hak ile batılı ayırmak için yirmi yıl geçti

Transkript

hak ile batılı ayırmak için yirmi yıl geçti
HAK İLE BATILI AYIRMAK İÇİN YİRMİ YIL GEÇTİ
1951-1952 öğretim yılı içerisinde Doğanşehir İlçesi, Sürgü Nahiyesi, Kurucaova Köyü’nde
öğretmenim. Beş sınıfı birlikte okutuyorum. İslam ile hiçbir ilgim yoktur. Çünkü Malatya Akçadağ köy
enstitüsünde sol fikirler ile yetiştirildim. O zamanlar bütün dünya materyalizme yönelmiş, her millet
inkarcılığı kendisi için bir din, bir yaşam biçimi olarak kabul etmişti. Ben, bu maddeleşmiş cesetten biran
evvel kurtulmak istiyordum. Ne çare ki, bir türlü kurtuluş yolu bulamıyordum.
Düşünmeye başladım. Bir yaz gecesi okul bahçesinde gökyüzünü seyre dalmıştım. Ay bütün
haşmetiyle yüzünü dünyaya çevirmiş, öncelikle benim gibi insanlara tebessüm ederek beni oku diyordu.
Birdenbire, “Allah!” diye bağırmaya başladım. Hanım pencereye koşarak, “ne oluyor?” dedi. “Müjde
müjde! Ben Müslüman oldum” dedim. “Bak! Ay, boşlukta, kendi yörüngesinde, dünyamızın etrafında
dolaşıp dururken, yolundan sapmıyor ve Rabbine teslim olmuşken, benim gibi akıllı olduklarını sanan
milyonlarca insan Rabbinin yolundan saparak, maddeciliğin kölesi olmuştur. Sen şahit ol. Şu andan
itibaren kula kulluk zincirini kırarak, Rabbime kul köle olarak gerçek hüviyetime kavuşmuş
bulunuyorum.”
Hemen namaz kılmak aklıma geldi. Abdest alarak Rabbimin huzuruna durdum. Bundan sonra
Allah'tan başka hiçbir kimsenin huzurunda kıyama durmayacağıma and içtim. Kıyamdayım, hiçbir dua
bilmiyorum. Babamdan Allahu Ekber kelimesini duymuştum. Bu kelime ile namaz hareketlerini
tamamladım. Ey Allah'ım! Beni affet diye ağlıyordum. O gün sevincimden uyuyamadım.
Sabahın erken saatlerinde Malatya il merkezine hareket ettim. İslâm ile ilgili bir kitap bulup,
İslâm'ı öğrenecektim. Ne kadar kitapevi varsa, hepsini dolaştım. Ne yazık ki, İslâm'la ilgili bir kitap
bulamadım. Elim boş olarak köye döndüm. İbadetime devam
ediyorum. Üç ay sonra tekrar gittim. Bir kitap evinde Yunus Emre'nin şiirler antolojisi elime geçti.
Bütün şiirleri bir araya getirilmişti. Onu alarak sevinçle köye döndüm. İçerisinde Allah, peygamber geçen
şiirleri okuyarak teselli bulmaya çalışıyordum.
Her ay maaşımı almak için Doğanşehir ilçesine gidiyordum. İlçe ile köy arasında Sürgü nahiyesi
var. Sürgüye kadar yaya iki saat yolum var. Yol dağların arasından geçerdi. Bu gördüğüm ve göremediğim
varlıklar Rabbime işaret eden ayetlerdi. Yol boyunca her on adımda beni selamete hidayet eden Allah'ıma
hamd ediyordum. İlçeye her gidiş ve gelişimde nahiyeye uğramak mecburiyeti vardı. Çünkü yolum içinden
geçiyordu. Zamanla nahiyede bulunan müslümanlarla tanışmak nasip oldu.
Bir gece beni nahiyede misafir ettiler. “Bir evde dini sohbet var, bu gece seni o eve götüreceğiz”,
dediler. Beni evinde misafir eden Bağdat Ahmet ile beraber sohbet yapılacak eve gittik. Evin salonunda
tam kırk kişi vardı. Yatsı namazından sonra halka şeklini aldılar. Onbaşıları ortada komut vererek zikre
başladılar. “Allah!” diyerek bir öne bir arkaya sallanıyor, başları hızla inip kalkıyordu. Bir müridin elinde
zilli bir def vardı. Devamlı ilahi söyleyerek müridleri coşturuyordu. Hep birden kol kola ayakta bir öne bir
arkaya gidip geliyorlardı. Bazıları halkadan ayrılarak gözleri kapalı hızla dönüyor, “Yetiş Ya Şeyh
kurban!” diyerek şeyhinden yardım istiyordu. Ben divanda oturmuş bunları seyrediyordum. Bir mürid
kolumdan hızla tutarak, beni halkanın içine çekti. Ben de Allah diyerek hızla dönmeye başladım.
Zikirden sonra çay sohbeti başladı. Şeyhlerinden gördüklerini anlatmaya başladılar. Şeyh Ali
Efendi her gün, Kore'de savaşan Türk askerlerine yardım için Kore'ye gidip geliyormuş. Defalarca kanlı
elbiseleriyle gördüklerini söylediler. Şeyhe gittiklerinde kapı anahtarının «la ilahe illallah» zikrini yaptığını
işitmişler. Tarikat çok ince bir yoldur. Bu yola girmeden şeriat, tarikat, marifet ve hakikate ulaşmak
mümkün değildir. O gün onbaşımız Şeyh adına bizi tarikata kabul etti. Yapacağım tesbihleri yazarak bana
verdiler. Her hafta Pazar günleri Sürgü nahiyesine gelerek zikir meclisine katılıyordum.
Üç ay sonra beni Akçadağ ilçesine bağlı Örüşkü köyünde oturmakta olan Şeyh Ali Efendiye
götürdüler. Şeyhimizin iki katlı evi ve üç karısı vardı. Büyük araziye sahip evi, jeneratörle
aydınlatılıyordu. Malatya çevresinde çok müridi vardı. Adıyaman, Gaziantep, Adana, Mersin, Antalya,
Konya, Kayseri taraflarından mürid akını vardı. Her mürid elindekini ve avucundakini Şeyhine getirirdi.
Benim Şeyhimin Şeyhi Şeyh Osman, emekli olduktan sonra Malatya il merkezine yerleşiyor. Arap
asıllı olduğu için güzel Kur'an okuyormuş. Kendisini Kadiri Tarikatı Şeyhi olarak tanıtıyor. Kısa bir
zamanda ünü her tarafta duyuluyor. Çünkü yapılan propagandalara göre, dağlar, taşlar, ağaçlar, kuşlar ona
selam veriyor ve O da, onlarla konuşabiliyormuş. Doğudaki ve batıdaki bir müridin çağrısı üzerine yetişip,
o müridini tehlikelerden koruyabiliyormuş. Yer küre avucunun içinde bir ceviz misali her şeyi gördüğü
gibi, bir anda istediği yerde görülebiliyormuş. Cuma namazlarını Mekke-i Mükerreme'de kılar, her çeşit
hasta, evinde bir gece kalsa bile şifaya kavuşurmuş. Okuduğu her şeker derde derman olur, Levh-i
mahfuzu okuyarak müridlerinin kaderine hükmedebiliyormuş. Kalplerden geçenleri sen söylemeden
okuyabiliyormuş.
Üç sene sonra, yani 1954-1955 öğrenim yılında kendi köyüm olan Doğanşehir Polat köyüne tayin
edildim. Kendi evimi tekke yaptım. Bizim köyümüz bin haneye yakındı. Şirin bir kasaba, belediye başkanı
ve karakolu mevcut. İki ilkokulu, iki camisi, orta okul ve lisesi var. Her hafta bizim evde toplanarak zikre
devam ediyoruz. Erkekler ön safta, kadınlar arkada halka şeklinde oturuyoruz. Şeyh Ali Efendi, beni
Doğanşehir çevresine Çavuş olarak tayin etti. Artık zikirleri ben yaptırıyorum. Şeyh namına herkese tesbih
verebiliyorum. Gerçek İslâm'ı bulmuş gibi inanıyorum. Sözde değil, hareketlerimle yaşamaya çalışıyorum.
Onun için müridler beni çok seviyorlar.
Bütün öğretmenler aleyhimde çalışıyorlar. Çünkü hepsi ateist fikirli, kendilerinden ayrıldığım için,
hazmedemiyorlar. Durmadan ilgili makamlara şikayet ediyorlar. İlçe kaymakamı çağırarak nasihat ediyor.
Ara sıra savcılığa ve karakola ifade veriyorum. İlden müfettişler gönderilerek ifadelerim alınıyor. Beni bu
işten vazgeçirmeye çalışıyorlar. Bir taraftan kayınpeder, annem ve babam, beni görevden alırlar diye
korku içerisinde, durmadan bana baskı uyguluyorlar. Onlara diyorum ki, "Benimle boşuna uğraşıyorsunuz.
Ben Rabbime teslim olmuş bir askerim. O'nun emrettiklerini yapmak, yasaklarından kaçınmak gerekir. Bir
müslüman inandıktan sonra tekrar küfre döner mi? Atılmalar, işkenceler, hapisler onun için bir mükafattır.
Okumadınız mı Peygamberler bu yolda ne çileler çekti? Şahsım için ne olursa olsun bu davadan
vazgeçemem. Bu çilelere sabredebilirsen, sonunda rıza-i ilâhi ve cennet var." Ben, inkarcılığın dünyada
dahi bir cehennem azabı verdiğini ruhumda yaşamıştım. İlgili makamlara defalarca söyledim. Beni her an
bu görevden alabilirsiniz. Ümitleri kesilmişti. Ne yapsalar dönmeyeceğimi anlamışlardı.
Belediye Başkanı Mehmet Efendi ateist bir kişiydi. Benimle tartışmayı çok severdi. Bir gün
makamında kendisini ziyaret ettim. Ayağa kalkarak yer gösterdi. “Geldiğine sevindim”, dedi. “Kahvemizi
içtikten sonra bugün sana son sözümü söyleyeceğim. Senin dediğin gibi bu dünya hayatından başka bir
ahiret hayatı olsaydı Lenin, Mao, İnönü, Nasır gibi, toplumlarında devrimler yapmış ve halkları tarafından
sevilen akıllı insanların inandıklarını ilan etmeleri gerekirdi. Sen, bunlardan daha mı akıllısın”, dedi. Bu
sözünden dolayı çok üzüldüm. “Bak arkadaş, ben de sana karşı son sözlerimi söyleyerek münazara
kapısını kapatalım. Sen de biliyorsun ki, insan ömrü çok kısa. Ölümün hangi gün, hangi saat kapıyı
çalacağı belli değil”, dedim.
Sabahleyin acı bir haber kasabayı sardı. Başkan sabahleyin evinden dairesine giderken, köy
meydanında bayılıp yere yığılıyor. Meydanda toplananlar, Başkanın etrafında toplanıyorlar. Dili tutulmuş,
cevap alamıyorlar. Bir taksi ile acele ilçeye ulaştırıyorlar. Doktor Malatya Devlet Hastanesine
ulaştırmalarını söylüyor. Kavuşmadan yarı yolda ruhunu teslim ediyor. Bakalım bu dünyada aklını
çalıştırıp, iman etmeyenlerin tartışmalarını gözleriyle gördükten sonra, aklın insanoğluna Allah tarafından
verilen büyük bir nimet olduğunun farkına varmış olacaklardır.
Okulumda Hasan Mumcu diye bir öğretmen var. Biraz felsefe okumuş, ara sıra münazara ederdik.
Ben, onu Allah'a inandırmaya çalışırken, o gün inanır, ertesi gün inkar ederdi. Bu durum altı ay devam
etti. Hasan Öğretmeni Şeyhe götürmeye karar verdik. Hasan Bey teklifimizi kabul etti. Yanımıza Şeyh
Osman'ın müridlerinden bir kişi daha alarak yaya olarak Şeyhe gittik. Şeyhin köyü, bizim köye yedi saat
uzaklıkta idi. Hasan Beyin durumunu Şeyhime izah ettim. Bütün köydeki müritlerini toplayarak evinin
büyük bir salonunda zikir yaptırdı. “Ya Allah, Ya Şeyh” diye bağıran biri vardı. Zikirden sonra Şeyh Ali
sohbete başladı.
Ben şahsen Şeyh Osman'ın sağlığına kavuşamadım. Tarikata girmeden çok önce ölmüştü. Yerine
Şeyh Ali Efendiyi bırakmıştı. Ali Efendi Şeyh Osman’dan görüp-duyduklarını aşağıdaki şekilde
anlatmaya başladı:
“Malatya İl merlezinde oturan Şeyhim Osman’a giderek kapısının zilini çaldım. Kapısı açılınca
Şeyh bahçesinde beni gördü. “Oğlum Ali, hediyeleri üst katta anana ver, bir sandalye alarak yanıma gel”,
dedi. “Ben de şoföre Yeni Caminin arka tarafına taksiyi park eyle ve çarşıda gez dolaş, ikindi ezanı
okunduğu zaman gel”, dedim. Ben bir sandalye alarak havuzun başına geldim. Şeyhim oyuncak bir kayığı
su üzerinde uzun bir çubukla yüzdürüyor, ben de seyrediyorum. Bir den bire kayık yan yattı. Kayığı
çubukla kaldırdıktan sonra, bana dönerek şöyle dedi: ‘Oğlum Ali şu anda bir olay oldu. Sen bilir misin?’,
dedi. ‘Şeyhim bilir’ dedim. ‘Oğlum, Basra Körfezi'nde içinde müritlerim bulunan bir vapur alabora oldu.
Tam batmak üzere iken, bir müridim ‘Yetiş ya Şeyh Osman!’ diye bağırdı. Buradaki bu oyuncak kayığı
doğrultmakla oradaki vapuru doğrulttum. İşte oğlum Ali, bir şeyhin müridi, doğuda ve batıda bir
tehlikeye maruz kalsa ona ulaşamayan şeyh, köpeklerin şeyhi olsun. Kim ki, müridine ulaşamıyorsa, o
kişi köpeklerin şeyhidir’ dedi.” Yüzünü Hasan'a dönerek, “İşte ben böyle cihan kutbunun müridiyim”,
dedi. “O gün havuz başında şeyhimden aldığım feyzi tarif edemem. İkindi vakti yaklaşmıştı. ‘Şoför beni
bekliyor. Müsaade ederseniz döneyim’, dedim. ‘Gidebilirsiniz’, dedi. Yeni caminin yanına geldiğimde
ikindi ezanı okundu. Cemaatle beraber namaza durdum. Şeyhime uyarak namazı bitirdim. Namaz
içerisinde şeyhimi gözümün önüne getirerek rabıta yapıyordum. Sonunda ellerimi açarak cemaatle
birlikte dua ediyorum. Dua içerisinde kendi kendime dedim ki, ‘senin bu şeyhin, Şeyh Osman var ya,
Allah'tan daha büyüktür dedim.” Hasan'a dönerek, “şeyhine böyle inanmayan mürit tarikatta yol alamaz”,
dedi.
Harem tarafından büyük tepsi içerisinde etli pilav geldi. Hepimiz davet edildik. Müritler tepsinin
etrafını sardılar. Hasan yerinden kalkmadan; “şeyhim kusura bakma ben senin yemeğini yemeyeceğim”,
dedi. “Niçin oğlum”, dedi. “Çünkü ben Allah'ın var olduğuna inanmıyorum. Ama sen, kendi şeyhini
Allah'tan büyük yaptın. Senin yemeğin yenmez”, dedi. Ben de, “Ulan Hasan, ben seni irşad olman için
getirdim. Şimdi ise, sen beni yeniden irşad ettin. Evet, bu putperest adamın yemeği yenmez”, dedim. Beş
sene batıl bir yola hizmet ettiğimin farkına vararak bu batıl inançtan tövbe ettim. Böylelikle şeyhten
ayrılmış oldum. Hasan bu cehaleti gördükten sonra Allah'a inanmış oldu.
Doğanşehir ilçesinde tesbih verdiğim bütün müritleri gezerek tevbe etmelerini bildirdim, uyanan
uyandı, uyanmayan bu batıl yolda devam etti. Ben yine çölde kervanı kaybetmiş bir yolcu gibi yalnız
kalmıştım. 1956'ya gireceğimiz sene bizim köye Süleymancı olduklarını söyleyen bir takım kimseler
geldiler. Camide halka vaiz vererek, ilkokulu bitirmiş çocuklara Kur'an öğreteceklerini uzun uzadıya
anlattılar. Köylünün verdikleri boş bir evde hizmete başladılar. Diğerleri çevre köylere dağılarak Kur'an
Kursu adı altında çalışmaya başladılar. Süleymancı grup, Nakşi tarikatına mensuptu. Yine elime İslâm'la
ilgili bir kitap geçmediği için bunlarla ilgi kurmaya başladım. Benim Kadiri tarikatından ayrıldığımı
öğrenmişlerdi. Beni kendi tarikatlarına teşvik ettiler. Neticede onlara dahil oldum. Burada zikirler sessiz
ve kalpten yapılıyordu. Bizim tarikat ile pek farkı yoktu. Bunlar da aynı şeylere inanıyorlardı.
SÜLEYMANCILARIN NAKŞİ İTİKATLARI
Seyr-i sülük[2] Rabıta ve Silsile-i Saadet
S.125. Vaktaki Tarikat ehli kendi tertiplerine dair okunuşu basit ifadesi düzgün, rabıta ehlinin[3]
bütün hallerini içinde toplamış, bir risaleye muhtaç olduklarından, bu fakir ve acizi rabıta ehli olduğuna
inanarak, hertürlü hüsnü zanda bulunup Rabbimiz Teala’nın feyiz ve ihsanına muhtaç olduğum halde
acizlerden hallerine uygun bir risale istediler. Ben de hallerine muavafık risaleler içinde bir risale arayıp,
mizanüssülük[4] isimli risaleyi azıcık açıklayarak rabıta ehlinin hal ve arzularına uygun kılıp ve her
tarikatın özünü şamil[5] ve ehl-i tarikat ile ehl-i iman aralarını bulup tarikatın, şeriatın bir hülasası
olduğunu ve şeriatın da tarikatın temeli bulunduğunu açıkladım ki mağfiretime ve cennete girmeme
sebep olsun.
Mehmet Arif
S.134. İkinci Edep Rabıta Edebidir
Rabıta Edebi (Rabıtanın tam şekli): iki gözün arasında bulunan bütün düşünce ve hayallerin
hazinesi ve toplandığı yer ile mürşidin ruhani yüzlerine bakılacaktır. Çünkü mürşidin manevi yüzü ruhani
feyiz kaynağıdır. Sonra mürşid vesilesiyle mürşidin ruhaniyeti, hayal ve düşünce hazinesine sokulacak, o
anda kalb derinliğine devamlı birşey iniyor diye düşünülecek, ötesinden yavaş yavaş inilip o kalbde
kaybedilmeyecektir. Hatta nefsten gaib (bile) olunacaktır. Çünkü kalb derinliğine nihayet yoktur. Ve
Allah’a seyr kalbden hasıl olur.
Onlara göre rabıta her an ve her yerde yapılması mümkün bir ibadettir. Zikri kalbiyle beraber
yirmidört saatte bir defa yapılmasına vazife denir. Ve şöyle yapılır: Abdestli ve temiz olarak tenha bir yere
kıbleye dönük eller diz üstünde oturulur. Euzu besmele ile bir fatiha, üç ihlas-ı şerif okunup silsele-i saadet
efendilerimizin (k.s.) ve yaşadığımız asırdaki mürşid-i kamilin ruhlarının makamlarına hediye edilir.
Usulu ile yedi istiğfar ve yedi salavat okunur. Gözler kapalı, baş öne ve kalb üzerine eğik olarak durulur.
İki kaşımızın arasındaki bütün vesvese ve düşüncelerin çıkış noktası olan nefis, kalbe, kalb de mürşid-i
kamilin kalbine bağlanır. Dil damağa yapışık olarak ve kalbine cenab-ı hakkın ihsan-ı olan feyzin
mürşidinin manevi kalblerinden kendi kalbine aktığı tahayyül edilerek[6] en az çeyrek saat durulur. Bu
hallerde mürşidle diz dize durma en iyi şeklidir.
Sonra dil damağa tam yapışık olarak yalnız kalb ile (verilen miktar ne ise) tesbihle lafza-i celal[7]
kalbde zikredilir. Zikir anında masivadan hiçbirşey düşünülmemelidir. Eğer herhangi bir düçünce gelecek
olursa zikri bırakıp 3-4 dakika daha rabıta yapıp sonra zikre devam edilir. Zikir bitince en az elli en çok
beşyüz ihlas-ı şerif okunup dua yapılır. (A.D.)
S.147. Mürşid-i kamilde bir ruhaniyyet vardır ki, bütün hallerde müridden ayrılmaz. Hatta
ihvanımızdan bazıları ruhaniyyeti mürşid üzerlerinde hazır ve kendilerine nazır olduğunu bildikleri için
uykuda bile ayak uzatmazlar. Eğer mürid bu haleti görmezse görür gibi inansın. Çünkü bu inanç sebebiyle
edeplendiği için görmüş olan mürid ile feyzde müsavi olur. Ruhaniyyeti mürşid, müridin ruhu çıkacağı ve
şeytanın tasallutu[8] hazır olup şeytanı defeder. Ruhaniyyet-i mürşid kabir suali zamanında da müridin
yanında hazır olarak münkürlerin[9] suali anında imdat ve tesliyet[10] edip, şeytan ondan kaçar. Çünkü
zikrolunduğu gibi ruhaniyyette perde, madde ve zaman yoktur.
Sonunda Nakşiliğin ruhban sınıfı meziyetleriyle sayılır.
Nakşibendilerin "Silsile-i Sâdatı"
1. Ebu Yezid-i (Bayezıd) Bestami
2. Eb'ul-Hasan el-kharagâni
3. Ebu Ali Fermadi
4. Yusuf Hemedani
5. Abdulhalıg-ı Gonjduwâni
6. Arifi R'wegeri
7. Mahmud-i İnjir fagnavi
8. Aliyyi Ramiteni
9. Muhammed Baba Semmasi
10. Emir Kulâl
11. Muhammed Bahâuddîn Buhâri
12. Akruddin Attar
13. Ya'gûb-i Çarkhi
14. Nasuriddin Ubeydullah-ı Ahyar
15. Gâdıy Muhammed Zahid Bedakhşi
16. Derviş Muhammed Semerkandi
17. Muhammed Khuwajegi-yi Emkeneği
18. Muhammed Bağıy-Billah
19. Ahmed Farugıy-i Serhindi
20. Muhammed Ma'sum Farugıy
21. Seyfeddin Farugıy
22. Nur Muhammed Bedevvani
23. Şemsuddin Habibullah Mirza Mazhar Can-ı Canan
24. Gulam Ali Abdullah-ı Dehlevi
25. Halid Bağdadî
26. Taha-yi Hakkari (Nehrili Seyyid Tâhâ)
27. Sibgatullah Arvasi (Kuşağı ve halifeleri)
28. Süleyman Hilmi Tunahan
İşte ben bir sene boyunca bu ruhban sınıfını kutsadım. Süleyman Hilmi Tunahan'ı hatırlayarak
onun kalbinden bizim kalbe nur aktanyorduk. Neticede resme taptığımı anlayarak bu tarikattan da tövbe
eyledim.
NASIL NURCU OLDUM
Sene 1956. Yine elimde İslâm'la ilgili bir kitap yok. Yine açıkta kaldım. Radyo dinlerken Nurcular
diye bir grubun olduğunu duydum. Beni merak sardı. İlk işim Malatya merkezine gidip, nurcuları
bulmaktı. Merkezde günlerce soruşturma yaptım. Devlet demir yollarında çalışan Tarık isminde bir
Nurcuyu buldum. “Ben Nurcu olmak istiyorum. Ne yapabilirim?”, dedim. Bana Diyarbakır'dan bir adres
verdi. “Mehmet Kayalar diye yüzbaşılıktan ayrılmış bir ağabeyimiz var, oraya gideceksin”, dedi.
Üstadımız Said Nursi, onu Diyarbakır'a temsilci olarak tayin etmiş. Tarikattan uyandığım kişilerle Diyarbakır'a gittik. Yatsı ezanı okunmuşken kapı zilini çaldık. Kapı açılarak bizi içeri aldılar. O günde
tesadüfen ders varmış. Biz Malatya'dan geliyoruz. Mevsim sıcak, açık avluda tam 95 kişi var. Namazdan
sonra Mehmet Kayalar Arap harfleriyle yazılı lemalardan ders yaptı. Dersten sonra, “ağabey müsaade
ederseniz, misafirleri birer birer evlerimize götürelim” dediler. “Hayır olmaz. Hasırlar üzerinde
kalabilirler”, dedi. Sabah namazından sonra beraber ders yaptık. “Said Nursi ahir zamanda gelen son
Mehdi'dir. Bundan sonra bir başka Mehdi gelmeyecektir. Risale-i Nur'da son tefsirdir. Risale-i Nur
Mehdi'nin elinde elmas bir kılıçtır. Risale-i Nur gönülleri fethedecektir. Bütün dünya müslümanlarım bir
hilafet altında toplayacaktır. Şam'a inecek olan Hz. İsa (a.s.) imam olacak. En sonunda üstadımız 2005
yılında ölecek, götürüp Medine-i Münevvere'de Peygamber (a.s.m.)’ın yanına gömeceğiz”, dedi.
Ben, “üstadın 2005 yılında öleceğini nereden biliyorsun”, dedim. Bir âyet alarak onu cifir-ebced
hesabına vurarak ispat etmeye çalıştı. “Öyleyse ağabey, bize müsaade et, biz trenle İsparta'ya gidip,
Mehdi'ye biatimizi yapalım”, dedim. Üstadın, «Benim fani şahsımı ziyaret etmektense, eserlerimi okumak
ondan bin kere daha kıymetlidir» sözünü hatırlatarak, bana arap harfleriyle yazılı bütün külliyatı verdi.
Ne çare ki, ben Kur'an harflerini bilmiyorum. Elime bir elif-ba geçirdim. Başladım kendi kendime
öğrenmeye. Bizim köyde Bayram Hoca diye eski Rüştiye mezunu bir hoca vardı. Risale-i Nurları ona
okutuyorduk. Bir de ondan eski yazıyı okumaya başladım. Kopya kağıdı koymak suretiyle yazıları
öğrenmeye çalışıyordum. Gecemi gündüzüme katarak 6 ay içinde kendi kendime okuyacak duruma
geldim. Yine dersleri Bayram Hoca yapıyordu. Şimdi de evim tekke olmaktan çıkarak Nur dershanesi
olmuştu. Artık elimizde İslâm adına yazılmış Mehdi'nin elmas kılıçları vardı. Risale-i Nur okunduğunda
hepimizi ağlama tutardı. Çünkü üstadımız Said Nursi'nin başına gelenleri duydukça kendimizden
geçerdik. Yumruklarımızı masaya vurmakla teselli oluyorduk.
Bir Nurcu Asker
1957'de askere çağrıldım. Ankara Piyade Harp Okulunda 4 ay kurs gördük. 44. Dönem olarak
eğitime başladık. Bu döneme katılan öğretmen arkadaşlarla bir araya gelmiştik. Hepimiz Malatya
Akçadağ Köy Enstitüsünden mezun olmuştuk. Ekseri arkadaşlarım sol fikirlerini halen devam
ettiriyorlardı. Benim Nurcu olduğumu öğrendiklerinde hepsi bana cephe aldılar.
Beni gerici ve yobazlıkla itham ettiler. Ben de onlara şöyle dedim: “Bir müslüman asla gerici ve
yobaz olamaz. Müslüman daima kendini yenileyen ve geriye adım atan değil,
ileriye adım atandır. Biz Müslüman Türkler ve diğer Müslüman ülkeler çok gerideyiz. Eğer bizler
Müslümanlar olarak İslâm'ı yaşamış olsaydık, Amerika ve Avrupa ülkeleri bizden çok gerilerde kalır,
ilmi ve fenni bizden öğrenirlerdi. Bakınız pusula, harita, saat, takvim, barut, cebir, geometri, fizik, kimya
ilimleri bizim buluşlarımızdır. Mehmet Fatih devrinde o kalın sur duvarları toplarla delik deşik eden
Müslüman Türkler değil miydi? İslâm coğrafyası olarak aslımızı unuttuk ve İslâm'ı yaşamadığımız için,
Allah'ın gazabına uğradık. Kur'an ile cihat etmeyi terk ettik. Onu dirilere değil, ölülere okuduk. Param
parça olduk. Kardeşlik ruhunu yitirdik. Birbirimize düşman gibi davrandık. Allah da İslâm'ı çekip bizden
aldı. Hz. Musa'ya asi olanların, çöllerde 40 yıl başı boş dolaştıkları gibi. Her ülke kendi topraklarında köle
ve esir durumuna düştü.” İşte o gün onlara böyle konuştum. Baktım pek dinleyen yok. “Sizin dininiz size
benim dinim bana”, dedim.
Okulumuzun bir mescidi vardı. Arkadaşlarla yatsı namazını mescidde toplu olarak kılardık.
Ortasına büyük bir İsparta halı serilmişti. Bir gün namaz kılmak için mescide girdiğimizde halı yerinde
yoktu. Kimin götürdüğünü araştırmaya başladık. Neticede anons yaptırmak mecburiyetinde kaldık. Okul
komutanının emri ile o gün dans yapılacak salona alındığını öğrendik. Okul komutanı heybetli bir kişi idi.
Herkesin gözünü korkutmuş. Onun için okul disiplinli bir hayat yaşıyor. Aramızda konuştuk. “Albaya
kim gidebilir”, dediler. “Ben giderim”, dedim. Yanıma bir arkadaş daha alarak Albayın odasına gidip,
askere yakışır bir selam verdik. “Niye geldiniz?”, dedi. “Albayım, mescidin halısı dans yapılacak salona
alınmış. Müsaade ederseniz halıyı almaya geldik”, dedim. “Danstan sonra gönderirim”, dedi. “Albayım,
namaz kılınan halı ayakkabı ile çiğnenip, üzerine şarap, viski dökülürse, bir daha onun üzerinde namaz
kılınmaz”, dedim. “Teşekkür ederim, ben bunu bilmiyordum”, dedi ve emriyle halı tekrar yerine
gönderildi. (Yıkanıp ve silinip kılınabilir deseydim, belki de vermeyecekti).
Kıtalara dağıtım günü gelmişti. Kuralar çekilmeye başlandı. Ben içimden İsparta'ya düşeyim diye
dua ediyordum. Torbadan İsparta değil Van çıktı. Yine Üstadımın senelerce kaldığı şehir çıktı diye
gözlerim sevinç yaşları döktü. O gece elbiselerimiz verildi. Subay olduğumuza kani olduk. Gece yarısı
yedi kişi isimleriyle idareye çağrıldı. Elbiseleri soyularak er olarak kıtalarına gönderildi. Bunlar aşırı
solcu militanlardı.
15 günlük izin müddeti içinde Malatya'ya gelerek çocukları alıp, 1958 Ocak ayı içinde Van'a hareket
ettik. Alaya yakın bir yerden bir ev kiralayarak yerleştik. Malatya'dan ayrılırken Van'daki kardeşlerin
adreslerini almıştım. Bir anda alaya bir nurcu subay gelmiş diye herkes birbirine haber vermiş. Nurcular
aileleriyle birlikte ziyaretime geliyorlar. Risale-i Nurlar yeni harflerle piyasaya sürülmüştü. Kuralkanlar
diye bilinen bir ticarethane, Risale-i Nurları satışa sunmuştu. Birkaç gün sonra sözler kitabını masamın
üzerine koydum. Ben onlardan vazifeye daha erken gelirdim. Yanımda çalışan Kemal isimli binbaşı
kitabın üzerindeki Bediüzzaman Said Nursi yazısını görünce “Sen yoksa nurcu musun?”, dedi. “Evet”,
dedim. “Derhal bu kitabı buradan kaldır.” “Hayır kaldıramam, bu benim dini kitabımdır. Akşam eve
götürüp, sabahleyin tekrar getiriyorum”, dedim. İki binbaşı, beni Albaya şikayet ettiler. Albay bizzat
gelerek kitabı masanın üzerinde görünce şaşkına döndü. “Bu kitabı bir daha buraya getirme” dedi.
“Albayım bu benim dini kitabımdır. Boş kaldığım zaman bunu okumak mecburiyetindeyim”, dedim.
“Hayır, bu kitaplar yasak kitaplardır, askeriye içerisinde okuyamazsın”, dedi. “Bunlar yasak değildir,
mahkemelerde beraat etmiştir. Hiçbir art niyetim yok. Propaganda yapmamak şartıyla kendim
okuyorum”, deyince Alay kumandanı bir şey demeden çekip gitti.
O tarihlerde nurcular için sıkı takibat vardı. Dersleri gizli olarak evlerde yapıyorlardı. Ben bir ay
sonra Müftü Bey’e gittim. Üstadımızın uzun zaman Van'da kaldığını, Erek dağında inzivaya çekildiğini
söyledim. Üstadımız bir yandan Vanlı sayılır. Ben “Nurşin Camisi’nde yatsıdan sonra Risale-i Nur
okuyabilir miyim?”, dedim. “İçten ve dıştan kapısı olan camiye bitişik eski bir medrese var. İmama söyle
dıştaki kapının anahtarını sana versinler. Orayı temizleyerek Risale-i Nur okuyabilirsin”, dedi. Medreseyi
kısa zamanda temizleyerek derslere başladık. Bir ay içinde 100 kişi olduk. Dersleri resmi elbise ile
yapıyorum. Polisler etrafımızda dolaşıp duruyorlardı. Subay olarak resmi elbise ile yaptığım için
ilişemiyorlar. Şikayetler Albaya kadar gidiyorsa da Albay şikayetlere aldırış etmiyor. Ayrıca Pazar
günleri çayhanelerde Said Nursi ve Risale-i Nurları anlatıyorum.
Bir gün askeri yatakhanede nöbetçi subay ile asker arasında bir anlaşmazlık çıkıyor. Askerleri
susturamıyor. O akşam bir yarbay beni alarak yatakhaneye götürdü. “Bizim subay hocadır. Size vaaz
edecek”, dedi. Ben, “Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta O'na başlarız. Bil ey nefsim! Şu
mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudatın
lisan-ı haliyle vird-i zebanıdır. ‘Bismillah’ ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir
bereket olduğunu anlamak istersen, şu temsili hikayeciği bak dinle. Şöyle ki“ deyip, birinci sözü ezbere
sonuna kadar okudum. Askerde Allah sedaları yükselmeye başladı. Bir daha da yatakhanede uygunsuz
bir hareket olmadı.
Günler böyle devam ederken, teskereye üç ay kala teğmen oldum. Apolete yıldız takmış oldum.
Benim bu açık çalışmalarım, nurcuların ve halk üzerinde olan korkuyu kaldırdı. Albay beni serbest
bıraktı. Benimle uğraşmanın bir yararı olmadığının farkına vardılar. “Bu samimi bir insandır. Bir çıkar ve
menfaat gözetmiyor. İnançlarını olduğu gibi söylüyor. Bundan zarar gelmez” diyerek beni serbest
bıraktılar.
Teskereme bir ay kalmıştı. Camilerde konuşmaya başladım. Said Nursi ve Risa-le-i Nurları
anlatıyorum. Ben, Kur'an'dan mahrum olduğum için Risale-i Nurları, Kur'an-ı Kerim'in hakiki bir tefsiri
sanıyordum. Abiler de bize böyle telkin ediyorlardı. Çünkü Üstadımız Said Nursi, bunları kendi
düşüncesine göre yazmıyordu. İhtiyari dışında Allah tarafından ilham (vahiy) ediliyordu. Risale-i Nur'da
hata aramak, Allah korusun insanı nurculuktan çıkarmış olur. Risale-i Nur'da hata aramak Mehdi'yi inkar
etmektir. Çünkü elimde Risale-i Nurlardan başka ne bir tefsir, ne de Kur'an-ı Kerim'in Türkçe anlamı
vardı. İbadetlerin nasıl yapılacağına ait bir ilmihal dahi yoktu.
Bir gün kalabalık bir camide cumadan sonra Mehdi ve Süfyanı anlattım. Beşinci Şua'yı olduğu
gibi ezbere okudum. O risalede bir takım rivayetler tevil edilerek anlatılıyor.
Alay yakın olduğu için bir vatandaş konuşmayı yarıda bırakarak doğru alay kumandanına koşuyor. “Sizin
teğmen Mehdi'nin geldiğini ilan ediyor. Süfyan diye birinin çıkacağını söylüyor”, diye şikayette
bulunuyor. Albay acele iki inzibat subayı gönderiyor. Dışarıda beni tutuklayarak alaya götürdüler. Albay
beni çağırmadı. Sabahleyin beni sivil mahkemeye sevk ettiler. Mahkemeye gönderildiğim bir anda Van'da
duyulunca, binlerce insan mahkemenin önünü doldurdu. Kalabalığı gören savcı ve hakim beni serbest
bıraktığında, meydan “Yaşasın Adalet!” sesleriyle çınladı. Böylece askerlik görevimi bitirerek Van'dan
ayrıldım. Bakanlık beni Malatya il emrine tayin etti. Milli Eğitim Müdürü şahsımı tanıdığı için Arguvan
ilçesine bir nevi sürgüne gönderildim. İlçede tam kadro olarak Alevi vatandaşlar yaşıyorlar. Böyle bir
ilçeye gönderildiğime cidden memnun oldum. 1958-59 öğretim yılında görevime başladım. İlçede cami
var, fakat kapısı kapalı. İmam ve müftü yok. Kaymakama müracaat ederek camiyi açtırdım. Bazı vakitler
memurlarla birlikte kılıyoruz namazlarımızı. Müracaatlarımız üzere Diyanet bir imam gönderdi. Cuma
namazları da kılınmaya başlandı.
Ben o sene çocuklarımı götüremediğim için kendime bir ev kiraladım. Alevi vatandaşları birer
ikişer eve davet eyledim. Birlikte Risale-i Nurlar okumaya başladık. Bir ay içinde otuz kişi olduk. Onlar
hep bana şarabın helal ve haram olup olmadığını soruyorlar. “Bu sonraki bir mesele önce Rabbimize ve
O'nun Kitabına iman etmeyi öğrenelim”, dedim. Risale-i Nur Külliyatından Sözler'in birinci sözünden
başlayarak her akşam bir söz okuyoruz. İlçede benden başka sünni öğretmen bulunmadığı için, halk üzerinde etkin oluşumu engellemek istediler. Halka korku vererek vatandaşların gelmesine mani oldular. Bu
defa Risaleleri getirerek çevre köylere dağıtmaya başladım. Ne yaptılarsa hizmete engel olamadılar.
Yalnız, valiliğin almış olduğu bir karara göre terfi edemiyorum. Müfettişler ona göre rapor
veriyorlar. Bir gün şöyle bir olayla karşılaştım: Sabahleyin okula geldiğimde, müdür dahil bütün
öğretmenler oturdukları sandalyede uykuya dalmış, mışıl mışıl uyuyorlar. Sonradan öğrendiğime göre bir
düğün evine davet edilmişler. Sabaha kadar içerek uykusuz kalmışlar. Kendilerini uyarmadan sınıfıma
gittim. Bizim okul hademesi de bir sınıfa girerek çocuklara aile bilgisi anlatıyormuş. Tesadüfen o
saatlerde ilk öğretim müfettişi teftişe geliyor. Müdür odasına girince hepsinin derin bir uykuya daldığına
şahit oluyor. O da uyarmadan sınıfları kontrol ediyor. Bakıyor ki, okul hademesi sınıfın içinde çocuklara
aile bilgisi anlatıyor. Hiçbir şey demeden benim sınıfa geldi. Dersimi dinledi. “Bak hocam” dedi, “Ben
Bektaşiyim. Biz Bektaşiler Allah'a inanırız. Allah'a inanan öğretmenlerle inanmayanların durumunu
gözümle gördüm. Şimdi ben ne yapayım. Valiliğin hakkında talimatı var. Sana iyi rapor veremeyeceğim.
Sabret, inşallah baskılar bir gün ortadan kalkar”, dedi. Üçüncü sene halk benim terfi etmediğimi
öğreniyor. 20 kişi bir araya gelerek hakim beyi ziyaret ediyorlar. “Sizden bir ricamız var, ilçemizde sünni
bir öğretmen var, terfi ettirilmediğini öğrendik. Bu üç senedir ilçemizde yaşantısını takip ediyoruz. Ayrıca
nurcu olduğunu söylüyorlar. Mesela bunu bir örnekle size ifade edebiliriz. Erol Hoca dediğimiz bu kişi
evimize izinsiz girmiş, çoluk-çocuğumuz içinde oturduğunu görsek kalbimize hiçbir şüphe gelmez.
Bizden bir öğretmen yapsa onu hastanelik ederiz. Onun sınıfındaki çocuklar daha ahlaklı ve daha bilgili
yetişiyor. Böyle bir öğretmen terfi ettirilmiyor da, her melaneti yapan bizim öğretmenler mi terfi edecekler” diyorlar. Hakim Bey, “Ben ne yapabilirim” diyor. “Sen önümüze düş, valiye gidip durumu
anlatalım”, diyorlar. Hakim Bey ricalarını kabul ederek, Vali Bey’le görüşüp terfi etmemi sağlamış oldu.
Yıl 1960 Mart ayı. Üstad Said Nursi'nin İsparta'dan Urfa'ya götürülüp İpek Palas Oteline
yerleştirildiğini duymuştum. Kulağım radyoda. Mart'ın 23. günü bütün radyolar, Said Nursi'nin Urfa'da
öldüğünü haber veriyordu. İnanmak istemiyordum. Malatya'daki kardeşlere telefon açtım. Haberi
doğruluyorlardı. Ağlamaya başladım. Üç gün yemek yiyemedim. Çünkü Üstadım dünyayı terk ediyordu.
Arguvan bana zindan olmuştu.
Okulumuz tatil olunca yine kendi köyüm olan Polat köyüne geldim. Üç öğretim yılı Arguvan'da
bekar olarak çalıştım. Çocuklarımı götüremedim. Hafta içinde evimde gençlere Risale-i Nur okuyorum.
Artık Türkiye'de tanınmış bir nurcuyum. Sungur Ağabey her yıl ziyaretime geliyor.
Yine 1960 ihtilalinde kendi köyümde tatil yapıyorum. Komşum olan öğretmen Hasan Mumcu
geçici olarak Belediye Reisi oldu. Hasan Bey’in hanımı, bizim hanıma Risale-i Nurları evden kaldırın.
Bize örfi idare kumandanından telefon geldi. Sizin eve baskın yapılacak” diyor. Hanım korkarak, benim
evde olmadığımdan istifade edip, Risale-i Nurları amcasının evine taşıyor. Ben çarşıdan dönünce baktım
ki, hiçbir kitabım ortada yok. Hanım kızacağımı bildiği için hemen cevap verdi. “Belediye Reisine
ilçeden telefon gelmiş, bizim eve baskın düzenlenecekmiş. Onun için Risale-i Nurları amcamın evine
taşıdım”, dedi. “Hanım sen ne diyorsun. Risale-i Nur'un tokadını yeriz. Hiç bir Nurcu korkar mı?”,
dedim. Hemen koşup, Risale-i Nurları getirip kütüphaneye yerleştirdim. Zavallı hanım ikinci gün yine
evde olmadığım bir vakitte babamın evine taşıtıyor. Eve geldiğimde bu defa, “Seni görevden
uzaklaştırırlarsa biz perişan oluruz. Hiç çare yok evimiz basılacakmış”, dedi. “Bak hanım, böyle bir inanç
senin ahiret ve dünyanı yok eder. Allah korusun seni dinden çıkarır. İnsanların rızkına Rabbim kefil
olmuştur. Rızkı yaratan, veren O'dur. O'nun izni olmadan hiç kimse beni görevden uzaklaştıramaz. Allah
bir kulunu koruma altına alırsa, dünya üzerine gelse hiçbir şey yapamazlar. Bu sözlerinden dolayı, tövbe
et ve Rabbine yönel. Allah bizimle beraberdir”, dedim. Ben hiç vakit geçirmeden babamın evine gidip
Risale-i Nurları getirerek kitaplığa yerleştirdim. Gerçekten üçüncü günü örfi idare kumandanı olan
yüzbaşı, bir başçavuş, üç jandarma eri eve baskın yaptılar. Hemen çalışma odama girdiler. Risale-i
Nurları görünce beni suçüstü yakalamış oldular. Hanıma dedim “bunlara bir kahve yap”. Kahvelerini
içtikten sonra görevlerine başladılar. Kitaplığımda ne kadar kitap varsa hepsini daktilo ile liste yapıp bir
çuvala doldurdular. İçinde Kur'an-ı Kerim'de vardı. Beni jipe alarak kitaplarımla birlikte ilçe karakoluna
getirdiler. Savcı gelip ifademi aldı. Üç jandarma hazırlandı, beni Sivas'a gönderecekler. İhtilalde binlerce
insanı Sivas'ta topladılar. Yüzbaşı eli arkada bir ileri bir geri gidip geliyor. Bir ara şöyle dedi: "Sizin gibi
insanları Sivas'ta toplayacağız. Mahkeme etmeden götürüp Akdeniz'de boğacağız". Bu söz üzerine
şehadet parmağımı kaldırarak, “Yüzbaşım bana bak, değil beni Sivas'a göndermen ve denizde boğman,
etlerimi paramparça etsen, her parçasını bir tarafa savursan La ilahe illallah Muhammedenresulullah
demekten vazgeçmeyeceğim. Eğer sende cesaret varsa yapacağını burada yapabilirsin” dedim. Gezerek
bir tur daha yaptı. Savcıya hitaben “daktilodan o kağıdı çıkararak bana ver” dedi. Kağıdı yırtarak çöp
sepetine attı. Jandarmalara hitaben jipi hazırlayın emrini verdi. Bana dönerek “Arkadaş şu kitaplarını al,
doğru Polat'a. Ben bu kazada olduğum müddetçe Doğanşehir köylerini gez ve davanı anlat. Kaşının
üstünde kara var diyeni bana bırak”, dedi. Beni jiple köye gönderdi. Köylüler artık benim bir daha köye
dönemeyeceğimi, görevden atılacağıma tam olarak inanmışlardı. Bizim köyün geniş bir meydanı var.
Bütün vasıtalar orada durur. Bir de ne görsünler, Erol Hoca askeri jiple kitaplarıyla birlikte tekrar geldi.
Buna bir mana veremediler. Sonradan beni tanıyanlar, yüzbaşıdan soruyorlar. “Erol Hocayı niçin Sivas'a
gön-dermedin?” Şöyle cevap veriyor: “Davasına öyle inanmış ki, ne yaparsan yap, nereye gönderirsen
gönder vazgeçmez. Böyle insanlara saygılı olmak gerekir. Ben de bir dava adamıyım. Dava adamı dava
adamına eziyet etmez.”
O yıl içinde öyle nurcuları öğrendik ki, korkusundan Risale-i Nurları götürüp toprak altına
gizlemiş ve ateşte yakanlar olmuş. 1960 Ekim ayında il emrine verildim. Sıtmapınar semtinde
Cumhuriyet İlkokulunda göreve başladım. Böylelikle köy hayatım bitmiş oluyordu. Şehirde iman
hizmetini daha geniş çapta yapacağıma inanıyordum. İldeki nurcular da benim ile tayin edildiğime çok
sevinmişlerdi. Hiç vakit geçirmeden şehir merkezinde bir ev kiralayarak Risale-i Nur okumaya başladık.
O zamanlar okullarda sabahçılık ve öğlencilik vardı. Ben hep sabahçı olmayı tercih ediyordum. Amaç,
öğleden sonra boş kalıp, gece birlere kadar çarşıda, pazarda, çayhanelerde insanlara Risale-i Nurları
okuyabilmekti. Elimde siyah çanta her an benimle birlikte gezerdi. İçinde ya mektubat ya Lemalar ya da
Sözler bulunurdu. Her önüme gelene Risale-i Nur okumalarını söylüyordum. Nerde bir kalabalık görsem
onlara Risale-i Nurları anlatıyordum. Öyle faal bir nurcuydum ki herkes bu hareketliliğime hayret
ediyordu. Maaşımın çoğuna Risale-i Nur alıp, bedava dağıtıyordum. Çocuklarımı sıkıntıya sokuyordum.
Merkezde hizmet bakımından çeşitli gruplar var. Özellikle Nakşi ve Kadiri tarikatı çok yaygındı.
O zaman biz Nurcular tarikatçılarla iyi anlaşıyorduk. Onların itikatları ile bizim itikadımız arasında bir
fark yoktu. Yalnız üstadları değişikti. Biz, Said Nursi'ye Mehdi diye inanıyorduk.
Sene 1969. Hasan Basri Çantay'ın Kur'an-ı Hakim ve Meâl-i Kerim adlı kitabı elime geçti. Bir
sene müddetle Risale-i Nurları karşılaştırdım. Allah'ın kitabını okudukça Said Nursi ve Risale-i Nur
gözümde küçülmeye başladı. Bu nasıl Mehdi ki, her kitabında Kur'an'a muhalefet ediyor, kendini
Kur'an'ın üzerine çıkarıyordu. Sanki kendisine yeniden bir vahiy geliyormuş gibi, indi tevillerle Kur'an'ı
yorumlamaya çalışıyor. Kur'an'ı kendi maksatlarına alet ediyor, kendini Kur'an âyetleriyle teyid etmeye
çalışıyordu. Hazret-i Ali, Abdulkadir Geylani, İmam-ı Rabbani gibi kişilere iftira ederek onlara isnad
edilen sözlerle bu asırda kendinin ve eserlerinin zuhur edeceğini onlara söyletmiş oluyordu. Artık
nazarımda yalancı, sahtekar, bir yerlerin adamı olduğu meydana çıkmıştı. Cenab-ı Hakk'a çok şükür ki,
bu tarihe kadar ömür verdi. Eğer Kadiri ve Nakşi (Süleymancı) tarikatlarında ecelim yetmiş olsaydı,
müslüman olarak değil, Kadiri ve Süleymancı olarak ölmüş olacaktım. Eğer 1969'dan önce ölmüş
olsaydım tam bir nurcu itikadında ölmüş olup, ebedi cehennemi boylamış olacaktım. Kadri, Nakşi, Nurcu
olduğum zamanda dünyevi bir çıkar ve menfaatim yoktu. Samimi olarak ahiretimi kazanmak ve
günahlarımın affedilmesi için gayret gösteriyordum. Cenab-ı Hak benim bu samimiyetimi bildiği için
beni kendi kitabı ile karşı karşıya getirdi. Rabbime hamd olsun bana hidayet etti ve beni kendi kitabı ile
selamete çıkardı. 1970 yılında bir bildiri yayınlayarak 1950 ile 1970 arasındaki geçirdiğim günlere tevbe
ettim. Yeni baştan Kur'an-ı Kerim'deki İslâm'a yönelmiş oldum. Artık Kur'an-ı Kerim'in son kitap, Hz.
Muhammed'in son nebi ve resul olduğuna iman ettim. Kur'an'ı Kerim'in haber vermediği müceddid,
Mesih-üd-deccal, Sahib-üz-Zaman, Mehdi-yi Muntazır, Gavs, Kutub gibi hadis diye uydurulmuş sözlerin
istismarından kurtulup hidayet kitabı Kur'an'da karar kıldım. Sahih hadis ve sünneti kendim için prensip
edindim. Bu anlayışa geldikten sonra bir görevim kalmıştı: Risale-i Nur kitaplarına karıştırılmış bine
yakın batıl inançları kimin yazdığını araştırmak. Said Nursi'ye hüsnü zan edenlere göre bu hurafeleri, Said
Nursi'den habersiz talebeleri yazmıştı. İşte ben bu meseleyi öğrenmek için, abilerle görüşmek istedim. İlk
önce Ankara'da Hacı Bayram semtinde bulunan Nur Dershanesine uğradım. Bekir Berk, Hüsnü ve
Bayram Ağabeylere dedim ki; “hak ve batılın karışımından meydana gelen bu eserler gerçekten Said
Nursi'ye mi aittir?” Bu sözüme şiddetli tepki gösterdiler. “Sen Risale-i Nuru anlamış olsaydın, bu soruyu
bize sormazdın, çünkü bu risaleleri ne Said Nursi, ne de biz yazdık. Bu eserler baştan sona İlham-ı
Rabbani'dir. Üstadımız Said Nursi bile Risale-i Nur talebesidir. Risale-i Nurlarda hata aramak, maksatlı
kişilerin işidir”, dediler. Bunlardan net bir cevap alamadığım için Kastamonu'ya hareket ettim.
Kastamonu'da Bediüzzaman'a sekiz sene hizmet eden Mehmet Feyzi Efendi’yi ziyaret ettim. O da:
“Kur'an-ı Hakimin otuz üç âyeti Said Nursi'ye işaret etmekte ve İmam-ı Ali (r.a.), Celculitiye ve Ercüze
kitaplarında Said Nursi'nin bin dört yüz sene sonra zuhur ederek, Risale-i Nurları yazacağını bildirmiştir.
Ayrıca Abdulkadir Geylani 9 asır önce Said Nursi ve eserlerinin ortaya çıkacağını müjdeleyerek beyan
etmişlerdir” diyerek beni başından savmak istedi. Mehmet Feyzi bu görüşünü, Bediüzzaman Said Nursi
Tarihçe-i Hayatı, Yeni Asya Neşriyat, Temmuz 1994, s. 284'te beyan etmektedir.
Oradan doğruca Denizli'ye hareket ederek Ahmed Feyzi Efendiyi ziyaret ettim. Bu meseleleri
onunla da konuştum. Yemin ederek; “Risale-i Nurdaki bütün yazılar, Üstadımız Said Nursi'ye aittir.
Şakirtlerin (öğrencilerin) bütün yazıları Üstadımızın uygun görmesiyle Risale-i Nurlara girmiştir. Ona
gösterilmeden ve okumadan hiçbir talebenin yazısı, şiiri, Risale-i Nura alınmamıştır”, dedi. O da bana
Said Nursi ve Risale-i Nur hakkında yazmış olduğu Maidetü'l-Kur'an adlı eserini gösterdi. En az kırk elli
hadis ile Mehdi'nin geleceğini ve asırlarca beklenen Mehdi'nin Said Nursi olduğunu ispat etmeye çalıştı.
Bu eseri Said Nursi tarafından tasdik edilerek tılsımlar mecmuasında neşir edilmiştir[11].
Denizli'den Isparta'ya hareket ettim. Husrev Beyle görüştüm. Üç günde ancak muvaffak olabildim.
Ona dedim ki: “Bütün Risale-i Nurlar senin elinle yazıldı. Hiç kimse Risale-i Nurlara senin kadar vakıf
değil.” Bir takım hurafeleri anlattım. “Bunları sizler mi, yoksa Üstad mı yazdı?”, dedim O da yemin
ederek Üstadın yazdığını söyledi. “Bunlar sizce doğru mudur?”, dedim. “Evet”, dedi. Mesela Asa-yı
Musa Risalesinde Isparta'daki umum Risale-i Nur talebeleri ve on üç fıkra ile tadil edilmiş bir mektup
var. Üstad bunu tasdik etmiş1. Orada aynen şöyle yazılmaktadır: “Ve Risale-i Nur'un şakirtlerini, talebe-i
ulum sınıfına dahil edip, münker, nekir suallerine Risale-i Nurla cevap verdiklerini merhum kahraman
şehid Hafız Ali'nin vefatıyla keşfeden ve hayatta bulunanlarımızın da yine Risale-i Nur ile cevap
vermenizi rahmeti ilahiyeden dua ve niyaz eder; Hazret-i Kur'an-ı Azimüşşanın kırk tabakadan her
tabakaya göre bir nevi i'cazı manevisini göstermesiyle ve umum kainata bakan kelamı ezeli olmasıyla ve
tefsiri olan Risale-i Nur'un Mu'cizat-ı Kur'aniye ve Rumuzat-ı semaniye risaleleriyle ve Risale-i Nurun
gül fabrikasının serkatibi gibi kahraman kardeşlerin ve şakirtlerin fevkalade gayretleriyle asr-ı saadeten
beri böyle harika bir surette mucizeli olarak yazılmasına hiç kimse kadir olamadığı halde, Risale-i Nurun
kahraman bir katibi olan Husrev'e “yaz” emri buyurulmasıyla, Levh-i Mahfuzdaki yazılan Kur'an gibi
yazılması.”
Husrev'e dedim ki; “Levh-i mahfuzu hangi peygamber görmüştür, bir örnek verebilir misiniz?” Bu
soru karşısında sustu. “Sen kim oluyorsun da Levh-i mahfuzdaki yazılan Kur'an gibi bir Kur'an
yazıyorsun. Orayı görmeden orada yazılış şeklini nasıl bilebiliyorsun? Bu sözden tevbe et” dedim.
Etmedi.
Bunda sonra İzmir'e döndüm. Karşıyaka'da tuz fabrikası olan bir nurcunun evinde toplandık.
Sikke-i Tasdik-i Gaybi kitabında mevcut olan birinci şua, sekizinci şua, yirmi sekizinci lema, on sekizinci
lemadaki Allah'a, Resulüne, kitabına, Hz. Ali (r.a.)’ye yapılan iftiraları anlattım. Bunlara inanmayan
nurcu olamaz deyip bana karşı çıktılar. “Sen Risale-i Nurları anlamamışsın. Sikke-i Tasdik-i Gaybi,
Risale-i Nurun hakkaniyetine bir delildir”, dediler.
“Bakınız”, dedim; “Üstad Said Nursi, Sözler Mecmuası 25. sözde Kur'an-ı Kerim'i şöyle tarif
ediyor: ‘Şu alemi insaniyetin mürebbisi ... ve insaniyet-i kübra olan İslamiyetin ma ve ziyası... ve nev-i
beşerin hikmet-i hakikiyesi ve insaniyet-i saadete sevk eden hakiki mürşidi ve hadisi. Ve insana hem bir
kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı fikir, hem bir kitab-ı zikir, hem
insanın bütün hacat-ı manevisine merci olarak çok kitapları tazammun eden tek cami-i bir kitabı
mukaddestir,”.
Said Nursi Kur'an-ı Kerim'i böyle tarif ederken nurcular, Risale-i Nur kitapları için aynı tarifi
yapıyorlar.
Müellifin (Said Nursi'nin) vasiyetnamesi münasebetiyle Halil İbrahim'in Risale-i Nur hakkındaki
Nur şakirtleri namına yazdığı bir fıkrasının bir parçasıdır[12].
Halil İbrahim adlı bir nurcu, Risale-i Nur'u şöyle anlatıyor:
“Risale-i Nur, Nur'dan bir ibrişimdir. Kainat ve kainattaki varlıkların tesbihleri onda dizilmiştir.
Risale-i Nur, alıcı ve vericiyle cihazlanmış bir Kur'an ilaçlarıdır. Onun teli, lambaları, ampulleri
ve bataryaları durumunda olan satırları, kelimeleri, harfleri öylesine düzenli ve öylesine mucizelidir ki,
yarın her ilim, fen adamları, her meşrep ve meslek sahipleri, gerek gayb aleminden (görünmeyen
dünyalardan), gerek görünen âlemden ve gerek ruhlar âleminden, kainatta cereyan eden olaylardan bilgi
ve yetenekleri ölçüsünde haberdar olabilirler. Çünkü Risale-i Nur, bir yayılmış biçimidir.
Risale-i Nur, insanlara bir hidayet hediyeleri, bir saadet vesilesi, bir şefaat aracı ve bir rahmanın
feyiz kaynağıdır. Risale-i Nur, ilk baharın feyzini veren bir ölümsüzlük suyudur. Rahmet kaynağı, hakikat
kalesidir. Ve bir gül bahçesinin gül bahçesidir.
Risale-i Nur, Tanrı'nın lütfu, imanın üstün derecesi, Kur'an'ın işareti ve ihsanın bereketidir.
Risale-i Nur, kafire ziyan, inanmayanlara tufan, delâlete düşmandır.
Risale-i Nur, bir gizli hazinedir. Bir cevahir sandığı ve bir nurlar kaynağıdır.
Risale-i Nur, Kur'an'ın gerçeği, imanın miracıdır.
Risale-i Nur, evliyanın baştacı, eserlerin sultanı, manaların özü, Tanrı'nın vergisi ve ihsan edilmiş
bir hediyesidir.
Risale-i Nur, hastalara şifahane, zemzem suyu, sağlara hakikat besini, reyhan kokusu ve misk ile
amberdir.
Risale-i Nur, Hazret-i Muhammed'in vadettiği kitaptır. Hazret-i Ali'nin teyid ettiği kitaptır.
Abdülkadir Geylani'nin yardımını sağlayan kitaptır. İmam-ı Rabbani ve İmam-ı Gazali'nin tavsiye ettiği
kitaptır. Hz. Ömer'in haber verdiği kitaptır.
Risale-i Nur, Kur'an güneşinin yedi renginden saçılmış bulunduğundan, bu hakikatte tam tecelli
ettiğinden; hem bir şeriat kitabıdır, hem bir dua kitabıdır, hem bir emir ve çağrı kitabıdır, hem bir zikir
kitabıdır, hem bir düşünce kitabıdır, hem bir gizli ilimler kitabıdır, hem bir tasavvuf kitabıdır, hem bir
mantık kitabıdır, hem bir kelam kitabıdır, hem bir ilahiyat kitabıdır, hem bir sanat teşvikçisi kitabıdır,
hem bir edebiyat ve sözler kitabıdır, hem bir vahdaniyet kitabıdır, hem de muarızları susturma kitabıdır.
Risale-i Nur'un parçaları, dünyanın manevi semasının güneşleri, ayları ve yıldızlarıdır.
Güneşten, aydan, yıldızlardan bütün kainat nasıl aydınlanıyor ve bütün eşya onlarla nasıl hayat
buluyorsa, çağımızdaki bütün insanlık dünyası da Risale-i Nur'dan hayat bulur.
Risale-i Nur, Kur'an'ın tasarrufunda bulunduğundan ona uzanan ve ilişmek isteyen her el kırılır ve
dil kurur. “[13]
Halil İbrahim
Yine aynı şekilde Said Nursi, Nur suresi 35. âyetim şöyle açıklıyor: “Nasıl ki elektriğin kıymettar
meta-ı (fayda ve menfaati, kıymetli eşyası) ne doğudan, ne de batıdan celbedilmiş (getirilmiş) bir mal
değildir. Belki (katiyetle) yukarıda, cevvi havada (gök boşluğunda) rahmet hazinesinden, semavat
(gökler) tarafından iniyor. Her yerin maldır. Başka yerden aramaya lüzum yoktur”, der. Öyle de manevi
bir elektrik olan Resail-in-Nur dahi ne doğunun bilgilerinden, ilimlerinden ve ne de batının felsefe
fenlerinden gelmiş bir mal ve onlardan olduğu gibi alınmış bir nur değildir. Belki semavi olan Kur'an'ın
doğu ve batının üstündeki yüksek arşın makam ve derecesinden alınmıştır[14].
Risale-i Nur talebelerinden Hasan Feyzi aynı âyeti şöyle açıklıyor:
“Ey Risale-i Nur! Senin Kur'an-ı Kerim'in nurlarından mucizelerinden geldiğine, Hakk'ın ilhamı,
Hakk'ın dili olup, O'nun emri ve O'nun izni ile yazıldığına artık şek şüphe yok. Fakat, acaba senin bir
mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak telif ve tertip ve tanzim olunan müzeyyen ve mükemmel, fasih
ve beliğ nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve benzeri görülmüş müdür?
Mensur ve Türki ibareli olduğu halde yine mislin getirilemez. Senin gibi parlak bir eser, bir daha
kimseye nasip olmaz.
Kur'ani Arabi'den Türkçe sözlere akan ve bugün öztürkçeden fışkıran bu feyiz ve nurlar kalplerde
senin bir numune-i kudret ve nişane-i rahmet olduğuna hiçbir rayb ve güman bırakmıyor. Sen ayine-i cila
ve âlem-i kalbe ve ruh-u revana gıdasın. Çünkü sendeki mukayese ve muhakemelerin vaka ve temsillerin
bir naziri bir daha gösterilemez. Allah Allah!... Türk milleti seninle ne kadar iftihar etse yine azdır.
Gözleri nurlandırıp gönülleri sürurlandıran bu hüccetler ve tabiratın ve kelimat ve teşbihatın, arş-ı
azamdan indiği muhakkaktır[15].”
Bu aşırı ve saçma sapan medhiyeyi yapan Halil İbrahim adlı bir nurcu ise de, “Medresetüz-Zehra
namına biz de iştirak ediyoruz!” diyen Osman Rüştü, Refethusrev, Said, Hilmi, Mehmet, Nuri adlı büyük
nurcular bu deli saçması medhiyeye katılıyorlar.
Yalnız dikkat ederseniz, medhiyenin saçmalığı yanında bir de anlamı vardır: Bu aşırı övmelerle,
Risale-i Nura kutsal kitaplar ölçüsünde, mesela Kur’an’ı Kerim gibi bir kutsallık verilmek istenir. İşte
temel amaç budur ve iyice eleştirilerek okunduğunda, bu anlam kendiliğinden ortaya çıkar. Neden
derseniz, bu medhiyedeki niteliklerin çoğu, peygamberlerin, kutsal kitapların söz konusu edildiği yerlerde
kullanılabilecek niteliklerdir. Mesela; “Evliyanın baştacı, eserlerin sultanı, Kur’an’ın saçılmış biçimi...”
gibi sıfatlar, velilerin, ulu kişilerin eserlerine bile verilmez. Yani herhangi bir eser şöyle dursun, Kur'an
gibi semavi bir kitabın dışında hiçbir eser için böyle söylenemez. Şimdiye kadar da söylenmemiştir.
“Evliyanın baştacı, eserlerin sultanı, Kur’an’ın saçılmış biçimi" ne demektir, bunların üzerinde durup
düşünmek gerek.
Sonra Risale-i Nurun, Kur'an'a bir benzetiliş var bu övgüde: Şeriat ilminden, edebiyat ilmine
kadar her çeşit ilmin Kur'an-ı Kerim'de bulunduğu nasıl söz konusu ediliyorsa, bu övgüde Risale-i Nurun
da aynı özelliği taşıdığı anlatılmak isteniyor. Yani demek istiyor ki:
“Risale-i Nur da, Kur'an gibi bütün ilimleri içine almıştır.”
Nur suresi 35. Âyet-i meali:
“Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nuru, içinde lamba bulunan bir kandile benzer. Lamba
cam içerisindedir. Cam, sanki inciden bir yıldız. Ne doğuya, ne batıya mensup olmayan mübarek bir
zeytin ağacı(nın yağı)ndan yakılır. (Öyle mübarek bir ağaç) ki, neredeyse ateş değmese de yağı ışık verir.
Işığı parıl parıldır. Allah dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah insanlara misaller verir. Allah her şeyi
bilir." (Nur:35)
Said Nursi, Halil İbrahim, Hasan Feyzi birbirlerine destek vererek Risale-i Nurların Kur'an gibi
arş-ı azamdan indiğini, alındığını, Kur'an'la mukayese yapıldığını açıkça beyan ediyorlar. Ey okuyucu!
İskender Evrenesoğlu ile bunların ne farkı var? Bunlar tevbe etmeden ve tevbelerini açıktan ilan
etmedikçe, bunlara nasıl müslüman diyelim? İslâm'a bunlar gibi zarar vermeyen ve müslüman olduklarını
söylemeyen Hıristiyan, Yahudi, Budist, Brahmanistlere niçin kafir, müşrik diyoruz da, müslümanız
dedikleri halde Hak olan İslâm'a bütün batıl çeşitleri karıştırıp, kendine özgü bir din, bir mezhep, bir
tarikat oluşturanlara aynı kelimeyi söylemiyoruz. Halen bunların cenaze namazlarını kılıyoruz. Cahilliye
devrinde Ebu Cehiller, Ebu Lehebler, Mugireler, Ebu Talipler namaz kılıyor, oruç tutuyor, hac yapıyor,
sünnet oluyor, sadaka veriyor, kurban kesiyor, kısas uyguluyor, dini nikah yapıyor, bizim yaptığımız
ibadetlerin hepsini yapıyorlardı. Allah birdir diyorlardı. Müşrik ve kafir olmalarına sebep olan şey;
hakkın içine akla hayale gelmez batılı karıştırdıkları halde, hakta olduklarına inanmaları değil miydi?
Ey Nurcu! Risale-i Nurun içerisinde binden fazla batıl inanç mevcuttur. Bu zihniyetin yıkılması,
Kur'an'ı okuyup, anlayıp, yaşamakla mümkündür.
Nurculuğun din içinde ayrı ayrı bir din olduğunun farkına vardım. Hemen yazılı bir bildiri
yayınlayarak Nurculuktan da tevbe ettim. Yeniden şehadet getirerek Kur'an-ı Kerim'deki İslâm'a dönüş
yaptım. Allah bana ömür verdi ve hidayet etti de böylece müşrik olarak ölmekten kurtulmuş oldum. Eğer
1950 ile 1970 arası ölmüş olsaydım, ebediyen cehennemi boylamış olurdum.
Benim gibi hızlı ve samimi bir kimsenin bu ekolden ayrılışı Nurcuları çok üzdü. Malatya
Nurcuları, Risale-i Nurun tokatını yedikten sonra tekrar döneceğim hususunda yer yer ihtarda bulundular.
Elhamdülillah o günden bu güne otuz yıl geçtiği halde tokat yemedim. Aksine Rabbimin bitmez
tükenmez nimetlerine kavuşmuş oldum.
Malatyalılar bilirler; elimde siyah bir çanta içinde Kur'an-ı Kerim taşıyorum. Açıklanmış Türkçe
anlamını devamlı okuyorum. Artık önüme gelene Allah'ın kitabını okumaya davet ediyorum.
Üç tarikatı; Nurculuk, Nakşilik, Kadirilik tarikatını yaşadığım için bu üç zümrenin içindeki bütün
şirkleri gözümle gördüm.
BİR ZAMANLAR “MEHDİ” OLARAK İNANDIĞIM SAİD NURSİYİ KENDİME
SORULAR SORARAK YENİDEN DÜŞÜNDÜM
Soru- Said Nursî ile ilgili şu sözler beni şaşırtıyor:
“… yirmi senede öğrenilmesi gereken ilim ve fenlerin özünü üç ayda kavrayarak öğrenimini
tamamlamış. Hangi ilimden olursa olsun, sorulan her soruya, tereddütsüz ve derhal cevap verirmiş[16].”
Buna gerekçe olarak deniyor ki, rüyasında Peygamberimizden ilim istemiş, o da ümmetine soru
sormamak şartıyla Kur’an ilminin öğretileceğini müjdelemiş, bu sebeple daha çocukken asrın bilgini
olarak tanınmış ve kimseye soru sormamış, ama sorulan bütün sorulara mutlaka cevap vermiş[17].
Cevap- Bir kimsenin Allah’ın Elçisi tarafından bilgi sahibi kılınması Şiilere has iddiadır. Onlar
bunu, Ali’nin (r.a) soyundan gelen imamlar için söylerler. Şöyle derler:
"... İmamlardan hiçbiri bir öğretmene gitmemiş, bir eğitimciden bir şey öğrenmemiştir. ...Hiç biri
bir hocadan ders almamış, hiç biri bir mektebe, bir medreseye gitmemiştir. Böyle olduğu halde
kendilerine bir şey sorulunca derhal en doğru cevabı verirler. Dillerine bilmiyorum sözü gelmediği gibi
cevap vermek için düşünmeleri yahut cevabı bir müddet geciktirmeleri de vaki değildir...[18]" İmamın ilahî
hükümlere, ilahî maârife, bütün bilgilere sahip olması, peygamber, yahut kendisinden önceki İmam
vasıtasıyladır... [19]"
Soru- Bir peygamberin böyle görevi olur mu?
Cevap- Elbette olmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Elçilere apaçık tebliğden başka ne düşer?"
(Nahl 16/35)
Allah Teâlâ, Peygamberimize şöyle emrediyor
"De ki, ben de tıpkı sizin gibi bir insanım. Bana, tanrınızın bir tek tanrı olduğu bildiriliyor. Artık
kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa hemen iyi bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak etmesin."
(Kehf 18/110)
"De ki: "Benim size ne zarar vermeye gücüm vardır, ne de sizi olgunlaştırmaya.
De ki: "Beni Allah'ın azabından kimse kurtaramaz. Ondan başka bir sığınak da bulamam.
Benimkisi yalnız Allah'tan olanı, onun gönderdiklerini tebliğdir o kadar." (Cin 72/21-23)
Soru- Said Nursî’nin öğrenim hayatı ile ilgili bilginiz var mı?
Cevap- Kendi el yazısı ile yazdığı özgeçmişine göre ilk öğrenimden sonra Şeyh Muhammed
Celalî’nin ders halkasına katılmış, okunması adet olan kitapları okumuş ve daha sonra Van’da 15 yıl
kadar eğitim ve öğretimle meşgul olmuştur[20].
“Tarihçe-i Hayatı”na göre de önce Sarf ve Nahiv ile meşgul olmuş ve İzhar’a kadar okumuş, daha
sonra Şeyh Mehmed Celâlî’nin yanına gitmiş, her türlü ilim dalına ait eserleri incelemeye koyulmuş ve
İslamî ilimlerle ilgili kırk kadar kitabı ezberlemiştir. Ders aldığı diğer alimler şunlardır: Seyyid Nur
Mehmed, Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî, Şeyh Fehim, Şeyh Mehmed Küfrevî, Şeyh Emin Efendi, Molla
Fethullah ve Şeyh Fethullah[21].
Soru- Öyle ise öğrenimini üç ayda tamamladığı, sorulan her soruya, tereddütsüz ve derhal cevap
verdiği ve bu özelliğin ona rüyasında Peygamberimiz tarafından verildiği iddiası nereden çıkıyor?
Cevap- Halkın hurafelere olan ilgisinden yararlanıp dikkat çekmek istemiş olabilir. Zamanın
harikası demek olan “Bediuzzaman” lakabı da öyledir. İddiaya göre bu lakap, onun olağanüstü ilmini
gören ilim adamları tarafından verilmiştir[22].
Soru- Said Nursî’nin sözleri arasında ciddi tutarsızlıklar görülüyor. Şu sözü hakkında ne dersiniz?
“Ondört yaşında idim. O zaman icazet almanın alameti olan, üstad tarafından bana sarık
sarılmasının ve cübbe giydirilmesinin önüne engeller çıktı. Yaşım küçük olduğu için büyük hocalara has
giysi bana yakıştırılmadı.
Diğer yandan büyük âlimler, bana üstad değil, ya rakib ya teslim oluyorlardı. Kendini benim
yanımda üstad görecek biri çıkmamıştı.
Ben bu hakkı elli altı sene sonra kullanabildim. Bundan yüz sene önce ölmüş Mevlâna
Zülcenaheyn Hâlid Ziyaeddin bana, kendi cübbesi ile birlikte bir sarık göndermişti, şimdi o cübbeyi
giyiniyorum. Bu mübarek emaneti, Risale-i Nur talebelerinden ve âhiret hemşirelerimizden Âsiye
namında bir muhterem hanımın eliyle aldım[23].
Cevap- Said Nursî’nin 14 yaşında ilim adamlığı payesine ulaştığı iddiası temelsizdir. Çünkü
Tarihçe-i hayatı’na göre on beş- on altı yaşlarına kadar bütün bilgisi sünuhat, yani kalbe doğan manalar
kabilindendi. Sonra bunlar yavaş yavaş kaybolmağa başladı[24]. Sünuhata ilim dense yeryüzünde alim
olmayan kimse kalmaz.
Soru- Hem sünuhat, hem Said Nursî’nin her soruya tereddütsüz cevap verdiği iddiası bunların ona
Allah’ın ilhamı, olduğu anlamına gelmez mi?
Cevap- Böyle bir iddianın varlığı ortada. Bunu Said Nursî açıkça söylüyor. Şu sözler ona aittir:
“Kur’an’ın gizli gerçekleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!!
Bu sözün açık anlamı; asr-ı saadette Kur’an’ın vahiy suretiyle inmesi gibi, her asırda o Kur’ân’ın
arştaki yerinden ve manevi mu'cizesinden feyz ve ilham yoluyla onun gizli gerçekleri ve gerçeklerinin
kesin delilleri iniyor[25].”
Yani Risale-i Nur, Kur’an’ın indiği yerden Kur’an’ın vahiy suretiyle inmesi gibi inerek onun gizli
kalmış gerçeklerini ve o gerçeklerin kesin delillerini getiriyor.
Soru- Bu sözü ile o, kendini peygamber seviyesine çıkarmıyor mu?
Cevap- Peygamber olduğunu söylemese de yukarıdaki sözlerin o manaya geldiği açık. Ayrıca
Kur’an’da açıklanmamış gerçeklerin kendine indirildiği iddiası, kendi kitabının Kur’an’dan önemli
olduğu iddiasından başka bir anlam taşımaz.
Allah Teâlâ Peygamberimize şöyle diyor: "Ey Elçi! Rabbinden sana indirilen her şeyi tebliğ et,
eğer bunu yapmazsan onun elçiliğini yapmamış olursun" (Maide 5/67) Eğer Said Nursî’nin iddia ettiği
şeyler Peygamberimize bildirilseydi onları açıklamak zorunda olurdu.
Soru- Bunlara inanan bir kişi, Said Nursi’yi son peygamber, Risale-i Nurları da Allah’ın son kitabı
saymış olmaz mı?
Cevap- Said Nursî’nin şu sözlerini de dinle, sonra karar ver:
“Risale-i Nur denilen otuzüç aded Söz, otuzüç aded Mektub, otuzbir aded Lem'alar, bu zamanda,
Kur’an’daki âyetlerin âyetleridir. Yani onun gerçeklerinin göstergeleridir. Onun hak ve hakikat
olduğunun kesin delilleridir. Kur’an âyetlerinde yer alan inançla ilgili gerçeklerin gayet kuvvetli
belgeleridir[26].”
Yani Said Nusrî’ye göre Kur’an delil olmaktan çıkmış, delile muhtaç hale gelmiş ve Risale-i
Nur’un âyetleri, Kur’an âyetlerinin delili olmuştur. Böyle bir kitabın hatasız olması gerekir. Said Nursî,
bu iddiayı da yapıyor ve şöyle diyor :
“Sözler”[27] şüphesiz Kur’an’ın nurlu parıltılarıdır. Açıklanmaya muhtaç yerleri eksik olmamakla
birlikte tümüyle kusursuz ve eksiksizdir[28].
Soru- Nurcuların Kur’an okumayıp Risale-i Nur okumalarının sebebi bu olmalıdır herhalde?
Cevap- Said Nursî, insanları kendi kitaplarına çekmek için hiçbir şeyi eksik bırakmamış. Şöyle
diyor: “Risale-i Nur bu asırda, bu tarihte bir "urvet-ül vüska"dır. Yani çok sağlam, kopmaz bir zincir ve
bir "hablullah" yani Allah’ın ipidir. Ona elini atan, yapışan kurtulur[29].
"Urvet-ül vüska" ve "hablullah" Kur’an’a ait özelliklerdir[30].
Soru- Risale-i Nur’un, Kur’an’ın alındığı yerden alındığı iddiası, zaten her şeyi açıklamıyor mu?
Cevap- Bu iddia birden fazla yerde tekrarlanır. Onlardan biri de şudur:
“Risale-i Nurlar, ne Doğu’nun kültüründen ve ilimlerinden, ne de Batı’nın felsefe ve
bilimlerinden alınmış ve iktibas edilmiş bir nurdur. O, gökten inmiş Kur’an’ın, Doğunun da Batı’nın da
üstünde olan Arş’taki yerinden iktibas edilmiştir[31].”
Risalelerden "Âyetü’l-Kübrâ" yı örnek verip oradaki iddiaları adım adım izleyelim:
1- Said Nusri’ye yazdırıldığı iddiası:
“Bu risalenin mukaddimesinin bu derece uzun olması istemeden olmuştur. Demek ihtiyaç var ki,
öyle yazdırıldı[32].”
2- Adını İmam Ali’nin verdiği iddiası:
“Bu risalenin öyle bir ehemmiyeti var ki; İmam-ı Ali (R.A.) gaipten gösterdiği kerametlerde
(keramat-ı gaybiyesinde) bu risaleye, "Âyet-i Kübra" ve "Asâ-yı Musa" adlarını vermiştir[33].”
3- İmam Ali’nin şefaat dilediği iddiası:
“İmam-ı Ali (R.A.), Nur'un eczalarından haber verdiği sırada “Ayet’ül-Kübrâ hakkı için beni ani
ölümden koru” deyip o Âyet-ül Kübra'yı şefaatçı yaparak…[34]”
4- Risale’nin lâ ilâhe illallah sözünün olağanüstü delili olduğu iddiası:
“Lâ ilâhe illallah’ın hücceti ise matbu' Âyet-ül Kübra Risalesidir. O emsalsiz hüccetin hârikalığı
içindir ki; İmam-ı Ali (R.A.), onu şefaatçi yapmıştır[35].
5- Risale’nin kurtarıcılık yaptığı iddiası:
“.. o risalenin hem Ankara hem Denizli Mahkemelerinde galebesiyle ve perde altında tesirli
intişarıyla talebelerine beraet kazandırmağa sebep olduğu gibi…[36]”
6- Bir mağazayı yangından koruduğu iddiası:
“… hükûmet dairelerinden birisi … gecenin en soğuk bir vaktinde üç saat cehennem gibi yandığı
halde; tam bitişiğinde, Risale-i Nur'un bir talebesi yanıma geldi, dedi: "Biz yanıyoruz, mahvolduk." Ben
de iki gün evvel mağazalarında bulunan Âyet-ül Kübra'nın bir kısım basılı nüshalarını yanıma
getirmesini söylemiştim, fakat getirmemişti. Demek o ateşi söndürmek için orada kalmıştı. Ben de Risalei Nur'u ve Âyet-ül Kübra'yı şefaatçı yapıp: "Ya Rabbi kurtar" dedim. Üç saat o dehşetli yangın, bütün o
büyük daireyi mahvetti. Altında ve bitişiğindeki dükkânları bütün yaktı, yıktırdı. Risale-i Nur'un ve Âyetül Kübra'nın korumasında olan mağazaya kat'iyyen ilişmedi ve altındaki şakirdin dükkânı da sağlam
kaldı…[37]”
Soru- Aklıma İmam Ali takıldı. Risale’nin adını neden o koyuyor?
Cevap- Said Nursî ona, Sekine adında bir kitap indiğini, geçmiş ve gelecek bütün ilim ve sırların
o kitapta olduğunu iddia ediyor. Kendi kitabı da, o zaman için, geleceğin sırlarından olduğuna göre onu
Ali’nin bildirmesi tabiidir. Said Nursi özetle şöyle diyor:
Hazret-i Cebrail, Sekine adıyla bir sayfada yazılı İsm-i Âzam’ı, Peygamberimizin yanında Hz
Ali'nin (r.a.) kucağına düşürdü. Hz. Ali diyor ki: "Ben Cebrail'in şahsını yalnız gök kuşağı şeklinde
gördüm. Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleri içinde buldum"
İsm-i Âzamdan bahsederek bazı olayları anlattıktan sonra diyor ki:
"Dünyanın başından kıyamete kadar bütün ilimler ve önemli sırlar bize, tanıklık derecesinde
açıldı. Kim ne isterse sorsun, sözümüzden şüpheye düşenler zelil olurlar[38].”
Soru- Öyle bir sahife ki, içinde dünyanın başından kıyamete kadar olan ilimler ve önemli sırlar
yer alıyor. Bu bir sahife değil, çok büyük bir kitap olur. Peygamberimizin bu ilim ve sırları bilmediği
kesin olduğu için İmam Ali ondan üstün bir konuma getirilmiş oluyor. Said Nursî bu bilgiyi nereden
almış?
Cevap- Kur’an’ın alındığı yerden aldığını söyledi ya?!!
Soru- Bununla ne elde etmek istiyor?
Cevap- Risale-i nuru ve şakirtlerini kutsallaştırmak[39].
Soru- Bunlar benim kanımı dondurdu. Ne kötü iddialar!...
Cevap- Bu tür iddialar için Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Vay o kimselere ki, kendi elleriyle kitap
yazarlar, sonra "bu Allah katındandır" derler. Hedefleri, onun karşılığında bir şeyler almaktır[40]. Vay o
ellerinin yazdığından dolayı onlara! Vay o kazandıklarından dolayı onlara!.” (Bakara 2/79).
Soru- Tanıdığım bir çok nurcu var. Bunlar bilgili, efendi, namazlarını kılan, zekatlarını veren ve
özellikle öğrenci yetiştirmek için çaba gösteren insanlardır. Bunların ne olacak? Bu anlattıklarınızı onların
çoğu bilmiyor.
Cevap- Doğru, Risale-i nurlar içinde çok güzel şeyler de var. Onlardan bazılarını ben de
beğeniyorum. Tanıdığınız Nurculara sorun, kendilerine okunan bölümlerin sayısı bir elin parmaklarını
geçmez. Dili ağır olduğu için onları da anlamazlar. Ama bütün bunlar nurcuları kurtarmaya yetmez.
Bunlar akıllarını kullanmadıklarının cezasını çekeceklerdir. Çünkü Allah "..pisliği aklını kullanmayanların üstüne yığar." (Yunus 10/100)
Soru- Akıllarını kullanmadıklarını nereden biliyorsunuz?
Cevap- O kitapların Said Nursî’ye yazdırıldığı söylenince hiçbirinin sesi çıkmaz. Buna ses
çıkarmayan, hiçbir şeye ses çıkaramaz.
Soru: Gerçekten onlar Said Nursî’ye olağanüstü bir değer veriyorlar. Bu beni her zaman
tedirgin etmiştir.
Cevap- Bu olağanüstü değeri Said Nursî kendine veriyor. Onlar da bu konuda onun
arkasından gidiyorlar. Mesela şu şiiri, Abdülkadir Geylânî’nin, sekiz asır önce Said Nursi için
yazdığı iddia edilir.
Bizi aracı yap, her korku ve darlıkda.
Her şeyde her zaman, candan koşarım imdada
Ben korurum müridimi korktuğu her şeyde.
Koruyuculuk ederim ona, her şer ve fitnede.
Müridim ister doğuda olsun ister batıda
Hangi yerde olsa da yetişirim imdada[41]”
Bu iddiayı Said Nursî’nin 23 şakirdi yapar[42]. İspat için, cifir ilmi denen hayali şeylere dayanır ve
şiirde şu anlamın saklı olduğunu söylerler:
"O Gavs'ın müridi Said Kürdî, Rusya'da esirken kuzeydoğu Asya’dan bid’atçıların eliyle Asya’nın
batısına sürgün edildiği ve Sibirya taraflarından kaçıp çok fazla yeri dolaşmak zorunda kaldığı sırada
Allah'ın izniyle, havl ve kuvvet-i Rabbânî ile ona yardım ederim ve imdadına yetişirim."
Yardımın nasıl gerçekleştiği, şöyle anlatılıyor:
“Evet Hazret-i Gavs'ın “müridim” dediği Said, esir olarak üç sene Asya'nın kuzeydoğusunda, yok
edici zorluklar içinde hep korundu. Üç-dört aylık yolu, kaçarak aşmış, çok şehirleri gezmiş ama Gavs'ın
dediği gibi hep koruma altında olmuştur.
Üstadımız diyor ki: "Ben sekiz-dokuz yaşında iken, nahiyemizde ve etrafında bütün ahali Nakşî
Tarikatında ve orada Gavs-ı Hîzan adıyla meşhur bir zattan yardım isterken, ben akrabama ve bütün
ahaliye aykırı olarak "Yâ Gavs-ı Geylanî" derdim. Çocukluk itibariyle ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şeyim
kaybolsa, "Yâ Şeyh! Sana bir fatiha, sen benim bu şeyimi buldur" derdim. Şaşırtıcıdır ama yemin ederim
ki, böyle bin defa Hazret-i Şeyh, himmet ve duasiyle imdadıma yetişmiştir[43].
Bu inancın Kur’an’a aykırılığını gösteren âyetlerden bir kısmı şöyledir:
“Darda kalmış kişi dua ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi
yeryüzünün hakimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz..“
(Neml 27/62)
Güç yetirilemeyen konularda Allah’tan başkasından yardım alınabilirse, kim Allah’a sığınır?
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“De ki, Allah’ın dışında kuruntusunu ettiklerinizi çağırın bakalım; onlar, sıkıntınızı ne gidermeye,
ne de bir başka tarafa çevirmeye güç yetirebilirler.
Çağırıp durdukları bu şeyler de Rablerine hangisi daha yakın diye vesile ararlar, rahmetini umar,
azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı cidden korkunçtur.” (isrâ 17/56-57)
“Allah neyi gizlediğinizi, neyi açığa vurduğunuzu bilir.
Allah’ın yakınından çağırdıkları ise bir şey yaratamazlar; esasen kendileri yaratılmıştır.
Onlar ölüdürler, diri değil. Ne zaman dirileceklerini de bilemezler.” (Nahl 16/19-21)
Soru- Said Nursi ölmüştür; kendini savunamaz. Böyle biri hakkında konuşmak doğru mu?
Cevap- Said Nursi hesabını Allah’a verecektir. Bizim ona fayda veya zarar vermemiz
düşünülemez. Belki ölmeden önce batıl inançlardan tevbe etmiş ve Allah’ın huzuruna günahsız gitmiş de
olabilir. Bizi ilgilendiren, onun kitaplarını, dinin kaynaklarından sayan büyük bir cemaattir. Ben onları
uyarmaya çalışıyorum.
FETHULLAH GÜLEN HOCA EFENDİ
Zaman gazetesi, 29 Kasım 1996 Perşembe
[Birden “ya Hamza!” dedim...]
Küçük Dünyam -2- Röportaj: L. Erdoğan
Yayına hazırlayan: A. Aymaz, A. Kurucan
L. Erdoğan soruyor:
“Son Avcılar kampında Bedir ashabıyla alakalı bir hadise olmuş. Bedir Ashabıyla alakalı başka
hadiseler de varsa anlatır mısınız?”
Fethullah Gülen anlatmaya başlıyor:
“Hz. Hamza ile alakalı müşahedelerime gelince bunların hepsini hatırlamam imkansız.
Hatırlayabildiklerimden bir ikisini kısaca arz edeyim: İhtilalden sonraydı. Salih Bey, Cevdet ve ben,
üçümüz Ankara'dan İstanbul'a geliyoruz... Kartal civarına kadar geldik. Hava hafif hafif yağıyordu.
Oralarda çukurca bir yer varmış; tam biz oraya yaklaşmıştık ki, yağmur olanca hızıyla şiddetlendi ve
rampanın dibine indiğimizde de bujiler su aldı ve araba stop etti. Bir iki dakika içinde su kabardı ve bizim
arabayı yüzdürmeye başladı. Her geçen dakika su daha da kabarıyor ve bir afet halini alıyordu. Öyle ki
kısa bir müddet sonra kalas yüklü kamyonları bile kaldırıp sağa sola sürüklemeye başladı. Camı biraz
açayım dedim. İçeriye dolan su üçümüzü de sırılsıklam ıslattı. Hemen camı kapattım. Elimden hiçbir şey
gelmiyordu. Koca koca otobüs ve kamyonlar dahi suyun yüzünde adeta saman çöpüne dönmüşlerdi. Hatta
onlardan bir kaçı sağımızdan, solumuzdan geçerken, “geçen sene burada bir sürü taksi sürüklendi gitti”,
diyerek moralimizi de bozdular... Cevdet soğukkanlı ve gülüyor. Salih Bey ise benim adıma endişeli.
Arkadaşlara, “dua edin”", dedim. Her ikisi de, “Sizi kalas yüklü bir kamyona bindirelim, biz
arkadan geliriz” diyorlardı. Tabii ki kabul etmedim. Ben araba için endişeleniyordum; zira o araba bizde
emanet olarak bulunuyor, ya giderde şu kıyıdaki bariyerlere çarparsa diye ödüm kopuyordu. Zaten böyle
olmaması için de herhangi bir sebep yok. Selin ortasında ordan oraya sürüklenip duruyoruz. Yer yer diğer
arabalar bizim üzerimize, biz de onların üzerine gidiyoruz. Direksiyon hakimiyeti diye bir şey yok ve tabi
yapacak da. Adam üzerimize gelmeyin diye bağırıyor. Nasıl gitmeyeceksin, sel tutmuş, seni oraya
sürüklüyor... Sonra bakıyorsun, aynı adam senin üzerine geliyor. Bütün bunlar olurken benim “fikri
sabitim”dir. Kibir o değişmiyor. Ya araba kıyıdaki bariyerlere vurur da parçalanırsa; halbuki emanet,
durmadan bunları düşünüyorum.
“Bir ara baktım ki, büyük bir kalas bize doğru geliyor. Aklımdan, şu kalas bizim ile sütre arasında
dursa hiç olmazsa araba kıyıdaki sütrelere çarpmaz diye düşündüm ve tam o esnada arkadaşlara “dua
edin” dedim, kendim de "Ya Seyyidena Hz. Hamza! Ya Seyyidena Hz. Hamza!", diyerek o yüce ruhu
imdadımıza göndersin diye Cenab-ı Hakk'a dua ettim. Üzerimize doğru gelmekte olan kalas yanımızdan
geçerek gözden kayboldu. Ve hayrettir, selin mecrası birden değişti, hızı da azaldı. Olayın şahitleri var.
Bu değişikliği ve birden selin hızının azalması fiziki kanunlarla imkansız ki, Cenab-ı Hak, o mukaddes ve
yüce ruhu istihdam buyurdu ve yardımımıza gönderdi.
Hz. Hamza (r.a.) ile alakalı bir başka müşahedem de şudur: Kaldığım yerin salonunda arkadaşlarla
öğle namazını kıldık. Ben son sünneti kılmak için odama döndüm. Bir tuhaf ruh haletinde bir garip
müşahede; baktım cin diyebileceğim bir yaratık. Biraz da Tatarlara benziyordu. Beni elimden tuttu ve
götürmeye çalıştı.
Teferruatını unutmuşum. Ancak çok bunaldığımı hatırlıyorum. Birden istimdat ile “Ya Hz.
Hamza!” dedim. O şanlı sahabi benim gibi aciz bir insanın davetine icabet etti ve adeta odanın içinde
belirdi... Cin onu görünce korkudan geri geri gitti ve duvardan süzülerek gözden kayboldu”. (Fethullah
Gülen’in sözü burada bitiyor.)
Fethullah Hoca, Hitab Çiçekleri kitabında da böyle bir tehlike anında “Ya Hz. Hamza!”, diye
çağırdığında Hz. Hamza'nın ruhunun orada hazır olacağını söylüyor.
Fethullah Hoca'yı bu itikata sürükleyen Üstadı Sait Nursi, Hz. Hamza hakkında bakın ne söylüyor:
Mektubat altıncı baskı 1991 İstanbul. Birinci mektup. Dördüncü Tabaka-i Hayat.
S. 6. hatta seyyid-üş-şuheda olan Hz Hamza (r.a.) mükerrer vakıatla kendine iltica eden adamları
muhafaza etmesi ve dünyevi işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vakıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve
ispat edilmiş.
Türkiye toprakları üzerinde yaşayan, müslümanım diyen her Allah’ın kulundan rıza-i ilahiyi
kazanmak için bir istekte bulunsam kabul eder misiniz? Kabul ederiz derseniz, isteğim şudur: İslâm'ı
temelinden saptıran ve İslâm adına binlerce eser yazan bini aşkın batıl tarikat ve mezhep kurulmuştur.
Bunlar Kur'an ve sünnet diyerek hak ve batılın karışımı bir kültür oluşturmuşlardır. Bin yıldan beri bu
kültür İslâm coğrafyasına hakim durumdadır. Bunların sahtekar, yalancı, münafık, müşrik ve kafir
olduklarını ve çürük ipliklerini pazara çıkarma zamanı gelmiştir. Bunları hiçbir maddi güç yolundan
çeviremez. Bunları toptan piyasadan silmenin bir tek yolu var. O da her müslümanın, Allah'ın kitabı olan
Kur'an-ı Kerim'i baştan sonuna kadar bir kere okumasıdır. Göreceksiniz ki, bu bine yakın tarikat ve batıl
mezheplerin hiç birinin Kur'an'da yeri yoktur. Bu sapıkları, Kur'an'ımız müslüman olarak kabul etmiyor.
İnşallah bu tavsiyemi tutar, Kur'an'ı bir kere okursunuz da bu zalimlerin zulmünü Allah'ın izniyle önlemiş
olursunuz. Bu hususta bendeniz size bir öncülük yapmak istiyorum. Ölülerin, ne zaman tekrar dirileceklerinin bilincinden de mahrum olduğunu belirten Nahl suresinin 20-22. âyetleri, aynı zamanda onların da
yardıma ihtiyacı olduğunu; kimseye yardıma kudretleri bulunmadığını da belirtmektedir. Adı geçen
âyetlerin nüzulunda müşriklerin diktikleri putlardan, isimleri ve anılarına yaptıkları putları vesile kılarak
kendilerinden (adına putlar diktikleri ölülerinden) yardım talep ettiklerine değinilmekte ve hele ölülerden
yardım talep etmenin, ölülerin de yardım edebilmesinin mümkün olmadığı vurgulanmaktadır. Ayette
ölüler için “Ne zaman dirileceklerine dair şuurları da yoktur” buyurularak ölülerin tekrar dirilecekleri
vakte kadar bilinçten (şuurdan) da yoksun oldukları belirtilmektedir.
Kabirdeki ölüler bir şey de hissetmez. Ta ki Allah, onları yeniden diriltene kadar. Nitekim ne
zaman dirileceklerine dair bilgileri de yoktur ölülerin. Artık bir daha dünyaya gelici de değildirler.
Bakınız Allah Kur’an-ı Kerimde şöyle buyuruyor:
“Onların ateşin karşısında durdurulup –Ah keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha
Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak dediklerini bir görsen!... ”
“Hayır daha önce gizlemekte oldukları şeyler kendilerine göründü. Eğer geri gönderilseler yine
kendilerine yasaklananlara dönerler. Zira onlar gerçekten yalancıdırlar.” (En’am 27-28)
Resulullah da yaşadığı zamanda bir takım müşküllerle karşılaşmıştır. Ümmetin maişetinden
tutunuz, onlara yapılan zulme, düşmanlarını savmaya kadar karşılaştığı müşküllerin çözümünde Allah'ın
Resulü nasıl davranmış, kimden istimdat etmiştir ki, ümmetine de onu tezkiye etsin, aynı yolu salık
versin.
Nitekim Uhud Harbi ile ilgili olarak, düşmanın şehirde ya da şehrin dışında ovada karşılanması
konusunda farklı fikirlerin oluşması ve bir müşkülün ortaya çıkması, bu müşkülün halli ile ilgili ayete
bakıldığında çözüm usulünün de beraberinde bulunduğu görülür. Allah “Bir kere de azmettin mi, artık
Allah'a güven, O'na tevekkül et” buyurmaktadır. Yani düşünülüp, taşınılıp, istişare edilip uygun görülen
bir karar verilecektir ve Allah'a tevekkül edilecektir.
Müşküller dünyada böyle çözülecektir. Müşküllerin çözümünde Allah'tan gayrisinin yardıma gücü
de yoktur, yardım edebilmesi mümkün de değildir. Hele ölülerin bu yardıma hiç imkanları yoktur. Zira
ölüler yeniden dirilecekleri vakte kadar hiçbir şeyden haberdar da değillerdir. Şehidlere ölü
denmemesinin sebebi ise onların cennette rızıklanıyor olmasıdır. Yoksa dünyaya gelip gezmeleri herhangi
birine yardım etmeleri veya yardıma gönderilmeleri değildir.
İNCELEMELERİME BAŞLAYIŞIM
1971 yılından başlayarak 2000 yılına kadar 466 tarikat inceledim. Her tarikatın öz kaynakları
temin edilerek bir kütüphane meydana gelmiş durumda. Hiç kimseye iftira edilmiş değildir. İftiradan
Allah'a sığınırım. Okuyanlar göreceklerdir ki, tasavvufçulara bir iftirada bulunmadım. Ve kendi
inançlarını kendilerine göstermekten başka bir şey yapmadım. Haklarında şu veya bu kişilerin
söylediklerine değil, bizzat tasavvuf kitaplarından inançlarını açıkça ifade eden metinlere ve sözlere yer
verdim. Bunları Kur'an-ı Kerim âyetleri ve Resulullah'ın (s.a.v.) sünnetiyle karşılaştırdım. Böylece hiçbir
tasavvufçu Allah'a (c.c.) birer iftira olan kendi sözlerini kendilerine aktarmamın dışında herhangi bir
iftirada bulunduğumu iddia edemez.
Geçmişte ve çağımızda tasavvufu eleştiren bir takım kişilerin yolunu izleyebilirdim.
Tasavvufçular hakkında İslâm âlimlerinin fetvalarım nakleder yahut tasavvufçulardan naklettikleri
ifadeleri aktarabilirdim. Ne var ki, hakkı, adaleti ve araştırmayı önde tuttum ve inanageldikleri, kaynak
saydıkları kitaplarından dinlerini naklettim. Bu kitapların adlarını, basma yerlerini ve alıntı sayfalarını
dilleriyle beraber belirttim. Böylece zan ve şüpheleri kesin yakin ile dağıttım. Kendilerine iftira ettiğimizi
yahut haklarını yediğimizi sanmalarının önüne geçtim. Artık her okuyucu fetvasını bizzat kendisi versin
ve hak ile tasavvufçuların batılları arasında hakemlik yapsın.
Yine de bir takım kimseler duyup araştırmadan hücum oklarını şahsıma yöneltecekler. Kafirleri
bırakıp müslümanlarla uğraşıyor diyecekler. Ama böylelerine yavaş olun demek istiyorum. Bizim
yaptığımız eşyaya kendi ismini vermek, sıfatlarıyla nitelemekten başka bir şey değildir. Zakkum için
cennet elması, cehennemliklerin vücutlarından akan irin için cennet şarabı ve şirk için tevhiddir
demiyoruz. Hatta münafıklık yapmaya alışmış, aldatmak ve kandırmada hüner kazanmış bir takım
şeyhleri, hem müminler, hem de kafirlerle beraber sayılmaları için yaptıkları gibi, tasavvufçuların içinde
bulunduklarının şirk değil, sadece bir yanlışlık olduğunu iddia edecek değilim. Ne tuhaftır ki, adımızdan
başka bir adla anıldığımız zaman öfkelenip küplere biniyoruz, ehlinden başkasına intisap edenleri
horluyoruz da, batılı hak diye anmaya yahut batıla hak adını vermeye neden öfkelenmiyoruz? Karanlık
geceyi aydınlık ve güneşli gündüz olarak isimlendiren, yahut acıya tatlı diyen, yahut bire üç diyen, yahut
bir mezhebin görüşünü başka bir mezhebe nisbet eden, yahut tarihi, coğrafi veya kanuni bir meselede
yanılan kişileri körlük ve cahillikle suçladığımız halde, tasavvufun sahih bir İslâm olduğunu veya
mezarlarının etrafını kabe gibi tavaf ederek sağır taşlardan meded umanların müslüman olduklarını iddia
edenleri körlük ve cehaletle suçlamıyoruz? Bütün bunlar apaçık olduğu halde gerçeği gizleyerek ve
kurnazlık yaparak böylelerinin müslümanlar arasında sayılması için “sadece yanılmışlar” demekle nasıl
yetinilebilir?...
Hayret ediyorum, hadis uydurup Resulullah'a (s.a.v.) nisbet eden veya Allah (c.c.) üçte biridir
diyenleri tekfir ediyoruz da, ilk sofunun Resulullah (s.a.v.) olduğunu ve tasavvufçuların dinini vahiyle
onun getirdiğini iddia edenlerin gerçek müminler olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Allah (c.c.) her şeyin
kendisi ve milyarlarca varlığın aynısı olduğunu söyleyenlerin, sadece müslümanların isimlerine benzer
isimler taşıdıkları için mümin olduklarını nasıl söyleyebiliriz?
Gerçeği yalnızca gerçeği savunmak. Her şeyi kendi adıyla adlandırmamızı ve sıfatlarıyla
nitelenmemizi gerektirmektedir. Aksi halde gerçeğe iftira etmiş, batıla üstünlük ve hakimiyet tanımış,
iman konusunda kafirlik yapmış oluruz. Şüphe yok ki, hakkı savunmak ve hak sözü açıkça söylemede
korkaklık, uzlaşmacılık, gevşeklik ve sinsi yaltaklık yüz karası zilletin en kötüsü, iki yüzlülük, ödleklik ve
utandırıcı acizliğin en çirkin örneğidir.
Hak ölçülerini aşmadan benim için istediğiniz her şeyi söyleyiniz. Çünkü hakkın öyle bir hamlesi
vardır ki, karşısında bütün hamleler fiyasko ile sonuçlanır. Hakkın bazı erlerini katı davranma ve ifadede
dozajı kaçırmakla suçlamanız, hakkın bu hamlesini hiçbir zaman durduramaz. Kaldı ki dinin ve faziletin
en kutsal yanını savunurken katılık ve sertlikle suçlamanız ne garip bir şey!
İstediğinizi söyleyin. Ama unutmayın ki, söylediklerinizin hiçbir yararı olmayacaktır.
Unutmayınız ki, bütün söylediklerinize rağmen bu gerçekler tasavvufun tapınaklarını yıkan ve yerle bir
eden yıldırımlar ve kasırgalar olarak devam edecektir. Unutulmamalıdır ki bu düşman, insanları
kucaklama içkisiyle sarhoş ve duygusal gazelleriyle sersem gibi yapar. Tatlı rüya neşesiyle gözlerini
kapatır kapatmaz kalplerinin ortasına zehirli hançerini saplar.
Sene 1974 Yeşilkaynak Lisesinde din derslerine giriyorum. Sınıfın birinde şöyle bir olay meydana
geldi. İslâm'ın amentüsünü anlatıyorum. Sırada bir çocuk arkadaşını yumruklamaya başladı. Olaya
müdahale ettim. “Arkadaşını niçin yumrukladın?”, dedim. “Öğretmenim, bu çocuk kulağıma yaklaşarak
benim Tanrım Mao'dur”, dedi. Onun için vurdum. Böyle inanan çocuğu ayağa kaldırdım. “Gerçekten
Mao'nun Tanrı olduğuna inanıyor musun?”, dedim. “Evet”, dedi. “Bak yavrum, Mao bir insandır. Senin
gibi yer ve içer. Evlenerek çoluk çocuk sahibi olmuştur. Ömrünü tamamlayarak dünyadan ayrılmıştır.
Bundan sonra sana kim tanrılık yapacak?”, dedim. Çocuk, kendi inancına göre çok makul bir cevap verdi.
“Mao'nun düzeni devam ettiği güne kadar, benim tanrım ölmemiştir”, dedi. Bu çocuk dinin ne manaya
geldiğini çok iyi biliyordu. Hemen not defterini cebimden çıkararak öğrencilerin huzurunda samimi
inancından dolayı on numara verdim. Böyle bir çocuk dövülmez, kovulmaz ve kınanmazdı. Bu çocuğu
döven öğrenci, “Din hocamız, İlahım Mao diyene on verdi” diye mahalleyi tahrik ediyor. Sabahleyin 20
veli ile okula gelip, beni okul müdürüne şikayet ediyorlar. Okul müdürü çocukla birlikte beni odasına
çağırdı. “Bu veliler, hakkınızda şikayetçi. Sen ilahım Mao diyene on vermişsin.” “Evet”, dedim. Müdür
Beye ve sayın velilere, “İlahın kimdir? diye çocuğa sorun”, dedim. Çocuk, “Benim ilahım şüphesiz
Mao'dur”, dedi. “Gördünüz mü? Siz kulağınızla duydunuz. Türkiye laik bir devlettir. Herkes inancında
serbesttir. İşte bu çocuk, laik bir devletin laik vatandaşıdır. Onun için bu çocuğu takdir ettim. Samimi
inancından dolayı on verdim.” Sustular ve gittiler. İşte ben, bütün dünya insanlarının en az bu çocuk
kadar samimi olmasını istiyorum. Neye inandığını her fert serbest olarak söyleyebilmelidir.
1970 yılında Yüce Allah’ın(c.c.) doğru yolunu seçtim. Kur’an çevirisi okuyarak tevhid ve iman
yoluna girdim. Ondan sonra olanlar oldu. Matemle dolu felaketin yaptığı tahribattan inleyerek, arkada
bıraktığım putperest geçmişime dönüp baktım. Benim gibi tasavvuf ve tarikatların cinayetlerine kurban
giden binlercesinin, hala kavrulmakta olduğu alevli ateşinden kurtulduğu için sevinen, diğer taraftan da
geçmişini düşünerek ürperen bakışlarla dönüp maziye baktım. Tarikat şeyhlerinin köleleştirip sömürdüğü
zavallı halk yığınlarına baktım. Yoksul ve kimsesiz çocukların ellerinden lokmalarını nasıl aldıklarını, bir
ihtiyacı gidermek veya bir bedeni örtmek için dul kadınların biriktirdiği üç beş kuruşu nasıl kaptıklarını,
zavallı köylünün bin bir türlü meşakkatle ürettiği bir avuç mahsulü ellerinden nasıl çaldıklarını
hatırladıkça nefret ateşi yüreğimi daha çok dağladı.
Zavallı köylü kesime baktım. İnançlarını, tasavvuf ve tarikatçıların nasıl bozduğunu, düşüncelerini
nasıl saptırdığını, zillet ve meskenet ahlakına nasıl alıştırdığını, mitoloji ve hurafe cehaletinin oluşturduğu
kokuşmuş bidat bataklığına nasıl batırdığını, haham ve keşişlerin heveslerine boyun eğerek nasıl
köleleştirdiğini gördüm. Tağutların azgınlığına zavallı köylüleri nasıl birer muhafız yaptığını, onların
birer iyilik ve rahmet meleği olduklarını halk arasında yaymak için birer propaganda aracına nasıl
dönüştürdüklerini hatırladım.
Şehre baktım. Bucaklarında, ilçelerinde tasavvuf ve tarikatçıların nasıl tahribat yaptıklarını,
aydınların bir çoğu dahil, insanların kabirlerde toprak olmuş ölülerden nasıl yardım istediklerini, haram
ve haksızlığa dört elle sarılan azgın ve zalim her tağuta kul köle kesilen birer kapıkulu haline getirildiğini
gördüm.
Köylüye de şehirliye de baktım. Sonra başımdan geçenleri hatırladım. Zavallı kurbanları
uyarmaya çalışarak felaketin dehşetinden ve acıların şiddetinden feryad ettim. Din kisvesine bürünmüş
yırtıcı canavarın tuzağına düşüp, onlara yem olmak üzere bekleyen zavallı insanları uyarmak için avazım
çıktığı kadar bağırdım.
Yüce Allah'tan yardım isteyerek -çünkü yalnız O'ndan istenir yardım- bu hatıratımı yazdım.
Zavallı kurbanlara cennet şarabı sunarak, cehennem ehlinin vücutlarından akan cerahatleri içtiğini, cennet
meyveleri zannederek leş etleri yediğini hatırlatmak, Allah'ın rahmetiyle yıkanmış tertemiz bir tevhid
sunarak şeytanın dostlarının uydurduğu en çirkin bir putperestliğe taptıklarını belirtmek ve uyarı görevini
yapmak için bunları yazdım.
Materyalizmin pençesinden kurtulup, müslüman olduğumu sanarak Kadiriliği, Süleymancılığı, Nurculuğu
yaydım. Boşuna kürek çekmişim. Yirmi senem heder olup gitti. O günlerime çok acıyorum. Eğer Allah
ömür vermeseydi, müşrik olarak ölüp gidecektim. 1969'da Hasan Basri Çantay'ın Kur'an-ı Hakim ve
Meali Kerim elime geçene kadar..........
ABDULKADİR GEYLANİ
Tasavvuf dininin mezhepleri olan tarikatların kurucuları bütün mutasavvıflar En'am suresi
93.âyetin şümulü içine girmişlerdir. Böyle inanan kimselerin hakkında nazil olmuştur. Beyazıd-ı Bestami
ve Hallac-ı Mansur'dan Said Nursi'ye kadar geçen bütün mutasavvıflar âyetin dediği gibi inanmışlardır.
Bazıları açıktan vahiy geldiğini ve eserlerinin vahiy ile yazdırıldığını söyledikleri halde, bazıları ise
insanların tekfir etmesinden korktukları için eserlerinin ilhamla yazdırıldığını söylemişlerdir. Bunlardan
bir iki örnek verebiliriz.
Abdulkadir Geylani şöyle diyor: “Cenab-ı Hak (c.c.) bana (ilham yoluyla) şöyle buyurdu:
- Ey Gavs-ı Azam!
- Buyur Allah'ım buyur, emrine amadeyim!
- İnsanlık alemiyle melekut (Ruhlar) âlemi arasındaki her hal ve sınır, şeriatın kendisidir. Melekut
alemiyle, Allah'a varmanın üçüncü basamağı Ceberut â-lemi arasındaki her hal ve sınır, tarikatın
kendisidir. Ceberut (batın) alemiyle lahut (ilahi âlem) arasındaki her hal ve sınır ise hakikatin kendisidir.
Ve sonra Allah (c.c.) şöyle buvurdu.
- Ey Gavs-ı Azam, Ben insanda zahir (belirgin) olduğum hiçbir şeyde zahir olmadım. Ve sonra
şöyle sordum:
- Ya Rabb! Melekleri neden ve hangi şeyden yarattın?
- Ey Gavs-ı Azam, Melekleri insanın nurundan yarattım; insanları da kendi nurumdan vücuda
getirdim. Rabbim sonra buyurdu:
- Ey Gavs-ı Azam! İnsanın cismi, nefsi, kalbi, ruhu, kulağı, gözü, ayağı, dili var ya, işte onların
hepsinde Ben varım. (Hepsinde benim tecellim zahir olur; ben onların başkası değilim)[44]
Karşılıklı konuşma devam edip gidiyor.
MEVLANA CELALEDDİN RUMİ
MESNEVİ[45]
Mesnevi, Mısır'daki Nil'e benzer. Sabırlılara içilecek sudur. Firavun'un soyuna sopuna ve kafirlere
hasret. Nitekim Tanrı da, Hak onunla çoğunu azıtır, çoğunun da yolunu doğrultur demiştir. Şüphe yok ki
Mesnevi, gönüllere şifadır, hüzünleri giderir, Kur'an'ı apaçık bir hale koyar, rızıkların bolluğuna sebep
olur, huyları güzelleştirir. Şanları yüce, özleri hayırlı katiplerin elleriyle yazılmıştır. Temiz kişilerden
başkasının dokunmasına müsaade etmezler. Mesnevi, Âlemlerin Rabbinden inmedir: Batıl ne önünden
gelebilir, ne ardından. Tanrı onu korur, gözetir; Tanrı en iyi koruyandır. Merhametlilerin en
merhametlisidir.
MUHYİDDİN ARABİ
FUSÛS ÜL-HİKEM[46]
Çünkü bu kitap nefis arzularından münezzeh ve içine fesad karışmamış olan en kudsi makamdan
indirilmiştir.
Umarım ki ulu Tanrı duamı işitince nidamı kabul ede. Çünkü ben ancak indirilmiş hakikatleri dile
getirdim. Halbuki ben Nebi değilim, Resul hiç değilim. Lakin Nebi'nin mirasçısı ve âhiretin
koruyucusuyum.
SAİD NURSİ
(SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBİ)
HZ. ALİ'YE (R.A) SUHUF İNDİ Mİ?
ON SEKİZİNCİ LEM'A
Gizlidir herkese gösterilemez. Otuz birinci mektubun onsekizinci lem'ası Risale-i Nur şakirtlerine
(talebelerine) işaret eden Hz. Ali (r.a.)nin bir keramet-i gaybiyesidir. (Gaybi, bilinmeyenleri
bildirmesidir)[47].
Said Nursi'nin, Hz. Ali'ye suhuf indiğine dair bazı iddiaları mevcuttur. Bu iddialarını on sekizinci
lem'ada şöyle ifade ediyor:
Hazret-i Gavs-ı Âzam Şeyh Geylani'nin sarahat (açıklık) derecesindeki keramet-i gaybiyesini
te'yid ve takviye eden (sağlamlaştıran) Hazret-i Esedullah-ul Galib Ali ibn-i Ebu Talib (r.a.) ve
keremullahu vechehü (Ebu Talib'in oğlu olan galip ve üstün Allah'ın arslanı Hz. Ali (r.a.). (Allah, Hz.
Ali'nin şahsını muhterem kılsın) kaside-i Ercüze-i Meşhuresinde aynen İhbarat-ı Gavsiyeyi tasdik edip
işaret ediyor.
Bu surette İmam-ı Ali'nin (r.a.) hicretten otuz sene sonra Kufe'de yazdığı bu Ercüze'deki dokuz
defa almış, otuz ilave edilse beş yüz yetmiş olur ki, Cengiz'in ve Hülağû'nun hücum ve tahribat
zamanıdır. Sonra Hz. Cebrail'in, Âlâ Nebiyyina (a.s.m.) huzur-u nebevide getirip Hz. Ali'ye sekine
namıyla bir sahirede yazılı ism-i âzam, Hz. Ali (r.a.)'nin kucağına düşmüş: “Ben Cebrail'in şahsını yalnız
alaim-üs-sema (gök kuşağı) suretinde gördüm. Sesini işittim. Sahifeyi aldım; bu isimleri içinde buldum”
diyerek bu ism-i azamdan bahs ile hadisat-ı zikirden sonra tahdis-i nimet suretinde diyor ki: Yani
“evvelki dünyadan kıymete kadar ulumu esrar-ı mühimme (bilinmeyen gizli ilimler) bize meşhud
derecesinde inkişaf etmiş. Kim ne isterse sorsun, sözümüzde şüphe edenler zelil olur. Vahiy ile Allah
tarafından gönderilen Zebur, Tevrat, İncil, Kur'an gibi büyük kitaplar, suhuf (sahife ç.) sahifeler kimlere
gönderilir diye bir soru yöneltsek şüphe yok ki, çoğunluğu peygamberlere diye cevap verirler.
Peygamber olmayan herhangi bir kimseye kitap ve sahife gönderilir mi? Hayır derler. Bu Allah'ın
adet kanunlarına aykırıdır. Bakınız Allah bu hususta şöyle diyor:
“Sizden öncede nice sünnetler (yasalar) gelip geçmiştir (uygulanmıştır). Yeryüzünde dolaşın da
yalancıların sonunun nasıl olduğunu görün.” (3/137)
“Bu, Allah'ın öteden beri süre gelen sünneti (yasası)dır. Allah sünnetinde (yasasında) bir değişme
bulamazsın” (48/23)
“Sizden önce geçenler arasında da Allah'ın yasası böyle idi. Allah'ın emri, olup bitmiş bir
şeydir.” (33/38)
Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'inde herhangi bir sahabiye, özel olarak da Hz. Ali'ye bir sahife
(suhuf) gönderdiğini söylemediğine göre Said Nursi'nin Hz. Ali'ye Cebrail vasıtasıyla sekine adında bir
sahife gönderdiğine ait bir delili olmalıdır. Bir delil göstermediğine göre böyle bir inanış Allah'a,
Resulüne, kitabına ve Hz. Ali'ye iftira olur.
NURCULARI İKAZ
Sapık olan Gulat-ı Şia'nın bu batıl inancının ilk önce Türk Milletine telkin edilmesinin
öncülüğünü Said Nursi ve Nurcular yapmıştır.
İşte bu şeni yalanlara ancak Gulat-ı Şia'sından sayılan Gurabiyye fırkası (Rafiziler) inanabilir.
Gurabiyye fırkasının iddiasına göre: “Nasıl bir karga diğerine çok benziyorsa, Hz. Peygamber de Hz.
Ali'ye öylesine benziyor” der. Bu bakımdan Cebrail şaşırdı, peygamberliği (haşa) yanlışlıkla Muhammed
(a.s)'e verdi. Onlardan bir kısmı, bu fiili hata ile işlediği için Cebrail'e lanet etmezken, diğer bir kısmı bu
işi kasten yapmıştır, der, lanet ederler[48].
“Sapık olan Gulat-ı Şia'nın bu batıl inancını ilk önce Türk Milletine telkin edilmesinin öncülüğünü
Said Nursi ve Nurcular yapmıştır. Nurcular, Said Nursi'ye son Mehdi ve Risale-i Nur'lara da son kitap
diye inanmaktadırlar.
Tus (asıl) -büyük ve küçük- iki cerf[49], Hz. Ali'nin mushafı[50], Hz. Fatıma'nın mushafı[51], el
Camia[52] ve birinde kıyamete kadar ki dostları, diğerinde de düşmanları yazılı olan iki sahife
bulunacaktır. Hz. Peygamberin ve kılıcı zülfıkar[53] onun yanında olacaktır.
Said Nursi ve Nurcular, Hz. Ali'ye Allah tarafından Sekine adıyla yazılı sahife geldiğine
inanmalarına mukabil; ilk cahilliye müşrikleri de Allah'ın Resulü olan Hz. Muhammed'e Allah tarafından
kağıtlara yazılı bir kitap göndermesini istemişlerdi. Müşriklerin bu itirazına karşı Cenab-ı Hak, Rasulüne
şu âyet-i kerimeyi gönderdi: “Eğer sana kağıt üzerinde yazılı bir kitap indirmiş olsaydık da onu elleriyle
tutsalardı, yine inkar ederler, ‘Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir!’1 derlerdi.”[54]
Aynen bu müşrikler gibi, Şi'anın bir kolu olan Gurabiyye fırkası Hz. Ali'nin peygamber olduğunu,
ondan sonra oğullarının peygamber olacaklarını ileri sürmüşlerdir.[55]
Nurcuların, bunlardan daha ileri giderek Hz. Ali'ye, Allah tarafından içinde ism-i â'zam bulunan
Sekine adlı yazılı sahifenin geldiğine inanmaları sapıklığın ve şirke düşmenin bir örneği değil midir?
Diğer taraftan Nurcular, Hz. Ali'nin kim ne isterse sorsun, dünyanın yaratılışından kıyamete kadar
olacak hadiseleri gördüğünü, geçmişte neler olduğunu, gelecekte neler olacağını bilip cevap verdiğine
inanmaktadırlar.
Allah'ın bir muhlis ve veli kulu olan Hz. Ali bu gibi iftiralardan uzaktır. Aslında bir ilim sahibi
olan bu büyük sahabi, kendi asrında uzun bir devre düşmanları tarafından kendine yapılan bu gibi
iftiraları önlemek için uğraşmıştır.
Müminlere yaptığı hutbesinde Hz. Ali diyor ki: "Bak ey sonraki kişi! Onun sıfatlarından Kur'an'ın
gösterdiğine uy ve Kur'an'ın hidayet-i nuru ile ziyalan. Bundan gayri her ne varsa şeytanın teklifidir ki,
Allah onu sana kitabında teklif etmemiş ve Resulullah sünnetinde bildirmemiş ve hidayet imamları
(hidayete vesile olanlar) bu hususta bir eser ortaya koymamışlardır. Bilmediğin yerde dur ve onu bilmeyi
Allah'a havale et. Allah'ın sen de nihayet hakkı budur. Bil ki, ilimde rusuh bulmuş (ilmin fenninin
derinliğine vukufiyet kazanmış) olanlar onlardır ki, örtü olan gaybın tefsir ve tevilini bilmemeyi ikrar ve
itiraf etmek, onları gaybın üzerine vurulmuş kalıplara hücumdan da alıkoymuştur. İlimlerin ihatası
dışında kalan maddeler hususunda aczlerini itiraftan dolayı Allah, o kişileri methetti. Ve onların bu
mükellef olmadıkları meselelere dair araştırmayı bırakmalarına, rüsuh adını verdi.[56]
Şu anda inancınızın temel kitapları olan Risale-i nurların yaklaşık üçte birinde, Hz. Ali ve
Abdulkadir Geylani gaybı biliyorlardı veya Allah bildiriyordu, diye yaptığınız yalan isnatlardan dolayı
sizleri kim cezalandıracaktır.
Elbette dünyada cezalandıracak bir otorite olmadığı herkesçe bilinen bir gerçektir. Bir gün
mutlaka kurulacak olan mahşerde Hz. Peygamber, Hz. Ali, Cebrail (a.s.) sizlerden, Allah adına davacı
oldukları zaman ne cevap vereceksiniz.
Dinin içinde şirk koşanlar, kendilerini dindar ve doğru yolda sandıkları için müşrik olduklarının
farkında değillerdir, buna ihtimal vermezler. Hatta ahirete gittiklerinde bile şirk koştukları kendilerine
haber verildiği zaman müşrik olduklarını kabullenmek istemezler. Onların bu durumunu âyet şöyle
bildirmiştir:
“Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki: ‘Nerede (o bir şey)
sanıp da ortak koştuklarınız?’ Sonra onların: ‘Rabbimiz Allah'a and olsun ki, biz müşriklerden değildik’
demelerinden başka bir fitneleri olmadı.” (En'am: 22-23)
Kur'an ifadesiyle kitaplar ve suhuf ancak peygamberlere indirilmiştir. Peygamberler dışında hiç
kimseye kitap ve suhuf indiğine dair bir kayıt yoktur. Bunun varlığını iddia edenler, kitapta delilini
göstermek zorundadır.
“İlimsizler dediler ki: ‘Allah bizimle konuşmalı veya bize de bir âyet gelmeli değil miydi?’
Onlardan öncekiler de, onların bu söylediklerinin benzerini söylemişlerdi.
Kalpleri birbirine benzedi. Biz, kesin bilgiyle inanan bir topluluğa âyetleri apaçık gösterdik." (Bakara
118)
“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve
beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere
hak kitaplar indirdi.” (Bakara 213)
“Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahiy ettiğimiz gibi sana da vahy ettik. İbrahim’e,
İsmail'e, İshak'a, Yakup'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahy ettik
Davud'a da Zebur'u verdik.” (Nisa 163)
Böylece Allah'ın kitaplarının yalnızca peygamberlerle birlikte indirildiği apaçık anlaşılmış oluyor.
Âyette suhuf ile ilgili olarak şöyle buyurulur:
“Onlar dediler ki: (Muhammed) bize bir âyet getirmeli değil miydi? Önceki suhuftan kendilerine
apaçık bir burhan gelmedi mi?”(Taha 133)
“İşte o apaçık delil, Allah tarafından gönderilen, içinde doğru yazılmış hükümler bulunan suhufu
okuyan Resul'dür.” (Beyyine 2/3)
“Güya onlardan her biri, kendilerine (özünde) açılmış suhuf (ilahi vahiy) verilmesini istiyor.
Elbette olacak şey değil! Aslında onlar ahiretten korkmuyorlar.” (El-Müddesir 52-53)
Gerçekten olacak şey değil... Allah ancak kitaplarını ve suhufu peygamberlere göndermiştir.
Bununda sebebi şöyle belirtilmiştir:
“Öyle ki Resullerden sonra, insanların Allah'a karşı (savunacak) delilleri olmasın.”(Nisa 165)
Demek ki peygamberlerden sonra böyle bir kitap ve suhuf gelmeyecek ki, bu şekilde ifade
kullanılmıştır. Eğer vahiy devam etmiş olsaydı, kitaplar ve sayfalar gelmiş olsaydı, niçin Allah böyle
söylesin idi? Nitekim kitapta son nebinin Hz. Muhammed olduğu apaçık ilan edilmiyor mu? Yüce Allah
şöyle buyuruyor:
“Muhammed, sizin erkeklerinizden birinin babası değildir. Fakat Allah'ın Resulü ve
peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilir.” (Ahzab 40)
Yine Allah'ın Resulü de sahih bir hadiste, “benden sonra peygamber gelmeyecektir” buyurmuştur.
Her ümmete peygamber gönderilmiş ve şöyle denilmiştir:
“Her ümmetin bir rasulü vardır.” (Yunus 47)
Son peygamber ise, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Bütün toplumların son peygamberidir.
Kendisine kitap olarak da Kur'an verilmiştir. Onun için iman edenlerin önemli özelliklerinden biri şöyle
ifade edilir:
“Onlar sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler.” (Bakara 4)
Bu yüzden Kur'an'ın hiçbir yerinde, “Son peygamber Muhammed'den sonra indirilene iman
ederler” şeklinde bir ifadeye rastlamak mümkün değildir. Çünkü bu, risaletin tamamlanması ve kemale
ulaşması açısından da imkansızdır. Yüce Rabbimiz bu ikbal ile ilgili şöyle buyuruyor:
“Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım. Ve sizin için din olarak İslâm'ı
beğendim?” (Maide 3)
Âyette görüldüğü üzere din, tamamlanmış ve Allah'ın nimeti son nebi ve son kitap ile kemale
ermiştir. Dinde hiçbir eksiklik ve risaletin eksik bıraktığı hiçbir nokta kalmamıştır. Eğer böyle olsaydı son
peygamber görevini yapmamış olacaktı. Bu da bir peygamber için muhaldir. Öyleyse peygamberin varlığı
ile birlikte böyle bir suhufün veya sekinenin indiğini söylemek, boş ve çürük bir iddiadır, safsatanın ta
kendisidir. Ancak bu tür iddiaları, yukarıdaki ayette de belirtildiği üzere ilimsizlerden başkaları ortaya
atamazlar.
Yine Allah şöyle buyuruyor:
“Biz, senden önce, şehirler halkına kendilerine vahy ettiğimiz kimseler dışında
göndermedik.”(Yusuf 109)
Kendilerine vahy edilenler de, Kur'an'da isimleri geçenlerdir, peygamberlerdir. Eğer Hz. Ali'ye bir
suhuf inmiş olsaydı, o da mutlaka Kur'an'da geçecek ve bize bildirilmiş olacaktı. Vahiy ile ilgili şu âyet-i
kerime, bu ilişkinin nasıllığı konusunda bize bilgi veriyor:
“Kendisiyle Allah'ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir, ancak bir vahiy ile ya da
perde arkasından veya bir Resul gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi başkadır. Gerçekten O,
yüce olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Şura 51)
Ondan sonra Cebrail bir melek olarak suhuf indirecek ve bu âyetler Kur'an'da yazılı olmayacak.
Acaba bu mümkün müdür? Yoksa Allah'a karşı yalan ve iftira uydurmaktan başkası değil midir?
Halbuki bir şey âyet ise, son kitapta bunun bilgisine rastlamak gerekir. Son nebinin bunu ilan
etmesi ve tebliğ etmesi gerekir. Hz. Ali'ye böyle bir suhuf (sahifeler ve kitap), hem de yazılı olarak
indiğine dair ne kitapta ne de Resulün sahih hadislerinde bir ifadeye rastlamıyoruz. O halde bu tür
ifadeler, bir hezeyandan öte bir şey değildir. Bunların varlığına inanmak dahi insanın imanını bozar. Son
risalete karşı, Allah'ın kitabına karşı cürüm işlemiş olur. Yüce Allah bizleri böylesi uydurma ve
safsatalardan uzak tutsun. Âmin.
Rabbimizin şu âyetiyle bu hususu bitirmemiz yerinde olacaktır:
“Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenler veya kendisine hiçbir şey vahyolunmamışken ‘Bana
da vahiy geldi’ diyen ve ‘Allah'ın indirdiğinin bir benzerini ben de indireceğim’ diyenden daha zalim kim
vardır”. (Enam 93)
Âyette de ifade edildiği gibi, ister bana vahiy geldi denilsin, isterse başka bir şahsa vahiy geldi
denilsin veya bana Allah'ın indirdiğinin benzeri indirildi denilsin, fark etmez. Hepsi de Allah'a karşı yalan
uydurmak ve iftira atmaktan başka bir şey değildir.
Netice itibariyla, “Hz. Ali'ye suhuf indirildi”, demek bir yalan ve iftiradır. Asılsız ve delilsiz boş
ve çürük bir iddiadır.
GAYB BİLGİSİ
Kur'an'da varlık; bilgiye konu olması itibariyle iki ana kategoriye ayrılır: Şehadet (görünen âlem)
ve gayb (görünmeyen âlem). Bu bakımdan gayb kelimesi yer yer görünmeyen şeklinde çevrilmiştir.
Kur'an’da, Allah'ın peygamberlere vahiy yoluyla verdiği bilgiler dışında, hiç kimsenin gaybı
bilemeyeceği ve Allah’ın da bildirmeyeceği konusu ısrarla vurgulanmaktadır. Bu noktada gaybın tanımı
önem arz etmektedir. Gayb kelimesi, müşahede alanı dışında kalan her şeyi ifade etmekle birlikte,
Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği gayb, ahiret ahvali, melekut (ruhlar) âleminin mahiyeti ve
istikbalde (gelecekte) vuku bulacak olaylar şeklinde belirmektedir.
“Yoksa, gayb yanlarında da, onlar yazıyorlar mı?” 68/47
"En yüce toplulukta geçen tartışmalardan bir bilgim yoktur.”[57] 38/69
"Bana sadece benim ancak apaçık bir uyarıcı olduğum vahyolunuyor.” 38/70.
“Sana kıyamet saatinin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: ‘O’nun bilgisi ancak
Rabbimin katındadır. Onu zamanında ancak o çıkarır.’ Göklerin ve yerin ağırlığını çekemeyeceği o saat
size ansızın gelecektir. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: ‘Onun bilgisi Allah'ın
kalındadır.’ Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” 7/187
“De ki: Allah dilemedikçe ben kendime bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer
gaybı bilseydim, daha çok iyilik yapardım ve bana kötülük de dokunmazdı. Ben ancak inanan insanlar
için bir uyarıcı ve müjdeciyim.” 7/188
“O, gaybı bilendir ve gaybını kendisinden razı olduğu elçileri dışında kimseye bildirmez. (Onların
da) Rablerinin elçiliğini yerine getirip getirmediklerini bilmek için (her birinin) önüne ve arkalarına
gözcüler salar; onların yaptıklarını çepeçevre kuşatır ve her şeyi bir bir sayar.” 72/26-28
“Biz (cinler) göğü yokladık, onu sert bekçiler ve alevlerle doldurulmuş bulduk. Halbuki, biz
göğün dinlenebileceği bir yerde oturuyorduk, ama şimdi kim dinleyecek olsa kendisini gözleyen bir ateş
buluyor. Yeryüzünde olanlara kötülük mü istendi, yoksa Rableri onlara bir iyilik mi dilemiştir? Biz
bilmeyiz." 72/8-10
“Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. O gönüllerde olanı bilendir.” 35/38
“De ki: ‘Göklerde, yerde, gaybı Allah'tan başka bilen yoktur.’ Ne zaman diriltileceklerini de
bilemezler.” 27/65
“Musa'ya emrimizi bildirdiğimiz zaman, sen batı yönünde (Musa'yı bekleyenler arasında)
değildin, onu görenler arasında da yoktun.” 28/44
“Ama biz, (ondan sonra) nice nesiler var ettik. Üzerlerinden yıllar geçti. Medyen halkı arasında
bulunup, onlara ayetlerimizi okumuyordun, fakat (seni) Biz elçi olarak gönderdik.”[58] 28/45
“Sen (Musa'ya) seslendiğimiz zaman Tur'un yanında da değildin. Ama Rabbinden bir rahmet
olarak senden önce kendilerine uyarıcı gelmeyen bir toplumu, düşünüp ders alsınlar diye uyarman için
(gönderildin).”28/46
“Onlar, ilmini kavrayamadıkları şeyi yalanladılar. Çünkü o henüz başlarına gelmedi. Onlardan
öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Haksızlık yapanların sonlarının nasıl olduğuna bir bak!” 10/39.
“Bunlar, sana bildirdiğimiz gayb haberlerindendir.[59] Sen de kavmin de bundan önce bunları
bilmezdiniz. Öyleyse sabret. Çünkü sonuç, Allah'a saygılı olanlarındır.” 11/49.
“Biz bu Kur'an'ı sana vahyederek, kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Oysa, daha önce sen
bunlardan habersiz olanlardan idin.” 12/3.
“Gaybın anahtarları[60] Allah'ın kalındadır. Onları O'ndan başkası asla bilemez. O, karada ve
denizde olanı bilir. O'nun bilgisi dışında bir yaprak düşmez. Yerin karanlıklarında olan tane, yaş ve kuru
hiçbir şey yoktur ki, bunlar apaçık bir kitapta olmasın.” 6/59.
“Biz, yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsledik. Onu her isyankar şeytandan koruduk.” 37/6-7
“Onlar en yüce topluluğu asla dinleyemezler. Her yönden kovularak atılırlar. Onlara sürekli bir
azap vardır.” 37/8-9
“Hele bir tek söz kapan olsun; delici bir alev onun peşine düşüverir."[61]37/10
“Kıyamet saatini bilmek Allah'a mahsustur. Yağmuru O indirir. O, rahimlerde bulunanı bilir.
Kimse yarın ne kazanacağını bilmez, hiç kimse nerede öleceğini de bilmez[62]. Şüphesiz Allah bilendir,
(her şeyden) haberdardır.” 31/34
“O'nun (Süleyman) ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun ölümünü cinlere, onun değneğini yiyen
bir ağaç kurdu fark ettirdi. O, ölü olarak yere düşünce ortaya çıktı ki, şayet cinler gaybı bilmiş olsalardı,
bu alçak düşüren azab içinde kalmazlardı.”34/14
“De ki: Onların (Ashab-ı Kehf) orada ne kadar kaldığını, göklerin ve yerin gaybı kendisinin olan
Allah bilir. O, ne kadar iyi görür ve ne kadar iyi işitir. İnsanların O'ndan başka yakın dostu yoktur. O,
kendi hükmüne kimseyi ortak etmez.” 18/26
“Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. Kıyametin kopuşu bir göz kırpması kadar veya daha kısa
bir zaman işidir. Allah'ın gücü her şeye yeter.”16/77
“Yoksa (müşriklerin) üzerine çıkıp (vahiy) dinledikleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse, onların
dinleyenleri açık bir delil getirsin.”52/38
“Yoksa gayb onların yanında da, onlar yazıyorlar mı? Ama o tuzağa yakalanacak olanlar inkar
edenlerdir.” 52/41.
“Andolsun ki, en yakın göğü ışıklarla donattık. Onlarla şeytanların taşlanmasını sağladık ve
onlara çılgın alev azabını hazırladık.”67/5.
“Rumlar en yakın bir yerde yenildiler; onlar bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde
yeneceklerdir.”[63] 3/2-3
“Allah inananları, şimdi bu bulunduğunuz durumda bırakacak değildir. Temizi pisten ayıracaktır.
Allah gaybı size bildirecek değildir. Ama, elçilerinden istediğini seçer.Öyleyse Allah'a ve elçilerine
inanın, inanırsanız ve (Allah'a karşı) saygılı olursanız size büyük ödül vardır.”3/79
“Bu, sana bildirdiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem'e hangisi bakacak diye oklarıyla kura
çekerlerken sen yanlarında değildin. Onlar çekişirlerken de yanlarında bulunmadın.”[64]3/44
“İnsanlar sana kıyametin vaktini soruyorlar. De ki: ‘Onun bilgisi ancak Allah'ın katındadır... Kim
bilir, belki de kıyamet vakti yaklaşmaktadır.’ " 33/63
"(İki yüzlüler) Allah'ın onların sırlarını ve gizli toplantılarını bildiğini ve Allah'ın bütün
gizlilikleri çok iyi bildiğini bilmiyorlar mı?”[65] 9/78.
TASAVVUF ADI ALTINDA PUTPERESTLİK
(KUTUPLAR )
Sene 1971 tasavvuf eserlerini incelemeye aldığım senedir. İlk elime geçen Tasavvuf Kitabı
Miftah-ül-Kulub (Kalplerin Anahtarı). Yazan Mehmet Nuri Şemseddin Nakşibendi. Demir Kitabevi 1968
İst.
Önsöz:
Kitabımızın yazarı Şeyh Mehmet Nuri Şemseddin El-Nakşibendi, 1216 Hicri yılında İstanbul'da
doğdu. 1231'de Beyazıd Camiinde devrin ünlü dersiamlarından Baltacı Hasan Efendi’nin talebeleri
arasına katıldı. 14 yaşında Kur'an-ı Kerim'i ezberlemiş oldu. 1257'de tekrar hacca gitti. 1259 senesinde
"Miftah'ül-Kulub" adlı kitabını yazmağa başladı. 1280 senesinde 64 yaşında vefat etti.
Kitabın başlangıç kısmını şöyle özetleyebiliriz.
“1259 senesinde Muhammed (s.a.v.) Şeyhin hücresine gelip, ‘Evladım Nur’, buyurdu. ‘Vakitler
acaib (hayret verici) oldu. Zira birçok kimse evliya elbisesine bürünmek, kuşak bağlayıp, başına taç
giymekte, fakat şeriatıma kıymet vermemektedir. İşte bir risale yaz ki, bunları mahvolma tehlikesinden
kurtarsın. Şeriat, tarikat, marifet, hakikat ve sevdiğine kavuşma nedir bilsin de, doğru aşıkların yüzünü
görmeyi isteyen ümmetim, ona uyarak amel etsinler. Yollarını doğrultsunlar. İsmi de Miftah'ül-Kulub
sırr-ı Şemseddin olsun.’
Hz. Muhammed (s.a.v.) efendimizin emirlerine uyarak işte bu risale-i yazmağa başlıyorum.”
Allah Resulü'nün emrine uyarak yazılan bu eser bir şirk namedir. Hak ve batıl karıştırılmıştır.
Aynı kitap, Tam Miftah'ül-Kulub ‘Kalplerin Anahtarı’ olarak Salah Bilici Kitabevi yayınları
arasında 1979 İstanbul'da neşredilmiştir. İki kitap konu itibarıyla aynıdır.
Bu kitaptan birkaç örnek:
Üçüncü Bab.
s. 40. Sırrı hilafet, kutbul-aktab, Gavs'ül-azam, kutbu ula ve aktab-ı saire bütün evliyaları üç
bölümde beyan eder.
Bu gizli yönetim, her asırda Allah tarafından bu şahıslara ihsan edilir. Muhammed (s.a.v.) ümmeti
idare ve terbiye etmeleri için izin verir.
s. 42. Vazife tayin edilen bu zata bir zerre bile olsa, gizli hiçbir şey yoktur, hilafet nuruyla, kendisi
ortada bulunup da bir müridi batıda, bir müridi doğuda olsa ikisine birden emr-i Hak (ölüm) vuku bulup
da can boğaza geldiğinde iblis, rahatsız etse, o anda iblisin şerrinden kurtarmak için yetişebilir.
Yakın-uzak, gece-gündüz onun için birdir. Herkesin haline vakıftır. Kişinin halini kendisinden iyi
bilir. Nereye uzansa yetişir. Yakın uzak, nereye uzansa ayak basar. Göz açıp yumuncaya kadar nereyi
görmek isterse görür.
Kutbu ula, Bağdat, Şam, Halep gibi beldelere mutasarrıf olur. Öbür kutublarda hallerince, birer
ikişer yere mutasarrıftır. Hatta kafir beldelerine bile mutasarrıftırlar.[66]
Ancak bunların mutasarrıfları kutbul aktabın emriyledir. Kainat dışında bir şey olmaz ki, ona
mutasarrıf olmasın. Bütün eşyaya, bütün velilere mutasarrıftır. Kainatta iyi, kötü ne vuku bulursa onun
bilmesi ve dilemesiyledir.
Kutublar, memur edildikleri yerden kalkıp da tasarruf etmez. Kendisi İstanbul'da memuriyeti
Hint'te olsa, yine o anda icrasına muktedir olur. Bunlar için uzak yakın müsavidir.
Sonra yüzler, üç yüzler, yedi yüzler ve binler yer alır. Bunlar da taraf-ı ilahiden kutbul-aktabın ve
öbür kutubların hizmetindedir. Bunlardan başka üç binler, beş binler, yedi binler, on binler vardır.
Bunların kamil ve mükemmeli de olsa, tasarruf işlerine karışmaz.
s. 82 Bunlar her asırda üçü geçmez.
Birincisi : Kutb-i irşaddır. Bütün halifelere üstündür. Kendisi doğuda, müridi batıda olsa da
müridini terbiye ve irşad eder. Allah'a ulaştırır. Yakın ve uzak kendisine müsavidir.
İkinci : Gavs-ı Azamıdır. Bütün âlemin idarecisidir. Fakat kutb-ul aktab'a bağlı olduğu için
tasarrufa karışmaz. Daima kendi halinde olur.
Üçüncüsü : Kutbul-aktabdır. Zamanın bir tanesi, ariflerin sultanı, Allah'ın halifesidir. Derecesi ve
kimliği olduğu için bütün yaratılmışların, bütün varlıkların yiyimi, içimi, hareketleri, kaza ve kaderleri,
hasılı dünyada olan her şey onun tasarrufu altındadır. Dilemesiyle vücuda gelir.
s. 100 Aktab ve Ehlullah
Tecelli-i zatta ilerleyenler, mustağrak-i fizat olurlar. Yüksek olan Allah'ın zatında yok olurlar ki,
kendisinden asla haberleri olmaz. Bu tecellide iki hal zuhur eder. Celaliye, cemaliye.
Celaliyede, kendinden habersiz olarak kahır yüzünden tasarrufa dair bazı alametler zuhur eder ve
o anda husul bulur. Mesela bir kimseye o anda "öl" dese o saat ölür. Bir ölüye "iznimle kalk" demiş olsa,
o saatte hayat bulur.
30 yıl içinde toplayıp incelediğim tasavvuf kitapları büyük bir kütüphane haline geldi.
MEHMED ZAHİD KOTKU İLE BULUŞMAM
Sene 1974. Elime ‘Kitab'ül-ibriz’ diye bir tasavvuf kitabı geçti. Kitap, 1/11/1969'da Abdullah Arığ
diye biri kişi tarafından İzmir'de yayınlanmış. Kitabı açar açmaz karşıma Erbakan'ın şeyhi Mehmet Zahid
Kotku çıktı. Takdim yazısını şeyh yazmış. Ben nurcu iken dershanemize bazı haftalar Mehmet Zahid
Kotku'nun müridleri gelirdi. O tarihlerde aramızda pek muhalefet yoktu. Çünkü hiçkimse gittiği yolun ne
olduğunu bilmiyordu. Herkes gittiği yolu hak biliyordu. Bu uyanmalar, Kur'an mealleri, yeni Türkçe
anlamı ve Kur'an tefsirleri yayınlandıktan sonra anlaşılmaya başladı.
El-İbriz isimli kitabı, Ziraat Mühendisi olan bir kişiden almıştım. Mehmet Zahid Kotku önsöz
yazdığına göre kitabın okunmaya değer olduğunu düşündüm.. Kitabı okuyup bitirince hayretler içinde
kaldım. Adam bütün batıl dinlerdeki hurafeleri özetleyerek tasavvuf adı altında müslümanlara sunmak
istiyor. Müslümanların cehaletinden istifade ederek velayet velilik adı altında alet olduğu İslam
düşmanlarına hizmet veriyor.
“Takdim
Bismillahirrahmanirrahim
İslâm'ın nuru ile nurlanmış nıü'min kardeşlerimizin ve faziletli evlatlarımızın istifadesine
sunduğumuz Kitab'ül-İbriz tercümesi, büyük kültür, ilim ve irfan hayatımızın çok kıymetli
hazinelerindendir.
Büyük velilerden Fas'lı Abdülaziz Debbağ Hazretlerinin sohbetlerinden, menkıbelerinden, bazı
sorulara verdiği cevaplardan meydana gelen ve değerli katibi ve talebesi Ahmed ibni Mübarek tarafından
kaydedilen kitap, Kur'an ve hadis ilimleriyle tasavvufun anlaşılması zor bazı meselelerini aydınlatmakta
ve okuyanları hayrete düşürebilecek bir rahatlıkla, ruhani bir hazla tesir etmektedir.
Yaşadığımız devirde uzay çağına ulaşan insanlığın yeryüzü ve kainat hakkında çok şeyler
öğrendiği fakat henüz insan ve onun ruhu hayatı hakkında meçhullerle karşı karşıya bulunduğu hatırlanır
ve yeni ruhiyet ilminin üzerine eğilip de halledemediği çetin meseleler düşünülürse kitabul-İbriz ve
benzeri kıymetli eserlerin ne büyük yararlar sağlayacağı anlaşılır.
Eseri tercüme ederek Türk okuyucularına sunan değerli zevatı tebrik ederiz.
Aziz Milletimizden, saygılı okuyucularına kadar bu yolda ihlasla çalışanların hepsinden Allah razı
olsun. Âmin.
Tevfik Allah'tandır.
Mehmet Zahid Kotku ”
Bu şirk name olan kitabı 1974 senesinde çantama koyarak Erbakan'la görüşmek için Ankara'ya
geldim. Kızılay merkezinin arkasında bulunan Selamet Partisi Ankara İl Merkezine gittim. Orada beni
tanıyanlarla görüştüm. Erbakan'la görüşmek için 10 gün bekledim. Akşamları partili arkadaşlar sıra ile
beni evlerine misafir ettiler. Her evde kitab-ül İbriz mevcuttu. Erbakan'ın da bulunduğu özel bir toplantıya
girebildim.
Çantamdan kitab-ül-İbriz'i çıkararak şirk olan birkaç yerini gösterdim. İtiraz ettiler. Bunlar şirk
olsa hiç şeyhimiz önsöz yazarak bu kitabı bize tavsiye eder mi dediler. Ben sözümde ısrar edince sen
bunları anlamazsın dediler. Ben de onlara İstanbul'a gidip şeyhlerinden öğreneceğimi söyledim.
Hatırladığım kadarıyla temmuz ayı içerinde İstanbul'a hareket ettim.
İstanbul'da üniversitede okuyan Malatyalı dört öğrencimiz vardı. Bunlar, Malatya Okumayı
Çoğaltma Derneğinden aldıkları bursla okuyorlardı. Adresle onları buldum. Hoş beşten sonra İstanbul'a
geliş maksadımı söyledim. Çocuklar “baş üstüne hocam”, dediler. “Akşam yemeğinden sonra seni
Beyazıd'ta bulunan İlim Yayma Cemiyetine götürelim. Yurt olarak faaliyet yapıyor. Mehmet Zahid
Kotku'nun ekser müridleri bu yurtta kalır. Seninle onları görüştürelim. Başkandan izin alarak şirk ve
tevhid hakkında bizlere bir sohbet yaparsın”, dediler. Aynen öyle oldu. Sonunda kitab-ül-İbriz'i çıkararak;
“Bu kitap, Allah'a, Resulü'ne ve Kitab’ına iftira ediyor”, dedim. “Alim ve Şeyh dediğimiz Mehmet Zahid
Kotku böyle bir kitaba nasıl önsöz yazabilir” diye söyleyince, müritler karşı çıktılar. “Hiç şeyhimiz,
içinde şirk olan bir kitabı, okumamız için tavsiye eder mi?”, diye bana karşı çıktılar. Ben onlara:
“Denemesi kolaydır. Benimle yarın İskender Paşa Camiine gelirseniz orada meseleyi çözüme
kavuşturabiliriz”, dedim. 10 öğrencinin isimlerini yazarak bana verdiler. “Öğle namazını Beyazıd'da
kıldıktan sonra şeyhe gideriz”, dediler.
Gençlerle öğleden sonra İskender Paşa Camii’ne gittik. 15 kişi kadar varız. Bunun üç tanesi
Malatyalı. Diğeri şeyhin müritleri idi. Camiye vardığımızda onlar da öğle namazını eda etmişler. 30 kişi
kadar müritlerine hadis dersi veriyordu[67].
Ders sona erince ben, elimi kaldırarak kendimi tanıttım. “Malatya'dan özel bir meseleyi
görüşmeye geldim. Lütfederseniz maruzatımı beyan edeyim”, dedim.
“Siz neşredilen kitab-ül-İbriz kitabını okuyarak mı önsöz yazdınız, yoksa sizin adınıza herhangi
biri mi yazdı?”.
“Ne demek? Bir kitabı okumadan önsöz yazmak cinayettir. Kendi idam kararını kendin vermek
demektir. Ben takdir etmesem başkasına takdim edebilir miyim”, dedi.
“Teşekkür ederim, bir sorum daha var. Belki bir daha görüşemeyiz. Ölüm kalım var. Ben bu
eserden size birkaç madde söylesem bana izah eder misiniz?”, dedim.
“Tabii ki ederim, bana onları oku”, dedi. Kitabın ortasından başına doğru başladım.
“s.340 Yine Şeyh hazretlerinden. Şeyh, mürid için ‘La ilahe illallah Muhammedün Resulullah’
kelime-i derecesinde mühimdir. İmanı ona bağlıdır. Basireti, keşfi açık olan zevat bunu açıkça müşahede
eder.
Şeyh hazretleriyle çok kere beraber dolaşırdık. Ben, onun derecesini bilmezdim. Bana dedi ki:
- Senin benzerin, şehrin surlarının en yüksek yerlerinde gölgelenmiş kişi gibidir.
Ben bu sözün manasını anlayamazdım. Ancak nice zaman sonra anladım da bu sözü hatırıma
geldiği zaman beni büyük bir korku ve titreme tutardı. Bir gün kendisine dedim ki:
- İşlediğim işlerden dolayı Allah'tan korkuyorum.
- Nedir işlediğin işler?, dedi.
Ben de o sözünü, ondan korkarak ürpertiye tutulduğumu anlattım. O zaman A. Debbağ Hz.leri
bana dedi ki:
- Bunlardan korkma. Fakat senin hakkında en büyük günah nedir biliyor musun? Beni, bir dakika
hatırından çıkarırsan, işte en büyük günah odur. Dinine ve dünyana zarar verecek günah budur. Bunu
kalbinden at. Sen benim yanımda ki menziline bak. Sen ona göre taşınırsın”, dedi.
“s. 259. Yine bir gün A. Debbağ Hz.lerine sordum. Dedim ki:
- Tasarruf ehli velilerin kafirleri helak etmeye güçleri yeterken niye yap mıyorlar? Halbuki bu
Allahsızları katletmek farzdır. Ayetler var!
Abdülaziz Debbağ Hz.leri yüzünü bir kere arkaya çevirdi ve sonra tekrar döndükten sonra:
- Veli şu anda bütün kafirlerin hepsini mahve kadirdir. Bununla beraber bir sır vardır ki, onlara
dokunmaz. Ancak kafirlerle harp eden müslümanlar arasında bulunursa diğer müslümanların vasıtasıyla
harp eder. Çünkü Peygamberimiz de böyle yapmıştır. Bir kere düşman gemileriyle müslüman gemileri
harbe tutuşmuşlardı. Müslüman gemisinde biri yeni olmuş küçük bir veli, diğeri kamil büyük bir veli
olmak üzere iki veli de harbe iştirak etmişti. Küçük veli gayrete geldi ve tasarruf kuvvetiyle kafir gemisini
yaktı. Bu tasarrufunu da bir sebep perdesiyle gizleyemedi. Kafir gemisi bila sebep yandı. O zaman büyük
veli, küçük velinin yaptığı bu tasarruftan dolayı ceza olarak tasarruf kudretini ondan soydu aldı. Allah, o
kafirleri kahretsin, onların üzerinde böyle tasarruf caiz değildir.”
“s. 78. Bir gece iki hanımım aynı odada bulunuyordu. Bu bir mazeretten dolayı olmuştu. Onlardan
herbiri ayrı bir yatağa uzanıp yattı. Ben de başka bir yatağa uzandım: Odamızda bir dördüncü yatak daha
bulunuyordu, o boş kaldı. Sonra hanımlarımdan biriyle yatmak istedim. Diğerinin uyuduğunu
zannediyordum. Bi müddet sonra diğer hanımımla yatmayı uygun buldum ve yanında yattığım diğer
hanımımın artık uyuduğunu sanıyordum. Geceyi böylece geçirdikten sonraşeyhimin ziyaretine gittim.
Aramızdaki mesafe uzak da olsa sık sık bu ziyaretlerimi yerine getiriyordum. Beni görünce hafif bir
tebessüm ederek şöyle buyurdu:
- İki karıyı bir odada biraraya getirip ikisiyle cinsi yakınlıkta bulunan kimse hakkında ne dersin?
Beni kastettiğini anladım ve cevap verdim.
- Efendim, bunu nasıl bildiniz?
- Ya dördüncü boş yatakta kim yattı?, diye sordu. Bunun üzerine dedim ki:
- Ben, onların uyuduğunu zannederek öyle yaptım.
- Hayır, hiçbiri uyumadı. Böyle yapman doğru değildir. Kaldı ki, uyanık oldukları zaman...
- O halde bundan böyle buyurduğunuz gibi hareket edeceğim ve bu yaptığım düzensizlikten
dolayı Allah’a tövbe ederim, diyerek duasını talep ettim[68].
“s. 253. Ahmed ibni Mübarek diyor ki: ‘Benim arkadaşlarımdan birinin evladını polis yakalamış.
Babası korkusundan bana geldi. Ben gittim şeyh hazretlerine sordum:
- Ne buyurursunuz?, dedim.
Şeyh hazretleri buyurdu ki:
- Kedi fareyi benim iznim olmaksızın yiyebilir mi? O halde sen başka şey ne düşünebiliyorsun?
Git babasına söyle, hatırını hoş tutsun, hiç tehlike yok, gitsin çocuğunu istesin, verirler, dedi ve dediği
gibi oldu.”
“s. 252 Yine Debbağ Hazretleri buyurdu ki:
- Divan ehli toplandığı vakit, o vakitten yarın ki vakte kadar olacaklarını ittifak ederlerse,
gelecekte Allahü Teâlâ'nın kazası hakkında konuşurlar. Ondan sonra gelecek kaza hakkında konuşurlar.
Bu veliler, sufli ve ulvi bütün alemlerde tasarruf ederler. Hatta yetmiş perde gerisine, üstüne de onun
ehline de tasarruf ederler. Onların kalplerinde hatıralarına da tasarruf ederler. Bu tasarruf ehlinin izni
olmadan kimsenin hayatına bir şey gelmez. Bu yetmiş perdenin üstünde olan Rık'a alemi arşın üstündedir.
Buralara tasarruf edebilenlerin başka âlemlere tasarrufu hakkında ne diyebilirsin, evla bittarik ederler.”
“s. 22 Bir gün de Şeyh Hazretlerini ziyaret ettim de bana:
- Sen Pazar gecesi ne yaptın? dedi.
- Ne iş yapacağım efendim, dedim. Bunun üzerine,
Yok! Sen karın ile görüşüyordun. Çocuğun da uyumadı. Onu kaldırıp, minderin üzerine
oturttun. Lambayı da sandığın üzerine koydun. Benim seninle beraber hazır olduğumu
bilmiyor musun?, dedi.
“İşte şeyhim ben bunları anlayamıyorum, izah eder misiniz?”, dedim. Biraz düşündükten sonra
“Sen bunları anlamazsın”, dedi. “Ben de anlasam niçin sorayım”, dedim. “Başta bunları anlatacağına söz
verdin. Şimdi de anlamazsın diyorsun”. “Evet, evet sen anlamazsın”. Birkaç defa tekrar ettiğim halde hep
öyle söylüyordu. Artık sabrım taştı. “Şeyhim bu hususta anlaşmaya gidelim. Sen bunlara bir kelimeyle
şirk diyor musun?”, dedim. “Hayır, bunlar şirk değildir”, dedi. Bunun üzerine “Sen, tam müşrik oğlu
müşriksin”, dedim.
Bütün müritler, yıldırım hızıyla yerlerinden fırlayıp üzerime doğru gelmeye başladılar. Allah'a
hamd olsun ki, ilim yayma cemiyetinden gelen 10 kadar olan o genç müritler etrafımı sararak şehadet
getirmeye başladılar. “Hocam! Allah senden razı olsun. İkinizi karşılıklı olarak dinledikten sonra şeytanın
velisine hizmet ettiğimizi anlamış olduk”. Beni aralarına alarak “Eğer Erol Hocaya biriniz elinizi
dokundurursanız, onumuzda burada ölmeden size vermeyiz” dediler. Beni kucaklayıp dışarı çıkardılar.
“Hocam teşekkür ederiz. Bir tağuttan Allah'ın izniyle kurtulmuş olduk. Laleli'de ikinci bir tağut
var. Birlikte oraya gidebilir miyiz?”, dediler. “Evet”, dedim. “Benim vazifem bu. Bu tağutlarla mücadele
etmek. Bu kimdir?”, dedim. “Abdulkadir Duru Özden tarikaının şeyhidir” dediler.
Gençlerle yatsı namazını Beyazıd Camiinde kıldıktan sonra Ozdencilerin Laleli'deki lokaline
gittik. Çok büyük bir salon. Karşıda bir sahne mevcut. 3 kişi sahnede sazla beraber Şeyhleri olan
Abdulkadir Duru üzerine ilahiler söylüyorlar. Aşağıda sandalyede müritler oturmuş dinliyorlar. Biz de
oturduk. Biraz sonra saz çifte telliye başladı. Herkes yerinden kalkıp oynamaya başladı. Yerlerine tekrar
oturduklarında ben sormak mecburiyetinde kaldım. “İlahiye bir şey demiyorum da, bu çifte telli ne
oluyor?” İçlerinden bir hacı bu, “bizim için kamufledir. Tarikatımızı gizlemek istiyoruz”, dediler. “Haydi
öyle olsun, biz şeyhiniz Abdulkadir Duru ile görüşmek istiyoruz”, dedik. “Bizim dini sohbetimiz, Cuma
akşamı yapılır. O gün şeyhimiz, halifesiyle gelir. Siz, o gün gelin, sizlere özel yer ayırırız, görüşürsünüz,
dediler”.
Biz, Cuma akşamını sabırsızlıkla bekledik. Yatsıdan sonra gittik. Gerçekten bize özel yer
ayırmışlardı. Abdulkadir Duru'ya dini sorular soruldukça, o da halifesiyle birlikte cevaplandırıyor. Bir ara
birisinin sorusuna karşılık şöyle cevap verdi: “Oğlum, ben zahir alim değilim. Ben batın alimiyim.
Zahirden anlamam. Sen bu sorunun cevabını benim sohbetler kitabından okuyabilirsin”, dedi. Ben, fırsatı
yakaladım. “Şeyhim” dedim. “Sen batından anlıyorsan ben de zahirden anlarım. Bir âyet alalım. Sen onun
batın manasını söyle, ben de zahir manasım söyleyeyim. Şu insanlar zahir ile batının ne olduğunu
anlasınlar”, dedim. “Ben âyet bilmiyorum”, dedi. “Ben bir âyet okuyayım, sen anlamını ver”, dedim.
“Ben, anlam da bilmem de”, dedi. “Sen âyet ve anlam bilmediğine göre dini sorulara nasıl muhatap
oluyorsun?”, dedim. “Sen, Allah'ın velisine inanmaz mısın?”, dedi. “Evet, ben Allah'ın velilerine
inanırım”, dedim. “Öyleyse şimdiye kadar bir veliye intisap etmedin mi?”, dedi. “Arıyorum”, dedim.
“Yazıklar olsun sana, bu kadar yaşa kadar günlerini boşa geçirmişsin. Şu anda içinizde bir veli var, hiç
biriniz farkında değilsiniz”, dedim. “Kimdir o?”dedi. “İşte ben, Allah'ın velisiyim”, dedim. “İşte bu çok
güzel”, dedi. “Şimdi arkadaşı perçeminden yakaladık.”
“Söz hakkı bize geçti. Sen veli isen benimle zehir içebilir misin?”, dedi. “Ben de veliyim de
Allah'ın haram kıldığı bir şeyi helal kılamam, bu küfür olur. Allah, kulunu imtihan eder de, kul Allah'ı
imtihan edemez. Ya rabbi, ben bu zehiri içiyorum, beni koru, diye bir sual soramam. Bu sui edeptir.
Ahlaksızlıktır”. Hemen bizden bir genci çağırdım. “Şu parayı al, eczaneden dedete getir”, dedim. “Dedete
getirdikten sonra suya karıştırıp gözümüzün önünde içtikten sonra çırpına çırpına nasıl öleceksin”, dedim.
Bizim genç parayı alıp giderken bütün müritler ayağa kalkarak çocuğu gitmekten men edip, parayı bana
iade ettiler. Hepsi bir ağızdan, “Allah'ı bize göster”, diye bağırıyorlardı. “Yerlerinize oturun, Allah'ın
varlığını sabaha kadar anlatayım”, dedim. “Allah kendi kitabında kendini bize tanıtıyor. Sabaha kadar
türkçe anlamından okuyabilirsiniz” dedim. “Hayır olmaz, bize özünden göstermelisin”, dediler. Başka
çare bulamadım. “Evet, anladım. Oturun ilahınızı özünden göstereceğim. Dikkat! İşte sizin ilahınız
Abdulkadir Duru'dur”, dedim. “Hep birden nasıl anladın”, dediler. “Ben, sizin sohbetler kitabınızı
okudum”, dedim. “Bakınız şeyhiniz olan Abdulkadir Duru'nun sohbetler kitabı [69] (s 21). Şimdi gelelim,
Allah'la insanın bir olduğunu idrak etmek nasıl olacak, diyerek ispat etmeye çalışıyor.
S.37 İnsan-ı Kâmil, Allah'ın yetkisine mazhar olan insan: İnsan-ı Kâmil... Bir annenin, bak bir
baba, çocuğun halk edilmesini teşekkül ettiremiyor da, bir anne teşekkül ettirebiliyor. Demek ki, Allah'ın
halk etmesi anada olduğu gibi, insanın yaratılması da insan-ı kâmilden tecelli ediyor. Allah, o insanı
kâmil ile bizi yaratacak.
Böyle Allah'ın ruhandırma mazhariyetine düşmüş olan hakiki insan-ı kamil, dıştan hiçbir şeye
benzetilmez.
s. 45 Tasarruf:
Tasarruf vardır. Tasarruf demek, kendine mahsus olan eşyayı, parayı, her nesi olursa olsun,
kullanır, değil mi? ...
Ona göre kullanır.
İnsan-ı kâmil, kendisinden ruhlanan insanlara iflah olmaları için hakikaten insan-ı kâmil olmaları
için tasarrufunu kullanır.
Bak, tebligatı vardır. Allah'ın emirlerini değil, Allah'ı tebliğ eder. Çünkü Allah'ın emirlerini
âlimler tebliğ ediyor. Allah şen etsin ocaklarını.
Peki, Allah'ı tebliğ eden lazım. Allah'ı Allahlaşmış olan tebliğ eder.
s. 46 Bu tasarruf, her birinde başka türlü tecelli ettiği gibi, bugün elimize geçecek insan-ı kâmil de
başka türlü yapar. Muhakkak... falanca tasarrufunu şöyle kullanmış, bu böyle kullanmadı... Hayır, bu
daha başka türlü... Çünkü Allah, bundan da başka türlü tecelli ediyor. Bir tanesi zinaya gittiği zaman
karıyla erkeğin arasına kolunu sokar. Öbürü de gırtlağına basar. İçinden ulan!... boğuluyorum, öldüm ha!
Dur hele, evvela can lazım, karıdan evvel can lazım, der kaçar ondan.
s. 48. Allah, iyi olmak niyetinde, has kul olmak niyetinde olan insanlara ikram olarak, o insan-ı
kâmil'in ağzından kelam eder.
Bir kere böyle bir insan bir beşer değildir. Dış kısım beşerdir. Fakat onun vücudu beşer (insan)
değil, yok olmuştur o... Allah ondan yapacağını yapar, diyeceğini de der. Size göre insan-ı kamil Abdul
Kadir Duru’dur.
GÜNÜMÜZDE KUTUP İNANCINA ÖRNEKLER
1. Örnek
ALTINOLUK DERGİSİ, ARALIK 1995, SAYI 118, SAYFA 32-33
Tasavvuf Meseleleri – Doç. Dr. H.Kamil YILMAZ
Ricalü’l-Gayb – Gayb Erenleri
….
Allah dünyanın cismani düzenini sağlamak için bazı insanların bir takım görevler üstlenmesini
murad ettiği gibi, alemdeki manevi ve ruhani düzenin korunması, hayırların temini, kötülüklerin
giderilmesi için de sevdiği bazı kullarını görevlendirmiştir. Bunlar büyük peygamberlerin yerine,
onlardan bedel kişilerdir. Allah’ın yeryüzünü kendilerine musahhar kıldığı kimseler olarak
değerlendirmiştir. Onlar alemin intizam sebebidir. İnsanların işlerini tanzim ettiklerine inanılır.
Kerkes tarafından kolayca tanınmayan ve gizli olan bir takım sırlara vakıf olan ”ricalü’l-gayb” ın
kendi içinde hiyerarşik bir düzen söz konusudur. Bu düzenle ilgili verilen bilgilere, genellikle, ibn Arabi
öncesi kaynaklardakilerle ibn Arabi sonrakiler arasında birtakım farklar müşahede edilmektedir. Ebu
Kettani’ye izefe edilen bir tasnifte ricalü’l-gayb aşağıdan yukaru doğru nukaba, nüceba, abdal, ahyar,
umed ve gavs şeklinde sıralanmıştır.
İbn Arabi ise ricalü’l-gayb’ı nüceba, nukaba, abdal, evtad, imameyn ve kutub şeklinde tasnif
etmiştir.
Velilerin üstün vasıflı olanlarına “evtad” (direkler) denir. Onların üstünde ”revasi” (dağlar)
vardır. Bir felaket zamanında kulların mercii evtad, evtadın mercii de revasi’dir. Revasi seçkin velilerdir.
Revasi’yi kutub idare eder.
Bir başka tasnife göre kutubdan sonra gelen iki kişiye de imaman denir. Bunlardan birine “imam-ı
yemin” diğerine “imam-ı yesar” adı verilir. İmam-ı yemin kutbun hükümlerine, imamı yesar da
hakikatına mahzardır. Kutbun yerini imam-ı yesar alır. Kutup ile iki imam üçleri oluşturur.
…..
Bu topluluğun içinde kadınlar da bulunabilir. Abdal, maddelerini mana, nefislerini ruh, mevhum
varlıklarını gerçek varlığa verdiklerinden bu adı alırlar.
Kutub: Lüğatta değirmen taşının iği demektir. Tasavvuf ıstılahında en büyük velidir. Bütün
ricalin başı, Allah’ın izni ile kainatta tasarruf sahibidir.
Gavs: Darda kalındığında iltica ve istimdat edilen kutub demektir. Darda kalan sufiler,”Yetiş yaa
Gavs!” diye gavsa sığınırlar. Gavs istimdat edene yardım elini uzatır. Abdu’l Kadir Geylani gavs-ı azam
lakabı ile ünlüdür.
Ancak bütün bu sığınma ve istimdatlar, zahirde gavsa ise de hakikatte Allah’a dır. Çünkü sufilere
göre alemde yegane mutasarrıf Allah Tealadır. O’ndan başka fail-i mutlak yoktur. Gavs olarak bilinenler
esma ve sıfat-ı ilahi mahzarıdırlar.
Bunlardan başka sayıları bir rivayette 8 diğer bir rivatte 40 olan “nüceba” ile sayıları 10 ya da 300
olan “nükeba” denilen ve insanların iç dünyalarından haberdar olan yüce şahsiyetler vardır. Genel olarak
ricalü’l-gayb ve gayb erenleri olarak anılan bu hakk dostlarının makamı boş kalmaz. Ölenin yerine
tedricen kendisinden sonraki yükseltilir.
Abdal ve ricalü’l-gayb ile ilgili rivayetlerde bunların sayıları ve özellikle Şam, Irak, Mısır ve
Suriye gibi bölgelerde bulunduklarına dair rivayetler ilgi çekicidir.
2. Örnek
ALTINOLUK DERGİSİ, TEMMUZ 1996, SAYI 125, SAYFA 31-32
Tasavvuf Meseleleri – Prof. Dr. H.Kamil YILMAZ
İnsan-ı Kamil
“İnsan-ı Kamil” kavramının tasavvufta lüğat anlamından farklı ve kapsamlı bir manası vardır.
İnsanın Allah’ın yeryüzünde halifesi olması itibarı ile O’nun bütün isim ve sıfatlarına mahzar olan
hazarat-ı hams ve meratib-i vücudu kendinde toplayan kişiye İnsan-ı Kamil denir.
“İnsan-ı Kamil” kavramı ilk devir süfilerinde hemen rastlanmayan bir kavramdır. Ancak Hallac-ı
mansur (ö.309/921): “Allah Ademi kendi suretinde yarattı.”[70] Uydurma hadisinden yola çıkarak,
Allah’ın kendi nefsinde, kendisi için tecelli ettiğini söylemiştir. Hallac’ın bu anlayışı, daha sonra İbn
Arabi (ö.638/1240)’nin “İnsan-ı Kamil” düşüncesine zemin hazırlamıştır.
…..İnsan-ı Kamil Allah’ın bütün isimlerini bilen tek varlıktır. İnsan-ı Kamil, maddi ve manevi
bütün kemal mertebelerini kapsamaktadır.
İnsan-ı Kamil Hz. Muhammeddir. Ancak O’nun tarihi şahsiyeti değil, henüz Adem balçık halinde
iken peygamber olan Muhammed’dir. Yani hakikat-ı Muhammediyye’dir. İnsan-ı Kamil varlığın ve
hilkatın gayesidir. Zira ilahi irade ancak O’nun vasıtası ile tahakkuk edebilir. Eğer İnsan-ı Kamil olmasa
Allah bilinemezdi.
….Kamil insana birçok isimler verilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: Şeyh hadi, mehdi, arif,
imam, halife ve sahib-i zaman. İnsan-ı Kamil, cihanı gösteren ayna, ölüyü dirilten İsa, kuşların dilini bilen
Süleyman gibi tasarruf sahibi, ab-ı hayatı içeren Hızır gibidir. İnsan-ı Kamil alemde daima vardır. Birden
fazla olmaz. Çünkü tüm mevcudatın bütünlüğü tek şahıstadır. İnsan-ı Kamil için mülkte, melekutta ve
ceberutta hiçbir şey örtülü ve gizli değildir. O eşyayı ve eşyanın hikmetini olduğu gibi bilir.
3. Örnek
İMAM-I RABBANİ ve İSLAM TASAVVUFU, İlaveli 3. Baskı,
Nesil Yayınları. Bayrak Matbaacılık 1992
Arapçadan Tercüme Eden Prof. Dr. HAYREDDİN KARAMAN
(C.1, 260.Mektub)
Ey oğul! Ben, “el-Mebde ve’l –Me’ad” isimli kitabcığımın, fayda alış-verişi (ifade ve istifade)
bahsinde, kutbu’l-İrşad ile ilgili bilgiler vermiştim. Aynı konunun burası ile de alakası bulunduğu ve
faydalı olacağı için bu mektupta da aynı şeyleri kaydettim. Buradan da anlaşılmalıdır ki, ferdiyet
kemalatını da haiz olan kutbu’l-irşad son derece az bulunur. Uzun zamanlar ve asırlar geçtikten sonra
böyle bir cevher ortaya çıkar, hidayet ve zuhurunun nuru ile karanlık cihanı aydınlatır. Onun irşadı bütün
cihana yaygındır. Arştan yeryüzünün merkezine kadar her kime rüşd, hidayet, iman ve marifet ulaşırsa
onun yolundan ulaşır ve ondan alınır. Onun aracılığı olmadan bu devlet kimseye nasib olmaz. Nuru,
mesela büyük okyanus gibi cihanı kaplamıştır da bu denizde hiçbir hareket meydana gelmemiştir, sanki
donmuş gibi durmaktadır. Ona yönelen ve samimiyetle inanan, yahut onun yöneldiği talibin –yönelme
sırasında- sanki kalbinden bir pencere açılır ve bu yoldan, ve bu yoldan yöneliş ve samimiyeti (ihlası)
nisbetinde nasib alır ve doyar. İnkar ettiği için değil de onu tanımadığı, bilmediği için (doğrudan) Allah
zikri ile meşgul olan ve gönlünü Allah’a yönelten kimse de –tıpkı o kutuba yönelenler gibi- ondan istifade
ederler; ancak birinci durumdaki istifade daha ziyadedir. Kutbu inkar eden, yahut ondan rahatsız olan
kimselere gelince, Allah’ı zikir ile meşgul olsalar bile gerçek rüşd ve hidayetten mahrum olurlar. Onu
inkar ve rahatsız etmek kişinin feyz yolunu tıkar, kutub onu faydalandırmamayı, ona zarar vermeyi
istemese bile o gerçek hidayetten uzak kalır. Onda bulunan ancak rüşd ve hidayetin görünüşüdür
(suretidir). Manadan uzak, içi boş suretin faydası da azdır. O kutbu seven ve ona içten inanan kimseler,
ona gönülleriyle yönelmeseler, Allah’ı zikir ile meşgul olmasalar dahi, yalnızca sevgileri sebebi ile rüşd
ve hidayetin nuru onlara ulaşır. Bu bilgi mektubun da sonu olsun.[71]
Bilindiği gibi bu tip inançların İslamiyetle hiçbir ilgisi yoktur.
MALATYA’DAKİ ÇALIŞMALARIM
Bir ramazan ayında teravihten sonra 27 camide şu konuşmaları yaptım. “Dünyada hükmeden
zalimlerin zulümlerinden kurtulmanın tek çaresi, her şahsın Allah'ın kitabını anlayarak okumasına ve
yaşamasına bağlıdır. Artık O’nu asılı olduğu duvardan indirip, yaşantımızı O’na göre tanzim etmeliyiz.
Türkiyeli her müslüman hane her gün yatmadan bir saat önce çoluk çocuğu ile Fatiha'dan başlayıp, Nas
suresine kadar her gün 10 âyet okuyarak yatmalıdır. Ailede her fert ne anladığını söylemelidir. Hep
birlikte yanlış anlamalar düzeltilmelidir. Size şöyle bir misal verebilirim: Her haneye Amerika
Cumhurbaşkanından bir mektup gelse, postacı bu mektupları gece yarısı evlere dağıtsa, bütün ailenin
uykusu kaçar. “Baba, şu saatte git bize bir tercüman getir. Başkanın ne dediğini öğrenmiş olalım. Belki
bize bir hediye göndermiştir”, der ev halkı. Hıristiyan bir başkandan gelen bir mektubu öğrenmek için
tercüman ararken, Rabbinden 114 mektup geldiği halde Rabbim bizden ne istiyor diye hiç merak ettin mi
acaba? Rabbinin dünya ve ahirette verdiği nimetlerini hiç düşündün mü? Yazıklar olsun kitabını
okumadan müslümanım diyenlere. Şu asrımız içinde dünya milletlerinde maddi ve manevi buhranın
sebebi, Kur'an'dan uzak yaşamanın neticesidir. Her ülkede aile düzeni bozulmuş, anne, baba ve evlatları
birbirine düşman hale getirilmiştir. Medeni olduklarını sanan insanlar birbirlerini sömüren ve öldüren
canavar durumuna girmiştir. Birinci ve ikinci cihan savaşında milyonlarca insan öldürülmüştür.
Amerika'daki kapitalist yönetim yerlileri öldürürken, Rusya'daki komünist yönetim milyonlarca insanı
öldürmüştür. Amerika beyaz insanları, derileri siyah olan insanları insan olarak saymamış, senelerce bir
lokma ekmeğe köle olarak çalıştırmıştır. Onlara hayvan muamelesi yapmıştır. Meseleyi birazcık anlamış
olanları gördükleri yerde öldürmüşlerdir. Müslümanım dediği halde Kur'an-ı Kerim'e göre yaşam tarzını
oluşturmayan bir milletin felaket bilançosu bundan başka olamaz. Ey insan şu fen asrında aklını çalıştır.
Vakit geçirmeden Kur'an'a dön. Dünya ve ahiret saadetine kavuş. İslâm'a (sulh ve selamete) gir, kurtul.”
Bu çalışmalarım 1978'e kadar devam etti.
Malatya'dan Ayrılış
1979'da ailece Malatya'dan İzmir'e göç etmek için karar verdik. O sene evi İzmir'e gönderdim.
Ben bir öğretim yılı Malatya'da kaldım. 1980 yılında naklimi İzmir'e aldırdım. Buca'da Süleyman Bilgen
İlkokulu’na tayin edildim. İki sene daha görev yaptıktan sonra 1982'de emekliye ayrıldım.
Bir ev kiralayarak Kur'an-ı Kerim'e çağrı hizmetimi devam ettirdim. Bir taraftan da tasavvuf ve
tarikatları araştırmayı hızlandırdım. 1982'den 1989'a kadar 400-500 kişiye faydalı olmaya çalıştım.
Kur'an-ı Kerim'i nüzul sırasına göre okumalarını tavsiye ettim. Her suredeki emirleri, yasakları,
tavsiyeleri, bilinmesi gerekenleri yazmalarını söyledim. İkinci sene tekrar bu şekilde çalışmalarını
söyledim. Bu çalışmalarım yazılı olarak yaptılar. Bu şekilde çalışmalarının amacı, emirleri kesinlikle
yapmak ve yasaklarından kaçınmaktır. Tavsiyeleri yerine getirip, bilinmesi gerekenleri öğrenmektir.
Üçüncü sene, kütübü sitte denilen altı hadis kitaplarını okuyarak sureler içerisinde ayetleri izah
eden hadislerin toplanmasını tavsiye ettim.
Dördüncü sene, müçtehid imamlarının hangi âyet ve hadislere göre içtihad ettiklerini yazıp
getirmelerini söyledim.
Beşinci sene, bir İslâm Tarihi özetleyip getirmelerini tavsiye ettim.
Altıncı sene, çağdaş ilimleri okumalarını tavsiye ettim. Bundan sonra her insanın ilim, bilim ve bir
meslek sahibi olmasının faydalarını anlattım. İlim derken, Kur'an-ı Kerim, İncil, Tevrat, Zebur'u kabul
etmiş oluyorum. Bilim derken Fizik, Kimya, Biyoloji, Jeoloji, tıp vb. bilimleri söylemiş oluyorum. Son
kitap olan Kur'an-ı Kerim, bize lazım olan özetlerini vermektedir. Bilimle ilim asla çatışmaz. Bu iki ilmin
tek kaynağı Allah'ın kitabı olan Kur'an-ı Kerim'dir. İlim, bilim ve meslek sahibi olan her şahıs, bir iş
başaran, çalışkan, örnek ve güvenilir insan olma vasfını kazanmalıdır. Dünya ve ahiretini mamur
etmelidir.
“Ey dünyanın her ülkesinde yaşayan Allah'ın kulları ve bu insanları yöneten devletler, hükümetler,
adaleti sağlayan savcılar, hakimler, emniyeti temin eden polisler, ülkelerin sınırlarını iç ve dış
düşmanlardan koruyarak insanların huzurlarını sağlayan askerler ve bunların hepsini yetiştiren
öğretmenler, sizlere sesleniyorum. Yaşam tarzınızı Allah'ın hepimiz için gönderdiği en son kitabı olan
Kur'an-ı Hakim'e göre tanzim etmezseniz, hiçbir zaman dünya ve ahirette huzur bulamayacaksınız”.
1989. Kütüphanemi İstanbul'a taşıdım. Fındıkzade'de Karagül İş Hanında bir büro kiraladım.
Tarikatlarla Çalışmalarımı o handa yaptım. Yanıma bir çok üniversiteli kız ve erkek öğrenciler geldi.
Çokları girdikleri tarikatlardan tövbe etti. Ayrıca Alak, Kalem, Müzzemmil surelerini bastırarak 50 bin
adet dağıttık.
1992'de kütüphanemi Ankara'ya taşıdım. Dışkapı'da bir bina kiralayarak tasavvuf ve tarikat
araştırmalarıma o binada devam ettim. Tasavvuf ve tarikatlarla ilgili çalışmalarımı kitaplar haline
getirmek için müsveddelerin kısm-ı azimesini Ankara’da hazırladım. Müsveddeler bir çelik dolabı
dolduracak kadar oldu. Cenab-ı hak (inşallah) onların basılmasını nasib eder. Bu arada orada birçok genç
ile tanıştım. Onlara Kur’an’ın açıklamasını okumalarını tavsiye ettim.
GÜNÜMÜZÜN EN BÜYÜK EBU CEHİLİ
İSKENDER EVRENOSOĞLU İLE KARŞILIKLI KONUŞMA
1997 yılında İzmir Balçova Teleferik Otelinde bir araya geldik. Bizden birkaç konuşmacı vardı.
Kendisi toplantıya yalnız olarak katılmıştı. Salonun yarısını kadın müritleri doldurmuştu. Yansını da batıl
Nakşi tarikatına karşı olan müslümanlar doldurmuşlardı. Konu, “Mürşide inanmak farz mıdır?” Kendi
anlayışını "Mutluluk-Tasavvuf-İslâm"[72] adlı eserinde aynen olduğu gibi anlattı.
s. 78. İrşad olabilmek kesinlikle Rabbimizin bizim için tayin ettiği mürşidle olabilir. Mürşidsiz
Allah'a teslim olabilmek mümkün değildir. Beyazıd-ı Bestami Hz.lerinin buyurduğu gibi; “Mürşidi
olmayanın mürşidi şeytandır” sözü gereğince irşadsız ancak şeytana teslim olunur. Çünkü mürşidi Allah
tayin eder, irşad kademesinin her seviyesinde mürşidler vardır. İrşadın başlangıç noktasında vazifeli
mürşidler, mutlaka Allah'ın veli (dost) edindiği kişilerden biridir. Daha aşağıda irşatla vazifeli kılınan
mürşid yoktur. Allah'ın veli edindiği kişinin ise mutlaka ruhen Allah'a teslim olması gerekir. Yetmez
velinin Allah'da baki olması (indi ilahide bir taht ihsan edilmesi ile beka makamına gelmesi) gerekir.
s. 162 Mürşid Nasıl Bulunur
Görevli kıldığı kişileri biz nasıl buluruz? Görevli kıldığı kişileri Allahü Teâlâ tayin ettiğine göre
mutlaka o bilecektir.
s. 200 Kim teslim olmak isterse mürşidi arar. Görülüyor ki, Allah'a teslim olmak ve vasıl olmak
mürşide teslim olmakla başlar. Bu teslim yapılırsa o kişi için cennet söz konusu olur.
s. 268 Mürşid Tayini
Mürşidler, ister Resul makamında olsun, ister halife olsun, isterse seviye mürşidlerinden olsun
Allah'ın emriyle o göreve tayin edilir. Resul, halife ve ihlas sahibi mürşidin irşad görevini yerine
getirebilmesi Rabbimizin emriyledir. İkinci seviye mürşidi, bağlı olduğu resul halife veya salah sahibi
mürşid, o göreve vekaleten tayin edilir.
s. 290 Mürşidin vazifelerinden ikincisi, nefsimizi tezkiye etmektir. O halde tezkiye olmamız için
mürşid farzdır. Mürşidsiz kimse kendini tezkiye edemez (temizleyemez).
s. 411 Tasavvuf Farzdır
İrşad yani 3 cesedimizin de Allah'a teslimi farz kılındığına göre ve zaten bu emanetlerin teslimi
ayrıca emrolunduğuna göre, 3 cesedin Allah'a teslimi farzdır. 3 cesedin de Allah'a teslimi ise tasavvuf
olduğuna göre tasavvuf farzdır.
s. 412 Mutluluk Eşittir Tasavvuf O da Eşittir İslâm
Bu ülkenin, bütün dünya insanlarının özledikleri saadete kavuşmalarında, dominant rolü
üstlenmesi, ancak tasavvuf ile mümkün olacaktır.
Risalet Nurları[73]
Aşağıda, içindekilerden aynen iktibaslar yaptığımız bu kitap, iktibaslardan da öğreneceğiniz gibi
kendisinin Allah tarafından “Mehdi” olarak görevlendirildiğini iddia eden İskendender El-Ekber'e aittir.
Kitap latin harfleriyle ve el yazısı ile çoğaltılmıştır. Kitabın kapağında (İskender El-Ekber'e aittir)
ifadesi bulunmaktadır. Kitap, isim olarak Risalet Nurları adını taşımaktadır.
Daha alt kısmında ise, Itla-ıt Türk, bunun altında ise, “İskender kulumuza katımızdan
indirilmiştir” ibaresi bulunmaktadır. En alt kısmında ise “Biiznillahi Teâlâ indirmiştir” kısa cümlesi
yazılıdır.
Orta boy 68 sahife olan kitap, başlangıcından itibaren 21 sureye(!) ayrılmış ve bunlar
isimlendirilmiştir. Kitapta ayet numaraları bulunmaktadır. (Surelerin listesi kitabın sonundadır).
Şimdi sizleri, biraz da sabırlarınızı zorlayarak kendisine ait (içinde belirttiği gibi) 1972 yılından
başlayarak 1982 yılına kadar, yani on yıl içinde “Kur'an-ı Kerim'den sonra dünyaya indirmekte
olduğumuz ilk kitaptır.” (S.1) dediği, kendisine Cibril-i Emin'in aziz ruhu tarafından doğrudan doğruya
kalbine indirildiğini...” (S.1) söylediği bu kitaptan yaptığımız iktibaslarla başbaşa bırakıyoruz. Serinkanlı
bir şekilde fakat mutlaka Kur'an-ı Kerinı'in ışığında okumanızı ve değerlendirmenizi diliyorum.[74]
Sizlere yukarıda uzunca alıntılar yaptığımız, kendisini Mehdi zanneden son Ayeti!nin 1982 yılının
haziran ayının altısında da nazil olduğunu buyuran zatın kitabındaki (sure!) isimlerini sırası ile vermek
istiyorum.
Sure Adı
1. İnzal
2. Anlaşmazlık
3. Müjde
4. Mehdi
5. Sürür
6. Tilavet
7. AllahüTeâlâ
8. Namaz
9. İnsan
10. Zaman
11. Kuddusi sır
12. Cebrail
13. Marifet
14. İnsan
15. Tayyi Mekan
16. Ramazan
17. Vazife
18. Rıza
19. Esmaül Hüsna
20. İmamet
21. Kadir-i Mutlak
Kaç sayfa olduğu
l
8
l
l
2
l
4
l
3
6
2
3
6
4
3
2
6
4
5
2
3
Bulunduğu sayfa Numarası
l
2-3-4-5-6-7-8-9
10
11
12-13
14
15-16-17-18
19
20-21-22
23-24-25-26-27-28
29-30
31-32-33
34-35-36-37-38-39
40-41-42-43
44-45-46
49-50-51-52-53-54
55-56-57-58
59-60-61-62-63
59-60-61-62-63
64-65
66-67-38
Toplantı üç buçuk saat sürdü. Karşılıklı konuşmalar sona erince son sözü ben aldım. Kendisine ve
müridlerine şöyle söyledim: “İnsan yanılabilir, şaşırabilir. Hatta müslüman iken, müşrik ve kafir olabilir.
Ama tevbe kapısı kıyamete kadar açıktır. Bir daha sapıklığa dönmemek şartıyla tevbe edersen, ahirette
Allah, melekleri, bu konuştuğun yer şahitlik yaptıkları gibi, biz müminler de şahitlik yapacağız”.
Bu sözüm üzerine ayağa kalkarak müridlerine hitaben “kimin çantasında Kur'an varsa bana
getirsin”, dedi. Bütün kadınlar benim aleyhimde bağırmaya başladılar. Bir kadın sanki beni dövecek
şekilde yerinden fırlayarak Kur'an-ı Kerim'i şeyhinin önüne koydu. Bana ve cemaate hitaben: “Ben şimdi
Kur'an'a el basarak yemin edeceğim” dedi. Yemini şöyle idi: “Allah, beni bu asra Mehdi ve Resul olarak
gönderdi. Levh-i Mahfüz'da kayıtlı olan 21 sure Hz. Peygambere bildirilmedi. Bu asırda bana inzal oldu.”
Bana, “Sen de yemin eder misin?”, dedi. “Yemin ederim, ama Kur'an'a el basmam”, dedim. El açarak ben
de şöyle yemin ettim: “Ya rabbi sen şahit ol ki, bu tam şeytanın kendisidir. Yani şeytanın velisidir
(dostudur).”
“Türkiye'de yalnız benim aleyhimde bulunduğun halde Said Nursi'yi neden ele almıyorsun. Bak, o
da ‘Bu Risale-i Nurlar Allah tarafından bana yazdırıldı’ diyor. Onu niçin tenkit etmiyorsun?” dedi.
“Şimdi karşımda sen varsın.”, dedim. Gülümseyerek beni yemeğe davet etti. “Teessüf ederim, sen
çok utanmaz bir adamsın. Ben sana şeytan diyorum. Sen beni yemeğe davet ediyorsun. Şeytanlaşmış bir
adamın yemeği yenmez”, dedim. Kendileri müritleriyle otelin yemekhanesine gittiler.
1931-2001
Mehmet Erol
(Emekli Öğretmen)
Telefon: 0212 657 85 85
Adres: Cumhuriyet cad. Kuyu sokak no: 1/1
Güneşli/İSTANBUL
[1]
Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedi. Gelişim Yayınları, 12. cilt, (1986) İstanbul, s. 7073.
[2]
Mekasıdut-Talibiyn: Mehmet Raif Ef. Osmanlı yayın evi.
Yazan: Mehmet Arif, Takriz: Mehmet Emre, Osmanlı’dan sadeleştiren: Abdulkadir Dedeoğlu,
Neşreden: Osmanlı yayınevi, 1973-1979
[3]
Şeyhini rabıta edenler
[4]
Tarikat yolunu takip edenin ölçüsü
[5]
içine alan
[6]
şeyhini hayalinde canlandırmak
[7]
Allah lafzı
[8]
sataştığı vakit
[9]
melekler
[10]
teselli
[11]
Risale-i Nur külliyatından Tılsımlar Mecmuası, Müellif Bediüzzaman Said Nursi, Tenvir Neşriyat 1988, İst, Tılsım Mecmuasının Zeyli Maidetü'l-Kur'an s.
168-194.
[12]
Risale-i Nur külliyatından Asa-yı Musa Bediüzzaman Said Nursi, Yeni Asya Neşriyat, Haziran 1994, s. 82-83.
[13]
Risale-i Nur külliyatından Sikke-i Tasdik-i Gaybi Müellifi, Bediüzzaman Said Nursi Tenvir Neş. 1990 İst. s. 293-294.
Risale-i Nur külliyatından Sikke-i Tasdik-i Gaybi müellifi Bediüzzaman Said Nursi, Tenvir Neş. 1990, İst. Birinci Şua, s. 78.
[15]
Risale-i Nur külliyatından Zülfikar Mecmuası Müellifi Said Nursi, Tenvir Neş. 1988. İst. s. 432-433. Not: a)- Tenvir Neşriyat, hıyanet ederek aslını
değiştirmiştir. "Çünkü sendeki mukayese ve muhakemelerin vaka ve temsillerin bir naziri bir daha gösterilemez" cümlesini eserden çıkarmıştır, b)- "Arş-ı
azamdan indiği muhakkaktır" cümlesini şu şekle sokmuştur: Arş-ı azamdan inen Kur'an-ı Hakim'in delil, hüccet ve burhanları olduğu muhakkaktır, c)- Aslı
Arap harfleri ile yazılı Zülfikar Mecmuasında vardır, d)- Risale-Nur hakkında Ankara Üniversitesinde verilen konferans, Ayyıldız Mat. Ank. 1957 s.
37-38-39.
[14]
[16]
- Bediuzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Sözler Yayınevi, İst. 1991, s. 34. (Takdim yazısında bu kitabın 1958’de hazırlandığı, Bediuzzaman Said
Nursî’nin kontrol ettiği ve düzelttiği şekilde yayınlandığı ifade edilmektedir.)
[17]
- Bediuzzaman Said Nursî, Haşiye, Tarihçe-i Hayat, s. 33.
[18]
- Muhammed Rıza'l-Muzaffer, Akâid'ül-İmâmiyye, Şia İnançları (Türkçeye çeviren Abdülbaki GÖLPINARLI) İstanbul 1978, s. 52-53.
[19]
- Şia İnançları, s. 52.
[20]
- Bu özgeçmiş, İstanbul Müftülüğü Arşivi’nde, Osmanlı Ulemasına ait sicil dosyaları arasında iken daha sonra dosyanın içi bilinmeyen kişiler tarafından
boşaltılmıştır. Sadık ALBAYRAK bunları evvelce yazıp neşrettiği için sadece onun kitabında bulunmaktadır. Bkz. Sadık ALBAYRAK, Son Devir Osmanlı
Uleması, İst. 1996, c. IV, s. 271.
[21]
- Tarihçe-i Hayatı s. 44.
[22]
- Tarihçe-i Hayatı, s. 45.
[23]
- Kaynaklı indeksli Risale-i Nur Külliyatı, Kastamonu Lahikası, c. II, s. 1609, İstanbul 1995, Burada ifadeler sadeleştirilmiştir; aslı şöyledir: Eski
zamanda, ondört yaşında iken icazet almanın alâmeti olan üstad tarafından sarık sardırmak, bir cübbe bana giydirmek vaziyetine mâniler bulundu. Yaşımın
küçüklüğüyle, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisveyi giymek yakışmadığı...
Sâniyen: O zamanda büyük âlimler, bana karşı üstadlık vaziyeti değil, ya rakib veyahut teslimiyet derecesine girdikleri için, bana cübbe giydirecek ve üstadlık
vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı. Ve evliya-yı azîmeden dört-beş zâtın vefat etmeleri cihetinde, ellialtı senedir icazetin zahir alâmeti olan
cübbeyi giymek
ve bir üstadın elini öpmek, üstadlığını kabul etmek hakkımı bugünlerde, yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlâna Zülcenaheyn Hâlid Ziyaeddin kendi
cübbesini, o cübbeye sarılan bir sarık ile pek garib bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğini bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarek ve yüz
yaşında cübbeyi giyiyorum. Cenab-ı Hakk'a yüzbinler şükrediyorum(Haşiye) Bu mübarek emaneti, Risale-i Nur talebelerinden ve âhiret hemşirelerimizden
Âsiye namında bir muhterem hanımın eliyle aldım.
[24]
- Tarihçe-i hayat 45
[25]
- Şualar, Sözler Yayınevi, İst. 1993, s. 617. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir:
Kur’an’ın gizli hakikatleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!!
cümlesinin sarih bir manası asr-ı saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübin'in nüzulü olduğu gibi, mana-yı işarîsiyle de, her asırda o Kitab-ı Mübin'in mertebe-i
arşiyesinden ve mu'cize-i maneviyesinden feyz ve ilham tarîkıyla onun gizli hakikatları ve hakikatlarının bürhanları iniyor, nüzul ediyor...”
[26]
- Şualar, s. 709. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: Resail-in Nur denilen otuzüç aded Söz ve otuzüç aded Mektub ve otuzbir aded Lem'alar, bu
zamanda, Kitab-ı Mübin'deki âyetlerin âyetleridir. Yani, hakaikının alâmetleridir ve hak ve hakikat olduğunun bürhanlarıdır. Ve o âyetlerdeki hakaik-i
imaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir.
[27]
- Sözler, Risale-i Nurlar’ın bir bölümünü oluşturur.
[28]
- Barla Lâhikası s.26. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: Mübarek Sözler şübhesiz Kitab-ı Mübin'in nurlu lemaatıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik
olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır.”
[29]
- Said Nursî, Şualar, Sözler Yayınevi, İst. 1992 s. 231.
[30]
- Bakara 2/256 ve Al-i İmrân 3/103’e bkz.
[31]
- Şualar s. 601. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Resail-in Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan
gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan Kur'an'ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas
edilmiştir.”
[32]
- Şualar, Yedinci Şua, (Âyetü’l- Kübrâ), Sözler Yayınevi, İstanbul 1992 s. 84.
[33]
- Şualar, Yedinci Şua, (Âyetü’l- Kübrâ), s. 83-84.
[34]
- Şualar, Yedinci Şua, (Âyetü’l- Kübrâ), s. 84, 1 numaralı dipnot ve s. 261. Yukarıdaki yazı şu cümlenin tercümesidir. ‫ وبالية الكبرى أمني من الفجت‬Arapça’da
fecet diye bir kelime olmadığı için füc’e kabul edilerek anlam verilmiştir.
[35]
- Şualar, Onbeşinci Şua, s.526. Bu ibarede kısaltma yapılmıştır. Tamamı şöyledir: “ Birinci Kelime: ‫ل إله إل ال‬dır. Bundaki hüccet ise matbu' Âyet-ül Kübra
Risalesidir. O emsalsiz hüccetin hârikalığı içindir ki; İmam-ı Ali (R.A.), Nur'un eczalarından haber verdiği sırada ‫ ”وبالية الكبرى أمني من الفجت‬Ayetül Kübrâ
hakkı için beni ani ölümden koru” deyip o Âyet-ül Kübra'yı şefaatçı yaparak…”
[36]
- Şualar, Onbeşinci Şua, s.526.
[37]
- Said Nursî, Emirdağ Lahikası, Sözler Yayınevi, İst. 1993 101. Anlamı bozmayacak kısaltmalar yapılmıştır.
[38]
-Kaynaklı indeksli Risale-i Nur Külliyatı, c. II, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, (Onsekizinci Lem’a) İstanbul 1995, s. 2079, Metnin aslı şöyledir: “Hazret-i
Cebrail'in, Âlâ Nebiyyina (a.s.m.) huzur-u Nebevide getirip Hz. Ali'ye Sekine namıyla bir sayfada yazılı İsm-i Âzam, Hz. Ali'nin (r.a.) kucağına düşmüş. Hz.
Ali diyor: "Ben Cebrail'in şahsını yalnız alâimü's-sema suretinde gördüm. Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleri içinde buldum" diyerek bu İsm-i Âzamdan
bahs ile bazı hadisatı zikirden sonra tahdis-i nimet suretinde diyor ki:
"Evvel-i dünyadan kıyamete kadar ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş, kim ne isterse sorsun, sözümüze şüphe edenler zelil olur."
[39]
- Kaynaklı indeksli Risale-i Nur Külliyatı, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 2078. Orada geçen ifade aynen şöyledir: Risale-i Nur şakirtlerine ve naşirlerine karşı
Hazret-i Ali'nin (r.a.) irşadkârane ve teveccühkârane bakması ve işaret etmesidir.
[40]
- Karşılığında Ahiret i verdikleri için aldıkları ne olursa olsun, azdır. “... Bu hayatın sağladığı fayda Ahiret yanında pek az olur.” (Tevbe 9/38)
[41]
- Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sözler Neşriyat, İstanbul 1991, s. 119.
[42]
- İsimleri şöyledir: Süleyman, Sabri, Zekâi, Âsım, Re'fet, Ali, Ahmed Husrev, Mustafa Efendi, Rüştü, Lütfü, Şamlı Tevfik, Ahmed Galib, Zühtü, Bekir Bey,
Lütfi, Mustafa, Mustafa, Mes'ud, Mustafa Çavuş, Hâfız Ahmed, Hacı Hâfız, Mehmed Efendi, Ali Rıza.
[43]
- Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sözler Neşriyat s. 120.
[44]
Füyuzat-ı Rabbaniye (İlimlerden Feyizler) Gavs-ı A'zam Şeyh Abdülkadir Geylani Beyda Yayınevi, Çev: Celal Yıldırım (Afyon Müftüsü) 1995 İst. s. 9/18
[45]
Mesnevi: Mevlânâ Celaleddin-i Rumî Dünya Edebiyatından Tercümeler Şark İslâm Klasikleri I, Maarif Vekalet Yayınlan İst. 1956. Maarif Basımevi ,
ikinci Baskı, I. cilt (İlk sayfalarındaki Dibace), İktibas Dergisi cilt: 5 sayı: 106 s. 23, aynca Mesnevi'nin Müterciminin Celaleddin Rumi evladından ve
Mevleviliği ile Maruf Veled İzbudak olduğunu da bilmeyenlere hatırlatalım ve tercümeyi bilhassa dikkatle yanlışlarından koruyacak şekilde titizlik gösteren
birisi olduğunu da belirtelim burada.
[46]
Muhyiddin-i Arabî Fusûs ül-Hikem, Beşinci Baskı, İstanbul Kitabevi Yayınları, 1981, İst, s. 1-2.
[47]
Bu kısım, arap harfleriyle yazılı lem'alarda mevcuttur.
[48]
Avni İlhan, Mehdilik Akyay Kaynak Yayınları, 1976 s. 50.
El-İmam Ebu Mansur Abdulkadir b. Tahir b. Muhammed El-Bağdadi. Doç. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı. Kalem Yayınları 1979, s. 230.
Şia'ya göre: Dünyanın sonuna kadar her şeyi kavrayan batini ve dini bilgi mecmuasıdır ki, Hz. Ali'den ahfadına (torunlarına, oğullarına) intikal etmiştir.
Sütten kesilmiş bir oğlak veya kuzu derisi üzerine yazılmış bir kitap olup, Hz. Peygamber ailesinden olanlar diğer kimselerin bilmediklerini işte buradan öğrenirler.
Bunun içinde gerek Zebur, Tevrat ve incil ile Resullerin ve varislerin ilimleri vardır. Geçmiş beni İsrail alimlerinin ilimleri oradadır. Bütün haram ve helal
olmuş ve olacak her şey orada kayıtlıdır.
[50]
Bazı Şii'lere göre Hz. Ali'nin Kur'an'ı, Cebrail'in getirdiği gerçek Kur'an'dır. Bkz. Abdulkadir el-Bağdadi Usulu'd-Din, s. 19 İst 1928; İbn. Hazm el Fasl,
İV/182.
[51]
Hz. Fatma'nın Kur'an'ı bir başka Kur(an’dır. Mehdi'nin zuhuruna kadar ehl-i Beyt'te saklı kalacaktır. Kuleyni'nin nakline göre: Resulullah'ın vefatından
sonra Hz. Fatıma yetmiş beş gün daha yaşamıştır. Bu günlerde Allah'tan hiç kimsenin bilemeyeceği derecede fazla üzülmüştür. Allahü Teâlâ onu teselli etmek
için, babasından ve ilerde gelecek çocukların hallerinden bahsetmesi için Cebrail-i gönderdi. Ali de söylenenleri işitiyordu. Bu suretle bu yazılanlardan
elimizdeki Kur'an'ın üç misli hacimde bu mushaf meydana geldi. Bunun içinde, helal ve haramla ilgili bir şey yoktur. Gelecekte olacak şeylere dair bilgi
vardır. El/Kafi, 1/115.
[52]
Uzunluğu 70 zira (75cm) olan bir sahifedir ki, içinde insanların muhtaç olduğu her şey vardır. Hz. Peygamberin söyleyip Hz. Ali'nin yazdığı nüshalardır
(Sahife). El-Kafi, 1/10 Mehdilik Avni İlhan Akyay, Kaynak Yayınlan 1976 s. 46-47
[53]
Bakınız İmam Humeyni, Hz. Fatıma'mn doğum günü aynı inançları şu şekilde ifade etmektedir: "Cebrail (a.s.)'ın, İbrahim Halilullah, Musa Kelimullah, İsa
Ruhullah ve Muhammed Hamidullah gibi peygamberlerden ayrı olarak, ancak Hz. Fatima'ya geldiğini, bu hususta sağlıklı senetleri bulunan rivayetlere sahip
olduklarını, büyük ruh olan Cebrail'in bir kimseye gelmesi için onun büyüklüğüyle mütenasip bir ruh yüceliğine sahip olması gerektiğini; esasen masum
imamlardan dahi hiç kimsenin Cebrail ile görüşmediğini, Resulullah (s.a.v.)'dan sonra sadece Hz. Zehra'nın bir istisna teşkil ederek Cebrail ile görüştüğünü ve
Cebrail'in ona gelecekteki bir çok olacakları ve onun neslinin başına gelecekleri bildirdiğine dair kanaatler izhar etti. Keyhan Gazetesi Recep: 1406 Mart 1986.
İran
[54]
En’am: 7
[55]
El-Fark Beynel Fark-el Bağdadi Kalem Yayınlan 1979, s. 230
Mısri Niyazi İrfan Sohbetleri çev: Süleyman Ateş. Hasanla Hüseyin'in Hz. Peygamberden sonra iki peygamber olduğunu beyan etmektedir.
[56]
Hz. Ali, Hazırlayan: Veli Ertan Diyanet İşleri Başkanlığı Yav. 1963. s. 56-57
[57]
En yüce topluluk (el-mele'ul-a'la) melekler âlemidir. Burada melekler kendi aralarında veya Allah ile işleri görüşmektedirler. Örnek olarak, insan türünün
atası olan Hz. Adem'in yaratılması hususunda ki tartışmaya bakılabilir. (Bakara 2: 30-33) Bu pasajla aynca Hz. Peygamberin bu gibi gaybi bilgilerden haberi
olmadığı ve gayb konusunda kendisine ne vahyediliyorsa sadece onu bildiği hususu da vurgulanmaktadır.
[49]
[58]
Âyetin son cümlesine, "fakat (sana bu haberleri) Biz göndermekteyiz" şeklinde anlam verenler de vardır. Biz, 46.âyetin bitiş cümlesini göz önünde
bulundurarak yukarıdaki anlamı tercih ettik.
[59]
Burada "henüz başlarına gelmedi" diye çevrilen fe-lemma ye'tihim te'viluh ifadesine "henüz yorumu onlara gelmedi" şeklinde anlam verildiği de
olmaktadır. Kur'an'ın burada işaret ettiği şeyin, müşriklere yönelik azap tehdidi olduğu düşünülecek olursa, yorumun gelmesinin ne anlama geldiği kapalı
kalmaktadır. Tevil kelimesi yorum anlamına geldiği gibi, bir rüyanın veya bir haberin gerçekleşmesi anlamına da gelmektedir. Ayetin devamı da bizim
verdiğimiz anlama uygun düşmektedir.
[60]
Bu âyetten önce Hz. Nuh kıssasının anlatıldığı bir bölüm yer almaktadır. Burada da olduğu gibi, geçmiş dönem olayları Kur'an'da "gayb olayları" olarak
nitelenmektedir.
[61]
Araplar, cinlerin Allah'tan bilgi çalarak gayba muttali olduklarına inanıyorlardı. Cinler yapılan gereği melekler âlemine yaklaşsalar bile, Allah'ın
meleklerine verdiği bilgiye erişemedikleri Kur'an'ın çok yerinde açıkça belirtilmektedir.
[62]
Burada insanın şu üç hususu bilemeyeceği bildirilmektedir: l- Kıyametin ne zaman kopacağı, 2- Yarın ne olacağı, 3- Kişinin nerede öleceği. Dikkat edilirse,
yağmurun ne zaman yağacağını ve rahimlerde olan çocuklarını erkek mi, kız mı olacağını insanların bilmediği söylenmemektedir. Burada söylenen, bugün
bilinebilir -en azından tahmin edilebilir- olan hususları Allah'ın bildiğidir. O dönemin insanları bunları kuşkusuz bilmiyordu.
[63]
Bu haber Allah'ın Hz. Peygambere bildirdiği geleceğe ilişkin bir "gayb" haberidir. Âyet, Kur'ariın müşriklere karşı kitap ehlini -bir çok noktada yanlış yolda
olsalar da- ortak cephede tuttuğunu gösteriyor ve bu yenilgi karşısında, kendileri de kitap alan müslümanlan teselli etmek için, yalanda onların başka bir
savaşta galip geleceğini bildiriyor.
[64]
Hz. Meryem, annesi tarafından Allah yolunda mabede adanmış biri olduğu için, cinsiyeti nedeniyle o nün koruyuculuğunu kimini yapacağı nedeniyle
mabeddeki görevliler arasında bir problem olmuş, görevliler sorunu çözmek için kura çekmişlerdi.
[65]
Konularına göre Kur'an (Sistematik Kur'an Fihristi), Hazırlayanlar: Ömer Özsoy, İlhami Güler, Fecr Yay. Ank. 1999, s. 70-71-72-73 Rüzgarlı Cad.
Rüzgarlı İşhanı 2/5 Ulu/Ank. Tel/Fak: (O 312) 3100849-3200860. Not: Her Müslüman okumalıdır.
[66]
Mutasarrıf: Tasarruf hakkı ve salahiyeti olan. Tasarruf eden. Bir işi kendi isteğine göre idare eden.
[67]
Râmuz-ul Ehadis Tercümesi, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhânevi, pamuk yayınları. Çeviren: Naim Erdoğan (Ezher Fakültesi mezunu) Baskı:1980, İst.
Eş-şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretleri, El-İbriz şeriat, Tarikat, Marifet-Hakikat. Demir Kitabevi, Arapça aslından çeviren: Celal Yıldırım, Temmuz, 1979,
cilt 1, s.78-79
[69]
Sohbet Yayınlan No: l Sohbetler Abdulkadir Duru Balkanoğlu Mat. Ltd. Şti.1969. Ank.
[70]
Aslında bu söz Kitab-ı Mukaddes , TEKVİN Musa’nın Birinci Kitabı, Bab 1 Ayet 27, Sayfa 2’de geçiyor. Ser Ofset Basımevi, 1981, Kitab-ı Mukaddes
şirketi 481 istiklal Cd. – İstanbul
[71]
İmam-ı Rabbani ve İslam Tasavvufu – Arapça’dan tercüme eden: Hayreddin Karaman sayfa 219-220
[72]
İskender Ali Mihr Mutluluk-Tasavvuf-İslâm. Basım Tarihi 1990, 1343 Sok. No: 25 İzmir.
[73]
İskender Evrenosoğlu, Risalet Nurları
Bu kitabın bir nüshası da bizdedir. İktibasları (alıntıları) elimizdeki el yazması kitaptan aldık. Kur'an'a (indirilmiş kitaplara) benzetilmek ve aynı imajı
verebilmek için özellikle el yazısı ile çoğaltılmaktadır. Adı geçen şahsın güvendiği kimseler tarafından dağıtılmaktadır.
[68]
“Bu kitap, katımızdan emir gelene kadar kendisine (İskender el-Ekber'e) ittiba edenlerden (uyanlardan) başkasına sırdır.” (S.1) Denildiğine göre, bize intikal
eden nüsha da kendisine ittiba umulan birine verilmiş ve işi fark eden bu kimse de bize getirmiştir. Başından sonuna kadar Kur'an üslubuna benzetmeye
çalışan kitabın yazarı, kuruntularının vahiy olduğuna kendisini inandırdığı gibi, çevresinde topladığı sosyeteye de (topluluğa) inandırmış görünüyor.
Kur'an'daki İslâm'ı öğrenmeyen, öğrendiği halde yapamayan, söylemeyen ve anlatmayanların çoğunlukta bulunduğu bir toplumda elbette ki böyleleri
çoğalacak ve koparabildiklerini yoldan çıkaracaktır.
[74]
Tamamını okumanız için Ercüment Özkan'ın Tasavvuf ve İslam I. Baskı Ekim 1993, II. Baskı Mart 1996 Anlam Yay. İst., III. Baskı Pınar Yayınevi
tarafından yayınlanarak piyasaya arz edilmiştir.

Benzer belgeler