bir farkın ortaya konmuş olması web destekli öğretimin etkililiği bakımından anlamlıdır. 4.1.6. Altıncı Alt Probleme İlişkin Sonuçlar Deney grubu tutum testi ön test ve son test genel puanlarına ilişkin bulgular göre deney grubunda yer alan öğrencilerin tutum testi ön test-son test genel puanları sıra karşılaştırmalarında (son testin ön testten büyüklüğünü ifade eden) 5 pozitif sıraya karşın 6 negatif sıra elde edilmiştir. Ancak bu farklılık istatistiksel olarak anlamlı değildir. 4.1.7. Yedinci Alt Probleme İlişkin Sonuçlar Deney ve kontrol grubu renk bilgisi testi genel (toplam) son test puanlarının karşılaştırılmasına ilişkin bulgular göre deney grubu ve kontrol grubu renk bilgisi testi son test genel (toplam) puan farkları yapılan karşılaştırmaya göre anlamlı biçimde farklılaşmaktadır. Deney grubunda yer alan öğrencilerin renk bilgisi testi genel (toplam) son test puanları kontrol grubundaki öğrencilerin renk bilgisi testi son test genel (toplam) puanından anlamlı şekilde daha yüksektir. 4.1.8. Sekizinci Alt Probleme İlişkin Sonuçlar Deney ve Kontrol Grubu Tutum Testi Son Test Genel Puanlarının Karşılaştırılmasına İlişkin Bulgular göre deneklerin tutum testi son test puanları onların gruplarına göre (kontrol-deney) anlamlı biçimde farklılaşmamaktadır. 4.1.9. Dokuzuncu Alt Probleme İlişkin Sonuçlar Deney ve kontrol grubu kalıcılık testi genel (toplam) puanlarının karşılaştırılmasına ilişkin bulgular göre deney grubunda yer alan öğrencilerin kalıcılık 165 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 145 – 167 testi genel (toplam) puanları kontrol grubundaki öğrencilerin kalıcılık testi genel (toplam) puanlarından anlamlı şekilde daha yüksektir. 4.1.10. Onuncu Alt Probleme İlişkin Sonuçlar Kontrol grubu ve deney grubu öğrencilerinin uygulama boyutu puanlarına ilişkin bulgular göre deney grubu ve kontrol grubu uygulama boyutu puanları yapılan karşılaştırmaya göre anlamlı biçimde farklılaşmaktadır. Deney grubunda yer alan öğrencilerin uygulama boyutu puanları kontrol grubundaki öğrencilerin uygulama boyutu puanlarından anlamlı şekilde daha yüksektir. 4.1.11. On birinci Alt Probleme İlişkin Sonuçlar Web destekli öğretim yöntemine göre hazırlanmış etkinliklere katılan deney grubu öğrencilerinin, uygulanan öğretim yöntemine ve derse yönelik görüşleri olumludur denilebilir. 4.2. Öneriler Araştırmada elde edilen bulgulara dayalı olarak alana yönelik önerilerden bazıları şunlardır. 1. Araştırma sonucunda Temel Tasarım Eğitimi dersinde, konuların işlenmesinde web destekli öğretim yönteminin uygulanması için hazırlanmış etkinliklerin, öğrencilerin başarılarını arttırdığı, öğrenilenlerin kalıcılığına olumlu katkıda bulunduğu, derse yönelik görüşlerinin olumlu yönde değiştirdiği görülmüştür. Bu nedenle, web destekli öğretim yöntemi Temel Tasarım Eğitimi dersinde uygulanmalıdır ve uygulanması desteklenmelidir. 2. Temel Tasarım Eğitimi dersinde, konuların işlenmesinde web destekli öğretim yönteminin uygulanması için hazırlanmış etkinlikler, öğrencilerin Temel Tasarım Eğitimi dersindeki başarılarına, öğrenilenlerin kalıcılığına, katkıda bulunmuştur. Bu nedenle, Temel Tasarım Eğitimi dersi renk konularının öğretim ve uygulama aşamasında yaratıcılığı geliştirdiği için diğer konularında web destekli öğretim yönteminin uygulanmasına yönelik düzenlemeleri yapılmalıdır. 3. Araştırma sonucunda elde edilen bulgulara ve öğrenci görüşlerine göre, öğrencilerin Temel Tasarım Eğitimi dersinde, konuların işlenmesinde web destekli öğretim yönteminin uygulanması için hazırlanmış etkinliklerden zevk aldıkları, teorik ve uygulama açısından başarılı oldukları, dolayısıyla derse ilişkin görüşlerinin olumlu yönde geliştiği anlaşılmıştır. Bu nedenle Temel Tasarım Eğitimi dersinde tasarım konuları ile ilgili teorik bilgilerin verilmesi ve kavratılması aşamasında web destekli öğretim etkinliği çalışmalarına yer verilmelidir. 4. Temel Tasarım Eğitimi dersinde, konuların tasarımını, günümüzün şartlarına göre gerçekleştirebilmeleri için gerekli olan teknolojik araç ve gereçlerin bulunduğu Temel Tasarım Eğitimi atölyeleri oluşturulmalıdır. 5. Öğretim programında yer alan diğer derslerinde web destekli öğretiminin verile bilmesi için; resim-iş öğretmenlerine de hizmet içi eğitim kapsamında web destekli öğretim dersleri verilmeli ve uygulamaları için teşvik edilmelidir. 6. Eğitim fakülteleri güzel sanatlar eğitimi bölümlerinde web destekli öğretim ile ilgili dersler konulmak üzere düzenlemeler yapılmalıdır. 166 Harun Hilmi POLAT Kaynakça Atan, Uğur (2007). Resim-İş Öğretmeni Yetiştirmede Yaratıcı Drama Yönteminin Grafik Tasarım Derslerinde Kullanılmasının Erişi, Tutum ve Kalıcılığa Etkisi, Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Ankara. Bryman, Alan ve Cramer, Duncan (2001). Quantitative Data Analysis with SPSS Release İstanbul (Avrupa) for Windows, London: Routledege. Büyüköztürk, Şener (2002). Deneysel Desen (2.Baskı). Ankara: Pegem A Yayıncılık. Erdoğan, İrfan (2003). Pozitivist Metodoloji: Bilimsel Araştırma Tasarımı, İstatistiksel Yöntemler, Analiz ve Yorum. Ankara: Erkam Yayıncılık. Erbaş, Özlem (1996). Sanat Eğitiminde Renk ve Renk Öğretim Yöntemleri. Sanatta Yeterlilik Tezi, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eskişehir. Freedman, J.L, Sears D.O ve Carlsmith J. M (2003). Sosyal Psikoloji. (Çeviren: Ali Dönmez), Ankara: İmge Kitabevi Yayınları. İşler, Ahmet Şinasi (2001). Temel Sanat Eğitiminde Bilgisayarın Yeri ve İşlevi, Sanatta Yeterlilik Tezi, Marmara Üniversitesi Güzel sanatlar Enstitüsü, İstanbul. Norusis, M.J (2002). SPSS 11.0 Guıde To Data Analysıs. Prentice Hall, New Jersey. Turgut, M. Fuat ve Baykul, Yaşar(1992). Ölçekleme Teknikleri. Ankara: ÖSYM Yayınları 1. Walker, R. Brog (1987). Education Research. A Practical Guide For Teaching. New York/London:Logman. 167 AÇIK HAVA REKLAM ARAÇLARINDAN REKLAM PANOLARININ (BILLBOARDS) KONYA İL MERKEZİNDEKİ GENEL DURUM İNCELEMESİ Uğur ATAN Ali Atıf POLAT Özet / Abstract Bu araştırmanın amacı, grafik tasarım ürünlerinden olan dış mekan afişlerinin Konya İl merkezindeki genel durumunu incelemektir. Araştırmada nitel yöntemlerden yararlanılmıştır. Bu kapsamda Konya İl merkezindeki açık hava reklam araçları gözlenmiş, fotoğrafları çekilmiş ve doküman incelemesi yapılmıştır. Araştırmanın evrenini Konya il merkezindeki dış mekân afişleri, örneklemini ise Konya İl merkezindeki açık hava reklam panoları (billboards) oluşturmuştur. Araştırmanın sonucunda, Konya İl merkezindeki açık hava reklam araçlarından, reklam panolarının yasal işletmecisinin kontrolü dışındaki uygulamaların görsel kirlilik oluşturduğu, afiş etkisinin azaldığı görülmüştür. Bununla birlikte, reklam panolarının estetik ve dıştan aydınlatmalı reklam araçlarıyla yenilenmesi, uygulanan afişlerin görünebilirlik etkinliğini tam güne çıkarttığı gözlenmiştir. Sonuç olarak, bilgiye ve hizmete ulaşmada en etkili mecra olan açık hava reklam araçlarının bilinçli kullanılması gerekmektedir. Bu doğrultuda yapılacak olan yatırımlar, işletme ve eğitim stratejilerinin planlı ve istikrarlı bir şekilde yürütülmesine katkı sağlayabilir. Anahtar Sözcükler: Açık hava Reklam Panoları, Reklam, Afiş. A STATUS REPORT OF BILLBOARDS AS OUTDOOR ADVERTISING MEDIA IN KONYA CITY CENTER The aim of this paper is to study the general situation of outdoor posters as graphic design work in Konya city center. For this, qualitative methods such as location analysis, photographing and documentation analysis have been used in the study. The sample for the study consisted of outdoor posters from billboards in the Konya city center. As a result of the study, it has been found that billboard implementations beyond the control of the legal administrator caused visual pollution and noise, thus decreasing the advertising effect of billboards. However, it has also been found that the renewal of the billboards by esthetical advertising media and external illumination increased advertising effectiveness to full-time visibility. In conclusion, as a most effective medium for information and service, outdoor advertising media should be used consciously. Fort achieving this goal, comprehensively and coherent planned investment, administration and training strategies could be helpful. Keywords: Billboards, advertising, posters. Giriş Bilgi çağının sürekli değişen ve gelişen teknolojileriyle mesaj bombardımanı altındaki her insan olumlu ve/veya olumsuz etkileşim içerisindedir. Temel olarak bilinen tüm kavramlar ve uygulamalar ticari yaklaşımlar olarak değerlendirilebilir. Ancak akademisyenlerde bu alanda aktif yer alarak uygulamalara katılmaktadırlar. Bu aktif katılım ve etkileşimin ilgili alanda gelişmelere neden olduğu söylenebilir. Öğr. Gör. Dr., Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü. Öğr. Gör., Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü. SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 169 – 182 Bu bağlamda öncelikle reklam nedir? Açık hava reklam araçları nelerdir? Öncelikle bu soruları cevaplandırmak gerekmektedir. Genel anlamda reklam, “mal ve hizmetleri tanıtmak ve satışlarını artırmak amacıyla, üretici ve satıcı tarafından bir bedel ödenerek, herhangi bir vasıta ile yayınlanan her tür mesajdır” (Çakır, 2006:32). Peki, reklam ne işe yarar? Bu soruya Mattelart (1991:123) şöyle cevap verir: “Reklam halkın hizmetindeki kitlesel üretim ve dağıtım sisteminin vazgeçilmez bir parçasıdır. Malların üreticilerinin ve hizmetleri sunanların halka sundukları şey hakkında bilgi vermek ve onların sunduklarına yöneltmek için reklam ihtiyaçları vardır. Bu tür bilgi sistemi üretim ekonomisi için yararlıdır ve çeşitli seçenekler arasında tercih yapabilmeleri tüketiciler için gereklidir. Ayrıca, üretimin piyasaya sürülmesini garanti ederek istihdamın stabilize olmasında da bir etkendir; Reklam pazardaki rekabetin temelidir; gelişmeleri ve yaratıcılığı harekete geçirir; piyasa için aksi takdirde çok pahalıya mal olacak mal ve hizmetlerin düşük maliyetle sağlanmasını mümkün kılar. Son olarak da, reklam medyaların finansmanına temel bir katkıda bulunur.” Reklamcılık faaliyetleri çeşitli kategorilere ayrılıp incelenmektedir. Hangi kategoride olursa olsun reklam faaliyetinin gerçekleşebilmesi için çeşitli iletişim araçları kullanılmaktadır. Genel anlamda, bir ürün ya da hizmetin tanıtımında kullanılan görsel-işitsel iletişim araçlarının tümüne medya (mecra) adı verilir ve reklam veren, hedef kitleye ulaşmak için; gazete, radyo, televizyon, dergi, afiş, reklam panoları (billboard), satış yeri reklamı (P.O.P.), postalama (broşür, katalog vd.) ve internet gibi iletişim araçlarından yararlanılır (Becer, 1997:223). Bu iletişim araçlarında kullanılan grafik tasarım ürünlerinin kendi aralarında teknik farklılıklar olmasına rağmen, reklam tasarım aşamasında aynı kriterler geçerlidir. Tüm bu grafik tasarım ürünlerinin yayınlandığı uygulama alanlarının farklılığına rağmen, bu tasarımların görsel organizasyonunda dikkat edilmesi gereken temel unsur, reklam mesajlarının hedef kitle tarafından algılanabilirliliğini en kısa sürede sağlamaktır. Özellikle reklam iletişim araçlarından afiş tasarımlarının başarılı olabilmesi, uygulama alanlarının teknik yapısı ve hedef kitleye ulaşabilirliğine bağlıdır. Bu bağlamda inceleme yapacağımız reklam araçlarından açık hava reklamcılığı içerisinde değerlendirilen tüm araçlarda yayınlanan tasarımlar, grafik tasarım ürünlerinden afiş tasarımı kapsamına girmektedir. Bektaş’a (Akt. Tepecik, 2002:72) göre afiş, bir haberi, bir olayı, siyasal, sosyal, ekonomik, sanatsal ve kültürel açıdan, topluma duyurmak amacıyla, değişik yüzeyler üzerine yapılan ve belirli boyutlarda köy, kasaba ve şehirlerin çeşitli yerlerine asılan duyurulardır. Afişler, tasarım ve sanat kaygısının eşit ağırlıkta olduğu grafik ürünlerdir (Becer, 1997:201). Aynı zamanda afiş, bir ürün ya da hizmetin tanıtımı için caddelerde, açık mekânlarda yer alan en önemli dış mekân reklam araçlarından biridir (Teker, 2009:139). Genel olarak afişler, teknik özellikleri ve sergilendiği alan açısından iki gruba ayrılabilir. Birincisi olan iç mekân afişleri, tüm yaşam alanlarında, iç mekân ilan panolarında ve koridorlarda kullanılmak üzere tasarlanan daha küçük boyutlu afişlerdir. İkincisi ise, şehir mobilyaları kapsamında değerlendirilen büyük reklam panolarında ve duvar yüzeylerinde kullanılmak üzere tasarlanmaktadır. İç mekan afişleri ile dış mekan afişlerinin tasarım aşamasında dikkat edilmesi gereken temel kriter, hedef kitlece algılanabilirlik süresidir. Dış mekân afişleri boyut olarak büyük olmasına rağmen, 170 Uğur ATAN-Ali Atıf POLAT kullanıldığı yer ve hedef kitlenin hareket durumu, diğer olumsuz etkileyici faktörlerde göz önüne alındığında algılama süresi daha azdır. Bu nedenle tasarım aşamasında hedef kitlenin algılama süresinin dikkate alınması gerekmektedir. İç mekan afişleri ise, boyut olarak dış mekan afişlerine göre daha küçük olmasına rağmen, kullanıldığı iç mekan ve hedef kitleye olan mesafesi, afişin izleme süresini uzatmaktadır. Araştırmanın konusu dış mekân afişlerinden reklam panoları olduğundan açık hava reklam araçları üzerinde açıklama yapmak gerekirse “açık hava reklam araçları, trafiğin ve insan topluluklarının yoğun olduğu alanlarda kapalı mekânlar dışında yer alan çeşitli reklam vasıtalarıdır (Teker, 2009:138)”. Profesyonel anlamda hazırlanmış reklam araçlarının bulunduğu ve işletildiği ortamlarda yerel ana mecra, açık hava olarak karşımıza çıkar. Görsel iletişim şeklinde oluşturulmuş mesajların işitsel iletişimden belirgin bir farkı ise, kalıcılığı ve dolaylı olarak farklı zamanlarda etkinliğini sürdürebilmesidir (Uçar, 2004:19). Açık hava reklam araçlarının kiralama bedellerinin hesaplı olması, TV reklamlarını desteklemesi, tamamlaması ve geniş hedef kitleyi günün her saatinde yakalaması açısından reklam kampanyasının en önemli parçalarındandır (Teker, 2009:138). Yeni teknolojilerin ve ışık sistemlerinin sektörde kullanımıyla, standart olarak kullanılan birçok açık hava reklam araçlarındaki yenilenmeyle (revizion), birlikte, yeni alternatif yayın alanları da reklam sektörüne kazandırılmaktadır. Klasik reklam panosu (billboard) olarak tanımlanan ve tamamen ışıksız olarak hizmete sunulan reklam panoları, birçok yerde dıştan aydınlatmalı (ışıklı) olarak yenilenmesiyle (revizion), hedef kitleye etki süresini tam güne çıkartmıştır. Açık hava reklam araçları kullanıldığı yer, malzeme ve tekniğine göre sabit reklam araçları, değişken reklam araçları ve taşınabilir reklam araçları olmak üzere üç başlık altında incelenebilir: 1- Sabit Reklam Araçları: Bunlar afişler, küçük reklam panoları (miniboardlar), reklam panoları (billboardlar), büyük reklam panoları (city light board-megalightmagaboardlar), pankartlar, bez afişler, reklam kuleleri, bina cepheleri, bina üstü tabelalar, otobüs durakları, cadde ışıklandırma direği tabelaları, bina içi panolar (homeboardlar), ışıklı panolar (CLP, raket), sayısal (digital) ekranlar, iç ve dış mekanlarda kullanılan yer grafikleri, dev tv.ler olarak sıralanabilir. 2- Değişken Açık hava Reklam Araçları: Bunlar yer altı (metro) ve yer üstü (tramvay), kara, hava ve deniz ulaşım araçları dış yüzey giydirilmesi şeklinde açıklanabilir. 3- Taşınabilir Reklam Araçları: Ambalaj ve tanıtım ürünleri (promotion) gibi materyaller bu başlık altında sayılabilir. Amaç Bu araştırmanın amacı, grafik tasarım ürünlerinden olan dış mekan afişlerinin Konya İl merkezindeki genel durumunu incelemektir. Yöntem Araştırmada nitel yöntemlerden yararlanılmıştır. Bu kapsamda Konya İl merkezindeki açık hava reklam araçları gözlenmiş, fotoğrafları çekilmiş ve doküman incelemesi yapılmıştır. 171 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 169 – 182 Evren ve Örneklem Araştırmanın evrenini Konya İl merkezindeki dış mekân afişleri, örneklemini ise Konya İl merkezindeki açık hava reklam panoları (billboards) oluşturmuştur. Veri Toplama Araçları Veri toplama araçları Konya İl merkezindeki dış mekân afişlerinin yayınlandığı reklam panolarının fotoğrafları çekilerek, uluslararası şehir mobilyası üreticisi ve açık hava reklamcısı olan Wall firmasının web sitesinde yayınladığı standartlar göz önünde bulundurularak oluşturulmuştur. Sınırlılıklar Araştırma 2009 yılında yapılmıştır. Konya İl merkezindeki dış mekân afişlerinin yayınlandığı reklam panoları ile sınırlıdır. Bulgular ve Yorumlar Konya’daki Açık hava Reklam Araçları ve Ölçüleri Konya’da kullanılan açık hava reklam araçları yerel yönetimlerden izin alınarak reklamverenler tarafından sadece kendi kullanımlarına yönelik yaptırılan (totem, tabela) reklam araçları ile ticari kuruluşlar tarafından işletilen reklam araçları olarak iki grupta incelenebilir. Yerel yönetimlerden izin alınarak sadece kendi kullanımlarına yönelik yaptırılan reklam araçlarını ticari işletmeler veya şahıslar istedikleri alanlarda kullanabilirler. Bu alanların başka firmalara ihale edilmemiş mekânlar olması gerekmektedir. Ayrıca bu reklam alanlarının reklam vergisine tabi olduğu unutulmamalıdır. Duvar ve çatı reklamları, tabela ve totemler bu sınıfa girmektedir (Görsel 1). Ticari kuruluşlar tarafından işletilen açık hava reklam araçları ise; reklam panoları (billboardlar), büyük reklam panoları (city light board-megalight), reklam kuleleri, otobüs durakları, ışıklı panolar (CLP, raket), sayısal (digital) ekranlar, Tramvay, Dolmuş ve Taksi’leri kapsamaktadır. Bunlardan dolmuş ve taksilerde uygulanan reklamların işletmeciliği, ilgili sivil toplum örgütleri tarafından ihaleye açılır. Bu reklam uygulamaları belirli bir zaman diliminde olurken dolmuş ve taksicilerin gönüllülük esasına dayanır. Tramvay üzeri %100 giydirme ve iç reklam alanları kiralaması ise Konya Görsel 1: Duvar reklam Büyükşehir Belediyesinin ilgili birimleri tarafından yürütülmektedir (Görsel 2). uygulaması 172 Uğur ATAN-Ali Atıf POLAT Görsel 2: Tramvay üzeri reklam uygulaması Diğer kent mobilyası grubuna giren reklam panoları (billboardlar), büyük reklam panoları (city light board-megalight), reklam kuleleri, otobüs durakları, ışıklı panolar (CLP, raket), sayısal (digital) ekranlar ise Konya Büyükşehir Belediyesi’nin 2008 yılında açmış olduğu 10 yıllık yatırım ve işletme hizmetlerini kapsayan bir ihale ile Uluslararası şehir mobilyası üreticisi ve açık hava reklamcısı olan bir işletmeye verilmiştir. İşletmeler bir bütün olarak verilen açık hava reklam araçlarının teknik özellikleri ve boyutları şunlardır: Işıklı Şehir Reklam Panoları (CLP-City Light Poster): Işıklı şehir reklam panoları açık hava reklam kampanyalarında en çok kullanılanlardandır. Bunlar arka plan aydınlatmalı ve çift yönlü reklam panosu olarak hizmet üretmektedirler. Teknik Özellikler Kağıt formatı: Afiş boyutu 118,5 (En) x 175,0 (Boy) cm, tek parça, görünen alan 115,0 (En) x 171,0 (Boy) cm. Baskı işlemi: Ofset veya dijital baskı. Teslim şekli: Tek parça, düz, standart afiş formatında teslim edilmektedir (www.wall.com.tr). Işıklı Şehir Reklam Panoları (CLP-City Light Poster), Otobüs Durağı: Otobüs durağı açık hava reklam kampanyalarında en çok kullanılanlardandır. Bunlar arka plan aydınlatmalı ve çift yönlü reklam panosu olarak hizmet vermektedirler. Bu reklam panolarının bulunduğu mekanın durak olmasının avantajı, yolcuların bekleme süresince sergilenen reklam afişine olan mesafenin olumlu etkisi de göz ardı edilmemelidir. Teknik Özellikler Kağıt formatı: Afiş boyutu 118,5 (En) x 175,0 (Boy) cm, tek parça, görünen alan 115,0 (En) x 171,0 (Boy) cm. Baskı işlemi: Ofset veya dijital baskı. Teslim şekli: Tek parça, düz, standart afiş formatında teslim edilmektedir (www.wall.com.tr). Işıklı Şehir Reklam Panoları (CLP - City Light Poster), Reklam Kulesi: Reklam kulesi açık hava reklam kampanyalarında en çok kullanılan, arka plan aydınlatmalı ve çift yönlü reklam panosu olarak hizmet vermektedirler. Ayrıca bu reklam araçları ilginç, orijinal ve yaratıcı kampanyalar için alternatif ürünlerdendir. 173 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 169 – 182 Teknik Özellikler Kağıt formatı: Afiş boyutu 118,5 (En) x 175,0 (Boy) cm, tek parça, görünen alan 115,0 (En) x 171,0 (Boy) cm. Baskı işlemi: Ofset veya dijital baskı. Teslim şekli: Tek parça, düz, standart afiş formatında teslim edilmektedir (www.wall.com.tr). Işıklı Büyük Reklam Panoları (City Light Board): Işıklı büyük reklam panoları arka plan aydınlatmalı, hareke ve çift yönlü reklam panosu olarak hizmet vermektedirler. Teknik Özellikler Kağıt formatı: Afiş boyutu 356 (En) x 252 (Boy) cm, görünen alan 356 (En) x 252 (Boy) cm Baskı işlemi: Ofset veya dijital baskı. Teslim şekli: Tek parça olarak teslim edilmektedir (www.wall.com.tr). Işıklı Büyük Reklam Panoları (Megalight): Işıklı büyük reklam panoları arka plan aydınlatmalı ve çift yönlü reklam panosu olarak hizmet vermektedirler. Teknik Özellikler Kağıt formatı: Afiş boyutu 356 (En) x 252 (Boy) cm, görünen alan 356 (En) x 252 (Boy) cm Baskı işlemi: Ofset veya dijital baskı. Teslim şekli: Tek parça olarak teslim edilmektedir (www.wall.com.tr). Reklam Panoları (Billboard): Büyük reklam panoları dışarıdan aydınlatmalı ve aydınlatmasız tek yönlü reklam panosu olarak hizmet vermektedirler. Teknik Özellikler Kağıt formatı: Afiş boyutu 200 (En) x 350 (Boy) cm, görünen alan 200 (En) x 350 (Boy) cm Baskı işlemi: Ofset veya dijital baskı. Teslim şekli: 4 parça olarak teslim edilmektedir (www.wall.com.tr). Reklam Panolarının (Billboardların) Konya’da ki Genel Durumu Reklam panoları (billboardlar) standart 200x350 cm yatay afiş formatının asılabildiği, metal ayaklar üzerine, yapıştırılabilirliği sağlamak üzere zemine kontrplak kaplanmış, dıştan aydınlatmalı afiş panolarıdır (Görsel 3). Ülkemizde ilk kez 1985 yılında Ankara’da uygulanmış, daha sonraları da diğer büyük illere yayılmıştır (Topsümer,1988. Akt. Teker, 2009:142). 174 Uğur ATAN-Ali Atıf POLAT Görsel 3: Yeni montaj edile ışıklı reklam panoları (billboardlar) Konya’da açık hava reklam araçlarının işletmesi bir önceki firmanın 10 yıllık süresinin dolması üzerine 2008 yılında yapılan yeni bir ihale ile gelecek 10 yıl Uluslararası şehir mobilyası üreticisi ve açık hava reklamcısı olan bir işletmeye verilmişti. Bir önceki firmanın gerek yönetim zafiyeti, gerekse yatırım ve finanssal planlamaya uymamasından, açık hava reklam araçlarında estetik açıdan problemler ürettiği söylenebilir (Görsel 4). Bununla birlikte özellikle son yıllarda ilgili işletme reklam sektörüne hizmet veren reklam ajansları ile nihai tüketici olarak gördükleri reklamverenler arasındaki ilişkiyi iyi yönetememeleri, reklam alanlarının verimsiz kullanımına sebep olmuştur. Aynı zamanda profesyonel tasarımcılar tarafından hazırlanmayan afişler ile sadece marketler fiyat listesine dönüşen reklam panolarının (billboardların), şehrin estetik görünüşüne de olumsuz etkiler oluşturduğu gözlenmiştir. Görsel 4: Eski ürünlerden klasik reklam panoları (billboardlar) Açık hava reklam araçlarının işletmesini alan yeni firma, ilgili ihale hükümleri gereği şehir mobilyaları ve reklam panolarının tamamında yenileme sürecine başlamak zorunda kalmıştır. Bu süreçteki değişimle birlikte yenilenmesi planlanan mobilyaların çoğu yenilenmiş, eskiden ışıksız olan reklam panolarının (billboardların) tamamı dıştan aydınlatmalı yeni biçimiyle şehrin görünümüne olumlu katkıda bulunmuştur. Aynı zamanda bu yeni biçim, reklam afişinin görünürlük süresine geceyi de ekleyerek daha etkili bir ortam oluşturmaktadır (Görsel 5). Bu değişikliklerle birlikte mevcut işletmenin reklamverenler ve reklam ajansları ile karşılıklı güven içerisinde doğru iletişim kurarak, uygun fiyat politikası ve istikrarlı hizmet anlayışı geliştirdiği söylenebilir. 175 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 169 – 182 Görsel 5: Gündüz ve gece uygulaması ile yeni ürün ışıklı reklam panoları (billboardlar) Olumsuz açıdan değerlendirilecek yönler ise; bazı mobilyaların henüz yenilenmemiş olması, eski mobilyaların kilit ve fitil sitemlerindeki bozukluklar afişlerin sergilenmesinde problem yaratmaktadır (Görsel 6-7-8). Bunun ise şehrin genel görünümüne olumsuz etki yaptığı söylenebilir. Görsel 6: Işıklı şehir reklam panolarından (CLP) yenilenmemiş, problemli bir kent mobilyası Görsel 7: Işıklı şehir reklam panolarından (CLP) yenilenmemiş bir kent mobilyası 176 Uğur ATAN-Ali Atıf POLAT Görsel 8: Reklam panoları (billboardlar) – Işıksız eski uygulama Ayrıca Konya Büyükşehir Belediyesi’nin yetki verdiği medya ajansının açık hava reklam panoları dışında, kontrolsüz ve yasal olmayan bir şekilde hizmet veren reklam panolarına da rastlanmaktadır (Görsel 9-10-11-12). Görsel 9: Yasal işletmeciye ait eski reklam panosu (billboard) ve yerel yönetimlerin kullanmakta olduğu özel, reklam panosu (billboard) yan yana kullanımda Görsel 10: Yerel yönetimlerin kullanmakta olduğu özel, reklam panosu (billboard) 177 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 169 – 182 Görsel 11: Yerel yönetimlerin kullanmakta olduğu özel, reklam panosu (billboard) Görsel 12: Resmi kurumların kullanmakta olduğu özel, reklam panoları (billboardlar) Bu yasal olmayan uygulamaların ilçe belediyeleri, resmi kurumlar ve özel sektörler tarafından yapıldığı görülmektedir. Bu tür davranışlar yasal olan reklam panolarının etkinliğinin azalmasına ve görüntü kirliliğine neden olduğu görülmektedir (Görsel 13-14-15). 178 Uğur ATAN-Ali Atıf POLAT Görsel 13: Resmi kurumların kullanmakta olduğu özel, ışıklı şehir reklam panosu (CLP) Görsel 14: Açık hava reklam araçları yasal işletmecisinin kontrolü dışında, özel firmalarca kullanılan duvar reklam uygulamaları ve yasal işletmeci tarafından hizmete sunulan ışıklı reklam panosu (yeni uygulama billboardlar) bir arada kullanımı Bununla birlikte Konya’da ki açık hava reklam araçlarına yeni bir mecra olarak eklenen büyük boyutlu sayısal (digital) ekranlar, hareketli görsel reklam tasarımlarının da uygulanabilirliğine imkan sağlamaktadır (Görsel 15-16-17-18). 179 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 169 – 182 Görsel 15: Reklam panoları (billboard, megaligt) Görsel 16: Sayısal (dijital) ekran 180 Uğur ATAN-Ali Atıf POLAT Görsel 17: Reklam panoları (billboardlar) ışıklı yeni ürünler ve yeni alternatif mecra sayısal (dijital) ekran Görsel 18: Hareketli afiş uygulamalı yeni ürün reklam panoları (megaligt) Sonuç ve Öneriler Modern dünyada gelişmişlik göstergesi olarak gösterilen şehrin estetik görünümü her yönüyle planlanmalıdır. Bu bağlamda Konya açık hava reklam 181 SBArD Mart 2010, Sayı 15, sh. 169 – 182 araçlarından, reklam panolarının görsel ve işlevsel yönden değerlendirilmesi durumunda şunlar söylenebilir. 1- Reklam panolarının yasal işletmecisinin kontrolü dışındaki uygulamaların görsel kirlilik oluşturması üzerine, afiş etkisinin azalmış olduğu görülmektedir. 2- Reklam panolarının diğer açık hava reklam araçlarıyla olan mesafesi ve yerleşim sıklığı afiş etkinliklerini zayıflatmaktadır. 3- Açık hava reklam araçları kapsamındaki kent mobilyalarının tamamının yenilenmemiş olması şehrin estetik görünümünü olumsuz etkilemektedir. 4- Reklam panolarının (billbordların) estetik ve dıştan aydınlatmalı reklam araçlarıyla yenilenmesi, uygulanan afişlerin görünebilirlik etkinliğini tam güne çıkartmaktadır. 5- Konya’da ki açık hava reklam araçlarına yeni bir mecra olarak eklenen büyük boyutlu sayısal (digital) ekranlar, hareketli görsel reklam tasarımlarının da uygulanabilirliğine imkan sağlamaktadır. Bilgiye ve hizmete ulaşmada en etkili mecra olan açık hava reklam araçlarının bilinçli kullanılması gerekmektedir. Bu doğrultuda yapılacak olan yatırımlar ile işletme ve eğitim stratejilerinin planlı ve istikrarlı bir şekilde yürütülmesine katkı sağlayabilir. Bunun için tarafların üzerine düşen görevleri yapmalıdırlar. Kaynakça ÇAKIR, Vesile, (2006). Reklam ve Marka Tutumu. Konya: Tablet Yayınları. MATTELART, Armand, (1991). Reklamcılık. Çeviren: Fatoş Ersoy. İstanbul: İletişim Yayınları. TEKER, Ulufer, (2009). Grafik Tasarım ve Reklam. İstanbul: Yorum Sanat Yayınevi. UÇAR, Tevfik Fikret, (2004). Görsel İletişim ve Grafik Tasarım. İstanbul: İnkılap Kitabevi Yayın Sanayi ve Tic. A.Ş. TEPECİK, Adnan, (2002). Grafik Sanatlar. Ankara: Detay Yayınları. BECER, Emre, (1997). İletişim ve Grafik Tasarım. Ankara: Dost Yayınevi <http://www.wall.com.tr/tr/outdoor_advertising/advertising.asp?aid=4> (2009:Haziran 3). 182